View
3
Download
0
Category
Preview:
Citation preview
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ AVRUPA BİRLİĞİ VE ULUSLARARASI EKONOMİK İLİŞKİLER
(ULUSLARARASI İLİŞKİLER) ANABİLİM DALI
YAŞLANMA SORUNUNUN AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİNE
YAPI VE SÜREÇ AÇISINDAN ETKİLERİ
Yüksek Lisans Bitirme Tezi
İsmail ILGAR (Öğrenci No: 05912810)
Ankara–2007
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ AVRUPA BİRLİĞİ VE ULUSLARARASI EKONOMİK İLİŞKİLER
(ULUSLARARASI İLİŞKİLER) ANABİLİM DALI
YAŞLANMA SORUNUNUN AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİNE
YAPI VE SÜREÇ AÇISINDAN ETKİLERİ
İsmail ILGAR
Tez Danışmanı Doç. Dr. Aykut ÇELEBİ
Ankara–2007
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ AVRUPA BİRLİĞİ VE ULUSLARARASI EKONOMİK İLİŞKİLER
(ULUSLARARASI İLİŞKİLER) ANABİLİM DALI
YAŞLANMA SORUNUNUN AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİNE
YAPI VE SÜREÇ AÇISINDAN ETKİLERİ
Yüksek Lisans Bitirme Tezi
İsmail ILGAR (Öğrenci No: 05912810)
Tez Danışmanı: Doç. Dr. Aykut ÇELEBİ Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
Tez Sınavı Tarihi ..................................
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR iv
TABLOLAR vi
ŞEKİLLER vii
GİRİŞ viii
BİRİNCİ BÖLÜM
REFAH DEVLETİNİN YÜKSELİŞİ VE REFAH BÜTÜNLEŞMESİ
A. REFAH DEVLETİNİN KÖKLERİ 1
B. TRANSATLANTİK REFAH 8
C. ULUS DEVLETLERİN KURTARICISI OLARAK REFAH 13
D. KEYNES’Cİ UZLAŞI 15
E. REFAH BÜTÜNLEŞMESİ 18
1. FEDERALİZM 20
2. ÇOĞULCULUK 24
3. İŞLEVSELCİLİK 27
4. YENİ-İŞLEVSELCİLİK 31
5. HÜKÜMETLERARASI KARŞI SAV VE GEÇ
DÖNEM YENİ-İŞLEVSELCİLİK 38
6. LİBERAL HÜKÜMETLERARASICILIKTA REFAH BÜTÜNLEŞMESİ 40
i
İKİNCİ BÖLÜM
AVRUPA REFAH DEVLETLERİNİN KRİZİ: KÜRESELLEŞME
A. KÜRESELLEŞMEYE TEPKİ OLARAK AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİ 43
B. KÜRESELLEŞME VE AVRUPA REFAH DEVLETLERİ 49
C. AVRUPA REFAH BİRLİĞİ 63
D. KÜRESELLEŞMENİN ARACI OLARAK AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİ 72
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
AVRUPA REFAH DEVLETLERİNİN SONU: YAŞLANMA
A. REFAH DEVLETİNİN ZAFERİ OLARAK YAŞLANMA? 78
B. REFAH DEVLETİNİN MAĞLUBİYETİ OLARAK YAŞLANMA? 85
C. REFORMUN OLANAKSIZLIĞI 92
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
AVRUPA’NIN GELECEĞİ
A. AVRUPA’NIN AYRIŞMASI 99
1. AVRUPA SİSTEMİNİN ELEŞTİRİSİ 100
2. AYRIŞMA KURAMI 107
3. AYRIŞMA OLGUSU 112
B. BATI’NIN ÇÖKÜŞÜ 125
ii
SONUÇ 135
KAYNAKÇA 141
ÖZET 156
“ABSTRACT” 157
iii
KISALTMALAR
AB : Avrupa Birliği
ABD : Amerika Birleşik Devletleri
AKÇT : Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu
ASF : Avrupa Sosyal Fonu
ATAD : Avrupa Toplulukları Adalet Divanı
ATS : Avrupa Tek Senedi
BAB : Batı Avrupa Birliği
BDT : Bağımsız Devletler Topluluğu
BK : Birleşik Krallık
BM : Birleşmiş Milletler
CIA : “Central Intelligence Agency” (Merkezi Haberalma Servisi)
COMECON : “Council for Mutual Economic Assistance” (Karşılıklı Ekonomik
Yardım Konseyi)
COMINFORM : “Communist Information Bureau” (Komünist Enformasyon
Bürosu)
DTÖ : Dünya Ticaret Örgütü
DINK : “Double Income No Kids” (Çifte Gelir Çocuk Yok)
EBRD : “European Bank for Reconstruction and Development”
EDC : “European Defense Community” (Avrupa Savunma Topluluğu)
EPC : “European Political Community” (Avrupa Siyasi Topluluğu)
EPB : Ekonomik ve Parasal Birlik
iv
EPU : “European Payments Union” (Avrupa Ödemeler Birliği)
EUMC : “European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia”
(Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı İzleme Merkezi)
EURATOM : “European Atomic Energy Community” (Avrupa Atom Enerjisi
Topluluğu)
IMF : “International Monetary Fund” (Uluslararası Para Fonu)
NATO : “North Atlantic Treaty Organization” (Kuzey Atlantik Antlaşması
Teşkilatı)
MDA : Merkez ve Doğu Avrupa
OEEC : “Organization for European Economic-Cooperation” (Avrupa
Ekonomik İşbirliği Örgütü)
OSCE : “Organization for Security and Cooperation in Europe” (Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı)
PAYGO : “Pay As You Go” (Geçerken Öde)
WASP : “White Anglo-Saxon Protestant” (Beyaz Anglo-Sakson
Protestan)
v
TABLOLAR
Tablo I–1 1950–1958 arasında Endüstri Mamullerinde
Batı Avrupa Ticaret ve Üretim Artışı 12
Tablo I–2 II. Dünya Savaşı Sonrası Bütünleşme Kuramları 19
Tablo II–1 Bazı Avrupa Ülkelerinde Aktif Nüfusun İstihdam Oranı 1960–2006 50
Tablo II–2 Ekonomik Açıklık ve Yerel Mukavemet İlişkisi 56
Tablo II–3 AB Ülkelerinde 1995–2006 Dönemi Genel Devlet Harcamaları 59
Tablo II-4 1995-2006 Yıllarında AB-15’te Kadın ve Erkek İstihdam Oranları 71
Tablo II–5 1970–2006 arası Dünya Mal İthalat/İhracat Yüzdeleri 73
Tablo II–6 2005 Yılı Dünyada Bölgeler Arası ve İçi Ticaret Oranları 74
Tablo II–7 Avrupa Aile Modelleri 80
Tablo II–8 1960’lara Nispeten 1990’larda Avrupa Aileleri 80
Tablo II–9 2050 İtibariyle Yaşlı Nüfus Bağımlılık Oranları 84
Tablo II–10 Göç Avrupa’nın Yaşlanma Sorunu için bir Çözüm Olabilir mi? 96
Tablo III–1 Refah Devletinin Eleştirileri 101
Tablo III–2 2004 Yılında AB-15 Ülkelerinde Kurumlara Güven 118
vi
ŞEKİLLER
Şekil II–1 Avrupa’da Hangi Sorunu Kim Çözmeli? 70
Şekil II–2 2004 Rakamlarıyla OECD Ülkelerinde Kadın Başına
Doğum Oranları 83
Şekil II–3 Üç Büyük Avrupa Ülkesinde Çalışan Nüfusun Emekli
Nüfusu Karşılama ve Katkı Oranları 87
Şekil II–4 ABD ve AB’nin Milyon Kişi Başına Patent Alım Oranları 90
Şekil II–5 Avrupa Demokrasilerinin Yaşlanması 93
Şekil III–1 AB’nin Geleceğine En Çok Neyin Yararı Dokunur? 109
Şekil III–2 AB-15’te Irkçılık (1997 Yılı) 121
Şekil III–3 Dünya ve Avrupa Nüfusunun Nispi Gelişimi 1950–2050 133
vii
GİRİŞ
Yaşambilim (Biyoloji) bize canlıların, nesillerini sürdürebilmek ve çevrenin
kısıtlı imkânlarından yararlanabilmek için birbirleriyle sürekli rekabet1 içerisinde
olduğunu göstermiştir (Darwin, 1998: 48-62). Çevresel ve genetik değişimlerin
meydana getirdiği çok çeşitli mutasyon ve canlılardan, sadece evrimleri doğru
yönde olanlar varlıklarını sürdürebilmeyi başarmışlardır. Böylece, farklılaşmış ve
hatta yeni organlar üreterek (Darwin, 1998: 65, 88) rekabet güçlerini korumayı ve
artırmayı başarabilmiş canlılar hayatta kalırken, bunu başaramayanlar
yeryüzünden silinmiştir.
Yaşambilimsel evrim gibi, sosyo-kültürel evrim de, gelişim ve farklılaşmayla
daha basit biçimlerden daha karmaşığa doğru ilerlemiştir (Parsons, 1977: 24).
Yine yaşambilimsel evrim gibi sosyo-kültürel evrimin de temel kavramlarından biri
çeşitliliktir. Tarih içerisinde ortaya çıkan pek çok toplumdan sadece evrimleri,
döneminin şartlarına bağlı olarak, doğru yönde gerçekleşen toplumlar varlıklarını
sürdürebilmişlerdir. Ancak, Yaşambilimsel ve sosyo-kültürel evrim arasındaki
benzerlikler bir yere kadar takip edilebilmektedir. Canlılar için şansa ve mutasyona
bağlı olarak gerçekleşen evrimin aksine insan toplumları varlıklarını sürdürebilmek
için bilinçli bir çaba ve yapılanma içinde bulunmaktadırlar. İşte, çevre ve kendisiyle
olan bu bilinçli ve ereksel ilişki (Parsons, 1977: 234) toplumların sibernetik yapısını
oluşturmaktadır.
1 Doğal seçimin ve rekabetin sermayeci yorumuna karşı önemli bir eleştiri teşkil eden ve
toplumsallığı açıklayabilecek yegâne olgu olan dayanışmanın yaşamda ne kadar önemli bir yer
kapladığını gösteren bir çalışma için bakınız (Kropotkin, 1972).
viii
Bir sistem olarak alınan toplum birbirleriyle sürekli ilişki içerisinde bulunan
parçalardan oluşur ve bu parçalar bir araya geldiklerinde toplamlarından öte bir
birlik oluştururlar. Toplumsal olgular öylesine iç içe geçmişlerdir ki, çoğu zaman
belirli bir olayın müsebbibini tespit etmek neredeyse imkânsızdır. Bir havuzun içine
atılan taşlar misali kültürel, sosyal, siyasal ve bireysel olayların yarattığı dalgalar
birbirlerine karışırlar. Böylece, her havuzun (toplumun) yüzey biçimi birbirinden
tamamen farklı şekillerden oluşur. Kültürel olaylar ekonomik olayları, ekonomik
olaylar sosyal olayları ve sosyal olaylar kültürel olayları tetikler. Önceden
biçimlenmiş yapılar aynı olaylardan farklı etkilenir ve yine birbirinden farklı olarak
yeniden biçimlenirler. Bunun en güzel örneklerinden biri serbest piyasa kültürünün
sadece Batı Medeniyetinin bireyci normlarıyla sağlanabileceği iddiası karşısında
Japon, Çin ve Singapur gibi doğulu toplumların aynı başarıyı özgeci normlarla
yakalayabilmiş olmasıdır.
Böylece, canlılar arasındaki çeşitlilik genler ve mutasyonlarla açıklanabilirken;
toplumlar arasındaki çeşitlilik de maddi ve manevi çevrelerinin farklılıklarıyla izah
edilebilmektedir (Parsons, 1977: 25). Canlılarda genler gibi geçmişe dayalı yapılar
toplumların yapısal karakterine emsal olurken mutasyon gibi dönemsel gelişmeler
de toplumların sibernetik ilişkilerindeki farklılıklara emsal teşkil etmektedir. Bu
kapsamda, gerek yaşambilimsel gerekse de sosyo-kültürel evrimin
incelenmesinde yapısal tetkikin süreç tetkikinden önce yer alması zaruridir
(Parsons, 1977: 232)2.
2 Darwin’in rekabetçi evrim ve Easton’un sistem kuramları, İbn-i Haldun’un devletlerin yükselişi ve
çöküşü kuramının güncel yorumuna temel teşkil etmeleri nedeniyle çalışmamız açısından
önemlidir. Bu kapsamda, Avrupanın sistemik dışsallıklarının yol açacağı Avrupanın ayrışma süreci
ix
Parsons, konuya ilişkin çalışmasında, insan toplumlarının günümüzdeki
yapılarına erişmelerinde evrimsel basamaklar olarak sırasıyla Toplumsal
Katmanlaşma, Açık Kültürel Meşrulaştırma, Yazının Keşfi, İlahi Dinler, Evrensel
Kanunlar, Ulus Devletler, Sanayi Devrimi, Demokratik Devrim ve Eğitim Devrimini
saymaktadır. Toplumsal Katmanlaşma ve Açık Meşrulaştırmaya ilk olarak hangi
millet tarafından erişildiği tam olarak bilinemezken arkeolojik kanıtlar bize
Mezopotamya’yı işaret etmektedir. Yazının keşfinin ise kesin olarak Babil’e ait
olduğunu bilmekteyiz. İlahi dinlerin kaynağı, köklerini Mısır medeniyetinden alan,
Yahudi toplumuna atfedilebilirken; Evrensel Kanunlar Mezopotamya’dan
başlayarak yeni bir dirilik katılarak Yunan Medeniyeti ve sonra da Roma
İmparatorluğuna kadar takip edilebilmektedir. Ancak, döneminin lideri olan tüm bu
toplumlar gün gelmiş başarılarını başka toplumlara devretmişlerdir. Çünkü
Parsons’un da dikkat çektiği gibi, evrimsel başarıyı sağlamak bir sonraki sıçramayı
gerçekleştirmeyi zorunlu hale getirmemektedir (Parsons, 1977: 25). Aksi halde
günümüzün en güçlü yaşam biçimi hala “Tyrannosaurus Rex” (Tiran Kral) olacağı
gibi uluslararası siyasanın liderinin de hala Mısır İmparatorluğu olması gerekirdi.
Batı medeniyeti Yunan Felsefesi, Yahudi/Hıristiyan Dini ve Roma Hukukunun
mirasına dayanarak bölgesel dinamiklerinin de etkisiyle günümüzdeki liderliğini
150 yıl önce yakalamıştır (McNeill, 1998: 146). Ulus Devletler, Sanayi Devrimi,
Demokratik Devrim ve Eğitim Devrimi gibi evrimsel basamakları hızla tırmanan
ve bağlı olarak Batı Medeniyetinin çöküşü İbn-i Haldun’un yükseliş ve çöküş kuramı çerçevesinde
daha geniş tarihsel perspektife oturtulabilecektir.
x
Batı Medeniyeti kelimenin tam anlamıyla uluslararası beslenme zincirinin en
üstüne yerleşmiştir3.
Son 50 yıldır ise Batı Medeniyetinin yeni bir başarısıyla karşı karşıya
bulunmaktayız. Bu başarının adı Avrupa bütünleşmesidir. Avrupa, Roma’dan
mirası olan hukuk geleneği, sanayi devriminden mirası olan serbest pazar
ekonomisi ve bireyci değerlerini temel alarak oluşturduğu kurumlarla, 50 yıl
içerisinden savaştan çıkmış yıkıntı halinden dünyanın en büyük ekonomisi haline
gelmeyi başarmış; bunun yanı sıra, çatışma halinden bütünleşmiş bir topluluk
haline gelmiştir. II. Dünya Savaşı gibi bir yıkımın ardından uluslarüstü bir birliğin
kurulması, ulusal siyaset ve egemenlik anlayışlarının bilinenin ötesine, konfederal
ile federal yapıların arasında yeni bir noktaya, taşınması anlamına gelmiştir.
Bu başarılı bütünleşmenin yaratılmasında refah devleti uzlaşının temelini
oluşturmuştur. Başlangıçta refah devleti, yayılmacı kapitalist ideolojinin Avrupa’da
yarattığı dışsallıkların, yani dünya savaşlarıyla sonuçlanan toplumsal
huzursuzlukların, çözümü olarak ulusal bir uzlaşıydı. Ancak II. Dünya Savaşı
ertesinde yükselen Komünist tehdidin ulusal seviyelerde çözülemeyeceğinin
görülmesiyle bütünleşme ulus devletlerin refah yaratma sığasını güçlendirecek bir
araç olarak benimsenmiş; refah uzlaşısı bir anlamda uluslarüstü işbirliğinin
temelini sağlamıştır. Böylece, Avrupa Bretton-Woods sisteminin mesut çağında
küreselleşme ve refah devletinin barışçı beraberliğini yurtta Keynes, cihanda
3 Bu Avrupa başarısının geleneksel Avrupamerkezci anlatımıdır. Batı Medeniyetinin diğer tüm
toplumlarla beraber Dünya medeniyetinin eşit bir parçası olarak ele alındığı ve başarısının doğunun
teknoloji ve bilgeliğini benimseyen geç yükselen bir güç olarak değerlendirildiği tarafsız bir tarih
anlatımı için bakınız (Hobson, 2006).
xi
Adam Smith politikasıyla idame edebilmiştir. Ancak Bretton-Woods sisteminin
çöküşü ve Smith’in Avrupalıların yurtlarına girmesi küreselleşmeden fayda
sağlayan seçkinlerin çıkarlarıyla refah devletinden fayda sağlayan yığınların
çıkarlarının çatışma içerisine girmesine neden olmuştur.
Her ne kadar, küreselleşme ve refah devleti olgularının ikisinin de Avrupa
kökenli olması çözüme Avrupa’nın dinamikleri içerisinde erişilebileceği kanısını
yaratsa da, gerçekte Avrupa’nın dinamikleri bu çatışmayı çözebilecek gibi
görünmemektedir. Avrupa’nın dinamiklerini bu sorunun çözülmesi için
yetersizleştiren ve Avrupa’daki ekonomik, sosyal ve siyasi yapıları sarsmakta olan
sorunun adı ise “Yaşlanma”dır. Avrupalı aileler gittikçe daha az sayıda çocuğa
sahip olmakta; bu eğilimle birleşen uzun yaşama beklentileri nüfus yapısının
gittikçe yaşlanmasıyla neticelenmektedir. Öyle görünmektedir ki, medeniyet
mirasıyla etkileşim içerisinde evrimsel sıçramaları gerçekleştiren; Rönesans ve
Reformun temel değerlerini sağlayan ve 19. yüzyılda Batı medeniyetinin
başarısının müsebbibi olarak ululanan (Sorokin, [1994]: 93) Avrupa’nın bireyci
normları günümüzde artık olumsuz etkilerini göstermeye başlamıştır.
Sosyolojinin “Le Play” ekolü tarafından “istikrarsız aile” tipi olarak
tanımlanan (Sorokin, [1994]: 90) Batı Avrupa ülkelerinin toplumsal karakterleri,
onların kaderi haline gelmiştir (Herakleitos, 2003: 143). “Bireysel aile” tipi olarak
tanımlanan Anglo-Sakson halklar ise (ABD ve BK) demografik krizden bir nebze
de olsa bağışık kalabilmiş gibi görünmekle beraber, paylaşılan kültürel değerlerin
aynı sonucu doğurması aslında sadece bir zaman meselesidir (Huntington, 2004:
xii
179–182). Çünkü yaşlanma, maddi nedenlerin değil bireyci Batı4 normlarının
toplumsal yapıya etkilerinin sebep olduğu bir olgudur. Batılı toplumlarının bireyi
yücelten normları, on binlerce hatta milyonlarca yıllık doğal seçiminin sonucu
olgunlaşan, toplumsal yapı ve rolleri sanayi ve tüketim toplumunun ihtiyaçlarını
karşılama amacıyla yeniden yapılandırmıştır. Toplumsal yapının bozulması,
kendini özellikle aile ve cinsiyetlerin toplumsal rollerinin yeniden düzenlenmesi
alanında hissettirmektedir. Oysaki “[doğal olarak] mevcut olan her sosyal düzen,
son derece güzeldir ve bir adam tarafından icat edilen her usçu (rasyonel)
sistemden çok daha iyidir” (Sorokin, [1994]: 222).
Toplumun sibernetik yapısının kaçınılmaz sonucu olarak, yaşlanma sorunu
da kendi demografik niteliğinin dışına saçılarak başta ekonomik olmak üzere bir
seri sorunları tetiklemiştir. Azalan genç nüfus nedeniyle küçülen emek piyasası ve
artan yaşlılığın emeklilik sistemlerine getirdiği yük nedeniyle Avrupa’nın ekonomik
büyümesinin bugünkü %2,25 seviyesinden 2040 yılında %1,25’e düşmesi
beklenmektedir (AT Komisyonu, 2005: 2). Bu etkiler Avrupa medeniyetinin 150
yıllık üstünlüğünün eseri olarak karşımızda duran toplumsal refah uzlaşını da
temellerinden sarsmakta; böylece Avrupa medeniyetinin başarısının tehlikeye
girişinin ilk sinyallerini vermektedir. Demografik sorunun uzun süreli tedbirler ve
hatta kültürel bir dönüşüm gerektirmesi (Huntington, 2004: 179–182; Kurtz, 2005)
siyasi erkin aldığı tedbirlerin görünürlüğünü engellemekte; dolayısıyla da
4 Batı kavramı bilinen Transatlantik anlamıyla tüm Batı Medeniyetini kapsamaktadır. Ancak
çalışmamızın AB ile kısıtlı olması ve refah devleti kaynaklı ahlaki yozlaşmanın Batı Avrupa’da daha
kuvvetli olması nedeniyle, çalışmamızda kullanılan Batı kavramının odağında Batı Avrupa’nın (AB-
15) yer aldığını söyleyebiliriz.
xiii
başarısızlığın halklar tarafından “çıktı hatası (Easton, 1967: 60-61)” olarak
algılanmasına neden olmaktadır. Bu durum, her ne kadar 50 yıllık bir siyasi
işbirliğini paylaşmakta olsalar da, Avrupa Birliğini (AB) oluşturan ülkeler arasında
bir gerginlik unsuru yaratarak uluslararasılaşma gibi siyasi sorunlara sebep
olmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, sorunun sosyal/siyasal alana saçılarak Avrupa
kültürüne özsel olan ırkçılığı yeniden hortlatması da cabasıdır.
Rousseau’nun da dediği “Roma ve Sparta bile yok olduktan sonra, hangi
devlet sonsuza değin sürmeyi umut edebilir ki?” (Rousseau, 1996: 143). En
başarılı toplumlar bile bir noktada dâhili ayrışmanın tehdidini hissederler. Ancak,
yine de bazı toplumlar varlıklarına karşı ciddi bir tehditle karşılaştıklarında
vefatlarını erteleyecek ve ayrışmayı durduracak yapısal frenleyicileri devreye
sokabilmektedirler (Huntington, 2004: 12). Bu bakımdan yaşlanma sorununun en
önemli niteliği Avrupa uluslarının sosyo-ekonomik direnç sistemini çökerterek
küreselleşme ve refah devleti arasında süren çatışmanın bir Kadmos Zaferiyle5
sonuçlanmasını garanti altına almasıdır. Bu Avrupa medeniyetinin yapısal
frenlerinin tutmayacağı anlamına gelmektedir. Öyleyse sorularımız şunlardır:
“Küreselleşme, refah devleti ve yaşlanmanın yarattığı bu kısır döngü Avrupa’nın
5 Kadmos’a (Yunan Mitolojisine göre Finike Kralı Agenor’un oğlu ve Avrupa’nın abisi. Aynı
zamanda, Thebes şehrinin kurucu kralı.) Delfi Bilicisi tarafından büyük bir şehir kuracağı
muştulanmıştır. Kadmos, müstakbel Thebes şehrinin kurulacağı alanı bulduğunda tanrılara
şükranını sunmak için kurban hazırlıklarına başlar. Ancak, doğru bir kurban töreni için suya ihtiyacı
vardır ve yakındaki su kaynağı bir ejder tarafından korunmaktadır. Kadmos, ejderi öldürmeleri ve
tören suyunu almaları için birer birer tüm adamlarını gönderir. Fakat tüm adamları çabalarında
başarısız olur. Nihayetinde Kadmos ejderi kendisi öldürmeye karar verir. Nitekim başarılı da olur;
ancak yanındaki tüm adamlar öldüğü için krallığını kuramaz. Bu kapsamda, Kadmos Zaferi mağlup
gibi galibin de herşeyini kaybettiği zaferleri ifade etmekte kullanılan bir deyim olagelmiştir.
xiv
evrimsel başarısının sonuna geldiğini mi göstermektedir?” ve “Avrupa şu anda çan
eğrisinin neresindedir?”.
Bu çerçeve içerisinde, çalışmamızda küreselleşme, refah devleti ve yaşlanma
olgularının sibernetik etkileşiminin Avrupa bütünleşmesine yapı ve süreç açısından
etkileri incelenecektir. Önce, Avrupa bütünleşmesinin yapı ve süreci refaha yönelik
yanıyla incelenecektir. Buna bağlı olarak günümüzde refah devletine olumsuz
etkide bulunan küreselleşme ve yaşlanma sorunlarının Avrupa uluslarını ne yönde
etkilediği incelenecektir. Son olarak da, elde edilen sonuçlara bağlı olarak Avrupa
bütünleşmesinin gelecekteki yönelimi ve bu yönelimin uluslararası alandaki
etkilerinin bir izdüşümü yapılacaktır. Tüm bu inceleme boyunca Avrupa toplum
yapısının bahse konu sorunu kendi dinamikleri içerisinde sönümlendireceği mi,
yoksa şiddetlendireceği mi sorusuna ayrıca cevap aranacaktır.
Son olarak sistematik tutarlılık endişesiyle belirtilmesi gereken önemli bir
husus bulunmaktadır. Her ne kadar, bu incelemede belirleyici unsur olarak Avrupa
toplumlarının refah devleti uzlaşısı alınmış olsa da; çözümleme sürecinde ne Marx
gibi ekonomik ne de Parsons gibi kültürel gerekirci bir tutum takınmaktan çok,
toplumu oluşturan tüm unsurların karşılıklı etkisini kabul eden tüm gerekirci (“pan
deterministik”6) bir görüş benimsenecektir. Refah uzlaşısının bütünleşme
6 Sosyal Bilimlerin genel olarak sürdeterministik, yani gerekircilik üstü olduğu kabul edilmektedir.
Sosyal bilimler, gerekircilikten bağımsız oldukları için değil ama olgularının, en azından insanoğlu
tarafından kavranıp biçimlendirilemeyecek kadar, çok değişkenin etkileşimi tarafından belirlenmesi
nedeniyle doğa bilimleri gibi formülize edilememektedirler. Ancak bu bilim adamlarının
çalışmalarını, ki sadece olguları incelemek değil gerekirci bir anlayışla neden sonuç ilişkilerine bağlı
öngörüler yapma amacını da taşımaktadır, sona erdirmeleri anlamına gelmemektedir. Yazara göre
Tümgerekircilik Sosyal Bilimlerin bu ikircikli bilimsel belirsizliğine son verebilecek bir kavramdır.
Kavram sosyal olguların da, tıpkı doğa bilimleri gibi formülize edilebileceği savına dayanmaktadır.
xv
üzerindeki etkisinin büyüklüğünün, toplum içi tekil bir yapı olarak belirleyiciliğinden
değil toplumun diğer yapılarıyla bağlantılarının (sibernetik ilişkisinin)
yoğunluğundan kaynaklandığı tezi benimsenmiştir. Bu kapsamda, olguların
doğrusal anlatımı insan dilinin ve yazınsal üslubun kısıtlarından
kaynaklanmaktadır. Bu kısıt olguların karşılıklı etkileşim noktalarında ve yeri
geldikçe hatırlatma ve tekrarlarla giderilmeye çalışılmıştır.
Elbette kavram sosyal bilimler için bahse konu değişkenler çokluğunu inkar etmemektedir. Ancak
tümgerekircilik kavramı açısından değişkenlerin çokluğu formülizasyon (ya da öngörü) süreci için
engel teşkil etmemekte, sadece sonuçlarının kesinliğini zayıflatmakta ve (tıpkı meteoroloji gibi)
zaman açısından eriminin kısa olmasına neden olmaktadır. Bu kapsamda, Sosyal Bilimler ana
değişkenlerini ve karşılıklı etkileşimlerini tümel olarak hesaba katarak olguları formülize edebilir ya
da kuramsal neden sonuç ilişkileri yapılandırabilir.
xvi
BİRİNCİ BÖLÜM
REFAH DEVLETİNİN VE BİR REFAH BÜTÜNLEŞMESİ OLARAK AVRUPA
BÜTÜNLEŞMESİNİN YÜKSELİŞİ
“Nesneye yüklenenler arasında nesnede bulunanları,
özellikler ile ilinekler olarak yüklenenleri, bu
sonunculardan da sanı ile doğru olarak yüklenenleri
anlamak gerekir. Bunlardan ne kadar çok elde edilirse
o kadar çabuk sonuca ulaşabilecek, ne kadar doğru
olanları elde edilirse o kadar güçlü bir tanıtlama
yapılabilecek.”
(Aristoteles, Birinci Çözümlemeler: 43b 10)
A. REFAH DEVLETİNİN KÖKLERİ
“Bu [insan için iyi] bir kişi için ve bir kent için aynı şeyse, kent için uygun
olanını hem elde etmek hem de korumak daha önemli ve amaca daha uygun gibi
görünüyor; çünkü o bir tek kişi için de istenen bir şeydir, ama budun için ve kentler
için olursa daha güzel ve daha tanrısal olur” (Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik,
Kitap A, 1094b 6-11). Bu sözlerin sahibi olan Aristoteles insan ve devlet arasındaki
bütünleşik mutluluğu ifade ederken henüz bireyin Büyük İmparatorlukların
ayaklarının altında yok olduğu değil, Yunan “polis”inin Perslerin Büyük İmparatoru
karşısında muzaffer oldukları, barbar denizi içerisindeki bir vatandaşlar
toplumunda yaşamaktaydı.
Gerçekten de, Yunan “polis”inin vatandaşından Rousseau’nun Toplumsal
Sözleşme muakidine, vatandaş haklarının temeli olan ve gelecekte liberalizm,
sosyalizm ve nihayet refah devletine yol verecek olan bireyci düşünce biçimi
1
Avrupa medeniyetinin de temel taşlarında birisi olagelmiştir7. Yunan’dan Roma’ya;
Roma’dan Germen Kabileler topluluğuna süzülen bireycilik anlayışı Hıristiyan
düşünceyle yoğrularak ulus devletlerin yapıtaşlarından biri olana kadar Avrupa
düşüncesinde muhafaza edilmiştir (Telò, 2006: 154). Ancak, bireyin “polis”inde
yaşayan Aristoteles’in aksine, bireyin feodal savaşların karmaşasında kaybolduğu
17. yüzyılda yazan İngiliz filozof Thomas Hobbes (1588–1679) Devleti Kutsal
Kitaptaki canavar “Leviathan” olarak betimlemiştir. Ona göre “insan insanın
kurdudur”; çünkü doğal hali bencillik ve savaş olan insan kendinin kurbanıdır. Bu
nedenle insan akdettiği anlaşmayla erkini devlete aktarmış ve böylece barış ve
huzuru amaçlamıştır (Schulze, 2005: 54).
Aslında, bireylerin eşitliğinin hüküm sürdüğü Yunan polisinde devletin
bireysel mutluluğun devamı olarak görülmesi ne kadar olağansa, çatışma ve
sosyal katmanlaşmanın yarattığı eşitsizliklerin hüküm sürdüğü dönemin
Avrupa’sında devletin bireyin çatışmasının devamlığı olarak betimlenmesi de o
kadar doğaldı. Öyleyse, soru Leviathan’ın bireyle ve bireyin Leviathan’la beraber 7 Aslında tüm toplumlar birey-toplum geriliminin varlığını eşit derecede hissederler. Bu nedenle ne
tamamen bireyci bir toplumun varlığı, ki zaten bu bir toplum olmaz, ne de tamamen komünal bir
toplumun varlığı, ki insanın insan doğasından sıyrılması gerekir, olanaklı değildir. Tüm toplumlarda
bireyci ve toplumsal değerler beraberce bulunurlar. Aynı ilke tüm toplumlar için olduğu için Avrupa
için de geçerlidir. Zaten Batı Medeniyeti de günümüz Avrupamerkezci yazının erekselleştirmesinin
aksine başlangıcından bu yana bireyci değerler üzerine kurulu değildir. Ancak Avrupa, liberalizm
sayesinde kazandığı başarıları kutsallaştırarak zamanla kendini tamamen bireyci bir toplum olarak
tanımlar hale gelmiştir. Böylece bireyci söylev Avrupa’da, haddinden fazla güçlenmiş, refah
devletleri aracılığıyla kurumsallaşmış ve toplumun hassas birey-toplum dengesini bozmuştur.
Günümüzde Avrupa’nın çöküşünün temelinde yatan neden budur. Denilebilir ki Avrupa, tarih için,
toplumsal dengenin birey yönünde ne kadar kaydırılabileceğini gösteren başarısız bir deneyden
ibarettir. Dolayısıyla Avrupa’nın erekselleştirilmiş bireycilik söylevinin incelemenin girişine
alınmasının nedeni tarihsel önceliği değil, sorunsal önceliğidir.
2
varlıklarını uyum içerisinde nasıl sürdürebilecekleriydi. İşte bu soruyu doğa yasası
ve bireysel eşitliklerin ilhamı olan Aydınlanmanın doruğundaki Rousseau
cevaplandırmıştır. Rousseau’ya göre, bir zamanlar insanlar ilkel hallerinde, mülkün
getirdiği mutsuzluklardan azade, altın bir dönem yaşamaktaydılar. Günün
devletlerinin dayandığı toplumsal sözleşme ise, “sahip olanlar”ın “sahip
olmayanlar”ı aldatarak devlet kurmaya kandırmalarından ibaretti. Yani, çağdaş
devletler adil olmayan temeller ve ilkesiz yasalara dayanmaktaydı. Öyleyse, her
bireyin haklarını gönüllü bir şekilde mensubu olduğu topluma teslim edeceği yeni
bir devlet, bir birlik, bir topluluk, bir siyasi organ kurulmalıydı. Fakat artık en
erdemli devletler bile komünist prensiplere dayalı altın çağa dönemeyeceğine
göre, ehven-i şer olarak önemli olan zenginliğin tek taraflı birikimine engel olmaktı
(Rousseau, 1996). Avrupa’da çalışanların aristokrasiye karşı, sonradan karşı
kamplarda yer alacağı, burjuva sınıfıyla ittifak yaptığı bu dönem, modern sosyal
kurumların yaratılmasının (sendikalar, demokratik temsil, refah devleti ve siyasi
partiler gibi) temellerini sağlamıştır (Crouch, 1999: 28).
Devletin toplumsal sınıflar arasında adaletli bir birliktelik sağlayarak
toplumsal uzlaşıyı sürdürülebilir kılabileceğine yönelik inanç Endüstri Devrimiyle
daha da güçlenmiştir. Endüstri Devriminin sağladığı refah artışıyla beraber, 19.
yüzyılda kaçınılmaz olarak görülen, fakirlik ve açlık gibi felaketler yüzyılın ikinci
yarısında neredeyse ortadan kalkmıştır (Schulze, 2005: 141). Açlık ve fakirliğin
ortadan kalkmasının getirdiği nüfus patlaması, endüstri devrimi, gelişen ulaşım
teknikleriyle zamanın ve uzaklığın yok edilmesi… Tüm bu etkenler 19. yüzyılın
ikinci yarısındaki Avrupa siyasi sistemini daha önce eşi görülmemiş bir dönüşüme
3
zorlamıştır (Schulze, 2005: 145–147). Böylece, Amerikan ve Fransız Devrimlerinin
vaadi olan özgür olma ve mutluluk peşinde koşma hakkı Avrupa liberalizminin de
sloganı haline gelmiştir. Ancak, bu dönemde liberal akımın uçlarından doğan
sosyalist söylem de güçlenmekteydi. Alt sınıfların fabrikalarda kullanıma
sundukları emeklerinin, bir bütün olarak toplumu zenginleştirdiğini görmesi “sınıf”
mitinin doğumuna neden olmuş (Schulze, 2005: 149) ve liberallerin aksine
sosyalistler yönetici sınıfla iktidarı paylaşma konusunda pek de uzlaşmacı
olmayan bir tutum takınmışlardır.
Nasıl Rönesans bireyciliğin sanat ve bilim, Reform ise din sahasındaki
zaferleriyse liberalizm ve sosyalizm de siyasal zaferleriydi. Liberalizm bireysel
haklara devlet müdahalesini asgariye indirmeyi amaçlarken, sosyalist düşünce
toplumsal tabakalaşmanın yarattığı eşitsizliklerin devlet eliyle ortadan kaldırılması
ve böylece toplumsal birliğin sağlanmasını hedeflemekteydi8. Sosyalizmin
yükselmesi, hem toplumsal refahın adaletsiz bölüşümü olarak nedenleri; hem de
Avrupa ulus devletlerinde bir iç düşmanın (ileride bir dış düşman olarak da
belirecektir) ortaya çıkışı açısından sonuçları açısından çok önemlidir. Çünkü
sosyalizmin yükselişi gerek işgücü ihtiyacını karşılamak üzere kırsal alandan
şehirlere çektiği nüfus ve buna bağlı olarak geleneksel toplumsal yapının
bozulması, gerekse de kâr tutkusuna bağlı olarak, uluslararası alanda yarattığı
8 Daha sonra liberalizm ve sosyalizmin eklektik ürünü olarak ortaya çıkmış olan refah devleti de
benzer bir vaat sunmuştur. Ancak incelememizin ileriki aşamalarında ortaya çıkacak önemli gerçek,
devletin ekonomik faaliyetlerdeki verimliliğinin düşük olacağı yönündeki liberal görüşün benzeri
biçimde devletin toplumsal faaliyetlerdeki veriminin de düşük olduğudur. Planlı bir ekonomi gibi
planlı bir toplumsallık da sürdürülebilir ve etkin değildir. Dolayısıyla toplumsal (sosyal) olması
gereken devlet değil toplumun kendisidir.
4
sömürü düzenine koşut, bir ulusal sömürü düzeni yaratması biçimlerinde ortaya
çıkan bireyci kapitalist sistemin dışsallıklarına karşı doğan kaçınılmaz bir tepkiydi.
Muhafazakâr üst ve orta sınıflar için emperyalizm ve ulusçuluk aynı şeydi
(Schulze, 2005: 239) ve dönemin Avrupa ulusları için bu destek önemliydi. Ancak
fakir emekçi sınıfın sosyalist söylem peşinde bu uzlaşıya karşı bir tutum
benimsemeleri önemli bir tehditti. Yaşamlarının başındaki ulus devletler için ulusal
dayanışmanın yerini sınıf dayanışmasının alması endişesi (Schulze, 2005: 251),
kendini savunma refleksini uyandırmıştır. Doğal olarak tehdidin karşılanmasında
olası iki yaklaşım vardı: savaşmak veya benimsemek. Zaten 19. yüzyılın sonundan
itibaren Avrupa devletlerinin tümü ekonomik ve toplumsal konularda müdahaleci
politikalar izlemeye başlamıştı. Bu alanda öncülüğü Prusya-Alman devleti yapmış,
kaza ve hastalıklara kaşı sigorta yasaları çıkartmış, emekli maaşı uygulamasını
başlatmış (Weide, 2005: 1144–1145), yerel sanayiinin korunması için gümrük
duvarlarını yükseltmiş ve serbest piyasa aşırılıklarını karteller ve sübvansiyonlarla
ilgili yasalar çıkartarak dengelemeye çalışmıştı (Schulze, 2005: 267–268). Böylece
Alman emperyal devleti yoksul sosyalistleri mütevazı yaşamlara sahip
muhafazakâr vatandaşlara dönüştürecek devlet sigortası sistemini getirerek
(Schulze, 2005: 241) sosyalizmi emperyal sisteme yedirmeyi tercih etmiş ve tüm
Avrupa için geleceğin modelini temsil edecek olan refah devletinin temellerini
atmıştır9.
9 Elbette Avrupa’da refah devletinin kuruluşundaki sömürgecilik temeli de unutulmamalıdır. Avrupa
ülkeleri 16. yüzyıldan itibaren geniş sömürgecilik faaliyetleri yürütmüşlerdir. Sömürgelerinden ucuz
ve sürekli hammadde akışı Avrupa ülkelerinde önemli bir refah artışı sağlamıştır. Artan refah
Avrupalı işçi sınıfının istihdamını ve refahını artırmakta kullanılmıştır. Böylece sömürgecilik Avrupa
5
Ancak geç ve zayıf gelen bu çaba sanayiiyle tarım, soylularla orta sınıf ve
sermayeyle emek arasındaki uçurumları kapatmak için yeterli olamamıştır. Dahası
Avrupa devletler sisteminin de ortadan kalkmasının ardından, devletlerin içini
korku sarmıştır. Toplumun parçalanması ve en önemlisi işçiler tarafından yapılan
grev ve gösterilerin görüntüsü, ulus devletlerin üst sınıflarını uluslararası emperyal
rekabet tehdidinden daha az korkutmuyordu (Schulze, 2005: 249). Çatışma
kaçınılmazdı; çünkü hem ulusçuluk hem de sosyalizm özleri itibariyle
devrimciydiler ama ulusçuluk sosyalizmden daha çok yol almıştı. Sosyalizm gibi
ulusçuluk da orta sınıf toplumunun yeni doğmakta olan endüstriyel çağın
düzensizliği ve çirkinliğiyle yüzleşebilmesi için gerekli uzlaşıyı; ama henüz
sosyalizmden daha eski ve etkin biçimde sağlıyordu. Bismarck bu çatışmayı çok
güzel biçimde ifade etmiştir:
“Devlet ulusa ve ulus devletin bütünleştirilmesine karşı olma
konusunda birbirine benzer iki görüş tarafından köklerinden tehdit
edilmiş ve tehlikeye atılmıştır. Bana göre, devlet unsurunu
güçlendirmek, yani devletin kendini savunma kapasitesini yükseltmek
isteyen herkes, ona saldırma tehdidinde bulunanlara karşı
birleşmelidir.” (Schulze, 2005: 252)
Avrupa tarihinin bu döneminde siyasetin yolu savaşla kesişmiştir (Schulze,
2005: 256). Sosyalizm başta olmak üzere devlete karşı tüm kötülükleri yok etmek
işçilerini, sömürülen dünya halklarına nispeten, sefalet ve işsizlikten korumuştur. Tıpkı
Rousseau’nun vurguladığı gibi [Avrupa için] “… özgürlüğünü elde tutmak, ancak başkalarının
özgürlükleri pahasına olasıdır ve yurttaşın tam anlamıyla özgür olması, ancak kölenin alabildiğince
köle olmasına bağlıdır” (Rousseau, 1996: 154).
6
ve toplumu küllerinden yeniden doğurmak için savaş gerekliydi. Kitlelerin,
uluslarının rahatsızlıklarını tedavi etmek için savaşa girmeye hazır olmaları ve
toplumsal birliğin askeri yapı aracılığıyla sağlanması, I. Dünya Savaşı öncesi
Avrupa’sında ortak bir manzaraydı (Schulze, 2005: 257). Ancak, tam tersine bir
sonuçla “Pax Britannica”nın ve ilk büyük küreselleşme dalgasının sonunu getiren
(Södersten, 2004: 1) I. Dünya Savaşı, yarattığı yıkıma bağlı olarak, bireycilik ve
sosyalizmin ellerini güçlendirerek Avrupa’da refah uzlaşısının doğumuna ebelik
etmiştir. Çünkü ulusçuluk artık başarısız olmuştu ve döngünün doğal sonucu
olarak artık sosyalizm yükselişteydi.
