View
5
Download
0
Category
Preview:
Citation preview
TEVHİDE DAVET
İslam İnkılabı'nın Şanlı Rehberi ve İran İslam
Cumhuriyeti'nin Kurucusu İmam Humeyni'in - ra –
Sovyet Lideri Mikai1 Gorbaçof'a Mektubu
İmam Humeyni'nin - ra - Eserlerini Tanzim ve Yayınlama
Müessesesi Uluslararası İlişkiler Bürosu
...Sosyalizm ve komunizmin sırf ekonomik kördüğümlerini
batı kapitalizmine sığınarak çözmeye kalkışmanız toplumunuzun
hiçbir derdine deva olmayacağı gibi, birilerinin de gelip sizin
hatalarınızı telafi etmesini gerektirecektir...
İmam’ın - ra - Gorbaçof’a mektubundan
TEVHİDE DAVET
İslam İnkılabı'nın Şanlı Rehberi ve İran İslam Cumhuriyeti'nin
Kurucusu İmam Humeyni'in - ra – Sovyet Lideri Mikai1
Gorbaçof'a Mektubu
İmam Humeyni'nin - ra - Eserlerini Tanzim ve Yayınlama
Müessesesi Uluslararası İlişkiler Bürosu
(•) Tevhide davet
(•) İmam Humeyni'nin - ra – Gorbaçof’a mektubu
(•) Yayınlayan: İmam Humeyni Kültür Müessesesi
(•) Birinci Basım: 1993 Kışı - h.k: 1414 - h.ş: 1372/3000 adet
(•) Fiatı: riyal
1- Önsöz
2- İmam Humeyni'nin - ra - Gorbaçof'a
mektubu
3- Resimler
4- Talikat (Mektupta geçen özel terim
ve ıstılahlarla ilgili açıklama)
5- Talikat indeksi
6- Özel kelimeler ve deyimler indeksi
A l l a h ' ı n A d ı y l a
Ö N S Ö Z
İmam Humeyni'nin - ra - hayatta bulunduğu yıllarda vuku bulan
olaylar ve bu olaylar üzerine yapılan inceleme ve tahliller, bu yüce insanın
ilâhî bir kişiliğe sahip olduğu gerçeğini göıler önüne sermektedir. Çağdaş
tarihin inkılâbî, siyasî, dînî ve ilmî sahalarda tanınmış simalarından
hiçbiriyle mukayese edilemeyecek bir kişiliktir bu... İslam inkılâbını her
boyutuyla ve derinlemesine inceleyip dünya çapında yarattığı etkileri ortaya
koyma imkanı bulunmadıkça, bu büyük insanın kişiliğin'ı tam anlamıyla
tanıyabilmek de mümkün olmayacaktır. Bu inkılabın, vuku bulmasında,
gelişmesi ve yönlendirilmesinde onun oynadığı ilâhî rol olanca netliğiyle
gözler önündedir.
Bu büyük insanın, hayatının son yıllarında ortaya koyduğu en etkili
girişimlerden biri de, Sovyet lideri Gorbaçov'a gönderdiği mektuptur.
Sözkonusu mektnp Irak'ın İslâmî İran'a karşı başlattığı sekiz yıllık tahmilî
savaşın henüz sona erdiği ve dünya istikbarına bağlı siyasî yorumcularla
küfür dünyasının kitle iletişim araçlarının meseleyi saptırmaya çalışarak
Güvenlik Konseyi'nin 598 no'lu bildirisinin İran tarafından kabul
edilmesini İranlı yetkililerin inançlarında bir sarsılma ve islâm inkılabının
sloganlarının etkinliğini yitirmesi şeklinde lanse etmeye çalıştığı ve islam
düşmanlarının bu islamî inkılabın İran sınırlarında mahsur kalarak diğer
ülkelerdeki etkinliğini artık kaybedeceği yolunda ümitler beslediği bir
dönemde yazılıyordu.
İşte böyle bir dönemde İslam İnkılabı liderinin, tanınmış bir
dinadamının başkanlık ettiği bir heyet aracılığıyla Sovyet lideri
Gorbaçov'a gizli bir mesaj gönderdiği haberi başta dünya
politikacılarıyla siyasî gözlemciler gelmek üzere herkesin dikkatini
çekmiş ve bütün dünyada yankı uyandırmıştı. İmamın değerli öğrencisi
Ayetullah Cevâdî Âmulî'nin başkanlık ettiği ve İran Dışişleri Bakanlığı
Siyasî Yardımcısıyla İslâmî Şûrâ Meclisi Milletvekillerinden bir bayanın
oluşturduğu bu heyet 7 Ocak 1989'da (24 Cemadiyel evvel 1409 - 13
Dey 1367) Moskova havaalanına inecek ve ertesi gün saat onbirde
Kremlin Sarayı'nda, Sovyet lideri Gorbaçof'la 125 dakika süren bir
görüşmede bulunacaktı.
Sözkonusu heyetin ilginç terkibi ve Gorbaçof'a ne gibi bir mesaj
götürdüğü mevzuu, dünya kamuoyunun dikkatlerini bir kez daha İslam
İnkılâbı ve bu inkılâbın büyük liderine doğru çevirmişti. Sovyet lideri ve
bu ülkenin diğer siyasi etkinleri, İmam'ın mezkur mesajının tevhid ve
Muhammedî öz islama bir davet olduğunu akıllarının ucundan bile
geçirmemekte, meseleye başka ihtimaller vermekteydiler. İmam
Humeyni - ra - büyük peygamberlerin yolunu izleyerek iktidarın tam
merkezinden işe başlamıştı; bu ilâhî davetin çok geçmeden sökonusu
merkezden dört bir yana yayılacağından emindi. İmam'ın bu ilâhî
davetine karşı Kremlin'in tavrı her ne kadar politik bir tavır olmuşsa da,
sözkonusu mesajın kitle iletişim araçlarınca yayınlanıp dünya haber
ajansları tarafından çeşitli şekillerde yorumlanması İmam Humeyni'nin -
ra - beklediği etkiyi yaratmış ve mektup olayı Sovyet kamuoyundan
titizlikle gizlenmesine ve halkı müslüman cumhuriyetlerde bu mektubun
yayınlanması yasaklanmış olmasına rağmen Sovyet cumhuriyetlerindeki
müslüman gençler tarafından olağanüstü bir ilgi ve takdirle karşılanmış
ve bu cumhuriyetlerin halklarının islama eğilim göstermesinde önemli
bir rol oynamıştı. Nitekim Sovyetler'de yaşayan müslüman gençler, aynı
günlerde bu mektubun yüzbinlerce fotokopisini Sovyet topraklarının
dört bir yanında gizlice dağıtacaklardı.
Bu "ilahî mesaj"ın Gorbaçof'a gönderilişinin üzerinden henüz birkaç
yıl geçtiği halde sevgili İmam'ın "komunizmin işinin bittiği" ve "Sovyet
emperyalizmiyle ona bağlı ülkelerde köklü değişikliklerin başgöstereceği"
yolundakiisabetli tahminleri doğru çıkmış bulunmaktadır.O büyük
insanın Gorbaçof'a önerdiği çözüm yolu Marxızm'den kaynaklanan
müşkülatları kesinlikle ortadan kaldıracağı gibi, Sovyetler'in siyasî gücü
veotopraklarda yaşayan halkların millî haysiyetini de koruyacaktı. Sevgili
İmam - ra - Sovyet liderlerini uyarmış ve "batı dünyasının debdebeli
görünüşüne kapılmamalarını" ve "büyük şeytanın tuzağına
düşmemelerini" hatırlatarak kapitalizm belasıyla komunizm belasının
farksız olduğunu vurgulamıştı. Nitekim son birkaç yılda vuku bulan
olaylar onun bu konuda ne kadar haklı olduğunu gözler önüne serdi.
İmam'ın Gorbaçof'a yazdığı mektup bizzat islam inkılâbının ihracı
oldu. Ancak, başka ülkelerin iç işlerine karışma değil, yetmiş yıl boyunca
fıtratlarına aykırı usullerle eğitilen ve artık ilâhî maarife susamış olan
mazlum nesillerin fikrî sorularına cevap bulma şeklinde bir hadiseydi bu.
Yakında, batı dünyasının büyülü propagandalarının da ne derece
kof olduğu gözler önüne serilecektir. İmam'ın bu ilâhî mesajını
dinleyebilme izin ve fırsatını onların da bulacakları günün ümidiyle...
İmam Humeyni Kültür Müessesesi Tercüme Bölümü
Bismillahirrahmanirrahiym
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
Yönetim Heyeti Başkanı Sayın Gorbagof1,
Size ve Rus milletine mutluluk ve esenlik dileğiyle.
İşbaşına gelişinizden sonra dünyanın, özellikle de Sovyetler'in siyasî
hadiselerini tahlil konusunda zâtıâliniz meselelerin yeniden gözden
geçirilişi, gerekli tavır ve değişimlerin sağlanışıyla ilgili yeni bir döneme
ayak basmış görünmekte; dünyanın gerçekleri karşısında göstermiş
olduğunuz cesaret ve pervasızlığın birtakım değişimlere sebeb olacağı
ve halihazırda dünyaya egemen dengeleri alt üst edebileceği sezilmekte
olduğundan bazı noktaları hatırlatmayı lüzumlu buldum. Gerçi yeni fikir
ve kararlarınızın parti içi birtakım karmaşık meselelerin çözümü ve
bunun yanında halkınızın bazı müşkülâtlarının giderilmesi yolunda
yegâne metod olması mümkündür; ne var ki yıllar yılı dünyanın inkılâbî
evlâtlarını demir perdeler gerisinde hapsetmiş bulunan bir öğretiyi
yeniden gözden geçirme cesareti de bir o kadar övgüye değer. Eğer
bundan daha da ötesini düşünüyorsanız seleflerinizin Rus halkına
indirdiği en büyük ve en önemli darbe olan "Din ve Allah inancını
toplumdan silme" siyasetini2 yeniden gözden geçirmeniz ve dünya
meselelerine gerçekçi bir yaklaşımın ancak bu yolla mümkün olacağını
bilmenizdir.
