View
4
Download
0
Category
Preview:
Citation preview
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
AUZEF
Tüm yayın ve kullanım hakları İstanbul Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezine aittir.
Hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz ya da yayınlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
2 / 27
FAKÜLTE / YÜKSEKOKUL: ORTAK DERS
BÖLÜM: ORTAK DERS
DÖNEM (GÜZ / BAHAR): GÜZ
DERSİN ADI: TÜRK DİLİ I
DERS NOTU YAZARININ
ADI ve SOYADI: PROF. DR. MUSTAFA ÖZKAN
CANLI DERS ÖĞRETİM
GÖREVLİSİNİN / ÜYESİNİN
ADI ve SOYADI:
3 / 27
4. HAFTA
DERS NOTU
4 / 27
İÇİNDEKİLER
1. TÜRK DİLİNİN TARİHÎ GELİŞİMİ VE TÜRKİYE TÜRKÇESİ
1.1. Türk Dilinin Eskiliği ve Gelişim Süreci
1.1.1. Altay Devri
1.1.2. En Eski Türkçe
1.1.3. İlk Türkçe
1.1.4. Eski Türkçe
1.1.5. Orta Türkçe Devresi
1.1.6. Yeni Türkçe Devresi
1.1.7. Modern Türk Yazı Dilleri Devresi
5 / 27
1. TÜRK DİLİNİN TARİHÎ GELİŞİMİ VE TÜRKİYE TÜRKÇESİ
Türkçenin eklemeli bir dil oluşu, eklerin çeşitliliği, bu eklerin değişik görevler yüklenerek
yeni kelimeler oluşturabilmeleri Türkçeyi çok değişik anlatım imkânlarına kavuşturmuştur.
Bu bakımdan Türkçe, terim yapma açısından çok güçlü bir dildir.
Kaynak bakımından ise Türkçe, Ural-Altay dil ailesine mensup olup bu ailenin Altay
kolundandır. Türkçenin milattan öncesinde Ana Altaycaya kadar uzanan çok eski bir tarihi
vardır. Ne var ki bu bu tarihî devrelerin milattan sonra V. yüzyıldan önceki dönemlerine ait
tarihî belgeler yoktur. Eski dönemler hakkında elimizde ancak çeşitli karşılaştırmalara
dayanan kuramsal bilgiler bulunmaktadır. Türkçenin en eski yazılı belgeleri, Göktürkler
zamanından kalan Orhun Abideleri veya Göktürk Yazıtları diye anılan anıt taşlardır.
Türk dili, aslında birlik ve bütünlüğünü yüzyıllar boyunca koruyabilmiş bir dildir. Bununla
birlikte tarihî olayların, değişik coğrafi ortamların ve daha başka sebeplerin etkisi ile dilimiz,
XIII. yüzyıldan itibaren birden fazla yazı dili hâlinde varlığını sürdürmüştür.
I
Üze kök tengri asra yağız vir kılıudukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglında üze eçüm
apam Bumın Kağan İstemi Kağan olurmış. Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş,
iti birmiş.
“Yukarıda mavi gök, aşağıda kara yer yaratıldığında ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış.
İnsanoğlunun üzerine atalarım Bumın Kağan, İstemi Kağan hükümdar olmuş. Tahta oturarak
Türk milletinin ilini, töresini tutmuş ve düzenlemiş”
(Orhun Abideleri’nden, VIII. yüzyıl)
II
Kişig til ağırlar bulur kut kişi
Kişig til ucuzlar barır er başı
“İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur; insanı dil kıymetten düşürür ve
insanın dili yüzünden başı derde gider.”
(Kutadgu Bilig’ten, XI. yüzyıl)
6 / 27
III
Küdezgil tilingni kel az kıl sözün Küdezüse bu til küdezür özün Resul erni otka yüzin atguçı
Til ol tidi yıg til vul ottın yüzün.
Dilini sıkı tut, gel sözünü kısa kes;
Dil korunursa kendin korunmuş olursun;
Resul: “ İnsanı yüzükoyun ateşe atan dildir” dedi;
Dilini sıkı tut; yüzünü ateşten koru.
(Atebetü’l-Hakayık’tan, XII. yüzyıl)
IV
Sal Kum salkum tan yi Heri esdüginde
Sakallu bozaç turgay sayradukda
Sakalı uzun tat eri banladukda
Bidevi atlar issini görüp okradukda
Aklu karalu seçilen çağda
Kalın Oğuzun gelini kızı bezenen çağda
Göksi gözel kaba tagiara gün değende
Big yiğitler cilasunlar birbirine koyulan çağda
“Serin serin tan yelleri estiğinde
Sakallı boza çalan çayır kuşu öttüğünde
Sakalı uzun müezzin ezan okuduğunda
Büyük cins atlar sahibini görüp homurdandığında
Ak ve karanın seçildiği vakitte
Kudretli Oğuz’un gelininin kızının bezendiği çağda
Göğsü güzel koca dağlara gün vurunca
Bey yiğitlerin kahramanların birbirine koyulduğu çağda”
(Dede Korkut Hikâyelerinden, XV. yüzyıl)
V
Körgeli hüsnüngni zâr u mübtelâ boldum sanga
Ni belâlığ kün idi ki âşinâ boldum sanga
Her niçe didim ki kün kündin üzey sindin kongül
7 / 27
Vâh kün kündin beterrak mübtelâ boldum sanga
Kay perî-peykerge dirsin tilbe boldung bu sıfat
Ey perî-peyker ni kılsang kıl fidâ boldum sanga
“Senin güzelliğini gördüğümden beri ağlayıp inleyerek sana tutuldum. Seni tanıdığım o gün
ne belalı bir gündü!
Her ne kadar günden güne gönül senden uzaklaşıyor dedimse de, eyvah ki, günden güne sana
daha beter tutuldum.
Hangi peri yüzlüye böyle deli oldun dersin? Ey peri yüzlü güzel! Ne yaparsan yap, ben sana
feda olmuşum.”
(Çağatay Türkçesi, Ali Şir Nevaî’den, XV. yüzyıl)
Yukarıda Türkçenin tarihî dönemlerine ait değişik metinlerden örnekler okudunuz. Bunlardan
birinci metin Orhun Abideleri’nden alınmıştır. VIII. yüzyılda yazılmış olan bu abideler, Türk
yazı dilinin ele geçen ilk örnekleridir. Bu bakımdan Türk yazı dili, Orhun Abideleri ile başlar.
Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin olan bu anıtlar, Türk dil ve
edebiyatının en önemli metinleridir.
İkinci metin, XI. yüzyılda yazılmış olan Kutadgu Bilig’ten, üçüncü metin ise XII. yüzyılda
kaleme alınan Atebetü’l-Hakayık’tan alınmıştır. Bu iki eser de Türklerin İslamiyet’i kabul
etmelerinden sonra yazılmıştır. Her iki eserin dili de aynı dönemin özelliklerini
yansıtmaktadır. Bu dönemde yazı dili olarak Karahanlı Türkçesi kullanılmaktadır. Orta
Asya’daki bütün Türk boyları aynı lehçeyi yazı dili olarak kullandıklarından Karahanlı
Türkçesine “Müşterek Orta Asya Türkçesi” de denmektedir. Bu dönemden sonra Türkçe,
birden çok yazı dili hâlinde gelişme göstermiştir.
Türkler, XI. yüzyıldan itibaren batıya doğru göç ederek farklı coğrafi bölgelere yayıldılar.
Türklerin Orta Asya’nın dışına taşmasından itibaren, Türk dilinde de bazı farklılaşmalar
kendini gösterdi. Değişik yönlere giden Türk kollarından bazıları, kendi konuşmalarını bir
yazı dili hâlinde geliştirme imkânı buldular. Böylece XIII. yüzyıldan itibaren belirli lehçe
farkları gösteren Türk yazı dilleri ortaya çıktı.
