Upload
others
View
5
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
YÂSÎN SÛRESİ سورة يس Nüzûl : 39
Mushaf: 36
02/03/2013
Kur’an’ın 36. Suresi olan Yâsin Sûresi, İbn Abbas'a göre "ey insan" anlamına geliyor. Yâsîn adını
ilk âyetinden alıyor. Hz. Peygamber sûreyi bu adla anmış (Ebu Davud). Buhârî ve Tirmizî ye sûre bu
isimle girmiş. Mekki olduğunda ihtilaf yok. 5 veya 6. yıla Mekke döneminin 2. Periyoduna yani
ortalarına tarihlendirilebilir. Cabir bin Zeyd’in nüzul tertibine göre yani iniş sırası tertibine 41. Sırada
yer alıyor, yani Cin sûresi ile Furkan sûresi arasında.
Sûrenin ana teması, konusu tek kelimeyle yeniden diriliştir. Surenin bütünü içerisinde bazen lafzen,
bazen mânen bazende bir dip akıntısı gibi işareten ahiret ve hasseten yeniden diriliş realitesi, yani
gerçeği surenin ana temasını teşkil ediyor. Hz. Peygamber'in onu özellikle ölmek üzere olan
insanlara okuma-hatırlatma tavsiyesini, Ebu Davud ve İbni Hibban nakletmişler. Bu ana tema
bağlamında anlaşılmalıdır, o zaman anlamı şöyle olur; ölüm döşeğinde iki dünya arasında köprüye
gelmiş biri bu sureyle, bu surenin kendisine hatırlattığı ahiretle yüzleşir, hatırlar hatta gözünde
canlandırır da belki bu sayede hazırlıklı bir biçimde ebedi aleme yürür. Hemen tamamıyla âhireti
konu edinmiş olması sebebiyle sûre, "Kur'an'ın atan kalbi" olarak nitelenmiştir. Onun böyle
nitelendirilmesi tesadüfi değil, çünkü âhirete iman, inanç esaslarının kalbi mesabesindedir. Kur’an’ın
atan kalbi olarak nitelendirilmesi de budur. Adeta Kur’an’ın her âyetine, her sûresine bu kalpten kan
yürüdüğü için, söz döner dolaşır hep âhirete gelir. Bu anlamda âhiret inancı sadece doğru bir imanın
değil, bizzat Allah'a imanın da olmazsa olmazıdır. "Eğer bir Allah olsaydı yeryüzünde bunca zulme,
bunca haksızlığa asla izin vermezdi" diyen bir mantık düşünün. Böyle bir mantık Allah inancını
sadece beşeri ve dünyevi çıkar hesaplarıyla tanımlıyor demektir. Bu durumda öte dünya realitesini
dikkate almadığı açık. Eğer böyle bir mantık öte dünya realitesini dikkate alırsa yeniden diriliş
realitesine iman ederse böyle bir sakatlığa ve sapıklığa düşer mi? Onun için Allah inancının
temelinde ahiret inancı yatmak zorundadır. Yani adalet inancı, yani anlam inancıdır. Dolayısıyla
Ahirete iman, adalete imanın ta kendisidir.
Bir davranışı ahlâkî kılan şey onun ardında yatan sorumluluk bilincidir. Hiçbir ahlaki davranış
kendisinden başlamaz. Niçin böyle davrandın? Sorusuna “hiç” diye cevap verilir mi? Hiç’e dayalı bir
ahlaki davranış olabilir mi? Hiç’e dayalı bir davranışın tekerrür etme garantisi olabilir mi? Hiç’e
dayalı bir davranış anlamlı olabilir mi? Anlamsız bir davranış ahlaki olabilir mi? Onun için bir ahlaki
davranış mutlaka gücünü kendi dışında bir kaynaktan almalıdır. Derin bir kaynaktan. O davranışı
yapan insan bu davranışın temel esasını o kaynağa dayandırabilsin ki, bu davranış onda geçici, anlık,
bir harekete dönüşmesin. Kalıcı, sabit bir değere dönüşsün. Ahlaki davranışlar, kalıcı ve sabit bir
değere dönüşmezlerse bu davranışın kendisi iyi olabilir fakat sahibini iyi kılmaz. Çünkü mutlak
ahlak değil, mukayyet ahlak olur. Bir yerde bir topluluğa karşı o davranışı yapan bu insan, bir başka
yerde kendi topluluğunun dışında veya görülmediği, gözetilmediği bir durumda aynı davranışı
göstermez. İşte bu ikisi arasında ki fark iyinin onu yapan kimsede bizatihi ahlaki davranışa
dönüşmemiş olmasıdır. Yani kaynağını onu yapanın yüreğinden almıyor, kökü orada değil.
Dolayısıyla bu iliştirilmiş bir davranış olacaktır. İyi dahi olsa bu iyiliğin garantisi yoktur, kırılgandır.
İşte bunun için sorumlulukla sorumsuzluk arasındaki ayırım şarttır. Sorumluluk gereği yapılan iyi
davranışlar, mutlaka adalet ayırımına tabii tutulmalıdır. Yani sorumsuzlukla sorumluluk arasındaki
farkın adil bir biçimde ortaya konulmasıdır. İşte Âhirete iman bu anlamda adaletin, hakkaniyetin
tecellisine imandır. Hesap gününü inkar hayatı sorumsuzca tüketmek kaygısından neşet eder.
Hayatını sorumsuzca tüketenler hesabını verebilecekleri bir hayat yaşarlar mı? Fakat hesabı
verilebilecek bir hayat yaşayanlar hesap gününe iman ederler. Çünkü âhiret, bu hayatın hesabının
görüleceği öbür hayattır. Şu halde Hesap Günü'nü inkârın temelinde, hayatı sorumsuzca tüketme
arzusu yer alır. Sorumsuzca tüketilmiş bir hayatın hesabı verilemez. Böyle bir akıl hiçbir iyiliği
kayıtsız şartsız bir kökene dayandırarak yapmaz. Kayıtlı iyiliktir, şartlı iyiliktir çünkü ahiret inancı
kayıtsız ve şartsız iyiliğin ödüllendirileceği esasına dayanır. Eğer bir gün yaptığınız her iyiliğin hiç
kimse görmemiş olsa dahi ortaya döküleceğine iman etmişseniz iyi davranmak sizin için artık
alternatifi olmayan bir davranış biçimine dönüşür. Tüketilmiş bir hayatın hesabı verilemez. Böylesi
bir hayat yaşayanların sorumluluktan kaçma arzusu, inkâr olarak kendini dışa vurur. Fakat inkâr,
Hesap Günü gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Onun için bu sûre 65.ayetinde: El yevme nahtimü ala
efvahihim ve tükellimüna eydıhim ve teşhedü ercülühüm bima kanu yeksibun "O gün ağızlarını
kaparız, mühürleriz bantlarız da; elleri Bize konuşur, ayakları da şahitlik yapar." Ne kazandı, ne
yaptı, ne etti bir bir sayar ve döker. İşte tamamının ana fikri yeniden diriliş ve hesap günü olan Yasin
sûresinin içinden sadece bir ayet bu.