Komunizmin geçmişteki güç sahiplerinin doğru olmayan yöntem ve
yanlış uygulamaları neticesinde batının debdebeli hali cazip görünebilir,
ancak hakikat - batıda değil - bir başka yerdedir. Bu durumda sosyalizm
ve komunizmin sırf ekonomik kördüğümlerini batı kapitalizmine
sığınarak çözmeye kalkışmanız toplumunuzun hiçbir derdine deva
olmayacağı gibi, birilerinin de gelip sizin hatalarınızı telâfi etmesini
gerektirecektir. Nitekim marxızm sosyal ve ekonomik yöntemlerde
bugün nasil çıkmaza girmişse batı dünyası da - tabü başka bir şekilde -
bu ve daha başka meselelerde çaresiz kalmış durumdadır.
Sayın Gorbaçof!
Hakikate yönelmek gerekir... Ülkenizin temel meselesi mülkiyet,
iktisad ve hürriyet değildir. Sizin meseleniz, Allah'a gerçek bir inanç
beslemiyor oluşunuzdur. Batıyı da koflaşma ve çıkmaza sürükleyen veya
sürükleyecek olan meseledir bu: Sizin asıl meseleniz Allah'a, yaradılış ve
varlığın yegâne kaynağına karşı uzun vadeli beyhude mücadelenizdir.
Sayın Gorbagof! Bundan sonra komunizmi dünya siyasî tarîhi müzelerinde aramak
gerektiğini herkes bilmektedir artık: Zira marxızm, insanın gerçek ihtiyaçlarından hiçbirine cevap verememektedir, çünkü maddeci bir öğretidir; insanlığı, doğu ve batı toplumlarının en esas derdi olan "maneviyata inanmama, bunalımı’ndan "maddiyat"la kurtarabilmek ise kâbil değildir.
Sayın Gorbaçof! Bazı konularda marxızme sırt çevirmemiş gibi görünmeniz ve
bundan sonraki röportajlarınızda da ona tamamen inanmış olduğunuzu
ifade etmeniz mümkündür, ancak, aslında böyle olmadığını pekalâ
biliyorsunuz... Çin lideri ilk darbeyi indirdi komunizme 3, ikinci ve
göründüğü kadarıyla son darbeyi de siz vurdunuz. Bugün artık
komunizm diye birşey kalmış değil dünyada, ancak içten dileğim,
marxızm hayallerinin duvarlarını yıkarken batı ve büyük şeytanın 4
zindanına düşmemenizdir. Komunizm dünyasının koflaşmış bulunan
yetmiş yıllık temelden eğri son katmanlarını ülkeniz ve tarihin
çehresinden temizlemenin gerçek iftiharını elde etmenizi umarım.
Bugün kalbi vatan ve halkı için çarpan yoldaşınız devletler, ülkelerinin
yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, kemiklerinin çatırtısı bile evlatlarının
kulağına varmış bulunan komunizmin başarısının ispatı için daha fazla
harcamaya yanaşmayacaklardır artık.
Sayın Gorbaçof! Bazı cumhuriyetlerinizdeki camilerin minarelerinden yetmiş yıl
sonra Allah-u Ekber nidası ve son peygamber hz. Resul-ü Ekrem'in - sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem - risaletine şehadet feryadının duyulması, Muhammedî öz islam taraftarlarını sevinçten ağlattı. Binâenaleyh maddî ve ilâhî iki dünya görüşü5 üzerinde tekrar düşünmenizi hatırlatmayı gerekli buldum. Maddeciler kendi dünya görüşlerinde bilme ve idrakin ölçüsünü "algılamâ' şeklinde kabul ederek madden algılanamayan şeylere bilimdışı derler, varlığı maddeyle eşdeğer sayar ve maddesi olmayan şeyi "var" kabul etmezler. Allah Tealâ'nın varlığı, vahy, nübuvvet ve kıyamet gibi gayb dünyasını kesinlikle masal bilirler. Oysa ki ilâhî dünya görüşünde bilme ve "idrak"in kaynağı "algılamâ' ve "akıl" dan ibarettir,
akla uygun olan birşey algılanamıyor olsa dahi ilmin kapsamına girer.
Binaenaleyh varlık "gayb" ve "şehâdet"ten müteşekkildir ve madde
taşımayan birşey de "var" olabilir. Keza maddî varlık nasıl "soyut" a
dayanıyorsa6, pozitif bilim de aklî bilime dayanır7.
Kur'an-ı Mecîd maddeci düşünce aslını eleştirir ve Allah'ın var
olmadığını, eğer olsaydı görülebileceğini zannedenlere, "Allah'ı apaçık
görmedikçe inanmayız sana"8 - diyenlere - şöyle buyurur. "Gözler O'nu
göremez, O ise bütün gözleri görür; O'dur lâtîf olan, herşeyden
haberdar9. Meselenin daha başlangıcı olarak addettiğiniz Aziz ve Kerim
Kur'an ve onun vahy, nübuvvet ve kıyametle ilgili delilleri bir yana
dursun; aslında sizi felsefenin, özellikle de islam felsefesinin girift
meselelerine itmek istemiyordum, ancak siyaset adamlarının da istifade
edebileceği fıtrî, vicdânî ve basit birkaç misalle yetineceğim burada:
Madde ve cismin her hâl-ü' kârda kendilerinden habersiz olduğu açıktır.
Taştan bir heykel veya maddî bir insan heykelinin bir tarafı diğer
tarafından bîhaberdir. Halbuki insan ve hayvanın bütün çevresinden
haberdar olduğunu apaçık görmedeyiz; nerede olduğunu, çevresinde
neler olup bittiğini, kâinatta nice bir hengâmenin sürmekte olduğunu
bilir. Binaenaleyh hayvanla insanda, maddenin ölümüyle ölmeyen,
sürekli var kalan, madde âleminden ayrı ve maddeötesi birşey vardır...
İnsan kendi fıtratında, her kemali mutlak olarak ister ve siz insanın
cihanın mutlak gücü olmak istediğini, eksik ve noksan h içbir kudrete
gönül vermemiş olduğunu çok iyi bilirsiniz. Alem onun olsa da,
kendisine başka bir dünya da vardır denilse, fıtratı gereği o dünyaya da
sahib olmak ister. İnsan ne kadar bilge olsa da, kendisine başka
bilimlerin de var olduğu söylendiğinde fıtratı gereği onları da öğrenmek
ister. O halde insanoğlunun gönül vereceği mutlak bir bilgi ve mutlak
bir kudretin var olması gerekir ki bilmesek dahi hepimizin O'na
yönelmiş olduğu Allah Tealâ'dır bu... İnsan, Allah' ta fani olmak için
Mutlak Hakk'a ulaşma arzusundadır. Aslında her insanın mayasında var
olan ebedî hayat arzusu, ölümün olmadığı ebedî bir dünyanın varlığına
alâmettir.
Bu sahalarda araştırma yapmak isterseniz bu gibi bilimlerin
uzmanlarına, batı felsefe kitapları yanında Farâbi10 ve İbn-i Sinâ'nın11 -
Allah onlara rahmet etsin - konuyla ilgili "Hikmet-i Meşâ"12 üzerine
yazdıklarına müracaat etmelerini emredebilirsiniz, böylece bütün bilgi
ve idraklerin ona dayandığı illiyet ve maluliyyet kanunun mahsûs değil,
mâ'kul olduğu ve her çeşit istidlalin ona dayandığı genel kural ve
manâların idraklerinin mahsûs değil mâ'kul olduğu 13 anlaşılacaktır. Keza
Suhreverdi'nin14 - Allah ona rahmet etsin - "Hikmet-i İşrâk"15
sahasındaki kitaplarına başvurarak cismin ve maddî her varlığın
algılanabilir olmayan salt nura ihtiyacı olduğunu ve insanın kendi
gerçeğini kendi zâtının görebilme idrâkinin16 maddî algılama faktörüne
ihtiyaç duymadığını size açıklayabilirler. Keza büyük üstadlarınızdan,
"Sadr'ül Müteellihin'in"18 - Allah ondan razı olsun, onu nebîler ve
sâlihlerle haşretsin - "Hikmet-i Müteâliye"17 sini incelemelerini isteyiniz.
Böylece ilmin hakikatinin .maddeden soyutlanmış bir var olduğu, her
çeşit düşüncenin maddeden arı bulunduğu ve maddenin kurallarına
bağımlı olmayacağı anlaşılacaktır.
Sizi daha fazla yormuyor ve ariflerin, özellikle Muhyiddin b.
Arabî'nin19 kitaplarından sözetmiyorum. Bu büyük insanın görüşleri
hakkında bilgi sahibi olmak isterseniz bu gibi mevzularla bizzat uğraşan
keskin zekalı seçkin bilgelerinizden birkaçını Kum'a 20 gönderiniz ki
Allah'a tevekkülle birkaç yıl zarfında, mârifet menzillerinin 21 alabildiğine
hassas ve nazik inceliğinin derinlilerine vâkıf olabilsinler. Nitekim -
Kum'a- bu yolculuk olmadan mezkur mevzuya vâkıf olmak mümkün
değildir.
Sayın Gorbaçof! Şimdi bu mesele ve girişleri böylece ifade ettikten sonra islam
hakkında ciddi bir şekilde araştırma ve incelemelerde bulunmanızı isterim. Bu, islam ve müslümanların size ihtiyaç duymasından değil, bilâkis, islamın bütün milletlerin rahatını sağlayacak, kurtulmalarına vesile olacak ve insanlığın temel müşkülâtının düğümünü çözebilecek yüce ve cihanşümul değerleri dolaysıyledir. Ciddi bir yaklaşımla islamı incelemeniz, Afganistan22 ve dünyadaki benzeri meselelerden ebediyen kurtulmanızı sağlayabilir... Biz, dünya müslümanlarını kendi ülkemizin müslümanları gibi bilir ve kendimizi daima onlarla kader ortağı sayarız.
Sovyet cumhuriyetlerinin bazılarında dînî merasimlere nisbî serbesti
tanımakla, artık dini toplumun afyonu olarak görmediğinizi göstermiş
oldunuz.