Yukarıda okuduğunuz dördüncü metin, Oğuz Türklerinin konuşma diline dayalı olarak
gelişen yazı diline aittir. XI. yüzyıldan itibaren, Orta Asya’dan batıya doğru göç eden
8 / 27
Oğuzlar, Azerbaycan ve Anadolu’ya yerleştiler ve buralarda devletler kurdular. XIII.
yüzyıldan itibaren de konuşma dillerini yazı dili hâline getirdiler. Esası Oğuz Türkçesine
dayalı olarak gelişen bu yazı diline Batı Türkçesi adı verilir. Dede Korkut Hikâyeleri, Oğuz
Türkçesinin en güzel örneklerini oluşturur.
Göç etmeyip Orta Asya’da kalan Türkler arasında Eski Türkçe, fazla değişmeden
kullanılmaya devam etti. Orta Asya’da kalan Türklerin XIII. yüzyıldan itibaren geliştirdiği bu
yazı diline Doğu Türkçesi adı verilir. Yukarıda okuduğunuz beşinci metin bu devreye aittir.
Bu devrenin en güçlü yazarı ve Doğu Türkçesini bir yazı dili hâline getiren şair Ali Şir
Nevai’dir.
Yukarıdaki örnekleri dikkatlice incelediğimizde Türkçenin ana özelliklerini hiç kaybetmeden
kendi içinde değişerek ve gelişerek devam ettiğini görürüz. Bu da bize Türkçenin çok sağlam
bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.
1.1. Türk Dilinin Eskiliği ve Gelişim Süreci
Türkçenin günümüze kadar ulaşabilen en eski metinleri olan Orhun ve Yenisey Yazıtları
ancak VIII. yüzyıla kadar inmektedir. Bunun yanında, bir Budist metni olan Nirvana Sutra’nın
VI. yüzyılda Türkçeye tercümesinin yapıldığı bilinmekteyse de bu metin günümüze
ulaşmamıştır. VI. yüzyıldan daha gerilere giden yazılı metinleri bulunmadığı için Türkçenin
ne zamandan beri bir yazı dili olarak kullanılmaya başlandığı bilinmemekle birlikte, Türk
dilinin çok daha eskilere uzanan, daha başka metinleri bulunması gereken bir dil niteliği
taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu bakımdan 552 yılında Türk adı ile tarih sahnesine çıkan
Göktürkler zamanındaki Türk dilinin gelişmiş, yüksek anlatım gücüne sahip, işlenmiş, edebî
bir dil olduğu kabul edilmekte; abideler de iyice düşünülmüş, özenle düzenlenmiş gerçek bir
sanat eseri olarak değerlendirilmektedir. Ancak bazı dilciler, Türkçenin böylesine mükemmel
bir anlatım gücüne sahip bir seviyeye erişebilmesi için, Türk dilinin ağır gelişen bir dil
olduğunu da göz önünde bulundurarak teşekkül tarihinin yazıtlardan bugüne geçen zaman
kadar geriye götürülmesi gerektiği kanaatindedirler. Hatta bir kısım araştırıcılar, son yıllarda
yapılan arkeoloji kazıları neticesinde ele geçen malzemeye dayanarak Türkçenin milattan
önceki yüzyıllarda da yazı dili olarak kullanıldığına işaret etmektedirler.
Elimizde Göktürk Yazıtları’ndan daha eskiye giden metin bulunmamakla birlikte, Türk dilinin
çok daha eskilere gittiği anlaşılmaktadır. Bu durum yabancı kaynaklarda geçen Türkçe
9 / 27
kelime, özel ad ve cümleciklerden kolayca anlaşılmaktadır. Ancak Türkçenin başlangıcı
nereye kadar gitmektedir? Bu soru tam olarak cevaplanamamaktadır. Gerçi Ural-Altay dil
birliği konusunda çalışan Türkologlar, Göktürk devresinden önceki dönemler için de bazı
varsayımlar öne sürmüşler ve Türkçenin karanlık dönemi hakkında da sınıflamalar
yapmışlardır. Ahmet Caferoğlu, Türkçenin devrelerini şu şekilde sıralamaktadır.
1. Altay Devri (Türk-Moğol dil birliği)
2. En Eski Türkçe Devri (Proto Türk dil birliği)
3. İlk Türkçe Devri
4. Eski Türkçe Devri
5. Orta Türkçe Devri
6. Yeni Türkçe Devri
7. Modern Türkçe Devri
Bunlardan ilk üç devre tamamen varsayılan devreler olup ilk iki devre hakkında herhangi bir
bilgi yoktur. Ancak 3. devreyle ilgili olarak Hun, Bulgar, Avar ve Hazar lehçeleri
gösterilebilir. Bu bakımdan bu üç devreye Türkçenin “karanlık devresi’’ diyebiliriz. Buradaki
karanlıktan kasıt “henüz yeteri kadar aydınlatılmamış’ anlamındadır. Bunu bir karanlık odaya
benzetebiliriz; odanın içerisinde her türlü eşya var, ama aydınlatılamadığı için biz bu eşyaları
göremiyoruz. Türkçenin de bu devreleri, hiç şüphe yok ki mevcuttur. Ne var ki bunları
aydınlatacak metinlerden şu an için mahrumuz.
1.1.1. Altay Devri
Türk-Moğol dil birliği olarak da adlandırılmaktadır. Bu devre, Türkçenin Moğolca ve öteki
akraba dillerle bir Ana Altayca içerisinde yer aldığı varsayılan devredir. Altay dillerinden
hiçbiri henüz teşekkül etmemiştir. Zamanı belli değildir, karanlık bir devredir.
1.1.2. En Eski Türkçe
Türkçenin Ana Altaycadan ayrılarak bağımsız bir dil olarak oluşmaya başladığı varsayılan bir
devredir. Bu dönem için de herhangi bir tarih belirlemek mümkün değildir. Bu devre
Türkçenin Sümerce ile (MÖ 4000 yılları) bir ilişki içerisinde bulunduğu kabul edilen bir devre
olarak düşünülebilir.
10 / 27
Sümerce ile uğraşan bazı dilciler Türkçe ile bu dil arasında ilgi kurmuşlardır. Osman Nedim
Tuna, Sümer ve Türk Dillerinin Tarihî İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi (Ankara 1997) adlı
çalışmasında, Türkçe ile Sümercede 168 kelimenin ortak olduğunu belirlemiş ve bu
kelimelerin hem anlam hem de ses bakımından bu kadar benzerlik göstermesinin imkânsız
olduğuna dikkat çekmiştir. İki dil arasındaki ortak kelimeler, bu iki dil arasında bir ilişkinin
olduğunu göstermektedir. Bu ilişki de iki dil arasında ya köken birliğine ya da alışveriş
ilişkisine işaret etmektedir. Tuna, bu ortak kelimelerin alışveriş sonucu olduğu kanaatindedir.
Bu da bize Türkçenin MÖ 4000 yıllarında yaşayan bir dil olduğunu kanıtlamaktadır.
