View
312
Download
2
Category
Preview:
Citation preview
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (DİNLER TARİHİ)
ANABİLİM DALI
TÜRKİYE’DE ÖRTÜNME ANLAYIŞI ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
( DİNLER TARİHİ AÇISINDAN BİR YAKLAŞIM )
DOKTORA TEZİ
ASİFE ÜNAL
ANKARA 2004
II
ÖNSÖZ
Bu çalışma, Türkiye’de mensubu bulunan ilâhî kaynaklı üç dindeki
örtünme anlayışını, özellikle de kadının örtünmesini konu
edinmektedir. Konunun seçiminde, ülkemizde gündemden düşmeyen örtünme
meselesinin çözümüne, bu konuda objektif kriterlerle hazırlanan ve farklı
dinlerin anlayış ve uygulamalarını karşılaştırma imkânı veren bir Dinler Tarihi
çalışmasının getireceği katkı dikkate alınmıştır.
Örtünme anlayışını Türkiye örneğinde tespit edebilmek için doğrudan
kaynağına gitmek, alana inmek tercih edilmiştir. Araştırmalar için diğer din ve
mezhep mensuplarının yoğun olarak yaşadığı İstanbul pilot gölge olarak
seçilmiş, bunun yanında Tokat başta olmak üzere başka yörelerde de örnekleme
araştırmalar yapılmıştır. Bu çerçevede Müslümanlar yanında, Türkiye’deki
Musevî ve Hıristiyan cemaatlerin temsilcileri ile de görüşülerek doğrudan
onların yorumlarını alma yolu benimsenmiştir. Bu bilgi ve yorumlar
gözlemlerle birleştirilerek ilgili dinin kutsal kitabı ışığında senteze ulaşmaya
çalışılmıştır. Konunun önemine binaen elde çok hacimli bir malzeme
toplanmış, ancak bunların hepsini tez sınırları içinde kullanmak mümkün
olamamıştır.
Giriş ve üç bölüm halinde hazırlanan tezin “Giriş” bölümünde örtünme ve
kaynağı ile ilgili genel bilgiler verilmiş, dinlerin örtünme anlayış ve
uygulamaları örneklendirilmiştir.
Birinci Bölümde; Türkiye’deki Yahudilerin örtünme anlayışı ele
alınmıştır. Yahudilikte örtünme anlayışına genel bir bakıştan sonra,
ülkemizdeki Yahudi cemaatlerinde örtünmenin tarihî gelişimi ile
bugünkü durum tespit edilmeye çalışılmıştır. Türkiye’deki Yahudilerin
örtünme anlayışlarında sayıları yok denecek kadar azalmış olan Karailerden de
kısaca söz edilmiştir.
İkinci Bölümde; Türkiye’deki Hıristiyan grupların örtünme anlayışı
konu edinilmiştir. Hıristiyanlıkta genel olarak var olan örtünme anlayışının
kaynağı incelenmiş; Türkiye’deki Hıristiyan mezhep ve gruplarının örtünmeye
III
bakışları ile mevcut ve geçmiş uygulamaları ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu
çerçevede Ermeni, Süryani, Keldani, Rum ve Türk Ortodoks, Latin Katolik ve
Protestan Kiliselerinin örtünme anlayışları ele alınmıştır.
Üçüncü Bölümde ise, Türkiye’deki Müslümanların örtünme anlayışları
incelenmiştir. İslâm’ın örtünme konusuna bakışı, geleneksel uygulamanın
gerekçeleri araştırılmış, tarihî gelişim üzerinde örnekler verilmiştir. Türklerin
İslâm’dan önce ve İslâm’dan sonraki inanç ve uygulamalarında örtünmenin
yeri tespit edilmeye çalışılmıştır.
Tanzimat’tan itibaren devam eden yenileşme hareketlerinin giyim ve
örtünme boyutu, arka planı ile ele alınmış, günümüzde örtünme konusundaki
görüş farklılıkları örneklerle ortaya konmuştur. Türkiye’deki farklı bölge,
mezhep, grup ve cemaatlerin örtünme anlayışları da inceleme konusu edilmiş
ve bu farklılıkların sebeplerinde dinin yeri ortaya konmaya gayret edilmiştir.
Sonuç bölümünde Türkiye’de mensubu bulunan bu dinlerin örtünme
anlayışlarıyla ilgili genel bir değerlendirme yapılmış, örtünmede dinin ve örfün
yeri ile konu hakkındaki kanaatlerimiz ifade edilmiştir.
Çalışmalarım sırasında yoğun ilgisi ve desteğini hep yanımda bulduğum
değerli hocam Prof. Dr. Abdurrahman Küçük’e, aileme ve katkı sağlayan
herkese teşekkür ediyorum.
Asife ÜNAL
Ankara 2004
IV
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ...................................................................................................II
İÇİNDEKİLER ....................................................................................IV
KISALTMALAR ..................................................................................VI
GİRİŞ ......................................................................................................1
A. Metodolojik Bilgi ...............................................................................1
B. Kelime ve Terim Olarak Örtünme ...............................................4
C. Örtünmenin Kaynağı Üzerine Yaklaşımlar .........................................7
D. Dinlerde Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış ......................10
I.BÖLÜM
TÜRKİYE’DEKİ YAHUDİ GRUPLARDA ÖRTÜNME
ANLAYIŞI ............................................................................................16
a. Yahudilikte Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış ...............17
aa. Tefillin,Tallit ve Tzitzit Kullanılması .........................................17
ab. Yahudilikte Erkeğin Başını Kapatması(Kippa) ..........................20
ac. Yahudilikte Kadının Örtünmesi .................................................24
1. Tanah’ta Örtünme ile İlgili İfadeler..........................................24
2. Talmud’da Örtünme ile İlgili İfadeler ......................................29
b. Türkiye’de Yahudi Cemaatinde Örtünmenin Tarihi Gelişimine
Genel Bir Bakış ..................................................................................35
c. Günümüzde Türkiye’deki Yahudi Gruplarda Örtünme
Anlayışı .............................................................................................46
ca. Musevî Cemaatinde Örtünme Anlayışı .....................................46
cb Karailerde Örtünme Anlayışı ..................................................55
II.BÖLÜM
TÜRKİYE’DEKİ HIRİSTİYAN GRUPLARDA
ÖRTÜNME ANLAYIŞI ....................................................................58
a. Hıristiyanlıkta Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış ..........59
b. Türkiye’de Hıristiyan Toplumunda Örtünmenin Tarihi
Gelişimine Genel Bir Bakış ...........................................................67
V
c. Günümüzde Türkiye’deki Hıristiyan Gruplarda Örtünme
Anlayışı ............................................................................................72
ca. Gregoryen Ermenilerde Örtünme Anlayışı ..........................72
cb. Ortodokslarda Örtünme Anlayışı ..........................................86
1. Rum Ortodokslarda Örtünme Anlayışı .....................................87
2. Türk Ortodokslarda Örtünme Anlayışı ...................................92
cc. Süryanilerde Örtünme Anlayışı ............................................102
cd. Keldanilerde Örtünme Anlayışı ..........................................116
ce. Latin Katolik Kilisesinde Örtünme Anlayışı .........................131
cf. Protestanlarda Örtünme Anlayışı ...........................................136
III. BÖLÜM
TÜRKİYE’DE MÜSLÜMANLARIN ÖRTÜNME ANLAYIŞI ..139
a. İslam’da Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış.....................139
aa. Kur’an’da Örtünme ile İlgili Ayetler ..........................................141
ab. Örtünme ile İlgili Hadisler ..........................................................148
ac. İslâm Hukukçularına Göre Örtünme ...........................................155
ad. Müslümanlar Arasında Örtünmenin Tarihi Gelişimi ..................159
b. Türklerde Örtünmenin Tarihi Gelişimine Genel Bir Bakış..170
ba. İslam’dan Önce Türklerde Örtünme ..................................172
bb. İslam’dan Sonra Türklerde Örtünme .................................180
c. Günümüzde Türkiye’de Müslümanların Örtünme Anlayışı ....237
d. Türkiye’de Örtünme Modelleri ve Anlayışları ............................246
da. Bölgelere Göre ......................................................................247
db. Mezheplere Göre ...................................................................252
dc. Cemaatlere, Gruplara ve Kişilere Göre ..................................263
SONUÇ ................................................................................................305
BİBLİYOGRAFYA ............................................................................311
SUMMARY .........................................................................................325
VI
KISALTMALAR
AAK Aile Araştırma Kurumu
AÜİFD Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
AÜSBF Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
b. ibn
Bkz. Bakınız
C. Cilt
çev. Çeviren
ERE Encyclopedia Religion and Ethics
haz. Hazırlayan
Hz. Hazreti
İ.Ü. İstanbul Üniversitesi
MEB MillîEğitim Bakanlığı
MÖ. Milattan önce
MS. Milattan sonra
neşr. Neşreden
s. Sayfa
S. Sayı
sad. Sadeleştiren
şerh. Şerheden
TB Talmud Babilion(Babil Talmudu)
TDV Türk Diyanet Vakfı
ty. Basım tarihi yok
tyy. Basım tarihi ve yeri yok
yay. Yayınları
yy. Basım yeri yok
VII
1
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (DİNLER TARİHİ)
ANABİLİM DALI
TÜRKİYE’DE ÖRTÜNME ANLAYIŞI ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
( DİNLER TARİHİ AÇISINDAN BİR YAKLAŞIM )
DOKTORA TEZİ
ASİFE ÜNAL
ANKARA 2004
2
ÖNSÖZ
Bu çalışma, Türkiye’de mensubu bulunan ilâhî kaynaklı üç dindeki
örtünme anlayışını, özellikle de kadının örtünmesini konu
edinmektedir. Konunun seçiminde, ülkemizde gündemden düşmeyen örtünme
meselesinin çözümüne, bu konuda objektif kriterlerle hazırlanan ve farklı
dinlerin anlayış ve uygulamalarını karşılaştırma imkânı veren bir Dinler Tarihi
çalışmasının getireceği katkı dikkate alınmıştır.
Örtünme anlayışını Türkiye örneğinde tespit edebilmek için doğrudan
kaynağına gitmek, alana inmek tercih edilmiştir. Araştırmalar için diğer din ve
mezhep mensuplarının yoğun olarak yaşadığı İstanbul pilot gölge olarak
seçilmiş, bunun yanında Tokat başta olmak üzere başka yörelerde de örnekleme
araştırmalar yapılmıştır. Bu çerçevede Müslümanlar yanında, Türkiye’deki
Musevî ve Hıristiyan cemaatlerin temsilcileri ile de görüşülerek doğrudan
onların yorumlarını alma yolu benimsenmiştir. Bu bilgi ve yorumlar
gözlemlerle birleştirilerek ilgili dinin kutsal kitabı ışığında senteze ulaşmaya
çalışılmıştır. Konunun önemine binaen elde çok hacimli bir malzeme
toplanmış, ancak bunların hepsini tez sınırları içinde kullanmak mümkün
olamamıştır.
Giriş ve üç bölüm halinde hazırlanan tezin “Giriş” bölümünde örtünme ve
kaynağı ile ilgili genel bilgiler verilmiş, dinlerin örtünme anlayış ve
uygulamaları örneklendirilmiştir.
Birinci Bölümde; Türkiye’deki Yahudilerin örtünme anlayışı ele
alınmıştır. Yahudilikte örtünme anlayışına genel bir bakıştan sonra,
ülkemizdeki Yahudi cemaatlerinde örtünmenin tarihî gelişimi ile
bugünkü durum tespit edilmeye çalışılmıştır. Türkiye’deki Yahudilerin
örtünme anlayışlarında sayıları yok denecek kadar azalmış olan Karailerden de
kısaca söz edilmiştir.
İkinci Bölümde; Türkiye’deki Hıristiyan grupların örtünme anlayışı
konu edinilmiştir. Hıristiyanlıkta genel olarak var olan örtünme anlayışının
kaynağı incelenmiş; Türkiye’deki Hıristiyan mezhep ve gruplarının örtünmeye
3
bakışları ile mevcut ve geçmiş uygulamaları ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu
çerçevede Ermeni, Süryani, Keldani, Rum ve Türk Ortodoks, Latin Katolik ve
Protestan Kiliselerinin örtünme anlayışları ele alınmıştır.
Üçüncü Bölümde ise, Türkiye’deki Müslümanların örtünme anlayışları
incelenmiştir. İslâm’ın örtünme konusuna bakışı, geleneksel uygulamanın
gerekçeleri araştırılmış, tarihî gelişim üzerinde örnekler verilmiştir. Türklerin
İslâm’dan önce ve İslâm’dan sonraki inanç ve uygulamalarında örtünmenin
yeri tespit edilmeye çalışılmıştır.
Tanzimat’tan itibaren devam eden yenileşme hareketlerinin giyim ve
örtünme boyutu, arka planı ile ele alınmış, günümüzde örtünme konusundaki
görüş farklılıkları örneklerle ortaya konmuştur. Türkiye’deki farklı bölge,
mezhep, grup ve cemaatlerin örtünme anlayışları da inceleme konusu edilmiş
ve bu farklılıkların sebeplerinde dinin yeri ortaya konmaya gayret edilmiştir.
Sonuç bölümünde Türkiye’de mensubu bulunan bu dinlerin örtünme
anlayışlarıyla ilgili genel bir değerlendirme yapılmış, örtünmede dinin ve örfün
yeri ile konu hakkındaki kanaatlerimiz ifade edilmiştir.
Çalışmalarım sırasında yoğun ilgisi ve desteğini hep yanımda bulduğum
değerli hocam Prof. Dr. Abdurrahman Küçük’e, aileme ve katkı sağlayan
herkese teşekkür ediyorum.
Asife ÜNAL
Ankara 2004
4
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ...................................................................................................II
İÇİNDEKİLER ....................................................................................IV
KISALTMALAR ..................................................................................VI
GİRİŞ ......................................................................................................1
A. Metodolojik Bilgi ...............................................................................1
B. Kelime ve Terim Olarak Örtünme ...............................................4
C. Örtünmenin Kaynağı Üzerine Yaklaşımlar .........................................7
D. Dinlerde Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış ......................10
I.BÖLÜM
TÜRKİYE’DEKİ YAHUDİ GRUPLARDA ÖRTÜNME ANLAYIŞI
............................................................................................16 a. Yahudilikte Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış ...............17
aa. Tefillin,Tallit ve Tzitzit Kullanılması .........................................17
ab. Yahudilikte Erkeğin Başını Kapatması(Kippa) ..........................20
ac. Yahudilikte Kadının Örtünmesi .................................................24
1. Tanah’ta Örtünme ile İlgili İfadeler ..........................................24
2. Talmud’da Örtünme ile İlgili İfadeler ......................................29
b. Türkiye’de Yahudi Cemaatinde Örtünmenin Tarihi Gelişimine
Genel Bir Bakış ..................................................................................35
c. Günümüzde Türkiye’deki Yahudi Gruplarda Örtünme
Anlayışı .............................................................................................46
ca. Musevî Cemaatinde Örtünme Anlayışı .....................................46
cb Karailerde Örtünme Anlayışı ..................................................55
II.BÖLÜM
TÜRKİYE’DEKİ HIRİSTİYAN GRUPLARDA
ÖRTÜNME ANLAYIŞI ....................................................................58
a. Hıristiyanlıkta Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış ..........59 b. Türkiye’de Hıristiyan Toplumunda Örtünmenin Tarihi Gelişimine
Genel Bir Bakış ...........................................................67
5
c. Günümüzde Türkiye’deki Hıristiyan Gruplarda Örtünme Anlayışı..............................................................
ca. Gregoryen Ermenilerde Örtünme Anlayışı ..........................72
cb. Ortodokslarda Örtünme Anlayışı ..........................................86
1. Rum Ortodokslarda Örtünme Anlayışı .....................................87
2. Türk Ortodokslarda Örtünme Anlayışı ...................................92
cc. Süryanilerde Örtünme Anlayışı ............................................102
cd. Keldanilerde Örtünme Anlayışı ..........................................116
ce. Latin Katolik Kilisesinde Örtünme Anlayışı .........................131
cf. Protestanlarda Örtünme Anlayışı ...........................................136
BÖLÜM TÜRKİYE’DE MÜSLÜMANLARIN ÖRTÜNME ANLAYIŞI ..139
a. İslam’da Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış .....................139
aa. Kur’an’da Örtünme ile İlgili Ayetler ..........................................141
ab. Örtünme ile İlgili Hadisler ..........................................................148
ac. İslâm Hukukçularına Göre Örtünme ...........................................155
ad. Müslümanlar Arasında Örtünmenin Tarihi Gelişimi ..................159
b. Türklerde Örtünmenin Tarihi Gelişimine Genel Bir Bakış ..170
ba. İslam’dan Önce Türklerde Örtünme ..................................172
bb. İslam’dan Sonra Türklerde Örtünme .................................180
c. Günümüzde Türkiye’de Müslümanların Örtünme Anlayışı ....237
d. Türkiye’de Örtünme Modelleri ve Anlayışları ............................246
da. Bölgelere Göre ......................................................................247
db. Mezheplere Göre ...................................................................252
dc. Cemaatlere, Gruplara ve Kişilere Göre ..................................263
SONUÇ ................................................................................................305
BİBLİYOGRAFYA ............................................................................311
SUMMARY .........................................................................................325
KISALTMALAR
AAK Aile Araştırma Kurumu
6
AÜİFD Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
AÜSBF Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi b. ibn
Bkz. Bakınız
C. Cilt
çev. Çeviren
ERE Encyclopedia Religion and Ethics
haz. Hazırlayan
Hz. Hazreti
İ.Ü. İstanbul Üniversitesi
MEB MillîEğitim Bakanlığı
MÖ. Milattan önce
MS. Milattan sonra
neşr. Neşreden
s. Sayfa
S. Sayı
sad. Sadeleştiren
şerh. Şerheden
TB Talmud Babilion(Babil Talmudu)
TDV Türk Diyanet Vakfı
ty. Basım tarihi yok
tyy. Basım tarihi ve yeri yok
yay. Yayınları
yy. Basım yeri yok
7
GİRİŞ
A. Metodolojik Bilgi
“Türkiye’de Örtünme Anlayışı Üzerine Bir Araştırma” başlıklı bu
çalışma, Türkiye’de mensubu bulunan Yahudilik, Hıristiyanlık ve ülke
nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan İslâm’ın örtünme anlayışını konu
edinmiştir. Bu dinlerin örtünmeye bakışlarını kaynaklarıyla birlikte ortaya
koymak, geçmişteki ve günümüzdeki uygulamaları inceleyerek farklılıkların
sebeplerini bulmak, örtünmeye yüklenen anlamın arka planını inceleyerek bir
anlam kayması yaşanıp yaşanmadığını tespit etmek hedeflenmiştir. Ayrıca
dinlerin birbirine etkisinin olup olmadığı; anlayışların zaman, zemin, ülke
ve bölgelere göre değişip değişmediği de ortaya konmak istenmiştir.
Örtünme, hem erkekleri hem de kadınları ilgilendiren bir fenomendir.
Bu sebeple örtünmenin geniş bir alanı bulunmakta; değişik anlayışlara,
bakışlara, yorumlara açık duruma gelmektedir. Bu kadar geniş bir alanı
kapsayan “örtünme” , dönemlere, zamanlara, bölgelere, ülkelere ve
milletlere göre anlayış farklılaşmasına yol açmaktadır. Bu anlayış
değişikliklerinde ve farklılıkların oluşmasında, dinlerin mesajları da etkili
olmaktadır.
İnsanoğlu var olduğundan bu tarafa bazı fenomenleri öne çıkarmış ve
bu fenomenler tam anlaşılamadığı veya kavranamadığı için hep tartışma
konusu yapılagelmiştir. Bu tartışmalar da, hem aynı toplum içindeki
8
gruplar, cemaatler arasında hem de farklı milletler , hatta dinler arasında
sürtüşme ve çatışma konusu olabilmiştir.
Ülkemizde de “örtünme” ; tartışmaların, çatışmaların ve farklı
anlayışların kendini gösterdiği bir “fenomen” haline gelmiştir. Bu noktaya
gelinmesinde dinin ve din içinde örfün, kültürün yerinin tam olarak ayırt
edilememesinin rolü büyüktür. İnsanları çatışmaya, sürtüşmeye götüren,
ülkemizde de bazılarınca dinin “olmazsa olmaz”ı gibi algılanan “örtünme
anlayışı”nı gerçek boyutlarıyla, ortaya çıkarmak bu araştırmanın amacı
olmuştur.
Dinlerde örfün önemli bir yeri vardır. Her din, ortaya çıktığı
toplumun örfünü dikkate almaktadır. Yayılırken de, yayıldığı bölgelerin
örfüne göre değişik biçimde şekillenebilmektedir. “Anlayış kayması”,
farklı yorumların ortaya çıkması da bu şekilde gerçekleşmektedir. Kimi
zaman örfî bir hükmün , dinin vazgeçilmez emri haline gelmesi; bazen de
bunun tersi olarak, dini bir emrin geçerliliğini kaybedip, uygulanırlığının
ortadan kalkması söz konusu olabilmektedir.
Bölge, iklim veya kültür şartlarına göre değişiklik gösterebilen
“örtünme”, toplumlardaki anlayış farklılaşmasının en bariz örneklerinden
birisidir. Bir toplumda kadının sosyal statüsünün, asaletinin göstergesi
olan “örtünme” özellikle de “başörtüsü”, bir başka toplumda erkeğin
kadın üzerindeki hakimiyetinin işareti kabul edilebilmektedir. Bütün bu
tespitlerin sağlıklı biçimde ortaya konulabilmesi ciddi çalışmalar
yapılmasına bağlıdır.
“Örtünme”nin dinlerde, toplumlarda nasıl anlaşıldığının, nasıl
yorumlandığının ve nasıl uygulandığının ortaya konulması büyük önem
taşımaktadır. Bugüne kadar ülkemizde dinlerin örtünme anlayışı ile ilgili
müstakil ilmî bir çalışma yapılmamış; doğrudan Dinler Tarihi konusu
olarak ise hiç ele alınmamıştır. Yapılan bazı çalışmalar da, konuyu
bilimsel ve objektif olarak ele almaktan ziyade, kabul edilen görüşün
temellendirilmesine yönelik tek taraflı çalışmalar olmakta; dolayısıyla da
meselenin bütün yönleriyle ortaya konulmasını engellemektedir. Bundan
dolayı tamamen objektif olarak yapılan bu çalışma; ülkemizde dinî
9
konuların ön sıralarında yer alan “örtünme” meselesine, diğer dinlerle
karşılaştırma yapılarak, farklı açılardan bakabilme yönünde katkı
sağlayacaktır.
“Örtünme Anlayışı” üzerine yapılan bu araştırmada konu ile ilgili
bazı kavramların neyi ifade ettiğinin açıklanması, çalışmanın kavramsal
çerçevesini oluşturmuştur. Bu kavramların Türk kültüründeki yerinin
ortaya konulması, farklı örtülerin kullanılmasındaki nüansların
belirlenmesi, “örtünme anlayışının” tespiti için faydalı olmuştur.
Kültürel, siyasi veya ideolojik olarak başlayan bir uygulamanın
sonradan şekil değiştirebildiği yahut daha önce var olan bir uygulamanın
din ile yeni bir muhteva kazandığı da bilinmektedir.
Hangi mezhebe, gruba veya cemaate mensup olursa olsun Müslümanların
benimsedikleri bir anlayışı, Kur’an ve hadislere bağlama gayreti içinde
oldukları bilinmektedir. İnanış veya yaşayış kurallarına ait herhangi bir
konunun dinî temele dayandırılması, o kuralın hem benimsenmesini ve
uygulanmasını kolaylaştırmakta hem de o konuda şartlanılmasını
sağlamaktadır. Herhangi bir konu iman/inanç veya dinin temel meselesi olarak
ele alındıktan sonra artık o konu “dogma” haline gelmekte, adeta “tabu”ya
dönüşmektedir. Bu hale gelmiş bir konunun sağlıklı bir zeminde tartışılması
zorlaşmakta ve böyle bir konuya bilimsel olarak yaklaşmakta da sıkıntılar
oluşmaktadır. Deyim yerindeyse o konu “iki tarafı keskin bir kılıç”, “kor
halindeki bir ateş”, “dokunanı yakacak bir mesele” konumuna gelmektedir. Bu
durumda o konunun ilim-akıl ve toplum menfaati üçgeninde objektif olarak ele
alınması zorlaşmakta, inanç ve duygu ön plana çıkmaktadır.
Başörtüsü konusu da Türkiye’de bu konuma getirilmiştir.Konunun bu hale
gelmesinde; İslâm’ın özünü, toplum menfaatini öne almasını, diğer dinlerin
gelişim çizgisini, din-kültür, din-toplum, toplum-hukuk ilişkisini dikkate
almayan, “tek taraflı” veya siyasî/ideolojik yaklaşımların rolü olduğunu
söylemek mümkündür. Böyle bir konunun çözümü; Dinler Tarihi’nin
deskriptif/nitelendirici metodu yanında Din Fenomenolojisi’nin
yöntemlerinden de yararlanılarak, inançlar, ön yargılar, peşin hükümler bir süre
kenara bırakılarak ortaya konulacak bilimsel çalışmalarla olabilecektir. Zaten
10
bu araştırmanın nihai hedefi de Türkiye’de örtünme anlayışını bütün yönleriyle
ele alan objektif bir bilimsel çalışma ortaya koyabilmek, böylece konunun
çözümüne katkı sağlayabilmektir.
B. Kelime ve Terim Olarak Örtünme :
Örtünme, üzerine farklı anlamlar yüklenen bir kelimedir. Kimilerine göre
kadının el ve yüz dışında bütün vücudunun örtülmesi anlamına gelen örtünme,
kimilerine göre sadece vücudun mahrem bölgelerinin örtülmesinden ibarettir.
Örtünmenin dinlere, toplumlara, gruplara, kişilere göre nasıl anlaşıldığına
geçmeden önce kelime ve terim anlamlarını ortaya koymak uygun olacaktır.
Türkçe’de “örtmek”, üstüne bir şey çekip görünmez etmek, gizlemek
için üzerine bir şey koymak, saklamak, gizlemek, kapamak, korumak,
kaplamak, belli etmemek, anlamlarına gelmektedir.
“Örtünme” ise, kendi üstüne bir şey örtmek, yüzüne örtü veya yaşmak
tutunmak, erkeğin görmemesi için başını ve yüzünü örtmek, (kız) kaçmaya
başlamak, ferace yaşmak veya peçe tutunmak, örtbas edilmek olarak
açıklanmaktadır.1
Arapça’da, örtmek, gizlemek anlamında “s-t-r” kökünden tesettür2 ve
men etmek, engel olmak, araya girmek, örtmek anlamında “h-c-b” kökünden
hicab3 kelimeleri kullanılmaktadır. Tesettür kelimesi örtünme anlamında
Türkçe’de de yaygın olarak kullanılmaktadır.4 Hicap ise, Batı dillerinde
Arapça’da olduğu gibi İslâm’ın örtünme anlayışı için kullanılmakla birlikte5,
Türkçe’de utanma, sıkılma anlamı daha yaygın olup, örtü, perde anlamında da
1 Şemseddin Sami, Temel Türkçe Sözlük, Sadeleştirilmiş ve Genişletilmiş Kamus-ı Türkî,
İstanbul 1986, III/1036; Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu yay., Ankara 1998, II/1738. 2 Bkz. İbn Manzur, Lisanü’l Arab, Beyrut 1988, VI/168-170; Ahteri Mustafa b. Şemsüddin
Karahisarî, Ahterî Kebir, haz. İ.İlhami Ulaş- Abdulkadir Dedeoğlu, İstanbul 1978, s.232-233.
3 Lisanü’l Arab, III/50-52; Ahterî Kebir,148 4 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara 1992, s.1310; Büyük
Larousse, “Tesettür”, İstanbul, ty., XXII/ 11453. 5 Bkz. Nadia Karmous, “Le Hijap ( La Tenue Vestimentaire Pour Les Femmes Musulmanes)”,
Presidente de l’Association Culturelle des Femmes Musulmanes de Suisse, http:// www.femme-musulmane.
11
kullanılmaktadır.6 Arapça’dan dilimize geçmiş olan örtünme anlamındaki Setr-
i avret de, dinen örtülmesi gereken yerleri örtmek anlamında daha çok namaz
için kullanılan bir tabirdir.
İngilizce’de örtünme karşılığında, örtü, peçe, yaşmak, perde; tül, duvak,
bahane, maske; cenin zarı; f. peçe ile örtmek, üstünü kapamak, gizlemek,
maskelemek, rahibe olmak anlamlarında veil kelimesi7 ile örtmek, sarmak,
kaplamak, gizlemek, örtbas etmek, yol almak, giydirmek, korumak, içine
almak ; kapak, örtü, kılıf, maske, perde, battaniye anlamlarında cover kelimesi8
kullanılmaktadır.
Fransızca’da örtünme karşılığında, başı ve çoğunlukla da yüzü örten
kumaş9 anlamında voile kelimesi kullanılmaktadır. Voile; kendini gizlemeye
yarayan kumaş parçası, bir şeyi saklayan, bir açıklığı kapatan şey, yüzü
saklamaya yarayan şey, Müslümanlarda yüzün alt kısmını saklayan sadece
gözleri açıkta bırakan örtü, başı örten kadın örtüsü, kadının bütün vücudunu
örten elbise, saçları örten kumaş örtü olarak açıklanmaktadır.10
Grekçe’de örtünme için, örtmek anlamındaki “kalyptô” dan gelen
“kalymma” kelimesi kullanılmaktadır.11
Örtünme fiilini karşılayan bu kelimelerin dışında örtü, başörtüsü
anlamında kullanılan birçok kelime vardır:
Türkçe’de başörtüsü, yaşmak, eşarp, türban, fular, şal, bürgü/bürük,
çarşaf, ferace, car, ehram, yemeni, yazma, tülbent, namaz örtüsü, peçe gibi
birçok kelime değişik başörtüsü ve örtü amaçlı giysiler için kullanılmaktadır.
Arapça’da hımar, nikâp, burka‘, kına‘, mikne‘a gibi baş ve yüz örtüsü
isimleri vardır. Yüz örtüsünün, dudakları örterse lisam, burun ucuna kadar
örterse lifam, gözlere kadar örterse hımar, daha fazla örterse vesvas ismini
aldığı ifade edilmektedir.12 Arapça’da ayrıca dış giysi anlamındaki cilbab
kelimesi kimi zaman başı da içine alan örtü anlamında kullanılmaktadır.
6 Devellioğlu, 436-437. 7 Active Study Dictionary of Englısh, Editoryal Director Susan Maingay, England 1991, s.743;
Golden Dictionary, İstanbul 1989, s.848. 8 Active Study, 168, Golden Dictionary, 234-235 9 Xavier Leon-Dufour, Dictionnaire du Nouveau Testament, Paris 1975, s.549. 10 Paul Robert, Dictionnaire de la Langue Francaise, Paris 1978, s.2108. 11 Xavier Leon-Dufour, s.549. 12 Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II/1130.
12
İngilizce’de head-dres genel anlamda başörtüsü için kullanılan kavram
olmakla birlikte scarf , foulard, shawl, bonnet gibi değişik başörtüleri ifade
eden kelimeler de kullanılmaktadır.
Fransızca’da örtü ve başörtüsü karşılığı kullanılan voile dışında
coiffure13, chale14, fichu15, turban16, foulard17, taile18, costume, echarpe, coure-
chef, bonnet kelimeleri de kullanılmaktadır.
Başörtüler için kullanılan kelimeler, her bölgeye özgü türleri ifade
edebildiği gibi, türban, şal, bone, eşarp, fular gibi Batı dillerinde kullanılan
kelimeler, Türkçe’de de aynı tür örtüler için kullanılmaktadır. Ancak
Türkçe’de türban kelimesine yüklenen anlam farklılaşmıştır. Türbanın aslı
Fransızca olup, başın etrafını saran uzun kumaş banttan yapılmış erkek
başörtüsü demektir. “Şark türbanını çağrıştıran kadın başını örtmeye yarayan
şey ve başın etrafını çevreleyen her şey” 19 olarak da açıklanan türban,
Türkçe’de daha çok Hindistan’da erkeklerin kullandığı saçları örten ancak
boynu açıkta bırakan bir başlık olarak bilinmekteydi. Bu anlamda hala bone
kelimesi ile birlikte kullanılmakla birlikte, son 15-20 yıldır anlam kaymasına
uğramış ve daha çok “geleneksel tarzda olmayan” başörtüler için kullanılan bir
kavram haline gelmiştir.
Örtünme, ansiklopedilerde örtünmek eylemi, Müslüman kadın ve
erkeklerin, İslâm dininin kural ve geleneklerine göre giyinmeleri; İslâm’da
akıllı ve ergenlik çağına girmiş kadın ve erkek her Müslüman’ın bedenlerinin
‘avret mahalli’ denilen bölümlerini kapatmaları olarak açıklanmaktadır.20
İslâm’da Örtünme Anlayışı bölümünde açıklanacağı üzere erkek ve kadınlar
için birtakım örtünme sınırları getirilmiştir. Bununla birlikte örtünmenin İslâm
Dini ile sınırlı olmadığı bilinmektedir.
Fransızca’da örtünme için kullanılan voile kelimesinin açıklamasında din
görevlilerinin örtüleri, elbise, rahibin kutsal içki bardağının üstüne örttüğü örtü
13 Robert, 333. 14 Robert, 281. 15 Robert, 778. 16 Robert, 2039. 17 Robert, 815. 18 Robert, 1972. 19 Robert, 2039. 20 Büyük Larousse, “Örtünme”, XVII/ 9055.
13
anlamlarının yanında rahibelerin örtünmesinden şu şekilde söz edilmektedir:
IV.yüzyılın başından beri kendilerini Tanrı'ya adamış kızlar, Kilisede
şereflenmiş özel bir sınıfı oluşturduklarının göstergesi olarak örtünürlerdi.
Onlar kutsal bakireler veya kilise bakireleri diye adlandırılmaktadır. Basit
forma ve siyah renkli elbise ile bir örtü rahibelerin giydikleri özel kıyafetlerdir.
Daha sonraki yüzyıllarda bu örtünmede çeşitlilik oldu. Son yüzyıllarda örtülere
yeni renkler ve anlamlar yüklendi.21
C. Örtünmenin Kaynağı ÜzerineYaklaşımlar
Kutsal kitaplar ve bütün kaynaklar ilk insandan beri örtünmenin bütün din
ve toplumlarda var olduğunu göstermektedir. Ancak örtünmenin niteliği
toplumdan topluma, bölgeden bölgeye değişebildiği gibi, farklı zamanlarda
aynı bölge ve toplumun örtünme anlayışında da değişiklikler olabilmiştir.
Genel anlamda sosyal, ahlakî ve kültürel bir özellik taşıyan örtünmenin, zaman
zaman “dinî bir niteliğe büründüğü” de olmuştur. Bu nitelik, ortaya çıkan bir
dinin ya temel kaynağında veya yorumlarında kendini göstermiştir. Toplumlar
bir dini benimserken ya kendi giyim-kuşam ve örtünme modellerini,
benimsedikleri yeni dinin kuralları ile bütünleştirmeye ya da o dinin
kurallarını, kendi gelenek ve görenekleriyle bütünleştirmeye gayret etmişlerdir.
Bu durum zamanla dinîleşmiş ve toplumlarda değişik örtünme modellerinin
oluşmasını sağlamıştır. Örtünmenin ortaya çıkışını dinî yaklaşımla izah
edenlerin yanında, pozitivist yaklaşımla izah edenler de bulunmaktadır.
Ziya Gökalp, örtünmenin bir ihtiyaç olduğunu, cinsel ahlâkın diğer ahlâk
kuralları gibi dinin gelişimini takip ettiğini belirtmekte, dinin gelişimini de
Durkheim benzeri bir yaklaşımla ele alıp değerlendirmektedir. Örtünme
konusundaki görüşünü “kadının ergenlik, regl ve lohusalık halinde iken tabu
kabul edilmesi” çerçevesinde ele almakta ve bunun klan içerisinde birtakım
kurallar oluşmasını sağladığını ileri sürmektedir. Gökalp’e göre, “Kadının tabu
olmasının doğurduğu sonuçların birincisi aynı klan içinde olan erkek ve
kadınların birbirine yasak olması, yani evlenmelerinin yasaklanmasıdır.
21 E-H.Vollet, “Voile”, La Grande Encyclopedie, Paris 1902, XXXI / 1089-1090.
14
Kadınların tabu tanınmasının ikinci sonucu, toplumdaki erkek ve kadının
birçok konularda birbirinden ayrılması, sosyal bir ikilik oluşturmasıdır. Bu
olaylar ilkel toplumlarda bir tür harem hayatının varlığını göstermektedir.
Kadının tabu olmasının üçüncü sonucu da; ayıp yerlerini gizleme ve
kapanmadır. Kadında tabu olan başlangıçtaki kanlı görünüşlerinin kaynağı
olan organdır. Bu kan tabu olduğu için, güneş ve bakışlarla karşılaşmaması,
toprağa ve kullanılacak eşyaya dokunmaması gerekir. Bunun içindir ki, ilk kez
olarak bu organ regl ve lohusalık zamanlarında örtülmüştür. Görülüyor ki, ayıp
yeri denilen vücut bölgesi bu ayıplığı, kanın tabu olmasından almıştır. İlk
örtünme ihtiyacı, bu kanın görülmesinden ve çevreye dokunmasının
yasaklanması ihtiyacından doğmuştur. Tabu, kararlaştırma veya benzeme
yoluyla yaygınlaştığından; kadın üreme organından, erkek üreme organına
yayılmıştır. Bundan dolayı, erkekler için de ayıp yerinin örtülmesi gereği
oluşmuştur. Toplum genişleyip, toplum bilincinin etkisi arttıkça tabunun gücü
de artmakta ve giderek kadın ve erkekte ayıp olan yerler çoğalmaktadır. Sonuç
olarak kadında bütünüyle örtünme, erkeklerde ise bugünkü giyim şekli ortaya
çıkmıştır. Bundan dolayı kadınlardan gelen kanın tabu olması, bir yandan
harem hayatını oluşturmuş, diğer yandan da örtünme ve kapanmayı, erkekle
kadınların başka sistemlerde elbiseler giymesini gerektirmiştir. Kadının tabu
olmasının dördüncü sonucu da: bundan doğan sosyal ayrılık kadının, medenî,
politik ve sosyal hukukuna tesir etmiştir.”22 Örtünmenin Pozitivist yaklaşımla
açıklandığı bu anlayışta, görüldüğü gibi, dinin herhangi bir etkisinden söz
edilmemektedir. Örtünmeyi dinî yaklaşımla izah eden anlayış ise, referansını
kutsal kitaplardan almaktadır.
İnsanın örtünmesi ile ilgili olarak kutsal kitaplarda verilen ilk bilgi Hz.
Adem ve Hz. Havva’nın örtünmesidir. Tevrat’a göre Allah, Adem’i yaratmış
sonra onun yalnız kalmaması için Havva’yı yaratmıştır. “Ve adam ve karısı,
ikisi de çıplaktılar ve utançları yoktu.”23 ifadeleri, onların çıplak olduklarını,
ancak bunun bilincinde olmadıklarını yani henüz giyinme ihtiyacı içinde
olmadıklarını göstermektedir. Bundan sonra yasak ağacın meyvesinden yeme
22 Ziya Gökalp, Türk Ahlâkı, İstanbul 1992, s.43-48. Ayrıca bkz. Ziya Gökalp, Türk
Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1989, s.270-278. 23 Tekvin, 2/25.
15
olayı gerçekleşir. Tevrat’a göre Havva yılanın aldatması sonucu Allah’ın
yemelerini yasakladığı ağacın meyvesinden yer ve kocasına da yedirir. Olayın
devamı Tevrat’ta şu ifadelerle anlatılmaktadır: “İkisinin de gözleri açıldı ve
kendilerinin çıplak olduklarını bildiler. Ve incir yaprakları dikip kendilerine
önlükler yaptılar. Ve günün serinliğinde bahçede gezmekte olan Rab Allah’ın
sesini işittiler. Ve adamla karısı Rab Allah’ın yüzünden bahçenin ağaçları
arasına gizlendiler. Ve Rab Allah adama seslenip dedi: Neredesin? Ve o dedi:
Senin sesini bahçede işittim ve korktum, çünkü ben çıplaktım ve gizlendim. Ve
dedi: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Ondan yeme diye sana emrettiğim
ağaçtan yedin mi? Ve adam dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan verdi ve
yedim.”24 Allah’ın yılanı, Havva’yı ve Adem’i cezalandırdığını anlatan
ifadelerden sonra “Rab Allah, Adem için ve karısı için deriden kaftan yaptı ve
onlara giydirdi.”25 ifadesi yer almaktadır. Bu ifade, insanoğlunun giydiği ilk
giysinin, bizzat Allah tarafından hazırlandığını haber vermektedir. Buna göre
Cennette iken çıplak olan insanoğlu, yeryüzüne gönderilmeden Allah
tarafından giydirilmiştir. Bu da giyinmenin/örtünmenin insanın sosyal yönü ile
ilgisine dikkat çekmektedir.
Kitab-ı Mukaddes’in Yeni Ahit (İncil) bölümünde ilk insanın giyimi ile
ilgili ayrı bir bilgiye rastlanmazken, bu konuda Kuran’da verilen bilgiler ise şu
şekildedir: “Allah: ‘Ey Adem! Sen ve eşin cennette kalın ve istediğiniz yerden
yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa haksızlık edenlerden olursunuz’ dedi.
Şeytan, onlara kendilerinden gizlenmiş olan ayıplarını (birbirine kapalı ayıp
yerlerini) göstermek için onlara fısıldadı. ‘Rabbinizin sizi bu ağaçtan
menetmesi, melek olmanızı ve burada temelli kalmanızı önlemek içindir’ dedi.
‘Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim’ diye ikisine yemin etti. Böylece onları
kandırdı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü ve
cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye koyuldular. Rableri o ikisine ‘Ben
size o ağacı yasaklamamış mıydım? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu
söylememiş miydim’ diye seslendi.”26 Kur’an’da bunun üzerine şeytana uyarak
yasak meyveyi yiyen insanın yeryüzüne indirmekle cezalandırıldığı
24 Tekvin,3/7-12. 25 Tekvin,3/21. 26 Araf,19-22.
16
belirtilmekte ve hemen arkasından da şu ayetler gelmektedir: “Ey
İnsanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler
gönderdik. Takva elbisesi ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah’ın bu ayetleri
öğüt almanız içindir. Ey insanoğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine
göstermek için ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın.
Çünkü o ve yandaşları sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.
Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların dostları kıldık.”27
Kuran ve Tevrat’ın ilk insanların örtünmesi ile ilgili olarak verdiği
bilgilerde giyinmenin iffet ve sosyal boyutunun öne çıktığı görülmektedir. İlk
insanın Allah tarafından giydirildiğini ve giyinme/örtünme içgüdüsü ile
yeryüzüne gönderildiğini kabul eden dinî yaklaşımın ifade edilmesinden sonra
genel olarak dinlerin giyim- kuşam ve örtünme biçimleri ile ilgili bilgiler
değerlendirilebilir.
D. Dinlerde Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış
Toplumlarda giyim kuşam ve örtünme anlayışlarını belirleyen faktörlerden
birisi dindir. Ancak araştırmalar, dinin bu konudaki etkisinin, sosyo-kültürel,
millî, coğrafî etkilerle birlikte bir anlayış oluşmasına yardım etmekten ibaret
olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, tamamen dinî özellik gösteren bir
kuralın arka planında dinin dışındaki faktörleri bulmak her zaman mümkün
olmaktadır. Bununla birlikte örtünmeye Dinler Tarihi bakış açısıyla yaklaşılan
bu çalışmada dinlerin örtünme anlayışları ve giyim kuşam kuralları üzerinde
örnekler vermek yerinde olacaktır.
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dışındaki yaşayan dinlerin,
mensuplarının örtünmeleri konusunda dini kaynağa dayalı kesin kurallarına
pek rastlanmamaktadır. Bu dinlerde genellikle toplumun genel kuralları ile
gelenek ve görenekler belirleyici olmaktadır. Ancak din görevlilerinin
giyinmesi/örtünmesi konusunda bazı kuralların olduğu dikkati çekmektedir.
Sümer tapınaklarında rahibelerin kutsal fahişelik görevi yaptıkları ve
bundan dolayı diğer kadınlardan ayrılmak için başlarını örttükleri
27 Araf,26-27.
17
belirtilmektedir. M.Ö. 1500 yıllarında bir Asur Kralının yaptığı kanunla, evli
ve dul kadınların başlarını örtmelerini emrettiği; kızların, cariyelerin ve
fahişelerin ise başlarını örtmelerini yasakladığı kaydedilmektedir. Bu geleneğin
Yahudilere geçtiği ve dindar Yahudi kadınlarının, evlenince saçlarını traş
ettirip bir peruk veya başörtüsü ile başlarını örtmelerinin buna dayandığı ileri
sürülmektedir.28
Arkeolojik bulgulardan elde edilen sonuçlara göre Hitit kadın giysisi iki
parçalı uzun elbise ve mantodan oluşmaktadır. Mantonun kapşonu başı
örtmektedir. M.Ö. 2000 yıllarında Hitit kadınlarının başlıklarında şehir
surlarına benzeyen silindirik poloslar daha önce kullanılan sivri bonelerin
yerini almıştır. Hitit kadınlarının alnı açıkta bırakan, arkaya atılmış dümdüz
saçlarını giyilen başlık gizlemiştir. Bunun altından enseyi örterek bele kadar
inen kalın örgü görülür. Yazılı belgeler, Hitit kadın kıyafetlerini erkeklerden
ayırarak zikretmektedir. Bu kaynaklarda Hitit kadın giysisinin başlıca parçaları
‘bir yukarı çekilmiş elbise, bir işlemeli tunika, bir(üste örtülen) manto, bir
başlık, bir iç elbisesi, bir takım kemerli tunika, bir takım gümüşten göğüs süsü’
olarak sıralanmaktadır. Yazılarda TUGseknu denilen bir giysiden söz
edilmektedir. Bu, sırt üzerinde taşınan ve başı da örten giysi aksesuarı,
genellikle ‘şeffaf örtü’ olarak anlaşılmıştır. Lupanni ise hem erkek hem kadın
için kullanılan bir başlık olup, özellikle kralın tören giysileri arasında
zikredilmiştir.29
Hindistan kökenli dinlerde “Hint kültürü” ağırlıklı anlayış etkisini
hissettirmektedir. Giyim-kuşamda, inanç ve kültürün temel unsurları arasında
“kast sistemi” etkisini göstermektedir. Her kastın kendisine özgü giyim ve
örtünme kuralları vardır. Hinduizme tepki olarak ortaya çıkan Sihizm
dışındaki Buddizm ve Caynizm’de “ruhbanlar sınıfı” hariç genel kurallar
devam ettirilmiştir. Sihizm, İslâm’dan etkilenen ve Hinduizm-İslâm karması
senkretik bir dinî hareket olduğu için örtünme kurallarında Müslümanların
etkilerinden söz edilebilir. Mahabharata gibi kaynaklarda “kadın erkeğin
28 Bkz. Mebrure Tosun-Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur Kanunları ve Ammi-Aduga Fermanı, Ankara 1975, s.252 ; Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, İstanbul 2004, s.29.
18
yarısı” kabul edildiği için Hint kültüründe hangi kasta, hangi sosyal sınıfa
dahil olursa olsun kadının konumu, bu kural çerçevesinde değerlendirilmekte
ve “evin/ocağın” bekçisi kabul edilmektedir. Dinî törenlerde ve “genel halk
günlerinde” kadın olsun erkek olsun herkes tarafından temiz elbiseler
giyinmeye ve sosyal statülerine göre örtünmeye dikkat edilmektedir.30
Hindistan’da, Ganj’ın ötesindeki geleneğe göre gençlerin, prenslerin bile, en
azından üç ay için “keşiş elbisesi” giymesini öngörmektedir.31
Çin dinlerinde temel felsefe “ahlakî faziletleri yerine getirmek”tir,
“erdemlilik”tir. Erdemli olmanın kuralları arasında “atalar kültü”nün ve
geleneklerin önemli yeri vardır. Bundan dolayı Çin’de giyim- kuşam ve
örtünmede geleneklere uyulmaktadır. Ancak Çin’deki dinlerden
Konfüçyüsçülük “aydınların dini”, Taoizm ile Buddizm ise “alt tabakanın
dinleri” kabul edilmektedir. Bu fark, giyim-kuşam ve örtünmede de kendini
hissettirmektedir.32
Buddizm’de, Budda’nın “Sekiz Dilimli Yolu” olarak bilinen felsefesi
etrafında oluşan kurallar dışında Sangha(rahiplik/dervişlik) teşkilatı ile ilgili
kurallar bulunmaktadır. Sangha teşkilatına mensup olanlar için, özellikle de
erkekler için, yeme-içmeden giyinmeye kadar uzanan kurallar bulunmaktadır.
Genel olarak herkesten “Buddist Öğretisi”nin gereklerini yerine getirme
istenmektedir. Sangha üyeleri, Buddizm’in yayıldığı yerlerin gelenek ve
göreneklerini de dikkate alarak, Budda’yı taklit edip saç ve sakallarını kestirir,
bölgesel renkte giyecekler giymeyi tercih ederler. Örnek olarak; Burma’dakiler
turuncu, Tayland ve Seylan’dakiler sarı giysiler giymektedir. Japonya dışındaki
Buddist ekollerde kadın görevliler yoktur. Bazılarına Budda’nın eşi örnek
alınarak kadınlar dahil edilse bile, onlar da erkeklerle aynı kurallara
tâbidirler ve saçlarını kesip gerekli elbiseyi giyerler. Japonya’da Sangha
29 Bkz. A. Muhibbe Darga, Eski Anadolu’da Kadın, İstanbul 1976, s.85-88. 30 Bkz. Louis Revel, Les Routes Ardentes de L’Inde, Paris 1948, s.235-240; Maurice
Queguıner, Introductions L’Hındouisme, Paris 1958,80-82; Jean Varenne, “L’Hindouisme Contemporain”, Histoire des Religions, Editions Gallimard 1972, III/185-193.
31 Bkz.H.Oldenberg,Le Bouddha (Sa Vie, Sa Doctrine, Sa Communauté), Almanca’dan Fransızca’ya çev. A.Foucher, Paris 1921, s.346, 2.dipnot.
32 Geniş bilgi için bkz. Konfüçyüs’ün Konuşmaları, Çev.Muhaddere Nabi Özerdim, Ankara 1963; Lao-tzu, Taoizm, çev. M.N.Özerdim, Ankara 1963; Salomon Reinach, Orpheus/Histoire Generale des Religions, Paris 1976, I/217-220; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 2002, s.58 –71.
19
teşkilatında hem erkek hem kadın üyeler bulunmakta ve bunlar da evlenip
aile kurabilmektedir. Hem kadın hem erkek üyeler siyah kimono giymekte,
saçlarını usturayla dibinden kazıtmakta ve boyunlarına hangi “ekol”e
mensup olduklarını gösteren bir önlük takmaktadırlar.33
Din adamlarının kıyafetleri de her din ve dönemde farklı özellikler
taşımaktadır. Örneğin, Buddizmde rahip yetiştirmek amacıyla üniversiteye
benzer manastırlar kurulduğu ve rahip adaylarının buraya 16 yaşını geçtikten
sonra alındığı ve saçlarının kazıtıldığı kaydedilmektedir. Burada kendilerine
öğretilen on Buddist emrinden birisi; “Süslü elbiseler giymeyecek ve süs
eşyası, koku kullanmayacaksın” şeklindedir. Adaylar 20 yaşını geçtikten sonra
sağlıklı, borçsuz ve bekâr iseler rahip(bhikhu) olmakta, kendilerine sarı veya
turuncu üç bez elbise, bir ustura, bir dikiş iğnesi, bir su süzgeci ve bir sadaka
çanağı hediye edilmektedir.”34
Asya dinlerinden Jainizmin iki mezhebi olduğu, bunlardan birinin ‘gök
yüzü/hava giyenler’ anlamında Digambara, diğerinin ‘beyaz giyenler’
anlamında Svetambara olduğu; çok eskiden çıplak gezen Jaina rahiplerinin
sonradan beyaz elbise giymeye başladıkları ve kendilerine beyaz giyenler
dedikleri kaynaklarda yer almaktadır.35 Dinlerde beyaz elbisenin, seçilmişlerin
varlığını sembolize ettiği belirtilmektedir.36
Tibet Buddizmindeki önemli tarikatların isimlerinden birisinin Yeşil
Şapka(Geluppa) , diğer birisinin ise Kırmızı Şapka(Nyingmapa) olması da
dinlerde giyim konusunun öneminin bir başka örneğidir.37
Japonya’nın yerel dini Şintoizm’de neyin, nasıl ve ne zaman olacağı
kurallara bağlanmıştır. Bu kurallara bağlılık esastır. Bağlayıcı kurallara “töre”
denilmektedir. Töre, kültürel değerlerin kanunlaşmış şeklidir. Çünkü bu
kurallar, dinden daha çok “geleneksel halk inançları”nın bir yansımasıdır.
Halkın genel giyim kuşamında ve örtünmesinde, gelenekler hakimdir.
İbadetlerde durum farklıdır. Tapınak işlerini, dinî törenleri “rahipler”
33 Bkz.H.Olderberg, Le Bouddha, 346-367; İlhan Güngören, Buda ve Öğretisi, İstanbul 1981,s.14-155.
34 Dinler Tarihi Ansiklopedisi, Gelişim yay., İstanbul,ty., III/687. 35 Felicien Challaye, Dinler Tarihi, çev. Semih Tiryakioğlu, İstanbul 1972, s.87; Dinler Tarihi
Ansiklopedisi, III/697. 36 Xavier Leon-Dufour, 541. 37 Dinler Tarihi Ansiklopedisi, III/704.
20
yapmaktadır. Kadınlardan da tapınak görevlileri olmuştur. Evlenen kadınlar
tapınak görevlerinden çekilmektedir. Şintoist rahipler, özel okullarda
yetiştirilmektedir. Rahipler evlenebilmektedir. Rahipler, ibadet esnasında,
beyaz bir şapka ve beyaz bir cübbe giymektedirler. İmparator da “birinci
derece de rahip” kabul edilmekte ve rahip giysisiyle tasvir edilmektedir.38
Bazı toplumlarda birtakım özel giyim eşyaları, inananları, toplumun
genelinden ayrı tutmakta ve farklı görünmelerini sağlamaktadır. Örneğin,
Zerdüştîlerin beyaz giyinmeleri saflığın sembolü sayılmıştır. Zerdüştilerin
Hindistan’daki devamı olan Parsîlerde, beyaz gömlek ve beyaz yün şerit özel
bir kostüm niteliği kazanmıştır.
Toplumlarda saç biçimleri bilhassa önemli sembollerden kabul
edilmektedir. Doğu Asya’da saçları tepeden veya arkadan bağlayarak
toplamak kentlileşmiş güneylileri, tıraşlı kafalı veya örgülü saçlı kuzeyli
göçebelerden ayırmaktadır. Başın tepesinin tıraş edilmesi ve saç kuyruğu
bırakılması ise Mançu hükümdarlarınca 17. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına
kadar politik ve kültürel hakimiyetin bir sembolü olarak zorla yaptırılmıştır.
Başın tepesinin tıraş edilmesi aynı zamanda Budist manastır
uygulamalarına bağlı olmayı göstermektedir. Diğer saç şekilleri de halkın
inanışlarını yansıtmaktadır. Örneğin, saçlarının dört ayrı tutama ayrılması Çinli
çocukların tehlikede oldukları gibi anlamlara gelmektedir...
Batı Asya’da saçı tıraş etmenin veya belirli kısımlarının uzatılmasının
Müslüman ve Yahudi toplumların ayrılmasına yardım ettiği ifade edilmiştir.
Ayrıca Müslümanların hakimiyetindeki toplumlarda başörtülerin renginin de,
cemaatleri ayırt etmeye yaradığı belirtilmiştir. Beyaz başörtünün Müslümanlar
için, sarı başörtünün Yahudiler için, mavi başörtünün de Hıristiyanlar için
kullanıldığı; Yahudilerin giydikleri şapkanın da, dışarıda yapılması gereken
dinî bir emir olmadığı halde, dinî ve politik bir simge haline geldiği ifade
edilmiştir.39
38 Reinach,I/221-223; Gaston Renondeau, “Le Syncrétisme Japonais”, Histoire des Religions,
III/506-551; G.Renondeau, “Le Shinto d’Etat”, Histoire des Religions, III/514-517; Tümer-Küçük,76-78.
39 John E. Vollmer, “Clothing: Religious Clothing in the East”, The Encyclopedia of Religion, New York 1987, III/540.
21
Batı’da yalnız İslâm’a özgüymüş gibi görülen örtünme ve yüzü peçe ile
örtmenin, çok gerilere giden bir tarihi vardır. Örtünme ve peçe, İslâm’dan çok
önce Yahudilerde, Yunanlılarda ve Bizans’ta, yani tüm Doğu Akdeniz
uygarlığında özellikle üst sınıflar arasında yaygın olan bir uygulama
olmuştur.40
Dinlerin örtünme anlayışları hakkında verilen bu genel bilgilerden sonra
Türkiye’de mensubu bulunan Yahudilik ve Hıristiyanlık ile halkın % 98’inin
mensup olduğu İslâm’ın, örtünme anlayışı incelenecektir.
40 Fatmagül Berktay, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, İstanbul 1996, s.84.
22
I. BÖLÜM
TÜRKİYE’DEKİ YAHUDİ GRUPLARDA ÖRTÜNME ANLAYIŞI
Türkiye’de Yahudiler hemen hemen Türklerle aynı dönemde yaşamış bir
toplumdur. Yahudilerin kitleler halinde Türk topraklarına yerleşmesi 1453
yılında İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinden, özellikle de 1492
yılından sonra olmuştur. İspanya Kralı ve Kraliçesi’nin, 1492 yılında
Yahudilerin, üç ay içinde ya Katolik Hıristiyan olmaları veya ülkeyi terk
etmeleri yönünde yayınladıkları ferman üzerine Yahudiler, kendilerine kucak
açan Türkiye’ye sığınmışlardır. Ancak bu tarihten önce de Anadolu’nun
değişik yerlerinde az da olsa Yahudilerin bulunduğu belirtilmektedir. Orhan
Bey, 1324’lerde Bursa’yı fethettiği zaman orada Yahudilerle karşılaşmıştır.
Babil Sürgünü sonrasında dünyaya dağılan Yahudilerden Anadolu’ya
gelenlerin de olduğu, burada “Yahudi gruplara” ve Tevrat Musevîliğini din
olarak benimsemiş Hazar Türklerine rastlanmış olmasından anlaşılmaktadır.
Türkiye’de Türklerle Yahudilerin bir arada yaşaması, bazı konularda olduğu
gibi giyim ve örtünme konusunda da karşılıklı etkileşime yol açmıştır. 41
Türklerin Yahudilerle ve diğer din mensuplarıyla bir arada yaşadığı
Osmanlı Devletinde dinî inançlara, farklı grup ve cemaatlere göre giyim
biçimleri vardır. Osmanlı Devleti, ilerde görüleceği üzere, asıl Müslüman Türk
unsur ile gayrimüslimlerin tanınmasını kolaylaştırmak için bazı giyim ve
örtünme kuralları getirmiştir. Bazen de bunun tersine aradaki farklılıkların
kaldırılmasına yönelik girişimler olmuştur. Farklı giyim ve örtünme
biçimlerinin uygulanması açısından en “renkli” yer Selanik olmuştur. Mithat
Paşa, Selanik Valiliği sırasında Müslüman, Hıristiyan, Yahudi,
Sabatayist/Dönme dinî cemaat ve gruplar arasındaki farklı giyim tarzlarını
41 Bkz. Abraham Galanti, Türkler ve Yahudiler, İstanbul 1947, s.8-16; Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, İstanbul 1979, I/74-128; Moşhe Sevilla-Sharon, Türkiye
23
kaldırmış, herkesin aynı biçimde giyinmesini sağlamaya çalışmıştır. Mithat
Paşa’nın bu uygulaması “azınlıklar”ın tanınmasını önlemeye ve onları
korumaya yönelik bir hareket olarak yorumlanmıştır. Ayrıca Türkler arasında
ilk “açılma” ve “Batı tarzı giyinme”nin de Selanik’te başladığı, hatta bunun
öncülüğünü Sabatayist/Dönme kızların yaptığı belirtilmektedir.42
Türkiye’deki Yahudiler, devletin belirlediği resmî giyim kuşam kuralları
dışında, dinî inanış ve yaşayışlarında Yahudiliğin kurallarını uygulamaya özen
göstermiştir.
a. Yahudilikte Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış
Yahudiliğin giyim kuşam ve örtünme anlayışını anlayabilmek için
öncelikle bu konuda Yahudi Kutsal Kitabı’nda43 getirilen herhangi bir hüküm
olup olmadığına bakmak gerekmektedir. Tanah’ta Yahudilere tefillin ve
tzitzit44 kullanma emri getirilmiş olmasının dışında örtünme ile ilgili açık bir
hükme rastlanmamaktadır.
aa. Tefillin,Tallit veTzitzit Kullanılması
Kılık kıyafet konusunda Tevrat’ta Yahudilere getirilen en önemli
emirlerden biri, Allah’a olan sevginin ve bağlılığın sembolü olarak ona ait
işaretleri üzerinde taşımaktır. Tevrat’ta bu emir şu ifadelerle geçmektedir:
“Dinle, Ey İsrail: Allahımız Rab bir olan Rabdir. Ve Allah’ın Rabbi bütün
yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin. Ve bugün sana
emretmekte olduğum bu sözler senin yüreğinde olacaklar. Ve onları
oğullarının zihnine iyice koyacaksın. Ve evinde oturduğun ve yolda yürüdüğün
ve yattığın ve kalktığın zaman bunlar hakkında konuşacaksın. Ve onları alâmet
olarak elinin üzerine bağlayacaksın ve onlar gözlerinin arasında alın bağı
Yahudileri, Jeruşalem 1982, s.9-25; Abdurrahman Küçük, Dönmeler/Sabatayistler Tarihi, 6. bsk., Ankara 2003, s.56-63,86-100.
42 Bkz. Küçük, Dönmeler/Sabatayistler Tarihi, 383, 403-410. 43Yahudi kutsal kitabı, Tevrat(Tora/Şeriat), Neviim(Peygamberler) ve Ketuviim (Kitaplar)
bölümlerinden oluşan TANAH’tır. Hıristiyanlar,Yahudi kutsal kitabını Eski Ahit olarak adlandırmaktadır, ancak bu niteleme Yahudiler tarafından kabul edilmemektedir. Müslümanlar arasında Yahudi kutsal kitabı olarak bilinen ve Hz. Musa’ya verildiği kabul edilen Tevrat, Tanah’ın Tora kısmıdır. Tora; Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye bölümlerinden oluşur. Geniş bilgi için bkz. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Seba yay., Ankara 1997.
44 Yahudilerin günlük hayatlarında ve ibadetlerinde ‘Tsitsit ve Tefillin’in yeri için bkz.E. Gugenheim, Le Judaisme Dans La Vie Quotidienne, Paris 1970, s.13-20; Rabbi Yaacov Vainstein, The Cycle of Jewish Life, Jeruşalem 1990, s.33-40; Malka Drucker, Celebrating Life, NewYork 1984, s.40-46.
24
olacaklar. Ve onları evinin kapı süveleri üzerine ve kapılarının üzerine
yazacaksın.”45
Bu emir, tefillin adı verilen kol ve alın üzerinde Tevrat bölümlerinin yazılı
olduğu kutucuklar ve bunların bağlı olduğu kayışlar takma şeklinde
uygulanmıştır. Yahudiler için büyük önem taşıyan bu emir, bugün de devam
ettirilmekle birlikte zorluklar sebebiyle Yahudilerin çoğunluğu tarafından
sadece ibadette uygulanır hale gelmiştir. Evlerin kapı üstlerine Tevrat
bölümlerinin yazılı olduğu mezuza asma uygulaması ise yaygın bir biçimde
devam etmektedir.46
Tefillin’in neyi simgelediği Tevrat bölümlerinin yazılı olduğu kutucukların
vücudun neresinde durduğuna bağlı olarak yorumlanmaktadır. Bu yoruma
göre; baş, insanın zekâsının bulunduğu yerdir. Kol, gücün ve insan faaliyetinin
kaynağıdır. Tefillini, Tanrı’nın hatırlatıcısı olarak her ikisinin üzerine
koymanın, zekânın ve eylemlerin Tanrı’nın hizmetine sunuluşunu sembolize
ettiği düşünülmektedir. Tefillinin zayıf kabul edilen sol kola takılması ise Tanrı
karşısında insanın zayıflığını göstermektedir. Koldaki tefillin kutusunun,
dirseğin altından itibaren yedi kez sarılan siyah bir şeridi vardır. Arta kalan
şerit parçası, avucun etrafına, Tanrı’nın isimlerinden birini yazacak şekilde
sarılır. Şeritin orta parmağın etrafında çevrilmesi ve bu esnada nişan sözleri
okunmasının, mecazi bir yüzükle Tanrı ile evlenmeyi sembolize ettiği iddia
edilmektedir.47
Tevrat’ta giyim kuşam konusunda Yahudilere getirilen bir diğer emir de
elbiselerinin eteklerine saçaklar yapmalarıdır. Bu emir Tevrat’ta şöyle
geçmektedir:
“İsrailoğullarına söyle ve onlara de ki:Nesillerince esvaplarının eteklerine
saçak yapsınlar ve her eteğin saçağı üzerine lacivert kordon koysunlar ve onu
göresiniz ve Rabbin bütün emirlerini hatırlayasınız ve onları tutasınız ve
ardınca zina etmiş olduğunuz yüreğinizin ve gözlerinizin ardınca gitmeyesiniz
45 Tesniye,6/ 4-9; Hemen hemen aynı ifadelerle Tesniye 11/18-20. 46 Bkz. E.Gugenheim, 16-21; Vainstein, 76-78. 47 Bkz. Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, çev. Estreya Seval Vali, Gözlem
Gazetecilik Basın ve Yayın AŞ., İstanbul 2003, s.337-338.
25
diye sizin için saçak olacak; ta ki bütün emirlerimi hatırlayıp tutasınız ve
Allah’ınıza mukaddes olasınız.”48
İbranice tzitzit denilen bu saçaklara mistik birtakım anlamlar yüklenmiştir.
Tzitzit sözcüğünün sayısal değeri 600’dür. Geleneksel olarak saçaklarda sekiz
iplik ve beş düğüm vardır. Bu sayısal değer olan 600’e sekiz ve beş ilave
edildiğinde 613 sayısı elde edilir ki bu da Tora’daki emirlerin sayısıdır.
Dolayısıyla tzitzite bakmak bu emirlerin hatırlanmasını sağlar.49
Yahudiler elbiselerin eteklerine tzitzit takmanın zorluğunu gidermek için
tallit denilen büyükçe bir şal giyme yoluna gitmişlerdir. Köşelerine tzitzit
bağlanan bu şallar genel olarak kişinin sarınmasına imkân verecek
büyüklüktedir. Tallit, günümüzde genellikle sadece dua esnasında
giyilmektedir. Bununla birlikte Tora emrinin yerine getirilmesini sağlamak
amacıyla Geleneksel Yahudiler, gün boyunca giysilerin altından tallit katan
olarak bilinen küçük bir tallit giymektedir. Tora’da “onu göreceksiniz” dendiği
için tallit sadece doğal ışıkla görmenin mümkün olduğu gündüzleri
giyilmektedir.50
Türkiye Hahambaşılığı Dinî Yüksek Kurul Üyesi Leon Adoni’ye göre,
“Tallit giyinmenin birinci amacı Allah’ın adını üzerinde taşımaktır. Şöyle ki bu
püsküllerin her boğumunu oluşturan sayılardan on; yud harfini, beş; e harfini,
altı; vav harfini ve tekrar beş; e harfini gösterir. Bu yud, vav ve e harfleri
Allah’ın adını teşkil eder(Yehova/Yahve). Kişi tallitin ucundaki tzitzitler ile bu
şekilde Allah’ın adını üzerinde taşır.” Leon Adoni’ye göre, tallitin bir başka
amacı duada, ibadette eşitliği temsil etmesidir. Bu, ibadete farklı giysilerle
gelen zengin, fakir her insanın beyaz tallit altında eşit oluşunu sağlamaktadır. 51
Dindarlar arasında tallitin bir başka amacı da; öldükten sonra kişinin
hayatta iken kullandığı tallit ile gömülmesi geleneğidir. Bu, öteki dünyada
Tanrı’nın huzuruna, yeryüzünde huzuruna çıktığı kıyafetle gittiğini
göstermenin bir yolu kabul edilmiştir.
48 Sayılar,15/38-40. 49 Bkz. Blech,334-335. 50 Blech,335-336. 51 Türkiye Hahambaşılığı Dinî Yüksek Kurul Üyesi Leon Adoni ile 12 Haziran 2003 tarihinde İstanbul’da Türkiye Hahambaşılığı’nda yaptığımız röportajdan.
26
Tallite bürünürken edilen “Bu tallite sarınırken ruhum, 248 uzvum ve 365
damarım, 613 olan tzitzitin ışığına sarınsın” duası ile uzuvların ve damarların
da, tzitzit gibi, Tora’nın kanunları ile sayısal eşdeğere (613) sahip olduğu
vurgulanmaktadır.52
Tallitin saçaklarından birinin mavi/lacivert olması emri bugün yerine
getirilmemektedir. Günümüzde İsrail bayrağının renkleri olarak benimsenen
bu mavi-beyaz kombinasyonu, insanın kutsal ile cismaniyi birleştirmesi ve
gündelik faaliyetlerine kutsallık getirmesi gerektiğini simgelemektedir.53
Tevrat’ta getirilen bu emirlerde erkek kadın ayırımı yapılmamış olmakla
birlikte tefillin, tzitzit ve talit kullanımı ibadet gibi sadece erkeklere has
kılınmıştır. Ancak günümüzde Yahudilerde genel olarak tallit ve tefillini
yalnızca erkekler kullanırken, bazı Konservatif (muhafazakâr) ve Reformist
Yahudilerde, Bat Mitzvah töreninde54 bunları kızlar da kullanmaktadır.55
ab. Yahudilikte Erkeğin Başını Kapatması(Kippa)
Yahudilikte başın örtülmesini kadın ve erkekler için ayrı ayrı
değerlendirmek gerekmektedir. Yahudi kutsal kitabı Tanah’ta açık bir emir
olmamakla birlikte Yahudi erkekler başlarını kapalı tutmaktadır. Bunun sebebi
üzerinde birtakım yorumlar yapılmaktadır.
Vainstein, başın örtülü olmasını, Talmud’daki56 “Tanrı’nın, senin
üzerinde olduğunun göstergesi olarak başın kapalı olsun”emrine
bağlamaktadır. Roma dönemi ve sonraki toplumlarda başın örtülü olmasının,
kölelerin aşağı statülerinin bir göstergesi olduğunu hatırlatan Vainstein,
Yahudilerde Tanrı karşısında kul oluşun, tevazunun göstergesi olarak başın
kapalı olması gerektiğini ifade etmekte ve “Yahudiliğin eski zamanlarından
beri Tanrı’ya olan hürmeti gösterme gayesiyle dua ederken, Tanah, Talmud
52 Blech,336. 53 Blech,334.(“İsrail bayrağının, tallite dayanarak mavi ve beyaz olmasını öneren ünlü filozof
ve tarihçi David Wolffsohn’un ‘Dua ederken sarınılan’ ritüelin, ulusal gurur simgesi olması gerektiğini düşündüğü” bildirilmektedir. Bkz. Blech 334)
54 Yahudilerde kızların 12 yaşında dinî sorumluluğa erdiğini gösteren tören. 55 Drucker, 40-41. 56 Talmud, Tanah’ın açıklaması ve yorumlaması olup Yahudilerce büyük önem taşımaktadır.
27
veya diğer kutsal kitapları çalışırken veya ezberden okurken başımız kapalı
olmuştur.” demektedir.57
Leon Adoni’ye göre de, “Erkeğin başını kapalı tutması kutsallıkla,
Allah’ın huzurunda oluş ile ilgilidir.” Leon Adoni, bu hususu şöyle
açıklamaktadır: “Allah’ın huzurunda olunca başın örtülü olması, Allah’a olan
bir saygı ifadesidir.Yahudi başı açık dolaşmaz. Bunun (kippanın) anlamı
şu: İnsan boyu kadar mevcuttur. Benim boyum buraya kadar, bundan
üstü Allah’ındır. Ben şimdi başımı açarsam kendimi daha yükseklerde
görürüm. Bu sınır oluyor. Yani Allah’la bizim aramızda bir sınır teşkil
ediyor. Erkeğin kippası bunu ifade ediyor.”58
Leon Adoni, Yahudi erkeğin başını örtmesi konusundaki diğer
sorularımıza şöyle cevap vermiştir:
- Kippa konusunda Yahudi erkeği daha katı tabi?
- Yahudi erkeğinin kippa giyme zorunluluğu yok. Yahudi erkeğinin
başını örtme zorunluluğu var.
- Kippa değil de mesela şapka ile?
- Evet mesela biz sokakta şapka giyiyoruz, yaz kış. Silindir şapka da iş
görür, fötr şapka da iş görür. Tığla on beş dakikada örebileceğiniz
küçücük sembolik bir şey de olur.
- Benim başımda bir şey var, ben sınırı çizdim, diyor.
- Bir de şapka örtse de altında kippa vardır, diye duymuştum.
- Öyleleri de var. O da niye, bir yere girdiğinde şapkayı çıkarıp diğerini
takarken açık kalmasın diye. Açık dört adım atamaz.59
Tzitzit ve tefillin, Tora’dan kaynaklanmasına rağmen şapka/kippa takmak
çok daha sonra oluşan bir gelenektir. Ancak Ortodoks Yahudiler için çok
önemlidir. Kişinin kendini dindar bir Yahudi olarak tanımlamasının gözle
görülür yoludur. Günümüzde Ortodoks ve Konservatif(Muhafazakar)
Yahudiler, baş örtmeyi Tanrı’ya duyulan saygının bir sembolü olarak kabul
etmektedir. Ortodoks Yahudiler, başın sürekli örtülü olmasını isterken
Konservatif Yahudiler için kippa, bir sinagog kıyafetidir ve başın sadece dua
57 Vainstein,114. 58 Leon Adoni ile yaptığımız 12 Haziran 2003 tarihli röportajdan. 59 Leon Adoni ile yaptığımız 12 Haziran 2003 tarihli röportajdan.
28
anında kapalı olması yeterlidir. Reformcu Yahudiler için baş örtme isteğe ve
mabede bağlıdır. Bazıları şapka takılmasını şart koşar, bazıları yasaklar,
bazıları da bu konuyu kişilerin tercihine bırakır. The Universal Jewish
Encyclopedia’da yer alan ve sinagogta başı açık kişileri gösteren bir resim de
sinagogta başın açık olabildiğine bir örnektir.60
Talmudik zamanlarda baş örtmenin bir yas işareti olduğu, matemli kişiler
ile cüzzamlı ve cemaatten uzaklaştırılmış kişilerin başlarını örtmek zorunda
oldukları da bildirilmektedir. O dönemde bu kişiler, başlarını ve yüzlerini sarıp
örterlerken daha sonraki dönemlerde dua veya ibadet ederken başı örtmek,
Tanrı’ya duyulan saygının bir sembolü olmuştur.
Günümüzde kippa, geleneklerin dinî nitelik kazanması ve dinî
emirlere dönüşmesinin bir örneğini teşkil etmektedir. Yahudi kimliğini
belirten kippa/şapka, dışarıda yerine getirilmesi gereken dinî bir emir olmadığı
halde dinî ve politik bir simge haline gelmiştir.61
Tora’dan çok sonra ortaya çıkan bir geleneğin böylesine kabul
görebilmesini simgesel anlamına bağlamak mümkündür. Bu hususta Blech
şöyle demektedir: “Bir kere simgesel anlamı çok kişiyi etkiler.
‘Yukarımızda’ birinin olduğunu kabul etmenin yoludur. Tanrı’nın bir
simgesi olarak kippa, konumuyla Tanrı’nın bizden daha zeki olduğunu
belirtir. Ayrıca sürekli kafada taşınan ve kişiyi Yahudi olarak tanımlayan
tefilinin takılmamaya başlamasıyla kippa, kendimizi artık yerine
getirmeye layık görmediğimiz biblik bir kanunun simgesi olmuştur...
Başın örtülmesi biblik bir kanun olmamakla birlikte, Ortodoks Yahudiler
için, başlarının üzerindeki ‘daha kuvvetli güç’ü kabul ettiklerini
simgeleyen önemli bir gelenektir.”62
“Yahudilerin kullandıkları bu başlıklar her türlü şekil ve boyda olabilir.
Sıradan bir şapka ya da kadife veya saten kippot (tekil hali kippa,takke)
60 Bu konuda farklı görüşler ve resim için bkz. The Universal Jewish Encyclopedia, “Head,
Covering Of” Ed. Isaac Landman, New York ty., V/262-263. 61 John E. Vollmer, “Clothing: Religious Clothing in the East”, The Encyclopedia of Religion,
New York 1987, III/540; Blech, 339-340. 62 Blech,340.
29
takılabilir. Yahudilerin genellikle bir büyük başlık koleksiyonu olur çünkü
düğün, Bat Mitzva ve Bar Mitzva gibi özel vesilelerle başlık armağan edilir.”63
Blech, kippaların biçiminin giyen kişinin politik görüşünü gösterdiğini
belirtmekte ve şöyle söylemektedir: “Küçük örme bir kippa, ‘kippa s’rugah’
modern bir Ortodoks’u tanımlar. Özellikle mavi ve beyaz renklerde geniş
bir ‘kippa s’rugah’, İsrail Devleti ile özdeşleşmenin bir ifadesidir. Kadife
bir kippa veya siyah şapka, Ortodoksluğun sağ fraksiyonu olan ve laik bir
devlet olarak peygamberlerin Mesihsel vizyonunu yerine getirmediği için
İsrail Devleti’ne karşı olan Haredi’nin başlığıdır.”64
Galip Atasagun, “İlahi Dinlerde (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’da)
Dinî Semboller” isimli kitabının Sinagog maddesinde, kippa konusunda şu
yorumu yapmaktadır: “Kanaatimce kipanın başa giyilmesi insanın Tanrı
huzurunda kendini alçaltması ve başını öne eğmesi anlamına gelir ve kipa tam
bir takke olmayıp başın arka tarafına doğru giyilir. Başı tam dik tutmak onun
düşmesine yol açabilir bu yüzden onun baştan düşmemesi için başın öne doğru
eğik tutulması gerekir. İşte kipa, insanın, Tanrı önünde unutarak başını dik
tutmasını engellemek amacıyla kullanılıyor olabilir.”65 Bu kanaatin geçerliliği
başın sadece kippa ile örtülmesini gerekli kılar. Oysa böyle bir kural yoktur.
Yahudilikte esas olan başın örtülmesidir. Kippa giymek bunun sadece bir
biçimidir. Şapka giyen kişi gayet rahat şekilde kafasını dik tutabilir. Ayrıca
kippanın küçük bir toka aracılığıyla başa tutturulduğu ve böylece baş dik
tutulsa da düşmediği görülmektedir. Şu halde kippanın maddî olarak başın eğik
tutulmasını sağladığı düşüncesi doğru olmasa gerektir. Bununla birlikte başı
örtmek, araya konulan sınır ile Tanrı karşısında kulun durumunu ifade
etmektedir.
Sonuç olarak kippa, Tanrı’ya karşı duyulan saygı ve tevazu ile O’nun
üstünlüğünün kabul edilmesinin bir sembolüdür. Dinî nitelik kazanmasının
sebebini, Tora emri olan tefillinin günümüzde kullanılmasının zorluğu
nedeniyle onun yerine ikame edilmiş olmasında aramak mümkündür.
63 Blech,339-340. 64 Blech, s.347. 65 Galip Atasagun, İlâhi Dinlerde (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’da) Dinî Semboller, Konya
2002, s.87.
30
Yahudi erkeğinin başını örtmesi ile ilgili Tora emri bulunmamakla birlikte
bu uygulama, görüldüğü gibi, Tanrı’ya olan saygı ve bağlılığın sembolü ve
Yahudi olmanın göstergesi olarak yaygın biçimde devam ettirilmektedir.
Yahudilikte erkek ve kadının başını örtmesi konusunu ayrı ayrı değerlendirmek
gerekmektedir. Çünkü Yahudilikte erkek ve kadının baş örtmesine yüklenilen
anlam farklıdır.
ac. Yahudilikte Kadının Örtünmesi
Yahudi kutsal kitabı Tanah’ta açıkça kadının başını örtmesi ya da
örtmemesi gerektiğine dair açık bir ifade bulunmamaktadır. Bununla birlikte
başörtüsüne atıf yapan ifadeler mevcuttur. Tanah’ın açıklama ve yorumları
demek olan Talmud’da ise bu hususa daha açık ifadelerle yer verilmiş ve
kadının başının örtülü olması gerektiği ileri sürülmüştür.
1. Tanah’ta Örtünme ile İlgili İfadeler
Tanah’ta örtünme ile ilgili olarak geçen ilk ifade, Hz. Adem ve Hz.
Havva’nın örtünmesi ile ilgilidir. Tevrat’a göre Allah’ın yemelerini yasakladığı
ağacın meyvesinden yiyen Hz. Havva ve Hz. Adem, çıplak olduklarının farkına
varıp incir yapraklarından önlükler yaparak örtünürler.66 Bunun üzerine Allah,
yasağa uymadıkları için onları cezalandırır.67Bunun yanında Adem ve karısı
için deriden kaftan yaparak onlara giydirir.68 Tevrat’ta bu olay, Giriş
bölümünde bir kısmı verildiği üzere, şöyle anlatılmaktadır:
“...Adam ve karısı, ikisi de çıplaktılar ve utançları yoktu. Ve Rab Allah’ın
yaptığı bütün kır hayvanlarının en hilekarı olan yılandı. Ve kadına dedi:
Gerçek Allah bahçenin hiçbir ağacından yemeyeceksiniz dedi mi? Ve kadın
yılana dedi: Bahçenin ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz fakat bahçenin
ortasında olan ağacın meyvesi hakkında Allah: Ondan yemeyin ve ona
dokunmayın ki ölmeyesiniz, dedi. Ve yılan kadına dedi: Katiyen ölmezsiniz;
çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi
kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız. Ve kadın gördü ki, ağaç yemek için iyi ve
gözlere hoş ve anlayışlı kılmak için arzu olunur bir ağaçtı ve onun
66 Tekvin, 3/1-8. 67 Bu konu ile ilgili olarak bkz. Mustafa Erdem, Hazreti Adem(İlk İnsan), Ankara 1993. 68 Tekvin,3/ 9-21.
31
meyvesinden aldı ve yedi ve kendisiyle beraber kocasına da verdi ve o da yedi.
İkisinin de gözleri açıldı ve kendilerinin çıplak olduklarını bildiler ve incir
yaprakları dikip kendilerine önlükler yaptılar. Ve günün serinliğinde bahçede
gezmekte olan Rab Allah’ın sesini işittiler ve adamla karısı Rab Allah’ın
yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler. Ve Rab Allah adama seslenip
ona dedi: Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim ve korktum, çünkü
ben çıplaktım ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi?
Ondan yeme diye sana emrettiğim ağaçtan yedin mi?Ve adam dedi: yanıma
verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim....Ve Rab Allah Adem için ve
karısı için deriden kaftan yaptı ve onlara giydirdi.”69 Tevrat’a göre,
insanoğlunun ilk giysisi bu şekilde Allah eliyle hazırlanmış ve giydirilmiştir.
Örtünme konusunda Tevrat’ın verdiği bir başka bilgi bizzat Hz. Musa’nın
bir yüz örtüsü kullandığına ilişkindir. Hz. Musa, Sina dağında Allah’tan “On
Emri” alıp halkının yanına döndükten sonra yüzünü bir peçe ile örtmüştür. Bu
konu Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır:
“ Musa Sina dağından indiği zaman vaki oldu ki, dağdan inerken
şehadetin iki levhası kendi elinde idi. Ve Musa Rab ile söyleştiğinden yüzünün
derisinin parladığını bilmiyordu. Ve Harun ile bütün İsrailoğulları Musa’yı
gördüler ve işte yüzünün derisi parlıyordu ve ona yaklaşmaya korktular.Ve
Musa onları çağırdı ve Harun’la cemaatin bütün reisleri onun yanına döndüler
ve Musa onlara söyledi. Ve ondan sonra bütün İsrailoğulları yaklaştılar ve
Rabbin Sina dağında kendisiyle söyleşmiş olduğu bütün şeyleri onlara emretti.
Ve Musa onlarla söyleşmeyi bitirince yüzüne bir peçe koydu. Fakat Musa
söyleşmek için Rabbin önüne girdiği zaman, çıkıncaya kadar peçeyi
kaldırırdı; ve dışarı çıkıp kendisine emrolunan şeyi İsrailoğullarına söylerdi.
Ve İsrailoğulları Musa’nın yüzünü ve Musa’nın yüzünün derisinin
parladığını gördüler; ve Musa Rab ile söyleşmek için içeri girinceye kadar
tekrar peçeyi kordu.”70
Tevrat’ta ayrıca Harun ve onun soyundan gelen kahinlerin giyeceği
birtakım giysilerden söz edilmektedir. Göğüslük, efod, entari, nakışlı gömlek,
sarık ve kuşak olarak sıralanan bu giysilerin hangi malzemelerden ne şekilde
69 Tekvin,2/25, 3/1-21.
32
yapılacağı ve kimlerin nasıl giyeceği ayrıntılarıyla anlatılmaktadır71. Harun’un
kendisinden sonra zürriyeti için de ebedî kanun72olan bu mukaddes kahinlik
giysilerinin Harun’dan sonra kahin olan oğulları tarafından mabette yedi gün
boyunca giyilmesi emredilmektedir. Bugün mabet olmadığı için yerine
getirilmeyen bu emir Tevrat’ta şu ifadelerle yer almaktadır:
“ Harun’un mukaddes esvapları, kendisinden sonra onları giyerek mesh ve
takdis olunmak üzere oğullarının olacaktır. Oğullarından onun yerine kahin
olan makdiste ibadet etmek için toplanma çadırına girdiği zaman yedi gün
onları giyecektir.”73
Örtünme konusunda Tevrat’taki bir diğer ifade, İshak’ın hanımı ve
Yakub’un annesi olan Rebeka’nın örtünmesidir. İshak için ailesinden istenip
gelin olarak getirilen Rebeka’nın, İshak’ı gördüğü zaman peçesini alıp
örtünmesini anlatan ifadeler şöyledir:
“ Rebeka genç kadınları ile kalktı ve develer üzerine bindiler ve adamın
ardınca gittiler ve köle, Rebeka’yı alıp yürüdü. Ve İshak Beer-lahay-roi
yolundan geldi; çünkü cenup diyarında oturuyordu. Ve İshak akşama doğru
düşüncelere varmak için tarlaya çıktı ve gözlerini kaldırıp gördü, ve işte
develer geliyordu. Ve Rebeka gözlerini kaldırıp İshak’ı görünce, deveden indi.
Ve köleye dedi: Bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir? Ve
köle:Efendimdir, dedi; ve Rebeka peçesini alıp örtündü.” 74
Tevrat’ta zikredilen Yakub’un evlenmek istediği ve karşılığında yedi sene
hizmet ettiği Laban’ın küçük kızı Rahel yerine büyük kızı Lea’yı vermesi de
gelinin yüzünü kapatma adeti olduğunun bir göstergesi kabul edilmektedir.
Yakub’un ancak ertesi gün evlendiği kızın Rahel değil de Lea olduğunu
anlamış olması,75 gelinin yüzünü görmediğini ve bu da gelinin yüzünün örtülü
olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak burada, gelinin “akşam” verilmiş
olmasının ve gerçeğin ancak “sabah” anlaşılmış olmasının vurgulanması,
70 Çıkış, 34/29-35. Bu konuda ayrıca bkz.Pavlus’un Korintoslulara II. Mektubu, 3/13-18. 71 Çıkış,28/1-43; 29,1-9. 72 Çıkış,28/43. 73 Çıkış,29/29-30. 74 Tekvin, 24/64-66. 75 Tekvin, 29/16-30.
33
gelinin görülmeyişinin yüzünün örtülü olmasından değil karanlıktan dolayı
olabileceğini de akla getirmektedir.
Örtünme ile ilgili olarak zikredilebilecek diğer bir ifade ise Yahuda ile
gelini Tamar’ın hikayesinde geçmektedir. Tamar, eşi Er öldükten sonra Yahudi
“levirat” kuralı gereğince evlendiği kayınbiraderi Onan da ölünce küçük
kayınbiraderi Şela ile evlenmesi gerekirken evlendirilmemiştir. Tamar,
muhtemelen bunun intikamını almak için kayınpederi Yahuda ile birlikte
olmuştur. Ancak bu sırada Yahuda, kadının gelini Tamar olduğunu
bilmemektedir. Tevrat’a göre Tamar yüzünü peçeyle örtmüş ve kayınpederinin
onu fahişe zannetmesini sağlamıştır. Tevrat’ta bir de dulluk giysisinden söz
edilen bu ifadeler şu şekildedir:
“Ve Yahuda gelini Tamar’a dedi: Oğlum Şela büyüyünceye kadar kendi
babanın evinde dul kal, çünkü o da kardeşleri gibi ölmesin... Ve işte kaynatan
sürülerini kırkmak için Timnat’a çıkıyor diye Tamar’a bildirildi. Ve üstünden
dulluk esvabını çıkardı,peçesiyle örtündü ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim
kapısında sarınıp oturdu. Çünkü Şela’nın büyüyüp kendisinin ona karı olarak
verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce kötü kadın sandı; çünkü yüzünü
kapamıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi: Rica ederim gel senin yanına
gireyim; çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi...Ve kadın ondan gebe
kaldı. Ve kalkıp gitti ve üzerinden peçesini çıkardı ve dulluk esvabını
giydi...”76
Tevrat’ta, evli iken zina eden ya da kocası tarafından şüphelenilerek
kıskanılan kadına yapılan bir uygulamadan söz edilmektedir. Kıskançlık şeriati
denilen bu uygulamaya göre kocası tarafından takdime ile kahine getirilen
kadına birtakım işlemlerden sonra yemin ettirilerek acı bir su içirilir ve
gerçeğin böylece ortaya çıkacağına inanılır. Tevrat’taki bu ifadeler şu
şekildedir: “ Eğer bir adamın karısı sapar ve ona karşı tecavüz ederse...yahut
kocasına kıskançlık gelir ve karısı murdar olmadığı halde karısını kıskanırsa o
zaman adam karısını kahine getirecek...Ve kahin kadını Rabbin önünde
durduracak ve kadının başını açacak ve onun avuçlarına anılma ekmek
Eşi ölen kadının kayınbiraderi ile evlenmesi. Bu kural için bkz.Asife Ünal,Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve İslâm’da Evlilik, Ankara 1998,s.27-30.
76 Tekvin, 39/ 6-24.
34
takdimesini koyacak, kıskançlık ekmek takdimesidir ve lanet getiren acılık
suyu kahinin elinde olacak...Kıskançlık şeriati budur...”77 Bu uygulamada
kahinin kadının başını açtırması, Yahudilikte evli kadının başının örtülü
olduğunun bir başka göstergesidir.
Tevrat’taki şu ifadeler de, her ne kadar Tanrı ile Yahudiler arasında geçen
ironik anlatımlar olsa da, kızların giysi ve örtünme biçimi hakkında ayrıntılı
bilgiler ihtiva etmektedir:
Ve Rab dedi:Madem ki Sion kızları kibirlidir ve boyunlarını ileri uzatarak
göz edip yürüyorlar, gezerken kırıtarak gidiyorlar ve ayaklarının halkalarını
çıngırdatıyorlar: bundan ötürü Rab, Sion kızlarının tepesini kel ile vuracak ve
Rab onların gizli yerlerini açacak. Ayak halkalarının güzelliğini ve fileleri ve
mehçeleri; ve küpeleri ve bilezikleri ve peçeleri; alın çatkılarını, ve ayak
zincirlerini ve bel kemerlerini ve hoş koku şişelerini ve muskaları ve yüzükleri
ve burun halkalarını; bayram esvaplarını ve örtüleri ve şalları ve keseleri; el
aynaları ve gömlekleri ve baş sargılarını ve atkıları Rab o gün kaldırıp
atacak.”78
“Ey sen ere varmamış Babil kızı, aşağı in de toprakta otur; ey Kildanilerin
kızı, taht yok, yere otur; çünkü artık sana nazik ve nazlı demeyecekler. İki
değirmen taşı al da un öğüt; peçeni aç, eteği kaldır, baldırı aç, ırmaklardan
geç. Çıplaklığın açılacak, evet ayıbın görülecek, ben öç alacağım ve kimseyi
esirgemeyeceğim.”79
Bu ifadelerden kızlar için örtülerinin açılmasının ceza olarak görüldüğü,
dolayısıyla örtünmenin iyilik ve asaletin göstergesi olduğu sonucunu çıkarmak
mümkündür.
Neşideler Neşide’sinde geçen “...Niçin yüzünü örten bir kadın gibi
olayım...” 80 “...Peçen arkasında gözlerin güvercinler..”81 ve “..Peçen
arkasında yanakların sanki nar parçası...”82 ifadeleri de örtü ve peçe
kullanıldığını göstermektedir. Bununla birlikte aynı pasajlarda yer alan
77 Sayılar, 5/ 11-31. 78 İşaya, 3/16-23. 79 İşaya, 47/1-3. 80 Neşideler Neşidesi, 1/7. 81 Neşideler Neşidesi, 4/1. 82 Neşideler Neşidesi,4/3; 6/7.
35
“Gilead dağının yamaçlarında yatan keçi sürüsü gibidir saçın”83 ve “Başı saf
altın ;kıvrılır kakülleri, kuzgun gibi siyah..”84 ifadelerinin de, saçın açık
olmasına kaynak teşkil edebileceğini göz ardı etmemek gerekir.
Tevrat’ta örtünme ile ilgili olarak zikredilen son örnek dışındaki bütün bu
pasajlarda görüldüğü gibi kadının örtü veya peçe kullandığına dair ifadeler yer
almakla birlikte bunu emreden bir hüküm bulunmamaktadır. Hz Musa’nın
peçesinin, Allah’ın nuruyla yüzünün parlaması sebebiyle ve sadece ona ait bir
uygulama olduğunu düşünürsek peçe kullanımı iki yerde geçmektedir.
Bunlardan biri Rebeka’nın peçesidir. Bunun gelinlerin yüzünün kapatılmasına
ve Yahudi düğünlerinde “örtme” diye bilinen duvak uygulamasına kaynak
teşkil etmiş olması muhtemeldir. Vainstein de, bu bağlantıya dikkat çekmekte
ve örtme adetinin Mişna(Ketubot 7,6)’daki evli Yahudi kadınların dışarı
çıkarken başlarını örtmeleri gerektiğini bildiren emirden kaynaklandığını
belirtmektedir.85
Peçe kullanma ile ilgili diğer emir ise Tamar’ın peçesidir ki bu peçe de
onun fahişe zannedilmesine sebep olmuştur. Leon Adoni’ye göre Tamar’ın bu
davranışı “Tevrat’ın tefsirinde ‘tanınmaması için’ şeklinde açıklanmaktadır.
Zira eskiden hanımlar kocalarını kaybettikleri zaman koyu veya siyah
giymektedir.”86 Ancak gelinde temizliğin, saflığın ve iffetin bir göstergesi
kabul edilen örtünün, başka bir kadının fahişeliğinin göstergesi olması87 ciddi
bir çelişki oluşturmaktadır. Bu ancak farklı örtme biçimleri ile izah edilebilir.
Tevrat’ta kadının örtünmesi konusunda açık ve kesin bir hüküm
bulunmadığına göre bu konuyu Talmud’da aramak gerekmektedir. Çünkü
Yahudiler için Talmud’un açıklaması ve yorumlanması olan Talmud en az
Tevrat kadar kutsal ve geçerli kabul edilmektedir.
2. Talmud’da Örtünme ile İlgili İfadeler
83 Neşideler Neşidesi,4/1;6/5. 84 Neşideler Neşidesi,5/11. 85 Vainstein,51. 86 Leon Adoni ile yaptığımız 12 Haziran 2003 tarihli röportajdan.Yahudilikte matem kuralları
için ayrıca bkz.Vainstein, 120-123. 87 Türkiye Hahambaşılığı’ndan Yusuf Altıntaş’a göre de buradan Yahudi fahişelerin peçe
kullanmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. (09 Haziran 2001 tarihinde Ankara’da yaptığımız röportajdan)
36
Yahudilerde Tanah/Tevrat’ın yanında Talmud’un dinî yorumlar
bakımından büyük önemi vardır. Tevrat’ta yer almayan veya açık olmayan
konular için Talmud’a başvurulmaktadır. Talmud’da yer alan bir hükmün
yerine getirilmesine de büyük bir özen gösterilmektedir. Örtünme konusunda
da Yahudiler, Talmud’a ve ondan çıkarılan hükümlere itibar etmektedir.
Leon Adoni’nin ifadesine göre Talmud’da kadının saçını göstermemesi
Talmud Berahot S.25 1.sayfa (sütun 1) de geçmektedir. Burada “Tefah beişa
ervah/Sok beişa ervah/ Kol beişa ervah/ Sear beişa ervah” denilmektedir.
Tefah(kol,bir karış), sok(bacak), kol(ses), sear(saç)’ın ervah yani üryan/çıplak
olması yasaktır.88
Talmud’da Mişna’nın yazıldığı dönemde kadınların dışarıya başlarını
örterek çıktıklarından söz edilmektedir. Bu ifade şu şekildedir: “Erkekler
başlarını bazen kapatırlar bazen de kapatmazlardı, fakat kadınların başları
daima kapalı idi ve çocuklar ise her zaman baş açıktı.”89 Bu cümlenin dip
notunda ise “Kadınlardan söz ederken ‘saçları örtülüler’; çocuklardan söz
ederken de ‘başı açıklar’ denilirdi. Mişna zamanlarında kadınların başlarını
kapatmaları genel bir uygulamaydı.”90 denilmektedir.
Talmud’da kadının başını açmasını yasaklayan hükümler bulunmaktadır.
Bunlardan biri şu şekildedir: “Geleneksel Yahudi uygulamasına göre, kadına
başı açık olarak dışarı çıkması yasaklanmıştır.”91
Baş örtme uygulamasının evli kadınlar için kesin bir emir teşkil ettiği ise
şu ifadelerden anlaşılmaktadır: “Evli bir kadının başını açması çirkin bir
davranıştır.”92 Aynı biçimde “Kadınların baş örtme geleneğinin ihlali,
ketubası ödenmeksizin boşanması için yeterli bir gerekçe olarak kabul
edilirdi.”93ifadesi de evli kadınlar için baş örtünün önemini göstermektedir.
Çarşıda bir kadının başındaki örtüyü çekip çıkarmanın cezalandırılması da
Yahudilikte kadının başını örtmesine verilen önemi göstermektedir.
88 Leon Adoni ile 04 Eylül 2003 tarihinde Türkiye Hahambaşılığı’nda yaptığımız röportajdan. 89 Talmud Babylonian (TB), Nedarim, 30b ( Talmud metinleri için eas alınan İngilizce nüsha:
Jews’ College (Sancino) Babylonian Talmud; The Babylonian Talmud edited by Rabbi Isidore Epstein of Jews’ College, London, www. come-and-hear. com/ talmud )
90 TB, Nedarim, 30b, dipnot 3. 91 TB, Kethuboth, 72b. 92 TB, Yoma, 47a, dipnot 23. Ayrıca bkz.TB, Gittin 90a, 90b. 93 TB, Nedarim, 30b, dipnot 3.
37
Talmud’da; “Eğer bir adam çarşıda bir kadının başının örtüsünü çıkarırsa
bunun için dört yüz zuz ödeyecektir.”94 hükmü getirilmiştir. Bu hükmün
uygulandığını gösteren ifadeler ise şöyledir: “...Bir adam çarşıda bir kadının
başörtüsünü çekip çıkardı. Bunun üzerine kadın R. Akiba’ya geldi. O da bu
suçu işleyen kişiye dört yüz zuz ödemesini emretti.”95
Talmud’da bekâr veya nişanlı kızların da başlarını örtmelerinin istendiğine
dair ifadeler mevcuttur: “R. İshmael’in okulunda öğretilenler arasında İsrail
kızlarının ‘başları açık bir şekilde sokağa çıkmamaları’ konusunda
uyarılmaları da yer almaktaydı.” ifadeleri kızların da başlarının örtülü
olmasının tercih edildiğini göstermektedir. Nişanlanan kızlara babasının evinde
iken kullanması için verilen hediyeler arasında başörtülerin bulunması96da
Yahudilikte kadının başörtüsünün sadece evli kadınlar ile sınırlı olmadığının
bir başka göstergesidir. Ancak Talmud’da “Bu pasajlardan evli olan veya evli
olmayan kadınlar için bir farklılık olmadığı görülmekle birlikte sonraları
bekar kızlarla ilgili olarak bu geleneğin daha yumuşatıldığı”97 da ifade
edilmektedir.
Yahudilikte kadının başını örtmesi emri sadece dışarı çıkarken geçerli ise
de Talmud’da bunun “her zaman” söz konusu olduğunu gösteren bilgiler de
mevcuttur. Yedi oğlunu da değerli birer din adamı olarak yetiştiren bir kadına
bu başarısının sırrı sorulduğunda;“Hayatım boyunca evimin direkleri asla saç
örgülerimi görmemiştir.” şeklinde cevap verdiğinden söz edilmektedir. Bu
olayın yorumunda ise “Özellikle evli bir kadın, iffetinin bir işareti olarak, her
zaman başını kapatmalıydı.” denilmektedir.98
Rabbinik kanunlara göre, başı açık evli bir kadının bulunduğu mecliste dua
ve ibadet yapmak yasaktır. Zira başı açık bir kadın çıplak kabul edilmiştir.
Çıplak insanın yanında ibadet etmek caiz olmadığı gibi başı açık kadının
yanında da dua ve ibadet yapmak uygun bulunmamaktadır. 99
94 TB, Baba Kama, 90a. 95 TB, Baba Kama, 90b. 96 TB, Kiddushin, 50b; Baba Bathra, 146a. 97 TB, Nedarim, 30b, dipnot 3. 98 J. A. Macculoch, “Head”, Encyclopedia of Religion and Ethics(E.R.E.), New York 1951, V /
538. 99 Bu husus, ilerde görüleceği üzere, Türkiye Yahudi Hahambaşısı İsak Haleva tarafından da
ifade edilmiştir.
38
Tevrat’ta Hz. Musa’dan çok önceki olaylar anlatılırken başörtüsü ve
peçeden söz edilmesi, örtünmenin Yahudilikten önce var olan eski bir gelenek
olduğunu açıkca ortaya koymaktadır. Tevrat’ın bu şekilde başörtüsüne atıfta
bulunması bu geleneğin dinî bir mahiyet kazanmasını sağlamıştır. Bundan
dolayı Talmud’da bu hususa daha açık bir biçimde yer verilmiş ve böylece
kadının örtünmesi dinî bir emir niteliğine bürünmüştür. Vainstein, evli Yahudi
kadınların sinagogta başlarını örtmeleri gerektiğini söylemektedir. Bununla
birlikte, Talmud’a atıf yaparak “Kadının, iffetli olduğunun göstergesi olarak
toplum içinde daima peruk veya başka bir tür başlıkla başlarının örtülü
olması gerektiğini” ilâve etmektedir.100 Burada kadının daima örtülü
olmasının gayesi erkeklerinkinden tamamen farklı bir sebebe, iffetli oluşun
sembolize edilmesine bağlanmaktadır.
Yahudilikte kadının başını örtmesine yüklenilen anlamların farklılık arz
etmesi de uygulamanın farklı olmasının bir sebebini teşkil etmektedir.
Yahudilik’te kadının başını örtmesi şu gerekçelere bağlanmaktadır:
Kimilerine göre başörtüsü iffetin sembolüdür. Bir kadının başının açık
olması iffetsizlik olarak değerlendirilmiştir. Bunun erken dönem İbranilerdeki
uygulamadan kaynaklanmış olması muhtemeldir.101
Bazılarına göre başörtüsü kadının evli oluşunun işaretidir. Kocasına ait
olduğunun göstergesi olarak kadının başını örtmesi gerekmektedir.
Rebeka’nın İshak’ı gördüğünde örtünmesi buna kaynak teşkil etmiş olabilir.
Evlenirken gelinin yüzünün duvakla örtülmesi saflığın ve temizliğin
sembolü olma yanında gelinin bekaretinin simgesi kabul edilmektedir.
Bekar kız evlenirken duvakla örtülmesinin aksine dul veya boşanmış kadın
evlenirken duvak kullanılmamaktadır. Duvak, kadının bekaretinin simgesi gibi,
duvakla evlenmemiş olması da gerektiğinde evlenirken bekar olmadığının
ispatı olabilmektedir.102 Gelinin duvakla örtülmesine hem Rebeka’nın örtüsü
hem de Yakup’la evlenilirken Rahel yerine verilen Lea’nın örtüsü kaynak
teşkil etmektedir.
100 Vainstein, 114. 101 J.A.Macculloch, “Head”, E.R.E., V/538. 102 Leon Adoni ile yaptığımız 12 Haziran 2003 tarihli röportajdan.
39
Kimilerine göre başörtüsü Yahudi kadınların saygınlık, soyluluk
işaretidir. Tevrat’ın bazı soylu kadınlardan söz ederken başörtü ve
peçelerinden söz etmesi böyle bir anlayışı doğurmuş olabilir. Bununla birlikte,
Tamar’ın peçesinin onun fahişe zannedilmesini sağladığı unutulmamalıdır.
Eski tarihlerden beri hür olmayan kadınlar ile fahişe kadınların hür ve
iffetli kadınlara göre daha açık giyindikleri bilinmektedir. Durum böyle
olunca aynı şeyin Yahudi kadınlarca da geçerli olması ve fahişe kadınların
örtülü, özellikle de peçeli olmamaları gerekmektedir. Ancak Tamar örneğinde
uygulamanın böyle olmadığı görülmektedir. Konunun anlatıldığı pasajlarda
görüldüğü gibi Tamar’ın kayınpederi, yolda gördüğü kadınla birlikte olabilmek
için para teklif etmiştir. Gelini olduğunu bilmese de bu teklifi yapabilmesi için
kadının fahişe olduğunu düşünmesi gerekmektedir. Bu yanılgının peçe
sebebiyle olduğu zaten Tevrat’ta açık olarak zikredilmiştir. Şu halde Yahudi
fahişelerinin peçe kullandığını söylemek mümkündür. Bu durumda örtü ve
peçenin, aynı zamanda iffetin ve saygınlığın sembolü olması arasında ciddi bir
çelişki söz konusudur. Bu çelişkinin kimilerince bazı fahişe kadınların soylu
ve iffetli görünme amacıyla başlarını ve yüzlerini örtme yoluna gitmeleri ile
açıklanması103 da uygun değildir. Alt tabakadan kadınların soylu görünmek
için örtünmek istemelerini normal kabul etmekle birlikte fahişelerle ilgili bu
çelişkiyi ancak farklı giyim ve örtü biçimleri ile izah etmek mümkün olabilir
kanaatindeyiz. Muhtemelen Tamar’ın giyimi ile kullandığı örtü ve peçe diğer
kadınlardan farklı olarak fahişelerin kullandığı bir biçimdedir. Açık olsa
kayınpederi tarafından tanınacak iken böylece hem tanınmamış hem de fahişe
zannedilmiştir.
Sonuç olarak Yahudilikte kadının başörtüsüne yüklenilen anlam
erkeğinki gibi Tanrı’ya olan saygı, tevazu ve bağlılık olarak görülmese de,
Yahudi kadının yüzyıllarca uyguladığı örtünmeyi dinî bir gelenek olarak
telâkki ettiğini söylemek mümkündür.
Yahudi kadınlar, baş örtme emrini yüzyıllar boyunca titizlikle yerine
getirmiştir. Ancak başın örtünme biçiminde değişiklikler olmuştur.
Türkiye’deki Yahudilerin örtünme tarihçelerinde de görüleceği üzere
103 Mehmet Görmez, “İlahi Dinlere Göre Başörtüsü”, İslamiyat, IV/2, s.22.
40
başlangıçta geniş, büyük başörtüleri ve şallar kullanılırken zamanla bu örtülerin
boyutları ve kapattıkları alanlar daralmıştır. Önceleri yüz dışında bütün baş
bölgesi kapalı iken zamanla boyun, saçların bir kısmı açıkta kalır hale
gelmiştir. 19. yüzyıldan sonra başörtülerin yerini giderek önce şapkalar daha
sonra da peruk almaya başlamıştır. Peruk konusunda farklı yaklaşımlar olmakla
birlikte bugün Yahudi kadınların bir kısmı türban yahut saç üzerine veya saçın
tamamen kazıtılması ile doğrudan baş üzerine peruk kullanmaktadır. Bu
şekilde saçların görünmemesi ile örtünme emrinin sembolik de olsa yerine
getirildiği düşünülmektedir.
Bir gazete haberine göre aşırı dinci Şas Partisinin ruhanî lideri İsrailli
Haham Ovadia Yosef, katıldığı kadın haklarıyla ilgili bir konferansta
kadınların türban üzerine peruk takmasını eleştirmiştir. Habere göre “Peruk
takmak dinimizce yasaktır. Tevrat’ın gösterdiği yolu izleyin, peruktan uzak
durun” diyen Haham Yosef, “Bir kadın sokakta perukla dolaşırsa erkek
onu boşama hakkına sahip olur” açıklamasında bulunmuştur. Haham Yosef,
Yahudi kadınların karşı cinsin ilgisini çekmemek için saçlarını örtmek
zorunda olduklarını belirterek “Türbanın üzerine takılan peruk da,
normal saç gibi erkeklerin cinsel dürtüsünü artırıyor. Bu yüzden saçı açık
dolaşmaktan hiçbir farkı yok” demiştir. Haberde ayrıca “İsrail’de birçok
radikal dinci kadın saçını örtmek için şapka ya da peruk kullanıyor. Ancak son
aylarda ülkede peruk satışları da ciddi bir artış gösterdi. Maariv gazetesi ise
‘Türban takan kadınlar genelde 1950’li yılların stili peruk kullanıyor. Ancak
son zamanlarda sarı peruklar bile yaygınlaşmaya başladı’ diye yazdı. Şas ‘ın
lideri Yosef’in sözleri partili milletvekillerini de zora soktu. Çünkü birçok aşırı
dinci milletvekilinin eşi türban üzerine peruk takıyor.”104 denilmektedir.
The Jewish Encyclopedia’da farklı dönem ve yerlerdeki Yahudi baş
kapatma biçimlerine örnekler verilmiştir. 13. yüzyıldan modern dönemlere
kadar erkek veya kadın baş kapatma biçimlerinden verilen 39 örneğin hepsinde
değişik şekillerde de olsa başın kapalı olduğu görülmektedir. Bunlardan 2.
resim 13. yüzyıl İngiltere, 12. resim 15. yüzyıl İtalya, 18. resim 16.yüzyıl
Worms, 27. resim 1825 Warsay ve 37. resim modern dönem Tunis Yahudi
104 Sabah Gazetesi, 11.7.2001, s.18.
41
kadın başlık biçimlerine aittir. Bu resimlerdeki kadın başlıkların İngiltere ve
Vorms örneğinde yüzü açıkta bırakan bir başörtüsü biçimi, İtalya örneğinde
kavuk biçimi ve Warsaw örneğinde taç biçimi başlıklar görülmektedir. Modern
dönem Tunis örneğinde ise, hotoz biçimindeki başlığın üzerine çene altından
geçirilen başörtüsü görülmektedir.105 Vainstein, Kuzey Afrika ve Sephardi
kadınlarının peruğun dışında başörtüsü kullandıklarını iletmektedir.106
Günümüzde Yahudilerin çoğunluğu tarafından başın örtülmesi sadece
sinagogla sınırlandırılmış ve bunun dışında başın açılması yaygınlaşmıştır.
Bununla birlikte dünya üzerinde örtü, şapka veya peruk takmaya devam eden
Yahudi kadınlar da bulunmaktadır.
Yahudilikte giyim-kuşam kurallarından birisi de giysilerde kullanılacak
kumaşın cinsidir. Şöyle ki bu kumaşın bitkisel ve hayvansal olanı aynı anda
kullanılmamaktadır. Örneğin keten ile yün bir kumaşta bir arada
kullanılmamaktadır. Kadını da erkeği de bağlayan bu kuralı Leon Adoni şöyle
açıklamıştır: “...Meselâ kumaşlar var. Şimdi ne erkek ne de kadın yünlü ve
keten karışımı kumaş giyemez. Ya yün olacak ya keten olacak, nebatî ve
hayvanî bir arada olmayacak. Keten nebatîdir, yün hayvanîdir. Ve bunu da
biraz açayım. Bunun nedeni Tevrat yasasıdır. Yün ve keten giymeyeceksin, der
ve devam eder. Fakat bizim tefsir hocalarımız her ne kadar Tevrat’ta yoksa da
bir neden çıkarmaya çalışırlar, çünkü insanlar merak eder neden diye. Bu
konuda tek bir açıklama vardır: İlk cinayet dünyada Habil ile Kabil arasındaki
olaydır. Biri bitkilerden sunum yapmıştı, diğeri hayvanlardan ve neticede bir
cinayet ortaya çıkmış. Bir cinayeti teşkil eden iki maddeyi birbirine karıştırıp
üstünüze giymiyorsunuz. Tevrat yasaklamıştır.”107
b. Türkiye’de Yahudi Cemaatinde Örtünmenin Tarihi
Gelişimine Genel Bir Bakış
Türkiye’de Yahudi cemaatinde örtünmenin tarihi gelişimini anlayabilmek
için Yahudiliğin bu topraklardaki tarihçesine108 ve Osmanlı Yahudilerinin
kıyafetlerinin gelişimini etkileyen unsurlara bakmak gerekmektedir.