Sahi, İran'ı süper güçler karşısında dağ gibi sarsılmaz kılan bir din,
toplumun afyonu mudur?!23
Cihanşümul bir adaletten yana olan, insanın maddî ve mânevî
esaretlerden kurtulmasını isteyen bir din, toplumun afyonu mudur?.. Evet; islâmî, gayrî islâmî bütün ülkelerin maddî ve manevî
servetlerinin güçler ve süper güçlerin eline geçmesine aracı olan ve
halka "din siyasetten ayrıdır!" diye bağırıp çağıran bir.din elbette ki
toplumun afyonudur. Ancak bu artık gerçek bir din değil, bilâkis, bizim
halkımızın "Amerikancı din" şeklinde adlandırdığı dindir.
Sözlerimi bitirmeden önce İran İslâm Cumhuriyeti'nin islam
dünyasının en büyük ve en güçlü üssü olarak düzeninizin itikâdî
boşluğunu rahatça doldurabileceğini ve ülkemizin geçmişte olduğu gibi
her hâl-ü kârda iyi komşuluk ve karşılıklı ilişkilerden yana olup bu
münasebetlere saygı duyduğunu açıkça belirtmek isterim. Hidayete tabî olanlara selâm olsun.24
Ruhullah'il Museviyy'il Humeynî
RESİMLER
Yıllar yılı dünyanın inkılabî evlatlarını demir perdeler
gerisinde hapsetmiş bulunan bir öğreti ...
...Sosyalizm ve kominizmin sırf ekonomik kördüğümlerini
batı kapitalizmine sığınarak çözmeye kalkışmanız
toplumunuzun hiçbirderdine deva olmayacağı gibi, birilerinin
de gelip sizin hatalarınızı telafi etmesini gerektirecektir.
.... Nitekim Marxizm sosyal ve ekonomik yöntemlerde bugün nasıl çıkmaza
girmiise batı dünyası da - tabii başka bir şekilde - bu ve daha başka
meselelerde çaresiz kalmış durumdadır.
Taştan bir heykel veya maddi bir insan heykelinin bir
tarafı diğer tarafından bihaberdir. Halbuki insan ve
hayvanın bütün çevresinden haberdar olduğunu apaçık
görmedeyiz .. . .
...Çin lideri ilk darbeyi indirdi kominizme, ikinci ve
göründüğü kadarıyla son darbeyi de siz vurdunuz ....
.... Bundan sonra komunizmi dünya siyasi tarih müzelerinde aramak
gerektiğini herke bilmektedir artık.
Komunizmin egemenliğinin çöküşüyle birlikte Berlin
duvarı yıkılıyor ....
Moskova Kızılmeydanı'nda Newyork Times'i okuyan bir Sovyet
vatandaşı ....
Öndeki fotoğraf Lenin Müzesi. Bir zamanlar sadece devlet
binaları ve resmi ticari merkezlerde bulunabilen sözkonusu dergi
bugün Rusya'da 100.000 'lik tirajla basılmakta. Fiatı ise 3 Ruble!..
Komunizm taraftarlarının son siperi sovyet Parlamentosu
Yeltsin'e bağlı kuvvetlerin kanlı saldırıları sonunda kısa
zamanda düşüyor ...
Rusya Devlet Başkanı Yeltsin, ABD başkanı Bush' un,
onun onuruna Beyazsaray'da tertiplediğ'i merasimde el
sallamada. Her ikisi de, devletlerinin ilişkilerini her sahada
genişleteceğini vurguladı.
TÂLİKAT
1- Mikâil Gorbaçof'un biyagrafisi:
1931'de doğdu. 1952'de Komunist Parti üyeliğine, 1971'de de
Parti Merkez Komitesi üyeliğine getirildi. Bu sırada kırk
yaşındaydı. 1979'da Danışman Üye, 1980'de de Siyasî Konsey -
Politbüro - aslî üyeliğine seçildi. Bu sırada 49 yaşında
olduğundan, Politbüro'nun en genç üyesi olarak dünyaca tanınan
bir isim olmuştu.
Gorbaçof'un Komunist Parti'de hızla yükselişi Brejnev'in
ölümünden sonra başlar. Eski KGB şefi ve Sovyetler Birliği
devlet başkanı (1982-1984) Uri Andropov'un yakın ilgisini
kazanmış olan Gorbaçof pek çok kilit görevlerde bulunduktan
sonra kısa sürede partinin ikinci ismi durumuna geldi.
Andropov'un ani ölümü neticesinde, onun izlemeyi düşündüğü
yeni politika gerçekleştirilemedi. Ancak, Andropov siyasi
vasiyetnamesinde Gorbaçof'u sözkonusu politikayı
gerçekleştirebilecek isim olarak öneriyordu. Brejnev'in çizgisinde
ısrar eden kesimin baskıları, Gorbaçof'un Parti Genel
Sekreterliğine yükselmesini engelledi ve 72 yaşındaki Çernenko,
Politbüro'nun köhne üyelerinin son temsilcisi olarak Sovyetler
Birliği devlet başkanlığına getirildi.
1985 Mart'ında Çernenko'nun ölmesiyle birlikte Gorbaçof'un
önündeki son engel de ortadan kalkmış ve Komunist Parti
Genel Sekreterliği'ne yükselmişti. Çok geçmeden Andrew
Gromiko'nun görevden uzaklaştırılması (1988) neticesinde
Gorbaçof parti genel sekreterliğiyle birlikte Sovyetler devlet
başkanlığı de ele geçirmiş oldu ve hemen ardından,
Andropov'un düşündüğü yeni politikayı yürürlüğe koyarak salt
maddeci eski nesli iktidardan uzaklaştırıp Sovyetler'in yapısını
bütünüyle değiştirdi.
İktidarı ele geçirir geçirmez yaptığı ilk işlerden biri de
Brejnev dönemini sert bir dille eleştirmek ve Stalinizmi
görülmemiş bir şekilde ifşa etmek oldu. Prosterika – değiştirip
yeni baştan yapılandırma - Glasnost - serbest siyasi ortam -
ve yeni şeyler bulma düşüncesi gibi politikaların en belirgin
hadiseleri teşkil ettiği Gorbaçof dönemi, Marxızmin tarihinde
yeni bir çığar açacak ve 20. YY'ın bitimine doğru batı
medeniyetinin yaşadığı en önemli değişim sayılacaktı.
Bu dönemde hızla vuku bulan fikrî değişimler ve bunların
getirdiği sosyal ve siyasi hadiselerden sonra nihayet Gorbaçof
25 Mart 1991'de yaptığı heyecanlı bir konuşmada Marxızm ve
doğu blokunun çöküşünü bütün dünyaya duyurarak Sovyetler'in
geçmişteki hatalarını bir cümleyle özetledi: "Biz, geçmişte önemli
bir hata işledik; o da, halkımızın ötedenberi dine karşı
duyduğu fıtrî ve ruhî eğilimin farkına varamayışımızdır!"
2- Gorbaçof'un seleflerinin "Din ve Allah inancını toplumdan silme"
si yaseti:
Komunizm iktidar olduğu günden beri komunist ülkelerin
başındakiler halkın dînî inançlarını köreltmek ve dinin iz ve
etkilerini bütünüyle ortadan kaldırabilmek için ellerinden geleni
yaptılar. Din karşıtı bu çalışmalar, çeşitli toplumlarda mevcut
dinî inançlar ve benzeri şartlar gereği çeşitli usul ve
yöntemlerle sürdürüldü, ancak, din karşıtı bu faaliyetlerin bir
lahza olsun durmadığı bilinmektedir.
Mart 1919'da düzenlenen Sovyet Komunist Parti 8. Kongresi'nde
"Din karşıtı olan geniş çaplı bir eğitim organı kurulmalıdır" yolunda
yeni bir karar alınıyor ve yine partinin 1924'te tertiplediği 13. kongrede
yayınlanan bildiride şöyle deniliyordu: "Kilise, cami ve benzeri dinî
mekanların devlet tarafından kapatılması şeklinde cereyan eden
"toplumdaki dinî önyargılarla mücadele" yöntemine son verilmeli ve din
karşıtı propaganda materyalist bir ifade tarzıyla sosyal hayatın
vazgeçilmez bir parçası haline getirilmelidir". Bu yeni yöntemden
hareketle, Sovyet Komunist Parti Gençler dergisi Haziran 1942'de
yayınladığı 5. sayısında "Halihazırda dinle savaşmanın en sağlam ve
verimli yolu bilimsel materyalist dünya görüşünün yoğun propagandasını
yapmak ve yılmadan bunu sürdürmektir" diyordu. Aynı dergi Ekim
1947'de yayınlanan 18. sayısında şöyle diyecekti:
"Komunist Parti, dinî konularda tarafsız davranamaz. Bu
nedenle dinî eğilimlere karşı gerekli propagandayı sürdürür ve
idare eder. Zira Parti bilimden yanadır; dinî inançlarsa bunun
tam tersi ...."
Gerçekte Sovyetler'de vuku bulan Ekim 1917 devrimiyle
birlikte din karşıtlığına ideolojik bir anlam kazandırıldı.
Marxıst ideoloji'ye göre din, toplumların afyonu ve egemen
kesimin kitleleri uyuşturup oyuna getirmek için uydurdukları bir
şeydi. Marx'ın "Bilim bir adım ilerledikçe tanrı bir adım
gerilemektedir" cümlesi, Sovyet imparatorluğunun müslüman
toplumlarla ne çetin bir mücadeleye gireceğini anlatmaya
yetiyordu. Sovyet lideri Lenin bir konuşmasında şöyle diyecekti:
"Marxizm'e göre bütün dinler ve mevcut dînî kurumlar işçi
kitlelerini uyuşturmak ve oyuna getirmek için burjuva irticasının
kullandığı araçlardan ibarettir."
Bu tür bir düşünce tarzıyla hareket eden Marxıstlere göre
müslümanlar, sosyalizm devri öncesinin, yani kapitalizmin
kalıntılarıydı; binaenaleyh bu son kalıntıyı da ortadan
kaldırmak için iki yol öngördüler: 1- İslamî yabancı unsuru
hayatın her sahnesinden dışlamak suretiyle ortadan kaldırmak.