Osman Nedim Tuna’nın Sümerce ile Türkçe arasında tespit ettiği ortak kelimelerden bazıları
şunlardır:
Sümerce Eski Türkçe
mae, men (ben) men (ben)
di (konuşmak) ti- (demek)
dingir (tanrı) tengri (tanrı)
dug (dökmek) tok- (dökmek)
iduga (parfüm) yıdıg (koku)
kur (ülke) kuru (kara parçası, yer)
sag (iyi) sag (sağ, sağlam, iyi)
tibira (metal) temir (demir)
ud (zaman) öd (zaman)
udi- (uyumak) udi- (uyumak)
uş (iş) ış/iş (iş)
1.1.3. İlk Türkçe
Metinleri bulunmasa da, varlığı bilinen ve Türk oldukları herkesçe kabul edilen kavimlerin
dillerini içine alır. Hükümdar ve yer adları; yabancı kaynaklarda geçen kelime ve özel adlar;
Hun, Bulgar, Avar, Hazar vb. Türk boylarının dilleri bu devreye girmektedir. Süre olarak
başlangıçtan milat (İsa’nın doğumu) yıllarına kadar olan süreyi kapsamakladır. Bu devrede
Türkçenin Batı ve Doğu olmak üzere iki büyük bölüme ayrıldığı kabul edilmektedir. Batı
kolu; Bulgar Türkleriyle, sonra da Çuvaşlarla devam eden koldur. Tuna ve Volga Bulgarlarına
ait yazılar bu dönemin örnekleri arasında kabul edilmektedir. Doğu kolu ise Ana Türkçeyi
11 / 27
oluşturan koldur. Bulgar ve Çuvaş kolunun dışındaki lehçeler (Yakutça ve genel Türkçe) bu
kola dâhildir. Zaman olarak 1-6. yüzyıllar arasını kapsamaktadır.
Bu devrelerden sonra Türkçe artık yazılı metinlerle izlenebilmektedir. Göktürk devresinden
başlayarak bugüne gelinceye kadar Türkçe zaman ve alan olarak geniş bir sahaya yayılmış,
bunun sonucunda da içine girdiği farklı kültür daireleri yönünden Türkçenin ayrı ayrı
dönemleri olmuştur.
Türk yazı dili tarihi Eski Türkçe, Orta Türkçe, Yeni Türkçe ve Modern Yazı Dilleri Devresi
olmak üzere başlıca dört devreye ayrılır:
1.1.4. Eski Türkçe
Türkçenin ele geçen en eski metinleri, VIII. yüzyılda yazılmış olan Orhun Abideleri’dir.
Ancak Orhun Abideleri’ndeki dil yeni başlayan bir dil değil; gelişmiş, yüksek anlatım gücüne
sahip, iyice işlenmiş bir edebî dil özelliği taşımaktadır. Bu özelliklerine bakarak Türk dilinin
çok daha eskilere gittiği kabul edilmektedir.
Türk dilinin VIII-XI. yüzyıllar arasını kapsayan ve yazıtlardan başlayarak Uygur devresini de
içine alan dönemi ilim dilinde “Eski Türkçe” diye adlandırılmaktadır. Ancak bazı dilciler, XII
ve XIII. yüzyıla kadar gelerek Karahanlıca diye nitelendirilen ilk İslami Türkçe metinlerin
dilini de Eski Türkçe devresine dâhil etmektedirler. Bu devreye ait metinlerin en büyük kısmı
Uygur sahasında ve Uygur harfleri ile yazılmış olduğu için, bu devreyi Uygur devresi diye
nitelendirenler de vardır.
Eski Türkçe devresinde Türkçenin yayılma alanı Orta Asya idi. Türkler henüz coğrafya
bakımından bölünmemişlerdi. Türk boyları arasında kuvvetli kültür bağları bulunuyordu.
Bu alan, ana hatları ile kuzeyde Yenisey Irmağı çevresinden ve Moğolistan’dan başlayıp
Doğu Türkistan’ın güney sınırına, doğuda Mançurya’dan başlayıp batıda Aral gölü ve Hazar
Denizi’ne kadar uzanmaktadır. Eski Türkçe esas olarak 552-745 yılları arasında hüküm
sürmüş olan Göktürklerin kullandıkları dil ile 745’te Göktürk İmparatorluğunu yıkarak
onların yerini alan Uygurların diline dayanmaktadır. Bu devreye Köktürk ve Uygur devletleri
zamanında yazılan eserler girer. Bu bakımdan Eski Türkçede Göktürk ve Uygur olmak üzere
iki kol bulunmaktadır. Bu devrede Göktürk ve Uygur alfabeleri kullanılmıştır.
12 / 27
a) Göktürk Devri
Göktürklerden günümüze gelen dil yadigârları genel olarak “Orhun Abideleri” veya “Göktürk
Yazıtları” diye adlandırılan, Orhun ve Yenisey yöresindeki çoğunluğu taş üzerine yazılmış
belgelerdir. Bunlar da 735’te Bilge Kağan, 732’de Kül Tigin ve 725’te Tonyukuk adına
dikilmiş mezar taşı niteliğindeki üç büyük anıtla, Yenisey yöresindeki VII. yüzyıla ait olduğu
sanılan ve daha küçük boyuttaki birçok anıttan meydana gelmektedir.
Göktürkler doğuda ve batıda bulunan komşuları ile siyasi, iktisadi ve ticari birtakım ilişkilerde
bulunup çeşitli alışverişler yaptıklarından zaman zaman yabancı etkiler altında kalmışlardır.
Bu ilişkilerin doğal sonucu olarak dile bazı yabancı ögeler girmiştir. Ancak dile giren bu
ögeler bazı unvan ve isimler, devlet yönetimine ait kelimeler olup dile tam olarak
yerleşmemiş; her zaman bir yabancı unsur olarak kalmıştır. Bu yüzden Göktürkçe, Türk dili
tarihinin metinlerle izlenebilen devirleri içerisinde, ses ve şekil bilgisi özellikleriyle olduğu
kadar, kelime hazinesi bakımından da en saf ve duru bir dönem olarak kalmıştır.
Doğu Köktürklerin tarihinden bahseden bu yazıtlar, taşlar üzerine yazdırılarak Moğolistan’ın
kuzeydoğusunda Orhun Irmağı’nın eski yatağına dikildikleri için Orhun Abideleri diye de
adlandırılırlar. Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin olan bu kitabeler,
Türk tarih ve edebiyatının ilk yazılı belgeleri olarak büyük önem taşır.
İrili ufaklı taşlar üzerinde yazılan bu yazıtlar dil, edebiyat ve kültür tarihi bakımından büyük
öneme sahiptir. Bunlarda Türk milletinin Çinlilere karşı yaptıkları İstiklal Savaşı ve Bilge
Kağan’ın kardeşi Kül Tigin ile birlikle millî bütünlüğü sağlamak için verdikleri mücadele ve
birlikte yaşama arzusu anlatılmaktadır. İşlenmiş güzel bir dille yazılan abideler çok kuvvetli
bir hitabet üslubuyla yazılmış olup Türkçenin zengin bir edebiyat dili olduğunu
göstermektedir.
Türk medeniyetinin, Türk kültürünün büyük belgeleri olan Orhun Kitabeleri’nde, devletle
milletin karşılıklı olarak görevleri dile getirilmekte, Türk sosyal hayatının bir tablosu
çizilmektedir.
Anıtların en büyükleri ve en önemlileri Tonyukuk, Bilge Kağan ve Kül Tigin anıtlarıdır.
13 / 27
Tonyukuk Anıtı: Göktürklerin dört kağanına vezirlik yapmış olan büyük Türk devlet adamı
ve başkumandan Tonyukuk tarafından bizzat diktirilmiştir. Tonyukuk bu anıtı ihtiyarlık
döneminde, ölümünden kısa bir süre önce 720-725 yılları arasında yazdırmıştır.
Kül Tigin Anıtı: Doğu Göktürklerini elli yıl süren Çin esaretinden kurtaran Kutluğ Kağan
veya ikinci adıyla İlteriş Kağan’ın küçük oğlu Kül Tigin adına diktirilmiştir. Kül Tigin 731’de
ölünce ağabeyi Bilge Kağan, kardeşinin ölümünden duyduğu derin teessürün ebedî bir ifadesi
olarak 732 yılında onun adına bu abideyi diktirmiştir.
Bilge Kağan Anıtı: Bilge Kağan 734 yılında ölünce ölümünden bir yıl sonra 735’te kendi
oğlu tarafından diktirilmiştir.