Devlet ve işverenler, sendikaların işçilerin çıkarlarını temsil ettiğini kabul
etmek zorunda kalmış ve hemen hemen bütün ülkelerde hükümet mevkilerine
sosyalist siyasetçiler gelmiştir. I. Dünya Savaşındaki topyekûn seferberlik, işçilerin
yaptıkları fedakârlıklar karşısında devletin korumasına hak kazandıklar
düşüncesini uyandırmış ve Avrupa’nın ulus devletlerinin refah devletlerine
dönüşümünde işçi sendikaları önemli bir rol oynamıştır (Telò, 2006: 157). Böylece,
I. Dünya Savaşının getirdiği dengesiz ortamda Avrupa siyasetine benzer fakat
farklı iki ideoloji yön vermiştir: Faşist ve Nasyonal Sosyalist totaliter devletler. Her
ne kadar programları birbirinden farklı olsa da bu iki yönelim de halkların
dikkatlerini kapitalizmin yarattığı sıkıntılara karşı demokratik ve reformcu
taleplerden, yabancılara düşmanlık gibi tali konulara kaydırarak sosyal sorunları
ertelemeye gitmekte ortaktılar (Crouch, 1999: 29). Tabii ki, toplumsal gerginliğin
asıl odağından saptırılmasına rağmen, çözümsüzlüğün devam etmesi toplumsal
gerginliklerin kısa sürede tekrar birikmesi ve II. Dünya Savaşının patlak vermesiyle
7
sonuçlanmıştır.
B. TRANSATLANTİK REFAH
II. Dünya Savaşı müthiş bir zarara neden olmuştur. Batı Avrupa’daki insan
kaybı tahmini 8 milyondur ki, bunun da tahmini 6 milyonu Almanlardır. Merkez ve
doğu Avrupa’da ise 9 milyondan fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Sovyet Rusya’nın
20 milyon insan kaybıyla beraber toplam 55 milyon kayıptan bahsedilmekle
beraber kesin rakam hiç kimse tarafından bilinmemektedir (Schulze, 2005: 295).
İnsan kaybının yanı sıra bazı ülkeler GSMH bazında 19. yüzyılın sonlarındaki
refah seviyesine kadar gerilemişlerdir (Baldwin ve Wyplosz, 2004: 3).
Dünya hâkimiyeti için çarpışan Avrupalı ulus devletler, kendi dünya
hâkimiyetlerine kendi elleriyle son vermişlerdi. Avrupa’nın dünyadaki mevkisi,
kısmen savaşa kısmen de iki devin, Amerika ve Sovyet Rusya’nın, güçlenmesiyle
ciddi zarara uğramıştı (Hallstein, 1962: 5). Seçenekleri tüketen Avrupa artık kendi
barışı için iki dış güce minnet etmektedir… Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve
Sovyetler Birliği (Schulze, 2005: 297). Bu güçlerden biri eşitlikçilik ve sosyalizmin
diğeri ise kapitalizm ve demokrasinin savunucusuydu. Yayılmacı Sovyetler ile yeni
emperyal ABD arasında doğacak siyasi kutuplaşma nüfuz alanlarının
yaratılmasıyla sonuçlanacaktır. Yalta konferansı Batı nüfuzuyla Sovyet nüfuzu
arasındaki çekişmeye sahne olmuş (Mally, 1973: 52; Bromberger ve Bromberger,
1969: 57) ve Avrupa’nın bölünmesinin temelleri o günden atılmıştır. Stalin’in
Yugoslav komünistleriyle yaptığı bir konuşmada sarf ettiği sözler Avrupa’nın
geleceğini açıkça ifade etmiştir: “Bu savaş geçmişteki savaşlar gibi değildi. Kim
hangi bölgeyi işgal ederse, o bölgeye kendi toplumsal sistemini verecektir. Herkes
8
kendi sistemini ordularının gittiği yere kadar dayatacaktır. Bu böyle olmak zorunda”
(Schulze, 2005: 297).
ABD’nin, I. Dünya Savaşının aksine, geri çekilip Avrupa’yı kendi kaderine
bırakmaması ve Sovyet yayılmasına karşı Kuzey Atlantik Paktı Teşkilatı (“North
Atlantic Treaty Organization”, NATO) ve Marshall Planı aracılığıyla Avrupa içinde
ittifaklar/birlikler oluşturması, Batı Avrupa’nın güvenliğinin10 sağlanması için
gerekliydi (Bosco, 1996: 30). Carl Goeder 1943’de yapılan bir barış planında şöyle
diyordu: “Ve böylece Avrupa uluslarının bir Avrupa Devletleri Konfederasyonu
altında birleşmesi bize zorunlu bir gereklilik olarak gözüküyor. Amacı, Avrupa’yı bir
Avrupa savaşı çıkma olasılığına karşı tam anlamıyla güvence altına almak
olmalıdır…” (Schulze, 2005: 302). Bu fikir Birleşik Krallık (BK) tarafından da
desteklenecek ve Winston Churchill 16 Aralık 1946’da Zurih’de yaptığı bir
konuşmasında (Nelsen ve Stubb, 2003: 10) “Avrupa Birleşik Devletleri” çağrısında
bulunacaktır. Fakat kendi ulusal birliklerini yeniden pekiştirme derdindeki Avrupalı
ulus devletler bu çağrıyı ancak artan Sovyet saldırganlığı nedeniyle soğuk savaşın
şiddetlenmesi sonrasında ciddiye alacaklardır (Mally, 1973: 53).
Rusya’nın Marshall planına katılmayı reddetmesi ve yanına doğu Avrupa
ülkelerini de katmasıyla başlayan gerginlik aşaması, Sovyetlerin uydu ülkelerine
önce Komünist Enformasyon Bürosu (“Communist Information Bureau”,
COMINFORM), sonra da Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi’ne (“Council for
Mutual Economic Assistance”, COMECON) katılması için baskı yapması ve
Avrupa’da kutuplaşmanın başlamasıyla kriz aşamasına taşınmıştır. Prag darbesi
10 Özellikle ABD’li ve Avrupa’lı liberal ekonomi seçkinleri açısından.
9
ise Avrupa bütünleşmesindeki aciliyetin kristalleşmesini sağlamıştır (Mally, 1973:
53; Hallstein, 1962: 9). Böylece Sovyet Rusya bütünleştirici tehdit olarak Avrupa
bütünleşmesinin tamamlayıcı bir parçası olmuştur. Bir yanda Doğu Avrupa’nın
komünist tasnifi ilerlerken diğer yanda da Batı Avrupa devletlerindeki komünist
hareketler de güçlenmekteydi (Mally, 1973: 51–52). Bu durum karşısında Harry S.
Truman başkanlığındaki ABD Avrupa’daki Sovyet yayılmasını durdurmaya karar
vermiştir. Truman doktrini ve müteakip Marshall planıyla komünizm tehdidi
altındaki Batıda kapitalist ve demokratik değerlerin desteklenebilmesi için eşitlikçi
komünist söyleve karşı refah üreten devletler yaratmak amaçlanmıştır. Bu da daha
önce sosyalist tehdide karşı geliştirilmiş olan refah devleti uygulamalarının, daha
kuvvetli bir tehdit olan Komünizm karşısında yeniden ve doğal olarak daha güçlü
biçimde canlandırılması anlamına gelmekteydi. Ancak Avrupa ulus devletleri
henüz refah üretemezken refah devleti uygulamalarını güçlendirmeleri
beklenemezdi.
Böylece ekonomik canlanmanın sağlanması için ABD ve BENELUX
tecrübelerine koşut bir ekonomik birleşme fikri kuvvetlenmeye başlamıştır. Bu
kapsamda, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki refahının artırılmasına yönelik ilk
çaba, aslen Avrupa’daki yeni düzenin kurulmasına nezaret etmek ve Faşizm ile
Komünizme karşı siper olmak üzere ABD ve BK tarafından teşkil edilen
“Organization for European Economic-Cooperation”dır (OEEC)11. OEEC’nin
görevlerinden biri Amerikan yardımını Avrupa ülkeleri arasında dağıtmakken, bizim
11 Bu kurum, daha sonra OECD (“Organization for Econumic-Cooperation and Development”) adını
alacaktır.
10
için çok daha önemli olan diğer göreviyse Avrupa ekonomik bütünleşmesini
gözetmekti (Etzioni, 1965: 239). ABD’nin Avrupa ekonomisinin kalkınmasında iki
aşamalı çıkarı bulunmaktaydı: kısa dönemde kendi nüfuz alanının güvenliği için
gerekli askeri gücü destekleyecek yeterlikte ulusal ekonomiler ve ideolojiler
oluşturmak, uzun dönemde ise kendine güçlü bir ticari ortak yaratmak (Mally,
1973: 57). OEEC bu görevini Avrupa içindeki ticarete yönelik engelleri kaldırarak
ve Avrupa Ödemeler Birliği’ni (“European Payments Union”, EPU) kurarak
gerçekleştirmiştir. OEEC’nin çabalarıyla Avrupa içi özel ticaretin 1950’de %60’ı,
1959’daysa %89’u serbestleştirilmiştir (Baldwin ve Wyplosz, 2004: 6) ki, bu da
ticaret ve gelirler üzerinde olumlu bir etki yaratmıştır. ABD’nin liderliğindeki
OEEC’ye katılmak Avrupalı katılımcılar için herhangi bir masrafa katlanmadan
bütünleşmenin faydalarını tecrübe etme şansını yaratmış, böylece bütünleşmenin
“acısız” gerçekleşebileceği imajı yaratılmıştır (Etzioni, 1965: 239). ABD daha
sonra, her ne kadar tamamen bir Avrupa teşkili olsa da, Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğuna (AKÇT) verdiği 100 milyon dolarlık borçla bir kez daha bütünleşmenin
etkilerinin hafifletilmesini sağlamıştır (Haas, 1958: 69).
11
Tablo I–1 1950–1958 arasında Endüstri Mamullerinde Batı Avrupa Ticaret ve
Üretim Artışı
Ülke Yıllık GSMH Artışı Yıllık Mamul İhracı Artışı
Almanya (Batı) % 7,8 % 19,7
İtalya % 5,0 % 9,2
Hollanda % 4,3 % 11,7
Birleşik Krallık % 2,0 % 1,8
Fransa % 4,4 % 3,8
Kaynak: (Baldwin ve Wyplosz, 2004: 7)
Hallstein’ın da belirttiği gibi Marshall planının verdiği cesaret, bilgelik ve
cömertliği Avrupalı ülkeler göz ardı edememişlerdir (Hallstein, 1962: 6). Marshall
Planı ve OEEC dönemin Avrupa ülkelerinin yarattığı ekonomik mucizenin gerçek
temelleridir. 1930’larda ekonomik depresyona karşı geliştirilen, toplumsal ve
ekonomik yöntemlerin, Avrupa’nın yeniden kurulmasında, kullanılmasıyla (McNeill,
1998: 563–564); parlamenter demokrasinin muhtemel kırılma noktaları
yamanabilecektir. Ancak bu zafer ironik biçimde bütünleşme sürecinin değil,
yaratılan refahı meşruiyetlerini artırmak üzere kullanan ulus devletlerin elini
güçlendirmiştir (Mally, 1973: 157–158).
Bu dönemde, Avrupa bütünleşmesi lehindeki Amerikan dış politikası
Amerikan akademisyenleri tarafından da desteklenmiştir (Milward et.al., 1992: 13;
Pentland, 1973: 100). Deutsch’un uluslararası bir olgu olarak “topluluk” tanımı,
Amerikanın Batı Avrupa’daki stratejik çıkarlarıyla denk düşerken, Haas ve
Lindberg’in bütünleşme sürecine yönelik İşlevselci açıklamaları da Avrupa’daki
süreci, Amerikan bütünleşmesine atfen ve münhasır tarihsel gelişiminden
12
bağımsız olarak, sürece dayalı ve kaçınılmaz bir gelişme gibi betimlemiştir
(Milward et.al., 1995: 10). Böylece, ABD Avrupa’nın yeniden yapılandırılması
sürecinde kaynak, inisiyatif ve yönlendirme sağlayan bir seçkin rolünü oynamıştır
(Etzioni, 1965: 238; Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 505).
C. ULUS DEVLETLERİN KURTARICISI OLARAK REFAH
ABD ve BK Avrupa bütünleşmesini Avrupa’da komünizmin yayılmasına
karşı bir tedbir olarak görürken; Avrupalı seçkinler Sovyet tehdidi karşısında ulus
devletlerini kurtarmanın tek yolu olarak bütünleşmeyi benimsemişlerdi. Gerçekten
de, Avrupa bütünleşmesi ve Avrupa Topluluğu tarihinin pek çok saygın isminin
(Avrupa federalistleri tarafından “Avrupa’nın babası” olarak adlandırılan Jean
Monnet ve Paris Antlaşmasının yaratıcısı Robert Schuman gibi) ulus devletlerin
savaş sonrası diriltilmesinde de başat oyuncular olması, bütünleşme sürecinin ulus
devletlerin üzerinde değil; ancak ulus devletin devamlılığı olarak görüldüğünün
açık bir göstergesidir. Diplomasi tarihi üzerine çalışan tarihçiler Avrupa
bütünleşmesinin, bütünleşme kuramlarının savunduğunun aksine, ekonomik
süreçten doğan kaçınılmaz bir sonuçtan ziyade ulusal diplomasilerin ürünü
olduğunu ortaya çıkartmışlardır. Savaş sonrası Fransız dış politikasına yönelik
yürütülen ilk ciddi çalışmalar Fransa’nın Avrupa bütünleşmesini kendi nüfuzunu
güçlendirmek için desteklediğini göstermektedir. Almanya’nın bütünleşmeyi
desteklemesinin sebebinin ise kendi ulus devletini kurabilmek olduğu artık
bilinmektedir (Milward et.al., 1995: 17).
1949’da Federal Cumhuriyetin kurulmasının ardından Alman siyasetinin en
önemli hedefi, ulusal birliğinin sağlanmasının yanı sıra, uluslararası alandaki siyasi
13
nüfuzun tekrar tesisiydi. Alman Şansölyesi Adenauer’in siyaseti mahir girişimlerle
Federal Cumhuriyete tam egemenliğini kazandırmak, müttefikler arasında başat
bir mevkie ulaşmak ve böylece Almanya’yı ABD’nin Avrupa kıtasındaki asli ortağı
haline getirmek üzerine kuruluydu (Deutsch ve Edinger, 1973: 154). Bu çaba Batılı
müttefikler ile Sovyet Rusya arasındaki çatışmanın şiddetlenmesi ve Almanya’nın,
büyük oranda ABD kaynaklı finanssal desteğe bağlı olarak, iktisadi açıdan
toparlanmasıyla desteklenmiştir (Deutsch ve Edinger, 1973: 155). Alman gücünün
hızla toparlandığının farkında olan Schuman güncel gerekliliklerden “erdemli bir
fayda” sağlayabilmek ve Alman gücünün, Avrupa’nın Anti-Komünist devletlerini
tehdit edeceğine, kendileriyle aynı tarafta yer almasını garanti altına alabilmek için
Fransa, Almanya ve diğer Avrupa devletleri arasında organik bir işbirliği önermiştir.
Schuman teklifini geçmişten gelen Fransız-Alman anlaşmazlıklarını sona erdirecek
ve karşılıklı taraflara fayda sağlayacak siyasi olarak bütünleşmiş bir Avrupa’nın ilk
adımı olarak pazarlamıştır (Deutsch ve Edinger, 1973: 156). Buna karşın,
“Bundestag”ın AKÇT Antlaşmasını onaylaması kamu desteği neticesinde
gerçekleşmemiştir. Aksine müzakereler esnasında antlaşmaya karşı olanlar
artmıştır. Fakat AKÇT, Alman Federal Cumhuriyetinin galip müttefiklerin vurduğu
prangalardan kurtuluş ve Fransa ile eşit mevkie yükselme gibi çok önemli vaatler
taşımaktaydı (Deutsch ve Edinger, 1973: 156–157).
Zaten Komünizm tehdidi karşısında ulusal bütünlüklerini muhafaza endişesi
içindeki dönemin Avrupa hükümetleri, uluslararası bir bütünleşmeden önce , ulusal
seviyede de ekonomik büyüme, tam istihdam ve refah devleti reformlarıyla
14
özetlenebilecek, “Keynes’çi Uzlaşı”yı benimsemiş12 ve sosyal adaleti
desteklemeye çalışmışlardı. II. Dünya Savaşı sonrasında büyük genişleme
gösteren sosyal kamu harcamaları (Moravcsik, 1998: 148) için gerekli kaynak
Keynes’çi ekonominin sağladığı gelir artışıyla sağlanmıştır. Keynes ekonomideki
istihdam ve üretim seviyesini toplam talep veya etkin talep ile açıklamıştır. Ücretler
ve sermaye arasında dengeleyici bir ilişki olduğu öne süren ve bu nedenle
hükümet müdahalesinin etkisiz hatta olumsuz etkiler yaratacağını düşünen klasik
düşünce yerine, Keynes özel ve devlet sektörlerinin birbirleriyle rekabet eden değil
tamamlayıcı unsurlar olabileceğini savunmuştur. Keynes‘e göre hükümet
harcamalarının her zaman müsrif olması bir zorunluluk değildir. Böylece, kâr
amaçlı özel sektörün yönelmeyeceği kamu mallarına yapacağı yatırımlarla devlet,
özel sektörün verimliliğini artırıcı yönde de rol alabilirdi. Bütçe politikasının, daha
fazla talep yaratan alt sınıflara yönelik olması gerektiğini savunan Keynes’in
fikirleri, tam istihdam politikasıyla genel refahın yükseltilmesinin yanı sıra, refahın
yeniden dağıtımı açısından da refah devleti anlayışıyla uyum içerisindeydi.
D. KEYNES’Cİ UZLAŞI
II. Dünya Savaşını izleyen yıllarda, Keynes’çi politikalar, özellikle Avrupa’da,
büyük kabul görmüştür. Hükümetler ekonomiyi düzenli istatistiklere bağlı olarak
izlemişler ve kendilerine Keynes’çi kuramın sunduğu çözümleri kabullenmişlerdir.
1950’ler boyunca mutedil seviyede hükümet talebiyle desteklenen endüstriyel
gelişme ile para ve maliye politikalarının dalgalanma karşıtı kullanımları
sürdürülmüştür. Keynes’çi refahın artık kalıcı olduğu düşünülen 1960’lı yıllardaysa,
12 Keynes’ci ekonomik gelişime ABD desteği için bakınız (Telò, 2006: 44, 112).
15
Keynes’çi politikalar ve Avrupa bütünleşmesinin sağladığı ivmeyle, Batının
kapitalist demokrasileri düşük işsizlik oranları ve enflasyonlarıyla altın bir dönem
yaşamışlardır.
Fordizm ve Taylorizmin getirdiği imkânlarla montaj hatlarında etkinlik artmış
ve maliyetler düşmüştü. Artan üretim ve yükselen maaşlar sonucundaysa,
endüstrileşme öncesi ve erken endüstrileşme dönemlerinde tahmin dahi
edilemeyecek biçimde, toplumsal refah hızla yükselmiştir. Refahın yükselişi,
I. Dünya Savaşı ve Sovyet ihtilali esnasında totaliter rejimlere yönelmiş olan,
toplumsal desteğin ortadan kalkmasını sağlamış ve demokratik kurumlara güven
yeniden yükselmiştir13. Böylece, Amerikan örneğindeki gibi hem kitlesel
vatandaşlığın hem de eşitlikçi olmayan kapitalist gelir ve refah dağılımının beraber
var olabilmesine imkân sağlanmıştır (Crouch, 1999: 37). Ayrıca, Fordizm ve
Taylorizmin çalışma şartlarına getirdiği iyileşmeler de işçi hareketlerinin
güçlenmesini sağlayarak sendikaların müzakere güçlerini artırmıştır. Çalışan
sınıfların kendi birliklerini sağlamaya yönelik çabaları Avrupa’nın en önemli sosyal
ve siyasi olgularından birinin, işçi hareketinin, doğuşuna öncülük etmiştir (Telò,
2006: 155). Böylece sendikacılık dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar başarı
sağlayarak Avrupa’nın toplumsal ve kültürel bir parçası haline gelmiş; sendikalar
ücret eşitsizliklerinin azaltılması, çalışanların konjonktürel dalgalanmalardan
bağımsızlaştırılması ve çalışanlarla işsizler arasındaki birliğin sağlanmasında
önemli rol oynamıştır.
Keynes’çi ekonomi, yatırımı artıran istikrarlı yönetimi ve halkın talebini 13 Refahın meşruiyetle doğrudan ilişkisi çalışmamızın ilerleyen aşamalarında Bütünleşmenin
meşruiyet kaybı açısından da ele alınacaktır (Supra., 109).
16
artırmasıyla Fordist üretim biçimiyle uyumluydu. Dahası, hükümetlerin büyük
bütçeler yöneterek talebi kontrol etmesi gerektiğini savunan Keynes’çi ekonomi
yönetiminin savları II. Dünya Savaşı esnasında savunma bütçeleri şişen
devletlerce denenmiş ve başarıya ulaşmıştı. Böylece, kendisi yığın
vatandaşlığının14 bir sonucu olan refah devleti hem ekonomik refah ve gelişmenin
hem de toplumsal uzlaşının idamesinin temel yolu haline gelmiştir (Crouch, 1999:
38).
Aslında liberal Weber’ci sosyolojinin refah devletini tetkiki de bu sonuçlarla
uyuşmaktadır. Bu görüşe göre refah devletinin genişlemesi aslında kendine yeni
meşruiyet temelleri sağlamaya çalışan ulusal seçkinlerin çabalarının bir
sonucudur. Ekonominin uluslararasılaşması ve güvenlik işlevinin yeni uluslarüstü
kuruluşlarla sağlanması, geleneksel devletin işlevselliğini, dolayısıyla da
meşruiyetini, kaybetmesine neden olmuştur. Böylece seçkinler modernleşme
sürecinin getirdiği sorunlarla baş edecek hizmetlerin sağlanması için yeni
meşruiyet temelleri aramışlardır (Alber, 1988: 183–184).
Böylece bütünleşme dönemin seçkinlerinin hem dış hem de içteki siyasi
hedeflerini gerçekleştirebilmeleri için elverişli ortak bir yol olarak görünmüştür.
İçeride ekonomik refahı artırarak ulus devletin meşruiyetini sağlarken, dışarıda da 14 Crouch, ünlü eserinde, yığın vatandaşlığını Endüstriyel devrimin ardından gelen şehirleşme ve
şehirleşmenin bir araya getirdiği yığınların siyasal sistemi dönüştürmesiyle oluşmuş bir vatandaşlık
biçimi olarak tanımlamıştır. Çalışmamızda kapitalizmin dışsallıklarına karşı tepki olarak
tanımladığımız yığın vatandaşlığının ilk siyasal biçimleri Komünizm ve Faşizmdi (Crouch, 1999: 28-
29). Daha sonraki dönemde sosyal politikalarla kapitalist ekonomi sisteminin yeni uzlaşısı olarak
yığın vatandaşlığının temsilcisi refah devleti olmuştur. Bu kapsamda Crouch da, refah devleti
vatandaşlığının ancak kapitalist ekonomiyle bağlantı içinde kavranabileceğini vurgulamıştır
(Crouch, 1999: 367).
17
Sovyet yayılmasına karşı konulmasına destek olmuştur. Kısacası “yaratıcı
faydacılık” olarak da değerlendirilen (Hallstein, 1962: 17) Avrupa bütünleşmesinin
amacı yetersizliği ortaya konan ulus devletinin yerine yeni bir yönetişim biçimi
getirmek değil tam tersine Avrupa ulus devletlerinin varlıklarını, yarattıkları refahla,
onamalarıdır.
E. REFAH BÜTÜNLEŞMESİ
II. Dünya Savaşının yarattığı yıkım Avrupa’nın böyle bir olayın
tekerrüründen nasıl kaçınabileceği sorusunu öne çıkarmıştır. Bir ekol savaşın
müsebbibi olarak görülen Almanya’nın cezalandırılmasını savunmuş; Sovyetlerin
taraf olduğu ve savaşın suçlusu olarak kapitalizmi savunan diğer bir ekol ise
Komünizm çözümünü desteklemiş; son olarak bütünleşme ekolüyse savaşın
suçlusunun ulusalcılık, kurtuluşun ise bir Avrupa Birleşik Devletleri olduğunu
savunmuştur (Nelsen ve Stubb, 2003: 245). Doğu ve Merkez Avrupa’da Sovyet
destekli komünist ekol başarı kazanırken batıda, Amerikan ve BK nüfuz
bölgesinde15, ise nihai başarı bütünleşme taraftarlarının olmuştur. Almanya’nın
cezalandırılmasını savunan ve özellikle Fransa tarafından desteklenen ekol ise bu
formülün daha önce denenerek başarısızlığa ulaşmış olması ve Almanyasız
kurulacak bir düzenin kalıcı olmayacağının bilincinde olanlar (Nelsen ve Stubb,
2003: 5) tarafından desteklenmemesi nedeniyle başarılı olamamıştır.
15 II. Dünya Savaşı ertesinde Almanya toprakları, Müttefik güçlerce dört askeri işgal bölgesine
ayrılmıştı. Bölgelerin kontrolleri Fransa, BK, ABD ve Rusya’nın elindeydi. Almanya’nın birleştirilip,
Avrupa ile bütünleştirilmesi; böylece Rusya karşısına bir güç olarak çıkartılması taraftarı olan BK ve
ABD kendi bölgelerini “Bizonia” adı altında birleştirmişlerdir. Daha sonra bu eğilime karşı
koyamayan Fransa’nın da katılımıyla 23 Mayıs 1949 tarihinde Federal Almanya kurulmuştu.
18
Sovyet tehdidi karşısında bütünleşme yönteminin, Amerikanın da desteğiyle
(Hallstein, 1962: 56–59), diğer seçeneklerin önüne geçmesi ve Avrupa’da görülen
bütünleşme ve ittifak çabaları bu alandaki akademik ilgiyi de zirveye çıkartmıştır
(Pentland, 1973: 14). Bütünleşme alanında ortaya konan kuramsal zenginlik basit
bir sınırlandırmaya tabi tutulursa, kuramların genel olarak süreç ve sonuç
aşamalarında farklılaştığı görülebilir. Süreç açısından kimileri bütünleşmeyi siyasi
bir süreç olarak görürken kimileri sosyo-ekonomik bir süreç olarak görmekteydi;
sonuç açısından ise kimileri devletler arasında bir bütünleşme öngörürken
kimileriyse ulus devletin yerine geçecek yeni bir modele inanmaktaydı. Bir şemayla
ifade etmek gerekirse dönemin bütünleşme kuramları şu şekilde betimlenebilir:
Tablo I–2 II. Dünya Savaşı Sonrası Bütünleşme Kuramları
Sonuç
Devlet Modeli
(Ulus Devletlerin Aşılması)
Topluluk Modeli
(Ulus Devletlerin Muhafazası)
DOĞRUDAN
Siyasi Değişkenler Federalizm Çoğulculuk
Bütünleşme
Süreci DOLAYLI
Sosyo-Ekonomik
Değişkenler
Yeni-İşlevselcilik İşlevselcilik
Kaynak: (Pentland, 1973: 23; Lindberg ve Scheingold, 1970: 8)
19. yüzyıldan önce uluslararası bütünleşme yönündeki tartışmaların
neredeyse tamamı pasifizm olarak adlandırılan yazın çerçevesinde gelişmişti
(Pentland, 1973: 147). Bu yazından, biri uluslar arasında ahlaki, ekonomik ve
siyasi dönüşüm ile daha etkin etkileşim öngören Çoğulculuk; diğeri ise uluslar
19
arasındaki ilişkilerin ve ulusların egemenliklerinin yeni bir hukuki ve siyasi teşkil
vasıtasıyla düzenlenmesini öngören Federalizm olmak üzere iki görüş doğmuştur.
Siyasi seçimlere dayalı bütünleşme çabalarının başarısızlığının ortaya çıkmasıysa,
daha sonraları bütünleşmeyi sosyo-ekonomik süreçlere dayalı gören kuramların
doğuşuna neden olacaktır.
1. FEDERALİZM
Bunlardan, klasik federalist kuram bütünleşmeyi Hobbes’in Leviathan’ının
oluşumuyla benzer biçimde tanımlamaktadır. Bu görüşe göre bütünleşmenin
esası, bir grup egemen devletin kendilerinin sağlayamadığı barışı sağlamak için
uluslarüstü bir devlet teşkil etmek üzere bir araya gelmeleridir. Federalizm
uluslararası sorunların temelde siyasi olduğunu, dolayısıyla siyasi çözümler
gerektirdiğini, çözümün ise ancak ulus devletlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün
olabileceğini, ulus devletlerin ortadan kaldırılabilmesi için de anayasal bir düzene
bağlı federal oluşumlara ihtiyaç olduğunu ve ulus devletlerin sonunun savaşların
da sonu olacağını savunmaktadır (Rosamond, 2000: 28). Bu görüşe göre, teşkil
edilecek yeni siyasi ve hukuki varlık dışarıda üye devletlerin uluslararası kişiliklerini
birleştirirken, içeride üye devletler ve federal hükümet arasında birbirlerini
tamamlayıcı yasal bir ayrım (Bosco, 1996: 4–5) sağlamalıdır. Böylece Federalizm,
bir yandan farklı ve rekabet halindeki çeşitli egemenlik kademelerinin arasındaki
dengelerin sağlanmasını amaçlarken, diğer yandan da etkinlik ve demokrasi
arasında bir denge bulmayı amaçlamaktadır (Rosamond, 2000: 26).
Klasik federalizm mevcut federal hükümet arketipleri olan ABD ve İsviçre
hükümet tipleri ile doğrudan bağlantılıdır (Pentland, 1973: 151). Bu nedenle ekolün
20
incelemeleri genel olarak, ABD ve İsviçre örneklerindeki gibi, yetki ayrımı ve
kurumsal yapı gibi hususlar üzerine yoğunlaşmaktadır (Mally, 1973: 25;
Rosamond, 2000: 24; Pentland, 1973: 151). Ancak, münhasır sosyo-ekonomik
dengeleri nedeniyle kendi aralarında bile büyük sistemsel farklılıklar sergileyen bu
örneklerin yasal/hukuki yapılarına dayalı bir kuram olarak gerekli esnekliğe sahip
olmayan Federalizmin gerçekleştirilebilmesi için seçkinlerin desteği ve anayasal
eşik (Pentland, 1973: 163) gibi şartların sağlanması gerekliliği kabul edilmiştir.
Çünkü Mario Albertini’nin belirttiği gibi “Federal hükümet kuramı bir teşkilatı
tanımlar, vücuda geldiği ve yaşamını idame ettiği insan çevresini değil. Bir
davranış biçiminin siyasi yapısını tanımlar, toplumsal temelini ve tarihi atfını değil”
(Bosco, 1996: 5).
Savaş sonrası Avrupa’sında, Federal amaçlar açısından, yeni bir oluşum
için istek ve dışardan destek (ABD) gibi olumlu şartlar bulunmuşsa da, esnek
olmayan yapısı nedeniyle bu görüş Avrupa bütünleşmesinin itici gücü olmak yerine
daha seçmeci ve esnek görüşlerin başarı sağlayamadığı anlarda dirilen bir ideoloji
haline gelmiştir (Pentland, 1973: 177). Avrupa bütünleşmesine yönelik federal
eğilimli en önemli çaba Avrupa Konseyi olmuştur. Ancak Federalizm, Avrupa
Konseyi danışma yetkisinden daha somut yetkiler için çabalarken, ulusal siyasal
akımların altında ezilerek ilk hezimetine uğramıştır. Bu hezimetin ardından OEEC
gibi kısıtlı işbirliği alanlarına dönüşü kabullenemeyen Federalistler (Mally, 1973:
59–60) için “European Defense Community” (Avrupa Savunma Topluluğu, EDC)
ve “European Political Community” (Avrupa Siyasi Topluluğu, EPC) oluşumları
umut olmuştur (Etzioni, 1965: 252). Ancak, Fransız Ulusal Meclisinin 30 Ağustos
21
1954 tarihinde EDC Antlaşmasını imzalamaması Federalistler için ikinci büyük
hezimet olmuştur.
Radikaller için EDC hezimeti, geleneksel olarak seçkinlerin desteğiyle
gerçekleşecek biçimde betimlenen, federal hedeflere bu biçimde erişilmesinin
imkânsızlığını göstermiş ve Federalist hareketin “halka gitmesi” gerektiği görüşü
doğmuştur (Pentland, 1973: 171). Böylece, klasik federal kuramı genişletmeye ve
esnetmeye yönelik sosyo-ekonomik değişkenleri de göz önünde tutan çalışmalar
ortaya çıkmıştır. Bu açıdan en önemli çalışma, her ne kadar kendisi Federalist
olmasa da, Federalist varsayımları sosyolojik analizle birleştiren Etzioni’ninki
olmuştur. Etzioni seçkinler ve çıkar grupları arasındaki yukarı ve aşağı yönlü
iletişimin başarısının bütünleşmenin de başarısını belirleyeceğini savunmuştur
(Etzioni, 1965: 74–76).
II. Dünya Savaşı sonrası toplumsal uzlaşının en önemli unsurunun refah
devleti olduğu düşünüldüğünde, Etzioni’nin bütünleşmenin başarısının devletin
refah üretim sığasına bağlı olduğu fikrine katılacağı rahatlıkla söylenebilir. Aslında,
Klasik Federalist kuram da bütünleşmenin sonucu ve ibrası olarak refah yaratma
kapasitesinin farkındaydı (Pentland, 1973: 172). Adam Smith’den beri serbest
ticaretin faydaları bilinmekteydi. Serbest ticaretin bir bakıma pazarın genişlemesi
anlamına geleceğine dikkat çeken iktisatçılar, Ford’cu üretim biçimiyle de uyum
içerisinde, bu genişlemenin kitle üretim ve tüketimini sağlayarak maliyetlerin
düşürülmesine yardımcı olacağına dikkat çekmişlerdir. Büyük ölçek üreticiler
sermaye, teknoloji, eğitim ve kurumsal yapı gibi kaynaklara daha kolay
erişebilecek, daha geniş alanlarda gerçekleşen rekabet ise etkinliği artıracaktır
22
(Hallstein, 1962: 31–32). Tüm bu etkenlerin bir araya gelmesi de refah artışını
destekleyecektir.
1947’de yayınlanan bir Milletler Cemiyeti incelemesi ekonomik bütünleşme
kavramının ne yeni ne de Avrupa bütünleşmesi sonrası gelişen bir kavram
olmadığını açıkça göstermektedir:
“Bir gümrük birliğinin var olabilmesi için birlik içerisinde malların
serbest dolaşımına izin verilmelidir. Bir gümrük birliğinin
olgusallaşması için kişilerin serbest dolaşımına izin vermek şarttır. Bir
gümrük birliğinin istikrara kavuşması için paranın serbest mübadelesi
ve birlik içerisinde istikrarlı mübadele kurlarının sürdürülmesi şarttır.
Bu, diğer şeylerin yanında, birlik içinde sermayenin serbest dolaşımı
anlamına gelir. Malların, kişilerin ve sermayenin herhangi bir alanda
serbest dolaşımı olduğunda, iktisadi faaliyetin sürdürülmesine ilişkin
farklı ekonomik politikalar izlenemez. Siyaset birliğini sağlamak için
bazı siyasi mekanizmalar gereklidir. Devletin ekonomik faaliyete
müdahalesi oranında bir gümrük birliği içerisinde o oranda bir siyasi
bütünleşme de olmalıdır.” (Hallstein, 1962: 39–40)
Federalizm bütünleşmenin refah yaratma kapasitesi nedeniyle seçkinlerin
bilinçli bir seçimi olarak ortaya çıkacağını savunmuştur. Ancak kuramın gittikçe
sosyo-ekonomik süreçlere dayanan ve tedriciliği benimseyen bir ilerleme
göstermesi, savaş sonrası bütünleşme çabalarının ortaya koyduğu tecrübelerin
benimsendiğini göstermiştir. Böylece, Federalizm sadece siyasi seçkinlerin bir
seçimi olarak değil halkın da katılımıyla gerçekleştirilecek bir hedef olarak ortaya
23
çıkmıştır. Etzio’ninin sosyal federalizminin önemli diğer bir unsuru da, İşlevselciler
tarafından çok eleştirilen (Pentland, 1973: 75–76), bölgesel bütünleşmedir.
Etzioni’ye göre bölgesel bütünleşme çabaları federal dünya barışı utkusuyla
yakından ilişkilidir. Bölgesel bütünleşmeler bir dünya siyasal topluluğu (Etzioni,
1965: x) için basamak teşkil edebilecektir. Zaten bütünleşmenin bölgeselliği,
Federal kuramın komüniter (Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 508–509) yapısıyla da
uyumludur.
2. ÇOĞULCULUK
Çoğulculuğun en önemli temsilcisi olan Karl Deutsch kuramını matematikçi
Norbert Wiener’in sibernetik yazını ve Talcott Parson’un sistem kuramı üzerine
kurmuştur (Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 519). Toplumun sibernetik yapısıyla
bağıntılı olarak, Etzioni gibi Deutsch da toplum içi iletişim akışına önem vermiş ve
toplumsal organizasyonun temelinin iletişim olduğunu savunmuştur (Deutsch,
1963: 77). Bu çerçevede, ulusal seviyede bütünleşme ve ayrışma süreçlerini
incelediği çalışmasıyla Deutsch uluslararası bütünleşmenin anlaşılması için önemli
bir kaynak sağlamıştır (Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 519).
Ulus devletlerin içindeki gruplar ve bölgeler arasındaki sosyal, ekonomik,
kültürel ve siyasi etkileşimlerle ilgilenen Deutsch bu olguların ulusal sınırları aşarak
tüm grup ve bölgeleri ortak bir “siyasi topluluk kavrayışı”na eriştireceğini ve
nihayetinde bir “güvenlik topluluğu”nun oluşacağını savunmuştur. Böyle bir
güvenlik topluluğu “[...] topluluğun üyelerinin birbiriyle savaşmayacağı fakat
anlaşmazlıklarını başka bir biçimde çözeceklerine dair gerçek teminatın olduğu bir
[topluluk]” (Deutsch et.al., 1957: 5) olacaktır. Fakat bu özelliklere sahip bir
24
topluluğun devlet çatısı altında birleşmesi şart değildir. Böylece Deutsch güvenlik
topluluklarını ikiye ayırmıştır: tek bir devlet çatısı altında birleşmiş “amalgam” ve
kendi benliklerini koruyan uluslardan müteşekkil “çoğulcu” güvenlik toplulukları.
Deutsch amalgam güvenlik topluluklarının kurulabilmesi için gerekli bazı şartlar
tespit etmiştir: temel değerlerin karşılıklı uyumu, ortak yaşam biçimi, daha güçlü
ekonomik bağ veya kazanç beklentisi, en azından bazı üyelerin siyasi ve idari
sığalarında dikkate değer artışlar, en azından bazı üyelerde üstün ekonomik
büyüme, daha zayıf halkaların bağlanabileceği merkez alanların bulunması, yoğun
toplumsal etkileşim ve siyasi seçkinlerin dağılımı (Deutsch et.al., 1957: 58 ve
Deutsch, 1968: 195). Diğer bütünleşme kuramları değerlendirildiğinde bu tanım
Federal ve Yeni İşlevselci toplulukları ifade etmektedir (Rosamond, 2000: 43).
Çoğulcu siyasi toplulukların teşkili için ise üç koşul gereklidir: karar vericiler
arasında değerlerin uyumluluğu, bütünleşecek unsurların karar vericileri açısından
karşılıklı ön görülebilirlik ve karşılıklı hassasiyet (Deutsch et.al., 1957: 66-67;
Deutsch, 1968: 196).
Deutsch’a göre çoğulcu güvenlik toplulukları çok daha kalıcıdır (Deutsch
et.al., 1957: 65, 66 ve 69). Amalgam topluluklar ise çok daha fazla istikrar bozucu
etkene karşı hassastır (Deutsch et.al., 1957: 59-65; Deutsch, 1968: 195-196).
Çoğulcu teşkiller ortak karar alma ve sorun çözme mekanizmalarıyla üyeler arası
etkileşimi artırarak zamanla üyeler arasındaki “topluluk hissi” ve karşılıklı güveni
geliştirmektedirler. Ortak karar alma ve sorun çözme mekanizmalarında
uluslararasılığı savunan Çoğulcular Yeni-İşlevselcilerin uluslarüstü kurumlarının
başarısız olacağına inanmışlardır. Çoğulcular topluluklar arası etkileşimin önemini
25
vurgulasalar da, onlar için etkileşim daha çok diplomatik seviyede gerçekleşecek
bir olgudur. Böylece Çoğulculuk barış amacının devletlerin ortadan kaldırılmasıyla
değil fakat onların geliştirilmesiyle sağlanabileceğini savunmuştur. Yani,
uluslararası mekanizmalardaki yetersizliğin ancak ulus devletlerin yetki devriyle
aşılabileceğini inanan Federalistlerin aksine Çoğulcular bütünleşmenin uluslararası
seviyede kalmasını savunmuşlardır.
Çoğulculara göre, ulusların arasındaki iletişim/alışverişin yoğunluğu ve
sıklığı arttıkça, uluslar birbirlerinin tutum ve çıkarlarına karşı daha dikkatli
olacaklardır. Bu ilişkilerin karşılıklı yararı görüldükçe birbirlerine karşı inanç ve
güvenleri de artacaktır. Buna bağlı olarak yeni etkileşim alanları doğacak ve
bütünleşme derinleşecektir (Pentland, 1973, s. 42). Ancak Çoğulcular iletişimin
hem olumlu hem de olumsuz olarak gelişebileceğini görmüşlerdir. Onlara göre
Yeni İşlevselciler için siyasi bütünleşmenin anahtarı olan ekonomik bütünleşme
sadece iletişim sürecine olumlu katkıda bulunduğu sürece etkin olacaktır. Ayrıca,
Çoğulcular bütünleşmenin modern teknoloji ve iletişim imkânlarına rağmen hala
belirleyici unsur olan coğrafyadan etkileneceğini, dolayısıyla da bölgesel
bütünleşmelerin daha olası olduğunu savunmuşlardır (Deutsch et.al., 1957: 10).
Bu kapsamda, Brams uluslararası ilişkilerin etkileşimler olarak haritasının
çıkartılmasının hangi ulusların gerçekte birbirine yakın olduğunun tespit
edilebileceğini savunmuştur (Brams, 1966).
Avrupa bütünleşme tarihinde belki de en önemli teşkil olan OEEC Çoğulcu
bir teşkilattır. Faşizm ve Komünizm tehdidine karşı Avrupa ekonomisini
canlandırmak ve refahı artırmak üzere kurulan bu teşkilat Avrupa’daki bütünleşme
26
dinamiklerini ateşlemesi açısından çok önemlidir. Ekonomik etkisinin yanı sıra
Avrupa uluslarının siyasetçileri ve sivil unsurları arasındaki işbirliği ve etkileşimi
Çoğulcu yöntemlere dayalı olarak geliştiren teşkilat, daha sonra amalgam bir
topluluk olarak başarıya ulaşacak, Avrupa Topluluklarının karar alma
mekanizmaları için temel sağlamıştır (Lindberg ve Scheingold, 1970: 11–13; Mally,
1973: 59). Fakat uluslararası karar alma mekanizmalarına bağlı olan OEEC’nin
kurumsal yapısı bütünleşmenin daha ilerilere taşınması için yeterli olmamıştır
(Hallstein, 1962: 7; Bromberger ve Bromberger, 1969: 55–71). Avrupa’da kurulan
diğer Çoğulcu teşkiller ise Amerikan hegemonyası nedeniyle klasik bir ittifaktan
öteye gidemeyen NATO; her ne kadar Federalist amaçlarla teşkil edilmiş olsa da
işlevselliğini Çoğulculuktan öteye taşıyamayan Avrupa Konseyi ve Batı Avrupa
Birliğidir (BAB).