2- Bu yabancı unsuru, yani müslümanları Rus halkıyla karıştırarak
milli yet, ör f ve ananelerine karşı yabancılaştırıp Ruslaştırmak.
İkinci dünya savaşı çıktığında Stalin, müslümanları ortadan
kaldırabilmek için aradığı fırsatı bulmuştu. Tanınmış Rus
araştırmacı yazarlarından olan "Sovyet Müslülmanları" kitabının
müellifi mezbur eserinde şöyle der: Sovyetler Birliği devleti,
savaş sona ermeden önce bazı milletleri ihanetle suçlamaya ve
bunun tam tersini gösteren onca delil ve karineye rağmen bu
milletlerin halklarını lekelemeye kararlıydı. Böylece müslüman
yerleşim bölgelerindeki devlet kurumları bütünüyle kapatılacak,
bu bölgelerde ikamet eden müslümanlar Orta Asya ve
Sibirya'ya sürülmek suretiyle cezalandırılmış olacaklardı. Stalin'in
ihanetle suçlayıp bu tür bir cezaya çarptırdığı milletler Volga
Almanları, Budist Kalamuklar ve beş müslüman halktı: Kırım
Tatarları, Karaçapiler, Balkarlar (Kuzey Kafkasya'da yaşayan
müslüman bir Türk boyu), Çeçenler ve İnguşlar.
Ruslar, bir yandan bu topraklarda yaşayan müslüman
halkların bütün millî ve an'anevî niteliklerini yok ederken,
bir yandan da bütün dünya sathında islam kültürüne karşı korkunç
bir savaş açarak halkı müslüman ülkelerde yoğun propagandalara giriştiler,
din düşmanlığı aşılayan kitap ve yayınlar neşredip bu ülkelerde komunist
parti ve örgütler kurdular.
Komunistlerin islamı yok etme yolundaki en son çabaları
Afganistan'ı işgal etmeleriydi ki bu facia, marxızmin iktidarını
sürdürebilmesi halinde Ortadoğu ve Asya'daki bütün müslüman
milletlerin aynı akıbete uğrayıp ortadan kaldırılmasıyla
sonuçlanabilirdi.
3- Çin devlet başkanı komunizme ilk darbeyi indiriyor:
Çin'in 1949'dan beridir "Marxıst - Leninist - Maoist" bir
düşünceyle yönetildiği bilinmektedir. Ne var ki 1953'te, Stalin'in
ölümünden sonra sosyalizm kampının Çin ve Rus blokları
arasında başgösteren büyük çatlakla birlikte ideolojik çatlaklar
da aşikar olmaya başladı. Çin lideri Mao'nun, Sovyet lideri
Kruşçef'e karşı başlattığı teorik mücadele, Mao'nun Rusya'yı
revizyonistlikle suçlamasıyla noktalanmıştı. Ruslar da hemen
misillemede bulunarak Mao'yu "Şovenist çıkarlarını temine
çalışan oportünist bir revizyonist atom çılgını" olarak
nitelediler. Öte yandan Mao bununla da kalmayıp Asya – Çin
gelenekleri karşımı bir düşünceyi de marxıst düşünceyle
sentezledi. İdeolojiyle nasyonalist özellikler arasında bir uyum
sağlama çabasıydı bu. Nitekim Çin devlet başkanı Lio Shao
Chce, 1966'da ABD'li bir gazeteciyle yaptığı röportajda şöyle
diyecekti: "Mao Tse Ze-Dung, marxızmden Çin - Asya tipi
yeni bir model çıkarmıştır ortaya. Mao'nun en büyük başarısı
marxızmi Avrupa modelinden Asya modeline dönüştürmesidir.
Mao, bu değişimi gerçekleştirmede başarılı olan ilk kişidir."
Mao, "dünya proleteryası için en noksansız ideoloji" olarak
marxızmi vurgularken; onun hedeflerine ulaşmada gerekli
elastikiyete sahip olmadığını ispatlamıştı. Amerika emperyalizmiyle
Sovyet sosyal emperyalizmini karşısına alan bu görüş neticesinde
Çin uluslararası siyasi platformda inzivaya itilecek ve neticede
tekrar gündeme gelebilmek için bazı girişimlerde bulunacaktı.
Ülke içinde gelişme ve yayılma politikasının kuvvetle
uygulanması, Çin'in bu tavrının en önemli
prensibini oluşturdu. Nitekim Mao'nun "Yüzlerce goncanın çiçek
açmasına izin verin, yüzlerce düşünce okulu yekdiğeriyle rekabete
girişsin" yolundaki meşhur ifadeleri ve "İleri doğru büyük atılım",
"sosyalistleştirme mücadelesi", "kültür devrimi" ve "radikallerin
pragmatistlere karşı savaşımı" gibi uygulamaları marxıst ideolojide
ilginç değişimlere yol açacaktı. Çin'de uygulanmaya başlayan "yüz
gonca" politikasıyla birlikte bu ülkede bilim, sanat, edebiyat ve sosyal
sahalarda hür hareketler başgöstermiştir ki, Çin üniversitelerinde
görülen Mao karşıtı hür düşünce hareketleri gerçekte bu akımın
neticesidir.
4- Büyük şeytan:
Amerika devletinin şeytânî ve müstekbirânı hasletlerini iyice ifade
edebilmek için bu terimi kullanan ilk kişi İmam Humeyni -ra -
dir. Sevgil iİmam, İran'daki ABD Casusluk yuvasının (eski ABD
elçiliği) ele geçirilişinden bir gün sonra yaptığı tarihî
konuşmasında bir hadis-i şerifin açıklamasını yaparken ABD'yi
"Büyük şeytan" olarak niteledi. İran Merkez Sigorta çalışanlarından
bir gruba yaptığı 14-8-1358 tarihli bu konuşmasında sözkonusu
terimi dört kez tekrarladı.
5- Maddî ve İlâhi dünya görüşü:
Dünya görüşü denilen şey, insanın bütünüyle varlık âlemine
bakışı ve kainattaki mevcudatla bu mevcudatlar arasındaki ilişki
ve bunların başlangıç ve sonlarına getirdiği yorum ve tahlildir.
Dünya görüşü şu iki durumdan öte değildir:
A- Maddî - maddeci - dünya görüşü
B- İlahî dünya görüşü.
A- Mâddi dünya görüşüne göre varlık alemi bütünüyle maddeden
ve maddeler arasındaki irtibatların niteliği ve özelliklerinden
ibarettir. Varlık aleminde vuku bulan bütdn olaylar işte bu esas üzere
cereyan eder ve bu esasa binaen yorumlanır . Soyut ve madde
ötesi denilen şeyler hayal ürünüdür, madde ve maddenin etkilerinden
başka var olan hiçbir şey yoktur. Bu dünya görüşünden hareketle elde
edilen sonuç; varlığın başlangıç ve sonu olmadığı, yaratılış amacı diye
birşeyin sözkonusu edilemeyeceği ve kainatın bugünkü halinin
maddenin birtakım tesadüfî reaksiyonlarından ibaret olduğu, nitekim
günün birinde daha başka reaksiyonlar neticesinde daha farklı bir şekil
kazanacağı ve insanın da bu genel kanundan muaf bulunmadığıdır;
insan bu dünyaya amaçsız olarak gelir ve amaçsız olarak da ölür, insan
için madde ve maddî yaşamın sınırları dışında birtakım kemal ve
erdemler aramak hayal ve kuruntudan başka birşey değildir.
B- İlahî dünya görüşüne göre ise varlık ve vücud alemî madde ve
madden algılanabilir hadiselerden ibaret değildir; bilakis, varlık alemi
madde ve madde ötesini birlikte kapsamına alan bir hakikattir. Tabiat
aleminin ötesinde, maddeden daha üstün ve maddenin her nevi özellik
ve etkilerinden ve tabiat aleminde vuku bulan değişim ve hadiselerden
bütünüyle uzak bir alem vardır. Maddi veya gayri maddi bütün varlık
aleminin üzerinde olan bir ilk ve başlangıç vardır ki herşeyden
müstağnidir ve varlık dünyasındaki bütün mükemmellikleri mutlak
anlamda taşır; varlık, özellik, mükemmellik, kalıcılık:.. vb. her konuda
bütün mevcudat O'na bağlı ve O'na muhtaçtır. Bu cümleden olmak üzere
bütün diğer mevcudat gibi insan da, mevcut herşeyin O'na dönmekte
olduğu amaca doğru seyretmekte ve yeni bir hayatın başlangıcına
doğru ilerlemektedir: Bu esasa göre varlık alemiyle birlikte insanın da
bir amacı ve gayesi vardır; kainat sağır, dilsiz ve şuursuz değildir,
tesadüfen meydana gelmediği gibi, tesadüfî bir vak'ayla da
değişmeyecektir. Herşeyi bilen alim, kadir ve mutlak hekîm olan mutlak
bir varlığın ilim, hikmet ve iradesi bütün bu varlık alemini yönetip
idare etmektedir.
6- Maddi varlık "soyut" a dayanır:
İnsan, kendisi dışındaki dünyayı his ve idrak yoluyla algılar; yani
his, nesneleri ve eşyaları teker teker idrak eder ve zihne verir. Sonra
da, bunlar arasındaki müşterekleri göz önünde tutarak müşterek
anlamlarını kıstaslarından soyutlayıp genel anlamı ortaya çıkarır.
Mesela insan bireylerini ilkin Hasan, Ali... vb. gibi ferdi isimleriyle
tanır ve algılar; ardından, bütün bu bireylerdeki bir müştereği - mesela
insan
olmalarını - ayırarak bunu teker teker bireylere yöneltir ve Hasan
insandır, Ali insandır... der. Bireyler ve tekeller arasındaki bütün
müşterekleri böyle genelleştirerek genel anlamlar çıkarır. Bireyin kendisi
dışındaki herkese de uyguladığı kıstaslara gare diğer bütün bireylerde
müşterek olan bu anlam ve mefhumlara "genel veya küllî manalar"
denilir.