Bu yazıtlar Göktürk harfleriyle yazılmıştır. Göktürk yazısı Türklerin bulduğu bir yazı olup en
eski Türk yazısı olarak günümüze kadar gelmiştir. Daha çok taş ve tahta üzerine oymaya
mahsus olup sağdan sola veya yukarıdan aşağıya doğru yazılmaktadır. Göktürk alfabesi 38
harften oluşmaktadır. Bunlardan 4’ü ünlü, 31’i ünsüz, 3’ü de çift ünsüz sesler için
kullanılmaktadır.
Bu kitabelerin yazısı Danimarkalı bilgin Thomsen tarafından 1893 yılında okunmuştur. Önce
tengri, Türk ve Kül Tigin kelimelerini çözen Thomsen, sonra bütün kitabeleri okumuş ve
1896 yılında da anıtları yayımlamıştır.
KÜL TİGİN ABİDESİ
I
Güney Cephesi
Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamıyla işit.
Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki Şadapıt beyleri,
kuzeydeki tarkat, buyruk beyleri, Otuz Tatar... Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice
işit, adamakıllı dinle:
Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına
kadar, onun içindeki millet hep bana tabidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü
değildir. Türk kağanı, Ötüken Ormanı’nda otursa ilde sıkıntı yoktur.
14 / 27
Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla
aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaşıp konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman
düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesi, milleti,
akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok Türk
milleti öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay Ormanı’na, Tögültün Ovası’na
konayım dersen Türk milleti öleceksin!
Orada kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle
öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip çok sayıda öldün! O yere doğru
gidersen Türk milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiçbir
sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.
Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı
düşünmezsin. Öyle olduğun için beslemiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Hep
orada mahvoldun, yok edildin. Orada, geri kalanınla her yere hep zayıflayarak ölerek
yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan (olarak tahta)
oturdum. Kağan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti
çok kıldım. Yoksa bu sözümde yalan var mı?
Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burada vurdum. Yan ilip
öleceğini yine burada vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî taşa vurdum. Ona bakarak bilin.
Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız?
II
Doğu Cephesi
Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun
üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini
tutuvermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki
milleti hep almış, hep tabi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda
Kadırkan Ormanı’na kadar, batıda Demir Kapı’ya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek
teşkilatsız Gök Türk öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku yine
bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş
tabii. İli tutup töreyi düzenlenmiş. Kendisi öylece vefat etmiş.
15 / 27
Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabii, oğulları kağan olmuş tabii. Ondan sonra küçük
kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz
kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabiî, kötü imiş tabiî.
Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı
olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı
çekiştirttiği için,.Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını
kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evlâdı kul oldu, hanımlık kız evlâdı cariye oldu.
Türk beyler Türk adım bıraktı. Çinli beyler Çin adım tutup, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl
işi gücü vermiş. Doğuda gün doğusunda Bökli kağana kadar ordu sevk edi vermiş. Batıda
Demir Kapı’ya kadar ordu sevk edivermiş. Çin kağanının ilini, töresini alıvermiş.
Türk halk kitlesi şöyle demiş: İlli millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş.
Kağanlı millet idim, kağanım hani, ne kağana işi gücü veriyorum der imiş. Öyle diyip Çin
kağanına düşman olmuş. Düşman olup kendisini tanzim ve tertip edemediğinden yine teslim
olmuş. Bunca işi gücü verdiğini düşünmeden, Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım
der imiş. Yok olmaya gidiyormuş.
Yukarıda Türk tanrısı, Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın
diye, millet olsun diye babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup
yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış. Dışarı yürüyor diye ses
işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki inmiş, toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği
için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk
edip toplamış yığmış. Hepsi yedi yüz er olmuş.
Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk
töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince orda tanzim etmiş. Yabguyu, şadı orda vermiş.
Türk, Oğuz beyleri, milleti, işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini
töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı,
beslenmiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hâle
soktun.
Silahlı nereden gelip dağıtarak gönderdi? Mızraklı nereden gelerek sürüp gönderdi. Mukaddes
Ötüken Ormanı’nın milleti gittin. Doğuya giden, gittin. Batıya giden, gittin. Gittiğin yerde
hayrın şu olmalı: Kanın su gibi koştu, kemiğin dağ gibi yattı. Beylik erkek evladın kul oldu,
16 / 27
hanımlık kız evladın cariye oldu. Bilmediğin için kötülüğün yüzünden amcam kağan uçup
gitti.
Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul s.73.
Yukarıdaki metin, Kül Tigin Kitabesi’nden alınmıştır. Kül Tigin Kitabesi, Bilge Kağan
tarafından yazdırılıp diktirilmiştir. Buradaki sözler Bilge Kağan’ın sözleridir. Yazıtta ülkeyi
felaketten korumak için millete yapılan öğütler yer almakta, Türk milletinin bağımsızlığa
karşı duyduğu sevgi dile getirilmektedir. Ayrıca iyi bir kağanda bulunması gereken nitelikler
sıralanmaktadır. Metinde, geçmişte Çin oyunlarına ve hilelerine aldanan Türk halkının nasıl
dağılıp yok olduğu ve İlteriş Kağan’ın Türkleri esaretten nasıl kurtardığı da anlatılmaktadır.
Okuduğunuz metindeki tüm duygu ve düşünceler, hiçbir yabancı kelime kullanılmadan,
yalnızca Türkçe kelimelerle anlatılmıştır. Ayrıca cümlelerin yerine göre uzun, yerine göre
kısa oluşları ve tarihî olayların anlatıldığı kısımlarda yalın ve kuru, felaketlerin anlatıldığı
bölümlerde ise lirik ve duygusal anlatımların yer alması; Türkçenin her türlü konuyu
rahatlıkla ifade imkânına ve zengin bir anlatım gücüne sahip olduğunu göstermektedir.
Anıtlar üzerine yazılan yazılara “yazıt” denir. Yazıtlarda genellikle hükümdarların ve devlet
büyüklerinin yaptıkları işler anlatılır. Bu anıtlar, genellikle bir övgü niteliği taşımaktadırlar.
Ancak burada boş övünmelere yer verilmemiş, tarihî olaylar hiç değiştirilmeden açık ve
samimi bir dille anlatılmıştır.
Biz bu anıtlar sayesinde yalnızca tarihi olaylar hakkında değil, atalarımızın toplum düzenleri,
inançları ve dinleri hakkında da bilgi sahibi olmaktayız.
b) Uygur Devri
Türk dilinin Göktürk Yazıtları’ndan sonraki yazılı ürünleri, Uygur yazısı ile meydana
getirilmiştir. Uygur yazısı, Türkler arasında IX. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır.
Uygur Türkleri, Göktürklerin millî yazılarını ve dinlerini bırakarak İranlılarla akraba bir
kavim olan Soğdların yazısını almışlar ve geliştirmişlerdir. Uygur yazısı denilen bu yazıyla da
daha geniş bir yazı dili meydana getirmişlerdir.
17 / 27
İslamiyet öncesi Türk tarihinin en parlak dönemi Uygurlar dönemidir. Uygurlar, kâğıdı ve
matbaayı kullanarak kültür hayatına bir hareketlilik ve canlılık getirmişlerdir. Göktürklere
oranla daha çok kavim ve dinle temasta bulunmuşlar; onlarla kurdukları kültürel ilişkiler
dolayısıyla Maniheizm ve Budizm gibi birçok dini benimsemişlerdir. Bu dinlere ait yazı ve
terimleri de alıp kullanmışlardır. Bu yüzden Uygur Türkçesi ile meydana getirilen edebî
eserler, dinî nitelikli olup daha çok tercümeye dayanmaktadır. Uygurlardan kalma metinlerin
büyük bir kısmı, çoğunluğu Budizme ait olmak üzere, dinî metinlerdir. Bu dinî metinlerde,
doğal olarak o dine ait esaslar anlatılmaktadır.