105 The Jewish Encyclopedia, “Head-Dress”, New York 1904, s.292-293 106 Vainstein,114. 107 Leon Adoni ile 12 Haziran 2003 tarihinde yaptığımız röportajdan. 108 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Naim Güleryüz, Türk Yahudileri Tarihi , İstanbul 1993.
42
Yahudilerin Anadolu topraklarındaki varlığının M.Ö. 4. yüzyıla kadar
geriye gittiği ileri sürülmektedir.109 “Bizans döneminde İstanbul’da ilk olarak
M.S. 318’de bir sinagogun varlığından bahsedilmektedir. İstanbul’un Türkler
tarafından fethi sırasında şehirde üç farklı Yahudi grubu vardı: Varlıkları erken
Bizans döneminde saptanan Geleneksel(Rabinik) ve Karay cemaatlerinin
oluşturduğu Romaniyotlar; bağlı bulundukları şehirlerin hukuk kurallarına
göre yaşayan Genova ve Venedik kökenli Yahudiler ile Orta Avrupa kökenli
Aşkenazlar.
İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra, 15. yüzyılın ortalarında
Fatih Sultan Mehmed, savaşlar nedeniyle nüfusu azalmış şehri yeniden
canlandırmak amacıyla hem Anadolu’dan hem de Rumeli’den Müslüman ve
Hıristiyanlarla beraber, Yahudileri de İstanbul’a getirtmişti. Buraya gelen her
gruba bir mahalle kurma ve kendi sinagoglarını inşa etme izni verilmişti.
Böylece İstanbul’da geldikleri şehrin ismiyle anılan şu Yahudi cemaatleri
oluştu: Büyük ve Küçük İstanbul(Bizans Yahudilerinden ibaretti), Antalya,
Bursa, Sinop, Tire, Edirne, Ohri...
1492 yılında, Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella’nın emriyle İspanya’dan
kovulan Yahudilerin Osmanlı’ya sığınmasıyla, İstanbul’da demografik yapı
değişmişti. Şehre gelen İspanyol ve Portekizli göçmenler de kendi
mahallelerini oluşturdular: Kordoba, Katalan, Aragon, Portekiz...
İlk başta her biri kendi içinde kapalı bir ‘kainat’ olan bu cemaatler arasında
zamanla bir yakınlaşma olmuştu. Padişahların ılımlı yaklaşımı sonucu,
cemaatler arasındaki ilişki, evlilik yoluyla da artmıştı. Öte yandan, tahta evlerin
çoğunlukta bulunduğu mahallelerin yangınlar sonucu yok olması, kimi
zamanda yerel halkın baskısıyla 18. yüzyıldan itibaren cemaatlerin özgün
yapısı değişmiş ve artık şehirde İspanyol kökenli Sefarad Yahudileri egemen
hale gelmişti.”110
İstanbul dışındaki Osmanlı topraklarında Yahudiler, Balkan şehirleri, Ege
bölgesi, Ege Adaları, Anadolu’nun bazı şehirleri (Ankara, Amasya, Tokat),
109 Güleryüz, I /17,41. 110 Amalia S. Levi, “Gravürlerle Osmanlı’da Yahudi Giyimi”,Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri,
Türkiye Hahambaşılığı’nın katkılarıyla Gözlem yay., tyy., s. XI-XII.
43
Selanik, Safed(günümüzde İsrail’in kuzeyinde bulunan bir şehir), Bursa, Şam
ve Kahire’de yerleşmişlerdir.111
Amalia S. Levi’ye göre Osmanlı Yahudilerinin kıyafetlerinin gelişiminde
üç ayrı unsur etkili olmuştur:
“1. Anadolu topraklarında M.Ö. 4. yüzyıldan beri varlıklarını sürdüren
Bizans Yahudilerinin (Romaniyot) geleneksel kıyafetleri.
2. İberik Yarımadası’ndan Osmanlı topraklarına sığınan Yahudilerin
beraberlerinde getirdikleri İspanyol giyim şekli.
3. Katı kuralları ve yaptırımlarıyla farklı etnik grupları giyim/kuşam
tarzıyla sınıflandıran Osmanlı-Türk gerçeği. Bu üç unsur fetih sonrasındaki ilk
yüzyıllarda belirgin olmakla birlikte 19. yüzyılın başında İspanyol giyim
tarzından Osmanlı giyim tarzına geçişin tamamlandığı görülür.”112
Osmanlı Devleti’nde Zımmîler(Kendi dinlerine bağlı kalarak yaşayan
gayrimüslimler) giyim kuşam yönünden bazı kurallara tâbi tutulmuşlardır.
Zımmîlerin Müslümana benzer kıyafet giymesi yasak olduğu gibi,
Müslümanların da Zımmî gibi giyinmeleri yasaktır. Ancak, Osmanlı
Devleti’nde hakim unsur Müslümanlar olduğu için, Müslümanlar Zımmîlerin
giyimlerine özenmemiş, bundan dolayı da onları ikaz edici fermanlar
yayınlanmamıştır.
Gayrimüslimler, giyim konusundaki kurallara uymadıkları ve Müslümanlara
benzer giyinerek dolaştıkları için, zaman zaman kadılara ve subaşılara
gönderilen hükümlerle ikaz edilmişlerdir. Gayrimüslimlere giyim konusunda
sınırlama getirmek için gerekçe, gayrimüslimlerle Müslümanların kolayca ayırt
edilebilmesini sağlamaktır. Osmanlı Devleti’nde bununla toplum düzeninin
sağlanması amaçlanmıştır.
Osmanlı Devleti tarafından yapılan kıyafet düzenlemelerine
gayrimüslimlerce de olumlu bakıldığı durumlar olmuştur. Gayrimüslimlerin
bununla ‘millî kimlik’lerini korumayı amaçlamış olmaları mümkündür.
Yahudilerin din adamları da, kendi cemaatlerine mensup insanların başka
dinden olanların kıyafetlerine benzer kıyafet giymelerini hoş görmemiştir.
111 Bu konuda geniş bilgi için bkz.Ahmet Hikmet Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde Yahudiler
(XIX. Yüzyılın Sonuna Kadar), Ankara 2000, s.94-108. 112 Amalia S. Levi, XII.
44
1526’da, İstanbul Hahambaşısı Elie Mizrahi, Yahudilerin bir kısmının
giydikleri cübbeleri, Hıristiyanlara özgü kıyafetleri andırdığı gerekçesi ile
yasaklamıştır.113
Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlere getirilen kıyafet düzenlemelerine
birkaç örnek vermek yerinde olacaktır:
İstanbul Kadısına hitaben yazılmış 976/1568 tarihli bir hükümde Yahudi
ve Hıristiyanların kıyafetleri ile ilgili olarak şu hatırlatmalar yapılmaktadır:
“İstanbul Kadısına Hüküm ki, Bundan akdem Yehûd ve Nasara ve sair kefere
taifesi âlâ ve fahir libas giymeyüp men‘ oluna deyu Hükm-ü Hümayunum
virülüp men‘ olundukları ecilden, Yehûd taifesinden ba‘zı Rikab-ı
Hümayünüma rik‘a sunup, libas babında âdet-i kadîme mugâyir telebbüs
iderler deyu şekva eyleyüp husûs-ı mezbur görülmek emrim olmağın, Yehûd ve
sair keferenin ferâceleri sürmayi karaca çuha olup, damgaları kumaş olmayup
boğası ola ve içine giydikleri boğası olup legendelü olmaya ve kuşakları yarı
penbe ve yarı harir olup kıymette otuz ve kırka ola, ziyadeye olmaya ve
sarındıkları dülbent Denizli ola. Ol dahi çok olmaya ve başmakları siyah ve
yassı yüzlü ve içi astarsız ola, gayri renk olmaya ve iç edindikleri siyah
meşinden olup sahtiyan olmaya ve avretleri(kadınları) ferace giymeyeler. Eski
kanunları üzre fahir ve Bursa kutnusundan fistan giyeler ve çakşırları asümanî
olupgayri renk olmaya ve avretleri başmak giymeyüp eski kanun üzre kundura
ve Şirvânî giyeler ve Müselmanlar hatunları giydikleri gibi seraser yaka ve
arakiye giymeyeler, giydikleri takdirde atlastan kutnu giyeler ... Yahuda ve
kefere sarman siyah ferace giyeler, ol dahi boğasu saçaklu ola ve içlerine
giydikleri dolamaları siyah ve sürmâyi Bursa kutnusu ola. Legendelü ve ütülü
olmayup sade ola ve fahir giydikleri takdirde ol dahi siyah ve sürmâyi olup
gayri renk olmaya...Bu babda muhtesib mübaşir olup hilâf-ı emr-i şerîf vaz‘
ettirmekten hazer edesin. Temerrüd edeni sekidüp muhtac-ı arz olanı yazup
bildiresin.”114
Buradan ayrıca, kıyafet konusunda verilen emirlere uyulmadığı hususunda
şikayetin bizzat Yahudiler tarafından yapıldığı da anlaşılmaktadır.
113 Bkz. Eroğlu, s.12-15. 114 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BAO), Mühimme Defterleri(MD), C. 7, S.1989, s.726.
45
985/1577 tarihli bir başka hükümde İstanbul’daki Yahudi ve
Hıristiyanların giysilerinin renklerinde değişiklikler yaptıkları, Müslümanlara
benzer davrandıkları belirtilmiş ve eskisi gibi giyinmeleri istenmiştir. Bu
ferman şu şekildedir: “İstanbul Kadısına Hüküm: İstanbul’da sakin Yahudi ve
Nasaranın eskiden giydikleri elbise ve dülbend ve pabuçlarda nevi ve renk
değişikliği ve tezyinat yapıldığı ve ilama benzer evza’ ve etvatarı olduğu ve bu
hususun evvelce de men edildiği bildirildiğinden badema Yahudi ve Keferenin
giydikleri çukaları, iskarlad ve kaftanları atlas ve kemha gibi ipek olmayup ve
feracelerine ipek sencef ettirmeyüp cümlesinin boğasiden olmasını ve
dülbentlerinin ince olmayup başlarına sardıklarında kurebî ettirilmemesini
hülasa Ehl-i İslâm’a müşabih surette giyinmeyüp sabıkı gibi giyinmelerini ve
muhalefet edenlerin siyaset edileceklerini ilan etmesi ve dinlemeyenleri
tutturup arzeylemesi...”115
Manisa kadısına gönderilen 986/1578 tarihli hükümde de, Yahudi ve
Hıristiyanların Müslümanlardan ayırt edilmesi için ak tülbend sarınmasının
yasak olduğu şu ifadelerle hatırlatılmıştır: “Manisa kadısına Hüküm:
Manisa’daki Hıristiyan ve Yahudilerin şehirde ve yollarda ak dülbend sarınıp
Müslümanlardan tefrik edilemedikleri Manisa’da Çınar zaviyesi Şeyhi
Bedreddin arzettiğinden mezkurların ak dülbend sarınmalarını men edip
dinlemeyenleri tedip eyle...” 116
Diyarbakır Beylerbeyine ve Âmid Kadısına gönderilen 986/1578 tarihli
hükümde ise gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayırt edici biçimde giyinmeleri
şu şekilde emredilmektedir: “Yahudi ve Nasara taifesinin hariçte giydikleri
libaslar İslâm libasından tefrik olunmadığı gibi hamamlarda dahi alâmet
taşımadıklarından İslâm olmadıkların bilinemediği ila olunmakla hariçte
kefereye mahsus libas giyüp hamamlarda alaca futa‘ tutunmaları...” 117
Yahudilerin de etkilendiği diğer karar ve yasaklardan bazılarını da şöyle
özetlemek mümkündür:
115 BOA MD, C.31, S.487, s.220. 116 BOA MD, C.35, S.973, s.382. 117 BOA MD, C.36, S.129, s.42.
46
1702’de Sadrazam Daltaban Mustafa Paşa, Yahudilerin (ve
Hıristiyanların), sarı ayakkabı ve kırmızı kalpak giymelerini yasaklayarak
ancak siyah şapka ve ayakkabıya izin vermiştir.
1730’da III. Ahmed, kavukçulara gönderdiği emirle kavukları Yahudilerin
giydiği başlıklara benzer şekilde dikmelerini yasaklamıştır.
III.Mustafa, 1758’de çıkardığı bir fermanla, şeriata göre zimmilerin,
Yahudi ve Hıristiyanların giysilerinin Müslümanlarınkine benzememesi
gerektiği halde buna uymadıklarını vurgulamış; onların giyebilecekleri kürk
cinslerini sınırlamış, sadece mavi veya koyu renk kumaştan elbise ve kısa
kalpaklara müsaade edildiğini söylemiştir.118
Osmanlı döneminde ticaretin içinde olan ve bohçacılık yapan Yahudi
kadınlar hakkındaki şu sözler ilgi çekicidir: “Hepsi Avusturya Yahudisi...
Bunların yaşı da 40 ile 50 arasında. Başlarında hasırdan bir şapka, üstünde
gerdana kadar siyah tül; arkada yine siyah neftîye çalmış tayyör. Elde siyah
tireden yarım eldiven, bilekte çanta, belden aşağı uzun etek, ayaklarında 45
numara iskarpinler...”119
19. yüzyıl öncesi Yahudi kıyafetleri ile ilgili olarak o dönemi anlatan
seyahatnameler ve mektuplarda birtakım bilgiler bulmak mümkündür. Kanuni
devrindeki İstanbul hayatını anlatan ve 1557’de adı bilinmeyen bir İspanyol
tarafından yazılarak İspanya Kralı II. Filip’e takdim edilen bir esere göre
“(Yahudî erkeklerin) Başlarına giydikleri şey Türklerinki gibi. Yalnız onlarınki
ufak ve tanınmalarının kolay olması için rengi sarı, safran sarısı”120dır.
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey “Eski İstanbul’da Musevî kadınlar sokağa
çıktıklarında mavi terlik giyerlerdi.” 121 demektedir.
1655-1656 yıllarında 9 ay süreyle İstanbul’da kalan ve daha sonra da
Bursa, İzmir ve bazı Ege adalarına seyahat eden Jean Thevenot,
Seayahatnamesinde o dönemle ilgili olarak Türklerle birlikte Osmanlı
topraklarındaki gayrimüslimler hakkında da bilgiler vermiştir. Thevenot’a göre
118 Güleryüz, 173; Betül Gedik, Eski İstanbul Hayatı ve İstanbul Yahudileri, Pera Orient yay., İstanbul 1996, s76-77.
119 Gedik, s.66. 120 Türkiye’nin Dört Yılı- 1552-1556, Manuel Serrano Y. Sanz’ın el yazmasından çev. A.
Kurutluoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, s.140. 121 Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, s.199.
47
“Türkiye’deki Yahudiler, Türkler gibi giyinirler, ancak yeşil ve beyaz elbise
giymeye ve beyaz sarık takmaya cesaret edemezler; onlar mor renkli elbiseler
giyerler, fakat mecbur oldukları için aynen bir şapka gibi yapılmış ve aynı
yükseklikte olan bir mor başlık taşırlar ve sarık bağlama durumunda olanlar
bunu şapkalarının alt kısmına çepeçevre sararlar. Onlar ayrıca mor renkli
ceketler ve pabuçlar giymek zorundadırlar.”122
Amalia S. Levi, Osmanlı dönemi Yahudi kıyafetleri ile ilgili şu bilgileri
vermektedir: “XVI. yüzyılın ortalarında Hans Derncshwam gördüklerini şöyle
kaleme almaktadır: ‘Türkiye’de Yahudiler, lisanını konuştukları yöreye uygun
giyim tarzını benimsemektedirler. Genelde uzun kaftanlar giyerler...Bazı
yabancı kökenli Yahudiler ise halâ siyah İtalyan birettalar giyiyorlar.’
Yahudi erkekler, Yahudi olmayanlardan sadece elbiselerinin rengi ve
taktıkları başlıklarla ayırt edilmekteydiler. Başlarına yukarı doğru genişleyen
silindir şeklinde bir başlık takmaktaydılar. Başlığın alt kısmı renkli bir türbanla
çevriliydi. Bu tür başlıklar boneta veya kaveze diye adlandırılıyordu. Geniş bir
kuşakla bağlanan bol şalvarla sade bir elbiseden oluşan erkek giysilerini üste
giyilen geniş kollu, mor veya koyu renkli cübbeler tamamlamaktaydı.
Gravürlerde dönemin Yahudi kadınlarını, daha ziyade sokak giysileri
içinde görmekteyiz. Koyu renk cübbe, başlarını örten geniş şal ve
ayakkabılarının rengi Yahudi olduklarını belli etmekteydi. Gün içinde Yahudi
kadınlar rahat giysiler olan şalvar, elbise gibi kıyafetler giyerlerdi. Bu
giysilerin türleri yörelere göre değişirdi. Bazı çevreler Avrupai giyim tarzını
tercih ederlerdi.”123
19. yüzyıldan itibaren Yahudi kıyafetlerinde de değişiklikler olmuştur. Bu
dönemde erkeklerin kıyafetleri şu parçalardan oluşmaktaydı: 1829 tarihinde
Sultan II. Mahmud, daha önce kullanılan türban ve şapkaları kaldırmak
amacıyla, fes giyme zorunluluğu getirmişti. Böylece fes yavaş yavaş daha önce
giyilen boneta’nın yerini almıştı. Elbisenin altından ucu gözüken ve koyu renk
koyu renk kumaştan yapılmış uzun ve geniş şalvar giyilmekteydi. Tüm
Osmanlı topraklarında giyilen entari, önü açık evaze kesilmiş üst üste binen iki
122 Jean Thevenot, 1655-1656’da Türkiye, çev. Nuray Yıldız, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1978, s.198.
123 Amalia S. Levi,XIII.
48
ön parça, omuzlara düz olarak iliştirilen kollar, boyun kısmı dik ve dar bir
yakadan ibaretti. Kumaşı sade, çizgili ve çiçekli olabilirdi. İki yanı da
yırtmaçlıydı.Uzun geniş bir kumaştan yapılan kuşak, hem entariyi yerinde tutar
hem de tütün ve para saklamaya yarardı.Yelek entarinin üzerine
geçirilirdi.Entarinin üstüne, önü açık ve geniş kollu cübbe giyilirdi. Kışın
ayrıca kürklü bir kırın giyilirdi. Mestlerin üstüne arkası açık koyu renkli geniş
ayakkabılar giyilirdi.
Hahamların kıyafeti de aynıydı. Sadece cübbeleri (biniş) daha geniş ve
kaliteli kumaştan yapılırdı. Hahambaşı tayin edilen bir hahama, tayin edildiğini
belirten bir ferman ile nişan ve mührün yanı sıra, yakası dik, önü gümüş dival
işiyle işlenmiş geniş kollu bir cübbe verilirdi. Fesler pahalı bir türbanla
sarılıydı.
Yahudi kadınların giyimi ise kısaca şöyleydi: Kadınlar sokağa çıkarken
Müslüman kadınların açık renk feracelerinin aksine, koyu, genelde de
kahverengi feraceyi tercih ederlerdi. Feracenin yakası işlemeliydi; arkadan
bileğe kadar uzanırdı. Zamanla ferace yerini Avrupai tarz mantoya bırakmıştır.
Sokaktayken başlarını örtmek için mahrama veya makrama denen geniş
bir şal kullanmaktaydılar. 18. yüzyıldan itibaren Müslüman, Hıristiyan ve
Yahudi kadınların ev içi elbiseleri birbirine benzemekteydi; en önemli ayırım
baş örtülerinde görülmekteydi.
Yahudi dini kuralları Halakha’ya göre saçını örtmek zorunda olan
evli kadınlar, başlarına oyalı yemeni bağlarlardı. Pamuklu, çiçekli
kumaştan yapılmış yemeniye iğne işi oyayı, genelde kadının kendisi
iliştirirdi.
İstanbul, Bursa ve Kudüs’teki Yahudi kadınların karakteristik
başörtüsü, saçları tamamen örten hotoz’du( halebi olarak da
bilinmektedir). Top şeklindeki başlık, başın tepesine oturtulur,
genişletmek için etrafı bir veya birçok şalla sarılırdı.
O dönem kadın giyimindeki diğer unsurlar şunlardır: Dizlik denen çok
geniş iç çamaşır; bazen entarinin altında gözüken uzun ve geniş
şalvar,çintiyan; yaka ve kol kısmında oya ile süslenmiş, pembezar, bürümcük
gibi kumaşlardan yapılmış uzun kollu bir iç çamaşırı olan gömlek kamiza;
49
kamizayı gösterecek şekilde önü açık uzun veya kısa kollu, bele oturan, iki
tarafı yırtmaçlı üç etek entari; uzun geniş şaldan yapılan veya önü metal
tokalarla kapanan dokuma kuşak; bele veya kalçalara kadar uzanan, genelde
sırma işli ceket (cepken)ve değişik uzunluklarda yün, pamuk veya satenden
yapılmış, kürkle süslenen palto veya pelerinler.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kadın kıyafetleri bölgesine göre ufak çapta
farklılıklar göstermekteydi.
İstanbul: İmparatorluğun başkenti olan İstanbul’da, Avrupai giyime
geçiş, diğer yerler nazaran erken olmuş, örneğin 19. yüzyılın ortalarında hotoz
yerini oyalı yemeniye bırakmıştı.
Selanik: Selanikli Yahudi kadın kıyafetinin en karakteristik öğesi olan
başörtüsü (kofya) birçok parçadan oluşmaktaydı. Başın ortasına oturtulan
şapka, mendil ve dantelle süslenir, arkasındaysa, saç örgüsünün girdiği uzun
bir kılıf bulunurdu. Bu kılıfın ucuna üstünde tılsımlar bulunan kadife kaplı kare
bir deri parçası dikilirdi. Şapka çenenin altından geçirilen ve başın üstünde
birleşen iki kayışla bağlanırdı. Kofya, 15. yüzyıl İspanyası’nda kullanılan
birçok kattan oluşan ve saç örgüyü örten bir başlık olan Cofia de Tranzado’yu
andırmaktaydı. Selanikli kadınlar kamizanın üstüne, pecadura denen ve
genelde çok ince beyaz bir kumaştan yapılmış, göğüs kısmını paralel veya
çapraz örten bir nevi önlük giyerlerdi. Ayrıca, diğer yörelerden farklı olarak
kamizanın üstüne entari adı verilen kolsuz ve önü kapalı elbise giyerlerdi.
Osmanlı’daki entarinin yerine, sayo denen dar, önü açık, uzun kollu bir elbise
giyerler, elbiseyi arkadan alıp ters tarafındaki cebe tuttururlardı. Bu şekilde,
hem entarinin kumaşı hem de sayonun iç tarafındaki kumaş gözükürdü. Yunan
halk kıyafetlerinde sıkça rastlanılan, ancak Osmanlı kıyafetlerinde yer almayan
önlük (devantal,delantal) bileklere kadar uzanmaktaydı. Selanikli Yahudi
kadın kıyafetindeki yeri de bu mahalli kostümlerde olduğu gibi dekoratif
amaçlıydı. Kelime olarak da 16. yüzyıl İspanyol elbisesinin ön kısmı olan
delanterayı çağrıştırmaktadır.
İzmir-Rodos: İzmir’deki Yahudi kadınların kıyafetini diğer yörelerden
ayıran en önemli unsur, tokado denen şapkaydı. Tokado ufak, silindir,
kadifeden bir şapkaydı. Saçlar, takodonun altında bir mendille saklanırdı. 19.
50
yüzyıl sonuna doğru tokadonun şekli değişti. Alnın önündeki bölüm daha
çarpıcı hale getirildi. Evli kadınlar tokadonun ortasına toka takarken, dullar
toka kullanmazdı. Rodoslu Yahudi kadınların kıyafeti, İzmirli kadınlarınkine
çok benzemekteydi. En karakteristik öge tokadonun üzerine giyilen ve sarı
renk iplikle, zincir nakış işi pamuklu, kare bir şal olan cizai idi.124
Osmanlı döneminde Yahudi kıyafetleri ile ilgili bu bilgilere ait görsel
malzeme değişik kaynaklarda bulunmakla birlikte toplu olarak görülme imkanı
Silvyo Ovadya’nın organizesiyle İstanbul’da düzenlenen bir sergi ile
sunulmuştur. Sergide gösterilen malzemenin daha sonra kitap olarak da
ilgililerin istifadesine sunulması ile bu resimlere kolayca ulaşmak mümkün
hale gelmiştir. Kitapta İstanbul, Edirne, Selanik, Larissa, Rodos, Bursa, İzmir,
Kudüs, Halep ve Diğerleri bölümleri ile Osmanlı döneminde Yahudi kıyafetleri
orijinal resimler ve illustrasyonları ile verilmiştir. Bu resimler sadece Yahudi
kadının baş örtüsü bakımından incelendiğinde şu veriler elde edilmektedir:
X-XI. yüzyıllarda Bizanslı Yahudi kadınlar, başlarına yüzü açık bırakan
bir iç başörtü takmakta ve onun üzerine neredeyse vücudun tamamını
kapatacak biçimde aşağıya kadar uzanan büyük bir örtü örtmektedir.125
1574 yılında İstanbul’da evli Yahudi kadınlar başlarını, saçlarının
toplandığı bir iç başlık üzerine örtükleri omuzlarından aşağıya kadar serbest
biçimde bırakılmış beyaz şal ya da başörtü ile kapatıyorlardı. Bu örtünme
biçiminde boyunun tamamen kapalı olmadığı dikkati çekmektedir. 1574
yılında İstanbul’da Yahudi bir dul kadın ise başını aynı biçimde olmakla
birlikte biraz daha kalın kumaştan yapılmış ve boynu tamamen kapatan bir
başörtü ile örtmektedir.126
1648 tarihli bir İstanbul Yahudi kadını resminde ise başa oturtulan
silindirik hotoz ve onun üzerine çene altından bağlanacak biçimde örtülen
başörtüsü kullanıldığı görülmektedir.127
1714 yıllarının İstanbul Yahudi kadını, başını yüzü açıkta kalacak şekilde
iyice örten bir iç örtü üzerine konulan tepsi gibi yuvarlak bir başlık ve onun da
124 Amalia S. Levi, s.XIV-XVI. 125 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri-Jewish Costumes in the Ottoman Empire, Türkiye
Hahambaşılığı’nın Katkılarıyla Gözlem yay., tyy., s.2. 126 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s.5,6. 127 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s.8.
51
üzerine serbest biçimde omuzların üzerine doğru uzanacak şekilde örtülen bir
başörtü ile kapatarak sokağa çıkmaktadır. 1714 İstanbul’una ait bir başka
örnekte de tören giysileri içindeki Yahudi kadınının aynı biçimde başını
kapattığı ancak tepsi şeklindeki metalik başlığı örtünün içine değil üzerine
takmış bulunduğu görülmektedir.128
1783 yılına ait bir İstanbul Yahudi satıcı kadın resminde başın yine aynı
biçimde sadece yüz açıkta kalacak şekilde iç örtü, tepelik ve omuzlara kadar
uzanan bir başörtüsü ile örtüldüğü dikkati çekmektedir.129
1842 tarihli İstanbullu Yahudi kadın resminde saçı örtmek için top
şeklindeki başlık (hotoz,halebi) üzerine sırttan aşağı doğru uzanacak biçimde
örtülen bir şalın kullanıldığı, bu örtünün öncekilerin aksine desenli olduğu ve
boynun açıkta kaldığı görülmektedir.130
1835 tarihli bir resimdeki İstanbul Yahudi kadını ise külah gibi yukarıya
doğru sivrilen hotozun üzerine serbest biçimde bırakılarak omuz üzerinden bir
parçasının arkaya atıldığı bir şal ile örtünmüştür. Bu resimde saçın önden az da
olsa göründüğü, kulağın bir kısmının ve boynun açıkta kaldığı dikkat
çekmektedir.131
1865 İstanbul’una ait bir dul Yahudi kadın resminde başın iç örtü üzerine
dolanarak yüzü açıkta bırakacak şekilde örtülen ve bir ucu ön bir ucu arka
taraftan bele doğru uzanan büyükçe bir şal(makrama) ile kapatıldığı
görülmektedir.132
1873 tarihli bir resimde de İstanbul ‘da Yahudi kadınların artık
halebi/hotoz yerine oyalı yemenilerle başlarını örtmeye başladıkları
görülmektedir. Bu örtünün arkadan bağlandığı ve boynun açıkta kaldığı da
dikkat çekmektedir.133
İstanbul dışındaki Osmanlı topraklarındaki Yahudi kadın kıyafet ve
başlıklarının genellikle İstanbul’daki Yahudilerle aynı özellikleri taşıdığı
anlaşılmaktadır. Önceleri başı tamamen örten büyük örtü ve şallar kullanılırken
128 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s.9,11. 129 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s.14. 130 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s.15. 131 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s,17. 132 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s.19. 133 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s.20.
52
zamanla bu örtülerin küçüldüğü, 17-18. yüzyılda hotoz/halebi kullanımının
yaygın olduğu görülmektedir. Ancak Selanik Yahudilerinin kadın başlıkları
diğerlerinden farklı özellikler taşımaktadır. Selanik’in karakteristik
başörtüsü(kofya), birkaç parçadan oluşmakta, başın üzerine oturtulan şapka ve
saç örgüsünün içine girdiği kılıf, çene altından dolaşarak başın tepesinde
birleşen kayış ile bağlanmaktadır.134
Yahudilerin kılık kıyafet tarihçesinin görüldüğü bütün bu örneklerden
Türkiye’de Yahudi kadınların 20. yüzyıla kadar başlarını örttükleri ve bu
konuda titiz davrandıkları anlaşılmaktadır.
c. Günümüzde Türkiye’deki Yahudi Gruplarda Örtünme Anlayışı
Türkiye’de her ne kadar Yahudi ve Musevî kavramı eş anlamlı kullanılıyor
olsa da Türkiye’de Karailerin de bulunması dolayısıyla bu bölümde asıl Yahudi
grup Musevî Cemaati olarak ele alınmıştır.
ca. Musevî Cemaatinde Örtünme Anlayışı:
Günümüzde Türkiye’deki Musevîlerin örtünme anlayışı diğer
Yahudilerden farklı değildir. Osmanlı döneminde sıkı bir şekilde uygulanan
başın örtülmesi kuralı günümüzde gevşetilmiş, Yahudi erkeklerin kipa veya bir
şapka kullanarak başını örtülü tutması uygulaması devam ederken, kadınların
başörtüsü genellikle ibadetle sınırlı duruma gelmiştir. Bu durum, Yahudi erkek
ve kadının baş örtme gerekçelerinin farklı olmasından kaynaklanmış olabilir.
Türkiye’deki Yahudi cemaatinin örtünme anlayışını tespit edebilmek
amacıyla Türkiye Musevi Hahambaşılığı yetkilileriyle ve bizzat Hahambaşı ile
muhtelif görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerin yanında katılma iznini
alabildiğimiz bir bar-mitzva töreninde Yahudi kadınların bugünkü giyim ve
örtünme şekilleriyle ilgili araştırma ve gözlem yapma fırsatı bulduk. Bütün bu
çalışmalardan elde edilen sonuçlara geçmeden önce Yusuf Altıntaş, Leon
Adoni ve Yahudi Hahambaşı İsak Haleva ile yaptığımız görüşmelerin
örtünme konusu ile ilgili olan kısımlarını vermeyi uygun buluyoruz.
134 Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri, s.21-62.
53
12.06.2003 tarihinde İstanbul’da Türkiye Hahambaşılığı’nda kendisiyle
yaptığımız röportajın bir bölümünde Hahambaşılık Genel Sekreteri Yusuf
Altıntaş, “baş bağlamak” ve “serbest” terimlerine değişik bir yorum
getirmiştir. Yusuf Altıntaş’ın verdiği bilgiye göre “Başı bağlama konusu
Doğuda, Doğu dinlerinde, İran’da, Ermenilerde, Şamanizm’de bir başka özellik
taşımaktadır.İzdivaç töreni esnasında yani kadınla erkeğin ayrı ayrı olmadığı
kültürlerde gelin ve damat ayakta, alınlarından yapışık şekilde, birbirlerine
alınlarını dayamış şekilde bağlanır, o iki kafa bir şeritle bağlanır, sonra iki
kafanın arasından şeridin, kurdelenin ucu sarkıtılır. Başı bağlama budur. Bugün
Ermeni düğünlerinde bu uygulama devam etmektedir. Kafalar gelir ve baş
bağlanır. Serbest ise ‘başı bağlı’ demektir. Serbest sözcüğünün ‘özgür’
anlamında kullanılması doğru değildir. Bir disipline, bir şeye bağlı
anlamındadır.
12.06.2003 Tarihinde İstanbul’da Türkiye Hahambaşılığı’nda Dinî
Yüksek Kurul Üyesi Leon Adoni ile Yaptığımız Röportajın Bir Bölümü:
- Bizim düğünlerimiz Sinagogda olduğu için biz çaba harcıyoruz hiç
olmazsa oraya biraz daha kapalı gelsinler hanımlarımız diye. Fakat
normal ibadetlerde muhakkak ki başını örtmesi gerekir. Giysisi de
biraz kapalı olması gerekir. Bu kutsallıkla ilgili, Allah’ın huzurunda
oluş ile ilgili.
- Yani Allah’ın huzurunda olunca başın örtülü olması, Allah’a olan bir
saygı ifadesi mi?
- Evet buradaki bir saygı ifadesi. Yahudi başı açık dolaşmaz. Bunun
(kippanın) anlamı şu: İnsan boyu kadar mevcuttur. Benim boyum
buraya kadar, bundan üstü Allah’ındır. Ben şimdi başımı açarsam
kendimi daha yükseklerde görürüm. Bu sınır oluyor. Yani Allah’la
bizim aramızda bir sınır teşkil ediyor. Erkeğin kipası bunu ifade
ediyor.
- Kadındaki örtü de aynı şeyi mi ifade ediyor?
- Hayır, herhalde değil. Kadındaki değil. Kadındakini saçını
göstermemeye bağlayacağız. Yalnız enteresan bir şey; genç kız başını
Bu bilgi için bkz. S. Kaloustian, Saints and Sacraments of the Armenian Church, America
54
örtmez bizde. Evlendikten sonra, evli hanımların başlarını örtmesi
gerekir.
- O zaman bir nevi evlilik işareti oluyor.
- Bir nevi evlilik işareti evet. Çünkü o artık bir erkeğin karısı oluyor.
Fakat genç kız, evlenmemiştir, ona mecburiyet koymuyor,
örtmeyebilir, başını örtmeyebilir. Dulla genç kızın evlenme şekli vardır
burada Talmud’da: genç kız mutlaka duvakla örtülmesi gerekir.
Bakire evlenirken duvakla örtülmesi gerekiyor. Dul veya boşanmış
bir kadın duvak yoktur, duvak koymaz. Bu da bir şehadet şeyi
oluyor. Mesela kadın çıkıp “ben evlendiğim zaman bakire idim” der.
Bir şahit çıkıp ta “hayır, ben onu düğüne girerken duvaksız gördüm,
duvağı yoktu” derse kabul edilir ki değildi. Bu da adaleti tesis etmek
için kullanılan bir şeydir. Demek ki bir genç kız evlendiği zaman
yüzünü örtüyor, aynen Rifka(Rebeka)’daki gibi. Hani Rifka İshak’ı
gördüğü zaman yüzünü örtüyor. Burada bir ilave yapmak istedim size.
- Kadının başını örtmesi, saçının görünmemesi emri var dediniz
Talmud’da. Hiç saçını göstermeyecek biçimde mi oluyor bu
örtünme?
- Evet. Saçın bir telini bile göstermemesi gerekiyor. Sear deyince...
- Şu anda Yahudi hanımı öyle mi?
- Burada yok. Göremezsiniz İstanbul’da böyle bir kişiyi göremezsiniz.
İsrail veya Amerika’ya giderseniz görürsünüz. Tamamen böyle
tamamen örtülmüş, hatta Eşkenaz toplumunda bizim, saçlarını bile
kesiyorlar, usturaya vuruyorlar kadınlar ve peruk takıyorlar.
- İstanbul’da da peruk takan Yahudi hanımların olduğunu duydum.
- Evet var. Saçını göstermek istemeyen, kendi saçı var ama üstüne peruk
koyuyor. Kendi saçı değil. Ancak saçından daha güzel bile olabiliyor.
- O zaman bunu uygun görmüyorsunuz?
- Ben şahsen görmüyorum. Ben hiçbir yerden okumadım ama benim
mantığıma ters düştü. Bu konuda Rav Yehovade Yosef, İsrail’in en
büyük hahamlarından biridir, İsrail’in Hahambaşılığını yapmıştır ve
1969, s.53-54.
55
çok kitapları vardır, sözü kural sayılan bir kişidir. O da aynı şeyi
söyledi: “Ben bunu kabul etmiyorum” dedi. Ben onu duymadan,
işitmeden kendi mantığıma ters geldi bu.
- Peki İstanbul’da bir hanımın ya da Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir
Yahudi hanım ibadete giderken örtündüğü başörtüsü öylesine sembolik
incecik bir örtü mü?
- Evet evet eşarp dediğimiz bir örtü ile öylesine başını kapatır, saçının
önü görünür, arkadan görünür. Maksat örtmek.
- Yani bazı Müslüman kadınların ibadete girerken yaptığı gibi bir şey.
- (Yusuf Altıntaş) Hani televizyonlarda gösterir. Kadın her zaman açıktır
da mevlit dinlerken öylesine bir örtü alır başına. Öyle bir şey.
- Cenazelerde falan olur hani öylesine örterler öyle mi?
- Evet.
- Bunun dışında herhangi bir şekilde örtünme yok öyle mi?
- Evet.
- Bir de Musa’nın yüzünü örtmesi olması lazım.
- Buradaki şey değil. Bir deri örtü ile örtüldüğünü görüyordu halk.
Yüzünü görmüyorlardı Hz. Musa’nın. Halkın huzurunda olunca
örtünüyordu. Bu da tamamen bu nura insanların tahammül
göstermemesinden.
- Bu da sadece Hz. Musa’ya özel bir uygulama olduğu için diğer
erkeklerin uygulaması gerekmiyor herhalde. Erkeklerde bir başka peçe
örneği de yok değil mi?
- Yok... Bir de sinagoga ayakkabı ile girilmez. Bunun yerini istiyorsanız;
Çıkış 3/5...
- Bir şey daha sormak isterim. Şu anda kadınların ibadete gelirken
örtünmeleri gerektiğini hatta her zaman örtünmeleri gerektiğini
söylediniz. Bildiğim kadarıyla Yahudi toplumu inançları ve gelenekleri
konusunda son derece hassastır, biz öyle biliyoruz, bu konuda nasıl bir
gerekçe bulunuyor?
- Hassastır demeyelim de hassas idi diyelim.
56
- Hassas idi, diyorsunuz böylece cevap verilmiş oluyor. Yani herhangi
bir zorlama yapmanız söz konusu değil, ibadete gelsin de, diyorsunuz?
- İbadete gelsin tabi. Şöyle de gelsin böyle de gelsin değil de. Mesela biz
gelen hanımları görmüyoruz. Hanımlar ayrı kapıdan giriyor. Yukarıda
bulunan hazara dediğimiz, hanımların bölümünde bulunan bazı
hanımlar bunlar çok hassastır, böyle gelenleri onlar ikaz ediyorlar. Bir
sepet var, orada eşarplar var. Böyle bir hanım alıyor, al şunu başına
koy diyor.
- Onun dışında da herhangi bir zorlama falan yok.
- Zaten ben size bir şey söyleyeyim mi? Genellikle hanımlar Cumartesi
gelirler. Alışkın olan her Cumartesi gelen hanımlar, onlar örtülü.
Gereklerini yerine getiriyorlar. Ama mesela bar mitzva oluyor. Bu bar
mitzvaya davetliler geliyor. Bu davetliler arasında senede bir defa bile
ibadete gelmemiş hanımlar oluyor. Onlar tabi terzilerde elbise
diktirmiş, berberde başını da yaptırmıştır, öyle geliyor. Onlar pek fazla
söz geçirmek olamıyor. Berberde saçını yaptırmış bir hanıma ‘al bu
beyaz örtüyü başına koy’ diyemezsiniz.
- Bir soru daha sormak istiyorum: Mütedeyyin, dindar bir Yahudi kadını
olduğunu farzedelim, başını örtmesi gerektiğini düşünüyor ama bu
kadın aynı zamanda herhangi bir resmi kuruluşta da görevli.
Bulunduğu ülkenin kanunları onun örtülü olarak görev yapmasını
istemiyor. Bu durumda o kadına ne önerirsiniz, ne yapması gerekir.
- Ben bu durumda hiçbir şey öneremem. Bizde bir şey vardır:
Bulunduğun ülkenin yasalarına saygılı olacaksın, der.
- Sizin gibi dünyanın bütün ülkelerine dağılmış bir toplum olursa değil
mi?
- Biz daima bu hayatı uygun gördük. Eğer uyamıyorsan uyabileceğin bir
yere git. Yoksa uy.
- (Yusuf Altıntaş) Devletin yasası yasadır.
- Türkiye’deki Müslüman insanlar için de bugün bir türban problemi
var, aynı şeyi mi tavsiye edersiniz?
- Tavsiye hakkımız olmaz.
57
- (Yusuf Altıntaş) Buranın yasası izin vermiyorsa bu yasa burada kalır,
izin veren ülkeye gidersiniz. Yahudi geleneğinde devletin yasasıyla
çatışmamak temel kuraldır. Bir de bizde örtünme İslamiyet’teki gibi
tartışılmaz değildir, yani olmazsa olmazlardan değildir. Eğer tabi setri
avrette yani afedersiniz bedeninin utanç yerlerini açıkta bırakma söz
konusu değil.
Türkiye Yahudi Hahambaşısı İsak Haleva ile 04.9.2003 Tarihinde
İstanbul’da Türkiye Hahambaşılığı’nda Yapılan Görüşme:
- ...Bizde evli olup da saçları açık olan bir kadının önünde bazı dualar
söylenmez. ‘Sear beişa ervah’: Sear saç demektir. Kadında saç avrettir.
Ervah, avrettir. Nasıl ki bir avret(çıplak/üryan) önünde dua söylemek
yasağı varsa, mesela ben çıplaksam başkasının önünde dua söylemek
yasağı varsa aynı şekilde kadının saçı da bunun gibi kabul ediliyor.
Ama ne var ki modern din adamları derler ki ‘bir zamanlar
toplum tamamen kapalı olduğu için, açık olması bir avret gibi
sayılabilirdi. Ama toplum artık o kadar açık oldu ki onu bu
dereceye kadar sürdürmenin bir önemi yoktur.’ Bu da bir görüştür.
Neden eskiden böyle idi. Çünkü bir kadını açık başla tasavvur
edemezdin. Şimdi tasavvur edemezsin diye bir şey yok. Tersine oluyor
maalesef. Öyle ki bu görüşten ilham alarak o zaman avret olarak kabul
edilmiyor. Ancak Ortodoks din adamlarında pazarlık yok, değişiklik
yok. Mademki öyle aldık o zaman öyledir. Daha modern çağlar
geliyor, peruk takıyorlar.
- Peruk konusuna nasıl bakıyorsunuz?
- Şimdi bakın esasına bakarsanız Yahudilikte bir şey var ki mesele
prensibi muhafaza etmek. Tora ne diyor buna? Tora demeyelim
din diyelim, saç diyor. Eee bu saç değil ki. Başka saç, kendi saçı
değil ki. Ama mantıksal yönden düşünecek olursanız ‘aynı şeyi
yapıyor, neden kötü düşünceyi aksettirsin.’ Ama madem ki bu budur
yani saç yasaktır, perukla kapatırsın, kendi saçın değil ki?
58
- Yani peruk olabilir, sembolik olarak saç kapatılmış olur diyorsunuz?
- Olabilir. Çok din adamları bu görüşte.
- Sizin şahsî görüşünüz?
- Vallahi ne kadar hafifletirseniz daha iyi diyorum. Yani bu
kadınlarımıza artık biraz da...Kendi yaşamı artık biraz daha tahditli
diyelim. Önce tesettür konmuştur. Bu gün tesettüre bazı yerlerde
mesela hasidilik durumu olan yerlerde o kadar ağıra gidiyorlar ki
mesela saçlarını bile tıraş ettiriyorlar. Hasidiler de taviz vermezler.
Ne aldılarsa aynı uygularlar. Babasından ne aldıysa, giyiniş,
gelenek görenek. O Polonya’daydı, yok ne aldılarsa uygulanır.
Taviz yok. Bir konuda taviz olursa başka konularda da olur
diyorlar. Bu bir görüştür.
- Erkeğin başının örtülmesi Tanrı karşısında kişiliğinin bir yerde
sınırlandırılması. Kadının ki nedir?
- Kadının ki biraz daha âdap.
- Yani kadının Tanrı karşısında saygı için başını kapatması söz
konusu değil?
- Bilakis, kadın tek başına ise saçı açık olabilir. Allah huzurunda
dahi açık olabilir.
- İbadetini tek başına yaparken açık olabilir mi?
- Evet ibadet ederken dahi açık olabilir. Serbesttir. Ama demek
oluyor ki bu dışa dönük bir hareketten esinlenip...
- İslâm’daki gibi?
- Olabilir. Ama erkeklerde bir şey var mesela köylü, bir köye gidin
kasketsiz köylü görebilir misiniz?
- Artık var ama...
- 20 sene önce yoktu. Edep dışı kabul edilirdi. Aynı şekilde erkeklerde
de o devirlerde başı açık olmazdı. Bizde eskiden neyse o devam eder.
Şapka çıktı takke devam eder. Göreceksiniz ufacık bir takke,
portakal kabuğu kadar. Prensip işte. Ama dinsel olarak bakıldığında
bazı şeyler var ki toplum onu sosyal olarak kabul ettiğinde, dinî bir
kaide olarak benimsemiştir. Bu dinsel bir şey değil sosyal bir şey
59
değiştirelim dediğinizde sıra öteki şeylere de gelecektir. Madem ki bu
değiştirme hakkını tanıyorsun kendine, haydi ötekini de değiştirelim,
denir.
- Taviz tavizi getirir diyorsunuz?
- Taviz tavizi getirir. Bundan dolayı kadınların başı örtülü gezmesi
bizde esastır. Ama burada dediğim gibi bazı Avrupa ülkelerinde
kadınların çoğu artık bu şekilde gezdiğine göre artık gerekmez, bir
nevi adaba mugayir bir şey sayılmaz. Tek oldu mu bu sefer ters etki
yapıyor, tuhaf kaçıyor. Din ister mi insanın tuhaf bir şekilde bir
görüntüsü olsun? Çünkü bizim görüntümüz daima insanlarla beraber,
koparak değil. Ondan dolayı biraz daha modern mi diyelim? Artık çağa
uyduk diyelim. Esas mesele insanlarla bütünleşmek. Dualarda benim
çok hoşuma giden bir şey var. Duanın sonunda ... denilerek üç adım
geriye gidiliyor. Sembolik olarak şimdiye kadar Tanrının
huzurundaydın, üç adım geriye gidersen kraldan ayrılıyorsun gibi.
Ama üç adım geriye giderken söylenen sözler önemli yani insanlarla
beraber oluyorsun. Yani verdiğin taviz eğer insanlar için iyiyse olabilir
diye düşünüyorum... Tesettür hakkında şu anda söyleyebileceklerim
bunlar. Setere gizlilik demek. Sütur, gizlilik... Bir sadaka vereceksen
gizli ver. O zaman tanrısal olur. Setri avret, Semitik bir sözcük zaten...
15 Haziran 2003 tarihinde İstanbul Göztepe Sinagogunda yapılan bir
şabat ve bar mitzva törenine katıldım. Beni önceden aldıkları kimlik
fotokopimle dış kapıda bekleyen bir yetkili refakatinde son derece iyi
korunduğu belli olan Sinagoga girdim. Sinagogun yan tarafında hanımların
girmesi için ayrılan kapıdan doğrudan üst kata çıkarıldım. Görevli beni birkaç
hanıma tanıtarak oturmamı sağladıktan sonra aşağıya indi. İbadet saatlerce
devam etti. Hanımların çoğu izleyici durumunda idi. Çok az bir kısmı
ellerindeki kitaplarla aşağıda ibadet eden erkekleri takip ediyordu. Hanımların
son derece şık giyindiklerini ve çoğunun giysilerini tamamlayan şapka ile
Şabat; Yahudilerce kutsal olan cumartesi günü.
Bar-mitzva;Yahudilikte erkeğin 13 yaşında ergenlik çağına girmesini ve dinî emirlerden sorumlu olmaya başlamasını gösteren tören.
60
başlarını kapatmış olduklarını gözlemledim. Sonradan bar-mitzva töreni
yapılan çocuğun yakınları olduğunu anladığım birkaç bayan ön sırada
oturuyorlardı. Aşağıdaki erkeklerde olduğu gibi hanımların da zaman zaman
kendi aralarında konuştukları veya hareket ettikleri oluyordu. Bazı kadınların
şapka veya düzgünce örtülmüş başörtüleri dışında erkeklerin kippasına benzer
başlıklar ile hatta küçük bir mendili başına koyarak da olsa, başlarını örtmeye
çalıştıklarını gözlemledim.
İbadete katılmama izin verilmiş olmakla birlikte, fotoğraf veya kamera ile
kayıt yapmam uygun bulunmadı. Sinagogun alt katındaki ibadeti sonuna kadar
izledim. Erkeklerin hepsinin başlarında kippaları ve üstlerinde tallitleri
olduğunu, ayrıca tallitlerini Sinagogun içine girerken giyip, dışarı çıkarken
çıkardıklarını gözlemledim. Tören sonrası Sinagogun bahçesinde düzenlenen
kahvaltıya Sayın Leon Adoni’nin davetlisi olarak katıldım. Burada aynı
masada oturduğumuz hanımlarla, çok ilgi gösterdikleri araştırma konumuz
hakkında sohbet ettik. Gözlemlerimizi teyit eden açıklamalar yaptılar.
Hanımlar bahçede şapka dışındaki örtülerini çıkarılmışlardı. Böylece İstanbullu
Yahudi kadınların ibadet esnasındaki kılık kıyafet uygulamasını da yakından
görme imkânı bulmuş oldum. Üniversite sınavına girecek gençler için dua
edilmesi de enteresandı. Sinagog içinde kız ve erkek öğrencilerin etrafını
sardığı Sayın Adoni, onların başarısı için yüksek sesle dua ediyordu.
Bütün bu bilgilerin ışığında Türkiye’de Yahudi Cemaatinin örtünme
anlayışı konusunda şunları söylemek mümkündür:
Bugün Türkiye’de Yahudi kadınların çoğu günlük hayatta başını
örtmemektedir. Yaşlı hanımlar genellikle, eskiden olduğu gibi, başlarını
örtmeye devam etmektedir. Baş örtmenin sadece evli kadınlar için
gerektiği inancının yaygın olmasından dolayı genç kızlar, başlarını hiçbir
şekilde örtmemektedir.
Sinagogda örtünme konusunda da farklı uygulamalar vardır. Her hafta
sinagoga giden dindar hanımlar burada başlarını örtmektedir. Sinagoga sadece
evlenme, bar-mitzva gibi törenler dolayısıyla giden Yahudi kadınların çoğu da
sinagogda şapka, başörtü veya küçük bir mendille de olsa sembolik olarak
61
başlarını kapatmaya gayret etmektedir. Bununla birlikte bu tür törenlerde başı
açık olan kadınlar da bulunabilmektedir.
Bazı Yahudi kadınların başörtü yerine peruk kullandıkları da
bilinmektedir. Peruk konusunda Yahudiler arasında farklı yaklaşımlar vardır.
Kimilerine göre asıl amaç saçın gösterilmemesi olduğu için perukla da olsa
gerçek saç kapatılarak bu emir yerine getirilmiş olur. Bazılarına göre ise başın
kapatılması konusunda yapay saç ile gerçek saçın farkı olmadığı için peruk
kullanmanın hiçbir anlamı yoktur.
Yahudi erkekler, ibadet sırasında mutlaka kippa denilen başlığı giymekte
ayrıca tallit denilen dua atkısına bürünmektedir. Erkekler ibadet dışında da bir
biçimde başlarını kapalı tutmaya özen göstermektedir.
Bunların dışında Yahudilerin özel bir kılık kıyafeti bulunmamaktadır.
Yahudi erkek ve kadınlar günün modasına, zevklerine, ekonomik ve sosyal
durumlarına göre istedikleri biçimde giyinmektedirler.
cb. Karailerde Örtünme Anlayışı
Karailerin(Karay/Karaim) örtünme anlayışlarına geçmeden önce bu
Yahudi mezhebi hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır.
Türkiye’de Musevî inancını kabul eden ve Yahudilerle ortak inanç
paydasında buluşan bir cemaat de Hazar ve Karaylardır. Hazarların
Yahudilerin on üçüncü kabilesi olduğunu iddia eden Arthur Koestler’in bu
görüşü Batıda ve Doğuda çok tartışılmıştır.135 Karailerin diğer Yahudilerle
temel ortak paydası Tevrat’ı kabul etmeleridir. Tevrat’ı çok okudukları için
kendilerine “çok okuyan” anlamında Karai denildiği zannedilmektedir.
Karailik, Tevrat’a olağanüstü değer atfederek ve sadece Tanah’a dayanıp
“Sözlü Geleneği”, Talmud’u ve buna bağlı yorumları kabul etmeyerek
Rabbinik Yahudiliğe karşı VIII. Yüzyılda oluşturulmuş bir “reaksiyoner
hareket, cemaat” olarak görülmektedir.136 Karailer ile diğer Yahudi mezhepleri
135 Bkz. Arthur Koestler, 13. Kabile, çev. Belkıs Çorakçı, İstanbul 1977. Koestler’in bu görüşü
üzerindeki tartışmalara son bir örnek olarak bkz. Ahsen Batur, “Hazarların Yahudiliği Üzerine”, Yeniçağ,10 Ağustos 2004, s.14.
136 Bkz. Ernest Gugenheim, “Le Judaisme Apres La Revolte de Bar-Kokheba”, Historie des Religions, II/706; Dominique de La Maisonneuve, “Karaites”, Dictionnaire des Religions, Paris 1983, s.892.
62
arasında hem temel inanış hem de uygulamada önemli farklılıklar
bulunmaktadır. Bu farklılıklar nedeniyle Yahudiler uzun asırlar Karaileri
kendilerinden saymamış ve onlara yakınlık duymamışlardır.137
Dünyanın değişik ülkelerine dağılmış bulunan Karailerin tamamına
yakınının Türk olduğu kabul edilmektedir.138 Kırım'dan ayrılan Karayların bir
kısmı direkt olarak İstanbul'a gelip yerleşirken, diğer bir kısmı Kırım'dan , önce
Romanya'ya, oradan Edirne'ye ve oradan da İstanbul'a gelip yerleşmişlerdir.
Dolayısı ile İstanbul'da da bir Karay cemaati oluşmuştur. 1917 Ekim ihtilaline
kadar bütün Rusya'daki Karaylar çok rahat idiler, ancak ihtilalden sonra
bunların rahatları kaçtı ihtilal sonrası bir kısım Karaylar Kırım ve Rusya'yı terk
ederek Avrupa ülkelerine, Amerika'ya ve Mısır'a göç ettiler. Mısır'a göç
edenlerin hemen hemen tamamı 1947 Kanal savaşından sonra İsrail'e giderek
Ramle lydda bölgesine yerleştiler. Bugün İsrail kaynaklarının verdiği bilgiye
göre İsrail'de 15 bin civarında Karay Türkü yaşamaktadır.139
Türkiye’deki Karailerin büyük çoğunluğu İstanbul’a yerleşmiştir.Ancak
başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin değişik illerinde bulunan Karailerin bir
kısmı İsrail’e, Amerika’ya ve bazı Avrupa ülkelerine göç etmiştir. Göç
etmeyenler ise kendi cemaatleri içerisinde evlenme kurallarındaki
hassasiyetler dolayısıyla cemaat dışı evlenme yoluyla bir kısmı Müslüman
Türklerle, bir kısmı Yahudilerle ve az bir kısmı da Hıristiyanlar ile karışmıştır.
Bu sebeplerden dolayı Türkiye’deki Karaailerin sayısında yıldan yıla azalma
olmuştur.Örnek olarak 1979 yılında İstanbul’da 150 kişi civarında olan
Karailerin 1992 yılında 100140, 1993 yılında 95141 rakamına gerilediği yapılan
araştırmalarla tesbit edilmiştir. Günümüzde bu sayı çok aşağılara düşmüş,
Hasköy’deki Kenesa’leri (Yahudilerde Kneset) cemaatin azlığı ve dağınık
olması yüzünden çok faal bir fonksiyon icra edemez noktaya gelmiştir. Bu
Kenesa açık olmakla birlikte yeteri kadar cemaat olmadığı için mutat
137Karailerin temel inançları için bkz. Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, İstanbul 1979,I/115-123.
138Bkz. Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1993, s.231. 139 “Hazarlar ve Karaylar”, http:// www.öztürkler.com/data/0002/0002.htm. 140 Bkz. Kuzgun,232. 141 “Hazarlar ve Karaylar”, http:// www.öztürkler.com/data/0002/0002.htm.
63
Cumartesi ayinleri yapılmamakta; ancak yılda birkaç kez kendilerine özgü gün
ve törenler için ayinler icra edilmektedir.
İstanbul Karaileri’nin Hahambaşılık gibi ne dini bir kurumları ne de Türk
Devletince resmen tanınan bir “dini liderleri” vardır.Onların resmi kuruluşu
kabul edilebilecek sadece “Türk Karaim Vakfı” bulunmaktadır. Bu vakfın
merkezi olarak Hasköy’deki Karaim Kenesa’sı gösterilmektedir. Karaim
Vakfı, Hahambaşılık gibi dini bir fonksiyona sahip değildir; Kenesa’nın
ihtiyacını karşılamak ve Karaimlere ait kabristanı korumak gibi işlerle meşgul
olmaktadır.142
Tevrat dışındaki kaynaklarda yer alan inanç ve uygulamaya yönelik
hususlarda Karailer, kendi anlayış ve geleneklerine uymaktadır. Aile anlayışı
ve evlenme törenleri, Yahudilerden farklı olup, Türk törelerine benzerlik
göstermektedir.143
Karailerde “ruhbanlık” bulunmamaktadır. İbadethanelerde yapılan dini
törenleri yönetmek için özel görevliler yetiştirilmektedir. Bu görevlilere
Kırım’daki gibi “Hazan” denilmektedir. Bunlar da genellikle gönüllüdür.
Bundan dolayı ne kadınlar ne de erkekler için özel bir kıyafet ve örtünme
tarzından bahsedilmemektedir. Bununla beraber Kenesalardaki ibadetler
için belirli kurallar belirlenmiştir. Kenesaya girişte ayakkabılar
çıkarılmakta, kadın ve erkekler başlarını örtmektedirler. Mabede girişte
baş örtmek mecburi kabul edilmektedir. İbadete başlarken dua mantosu
ile takkesi giyilmektedir.144
İstanbul Hasköy Mahlül Sokak’taki Kenesa’da yaptığımız araştırmalarda
Kenesa’nın kapalı olduğu, bir süre önce tadilattan geçirildiği, en son 2004
baharında bir düğün yapıldığı öğrenilmiştir. Çevre halkından edinilen bilgilere
göre artık kenesaya çok az sayıda insan gelmekte, gelenler ibadete girerken
başlarını kapatmaktadır.
Bu bilgilerin ışığında Karailerin, Tevrat’ın özel emri olan hususlar
dışındaki diğer konularda olduğu gibi, giyim-kuşam ve örtünme konusunda da
142 Bkz. Kuzgun,238. 143 Tanyu, I/116,120. 144 Bkz Kuzgun,241-244,321-322.
64
geleneksel “Türk inanış ve töreleri”ni dikkate aldıklarını; örfe, zaman ve
çevreye uyum gösterdiklerini söylemek mümkündür.
II. BÖLÜM
TÜRKİYE’DEKİ HIRİSTİYAN GRUPLARDA ÖRTÜNME ANLAYIŞI
Türkler, Anadolu’ya girdikleri tarihten Türkiye’nin tamamına hakim
oldukları döneme kadar Hıristiyan Dünyası’nda bilinen hemen hemen bütün
Hıristiyan gruplarla karşılaşmışlardır. Bu karşılaşmalarda hiçbir Hıristiyan
grubu diğerinden ayırmamış, ihanet etmedikleri ve aleyhte plânlar içinde
olmadıkları sürece onların inanış ve yaşayış tarzlarına müdahale etmemiş; dinî
ayin ve törenlerinde, kendi iç işlerinde ve giyim kuşamlarında mecbur
olmadıkça belirleyici rol üstlenmemiştir. Hemen hemen bütün Süryani,
Ermeni ve Rum kaynakları Türklerin yönetimleri altındaki başka din ve ırka
mensup kimselere iyi davrandıklarında, dinî inanç hürriyeti yanında, yaşayış
tarzlarında ve adetlerinde hoşgörü gösterdiğinde ittifak etmiştir. Bu hoşgörü
anlayışının zirvesi İstanbul’un fethiyle ortaya çıkmıştır. İstanbul
fethedildiğinde bütün Hıristiyan gruplar “ne olacağız” korkusu içindedir ve
Fatih Sultan Mehmed’in tavrı merak edilmektedir. Fatih Sultan Mehmed:
“Hepinize söylüyorum ki tebaam sıfatıyla artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz
için gazabımdan korkmayınız” açıklamasıyla herkesi rahatlatmıştır. Bunun
göstergesi olarak da boş bulunan Ortodoks Patrikliğine patrik seçtirip atamış;
Gregoryen Mezhebinde olan Monofizit Ermeniler için Ermeni Patrikliğini
kurdurmuş ve hepsine iç işlerinde serbestlik tanımıştır. Fatih’in bu hoşgörülü
anlayışı, günümüze kadar devam etmiştir. Günümüzde Türkiye’de özellikle
65
de İstanbul’da yaşayan Hıristiyan topluluklar vardır. Bunların kendilerine özgü
ibadethaneleri, dinî kurum ve kuralları, yaşayış tarzları ve örtünme biçimleri
bulunmaktadır. Bütün bunlar Türklerin onlara sağladığı dinî hoşgörünün ve
insanlara verdiği değerin bir göstergesidir.145
Günümüzde Türkiye’de, Ortodoks, Katolik, Monofizit, Protestan
Hıristiyanlar ve bunların alt grupları bulunmaktadır. Bu gruplardan her birinin
giyim-kuşam ve örtünme anlayışı genelde Hıristiyanlığın özelde de
benimsedikleri mezhebin ve getirdikleri kültürün özelliklerini yansıtmaktadır.
a. Hıristiyanlık’ta Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış
Hıristiyanlık’ta örtünme anlayışını tespit edebilmek için Hıristiyanlığın
bir yandan içinden çıktığı Yahudi kültürünün diğer yandan da yayıldığı Grek-
Roma kültürünün etkisi altında kaldığını hatırlamamız gerekmektedir.146
Hıristiyanlar; İnciller, Resullerin İşleri, Mektuplar ve Vahiy bölümlerinden
oluşan kendi kutsal kitapları Yeni Ahit’in yanında, Eski Ahit dedikleri Yahudi
Kutsal Kitabı Tanah’ı da kabul etmektedir. Bu durum bir çok konuda Yahudi
Kutsal Kitabını esas almalarına yol açmaktadır. Örtünme konusunda Yahudi
Kutsal Kitabında açık ve net bir hüküm bulunmaması, dikkatlerin
Hıristiyanlığın kutsal kitabı Yeni Ahit’e çevrilmesine yol açmıştır.
Yeni Ahit’in asıl bölümü olan İncillerde örtünme hususunda herhangi bir
hüküm bulunmamaktadır. Örtünme konusu sadece Pavlus’un Korintoslulara I.
Mektubu’nda geçmektedir. Hıristiyan teolojisinin oluşmasında büyük rolü olan
Pavlus’un Korintoslulara yazdığı I. Mektubun bir bölümünü bu konuya
ayırması, Hıristiyanların örtünme anlayışının kaynağı olmuştur.Yeni Ahit’te bu
bölüm şu şekildedir:
“Ben Mesih’e uyduğum gibi, siz de bana uyun. İmdi her şeyde beni
hatırladığınız ve size teslim ettiğim gibi talimleri tuttuğunuz için sizi
methederim. Fakat bilmenizi isterim ki, her erkeğin başı Mesih ve kadının
başı erkek ve Mesih’in başı Allah’tır. Başı örtülü olarak dua eden veya
145 Bkz. Abdurrahman Küçük, “Türklerin Anadolu’da Azınlıklara Dinî Hoşgörüsü”,Asya’dan
Anadolu’ya Taşınanlar, Ankara 1997, s.20-45. 146 Hıristiyanlığın gelişimi, ilk Hıristiyanlar ve Kilise ile Hıristiyan kültürünün oluşumu için
bkz. Albert Houtin, “Hıristiyanlığın Kısa Tarihi” çev. Abdurrahman Küçük, AÜİFD., Ankara 1981, XXV/437-455.
66
peygamberlik eden her erkek başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz
olarak dua eden yahut peygamberlik eden her kadın başını küçük düşürür;
çünkü tıraş edilmekle bir ve aynı şeydir. Çünkü bir kadın örtünmüyorsa
saçı da kesilsin. Fakat kadına saç kesmek yahut tıraş olmak ayıp ise,
örtünsün. Çünkü erkek, Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için başını
örtmemelidir; fakat kadın erkeğin izzetidir. Çünkü erkek kadından değil
fakat kadın erkektendir. Çünkü erkek de kadın için değil, fakat kadın erkek
için yaratıldı. Bunun için melekler sebebinden kadın, başı üzerinde
hakimiyet alâmetine malik olmalıdır. Bununla beraber Rabde ne kadın
erkeksiz ne de erkek kadınsızdır. Çünkü kadın erkekten olduğu gibi böylece
erkek de kadın vasıtası iledir; fakat her şey Allah’tandır. Siz kendi nefsinizde
hükmedin;kadının örtüsüz Allah’a dua etmesi yakışır mı? Tabiat bile size
öğretmiyor mu ki, erkeğin uzun saçlı olması kendisi için hürmetsizlik, fakat
kadının uzun saçlı olması kendisine izzetdir? Çünkü saçı kendisine örtü olarak
verilmiştir. Fakat eğer bir kimse çekişici olmak istiyorsa, bizim böyle bir
adetimiz yoktur, ne de Allah’ın kiliselerinin vardır.”147
The New Testament-İncil adlı İngilizce ve Türkçe İncil’de ilgili bölüm
“Baş örtme konusu” başlığı ile şöyle verilmiştir:
“Her durumda beni hatırladığınız ve size ilettiğim öğretileri olduğu gibi
koruduğunuz için sizi övüyorum. Ama şunu bilmenizi isterim: her erkeğin başı
Mesih, kadının başı erkek ve Mesih’in başı Tanrı’dır. Başı örtülü olarak dua
eden ya da peygamberlik eden her erkek başını küçük düşürür. Ama başını
örtmeden dua eden ya da peygamberlik eden her kadın, başını küçük
düşürür. Böylesinin başı tıraş edilmiş bir kadından farkı yoktur. Eğer kadın
örtünmüyorsa saçını kestirsin. Ama kadının saçını kestirmesi ya da tıraş
etmesi ayıpsa, başını örtsün. Erkek başını örtmemelidir. Çünkü erkek
Tanrı’nın benzeyişinde olup Tanrı’nın yüceliğini yansıtır. Kadın ise erkeğin
yüceliğini yansıtır. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı.
Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. Bu nedenle ve melekler
uğruna kadın, bir yetki işareti olarak başını örtmelidir.
147 Pavlus’un Korintoslulara I. Mektubu ( I. Korintoslulara), 11/1-16, Kitabı Mukaddes, Kitabı
Mukades Şirketi, İstanbul 1988, s.177.
67
Ne var ki, Rab’de ne kadın erkekten, ne de erkek kadından bağımsızdır.
Çünkü kadın erkekten yaratıldığı gibi, erkek de kadından doğar. Ama her şey
Tanrı’dandır. Siz kendiniz karar verin: kadının örtüsüz başla Tanrı’ya dua
etmesi uygun mu? Doğa bile erkeğin uzun saçlı olmasının kendisini küçük
düşürdüğünü ama kadının uzun saçlı olmasının kendisini yücelttiğini
öğretmiyor mu? Çünkü saç kadına örtü olarak verilmiştir. Bu konuda çekişmek
isteyen biri varsa, şunu bilsin ki, bizim ya da Tanrı’nın topluluklarının başka
geleneği yoktur.”148
Kitab-ı Mukaddes’ten yaptığımız alıntıları Kitab-ı Mukaddes Şirketi’nin
yayınladığı klasikleşmiş çeviriden yapmakla birlikte bu yeni çeviriyi de
kullanmamız günümüzde ilgili pasajlara farklı bir anlam verilip verilmediğini
görebilmek amacına yöneliktir. Görüldüğü gibi kadının örtünme konusu
yaratılışa ve kadının konumuna bağlanmaktadır.
Aynı konu ile dolaylı da olsa ilgili olarak Petrus’un mektuplarından bir
bölümü de zikretmek gerekmektedir:
“Ey kadınlar, ayni suretle siz kendi kocalarınıza tabi olun, ta ki bazıları
kelâma itaat etmezlerse, korku içinde iffetli yaşayışınızı görerek, karılarının
yaşayışı ile sözsüz kazanılsınlar. Sizin süsünüz dışardan, saç örme ve altınlar
takma ve esvaplar giyinme değil, fakat Allah indinde çok kıymetli olan halim
ve sakin ruhun fena bulmaz süsü, yüreğin gizli insanı olsun.Çünkü bir
vakitler Allah’a ümit bağlayan mukaddes kadınlar da kendi kocalarına tâbi
olarak kendilerini böyle süslerlerdi; nitekim Sara İbrahim’e efendi çağırarak
ona itaat etti; siz de iyilik ederek ve hiçbir dehşetten korkmayarak onun
çocukları olursunuz.
Ey kocalar, siz ayni suretle daha zayıf kaba, ve hayat inayetinin
hemvarislerine hürmet eder gibi, kadına hürmet ederek karılarınızla beraber
akıl dairesinde oturun, ta ki dualarınıza mani olmasın. ”149
Petrus’un mektubu da “Karı-koca ilişkileri” başlığı altında yeni çeviri ile
şu şekildedir:
148 I. Korintlilere, 11/ 2-16, The New Testament-The New King James Version-İncil, Yeni
Yaşam yay., 2. baskı, İstanbul 2000, s.187-188. 149 I. Petrus, 3/1-7, Kitabı Mukaddes, s.245.
68
“Ey kadınlar, aynı şekilde siz de kocalarınıza bağımlı olun. Öyle ki
bazıları Tanrı sözüne inanmasa bile, tanrı korkusuna dayanan temiz
yaşayışınızı görerek kendilerine hiçbir şey söylenmeden siz kadınların
yaşayışıyla kazanılsınlar. Süsünüz, örgülü saçlar, altın takılar ve güzel
giysiler gibi dıştan olmasın.Gizli olan iç varlığınız, sakin ve yumuşak bir
ruhun solmayan güzelliğiyle sizin süsünüz olsun. Bu Tanrı’nın gözünde çok
değerlidir. Çünkü geçmişte ümidini Tanrı’ya bağlamış olan kutsal kadınlar da
kocalarına bağımlı olarak böyle süslenirlerdi. Nitekim Sara, İbrahim’i
‘Efendim’ diye çağırarak sözünü dinlerdi. İyilik yapar ve hiçbir korkuya
kapılmazsanız, siz de Sara’nın çocukları olursunuz.
Ey kocalar, aynı şekilde siz de daha zayıf varlıklar olan karılarınızla
anlayış içinde yaşayın. Tanrı’nın lütfettiği yaşamın ortak mirasçıları oldukları
için onlara saygı gösterin. Öyle ki, dualarınıza bir engel çıkmasın.”150
Hıristiyanlık’ta örtünme konusunda esas alınan ifadeler, görüldüğü gibi
örtünmeyi kadının ve erkeğin yaratılışına bağlamaktadır. Burada kadının,
erkekten sonra, onun yalnız kalmaması için ve ondan alınan bir parçadan
yaratıldığı şeklindeki Tevrat ifadelerinden hareket edildiği anlaşılmaktadır.
Tevrat’ta bu konuda; “Ve Rab Allah dedi: Adamın yalnız olması iyi değildir;
kendisine uygun bir yardımcı yapacağım...Ve Rab Allah adamın üzerine derin
bir uyku getirdi, ve o uyudu, ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve
yerini etle kapadı; ve Rab Allah adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın
yaptı ve onu adama getirdi. Ve adam dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden
kemik ve etimden ettir; buna nisa denilecek, çünkü o insandan alındı.”151
denilmektedir. Bu ifadeler ve devamındaki daha önce zikredilen yasak meyve
yemenin getirdiği aslî günaha152 kadının sebep olduğu şeklindeki ifadeler,
Yahudi ve Hıristiyanlarda kadının statüsünü belirlemekte kaynak teşkil
etmiştir. Olumsuz olan bu statü, Pavlus tarafından da referans alınmış ve
kadının örtünmesi buna bağlanmıştır.
Pavlus’un sözlerindeki kadının erkeğin yüceliğini yansıttığı; erkekten ve
erkek için yaratılmasından dolayı bir hakimiyet işareti olarak başını örtmesi
150 I. Petrus, 3/1-7,The New Testament-İncil, s.265-266. 151 Tekvin, 2/18-23.
69
gerektiği ifadeleri tevile imkan vermeyecek kadar açıktır ve istense de tevil
edilememektedir. Bu sebeple Hıristiyanlar, bu pasajları metin yönünden değil,
anlam ve tarihsel bakış açısıyla değerlendirme yoluna giderek bir çıkış noktası
bulmaya çalışmaktadır. Hıristiyanları rahatlatan bir başka şey; kadının
hakimiyet alâmeti olarak başını örtmesi istenirken bir yandan da bunun
özellikle ibadet ve dua zamanında olması gerektiğinin vurgulanması olmuştur.
Bu durumda önceleri baş örtme, o dönem geleneğinin de tesiriyle her zaman
için geçerli iken sonradan ibadetle sınırlandırılmıştır. Bu da zamanla sadece
rahibelerin yerine getirdiği bir uygulama haline dönüşmüştür.
Petrus da yukarıda zikredilen ifadelerinde kadınların süslerinin, takılarının
hatta örgülü saçlarının görünmemesini istemiştir. Kadınları kocalarına tabi
olmaya çağıran Petrus’a göre, onların bu korku ve iffetli yaşayışları ile kocaları
kurtulmuş olacaktır. Kocalar da daha zayıf olan karılarına anlayışlı
davranırlarsa dualarında engel ile karşılaşmayacaklardır.
Yahudi-Hıristiyan kadın telâkkisinin oluşmasında Tekvin’in I. Babı’ndaki;
“Ve Allah dedi: Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım ve denizin
balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde
sürünen her şeye hakim olsun. Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu
Allah’ın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı. Ve Allah onları
mübarek kıldı ve onlara dedi. Semereli olun, çoğalın ve yeryüzünü doldurun ve
onu tabi kılın...” ifadeleriyle erkeğe yaratılışta herhangi bir ayrıcalık
tanınmadığını, insanın erkeği ve kadınıyla Allah’ın suretinde yaratıldığını ve
kainatın insanın emrine verildiğini açık biçimde gösteren ifadelerin göz ardı
edildiği anlaşılmaktadır.
Xavier Leon-Dufour, Eski ve Yeni Ahit’teki pasajları esas alarak
Yahudilerde kadınların evlenmeden önce haya(edep), tanınmamak,
evlendikten sonra ise bir kocaya ait olmak gayesiyle örtündüklerini;
Hıristiyanlarda bu adetin devamının Putperest kültüre muhalefet etmek
için Pavlus tarafından istendiğini, ayrıca birinden korunmak veya Hz.
152 Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’da günah, aslî günah ve tövbe anlayışı için bkz. Mehmet
Katar, Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve İslâmda Tövbe, 2. Baskı, Ankara 2003.
70
Musa’nın yaptığı gibi Tanrı’nın yansımasını maskelemek için de örtü
kullanıldığını belirtmektedir.153
Hıristiyan Kutsal Kitabında örtünme konusunda başka bir ifade olmadığı
için, görüldüğü gibi, bu konuda Pavlus’un sözleri esas alınmış ve Hıristiyan
kadınların örtünmesi kuralı getirilmiştir. Eski Yunan, Roma ve Bizans
dönemine ait kalıntılardan kadınların başlarını örttükleri anlaşılmaktadır.
Değişen sadece örtünün biçimidir.154 Yüzyıllarca sıkı bir şekilde uygulandığı
anlaşılan örtünme, zamanla sadece rahibelere has bir uygulamaya dönüşmüştür.
Bugün dünyanın birçok bölgesinde rahibelerin dışında çoğu Hıristiyan kadının
başı açıktır. Hıristiyanlıkta örtünmenin tarihçesini anlayabilmek için yukarıdaki
pasajlar üzerindeki farklı yorumların ortaya konmasında fayda vardır:
Hıristiyanların bir kısmına göre, Hıristiyanlıkta İnciller esastır. Pavlus’un
Mektupları o dönemin gerçeklerini yansıtmış olmakla birlikte kutsallık
taşımamaktadır. Böyle olunca da bu görüşe göre, örtünme konusunda
Pavlus’un sözleri bugünkü Hıristiyanlar için bağlayıcı değildir.
İncillerin esas kabul edilmesi yanında Yeni Ahit’in diğer bölümlerinin de
Kutsal Ruh’un ilhamı ile yazıldığı ve bağlayıcı olduğu görüşünde olan
Hıristiyanların155 bir kısmına göre ise, Pavlus’un örtünme konusundaki sözleri
sadece Korintosluları ilgilendirmektedir. Diğer bir kısmı ise, bu kuralın bütün
Hıristiyanlar için bağlayıcılık taşıdığı görüşündedir.
Hıristiyanlığın örtünme anlayışını Türkiye örneğinde tespit edebilmek için
yine doğrudan kaynağa gitmeyi tercih ettik. Türkiye’deki Hıristiyan
Cemaatlerin temsilcileri ile görüşerek onların yorumlarını aldık. Bu
cemaatlerin görüşleri ilgili bölümlerde geniş biçimde açıklanacak olmakla
birlikte burada, sadece genel olarak örtünme konusuna bakışlarından örnekler
vermeyi uygun buluyoruz.
İstanbul Ermeni Patriği II. Mesrop Mutafyan, örtünme ile ilgili emrin
İncillerde olmadığı, Hz. İsa şeriatini yansıtmadığı, Pavlus’un bu konudaki
153 Xavier Leon-Dufour, 549. 154 Bu dönemlerde örtünme örnekleri ve yorumları için bkz. Hakkı Şah Yasdıman, Yahudilikte
Tesettür, İzmir 2002, s.210-255. 155 Hıristiyanların kendi kutsal kitapları ile ilgili farklı görüşleri için bkz.P.Xavier Jacob- P.
Luigi İannitto- Nilay Hıdıroğlu, Hıristiyan İnancı, çev. Leyla Alberti, İstanbul 1994, s.389-395; Sebastian P. Brock, Süryani Geleneğinde Kutsal Kitap, çev. Circis Bulut, İstanbul 2000.
71
sözlerinin söylendiği dönemi bağladığı, örtünmenin ve bunun da kadının ikincil
oluşuna bağlanmasının o dönemin Yahudi geleneğinin sonucu olarak ortaya
çıkmış sosyolojik bir vakıa olduğunu ifade etmiştir. Mesrop Mutafyan’ın bu
konudaki sözleri şöyledir: “...Hıristiyanlarda özellikle ilk başlarda büyük bir
sorun olmuştur. Örtünmeli mi örtünmemeli mi hanımlar diye... Pavlus’un
yazdıkları, mektuplarında değindiği birkaç yer var. Onlar şeriat olarak kabul
edilmiyor. Çünkü onlar İncil’in parçası değil, Yeni Ahit’teki Mektuplar onlar.
Ve orada da dikkatle okunacak olursa zaten Yahudi geleneklerinden söz
ediyor, Hz. İsa’nın koyduğu geleneklerden bahsetmiyor... Pavlus kadınların
başlarını kapatmalarını istiyor. Şimdi kilise, bugünkü kilise nasıl yorumluyor
bunu: Pavlus’un bu yazdıklarından yola çıkarak çok belli ki sosyolojik bir
şeyin önündeyiz orda...”156
Katolik Kilisesi’nin görüşlerini alabilmek için görüştüğümüz Latin
Katolik Kilisesi Vatikan İstanbul temsilcisi George Marovitch, kadının
başörtüsünü tamamen geleneğe bağlamaktadır. Marovitch; “...İşte, eski
zamanlarda kadınların örtünmesi lâzımdı. Yalnız dua ederken değil, meselâ
Yahudilerde de örtülür. Bunlar iman esası değildir. İnsanlar konuşarak, jestlerle
şey ediyor. O zaman hürmet şeyi böyleydi. Şimdi değişti...” şeklinde
değerlendirme yapmaktadır.157
İstanbul Süryani Kadim Kilisesi Metropoliti Yusuf Çetin, Pavlus’un
mektuplarını bağlayıcı kabul etmektedir. Yusuf Çetin’in Hıristiyanlık’ta
örtünme konusundaki sözlerinin bir kısmı şöyledir: “...Sonra bayanlar başlarını
bağlarlardı. Dua esnasında ayin esnasında. Çünkü bu İncil’de de yazılı Pavlus
diyor ki, elçi Pavlus mektubunda diyor ki: Bayanlar dua ederken başlarını
bağlamaları lazım. Bazıları ‘efendim saçları var ne fark eder’ diyor. Hayır saç
ayrı, başlarını bağlamaları ayrıdır. Bu saygıdan kaynaklanıyor. Tanrı önünde
duruyorlar, başları bağlı. Erkekler ise başları açık şekilde duruyor...”158
156 04 Eylül 2003 tarihinde İstanbul’da Ermeni Patrikhanesi’nde Patrik II.Mesrop Mutafyan ile
yaptığımız röportajdan. 157 03 Eylül 2003 tarihinde İstanbul Vatikan Konsolosluğu’nda Vatikan İstanbul Temsilcisi
George Marovitch ile yaptığımız röportajdan. 158 06 Haziran 2003 tarihinde İstanbul Süryani Metropolitliğinde Metropolit Yusuf Çetin ile
yaptığımız röportajdan.
72
İstanbul Keldani Kadim Kilisesi Lideri François Yakan ise, örtünme
konusunda dinî bir hüküm olmadığını, kadınların geleneksel olarak ibadet
esnasında örtünmelerinin, kutsallığı yüceltmek amacını taşıdığını şu sözleri ile
ifade ediyor: “...Bu giyiş tarzı ile ilgili kesin bir kural yok. O günden bu güne
serbesttir. Dinî bakımdan Ortaçağ tesiriyle Hıristiyanlıkta (genel olarak
konuşuyorum) ayine gittiği zaman, kurban aldığı zaman onun üzerinde bir
eşarp olacak... Bayan için, başka hiçbir şey yok. O da neden? Saygıyı
göstermek için. Öyle yani kapanış şu bu değil, kutsallığı daha yüceltmek
için....Saygı deyince belki yanlış anlaşılır. Saygı ile kutsallığı daha öne
çıkarmak, yüceltmek...Tanrıdan gelen bir nimeti yüceltmek...”159
Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın sözcüsü ve III. Patrik Selçuk
Erenerol’un kızı Sevgi Erenerol, bütün Ortodoksların Bizans geleneğiyle
şaşaalı bir giyim biçimi benimsediklerini söylüyor. Kadının örtünmesinin
Pavlus’un bu konudaki sözlerinden kaynaklandığını belirtmesine rağmen
bunun, kadının ikincilliğini yansıtmasının kabul edilemez olduğunu
savunuyor.160
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak görülüyor ki Hıristiyanlar
için örtünme konusunda Pavlus’un sözleri farklı anlamlar taşımaktadır.
Bununla birlikte ister Yahudi geleneğinin devamı olarak, ister erkeğin
hakimiyetinin sembolü olarak, isterse başka bir sebeple olsun Hıristiyanlıkta
kadının örtünmesi yüzyıllar boyunca uygulanmış bir gelenek olmuştur. Ancak
zamanla sadece rahibelere has bir uygulama şekline dönüşmüştür.
Rahibelerin başörtüsü giyme törenleri rahibeliğin önemli bir
aşamasıdır.161 Konu ile ilgili olarak görüştüğümüz ancak isminin verilmesini
istemeyen Katolik bir Rahibe, başörtüsünün Rahibelik yemini ile bir nevi İsa
ile evliliğin sembolü olduğuna işaret etmiştir. Ona göre Rahibeler İsa’nın
gelinleridir ve bunun bir göstergesi olarak da başlarını örtmektedir. Bu Rahibe
ayrıca başörtüleri ile toplumda kendini dine adama konusunda örnek teşkil
159 03 Haziran 2003 tarihinde İstanbul Keldani Kadim Kilisesi’nde Keldani Kadim Kilisesi Lideri François Yakan ile yaptığımız röportajdan.
160 02 Haziran 2003 tarihinde İstanbul Türk Ortodoks Patrikhanesi’nde Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü ve III. Patrik Selçuk Erenerol’un kızı Sevgi Erenerol ile yaptığımız röportajdan.
161 Bkz. Therese de I’Enfant-Jesus, Ruhumun Öyküsü, çev. Dominik Pamir, İstanbul 1995, s.135.
73
ettiklerini ve bu gerekçe ile Papa’nın başlarını örtmelerini istediğini ifade
etmiştir.
Vatikan’ın teşrifat kurallarına göre de başa siyah dantela başörtüsü almak
gerekmektedir.162 Rahibelerin başlarını örtmeleri Hz. Meryem’e de
dayandırılmaktadır. Hz. Meryem’in bütün resim ve heykellerinde başörtülü
olması, bir taraftan Hıristiyanların o zamanki uygulamaları hakkında bilgi
verirken, diğer yandan sonraki uygulamalara da kaynak teşkil etmektedir.163
Bugün dünyanın birçok bölgesinde başlarını geleneksel biçimde örten
Hıristiyan kadınlar da bulunmaktadır. Özellikle kırsal kesimde örtünme kuralı
devam ettirilmektedir. Toktamış Ateş, 16. 01. 2004 Tarihli Ceviz Kabuğu
Programında ‘Dinlerde toplumun altyapısı değiştikçe dinî hükümlerin
değişebileceğini’ söylemiş ve buna örtünme anlayışını örnek vererek şöyle
demiştir: “Bütün dinler örtünmeyi getirmiştir. Hıristiyanlıkta zamanla bir
yandan moda, bir yandan toplumun altyapısının değişmesiyle örtünme sadece
din adamlarına has hale getirilmiştir. Hıristiyanlıkta bugün İtalya’da Sicilya’da
bazı Katolik kadınlar öyle bir örtünür ki, bizim Müslüman kızlar bunların
yanında zayıf kalır. Ben Katolik okulunda okudum. Hz. Meryem’in hiçbir
resmi, heykeli başı açık değildir...”164
b. Türkiye’deki Hıristiyan Toplumunda Örtünmenin Tarihi
Gelişimine Genel Bir Bakış
Osmanlı Devletinde gayrimüslimlerin kıyafetlerine zaman zaman müdahale
edildiği ve onların Müslümanlara benzer şekilde giyimlerinin yasaklandığı
Yahudilikte Örtünme bölümünde zikredilmişti. Bu müdahalelere Yahudiler
gibi Hıristiyanların da muhatap oldukları, belgelerden anlaşılmaktadır. Daha
önce verilen ve “İstanbul Kadısına hüküm ki” diye başlayan 976/1568 tarihli
belgede Ermeniler ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: “...Ermeniler dahi
Yahudi giydiğin giyeler, amma başlarına alaca kuşak sarınalar, ol dahi az ola
ve Ermeni avretleri(kadınları) ferace giymeyeler, ferace yerine fahir ve terlik
162 Therese de I’ Enfant-Jesus, s.111. 163 Hz. Meryem’in resim ve heykelleri tarafımızdan birçok kilisede incelenmiş; örnek olarak
Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Aziz Stefenos Kilisesi’nde kamera kaydı yapılmıştır. Yetkililerce de aynı görüş paylaşılmıştır.
164 Star TV, 16.01.2004 tarihli Ceviz Kabuğu Programı.
74
giyeler ve içlerine siyah ve sürmâyi Bursa kutnusu giyeler ve ayaklarına mai
çakşır ve meşin iç edik ve Şirvânî başmak giyeler...”165
Geçmişle ilgili bilgiler için en önemli başvuru kaynaklarından biri de
seyahatnamelerdir. Meşhur seyyahlardan İbn Batuta, seyahatnamesinde birçok
konuda olduğu gibi Hıristiyanların giyim kuşamı hakkında da bilgi
vermektedir. İbn Batuta, XIV. yüzyılda Denizli’de dünyada eşi, emsali
olmayan altınla işlemeli pamuklu elbiselikler dokunduğunu, şehirde Rum
nüfusunun çokluğu sebebiyle bu işi yapanların çoğunun Rum kadınları
olduğunu söyledikten sonra Rum erkeklerinin beyaz ve kırmızı renkteki uzun
külâhları ile Rum kadınlarının da başlarına doladıkları iyi başlıkları ile
tanındıklarını zikretmektedir.166
İbn Batuta, Bizans döneminde, İmparatorun kızı ve Türk Hakanı
Mehemmed Özbek Han’ın eşi olan Bjellon Hatun’un maiyetinde
gerçekleştirdiği İstanbul seyahatinden söz etmektedir. İmparatorun oğlu
Prensin, kardeşini karşılamaya geldiğinde beyaz bir elbise giymiş olduğunu ve
başında mücevherlerle süslü bir şapka bulunduğunu; Bjellon Hatun’un ise nah
veya nesic denilen kumaştan yapılmış ağır bir elbise giydiğini ve başına da
murassa bir taç koyduğunu haber vermektedir. Bu seyahatinde İmparatorun
özel izniyle gezdiği manastırlarda mesvahlara bürünmüş, saçları kesilmiş ve
başlarına keçe külâh geçirilmiş bakire kızlar gördüğünden söz etmektedir.
Mesvahı kıldan dokunmuş bir hırka olarak tarif eden İbn Batuta, Bizans
İmparatorlarından çoğunun yaşlandıklarında bir manastır yaptırıp mesvah
giyerek yönetimi oğluna terk ettiğini ve ölünceye kadar bu manastırda bir keşiş
gibi ibadetle meşgul olduklarını haber vermektedir. İbn Batuta; ayrıca Bizans
döneminde İstanbul halkının çoğunluğunu rahiplerin, zahitlerin ve keşişlerin
teşkil ettiğini; halkın büyük olsun, küçük olsun, asker olsun, sivil olsun
herkesin, yaz kış şemsiye kullandığını; kadınların büyük hotozlu başlıklar
giydiklerini zikretmektedir.167
165 BOA MD, C.7, S.1989, s.726. 166 İbn Batuta Seyahatnamesi’nden Seçmeler, Haz. İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bak.yay.,
Ankara 1981,s12. 167 İbn Batuta, s.100-111.
75
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, “Eski İstanbul’da Hıristiyan kadınlar
sokağa çıktıklarında yaşmak yerine, ince tülbentten baş örtüsü örterlerdi.
Ayaklarına Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah ... terlik giyerlerdi.”168 demektedir.
M. de M. d’Ohsson’un, “Tableau General de l’Empire Ottoman” adlı yedi
ciltlik büyük eserinin dördüncü cildinin önemli bir kısmının tercümesi olan
“18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler” isimli kitabında o dönemin
Hıristiyanları hakkında geniş bilgi bulmak mümkündür. D’Ohsson’un verdiği
bilgilere göre; “Ülkedeki Hıristiyan kadınlar, bilhassa Rumlar, özel
hayatlarında hemen hemen Avrupalılar gibi serbest olmakla beraber, bazen
Türk modasına uyar ve aynen kırmızı, beyaz renkleri kullanırlar. Ama bunun
dışında ecnebî kadınların hal ve tavırlarını kopya ederler. Ancak halk içindeki
kılıkları Müslüman kadınlarınkinin aynıdır. Başka bir kılıkla çıkamazlar.
Eski Yunan ve Romalılarda olduğu gibi sadece yüze örtülen tülü
taşımakla kalmaz aynı zamanda koyu renkli feraceler ve siyah
ayakkabılar da giyerler.
Umumiyetle İmparatorlukta yaşayan kadınlar, hangi milletten olursa olsun,
gerek davranış gerekse giyim bakımından, sokakta azami derecede edebe
uygun hareket etmeye mecburdur. Daima örtülü olmalarına rağmen,
sokakta da yüksek başlıklarını giyerler. Bazılarının giyiminde dikkatli bir
göz, şaşaalı bir zarafet sezer. Polis bu hususta çok ciddidir. Arada bir yasakları
tazeler; bu yasaklar, şehrin mahallelerinde münâdîler tarafından ilân edilir. Bu
yasakları bozmaya cesaret eden kadınlar, alenen hakarete uğrar. İstanbul
sokaklarında sık sık zaptiye memurlarının, kadınlara sert ikazlarda bulunduğu,
hatta gerekenden uzun yahut değişik biçimdeki geniş yakaları yırttığı görülür.
Bu derece sıkı bir disiplin, şüphesiz Avrupalıları şaşırtır, ancak hükûmetin
müspet örf ve ananeleri yaşatmak için devamlı olarak halka nezaret ettiği bir
ülkede ve buna alışkın insanlar arasında olunca işin bir fevkalâdeliği kalmıyor.
Bu disiplin, erkeklerde ve bilhassa Müslüman olmayan tebaa üzerinde daha
fazladır. Bunların elbiselerinin son derece sade olması, göze batıcı olmaması ve
koyu renkli olması şarttır. Zaptiye bu mevzuda çok titiz davranır. Bu titizlik
bilhassa yeni padişahların tahta çıkışında artar. Tahta çıkan her padişah
168 Bir Zamanlar İstanbul, s.199.
76
tebaasıyla yakından ilgilenir, eski nizamları canlandırır ve bunların
aksatılmadan tatbiki için en sert emirleri verir. Bununla da kalmaz, otoritesini,
en sert biçimde gösterir...
İlk bakışta kanunları tazelemek için yayınlanan emirnameler her iki cinsten
vatandaşın bütün sınıflarını içine alıyor gibi görünür. Ancak kadın ve erkekle
alâkalı hususlarda daima farklar vardır. Müslümanlarla alâkalı emirler, onlar
arasındaki edep kaidelerini sağlamayı, israf ve lüksü önlemeyi ve muhtelif
sınıftan vatandaşlar arasındaki farkları belirtmeyi hedef tutar.
İmparatorluğun diğer tebaasıyla alâkalı olanlar ise dinî ve siyasî kaidelere göre
düzenlenir. Bunların asıl hedefi, hakim olan milletle, Müslümanlığa yabancı
olan tâbi halklar arasındaki farkı ortaya koymaktır. Bu emirnamelerin
umumiyetle kadınlarla alâkalı olanlarında ise hedef, örf ve ananelerin
muhafazasıdır.
Bu kaideler hükûmet merkezinde titizlikle tatbik edilir. Eyaletlerde ise
bunların tatbikindeki sertlik derecesi valilerin, kadıların ve mühim devlet
memurlarının tutumuna bağlıdır. Diğer birçok hususta olduğu gibi bunda da
Ege Denizi adalarında oldukça büyük serbestlik göze çarpar. Oralarda
oturanların çoğu Rum’dur; bilhassa adalı kadınlar memleketlerinin eski
kıyafetlerine çok düşkündür. Örtüsüz sokağa çıktıkları bile olur.
İmparatorluğun muhtelif eyaletlerine yerleşmiş olan Avrupalılar onlardan da
rahattır. Bilhassa bulundukları mahalleden çıkmadıkları takdirde. Bunların
giyimleri de çeşitli kılıkların bir karışımı olarak dikkati çeker ve göze hoş
görünür. Bazıları ferace giyer, buna mukabil yüzlerini örtmez ve başlarına
bir Hint şalı sararlar. İzmir ve Selanik’te, Müslümanların az uğradığı
semtlerde oturan kadınlar sadece, kenarı dört parmak enliliğinde sırma
yahut sim işlemeli muslin tül örterler; ancak Müslüman mahallelerine
gitmeleri gerektiği zaman, hakim millet olan Türkler gibi giyinmeye
mecburdurlar. Ecnebî oldukları halde Müslüman gibi giyinmelerine kimse bir
şey demez. Yeşil hariç olmak üzere aynı biçim ve renkte elbise
kullanabilirler.”169
169 M. D’Ohsson, 18. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Adetler, çev. Zerhan Yüksel, Tercüman
1001 Temel Eser, s.103-105.
77
Türkiye’de Hıristiyanların kıyafet tarihçesi ile ilgili araştırmalarımız
sırasında elde ettiğimiz önemli bir kaynak da Arakel Patrik’in 1983’de
Erivan’da İngilizce, Ermenice ve Rusça olarak basılan “Armenian National
Costumes-From Ancient Times to Our Days” (Ermeni Millî Kıyafetleri-Eski
Zamanlardan Günümüze) isimli eseridir. Eserde Urartulardan itibaren Ermeni
giysileri Ermenice, Rusça ve İngilizce açıklamalar ve resimlerle verilmektedir.
Resimler incelendiğinde ilk dönmelerden itibaren Ermeni kadınların başlarının
örtülü oldukları görülmektedir. Osmanlı döneminden 1590 tarihli bir resimde
Ermeni kadını vücudunun başı dahil tamamını örten bir kıyafet içindedir.
Sadece yüzün açıkta kaldığı bu örtünme biçiminde; örtünün altında alnın
üzerinden öne doğru bir güneş siperliği gibi uzayan ayrı bir başlık olduğu
görülmektedir. Ön ve arkadan yukarıya doğru yükselen bu başlığın üzerinde
çene altından sarılarak boynu, omuzları ve kolları örtüp dizlere kadar uzanan
büyükçe bir örtü bulunmaktadır. Bu örtü, ayaklara kadar uzanan alttaki
giysinin üzerinde iki parçalı bir Osmanlı feracesi görünümündedir.170
Kitabın içindeki resimlerin bir harita üzerinde ilgili bölgeye yerleştirilmiş
haliyle kitabın sonuna konulması inceleyenin işini kolaylaştırmaktadır.
Türkiye’nin Tokat, Sivas, Kayseri ve Adana’nın doğusunda kalan bölgelerine
yerleştirilen resimler bu bölgelerde Ermenilerin yaşadığı izlenimi vermek gibi
bir gayeyi güdüyor olabilir. Bununla birlikte bunu araştırma konumuzun
dışında tutarak bu bölgelerdeki Ermeni giysilerinin yerli halkın giysileri ile
büyük benzerlikler gösterdiğini söylememiz mümkündür.
Ermeni milli giysilerinin hepsinde ortak nokta uzun olmaları ve başın kapalı
olmasıdır. Başın örtünme biçimleri farklılıklar gösterse de genellikle başın
üzerine konulan başlığın üzerine örtülen bir örtüden oluşmaktadır. Bu örtü
yüzü çevrelemekle birlikte genellikle çeneyi ve ağzı da kapatmaktadır. Genç
kızların örtüleri, ağızlarını ve boyunlarını açık bırakması yanında saçlarının
önden bir kısmının ve arkadan uzanan çok sayıda saç örgüsünün görünmesine
170 Arakel Patrik, Armenian National Costumes-From Ancient Times to Our Days, Yerevan
1983, s.87.
78
de imkan verecek biçimdedir.171 Erkeklerin de başlarının kapalı olduğu ve
folklorik Türk kıyafetlerine benzer biçimde giyindikleri dikkat çekmektedir.172
Daha önce örnekleri verilen Hıristiyan cemaat liderlerinin de belirttiği gibi
Türkiye’de yaşayan Hıristiyanların bulundukları bölgenin halkı gibi giyindiği
bu resimlerden de anlaşılmaktadır. Yukarıda zikredilen eserin önsözünde
Ermeni kıyafetlerinin o yöre insanının kıyafetlerine olan benzerliği,
Ermenilerin terzilik ve dokumacılıkta ilerlemiş olması, Müslümanların benzer
kıyafet giymeyi yasaklamış olmaları sonucu millî kıyafetlerin muhafaza
edilmiş bulunması ve Orta Doğu halklarının karşılıklı olarak etkileşimi ile
açıklanmaktadır.173
Türkiye’de Hıristiyanların örtünme anlayışının tarihî gelişimi şüphesiz bir
yandan ülkenin örtünme anlayışı ile paralel olarak değişirken, diğer yandan da
dünyadaki gelişmelerden etkilenmiştir. Dünyada sanayi devrimi sonucu
kadınların çalışma hayatına katılmasının, yaşayış biçimleri ile birlikte
giyimlerinde de büyük değişikliklere yol açmış olduğu bilinmektedir.
c. Günümüzde Türkiye’deki Hıristiyan Gruplarda Örtünme
Anlayışı
Türkiye’deki Hıristiyan gruplar; Ermeniler, Rum ve Türk Ortodokslar,
Süryaniler, Keldaniler olarak sıralanabilir. Bunların dışında Katolikler ve
Protestanlar bulunmaktadır. Bunların örtünme anlayışlarını ve günümüzdeki
durumu öğrenebilmek için başvurduğumuz yol, belirtildiği gibi, doğrudan
kaynağa gitmek olmuştur. Burada, kendi anlayışlarını en doğru biçimde yine
kendilerinin anlatabileceği anlayışından hareket edilmiştir. Mümkün
olabildiğince dinî en yetkili kişi başta olmak üzere görüşmeler yapılmıştır.
Görüşmeler örtünme dışındaki bir çok konuyu kapsamakla birlikte burada
sadece bu konu ile ilgili bölümler ele alınmıştır. Yahudilikte olduğu gibi, genel
bir bilgi verme dışında, görüşmelerin konu ile ilgili bölümlerinin orijinal
şekliyle aktarılması yolu benimsenmiştir.
171 Örnek olarak bkz. Armenian National Costumes, s.81,95,101,135,137. 172 Bkz. Armenian National Costumes, s.1-202. 173 Armenian National Costumes, s.16.
79
ca. Gregoryen Ermenilerde Örtünme Anlayışı
Ermeniler, en az bin yıldan beri Türklerle beraber yaşamış bir “Hıristiyan
Grubu”dur. Sahip oldukları inançlar, yerine getirdikleri uygulamalar ve yaşayış
tarzlarıyla diğer Hıristiyan gruplardan farklı bir anlayış sergilemektedirler.
Ermeniler, Hz. İsa’da ilâhî ve insanî tabiatın birleşmesi anlayışını öne çıkaran
Monofizit Hıristiyanlığın önde gelen temsilcisidir. Batılıların, Türk kökenli
kurucusunun vaftiz ismi Kirkor/Gregoir’den dolayı Gregoryen, kendilerinin ise
Lusavorçagan Ermeni Kilisesi diye isimlendirdikleri bu kilise, ilk üç Konsili
kabul etmekte, geleneklere önem vermekte ve kendi inanç formüllerini devam
ettirmektedir.174
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethettiği 1453 yılı ve sonrası
Ermeniler için dönüm noktası olmuştur. Çünkü Fatih, 1461 yılında İstanbul
Ermeni Patrikliği’ni kurdurmuş ve başına Bursa’dan tanıdığı Hovakim’i
getirtmiştir. Hovakim’e, diğer “dinî liderler”e tanıdığı imtiyazları tanıyarak ve
yakınlık göstermiş, gücüne güç katmıştır. Ermeniler, 1800’lü yılların başına
kadar, yani diğer Hıristiyan gruplara mensup misyonerler Ermeniler arasında
faaliyete başlayıncaya kadar, “Millet-i Sadıka”(güvenilir millet) olarak kabul
edilmiş ve en önemli görevlere getirilmişlerdir. Ermenilerle Türkler arasındaki
bu güven için farklı birkaç görüş bulunmaktadır. Bunlardan biri de Gregoryen
Ermenilerin “Hıristiyan Türk” oldukları iddiasıdır. Ermenilerin gelenek ve
görenekleriyle, yaşayış tarzlarındaki Türk kültürüne ait özellikler aynı kökün,
aynı kültürün insanları olmalarına bağlanmaktadır.175 Türkiye’de
Hıristiyanlığın örtünme tarihçesi anlatılırken de vurgulandığı gibi Ermeni millî
giysileri ile Türk millî giysileri arasında da büyük benzerlik bulunmaktadır.176
Ermenilerde177 örtünme diğer Hıristiyanlardan daha fazla önemle üzerinde
durulan bir konu olmuş, Batıdaki Hıristiyanların aksine son zamanlara kadar
Ermeni kadınların başlarını örttükleri görülmüştür. Günümüzde ise
174 Bkz. Malachia Ormanian, The Church of Armenia, Oxford 1955; Abdurrahman Küçük,
Ermeni Kilisesi ve Türkler, 2. bsk, Ankara 2003. 175 Bkz. Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, 19-20,119-120, 281-283. 176 Bkz. A.Patrik, Armenian National Costumes. 177 Türkiye’deki Ermenilerin inançları, ibadetleri ile diğer Hıristiyan cemaatlerden farklılıkları
için bkz. Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, 199-280.
80
Türkiye’deki durum, diğer Hıristiyanlardan farklı değildir. İstanbul dışında
yaşayan Ermeniler örtünme kuralını devam ettirmeye, en azından kiliseye
giderken örtünmeye çalışmaktadır. İstanbul’da yaşayan Ermeni kadınlar ise,
genellikle özel hayatlarında başlarını açmakta; kilisede de kominyon alacakları
zaman örtmektedir. Yaşlı ve orta yaşlı hanımların Türkiye genelinde olduğu
gibi başlarını sembolik de olsa örttükleri bilinmektedir.
Yahudilikte Örtünme bölümünde zikredilen Ermeni düğünlerinde gelin ve
damadın başlarını bağlamaları geleneğinin Ermenilerde devam ettiği
anlaşılmıştır. Bu gelenekte kutsal evlilik bağıyla bağlanmanın bir sembolü
olarak gelin ve damat yüz yüze başlarını birbirlerine yaklaştırmakta ve ikisinin
başı etrafından bir şerit veya kurdele bağlanarak baş bağlanmış olmaktadır.178
Ancak bunun günümüzde Türkiye Ermenileri tarafından uygulandığından söz
edilmemiştir.
Türkiye Ermeni Patriği II. Mesrop Mutafyan; örtünme konusunun
sosyolojik bir özellik taşıdığını, Yahudi geleneğinden ve diğer Ortadoğu
geleneklerinden kaynaklandığını, Pavlus’un mektuplarındaki ifadenin
geleneğin devam ettirilmesine yönelik olduğunu ve bir insanın ruhani hayatına
tökez olunuyorsa başın örtülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Sayın
Mutafyan’a göre bugün saçlar artık bir tahrik unsuru değildir. Bir Ermeni
hanım, Allah’a olan saygısından dolayı başını örtmek isterse, bunu kendi kararı
ile yapmalı, kilise bu konuda herhangi bir baskı oluşturmamalıdır. Sayın
Mutafyan’ın bu konudaki ifadeleri şöyledir:
- Genel çizgileriyle Yeni Ahit’te, İncil’de şeriat olmadıkça, Eski Ahit’teki
o örtünme Hıristiyanlarda özellikle ilk başlarda, büyük bir sorun
olmuştur. Örtünmeli mi örtünmemeli mi hanımlar diye. Ve erkekler o
zaman eskiden mabede girdiklerinde Yahudiler özellikle duaya
girdiklerinde başlarına bir şal kaparlardı. Bu gelenek bizim kilisemizde
şu anda devam ediyor, özellikle rahiplerde.179 Rahiplerin başlarında
bizimkiler sivri, Ortodokslarda silindir bir şapkaları vardır. Üzerine de
bir şal vardır siyah. Bu 11- 12. yüzyıla kadar Anadolu’da beyazdı.
178 S. Kaloustian, Saints and Sacraments of the Armenian Church, America 1969, s.53-54. 179 Ermeni Kilisesinde ruhban sınıfının kıyafetleri için ayrıca bkz. Küçük, Ermeni Kilisesi ve
Türkler, s.240-244.
81
Özellikle şefler, seyitler, piskoposlar beyaz bir şal koyarlardı. Daha
sonra rahiplerle birlikte onlar da siyah kullanmaya başladılar. Evli
papazlar ise başları açık olur kilisede. Erkekler böyle.
Şimdi hanımlar, rahibeler her zaman örtünür. Ama sivil hanımlar
örtünmeli mi örtünmemeli mi? 2003’e kadar devam ediyor bu
münazara. Pavlus’un yazdıkları, mektuplarında değindiği birkaç yer
var. Onlar şeriat olarak kabul edilmiyor. Çünkü onlar İncil’in parçası
değil, Yani Ahit’teki mektuplar onlar. Ve orada da dikkatle okunacak
olursa zaten Yahudi geleneklerinden söz ediyor, Hz. İsa’nın koyduğu
geleneklerden bahsetmiyor. Neydi o: Kadın sadece kocasına, kardeşine,
aile üyelerine başını açabilirdi. Onun dışındaki kim eve girseydi,
Yahudiler kapalı. Aslında bugüne kadar tüm Ortadoğu’da süregelen bir
uygulama bu. Kadının saçını teşhir etmesi müstehcen sayılırdı
Yahudilikten gelen o gelenekte. Ve bu yüzden kadın çok yakınları
dışındaki herkese muhakkak örtünmeliydi.
Şimdi madem ki ilk Hıristiyanlar, ilk Hıristiyan kadınlar da ‘biz artık
şeriat altında değiliz, biz artık Yahudi değiliz, Hıristiyanız’ kafasıyla
özellikle Filistin’de başlarını açmaya başladılar. Onun üzerine
kargaşalar başladı. İnsanların bazıları onları hırpaladılar, taşladılar.
Onun üzerine Pavlus onlara yönelik bir öğüt yazdı ve dedi ki: Yani
Hıristiyanız diye yaşadığımız ortamın geleneklerini biz yok sayamayız.
Tam aksine eğer o geleneğin içinde olan bir insanın ruhani hayatına
tökez olacaksak başımızı açarak, başımızı o zaman kapatmalıyız. Yani
şeriatten özgür olmak, şeriatçi olmamak demek değil ki yaşadığımız
ortamın zıddına gitmeliyiz ve insanların ruhani hayatında şeriat
önemliyse onları imanlarından etmemiz yanlış. Bu anlamda Pavlus
kadınların başlarını kapatmalarını istiyor, bu anlamda. Şimdi kilise,
bugünkü kilise nasıl yorumluyor bunu? Pavlus’un bu yazdıklarından
yola çıkarak, çok belli ki sosyolojik bir şeyin önündeyiz orda.
Şimdi bugünkü yaşam tarzımızda kadınlar bize soruyorlar: Kapayalım
mı kapamayalım mı? Bu soru. Kapamak isteyenler var, kapamak
istemeyenler de var. İki taraf da çok güçlü. Ve Kilise’den son sözü
82
istiyorlar. Ve tamamıyla iki ordu var böyle önümüzde. İkisinden biri
saldıracak üzerimize. Politika da yapamayız bu konuda. Onun üzerine
ruhani meclislerin çoğu değişik ülkelerde şöyle yaklaşıyorlar, bizde
aynı tutum içindeyiz bugün: Çünkü bazı kadınlar sokakta açık olurlar.
Kiliseye gelince kapatırlar saçlarını. Bazıları da kilisedeyken de açık
olurlar ama mihraba yaklaşırken belli bir yerden sonra birbirlerinden
başörtü isteyip başlarını kaparlar. Bizde onlara deriz ki : Bunu yaparken
çok komik oluyorsunuz. Çünkü Tanrı her yerde, yalnız mihrapta değil,
evinizde de, sokakta da, her yerde. Bunu itaat ruhuyla yapıyorsanız
ve eğer Rabbin önündeyken başınızın kapalı olmasını doğru
buluyorsanız bunu her zaman yapmanız lazım. Evinizdeki ev
ortamından, aile ortamından çıktığınız zaman her zaman kapatmanız
lazım. Öyle yapıyorsanız o zaman kilisede de kapalı olmanız normal ve
doğru. Ama siz sokağa yirmi santimlik bir elbise ile çıkıyorsanız, her
tarafınız açıksa, başınız açıksa herkesin önünde. Ve ne bileyim rahatsız
olmuyorsanız, denize girmeyi herkesin önünde böyle minicik sicimler
içinde, o zaman kilisede örtünmenizin de hiçbir anlamı yok. Çünkü
tamamıyla takiyye yapıyorsunuz. Yani biz kendilerine bırakıyoruz.
Onların vicdanını biraz rahatsız kılıyoruz. Ve diyoruz ki eğer gerçekten
din ve ahlâk içinse, Tanrı içinse ve bunun böyle olmasını gerekli
buluyorsanız, öyle hissediyorsanız, öyle duyuyorsanız içinizin ta
derinliğinden, Tanrı beni her zaman görüyor, Tanrı’nın önündeyim her
zaman ve Tanrı’nın önünde benim itaatkâr olmam lazım diye
düşünüyorsanız, o zaman her zaman başınızı kapatmanız lazım, yalnız
kilisede değil.
- Bu durumda ‘Tanrı aslında benim örtünmemi mi istiyor?’ diye
soruyorlar mı?
- Tabi soranlar var. Ben Tanrı’yı içimde taşıyorum, bunu ille de
göstermem gerekmez, diye düşünen insanlar var.
- Şöyle sorayım: Size göre Tanrı kadının örtünmesini istiyor mu?