Ne var ki, insanın dış dünyasındaki herşey birey ve tekellerin kendi
kıstaslarıdırlar. İnsan bu dış dünyada daima madde ve maddenin özel
gereçleriyle - şekil ve miktar gibi - birlikte olduğundan ve belli bir
maddenin özel şekil ve miktarları ancak bir tekel veya bir birey için
geçerli olup diğer birey veya tekeller için başka bir maddenin, başka
özellik ve oranlarını gerektirdiğinden dış kıstaslar daima cüz'î ve
tekeldirler. Halbuki bu dış nesne ve kıstasların verdiği müşterek anlam,
madde ve maddenin gereçleriyle birlikte zihinde var olamaz. O halde
"genel" denilen şey, dış nesne ve kıstaslara uygulanan bir nevi zihnî
soyutlamayla elde edilen "aklî bir mefhum ve anlam" dır.
His ve algı yoluyla elde edilip zihne birtakım tecrübeler
kazandırarak gerçekte bir nevi "dış dünyadan görüntüler alma" sayılan
cüz'i ve tekel mevzuları idrak eden zihin, bunlardan genel ve aklî
anlamlar çıkarır. Mesela birbirine bağlı ve zincirleme olarak düzenli bir
şekilde ard arda cereyan eden olayların tesadüfi olamayacağını anlar ve
bundan "nedensellik kuralı"nı çıkarır. O halde "genel kurallar" denilen
şey, cüz'i ve tekel nesne ve olaylar arasında mantıkî irtibatlar kurup
bunlar arasındaki öznel ve gerçek ilişkilerden ortaya çıkan hüküm, tespit
ve belirlemelerdir.
Genel kurallar aklidirler; zira hissin yaptığı şey sadece
tekelleri görüntülemektir; tercüme de birbiriyle ilgili olay ve
nesnelerin ard ardalığının otraya çıkarımasıdır ki “neden-sonuç”
denilen ilişki budur. Başka bir deyişle his ve tecrübe falan olayın filan
olaydan sonra meydana geldiğini gösterir; ancak,
“falan olayın filan olayın neticesi olduğu” nu söylemek ve
bunlardan genel kurallar çıkarmak his ve duyunun değil aklın
işidir.
7- Hissî bilim ve bilgi, aklî bilim ve bilgiye dayakdır:
Bilgi ve idrak için gerekli olan birincil gereç ve insanın
kendi dışındaki dünyayı tanıyıp algılayabilmesi için gerekli şart his,
duygu ve duyu organlarına sahib olmadır. Zira duygu denilen şey,
duyu yoluyla algılanabilen nesnelerin dış varlığından o nesnelerle
ilgili "bilginin hammaddesi"ni alıp zihne gönderir. Mese1e görme
duyusu, nesnelerin şekil ve hacmini duyarak (algılayarak) zihne
aktarır. Ancak, bu hammaddeler - o nesnenin şekli, hacmi, ağırlığı... vb.
diğer maddî ve nesnel özellikleri - arasında makul ve mantıkî
irtibatlar kurmak ve bütün bunlardan belli bir "sonuç" a varmak
duygu ve hisle mümkün değildir. Zira his ve duygunun yapabileceği
azamî faaliyet, nesnenin dış durumlarıra - beş duyu organı
yoluyla - algılayıp zihne aktarmaktır. Birbirini izleyen bu olay ve
nesneler arasında gerçek ve öz irtibatların var olup olmadığına
karar verme işiyse duygu mekanizmasının imkanları dışındadır.
Mesela duygu mekanizması "iyileşme" duyusunu ancak bir ilacı
kullandıktan sonra elde edebilir. Sözkonusu ilacın birkaç kez
kullanılması ve her defasında şahsı iyileştirmesi neticesinde zihinde
bir "tecrübe" oluşur ve zihin, bu ilacın "iyileştirici olduğu"
sonucuna varır. Zihinde "sözkonusu ilacın her defasında iyileştirici
rol oynamasının tesadüfî olamayacağı", o halde "bu ilacın
iyileşmenin sebebi olduğu" gibi gizli bir kıyasın var olmaması
halinde zihnin belli bir tespitte karar kılmayacağı ve mezkur
sonuca ulaşamayacağı açıktır. Binaenaleyh duyu yoluyla elde
edilen öncülllerden varılan sonuç, akıl ve akıldan kaynaklanan
genel hükümler yardımcyla ulaşılan bir sonuçtur ve his yoluyla
gerekli tecrübe ve deneyim kazanıldıktan sonra bu aklî hükümler,
daha nihaî hükme varabilmek için yeni öncüller ve ortam
hazırlarlar. Başka bir deyişle, mantıkî kıyaslamalarda, dışarıdan
ve duyu yoluyla elde edilen küçük önermenin, aklî bir hüküm
olan büyük önermeye eklenmesi gerekir ki bir sonuç
alınabilsin. Keza birincil bedihiyat (ör:iki zıt şeyi birbiriyle
toplamanın imkansız olduğu gibi) kanunları gibi genel geçer
aklî kanunlarla, zihinde var olduğunu bildiğimiz bu gizli
kıyaslama ve karşılaştırmalar mevcut olmasaydı insanoğlunun
bütün öğrendikleri, zihnî irtibatlardan tamamen uzak, sırf üst
üste yığılmış bir bilgi hammaddesinden ibaret olur ve bunlardan hiçbir sonuca
ulaşamazdı.
8. Bakara Suresi, 55. ayet
Bu ibare Bakara Suresi’nin; İsrailoğulları’ından bir grubun
hz. Musa’dan - as - Allah’ı kendilerine göstermesini, O’nu
gçzleriyle görmedikçe kendisine inanmayacaklarını söyledikleri
55. ayetin bir kısmında geçer. Bu istekte bulunanlara Kur'an'ın
verdiği cevap şudur: "-Siz İsrailoğulları şöyle de - demiştiniz:
Ey Musa! Biz Allah'ı apaçık görmedikçe inanmayız sana!
Bunun üzerine siz bakınıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı."
9- En'am Suresi, 103. ayet:
"Gözler onu idrak edemez, O ise bütün gözleri idrak eder, O latif
olandır, haberdar olandır" ayetinde de geçtiği üzere Allah Tealâ
bütün varlıklardan farklıdır. Zira bu varlıkların bir kısmı hem görür
hem görülürler - ör: insan -; bir kısmıysa ne ne görür, ne
görülürler-ör: insanların bazı da sıfatları – cansızlarda olduğu
gibi bazıları da görülür, fakat kendileri göremezler.
Kendisi görülmeyen, fakat bütün mevcudatı görebilen yegâne varlık
Allah Tealâ'nın münezzeh zâtıdır.
10- Farabi'nin biyografisi:
Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed Farabî hicri kamerî
260'da (milddî 874'te) Maveraünnehir'in Farab şehrinde dünyaya
geldi. Marifet alemine adım atmadan önce, Farab'da kadılık
yapıyordu. Müref feh bir yaşam ortamı vardı. Felsefeyle ilgilenip
yalnız bir yaşam ve uzlete çekildikten sonra, kırk yaşında, Arapça
ve mantık dersleri almak üzere Bağdad'a gitti. Bağdad'dan Harran'a
geçerek edebiyat, dilbilgisi, matematik, geometri, müzik ve mantık
derslerini burada tamamladı.
Mantık biliminde ileri bir üstad payesine erişmiş
olduğundan, Bağdad'a döndükten sonra bütün vaktini felsefeye
verdi.Aristo'ya ait bütün kitapları toplayıp mütalaa etti.
Ömrünün otuz yılını hikmet ve felsefe sahasının geçmişteki
tanınmış isimlerinin eserlerine şerh yazmak, bunları ögretmek ve
bu dallarda yeni kitaplar yazmakla geçirdi. Bir yandan mevcut
siyasî kargaşalar, bir yandan zındıklık. - dinsizlikle - suçlanması nedeniyle
tasavvufçu dervişlerin kılığına girerek Bağdad'dan Demeşk'e kaçmak zorunda
kaldı.
Farsça, arapça ve türkçe eserler yazmış, eserlerinde bu dilleri çok iyi
kullanmıştır. Bildiği birkaç yabancı dil daha vardı. Eserlerinden de
anlaşılacağı üzere sadık bir müslüman ve Ehl-i Beyt'e - s - gönülden bağlı bir
şiiydi. Farabi'nin önemi daha çok, Aristo'nun (ilköğretmen) kitaplarına yazdığı
şerhlerine dayanır. Hikmet ve felsefe üstadları onu bu dalda "ikinci öğretmen,
ikinci üstad" olarak adlandırmışlardır. H.K. 339'da (m:950'de) seksen yaşında
dünyadan göçtü.
Farabi'nin tanınmıış kitapları şunlardan ibarettir: İhya-ul Ulum, Ârd-e
Ehl-i Medine-i Fazile, Siyaset-i Medine, Makalete Fî İhraz Ma Ba'd'et Tabiat,
Risalet-e Fî İsbât-el Mufârıkât, şerh-i Risale-i Zenon-u Yunânî, Tâlikât, El
Cem'u -Bayn'el Rey'il Hakemeyen, Tahsil-ul Saadet, EI Musikî-il Kebîr, Risalet-
i Fi'1 Akl, Uyûn-el Mesâil, Ma Yesheh Ve Ma La Yesheh Min Ahkdm-il Nücûm.
11- İbn-i Sîna'nın hayatı:
Ebu Ali Sina h. k. 370'de (m: 980'de) Buhara'nın Efşene adlı köyünde
dünyaya geldi. Küçük yaştan itibaren Buhara'da ilim tahsil etti, 10 yaşındayken
Kur'an-ı Kerim'i ezberledi ve Hint matematiği, mantık, geometri, astronomi ve
fıkıh dersleri aldı. Aynı yaşta İsa Kucî (Ferfuryes'un mantık kitabı) ve Oklitus
(M.Ö 3. YY' da Oklitus tarafından yazılan geometri kitabı) kitaplarını mütalaa
ederek bu kitaplarda önemli hatalar tespit etti. Onaltı yaşında tıp bilimine
merak sardı, tıp kitaplarını okuyup mütalâa ettikten sonra hasta kabul etmeye
başladı. Bu devreden sonra tekrar fıkıh, felsefe ve mantığa yöneldi. Farabi'nin
eserleri İbn-i Sina'nın dikkatini çekmiş ve onun yeniden felsefe dalında geniş
araştırmalara başlamasını sağlamıştı.