Ancak, bütünleşmenin amacı olarak sadece barışın görüldüğü ve sürecin
siyasi değişkenlere bağlandığı Çoğulcu görüş, çatışmanın sebeplerinin siyasi
alandan ziyade sosyal ve ekonomik alanlarda yattığı, refah ve toplumsal adalet
gibi değerlerin söz konusu olduğu durumlar için çok yetersiz kalmaktadır
(Pentland, 1973: 63). Zaten, Çoğulcu bütünleşme girişimleri arasında en
başarılısının OEEC olması da toplumsal iletişimin siyasi seçim doğrultusunda değil
ekonomik işbirliğiyle, daha doğrusu sistemik taleplere uygun olarak toplumsal
uzlaşıyı sağlayacak refah artışıyla, daha etkin olarak desteklendiğini göstermiştir.
3. İŞLEVSELCİLİK
İşlevselcilik temellerini tüm sosyal yapıların toplumun işlevsel taleplerini
yerine getirmek için var olduğunu savunan sosyolojik kuramlar ve liberal
27
görüşlerden almıştır (Pentland, 1973: 67). İşlevselcilere göre modern teknoloji,
gelişen iletişim imkânları, iktisadi büyüme, çevrebilimsel ve sosyal sorunlar
uluslararası işbirliği ve nihai olarak uluslararası bütünleşme için karşı konulamaz
bir baskı unsuru oluşturmaktadır. Bu kapsamda, Mitrany’nin başlangıç noktası,
uluslararası toplumun temel işlevleri olmuştur.
Mitrany uluslararası örgütleri, işlevselliğe dayalı ve karşılıklı bağımlılığın
sonucu olarak görmüştür. Uluslararası örgütler ulusal düzeyde tatmini mümkün
olmayan ihtiyaçları karşılayarak (Rothwell, 1949: 609) devletin işlevselliğinin
yetersiz kaldığı durumları telafi etmektedir. Bu tür kurumların teşkilinin iki
muhtemel etkisi olacaktır: ilk olarak, bahse konu uluslararası/üstü kurumların
yaratacağı etkinlik toplumsal bağlılığın ulus devletlerden bu örgütlere kaymasına
neden olacak; ikinci olarak ise, çatışma ihtimali karşılıklı bağımlılıklara bağlı olarak
ortadan kalkacaktır (Rosamond, 2000: 33). Benzer temellere dayanan
“uluslararası rejim” kuramcıları da devletlerin aralarında sorun çıkabilecek
alanlarda ortak kurallar belirleyerek (Haas, 1980: 358, 397) ve ilgili alanı teşkil
edilen rejime göre yöneterek çatışmadan kaçındıklarının savunmuşlardır (Young,
1980: 332). Böylece, Mitrany “gelişen ve yaygınlaşan uluslararası işlevsel bağlar
ve örgütler adeta bir örümcek ağı gibi dünyayı kaplayacak ve savaşı uygun bir
yöntem olmaktan çıkaracaktır” (Mitrany, 1966: 38) diyebilmiştir.
Artan ihtiyaçlara rağmen işlevselliğin ulus devletlerle sınırlandırılmasının
insanlığın refahını olumsuz etkilediğine inanan İşlevselciler refah ihtiyacının
evrenselliği vurgulamış ve sosyo-ekonomik kurumların refah ihtiyacını karşılamak
için yeniden yapılandırılmasıyla savaşların kendiliğinden ortadan kalkacağını
28
savunmuşlardır (Pentland, 1973: 69; Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 512).
Teknolojinin ve refah ihtiyacının (tek gerçek meşruiyet kaynağı olarak) evrenselliği
ulusal sınırları aşan işlevsellikleri yerine getirecek kurumların teşkilini
gerektirmektedir. Bir alandaki başarılı işbirliği ise, dallanma (“ramification”)
sürecine dayalı olarak, diğer alanlarda işbirliğine gidilmesiyle sonuçlanacak bir
yayılma etkisi yaratacaktır (Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 512). Bu açıdan
bakıldığında, bütünleşmenin hedefi insan ihtiyaçlarını karşılayacak bir tür
uluslararası kurumlar ağının oluşturulmasıdır. Yani, model bölgesel değil küresel
bir modelidir.
İşlevselciler statükoyu korumaya çabalayan mevcut siyasi ve hukuki
yapıların, teknolojik ve ekonomik gelişmelerin ardında kalarak, çatışmaya
sebebiyet vermeye eğilimli olduklarını savunmuşlardır (Hallstein, 1962: 3–4).
Böylece bütünleşme insanın refahına yönelik mantıklı sosyo-ekonomik yanının,
geri kalmış ve muhafazakâr siyasi yanına galibiyeti olarak görülmektedir
(Pentland, 1973: 73). Böylece bütünleşmeyi bir süper devletin baskılanması olarak
gören Federalistlerin aksine İşlevselciler devletin öneminin refah odaklı
uluslararası rejimler ağına bağlı olarak kaybolacağına inanmışlardır (Pentland,
1973: 149; Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 512). Bu kapsamda, Gerçekçilerin asli
etken olarak gördükleri ulus devletlerin çıkarları yerine İşlevselciler artan
bilimsel/teknik uzmanlıklarla tetiklenen ortak çıkarlar ve ihtiyaçlara bağlı olarak
ulus devletlerin egemenliğinin zayıflamasına odaklanmışlardır (Rosamond, 2000:
33). Federalistler ile İşlevselcilerin ortak fikirleri ise, ulus devletin artık kendinden
talep edilen işlevleri yerine getirecek yeterlilikte olmadığıdır.
29
Ancak, Haas’ın dikkat çektiği gibi kuram uluslararası sistemi bir bütün olarak
alarak ve tüm toplumların aynı işlevlere ihtiyaç duyduğunu varsayarak değişimin
pragmatik değil ereksel bir açıklamasını yapmaktadır (Haas, 1964: 56–59).
İşlevselci kuramın refahın sağlanmasına yönelik vurgusu, evrensel refah
arzusunun bütünleşme açısından öneminin kavrandığını göstermektedir. Fakat
seçkinlerin kararlarının, sistemik taleplerden bağımsız olarak alındığında,
bütünleşme için yeterli güdüyü sağlayamayacağının farkında olmasına rağmen,
kozmopolitist yaklaşımıyla (Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 507–509), sistemik
taleplerin bölgesel de olabileceğini reddetmesi kuramın talihsizliği olmuştur.
Ayrıca, kuram uluslararası ilişkileri siyasal bağlamından ayrı tutması nedeniyle de
eleştirilmiştir (Rosamond, 2000: 39–42). Bütünleşmenin sağlanabilmesi için siyasal
iradenin şart olduğuna inananlar sadece teknokratların bütünleşmeyi
başlatamayacağını vurgulamışlardır.
Bütünleşmenin yarattığı ortak çıkar grupları ve teknik ihtiyaçlardan doğanlar
teşkiller bir yana bırakılırsa Avrupa bütünleşme tarihinde İşlevselci kavramlarla
incelenebilecek en önemli kurumlar OEEC, Avrupa Konseyi, AKÇT ve Avrupa
Atom Enerjisi Topluluğudur (“European Atomic Energy Community”, EURATOM).
OEEC ve Avrupa Konseyi başta ekonomik temelli olanlar olmak üzere pek çok
işlevsel alanda işbirliğini sağlamış; AKÇT döneminde Avrupa sanayiinin gelişimi
için çok önemli olan kömür ve çelik sektörlerinde işlevsel görevler üstlenmiş ve
EURATOM ise atom enerjisi alanında işlevsel görevler üstlenmek üzere
tasarlanmıştır (Hallstein, 1962: 18–19). Her ne kadar AKÇT yarattığı refahla
Avrupa bütünleşmesine büyük katkılar yapmış olsa da AKÇT ve diğerlerinin
30
sadece işlevsel nitelikleri için değil aynı oranda siyasi seçkinlerin tercihlerine de
dayalı olarak kurulduğu unutulmamalıdır. Bunun en önemli göstergesi, tarihsel
gerçeklerin AKÇT’nin işlevsel niteliği ve kurumsal yapısının ekonomik
önceliklerden ziyade siyasi önceliklere hassas olduğunu ortaya koymuş olmasıdır
(Pentland, 1973: 94, 98).
4. YENİ-İŞLEVSELCİLİK
Profesör Haas, AKÇT’nin gelişiminin siyasi dinamiklerini İşlevselci bir
bakışla incelediği meşhur çalışmasında, bütünleşmeyi “Siyasi bütünleşme farklı
ulusal düzenlerdeki siyasi aktörlerin sadakatlerini, beklentilerini ve siyasi
faaliyetlerini, kurumları daha önceden mevcut ulus devletlerin üzerinde yetkiye
sahip veya sahip olmak isteyen, yeni bir merkeze kaydırmaya ikna edilmeleridir.
Bir siyasi bütünleşme sürecinin nihai sonucu daha önceden mevcut olanların
üstüne baskılanmış yeni bir siyasi topluluktur” (Haas, 1964: 16) şeklinde
tanımlamıştır. Yeni-İşlevselciliğin diğer önemli bir ismi olan Lindberg de
bütünleşmeyi “devletlerin birbirlerinden bağımsız olarak iç ve dış politikayı
yönetme arzularından vazgeçip, ortak kararlar almayı ve karar alma yetkisini yeni
merkezi organlara devretmeyi tercih ettikleri bir süreçtir” (Lindberg, 1963: 46)
şeklinde tanımlamıştır.
Temelde siyasi bütünleşmenin işlevsel ihtiyaçlar ve teknolojik gelişmelerden
ziyade çıkar grupları, partiler ve hükümetler gibi siyasi güçlerin etkileşimine bağlı
olduğunu savunan Yeni-İşlevselci kuram, adından da anlaşılacağı üzere, aslında
Mitrany’nin çalışmasının ayrıntılandırılmış ve yeniden düzenlenmiş biçimidir
(Pentland, 1973: 100; Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 512). İşlevselcilik ile Yeni-
31
İşlevselcilik bütünleşmenin refah yaratan bir ekonomik düzen yaratılmasıyla
mümkün olabileceği konusunda hemfikirdiler (Lindberg ve Scheingold, 1970: 8).
Fakat süreç açısından İşlevselci araçlara dayanan Yeni-İşlevselcilik bütünleşmenin
sonucu olarak Federal hedefleri benimsemiştir. Böylece İşlevselciliğin küresel
serbest ticaret ile erişmeyi hedeflediği bütünleşmeyi Yeni-İşlevselcilik
kurumsallaşmış bölgesel ekonomik bütünleşmeyle gerçekleştirmeyi amaçlamıştır.
Bu bağlamda, Federalist utkunun İşlevselci araçlarla elde edilmesi olarak
tanımlanabilecek Yeni-İşlevselcilik aslında Federalizm ile İşlevselciliğin bir
karışımıdır (Pentland, 1973: 113; Rosamond, 2000: 49, 51).
Haas’ın kuramının temelinde, Mitrany’nin “dallanma doktrini” olarak
tanımladığı, saçılma (“spillover”) kavramı yatmaktadır (Dougherty ve Pfaltzgraff,
1981: 514; Rosamond, 2000: 59–60). AKÇT üzerine çalışmasında başlangıçta
bütünleşmeye yönelik pek az destek olan seçkinlerin daha sonra Topluluğun etkin
destekçileri haline geldiğini tespit eden Haas, bir sektörde uluslarüstü kurumlardan
yarar sağlayanların diğer alanlardaki bütünleşmeyi de desteklemesinin olası
olduğu sonucuna varmıştır. Haas’ın sözleriyle “Başlangıçtaki kararlar yeni işlevsel
bağlamlara saçılır (“spillover”); daha ve daha çok insanı kapsar; başlangıçtaki
uzlaşılardan doğan yeni sorunları karşılayan daha ve daha çok bürokrasiler arası
irtibat ve danışmayı talep eder” (Dougherty ve Pfaltzgraff, 1981: 514).
Siyaseti belirli alanlara mahsus (savunma ve dışişleri gibi) somut bir olgu
olarak gören klasik görüşün aksine tüm siyasi faaliyetleri birey veya grubun çıkar
algısıyla bağlantılı (Haas, 1964: 34; Hallstein, 1962: 58) soyut bir olgu olarak
gören Yeni-İşlevselciler için işlevsel alanlardan siyasi alana saçılım olağan bir
32
süreçtir. Bütünleşmenin devamlılığı aktörlerin başlangıçta “tartışmalı olmayan”
yada “teknik” olarak kabul edilen amaçlarının tedrici siyasallaşması” (Haas ve
Schimitter, 1964: 707) ile sağlanır. Bu çerçevede siyasi saçılma sektörel
bütünleşmenin, kısmen Avrupa seviyesinde birleşmiş çıkarları olan kısmen de
ulusal seviyelerde bütünleşmenin faydalarından yararlandığı için gerilemeye karşı
gelen, yeni çıkar grupları yaratmasını tanımlamaktadır (Rosamond, 2000: 58).
Ancak Yeni işlevselcilerin bütünleşmenin nihayetinde erişilecek siyasi yapı
hakkındaki görüşleri belirsizdir (Pentland, 1973: 106). Başlangıçta Deutsch’unki
gibi Çoğulcu bir yapıyla başlayacak bütünleşme sürecinin, ekonomik ve sosyal
karşılıklı bağımlılığın yarattığı baskılar ve saçılma neticesinde, Batı ulus devletine
yakın amalgam bir yapıya dönüşmesi beklenmiştir (Haas, 1958: 4–11). Ancak, bu
tedrici süreç içerisinde ulus devletin nerede sona ereceği ve yeni siyasi topluluğun
nerede başlayacağı belirsizdir (Pentland, 1973: 102). Nihayet 1960’ların
ortalarında Haas siyasi topluluk anlayışının odağını şöyle tanımlayacaktır: “federal,
konfederal veya hükümetlerarası kurum değil uluslarüstülük, endüstriyel ve
eşitlikçilik çağındaki karşılıklı bağımlılık gerçeğiyle barış yapmış, kendi dar sınırları
içerisinde refah amaçlarını gerçekleştirmeye artık kendini yeterli görmeyen ulus
devletin uygun bölgesel muadili olarak görülmektedir” (Pentland, 1973: 102–103).
Fakat her ne kadar uluslarüstü bir yapı amaçlıyor olarak görülse de Yeni-
İşlevselciler, Federalistlerin aksine, sonuçtan ziyade süreçle ilgilenmişlerdir
(Wiener ve Diez, 2004: 69). Bu nedenle Lindberg de analizinde “Haas’ın
tanımladığı siyasi topluluğa erişmeden ciddi miktarda bir siyasi bütünleşmeyi
içeren ortaklaşa karar alma süreçlerine erişilebil[eceğini]” (Pentland, 1973: 104)
33
belirterek Haas’ın getirdiği ereksel tanımdan kaçınmıştır.
Yeni-İşlevselcilik ekonomi ve refaha yönelik klasik İşlevsellikle siyasi
çatışma ve seçim kuramını birleştirerek bütünleşmenin ekonomik değil, seçkinler
ve çıkar grupları arası bir siyasi uzlaşma neticesinde geliştiğini gösterdiğini iddia
etmiştir (Pentland, 1973: 110)16. Böylece, Çoğulculuk ulus devletlerin temel
işlevselliği kabul edip sadece diplomatik düzenlemeyi öngörürken; İşlevselcilik ulus
devlete maddi refahı sağlama sahasında, Yeni-İşlevselcilik ise, sadece maddi
refah üretiminde değil, aynı zamanda güvenliğin sağlanması ve siyasi bağlılıkların
belirlenmesi alanlarında bile meydan okumuştur (Pentland, 1973: 107).
Bütünleşmenin işlevselliğinin bu çok yanlılığı Avrupa bütünleşmesinin gerçek
nedenlerinin güvenlik, savaşların sonlandırılması, Sovyet tehdidi ve Avrupa
uluslarının ABD karşısında ekonomik ve kültürel özerkliğini muhafazası olarak
gören çeşitli bakış açılarının tatmini için de gerekliydi.
AKÇT’nin, Yeni-İşlevselci kuramın geliştirilmesinde laboratuar ortamını
sağlaması ve “Avrupa fikri”nin gerçekleştirilmesine yönelik pragmatik bir çaba
olması kuramın popülerliğini önemli ölçüde desteklemiştir. Ancak AKÇT’nin
İşlevselci altyapısı nedeniyle AET ve EURATOM antlaşmaları hayata geçirilene
kadar kuramın temel kavramları aslında uygulama alanı bulamamıştır (Pentland,
1973: 131). Bu açıdan Topluluk ile kuram arasındaki ilişki ilginç biçimde iki taraflı
bir destek içermektedir; Haas ve Lindberg’inki gibi çalışmalar kişisel mülakatlar ve
kurumsal dokümantasyon incelemelerine dayalı bir kuramsallaştırma ile
16 Başka bir ifadeyle toplumun sistemik refah talepleri seçkinlerin taleplerini şekillendirmiş ve
siyasal koşulların da etkisiyle (SSCB tehdidi ve uluslararası alanda yönlendirici bir seçkin olarak
ABD) refah üretiminin bir yolu olarak bütünleşmeye yöneltmiştir.
34
kurumsaldan kuramsala ilerlenirken, kuramın yarattığı ideolojik desteğin
Brüksel’deki Avrokratlarca benimsenmesiyle de kuramsaldan kurumsala
ilerlenmiştir (Pentland, 1973: 132). Acaba Haas kuramının karşılaşacağı bu sonu
bilseydi aşağıdaki ironik eleştirisini yine de yapar mıydı?
“Kişi R.L. Schank ile bilim tarihin … bir “baskın mecazlar”
hikayesi olduğuna katılmadan edemiyor. … Eğer baskın bir mecaz,
yazınsal bir geziyi aydınlatan, bir söylem unsuru olmanın ötesine
geçerse soyut ilişkiyi gerçek olarak kabullenme gibi ciddi bir risk taşır.
Öyle ki, başlangıçta tamamen deneysel olan bir model veya sistem
ister istemez varsayılan işleyişinden çıkarsanan davranış yasaları
yükleyerek gerçek dünyayı bozan kavramsal bir şema haline gelir.”
(Haas, 1964: 5)
Topluluğun başlangıç ivmesini etkileyen en önemli olgular Roma
Antlaşmasının yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1958’den 1963 yılı sonuna kadar üye
ülkeler arasındaki ticareti %85 ve GSMH’larını %33 artırarak sağladığı refah etkisi
ve bu etkinin tek taraflı değil üye ülkeler çapında olmasıdır (Etzioni, 1965: 230).
Topluluğun kuruluşundaki faydacı yan AET’nin temellerini sağlayan tüm
teşkilatların, yani OEEC, BENELUX ve AKÇT’nin, faydacı olmasıyla da
desteklenmektedir. Böylece AKÇT, Haas’ın da belirttiği gibi, yarattığı fayda
nedeniyle saçılma sürecini tetiklemiştir. Yaratılan refahın dağıtımının toplumsal
uzlaşıyı destekleyici biçimde yapılması için AKÇT çok çalışmıştır. Gerek çalışma
şartlarının iyileştirilmesi gerekse de işgücünün desteklenmesiyle bütünleşme
sürecini destekleyecek taban yaratılmıştır (Haas, 1958: 355–389). Bu kapsamda
35
Avrupa bütünleşmesinin refah ve toplumsal uzlaşıyla olan ilişkisini anlatmak için
belki de en iyi yöntem, Profesör James Meade’nin şu sözlerinin tekrarlanmasıdır:
“İktisadi Birliğimiz içerisinde kişilerin ve sermayenin serbest
dolaşımının istenir olmasının sebebinin iktisadi etkinlik ve yaşam
standartlarının mümkün olan en yüksek seviyeye çıkartılması olduğu
sonucuna varabiliriz. Fakat pazar bütünleşmesinin ürünler için olduğu
kadar üretim faktörleri için de istenen etkiyi yaratması için üç şart
yerine getirilmelidir. İlk olarak, üye ülkeler ulusal gelirleri ve refahın
dağıtımına ilişkin yerel politikaları açısından birbirlerinden çok farklı
olmamalıdırlar. İkinci olarak, üye ülkelerin yerel ekonomilerinin istikrarı
için kullandıkları doğrudan kontroller, mali politika ve para politikası
seçimleri birbirlerinden çok farklı olmamalıdır. Üçüncü olarak, üye
ülkeler yerel demografik eğilimlerini belirleyen ekonomi politikalarında
birbirlerinden çok farklı olmamalıdır.” (Hallstein, 1962: 45)
AKÇT refahın dağıtımına odaklanmışken AET genel refahın yükseltilmesine
odaklanmıştır. Topluluğun teşkilini izleyen senelerde, 1959’da ortalama büyüme
%18, 1960’da %7,9, 1961’de 5,2, 1962’de %4,9 ve 1963’de ise %4 civarında
gerçekleşmiştir (Etzioni, 1965: 250). Keynes’çi politikalar ve bütünleşmeyle
desteklenen büyüme refah artışı sağlamış ve AET sektörlerinde tam istihdam
yakalanmıştır. Böylece 1963’de gerçekleştirilen bir anket AET ülkelerinin
vatandaşlarının yaklaşık %60’ının Topluluğun refahlarını artırdığını düşündüklerini
ortaya koymuştur (Etzioni, 1965: 250–251). Ulusal birliklerin korunmasındaki
başarısının yanı sıra, Avrupa bütünleşmesi projesinin, yarattığı refahla, Sovyet
36
Rusya’ya karşı kazandığı zafer, Rusların Doğulu Almanların artık çok çekici hale
gelen Batı Almanya’ya kaçmalarını önlemek için 1961’de Berlin Duvarını inşa
etmesiyle (Mally, 1973: 54) taçlanmıştır. Böylece liberal (kapitalist) Batı uluslarının
korunması maksadıyla Bolşevizm ve Faşizme karşı bir ulus-inşa projesi olan refah
devletlerinin (Esping-Andersen, 1996: 2) üstünlüğü ispatlanmış ve Batı ideolojisi
görünürde nihai zaferine erişmiştir.
Bu kapsamda, Roma Antlaşmasının ilk döneminde kurumsal ve kimliksel
gelişme, refahın devamlılığı, yüksek istihdam, ekonomik gelişme ve ticaret
artışının sağladığı bütünleştirici güç yeterli seviyeye erişene kadar ertelenmiştir
(Hallstein, 1962: 23–24). Ancak daha sonra ekonomik alanda sağlanan başarı
Topluluk efsanesinin yaratılmasında kullanılmıştır (Etzioni, 1965: 272; Bosco,
1996; 3). Artık geçmişe dönüp baktığımızda Avrupa bütünleşmesinin başlangıç
ivmesinin dönemin ekonomik büyümesinin yarattığı olumlu koşulların yanı sıra, bu
koşulların uluslararası alandaki güvenlik arayışının tatmini için kullanılmasından da
kaynaklandığını görmekteyiz (Milward et.al., 1995: 17; Etzioni, 1965: 133). Halkın
refah arzusunu karşılayarak genel destek kazanan bütünleşme aynı zamanda
devletlerin güvenlik arzularını da karşılamaktaydı. Ancak 1957’den 1963’e dek
Yeni-İşlevcilerin öngörülerine uygun olarak sorunsuzca gelişen AET Fransız
Başkanı Charles de Gaulle İngiltere’nin Topluluğa katılımını veto etmesi ve “boş
sandalye siyaseti”nin uygulanmasına başlanmasıyla krize girecektir. Bu kriz
Lindberg’in “Topluluk Romantizmi” (Lindberg, 1963: 206) dediği sanrının
yıkılmasını sağlamıştır.
37
5. HÜKÜMETLERARASI KARŞI SAV VE GEÇ
DÖNEM YENİ-İŞLEVSELCİLİK
“Boş sandalye politikasının“ ardından gelen Lüksembourg uzlaşısıyla
Toplulukta uluslarüstü karar süreçlerinin yerini uluslararası karar sürecinin alması,
Yeni-İşlevselci savların aksine, AT içerisinde ulus devletlerin hala güçlü olduğunu
(Rosamond, 2000: 75) ve Batı Avrupa’nın siyasi olarak çoğulcu kaldığını (Deutsch,
1968: 188) ortaya koymuştur. Bu nedenle Hoffman ulus-devletlerin “hala burada”
(Nelsen ve Stubb, 2003: 165–166) olduğunu ve süre giden bir güç mücadelesinin
“bütünleş(me)me” unsurları olduklarını belirtmiştir. İşlevselci saçılma sürecinin ise
kendi işlevsel mantığı içerisinde refah alanına kısıtlanarak diğer alanlara yayılımın
gerçekleşemeyeceğini ve bütünleşmenin ancak “yüksek siyaset” alanlarında
tökezleyene kadar ilerleyeceğini savunmuştur (Nelsen ve Stubb, 2003: 169, 170).
Hoffman Yeni-İşlevselciliği ulusal hassasiyetleri dikkate almaması, ulus devletlerin
uluslararası arenanın asli oyuncuları olduğunu göz ardı etmesi ve sektörel
bütünleşmenin kaçınılmaz biçimde siyasi bütünleşmeye evrileceğini savunması
nedeniyle eleştirmiştir (Nelsen ve Stubb, 2003: 175).
Pinder’in Topluluğun gelişmesindeki başarıların neredeyse tamamının
“müspet bütünleşme” alanı yerine, ticaret engellerinin kaldırılması anlamına gelen,
“menfi bütünleşme” alanında kaydettiğini ortaya koyduğu çalışmasıyla (Pentland,
1973: 136) kuramdaki “yüksek siyaset” ve “alçak siyaset“ çelişkisini açıkça ortaya
konmuştur. Zamanla Haas’ın kendisi bile bu ayrımı benimseyerek “Avrupa
birleşme hareketinin tarihinde siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkinin daha ziyade
kaypak olduğunu” (Pentland, 1973: 109) kabul etmiştir. Alçak siyaset alanlarında
38
işleyen Yeni-İşlevselci bütünleşmenin yüksek siyaset alanlarına taşınması bu
alandaki gelişmelere bağlıdır. Böylece saçılma sürecinin kaçınılmazlığı ve tek
yanlılığı yönündeki fikirler ortadan kalkmıştır. Haas’ın ifadesiyle “Pragmatik
çıkarlar, sırf yararcı oldukları ve derin ideolojik ve felsefi bağlılıkla
desteklenmedikleri için, geçicidir. Sadece zayıf olarak benimsendikleri için
kolaylıkla harcanabilirler. Ve pragmatik çıkarlardan kaynaklanan ve bunların
üstüne inşa edilen bir siyasi süreç aksine çevrilebilir kırılgan bir süreç olmaya
mahkumdur” (Pentland, 1973: 109). Aksine dönüşün nedeni ise “yüksek siyaset”
alanındaki önemli bir konu veya bütünleşmenin kendisi üzerine seçkinler
arasındaki uzlaşmanın kaybolması olabilir (Pentland, 1973: 109–110).
Böylece Yeni İşlevselciler, daha önce kaçınılmaz olarak gördükleri, saçılma
sürecini artık cari sosyo-ekonomik ve siyasi şartlara bağlı olarak çeşitli olasılıklar
sunan bir süreç olarak ele almaya başlamışlardır (Haas ve Schimitter, 1964;
Schimitter: 1969). Schimitter artık bütünleştirici ve çözücü güçlerin muhtemel
sonuçlarından biri olarak ele aldığı saçılma sürecini beş kategoride tanımlamıştır
(Schimitter: 1970, 846): etrafa saçılma (“spill-around”) (uluslarüstü karar erkinin,
kademe olarak değil de, uzam olarak artması); “gerileme” (daha yüksek kademe,
fakat daha dar uzam); “muddle-about” (daha geniş uzam, fakat daha düşük
kademe); “spill-back” (uzam ve kademe olarak daha düşük uluslarüstü karar erki)
ve “encapsulation” (“kayıtsızlık bölgesi içindeki ek değişiklikler”). Lindberg ve
Scheingold ise saçılmanın yeni kategorileri olarak: geleneksel saçılmanın muadili
olan “ileri bağlantı”; mutabakata varılan ancak gerçekleşmeyen bir genişleme
anlamına gelen “çıktı hatası”; belirgin bir değişiklik olmaması anlamına gelen
39
“denge”; uzam ve seviye açısından gerileme anlamına gelen “spill-back” ve
“coğrafi veya işlevsel olarak asli antlaşma yükümlülüklerinin ötesindeki genel veya
belirli zorunluluklara uzanım” anlamına gelen “sistem dönüşümü”nü tespit
etmişlerdir (Lindberg ve Scheingold, 1970: 136–139).
6. LİBERAL HÜKÜMETLERARASICILIKTA REFAH BÜTÜNLEŞMESİ
Her ne kadar çözülme, durağanlık ve bütünleşmeyi içeren yeni saçılma
kuramıyla geç dönem Yeni-İşlevselcilik Avrupa bütünleşmesinin daha iyi bir
açıklamasını yapmaktaysa da asla unutulmaması gereken tıpkı lisanın grameri
öncelemesi gibi siyasetin de siyasi kuramı öncelemekte olduğudur (Hallstein,
1962: 29). Öyleyse önemli olan kuramlar değil kuramların olguları açıklama
gücüdür. Böylece Lindberg’in de incelemesinde gösterdiği gibi sistemin gelişmesi,
durağanlaşması yada dağılması işlevselliği yada kurumsal yapısına değil, aslında
kendisine ulaşan taleplere ve kamu ile seçkinlerin sağladığı “sistemik desteğe”
bağlıdır (Pentland, 1973: 115). Bu vurgu Deutsch tarafından da yapılmaktadır.
Deutsch’a göre:
“Böylece siyasi bütünleşme insanların daha önce yönetildikleri
siyasi birimlerin hükümetlerinden bir şekilde daha büyük imkânlar,
daha fazla başarım, daha fazla hassasiyet ve daha yeterli hizmet
talebinden doğar. Bütünleşme veya amalgamasyon öncelikle amacın
kendisinden ziyade bu amaçlara erişmede muhtemel vasıtalar olarak
değerlendirilir.” (Deutsch et.al., 1957: 87)
Öyleyse, refah ve güvenlik yaratma sığasının sistemik talepleri
desteklemesi nedeniyle seçilen (Haas, 1964: 32–35; Bosco, 1996: 25–26;
40
Deutsch, 1968: 184) Avrupa bütünleşmesinin kaderinin de bu ihtiyaçları karşılayıp
karşılamamasıyla belirlenmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Komünist ideolojiye karşı Batı
Avrupa uluslarının refah devleti uzlaşısını desteklemek üzere seçilen bütünleşme
modelinin 1950 ve 1960 yıllardaki coşkusunu 1970’lerde durgunluğa bırakması
olağandı. Bütünleşme projesinin kendinden beklenen ulusal refah devletlerini
destekleme görevini başarıyla yerine getirmesi projenin daha ileri götürülmesi
ihtiyacının ortadan kalkmasına neden olmuştur (Nelsen ve Stubb, 2003: 173).
Öyleyse Hoffmann’ın da dediği gibi “İşlevselci bütünleşme kumarını, [ancak]
yöntem daimi olarak kayıplar üzerine kazançlar ve hayal kırıklıkları üzerine umutlar
fazlası sağlamak üzere yeterli kudrete sahipse kazanabilir” (Nelsen ve Stubb,
2003: 170).
Ancak, 1973 petrol krizinin ve küreselleşmenin refah devletine verdiği
zararın ulusal tedbirlerle aşılamayacağının görülmesiyle işlevselci kumar yeniden
kazançlı hale gelmiştir. Böylece, 1980’lerden sonra refah devletinin
desteklenebilmesi için Avrupa’da hem bütünleşmenin hem de Yeni-İşlevselciliğin
canlanması (Rosamond, 2000: 98–100) refah bütünleşmesi kuramımızla tutarlılık
arz etmektedir. Bu Deutsch’un vardığı çıkarımlarla da uyum içerisindedir. Tarihi
örnekler arasında karşılaştırmalarda İşlevselci yöntemin abartıldığı sonucuna
varan Deutsch (Deutsch et.al., 1957: 81; Deutsch, 1968: 198), İşlevselci
yöntemlere dayalı bütünleşmelerin daha çok İşlevselliğin ortak kazanım veya
mahrumiyet tecrübelerine bağlı olarak geliştiği sonucuna varmıştır.
Böylece, Moravcsik’in Liberal Hükümetlerarasıcılık kuramıyla da uyum
sağlanmaktadır. Moravcsik Liberal Hükümetlerarasıcılık kuramıyla ulusal tercih
41
biçimlenmesine ilişkin liberal kuram ile devletlerarası pazarlık ve kurum teşkiline
ilişkin Hükümetlerarası tetkiki tek çatı altında toplamıştır (Moravcsik, 1993: 482).
Moravcsik kuramını Avrupa bütünleşmesinin ekonomik karşılıklı bağımlılığı
yönetmek maksadıyla siyaset eşgüdümlemesini sağlamak için kurulan bir rejim
(Moravcsik, 1993: 474) olduğu görüşü üzerine kurmuştur. Ulusal çıkar gruplarının
talepleri doğrultusunda teşkil edilen ulusal tercihlerin uluslararası müzakerelerin
asli girdisi olduğunu ve böylece dış politika-iç politika ayrımının yanlış olduğunu
savunan (Moravcsik, 1993: 483) Moravcsik’in kuramı altı temel varsayım üzerine
kurulmuştur. Bu varsayımlar, “devletin ussal davranışı”; “grupların telaffuz ettiği
tercihlerin devlet tarafından bir araya getirilmesi”; hükümetlerin siyaset tercihlerinin
işbirliğinden elde edilecek yararların büyüklüğü, götürü ve getirilerin kesinliği ve
siyaset teşkilinde müstehlik gruplarının nispi etkisi tarafından belirlendiği;
hükümetlerin kendi çıkarlarının ötesinde pazarlık yapma esnekliğinin olmadığı;
müzakere hususlarının birbirinden bağımsız olduğu ve son olarak da eldeki
konunun doğasının hükümetlerin seçeneklerini ve müzakere biçimlerini
belirlediğidir (Moravcsik, 1993: 481, 483, 501, 488).17
17 Bütünleşmeye yönelik daha geç veya ara dönemlere ait kuramsal çabalara yer vermememizin
nedeni; bahse konu kuramların bütünleşmeye yönelik değil daha çok bütünleşmenin gelişimi
esnasında ortaya çıkan olguları açıklamaya yönelik çabalar olmasıdır (Wiener ve Diez, 2004: 45).
Amacımız açısından yapısal tetkikin süreç tetkikine önceliği için bakınız Infra., s. ix.
42
İKİNCİ BÖLÜM
AVRUPA REFAH DEVLETLERİNİN KRİZİ: KÜRESELLEŞME
İnsan ilk önce ihtiyaç duyar, sonra bunu tatmin eder, daha
sonra rahatlığa yönelir, daha sonra zaruri olmayan
şeylerle süslenir ve bezenir, bundan sonra refah ve israfa
dalarak bozulur. Neticede cevherini yitirdiğinden
çılgınlaşır.
Vico Giambattista (İbn Haldun, 2005: 121)
A. KÜRESELLEŞMEYE TEPKİ OLARAK AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİ
Avrupa devletleri 1970’li yıllara refah devletleri ile liberal uluslararası
ekonomik düzenin başarılı birlikteliğini sağlayan “yurtta Keynes cihanda Adam
Smith” yada diğer bir ifadeyle yurtta refah devleti cihanda kapitalist yayılma
uzlaşısıyla girmişlerdir (Ferrera, 2005: 111). Bu altın dönemde sosyal güvenlik ve
ekonomi yada eşitlik ve etkinlik birbirlerinin karşısındaki seçenekler değildi
(Esping-Andersen, 1996: 3). Ancak 1970’lerdeki iki petrol krizi ve Bretton Woods
sisteminin çöküşü bu mesut uzlaşıyı sona erdirmiştir. ABD’nin 1960’lar boyunca,
Vietnam’daki savaşı finanse etmek için, yürüttüğü fütursuz para politikası ve buna
bağlı olarak ABD’deki enflasyonun Avrupa’ya aktarımı 1971–1973 yılları arasında
Bretton Woods sisteminin çöküşüne neden olmuştur. Savaş sonrası refah için çok
önemli olan sabit kur sisteminin çöküşünün ardından Avrupa kur istikrarını yeniden
sağlayabilmek amacıyla parasal birliğe yönelmiştir. Ancak uluslararası ekonominin
dengesizleştiği bu dönemde Ortadoğu’da çıkan “Yom Kippur” savaşı ve savaşı
izleyen petrol boykotu işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir (Baldwin ve
Wyplosz, 2004: 18). Tüm bu gelişmeler sonunda uluslararası liberalizmin yerleşik
43
kurumsal bağlardan kurtularak küresel seviyede sermaye hareketliliğinin arttığı ve
parasal istikrarın bozulduğu yeni bir küreselleşme dönemine girilmiştir (Ferrera,
2005: 111). Böylece Smith’in Keynes’i kovarak yavaş yavaş Avrupalıların
yurtlarına girdiği 1970’lerde bir anlamda gelişmiş refah devletlerinin küreselleşmiş
ekonominin bir parçası olarak varlıklarını sürdürüp sürdüremeyeceklerinin de
sınanacağı bir dönem başlamıştır (Södersten, 2004: 13–14).
Küreselleşmenin genişleme sancıları Batı Avrupa ulusları için yıkıcı
sonuçlar yaratmıştır. Krizler neticesinde, işsizlik Avrupa ülkelerinde çift basamaklı
seviyelere kadar çıkarken (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 228), 1960 ve
1970’lerin sosyal ve Keynes’çi uzlaşıları baskı altına girmiştir (Hooghe, [2006]: 14;
Södersten, 2004: 96). Çıkmazdan kurtulmak isteyen Avrupa ulus devletlerinin ilk
tepkisi, beklendiği gibi, ulusal ve Topluluk seviyesindeki tüm araçları kullanarak
ticaret ve finans akımını kısıtlamak ve geleneksel Keynes’çi yöntemlerle ulusal
refahın artırılması olmuştur (Baldwin ve Wyplosz, 2004: 18; Ferrera, 2005: 112).
Parasal istikrarı sağlamak için girişilen ve 1970’lerde Avrupa Para Sisteminin
yaratılmasıyla sonuçlanan “yılan” deneyimi ve Ortak Enerji Politikasına yönelik
başarısız çabalar Topluluk seviyesindeki çabalardı (Ferrera, 2005: 112). Ulusal
seviyelerde piyasa baskılarına verilen tepkiler ise çeşitlilik göstermiştir. Thatcher
yönetimindeki BK “daha az devlet” modelini benimseyerek liberal reforma
yönelmiş; Fransa Mitterand yönetiminde denenen “Bir Ülke Sosyalizmi” yenilgisinin
ardından sosyal uzlaşıdan pek az uzaklaşabilmiş; Almanya’nın, sanayi mamulleri
ihraç eden ihracat temelli tek sanayi ülkesi olması nedeniyle, pek fazla
etkilenmemesi reform ihtiyacını doğurmamış; Danimarka, İsviçre ve İtalya gibi
44
Avrupa ulusları ise mevcut sosyal yapıların direnci nedeniyle refah devletlerini
dönüştürememişlerdir (Gillingham, 2003: 180–221). Keynes’çi politika uygulamaya
çalışan ülkeler, özellikle de Fransa, enflasyon artışı ve stagflasyon gibi sonuçlarla
karşılaşmışlardır. 1979’da gelen ikinci petrol krizi stagflasyonu artırmış ve
arkasından gelen kur krizleri Avrupa’nın parasal birlik çabalarının başarısız
olmasına neden olmuştur (Baldwin ve Wyplosz, 2004: 19; Ferrera, 2005: 112–
113). Küresel krizler ve Avrupa’da izlenen Keynes’çi politikaların sonucunda
1981–1983 yılları arasında Avrupa uluslarının ekonomik büyümesi negatif veya
çok küçük gerçekleşmiştir (Baldwin ve Wyplosz, 2004: 19).
Krizler karşısında BK’da Thatcher’ın izlediği liberal politikaların başarı
kazanması ve Fransa’da Mitterand sosyalizminin başarısızlığı 1980’ler boyunca
Avrupa uluslarının ekonomi politikalarını belirlemiştir (Gillingham, 2003: 221;
Baldwin ve Wyplosz, 2004: 19; Ferrera, 2005, 113). Artık tüm Avrupa hükümetleri
ulusal paralarını istikrara kavuşturma, kamu harcamalarını kontrol altına alma,
piyasaları açma ve endüstriyel rekabet edebilirliği artırma amaçlarına
yönelmişlerdi. Kısacası 1980’lerde Avrupa’da yaşanan dönüşümler ideolojik veya
siyasi nedenlere değil dünyanın değişen koşullarına uyum sağlamanın gereği
olarak ortaya çıkmıştı (Gillingham, 2003: 221; Dinan, 2004, 205). Avrupa’da
Keynes’çi ekonomi politikasının iflası sadece bir makroekonomik politikanın değil,
aynı zamanda Avrupa ulus devletlerinin siyaset biçimlerinin de iflası olmuştur
(Hooghe, [2006]: 15).
Avrupa gibi açık ekonomilerin ulusal seviyede düzenlenmesinin bedelinin
çok ağır olabileceği ortaya çıkmasıyla alternatif politika arayışlarına yöneltmiştir.
45
Yeni ekonomi politikası arayışının yanı sıra ortak olan bir şey daha vardı ki, o da
ulus devletlerin artık ekonomik refahın mimarı olarak kendi başlarına yeterli
olmadıkları fikriydi (Hooghe, [2006]: 15). BK ve ABD önderliğindeki Yeni-Liberal
grup bu krizin ancak küresel ekonomiye daha da açılarak çözülebileceğini
savunurken, Rhineland modeline dayalı refah devletleri Yeni-Korporatizmi
savunmuşlardır (Hooghe, [2006]: 15–16). Bu bir anlamda bütünleşmenin
başlangıcındaki İşlevselci küreselcilik ve Yeni-İşlevselci bölgeselcilik tartışmasının
(Lindberg ve Scheingold, 1970: 8) yeniden canlanması anlamına gelmekteydi.
Fakat daha önce olduğu gibi, nihai zafer “bölgesel bir küreselleşme” olarak Avrupa
bütünleşmesinin olmuştur (Hooghe, [2006]: 16; McGrew, 2002: 347). Gerçekten
de 1980’lerde Avrupa Projesinin yeniden canlanması ancak 1980’lerin sorunlu
ekonomik ortamının kavranmasının ardından anlam kazanmaktadır (Marfleet,
2001: 79; Ferrera, 2005: 113).
Canlandırılan projenin öncelikli hedefi Avrupa Tek Senedi (ATS) vasıtasıyla
İç Pazarın tamamlanmasıydı (Ferrera, 2005: 113). Ayrıca ATS’nin küreselleşmeye
koşut olarak sermaye akışının serbestleşmesine öncelikli vurgusu da (Baldwin ve
Wyplosz, 2004: 21) oldukça manidardır. ATS ile uluslarüstü kurumların karar alma
mekanizmalarında çok daha fazla alanda nitelikli oy çokluğuna geçilmesi, Topluluk
üye ülkelerine ekonomik alanın yanı sıra siyasi açıdan da etkide bulunmuştur.
Böylece, ATS pazarların yanı sıra hükümet politikalarını da Yeni-Liberal dokusuyla
etkilemiştir. Yine de, Topluluk içerisinde, gelişmelerin pazarların daha da
serbestleşmesine yöneleceğini düşünen Thatcher’ın (Dinan, 2004: 205) aksine
46
Federalist amaçları destekleyecek bölgesel ekonomik güçlerin yaratılmasını
hedefleyenler de bulunmaktaydı (Gillingham, 2003: 226–227; Dinan, 2004: 207).