Uygurların meydana getirdikleri edebiyat; ruh, muhteva, biçim, dil ve üslup bakımından
Göktürk Yazıtları’ndaki arı Türk edebiyatına göre yeni bir karakter taşır.
SEKİZ YÜKMEK
Yine bir gün ulular ulusu, hikmet bilgisine sahip olan tanrılar tanrısı Buda, Vaişali adlı kanun
ve töre şehrinde, geniş bir sarayda, Budalar ülkesinden gelmiş pek çok Buda adayına vaaz
veriyordu. O zaman, cemaat arasında bulunan bir Buda adayı, oturduğu yerden kalkıp, sağ
omzunun elbisesini bir taraftan açıp, diz çöküp, elini kavuşturup, tanrılar tanrısı Buda’ya
şöyle arzda bulundu:
Efendim, Çambudivip adı verilen bu dünyadaki canlılar, başlangıçtan beri sayısız âlemlerden
geçerek, bugüne değin, nesilden nesile durmadan, doğmak ve ölmek suretiyle, sürekli olarak
gelip geçiyorlar. Fakat bütün bu canlılar içinde akıllı, bilgili olanlar az; cahiller çok. İç
cevhere, şeriata (dinin kurallarına) inanan canlılar az; şeytana ve büyücüye tapanlar çok.
Temiz inançlı kişiler az, inancı bozuk kimseler çok. İyiliğe gayret eden kişiler az, kötülüğe
acele eden ihmalkâr kişiler çok. Uzun ömürlü kişiler az, vakitsiz ölen kişiler çok. Ede (dinî
düşünceye) dalan, geniş düşünceli kişiler az; dağınık gönüllü, yanlış düşünceli kişiler çok
efendim. Hâli vakti yerinde olan kimseler az, yoksul kişiler çok. Asil, yumuşak huylu, halim
selim kimseler az; sert, kaba, haşin canlılar çok. Dürüst kişiler az, hileci kişiler çok. Tam
bilgili, dünya malına değer vermeyen kimseler az; hiçbir şey bilmeyen, her şeyi isteyen kişiler
çok. Onun için bu dünyadaki canlılar saadetten yoksun, bedbahttırlar efendim.
Saadet Çağatay, Türk Lehçeleri Örnekleri, Ankara: 1977, s. 24-25. (Metin Türkçeye
çevrilerek alınmıştır.)
18 / 27
Yukarıdaki metin, Sekiz Yükmek (Sekiz Yığın/Sekiz Tomar) adı verilen öğretici bir kitaptan
alınmıştır. Bu kitap, Uygurlar arasında çok rağbet görmüş bir eserdir. Çinceden tercüme
edilmiştir. Budizme ait dinî, ahlaki bilgileri içermektedir.
Kısa cümleleri, açık ve yalın ifadesi ile dikkate değer bir ifadesi vardır. Eserde, Bodisatva adı
verilen din adamları, hayatın anlamı hakkında Buda’ya bazı sorular sorarlar. Buda da onlara
bu konuda cevaplar verir. Yukarıda okuduğunuz kısımda da bir Bodisatva’nın Buda’ya
yönelttiği sorulardan bir kısmı alınmıştır.
Budizme göre kainatta tek bir varlık vardır. Bu varlık çemberi, biçimden biçime girerek
durmadan değişmektedir. İnsanların huzur ve sükûna kavuşmaları için isteklerinden
sıyrılmaları gerekir. Ancak isteklerinden kurtulan insan mutluluğa ve huzura erişebilir.
1.1.5. Orta Türkçe Devresi
Orta Asya’da gelişme gösteren Türk yazı dilinin XI-XIV. yüzyıllar arasındaki dönemine
“Orta Türkçe” denir. Orta Türkçe devresine Karahanlılar zamanında yazılan eserler ile
Harizm Türkçesi ile yazılan eserler girer. Karahanlılar zamanından kalan en önemli eserler
Kutadgu Bilig, Divanu Lugati’t-Türk ve ve Atebetü’l-Hakayık’tır. Bazı dilciler, bu devreyi de
Eski Türkçe devresi içine katmaktadır.
Bu dönemde, bütün Türk boyları aynı dili kullandığından kullanılan Türkçe, “Müşterek Orta
Asya Türkçesi” diye de adlandırılmaktadır. Bu dönemde, yeni Türk şivelerinin teşekkül etmiş
olduğu anlaşılmakla birlikte, yazı dili olarak henüz bir dil kullanılmaktadır ve bu da Hakaniye
(Karahanlı) Türkçesi olarak kabul edilmektedir. Ancak XI. yüzyılda oluşmaya başlayan bu
şiveler, Türk milletinin batıya doğru göçleri ve farklı coğrafi bölgelere yayılmalarıyla XIII.
yüzyıldan itibaren belirli şive farkları gösteren yazı dilleri hâlinde oluşmaya başlamıştır. Doğu
Türkçesi, Batı Türkçesi, Kuzey Türkçesi ve Güney Türkçesi adları ile sınırlandırılan şiveler,
az çok farklı özellikler taşımakla birlikte, esas olarak Karahanlı Türkçesine dayanmakta ve
onun kelime hazinesini paylaşmaktadır.
a) Karahanlı Türkçesi
X. yüzyılda Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle Türk devletleri, yavaş yavaş eski kültür
sahalarından ayrılıp yeni bir kültür alanına girdiler. Böylece Türkçenin Eski Türkçe denen
19 / 27
İslamiyet’ten önceki dönemi kapanarak XI. yüzyıldan itibaren İslam kültür ve medeniyeti
altında gelişme gösteren yeni bir dönemi başladı.
940 yılında Karahanlı Hükümdarı Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın İslamiyet’i resmen devlet
dini olarak kabul etmesiyle ilk Müslüman Türk devleti kurulmuş oldu. Karahanlılar önce
Kaşgar ve Maveraünnehir şehirlerini ele geçirerek Türkçeleştirdiler. Böylece bu devletin
sınırları içerisinde, Eski Türkçe yazı dilinden gelişen ve Hakaniye Türkçesi veya Karahanlı
Türkçesi diye adlandırılan yazı dili ile İslami bir Türk edebiyatı oluşmaya başladı.
Karahanlılar doğudaki Uygur hanlığına komşu idiler ve eski Burkancılığa bağlı kalan bu
Uygurlarla din farkı yüzünden aralarında zaman zaman mücadeleler olmaktaydı. Ancak
onlarla aynı dili konuşmaktaydılar. Ayrıca İslamiyet ile yeni bir kültür dairesine girmekle
beraber, eski kültür izlerini de devam ettirmekteydiler. Bu bakımdan Karahanlı edebî dili,
Uygur yazı dili geleneğinin İslam kültürü ile beslenmesinden meydana gelmiş bir yazı dili
karakteri taşımaktaydı.
Karahanlı yazı dilinden kalmış fazla eser olmamakla birlikte, eldeki eserler bu dönemin dilini
yeteri kadar aydınlatabilecek niteliktedir. Bu devirden bize kadar ulaşabilen eserler Kutadgu
Bilig, Atebetü’l-Hakayık, Divanu Lugati’t-Türk ve Kur’an Tercümeleri gibi eserlerdir. Bu
eserlerde Karahanlı Türkçesi, yüksek bir anlatım gücüne kavuşmuş bir yazı dili olarak
karşımıza çıkmaktadır. Gerçi Divanu Lugati’t-Türk Arapça olarak yazılmıştı, ama bu da yine
Türk dilinin o devir Orta Asya’sında kazanmış olduğu yüksek değeri ortaya koymaktadır.