İbn-i Sîna son derece dindar ve âlim bir zattı. Herhangi bir mevzuyu
anlayamadcğı veya bir konunun idrakinde aciz kaldığı vakitler camiye
gider, namaz kılıp Allah'a yakarır ve sözkonusu mevzuyla ilgili gerekli
ihlamı alıncaya kadar camiden
çıkmazdı. Felsefe ve tıp dallarında yazmış olduğu kitaplar
inanılmayacak kadar fazladır. Onsekiz yaşından sonra pek mütalaa ve ilmî
çalışma fırsatı bulamadığı, zamanını daha ziyade çeşitli siyasî mevkilerde
hizmetle geçirdiği hatırlanacak olursa eserlerinin sayısının fevkalâde bir
rakam olduğu daha iyi anlaşılır. Telif ve mütalâa çalışmalarını bir an
olsun aksatmadı. Yolculukta, hapiste veya çeşitli toplantı ve davetlerde
fırsat buldukça yazdı. Süratle yazdığı eserleri arasında yeniden gözden
geçirdikleri pek azdır.
H. k. 428'de (m: 1037'de) Hemedan'da öldü. Önemli eserleri
şunlardır: şifa (felsefe dalında) İşarât ve'l Tenbîhât (mantık ve hikmet),
Necât (nazarî hikmet), Dânişname-i Â'laî (mantık, ilahiyat ve tabiat
bilimi), Kanun-u Tıp...ve diğer onlarca kitap ve risale.
İbn-i Sîna dünyaca ünlü bir bilimcidir. Eserleri dünyanın tanınmış
üniversite ve akademilerinde ana ders kitabı olarak okutulmaktadır.
12- Hikmet-i Meşâ:
Temellerini Aristo'nun kurduğu, onun öğrencileri ve izleyicileri
tarafından geliştirilip yaygınlaştırılan bir felsefe akımıdır. Farabî ve Ebu
Alî Sîna gibi pek çok islam düşünürü onun yöntemini izlemişlerdir.
Mezbur felsefenin "hikmet-i meşâ" adını almasının sebebi, Aristo'nun
derslerini açık havada ve yürüyerek vermesiydi ("meşy" kelimesi
"yürüyenler" anlamına gelen "peripatetîciens"in arapçasıdır).
Bu felsefeye göre hakikat ancak akıl ve mantık yoluyla anlaşılabilir.
Keza insan aklî ve mantıkî güçlerini doğru bir şekilde ve yeterince
kullanırsa varlıkların dış alemdeki gerçeklerini anlayabilir. "Meşâiyye
felsefesi" tanrı, insan ve kâinat gibi varlık âleminin bütün gerçekleriyle
ilgilenir.
13- .... her çeşit istidlâlin ona dayandığı genel kural ve manaların idrakleri
mahsûs değil, mâkuldür.
Bu ibareyle ilgili açcklama 6 no'lu dipnotta yapılmıştı.
14- Sühreverdi'nin hayatı:
Şeyh sahabeddin Sühreverdi h . k . 549' da Zencan
yakınlarındaki Sühreverd kasabasında dünyaya geldi. Okuma yazma
öğrendikten sonra Merâğe'ye giderek ilk tahsilini orada tamamladı.
Daha sonra İsfahan'a giderek burada o dönemin bütün bilimlerini tahsil
edip henüz onaltı yaşındayken üstad oldu.
Şahabeddin yaptığı inceleme ve araştırmalar neticesinde dünyadaki
bütün varlıkların gerçekte ışıktan meydana geldiği ve bu ışıkların
yekdiğerine yansımakta olduğu sonucuna vardı. Bu karşılıklı yansımayı
"işrâk" terimiyle açıkladığı için o tarihten itibaren kendisi de "şeyh-i
İşrâk" (ışıkçı bilge) Iakabıyla anıldı. Tahsilini tamamladıktan sonra
dünyaca ünlü büyük eseri "Hikmet'il İşrâk"ı (İşrakiye Felsefesi) yazmaya
başladı ve ardından dünya seyahatine çıktı. Pek çok yeri dolaştıktan
sonra Rum'a, oradan da Şam'a geçti. Şam'ın yönetimi o sırada
Selahaddin Eyyubi'nin elindeydi; Haleb'i de oğlu Melik Zâhir
yönetiyordu. Melik Zahir, seyh İşrak'ı pek sevmiş, bu büyük insana
elinden gelen yardımı esirgememişti. Ne var ki, onun şeyh'e duyduğu bu
samimiyet ve yakınlığı çekemeyen Şam uleması haince bir komplo
tertipleyerek Şeyh İşrâk'ı dinsizlikle suçlayıp Selahaddin Eyyubi'den
Şeyh'i öldürtmesini istediler. Saray ulemasına pek çok şeyini borçlu
olan Selahaddin Eyyubî onların bu isteğini geri çevirmeyip Şeyh'i
zindana attırdı ve çok geçmeden zindanda boğdurup öldürttü.
Sühreverdi'nin "Hikmet'il İşrâk"tan başka "EI Telvîhat", "EI Meşâre
Ve'1 Metarıhât" ve "EI Mukavemât" gibi daha birçok tanınmış eserleri
vardır.
15- Hikmet-i İşrâk:
Bu felsefe okulu, tarihi temelleri bir yandan Kur'an'ın
düsturlarına dayanan, bir yandan da "Eflatunculuk" –Platonculuk
ve "Yeni Eflatunculuk" felsefe okullarından ilham alan en değerli
islâmî felsefe sistemlerinden biridir. Felsefe sahasında dünyaca ünlü
tanınmış İranlı filozof, ârif ve mütefekkir Şeyh Sehabeddin
Sühreverdi bu düşünce okulunun babası sayılır. Bu ünlü felsefe
öğretisine göre varlık âleminde ne varsa, tamamı "nur" ve
ışıktan ibarettir ve hiçbir şeyin nur dışında hakiki bir varlığı yoktur.
Şehid Şeyh Sühreverdi'ye göre varlığın temeli olan nur ve ışığın mertebe
ve şiddet dereceleri vardır, bazı nurlar zayıf, bazısıysa güçlüdür, keza
bazc ışıklar seyrek ve renksizken bazıları oldukça yoğun ve parlaktırlar.
Kâinat bu ışık ve nurların karşılıklı olarak birbirlerine yansımasından
(işrâk) başka bir şey değildir. Şehabeddin'e göre varlık aleminin
üyelerinden biri olan insan da nur ve ışıktır. İnsandan ışıyıp diğer
mahlukat ve nesnelere yansıyan bu ışık ve nur nedeniyledir ki insan
başkalarına faydalı olabilir ve başkalarından ışıyan ışınlarla kendisi de
aydınlanabilir.
İşrakiyye felsefesine göre nurlu olmayan hiçbir cisim görülemez.
Fazla miktarda ışık ve nur gözü alır, daha şiddetli miktarıysa kör eder.
Bu nedenledir ki insanoğlunun gözleri, "Nurel Envâr" (Nurlar Nuru)
olan Allah Tealâ'yı göremez, insanın gözleri bu fevkalade nur karşısında
kör olur çünkü. Bütün varlık ve nesneler, "Nur-el Envâr"dan ışık alır ve
O'ndan aydınlanırlar; onlardan yansıyan veya onlara çarpan ışık da yine
O'ndandır. Bu felsefi düşünceye göre nurlar arasındaki ilişki iki temel
asla dayanır: "Kahr aslı" "Aşk aslı". Kahr (mutlak galip gelen, her an
kahretmeye muktedir Allah T ealâ'nı n vasfı ) aslına göre üst mertebede
bulunan bir nur, alt mertebede bulunan bir nura "kahir" ve ona
tam anlamıyla hakimdir. Aşk aslına göreyse aşağı mertebede bulunan
bir nur, kendisinden daha üst mertebede bulunan nuru - ki neticede Nur-
el Envâr'ı - sever ve O'na karşı yürekten bir aşk ve eğilim duyar.
16- İnsanın kendi gerçeğini - sevgi yoluyla - kendi görebilme idrâkî:
İnsan, olaylar ve nesneleri iki yolla tanır ve anlar: Birinci yol,belli
bir aracı veya aracılar yardımıyla anlayıştır. Bu tür idrak ve anlayışta
aracı olan şey; ister duyu yoluyla algılanabilen, ister duyuya gerek
kalmaksızın algılanabilen şey veya şeyler konusunda zihnin elde etmiş
olduğu biçim ve imgedir. Sözkonusu imge ve zihinsel biçimeyse ya aklî ve
mantıkî delillerle, ya da duyu ve tecrübelerle varılır ki bu tür bilme ve
idrake husulî - edinilen - ve iktisâbî - başka yollarla edinilen - bilgi
denilmektedir.
İkinci yolsa, bilenle bilinen şey arasında hiçbir aracı ve
vasıtanın olmadığı idrak yoldur. Burada idrak edenle idrak
edilen arasında direkt bir bağlantı vardır ve idrak usulû bir nevi ilâhî bir
sezgidir. Başka bir deyişle bilinen şey; bilenin huzurundadır, onunla
birliktedir. İşte bu tür bilim ve bilgiye huzuri veya şuhudî bilgi (içten
kaynaklanan sizgisel anlayış) denilir.