- Tanrı... Yeni Ahit’te öyle bir şey yok. Yeni Ahit’te sadece Pavlus’un
sözleri var. Pavlus da tekrar ediyorum sosyolojik bir yaklaşım
83
gösteriyor ve tökez olacaksa başkalarına, o zaman başını kapatsın,
diyor.
- Ancak Pavlus kadının erkeğe itaatine bağlıyor değil mi? Erkek kadına
hakimdir ve bu hakimiyetin alâmeti olarak kadın başın örtmelidir,
diyor.
- Birçok dinî şey gibi o da es geçiliyor tabi. Erkeklerin birincilliği zaten
bugün çok zayıflayan bir şey, kanunlarda olduğu gibi kilisede de. Biz
meselâ erkekler ve kadınlar ayrı otururuz kilisede. Ve pazar günleri anı
yemeği olarak, anı vecibesi olarak şarapla ekmek dağıtılıyor,
kominyon dağıtılıyor. Eskiden bize Anadolu’dan gelen şeylerden birisi
de, önce erkekler gider, sonra kadınlar yaklaşır mihraba. Şimdi yüzde
altmış öyle, şimdi başı açık olsun veya kapalı olsun, ben öyle olsun
veya olmasın da demiyorum, ben görüyorum pazar günleri, o
gelenekleri hiç kaale almadan ilk başta bazı hanımlar gidiyor.
Devirmişler o tabuları, tabu mu diyelim o gelenekleri... Kelimelerle
oynamayayım o bu gün kaale alınmayan ‘Erkek izzetlidir. Kadının
itaat etmesi lazım. Onun için de başını kapatması lazım.’ Orda bile bir
aile reisi erkektir. Erkek her yerde birincildir, öğretisi var. Ama Kutsal
Kitap’ta başka yerlerde bu fazla destekli değil. Bu da demektir ki o
zamanın geleneği ile ilgilidir. Yöresel bir şey aynı zamanda. O yüzden
bugün o kadar da insanların tatbik ettikleri bir şey değil.
- Yani size göre bir Ermeni hanımı başını örtecekse bu, erkekleri tahrik
etmeme amacına yönelik ve ahlâkî bir gerekçe ile değil de, doğrudan
doğruya Tanrı....
- Tabi o bütün dinlerde var da, ben artık onun geçerliliği olduğunu hiç
sanmıyorum. Çünkü bugünkü yaşam tarzımızda, basından tutun
televizyona kadar ve aile hayatına kadar, bence artık bir hanımın
başının açık olması hiç de insanları cinsel açıdan tahrik edecek bir
şey değil. Hatta bence bugün bir hanımın tesettür dışı giyiminde bile
insanların kolay tahrik olacağını sanmıyorum. Çünkü artık bu alışılmış
bir şey olmaya başladı ve erkeklerin de o kadar hayvansal olduklarını
sanmıyorum. Gittikçe bir daha çok insanlar okuyor. Gerçi insan her
84
zaman insandır da hayvansal içgüdüleri açısından. Sonuçta şimdi daha
eğitimliyiz, daha bir değişik açık hayata yaklaşıyoruz.
Ben çocukken benim annem, çok iyi hatırlıyorum, pencereyi silmek için
bile böyle perdeler açık bir şekilde ortaya çıkamazdı. Muhakkak biri
gelecekti yanına, ya bir erkek olacaktı yanında ya anneannem olacaktı.
Çok mutaassıptı. Bizim ailemiz de öyleydi, etraf da öyleydi. Veya tek
başına annem sokaklara çıkmazdı. Kız kardeşlerim de belli bir saatten
sonra çıkamazlardı okul saatleri dışında. Bence bu bütün ülkede olan bir
şeydi. 1960’lara kadar falan sürdü bu. Ondan sonra şehirde bir devrim
oldu. Şimdi o sadece çok çok mutaassıp çevrelerde, bazı köylerde
görüyorum. İstanbul’da çok çok az. Kırsal kesimden gelenlerde var, o
da evde birkaç kişinin üniversiteye girişine kadar. Ondan sonra
çoğunlukla o da değişiyor.
- Biraz önce baş örtme konusunda ‘Ben insanlara bırakıyorum, kararı
kendiniz verin, Allah huzurunda kendinizi ne şekilde hissediyorsanız,
diyorum’ dediniz. Yani sonuçta ‘Ben Allah huzurunda kapalı olmam
gerektiğini hissediyorsam her zaman kapalı olmalıyım’ demeleri
gerektiğini mi söylüyorsunuz?
- Şöyle söyleyeyim ben dinî birçok konuya karar konusunda kilisenin
doğmalarla insan hayatına çok kesin şekilde yön vermesine şahsen
karşıyım. Sabah şunu ye, akşam şunu iç gibi çok kesin, bu Katolik
Kilisesi bunu çok yapar, biraz engizisyon şeyleri, insanların hayatları
hakkında verdikleri kararlar falan, bunlara hem şahsen karşıyım hem
de kilise kavramında kilisenin ruhanî bir devletmiş gibi insanların
hayatına bu kadar...Yani özgür iradeyi kaldırmasına karşıyım.
Kilisenin teolojisindeki veya ruhaniyatındaki en önemli şey özgür
irade. Allah’ın bize verdiği en önemli şey özgür irade. Eğer insan
kendisi karar vermeyecekse ve bunu dinî bir baskı altında yapıyorsa
zaten geçersiz... Ben başıma bir şey koymazsam bizim cemaatte hiç
kimse niye koymadı demez. Ama bizim Medeni Kanun kabul edilene
kadar her bir papaz (papazlar evli olanlar, rahipler evli olmayanlar) her
bir din adamı diyeyim başı kapalı olurdu sokakta da. Medeni Kanuna
85
kadar sokağa böyle çıkıyorlardı zaten başları da kapalı olurdu. Bunun
siyahını koyuyorlardı papazlar. Bu seyitler (seyit Arapça efendi.
Süryaniler metropolitlere seyit der ya. Seyitna: başımız, şefimiz
demek) mor kullanırdı. Medeni kanundan sonra Avrupa şapkalarını
kullanmaya başladılar, fötr şapkaları. Sonra o da yavaş yavaş kalktı.
1970’lerin sonuna doğru o da artık kalktı. İhtiyarlar tek tek vefat
edince gençler kullanmamaya başladı. Şimdi sokakta sivil giysi ile
hepsinin başları açıktır. Kilise içinde ibadette de evli olanların başları
açıktır. Evli olmayanların başları her zaman kapalıdır. İtaat anlamında
yani dünyadan ayrılmayı, dünyevi hayattan feragat etmeyi ve inzivaya
verilmeyi veya ruhaniyata verilmeyi, daha çok manastır keşişlerinde
olur bu. İstanbul’da şimdi manastır yok ama rahip rütbesi olan din
adamları var. Onlar başlarını kaparlar. Bizde de yine o eskiden kalıntı
olarak patrikler başlarını kapar. Benden önceki kapamazdı. Ben
dışarda, içerde bunu kullanıyorum. Kilisede de bunun üzerine şal gelir
siyah. Bunun anlamı atların gözlerine bir şey koyarlar ya başka tarafa
bakmasın diye. Tek yol...Tarikat o demek zaten, tek yol. Sadece
önündeki kitabı görürsün veya mihrabı görürsün onun sembolü o zaten.
Dünyadan feragat etmek, kapanmak, itaat etmek, itaat kurallarını kendi
özgür iradenle kabul etmek. Hiçbir rahip hayatının sonuna kadar rahip
kalmak zorunda değil. İsterse ayrılabilir. Ama itaatini devam ettirmek
isterse devam ettirir...
- Yeni yetişen bir genç kız olduğunu varsayalım, onbeş yaşında bir
Ermeni kızı. O güne kadar Ermenilerle ilgili hiçbir şey de öğrenmemiş.
Ne yapması gerektiğini bilmiyor. Bir şekilde size ulaşıyor ve diğer
konuları sorduktan sonra diyor ki: Efendim ben ne yapacağım? Bazı
Müslüman kadınlar görüyorum kapalılar. Arada Yahudi kadınları
görüyorum kapalılar. Bizde kiliseye gelen kadınları görüyorum
kimileri açık, kimileri kapalı. Ben nasıl giyinmeliyim?
- Açık açık benim ona diyeceğim: İlk önce İncil oku. Ve eğer diyanete
ilgisi varsa hemen yapacağımız şey; onu kilise korosuna almak. Kilise
koroları bir ekol gibidir zaten, orda geleneği öğrenir. Kitapta
86
yazmayanı, yaşananı öğrenirler, ilahileri öğrenirler. Bu kilise
korosundaki kızlar, kilisede başını kaparlar. Renkli bir cübbe giyerler
kilisede. Evlenmemişlerse beyaz bir şal alırlar. Evlenmişlerse zaten
kilisede cübbe giymezler. Evlenen kadınların çoğu kilisede siyah
örtünür, evlenmemişler ise beyaz örtünürler. Tabi arada bir bunu
karıştıranlar olur. Yüzde on kadar karışıklık olur. Kilisede koroya girip
özel koro cübbesi giyenler evlenmemişler olur. Evlendikten sonra
ortalıklarda giymezler, onların beyaz genelde.
- Böylece zaman içinde dışarıda ne yapacağına kendisi karar verir
diyorsunuz?
- Evet. Kendisi dışarıda ne yapacağına karar verir.
- Peki örtünenlerin örtüsü böyle sembolik şal gibi bir örtü mü? Saçın
hepsinin örtülmesi gibi bir kural var mı? Mesela incecik bir tül olabilir
mi?
- Yok saçın hepsinin örtülmesi yok. Mesela Hatay’da yılda bir iki kere
giderim ben oraya bayramlarımızda. Dikkat ederim köyde nasıl
giyiniyorlar? Eskiden ben daha gençken bakardım hepsi kapalı
giyiniyor. Ve belki de göremezdiniz saçı. Köyde herkes öyleydi.
Sonra folklorda gördüğünüz gibi bir şey onun üzerine de beyaz bir şey
bağlarlardı. Şimdi son yıllarda bakıyorum tamamıyla açık olanlar var.
Giden gelenler var İstanbullular gibi olmayı isteyenler oldu. Ve
köydeki o saflık halâ var. Dikkat ediyorum kiliseye gelen herkes başını
kapıyor köyde. İçeri girdiği anda avluya hemen kapatıyor.
- Çevre faktörü mü?
- Çevre de olabilir. Ama sanıyorum kilisede bir itaat mecburiyeti
hissediyor. Bu konuda bir şey öğretildiğini sanmıyorum, öyle gördüğü
için yapıyor olabilir. Bir kere dinî eğitim zaten had safhada sıfıra inmiş
durumda onu da söyleyeyim...
- Sonuç olarak Gregoryan Monofizit Ermenilerin örtünme konusunda
tavrı nedir?
87
- Uygulasınlar veya uygulamasınlar yine de kiliseye girince baş
kapatılır. İbadet esnasında kadının başı örtülür. Ama buna meydan
okuyan açık açık meydan okuyanlar var.
- Bunu, örtünme kuralını böyle anladığı için mi, kiliseye karşı olduğu
için mi yapıyor?
- Kiliseye karşı olduğu için değil. Burada başka bir şey söyleyeyim.
Bunu çok samimi olarak ifade edeyim: Türkiye’deki genel din karşıtı
propoganda, medyadaki, bizimkiler tarafından da böyle hemen
tutuluyor. Ve bizim cemaatimize de ters tepki yapıyor ve mesela biz
eski zamandan beri burada Osmanlı kanunlarından beri din işi ile
dünyevi işler karışıktı. Ulus devlet başlayınca bu sefer durumu
kotarmak için hem devlet hem biz ne demeye başladık: Biz millî bir
cemaat değiliz, etno-dinî etnolojist bir cemaatiz. Patrik patriktir, fakat
esnaftır aynı zamanda ama dinî bir papazdır. Kimdir Türkiye
Ermenisi? Türkiye Ermenisi, Ermeni kilisesine mensup ve Ermeni
Kilisesinin üyelerinden oluşan Türkiye vatandaşlarına verilen addır.
Türkiye Ermenileri Cemaati. Şimdi bu durumda tek seçilen kişi, bütün
Ermeniler adına, Patrik’tir. Öteki seçimlerde hepsi, kilise bazındadır.
Bu durumda kilise üyelerini temsil eden de cemaatin adına Patrik’tir...
- Rahibeler var mı sizde?
- Bir tane var.
- Onlar nasıl örtüyorlar?
- Bir tane örtü koyarlar, şöyle üzerine de ikinci örtü örterler.
- Saçları, boyunları falan görünmeyecek şekilde öyle mi?
- Şimdilerde boyunlarını kapamıyorlar... 180
18004 Eylül 2003 tarihinde İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nde Ermeni Patriği II. Mesrob
Mutafyan ile yaptığımız görüşmeden.
88
İstanbul Ermeni Üç Horon Kilisesi Mugannisi Nişan Çalgıcıyan,
örtünmeyi geleneğe bağlamakta ve Meryem Ana’nın bütün resimlerinde
başının örtülü olmasından kaynaklandığını düşünmektedir. Ayrıca Ermenilerde
genç kızların eskiden de şimdi de başlarını örtmediğini söyleyen Nişan
Çalgıcıyan'la yaptığımız görüşmelerin konu ile ilgili bölümü şöyledir:
- Nişan Bey, Ermenilerde kadınların örtünmesi konusunda bilgi verebilir
misiniz?
- Esasta kiliselere kadınların başörtülü gelmesi ve erkeklerin de
şapkalarını çıkarması gerekiyor. Tabi zamanla bu kanunlar gevşedi.
Şimdi kadınlarda örtünen de olabiliyor, örtünmeyen de olabiliyor.
Fakat erkeklerde muhakkak baş açıktır. Şapka çıkarılır. Şapka ile
girilmesi saygısızlık sayılır. Ancak bayramlarda kominyon alacak
olanın mutlaka başını örtmeye dikkat etmesi gerekir.
- Kominyon alırken mutlaka başın örtülü olması lazım yani?
- Evet buna dikkat edilmesi lazım.
- Peki birisi geldi kiliseye ve açık olarak kominyon almak istiyor, ne
yapıyorsunuz?
- Başörtülerimiz var bizim, onlardan veriyoruz.
- Açık olduğunu gördüğünüz anda, ayin esnasında müdahale etmeseniz
bile, kominyon almak isterse örtü veriyorsunuz?
- Evet, ayin esnasında etmiyoruz ama kominyon alırsa ediyoruz.
- Bu örtünmede başın örtülmesinde kullanılan örtü sembolik bir şey mi
yani saçın hiç görünmemesi gibi bir şey söz konusu mu?
- Saçın hiç görünmemesi gibi bir şey yok. Ama örtüldüğü zaman zaten
görünmüyor.
- Belli bir özellik taşıması, belli bir renk olması falan gerekmiyor,
incecik bir örtü de olabilir yani?
- Evet,tabi tabi.
- Peki kilise dışında kadınlar örtünüyor mu? Örtünür müydü geçmişte
Ermenilerde?
- Kilise dışında yaşlılar, orta yaşlı kadınlar ekseriye örtünürler. Şu anda
da örtünürler. Genç kızlar tabi örtünmüyorlar. Durum böyle.
89
- Geçmişte de böyle miydi? Yoksa geçmişte örtünme daha mı yaygındı?
- Evet genç kızlarımızın haricinde daha yaygındı örtünme. Ama zaman
öyle getiriyor. Zamana uymaları gerekiyor herhalde.
- Bu erkeklerin mutlaka başının açık olması, kadınlarında ibadet
esnasında hiç olmazsa kominyon alırken başlarının örtülü olmasının
gerekçesi, sebebi nedir? Kaynağı nedir? İncil’de böyle bir şey var mı?
Bir emir var mı Kutsal Kitapta?
- Hayır. Böyle bir emir yok.
- Neden kaynaklanıyor o zaman acaba?
- Bu eski zamanlardan gelen bir gelenektir. Meryem ananın bile başı
örtülüdür. Çizilmiş resimler baş örtülüdür. Ondan gelen bir adettir bu.
- Sizde rahibeler var mı?
- Rahibelik var idi. Ama kalmadı. 10-15 sene öncesinde 6-7 rahibe
vardı. Yaşlı insanlardı onlar, vefat ettiler. Kala kala bir tane kaldı. Ve
yetişmiyor da.
- Niye yetişmiyor acaba? Rahibe olmak isteyen...
- İsteyen gençler bulunmuyor.
- Sizde rahibeler evlenmiyor değil mi?
- Evlenmez.
- Örtünmenin herhangi bir kaynağı var mı, diye sormuştum. Ben
Pavlus’un mektuplarında kadınların örtülü, erkeklerin açık olması
gerektiğine dair bir emir olduğunu hatırlıyorum.
- İncil’de yok ama mektuplarda olabilir, bakmam, okumam lazım.
- Ben hepsini kutsal kitap kabul ettiğinizi düşündüğüm için, İncillerde
Mektuplarda, Resullerin İşlerinde ya da Vahiy bölümünde bunların
hepsini birden Yeni Ahit olarak hatta Eski Ahitle birlikte tamamını
Kitabı Mukaddes olarak kutsal kitap kabul ettiğinizi bildiğim için
oradaki herhangi bir emri hüküm olarak alabileceğinizi düşünüyorum
ama esasta İnciller midir öne çıkan?
- Evet hepsi öyle. Ama Yeni Ahit olarak.
- Peki Nişan Bey, sizi diğer Hıristiyanlardan ayıran en önemli fark
nedir?
90
- Niçin ayrılmış, niçin fark edilmiş doğrusu onu ben bile
cevaplayamayacağım.
- Siyasi birtakım sebeplerle de ayrılma olmuş olabilir ama özellikle
uygulamada, inançta, ayinde bir fark var mı?
- Mesela şöyle bir şeyler olmuş. Birtakım toplantılar olmuş. O
toplantılarda bazı şeyleri bir kısmı kabul etmiş, bir kısmı etmemiş,
böylece ayrılıklar baş göstermiş. Kendi mezheplerini kurmuşlar.
- Çok bariz farkı diğerlerinden diyelim ki Katoliklerden veya İstanbul
için bakarsak Fener Rum Ortodoks Kilisesi’nden farkı?
- Farkı yok. Her mezhebin başkanı diyelim başı ufak bir değişiklik
yapmış, ondan kendini ayırmak için, ayrıldığının ispatı olsun diye
muhakkak bir değişiklik yapmış ama genelde aynıdır. O şeyden
şaşmamaları lazım. Şaşamazlar da zaten.
- Patriğin kıyafetini hatırlıyorum. Siyah cüppe gibi bir giysi ve üzerinde
şapka gibi bir şey var. O nasıl?
- O şu vaziyette bir şapkadır. Onun üzerine o giyildiği vakit tabi ki
üçgen şeklinde oluyor.
- Siyah bir pelerin üstü gibi bir şey. Bu sadece patriğe mahsus bir kıyafet
mi?
- Patrik, despot, üst kademedekilerin hepsi bunları giyer.
- Papazdan sonraki ruhanîler yani?
- Evet. Bunlar daimî kıyafetleridir. Ayini yönetirken giydikleri başka
kıyafetler var.
- Onlarda da başlık var mı? Şapka türü bir şey?
- Var var . “Çatal tak” tak yani kralın giydiği taç, çatal şeklinde taç
demek anlamındadır. Onu giyerler. Değişik giysileri var onları
giyerler. Değişik takıları var.
- Değişik renkler kullanılıyor mu?
- Evet, değişik el işlemeli kıyafetler var. Bir gün düğünde mesela
piskoposun olduğu bir düğünde bulunursanız bunu görme imkanınız
olur.
- Papaz ayini yaparken başı açık mıdır?
91
- Hayır, onun da ayin giysileri var ve başı kapalı.
- Ama ayini idare edenin dışında herkesin başı açıktır, mesela sizlerin,
mugannilerin ?
- Evet, açıktır. Ama ayin esnasında özel kıyafetimiz var. Onları giyerek
icra ederiz.
- Onlar tamamen geleneksel şeyler mi? Bir şey ifade ediyor mu yani bir
şeyleri sembolize ediyor mu?
- Hayır. Muganniler olarak öyle giyeriz.
- Mesela o çatal tak dediğiniz neyi sembolize ediyor?
- Piskoposun giydiği şapkası.
- Bu şapka bir şeyleri mi sembolize ediyor. Belki Tanrının krallığını mı
sembolize ediyor. Bir nevi kral gibi mi? Belki Tanrı’nın yeryüzündeki
temsili gibi mi?
- Ben bunu bilemeyeceğim. Bununla ilgilenenler var mutlaka.
- Nişan Bey, gelin evlenirken gelinliğinde diğer şeylerden farklı
herhangi bir özellik var mı?
- Gelinlik tamamen örtülmüştür. Yüzü dahi örtülmüştür.
- Gelinin giydiği kıyafetin üzeri mi örtülüyor?
- Evet. Beyaz olur kıyafet.
- Gelinliğin kendi tül duvağı olabilir mi?
- Evet evet o şekilde gelir, ayin bittikten sonra sağdıcın hanımı, sağdıç
düğünde başlarına haç tutan, yani şahit olmuş oluyor, sağdıcın hanımı
bir kenarda durur. Ayin bittiği zaman o, gelinin yüz örtüsünü açar.
Ondan sonra tabi geriye doğru hareket edilir. Ayin bitmiştir artık.
Kilisenin ortasında sıralanılır. Davetliler tebrik eder sırayla bu şekilde
tören biter.
- Gelin niye yüzünü ve başını örtüyor acaba?
- Geleneksel.
- İbadet esnasında kadın ve erkeklerin oturuş düzeni nasıldır?
- Erkekler sağ tarafta, kadınlar sol tarafta. Yer kalmazsa erkekler veya
kadınlar birbirinin tarafına geçebilir. Evli de olsalar ibadet esnasında
ayrı otururlar. Düğün davetlileri geliyor. Erkek tarafından davetliler
92
erkeklerin bulunduğu yere gelirler. Kız tarafından davetliler ise kadın
tarafına gelirler.
- Orda da kız tarafı erkek tarafı o şekilde ayrılır demek. Çok teşekkür
ederim Nişan Bey181
Görüldüğü gibi Ermenilerde örtünme anlayışı kendine has özellikler
taşımaktadır. Günümüzde Ermenilerde kadının örtünmesi, diğer
Hıristiyanlarda olduğu gibi, ibadete has hale gelmiştir.
cb. Ortodokslarda Örtünme Anlayışı
Hıristiyan dünyasında kilise isimleri büyük önem taşımaktadır. Her kilise
kendi özelliklerini ve diğerlerinden farkını belirtmek için bazı isimler/sıfatlar
benimsemiştir veya başkaları tarafından öyle nitelendirilmiştir. Ortodoks
Kilisesi de bunlardan biridir. Bizans Kilisesi’nin Ortodoks ismini alması,
1054’deki Doğu ve Batı ayrılmasından sonra olmuştur. Batı Hıristiyanlığının
merkezi Roma, Doğu Hıristiyanlığının merkezi ise İstanbul’dur. Bu iki merkez
farklı anlayışları benimsemiş ve kendisinin üstünlüğünü öne çıkararak diğerine
hakimiyetini kabul ettirmek istemiştir. Yedinci Konsil olan II.İznik
Konsili(787)182 görüşmelerinden sonra iki kilise arasındaki rekabet su yüzüne
çıkmıştır. Bu sürtüşme, 1054 tarihinde, Doğu ve Batı Kiliselerinin kesin olarak
ayrılmasına yol açmıştır. Roma Kilisesi, o güne kadar sıfat olarak kullandığı
“evrensel” anlamına gelen Katolik; Bizans Kilisesi de “öze bağlı” anlamına
gelen Ortodoks Kilisesi olarak nitelendirilmiştir. Roma’nın üstünlük iddiasına
karşı Bizans Patrikliği, kendisinin “doğru yol”da bulunduğunu ve “üstün”
olduğunu ispatlamak için Ortodoks nitelemesini benimseyip günümüze kadar
getirmiştir. Ancak Rus Ortodoks Kilisesi de ortaya çıkıp patriklik haline
181 06.06.2003 tarihinde İstanbul’da Beyoğlu Üç Horan Kilisesi Mugannisi Nişan Çalgıcıyan
ile yaptığımız görüşmeden. 182 Hıristiyanlığın tarihçesi ve konsiller için bkz. Mehmet Aydın, Hıristiyan Kaynaklarına
Göre Hıristiyanlık, Ankara 1995.
93
gelince İstanbul Merkezî Ortodoksluk, Fener Rum Patrikliği, Rum Ortodoks
Patrikliği veya Kilisesi olarak anılmıştır.183
Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyanlar temel iki grupla temsil
edilmektedir. Bunlardan biri, Rum Ortodoks Kilisesi veya Fener Patrikhanesi,
diğeri Türk Ortodoks Kilisesi/Patrikhanesidir. Süryaniler de kendilerini
Ortodoks diye nitelemekle birlikte İstanbul Ortodoks Kilisesine bağlı
olmadıkları ve Monofizit oldukları için onları Süryaniler olarak ayrı bir
kategoride değerlendirmek uygun olacaktır.
Rum Ortodoks Hıristiyanların büyük çoğunluğu günümüzde İstanbul’da
bulunmaktadır. Bu Hıristiyanlar asırlardır Türklerle beraber yaşamakta ve dinî
kurallar dışında kalan konularda Bizans-Grek kültürü ile Türk kültürünün
etkisini yansıtmaktadır. Türk Ortodokslar ise Türk kültürünü yansıttıkları için
“özel dinî konular” dışında Türk milleti ile aynı gelişim çizgisini
sürdürmektedir.
1. Rum Ortodokslarda Örtünme Anlayışı
Türkler, Anadolu’ya geldikleri XI. yüzyıldan itibaren Ortodoks
Hıristiyanlarla, özellikle de Rum Ortodoks Hıristiyanlarla karşılaşmışlar ve bin
yıldan beri Türkiye’nin değişik bölgelerinde bir arada yaşamışlardır.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, kenti yeniden
canlandırmak gereğini duydu. “Kentin nüfusu zaten fetihten önce de iyice
azalmıştı; Rumların sayısı 50.000 kadardı. Yeni sakinler Müslüman Türkler ile
çeşitli Hıristiyan topluluklardan oluştu. Rumlar genel olarak denize yakın ve
Müslüman halkın yaşadığı merkezlerden uzak yörelerde yerleştirildiler.
Sonradan İstanbul'a gelen Rumlar da aynı yörelere yöneldiler. Bu yerleşim
bölgeleri eski kiliselerin bulunduğu yerlerden saptanabilir. Beyoğlu'nun daha
oluşmadığı 19. yy öncesinde Epirliler (genelde ekmek fırını işletirlerdi ya da
öğretmendiler) Ayios Demetrios ve Ayios Yeoryios kiliselerinin etrafında, yani
183 Ortodoks Hıristiyanlık, özellikleri ve diğer kiliselerden farkları için bkz. Günay Tümer-
Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 2002, s.267-270,300-301; Mehmet Aydın, “Batı ve Doğu Hıristiyanlığına Tarihi Bir Bakış”, AÜİFD., Ankara 1985, XXVII/123-148; Ahmet Hikmet Eroğlu, “Doğu Batı Kiliselerinin Ayrılış Sebepleri”, Dinî Araştırmalar Dergisi, Ankara 1999, S.5, s.389-413; Münir Yıldırım, Günümüz Yunan Kilisesi Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2003, s.39-54.
94
Edirnekapı'da Fevzi Paşa Caddesi ile surlar arasındaki Sarmaşık'ta yaşardı.
İnşaat işçileri Vianga'da (Yenikapı'da) Ayios Teodoros Kilisesi civarında;
Kaşıkadalı (Marmara Adası'nın yakınındadır) kayıkçılar Hasköy'de Ayia
Paraskevi yakınında; Sakızlı tüccar ve gemiciler Galata'da İoannes Prodromos
Kilisesi etrafında ve ayrıca Tatavla'da (bugün Kurtuluş), Haliç'te Yemiş
İskelesi'nde; Manililer de (Güney Moralı) Tatavla'da; içkili aşevlerini işleten
Konyalılar da Galata'nın Ayios Nikolaos Kilisesi yakınında bulunurdu.
Kapadokyalı Karamanlılar Samatya'nın batısında Ayios Konstantinos Kilisesi
civarında, Midillililer Kondoskali'de (Gedikpaşa), On İki Adalı kayıkçılar,
Simi Adalı dalgıçlar ve Kalimnoslu süngerciler Galata'nın Balıkpazarı'nda
yaşarlardı. Fener bölgesi ise daha çok bir tür "Bizans'' nüfusunu barındırırdı.
Surlar dışındaki kimi İstanbul yörelerinde Rumlar, nüfusun önemli bir
kesimini ya da çoğunluğunu oluşturdu. Galata'da Batılı tüccarlar ve gene ticaret
yapan Yahudilerle Rumlar yarışırdı. Yarış hem ticaret alanında hem de "lüks"
bir yaşam sürdürme alanında oldu. Üsküdar'da Rumlar, Anadolu ticareti
alanında çalıştılar. 17. yüzyılda Rum tüccarlar, Fransız tüccarlarıyla rekabet
etti, Rumlar ayrıca Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere,
Çengelköy gibi yörelerde de yoğun olarak yaşadılar.
Osmanlı Devleti içinde Rumların en yoğun yaşadıkları bölge İstanbul'du.
Kenar semtlerdeki genellikle küçük ve gösterişsiz olan kiliselerin etrafında
barınan Rumların üst ve daha zengin kesimini, 18. yüzyılda tüccarlar, inşaat
ustabaşıları, doktorlar, kuyumcular, saatçiler, tercümanlar oluşturdu. Bütün bu
insanlar Rum milleti olarak "millet başı" olan patriğin yönetimi ve sorumluluğu
altında yaşamakla birlikte kendilerine özgü "yerel cemaatler" de(koinotes)
oluşturdular. Bu yerel cemaatlerle ilişkili bize varan bilgiler özellikle 18. ve 19.
yüzyıldaki cemaatlerle ilgilidir. Kendilerine özgü bir örgütlenme ve yönetim
biçimi sergileyen bu cemaatler mahallelerde, köylerde ve adalarda görüldü. Bu
yerel cemaatlerin kökeni hakkında farklı görüşler vardır. Kimi tarihçilere göre
antik dönemlerden beri süregelen bir toplumsal örgütlenme biçimiydi;
kimilerine göre Osmanlı yönetimi sırasında genellikle vergilerin toplanmasını
daha kolay kılmak için oluşturulmuş bir yönetim birimiydi; ya da Bizans
döneminde yerel gereksinmeleri karşılamak için oluşturulmuşlardı. Kökenleri
95
ne olursa olsun, bu küçük toplumsal birimler çok önemliydi. Rumlar yerel
cemaatler içinde kimi alışkanlıklar ve inançlar edindiler; Ortodoks olmaları,
millet sistemi içinde öteki milletlerden ve özellikle Müslüman topluluklardan
ve devletten ayrı bir kimlik taşımaları, toplumsal bir birim olarak var olmak ve
etkili olmak için örgütlü olmak gerektiği gibi. Bu yerel cemaatler vergi
toplayan, yaşlılarını, yoksullarını koruyan, üyeleri arasındaki davaları halleden
bir tür küçük özerk toplumsal birimler gibi çalıştılar.
Rumlar içinde yerel cemaatlere paralel olarak loncalar da gelişmişti. Dar
meslek çıkarlarını korumak için kurulan bu loncalar, din gruplarına göre ayrı
ayrı örgütlenmişti. Ancak bu bir kural olmayıp, örneğin kürkçülerde olduğu
gibi Müslüman ve Hıristiyan ortak loncalar da vardı.”184
Giyim kuşam bakımından Rum Ortodokslar, diğer konularda olduğu gibi
Bizans kültürünün kaynak teşkil ettiği bir anlayış ve uygulama içindedir.
Osmanlı döneminde Rumların giyim kuşamları ile ilgili olarak, Yahudiler
bölümünde söz edilen, birtakım sınırlamalar getirilmiştir. Yayınlanan bazı
emirnameler Yahudiler gibi Hıristiyan tebanın da giyim kuşamını
düzenlemiştir. Ancak bu düzenlemeler genellikle renk sınırlaması ile olmuş,
burada da çoğu zaman kadın giysisine müdahale edilmemiştir. Belirtildiği gibi,
gayrimüslim kadınlar dilerlerse Müslüman kadınlar gibi giyinebilmekte idi.
Zaten o dönemin giyim kuşamı genellikle aynı özellikler taşımakta idi. Daha
önce sözü edilen Osman Hamdi Bey’in hazırladığı Osmanlı Döneminin
giysilerini anlatan sergi ve albümde Rum giysilerinden de örnekler verilmiştir.
Osmanlı Döneminin 1552-1556 yılarını anlatan “Türkiye’nin Dört Yılı”
adlı kitapta Rumların mor renkte giydiklerinden söz edilmektedir.185
Thevenot da, 1655-1656 yıllarının İstanbul’undaki Rumların kıyafetleri
ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir: “Hükümdarın Müslüman olmayan
tebaası Hıristiyan ve Yahudilerdir. Hıristiyanların en büyük grubu, ne
başlarında ne de ellerinde kullanmaya cesaret edemedikleri bazı renkler hariç
Türklerle aynı tip elbiseleri giyen Rumlardır. Yalnız onlar değil, fakat aynı
zamanda genellikle bütün Türk olmayanlar da ister Hıristiyan ister Yahudi,
Hükümdarın tebaası olsun ya da olmasınlar ne başlarına giydikleri
184 miniDEV - Farklı Renkler Farklı Kültürler - Rum Kültürü - Rum Cemaatleri.htm.
96
serpuşlarda ne de elbiselerinde yeşil kullanmaya cesaret
edemezler...Hıristiyanlar beyaz sarık giymeye de cesaret edemezlerdi... Fakat
onlar yeşilin dışında bütün renkleri kullanabilirler, kırmızı ve sarı kullanmaları
da onlar için tehlikelidir çünkü askerler bu renklere düşkündürler.
Hükümdarın tebaası olan Hıristiyanlar sarı pabuç giymeye de cesaret
edemezler...sadece kırmızı giyerlerdi.
Rum papaz ve rahipleri daima siyah renkte elbise giyerlerdi. Siyah bir
başlıkları vardır, bunun çevresinde ise beyaz bezden bir şerit bulunur ve sırt
üzerinde asılmış olan siyah bir kumaş parçası başlığa tutturulmuştur. Uzun
saçları vardır...Rumlarda kızlar evlenmeden önce gösterilmezler, sonra da
uzun zaman saklı tutulurlar, akrabalarını görmeye izin verilmez, görülmek
korkusu ile kiliseye gitmezler. Ben Rodos’ta henüz evlenmemiş iki kız kardeşi
olan bir kızın evlendiğini gördüm. Onlar merasime de düğün şenliklerine de
görülme korkusu ile gelmediler”186
Günümüzde İstanbul’da yaklaşık 3500 civarında Rum Ortodoks Hıristiyan
yaşamaktadır. Bunların hayat tarzları ve giyim kuşam biçimleri Grek
kültürünün ve kendi mezhep anlayışlarının izlerini taşımaktadır. Rum
Ortodoks anlayışına, ilk dönem Grek anlayışının Doğu’ya özgü karakteriyle
Hıristiyan kültürünün birleşmesi demek mümkündür. Bu anlayış; İstanbul’un
Türkler tarafından fethinden sonra, günümüze “millî bir kilise anlayışı” içinde
ulaşmıştır.
Türkiye’deki Rum Ortodoksların evlenme, ölüm ve diğer gelenek ve
göreneklerini Rum Kilisesi kurallarına ve kendi adetlerine göre yapacakları
Fatih Sultan Mehmed’in Ferman’ında belirtilmiştir. Rumların örtünme kuralları
da bu Ferman’ın ve sonraki fermanların verdiği imkân ile Rum adet ve
kurallarına göre uygulanmıştır.187
Süreyya Şahin’in verdiği bilgiye göre Papaz (ve -bilhassa Doğu ve Roma
Kiliselerinde- onun yanında çalışan diakonlar) özel elbiseler giymektedir; o
elbiselerin şekil ve renkleri özel bir kanuna tabidir. Mesela oruç ve tövbe
zamanlarında menekşe renklidir; normal pazar günlerinde yeşil vs. Sunakta
185 Türkiye’nin Dört Yılı- 1552-1556, s.140. 186 Thevenot, 193-194,196. 187 Bkz. M.Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İstanbul 1980, s.44-85.
97
bulunan örtülerin renkleri bazen, eski usullere tâbi, kilise yılının gereklerine
göre değişmektedir.188
Günümüzde dinî giysilerle ilgili kurallar devam ettirilmekte, papaz ve
rahibeler genellikle siyah bazen de lacivert giymektedir. Siyah cübbe üzerine
genellikle büyük bir kolye takılmaktadır. Baş mutlaka kapalı olmakta, bunun
için erkekler üst kısmı daha geniş olup hafifçe sivrilen silindirik yüksekçe bir
başlık ve üzerine arkaya doğru atılan siyah büyük örtüler kullanmaktadır.
Rahibelerin örtüleri de siyah veya laciverttir.
Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ile yapılan mükerrer görüşme ve
yazışmalardan sonra yaptığımız ziyarette görüştüğümüz Yorgo Benlisoy,
öncelikle Fener Rum Ortodoks Patrikliği isminin kullanılmasının doğru
olmadığını doğrusu Ekümenik Patrik olmakla beraber bunu
kullanamadıklarını189 belirterek “ Rum Ortodoks Patrikliği tabiri yanlıştır. Rum
Roma’dan gelmektedir. Rum Ortodoksluk Roma’dan kalma bir tabirdir ama
etnik bir kimlik değildir. İstanbul Patrikliği demek daha genel bir anlam ifade
eder. Osmanlı zamanında Bulgarlar da Slavlar da herkes buraya yani İstanbul
Kilisesi’ne bağlı. Burası millî/ulusal bir kilise değil. Ulusal kiliseler Fransız
İhtilalinden buradan ayrılıp kurulan kiliseler Bulgar Kilisesi gibi millî kimlikle
çalışan kiliseler. Biz istesek de ulusal olamayız, milliyetçi olamayız. Çünkü
milletler üstü ve daha geniş anlamda hizmet veren bir kurumuz.” demiştir.
Yorgo Benlisoy “Katolikler için Vatikan ve Papa gibi mi?” sorumuza tam
olarak çakışmadığını söyleyerek cevap vermiş ve şöyle devam etmiştir:
“Hıristiyan dünyasında Katolik Kilisesi çok merkeziyetçidir. Bütün din
adamları direkt Papa’ya bağlıdır. Bizde ise yerel din adamları, yerel
yöneticiler, episkoposlar -ki müftüye tekabül eder- kendi bölgelerinde, kendi
alanlarında güçlüdürler. Onlar kendi bölgelerinde Patriği seçerler, bölge için
kendileri karar verirler. O kadar merkeziyetçilik yoktur. Protestanlarda
merkeziyetçilik ve organizasyon hiç yoktur. Protestanlarda her cemaat ayrıdır.
188 Şahin, 115. 189 Bu konuda bkz. Mehmet Çelik, Türkiye’nin Fener Patrikhanesi Meselesi, İzmir 1998;
Mehmet Çelik, Fener Patrikhanesinin Ökümeniklik İddiasının Tarihi Seyri(325-1453), İzmir 2000.
98
Ortodokslarda 15 tane birbirinden bağımsız, ast üst ilişkisi olmayan kilise
vardır. Burası onlardan bir tanesidir fakat eşitler arasında birinci sıradadır.
Manevî olarak yukarıda ama oy hakkı hep eşit olur.”190
Ortodoks Kilisesinde kadınların örtünmesi konusunda Hz. Meryem’in
kapalı olması kaynak gösterilmektedir. Fener Patrikhanesi içinde bulunan Aziz
Stefenos Kilisesi’nde hemen girişin sağında bulunan Meryem Ana ikonunun
başının iki başörtüyle kapalı olması yetkililer tarafından dikkatlerimize
sunulmuştur. İki başörtü ile başın kapatılmasına rağmen boynun bir kısmının
açıkta kalmış olması, muhtemelen Hıristiyanlara bu konuda örnek teşkil
etmiştir. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce üzerine bağlanıp kırbaçlandığına
inanıldığı için kutsal kabul edilen bir taşın da bulunduğu Fener Patrikhanesi
Aziz Stefenos Kilisesinde diğer kiliselerden ayrıca üç azizeye ait lahitler yer
almaktadır. İçlerinde kemiklerinin bulunduğu belirtilen üç tabuttan birisinin
Azize Efimiya’ya ait olduğu belirtilmiştir. Azize Efimiya ile ilgili bir rivayet
anlatılmıştır. Kadıköy Konsilinde yapılan tartışmalar üzerine oluşan tezler, iki
rulo halinde Kilise içinde muhafaza edilen Azize Efimiya’nın yanına konur.
Ertesi gün tabut açıldığında tezin biri Azize Efimiya’nın elinde, diğeri
ayaklarında bulunur. Bunun üzerine elindeki tez kabul edilir. Bu tezi kabul
etmeyen Nesturi, Süryani kiliseleri ayrılır. Her birinin kemiklerinin muhafaza
edildiğine inanılan tabutlarının başında resimlerinin de bulunduğu ve
resimlerde üç azizenin de örtülü oldukları görülmüştür. Aziz Stefenos
Kilisesi’nde önceleri kadınların kullandığı belirtilen üst kat, şimdi alt katta yer
kalmaması durumunda erkek veya kadın karışık olarak kullanılmaktadır.
Günümüzde İstanbul’da yaşayan Rum Ortodoks kadınlar günlük hayatta
başları açık olabildiği gibi yaşlı kadınların örtü kullanabilmekte, ibadet
esnasında başın kapalı olunmasına özen gösterilmektedir.
2. Türk Ortodokslarda Örtünme Anlayışı
Türklerden bir kesim Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemiş ve 1921 yılına
kadar da İstanbul Ortodoks Patrikliğine bağlı olarak varlıklarını
sürdürmüşlerdir. TBMM, Anadolu Hıristiyanlarının büyük bir kısmının Türk
190 Yorgo Benlisoy ile 13 Haziran 2003 tarihinde Fener Patrikhanesi’nde yaptığımız
99
olmasını dikkate almış, yapılan müracaatları ve gelişmeleri de değerlendirerek
1921 yılında Türk Ortodoks Patrikliğinin kurulması kararını almıştır. Türk
Ortodokslar ile Rum Ortodokslar arasında temel inançlarda ve ibadetlerde
benzerlik olsa da yaşayış biçimlerinde ve bazı uygulamalarda farklılıklar
bulunmaktadır.
görüşmeden.
100
Türk Ortodokslar bir yandan daha önce bağlı oldukları Rum
Patrikhanesi’nin Bizans kaynaklı ritüel ve geleneklerini devam ettirirken bir
yandan da Türk örf ve adetlerini uygulamaya çalışmaktadır. Bugün Erenerol
ailesinin fertlerinin oluşturduğu Türk Ortodokslara göre, dinin temelinde var
olan ve Pavlus’un Mektuplarında istenen başın örtülmesi, erkek egemen
toplumların kadına dayatması olarak uygulanmıştır. Bununla birlikte bugün
kadının örtünmesi, özellikle de bunun erkeğin hakimiyetine bağlanması kabul
edilebilir bir şey değildir.
Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü ve III. Patrik Selçuk
Erenerol’un kızı Sevgi Erenerol’a göre, Türk Ortodoksların Anadolu’da
yaşadıkları dönemde yaşlı kadınlar yörenin giysilerine uygun giyiniyorlardı.
Ancak Cumhuriyetle birlikte başın örtülmesi tamamen terkedilmiştir.
Cumhuriyetten bu yana Türk Ortodoks kadınları kilise içinde de, özel
hayatlarında da başlarını örtmemektedir. İlk Türk Ortodoks Patriği Papa Eftim,
kilise dışında dinî kıyafetlerini giymemiş ve kisve kanun çıkmadan önce191
tüzüklerine rahiplerin dışarıda dinî kıyafetlerini giymemeleri hükmünü
yazmıştır.
Türbanın Hıristiyanlıktan geçme olduğunu ve bugün Türk milletini
bölmek, parçalamak için kullanılan siyasî bir simge olarak kullanıldığını
savunan Sevgi Erenerol’a kız kardeşi, günümüzde kadının başını örtmesini
çağ dışı olarak nitelendirerek katılmaktadır. Türk Ortodoks Kilisesinin bu
konudaki görüşlerini, bizzat yetkilisi Sevgi Erenerol’un sözleriyle sunmak
uygun olacaktır:
- Sayın Erenerol, Türk Ortodoks Patrikhanesinin örtünme anlayışı ile
ilgili bilgi verebilir misiniz?
- Türk Ortodoks Patrikhanesinde örtünme konusu tabi genel
Hıristiyanlık çerçevesinde ele alacak olursak, Hıristiyanlıkta erkeğin
başı Mesih’tir, kadının başı da erkektir. Dolayısıyla erkeğin nasıl
Mesih’i yüceltmesi gerekirse, kadının da erkeğini yüceltmesi gerekir,
denildi ve o yüzden bu türban kelimesi de zaten Hıristiyanlıktan
191 Kisve kanunu ve Türk Ortodokslar için bkz. Elçin Macar, Cumhuriyet Döneminde İstanbul
Rum Patrikhanesi, İstanbul 2003; Süleyman Yeşilyurt, Atatürk’ten Bugüne Bilinmeyen Yönleriyle Türk Ortodoks Patrikhanesi, Ankara,ty., II. Baskı.
101
gelmiştir Müslümanlığa da; dolayısıyla kadının başının örtülü olması
söz konusudur. Fakat ne yazık ki bu olay sadece başlangıçta
kabullenildi. Ama zamanla Batı’da yapılan Rönesans girişiminden
sonra tamamıyla bu olay kalktı. Ama bizler Türk Ortodokslar olarak
Anadolu’da yaşadığımız zaman zarfında Türk örf ve adetlerine uygun
olarak bizim de yaşlılarımız bilhassa başını örterlerdi.
- Bulundukları yöredeki Anadolu kadını nasıl örterse öyle mi?
- Tabi, aynı şekilde yöresel olarak örtünürlerdi. Gördüğüm kadarıyla
Gagavuzlarda yine mabede, kiliseye girerken baş örtülüyor. Ruslarda
aynı şekilde kiliseye girerken baş örtülüyor. Fakat biz Cumhuriyetten
beri kiliseye girerken başımızı örtmüyoruz. Normal yaşantıda da kati
surette hiçbirimiz baş örtmüyoruz.
- Yaşlı, genç...
- Yaşlı, genç Cumhuriyetten sonra herkes başını açmıştır. Dediğim gibi
bu Hıristiyanlığın temelinde olan bir şeydir. Birazda herhalde dinlerin
hep erkekler tarafından ortaya çıkması ve erkek egemenliğinin sürmesi
için kadına böyle bir baskı uygulandığını düşünüyorum.
- Pavlus’un Mektuplarında geçtiği gibi değil mi?
- Tabi, Pavlus’un Korintoslulara yazdığı mektupta aynı şekilde bunu,
kadınların başlarını örtmesi gerektiğini söylüyor.
- Türk Ortodoks Patrikhanesinde erkekler her halükarda açık mıdır?
Kiliseye girerken başları açık mıdır?
- Evet.
- Rahip konumunda olan, ayini yöneten kişi veya kişilerin giydiği
herhangi bir başlık var mıdır?
- Patriğin başına giydiği bir taç veya bu şekilde bir başlık (arkasında
asılı resmi gösteriyor) var ama...ismi...
- Bu başlığın özel bir ismi var mı?
- Özel bir ismi var ama Rumca bir ismi var ama ben onu bilmiyorum.
Öyle bir şapka...
- Kolej şapkasına benzer şekilde silindir bir şapka, üst tarafı biraz daha
geniş...
102
- Evet, öyle silindir bir şapka...Daha çok Patrik zamanlarında bu şeyler
kullanılıyor. Sıradan papazların hiçbirisi şapka kullanmaz, baş
tamamen açık olur.
- Giysi nasıl olur?
- Giysi...Pazar günlerinde, dini günlerin anlamına istinaden çeşitli
renklerde giysiler vardır. Siyah özel olmayan genel bir kıyafet olarak
hem papaz giyer hem patrik giyer. Bir de tabi cenaze ayinleri
olduğunda herkes siyah giyer. Onun dışında herhangi bir şey yok...
- Mesela beyaz giyebilir?
- Beyaz şöyle bizde var, sırmalarla işli olarak var, düz beyaz bir kıyafet
hiç olmuyor. İşlemeli,sırmalı şekilde beyaz olur, aynı şekilde kırmızı
var, mor var, yeşil var. Patriklerin üstüne böyle kralların taktığı gibi
şeyler vardır ya pelerin türü, o tür şeyler kullanıyorlar.
- Bunların gerekçesini biliyor musunuz?
- Bilmiyorum. Herhalde Bizans İmparatorluğunun verdiği şeyler bunlar.
İhtişam...Dikkat ederseniz, Ortodoks mezhebinde şaşaa çok önemli.
Kiliselerin iç yapısı olsun, mimarisi olsun, papazların kılık kıyafeti
olsun hepsi o Bizans’ın şaşaasını tanıyan bir görünümde devam ediyor.
- Türk Ortodokslarda da öyle mi?
- Tabi. Biz zaten Anadolu’da iken direkt olarak Patrikhaneye bağlı idik.
Osmanlı’nın bütün Hıristiyanları Batıda Rum Patrikhanesi’ne
Doğudakilerde Ermeni Patrikhanesi’ne bağlı idi. Dolayısıyla biz bütün
rituelleri, ayinleri, görenekleri hepsini temeli Bizans olan kaynaktan
aldık. Ama bizim bir farkımız biz bunu Türkçe olarak, ibadeti
yaparken Türkçe’ye çevirdik ama bütün şeyler, dinî anlamdaki
konular, ayinler hepsi Bizans rituelleriyle yapılıyor.
- Bu şekilde de devam ediyor, diyorsunuz?
- Evet aynı şekilde hiçbir ayrıcalık yok sadece işte milliyet farkı var.
- Kilise dışında hanımların başörtü dışındaki giyim kuşamları da
tamamen kendi kültürleriyle, bulundukları ortamın, tahsilin, görgünün,
iklimin tesiriyle oluşur diyorsunuz? Yani zevke göre değişir?
- Evet evet tamamen öyle, hiçbir zorlama yok.
103
- Yani bugün bir Müslüman Türk kadını ne giyiyorsa bir Türk Ortodoks
kadını da aynı şekilde giyebilir?
- Evet aynı şekilde giyebilir, hiçbir zorlama yok. Hatta Dedem Kisve
Kanunu çıkmadan önce kendi rahipleri için giydikleri kilise
kıyafetlerini mabet dışında kullanmamak üzere bizim kilise
tüzüğümüze yazmıştı. Sadece dedi, kilise içinde bu kıyafeti
giyebilirsiniz. Kendisi de, ben çok iyi hatırlıyorum, yazlıkta otururken
Pazar günü bu tarafa ayine geleceğinde siyah kostümünü giyerdi.
Kravatını gömleğini giyerdi, o şekilde gelirdi. Dedem o dinî kıyafetini
ancak çok büyük resmî törenlere davet edildiğinde kullanırdı. Onun
dışında normal kıyafetini giyerdi. Zaten böyle bir mecburiyet yok. Dinî
açıdan illâ da papaz kıyafetiyle dolaşacak diye bir şey yok. Herkes
normal kıyafette. Hatta bir kısım dinî adamların başka meslekleri de
vardır. Dedem onu da aynı şekilde tüzüğümüze koymuştu. Herkesin
kendi mesleğinde çalışmasına müsaade edilir ama ruhban sınıfına
girerek ruhaniyetle de ilgilenenlerin ayin zamanından sonra kalkıp o
şeyi uygulayabilirler. Meslek sahibi olmalarında hiçbir engel yok.
- Türk Ortodoks Kilisesi’nde rahibeler var mı?
- Hayır. Hiçbir şekilde yok.
- Başlangıçtan beri yok mu?
- Evet başlangıçtan beri hiçbir şekilde yok, hiç olmadı.
- Ruhban sınıfı erkeklerden oluşuyor yani. Peki ruhban sınıfını diğer
Ortodoksların ruhbanlarından ayıran özellikler, mesela evlilik?
- Bizde evlilik en üst seviyedeki ruhbana kadar serbesttir. Evlenmeme
diye bir şey yoktur. Dedemin en büyük özelliği biz bir cemaate hitap
ettiğimiz için, cemaatin sorunlarına cevap vermemiz gerektiğinden,
ben şayet bir aile ortamını bilmezsem bir evlat sevgisi nedir, hanım
nedir bunu bilmezsem benim o cemaate yardım etmem mümkün
değildir. Onun ne hissettiğini, ne istediğini anlayabilmem için benim
kendim bu tecrübeyi yaşamış olmam lazım. O yüzden Dedem kati
surette ruhbanlar evlenemez, diye bir tahdit koymamıştır. Bu zaten
Hıristiyanlıkta da yoktur. Ruhban evlenmeyecek, bekar kalacak diye.
104
Bunu sonradan kiliselerdeki birtakım rahipler o da büyük ihtimalle
kendi art fikirlerinden kaynaklanarak böyle bir mecburiyeti getirdiler.
Bugün normalde Protestanlarda bu yoktur, serbesttir; onlar da
rahatlıkla evlenebiliyorlar. Katoliklerle Ortodoksluğun bir bölümünde
bu mecburiyet devam ettiriliyor. Bunun da tabi çok yanlış
yönlendirmeleri oluyor. Bir kere tabiata aykırıdır, doğaya aykırı bir
oluşumdur. Dolayısıyla bunun bir an önce zaten ortadan kaldırılması
gerekiyor.
- Biraz önce Pavlus’un Korintoslulara mektubundan söz ettiniz ve
oradaki, kadının erkeğe tâbi olması ve tâbiyetin alâmeti, işareti olarak
da örtünmesi gerektiği şeklindeki ifadeleri hatırlattınız. Genelde
kadınlarla erkeklerin ilişkileri nasıldır Türk Ortodokslarında, yani
geçmişteki diğer toplumlarda da genellikle gördüğümüz gibi erkeğin
kadına tam bir tahakkümü söz konusu mudur? Erkeklerle kadınların
ilişkileri nasıldır? Kadın ikinci sınıf vatandaş gibi midir? Bizi bu
konuda aydınlatabilir misiniz?
- Yok öyle bir şey. Ben mesela babaannemle dedemin ilişkisini
biliyorum. Kati surette her zaman babaannem söz sahibi idi, dedem
Türk Ortodoks Patriği olmasına rağmen babaannem söz sahibi idi,
bütün yönetim onun kontrolünde idi. O nasıl isterse o şekilde
yönlendirildi. Evde hakimiyet her zaman babaannemin idi.
- Türk Ortodokslarda asli suç, asli günah var mı? Vaftiz?
- Vaftiz var.
- Niye oluyor vaftiz?
- Hıristiyanlığa kabul için.
- Biliyorsunuz vaftizin bir Hıristiyanlığa kabul yönü var, bir de
Hz.Adem ve Hz. Havva’nın işlediği ve onlar aracılığı ile bütün
insanlığa geçtiğine inanılan aslî günahtan kurtulma yönü var bir çok
Hıristiyan grupta. Sizdeki vaftiz bu şekilde bir anlam taşıyor mu? Türk
Ortodokslarda da doğuştan bir çocuk bu aslî suçu taşıyarak mı
doğuyor?
105
- Tabii. Türk Ortodokslar, Hıristiyanlığın bütün temellerini kabul eder,
bir ayrım yoktur. O günahla doğuyor, ondan arınıyor. Ama benim şahsî
fikrimi sorarsanız bu mümkün değildir. Çocuk günahla doğup da daha
o günahın ne olduğunu dahi bilmeden nasıl ben onu o günahtan
arındırıyorum? Sonra o yetkiyi bana kim veriyor? O bence doğru bir
olay değil. Öyle bir şey varsa bile en azından çocukken arındırma
yapılmasın da belirli bir yetişkin duruma gelir, bazı şeyleri anladıktan
sonra o günahtan kendisinin affedilmesini, bu uğurda çalışacağını, iyi
bir Hıristiyan olacağını söylesin, o şekilde bir tören yapılarak
arındırılması daha mantıkî gibi geliyor.
- Sizde vaftiz töreni ne zaman yapılır?
- Çocukken.
- Bir gelenek gibi mi devam ediyor?
- Gelenek gibi. Önemli olan Hıristiyan ancak vaftiz olduktan sonra olur.
Çocuk vaftiz olmazsa Hıristiyan kabul edilmez. Hıristiyan olması için
çocuğun vaftiz edilmesi şarttır.
- Bu aslî suça itenin kadın olduğu inancı kadının, Ortaçağ dönemi için
söylüyorum, ikinci sınıf insan görülmesine yol açmış olduğu kabul
edilir.
- Tabi, kadını şeytan olarak görürlerdi. O yüzden de kadın her türlü
haktan mahrumdu. Kocası ne derse o olurdu. 15-16. yüzyıla kadar
Avrupa’da gayet normaldi. Hatta kadın şeytan kabul edildiği için
İncil’e dahi el sürdürülmezdi. Çünkü İncil kutsaldı ve kadın şeytandı.
Bir yerde insanlar olayları öyle bir duruma getirdiler ki resmen
Tanrı’nın yarattığı kadını aşağılayarak, onu yok sayarak sadece bir
cinsel araç olarak gördüler. Çok şükür medeniyet geliştikçe beyinler bu
tür şeyleri kabul etmez hale geldi. Doğrusu da budur yani ikisinin
arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de Tanrı tarafından yaratılmıştır.
Zaten Tanrı’nın yarattığı her şey çok değerlidir. Bizim insan olarak tek
yapacağımız şey o yarattığı değerlere daha fazla değer vermek.
- Sevgi Hanım, ülkemizdeki türban problemi ile daha doğrusu türban
problemi olarak dillendirilen konu ile ilgili neler düşünüyorsunuz?
106
Türban bir problem midir? Başörtüsü de diyebilirsiniz. Genel anlamda
soruyorum.
- Türk toplumunu parçalamak için, devamlı bir çatışma ortamında
tutmak için her şey kullanılıyor. Ne yazık ki türban da aynı şekilde bir
simge olarak, bir meydan okuma olarak ortaya çıkarıldı. Halbuki biraz
önce de söylediğim gibi Anadolu’dayken benim ailemin de yaşlıları
başörtüsü kullanıyorlardı. Bu toplumda gayet normal karşılanan bir
şeydi. Kimse başörtüsü kullanan bir kimseye ne yan gözle bakardı, ne
bir laf söylerdi. Tam tersine saygı duyulurdu. Özellikle Anadolu’daki
köylü kadınlarımızın o güzel başörtülerini bağlayış şekilleri hepimizin
gözünün önündedir. Ben başörtü denince o köylü kadının kulağının
arkasına atarak veya o tertemiz pırıl pırıl oyalı başörtüsü gelir aklıma.
Bu da kimseyi rahatsız etmiyordu. Ama birileri bunu Cumhuriyete
karşı, Atatürk’e karşı bir simge olarak kullandığı için ister istemez bir
tepki yarattı. Bunu da o tepkiyi yaratmaktan menfaat sağlayan insanlar
devamlı üstüne gide gide bunu bir dinsel olay olarak dayatarak,
kadınımızı da buna mecbur ettiler. Halbuki ben zannetmiyorum ki
türban, demin de söylediğim gibi türban Hıristiyanlıktan gelme bir
olaydı, Kur’an-ı Kerim’de türban diye bir şeyden bahsedilmez. Sadece
bir örtünme olayı söz konusudur. Bunu birileri sırf bu toplumda
devamlı bir ikilik yaratmak, bir karşı duruma getirdiler. Aklı selim olan
bence hiç bu duruma getirmeden çözebilirdi. Çarşaf, kara çarşaf olayı
bile biliyorsunuz Abdulmecid’in bir fermanıyla Türk kadınına empoze
edildi. Bu da demek ki dinsel bir olay değil. Aydınlarımız, ama hakiki
Türk aydınından bahsediyorum, Türk kadınına olan saygısını
göstermek için bu meseleye bir an önce el atıp bu işi bitirmesi lazım.
- Örtünmek istiyorum bu benim inancımın gereği, diyen hanımlar ne
yapmalı? Mesela “Herhangi bir simge olarak düşünmüyorum, hiçbir
şekilde başkaldırı da düşünmüyorum. Ben ülkemin kurallarına da
uygun hareket etmek istiyorum ama ben inanıyorum, benim
Kur’an’ımdaki ayet böyle söylüyor dolayısıyla ben örtüyorum” diyen
bir hanım ne yapmalı? Mesela bir öğrenci, bir memur?
107
- Anneannesi, babaannesi, annesi nasıl örtünüyorsa o şekilde örtünsün.
- Diğer Hıristiyanlarda rahibelerin kıyafeti ile ilgili neler
söyleyebilirsiniz?
- Biliyorsunuz rahibelik müessesesinin en güçlü olduğu kurum
Vatikan’dır. Vatikan bile 1967 senesinde yanılmıyorsam bir karar
çıkararak bundan böyle artık rahibelerin de o geleneksel
kıyafetlerinden, normal yaşamın gerektirdiği kıyafetler giyebilecekleri
hatta başlarını da açabileceklerine dair bir izin çıkmıştı. Ben o seneler
bir rahibe okulunda öğrenci idim. Birçok rahibe öğretmenim normal
kıyafetleriyle ama başlarında o meşhur şeylerini takarak derse
giriyorlardı.
- Başlarını örtüyorlardı ama kıyafetleri normaldi öyle mi?
- Evet başlarını örtüyorlardı, kıyafetler normal bizim giyindiğimiz
kıyafetler gibiydi.
- Tamamen başını açan rahibe oldu mu?
- Tamamen başını açan olmadı benim okulumda görmedim ama
normalde izin çıkmıştı...Bakın Atatürk ne diyor: “Kimi yerlerde
kadınlar görüyorum ki başına bir bez ya da bir peştamal ya da buna
benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen
erkeklere karşı ya arkasını çevirir ya da yere oturarak yumulur. Bu
davranışın anlamı, kavramı nedir? Efendiler uygar bir ulusun anası,
ulus kızı bu garip şekle, bu vahşi görünüme girer mi? Bu hal ulusu
çok gülünç gösteren bir görünümdür, hemen düzeltilmelidir.”
(30.Ağustos.1925, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, s.217). Zaten
en tehlikeli olay da Türk insanının Türklüğünü ortadan kaldırıp, ümmet
şuuruyla İslâmiyet çatısında yok etmek.
- Bunun ardındaki asıl gerekçe bu diyorsunuz?
- Evet, asıl gerekçe Türk insanındaki Türklük şuurunu, bilincini ortadan
kaldırmak. Türk kadını asırlardan beri biliyorsunuz hakanla beraber
aynı şeylere imza atardı. Onun imzası olmadan hakanın imzası geçerli
sayılmazdı. O devirden Cumhuriyette kadını yine utanılacak bir simge,
108
bir varlık haline getirdiler. Bence hiçbir Türk kadını bunu kabul
etmemeli.
- Etmemeli ve biraz önce dediniz ki “Hiçbir Türk kadını bu oyuna
gelmemeli, ben inanıyorum ki dinini, inancını yüreğinde yaşayacaktır,
ama asla bunun görünmesi için gösterişe sapmayacak, birtakım
davranışlar içerisinde olmayacaktır”, diyorsunuz?
- Evet, olmayacaktır. Kırzıoğlu, Kıpçaklar kitabında diyor ki; İskender
Doğuya savaşa gidiyor ve oradaki Türk topluluklarıyla karşılaşıyor. Bu
topluluklar Kıpçaklar ve Kumanlar dediğimiz ve hakikaten Türk
ırkının en güzeli bu Kıpçaklar boyu imiş, özellikle de kadınları sarışın
mavi gözlü. İskender’in ordusunda bir hareketlilik başlamış, İskender
olayı fark etmiş. Toplumun yaşlılarına yönelerek “Lütfen sizinle
görüşmek istiyorum” demiş. Yaşlılar buyur etmişler. “Hanımlarınız
çok güzel benim askerlerim hareketlendi. Lütfen hanımlarınız
örtünsünler” diyor. Yaşlılar; “Peki bir görüşelim kendi aramızda”
diyorlar. İskender çıkıyor. Onlar hemen yaşlılar heyetini topluyorlar ve
tartışıyorlar aralarında ve diyorlar ki; “Türk örf ve adetinde kadının
örtünmesi diye bir şey söz konusu değildir. Nasıl ki biz bu zamana
kadar böyle bir şey yaptırmadıysak bundan sonra da yaptırmamız
doğru olmaz. Bizim kadınımızın utanılacak bir tarafı yoktur.”
İskender’e içlerinden biri geliyor, diyor ki; “Bizim kadınımız, bugüne
kadar örtünmedi, bugünden sonra da örtünmeyecektir. Dolayısıyla sen
askerlerine hakim ol”. Geçmişte Türk kadınının bu şekilde kabul
gördüğünün en güzel örneği bence.
Sevgi Erenerol’un söz ettiği bu konu Kırzıoğlu’nun kitabında şu şekilde anlatılmaktadır:“Deşt-i Kıpçak’a gelen İskender, Bozkır’da Kıpçak topluluklarını gördü: Ak tenli, pembe yüzlü, ay ve güneşten daha parlak çehreli, dar gözlü (gözleri çekikçe), insanları baştan çıkaracak kadar ve meleklerde bile bulunmayan güzellikte kimseler. Yüzlerinde hiç örtü olmayan ve bakanları yakan bu güzel kadınlar, erkeklerden çekinmiyorlardı. İskender, bu peri-peykerleri, gümüş gövdelileri görünce, askerlerinin gençlik coşkunluğu ile taşkınlık yaparak kendilerini tutamayacaklarından (ve savaşta bozulacaklarından) korktu. Ertesi gün ta‘zimat için huzuruna gelen ‘Kıpçak Uluları’na dedi ki: Kadınların örtünmeleri daha hayırlıdır; kadın takımı, taş ve demirden de olsa yine kadındır. Yabancıdan çekinmeyen bir kadın, kendi şerefini koruyamadığı gibi, kocasından da utanmıyor demektir. Bunun üzerine Kıpçak’ın Yaşlıları dedi ki: Bu bir töre ve gelenek işidir; sizlerdeki kadınlar örtünük ise, bizde açıktır; örtünmenin namus ve şerefe ne faydası var? Bizim bu adetimizi bırakmamız elimizde değildir.” Bkz. Nizamî, İskendername, Bombay 1887, s62-63, 71-75, 99-101’den
109
- Burada zannediyorum özellikle yüz örtme söz konusudur.
- Herhalde, yani kıyafet olarak açık saçık kıyafet giymiyorlardı o
devirlerde muhakkak.
- Güzelliğinin görünmemesi için peçe tarzı bir örtü olsa gerek ki Türk
toplumu hiçbir zaman peçe örtmemiş. Baş örtülmüş, değişik biçimlerde
örtü kullanılmış, ama peçe örtülmemiş. Peçe özellikle Bizans
döneminde çok yaygın olan belki eski toplumlarda yaygın olan bir şey
ve bize oradan gelmiş. Çok teşekkür ederim Sayın Erenerol.
- Ben teşekkür ederim efendim.192
Günümüzde Türk Ortodoks Patrikhanesi yetkililerinin, örtünme
konusundaki düşünceleri, röportajdan da anlaşıldığı üzere, tamamen dinî
anlayış çerçevesi dışında olduğu gibi uygulamada da hayli serbest bir biçim
tercih ettikleri görülmüştür.
cc. Süryanilerde Örtünme Anlayışı:
Patriklik merkezi Şam’da bulunan ve en eski Hıristiyan cemaatlerden biri
olan Süryani (Ortodoks) Hıristiyanların193 örtünme anlayışı, diğer
Hıristiyanlardan biraz daha katı olmakla birlikte değişimden onların da
paylarını aldıkları bir gerçektir.
Süryanilere göre örtünme Tanrı’nın emridir. Süryani Kilisesi’nden
Samuel Akdemir’e göre, Allah’a saygı dışında örtünmenin gerekçeleri
erkeğin ibadetine engel olunmaması ve erkeğin karısını kıskanmasıdır.
Geleneksel olarak eskiden bütün kadınlar başlarını örterken şimdilerde diğer
kiliselerde olduğu gibi Süryani kadınlarında da açıklık tercih edilmektedir.
Ancak rahibeler eskiden olduğu gibi örtünmeye devam etmektedir.
nakleden Fahrettin Kırzıoğlu, Yukarı- Kür ve Çoruk Boylarında Kıpçaklar, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1992, s.101-102.
192 02.06.2003 tarihinde İstanbul’da, Türk Ortodoks Kilisesi’nde, Kilisenin Basın Sözcüsü ve III. Patrik Selçuk Erenerol’un kızı Sevgi Erenerol ile yaptığımız görüşmeden.
193 Süryani Kilisesi’nin teşekkülü ve diğer kiliseler arasındaki konumu ile Süryani kültürü için bkz. Mehmet Çelik, Süryani Kilisesi Tarihi, İstanbul 1987; Kenan Altınışık, 5500 Yılın Tanıkları Süryaniler, İstanbul 2004.
110
Rahibeler sadece siyah giyinebilmektedir. Çünkü Süryanilere göre siyah yası
simgelemektedir. Diğer din adamları gibi rahibeler de asli günah ve insanların
günahları için yas tutmuş olmaktadır. Ayrıca siyah giyerek hem kendilerine
hem de onları görenlere iffetli davranmak gerektiğini hatırlatmış
olmaktadırlar. Metropolitin giydiği kırmızı elbise İsa’nın insanlığın günahına
kefaret olarak dökülen kanını simgelemektedir. Giysinin arkaya atılan kapşonu
ise evlenmeyen ruhban sınıfının dünya nimetlerini arkasına atışını, önem
vermeyişini sembolize etmektedir.
Süryanilerin görüşlerini194 almak için İstanbul’da Süryani Metropoliti
Yusuf Çetin ve bir kaç defa Süryani Kilisesi temsilcisi Samuel Akdemir ile
görüştük. İstanbul’da Metropolitlik içindeki Tarlabaşı Meryem Ana
Kilisesi’nde de bir duaya katıldık. Müslümanlarla birçok benzerliklerinin
olduğunu müşahade ettiğimiz Süryanilerin İstanbul Metropoliti Yusuf
Çetin’in konu ile ilgili sözleri şöyledir:
- Süryaniler Doğuda asırlarca yaşadı. Topraklarımız, Mezopotamya,
genelde Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda yaşıyorduk. Daha
sonra Suriye, Lübnan, Irak, Hindistan ve bizim Süryani din
adamlarımız ilk asırdan başlamak üzere Arabistan’a kadar gittiler.
Sonra Azerbaycan’a kadar, Çin’e kadar, Rusya’ya kadar gittiler;
Allah’ın kelamını yaydılar. Ve siyaset, politika hiçbir çıkarları yoktu.
O dönemlerde oralara gitmek çok zordu. Şartlar çok zordu. Ve bazıları
ulaşamadan vefat ediyorlardı; açlıktan, susuzluktan, sıcaktan,
soğuktan. Bazıları hayvanlar tarafından parçalanıyorlardı; bazıları
denizlerde boğuluyorlardı. Kimisi bu Allah’ın kelamını yayarken
putperestler tarafından öldürülüyordu, cezaevlerine atılıyordu. Ama
yılmadılar. Sonra bizde mesela, eskiden kiliselerde kanepeler yoktu,
sandalyeler yoktu ve kiliselerde halılar serilirdi böyle, halı üzerine
otururlardı, kadın olsun erkek olsun ama yerleri ayrı, iç içe değil.
- Şimdi nasıl?
- Şimdi de genelde kiliselerimizde ayrı. Kadınlar ayrı oturur, erkekler
ayrı oturur. Daha önce biz Doğudayken, mesela hatırlıyoruz elli sene
111
öncesine kadar erkekler önde bayanlar arkada, erkeklerle bayanları
ayıran tahtalardan bir delikli perde, paravan yapılırdı. Sonra genelde
bayanlar ayakkabıları çıkarırlardı, hatta erkekler bile ayakkabısız
girerlerdi. Sonra bayanlar başlarını bağlarlardı. Dua esnasında ayin
esnasında. Çünkü bu İncil’de de yazılı Pavlus diyor ki elçi Pavlus
mektubunda diyor ki: Bayanlar dua ederken başlarını bağlamaları
lazım. Bazıları “Efendim saçları var ne fark eder” diyor. Hayır saç
ayrı, başlarını bağlamaları ayrıdır. Bu saygıdan kaynaklanıyor. Tanrı
önünde duruyorlar, başları bağlı. Erkekler ise başları açık şekilde
duruyor.
- Korintoslulara Mektupta “Kadının başı erkek, erkeğin başı Mesih’tir.
Nasıl ki Mesih’i yüceltmek erkeğin görevi ise aynı şekilde kadın da
erkeği yüceltsin. Bunun için de başında bunun işareti, alâmeti olarak
örtü bulundursun. ” diyor. Doğru mu anlıyorum?
- Evet, Biz diyoruz ki, elçi Pavlus diyor ki; “İsa Mesih kilisenin başı
olduğu gibi, erkek de kadının başıdır. Biz tüm Hıristiyanlar İsa
Mesih’in manevî bedeninde her birimiz birer üyeyiz. Başımız İsa
Mesih’tir. O yüzden İsa Mesih kilisesine sevdiği gibi, kilisesi uğruna
kanını verdiği, kendini kurban ettiği gibi aynı şekilde erkek de karısını
sevmeli ve kilisenin de İsa Mesih’i sevdiği gibi kadın da kocasını
sevmeli. Yani bu kutsal bir antlaşmadır. Birbirlerine sadık olmaları
lazım, birbirlerini aldatmamaları lazım. Yani yapmacık, göstermelik
değil, formalite değil...
- Pavlus’un biraz önce söylediğim mektubundaki özel olarak başın
örtülmesi erkeğin kadına hakimiyetine, tahakkümüne bir gösterge, bir
sembol olabilir mi, kadının başının örtülmesi hakimiyetin sembolü
müdür?
- Şimdi bizde aslında hakları eşittir. Birbirlerini sevecekler, sayacaklar.
Erkek karısına saygı gösterdiği zaman kendisine de saygı gösterir.
Çünkü neden diyeceksiniz, mesela bizde Tanrı ilk önce babamız
Adem’i yarattı. Bize göre, erkek ruhsallığı simgeliyor, gelecek yaşamı
194 Süryani Kilisesi’nin ibadetleri için bkz. Zeki Demir, Süryani Kilisesi ve Kilisenin Kutsal
112
simgeliyor; kadın bu dünyamızı simgeliyor. O yüzden aile reisi
erkektir. Çünkü bize göre mesela İsa, Tanrının kelamı- ki Kur’an-ı
Kerim’de de bu vardır; Kelamullah, ruhullah, nurullah- O erkek olarak
dünyamıza geldi, dişi olarak değil. Genelde peygamberler öyle mesela.
Sonra erkek kadının başıdır. Aile reisidir ve Tanrı annemiz Havva’yı
onun kaburga kemiğinden yarattı diye okuyoruz. Mesela onun
ayağından bir parça alıp yaratmadı. O zaman karısını hor görürdü
erkek. Ya da erkeğin başından bir parça alıp yaratmadı. O zaman belki
kadın kocasını hor görürdü. Ne dedim kaburga kemiğinden, yüreğine
yakın bir yerden, ortada, haklar eşit. Sonra yüreğe yakın bir yerden,
birbirlerini sevsinler. O yüzden diyor, etimden ettir, kemiğimden
kemiktir diyor, bir bütün evlilikte, nikahta bunu söylüyorlar, bir bütün
oluyorlar, tek parça oluyorlar, birbirlerini tamamlıyorlar.
- Sizin giysinizin ya da diğer ayin giysilerinin dinî bir boyutu var mı,
tamamen kültürel mi?
- Vardır. Bizde mesela din adamlarımız siyah giyerler. Siyah yası
simgeliyor biliyorsunuz. Ama ölü için yas değil. İmanlılar için,
imanlıların günahları için. Bu dünyada günah dünyasında yaşıyoruz,
çünkü Tanrıdan başka günahsız yok. İnsan büyük küçük mutlak bu
bedeni taşıdığı zaman hata işleyebilir, günaha meyillidir. O yüzden,
hem imanlılar bu giysileri gördükleri zaman sanki aynada kendilerini
görüyorlarmış gibi bu dünyanın boş olduğunu, fani olduğunu, gelecek
yaşamı düşünsünler, tövbeli bir yaşam sürdürsünler diye. İkincisi o din
adamı bizde kutsallığı simgeliyor, iffeti simgeliyor. Kutsallığı
simgelediği için onun da o giysilere göre kendine çeki düzen vermesi
lazım. Toplumun aynasıdır. Siyah, sakal o da bir yas simgesidir
aslında, günahları düşünmek, iffeti düşünmek, iffetli yaşamak. Allah
kutsal olduğu için kutsallığı sever Tanrı. Bir de bizde ruhsal çobanlar
vardır. Mesela ruhsal çoban: Episkopos, metropolit, baş episkopos,
daha sonra caplik, batıda katalikos diyorlar biz matriyan diyoruz,
matriyano caplik, Ortodoks olduğumuz için patrikle metropolit
Yedi Gizi, İstanbul 2002.
113
arasında kalıyor, O da bizim Hindistan’da şimdi. Patriğimiz bizim en
büyük dinî liderimiz o da şimdi Şam’da. Patriklik merkezimiz 37
yılında kurulmuş, İlk patriğimiz Sen Piyer dedikleri Petrus diyoruz,
‘On ikiler’den biri... Şimdi kırmızı kanı simgeliyor. Ruhsal çoban.
Çünkü İsa diyor ki ben iyi çobanım diyor. Çünkü iyi çoban koyunları
uğruna canını verir. Ruhsal koyun, ruhsal çoban. Çünkü yürekli olan
diyor, kurtları gördüğü zaman sürüyü bırakıp kaçar, çünkü onun için o
kadar önemli değil, sürünün sahibi olmadığı için kendini kurtarır. Ama
gerçek çoban ise mümkün derecede kesinlikle koyunlarını kurtlara
yedirmez. Ve onu yalnız konuşmasıyla değil de icraatlarıyla ispatladı.
Bizim uğrumuza kanını akıttı, haça çakıldı, kurban oldu, fidye oldu,
bağışlamalık oldu. Şimdi episkopos, metropolit on ikilerden birini
temsil ediyor. Ruhsal çobandır, o yüzden giysileri kırmızı, hem kendi
kanını hem İsa’nın kanını simgeliyor. Gerektiğinde manevî ruhsal
yönden imanlıların kurtulması için kanını bile esirgememesi gerekir.
Ruhsal yönden uyanık olması lazım. Çünkü Tanrıya o ruhsal sürüsü
için hesap verecek.
- Her zaman kırmızı mı giyerler?
- Ayin giysileri ayrı tabi. Normal olarak dışarıda cüppe var siyah. Bu
entari de siyah da olabilir, kırmızı da olabilir; ama siyah olduğu zaman
düğmeler kırmızı olur, bazı bölümleri kırmızı oluyor.
- Başınızda bir şey var.
- Bu başımızdaki din adamları bizde iki sınıftır: Papazlık; papazlar evli
oluyor. Rahiplik; rahipler bekar oluyor. O yüzden bizde papazlar
genelde köylerde, şehirlerde görev alırlar. Cemaatla iç içe, çoluk çocuk
sahibi. Mesela peder evli. Herkes de peder dediği için hanımı vefat
ettiğinde papazın bir daha evlenemez. Aynı şekilde -buradan uzak-
kendisi vefat ettiğinde hanımı bir daha evlenemez. Çünkü herkes onun
eşine anne diyor, ona peder diyor. Ruhsal manevî yönden. Şimdi bizde
metropolitler, patrikler ruhban sınıfından geliyor, evli olmayan sınıftan
geliyor. Çünkü bunlar evli olmadıkları için çoluk yok, çocuk yok, eş
yok, ev yok. Daha fazla zamanları oluyor cemaata hizmet edebilmeleri
114
için. O yüzden bizde rahipler tahsilli olursa, idareci olursa rütbeleri
yükseliyor, askerlikte kurmaylık olduğu gibi, ta patrikliğe kadar
yükselebiliyor. Metropolitler, katalikoslar, patrik rahiplikten gelme. O
yüzden bu rahiplik simgesidir. Dünyayı arkalarına atıyorlar, bu
dünyada mesela evlenmiyor, çoluk çocuk sahibi olmuyor, mal mülk
sahibi olmuyor, her şeyi bırakıyor. Ama ne için? Tanrı için. Çünkü İsa;
‘Benim öğrencim olmak isteyen annesini, babasını, kardeşini, kız
kardeşlerini, her şeyini bırakıp haçını alıp ardım sıra gelsin diyor. Bunu
yapmayan bana layık değildir, diyor. Bunu söylerken onlardan nefret
etsin demiyor ama beni hepsinden daha fazla sevmesi lazım’ diyor. O
yüzden bunu (başındaki kapşonu göstererek) başına koyuyor, her şeyi
bırakıyor, gelecek yaşamı düşünüyor veyahut kendini kurtarmak için.
Ama metropolit, patrik bunlar ruhsal sürü var; hem kendileri hem
ruhsal sürüden sorumlular.
- Rahibelik müessesesi var mı ?
- Rahibeler de rahipler gibi, evlenmiyorlar. Aynı şekilde kendilerini
Tanrıya ibadete, insanlığa hizmete adıyorlar. Kendilerini de kurtarmak
için.
- Onların giysileri nasıl?
- Onlar da siyah giyinirler. Başlarını bağlarlar. Onlar da başlarına
bundan koyuyorlar ama kapatıyorlar ayrıca.
- Batı Katolik kilisesinin rahibelerinin kıyafetlerini görüyoruz filmlerde.
Onların kıyafetlerinden farklı mı sizin rahibelerinizin kıyafetleri?
- Biraz değişik. Onlar bazen beyaz giyiyorlar. Bizimkiler siyah giyer.
Sonra başları bizimkiler bağlı tamamen.
- Saçların hiç görünmemesi mi esas sizde?
- Şimdi bizde son zamanlarda bazıları başlarına bunu koyuyorlar,
bazıları da tamamen bağlıyorlar.
- Şu anda İstanbul’da da var mı rahibeleriniz?
- İstanbul’da bir tek rahibemiz var o kadar. Diğerleri, bizim
Güneydoğu’daki manastırlarda, onlar genelde manastırlarda kalıyorlar.
Manastırlarda hizmet ediyorlar, daha iyi oluyor tabi. Maalesef bizim
115
hastanelerde, Katoliklerde olduğu gibi, bizim öyle bir imkanımız yok.
Öyle fazla rahibemiz de yok zaten.
- Hala rahibe olmak isteyen genç kızlar var mı? Görüştüğüm birisi –
Ermenilerde zannediyorum- gençlerde kalmadı artık, gençler talip
olmuyor rahibe olmaya, dediler.
- İstanbul’da şimdilik yok ama başka yerlerde oluyor. Mesela Arap
ülkelerinde, Irak’ta, Suriye’de, Avrupa ülkelerinde bu son zamanlarda
epey olan oluyor. Rahip de rahibe de...
- Çok teşekkür ediyorum.
- Rica ederim.195
Süryani Kilisesi Temsilcisi Samuel Akdemir’in örtünme anlayışı ile ilgili
sorularımıza verdiği cevaplar şöyledir:
- Sayın Akdemir, Süryanilerde örtünme anlayışı ile ilgili bilgi verebilir
misiniz?
- Ben hatırlıyorum yaşım 78’e geldi. Annem, ablam...tabii biz Doğuda,
Güneydoğuda doğduk. Ve biz Süryaniler ne yaparız. Bu insanları, ister
Hıristiyan’ı, ister Müslüman’ı aynı kültürü paylaşıyor. Cinsi
bakımından, örf ve adetler bakımından aynı kültürü paylaşıyor. Son
zamanlarda biz Avrupa’ya açılınca, İstanbul’a geldikten sonra baktık
ki, tabii orası İstanbul, Avrupa sayılır biliyorsunuz. Genç kızlarımıza,
toplumumuza cazip geldi, tesettürü bir kenara bıraktılar. Biz biraz da
kopyacıyız, anladınız mı? Kendi cemaatımızı tenkit ediyoruz ama...biz
bunu yapamıyoruz artık.
- Yani kadınlar için olması gerekir mi diyorsunuz ve niçin?
- Şimdi biliyorsunuz şöyle bir durum vardır. Aslında Hz. İsa dağdaki
vaazında diyor ki: ‘Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Önemli olan
kişinin yüreği temiz olsun, düşünceleri temiz olsun. Bazı insanlar
kapalı olduğu halde bedensel duygularına hakim olamıyor. Bazı
insanlar da açık olduğu halde kalbi temizdir, dürüsttür, efendim,
namusludur. Bu kişinin ahlâkına bağlı bir şeydir. Şimdi bu tesettür, ilk
116
çağlarda insanlar örtünmüyordu. Ve daima kadınları eziyorlardı.
Onlara seçim hakkı yoktu, toplantılarda yer yoktu. Efendim
mutfaktadır, geri işlerdedir. Sonra erkekler kıskanç olduğu için
diyelim ki, hanımına diyor ki; senin–affedersin- güzelliğin bana
aittir. Sen evden çıktığın zaman kapanacaksın, kapalı giyeceksin ki
yoksa senin yüzünden –güzelse- senin yüzünden beni öldürür seni
kaçırırlar. Nitekim Hz. İbrahim aynı şeyi yaptı. Mısır’a gittiği zaman
Sare’ye dedi ki; “Sen güzel bir hanımsın, korkarım senin yüzünden
beni öldürürler, seni almak için.” “Eee ne yapalım” dedi. Diyor ki;
“Sen diyeceksin ki; ‘benim ağabeyimdir’; ben de diyeceğim ki; ‘benim
kız kardeşimdir’” Öyküyü biliyorsunuz. Bu konuyu biliyorsunuz zaten,
söylemeye gerek yok. Sonra iki kez bunu yaptı İbrahim korkusundan.
Firavun çağırdı, dedi ki; “Niye beni aldattın? Sen iyi, hüsnü niyetle
bunu yapmak istedin.” Ama tabii Rabb’in meleği ona dedi ki; “Adamın
karısını ona geri ver, o bir peygamberdir. Ona dokunma, senin hayatını
mahveder, kökünü kazırım.” O tuttu, ona artık develer falan verdi ve
ona Hacer’i de verdi. Ve Hacer’den İsmail oldu. Çünkü Sare kısır bir
kadındı, çocuğu olmuyordu. Sare’nin izniyle İbrahim Hacer’le oldu.
Sonra İsmail 13 yaşına gelince...
- Yani örtünme kıskançlıktan mı diyorsunuz? Bunun Kutsal Kitap’taki
yeri nedir?
- Kutsal Kitap’ta diyor ki; Tabii Resul Pavlus, Aziz Pavlus diyor ki;
“Kadınlar ibadette örtünsün. Çünkü başkasına şey... tökez olmasın
diye...
- Peki ibadet dışında?
- İbadet esnasında örtünmelidir. Erkekler baş açık olmalı, kadın
tesettürlü,diyor.
- Yalnız orda bir cümle hatırlıyorum ben; “Nasıl ki erkeğin başı
Mesih’tir, Mesih’in başı Allah’tır. Kadının başı da erkektir. Ve kadın,
erkeğin kendisine hakim olduğunun alâmeti olarak, işareti olarak,
sembolü olarak başında örtü bulundursun” diyor cümlede. O tarz bir
195 06 Haziran 2003 tarihinde İstanbul Süryani Metropolitliğinde Metropolit Yusuf Çetin ile
117
şey hatırlıyorum. Yani bu, erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetinin bir
sembolü olarak da görülebilir mi, yoksa o hakimiyeti kıskançlıkla mı
ele almak lâzım ?
- Şimdi Kitap öyle diyor. Diyor ki “Erkek kadının başıdır. Nasıl ki Hz.
İsa toplumun başı ise, erkek de kadının başıdır.” Bunlar sembolik
şeylerdir. Bugünkü Medenî Kanunda, bugünkü adalet hükmünde erkek
ve kadın eşittir. Eşit haklara sahiptir. Bugün Amerika’da mesela evli
bir kadın, kocasının malı mülkü ne varsa hepsi müşterektir, söz
sahibidir. Yani zemin ve zamana göre kurallar değişiyor, kanunlar
değişiyor. Şimdi mesela bizde kural sakal bırakmak, yuvarlak sakal
bırakmak aynıdır. Bugün İslâm aleminde nasıl ki böyle, buraya kadar
yuvarlak sakal... Ama ben İstanbul’da yaşıyorum, şuraya-buraya
gidiyorum, uygun olmuyor, mümkün olmuyor. Bu daha hafiftir, daha
şeydir, semboliktir.
- Giyimleriniz?
- Rahmetli anam ‘niye sakalı uzatmıyorsun?’ diyor. Yaşlı kadın, onu
kıramam. Dedim ki; ‘Ana sen biliyor musun, uzun sakal ile senede ne
kadar vergi veriyorum devlete?’
- Kılık- kıyafet, erkek veya bayan olabilir, bunlarla ilgili
bilgilendirebilirseniz çok memnun olurum.
- Bizde ruhanilik iki sınıfa ayrılıyor. Biri papaz sınıfı, diğeri ruhban
sınıfı. Ruhban veya rahibeler, bunlar manastırlarda yaşar. Bunlar kendi
yaşamlarını artık iyice Allah’a adamış oluyor ve evlenmiyor. Ve kapalı
oluyorlar, özellikle rahibeler kapalıdır.
- Peki onların kapalılığı Pavlus’un cümlelerine mi dayandırılıyor?
Gerekçe olarak?
- Tabi.
- Peki rahibelerin dışındakiler bu toleransı nasıl bulabiliyorlar? Bizde de
herkes yapmıyor veya bizde rahibelik gibi bir durum söz konusu
olmadığı için belki her Müslüman bundan kısmen kendini sorumlu
hissediyor, yerine getirmeye çalışıyor olabilir. Ben sizdeki o farklılığın
yaptığımız röportajdan.
118
sebeplerini öğrenmek istemiştim ama siz biraz önce dediniz ki biraz da
topluma uyduk... zor geldi.
- Bu bir gerçektir.
- Modern hayatın getirdiği şeyler...
- Biz her zaman söylüyoruz, biz Türk’üz, biz Türkler olarak biraz
kopyacıyız. Bakın affedersiniz, meselâ Avrupa’dan bir hippi geliyor.
Ee.. adam şeydir geziyor, belki tıraş olmaya vakit bulamıyor, bilmem
ne saç uzatıyor, bilmem ne falan. Biz o Avrupa’dan, Amerika’dan
geldi diye onu taklit etmeye çalışıyoruz. Biz kopyacıyız. Süryaniler
daha ..., Süryaniler daha.... Ama tabi her toplumun ayrı bir kültürü
vardır. Biz dediğim gibi, ben gözümü açtım, Mardin, Midyat,
Diyarbakır o yöredeki insanlarımız, annelerimiz, haminelerimiz hepsi
başı örtülüdür.
- Giyim tarzı olarak da aynı mı giyiyorlar? Bulundukları yörede ne
giyiliyorsa, Müslüman kadınlar ne giyiyorlarsa onlar da öyle mi
giyiniyorlar?
- Evet evet.
- Erkekler? Erkeklerin giyim tarzında bir farklılık var mıydı? Şimdi var
mı?
- Erkekler eskiden şalvar giyiyordu fakat Atatürk geldi. Korktuk. Takım
elbise giydik.
- Şimdi herkes o şekilde mi giyiyor?
- Aynı.
- Peki şimdi ibadet ederken ruhban olmayan, rahibe olmayan kadınlar
başlarını örtüyorlar mı?
- Yine kapalı. İbadet ederken, tabi tabi. O da aynı secde kılıyor, rekat
kılıyorlar ama kapalı.
- Peki rahiplerinizin giysileri? Özel bir gerekçesi var mı, o niye öyle
oluyor acaba?
- Onlarda... şimdi meselâ ayinde tabi, ayin takımı ayrıdır. Dışarıdaki bir
cüppe. Meselâ Suriye’de yahut Arap ülkelerinde hanımlar çarşaf
kullanır biliyorsunuz. Ben Irak’ta 1956’larda orada İlahiyat
119
Fakültesinde Arapça’yı okudum. Şimdi oradaki hanımları gördüm;
çarşaf giyiyorlar, aba...
- Halâ da öyle giyiyorlar.
- Halâ da öyle. Sen farkına varamazsın, bu Müslüman’dır, Hıristiyan’dır,
farkında değilsin. Onların kılık kıyafeti öyle. Rahipler de dışarıda
cüppe giyiyorlar. Biz burada cüppe kullanmıyoruz. Atatürk bu şeyleri
... Atatürk inkılaplarına uyduk; takım giyiyoruz o kadar. Yalnız
bölgede en yüksek din lideri cüppe ile kalabilir. Meselâ geçenlerde
Cumhurbaşkanımızı ziyaret ettik. Bizim dinî liderimiz o cüppesiyle
geldi. Biz böyle gittik.
- Başlarına özel bir şey kullanıyorlar mı? Erkeklerde başa bir şey
takılıyor mu?
- Onun özel bir kıyafeti vardır. Böyle taç gibi. Onun giysisi odur. Cüppe,
taç giyiyor, asa alıyor.
- Deylüzzafferan’da Cebrail Bey’e şöyle bir soru sorulmuş; ‘Siz bu
cüppelerinizi yalnız ibadet esnasında ya da ibadet ettiğiniz mekanlarda
mı giyiyorsunuz yoksa dışarıda da böyle mi devam ediyorsunuz?’ diye
sorulmuş ‘Biz Cumhuriyetten önce dışarıda da böyleydik. Ama
Cumhuriyet döneminde kanunlardan dolayı sadece ibadet esnasında
böyle’ demiş.
- Evet doğru, aynen böyle. Dedim ya Atatürk inkılaplarına uyduk. Yoksa
meselâ Arap ülkelerinde papazlar, rahipler dışarıda da cüppe giyiyor.
Ama biz o cüppeyi yalnız kilisede kullanıyoruz. Dışarıda
kullanmıyoruz. Ayin yapacak papaz olsun, rahip olsun kiliseye
geldiğinde evvelâ bir yıkanır. Mutlaka duş alması lâzım.
- Peki boy abdesti ile o duşun bir benzerliği var mı? Müslümanlardaki
gusül var ya sizdeki yıkanmanın şekli öyle mi?
- Yıkanmanın şekli... biz tabi bir dua okuyoruz meselâ. Yarabbi benim
günahlarımı yıka,diyoruz meselâ.
- Yani sizdeki yıkanma sembolik bir yıkanma değil de, baştan aşağıya su
ile bir ciddî bir yıkanma mı?
120
- Şimdi bizde ibadete gelen ruhen ve bedenen temiz olması lâzım.
Bunun için ister sembolik olsun, ister şey olsun temizliğini mutlaka
yapar, yıkanır ve gelir, bu bir. İkincisi; ibadet yapacağı, ayin yapacağı
zaman da beyaz gömlek giyer. Onun üzerine pelerin koyar. Ayini
yapacak kişi.
- Pelerin ne renk?
- O artık kırmızı olur, başka bir renk olur, bu değişebilir.
- Peki bu niye pelerin, başka bir şey değil de? Niye cüppe başka bir şey
değil de?
- Şimdi kabileden çıkamayız özel birlik var. Çünkü kutsaldır, kutsal bir
yerdir. Meselâ bu ayakkabı ile ayine katılamayız. Çünkü icabında
tuvalete falan giriliyor.
- Ayine katılanlarda mı çıkarıyor ayakkabıyı?
- Hayır, sadece ayini yapacak olan rahip veya papaz çıkarıyor. Onların
özel bir yeri var. Halk aşağıdadır. Onların ki birkaç basamak daha
yukarıdadır.
- Altar falan var kiliselerde, onların olduğu bölüm?
- Evet.
- Bu giysilerin ,diyordum, öyle olmasının özel bir sebebi var mı?
- ........
- Tabii bunun net bir cevabını bilmiyor da olabilirsiniz. Yüzyıllardan
beri öyle gelmiş olabilir de diyebilirsiniz.
- Şimdi biz yüzyıllardır bu kültürü böyle gördük. Bu insanlar böyle
giyiyorlardı. Ve tabii hanımın hal ve hareketleri açık saçık olduğu
zaman icabında nefsine hakim olmayan zayıf iradeli erkekler
mesela o zaman eğer dua ediyorsa icabında düşüncesi karışır,
olabilir. Çünkü İncil’de diyor ki; “Senin gözün sürçmene sebep
oluyorsa onu çıkar.” Meselâ iki gözle cehenneme gitmekten tek gözle
cennete gitmek iyidir. Onun için bu çok önemlidir.
- Peki Sayın Akdemir, bunu uygulamayan bir hanım -erkeklerde sizde
bir problem yok, bizim erkeklerimizde de yok; herhangi bir şekilde
giyinebiliyorlar- ama bir hanım başı aslında örtülü olmalıdır
121
diyorsunuz, dinen böyle gerekir ama bugün uygulanmıyor, diyorsunuz.
Uygulamayanlara bir ceza olacak mı inancınıza göre?
- Yapamıyoruz.
- Hayır şimdi yok. İlerde olacak mı?
- Şimdi affedersiniz, meselâ ben Amerika’ya gidiyorum, çocuklarım
orada. Cemaatimiz çok var orada. Gidiyorum bakıyorum ki erkekler
hanımlar bir arada oturuyorlar. Meselâ ailedir, bir aradadır. Ama
burada Doğu kiliselerinde kadınlar bir tarafta erkekler bir taraftadır.
Ayrı oturuyorlar.
- Kilisenin içinde mi ayrı oturuyorlar?
- Evet evet.
- Normal ev düzeninde,gezmelerde şurda burda ayrılar mı?
- Yok.
- Yani kilisede ayin esnasında
- Evlerde, toplantılarda hep beraberdirler. Ayin esnasında bir Doğu
kilisesine mensup kişiler bu şekilde hanımlar ayrı erkekler ayrı oturur.
Onlar bize gülüyor; siz eski kafasınız, diyorlar.
- Ayin esnasında kadınlar ilahilere de katılabiliyorlar mı?
- Evet. Koroda hanımlar ve erkekler bütün toplum beraber okuyor.
- Pavlus’un bir cümlesini hatırlıyorum: “Onlara kilisede söylemek için
izin yoktur. Onlar sussunlar” gibi. Buna dayanarak konuşmamak, bir
şeylere katılmamak mı oluyor. Yoksa bugün yorumlanıyor, katılınıyor
mu?
- Şimdi Kilise babaları ya da senatosu diyor ki; o zaman Aziz Pavlus o
zamana göre bunu söylemiş. Nasıl ki bugün teknoloji büyük bir
değişiklik yapmış, bugünkü kültürde bugünkü bilgide biliyorsunuz
hanımlardan başbakan oluyor, oluyor, oluyor...Yani artık ayırım
yapmıyoruz. Bu zamanda önemli olan kişinin kültürüdür, bilgisidir.
Bizim için önemli olan budur.
- Peki son bir soru Sayın Akdemir?
- Buyrun estağfirullah.
122
- Bugün ayin esnasında kadın başını örtüyor, dediniz. Bu örtünün
şimdiki tarzı nasıl? Şimdiki zamanda meselâ İstanbul’da ayine gelen
bir hanım başını ne tarzda örtüyor, ne şekilde örtüyor?
- Şimdi, eşarp koyuyor. Hemen hemen Müslümanlarınki gibi. Bazıları
da ufak bir eşarp koyuyor sembolik olarak.
- Yani hiçbir saç teli görünmeyecek gibi bir şey yok? Hani Rahibelerde
öyle ya.
- Yok yok... Meselâ genç hanımlar, genç kızlar hiç örtünmüyor. Hatta
hatırlıyorum bizim bir ruhanimiz Diyarbakır’a gelmişti köyden. Dedi
ki; ‘Bu ne biçim ibadettir. Korkmuyor musunuz, utanmıyor musunuz?
Nedir bu, mini etekle geliyorsunuz.’ Bir hanım ona cevap verdi ve dedi
ki; ‘Sen şehir papazı olamazsın, git köyünde bu vaazı ver.’ Şimdi biz
yapamıyoruz artık. Fazla da zorlayamıyoruz. Çünkü bunları fazla
sıkıştırdığımız vakit kiliseden kopacak. Şimdi biz de madem ki usûl
böyle, erkek, kadın, çocuk ailece gelir. Eee hanımların evde, ailede
rolü vardır. Hanımı işlersek böyle, kocasını da uzaklaştırırız. Maalesef,
bu da bir mecburiyettir. Zamana uyuyoruz. Zaman sana uymazsa sen
zamana uy, demişler.
- Örtmeyenlerin Allah tarafından cezalandırılacağı, cehenneme gideceği
gibi bir düşünce var mı?
- Kesinlikle yok. Allah merhametlidir, Allah sevgi doludur, sevgi
kaynağıdır.
- Peki bugün bir genç kız öyle bir ceza olmayacağına göre ben niye
örteyim, niye kendimi sıkıntıya sokayım diye düşünebilir rahatlıkla.
- Onu sadece saygı bakımından biz diyoruz ki; Madem ki Allah’ın
huzurundasınız topluma saygı bakımından, Allah’ın tabi burası,
ruhani bir makamdır. Bunun için örtünmeniz lâzımdır.
- Peki Allah öyle istedi diye mi Allah’a saygı gösteriyor, yani o istek
oradan geldiği için mi saygı gösteriyor, yoksa Allah’a saygının
başörtüyle tam bir alâkası, ilgisi nedir?
- Şimdi bunların bazıları aileden aldığı ilk terbiyeye bağlı kalıyor, eski
kurallara bağlı kalıyor. Bazıları da açılıyor. Eee meselâ 750 Milyon
123
Katolik var Avrupa’da Amerika’da, onlar örtünmüyor. Bu insanların
hepsi cehenneme mi gidecek? Onlar birbirinden aşılanıyor maalesef
böyle.
- Çok teşekkür ederim.
- Rica ederim.196
06 .06.2003 tarihinde İstanbul Süryani Kadim Kilisesi
Metropolitliği içindeki Tarlabaşı Meryem Ana Kilisesi’nde akşam
duasına katıldım. Biri papaz, üç erkek vardı. Papaz; sakallı, siyah cüppeli,
siyah takkeli idi. Çoğunlukla elini dua eder gibi açıyor, arada dolaşıyor,
Haç işareti yapıyordu. Birlikte, kürsü önünde ayakta, yüksek sesle dua
veya ilahi okuyorlardı. Arkada sonradan papazın eşi olduğunu öğrendiğim
bir kadın cemaat vardı. Kadının başı yarı örtülüydü. Yanındaki çocuk
Papazın çocuğu olduğu için olsa gerek çok rahat davranıyordu. Hatta kadın
bir ara çocuğu götürüp kürsüye ve papaza dokundurdu.197
Bütün bu bilgiler ışığında Süryanilerde örtünmenin, dinî kural
olmanın ötesinde örfe ve geleneğe bağlı olarak sıkı bir şekilde
uygulandığını, ancak günümüzde çevre ve zaman etkisiyle bu
uygulamanın gevşediğini söylemek mümkündür. Yapılan açıklamalar
Süryanilerde yaşanılan yörenin örfüne bağlılığın vurgulanması dikkat
çekicidir. Mesela Arap ülkelerindeki Süryani kadınların giyim biçiminin o
yörenin diğer kadınları ile aynı olması örtünme konusunda örfün ve
geleneklerin önemini açıkça ortaya koymaktadır.
cd. Keldanilerde Örtünme Anlayışı:
Hıristiyanlık Doğuda yayılışı sırasında ilk önce Suriye, Antakya ve Urfa’da
o devirde Asurlar veya Aramîler olarak tanınan Keldanilerle karşılaşmış ve
bunun sonucunda Nesturilik olarak adlandırılan akım Keldaniler arasında
196 Süryani Kilisesi Temsilcisi Samuel Akdemir ile 09.06.2001 tarihinde Ankara’da yaptığımız
röportajdan. 197 Süryani Kiliseleri için bkz.Gabriel Akyüz, Kiliselerin ve Manastırların Tarihi, İstanbul
1998; Gabriel Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi-MS.3.Yüzyıl, İstanbul 2000.
124
tarafar bulmuştur. Keldaniler daha sonra Hz. İsa’da insanî ve ilahî olmak üzere
iki tabiat kabul eden Nesturilerden Hz. Meryem’in konumundaki görüşleriyle
ayrılmış198, 1553’de Keldani Katolik Kilisesi resmen kurulmuş daha sonra da
Roma Kilisesine bağlanarak Katoliklerin Doğu’daki temsilcisi olmuştur.
Günümüzde Türkiye dışında Irak, İran, Suriye, Ürdün, Lübnan gibi
Ortadoğu ülkeleriyle Fransa, İsveç, Almanya, ABD ve Avustralya’da yaşayan
Keldaniler Osmanlı Devleti’nde “millet” statüsüne bağlı olarak yaşamışlar ve
azınlık haklarından faydalanmışlardır. Osmanlı Devleti’nde Diyarbakır,
Mardin, Maraş, Bitlis gibi yerlerde yaşayan Keldaniler, günümüzde Türkiye’de
sadece İstanbul, Diyarbakır, Mardin ve Mersin’in bazı ilçelerinde
bulunmaktadır. Türkiye’de beş yüz dolayında Keldani olduğu, onların da batı
ülkelerine göç etmeye devam ettikleri bilinmektedir. 199
İstanbul Keldani Kilisesi Lideri François Yakan’a göre, kadının başını
örtmesi saygının, kutsallığın yüceltilmesi içindir. Allah kadın ve erkek arasında
bir ayrım yapmamış ancak Yahudilikte o zaman sinangoga sadece erkekler
gittiği için Pavlus erkekleri muhatap edinmiştir. Kadınlara da erkeklerin yoldan
çıkmalarına yol açmamalarını, böyle bir durum olacaksa ya başlarını
örtmelerini ya da saçlarını kesmelerini söylemiştir.
Hıristiyanlığın asıl temsilcisi olduklarını düşünen Keldanilerde rahibeler
genellikle Latinler gibi giyinir ve başları örtülüdür. Bununla birlikte açık olan
ancak kominyon alırken başını örten rahibeler de vardır. Rahibe olmayan
kadınlardan bazıları da kominyon alırken başlarını örtmektedir. Bu durumun
tamamen isteğe bağlı olduğu Keldani Kilisesi tarafından herhangi bir problem
oluşturmadığı ifade edilmiştir. İstanbul Katolik Keldani Kadim Kilisesi
Lideri François Yakan ile uzun bir görüşme yaptık. Kendi ifadeleriyle
aktarmayı uygun bulduğumuz François Yakan’ın görüşleri şu şekildedir:
- Sayın Yakan Keldani Kilisesi’ni diğer Hıristiyanlardan ayıran en
önemli fark nedir? Kısaca özetleyebilir misiniz?
- Her şeyden önce hoş geldiniz. İyi çalışmalar.
- Teşekkür ediyorum.
198 Hz. Meryem’in Hıristiyanlıktaki konumu ile ilgili olarak bkz. Baki Adam,Yahudilik ve Hıristiyanlık Açısından Kur’an’ın Tartışmalı Konuları, İstanbul 2003, s.73-94.
125
- Keldani Kilisesi bu adı 15. asırda aldı. Daha önce Nesturi Kilisesi
adına adlandırılıyordu bu kilise. Doğu Kilisesi ile Batı Kilisesi arasında
asırlarca süren savaşlar oldu. Hatta Haçlı savaşları dahi bunda çok
etkisi olmuştur. Yani Haçlı savaşları Osmanlı İmparatorluğuna karşı
değildi aslında, ben öyle bir tez ileri sürüyorum. Gerçekten ileri
sürüyorum Osmanlılara veya başka halklara karşı değildi. Doğu
Kilisesine karşı gerçekten büyük savaşlar vermiştir Batı Kiliseleri, Batı
İmparatorlukları, Batı halkları... Bildiğiniz gibi Katolik kelimesi,
Ortodoks kelimesi 1054’lerde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla o zamana
kadar ne Ortodoks vardı, ne Katolik vardı. Hıristiyanlık vardı. Peki bu
Hıristiyanlar ikiye bölünmüştü. Batı kilisesi bugün konuştuğumuz
Latinler, Bizanslar, Bizans İmparatorluğu vs. Doğu kilisesi ise Pers
İmparatorluğu ve Doğu kiliselerinde yani Doğu ülkelerinde olan tüm
Hıristiyanlıkları teşkil ediyordu. Dolayısıyla Doğu kilisesinin varlığını
devam ettiren tek kilise Keldani kilisesidir.
- Bunun için asıl biziz diyorsunuz?
- Asıl biziz diyorum. Herkes öyle söyler kendisi için, ben de kendim için
öyle söylüyorum. Neden öyle söylüyorum: Arami dilini yaşatan, İsa
Mesih’in liturjisini aynı adetlerini, örf ve geleneklerini yürüten bu güne
kadar sadık kalan, yürüten tek kilisedir.
- Gelelim asıl konumuza Sayın Yakan! Keldani Kilisesinin giyim-
kuşam kuralları ana hatlarıyla nelerdir? Giyim-kuşam gerek
erkeklerde gerekse bayanlarda, ruhban sınıfına ait olan ve
olmayanlarda nasıldır?
- Gerçeği söyleyecek olursak bu giyim kuşam Asurlulara MÖ. 700-800.
asra kadar dayanıyor. O tarihlerde kralların nasıl giyinip ve nasıl
taçlarını giyeceklerini, birtakım giysiler var, kumaşlar var hatta. Bunlar
nereden alınacak, nasıl dikilecek, nasıl kuşanacak...O tarihten bu güne
kadar birtakım modeller vardı ve bunlar devam ediyor. Bugün
ruhanilerin giydikleri cüppeler o kralların giydiklerinin bir simgesi
oluyor. Ama halk nasıldı. Halk da o törene hazırlanmak için değişik
199 Keldani Kilisesi’nin oluşumu, inançları ve uygulamaları için bkz. Kadir Albayrak,
126
değişik yörelerden giyinip geliyorlardı kutlamaya...Bu giyiş tarzı ile
ilgili kesin bir kural yok. O günden bu güne serbesttir. Dinî bakımdan
Ortaçağ tesiriyle Hıristiyanlıkta (genel olarak konuşuyorum) ayine
gittiği zaman, kurban aldığı zaman onun üzerinde bir eşarp
olacak.
- Bayan için?
- Bayan için, başka hiçbir şey yok. O da neden? Saygıyı göstermek
için. Öyle yani kapanış şu bu değil, kutsallığı daha yüceltmek için.
- Sizce örtünün saygıyla nasıl bir ilişkisi vardır?
- Saygı deyince belki yanlış anlaşılır. Saygı ile kutsallığı daha öne
çıkarmak, yüceltmek...Tanrıdan gelen bir nimeti yüceltmek.
- Peki bu yüceltme sadece hanımlara mahsus mu, erkekler böyle bir
yüceltme ihtiyacı içinde olmuyor mu? Bunun kaynağı nedir?
- Yok, erkeklerde böyle bir şey yok. Daha sonra şapka giyinmesi...
Eskiden krallar da taç giyerlerdi ama kral yemin töreninde olduğu
zaman tacı dahi çıkarıyor. Erkek için.
- Erkekte tam tersine açık öyle mi?
- Evet erkekte tam tersine açık. Yemin etmeden önce açık kafası. Ondan
sonra tacı koyuyorlar. Bunlar milattan önce olan şeyler. Ama şimdi de
bazı devletlerde oluyor bu şeyler.
- Kutsal kitapta bunun dayanağı var mıdır?
- Kutsal kitapta var bu şeyler. Krallar nasıl giyinecekler, nasıl liturji
törenine, nasıl ayine katılacaklar, nasıl sinagoga girecekler, nasıl
çıkacaklar hangi giyim-kuşamla girip çıkacakları var. Hakikaten
Tevrat’ta aradığınız zaman kralların tahta çıkışları böyle hep
gözüküyor. İsa Mesih gibi bir kral, o da İsrailliler için bir kraldı,
Kudüs’e girdiği zaman nasıl girdi? Bir kral gibi ama basit bir kral gibi.
Neyle? Bir sıpaya binip girdi. Çocuklar “ozanna, ozanna” diye
bağırmaya çalıştılar. Onlar bağırmasa idi başka halklar bağıracaktı.
Tabi ozanna/hoş geldin, o İsrailin beklediği kraldı, Mesih... Daha
doğrusu Aramice “minşmeyye teyli mezkâh” budur yani göklerden
Keldaniler ve Nesturiler, Ankara 1997.
127
gelen kral. Yerdeki kralı istemiyoruz. Kudüs’e girdiği zaman çocuklar
diyorlar ki ; minşimeyye, oşana... göklerde olan yücelik, krallık. Bakın
o da girdiği zaman üzerinde bugün papazların veya valilerin giydiği
cüppelere benzeyen cüppe giymişti. O zamanın giyiniş tarzı idi,
kralların giydiği şeyler vardı... Dalot diyorlar ona. Daha sonra kırmızı
oldu. Havrada giydikleri şey vardı, kipa. Kipa Aramice’den gelme. Biz
Keldaniler ona kepa diyoruz.
- Musevilerde kipa. Onlara benzememek adına mı Hıristiyanlarda daha
sonra Yahudilerden ayrıldıktan sonra erkeklerde baş açık oldu acaba?
Malum Yahudilerde sinagogta kapalı, ibadet ederken mutlaka baş
kapalı, Hıristiyanlarda açık.
- Evet. Benzememekten değil de bir ilahiyat meselesi var burada,
teolojik...
- Asıl anlamaya çalıştığım bu zaten.