Keynes’çi modelin iflasının ardından açık ekonomiler olarak Avrupa
uluslarının bölgesel bütünleşmeyi neden küreselleşmeye tercih ettiklerini
sorgulayan Hooghe, bu seçimin İşlevselci ve ussal bir seçimden ziyade Avrupa
uluslarının siyasal söylevleriyle tutarlılığı ve Topluluğun mevcut kurumsal yapısının
yönlendirmesinden kaynaklandığı sonucuna varmıştır (Hooghe, [2006]: 16–18).
Diğer bir sebep ise projenin muğlâklığıyla birbirlerinden çok farklı alanlardan
destekçiler çekmesidir. Destekçiler arasında uluslarüstü aktörler, iş çevreleri,
ulusal hükümetler ve örgütlü işgücü yer almaktaydı (Hooghe, [2006]: 18).
Federalistler bütünleşme sürecinin hızlanmasını utkularına yaklaşma aracı olarak
görürken, iş çevreleri ticarete yönelik engellerin azalmasından elde edecekleri
kârları düşünmekteydiler. Böylece Avrupa bütünleşmesinin ilerletilmesi Avrupa
genelinde kabul edilen seçenek haline gelmiştir. Ancak, Avrupa genelindeki
bütünleşme koalisyonunun farklı kanatlarının birbirinden tamamen farklı güdüleri
olmasına rağmen, İç Pazarın yaratılması hepsi için sadece amaçlarına erişmek
için kat ettikleri bir basamak olmuştur (Hooghe, [2006]: 21; Menon ve Wright,
2001: 44). Bu açıdan bütünleşmenin ilerlemesi Avrupa refah devletlerinin artan
ekonomik karşılıklı bağımlılığa karşı tepkisi olarak kabul edilebilir (Moravcsik,
1993: 482).
1991’de Maastricht’te kabul edilen Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB) de
aynı güdülenmenin devamıydı. Ancak Maastricht Antlaşmasında Topluluk
ekonomik büyüme kadar yüksek seviyeli bir sosyal korumanın sağlanmasıyla da
47
görevlendirilmiştir (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 206). Böylece, Yeni-
Liberaller için EPB ekonominin siyasetten bağımsızlaştırılması açısından bir zafer
olarak görünürken, başkaları küreselleşmenin etkisiz kıldığı ulusal düzenlemelerin
EPB vasıtasıyla Avrupa seviyesinde daha etkin biçimde uygulanabileceğini; bunun
da sosyal demokrat değerlerin korunması açısından önemli olacağını
düşünmüşlerdir. Habermas da Avrupa ulus devletinin başarısını destekleyen
etkenlerden birinin refah devleti olduğunu savunmaktadır. Ulus devletin
başarılarının (demokrasi ve refah devleti) korunması gerektiğini savunan
Habermas küresel ekonominin ulusal inisiyatiflere darbe vurduğu günümüzde
Avrupa halkları için bu utkunun ancak Avrupa yada ulusaşırı seviyede
başarılabileceğini belirtmiştir (Morgan, 2005: 79–80).
Fakat Avrupa bütünleşmesinin Avrupa toplumlarının pazar ekonomisinin
olumsuzluklarına verdiği ilk tepki olmadığının da hatırlanması gerekmektedir.
Serbest piyasa ekonomisinin yarattığı yıkım ilk olarak Avrupa ve Amerika’da
hissedilmiş daha sonra ise Batılılaşan tüm uluslara yayılmıştır. Dolayısıyla
Avrupa’da ve dünyada geleneksel yerel birlik yapıları pazar ekonomisinin var
oluşundan bu yana tehdit edilmiştir. Pazarın ve yıkımın öncüsü olan Batı
toplumları tepkide de öncü olmuştu. I. Dünya Savaşının patlak verişi, küreselleşme
dalgasının sona ermesi ve refah devleti uzlaşısının yaratılması (Zeitlin ve Trubek,
2003: 382) aslında Avrupa halklarının ilk küreselleşme dalgasına verdikleri
tepkinin bir sonucuydu. Bu nedenle Avrupa uluslarının küreselleşmenin bu yeni
dalgasına verecekleri tepki hem Avrupa hem de dünya tarihi açısından
incelenmeye değerdir.
48
B. KÜRESELLEŞME VE AVRUPA REFAH DEVLETLERİ
II. Dünya Savaşının sonunda ve küreselleşme dalgalarının ara döneminde
doğan çağdaş refah devletlerinden genel olarak yoksulluğu azaltarak, daha eşit bir
gelir dağılımı yaratması, özel sigortaların karşılamadığı alanlardaki risklere karşı
güvence sağlaması ve sosyal hizmetler vasıtasıyla pazar olumsuzluklarını
gidererek toplumsal uzlaşıyı muhafaza etmesi beklenmektedir. Ancak bu işlevlerin
yerine getirilebilmesi için gerekli sosyal politikaların uygulanabilirliği devlet
bütçelerinin gelir/gider dengesine bağlıdır (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000:
72). Eğer giderler gelirleri aşarsa devletler de sosyal hizmetlerini kısmak zorunda
kalırlar. Tüm vatandaşlara geçinmeleri için iş yaratılması anlamına gelen tam
istihdam bu anlamda refah devletlerinin gerekli bütçe dengesini sağlayabilmesi için
önemli bir denge noktasıdır. Gelirlerine bağlı olarak vatandaşlar devletin sosyal
harcamalarına muhtaç olmazlar. Böylece gelir/gider dengesinin gider kalemi makul
bir boyuta çekilirken, çalışanlardan elde edilen vergilerle gelir kalemi de dengeli bir
büyüklükte tutulabilir.
Ancak, küreselleşen dünyada çokuluslu şirketlerin faaliyetlerini dünyanın
ucuz işgücü bölgelerine kaydırabilmelerinin (Beck, 2000: 3; Södersten, 2004: 12)
yarattığı uluslararası işgücü bölüşümü Batılı devletlerin sosyal politikalarının
uygulanabilirliğinin altını boşaltmaktadır. Refah devleti uzlaşısı nedeniyle esnek
olmayan Batılı ülkelerin işgücü piyasalarından kaçan uluslararası sermaye Avrupa
ülkelerinde işsizliğin (Bakınız Tablo II–1) ve refah devletine bağımlılığın
genişlemesine neden olmaktadır (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 53–57).
Diğer yandan bazı gelişmiş refah devletlerinde bulunan esnek işgücü piyasaları
49
işçi ücretlerinin rekabet edebilir seviyelere çekilmesine neden olurken, bu sefer de
artan yoksulluk nedeniyle vatandaşların refah devletine bağımlılığı artırılmaktadır.
Tablo II–1 Bazı Avrupa Ülkelerinde Aktif Nüfusun İstihdam Oranı 1960–2006
Ülkeler 1960–1967 1968–1979 1980–1990 1991–1996 1997-200618
Almanya 69,8 67,4 63,7 61,0 65,3
Birleşik Krallık 71,4 70,7 67,6 66,9 71,2
Fransa 67,2 65,5 60,4 55,8 62,1
İspanya 59,8 58,5 47,3 46,9 57,6
İsveç 72,3 75,2 79,8 71,3 72,3
İtalya 60,2 55,8 54,5 48,2 55,0
Kaynak: (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 53–57; Eurostat, 2007a)
Çok uluslu şirketler işgücü piyasasına olan etkilerinin yanı sıra piyasalardan
sermayelerini çekerek veya vergilerini hangi ülkelerde ödeyeceklerine karar
vererek de ülkelerin ekonomilerini hatta siyasetlerini yönlendirebilmektedirler
(Beck, 2000: 2; Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 57–60). Vergi toplama
bölgesel bir faaliyet olarak kalırken bölgesellikten sıyrılan şirketler üretimlerini bir
ülkede yapıp, vergilerini başka bir ülkede verebilmekte ve bir başka ülkeden ise
altyapı yatırımı talep edebilmektedirler. Siyasetçilerin hamisi olduğu ekonomik
büyümenin gladyatörleri başka ülkelerden hizmet talep ederken vergilerini en az
vergi tahsil eden ülkelerde ödemektedirler (Beck, 2000: 5). Siyasetçiler ise
çokuluslu şirketlerin yatırımlarını çekerek en azından biraz iş imkânı yaratabilmek
18 1997 sonrası artış AB’nin istihdamda esneklik politikasının eseridir. Ancak bu gelişme hemen olumlu olarak kabul edilmemelidir. Özellikle 1990’lardan sonra Avrupa işgücü piyasasında gerçekleşen büyümenin neredeyse tamamı kadınların işgücüne katılımının artmasıyla gerçekleşmiştir (infra: 61, 69). Ancak kadınların işgücüne katılımındaki artış, bir sonraki bölümde gösterildiği gibi, çocuksuzlaşmaya yaptığı katkı nedeniyle ancak bir Kadmos Zaferi olarak görülebilir.
50
umuduyla, bir yandan zaten işsizliğin kaynağı olan sıkı maliye politikalarını daha
da sıkılaştırırken diğer yandan da şirket vergilerini düşürmeye çabalamaktadırlar.
Hükümetlerin çok uluslu şirketleri tatmin etmek uğruna 1980’lerden bu yana şirket
vergileri, işgücü piyasası ve rekabet piyasası gibi alanlarda çeşitli reformlara
başvurduklarını gösteren kanıtlar mevcuttur (Bonoli, George ve Taylor-Gooby,
2000: 60).
Küreselleşmenin yarattığı vergi ve istihdam baskısı hükümetlerin sosyal
politikaları uygulama gücünü de elinden almaktadır. Aspinwall Avrupa refah
devletlerinin içinde bulunduğu bu cendereyi “Kutsal olmayan Üçleme” olarak
nitelendirmektedir. Aspinwall bu tanımı geliştirdiği araştırmasında sermaye
serbestîsi, serbest ticaret ve sosyal/işgücü piyasası politikalarının eşzamanlı
olarak uzun dönemde idame edilemeyeceğini göstermiştir (Bonoli, George ve
Taylor-Gooby, 2000: 67). Enflasyonu kontrol edebilmek amacıyla tam istihdam
politikalarından kısıtlayıcı makroekonomik politikalara geçilmesi refah devletinin
altını boşaltmaktadır. Sıkı para politikaları işsizliği refah devletini tehdit edecek
seviyelere taşırken, organize işgücünün sermaye karşısındaki pazarlık gücünü de
azaltmaktadır. Ancak bir yandan da, yerel politikalar günden güne tam istihdam
politikalarından anti-enflasyonist politikalara geçen ülkelerin değiştirdiği
uluslararası piyasalar tarafından belirlenmektedir.
Böylece devletler kendi inisiyatiflerinde yürüttükleri küreselleşme
politikalarıyla, Marx’ın uzun süre önce öngördüğü gibi, bir anlamda kendi mezar
kazıcıları haline gelmişlerdir (Beck, 2000: 3). 1970’lerden önce kapitalizmin
doğasında yer alan çatışmaların Avrupa uluslarınca evden uzak tutulmasında araç
51
olarak kullanılan küreselleşme (Södersten, 2004: 36) 1970’lerde sınırlarını
tüketerek kendini üreten ulusların sınırlarından içeri girmiştir. Pazar ekonomisinin
küreselleşerek kendi elini besleyen eli yiyeceği öngörüsünün Karl Marx ve
Friedrich Engels tarafından yapılan tanımını hatırlamak bile ulus devletlerin karşı
karşıya olduğu sıkıtının nedenlerini anlamak için yeterlidir:
“Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar ihtiyacı burjuvayı
kürenin tüm yüzeyi boyunca kovalar. Her yere yuvalanmalı, her yere
yerleşmeli her yere bağlantılar kurmalıdır.
Burjuva dünya pazarını istismarıyla her ülkedeki üretim ve
tüketime kozmopolitan bir karakter verir... Tüm ulusları, tükenmenin
acısıyla, burjuva üretim biçimini benimsemeye; içlerine medeniyet
olarak adlandırdığını almaya, yani kendisi burjuva olmaya, zorlar. Tek
kelimeyle, kendi suretinden bir dünya yaratır.” (Marx ve Engels,
1848)
Marksistler için refah devletleri kapitalist gelişimin kaçınılmaz bir sonucudur.
Kapitalizmin kâr odaklılığı ve istismarcı yapısının işgücünün sömürüsüne devam
edebilmesi, sömürünün döngüsel yapısının pazar talebini yok etmemesi ve
çatışmanın önlenmesi için refah devleti düzenlemeleri zorunludur. Ancak refah
devleti toplumsal bütünleşme işlevini, ancak sistem seviyesinde kapitalist işlevlerin
aksatılmasıyla, gerçekleştirebilir. Bu da eninde sonunda refah devletinin
işlevselliğiyle kapitalizmin işlevselliğinin çatışmasına neden olacaktır (Alber, 1988:
183–184). Bu tetkik elbette kapitalizmin anavatanı Avrupa’daki refah devletlerinin
üzerine tam olarak uyan bir tanımdır (Taylor-Gooby, 2001: 1). Siyasi liderlerin
52
çoğu zaman küreselleşme karşısında güçsüz oldukları söylevine sığınarak,
yarattığı tüm sosyal rahatsızlıklara karşın, uluslararası ekonomik bütünleşme
taraftarı siyasetlerini sürdürmeleri (Buelens, 1989: 3) Marksist ve Weber’ci liberal
tetkiklerle tutarlılık arz etmektedir (Alber, 1988: 183–184). Aslında izlenen
politikalar genellikle küresel zorunluluklardan değil ekonomik seçkinlerin çıkarlarını
ilerletecek koalisyonların baskılarının sonucu olarak gerçekleşmektedir (Hooghe,
[2006]: 22).
Uzun dönemde refah devletinin kendisi de insanların güdüleri ve normlarına
etki ederek kendi temellerini yıkıcı yönde etkiler gösterebilir. Lindbeck bu olgunun
gerçekliğini kanıtlayan bir çözümleme sunmaktadır (Södersten, 2004: 156–164).
Örneğin, araştırmalar cömert işsizlik desteklerinin uzun dönemlerde işsizlik
destekleriyle yaşayanlara karşı olan toplumsal normları değiştirdiğini
göstermektedir. 1980’lerde Hollanda’da yürütülen bir araştırma genç ve sağlıklı
gençlerin dikkate değer bir kesiminin işsizlik desteğiyle yaşamayı olumsuz bir şey
olarak değil ama “sosyal hak” olarak benimsediklerini göstermektedir (Södersten,
2004: 158). Hastalık mazeretine ilişkin çalışmalar daha cömert imtiyazların daha
fazla hastalık izni alınmasına neden olduğunu göstermektedir (Södersten, 2004:
156–159). Yine Avrupa’da erken emekliliğe ilişkin cömert şartların erken emekliliği
cesaretlendirerek etkin emeklilik yaşını düşürdüğü görülmektedir (Södersten,
2004: 159). Bunlara bağlı kaçınılmaz bir diğer olgu ise destek dolandırıcılığıdır.
İsviçre’de yapılan bir çalışma hasta çocuklarına bakmak için günlük izin verilen
çalışanların %10’unun ya aslında işte yada çocuklarının kreşlerde olduğunu
göstermiştir (Södersten, 2004: 160–161). Yine başka bir çalışma İsviçre’deki
53
erkeklerin çoğunun önemli spor olaylarının olduğu günlerde hastalık mazereti
beyan ettiğini ortaya koymuştur.
Bütün bunların yanı sıra Lindbeck refah devleti uygulamalarının girişimciliğe
karşıt toplumsal normların doğuşuna da neden olduğunu belirtmektedir. Refah
devleti düzenlemelerine dayalı yaşamın rekabetçi girişimci normlar üzerindeki
olumsuz etkisi tespit edilmiştir. 1970 ve 1980’lerde İsveç’te yapılan araştırmalar
girişimcilere olumsuz bakıldığını göstermektedir (Södersten, 2004: 163-164).
Elbette bu tür norm dönüşümleri ulusal ekonomilerinin hem üretim hem de etkinlik
açısından zarara uğrayarak uluslararası rekabet karşısından dezavantajlı duruma
düşmelerine neden olmaktadır.
Lindbeck refah devletinin toplumsal normlar üzerinde yarattığı etkinin
muhtemel reformların olumlu etkilerini de ortadan kaldırabileceğini göstermiştir.
Mesela Solow ABD’de yapılan reformun ardından çocuklu bekâr annelerin iş
arama çabalarında yükselme olmasına rağmen, Avrupa’daki tecrübelerin tam aksi
yönde sonuçlar verdiğini tespit etmiştir. Ancak Södersten’in de dikkat çektiği gibi
bu tür olumsuz etkilerin sadece ahlaki norm dönüşümünden değil ulusal pazarların
istihdam yaratma kapasitesinden de kaynaklanabileceğini de göz önünde
bulundurmalıyız (Södersten, 2004: 9). Bu kapsamda incelememizin bir sonraki
kesiminde Avrupa pazarlarının istihdam yaratma imkânının, yaşlanmanın getirdiği
sorunlarla, derin yaralar aldığı gösterilecektir.
Lindbeck refah devletlerinde kişilerin desteklerle yaşamayı yada çalışarak
yaşamayı seçmelerine neden olan kritik bir ücret olduğunu savunmaktadır. Ona
göre eğer destekler sadece orta derecede cömert ve desteklere bağlı olarak
54
yaşamaya karşı toplumsal normlar kuvvetliyse seçmenler mutedil refah
düzenlemelerini destekleyeceklerdir. Oysaki ekonomi kendini bir şekilde
desteklerden yararlananların sayısının yükseldiği ve desteklere dayalı yaşamaya
karşı normların zayıfladığı bir durumda bulursa seçmenler daha cömert
düzenlemeleri destekleyeceklerdir (Södersten, 2004: 166).
Böylece refah devletinin kendisi statüko’yu koruyan (Taylor-Gooby, 2001: 3)
ve yapısal dengesizlikler yaratan bir etken olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bunun
makroekonomik boyuttaki en güzel örneği küresel ekonominin erozyona uğratması
beklenen Avrupa refah devletlerinin gösterdiği şiddetli mukavemettir. Demografik
sorunlar, işgücü piyasalarındaki katılıklar ve aile yapısındaki değişiklikler Avrupa
refah devletlerinin reformunu zorunlu kılmaktadır. Hâlbuki mevcut sosyal politikalar
bu sorunların hem yaratıcısı hem de destekçisi olarak reformun önünde ciddi
engeller oluşturmaktadır. Bazılarınca tüm bu etkenlere rağmen Avrupa refah
devletlerinin sosyal harcamalarının azalmamasının küresel “dibe yarış” savının
yanlışlığını (Södersten, 2004: 37; Castles, 2004: 46) gösterdiği savunulmaktadır.
Gerçekten de Avrupa refah devletleri geleneksel harcama biçimlerini muhafaza
etmekte ve küreselleşmenin gerekleri karşısında değişime şiddetle
direnmektedirler (Taylor-Gooby, 2001: 1). Kite bu olgunun siyasi mukavemet
alanlarıyla ekonomik açıklığın karşılıklı ilişkisinin incelenmesiyle (Bakınız Tablo II–
2) açıklanabileceğini savunmuştur (Södersten, 2004: 213).
55
Tablo II–2 Ekonomik Açıklık ve Yerel Mukavemet İlişkisi
Yerel Mukavemet Kaynakları
Kuvvetli Zayıf
Kuvvetli
AÇIK MUKAVEMET
Ekonomik Performans: Zayıf
AÇIK TARAFTARLAR
Ekonomik Performans: İyi Ekonomik
Açıklık
Zayıf
ZIMNİ MUKAVEMET
Ekonomik Performans: Zayıf
veya daha kötü
ZIMNİ TARAFTARLAR
Ekonomik Performans: İyi
veya daha İyi
Kaynak: (Södersten, 2004: 272)
1980’lerdeki ekonomik açılmanın sosyal harcamalarda artışa neden
olduğunu tespit eden Kite böylece sosyal harcamaların sadece açılmanın yarattığı
küçülme baskısından değil mevcut uzlaşıların yarattığı genişleme baskısından da
etkilendiğini göstererek kuramını desteklemiştir (Södersten, 2004: 226).
Mukavemetin en önemli nedeni sosyal imtiyazların kapsamının veya miktarının
genişletilmesiyle bu imtiyazları kısıtlamanın siyasi maliyetinin çok farklı şeyler
olmasıdır.
19 ve 20. yüzyıllarda vatandaşlık hakları ve sosyal imtiyazların
genişletilmesi ulus devletler için siyasi itibar kaynağı olmuştur (Holton, 1998: 102).
Bu uzun süreli hak ve imtiyaz genişlemesinin yarattığı yoğun çıkar gruplarının
siyasal açıdan reformlara karşı örgütlenme imkânı, refah harcamalarının
56
kısıtlanması yönündeki politikaların izlenmesini zorlaştırmaktadır (Hix, 2005: 275
ve Taylor-Gooby, 2001: 3). Dahası, refah devletinin yaygınlaşması sosyal
programların ilk destekçileri olan sendikalar, siyasi partiler ve çıkar gruplarının
tekelinden sıyrılmasını sağlayarak yaygın çıkar grupları yaratmıştır. Bu olgu
sendikaların 1973’den bu yana azalan gücüne (Beck, 2000: 2; Bonoli, George ve
Taylor-Gooby, 2000: 60) ve pek çok ülkede 1980’lerden bu yana siyasetin sağa
doğru kayışına rağmen çağdaş refah devletlerinde her hangi bir gerileme
olmayışını açıklamaktadır (Moravcsik, 1998: 153).
Bu şartlar altında gerekli reformları gerçekleştirmek isteyen siyasetçiler ya
yaygın çıkar gruplarını reformun gerekliliğine ikna edecek yada uygulamalarının
görünürlüğünü azaltacaklardır (Moravcsik, 1998: 151, 153). Çağdaş refah
devletlerinin imtiyazlarının yaygınlığı, halkların ikna edilmesini zorlaştırmaktadır.
Politikaların azaltılmış görünürlük içerisinde tedricen gerçekleştirilmesi ise
reformlara imkân verirken, siyasetin uygulanmasındaki gecikmeler beklenen
etkileri azaltıcı veya yok edici yönde rol oynayabilmektedir. Ciddi reformları kısa
sürelerde gerçekleştiren küçülme politikaları ise seçimlerde oy kaybı anlamına
gelmektedir ki demokrasinin yapısal gereklilikleri bu tür reformları olanaksız hale
getirmektedir.
Çıkar gruplarının etkisinin yanı sıra oy verenlerin kayıp ve kazançlara olan
asimetrik tepkiler de reformu imkânsızlaştıran etkenlerdendir. Sosyal psikoloji
üzerine yapılan araştırmalar bireylerin menfi ve müspet risklere farklı tepkiler
verdiğini göstermiştir (Moravcsik, 1998: 151–152). Bireyler gelecekte daha çok
zarar görmeleri ihtimali karşısında bile mevcut imtiyaz ve çıkarlarını korumayı
57
tercih etmektedirler (Södersten, 2004: 166). Seçmenlerin adaylara yönelik
bakışlarını müspet tutumlara oranla menfi tutumlar çok daha ciddi biçimde
etkilemektedir. Böylece küçülme politikası taraftarı siyasetçiler politik tercihleri ile
siyasal gelecekleri arasından seçim yapmak zorunda kalmaktadırlar (Moravcsik,
1998: 152; Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 72).
Ulusal seviyedeki bu katılık refah devletinin Avrupa seviyesine taşınmasına
da engel teşkil etmektedir. Her ne kadar bazı yazarlar refah devletinin yarattığı
olumsuzlukların zamanla kamuyu reform yanlısı olmaya ikna edebileceğini
savunmaktaysa da, Bonoli, George ve Taylor-Gooby’nin de belirttiği gibi son
dönemdeki araştırmalar ve Eurobarometer anketleri Avrupa vatandaşlarının
müdahaleci refah devletine karşı olmadığını aksine hala refah devletinin normatif
değerlerine inandıklarını ortaya koymaktadır (Bonoli, George ve Taylor-Gooby,
2000: 84). Hatta Anglo-Sakson ülkelerinin hükümet harcamalarının artırılması
yönünde talepler bulunmaktadır (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 95).
Bu çerçevede, refah devletinin sürekliliğine yönelik toplumsal mukavemet ile
ekonomik açıklığın etkileşimi üzerine incelemesini 1990’lı yıllara genişleten Kite
her ne kadar sosyal harcamalarında kesintiye gitmeyen ülkelerin uluslararası
ekonomi tarafından cezalandırıldığına yönelik kesin bir ilintiye rastlamamış olsa da
sosyal harcamalardaki küçülmenin GSMH artışıyla doğrudan ilişkisi olduğunu
kabul etmiştir (Södersten, 2004: 232). Ancak Kite’ın incelemesi, sosyal
harcamalardaki küçülmeye yönelik olması nedeniyle, küreselleşmenin devletlerin
küçülmesi yönünde yarattığı baskıyı tam olarak anlamamız için yeterli değildir.
Çünkü toplumsal uzlaşı nedeniyle sosyal harcamalarda kesinti yapamayan Avrupa
58
hükümetleri başka kalemleri kısarak küreselleşme baskısını hafifletme yoluna
gitmektedirler. Tablo II–3, AB’nin üye ülkeleri devlet bütçelerinin de tüm diğer
uluslar gibi küreselleşmenin talebi olan küçülmeden nasibini aldığını
göstermektedir. Castles da çalışmasında kamu harcamalarının sosyal kaleminden
ziyade diğer alanlarının baskı altında olduğu sonucuna varmıştır (Castles, 2004:
30).
Tablo II–3 AB Ülkelerinde 1995–2006 Dönemi Genel Devlet Harcamaları
GSMH’nın Yüzdesi olarak Genel Hükümet Harcamaları Ülkeler 1995 2006 Değişim
Almanya 54,8 45,4 -9,4 Avusturya 56,0 48,9 -7,1
Belçika 51,9 49,0 -2,9
Birleşik Krallık 44,6 44,8 -0,2
Bulgaristan --- 36,6 ---
Çek Cumhuriyeti 54,5 42,1 -12,4
Danimarka 59,6 51,2 -8,4
Estonya 43,6 33,2 -10,4
Finlandiya 61,6 48,8 -12,8
Fransa 54,5 53,4 -1,1
Güney Kıbrıs --- 43,9 ---
Hollanda 56,4 46,1 -10,3
İrlanda 41,0 34,1 -6,9
İspanya 44,4 38,5 -5,9
İsveç 67,1 55,6 -11,5
İtalya 52,5 50,1 -2,4
Letonya 38,9 37,0 -1,9
Lituanya 35,7 33,6 -2,1
Lüksembourg 39,7 40,4 -0,7
Macaristan --- 32,0
Malta --- 43,1 ---
Polonya 47,7 43,3 -4,4
Portekiz 42,8 46,2 +3,4
Romanya --- 52,5
59
GSMH’nın Yüzdesi olarak Genel Hükümet Harcamaları Ülkeler 1995 2006 Değişim
Slovakya 47,0 37,3 -2,7 Slovenya 54,0 46,3 -7,7
Yunanistan 51,0 46,1 -4,9
AB-15 51,9 46,6 -5,3 AB-27 50,019 43,7 -6,3
Kaynak: (Eurostat, 2007b)
Genel olarak refah devleti düzenlemelerinin sosyal ve siyasi istikrara
katkıda bulunarak yatırımı ve ekonomik gelişmeyi güçlendireceği varsayılmaktadır.
Oysaki Hükümet harcamaları ile ekonomik etkinlik arasındaki ilişkiyi belirleyen
grafik kamburdur. Bu nedenle pek çok iktisatçı Avrupa ülkelerde hükümet
harcamalarındaki artışın (nominal değil reel artış), bu ülkeler için ekonomik etkinlik
açısından kamburun aşağı tarafına geçiş anlamına gelebileceğine inanmaktadır
(Södersten, 2004: 154). Refah devleti harcamalarındaki mukavemet ile bütçenin
geneli üzerindeki gerileme baskıları birbirleriyle karşılaştığında iç dinamiklerce
desteklenen refah devletinin uluslararası ekonominin gerektirdiği optimal bütçenin
üzerinden “aşırması” ihtimalini karşımıza çıkmaktadır. Öyleyse refah devletinin
mukavemeti sorunları ötelemekten başka bir şey yapmamaktadır (Taylor-Gooby,
2001: 185). Aslında Avrupa refah devletleri zaten sorumluluklarını ve kendine
yönelik beklentileri her halükarda karşılayamayacak kadar fazla genişlemiştir
(Moravcsik, 1998: 148). Bu genişlemenin olası bir sonucu biriktirilen katılıkların
gelecekte çok daha şiddetli sonuçlar doğurmasıdır. Gerçekten de benzer olgular,
19 Haklarında veri bulunmayan Bulgaristan, GKRY, Macaristan, Romanya ve Malta hariç.
60
Esping-Andersen’in ayrımı doğrultusunda üç farklı tipteki (Esping-Andersen,
1990), Avrupa refah devletlerinin reform tarihlerinde açıkça görülebilmektedir.
Bismarck tipi refah devletlerinin 1960 ve 1970’lerde benimsedikleri yüksek
asgari ücretler, katı nispi ücretler, yüksek bordro vergileri, cömert ve uzun süreli
işsizlik destekleri ve katı iş güvenliği mevzuatları işgücü piyasasında ciddi
dengesizlikler ve düşük verimlilik yaratmıştır. Buna rağmen 1970 ve 1980’lerde
yapılan reformlarla bu aksaklıklar giderilmek yerine işsizlik ücretleri daha da
artırılmış, iş güvenliği yasaları daha da katılaştırılmış ve yaratılan yükü taşımak
için bordro vergileri artırılarak refah devletinin yarattığı tüm dengesizlikler daha da
şiddetlendirilmiştir (Södersten, 2004: 151).
Böylece işgücü piyasasında aktif politikalar yerine pasif transfer ödemeleri,
yüksek ücretleri idame ve işgücünün arzının kısılması gibi geleneksel politikalarını
tercih eden Bismarck tipi refah devletleri geleneksel yapılarına uygun bir tutum
takınmışlardır (Sykes, Palier ve Prior, 2001: 91). Ancak 1980’lerden 1990’lara
kadarki süreçte Avrupa ekonomilerinin istihdam yaratmadaki zafiyetinin asıl nedeni
erkeklerin işgücü katılımının düşmesidir (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 228–
229). Bu çekilmenin bir kısmı erken emeklilik şeklinde iken bir kısmı ise çalışma
yaşı içerisindeki erkekler arasında gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Avrupa işgücü
piyasasında 1990’larda gerçekleşen büyümenin neredeyse tamamı kadınların
işgücüne katılımının artmasıyla gerçekleşmiştir. Yani Avrupa’daki işsizlik
sorununun temelinde katılım oranlarının düşüklüğü değil, ekonominin istihdam
yaratma gücünün olmaması yatmaktadır (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 228–
233). Bu kapsamda Esping-Andersen de Kıt’a refah devletlerinin üzerine
61
kurulduğu refah devleti/aile/iş bağının, günümüzdeki işgücü esnekliğini
sağlayamaması nedeniyle, kendini besleyen eli yemeye eğimli olduğunu
belirtmektedir (Esping-Andersen, 1996: 79–80).
1988’lere kadar başarı örneği olarak görülen İskandinav refah devletleri de
1990’lı yıllarda örneği olmayan işsizlik oranlarıyla karşılaşmışlardır. Tüm
İskandinav ülkelerdeki işsizlik oranları tahammül sınırının ötesindeki rakamlara
yükselmiştir. Pek çok iktisatçı bu gelişmeleri, küreselleşmenin ve Avrupa
bütünleşmesinin daha da öne çıkardığı, rekabet gücünün refah devleti
uygulamaları nedeniyle bu ülkelerde daha da zayıf olmasına bağlamaktadırlar
(Esping-Andersen, 1996: 32). Bu nedenle İskandinav ülkeleri kamu sektörlerini
genişleterek istihdam sağlama yoluna gitmişlerdir (Södersten, 2004: 151; Esping-
Andersen, 1996: 55). İşgücü arzını yüksek tutabilmek için de kadının işgücüne
katılımında çok yüksek rakamlara erişmişlerdir. Ancak, kadının işgücüne katılımı
yaşlanma sorununun temelinde yatan doğum oranlarının azalmasına neden olma
ihtimalini de beraberinde taşımaktadır.
İskandinav refah devletleri kadının ailedeki rolünü destekleyecek hizmetler
açısından oldukça gelişmişlerdir. Ancak bu da, kadının aile içindeki
sorumluluklarına yeterli rahatlık sağlaması nedeniyle, kadın istihdamının
neredeyse tamamının kamuda sağlanmasına ve kamunun daha da büyümesine
neden olmaktadır (Esping-Andersen, 1996: 11). Kamudaki istihdamın aşırı
büyümesi ise bir yandan ekonomik etkinsizlik yaratırken diğer yandan kadın
istihdamını destekleyen hizmetlerin finansmanı için kamu gelirinin artırılmasını
gerektirmiştir. Sonuç ise işgücü piyasasına zarar veren yüksek vergilerdir (Esping-
62
Andersen, 1996: 55) 20.
Anglo-Sakson ülkeleriyse niteliksiz işçi ücretlerinin yukarı çekilmemesi,
düşük işsizlik destekleri ve iş güvenliği mevzuatının gevşekliğiyle düşük istihdam
sorunundan muaf kalabilmişlerdir. Ancak yaratılan fakir çalışan sınıf bu sefer de
gelir destekleriyle refah devletine bağımlılık oranını yukarı taşımıştır (Södersten,
2004: 151–152; Taylor-Gooby, 2001: 2).
C. AVRUPA REFAH BİRLİĞİ
Eğer çağdaş Avrupa refah devletlerinin sorunları ulusal seviyelerde
çözülemiyorsa basit bir İşlevselci mantıkla sorunun niteliği çerçevesinde bölgesel
kurumlarla çözülebileceği düşünülebilir (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000:
69). Zaten Avrupa bütünleşmesinin 1980’lerdeki canlanmasından beklenenler
arasında bu da bulunmaktaydı. Oysaki AB sorunun giderilmesinden çok soruna
katkı yapıyor gibi görünmektedir. Sosyal politikalar Avrupa’da halen ulusal seviyeli
politikalar olarak kalmıştır (Taylor-Gooby, 2001: 17–18). Birliğin sosyal politikaya
ilişkin yapısı ise en iyi ifadeyle iptidaidir (Moravcsik, 1998: 124).
Avrupa bütünleşmesi pek çok alanda ulus devletlerin egemenliklerini
kısıtlamış hatta ellerinden almış dahi olsa, Avrupa ulus devletleri teşkillerinin en
önemli unsurlarından biri olan sosyal politika alanındaki egemenliklerine
bağlılıklarını sıkı sıkıya korumaktadırlar (Moravcsik, 1998: 125–127). Örneğin
20 Günümüzde İskandinav refah devletlerinin çöküşü neredeyse kaçınılmaz bir süreç olarak kabul
edilmektedir (Esping-Andersen, 1996: 58). Bu çöküşten sıyrılabilecek tek ülke ise dünyanın en
büyük üçüncü petrol ürünleri ihracatçısı olan Danimarka’dır. Dünya ülkelerince on yıllardır örnek
kabul edilmiş bir model olarak, İskandinav modelinin çöküşü Avrupa değerler söylevine vereceği
zarar açısından çok önemlidir.
63
sosyal korumaya ilişkin geleneksel kalemler AB uluslarının sosyal harcamalarının
takriben %90’ını teşkil etmektedir (Busch, 2001: 25). AB üye ülkelerinin refah
devletlerinin finanse edilme biçimleri, hizmetleri, imtiyazlarının biçimi, cömertlikleri
ve kurumsal yapıları öylesine farklılıklar göstermektedir ki, bu alanda değil yetki
aktarımı en ufak bir uyumlaştırma bile mümkün görünmemektedir (Bonoli, George
ve Taylor-Gooby, 2000: 158).
Topluluğun sosyal politikası önündeki diğer engellerse bütünleşmenin
kurumsal ve ereksel nitelikleridir. AB Avrupa uluslarının bütçelerinin ve idari
kapasitelerinin yarısından fazlasını işgal eden, sosyal politikaları icra edecek ne
idari ne de mali kaynaklara sahip değildir. Avrupa uluslarının sosyal harcamaları
GSMH’larının %15‘inden %25‘ine (Pelkmans, 2001: 293) kadar değişen geniş bir
yelpazede değişirken, AB’nin harcamaları Topluluğu oluşturan ülkelerinin toplam
GSMH’larının sadece %1’ine denk gelmektedir (Hix, 2005: 271). Dahası bu
harcamaların da takriben %80’i Ortak Tarım Politikası ve yapısal fonlara
ayrılmaktadır (Pelkmans, 2001: 313). Busch, sosyal politikaların üye ülke ulusal
kimliklerinin en önemli parçası olduğu göz önünde bulundurulduğunda, zengin AB
vatandaşlarından fakir AB vatandaşlarına gelir aktarımı sağlayacak bir ortak
Avrupa sosyal sigorta sisteminin de yakın tarihte gerçekleşmesini mümkün
olamayacağını belirtmektedir (Busch, 2001: 27).
Topluluğun serbest ticareti hedefleyen erekselliği ise önceliğinin sosyal
politikalardan ziyade pazarda olmasına neden olmaktadır. AB’nin sosyal politikayı
ilgilendiren girişimleri genellikle refah devletinin değil Tek Pazarın inşasına yönelik
çabalarla kısıtlıdır (Moravcsik, 1998: 128-130). Her ne kadar ATS Avrupa’da
64
ekonomik gelişmeyle kol kola giden bağlanma (“cohesion”) ve sosyal politika
unsurlarını da içermiş ve Komisyon pazar inşasından kaynaklanan sosyal
dengesizlikleri gidermek istemişse de (Ferrera, 2005: 117); Delors’un bu alandaki
başarıları 1992’de Maastricht Antlaşmasıyla getirilen EPB ile fiilen ortadan
kaldırılmıştır. Bu sürece koşut olarak son otuz yıl içerisinde Topluluk kaynaklı
düzenlemeler ve Divan kararlarıyla ulusal refah devletlerinin tedricen erozyona
uğradığı bir süreç yaşana gelmiştir (Moravcsik, 1998: 134). Üye ülkeler ile Ortak
Pazar arasındaki gerilim odaklarından biri işçilerin serbest dolaşımıdır. Divan
kararları ulusların sosyal aktarımlarını bölgesel olarak kontrol etme egemenliklerini
Avrupa işgücü pazarının çıkarları açısından kısıtlamıştır (Moravcsik, 1998: 135).
Gerilim sahalarından bir diğeriyse sosyal hizmet alanının özel sektöre açılmasıdır
(Moravcsik, 1998: 137). Geleneksel olarak devletin üstlendiği hizmetlerin özel
sektöre tedrici devri bu alandaki hizmetlerin devlet ve özel sektör arasında nasıl
dağıtılacağı sorununu ortaya çıkarmaktadır. Bu iki alandaki mevzuatı inceleyen
Pierson AT düzenlemeleri ve Avrupa Toplulukları Adalet Divanının (ATAD) bir
“Pazar Polisi” gibi davranarak ulusal egemenliği kısıtladığı ve ulusların egemenlik
sınırlarına tecavüz ettiğini belirtmektedir (Moravcsik, 1998: 136, 139).
AB’nin sosyal refah politikaları üzerindeki olumsuz etkileri sadece ulusal
çıkar farklılıkları nedeniyle çok kısıtlı olan doğrudan düzenleyici rolünden
(Moravcsik, 1998: 24–25) değil, Tek Pazarın sosyal refah alanındaki dolaylı
etkilerinden de kaynaklanmaktadır. Birliğin ekonomi politikaları ve sosyal aktörlerin
bu politikalara verdiği tepkiler ulusal refah devletleri üzerinde baskı yaratmaktadır
(Moravcsik, 1998: 140). Çok tartışılan sosyal düşürüm (“social dumping”),
65
yatırımların sosyal maliyetlerin yüksek olduğu üye ülkelerden düşük olan üye
ülkelere kaymasına neden olan ani şoklar yaratabileceği gibi, ulusal sosyal
politikaların tedrici erozyonuna giden uzun dönemli etkilere de gebe olabilir.
Örneğin Busch, özellikle AB’nin kitle işsizliği, yaşlanma ve sosyal harcamalarda
artış gibi ciddi sorunlarla karşılaştığı bir dönemde, üye ülkelerin farklı sosyo-politik
stratejilerinin rekabet edebilirliklerini ciddi miktarda etkileyebileceğini
savunmaktadır. Busch AB ülkelerinin bu şartlar altından EPB çerçevesinde sosyo-
politik stratejilerini eşgüdümlemedikçe refah devletlerinin küçülmesiyle
karşılaşabileceklerini belirtmektedir (Busch, 2001: 25–26).
Diğer bir baskı alanı ise KDV oranlarıdır. Tek Pazar KDV oranlarının
düşmesi yönünde baskı yaratırken hükümetler gelir kayıplarını kapatmak için
siyasi olarak idamesi çok daha kolay olan dolaylı vergilerden doğrudan vergilere
geçişte zorlanmaktadırlar (Moravcsik, 1998: 141–142). Daha da önemli olan bir
baskı sahası ise EPB’dir (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 72, 159).
EPB’nin uyum kıstasları üye ülkelerin bütçe açıklarını sınırlandırmaları gereken
sıkı bir mali disiplin getirmektedir. Hükümetler ise bu kıstasa uymak için
bütçelerinin en önemli kısmını teşkil eden emeklilik yada sağlık sistemlerinde
kısıtlamaya gitmek zorunda kalmaktadırlar (Ferrera, 2005: 117). Ayrıca bu
politikalar üye ülkelerin, özellikle de küçük olanların, hem kısa dönemde büyüme
ve istihdam açısından, hem de uzun dönemde yapısal dönüşümleri
gerçekleştirmelerini sağlayacak kaynaklarını ellerinden almaktadır (Corrado et.al.,
2003: 43; Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 213-214).
AB’nin refah devleti politikaları üzerindeki olumsuz etkisi AB’nin sosyal
66
politikasının gelişiminde de açıkça izlenebilmektedir. Kuruluşundan bu yana
topluluğun sosyal politikası yeni liberal deregülasyona dayalı bir istihdam politikası
olmanın ötesine geçememiştir (Jones, 2001: 250, 268). AKÇT antlaşmasının 46.
maddesi kömür ve çelik endüstrilerinde çalışan işçilerin yaşam standartları ve
koşullarını geliştirmeyi hedeflemekteydi. Ancak AKÇT’nin amacı, Geyer’in de
belirttiği gibi, sadece istihdam ve pazar yaratmak değil aynı zamanda şüpheci
işçiler ve sendikaları AKÇT’den sağlayacakları faydalarla ikna ederek
bütünleşmeye destek de sağlamaktı (Geyer, 2000: 131).
Dönemin kömür ve çelik endüstrilerine sağladığı avantajlarla istihdam
yaratmada sorun yaşamayan Topluluk hemen hedefini işgücü hareketliliğine
yöneltmiştir. Ancak 1954 yılında 5000 Fransız madencinin zayıflamakta olan
maden bölgesi Centre-Midi’den Loren’e taşınmasındaki büyük başarısızlığın21
ardından strateji değiştirmek zorunda kalınmıştır. Avrupa’da işgücü hareketliliğinin,
ülke içinde bile, sağlanmasının mümkün olmadığının görülmesi üzerine işgücü
hareketliliği hedefi yerine bölgesel çarelere yönelinmiştir. Böylece Avrupa Sosyal
Fonu (ASF) kurularak, Roma antlaşmasının 125. maddesi (yeni 146. maddesi) ile
görevinin odağı eğitim ve ikamet destekleri vasıtasıyla işçilerin yeniden istihdamını
sağlamak ve istihdamı, kısmen veya tamamen, askıya alınmış işçilere gelir
seviyelerini korumaları için yardım etmek olarak belirlenmiştir. Bu kapsamda, ASF
başlangıcında Ortak Pazar stratejisinin daha olumlu görünüşünü sağlayacak pazar
geliştirici stratejiler, dolaylı destekler ve istihdamı destekleyen mekanizmaların
21 Projenin 1 milyar Franklık masrafı Topluluk ve Fransız hükümeti arasında paylaşılmış ve ortak bir çaba olarak başlamıştır. Ancak, işçiler taşınmak istememiş, ekonomileri madencilere bağlı yerleşimler tepki göstermiş ve 3 yıllık büyük uğraşıya rağmen sadece 500 işçinin yeri değiştirilebilmiştir (Geyer, 2000: 131).