İnsan kendisini, kendi durumunu ve kendi varlığıyla ilgili
herşeyi yukarıda anlatılan ikinci yöntemle bilir ve anlar. Yani insan
kendi gerçeğini sezgi ve şuhûdî idrak yoluyla anlar; insanın bu anlamda
kendi kendisini tanıyabilmesi için hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur. Bilâkis,
dış dünyasındaki şeyleri duyu yoluyla algılayabilmesi de bu "kendini
tanıma ve kendi gerçeğini idrak etme" bilincine bağlıdır. Yani meselâ
"ben görüyorum" diyebilmek için şahıs görme olayını ve görme duyusuna
sahib olduğunu bilmelidir, bu ise "kişinin kendi gerçeğini görme ve
anlaması" ndan başka bir şey değildir. O halde şahıs önce "kendisi" ni,
sonra sahib olduğu araç ve imkanları tanıyıp bilmeli; bu bilgiyle
donandıktan sonradır ki kendi gücü ve sahib olduğu araçları
kullanmasının doğurduğu neticeleri anlayıp idrâk etmelidir. Binaenaleyh
bütün olay ve hadiseler dönüp dolaşıp neticede kişinin "kendi özünü
bilmesi" ve "kendi varlığının gerçeğini kavramış olması"na
dayanmaktadır.
17- Hikmet-i Müteâliye:
Bu felsefe okulunun kurucusu Sadr'ul Müteellihiyn -
Sadreddin Şîrâzî - dir. Aşkın bilim de diyebileceğimiz "hikmet-i
müteâliye", salt aklı esas alan akılcı felsefeyle, salt sezgi ve
duyguyu esas alan irfânî - tasavvufî düşüncenin barışık bir
toplamıdır. Akla ve delile dayalı olup sezgi ve duygu yoluyla
elde edilebilen bilgileri bütünüyle reddeden akılcı düşünceyle;
sezgi ve his yoluyla gerçeklerin kavranabileceğine inanan işrâki
düşünceyi bir araya getirip temel hakikatlerin ancak irfânî yol
ve yöntemlerle kavranabileceğine ve bu yolda gerekli menzillerin
katedilmesi gerektiğine inanan irfânî felsefeyi toplamış olan
Sadreddin Şirâzî irfân, işrakçı tasavvuf ve akılcı düşüncenin
her üçüne de yer verdiği bu yeni felsefenin temel kurallarını
Kur'an tabir ve tefsirlerine dayak olarak açıklamaktadır.
Molla Sadrâ'nın sezgi ve işrâkı delil ve senet olarak kabu1 etmediğini
de hemen belirtelim; zira ona göre felsefenin sahası hissî değil, aklî
mevzulardır. Ancak, mantıkî delil ve algıların kıyas ve değerlendirilmeleri
sırasında hak nurunun işrâkından, sezgiden ve hakikatlerin bağlantılı
olduğu o nur çeşmesinden aklın müstağni olmadığını da belirtmek ve
defalarca, falan konuda anlayamadığı noktaların hakkın tecellisi ve hak
nurunun kendisine yansıması neticesinde gün ışığına kavuşmuş olduğunu
vurgulamaktadır. Molla Sadrd'nın felsefesini oluşturan ana prensiplerin
önemli bir kısmı daha önce sönlenmiş olup diğer felsefe kitaplarında da
vardır. Ancak onun hüneri, bunları keşfetmiş olması ve halledilmeyen pek
çok felsefi meseleyi bu prensiplerle çözmesidir. Sadreddin Şirazi'nin
felsefesini teşkil eden iki ana prensip "asalet-i vücud" (varlığın biızat salt
değer oluşu) ve "cevherî hareket" ("öz"lerin süreğen değişimi) dir.
Varlığın asaleti bahsinde, "asil" denilen, yani kendi özü itibarıyle
değer ve kemal taşıyıp bizzat kendiliğinden ortaya birşeyler koyabilen
unsurun mevcudatın nitelik ve mahiyetleri -öz- değil bizzat kendi varlıkları
olduğunu ispat etmekte ve nitelik denilen şeyin, varlığın hudut ve
çerçevesinden çıkarılan bağlantılı - itibârî - bir unsur olup kendi başına
hiçbir değer ifade etmeyeceğini ortaya koymaktadır.
"Cevherî Hareket" prensibine göre varlık aleminde vuku bulan
bütün nitel ve nicel değişimler, varlıkların "öz" ve "cevher"
lerindeki değişimlerden kaynaklanmaktadır. Madde dünyası
durmak bilmeyen süreğen bir değişim içindedir. Hiçbir şey olduğu
gibi kalmamakta, herşey belli bir gaye ve hedefe doğru -
sürekli değişimlere uğrayarak - hareket etmektedir. Zira
maddenin varlığı tamamen "öz" ve "cevher"in varlığına
bağlı olup bağımsız ve müstakil değildir O halde maddenin
uğrayacağı bütün değişimler kaçınılmaz olarak cevher ve özde vuku
bulavak değişimlere bağlıdır. Başka bir deyişle varlık dünyasında
vuku bulan değişimler, bizzat cevhere eklenen mütevâlî ve birbirine
bağlı varlık tevâlisidir ki bu da "öz" ve "cevher"i bir lahza olsun kendi
halinde kalmayan ve feyyaz kaynağından aldıklarıyla sürekli varlığını
yenileyip mevcudiyetini sürdüren "her an değişim halindeki bir unsur" a
çevirmektedir.
18- Sadr'ul Müteellihiyn'in hayatı:
Molla Sadra ve Sadr'ul Müteellihiyn Iakaplarıyla tanınan
Sadreddin Şîrâzî h. k. 979 (m: 1571) de Şiraz'da doğdu Fıkıh ve usul
derslerini tamamladıktan sonra tahsilini sürdürmek üzere İsfahan'a
gidip burada aklî bilimleri okudu. Ulaştığı bu îlmî seviyeden sonra
hikmetçiler, felsefeciler, irfançılar ve kelamcılar tarafından yazılmış
olan bütün eserleri dikkatle incelemeye başladı. Yaşadığı çağın
dogmaları ve donuk düşünceleriyle savaştığı ve felsefeye yeni terim ve
kelimeler getirdiği için taplumun baskı ve eziyetlerine maruz kalıp
doğup büyüdüğü toprakları terkederek Kum yakınlarında bulunan
"Kuhek" köyüne yerleşmek zorunda kaldı. Yedi kez hacca gitti, son hac
ziyaretinde, 71 yaşındayken Basra'da öldü ve orada toprağa verildi.
Sadr'ul Müteellihiyn, felsefenin bütün dallarına el atan ender islam
düşünürlerinden biri ve çağının dehasıdır. Akli bahislerde fevkalade
dikkatli, gelmiş geçmiş bütün felsefe ve mantık tartışmalarına tamamen
vakıf, okuduğunu süratle idrak ve intikal yeteneğine hâiz, olağanüstü
zeki, en karmaşık meseleleri bile derhal çözebilecek bir deha, mevzu
seçiminde gayet ince ruhlu ve zevk sahibi, daima şen ve güleç, süs ve
gösterişten uzak, sade, şer'î riyazet ve mücahedeyle iç içe ve daima hak
resullerinin izinde bulunan ender rastlanır bir bilge ve düşünürdü.
Molla Sadra'nın yazmış olduğu kırka yakın eser arasında Asfar -ı
Erbaa (Aklın dörtlü yolculukları) gerçekten kayda değer bir şaheserdir.
Dünyaca tanınmış diğer eserlerinden birkaçı şöyle sıralanabilir:
Hikmet'ul İşrak'a Talikat, İlahiyyat-ı Şifa'ya Talikat, Hikmet-i Arşiyye,
Şevahid- urrububiyye, Şerh-i Usul-i Kafi, Mebde' ve Miad.
Molla Sadra "Hikmet-i Mütedliye" denilen felsefe ve meşhur
"cevherî hareket nazariyesi"nin kurucusudur. Cismanî miad - öldükten
sonra cismin de dirileceği - inancını ilmî ve mantıkî olarak açıklayan
ilk kişidir.
19- Muhyiddin bin Arabî'nin hayatı:
Muhiddin Arabî veya İbn-i Arabî lakaplarıyla meşhur olan
bu âlim zat, islam dünyasının en ileri sûfîsi ve en büyük tasavvufçusudur.
Gerçek adı Muhammed olan Muhiddin h. k. 560'da (m: 1165) Endülüs'ün
(İspanya) Morsiya şehrinde doğdu. Kur'an'ı okuyup yazmayı öğrendikten
ve bu dalda öğretmenlik yapacak seviyeye ulaştıktan sonra fıkıh, kelam
ve hadis bilimlerini öğrenmek üzere babası tarafından Aşbiliye'ye,
gönderildi. Bu sırada sadece sekiz yaşındaydı. Aşbiliye' de Fâtıma adlı,
soyu İmam Cafer Sâdık'a dayanan son derece inançlı ve bilgili bir yaşlı
kadınla tanıştı ve bu büyük üstaddan, ilâhî aşkı elde etmedikçe ilimle
uğraşmanın hiçbir işe yaramayacağını, bu sonsuz sevgiye ulaşabilmek
içinse irfânî ve tasavvufî merhalelerin katedilmesi gerektiğini öğrendi.
İbn-i Arâbî'yle İspanyalı tanınmış islam düşünürü İbn-i Rüşd'ün
tarihi karşılaşması, Muhiddin'in henüz 20 yaşında olduğu günlere
rastlar. Bu görüşme her ikisi üzerinde de önemli ve derin tesirler
yaratmıştır. Muhiddin, sözkonusu görüşmeden sonra önce İspanya, sonra
da Afrika'yı baştanbaşa gezdi; bu uzun yolculuk sırasında pek çok
düşünürle tanıştı, onlarla ilmî ve irfânî mübahese ve tartışmalara girdi.
Afrika'dan, islam dünyasının doğusuna yönelerek h. k. 598'de (m: 1201)
Mekke'ye vardı ve Ka'be'yi ziyaret etti. Tamamlanması otuz yıl süren
tanınmış eseri "Fûtuhât-ı Mekkiyye"yi işte burada yazmaya başladı.
Muhiddin'in kendine has yüksek idrak ve irfanıyla, bu irfânî
meseleleri pervasızca açıklaması ve bazı yobaz ulemanın bu yüce âşıkâne
anlamları idrak yeteneğinden yoksun olması bir süre sonra onun küfür
ve dinsizlikle suçlanmasına neden oldu. Muhiddin, bu tür alimlerle
karşılaştığında onlarla tartışmaya girmemeyi yeğliyordu, hatta bir
defasında hayatı tehlikeye düştüğünde Mekke'ye sığındı. Bu dönemden
sonra Rum'a, oradan da, Hikmet-i İşrâk okulunun kurucusu Şeyh
Şehabeddin Sühreverdi'yle görüşmek üzere Bağdad'a doğru yola çıktı.