- İncil’in neresinde hatırlamıyorum ama diyor ki İsa Mesih’in kendisi
konuşuyor Yahudi din adamlarına o günkü bilim adamlarına sinagogta
konuşuyor, diyor ki; Bu sözler Tanrı sözleridir. Tanrı’nın varlığını
bilmeyen, görmeyen insanlara keşfetmek için geldi. Ve keşfedilen
şeyin kapalı kalmaması lazım. Kafanızda ne kadar saç olduğunu Tanrı
biliyor, çünkü sizleri yaratmıştır.
- Bu hitabın muhatabı erkekler herhalde?
- Tabi zaten o zaman sinagogta erkekler var sadece.
- Pavlus’un Korintoslulara mektubunda bir ifade var; Keldani Kilisesi
nasıl bakıyor tam olarak bilemiyorum şu anda. Pavlus Korintoslulara I.
Mektupta, 11. Babta zannediyorum şöyle diyor: “Kadının başı erkek,
erkeğin başı Mesih, Mesih’in başı Allah’tır. Nasıl ki Mesih Allah’ı
yüceltiyorsa, aynı şekilde kadın da erkeği öyle yüceltsin ve (mealen
söylüyorum, cümle bu şekilde değil) bunun işareti olarak da başında
örtü bulundursun.” Bugün rahibelerin örtülü olmasının kaynağı buna
dayandırılıyor genel olarak Hıristiyanlıkta. Burada doğrudan doğruya
başörtüsü, erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetinin bir sembolü olmuş
oluyor. Keldaniler buna nasıl bakıyor?
128
- Yanlış. Keldani felsefesinde kadın erkek hiçbir zaman ayrı olmadı.
Yahudilik geleneklerine en çok yakın olan Keldanilerdir. Çünkü dilleri
de zaten çok benzer, yakındır. Ve o geleneklerden alınarak Keldani
kiliselerine baktığınız zaman onlar sinagog mimarlığına benzer şekilde
kurulmuştur. Benziyor, gerçekten benziyor. Kadınlar kapısı var,
erkekler kapısı var. Çünkü o zaman sinagoglara zaten kadın
girmiyordu. Ama İsa’nın gelişiyle kadınlara bu sefer tam anlamıyla her
bakımdan yaratılışta var olan eşitliği yeniden ortaya koydu.
- Peki kadınların Hıristiyanlık’taki asli suça meylettirmesi, Havva’nın bu
suça teşvik etmesi ve bu günahın onlar aracılığıyla insanlığa geçmesi,
bundan ancak vaftizle temizlenilebilmesi inancı var. Buna kadının
sebep olduğunun düşünülmesi kadının ikinci sınıf insan muamelesi
görmesine yol açmış. Buna ne dersiniz? Demin zikrettiğim Pavlus’un
Korintoslulara mektubunda “erkek kadın için değil ama kadın erkek
için yaratıldı” diyor.
- Çok önemli bir nokta bu. (İncil’den ilgili kısmı açıp okuduktan sonra)
Bakın buradaki baş, Tanrı’nın kendisidir. Hem erkek için hem kadın
için. Orda erkek dediğimiz zaman İsrailoğullarının sadece erkek olan
kesimine hitap ediliyor.
- Ama kadını ayırmış...
- Her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek. Ama birbirlerine bağlı.
Yaratılışı gösteriyor burada.
- Bölümü sonuna kadar devam eder misiniz?
- (Korintoslulara I. Mektup 11. Bab 17. Ayete kadar okuduktan sonra)
Tekvin’e de bakmak lazım. Yaratılış... kadın erkek eşitliği var.
- Sayın Yakan, niye Pavlus böyle söylemiş ve buna dayanarak
Hıristiyanlıkta çok uzun yıllar boyunca...? Keldanilerde rahibeler var
mı? Varsa nasıl örtüyorlar?
- Var tabi , sivil örtülüyor. Bir de giysileri var.
- Ben onların gerekçesi buna dayandırılıyor diyebiliyorum. Keldaniler
de farklı ise sizden de bunun açıklamasını rica ediyorum.
129
- Yok. Keldanilerde gerçekten kesin kural yok, serbest. Aziz Pavlus
burada zaten söylüyor; ayıpsa, başkasına neden oluyorsa, başkasını
düşürüyorsa o halde ya saçını kes, ya saçını ört.
- Burada kadının saçının kesilmesinde başka bir anlam var mı?
Zihnimde bir bilgi var ancak çok net değil; fahişelerin saçının
kesilmesi ve dolayısıyla kadınların saçlarının kısa kesilmesinin onların
iffetsizliğine delil olması. Eğer örtmeyecekse saçını kısa kessin diyor.
Böyle bir şeyle açıklanmıştı bir yerde, kaynağı şu anda
hatırlamıyorum.
- Olabilir ama fahişelikle hiçbir alakası yok. Çünkü o zaman
Romalılarda, Yunanlılarda bu gibi çalışmalar vardı. İsa Mesih ve Aziz
Pavlus bunlara karşı koydu. Bir nevi ticaretti, sanki bu gün öyle bir şey
yok mu?
- Var tabi, saçı kısa kesme ile ilgili olarak söyledim.
- Senin saçların veya giyinişin başka birisine bir zarar veya kötülük gibi
gösteriliyorsa onu sarın.
- İslâm’daki bir yoruma göre kadın örtülmelidir çünkü kadının saçları,
açık ifadesiyle söylüyorum bilimsel konuşuyoruz zira, erkek için cinsel
anlamda tahrik edici bir unsurdur, deniliyor. Öyle bir şey var mı
Hıristiyanlık’ta?
- Yok alakası yok.
- İslam’daki de bir yorum tabi...
- Bence siz daha iyi bilirsiniz, o da biliyorsunuz V. ile VII. asır arasında
Ortadoğu bir de Afrika, Ege dediğimiz Balkan ülkeleri ile ilgili
birtakım etnolojik çalışmalar yapılmıştı. Ve o etnolojik çalışmalarında
diyorlardı ki insan, erkek üç tane açan bir nevi nedendir kızların
saçlarını, uzun kısa hiç şey değil ama kadının saçları bir nevi iştah
açıcıdır diye... Ben bunu bulursam gerçekten çok güzel olurdu. Ve bu
işte İslâm’ın güzel bir şeyi; ört ve bu gibi kötü şeylere izin verme.
Bakın güzel bir şey olur çok güzel bir şey olur. Ama Hıristiyanlıkta
açık bir tavır yok. Aziz Pavlus bunu söylüyorsa biliyor musunuz bunu
söylediği zaman putperestlere hitap ediyordu. Putperestler her şeyi
130
yapıyorlardı. Ama diyor, Mesih’i baş olarak kabul ediyorsanız o zaman
ne erkek ne kadın fark etmez.
- Yani o zaman muhatap erkek olduğu için erkek denilmiş diyorsunuz?
- Âlma diyoruz Aramice Âlma halk, insandır. Biz kadın erkek
demiyoruz Aramice’de.
- Bunun orijinali öyle mi yani?
- Tabi öyle.
- Peki buraya niçin böyle yazılmış?
- Normal. O zaman bu Yunanca veya Latince yazılmış. Aramice’de
Zalama erkek. Bunu söylemiyoruz dualarımızda. Ne söylüyoruz;
insanlar...insanlar...Biz kadın erkek ayırmıyoruz. Tabi şekliyle kadın
erkek ayrılıkları var. Ama bu erkekte bütün vücut organları ayrı değil
ki. Gerçekten burada Aziz Pavlus’un bu parçasında anlaşılamayan çok
şey var. Çok kötü bizim için. Bugün insanlar nasıl olur böyle şey diyor,
ama o zaman çok iyi karşılanmış. Kabul ettiler hatta. Bakın kadın
saçını örtmüyorsa kestirsin. Niye kestirsin? Örtünmüyorsa saçını
kestirsin o zaman ne farkı var erkekle? Burada da bakın güzel şeyler
var. Yine bizim teolojiye geldik. Erkek kadın fark yok.
- Başka bir anlam taşıyorsa kadının saçını kestirmesi...
- Bu cinsel ya da başka bir nedenle bir alakası yok.
- Gelenek olarak fahişeliğin bir göstergesi olarak saçların kısa kesilmesi
söz konusu ise eğer, o zaman sizin teolojiye gelmemiş oluruz.
- Bir kere bir insana fahişe veya başka bir şey diyemeyiz.
- Tabi geleneksel olarak ...
- Bizim teolojimizde, Keldani felsefesinde milattan önce, milattan sonra
ve bu güne kadar insanlıkta olan kutsallık herkeste aynı şeydir.
Erkekte de kadında da aynı kutsallık var. Ben nasıl erkeğe kötü bir şey
söyleyemem, aynı şekilde kadına da kötü bir şey söyleyemem, yaptığı
işten dolayı da fahişe diyemem. Diyemem hakkım yok, çünkü
kutsaldır. Ama kötülük yapıyorsa, başka insanlara kötülüğe
yönlendiriyorsa, başka insanlara neden oluyorsa saçını kes.
131
- Keldanilerde rahibelik müessesesi var dediniz. Onların kıyafetlerinden
bahsedebilir misiniz?
- Değişiyor. Aynı Latinler gibi giyiyorlar. Bazıları da sivil sizin, bizim
gibi giyiniyorlar.
- Saçları?
- Saçları açık.
- İbadet esnasında?
- İbadet esnasında da açık ama kominyon alırken üzerlerine bir şey
koyuyorlar. İsteyen koyar ... kesin bir kural yok.
- Bu sembolik bir şey, mesela bir şapka olabilir mi? Veya küçük bir şey?
- Şapka olabilir. Herhangi bir şey olabilir. Saint Antuan’ın altında ayin
yapıyoruz. Bazıları açık gidiyor, bazıları kapalı gidiyor. Bazıları hiçbir
şey yok bazıları ellerinde kominyon alırken... Neden çünkü bu
böyleydi ve böyle kalacak.
- Kişiye özel.
- Bu hürriyeti biz vermedik Tanrı vermiş. İsa Mesih herhangi bir şey
söylememiş bu konuda. Aziz Pavlus da neden olursan saçlarını kes,
diyor. Ne nedeni? Kötülük nedeni olursan, diyor.
- Ben Keldani cemaatinden bir hanımım diyelim, size geliyorum ama
cahilim. Diyorum ki; “Peder bakıyorum insanlara rahibeler kapalı,
Müslümanlara bakıyorum, tartışıp duruyorlar. Nedir bunu aslı benim
örtmem gerekiyor mu gerekmiyor mu? Ne derseniz onu yapacağım bu
konuda.” Ne dersiniz?
- Ben de size diyeceğim siz bu ayine niçin katılıyorsunuz? Tanrının
sofrasına katılıyorsunuz. Tanrının sofrasında değişik değişik giysiler
var, değişik değişik insanlar var. Bütün insanlar da aynı değil, herkes
katılabilir. Herkes istediğini giyebilir. İsterse başını örter, isterse
örtmez. Ben size bir Keldani olarak diyebilirim ki siz kendinize saygılı
olmak istiyorsanız istediğiniz gibi yapın. Kutsallığınızı korumak istiyor
musunuz? Demin söylediğim gibi bizim felsefemizde bütün insanlarda
kutsallık var.
- Vaftiz olmakla ilgisi yok mu?
132
- Yok alakası yok. Bu Tanrının kutsallığıdır. Bende de var, sizde de var.
- Genelde Hıristiyanlarda bu düşünce var mı, size özel mi?
- Var. İncil’de var hepsi. İnsan ....
- İnanan olma şartı koymuyorsunuz yani.
- Evet. İsa Mesih bize böyle öğretti. O insan bu kutsallığını nasıl
kullanacağını nasıl melekutuna gireceğini (gök cennetine yani) nasıl
gireceğini ben size yol gösteriyorum. İsa Mesih yol gösteriyor. İstersen
yürü istersen yürüme...İster takip et istersen etme. Ben diyorum ki şu
yoldan giderseniz iki saatte gidersiniz öbür yolda belli değil...
- Sayın Yakan şu anda cemaatiniz kadınları ister rahibe olsun isterse
olmasın istedikleri gibi geliyorlar dediniz. Herhalde rahibelerde biraz
daha farklı ama istiyorsa sivil de olabiliyor dediniz. Geçmişte de böyle
miydi? Yani eski tarihlere dönersek diyelim ki sizin büyükanneniz
hiçbir rahibe falan değilse kiliseye açık mı gidiyordu?
- Oradaki geleneklere, örf ve adetlere göre.
- Yaşadığı yerdeki geleneklere göre?
- Gerçekten öyle. Bugün Irak’taki Zaho’yu ele aldığımız zaman oradaki
kadınlarımız kiliseye girdiklerinde ufak bir şey koyarlar ve bütün
duaları esnasında kalır o.
- Bugün?
- Bugün evet. Ama çıktıkları zaman açarlar.
- İstanbul’dakiler açık.
- İstanbul’da da aynı şekilde bazıları yine koyuyorlar.
- Koymayanlara siz herhangi bir şey söylemiyorsunuz?
- Söyleme hakkımız yok. Neden? Çünkü böyle bir kural yok. Tarihte
olabilirdi. Çünkü yörelere göre, Piskoposluk bölgelerine göre birtakım
kaideler, kanunlar, kilise kanunları koyabiliyorlardı.
- Hatırlayabildiğiniz böyle bir kural var mı eskiden? Mesela bundan
sonra isteyen istediği gibi giyebilir diyen bir kanun var mı?
- VII. Asırda her şey insanın özgür iradesine göre bırakılmıştır. Jillhelm
liturji reformu yaptı, bir kilise kanunları çıkardı ortaya. Ve Jilhelm
büyük bir patrikti. İslâm bilginleriyle oturup konuştu, çalıştı, birtakım
133
felsefeler yazdılar beraber. Bu adam büyük bir reform yapmıştı
Hıristiyanlıkta, Doğu Kiliselerinde. Bunu o günden bu güne bir ruhani
nasıl davranacak, bir sivil nasıl davranacak, nasıl giyinecek, nasıl
kiliseye gidilecek, nasıl girip çıkacak, gizemleri nasıl alacak hepsini
yeniden kaleme almış ve yazdırmış ve bir nevi kaideler, kanunlar
anayasasını, kilise anayasasını yazdı. Biliyorsunuz XI. asırda yine
bizim burada Türkiye’deki Nesturiler, Keldaniler, Doğu kilisesi yani
ne yazdılar? Bugünkü Vatikan’ın kullandığı duakanan diyorlar
anayasası kanunlarını yazdılar. Ne Latinler yazmış, ne Bizanslılar
yazmış. Yine Doğu kilisesi yazmış bunları. Açık bir şekilde, kaideler
hep burada tamam mı? Daha sonra misyonerlik kurumları çıktı ortaya,
onlar kendi giysilerini attılar ortaya. Rahibeler olsun, rahipler olsun,
bunlar kendi yörelerine göre kendi giysilerini çıkardılar ortaya.
- Bir nevi dayattılar mı?
- Öyledir. Dominikenler beyaz cüppeleriyle gidiyorlardı. Cizvitler bir
zamana kadar farklı geziyorlardı. Şimdi hiçbirisini tanımazsınız. Sivil
bir şekilde geziyorlar. Rahibeler öyleydi. Manastırlardan çıkmazlardı
onlar. Ama şimdi hepsi her tarafta sivil şekilde. Yani bu zamana,
meskene, kültüre göre değişir.
- Sayın Yakan, son bir soru: Bugün Türkiye’deki türban tartışmaları ile
ilgili neler söyleyebilirsiniz?
- Çok zor bir soru.
- Bu tartışmalar İslâm boyutunda gibi görünüyor. İslâm’ın dışından bu
tartışmalara nasıl bakılıyor bunu öğrenmek istedim.
- Biz dışardan gerçekten Kuran’da bu var mı , bunu öğrenmek isteriz.
- Bunun cevabını, en azından buna verilen cevabı bildiğinizi
düşünüyorum da bu tartışmalar bugünkü haliyle gerçekten inanç
boyutunda mıdır, sizce nasıl olmalı, örtünmeli mi, bırakılmalı mı?
Emir olduğunu kabul edenlerin açısından bakarsanız, “Kur’an-ı
Kerim’de bu konuda ayetler var, bu İslâm’ın emridir, onun için
örtünüyorum” diyenlerin gözlüğü ile bakarsanız nasıl olmalı? Laik bir
ülkede yaşayan bir insan bu konuda ne yapmalı?
134
- Gerçekten Kur’an-ı Kerim’de çok güzel şeyler var. Devamlı okuyorum
gerçekten iki dilde var bende, devamlı okuyorum. Kur’an-ı Kerim bir
nevi bu modern dünyamıza ışık açıyor. Bugünkü insanlara ışıklar
veriyor, gösteriyor. Bunu devamlı okumamız lazım. Tevrat öyle, İncil
öyle ... Bunlar insanın refahını,insanın barışını, insanın iç barışını –
önemli olan insanın iç barışıdır biliyor musunuz, diğer şeylerden daha
önemli; insanın iç barışı oldu mu kötülük düşünmez- insanın iç barışını
sağlamıyorsak her şeyi yapsak yine de boş. İnsanın kendi hürriyetine
engeller koyarsak, kendi isteğine göre hareket etmesini engellersek o
zaman iç barışı sağlamış olur muyuz? Ben de size soruyorum.
- Tabi ki hayır.
- Ama İslâmiyet’te değil bütün dinlerde öyle. Bugünkü duruma gelirsek
gerçekten bence çok konuşuyoruz bu konuyu ve boşuna. Neden? Bunu
din meselesine getiriyoruz, olmaz. Ben başımı örtüyorsam, bir dini
neden ise aslında bunu sadece kilisede göstermesi lazım başka yerde
gösteremez. Ben kiliseden başka yere gidip vaaz veremem. Bana soru
sormasanız konuşmam. Aynı şekilde kilise haricinde benim giysilerimi
giymem.
- Erkek mesela Cuma günü hatibin, müftünün giydiği bir kıyafet varsa
onu orda giyiyor, çıkarken giymiyor. Problem olmuyor. O giysi onun
dininin bir gereği değil, bir nevi sembolik bir şey, ne diyelim... törenin
gerekliliği...Yapmasa da olur. Ama kadın için dininin gereği gözüyle
bakarsanız, Müslüman kadın bu benim dinimin gereği derse dışarıda da
yapmak zorunda kalmayacak mı? Yani laik bir ülkede yaşarken
bulunduğunuz ülkenin kanunları sizin açık olmanızı gerektiriyor,
dininiz ise kapalı olmanızı gerektiriyorsa bu durumda bu şekilde
düşünen bir insana ne tavsiye ederseniz bir din adamı olarak?
- Laik ülke bir kere şöyle bir şey var laik yönetim nedir, dine dayalı
yönetim nedir? Bunları tartışmayacağız.
- Tabi
- Evet çünkü laikliği tartışmaya hiç gerek yok çünkü tüm insanlar dindar
insanlardır ve tüm insanlar da laik insanlardır. Ben size saygılı
135
olduğum zaman hem laikim hem dindarım. Başka bir insana herhangi
bir kötülük yaparsam - bir amaçla ideolojik bakımdan herhangi bir
kötülük yaparsam o zaman hem insanlığımdan çıkmış olurum hem de
dindarlığımdan çıkmış olurum.
- Laikliği kelime anlamıyla aldığınız için bu şekilde söylediniz. Kişinin
laikliği ile ilgili bir problem yok. Ülkenin yönetim şeklinin herhangi
bir dine dayalı olmayışı, dinlere eşit mesafede oluşu şeklinde izah
edersek yani Türkiye’deki yaygın tabirle din ve devlet işlerinin
birbirinden ayrı ayrı yürütülmesi olarak alırsak, gerçi Türkiye’nin
laikliği Türkiye’ye özgü bir laikliktir ama ben zaten Türkiye’deki
durumla ilgili görüşünüzü almak istiyorum.
- Ben diyorum ki iç huzurumuzu bozmayalım. Demin dedim ki insanın
iç huzuru bozulduğu zaman her şey bozulur. Eğer biz Türkiye’de bunu
bir sorun olarak yaşıyorsak buna muhakkak bir çare bulmak lazım.
Nasıl bilmiyorum çünkü ne bu tür işlerle uğraşıyoruz biz, ne de
sorumluyuz. Bence din kelimesini bu gibi şeylerden ayırmak lazım.
- Benim gelmek istediğim nokta siz Hıristiyanlık’ta, İncil’de bu konuda
açık ifade olduğu halde bunu bir şekilde yorumlayarak genel olarak
Hıristiyan dünyada kadının örtünmesinin problem olmasını ortadan
kaldırmışsınız.
- Kesinlikle, çoktan beri böyle.
- Çoktan beri bunu bir şekilde gerçekleştirmişsiniz. Müslümanlar için bu
problem olmaya devam ediyor bütün ülkelerde, ülkemizde de öyle. Bu
konuda ne yapmak lazım, bunu Hıristiyanlık nasıl gerçekleştirmiş? Bir
Hıristiyan din adamı bana: “Evet örtünme Hıristiyanlık’ta kuraldır,
Pavlus’un söylediği gibi ama ne yapalım biz bu konuda taviz vermek
zorundayız. Kiliseye gelen cemaatime ben git geri diyemem, erkeğine
dersem ‘karını örtte getir’ diye, kimse gelmez. Cemaatim zaten ortadan
kalkıyor, ben ona Mevlâna gibi ne olursan ol yine gel, açık ol, örtülü ol
yeter ki gel demek zorundayım” demişti. Hıristiyanlık bu şekilde var
olan emri yorumlayarak, taviz vererek, olmasa da olur diyerek bir
açılım mı gerçekleştirdi? Gerçi Hıristiyanlık’ta Pavlus aracılığıyla
136
birçok konuda açılım yapılmış bildiğim kadarıyla, yoksa Yahudi
gelenekleriyle, şeriatıyla Hıristiyanlığın bu kadar yayılması mümkün
olmazdı. Birçok konuda bulunulan konuma göre özellikle de Pavlus’un
açılımıyla tavizler verilmiş( sünnet gibi). Bunun gibi bir açılım mı bu,
ya da bir taviz mi?
- Yine bir ilahiyat, bir felsefe sorusu sordunuz. Çünkü bu Yahudilikte
olsun, Hıristiyanlıkta olsun, Müslümanlıkta olsun bu bir tek şeyi
düşünmemiz lazım. Tanrı insanları yarattı, herkes kabul ediyor, eşit bir
şekilde yarattı. Ona gidilecek yollar değişik. Ben belki giyinmiş bir
şekilde gideceğim belki de çıplak bir şekilde gideceğim bilmiyorum.
Peki ben niye sorun yapayım bunu. Tarih boyunca kutsal kitapta olsun,
Tevrat’ta olsun, İncil’de olsun sorunlar sık sık ortaya atıldı ama
bölgesel bir şekilde atıldı ortaya ve yine bölgesel bir şekilde çözüldü.
Bir Konstantin veya bir Pers İmparatoru bütün Hıristiyan halkına böyle
giyineceksin diyemedi, diyemez. Bunu demiş olsaydı kendi halkının
insan haklarını çiğnemiş olurdu. İnsan hakları böyle 47’lerde 40’larda
Avrupalılar çıkarmamış, insanın yaratılmasıyla beraber yaratılmış bu
insan hakları. Ha ben insana sahip çıkmak istiyor muyum, o zaman o
insana hürriyetini vereceğim. Ben sadece onu iyi yollara
yönlendirmeye çalışacağım. Eğer bugün burada bir sorunumuz varsa
çünkü biz iyi bir yönetim verdiğimiz yok, iyi bir eğitim verdiğimiz
yok. Kur’an-ı Kerim’de açık açık yazıyorsa çünkü Kur’an-ı Kerim
dün için yazılmamış, bugün için yazılmamış, yarın için yazılmamış
hepsi için yazılmış. Yani daha doğrusu ben hep söylerdim bunu.
Tevrat’ı eleştirme konularında bazı forumlara katılıyorum ben hep
bunu söylüyorum: Tevrat olsun, İncil olsun bunlar yalnız dün için
yazılmamış, bugün için de geçerli, yarın için de geçerli olacak. Ama
onların nasıl yaşayacakları değişir. Ben Afrika’da iken değişik bir
şekilde yaşıyordum, Avrupa’da değişik bir şekilde yaşıyordum, başka
bir yerde değişik bir şekilde yaşıyorum.
- Konumuza tekrar dönersek örtünme anlayışı ile ilgili de aynı şekilde
bakılabilir. Bulunulan yere göre, konuma göre, yaşanılan zamana göre,
137
şartların gerektirdiği ne ise yapılır. Şartlar öyle gerektiriyorsa o
uygulanır, gerektirmiyorsa uygulanmaz diyorsunuz?
- Barışı, huzuru böyle sağlamış oluruz.
- Önemli olan barış diyorsunuz?
- İç barış önemli olan. Bakın ben size bir şey daha hatırlatayım, bu çok
önemlidir, bütün herkes için geçerli: İşaya Peygamberden alınmış bir
tavır. Yahudiler her tarafta gezerlerdi, birtakım sunaklar verirlerdi,
hediyeler verirlerdi. Kalktı ve onlara dedi ki : Tanrı sizi yarattığına
göre ne olduğunuzu biliyor. Eğer sizi bugün çağırıyorsa sizin malınızı,
mülkünüzü, giyinişinizi, tavrınızı istemiyor. Kalbinizi istiyor,
kalbinizin temiz olmasını istiyor. Müslümanlıkta bizim Mevlâna’mız
var. O ne diyor: ne olursan ol gel, ne demektir o? Neye inanmış
olursan, ne giyinmiş olursan gel, gel , gel ... Çünkü aynı babanın
çocuklarıyız. Sorun yapmayalım. İslâm’a zarar veriyoruz bu konularda.
- Çok teşekkür ediyorum Sayın Yakan.200
François Yakan’ın da belirtiği gibi Keldaniler arasında bugün kılık
kıyafette net birtakım hükümlerden söz etmek mümkün olmamakla birlikte
ayin ve törenler esnasında giyilen giysiler hakkında şunları söylemek
mümkündür. Keldani cemaatinde giysilerin tarzı daha çok Doğu toplumlarının
özelliklerini yansıtmakla beraber Batı’ya doğru gidildikçe bu durum
değişmektedir. Cemaat üyelerinin giysileri yaşlarına, cinsiyetlerine, sosyal
statülerine ve ekonomik durumlarına göre değişebilmektedir. “Erkekler
bilhassa gençler spor ayakkabı, kot pantolon ve gömlek giyebilmekte olup
başları açıktır. Kadınlar için de aynı şey geçerli olmakla birlikte orta yaş ve
üzeri kadınların ibadet esnasında başörtüsü kullandıkları bilinmektedir.
Din adamlarının giysileri oldukça basit olup keten cübbe, beyaz bir
gömlek ve genişçe bir pantolondan ibarettir. Ayin giysileri Doğuda ve Batıda
giyilen giysilerin bir karışımı şeklindedir.Genellikle papazın bir cübbesi ve
cübbenin üzerinde ipekten bir askısı vardır. Katolik papazlar ayrıca bir kolluk
takarlar. Ayin sırasında giydikleri beyaz elbisenin üzerinde üç kırmızı vaya
138
siyah haç bulunmaktadır. Papaz ve piskoposun ayin ve törenler esnasında
giydiği elbisenin adı Macapra(gizlemek)dır.
Keldanilerin giysilerinin Türk, Kürt ve Arap giysilerinin bir karışımı
olduğu ve Mezopotomya’da yaşayan toplulukların tamamından etkilendiği ileri
sürülmektedir. Erkeklerin kılık kıyafet bakımından Kürtlerden tek farkının
başlarına poşideğil de küçük bir külah takmalarıdır. Dağ köylerinde bu giysiler
yaşamakla birlikte kasabalarda yaşayanların çoğu Avrupaî giysileri
benimsemişlerdir. Kadınlar yüzlerini örtmezler ve madenî paralar ve
boncuklarla süslenmiş küçük yassı bir kep giyerler. Çok uzun olan saç
örgülerine, üzerine iliştirilmiş mavi boncuklarıyla siyah yün örgüler
eklerler. Günümüzde İstanbul’da St Antuan Kilisesi’nin alt katında yapılan
ayinlerde uzun entarileri, yemenileri, kalın yün çorapları, kasketleri, yelekleri
ile diğer Latin Katoliklerden farkları göze çarpmaktadır.”201 İki Katolik grup
içindeki bu farklı giyim biçimi çok açık bir şekilde giyim kuşamda dinden çok
örf ve adetlerin, yaşanan coğrafî kültürün etkisinin olduğunu göstermektedir.
ce. Latin Katolik Kilisesinde Örtünme Anlayışı
Doğu ve Batı Hıristiyanlığın 1054’de ayrılması ile Batı Kilisesi Katolik
Kilisesi olarak adlandırılmıştır. Katolik Hıristiyanlık, genelde Batı/Latin
Kültürü merkezli bir Hıristiyanlıktır. Katolik Hıristiyanlar nerede bulunursa
bulunsun Vatikan’a bağlıdır. Hıristiyanlıkta en sıkı hiyerarşi Katoliklerde
uygulanmaktadır. 202
Katoliklerde örtünme anlayışı da diğer Hıristiyanlar gibi büyük bir değişim
göstermektedir. Başlangıçta özellikle rahibelerce baş örtme kuralı katı bir
biçimde uygulanmıştır. Rahibelerin örtünme biçimi ise vücudu tamamen
kapatan rahibe giysisi üzerine genellikle siyah veya alta beyaz üzerine siyah
sadece yüzün açıkta kalacağı şekilde başın bütünüyle kapanması şeklinde
200 03.06.2003 tarihinde İstanbul Keldani Kadim Kilisesi Lideri François Yakan ile
yaptığımız röportajdan. 201 Kadir Albayrak, Keldani Kilisesi, Doktora Tezi, Kayseri 1995, s.116-119. 202 Katolik Hıristiyanlık için bkz. Thomas Michel, Hıristiyan Tanrıbilimine Giriş, İstanbul
1992; Katolikliğin diğer Hıristiyan mezheplerinden farkları için bkz. Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, 299-300.
139
olmuştur. Yüzyıllar boyunca bu şekilde uygulanan örtünme II. Vatikan
Konsili’nden sonra biraz daha serbest bir biçime dönüşmüştür. Bugün
Türkiye’deki rahibelerin hastanelerde görevli olanları başlarını örterken,
okullarda görevli olanlar örtmemeye başlamıştır. Bugün İstanbul sokaklarında
Katolik bir rahibeyi, başını arkadan bağlamış, saçlarının bir kısmı ve boynu
açık, üzerinde ancak dizaltına kadar gelen bir giysi ile görmek mümkündür.
Rahibelerin dışındaki Hıristiyan kadınlar ise önceleri kilisede en azından
kominyon alırken başlarını örterken günümüzde örtünmemeye başlamıştır.
Orta yaşlı ve yaşlı Hıristiyan kadınlar bu konuda biraz daha geleneksel
davranırken genç kadınlar açık olarak kiliseye gelebilmekte hatta ayine bizzat
katılarak okuma bile yapabilmektedir. Katolik Hıristiyanların kadınlarda
gösterdiği bu değişim erkek din adamlarına fazla yansımamış olduğu, onların
ibadet esnasında geleneksel kıyafetlerini giymeye devam ettikleri
görülmektedir.
Katolik Hıristiyanlarda kılık kıyafet konusunda farklı görüşler
bulunmaktadır. Kimileri örtünme konusunda verilecek tavizin diğer tavizlere
yol açacağından endişe ederek daha katı bir tutum izlemektedir. Kimileri ise,
bu konuda daha toleranslı davranılması gerektiği kanaatindedir. Uygulamada
insanları kiliseden uzaklaştırmamak adına zorunlu olarak tolerans gösterildiği
görülmektedir. Katoliklerin giyimi ile ilgili olarak yaptığımız gözlemlere
örnek olarak şunları söyleyebiliriz:
01.06.2003 Pazar günü Saat 19.00’dan itibaren İstanbul Beyoğlu İstiklâl
Caddesindeki Saint Antuan Kilisesi’nde akşam ayininin tamamını izledim.
Ayine üç rahibe katıldı. Bu rahibeler başlarına saçlarının bir kısmı görünecek
şekilde arkadan bağlanmış koyu mavi başörtü örtmüşlerdi. Ayine katılan diğer
bütün bayanların başları açıktı. Hatta genç bir bayan, üzerinde dar bir kot
pantolon ve bir tişörtle birkaç kez kürsüye çıkarak İncil/Mektuplar’dan
bölümler okudu. Erkeklerin tamamının başı açıktı. Rahiplerin de başları açık ve
ayin elbiseleri beyazdı.
Katoliklerin örtünme anlayışı ile ilgili olarak kendileriyle görüşmek
istediğimiz rahibeler bu konuda oldukça çekingen davranmıştır. Başı örtülü ve
açık olan birçok rahibenin bulunduğu bir toplantıda sadece bir rahibe, isminin
140
yazılmaması şartıyla, görüşme talebimize olumlu cevap vermiştir. Buna
gerekçe olarak da daha önce yaptıkları bazı röportajların çarpıtılarak basında
yer alması gösterilmiştir. Bu rahibenin giysisi de beyaz gömlek üzerine koyu
mavi/lacivert etek ve ceketile arkadan bağlanmış aynı renk başörtüden
oluşmaktaydı. Bu rahibe, hastanelerdeki rahibelerce önceden öne doğru uzayan
kep tarzı örtü kullanıldığını ancak bunun kendilerinin ve doktorların
çalışmasını zorlaştırmasından dolayı zamanla bu biçime dönüştüğünü
söylemiştir.
09.02.2004 tarihinde TRT 1’de yayınlanan Ezan-Çan-Hazzan
Programında gösterilen Antakya’da Katolik kilisesindeki bir ayinde katılan
kadınların başı açıktı. Ortodoks Kilisesindeki ayinde ise komünyon almak için
sıralanmış kadınların hepsinin başı örtülüydü. Aynı programda ayinden sonra
kilisenin arka bahçesinde yapılan bir sohbet gösterildi. Kadınlar ‘Biz eskiden
kiliseye gelirken başımızı örtüyorduk ama baktık ki büyükler bile yavaş yavaş
örtmemeye başladılar, bunun üzerine biz de başımızı örtmeyi bıraktık’ dediler.
Buna Papazın izin verdiği söylenince de Papaz: ‘ Ne yapayım cemaatimi
kaybetmemek için tolerans göstermem gerekiyor. Önemli olan kalp temizliği’
diye cevap verdi.
Aynı programda Antakya Altınözü Tokaçlı köyünde bir Noel sabahı
gösterildi. Kadınların hepsinin başları aynen Müslüman köylü kadınların
başları gibi örtülüydü.
Samandağı Vakıflı köyünde bir Pazar ayini görüntüleri verildi. Ermeni köyü
olduğu belirtilen bu köyün kadınlarının ayinde başları açıktı. Bazılarında saç
bandı takılı idi ki başörtüsünü sembolize etmek için takılmış olabileceği
intibaını verdi. 203
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla birlikte burada Türkiye’deki
Katoliklerin örtünme anlayışı üzerine görüştüğümüz Vatikan İstanbul
Temsilcisi George Marovitch’in sözlerini aktarmayı uygun buluyoruz:
- Sayın Marovitch, Latin Katolik Kilisesinde örtünme anlayışı ile ilgili
bilgi verebilir misiniz?
203 Ezan-Çan- Hazzan Programı, TRT-1 , 09.02.2004.
141
- Ben bu konularda uzman değilim ama yine de bildiğim kadarıyla
anlatayım.
- Latin Katolik Kilisesini bu hususta diğer Hıristiyanlardan ayıran
özellikler nelerdir?
- Bütün Katolikler diyelim. Çünkü Katolikler federasyon gibidir. Latin,
Ermeni, Süryani Katolik. Hatta Şarklılar bunu daha fazla, Süryaniler
mesela bu örtülere daha fazla gidiyorlar. Bizde Vatikan Konsili’nden
sonra başladılar yani hiç Konsilde böyle bir karar alınmadı. Denmedi
ki artık başörtüsüz kiliseye gidilecek. Fakat öyle oldu ki artık karşı
gelemedik. Mesela eskiden bir kadın örtüsüz gelseydi, bizde kominyon
vardır (mukaddes kurbana iştirak) verilmiyordu. Diyordu git, örtün,
ondan sonra. Ancak Vatikan Konsili’nden sonra öyle oldu ki artık
tolerans oldu. Şimdi mesela kadınlar başını örtmeden geliyor. Kısa kol
da olsa demiyoruz bir şey. Ama St Piyer’de şortla falan gidilmez,
bırakmıyorlar.
- Saint Antuan’da bir ayine katıldım Sayın Marovitch geçen geldiğimde.
Pantolonlu, zannediyorum kısa tişörtlü ve açık saçlı bir bayan kürsüye
çıkıp, ayine bizzat katıldı, kutsal metinleri falan okudu. Sadece izleyici
konumunda değildi. Bu konu bu kadar rahatladı artık yani?
- Evet ama ne var ki tutucular var. Bir de Konsil’den sonra diyorlar; ya
bunlar zamanı geçti, ne demek. Bir de eskiden kadın giremiyordu,
ayinin yapıldığı sadece rahiplerin girdiği kutsal bir yer vardı.
- Altar değil mi?
- Evet merdivenler vardı. Altara gelemiyorlardı kadınlar. Şimdi
geliyorlar, okuma da yapıyorlar. Konsilden bitince dediler; okuma da
yapsalar ama şeyin dışında. Ama şimdi yavaş yavaş adet oluyor, karşı
gelinemiyor. Böyle gitti. Şimdi başörtüsüz okuma da yapıyorlar ancak
tabi ayinleri rahiplerin yaptıklarını yapamıyorlar.
- Rahibeleriniz örtülü?
- Rahibelerin ayrı ayrı bir disiplini var. Ayrı ayrı kongregasyonları var,
tarikatlar diyelim. Onlar kurulduğu zaman onların disiplini ayrı.
Mesela bazıları kendilerini eğitime adadılar. Bazıları hastabakıcı, zaten
142
kep giyiyorlar mesela. Bizim hastanelerde görevli olanlar daima kep
giyiyorlar. Okullarda görevli olanlar dediler ki kanunda yasaktır
biliyorsunuz, ondan da istifade şimdi berbere de gidiyorlar Nötr Dam
de Siyon rahibeleri, artık bitti, kiliseye de böyle geliyorlar. Eskiden
rahibeler berbere gitmezlerdi. Kapalıydı rahibeler. Ama şimdi
Türkiye’de öğretmen olanlar böyle. Ama hastanelerimize gitseniz,
Saint George Hastanesi’ne gitseniz rahibeler hepsi baş örtülü, rahibe
elbiselidirler. Okulda olanlar büsbütün sivil giyiniyorlar. Zaten rahibe
olarak Nötr Dam de Siyon ve bir de Saint Denoda(?) var o rahibeler.
Kilisenin bir genelgesi yok bu hususta. Herkes şey ediyor. Bazıları
diyor yapmam. Fakat Şark kiliselerinde dediğim gibi hürmeten
kadınlar başörtüsü ile geliyor.
- Neye hürmeten?
- İşte eski zamanlarda kadınların örtünmesi lazımdı. Yalnız dua ederken
değil, mesela Yahudilerde de örtülür. Bunlar iman esası değildir.
İnsanlar konuşarak jestlerle şey ediyor. O zaman hürmet şeyi böyleydi.
Şimdi değişti.
- İncil’de bu konuda bir şey var mı?
- İncil’de kadının kilisede sussun diyorlar ama çünkü St Paul’un şeyinde
bu geçiyor.
- Yine St. Paul’un Korintlilere Mektubunda 1. Mektup 11. Bab
sanıyorum, kadın erkeğin ona hakim olduğunun göstergesi olarak
başını örtsün, diyor.
- Bu başörtüsü hakkında bunu araştırmadım ama erkek nasıl ki vücudun
başıdır. Kadın da ama onu öyle sevmesi lazımdır ki onun parçasıdır
yani. Bu evlilik şeyinde okunuyor bunlar.
- Bütün rahibeler örtülü değil yani?
- Evet dediğim gibi Nötr Dam de Siyon rahibeleri ayine açık olarak
geliyorlar. Okulda açık oldukları için değişmeden kiliseye de öyle
geliyorlar. Hastanelerdekiler kapalı. Mesuliyet isteyen o tarikata gider,
istemeyen diğerine, böyle.
143
- Latin Katolikler olarak bu konuya genel bakışınız nedir? (İstanbul için,
Türkiye için)
- Genç rahipler olarak diyorlar; yok burada problem değildir, hepsi
eşittir. Daha yaşlılar olarak diyorlar; bu güzel şey değildir. Çünkü
bilmiyorsun ne zaman bitecek. Çünkü kollar burdaydı indi, indi. Şimdi
kolsuz geliyor. Vatikan’da da özel nöbetçiler var. Pantolonlu kadınları,
şortlu erkekleri almıyorlar. Diyorlar git. Burada bir ara cüppe
veriyorlardı,girsin diye. O da yok çünkü binlerce kişi gidiyor. Dışarıda
şeyler var zaten içeri alınmıyor. Ama başını örtmeye mecbur değil.
Gidin St Piyer’i görün. Sadece üstü şey olması lazım.
- Çok teşekkür ederim Sayın Marovitch.204
cf. Protestanlarda Örtünme Anlayışı
Protestan kelimesi, itiraz eden, baş kaldıran, isyan eden anlamına gelmekte
ve Hıristiyanlıkta bir “Reform Hareketi”ni ifade etmektedir. Bu hareket
Protestanlık olarak adlandırılmış ve günümüze kadar da böyle gelmiştir.
Protestanlık, içinden çıktığı halkların, toplumların karakterini yansıtan bir
harekettir. Bu hareket Hıristiyan Kutsal Kitabı’nın öğretilerini temel alarak,
Almanya’da mistik veya kişisel bir dindarlık, İngiltere ve Amerika’da
ahlâklılık veya toplumsallık, Fransa ve İsviçre’de ilâhî irade veya ilâhî
seçkinlik gibi özellikleri öne çıkararak “Reform”u geliştirmiştir. Protestanlıkta
ülkeden ülkeye, o ülkenin insanlarının konumuna, diline ve geleneklerine göre
Kutsal Kitap yorumlanarak cemaatler oluşturulmaktadır.205
Türkiye’de, Almanya, İngiltere ve Amerika’nın desteğiyle Gregoryen
Ermeniler arasında da Protestanlık yayılmış ve 1847’de Protestan Ermeni
Cemaati resmen tanınmıştır. Günümüzde Yedinci Gün Adventistinden
Methodistine, Ermeni Protestanından Türk Protestanına ulaşan çok çeşitli
cemaatler oluşmuştur. Bundan dolayı tek bir “tip” Protestanlıktan bahsetmek
204 03.9.2003 Tarihinde (Latin Katolik Kilisesi) Vatikan İstanbul Temsilcisi George Marovitch
ile yapılan görüşmeden. 205 Protestanlığın temel felsefesi, Almanya, Fransa, İsviçre, Amerika, İngiltere gibi ülkelerde
çıkışı ve çıkışını hazırlayan şartlar için bkz. G. Welter, Historie des Sectes Chretiennes, Paris 1950, s.126-170.
144
zordur.Her birinin kendi geçmişine, dinî ve kültürel birikimine göre
oluşturduğu kendilerine özgü özel kuralları vardır.206 Ancak bazı konularda
ülkenin yasaları ve dünyanın “geçer şartları” dikkatten uzak tutulmamakta ve
“ortak anlayış” geliştirilmektedir.
Türkiye’de son zamanlarda, özellikle 2003 yılında yapılan yasal
değişiklikler çerçevesinde sayıları artmış bulunan Protestanların, özel bir
giysisi bulunmamaktadır. Giyim kuşam ve örtünme konusunda diğer
Protestanların yolunu izlemektedirler. Din adamlarının dışındaki Protestanların
giyim biçimlerini yaşadıkları yer belirlemektedir. Günümüzde Türkiye’de
Protestan Hıristiyan kadınlar, başlarını örtmemektedir.
Geçmişte Protestanlarda rahip olmayan erkek ve kadınlar için belirli
dinsel semboller bulunmamaktaydı. Belirli gruplar, kıyafetleri ile dinsel
durumları hakkında ip ucu verebiliyorlardı. Örneğin 1960’larda muhafazakâr
Protestan kadınları, popüler olduğu halde mini etek giymemişlerdir. Hatta
giydikleri etek boyları ile büyük annelerini bile şaşırtabildikleri zikredilmiştir.
Onlara göre beyaz gelin duvağının saflığı ifade ettiği gibi, gösterişsiz ve sade
giyinmek de İncil’e bağlılığı göstermekteydi. 1963 yılında Piskopos Jacob
Amman’ın liderliğindeki bir reform grubunun, eski moda tarzında giyinmenin
onları modern dünyadan uzaklaştırdığını savunması üzerine bu görüş doğru
bulunmuş ve giyim tarzı değiştirilmiştir.207
Protestan rahiplerin kıyafetleri bulundukları tarikata göre
değişebilmektedir. Kimileri ibadet esnasında özel bir kıyafet giyerken kimileri
herhangi bir özel kıyafet kullanmamaktadır. Örneğin, Anglikan rahipler ayin
esnasında alta uzun ve beyaz bir giysi ,üzerine kuşak ve en üste yeşil renkli bir
giysi giymektedirler.208
Bugün büyük şehirlerdeki Protestan kadınların giyimlerinde dinî bir
özellik ve örtünme şekli dikkati çekmemektedir. İstanbul’da görüştüğümüz
206 Protestanların diğer Hıristiyan Mezheplerinden farkları ve genel özellikleri için bkz. G.
Barker, O’nun İzinde(Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi), İstanbul 1985; Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, 301-303,311-327; Roger Mehl, Hıristiyan İlahiyatı(Protestanlık Mezhebi), çev. Mehmet Aydın, Konya 1983.
207 Deborah E. Kraak, “Clothing: Religious Clothing in the West”, The Encyclopedia of Religion, New York 1987, III/545.
208 Bkz. Murat Avcı, İzmir’deki Hıristiyan Dinî Cemaatler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2001.
145
İzmir’li bir Protestan kadın gündelik giysisi ile katıldığı bir toplantıdan sonra
aynı giysi ile başı açık olarak ayine katılmıştır. Bu örnek, diğer
Hıristiyanlarda da oldukça gevşeyen baş örtme kuralının Türkiye’deki
Protestanlarca hiç uygulanmadığının göstergesidir. Protestanlarda ibadet dili
gibi birçok konu toplumun kendi tercihine bırakılmış olduğu için, giyim-kuşam
ve örtünme konusunun da toplumların kendi geleneklerine, örf ve adetlerine,
tercihlerine bırakılmış olması son derece normal görünmektedir.
146
III. BÖLÜM
TÜRKİYE’DE MÜSLÜMANLARIN ÖRTÜNME ANLAYIŞI
Yeryüzünde bütün milletlerin olduğu gibi Türklerin de kendilerine has
örtünme anlayışı olmuş ve bu anlayış devirden devire, bölgeden bölgeye
değişiklik göstermiştir. Türkler arasında İslâm’ı kabul etmeden önceki
örtünme anlayışı ile İslâm’ı kabul ettikten sonraki anlayış farklı olduğu gibi,
Bizanslılarla ve Batı kültürü ile karşılaşmadan önceki ve sonraki örtünme
anlayışları da birbirinden farklıdır. Bu değişimde başka medeniyetler ve
kültürlerle etkileşim yanında, İslâm’ın ve geleneklerin doğru anlaşılmasının,
doğru yorumlanmasının büyük önemi bulunmaktadır.
Günümüzde diğer Müslümanlar arasında olduğu gibi, Müslüman Türkler
arasında da örtünme biçim ve anlayışlarında farklılıklar bulunmaktadır. Bu
farklılıkların ortaya çıkışı, büyük oranda dünyadaki gelişim ve değişimler ile
örtünme ayetleri ve kurallarına getirilen yorumlarla paralellik göstermektedir.
Türklerin İslâm’dan önceki ve İslâm’ı kabul ettikten sonraki örtünme
anlayışları ile günümüzde Türkiye’deki örtünme anlayışına geçmeden önce
genel olarak İslâm’ın örtünme anlayışını ortaya koymaya çalışmak yerinde
olacaktır.
a. İslam’ın Örtünme Anlayışına Genel Bir Bakış
Müslümanlar arasında “örtünme anlayışı” genelde aynı olsa da, özelde
ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Bu farklılık, ayet ve
hadislerin yorumuna, yorum döneminin anlayış biçimine ve toplumların örfüne
bağlanmaktadır. Ayetlerin yorumlanmasında, geldiği ve yorumlandığı dönemin
şartları, hitap edilen toplumun algılayış biçimi, geçer kabul ettiği örf ve adetler
ile yorumlayanın kendi anlayışı etkili olmaktadır.
İslâm, geldiği toplumun bütün değerlerini reddetme gibi bir anlayışı
benimsememiş, akıl, bilim ve toplum menfaatini esas almıştır. Hz. Muhammed
147
de, Araplar arasında yaşayan her gelenek ve göreneği ortadan kaldırmamış;
sadece ilme, akla, mantığa ve İslâmî öze aykırı olanları yasaklamış; bunlardan
da düzeltebildiklerini düzeltmiş ve İslâm’ın ruhuna aykırı olmayanların
yaşatılmasını teşvik etmiştir. Kan bedeli, evlenecek kızlara verilecek mehir gibi
hususlar bunlar arasındadır. Hakkında açık hüküm bulunmayan konularda da,
Kur’an’ın önerdiği gibi209, “örf”ün belirleyiciliğini öne çıkarmıştır.
Yasalarla belirlenmemiş olup, halkın kendini uymak zorunda hissettiği
davranış biçimleri diyebileceğimiz örfü, Ömer Nasuhi Bilmen şöyle
tanımlamaktadır: “Akılların şehadetiyle şöhrete ulaşmış ve tabii kabul edilmiş
herhangi beğenilmiş şeydir.”210 Hanefi Hukukunda da örf; “Aklen ve şer’an
beğenilmiş, güzel sayılmış olan ve salim akıl sahiplerince de inkâr edilmeyen
şey” şeklinde tarif edilmektedir.211
Örfün belirleyiciliğini öngören Kur’an ayetlerinden biri olan Araf Suresi
199. ayette “Af yolunu tut, örfü emret ve cahillerden yüz çevir” hükmü yer
almaktadır. Bu ayetin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır şöyle demektedir: “Örfe
uygun olanla emreyle yani affedici olayım, affı gözeteyim derken, örf ile
emretmeyi terk etme; fakat emredeceğin, bir emir vereceğin zaman örf ile
emret. Emrettiğin iş örfe uygun olsun. Allah’ın kitabında veya kendini bilen
akıl sahipleri katında maruf, yani yapılması ve yerine getirilmesi gerekli,
varlığı yokluğundan hayırlı, olması olmamasından faydalı olduğu kabul edilen
güzel ve yararlı bir şey olsun.”212
Müslümanlar arasında örf önemli bir yere sahiptir. Sosyolojik olarak
“toplumun ortak aklı” sayılan örfün İslâm’da kabul görmemesi zaten İslâm’ın
ilim ve akıl dini olması özelliğine de aykırı olurdu. Bundan dolayı İmam-ı
Azam Ebu Hanife, oluşturduğu Hanefi Mezhebi’nde örfe de önemli yer
ayırmıştır. Örfü “şer’i bir prensip” kabul eden Ebu Hanife, yerine göre örfü
kıyasa tercih etmiştir. Şer’i delilleri diğer mezhep imamlarından farklı olarak
yediye çıkaran İmam-ı Azam, bunların arasına örfü de koymuştur.213
209 Örf konusundaki ayetlere örnek olarak bkz. Bakara 178, Nisa 25, Araf 199. 210 Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve İstılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, ty.,, s.17. 211 M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1949, II/745. 212 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ty., IV/193. 213 Bkz. Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, Ankara 1984, s.35-36,94. Ayrıca İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin görüşleri için bkz.İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İstanbul 1981.
148
Örtünme konusunun Müslümanlar arasında hatta aynı ülkedeki değişik
grup ve cemaatlerde farklı şekilde algılanmasında “örf” ile ayet ve hadislerin
buna göre yorumlanmasının büyük rolü vardır. Müslümanlar diğer bazı
konularda olduğu gibi “örtünme” konusunda da kendi benimsedikleri anlayış
biçimine Kur’an ve Sünneti kaynak göstermektedir. Bu durum sadece
Müslümanlara has bir davranış tarzı da değildir. Genellikle bütün dinlerin
mensupları inandıkları veya uyguladıkları herhangi bir kuralı, ya dinlerinin
kutsal kitabına ya da din kurucularının söz veya uygulamalarına dayandırma
yoluna gitmektedir.
Bu çalışma dolayısıyla yapılan araştırmalarda değişik mezhep, grup,
cemaat ve bölgelerdeki insanların hemen hepsinin, örtünme biçimini Kur’an’a,
hadislere ve geleneğe dayandırmaya çalıştığı görülmüştür. İslâm’da herhangi
bir konudaki ilk kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’da örtünme konusuna
birkaç ayette temas edilmektedir. Her toplum, bu ayetleri kendi kültürü ve
anlayışı çerçevesinde yorumlamıştır. Böylece farklı örtünme biçimleri
oluşmuştur.
aa.Kur’an’da Örtünme ile İlgili Ayetler:
Kur’an, örtünmenin ilk örneğini Tevrat’ta olduğu gibi Hz. Adem ve Hz.
Havva’ya bağlamaktadır. Hz. Adem ve Hz. Havva, Şeytan’ın vesvesesine
uyarak Allah’ın kendilerine yasakladığı ağacın meyvesinden yedikten sonra
kendilerinin çıplak olduklarını anlamış ve örtünmeye çalışmışlardır. İnsanın
örtünme konusundaki bu hassasiyeti Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır; “ ‘Ey
Adem! Sen ve eşin cennette kalın ve istediğiniz yerden yiyin, yalnız şu ağaca
yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz.’ Şeytan ayıp yerlerini kendilerine
göstermek için onlara fısıldadı: ‘Rabbinizin sizi bu ağaçtan men etmesi melek
olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir. Doğrusu ben size öğüt
verenlerdenim.’ diye ikisine yemin etti. Böylece onların yanılmalarını sağladı.
Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine ayıp yerleri göründü, cennet
yapraklarından oralarına örtmeye koyuldular. Rableri onlara ‘Ben sizi o
ağaçtan men etmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu
söylememiş miydim?’ diye seslendi...”214
214 Araf,19-22.
149
Allah, yasak meyveden yedikleri için Hz.Adem ve Hz. Havva’yı
yeryüzüne indireceğini söyledikten215 hemen sonra gelen ayetlerdeki şu
ifadeler dikkat çekicidir: “Ey insanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek
giyimlikle, sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü ise bunlardan
daha hayırlıdır. Allah’ın bu ayetleri öğüt almanız içindir. Ey İnsanoğulları!
Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı
babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz
yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost
kılarız.”216 Bu ayetlerin bir kaç ayet arkasından da giyim konusundaki şu
ayetler gelmektedir: “Ey Ademoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi
giyinerek gidin; yiyin, için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.
Ey Muhammed de ki: Allah’ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları
haram kılan kimdir? ‘Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet
gününde de yalnız onlar içindir’ de. Bilen kimseler için ayetlerimizi böylece
uzun uzun açıklıyoruz.” 217
Genel olarak giyinme ve örtünme konusundan bahseden ayetlerden birinde
de; “Allah size evlerinizi dinlenme yeri kıldı. Hayvanların derilerinden
yolculukta ve ikamet zamanlarında kolayca taşıyacağınız evler; yün, tüy ve
kıllarından bir süre kullanacağınız giyimlikler ve geçimlikler var etmiştir.
Allah, yarattıklarından size gölgeler yapmış, dağlarda sığınacağınız
barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, harpte sizi koruyacak
zırhlar vermiştir. Size olan nimetini Müslüman olasınız diye bu şekilde
tamamlamaktadır.”218
Görüldüğü gibi bu ayetlerde örtünmenin/giyinmenin; edep yerlerini
örtmek, korunmak ve süslenmek amaçlarından söz edilmektedir. Allah,
hangi amaçla olursa olsun bu giysileri ve ziynetleri diğer rızıklar gibi insan
215 Geniş bilgi için bkz. Mustafa Erdem, Hz. Adem (İlk İnsan), Ankara 1993. Kanaatimizce, Allah’ın insanın yaratılacağını meleklere haber verirken ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’(Bakara,30) demesi, insanoğlunun yeryüzünde halifelik için yaratılmış olduğunu göstermektedir. Hz. Adem ve Hz. Havva’nın cennette tabi tutuldukları sınav, sadece insanlara dünya hayatının gayesini göstermek için Allah tarafından özel olarak hazırlanmış bir olaydır. Nitekim Allah bu sonucu murad etmese, ne şeytanı kendisine itiraz edebilecek ne de insanı şeytana kanabilecek şekilde yaratırdı. Bkz. Asife Buhan(Ünal), İslâm’da Kulluk Felsefesi, Basılmamış Lisans Tezi, Ankara 1983.
216 Araf,26-27. 217 Araf,31-32.
150
için yarattığını hatırlatarak bunları kimsenin haram kılamayacağını
söylemektedir. Kur’an’ın giysilerle ilgili bu bakış açısı konumuz bakımından
dikkat çekicidir.
Kur’an’da kadının örtünmesi konusunda esas alınan ayetlerden biri Nur
Suresi 31. ayettir. Erkeklere hitap eden Nur Suresi 30. ayetle birlikte bu ayet
şöyledir; “Ey Muhammed! Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini bakılması
yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu onların
arınmasını daha iyi sağlar(Temiz ve erdemli kalmaları bakımından en iyi
davranış tarzı budu)r. Allah, yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mü’min
kadınlara da söyle: Gözlerin bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini
korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı ([örfen] görünmesinde
sakınca olmayan yerleri) müstesna, açmasınlar. Başörtülerini yakalarının
üzerine salsınlar. Süslerini (cazibe ve güzelliklerini) kocalarından,
babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından,
kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin veya kız kardeşlerinin oğullarından,
Müslüman kadınlarından veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış
hizmetçilerden (kendi evlerindeki kadınlardan yahut yasal olarak sahip
oldukları kimselerden, yahut kendisine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun
bulunan erkeklerden ) ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan
çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için
(yürürken gizli görkem ve güzelliklerini belli edecek şekilde) ayaklarını yere
vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tövbe ederek Allah’ın
hükmüne dönün.”219
Örtünme konusunda kaynak teşkil eden bir diğer ayet, Ahzap Suresi 59.
ayettir. Bu ayette şöyle denilmektedir; “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve
mü’minlerin kadınlarına dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle; bu
onların (temiz kadınlar olarak) tanınmalarını (hür ve namuslu
218 Nahl, 80-81. 219 Nur, 30-31. Ayet mealleri için şu eserler esas alınmıştır: Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay,
Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı(Meal), Diyanet İşleri Başkanlığı yay., Ankara 1985; Ali Özek-Hayrettin Karaman-Ali Turgut-Mustafa Çağrıcı-İbrahim Kâfi Dönmez-Sadrettin Gümüş, Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı(TDV) yay., Ankara 1993; Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Meal-Tefsir, çev.Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret yay., İstanbul 2000; Ali Fikri Yavuz, Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meal-i Alisi, Alperen yay.,
151
bilinmelerini220) ve bundan dolayı incitilmemelerini(rahatsız edilmemelerini)
daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Örtünme ile ilgili olarak ele alınabilecek bir ayet de, Nur Suresinin 60.
ayetidir. Bu ayet ise şöyledir; “Evlenme ümidi kalmayan, ihtiyarlayıp oturmuş
kadınlara, süslerini açığa vurmamak şartıyla, dış giysilerini çıkarmaktan ötürü
bir sorumluluk yoktur; ama sakınmaları kendileri için daha iyi olur. Allah işitir
ve bilir.”
Nur Suresi, İslâm tarihinde ‘ifk hadisesi’ diye bilinen, Beni Mustalik
Gazvesinden dönerken geride kalan Hz. Aişe ve onunla birlikte dönen Safvan
b. Muattal hakkında dedikodu yapılması ve iftira atılması olayı üzerine
indirilmiştir. İslâm’da namuslu insanlara iftira atmanın ne kadar büyük bir
günah olduğunun geniş bir biçimde anlatıldığı221 bu sure, “Bu, indirip
hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler
indirdik.”222 ayetiyle başlamaktadır. Hükümlerin kesinleşmiş olduğunun
vurgulanması dikkat çekicidir. Bu vurgunun, söz edilen ayetlerin kesin hüküm
taşıdığının, dolayısıyıyla yoruma açık olmadığının gösterdiği olduğu ileri
sürülmektedir.
İslâm’da örtünmenin delili olarak gösterilen ayetlerden biri olan Ahzap
Suresi 59. ayetin nüzul sebebi de şöyle açıklanmaktadır: Mü’minlerin kadınları
geceleri hacetlerini (tuvalet ihtiyaçlarını) gidermek için dışarı çıkıyorlardı.
Münafıklar onların peşine düşer ve incitirlerdi. Bu ayet nazil oldu. Ondan sonra
kadınlar, geceleri hacetleri için çıktıklarında onları örtülü gören kötü niyetli
kimseler bu hürdür diyerek ondan uzaklaşıyorlardı, örtüsüz gördüklerinde ise
bu cariyedir diyerek ona zina teklif ediyorlardı(sarkıntılık ediyorlardı). 223 Bu
yoruma göre bu ayetteki örtünme emrinin amacı kadının hür olduğunun
bilinmesi ve böylece sarkıntılık yapılmasından korunmasıdır. Eğer ayet bu
şekilde yorumlanırsa hür olmayan kadınlara her türlü sarkıntılığın
yapılabilmesine de cevaz verilmiş olduğu anlamına gelir ki bu, köleliğin
Ankara 2002; Ömer Özsoy-İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an(Sistematik Kur’an Fihristi), Fecr yay., Ankara 1997.
220 Atay-Kutluay, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı. 221 Bkz. Nur,4,11-25. 222 Nur,1 223 Ebi Hasen Ali b. Ahmed el-Vahidî en-Nisaburî, Esbab-ı Nüzul ve Bihamişi en-Nasih ve’l-
Mensuh, Beyrut,ty., s.273.
152
tedricen kaldırılmasını hedefleyen ve insana değer veren İslâm’ın, insan
anlayışına aykırı görünmektedir.
Ahzap Suresi 59. ayetin indirilmesinde özellikle Hz. Ömer’in Peygambere
telkinlerinin rolü olduğu da söylenmektedir. Tefsirci Beydavi’den
nakledildiğine göre; Hz Ömer, Peygamberin eş ve kızlarının, İslâm’dan önceki
Arap kadınlarının giysileriyle dolaşmalarından rahatsız olmuş, sık sık ‘Ey
Allah’ın elçisi, senin evine iyisi de gelir kötüsü de; inananların annelerine
örtünmelerini buyursan iyi olur’ demiş ve bunun üzerine söz konusu ayet
indirilmiştir.224
Örtünme ile ilgili olan bu ayetlerin geliş sebepleri kadar, içeriğinin doğru
anlaşılması da önemlidir. Tefsirlerde Nur Suresi 30. ve 31. ayetin yorumuna
genellikle ferc/füruc, zinet, hımar/humur kelimeleri ve kendiliğinden
görünenler anlamındaki ‘ma zahera minha’ ifadesinin açıklaması ile
başlanmaktadır. Füruc, fercin çoğuludur. Ferc ise; insanda avret mahalli; bir
şeydeki yarık, çatlak; duvardaki yarık; parmak aralarındaki açıklık; elbisedeki
yırtık, delik anlamlarına gelmektedir.225, .Zinet, tefsirlerde “taç, küpe,
gerdanlık, bilezik, halhal gibi takılar ile sürme, kına, boya ve elbise süsleri”
olarak açıklandığı gibi “yüz, yakalar, bütün beden, beden hatları ya da iç
elbise” olarak da açıklanmıştır. Hımar (çoğul şekliyle humur), başörtüsü
olarak tercüme edilmiş; hımarı yakaların üstüne salmak ise, “baş örtüsünü
indirerek yakaları ya da yakalardaki takıları örtmek” olarak yorumlanmıştır.
“Kendiliğinden belli olan” ifadesi de, “kazaen, zarureten ya da örfen açıkta
olmak” şeklinde yorumlanmıştır.226
Örtünme konusundaki farklı görüşler, büyük ölçüde bu kelimelere verilen
anlam ve ‘kendiliğinden görünen kısımlar’ın kapsamı ile ilgili bulunmaktadır.
Tefsirlerde ‘kendiliğinden görünen kısımlar’ın zaruret dolayısıyla veya
224 el-Beydavî, Envar et-Tenzil, İstanbul 1869, VI/155’den nakleden Mehmet Dağ, “İslâm’da Örtünme Üzerine”, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, Ankara 1982, V/188.
225 Bkz.Lisanü’l Arab, X/209-211. 226 Bu farklı görüşler için bkz. Celâluddin el-Mahallî - Celâluddin es-Suyutî, Tefsirü’l-
Kur’ani’l Azîm(Tefsir-i Celaleyn), tyy., II/54; İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri,çev. Bekir Karlığa-Bedreddin Çetiner, İstanbul 1986, XI/5859-5883; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, İstanbul 1971, V/2347-2349; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul,ty., V/3502-3509; Muhammed Ali Sabûnî, Kur’an-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, çev. Mazhar Taşkesenlioğlu, İstanbul 1984,
153
kazaen açılan dışında örfen görünmesinde sakınca olmayan, görünmesi
alışkanlık haline gelmiş olan şeklinde de açıklanması başörtüsü konusuna çok
farklı bir bakış açısı getirilebilmesine imkan sağlamaktadır. Muhammed Esed,
“kendiliğinden görünenler” ifadesinin bu imkanı sağlamak için özellikle kapalı
bırakıldığı görüşündedir. Esed’in, örtünme anlayışı konusunda son derece
dikkate değer bulduğumuz bu sözleri şöyledir: “Bizim ‘[örfen]’ sözcüğüyle
yaptığımız ilâve, illa ma zahara minha ifadesiyle ilgili olarak ilk İslâm
alimlerinin ve özellikle (Razi’nin kaydettiğine göre) el-Kiffal’in yaptığı
‘kişinin hakim örfe (el-âdetu’l-câriyye/geçerli adet) uyarak açık tutabileceği,
yani örtmemesinde beis olmayan yerler’ şeklindeki açıklamayı yansıtmaktadır.
İslâm Hukuku’nun geleneksel temsilcileri ‘görünmesinde [örfen] sakınca
olmayan’ ifadesinin tanımını her ne kadar kadının yüzü, elleri ve
ayaklarıyla sınırlı tutma eğilimi göstermişler -hatta sınırlamayı bazen
daha da ileri götürmüşler- ise de illa ma zahar minha’nın anlamı bizce
daha da geniştir; nitekim kullanılan ifadedeki kasdî belirsizlik (yahut çok
anlamlılık) da bu hususta, insanın ahlâkî ve toplumsal gelişiminin bir
gereği olarak ortaya çıkan, zamana bağımlı değişikliklerin göz önünde
bulundurulduğunu göstermektedir. Yukarıda aynı kelimelerle hem erkeklere
hem de kadınlara ulaştırılmak istenen mesajın özü, onların haramdan
gözlerini çevirmeleri ve iffetlerini korumaları noktasında
düğümlenmektedir; kişinin yaşadığı çağda, Kur’an’ın toplumsal ahlâk
konusunda getirdiği ilkeleri göz önünde tutarak, dış görünüşünde, giyim
kuşamında göstermek zorunda olduğu dikkatin sınırlarını da bu ölçü
belirlemektedir.”227
Nitekim uygulama da böyle olmuş, toplumun örfüne göre örtünme
biçimleri geliştirilmiştir. Erkek-kadın herkesin başını örttüğü bir dönemde
saçın örtülmesi, örtünmenin sınırları içinde yer alırken, toplumun genel
kabulleri bunun dışına çıktığında açılabilmesi de söz konusu olabilmiştir. Aynı
şekilde bir toplumda yüzün de örtülmesi gerektiği üzerinde durulurken diğer
bir toplumda yüzün örtülmesine hiçbir zaman ihtiyaç hissedilmemiştir.
II/169-173, 323-330; Ebu’l A’lâ Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an- Kur’an’ın Anlamı ve Tefsiri, İstanbul 1986 , III/468-471.
227 Esed, 598-599.
154
Ahzap Suresi 59. ayetin yorumunda da cilbab kelimesinin anlamı
üzerindeki farklı açıklamalar etkili olmaktadır. Cilbab tefsirlerde; “baştan aşağı
örten çarşaf, car, ferace gibi elbisenin üzerinden giyilen dış kıyafet”228 olarak
açıklanmaktadır. Lisanü’l Arab’ta cilbab: “gömlek, kadının başını ve göğsünü
örttüğü, hımardan daha geniş giyecek; kadının örttüğü milhafe gibi geniş
elbise” olarak açıklanmaktadır.229 Bu surenin yorumunda kadınların
tanınmaları ve incitilmemeleri için dışarı çıkarken üstlerine üst
giysilerini/örtülerini giymelerinin emredildiği konusunda çoğu yorumcu ittifak
etmektedir.230 Muhammed Esed ise, cilbab ayetini, “spesifik ve zamanla
kayıtlı” bir ifade tarzı olarak görmekte ve bu konuda şunları söylemektedir:
“Ayetin spesifik ve zamanla kayıtlı ifade tarzı (ki Hz. Peygamber’in eşlerine ve
kızlarına atıfta bulunmasından açıkça bellidir) ve kadınların toplum içine
çıktıklarında “dış kıyafetlerini (min celâbîbihinne) üzerlerine almaları”
tavsiyesindeki bilinçli müphemlik, bu ayetin, terimin genel, zaman ve mekan
üstü anlamıyla, bir hüküm ifade etmekten çok, zamanın ve sosyal çevrenin
sürekli değişmesi karşısında uyulması gerekli ahlâkî bir rehber anlamı
taşıdığını gösterir. Ayetin sonunda Allah’ın affediciliğine ve rahmetine
yapılan atıf da, bu görüşü desteklemektedir.”231
Kadınların dışarıya çıkarken almaları istenen bu örtünün/giysinin biçimi
konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüş ve belirtildiği gibi, her toplum
kendi anlayışına göre dönem dönem belirli örtü biçimleri geliştirmiştir.
Bu dış giysi isteği, Nur Suresi 60. ayetle yaşlı hanımlar için tercihe
bırakılmıştır. Ancak burada da “süslerini açığa vurmamak” şartı getirilmiş,
sakınmalarının kendileri için daha iyi olacağı belirtilmiştir.
Bütün bu ayetler Ahzap Suresindeki Hz. Muhammed’in hanımlarına has
üç ayetle birleşince Müslümanlar arasında kadının örtünmesinin yanında,
kadınların erkeklerin bulunduğu mekanlardan tecrit edilmesine ve haremlik-
selâmlık uygulanmasına sebep olmuştur. Ahzap Suresindeki bu ayetlerin ikisi
şöyledir: “Ey Peygamberin Hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi
değilsiniz. Allah’tan sakınıyorsanız edalı konuşmayın, yoksa kalbi bozuk olan
228 İbn Kesir, XII/6602-6603; Yazır,VI/3927-3928; Bilmen, VI/2832, Esed,716. 229 Lisanü’l Arab, II/317. 230 İbn Kesir, XII/6602-6604;Yazır,VI/3927-3929; Bilmen, VI/2831-2832.
155
kimse kötü şeyler ümit eder; daima ciddi ve ağırbaşlı söz söyleyin. Evlerinizde
oturun; eski Cahiliyede olduğu gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekatı
verin; Allah’a ve Peygamberine itaat edin : Ey Peygamberin ev halkı! Allah
sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.”232 Peygamberin eşlerine
getirilen bu kurallara ilave olarak onlarla perde arkasından konuşma kuralını
getiren Ahzap Suresi 53. ayet ise şöyledir: “Ey İnananlar! Peygamberin
evlerine, yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet
edilirseniz girin ve yemeği yiyince dağılın. Sohbet etmek için de girip
oturmayın. Bu haliniz Peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye
çekiniyordu. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin eşlerinden bir
şey isteyeceğinizde onu perde arkasından isteyin. Bu sayede sizin gönülleriniz
de onların gönülleri de daha temiz kalır. Bundan sonra ne Allah’ın
peygamberini üzmeniz ne de onun eşlerini nikahlamanız asla caiz değildir.
Doğrusu bu Allah katında büyük şeydir.”
Kuran’ın bu ayetlerinin, İslâm’ın kadın telakkisinin oluşmasında maalesef
olumsuz etkisi olmuştur. Kadınla ilgili örtünme emri, kadını serbest kılmaya
yardımcı olması gerekirken, Peygamberin eşlerine getirilen ve özellikle onun
rahatsız olmasını önlemeye yönelik olduğu da açıkça zikredilen bu
ayetlerin bütün kadınlara şamil kılınması ile, İslâm tarihinde kadının, Allah’ın
verdiği haklarından mahrum olmasına kadar gidecek gelişmelerin başlangıcını
oluşturmuştur.
Örtünme ile ayetlerin yorumlarında konu ile ilgili olarak Peygamberin
sözlerinin ve uygulamalarının da şüphesiz büyük etkisi olmuştur.
ab. Örtünme ile İlgili Hadisler:
İslâm dünyasında Kur’an’dan sonra en temel kaynak kabul edilen altı
hadis kitabı (Kütüb-ü Sitte) içinde Nesai’nin dışında kalanlarda ve öteki birçok
hadis kitabında Kitab’ul-Libas başlığı altında örtünme ile ilgili hadisler yer
almaktadır.
Örtünme, ilk kez İslâm ile ortaya çıkmış bir uygulama değildir. Belirtildiği
gibi diğer dinlerde ve toplumlarda örtünme, özellikle kadının örtünmesi değişik
231 Esed, 716.
156
biçimlerde uygulanmıştır. Kur’an’ın giyim kuşam konusunda belli biçimler
önermemesi ve sadece birtakım ölçüler vermekle yetinmesi, bu konuyu
toplumların ihtiyaçlarına, anlayışlarına ve zevklerine bıraktığını
göstermektedir. Hz. Muhammed de şüphesiz, kendi toplumunda uygulanan
giyim ve örtünme biçimleri içinde yaşamıştır. Onun giyinme ve örtünme
anlayışının gelişmesinde bunun önemli bir rolü olması son derece doğaldır.
Kaynaklarda Peygamberin doğduğu ve yaşadığı yıllarda o toplumun giyim
kuşam biçimi ile ilgili birtakım bilgiler yer almaktadır. Örneğin Şeybanî,
“Türban Arapların tacıdır” şeklinde bir atasözünden söz ederek o dönemde baş
örtmenin yaygın bir gelenek olduğunu belirtmektedir.233 Tarihçi Fakihî’den,
eski Mekke’de, bu kentin sakinlerinin, damat adayları ve alıcıların dikkatlerini
çekmek üzere, bekar kızlarına ve cariyelerine en güzel giysileri giydirdikleri ve
Kabe etrafında yüzleri açık olarak dolaştırdıkları; bunun sonucu olarak evlenen
kızların artık hiç açılmaksızın örtündükleri nakledilmektedir.234 Beydavî de,
Hz. Muhammed’den önce kadınların incilerle süslenip ana yollarda kendilerini
teşhir edercesine dolaştıklarını zikretmektedir.235 Nisaburî, Araf Suresindeki
“Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin” ayetinin nüzul sebebini
açıklarken İbn Abbas’dan, cahiliye döneminde Kabe’nin kadınlar tarafından da
çıplak biçimde tavaf edildiğini nakletmektedir.236 Kur’an’ın, Peygamber
eşlerine “Eski Cahiliyede olduğu gibi açılıp saçılmayın”237 uyarısı, cahiliye
döneminde açık saçık dolaşmanın da yaygın olduğunu göstermektedir.
Muhammed Hamidullah, İbn Sad’a dayanarak “İslâm öncesi devirlerde
Arap kadını, ne şehirde ne de köyde veya çölde yüzünü örtmüyordu.” derken,
diğer taraftan bundan evlenmemiş kızların istisna olduğunu ve İslâm Öncesi
Arabistan’ında toplumun bazı kesimlerindeki kadınların yabancı erkeklerin
karşısında yüzlerini peçe ile örttüğünü, söylemektedir. Buna da, Kastalanî’den
232 Ahzap/32-33. 233 Muhammed ibn al-Chaibani, Le Grand Livre de la Conduite de L’Etat (Kitab as-Siyar al
Kabir), Abu Bakr Muhammad ibn Abu Sahi Ahmad Chams al Aimmah as Sarahsî, Arapça’dan Fransızca’ya çeviren Muhammed Hamidullah, Ankara 1989, I/63.
234 Dağ, 187. 235 Beydavî, VI/133’den nakleden Dağ, 187-188. 236 Nisaburî, 168-169. 237 Ahzap/33.
157
naklettiği, Arap dilindeki muhtelif yüz örtüsü isimlerini kaynak
göstermektedir.238
Hamidullah, o dönem giyim kuşam biçimi ile ilgili olarak şu bilgileri de
vermektedir: “Kadınlar umumiyetle üzerlerine bir kaftan yahut yeldirme
şeklinde bir üstlük (pardösü) almak suretiyle pek uzun entariler giyiyorlardı.
Sokağa çıktıklarında ise, yüzlerine ayrı bir örtü, bir peçe ile kapatıyorlar
veyahut yeldirmelerinin geniş yakalarını başlarının üzerlerinden atıyorlardı.
Muhakkak ki onlar altın veya gümüşten mamûl mücevherleri takınmayı da pek
seviyorlardı; bu süs eşyaları ya o bölgedeki Benî Kaynuka Yahudi kabilesinin
sanatkârları tarafından yapılmış veyahut da Suriye, Irak, Mısır gibi komşu
ülkelerden ithal edilmiş olabiliyordu. Bu gibi mücevheratı takınmak suretiyle
kadınların kulakları, elleri, ayaklarını boyun vs. yerleri ziynetli ve süslü bir
hale getirilirdi. Erkekler ise, umumiyetle başlarına bir sarık dolarlar,
bellerinden itibaren topuklarına kadar uzanan vücut bölümünü bir nevi
peştamal olan dikişsiz bir kumaş ile örtüyorlardı. Gömlek de giyiliyordu ve
nadir de olsa bacak ve kalçayı iyice örten dikişli bir pantolon da kullanıyorlardı
ki Resulallah, namazlar esnasında rüku ve secdeye varıldığında vücudu daha
iyi örttüğü için sahabelerine pantolon nevinden dikişli bir elbise giymelerini
hararetle tavsiye etmiştir. Erkekler sokağa çıktıklarında yahut törenlere
katılmak istediklerinde üzerlerine pelerin (üstlük) yahut kaftan diyebileceğimiz
kolsuz bir giysi alırlardı.” 239
Bazı kaynaklarda örtünme konusu açıklanırken İslâm öncesi Cahiliye
günlerinde kadınların, başlarını başın arkasında bağlanan bir başlık ile
örtükleri, saçları uzun ise örgü halinde arkaya bıraktıkları, üzerlerine giydikleri
gömleklerin yakalarının boynu ve göğüslerin üst kısmını açıkta bırakacak
şekilde oyuk olduğu nakledilmektedir.240
Kaynaklarda yer alan bilgilerden giyim kuşam ve örtünme biçimlerinin
geleneksel olduğu ve bu kıyafetlerin birtakım ana prensipler dışında
korunduğu anlaşılmaktadır. Buharî’nin hadislerini şerh eden Zebidî de, erkek
ve kadınların birbirlerine benzer giyinmeleri ile ilgili bir hadisi açıklarken
238 Bkz. Hamidullah,II/1130 239 Hamidullah, II/1127-1128 240 Mevdudî, III/471.
158
“Giyim konusunda her beldenin örf ve adeti farklı bulunduğundan, erkek
ve kadın giyimlerinin teşebbühünde (birbirine benzemesinde) hüküm,
münhasıran her beldenin örfüdür, adetidir.”241 diyerek bu konudaki toplum
kabullerinin önemine işaret etmiştir.
Kadınların giyim kuşamları ile ilgili olarak Hz. Muhammed’den bir kaç
hadis nakledilmektedir. Bunlardan biri şöyledir: “Hz. Aişe’den rivayet
edildiğine göre, Hz. Ebubekir’in kızı (Hz Aişe’nin kız kardeşi) Esma, üzerinde
ince bir elbise ile Hz. Peygamberin yanına girmiş. Hz. Peygamber ondan
yüzünü çevirip: ‘Ey Esma! Kadın bulûğa erdiği zaman ondan sadece şurasının-
Hz. Peygamber yüzü ve ellerini işaret etti-görülmesi uygundur’ buyurdu.”242
Bu hadis, kadının sadece yüz ve ellerinin görünebileceğine dair kaynak kabul
edilmiştir. Ancak İbn Kesir bu hadis hakkında “Ebu Davud ve Ebu Hatim er-
Razi hadisin mürsel olduğunu söylemektedir. Zira Halid İbn Düreyk, Hz.
Aişe’den hadis işitmemiştir. En doğrusunu Allah bilir.” demektedir.243
Hz. Aişe’den rivayet edilen bir başka haber şu şekildedir: “Allah ilk
muhacir kadınlara rahmet eylesin. Allah Tealâ: ‘Başörtülerini yakalarının
üzerine salsınlar’ ayetini indirdiğinde, onlar dışa giyilen elbiselerini yardılar
ve bunlarla başlarını örttüler.” Bu haber, benzer şekilde farklı kaynaklarda yer
almaktadır. İbn Ebi Hatim’in... Safiye Bint Şeybe’den rivayetinde aynı haber
şöyledir: “Biz Hz. Aişe’nin yanında iken Kureyş’in kadınlarını ve
üstünlüklerini anmıştık. Hz. Aişe şöyle dedi: Şüphesiz Kureyş kadınlarının
üstünlüğü vardır. Allah'a yemin ederim ki ben, Allah’ın kitabını tasdikte ve
indirilene imanda Ensar kadınlarından daha üstününü ve daha güçlüsünü
görmedim. Nur Suresinde ‘Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar’ ayeti
nazil oldu. Erkekler evlerine dönüp Allah Teala’nın kadınlar hakkında indirmiş
olduğunu onlara okudular. Herkes bu ayeti karısına, kızına, kız kardeşine,
akrabasına okudu. Onlardan hiçbir kadın kalmayıp nakışlı, resimli elbiselerine
yöneldiler ve bunlarla baştan aşağı örtündüler ki Allah Tealâ’nın kitabından
241 Zeynü’d-din Ahmed b. Ahmed b. Abdi’l-Latifi’z-Zebîdî, Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i
Sarih ve Tercemesi ve Şerhi, çev. Kamil Miras, 9.Baskı, y.y.,1988, XII/110. 242 İbn Kesir,XI/5861.
Mürsel hadis, isnadında sahabe atlanmış, rivayet zincirinde kopukluk olan hadislerdir. Geniş bilgi için bkz. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ankara 1981, s.167-189.
243 İbn Kesir, XI/5861.
159
indirmiş olduğuna iman etmiş ve onu doğrulamış olsunlar. Sabahleyin Allah
Resulünün arkasında baştan aşağı örtülü olarak durdular. Sanki başları
üzerinde kargalar vardı.”244
Kadının örtünmesi ile ilgili bir başka hadis Hz. Muhammed’in eşi Ümm
Seleme’den rivayet edilmiştir: “Ben ve Meymune (Hz. Peygamberin bir başka
eşi) Hz. Peygamberin yanındaydık. Bir de baktım ki İbn Ümm Mektûm bize
doğru yönelerek yanımıza geldi. Hz. Peygamber ona karşı örtünmemizi emretti.
‘Ey Allah’ın Resulü, o gözleri görmeyen bir âmâ değil mi? Bizi göremez’
dedim. Cevaben ‘ Siz de âmâ mısınız? Onu görmüyor musunuz?’ dedi.”245
Hz. Peygamberin, yakınında bindiği hayvanın üzerinden düşen bir kadına
bakmamak için başını çevirdiği, yanındakilerin kadının silvâr(şalvar) giyinmiş
olduğunu söylemeleri üzerine bundan memnun olduğu ve “Allah’ım
ümmetimden şalvar giyenleri affet! Ey İnsanlar! Şalvar giyiniz! O
giydiklerinizin arasında setre en uygun olanıdır. Hanımlarınız dışarı
çıktıklarında onlara da şalvar giydirerek mahrem yerlerinizi örtünüz” dediği
rivayet edilmektedir.246
Hz. Muhammed’in, kadınların giysilerinin ince ve şeffaf olmamasını
istediğine dair rivayetler de bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz.
Peygamber’in, Dıhye’ye ince dokunmuş bir Mısır kumaşı hediye ederek
bunun yarısı ile kendisine gömlek, yarısı ile de karısına başörtüsü yaptırmasını
istediği ve “Hanımına kumaşın altındakini göstermemesi için, içine astar
dikmesini de söyle” dediği, nakledilmektedir. Üsame b. Zeyd de,
Peygamberimizin kendisine hediye ettiği ince kumaştan yapılmış bir elbiseyi,
hanımına giydirdiğini söyleyince “Ona altına astar dikmesini söyle. Çünkü
ben, kumaşın vücut hatlarını belli etmesinden korkarım” buyurduğunu rivayet
etmektedir.247
Örtünme konusunda nakledilen, Hamidullah’ın zikrettiği bir haber de
örtünün hür-cariye ayırımının yapılabilmesi amacını taşıdığına önemli bir
244 İbn Kesir, XI/ 5862-5863,6603; Yazır,VI/3928. 245 Abdurrahman Cezirî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, çev. Mehmet Keskin, İstanbul 1990,
VII/2944. 246 M.Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe(Hadislerle Müslümanlık), çev.Ahmet M.
Büyükçınar-A.Ömer Tekin- Yaşar Erol, İstanbul 1979, III/1320. 247 Kandehlevî,1320-1321.
160
örnek teşkil etmektedir: Beni Kurayza Yahudilerinden olup onlarla yapılan
savaşta Peygamberin hissesine düşen Reyhane, bir müddet sonra Müslüman
olmuş; ancak Peygamber tarafından yapılan kendisiyle evlenmesi ve böylece
hürriyetine kavuşması teklifine “Beni nikâhlamaktansa cariyen olarak
muhafaza et! Ben bir cariye kadın olarak kalmak isterim, zira hür, Müslüman
kadınlar gibi başıma örtü ve yüzüme peçe takınmak istemiyorum.” şeklinde
cevap vermiştir.248
Taberî, Hz. Aişe’ye iftira atılması (ifk) olayını anlatırken Hz. Aişe’den
“...Beni tanıdı. Çünkü kadınlar hicap altına alınmadan önce olduğu için
yüzümü görüyordu...”249 sözlerini aktarmaktadır.
Kaynaklarda örtünme konusunda bunların dışında ilk dönem
Müslümanlara ait bazı uygulamalar yer almaktadır. Meselâ, Hz. Ömer’in cilbab
giyen ya da başını örten cariyelere müdahale ettiği hatta bu sebeple onlara
vurduğu nakledilmektedir.250
Örtünme konusunda bu örnekler gibi, farklı kanaatlere kaynak teşkil
edebilecek farklı haberler nakledilmektedir. Yahut aynı haber farklı
yorumlanarak değişik görüşlere dayanak teşkil edebilmektedir. Örnek olarak,
Hz. Peygamber’in, baldızı Esma’ya yüz ve ellerin dışındaki kısımların
görünmemesi gerektiğini söylediği hadis, bir taraftan kadının yüz ve ellerinin
dışındaki kısımların örtülü olması gerektiğine dair en kuvvetli kaynak olarak
kullanılırken, diğer taraftan yüzün örtülmesinin şart olduğunu iddia edenlere de
karşı delil olarak kullanılmaktadır. Bu hadis, belirtildiği gibi, ravilerinde
kopukluk ve zayıflık bulunduğu için mürsel sayılmış ve bu rivayetten ‘yüz ve
ellerin açık bırakılabileceği’ hükmünün çıkmayacağı söylenerek, buraların –
hacc/umre/namaz dışında- ‘avret yeri’ sayılması gerektiği kanaatine ulaşanlar
da olmuştur.251 Bu düşüncede olanlar, ibadetler esnasında yüzün açık
kalabilmesine de Ebu Davud’dan nakledilen “Hac esnasında İhram giyme
hudutları içinde kadınların yüzlerini örtmeleri yasaklanmıştır.”252 hadisi
248 Hamidullah, II/745. 249 Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev.Zakir Kadirî Ugan-Ahmet Temir, İstanbul
1992, V/530. 250 Bu rivayetler ve örtünme konusundaki diğer hadisler için bkz. İsmail Hakkı Ünal,
“Hadislere Göre Kadının Örtünmesi”, İslamiyat IV/2, s.58-67. 251 Bkz. Sabûnî, II/169-173, 328-330 ; Mevdûdî, III/470-471; Hamidullah, II/ 1130-1137. 252 Hamidullah,II/1133.
161
sebebiyle cevaz vermişlerdir. Ayrıca, Esma’nın Hz. Aişe’nin kızkardeşi
olması dolayısıyla Hz.Peygamber ile geçici evlenme yasağı bulunduğunu,
bunun için Hz. Peygamber’in ona yüz ve ellerini de örtmesi gerektiğini
söylememiş olabileceğini ifade ederek253bu hadisin, yüzün açıkta
bırakabileceğine kaynak oluşturmasına karşı çıkmışlardır. Kaynaklarda yer
alan yüzün açık olabileceğini gösteren diğer haberleri de, aynı şekilde, olayın
tesettür ayetinden önce meydana gelmiş olabileceği, yüzü açık olan kadının
cariye veya yaşlı bir kadın olabileceği gibi gerekçeler öne sürerek geçersiz
kılmaya çalışmışlardır.254 Yüzün açık kalmaması gerektiğini düşünenlerin
yanında çoğunluğun kabulü olan eller ve yüz dışında, ayakların, kolların ve
sarkan saçların da bazı durumlarda açık bırakılabileceğine hükmedenler
olmuştur.255 Muhammed Esed de, Nur Suresindeki “Başörtülerini yakalarının
üzerine salsınlar” emrinin açıklamasını yaparken bunun göğüslerin
açılmaması gerektiğini ifade ettiğini, ancak bu iş için mutlaka hımar(başörtüsü)
kullanmak gerektiğini göstermediğini söylemektedir.256
Örtünme konusundaki farklı görüşlere temel teşkil edebilecek bu ayet ve
hadisler, klasik Fıkıhçılar tarafından yorumlanmış; örfün de etkisi ile birtakım
ölçüler getirilmiştir. Kadın ve erkek için ayrı ayrı avret yerleri belirlenmiş,
bunlar da kendi aralarında hafif ve galiz(ağır) avret olarak ayrılmıştır. Kadının
ve erkeğin görünmesinde sakınca olan(avret) yerlerinin sınırları çizilirken
kimlere karşı olduğu da geniş biçimde açıklanmıştır. Kadının kadına, kadının
erkeğe, erkeğin kadına ve erkeğin erkeğe karşı açık bırakabileceği yerler
belirlenmiş; kişinin ve muhatabın Müslüman olup olmaması ile hür olup
olmaması da ayrıca değerlendirilmiştir. Bu kurallar, ibadetlerdeki giyim kuşam
kuralları ile de ilişkilendirilmiş ve Fıkıh kitaplarında geniş bir bölümün bu
konuya ayrılması sonucunu doğurmuştur. Bütün bu detay arasında
kanaatimizce maalesef örtünmenin temel esprisi de kaybedilmiştir. Burada
İslâm Hukukçularına göre örtünme konusuna özet olarak değinmek yerinde
olacaktır.
253 Hamidullah,II/1133. 254 Örnek olarak bkz. Hamidullah, II/1133-1135. 255 Bkz. İbn-i Abidîn, Reddu’l Muhtar alâ’d-Dürrü’l Muhtar, çev.Ahmed Davudoğlu, Şamil
yay., İstanbul 1982, II/110-113. 256 Esed, 599.
162
ac. İslâm Hukukçularına Göre Örtünme:
İslâm Hukuku’nda örtünme karşılığı Setr-i Avret deyimi kullanılmıştır.
Setr kelimesi; örtmek, gizlemek demektir. Avret ise Arapça’da; eksik, gedik,
açık; açılıp görünen şey; korkulacak, zarar gelecek yer’ anlamlarına
gelmektedir. Göründüğünde utanılan ve örtülmesi gereken her gizli şeye,
özellikle insanların mahrem yerlerine de avret denilmektedir. Terim olarak
avret, bakılması haram olup örtülmesi farz olan uzuvlardır. Setr-i Avret ise,
vücudun örtülmesi gereken, görülmesi haram olan, utanılacak yerlerinin
örtülmesi demektir ve namazın şartlarından birisi olduğu kabul
edilmektedir.257
Avret kelimesi Kur’an’da Ahzap Suresi 13. ayette iki defa sözlük
anlamıyla kullanılmıştır.258 Terim anlamıyla, insanların evlerinde açık
bulunacakları üç vakti bildiren Nur Suresi 58. ayette “...Bunlar sizin açık
bulunacağınız (avrât) üç vakittir” şeklinde çoğul biçimi ile geçmektedir.
Kur’an’da avret kelimesinin geçtiği diğer ayet ise konumuzla ilgili olan Nur
Suresi 31. ayettir. Burada kadınların mahrem yerlerini göstermesinde sakınca
olmayan kişiler sayılırken “mahrem yerleri(avrât)” ifadesi çoğul biçimde
kullanılmıştır.
Kur’an’da bu dört yerde geçen avret kelimesinin bazı hadislerde de
kullanıldığı nakledilmektedir. Bunlardan “Kadın avrettir”259 hadisinin
kadınlara “avret”, Türkçe’deki kullanımı ile “avrat” denilmesinin kaynağı
olması kuvvetle muhtemeldir.
Örtünme konusuna avret kelimesinin kapsamını geniş bir biçimde
açıklayarak başlayan Fıkıhçılar, birtakım farklı görüşler öne sürmekle birlikte
bazı genel hükümlere de ulaşmıştır. Fıkıhçıların getirdiği ve asırlardır
Müslümanların örtünmeleri konusunda esas aldıkları genel hükümler
şöyledir:
Erkek ve kadın için namaz içinde ve namaz dışında ayrı ayrı tespit
edilen gerekli yerlerin örtülmesinin, Kur’an, sünnet ve icma ile farz
olduğu kabul edilmektedir. Erkekler için avret yerleri, bedenin göbek ile
257 Lisanü’l Arab, IX/469-470. 258 Ahzap Suresinin 13. ayeti şöyledir: “...Peygamberden ‘evlerimiz düşmana açıktır(avret)’
diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık(avret) değildi, sadece kaçmak istiyorlardı.”
163
dizkapakları arasındaki bölümü; kadınların avret yerleri ise, yüz, eller ve
ağırlıklı bir görüşe göre, ayaklar dışındaki bütün vücut olarak tespit
edilmiştir.260 Avret yerleri hafif ve galiz(ağır) avret olarak ikiye ayrılmış,
vücudun ön ve arka genital organları ile onların çevresi galiz avret, bunların
dışında örtülmesi gereken yerler de hafif avret olarak nitelendirilmiştir. Avret
yerlerinin örtülmesinde kullanılacak malzemenin vücut hatlarını
gösterecek kadar dar ve tenin rengini belli edecek kadar ince olmaması
hükmü benimsenmiştir. İhtiyaç ve zaruret hali dışında avret olan yerlerin açık
bırakılması gibi, bunlara bakmak ve dokunmak da uygun görülmemiştir.
İslâm Hukuku’nda ibadetle, amelle ilgili konularda esas alınan Hanefî,
Şafii, Hanbelî ve Malikî mezheplerinin261 örtülmesi gereken yerler
konusundaki görüşleri genel hatları ile aynı olmakla birlikte bazı farklılıklar da
bulunmaktadır. Bu farklılıklar özetle şöyledir.Hanefî Mezhebinde erkeklerin
diz kapağı da avret kabul edilmektedir. Maliki Mezhebine göre erkeğin
baldırları da avret kapsamı dışındadır. Malikî ve Şafiîlerle, Hanbelîlerdeki
hakim görüşe göre kadının elleriyle yüzü dışındaki bütün vücudu avrettir.
Hanbelî mezhebindeki diğer görüşe göre, el de avret sayılmaktadır. Hanefî
mezhebine göre ise, yüz ve eller dışında kadının ayakları da avret kapsamı
dışında tutulmuştur. Malikîler erkek ve kadının avretini hafif ve galiz(ağır)
olarak ikiye ayırmaktadır. Onlara göre erkeğin galiz avreti ön ve arka genital
organlardır. Bunun dışında kalan göbek ve diz kapağı arasındaki diğer yerler
hafif avrettir. Kadının göğsü, bunun hizasında kalan sırt kısmı, kolları, boynu,
başı ve dizden aşağısı hafif avret kabul edilmektedir. Galiz avreti ise bunlar
dışında kalan yerleridir. Malikîler’in bu şekildeki ayırımı, bu yerlere bakmaya
olmasa bile namazda örtünme ile ilgili hükümlere tesir eder. Buna göre hafif
avret sayılan yerleri açık olarak namaz kılan bir kimsenin namazı batıl olmaz,
fakat bu davranışı mekruh sayılır. Namaz konusunda genel hüküm; kişinin
örtünme imkanı bulur da örtünmeden namaz kılarsa namazı sahih olmayacağı
yönündedir. Namazın bozulmasına sebep olan açık yerin miktarı konusunda da
farklı görüşler bulunmaktadır. Hanbelî mezhebine göre açılan yerin miktarının
259 Lisanü’l Arab, IX/470. 260 Bkz. Abdul Aziz Khayyat, “Women’s Status in Islam”, Women in Society, According to
Islam and Christianity, İtaly 1992, s.27-28.
164
tespiti için örf ve adete başvurulması262, bu konunun değişebilirliğini
göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Kaynaklarda yer alan ““Allah bulûğa
ermiş kadının namazını başörtüsüz kabul etmez.”263 hadisi de namazda setr-i
avrete kaynak olarak kullanılmıştır.
Fıkıh kitaplarında yer alan bütün bu hükümler hür olanlar içindir. Hür
olmayan erkek için yani köle için farklı bir avret belirlenmezken cariye (kadın
köle) için farklı hükümler verilmiştir. Cariyelerin avret yerlerinin erkekler gibi
olduğuna, ancak erkeğin galiz avreti olan genital organların dışında, karın, sırt
ve yan taraflarının da avret kapsamına girdiğine hükmedilmiştir. Cariyelerin de
hür kadınlar gibi olduğu görüşünde olanlar da vardır.
Şafiiler ve Hanbelîlere göre avret yerinin elbise ve benzeri şeylerle
örtülmesi şarttır. Dar anlamda çadır ile karanlık, avret yerlerinin örtülmesi için
yeterli değildir. Hanefiler ve Malikilere göre zaruret dolayısıyla karanlık,
örtünmek için yeterlidir. Çünkü bunlara göre farz olan örtünme, avret
yerlerinin başkaları için örtülmesidir. Bununla birlikte zaruret olmadıkça avret
yerlerinin kapalı olması tercih edilmektedir.264 Görüldüğü gibi Fıkıhta da
örtünme konusunda tam bir görüş birliği yoktur.
Kur’an ve hadisler ışığında ortaya konulan bütün bu bilgiler ve yorumlar,
İslâm’da kesin bir örtünme biçiminden söz edilmesinin mümkün olmadığını
ortaya koymaktadır. Kanaatimizce örtünme ile ilgili haberler yorumlanırken
yapılması gereken haberin geleneksel ve kültürel boyutu ile dinî boyutunu iyi
ayırmaktır. Birçok konuda örneğin erkek giyimi konusunda bu ayrımın
yapılmasında hiçbir engel görülmezken kadın giyiminin bundan istisna
tutulması doğru olmamaktadır. İslâm’ın emir, tavsiye veya yasaklarını anlayıp
yorumlamada esas; o emir, tavsiye veya yasağın gayesini anlamak olmalıdır.
Mesela, Kur’an şarabı haram kılmıştır. İçki olarak şarabın telaffuz edilmesi
diğer içkileri helâl kılmamış, buradaki hedef sarhoş olmanın engellenmesi
261 Bu mezheplerin ortaya çıkışı ve temsilcileri hakkında bilgi için bkz. Keskioğlu,13-171. 262 Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, çev. Ahmet Efe-Beşir Eryarsoy-Fehmi Ulus-
Abdurrahim Ural-Yunus Vehbi Yavuz-Nurettin Yıldız, İstanbul 1994, I/465. 263 Zuhaylî, I/454,459. 264 Bkz. Lisanü’l Arab, IX/469-470, Abdullah ibn Mahmud ibn Mevdud el-Mevsilî, el-İhtiyar li
Ta’lil’l- Muhtar, İstanbul 1989,s.45-46; Abdurrahman Cezirî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, çev. Mehmet Keskin, İstanbul 1990, I/255-262, VII/2943-2944; Zuhaylî, I/453-468; Mehmet Şener, “Avret”,TDV İslâm Ansiklopedisi, IV/125-126.
165
olduğu için, bu sonuca götüren bütün içkilerin de haram olması gerektiğine
hükmedilmiştir. Burada içki sadece araç olup asıl yasak olan sarhoş olmaktır.
Örtünme konusunda da aynı şey uygulanmalıdır. Örtünmede hedef
öncelikle iffetin korunması ise, bunun önemi vurgulanmalı ve iffetin
korunmasına yardımcı olacak bütün tedbirler birden alınmalıdır.
Toplumun namusunun garantisi, kadının eve kapatılması değildir. Bu durumda
İslâm’ın erkeğe yüklediği iffeti koruma ve gözlerini bakılmaması gerekenden
çevirme emri ile bu konudaki diğer sorumlulukları geçersiz kalacaktır. Ayrıca
örtünmenin yabancılara karşı olması da, kadının eve kapanmasını değil, tam
aksine tesettürü ile toplum içine karışıp insan olmanın getirdiği bütün hak ve
sorumluluklarını yerine getirmesini gerektirmektedir. Ancak Müslüman erkek
yorumcular, kendi sorumluluklarını da kadınlara yükleyerek işin kolayına
kaçmışlar; biraz hassasiyet, biraz kıskançlık, biraz da erkek egemen toplumun
gereği, örtü bahanesi ile adeta kadınları evlerine hapsetmişlerdir. Peygamberi
ile savaşa gidebilen, Peygamberinin arkasında namazını kılabilen kadın,
toplumdan, camilerden ve hatta cuma namazından bile uzak tutulmuştur.
Zaman içinde namus ve iffet sorumluluğu da, tesettür sorumluluğu da kadınlara
kalmıştır ki, Allah’ın ve Resulünün muradı bu olmasa gerektir.
Örtünmenin iffeti koruma dışında diğer gayesi olan hür olarak tanınmanın
ise, zaten cariye-hür ayırımının olmadığı günümüzde geçerliliği kalmamıştır.
Hür olarak tanınmanın statü göstergesi dışında, incitilmeme ve sarkıntılığa
maruz kalmama hedefi için ise, Elmalılı Hamdi Yazır’ın söylediği gibi “Gerçi
ezayı kendilerine davet edecek olan içi bozukları örtü zaptediverecek
değildir.”265 demek mümkündür. Bu bilgiler ışığında İslâm’da örtünme ile
ilgili olarak şunlar söylenebilir:
1. Örtünme, ilk kez İslâm’ın getirdiği bir uygulama değildir. İslâm sadece
eski toplumlardan beri var olan örtünme konusunda bazı prensipler getirmiş ve
örtünmenin gayesine dikkat çekmiştir.
2. Örtünme ile ilgili ayetlerde önce erkeklere sonra da kadınlara
iffetlerini korumaları emredilmiş, bu bağlamda kadınların var olan baş
örtülerini yakalarını kapatacak biçimde örtmeleri ve ziynetlerini mahrem
265 Yazır, VI/3928-3929.
166
olmayanlara göstermemeleri istenmiş, kimlerin mahrem kapsamına gireceği de
ayrıca açıklanmıştır.
3. Örtünme ile ilgili diğer ayetlerde de kadınların dışarı çıkarken
kendilerinin tanınıp hür olduklarının bilinmesini sağlayacak bir dış giysi
almaları istenmiş, yaşlı kadınlar ziynetlerini göstermemek kaydıyla bundan
muaf tutulmuştur.
4. Bu ayetlerde kadınların örtünmesinin iki sebebe bağlandığı
görülmektedir. Bu iki sebepten birincisi iffetin korunmasıdır. Diğeri ise kadının
hür olarak tanınması ve rahatsız edilmeye maruz kalmamasıdır. Bununla
birlikte Müslümanlar arasında Peygamberin eşlerine has bazı emirlerin de
etkisi ile tesettür, kadının toplumdan soyutlanmasına yol açacak bir
uygulamaya dönüşmüştür.
5. Ayetlerdeki kelimelere verilen anlamlar yorum farklılıklarını ortaya
çıkarmış ve bölgesel ve kültürel farklılıkların da etkisiyle değişik uygulamalar
söz konusu olmuş olsa da, İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren Müslüman
kadınların başlarının örtülü olduğu bir gerçektir. Bütün kaynaklar örtünme ile
ilgili ayetlerin gelmesinden sonra Müslüman aile ve toplumlarda yüzyıllar
boyunca örtünmenin uygulandığını göstermektedir. “XX. yüzyılın başlarına
kadar hemen bütün Müslümanlarda örtünme, İslâm toplumunun belirgin
niteliklerinden biri olarak (şiar) kabul edilmiştir.”266
Bu uygulamaların Müslüman Türk toplumuna nasıl yansıdığı, İslâm
öncesinden itibaren Türk toplumunda örtünme anlayışının tarihi gelişiminin
ortaya konulması ile daha iyi anlaşılacaktır. Konumuzun kapsamına
girmemekle birlikte Müslümanlar arasında örtünme anlayış ve biçimlerine
İslâm Tarihi’nden örnekler vermek yerinde olacaktır.
ad. Müslümanlar Arasında Örtünmenin Tarihi Gelişimi :
İslâm Tarihi’nde örtünme anlayışı, büyük ölçüde kadın telâkkisi ile
birlikte gelişmiştir. İslâmda kadının, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi
aslî günaha yol açtığı inancı dolayısıyla, kötü bir konuma sahip olması söz
266 Büyük Larousse, “Örtünme”, XVII/ 9055.
167
konusu değildir. Bununla birlikte, Allah’ın ve Resulünün verdiği birçok
hakkı267 Müslüman erkekler tarafından geri alınmış olan Müslüman kadının
çok iyi bir konumda olduğunu söylemek de mümkün görünmemektedir.
Müslüman kadının asırlarca kendisine tanınan hakları bile öğrenemeden
yaşadığı artık bilinen bir gerçektir.
Ziya Gökalp, İslâm dünyasında örtünme anlayışının gelişimini şöyle
değerlendirmektedir: “...İslâmiyet, ahlâk alanında erkek ile kadın arasında çok
kesin bir eşitlik kurduğu halde; hukuk alanında, o zamanki Arapları
alışkanlıklarından uzaklaştırabildiği oranda bir eşitlik kurmayı
başarabildi...İslâmiyet: bütün erkek ve kadınları yasaklardan kaçınmakla
yükümlü tuttuktan sonra, Peygamber ve sahabelerin hanımları hakkında
birtakım bilgeli dindaşlık kuralları koydu. Mesela Hz. Peygamberin
hanımlarına perde arkasından söz söylenmesi emir buyruldu.
Cariye ve esir olmayan kadınların, Hz. Peygamberin hanımları ile diğer
hanımların ve kızların örtüleri alınlarına indirilerek kendilerini cariyelerden
ayırmaları emri verildi. O zaman Arapların gözünde cariyeler, her türlü
saldırıya uğrayabilirlerdi ve bu yüzden diğer kadınları bunlardan ayırt edecek
bir işarete ihtiyaç vardı. Zaten koyu din anlayışının aristokratik bir yönü
olduğundan; diyanetin niteliğini halktan ayıran bu gibi ayrılıkların başka
ümmetlerde de oluştuğu görülmektedir.
İki sosyal sınıfı ayıran bu kuralın özelliğini herkesten iyi bilen Hz.Ömer,
bir gün evinde, başında şal olan bir kadın gördü. Karısından bunun bir cariye
olduğunu öğrenince derhal bir buyrultu çıkarttı. Cariyelerin, temiz ve ahlâklı
kadınlara özgü olan ve özellikle cariyelerden onları ayırmak için kullanılan
peçe ile örtünmelerini yasakladı. Sahabeler devresinde, bu iki grubu tamamıyla
ayrı kurallara bağlı kıldı. Bu devir son bulunca peçe ile örtünme yerine,
örtünerek kapanma geçti.
Hasan Basri odalıkların, İbn-ül Gattan ise, güzel olan cariyelerin
örtünmesini kabul ettiler. Çünkü artık yavaş yavaş Müslüman kadınlar arasında
sınıf farkları ortadan kalkmaya başlamıştı. Aslında cariye olanlar da
aristokratik kadınların derecesine yükselmek istiyorlardı. Zamanla Hz.
267 Bu konuda bkz. Asife Ünal,Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve İslâm’da Evlilik, Kültür
168
Peygamberin hanımlarına özgü perde kuralı, nikâhlı, nikâhsız ve cariye
ayrılmaksızın bütün kadınlara uygulandı. Hatta yeniçeri devrinde civelekler,
yani ocağa yeni girmiş genç çocuklar bile peçeye girerek bu kurala uydular.
İslâmiyet’in başlangıcındaki peçenin şekline gelince; bu şimdiki baş
örtüsünden ibaretti. Bugünkü çarşafın pelerini de peçe yerini tutabilir. Bu
devirde ne peçe, ne yaşmak gibi örtüler, ne harem ve selâmlık diye ayrı daireler
vardı. Ataerkil ailenin sonuçları olan bu adetler; bu devirden geçmiş olan
İranlılardan ve Rumlardan gelmiş oldu. Bununla beraber bu yanlışlıklar, sosyal
ve ekonomik ihtiyaçların sonucu olarak yalnız şehirlerde kaldı. Taklitçilikten
ve aristokratlıktan uzak duran köylere ve boylara kadar yayılamadı. Köy ve
boylardaki kadınlar İslâmiyet’in başlangıcındaki temiz, nikâhlı ve nikâhsız
kadınlar gibi yalnız baş örtüsü örtmeyi yeterli gördü. Yabancı kültürlerden
alınan öteki adetleri kabul etmediler...”268
Ira M. Lapidus, “Modernizme Geçiş Sürecinde İslâm Dünyası” isimli
eserinde örtünme ve kadın ile ilgili şu değerlendirmeleri yapmaktadır:
“Ortadoğu Müslüman ailelerinin modern dönem öncesi yapısı, kadının rolü ve
kimliği kavramları hakkında pek az şey bilinir. Mamafih pek çok ipuçları da
vardır. İdeoloji ve teoride, çoğunlukla da davranışlarda, Ortadoğu İslâm
ülkelerinde kadın ve erkeğin rolleri arasında kesin bir ayırım vardır. Bir kere
dış dünya, tamamen erkeklere münhasırdır. İç dünya, yani aile ve ev işleri de
kadının tekelindedir. Her ne kadar kadın, el işleri, zirai üretim ve hayvan
bakımı gibi bazı dahili roller üstlendiyse de, orta tabakanın çarşı, pazar, siyaset
ve sosyal hayat yapısında erkekler hemen ön plandadırlar. Kadın genellikle
kendi yakın akrabası dışında erkeklerden ayrı yaşamaktaydı. Ayrıca, modern
dönem öncesi İslâm ülkelerinde kadın üzerinde erkeğin tahakkümü ve kadının
içtimaî hayatında erkeğin otoritesi söz konusudur...Erkeğin hakimiyeti,
merhamet göstermeye ve korumaya yönelikti. Bu temel davranış, erkeğin ve
ailesinin, soyunun veya kabilesinin şerefinin, kadının vakarlı ve tertemiz
bir şekilde yaşamasına bağlı olması inancı ile de takviyelenmişti. Tabi ki bu
davranışların neticesi olarak da, erkeğin gözünde kadının cinselliği, kadının
ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktaydı.
Bakanlığı yay., Ankara 1998, s184-201.
169
...Peçe, genellikle, erkeğin kadını tahakkümünün bir sembolü olarak
görüldü. Fakat, aslında bu, kadınların dış dünya ile olan ilişkiler
karmaşasının bir sembolüdür. Zaten, tüm Ortadoğu ülkelerinde ve
Müslüman kadınlar arasında peçe, bütünü tarafından kullanılmış bir şey değildi
ve halâ da değildir. Genellikle şehirli ve orta sınıf kadınlarca kullanılır.
Çalışan, köylü ve göçebe kadınlarca kullanılmaz. Üstelik peçe anlaşılması güç
bir iletişim şeklidir. Bu, kadını erkekten, cemiyeti kadının tahrik etme
tehlikesinden korumaya yönelik bir önlem olarak görülmektedir. Fakat
bir taraftan kadını tecrit eder ve saklarken, diğer taraftan da esrarengiz
bir hava ve cazibeyi de beraberinde getirmektedir. Ayrıca kadına daha fazla
hareket imkanı verir. Netice itibariyle, tutku ve saflık, otonomi ve itaat,
bağımlılık ve bağımsızlık açılarından peçenin karmaşık bir önemi vardır...
Bu belirsiz durum içerisinde esas problem, İslâm’ın prensipleri
etrafındadır. Bu konudaki tartışma ağırlıklı olarak, Kur’an’ı geleneksel olarak
yorumlayanlar, onu modernist tarzda izah etmeye çalışanlar ve daha radikal
feministler arasında geçmektedir. Bunların hepsi de çok evlilik, peçe, kadının
ekonomik, miras ve çalışma hakları konularında farklı görüşler ileri sürerler.