67
karması bir sistem görünümü arz etmiştir (Geyer, 2000: 134).
1980’lerde “Sosyal Avrupa” fikri, programa sosyal bir nitelik kazandırarak
Tek Pazar projesini sendikalara kabul ettirmeyi amaçlayan Delors tarafından
canlandırılmıştır (Jones, 2001: 255). Ancak yine de ATS’deki sosyal boyut asgari
seviyede kalmış; ATS’de gerçekleştirilen sosyal hedefler ise antlaşmanın pazar
yaratmaya yönelik hedefleriyle kısıtlı kalmıştır (Kleinmann, 2002: 87). 1989’daki
“Sosyal Hakları Şartı” odağında bile vatandaşlık haklarından ziyade işçiler ve
istihdam konuları yer almıştır (Adnett ve Hardy, 2005: 5; Kleinmann, 2002: 88).
Böylece sosyal politikada 1980’ler boyunca kaydedilen gelişmeler de çoğunlukla
laftan öteye geçememiştir (Geyer, 2000: 51).
1990’ların başlarında Maastricht Antlaşmasına getirilen sosyal politika
hükümleri bütünleşme ve EPB’nin ivmesini korumaya yönelik olmuştur. Bu
dönemde yayınlanan “İstihdama yönelik Delors Beyaz Belgesi” (1993) ve “Sosyal
Politika üzerine Beyaz Belge” (1994) AB politikalarında sınıflar arası (işçi ve
işveren) çatışmayı öne sermeleri açısından özellikle dikkate değerdir (Gray, 2004:
62-65). Her iki belge de, yeni liberalizm ile Keynes’ciliği uzlaştırmayı hedeflemiş,
ancak sonunda yeni liberal tonlara yenilerek başarısız olmuş çalışmalardır.
1990’ların sonlarında ise AB’nin ekonomik ve sosyal politikaları, EPB hedefinin
belirlediği doğrultuda, daha da fazla yeni liberal tona bürünmüştür. Özellikle
Amsterdam Antlaşması çok büyük oranda işveren lobilerinin etkisinde kalmıştır
(Gray, 2004: 68). Bu kapsamda, artan işsizlik sorununa bağlı olarak istihdama ve
esnekliği amaçlayan “Avrupa İstihdam Stratejisi” (1997 Lüksemburg Zirvesi) ve
68
“İstihdam Paktı” (1999 Köln Zirvesi) başlatılmıştır22. Temmuz 2000’de ise
Komisyon “Avrupa Sosyal Ajandası” adı altında, tam da tahmin edileceği gibi,
pazar dostu ve rekabetçi işgücü politikalarını hedefleyen sosyal politika hedefleri
benimsemiştir.
Görüldüğü gibi AB’nin sosyal politikasından ziyade ancak istihdam
politikasının varlığından söz edilebilir. Bu gerçek, Birliğe yönelmiş olan
beklentilerle de uyumludur (Şekil II-1). Daha önce vurgulandığı gibi Birlikten
sadece, gerçek meşruiyet sahibi olan ulusal devletler için, meşruiyet temeli
sağlaması yani ekonomik performansılarnı desteklemesi beklenmektedir. Bu
nedenle AB sosyal politikaları da, Birliğin kuruluş amacı olan, ulusal refah
devletlerinin ekonomik performanslarını; yani refah üretim kapasitelerini
desteklemeye yönelik gelişmiştir. Bu hedefin yeni liberal araçlarla
gerçekleştirilebileceği yönündeki genel kabul doğrultusunda, özellikle Maastricht
sonrasında, Avrupa kurumları işgücü piyasalarının ve işsizlik sigortası gibi
sistemlerin esnetilmesinde, (Gray, 2004: 55) Anne Gray’in ifadesiyle
“esnestismar”da (esneklik söyleviyle piyasaların istismarında), en önemli rolü
üstlenmişlerdir.
Dolayısıyla hem kuruluş amacı, hem kendinden beklenenler, hem de
araçları nedeniyle bir “Avrupa Refah Devleti”nin varlığı mümkün görünmemektedir
(Jones, 2001: 251). Aksine AB, Marx’cı eleştiri doğrultusunda (Supra: 101), amaç
22 Ayrışmanın olgusal emarelerini inceleyeceğimiz son bölüm açısından Avrupa İstihdam politikasına karşı oluşan toplumsal direncin hatırlanması önemlidir. İstihdam politikalarının oluşturulduğu bir seri zirve esnasında, AB tarihinde ilk defa geniş halk katılımlarıyla “karşı zirveler” ve gösteriler düzenlenmiştir. 1997’de ortaya çıkan Avromarş (Euromarch) hareketi de istihdamın esnetilmesine yönelik çabalara karşı çıkmış ve çeşitli sosyal haklar talep edilmiştir (Gray, 2004: 69). Bu olgular Schimitter’ın Yeni-İşlevselciliği siyasallaşmanın rolünün bütünleşmeye karşı geliştiği yönündeki eleştirisini (Wiener ve Diez, 2004: 56) haklı çıkarması açısından önemlidir.
69
(refah devletlerinin desteklenmesi) ve araçları (serbest ticarete dayalı kapitalist
büyüme) arasındaki çelişki nedeniyle refah devletinin aleyhine işlemektedir.
Böylece Avrupa’da emeklilik sistemleri, gelir desteği, organize işgücü, devlet
harcaması, mali sistem ve adil vergilendirme gibi refah devletini destekleyen
kavramlar küreselleşme güneşinin sıcağında erirken (Beck, 2000: 1), AB üyelerinin
refah ihtiyaçlarını karşılamaya değil pazar serbestleşmesine yönelik bir proje
görünümünden öteye gidememektedir. Bu kapsamda, Kleinmann’ın ifadesiyle
“Tıpkı ulusları ve ulusalcılıkları sürdürmek için yaratılan ulusal efsaneler gibi, belki
bir “Avrupa Sosyal Modeli” fikri de, ”Avrupacılık” ile siyasi olarak bütünleşmiş bir
Avrupa kavramı ve olgusunu yaratmayı (savunmayı değil) sağlayan, bir kurucu mit
olarak kabul edilmelidir.“ (Kleinmann, 2002: 58)
Şekil II-1 Avrupa’da Hangi Sorunu Kim Çözmeli?
Emeklilik Sistemlerinin Finansmanı
70%
18%
6%
5%
Hükümet
AB
Bölgeler
Kararsız
İşsizliğin Azaltılmas ı
60%
24%
12%
4%
Hükümet
AB
Bölgeler
Kararsız
Ekonomik Büyüme
46%
43%
7%
5%
AB
Hükümet
Bölgeler
Kararsız
Kaynak: (Eurobarometer, 2005: 57)
70
Ancak konumuzu kapatmadan önce, bir sonraki bölümle ilişkisi nedeniyle
AB istihdam politikasının kadın istihdamına yönelik başarısını ele almamız
gerekmektedir. AB istihdam politikasının gerçekten başarılı olduğu konu sorgusuz
sualsiz işgücüne katılımda kadınlara sağladığı esneklik olmuştur (Gray, 2004: 73).
Avrupa refah devletinin yapısal hataları erkeklerin işgücüne katılımını
kısıtlamaktadır. 1970’den 2000 yılına kadar Avrupa’da 20-24 yaş arası genç
erkeklerin istihdam oranı %88’den %70 civarına, 55-59 yaş arasının %86’dan
%69’a ve 60-64 yaş arasının %67’den %33’e, çalışma yaşındaki erkeklerin
istihdam oranı ise %98 civarından %96’ya gerilemiştir. Ancak aynı dönemde
çalışma yaşındaki kadınların işgücüne katılımı %50’lerden, %80’lere, 55-59 yaş
grubunun istihdamı ise %35’den %44’e yükselmiştir (AT Komisyonu, 2004a: 40).
Bu kapsamda, Tablo II-4’de de görüldüğü gibi, 1990 ve 2000’li yıllarda Avrupa
işgücü piyasasında gerçekleşen büyümenin neredeyse tamamı kadınların
işgücüne katılımının artmasıyla gerçekleşmiştir (İnfra, 61). Ancak kadınların
işgücüne katılımının artışı, bir sonraki bölümde göstereceğimiz gibi,
çocuksuzlaşmaya yaptığı katkı nedeniyle bir Kadmos Zaferi olarak görülmelidir.
Tablo II-4 1995-2006 Yıllarında AB-15’te Kadın ve Erkek İstihdam Oranları
1995 2006 Değişim
Ülkeler Kadın Erkek Kadın Erkek Kadın Erkek
Almanya 55,3 73,7 62,2 72,8 +6,9 -0,9
Avusturya 59,0 78,5 63,5 76,9 +4,5 -1,6
Belçika 45,0 66,9 54,0 67,9 +9,0 +1,0
BK 61,7 75,1 65,8 77,3 +4,1 +2,2
Danimarka 66,7 79,9 73,4 81,2 +6,7 +1,3
71
1995 2006 Değişim
Ülkeler Kadın Erkek Kadın Erkek Kadın Erkek
Finlandiya 59,0 64,2 67,3 71,4 +8,3 +6,8
Fransa 52,1 67,2 57,7 68,5 +5,6 +1,3
Hollanda 53,8 75,3 67,7 80,9 +13,9 +5,6
İrlanda 41,6 67,1 59,3 77,7 +17,7 +10,6
İspanya 31,7 62,5 53,2 76,1 +21,5 +13,6
İsveç 68,8 73,1 70,7 75,5 +1,9 +2,4
İtalya 35,4 66,9 46,3 70,5 +10,9 +3,6
Lüksembourg 42,6 74,4 54,6 72,6 +12,0 -1,8
Portekiz 54,4 73,5 62,0 73,9 +7,6 +0,4
Yunanistan 38,1 72,5 47,4 74,6 +9,3 +2,1
AB-15 49,7 70,5 58,6 73,5 +8,9 +3,0
Kaynak: (Eurostat, 2007c; Eurostat, 2007d)
D. KÜRESELLEŞMENİN ARACI OLARAK AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİ
Gerçekten de, Rieger ve Leibfried refah devletlerinin ekonomik açıklık için
bir araç olduğunu savunmaktadırlar. Küreselleşmenin refah devletlerinin ardından
gelmesi tesadüfî bir gelişme değildir. "Refah devleti pazarın ötesinde daha çok
güvenlik ve “istikbal” garantileyebildikçe, dış pazarlara kapalılığı bire bir gevşetmek
için o kadar siyasi alan açılmaktadır” (Rieger ve Leibfried, 2003: 368). Korumacılık
ve refah kurumları gelir ve istihdam sağlamaktadırlar. Sosyal politikaların
kurumsallaşması refah devletlerini uluslararası piyasaların dalgalanmalarından
bağımsızlaştırarak ulusal ekonomilerini istikrara kavuşturmuştur. Böylece, refah
72
devletleri ekonomik açıklık ve küresel ekonomik bütünleşmenin temelini
sağlamıştır.
Küreselleşmenin sonuçları olarak değerlendirilen pek çok olgu aslında Batı
Avrupa’nın serbest pazar ekonomisi ideolojilerinin sonucundan başka bir şey
değildir. Dani Rodrik’in de belirttiği gibi nihayetinde küreselleşme pazarlaşmanın
bir uzantısından başka bir şey değildir (Buelens, 1989: 2). Fligstein ve Merand da
küreselleşme olarak tanımladığımız şeyin aslında Avrupalılaşma olduğunu ortaya
koymuşlardır (Fligstein ve Merand, 2002: 8). Avrupa uluslarının ticarete engelleri
kaldırmak üzere bilinçli olarak giriştikleri süreç, ABD’den sonra, dünyanın en
yoğun ticaret sahasını yaratmıştır. Batı Avrupa ülkeleri dünya ticaretinin %40’dan
fazlasını ellerinde tutmakta (Tablo II-5), bunun da %73,2’sini kendi aralarında
gerçekleştirmektedirler (Tablo II-6). Öyleyse küreselleşme dediğimizde aslında
bunun yarısı Avrupalılaşmadır (Fligstein ve Merand, 2002: 12).
Tablo II–5 1970–2006 Arası Dünya Mal İthalat/İhracat Yüzdeleri
1970 1980 1990 2000 2006 Kuzey Amerika
İhracat 19,4 15,3 16,3 19,0 13,9 İthalat 18,0 16,5 19,3 25,1 20,6
Latin Amerika İhracat 5,0 4,5 3,1 3,0 3,5 İthalat 4,9 4,9 2,4 3,1 2,8
Avrupa İhracat 50,0 44,1 48,9 40,8 41,1 İthalat 52,7 48,8 49,3 41,3 42,2
73
1970 1980 1990 2000 2006 Afrika
İhracat 5,1 6,0 3,1 2,3 3,0 İthalat 4,5 4,7 2,8 1,9 2,3
Asya İhracat 13,3 15,9 23,0 28,4 29,6 İthalat 14,1 17,0 21,5 25,0 26,8
Kaynak: (DTÖ, 2007)
Tablo II–6 2005 Yılı Bölgeler içi Ticaretin Bölgelerin Toplam Mamul İhraçlarına
Oranları
Hedef Bölge
Kuzey
Amerika
Latin
Amerika
Avrupa BDT Afrika Orta
Doğu
Asya
Kuzey Amerika 55,8 5,9 16,1 0,5 1,2 2,3 18,3
Latin Amerika 33,2 24,3 19,1 1,6 2,7 1,8 13,4
Avrupa 9,1 1,3 73,2 2,5 2,6 2,8 7,6
BDT 5,7 2,0 52,3 18,1 1,4 3,1 11,8
Afrika 20,2 2,8 42,9 0,3 8,9 1,7 16,3
Orta Doğu 12,3 0,6 16,1 0,6 2,9 10,1 52,2
Kay
nak
Böl
ge
Asya 21,9 1,9 17,9 1,3 1,9 3,2 51,2
Kaynak: (DTÖ, 2006: 37)
Sonuç olarak, dünya nüfusunun sadece %6’sını barındıran Avrupa dünya
GSMH’ının %22’sine sahip en büyük pazar olarak küreselleşmenin de asli
motorlarından biridir. Bu çerçeveden bakıldığında Avrupa bütünleşmesi sadece
küreselleşmeye bir tepki olarak değil, Avrupalı seçkinlerin küreselleşmeyi
destekleme amaçlı bilinçli siyasal seçimleri olarak da görülebilir (McGrew, 2002:
74
347–348).
Zaten bütünleşme sürecinin yeniden başlatılmasının nedeni Avrupa
ekonomilerinin hastalığına konulan “Avrosklerosiz” teşhisi olmuştu. Yeni küresel
ekonomi düzenindeki başarısız yapılanma ve yerel seviyede rekabeti önleyici
refah devleti düzeninden kaynaklanan bu hastalık Avrupa’daki iç ve dış karşılıklı
bağımlılıkların etkin olarak yönetimini imkânsızlaştırmaktaydı (Ferrera, 2005: 113).
Bu nedenle, 1980’lerden itibaren Topluluğun, daha sonra da Birliğin, asli hedefi
“küresel” ekonomide etkinlikle işleyebilecek bir ekonomik bütünleşme yaratmak
olmuştur (Marfleet, 2001: 79). Delanty’nin de belirttiği gibi:
“Avrupa Birliğinin Avrupa’sının tabi değerlerinden dolayı var
olduğuna inanma gafletine düşülmemelidir. Seçkinlerin fikirleri bir güç
sistemini elde etme ve idamedeki işlevsel değerleri nedeniyle
desteklendi. Avrupa Birliği durumunda bu sermayenin serbest akışı
ve toplanması için en uygun şartların güvence altına alınması ve Batı
Avrupa kapitalizmini küresel seviyede rekabet edebilir hale
getirmektir.” (Marfleet, 2001: 79)
Dolayısıyla, bütünleşmesinin canlandırılmasını çokuluslu Avrupa şirketleri
yakından desteklemişlerdi. Avrupa Yuvarlak Masası şeklinde teşkilatlanan Philips,
Siemens, Volvo, Thomson ve Olivetti gibi dev şirketlerden, karlılıkları
doğrultusunda, kimileri Tek Pazar projesini önce Avrupa sonra da küresel çapta bir
Yeni-Liberal deregülasyon süreci olarak görürken bazıları da Avrupa çapında bir
pazar yaratılması hedefini benimsemişlerdir (Hooghe, [2006]: 19). Diğer yandan
bundan en çok kârı sağlayacak finans piyasalarının bütünleşme lehindeki sesi çok
75
daha da gür çıkmıştır (Hooghe, [2006]: 20). Sonuç olarak:
“Küreselleşmeye tepki olarak başlayan şey Avrupa’daki
ekonomik, sosyal ve kültürel karşılıklı bağımlılığı derinleştirme
sığasına sahip bir otorite yapısı haline gelmiştir. Böylece, alışılmadık
bir biçimde, Avrupa Birliği küreselleşmenin Avrupa’daki yerel üreticisi
ve düzenleyici olarak görülebilir “ (Hooghe, [2006]: 23)
Bütünleşmenin Avrupa kapitalizminin daha rekabet edebilir hale getirilmesi
amacıyla canlandırılmış olması; o dönem için Avrupa ulus devletlerinin uluslararası
ekonomi alanının dışında kalan ulusal sosyal politikalar üzerindeki egemenliklerini
korumalarını da sağlamıştır (Holton, 1998: 103–104). Ancak küreselleşme artık
açık kazananlar ve kaybedenler yaratarak (McGrew, 2002: 346) Avrupalı seçkinler
ve halkın çıkarları arasında uzlaşma değil çatışma unsuru haline gelmiştir. Çünkü
“[Örneğin] Almanya’da şirket karları 1979’dan bu yana %79 artarken ücretler %6
oranında artmıştır. Fakat son on yılda, şirket vergileri iradı yarıya düşerken, gelir
vergisi iradı ikiye katlanmıştır. [Şirket vergi iradı] 1960’larda %35 ve 1980’lerde
%25 oranlarındayken, şu anda (2000 yılı) toplam vergi iradına %13 seviyesinde
katkıda bulunmaktadır. Eğer bu oran %25’te kalsaydı devlet yıllık olarak 86 milyar
mark ek gelir elde edecekti. Diğer ülkelerdeki gelişmeler de benzer biçimde
olmuştur. Siemens veya BMW gibi çoğu ulusaşırı şirketler artık vatanlarında vergi
ödememektedirler” (Beck, 2000: 6). Böylece Ferge’nin belirttiğinin aksine sadece
Doğu değil Batı Avrupa ülkelerinde de “... ekonomik kazançlar bir azınlığa fayda
sağlarken, [refah devletinin] siyasi kazançlar[ı] hemen hemen herkese hizmet
etmektedir. [Bu gelişmenin] Menfi yanlar[ı] arasında bütünleştirici kurumların
76
ayrışması, refah haklarının önemsizleşmesi, sosyal mülkiyetin ortak yapılarının
parçalanması... yoksulluktaki müthiş artış, eşitsizlik ve istikrarsızlık ve devletin
refah ve medeni işlevlerinden çekilmesi bulunmaktadır” (Sykes, Palier ve Prior,
2001: 152).
Avrupa’da refah devleti hedeflerinin ekonomik rekabetin arkasında kalması
(Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 160) kişiler arasındaki eşitsizliklerin
derinleşmesine neden olmuştur. Bütünleşmenin kişiler arasında yarattığı
eşitsizliğin etkileri bölgeler arasında yarattığı eşitsizliklerle daha da
şiddetlenmektedir (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 213). Böylece eskiden
cihanda işletilen Adam Smith’in görünmez elinin Avrupa uluslarının yurtlarına
girerek Keynes’i kovması nedeniyle Avrupa’da doğan gerilim en çok refah devleti
alanında hissedilmektedir (McGrew, 2002: 348–349). Öyleyse Francis
Fukuyama’nın meşhur çalışmasında (Fukuyama, 1992) iddia ettiğinin aksine
kapitalizm tüm rakiplerini ortadan kaldıramamıştır. Çünkü tüm karşıt ideolojiler
yıkılsa bile kapitalizmin karşısındaki en amansız düşmanı hep kalacaktır; o
düşman ise kapitalizmin kendisidir.
Her ikisinin de kökleri Avrupa’da olan küreselleşme ve refah devleti
varlıklarını muhafaza için birbirleriyle çetin bir çatışma içerisindedir. II. Dünya
Savaşında her ikisi de Avrupa bireyciliğinden doğan liberalizm ve komünizmin
çatıştığı gibi, günümüzde küreselleşmeyle refah devletinin çatışmasına şahit
olmaktayız. Küreselleşen pazarların erozyona uğrattığı refah devleti ve bundan
doğan toplumsal çatışma Avrupa sosyal demokrasinin sonunu olmasa bile krizini
içinde taşımaktadır (McGrew, 2002: 349).
77
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
AVRUPA REFAH DEVLETLERİNİN SONU: YAŞLANMA
Versin diye daha fazla mahsul toprak
Lazımdır çok daha fazla işçi kullanmak
Bundan dolayı artarken bir, iki, üç… diye gıda maddeleri
İnsanların bir, iki, dört… diye çoğalacaktır nesilleri
Malthus’un Şarkısı (Samuelson, 1966: 15)
Esping-Andersen refah devleti krizinin popüler teşhislerini sayarken,
kapitalist dünya düzeni ile refah devletinin sibernetik ilişkisinin karşılıklı ürünleri
olarak bahsettiğimiz “pazarın çarpıtılması” ve küreselleşme olgularıyla beraber,
yaşlanma sorununu da dâhil etmiştir (Esping-Andersen, 1996: 2). Oysaki
yaşlanma müstakil bir sorun değil, refah devletinin toplumsal değerlerle karşılıklı
ilişkisi açısından bir sonuç ve küreselleşmenin refah devleti üzerindeki etkisini
kuvvetlendirmesi açısından ise sorunun kaynağıdır.
A. REFAH DEVLETİNİN ZAFERİ OLARAK YAŞLANMA?
Aslında yaşlanma, kişinin aile ve pazardan bağımsızlaştırma yöneliminin
sonucu olarak refah devletinin doğurduğu bir sorundur. Çünkü refah devleti
kuramsal olarak “pazara katılımdan bağımsız haklar sağlayarak [bireylerin] paraya
bağımlılığını zayıflatmak” (Taylor-Gooby, 2001: 5) amacını taşımaktadır.
“Ailesizleşme …” ise buna bağlı olarak “bireyin aileye bağımlılığını azaltacak
politikaları” (Taylor-Gooby, 2001: 5) hedeflemektedir. Zaten Avrupa emeklilik
sistemlerinin kuruluşundaki en önemli amaçlarında biri, yaşlılıklarındaki hayatlarını
garanti altına alacak çocukları olmayan kişilerin geleceğini güvence altına almaktı
(Sinn, 2005: 28). Yani refah devleti bireylerin sadece pazardan değil aileden de
78
bağımsızlaştırılmasını hedeflemektedir. Bunun nedeni sanayi devrimi sonrası
toplum yapısının şehirleşmesi ve kitleselleşmesinin toplumun geleneksel refah
destekleyicilerinden (aile) mahrum kalmasını gerektirmesidir. Bu kapsamda, refah
devleti refah desteğini kurumsallaştırarak geleneksel refah sağlayıcı yapıların
yokluğunun yaratacağı muhtemel toplumsal rahatsızlıkları engellemek amacını
gütmekteydi. Böylece toplumun modern toplumsal yapıya dönüşümü daha kolay
hale getirilmiştir.
Böylece diğer ülkelerde insanlar geleceklerini güvence altına almak için
hala çocuk sahibi olmak zorundayken Avrupa’da bu ilişki bağımsızlaştırılmıştır.
Ancak, Avrupa’da ailenin işlevselliğine gerek duymayan bireyler artık aile işlevlerini
de yerine getirmemektedirler (Sinn, 2005: 28). Pek çok çalışma emeklilik sistemleri
ile çocuk sahibi olma arasındaki olumsuz ilişkiyi ortaya koymuştur (Sinn, 2005:
29). Sonuç olarak günümüzde çağdaş Batı değerlerinin yarattığı bireycilik, tüketim
toplumu ve kadının çalışma isteği gibi olgulardan kaynaklanan düşük doğum
oranlarının (Bongaarts, 2002: 436), toplumun ihtiyacı olan yüksek doğum
oranlarıyla nasıl uzlaştırılacağı Avrupa toplumlarının ve refah devletlerinin
devamlılığı açısından kritik bir soru haline gelmiştir (Esping-Andersen, 1996: 261).
Crouch Avrupa’da refah devletinin dayandığı geleneksel aile modelinin
zedelendiğini açıkça göstermiştir (Crouch, 1999: 203). Tablo II–7 ve Tablo II–8’de
görüldüğü gibi geleneksel ataerkil Avrupa aile modeli, ev kadınlığının, evlenme
oranlarının ve doğurganlığı azalması ve evlenme yaşı, boşanma oraları ve gayri
79
meşru doğumların artmasıyla23 aşınmıştır.
Tablo II–7 Avrupa Aile Modelleri
Ev
Kadınlığı
Evlenme
Yaşı
Evlenme
Oranı Doğurganlık Boşanma
Gayri
meşruiyet
20 nci Yüzyıl Ortası
Avrupa Aile Yapısı Yüksek Düşük Yüksek Yüksek Düşük Düşük
Ailenin Çöküşü Düşük Yüksek Düşük Düşük Yüksek Yüksek
Kaynak: (Crouch, 1999: 203)
Tablo II–8 1960’lara Nispeten 1990’larda Avrupa Aileleri
Ev
Kadınlığı
Evlenme
Yaşı
Evlenme
Oranı Doğurganlık Boşanma Gayri
meşruiyet Almanya Düşük Yüksek Orta Düşük Yüksek Yüksek
Avusturya Düşük Yüksek Orta Düşük Yüksek Yüksek
Belçika Düşük Orta Yüksek Düşük Yüksek Yüksek
Danimarka Düşük Yüksek Düşük Düşük Yüksek Yüksek
Finlandiya Düşük Yüksek Düşük Düşük Yüksek Yüksek
Fransa Düşük Yüksek Düşük Düşük Yüksek Yüksek
Hollanda Düşük Yüksek Orta Düşük Yüksek Yüksek
İrlanda Orta Yüksek Düşük Düşük Düşük Yüksek
İspanya Orta Yüksek Orta Düşük Orta Yüksek
İsveç Düşük Yüksek Düşük Düşük Yüksek Yüksek
İsviçre Düşük Yüksek Orta Düşük Yüksek Orta
İtalya Düşük Yüksek Yüksek Düşük Orta Orta
Portekiz Düşük Orta Yüksek Düşük Orta Yüksek
23 Evlilik dışı çocuk sahibi olunması ve boşanma oranın artması dul ve çocuklara yapılan
harcamalarla refah devleti üzerine ek yükler getirmesi açısından da önemlidir (Esping-Andersen,
1996: 75).
80
Ev
Kadınlığı
Evlenme
Yaşı
Evlenme
Oranı Doğurganlık Boşanma Gayri
meşruiyet Norveç Düşük Yüksek Düşük Düşük Yüksek Yüksek
Yunanistan Düşük Orta Yüksek Düşük Orta Düşük
Kaynak: (Crouch, 1999: 208)
Kıt’a Avrupa’sının aile modeline dayanan refah devletleri ile pazarın işgücü
ihtiyacı, kadınları kariyer ve çocuk arasında ciddi bir seçim yapmak zorunda
bırakmaktadır. Sonuçta, başta İtalya ve İspanya olmak üzere, Kıt’a refah devletleri
dünyanın en düşük doğum oranlarını sergilemektedirler. Bu eğilim uzun yaşama
beklentileriyle birleştiğinde çok yüksek bağlılık oranları yaratmakta ve Kıt’a refah
devletlerinin idame edilebilirliğini tehlikeye sokmaktadır (Esping-Andersen, 1996:
68). Şartların bu şekilde devam etmesi halinde, piyasalardaki esnekliğin artırılması
için kadınların işgücüne katılımının artırılmasını tavsiye eden Topluluk (AT
Komisyonu, 2005: 3) üye ülkelerinin, gerekli nüfus artışını hiçbir zaman
sağlayamayacakları, bir kısır döngüye girme olasılığını da göz önünde
bulundurmalıdır (Esping-Andersen, 1996: 84).
İskandinav ülkelerindeyse refah devletlerinin yapısı kadının işgücüne
katılımıyla yüksek doğurganlığı beraber sürdürebilecek olumlu bir yapı arz ediyor
gibi görünse de kadın istihdamı için şişirilen kamu ve çocuk bakımına ait hizmetler
vergi oranlarını yükselterek, bu ülkelerin küresel pazardaki rekabet edebilirliklerini
zarara uğratmaktadır. Ayrıca İskandinav ülkelerindeki doğum oranları sadece diğer
Avrupa ülkelerine nispeten yüksektir. Ancak yine de nüfusun idamesini sağlayacak
oranların altında kalmaktadır.
81
Refah devletinin aile üzerindeki olumsuz etkileri muhafazakâr Durkheim’cı
eleştirileri haklı çıkarmaktadır. Durkheim’cı görüş refah devletinin oluşumunu,
çağdaşlaşmanın sonucu olarak, endüstrileşme ve şehirleşme sürecinde zayıflayan
geleneksel bağların artık sağlayamadıkları güvenlik ihtiyacının devlet kurumlarına
yönelmesi olarak görmektedirler. Artan bireysel hedonizm nihayetinde sosyal
bütünleşmenin temel aygıtlarını, yani aile ve eğitim sisteminin, zayıflamasına
neden olmakta; bu mekanizmaların zayıflamasından doğan ihtiyaçlar ise refah
devletinin daha da genişlemesine neden olarak kendi kısır döngüsünü
yaratmaktadır (Alber, 1988: 183). Kısacası refah devletinin krizi aslında
çağdaşlaşma krizinin ta kendisidir (Kurtz, 2005) 24.
Ancak sorun artık değerlerin bozulmasının da ötesine geçerek Avrupa
sosyal sistemlerinin idame edilebilirliği gibi çok daha ciddi bir sorun haline gelmiştir
(Sinn, 2005: 2). Sorunun bu aşamaya taşınmasının nedeni değerlerdeki
dönüşümün yarattığı yaşlanma sorunu veya daha doğru bir ifadeyle
çocuksuzlaşmadır. Artık çağdaş toplumsal normlar çocuğu, pahalı ve bireylerin 24 Yine de sorunun 20. yüzyıl çağdaşlaşmasıyla sınırlandırılmasının yanlıştır. Benzer bir tetkikin İbn
Haldun tarafından 650 sene önce yapılmış olması, sorunun gerekirci yapısını ortaya koymaktadır.
Şehirleşmenin (hadarileşme) yarattığı değerlerin sürdürülemezliği tarihi bir olgudur. İbn Haldun’un
vurguladığı gibi geleneksel yapıya daha yakın olan toplumların (bedeviler) getirdiği dinçlik tarihsel
olarak toplumların gücüne güç katmıştır. Öyleyse Avrupa’nın asıl sorunu şehirli çağdaş
değerlerinin, yani sürdürülemez toplumsal yapının, aşırı şehirleşme nedeniyle toplumun geneline
yayılmış olmasıdır.
Bu açıdan Avrupa’nın toplumsal çöküşünün Sanayi devrimi ve izleyen şehirlileşme süreciyle
başladığı söylenebilir. Öyleyse gelecekte nüfus sorunundan sakınmanın ve çağdaşlaşmanın
toplumsal sorunlarından sakınmak için kırsallığın desteklenmesi gerekecektir. Özellikle işgücü
piyasasının sanayi toplumunun tek parçalı yapısından sıyrıldığı günümüz ekonomisi bir yandan
kırsal kesim ve geleneksel değerlerin desteklenmesi, diğer yandan da ekonomik faaliyetin canlı
tutulabilmesi için gerekli fırsatları sunmaktadır.
82
tüketim imkânlarını kısan ve sosyal statü kaybı yarattığı bir unsur haline getirmiştir.
Bu Avrupa’da bekâr yaşamın yada resmi olmayan beraberliklerin yaygınlaşmasına
neden olmaktadır. Sonuç kadın ve erkeğin çalıştığı ancak çocuk yetiştirmedikleri
ve “Double Income No Kids” (DINK) olarak adlandırılan yeni bir aile biçiminin norm
haline gelmesidir (Sinn, 2005: 2). Bu aile modeli Crouch’un “ailenin çöküşü” olarak
tanımladığı olgunun somutlaşmış halini oluşturmaktadır.
Şekil II–2 2004 Rakamlarıyla OECD Ülkelerinde Kadın Başına Doğum Oranları
2,432,2
2,052,042,01
1,931,91
1,831,81,781,771,761,751,731,69
1,641,53
1,421,421,41,361,331,321,291,291,281,241,231,22
1,16
TürkiyeMeksika
ABDİzlanda
Yeni ZellandaİrlandaFransaNorveç
FinlandiyaDanimarkaAvustralya
BKİsveç
HollandaLüksemburg
BelçikaKanadaİsviçre
AvusturyaPortekizAlmanya
İtalyaİspanya
JaponyaYunanistanMacaristan
SlovakyaPolonya
Çek CumhuriyetiKore
Kaynak: (OECD, 2006: 10-11)
Şekil II–2, OECD ülkelerinin 2004 yılı itibariyle, doğum oranlarının
sıralamasını vermektedir. Şekilde kadın başına düşen doğum oranı anlamına
83
gelen, doğurganlık oranı gösterilmektedir. Bu ölçekte nüfusu idame ettirecek
doğum oranı 2.08’dir. Ancak AB ülkeleri bu oranın çok daha altında oranlar
sergilemektedirler. En kötüler arasına giren ülkeler Çek Cumhuriyeti, Polonya,
Slovakya, Macaristan ve Yunanistan iken, nispeten iyi sırada yer alan ülkelerin
performansı ise büyük oranda göçmen nüfuslarının yüksek doğum oranlarından
kaynaklanmaktadır, Örneğin, Hollanda’da yaşayan Faslı nüfusun doğum oranı 3,3,
Afrikalıların 3,0 ve Türklerin ise 2,3’dür (Sinn, 2005: 7). Doğum oranlarının
gösterdiği diğer bir gerçek de AB’ye yeni üye ülkelerin Avrupa’nın demografik
sorunu açısından durumu kötüleştirmekten başka etkilerinin olmayacağıdır.
Düşük doğum oranlarının Avrupa’da yükselmeye devam eden yaşama
beklentileriyle birleştiğinde ortaya çıkan sonuç, nüfus yapısının sürdürülebilir
yapısının dışına çıkması ve ortalama yaşın yükselmesidir. Böylece, 65 yaşın
üzerindeki yaşlı nüfus ile 15–64 yaş arasındaki ekonomik olarak aktif olan ve yaşlı
nüfusun bakımının yükünü taşıyacak nüfus arasındaki oranı ifade eden, bağımlılık
oranları Avrupa’da şiddetle yükselmektedir (Tablo II-9). AB-15’in bağımlılık oranı
1950’de %14 iken bu rakam 2000’de %24’e çıkmış, 2050 ise %53,2’ye çıkması
beklenmektedir.
Tablo II–9 AB’de 2050 İtibariyle Yaşlı Nüfus Bağımlılık Oranları
Ülke Yüzde
Almanya 55,8
Avusturya 53,2
Belçika 48,1
Birleşik Krallık 45,3
Bulgaristan 60,9
Çek Cumhuriyeti 54,8
84
Ülke Yüzde
Danimarka 40
Estonya 43,1
Finlandiya 46,7
Fransa 47,9
Güney Kıbrıs 43,2
Hollanda 38,6
İrlanda 45,3
İspanya 67,5
İsveç 40,9
İtalya 66
Letonya 44,1
Lituanya 44,9
Lüksemburg 36,1
Macaristan 48,3
Malta 40,6
Polonya 51
Portekiz 58,1
Romanya 51,1
Slovakya 50,6
Slovenya 55,6
Yunanistan 58,8
AB-15 53,2
AB-25 52,8
Kaynak: (Eurostat, 2007e)
B. REFAH DEVLETİNİN MAĞLUBİYETİ OLARAK YAŞLANMA?
Avrupa ülkelerinde yaşlı nüfusun çalışan nüfusa nispi oranının artmasının
doğurduğu sorunlardan en önemlisi finansman sorunudur (Symes, Levy ve
85
Littlewood, 1997: 263). Hâlihazırda, Hollanda ve BK dışındaki, tüm Avrupa
ülkelerinin emeklilik sistemleri, “Geçerken Öde” (“Pay As You Go”, PAYGO)
sistemine dayanmaktadır. Bu, emeklilik giderlerinin çalışanların primleriyle
karşılandığı ve her bir neslin kendini yetiştiren nesli desteklediği bir sistemdir.
Demografik krizin PAYGO sistemlerinin finansmanı üzerindeki etkisi çok açıktır.
PAYGO emeklilik sistemi aslan payını emeklilere ayırmaktadır. Fakat artan
bağımlılık oranı her bir çalışanın prim desteği vermesi gereken emekli sayısının
artması anlamına gelmektedir. Bu da, ya çalışanların emeklilik sistemine ödedikleri
primlerde ciddi bir artış ya da emeklilere ayrılan payda ciddi bir azalma olacağı
anlamına gelmektedir. Çıkarları açısından çalışan genç nüfus ile yaşlı emeklilerin
karşı karşıya gelmelerine neden olabilecek yapısı nedeniyle bu emeklilik
sistemlerin finansmanı önemli bir çatışma potansiyelini taşımaktadır (Taylor-
Gooby, 2001: 23).
Her ne kadar hükümetler PAYGO sistemlerinden fonlanan emeklilik
sistemlerine geçmeye çalışsalar da, refah devletinin mukavemeti gerçekleştirilen
reformların demografik değişimi karşılayacak şiddette olmalarını engellemektedir
(Taylor-Gooby, 2001: 23–24). Şekil II–3 mevcut hukuki durumun değişmemesi
halinde Almanya, Fransa ve İtalya’daki toplam emeklilik giderleri ve emeklilik
sistemine yapılan katkılarla sağlanan gelir arasındaki oranı yani toplam karşılama
oranı ile katılım ücretlerinin toplam ücretlere oranını göstermektedir. Aradaki fark
gittikçe kapanmaktadır ve muhtemel kriz noktası olarak 2035 yılı karşımıza
çıkmaktadır. Bu kapsamda, üzerindeki mali baskılar son yirmi yıllık dönemde
artmış görünen Avrupa refah devletleri için yaşlanmayla yükselecek emeklilik
86
giderleri ve değişecek sosyal harcama yapısı daha da kötü bir gelecek tablosu
sunmaktadır (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 263).
Şekil II–3 Üç Büyük Avrupa Ülkesinde Çalışan Nüfusun Emekli Nüfusu Karşılama
ve Katkı Oranları
Almanya
Fransa
Safi Ücretlerin Oranı
Karşılama Oranı
Katkı Oranı
Safi Ücretlerin Oranı
Karşılama Oranı
Katkı Oranı
87
İtalya
Safi Ücretlerin Oranı
Karşılama Oranı
Katkı Oranı
Kaynak: (Sinn, 2005: 15)
Kamu harcamalarına ilişkin tahminler pek çok Avrupa ülkesinin emeklilik
sistemi harcamalarının GSMH’larının %3-5’i, sağlık ve uzun dönem bakım
harcamalarının ise %2-3’ü civarında artacağını öngörmektedir. Bu büyüklükteki
artışlar emeklilik sistemlerinin kamu finansmanı ve sosyal politikaların
sürdürülebilirliğine ilişkin ciddi endişeler doğurmaktadır (AT Komisyonu, 2002a: 6).
Bu bağlamda en ağır yüklerle karşılaşacak ülkeler hızlı yaşlanma, işgücü
piyasasına düşük katılım ve cömert emeklilik sistemlerine sahip “Hıristiyan
Demokrat” Kıta Avrupa’sı ülkeleri; yani Almanya, Fransa ve İtalya gibi Birliğin
merkez ülkeleridir (Moravcsik, 1998: 150). Ancak İskandinav refah devletlerini de
finansman biçimlerinden olmasa bile refah devleti anlayışlarının evrensel olması
nedeniyle ağır yükler beklemektedir (Taylor-Gooby, 2001: 28). Pek çok yorumcu,
önlem alınmadığı takdirde, yaşlanmanın idame edilemeyecek bir ekonomik durum
yaratacağından endişe etmektedirler (Bonoli, George ve Taylor-Gooby, 2000: 95).
Bazı tahminler 2050 yılında ABD’nin kamu borcunun GSMH’sına oranının %100
olacağını öngörürken bu rakam AB genelinde %150 ve Almanya ve Fransa için ise
88
%250 olarak tahmin edilmektedir (Razin, Sadka ve Nam, 2005: 2; Disney, 2000:
F4’de Tablo 1). Bu rakamların, EPB’nin kamu borcu kıstasıyla beraber
düşünülmesi, yaşlanma sorununun Ekonomik ve Parasal Birliğin (EPB)
sürdürülebilirliğine etkisinin ne kadar olumsuz olduğu görülebilecektir.
Çağdaş refah devletlerinin, emeklilik sistemlerinden sonraki, en büyük
sosyal kalemi ise sağlık harcamalarıdır. Yaşlanan nüfusun sağlık harcamalarının
da bu koşutta gerçekleşeceği düşünüldüğünde refah devletleri için önemli bir yük
olacakları açıkça görülebilmektedir. OECD istatistiklerine göre sağlık harcamaları
1960’lardan günümüze ikiye katlanmıştır ve 2020’ye kadar tekrar ikiye
katlanacaktır (Sykes, Palier ve Prior, 2001: 45–46). Sağlık sistemlerinin
özelleştirilmesi gibi bir çözüm ise, zaten sıkıntılı olan işgücü hareketliliği üzerinde
olumsuz etkilere neden olacaktır (Sykes, Palier ve Prior, 2001: 46).
Demografik krizin etki alanı sadece emeklilik ve sağlık sistemleriyle sınırlı
değildir. Avrupa’nın kültürel ve ekonomik dinamikleri de güçlerini gittikçe
yitirmektedir. Araştırmalar, tüm alanlardaki bilim adamlarının azami
performanslarını 35 yaş civarında gösterdiklerini belirtmektedir. Bu nedenle
Avrupa rekabet gücünün en önemli parçası olan, yenilikçilik niteliğini
kaybetmektedir. Şekil II-4‘de gösterildiği gibi, Avrupa bu konuda ABD’nin
arkasında gelmekte, fakat arayı kapatmaya çalışmaktadır. Demografik kriz bu
aranın hiçbir zaman kapatılamaması riskini beraberinde getirmektedir (Sinn, 2005:
17–18). Ayrıca her ülkenin istihdamının büyük oranını yaratan küçük ve orta ölçekli
şirketler genç girişimciler tarafından kurulmaktadır. Çalışmalar Avrupa’da şirket
kuranların yaş ortalamasının 35 olduğunu göstermiştir (AT Komisyonu, 2002c: 7,
89
31–32). Hâlbuki Avrupa nüfusundaki ortalama yaş 40 civarındadır ve sınır çoktan
aşılmıştır. Böylece artan ortalama yaş Avrupa’nın yenilikçi gücünün gittikçe
zayıflaması ve kaybettiği rekabet gücünü asla kazanamaması sığasını da
taşımaktadır.