İşte sûrenin ana temasının ahiret etrafında böylesine yoğunlaşmasının bir başka sebebi de varlığın
unuttuğumuz, çoğu zamanda gözümüzden kaçan tekamül yasasıdır. Bu yasa materyalist
düşüncelerinde kabul ettiği bir yasadır. Tekamül varlığın yasasıdır. Bu yasa sadece varlığın maddî
boyutu için değil, mânevî boyutu, görünmeyen boyutu için de geçerlidir. Madenler, bitkiler,
hayvanlar ve insanları kapsayan bu yasa, ruhuyla bir üst âleme ait olan insanda mânevî bir nitelik
kazanır. Madenlerin en gelişmişi bitkilerle bir teğetlik oluşturur, adeta kendisinden bir üstteki varlık
katmanına yükselir. Bitkilerin en gelişmişi sanki yoğunlaşan bir elektirik akımının atlama yapması
gibi bir üst aleme yükselir, varlık katmanıyla buluşur. Bir kontak noktası oluşur. Bu sadece insana
kadar böyle değildir. Maddi ve manevi boyutuyla, maddenin değil lahutun konusu olan insan kendi
türünün içinde yükselir ve yücelirse bir üst alem olan Âlemi Melekut’la irtibata geçer. Maddede
biten tekamül, manada devam eder. Cennet aslında insanın tekamülünün son durağıdır. Manevi
alemlerde Âhiret, bu sürecin mânevî olan öbür yüzünü temsil eder. Vahiy, hayat yolcusunu her tür
sapmaya karşı uyarır. Bu uyarı sorumluluk bilincine sahip olanlara, yani "(Kalben) diri olanlara" (70)
yarar sağlayacaktır. Sûre Allah'ın azamet ve kudretini beyan eden bir pasajla son bulur. İbn Abbas'a
bu sûrenin fazileti sorulunca, "Bunu bilmiyorum, fakat (galiba) son âyeti içinmiş!" der. Fe
sübhanellezı bi yedihı melekutü külli şey'iv ve ileyhi türceun “Her şeyin tasarrufunu (kudret) elinde
bulunduran (Allah), her tür kişileştirmeden uzak ve yücedir: nihayet hepiniz O'na döndürüleceksiniz”
Sûre, Yasîn kelimesinin müstakil bir âyet olup olmadığı yorumuna binaen, Kûfe okuluna göre 83
âyet, diğer tüm okullara göre 82 âyettir.
KOVULMUŞ, TAŞLANMIŞ ŞEYTANIN ŞERRİNDEN ALLAHA SIĞINIRIZ
بسم الله الرهحن الرهحيم RAHMAN RAHİM ALLAH’IN ADIYLA
Özünde merhametli, işinde merhametli Allah adına
Sonsuz sevginin kaynağı ve sonsuzca seven Allah’ın adıyla
(1يس ) Yasın
“Ey insan!” - Aslında bu kelimenin birçok tefsir otoriteleri anlamlı bir kelime olmaktan öte birçok sûrenin başında
gelen mukattaat harflerinden biri olduğunu söylemişler. Yorumlardan biri budur. Fakat tercümanil
Kur’an lakaplı İbni Abbas bu harflerin veya daha doğrusu bu kelimenin hurufu mukatta değil anlamlı
bir isim olduğu görüşünde. Habeş dilinde ve arap kabilelerinden Tayy lehçesinde insan yerine
kullanılan “Ya Uneysin” yani bir şefkat ifadesi olan ismi teshir kipinde “ya bûney” yavrucuğum,
canım yavrum, ey can insan, ey değerli insan, ey değerli varlık manasına "ey insan" anlamına gelir.
Yine bu görüşe İkrime, Dahhak, Said b. Cübeyr gibi Kûfe ekolüne sahip müfessirlerle Hasan basri
gibi Basra okulunun önde gelen otoriteleri de katılmışlar. Hatta Said bin Cübeyr bunu Rasulallahın
isimlerinden bir isim olduğu yorumunu yapmış, öyle okumuş. Yine Habeş dilinde de “ey insan”
anlamına geldiğini tespit etmişler.
- Neden böyle bir isimle giriyor bu sûre? Eğer bu bütün otoritelerin yorumlarını kabul edersek ki en
kabule şayan yorum, görüş bu olmalı, ey insan diye bir nida ile girmesinin sebebi ne? Özellikle
burada ey insan denilenin Rasulallah olduğunu hemen hatırlatalım. Çünkü hemen devamında 3.
Ayette İnneke le minel murseliyn sen diye devam ediyor, gönderilmiş peygamberlerdensin diyor.
Demek ki burada ki ey insan hitabı genel olarak insanlığa olmaktan çok Rasuallahadır. Peki neden?
Bunun iki nedeni olabilir; insan olmanın haysiyet ve değerine bir atıf, yani bizatihi insan olmak çok
değerli bir şey. Çok yüce bir şey, onun için bir insanı övecekseniz ona insan demeniz yeterli. Onun
için bir insan eğer yücelmek istiyorsa, büyümek istiyorsa, gelişmek istiyorsa kendisine tumturaklı
şatafatlı bambaşka sıfatlar aramaya kalkmasın. İnsan olsun. Çünkü insan doğulmaz, insan olunur.
Beşer doğulur, insan olunur. İnsan olmak anatomik bir şey değildir. İnsanın fiziki boyutuyla ilgili bir
şey değildir. İnsan olmak insanın ruhani boyutuyla, aklî boyutuyla, iradi boyutuyla ilgili bir şeydir.
Onun için birinci amacı insan olmanın değerine bir atıf. İkincisi ise peygamberin, Rasulallahın, Mz.
Muhammed Mustafa a.s ‘ın insan olduğuna, yani beşer olduğuna, melek olmadığına, ayaklarının
yerden kesik olmadığına. Yeryüzünde iz bıraktığına, dolayısıyla izlenecek birini arıyorsak onu
izlememiz gerektiğine bir işaret hem de kelimenin en güzel manalarıyla insanlığın ufku olduğuna bir
atıftır. Bu noktada bu sûrenin 15. Ayetini hatırlayalım; Kalu ma entüm illa beşerum mislüna…;
dediler ki siz bizim gibi bir beşerden, ölümlü bir insandan başkası değilsiniz. Yani bu mantığa bir atıf
aynı zamanda bu, tüm inkarcı toplumlar kendilerine gönderilen peygamberlere itiraz ederken ilk
gösterdikleri itiraz delili “sizde bizim gibi bir insansınız” demek olmuştur. Melek bekliyorlardı.
Aslında onların melek beklentileri muhataplarından çok kendilerinin bulacakları mazerete bir kulp
olsun içindi. Eğer melek gönderilmiş olsaydı insan yerine peygamber olarak o zamanda “bizim bir
meleği izlemek gibi bir kabiliyetimiz olamaz, çünkü yapısal farkımız var, tabiatımız uyuşmuyor”
diyeceklerdi. İzleme gönüllü olmadıkları için daha kolay mazeret uyduracaklardı. Onun için Kur’an
açıkça isra suresinin 95.ayetinde Kul lev kâne fîl ardı melâiketun yemşûne mutmainnîne le nezzelnâ
aleyhim mines semâi meleken resûlâ; eğer yeryüzünde salına salına dolaşan melekler olsaydı, bizde
peygamber olarak melek gönderirdik. Cevabını veriyor.