Gelenekçiler, Kur’an’ın normatif olduğunu ve ebediyete kadar geçerli olacak
kaideleri vazettiğini söylerler. Bunlar Kur’an’a göre kadının, evde oturması
gerektiğini, içtimai hayatta yerinin olmadığını iddia ederler. Kadınlar,
iffetlerini muhafaza etme konusunda erkeklere yardımcı olmalıdırlar. Özellikle
yeni İslâmî akımlar bu değerleri savunurlar. Modernistler ise, ailede kadının
statüsü ile ilgili Kur’an normlarının, hukukî bir zorunluluktan ziyade, ahlâkî bir
tavsiye olarak değerlendirilmeleri gerektiğini ileri sürerler. Bunlara göre,
Kur’an belli bir zaman ve mekânın tasvirini içermektedir. Tarihi ve sosyal
şartların değişmesiyle beraber, yeni izahlar yapılmalıdır. Modernistler
Kur’an’ın, kadının cemiyetle iç içe olmasını desteklediğini kabul ederler.
Çünkü kadının sosyal hayata katılımı, günümüzde kadının aile fonksiyonunu
yerine getirebilmesi için vazgeçilmez bir esastır.
Feministler ise, meseleyi birkaç farklı açıdan ele alırlar. Bunlar arasında
hemen hemen ittifaken kabul edilen konu şudur; kadının harem dairesine
268 Ziya Gökalp, Türk Ahlâkı, sad.Yalçın Toker, İstanbul 1992, s.52-54.
170
itilmesi ve ikinci planda kalması, bütünüyle olmasa da kısmen pederşahi
otoritenin, erkeğin esas olduğu akrabalık bağlarının ve sınıf sisteminin bir
neticesidir. Yalnız bu konuda, Ortadoğu ülkelerinin Akdeniz Avrupasından
veya Latin Amerika’dan farklı olmadığının da altını çizerler. Feministlerin
çoğu İslâm’ı, kadının ikinci planda kalmasını destekleyici bir unsur olarak
görür. Bunlar Kur’an’ın, İslâm hukukunun ve ulemanın taşıdığı ahlâkî
yaklaşımların, kadının ikinci plana itilmesini oluşturacak ahlâkî ve sosyal bir
atmosfer yarattığını iddia ederler. İslâm erkeğin kadın üzerinde kontrol
yetkisini öngörür. Çünkü kadın, cinsellik açısından bir tehdittir. Çünkü kadın,
erkeğin Allah’a karşı yerine getireceği mükellefiyetlerini engelleyebilecek
potansiyele sahiptir...
Mamafih, prensipte İslâm’ın kadınlara sıcak baktığını savunan feministler
de vardır. Bunlar, ilk yıllarında İslâm’ın, Arap toplumundaki kadının
durumunu düzelttiğini; kadının ikinci plana ve hareme itilmesi konusunda
İslâm’ın değil de, Ortadoğu ülkelerinin tarihî şartlarının mesul tutulması
gerektiğini ileri sürerler. İslâm’ı savunanlardan bazıları da, İslâm’ın cinsellik
ve evlilik konularında ahlâkî bir standart getirdiğini ve bunu da savunduğunu,
keza İslâm’ın kadının korunması ve güvenliğini temin ettiğini, pek çok
haklarını ve mal edinme yetkilerini garanti altına aldığını iddia ederler. Tarihî
şartlar içerisinde ve bugün İslâm’ın, Ortadoğu ülkelerindeki kadın-erkek
ilişkileri üzerinde olumlu katkıları olmuştur.
Bu tartışma oldukça siyasî bir şekle bürünmüştür. Tartışmanın her cephesi
de siyasî, ideolojik ve dinî gündemi yansıtır. Kadın üzerinde meydana gelen bu
tartışmalar, çağdaş İslâm ülkelerinin açmazları halindeki daha büyük
problemler olan, laikleştirme-İslâmlaştırma, devlet gücü-içtimaî otonomi ve
batılılaşma-kültürel sadakat konularının savaş alanı haline gelmiştir.”269
İslâm’ın halifeler döneminden sonra kurulan ilk devleti Emevîler
döneminde giyim kuşam ve kadının konumu ile ilgili olarak Will Durant, şu
bilgileri vermektedir: “Emevîler zamanında ... yüksek mevkili Araplar beyaz
ipekten elbise giyer, atla gezer ve kılıç taşırdı. Sokaktaki adam kaba bir
pantolon giyer, başına sarık sarar ve sivri uçlu pabuçlar giyerdi. Bedevîler
171
entarilerini ve başlarındaki şal ve kemeri muhafaza etmişti. Peygamber uzun
don giyilmesini yasak etmişti ama yine de bazı Arapların giydiği oluyordu.
Bütün sınıflar mücevheri severdi. Kadınlar dar korse, bol ve renkli etek giyer,
parlak kemerler takarlardı. Saçlarını ya kâkül olarak öne, ya bukle halinde
yanlara döker ya da örgü yaparak arkaya sarkıtırlardı. Saç örgüsüne
bazen siyah ipekten ipler de kattıkları olurdu. Çok defa çiçek ve
mücevherle süslenirlerdi. 715 yılından itibaren yalnız gözleri meydanda
bırakacak şekilde yüzlerini örtmeye başladılar. Böylece, her yaşta gözleri
çok güzel olan Arap kadınları romantik bir görünüş kazandı. Kadınlar on iki
yaşlarında olgunlaşıyor, kırk yaşında ihtiyarlıyordu...
Muhammed’in asrında, Müslümanlar kadınlarından ayrılmamıştı.
Birbirlerini ziyaret edebiliyor, rahatça görüşebiliyor,camide birlikte ibadet
edebiliyorlardı. Musa ibnü’l Zübeyr, karısı Ayşe’ye niçin yüzünü örtmediğini
sorduğu zaman şu cevabı almıştı: ‘Madem ki Allah beni böyle güzel yarattı, o
halde başkaları da bu güzelliği görsün ve kendi aralarında bu lütfunu
tanısınlar.’
Bununla beraber II. Velid zamanında (743-744) hadımlarıyla birlikte
harem teşkilatı kuruldu. Harem, kutsal, yasak manasındadır. Kadınların bu
şekilde ayrılması, adet görmeleri ve çocuk doğurmaları dolayısıyla onların tabu
sayılmasından ileri gelmiştir. Harem, mukaddes bir yer demekti. Doğuluların
ihtiraslı yaradılışını bilen Müslüman koca, karısını korumak için onu hareme
koymaktan başka çare göremiyordu. Çok geçmeden kısa mesafelerde ve örtülü
olarak görünmek dışında, kadınların sokakta dolaşması ayıplanır bir hareket
olarak görülmeye başlandı. Kadınlar da sokağa çıkabiliyor, ancak bu durumda
perdeli tahtırevanlarla seyahat ediyorlardı. Camideki yerleri önce erkeklerden
ayrıldı, sonra camilere büsbütün alınmaz oldular. Daha sonraları kadınların
dükkânlara gitmesi de yasak edildi. Bir kadın istediği şeyleri ancak başkasına
aldırabiliyordu. Bir de haremlere giren bohçacı kadınlar vasıtasıyla öteberi
satın alabiliyorlardı. Aşağı tabaka dışında, kadınlar, kocalarıyla birlikte sofraya
da oturamıyordu. Karısı, cariyeleri ve yakın akrabalarının dışındaki kadınların
269 Ira M. Lapıdus, Modernizme Geçiş Sürecinde İslâm Dünyası, çev. İ. Safa Üstün, İstanbul
1996, s.385-395.
172
yüzünü görmek Müslüman erkeğe haramdı. Doktorlar bile ancak vücudun
hasta olan kısmını görebilirdi.
Kadınlara gelince, Müslüman kadınlar XIX. yüzyıla kadar bu hale itiraz
etmediler. Evlerinin kendilerine tahsis edilen kısmında konfor ve mahremiyet
içinde yaşadılar. Üstelik bu kapalı duruma rağmen tarihte rol oynamaktan da
geri kalmadılar. Harun’un annesi ve karısı, VII. yüzyılda Ayşe’nin gösterdiği
cüret ve tesiri gösterdiler ve saraylarında şahane bir hayat sürdüler...
Başka bir açıdan düşünmek gerekirse, Müslüman kadını Avrupa’daki bazı
kadınlara göre çok daha iyi durumdaydı. Edindiği her mal ve para tamamen
kendine mahsus kalırdı. Kocası da, alacaklılar da buna dokunamazdı. Harem
kısmının emniyeti içinde örer, dokur, diker, evini idare eder ve çocuklarını
yetiştirirdi. Diğer taraftan arkadaşlarıyla oyun oynayacak, şekerleme yiyecek,
sohbet edecek kadar vakti de olurdu...”270
Emevîlerden sonra gelen Abbasilerde giyim-kuşam ise şöyledir:
“Abbasilerde ileri gelen devlet adamlarının elbiseleri, halifelerininkini
andırırdı. Ancak; bilginler, fakihler, hakimler taylasan adını taşıyan ve Hz.
Peygamber’inkine benzer hamaili havi sarık takarlardı. Taylasan, bazen de
omuza örtülürdü. İlmiyeye mensup olmayanlar ise kalansuve giyerlerdi. Bu da
bir çeşit serpuştu. Beyaz ipekten imal edilmiş hafif bir takke de merasimde,
siyah kalansuvenin içine giyilirdi. Ev içinde mor bir başlık kullanılırdı.
Kalansuve daha sonra fese dönüşmüştür...
Kadınların elbiseleri: Zengin ve orta sınıf kadınlarıyla yoksul kesim,
maddî imkanlarına göre giyinirlerdi. Zaman içinde halife eşlerinin hayatına
taht-ı revan dahi girmişti. Mücevherli kuşak; mücevherlerle süslü yüksek, uzun
bir serpuş yani başörtüsü, yüksek zümrenin eşlerinde ve kızlarında
görülen bir giyim şekliydi. Başörtülerin üstünde çeşitli kıymetli
madenlerle nakşolunmuş, altından yapılmış bir yükselti bulunurdu.
Çoğunlukla eski harflerle hakkedilmiş bir çeşit toka, günümüzdeki süs
zincirleri kabilinden kemerlere bağlı olarak kullanılırdı. Orta sınıfa mensup
kadınlar, genellikle başlarını inci-zümrüt ile süslü yassı bir kurdele ile
270 Will Durant, İslâm Medeniyeti, çev. Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001 Temel Eser, s.59-
64; Emevîlerde giyim kuşam ile ilgili olarak ayrıca bkz. Philip K. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II/361-362.
173
güzelleştirirlerdi. Halhal ve bilezikler de her sınıf Arap kadınında genellikle
görülen takılar arasındaydı. Bazı Arap kadınları İranlı kadınlara özenerek boya
kullanıyorlardı.”271 Arap kadınların yanında erkeklerin de boya ve kına
kullandıkları ile ilgili bilgiler mevcuttur. Hamidullah’ın İbn Sad’a dayanarak
verdiği bilgiye göre; “Yaşlı kimselerin saçlarını boyamaları da yaygındı.
Resulullah’ın dedesi, Yemen’deki bir prensin kendisine hediye ettiği bu çeşit
bir boyayı oradan getirtmiş ve bembeyaz saçlarında kullanmıştı. Boyamadan
sonra onu, doğup büyüdüğü Mekke’de bile kimse tanıyamamıştı. Ancak Şu
kadarı var ki Araplar umumiyetle saç ve hatta sakallarını siyaha boyamaktan
çok kına kullanarak kızartmayı yeğ tutuyorlardı.”272
Abbasilerde giyim kuşamla ilgili olarak Philip K. Hitti de şu bilgileri
vermektedir: Harun’ur-Reşid’in üvey kızkardeşi Uleyyeh tarafından icat edilip
yaygın hale getirilmiş, kadınların başlarına koydukları örtü, kubbe biçimi
bir serpuş ve bunun tepe tarafında dairevî bir kabartmadan ibarettir ki
bu kısım mücevherat ile süslenebilmekteydi. Kadınların süs eşyası olarak
kullandıkları diğer şeyler arasında, ayak bileklerine takılan halhal adlı
bileziklerle, kola takılan bilezikler (asâvir) de bulunuyordu. Erkeklerin kılık
kıyafetleri, o günlerden sonra pek az bir değişikliğe uğramıştır. Umumiyet
başlık olarak Halife el- Mansur tarafından yaygın hale getirilen, keçe ve
yünden imâl edilmiş, siyah renkli ve tepeye doğru iyice sivrilen kalansuve
adındaki serpuş kullanılıyordu. İran menşeli geniş ve bol pantolon (seravil),
gömlek ve ceket (kaftan), en üste alınan palto (âbâ yahut cübbe), erkeklerin
elbise dolabının mütemmim cüzleriydi. Dinî ilimlerle uğraşan âlimler,
Harun’ur-Reşid’in seçkin kadısı Ebu Yusuf’un talimat ve tavsiyesine uyarak
ayırıcı olsun diye başlarına siyah sarık sarıyor ve sırtlarına bir de cübbe
(taylasan) alıyorlardı.”273 Hitti’nin de aktardığı gibi274 kırmızı renkli fes ve bu
tarz giyim bazı ülkelerde erkekler tarafından halâ kullanılmaktadır. Hitti’nin
verdiği, kadın başlığının Uleyyh tarafından icat edilmesi, erkek başlığının da
Harun’ur-Reşid tarafından yaygınlaştırılması bilgisi, giyim kuşam konusunun
271 Hüseyin Algül, İslam Tarihi, İstanbul 1987, III/431-432. 272 Hamidullah, II/1129-1130. 273 Hitti, II/514-515. 274 Bkz.Hitti, 514-515(209 ve 212 no’lu dip notlar)
174
örfe, zevke ve anlayışa göre nasıl değişebileceğinin bir göstergesi olmak
bakımından da dikkat çekicidir.
Müslümanların bulunduğu yerlerde kadına bakış ve örtünme anlayışı, o
toplumun özellikleri göz önünde bulundurularak belirlenmiştir. Birtakım
kurallar oluşturulurken sadece ülkeden ülkeye değil, aynı ülkede değişik kültür
ortamlarında bile farklı yorumlar ve anlayışlar kendini gösterebilmektedir. Bu
duruma, Müslümanların çoğunlukla yaşadığı topraklardan hayli uzak bir
bölgede, bugünün İspanya’sında kurulan Endülüs Emevî Devleti örnek olarak
verilebilir. Endülüs Müslümanlarında kadın kıyafetleri ile ilgili olarak Mehmet
Özdemir, “Endülüs Tarihinden Kadın Kıyafetine Dair Bazı Tespitler” başlıklı
makalesinde şu bilgileri vermektedir:
“ H. Peres, XI. yüzyıl şiirindeki verilerden hareketle, kadınlara has yeni
bazı kıyafet isimleri tespit etmiştir. Bunlar; dır‘(gömlek), mitraf(ceket veya
yelek), hulle(manto), burd(pardösü), muşmele(vücudun tamamını kaplayan bir
pardösü türü), şidar(bluz) ve burku‘ (başörtüsü) şeklinde sıralanabilir.
...Giyim-kuşam konusunda kadınlarla erkekler, birbirinden daha belirgin
olarak başı örtüş biçimleriyle ayrılmaktaydılar. Endülüs Emevîlerinin sonlarına
kadar erkeklerin bir kısmının başlarını açık bulundurmalarına, diğer bir
kısmının ise ketenden bir külah (kufiyye) veya keçeden bir başlık (şaşiyye) ile
örtmelerine mukabil; kadınların, başlarını, bilhassa ulemanın ve
muhtesiplerin sosyal hayat üzerindeki denetimlerinin etkili olduğu şehir
merkezlerinde, ‘genel ve yaygın bir teamül’ olarak, ya göğüs hizasına
kadar inen bir başörtüsüyle (mikna‘a) ya da dışarı çıkarken üzerlerine
aldıkları şalın bir parçasıyla örttükleri anlaşılmaktadır.
Levi-Provençal, başörtüsünü tamamlayan bir unsur olarak hımar adı
verilen ve yüzün gözden aşağı kısmını örtmek için kullanılan bir tül örtünün,
yani ‘peçe’nin varlığından söz etmektedir. H. Peres ise, peçenin XI. Yüzyıl
şiirine lisam adıyla yansıdığı tespitinde bulunmaktadır. Ancak her iki
araştırmacı da, yüzün peçeyle örtülmesinin, başın örtülmesi gibi yaygın ve
yerleşik bir uygulama olduğu kanaatinde değildir. Gerçekten de, kaynaklarda
bu kanaati destekleyen bazı bilgiler mevcuttur...
175
...Endülüs Emevilerinin son hükümdarlarından el-Mustekfî Billâh’ın (414-
416/1024-1026) kızı olan Vellâde, Endülüs’ün yetiştirdiği en büyük şairlerden
biridir. Babasının vefatından sonra evini adeta bir ‘şairler kulübü’ne
çevirmiştir. Endülüs’ün o günkü en meşhur şairleri, onun evinde bir araya
gelmiş ve şiir meclisleri oluşturulmuştur. Burada konumuz açısından dikkat
çekmek istediğimiz husus, Vellâde’nin evine gelen şairlerden kendisini
sakınmaması ve yüzünü peçeyle örtmek gibi bir kaygı taşımamış olmasıdır.
Nasriler döneminde (1232-1492) kadınlar, dışarı çıkarken
milfale(almalafa) denilen büyükçe bir şal kullanmaktaydılar. Keten, yün ya da
ipekten mamul olan milfale, başı örtmenin yanında, sağ elle tutulmak suretiyle
aynı zamanda peçe vazifesini de görmekteydi...
1495-1496’da İspanya ve Portekiz’i dolaşmış olan Alman Münzer,
Gırnata’da Müslüman kadınların kıyafetinden söz ederken şöyle demektedir:
‘Kadınların tümü boğumlu ve büzmeli keten şalvar giyerler. Şalvarın
üzerine, tıpkı rahiplerin yaptığı gibi, göbek hizasına yakın bir yerde kemer
takarlar. Belden yukarısını örtmek için önce bolca bir iç gömlek, bunun da
üzerine maddi güçlerine göre, ya yünden ya da ipekten mamul bir entari
giyerler. Dışarı çıkarken üzerlerine pamuk ya da ketenden mamul parlak beyaz
bir örtü alırlar. Bu örtüyle başlarını öyle örterler ki, yalnızca yüzleri
görülebilir.’
1524’den sonra İspanya’da bulunan Venedik elçisi Andres Navajero’nun
1526’da ziyaret ettiği Gırnata hakkında verdiği bilgiler, Müslüman kadınların
giyinme ve örtünme biçimlerinde herhangi bir değişikliğin meydana
gelmediğini göstermektedir. Gırnatalıların şeklen Hıristiyan kabul edilmelerine
rağmen, gerçekte İslâm’a bağlılıklarının devam ettiğini vurgulayan elçi,
kadınların giyim tarzları konusunda şu ilginç betimlemeyi yapmaktadır:
‘Kadınların kendilerine has, oldukça fantastik ve farklı bir giyim
tarzları var. İlk giyilenler, göbeğin biraz altına kadar inen bol bir iç gömlek,
onun altında ise gömleğin eteklerini içine alan bir şalvar (zaragüelles/seravil).
Çoraplar bez ya da kumaştan olup öyle boğumlu ve büzmelidirler ki ayak
bileklerini (dize kadar) çok şişman gösterirler. Ayaklara terlik değil de ipek
sırmalı iskarpin giyerler. İç gömleğin üstüne umumiyetle iki renkli, kolları ve
176
yakası ipek işlemeli bir giysi giyerler. Bunların üstüne yere kadar uzanan
beyaz pelerin örterler ki, bu örtünün altında kendileri istemedikçe tanınmaları
mümkün değildir. Gömleğin yakası genellikle işlemeli olur. Zenginlerinki altın
sırmalıdır. Bunların bazen pelerinleri de altın sırmalı olabilmektedir. Diğer
giysiler müşterek olup zengin-fakir ayrımını yansıtmamaktadır. Bütün kadınlar
parmaklarını kınalarlar. Başlarında yuvarlak bir fiyonk çeşidi taşırlar. Baş
örtüldüğünde bu fiyongun şeklini alır.’.”275
Özdemir’in verdiği, Hıristiyan kabul edilen Gırnatalıların giyim tarzının
fazla değişmediği bilgisi, giyim kuşamda bölgesel özelliklerin ne kadar önemli
olduğuna bir örnek teşkil etmesi açısından dikkat çekmektedir. Aynı duruma
günümüzden bir örnek de Hıristiyan olan Gagavuz Türkleridir. Gagavuzların
Anadolu Türkleri ile giyim-kuşam benzerliği şaşırtıcı biçimde bu gerçeği
ortaya koymaktadır. Dikkati çeken bir başka unsur da, bir yerde yönetici ve
zengin kesim ile halkın ve köylülerin giyim- kuşam konusundaki farklı
uygulamalarıdır. Kaynaklarda nakledilen bir bilginin genel bir uygulama
olmayabileceğine dair de Vellade’nin yüzünü örtme gereği hissetmeyişi örnek
gösterilebilir.
Giyim, kuşam ve örtünmenin toplumsal bir olgu olduğunu; tarih içinde
her dönemin ve her ulusun kendi örf ve adetlerine, alışkanlıklarına göre
değişkenlik gösterdiğini söyleyen Mehmet Dağ da, bu değişkenliğin toplumun
iffet ve namus anlayışından da kaynaklandığına temas etmektedir. Dağ, bu
görüşlerini “İslâm’da Örtünme Üzerine” başlıklı makalesinde şöyle ifade
etmektedir: “Kimi yazarlar bu değişkenliğin her dönemin ve her ulusun iffet ve
namus anlayışından kaynaklandığını; bütün insanların üzerinde anlaştıkları
belli bir namus ve iffet anlayışının bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Nitekim
toplumsal gerçekler de bu görüşü desteklemektedir. Sözgelimi bir Arap kadını
örtüsüz yakalandığında, bacaklarının açılması pahasına, yüzünü örtmek için
eteğini kaldıracaktır; çünkü onca, yüzünü örtmekle namuslu olmak
eşdeğerdedir. Çinliler uzun süre ayaklarının gösterilmesini iffetsizlik
saymışlardır. XX. yüzyıl gibi yakın zamanlarda gece elbisesi içinde göğsünün
275 Mehmet Özdemir, “Endülüs Tarihinden Kadın Kıyafetine Dair Bazı Tespitler”, İslâmiyat,
IV/2, s.102-109.
177
önemli bir bölümünü gösteren Avrupalı kadın, ayak bileğini göstermeyi
iffetsizlik olarak görmüştür.
Öte yandan, giyim, kuşam ve örtünme farklılıklarının yalnızca dönemler
ve uluslar arasında değil, aynı ülkenin kırsal kesimiyle daha yoğun nüfuslu
kasaba, ilçe ve kentleri arasında da gözlendiği bir gerçektir. Nitekim eski
Arabistan’da da bu konudaki örfün değişiklik gösterdiği anlaşılmaktadır.
Göçebe kadınları örtünmedikleri ve erkeklerle özgürce bir araya geldikleri
halde, kasaba ve kentlerde yaşayan kadınlar örtünüyorlardı. Hz. Muhammed’in
kendi kabilesi olan Kureyş’in kadınları arasında da örtünmeye uyulmakta idi.
Bu tür adetlerin Hz. Muhammed döneminde de bir süre devam ettiği; bu tür
giysi ve takılarla dolaşan kadınlara sık sık sataşma ve saldırıların olması
üzerine toplumsal bir huzursuzluğun önünü almak amacıyla Kur’an’da bilinen
iki ayetin indirildiği anlaşılmaktadır... Ancak şu kadarı kesindir ki, o dönemde
kadınların süslü bir biçimde dolaşmaları, çok az sayıda okur- yazarı olan kültür
düzeyi düşük bir toplumda bazı toplumsal sorunlara neden olmuş; sorunun
çözümüne yardımcı olacak bilimsel olanakların ve kültürel koşulların
sağlanması o gün için mümkün de olmadığından, dış görünüşüyle hiç de dinî
olmayan, böylesine değişken toplumsal giyim-kuşam olgusu, Kur’an’da
yer alabilmiştir. Aslında Kur’an’ın amacı insanın dış görünüşünü düzenlemek
olmayıp, iç temizliği, dürüstlük ve iffetli olmaktır. Nitekim bu husus Nur
suresindeki ayette ‘iffetlerini korusunlar’ sözleriyle açıkça ifade
edilmektedir.”276
İslâm dünyasından örtünme ile ilgili daha birçok örnek vermek mümkün
olmakla birlikte konunun Müslüman Türklerde örtünme olması dolayısıyla bu
örneklerle yetinmek uygun bulunmuştur.
b. Türklerde Örtünmenin Tarihi Gelişimine Genel Bir Bakış
Eski Türk dini ve mitolojisi hakkında yapılan araştırmalar Türklerin
İslâm’dan önce birçok dine girdiklerini göstermektedir. Girdikleri her dinin ve
276 Dağ,187-191.
178
yaşadıkları bölgelerin Türk kültürünün oluşmasında etkili olduğu şüphesizdir.
Giyim-kuşam ve örtünme konusu da, asırların birikiminin bir potada
yoğrulması ile oluşmuş Türk kültürünün kendine özgü biçimini
oluşturmaktadır.
Türk kültüründe örfe büyük bir önem atfedilmektedir. İslâm’ın da önem
verdiği ve Kur’an’ın emrettiği örfe uygun hareket etme, Türklerde
vazgeçilmez bir prensip kabul edilmektedir. Dinî konularda zaman zaman
muteber sayılmayan örflerin bile delil kabul edildiği olmuştur. Çeşitli
konularda farklı yorumların artması üzerine Ahmet Cevdet Paşa’nın da
aralarında bulunduğu ilmî bir heyet, on yıllık bir sürede (1868-1878) Osmanlı
Devleti için, gelişen ve değişen şartlar ile İslâm’ın güncel yorumlanmasını da
dikkate alarak kısaca “Mecelle” diye meşhur olmuş “Mecelle-i Ahkâm-ı
Adliye” isimli Medeni Kanunu hazırlamışlardır. Bu kanunda önemli açılımlar
sağlanmış, Türk milletinin önünü açacak, gelişme ve ilerlemesine zemin
oluşturacak temel kurallar maddeleştirilmiştir. Bunlardan konumuzla ilgili
bazılarına burada temas etmekte fayda görülmektedir:
Mecelle’nin 21. Maddesinde “Zaruretler memnu olan şeyleri mübah
kılar” denilerek yasak veya haram olan bazı şeylerin mecburiyet halinde yasak
olmaktan çıkacağına işaret edilmiştir.277 Zaman ve şartların değişmesiyle
hükümlerin de değişebileceği Mecelle’nin 39. maddesinde şu şekilde ifade
edilmiştir: “Ezmanın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr edilemez.”278 Bu
madde ile değişen şartlara göre hükümleri yeniden değerlendirme ve
yorumlama imkânı getirilmiştir.
Mecelle’nin 36. maddesi de âdetin, hakem kılınmış bir delil olduğuna
işaret etmektedir. Bu maddeler “örf ve adetin” hakemliğini ortaya koymakta ve
dinî emirlerin yorumlanmasında toplumun değer yargılarına ve örfüne itibar
edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Nitekim Mecelle’nin 455. maddesi bu
konuya kesin bir açıklık getirerek şöyle demektedir: “Örf ile tayin, nas ile
277 Açıklamalı Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye), İstanbul 1990,s.21. 278 Mecelle,22.
179
tayin gibidir.”279 Bu madde, örf ile belirlenmiş bir hususun, ayet ve hadisleri
delil gösterme gibi olacağını ortaya koymaktadır.280
Giyim kuşam konusunu etkileyen din ve örf dışında faktörler ise, coğrafya,
iklim ve genetik özelliklerdir. İnsan tabiatına etki eden coğrafyanın, onun
günlük hayatı ve giyim tarzını etkilemediği düşünülemez. Türkler için de aynı
durum söz konusudur.
ba. İslam’dan Önce Türklerde Örtünme
Eski dönem Türk topluluklarının giyim tarzını, büyük ölçüde yaşadıkları
geniş coğrafya ve bu coğrafyadaki bozkır, ormanlık saha, çöl gibi farklı iklim
şartlarının etkilediğini söylemek mümkündür: “Uçsuz bucaksız bozkırlarda
açık havada günler hatta haftalarca yapılan zorunlu yürüyüşlerin yanı sıra,
kendilerini bekleyen meçhul tehlikelere karşı ve ona göre giyinme mecburiyeti,
hareket imkanını kolaylaştıran giysiler geliştirilmesine sebep olmuş olabilir.
Başka bir ifadeyle, atlı-muharip bir kavmin oluşmasını hazırlayan fizikî ve
sosyal çevre; sürekli muharebeye hazır olma mecburiyetini getirmiş, açık
havanın muhtemel olumsuzluları da; korunaklı ve dayanıklı elbise tipinin tercih
edilmesi üzerinde etkili olmuştur.
Ormanda yaşayan kavimlerin bilhassa taş, çalı ve soğuğa karşı dayanıklı
elbiseler giymesi gerekir. Bu tür ormanlarda hareket serbestisi sağlayan
giysilerin tercih edilmesi olağandır. Bundan dolayı Türkler, Arap ve Çinliler
gibi bol ve dökümlü entarilerinden, pantolon ve ceket gibi elbiseleri tercih
etmişlerdir. Ormanda avlar yapan Türkler, av hayvanlarının derileriyle,
kuşların tüylerinden kürk, elbise ve kalpakla birlikte çizmeler yapmışlardır.
Türklerin Gobi çölünü, Çin’e yaptıkları akınlarda sürekli bir geçiş yolu
olarak kullanmaları, Türk toplumunun giyimine doğrudan doğruya etki etmiş
olmalıdır. Türklerin sıklıkla kullandığı bilinen kulaklıklı başlıklar ve
kaftanların, çöl ortamında meydana gelen kum fırtınalarıyla yakından ilişkili
olduğu pekala düşünülebilir. Her ne kadar hayatlarının önemli bir bölümü
279 Mecelle,22. 280 İslâm’da örfün yeri ve önemi için ayrıca bkz. Abdurrahman Küçük, İslâm ve Türk
Milliyetçiliği, Ankara 1999, s.43-49.
180
bozkırda geçiyorsa olsa da, söz konusu kıyafet tarzının, çöl kadar bozkır
ortamında da uygun olduğu söylenebilir.”281
Türklerin İslâm öncesi girdikleri ya da tesiri altında kaldıkları dinlerin de,
giyim tarzlarına etki etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Örneğin Budizm’i
benimsemiş olsalardı hayvan derisi ve kürkü kullanamayacak olan Türkler,
kişiliklerine ve hayat tarzlarına uygun olan inançları tercih etmişlerdir. Bununla
birlikte özellikle Şamanizm’de dinî kıyafetlerin etkisi de göze çarpmaktadır.
Türkler arasında özel kıyafetler, “din görevlilerine has giyim tarzları”
eskiden beri devam edip gelmiştir. Abdulkadir İnan, bu konuda şöyle
demektedir: “Bütün yeryüzündeki din adamlarının özel kıyafet taşımaları çok
eski devirlerden, iptidai çağlardan kalma bir gelenek ve görenektir. Kıyafete ve
dış görünüşe hiçbir önem ve değer vermeyen İslam dinine mensup din adamları
bile komşu ulusların ve eski dinlerin geleneklerine uyarak ‘ kisve-i ilmiye’
bidatını icad etmişlerdir. Şamanizm rahipleri olan kamların da kendilerine
mahsus kıyafetleri (cübbe ve külahları) vardır....Kam bunları ancak ayin
yaparken giyer. Şamanlığa namzet olan genç,staj gördüğü müddet içinde,cübbe
giymez,ayinleri adi elbiseyle yapar...”282 Kamların kıyafetleri,ayin sırasındaki
örtüleri, kıyafetlerin yapılışı ve törenle giyilişi kaynaklarda geniş biçimde yer
almaktadır.283
Abdulkadir İlgen, Ralp Linton’un “Halis Bir Amerikalı” isimli
makalesinden bugünkü ceket ve pantolondan oluşan erkek elbisesinin ilk
orijinal şeklinin Orta Asya göçebelerinden kalma olduğu bilgisini
aktarmaktadır.284
Türk kültürünün araştırılması konusunda büyük hizmeti olan Bahaeddin
Ögel, eski Türk kıyafetleri hakkında da geniş bilgi vermektedir. Ögel’in verdiği
bilgilere göre; Eski dönem Türklerde ceket,pantolon, kaftan, çizme ve başlık
yaygın olarak kullanılan giysilerdir. Bu giysilerde genellikle yün, deri ve kürk,
iç çamaşırlarda ise keten ve pamuk kullanılırdır. Kayalar üzerine çizilmiş
281 Bkz. Abdulkadir İlgen, “Eski Türk Topluluklarında Kılık Kıyafet”, Türk Dünyası
Araştırmaları, 132/189-195. 282 Abdulkadir İnan,Tarihte ve Bugün Şamanizm,Ankara 1972, s.91. 283 Bkz.İnan, 92-96. 284 İlgen, 193; Bu makale için ayrıca bkz. Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul
1986, s.97-98.
181
resimler ve heykeller ile yapılan kazılarla elde edilen diğer buluntularda Türk
erkeklerinin değişik biçimlerde başlık kullandıkları görülmüştür. Bu başlıklar;
sivri külah, basit börk, başın tepesinde bulunan küçük başlık, üst kısmı çapraz
bağlarla bağlanmış başlık, üzerinde askı bulunan başlık, tepesi sivri külah gibi
olup enseye kadar inen başlık, tolga gibi çeşitlerdir. Daha çok keçeden yapılan
halk tipi başlıkların yanında giyenlerin statülerini gösteren değişik şapkaları
görmek de mümkündür.
Kadın başlıkları ise buluntulardan ziyade dil özellikleri ile tespit
edilebilmiştir. Bugün Anadolu’da halâ kullanılan bazı kelimelerden hareketle
Ögel, Türk kadınlarının bürünmek fiilinden türeyen börümcek kullandıkları,
yaşmak ve tülbent kelimelerinin eski metinlerde de geçtiği, boyunbağının ise
Harezmşahlar döneminde “Hatun boyun bağın boynuga saldı” ifadesinde
açıkça görüldüğü gibi değişmeden günümüze geldiği bilgilerini vermektedir.
Sargı sözünün dolak ve boyunbağı ile yakından ilgili olduğunu da ileten Ögel,
Anadolu’daki yapık sözünün hem başörtüsü hem de sargı ve dolak anlamında
kullanıldığını belirtmektedir.285 Ögel, ayrıca Kengol kurganında ipekten
yapılmış, başı kırmızı ipekle sarılı bir kumaşla kadın cesedine rastladığını
belirtmiş; deri kadın pantolonunun son derece zarif olduğunu; cesedi kısmen
mumyalanmış kadının ipekli entarisinin üzerine, ipekli bağlar bağlanmış
bulunduğunu ve ayaklarına çarıklar giydirildiğini aktarmaktadır.286
Emel Esin de, Türk kadınlarının kıyafetleri ile ilgili şu bilgileri
vermektedir. “Eski devirlerde Türk kadınları çoğu süslü olmakla birlikte, hayat
şartlarına uygun kıyafetler giyerlerdi.Türk kadınlarının takındığı ziynet eşyaları
ve giydiği elbiseler de, onları diğer topluluklardan ayırt etmeyi sağlayacak
özellikler gösteriyordu. Örneğin IX. yüzyılda kadınlar kimisi çıngıraklı olan
mücevherler takınırlardı. Yaka şeklinde gerdanlıklar, yüzükler, bilezikler,
ipekler ve dibalar, altın işlemeli olan börümcükler, bağırdak denen ve beli
sıkan cepkenler, milliyete ve mertebeye işaret eden kıyafetler, düzgün, yanağa
ben resmi yapmak için allıklar kullanırlardı. Uygur hanımları bir al
börümcük takarlar, evlendikten sonra da başlık giyerlerdi. Katunlar (eş ya
da anne), oğullarının ve kocalarının yokluğunda, ‘terken’ (Türkan) unvanı ile
285 Bkz. Bahaeddin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1988, s.157-195
182
devlet idare edebilirlerdi. Uygur hatunu, hükümdarlık renginde al elbise ve
altından bir başlık giyip merasim ile tahta çıkarılır,böylece kut almış olurdu.
Kadınlar toplum hayatında aktif bir yer almaktaydılar.”287
Eski Türklerde kadınların örtünmeye ait hiçbir kayıtla bağlı olmadığını288
belirten Ziya Gökalp, bunu Türklerde kadının tabu olmamasına bağlamaktadır.
Gökalp, bu görüşlerini şöyle ifade etmektedir: “Dinleri, ibadetle ilişkileri
yönünden iki türe ayırabiliriz: Zühdî dinler ve Bedii dinler. Zühdî dinlerde,
kadın erkek için tabudur. Halbuki bedii dinlerde kadın erkek için tabu değildir.
Aksine, kadın erkeğin her işte tamamlayıcısıdır. Bu sebeple her işte kadın ve
erkeğin birlikte olması şarttır. Ekonomik hayatta, aile hayatında, siyasal
meclislerde, savaşta, avda, şölenlerde yani millî ziyafetlerde, sihirsel ayinlerde
ve dinî ibadetlerde kesinlikle kadının erkekle birlikte bulunması gereklidir.
Gökle yer nasıl birbirinin tamamlayıcısı, ayla güneş birbirinin arkadaşı ise,
erkekle kadın da bütün işlerde birbirine çok gerekli iki şeydir.
Eski Türklerde kadın tabu olmadığı için, örtünme ve harem gibi adetler de
onlarda yoktu. Grenar diyor ki: ‘Ondört asırdan beri Çin Türkistanında,
kadınların erkeklerle beraber cemiyete kabul edildiklerini biliyoruz. Hiuen-
Çang, Kao-Çang’ın melikesiyle beraber hanımları kendisini karşılamak için
şehirden dışarı çıktıklarını, prensin anasının kendi konferanslarına ve dinî
sohbetlerine devam ettiklerini bildiriyor.’
İslâmiyetten önce, Türk kadınlarında örtünme ve haremin bulunmaması,
Türklerin o zamana kadar baba-üstün aileden yani bir dinden uzak
bulunmalarının bir sonucuydu. Eski Türklerde, bugünkü ahlâk yönünden çok
değer taşıyan namus ve kocaya sadakat son derece kuvvetli olduğu halde,
bugünkü ahlâk yönünden hiçbir değeri bulunmayan kaç-göç ve harem usulleri
yoktu.
Eski Türklerde, kadınla erkeğin bütün toplumsal işlerde beraber bulunması
şarttı. Orhun Kitabesinde daima ‘Devleti yaşatan Hakan’la ‘Devleti bilen
Hatun’ birlikte anılıyor. Kadın, savaşta, siyasal meclislerde, şölenlerde, avda
286 Bkz.Ögel, 93-94. 287 Bkz. Emel Esin, “Katun (Türk Kadınına Dair)”, Erdem, VII/20, s.471-475. 288 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1976, s.154.
183
mutlaka kocasıyla birlikte bulunurdu. Şüphesiz bu beraberlik örtünme ile
uyuşamazdı.” 289
İlk defa Türklerde aileden bahseden Fransız Etnoğrafya bilgini Grenard’a
göre; “Türk kızı hayat arkadaşını seçmekte nisbî bir hürriyet sahibidir. Zaten
Müslüman cemiyetlere mahsus olan ayrı hayat, kadın kapalılığı, Şarkî
Türkistan Türklerinde mevcut değildir.”290
Tatarlarda kadınların başını örtmesiyle ilgili olarak, bir eserde “Kadınları,
bir diba şal ile örtülmüş başlık giyerler...” denilmektedir. Çeviren buna
“Eserde geçen başlık, Moğol dilinde ‘boğtağ’ denilen başörtüsüdür ki kibar
evli kadınlar giyerlerdi.” notunu eklemektedir.291
Osman Turan, “Türk Cihan hakimiyeti Mefkuresi Tarihi” isimli eserinde
Eski Türklerde giyim ve örtünme ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir: “Eski
Türkler, Tanrıya dua ve ibadet ederken, büyüklerin huzuruna çıkarken, dinî ve
millî bayram ve şenliklerde, matem merasimlerinde, tazim ve sevinç alameti
olarak, başlarını açıyor ve külahlarını ellerine veya koltuklarına
alıyorlardı. Bu Şamanî usul Büyük Selçuklularda, Anadolu’da hükümdarlar ve
halk arasında yaşamıştır. Müslüman Alparslan, Şamanî Çingiz Han gibi,
Tanrının huzuruna başını açarak çıkıyor ve niyaz ediyordu.... XIV. asırda esir
edilip Anadolu’da yaşayan Schiltberger: ‘Muhammed, Sultan ve asilzade de
olsa kimseye baş açmamasını emretmişti. Fakat...bir kimsenin anası, babası ve
dostu öldüğü zaman başlarını açmak zorunda olduklarını söylerler. Birisine
yalvarınca da serpuşlarını çıkarır ve yukarı kaldırdıktan sonra yere atarlar.’
derken bu hususta millî anane ile İslâmiyet’in çatıştığına dair bir meselenin
mevcudiyetini de belirtir... Göktürkler, hanların matem (yuğ) merasimlerine
gelen Çin ve Bizans elçilerini başlarını açmaya, yüzlerini yaralamaya ve
saçlarını yolmaya (tıraşa) mecbur ettiklerini biliyoruz. İbn Fadlan, İtil
Bulgarlarında hükümdarın huzuruna serpuşlarını koltuk altına alarak
girdiklerini söyler.”292
289 Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 277-279. 290 Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, “Türklerde Aile İçtimaiyatı”, Aile Yazıları-I, Ankara 1991,
s.12. 291 Aknerli Grigor, Moğol Tarihi, çev. H.D. Andreasyan, İstanbul 1954, s.7.
292 Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I-II, İstanbul 1979, s.512-513.
184
Orta Asya Türkleri arasında uzun araştırmalar yapmış W. Radloff(1870-
1880), Türk kadını ve ailesi ile giyim-kuşamları hakkında pek çok bilgi
vermektedir. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Altaylıların elbiseleri pek yeknesaktır . Erkek, kadın ve çocukların iç
çamaşırı tamamen aynıdır....On yaşından küçük kız ve erkek çocuklar yazın
tamamen çıplak dolaşırlar.293 ...Kadın giyimi erkeklerinkinden ancak dış
elbiselerin şekli ile ayrılır. Kadınlar, çayimak yerine ya bir kaftan veya üzerine
kumaş geçirilmiş bir kürk giyerler. Bu kürk tamamiyle erkeklerinkine benzer,
fakat bunun üzerine bir de kolsuz ve uzun etekli hafif bir yelek(çagidak)
geçirirler... Fakat bu çagidak ancak evlenmiş kadınlar tarafından giyilir ve
böylece evliliğin bir işareti gibidir...Her iki cinsin baş örtüsü birbirinin
aynıdır. Şapkaları hemen hemen üç köşeli olup arka tarafı sivri bir şekilde
nihayetlenir...Kadınlar şapkalarını, kocalarının önünde dahi hiç çıkarmaz; hatta
hakimin huzuruna da şapka ile çıkarlar,çünkü bir kadının baş üzerindeki
saçını göstermesi büyük ayıp sayılır. Kızlar çıkarabilir.294 ...Kadın ve kızlar
saçlarını kesmezler. Evli kadınlar saçlarını iki büyük parça halinde örerek
ya önden veya arkadan sarkıtır ve uçlarına da iki demir parçası
bağlarlar...Kızlar çabuk yürürken örgü süsleri birbirine çarparak kuvvetli ses
çıkarır...295 Altaylılarda...kadın, kayınpederinin eşiğinden içeriye adım atamaz
ve başını açıp ona gösteremez.296 ...Altaylılarda kadın ve erkek arasındaki
konuşma ve görüşme tamamıyla serbesttir(utanmazlar). Genç erkekler, kız ve
kadınlarla konuşurken kadın, hiçbir zaman yüzünü örtmeyi düşünmez. Bu
esnada terbiyesizlik sayılabilecek hiçbir şaka veya takılmaya rastlamadım.
Gerek erkek ve gerek kadınlar, birbirlerinin önünde vücutlarının bir kısmını
göstermekten utanmazlar. Kadınlar, gerektiğinde yabancıların yanında bile
çocuklarını emzirebilir, kızların vücutlarını, göğüslerini göstermeleri ise, ayıp
ve töreye aykırı görülmektedir.297
Tek çeşit
293 W. Radloff, Sibirya’dan, çev.Ahmet Temir, İstanbul 1994, II/13-14. 294 Radloff, II/16. 295 Radloff, II/17. 296 Radloff, II/70. 297 Radloff,II/70-71.
185
...Kazakların çoğu, başörtüsü olarak, el genişliğinde, kürkten bir
kenarı olan adi Tatar şapkası veya keçeden kendileri tarafından dikilen
beyaz şapka giyerler. Buna karşılık güney bozkırında, Sart şapkası veya
sarık daha çok bulunur.298 ...Kadınların dış elbisesi, umumiyetle aynen erkek
giyimine benzer.299 ...Kadınların baş örtüsü iki adet büyük ve dört köşeli
bez parçasından ibaret olup alttaki baş üzerine sivri bir şapkaya
benzeyecek şekilde bağlanır,üstteki ise ancak onun alt kenarlarını
çevirdikten sonra uçları ile omuz ve arkadan sarkar. Kızlar, bunun yerine,
kenarı deri ile çevrilmiş çok yakışıklı bir şapka giyer ve bunun
kenarlarına ince tüyler takarlar.300 ...(Kazaklarda) Gelin, güveyin evine
vardıktan sonra başörtüsünü açar ve eve bu şekilde girer. Burada önce ateşi
selamlar ve sonra da ev hanımının yerini işgal eder.301 ...Kazak kadınları
bayram ziyaretlerine ve birçok toplantıya katılırlar. Bu şölenlerde kadınlar için
hususi çadırlar kurulur. Komşu aul’ların kadınları sık sık birbirlerini ziyaret
ederler. Sık sık ancak kadınların iştirak ettiği ziyafetler de tertip edilir. Göçebe
bir halkın erkek ve kadınları arasında, yerleşik Müslümanlarda gördüğümüz
ayrılık pek tabiidir ki, bahis konusu olamaz. Kızlar da kadınlar da peçe
kullanmaz; onlar her toplantıya iştirak ederek şarkı söylerler. Konuşma
esnasında erkek ve kadınlar karşılıklı şakacı sözler atarlar. Kazak kadınlarının
erkeklerle olan münasebeti Rus kadın ve kızlarından bile daha serbesttir.302
...Kazak Türklerinde kadına kalın ödenmiş olduğundan dolayı oldukça haşin
davranılır. Ancak yaşlı kadınların mevkii yüksektir.303”
Mehmet Eröz’ün verdiği bilgiye göre “Kızıl Çin’den kaçarak Türkiye’ye
sığınan Doğu Türkistan Türkleri arasında bulunan Kazak Türklerinin çıkardığı
bir kitapta, bunu destekleyici bilgi vardır. Bu esere göre, ‘Kadınlar kocalarına
karşı daima hürmetkardırlar. Gelin hiçbir zaman kayınpederine,
kayınvalidesine hatta kocasının uzaktan yakından diğer akrabalarına açık
saçık görünmediği gibi, onların isimleri dahi tam olarak söyleyemez.
298 Radloff, II/238. 299 Radloff, II/239. 300 Radloff, II/239-240. 301 Radloff, II/261. 302 Radloff, II/270-271. 303 Radloff, II/269-270.
186
Kazak Türklerinin gelinleri terbiyeleri ile ün salmışlardır. Kazak gelini
geldiğinde, gelinin yüzünün açılması töreninde betaçar şarkısı söylenerek,
geline, erkeğin büyüklerine, kaynatasına karşı nasıl davranacağı hakkında öğüt
verilir. Türkiye Türkçe’sinde ‘beti benzi attı: beti benzi solmuş’ sözü yaşıyor.
Buradaki betaçar, ‘yüzaçar’ töreni demek oluyor ki, Türkiye düğünlerinde
buna ‘yüzgörümlüğü’ adı verilir ki, gelin, oğlanın akrabalarından bir hediye
almadıkça yüzünü açmaz.”304
Ziya Gökalp , Çin Türkistan’ında düğün adetleriyle ilgili bilgi de
vermektedir. Buna göre, kızın babası, gelini almaya gelen damadın boynuna bir
yazma sardıktan sonra kızını onun elleri arasına vermektedir. Gökalp, bu
yazmanın babalık velayetinin(yetki) güveye geçtiğine dair bir simge gibi
görüldüğünü söylemektedir.305 Baba-üstün ailede aile reisinin otoritesi varsa,
baba-soylu ailede de velayeti vardır... Komşu gençler, güveyin boynundaki
yazmayı(fular) almak isterler. Güvey yazmayı vermemek için onlara ayrı ayrı
paralar verir. Herhalde yazma, nikâhın simgesi olduğu için, onu elinden
aldırmamak güveyin görevidir. Sart’larla Kırgızlar’da genç kız( damadın evine
gittikten sonra) üç gün üç gece çadırın bir köşesinde perde arkasında durur ve
samimi kız arkadaşı hariç kimseye görünmez. Bu üç gün geçtikten sonra
törenle perdenin arkasından çıkarılır. Yüz açılması törenine Kırgızlar bet açar
toy, Çin Türkistanında oturan Türkler yüz açıktır derler. Türkiyeli Türklerde
yüz görümlüğü adıyla verilen hediye bu adetin kalıntısıdır.306
Gabriel Bonvalot, Eski Yurt adlı eserinde Türkmen kadınlar ile ilgili olarak
şu bilgileri vermektedir: “Serbestçe, açık yüzle dolaşan kadınlarında havada
dalgalanan elbiseleri, başlarında bir taç gibi duran kırmızı pamukludan
başlıkları ile ihtişamlı bir hava vardı. Erkeklerle en ufak bir sıkılma duygusu
göstermeden ve çoğunlukla hürmet ifade eden bir ton ile konuşuyorlardı.”307
Bu örneklerden Eski Türk kadınlarında başın bazı başlık biçimleri ile
örtülü olabildiğini ancak yüzün hiçbir şekilde örtülmediğini sonucu
304 Mehmet Eröz, “Türk Ailesi”, Aile Yazıları-I, Ankara 1991, s.232. 305 Bu yazmanın babanın velayetinin simgesi olarak görülmesi, Hıristiyanlık’ta, Pavlus’un,
başörtüsünü erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetinin sembolü olarak görmesine benzemektedir.
306 Bkz. Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 268-270. 307 Gabriel Bonvalot, Eski Yurt, çev. M. Reşat Uzmen, Tercüman 1001 Temel Eser, tyy.,s.
213-214.
187
çıkmaktadır. Bazıları İslâm sonrasına ait olması muhtemel olan bu bilgileri
değerlendirirken de, geçmiş dönemdeki bütün din ve toplumlarda örtünme
anlayış ve biçimlerini tespit etmeye çalışırken de genellikle eskiden, toplumun
kadın erkek hepsinin başının örtülü olduğunu dikkatten uzak tutmamak
gerekmektedir. Geleneksel biçimde devam eden örtünme olgusunun Türklerde
İslâm sonrası nasıl uygulandığı, dinin bu konudaki etkisini anlamak
bakımından da önem taşımaktadır.
bb. İslâm ’dan Sonra Türklerde Örtünme
İslâm’dan önce Türklerde giyim kuşam ve örtünme konusuna etki eden
birçok faktör bulunmaktadır. Türkler eski inanç, yaşayış biçimi ve coğrafî
faktörlerle oluşan Türk kültürünün diğer özelliklerini olduğu gibi, giyim kuşam
tarzlarını da İslâm’ı kabul ettikten sonraya taşımışlar, kısmen İslamîleştirme
yoluna gitmişlerdir. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine damgasını vuran bu
anlayış, Osmanlı’nın son dönemlerinde değişmeye başlamıştır. Tanzimat
dönemi ile başlayan değişim süreci Türk kültürü üzerinde etkili olmuş, bu etki
belki de kendisini en fazla kılık kıyafet konusunda göstermiştir.
Türk kadınının örtünme tarihçesini örneklerle vermeye geçmeden önce,
Türklerde örtünme amacıyla kullanılan eşyalar hakkında bilgi vermek yerinde
olacaktır. Türklerde örtünmede kullanılan başlıca kadın kıyafetleri ferace,
yaşmak, çarşaf, car, bürgü/bürük gibi giysiler ve örtülerdir. Bu kadın
giysilerinin yanında iki önemli erkek başlığı olan sarık ve fes hakkında da bilgi
verilecektir. Bu giysi ve başlıklar hakkında bilgi verilirken Türklerde
örtünmenin gelişimi de genel hatlarıyla görülecek, daha sonra bunlar farklı
kaynaklardan örneklendirilecektir.
Ferace: Arapça’da “açmak, yarmak; ferahlatmak” manasındaki ferc
mastarından gelmektedir. Kelimenin aslı fereciye olup “önü açık, ferah elbise”
demektir. Giyim kuşam literatüründe üç ayrı elbise türüne ferace adı
verilmiştir: Kadınların sokakta yaşmakla giydiği üst elbisesi; ilim adamlarının
giydikleri çok geniş ve bol, kolları yırtmaçlı bir çeşit cüppe, biniş; Mevlevîlerin
giydiği uzun hırka. Daha sonra erkeklerin de giydiği feracenin bu üç tarzından
188
en eski olanı Mevlevî feracesidir ve Mevlâna’nın anlattığına hikayeye göre iç
sıkıntısına uğrayan bir sûfinin elbisesinin önünü yırtıp ferahlamasıyla ortaya
çıkmış ve ondan sonra artık “ferahlık” anlamına gelen bu isimle anılmıştır.308
Ferace, boyu ayak bileklerini örten, uzun kollu ve geniş bir rob ve arkaya
dökülen, dönemin modasına göre büyüyüp küçülen geniş bir yakadan
oluşuyordu. Genellikle çuha ya da softan yapılmakla birlikte XIX. yüzyılda
fantezi kumaşlar da kullanılmaya başlandı. Boyun çevresi ve önleri çeşitli şerit
ve dantellerle süslenir, asıl özelliğini bahriyeli yakasına benzeyen ve üzeri
giyenin ekonomik durumuna göre çeşitli biçimlerde bezenen yakası
oluştururdu. Bu yakanın bazı dönemlerde pelerin gibi yerlere değin uzadığı ve
süslenmesinde aşırıya kaçıldığından, devlet tarafından zaman zaman bazı
nizamnameler çıkartıldığı bilinmektedir. Genellikle koyu renklerden
yapılmakla birlikte bazı dönemlerde al, gül kurusu gibi parlak renkler de moda
olmuştur. Her kesimden kadının kullandığı bu üstlük mutlaka yaşmakla birlikte
giyilirdi.
Abbasîlerden beri çeşitli İslâm ülkelerinde özellikle ulema ve devlet
adamları tarafından kullanıldığı bilinen feracenin, Osmanlılarda XV. yüzyıl
sonundan devletin yıkılış yıllarına kadar çeşitli değişikliklere uğrayarak devam
ettiği bilinmektedir. XVI. yüzyıla ait resimli ve yazılı kaynaklar feracenin
önden açık, bedeni ve kolları bol, eteği yere kadar uzun, boyuna oturmuş
yuvarlak veya hafifçe “V” şeklinde oyulmuş yakalı ve ön açıklığının iki
yanında yer alan dikey yırtmaç cepli bir tür cüppe olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu tarif kadın ve erkek feracelerinin her ikisi için de geçerlidir.
XV. yüzyıl sonu ile XVI. yüzyıl başına ait Bursa Belediye Kanunları’nda
feracelerin ön açıklığını ve etek çevresini dolaşan pervazın çirişle
yapıştırılmayıp dikişle tutturulması istenmektedir; ayrıca bir hükümle de ancak
Müslümanların ipek astarlı ve pervazlı ferace giyebilecekleri, gayrimüslimlerin
feracelerinde ise boğası (pamuklu) astar ve pervaz kullanılabileceği halka
duyurulmuştur.
308 Mevlâna, Mesnevî, Millî Eğitim Bakanlığı yay., İstanbul 1991, V/33; Mevlâna Celaleddin-i
Rumî, Mesnevî ve Şerhi, şerh. Abdülbâki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı yay. Ankara 1989, V/65,72-73.
189
XVI. yüzyıl feracelerinin yazın hafif ipeklilerden, kışın sof ve çuha gibi
yünlülerden yapıldığı, kışlık olanların içlerinin ayrıca kuzu postuyla veya
tavşan, sincap, vaşak gibi giyenin mevkiini ve ekonomik durumunu gösteren
kürklerle kaplandığı tereke kayıtlarından anlaşılmaktadır.
XVII. yüzyıla ait resimli ve yazılı kaynaklar feracelerin fazla bir
değişikliğe uğramadan devam ettiğini göstermektedir.
XVIII. yüzyıl başlarında, özellikle Lâle Devri’nde (1718-1730) saray
büyük bir eğlence hayatına dalmış, yazın bu eğlencelerin dışarıya taşması
sonucu saray kadınları ve zengin hanımları Kâğıthane, Göksu gibi mesire
yerlerinde renk renk, şık ferace ve yaşmaklarıyla boy göstermeye
başlamışlardır. Bugünün mantosuna tekabül eden kadın feracelerindeki hızlı
değişimin bu sıralarda ortaya çıktığı görülmektedir. Önce o güne kadar yakasız
olan feracelere bir karış uzunluğunda bahriye yakalar takılmış, daha sonra
bunların uzunlukları giderek artıp bele, kalçalara kadar inmiş ve nihayet etek
boyuna ulaşmıştır. Ön açıklıkları ile etek kenarları danteller, kırmalar, geniş ve
parlak harçlarla çevrilmiş, gümüş saplı şemsiyeler ve mücevherli eldivenler
kıyafeti tamamlamıştır. Ancak bir süre sonra kadınların mesire yerlerinde, çarşı
pazarda böyle yakaları arkada ikinci bir etek gibi uzun, açık renkli, ince
feracelerle dolaşmaları sarayı rahatsız etmiş ve ilki 1725 yılında olmak üzere
kadınlar için peş peşe bazı hükümler çıkarılmıştır.
Bu hükümlerle, ferace yakasının bir karıştan büyük olması ve etrafının bir
parmaktan geniş şeritlerle çevrilmesi yasaklanmış ve yasağa uymayan
kadınların yakalarının kesileceği belirtilmiştir. Fakat zamanla bu sıkı disiplinin
gevşediği, yüzyılın sonunda III. Selim devrinde büyük yakalı ve açık renk
ferace giyme yasağının tekrarlanmasından (1791) anlaşılmaktadır.
XIX. yüzyılda sarayla kadınlar arasında feracelerin yakaları, renkleri ve
incelikleri konusunda devam eden anlaşmazlık sürüp gitmiş ve 1811 yılının
Eylül’ünde çıkarılan uzun yakaların kesileceği hükmüne aynı yılın Kasım
ayında, uzun yakalı giyen hanımların kocalarının veya onlardan sorumlu
erkeklerin de ceza kapsamına alınacağı hükmü eklenmiştir. Ancak 1812 tarihli
bir hükümle uzun yakalı ferace diken terzilerin de cezalandırılacağının ilan
edilmesinden, art arda konulan bu yasakların yine kadınları fazla etkilemediği
190
anlaşılmaktadır. II. Mahmud devrinde de bu durumun devam ettiği görülmüş
ve biri 1818’de, diğeri ertesi yıl olmak üzere aynı yasaklar iki defa daha
duyurulmuştur.
İlmiye sınıfından olanların ferace giymeye başlaması, 1848’den sonra
yapılan rütbe değişikliklerinden sonradır ve Osmanlı saltanatının sonuna değin
kullanılmıştır. Bu tür feracelerin bedeni ve kolları çok geniş olur, resmi
törenlere giyilenleri sırma ile işlenirdi. Yakasına ve önüne kürk geçirilmiş
olanları da vardı. Genellikle çuhadan yapılırdı. Gençlerin giydiği feracelerin
kolları daha kısa olur, boyna kısa ve geniş bir yaka eklenirdi. Kol kenarları ve
yaka sırmayla işlenirdi. XIX. yüzyılda halk kadınlarının giydiği feraceler
arasında ‘tek düğmeli, tek cepli, çift cepli, fitilli, jile yakalı, düz yakalı, devrik
yakalı, içi dafklı(astarlı)’ adlarıyla çeşitli modellere rastlanmaktadır.
Ferace, XIX. yüzyılın ikinci yarısında saray ve halk kadınlarının
vazgeçilmez kıyafeti haline gelen ferace, 1889’da tesettüre uygun olmadığı
yolundaki itirazların artması üzerine II. Abdulhamid tarafından kesin biçimde
yasaklanarak yerine çarşaf giyme mecburiyeti getirilmiştir. Ancak çarşaf içinde
saraya girmeye çalışan, padişaha muhalif bazı erkeklerin yakalanmasından
sonra saray kadınlarının çarşafla sokağa çıkmalarına müsaade edilmediği için
yalnız onlara mahsus olarak feraceye yeniden izin verilmiştir.309
Yaşmak: Eski Türkçe yaşmak, örtmek, örtünmekten gelmektedir. Eskiden
kadınların feraceyle birlikte kullandıkları ince kumaştan yapılmış iki parçalı
baş ve yüz örtüsü demektir.
Yaşmak, çeşitli ince kumaşlardan yapılır, kapalı ve açık yaşmak adı verilen
iki türde bağlanırdı. Kapalı yaşmakta, yaşmağın alt parçası ikiye katlanır,
burun üstü ve göz altından geçirilip ensede bağlanır; üst yaşmak da ikiye
katlandıktan sonra kaşların üstünden baş ve alın sarılır, kenarları feracenin
içine alınırdı. Açık yaşmakta ise, alt ve üst yaşmak yalın kat bağlanır, üst
yaşmak alın üzerinden sarılırdı. Açık yaşmak yüzü belli ederdi. Alt yaşmağı
çeneden başa, üst yaşmağı baştan çeneye doğru dolayarak da yaşmak tutulurdu.
Osmanlılar döneminde kadın sokak giyimi olarak uzun süre kullanılan ferace
ve yaşmak, XIX. yüzyıl sonlarına doğru çarşafın yaygınlaşmasıyla giderek
191
ortadan kalkmıştır.310 Bununla birlikte Anadolu’da halâ yemeni veya yazma adı
verilen ince bir baş örtüsünü bağlayış biçimine de açık veya kapalı yaşmak adı
verildiği bilinmektedir.
Çarşaf: “Farsça çader-i şeb(gece örtüsü)/ çar-şeb’den gelmektedir.
Sokağa çıkarken örtünmek maksadıyla giyilen iki parçalı kadın giysisi
demektir. Çarşafın ilk biçimi kareye yakın dikdörtgen, büyük ve tek parça bir
örtüydü. Kadınlar dışarı çıkacakları zaman bu örtüyü, bedeni de saracak
biçimde başlarına atar, sarınıp bir ucunu beldeki kuşağa sıkıştırırlardı.
İran ve Afganistan’da halen çâder, çuddar adıyla kullanılan çarşaf, kaynak
itibariyle yatak ve yorgan örtüsü olmasından dolayı bu adı almıştır. Nitekim bir
zamanlar tek parçadan yapıldığı ve bugün Anadolu’nun bazı bölgelerinde car,
bürük ve bürgü adlarıyla anıldığı bilinmektedir. Çarşaf eskiden beri en çok
İran ve Irak’ta kullanılmıştır ve bugün İran’da resmî daireler dahil kadınların
ev dışında lacivert veya siyah çarşaf giymeleri mecburidir. XVIII-XIX. yüzyıl
seyyahları çarşafın Mısır kadınları arasında da çok yaygın olduğunu yazarlar.
Çarşafın Türkiye’ye, Tanzimat döneminde hacca gidip gelenler tarafından
Araplar veya muhtemelen İranlılardan alınmak suretiyle getirildiği yahut ilk
kez XIX. yüzyıl başlarında Suriye valiliğinden dönen Suphi Paşa’nın eşi
tarafından İstanbul’da kullanıldığı ve hızla yayıldığı söylenmektedir.
XIX. yüzyıl sonlarına doğru II.Abdulhamit ’in buyruğuyla İstanbul’da
saray kadınlarından başkasının ferace giymesi yasaklanınca çarşaf, kadınların
en çok kullandığı dış giyimlerden oldu. İlk biçimi giderek değişime uğradı, iki
parçadan oluşan çarşaflar giyilmeye başlandı. Bunlar, başla birlikte gövdenin
üst kısmını da örten pelerin ve uçkurla bele bağlanıp yere değin uzanan
eteklikten oluşuyor, yüze de peçe takılıyordu. Bu tür giyinmenin ortaya
çıkmasıyla, ilkin bürünülen dört köşe örtüler daha çok car adıyla anılmaya
başlandı ve çarşaf sözcüğü bu iki parçalı giysiler için kullanıldı. II. Meşrutiyet
(1908) döneminden sonra giyilen çarşaflarda parmakları örten pelerinin önce
bel, daha sonra dirsek hizasına gelecek biçimde kısaltıldığı; eski bol büzgülü
uzun eteklerin yerini dar ya da kloş kesilmiş, ayak bileği hizasına ya da diz
309 Bkz. Hülya Tezcan, “Ferace”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XII/349-350; Büyük Larousse,
“Ferace”, VIII/4037. 310 Bkz. Büyük Larousse, “Yaşmak”, XXIV/12451.
192
kapağı altına değin uzanan eteklerin aldığı görülmektedir. Anadolu’da ise
genellikle koyu renklerden yapılmış, ilk özelliklerini koruyan çarşaflar
giyiliyordu.
Giyenin durumuna göre genellikle düz renk, ipekli, yünlü ya da pamuklu
kumaşlardan yapılan çarşafların eteği, uçkurla bele oturtuluyor, pelerini baş
üstünden atılarak yanlarındaki iki kordonla başa bağlanıyor, kenarlar çene
altından tutturuluyordu. Anadolu’da özellikle gelenekselliğini koruyan kasaba
ve kentlerde başlıca kadın giyimlerindendi. Kızlar ilk defa on iki, on üç
yaşlarında çarşaf giymeye başlar ve buna ‘çarşafa girmek’ denirdi. Kızların
çarşafa girmesi ergenliğe girdiğini gösterir, bu sebeple aileler buna çok önem
verirdi. 311
Car: Bir kadın sokak kıyafetidir. Zar şeklinde de telaffuz edilen car
kelimesi, ‘örtü’ ve ‘peştamal’ anlamlarını taşıyan Arapça izardan bozularak
Türkçe’ye girmiştir. Bu kıyafete çeşitli bölgelerde çar, çarşaf, çadır, ehram,
futa, bürgü, bürük gibi isimler verilmekte ve çok yerde bu isimlerin hepsi de
kullanılmaktadır; bunların Arapça’daki genel karşılığı mulâe (örtü)’dir.
Kadının baştan ayağa örtünmesinde en kolay kıyafeti teşkil eden car,
vücuda göre kesim ve dikimi olmayan, bazı yörelerde sadece köşelerinin
sivriliği yuvarlatılmış, dört köşe bir örtüden ibarettir. Bürünülmek suretiyle baş
dahil topuklara kadar bütün vücudu örter; bu sebeple Türkçe adı bürgü veya
bürüktür. Doğu Anadolu’da ise ihram veya ehram adı tercih edilmektedir.
Car yün, ipek ve pamuktan genellikle siyah, beyaz, kahverengi, dumanî
renklerde düz, yollu veya siyah-beyaz damalı olarak özel şekilde dokunmuş
ince kumaşlardan yapılmakta, çoğunlukla ipeklileri kılıptanla işlenmektedir.
Car, ya alından itibaren yüzü açık bırakacak şekilde veya alnı da kapatıp
kumaşın kenarlarını iç yüzden elle burun üzerinde tutmak suretiyle yalnız
gözleri açık bırakacak şekilde kullanılmakta ve nadiren uygulanan birinci
şekilde yüze peçe takılmaktadır. Car genellikle çok ince kumaşlardan yapıldığı
için, bazen yüzü tamamen örtecek şekilde de kullanılabilmektedir. Özellikle
Konya bölgesinde alt uçları bele sokulmak, üst uçları başın üzerinden alınıp
çene altında birbirine iğnelenmek suretiyle de örtülmektedir.
193
Çarşafın kelime anlamı car gibi ‘örtü’ olduğu ve pek çok yerde cara, çarşaf
denildiği halde, gerçekte bu iki elbise türü birbirinden farklıdır. Çarşaf düz bir
örtü olmayıp biçilip dikilen bir giyim eşyasıdır ve carın gelişmiş şeklidir. Bu
iki elbisenin birbirine olan benzerliği daha çok genel görünüm açısındandır ve
her ikisinde de kullanılan peçe, bu benzerliği arttırmıştır. Car ile çarşafın
birbirine karıştırılmasındaki diğer sebep ise isimler arasındaki benzerliktir. Aslı
Arapça olan car, çar şeklinde de söylenmekte ve halk arasında bunun Farsça
kökenli çarşafın kısaltılmış şekli olduğu sanılmaktadır. 312
Kadın giyiminde kullanılan bu giysilerin dışında bugün de kullanıldığı için
anlamı herkes tarafından bilinen birtakım baş örtülerinden söz etmek
mümkündür. Bunlardan en yaygın olarak kullanılanları yazma, yemeni ve
tülbenttir. Bu örtüler kısaca şöyledir:
Yazma: Bohça, yemeni, başörtüsü, yorgan gibi şeyler yapmakta
kullanılan, üstüne boya ve fırça ile veya tahta kalıplarla desen yapılmış bez, bu
bezden yapılmış başörtüsü 313olarak tarif edilmektedir.
Yemeni: Yemen işi başörtüsü314, kalıpla basılıp elle boyanan, kadınların
başlarına bağladıklar tülbent315 demektir. Bugün Anadolu’da kullanılan ve
genç kızların çeyizlerinde halâ önemli bir yer tutan ince ve değişik renk ve
desenlerde, kenarları genellikle iğne oyası denilen işlerle süslenmiş
başörtüsüdür.
Tülbent: Pamuktan, ince ve seyrek dokunmuş hafif ve yumuşak bez ve bu
bezden yapılmış baş örtüsü olarak316 tanımlanan tülbent, genellikle beyaz
renkli ve desensiz yazmalardır. Bazı bölgelerde tülbente çember dendiği veya
bu isimlerin birbirinin yerine kullanıldığı bilinmektedir.
Türklerde kadının örtünmesinde kullanılan bu giysi ve örtü çeşitleri dışında
Türk erkekleri tarafından kullanılmış bulunan ve Türk giyim kuşam tarihinde
önemli bir yer tutan sarık ve festen de söz etmek yerinde olacaktır. Diğer başlık
biçimleri ise örnekler içinde açıklanmıştır.
311 Bkz. Büyük Larousse, “Çarşaf”,V/2586-2587 ; Sebahattin Türkoğlu, “Çarşaf”, TDV İslâm Ansiklopedisi, VIII/231.
312 Bkz. Sargon Erdem, “Car”, TDV İslâm Ansiklopedisi, VII/157. 313 Türkçe Sözlük, II/2421. 314 Devellioğlu,1395. 315 Türkçe Sözlük, II/2429. 316 Türkçe Sözlük, II/2263.
194
Sarık: Sözlükte fes, kavuk, külah gibi bazı başlıkların üzerine sarılan ince
ve uzun kumaş parçası olarak tanımlanmaktadır. Sarık genellikle tülbent, abanî
ya da şaldan yapılır. Sarılış biçimine göre; dardağan, katibî, burma sarık vb.;
yapıldığı kumaşın türüne göre; civankaşı, abanî, tülbent sarık vb. adlar alırdı.
Ulema sınıfından olanlar, padişah, vezirler ve öteki devlet görevlileri beyaz
tülbent sarık sarar, tarikat mensupları beyaz tülbent yanında kırmızı, yeşil,
siyah sarıklar da kullanırlardı. Sarığın sarılış biçimi ve rengi tarikatın simgesi
sayılırdı. Askerler ve halk tülbent, şal ya da abanî kumaştan sarık sararlardı.
Bugün yalnız görev başındayken imamlar sarık kullanmaktadır. Bazı yerel
giysilerin tamamlayıcı öğesidir.317
Fes; Eskiden Osmanlılarda, bugün de bazı İslâm ülkelerinde kullanılmakta
olan bir baş kıyafetidir. Batı dillerinde Fés, Fez denilen Fas şehrinde ortaya
çıktığı ve Türkiye’ye daha çok Avrupa’dan ithal edildiği için bu adı taşıyan fes,
halen Mısır dahil Kuzey Afrika ülkeleri ve Endonezya ile Malezya başta olmak
üzere birçok İslâm ülkesinde kullanılmaktadır. Kırmızı çuhadan yapılır; tepeye
doğru daralan silindir şeklinde olup üstünden sarkan bir püskülü bulunur.
Fes, Osmanlı Devleti’nce XIX. yüzyılda benimsenmiştir. Akdeniz seferi
dönüşünde Kaptanıderya Koca Hüsrev Paşa’nın kalyoncu askerlerine
giydirdiği fesleri görüp beğenen II. Mahmut, bir genelge yayımlayarak tüm
ordu mensuplarının fes giymelerini zorunlu kılmıştır(1832). Tanzimat
döneminde sivil, asker, tüm devlet memurlarına ve İstanbul’da yaşayan
erkeklere fes zorunluluğu getirilmiştir. Sarık ise, yalnız ilmiye sınıfından
olanlara ve tarikat mensuplarına özgü bir başlık olarak bırakılmıştır. Böylece
halk, fesli ve sarıklı olarak ikiye ayrılmıştır. Ancak yüzyıllar boyu kullanımda
olan sarık ya da kavuğun kaldırılıp yerini fesin alması tartışmalara yol açmış,
fes giyilmesine karşı tepkiler olmuştur. Bu arada bir fes nazırlığı kurulmuş ve
başına Katipzade Mustafa Efendi getirilmiştir. Hazırlanan Fes
Nizamnamesi’nde fesin nerelerde giyilip nerelerde giyilmeyeceği, kimlerin
hangi çeşit fes giyeceği ayrıntılarıyla belirtilmiştir. Öte yandan saraylı kadınlar
da fesi benimseyip kullanmışlardır.
317 Bkz. Büyük Larousse, “Sarık”, XX/10201-10202.
195
Fes başlangıçta 20-25 cm. yüksekliğinde ve standart modelinin aksine
tepeye doğru hafifçe genişleyen bir şekil gösterir. Fesin düz olan tepe kısmına
‘tabla’ adı verilir ve bunun merkezindeki ‘ibik’ denilen çıkıntıya lacivert veya
siyah bir ipek püskül bağlanır. II. Mahmud devri mavi ipek püskülünün arkası
uzun, önü kâkül gibi kısa ve oldukça genişti. Yüksekliğin muntazam
görüntüsünün bozulmaması için fesin içi kartonla desteklenmiştir. Genel
görünüşü bu şekilde olan fes, ortaya çıkışından sonra padişahların istekleri
doğrultusunda değişikliğe uğramış ve Abdülmecid döneminde küçülmeye
başlayarak aşağı yukarı son zamanlardaki şeklini almıştır (mecidiye kalıp);
Abdülaziz yayvan (aziziye kalıp), II. Abdülhamid ise daha dik bir fes
(hamidiye kalıp) tercih etmiştir.
Fesler önceleri Avrupa ve Mısır ile Tunus’tan ithal ediliyordu. İhtiyacın
artması üzerine İstanbul’da Feshane adıyla bir fabrika kurularak yerli imalat
yapılamaya başlanmıştır. Fesin sivil halka yayılmasından sonra İstanbul’dan
başka Bursa, Edirne, İslimye ve Selanik’te de fabrikaların açılmasına rağmen
yerli imalât ihtiyaca yetmemiş ve aradaki açık daima ithalât yoluyla
kapatılmıştır. Fesin halk arasında benimsenmeye başlamasıyla sivillerin devlet
görevlilerinden ayırt edilebilmeleri için ‘dalfes’(sade, yalın fes) giymeleri, yani
fesin etrafına bir şey sarmamaları istenmişti; yalnız ulemanın beyaz tülbent
sarmasına izin verilmişti. Halkın dalfes giymemekte ısrar etmesi üzerine esnaf
takımının yemeni, çember, ağabani, yazma, tülbent gibi şeyler sarmalarına izin
verilmiş ve bundan sonra fes süratle yayılmıştır.
Fes Türk kültür tarihinde önemli bir yere sahip olup şarkılara, türkülere
girmiştir. Başta fes olmadan fotoğraf çektirmenin ise ayıp sayıldığı söylenir.
Fesin süsünü oluşturan ve ona özellik kazandıran püskül üzerinde de epeyce
söz söylenmiştir. II. Mahmud devrinin bükülmemiş ipekten bol mavi iplikli
püskülü başın hareketi veya rüzgar sebebiyle sık sık dağılıyordu ve taşıyana
derbeder bir görünüş veriyor, sık sık taranması, düzeltilmesi gerekiyordu. Bu
püskülleri taramak için çarşıda, sokaklarda küçük çocuklar ellerinde taraklarla
dolaşır ve para kazanırlardı. Böylece püskül onu taşıyanın başına dert olmuştu.
‘Püsküllü belâ’ deyiminin, henüz fesin tam anlamıyla benimsenmediği, yalnız
asker arasında zorunlu tutulduğu dönemde buradan kaynaklanmış olması
196
muhtemeldir. Cumhuriyet döneminde çıkan bir yasayla Türkiye’de fes
giyilmesi yasaklanmıştır. (1925) 318
Türklerde örtünmede kullanılan örtü ve başlıklarla ilgili bu bilgilerden
sonra kaynaklarda yer alan çeşitli örneklerden alıntılarla Türklerin giyim
kuşam ve örtünmesi ile ilgili bilgi verilecektir.
Eski dönemlere ait birtakım bilgilere ulaşabilmenin en kestirme
yollarından biri seyahatnamelere baş vurmaktır. Seyahatnamelerde hem
Anadolu topraklarında hem de diğer bölgelerde yaşayan Türklerin giyim
kuşamları ile ilgili bilgilere rastlamak mümkündür. Bu bilgiler mümkün
olduğunca kronojik sırayla ve önce Anadolu dışındaki Türklerle ilgili
olanlardan başlayarak verilecek, böylece Müslüman Türklerin örtünme
anlayışlarının tarihçesine de kısaca değinilmiş olacaktır. Bu bilgiler verilirken
alıntıların biraz uzun tutulmuş olması, o dönemin giyim-kuşam ve örtünme
biçimi yanında, bu biçime kaynak teşkil eden anlayış ve kültürün de kısmen
ortaya konabilmesi amacını taşımaktadır.
İbn Batuta, Deşti Kıpçak denilen Kuzey Türk İllerine ( Kırım vs.)
seyahatinde kendisini şaşırtan hususlardan birinin kadınlara karşı tutum
olduğunu şöyle belirtmektedir: “ Bu ülkede gördüğüm ve epeyce şaşırtan
tutumlardan biri de buradaki erkeklerin kadınlara gösterdikleri aşırı saygıdır.
Bu memlekette kadınlar erkeklerden daha üstün sayılırlar. Gerçi beylerin
kadınlarını ilk defa Kırım’dan ayrılırken görmüştüm. Saltuya Bey’in, eşini
baştan aşağı mavi kumaşlarla kaplı, pencere ve kapıları açık bulunan kendi
arabasına bindiği sırada seyretmiştim. Yanında nefis elbiseler giymiş fevkalâde
güzel dört cariye vardı. Arkasından gelen bütün arabalarda da cariyeler
bulunmakta idi. Beyin konağına yaklaşınca arabadan inmişti. Onunla birlikte
en aşağı otuz cariye de inerek hatunun eteklerini tutmuşlardı. Kadın
elbiselerinin eteklerinde ilikler vardır. Cariyeler buralardan tutarlar. Bu kez de
öyle yapmışlardı. Hatun böylece azametle ilerlerken beyin huzuruna geldiği
zaman bey, hemen yerinden kalkıp onu karşılamış ve yanına oturtmuştu...
318 Bkz.Büyük Larousse, “Fes”,VIII/4059-4060 ; Hülya Tezcan, “Fes”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, XII/415-416. Fes va sarık çeşitleri için ayrıca bkz. Nurhan Atasoy, Derviş Çeyizi (Türkiye’de Tarikat Giyim Kuşam Tarihi), Kültür Bakanlığı yay., İstanbul 2000.
197
Esnaf ve satıcıların eşlerine gelince; bunlardan birini atların çektiği bir
arabada gördüm. Yanında eteklerini tutan üç dört cariye, başında
mücevherlerle donatılmış, ön tarafında tavus tüyünden bir sorgucu
bulunan ve Bağtağ/Batak denilen bir hotoz bulunmakta idi. Arabanın
pencereleri açık halde olduğu gibi, kendi yüzü de örtülmemişti. Zira Türk
kadınları yüzleri açık dolaşırlar, erkeklerden kaçmazlar. Bir başka kadını
da aynı şekilde gördüm, yanındaki köleleriyle pazara süt, yoğurt getirip satar,
karşılığında koku ve esanslar satın alırdı. Bazen kadınlara erkekleriyle beraber
rastlarsınız ve o zaman bu adamları kadınların hizmetkârları zannedersiniz.
Çünkü Türk erkekleri sırtlarına koyun derisinden yapılma postlar, başlarına ise
yine ona uygun deri külâhlar giyerlerdi.
...Türk Hakanı Mehemmed Özbeg Han’ın Hatunu başına bağtağ denilen
mücevherlerle bezeli küçük bir hotoz giyer, bunun üzerine tavus tüyünden bir
sorguç konur. Sırtına ise Rum prenseslerinin giydikleri biçimde mücevherlerle
işlenmiş maluta adı verilen bir elbise giyer. Uluğ ve küçük hatunların
başlarında ise kenarları inci ve sırmalarla işlenmiş örtüler vardır. Kızlara
gelince, bunlar hotoz şeklinde tepeleri cevahirle süslü altın bir halka ile tavus
tüyünden sorguçlar takılmış uzun külâhlar giyerler ve her birinin elbisesi nah
adı verilen sırmalı ipek kumaştan yapılmış bulunmaktadır.
Hatunun önünde Rum ve Hind asıllı on, on beş kadar hizmetkâr bulunur.
Bunlar da altın ve mücevher işlemeli ipek elbiseler giyerler ve altın veya
gümüş ya da bu madenlerle kaplı ağaçtan bir değnek taşırlar. Hatunun bindiği
arabanın arkasından yüz kadar araba gider. Her arabada küçüklü büyüklü üç
dört cariye yer almış olup, bunlar da aynı şekilde ipekli elbiseler ve külâhları
ile alaya katılmışlardır. Bunların ardından gelen ve deve ve öküzlerle çekilen
üç yüz kadar arabada ise hatunun hazinesi, eşyası, elbiseleri, yiyecekleri taşınır.
Her araba yukarıda adları geçen cariyelerden biri ile evlendirilmiş bulunan bir
kapıkulunun sorumluluğuna bırakılmıştır. Zira töreye göre böyle bir evlenme
yapmamış bulunan kölelerin cariyelere yaklaşmaları yasaklanmıştır.”319
1883 yılına kadar Siriderya bölgesinde askeri vali, 1906-1907 yıllarında
general vali olan N.İ.Grodekov, 1889 yılında yayınlanan “Siriderya Bölgesinin
198
Kırgızları ve Kazakları” adlı kitabında; bayga bayramında yapılan at
yarışlarında “Hedefe ulaşanlar şapkalarını, takkelerini veya başlarında olan
herhangi bir şeyi hediye dağıtanlara yani heykellerin ve anıtların başında
olanlara atıyorlar.”320 bilgisini vermektedir.
H Kustanev, 1894 yılında Taşkent’te basılan çalışmasında Perov ve
Kazalin civarındaki Kırgızların etnoğrafik özelliklerini incelemiş ve diğer
özelliklerin yanında Kırgızların giyimi ile ilgili olarak şu bilgileri aktarmıştır:
“Kırgızlar giyimleri konusunda titiz değildirler. Onun çadırında lüks yoktur,
ayrıca iç döşemesi de hiç konforlu değildir. Yalnız son zamanlarda
Kırgızlardan bazılarının, Tatarlardan giyimde bazı uyumluluk kurallarını
öğrendikleri görülüyor. Basit günlük kabul edilen Kırgız’ın vücudunun
tamamını saran hafif ve rahat uzun bornoz yerine, Avrupa tipi atlete benzeyen
kısa gömlek giyen kazaklar görünmeye başlamıştır. Dahası elbiseler uzun
kolluymuş, sonra Rus eldivenleri çıkınca soğuk havalarda onları kullanmışlar.
Eldiven zengin Tatarlarda da görülmektedir. Kırgızlar bornozların üzerine
geniş yakalı (enseyi korumak için) ve uzun gömlekler giyinirlermiş.
Gömleklerin eni çok geniş ve rahatmış, hatta genişliği bazen iki insan
vücudunu sarabilecek kadar büyükmüş. Gömleklerin uzunluğu dizkapaklarına
kadar gelirmiş. Bu gömlekler satın alınan çiçekli ve renkli basma kumaşlardan
hazırlanıyormuş ya da kendileri tarafından kaba dokunan kumaştan
dikiliyormuş. Çok soğuk havalarda bu pantolonun veya donun üzerine şalvar
adı taşıyan giysi giyiliyor. Şalvarlar işlenmiş koyun ve koç derilerinden dikilir
ve üzeri de farklı renklerle süslenirmiş. Bazı zengin Kırgızlar çiçekli ipek
kumaştan hazır dikilmiş şalvarlar satın alırlarmış. Gömleklerin üzerine ise beş
metre veya kamzol denen Rus faytoncularının giyimlerine benzeyen kolsuz
elbiseler giyerlermiş. Sonuçta, Kırgızlar kendilerine birkaç bornoz giyme
özgürlüğü tanıyorlar ve bayram günlerinde tam anlamıyla bir bornozluk
oluyorlar. Birinci adet bornoz en ucuzu, ikincisi daha iyi kumaştan daha sonra
ipekten vs. Eğer Kırgız birisi yönetim tarafından verilen saygınlık bornozu ile
ödüllendirilirse veya sim şeritli, altın şeritli veya kadife bornozu varsa bayramı
319 İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara 1981,s.74-82.
199
onunla bitiriyor ve bundan dolayı çok gurur duyuyor. Normal zamanlarda
Kırgızlar sadece tek bornoz giyiyorlar. Bornozun gümüş tokalı deri kemeri var.
Bu kuşak Rus faytoncularının kemerli kuşaklarına çok benziyor fakat fark
şudur ki, sol kalçasının üzerindeki yere bıçaklık takılıyor. Bu eşya Kırgız’ın
hayatında birinci derecede gereklidir...Başında ise Kırgızlar hafif tavşan veya
tilki derisinden yapılmış, tepeye toplanabilen kulaklıklı şapkalar taşıyorlar. Kış
zamanlarında ise Kırgızlar kostümlerini koyun, tilki veya kurt derisinden
yapılan, içi kumaş astarlı tulumlar giyerek tamamlıyorlar. Tavşan şapkasından
ziyade başlarına süs olsun diye ‘tumak-yumruk’ adında, kulaklıkları tepesine
değil de yanlarına sarkıtarak kullanılan şapkalar taşırlarmış. Sona kaldı
ayakkabılar. Ayakkabı yerine Kırgızlar çarık giyerlermiş. Çarıklar kalın, at
derisinden, ilkel metotlara göre yapılırmış. Dikiş modeli ise ayağın rahat
girmesini sağlayacak, ayrıca bir de üzerine giyilecek ayakkabı içine sığabilecek
şekilde olurmuş. Bunların üzerine ise sık dokunmuş kilim veya aba parçaları
sarılmış ve böylece soylu bir ayakkabı türü örmüş olursunuz. Kırgızlar, Tatar
ve şehirdeki tüccarlarla sürekli temas halinde oldukları için lastik ayakkabı
(kebis) giyerlermiş.
Kadınların kıyafetleri erkeklerin kıyafetlerine çok benziyor: Yine aynı
geniş elbiseler, erkeklerde gördüğümüz aba çoraplar ve lastik ayakkabılar;
topuklarına kadar uzun, basma kumaştan renkli, çiçekli, kırmızıları bol olan
evde dikilmiş gömlekler, ta ayakkabılarını kapatırlar. Kışın Kırgızlar kısa
kaban giyerlermiş. Başlarını ise büyük beyaz kumaş ile sararlarmış (çaplık).
Kızlar ise başlarını renkli kumaşla kapatırlarmış, özel günlerde de as
şapkalarını giyerlermiş. Evliliklerinin ilk günlerinde genç bayanlar
orijinal, süslü şapkalar (saukele) giyerlermiş. Saukele şöyle bir şeydir:
Hemen hemen silindirik bombe yaklaşık bir arşın uzunluğunda gümüş ve altın
puanlarla süslenmiş, ayrıca pırlanta, zümrüt ve her türlü değerli taşlar da
takılırmış. Kırgız kadınları başındaki saçları iki belik örer, toplarlarmış ve
yanlarına sarkıtırlarmış. Genç kızlar ise birkaç tane belik örüp her
tarafından sarkıtırlarmış hem yanlarından hem arkalarından Saçlar gümüş
paralar ile süslenirmiş. Çok sık Kırgız kadınlarının kollarında bilezik,
320 N.İ.Grodekov, “Siriderya Bölgesinin Kırgızları ve Kazakları”, Tarih ve Etnoğrafya
200
parmaklarında yüzük, kulaklarında küpe görmek mümkündür. Genel olarak
Kırgız kadınları tüm bu süs eşyasını takınmayı pek severler. Şunu da
muhakkak vurgulamak gerekiyor ki, Kırgız kadınları ve erkekleri her zaman
yanlarında üçgen veya kare şeklinde dikilmiş, içinde dualar olan muskalar
taşırlarmış. Bu muskaların insanı her türlü kötülükten ve uğursuzluktan
koruyacağına inanırlarmış.”321
A.A. Divaev, Siriderya bölgesindeki Kırgızlar’ın düğün törenleri hakkında
bilgi verirken, gelinin gerdanlığı, saykule baş elbisesi ve diğer süslerinin çok
değerli olduğunu söylemekte ve o dönemin başlığı ile ilgili şu dip notları ilave
etmektedir: “Saykulenin yüksek konik şeklinde, kilim deseninden, iç kısmı
kırmızı ve siyah kumaş ile kaplı ve kürk, altın, inci ve değerli taşlarla
süslenmiş bir şapkası var...Nazar değmesin diye tepesine birkaç kuş tüyü
takarlar. Diğer taraftan alt kısmından dizlere kadar uzanan ve inci ve değerli
taşlar ile dizilmiş birkaç ip sarkıtılır.”322
Didaev, 1905 yılında “Türkistan Bordrosu” gazetesinin 152.sayısında
basılan yazısında da Kırgız çocuk oyunlarını anlatırken Uyçur-Uyçur adlı
evcilik oyununda yapılan kuklalara cinsiyetine göre elbise giydirdiklerini, eğer
kukla kız olacaksa başına örtü bağladıklarını, erkek olacaksa pantolon
giydirip başına şapka taktıklarını bildirmektedir.323
Edige Kırımal, Kırım Türk ailesi ve kadını hakkında şu bilgileri
vermektedir: “Kırım-Türk kadını o devrin ekseriya Müslüman kadınları gibi
dış alem ve cemiyetten tecrit edilmiş bir vaziyette yaşıyor ve onun kapalı
hayatı, esas itibariyle, aile ve yakinen tanıdığı diğer Müslüman kadınlarının
muhitiyle hudutlanmış bulunuyordu. Müslüman kadını, 1917 ihtilaline kadar,
bilhassa şehir hayatının icabatına göre, çarşafsız sokağa çıkamıyor, erkekle
müsavî şartlar dahilinde hukuktan faydalanamıyor ve onun baba, koca, erkek
kardeş ve oğullarıyla olan münasebeti yaşayış ve din adetlerinin kaidelerine
göre tayin ediliyordu. Bu hal, onu baba ve kocaya karşı tâbi bir duruma
Açısından Nevruz, çev.Yıldız Pekcan-Sevinç Öztürk, Ankara 1993, s.22. 321 H. Kustanaev, “Perov ve Kazalin Civarındaki Kırgızların Etnoğrafik Özellikleri”, Tarih ve
Etnoğrafya Açısından Nevruz, s.25-28. 322 A.A. Divaev, “Siriderya Bölgesindeki Kırgızlar’ın Düğün Törenleri Hakkında Birkaç Söz”,
Tarih ve Etnoğrafya Açısından Nevruz, s. 43. 323 A.A. Divaev, “Kırgız Çocuk Oyunları”, Tarih ve Etnoğrafya Açısından Nevruz, s.60.
201
sokuyor ve evlatları, bilhassa erkek evlatları üzerindeki iradesini
hudutlandırıyordu. Bütün bunlar, Müslüman kadını, cemiyet hayatına aktif bir
şekilde iştirakten men ediyordu.
Mamafih şurasını da kaydetmek lazımdır ki, kadının bu hukuksuz vaziyeti,
her şeyden evvel, Kırım Türklerinin Yakın Doğu Müslüman halklarından
benimsemiş oldukları dinî adetlerden ve aile yaşayış tarzından ileri geliyordu.
Nitekim birçok tarihi hakikatler, bu dinî adetlerin, birçok hususlarda, Kırım-
Türk ailesinin eski millî kuruluşuna tamamıyla yabancı olduğuna ve daha
Altınordu devrinde (XIII-XIV. asırlarda ) ve Kırım hanlığının ilk zamanlarında
(XV. asır ) Türk kadınının hürriyetten mühim derecede faydalandığına ve bazı
hallerde Kırımın içtimaî ve hatta devlet hayatında muayyen rol oynadığına
şahadet etmektedir. Anlaşılan Kırım kadınının hukuksuzluk ve tecrit
müessesesi, Kırım hanlığının ikinci devrinde (XVII-XVIII. asırlarda ) Kırımın
Yakın Doğu Müslüman memleketlerle yakınlaşması neticesinde teşekkül etmiş
ve Kırım’ın Rusya tarafından istilasından (1783) sonra, millî devlet
hukuksuzluğu ve onun doğurmuş olduğu dinî muhafazakârlık şartları içinde
daha fazla kuvvetlenmiştir. Bu müessese, aynı zamanda, meşhur Kırımlı Türk
ıslahatçısı İsmail Bey Gaspıralı’nın önderliği altında ve onun fevkalade
gayretiyle XIX. asrın sonlarında başlayan Kırım Türklerinin millî kültürlerini
ihya yolundaki çalışmalarında rastlanan en büyük engellerden birini teşkil
etmişti. İsmail Bey Gaspıralı, Rusya Türklerinin millî kültürlerini ihya
mefkuresini tahakkuk ettirmek için, ilk önce Müslüman kadını hürriyete
kavuşturmak programıyla hareket etmek ve bu uğurda kuvvetli ve uzun
mücadeleye girişmek mecburiyetini hissetmişti...”324
Bugün, gerek Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya çıkan Türk devlet
ve topluluklarında gerekse diğer bölgelerde yaşayan Türklerin, giyim-kuşam ve
örtünme konusunda bulundukları bölgenin geleneklerini ve kendi kültürel
özelliklerini devam ettirdikleri bilinmektedir. Türkiye dışında yaşayan
Türklerle ilgili görsel ve yazılı kaynaklar, örtünme konusunda Türklerin dinden
ziyade kültürel unsurları öne çıkardıklarını göstermektedir. Gagavuz
Türklerinin, Hıristiyan olmalarına rağmen, Anadolu kadınına benzeyen
202
giysileri ile Irak Türkmenlerinin orada yaşayan Arap, Hıristiyan veya Yahudi
kadınları gibi giyinmeleri, bunun tipik birer örneğini teşkil etmektedir.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden Cumhuriyet dönemine kadar
Türklerin giyim kuşamı konusunda oldukça fazla bilgi bulunmaktadır.
Seyahatnameler, Türkiye’de bulunmuş yabancıların yazdığı eserler, arşiv
belgeleri ve bu konuda yayınlanmış diğer eserlerden örnekler vermek,
Türkiye’de örtünme anlayışının gelişimini ortaya koymak açısından faydalı
olacaktır.
Osman Turan, Selçuklu Sultanı Alparslan’ın büyük fetihleri ve İslâmiyet’e
hizmetleri dolayısıyla şahsiyetinin dinî efsanelere büründüğünü, ‘gazi ve şehid’
Alparslan’a, Yavuz Selim gibi, birtakım velilik kerametleri atfolunduğunu
belirtmekte ve şöyle demektedir: “Gerçekten o Horasan çölünü geçerken
askerleri ve hayvanları susuzluktan kırılma tehlikesine uğramıştı. Büyük
Sultan, bu nazik durumda çadırına çekilerek, Şamanî usûlüne göre ‘başını açıp’
Allah’a yalvarmıştır ki, Akşemseddin, Mevlânâ gibi büyük veliler de mühim
dualarında Allah’ın huzuruna baş açık çıkarlardı. Bu dua üzerine yağan bol
yağmur ile ordusunu kurtardığı rivayet edilmiştir. Yavuz Sultan Selim de Sina
çölünü geçmek için aynı şekilde dua etmiş ve yağan yağmur ordusunu
geçirmeğe yaramıştır ki burada da bu iki Türk padişahı birbirine benzer.”325
Osman Turan, Türklerde giyim-kuşam ve örtünme ile ilgili şu
değerlendirmeleri de yapmaktadır: “İbn Batuta, XIV. asrın birinci yarılarında,
Anadolu göçebelerinden başka şehir halkının da erkeklerden kaçmadıklarını,
misafirleri ağırladıklarını ve ayrılırken de bunların dua isteyip hediye
verdiklerini yazar. Bununla beraber bu ifadeler daha ziyade göçebelikten yeni
kurtulmuş Türkmen beylikleri için doğru olup Selçuk Türkiyesinin büyük
şehirlerinde, İslâm medeniyetinin kuvvetlenmesi ile paralel olarak,
kadınların da kapandığı görülüyor. ( Bir müellifin şu beyti de kayda
şayandır: Anlar içinde perde yoğidi. Gerçi adâp ve erkân çoğidi.) Filhahika
Mevlâna Celâleddin ‘Birçok kadınlar kapalıdırlar; yüzlerini açmakla isteklerini
tecrübe ederler’ der. Eflâki de, Konya’da peçeli kadınların bulunduğunu
324 Edige Kırımal, “1917 İhtilâlinden Evvel ve Sonra Kırım-Türk Ailesi ve Kadının Durumu”,
Aile Yazıları-I, s. 157-158. 325 Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1979, I-II/284.
203
kaydeder. Nitekim Sultan Alâeddin Keykubâd, tahta çıkmak üzere Konya’ya
girdiği zaman yapılan şenlikleri kadınlar, sadece pencerelerden seyrediyordu...
Kaşgarlı Mahmud, gelin giderken yabancılara görünmemesi için ‘didek’
denilen bir örtüyü başına örttüğünü söyler. Böylece şehirlerde, İslâm
medeniyetinin inkışafı ile birlikte, kadınların örtünmeleri de gittikçe sıkı bir
şekil almaya başlamış; hatta İslâmiyetin tesettür ölçülerini de
aşmıştır...Osmanlı Türkleri, Selçuklu Türkiye’sinde başlayan kadınların
örtünmesini devam ettirdiler ve feodal siyasî bünyeye olduğu gibi kadınların
rollerine de nihayet verdiler.”326
İbn Batuta, Sinop Beyi İbrahim Bey’in annesinin cenaze törenine
katıldığını anlatarak cenazedeki erkeklerin giyimleri ile ilgili şu bilgiyi
vermektedir: “ Bey, cenazeyi başı açık ve yaya olarak takip ediyordu. Öteki
beylerle kapıkulları ise hem başlarını açmışlar hem de kaftanlarını ters
giymişlerdi. Kadı ve hatip efendilerle hocalar ise elbiselerini ters giydikleri
halde başlarını açmamışlar, sarıkları yerine siyah yünden bir çevre
dolamışlardı. Bu çevre halkı arasında yas kırk gün sürmekte ve her gün sofralar
kurularak ziyafetler verilmekte idi ki, bu kez de öyle yapıldı.”327
İbn Batuta Antalya seyahatinde tanıdığı Ahi gençleri de şöyle tavsif
etmektedir: “Oturma salonunda, sırtlarına kaba giymiş, ayaklarında mest olan
ve bellerini, ortasında bir hançer asılı iki arşın uzunluğunda kemerler bağlayan,
başlarını her biri bir arşın uzunluğunda ve iki parmak eninde taylesanlı softan
yapılmış beyaz sarıklarla örten gençlerden bir grup yer almıştı.
Gençler burada toplandıkları vakit sarıklarını çıkarıp önlerine koyarlardı
ki, o zaman başlarını, görünüşü gayet güzel olan ince ve şeffaf ipekten yapılmış
zerduhanî denilen veya buna benzer bir takke ile örtmekte idi...”328
Kanunî devrinde İstanbul’daki hayatı anlatan ve ismi bilinmeyen bir
İspanyol tarafından yazılıp Manuel Serrano Y. Sanz’ın el yazmasından
“Türkiye’nin Dört Yılı 1552-1556” ismiyle Türkçe’ye çevrilen eserde; Mata,
Pedro ve Juan adlı kişilerin karşılıklı konuşmaları biçiminde o dönemle ilgili
önemli bilgiler ve bakış açıları yansıtılmıştır. Orijinalliğini bozmamak için
326 Osman Turan, 208-211. 327 İbn Batuta,61. 328 İbn Batuta,7.
204
aynen aktarılması uygun bulunan bu konuşmaların giyim- kuşam ve örtünme
ile ilgili kısımları şöyledir:
“Mata- Bizimkiler gibi Türk kadınları da sokağa çıkarken giyimli-kuşamlı
tantanalı mıdır?
Pedro- Daha da fazla, ama sokakta kendilerini kimse tanımaz.
Mata- Neden?
Pedro- Sokağa çıkarken sımsıkı örtünürler. Dışarda kendilerini gören
babaları, kardeşleri bile tanımaz.
Juan- Evde kendilerine hiç bakmadıkları için mi sokakta tanınmıyorlar?
Pedro- Dış giyimlerinde pek fazla bir değişiklik yoktur. Rahibeler gibi
hep bir çeşit giyinirler. Manastırda bütün rahibeler yüzleri örtülü olarak
önünüzden geçseler, kız kardeşinizi veya karınızı tanıyabilir misiniz?
Mata- Tabi ki hayır.
Pedro- Tamam, işte Türk kadınları da tanınmazlar. Büründükleri çarşaf
değişik renk ve değişik kumaştan yapılmış olabilir. Kimi açık, kimi koyu, kimi
işlemeli, kimi ipekli, kimi ise çuhadandır. Kapınızın dışında, sokakta
rastlayacağınız yüz kadının hiç değilse yarısı, kendi karınızla aynı kıyafettedir.
Mata- Türk erkekleri kıskanç mıdırlar?
Pedro- Pek çok. Karılarının bulunduğu yere kendi kardeşleri ve
akrabalarını bile sokmazlar...
Juan- Kadınlar ata binerler mi?
Pedro- Ekseriya tahtırevan şeklinde kapalı arabalarla gezerler. Ata
binerler, fakat katıra binmezler. At üzerinde de yanlamasına değil, erkekler gibi
bacaklarını açarak otururlar.
Mata- Doğrusu bu güzel değil, kadına yakışmaz.
Pedro- Doğuda, Türk’ün hakim olduğu yerlerde bütün kadınlar şalvar
giyer ve şalvarla yatarlar.
Juan- İyi bir adet. İspanyol kadınları gibi ‘claque’ giyerler mi?
Pedro- Ne olduğunu bile bilmezler.
Mata- Peki ne giyerler, nasıl giyinirler?
Pedro- Baş örtüsü hariç erkekler gibi giyinirler. Ve dünyaya
geldiklerinden beri hep aynı şekilde giyinmişlerdir denilebilir. Bizdeki gibi
205
durmadan kıyafet değiştirmezler. Mümkün olduğu kadar Hıristiyanların
yaptıklarının aksini yapmaya çalışırlar. Onlara göre Hıristiyanlardan ve
Hıristiyan adetlerinden uzak kalındığı ölçüde Allah katında itibar kazanılır ve
Muhammed’in dinine yaklaşılmış olur. Bu yüzden yakasız mintan, bol şalvar,
kıvrım kıvrım kollu kaput, dar ve uzun kaftan giyerler... Yakasız mintanları
pamuktan dokunmuştur. Başka bez kullanmazlar. Mintanın üzerine giydikleri
zıbınların kolları dirseklere ve etekleri dizkapaklarına kadar uzanır.
Juan- Kolları neden o kadar kısa?
Pedro- Namaz kıldıkları için, abdest almakta zorluk çekmesinler diye.
Mata- Zıbın uzun olunca pantolonu çekmek zor değil mi?
Pedro- Onlarda bizim gibi askılı potur giymezler. İnce bezden şalvar
giyerler.
Juan- Üşümüyorlar mı?
Pedro- Kışın altında temiz kalsın diye bir yün şalvar daha giyerler. İnce
meşinden kırmızı veya sarı mesti de ayaklarına geçirirler.
Mata- Neden?
Pedro- Ayaklarının daima temiz olması gerekir. Yazın giydikleri lâpçınlar
ince deriden mor, kırmızı veya sarı renkte yapılır. Bizdeki kumaşların boyanışı
gibi deriye çok güzel renkler verirler. Kepenek yerine de dolama adı verilen,
topuklara kadar uzun şeyler giyerler. Manto olarak uzun ferace veya kaftan
giyerler. Giyimlerini mümkün olduğu kadar iyi kumaştan
yaptırırlar...Zıbınınkiler gibi dolamanın da kolları dirseklere kadardır.
Feracenin ve kaftanın kollarını dar ve uzun yaparlar. Gömleklerinin kolları da
zıbın gibi kısadır ve dirsekle bilek arasındaki boşluğu kolluk takarak kapatırlar.
Abdest alırken kolayca çıkarıp takarlar.
Juan- Bizim şehir halkı gibi, şartlara bağlı olmadan, arzu ettikleri şekilde
giyinmelerine memnun oluyorlardır.
Pedro- Lapçın ve mestlerin gayet geniş konçları var. Onlar bizim gibi
uçları kopçalı bağ değil, çatmalı düğme kullanıyorlar. Ayakkabıları da kayık
gibi sivridir. Tabanları tahta gibi sert olduğu için ayaklarından kolayca çıkar.
Çeşme altında yıkandığı zaman, cam gibi, su çekmez. Ayakkabılarının burnuna
düzinelerle çivi çakar, topuklarına nal gibi demirler koyarlar.
206
Mata- Yolda giderken gürültü çıkarmaz mı?
Pedro- Önemli değil. Burada ses çıkarmayan ayakkabılar yerine gürültülü
olanlar kullanılsaydı böyle bir şey düşünür müydünüz? Giyimlerinden
bahsederken herkesin aynı şekilde giyindiğini söylemiştim. Bu yüzden koca
erken kalkarsa karısının, karısı erken kalkarsa kocasının elbisesini giyebilir...
Juan- Sivil, hoca, subay, er, hep topuklarına kadar uzun elbise mi giyerler?
Pedro- Evet. Rum, Yahudi, Macar, Venedikli, kısacası bütün doğu.
Mata- Savaşırken zorluk vermez mi?
Pedro- Neden rahatsız olsunlar? Doğduklarından beri aynı şekilde
giyiniyorlar. Gerekince eteklerini kuşaklarının altına sokuverirler...Türkiye’de
kışın kürk giymeyen Yahudi, Hıristiyan ve Türk yoktur. Herkes gücü
yettiği kadar iyisini alır...
Juan- Başlık ve kukuleta da kullanırlar mı?
Pedro- İşte erkekle kadın giyimi arasındaki tek fark bundadır. Kibarı,
askeri, sivili herkes ayda bir defa tıraş olur, bıyıklara hiç dokunmazlar. Din
adamları sakal uzatırlar. Kafalarını da tepede bir tutam saç bırakarak uzatırlar.
Juan- Neden?
Pedro- Savaşta vurularak kafaları kesilirse düşman ağzına elini sokmasın
saçlarından tutup kaldırsın diye. Düşman parmaklarının ağızlarına girmesi pek
ağırlarına gidermiş.
Juan- Böyle saçma bir şeye hepsi inanırlar mı?
Pedro- Daha saçmalarına da kulak verirler. Başlarına giydiklerine gelince;
en altta ince ve dikişli bir takke giyerler. Bunlar hapishanelerde yapılır. Üstte
iki parmak kalınlığında buruşmasın diye arasına pamuk döşenmiş ipekten bir
serpuş, daha üstte de Çalma dedikleri bir sarık vardır. Kimi büyük kimi ufaktır.
Kibarlar kırk arşın uzunluğunda, gemiciler yirmi beş arşın uzunluğunda sarık
sararlar. Sinan Paşa, Divan’a giderken başka, çarşıda dolaşırken başka çeşit
sarardı ama her ikisi de seksen arşından az değildi. Müftü, kazasker ve kadılar
da öyle sararlar. Sarık sarmak bayağı marifet ister. Bu işle geçinen insanlar
vardır. Sarık daima bembeyaz ve tertemiz olmalıdır. Ufak bir leke veya kusur
olursa çözülüp yıkatırlar.
Juan- O kadar ağırlığı nasıl taşırlar?
207
Pedro- Her gün yapa yapa alışırlar... Sarıklar için faydasız da denilemez,
çünkü savaşta kelleyi korur. Açık bir başı yarmak o koca sarığı kesmekten
daha kolaydır. Hayatında hiç Türk görmemiş bir kimse yandan görse kadın
zanneder. Çünkü giyimleri uzun, başlıkları bembeyazdır.
Mata- Türk kadınları saçlarını nasıl süslerler?
Pedro- Saçları uzundur ve omuzlarının üstüne dökülür. Bizim
papazlar gibi alınlarının üstünü kırparlar. Sert, zarif, sırma işlemeli bir
hotozu başlarının üstüne kondururlar. Çenelerinin altına uçlarını
düğümleyerek hotozun ön tarafını kapatmayacak şekilde bir yemeni
bağlarlar. Daha üste altın sırma ile işli bir tül atarlar. Alınlarında tacı
andıran, klaptandan bir şerit sarılıdır. Boyunlarına iki veya üç defa
doladıkları tülü durmadan düzeltirler.
Mata- Başlıkları güzelmiş doğrusu.
Pedro- Pek de yakışır.
Juan- Bunu bizimkiler bilselerdi kendilerininkileri bırakıp aynısını
yaparlardı.
Pedro- Broştan hoşlanmazlar ama taşlar son derece ucuz olduğu için
kıymetli taşlarla süslü altın gerdanlık, bilezik ve küpe, orta halli olanlarda bile
bulunur...”329
O dönemde İstanbul’da küçük farklılıkların oluşmasına çalışılmasına
rağmen, bütün din ve milliyetlere mensup insanların aynı biçimde giyindiğini
anlatan bu bilgiler, giyim-kuşam ve örtünmede çevre, örf ve kültürün, din
kurallarının önüne geçtiğini göstermesi bakımından da önem arz etmektedir.
XVII. asrın Marko Polo’su sayılan meşhur Fransız seyyahı J.B. Tavernier,
Türkiye üzerinden İran’a yaptığı seyahati anlattığı kitabında giyim kuşam
üzerinde pek durmamakla birlikte şu bilgileri vermektedir: “Üsküdar’dan
ayrılırken...yolun iki kenarında mezarlıklar vardır. Erkek ve kadınlara ait
mezarlar, kolayca birbirinden ayırt edilir. Erkeklerin mezar taşlarının üstünde
bir sarık, kadınlarınkinde ise bir kadın baş örtüsü bulunur...Bu yünleri asla
boyamazlar...Beyazları üstelik ötekilerden daha kıymetlidir; çünkü az
329 Türkiye’nin Dört Yılı 1552-1556, Manuel Serrano Y. Sanz’ın el yazmasından çev.A.
Kurutluoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, tyy., s.126-139.
208
bulunurlar. Müftülerin, mollaların ve diğer kilise adamlarının kuşakları, dua
ederken başlarına geçirdikleri başlıklar ve takkeler, sırf beyaz yündendir.”330
1655-1656 yıllarında 9 ay süreyle İstanbul’da bulunan, daha sonra da
Bursa, İzmir, ve bazı Ege adalarını gezen seyyah Jean Thevenot ise,
Seyahatnamesinde Türklerin giyim kuşamından da söz etmekte ve şu bilgileri
vermektedir: “Elbiseleri, onların güzel görünmesine yardımcı olur, bütün
kusurlarını örter, elbisenin altına önden ve arkadan aynı şekilde kapalı olan iç
donu giyerler. Gömleklerinin kolları bizim kadınlarımızın gömleklerine benzer
ve aynı şekilde açılır, donun üzerine sarkarlar. Gömleğin üzerine topuklara
kadar inen önü ilikli, rahip kıyafetine benzeyen, kolları dar olan ve ellerin üst
kısmını kaplayacak şekilde, küçük daire şeklinde biten bir doliman (kaftan,
entari) giyerler. Bu dolimanları bez, tafta, saten veya renkli ve güzel
kumaşlardan, kışın ise pamuklu pikeden yaparlar. Dolimanın üzerine bir kemer
takarlar. Başlarında bir türban yahut iki veya üç parmak genişliğinde bir kalpak
taşırlar...Dolimanın üzerinde bizim robdöşambrımıza benzeyen ferace taşırlar.