Halep ve Demeşk'e gitti. H. k. 621'de (m: 1224) Demeşk'te hayata
gözlerini yumdu. İkiyüzden fazla eseri olan bu büyük ârifin en tanınmış
kitapları "Fütuhât-ı Mekkiye" ve "Füsus'el Hikem" dir.
20- Kum şehri:
Kum şehri h. 3. yy.'dan bu yana dünyanın en tanınmış islâmî bilimler
merkezlerinden biri olagelmiş ve 12 yüzyıl boyunca islam aşıklarını
eğiterek fıkıh, tefsir, ahlâk, irfan ve hadis sahalarında namlı alimler
yetiştirmiştir. Ötedenberi ilmî ve isldmî bir merkez olarak şöhret bulması
ve Ehl-i Beyt'in 7. imamı Musa bin Cafer - s - hazretlerinin mümine
kızları Fatıma-ı Masume'nin - ks - mutahhar makberlerinin burada
bulunması nedeniyle Kum şehri, bilhassa büyük şia müçtehid ve fakihi
merhum Ayetullah Hayri - Hairî -'nin bu şehre gelişinden sonra 14. yy.'ın
yarılarından itibaren - h.k. 1340 - islam uleması ve islamî
araştırmalarda bulunmak isteyen herkesin uğrak yeri oldu. Artık tanınmış
islam bilginleri diğer ülke ve şehirlerden akın akın buraya geliyor ve
medrese açarak dinî bilimler öğrencilerine ücretsiz ders veriyorlardı.
Bugün Kum şehri, çeşitli ülkelerden gelen onbinlerce dinî
öğrencinin muhtelif islâmî bilimleri tahsil etmekte olduğu en önemli
ilmiye merkezi durumundadır. İlim ve bilgi aşıkları bu merkezdeki ilmî
medreselerden birinde ilk eğitimlerini tamamlayıp ön dersleri bitirdikten
sonra fıkıh, usul, tefsir, hikmet ( felsefe), irfan, hadis, tarih...vb.
islâmî bilim branşlarından birini seçer ve o dalda uzmanlaşıncaya kadar
araştırma ve tahsillerini sürdürürler.
Kum Dînî İlmiye Medresesi kurulalıberi burada okutulagelen
başlıca derslerden biri de islâmî hikmet ve irfan (hem ilmî, hem nazari)
olmuştur. Bu dalda ilk ders veren âlim, merhum İmam Humeyni'nin - ra -
irfan hocası merhum Ayetullah Muhammed Ali Şahabadî olmuş, ondan
sonda da İmam Humeyni'yle - ra - Allâme Tabatabâi - ra - bu derslere
üstadlık etmişlerdir. Halihazırda onların yetiştirmiş olduğu değerli
öğrenciler, aynı dalda tahsil etmekte olanlara ders vermektedirler.
21- Marifet menzilleri:
Gerçeklerin aslına vararak meselelerin künhüne ulaşabilmek
ve hakikat'i insanın zannında beslediği veya görünürdeki haliyle
değil de asıl içyüzüyle idrak edebilmek için ariflere göre bir
takım tarikatler ve seyr-ü süluktan geçip eğitilmek gerekir. Bu
eğitimin herbir merhalesinde şahıs gerçeklerin künhüne varmasını
engelleyen bir maniadan kurtularak bir sanraki merhalenin hakikatlerini
anlayabilecek yeteneklere kavuşur.
Tasavvufta bu merhalelere "menzil" denilir. Ariflere göre bu
menzillerin her birinin kendine has zorluk ve sınavları vardır ki, daha
önceden bu sınav ve zorlukları bizzat başarıyla geride bırakmış bir
mürşid ve üstadın gözetiminde olmaksızın bu menzillere ulaşabilmek ve
mezkur sınav ve zorlukları başarıyla atlatabilmek imkansızdır. Bu
menzillerin sonunda sulûk eden şahıs (salik) visale ulaşır ve Hakkın
varkğında eriyerek (fenaî fiillah) feyz ve marifet pınarlarına varıp
bütün hakikatleri bizzat kaynağından ve aslından müşahade eder.
Ariflerin kitaplarında bu menzillerin sayısıyla ilgili çeşitli rakamlar
geçer, ancak, kimi arifler bu menzillerden “heft şehr-i aşk” (aşkın
yedi şehri) adıyla sözetmişlerdir.
22- Afganistan meselesi:
1979'da Babrak Karmal'ın Afganistan'da gerçekleştirdiği marxıst
darbenin hemen akabinde Sovyet orduları Karmal hükumetinin yardım
talebi gibi bir bahaneye dayanarak bu ülkeyi işgal ettiler. Afganistan'da
90 binden fazla Rus askerinin biriktiği 1980'den sonra yerli Afgan
ordusu, mücahidler ve sivil halk, Rus ordularına karşı amansız bir savaş
başlattılar. Bu savaş sırasında pek çok şehir, kasaba ve köy yerle bir
oldu, her iki taraf ağır kayıplara uğradı. Aralıksız süren cihad ve
müsIüman Afgan halkının yiğitçe direnişi bu ülkede ard arda ihtilaller
olmasına ve Sovyet güdümIü marxıst kabinelerin bütün planlarının suya
düşmesine yol açtı. Savaşta uğradığı ağır ekonomik zararlar ve insan
kaybı, Sovyetler'in dünya platformundaki prestijini yitirmesine ve ülke
içinde önemli siyasî ve ekonamik krizlere düşmesine neden oldu.
23- Din toplumun afyonu._
Dinin toplumun afyonu olduğu ibaresi, Sovyetlerin ilk
komunist lideri Lenin'in kullandığı ifadedir. Lenin, Genç
Komunistler Sendikası 3. Kongresi'nde yaptığı konuşmada şöyle
demişti: "Marxızm materyalizmdir ve dinin amansız düşmanıdır. Din
toplumun afyonu ve kitleleri uyuşturmak için kullanılan bir esrardır.
Marxızme göre bütün dinler, kiliseler ve diğer dinî kurumlar işçi kitlelerini
zehirleyip uyuşturarak oyuna getirmek ve sümürebilmek için burjuva
irticasının kullandığı araçlardan ibarettir"
24- Taha Suresi, 47. ayet:
Bu ibare Taha Suresi'nin 47. ayet-i kerimesidir ki hz. Musa'yla - sa -
kardeşi hz. Harun'un - sa - Firavun'a ilahî mesajı iletmelerine işaret
etmektedir. Bu ayet-i kerimede Allah Tea1a hz. Musa'yla - sa - kardeşi hz.
Harun'a - sa - hitaben şöyle buyurmaktadır: "... Şimdi her ikiniz de
Firavun'a gidin ve deyin ki "Biz senin Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğullarını
bizimle birlikte gönder ve artık onlara azab verme. Biz Rabbinden bir ayet
ve mucizeyle geldik sana. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun”
Özel kelimeler ve deyimler indeksi
فرهنگ واژه و اصطالحات 1- Arifler عرفا
2- Aslında, gerçekte اثباتا
3- Bilme ve idrak شناخت
4- Demirperde حصار آهنین
5- Fıtri فطری
6- Gayb غیب
7- Genel kurallar قوانین کلی
8- Genel manalar, anlamlar معانی کلی
9- Görünüşte ثبوتا
10- Hikmet-i İşrak حکمت اشراق
11- Hikmet-i Meşa حکمت مشاء
12- Hikmet-i Mütealiye حکمت متعالیه
13- İlahi dünya görüşü جهان بینی الهی
14- İlliyet ve maluliyet kanunu (neden-sonuç ilişkisi) قانون علیت و معلولیت
15- Kendi - bizzat - görebilme idraki ادراک شهودی
16- Kıyamet قیامت
17- Koflaşma ابتذال
18- Kördüğüm کره کور
19- Maddi مادی
20- Maddi dünya görüşü جهان بینی مادی
21- Maddiyat مادیات
22- Mahsus محسوس
23- Makul معقول
24- Manevi معنوی
25- Maneviyet معنویت
26- Marifet menzilleri منازل معرفت
27- Minare گلدسته
28- Mülkiyet مالکیت
29- Nübuvvet نبوت
30- Risalet رسالت
31- Son peygamber hz. Resul-ü Ekrem -sav- ختمی مرتبت
32- Soyut مجرد
33- Şehadet شهادت
34- Tevekkül توکل
35- Uyuşturucu -afyon- )مخدر )افیون
36- Vahy وحی
37- Vicdani وجدان
Talikat indeksi
1 - Mikail Gorbaçof' un biyografisi
2 -Gorbaçof'un seleflerinin "Din ve Allah inancını toplumdan silme" siyaseti
3-Çin devlet başkanı komunizme ilk darbeyi indiriyor
4 - Büyük şeytan
5 - Maddî ve ilâhî dünya görüşü
6 - Maddî varlık "soyut"a dayanır
7 - Hissî bilim ve bilgi, aklî bilim ve bilgiye dayalıdır.
8 - Bakara Suresi, 55. âyet.
9 - En'am Suresi, 103. âyet
10 - Farâbi'nin hayatı
11 - İbn-i Sina'nın hayatı
12 - Hikmet-i Meşâ
13 - ... her çeşit istidlâlin ona dayandığı genel kural ve manâların îdrakleri
mahsûs değil, makuldür.
14 - Sühreverdi'nin hayatı
15 - Hikmet-i İşrâk
16 - İnsanoğlunun kendi gerçeğini - sezgi yoluyla - kendi görebilme idrâki
18 - Sadr'ul Müteellihiyn'in hayatı
17 - Hikmet-i Müteâliye
19 - Muhyiddin b. Arabî'nin hayatı
20 - Kum şehri
21 - Marifet menzilleri
22 - Afganistan meselesi
23 - Din toplumun afyonu...
24 - Tâhâ Suresi, 47. âyet
Recommended