- Bu anlamda ey insan hitabının muhatabın zihninde çağrıştırdığı ilk düşünce “insan ol” sözcüğünün
en güzel anlamlarıyla beraber gözümüzün önüne insan deyince kimin gelmesi gerektiğidir. Ders
budur. İnsan deyince veya biri bize insan ol deyince gözümüzün önüne Rasulallah’ın gelmesi
gerektiğini ima ediyor bu ayetler. Nasıl insan olalım? İşte insan olmak böyledir ey insan. Yine ilginç
bir anektod; Kur’an’da rasulallahın Muhammed ismi mükerreren kullanılır, Ahmet ismi kullanılır,
fakat bunların hiçbiri nida formuyla gelmez. Ey Muhammed, ey Ahmed kalıbıyla gelmez. Ama
rasulallaha nida olarak gelen tek vasıf veya Said b. Cübeyr’e göre isim budur; Ey insan. Yani her
şeyi anlatmaya yetiyor aslında. Ey insanlığın zirvesi, Ey insanlığın ufku, ey insanlık modeli, usvetun
hasenetun budur işte. İnsanlık için bir model, bir şahit, bir şehit, bir tanık, bir mostra. Bu manada
Hz. İsa’yı düşmanlarına şikayet eden hain Yahuda’nın hikayesi anlatılırken onun Romalı askerlere
Hz. İsa’yı “işte insan” diye gösterdiği nakledilir. “İşte insan” yani demek ki tüm peygamberler
aslında Allah’ın insanlığın önüne sunup da işte insan diye model gösterdiği model şahsiyetlerdir. Ve
onların tamamının ufku da, zirvesi de bu sûrenin girişinde kendisine hitap edilen Allahrasulü a.s.’
dır.
(2والقرآن الكيم )Vel kur'anil hakiym
“Hikmetle (muhatabını inşa eden) bu Kur'an'a andolsun”
- Ayetin tefsirine geçmeden hikmet kavramı üzerinde biraz duralım; Hikmet; insanın salim bir bilgi,
salim bir akıl yani; sahih bir bilgiyle salim bir akılla vardığı muhakeme yeteneğidir hikmet. Muhakeme
yeteneğinin iki ayağı var birisi sahih bilgi, öbürü salim bir akıl. Bu iki ayağı üzerine doğrulan muhakeme
yeteneğine kavuşur yani hikmet sahibi olur. Allah için kullanıldığında bir şeyi yerli yerinde yaratmak, kul için
kullanıldığında Allah’ın yarattığını yerli yerinde tutmaktır diye de tarifi yapılmış. Bu tanıma göre hikmetin
zıttı zulümdür, zulüm Allah’ın yarattığı şeyi yerinden etmektir.
- Neden muhatabını inşa eden diye bir parantez içi cümleye ihtiyaç duyduk? Çünkü El Hakîm kalıbı
mübalağa ile ism-i fail kalıbıdır, aşırı özne, özneliğin maksimumu ile özne. Dolayısıyla ismi fail
kalıbı canlı ve bilinçli özneler için kullanılır. Yani Kur’an’a Rabbimiz Hakîm sıfatını vererek canlı
ve bilinçli bir özne gibi bakmamızı istiyor. Kur’an’a özne olarak bakmak nedir? Sizi inşa edecek bir
usta olarak bakmaktır. Çünkü Kur’an’ın indiriliş amacı, genelde vahyin indiriliş amacı inşaadır.
Vahiy ilahi bir inşa modelidir. İlahi bir inşa projesidir. Vahyin inşa ettiği şeyde insandır. Zaten ey
insan diye başlayıp, vel Kur’anil hakiym diye devam ediyorsa ve Kur’an’ın Hakîm oluşuna dikkat
çekiyorsa şunu söylüyor; İnsan olmak istiyorsanız, vahyin kılavuzluğuna sarılın, insan olmak
istiyorsanız vahyin hikmetine sarılın, insan olmak istiyorsanız vahyin ışığından ayrı kalmayın demek
istemektedir. İşte onun için bilinçli ve canlı özneler için kullanılan ismi fail kalıbını burada Kur’an’ın
bir niteliği olarak getirmiş El Hakîm. Ey insan Kur’an’a inşa edici bir özne olarak bak. Bunun tersi
nedir? Senin özne olup, Kur’an’ın nesne olması. Eğer Kur’an’ı nesneleştirirsen vahyin dediğinin tam
tersini yaparsın. Kur’an’ı nesneleştirmek ne demek; Kur’an sizi inşa edip, Kur’an size yol
göstereceği yerde siz Kur’an’ı inşa etmeye, yani kitaba uymak yerine kitabına uydurmaya, onun
üzerinde tasarrufta bulunmaya, ona yol göstermeye kalkarsınız. İşte bu roller ters dönmüş olur bu
durumda. O zaman vahiy fonksiyonunu icra edemez. O zaman ilk nesli yeryüzünün en büyük
hamlesini yapacak şekilde eğiten Kur’an ilk nesle indiği gibi sizin elinizde olmasına rağmen sizde
hiçbir şey değişmez. Bu aradaki fark Kur’an’dan kaynaklanmaz; bu arada ki fark muhatabın
Kur’an’a bakışından kaynaklanır. İlk nesil kendilerini Kur’an’ın inşasına açmışlar, akıllarını,
tasavvurlarını ve şahsiyetlerini Kur’an’a inşa ettirmişlerdi. Doğru ve yanlışın içini Kur’an’a
doldurmuşlardı. Kur’an doğruyu nasıl tanımlıyorsa doğruyu öyle kabul etmişlerdi. Yanlışı nasıl
tanımlıyorsa öyle kabul etmişlerdi. İyi ve kötüyü, kazancı ve kaybı, yükseği ve alçağı nasıl
tanımlamışsa Kur’an onlarda öyle bilmişlerdi. Zaten Kur’an’ı özne bilmek budur. Kur’an’ın inşa
ettiği bir zihniyete, bir akla, bir tasavvura sahip olmakta budur. O zaman artık vahiyle tutar, vahiyle
görür, vahiyle konuşur, vahiyle ölürsünüz. Ama bunun tersi vahyin nesneleşmesidir ki artık Kur’an
inşa edici bir özne olmaktan çıkmıştır. O zaman elinizin altında, canınızın istediği zamanlar, törensel
bir unsura dönüşmüştür. Ölüm törenlerinde, düğün törenlerinde, açılışlarda geçici bir zaman için
ruhuna nüfuz etmeden, aklınızı, zihninizi ona açmadan tabiri caizse bir kadavra muamelesi yaparak
elinize eldiven, burnunuza maske önünüze önlük takıp onu bozdurup bozdurup harcayarak
parçaladıktan sonrada aşağı atarak Kur’an okumuş olmayız. Bu Kur’an’a nesne muamelesi
yapmaktır. Onun için Kur’an bu surenin daha 2.ayetinde El Hakîm niteliğiyle uyarıyor.