Çünkü Kaşgarlı Mahmut, eserini Türk milletinin yüceliğini anlatmak, Türk dilinin Arapçadan
geri olmadığını göstermek ve Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla Arapça yazmıştır.
b) Harizm Türkçesi
XI. yüzyıl ve sonrası, Orta Asya’daki Türk boyları için sürekli bir göç devri oldu. Bu Türk
yayılma harekâtının önemli yönlerinden birini de Harizm bölgesi oluşturmaktaydı.
Harizm, bir Doğu İran kavminin adı iken sonradan bu kavinin yaşamış olduğu Amuderya
(Ceyhun) Irmağı’nın aşağı yatağının sağında ve solunda bulunan bölge için bir yer adı olarak
kullanılmış ve buralarda yaşayan halka da Harizmî adı verilmiştir.
20 / 27
Harizmlilerin XI. yüzyılda ayrı bir dil konuştukları ve bu dili XIII. yüzyıla kadar korudukları,
tarihî kaynaklarda verilen bilgilerden anlaşılmaktadır. Yapılan araştırmalar, yalnızca konuşma
seviyesinde kalmayıp edebî bir dil özelliği de taşıyan Harizmcenin bir Doğu İran dili
olduğunu ortaya çıkarmıştır.
1017 yılında Gazneli Mahmud tarafından fethedilen Harizm’in yönetimi 1041 yılından
itibaren Kıpçak ve Kanglı isimli Türk boylarından olan kumandanların eline geçti. Böylece
bir süreden beri, bu bölgeye yerleşen Türkmen ve Oğuzların yanı sıra, Kıpçak ve Kanglıların
da yerleşmesiyle bölgenin etnik yapısı içinde Türk unsurların oranı gittikçe arttı. Nihayet
Çağrı Bey’in Harizm’e girmesinden sonra, ülkeyi Selçuklular adına yöneten Anuş Tegin ve
Ekinci b. Koçkar zamanlarında Türkleşme faaliyeti tamamlandı. Burada Karahanlı Türkçesine
dayalı, fakat Kıpçak, Kanglı, Türkmen ve Oğuz şiveleri etkisinde gelişme gösteren bir Harizm
Türkçesi oluştu. Bu dil, Gazneliler ve Selçuklularda olduğu gibi, yalnız saray ve ordu
çevresinde kalmayıp hem halkın konuşma dili hem de aydın zümrenin yazı ve edebiyat dili
olarak önem kazandı.
Komşu bozkırlardaki Kıpçak, Oğuz ve Öteki Türk boylarının sürekli Harizm’e gelip yerleşik
hayata geçmelerinin bir sonucu olarak Türk dilinin doğu kolunu meydana getiren Karahanlı
Türkçesi, güneybatı kolunu teşkil eden Oğuz Türkçesi, kuzeybatı kolunu oluşturan Kıpçak
Türkçesi Harizm bölgesinde birbiriyle iyice karışıp kaynaştılar. Böylece halkın etnik yapısı
gibi, dili de karma bir şekil aldı. Ancak Eski Uygurcanın devamı sayılan ve Müşterek Orta
Asya Türkçesinin esasını oluşturan Karahanlı Türkçesi, Harizm’de yeni oluşan Türk şivesi
üzerinde, gerek yazım gerekse kelime kadrosu açısından etkisini devam ettirdi. Fakat
Harizm’e gelip yerleşen Kıpçak, Oğuz ve öteki Türk boylarının ağızlarından alınan unsurlarla
Harizm Türkçesi, özellikle söz varlığı ve şekil yapısı yönünden, farklı bir yapı kazandı. Çeşitli
Türk şivelerinden alınan bu unsurlar Harizm Türkçesinin belli başlı dil özelliklerini
oluştururlar.
XIII. yüzyılda Harizm ve Aşağı Sırderya bölgelerinde görülen kültür faaliyetleri, Harizm’den
birçok âlim, şair ve yazarın Altın Orda topraklarına göç etmesi sebebiyle, XIV. yüzyılda Altın
Orda’nın Saray ve Kırım şehirlerinde de kendini gösterdi. Böylece Harizm’deki Türk yazı
dili, Altın Orda alanına da yayılmış oldu. Bu bakımdan Harizm-Altın Orda sahası, aynı yazı
dilinin gelişme gösterdiği bir alan olarak değerlendirilmektedir.
21 / 27
Karahanlıcadan Çağataycaya bir geçiş devresi olarak dil tarihi açısından büyük önem taşıyan
Harizm Türkçesi, XII. yüzyıldan başlayarak özellikle XIII ve XIV. yüzyıllarda Batı
Türkistan’da kurulup gelişmiş olan yazı dilidir.
Edebî gelenek bakımından Karahanlı Türkçesine dayanan bu yazı dili ile pek çok eser
meydana getirilmiştir. Anonim Kuran Tefsiri, Kısasü’l-Enbiya (Peygamberlerin Kıssaları),
Revnaku’l-İslâm (İslâm’ın Parlaklığı), Nehcü’l-Feradis (Cennetlerin Açık Yolu) gibi eserler
bunlardan bazılarıdır.
1.1.6. Yeni Türkçe Devresi
Türk yazı dilinin XIII. yüzyıldan XIX. yüzyıl sonuna kadar gelişme gösteren dönemine Yeni
Türkçe Devresi adı verilir. Bu devre, Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru göç etmeleriyle
oluşan lehçelerin birer yazı dili olarak geliştiği devredir.
Bu dönem, Orta Türkçe döneminde farklı dil özelliklerine sahip birer yazı dili olarak teşekkül
eden şivelerin edebiyat dili olarak gelişme kaydettikleri bir dönem olarak
değerlendirilmektedir. Gramer yapısı bakımından belli farklar varsa da bu dönemi Orta
Türkçe döneminden kesin çizgilerle ayırabilmek güçtür. Bununla birlikte Türk dilinin dış
etkilere çokça maruz kalıp büyük değişikliklere uğradığı zamanlar bu döneme dâhil edilebilir.
Bu devrede Türkçe Doğu Türkçesi ve Batı Türkçesi olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
a) Doğu Türkçesi
Orta Asya’dan göç etmeyip Hazar Denizi’nin doğusunda yaşayan Türklerin geliştirdiği yazı
dilidir. Burada yaşayan Türkler, Eski Türkçeyi fazla değiştirmeden kullanmaya devam ettiler.
İşte Eski Türkçenin XIII. yüzyıldan sonra gelişme gösteren bu yeni şekline, batıya göç eden
Türklere göre doğuda kaldığı için Doğu Türkçesi veya Kuzeydoğu Türkçesi adı verilir. Doğu
Türkçesi Çağatay Türkçesi olarak da adlandırılmaktadır.
Karahanlı (Hakaniye) Türkçesinin ve Harizm-Altın Orda Türkçesinin devamı olarak Çağatay,
İlhanlı ve Altın Orda devletlerinin kültür merkezlerinde XIII- XV. yüzyıllar arasında gelişme
gösteren ve Timurlular döneminde (1405- 1506) İslam medeniyetinin tesiri altında zengin bir
edebiyat meydana getiren Türk yazı diline Çağatay Türkçesi adı verilmektedir. Ayrıca bu yazı
dili; Orta Asya’dan batıya doğru göç edenlere nazaran, doğuda kalan Türk boylarının konuşup
22 / 27
yazdıkları dil olduğu için Doğu Türkçesi, hatta Ali Şir Nevai ile klasik bir nitelik
kazanmasından dolayı “Nevai Dili” olarak da isimlendirilmiştir.
Çağatay ismi, Cengiz Han’ın ikinci oğlu Çağatay’a nispetle kullanılan bir adlandırmadır.
Önceleri Çağatay Han’ın sülalesi ve bu sülale tarafından kurulan devletin adı olarak
kullanıldığı hâlde, sonradan Maveraünnehir’deki Türk unsurları, Timurlular zamanında
gelişen edebî Türk dili ve bu dilde meydana getirilen edebiyat için de Çağatay adı
kullanılmıştır.