Kolları geniş ve kol uzunluğundadır. Bunu manto yerine kullanırlar ve kışın
onun üzerine de kürk giyerler ve orta halli olanlar dahi samur bir kürke sahip
olmak için seve seve dört veya beşyüz kuruş sarf ederler...Başlarında, içi
pamuklu ile kaplanmış kenarsız şapka şeklinde, koyu kadifeden bir başlık
vardır. Etrafına beyaz veya kırmızı türban sarılır. Bu türban belirli bir
genişlikte bezden veya ipek kumaştan yapılmıştır ve başın etrafında birkaç kere
dolanır. Bunlar değişik tarzlarda sarılırlar. Bir kişinin taşıdığı türbana bakılarak
onun mevkii ve sosyal durumu hakkında fikir edinilir. Bunun bağlanması
bazen zordur, tıpkı bizdeki berberler gibi bunu bağlamayı meslek ve iş edinmiş
kimseler vardır. Hz. Muhammed’in soyundan gelenler yeşil türban taşır,
bunlara şerif denir... Bu soydan gelen kadınlar da başlarının ön kısmı
üzerindeki peçelerine tutturulmuş olarak taşıdıkları bu çeşit yeşil kumaş parçası
ile tanınırlar.”331
330 J.B.Tavernier, XVII. Asır Ortalarında Türkiye Üzerinden İran’a Seyahat, çev. Ertuğrul
Gültekin, İstanbul 1980, s.26, 52, 59. Erkeklerin ev içinde giydiği üstlük.
331 Jean Thevenot, 1655-1656’da Türkiye, çev. Nuray Yıldız, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1978, 82-84.
209
Thevenot, Türk erkek kıyafetleri hakkında verdiği bu bilgilerden sonra
Türk kadınlarının giyim kuşamları ile ilgili de şunları aktarmaktadır:
“Türkiye’de kadınlar ...sokağa çok az çıkarlar ve çıktıkları zaman da
örtülüdürler. Onlar tabi güzelliklerine sun’i ilaveler yaparlar. Kendilerine
çekicilik vermek için kaş ve kirpiklerini sürme dedikleri siyah renkli bir madde
ile boyarlar. Tırnaklarına koyu kırmızı renkte kına dedikleri maddeyi
sürerler...Onlar hemen hemen erkek gibi giyinirler. İlkin aynı erkekler gibi
içlerine iç don giyerler, bunlar topuklara kadar iner ve mevsime göre kadife,
çuha, brokar, saten ve bezdendir. Sonra gömlekleri vardır ve üzerine pikeden
jüpon adını verdikleri küçük bir gömlekçik daha giyerler. En üste kaftanlarını
giyerler, gümüş yaldızlı veya altın levhalar ile süslenmiş, bazen taşlarla
zenginleştirilmiş kemerlerini takarlar...
Sokağa çıktıkları zaman erkeklerinki gibi feraceleri vardır. Bunun kolları o
kadar uzundur ki ancak parmaklarının ucu görünür. Sokaklarda feracelerinin
bir ucunu, ön tarafta biri diğerinin üzerine gelecek şekilde tutarlar.
Ayakkabıları erkeklerinki gibidir.
Saç tuvaletleri farklıdır. Çünkü onlar saçlarından arkada böğürlerine
kadar sarkan geniş bir örgü yaparlar. Saçları çok kısa olanlar, örgülerini
göğüslere kadar asılı olan satenden bir örtü içinde saklarlar yahut da oldukça
uzun sun’i bir örgü takarlar. Başı örtmek için evde, kırmızı çuhadan
yapılmış bir başlıkları vardır, bu tıpkı bizim gece başlıkları gibidir fakat
oldukça uzundur. Onun üzerine tam ortasına incileri çepeçevre dikerler. Bu
başlığı kulakları tamamen örtecek şekilde giyerler ve onun alt kısmında altın ve
ipek çiçekleri işlenmiş, ince bezden yapılmış güzel bir mendil bağlarlar bu
onlara güzel bir görünüş verir. Dışarıya çıktıkları zaman bunu kullanmazlar
ve yaldızlı kartondan bir başlık takarlar; bu başlık oldukça yüksektir ve
üst kısmı, alt kısmından daha geniştir.
Bundan başka sokağa çıktıkları zaman, başlarını gözlere kadar alnı da
örten bir çarşafla bürünürler. Gözleri altından başlayan, burnu ve ağzı
kapayan ve başın arkasında düğümlenen bir diğer örtü de bütün yüzden
210
ancak gözleri açıkta bırakır. Hatta çıplak elle dolaşmaları ayıptır. Bu sebeple
onlar elleri gizleyen gömlek ve ceketler giyerler.”332
Osmanlı İmparatorluğunu anlatan önemli eserinin bir bölümü “18. Yüzyıl
Türkiye’sinde Örf ve Adetler” ismiyle Türkçe’ye çevrilen D’ohsson da, bu
kitapta o döneme ışık tutan çok önemli bilgiler vermektedir. Kitabın “Giyim”
başlıklı bölümünde verilen bilgilerin bazıları şöyledir: “Müslümanlar daima,
bütün Doğulular ve eski Araplar gibi uzun elbise giyegelmiştir. Osmanlılar da
aynı yolu takip etti. Ama bu arada İmparatorluğun vatandaşları arasında bir
kıyafet birliği olduğunu da zannetmemelidir. Payitahtta olsun, taşrada olsun
elbiselerin biçim ve kesimi daima farklıydı. Bu fark zevk veya modadan
değil, doğrudan doğruya, muhtelif durumdaki insanları ayırmak için
konan kaidelerden ileri geliyordu. Başa giyilen sarık, bilhassa resmî
memurlar arasında bu kaidelerin meydana getirdiği farkı iyice tebarüz
ettiriyordu. Türklerin giyiminin bu kısmı, devlet büyükleri için olsun,
hükümdarlar için olsun daima şayan-ı dikkat değişikliklere uğramıştır...
Bir Türk’ün kılığı ne olursa olsun, giydiği başlık, onu diğerlerinden
ayırmaya yeter. Müslüman hiçbir zaman, ne sarayda, ne padişahın
huzurunda ne de camide başlarını açamazlar. Onlar için başını açmamak
bir terbiye, edeplilik nişanesidir...
Türk erkekleri kullandıkları kumaşların cinsinde, üzerlerinde taşıdıkları
yahut süs olarak kullandıkları eşyada nispeten serbest davranmaktadır. Ancak
kadınlarda bu serbestlik büsbütün göze çarpar. Halleri vakitleri ne olursa olsun,
altın yahut gümüşten, küpe, bilezik, gerdanlık ve kemer takmayan kadına
hemen hemen rastlanmaz. Daha yüksek mevkilerde olanlarda ise bu süs eşyası
en halis incilerden ve her çeşit değerli taşlardan olur. Kadınlar çok defa beş,
altı yüzüğü bir arada takar. Bütün parmaklara, başparmağa bile yüzük takıldığı
olur. Başlıkları yüksektir, daima düz, işlemeli yahut renkli muslinden
yapılır ve çiçekler, elmaslar, yakutlar ve zümrütlerle süslenir. Bazıları da
padişahı taklit ederek balıkçıl tüyü takar. Bunlara sorguç diyorlar.
Sorguçlar buket biçiminde olur. Sorgucun sapı değerli taşlarla
332 Thevenot,137-138.
211
zenginleştirilir. Kadınlar arasında saat kullanma pek yaygın değildir...Orta
derecede hali vakti olan kadınlar boyunlarına, göbeklerine kadar inen altın
zincir asarlar. Bu zincire küçük altın paralar asılır ki bunların sayısı altmış ile
seksen arasında olur. Yahut da muhtelif boy ve şekilde madalyonlar asarlar...
Müslüman kadınlar da yelpaze kullanırlar ama sadece yazın ve evlerinde
olmak şartıyla. Nadiren de dışarıda kullanırlar...
Türk kadınları, Avrupalı kadınların zihnine bir kâbus gibi yerleşen
modanın esiri değildir. Türkiye’de hemen daima aynı çeşit başlık, aynı
kumaşlardan yapılma, aynı biçim elbiseler kullanılır...Müslüman
kadınlar...tırnaklarının yarısını hınna, halk arasında dendiği gibi kına ile
boyamayı severler. Sonra kaşlarını ve daha çok kirpiklerini sürme ile boyarlar.
Bir kısım Afrikalılar ve Araplar arasında erkekler de sürme kullanır. Bir kısım
Müslümanların bu hareketi; sürmenin bilhassa sıcak memleketlerde göze iyi
geleceği inancından doğar. Bazıları da, halis bir Müslüman olarak, Peygamberi
ve yakınlarını taklit etmek için kullanırlar.
Takma saç kullanan bir Müslüman kadına nadiren rastlanır... Saçlarını tabii
halinde muhafaza ederler. Ya uzun örgüler halinde omuzlarına dökülür
veya başlıklarını teşkil eden muslin sargının etrafına dolanır. Elli, altmış
hatta seksen örgüsü olanlara rastlanır. Örgüler umumiyetle çiçeklerle ve her
çeşit mücevheratla süslenir. Başın ön tarafındaki saçlar kısmen alnın üstüne
dökülür, kısmen yanakların yanlarını örter. Saç tuvaletinin en çok
beğenilen şekli de saçların bütün alnı kapatarak, kaşların üzerinde çift
hilâl meydana getirmesi ve iki hilâlin birleştiği ucun burnun başladığı
noktaya kadar uzamasıdır. Varlıklı kadınlar bu modaya çok riayet eder.
Zaten onların başlıkları; yanlara doğru çok hacimli olması, yüksekliği, en
tepede ipekli yahut sırmalı veya nadide incili bir püskülle son bulması
bakımından diğerlerinden ayrılır.
Orta halli kadınların başlıkları fazla yüksek olmaz, alınları da açıktır.
Cariyeler de aynı tuvaleti yapar. Diğer taraftan cariyeler hizmet ederken
veya efendilerinin huzurlarına çıkarken asla kürklü elbiseler giymez.
Çuhadarlar ve büyük konakların bütün hizmetçileri için de durum aynıdır.
212
Umumiyetle kadınlar da, erkekler gibi, başlıklarının altına kırmızı
çuhadan yapılmış bir takke giyerler. Bazılarınınki de beyaz çuhadandır.
Bu çuhalar Kuzey Afrika’da dokunur. Bir müddetten beri de Fransa’da,
Orleans’da dokunuyor.
Bütün kadınlar, bilhassa yazın, üstlerine bürüncek-bürümlük denen ince
bezden yapılma, topuklarına kadar inen uzun kollu gömlek giyerler. İstisnasız
hepsi erkeklerinki kadar uzun, don ve şalvar giyer; bunlar topuk üstünden bir
uçkurla sıkılır. Erkeklerinki sadece deve tüyü ve kırmızı çuhadandır. Askerler,
denizciler, bazı dervişler ve aşağı tabakadan halkın giydikleri son derece bol
olur. Mavi veya beyaz çuha yahut alelade kumaştan yapılır. Kadınlar ise her
çeşit kumaşı kullanırlar. Gerçi bunlar ilk bakışta, fazlaca bol olduğu için,
insana gülünç görünür ama elbisenin bütünüyle bir ahenk meydana getirirler...
Çoraplar bile zar zor görünür. Bunlar da ince pamuk ipliğinden yapılmıştır ve
uzunlukları bacağın yarısına kadar çıkar. Ayaklarına sarı deriden yapılma terlik
denen bir çeşit ayakkabı giyerler. Onun da üstüne pabuç denen ökçesiz bir
ayakkabı giyilir. Kadınların ayakkabısı erkeklerinkinden daha zarif olur.
Varlıklı kadınlar ve padişahlarınki altın, gümüş ve hatta değerli incilerle süslü
olur. İskarpin, ökçe, toka gibi şeyler bilmezler. Ancak çoğu, evlerinde, bahçede
dolaşırken tahta altlı galoşlar yahut altın işlemeli, inci kakmalı yüksek altlı
sandal (takunya) giyerler. Hemen hemen bütün kadınlar sadece tuvaletlerinde
kullandıkları eşyalarda değil, evlerinin alelade işlerinde kullandıklarında da
nakışa geniş ölçüde önem verirler. Mendiller, havlular, peşkirler, peçeteler,
kısacası don ve şalvarlarının uçkuruna varıncaya kadar böyledir. Hatta
erkeklerinki sim veya sırma ile işlenir. Kadınların çoğu sanatkârane bir şekilde
ipekle işlenmiş gömlek giyer.
Müslüman kadınları biçimlerinin zarafetinden çok elbiselerinin
zenginliğine önem verir; çünkü onlar, ancak bu şekilde beğenileceklerini
düşünürler. Bulûğa erdikten hemen sonra evlendirilir ve kocalarını da daha çok
koca değil, efendileri olarak sayarlar. Başka erkekleri ancak kafes arkasından
görebilirler. Sade ve nezih bir hayat yaşamak istedikleri için koketliğin ne
olduğunu bile bilmezler. Bu, onlara tamamen yabancı bir şeydir.
213
Türkler kendilerine mahsus adetlere sahiptir. Bu yüzden kadınlar nadiren
evden çıkar. Ama dışarı çıktıkları zaman ferace dedikleri uzun bir maşlah
giyerler. Yazlık feraceler Ankara yününden, kışlıklar çuhadan yapılır.
Bunların omuzlara kadar düşen çok geniş bir yakası vardır. Yakalar
umumiyetle kırmızı, mavi yahut yeşil satenden yapılır. Yüzlerini iki ayrı
muslin tül ile örterler. Birincisi burnun ortasından başlar, bütün göğsü
örterek göbeğe kadar iner. İkincisi de gözkapaklarına kadar bütün başı
kaplar. İkisi birlikte o şekilde düzenlenmiştir ki sadece gözleri görünür.
Aynı zamanda bacaklarının yarısına kadar çıkan çedik (vaktiyle kadınların ve
ilmiye ricalinin giydiği sarı deriden yapılma mest. Bu mest, yine aynı renkte
kundura içine giyilirdi.) giyerler. Onun da üstünde pabuçları vardır. Bazı Asya
eyaletlerinde başa örtülen tül vücudun yarısına hatta dizlere kadar iner.
Mısır ve Suriye’de bu tül siyahtır ve bütün vücudu kaplar. Burada sadece
göz hizasına gelen iki delik vardır.”333
1717-1718’de İstanbul’da İngiliz Elçiliği yapan E.W. Montagu’nun eşi
olan Lady Mary Wortley Montagu Türkiye’de bulunduğu sırada yazdığı
mektuplarla Türk sosyal hayatına ait birtakım bilgiler vermiştir. Lady
Montagu’nun mektuplarında kıyafetle ilgili bilgiler şöyledir: ‘Beni Türk
elbisesiyle görseniz şaşarsınız. Size resim göndereceğim ama yine de
kıyafetimi tarif edeyim: Önce gayet geniş şalvarım var. Bu gayet ince, gül
pembesi, kenarı sırmalı kumaştan, yapılmış bir şalvar. Terlikler sırma işlemeli
beyaz deriden yapılmış. Şalvarın üstüne sarkan tül gömlek tamamen işlemeli.
Gömleğin kolları, kolumun yarısına kadar iniyor ve çok geniş. Yakasını elmas
bir düğme ilikliyor. Göğüsün renk ve şekli gömlekten tamamen görünüyor.
Entari ise sanki vücuda göre biçilmiş ceket. Fakat benimki beyaz Şam
kumaşından yapılmış, kenarı ise gayet kalın sırma işlemeli. Bu çeşit elbiselerde
düğmenin elmas veya inci olması lazım. Kollar arkaya doğru genişliyor.
Mintanım ise şalvarımın kumaşından. Elbise vücuduma çok uygun. Uzunluğu
ayaklarıma kadar. Bele aşağı yukarı dört parmak genişliğinde bir kemer
takılıyor. Kolları uzun ve dar. Zengin kadınların kemerleri elmas ve sair
333 D’Ohsson, 18.Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, çev. Zehran Yüksel, Tercüman 1001
Temel Eser, tyy., s.79-103.
214
kıymetli taşlarla süslü. Fazla masraf olmasın diye bazıları işlemeli satenden
yapıyorlar. Ayrıca elmaslı bir toka ile önden bağlanıyor bu kemerler. Türk
kadınları kürkü ev elbisesi olarak bazen giyip bazen çıkarıyorlar. Bu kürkler
ağır dibâdan, içleri samurla kaplanmış, kolları omuzlardan aşağı inmiyor.
Benimki kenarları sırmalı yeşil kürk. Başa giyilen şapkalara kalpak(hotoz)334
deniliyor. Kışın giyilenleri inci ve elmaslarla işli kadifeden, yazın ise bol
sırmalı kumaştan yapılıyor. (Hotoz başın bir tarafında, yana doğru mail, bir
çapkın fiske ile hafifçe yıkılacak gibi; altın sırmadan küçücük püskül, dilber bir
eda ile sarkıyor. Yahut üzerine işlemeli bir çevre atılır.335) Başın öbür
yanındaki saçlar da toplanıyor, üstüne çiçek veyahut sorguç gibi şeyler
konuluyor. En revaçta olanı da muhtelif taşlardan müteşekkil büyük bir demet
takmak. İncilerden çiçek goncaları, elmaslardan yaseminler, yakutlardan güller,
sarılarından da fulyalar yapılıyor ki daha güzelinin yapılabileceğini tasavvur
edemezsiniz. Saçlar olduğu gibi arkaya dökülüyor, inciler ve fiyonklarla
süslenmiş örgüler yapılıyor.
Buradaki kadar güzel ve gür saçlı kadınlara hiç bir yerde
rastlamadım.Hiçbir takma saç kullanmadan yüz on örgü saydım bir
tanesinde...Buradaki kadınlar kirpiklerine çok itina ediyor, gözlerinin etrafına
sürme çekerek kirpiklerini, uzaktan bile fark edilecek derecede parlak
göstermesini biliyorlar. Sürmeyi Rum kadınları da kullanıyor. Sürme gündüz
aydınlıkta çok dikkati çekiyor. Türk kadınları tırnaklarını kına ile boyuyorlar
ama alışkın olmadığım için bu benim hoşuma gitmedi.
...Hangi sınıftan olursa olsunlar iki yaşmak örtünmeden sokağa
çıkamıyorlar. Bu örtülerin biri gözler açıkta kalmak üzere yüzü örtüyor,
diğeri saçlarını örtüp vücutlarının yarısına kadar arkalarından sarkıyor.
Bir ferace ile de vücutlarını kapatıyorlar. Feracesiz sokağa hiçbir kadın
çıkamıyor. Feracenin kolları dar ve parmak ucuna kadar uzun. Erkeklerin
cübbeye büründükleri gibi bunlar da feraceye bürünüyorlar. Bunlar kışın
çuhadan, yazın ince ipekli kumaştan yapılıyor. Bu kadınlar feraceyi giydikleri
zaman o derece değişiyorlar ki, en kıskanç bir koca bile eşini sokakta
334 Ali Seydi Bey, Teşrifat ve Teşkilâtımız, Haz. Niyazi Ahmet Banoğlu, Tercüman 1001
Temel Eser, tyy., s.215. 335 Ali Seydi Bey, s.215-216.
215
tanıyamıyor. Tabii ayrıca sokakta hiç bir erkek bir kadına dokunamıyor ve
takip edemiyor. İşte bu maskeli kıyafet sayesindedir ki, kadınlar hiç
yakalanmadan bütün ihtiraslarını tatmin etmekte tamamen serbest
oluyorlar...”336
Lady Montagu’nün şu sözleri de İstanbul kadınının hayatını farklı bir
açıdan değerlendirmektedir: “İstanbul’da teneffüs olunan havaya alıştığım ve
söylenen dili öğrendiğim için buradan pek hoşlanıyordum. Her gün İstanbul
sokaklarında çarşafla dolaşıyordum ve merakımı çeken her şeyi öğrenmek
istiyordum. Size şunu itiraf edeyim ki, Türk kadınları dünyanın bütün
kadınlarından daha geniş bir hürriyet içinde yaşıyorlar. Burada ömürlerini
hiçbir kayıtla mukayyet olmadan, mütemadî eğlencelerle geçiren insanlar varsa
onlar da kadınlardır...Hülâsa, parayı kazanmak kocanın, israf etmek de kadının
vazifesi. En adi tabakaya mensup kadınlar bile bu kaidenin dışında kalmıyorlar.
Sırtında işleme çevre satan bir esnafın karısı bile sırmasız esvap giymiyor.
Onun da çeşitli kürkleri, başını süslemek için bir elmas takımı var...Artık bu
sözlerim üzerine Türk kadınlarının her halde düşünceli, nazik ve bizim kadar
hür olduklarına inanabilirsiniz.”337
XVI. yüzyıl sonunda Türkiye’den geçen Alman Protestan papazı
Solomon Shcweigger’in, “Türkler dünyaya, karıları da onlara hükmeder. Türk
kadını kadar gezen eğleneni yoktur. Çok karılılık yoktur. Herhalde bu işi
denemiş, dert ve masrafa neden olduğunu anlayıp vazgeçmişler. Boşanma pek
görülmüyor. Çünkü boşanırken erkek para ve eşya veriyor ve kız çocuk anaya
kalıyor.”338 sözleri de Lady Montagu’nun Osmanlı dönemi İstanbul kadınları
ile ilgili sözlerinin iki yüzyıl önce de geçerli olduğunu göstermektedir.
Bir Türk dostu olarak bilinen ve ilki 1870 yılında olmak üzere birçok
defa İstanbul’a gelen Pierre Loti de, Türk kadınlarının giyimleri ile ilgili şu
bilgileri vermektedir: “Böyle gözlere sahip olan bir genç kadın ayağa kalktı,
uzun ve sert kırmaları olan Türk yapısı bir kaput (ferace) ile örtülü vücudunu
336 Lady Montagu, Türkiye Mektupları,1717-1718, çev. Aysel Kurutluoğlu, Tercüman 1001
Temel Eser, tyy., s.51-54. 337 Ali Seydi Bey, s.221-223. 338 İlber Ortaylı, “Anadolu’da XVI. Yüzyılda Evlilik İlişkileri Üzerinde Bazı Gözlemler”, Aile
Yazıları-I, s.283.
216
beline kadar gösterdi. Ferace yeşil ipekten, gümüş işlemelerle süslüydü. Beyaz
bir örtü ancak alınla iri gözlerini göstererek başı itina ile kaplıyordu...”339
Pierre Loti, İstanbul’a sonraki gelişlerinde gördüğü kadın giyimindeki
değişikliği de şu şekilde açıklıyor: “Yaşmak dedikleri ve gözlerinin
görünmesine imkân bırakan eski beyaz başörtü ve ferace dedikleri açık
renk uzun yeldirme yerine, şimdi çarşaf, yani gözleri bile saklayacak
şekilde yüzün üstüne indirilen küçük kara bir bez ile vücudu baştan aşağı
saran ve aşağı yukarı her zaman siyah olan bir örtü giyiyorlar.”340
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in “Onüçüncü Asrı Hicride İstanbul
Hayatı” başlığıyla bir gazetede neşrettiği ve kitap olarak “Bir Zamanlar
İstanbul” ismiyle yayınlanan eserinde verdiği bilgiler, Osmanlı döneminde
kadın kıyafetlerinin gösterdiği değişimi şöyle yansıtmaktadır: “Vaktiyle
kadınlarımız ferace ve yaşmak giyerlerdi. Elbiseleri kışın çuha yazın ipekli
ince kumaştan ve içleri de sandal denilen bir nevi beyaz atlastan yapılırdı.
Ayaklarına sarı sahtiyandan (sepilenerek boyanmış ve cilalanmış deri)
papuş(ayak örten,pabuç,ayakkabı) giyerlerdi.( Bu pabuşlar ökçesiz, altı düz ve
koncu olan ön tarafı daha uzun bir nevi mest olup Mercan terliklerine
benzerdi.) Sonraları feraceleri, merinos, lahurdaki, şalaki, atlas ve bunlara
benzer kumaşlardan yapılmaya başlandı. Pabuşların içine işlemeli astarlar
kondu. Bunları ince, beyaz çoraplarla giymeye başladılar. Yaşmaklar için daha
ince tülbentler kullanıldı. Hattâ “Gençliğim var isterim elbette bir al ferace,
ince yaşmak, eldiven” şarkısı da o zamanlar çıkmıştı. Kadınlarımız
yaşmakları yüzü örtmekten ziyade bir süs olarak kullanırlardı. O ince
yaşmakları, yüzlerinin güzelliğini gizlemezdi. O renk renk feraceler ne hoş
görünürdü.
Bir zamanlar düğünlerde giyilen içi dışı sırma işlemeli,“şıp şıp” namıyla
birtakım terlikler moda olmuştu. Hatta gelinler için hususî olarak yaptırılan şıp
şıpların yüzlerine işlenmiş olan sırmaların arasına, baş ve gerdana konan inci,
yakut, zümrüt, pırlanta gibi kıymetli mücevherat yerleştirilirdi...
339 Pierre Loti, Can Çekişen Türkiye 1914, Haz. Fikret Şahoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser,
tyy., s.251. 340 Pierre Loti, 209.
217
16. asırda İstanbul kadınlarının uzun ferace giyip, başlarına tülbent
sarıp, yüzlerine kıl peçe taktıkları ve selâmiye isminde bir entari giydikleri
Ahmet Rasim Bey’in Osmanlı Tarihinde yazılıdır.
1744 tarihinde Birinci Sultan Mahmut zamanında kadınların pek çoğu
başlarına fes veya başlık giyerler ve bunların üzerine nakışlı yazma
yemeniler bağlarlardı. Yakaları atlas ve etekleri küçük Necef taşlarıyla süslü
yün ve çuhadan feraceler giyerlerdi. Sultan Mahmut bu kıyafetleri uygun
bulmayıp yasaklamıştır. 1831 tarihinde III. Osman zamanında kadınların
şal ve elvan ferace giymeleri emredilmiştir. Kadınlarımızın vakit vakit
kıyafet ve tuvaletleriyle meşgul olmak adeti yerinde bir müdahale olmamakla
beraber şeriat hükümlerinin uygulanması hükûmete ait olduğundan bu yola
gidilmiştir. Ebuzziya Tevfik Bey, Tasfir-i Efkar Gazetesinde şöyle yazmıştı:
Bugünkü hanımlarımızın tuvaletlerini Avrupalı kadınlarınkine benzetmek,
yeldirme yerine manto giymek, saçlarını Avrupa modasına uydurmak, ufacık
adımlar atmak suretiyle yürümeye kalkışmaları hoş görünmüyor. Çünkü her
milletin kadınlarının kendine mahsus bir yürüyüşü olduğu gibi, evvelce de
İslâm kadınlarının kendilerine mahsus güzel bir yürüyüşleri vardı. O, ağır ağır,
salına salına ne kadar hoş bir yürüyüştü.”341
Ali Seydi Bey’in “Teşrifat ve Teşkilatımız” adlı eserinin ikinci kısmında
Niyazi Ahmet Banoğlu, Osmanlı Devleti’nde kıyafet ve örtünme konusuna
farklı açılardan yaklaşmakta ve konumuz açısından kıymetli şu bilgileri
vermektedir: “Müslüman kadınların sokak kıyafetleri, din ile devlet işlerinin
ayrıldığı Cumhuriyet inkılâbına kadar, hükümetin ve ahlâk zabıtasının üzerinde
titizlikle durduğu meselelerin başında gelmişti. Bu hususta asırlar boyunca,
İstanbul kadılığına hitaben çok şiddetli fermanlar çıkmış, sokaklarda ve mesire
yerlerinde nâmahremlerin nazarını üstlerine çekecek kılık ve kıyafette gezen
avratların cezalandırılması ile iktifa edilmeyerek onlara öyle şeyler diken
terzilerin de mesul tutulması emrolunmuştur. Bu yasak fermanlarının en güzel
örneklerinden biri, İstanbul’un pek muhteşem ve cazip bir lüks ve sefahat devri
yaşadığı Lale Devrinde, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa sadaretinde, Hicri
Renkli
341 Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, Haz. Niyazi Ahmet Banoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, tyy., s.197-200.
218
1138 (Miladî 1725) yılında çıkarılmıştır ki, bugünkü yazılı dilimize çevrilmiş
en mühim kısımları aşağı yukarı şudur:
‘Allah her türlü bela ve afetten korusun, İstanbul, Osmanlı ülkesinin yüzü
suyudur; bilginler beldesidir, ahalisinin tabaka tabaka tespit edilmiş kıyafetleri
vardır. Hal böyle iken bazı yaramaz avratlar, halkı baştan çıkarmak kasdıyle
sokaklarda süslü püslü gezmeye, elbiselerinde türlü bid’atlar göstermeye,
kefere avratlarını taklit ederek serpuşlarında cazip şekiller yapmaya
başlamışlar... Bu garip kıyafetler yasaktır. Kadınlar bundan böyle büyük yakalı
feracelerle sokağa çıkamayacaklardır, başlarına üç değirmiden büyük yemeni
sarmayacaklardır...Feracelerinde süs olarak bir parmaktan kalın şerit
kullanmayacaklardır... Kadınlar sokaklarda veya mesirelerde yeni çıkma
büyük yakalı feracelerle görülürlerse, feracelerinin yakaları alenen
kesilecektir, uslanmayıp ısrar edenler olursa, ikinci ve üçüncü seferlerinde
yakalanıp İstanbul’dan taşraya sürgün edileceklerdir. Bu husus mahalle
imamları vasıtasıyla bütün İstanbul kadınlarına tebliğ olunsun...Yaramaz
avratlara uymak yüzünden elbiseleri yırtılarak namuslarının lekeleneceği ırz
ehli hatunlara anlatılsın. Bunları diken terzilere ve şeritçilere de tembih
olunsun. Bu yasağın tatbikine Yeniçeri ağası memur edilmiştir. Asla göz
yumulmasın... Yasak gereği gibi tatbik olunsun...’
III. Selim zamanında Miladî 1791 yılında birer nüshası İstanbul, Eyüp,
Galata ve Üsküdar kadılarıyla Yeniçeri ağasına ve terzi başıya gönderilmiş bir
yasak fermanı da: ‘... Kadın taifesinin sokaklarda ve pazarlarda iştaha çekici
tavırlarıyla dolaşmaları öteden beri yasaktır. İngiliz şalisi denilen çuha gayet
ince olduğundan, o çuhadan ferace giyen kadınların ferace altındaki esvapları
dışarıdan görünüyor. Kadınların İngiliz şalisinden ferace kestirmeleri evvelce
şiddetle men edilmişti. Kadınlar Engürü (Ankara) şalisinden ferace kestirmeye
başladılar. Fakat bu kumaş da ince ve kadınlar adeta feracesiz çıkmış gibi
olduklarından yasak edilmişti. Aralıkta bazı hayasızların yine Engürü
şalisinden ferace kestirdiklerini ve giydiklerini işittik ve gördük... Yasağımızın
dikkat ve şiddetle tatbikini ve terzilerin Engürü şalisinden ferace kesip
dikmemelerini tekrar emrediyorum... Bu yasağımızı dinlemeyen terzi tutulup
aman verilmeyip dükkânının kapısına asılacaktır.’....
219
1904 tarihinde yayınlanan bir tebliğde şöyle denilmekte idi: ‘Kadınların
yüzlerini örtmeleri İslâm’ın şartlarındandır. Müslüman ailelerin eskiden beri
giydikleri çarşaf ve feracelerin şekilleri son zamanlarda bozularak istenen
şartları kaybetmişlerdir. Çarşaflar, entarilere benzer bir şekle girmiş, kolsuz
feraceler muaşeret âdabına uymayacak derecede açılmıştır. Yaşmakların
inceliği kadınların mahrem azasından olan saçların görülmesine sebep oluyor.
Bazı kadınların cekete benzeyen manto giydikleri,yüzlerini örtme yaşına gelmiş
kızların açık baş gezdikleri de görülmektedir. Böyle halin devam edeceği
aşikârdır. Bundan dolayı kadınların dinin emirlerine uyarak ona göre
giyinmeleri padişahımızın emirlerindendir. Padişahın bu emrine uymayanların
kocası ve velilerinin son derece şiddetle cezalandırılacağı ilgililere
duyurulur.’...” 342 Yahudilikte Örtünme Anlayışı bölümünde zikredilen ve daha
çok gayrimüslimlerin kıyafetlerinin Müslümanlara benzememesini hedefleyen
fermanların yanında bu fermanlar da, Osmanlı Devleti’nde kıyafet konusunda
titiz davranıldığının göstergesidir.
“1873 Yılında Türkiye’de Halk Giysileri- Elbise-i Osmaniyye” adıyla
yayınlanan eserde Viyana Uluslararası Fuarında sergilenen o dönem Osmanlı
giysileri yer almaktadır. Eserin metin bölümleri Osman Hamdi Bey ve Marie
de Launay tarafından yazılmıştır. Erol Üyepazarcı’nın çevirisiyle Sabancı
Üniversitesi tarafından yeniden yayınlanan eserde 1873’lerde Osmanlı Devleti
sınırları içerisinde yer alan halkın giysilerini resimleri ile görmek mümkün
olmaktadır. Bu resimlerden anlaşıldığına göre, farklı vilayetlerde yaşayan farklı
din mensuplarının hepsinin giysilerinde ortak nokta, başın kapalı olmasıdır.
Resimlerdeki kıyafetler ne kadar farklılık gösterirse göstersin özellikle bütün
kadınların başları bir biçimde kapatılmıştır. Bu baş örtüsü genellikle saçların
görünmeyeceği biçimde olmakta kimi zaman yüzü de kapsamaktadır. Bu
resimlerden birkaç örnek vermek yerinde olacaktır:
Birinci bölüm 22. fotoğrafta Selânik Vilayetinden Selânikli bir Müslüman
kadın, Pirlepeli Bulgar kadın ve Selânikli bir Yahudi kadın yan yana
görülmektedir.Müslüman hanımın kıyafetinde iç elbise üzerinde yere kadar
uzanan geniş kollu bir pardösü biçimindeki dış giysi bulunmaktadır. Bu
342 Ali Seydi Bey-N.A.Banoğlu, 264-267.
220
giysinin elle tutularak önden birleştirilen şal tarzı üst kısmı var olup giysiyi iki
parça halinde örtülmüş gibi görünen ve sadece gözleri açıkta bırakan
başörtüsü tamamlamaktadır. Pirlepeli Bulgar hanımın giysisi daha
folklorik özellikleri öne çıkaran süslemelerle dolu olup onun baş örtüsü,
saçlarının yanlardan sarkmasına imkân verecek şekilde, başın sadece üst
bölümünü kapatacak biçimdedir. Aynı fotoğraftaki Selânikli Musevî
kadının giysisi ise birkaç kattan oluşmakta, iç giysinin üzerinde koyu renk ve
iç giysinin önden görünmesini sağlayacak genişlikte bir dış giysi
bulunmaktadır. Baş yüzün görüneceği biçimde değişik bir baş örtüsü ile
kapatılmış olup bu baş örtüsü çene altından geçen bir bölüm ile
tamamlanmıştır. Çene altından geçen bu bölüm boyunun tamamını
kapatmamakta, boyunun elbisenin yakasına kadar olan kısmı
görünmektedir.
Eserin Birinci Bölüm 20. fotoğrafında Yanya Vilayetinden bir örnek
görülmektedir. Bu fotoğrafta Yanyalı Ulah kadını, Prevezeli Hıristiyan kadın
ve Tırhala yöresinden bir köylü kadın yer almaktadır. Bu hanımların
giysilerinde süsleme unsurlarının çokluğu dikkat çekmektedir. Yanyalı Ulah
kadının giysisi yere kadar uzanan birkaç kattan oluşmakta, büyük ve süslü bir
kemer göze çarpmaktadır. Başta saçın bir kısmının açık kalacağı biçimde
süslü bir kep görünümünde olan ve aşağı doğru saat zinciri gibi zincirlerin
sarktığı bir başlık bulunmaktadır. Prevezeli Hıristiyan kadının giysisi
uzun ve geniş bir etek, işlemeli bir cepken ve sade bir önlükten oluşmakta,
giysiyi başın tamamının ve ağzın kapanacağı biçimde sarılmış, Anadolu
köylü kadının başörtüsüne benzeyen, bir baş örtüsü tamamlamaktadır.
Tırhala yöresinden köylü kadın ise diğerlerine göre süsleme unsurlarının
daha da öne çıktığı bir giysi ile görünmektedir. Bu giysi, uzun bir gömlek,bir
cepken, birkaç kat önlüğün üzerine takılmış süslü bir kemerden oluşmaktadır.
Giysinin baş bölümünde de süsleme unsurlarının fazlalığı dikkat çekmektedir.
Başın üzerine örtülmüş bir örtünün üzerinde çevresi alına inen madeni
paralarla süslenmiş bir fes bulunmaktadır. Bu fesin iki yanından boyuna
kadar inen ve tüm göğüs üzerini kaplayan madeni paralardan oluşan
221
kolye ile karışan zincirler göze çarpmaktadır. Bu giysi de kadının sadece
yüzünün görüneceği biçimdedir.
Bir başka örnek İşkodra vilayetindendir. Birinci Bölüm 15. fotoğrafta
görünen İşkodralı Müslüman hanımın kıyafeti şalvar, üst elbise, şalvarın
üzerine inen önlük tarzı örtülerin üzerinde, ön tarafı alına inen süslemeli
başörtüsünün görüneceği biçimde baştan itibaren bütün vücudu kapatan
bir çarşaftan oluşmaktadır. Çarşaf, önden iç giysilerin görünmesine imkân
verecek şekilde, kadının eliyle tutulmaktadır.
İşkodralı bir Hıristiyan kadının kıyafetini de Birinci Bölüm 16.
fotoğrafta görmek mümkündür. Bu giysi diğerlerinden biraz farklı özellikler
taşımakta olup süslemeli iç elbiselerin üzerindeki üzerine giyilmiş olan
süslemeli pelerin dikkat çekmektedir. Başta ise, içe takılmış genişçe bir
başlık üzerine sarılmış ve alnı iyice kapatarak çene altından çaprazlama
uzanan uçları bele kadar yaka bölümünü kapatan beyaz bir baş örtüsü
bulunmaktadır.
İkinci Bölüm 3. fotoğrafta Cezayir-i Bahri Sefid Vilayetinden
Çanakkaleli bir Müslüman kadının kıyafeti görülmektedir. Bu kıyafette yere
kadar uzanan ve fazla geniş olmayan iç elbise ve etek, üzerinde önü açık
belden genişleyen ceket biçiminde bir üst giysi bulunmaktadır. Göğüs
üzerinden bele doğru inen kolye dikkat çekmektedir. Başta bulunan yüksek
ve sivri bir hotoz üzerine örtülmüş desenli başörtüsü, sadece yüzü açıkta
bırakmaktadır.343
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak görüldüğü gibi farklı din
mensuplarının giysilerinde ortak özellikler bulunmakta, özellikle baş az ya
da çok mutlaka örtülmektedir. Aynı fotoğraflardaki erkeklerin de
başlarında bir başlık bulunduğu göz önüne alınırsa başı örtmenin o
dönemin ortak geleneği olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
1877’de İstanbul’da doğan bir Yunan kızı olan Demetra Vaka, genç
kızlığında gittiği Amerika’dan 1921’de İstanbul’a gelerek o dönem Türk
kadınlarını incelemiş ve araştırmalarını 1923’de “The Unveiled Ladies of
Stamboul” adıyla yayınlamıştır. “İstanbul’un Peçesiz Kadınları” ismiyle
222
tercüme edilen kitapta Demetra Vaka, çocukluğunun İstanbul’u ile işgal
yıllarının İstanbul’unu karşılaştırır. Özellikle daha önce “Haremlik” adlı
kitabıyla anlattığı Türk kadınlarındaki değişiklikleri araştırır. Demetra Vaka,
Türk kadınlarının kıyafetlerindeki değişiklikleri kitabın muhtelif bölümlerinde
şöyle anlatmaktadır: “...Bu düşünce kafamda gezinirken, o ana dek dikkatimi
çeken tüm değişimleri yavan ve sıradan kılan bir manzarayla karşılaştım.
Yüzleri peçesiz, gri pantolonlar giyinmiş Türk kadınlar sokakları
süpürüyorlardı. Sonradan öğrendiğime göre bunlar, Osmanlı başkentinin
neredeyse tek temizlik görevlileriydi...bu sessiz, gri figürlerin görüntüsünde
bana asıl acı veren şey, bunların Osmanlı debdebesinin hüküm sürdüğü
günlerde satın alınan, üzerlerine titrenen ve gözlerden ırak tutulan kadınlar
olduğunu düşünmekti. O zamanlar bu kadınlar fetihçi bir soyun haz
kaynağıydı. Şimdi ise yenilgiye uğramış ve aciz duruma düşmüş o fetihçiler,
kadınlarının, beş yüz yıldan uzun süre boyunca peçesiz yürümelerini
yasakladıkları bu sokakları temizlemelerine izin veriyorlardı. Aklıma bir Türk
sözü geldi: ‘Türk kadınları yüzlerini açıp pantolon giymeye başladıkları zaman,
Osmanlıların iktidarı da sona ermiş olacak.’344 ...Bu bolluk günlerinde...Eski
düzen etkisini sürdürüyordu; kadınlar sokakta dolaşırken çarşafa bürünüyor ve
yüzlerini, yalnızca gözleri ortada bırakacak şekilde, yaşmakla örtüyorlardı.345
...O zamanlar kadınlar gerek evde gerekse sokakta erkekler karşısında mümkün
olduğunca örtünürlerdi. Şimdi ise kadınların yüzleri açık ve Hıristiyan
hemcinsleri gibi, pantolon giyerek bacaklarını ortaya koyuyorlar... Eski sistem
tuz buz olmuş, bir daha asla geri gelmeyecek şekilde son bulmuştu. Onu bir
masalmış gibi anlatmakla suçlanan ben, geri döndüğümde, mumların yerini
elektriğin aldığı ve İstanbul’un gizemli figürlerinin, yerlerini peçesiz
Müslüman kızlara, masalara oturup kafir dedikleri insanların ülkelerinden
gelen daktilolarla söylenenleri kağıda geçiren, tezgahların ardında durup
malların satışını yapan kadınlara bırakan yeni bir sistemle karşı karşıyaydım.346
...Ve adeta söylenenlerin doğruluğunu kanıtlamak istercesine, yumuşacık siyah
343 Osman Hamdi Bey-Marie de Launay, 1873 Yılında Türkiye’de Halk Giysileri-Elbise-i
Osmaniyye (İstanbul 1873), çev. Erol Üyepazarcı, İstanbul 1999. 344 Demetra Vaka, İstanbul’un Peçesiz Kadınları, çev.Serpil Çağlayan, İstanbul 2003, s.12-13. 345 Vaka, 26. 346 Vaka, 28.
223
ipekten modern çarşafını kuşanmış genç bir Türk kadını yürüyerek yanımdan
geçti. Yüzünü kapamaya yarayan şeffaf siyah peçe arkaya doğru öyle bir
atılmıştı ki, tek kulağı üzerinde işveli işveli dalgalanışı insanı büyülüyordu.
Kadın yalnızdı ve elinde bir şapka kutusu taşıyordu. Kıyafeti, yalnız oluşu ve
şapka kutusu taşıması geçmişin gerçekten de çok gerilerde kaldığına dair
kanıtlardı.347 ...Yirmi yıldır buradan uzaktaydım, diye açıkladım. Bu süre
içinde hepiniz birer yetişkin olmuşsunuz. Ben buradayken yüzleriniz
örtülüydü; sokaklarda yalnız yürümüyor, mağazalarda çalışmıyordunuz.348
...‘Erkeklerimiz peçesiz fotoğraf çektirmemizden hoşlanmazlar.’...Bu kızların
hiçbirinde erkeksi görünme hevesi yoktu. Pelerinleri ve peçelerini işveyle
taşıyorlardı. Saçlarını kulaklarının üzerinde toplayışlarında, elçilikleri sık sık
ziyaret eden zengin kızların ki gibi, alışılmış bir umursamazlık seziliyordu.349
...Sizinle tanışması için iki arkadaşımı davet etmiştim; işte şu ana-kız, diyen ev
sahibimiz tepeye tırmanmakta olan beyaz giysili iki figürü işaret etti.
Peçesizdiler, ancak giyimleri, diğer yönleriyle, eskiden yaygın olan gösterişsiz
tarza uygundu.350 ...Kadının giysisi dökümlü ve zarif, eski Osmanlı stiliydi ve
başına pahalı beyaz bir yaşmak örtmüştü. Bana sorarsanız, bu beyaz dantel
örtüyü ona yakıştığı için örtmüştü; yoksa Muhammed’in kadınlara,
erkekleri baştan çıkarabileceği gerekçesiyle saçlarını örtmelerini
emrettiğinden değil.351 ...Ara sıra başını sağa sola çevirdiğinde, altın saçları
üzerine özenle örttüğü, iki yana salınarak yüzünün kusursuz ovali etrafında
dalgalı bir çerçeve oluşturan yeldirmesiyle, şık çarşafını görebiliyordum.352
...Günlerdir, ilginç bir sohbet kurabileceğim Türk kadınları bulmaya
çalışıyordum. Bu arayışım peçelerini açıp başlarının arkasına attıkları bu
dönemde daha da zor bir hal almıştı. Eskiden olduğu gibi yüzlerini örtselerdi,
gizemli ışıltılar saçan ve kaşların, dudakların ve çenenin açıkta olduğu bir
yüzden çok daha büyük vaatler taşıyan siyah gözler, beni kolayca kendine
çekebilirdi.353 ...Tepeden tırnağa yumuşak, parlak ipekten, siyah bir giysiye
347 Vaka, 30-31. 348 Vaka, 31-32. 349 Vaka, 36. 350 Vaka, 40. 351 Vaka, 49. 352 Vaka, 94-95. 353 Vaka, 110.
224
bürünmüştü; yeldirmesi, tek bir bukleyi dışarıda bırakmayacak şekilde yüzünü
sıkıca çevreliyordu. Giysisinde özellikle iki ayrıntı dikkatimi çekmişti.
Birincisi yüzü örtmesi amaçlanan, ancak o günün modasına uygun biçimde
alından kıvrılarak arkaya atılan peçesiydi. Yaklaşık bir metre
uzunluğundaki bu parça, zarif el işçiliğinin ürünü, gerçek danteldendi. Öte
yandan, ucuz pamuk ipliğinden yapılmış eldivenlerinden birinin üzerinde,
geniş bir bölüm iğnele örülerek tamir edilmişti. İşte çarpıcı zıtlık da buradan
kaynaklanıyordu. Birkaç lira değerinde peçe takarken, eldivenleriyle ileri
düzeyde tutumluluğu ima eden bir kadın. Bu ikisi Türkiye’nin geçmiş
günlerdeki ihtişamıyla şimdiki yoksulluğunun yarattığı zıtlığı temsil
ediyorlardı adeta.354 ...Beklediğim kızla tanışmamız, Türkiye’nin henüz bir
imparatorluk olduğu, bu ülke kadınlarının erkeklerden ve Avrupalı
kadınlarınkinden ayrı bir hayat sürdüğü o zamanlarda olduğundan farklıydı; o
zamanlar kadınlar endamlarını gizleyen giysiler giyer, yalnızca gözlerini
açıkta bırakan ve onlara hayat dolu sokaklarda yürüyen birer hayalet
görünümü veren yaşmaklar takarlardı.355” Kitapta Demetra Vaka’nın eski
döneme özgü Türk kadın kıyafetiyle çekilmiş bir fotoğrafı da yer almaktadır.
Bu fotoğraftaki giysi iki parçadan oluşmuş bir çarşaf ile eldiven, peçe ve
başlıktan ibarettir. Kıyafeti o dönemin ünlü şemsiyesi tamamlamaktadır. Peçe,
yüzün gözlerden aşağı kısmını örtmekte, saçlar başlığın önü ile peçeye kadar
olan yüzün iki yanından görünmektedir.356 Demetra Vaka, İstanbul kadın
giyimindeki değişiklikleri anlatırken giyim-kuşam ve örtünme konusunun
dönem, moda ve anlayış farklılaşması ile nasıl değişebileceğine de örneklerle
işaret etmektedir.
Mehmet Ünal, Osmanlı’daki kıyafet değişmelerini şöyle açıklamaktadır:
“Devlet ve saray teşkilatlarında, yaşayış tarzında, kılık kıyafette Avrupa’ya
benzer değişikliklerin yapılmasıyla daha önce başlayan Osmanlı İmparatorluğu
ile Avrupa devletleri arasındaki kültürel münasebetlerin, Tanzimat’tan sonra
siyasî ve iktisadî münasebetlerle artarak devam ettiği görülür. Zamanla artan ve
hız kazanan bu kültürel münasebetlerin tesiriyle, Osmanlı toplumunun kılık
354 Vaka, 139. 355 Vaka, 171. 356 Vaka, 37.
225
kıyafet tarzında, adabı muaşeret ve hayat üslubunda, erkek kadın ilişkilerinde,
eğitim ve öğretim sistemi ile fikri yapısında büyük ölçüde değişiklikler
meydana gelir.
Bu alanda meydana gelen değişmelere, devlet adamları ile gayrimüslim
tebaa ve hali vakti yerinde olanlar öncülük ettiler. Zira devlet adamları, esasen
o güne kadar hakim zümre ile dinî ve sosyal sebeplerden dolayı kaynaşamamış
olan gayrimüslim tebaa ve iktisaden durumları elverişli olan diğer kimseler,
devrin icaplarına ve sarayın gidişatına uyarak... Avrupalıları birçok bakımdan
taklit etmeye ve onlar gibi yaşamaya başladılar. Bunun sonucu olarak özellikle
İstanbul, Selanik ve İzmir gibi büyük şehirlerde tedricen bir kıyafet
değişikliğinin meydana geldiği ve bu arada ‘mesele-i nisvan’ adı altında kadın
erkek münasebeti konusunda ‘Avrupaî’ fikirlerin Osmanlı toplumuna girmeye
başladığı görülür.”357
Mümtaz Turhan, Osmanlı döneminde meydana gelen kültürel
değişikliklerin arka planını incelerken Meşrutiyet Devri ile ilgili olarak şunları
söylemektedir: “Bundan evvelki devirlerde kadınlar ancak ebe, hastabakıcı ve
daha sonra da muallim olabiliyorlardı. Bu devirde ise memuriyet hayatına
atılmış, Umumî Harp esnasında askere giden erkeklerin yerlerini almaya
başlamışlardır. Böylece memur olan kadınların peçeleri kalkmış, çarşafları
elbiseye yakın bir şekil almıştır. Bu hareket maarif sahasında başlayıp içtimai
hayata akseden yeniliklerin şüphesiz en mühimidir.”358
Mümtaz Turhan’ın verdiği şu bilgiler de Osmanlı döneminde giyim
kuşamdaki değişikliği yansıtmaktadır: “Rus köylülerinin sakallarını tıraş ettirip
elbiselerini değiştiren Deli Petro ile memurların kıyafetini Avrupalılaştırıp
sarık yerine fes giyilmesini emir ve resmi ziyafetlerde şarap içilmesine
müsaade eden II Mahmud gibi cezri inkılapçıların bu hareketleri bir tesadüf
eseri değildir. Zira gerek sarığı gerek fesi yalnız Müslüman Türkler biraz da
Hıristiyanlardan ayırt edilmek üzere giydiler; Müslüman olmayan tebaanın
bunları giymesi men edilmiş bulunuyordu (Bu yasağın hiç olmazsa başlangıçta
fes için de bulunduğunu biliyoruz.). Aynı suretle ziyafetlerde şarap içme ve
kıyafet de Türklerle Avrupalıları birbirinden ayıran hususiyetlerdi. Onun için
357 Mehmet Ünal, “1917 Tarihli Hukuku Aile Kararnamesi”, Aile Yazıları-I, s.386.
226
garp kültürüne ait birçok şey itirazsız kabul olunduğu halde sembolik bir
manâ taşıyan bu unsurların değiştirilmesine karşı mukavemet edilmiştir.
Hakikaten bu unsurların sembolik bir kıymeti haiz olmaları sarığın
yerine geçen fesin kabulü hususunda başlangıçta gösterilen mukavemet,
sonraları onun terk edilip şapkanın alınmasına karşı da gösterilmiştir.
Zira bu arada fes sarığın yerine geçip onun rolünü üzerine almış
bulunuyordu.359
Mümtaz Turhan, Türk halkının kıyafet konusunda gösterdiği karşı koyuşu
Charles White’nin “Three Years in Constantinople (İstanbul’da Üç Yıl) isimli
eserinden aldığı şu sözlerle teyit etmektedir: “Türk halkının gözünde şapka ile
ebedî lanete mahkumiyet arasında bir fark yoktur. Bir İstanbul efendisi,
uşaklarından birisinin ne dereceye kadar itaatli ve temkinli olduğunu denemek
maksadıyla bir bardağa ağaç çileği şurubu doldurup ‘Osman al şu şarabı iç’
der, bir an tereddüt içinde şaşalayan uşak, yalvaran bir eda ile ‘Allah Allah!
Efendim neredeyse bana şapka giy diyecek’ cevabını verir...Bu husustaki
değişmeler, halk arasındaki hoşnutsuzluklara ve Babıalinin rahatını kaçırmaya
sebep oldu. Bu değişmeler, hakim ırkı bir bakışta kendilerinden ayırmaya
yarayan kıyafet farklarını gidermek isteyen reayanın bir eseri olarak telâkki
edilmeye başlanmıştı. Bu vaziyet karşısında Sadrazam bulunan İzzet Mehmet
Paşa, 1842 de bir ferman çıkarıp sivil ve askeri otoritelerin müsaadesini
almadan Türk tebaası olanların, işlemeli pardösüler giymelerini men ve
bilhassa fes giymeye başlayan reayanın tekrar kalpak giymelerini
emretmiştir.”360
Başın kapalı olmasının Osmanlı döneminde bir insan için ne kadar önemli
olduğunu II. Abdulhamid’in oğlunun, Selanik’e sürgün gönderilmek üzere
Sirkeci Garı’ndan uğurlanan babasına yetişmek için koşarken düşürdüğü fesini
‘Sultan babamın huzuruna baş açık çıkmak olmaz’ diye kovaladığı için treni
kaçırdığını ve babasını ancak birkaç yıl sonra görebildiğini361düşününce daha
iyi anlamak mümkün olabilmektedir.
358 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1994, s.174. 359 Turhan,203. 360 Turhan,203.
227
Osmanlı Devletinin son dönemleri ile Cumhuriyetin ilk dönemlerinde
tartışma konularının başında kadınların eğitimi, çalışması, örtünmesi gibi
kadınla ilgili meselelerin gelmesi, o dönemlerde doğrudan bu konuda yazılmış
eserlerin ortaya konmasını sağlamıştır. Bu eserlerden biri Şemseddin Sami’nin
“Kadınlar” isimli kitabıdır. Şemseddin Sami, bu kitabında, kadınların toplum
hayatındaki vazgeçilmez yeri ve toplumun ancak kadının eğitimi ile
kalkınabileceği gibi görüşlerini açıkladıktan sonra “Avrupalıların kadınlar
hakkında İslâm Dinine atfettikleri dört kusur” dediği çok evlilik, tesettür,
boşama ve köleliğe izin konularında geniş açıklamalar yapmaktadır. Tesettür
(örtünme) konusunda aslında çok daha fazla söyleyeceklerinin olduğunu ancak
eserinin basılması için bir kısmını çıkarmak durumunda olduğunu da ilâve
ederek söylediği şeyleri sadeleştirerek vermeyi uygun buluyoruz:
“Mesturiyet bahsine gelince, bu babda bizce örf ve adet hükmüne geçmiş
olan usulden bahsetmeden evvel İslâm Dininin emir ve yasaklarıyla tesettür
hakkındaki sınırların beyanına geçelim.
Avrupalıların çoğu kadınların dışarıya çıkması usulünü İslâm Dini
tarafından icat edilmiş bir şey zannediyorlar. Halbuki bu adet eski
zamanlardan beri Asya milletlerinin çoğunda ve hatta Yunanlılar indinde bile
geçerli bulunmuştu. İslâm Dini bu adete bir şey eklememekten başka, pek çok
hafifletme ve düzeltme yapmıştır.
Eski İranlıların kadınlara mahsus ‘şebestan’ namıyla harem daireleri olup
kadınları erkeklerden büsbütün ayrı yaşamış olduğu gibi, Yunanlıların da
‘yînekyun’ unvanıyla kadınlara mahsus daireleri var idi. Atina’da ‘etre’ yani
habibeler yahut refikalar adıyla bilinen bir takım kızlar var idi ki- Farnsızların
‘kukut’ları gibi- erkeleri evlerine toplayıp kendilerine açık görünür ve
kendilerini eğlendirirler idiyse de, bunlarla namuslu kadınlar arasında bir fark
olup namuslu kadınlar kimseye görünmezlerdi.
İslâmdan önce ise, kadınlar örtünme ile memur olmayıp sonraki bazı
milletler indinde kadınlar lüzumundan ziyade serbest bırakılmış ve son
361 Murat Çekin, “Netlik Ayarı-Kıyafet Meselesine Yeniden Bakış”, İslâmiyat, III/2, s.179.
228
dereceye kadar terbiyesiz bir hale gelmiş olduklarından örtünme ile
emrolunmuştur.
Hicap ayet-i kerimesi her ne kadar kadınların evlerinde karar kılıp
cahiliye zamanındaki hallerinden men etmiş ise de, zarurî ihtiyaçları olan iş
güçlerini görmek için dışarıya çıkıp dünya işlerine karışmaktan men
etmemiştir...
Kur’an-ı Kerim’in mesturiyet bahsinde tayin ettiği hudutlar Hz. Nebi ve
Ashabı Kiramın kadınlarının en mühim meclisler ve mahfillere girip görüş
bildirmelerine, her işe karışmalarına ve hatta savaşa bile gitmelerine mani
olmadı. Hz. Aişe’nin kendine mahsus bir siyasî yol tutup, bir tarafın reisi
olduğu ve reisi olduğu siyasî tarafı desteklemek için bizzat muharebe ettiği
tarihlerde kayıtlıdır. Peygamberin hadislerinden çoğunun Hz.Aişe, Hz.Fatıma,
Hz.Zeyneb gibi kadınlar tarafından nakledildiğ,i sonuç olarak Müslüman
kadınların dinî, siyasî ve hukukî işlerde hizmet ve nüfuzları bulunmuş olduğu
inkar edilemez. Abbasiler zamanında Arap şiir ve musikisinin ilerlemesine
başlıca kadınlar hizmet etmiştir.
Böyle önemli işlere karışabilen, bu kadar hukuka sahip bulunan
Müslüman kadınla- bir şebestan veya bir yinekun içine hapsolunarak, adeta bir
mal ve cansız bir şey gibi addolunarak hiçbir şeye karışmayan- bir İranlı
Mecusî veya bir Yunanlı putperest kadın arasında ne büyük fark vardır...
İslâm Dininin kadınlar hakkındaki emir ve yasakları Kur’an-ı Kerim’de
açıkça yazılı olduğu ve İslâm mezhep ve tarikatlarının hepsinde bir hal ve
biçimde olması lazım geldiği halde mezhepleri bir olan milletler ve kavimler
arasında da eski adetlerinden kalma olarak bir fark görünüyor.
İran’da kadınlar gözlerini ve parmaklarını bile örterek adeta insanların
bakışlarına karşı zırhlı bir halde bulunmaya mecbur olduğu ve büyüklerin
kadınlarını o zırhın üzerinden de görmek yasak olup öyle bir kadının geçeceği
yoldan erkekler kamçı ile kovalandığı halde, Arap Yarımadası’nda ve
Afrika’da Müslüman Arabın çadırı etrafında kadın açık ve serbest gezerek,
yabancılardan kaçıp saklanmak şöyle dursun, misafirleri kendisi kabul ve
kendilerine iltifat ve ikram etmekle vazifelidir. Bosna’da kızlar açık gezip
evlendikten sonra kapandıkları halde Arnavutluk’ta kızlar saklanıp evli
229
kadınlar evleri içinde açık olarak misafirleri kabul ederler. İstanbul’da –
şeriatın hükümlerini çok iyi anlayan- bazı kocakarılar çok defa başörtüsüyle
saçlarını ve gerdanlarını kapayarak çıktıkları halde, genç kadınların ekserisi
görünmesi yasak olan saçlarını açık bırakarak yüzlerinin örtünmesi lazım
gelmeyen taraflarını kaparlar ve kumaştan ibaret olup bedenlerini örten
elbiselerini, yine öyle bir kumaştan imal edilmiş bir ferace ile örtmeyi lazım
addederler. Diğer taraftan dindarlık gösterisinde bulunarak sarı pabuç giyen
kadınların çoğu, topuk ve baldırlarını görünebilecek bir halde bulundururlar.
İşte İslâm ülkelerinin her biri indinde kadınların örtünmesi hakkında
yürürlükte olan adet ve merasim, her milletin İslâm’dan önceki adetlerinden
geriye kalmış bir takım şeylerdir ki ekserisi şeriat hükümleri ile uyuşmuyor.
Sonuç olarak bu adetlerde görünen kabahatlerin İslâm dinine atfolunması caiz
değildir...
İslâm ülkelerinden her biri kadınların örtünmeleri hakkında kendi
adetlerini İslâm şeriatına uygun zannediyorsa da, şeriatın bu konudaki emir ve
yasakları pek kısa ve pek açık olduğundan bugün geçerli olan adetlerin hemen
hepsi eski adetlerden kalma ve çoğunun İslâm şeriatine aykırı olduğuna
hükmetmek güç bir şey değildir.
Bu halde kadınların eğitimini kolaylaştırmak ve genişletmek, yasal hak ve
hürriyetlerinden kendilerini mahrum bırakmamak ve vazifelerini hakkıyla icra
edebilmeleri yolunu açmak için bu babda Kur’an-ı Kerim’in emir ve
yasaklarına bir şey ilave etmemek ve Eski İranlılardan ve diğer milletlerden
kalma adetlerden vazgeçerek kadınları şer’i sınırlar dahilinde serbest
bırakmak ve mekteplerde ilim tahsili ve edeple eğitmek gerekir.”362
Celal Nuri de “Kadınlarımız” adlı eserinde örtünme meselesi üzerinde
durmaktadır. O, kadınların örtünmesinin dinî kuralların gerektirdiğinden fazla
olmaması lazım geldiğini ancak, bu konuda yapılacak değişikliğin zamana
yayılması gerektiğini şöyle ifade etmektedir: “Örtünme ile ahlâk temizliğinin
ilgisi yoktur. Örtünme kurallarına uymayan namuslu kadınlar olduğu gibi,
kadınların pek kapalı bulunduğu yerlerde pek çok aşağılıklar vardır. Bundan
altmış yetmiş yıl önce bizde örtünmeye pek bakılırdı. Şimdi ise...Örtüler
362 Şemseddin Sami, Kadınlar, İstanbul 1296, s.71-79.
230
inceliyor, tersine süsleri örtmek için kullanılması gereken ferace ve çarşaf
denilen üstlükler ve yeldirmeler birer süs olmak üzere kullanılıyor... Kadının
öyle umacı gibi kapalı bulunması, bir ölçüye değin erkeğin ilgisini
uyandırır...Oysa erkek açık gezdiğinden kadında böyle bir istek uyanmaz... Asıl
olarak dinsel sınırların dışında aşırı örtünmeye karşıyım. Ama bunun hızla
ahlâk düşkünlüğüne yol açacak ölçüde kaldırılmasına da yandaş değilim. İşi
yavaş yavaş yapalım. Kadınlarımızı hazırlayalım. Bugünkü kuşak pek öyle
özgürleşmeye yetili değildir. Gelecek kuşağı özgürlük ve namusluluk
çerçevesinde yetiştirelim.”363
Bu tartışmaların yapıldığı dönemde kadınlar hakkındaki diğer meseleler
gibi örtünme konusunun ele alınmasına karşı çıkanlar da bulunmaktadır.
Bunlardan biri olan Mahmut Esat, bir makalesinde Meşrutiyet’ten beri kadın
meselesi güya tesettür meselesinden ibaretmiş gibi, mütemadiyen bunlarla
iştigal edildiğini , bunun bir şer’i mesele olduğunu, batıdaki aklî yola gitmenin
meseleyi çıkmaz bir yola sokmak olduğunu söylemiştir. Şer’an halledilmiş bir
meseleyi yeniden hal ile uğraşmanın yanlış bir yol olacağını, bundan elde
edilecek sonuç eğer şeriata uygunsa, bununla uğraşmanın abesle iştigal
olduğunu; şeriata aykırıysa, Allah’a ve ahirete inanan hiçbir Müslüman’ın ona
uymayacağını, memleketin selameti adına bu meseleyi artık tartışma konusu
yapmaktan vazgeçmek gerektiğini ifade etmiştir.364
Kılıçzade Hakkı’ya göre de, “İki asırdan beri selamet-i memleketi
tehlikeye koyan unsurlar meyanında, kadın meselesi, tesettür meselesi mevcut
değildi...Yeniçeri haydutları zamanında kadınlar en ziyade tesettür ediyorlardı.
Ama ne var ki memleket hâlâ selamet bulmamıştı.”365
Bu farklı görüşlere, o dönemde Türkçülük , Garpçılık, İslâmcılık adında üç
grubun var olduğunu ve diğer meselelerde olduğu gibi örtünme konusunun da
bu grupların temel felsefesine göre ele alındığını düşünerek bakmak yerinde
olacaktır. Elbette tartışmalar bu fikir akımları çıkmadan önce de
bulunmaktadır, ancak bu akımlar, bu fikirlerin sistemli bir biçimde ortaya
363 Celal Nuri, Kadınlarımız, haz. Ömer Ozankaya, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1993, s.130-
137. 364 Mahmud Esad, “Tesettür-ü Nisvan Meselesi Hakkında Son Söz”, Sebilürreşad, 1329/1913,
XI/279, s.289-290; Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ankara 1981, s.37-38. 365 Peyami Safa, 38.
231
konmasını sağlamıştır. Öncülüğünü Ziya Gökalp’in yaptığı Türkçülük hareketi
hemen her konuda özellikle de dilde Türkçü bir bakışın hakim olması
gerektiğini savunuyordu. İslâmcılık ise her konuda şeriatin hükümlerinin
geçerli olması gerektiğini savunarak yeniliklere karşı çıkıyordu. Türkçülerle
İslamcılar Batının ilmini ve tekniğini almak ancak kültürünü kesinlikle
almamak gerektiği konusunda aynı görüşü paylaşıyorlardı. Kadın konusunda
Türkçüler, İslâm öncesi Türklerde kadının konumunu ortaya koyarak
kaybettiği hakların verilmesini sağlamaya çalışırken İslâmcılar, kadının mevcut
halinin devamını, örtünme konusunda ise şeriatın emrinin yerine getirilmesi
gerektiğini savunuyorlardı. Meselâ Şeyhulislâm Musa Kazım şöyle diyordu:
“Biz kadınlar okumasınlar demek istemiyoruz. Kadın izdivaçtan sonra arzu
ederse, vakit buldukça kendi hanesinde ulum-u aliyeyi de tahsil edebilir.
Şeriatımız buna mani olmaz, belki teşvik eder...Fatma Aliye Hanım
Hazretlerinin de dediği gibi, tesettüre riayet şartıyla, bizde de herhangi bir
kadın ticaret edebilir.” Pek çok konuda olduğu gibi örtünme konusunda da
değişimi (Batıcılar) savunmaktaydı. Türkçüler ve İslâmcıların aksine Batının
ilmini ve tekniğini alma konusunda ilgisiz kalan Garpçılar, daha çok giyim
kuşam, hayat tarzı gibi konularda Batı gibi olmanın ülkeyi içine düştüğü
bunalımdan kurtaracağını iddia ediyordu. Garpçıların programlarındaki giyim
kuşamla ilgili hükümler şunlardır: Fes kaldırılıp yerine başka bir serpuş kabul
edilecektir. Kadınlar diledikleri tarzda giyinecek, zabıta dahil olmak üzere hiç
kimse bu hususta müdahale edemeyecektir. Sarık sarmak ve cübbe giymek
yalnız ulemayı kirama tahsis edilecektir.366
Ziya Gökalp ise, örtünme anlayışındaki değişimi şu sözlerle ifade
etmektedir: “Son yüzyılda sosyal iş bölümü başlayıp da köylerde olduğu gibi;
şehirlerde de kadınların ekonomik ve sosyal mesleklere girerek, toplumcu iş
bölümüne katılmaları üzerinde de durulmalıdır. Bu durum, bu garip din dışı
yeniliklerin büyük şehirlerde gereksizliğini ve zararlarını duyurmaya neden
oldu. İslâmiyet’in emrettiği kapanma, köylerde ve boylarda kullanılan baş
örtüsünden ibaretti. Büyük şehirlerde de bu tür kapanma yeterli görülerek,
yeldirme ve baş örtüsü veya çarşaf ve pelerin ile yetinilmeye başlandı. Ancak
366 Geniş bilgi için bkz. Peyami Safa, 37-50.
232
din açısından uygulanan kapanmada, aşırılığı benimseyerek yüzünü ve ellerini
göstermeyen, haremde itikaf hayatı yaşayan gelenekçi kadınların amaçları
‘cinsel ahlâkta olgunluk’ olduğu için, yine büyük bir saygı görmüşlerdir.
Benimsedikleri koyu dindarlık kuralları, temelde yabancı kültürlerden alınmış
olsa da, ahlâkî bir kurala ve vicdanî bir kanaate dayandığından davranışları
saygı ile karşılanmalıdır. Fakat bu saygıdeğer kadınlar, ilim ve sanat öğrenimi
yapmak, geçimlerini çalışarak kazanmak, milleti için meslekî ve vatanî
görevlerini yerine getirirken sosyal ortamda çalışmak zorunda olan
kadınlardan, kendileri gibi giyinmelerini ve ibadet etmelerini istememelidirler.
Her düşünce saygıdeğer olduğundan, bu iki kesim birbirinin fikrine saygı
göstererek birbirlerine gereksiz tenkitlerde bulunmamalıdırlar.
Cinsel ahlâkın erkekler gibi kadınlardan da istediği temizlik ve inceliktir.
Hangi kesimden olursa olsun kadınların bu temizlik ve incelikle birlikte; ciddi
ve onur sahibi olmaları onlar için önemli bir görevdir. Bu görev erkekler için
de aynı oranda önemlidir. Kapanma bir din emri veya ahlâk emri olmaktan çok,
bir ahlâk konusudur. Gerçi temelde yabancı kültürlerden alınmış olsa da;
kurulu adetlere karşı kesin bir uymamazlık değildir. Çünkü kurulu adetlerin de
az çok ahlâkî bir değeri vardır. Bundan dolayı kadınların bir harekette bütün
gelenekleri bozmaya hakları yoktur. Halkın temizlik hakkındaki düşüncesi
örnek ve sembollerden ayrılıp uzaklaşmadıkça, yalnız gözdelere ait düşüncenin
değişmesi yeterli değildir.
Temizlik düşüncesi, diğer ahlâkî düşünceler gibi, başlangıçta dış
sembollere izin verdiği halde, zorlanmayan bir gelişimle; maddi kapanma
yerine ‘mental kapanma’(oluşturulan düşünce sisteminin, giyim ve moda
denilen sosyal değişim biçimlerindeki örtünme) nın geçmesiyle yüzeyden
öze yani gerçeğe geçer. Fakat diğer yandan tutucular da bu tabii gelişimin
gerekli olduğunu artık kabul etmelidir.
Bütün bu sosyal kurumlar gibi, cinsel ahlâka dayanan gelenekler de, sosyal
sebeplerle birlikte değişmeye, sosyal yükselişle birlikte yükselişe uğrarlar.
Özellikle bu adetlerin kaynağı ne din ne de medeniyet olmadığı,
zamanında yabancı kültürlerden alınmış din dışı davranış ve biçimler
olduğu kesin olunca, bu davranışta inatçı olmamak gerekir.
233
Tutuculuğun bu alandaki görevi, cinsel ahlâkta esas olan temizlik,
incelik, utanma duygusunun korunmasında sağlamlık ve ödün
vermemektir. Adetlerin değişmesi ise tabii kanunların kaçınılmaz
sonucudur. Bundan böyle artık şekiller ve sembollerle değil, cinsel ahlâkın
gerçek unsurları ile uğraşmak zamanı gelmiştir. Çünkü bu gibi şekilcilikle
uğraşıldığı sırada ahlâk yönüne gerekli özen gösterilmiyor. Bunun sonucu
olarak da temizlik ve titizlik gittikçe yozlaşıyor...”367
Bu dönemde yapılan tartışmalar sınırlı birtakım değişmelerin olması ile
sonuçlanmıştır. Bu değişikliklerin bazısı olumlu olmakla birlikte kadın
meselesini halletmekten uzak olduğu, günümüzde bile bu tartışmaların
yapılmaya devam edilmesinden anlaşılmaktadır. Bu değişiklikler ile ilgili şu
örnekler verilebilir:
Abdulaziz, daha 1863’lerde kızlara özgü bir öğretmen okulu açılmasını
emretmişti...Ferace yerine çarşaf giymeyi yasaklamış olan Abdulhamit ilke
olarak kadınlara eğitim imkanları sağlamaktan yana olduğunu belirtmiştir...Tek
tek oluşan bu yenilikçi girişimlerden Osmanlı burjuvazisinin küçük bir kesimi
yararlanabilmişti...Üst sınıflara mensup öğrenim görmüş kadınlar giderek
ince peçeler kullanmaya ya da peçesiz dolaşmaya başladılar. Örneğin,
1912’de peçesiz Türk kadınları, Amerikan Büyükelçiliğinde verilen bir resmî
kabule katıldılar. Değişik kadın dergilerinde kadınların fotoğrafları
yayınlanmaya başladı. Başta Türk Ocağı olmak üzere kültür kurumlarında
kadınlara özgü konferanslar düzenlenmeye başladı. Unat’ın aktardığına göre bu
konferanslar daha çok Rus kökenli kadınlar tarafından veriliyor, geleceğe
ilişkin önemli öneri ve tenkitler taşıyordu.368
1915’te, Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan, endüstrinin çeşitli sektörlerinde
kadın işçileri istihdam etmek amacıyla bir dernek kurdu. Aynı yıl yayınlanan
bir irade-i seniye ile çarşafın devlet dairelerinde iş saatlerinde
çıkarılmasına izin verildi. Dairelere çalışmak için giden kadınlar, kimi zaman
367 Ziya Gökalp, Türk Ahlâkı, s.52-55. 368 Bkz.Nermin Abadan Unat, “Toplumsal Değişme ve Türk Kadını”, Türk Toplumunda Kadın,
Ankara 1979, s.9-11
234
giydikleri eteklerinin boyları yönetmelikle belirtilenden kısa olduğu
gerekçesiyle, polis tarafından evlerine döndürülüyordu.369
Mart 1919 tarihinde İstanbul Hükümeti’nin Maarif Nazırı Ali Kemal,
İstanbul Darülfünun Felsefe Fakültesi’nde kadınlara özgü dersleri başlatmıştır.
1921 yılında da, kız ve erkeklerin birlikte izledikleri sınıflar açılmış; bu
sınıflarda kızlara sadece ders süresince peçelerini kaldırma izni
verilmiştir.370
Cumhuriyet öncesi kadının başörtüsüne verilen önem Maraş’ta kurtuluş
hareketinin başlamasına vesile olmuştur. Halide Edip Adıvar, bir eserinde bu
konudaki bir hatırasını şöyle anlatmaktadır: “1954 yılında Mersin’den
Ankara’ya seyahat ederken trende çok yaşlı bir Maraşlı ile karşılaşmıştım.
Şundan bundan derken konuşmayı Kurtuluş Savaşı’na getiren Bey: ‘Biz birçok
erkek bir kahvehanede oturuyorduk’ diye başladı. ‘Ne yapacağımızı bilemeden
oturuyorduk öyle. Fransız askerleri sokakta bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu.
Siyah çarşaflı, peçeli bir kadın hamamdan çıktı, sokağa doğru yürüdü. İşte o
sırada olan oldu, kadın oradaki Fransız askerlerinin ortasında kayboldu.
Kaybolan sade o kadın olmayıp, bizim şerefimiz, namusumuz...bütün
memleket olduğunu o zaman anladık. Hepimiz çok sarsılmıştık. İşte, ya
hürriyet ya özgürlük seçilmeli diye kararı orada verdik; başladık çeteler
kurmaya’.” 371
Tanzimat’tan itibaren yavaş yavaş meydana gelen bu değişikliklerin
Cumhuriyetle birlikte aldığı şekil farklı yorumlara sebep olmuştur. Kılık
kıyafetteki bu değişim şapka inkılabı ile resmî bir hüviyet kazanmıştır. Bu
inkılabın yapılışını bizzat Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün
kendi ifadeleri ile vermek yerinde olacaktır:
“Efendiler, milletimizin başında, cehil, gaflet ve taassubun ve terakki ve
temeddün düşmanlığının alamet-i farikası gibi telakki olunan fesi atarak
onun yerine bütün medenî alemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek
ve bu suretle, Türk milletinin, medenî hayat-ı içtimaiyeden, zihniyet itibariyle
de hiçbir fark olmadığını göstermek bir lâzıme idi. Bunu, Takrir-i Sükûn
369 Bkz.Unat,11. 370 Bkz.Unat,12.
235
Kanunu cari olduğu zaman yaptık. Bu kanun cari olmasaydı yine yapacaktık.
Fakat, bunda, kanunun mer’iyeti de, suhuletbahş oldu denirse, bu çok
doğrudur. Filhakika, Takrir-i Sükûn Kanununun mer’iyeti, bazı mürtecilerin,
milleti vâsi mikyasta tesmim etmesine meydan bırakmamıştır. Gerçi bir Bursa
mebusu, bütün hayat-ı teşriiyesinde, hiçbir vakit kürsüye çıkmamış ve hiçbir
vakit Mecliste, millet ve cumhuriyet menfaatlerini müdafaa için bir tek kelime
dahi telaffuz etmemiş olan Bursa Mebusu Nurettin Paşa, yalnız şapka iksası
aleyhinde uzun bir takrir vermiş ve bunu müdafaa için kürsüye çıkmıştır.
Şapka iksasının ‘hukuk-ı esasiye ve hakimiyet-i milliye ve masuniyet-i
şahsiye hilafında muamele’ olduğunu iddia etmiş ve bunun ‘halka adem-i
tatbikının temin ve teyit’ olunmasına çalışmıştır. Fakat Nurettin Paşa’nın
millet kürsüsünden galeyana getirmeğe muvaffak olduğu taassup ve irtica
hisleri, nihayet birkaç yerde, yalnız birkaç mürteciin, İstiklal
Mahkemelerinde hesap vermeleriyle söndü." 372
Şapka inkılabının kadınlar için bir müeyyide getirmediği bilinmekte;
Atatürk’ün kadın kıyafeti konusundaki toplum hassasiyetini bildiği için bunu
zamana bıraktığı düşünülmektedir. Bu görüşe katılmayan ve bu inkılabın
özellikle bayanları hedef aldığını iddia edenler buna Atatürk’ün şu sözünü delil
göstermektedir:
“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya peştamal ve
buna benzer şeyler atarak, yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere
karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın manası ve
medlûlü nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu
vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır.
Derhal tashihi lâzımdır.” (Kastamonu, 30 Ağustos 1925)373
Atatürk’ün kadın kıyafeti konusundaki bir sözü de şu şekildedir:
“Seyahatim sırasında, köylerde değil özellikle kasaba ve şehirlerde kadın
371 Halide Edip, Turkish Woman’dan nakleden Perihan Onay, Türkiye’nin Sosyal
Kazanılmasında Kadının Rolü, İş Bankası Yayınları, tyy., s.77. 372 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, 1927 tarihli Arapça harfli nüsha esas alınarak Etem Çalışkan
el yazması, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001, II / 827. 373 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara 1952, II/220. Atatürk’ün bu sözünün ilgili
bölümde Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Sevgi Erenerol tarafından da kullanıldığı hatırlanmalıdır. Ayrıca bu sözlerin kullanımına örnek olarak bkz. Mehmet Dağ, “İslâm’da Örtünme Üzerine”, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, Ankara 1982, V/191.
236
arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kesif bir itina ile kapatmakta
olduklarını gördüm. Erkek arkadaşlar bu biraz da bizim hodbinliğimizin
eseridir. Çok afif ve dikkatli olduğumuzun icabıdır. Kadınlarımız da bizim gibi
anlayışlı ve düşünmesini bilen insanlardır. Onlara ahlâkın kutsallığını telkin
etmek, millî ahlâkımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile nezahetle techiz
etmek esası üzerinde bulunduktan sonra fazla hodbinliğe gerek kalmaz. Onlar
yüzlerini cihana göstersinler. Ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler.
Bunda kokulacak bir şey yoktur.”374
Hamza Eroğlu kıyafet konusundaki değişimi şöyle değerlendirmektedir:
“Doğu medeniyetini Batı medeniyetinden ayıran dış özelliklerin en önemlisini
kıyafet teşkil ediyordu. XVIII. yüzyıldan beri Osmanlı İmparatorluğu’nda bir
kıyafet, serpuş anarşisi mevcuttu. Mahmut II devrinde askerlere, memurlara
kavuk yerine fes giydirilmesi kabul edildiği zaman, o zaman başta Şeyhülislâm
olduğu halde bütün ulema fes giymenin şer’an caiz olmadığını ileri sürerek
itiraz etmişlerdi. Halkın her sınıfı istediğini giymekte serbestti. 1903 yılında
Abdülhamit II devrinde, askerlere kalpak giydirilmek istendiğinde ulema sınıfı
bu defa da kalpak giyilmesine itiraz etti. Gerçekten ne fesin ne diğer kıyafet
unsurlarının din ile, milliyetle hiçbir ilgisi yoktu. Ulema halkın dinî inancını
da istismar ederek, yenilikten korktuğundan, dini menfaatlerine alet
ediyorlardı.
Batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınması, dünyanın kabul ettiği
medenî kıyafetin de benimsenmesini zorunlu kılıyordu. Büyük kurtarıcı, 24
Ağustos 1925 de Kastamonu ve İnebolu’ya yaptığı seyahatlerde, şapka
inkılabının ilk parolasını başında taşıdığı panama şapkayı da halka göstererek
verdi. ‘Biz her noktaî nazardan medenî bir insan olmalıyız. Fikrimiz,
zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medenî olacaktır. Medenî ve beynelmilel
kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz’ Büyük Atatürk’ün 27
Ağustos 1925 de İnebolu’da ‘Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal
yoktur. Medenî ve beynelmilel kıyafet bizim için, çok cevherli milletimiz için
layık bir kıyafettir.’ diyerek medenî yaşayışa uyan kıyafetin kabulü
zorunluluğunu da açıkça belirtmiştir. Büyük insanın uyarması üzerine daha 25
374 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II / 211.
237
Kasım 1925 tarihli Şapka Kanunu çıkmadan önce vatandaş şapkayı giymiş ve
bu yenilik medenî kıyafet değişimi halk arasında iyi karşılanmıştı. Bundan
sonra, cüppe ile sarık giymek yasak edilmiş ve bu kıyafet yalnız din
adamlarına hasredilmişti. Falih Rıfkı Atay’a göre, ‘ Mustafa Kemal bir tatlı
su Türk’ü değil, hür fikirli bir Türk inkılapçısı idi. Fes ve şapka demek
medeniyet demek olmadığını pek iyi bildiğine şüphe yoktu. Fakat başlık
değiştirmenin din ve iman değiştirmek olduğu gibi batıl inanışlara saplanan ve
mıhlanan bir kafaya, hiçbir ileri tefekkür ışığı vurmayacağını da bilirdi. Asıl
mesele kafanın içindeki batıl inanışları söküp atmak idi. Bu başlık değil, baş
davası idi’. Şapka bir başlık taklidi değil, hür fikir ve düşüncenin sembolü
olarak kabul edilmişti.”375
Lapidus, Atatürk’ün genel bir değişimden yana olduğunu, Tanzimat
sonrası yaşanan değişimlerden itibaren alarak şöyle özetlemektedir: “Kemalist
rejimin en önemli politikası kültürel ihtilaldi. Mustafa Kemal, Cumhuriyet
rejiminin ideolojik ve kültürel çerçevesine halkı dahil etmeyi, alelade insanın
İslâm’a olan bağını kırmayı ve halka batılı ve laik bir hayat tarzını
benimsetmeyi hedefledi. 1923 senesinde Saltanatı, 1924 senesinde Hilafeti
ortadan kaldırdı. Vakıfları ayırdı. Ulemayı, yeni teşkil edilmiş Diyanet İşleri
Başkanlığı kontrolüne aldı. 1925 senesinde tarikatlar yasa dışı ilan edilerek
tekkeler kapatıldı. 1927 senesinde fes yasaklandı. 1928 senesinde de Arap
alfabesinin yerini Latin alfabesi aldı... Bu dönemde şer’i hukukun yerini almak
üzere, İsviçre kanunları esas alınarak yeni bir aile hukuku yürürlüğe kondu.
Böylece İslâm çökertilmiş ve kamu hayatındaki rolü ortadan kaldırılmış oldu.
Türklerin geleneksel kültüre olan bağlılıklarını ifade eden sembollerin yerini,
yeni hukukî, linguistik ve modern kimliğin diğer işaretleri aldı.
Bu değişikliklerin bir kısmı, kadının statüsünde meydana gelen
değişikliklerdi. 19. yüzyıl Tanzimat programı, kadınlara ilköğretim hakkı
tanımaktaydı. Fakat yüzyılın bitimiyle laik milliyetçiler kadın meselesine çok
375 Hamza Eroğlu, Türk Devrim Tarihi, Ankara 1977, s.186-187; Atatürk’ün kılık kıyafetle
ilgili görüşlerini ifade ettiği 27 Ağustos 1925 İnebolu ve 30 Ağustos 1925 Kastamanu konuşmaları ve yorumlar için ayrıca bkz. Atatürk Ansiklopedisi, Türkiye Cumhuriyetinin Siyasî Tarihi, haz. Kemal Zeki Gençosman, May yay., İstanbul, ty., X/ 65-71.
238
önem verdiler. Ziya Gökalp, kadınların eşitliğinin, modern Türk toplumunun
gelişmesi için kaçınılmaz olduğunu öne sürdü. Gökalp, eğitimde , iş edinmede
ve aile hayatında eşitliği, boşanma ve mirasta kadının eşit haklara sahip olması
gerektiğini savunmaktaydı. Yüzyılın ilk on yılında, şehirli kadınlar, Avrupaî
tarzda giyinmeye başladılar. Kadınlar için ilk lise 1911 senesinde açıldı.
Öğretmen, hemşire, ebe ve sekreter okulları hızlı bir şekilde yayıldı. Erkek
nüfusu azaltan savaş yılları, kadınları yeni mesleklere ve fabrika işçiliğine itti.
1916 ve 1917 Aile Hukuku düzenlemeleri, şer’i hukuk ile bağları koparmıştı.
Çok evlilik kısıtlandı. Belli şartlarda kadınlara boşama hakkı verdi. Böylece
kadının sosyal ve hukukî eşitliğine doğru ilk adımlar atılmış oldu. Fakat, bunlar
çok mütevazi adımlardı. Ulaşım vasıtaları da dahil, sosyal hayatta kadına halâ
ayrım yapılmaktaydı. Tiyatrolardaki eğlenceler, eğitim ve pek çok faaliyetler
halâ haremlik-selamlık şeklinde ya da ayrı odalarda yapılmaktaydı.
1920 ve 1930’ların reformları daha radikal değişiklikler taşımaktaydı. 1924
tarihli Aile Kanunu çok evliliği kaldırdı. Her iki cinsi de boşanma konusunda
eşit hale getirdi. Boşanmayı, yalnızca erkeğin imtiyazlı bir hakkı olmasından
çıkarıp, belli şartlar çerçevesinde, mahkeme kararına bağladı. Anayasa eğitim
ve iş edinmede kadının eşitlik hakkını garanti altına aldı. 1934 senesinde
kadına seçme hakkı verildi. 1935 senesinde Türk parlamentosuna kadın
milletvekilleri seçildi. Kadına karşı bakış açısında ve hukukî prensiplerdeki bu
değişiklikler, kadının Türk kamu hayatına giderek artan katılımının ilk
temelleri oldu.”376
Türk kadınının hayatında ve giyiminde meydana gelen değişimler,
yabancılar tarafından da büyük bir dikkatle takip edilmiştir. Bu ilgiye
“Yabancıların Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi” adlı eserden örnekler vermek377
uygun olacaktır:
376 Ira M. Lapıdus, Modernizme Geçiş Sürecinde İslâm Dünyası, çev. İ.Safa Üstün, İstanbul
1996, s.76-78. 377 Yabancıların Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi’nden nakleden Leyla Kırkpınar, Türkiye’de
Toplumsal Değişme ve Kadın, Ankara 2001, s.161-174.
239
“1914 yılında, iki genç Türk kadınının, hayır için yapılan bir satış
dolayısıyla yüzlerini açmaları, batı dünyasının en ciddi yayın organlarında
‘Türk İnkılabının harikulade bir tezahürü’ sayılmıştı.”378
“Fransa’nın ünlü siyasetçilerinden ve başbakanlarından M. Herriot,
Türkiye üzerine verdiği bir konferansında, Türkiye’nin yeni dönemde yaşadığı
değişikliğe hem hayranlığını gizleyemiyor hem de açıkça gıpta ettiğini
söylüyordu...”379
Paul Bourget’e göre , geçmiş dönemlerde Türk erkeklerinin
kadınlarını peçe ve kafes arkasına saklamalarının gerçek nedeni,
şarklıların kadınlarını büyük bir aşkla sevmeleriydi. Başkalarının ihtiras
nazarlarından onları korumak için saklamak gereğini hissediyorlardı.
Paul Bourget’in bu düşüncelerine yer veren Malş ise, kadının kıyafetiyle ilgili
bu değişmenin birden olmadığını, bir ara dönem yaşandığını şöyle belirtiyordu:
“Tasavvur edilmelidir ki, yapılan bir tek işaret üzerine peçeler hemen atılmış,
kadınlar hemen kahvelere koşarak, erkeklerin şaşkın bakışları altında bacak
bacak üstüne atıp, çöple limonata içmemişlerdir. Hayır orada da bir intikal
devresi geçirildi. Şapka devresinden evvel baş atkısı devresi görüldü.”380
Robert S. Boudouy, reformlar öncesi Türkiye ile reformlarla birlikte yeni
görüntülere sahip olan Türkiye arasında ilginç karşılaştırmalar yapmaktadır.
Onun aktardığı biçimiyle; eskiden vapurlarda, tramvaylarda mevcut olan
kadınlara ait hususi mevkiler bugün hep ortadan kalkmıştı. Oysa daha 1925
senesine kadar, herkesin içinde erkeklerle umumî yerlerde oturabilmek
cesaretini gösteren kadınlar pek nadirdi. Gerçi I. Dünya Savaşından beri Türk
kadınları artık yüzlerini örtmüyorlardı. Peçeleri bir vualet şekline dönüşmüş ve
başlık denilen güzel bir baş örtüsü zarafetlerini bütünüyle tamamlamıştı. Hatta
bu peçe büsbütün ortadan kalkmıştı, bu başlık aynı derecede zarif olan bir
garplı kadın ile bir Türk kadını arasındaki biricik farkı oluşturuyordu. Oysa bu
kılık da Gazi’nin hoşuna gitmediği için, 1928 senesi yazı esnasında ortadan
kayboluvermişti. Boudouy, şunları söylüyordu: ‘ Doğrusunu söylemek lazım
gelirse, bu başlığın ortadan kalkmasına biraz da acınmıyor değiliz; zira bu
378 Robert S. Boudouy, “Türk Kadınları Saylav Oluyorlar”, Yabancıların Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s.154-157.
379 M. Perriot, “Yeni Türkiye’nin Eseri”, Yabancıların Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s.88.
240
biçim örtü çok yakışır bir şey olduğu gibi, Türk kadınının simasına da çok
yakışıyordu. Mamafih, meşhur bir feminist olan Bayan Saffet’in şapkayı pek
büyük bir zarafetle giydiği inkar edilemez. Burada Türkiye’de çarşaf ve
peçenin hiçbir zaman men edilmediğini kaydetmenin yeri olduğunu
zannediyorum. Çarşaf ve peçe, zarif giyinen kadınlarla, genç nesiller
tarafından kendi istekleriyle terkedilmiştir; bununla beraber avam
tabakasına mensup kadınlar, elan çarşaf giyiniyorlar. Gerçi bunlar arasında
bile, çarşaf giyenlerin sayısı azaldıkça azalıyor; fakat bu da tam bir azatlık
içerisinde oluyor.381
The New York Herald Tribune yazarlarından Felsefe Doktoru Hester D.
Jenkins de Türkiye’de meydana gelen bu değişiklikler hakkındaki gözlemlerini
şöyle aktarmıştır: “Türkiye’de meydana gelen enteresan değişmelerden birisi,
erkeklerle kadınlara eşit haklar verilmesiydi. Adamakıllı örtünmeden sokağa
çıkamayan, ailelerindeki erkeklerden başka hiçbir kimse ile konuşmayan, daha
sonra ailelerinin seçtiği ve belki de başka karıları olan bir adamla evlenen
Türk kızlarının, geçmiş dönemlerde okul bahçesinde bir erkek hademe görseler
çıkardıkları çığlıklar ne de olsa akıllardan çıkmıyordu.” Şimdi bu yeni
mekteplerde onları, erkek çocukların yanlarında oturur, aynı kitapları okur,
aynı meslek ve sanatlara hazırlanırken gördüğünü ifade eden Jenkins, Şarkta
bir erkeğin bir kadına takındığı tavrın tamamen ortadan kalkmış olduğunu
hayretle gözlemlediğini, Ankara sokaklarında peçeli geçen kadınların hiç göze
çarpmadığını, kadınların atletik terbiye görmekte ve erkek sporlarına
katılmakta olduğunu belirtmektedir. Jenkins, bir stadyumda, bir jimnastik
gösterisinde kızları, erkeklerin yanı başında, başları, kolları ve bacakları çıplak
olarak, erkek ve kadın seyirciler önünde bu hareketlere iştirak ettiklerini
gördüğü zaman gözlerine inanamadığından söz etmektedir.382
1930’lu yıllarda Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Çince (Sineloji)
uzmanı olarak görev yapan Annemarie von Gabain’in, o yıllarda üniversite
öğrencileri üzerine gözlemlerine göre; “1930’da artık kız öğrenciler erkeklerin
yanına oturmaya başlamışlardı. Kız öğrencilerin başı örtülü değildi ve
380 Malş, “Türk Kadınının Vaziyeti”, Yabancıların Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s.152. 381 Robert S. Boudouy, s.154-157.
241
yüzleri peçesizdi. Genç kızlara anneleri örnek değildi; çünkü, bir önceki neslin
kadınları okula peçeli gitmişlerdi. Öncekiler peçenin altında mimiklerini
sınırsız biçimde kullanmış olmalıydılar. Oysa peçesizken yüz ifadelerine hakim
olmanın dışında bir şey yapmaları gerekmiyordu. Fakat genç erkekler için
peçeli vaziyetle şimdiki durum arasında, karşı cinsle aynı çevre içinde olmak
açısından pek büyük bir değişim ortaya çıkmıştı. Erkekler birdenbire Türk
kadınının büyük parlak gözlerinin farkına varmışlardı. Onlar şimdi kadınların
ruh halini hissedebiliyorlardı ve onların yüz ifadelerine göre kendilerini
ayarlamak durumundaydılar. Şimdi konuşma esnasında kadınların yüzüne mi
bakmaları gerektiğini, yoksa onlara kaçamak bir bakış mı atacaklarını denemek
zorundaydılar...”383
İlk kez Cumhuriyet Gazetesinin 4 Şubat 1929 tarihli sayısında
‘Türkiye’nin en güzel kadını acaba kimdir?’ sorusu ile gündeme getirdiği ve
Türk milletinin güzelliğini dünyaya gösterme amacıyla katılımı organize ettiği
güzellik yarışması, Keriman Halis’in dünya güzellik kraliçesi olması ile
neticelenmiştir. Bu yarışma ile Türkiye’de artık Batılı anlamda bir hayat
tarzının başlamış olduğunun, “uygar” dünyaya gösterilmiş olması
amaçlanmıştı. Sonraları, Batı gazetelerinde yayınlanan yazılarda, düne kadar
çarşaf ve peçe içinde saklı olan Türk kızlarının artık mayo ile jüri önünden
geçtiğine dair alaycı haberler çıkmaya başlamıştı. Bu nedenle güzellik
yarışmaları, Atatürk döneminde bir daha tekrarlanmamıştır.384
Türkiye’de yaşanan gelişmelerin yakın tarihi herkes tarafından
bilinmektedir. Günümüzde 80-90 yaşında olan insanlar bu değişimi bizzat
yaşayarak görmüş bulunmaktadır. Toplumsal hayatın her alanında olduğu gibi
kılık kıyafet konusunda da değişimlerin yaşanması elbette kaçınılmazdır. Dün
tarlada erkeği ile omuz omuza çalışan kadın, bugün büyük şehirde farklı
konumdadır ve eskiden giydiği biçimde giyinememek durumundadır. Sosyal
382 Hester D. Jenkins, “Atatürk Büyük Bir Öğretmendir”, Yabancıların Gözüyle Cumhuriyet
Türkiyesi, s.28. 383 Annemarie von Gabain, “Atatürk Devrimlerinin İlk Dönemleriyle İlgili Anılar: Otuzlu
Yıllarda Üniversitelerde Okuyan Türk Öğrencileri”, çev. Mahmure Kahraman, Kemal Atatürk(1881-1938), Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 1997, s. 145-147.
384 Leyla Kırkpınar, Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın, Ankara 2001, s.173-174; Doğan Duman-Pınar Duman, “Kültürel Bir Değişim Aracı Olarak Güzellik Yarışmaları”, Toplumsal Tarih, 42/20-21.
242
bir varlık olan insan çevresine bir biçimde uyum sağlama ihtiyacı
hissetmektedir. Değişimde basın-yayın araçlarının da büyük payı olduğu
kuşkusuzdur. Önce sadece kendi çevresiyle sınırlı olan insan, başka bölgeleri
ve insanları tanıdıkça değişime ayak uydurmaya başlamıştır.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren bu değişime bir örnek olmak
üzere Tokat’ın Zile ilçesindeki kadın giyimi araştırılmış ve özetle şunlar
görülmüştür: Sezar’ın “Geldim, Gördüm, Yendim!” diye övüneceği kadar eski
bir tarihe sahip olduğu belirtilen Zile’de, kadınlar 1900’lü yılların başında “boy
bürük” adı verilen bir tür çarşaf kullanmaktadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında
ilkokula gidebilen bir kız, genellikle ilk okuldan sonra başını açmak zorunda
kalacağı için okuldan alınmaktadır. Zile’de, ilkokuldan sonra okuldan
alınmayan kızlar, başları açık olarak öğrenimlerine devam etmekte ve tercih
ettikleri öğretmenlik gibi mesleklerini de başları açık olarak yerine
getirmektedir. Bununla birlikte 1920-1930’lu yıllarda Zile’de, bazı
öğretmenlerin okula kadar geleneksel kıyafetle, yüzleri dahi kapalı biçimde
geldikleri, okula gelince yüz örtülerini kaldırıp okula öyle girdikleri, bu
öğretmenlerin öğrencisi olanların aktardığı bilgilerle tespit edilmiştir.
Sonradan muhtemelen kılık kıyafet konusunda yapılan baskılara gösterilen
tepki ile, giyim kuşamda daha önceki uygulamalara dönüldüğü söylenmiştir.
1960’lara kadar Zile’de kadınların giydikleri kıyafetlerde pek fazla bir
değişiklik görülmemiştir. 1960’larda Zile’de okumayan genç kızların başları
açık olabildiği gibi, genellikle dışarı çıkarken başlarına, saçlarının yarısını
örten bir eşarp aldıkları belirtilmektedir. Evli kadınlarda durum biraz daha
farklıdır. O dönemde çalışan kadınların hepsinin açık olması son derece normal
kabul edilirken, ev hanımı olanların büyük çoğunluğu, yaşlı kadınların ise
tamamına yakını örtünmektedir.
O dönemde Zile’de giyim-kuşam ve örtünmede kullanılan eşyalar, duruma
göre farklılık arz etmektedir. Dış kıyafet olarak genellikle diz boyunda olmak
kaydıyla yazın pardösü, kışın manto giyilmekte; bunun üzerine eşarp veya
bürük kullanılmaktadır. Eşarp kullananlar çoğunlukla saçlarının tam olarak
kapatılmasına özen göstermemektedir. Bürük ise; siyah renkli olup genellikle
ipekten yapılmıştır ve iç başörtünün üzerinden bele kadar vücudu örtecek
243
biçimde başa örtülmekte, bir elle çene altından tutularak kullanılmaktadır.
Yaygın olarak ağzın, nadiren de gözler açıkta kalacak şekilde yüzün örtülmesi
söz konusudur. Kışın kalın yünlü kumaştan yapılmış ve genellikle iki kat
olarak bürük gibi örtülen atkılar kullanılmaktadır. Bu atkılar kahverengi, bej,
gri gibi renklerde olabilmekte genellikle mantonun rengine uyum sağlamasına
dikkat edilmektedir. Bu dış giysilerin dışında özellikle yazın, siyah renkli ipekli
çarşaflar kullanılmaktadır ve bunlara boy bürük adı verilmektedir. Boy bürük,
genellikle belden büzgü ile iki parçası birbirine birleştirilmiş bir çarşaftır. Car
biçimi olan tek parça bürükler de kullanılmakla birlikte daha az yaygındır.
Zile’de bu bürükler için kesinlikle çarşaf, car, ehram gibi başka isimler
kullanılmadığı belirtilmiştir.
İç kıyafet olarak zamanın modasına göre diz boyunda olan etek-bluz,
elbise tarzı giysiler giyilmekte, üzerine yemeni, yazma ya da tülbent
bağlanmaktadır. Evlerde kadınlar, kendi aralarında iken ya da yabancı kabul
ettikleri kimse yokken yemeni veya tülbentlerinin uçlarını arkadan geçirerek
yukarıdan bağlamakta ya da yanlardan öne doğru bırakmaktadır. Bu modele
keçik adı verilmektedir. Yabancı erkeklerin yanında iken ya da namaz kılarken
bu örtüler, açık olarak bir ucu başın üzerinden dolanarak boyun altından
tutturmak suretiyle örtülmekte ve bu modele de yaşmak veya açık yemeni
denmektedir. Kadınların, önceleri özellikle kayınpederlerinin yanında saygı
işareti olarak yemenilerini göz veya burun altından itibaren yüzlerini de
kapatacak biçimde örttükleri ifade edilmiştir. Genellikle bu yemeniler, iğne
oyası ve mekik oyası ile; tülbentler de, boncuklarla yapılan oyalarla
süslenmektedir.
Anadolu’nun bazı yerlerinde olduğu gibi bindallı denilen kadife kumaş
üzerine sırma işli elbiseler Zile’de daha çok özel günlerde, kına gecelerinde
giyilmektedir. Üç etek ve şalvar tarzı giysi şehirde görülmezken, ilerde
görüleceği üzere, Sıraç köylerinin kadınları bu şekilde giyinmektedir. Bununla
birlikte özellikle pekmez ve salça yapmak gibi büyük işler esnasında kadınların
bandik adı verilen şalvarlar giydikleri belirtilmiştir.
Yaygın olmamakla birlikte görülen yüzün örtülmesi genellikle 1960-
70’lerde terkedilmiş, ağzın örtülmesine ise devam edilmiştir. Yüzünü peçe ile
244
örten son Zile’li hanımın 1973’lerde vefat ettiği belirtilmiştir. O dönemde
kadınların saçları önden veya yanlardan, bağrı da elbisesinin yakasından
görünebildiği halde, ağzın örtülmesine özen gösterilmesi, örtünmede kültürel
boyutu ortaya koyması bakımından ilginçtir.
1970’li yılların sonuna doğru genç kızlar arasında genellikle aile zoruyla
olan geleneksel örtünme yerine, isteyerek ve saçlarını iyice kapatacak bir eşarp
kullanarak örtünme görülmeye başlamıştır. Zile’de örtülü ilk gelinliğin
1980’lerde giyilmiş olduğu, o dönemlerden sonra bürük kullanımının da yerini
eşarba bıraktığı ifade edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise örtünme
konusunun Türkiye genelinde olduğu gibi bir seyir takip ettiği, günümüzde
genellikle genç kızların ve evli genç kadınların ya iyice örtülü ya da tamamen
açık oldukları; orta yaşlı ve yaşlı kadınların ise örtülü olup örtünmede
geleneksel biçimde pardösü ve eşarp kullandıkları belirtilmiştir.
İslâm öncesinden başlayarak Türklerde giyim-kuşam ve örtünme
anlayışının tarihçesini örneklerle bu şekilde özetledikten sonra günümüzde bu
konudaki görüş ve anlayışları incelemek yerinde olacaktır.
c. Günümüzde Türkiye’de Müslümanların Örtünme Anlayışı
Türkiye, nüfusunun hemen hemen tamamına yakını Müslüman olan bir
ülkedir. Müslüman Türkler, asırlarca birlikte yaşadıkları Müslüman olmayan
unsurlarla da, geçmişte olduğu gibi, barış içinde yaşamaktadırlar. Zaten Türk
milletinin, ihanet etmedikçe, insana insan olarak davranma konusunda
hassasiyeti bulunmaktadır. Örtünme konusunda, önceki bölümlerde görüldüğü
gibi, Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman olsun herkesin, toplumun genel
kabulleri doğrultusunda hareket ettiği görülmüştür. Geçmişte Müslüman Türk
kadını ne giyiyor ise, aynı bölgede yaşayan Yahudi veya Hıristiyan kadının da
onu giydiği ortaya çıkmıştır. Erkek kıyafetinde de durum aynıdır. Din
farklılığını göstermek için bazen küçük renk sınırlamaları yapılmış ise de,
genellikle biçim farklılıkları dinî değil, bölge, statü, zenginlik, meslek gibi
sosyal ve ekonomik durum farklılıklarından kaynaklanmaktadır.
245
Toplumun, başka değer yargılarında olduğu gibi, kılık-kıyafet
konusundaki anlayış ve uygulamalarında da dini referans alması, son derece
tabiidir. Ancak günümüzde dinî olan ile olmayan ayırımı yapılamamakta, ayıp
ve günah kavramları karıştırılmakta, dinle şöyle ya da böyle ilgili her konunun
diğer yönleri bırakılıp sadece dinî yönü ele alınmaktadır. Burada da genellikle,
asıl olan, öz olan ihmal edilmekte, şekiller ve görünümler öne çıkarılmaktadır.
Örtünme konusu da böyledir. Kılık kıyafet ve örtünme, maalesef dinin en
büyük göstergesi kabul edilmiş ve din adına bu konularda büyük problemlerin
yaşanmasına sebep olunmuştur. Sarığını çıkarıp fes giymeyi din adına kabul
etmeyen insan, bir süre sonra bu defa fesini çıkarıp şapka giymeye yine aynı
din adına karşı çıkmıştır. Bir müddet de hangi biçimde olursa olsun şapka ile
başını kapalı tutmaya din adına özen gösteren ve açık olmayı ayıp ve günah
kabul eden Müslüman Türk erkeği, bugün başı açık olarak bulunmakta örf ve
din adına hiçbir sakınca görmemektedir. Bu anlayış değişimi incelendiğinde
dinin birçok özelliği de ortaya çıkmış olmaktadır. Din olgusu zaten insanı
huzura ve mutluluğa götüren kurallar bütünüdür. Erkek giyiminde durum
tamamen sosyo-kültürel bir olay olarak ele alınmış ve geçmişte problem teşkil
eden konular, günümüzde problem olmaktan çıkarılmıştır. Türkiye’de diğer din
mensupları belki erkek giyimi konusunda Müslümanlar kadar açılım
gösteremez iken, kadın giyiminde durum farklı olmuştur.
Türkiye’de kadının giyim-kuşam ve örtünmesi konusunda diğer din
mensupları önemli bir anlayış değişmesi içinde olmasalar da, uygulamada
büyük bir değişim yaşamaktadır. Gerek Yahudilerde gerek Hıristiyanlarda
örtünme büyük ölçüde yaşlı hanımlarla ve ibadetle sınırlandırılmıştır. Aynı
durum Müslümanlar için de söz konusu gibi görünmekle birlikte, ülkemizde
yaşanan türban tartışmaları bunun pek geçerli olmadığını göstermektedir. Dün
kendi başlıkları için din adına mücadele eden erkekler, bugün bu mücadeleyi
kadının örtüsü alanına kaydırmış görünmektedir.
İslâm dininin kadının örtünmesi konusunda getirdiği kurallar, ilgili
bölümde incelenmiştir. Burada Türkiye’de günümüzde var olan farklı anlayış
ve modeller incelenecek ve bunların arka planı görülmeye çalışılarak bir
yoruma ulaşılmaya gayret edilecektir.
246
Günümüzde Türkiye’de İslâm adına en yetkili mercii Diyanet İşleri
Başkanlığıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı örtünme konusunda 03.02.1993
tarih ve 6 no’lu, “Tesettür” konulu kararında açık bir biçimde hüküm
vermiş ve kadının örtünmesinin dinen farz olduğunu beyan etmiştir.
Bunları İslâm’da ilgili bölümde zikredilen ayet ve hadisler ile geçmiş
dönemlerin uygulamalarına dayandırmıştır. Bu kararın üzerinden geçen
süre içinde de herhangi bir farklı karar yayınlanmamıştır. 18 Mayıs 2002 tarihli
“Güncel Dinî Meseleler İstişare Toplantısı Sonuç Bildirgesi”nde de kadınla
ilgili birçok konuda yeni yorumlar getirildiği halde, başörtüsü ile ilgili herhangi
bir sonuç açıklanmamıştır.
Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın, kendisi ile yapılan
bir röportajda kendisine sorulan “Siz öteden beri başörtüsüne daha farklı bir
açıdan bakar ve farklı yorumlar getirirsiniz. ‘İnsanların hoşuna gitmese de,
başörtüsünün dindeki yeri abartılmış olabilir’ diyorsunuz mesela. Ne demek
bu?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Onu şu sıralarda çok fazla açmayayım.
Çünkü başörtüsü konusunda çok şey konuşuluyor. Sanki Türkiye’nin bütün
problemleri bitmiş, başörtüsü yegane problemmiş gibi sadece bu konuşuluyor.
Açıkçası bu da, hem beni hem de partiyi rahatsız ediyor. Ben diyorum ki her
konuda olduğu gibi, başörtüsü konusunda da dinin kendi içerisinde farklı
anlatımları var. Kimisi başörtüsü konusunda oldukça sıkı, kimi de oldukça
rahat bırakıyor. Toplumun bunlardan haberdar olması lazım. Evet yıllardır
tartışılan bir konu ama bu konuyu tartışırken, sadece siyaset üreterek değil,
bilgi üreterek de ortamı zenginleştirmeliyiz. Bunun için, başörtü
uygulamasındaki genişliği gündeme getirmemiz lazım. Siyaset için değil, din
konusunda daha berrak bir görüşe sahip olmak için bunu yapmak
durumundayız. Bu bizim kendi kültürümüzde de vardır. Anadolu köylüsünün
yaşadığı hayat tarzında da vardır. Kadın-erkek birlikte çalışır, birlikte yer içer.
Dolayısıyla, başörtüsüne bakarken, bunun arkasındaki Anadolu rahatlığını da
görmek lazım. Biz bu gün tek bir yoruma saplanıp kalıyoruz ve problem de
247
buradan çıkıyor. Biz bu konuda bir çalışma grubu oluşturduk. Başörtüsü de
dahil olmak üzere, kadınla ilgili bütün dinî hususlar tartışılacak.”385
Akşam Gazetesinin bir haberinde de Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı
Mehmet Aydın’ın, İslâm’ın reforma ihtiyacı bulunduğunu iddia ettiği ve
Kuran-ı Kerim’in türbandan söz etmediğine dikkat çektiğinden söz edilmekte
ve “Türban takmanın dinin gereği olup olmadığı, bir yorum meselesidir.”
dediği belirtilmektedir. Habere göre “Financial Times’e demeç veren Devlet
Bakanı Aydın, İslâm’ın laik Türkiye’yi AB’nin dışında tutması için bir neden
olmaması gerektiğini söyledi. Mehmet Aydın, Suudi Arabistan, İran ve
Pakistan’da kadınlara yönelik baskıcı uygulamaların İslâm’ın yanlış
yorumlanmasından kaynaklandığını ileri sürdü. Söz konusu devletlerin dinî
devletler olarak değerlendirilemeyeceğini ifade eden Aydın, ‘Eğer insanlar
arasındaki eşitlik konusunda net bir vizyonunuz yoksa din konusunda da net bir
vizyonunuz olamaz. Kadınların araba kullanabilmesine ilişkin tartışmaları
duymaktan utanıyorum. Bu başka bir çağa dair.’ diye konuştu. İstanbul’a bir
kadın müftü yardımcısı atayacağını açıklayan Aydın, din ve devlet işlerinin
katı biçimde ayrıldığı Türkiye’de bile, İslâm’ın reforma ihtiyacı olduğunu
söyledi. Aydın, bunun kadınların, camilerin istedikleri bölümünde ibadet etme
hakkını elde etmeye cesaretlendirilmesini de içerdiğini belirtti. Türkiye’deki
türban tartışmasında iki tarafın da hatasına işaret eden Bakan, katı
laiklerin türbanı, siyasî İslâm’ın simgesi olarak gördüklerini, aşırı
dincilerin de kadının dindar olmak için saçlarını örtmesinin şart olduğunu
düşündüklerini hatırlattı. Aydın, ‘Kuran, yalnız alçak gönüllülükten
bahseder. Başını örtmeye ihtiyaç duyup duymamak bir yorum
sorunudur.’ dedi...”386
Örtünme konusunda ülkemizde yapılan tartışmaların örnekleri bu
çalışmanın sınırlarını çok aşacak mahiyettedir. Bu sebeple birkaç örnek
vermekle yetinilecektir. Örtünmenin, Türk kızlarına ve kadınlarına erkekler
tarafından yapılan bir dayatma olduğu görüşüne ait bir örnek şu sözlerle dile
getirilmektedir:
385 Sefa Kaplan, Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın ile
röportaj, Pazar Hürriyet, 14 Aralık 2002, s.14. 386 Akşam Gazetesi,02.08.2003.