(3المرسلين )إنهك لمن 3.İnneke le minel murseliyn
“ki sen, elbette gönderilen elçilerden birisin.”
- Bir cümledeki bu dört pekiştirme, Nebi'yi inkârın aslında dört inkâr olduğunu gösterir: Peygamberi
inkâr Kur'an'ı, Kur'an'ı inkâr âhireti, âhireti inkâr Allah'ı inkâr demektir. Bu ilk ayetlerde gösterilen
yol, birbiri ardınca gelen halkalar bir yalanlama zincirinin ilk halkasının nasıl bizi son halkaya doğru
götürdüğünü de gösteriyor Allah Korusun.
- İnkarın şiddetine bakın ki tek bu âyette dört tekit ile geliyor ayet;
Ne kadar ısrarcı inkarcılarsa inne ile geliyor, inne muhakkak, kuşku yok, şüphesiz vurgularıyla
geliyor.
Le; lemindeki lam ikinci tekit.
3.sü yemin, 2.ayetteki yemin burayı da kapsar.
4.sü İsim cümlesi, isim cümlesi de arap dilinde fiil cümlesinden farklı olarak ısrara, yani sabit kadem
olarak subut’a delalet eder ki ısrarcıyım manasına gelir. Ayak diriyorum yan anlamını içerir.
(4على صراط مستقيم )Ala sıratım müstekıym
“Dosdoğru bir yol üzeresin.”
- Bir sonraki âyetin delaletiyle: …ve in ihtedeytu fe bimâ yûhî ileyye rabbî "eğer ben hidayetteysem bu
Rabbimin bana ilettiği vahiy sayesindedir" (76/Sebe': 50). Yani demek ki eğer rabbimizin vahyi
olmazsa bizim şaşırmamız işten bile değil. Ve vecedeke dâllen fe hedâ. (Duha 7) Yolunu kaybetmiş
bulup da yola, doğru yola yöneltmedik mi diyen Kur’an buna atıf yapar. Ve Kur’an’ın başrolü
muhatabına ilahi bir kılavuzluktur.
(5ت نزيل العزيز الرهحيم )Tenziylel aziyzir rahıym
“(Çünkü bu vahiy) her işinde mükemmel olanın, en merhametli olanın katından
indirilmiştir:”
- Vahiy ilahi rahmetin tecellisidir. Allah tenezzül buyurmuştur insanoğluna. Onun için insanoğlunun
önüne bir gök sofrası açmıştır. Bu gök sofrası vahiy sofrasıdır. Karınlar acıkır yer sofrasında doyar,
ruhlar acıkır, akıllar acıkır gök sofrasında doyar. Onun için bu gök sofrasının başına tüm insanlık
davet edilmiştir. Bu sofra yedikçe çoğalan bir sofradır. Tüm insanlık bu sofraya davet edilmiştir. Ve
Allahrasulünün alemlere rahmet olmasının anlamı da budur. Bu sofrayı insanlığa açtığı için alemlere
rahmet olmuştur.
(6لت نذر ق وما ما أنذر آباؤهم ف هم غافلون )6.Li tünzira kavmem ma ünzira abaühüm fehüm ğafilun
“bu sayede ataları uyarılmamış, dolayısıyla haktan gafil kalmış bir topluluğu
uyarabilesin.”
- Veya mâ'nın ilgi zamiri anlamına dayanarak: "ve böylece ataları uyarılmış, fakat kendileri haktan
gafil kalmış bir topluluğu uyarabilesin" (Râzî). Tercihimizi hem Kasas 46; ve lâkin rahmeten min
rabbike li tunzire kavmen mâ etâhum min nezîrin min kablike leallehum yetezekkerûn; “fakat senden
önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir topluluğu uyarasın diye Rabbinden bir rahmet olarak
gönderildin; ola ki, düşünüp ibret alırlar.” ayeti, hem de nüzul ortamının tarihsel gerçekliği
doğrulamaktadır. Bu âyet görev alanının kapsamını değil başlama noktasını gösterir. Tabi ki Kur’an
vahyi tüm insanları kapsar, tüm insanlığa indirilmiştir. Tabii bu manada şunu da unutmamak lazım;
Ve enzir aşîretekel akrebîn; uyarmaya yakınlarından, aşiretinden, akrabandan başla (Şuara 214)
diyen ayet aslında vahyin hitap sınırını falan daraltmış olmuyor kesinlikle. Çünkü öbür taraftan İnnâ
erselnâke bil hakkı beşîren ve nezîrâ diyor. Biz seni bütün bir insanlığa, müjdeleyici ve uyarıcı
olman için gönderdik diyor (Fatır 24). Yani tüm insanlığa, peki bu iki ayet arasındaki ilişkiyi nasıl
kuracağız? Elbette odaktan çevreye doğru, bir üslüp, bir yol yordam izlenir. Kişinin hakikati
duyuracağı en yakınlarıdır. Dolayısıyla daha sonra suya atılan bir taş gibi dalga dalga çember
yayılacaktır. İşte burada başlama noktasına işaret edilmektedir.
لقد حقه القول على أكثرهم ف هم ل ي ؤمنون )7(Le kad hakkal kavlü ala ekserihim fehüm la yü'minun
Doğrusu, onlardan birçoğu hakkındaki söz tahakkuk etmiştir: artık asla iman et-
meyecekler.
- Çoğunluğun akletmeyeceği, iman etmeyeceği ve şükretmeyeceğine dair ilâhi bilgi, biz bunu
Kur’an’ın birçok yerinde görüyoruz; mesela ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn Araf 187 insanların
çoğu bilmez ayeti gibi, yine fe ebâ ekserun nâsi illâ kufûrâ Furkan 50 gibi insanların çoğu nankörlük
ederler. Adeta bu bir ilke, gerçekten yığınlar, kalabalıkların ilgisi manevi olana değil maddi olanadır.
İlgisi hakikate değil yalanadır. İlgisi eşyanın derinine değil yüzünedir. Onun için ekseruhum lâ
ya’kılûn ankebut 63 insanların çoğu akletmezler. Niye iman etmez çünkü akletmezler. Kur’an’da
üçüncü bir kalıp daha var; ve lâkinne ekserehum lâ yeşkurûn Neml 73 şükretmezler, insanların çoğu
şükretmezler. İman etmedi ki şükretsin, akletmedi ki iman etsin. Dolayısıyla bu kalıplar kitlelerin,
yığınların tabiatını ele verir. İşte burada da sözden kasıt bu olsa gerektir. Söz kesilmiştir yani
kitlelerin, yığınların arasına girmiş alıcılarını kapamıştır zımnen.
(8إنها جعلنا ف أعناقهم أغلل فهي إل الذقان ف هم مقمحون )İnna cealna fı a'nakıhim ağlalen fe hiye ilel ezkani fehüm mukmehun
“Zira (sanki) Biz onların boyunlarına, çenelerine kadar uzanan demir halkalar
geçirmişizdir de, başlarını bir türlü eğememektedirler.”