Çağatay dili, Karahanlı ve Uygur yazı diline dayanmakla birlikte, bu edebî dilin oluşmasında
Moğol istilasından sonra, Orta Asya’daki mahallî şivelerin karışmasının da önemli rolü
olmuştur. Ayrıca bu oluşumda İslam kültürü ile Fars edebî dilinin de tesiri bulunduğu
muhakkaktır. Farsçanın Orta Asya Türk devletlerinde resmî dil olarak hüküm sürmesinde ve
klasik Fars edebiyatının gelişmesinde Türk devletlerinin yöneticilerinin yardımları bu durumu
açıkça ortaya koymaktadır.
Çağatay edebî dilinin başlangıcı ve devreleri konusunda görüş birliği bulunmamakla birlikte,
genel olarak Çağatay Türkçesinin gelişme devreleri;
a) İlk Çağatayca (Klasik öncesi, XV. yüzyıl başlarından Nevai’nin 1465’te ilk divanını
tertibine kadar),
b) Klasik Çağatayca (1465-1600),
c) Klasik sonrası (1600-1920) olmak üzere üç safhada değerlendirilmektedir.
Cengiz’in ölümünden sonra (1277), imparatorluk toprakları oğulları arasında pay edildi.
Horasan ve Maveraünnehir bölgesi, Cengiz’in ikinci oğlu Çağatay’ın yönetiminde kaldı. Bu
sahada kurulan Çağatay Devleti, XV. yüzyıldan itibaren Timurluların idaresinde siyasi ve
kültürel açıdan büyük bir gelişme kaydetti. Semerkant, Herat, Merv, Belh gibi şehirler önemli
birer kültür merkezi hâline getirildi ve Çağatay dili de bu merkezlerde büyük ilerleme sağladı.
XVII. yüzyıldan sonra Orta Asya Türklüğü, siyasi ve iktisadi bakımdan olduğu kadar kültürel
bakımdan da gerilemeye başladı. Böylece Çağatay dili de eski etkinliğini kaybetti ve XIX.
yüzyıla gelinceye kadar geniş bir coğrafi sahada konuşma ve yazı dili olarak kullanılmakla
birlikte, edebiyatta eskisi kadar güçlü şahsiyetler yetişmedi. XIX. yüzyıla gelindiğinde
Çağatay edebî dilinin bütün gücünü kaybettiği ve XX. yüzyılda da yerini Özbekçeye bıraktığı
görülmekledir.
23 / 27
b) Batı Türkçesi
X. yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan batıya doğru göç eden Türk boyları başlıca iki koldan
göç etmişlerdir. Bir kol, Hazar Denizi ile Karadeniz’in kuzey kesiminden batıya doğru göç
etmişlerdir. Bunlar Kuman, Kıpçak boylarıdır. Bu bakımdan bu bölgelerde gelişen yazı diline
Kıpçak Türkçesi (Kuzeybatı Türkçesi) adı verilmektedir. Kıpçak Türkçesi, XIII-XV. yüzyıllar
arasında Altınordu ve Mısır, Suriye bölgelerinde kullanılmıştır.
Kuzeybatı Türkçesi (Kıpçak Türkçesi)
Daha milattan önceki yüzyıllarda Hunlar ile başlayıp Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinden
Avrupa içlerine kadar uzanan Türk göçleri, milattan sonra da tabaka tabaka devam etmiş ve
XV. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu gelişmelerin sonucu olarak Kuzeybatı veya Kuzey Türkçesi
adı verilen lehçeler grubu teşekkül etmiştir. Hazar denizi ile Karadeniz’in kuzey kesiminde
daha ziyade Kuman ve Kıpçak boyları göç etmekteydi. Bu yüzden bu bölgede gelişen Türk
yazı dilleri, Kıpçak Türkçesi temeline dayanmaktadır. Onun için Kuzeybatı Türkçesine
Kıpçak Türkçesi de denilmektedir.
Müslümanlar tarafından “Kıpçak”, Avrupalılar tarafından “Kuman” diye adlandırılan
kavimler birliği, sonradan birleşen iki ayrı Türk kavmidir. Kumanlar 1017’de Karahıtayların
zorlaması ile batıya doğru göç ederek 1050’de Doğu Avrupa’ya yerleşmiş bulunuyorlardı.
Buradaki varlıklarını 1103 yılındaki Rus yenilgisine kadar sürdürdüler ve bu tarihten sonra
yerlerini doğudan gelen Kıpçaklara terk ettiler. Böylece buraya gelen Türk boyları, Kıpçak
adı altında birleşti. Kuman ve Kıpçak adı da aynı halk için kullanılmaya başlandı.
Kıpçaklar, coğrafi olarak geniş bir alanı işgal ettikleri hâlde, siyasi birlik hâlinde teşkilatlanıp
bir devlet kuramadılar. Bunda belki de çok dağınık hâlde bulunmalarının rolü olmuştur. Orta
Asya’dan Tuna boylarına kadar yayılan Kıpçakların yayıldıkları bölgelerdeki hükümranlıkları
Moğol akınlarıyla son buldu. XIII. yüzyılın ortalarına doğru, bu akınlar Kıpçakların daha da
yayılıp dağılmalarına sebep oldu. Büyük bir kısmı Macaristan’da olmak üzere Bulgaristan,
Romanya, Rusya ve Gürcistan’da Hristiyanlık dinini benimseyerek zamanla onların içinde
eriyerek tamamen kayboldular. Kıpçak adı da “Deşt-i Kıpçak” gibi bir yer ve kabile adı olarak
kaldı.
Kuman-Kıpçaklar arasında, zaruret zamanlarında pek çok Kıpçak çocuğunun köle olarak
satılmasıyla Kıpçaklar, Ön Asya ve Mısır’a da yayıldılar. Bunlar arasından temayüz edip
24 / 27
kumandanlık ve hükümdarlık mevkilerine yükselenler bile oldu. Ancak buraya gelen Türkler
sadece bu köklerden ibaret değildi; Türkmenlerden, Altın Orda ve Harizm bölgesinden
gelenler de vardı. Bu bölgeye gelen Türk boyları, zamanla kuzeyde devam ettiremedikleri
devlet ve medeniyeti, kendileri için yabancı olan bu diyarda meydana getirdiler.
Memlüklerde yönetimde Türk hükümdarların bulunması ve hâkimiyetin Türklerde olması
sebebiyle Türkçeye karşı ilgi arttı. Araplara Türkçe öğretmek maksadıyla bazı eserler
yazıldığı gibi Arapça, Farsça birçok eser de Türkçeye tercüme edildi ve Kıpçak Türkçesiyle
pek çok eser meydana getirildi.
Yerleşik bir devlet ve medeniyet kuramayan Kıpçaklardan kalma tek eser, iki yabancı millete
mensup şahıs tarafından tertip edilen ve sonradan bir araya getirilen iki defterden oluşan
Codex Cumanicus’tur.
Anonim bir eser olan Codex Cumanicus’un İtalyan tüccarlar ve Franziskan tarikatına mensup
rahipler tarafından kaleme alındığı tahmin edilmektedir. Ayrıca eserin yazıldığı yer ve zaman
da belli değildir. İki defterden oluşan eserin birinci kısmına İtalyan kısmı, ikinci kısmına da
Alman kısmı denilmektedir. İtalyan kısmında biri alfabe sırasında, öteki konularına göre
yapılmış iki sözlük yer almaktadır. Kelimeler Latince, Farsça ve Kıpçakça olmak üzere üç
sütun hâlinde tertip edilmiştir. Alman kısmı ise Almanca- Kıpçakça, Latince-Kıpçakça
sözlüklerden oluşmaktadır. Birinci kısım kadar tertip ve düzenli değildir. Bu bölümde dinî
metinler, atasözleri ve bilmeceler de yer almaktadır.