Şekil II–4 1996-2000 Yılları Arasında ABD Patent ve Marka Ofisi tarafından AB-15
Ülkeleri ve ABD’de Milyon Kişi Başına Onaylanan Patent Sayısı
69
291
74
326
76
334
73
321
62
275
0
50
100
150
200
250
300
350
1996 1997 1998 1999 2000
AB-15ABD
Kaynak: (Eurostat, 2007f)
Ürün ve işgücü piyasaları açısından bakıldığında yaşlanma, daha doğrusu
nüfusun azalması, piyasaların gelişmesini engellemekte; dolayısıyla da büyümenin
menfi oranlarda gerçekleşmesi anlamına gelmektedir (Castles, 2004: 143).
Gelecekte çalışanların karşılamak zorunda kalacakları sosyal harcama yükünün
ağırlığı çalışanların tüketim güçlerini kısıtlayacağı gibi çalışma şevklerini de kırıcı
bir etken olacaktır. Bu da çalışan nüfusun refah seviyesini artırmak üzere daha az
çocuk sahibi olmaları anlamına gelmektedir ki, yaşlanma sorunu açısından kendi
90
kendini güçlendiren bir sarmal yaratılması anlamına gelmektedir. Ücret dışı
giderlerin yüksekliği de müteşebbisleri yatırım yapmak ve yeni işlere girmekten
caydıracaktır. Muhtemel yatırımlar ise demografik temayül doğrultusunda doğacak
ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yeniden biçimlenerek, gittikçe gençlerin
ihtiyaçlarından çok (okullar, üniversiteler v.b.) yaşlı nüfusun ihtiyaçlarını
(huzurevleri gibi) karşılayacak hale gelecektir.
Sermaye piyasaları açısından çalışmalar yaşlanmanın tasarruflar üzerine
doğrudan etkisi olduğunu göstermektedir. Kefenin cebi olmadığı için yaşlanan
nüfusun tasarruf oranı da azalmaktadır (Miles, 1999: 29). Böylece, dış sermaye
olmadıkça yatırım yapılmasını sağlayacak tasarruf bulunması da gittikçe
zorlaşacaktır. Eğer Avrupa hükümetleri yaşlanmanın faturasına hazırlanmazlarsa,
yüksek vergiler, yüksek sosyal güvenlik katılım payları ve borçlanmanın getireceği
enflasyonist baskı kaçınılmazdır. Bu kapsamda, Komisyon AB’nin dünya
ekonomisindeki yeri hakkında açık bir uyarıda bulunmaktadır:
“Küresel üretimin dağılımı kapsamında, AB ve ABD arasındaki
kalıcı büyüme farkı dünya ekonomisindeki nispi önemlerinde büyük
değişikliklere neden olmaktadır. AB’nin dünya üretimindeki payı
18%’den 2050’de 10%’e düşerken, ABD’ninki 23%’den 2050’de
26%’ya yükselmeye devam edecektir.” (AT Komisyonu, 2002b: 12)
Her ne kadar AB gelecekte genişleyen ekonomik alanının yarattığı olumlu
etkileri daha fazla hissedecek olsa da yaşlanma AB’nin çekeceği yatırımı olumsuz
etkileyebilecektir. “Standard and Poor’s” kredilendirme kurumunun yakın
dönemindeki bir raporunda (Standard and Poor’s, 2002: 6) da belirttiği gibi,
91
yaşlanmaya bağlı harcamalarını fonlamak maksadıyla yüksek oranda borçlanan
ülkeler kredi puanlarının düşmesi tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kısaca özetlemek
gerekirse Avrupa’nın yaşlanan nüfusu: “…sadece üretimin ve yaşam
standartlarının yavaşlaması değil aynı zamanda mali ve sermaye piyasaları
eğilimleri … sermaye birikimi oranları ve üretkenlik artışında düşüş … açılarından
da önemlidir” (Wattenberg, 2004: 115–116).
Açıkçası, yaşlanma sorununun yarattığı sosyo-ekonomik dinamikler
nedeniyle, Mart 2000’de Lizbon Zirvesinde AB hükümet ve devlet başkanlarının
gururla belirttiklerinin (Avrupa Konseyi, 2000) aksine, Avrupa’nın dünyanın en
rekabetçi ve dinamik bölgesi olması için hiç ümit yoktur (AT Komisyonu, 2005: 2).
C. REFORMUN OLANAKSIZLIĞI
Peki, Avrupa’nın siyasi yapısı yaşlanmanın getirdiği tehlikelere karşı
hazırlanma ve sürekli vurgulanan önlemleri alma gücüne sahip midir? Cevap
hayırdır. Çünkü demografik değişikliklerle beraber Avrupa gittikçe, yaşlıların
hükümranlığı anlamına gelen, gerontokrasiye doğru evrimleşmektedir (Sinn, 2005:
18). Bu gün bile hiçbir Avrupa partisi emeklilerin çıkarları aleyhine reformlar
gerçekleştirmeyi göze alamamaktadır ve bu eğilim gelecekte daha da
kuvvetlenecektir. Taylor-Gooby Avrupa refah devletlerinin mukavemetleri
nedeniyle gelecekte de reform kaldırmayacakları sonucuna varmıştır (Taylor-
Gooby, 2001: 182). Taylor-Gooby, Bonoli ve George de çalışmalarında bütçesel
gerginliklerin ya gelirin artırılarak ya da giderin azaltılarak ortadan
kaldırılabileceğinin; ancak çağdaş Avrupa refah devletlerinin bunun için gerekli
vergi artırımına gitmesinin pek mümkün görünmediğini belirtmiştir (Bonoli, George
92
ve Taylor-Gooby, 2000: 119–120). Her ne kadar bahse konu reformlar genç
nüfusun sosyal güvenlik katılım oranlarını azaltarak onları ve ekonominin genelini
rahatlatsa da, yaşlıların çalışırken gelecek için edindikleri hakları ellerinden alarak
onların zararına olmaktadır. Demokrasilerde ortalama bir seçmenin çıkarlarına
hizmet etmeyen kararlar ve bu kararları veren partiler hiçbir zaman oy çokluğuna
erişemezler. Böylece partiler, ideolojik temelleri ne olursa olsun, ortalama
seçmenin çıkarlarını gerçekleştiren icraatlara yönelecektir. Zaten demokrasilerin
dayandığı prensip de budur. Fakat 2007 itibariyle ortalama Fransız seçmeni 47,
Alman ve İtalyan seçmeni ise 48 yaşındadır. Bu rakamlar 2030 yılı itibariyle
Fransa için 53, Almanya için 55 ve İtalya için ise 58 olacaktır ki, bu hükümet
politikalarını doğrudan etkileyecek bir gelişmedir.
Şekil II–5 Avrupa Demokrasilerinin Yaşlanması
Almanya
4244464850525456
2000
2002
2004
2006
2008
2010
2012
2014
2016
2018
2020
2022
2024
2026
2028
2030
Ortalama Yaş Kayıtsızlık Yaşı
93
Fransa
42454851545760
2000
2002
2004
2006
2008
2010
2012
2014
2016
2018
2020
2022
2024
2026
2028
Ortalama Yaş Kayıtsızlık Yaşı
İtalya
42454851545760
2000
2002
2004
2006
2008
2010
2012
2014
2016
2018
2020
2022
2024
2026
2028
2030
Ortalama Yaş Kayıtsılık Yaşı
Kaynak: (Sinn, 2005: 20)
Bu kapsamda yapılan bir çalışmada halkın emeklilik sistemine bakış açısını
gösteren Şekil II–5 oluşturulmuştur. Şekilde “kayıtsızlık yaşı” olarak belirtilen eğri
emeklilik sisteminin ortalama bir katılımcısının emeklilik gelirlerindeki ve sosyal
güvenlik katılım paylarındaki ufak bir artış veya azalışa ilgisiz kaldığı yaşı
göstermektedir. Bu yaşın üzerinde olan ve emekliliğe yakın olan kişiler emeklilik
gelirlerinin artırılmasını beklerken, daha genç olanlar sosyal katılım paylarının
azaltılmasını isteyecektir. Eğer “kayıtsızlık yaşı” ortalama yaşı geçerse nüfusun
94
çoğunluğu sosyal katılım paylarının azaltılmasını talep ediyor olacaktır. Tam tersi
durumda ise nüfusun çoğunluğu emeklilik gelirlerinin artmasını talep ediyor
olacaktır. Şekilde de görüldüğü gibi Avrupa’nın üç büyük ülkesi de emeklilik
sistemlerini yeniden yapılandırma fırsatını çoktan elden kaçırmıştır (Sinn, 2005:
20). Razin, Sadka ve Nam da çalışmalarında benzer sonuçlar elde etmişlerdir
(Razin, Sadka ve Nam, 2005: 30–36).
Yaşananlar da bu görüşleri destekler niteliktedir. Fransa’da emeklilik
sisteminin yapılandırılmasına ilişkin plana karşı 2003 yazında sendikalar greve
giderek köprüleri, limanları, tren istasyonlarını, havaalanlarını ve paralı yolları
kapatmışlardır. Benzer grevler pek çok Avrupa ülkesine de yayılmıştır. İtalyan
sendikacıları “Geleceğinizi Koruyun” sloganıyla yürüyüşler yapmışlar ve
emeklilik/sağlık sistemlerindeki politikaları nedeniyle Chirac’ın partisi 2004
Mart’ındaki bölgesel seçimleri kaybetmiştir (Wattenberg, 2004: 122).
Refah devletinin yaşlanma sorunu karşısında alabileceği tedbirler de pek
etkili olacak gibi görünmemektedir. Emeklilik yaşının artırılması aslında emeklilik
sistemlerindeki açığı kapatacak önemli bir katkı yaratamamaktadır (Sinn, 2005:
30–31). Emeklilik sistemlerinin fonlanmış sistemlere geçirilmesi de sorunu
çözemeyecektir. Çünkü yaşlanmanın dünya çapındaki etkileri bu fonların da
nihayetinde PAYGO sistemlerinin karşılaştıkları darboğazlara sürükleyecektir
(Disney, 2000: F2-F3; Razin, Sadka ve Nam, 2005: 83). Nüfusun göç ile istikrara
kavuşturulması da olanaksız görünmektedir. Birleşmiş Milletler (BM)
hesaplamalarına göre Avrupa nüfusunun 2050’ye kadar istikrara
kavuşturulabilmesi için yılda 12,7 milyon olmak üzere Avrupa’nın toplam 701
95
milyon göçmen alması gerekmektedir (Sinn, 2005: 32–33). Kaldı ki bu çözümün
Avrupa halkları tarafından reddedildiği Eurobarometer anketlerinde açıkça
görülmektedir.
Tablo II–10 Göç Avrupa’nın Yaşlanma Sorunu için bir Çözüm Olabilir mi?
Ülke Hayır Evet
Almanya %69 %21
Avusturya %64 %28
Belçika %62 %37
Birleşik Krallık %69 %25
Çek Cumhuriyeti %67 %24
Danimarka %54 %42
Estonya %68 %26
Finlandiya %48 %50
Fransa %55 %38
Güney Kıbrıs %70 %21
Hollanda %59 %38
İrlanda %47 %34
İspanya %30 %64
İsveç %29 %65
İtalya %58 %35
Letonya %67 %32
Lituanya %64 %24
Lüksemburg %46 %42
Macaristan %77 %17
Malta %70 %23
Polonya %64 %25
Portekiz %64 %27
Slovakya %77 %16
Slovenya %66 %29
Yunanistan %68 %28
96
Ülke Hayır Evet
AB-25 %60 %34
Kaynak: (Eurobarometer, 2005: 42)
Kültürel bütünleşme sorunu (Symes, Levy ve Littlewood, 1997: 251) göz
önüne alınmasa bile ekonomik sonuçları (Razin, Sadka ve Nam 2005: 10–11, 23)
bile bunun bir seçenek olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. İnsanların daha
fazla çocuk sahibi olmak için cesaretlendiren doğum-destek politikalarının uzun
dönemde yaşlanma ve nüfus azalışına çare olabileceği de savunulmaktadır.
Ancak bu tür politikaların tam aile boyutundan ziyade doğumların zamanlamasına
etki ettiği ve genellikle başarıya ulaşamadığı görülmüştür. Littlewood en başarılı
doğum-destek politikalarını uygulayan İsveç ve Fransa’nın doğum oranlarının
benzer politikaları uygulamayan Avrupa ülkeleriyle aynı oranlara doğru gelişimini
örnek göstererek sorunun kültürel kökenine dikkat çekmektedir (Symes, Levy ve
Littlewood, 1997: 267–268). Birliğin kendi çalışmalarında da benzer sonuçlara
erişilmiştir. Çocuk bakımına yönelik devlet yardımlarıyla sahip olunan çocuk
miktarı olumlu değil aksine olumsuz etkide bulunmaktadır. Dahası yaşlanma
sorununun kendisi kendini kuvvetlendirici bir etkiye sahiptir. Yaşlanmış
bölgelerdeki gençlerdeki gelecek endişesi doğum oranını daha da düşürmektedir
(AT Komisyonu, 2004b: 20).
Kaldı ki, benimsenecek politikalar Avrupa’daki doğum oranlarını yükseltse
bile çocuk sahibi olabilecek nüfusun nispi küçüklüğü Avrupa’nın ihtiyacı olan genç
nüfus üretimine hiçbir zaman erişememesine neden olacaktır (Sinn, 2005: 42;
97
Kurtz, 2005). Öyleyse küreselleşme ve yaşlanmanın cenderesinde sıkışıp kalmış
olan Avrupa refah devletlerinin ne yapısal ne de sosyal dönüşümlerle gittikçe
daralan ve 2035 yılında tüm etkilerini ortaya koyacak olan bu cendereden
sıyrılması mümkün görünmemektedir25.
25 Aslında sona eren sadece Avrupa refah devletlerinin üzerine kurulduğu sistem olacaktır. Yoksa
refah devleti kavramının ortadan kalkması mümkün değildir. Daha önce de vurguladığımız gibi
toplum, sadece toplum olması nedeniyle, bazı destekleyici sistemlere ihtiyaç duymaya devam
edecektir. Tıpkı Avrupa ulusları gibi geleceğin ulusları da bir takım refah devleti uygulamalarını
sürdüreceklerdir. Ancak Avrupa sistemi kendi sonunu dünya üzerinde yarattığı müthiş eşitsizlikle
hazırlamıştır. Avrupa gelişimi esnasında kazançlarının yanı sıra toplumsal ihtiyaçlarını da fazlasıyla
genişletmiştir. Toplumsal giderleri geleneksel değer sistemleri doğrultusunda düşük kalan toplumlar
ise önemli bir rekabet avantajı yakalamışlardır. Bu şartlar altında Avrupa refah sistemlerinin tek
kurtuluş yolu uluslararası ekonomik farklılıkların giderilmesinde yatmaktadır (Esping-Andersen,
1996: viii). Ancak bu bile sömürü sistemine dayalı Avrupa refah devletleri için önemli gerilemeler
gerektireceği için sistemin kendi kendini yok etmesine engel olamayacaktır.
98
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
AVRUPA’NIN GELECEĞİ
[Bazen] olgulardaki anormallikler birike birike öyle bir
noktaya ulaşır ki, değişim kesintili bir sıçrama yada
paradigma kayması biçimine bürünür.
(Snow, 2001: 55–56)
A. AVRUPA’NIN AYRIŞMASI
Sonuçta Avrupa refah devletlerinin küreselleşme ve yaşlanma sorunlarının
eşzamanlı baskısına dayanacak güçte olmadıkları kanısına varmaktayız. Avrupa
refah devletlerinde küreselleşme ve yaşlanma sorunları kendi çözümlerini
imkânsızlaştıran dinamiklere sahip olmakla kalmamakta, aynı zamanda bir
diğerinin çözümsüzlüğünü de oluşturmaktadırlar. Bu etkileşimin gücü o kadar
fazladır ki, küreselleşmenin refah devleti üzerinde yarattığı baskının söylevsel
olmaktan öteye gitmediğini savunan Castles bile yaşlanmanın mahşeri olayların
başlangıcı olduğunu kabullenmek zorunda kalmaktadır (Castles, 2004: 144).
Elbette ki Avrupa ulus devletleri açısından böylesine önemli etkileri olan
olguların, Avrupa bütünleşmesinin geleceği üzerindeki etkileri de önemli olacaktır.
Aslında Avrupa bütünleşmesinin geleceğinin refah devleti, küreselleşme ve
yaşlanma sorunlarının karşılıklı ilişkisinin sonucunda yattığı bile söylenebilir.
Bunun için izleyen bölümde refah devletine yönelik, daha önceki bölümlerde
ayrıntılandırdığımız, Marx’çı, Weber’ci ve Durkheim’cı eleştirileri (Tablo III–1)
tekrar ele alacağız ve bu eleştirileri, bütünleşme kuramlarıyla harmanlayarak,
99
Avrupa ulus devletleri, Avrupa bütünleşmesi; hatta Batı Medeniyetinin ve dünyanın
geleceğine bakacağız.
1. AVRUPA SİSTEMİNİN ELEŞTİRİSİ
Avrupa refah devletleri başlangıçta Marx’çı öngörü doğrultusunda toplumsal
bütünleşme yönünde olumlu katkılar sağlamıştır. Hatta bu bütünleştirici etki ulusal
seviyenin de ötesine; uluslarüstü seviyeye taşınmıştır. Böylece Avrupa
bütünleşmesi II. Dünya savaşı sonrasında Avrupa ulus devletlerinin halklarından
aldıkları refah talepleriyle26 seçkinlerinden aldıkları güvenlik taleplerinin
uzlaştırılmasını sağlayacak bir siyasi sistem olarak ortaya çıkmıştır. Avrupalı
halkların refah taleplerinin ardında gizil olarak kapitalizmin sosyal sistem üzerinde
yarattığı tahribat bulunmaktaydı. Zaten seçkinlerin güvenlik taleplerinin doğuşu da
aynı sebeplere dayanmaktaydı. Avrupalı halkların kapitalizmin sömürü düzeninden
gördüğü zararlar karşısında eşitlikçi Komünist söyleve yönelmeleri seçkinlerin
kontrolünde bulunan siyasi yapının tehdit altına girmesine neden olmuştu. Avrupalı
seçkinlerin güvenlik ihtiyaçlarının ve bağlantılarının ABD seçkinlerininkiyle koşutluk
halinde olması ise, ABD’nin bütünleşmeye dışarıdan desteğini sağlamıştır.
26 Girdi taleplerinin siyasi sitemlerdeki rolü için bakınız (Easton, 1965: 37–152).
100
Tablo III–1 Refah Devletinin Eleştirileri
Boyut Marx’çı Durkheim’cı Weber’ci
Refah Devletinin Gelişimi
Kapitalist çıkarlar işgücü maliyetlerinin düşürülmesini gerektirdiği için gerileme mümkün
Siyasi partilerin yerleşik çıkarların üstesinden gelme gücünün olmaması nedeniyle kesinti olasılığı zayıf
Refah devletinin genişlemesi meşruiyet sorunları doğurur; sonuçta tepkisel küçülme mümkün
Toplumsal Bütünleşmeye
Etkileri
Refah devletinin büyümesi toplumsal bütünleşme işlevini yerine getirir, bu nedenle sosyal harcamalardaki gerileme toplumsal sadakatsizlik yaratır
Refah devleti programlarındaki genişleme toplumsal ağları ve aile bağlarını zayıflatarak, çıkar yapılarının parçalanmasına neden olur ve sosyal kontrolü zorlaştırır.
Refah devletinin genişleme şeması, eşit olmayan refah haklarından kaynaklanan yeni farklılaşmalar ve yeni sistem eşitsizlikleri yaratır
Sistem Bütünleşmesine
Etkileri
Kaynakların akışı ve ekonominin kontrol edilememesinden kaynaklanan büyük Kamu Açıkları; kapitalist ekonomi üzerinde olumsuz etkiler; Sosyal harcamaların işgücü maliyetlerini artırması; işgücü tasarrufuna yönelme ve uluslararası rekabet gücünün azalması
Büyüyen açıklar ve tüketim harcamaları lehine yatırım eksikliği; sosyal harcamaların başarı güdüsünden ziyade hak taleplerini güçlendirmesinden ve iş ahlakını zayıflatmasından doğan olumsuz mikro ekonomik etkiler; bireysel hakların çocuk sahibi olma davranışını değiştirerek refah harcamalarını etkilemesi
Yüksek işgücü maliyetleri uluslar arası rekabet gücünü zayıflatır ve sıkı bürokratik kontroller iş esnekliğini engeller; Yüksek vergi oranları kayıt dışı ekonomiye kayış yaratır; devlet yardımları yöneticilerin demokratik kontrolünü zayıflatır
Kaynak: (Alber, 1988: 185)
Not: Tetkikimiz sonucunda katıldığımız eleştiriler kalın yazıyla vurgulanmıştır.
Böylece, Avrupa ulus devletlerinin korunabilmesi için, halkların refah talebi
Avrupalı ulusların Keynes’ci ekonomiyi benimsemeleri ve varolan refah devleti
uygulamalarının kuvvetlendirilmesiyle; güvenlik talebiyse uluslararası kuruluşların
teşkiliyle karşılanmıştır. Bütünleşme ise bu hedeflerin daha da ileri taşınması için
benimsenmiş bir araç olmuştur. Zaten bütünleşme de ancak insanların eski
yönetimlerinden daha fazla imkân, daha fazla başarım, daha fazla tepkililik ve
101
daha iyi hizmetler talebinin sonucu olarak ortaya çıkabilirdi. Bu nedenle
bütünleşme, yazındaki safsatanın aksine, kendi başına bir erek değil bu hedeflere
erişmenin aracı olarak kabul edilmelidir (Deutsch et.al.,1957: 87).
Refah devleti hem halkın hem de seçkinlerin taleplerinin karşılanmasında,
özellikle 1970’li yıllara kadar, oldukça başarılı olmuştur. Dışarıda serbest ticaret ve
yayılmacı politikalarla seçkinlerin ekonomik başarısı ve talepleri garanti altına
alınırken; içeride yaratılan refahın halka dağıtımını sağlayan Refah devleti
uygulamalarıyla sistem yaygın desteğini27 ve ideolojisini yaratmıştır. Ancak
1970’lerden sonraki dönemde, Bretton-Woods sisteminin çöküşü Keynes’çi
ekonomilerin sürdürülebilirliğini yok etmiştir. İşte bu noktadan itibaren sistemin
refah taleplerini karşılama kapasitesi gittikçe azalmaya başlamıştır. Çünkü refah
devletinin getirdiği yükler Marx’çı ve Weber’ci eleştirilere koşut olarak kapitalist
devletin rekabet gücünü sakatlamış, kamu açıklarını yükseltmiş, işgücü
maliyetlerini artırmış, işgücü esnekliğini azaltmış, kayıt dışını güçlendirmiş ve
kapitalist ekonominin temellerine zarar vermiştir.
Elbette sistem kendisine yönelik talepleri karşılamak için yeni bir dengeye
doğru yönelmeye çalışmıştır. Ancak sistemin yarattığı yaygın destek, Dukheim’cı
eleştirilere koşut olarak, yeni denge noktasına ilerlenmesini engellemiştir. Bu
kapsamda, Lindbeck refah devleti uzlaşısının sanayileşme sürecinde çözülen aile
yapılarına bağlı olarak daha da katılaştığını belirtmektedir. Sanayileşme nedeniyle
27 Kişilerin hayat kalitelerinin artmasıyla bu olumlu etkinin genelleşerek siyasal sisteme yaygın bir
destek olarak beslenmesi için bakınız (Easton, 1965: 273-274); Ekonomik bütünleşmenin
başarısının bütünleşmeye siyasal destek olarak dönüşü hakkında yorum için bakınız (Hooghe ve
Marks, 2001: 54).
102
gerek coğrafi gerekse de manevi olarak birbirlerinden uzaklaşan aile bireyleri artık,
gelir ve insani destek gibi temel ihtiyaçlarını, geleneksel tedarikçi olan “aile”den
sağlayamaz hale gelmişlerdir. Bu da kişilerin ihtiyaçlarının devlet tarafından
karşılanması yönünde daha kuvvetli beklentiler oluşturmuştur (Södersten, 2004:
150). Dolayısıyla zor durumlarında ihtiyaçlarının başka bir kurum tarafından (aile
gibi) karşılanmayacağını bilen bireylerin refah devleti reformuna olumlu bakmaları
da imkânsızlaşmıştır. Refah devletinin geleneksel yapıya etkilerinden doğan ahlaki
yozlaşma ve çocuksuzluk ya da yaşlanma sorunları da kapitalist ekonomilerin
dayandığı toplumsal temellerin yıkılmasına neden olmuştur. Yani refah devleti
aslında, desteklediği bireyci değerler ve yarattığı devlet/aile ilişkisiyle, ilmeği kendi
eliyle boynuna geçirmiştir28.
Bir yandan küreselleşme refah devletinin dönüşümü yönündeki seçkin
taleplerini yaratırken, diğer yandan refah devleti yarattığı sistemik dirençle halkın
refah taleplerini sürekli hale getirmiştir. Avrupa devletlerinin siyasi sistemlerine
seçkinlerden ve halklardan gelen taleplerin tamamen karşıt olması, sistemin uyum
sağlayarak29 denge noktasına erişmesini imkânsız hale getirmiştir. Karşıt talepler
karşısında yerel siyasetçiler bir yandan seçkinlerin talepleri doğrultusunda sistemi
dönüştürmek, diğer yandan da halk karşısında meşruiyetlerini korumak gibi bir
28 Geleneksel toplum yapısının sürdürülebilir, ancak modern yapının sürdürülemez olduğu
gerçeğinin ortaya çıkması refah devletinin yerine geleneksel modelleri koyma çabalarına kaynaklık
etmiştir. Ancak Doğu Asya’nın Konfüçyüsçü aile modelini güçlendirme, Avrupa’da ise Hıristiyan
Demokrat politikaları (Esping-Andersen, 1996: 24) oldukça geç kalmış çabalar olarak ölü doğmuş
görünmektedirler. 29 Siyasal sistemlerin devamlılığı açısından “uyum sağlama” gücünün önemi için bakınız (Easton,
1965: 18).
103
ikilemin içinde kalmışlardır. Oysaki taleplerin karşıt doğalarının bir uzlaşıyı
imkânsız kılması taraflardan, birinin talebine öncelik verilmesini zorunlu
kılmaktadır. Bu şartlar altında Avrupalı siyasetçiler, seçkinlerin taleplerini
karşılamaya yönelik, tercihlerini açıkça ortaya koymuşlardır. Ancak tercihin
seçkinlerin talepleri yönünde olması halkların taleplerinin açıkça reddedilebileceği
anlamına gelmemektedir. Sonuç itibariyle tüm Avrupa ülkeleri demokratik
yönetimlere sahiptir ve tekrar seçilmek isteyen siyasetçiler halkların taleplerini
ciddiye almak zorundadırlar. Kaldı ki, son dönem seçim politikalarının incelenmesi
seçmenler açısından refah devletinden daha önemli pek az şeyin olduğunu
göstermektedir.
İşte burada “kötü adam AB” söylemi Avrupalı siyasetçilerin yardımına
koşmaktadır. Seçmenlerin karşısına acı reçetelerle çıkmak zorunda kalan ulusal
siyasetçiler refah devletine yönelik kısıtlayıcı reformları hayata geçirmek için AB
söylevi arkasına gizlenmekte ve imkân buldukça suçu AB’nin üzerine atmakta bir
sakınca görmemektedirler (Moravcsik, 1998: 154). AB söylevinin ardına saklanan
Avrupalı siyasetçiler, bu sayede, hem demokratik tepkilerden kurtulmakta hem de
icraatlarının görünürlüğü azaltarak oy kayıplarını önlemektedirler. AB ise Avrupa
devletlerinin gündelik siyasal söylevlerinin en önemli unsurlarından biri haline
gelmektedir. Dahası seçmenler, refah devleti uygulamaları konusunda önceliklerini
korudukça, yerel siyasetçilerin refah devleti reformları için AB’yi günah keçisi
olarak kullanmaları da devam edecek gibi görünmektedir.
Elbette ki, işler her zaman seçkinlerin talepleri doğrultusunda
gitmemektedir. Demokrasinin gereği olarak, daha önce bahsettiğimiz, sistemik
104
katılıklar kimi zaman sürecin halk lehine işlemesini sağlamaktadır. Ancak yine de,
sistemin seçkinler lehine dengesi taleplerin, özellikle halk açısından, gittikçe daha
az oranda karşılanması anlamına gelmektedir. Refaha yönelik taleplerinin
karşılanmasındaki aksaklıklar ise halklar tarafından “çıktı hatası” (Easton, 1965:
60–61) olarak algılanmakta ve toplumsal huzursuzluklara sebep olmaktadır.
Toplumsal dönüşümün yarattığı yeni ihtiyaçlar ve hizmet talep edenlerin
sayısındaki artış da refah devleti hizmetlerinin görünürdeki cömertliğini azaltarak
(Castles, 2004: 36) huzursuzlukların daha da şiddetlenmesine neden olmaktadır.
Ancak buradaki asıl sorun bahse konu çıktı hatasından kimin sorumlu
tutulabileceğidir. Halklar sorumluluğu AB söylevinin arkasına saklanan yerel
siyasetçilerine yükleyememekte; AB’den ise münhasır kurumsal yapısı nedeniyle,
ulusal siyasetçiler tarafından yüklenen, sorumluluklar konusunda hesap
soramamaktadırlar. Böylece, “çıktı hatası” konusunda yerel siyasetçilerle ile Birlik
arasındaki paslaşma, Weber’ci öngörüler doğrultusunda, ciddi meşruiyet sorunları
yaratmaktadır. Kleinmann’ın konuyla ilgili tespiti görüşümüzle koşuttur:
“Yönetişimdeki güncel gelişmeler çok daha kurnazca ve
karmaşıktır. Eğer eğilimler... bir tehdit oluşturuyorsa, bu devlet ve
bürokrasilerden ziyade demokrasinin kendisinedir.
...
Küreselleşme eğilimiyle çok katmanlı yönetişime yöneliş ve
seçmenler, siyasiler, ulusal bürokrasiler ve çıktılar arasındaki
zayıflayan bağlar demokrasi ve hesap verebilirlik için çok zararlıdır.
105
Bu husus, AB kurumlarının öncelikli “meşruiyet açığı” sorununu
kapsamakta, ama onu da aşmaktadır.”(Kleinmann, 2002: 80)
Sonuçta halklar, sorumlu olarak sunulan ancak hesap soramadıkları kötü
adam AB’den30, zaten var olmayan, desteklerini gün geçtikçe daha da geri
çekmektedirler. Yani Avrupalı siyasetçiler, AB’yi günah keçisi olarak kullanarak,
kısa dönemli ulusal kamu desteklerini kaybetmemek uğruna uzun dönemli
hedefleri olan Avrupa bütünleşmesine yönelik kamu desteğini kendi elleriyle yok
etmektedirler (Moravcsik, 1998: 156). Deutsch da sistemin bu tür bir baskı altına
girebileceği belirtmiştir. Deutsch’a göre uzun dönemli ekonomik gerileme veya
durgunluğun hükümet ve siyasi seçkinlerin talepleri karşılama sığalarını azaltarak
amalgam güvenlik topluluklarını zayıflatacak veya yok edecek ayrıştırıcı güçleri
ortaya çıkarabilecektir (Deutsch et.al.,1957: 63, 139).
Böylece küreselleşme ve yaşlanmanın refah devleti üzerindeki çifte gerilimi
sadece ulus devletleri baskı altına almamakla kalmamakta; bütünleşmenin
“İdeoloji Açığı”nı (Marfleet, 2001: 79) da derinleştirmektedir. Çünkü Avrupalı
halklar, bir yandan ulus devletlerin ideolojilerinin benzerini yaratarak halkı
kazanmaya çalışan, diğer yandan seçkinlerinin çıkarları doğrultusunda
küreselleşmeyi destekleyen ve böylece örnek aldığı ulusal ideolojilerin en önemli
parçası olan refah devletini (Morgan, 2005: 80) yozlaştıran çelişkilerle çevrelenmiş
bir Birlikle karşılaşmaktadırlar. 1980’lerden bu yana yapılan anketler, bu çelişkiyi
desteklercesine, Avrupa bütünleşmesi ve Birliğin sosyal politika alanlarına
genişlemesi gibi konularda kamu desteğinin, özellikle de gelişmiş refah
30 Kamu desteği sadece AB’den değil, ulusal demokratik kurumlardan da çekilmektedir (Supra: 118).
106
devletlerinde, gittikçe düştüğünü göstermektedir. Bu da, Habermas’ın da belirttiği
gibi (Morgan, 2005: 79–80), bütünleşme sürecinin, halkın gözünde, haklı kılınması
ihtiyacını şiddetlendirmiştir.
Özetle Avrupa’da meşruiyet açığının derinleşmesinin sebebi, siyasal
sistemlerin kimi zaman yaygın değil yoğun destekle de yaşamlarını
sürdürebilmeleridir (Easton, 1965: 167). Avrupa Birliğinin de içerisinde bulunduğu
bu tür bir varoluşta, halkların taleplerini karşılama yeteneğinin ve dolayısıyla da
desteklerinin yitirilmesine rağmen, siyasi sistem seçkinlerin taleplerine cevap
verebildiği ve desteklerini aldığı için varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Avrupa’da da halkların bütünleşmeye desteği her geçen gün azalırken sistem
siyasal seçkinlerce ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak Avrupa’da seçkinler ile
halkın bütünleşmeye yaklaşımları arasındaki farklılık artık siyasal bir güç haline
gelmiştir (Hooghe ve Marks, 2005: 7). Seçkinlerin ve halkın karşılıklı taleplerini
karşılamak için kurulan Birliğin yine bu tarafların taleplerinin karşılanmasıyla
korunabileceğinin bilincinde olan “endişeli Avrokratlar halk Avrupalı hissetmedikçe
bütünleşmenin ekonomik ve siyasi alanlarda zorlanmasının sınırları olduğundan
korkmaktadırlar” (Morgan, 2005: 79).
2. AYRIŞMA KURAMI
Gerçekten de Avrokratların korkularında haklı olmalarını gerektiren sağlam
nedenler bulunmaktadır. Bütünleşme yazınındaki genel kabulün aksine
bütünleşme geri döndürülemez bir süreç değildir. Oysaki Yeni-İşlevselcilik
bütünleşmenin geri döndürülemezliğine vurgu yapmaktadır. Bu kavramın
oluşturulmasında rasyonel insan davranışı esas alınmıştır (Wiener ve Diez, 2004:
107
55). Yani bütünleşmenin artan yararlarının ve aksine çevrilmesinin yaratacağı
zararların farkında olan bireyler bütünleşmenin sürekliliğini destekleyeceklerdir.
Böylece sistem kendi varlığını koruyacak bir işlevsellik gösterecektir. Hâlbuki
insanların talepleri ve siyaset her zaman rasyonel değildir; hatta kimi zaman
tamamen duygusal eğilimlere dayanırlar (Wiener ve Diez, 2004: 47; Easton, 1965:
50). Yine kuramsal bir hata da sistemdeki tüm unsurların sistemin varlığını
sürdürmesi amacıyla işlediğidir (Easton, 1965: 105). Bütünleşme kuramları
tarafından gözden kaçırılan bir unsur da, Keynes’ciliğin Yeni Liberalizm tarafından
tasfiyesi gibi, “dışsal şoklar“ın bütünleşmeye etkileridir (Wiener ve Diez, 2004: 56).
Öyleyse bütünleşme kuramlarının temel sorunu aslında bütünleşmenin
dinamiklerinin açıklanmasındaki yetkinlikleri değil, ayrışma sürecinin gerçek
gücünü gözden kaçırmalarıdır. Hâlbuki Schimitter’in de vurguladığı gibi “Kapsamlı
bir bütünleşme kuramı potansiyel olarak bir ayrışma kuramı da olmalıdır.
Sadece ülkelerin neden çabalarını daha geniş görevler içinde eşgüdümlemeye ve
ortak kurumlara daha fazla yetki aktarmaya karar verdiklerini değil; fakat aynı
zamanda neden bunu yapmadıklarını ya da bunu yaptıktan sonra bu tür
düzenlemelerden neden ayrıldıklarını da açıklamalıdır” (Wiener ve Diez, 2004: 47).
Bu açıdan bakıldığında Avrupa bütünleşmesinin devamlılığı, tüm diğer siyasal
sistemlerde olduğu gibi, kendisine yönelen talepleri karşılama gücüne bağlıdır.
Easton’a dayanan, Lindberg de sistemin gelişmesi, durağanlaşması ya da
dağılmasının sistemin işlevselliği ya da kurumsal yapısına değil, aslında kendisine
ulaşan taleplere ve kamu ile seçkinlerin sağladığı “sistemik desteğe” bağlı
olduğunu belirtmiştir (Pentland, 1965: 115).
108
Gerçekten de AB’nin meşruiyetini sağlayan tek şey, aslında uğruna
yaratıldığı hususlardaki, başarımıdır (Säuberlich, 2001: 2; Nicolaїdis, 2004: 103).
AB açısından bu, daha önce pek çok defa vurguladığımız gibi, refah üretimi
(Şekil III-1); yani üstün ekonomik büyümedir. Deutch AB gibi amalgam
bütünleşmelerin başarısı için “daha kuvvetli ve taltifkâr ekonomik bağlar veya
müşterek kazanç beklentisi”ni ve “en azından bazı katılımcılar açısından üstün
ekonomik büyüme”nin şart olduğunu belirtmiştir (Deutsch, 1968: 155). Böylece
amalgam güvenlik topluluklarının olumlu ve olumsuz koşulların hassas bir
dengesinde varolabileceği sonucuna varmıştır (Deutsch et.al., 1957: 59).
Şekil III–1 AB’nin Geleceğine En Çok Neyin Yararı Dokunur
51%
26%
25%
22%
19%
9%
Daha iyi hayat standartları
Avro'nun tüm üye ülkelereyaygınlaştırılması
Ortak Anayasa
Ortak lisan
İyi belirlenmiş dış sınırlar
Ortak ordu
Kaynak: (Eurobarometer, 2006: 38)
Ancak günümüzde Avrupa refah bütünleşmesinin varlığını destekleyen
uluslararası ekonomik koşullar ortadan kalkmıştır. Böylece Avrupa
bütünleşmesinin sürekliliğini sağlayan hassas denge artık kaybolmuştur.
109
Kleinmann’ın belirttiği gibi bütünleşme taraftarları on yıllarca ekonomik
bütünleşmeyi Avrupa’nın siyasal bütünleştirilmesi projesinde basamak olarak
kullanmışlardır. Fakat, bu güne kadar başarı getiren bu strateji artık tersine
dönmüştür. Halihazırdaki bütünleşmenin derinliği (tek para birimi) sadece sosyal
gerginlikler yaratmakla kalmamakta, fakat vatandaşlık, kimlik ve demokrasi
konularında da ciddi soru ve sorunlara yol açmaktadır (Kleinmann, 2002: 161-
162).
Bu durumda, ekonomik karşılıklı bağımlılık bütünleşme sürecini
destekleyecek değil, olumsuz bir iletişim akışı sağlayacak biçimde çalışmaya
başlamıştır. Çoğulcular da, Yeni-İşlevselciler tarafından siyasi birliğin temeline
yerleştirilen ekonomik bütünleşmenin, aslında sadece iletişim akışı üzerine olumlu
etkide bulunduğu sürece etkin olabileceğini (Pentland, 1965: 43) savunmuşlardır.
İletişimin karşılıklı olumsuz mesajlar taşır hale gelmesi ayrıştırıcı etki yaratacaktır.
Böylece, İşlevselcilerin öngördüğü gibi, ekonomik olumsuzluklar insanın rasyonel
refah odaklı yanının katılaşmış kurumsal yapılara açtığı savaşta (Pentland, 1965:
73), ancak bu sefer bütünleştirici değil, ayrıştırıcı etkiler yaratacaktır. Çünkü
kişilerin bağlılıkları erekselliklere değil temel maddi ve sosyal ihtiyaçlarını
karşılayan kurumlara yönelir (Pentland, 1965: 85) ve AB artık refahın odağındaki
kurum değildir.
Burada ayrışmanın refah açısından daha olumsuz sonuçlar yaratacağı
yönündeki savın ele alınmasında yarar vardır. Rasyonel bakışın gözden
kaçırdıklarını aslında bütünleşmenin asli kuramcısı olan Haas çok güzel biçimde
açıklamıştır:
110
“Eğer aktörlerin temelde istatistikî öngörüler ve birliğin
sorunlarına göre davranışlarını belirlediklerini varsayarsak, saf
ekonomik kuramın görevimizde bize büyük faydası dokunabilir. Fakat
refaha yönelik fayda ve sorunlar, ortak pazarı şekillendiren ekonomi
yöneticileri veya siyasetçiler tarafından, nadiren bu açıdan görülür.
Onlar için önemli olan -saf ekonomik terimlerle incelendiği biçimiyle-
refahın kendisi değil ideolojik etkenlerle harmanlanmış ve siyasi
münasipliğin gerekliliklerince etkilenmiş kavrayışın terimleriyle
algılanan refahtır.” (Haas ve Schimitter, 1964: 707)
Asli aktörler (doğru veya yanlış) refahlarının azaldığını düşünmeye
başladıklarında siyasi ayrışmanın ortaya çıkması neredeyse kaçınılmazdır (Haas
ve Schimitter, 1964: 708). Haas’ın da ifadesiyle “Pragmatik çıkarlar, sırf yararcı
oldukları ve derin ideolojik ve felsefi bağlılıkla desteklenmedikleri için, geçicidir.
Sadece zayıf olarak benimsendikleri için kolaylıkla harcanabilirler. Ve pragmatik
çıkarlardan kaynaklanan ve bunların üstüne inşa edilen bir siyasi süreç aksine
çevrilebilir kırılgan bir süreç olmaya mahkumdur” (Haas ve Schimitter, 1964: 708).
Sonuçta, “üyeler rejimin çıktılarından tatminsizlik duyduğunda, belki başta
otoriteleri suçlayabilirler; ancak çıktıların haklı olarak değerlendirilen beklentileri
karşılamakta yetersiz kaldıklarında veya rejimin sonucu olarak görülmeye
başlandıklarında üyelerde rejimin yapısı ve normlarının kendisini değiştirme isteği
baş gösterir. Eğer buna erişmeyi yada zamanla istenen değişiklikleri
gerçekleştirmeyi mümkün göremezlerse, son çare olarak bazı üyeler siyasi
topluluğu mevcut yapısıyla sürdürmenin istenilir olup olmadığı sorusuna
111
sürüklenebilir” (Easton. 1965: 321). Bahse konu çözülme süreci, Yeni-İşlevselci bir
kavram olan, “spill-back” etkisiyle bütünleşmenin kurumsal yapısına da yayılacaktır
(Wiener ve Diez, 2004: 57).
Zaten Hooghe ve Marks da Avrupa’da gelişen seçkin/halk gerilimi, kimlik
siyaseti ve popülizm eğilimlerinin birbirlerini destekleyici; ancak bütünleşme
sürecini engelleyici etkiler yaratmaya başladığını ve bu etkilerin gelecekte de
şiddetleneceğini belirtmektedirler. Her ne kadar bizim kuramımızdaki gibi nihai bir
ayrışma süreci öngörmemiş olsalar da, Hooghe ve Marks bu eğilimlerin: (1)
uluslararası müzakerelerde müstesna (“opt-out”) ve “derogation” alımıyla
kilitlenmeler (2) uygulamada mevzuatın çiğnenmesi ve (3) karşılıklı güvensizliği
artırarak; AB’de (kuramımızdaki nihai ayrışmayla uyumlu olarak
değerlendirdiğimiz) kurumsal ayrışmalara neden olacağını öngörmektedirler
(Hooghe ve Marks, 2001: 7–8). Dahası popülizmin yükselmesi şu gerçeği ortaya
çıkarmaktadır: “[Avrupa] Ekonomik gelişim sürecinin karşılıklı bağımlılıktan
tedricen bütünleşmeye ilerleyeceği fazlasıyla basit bir çıkarsamadır. Karşılıklı
bağımlılık ulusal bir siyasal irade vasıtasıyla [kolaylıkla] reddedilebilir” (Milward,
et.al., 1995: 8).