- Müteakip âyetlerin de gösterdiği gibi, inkârcıların dünyadaki halini tasvir eden bu âyet onların küstah
ve kibirli tavırlarının mecazi bir anlatımıdır. Müfessirlerimiz bu ayeti ahirete müteallik anlamışlar.
Fakat zemahşeri ve razi gibi birçok müfessirimizin de dikkat çektiği gibi bu ayet gerçekten de
temsili bir ayettir. İnkarcıların Allah’a baş kaldırmada ki ısrarlarını temsil etmektedir. Boynun
üstünde, çenenin altında o kadar sıkıştırılmış ki bu halkalar artık çenesini havaya kaldırmış, yere
inmiyor. Burada ince bir ironi de söz konusu; başını eğecek zaman gelince başını eğemeyecek.
Boyun halkaları aynı zamanda köleliği temsil eder. Zaten mukmehûn, hem başkaldırı hem de zillet
ve utancı içeren çift kutuplu bir anlamaya izin verir. Zımnen: Allah'a kul olmamak için
başkaldırırlar, fakat benliklerinin, şehvetlerinin, şeytanın kulu-kölesi olurlar.
ناهم ف هم ل ي بصرون )9( ا فأغشي ا ومن خلفهم سد وجعلنا من ب ين أيديهم سد
Ve cealna mim beyni eydihim seddev ve min halfihim sedden fe ağşeynahüm fehüm la
yübsırun
“Yine (adeta) önlerinden ve arkalarından birer set çekmiş ve gözlerini perdelemişizdir de,
artık görememektedirler.”
- Yine burada dünyaya müteallik olarak anlayacaksak adetayı paranteze almak durumundayız.
Sembolik kullanıldığını daha önce söylemiştik. Manevi körlükten bahsediyor dil bu ayet. Yoksa birer
duvar çekmeden, set çekmekten değil. Fakat sanki duvar varmış gibi, hatta duvardan da öte ses
geçirmez, duygu geçirmez belki de böyle bir ruhu engelleyen bir duvar düşünün. Göz var fakat ışık
yok. Işığa kapalı, vahye kapalı, eğer en keskin göz bile olsa vahiy yoksa karanlıkta neyi görebilir ki.
İşte belki bu duvar insanın kendi ruhunun önüne, aklının, bilincinin önüne ördüğü ses geçirmez,
vahiy geçirmez korkunç bir duvar. Ondan bahsediyor ayet.
(01وسواء عليهم أأنذرت هم أم ل ت نذرهم ل ي ؤمنون )Ve sevaün aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhüm la yü'minun
“Şu halde sen onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için fark etmez: iman etmezler.”
- Dönmezler. Algılamazlar, çünkü gözlerini güneşe kapamışlardır. Çünkü yüreklerini ve gönüllerini
kapamışlardır, hiçbir etkisi olmaz. Etkisi olmayacak diye sen uyarıdan vazgeç manasına gelmiyor bu.
Sen uyar çünkü kimin kapalı kimin açık olduğunu bilemezsin ki. Efendimiz; ben insanların kalbini
açıp bakmak için gönderilmedim, diyordu. Onun içinde herkesi uyardı, herkesi müjdeledi, herkesi
davet etti. Çünkü kimin kapalı, kimin açık olduğu davetten sonra belli olur.
ره بغفرة وأجر كريم ) ا ت نذر من ات هبع الذ كر وخشي الرهحن بالغيب ف بش (11إنهİnnema tünziru menittebeaz zikra ve haşiyer rahmane bil ğayb fe beşşirhü bi mağfirativ ve
ecrin kerım
“Ne ki sen, sadece ilâhi uyarıya tabi olan ve idraki aşan bir hakikat olmasına rağmen O
rahmet kaynağına derin bir ürpertiyle saygı duyan kimseyi uyarabilirsin: o halde bu
gibileri tarifsiz güzellikte bir ödülle müjdele!”
- Tıpkı Hicr 49’da Nebbî’ ibâdî ennî enel gafûrur rahîm kullarıma haber ver ben sonsuzca bağışlayan
bir Rabbim, fakat 50. Ayet Ve enne azâbî huvel azâbul elîm ama birde azabım var ki o çok acı bir
cezalandırmadır ayetini hatırlatıyor. Kullarımı müjdele haber ver rahman benim ama istismar etmeye
kalkmasınlar. Rahmetin kaynağı benim, eğer bir yerde rahmet, merhamet görmüşlerse onun
kaynağını izlesinler orda beni bulacaklar. Bu kaynağın arıtmayacağı kir yok, temizlemeyeceği günah
yok. Ama yeter ki yöneltsinler. Ayetin söylediği açık, Allah’a yönelin, bağışlanmayacak hiçbir
günah yoktur. Rahmetin kaynağının o olduğunu bilin ve bu bilinçle onun kapısına gelin. Bunu
söylüyor.
موا وآثارهم وكله ش ناه ف إم إنها نن نيي الموتى ونكتب ما قده (11ام مبين )يء أحصي
İnna nahnü nuhyil mevta ve nektübü ma kaddemu ve asarahüm ve külle şey'in ahsaynahü
fı imamim mübiyn
“Elbette Biz, evet ölüyü Biz dirilteceğiz ve onların önden yolladıklarını da arkada
bıraktıkları eserleri de Biz yazacağız: böylece her şeyi kaydeden tarifsiz ve çok gelişmiş bir
ana (bellek)te kayıt altına almış oluruz.”
- Burada sadakayı cariyeyi, Rasulallahın öldükten sonra şu üç şey kişinin amel defterini kapamaz
haberini hatırlıyoruz. O üç şey salih evlat, hayırlı bilgi ve sadakayı cariye. Sadakayı cariyeyi
biliyoruz insanlığa yararlı şeyler. Hayırlı evlat onu da biliyoruz. Hayırlı bilgi, sahih bilgi yani yararlı
bilgi, doğru bilgi, İnsanın yaşayan ameliymiş. İnsan ölür fakat ölmeyen bir şey geriye kalırsa o da
yaşayan amelidir. Bu hadiste beyan edilen üç şey insanın arkasından çalışan cari hesap olması çok
anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bir başkasının sevabı değildir o giden, o giden kendi sevabıdır.
Kendisi ölmüş ama ameli yaşamaktadır, kitap olarak yaşamaktadır, insanları irşad ederek
yaşamaktadır. Onu her okuyandan bir pay gitmektedir. Yine evladında yaşamaktadır, yine yararlı
eserler.