248
“Bugün şehirli dindar erkeklerimizin çoğu, ‘içtimai hayat ve maslahat
icabı’ başlarını açıyor ve modern-popüler kıyafetleriyle kazandıkları statülerini
riske atacak ‘aşırılıklara’ yanaşmıyor. Erkek başlığı ve nasıl giyileceği ile ilgili
hadis rivayetleri - sakal konusundaki rivayetler gibi- örfe hamlediliyor.
Ancak ‘gavur’ suçlamasına yol açmış, ama zamanla örf haline gelmiş
erkek kıyafetini ‘kimlik’ meselesi yapmayan dindarlarımız, hanım
kıyafetine gelince, ayet-hadislerin örfle bağlarını koparıyor, örfün izin
verdiği giyim yelpazesini yok sayıyor; izafi ve muğlak olan ‘zaruret’
kavramını mutlaklaştırıyor ve ‘örtü’yü hanımların dinî ‘kimlik göstergesi
olarak’ sunuyorlar.
Eskiden hür hanımların ‘dikkat çekmemesini’ ve cariyelerden ayırt
edilmesini sağlayan örtünme biçimi, bugün bazı ortamlarda -tam tersine- hem
‘dikkat çekiyor’ hem de bir kesimin gözünde -yine ‘dinî/siyasî/toplumsal
kimlik göstergesi’ olarak- cariye statüsünü temsil ediyor...Tesettürü ‘kimlik’
olarak gören dindar erkeklerimizin çoğu, kadın-erkek farklılığının kendilerine
‘kimlik muafiyeti’ sağladığını düşünüyor ve ‘kaçak güreşiyor’. ‘Tesettürden
taviz verilemeyeceğini’ savunan basın-yayın organları, ‘rahatlık, özgürlük ve
çağdaşlığı’ vurgulayan erkek giyimi reklamları yayınlayabiliyor.”387
Erkekler cephesinden başörtüsü meselesine getirilen ve tamamen
katıldığımız bu görüşten sonra, örtülü kadınların kendi ifadelerinden bir
örnek vermek uygun olacaktır.
1944’te Amerika’da doğan bir Hıristiyan olup sonradan bir Türk’le
evlenerek Müslüman olan ve Aişe Aslı ismini alan bir hanımın örtünme
hikayesi, konuya farklı bir bakışı objektif olarak yansıtabilmek adına
özetlenerek alınmıştır: “ ...Türkiye’ye ilk geldiğimde açıktım; herhangi bir
batılı kadına benziyordum. Tesettürden haberim bile yoktu. Çok iyi
hatırlıyorum, yeni geldiğimiz zaman bir gün kocam ile beraber onun bir
arkadaşı ve hanımıyla buluşmak için bir parkta bekliyorduk. Tanışacağım
hanımın kapalı olduğunu kocam biliyordu. Bu yüzden benim halimden biraz
huzursuz olmuştu. Üstümde krem rengi bir pantolon ve krem rengi askılı bir
buklet takım vardı. Gözlerim, dudaklarım, tırnaklarım boyalıydı; saçımı da
387 Murat Çekin, “Netlik Ayarı-Kıyafet Meselesine Yeniden Bakış”, İslâmiyat, III/2, 180
249
yeni yaptırmıştım. Birkaç tane kolye ve bilezik de takmıştım. Beyim bana
‘Keşke bugün biraz daha kapalı giyinseydin’ deyince, ben dedim ki; ‘Lüzûm
yok. Allah kalbimi biliyor.’ Ne kadar cahildim, hakikatten ne kadar uzaktım.
Kadının özel bir yaratılışı olduğunu ve onun muhafaza edilmesi gerektiğini
bilmiyordum. Sonra yavaş yavaş İslâm’ı öğrendikçe, tesettürün hikmetlerini
idrak etmeye başladım.
Türkiye’ye yeni geldiğim zaman hemen Kur’an-ı Kerim öğrenmek istedim.
Birisi beni İngilizce bilen bir hanıma götürdü. Şükran Hanımın başı örtülüydü
ve kapalı giyiniyordu. Örtü hakkında soru sorduğumda ‘Evet, İslâm’da kadının
örtünmesi şart’ dedi. Fakat aynı zamanda çok yumuşak davrandı bana. Hemen
‘başını ört’ demedi. Bir müddet sonra ben evin içinde bile başım açıkken
huzursuzluk hissetmeye başladım. Başımı örttüğümde huzurlu oluyordum ve
böylece örtünmeye başladım. Tabi ki tesettürü tam manasıyla uygulamıyordum.
Baş örtümü türban şeklinde bağlıyordum. Kıyafetlerim yine Batı modeliydi
fakat mevsim yaz da olsa sadece uzun kollu ve kapalı yakalı modeller
seçiyordum. Böylece tesettüre doğru ilk adımlarım atıldı. Tenim örtülü olduğu
için ben tesettürlü olduğumu zannediyordum o zamanlar. Seneler sonra bunun
ne kadar yanlış olduğunu anladım. Kıyafetim batılı olduğu için sokaklarda yine
‘yabancılık’ çekmiyordum, fakat tanıdıklarımız arasında ‘Ne zaman hoca
oldun, saçını niye hapsettin’ gibi sözler de söylenmiyor değildi...
...Leyla, genç ve güzel bir Kanadalı Müslümandı. Eşi Kerim Bey, genç, Fas
asıllı bir Müslümandı. Onları ilk gördüğümde Leyla uzun, bol kaftan şeklinde
İslâmî bir kıyafet içindeydi. Başında kaftanı ile aynı kumaştan büyük bir örtü
örtmüştü. Kerim Bey ise, koyu yeşil bir cüppe giyiniyordu, sakallıydı, başında
beyaz bir sarık ve elinde bir baston vardı...
...Leyla’ya baktım. Onun Müslüman bir kıyafet içinde rahat huzurlu ve
vakur bir hali vardı. Bu durumda Leyla’nın ne kadar hür bir kadın olduğunu
idrak ettim. Evet, hür bir kadındı. Neden? Çünkü kendisi Batıda doğduğu ve
büyüdüğü halde, Batı modasının zincirlerini kesip atmıştı ve hürriyetine
kavuşmuştu. Ne mutlu ona!Ben ise Leyla’dan evvel Müslüman olmuştum ama
halâ batı modasına bağlıydım...Leyla’ya imrendim ve karar verdim: Ben de
hür bir kadın olacağım.
250
...İlk Müslüman kıyafetim Leyla’nın elleriyle kesildi. Gerçi öyle bir
kıyafetle gündüz çıkmaya hemen cesaret edemedim, çünkü benim çevremde
kimse uzun ve bol kıyafet giymiyordu. Cesaretim artınca gündüz de öyle çıktım,
tam Leyla gibi. Artık çok sevinçliydim çünkü Müslüman bir kıyafet giyiyordum.
Batı modasının pençelerinden kurtulmuş,hürriyetime kavuşmuştum.
Fakat bazı arkadaşlarım kıyafetimi eksik gördüler. Kıyafetim uzun ve bol
olduğu halde ayrıca bir dış kıyafetin lazım olduğunu söylediler. Öyle olunca
ben esasını öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’e baktım ve gerçekten ayrı bir dış
kıyafetin lazım olduğunu öğrendim. Kur’an-ı Kerim’de kadının dış kıyafeti
‘cilbab’ adıyla geçiyor, ama cilbab nedir? Çeşitli tefsirleri ve lügatleri
araştırdıktan sonra anlaşıldı ki, cilbab baştan ayağı sade, uzun ve bol dış
kıyafet demek.
Çok sevdiğim bir arkadaşımın yardımı ile cilbabım abaya şeklinde koyu
lacivert renkli kumaştan dikildi. Başıma aynı renkten bir örtü sardım. Bu
kıyafetle ilk sokağa çıktığım zaman diyebilirim ki ilk defa Türkiye’de müthiş bir
yabancılık hissettim. Herkes bana baktı. Sokaktaki herkesin dikkatini ister
istemez çekiyordum. Kimisi ‘Ne güzel’ kimisi ‘Ne garip’ ifadeleriyle
hayretlerini belirtiyorlardı... Türkiye nüfusunun çoğunluğu Müslümandı ama
bu memleketin bazı yerlerinde bir kadının Müslüman bir kıyafetle sokağa
çıkması olay oluyordu.
Yeni cilbabıma kısa zamanda alıştım. Eski halimi düşününce kendi
kendime gülüyordum. Evet daha evvel tenimi örtmüştüm ama vücut hatlarım
belliydi. Bir kadının vücut hatları meydanda iken onu tesettürlü saymak
mümkün mü? Sadece vücut hatları değil, bir kadının güzelliği
meydandayken o kadın tesettürlü sayılmazdı. Tesettür sadece ‘örtünmek’
manası değil, ‘saklanmak’ manası da taşıyordu. Yani kadının güzelliğini
hatta şahsiyetini bile gizlemesi lazımdı. Bir kadının güzelliği veya çirkinliği,
kibarlığı veya kabalığı, zenginliği veya fakirliği belli olmamalı idi. Onun için
zarif bir manto ve baş örtüsü, şık bir ayakkabı ve çantayla bir kadın tam
tesettürlü sayılmaz. Evet örtünmüş olabilir ama onun güzelliği ve şahsiyeti
saklanamamıştır.
251
Senelerce ben nasıl aldanmıştım? Hem batı modeli, vücudu saran
kıyafetler giymiştim hem de İslâm’ın tesettür şartlarını yerine getirdiğimi
sanmıştım. Demek insan çok kolay aldanabiliyor...”388 Bu ifadeler, örtünme
konusundaki anlayış farkına çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Burada sadece
örtünme değil, örtünmenin ayrıntılı biçimi bile İslâm ile özdeşleştirilmektedir.
Örtünmenin “kadının denetiminin bir yolu olduğu” fikrine karşı çıkan
ancak, sorumluluğun eşit paylaşılmasından yana olan bir yorum da şöyle ifade
edilmektedir:
“Bazılarının iddia ettiği gibi örtü, erkeğin kadına vurulmuş mülkiyet
mührü değildir. Kadın ve erkek yaratılış açısından birbirinden üstün varlıklar
değildirler. Biri, diğerini mülkiyeti altına almak için değil, birbirlerini
tamamlamak için yaratılmışlardır. Çünkü her birinin sahip olduğu iki yönü
vardır: Erkek, insan ve erkektir. Kadın, insan ve kadındır. İnsan olma
özellikleri açısından her ikisinin de toplum hizmetine katılması gerekir. Birer
insan oldukları için... Ne fazla, ne de eksik. Öyleyse kadının dişiliğini
gözlerden sakınması, İslâm’ın onu toplum dışına ittiğine delil olarak alınamaz.
Çünkü kadın, bir insan olarak toplumsal ilişkiler kurar. Diğer yönleriyle
değil...Eğer erkek, insan olduğunu gösterme hakkına sahipse, kadın neden bu
hakka sahip olmasın? İnsan oluş yönleriyle aralarında hiçbir ayırım
bulunmadığına göre, bu konuda ikisi de eşit hakka sahip değil mi?
Kadının örtünmek zorunda bulunduğu konularda erkek de örtünmek
zorundadır. Nasıl ki çekicilik yönü baskın olan kadın, açılıp saçılarak dişiliğini
dışarıya sunamazsa, erkek de bu şekilde erkekliğini gösteremez. Yani erkek,
toplumda bir insan olarak yaşamını sürdürmek zorundadır. Kadın da toplumda
insan olarak yaşamak zorundadır.
Erkeğin, insanlığına ek olarak erkekliğini göstereceği yerler varsa, kadının
da insanlığına ek olarak kadınlığını göstereceği yerler vardır. Hatta konu kadın
açısından çok daha büyük önem arz eder.
Kaldı ki, kadının cazibe ve göz alıcılığı, erkeğinkinden çok daha fazla ve
çok daha etkilidir. Öyleyse kadının örtüsü de erkeğinkinden daha geniş
388 Aişe Aslı Sancar, İslâm’ın Işığına Uyanmak, İstanbul 1986, s.31-36.
252
kapsamlı olmalıdır. Dişiliğini gösteren hiçbir belirti bulunmadan sadece insanî
özelliğiyle dışarı çıkan bir kadın, erkekle eşit demektir...”389
Türkiye’de yaşanan başörtüsü meselesine farklı yorumlar getirilmektedir.
Bu yorumlardan biri şöyle ifade edilmektedir: “Türk modernleşmesinin sembol
yıkıcılığına karşı, bu sembolleri ihya ederek muhalefet etmek, yakın
tarihimizin bilinen meseleleridir. Cumhuriyetin batıcı kadroları tarafından
yaratılan çağdaş Türk kadını imajı, uzun yıllar kentli bürokrat zümre
tabakasıyla sınırlı kalmış, gerideki büyük çoğunluk, geleneksel normlar
çerçevesinde hayatını devam ettirmiştir. Bu kitlenin kızları ya da torunlarının,
siyasî baskıların hafiflemesi ve dinî hassasiyetlerin korunduğu öğretim
kurumlarının açılması sonucunda okullaşma oranının artması, böylece kamusal
alanda dindarlıklarını ya da muhafazakarlıklarını sembolize eden başörtüleriyle
görünürlük kazanmaları, laik sistem namına bir tehdit olarak algılanmıştır.
1980’den sonra ‘başörtüsü yasakları’ ile bu tehdidin bertaraf edilmesine
yönelik baskılar başlamış, ‘başörtülü olmak’ kamuoyu gündeminde farklı
tartışmaların doğmasına sebep olan bir konu haline gelmiştir. Aslında hem
geleneksellik hem de modernlik paradigmaları açısından, ön görülemeyen bir
sonuç olarak ortaya çıkan bu durum başörtüsü ekseninde kadının mevcut
İslâmî anlayışlar ve yapılanmalar içindeki durumunu sorgulayan, savunan ya
da mahkum eden bir muhteva kazanmıştır... Neticede, ya içler kan ağlayarak
başlar açılmakta, utanç ve ikilemler yaşanmakta; ya da çok yönlü psikolojik
baskılar içinde, gidebileceği son noktaya kadar mücadele sürdürülmektedir.”390
Geçmişte kadının devlet zoruyla örtünmesi noktasından gelinen,
örtünmeye devlet müdahalesi konusundaki bir yorum da şöyledir:
“...21. Yüzyılın başlangıcındaki Türkiye’de ise bir asır öncesine göre
durum daha farklıdır. Kur’an’daki ayetleri kadının el ve yüzü hariç her tarafını
örtmesi gerektiği şeklinde yorumlayan bir gruba, bu defa devlet müdahale
etmektedir. Bu davranışta, bir grup siyasînin tamamen kendi menfaatleri
doğrultusunda olayı körüklemelerinin ve yetkili oldukları bazı yerlerde
örtünmeleri için insanlara baskı yapmalarının da etkisi vardır...
389 Şehid Bint’ül Hüda, Peygamber ve Kadın, çev. Ubeydullah Dalar, İstanbul 1986, s.79-81. 390 Hidayet Şefkatli Tuksal, “Başörtüsü Hikayeleri”, İslâmiyat, III/2, s.132
253
Türklerin yumuşak başlı ve iyi niyetli olduğunu biliyoruz. Türklere
sevecen bir şekilde, kardeşçe yaklaşıldığında her zaman uyumludurlar. Böyle
kardeşlik ortamı, örtünen insanları siyasi ihtiraslarına alet etmek isteyenlerin en
önemli silahlarını ellerinden alacaktır. Annelerimizin kullandığı tipte
başörtüsüne izin verilebilir. Örtünenlerin inançları doğrultusunda mı, yoksa
siyasi amaçla mı hareket ettiği böylece anlaşılır....Zaten devlet, kendisine ciddi
bir tehdit görürse, bütün kurumlarıyla tedbir alacak seviyededir...
Zaten Kur’an-ı Kerim’in tamamına bakıldığında, Allah bu konuda, hem
kadınlara hem de erkeklere hitap etmektedir. Birbirlerini tahrik etmeyecek
şekilde davranmalarını ve giyinmelerini istemektedir. Yoksa, başını örten
birisi, örtmeyeni ‘kötü kadın’ göremez; örtmeyen ise, başını örten için ‘onlar
gerici, cahil’ diyemez...”391
d. Türkiye’de Örtünme Modelleri ve Anlayışları
Türklerde giyim kuşam ve örtünmenin bir yandan İslâm dininin
kurallarına göre, diğer yandan yüzyılların birikimiyle oluşmuş Türk kültürüne,
örf ve adetlerine göre şekillendiği bilinmektedir. Bu araştırma, her ne kadar
örtünmenin biçimlerinden daha ziyade anlayışları ortaya koymayı hedeflemiş
ise de, Türkiye’de bu konudaki uygulama farklılıklarına örnekler vermek,
anlayış farklılıklarının daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. Örtünme
biçim ve gayesine dair “genel” bir örnek şöyle ifade edilmektedir:
“... Grubun diğer üyeleri normal kıyafetlerin üzerine bir başörtüsü
bağlama ile başlayan tesettür sürecinde, okumaların ya da yeni dinî çevrenin
etkisiyle, giderek uzun pardösü ve büyük başörtülerini içeren-takvaya daha
uygun olduğu düşünülen- örtünme biçimlerini benimsemişlerdir. Grubun tüm
üyelerinin örtünme kararında ,-metafizik duruş bağlamında- Allah’ı memnun
etme anlayışının yanı sıra, daha ayrıntıya inildiğinde, örtünerek erkekleri kendi
bedenlerinden ya da tavırlarından kaynaklanabilecek cinsel uyarılardan koruma
391 İsmail Hakkı Küpçü, Tarihin Aydınlattığı Gelecek, Ankara ty, s.221-222.
254
sorumluluğunun etkisi de söz konusudur... örtüyü kendisini erkeklerle ilişkisini
kısıtlayan değil, rahatlatan bir faktör olarak algılamıştır.”392
Türkiye’de örtünme modelleri; bölgelere, mezheplere, grup / tarikat /
cemaatlere göre örneklerle ele alınacaktır.
da. Bölgelere Göre
Türkiye yedi coğrafi bölgeye ayrılan geniş bir ülkedir. Giyim kuşam
konusunda bölgeler arasında birtakım farklılıklar bulunmaktadır. Bunun
sebepleri üzerinde çeşitli yorumlar yapılabilmektedir. Anadolu topraklarının
çok eski tarihlerden beri uygarlıklara zemin olması ve ülkenin jeo-politik
önemi bu toprakların her dönemde dikkati çekmesine yol açmıştır. Böyle
olması da başka kültürlerle sürekli bir irtibatı gerektirmektedir. Bu irtibat kimi
zaman olumlu kimi zaman da olumsuz sonuçlar doğurabilmekte ayrıca farklı
yöreleri, farklı biçimde etkileyebilmektedir. Coğrafya ve iklim şartları ile
geçim şekilleri giyim kuşamı etkileyen en önemli faktörlerdendir.
Türkiye genelinde kadınların eskiden olduğu gibi başlarını örtmeye
devam ettikleri, bunun için şehirlerde başörtüsü ve pardösü, köylerde
geleneksel şalvar, entari, bazen de üç etek tarzı giysiler kullandıkları
bilinmektedir. Bununla birlikte, büyük şehirlere göç, yüksek eğitim alan
kızların artması ve medyanın etkisi ile geleneksel Türk giyim biçiminde
değişiklikler olmaktadır.
Bölgelere göre örtünme modellerinden birkaç örnek şu şekildedir:
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde geleneksel giysilerin daha fazla
korunduğu söylenebilir. Doğu ve Güneydoğuda kadınların yakın zaman kadar
ehram adını verdikleri car kullandıkları bilinmektedir. Ehram Erzurum çevresi
gibi soğuk bölgelerde mor koyun yününün evde dokunmuş tabi kahverengi
kumaşından, Urfa çevresi gibi sıcak bölgelerde ise ak koyun yününden
dokunmuş çok ince kumaşlardan yapılmaktadır. Ehram kullanmamanın dinden
çıkmak olacağına dair inanç, son yıllarda etkisini kaybetmiştir.
Van’ın Karahan köyünde ölü çıkan evin kadınları, kızları, elbiselerini ters
giyinirler. Bu, ölenin ruhunun, geride kalanları alıp götürmemesi için alınan bir
392 Tuksal, “Başörtüsü Hikayeleri”,137
255
tedbirdir. Türk inancına göre ölen, kimi zaman çok sevdiği veya kötülük etmek
istediği kişileri de beraberinde götürür. Söz konusu inancın bir neticesi olarak,
ölenin ruhunu şaşırtmak amacıyla elbise ters çevrilir. Van’da bu yas süresi, üç
ile yedi gün arasında sürer. Yas tutma bitince, köyün ileri gelenlerinden biri,
yas evi mensuplarını yemeğe çağırır. Yemeğe başlanmadan önce elbiselerini
ters giyen kadınlar ve kızlar, bunları düzeltirler. Başlarından kara yazmaları
çıkarıp, al ve ak renkli yazmaları bağlarlar. O ana kadar tıraş olmayan yas
evi erkekleri de tıraş olur. Buna yas kaldırma adı verilir...
Siverek kasabasında, ölü çıkan evin mensupları ve akrabaları ile yakın
komşuları da, yas alameti olarak kara giyinirler. Üç gün süren yas sonunda,
akraba ve komşular kara elbiseleri çıkarıp renkli giyinirler ve yas evine de
renkli elbiseler götürüp oradakilere giydirirler. Böylece yas kaldırma yapılmış
olur ve hane halkı normal hayatına dönmek imkanını bulur...
Ağrı köylerinde, yasta olan kadın, kara renkli elbise giyer. Zülüflerini
toplayıp kimseye göstermez... Elbiselerini ters giyer...
Bitlis’te, ağıtçı kadınlar ağlayıp acınır ve ölen için methiye niteliğinde
sözler söylerken yaslı ailenin kadınları da saçlarını keserler. Bu şekilde, ölene
saygı gösterildiğinde, duyulan acıyı ifade ettiklerine inanırlar.393
İç Anadolu Bölgesinde Ankara’nın Beypazarı ilçesinde kadınların genişçe
bir şalvar üzerine başlarından itibaren vücutlarının büyük bölümünü kapatacak
biçimde aşağı doğru uzanan çevre denilen bir örtü kullandıkları, bir el ile çene
altından tutularak açılması engellenen bu örtünün değişik renk ve desenlerde
olabildiği gözlemlenmiştir. Beypazarı kadınlarının ayrıca bir dış kıyafet
giymedikleri genellikle bu şekilde dolaştıkları belirtilmiştir.
1963-1965 yıllarında Ankara’da gecekondu aileleri üzerine yapılan bir
araştırmaya göre; “Gecekondu topluluğunda giyim-kuşam bakımından türdeş
bir görüntü yoktur. Erkek,kadın ve çocuk giysileri kent ve köyden esinlenmiş
olarak karmaşık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Gecekondu kadınları arasında köy motifi çorap ve giysi kullananlara
rastlanır; entarisi üstüne hırka giymiş olanlar, başı eşarplı dolaşanlar sık sık
görülür. Giysilerde egemen renk kırmızıdır. Daha çok göz alıcı ve parlak
393 Yaşar Kalafat, Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Ankara 1990, s.113-116.
256
kumaşlar üstün tutulur. Bu tutum köy geleneğine uygundur. Köyde ayrıca bir
ev dışı giyinişi olmadığından, bu özelliği birçokları kentte de
sürdürmektedir.
Köyde pijama giyme geleneği yoktur. Gecekondu aile başkanları arasında
pijama giyenler epeyce görülmekteyse de kadınlar arasında pijama giyenler
pek seyrek olup, bunların giydikleri de pijamadan çok bir şalvar bozuntusudur.
Ayrıca, gecelik denen bir giysinin de buralara girmekte olduğu anlaşılmaktadır.
Bu giysilerin hiçbirinin çıkış yeri köy olmadığına göre, giyim alışkanlıklarında
değişmelerin yer almakta olduğundan söz edilebilir...Bunların kimileri ile
kızları, özenti olmak üzere kent kadınlarının giyinişini taklit etmektedirler.
Gecekondu erkeği, imkânları oranında kasaba erkeğinin bir özelliği olan
‘takım elbise’ yaptırmak ve giyinmek eğilimindedir. Spor ceket ve pantolon
giyenlere rastlanırsa da, bunlar daha çok eskicilerden satın alınanlardır. Erkek
giyinişi başka bir bakımdan gözden geçirildiğinde iş-güç çeşidinin bu giysileri
etkilediği görülür. Anlaşıldığına göre, kadınlarla karşılaştırıldığı zaman,
gecekondu erkeğinin kent giyimini kabulü daha kolay olmaktadır.”394
İç Anadolu bölgesinin Konya civarında kadınlar, şalvar giymeye ve
üzerine omuzlardan aşağı kapatacak biçimde örtü almaya devam etmektedir.
Konya bölgesinde alt uçları bele sokulmak, üst uçları başın üzerinden alınıp
çene altında birbirine iğnelenmek suretiyle car da kullanıldığı
kaydedilmektedir.395
Tokat’ın Zile ilçesinde daha önce geçmişinden söz edilen giyim
biçiminde kısmen değişiklikler olmuştur. Bürük kullanımı eskiden olduğu gibi
yaygın değildir. Çarşaf (boy bürük) bazı tarikat mensupları dışında kullanılmaz
olmuştur. Genç kızların aile zoruyla örtünmeleri pek söz konusu olmamakta,
örtünmek istemeyen kızların açık olmaları artık normal karşılanmaktadır. Evli
kadınların da pardösü üzerine bürük veya atkı yerine, çoğunlukla eşarp
aldıkları görülmektedir. Bürük veya atkı, komşulara, yakın bir yere ya da bağa,
tarlaya giderken doğrudan ev kıyafetinin üzerine örtülmeye devam
edilmektedir. Etek boyları günün modasına göre değişmekle birlikte eskiye
394 İbrahim Yasa, “Gecekondu Ailesi ( Geçiş Halinde Bir Aile Tipolojisi)”, AÜSBF Dergisi,
XXIII/9-17. 395 Sargon Erdem,157.
257
oranla çok daha uzun tutulmaktadır. Türkiye genelinde olduğu gibi Zile’de de
gözlemlenen en önemli değişiklik, kadınların da pantolon giymeye
başlamalarıdır. 1970’li yıllarda genç kızların bile çekinerek giydikleri pantolon
artık rahatlığı bakımından herkes tarafından tercih edilmeye başlamıştır.
Pardösü yerine etek-ceket kullanımı da son derece yaygınlaşmış olup normal
karşılanmaktadır. Geleneksel bindallının kullanımının tamamen kalkmış
olduğu, sadece folklorik bir hatıra olarak evlerde saklanmaya devam edildiği
belirtilmektedir. Evlerde yemeni, yazma, tülbent kullanımı sürmekte olup genç
kızların çeyizlerinde bu örtüler halâ önemli yer tutmaktadır. Köylerde eskiden
olduğu gibi dış kıyafet kullanılmamaktadır.
Akdeniz Bölgesinde erkek ve kadınların şalvar giyme alışkanlıkları devam
etmektedir. Şalvarın üzerine giyilen herhangi bir bluz üzerine genellikle kışın
yelek giyilmekte, başa da çoğunlukla beyaz tülbent örtülmektedir. Ayrıca
bir dış kıyafetin yaygın olmaması iklim özelliklerine bağlanmaktadır. Adana
yöresinde kızların genellikle açık olsalar da evlendikten sonra başlarına tülbent
aldıkları ancak bunun kullanımının örtünmeden ziyade geleneksel olduğu
belirtilmektedir.
Ege Bölgesi de şehirlerdeki modern giyimin dışında geleneksel giysi
kültürünün yaşatıldığı bölgelerden biridir. Ayten Sürür’ün “Ege Bölgesi Kadın
Kıyafetleri” kitabında örneklerini verdiği gibi Ödemiş’te kadınların sokak
giysisi geniş bir şalvar üzerine giyilen önlük/etek ile baştan bele kadar
örtülen örtüden oluşmaktadır. Afyon yöresinde de köy kadınlarının çok geniş
şalvar giymeye ve üzerine bele kadar uzayan başörtüleri taktıkları
bilinmektedir. Ayten Sürür Uşak/Banaz’dan verdiği bir kadın giysi örneğinde
ise bele ayrıca bir kuşak bağlandığı görülmektedir. Ege bölgesi kıyafetlerinde
başa örtülen örtü, desenli büyük yazmalar olabildiği gibi kareli, çizgili
dokunmuş özel kumaşlardan da yapılabilmektedir. Bu örtülerin bazen
alın üzerinden ayrı bir örtü ile bağlandığı da olmaktadır.396
Karadeniz Bölgesinde kadınların kıyafetlerinin ayrılmaz parçası önlükler
ve rengarenk örülmüş çoraplardır. Karadeniz kızları da geleneksel giyimlerinde
396 Bkz. Ayten Sürür, Ege Bölgesi Kadın Kıyafetleri, Akbank yay., İzmir 1981.
258
kadınlar gibi başlarını örtmekte ve üzerine ikinci bir örtü bağlamaktadır. Ancak
onların örtülerini genellikle arkadan bağladıkları görülmektedir.
Nurettin Elbir’in, 02-13 temmuz 2001’de açtığı “Orman Köylerinde
Kadın” isimli fotoğraf sergisinde Anadolu’nun farklı bölgelerinden kadın
fotoğrafları yer almıştır. Sergi fotoğraflarının yer aldığı kitapçıkta verilen
örneklerde de orman köylüsü kadınların tamamının başlarının örtülü olduğu
görülmektedir. Hakkari, Bursa, Pozantı, Bartın, Kırklareli, Amasya, Manisa,
Adana, Bitlis, Balıkesir, Burhaniye gibi çok çeşitli yerlerden alınan bu
fotoğraflar geleneksel kıyafetleri de görme imkânı vermektedir. Genellikle
yüksek bölgelerde olan orman köylerinde giysilerin birkaç kattan oluştuğu ve
kalın olduğu dikkat çekmektedir. Başların genellikle içten giyilen bir başlık
üzerine başörtü örtülmesi ya da başörtü üzerine alından ikinci bir
örtünün bağlanması şeklinde iki parçalı biçimde örtüldüğü görülmektedir.
Fotoğraflardan bazı yöre kadın kıyafetlerinin tamamen folklorik unsurlar
taşıdığı anlaşılmaktadır. Bursa Keles yöresine ait bir fotoğrafta toprak kazma
işi ile meşgul olan bir kadının, birkaç kattan oluşan süslü başlığı ve arkadan
belden aşağıya kadar uzanan saç örgüleri ile rengarenk saç bağları dikkat
çekmektedir. İki parçalı siyah giysinin altından kırmızı renkli bir şalvar
görünmektedir. Fotoğrafın 1971 yılına ait olması bu giyim biçiminin devam
etmiyor olabileceğini düşündürmektedir. 1970 yılına ait, Pozantı Ormanlı’dan
yufka açan bir kadının fotoğrafında da giysinin taşıdığı otantik unsurlar ve başa
bağlanan üç katlı örtüden alnın iki yanından saçların görünmesine izin
verilmesi dikkat çekmektedir. Bu sergide yayınlanan fotoğraflardan eski tarihli
olanlar ile yani tarihli olanlar arasındaki farklılık da kıyafetlerdeki değişimi
ortaya koymaktadır. 397
Anadolu’nun muhtelif bölgelerine ait giysi biçimlerinin yer aldığı fotoğraf
albümlerinde ve bu konu ile ilgili olarak yayınlanan kitaplarda çok çeşitli
örnekler görmek mümkündür.398 Bu örnekler, Türkiye’nin farklı bölgelerinde
farklı giyim kuşam biçimleri benimsenmiş olmakla birlikte geleneksel giyimde
397 Nurettin Elbir, “Orman Köylerinde Kadın”, Fotoğraf Sergisi, 02-13 Temmuz 2001. 398 Türkiye’de kadın giysileri hakkında örnek olarak bkz. Atilla Erden, Anadolu Giysi Kültürü,
Ankara 1998; Fotoğrafla Aile, Aile Araştırma Kurumu yay., Ankara 1991; Türkiye’den İnsan Manzaraları-Human Landscapes From Turkey, Eczacıbaşı yay., İstanbul 2001.
259
başörtünün mutlaka bulunduğunu göstermektedir. Belirtilen sebeplerle
giyim kuşam biçimindeki değişikliğin hızlı biçimde sürdüğü de görülmektedir.
db. Mezheplere Göre
Mezhep gidilen yol demektir. İslâm’da diğer dinlerde olduğu gibi yorum
farklılıklarından veya siyasî sebeplerden kaynaklanan birtakım mezhepler
bulunmaktadır. Bu mezhepleri itikadî(inançla ilgili olan) ve amelî(uygulama ile
ilgili olan) mezhepler olarak iki gruba ayırmak uygun bulunmuştur. İslâm’ın
farklı düşünce ekolleri denilebilecek itikadî mezheplere fırka da denilmektedir.
Bu mezhepler; Sünnet ve Cemaat Ehli, İbadilik, Vehhabilik, Şiilik, Nusayrilik,
Dürzilik, Kadıyanilik, Babilik/Bahailik olarak tasnif edilmektedir.399
Türkiye’de amelî mezheplerden genellikle Hanefîliğin ve biraz da Şafiiliğin
benimsenmiş olduğu bilinmektedir. Hanbeli ve Maliki mezhepleri daha çok
Türkiye dışındaki Müslümanlar tarafından benimsenmektedir. Türkiye’de
Şia’nın Türklere özel bir biçimi olarak Alevîlik de bir mezhep ya da Alevîlik-
Bektaşîlik adı altında bir tarikat olarak yaygın bulunmaktadır. Genel anlamda
Türkiye’de Ehl-î Sünnet ve’l Cemaat kısaca (Sünnet ve Cemaat Ehli)
mensuplarına kısaca Sünnî, bunların dışında kalan ve belli alt grupları bulunan
kesime de genel olarak Alevî denilmektedir. Bunların dışında başka
mezheplere mensup olanlar ya da herhangi bir mezhebe bağlı olmayı gereksiz
görenler de bulunmakla birlikte genel anlamda Alevî ve Sünnî terimlerinin
kullanımı yaygın bulunmaktadır.
Mezheplerin giyim kuşam ve örtünme konusundaki farklı uygulamaları
yorum farklılıklarından ileri gelmektedir. İslâm’da Örtünme kısmında amelî
mezheplerin örtünme hakkındaki görüşleri özet olarak verildiği için burada
tekrar ele almak gereksiz bulunmuştur. Türkiye’de sünni anlayış genellikle
Hanefi Mezhebi çerçevesinde ele alındığı için daha çok bu mezhebin görüşleri
kabul görmüş, örtünmede anlayışında ise, bir mezhebin görüşünden çok,
büyüklerden görüp işitilen biçimde uygulama yapılmıştır. Bu anlayışa göre,
399 Geniş bilgi için bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, İstanbul
1980; Ebu Mansur Abdulkaahir b. Tahir b. Muhammed el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne’l Firak), çev.Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul 1979.
260
namaz esnasında mutlaka el, yüz ve gerekiyorsa ayaklar dışında bütün beden
kapalı tutulmuş, az bir kısmın bile açılması ile namazın bozulacağı
anlayışından haraketle, bu hususa büyük önem verilmiştir. Ancak namaz
dışında konu tamamen mezhep anlayışından uzak olarak ele alınmış, doğrudan
dinî veya kültürel bir özellik arzetmiştir.
Türkiye Alevîleri için de gelenek büyük önem taşımaktadır. Türkiye’de
Alevîlik400 yakın zamanlara kadar mensuplarının dışındakiler için çok iyi
bilinmeyen, mensuplarınca da sözlü geleneğin aktarılması ve yaşanması ile
öğrenilebilen bir özellik taşımaktaydı. Günümüzde bu kapalılık kısmen
giderilmiş, insanların birbirini anlama noktasındaki iyi niyetli girişimleri ile
bilgi paylaşımı artmıştır.401 Bunda gelişen iletişim araçlarının rolü de
bulunmaktadır. Türkiye’de Alevîler, kurulan cem evlerinde artık açık olarak
cemlerini yapabilmektedir. Cem törenlerine isteyen izin alarak katılabilmekte,
böylece eskiden var olan birtakım olumsuz düşünceler de ortadan kalkmış
olmaktadır.
Alevîlikte örtünme anlayışının tespiti için çok sayıda alevî ile görüşülmüş,
özellikle, araştırmalarımız için bütün dinlerin mensuplarının yoğun bir şekilde
yaşandığı yer olduğu için pilot bölge olarak seçtiğimiz, İstanbul’da
yoğunlaşılmıştır.
İstanbul Yenibosna’da Cem Vakfı’nın merkezinde bir cem törenine
katılarak bilgilerin gözlemle pekiştirilmesi sağlanmıştır. Baştan sona izin
alınmak suretiyle kamerayla kayda alınan cem ayininde Alevîlerin giyim
kuşam ve örtünmesiyle ilgili şu gözlemler yapılmıştır: Kadın erkek aynı
salonda ayrı ayrı taraflara oturmaktadır. İbadetin her safhasında kadınlar da
aktif olarak bulunmaktadır. Kadınların günlük giysileri üzerine tülbent veya
başörtüsü örttükleri ancak genellikle gelişigüzel bir şekilde örterek
saçlarının görünmemesine özen göstermedikleri hatta genellikle saçlarının
önden göründüğü, genç kızların örtülerini arkadan bağlayarak uçlarını iki
400 Bu konuda bkz. Abdulkadir Sezgin, Hacı Bektaş Velî ve Bektaşîlik,İstanbul 1991; Etem Ruhi Fığlalı, Geçmişten Günümüze Halk İnanışları İtibariyle Alevîlik- Bektaşiklik, Ankara 1994; Sönmez Kutlu, Din Anlayışında Farklılaşmalar- Türkiye’de Alevîlik-Bektaşilik, Ankara 2003.
401 Bu konuda bkz. Cem Vakfı Anadolu İnanç Önderleri Birinci Toplantısı(16-19 Ekim 1998, İstanbul) -Alevi İslâm İnancının Öncüleri Dedeler, Babalar,Ozanlar Ne Düşünüyor, İstanbul 2000.
261
yandan öne doğru sarkıttıkları gözlenmiştir. Değişik görevlere ve semaha
kalkan kızların/ kadınların uzun siyah etek giydikleri, üstlerinde kısa veya uzun
kollu herhangi bir bluz olduğu ve başlarının mutlaka örtülü olduğu
görülmüştür. Kadın ve erkekler birlikte semah yapmaktadır.402 Erkeklerin
normal kıyafetleri içinde oldukları, semaha çıkanların bazılarının bellerinde
kuşaklar olduğu, cem yapılan alana ayakkabısız hatta genellikle çıplak ayakla
girildiği, ayakkabı çıkarma konusuna özel bir önem verildiği dikkat çekmiştir.
Cem Vakfı Çalışmalarının anlatıldığı bir kitapta bulunan resimlerde de,
Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki Alevî kadınların başlarının genellikle
örtülü olduğu görülmektedir. Semah yapan bazı kadınların geleneksel
folklorik kıyafetler giydikleri ancak başlarının mutlaka örtülü olduğu dikkat
çekmektedir.403
Ankara’nın Beypazarı İlçesine bağlı Karaşar Beldesinin Alevî olan
halkının eski giyim kuşam ve örtünme biçimi de oldukça otantik özellikler
taşımaktadır. Karaşar’da kendileri ile görüştüğümüz hanımlar geçmişte
giydikleri üç etek, şalvar, fes, çember gibi unsurları bulunan gyisilerin orta
yaşın üzerinde bütün kadınlarda mevcut olduğunu, ancak bunların artık sadece
belirli törenler için giyildiğini belirtmişlerdir. İbadete yaşlı genç hepsinin
başları örtülü olarak katıldığını gözlemlediğimiz Karaşar hanımları, günlük
hayatta normal kıyafetler giymektedir. Köyde yaşayanlar şalvar üzerine
herhangi bir kazak, bluz giymekte; başlarına ise önden saçlarının görünmesi
mümkün olacak şekilde eşarp takmaktadır. Şehirlerde yaşayan Karaşarlıların
şalvar yerine etek giydikleri, başlarını genellikle aynı biçimde yarım örttükleri,
gençlerin ise genellikle açık olduğu ifade edilmiştir.
Günümüzde Alevîler, günlük hayatta örtünme konusunda cem esnasında
olduğu gibi katı değildir. Başörtü kullanan Alevîler bulunduğu gibi kesinlikle
başörtüyü uygun bulmayan Alevîler de bulunmaktadır. Genellikle genç kızlar
ve çalışan kadınlar örtülü değilken, orta yaşlı ve yaşlı kadınların yaşadıkları
402 Kadın ve erkeklerin birlikte semah yapması ve cem ayininin eski Türk inançlarından kalma
bir gelenek olduğu belirtilmektedir. Bu görüş için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşî Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul 1983, s125-129.
403 Bkz. Cem Vakfı Çalışmaları ve Vakıf Genel Başkanı İzzettin Doğan’ın Görüş ve Düşünceleri, İstanbul 1988.
262
bölgenin geleneklerine uygun biçimde giyinmeyi ve örtünmeyi tercih ettikleri
tespit edilmiştir.
Osman Turan, Alevîlerin giyimi ile ilgili şu bilgileri nakletmektedir:
“...Şiilerin Muharrem ayinlerinde, Türkler gibi, baş açmalarını, elbise
yırtmalarını ve yüzlerini kanatmalarını, Sünniler bid’at sayıyorlardı. Buna karşı
bir Alevî mütefekkiri bütün müctehidlerin baş açık namaza cevaz verdiklerini,
Ebu Hanife ve İmam Şafii mensuplarının da bu usule riayet ettiklerini ileri
sürerek, ithamları red ediyordu.”404
Türkiye’de bugün Caferîlerin diğer Şii gruplardan farklı giyindikleri,
kadınların siyah veya koyu renk cübbe biçimi pardösü üzerine aynı renk geniş
ve uzun başörtüsü örtükleri, başörtülerinin bir ucu ile ağızları ve burunları
görünmeyecek biçimde yüzlerini de kapattıkları, Hz. Hüseyin’in şehit edildiği
gün yapılan anma törenlerinde bu başörtülerin üzerine ayrıca bantlar
takabildikleri gözlemlenmiştir. Bununla birlikte Caferî olup diğer ibadetlerini
yerine getiren ancak, başını örtmeyen kadınların varlığı da bilinmektedir.
Tokat Zile’de Sıraç denilen ayrı bir Alevî grubun bulunduğu ve bunların
tamamen folklorik Türk giysileri giydikleri bilgisinden hareketle
araştırmalarımız Sıraçlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Zile’de diğer Alevîlerin,
giyim kuşam bakımından Alevî olmayanlardan farklı olmadıkları
belirlenmiştir Ancak Sıraçların giyim biçimi ile ilgili orijinal bilgiler elde
edilmiştir. Zile’de bu giysilerin dikildiği bir dükkanda kendisi de Sıraç olan
ustadan giysilerin yapımı ile ilgili bilgi alınmış, ayrıca burada giysiler kayda
alınmıştır. Sıraçların kendilerini anlatma konusunda hayli kapalı ve ketum
oldukları bilindiğinden bu konuda İstanbul’da yaşayan Zile’li Sıraçlarla
görüşülmüş ve ikna edilerek giyim biçimleri ile ilgili bilgi ve resim alınmıştır.
İsmi bizde mahfuz olan ve kendisi bir Sıraç dedesinin kızı olan bir hanımefendi
ile Sıraç olan bir başka ailenin de katılımıyla yaptığımız ropörtajın konu ile
ilgili bölümleri orijinal haliyle şu şekildedir:
- Sıraçlarda ceme kesinlikle açık kafayla girilmez. Bayan da erkek de
açık girmez. Semaha çıkarken çorapla çıkılmaz aslında, ayaklar çıplak olur. O
404 Abd ul-Celil Kazvinî, Kitabu’n-Nakz, neşr. Celaleddin Urmavî, Tahran 1331, s. 402-
406’dan nakleden Osman Turan, 513.
263
bir ibadettir, yalın ayak edeceksin, dallama(yelek) giymeyeceksin, uzun saç
kovarmayacaksın, sokmazlar
- Erkeklerde?
- Erkeklerde uzun saç olmaz. Bayanlarda semaha çıkarken böylece üç
peşli giyersin, peşlerini indirirsin, bel kuşağımız olur bizim, onun
kuşağını kavuşturursun. Semahta kollarını çok fazla açmazsın,
büyüklere hürmet gösterirken böyle. Semah ederken büyüklere arka
dönmeyecek şekilde hareket edilir. Dönerken bu mümkün değil
tabi.
- Peki semahta kadınlar başlarına ne örterler?
- Örtü. Alta fes konur. Üste örtü konur.
- O normal bir örtü mü?
- Normal bir örtü de siyah olacak, böyle allı, yeşilli değil siyah örtü.
- Peki saçlar bu örtüden görünebilir mi? Yoksa hiçbir tel saçın
görünmemesi mi gerekir?
- Yok canım bizim saç bağımızla falan çıkarız. Yalnız semah ederken
örgüleri ve saç bağlarını bel kuşağımızın içine sokarız ki
savrulmasın, insanlara zarar vermesin, kimsenin yüzüne çarpmasın
diye.
- Saçlarınızı çok sayıda örgü yaptığınızı biliyorum?
- Örgü olur canım. Beş-altı tane saç bağı yaparız.
- Peki erkeklerde ceme baş açık çıkmaz dediniz. Erkekler ne örter
başlarına?
- Şapkasını örter, normal şapka, normal terlik.
- Terlik? Bu terlik bere gibi, süslü bir şapka, kafaya takılan takke gibi
bir başlık mı?
- Takke gibi ama el işlemeli.
- Bunların gençlerin, yaşlıların, oradaki dedebabaların, sofuların
giydiği terlikler farklı mıdır?
- Onlarınki süslü olmaz. Normal nakışı falan olur ama boncuğu
olmaz.
- Gençlerinki süslü, boncuklu mu olur?
264
- Gençlerde vurunur boncuksuz, nakışlı falan vurunur da şapka en
fazla şapka giyilir. Maksat kafası örtük olacak.
- Niye acaba bu kafa örtülü oluyor?
- Günah sayarız.
- Niye günah acaba? Günah sayılmasının kaynağını biliyor musunuz?
- Bilmiyoruz. Ora bir ibadet yeri, Allah’ı anma yeri, büyük küçük
var. Yani saygıdan gelen bir şey. Bir de bu yeleğe dallama deriz
biz. Dallama giydirmezler. Çünkü neden geliyor? Orası bir cem evi.
Hz. Hüseyin’in, Hasan’ın, Muhammed’in, Ali’nin uğrunu
sürdüğümüz için, şimdi Hz. Hüseyin’i şehit ederken kafir ilk evvela
ne yaptı? İlk şehit ederken bu, şalvar giydi. Bizim dokuma üç göz
bağlarımız var ya, şalvarının bağı öyleydi. İlk evvela bu bağı
çözmeye davrandı kafir. Edebini üryan büryan edecekti. Şöyle tuttu.
Bre kafir dedi. Tutunca buradan Hz. Hüseyin’in kollarını budadı.
Yelekte de kollar olmadığı için yelek giydirilmez. Bunu biz günah
sayarız ama giyiyoruz işte, mecbur uyuyoruz geldiğimiz yere.
Erkeklerimiz o ceme, o ibadet yerine bu yelekle giremez.
- Ama cem dışında yelek giyilir, öyle mi?
- Normalde giyilir, giymezse iyi olur ama heves etmiş. Onu
düşünerek değil de süs olarak yahut heves etmiş. İlerisini düşünerek
yahut ona garez ederek falan değil de, öylesine giyiyor.
- Peki az önce dediniz ki siyah olur örtü, koyu renk olur, beyaz falan
olmaz. Niye o, niye koyu renk?
- Yöreye özgü bir şey.
- Bu geleneğin gerekçesi ne olabilir?
- (Ropörtaj esnasında orada bulunan ev sahibi erkek) Şimdi o şöyle...
Daha öncelerde teknoloji bugünkü basmaları basamıyordu. Orta
Asya Türklerinden gelme zaten. O dönemde o andaki mevcut olan
baskı sistemi öyleydi. Sonra da kıyafetin üzerine baş örtmek için
seçilmiş. Ve o şeyde görerek bir gelenek haline gelmiş. Halen de
devam ediyor. Fesin üzerine bir beyaz örtü, bir eşarp, bir yazma
takılmaz. O örtüden burada da var. Tabi ki o fes dönemi idi. O
265
çağlar değişti. Şu anda her gencimiz istediği gibi giyiniyor.
Yaşlılarımız ama yine de köyde bir yaşlı bayan kafasına bir
beyaz eşarp giymez. Tokat’ta halen mevcuttur o yemeniler,
Tokat’ta basılıyor yine. Tokat’ta basılmasının nedeni de; çünkü
Erzincan’da basılır, o tarafta basılır. Bunları giyen Alevî kesim
genellikle nerede? Tokat’ta. Onun için de dolayısıyla halen Tokat’ta
onların basıldığı yerler vardır. Eskiden Erzincan’da, Sivas’ta,
Çorum’da da basılıyordu. Bir de o örtüler şeyden de geliyordu...
İran’dan... Çünkü daha öncesi o tarafa dayandığı için orada da
giyildiği için oradan da geliyordu. Şimdi o taraflarda pek giyen
olmadığı için. Hangi bölgede var? Tokat’ta var. Adam da bunun
ticaretini yaptığı için nerede malını satarsa orada tezgahını kuruyor.
Şu anda Tokat’ta basılıyordu, halen de basılıyor. Dolayısıyla köyde
de aynı şekilde giyiyorlar.
- Şu anda Alevi- Bektaşi tarikatında semah yaparken örtülen bir şey
var. Normal beyaz da olsa bir örtü örtüp üzerine kırmızı-yeşil mi bir
bant bağlıyorlar. Bu nedir?
- O bizde yok. O bir şeyin sembolü, bizde yok?
- Neyin sembolü?
- (Ev sahibi)Bizde şöyle bir şey var sadece, kafasına bayan bir fes
yapıyor. Bazı yörelerde boncuk dikiyor, bazı yörelerde altın gibi
yahut kulplu şeyler onlardan dikiyor. Eğriceler vardır bizde eğrice
deriz, fesin ön kısmına, alnına ondan diker, yani biraz daha görünür.
Mesela bizde bayanların burunları deliktir. Mesela eşimin burnu
deliktir, anamın burnu deliktir.
- Hızma gibi bir şey mi takarlar?
- Benim burnum delik değil. Geleneğimizde deldirmeyiz.
- (Ev sahibi) karanfil takarlar burunlarına süs olsun diye.
- Bayağı çiçek karanfil yani? Canlı karanfil?
- (Ev sahibi)Çiçek ama canlı değil kuru karanfil. Nasıl kulağına
kimisi küpe takar. Biri burnuna takar. Karanfil takar, çiçek takar.
266
- Saç bağı takarız biz. Bak bu saç bağı... ‘Fatıma ananın saç bağının
ucunda / Lailahe illallah diye yazılır.’ Boş takınmıyoruz. Hz.Fatıma
Zöhre, bunlar takınmış, biz de takınıyoruz saç bağı.
- Bu saç bağı dediğiniz saç örgülerinin yanına mı takılıyor?
- Örgülerin içine saç bağı deriz yaptırırız, göz boncuk deriz, beyaz
boncuklardan yaparız.
- Beyaz mı, mavi mi?
- Beyaz boncuk, ortasına takılanlar mavi.
- Bildiğim kadarıyla önceden burunlarının üzerine kadar sadece
gözleri görünecek şekilde kapatırdı Sıraç hanımları dışarıda?
- (Ev sahibi)Bu genelde öyleydi. Genel Anadolu kültürü böyleydi.
Bize has değil. Ama bizimkiler biraz daha kapalı olduğu için sizin
dediğiniz çok eskilerde köyümüzde yeni gelinler, o bir saygı
işaretidir, kaynatasına, kaynanasına, büyüklerine karşı saygı için
ağzını göstermez. Ne bileyim şu toplumda çocuk emzirirken ya bir
kuytuya gider, ya geriye dönersin.
- Sesi saklamak var mıdır? Mesela kayınpederin yanında
konuşmamak?
- Tabi canım, bu eskidendi. Şimdiki gelinler daha kapıdan girmeden
konuşuyor.
- Kadının giyinmesinde evlenmeden önce ve evlenmeden sonra bir
farklılık var mı? Yani evli kadın daha kapalıdır, bekar kız biraz
daha açıktır gibi?
- (Ev sahibi)Yok yok hepsi aynıdır. Sadece genç kızlar biraz daha
süslü, cicili bicili giyer. Kıyafet aynıdır. Mesela annemin kıyafeti,
kızımınkinden daha sadedir. Bakın size gösterelim:
- Evet, anlatır mısınız giysiyi bu arada?
- (Ev sahibi)Fotoğrafını da aldığınız bu kıyafette en üstte bir saya var,
saya; üç peşli. Onun altında gömlek var, ayaklara kadar, o da üç
peşlidir yani eteği yandan yırtmaçlı, rahat hareket etmek için, biraz
daha boldur. Onun altında kumaştan yapma tuman deriz biz, bir
nevi şalvar var, süslü tabi. Altında el örgüsü çedik gibi çorap vardır.
267
- Annenizin elbisesi gayet sade, fazla süslü değil, hafif bir süsü var.
Ayrıca önünde önlük var. Bu günlük kıyafet?
- (Ev sahibi)Evet bütün bunların altında çizme gibi dize kadar çıkan
el örgüsü nakışlı çorap bulunur.
- Kadın da erkek de bu çorapları mı giyer?
- Erkek genelde beyaz giyer. Yün.
- Ayakkabı olarak ne giyerler?
- Vallahi ne bulursa onu giyer. Bir dönem çarık vardı. Çarıktan sonra
Tokat’ta lastik çıktı. Lastik de geçti, ayakkabı çıktı. Bugün her şeyi
giyiyorlar.
- Bugün Tokat/ Zile’nin Karşıpınar köyündeki Sıraçlar bu
geleneklerini olduğu gibi devam ettiriyorlar. Diğer köylerde de üç
aşağı beş yukarı aynı şekilde değil mi?
- Evet. Mesela İstanbul’da oturur. Köye giderken, köye indi mi bu
elbisesini giyer.
- Giymezse ne olur? Tepki mi alır?
- Hiçbir şey olmaz. Kendisi öyle ister.
- Erkek ne giyer?
- Siyah şalvar giyer, beyaz mintan giyer. Kumaş gömlek giyer, ceket
giyer veya giymez, zevkine göre. Yakasız gömlek giyer; mintan,
kumaştan yapılır. İki hanım yapıyorlar köyde. Genelde bizim bütün
giysilerimizi köyde yaparlar.
- Yani köyde kumaşını mı dokurlar?
- Hayır. Kumaş olarak alınır, o biçilir, makinelerde dikerler.
Makinesi olan makinede diker, olmayan olan komşusuna götürür.
- Kadınlar, cemde giydikleri başlığı, cem dışında da giyerler mi?
- Her tarafta giyerler.
- Peki erkekler bu terlik denen başlığı giymedikleri zaman, cem
dışında başları açık mı olur? Ya da açık mı olurdu?
- Evvelden çok nadir açık olurdu. Çok eskilerde, 40-50 sene önce
açık olmazdı. Herkes de hor bakardı. Büyükler hoş görmezdi.
268
- Böyle zamanlarda ne giyilirdi, şapka mı? Yani Anadolu köylerinde
yahut Zile’nin içinde ne giyilirse onlar da öyle mi giyerdi?
- (Ev sahibi)Evet evet, terekli şapka giyilirdi. Çok eskilerde,
çocukluk yıllarımda büyüklerimin yanında kafam açık varamazdım
mesela.
- Bu saygı ifadesi mi?
- (Ev sahibi)Benim büyüğüm işte. Cemde kafası açık günah olduğunu
öğretiyorlar, bunun etkisiyle dışarı çıkınca da büyüğün yanına
saygısızca varmış gibi, bana göre, bir şey olur. Onun için şapka
takılıyor. Günah değil de ayıp.
- Peki bu kızılbaş kelimesinin kökeni nedir? Başa giyilen bir şeyle
ilgisi var mı?
- Hayır. Kızılbaş kelimesinin kökeni nedir? Hz. Muhammed ve Hz.
Ali bir savaşa girdiler.
- Hz. Muhammed’in kendisiyle mi?
- Kendisiyle beraber. İslâmiyet yayılırken birlikte bir savaşa
katılıyorlar. Hz. Ali güçlü bir kişiydi, savaşçıydı. Şimdi, o arada Hz.
Muhammed’in dişi şehit oldu. Dişi şehit olunca bu ağzı kan doldu.
İnanca göre dendi ki: Muhammed yere tükürseydi bütün ot, çöp
kuruyacaktı. Kur’an’da da bu mevcuttur. Hz. Ali ne yaptı: şöyle bir
baktı. Hemen avucunu tuttu: “Tükür Ya Muhammed” dedi.
Muhammed’in ağzına dolan kanı aldı. Aldı ama atacak veya
koyacak bir yer bulamadı. Aldı kafasına çaldı. Kanı aldı kafasına,
saçına böyle çaldı ki yere düşmesin. Ve tekrar savaşa başladılar.
Orda savaştıkları işte bizim deyimimizle kafirler, “Ya biz bu orduyu
yeneriz ama şu kızıl başlı adam olmasa” dediler. Ve kızıl başlık
oradan kaldı. O kan, Muhammed’in dişi şehit olduğu zaman...
- Dişine şehit oldu diyorsunuz değil mi?
- Evet, üç dişine ok değdi. Üç tane dişi düştü. Kendi göç etmedi
dünyadan.
- Uhut savaşında oldu herhalde değil mi?
269
- Evet evet. İşte o kanı yere düşürmemek için; ki inançlarımıza göre
yere düşseydi yeryüzündeki bütün ot,çöp kururdu. Biz zor durumda
kalırdık. Başına çaldı ve tekrar cenge başladı. Düşman tarafı dedi
ki: Biz bunları yeneriz ama şu kızıl başlı olmasa, dedi. Ve ondan
sonra da alevi: ali evi, ali taraftarına kızılbaş dendi.
- Gerçi Alevilik, Kızılbaşlık bizim Anadolu’ya has herhalde. Başka
yerlerde Şiilik var genel anlamda ama Anadolu Aleviliğine daha
çok Kızılbaşlık deniyor, değil mi?
- (Ev sahibi)Şimdi her toplumun, her milletin kendine has bir dili var.
Şu sigaraya başka milletler başka isim veriyorlar...
- ...Sıraçlar Türkmen mi diyorsunuz?
- (Ev sahibi)Evet biz doğrudan doğruya Türkmeniz.
Bu röportajda görüldüğü gibi Sıraçlarda da geleneksel giyim kuşam
değişmeye başlamıştır. Giyinme ve örtünme konusunda adet ve geleneklerin
önemini ortaya koyan bu sohbet, ayrıca ön yargılardan uzak bir biçimde
birbirini tanımaya, anlamaya çalışan insanlar arasında gayet güzel bir biçimde
iletişim kurulabileceğinin de göstergesidir.
Yusuf Ziya Yörükhan, Anadolu’da Tahtacı denilen grubun giyim
kuşamları ile ilgili geniş bilgi vermekte; ayrıca yörük ve Türkmen giysileri ile
Tahtacıların giysilerini karşılaştırmaktadır. Bu bilgiler genellikle Tahtacıların
giysilerinin Sıraçların otantik giysilerine benzediğini göstermektedir. Temelde
üç etek, önlük, şalvar gibi birkaç kattan oluşan giysi üzerine yine birkaç kattan
oluşan başlıklar takılmaktadır. Tahtacılarda diğerlerinden farklı olarak evli
genç kadınların başlarına terlik dedikleri ilk başlıktan sonra keten denilen bir
nevi çene sargısı dolanmasıdır. Bunun üzerine yırtma adı verilen ipekten bir
atkı takılarak uçları sarkıtılır. Bunun üzerine de kırmızı veya yeşil kalınca bir
bez sarılmaktadır. Bütün bu başlıkların sonra süs olarak tomaka denilen ve çene
altından geçirilerek başın tepesinde birleştirilen altın gümüş kakmalı bir bağ
bağlanır. Yörükhan’ın verdiği bilgiye göre Türkmen kadınlar ve göçebelikten
yeni çıkmış Yörük kadınlar da Tahtacı kadınlar gibi günlük hayatlarında bile
başlarını kat kat sarmaktadır. Yalnız Türkmen kadınların başlarına giydikleri
270
Tahtacıların keten ve tomakalarının birleşmiş şeklidir ki, zopineadı verilen bu
tacın daha sonralarda ortaya çıktığı söylenmiştir.405
09.02.2004 tarihli “Ezan-Çan-Hazzan” Programında Antakya civarındaki
Alevîlerin başlarının örtülü olduğu izlenmiştir.406
dc. Cemaatlere , Gruplara ve Kişilere Göre
Türkiye’de; dinin anlaşılma, yorumlanma ve yaşanma biçimlerinden, kimi
zaman da siyasî sebeplerden kaynaklanan dinî cemaat, grup ve tarikatlar
bulunmaktadır. Bunların genellikle kendilerine özgü giyim modelleri
bulunduğu ve bunun, dinî gerekçelerden daha çok, ayırıcı özellik taşıdığı
bilinmektedir. Türkiye’deki bu gruplar, giysileri ile ilgili olarak yapılan bir
araştırmada; Millî Görüş, Nakşibendî Tarikatı,Nur Cemaati, Fethullah Hoca
Grubu, Süleymancılar, İskenderpaşa Cemaati, Adıyaman Menzil Dergahı,
İsmail Ağa Cemaati, İslâmî Tebliğ Cemaati, Aczimendî Grubu olarak tasnif
edilmiştir.407 Bu gruplarla ilgili erkek ve kadınlar için ayrı ayrı verilen kılık-
kıyafet bilgilerinin ne kadar gerçeği yansıttığı tam olarak bilinememektedir.
Bununla birlikte İstanbul ve Ankara’da farklı cemaat mensuplarının
bulunabildiği muhtelif camilerde yapılan gözlemlerle, bu tarzlar kısmen teyit
edilmiştir. İstanbul Fatih Camii, Eyüp Sultan Camii, Sultan Ahmet Camii,
Beyazıd Camii, Aziz Mahmut Hüdaî Camii, Ankara Kocatepe Camii ve Hacı
Bayram Camii gibi birçok camiide araştırmalar yapılarak giyim kuşam ve
örtünme farklılıkları tespit edilmeye çalışılırken ayrıca, cemaat mensuplarının
kendilerinin dışındaki kimselerle bu konularda konuşmaya pek istekli
olmadıkları da görülmüştür.
Bu giyim tarzlarının, özellikle kadınlarda, cemaatle ilgisi olmayan insanlar
tarafından da kullanıldığı bilinmektedir. Bir örtünme biçimini, belirli bir
cemaatin mensupları tarafından kullanıldığını bilmeden, sadece beğendiği için
tercih edenler de bulunmaktadır. Yaptığımız araştırmalarda özellikle “Ülkücü” 405 Yusuf Ziya Yörükhan, Anadolu’da Alevîler ve Tahtacılar, haz. Turhan Yörükhan, Kültür Bak. Yay., 2.bsk., Ankara 2002, s.220-221.
406 Ezan-Çan-Hazzan Programı,TRT 1, 09.02.2004. 407 Milliyet,13 Kasım 2003, s.14. Barkın Şık imzalı “Tarikat Kreasyonları İstihbarat
Raporunda” başlıklı bu haberde tasnifin yapıldığı yazının, “İstihbarat birimlerinin tarikat ve cemaatlerin ‘simgeleşen’ giyim tarzlarıyla ilgili olarak hazırladığı bir rapor” olduğu belirtilmektedir.
271
genç kızların ve kadınların, tamamen zevklerine uygun olarak, çok değişik
biçimlerde başörtüsü kullandıkları görülmüştür. Ayrıca “Ülkücüler” arasında
farklı zamanlarda farklı biçimler kullanan örtülüler olduğu gibi, örtülü
olmayanlar hatta çok açık bir giyim tarzını tercih edenler de bulunduğu
gözlemlenmiştir.
Başörtü modellerinin tercihinde, giyilen kıyafetin modeli de önem
taşımaktadır. Pardösü kullananlar için olmasa da, etek, ceket, pantolon, tunik
gibi kıyafetler üzerine başörtüsü örtenler için, kıyafetin tarzı, rengi, yaka
açıklığı gibi unsurlar, örtünün modelini değiştirebilmektedir. Örtünmeyi
tamamen dinî kaygılara bağlayan bir çok kadın veya kızın, duruma göre farklı
günlerde farklı giysiler kullandığı gibi, bu giysilere uygun değişik örtü
modelleri kullanmayı tercih ettikleri görülmüştür.
Türk Tasavvuf Musikisini ve Kültürünü Araştırma ve Geliştirme Vakfı
Başkanı Tuğrul İnançer ile yaptığımız röportaj da örtünme konusuna bakışın
farklı bir örneğini teşkil etmektedir. Hiçbir tarikatın özel kadın giysileri
olmadığını söyleyen İnançer’in sorularımıza verdiği cevaplar şöyledir:
- İslâm’da örtünme anlayışı ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyim?
- İslâm’da örtünmenin şekli tespit edilmiştir, örtünme icat
edilmemiştir. Şekil bir hiçtir, şekilsiz de hiçbir şey yoktur. Bir kere
tasavvuf ve dervişlik, zamanımızda genel olarak zannedildiği gibi
fevkaladelikler peşinde koşmak demek değildir. Kesilmiş kol dua
ile çıkmaz. Ahlâk düzeltmek mesleğidir tasavvuf. Ayrıca dini,
mükellefiyetler edasından ibaret zannedip, dini seccadenin üstüne
ve cami duvarlarının arasına hapsetmek ne kadar yanlış ise, dini
çaput ve kıl dini haline getirmek de o kadar yanlıştır. Bunların hiç
biri örtünmeyi inkâra gitmemelidir. Örtünmeyi inkâra gitti mi,
farkına varmadan kâfir oluyor. Çünkü Kur’an, bir cümle-i
vahiyedir. Bir noktasının inkârı tamamının inkârı demektir.
“Örtünmek yoktur” diyen farkında olmadan kâfir olur, Allah
muhafaza buyursun. “Ben örtünemiyorum.”,“Allah rakı içme
demiş, ben içiyorum; Allah zina etmeyin demiş, ben ediyorum;
hırsızlık yapmayın demiş, ben yapıyorum” dersen asi olursun,
272
Allah’ın affına kalmış. Hırsızlığın günah olduğu nereden çıktı,
dedin mi kâfir olursun. Yani hüküm başka bir şeydir, hükmün icrası
başka bir şeydir. Evvela amelimizden önce imanımızın doğru
olması lazım. O imanın doğruluğunda da örtünme vardır. Kim
inkâr ederse de İslâm dairesinin dışına çıkmış olur... İlimde
ayıp olmaması için bu misali vereceğim, kusura bakmamanız niyazı
ile...
- Estağfirullah.
- Zina ile cimanın fiil olarak farkı yoktur. Ama biri günah-ı kebairdir,
biri helâldir. Fiil olarak ne farkı var? Hiçbir farkı yok. Ama birinde
nikâh bağlantısı var, helâl kılıyor. Ötekisinde nikâh bağlantısı yok,
haramın ötesinde günah-ı kebair kılıyor. Demek ki fiillerin
benzerliği, hükümlerin benzerliği demek değildir. Keza adam
öldürmek de öyledir. Harpte adam öldürürseniz, madalya verirler;
sulhta adam öldürürseniz, asarlar. İkisi de adam öldürmek. Demek
ki hukuku ve kaynağı farklı. Onun için sosyal bakımdan
benzerlikler arz etse de bazı Yahudi ve Hıristiyan adetleri ile
İslâm’daki emrî örtünmeyi paralel görmek de yanlış olur. Turuk-u
aliyenin hiçbirinde eskiden herkesin kıyafetinin belli olduğu
zamanlarda erkek kıyafetlerinin dışında özel kadın dervişe
kıyafetleri yoktur. Vardır diyenler ispat etsinler. Çünkü tarihte
böyle bir kıyafet kaydı görmedik.
- Neden acaba?
- Çünkü kadında sadece örtünme vardır. O kadar. Ama erkek sosyal
hayatın içinde fonksiyoneldir. Ve Allah kadın kullarından bazı
vazifeleri kaldırmıştır, affetmiştir. Bazı sofular İsrailiyyat tesiriyle
kadına pis derler. Halbuki kadının analık fonksiyonudur. Müslüman
kadın pis olmaz. Abdestsiz değildir o, sadece vazifeden muaftır. Bu
muafiyetle yasağı karıştırıyorlar. Muafiyet başka bir şeydir, yasak
başka bir şeydir. Allah bile, kayırarak bazı vazifelerinden muaf
tuttuğu kadın kullarına, peygamberlik ve mürşitlik vazifesi
vermemek suretiyle de kayırmıştır. Çünkü peygamberlik çok ağır
273
bir vazifedir, mürşitlik de çok ağır bir vazifedir; çünkü varisi
enbiyadır. Bu ağır vazifelerden kadınlar muaf tutulmuştur. Onun
için ayrıca bir derviş kıyafetiyle kendilerini arza lüzum yoktur.
Fonksiyonu yok çünkü. Kendi kendine seyri sülûkunu elbette yapar,
bir mürşide elbette bağlanır. Onlar ayrı meseleler. Ama mürit
edinemez. Talebe edinemez değil, mürit edinemez. Çünkü 24 saat
ve 365 gün devam eden bir faaliyettir. Ama kadın kullarından
Allah, bu 24 saat ve 365 gün faaliyetten muaf tuttuğu günler vardır.
Sadece sebebi de budur. Onun için kadının özel bir kıyafeti yoktur.
Genel örtünme kaidelerine -ki örtünme de örfle alâkalıdır. Çünkü
bir Hadisi Kutside “Ey Resulüm! senin hoşuna giden her şey benim
hoşuma gider.” buyuruluyor. Bunlar birer örf meselesidir.
Afgan’lı kadın çador giyiyor. İran’lı kafessiz çador giyiyor.
Rumeli’li muhacir teyzem ferace giyiyor. Eski bir Rum adeti
olarak bazı Anadolulu kadınım çarşaf giyiyor. Ama
anneannemin zamanında yaşmak bağlıyordu. Ayrıca yüzün
örtülmesi hakkında da Allah’ın bir emri yoktur. Yüz,
bileklerden itibaren eller ve kabeyinden itibaren ayaklar da
örtünme emrinin dışındadır. Onun için yüz örtmek, ha ben
yüzümü örteceğim diyorsan senin bileceğin iş. Ama Allah
emretti dediğin zaman, Allah yerine kendini kaim koyup dinî
kaide uyduruyorsun demektir, Allah’lık taslıyorsun demektir.
Bunun kimse tehlikesinin farkında değil. Bu çok yanlış bir şey.
Yüz örtülmesi yoktur. Örtenler var, bir adettir. Ona bakarsanız
bazı evliyaullah da yüzünü örtmüştür. Seyid Ahmet el-Bedevî
hazretleri gibi zevat, çok tipik misaldir, yüzü örtülü peçeli gezer.
Çünkü bakmaya takat yetirilemez. Bazen Cenabı Hak nurunu,
setrini kaldırır, o cemali seyretmeye takat olmaz. Nitekim merak
edenler Ahmet Bedevî Menakıb’ına baksınlar. Birisi ille göreceğim,
demiş. Oğlum bedeli ağırdır, demiş. Göreceğim efendim, demiş.
Oğlum bedeli candır, demiş. Olsun, demiş. Açmış peçeyi, Allah
demiş, ölmüş. Bu olur mu? Biz olur diyoruz. Siz olmaz diyorsunuz.
274
Olur mu olmaz mı yarın ahirette belli olur. Her şeyin ispatı olmaz.
Yani hiçbir turuk-u aliyenin kadın örtünmesi hususunda özel
bir kıyafeti yoktur. Kim var diyorsa tekrar ediyorum, ispatlamakla
mükelleftir. Çünkü hiçbir kayıtta, kuyutta böyle bir şey yok.
- Bir kadın inancı gereği, Allah’ın emri olduğu için örtünüyor
diyelim. Ama bu hanım aynı zamanda mesela doktor veya başka bir
işte çalışan bir hanım yahut öğrenci, doktor olacak, avukat olacak.
Bulunduğu ülkenin kanunları da onun örtülü gezmemesini istiyor.
Ne yapması lazım size göre?
- Gereğini yapmalı.
- Yani size bu konuda bir fikir soran bir öğrenciye veya çalışan bir
hanıma...
- Bana bir kız gelse “Ben mektebe gitmek istiyorum, Üniversite
okumak istiyorum ama başımı açtırıyorlar” dese, “Kızım mektepten
içeri girerken aç, çıkarken kaparsın”derim.
- Çalışmak için de?
- Çalışmak için de keza. Çalışmak için yalnız rızık meselesi farklıdır.
- Rızık problemi olmasa mesela?
- Olmaz o zaman. O olmaz kapalı çalışsın. Çünkü burada ihtiyaç dahi
geçerli değildir. Zaruret geçerlidir.
- Yani İslâm’da kadının örtünmesi bu kadar önemlidir, diyorsunuz?
- Allah’ın emridir, Farzdır. Bunun şeyi yok. Örttürmeyenler
düşünsün. Ben çalışmak istiyorum. Çalışmak emri mi önemlidir,
örtünmek emri mi?
- İşte ben onu soruyorum.
- Örtüsünü bozmadan da çalışma imkanını araştırsın, bulsun.
- Bulamadığını farz edin.
- Bulur. O zaman sabretsin. Zaruret hariç.
- Mesela bir hanım öğretmen var. Çalışması için maddî bir zarureti de
yok. Eşinin maaşıyla iyi kötü geçinebilir. Ama o, öğretmenliğe
devam etmek istiyor. Bu durumda ne dersiniz?
275
- Burada şöyle bir nüans daha var. Hz. Ebubekir ne buyurdu: Ya
Rabbi vücudumu öyle büyüt ki cehenneme benden başkası
sığmasın. Bugün Müslüman kızları sosyal hayatın dışına itilmek
isteniyorlar ve muvaffak oluyorlar. ‘Bunu kırmak için ben bu
günaha razıyım’ diyebilene eyvallah.
- Diyebilmeli mi?
- Demeli. Yok, hayır efendim lüzum yoktur dedi mi, günaha girer.
Ancak rızık zarureti, bakın ihtiyacı demiyorum, rızık zarureti bütün
bunları kaldırır. Bunun haricinde ancak İslâm’ın tealisi, İslâm’ın
değil, Müslümanların tealisi için, ilayı kelimetullah için yapılırsa
buna eyvallah deme ihtimali ve Cenabı Hakka niye böyle yaptın
sualine maruz kalındığında cevap verme ihtimali vardır. Öbür
türlüsünün ihtimali yoktur. “Ben sosyal hayatta kendime yer
edinmek istedim.” Kendime mi, İslâm kızlarına mı?
- Kendi aracılığı ile İslâm kızlarına diyelim.
- İslâm kızlarına olursa olur, kendime olursa olmaz, kanaatindeyim.
- Çok teşekkür ediyorum.408
Nurhan Atasoy, Kültür Bakanlığı’nca yayınlanan “Derviş Çeyizi-
Türkiye’de Tarikat Giyim Kuşam Tarihi” isimli eserinde 1925’de tekke ve
zaviyelerin kapatılması ile dağılmaya ve yok olmaya başlamış tarikat giyim
kuşamları ile ilgili malzemeleri değerlendirmiştir. Bu eserde verilen bilgilerden
tarikatlarda erkek giysileri üzerinde büyük önemle durulduğu, ancak kadın
giyimi ile ilgili özel bir belirleme yapılmadığı, kadınların İslâm’ın ve yörenin
gerektirdiği şekilde giyindiği anlaşılmaktadır. Atasoy’un büyük bir titizlikle
derlediği ve sunduğu örnekler, tarikatlarda her giyim eşyasının, özellikle de her
başlık türünün bir anlam ifade ettiğini göstermektedir. Sadece taç denilen
yüzlerce çeşit erkek başlığı bulunması bunu doğrulamaktadır. Ancak,
408 12.06.2003 tarihinde, İstanbul’da Türk Tasavvuf Musıkisini ve Kültürünü Araştırma ve
Geliştirme Vakfı Başkanı Tuğrul İnançer ile yaptığımız röportajdan.
276
İnançer’in belirttiği gibi kadınların tarikatlarda aktif görev alamayışından olsa
gerek, kadınlarla ilgili hiçbir kayıt bulunmamaktadır.409
Örtünme konusu Türkiye’de uzun yıllardır gündemi işgal etmeye devam
etmektedir. Bu konuda araştırmalar, açık oturumlar, programlar yapılmakta, bu
vesileyle farklı görüşler ortaya çıkabilmektedir. Yapılan çalışmalardan biri de
anketlerdir. Bu anketlerden biri olan ve “Türban Dosyası” başlığıyla 27
Mayıs 2003 tarihinden itibaren 12 gün süreyle Milliyet gazetesinde yayınlanan
araştırma sonuçları, Türkiye’de örtünme anlayışı bakımından önemli ipuçları
vermiştir. Konumuz için önemine binaen bu araştırma sonuçları ve bunlar
hakkındaki yorumların bir kısmı aktarılacaktır.
Tarhan Erdem tarafından yapılan anketin sonuçlarına göre: Mayıs 2003
itibariyle Türkiye’de kadınların % 64.2’si başını örtmektedir. Türkiye’deki
hanelerin % 77.2’sinde başını örten birinin olduğu sonucunun çıktığı bu
araştırmaya göre, başını örten kadınların sadece % 5.4’ü örtüsünü türban diye
tanımlamaktadır. Başını kapatanların %77.6’sı örtüsünü başörtüsü/eşarp
olarak, % 15.1’i yöresel örtü olarak, %1.9’u ise çarşaf olarak
tanımlamaktadır.
“Başınızı kapatma gerekçeniz nedir?” sorusuna başını kapatan
kadınların %63.4’ü dini/inançları gereği, %19.2’si gelenek, %13.3’ü
alışkanlık, %4.1’i ise aile büyüklerinin isteği cevabını vermiştir. Bu soruya
“Dinim/inançlarım gereği örtünüyorum” cevabını verenlerin oranı, eğitim
seviyesi yükseldikçe artmıştır. Lise mezunlarında bu oran %81.8’e yükselirken
üniversite mezunlarında % 100’e ulaşmıştır. Buradan ailenin etkisi, alışkanlık
ya da geleneklerin, üniversite eğitimli insanın başını örtebilmesi için bir etki
yapmadığı, üniversite eğitimi alan birinin ancak dininin/ inançlarının gereği
olarak başını örtebileceği sonucu çıkmaktadır.
“Sizce türban, laiklik karşıtlığının simgesi mi?” sorusuna ankete
katılanların %70’i “Hayır, değil” cevabını vermiştir. %10.8 bu soruya cevap
vermezken “Evet, türban laiklik karşıtlığının işaretidir” diyenlerin oranı %19.2
olmuştur.
409 Bkz. Nurhan Atasoy, Derviş Çeyizi-Türkiye’de Tarikat Giyim Kuşam Tarihi, Kültür
Bakanlığı yay., İstanbul 2000.
277
Üniversitelerde türban yasağı konusunda ise % 75.5 yasağın
kaldırılmasının gerektiğini savunurken, %24.5’lik oran türban yasağının
devamından yanadır. Devlet dairelerinde çalışan kadınların başını
örtebilmesi konusundaki soruya ise, katılanların % 62.6’sı ‘örtebilmeleri
gerektiği’ şeklinde cevap verirken %37.4’ü ise ‘devlet dairelerinde çalışan
kadınların başının açık olması gerektiği’ görüşünü savunmaktadır. Bu sonuca
göre, halkın büyük bir kısmı türban yasağına karşı olmakla birlikte üniversitede
türban yasağının kaldırılması, devlet dairelerinde çalışan kadınların başlarını
örtebilmelerinden daha fazla oranda kişi tarafından istenmektedir.
Siyasî tercihlere göre başörtüsüne bakış “Sizce türban laiklik
karşıtlığının simgesi mi?” sorusuna partililerin verdikleri cevaplarla ortaya
çıkmıştır : AKP’lilerin %88.3’ü, MHP’lilerin %82.3’ü, DYP’lilerin %67.2’si,
Genç Partililerin %70.8’i, Saadet’lilerin %86.7’si, diğer sağ partilililerin
%72.7’si, CHP’lilerin %47.5’i, DEHAP/HADEP’lilerin %62.1’i ve diğer sol
partililerin % 43.5’i türbanın laiklik karşıtlığının simgesi olmadığı görüşünü
savunmuştur. Bu partililerden “Evet türban laiklik karşıtlığının simgesidir”
diyenlerin oranı ise şöyledir: AKP %5.1, MHP %8.1, DYP %20.9, GP %23.6,
SP %6.7, diğer sağ partiler 15.9; CHP %42.4, DEHAP/HADEP %9.1, diğer sol
partiler %56.5
“Türban sorunu”nun ülkenin sorunları içinde 7. sırada yer alması da
araştırmanın önemli sonuçlarından biridir. 2003 yılında halkın ancak %9.3’ü
türbanı en önemli üç sorun arasında görmektedir. Bu oran 1999’da % 2.6,
2001’de %3.8 iken 2003’de %9.3’e çıkması da ilgi çekicidir.410
Milliyet Gazetesi için Tarhan Erdem tarafından yapılan bu geniş araştırma,
türban meselesinin tekrar tartışmaya açılmasını sağlamıştır. Araştırma
üzerinde birçok yorum yapılmıştır. Bu yorumlar, yıllardır basından takip
ettiğimiz farklı görüş ve yorumların bir özeti durumunda olup birbirinden taban
tabana zıt fikirler ihtiva edebilmektedir. Türkiye’de örtünme konusunda var
olan farklı anlayışların tespiti konusuna sağlayacağı katkı dolayısıyla bu
yorumların bir kısmını olduğu gibi vermek uygun bulunmaktadır:
410 27-31 Mayıs 2003 Tarihli Milliyet Gazeteleri
278
Prof. Dr. Nilüfer Göle şu değerlendirmelerde bulunmuştur: “Araştırmanın
sonuçları beni şaşırtmadı. Bence yavaş yavaş türban simgesi daha fazla
topluma katılıyor ve kamuoyunda simgenin artık anlam değiştirdiği
benimsenmiş durumda. 20 yıldır anlatmaya çalıştığımız türban anlam
değiştiriyor. Başörtüsü bugüne kadar gericiliğin, kadın-erkek eşitsizliğinin,
anti-modernitenin, okumamış ve görücü usulü evlenen insanların en önemli
simgesiydi. Modernleşme dediğimiz olay bunlardan kurtulmayı sağladı. Dinin
üzerinden de baskıyı kaldırdı. Laik kesim Müslümanlığını unutarak
moderniteye katıldı; ancak türbanlı kızlar önceden bu gerilik simgesi olarak
görülen örtüyü kendi istekleri ile taşıyarak yani, bir protesto şekli olarak
değerlendirerek, moderniteye katılmayı tercih etti.
...Benim meseleyi izleyen bir sosyolog olarak, çatışma olmadan türban
sorununun çözülebilmesi noktasında bir umudum var. Karşılıklı olarak
hareketler ve tavırlar önemli. İslamî kesimin de, laik kesimin de nasıl
davranacağı çok önemli. Türban yirmi yıldır İslamî hareketin içinde filizlendi,
büyüdü. Türban için bir simge değildir, diyemeyiz; ama bir kalaşnikof veya bir
savaş simgesi olarak görülmesine karşıyım. Bir kültürel simgedir. Ben dinimin
farklılığını yaşıyorum, dinim yüzünden horlanmışlığımı protesto ediyorum,
diyen bir simge. Sonuçta İslâm ve modernlik arasındaki kilit nokta kadındır.
Kilidin anahtarı kadında. Türkiye’de Müslüman kadınlar ellerindeki kilit
modernliğin kapısını açmıştır, oysa bu Afganistan’da olmadı, İran’da da henüz
zorlanıyor.
Benim için de türbanı meşrulaştırıyor, diyenler oldu; ama ben kimsenin
sözcüsü olmadım. Tartışmazsak bu mesele yok olur diye düşünüyoruz; ama
yok olmuyor. Sorun bitmiyor. Sorunun üzerine gitmeyerek kafamızı kuma
gömerek olmaz. Var olan bir şeyi adlandırmazsak yok olup gidecek diye ümit
ediyoruz; ama orada durup duruyor. Halbuki üzerine gitmek gerek.”411
Milliyet’in türban araştırması kapsamında görüştüğü Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ‘Diğer dinlerde
de tesettür var mı?’ sorusuna şöyle cevap vermiştir: ‘Daha önceki semavî
dinlerde kadınların başörtü takmaları zorunlu idi demek için elde kesin bir bilgi
411 Zaman Gazetesi, 1 Haziran 2003, s.16.
279
yoktur. Ancak bize ulaşan tasvir ve heykellerde eskiden beri kadınların
başörtüsü taktıklarını görüyoruz. Dindar Hıristiyan hanımlar ve rahibeler
başlarını örter. Örtünmenin miktarı ve şekli dinden dine değişebilir ama
temelde bir örtünme mevcuttur. Örtünmenin şekli ve miktarında bölgelerin,
iklimlerin, gelenek ve alışkanlıkların etkisi vardır.’ Süleyman Uludağ,
‘Kur’an’da tesettür nasıl tarif ediliyor?’ sorusuna ise şöyle cevap vermiştir:
‘Hazreti Peygamberin eşlerine hitap edilirken ‘Cahiliye döneminde olduğu gibi
açılmayınız’(Ahzap 33/32-33) buyurmuşlardır. Bu hükmün Hz. Peygamber’in
eşleriyle sınırlı olduğu görüşünde olan alimler vardır. Bu ayette özellikle
başörtüsü bahis konusu değildir. Hz. Peygamber İslamı seçen hanımlardan
bağlılık sözü alırken Allah’a ortak koşmamayı, adam öldürmemeyi, hırsızlık,
zina yapmamayı, iftira atmamayı şart koşardı.(Müslim, İmaret 88; Hudud 43)
İslam’da başörtüsünün şart kılındığına, hatta tavsiye edildiğine dair bir kayıt
yoktur. Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Mümin kadınlara de ki: gözlerini
sakınsınlar, namuslarını korusunlar. Görünen kısmı müstesna olmak üzere
ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarına çeksinler.’(Nur 24/31)
Yapsınlar şeklindeki ifadeler uyulması gereken kesin emirler mi? Yoksa
uyulması lazım gelen ve ihtiyata da uygun düşen bir takım tavsiyeler midir? İki
türlü düşünen de var. Bizim görüşümüz ikisine de saygı gösterilmesidir.
Başörtü gönüllü takıldığı zaman bir anlam ifade eder. Baskı ile kadınları
örtmenin dinî anlamı ve manevî değeri yoktur. Kadınları kapanmaya
zorlamakla, herhangi bir Müslümanı oruç tutmaya zorlamak aynı. İkisi de
yanlış. İnsanları Müslümanlığa bile zorlamayan din, nasıl olurda başörtüsü için
baskı yapar?’412
Prof. Dr. Beyza Bilgin’in “İslâm dininde türbanın yeri nedir?” sorusuna
verdiği cevap şöyledir: “İslâm’da türbanın yeri Nur Suresi 31. ayettedir. Bu
ayette Hz. Peygamber’e, mümin kadınlara başörtülerini dekoltelerinin üzerine
örtmelerini, kendiliğinden görünen kısmın dışında, ziynetlerini aileden olan
erkeklerin dışındaki erkeklerin yanında açmamalarını söylemesi istenmiştir.
Daha sonra devrin hukukçuları aile içi ve toplumsal yaşamı düzenleyici
kuralları koyarken, bu ayeti, saçın bir telinin bile, değil aileden olmayan
412 Milliyet,27 Mayıs 2003,s.16
280
erkekler, aileden olan meselâ kayınpederlerin yanında bile göstermemek
gerektiği şeklinde yorumlanmıştır. Devrin özelliği, toplumsal veya aile ile
ilgili her kuralın mutlaka din ile bağlanmasıdır. Din ile bağlanmadıkça
insanların bu kurallara uymayacağı varsayılmıştır. Birçok kişiye göre,
başörtüsü Allah’ın emridir. ‘Allah’ın emri’ tabiri, Allah’ın öğüdünün emir
telâkki edilmesinden doğuyorsa, buna saygı duyulur. Başörtüsü, böyle
sunulduğu zaman tepkiyle karşılanmayacaktır. Fakat bu bir emir seviyesinde,
zaman üstü bağlayıcılıkta sunuldukça, tepki devam edecektir. Allah’ın emirleri,
başkası tarafından değiştirilemez, başka türlüsü yapılamaz olan kanunlardır.
Yasin Suresi’nin son ayetinde bu hakikat şöyle bildirilmiştir: Allah bir şeyin
olmasını istedi mi, ona ‘ol’ emrini verir ve o şey olur! Allah’ın emirleri,
dünyanın ve kainatın düzeni, varlıkların varoluş kurallarıdır. Gerisi Allah’ın
kullarına emirleri değil öğütleridir.” Beyza Bilgin’in, “Başı açık insanın
ibadetinde sınırlamalar var mı?” sorusuna cevabı ise şöyledir: “Başı açık kadın-
erkek herkes, her yerde, her zaman ibadet edebilir. Allah’la kulun arasına
hiçbir engel giremez, Allah’ına ibadet eden kula kimse kayıt ve şart koyamaz,
kıyafet cemaat içindir. Cemaate katılan kimse, cemaati incitmeyecek şekle
bürünür.” “Türban siyasî simge mi?” sorusuna da Beyza Bilgin şöyle cevap
vermiştir: “Zaman zaman bizzat türbanlıların ifadelerinden bunu İslâm’ın
simgesi olarak kabul ettiklerini duymuşumdur. ‘Hocam herkesin hangi
milletten ve hangi dinden olduğunun belli olması gerekmez mi?’derler.
Örtünenlerin arasında bunların nispeti nedir, bunu bilemiyorum.” Beyza Bilgin
“Türbanın rejimin tehdidi olarak görülmesini nasıl karşılıyorsunuz?” sorusuna
“Egemenlik kavgası olarak karşılıyorum, bu kavga henüz sona ermemiştir. Din
derslerinin okullarda okutulması konusu da aynı şekilde rejimin tehdidi olarak
görülmüştü başlangıçta, artık bu bitti.” şeklinde cevap verirken “Devlet
dairelerinde türban takılabilir mi? Kıyafet özgürlüğü olmalı mı? Başörtüsü
yasağı özgürlüğe müdahale mi?” sorularına ise şu şekilde cevap vermiştir:
“Tabi ki takılabilir. Ancak biz, bir yandan türban takanların, diğer yandan
taktırmak istemeyenlerin inatlaşmasını karşılıklı egemenlik meselesi yapmış
olduğumuz için artık bunun cevabını ilahiyatçı değil, siyasetçiler tartışmalı.
Örf, adet ve ananeleri, haya ve edep duygularını rahatsız etmeyecek bir kıyafet
281
özgürlüğüne taraftarım. Ancak bizde tartışmaları bırakın normal konuşmalarda
bile, başörtüsü kadınlar için İslâm’ın birinci şartı gibi kabul ettirilmektedir.
Haklı bir gerekçeye dayanmadığı müddetçe bütün yasaklar özgürlüğe
müdahaledir. Yurdumuzda durum çok açık değil. Eğer türbanı bir siyasî simge
diye düşünürsek, yasak kararının bir dereceye kadar haklı bir gerekçesi
varsayılabilir. Bir süredir durum o kadar vahim bir hal almıştır ki, bir kesim
tarafından baş örtmeyenler İslâm dışı, diğer bir kesim tarafından baş örtenler
fundamentalist sayılabilmektedir. ”413
Milliyet’in Türban Dosyası kapsamında görüşlerini aldığı “Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan , kız çocukları
ve kadınların, erkekleri tahrik ediyor gerekçesiyle kapatılmasını aşağılayıcı ve
insan haklarına aykırı bulduğunu söylemiştir. Çağdaşlaşmayı hedef almış
ulusların, insan yapısı yasalarla yönetildiğini anlatan Saylan, ‘Aksi beklentileri
olanlar yani şeriatın hakim olması için çalışanlar, ne acıdır ki, yine kadın ve
kızları türbanlayarak, örterek, kendilerine etkileyici bir simge yaratmış ve
masum bu insanları da militan haline getirmişlerdir. (Devlet büyüklerimiz (!)
uygar giysileri ve kıyafetleri kendilerine uygun görüyor, oysa kız ve eşlerini
örterek tabanlarına ya da gizli açık emellerine selam çakıyorlar, dürüstlük bu
mu?)demiştir. ‘Siyasal İslam’ın ne denli tehlikeli olduğu çok açık örnekleriyle
belirmiştir ve ülkeler kendi rejimlerini, demokrasilerini yasalarla koruma
durumundadırlar.’ diyen Saylan şöyle devam etmiştir: ‘Cumhuriyet döneminde
yasal haklarını alan , erkekle eşitlenen, okuyabilen kadın kendi kıyafet
devrimini yapmıştır. Feraceden, yaşmaktan, çarşaftan eşarba geçmiş, onu da
atmıştır. Kırsal kadın tülbentle başını örter, güneşten, tozdan korunur.
Geleneksel eşarplı, tülbentli ev kadınları, kız çocuklarını okula gönderirken
saçlarını tarar, örerler. Yakın yıllara kadar okuyan, resmi dairelerde çalışan
kızlar, kadınlar asla örtünmezlerdi.’ Aynı şekilde hiçbir yöneticinin de örtülü
eşi –kızı olmadığını hatırlatan Saylan, sözlerini noktalarken şunları söylemiştir:
‘1980’lerden sonra, yeşil kuşak teorisiyle, İmam-Hatiplere hiçbir mantığı
olmadan kızların alınmasıyla siyasal İslâm çok önemli bir kale aldı ve
413 Milliyet, 29 Mayıs 2003, s.14.
282
kadınların örtünmesi konusunu dayatarak, hem din hem de kadın sömürüsünü
başlattı. Hem de din-siyaset-ticaret üçgeni yer altından yer üstüne çıktı.’ ” 414
Daha önce türbanlı öğrenciler üzerine çalışmaları bulunan Prof. Dr.
Elizabeth Özdalga, Milliyet’in Türban Dosyası kapsamında sorularını şöyle
cevaplamıştır: ‘Türkiye’de türban sorunu, dini ilgilendiren bir özgürlük sorunu
mu?’ ‘Türkiye’nin üst elitini de büyük ölçüde kapsayan radikal laik kesim,
tesettür (türban) konusunu herkesten daha iyi bildiğini ve anladığını iddia
ediyor. Onlara göre başörtüsü, Siyasî İslâm’ın, irticanın ifadesi. Halbuki
tesettürü seçen kadınlar bunu bir dinî vecibe olarak görüyor. Engellendiği
zaman da, dinsel özgürlüklerinin zedelendiğini düşünüyorlar. Dinsel inanç,
başörtü sorununun ana boyutudur. Bu problem çözülmedikçe başörtü sorunu
dini ilgilendiren bir özgürlük sorunu olmaya davam edecektir.’ ‘Türbanın
siyasal İslâm’ı motive eden bir yanı yok mu?’ ‘Türkiye’de son otuz yıldır bir
İslâmî hareket oluştu. Başörtüsü de bu hareketin bir parçası. Ancak İslâmî
hareketler demokratik rejimi tehdit etmedi. MSP ve RP laik düzeni yıkma
niyeti taşımadı. AKP için de aynı şey söz konusu. Fakat tesettüre karşı olanlar
Türkiye gerçeklerinden daha çok İran, Mısır, Pakistan ve Cezayir’deki radikal
grupları örnek gösteriyorlar. Referansları en radikal, en militan hareketler...
Türkiye’de bir şeriat devleti kurma niyetleri taşıyan gruplar hiçbir zaman
destek bulamadı. İslâmî radikalizmin zemini olmadığı halde, başörtüsünün
üzerine bu kadar sert gidilmesini anlamak mümkün değil.’ ‘Laik kesimlerin
türbana karşı çıkışları size göre anlamlı değil mi?’ ‘Bence anlamlı değil.
Tesettür bir dinsel angajmanın ifadesi ama aynı zamanda tesettürü seçenler
kendi çevrelerinde ve toplumda prestij ve saygınlık kazanmak, rutin hayatlarını
aşan bir amaçlarının olduğunu göstermek, yükselmek istiyorlar. Türkiye’nin
sosyal hareketliliği çok fazla. Sürekli alt tabakalardan, kırsaldan gelen yeni
kuşaklar, yeni orta sınıflar, elit kesimin çıkarlarını ve gücünü tehdit ediyor.
Bunların bir kısmı dinsel değerlere daha çok önem veriyor. Başörtü sorununun
altında Marksist anlamda bir sınıf mücadelesi yatıyor diye düşünüyorum.
Tesettür bir rejim tehdidiymiş gibi gösterilerek, yeni orta sınıf güçleri
azaltmak, bir “outsider” “yabancı” unsur muamelesi yapılarak siyasî iktidardan
414 Milliyet, 28 Mayıs 2003,s.14.
283
uzak tutulmak isteniyor.’ ‘Çocukların küçük yaşlarda ailesinin inançları ve
tutumu doğrultusunda türban takması bir baskı anlamına gelmiyor mu?’ ‘Evet,
bu konuda topluma bir sorumluluk düşüyor. Böyle bir sorumluluğu ancak
özgür toplumlar yerine getirebilir. Aile baskısı mı kötü, devlet baskısı mı?
Türkiye’de devlet baskısının azalması lazım ki, toplumun gözetimi altında aile
baskısı azalabilsin. Kaldı ki, başörtü konusunda aile baskısı sadece örtmek
yönünde değil her zaman. Birçok üniversite öğrencisi tesettür giydikleri için
ailelerinin baskılarına maruz kaldı.’ ‘Üniversitelerdeki türban yasağını nasıl
değerlendiriyorsunuz?’ ‘Çözüm bekleyen en ileri alan üniversiteler. Üniversite
eğitiminden yoksun bırakılan kız öğrencilerin sorununa en kısa zamanda bir
çözüm getirmek lazım. Çözüm de peruk veya değişik fantezi şapka modellerine
göz yumarak değil, özgürlük getirerek olmalı.’ ‘Türkiye’de kamuda hizmet
verenler türbanlı çalışabilir mi?’ ‘Bence hiçbir sakıncası yok. Ama Türkiye’de
sorun o kadar derin izler bıraktı ve belli kesimlerde o kadar güçlü tepkiler
oluştu ki, bir çözüm ancak bir reform şeklinde yani adım adım gerçekleşebilir.’
‘Türbanlı resepsiyon krizlerine ne diyorsunuz?’ ‘Bu konuyu çok yadırgıyorum.
Hükümet üyelerimiz ve milletvekillerimiz görevi başında ama resmî
resepsiyonlara eşleriyle birlikte katılmıyorlar. Tuhaf ve yakışıksız bir durum.
Dışarıya karşı otoriter ve hiyerarşik bir Türkiye imajı veriyor.’ ”415
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç Dr.Arus Yumul da bu konudaki
sorulara şöyle cevap vermiştir: ‘Artık frapan makyaj yapan, yırtmaçlı etek ve
pantolon giyen yeni bir türbanlı tipi var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?’ ‘Bu
bedenin bir proje olarak algılanması sonucudur. Bu algılama sadece İslâmî
kesimle sınırlı değildir. Bedenini şekillendirme yoluyla kimliği yeniden inşa
etme, ‘geç modernite’ olarak tanımlanan bu dönemin bir özelliğidir.
Müslümanlarda bir adada yaşamıyorlar. Güzellik ürünlerine, giyim kuşama
ilgisiz kalamıyorlar.’ ‘Cinselliği çağrıştıran bu giyim tarzı tesettürün
temelindeki düşüncelerle örtüşüyor mu?’ ‘Dinin bir anlamda özelleştiği, kişisel
yorumların dinî pratikleri etkilediği bir durum söz konusu. Kuran’da ne şekilde
örtünüleceği konusunda herhangi bir hükmün bulunmadığını söyleyenlerden
tutun, tek tip örtünme biçimi olduğunu iddia edenler kadar geniş bir yorum
415 Milliyet, 30 Mayıs 2003, s.16.
284
skalası mevcut. Siz bu yorumlardan yaşam tarzınıza en uygun olanını
seçiyorsunuz.’ ”416
Milliyet gazetesinin haberine göre “Tarhan Erdem’in Milliyet için yaptığı
türban araştırması, Fransa Basın Ajansı(AFP) tarafından haber yapılarak
dünyaya duyuruldu. Araştırmada elde edilen verileri dün geçtiği haberinde
yayınlayan AFP, ‘Müslüman nüfusun çoğunlukta bulunduğu ancak laikliğe sıkı
sıkıya bağlı olan bu ülkede, 10 kadından altısı başörtüsü takıyor.’ifadelerini
kullandı. Türkiye’de devlet daireleriyle okullarda başörtüsünün yasak olduğunu
hatırlatan haberde, ‘İslâmî tarzdaki başörtüsünün, Türkiye’deki laik elit kitle
tarafından siyasî İslâma verilen desteğin beyanı’ olarak görüldüğü ifade
edildi.”417
“Modernleşme Sürecinde Moda ve Zihniyet İlişkisi” adlı teziyle Sosyoloji
Doktoru olan ve “İmaj ve Takva”, “Kamusal Alanda Başörtülüler” adlı
kitapların yazarı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun tesettür ve kimlik
değişimi üzerine sorulara verdiği cevaplar şöyledir: ‘Türkiyedeki başörtülü
kadınların 1970’ den günümüze geçirdiği evrimi nasıl değerlendiriyorsunuz?’
‘1960-1970’li yıllarda genelde İslâmî kesim, özelde de tesettürlü kadınlar, alt
kamusal alanda, alternatif hayat tarzı oluşturmak üzere, modern hayat ile
ilişkisini daha ziyade “karşı duruş” olarak ifade etmekteydi. Özal dönemi ile
birlikte karşı duruş terk edildi. Her şeyin “İslâmcasını” üretmeyi gaye edinen
bir anlayış ile tüketim toplumuna eklemlenme süreci başladı. Refah Partisi,
kadınları alt kamusallıktan, üst kamusal alana taşıdı. Kamusal alanın çatışmacı
dilini iki ayrı cephede yaşadı kadınlar.’ ‘Kamusal alanda “çatışmacı bir dil”
derken neyi kastediyorsunuz?’ ‘Kamusal alanda var olmayı, birincil mesele
saymaya başlayınca, tesettürlü kadınlar, hem erkeklerle hem de modern
kadınlarla çatışmalı olan bir alanın içine girmiş oldu. Muhabbet dili yerini
polemik diline bıraktı. 1970’li yıllarda kıyafetler takvaya (Allah’a yakınlık)
uygunluğu ya da uygun olmayışı açısından dinî konulara vakıf olanların
eleştirilerine maruz kalırken; bugün “modern olup olmadığı” noktasından
giyim konusuna vakıf olanların eleştirileriyle karşılaşıyorlar.’ ‘Başörtülü
kızların moda çizgilerine bürünmesiyle, tesettür ilkelerinden koptukları
416 Milliyet, 31 Mayıs 2003, s.16.
285
yönünde eleştiriler var.’ ‘Bütün tesettürlü gençler için bu eleştiriyi yapmamız
haksızlık olur. 1970’li yılların alt kamusal alandaki giyim tarzı, 90’lı yıllarda
kırılmaya uğradı. Bu doğrudan mekân kullanımıyla alâkalı. Tesettürlü genç
kızların ve kadınların giyimlerindeki pek çok değişikliği mekân kullanımıyla
bağlantılı olarak açıklamak mümkün. Daha önce gidilmeyen mekânlara
gidilmeye başlandıkça kıyafetler de çeşitlenip hafifliyor.’ ‘Kadının kimliğini
ifade ediş biçimiyle ilgili bir duruştan söz etmek mümkün mü?’ ‘Tesettür
modasının sınıfsal bir boyutu var: yeni zenginler arasında ya da varoş
bölgelerinde yaşayanlarda, tesettür ilkelerinden kopuş ve bir markaya ait
olduğunu hissettirme takıntısı daha fazla. Bu konuda en çarpıcı iki örnek
Erenköy ve Ümraniye’dir. Erenköy birkaç kuşak şehirli ve eskiden beri
tesettürlü ailelerin oturduğu bir semttir. Sokaklarda çok frapan unsurlara
rastlayamazsınız. Fakat o semte yeni taşınanlar kendini hemen belli eder.
Tesettür modası ve tesettür defileleri o boyutlara vardı ki, Erenköy’ün tarzı
adeta mazbutlaştı. Ümraniye ise hem tesettürlü üniversiteli kızlara sahip, hem
overlokcu kızlara. Overlokcu kızların çoğu üniversiteli zannedilmek için ya
da aile baskısından dolayı başını kapatıyor. Dolayısıyla başındaki örtü ile
vücut dili asla kaynaşmayan genç kızlar görüyoruz.’ ‘ “İmaj ve Takva” isimli
kitabınızda da belirtmişsiniz. Eğer giyim, kişinin hangi dili kimlere karşı
sunduğu ile yakından alakalıysa, başını örten fakat tesettür ilkelerine uyma
konusunda hassas davranmayanlar, nasıl bir dil ve kimlik ortaya koyuyor?’
‘Kararsız bir kimlik. Psikalanist Erik Ericson, kimlik tarifinde “Kimlik bizim
olmak istediğimiz ile dünyanın olmamıza izin verdiği şeyin buluşma
noktasıdır.” der. Genç bir kız düşünün. Modern, farklı, dikkat çekici oldukça
kamusal dünyanın dışında, bir öte dünya bilincine de sahip olmak istediğini,
hem kendine hem başkalarına göstermek istiyor. Bu durumda, olmak istediği
ile olabileceklerinin mesafesi açılıyor. Mesafe açıldıkça kimlik kararsızlığı
artıyor.’ ‘Kamu alanında türbanı çıkartıp, evde ya da sokakta takarak çözüm
üretenler var. Bu bir çözüm mü?’ ‘ Kamu alanlarında açıp, dışarıda kapatanlar
bunu zaruriyetten yapıyor ve çok yoğun psikolojik çatışmalar yaşıyorlar.
Bunun dışında hem öyle hem böyle yarıdan örtülü baş, makyajlı yüz, body
417 Milliyet, 28 Mayıs 2003, s.14.
286
kıyafeti olanlar, tek tek bireyler olarak tahlil edilmesi gereken bir özelliğe
sahipler. Yaptıklarının toplumsaL boyutu yok. Hal böyle olunca kamu alanında
açıp sokakta kapatmayı çözüm hanesinde değerlendirmemiz mümkün değil.
Ayrıca bu buzdağının görünen yüzü. Halbuki derinde çok daha önemli
meseleler var. Konu başörtü meselesine kilitlendikçe, başörtüsünün ontolojik
bir duruş olarak kıymetli olan tarafı boşaltılıyor.’418
İ.Ü. İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği
İkinci Başkanı, İ.Ü. Kadın Sorunlarını Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdür
Yardımcısı Prof. Dr. Türkel Delibaş, türban konusundaki sorulara şöyle cevap
veriyor: ‘Üniversitelerde türban yasaklanınca nelerle karşılaştınız?’ ‘Birçok
öğrenciyi eğitimlerinden olmasınlar diye sınavlara aldık. Zamanla bu
öğrenciler türbanı politik bir simge olarak kullanmaya başladı. Üniversitelerde
ne zaman dinî bir devletin simgeleri, şiddet unsuruyla birlikte kullanılmaya
başlamıştır, o noktada türban yasaklanmıştır. Yasakla birlikte birçok kız
öğrenci başını kendiliğinden açtı. Bu kızlar bir taraftan sosyal bir gruba ait
olmak, arkadaş bulmak için İslâmî örgütlenmenin içine giriyor. Adam adama
markaj yöntemiyle siyasî örgütlenmelere çekiliyorlar.’ ‘Türbanı nasıl
kullanıyorlar?’ ‘Üniversitede türban politik şiddet davranışının ayırıcı simgesi
olarak kullanılıyor. Böyle kullanıldığı için öğrencinin denetlenmesini de
imkansız kılıyor. 28 Şubat öncesi süreçte kız öğrencileri gözlerine kadar
göremiyorduk. Komik olaylar da yaşadık. Uzun siyah pardösüleri çıkardığımız
zaman erkek öğrencilerle karşılaştığımız oldu.’ ‘Siz destekliyor musunuz?’
‘Özgür tercihler üzerine kurulmayan hiçbir şeyi desteklemem. Türban fikir
özgürlüğüne karşı bir simge. Kişi başını kapatarak ortaya çıkıyorsa, bu
“Düşünceme de her türlü örtüyü koyabilirim” demektir. Onun için Türkiye’de
politik bir kavgadır. Akademisyenlerin de birinci görevi bana göre ülkeyi
ayakta tutan değerleri korumaktır.’ ‘Türban eylemleri hangi süreçte başladı.’
‘Kadınların siyasette kullanılmaları 12 Eylül’le başladı. Muhalefet yapma
yasağı karşısında demokrat kesimler, kadın, çocuk gibi örgütlenmeler içine
girdi. Buna örtülü siyaset diyorum. İslâmî kesimse kadınları o güne kadar
kullanmamıştı ve bunun yanlışlığını anladı...’ ‘Yoksullaşma ve türban arasında
418 Milliyet, 02 Haziran 2003, s.12.
287
nasıl bir bağlantı var?’ ‘...Yoksullaşma insanları kıyafette de tek tipe getiren bir
unsur. Osmanlı İmparatorluğu’nda da çarşaf, son dönemde yoksullaşmayla
geldi. Çünkü çarşafla yoksulluk gizlenebiliyor. 24 Ocak ve 12 Eylül Darbesinin
etkisi 80’lerin sonuna doğru azalmaya başladı. Aynı zamanda Türkiye’nin
tekstil yoluyla sadece dış pazarlardan pay alamayacağı da ortaya çıktı.
Türkiye’de ihracat fazlaları oluşmaya başladı. Bunları kime satacaksınız? Bir
taraftan tek tip kadınlar var. O zaman bu kıyafeti çeşitlendirmek lazım. Dikkat
edin 90’larla birlikte başlamıştır kadınlarda tesettür ve türban modalarının
oluşumu...’419
İlber Ortaylı’ya göre “Tesettür, Türkiye’de son 20 yılın sorunu oldu; daha
doğrusu ürkülen bir soru...1940’ların ve 1950’lerin Türkiye’sinde çarşaf
cehaletin ve kadın esaretinin, başörtüsü fakirliğin sembolü gibi görülürdü. 27
Mayıs 1960 rejiminin ilk günlerinde ilerici kadın dernekleri ‘çarşafı çıkarın
pardösü giyin’ kampanyalarına başladı...1970’lerde ise tesettür bir fakirlik ve
cehalet simgesi olmaktan çıktı; toplumun bir kesimindeki kadınların ve
erkeklerin çekindiği bir karşı devrimin sahnelenmesi olarak görülmeye
başlandı. Üniversite gençleri, iktisaden yükselen muhafazakar sınıfların
kadınları bazen şık modellerle tesettüre giriyordu. 1980 başından itibaren İran
devriminin kadınları zorla tesettüre sokması üzerine bu gerilim adamakıllı
arttı...Kadının kıyafeti hassas bir konudur. Erkeklerin bu alanda yüksek sesli
şarkı söylemesini doğru bulmuyorum...Hiç şüphe yok türbanı, devlet ve
bürokrasinin yüksek katlarında tartışmak ayrı bir keyfiyettir. Acaba
tesettürlüler rejimi değiştirmek için böyle ifade biçimi mi seçiyorlar? Böyle
olanlar da vardır. Tesettürü tamamen kişisel bir tercih olarak seçenler de...Bazı
halde en çılgın modacıların, tesettür üzerinde yeni yorumlar getirdiğini
görüyoruz. Konuyu anlamakta güçlük çekiyorum. Anladığını iddia edenlerin de
birçok şeyi anlayıp bildiğinden şüphem var. Her sesini yükselten gerçekten
berrak bir mantık sahibi değildir...”420
Fransız Türkolog İrene Melikoff’un, Türkiye’de türban konusundaki
sorulara verdiği cevaplar şöyledir: ‘Sizle türban konusunda konuşmak
istediğimi söyleyince , 2.Dünya Savaşı sırasında Paris’te kadınların
419 Milliyet; 3 Haziran 2003, s.16.
288
boyunlarına haç takmasını hatırladınız. Neden?’ ‘Sorunuz bende kötü tesir
bırakan bir olayı hatırlattı. Kadınlar, 1940 yılında Almanlar Paris’e girdiğinde,
boyunlarında haçla sokağa çıkmaya başladı. Onlar, Almanlara “Bizim Yahudi
olduğumuzu düşünmeyin” mesajı vermek istedi. Bu olaydan sonra bütün dinî
işaretlerden nefret ettim. Sonradan Müslüman olan bir arkadaş, soğuk bir
günde üzerinde beyaz bir derviş entarisiyle “Nerede ibadet edebilirim” diye
soruyordu. Aynı yerde birçok Türk vardı ve hepsinin giyimleri ve davranışları
normaldi. Bu gibi tuhaf davranışları yeni bir dine girenler veya dinini özellikle
vurgulamak isteyenler yapıyor. Onlar gösterişe önem veriyor.’ ‘Artan türbanlı
görüntülere ne diyorsunuz?’ 1941 yılında Türkiye’ye geldiğimde türbanlılar
yoktu...2000’li yıllarda sokaklarda gördüğüm çarşaflara bürünmüş kadın
kalabalığı, sanki 1940’lı yılların modern giysili kadınlarıyla yer değiştirmişti.