3. AYRIŞMA OLGUSU
Avrupa bütünleşmesinde ayrışma süreci öncelikli olarak meşruiyet krizi
daha sonra da yükselen milliyetçilik (ulus devletlerinin yükselen meşruiyeti) olarak
kendini göstermiştir. “Meşruiyet açığı” sorununun ilk emareleri 1990’ların başında,
Maastricht Antlaşmasının zorlu imza süreci ve Tek Pazarın tamamlanması
aşamasında görülmeye başlanmıştır (Cohen-Tanugi, 2005: 60). ATS’ne kadar
112
Avrupa bütünleşmesi ulusal hükümetler egemenliğinde sınırlı alanlarda yürütülen
teknokratik bir projeydi. Ancak Maastricht Antlaşması bu duruma son vermiştir
(Hooghe ve Marks, 2001: 10). Maastricht Antlaşmasının 1992 Temmuzunda
Danimarkalılarca reddedilmesi Avrupa seçkinleri arasında bir şok dalgasının
yayılmasına neden olmuş; endişeler Eylül 1992’de Fransa’daki kıl payı zaferle
daha da kuvvetlenmiştir. Dahası kamuoyu yoklamaları, eğer kendi önlerine
sunulsaydı, Alman ve İngilizlerin de Antlaşmayı reddedeceğini göstermiştir
(Hooghe ve Marks, 2001: 10).
Asıl kriz ise Anayasal Antlaşma referandumunda AB’nin iki kurucu
üyesinden (Fransa ve Hollanda) gelen “Hayır” oylarıyla patlamıştır. Anayasal
Antlaşma metninin karşısına dikilen “hayır” oylarının temelinde ekonomik ve sosyal
sorunların siyasallaşması yatmaktaydı. Gerek Fransız gerekse de Hollanda halkı
aslında antlaşma metnine değil evlerinde yaşadıkları ekonomik ve sosyal
sorunların sorumlusu olarak gördükleri bütünleşmenin hedeflerine hayır demiştir.
Bu olay Avrupa bütünleşme sürecinin içindeki krizin hem gözler önüne
serilmesine, hem de daha da derinleşmesine sebep olmuştur (Cohen-Tanugi,
2005: 56-60).
Kamuoyu yoklamaları meşruiyet kaybının temelinde AB’nin yaratıldığı
amaçtaki; yani refah üretimindeki başarısızlığında olduğunu açıkça
göstermektedir. Sıradan bir Avrupalının AB’den beklediği şey açıkça istihdam
yaratılmasıdır (Economist, 2004a: 1). Ancak, daha önce açıkladığımız gibi
küreselleşme ve yaşlanma sorunlarının bütünleşik gücü, istihdam sorununun ne
ulusal ne de bütünleşme seviyesinde çözümünü imkânsız kılmaktadır. Böylece
113
Avrupa ekonomileri dibi olmayan bir girdabın içine düşmektedirler. Ekonomik
büyümenin zayıf olması istihdam açığına, istihdam açığı sosyal harcamaların
artmasına, sosyal harcamaların artması vergilerin artması ve ekonomik büyümenin
azalmasına; tüm bu ekonomik girdap sosyal rahatsızlıklara, sosyal rahatsızlıklar
meşruiyet sorununa, meşruiyet sorunu milliyetçiliklerin yükselmesine ve
milliyetçiliklerin yükselmesi ise yine sosyal rahatsızlıklara uzanan sosyal bir
girdaba neden olmaktadır.
Kamuoyu yoklamalarının gösterdiği başka bir gerçek de Avrupalı
vatandaşların artık AB vatandaşı olmaktan artık eskisi kadar memnun
olmadıklarıdır. Yakın zamanda gerçekleştirilen bir kamuoyu anketi Avrupa
vatandaşlarında sadece %39’unun Birlikte işlerin yolunda gittiğini düşündüğünü
göstermiştir (Eurobarometer, 2006: 18). Avrupa vatandaşlarının %49’u Birliği
“Teknokratik”, %43’ü ise ”Etkin Olmayan” bir teşkilat olarak nitelendirmiştir
(Eurobarometer, 2006: 23). Başka bir kamuoyu yoklaması ise, eğer AB ortadan
kaybolursa, bunun kayıtlı AB seçmenlerinden neredeyse yarısının umurunda
olmayacağını ya da bundan “çok büyük bir rahatlama” duyacaklarını ortaya
koymuştur (Eurobarometer, 2001). Bu da üye ülkelerde AB’den ayrılmanın neden
çoğunluk partilerinin siyasetçileri tarafından bile konuşulur hale geldiğini
açıklamaktadır. Moravcsik’in ifadesiyle:
“Nesillerdir ilk defa, aşırı sağ ve solun dışında Avrupa
seçkinleri ve halkı Avrupa bütünleşmesine yönelik önemli adımların
istenilirliği konusundaki tereddütlerini ifade etmektedirler. General
Charles de Gaulle’ün döneminden bu yana Avrupalı siyasetçiler
114
demokratik hesap verebilirlik ve ulusal egemenlik gibi temel konuları
bu kadar açık tartışmamışlardı. Kamu ve seçkinlerin görüşlerinin
kutuplaşması bütünleşmeyi son otuz yıldır destekleyen yaygın
uzlaşıyı aşındırıyor gibi görünmektedir” (Moravcsik, 1998: 3–4).
Ancak bu eğilim Hooghe ve Marks’ın öngördüğü gibi sadece müzakerelerin
zorlaşması ya da kurumsal yapı açısından değil, bütünleşmenin devamlılığı
açısından gerçek bir tehdit haline gelmiştir. Zorlu bir ekonomik dönemden geçen
ve sevgili “Avrupa Sosyal Modeli”nin aşındığını gören Avrupa vatandaşları suçu
açıkça AB’de görmeye başlamışlardır (Economist, 2004a: 1). Hatta bu eğilim öyle
güçlenmiştir ki, Avrupa bütünleşmesinin son eseri olan Anayasal Antlaşmaya
Birlikten ayrılmaya yönelik bir madde (“Treaty Establishing a Constitution for
Europe”, 2004: Madde I–60) eklenmek zorunda bile kalınmıştır.
Her ne kadar siyasal sistemlerin talepleri karşılama sığalarının aşıldığı ve
çözülmenin başladığı kopma noktalarını belirlemek mümkün olmamaktaysa da
(Easton, 1965: 37), Avrupa’da ayrışma sürecin refah kaybının iyice şiddetlendiği
2035 yılından sonra hızlanmasını beklemeliyiz. Bizimki kadar iyimser (!!!) olmayan
ama aynı temellere dayanan benzer bir tahmine “Central Intelligence Agency”
(CIA) raporunda (Christian, 2007) rastlamaktayız. CIA, AB’nin ayrışma tarihi olarak
2020 gibi çok daha erken bir tarihi telaffuz etmektedir. ABD’nin Avrupa’nın
gelecekteki ayrışmasına inancının, geçmişte bütünleşmesine olan inancı kadar
sağlam olduğu kesindir. Çünkü Amerikan Ulusal Stratejik Araştırmalar Enstitüsü
de benzer görüşünü, ki burada da tahmin 2015 yılıdır, şöyle ifade etmektedir:
115
“Soğuk savaşın sonundan bu yana, Avrupa Birliği ülkelerinde
hem milliyetçilik hem de bölgeselcilik açıkça yükselmiştir. Asli üyeler
arasında, bu eğilim İngiltere, Fransa ve İspanya ve İtalya’da özel bir
güç sergilemiştir. Buna rağmen, Fransa Almanya’ya bağlı kalarak,
AB’nin zorunlu özünü teşkil etmektedir. Franko-Alman ilişkisi gelecek
on yılda gerginleşse de, dayanacak hatta gittikçe güçlenecek
görünmektedir. Fakat milliyetçilik ya da bölgeselciliğin İngiltere,
İspanya ve İtalya’da daha da güçleneceği gösteren emareler vardır.
[Bu olgulardan] biri ya da ikisi beraber AB’nin bütünlüğünü
bozabilir hatta sona bile erdirebilir.
…
Ulusal gurur ya da sosyo-ekonomik çıkarlar bir veya daha
fazla AB üyesini Birlikten ayrılmaya kışkırtabilir. Her ne kadar uzak bir
ihtimal olsa da, bu tür bir hareketin İngiltere’de çoğunluk desteğini
kazanabileceği şansı gözden uzak tutulamaz. İngiltere’deki böyle bir
tepki bir veya birkaç İskandinav ülkesini de etkileyebilir. Bir veya
birkaç üyesinin ayrılışı AB’nin dağılmasına neden olmayabilir… Fakat
asli bir AB üye ülkesinin ayrılışı, Avrupa birliği rüyasının ölümüne
kadar gidebilecek, zincirleme bir tepkiye neden olabilir.” (Institude for
National Strategic Studies, 1996: 14–15) 31
31 Schimitter ayrışmanın genellikle bölgesel bütünleşmeden yeterli fayda sağlayamayan uluslardan
sadece birinin tepkisiyle zincirleme bir tepki gibi aniden ortaya çıktığını belirtmektedir (Bakınız
Wiener ve Diez, 2004: 65). Bu durumda, Avrupa’nın ayrışması 2035’den önceki bir tarihte de
116
Avrupa’nın ayrışmasında 2035 yılına yönelik iyimserliğimizin nedeni, Avrupa
içindeki çatışmanın henüz mevcut karşılıklı bağlılıkların koparılıp atılmasını
sağlayacak kadar güçlü olmadığı yönündeki kanımızdır32. Ancak milliyetçilik olarak
adlandırdığımız toplumsal merkezkaç kuvvetlerinin baskı altında tutulmasının
imkânsızlığı (Easton, 1965: 251) Avrupa’da her geçen gün daha da bariz hale
gelmektedir. Çünkü daha önce Avrupa’da toplumun geneline fayda sağlayan
bütünleşmeye karşı mağdur olanların yarattığı ayrıştırıcı milliyetçi ittifaklar nispeten
zayıfken (Mally, 1973: 159); günümüzde bütünleşme mağdurları, dolayısıyla da
milliyetçi ittifaklar, çoğunluğu oluşturmaktadır. Zaten Anayasal Antlaşmanın
reddiyle başlayan kriz ekonomik başarısızlık kadar kimlik sorununa da
dayanmaktaydı (Cohen-Tanugi, 2005: 61). Bu kapsamda, Avrupa’da ayrışma
sürecinin, ekonomik krize koşut olarak gelişen kimlik krizi; dolayısıyla da popülizm
ve milliyetçiliğin yükselişiyle koşutluk göstermesi beklenmelidir.
Olağan şartlar altında (ve elbette Avrupa’da da) ulusal gurur ülkenin
ekonomik başarısı, vatandaşlarının yararlandığı refah ve artan güç hissinden
kaynaklanır (Huntington, 2004: 121). Ancak Avrupa halklarının duyduğu
güvensizlik hem ulusal gururlarının hem de güvenlerinin aşınmasına neden
olmaktadır. Böylece, merkez siyasetçilerin sorunlarına çözüm üretmesinden ümit
kesen, Avrupalılar kendilerine kurtuluşu vaat eden (Ropp, 2005: 3) popülist liderleri
gerçekleşebilir. Ancak bu tür ani bir kopuşun tam olarak ne zaman olacağını öngörmek pek olası
değildir.
32 Her ne kadar burada Avrupa halklarının usdışı davranışı kabul ediliyor gibi görünse de aslında bu
ussallığın çok kısa süreli olmasından, yani basitçe halkın öngörü eksikliğinden kaynaklanan bir
usdışılıktır. Rousseau’nun ifadesiyle “Halk, doğası gereği her zaman iyiyi ister; ama yine doğası
gereği iyiyi her zaman göremez” (Rousseau, 1996: 77-78).
117
izlemeye başlamışlardır. Popülizmin yükselişi açısından küreselleşme ve
bütünleşmenin Avrupa’da temsili demokrasi kurumlarına ve ulusal gururlara verdiği
zarar dikkate değerdir. Avrupa halklarının demokratik kurumlara güveni inanılmaz
derecede azalmıştır. Avrupa vatandaşların sadece %16’sı partilerine güvenirken,
ulusal parlamentolara güven %35’te kalmakta; ulusal hükümetlere güven de genel
olarak %30’larda bulunmaktadır. AB’nin kurucu ülkeleri arasında ulusal gurur ise,
ABD’deki %87 ve BK’daki %83 oranlarının aksine, %30 ila %15 arasındadır
(Huntington, 2004: 73).
Tablo III–2 2004 Yılında AB-15 Ülkelerinde Kurumlara Güven
AB–15
Partiler %16
Parlamentolar %35
Hükümetler %30
Hukuk Sistemi %48
Televizyon %54
Ordu %63
Polis %65
Kaynak: (Eurobarometer, 2004: 16-17)
Bu şartlar altında, Avrupa’da sağ kanat popülist partiler, demokrasinin
liberal ve hoşgörülü ruhuna aykırı şekilde, ırkçı ve yabancı düşmanı söylevlerini
demokrasi ve ulusal egemenlik söylevlerine oturtmayı başarmışlardır33 (Howard,
33 Dünya’da barış ve tarafsızlığın kalesi olarak bilinen İsviçre’de bile ülkenin en büyük partisi olan
İsviçre Halk Partisi’nin hazırladığı ırkçı yasalar o kadar dikkat çekti ki, BM konu hakkında açıklama
talep etti. Bahse konu yasaların tonu o kadar sert ki, yasalar Nazi dönemindeki “Sippenhaft”
118
2000: 29–30). Bu söylevin şampiyonlarından biri olan Haider’in partisinin
Avusturya’da hükümet koalisyonuna katılımı, Avrupa’da ırkçılığın geçmişteki gibi
demokrasinin tepesine yeniden nasıl yükselebileceğinin açık bir örneğidir34.
Aslında bu Yeni-İşlevselciliğin “siyasallaşma” olarak tanımladığı bilindik bir
süreçtir. Bahse konu süreç Haas ve Schimitter tarafından aktörlerin başlangıçta
“tartışmalı olmayan” ya da “teknik” olarak kabul edilen amaçlarının tedrici
siyasallaşması (Haas ve Schimitter, 1964; 707) olarak tanımlanmıştı. Avrupa’da
yükselen milliyetçilik ve popülizmi bu açıdan, teknik ya da refah odaklı
“başarısızlıklar”ın, bu defa bütünleştirici değil ayrıştırıcı biçimde, siyasallaşmasıdır.
AB’nin kurucuları Avrupa Kimliğini bütünleşmenin doğal bir sonucu olarak
görmüşlerdi. Ancak başarısızlıklar sonucu bütünleşmenin olumsuz bir biçimde
siyasallaşması bütünleşmenin gelişmesinin önünü açıkça kapatmıştır (Hooghe ve
Marks, 2001: 51). Schimitter de bu hatayı kabul etmiş ve bu olgunun gerçek
niteliğini şöyle ifade etmiştir: “Son olarak, Yeni-İşlevselciler siyasallaşmanın rolünü
yanlış yargılamışlardır. “Olması” gerekenden çok sonra gelmekle kalmamış; fakat
geldiğinde, bütünleşme taraftarı olmaktan çok karşıtı olduğunu göstermiştir.
Dahası, Avrupa çapındaki partilerin rolünü kuvvetlendirmek yerine, onları
uygulamalarına benzetiliyor. Bu tür ırkçı yasalar Avrupa’nın her yerinde çıkmaya devam ediyor ve
yükselen geleneksel Avrupa ırkçılığının çirkin yüzünü açıkça ortaya seriyor. 34 Hatırlayacağımız gibi Avrupa’da Faşist ve Nasyonal Sosyalist totaliter devletler de halkların
dikkatlerini kapitalizmin yarattığı sıkıntılara karşı demokratik ve reformcu taleplerden, yabancılara
düşmanlık gibi tali konulara kaydırarak sosyal sorunları ertelemeye gitmişlerdi (Infra., s. 7).
Analojiyi daha ileri taşıyacak olursak, bu eğilimin geçmişte kitlesel savaşlara yol açtığı gibi bu gün
de önemli çatışmalar ve bloklaşmalar yaratma sığası bulunmaktadır.
119
zayıflatmış ve ulusal parti sistemleri üzerinde ayrıştırıcı etki yaratmıştır” (Wiener ve
Diez, 2004: 56).
Nüfus sorununun çözümünde yardımcı bir unsur olarak görülen göç de
Avrupa’da yabancı düşmanlığını kitleselleştirmiştir. Kitleselleşen milliyetçilik ve
yabancı düşmanlığı “11 Eylül” saldırısının ardından kendini daha açık biçimde
ortaya koymaya başlamıştır (Wattenberg, 2004: 193; EUMC, 2002: 5, 13). Bu
açıdan yükselen milliyetçi saldırganlığın, istihdam hırsızları olarak görülen,
yabancılara yönelmesi manidardır. Kamuoyu yoklamaları da yabancı
düşmanlığıyla işsizlik korkusu, yaşam şartlarından tatminsizlik ve gelecek korkusu
gibi ekonomik olguların (başarısızlıkların) ilişkisini (Eurobarometer, 1997: 1–3)
gözler önüne sermektedir. Elbette kitleselleşen bu duygular ulusal ve Avrupa
siyasal süreçlerini de etkilemektedir. Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı İzleme
Merkezi (“European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia”, EUMC)
raporunda bu olgu şöyle ifade edilmektedir: “Üye ülkeler yeni mevzuatlarında yeni
göçmenlerin, siyasi nedenlerden ziyade ekonomik sebeplerden dolayı, hoş
karşılanmayacağı yönünde mesajlar vermektedirler. Bu pek çok sektörde artan,
ancak içeriden karşılanamayan işgücü ihtiyacıyla uyuşmamaktadır. Dahası eşlik
eden göçmen karşıtı siyasal söylev Avrupa’da ayrımcılıkla mücadele eden ve
farklılıkları savunanlar için işleri iyice zorlaştırmaktadır” (EUMC, 2005: 3).
Avrupa’da yapılan kamuoyu yoklamaları Avrupa’da halkın %33’ünün kendini
“oldukça ırkçı” veya “çok ırkçı”; toplamda ise %66’sı35 gibi şok edici bir oranının da 35 Şekil III-2’de görüldüğü gibi aslında bu oran Batı Avrupa ülkelerinde neredeyse %80’lere varan
seviyelere kadar çıkmaktadır. Ortalamanın düşmesinin asıl sebebi İspanya ve Portekiz gibi karma
kültürlerden gelen ve doğal olarak daha hoşgörülü toplumlardır.
120
kendini “ırkçı” olarak tanımladığını göstermiştir (Eurobarometer, 1997: 1). Bu
rakam gerçekten de inanılmazdır ve Avrupa’daki ırkçılık tehdidinin açık bir
kanıtıdır. Daha da korkuncu AB’nin Avusturya vakası gibi durumlarda gösterdiği
tepkinin milliyetçilik ve ırkçılığın daha da yükselişe geçmesine neden olabileceği
gerçeğidir (Howard, 2000: 26). Kaldı ki, Avrupa’da ekonomik milliyetçilik de
yükseliştedir. 2005’ten bu yana Avrupa üye ülkeleri, Hooghe ve Marks’ın
öngörüsüne uygun olarak, uygulamada mevzuatı çiğneyerek Tek Pazarın
derinleştirilmesini engellemektedirler (Congressional Research Service, 2006:
CRS–2). Avrupa siyasetindeki bu bütünleşik milliyetçi eğilim Avrupa
bütünleşmesinin sadece faydacı ve teknokratik temellere dayanacak biçimde
geliştirilmesinin tehlikelerini açıkça ortaya sermektedir (Telò, 2006: 189).
Şekil III–2 AB-15’te Irkçılık (1997 Yılı)
8 16 922
5 2 2 3 6 8 4 12 10 142 9
2632
21
33
2612 16 14
21 2420
3125
28
1624
3427
35
27
46
33 31 25
3134
32
4043 32
4033
32 2535
19 24
54 49 5843 35
45
17 22 2642 34
0%10%20%30%40%50%60%70%80%90%
100%
Alman
ya
Fransa
İtalya
Belçika
Hollan
da
Lüks
embu
rg
İspan
ya
Portek
iz
Yunan
istan
İngilte
re
İrland
a
Danim
arka
Finlan
diya
Avustu
ryaİsv
eç
AB-15
Çok Irkçı Oldukça Irkçı Biraz Irkçı Irkçı değil
Kaynak: (Eurobarometer, 1997: 2)
121
Milliyetçi yükselişe karşın Avrupa Kimliğinin öne sürülmesi ise imkânsızdır.
Çünkü Avrupalılık ulusal kimliklere alternatif oluşturabilecek değerlere sahip
değildir ve bu yüzden ortaya konacak bir Avrupa kimliği ulusal kimliklerle benzer
değerlere sahip olmak zorundadır. Kaldı ki tüm kimlikler farklılaşma sürecine
gereksinim duyar (Huntington, 2004: 26) ve ortak Avrupalılık kimliğine de her
zaman “diğerleri”nin varlığı eşlik etmiştir (Wiener ve Diez, 2004: 167). Diğeri kimi
zaman Türkler, kimi zaman Sovyetler Birliği, kimi zaman İslamcı kökten dincilik ve
kimi zaman da Amerikan serbest kapitalizmi olmuştur. Dolayısıyla Avrupa kimliği,
ulusal kimliklerin içinde bulunan, şovenizm ve yabancı düşmanlığından payını
almak zorundadır (Marfleet, 2001: 79–80). Ulusal kimliklere koşut bir Avrupa
“milliyetçiliğinin” en açık örneği Türkiye’nin üyelik sürecidir. Türkiye’nin üyelik
süreci, Avrupa kimliği açısından “diğeri” olarak, Avrupalı siyasetçiler tarafından
sürekli kullanılmaktadır. Bu kapsamda, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığındaki
yükseliş ulusal seviyelerde; Avrupa’nın “diğerleri”nden biri olan Türkiye
Cumhuriyetine üyelik süreci içerisinde geliştirdiği tutum ise bütünleşme
düzleminde şovenizmin açık göstergeleridir.
Avrupa kimliğinin ulusal milliyetçiliklerden devraldığı başka bir sorun da
Avrupa içindeki bölünmelerdir. AB, ülkelerin arasında sınırların kalktığı ve ortak bir
Avrupalılık kimliğinin yeşerdiği bir topluluk olmak üzere kurulmuştur. Oysaki Batı
Avrupa ülkelerinin vatandaşlarının pek çoğu daha az ücrete razı olan ve zengin
“kuzen”lerinin yanında yer almak isteyen Polonyalı, Macar, Bulgar ve diğer “doğulu
kardeşleri”nden şikâyetçidirler (Wattenberg, 2004: 217). AB tarafından kendilerine
vaat edilmiş serbest dolaşım ve çalışma gibi hakların verilmemesine rağmen
122
AB’nin hegemonik baskısının sürmesi (bir şey almadan verme olgusu) de Merkez
ve Doğu Avrupa (MDA) ülkelerinde tepkisel kimlik oluşumlarına neden olmaktadır
(Vetik, Nimmerfelft ve Taru, 2006: 1097). MDA ile Batı Avrupa arasındaki bu
kimliksel gerilim içinde “Avrupa’nın AB yüzünden kaybedilmesi” (Vetik, Nimmerfelft
ve Taru, 2006: 1098) tehlikesini barındırmaktadır.
Bu süreç milliyetçilik ve bölgeselciliklerin yükselişinde son bir ihtimali akla
getirmektedir. Bu ihtimal Avrupa’nın ulus devletlerin de altında, bölgesel
seviyelerde bölünmesidir. Birliğin alt kimlikleri desteklemesinin ve ulus devletlerin
başarısızlığının daha alt seviyeli bir bölünme yaratması beklenebilir. Özellikle
bölgesel dengesizlikler bu gelişmeyi destekleyebilecektir. 1987’de Delors
Raporunun uyardığı gibi: “eğer bölgesel dengesizliklere yeterli önem verilmezse,
ekonomik birlik ciddi ekonomik ve siyasi risklerle karşılaşacaktır” (Symes, Levy ve
Littlewood, 1997: 206). Oysaki “yüksek vites”teki Avrupa bile dünya
ekonomisinden yeterli refahı üretemezken, zaten “düşük vites”te kalmış Avrupa’nın
yetişerek farklılıkları ortadan kaldırması mümkün gözükmemektedir (Symes, Levy
ve Littlewood, 1997: 225). Burada Amerikan Ulusal Stratejik Araştırmalar
Enstitüsü’nün çalışmasına dönebiliriz:
“AB’nin üye ülkelerine, daha fazla Avrupa bütünleşmesinin
gerekleri olarak, baskıladığı ekonomik gereklilikler İtalya ve
İspanya’nın farklı bölgelerinde gerilimler yaratabilir. Hâlihazırda,
güney ve kuzey İtalya ile Katalonya ve İspanya’nın geri kalanı büyük
farklarla bölünmektedir. Benzer sorunlar Belçika’yı da
123
etkileyecektir36. Eğer Avrupa Konfederasyonuna doğru ilerleyiş bu
gerilimleri artırırsa bölgeler, ulusal hükümetler ve AB arasında üçlü
mücadeleler gelişebilir. Bu tür ayrışmaların bir veya birkaç AB üye
ülkesini, ulusal bölünmeleri artırmaktansa, AB’den ayrılmaya
zorlayabilir. Diğer yandan, bazı bölgeler AB üyeliğinin faydalarından
kopmaktansa ülkelerinden kopmayı tercih edebilir. Öngörülemez
ayrışmalara neden olan bir veya birkaç siyasi kriz oluşabilir. Ulusal
36 Avrupa’da gerçekten de bölgesel bir bölünme beklenecekse, bunun bölgesel kimliklerin en güçlü
olduğu ülkelerde olması daha olasıdır. Hooghe ve Marks Avrupa’daki bölgesel, ulusal ve Avrupa
kimliklerinin karşılıklı güçlerini değerlendirirken tespitlerini şöyle ifade etmektedirler: “[AB–15
içerisinde] Beş ülkede –Danimarka, Finlandiya, İrlanda, Hollanda ve BK- ülkeye bağlılık açıkça
bölgesel veya yerel bağlılıklara göre kuvvetlidir […] Fransa, Yunanistan, İtalya, Portekiz ve İsveç’te
ülkeye bağlılık ulus altı bağlılıklarla denktir. Avusturya, Belçika, İspanya ve (Batı) Almanya gibi
federal veya federalleşen ülkelerde, ülkeye bağlılık açıkça yerel bağlılıklarca aşılmaktadır.”
(Hooghe ve Marks, 2001: 54).
Bu kapsamda, kitabımızın yazımından sonra; ancak basımından önce Belçika’da gerçekleşen
siyasi gelişmeler tezimizi doğrular niteliktedir. 10 Haziran 2007’de gerçekleştirilen genel seçimlerin
ardından hükümeti kurmakla görevlendirilen seçim galibi Flaman Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı
Yves Leterme hükümeti kurmakta başarısız olunca kriz patlak verdi. Görüşmelerin tıkanmasının
nedeni Flamanca konuşan zengin kuzey bölgesi partilerinin anayasal reformlar aracılığıyla merkez
hükümet yetkilerini kısmak ve yerel hükümetleri güçlendirme istekleri oldu. Ancak güneyde
yaşayan ve Fransızca konuşan Valonlar, ulusal gelir paylaşımı ve dolayısıyla de devletin sosyal
harcamalarının aleyhlerinde değişecek olması nedeniyle buna karşı çıkmışlardı. Hükümet krizinin
çözülememesi ise nihai çözüm olarak Belçika’nın bölünmesi seçeneğini öne çıkartmıştı.
Her ne kadar devam eden bu kriz bölünmeyle sonuçlanmasa bile sürecin kendisi Avrupa’daki
ayrıştırıcı güçlerin eriştiği noktayı açıkça göz önüne sermektedir. Belirtilmesi gereken diğer bir
husus da Çekoslovakya’daki bölünme sürecinin de kamu maliyesine yönelik benzer bir reform
yasasının (zengin Çek bölgesinden Slovakya’ya para aktarımının kesilmesinin) ardından
gerçekleşmiş olmasıdır. Bu Deutsch’un çoğulcu toplulukların bütünleşmesine yönelik şartları
incelediği ve ortak ekonomik kazanımların önemine vurgu yaptığı çalışmasındaki tespitlerle de
koşutluk göstermektedir.
124
ayrıcalıklara böyle bir saldırı Avrupa bütünleşme sürecini
engelleyebilir ve hatta AB’nin kendisinin ayrışmasına bile neden
olabilir.” (Institude for National Strategic Studies, 1996: 14–15)
Gerçekten de Batı Avrupa’da hem azınlık milliyetçiliklerinin hem de bölgesel
partilerin yükselişte olduğunu görülmektedir (Jolly, 2004: 1). Avrupa bütünleşmesi,
bölgelere büyük devletlerin sağlayabileceği imkanları (ekonomik istikrar, geniş
pazar, savunma vb.) sağlayarak, ülkenin optimum büyüklüğünü etkilemekte;
böylece büyük ülkenin önemini ortadan kaldırarak, küçük, etnik ve heterojen
devletleri daha çekici hale getirmektedir (Jolly, 2004: 3). Bu olgunun en önemli
göstergesi Avrupa’da bölgesel partilere verilen desteğin 1950’deki yaklaşık %4
oranından günümüzde yaklaşık %15’e yükselmesidir. Aslında buradaki meşruiyet
ilişkisi Birlikten ulus devletlere kayan Weber’ci meşruiyetle koşuttur. Yüksek işsizlik
oranı ulusal hükümetlerden tatminsizliğe; tatminsizlik de, daha yakın hissedilen
bölgesel partilere verilen, protesto oylarına neden olmaktadır (Jolly, 2004: 17).
Zaten bütünleşme de bölgesel partileri hem ekonomik bağımsızlık hem de
müzakere güçlerini artırarak daha çekici hale getirmektedir (Jolly, 2004: 19–20).
Bu şartlar altında gelecekte: “Avrupa’yı tehdit eden uluslara bölünmek değil, ne
kadar ufak olursa olsun her etnik grup için hem yanıltıcı hem de pratik olmayan bir
ulus, dil ve toprak birliğinin sağlanabileceği bir ulus devlet kurma düşüncesi ve
kararlılığı [olabilir]“ (Schulze, 2005: 310).
B. BATI’NIN ÇÖKÜŞÜ
Dahası Avrupa’nın ayrışması, milliyetçilikten bağımsız alındığında da,
çözümsüz ve kaçınılmaz görünmektedir. Eğer Avrupa başarısız sosyal modelini
125
dönüştürmeye yönelik çabasını sürdürürse savunduğu değerleri ve itibarını
kaybetme tehlikesiyle karşılaşacaktır. Bu sadece Birliğin içerideki meşruiyeti ve
erekselliğinin değil uluslararası kimliğinin de sonu demektir (Telò, 2006: 189–190).
Başarısız modelini korumak isterse uluslararası ticaretteki açıklığını ve küresel
karşılıklı bağımlılığını kısıtlayan bir yol seçebilir (Telò, 2006: 218). Böylece
halklardan gelen refah talepleri veya bütünleşmenin kendisinden kaynaklanan
sorunları muhafazakâr bir tutumla çözülebilir (Telò, 2006: 219). Fakat ekonomik,
hukuki ve ideolojik çözümlerin başarısız olmasından kaynaklanan böyle bir eğilim,
taleplerin temelleri sosyo-ekonomik de olsa, mantıksal olarak Avrupa’nın ABD
modeline koşut askeri bir güce dönüşmesini gerektirecektir. Zaten pek çok Avrupa
lideri de AB’nin küresel bir güç olmak için çabalaması gerektiğini vurgulamıştır
(Economist, 2004b: 2).
Ancak Telò’nun da belirttiği bu tür bir “müstahkem Avrupa” senaryosu
mümkün görünmemektedir. Her ne kadar, sosyo-ekonomik belirsizlikler Avrupalı
halkları göçmen karşıtlığı ve ticari korumacılığı desteklemesine neden olabilirse
de, Avrupa refah devletlerinden hiçbirinin kaynaklarını sosyal harcamalardan
askeri bütçeye aktarma konusunda halklarını ikna etmesi mümkün değildir (Telò,
2006: 220; Economist, 2004b: 4). Bu iç gerilimin Avrupa uluslarının askeri güç
olma yönündeki ideolojik farklılıklarının yarattığı gerilimle birleşmesi, Avrupa’nın
kaçınmaya çalıştığı ayrışmanın kaçınılmaz hale gelmesine neden olabilir (Telò,
2006: 220). Dahası Avrupa Parlamentosu grup liderlerinden biri olan Hans-
Pöttering de vurguladığı gibi: “Avrupa’yı [karşıt bir küresel güç olarak] Amerika
karşıtı terimlerle tanımlamak [da] Avrupa’yı ortadan kaldırabilir” (Economist,
126
2004b: 2). Zaten AB’nin ticari bağları ve kullandığı uluslararası araçlar
değerlendirildiğinde muhafazakar bir ekonomi veya kuruluşa dönüşmesinin
imkânsızlığı açıkça görülebilir.
Böröcz ve Sarkar’ın belirttiği gibi AB üye ülkelerin sadece bölgesel
yetkilerinin “toplandığı ve paylaşıldığı” bir kurum değil, kolonyal ve emperyal
miraslarının da “toplandığı ve paylaşıldığı” bir kurum olarak küresel gücün bir
parçasıdır (Böröcz ve Sarkar, 2005). AB emperyal egemenliğini koruyabilmek için
üye ülkelerini, uluslararası şirketleri, uluslararası kuruluşları (Böröcz ve Sarkar,
2005: 156–161) ve “değer”lerini kullanmaktadır. Ancak ayrışma, daha doğrusu
ayrışmanın altında yatan sorunlar, Avrupa’nın tüm bu araçlarının elden çıkmasına
yol açabilir. Bu da Avrupa’nın uluslararası arenadaki gücünü ciddi biçimde
zayıflamasına hatta çöküşüne neden olabilecektir.
Hâlihazırda AB’nin çıkarlarının sürdürülmesinde kullanılan araçlardan biri
üye ülkelerdir (Böröcz ve Sarkar, 2005: 156). AB üye ülkeleri ile arasındaki zımni
bir anlaşma ile “pis işlerini” üyelerine yaptırarak hem “Değerler Avrupa”sı
görünüşünü korumakta, hem de çıkarlarını sürdürebilmektedir (Böröcz ve Sarkar,
2005: 156–161). Ayrışma ise AB’nin merkezi olarak kullandığı üye ülkelerin
güçlerinin yayılarak zayıflaması anlamına gelecektir. Böylece AB vasıtasıyla üye
ülkelerin uluslararası güçlerinin eşgüdüm içerisinde kullanılmasıyla kazanılan
avantaj yitirilecektir. Dahası Avrupa bütünleşmesinin kendisi Avrupa’nın yumuşak
kuvvetinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Yüzyıllarca amansızca savaşmış
uluslar için savaşın artık düşünülemez bir seçenek olması ve Avrupa’nın barış ve
refah toprakları haline gelmesi, Avrupa’nın dünyadaki olumlu görüntüsüne büyük
127
katkı sağlamaktadır (Nye, 2004: 77). Komisyon’un ifadesiyle:“ Avrupa değerleri
olan demokrasi, sosyal adalet ve sürdürülebilir büyümenin küresel yayılımı bir AB
dayanışma siyasetini gerektirmektedir […] İşbirliği ve ortak çaba kültürü ve
değerleri, gelişmekte olan ülkelerdeki ortaklara güçlü ve olumlu bir mesaj
taşımaktadır…” (AT Komisyonu, 2000: 4). Maull’a göre de sivil kuvvet olabilmenin
temel şartlarından birisi “uluslar arası hedeflerin izlenmesinde diğerleriyle
işbirliğininin gerekliliğini kabul” (Elgström ve Smith, 2006: 104) etmektir. Oysaki
Avrupa’nın ayrışması ve hatta bloklara bölünerek tekrar milliyetçi savaşların
pençesine düşmesi olasılığı hem Avrupa’nın olumlu görüntüsünü ortadan
kaldıracak, hem de kendi arasında işbirliğine gidemeyen bir Birliğin uluslararası
işbirliğini sürdürme kapasitesini sorgulanır hale getirecektir.
AB’nin (daha doğrusu Batı medeniyetinin) diğer bir aracı da uluslararası
şirketler ve ticari ilişkileridir. AB açıkça Batı Avrupa ve Kuzey Amerikanın yönetici
sınıflarının ortak projesidir (Böröcz ve Sarkar, 2005: 159). Bu gün bile her iki
kıt’ada da etkin olan çokuluslu şirketlerin çabalarıyla AB ile ABD arasında bir
Transatlantik ekonomik birlik teşkil edilmesi için çalışmalar sürdürülmektedir. AB
ile uluslararası şirketlerin arasındaki zımni anlaşma AB’ye bu şirketlere büyüme ve
karlılıkları açısından destek vermesi görevini verirken, uluslararası şirketlere de
yarattıkları ekonomik, teknolojik, finansal ve ticari bağımlılıklar ve gerektiğinde ilgili
ülke yapılarının dönüştürülmesiyle AB’nin gücünü uluslararası alanda genişletme
görevini vermektedir (Böröcz ve Sarkar, 2005: 159).
Ancak yaşlanma sorunu Batılı uluslar kadar, bu uluslara bağlı şirketlerin
pazardaki başarılarını da olumsuz yönde etkileyecektir. Doğum oranlarındaki
128
düşüş Batılı ülkeler için ciddi sorunlar oluştururken, az gelişmiş ya da gelişmekte
olan ülkelere reel büyüme sağlanması açısından önemli fırsatlar anlamına
gelmektedir (Wattenberg, 2004: 134). Gelişmiş ülkelerden kaçan sıcak para ve
yatırım (ki teknoloji aktarımını da içermektedir) gelişmekte olan genç piyasalara
yönelecektir (Wattenberg, 2004: 144–145). Yatırımı ucuz işgücüyle birleştirebilen
ülkeler için bu akım önemli bir gelişme sığası anlamına gelmektedir. Sonuçta ya
gelişmekte olan ülkelerin şirketleri pazardaki hâkimiyeti ele geçirecek ya da Batılı
çok uluslu şirketler ulusal bağlılıklarından arınarak gerçek anlamda çok uluslu
olacaklardır.
Maull’un sivil kuvvetin temel niteliklerinden biri de “… ulusal hedeflere
erişmek için askeri olmayan, aslen ekonomik araçların” (Elgström ve Smith, 2006:
104) kullanılmasıdır. Buna paralel olarak Avrupa yumuşak gücünü önemli oranda
ticari ilişkilere dayandırmıştır (Petiteville, 2003: 128). Avrupa hâlihazırda fakir
ülkelere yönelik denizaşırı gelişim desteklerinin %70’ini karşılayarak (Nye, 2004:
80) ticari ilişkilerini değer ihracatında kullanmaktadır. Yine Komisyon’un ifadesiyle:
“Topluluğun gelişme siyaseti dünyaya Avrupa’nın belirgin bir görüntüsünü (imajını)
iletmektedir… Avrupa sosyal değerleri, mevcut sosyal sistemlerin farklılığı ve
çevresel meselelere verilen önem, sürdürülebilir büyümenin niteliğine ilişkin, AB
siyasetine farklı bir profil vermektedir” (AT Komisyonu, 2000: 15). Fakat topluluğun
kendisinin sosyal değerlerinin, mevcut sistemlerinin farklılığının ve sürdürülebilir
büyümesinin aslında sürdürülemez olduğu ortaya çıktıktan sonra; topluluğun ticari
ilişkilerini ve değerlerini sivil gücüne katkı sağlayacak biçimde kullanması mümkün
olmayacaktır.
129
Bu açıdan günümüzde ekonomik başarısızlığın Avrupa’nın “yumuşak (Nye,
2004: 75–83) (veya sivil [Duchêne, 1973]) kuvveti” ve uluslararası kimliğine
vereceği zarar hakkında Avrupa’da artan bir farkındalık vardır (Telò, 2006: 184).
Yine de farkındalık tek başına yeterli olmamaktadır. Mart 2000’de kabul edilen ve
yere göğe sığdırılamayan Lizbon Stratejisi AB’yi “2010 yılına kadar dünyanın
rekabet gücü en yüksek bilgi-toplumu”na dönüştürmeyi hedeflemekteydi. Ancak
ekonomik başarıyı artırmak için gerekli yapısal reformların üye ülkeler tarafından
gerçekleştirilememesi ve AB’nin bu alandaki liderliğinin zayıf olması (Cohen-
Tanugi, 2005: 59–60) bu tehlikenin savuşturulması ihtimalini de ortadan
kaldırmaktadır. Bu alandaki muhtemel başarısızlık, Avrupa’nın sivil gücünü
oluşturan başka bir bacağı daha kaybetmesi anlamına gelmektedir.
AB’nin (daha doğrusu Batı medeniyetinin) uluslararası alanda gücünü
koruyan üçüncü vasıtaysa uluslararası kuruluşlardır. Bu kuruluşlar Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ), “International Monetary Fund” (IMF) ve “European Bank for
Reconstruction and Development” (EBRD) gibi iktisadi teşkillerden; BM gibi çok
amaçlı teşkillere ve oradan BAB, “Organization for Security and Cooperation in
Europe” (OSCE) ve “North Atlantic Treaty Organization” (NATO) gibi askeri ve
savunma teşkillerine uzanan geniş bir tayfta yer almaktadır. Ancak bunların
arasında en önemlisi, askeri bir kuruluş olan NATO’dur. AB bu kuruluş vasıtasıyla,
ki ne AB’nin ne de üye ülkelerinin kontrolü altındadır, dış güvenliğini sağlamaktadır
(Böröcz ve Sarkar, 2005: 157). Bu kadar önemli bir görevin aktarımı Transatlantik
bağların kuvvetini açıkça gözler önüne sermektedir. Üye ülkelerinin gücünü
kullandığı gibi, AB uluslararası kuruluşların arkasına saklanarak değerlerin
130
koruyucusu pür-ü pak görüntüsünü korumaktadır. Mesela stratejik savunma
yükünü NATO’nun sırtına yükleyen AB, güç kullanımı gibi konularda ellerini
kirletmeden çıkarlarını koruyabilmektedir. Bu kuvvet paylaşımında AB Batı
Medeniyetinin iyi, ABD ise kötü polis rolünü oynamakta; daha yerinde bir ifadeyle
AB Batı Medeniyetinin “sivil” kuvvetini, ABD ise “kaba” kuvveti görevini yerine
getirmektedir.
Ancak Batının kaba kuvveti olan ABD’nin Avrupa’nın sorunlarından tümüyle
azade olmadığı da ortadadır. Hâlihazırda ABD’nin doğum oranları gelişmiş
devletler arasında en iyisidir. Ancak nüfus artışı Batılı egemen sınıfı oluşturan
“White Anglo-Saxon Protestant”lardan (WASP) değil, ülkenin asimile edilememiş
göçmen nüfusu ve bu nüfusun büyük bir kesimini oluşturan İspaniklerden
kaynaklanmaktadır (Huntington, 2004: 223–225). ABD’de WASP’lar arasında
görülen düşük doğum oranının nedeni açıkça, düşük seviyede olsa da ABD’yi de
etkileyen, “Avrupalılaşma”dır (Wattenberg, 2004: 124). Ülkenin hâkim sınıfı
azalırken göçmen nüfusunun hızla artması ve geleneksel yapının aksine bu
göçmenlerin asimile edilememesi ABD’nin “Meksikalılaşması” tehlikesini
yaratmaktadır. Eğer Huntington’ın ABD’nin Meksikalılaşması ve etnik bölünmesi
hakkındaki endişeleri doğru çıkarsa (Huntington, 2004: 324), gelecekte ABD’nin
süper güç olarak kalması mümkün olmayacaktır. Wattenberg bu olguyu şöyle
özetlemektedir: “Benim için Amerika “Meksikalılaşırken” “Amerikalılaşan” bir
dünyayı tasavvur etmek çok güç” (Wattenberg, 2004: 216).