- İmâmin mubînin'deki her iki kelime de belirsizdir. Buna rağmen mubîn "açık-seçik, apaçık"
mânasındadır. İlk bakışta birbiriyle çelişir gibi görünen bu unsurlar, derin düşünüldüğünde hem
Levh-i Mahfuz'un akıl sır ermeyen, hem de hiçbir şeyi atlamayan yapısını ifade eder. (Benzer bir
ibâre ve tahlil için bkz. 70/Hûd: 6, not 11.) İmâm kelimesi, türetildiği umm kökünün de ele verdiği
gibi, bir şeyin kendisinden neş'et ettiği "aslı" ve "ana"yı ifade eder. Kelimenin etimolojisinde
"gelişmiş ve öncü" anlamı da vardır imame, imam ordan gelir, (Bkz: 72/Hicr: 79, not 47). Yani kayıt
tutmanın en ileri aşaması neyse onunla kayıt tutacağız. Gören Allah’a imanı pekiştiren bir ifadedir
bu. 3000 boyutlu bir kamera düşünün, 3 boyutlu değil. Bugün 3 boyutlu kayıtları izleyince hayran
oluyoruz. Bu ise 3000 boyutlu, bu boyutların içinde o işi yaparken aklından neler geçiyor, kalbinden
ne geçiyor, hafızan ne durumda, seninle görevli meleklerin yüzü nasıl? Yani o hareketine nasıl tepki
veriyorlar. Kayıtta o da var ve nefsin, enen, egon ne durumda, şeytanın ne durumda? Yani hepsi
kayıtta; bir tek eylem ama o eylemin altında iç fakültelerinde neler dönüyor, hepsi kayıt altında.
Bunu insanın hafsalası almıyor. Aklı düşünemiyor bile böyle bir kayıt sistemini. İşte böyle bir kayıt
sistemiyle kayıt altına alınmış olarak hesaba çıkacak.
(13واضرب لم مثل أصحاب القرية إذ جاءها المرسلون )Vadrib lehüm meselen ashabel karyeh iz caehel murselun
“ONLARA, kendilerine elçiler gönderdiğimiz şehir halkının hikayesini anlat.”
- Katade ve İkrime Taberi naklediyor bunu, bu şehrin, bu karyenin Antakya olduğunu söylerler.
20.ayette …aksal medıne şehrin en uzağından Medine diye geçiyor. Kur’an bir yer için Medine
diyorsa eğer orada hukuki her türlü altyapı var demektir. Çünkü bir yerin Medine olabilmesi için
oranın Deyyan’a sahip olması demektir. Deyyan orada hukukun işlediğini gösterir. Onun içinde bura
tam anlamıyla bir uygarlık kenti ki Antakya buna uyuyor. Orada ki halkında Antakyalılar olduğu
yorumunu yapmış bu otoriteler. Racülünde ilerde gelecek Habibi-i Neccar olduğunu söylemişler
Antakyada bulunan. Bu ayetler arasında bir bağ kurmuşlar. Elçilerinde Hz.İsa’nın havarileri
olduğunu söylemişler. Bu yorumu eksen alacak olursak El Murselun’u peygamber manasına elçiler
değil elçinin elçileri anlamına alabiliriz. "(elçinin) elçileri" anlamına yani "davetçiler". Hz.İsa
göndermişse onlara peygamber dememiz doğru olmaz. Bu kelime kıssa boyunca hep edilgen bir kip
olan murselûn kalıbıyla gelmiş, ne isim ne de zamir olarak Allah'a isnat ve izafe edilmemiştir. Yani
rusuluna gibi bir izafet terkibi kullanılmaz. Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderen Rasulullah'ın onu
"Allah'ın Elçisi'nin elçisi" diye nitelemesine benzemektedir. Dolayısıyla murselûn "Allah'ın elçileri"
değil "elçinin elçileri" anlamına gelir. Musa ve Harun örneğinde olduğu gibi birbirini destekleyen
iki elçi gönderildiği istisnai durumlar olmuşsa da, fakat üç elçinin aynı anda aynı yere gönderildiği
Kur’an’da hiç geçmez. Buradan da yola çıkarak elçinin elçileri olabileceğini söyleyebiliriz.
- Fakat burada asıl parmağa değil, parmak ayı gösterirken aya bakmak lazım. Kur’an ne yerden,
coğrafyadan bahsediyor, ne isim veriyor. Bunları vermiyorsa eğer aslında bizim parmağa değil de
aya bakmamızı istediği içindir. Bu da zaten sadece yorumlardan bir yorumdur. Ve bu yorumu ilk
nesilden itibaren red eden büyük otoriteler olmuştur. İbn Kesir bu tür yorumlara ciddi bir biçimde
itiraz eder. Peki camdan bakacak olursak cama değil de ne görünür burada; burada görünen her
coğrafyada, her ortamda vahyi, hakikati ileten her insanın başına gelecek olanlardan bir örnek
seçilmiştir burada. Yani hakikati insanlara ulaştıranlar neleri göze almışlar. Nasıl bedeller ödemişler,
bunun örneğine burada bak, ey ilk muhatap olan rasül sende ibret al, ey bu vahyin tüm muhatapları
sizde hakikati taşımak istiyorsanız bu örnek aklınızdan çıkmasın. Ve bu kıssa zamanlar üstü olarak
anılmalı ve kıssadan hisse çıkarmak için burada anlatıldığı unutulmamalıdır.
بوها ف عزهزنا بثا (14لث ف قالوا إنها إليكم مرسلون )إذ أرسلنا إليهم اث ن ين فكذهİz erselna ileyhimüsneyni fe kezzebuhüma fe azzezna bi salisin fe kalu inna ileyküm
murselun
“Bir zamanlar onlara iki elçi göndermiştik, ama ikisini de yalanladılar. Bunun üzerine
(onları) bir üçüncüyle destekledik ve onlar dediler ki: "Biz size gönderilmiş elçileriz."”
- Bu ayet rivayet ve yorumların ötesinde anlaşıldığında ortaya şu çıkar; burada ki iki elçi Hz. Musa ve
Hz. İsa ve onlarla yollanan tevrat ve incil. Yalanlanmaları onların bıraktıkları mirasa ümmetlerinin
ihanetleridir. Ve üçüncüsüyle desteklenmesi ise Rasulallahla onların mirasının desteklenmesi
biçiminde anlaşılabilir, belki bu yorum en güzel yorumlardan biridir. Hz. Muhammed a.s ve Kur’an
vahyinin Musa ve İsa’nın vahyini desteklediği Kur’an’ın sık sık söylediği bir gerçektir.
قالوا ما أن تم إله بشر مث لنا وما أن زل الرهحن من شيء إن أ ن تم إله تكذبون )11(15.Kalu ma entüm illa beşerum mislüna ve ma enzeler rahmanü min şey'in in entüm illa
tekzibun
(Şehir halkı) dediler ki: "Siz de sadece bizim gibi beşer türüne mensupsunuz. O rahmet
kaynağı da hiçbir şey indirmemiştir: siz sadece yalan söylüyorsunuz!"
- Yine burada melek peygamber talebi var. Kur’an’da helaki anlatılan tüm toplumların
peygamberlerine ettikleri ilk itiraz “bize bir melek gönderilmeli değil miydi” olmuştur. Altında yatan
sebep Allah’ın hayata aktif müdahalesini inkar etmek istiyorlardı. Çünkü eğer melek gönderilseydi
onu izlemeyeceklerdi. Ve Allah’ın insana melek elçi göndermeyeceğini de biliyorlar. Allah’ın
maksadı hayatın içine müdahil olmaktır. Yani vahyi ile insana kılavuzluk yapmaktır. Eğer vahyi ile
kılavuzluk yapacaksa bunu bir insan uygulayacak. Bir insanın şahsiyetinde bunun yaşanması gerek
onun için mazeret ileri sürüyorlardı. İsra 95. Ayette ayetinde Kul lev kâne fîl ardı melâiketun
yemşûne mutmainnîne le nezzelnâ aleyhim mines semâi meleken resûlâ; eğer yeryüzünde salına
salına dolaşan melekler olsaydı, bizde peygamber olarak melek gönderirdik diyordu. Yeryüzünde
insanlar yürüyor.