Codex Cumanicus dışında Kıpçak Türkçesiyle meydana getirilen eserlerin büyük bir kısmını,
Memluk Kıpçakçasıyla yazılan eserler oluşturmaktadır. Suriye ve Mısır gibi Memluk
hâkimiyetinin söz konusu olduğu bölgelerde ortaya konan bu eserler, öncelikle Arapça
konuşan yerli halka hâkim unsurun dili olan Türkçeyi öğretmek üzere kaleme alınan sözlük ve
gramer kitaplarıdır. Sonradan dinî konulu olanlar, atıcılık, okçuluk, atçılık vb. askerlikle ilgili
bulunanlar ve edebî nitelikli eserler de yazılmıştır. Bu şive, bir yandan Memluk Kıpçakçası
olarak eserlerini verirken diğer yandan da XV. yüzyılın ilk yıllarından itibaren
Oğuzcalaşmaya başlamış; nihayet aynı yüzyılın sonunda bu karma dil de bırakılarak Mısır’ın
Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle birlikte tamamen kaybolmuştur.
25 / 27
Batı Türkçesi (Güneybatı Türkçesi, Oğuz Türkçesi)
Batıya yapılan göçlerin ikinci kolunu ise Hazar Denizi’nin güneyinden batıya uzanan Türk
boyları oluşturmaktadır. Bunlar Oğuz boylarıdır. XI-XIII. yüzyıllar arasını kapsayan bu göçler
ile Oğuzlar İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu, Adalar ve Rumeli bölgelerine gelip
yerleşmişlerdir. Bunun sonucu olarak da Türkçenin Batı Türkçesi (Güneybatı Türkçesi)
denen kolu oluşmuştur. Bu kol içerisinde Türkiye Türkçesi, Azeri Türkçesi, Türkmen
Türkçesi, Horasan Türkçesi, Gagavuz Türkçesi ve Güney Kırım Türkçesi yer almaktadır.
Temelini Oğuz lehçesinin oluşturduğu bu yazı dili, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu ve
Rumeli bölgesinde kurulmuş olup günümüze kadar uzanmakta; bugün de varlığını devam
ettirmektedir.
Anadolu’da gelişen bu yazı dili iç ve dış gelişmesi ve tarihî dönemleri bakımından üç devreye
ayrılır:
Eski Anadolu Türkçesi: Batı Türkçesinin Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan sonra
XIII-XV. yüzyıllar arasında gelişme kaydeden ilk dönemidir. Eski Anadolu Türkçesi içerisine
Anadolu Selçukluları, Beylikler dönemi ve Osmanlıların ilk dönemlerinde yazılan eserler
girer. Yukarıda okuduğumuz Dede Korkut Hikâyeleri bu döneme ait eserler arasındadır.
Osmanlı Türkçesi: XV. yüzyıldan başlayıp XX. yüzyıl başlarına kadar devam eden ve
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde gelişme gösteren dönemdir. Bu dönemde Türkçe
içerisinde pek çok Arapça ve Farsça kelime ve tamlama kullanılmış, temiz ve sade Türkçeden
biraz uzaklaşılmıştır.
Türkiye Türkçesi: Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde konuşma ve yazı dili olarak
kullanılan Türkçedir. 1908’den sonra başlayıp hâlen devam etmekte olan devredir.
II. Meşrutiyet’ten sonra dilde ve kültürde bir millîleşme hareketi başladı. Bu hareket önce
dilde ve edebiyatta kendini gösterdi. 1911’de Selanik’te Genç Kalemler dergisi etrafında bir
araya gelen Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin ve arkadaşları “Yeni Lisan”
hareketini başlattılar. Millî bir edebiyatın ancak millî bir dil ile meydana getirilebileceğini
ileri sürdüler. İlk defa “millî edebiyat” terimini kullanarak böyle bir edebiyat meydana
getirme görevini üstlendiler. Yeni Lisan hareketi, dili Osmanlı Türkçesinin bütün Arapça ve
Farsça kurallarından arındırıp İstanbul Türkçesine dayalı yeni bir yazı dili oluşturma hedefine
26 / 27
yönelikti. Bu sebeple kısa zamanda benimsenip yaygınlaştı. Böylece II. Meşrutiyet’ten
Cumhuriyet’e uzanan devrede Millî Edebiyat akımına bağlı olarak Türkçecilik hareketi
sistemli bir şekilde ele alındı.
Özleştirme ve dili sadeleştirme çabaları Cumhuriyet’ten sonra da aynı şekilde devam etti.
Atatürk’ün başlattığı devrimlerden en önemlisi olan Dil Devrimi, Türkçenin öz benliğine
kavuşmasında önemli bir rol oynadı. Bu yöndeki çalışmalar, genellikle Türk Dil Kurumunun
öncülüğünde yürütüldü.
Irak, Suriye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Sırbistan
ve Bosna’da yaşayan Türklerle Avrupa’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya, Arap ülkelerine göç
etmiş olan Türkler Türkiye Türkçesi yazı dilini kullanırlar.
1.1.7. Modern Türk Yazı Dilleri Devresi
Türkçe başlangıçtan XIII. yüzyıla kadar tek yazı dili hâlinde devam etmiştir. Köktürk, Uygur
ve Karahanlı Türkçeleri bu yazı dilinin farklı zamanlarda aldığı isimlerdir. Türk dili XIII.
yüzyıldan sonra Doğu Türkçesi (Kuzeydoğu Türkçesi) ve Batı Türkçesi (Kuzeybatı Türkçesi,
Güneybatı Türkçesi) olmak üzere başlıca iki alanda gelişme gösterdi.
Batı Türkçesi XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu ve Rumeli topraklarında büyük bir gelişme
kaydetti ve Türkçenin en büyük yazı dili oldu. Bu yazı dili, XIX. yüzyıldan itibaren bir
sadeleşme sürecine girdi. Bu sadeleşme, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra daha da
hızlandı. Sonra da Türkiye Türkçesi diye adlandırdığımız ve bugün kullandığımız yazı dili
hâline geldi.
Doğu Türkçesi aynı biçimde varlığını sürdüremedi. Çünkü Doğu Türkçesini kullanan Orta
Asya Türklüğü, XVII. yüzyıldan itibaren gerilemeye başladı. XIX. yüzyılın sonlarında Doğu
Türkçesinin kullanıldığı Türk yurtları, Rus ve Çin yönetimi altına girdi. Rusların uyguladığı
siyaset sonucunda Doğu Türkçesi ortak yazı dili olmaktan çıktı. Özellikle 1917’den sonra
Türkçe konuşan her boyun ağzı, bir yazı dili hâline getirilmeye çalışıldı. Böylece 20 tane yazı
dili ortaya çıkarıldı. Yani bugün mevcut Türk yazı dillerinin birçoğu, dil farklılıklarından
değil; birtakım sosyal, siyasal gelişmelerin, dayatmaların sonucu orataya çıkmıştır.
Bugünkü modern Türk yazı dilleri şunlardır:
27 / 27
Azerbaycan Türkçesi,
Türkmen Türkçesi,
Gagavuz Türkçesi,
Kırım Tatar Türkçesi,
Kazan Tatar Türkçesi,
Başkurt Türkçesi,
Nogay Türkçesi,
Karaçay Türkçesi,
Balkar Türkçesi,
Kumuk Türkçesi,
Karakalpak Türkçesi,
Altay Türkçesi,
Hakas Türkçesi,
Kazak Türkçesi,
Özbek Türkçesi,
Kırgız Türkçesi,
Uygur Türkçesi,
Tuva Türkçesi,
Çuvaş Türkçesi,
Yakut Türkçesi,
Şor Türkçesi.
Bu duruma göre günümüzde Türkçe, Türkiye Türkçesi ile birlikte yirmiden fazla yazı dilinde
temsil edilmektedir.
Recommended