Batı Medeniyetinin zayıflayan sivil kuvvetinin yanı sıra kaba kuvvetini de
kaybetme ihtimali çok önemlidir. AB bu kaybı dengeleyecek bir askeri gücü
131
oluşturmak için gerekli ne siyasi ne de ekonomik güce sahip değildir (Telò, 2006:
31, 33–34, 152). Zaten AB’nin artık savaşlara gönderecek genç insanları da
yoktur. Avrupa gün geçtikçe dünya nüfusunun daha da küçük bir parçası haline
gelmektedir (Bakınız Şekil III–3). Bu kapsamda sayının tamamen önemsiz
olduğunu öne sürmek abes olacaktır. Nüfus güç ve ekonomi için kesinlikle
belirleyici bir unsurken, kimi zaman jeopolitik de demografinin bir sonucu olabilir
(Wattenberg, 2004: 162). Belki savunma her şey değildir; ancak kendini koruma
gücü olmayan bir medeniyetin dünyanın önde gelen medeniyeti olması da söz
konusu değildir. Yine de ABD’nin nispi durumunun çöküşünü geciktirecek olması,
bu meselenin Avrupa açısından önemini geri plana atmaktadır. Ancak ABD’nin
AB’nin ayrışmasına aynı tarafsızlıkla bakması mümkün değildir. ABD’nin ekonomik
başarımını sürdürmesi etkin bir ekonomik ortağın varlığına bağlıdır. Öyleyse
AB’nin ayrışması ABD’nin de çöküş sürecinin hızlanması anlamına gelecektir.
132
Şekil III–3 Dünya ve Avrupa Nüfusunun Nispi Gelişimi 1950–2050
0
10
20
30
40
50
60
70
Afrik
a
Asya
Avru
pa(G
enel
)
AB-2
7
Latin
Amer
ika
veKa
rayi
pler
Kuze
yAm
erik
a
Oky
anus
ya
1950 1975 2005 2050
Kaynak: (BM, 2004: 3, 34–39)
Aslında günümüz Avrupa’sının uluslararası kimliğinin doğrudan, en güçlü ve
kaybı halinde telafisi olmayan aracı, onu tüm dünya ulusları karşısında bir başarı
örneği haline getiren kendine has sosyo-ekonomik modelidir (Telò, 2006: 2). Bu
açıdan, AB uluslararası alanda, özellikle demokrasinin desteklenmesinde, belirgin
bir kültürel söylevi izlemektedir (Elgström ve Smith, 2006: 97). AB bu model
çerçevesinde serbest pazar ekonomisini ve demokrasiyi sivil gücüyle
desteklerken, Batı’nın diğer parçası ABD aynı söylevi mesihvari bir görev olarak
(Telò, 2006: 5) ve kaba kuvvetiyle takip etmektedir. AB’nin “örnek” sosyo-
ekonomik yapısının korunması sadece içerideki kimliğinin değil uluslararası
133
alandaki (hem kendi hem de Batı Medeniyetinin) itibarı için de gereklidir (Telò,
2006: 189). Bu model refah ve ekonomik başarısına bağlı olarak Avrupa’nın
uluslararası alanda gücünün temelini oluşturmaktadır (European Banking
Federation, 2004: 10).
Ancak gelecekte, gelişen bir ekonomi ve istikrarlı bir nüfus yapısını korumak
isteyen ülkeler için Avrupalı değerler örnek değil kaçınılması gereken tehlikeler
olarak tanımlanacaktır. Çünkü doğum oranlarının düşüşün ve Avrupa sosyal
modelinin çöküşünün temelinde maddiyatçılık, bireycilik ve feminizm gibi Batılı
değerler yatmaktadır (Wattenberg, 2004: 124). Oysaki feminizm, çevrecilik ve
cinsel devrim gibi 1960’ların Batılı hareketler güçlerini nüfus patlamasından
duyulan korkudan almıştı. Günümüzde ise gerçek tehlikenin nüfus patlaması değil,
sürdürülemez nüfus yapıları olması bu hareketlerin değerinin sorgulanmasına
(Wattenberg, 2004: 187) ve hatta reddine neden olacaktır. Dahası “değer”ler
Avrupa’sının temelini oluşturan barışçı bütünleşmenin, refah devleti uzlaşısının ve
ekonomik başarının “başarısızlıklar” haline dönüşü; Avrupa’nın günümüzde
alıştığımız “model”lik niteliğini ortadan kaldıracaktır. Bu da Batı Medeniyetinin
“değerler”inin değersizleşmesi; yani Avrupa’nın uluslararası gücünün
temelinin ortadan kalkması demektir.
134
SONUÇ
“Şahıslar gibi devletlerin [medeniyetlerin] de tabii ömürleri
vardır.” (İbn Haldun, 2005: 392.)
Batı Medeniyetinin yükselişi bireyci normlar ve kapitalizm sayesinde
gerçekleşmiştir. Ancak Avrupa’yı yukarıya taşıyan değerler tüm sosyal
denklemlerdeki gibi, işlevlerini gerçekleştirirlerken, bir takım dışsallıklara da sebep
olmuşlardır. Bireyci değerlerin haddinden fazla yüceltilmesi ve
kurumsallaştırılması, toplumsal yaşamın idame edilmesi için şart olan, değerlerin
yozlaşmasına neden olmuş; kapitalizm ise, Avrupa’da kazandığı vahşetiyle,
sınıflararası çatışmaların ve hatta savaşların doğuşuna yol açmıştır. Geçmişte
bireyciliğin ve sanayileşmenin yarattığı dışsallıklar refah devleti uzlaşısıyla
çözülürken; I ve II. Dünya Savaşlarıyla en şiddetli dışsallıkları yaratan kapitalizmin
sınıf çatışmalarının nedenleri “Dünya’da Smith, Avrupa’da Keynes” modeliyle
ortadan kaldırılmıştır. Avrupa bütünleşmesi ise, bireyci kapitalist düşünceden
doğan bir yönetim biçimini (Liberal Demokrasi) yine bireyci kapitalist düşüncenin
bir dışsallığı olan başka bir yönetim biçiminden (Komünizm) koruyabilmek
amacıyla, refah devleti ve küresel ekonomi çözümlerinin hassas dengesi üzerine
bir kale gibi inşa edilmişti.
Aslında bu tarihsel diyalektik süreç oldukça olağandır. Çünkü tüm toplumlar
yaşamları boyunca varoluşlarına yönelik devamlı bir tehdit altındadırlar. Önemli
olan tehditlerin ortaya çıkması değil, toplumların bu tehditleri savuşturmak için
yeterli esnekliğe sahip olmaları ve ciddi bir tehditle karşılaştıklarında vefatlarını
erteleyecek yapısal frenleyicileri devreye sokabilmeleridir (Huntington, 2004: 12).
Avrupa Medeniyeti de, kurduğu hassas dengeyle bahse konu esnekliğin ve
135
direncin takdire değer bir örneğini sergilemiştir. Ancak en başarılı toplumlar bile
eninde sonunda dâhili ayrışma ve yozlaşmanın yanı sıra daha dinç ve acımasız
harici “barbar” güçler tarafından tehdit edilirler (Huntington, 2004: 12). Kimi zaman
bahse konu yozlaşma yükselirken kendisini yukarıya taşıyan değerlere, yarattıkları
dışsallıklara rağmen, bağlılığın sürdürülmesinden kaynaklanır. Tarih, bu meyanda,
pek çok medeniyetin yükseliş ve çöküşüne şahitlik etmiştir. Rousseau’nun dediği
gibi: “Roma ve Sparta bile yok olduktan sonra, hangi devlet sonsuza değin
sürmeyi umut edebilir ki?” (Rousseau, 1996: 143). Bu kapsamda, Batı
medeniyetinin bir istisna olması için hiçbir sağlam neden yoktur. Gerçekten de,
Avrupa Medeniyeti kendini refah uzlaşısının hassas dengesiyle kurtardığında, bu
düzeneğin gün gelip de kendi boynundaki ilmeği sıkacağını ön görememiştir. Hatta
kendi yaratımından o kadar büyülenmiştir ki, ideolojilerin ve tarihin sonunu bile
müjdelemiştir (Friedman, 1999; Fukuyama, 1992).
Avrupalılar bu hayale kapılmakta pek de haksız değillerdi. Avrupa’nın
kurduğu sistem, özellikle 1970’lerin ortalarına kadar, kendilerine lale devri
yaşatmıştır. Ülkelerinde yarattıkları sistemin refahını süren mutlu Avrupalı
görüntüsü dünyanın tüm fakir ülke vatandaşlarının gözünün önünde arzuların
maddeleşmesi olarak yıllarca yer almıştır. Bu refah ve mutluluk, Avrupa’nın
kurduğu uluslararası sistemin ürünüydü. AB çağdaş Batı liberalizminin rüyasını
gerçekleştirmiş: karlılığı ve gerekli sosyal dönüşümleri yaratırken bu işlerin
pisliğinden ari kalabilmiş bir yapı oluşturmayı başarmıştı (Böröcz ve Sarkar, 2005:
167). Adam Smith’in “görünmez el”ini ekonomik alandan siyasi alana taşıyabilmiş;
dünya nüfusunun sadece %6’sını barındırmasına rağmen dünya GSMH’sının
136
dörtte birinden fazlasına sahip olmuş; parmağını bile oynatmadan çevresindeki
ülkelerin bağlılıklarını sağlamış; Avrupa’nın jeopolitik rüyası olan tampon sahayı
oluşturup, doğal ve sosyal kaynakları eline geçirmiş; dünyadaki mevcut kolonilerin
yarısından fazlasına sahip olmasına ve şiddet, vahşet, ırkçılık ve soykırım dolu
tarihine rağmen siyasi değerlerin sembolü olarak görünmeyi başarabilmiş;
dünya’nın tek askeri süpergücü olan NATO tarafından desteklenmesine rağmen
tarafsız, barışçı ve kibar görüntüsünü korumayı başarmış (Böröcz ve Sarkar, 2005:
167) ve tüm bunları dış siyasetini üzerine dayandırdığı başarının “değerler”iyle
gerçekleştirmişti.
Ancak gün gelmiş bu mutluluğun temelleri çatırdamaya başlamıştır. Bretton-
Woods sisteminin çöküşü Batı’nın gerilemesinin başlangıcı oldu. Sistemin
yıkılmasıyla Avrupa, bireycilik ve kapitalizmin dışsallıklarından kaynaklanan, dâhili
ayrışma ve yozlaşmanın etkilerini her gün daha fazla hissetmeye başladı. Ancak
yıkım çok daha şiddetli ve acılı olmaktaydı; çünkü Avrupa halklar bu sefer
yüksekten düşmekteydiler. James Maede’nin belirttiği gibi Keynes’çi fikirler dönüp
dolaşıp çözdüğü sorunları tekrar yaratmıştı (Symes, Levy ve Littlewood, 1997:
236–237). Bir zamanların tam istihdamın keyfini süren ülkelerde işsizlik şiddetle
hissedilmeye başlamış; işsizliğe getirilen Keynes’çi çözümler ise enflasyonu
körüklemişti. Liberal ekonominin büyüsüne fazlasıyla kapılmış olan Avrupa,
kaybolan ekonomik dinçliğini, geçmişte yıkımına neden olan “çok” serbest
ekonominin kucağına dönerek telafi etmek istemiştir. Tek Pazar projesi ve yerel
küreselleşme olan bölgesel bütünleşmeyle “Smith”i Avrupa’ya geri sokmuşlardır.
Böylece refah devleti ve kapitalizmin bütünleşik varlığını korumak için kurulan
137
sistemlerden biri daha amacının dışına çıkarılarak, işlevsizleştirilme süreci
başlamıştı.
Zaten küreselleşmenin, zaten kendisine karşı kurulan bir sistem olan, refah
devletiyle beraber varlığı her halukarda sürdürülebilir değildi. Çünkü Avrupa altın
çağlarını yaşadığı dönemde, refah devleti toplumsal dengeleri geri dönülemez
biçimde değiştirmişti. Refah devleti uzlaşısının yarattığı yaygın destek sisteminin
dönüştürülmesini imkânsızlaştırmış; geleneksel toplumsal yapıları zayıflatarak
sisteme yüklenen beklentilerin haddinden fazla şiddetlenmesine neden olmuş;
geleneksel yapılara verilen zarar çocuksuzlaşma, buna bağlı olarak da yaşlanma
sorunun temellerini atmış ve çalışma ahlakında yarattığı yozlaşmayla ekonomik
dinçliği yok etmiştir. Dahası, refah devletinin yaratımı olan yaşlanma başka bir kısır
döngü yaratarak sistemik direnci daha da artırmış; ekonomik gelişimin temeli olan
nüfus artışını azalışa çevirmiş; etkin nüfusu azaltarak girişimciliği, yaratıcılığı ve
arz/talep yapılarını bozmuş; son olarak da, devlet bütçelerini, emeklilik ödemeleri
ve sağlık harcamalarıyla, son haddine kadar zorlamaya başlamıştır.
Sistemi dönüştüremeyen ve halkların taleplerini karşılamayan ulusal ve
Avrupa siyasetçileri ciddi meşruiyet sorunlarıyla karşılaşmaya başlamışlardır.
Avrupa seviyesinde bütünleşme karşıtlığı yükselirken, merkez siyasetçilerin
başarısızlıklarından bıkan halklar kendilerine yakın hissettikleri popülist ve
milliyetçi siyasetçilere koşmaktadırlar. Kapitalist dışsallıklardan kaynaklanan
popülizm ve milliyetçilik yükselişi Avrupa tarihinde bilindik bir olgudur. Bütünleşme
kuramsalcıları tarafından faydacı temelleri sürekli vurgulanmış olan Avrupa
bütünleşmesinin bu şartlar altında hayatta kalması olanaklı görünmemektedir.
138
Kaldı ki, ayrışma olgusu her geçen gün kendini daha açık biçimde ortaya
koymaktadır. Maastricht Referandumunda yaşanan krizin Anayasal Antlaşma
Reformundaki redde dönüşmesi, Birlikten ayrılma isteğinin kamuoyu
yoklamalarından merkez siyasetçilerinin ağzına taşınması ve hatta Anayasal
Antlaşma metnine bir madde olarak eklenmesi hep ayrışmanın emareleri olarak
gözlerimizin önüne serilmektedir.
Avrupa’da yükselen milliyetçilik tarihsel bağlamda bir döngü olarak da
değerlendirilebilir. I. Dünya Savaşı öncesinde kapitalizmin dışsallıklarına karşı
daha güçlü bir koruma sağlar gibi görünen ulusçuluğun yükselişi ve ulusçuluğun
başarısızlığının ardından sosyalist temellere dayanan refah devletinin yükselişi.
Günümüzde bu döngü, yine kapitalizmin dışsallıklarına bağlı olarak, refah
devletinin başarısızlığı ve bu sefer milliyetçiliğin yükselişi olarak tekrar başa
dönmüştür. Avrupa demokrasileri, tıpkı I. Dünya Savaşının ertesinde olduğu gibi,
ekonomik sorunların artmaya devam ettiği bir ortamda sandviç misali (Schulze,
2005: 271) popülist söyleve doğru sıkışmaktadır. Öyleyse Weber’in belirttiği gibi
“Almanya’nın [Avrupa’nın] birleşmesi, bir ulusun [ulusların] yaşlılık zamanında
oynadığı bir gençlik oyunuydu” (Schulze, 2005: 244) ve Avrupa’nın 1914’de
başlayan kendini yok etme sürecini sadece ertelemiştir (Schulze, 2005: 259) 37.
Sonuç olarak gücün geleneksel ölçülerinin tümünde Avrupa, hem ulusal
hem de bütünleşme seviyesinde, gerilemektedir (Economist, 2004b: 4). Ancak bu
37 İbn Haldun, bazen devletlerin (bu Avrupa’nın durumumuzda bir medeniyettir) yaşamlarının son dönemlerinde bir süre için dinçlik gösterebileceklerini belirtmiştir (İbn Haldun, 2005: 558). Gerçekten de Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı yükseliş böyle bir yükselişi andırmaktadır. Aslında çöküşün kapitalist sistemle toplum arasındaki gerginliklere bağlı olarak 1914 yılında başlamış olmasına rağmen Avrupa’nın Lale Devrinin arkasında itici güç olarak ABD görülebilir. Dinç bir devlet olarak ABD’nin çıkarlarının Avrupa’nın varlığını gerektirmesi Avrupa’nın çöküşünü geciktirmiştir.
139
sefer Avrupa ne bu gerilemeyi ne de oluşan dışsallıkları engelleyecek toplumsal
esnekliğe sahip değildir. Çünkü Avrupa, daha önce kendini kurtarmak için
oluşturduğu, kurumların yarattığı katılıklarla toplumsal esnekliğini kaybetmiştir. Bir
medeniyetinin yaşamını devam ettirebilmesi için birinci derecede öneme sahip
olan bu özelliğin kaybı; Avrupa’nın kendisine yönelen darbelerin katılaşan sistemi
yıkıp dökmesiyle sonuçlanmaktadır. Bu Avrupa tipi modernleşme projesinin açık
iflası anlamına gelmektedir (Beck, 2000: 8). Gün gelecek geçmişte pek çok
medeniyet gibi, tarih Avrupa’nın çöküşüne de şahitlik edecektir. Görünen odur ki,
buna tarihin yanı sıra bizler de şahitlik edeceğiz. Yine gün gelecek Avrupa’nın
bıraktığı boşluğu dinçlikleriyle dolduracak barbarlar gelecektir. Kim bilir belki de
geleceğin dinç barbarları şimdiden yola çıkmış olan Çin ya da Hindistan38, belki de
genç nüfusları ve gelişen ekonomiler ile Brezilya, Meksika veya Türkiye olacaktır.
Belki bunu bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey varsa o da tarihin Mısır, Pers, Roma,
Çin, Türk ve Avrupa Medeniyetleri için tekerrür ettiği gibi geleceğin barbarları için
de tekerrür edeceğidir.
38 Hindistan, Çin ve Rusya’nın nüfus sorunları için bakınız (Eberstadt, 2006).
140
KAYNAKÇA
KİTAPLAR
Aristoteles, Birinci Çözümlemeler.
Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik.
Addnett, N. ve Hardy, S. (2005), The European Social Model: Modernization or
Evolution?, Massachusetts: Edward Elgar Publishing Inc.
Baldwin, R.E. ve Wyplosz, C. (2004), The Economics of European Integration,
Londra: McGraw-Hill.
Beck, U. (2000), What is Globalization?, (çev.) Camiller, P., Madlen: Blackwell
Publishers Inc.
Bonoli, G., George, V. ve Taylor-Gooby, P. (2000), European Welfare Futures:
Towards a Theory of Retrenchment, Cambridge: Polity Press.
Bromberger, S. ve Bromberger, M. (1969), Jean Monnet and the United States
of Europe, (çev.) Halperin, E.P., New York: Coward-McCann Inc.
Castles, F.G. (2004), The Future of the Welfare State: Crisis Myths and Crisis
Realities, Oxford. Oxford University Press.
Crouch, C. (1999), Social Change in Western Europe, New York: Oxford
University Press.
Darwin, C. (1998), The Origin of Species, Herdtfordshire: Wordsworth Editions
Ltd.
Deutsch, K.W. et.al. (1957), Political Community and the North Atlantic Area:
International Organization in the Light of Historical Experience,
141
Princeton: Princeton University Press.
Deutsch, K.W. (1963), The Nerves of Government: Models of Political
Communication and Control, Londra, Free Press of Glencoe.
------------------- (1968), The Analysis of International Relations, Englewood
Cliffs: Prentice-Hall Inc.
Deutsch, K.W. ve Edinger, L.J. (1973), Germany Rejoins the Powers; Mass
Opinion, Interest Groups, and Elites in Contemporary German
Foreign Policy, New York: Octagon Books.
Dinan, D. (2004), Europe Recast: A History of European Union, Hampshire:
Palgrave Macmillan.
Dougherty, J.E. ve Pfaltzgraff Jr., R.L. (1981), Contending Theories of
International Relations: a Comprehensive Survey, New York: Harper
Collins Publishers.
Easton, D. (1965), A Systems Analysis of Political Life, New York: John Wiley &
Sons Inc.
Elgström, O. ve Smith, M. (2006), The European Union’s Roles in International
Politics: Concept and Analysis, New York: Routledge.
Esping-Andersen,G. (1990), Three Worlds of Welfare Capitalism, Princeton:
Princeton University Press.
------------------- (1996), Welfare States in Transition: National Adaptations in
Global Economies, Londra: Sage Publications.
Etzioni, A. (1965), Political Unification: a Comparative Study of Leaders and
Forces, Londra: Holt, Rinehart and Winston Inc.
142
Ferrera, M. (2005), The Boundaries of Welfare: European Integration and the
New Spatial Politics of Social Protection, Oxford: Oxford University
Press.
Friedman, T. (1999), The Lexus and the Olive Tree, New York: Farrar Straus
Giroux.
Fukuyama, F. (1992), The End of History and the Last Man, New York: Free
Press.
Geyer,R.R. (2000), Exploring European Social Policy, Cambridge: Polity Press.
Gillingham, J. (2003), Eurepean Integration, 1950–2003: Superstate or New
Market Economy, Cambridge: Cambridge University Press.
Gray, A. (2004), Unsocial Europe: Social Protection or Flexploitation?,
Londra: Pluto Press.
Haas, E.B. (1958), The Uniting of Europe: Political, Social, and Economic
Forces, 1950-1957, Kaliforniya: Stanford University Press.
------------------- (1964), Beyond the Nation-State: Functionalism and
International Organization, Stanford: Stanford University Press.
Hallstein, W. (1962), United Europe: Challange and Oppurtinity,
Massachusetts: Harvard University Press.
Herakleitos (2000), Kırık Taşlar, (çev.) Alova, İstanbul: Bordo Siyah Dünya
Klasikleri.
Hix, S. (2005), The Political System of the European Union, New York:
Palgrave Macmillan.
Hobson, J.M. (2006), Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, (çev.) Ermert, E.,
143
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Holton, R.J. (1998), Globalization and the Nation-State, Londra: Macmillan
Press Ltd.
Hooghe, L. ve Marks, G. (2001), Multi-Level Govarnance and European
Integration, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers.
Huntington, S.P. (2004), Who Are We?: the Challenges to America’s National
Identity, New York: Simon & Schuster.
İbn Haldun (2005), Mukaddime, (haz.) Uludağ, S., Ankara: Dergâh Yayınları.
Jones, R.A. (2001),The Politics and Economicsof the European Union,
Second Edition, Massachusetts: Edward Elgar Publishing Inc.
Kleinmann, M. (2002), A European Welfare State? European Union Social
Policy in Context, Hampshire: Palgrave.
Kropotkin, P. (1972), Mutual Aid: A Factor in Evolution, New York: New York
University Press.
Lindberg, L.N. (1963), The Political Dynamics of European Economic
Integration, Kaliforniya: Stanford University Press.
Lindberg, L.N. ve Scheingold, S.A. (1970), Europe’s Would-be Polity: Patterns
of Change in the European Community, New Jersey: Prentice-Hall Inc.
Mally, G. (1973), the European Community in Perspective: the New Europe,
the United States, and the World, Massachusetts: Lexington Books.
McNeill, W.H. (1998), Dünya Tarihi, (çev.) Şenel, A., Ankara: İmge Kitabevi.
Menon, A. ve Wright, V. (2001), From Nation State to Europe?: Essays in
Honour of Jack Hayward, Oxford: Oxford University Press.
144
Moravcsik, A. (1998), Centralization or Fragmentation?: Europe Facing the
Challanges of Deepening, Diversity and Democracy, Maryland:
Council on Foreign Relations.
Milward, A.S. et.al. (1995), the European Rescue of the Nation-State, Cornwall:
Routledge.
Mitrany, D. (1966), A Working Peace System, Chicago: Quadrangle Books.
Nelsen, B.F. ve Stubb, A. (2003), The European Union: Readings on Theory
and Practice of European Integration, Hampshire: Palgrave Macmillan.
Morgan, G. (2005), The Idea of a European Superstate: Public Justification
and European Integration, Princeton: Princeton University Press.
Nye Jr., J.S. (2004), Soft Power: The Means to Success in World Politics, New
York: PublicAffairs.
Parsons, T. (1977), the Evolution of Societies, (der.) Toby, J., Englewood Cliffs:
Prentice Hall Inc.
Pelkmans, J. (2001), European Integration: Methods and Economic Analysis,
Essex: Pearson Education Ltd.
Pentland, C. (1973), International Theory and European Integration, New York:
Free Press.
Razin, A., Sadka, E. ve Chang W.N. (2005), The Decline of the Welfare State:
Demography and Globalization, Massachusetts: The MIT Press.
Rieger, E. ve Leibfried, S. (2003), Limits to Globalization: Welfare States and
the World Economy, Cambridge: Polity Press.
Rosamond, B. (2000), Theories of European Integration, Palgrave: Hampshire.
145
Rousseau, J.J. (1996), Toplum Sözleşmesi, (çev.) Erenulu, A., Ankara: Öteki.
Samuelson, P.A. (1966), İktisat, (çev.) Demirgil, Y., İstanbul: Menteş Kitabevi.
Schulze, H. (2005), Avrupa’da Ulus ve Devlet, (çev.) Binder, T., [İstanbul]:
Literatür Yayıncılık.
Snow, C.P. (2001), İki Kültür, (çev.) Birkan, T., Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim
Kitapları.
Sorokin, P.A. (t.y.), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, (çev.) Öymen, M.M.R., C. I,
Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.
Södersten, B. (2004), Globalization and the Welfare State, Hampshire: Palgrave
Macmillan.
Sykes, R., Palier, B. ve Prior, P.M. (2001), Globalization and European Welfare
States: Challenges and Changes, Basingstoke: Palgrave.
Symes, V., Levy, C. ve Littlewood, J. (1997), The Future of Europe: Problems
and Issues for the Twenty-First Century, Hampshire: Macmillan Press
Ltd.
Taylor-Gooby, P. (2001), Welfare States under Pressure, Londra: Sage
Publications.
Telò, M. (2006), Europe: a Civilian Power? European Union, Global
Governance, World Order, New York: Palgrave Macmillan.
Wattenberg, B.J. (2004), Fewer: How the New Demography of Depopulation
will Shape our Future, Chicago: Ivan R. Dee.
Wiener, A. ve Diez, T. (2004), European Integration Theory, Oxford: Oxford
University Press.
146
Zeitlin, J. ve Trubek, D.M. (2003), Governing Work and Welfare in a New
Economy, Oxford: Oxford University Press.
MAKALELER
Alber, J. (1988), “Is There a Crisis of the Welfare State? Cross-National Evidence
from Europe, North America and Japan”, European Sociological
Review, Cilt IV, Sayı 3 (Aralık 1988), 181–207.
Bongaarts, J. (2002), “The End of the Fertility Transition in the Developed World,”
Population and Development Review, C. XXVIII, S. 3 (Eylül 2002),
419–443.
Bosco, A. (1996), “What is Federalism? Towards a General Theory of Federalism,”
South Bank European Papers, Sayı 1.
Böröcz, J. ve Sarkar, M. (2005), “What Is the EU?,” International Sociology,
C. XX, S. 2 (Haziran 2005), 153-173.
Buelens, F. (1989), “Globalization and the Nation-State: an Introduction,” (der.)
Buelens, F., Globalization and the Nation-State, Cheltenham: Edward
Elgar Publishing Inc., 1-5.
Busch, K. (2001), “Economic Integration and the Welfare State: the Corridor Model
as a Strategy for an European Social Policy,” (der.) Haller, M., The
Making of the European Union: Contributions of the Social Sciences,
Berlin: Springer-Verlag, 25–42.
Brams, S.J. (1966), “Transaction Flows in the International System”, The
American Political Science Review, Cilt LX, Sayı 4 (Aralık 1966), 880-
147
898.
Cohen-Tanugi, L. (2005), “The End of Europe?,” Foreign Affairs, C. LXXXIV,
Sayı 6 (Kasım/Aralık 2005), 55-67.
Corrado, L. et.al. (2003), “The Welfare in a United Europe,” European Political
Economy Review, Cilt I, Sayı 1 (Bahar 2003), 40–55.
Disney, R. (2000), “Crises in Public Pension Programmes in OECD: What are the
Reform Options?,” The Economic Journal, C. CX, Sayı 461 (Şubat
2000), F1-F23.
Duchêne, F. (1973), “The EC and the Uncertanities of Interdependence,” (der.)
Kohnstamm, M. ve Hager, W., A Nation Writ Large? Foreign Policy
Problems Before the European Community, Londra: Macmillan, 1-21.
Fligstein, N. ve Merand, F. (2002), “Globalization or Europanization? Evidence on
the European Economy since 1980,” Acta Sociologica, Cilt XLV, Sayı 1
(Mart 2002), 7–22.
Haas E.B. (1980), “Why Collaborate? Issue-Linkage and International Regimes,”
World Politics, Cilt XXXII, Sayı 3 (Nisan 1980), 357-405.
Haas, E.B. ve Schimitter, P.C. (1964), “Economics and Differential Patterns of
Political Integration: Projections about Unity in Latin America,”
International Organization, Cilt XVIII, Sayı 4 (Sonbahar 1964), 705-737.
Howard, M.M. (2000), “Can Populism be Suppressed in a Democracy? Austria,
Germany and the European Union,” East European Politics and
Societies, C. XIV, Sayı 2 (2000), 18–32.
Marfleet, P. (2001), “Europe’s Civilising Mission,” (der.) Fink, J. et.al., Rethinking
148
European Welfare: Transformations of Europe and Social Policy,
Londra: Sage Publications, 77-94.
McGrew, A. (2002), “Between Two Worlds: Europe in a Globalizing Era,”
Government and Opposition, Cilt XXXVII, Sayı 3 (2002), 343–358.
Miles, D. (1999), “Modelling the Impact of Demographic Change upon the
Economy,” The Economic Journal, C. CIX, Sayı 452 (Temmuz 1999), 1-
36.
Moravcsik, A. (1993), “Preferences and Power in the European Community: A
Liberal Intergovernmentalist Approach,” Journal of Common Market
Studies, Cilt XXXI, Sayı 4 (Aralık 1993), 473-524.
Nicolaїdis, K. (2004), “We, the Peoples of Europe …,” Foreign Affairs, C.
LXXXIII, S. 6 (Kasım/Aralık 2004).
Petiteville, F. (2003), “Exporting ‘Values’?,” (der.) Knodt, M. ve Princen, S.,
Understanding the European Union’s External Relations, New York:
Routledge, 127–141.
Rothwell, C.E. (1949), “International Organization and World Politics,”
International Organization, Cilt III, Sayı 4 (Kasım 1949), 605-619
Säuberlich, U. (2001), “Notes on Dehousse’s Discussion of Method: The Return of
the European Federalism/Funcionalism Debate,” German Law Journal,
S. 14 (Eylül 2001).
Schimitter, P.C. (1969), “Three Neo-Functional Hypotheses about International
Integration”, International Organization, Cilt XXIII, Sayı 1 (Kış 1969),
161-166.
149
------------------- (1970), “A Revised Theory of Regional Integration“, International
Organization, Cilt XXIV, Sayı 4 (Regional Integration: Theory and
Research, Sonbahar 1970), 836-868.
Sinn, H.W. (2005), “Europe’s Demographic Deficit; A Plea for a Child Pension
System,” De Economist, C. I, Sayı 153 (2005), 1–45.
Supiot, A. (2003), “Governing Work and Welfare in a Global Economy,” (der.)
Zeitlin, J. ve Trubek, D.M., Governing Work and Welfare in a New
Economy, Oxford: Oxford University Press, 376–406.
Vetik, R., Nimmerfelft, G. ve Taru, M. (2006), “Reactive Identity versus EU
Integration,” Journal of Common Market Studies, C. XXXXIV, Sayı 5
(2006), 1079–1102.
Young, O.R. (1980), “International Regimes: Problems of Concept Formation”,
World Politics, Cilt XXXII, Sayı 3 (Nisan 1980), 331-356.
Weide, U. (2005), “Law and the German Universal Healthcare System: A Brief
Contemporary Overview”, German Law Journal, Cilt VI, Sayı 8 (Ağustos
2005), 1143–1172.
RAPORLAR
AT Komisyonu (2000), Communication from the Commission to the Council
and the European Parliament: The European Community’s
Development Policy, COM (2000) 212 final, Brüksel.
AT Komisyonu (2002a), “Europe’s Response to World Ageing: Promoting
Economic and Social Progress in an Ageing World: A Contribution
150
of the European Commission to the 2nd World Assembly on
Ageing,” Brüksel, 18 Mart 2002.
AT Komisyonu (2002b), Directorate-General for Economic and Financial Affairs,
European Economy: The EU Economy: 2002 Review, Belçika, Sayı 6.
AT Komisyonu (2002c), Observatory of European SMEs 2002/No 5: Business
Demography in Europe, Belçika, Enterprise Publications.
AT Komisyonu (2004a), İstihdam ve Sosyal İlişkiler Genel Müdürlüğü, Report of
the High Level Group on the Future of Social Policy in an Enlarged
European Union, Mayıs 2004.
AT Komisyonu (2004b), Population and Social Conditions 3/2004/F/n° 4: Study
of Low Fertility in the Regions of the European Union: Places,
Periods and Causes, Office for Official Publications of the European
Communities, Lüksemburg, 2004.
AT Komisyonu (2005), Communication from the Commission, Green Paper
“Confronting Demographic Change: a New Solidarity Between the
Generations,” Brüksel, 16 Mart 2005.
Congressional Research Service (2006), Report for Congress , Europe: Rising
Economic Nationalism?, (Haz.) Ahearn, R.J., 6 Temmuz 2006.
DTÖ (2006), 2006 Uluslararası Ticaret İstatistikleri, <http://www.wto.org/english/
res_e/statis_e/statis_e.htm>, (03 Ekim 2007).
Eurobarometer (1997), Opinion Poll No 47.1, Racism and Xenophobia in
Europe, 18–19 Aralık 1997.
Eurobarometer (2005), Special Eurobarometer n° 215: Lisbon, Saha Çalışması
151
Kasım 2004, Şubat 2004.
Eurobarometer (2004), Eurobarometer 61: Public Opinion in the European
Union, Temmuz 2004.
Eurobarometer (2006), Special Eurobarometer n° 251: the Future of the
Europe, Saha Çalışması Şubat-Mart 2006, Mayıs 2006.
European Banking Federation (2004), FBE Letter, Sayı XV (Temmuz 2004).
EUMC (2002), Summary Report on Islamophobia: in the EU after 11
September 2001, Viyana, Mayıs 2002.
EUMC (2005), Racism and Xenophobia in the EU Member States: Trends,
Developments and Good Practice, Annual Report 2005, Bölüm 2.
Birleşmiş Milletler, Ekonomik ve Sosyal İşler Departmanı, Nüfus Bölümü (2004),
World Population Prospects: the 2004 Revision.
Institude for National Strategic Studies (1996), 2015: Power and Progress, (der.)
Patrick M. Cronin, Temmuz 1996.
Standard and Poor’s (2002), “Sovereign Credit Ratings: A Primer,” (Analistler)
David T. Beers, Marie Cavanaugh ve Takahira Ogawa, Reprinted from
RatingsDirect, 3 Nisan 2002.
OECD (2006), OECD in Figures 2006-2007 Edition, Paris:OECD Publications,.
İNTERNET KAYNAKLARI
Christian, N. (2007), “CIA Gives Grim Warning on European Prospects,”
news.scotsman.com, <http://news.scotsman.com/index.cfm?id=567620
05>, (14 Mayıs 2007).
152
DTÖ (2007), Uluslararası Ticaret İstatistikleri Sayfası, <http://www.wto.org/
english/res_e/statis_e/its2006_e/its06_toc_e.htm> , (02 Ekim 2007).
Eberstadt, N. (2006), “Growing Old the Hard Way: China, Russia, India: Living
Longer but Poorer,” Policy Review, Sayı 136 (Nisan-Mayıs 2006),
<http://www.hoover.org/publications/policyreview/2912391.html>, (14
Mayıs 2007).
Economist (2004a), “Passport to Prosperity,” <http://www.economist.com/
surveys/PrinterFriendly.cfm?Story_ID=3194417>, (14 Mayıs 2007).
Economist (2004b), “E Pluribus Unum,” <http://www.economist.com/surveys/
PrinterFriendly.cfm?Story_ID=3194444>, (14 Mayıs 2007).
Eurobarometer (2001), Eğer Avrupa Ortadan Kalkarsa?,
<http://ec.europa.eu/public_opinion/cf/index_en.cfm>, (03 Ekim 2007).
Eurostat (2007a), İstihdam Oranı-Toplam, <http://epp.eurostat.ec.europa.eu/
portal/page?_pageid=1996,39140985&_dad=portal&_schema=PORTAL&
screen=detailref&language=en&product=STRIND_EMPLOI&root=STRIN
D_EMPLOI/emploi/em011>, (03 Ekim 2007).
Eurostat (2007b), Toplam Genel Hükümet Harcaması, <http://epp.eurostat.ec.
europa.eu/portal/page?_pageid=1073,46870091&_dad=portal&_schema=
PORTAL&p_product_code=DAD16144>, (03 Ekim 2007).
Eurostat (2007c), İstihdam Oranı-Kadınlar, <http://epp.eurostat.ec.europa.eu/
portal/page?_pageid=1996,39140985&_dad=portal&_schema=PORTAL&
screen=detailref&language=en&product=STRIND_EMPLOI&root=STRIN
D_EMPLOI/emploi/em012>, (03 Ekim 2007).
153
Eurostat (2007d), İstihdam Oranı-Erkekler, <http://epp.eurostat.ec.europa.eu/
portal/page?_pageid=1996,39140985&_dad=portal&_schema=PORTAL&
screen=detailref&language=en&product=STRIND_EMPLOI&root=STRIN
D_EMPLOI/emploi/em013>, (03 Ekim 2007).
Eurostat (2007e), Yaşlılık Bağımlılık Oranı, <http://epp.eurostat.ec.europa.eu/
portal/page?_pageid=1073,46870091&_dad=portal&_schema=PORTAL&
p_product_code=SDI_AS1000>, (03 Ekim 2007).
Eurostat (2007f), Birleşik devletler Patent ve Marka Ofisi Tarafından Verilen
Patentler, <http://epp.eurostat.ec.europa.eu/portal/page?_pageid=1996,3
9140985&_dad=portal&_schema=PORTAL&screen=detailref&language=
en&product=STRIND_INNORE&root=STRIND_INNORE/innore/ir052>,
(03 Ekim 2007).
Hooghe, L. [2006], “Globalization and the European Union”, (der.) Harvey Lazar,
The Implications of Global and Regional Integration for the Future of
Federal Political Systems, Yayın Aşamasında,
<www.unc.edu/~hooghe/downloads/quensfinal.pdf>, (17 Şubat 2007).
Hooghe, L. ve Marks, G. (2005), “Theoritical Soul-Searching After the Rejection of
a European Constitution,” For Submission to PS: Political Science and
Politics, (Kasım 2005), <www.unc.edu/~hooghe/downloads/Europe's
blues.PS.2006doc.pdf>, (14 Mayıs 2007).
Jolly, S.K. (2004), “European Integration and the Rise of Regional Parties,”
Paper Prapared for Workshop on the Analysis of Political Cleavages and
Party Competition, Duke University, Department of Political Sciences (2–3
154
Nisan 2004), <www.duke.edu/~skj3/2004PCC/jolly.pdf>, (14 Mayıs 2007).
Kurtz, S. (2005), “Demographics and the Culture War: The Implications of
Population Decline,” Policy Review, Sayı 129 (Şubat-Mart 2005),
<http://www.hoover.org/publications/policyreview/3431156.html>, (14
Mayıs 2007).
Marx, K. ve E. (1848), Friedrich, “Bourgeois and Proletarians”, Communist
Manifesto, <www.marxists.org/archive/marx/works/1848/communist-
manifesto/ch01.htm>, (01 Mayıs 2007).
Ropp, S.C. (2005), “Strategic Implications of the Rise of Populism in Europe
and South America,” The Strategic Studies Institute of the US Army War
College, Temmuz 2005, <www.strategicstudiesinstitute.army.mil/
pdffiles/PUB605.pdf>, (14 Mayıs 2007).
HUKUKİ METİNLER
Avrupa Konseyi (2000), Presidency Conclusions, Lisbon European Council, 23–
24 Mart 2000.
Treaty Establishing a Constitution for Europe (2004), Official Journal of the
European Union, C. 310, S. 47, 16 Aralık 2004.
155
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ AVRUPA BİRLİĞİ VE ULUSLARARASI EKONOMİK İLİŞKİLER
(ULUSLARARASI İLİŞKİLER) ANABİLİM DALI
YAŞLANMA SORUNUNUN AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİNE
YAPI VE SÜREÇ AÇISINDAN ETKİLERİ
ÖZET
Bütün medeniyetler yükselir ve düşer. Batı medeniyetinin bir istisna olması
için hiçbir sağlam neden yoktur. Batılı ulusların büyük medeniyeti bir zamanlar,
“laissez-faire” kapitalizmiyle kişiselleşen, bireycilik üzerine yükselmiş ve şanının
zirvesine refah devleti uzlaşısıyla erişmiştir. Batının zaferi ve refah devleti ile
kapitalizm arasıdaki uzlaşı uluslar arasında “uluslarüstü” bir bütünleşme
yaratılarak güçlendirilmiş ve kurtarılmıştır. Fakat günümüzde, tüm bu olgular
arasındaki sibernetik (ve destekleyici) ilişkiler sallantıda gibi görünmektedir. Sosyal
yapının yaşlanma karşısında olduğu gibi, refah devleti de küreselleşme karşısında
dağılmaktadır. Bir zamanlar bu olgular arasındaki olumlu sibernetik ilişkiyle
desteklenen bütünleşme de, bu olumsuz gelişmelerden etkilenmektedir. Bu tez bu
olgular arasındaki ilişkileri ve Avrupa’nın ayrışması üzerindeki etkilerini ortaya
çıkarmayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: AB’nin bütünleşmesi ve ayrışması, refah devleti,
küreselleşme, yaşlanma.
156
T.R. ANKARA UNIVERSITY
SOCIAL SCENCES INSTITUTE EUROPEAN UNION AND INTERNATIONAL ECONOMICAL RELATIONS
(INTERNATIONAL RELATIONS) MAIN SCIENTIFIC BRANCH
EFFECTS OF AGEING PROBLEM ON STRUCTURE AND
PROCESS OF THE EUROPEAN INTEGRATION
ABSTRACT
Every civilization rises and falls. There is no solid ground for Western
civilization to be an exception. Once the great civilization of Western nations rised
upon individualism, epitomized by “laissez-faire” capitalism, and reached its
summit of glory by welfare state consensus. Victory of West and consensus
between welfare state and capitalism has been consolidated and saved by
creating a “supranational” integration between states. But today, the cybernetic
(and supporting) relations between all these phenomena seem like faltering.
Welfare capitalism is crumbling against globalization, as social structure did
against ageing. Integration, once promoted by the affirmative cybernetic relations
between those, is experiencing negative effects because of these developments.
This thesis is aimed to expose the relations between those phenomena and their
affect on European disintegration.
Keywords: Integration and disintegration of the EU, Welfare State,
Globalization, Ageing.
157
Recommended