Giysilerin sembollere dönüştürülmesi, politik bir faaliyet, gösterişe dayalı
biçimsel bir duruşun ifadesidir. Atatürk dünyaya yeniden gelse herhalde bu
görüntülerden rahatsız olurdu...’ ‘Tasavvufta örtünme yok mu?’ ‘Sufiliği,
Mevlevîliği çok seviyorum. Ancak sufilik başka, gösteriş başka. Mevlâna ve
Hacı Bektaş şimdi yaşıyor olsalar tesettürden rahatsız olurlardı.’ ‘Alevîler nasıl
giyiniyor?’ Alevîlikte türban da, gösteriş de yok. Dindarın dinini ilan etmesi
gereksiz . Din her kişinin özelidir, sokağa çıkarmamak lazım. Dinimi sokakta
göstermiyorsam bu demek değil ki, ben dinsizim.’ ‘Bu sorun nasıl çözülür?’
‘Bence bu bir moda ve geçer. Türban takanlara zor kullanmamak lazım,
isterlerse taksınlar. Kimse dikkat çekmezse bu konu sorun olmaktan çıkar.
Özellikle Türkiye’de sakin olmak lazım. Çünkü Türkler toleranslı insanlar.’421
Osmanlı ve Cumhuriyet Tarihi uzmanı, Hollanda Amsterdam’da
Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü Türkiye Bölümü Başkanı Prof. Dr. Erik
Jan Zurcher’in, türban konusundaki sorulara cevapları ise şöyle:
‘Türkiye’deki türban yasağına sadece özgürlük konusu olarak bakılabilir mi?’
‘Başka seçenek var mı ki? Türban meselesine siyasî bir konu olarak bakarsak,
siyasal bir sorun yaratırız. Önemli olan insanların kafalarının içine laikliğin
yerleşmesidir. Başörtünün bununla bir ilgisi yok.’ ‘Türkiye’nin şartları,
türbanda örneğin Hollanda’daki geniş özgürlükçü tavırdan daha farklı bir
420 Milliyet, 4 Haziran 2003, s.15.
289
yaklaşımı gerektirmez mi?’ ‘Bu tür simgesel olaylara aşırı önem verilirse
gerginlik artar. Özgürlükçü tavır tüm problemleri çözmez ama uzun vadede
gerginliği azaltır. Yine de tam serbestlik olamaz. Mesela Hollanda’da tamamen
kapalı, Afganistan stili giymiş Arap öğrencilerin okula girmesi engelleniyor.’
‘Resmî yerlerde bir sınırlama getirilebilir mi?’ ‘Bence tüm millet ve devlet
adına (örneğin hakimler ve askerler gibi) görev yapanların türban gibi dinî ve
etnik kimliğini gösteren giysilerle dolaşması yasaklanmalı. Ancak bu yasak
başka dinî ve siyasal simgeler için de geçerli olmalıdır.’ ‘Türban konusundaki
laik direncin sizce tarihsel kökleri yok mu? Laik tepkileri “paranoya” olarak
görmek konuyu hafife almak değil mi?’ ‘Hiç şüphesiz tarihsel kökleri var.
İttihatçıların ve Cumhuriyet kurucularının Fransa’nın güçlü “pozitivizm”
akımından etkilenmesi, onların durumlarında ve dönemlerinde çok doğaldı.
Savaşta harap olmuş Türkiye için başka bir çağdaşlaşma modeli düşünmek
zordu. Yalnız bugünkü Türkiye, 1920’li, ve 30’lu yılların Türkiye’si değil.
Maalesef laik Kemalist elit, bazen Kemalizmin getirdiği başarılara ve bugünkü
dinamik çoğulcu Türkiye’ye yeterince güvenmiyor ve topluma çağdışı kalmış
bir gözlükle bakıyor.’ ‘Radikal İslâmcı hareketlerin terörizme kayması, kadını
çarşafa sokması göz önüne alınırsa, laik tepkiyi de anlamak gerekmez mi?’
‘Bunu anlamak zor değil. Benim gibi dışardan bakan birisinin bu korkuları
ihmal etmesi hem kolay hem de bir sorumsuzluk olurdu. Fakat Radikal İslâmcı
terör örgütleri ile AKP’yi de karıştırmamak lazım. Türkiye’de bir radikalleşme
söz konusu değil. Ayrıca Türkiye İslâmı, bazı tarihsel gelişmelerden dolayı
Arap İslâmından çok farklı. Arap ülkelerinde terörün altında bir umutsuzluk ve
öfke var ki, bu da doğrudan doğruya Filistin meselesine ve Arapların kendi
ülkelerinde gördükleri haksızlığa ve sömürgeciliğe bağlı. Türkiye’de ise
Filistin’le dayanışma duygusu çok derin değil. Ve tüm toplumsal sorunlara
rağmen insanları teröre yönelten umutsuzluk duyguları çok yaygın değil.’422
İ.Ü.S.B.F. Öğretim Üyesi ‘Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın’ kitabının
yazarı Prof. Dr. Fatmagül Berktay, kadın giyimi konusunda şunları söylüyor:
‘Kadının denetimi, ataerkil toplum tarafından önemli. Kadınlar daima
topluluğun ruhunu simgeler, sınırlarını çizer. O yüzden topluluğun “saflığı”nı
421 Milliyet, 5 Hazian 2003, s.15.
290
korumak, simgelemek de onlara düşer. Üstelik bu sadece dinsel topluluklar için
değil, seküler (dünyevî) bağlamlar için de geçerli. O nedenle Türkiye’de
kadının kıyafeti, hem şeriata dayalı Osmanlı toplumu hem de laik Cumhuriyet
için can alıcı önemde olmuştur. İlkinde kadının örtünmesi ve kamusal alana
çıkmaması, ikincisinde de kamusal alanda peçesiz dolaşabilmesi simgesel
nitelik taşır.’ ‘Şeriatın egemen olduğu toplumlarda nasıl?’ ‘Bu toplumlarda
kadınların kamusal alana çıkışları sınırlandırılır, zorunlu olarak çıktıkları
durumda da, yine aslında mahrem alana, eve ait olduklarını hep hatırlatmak
üzere örtünmeleri zorunlu kılınır. Bu ataerkil anlayış, aynı zamanda, kadının
namus ve onurundan onun kendisinin değil, onu çok koruyan erkeği sorumlu
tutar ve böylelikle kadının özerk bir insan olduğunu örtük biçimde reddetmiş
olur.’ ‘İslâm’da başı açıklara bakış nasıl?’ ‘Dinsel düşünce monist, tekçi
düşüncedir, mutlak hakikat iddiasında bulunur; farklı düşünenlere karşı
hoşgörüsüzdür. İslâmî cemaatçi anlayışın ve yaşam tarzının ne kadar
hiyerarşik, konformist ve bireyselliğin gelişimine karşı tepkili olduğunu
biliyoruz. Yıllar önce röportaj yapmaya gelen iki başörtülü genç kadına o
zaman sorduğum soru halâ geçerli. O zaman “Ben sizin başörtüsüyle öğrenim
görme talebinizi destekliyorum, peki siz, kendi görüşleriniz iktidara gelirse,
benim başörtü takmama hakkımı savunabilecek misiniz?” diye sormuştum. O
tarihte bana yanıt verememişlerdi. Umarım bugün verebilirler.’ ‘Yasaklamalar
bir çare olabilir mi?’ ‘Türkiye’de laik düşünce ve hayat tarzı korkulduğu kadar
yüzeysel değil, epey derinlerde. Bu süreç, Cumhuriyetle de başlamadı;
Osmanlı’da kökleri var. Sağlıklı demokrasiye sahip güçlü bir cumhuriyet için
başörtüsü sorun olmamalı. Sorunu yasakçı yöntemlerle çözmeye çalışmak,
radikal tutumların sertleşmesine, daha liberal unsurların da yabancılaşmasına
yol açar. Bunca yıldan sonra Cumhuriyet artık, muhalif unsurları sisteme
entegre edebilecek daha hoşgörülü bir yaklaşım sergileyebilir. Bu bağlamda,
üniversitelerin de “evrensel” kurumlar olduklarını hatırlayacak olursak, her
çeşit faklılığın ifadesine yer vermeleri gerektiği sonucuna ulaşırız.
Üniversitelerde, davetlerde sorun olmamalı. Ama aynı şeyi devlet daireleri,
mahkemeler gibi kamu hizmeti veren yerler için söyleyemem. Kamu
422 Milliyet, 5 Haziran 2003, s.15.
291
hizmetinde tarafsızlık esastır. Tarafsızlık, hukukun üstünlüğü gibi konularda
hiç de iyi sınav vermemiş olan bir idareye, bir de dinsel simgenin açık ettiği
taraflılığı eklememek gerek.’423
ABD Princeton Üniversitesi’nde Türkiye Araştırmaları Bölümü’nde
öğretim üyesi olan Prof. Dr. Şükrü M. Hanioğlu, Osmanlı ve günümüzün
tartışmaları arasındaki bağı “Geçmişten Günümüze Örtünme ve Medenileşme
Projesi” ile birlikte ele alan yazısında şöyle söylüyor: “17 Haziran 1875 tarihli
Hayal Mecmuasında basılan bir karikatürde biri alafranga diğeri alaturka
kıyafetli iki hanıma aşağıdaki konuşma yaptırılmaktadır: ‘Kız bu nasıl kıyafet
utanmaz mısın?’ ‘Bu asr-ı terakkide(ilerleme çağında) asıl sen utan
kıyafetinden.’ Bu konuşma, kıyafet ile çağdaşlık ve medenîlik arasında
varsayılan özdeşliği ve pozitivist anlamda terakkiye(ilerlemeye) duyulan
ihtiyacı belki de uzun bir makaleden daha açık biçimde ortaya
koymaktadır...Pozitivist terakki fikri 19. yüzyıl Osmanlı entelektüel
çevrelerinde gün geçtikçe daha fazla kabul görmeye başlamış; “terakkiyat-ı
cedide”, “asr-ı cedid”(yeni asır) ve “ulûm” (bilimler), bu çevrelerin en sık
kullandığı kavramlar haline gelmişti. Ahmet Midhat Efendi’nin herkesin
ağzında “otuz kırk senedir lafının” olduğunu belirttiği “alla franca”, Osmanlı
seçkinleri için “asrileşerek” terakki kervanına katılmanın bir aracı haline
geliyordu. Bunun sonucunda ise giyim kuşamdan adab-ı muaşerete ulaşan bir
alan ile “terakki”, “çağdaşlaşma” ve “bilimin gereğini yerine getirme” arasında
bağlantı kurulmuş oluyor ve böylece klasik Osmanlı düşüncesinin önem
verdiği ve övdüğü “temeddün” (Bu kavram bugünkünden daha farklı bir
medenîleşmeyi ifade ediyor) yerini değişik bir “medenîleşme” alarak
yukarıdaki kavramlarla bağdaştırılan giyim biçimi, medenîleşmenin ve yeni
medeniyet projesi içinde seçkinliğin şartı haline geliyordu...Dönemin önde
gelen Garpçı ve İslâmcı dergileri olan İçtihad, Mehtab ve Sırat-ı Müstakim
mecmualarında tesettür üzerine yapılan tartışma da böylesi bir asrilik ve
medenîleşme zemininde gerçekleştirilmişti. Cumhuriyet erken dönem ideolojisi
üzerinde bir hayli etkili olan bazı Osmanlı aydınlarının sorunu bir çağdaşlık ve
medenîleşme projesi çerçevesinde ele aldıkları kuşkusuzdur. Toplumumuzdaki
423 Milliyet, 7 Haziran 2003, s.15.
292
geçmişini özetlemeye çalıştığımız kıyafet sorunu günümüzde bilimsellik,
medeniyet, seçkinlik ve modernlik kavramlarındaki değişimin sonucunda
mahiyet değiştirmiştir. Pozitivizmin düşlediği, dini bir kenara bırakan bilimsel
toplum gerçekleşmemiş, “herkesin hedeflemesi gereken tek ve üstün
medeniyet” fikri yaygınlığını kaybetmiş, kıyafet seçkinlik ve modernlik
sembolü olma vasfını yitirmiştir. Günümüzde pek çok insan nezdinde
bilgisayar programı bilmek, kıyafete nazaran daha önemli bir modernlik
sembolü olarak görülebilmektedir. Nihayet, 20.yüzyıl başının “bilimi din olan
avamı” alternatif siyasal ve toplumsal seçkinlik iddiasıyla ortaya çıkmış ve
“avam” olmayı reddetmiştir. Günümüzdeki sorun, büyük çapta, bu
değişimlerin farkında olunmamasından ve meseleye 19. yüzyıl ve 20.
yüzyıl başı kavramları aracılığı ile bakılmamasından
kaynaklanmaktadır.424
Birbirine tamamen zıt olan bu görüşlerin biraz uzun ifadelerle verilmesi,
örtünme konusuna ne kadar farklı bakış açıları olduğunu daha iyi görebilmek
amacını taşımaktadır. Bu bakış açılarını bilmek, kanaatimizce, meselenin
objektif olarak ortaya konmasına ve doğru anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
Örtünmeyi konu alan birçok televizyon programı yayınlanmaktadır. Bu
programlarda genellikle farklı görüşlerden insanlar tartışmakta, ancak bir ortak
noktada buluşmak çoğu zaman mümkün olamamaktadır. Bu biraz da
insanların, kendi yerleşmiş kanaatlerini değiştirme konusundaki katılıklarından
ileri gelmektedir. Bu programlara birkaç örnek verilecektir:
13.11.2003 tarihinde Star TV’de Objektif Programında Yargıtay 5. Daire
Başkanının türbanlı bir sanığı mahkeme salonundan dışarıya çıkarması olayı
üzerine yapılan tartışmada;
İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu, 13.02.2003 tarihli Refah
Partisinin kapatılması ile ilgili kararın gerekçesinde A.İ.H.M.nin türbanı suçlu
gördüğünün belirtildiğini; Anayasa Mahkemesi kararının(89/1) bağlayıcı
olduğunu hatırlatarak türbanın, siyasi bir simge ve başkaldırı olduğunu
söylemiştir.
424 Milliyet, 7 Haziran 2003, s.15.
293
Adalet Eski Bakanı Hikmet Sami Türk’e göre bölücü bir kişi bölücülüğü
simgeleyen giysi, renk vs. ile mahkeme salonuna giremez. Aynı şekilde
laikliğe tehdit olan başörtüsü ile de giremez. Cumhuriyet bir yaşam biçimi,
çağdaş insan demektir. Cumhuriyetin özlemi insanların çağdaş giyinmesidir.
Kezban Hatemi ise aynı programda başörtüsünü yasaklayan bir yasa
olmadığını, ‘Ben dinî inancımdan dolayı başımı örtüyorum’ diyen kişiye
‘Hayır, bu dinî simge, laikliğe başkaldırıdır’ deme hakkına kimsenin sahip
olmadığını söylemiştir.
Aynı programda Yargıtay’ın ‘Türban laiklik ilkesine başkaldırı simgesidir’
dediği, konsensüs sağlanacaksa toplumda karşılıklı güven verilmesi gerektiği,
Dünyada yönetime tek talip olanın Müslümanlık olduğu, bunun için de
engellenmeye çalışıldığı, yapılması gereken şeyin Anayasaya laiklik tarifi
getirmek olduğu da katılımcılar tarafından dile getirilmiştir.425
Bir televizyon programında örtülü bir İlâhiyatçı hanım, örtünme
konusundaki fikirlerini şu sözlerle açıklamıştır: “Başörtü hür kadının statü
göstergesidir. Tesettür ayetleri bu statü göstergesinin onaylanmasıdır.
Eğer tesettür tacizi önlemek için olsaydı, tacize uğrama ihtimali daha fazla olan
cariyelerin bundan daha fazla sorumlu olması gerekirdi... Muhammed Esed’e
göre örtülmesi gereken yerler örfe göre belirlenir. Ben buna katılıyorum. Bana
göre başörtüsü farz değil. Ancak kadın istediği gibi giyinebilmeli. Buna
kimsenin müdahale etmeye hakkı yok. Ben, kendini buna haklı sananlara
‘inat olsun’ diye başımı örtmeye devam edeceğim...”426
Kanal 7 televizyonunda 16 Mayıs 2003 tarihinde canlı olarak yapılan
“İslâm ve Moda” konulu bir programda örtünme anlayışı tartışılmış ve
Türkiye’de örtünme anlayışı konusunda önemli bilgiler veren şu görüşler söz
konusu edilmiştir:
Ali Rıza Demircan: Kıyafetin değişmez hükmü kadını cazibe merkezi
haline getirmemesidir. Toplumsal sağduyunun estetik anlayışı da önemlidir...
Değiştirilemezleri, değişmez kavramları ortaya koymadığımızdan oluyor bu
425 Star TV.,13.11.2003 Tarihli Objektif Programı.
294
problemler. Kıyafette değişemezler: 1.Sadelik 2.Kadını cazibe merkezi haline
getirmemek...Şekil önemlidir. Bunu dışlayamazsınız.Giysi bir iman, ibadet ve
ahlâk meselesidir. Giysi özgürlüğü temel hak ve özgürlüklerdir. Kriterler ise
şunlardır:
1.Yüz ve eller dışında vücudun bütününü örtmeli,
2.Vücudun ten rengini ve organların hacmini belli etmeyecek şekilde kalın
ve bol olmalı,
3.Toplum örfüne göre kadını erkeğe benzetmeyecek şekilde olmalı,
4.İslâm dışı inanç ve ideolojilerin bağlısı olduğu imajını vermemeli,
5.Kadını cinsel obje olarak göstermemeli,
6.Sadeliği esas almalı.
İslâm’ın estetik anlayışında iki üç unsur var: Dinî unsurlara uygun olması
ve Allah’ın rızasına uygun olması ölçüleri dışında kişiye göre değişir. İslâm
evrenseldir. Millî olması gerekmez.
Yunus Vehbi Yavuz: Sosyal düzeni sağlamak, insanı güzelleştirmek,
başkasına zarar vermemek için giyinilir. İslâm süslenmeye önem verir... Süslü
elbise giyilebilir. Frapan başka, süslü başka. Bunu örf belirler. Sokağa çıkınca
birçok insan dönüp bakıyorsa frapandır... Kur’an’da, sünnette ve sahabenin
uygulamasında tesettür var. Amacı: Kendini korumak, rahat hareket etmek ve
başkasına zarar vermemektir. Kadının nasıl örtüneceğinin teferruatı
belirtilmemiştir... “Bu onların tanınmaları için daha iyidir” ayeti cilbab içindir.
Yani dış giysi içindir. Bu da cariye-hür ayırımından dolayıdır. Bugün cariye
olmadığına göre cilbaba gerek yoktur... Hz. Peygamber cübbe-i Rumiye
giyiyordu mesela. Bir müşrik ne giyiyorsa Peygamber de onu giyiyordu. ‘Kim
bir kavme benzerse ondandır.’ hadisi inanç ve ibadetle ilgilidir. Kıyafetle ilgili
değildir. Bizim dinimiz şekle değil, davranışa önem vermiştir...Kur’an ve
Peygamber, örtünmede genel kurallar ortaya koymuş ama belli bir şekil
koymamıştır. Müslümanları akıllarıyla, örfleriyle, millî gelenekleriyle baş başa
bırakmıştır...
Abdurrahman Aslan (Araştırmacı-Yazar): Moda toplumun örf ve
adetten kopmasıdır. 1800-1850’lerden sonra kapitalizmin ticari mantığıyla
426 Hidayet Şefkatli Tuksal, Ceviz Kabuğu Programı, ATV,16-17.3.2002.
295
gelişiyor. Din bunun içindedir. Dinin de İslâm’ın da kıyafeti vardır. 1600’lere
kadar Hindistan’dan Batıya kadar kıyafetlerde büyük benzerlikler var. Sanayi
devrimiyle örften gelenekten kopuş olmuş. Moda ilke olarak teşhir
demektir...İslâm’ın kendi estetik ve güzellik anlayışı vardır. Vücut dilini ortaya
çıkarmaz, teşhirci değildir. Tahrik etmez...İnsan vücudunu teşhire zorlayan
kapitalist anlayış. Tesettür modaya değil, moda tesettüre büründü.
Müslümanlar bu sürece yeni katılıyor. İslâm bize farklı bir hayat biçimi
sunuyor. Bunun farklı kıyafetleri olacaktır... Anadolu’nun gariban insanları
büyük şehre gelince geleneksel kıyafetleri ile horlanınca kıyafetlerini
çıkardılar. Kentleşme ile birlikte...tesettürün bir giyim tarzını mı, örtünmeyi mi
ifade ettiğini karıştırıyorsunuz. Kamusal alanda şıklığı İslâm istemez. Ancak
kamusal alanda insan şık olmak ister. Bu İslâm’a aykırı. Tesettür Kamusal
alanla ilgilidir. 1980’lerden itibaren kamusal alanın mahiyeti değişti. Tarihte
dikkat çekmeyen elbise tercih edilmiştir. Çok dikkat çekiyorsa bu tesettürün
mantığına aykırıdır. Ben bir bayanın kamusal alana çıktığında şık ama dikkat
çekmeyen şekilde giyinmesini uygun bulurum...Dikkat çekmeyen deyince
cinselliği kastetmedim. Kadınların kendi aralarında dikkat çekmesini
kastettim(alamayan olur).
Mehmet Şevket Eygi: Birtakım sosyal hadiseler bulundukları zaman
içinde değerlendirilmeli...Müslümanlar yabancılaşmış. Erkeklerde bir
Müslümanı, Hıristiyanı, ateisti birbirinden ayıramıyoruz. Kadınlar birazcık
başörtüleriyle kendilerini korumuş...İstanbul’a gelen insan, ilk iş olarak
geleneksel kıyafetini terk ediyor. Müslümanların kendi kimlik, kültür ve
medeniyetini yansıtacak kıyafeti olmalı; bizden bir şey olmalı...Eski çarşaflar
medeniyet, üstünlük ve zarafet taşıyordu. Bugün Türkiye Müslümanları varoş,
gecekondu toplumudur. Vasıfsızlık genel, ama en vasıfsız olan da benim de
içinde bulunduğum Müslüman kesimdir... Rahmetli annem bir manto veya
pardösü alır ya da diktirir, üzerine başörtüsünü bağlardı. Bu meselede daha
medenî, daha vasıflı, seksî olmamak kaydıyla daha nitelikli, daha millî, İslâmî,
Anadolu unsurlarını taşımalı. Kaliteli olmalı... Kadın kaliteli ama asla seksî
olmayan kıyafet giymeli.
296
Örtünme ile ilgili olarak gazete ve dergilerde 1996’den beri yayınlanan
yüzlerce yazı takip edilmiş ve arşivlenmiştir. Bunlardan bazı örnekler vermek
konuya olan yaklaşım farklılıklarını gösterebilmek açısından faydalı olacaktır:
Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, bir yazısında şunları söylemektedir:
“...Başörtüsü meselesi günümüzde yeniden zıtlaşma noktasına çekilme ve bir
tartışma konusu yapılmak istenmektedir. Bu zıtlaşmada iki taraf vardır. Bir
taraf, ‘başörtüsü’nü inancı gereği örttüğünü söylemekte ve İslâm ile
özdeşleştirme noktasına getirmektedir. Bu kesim İslâm’ın binlerce emrinden
biri olan örtünmeyi diğer hükümlerin üzerinde görmeye, ‘hepsi bir yana
örtünme bir yana’ noktasına çekmeye başladı. Bunlardan bazısı, inanma, hak,
hukuk, adalet, doğruluk, iffet, ilim, ehliyet, ibadet gibi emirleri bile
görmemezlikten gelerek, ‘örtünsün de ne olursa olsun’ şeklinde düşünür oldu.
Bu anlayışla İslâm, sanki sadece şekilden ibaret bir din görüntüsü verilmek
istenmektedir. Halbuki İslâm, şekilden daha çok öze önem vermekte, ikisinin
beraber olmasını ise ‘nur üzere nur’ kabul etmektedir.
Diğer bir kesim de; başörtüsünü sanki başörtüsü takılırsa ‘irtica gelecek’
‘laiklik elden gidecek’ ‘demokrasi anlayışı altüst olacak noktasına getirmek
istemektedir. Bu anlayışta olanlar başörtüsünü bir simge olarak görme
hastalığına tutuldu. Hatta bunu bir ‘Anayasa suçu’ bir ‘demokrasi suçu’ sayma
noktasına kadar getirenler oldu. Bu, başörtüsünü bir fikrin, bir düşüncenin,
‘laiklik’ düşmanlığının sembolü olarak görme ‘bağnazlığı’ içinde olanlar da
vardır. Her iki bağnazlık, Türkiye’de hoşgörü ortamının oluşmasına katkıda
bulunamaz. Bundan bağnazlığın sınırının bulunmadığı ve tek taraflı da
olmadığı ortaya çıkmaktadır.
...İslâm’ı din olarak kabul etmiş Türkler, İslâm’ın örtünme konusundaki
emirlerini de, kendi örflerindeki hususları da devam ettirmişlerdir. Bundan
dolayı belirli bir örtünme şekli yoktur; yörelere göre şekiller belirlenmiştir...
Tarihte de, günümüzde de milletlerin dinî inanış ve kültürleri gereği, kılık
kıyafetlerini ayarlama, giyinme ve yaşama tarzları olmuştur ve olmaktadır. Bir
millet diğerinden kültürel faklılıklarla ayrılmaktadır. Bu normal bir
durumdur...Örtünme bir inanç ve örf işidir. Bu aynı zamanda sosyal bir
hadisedir. Böyle de bakmak lazımdır.
297
Genel ahlâk kurallarına aykırı olmamak üzere, belirli ölçülere riayet ederek
örtünmeli, ‘başörtüsü’ takabilmelidir. Ancak bu ‘İslâm’ın olmazsa olmaz
ilkesi’ noktasına çekilmemelidir. Ne baş örtmekle insan insanlıktan çıkar, ne
laiklik elden gider; ne başı açık olmakla kişi dinden çıkar, ne de ‘kıyamet
kopar’. O halde meseleye çok yönlü bakmak, şartlara göre değerlendirmek
gerekir. Bağnazlıkla, zıtlaşmayla, düşmanlıkla bir yere varmak mümkün
değildir. Salim bir şekilde düşünmek, Türk milletinin menfaatini ve değer
yargılarını öne çıkararak, herşeyi ‘hoşgörü ortamı’nda ve ‘orta yolda’ çözmek
temel hareket noktası olmalıdır.”427
Tamamen katıldığımız bu görüşlerden sonra bir başka örnek olarak
ülkemizdeki tartışmaların “başörtüsü” değil de “türban” adı altında yapılmasını
yanlış bulan ve başörtüsü meselesine Atatürk’ten yaptığı alıntı ile yorum
getiren Namık Kemal Zeybek’in bir yazısı verilecektir:
“Türban, başı örten, saçları içine alan ve daha çok da süs amaçlı olan bir
başlıktır. Kökü Avrupa’dır. Başörtüsü ise ikiye ayrılıyor. Birisi Türk halkının
gelenekten gelen başörtüsü biçimi. Öteki, son yıllarda ‘moda’ olarak
geliştirilen ve ‘hayli iddialı’ biçimlerle yaygınlaşan ‘yeni bir biçimdeki’
başörtüsü... Tesettür modacıları bu işi çok geliştirdi. Sanıyorum kadınların
başlarını örtmelerine ‘çok kızanların’ en çok kızdıkları da bu...
Meclis Başkanı’nın eşinin başörtüsü gördüğüm kadarıyla alçak gönüllü
halk tipi başörtüsü... O kadar kızılmaması gerekiyor ama bu kere de büyük
başın başında görülmesinden doğan kızgınlık ortaya çıktı. Bu işin çözülmesi
gerek. Ya da çözülmesinden umudu kesip görmezlikten gelinip geçinilip
gidilmesi...
Çözüm için önce kızgınlıklardan vazgeçilmesi gerekiyor. Kızgın iki taraf
var. ‘Biz örteriz kimse karışamaz’ diyenler ve ötekiler. Ötekiler
‘örttürmeyiz kimse heveslenmesin’ diyenler...
‘Biz örteriz’ iddialaşması içinde olanlara Hacı Ahmet Kayhan Dede’nin
sözlerini hatırlatmıştım. ‘Ululemre itaat ediniz...İnatlaşıp okuma hak ve
görevinizi terketmeyiniz...Türkiye’yi sizi kullanarak karıştırmak isteyenlere
fırsat vermeyiniz.’
427 Abdurrahman Küçük, “Başörtüsü Üzerine”, Hergün, 09Aralık 1996, s.3.
298
‘Örttürmeyiz’ diyenlere diyorum ki ‘Atatürk’ü örnek alınız.’ Atatürk
kadın giyimi konusunda zorlamada bulundu mu? Atatürk’ün dehasına inanınız
ve onun yaptığını yapınız. Erkek giyimi konusu Atatürk Devriminde yasa
konusu yapıldı. Ama kadın konusunda sadece uyarılarda bulunuldu. Bunu iyi
ve iyice anlamak gerekir.
Dahası bakınız ne diyordu Cumhuriyetimizin kurucusu(Söylev ve
Demeçler 2.Cilt) ‘Şehirlerdeki kadınlarımızın giyim tarzı ve örtünmesinde iki
şekil tecelli ediyor; ya ifrat ya tefrit görülüyor. Yani ne olduğu bilinmeyen
çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüm gösteren bir kıyafet veyahut
Avrupa’nın en serbest balolarında bile dış kıyafet olarak arzedilemeyecek
kadar açık bir giyim. Bunun her ikisi de şeriatın tavsiyesi, dinin emri
haricindedir. Bizim dinimiz kadını o tefritten de, bu ifrattan da tenzih eder.
O şekiller dinimizin muktezası değil, muhalifidir. Dinimizin tavsiye ettiği
tesettür, hem hayata hem fazilete uygundur. Kadınlarımız şeriatın tavsiyesi,
dinin emri mucibince örtünselerdi ne o kadar kapanacaklar, ne de o kadar
açılacaklardı.’
‘Giyim tarzımızı ifrata vardıranlar, kıyafetlerinde aynen Avrupa kadınını
taklit edenler düşünmelidir ki, her milletin kendine mahsus ananesi, kendine
mahsus adetleri, kendine göre milli hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen
diğer bir milletin mukallidi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit
ettiği milletin aynı olabilir ne kendi milliyeti dahilinde kalabilir. Bunun
neticesi şüphesiz ki hüsrandır.’
‘Örtünmedeki ifrat ve tefritten kurtulmakla bu iki ihtiyacı da temin etmiş
olacağız. Giyim tarzımızda milletin ruhi ihtiyacını tatmin için, İslâm ve Türk
hayatını başlangıçtan bugüne kadar layıkıyla tetkik ve etrafıyla açıklamamız
lazımdır.’
‘Eğer kadınlarımız dinin tavsiye ve emrettiği bir kıyafetle, faziletin
icabettirdiği hareket tarzıyla içimizde bulunur; milletin ilim, sanat, içtimaiyat
hareketlerine iştirak ederse bu hali emin olunuz ;milletin en mutaassıbı dahi
takdir etmekten geri duramaz.’... ”428
428 Namık Kemal Zeybek, ‘Atatürk ve Örtünme’,Yeniçağ, 04.12.2002.
299
Konuya hayli değişik çözümler öneren bir başka örnekte, örtünme
anlayışındaki farklılıklar daha da ortaya çıkmaktadır. Başörtüsünü sembol
olarak gören bu yorum şu şekilde ifade edilmiştir:
“... Mesela araştıracak olsanız göreceksiniz, ne ilahiyat hocaları var ki
kızları başı açık üniversiteye gitmiş. Onun için bir sembol manasına
bakılmadığı takdirde -belki de- din alanının en temel önemli konuları arasında
değil. Ve aslında ille de örtülmek isteniyorsa bir peruk, her kesimce makul
bulunan bir çözümdür. Belki saç boyamak bile bir çözümdür. Ve aslında
kamusal alana girmemek, o alan dışında dilediğin gibi örtünmek de bir çözüm.
Ama ille de kamusal alan diyecek olursanız ... Bunun kuralları var. Burası
laik alan, din giremiyor. Bütün Batı demokrasilerinde böyle, elbette kalbinde
inanç olabilir ama siyasete alet edemiyorsun. Bu durumda mesela; ‘Çok yazık
oluyor, Abdullah Gül’ün partide yardımcısı olan Bilkent mezunu süper
kabiliyetli genç hanım Başbakanlık’ta kendisine yardım edemiyor çünkü
türbanlı’ dendiğinde... akla geliyor: *Maksat memlekete hizmetse insan bu
uğurda bir peruk takabilir. *Bir din alimine danışabilir, belki boyalı saç da saçı
görünmüyor sınıfına girebilir. Belki başını açma konusunda başka bir fikir
sahibi olur. *Başbakanlığa video konferansla bağlanır, Gül ile başı bağlı
konuşur. Yani türban sembol halinden çıkarıldığında pratik ve inanca ters
düşmeyecek çözümlere daha kolay yol alınıyor.
...Öte yandan kökten laikler telefonla görüştüklerinde fevkalâde
beğendikleri insanların türbanlı olduğunu anladıklarında ‘ Tanrım bunu da mı
görecektik’ demekten vazgeçmeyi deneyebilirler. Ve kamu alanında türbanı
sembol anlamında takanlar herhalde sembolün tabiatı itibariyle şeklî olduğunu
teslim ederler.
Neticede olay çok dar bir alanda geçiyor, kamusal alanda -üniversitenin
kamusal alan olduğunu hiç düşünmüyorum...- sembol olarak
kullanımda...Burada bile ‘ille de sembol taşıyacağım’ diyenlere açık kapı yine
var, türban şekil değiştirsin (mesela rozet), Türkiye bu konuyu geride bıraksın.
Burada ön yargılardan sıyrılmak adına hepimize, bilinçlendirmek anlamında
300
din alimlerine, laikliği vurgulamak adına kamuya görev var. Bir de gerçekten
her şeyin bir zamanı var...”429
Sırrı Yüksel Cebeci, “Türban Şart mı?” başlıklı yazısında Türkiye’de
örtünme meselesi ile ilgili ilginç yaklaşımlar getirmektedir. Cebeci’nin
görüşleri şu şekildedir: “Mısır kadınının geleneksel başörtüsü olan ve ‘Milli
Görüş’ün giderek güçlendiği 1970’li yıllarda önce Türkiye, sonra da yoksul
İslâm ülkeleri tarafından ithal edilen türban, demokratik toplumlarda laiklik
karşıtı bir simge olarak görülüyor.
İyi de, İslâm’da önemli olan, kadının başını örtmesi değil midir? Bütün
İslâm toplumlarında kadınların geleneksel başörtüleri var. Ve bu geleneksel
başörtülerine kimsenin itirazı yok. Mesela Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı,
‘Takılan töresel bir giysi değil, türbandır. Töresel giysi niteliğinde olmadığı
için bu kişi, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi kararları çerçevesinde
duruşmaya alınmamıştır. Başörtüsü olsaydı farklı bir uygulama yapılırdı,
duruşmaya alınabilirdi’ diyor.
Buna benzer bir olay bir süre önce Fransa’da da yaşandı. Kuzey Afrika
kökenli 16 ve 18 yaşlarında iki kız öğrenci ‘simge türban takarak okula dinî
objelerle gelinmemesini isteyen genelgeyi ihlal ettikleri’ gerekçesiyle Disiplin
Konseyi tarafından geçici olarak okuldan uzaklaştırılınca, ülkede kızılca
kıyametler kopmuştu.
‘Uzaklaştırma cezası öncesi uzlaştırıcı çabaların gerektiği biçimde
gösterilmediği’ görüşünü savunan Fransa İslâm Konseyi (CFCM) Başkanı
Halil Ebubekir, bir Müslüman aydına yakışır bir tavır sergileyerek ‘İslâm dini,
günlük hayatta genç kızlar ve kadınlardan başörtü takmasını ister, bununla
birlikte bu konuda bir yasa ve kural varsa herkes uymalı. Bu günah değil’
demişti. Bizdeki türban fanatiklerinin Halil Ebubekir’den alacakları çok ders
var.
Analarımızın başörtüsü hiçbir dönemde ve hiçbir kimse tarafından siyasal
bir simge olarak görülmedi, bundan sonra da görüleceğini sanmıyoruz. Öyleyse
neden ‘başörtü’ değil de ‘türban’?.....
429 Murat Birsel, “Erdoğan Türkiye’si Nereye Gidiyor”, Vatan, 06 Aralık 2002, s.19.
301
Bu konuda aydın din adamlarına ve ön yargısız gerçek din bilginlerine
de büyük görev ve sorumluluk düşüyor. Dürüstçe ortaya çıkıp, ‘Müslüman
Türk kadınının geleneksel kapanma aracının türban değil başörtüsü
olduğunu, türbanı atıp başörtüsü takan Türk kadınının dine veya dinin
kurallarına karşı gelmiş sayılmayacağını’ açıklasalar, İslâm’a da, Türkiye’ye
de büyük iyilik yapmış olacaklar.”430
Güler Kömürcü, ismi kendisinde mevcut bir AKP milletvekiline ait
ilginç bir örtünme yorumundan söz etmektedir: “Sözü edilen vekil örtünme ile
ilgili görüşlerini insanlık tarihi boyunca tüm yazılı kaynaklara, Kur’an’a ve
tıbbî eserlere dayandırıyor. Varsayımları: Dünyada bir milyar Müslüman varsa,
bir milyar çeşit de içtihat vardır. Kur’an-ı Kerim hüküm kitabı değil, delil
kitabıdır. Kur’an örnek verip, araştırmasını, kıyası, delillendirmeyi size
yaptırır. Aklî değerlendirmeyi kişilere bırakır. İnsanlar bu değerlendirmelerine
göre iç dünyalarında karar verir ve yaşarlar. Bu milletvekiline göre: ‘Kur’an
çeşitli ayetler içerisinde örtünmeye ilişkin minimum ve maksimum noktaları
ortaya koymuştur. En uç nokta olarak minimum örtünmede üç kelimeyi
görüşümüze temel alabiliriz. Minimum örtünme; 1- Riş: Tüy demektir. İnsanda
ilk tüylenme genital bölgede ortaya çıkar. Genital bölgenin örtünmesi şarttır. 2-
Hamele: Karın bölgesidir. Bebeğin oluşum yerini işaret eder, tıbbî olarak da
örtünmesi şarttır. 3- Burç: Meme ucu demektir, enfeksiyona en açık bölgedir.
Görüldüğü üzere bu üç bölgenin örtünmesi anatomik kriterlerde işaret edilerek
istenmiş, sadece erkekteki şehevî duygular için değil, temizlik ve sağlığa dönük
olarak ortaya konulmuştur.
Maksimum örtünme: Bir kadın isterse vücudunun her noktasını örtebilir.
Ancak tanınacak yerini açmak kaydıyla. Bu bir ayettir; ‘İnsanların tanınacak,
bilinecek en iyi yeri yüzüdür.’ der. Yüzü açılmak kaydıyla isterse bütün
vücudunu örtebilir.
Allah Kur’an’daki bu iki uç noktayı yani maksimum ve minimum örtünme
şartını ‘örfe uygun olarak’ diyerek toplulukların örflerine bırakmıştır. Örf her
yopluluğun hukuku, kültürü, yorumunu kapsar. Dolayısıyla benim yorumuma
göre, bir kadın ‘riş, burç ve hamilelik bölgesini kapattığında dinin örtünme
430 Sırrı Yüksel Cebeci, “Türban Şart mı?”, Halka ve Olaylara Tercüman Gazetesi,14 Kasım
302
kurallarını da yerine getirmiş olur. Bu zamana ait bir örnekle söyleyecek
olursak, tek parçalık bir mayo ile vücudunu örten kadın ‘minimum örtünmenin’
koşullarını da tamamlamış olur. Benim ‘kadında örtünme’ içtihadım
budur.’...”431
Zaman Gazetesinin, ülkemizde yakından takip edilen dış ülkelerdeki
başörtü yasaklarına bir örnek olan, haberine göre Fransa İçişleri Bakanı
Nicolas Sarkozy, France 2 televizyonunda yayınlanan bir programa katılarak
İsviçre’de yaşayan İslâm uzmanı Tarık Ramazan ile okullarda başörtüsü
konusunu tartıştı. Habere göre Sarkozy geçtiğimiz günlerde gündeme getirdiği
‘Başörtüsü yerine bandana taksınlar’ önerisini de tekrarladı. Fransa İçişleri
Bakanı, Müslüman genç kızların dinî amaçla saçlarını örtmekte kararlı
olmaları halinde, türban yerine bandana takabileceklerini söyledi.
Müslümanların bulundukları ülkenin kanunlarına uymaları gerektiğine de
dikkat çeken Sarkozy ‘Fransızlar Müslümanların kanunlarına değil, misafirler
geldikleri ülkenin kanunlarına uymak zorundalar. Ben camiyi ziyarete gittiğim
zaman ayakkabımı çıkarıyorum.’ dedi. Hükümette başörtüsünün okullarda
kanunla yasaklanmasına karşı çıkan bakanlar arasında bulunan Sarkozy,
kanunun hiçbir şeyi çözmeyeceğine dikkat çekti.432
Dergilerde de örtünme ile ilgili birtakım yazılar, ropörtajlar
yayınlanmaktadır. Bunlardan birinde kendisi ile yapılan ropörtajda Rasim
Özdenören, “Kadınlara bakarak bir toplumun nerede durduğunu belirlemek
daha isabetli olur. Bu anlamda Türk kadınını nasıl görüyorsunuz?” sorusuna
şöyle cevap vermiştir: “Bir defa çelişkiler içindedir. Yani başını örten kadın
var, bunlara ‘Başını aç’ baskısı var; başını açmış olanlar var, onların üzerinde
de ‘Başını ört’ baskısı var. Nitekim 1980’li yılların başlarında çok büyük bir
kesim kendiliğinden örtünmeye başlamıştı. Bunun tabiki sinerjik bir etkisi
de var. Sen kendi arkadaşına da bakıyorsun, yani kadın kadına ayna
oluyor. Yani erkeğin kadınlara nasihat etmesinin hiçbir etkisi yok. Nitekim
buna benzer vaazlar camilerde uzun yıllarda söylendi ama bir etkisi olmadı.
2003, s.9.
431 Güler Kömürcü, “Bir Örtünme Yorumu”, Akşam Gazetesi, 02 Mart 2004, s.12. 432 Zaman Gazetesi, 24 Kasım 2003, s.13.
303
Ama günün birinde toplum önderi diyebileceğiniz muhtelif birkaç kişi başını
örtmeye başlayınca onlar örnek oldu ve hemen benimsendi. Aslında kadın için
örtünmek fıtri bir şey. Açılmak zor bir şey. Ama din bize bir hukuk getiriyor,
biz ona riayet ediyoruz veya etmiyoruz. Bu tabiatta bulabileceğiniz şeyler
değil, konulmuş kurallar...”433
Ayşe Böhürler’in “İran’da Değişim ve Kadınlar” başlıklı yazısı
ülkemizdeki türban tartışmaları ile ilgili birtakım ipuçları sunmaktadır. Bu
konuya uygulama zorunluluğu olan bir ülkeden örnekle açılım getirecek bu
yazının bir bölümü şöyledir: “İran’da kadınlar bütün değişimlerin kilit noktası.
1979’da Şah rejiminin devrilmesinde büyük etkisi olan kadınlar, Muhammed
Hatemi’nin Cumhurbaşkanı olmasında da kilit rol oynamışlardı. Hatemi’nin
özgürlük ve değişim vurgusu ile kadınlar kendilerini sokakta daha fazla ifade
etmeye başladılar...Muhammed Hatemi hedeflediği değişimi gerçekleştiremese
de yine İran, onun cumhurbaşkanlığı döneminde büyük değişimlere sahne oldu.
Bu değişimin toplumdaki aynası ise kadınlardı. İran’da kadınla ilgili tartışmalar
Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından geniş açılımlar kazandı.
Tesettür, çarşaf, diyet, recm, çok eşlilik, mut’a nikahı, kadınların yargıçlık
yapabilmeleri, boşanmaları, sinema, tv ve dergilerde görünmeleri pek çok konu
hızla dergi ve gazetelerde tartışılmaya başladı. Bu tartışmalarda kadınlar,
İran’da kadınları baskı altında tutan kültürün dinî değil, erkek egemen bir
kültür olduğunu iddia ediyorlardı. Hatta ideal örtü olarak lanse edilen
siyah çarşaf bile sorgulanıyordu. Bu tartışmalarda önemli bir yer tutan
kadınlara mahsus Zera Üniversitesi Rektörü Zera Rahneverdi, kendisi gibi pek
çok aydın kadının paylaştığı şu fikri savunuyordu:
‘Ülkemizin nüfusunun % 60’ını gençler oluşturuyor. Bu gençler siyahın
kullanımından usanmış durumdalar. Gençler neden canlı renkleri olan
giysileri giymesinler? Bugün bu konularda İslamiyetten yeni çıkarımlarda
bulunulmasına ve bunun gençliğe uygun bir dille aktarılmasına ihtiyaç
var. Hangi Kur’an ayeti, hangi hadis ve sünnet kadınların giyiminin koyu
renk ve siyah olacağını bildirmiştir? Siyah mekruhtur ve Kur’an’da elvan
renklerden söz edilir.’
433 Zeynep Alphan, Rasim Özdenören ile röportaj, Turuncu Dergisi, Eylül 2003, S.5, s.41- 42.
304
İran’da kadınlar arasında bu tartışmayı önce dergi ve gazetelerde dile
getirdiler. ‘Çarşaf ve siyah renk dinin mi, geleneğin mi?’ sorusunu
sordular. Şah rejiminin ortadan kaldırmaya çalıştığı siyah çarşaf, devrim
sırasında diktatörlüğe ve emperyalizme karşı çıkmanın sembolüydü.
İran’da kadınlar ille çarşaf giymeye mecbur tutulmamışlardı. Ancak bunun
dışındaki örtüler kötü hicap olarak adlandırılıyordu. En iyi tesettürün
çarşaf olduğu yönündeki resmi açıklamalar, kara çarşafa daha geniş yer
açarken diğer örtü tarzlarını daha zayıf düşürüyordu...
Bu tartışma Meclis’teki kadın milletvekilleri arasında da yer buluyor. 2000
yılında yapılan seçimlerde ilk kez çarşafsız başörtü ve pardösü ile giren
milletvekili olan Dr. İlahe Kulayi, bu tartışmada sorunun tarihsel ve
geleneksel pek çok uygulamanın İslamî olarak kabul edilmesinden
kaynaklandığını söylüyor.
İran’da kadınların bu mücadelesini ve modernleşmesini destekleyen din
adamları da var. Liberal görüşleri ile tanınan Hüccet-ül İslam Ayetullah
Şebisteri, İran da kadınların değişiminin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. ‘İranlı
kadınların hayatı modernleştiği gibi düşünce biçimleri de değişiyor. Eskiden
kadınların okula gitmelerine din adına karşı çıkılıyordu. Ama bugün
bütün Müslüman aileler kızlarını üniversiteye göndermek istiyorlar ve bu
konuda dinî bir beis görmüyorlar. Bir taraftan modern yaşama geçiş var.
Diğer taraftan dinî düşünce biçimleri değişmektedir. Ancak ben modern
hayattan modern giyinmeyi, Avrupalı gibi yaşamayı kastetmiyorum...Giyim
konusunda bu modernleşme çerçevesinde değişim söz konusu olabilir. Bu
doğru bir gelişmedir. Çarşaf giyen kadın sayısı azalabilir, kadınlar daha çok
pardösü ve başörtü giymeye yönelebilir.’
İran’da kadınlar ekseninde yapılan tartışmaların başında tesettür
mecburiyeti geliyor. Ayetullah Şebisteri bu mecburiyete karşı çıkıyor.
Kadınları örtmenin İslam devletinin görevi olmadığını söylüyor. ‘Dinî hükûmet
kadınların başını zorla örtmeli midir? Bence İslamî hükûmetin görevi
kadınların başını örtmek değil. Ben dinî hükûmetin kadınların başını örtmek
için Allah tarafından görevlendirildiğini düşünmüyorum. Bir kadının hicaplı
olarak veya hicapsız olarak dolaşması ve buna izin verilip verilmemesi
305
tamamen siyasi bir olaydır, toplumun güvenliği ve emniyetin korunması
ile ilgilidir. Bence bu sınırları mantıklı düşünmek gerekir. Mantıksal
sınırlar ortaya konulmalı. Zorlama olduğunda arkasında bir takım
tepkiler ortaya çıkacaktır. Bence bu zorlamanın etkisi, bir iki kadının
toplumda başının açık olmasından daha fazladır. Kadınlar bu konuda
bilinçlendirilmelidirler. Yani Müslüman bir toplumda kadın kendi isteği
ile hicaba uymalıdır.’
İran’da değişimin yaşandığı alanlardan biri de müzik... bir başka alan ise
sinema...Gelin filmi ile hasılat rekorları kıran senarist ve yönetmen Behruz
Eframi ‘...Müslüman film yapımcıları olarak yaşadığımız en büyük problem
mahremiyet sorunudur...Ancak müctehitlerin vermiş oldukları fetvalar ile aile
ilişkilerinin, karı-koca ilişkilerinin filme yansıması sağlanabilmiştir. Ayrıca
kadınlar için takma saç kullanılabilmesi kadınlardan film oyuncusu olarak
yararlanabilme imkanını doğurmuştur. Bugün İran filmlerindeki örtünme
şer’i dayanaktan ziyade toplumun gelenek ve göreneklerinden
kaynaklanmaktadır. Ancak bu engellemelerin zaman içinde ortadan
kalkacağına inanıyorum.’ demektedir.
Sinemada oynayan kadın rol gereği başını açabilir mi sorusuna Ayetullah
Şebisteri şöyle cevap veriyor. ‘Müslümanlar bu tür sorulara cevap
verebilmeleri için önce hangi dünyada yaşadıklarını anlamalılar. Kitle
iletişim araçlarını, ne olduğunu ve ne tür bir amaca sahip olduğunu
anlamalılar... İslâm’da bir kuralımız var. Toplum yararına olan bir çıkarı
yerine getirmek için önemli bir başka kuralı göz ardı etmek gerekirse
bunu yapmalıyız...Ahlakî konulara değinen ve hayatın anlamını içeren
filmlerde kadın oyuncular filmin mantığı icap ederse başlarını açabilir...’
Ayetullah Şebisteri’ni bu konudaki özgür yorumlarını diğer din adamları
paylaşmıyor. İran’ın sevilen sinema oyuncularından biri olan Fatma Mutemet,
İran’da sinema oyuncusu olarak çok sorunla karşılaştığını söylüyor, öbür
yandan da tesettür meselesinin zaman zaman rollerini yaparken önlerinde engel
çıkarttığını ifade ediyordu; ‘Başı örtülü olarak rol yapmak aslında insanı
kısıtlayan bir şey. Çünkü insan saçlarıyla mimik ve ifadesine çok şey
katabilir. Bu nedenle başı örtülü olarak rol yapmak zor.’
306
İran’da...yirmi üç yıl önce tesettür mecburiyeti getirerek kadınları kapatan
din adamları bile, bugün kılık kıyafet yasaklarına karşı çıkıyor...”434 Kadının
örtünmesi konusunda en katı uygulamaları ile tanınan İran’da bile yaşanan bu
değişim, başörtü konusuna bakış açısından iyi bir örnek teşkil etmektedir. Bu
örnekte değişimin kaçınılmazlığının ve örtünmede kültür ve geleneğin etkisinin
vurgulanması konumuz açısından önem taşımaktadır.
Nilüfer Göle, bugünkü örtünme biçimini sosyolojik olarak şöyle
değerlendirmektedir: “...Bir anlamda yeni bir durum bugünkü örtünme biçimi.
Bir kere pardösü yoktu, alışılmış giyim biçiminde. Kumaşından renklerine,
dikiş biçiminden şekline kadar tamamen yeni bir giysi bu. Yaygınlaşmış bir
örtünme biçimi oldu. Halbuki geleneksel örtünme biçiminde bölgeden
bölgeye değişim var.
İslâmcı hareketin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan örtünme biçimi,
dünyanın hemen her yerinde her Müslüman ülkede aşağı yukarı aynı. Bu
aynılaşma bile enteresan. Tabi ki farklılıklar var. Ama Mısır’da da,
Türkiye’de de, hatta İran’da da kıyafetler benzeşiyor. Yeni kumaşlarla,
yeni kesimleriyle, yeni eşarp bağlama tarzlarıyla yeni bir örtünme biçimi
gelişiyor. İslamî hareketin yeni bir örtünme biçimi.
Bu anlamda olayın kendisi, geçmişle bağlantıları yakın olmadığı için
modern bir olgu. Her modern olgu gibi, moda boyutu da mevcut bu oluşumun.
Bu hareket içinde diyebiliriz ki moda oluşturuluyor. Sadece defilelerle,
firmalarla sınırlı bir iş değil bu. İslamî kesim içindeki kadınlar da kendilerine
bir moda oluşturuyor. Kimileri, örtünürken biraz daha farklılık oluşturmaya
başladılar. Pardösülerde farklılık oluşturuluyor. Renklerde farklılık
oluşturuluyor.
Bütün bu açıklamaları yaptıktan sonra diyebiliriz ki evet günümüzde
tesettürün moda boyutu var. Kadınların örtünmeyi güzelleştirmeye, bir akım,
bir stil geliştirmeye çalıştıkları bir gerçek. Bu stilin geleneklerden ayrı olduğu
da bir gerçek.
Modern bir hareket bu. Yeni bir kesimin hareketi. Kentlere gelmiş
olan, okumuş, geleneksel rollerden sıyrılmaya çalışan, gelişen, ilerleyen bir
434 Ayşe Böhürler, “İran’da Değişim ve Kadınlar”, Turuncu Dergisi, Eylül 2003, S.5, s.10-15.
307
kesimin hareketi. Günümüzde tesettürün görünüşü bu. Bu hareketi
geliştiren insanlar genelde ev kadını değiller. Tahsilli insanlar, kentli, gelecekte
profesyonel yaşamın içinde yer alacak insanlar bunlar. Bu kesim İslamî
kesimin içinden çıkan, eğitim alanında hatta bir anlamda siyasî ve ekonomik
alanda da kendini göstermiş insanlar.
Bu gelişim dışarıdaki kesim tarafından birkaç şekilde algılandı. İslamî
kesimin bu gelişmesi, bu başarısı, Türkiye’de olsun dışarıda olsun epey bir
zaman bir tehdit olarak algılandı ilk başta. İşte sanki modernliğin karşısında
bir geriye dönüş zannedildi. Bu hareketin yeni bir olay olduğu fark edilmedi
bir süre. Tam tersine bir geriye dönüş, geleneksel bir hortlama olarak
algılandı. Sanki bütün gelenekler kötüymüş gibi ilerlemeci gidiş karşısında
gerilemeci bir hareket olarak görüldü.
Bir başka bakış açısına göre, bu yeni hareketin modern toplumun bir
sonucu ve parçası olduğu görmezlikten gelindi. Olayın yeni boyutları
kavranamadı. Bu gelişim modern topluma karşı bir eleştiriydi belki ama aynı
zamanda o toplum yapısının bir sonucuydu. Hem onun bir parçası hem de onu
geliştirmek isteyen bir hareket olduğu anlaşılamadı.”435
Göle’nin bu yorumunda söz ettiği bugünkü örtünme biçiminin modern bir
hareket olduğu fikri, görüşlerini aldığımız birçok örtülü kadın tarafından
paylaşılmaktadır. Hiçbir siyasal İslâm görüşü ile ilgisi olmayan birçok kadın
veya genç kız, inancı gereği örtündüğünü, ancak örtünmede kullandığı
biçimlerin annesi ve büyükannesi gibi olmasını istemediğini, bunun tamamen
modernizmle ilgili olduğunu ifade etmektedir. Örtülerinin büyükannelerininki
gibi olmamasını eleştirenlere bu insanlar “sadece örtülerinin değil, giyim
biçimlerinin ve yaşayış tarzlarının da farklı olduğunu” söyleyerek cevap
vermektedirler. Nitekim hiçbir kadının, tekrar moda olmadığı sürece, annesi ya
da büyükannesi gibi giyinmediği de bir gerçektir. Şu halde, modernizmle
birlikte bütün insanların kaçınılmaz olarak yaşadıkları değişimleri normal
karşılamak, ancak örtü konusunun ardında başka sebepler aramak doğru
olmayacaktır.
435 Nilüfer Göle, “Şimdi Herkes Bir Dakikalığına Star”, Ekonomik Denge, Eylül 2002, S.52,
s.26-27.
308
Örtünme biçimleri üzerinde gün geçtikçe değişiklikler yapılmaktadır.
Örtülü kişilerce 1980’lerde kullanılması söz konusu olmayan pantolonun
yaygın biçimde kullanılmaya başlanması, bu değişime bir örnektir. Bunlar
anlayış değişmelerini de beraberinde getirmektedir. Önceki örtünme
anlayışında oluşan değişimlere bir örnek olarak şu ifadeler verilebilir:
AKP Diyarbakır Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkan Vekili
Cavit Torun, “Türban Allah’ın emri ama, ille de takılmalı görüşü içinde
değilim. Süreç içinde bu problemin taraflarınca çözülmesi gerekir. Dayatma ile
‘ben bu işi ille de bu şekilde çözeceğim’ demenin hiçbir mantıki anlamı yok.
Ülkemizin bu sıkıntıları yaşamaya, sorun üretmeye ne zamanı, ne mecali var.
Allah’ın emri olan konuyu taraflar, süreç içinde, yasal zemine oturtarak
çözmeliler. Kanunlarda, türban takılmayacak diye açık, net kural yok. İnsanlar,
örf adete ahlâka aykırı olmayacak şekilde kendi kıyafetlerini seçmekte özgür
olmalı. Birilerinin ‘başımı örtüp devlet dairesinde çalışacağım’ diyerek
huzursuzluk yaratması ve bu şekilde gündeme gelmesi doğru değil.
Türban siyasi bir simge olarak takılmıyor. Takanların yüzde 95’inin
siyasetle alakası yok.”436
Başörtünün türbana dönüşmesi, Hürriyet Gazetesinde yayınlanan bir
yazıda şöyle anlatılmaktadır: “1984 yılında dönemin YÖK Başkanı İhsan
Doğramacı, üniversitelerde başörtü takılmasını önlemek için daha modern
bulduğu ‘türban’ takılmasını önermişti. Bu konuda Doğramacı basına şu
açıklamayı yapmıştı: ‘Başörtü takılmasının önlenmesi için üniversitelere
talimat verdik. Kız öğrencilerimiz modern anlamda “türban” takarlarsa
buna izin veriyoruz. Bizim kararımızda da kız öğrencilerimiz isterlerse
sınıfta, modern giyim biçimi olan türban giyebilirler.’437 Şu halde bugün
siyasî simge olduğu için uygun bulunmayan ve karşı çıkılan türban bir
zamanlar başörtüsünün modern biçimi olarak gerçek anlamıyla bizzat YÖK
Başkanı tarafından gündeme getirilmiştir.”438 O dönemde başörtüsünün
yasaklanıp, modern anlamda “türban” takılmasının tavsiye edilmesi ve bugün
de türban takmayı siyasi simge olarak görüp ‘siyasî değilse neden başörtüsü
436 Milliyet, 7 Haziran 2003, s.15. 437 Milliyet, 4 Haziran 2003, s.15. 438 Hürriyet Ankara, 15 Nisan 2004, s.15.
309
değil de, türban takıyorlar’ denilmesi, ciddi bir çelişki olarak
değerlendirilmektedir.
Örtünme ile ilgili gazete yazılarından birinde peruk söz konusu
edilmektedir. Perukla ilgili yorum şöyledir: “Peruk konusunda dönemin
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, 13 Eylül 1998’de “Peruk türban
yerine geçmez, dinimizce de caiz değildir.” demişti. Diyanet İşleri Başkanlığı,
Şubat 2003’te peruk ve saç ektirme konusunda verdiği fetvada peruğun caiz
olmadığını açıklamıştı. Fetva şöyle: “Hz. Peygamber ‘Allah iğreti saç takana,
taktırana,ekleyene ve eklettirene lanet etsin’ buyurarak bunu yasakladı. Bu ve
benzeri hadislerden hareketle İslâm Hukukçuları erkek ve kadının başına peruk
takmasını caiz görmemişlerdir.” Vakit Gazetesi yazarı Ali Eren de 10 Mayıs
2002 tarihli yazısında ‘peruk kadının çenesinin altını ve gerdanını kapatıyor mu
ki, perukla tesettür olsun’ tepkisini göstermişti.”439
Başörtüsü konusunu dinî değil, tamamen geleneksel yaklaşımla izah
edenler de bulunmaktadır. Sabri Akdeniz bunlardan biridir. Ona göre:
“Başörtüsü olayı temelde Anadolu’nun, dindar Anadolu Türkünün, Türkmen’in
kente gelmeye başlaması olayıdır...Başörtüsü hikayesi neyi temsil eder?
Anadolu insanının girişi yüzlerce yıl engellenen kente, bugünün büyük
kentlerine gelişini, devletin ve toplumun tabandan doruğa bütün katlarında yer
ve görevlerde hakkı olan payı almaya başlamasını, bu yolda girişimlerini temsil
eder. Biz de bu ülkenin yurttaşlarıyız; bu ülkenin, toplumun bireyleriyiz,
diyorlar. Anadolulu kırdan, köyünden kalktı geldi; gelirken özünü de
geleneklerini, inançlarını, giysisini, kılığını, anasının, nenesinin, bacısının,
eşinin, kızının başörtüsünü de alıp beraberinde kentlere getirdi. Böyle, özü ile,
olduğu gibi kabul edilmek; dili, inançları, geleneği, kılığı vb. özelliklerinin
saygı ile karşılanmasını, kentli ile eşit yurttaş, insan yerine konulmasını
özlüyor. Özünü, köyünden getirdiği mayasını kentte de sürdürmek, yaşatmak
istiyor. İdeolojik diye üstüne saldırılan başörtüsü işte bu; bin yılı aşkın bir
süre öncesinden bu günlere taşınmış bir gelenek... 1960’tan sonra,
İstanbul’u Türkleştiren, küçük başkent Ankara’yı büyüten, büyük kente
439 Hürriyet Ankara, 15 Nisan 2004,s.15.
310
dönüştüren muhafazakar Türkün, Türkmen’in kırlardan kentlere akışının
yoğunlaşmasıyla birlikte şurada-burada, her yerde görünmeye başlayan
başörtüsüne karşı savaş da gündeme gelir. Başörtüsüne karşı akımın
başlatılmasının ardından kısa bir süre sonra adı da değiştirilir; söylenişi insanın
içini ısıtan, sıcacık, Türkçe başörtüsü dillerden, dilimizden kovulur; yerine
takır takır, soğuk türban getirilir ve belki dilciler başta, başörtüsünü
destekleyenler, karşı çıkanlar, ilerici-gerici, devrimci-muhafazakar, sağcı-solcu
hemen herkes, türbanı kullanmaya koyulur ve dillerinden düşürmez olur. Bu
konuda bilinçsizlik, sağlıksız düşünme, diyebilirim ki, buradan başlar. Bu
arada kavga da gittikçe kızışarak, bugünkü çıkmaza, içinden çıkılmaz duruma
gelinir.” Sabri Akdeniz’e göre “Anadolu Türkünün kente gelişinin belirtgenidir
başörtüsü. Sevinçle karşılanacak, Hoş geldin denerek kucaklanacak, başının
örtüsü de aşırılıkları giderilerek kentleştirilecek, korunacak yerde
aşağılanması, istenmeyen yurttaş konumuna, ezikliğe itilmesi neden? Soruna
ılımlı yaklaşım ve iyi niyetle karşılıklı anlayış girişimleri ile ortada, ortak bir
çözümde birleşip buluşmak, anlaşmaya varmak, çatışma ve kavgaları bitirecek,
bu arada bir yandan başörtüsüne karşı savaş açmış olanlarla, başörtüsünü
savunanlar, başörtüsünü bayrak yapanlar arasındaki kötü niyetlileri; oy
toplamak ya da herhangi başka özel bir amaçla kavgayı bitirmemek, sürdürmek
isteyenleri de belli edecek. İpliklerini pazara sürecek; kozları ellerinden
alınacak. Başörtüsünü art niyetle kullanılan bir araç olmaktan çıkaracak.
Devletimiz, üniversiteler ve ordu da milletimizin / toplumumuzun inançları,
geleneği ve büyük bir kesimiyle karşı karşıya gelmekten kurtulacak...”440
Türkiye’de “örtünme” konusunda pek çok kitap yazılmıştır.441 Bu
kitaplarda örtünme genellikle bir bakış açısıyla ele alınmaktadır. Bununla
birlikte peşin yargılardan uzaklaşabilmek, ancak farklı seslere kulak vermekle
mümkün olabileceği için, yapılan her çalışma şüphesiz faydalıdır. Bu
çalışmada da konunun objektif olarak ele alınması ve Türkiye’de başörtüsünün,
440 Sabri Akdeniz, Din Bilgi İçtihad İbadet ve Arapların Kur’an-İslâm Anlayışı,İstanbul 2003,
s.136-138. 441 Bu kitaplara örnek olarak bkz. Dücane Cündioğlu, Başörtüsü Risalesi, İstanbul 1995; Kemal
Güran, Başörtüsü, Ankara, ty.; Bütün Boyutlarıyla Başörtüsü, Yeni Asya yay., İstanbul 1999; Nuriye Çeleğen, Neden Örtünüyorum, İstanbul 2000.
311
hem örtenler hem de örtmeyenler açısından problem olmaktan çıkarılması
yönünde katkı sağlanması hedeflenmiştir. Bu sebeple farklı hatta zıt görüşlerin
verilmesine özen gösterilmiş, bununla en azından tarafların birbirlerini doğru
anlayabilmelerine yardım etmek amaçlanmıştır.
312
SONUÇ:
Türkiye’de mensubu bulunan Yahudilik, Hıristiyanlık ve ülke
çoğunluğunun mensup olduğu İslâm’ın örtünme anlayışları ile geçmişteki ve
günümüzdeki uygulamaların konu edildiği bu çalışmada şu sonuçlara
ulaşılmıştır:
Örtünme, insanlığın başlangıcından bu yana var olan bir uygulamadır.
İnsanın fıtrî yani doğuştan getirdiği, son derece insanî ve medenî bir ihtiyaç
olan örtünme, ülkelere, bölgelere, dönemlere göre değişiklik arz eden bir
biçimde uygulanmıştır. Ülkemizde diğer din mensuplarında da mevcut olan
kadının örtünmesi, gelenek ve dinî inancın getirdiği bir anlayışla geçmişten
günümüze, şekil değiştirmekle birlikte, devam etmiştir.
Kutsal kitaplarda, ilk giyinme ve örtünmenin Hz. Adem ve Hz. Havva ile
başladığı anlatılmaktadır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’da, kadının başının
örtülü olması istenmekle birlikte, örtünmeye yüklenen anlamlar farklılık
oluşturmaktadır.
Yahudilikte kadının başının örtülü olması iffetli olduğunun göstergesi
olarak kabul edilmektedir. Bunun yanında başörtüsü kadının evli olduğunun da
işaretidir. Kadın sinagoga başı açık olarak giremeyeceği gibi, başı açık kadının
yanında dua edilmesi de doğru bulunmamaktadır. Geçmişte Türkiye
Yahudilerinde bu kural titizlikle yerine getirilirken, günümüzde, yaşlı
kadınların dışındaki kadınlar, genellikle sadece sinagogda başlarını
örtmektedir. Bununla birlikte, şapka, peruk gibi şeylerle sinagog dışında da
başlarını kapalı tutmaya çalışan Yahudi kadınlar bulunmaktadır. Yaşlı kadınlar,
genellikle sinagog dışında da örtü kullanmaya devam etmekte; genç kızlar ise,
hiçbir şekilde baş örtme gereği duymamaktadır.
Yahudilikte diğer dinlerden farklı olarak erkeğin başını kapalı tutmasına
çok önem verilmektedir. Tanrı’ya gösterilen saygı ve tevazuun sembolü olarak
kabul edilen erkeğin baş örtmesi geleneği günümüzde de kipa veya çeşitli
biçimlerdeki şapkalarla yerine getirilmeye çalışılmaktadır.
313
Hıristiyanlıkta kadınların başlarının örtülü olması, Pavlus tarafından,
“erkeğin kadına hakimiyetinin sembolü” olarak nitelendirilmiş ve
emredilmiştir. Günümüzde Hıristiyanların çoğu, Pavlus’un örtüye yüklediği bu
yorumu kabul etmemektedir. Hıristiyanlıktaki birçok kolaylaştırmanın kaynağı
olarak kabul edilen Pavlus’un kadınlara getirdiği bu zorunluluk, geçmişte
bütün kadınlar tarafından uygulanırken, günümüzde daha çok rahibelere özgü
duruma gelmiştir. Bununla birlikte, birçok Hıristiyan mezhebinde kadınların,
kilisede, en azından kominyon alacakları zaman, başlarının örtülü olması
istenmektedir. Günümüzde kadınların bu konudaki ilgisizlikleri, kiliseden
uzaklaşmamaları için hoşgörü ile karşılanmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de
sayıları hayli azalmış bulunan rahibeler, genellikle bir şekilde başlarını örtmeye
devam etmektedir. Bununla birlikte, özellikle öğretmenlik yapan rahibelerin
başlarını örtme konusunda önceden olduğu gibi hassas davranmadıkları ve
çoğunun artık başörtü kullanmadıkları tespit edilmiştir.
İslâm’da örtünmenin kaynağı, Kur’an’daki “Başörtülerini yakalarının
üzerine salsınlar!” ve “Dışarı çıkarken üst giysilerini alsınlar!” ayetlerine
dayandırılmaktadır. Bunların dışındaki bazı hadisler de Müslümanların
örtünme uygulamasına kaynak teşkil etmiştir. İslâm’ın başlangıcından bu yana
Müslüman kadınların örtülü oldukları, ancak örtünmenin biçim ve sınırını
tamamen örfün belirlediği görülmüştür. Türkiye’de de eski dönemlerden beri
geleneksel olarak kadınların örtü kullandıkları bilinmektedir.
Günümüzde, Türkiye’de Müslüman kadınların örtünmeleri uygulaması
yaygın olarak devam etmektedir. Bölgelere, gruplara, çevreye göre değişebilen
örtünme biçimleri, geçmişten bu yana müdahalelere konu olabilmiştir. Osmanlı
döneminde açık olmaması için müdahale edilen kadın giyimine, günümüzde
kapalı olmaması için müdahale edilmektedir. Her iki şekilde de, kadının
istediği gibi giyinebilme özgürlüğünün engellenmesi açısından karşı çıkılabilen
bu uygulamalar, genellikle istenen sonucu vermemekte; bir örtü/ başörtüsü
probleminin varlığından söz edilmesine yol açmaktadır.
Türkiye’de başörtüsü problemi hakkında bütün bu bilgiler ışığında bir
yorum getirmek gerekirse şunları söylememiz mümkündür:
314
Kanaatimizce, örtünme daha doğrusu başörtüsü konusunu problem haline
getirmek, herkesten fazla başörtülü insanlara zarar vermektedir. Başörtünün
kanağı dinî inanç, örf veya gelenekten hangisi olarak görünürse görünsün,
gayeden uzaklaşmaya başlamıştır. İlk dönemlerde İslâm dünyasında büyük bir
dikkat ve hassasiyetle ayrıntılarıyla incelenen konular, daha sonra bu ayrıntılar
arasında boğulan Müslümanların konuların özünden uzaklaşmasına sebep
olmuştur. Namaz konusu buna bir örnektir. Namazın nasıl kılınacağını bilmek
elbette gereklidir. Ancak tekbirde, kıyamda, rükuda, secdede ellerin, ayakların
ve parmakların duruş biçimi, kadınların erkeklerden farklı oturuşu gibi
ayrıntıları öğrenirken, namaz, “mü’minin miracı” olmaktan çıkmıştır. Namaz
kılan insanlar namaz esnasında devamlı başka şeyler düşündüklerinden söz
etmektedir. Namazın insanı kötülüklerden alıkoyması gerekirken, ne yazık ki
genellikle bu sonuç elde edilememektedir. “Huzur bulmak için çıkılan huzur”,
çağımız insanının huzursuzluğuna çare olamamaktadır. Kanaatimizce bütün
bunların sebebi, ayrıntıların namazın asıl gayesini gölgelemesi, özden
uzaklaştıkça manevî yönün ihmal edilmesidir.
Başörtüsü de bunun gibidir. Başın örtülmesindeki gaye bir yana bırakılmış;
araç, amaca dönüşmüştür. Başın örtülmesi konusunda kaynak gösterilen
ayetlere dayanarak örtünmenin gayesinin hür ve iffetli olarak tanınmak ve
böylece rahatsız edilmekten korunmak olduğu öne sürülebilmektedir.
Günümüzde başörtüsünün, hür olmanın göstergesi olması söz konusu değildir.
Hür-cariye ayırımının kalmamış olması bir yana, aksine birçok başörtülü hanım
ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğünden söz etmektedir. Belki Müslüman
kadının daha imtiyazlı bir konuma sahip olması için getirilmiş olan başörtüsü,
bugün onu, eğitim, çalışma, iyi muamele gibi birçok hakkından geri
bırakmaktadır. Bu durumda hür ve saygın bir kadın olarak bilinmesi gayesi,
günümüzde tersine işlemiş olmaktadır.
Örtünmenin, ayette belirtildiği gibi, bilinmek/tanınmak gibi bir gayesinin
olması da bugün için geçerli değildir. Aksine birçok örtünme biçimi kadının
tanınmasını değil, tanınmamasını sağlamaktadır. Eğer tanınmak/bilinmek,
iffetli olarak tanınmak anlamında ise, günümüzde başörtüsünü iffetin sembolü
olarak görmek, başı örtülü olmayan birçok iffetli hanımefendiyi rencide etmek
315
demektir. İffetli olmak, insanın kendi içinde yaşayabileceği bir duygudur ve ne
başı örtülülere ne de başı açıklara has değildir. Başı açık olduğu halde iffet
timsali hanımefendiler olduğu gibi, başı örtülü olduğu halde namuslu
denilemeyecek çok sayıda kadın da bulunmaktadır. Şu halde, günümüzde
başörtüsü, kadının iffetli olarak tanınmasını da sağlayamamaktadır. Belki,
örtünmenin kadının kendisine yönelecek rahatsız edici davranışlar için
caydırıcı olabileceği yahut kendi davranışlarını kontrol etmesi için bir itici güç
oluşturabileceği düşünülebilir. Ancak başı örtülü olmayan bir hanımefendi de,
hal ve hareketi ile pekalâ iffetli olduğunu hissettirip olumsuz davranışlardan
kendisini koruyabilir.
Bütün bunlar baş örtmenin gereksiz olduğu kanaatinde olduğumuz
anlamına gelmemelidir. Söylemek istediğimiz; işin özünü unutup, aracı amaç
haline getirmemek gerektiğidir. İslâm barış, huzur, esenlik demektir ve bu din,
insanlığa huzur getirmek için gönderilmiştir. İslâm’ı bir bütün olarak görmek
ve her konuda asıl istenenin ne olduğunu bilerek davranmak, bu dinin anlamına
uygun olarak, insanları barış, huzur ve mutluluğa götürmesini sağlayacaktır.
Din bir teslimiyettir. İnsanların ibadetleri ve dinî emirleri belli bir gaye
olmadan sadece öyle emredildiği için yapması da, elbette mümkündür. Ancak,
Allah’ın her emrinin arka plânında ne olduğunu anlamaya, bilmeye ve ona
uygun davranmaya çalışmanın da, yüzlerce ayetinde “Düşünmez misiniz?”,
“Akletmez misiniz?” diyen Kur’an’ın mesajına daha uygun olacağı
şüphesizdir. Şu halde kanaatimizce yapılması gereken; başörtüsü meselesini
dinin “olmazsa olmazı” noktasından çıkarmak, İslâm’ın diğer emirleri gibi bir
emir telâkki etmektir.
Geçmişten günümüze Müslüman kadınların örtülü olması İslâm’ın bu
konuya verdiği önemden değil, başın bütün toplumlarda örtülü olmasından da
ileri gelmektedir. Müslüman kadının başını örttüğü dönemlerde Müslüman
erkeklerin de başlarının örtülü olduğunu, aksi halde şahitliklerinin bile kabul
edilmeyebileceğini de unutmamak gerekmektedir. Fes giymemek için
mücadele veren erkeği, şapka karşısında bu kez fesi çıkarmamak için mücadele
etmeye sevk eden faktör iyi değerlendirilmelidir. Aynı Müslüman erkek, daha
sonraki dönemlerde de şapka ile başını örterken, bugün açmakta bir sakınca
316
görmemektedir. Buna “erkeğin başını örtmesi konusunda bir ayet olmadığı”
söylenerek karşı çıkılabilir. Bu durumda önce fes, sonra şapka karşısında
gösterilen karşı koyma, anlamsız ve gereksiz kalmaktadır. Şüphesiz bu durum,
toplumun değişen anlayış biçimlerinden kaynaklanmaktadır. Bugünün
Müslüman erkeği, dünyaya uyum sağlamak, rahat ve şık olmak adına, istediği
biçimde giyinebilmektedir. Ancak aynı erkek, karısının, Müslüman kimliğinin
göstergesi olarak, başörtülü olması gerektiğini iddia etmektedir. Kadının
Müslüman olarak görünmesi gerekiyorsa, erkek neden böyle bir ihtiyaç
hissetmemektedir? Başörtüsü, Müslüman kadını Müslüman olmayanlardan
ayırmanın bir sembolü ise, günümüzde Müslüman erkek için böyle ayırıcı bir
sembole neden ihtiyaç duyulmamaktadır? Müslüman erkeğin dünyadaki diğer
din ve toplumlara mensup erkeklerden görünüş itibariyle farklı olması
gerekmiyor ise, Müslüman kadın için bu gereklilik nereden
kaynaklanmaktadır? Bugün Irak’ta, Suriye’de Müslüman, Hıristiyan veya
Yahudi kadınları, giyim biçimi ile ayırmak mümkün değildir. Onların
giyimlerine yön veren ve aynı biçimde giyinmelerini sağlayan yöresel
gelenekleri değil midir? Şu halde bu kadınların birbirlerinden farklı giyinmesi
gerekli midir? Ayrıca kadının tek kimliği, dinî kimliği değildir. Dinî kimliğini
göstermek durumunda ise, millî kimliği ve taşıdığı diğer kimlikleri ne
olacaktır? Bu soruları çoğaltmak mümkündür.
Sonuç olarak “Ben dinimin diğer emir ve tavsiyelerini yerine getirmeye
çalıştığım gibi, örtünme emrini/ tavsiyesini de yerine getirmeye çalışmak
istiyorum.” diyen insanın başını örtmesien tabii hakkıdır. Ancak başını
örtmesinin amacını unutmamalı, başını örterek bu amaca ulaştığından emin
olmalı, ayrıca bu amaca başka biçimde de ulaşıp ulaşamayacağının hesabını iyi
yapmalıdır. Başını örtmeden de örtünmenin gayesini gerçekleştirebileceğini
bilmeli, sadece bu emri/tavsiyeyi yerine getirmek için İslâm’ın diğer emirlerini,
en önemlisi de okuma emrini ihlâl etmemelidir.
Bunun yanında örtünmeyi, gericiliğin, yobazlığın sembolü olarak görmeye
de hiç kimsenin hakkı olmamalıdır. İnsanların düşünce biçimleri, kısmen
davranışlarına ve giyim kuşamlarına yansımış olsa da, kafalarının içindedir.
Örtülü olmak ya da olmamanın iffetle bir alâkası olmadığı gibi, yobazlıkla da
317
bir alâkası yoktur. Başı açık bir hanım son derece ilkel, geri kafalı, yobaz,
bağnaz olabileceği gibi, örtülü bir hanım da medenî, ileri görüşlü, modern
düşünceli olabilir. Bu, erkeklerde olduğu gibi, tamamen insanların yetiştiriliş
biçimleri, eğitimleri, donanımları ve kişilikleri ile ilgilidir.
Örtünme konusuna peşin hükümle, ön yargı ile yaklaşılmaz ise, bu
gerçeklerin herkes tarafından görülebilmesi mümkün olacaktır. Bu ülke ve bu
dünya hepimizin ortak alanıdır. Küreselleşme ile insanlar birbirlerine
yaklaşmaya çalışırken, güzel ülkemizde örtünme gibi bir konu uğrunda
kaybedilenlerin farkına varılması gerekmektedir. Bu ülkenin eğitimlerini
tamamlayıp kendilerine, çevrelerine, ülkelerine ve insanlığa faydalı olacak
genç beyinleri kaybetme gibi bir lüksü olmasa gerektir. O beyinlerin de,
kendilerini ezdirme ve kabiliyetlerini harcama lüksü olmamalıdır.
“Örtünme birtakım gerekçelerle emredilmiştir. Bunun tartışılacak,
yorumlanacak, anlamaya çalışılacak bir yanı yoktur.” demekle, “Başörtüsü
geçmişte kalmış bir gelenektir, bugün hiçbir biçimde kullanılmamalı, kimsenin
başını örtmeyi tercih etme hakkı olmamalı.” demek arasında bir fark olmadığı
kanaatindeyiz. Yapmamız gereken bütün bilgiler ışığında örtünmeyi, ne fazla
ne de eksik, tam olarak hak ettiği konuma getirmektir. Bunu öncelikle
kafalarımızda gerçekleştirmeli, ön yargılarımızdan kurtulup, bir parça empati
yaparak yani kendimizi karşımızdakinin yerine koyarak, olmaması gereken bu
problemi, problem olmaktan çıkarmalıyız. Bu çalışmanın, bu bilince ulaşmada
az da olsa bir katkı sağlamasını ümit etmekteyiz.
318
BİBLİYOGRAFYA
Active Study Dictionary of Englısh, Editoryal Director Susan Maingay,
England 1991.
Açıklamalı Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye), İstanbul 1990.
ADAM, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Ankara 1997.
ADAM, Baki, Yahudilik ve Hıristiyanlık Açısından Kur’an’ın Tartışmalı
Konuları, İstanbul 2003.
AHTERÎ, Mustafa b. Şemsüddin Karahisarî, Ahterî Kebir, haz. İ.İlhami Ulaş-
Abdulkadir Dedeoğlu, İstanbul 1978.
AKDENİZ, Sabri, Din Bilgi İçtihad İbadet ve Arapların Kur’an-İslâm
Anlayışı, İstanbul 2003.
Akşam Gazetesi, 02 Ağustos 2003.
AKYÜZ, Gabriel, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi-
MS.3.Yüzyıl, İstanbul 2000.
AKYÜZ, Gabriel, Kiliselerin ve Manastırların Tarihi, İstanbul 1998.
ALBAYRAK, Kadir, Keldani Kilisesi, Doktora Tezi, Kayseri 1995.
ALBAYRAK, Kadir, Keldaniler ve Nesturiler, Ankara 1997.
ALGÜL, Hüseyin, İslam Tarihi, İstanbul 1987, III.
ALİ SEYDİ BEY, Teşrifat ve Teşkilâtımız, Haz. Niyazi Ahmet Banoğlu,
Tercüman 1001 Temel Eser, tarih ve yer yok.
ALPHAN, Zeynep, Rasim ÖZDENÖREN ile Röportaj, Turuncu Dergisi,
S.5, Eylül 2003.
ALTINIŞIK, Kenan, 5500 Yılın Tanıkları Süryaniler, İstanbul 2004.
ATASAGUN,Galip, İlâhi Dinlerde (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’da)
Dinî Semboller, Konya 2002.
ATASOY, Nurhan, Derviş Çeyizi (Türkiye’de Tarikat Giyim-Kuşam
Tarihi), Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2000.
Atatürk Ansiklopedisi, Türkiye Cumhuriyeti Siyasî Tarihi, haz. Kemal
Zeki Gençosman, May Yayınları, İstanbul, ty, X.
319
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, İstanbul 1945, Ankara 1952, Ankara 1959
baskıları.
ATAY, Hüseyin – Kutluay, Yaşar, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı
(Meal), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1985.
AVCI, Murat, İzmir’deki Hıristiyan Dinî Cemaatler, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, İzmir 2001.
AYDIN, Mehmet, “Batı ve Doğu Hıristiyanlığına Tarihi Bir Bakış”,
AÜİFD., Ankara 1985, XXVII.
AYDIN, Mehmet, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara
1995.
BAĞDADÎ, Ebu Mansur Abdulkaahir b. Tahir b. Muhammed, Mezhepler
Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne’l Firak), çev. Ethem Ruhi
Fığlalı, İstanbul 1979.
BALIKHANE NAZIRI ALİ RIZA BEY, Bir Zamanlar İstanbul, Tercüman
1001 Temel Eser, tarih ve yer yok.
BARKER,G., O’nun İzinde(Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi), İstanbul 1985.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defterleri, C.7, S.1989, s.726.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defterleri, C.31, S.487, s.220.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defterleri, C.35, S.973, s.382.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defterleri, C.36, S.129, s.42.
BATUR, Ahsen, “Hazarların Yahudiliği Üzerine”, Yeniçağ, 10 Ağustos
2004.
BERKTAY, Fatmagül, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, İstanbul 1996.
BİLMEN, Ömer Nasuhi, Hukuk-u İslâmiye ve İstılahat-ı Fıkhiyye Kamusu,
İstanbul, tarih yok.
BİLMEN, Ömer Nasuhi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri,
İstanbul 1971,V,VI.
BİRSEL, Murat, “ Erdoğan Türkiye’si Nereye Gidiyor”, Vatan, 06 Aralık
2002.
BLECH, Benjamin, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, çev. Estreya Seval
Vali, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın AŞ., İstanbul 2003.
320
BONVALOT, Gabriel, Eski Yurt, çev. M. Reşat Uzmen, Tercüman 1001
Temel Eser, tarih ve yer yok.
BÖHÜRLER, Ayşe, “İran’da Değişim ve Kadınlar”, Turuncu Dergisi, S.5,
Eylül 2003.
BROCK, Sebastian P., Süryani Geleneğinde Kutsal Kitap, çev. Circis Bulut,
İstanbul 2000.
Bütün Boyutlarıyla Başörtüsü, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1999.
Büyük Larousse, “Çarşaf”, İstanbul, tarih yok, V.
Büyük Larousse, “Ferace”, İstanbul,tarih yok, VIII.
Büyük Larousse, “Fes”, İstanbul, tarih yok, VIII.
Büyük Larousse, “Örtünme”, İstanbul, tarih yok, XVII.
Büyük Larousse, “Sarık”, İstanbul, tarih yok, XX.
Büyük Larousse, “Tesettür”, İstanbul, tarih yok, XXII.
Büyük Larousse, “Yaşmak”, İstanbul, tarih yok, XXIV.
CEBECİ, Sırrı Yüksel, “Türban Şart mı?”, Halka ve Olaylara Tercüman
Gazetesi,14 Kasım 2003.
Cem Vakfı Anadolu İnanç Önderleri Birinci Toplantısı(16-19 Ekim 1998,
İstanbul) -Alevi İslâm İnancının Öncüleri Dedeler, Babalar,
Ozanlar Ne Düşünüyor, İstanbul 2000.
Cem Vakfı Çalışmaları ve Vakıf Genel Başkanı İzzettin Doğan’ın Görüş
ve Düşünceleri, İstanbul 1988.
CEZİRÎ, Abdurrahman, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, çev. Mehmet
Keskin, İstanbul 1990, I,VII.
CHAİBANİ, Muhammed b., Le Grand Livre de la Conduite de L’Etat
(Kitab as-Siyar al Kabir), Abu Bakr Muhammad ibn Abu Sahi
Ahmad Chams al Aimmah as Sarahsî, Arapça’dan Fransızca’ya
çeviren Muhammed Hamidullah, Ankara 1989, I.
CHALLAYE, Felicien, Dinler Tarihi, çev. Semih Tiryakioğlu, İstanbul 1972.
CÜNDİOĞLU, Dücane, Başörtüsü Risalesi, İstanbul 1995.
ÇEKİN, Murat, “Netlik Ayarı-Kıyafet Meselesine Yeniden Bakış”,
İslâmiyat, III/2.
ÇELEĞEN, Nuriye, Neden Örtünüyorum, İstanbul 2000.
321
ÇELİK, Mehmet, Fener Patrikhanesinin Ökümeniklik İddiasının Tarihi
Seyri(325-1453), İzmir 2000.
ÇELİK, Mehmet, Süryani Kilisesi Tarihi, İstanbul 1987.
ÇELİK, Mehmet, Türkiye’nin Fener Patrikhanesi Meselesi, İzmir 1998.
ÇIĞ, Muazzez İlmiye, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni,
İstanbul 2004.
D’OHSSON, M., 18.Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, çev. Zehran
Yüksel, Tercüman 1001 Temel Eser, tarih ve yer yok.
DAĞ, Mehmet, “İslâm’da Örtünme Üzerine”, İslâm İlimleri Enstitüsü
Dergisi, Ankara 1982,V.
DARGA ,A. Muhibbe, Eski Anadolu’da Kadın, İstanbul 1976.
DEMİR, Zeki, Süryani Kilisesi ve Kilisenin Kutsal Yedi Gizi, İstanbul 2002.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara
1992.
Dinler Tarihi Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, tarih yok, III.
DİVAEV, A.A., “Kırgız Çocuk Oyunları”, Tarih ve Etnoğrafya Açısından
Nevruz, çev.Yıldız Pekcan-Sevinç Öztürk, Ankara 1993.
DİVAEV, A.A., “Siriderya Bölgesindeki Kırgızlar’ın Düğün Törenleri
Hakkında Birkaç Söz”, Tarih ve Etnoğrafya Açısından Nevruz,
çev.Yıldız Pekcan-Sevinç Öztürk, Ankara 1993.
DRUCKER, Malka, Celebrating Life, NewYork 1984.
DUMAN, Doğan - Duman, Pınar, “Kültürel Bir Değişim Aracı Olarak
Güzellik Yarışmaları”, Toplumsal Tarih, S.42.
DURANT, Will, İslâm Medeniyeti, çev. Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001
Temel Eser, tarih ve yer yok.
ELBİR, Nurettin, “Orman Köylerinde Kadın”, Fotoğraf Sergisi, 02-13
Temmuz 2001.
ERDEM, Mustafa, Hazreti Adem(İlk İnsan), Ankara 1993.
ERDEM, Sargon, “Car”,TDV İslâm Ansiklopedisi,VII.
ERDEN, Atilla, Anadolu Giysi Kültürü, Ankara 1998.
EROĞLU, Ahmet Hikmet, “Doğu Batı Kiliselerinin Ayrılış Sebepleri”, Dinî
Araştırmalar Dergisi, S.5, Ankara 1999.
322
EROĞLU, Ahmet Hikmet, Osmanlı Devleti’nde Yahudiler (XIX. Yüzyılın
Sonuna Kadar), Ankara 2000.
EROĞLU, Hamza, Türk Devrim Tarihi, Ankara 1977.
ERÖZ, Mehmet, “Türk Ailesi”, Aile Yazıları-I, Ankara 1991.
ESAD, Mahmud ,“Tesettür-ü Nisvan Meselesi Hakkında Son Söz”,
Sebilürreşad, 1329/1913, XI/279.
ESED, Muhammed, Kur’an Mesajı, Meal-Tefsir, çev.Cahit Koytak-Ahmet
Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul 2000.
ESİN, Emel, “Katun (Türk Kadınına Dair)”, Erdem, VII/20.
Ezan-Çan- Hazzan Programı, TRT-1, 09 Şubat 2004.
FIĞLALI, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, İstanbul 1980.
FIĞLALI, Ethem Ruhi, Geçmişten Günümüze Halk İnanışları İtibariyle
Alevîlik- Bektaşiklik, Ankara 1994.
FINDIKOĞLU, Ziyaeddin Fahri, “Türklerde Aile İçtimaiyatı”, Aile Yazıları-
I, Ankara 1991.
Fotoğrafla Aile, Aile Araştırma Kurumu Yayınları, Ankara 1991.
GABAİN, Annemarie von, “Atatürk Devrimlerinin İlk Dönemleriyle İlgili
Anılar: Otuzlu Yıllarda Üniversitelerde Okuyan Türk
Öğrencileri”, çev. Mahmure Kahraman, Kemal Atatürk(1881-
1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997.
GALANTİ, Abraham, Türkler ve Yahudiler, İstanbul 1947.
GAZİ MUSTAFA KEMAL, Nutuk, 1927 tarihli Arapça harfli nüsha esas
alınarak Etem Çalışkan el yazması, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 2001, I-II.
GEDİK, Betül, Eski İstanbul Hayatı ve İstanbul Yahudileri, Pera Orient
Yayınları, İstanbul 1996.
Golden Dictionary, İstanbul 1989.
GÖKALP, Ziya, Türk Ahlâkı, sad. Yalçın Toker, İstanbul 1992.
GÖKALP, Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1989.
GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1976.
GÖLE, Nilüfer ,“Şimdi Herkes Bir Dakikalığına Star”, Ekonomik Denge,
S.52, Eylül 2002.
323
GÖRMEZ, Mehmet, “İlâhî Dinlere Göre Başörtüsü”, İslâmiyat, IV/ 2.
GRİGOR, Aknerli, Moğol Tarihi, çev. H.D. Andreasyan, İstanbul 1954.
GRODEKOV, N.İ., “Siriderya Bölgesinin Kırgızları ve Kazakları”, Tarih
ve Etnoğrafya Açısından Nevruz, çev.Yıldız Pekcan-Sevinç Öztürk,
Ankara 1993.
GUGENHEİM, E., Le Judaisme Dans La Vie Quotidienne, Paris 1970.
GUGENHEİM, Ernest, “Le Judaisme Apres La Revolte de Bar-Kokheba”,
Historie des Religions, Editions Gallimard 1972, II.
GÜLERYÜZ, Naim, Türk Yahudileri Tarihi , İstanbul 1993.
GÜNGÖR, Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul 1986.
GÜNGÖREN, İlhan, Buda ve Öğretisi, İstanbul 1981.
GÜRAN, Kemal, Başörtüsü, Ankara, tarih yok.
HAMİDULLAH, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul
1980, I-II.
Hazarlar ve Karaylar, http:// www.öztürkler.com.
HİTTİ, Philip K., Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul
1980, II.
HOUTİN, Albert, “Hıristiyanlığın Kısa Tarihi” çev. Abdurrahman Küçük,
AÜİFD., Ankara 1981, XXV.
Hürriyet Ankara, 15 Nisan 2004.
İBN BATUTA, İbn Batuta Seyahatnamesi’nden Seçmeler, haz. İsmet
Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981.
İBN KESİR, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, çev. Bekir Karlığa-
Bedreddin Çetiner, İstanbul 1986, XI, XII.
İBN MANZUR, Lisanü’l Arab, Beyrut 1988, I-XVIII.
İBN-İ ABİDİN, Reddu’l Muhtar alâ’d-Dürrü’l Muhtar, çev. Ahmed
Davudoğlu, Şamil yayınları,İstanbul 1982, II.
İLGEN, Abdulkadir, “Eski Türk Topluluklarında Kılık Kıyafet”, Türk
Dünyası Araştırmaları, S.132, Haziran 2001.
İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İstanbul 1981.
İNAN, Abdulkadir,Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara 1972.
324
JACOP, P. Xavier – İannitto, P. Luigi – Hıdıroğlu, Nilay, Hıristiyan İnancı,
çev. Leyla Alberti, İstanbul 1994.
JANİN, A.A.J., Les Eglises Orientales Et Les Rites Orientaux, Paris 1955.
JESUS, Therese de I’Enfant, Ruhumun Öyküsü, çev. Dominik Pamir,
İstanbul 1995.
KALAFAT, Yaşar, Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Ankara
1990.
KALOUSTİAN, S., Saints and Sacraments of the Armenian Church,
America 1969.
KANDEHLEVÎ, M.Yusuf, Hayatü’s-Sahabe(Hadislerle Müslümanlık), çev.
Ahmet M. Büyükçınar-A.Ömer Tekin- Yaşar Erol, İstanbul 1979,
III.
KAPLAN, Sefa, Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr.
Mehmet Aydın ile Röportaj, Pazar Hürriyet, 14 Aralık 2002.
KARMOUS, Nadia, “Le Hijap ( La Tenue Vestimentaire Pour Les Femmes
Musulmanes)” , http:// www.femme-musulmane.
KATAR, Mehmet, Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve İslâmda Tövbe, 2. baskı,
Ankara 2003.
KESKİOĞLU, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, Ankara 1984.
KHAYYAT , Abdul Aziz, “Women’s Status in Islam”, Women in Society,
According to Islam and Christianity, Italy 1992.
KIRKPINAR, Leyla, Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın, Ankara
2001
KIRIMAL, Edige, “ 1917 İhtilâlinden Evvel ve Sonra Kırım-Türk Ailesi ve
Kadının Durumu”, Aile Yazıları-I, Ankara 1991.
KIRZIOĞLU, Fahrettin, Yukarı- Kür ve Çoruk Boylarında Kıpçaklar, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1992.
Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukades Şirketi, İstanbul 1988.
KOÇYİĞİT, Talât, Hadis Tarihi, Ankara 1981.
KOESTLER, Arthur, 13. Kabile, çev. Belkıs Çorakçı, İstanbul 1977.
KONFÜÇYÜS, Konfüçyüs’ün Konuşmaları, çev. Muhaddere Nabi Özerdim,
Ankara 1963.
325
KÖMÜRCÜ, Güler, “Bir Örtünme Yorumu”, Akşam Gazetesi,02 Mart 2004.
KRAAK, Deborah E., “Clothing: Religious Clothing in the West”, The
Encyclopedia of Religion, New York 1987, III.
KUSTANAEV, H., “Perov ve Kazalin Civarındaki Kırgızların Etnoğrafik
Özellikleri”, Tarih ve Etnoğrafya Açısından Nevruz, çev.Yıldız
Pekcan-Sevinç Öztürk, Ankara 1993.
KUTLU, Sönmez, Din Anlayışında Farklılaşmalar- Türkiye’de Alevîlik-
Bektaşilik, Ankara 2003.
KUZGUN, Şaban, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1993.
KÜÇÜK, Abdurrahman, “Başörtüsü Üzerine”, Hergün, 09 Aralık 1996.
KÜÇÜK, Abdurrahman, “Türklerin Anadolu’da Azınlıklara Dinî
Hoşgörüsü”, Asya’dan Anadolu’ya Taşınanlar, Ankara 1997.
KÜÇÜK, Abdurrahman, Dönmeler / Sabatayistler Tarihi, 6. baskı, Ankara
2003.
KÜÇÜK, Abdurrahman, Ermeni Kilisesi ve Türkler, 2. baskı, Ankara 2003.
KÜÇÜK, Abdurrahman, İslâm ve Türk Milliyetçiliği, Ankara 1999.
KÜPÇÜ, İsmail Hakkı, Tarihin Aydınlattığı Gelecek, Ankara, tarih yok.
LAO-TZU, Taoizm, çev. M.N. Özerdim, Ankara 1963.
LAPİDUS, Ira M., Modernizme Geçiş Sürecinde İslâm Dünyası, çev. İ. Safa
Üstün, İstanbul 1996.
LEVİ, Amalia S., “Gravürlerle Osmanlı’da Yahudi Giyimi”, Osmanlı’da
Yahudi Kıyafetleri, Türkiye Hahambaşılığı’nın katkılarıyla Gözlem
Yayınları, tarih ve yer yok.
LOTİ, Pierre, Can Çekişen Türkiye 1914, Haz. Fikret Şahoğlu, Tercüman
1001 Temel Eser, tarih ve yer yok
MACAR, Elçin, Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi,
İstanbul 2003.
MACCUOLOCH, J. A., “Head”, Encyclopedia of Religion and Ethics, New
York 1951, V.
MAHALLÎ,Celâluddin - es-Suyutî,Celâluddin, Tefsirü’l-Kur’ani’l Azîm
(Tefsir-i Celaleyn), tarih ve yer yok, II.
326
MAİSONNEUVE, Dominique de La, “Karaites”, Dictionnaire des Religions,
Paris 1983.
MEHL, Roger, Hıristiyan İlahiyatı(Protestanlık Mezhebi), çev. Mehmet
Aydın, Konya 1983.
MEVDUDÎ, Ebu’l A’lâ, Tefhimu’l Kur’an- Kur’an’ın Anlamı ve Tefsiri,
İstanbul 1986 , III.
MEVLÂNA, Celaleddin-i Rumî, Mesnevî ve Şerhi, şerh. Abdülbâki
Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989, V.
MEVLÂNA, Mesnevî, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1991, V.
MEVSİLÎ, Abdullah ibn Mahmud ibn Mevdud, el-İhtiyar li Ta’lil’l- Muhtar,
İstanbul 1989.
MİCHEL, Thomas, Hıristiyan Tanrıbilimine Giriş, İstanbul 1992.
Milliyet Gazetesi, 27 Mayıs- 07 Haziran 2003.
MONTAGU, Lady, Türkiye Mektupları 1717-1718, çev. Aysel Kurutluoğlu,
Tercüman 1001 Temel Eser, tarih ve yer yok.
NİSABURÎ, Ebi Hasen Ali b. Ahmed el-Vahidî, Esbab-ı Nüzul ve Bihamişi
en-Nasih ve’l-Mensuh, Beyrut, tarih yok.
NURİ, Celal, Kadınlarımız, haz. Ömer Ozankaya, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1993.
OCAK, Ahmet Yaşar, Bektaşî Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç
Motifleri, İstanbul 1983.
OLDENBERG, H., Le Bouddha (Sa Vie, Sa Doctrine, Sa Communauté),
Almanca’dan Fransızca’ya çev. A.Foucher, Paris 1921.
ONAY, Perihan, Türkiye’nin Sosyal Kalkınmasında Kadının Rolü, İş
Bankası Yayınları, tarih ve yer yok.
ORMANİAN, Malachia, The Church of Armenia, Oxford 1955.
ORTAYLI, İlber, “Anadolu’da XVI. Yüzyılda Evlilik İlişkileri Üzerinde
Bazı Gözlemler”, Aile Yazıları-I, Ankara 1991.
OSMAN HAMDİ BEY-Marie de Launay, 1873 Yılında Türkiye’de Halk
Giysileri-Elbise-i Osmaniyye (İstanbul 1873), çev. Erol
Üyepazarcı, İstanbul 1999.
327
Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri-Jewish Costumes in the Ottoman Empire,
Türkiye Hahambaşılığı’nın Katkılarıyla Gözlem Yayınları, tarih ve
yer yok.
ÖGEL, Bahaeddin, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1988.
ÖZDEMİR, Mehmet, “Endülüs Tarihinden Kadın Kıyafetine Dair Bazı
Tespitler”, İslâmiyat, IV/2.
ÖZEK, Ali – Karaman, Hayrettin – Turgut, Ali – Çağrıcı, Mustafa – Dönmez,
İbrahim Kâfi – Gümüş, Sadrettin, Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı
Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993.
ÖZSOY, Ömer – Güler, İlhami, Konularına Göre Kur’an (Sistematik
Kur’an Fihristi), Fecr Yayınları, Ankara 1997.
PAKALIN, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü,
İstanbul 1949, II.
PATRİK, Arakel, Armenian National Costumes-From Ancient Times to
Our Days, Yerevan 1983.
PERRİOT, M. ,“Yeni Türkiye’nin Eseri”, Yabancıların Gözüyle Cumhuriyet
Türkiyesi.
PİERRE LOTİ, Can Çekişen Türkiye 1914, haz. Fikret Şahoğlu, Tercüman
1001 Temel Eser, tarih ve yer yok.
QUEGUINER, Maurice, Introductions l’Hındouisme, Paris 1958.
RADLOFF, W. Sibirya’dan, çev.Ahmet Temir, İstanbul 1994, II.
REİNACH, Salomon, Orpheus/Histoire Generale des Religions, Paris 1976.
RENONDEAU, Gaston, “Le Shinto d’Etat”, Histoire des Religions, III.
RENONDEAU, Gaston, “Le Syncrétisme Japonais”, Histoire des Religions,
III.
REVEL, Louis , Les Routes Ardentes de L’Inde, Paris 1948.
ROBERT, Paul, Dictionnaire de la Langue Francaise, Paris 1978.
Rum Cemaatleri, Rum Kültürü, http:// www. minidev.com.
Sabah Gazetesi, 11 Temmuz 2001.
SABÛNİ, Muhammed Ali, Kur’an-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, çev. Mazhar
Taşkesenlioğlu, İstanbul 1984, II
SAFA, Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ankara 1981.
328
SAMİ, Şemseddin, Kadınlar, İstanbul 1296.
SAMİ, Şemseddin, Temel Türkçe Sözlük, Sadeleştirilmiş ve Genişletilmiş
Kamus-ı Türkî, İstanbul 1986.
SANCAR, Aişe Aslı, İslâm’ın Işığına Uyanmak, İstanbul 1986.
SEZGİN, Abdulkadir, Hacı Bektaş Velî ve Bektaşîlik,İstanbul 1991.
SHARON, Moşhe Sevilla, Türkiye Yahudileri, Jeruşalem 1982.
Star TV. 13.11.2003 Tarihli Objektif Programı.
Star TV. 16.01.2004 Tarihli Ceviz Kabuğu Programı.
SÜRÜR, Ayten, Ege Bölgesi Kadın Kıyafetleri, Akbank Yayınları, İzmir
1981.
ŞAHİN, M. Süreyya, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İstanbul 1980.
ŞEHİD Bint’ül Hüda, Peygamber ve Kadın, çev. Ubeydullah Dalar, İstanbul
1986.
ŞENER, Mehmet, “Avret”,Türk Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, IV.
ŞIK, Barkın, “Tarikat Kreasyonları İstihbarat Raporunda”, Milliyet, 13
Kasım 2003.
TABERÎ, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev.Zakir Kadirî Ugan-Ahmet
Temir, İstanbul 1992, V.
TANYU, Hikmet, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, İstanbul 1979, I.
TAVERNİER, J.B., XVII. Asır Ortalarında Türkiye Üzerinden İran’a
Seyahat, çev. Ertuğrul Gültekin, İstanbul 1980.
TEZCAN, Hülya, “Ferace”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XII.
TEZCAN, Hülya, “Fes”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XII.
The Babylonian Talmud (TB), Jews’ College (Sancino) Babylonian Talmud;
The Babylonian Talmud edited by Rabbi Isidore Epstein of Jews’
College, London, www. come-and-hear.com/ talmud.
The Jewish Encyclopedia, “Head-Dress”, New York 1904.
The New Testament-The New King James Version-İncil, Yeni Yaşam
Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2000.
The Universal Jewish Encyclopedia, “Head, Covering Of” Ed. Isaac
Landman, New York, tarih yok, V.
329
THEVENOT, Jean, 1655-1656’da Türkiye, çev. Nuray Yıldız, Tercüman
1001 Temel Eser, İstanbul 1978.
TOSUN, Mebrure - Yalvaç, Kadriye, Sümer, Babil, Asur Kanunları ve
Ammi-Aduga Fermanı, Ankara 1975.
TUKSAL, Hidayet Şefkatli, “Başörtüsü Hikayeleri”, İslâmiyat, III/2.
TUKSAL, Hidayet Şefkatli, Ceviz Kabuğu Programı, ATV, 16-17 Mart
2002.
TURAN, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1979,
I-II.
TURHAN, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1994.
TÜMER, Günay – Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ankara 2002.
Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1998, I-II.
Türkiye’den İnsan Manzaraları-Human Landscapes From Turkey,
Eczacıbaşı Yayınları, İstanbul 2001.
Türkiye’nin Dört Yılı- 1552-1556, Manuel Serrano Y. Sanz’ın el
yazmasından çev.A. Kurutluoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, tarih
ve yer yok.
TÜRKOĞLU, Sebahattin, “Çarşaf”, TDV İslâm Ansiklopedisi, VIII.
UNAT, Nermin Abadan, “Toplumsal Değişme ve Türk Kadını”, Türk
Toplumunda Kadın, Ankara 1979.
ÜNAL, Asife (Buhan), İslâm’da Kulluk Felsefesi, Basılmamış Lisans Tezi,
Ankara 1983.
ÜNAL, Asife, Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve İslâm’da Evlilik, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.
ÜNAL, İsmail Hakkı, “Hadislere Göre Kadının Örtünmesi”, İslamiyat IV/2.
ÜNAL, Mehmet, “ 1917 Tarihli Hukuku Aile Kararnamesi”, Aile Yazıları-
I, Ankara 1991.
VAİNSTEİN, Yaacov, The Cycle of Jewish Life, Jeruşalem 1990.
VAKA, Demetra, İstanbul’un Peçesiz Kadınları, çev.Serpil Çağlayan,
İstanbul 2003.
VARENNE, Jean “L’Hindouisme Contemporain”, Histoire des Religions,
III.
330
VOLLET, E-H., “Voile”, La Grande Encyclopedie, Paris 1902, XXXI.
VOLLMER, John E. “Clothing: Religious Clothing in the East”, The
Encyclopedia of Religion, New York 1987, III.
WELTER, G., Historie des Sectes Chretiennes, Paris 1950.
XAVİER Leon-Dufour, Dictionnaire du Nouveau Testament, Paris 1975.
YASA, İbrahim ,“Gecekondu Ailesi (Geçiş Halinde Bir Aile Tipolojisi)”,
AÜSBF Dergisi, XXIII.
YASDIMAN, Hakkı Şah, Yahudilik’te Tesettür, İzmir 2002.
YAVUZ, Ali Fikri, Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meal-i Alisi, Alperen
Yayınları, Ankara 2002.
YAZIR, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, tarih yok, IV,V,VI.
YEŞİLYURT, Süleyman, Atatürk’ten Bugüne Bilinmeyen Yönleriyle Türk
Ortodoks Patrikhanesi, 2. baskı , Ankara, tarih yok.
YILDIRIM, Münir, Günümüz Yunan Kilisesi Üzerine Bir Araştırma,
Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2003.
YÖRÜKHAN, Yusuf Ziya, Anadolu’da Alevîler ve Tahtacılar, haz. Turhan
Yörükhan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002.
Zaman Gazetesi, 01 Haziran 2003, 24 Kasım 2003.
ZEBİDÎ, Zeynü’d-din Ahmed b. Ahmed b. Abdi’l-Latif, Sahih-i Buharî
Muhtasarı Tecrid-i Sarih ve Tercemesi ve Şerhi, çev. Kamil
Miras, 9. baskı, basım yeri yok,1988, XII.
ZEYBEK, Namık Kemal, “Atatürk ve Örtünme”,Yeniçağ, 04.12.2002.
ZUHAYLÎ, Vehbe, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, çev. Ahmet Efe-Beşir
Eryarsoy-Fehmi Ulus-Abdurrahim Ural-Yunus Vehbi Yavuz-
Nurettin Yıldız, İstanbul 1994, I.
331
KAYNAK KİŞİLER:
İsak HALEVA Türkiye Hahambaşısı
II.Mesrop MUTAFYAN Türkiye Ermeni Patriği
Yusuf ÇETİN İstanbul Süryani Metropoliti
François YAKAN Keldani Kadim Kilisesi Lideri
Yorgo BENLİSOY Fener Patrikhanesi Temsilcisi
Sevgi ERENEROL Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın
Sözcüsü
George MAROVİTC Vatikan İstanbul Temsilcisi
Leon ADONİ Türkiye HahambaşılığıDinîYüksekKurul
Üyesi
Yusuf ALTINTAŞ Türkiye Hahambaşılığı Genel Sekreteri
Samuel AKDEMİR Süryani Kilisesi Temsilcisi
Nişan ÇALGICIYAN Beyoğlu Üç Horan Kilisesi Mugannisi
Tuğrul İNANÇER Türk Tasavvuf Musikisini ve Kültürünü
Araştırma ve Geliştirme Vakfı Başkanı
332
SUMMARY
Ünal, Asife, An Analysis of Understanding of Covering Head, As
Prevailed in Turkey, An Approach From The Angle of The History of
Religion, Doctoral Dissertation, Advisor: Prof. Dr. Abdurrahman Küçük.
The subject matter of this work is to point out various interpretations about
the necessity of women’s head cover according to the Religious that have
followers in modern Turkey.
The Introductory chapter deals, in brief, with the historical background of
cover in the light of the Religious concerned.
The thesis consists of three chapters.
In the first chapter, understanding of women’s head cover by the Jews
living in Turkey is dealt with by giving special reference to the historical
process of understanding the matter by various Jewish communities existing
among the Jews.
It has been reached that covering of women’s head is understood to be a
salient characteristics of women’s chastity; however, the practise has almost
been seen as an act to be done during the process of worship. The matter, on
the other hand, of men’s covering their heads has particularly been practised by
the Jews as an important sign for the reflection of their love and respect
towards God.
In Chapter II, the subject matter is dealt with, as understood by Christian
communities living in Turkey. It has been reached that women’s head cover
symbolizes women’s dependence to men and has been seen as a religious
necessity; however it has also been pointed out that this practise has come to be
seen, in modern Christian Societies as a special requirement only for Nuns.
Amongst certain Christian Communities of Turkey, particularly during the
sermons in the Church and for the sermons of communion, the matter has been
given particular observance.
In Chapter III, the subject matter is dealt with as viewed by the Muslims of
Turkey. It has been understood that the issue has been identified with the
protection of chastity and a salient sign of freedom and virtue that differentiates
333
those with full freedom from the slaves; and by such differentation free women
have been expected to be shielded from any possible sexual harassment and
likewise. Although it has been interpreted differently by various societies
women have, generally, been covering their heads in Muslim Societies; as it
has been the case among Turkish Muslim Societies; however, it has been seen
that in contemporary Turkish Societies this matter has not been enjoying
prevalent practise as it used to be.
As a conclusion it has been reached that the matter under scruting has been
existent since the existance of the first human societies; and it does not belong,
as a salient characteristics, to any particular one of these three divine religious;
and it has been differently practised by various societies which have different
culture, locality, religious belief and understanding, climate, fashion and
personal taste; thereby, we put forward as a conclusion that the matter in
question ought not to be seen as one of those principal commands of the
Religious concerned. (i.e. Judaism, Christianity and Islam)
Recommended