- ve ma enzeler rahmanü min şey'in Rahmanda hiçbir şey indirmemiştir dediler; mantık Allah’a
inanmak ama hayata müdahalesini red etmek mantık bu. Onun için Rahman ismi ısrarla geliyor.
Allah’ın Rahman ismi hayata Rahmetiyle müdahil olduğunu ifade eder, vahiyde bu rahmetin
tecellisidir, tezahürüdür.
قالوا رب نا ي علم إنها إليكم لمرسلون )11(Kalu rabbüna ya'lemü inna ileyküm le murselun
“(Elçiler) dediler ki: "Rabbimiz biliyor ki biz size gönderilmiş elçileriz.”
نا إله البلغ المبين )17( وما علي
17.Ve ma aleyna illel belağul mübın
“Ve biz size açıkça tebliğ etmekten başka bir şeyle mükellef değiliz."”
- Yani sadece biz size tebliğ ile emrolunduk. Görevimiz tebliğ etmektir, polemik yapmak değil
demeye getiriyorlar.
قالوا إنها تطي هرنا بكم لئن ل ت نت هوا لن رجنهكم ولي مسهنهكم منها عذاب أليم )11(Kalu inna tetayyarna biküm leil lem tentehu le nercümenneküm ve le yemessenneküm
minna azabün eliym
“(Şehir halkı) dediler ki: "Şüphesiz bize uğursuzluk getirdiniz. Eğer buna bir son
vermezseniz, sizi öldüresiye taşa tutar ve sizi keyfimizce şiddetli bir biçimde ceza-
landırırız."”
- Allah’a ve vahyin Allah’tan geldiğine inanmazken, batıl inançlarına nasılda inanıyorlar. Batıl
inançlarından da vaz geçmiyorlar. Uğursuzluk; Allah’ın müdahalesini red eden akıl eşyayı
özneleştiriyor. Uğurluluk veya uğursuzluk bu anlama gelir. Araf 131’de İsrailoğulları da Hz.
Musa’yı eleştirirken Musa’yı aynı şeyle suçlamışlardı, sen bize uğursuzluk getirdin demişlerdi.
Eşyayı böyle nitelemek aslında eşyanın karşısında nesneleşmektir. Artık o öznedir, siz nesnesinizdir.
Siz onu değil o sizi kullanmaya başlar. Onun için Allah El Kuddus’dur, her türlü kutsallık lütfu
ondan gelmelidir. Onun dışında bir şeyden kutsallık atfı Allah’a ait bir vasfı çalmaya kalkmaktır.
- lem tentehu le nercümenneküm ve le yemessenneküm minna azabün eliym Eğer buna bir son
vermezseniz, sizi öldüresiye taşa tutar ve sizi keyfimizce şiddetli bir biçimde cezalandırırız."”
Dediler. Lafzen: "bizden, tarafımızdan". Bu bağlamdaki en uygun karşılığı "keyfimizce". Zımnen:
hiçbir hak ve hukuku gözetmeksizin cezalandırırız.Yani sözün gücüne karşı, gücün sözünü
kullanmaya kalktılar. Sözün gücü vahiydi, gücün sözü ise zulüm. Bu sadece o çağda değil bu çağda
da böyle oldu. Sözün gücünü yüceltmeye çalışan vahiy erbabının karşısında hep gücün sözcüsü olan,
gücü zulme uğratan zorbalar olmuştur. Tarih bunun tanığıdır.
رت بل أن تم ق وم مسرفون ) (11قالوا طائركم معكم أئن ذك Kalu tairuküm meaküm ein zükkirtüm bel entüm kavmüm müsrifun
“(Elçiler) dediler ki: "Kaderiniz size bağlıdır. Ne yani, size öğüt verildi diye mi (böyle
oldu)? Hayır, asıl siz haddi aşmış bir toplumsunuz."”
- Kaderiniz elinizde yani. Maiyet, mea harfi cerri maiyet ifade eder. Kaderiniz size bağlı. İnsanın
kaderi seçmektir, belki burada bunu hatırlamak lazım. Onun içindir ki Enam 148.ayet lev şâallâhu
mâ eşreknâ Eğer Allah dilemeseydi biz şirk koşmazdık diyen müşrikler gibi yapmaya kalkıyorlardı.
Şimdi müşrikler kadere iman ettiğine mi inanacağız? Yoksa istismar ettiğine, yamuk ve çarpık bir
inanç olduğuna mı? Galiba ikincisine.
- ein zükkirtüm bel entüm kavmüm müsrifun; Yani öğüt verdik teşekkür etmek yerine böyle mi
yapıyorsunuz? Tehdit mi ediyorsunuz? Asıl siz haddi aşmış bir toplumsunuz. İsraf edilir, ekmek israf
edilir, su israf edilir, ama israf edilen hayatsa bu israf edilenlerin en büyüğü.
وجاء من أقصى المدينة رجل يسعى قال يا ق وم اتهبعوا الم رسلين )12(
Ve cae min aksal medıneti racülüy yes'a kale ya kavmittebiul murseliyn
“Derken, şehrin en uzağından bir adam koşarak gelip "Ey kavmim!" dedi, "Elçilere
uyun!”
- Veya: "Şehrin ileri (gelenlerinden) bir adam". Kitab-ı Mukaddes'te elçilerin Antakya'ya gönderilişine
ayrıntı verilmeden değinilir (R. İşleri, 11). İbn Kesir Antakya olmasına şiddetle itiraz eder. Buna
ilave bir itiraz da Antakya'nın ilk Hıristiyan olan şehir kimliğidir. Fakat bu, Antakya'da ilk anda
böyle bir karşı koyuşun gerçekleşmediğine mesnet teşkil edemez. En doğrusunu Allah bilir.
(21اتهبعوا من ل يسألكم أجرا وهم مهتدون )İttebiu mel la yes'elüküm ecrav vehüm mühtedun
“Uyun sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere, zira bunlar doğru yoldadırlar!”
- Bu ayete kadar olan kısım genel bir üslup ile anlatılıyor, aslında genelleştirilebilir. Fakat buradan
sonrası ille de tarihsel bir kıssaya atıf yapılacaksa işte bu ayetle birlikte atıf yapılabilir. Habibi-i
Neccar olayı belki bu ayetle birlikte gündeme getirilebilir. Büyük müfessirimiz Elmalılı burada
anlatılan kıssanın temsili olduğunun üzerinde sıkı sıkıya duruyor. Gerçekten de doğru olan yorumda
budur. Ayetlere getirilecek her türlü tarihsel karşılık bir yorumdur. Bu ayetler tarihsel karşılıklarıyla
örtüştürülüp zamanlar ve zeminler üstü ilahi mesajın öğüt vericiliği görmezden gelinemez. Onun
içindir ki temsil ettiği şey bellidir ayetlerin; Rasulallahın yakınındaki amca iman etmez, şehrin en
uzağında, ülkenin en uzağından gelmiş Habeşli Bilal iman eder. Mekke’de evi Kabe’ye en yakın olan
ebu cehil iman etmez, Bizans’dan koşup gelmiş Suheyb er-Rûmî iman eder. Utbe ve şeybe iman
etmez Mekke’nin göbeğinde bulunan bu insanlar ama İran’ın göbeğinden destansı bir yolculukla
çıkıp gelmiş Selman iman eder. Şehrin en uzağından, ülkenin en uzağından, yeryüzünün en
uzağından fark etmez. Bir yerde hakikat savunuluyorsa o yerde oturanlar, o yerde bulunanlar dönüp
bakmasa dahi o hakikat uzaktaki birilerini çeker kendisine cezbeder. Ve Rasulallahı bir yerde teselli
ediyor hatta orada da kalmıyor kıyamete kadar gelecek tüm muhataplarına bu gerçeği söylüyor ve
diyor ki; siz hakikati savunun, hakikate nispet edin kendinizi bulunduğunuz yerde kıymetiniz
bilinmezse kıymetinizi bilen birileri çıkar ve gelir.
وما ل ل أعبد الهذي فطرن وإليه ت رجعون )11(
Ve ma liye la a'büdüllezı fetaranı ve ileyhi türceun
“Hem ben, beni yaratana, dahası hepinizin huzuruna varacağı O Zata neden kulluk
etmeyecek mişim?”
ذ من (23دونه آلة إن يردن الرهحن بضر ل ت غن عن شفاعت هم شيئا ول ي نقذون )أأتهE ettehızü min dunihı aliheten iy yüridnir rahmanü bi durril la tuğni annı şefaatühüm
şey'ev ve la yünkızun
“Onu bırakıp da başka ilâhlar edineyim, öyle mi? Eğer Rahmân bir zarar vermeyi
dileyecek olsa (-ki dilemediği açık-), ne onlar bana zerre kadar şefaat edebilir, ne de beni
kurtarabilirler.”
- Rahman bakınız burada da geldi. Vahiyle müdahil olmanın Rahmetin bir eseri olduğuna bir atıftır
aslında. İlk nazil olan 30 sure içinde Rab ismi 80 kez, İlah ismi yani Allah ismi tam 20 kez geçiyor.
Tam dörtte bire, yani Allah isminden daha fazla Rab ismi çerçevesinde Allah’a isyan ediyorlardı. Bu
çerçevede düşündüğümüzde Rahman ismi de belki Allah isminden daha fazla geçen bir isimdi. Bu
çerçevede Allah’ın rahmetiyle müdahalesine bir itiraz yükseltiyordu vahyin ilk inkarcı çevresi.
- Parantez içi açıklamamızın gerekçesi cümlenin şartlı yapısıdır. Zımnen, "ama O kulunun zararını
dilemez" sonucu çıkmaktadır.
(24إن إذا لفي ضلل مبين )İnnı izel le fı dalalim mübın
“Elbet o zaman ben, apaçık bir sapıklığa düşmüş olurum.”
(25إن آمنت برب كم فاسعون )İnnı amentü bi rabbiküm fesmeun
“İşte artık ben sizin de Rabbiniz olana iman etmiş bulunuyorum: artık beni dinleyin!"”
- Bu çığlık tüm zamanlarda yankılanan bir çığlıktır. Bunu bazı müfessirlerin yorumunda ki gibi
Habibi-i Neccar ‘a atfedelim fark etmez. Tarihin tüm adı unutulmuş Habibi-i Neccar’larının çığlığı
olarak bilelim fark etmez. Bu çığlık imanın çığlığıdır, imana tanıklık davetidir aynı zamanda. Yani
hepimizi tanıklığa, şahitliğe çağırıyor. Elçiler siz şahit olun diyor bu çığlığın sahibi, ikincisi ey halk,
ey inkarcılar sizde şahit olun. Üçüncüsü ey benden sonra benim adım kendisine ulaşacak olanlar
sizde şahit olun. Aslında her mümin hal diliyle bu çığlığı tüm zamanlara koy vermiş olur.
(26قيل ادخل النهة قال يا ليت ق ومي ي علمون )Kıyledhulil cenneh kale ya leyte kavmı ya'lemun
“(En sonunda) ona "Sen cennetliksin!"denildi. Dedi ki: "Ah, keşke kav mim bir bilseydi”
- Lafzen: "Gir cennete!"
- Bunu Rabbimin beni cennetle şereflendirdiğini kavmim bir bilebilseydi.
(22)با غفر ل رب وجعلن من المكرمين Bima ğafera lı rabbı ve cealenı minel mükramiyn
“Rabbimin beni bağışladığını ve beni ilâhi ikrama mazhar olan kimseler arasına
kattığını!.. "
- Her kentin bir Habibi-i Neccar’ı olamalı. Eğer inkarı temsil eden birileri varsa her yerde imanı temsil
eden birileri de olmalı. Çağının tanığı olmak budur işte, bu uğurda başına ne gelecekse göğsünü açıp
katlanmalı. İşte burada şehit kimdir sorusu ortaya çıkıyor. Şehit kimdir? Şehit; hayatını imanına şahit
kılandır. Bu zat hayatını, canını imanına şahit kıldığını aleme ilan ediyor. Ve Kur’an aslında kime
şehit deneceğini, bir kişinin ne zaman şehit sayılacağını burada ki sembol kişinin şahsında cümle
aleme ilan etmiş bulunuyor.
(28ا على ق ومه من ب عده من جند من السهماء وما كنها منزلين )وما أن زلن Ve ma enzelna ala kavmihı mim ba'dihı min cündim mines semai ve ma künna
münziliyn
“Ve onun ardından kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, zaten Biz daha önce de
asla indirmiş değiliz:”
- Yani bunu yapan toplumun üzerine, her kimlerse onlar illede belli bir mekan olması gerekmiyor.
Âyetin sonu, bu konudaki ilâhi sünneti ifade etmektedir. Enfâl 9-12'de Allah'ın bin melekle yardımı
bu ilâhi sünnet ışığında anlaşılmalıdır. Zaten söz konusu âyetlerde ilâhi yardımın "iç ferahlatıcı
müjde ve moral destek" (Enfal: 10), yine "iç sükunetin çepeçevre kuşatması" (Enfal: 11) ve
"inananlara direnç ve destek vermek ve kâfirlerin yüreklerine korku salmak" (Enfal: 12) şeklinde
gerçekleştiği beyan edilmiştir. Onun içindir ki Fatır 45. Ayet işledikleri suçlar nedeniyle hemen
cezalandırsaydı Allah, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı ayetini hatırlayalım. Onun için Rabbimiz
ihmal etmez, imhal eder süre tanır gerçeği bir kez daha ortaya çıkıyor.
(21إن كانت إله صيحة واحدة فإذا هم خامدون )İn kanet illa sayhatev vahıdeten fe iza hüm hamidun
“eğer bu gerekseydi, tek bir çığlık yeterli olurdu, o zaman da onlar sönmüş köz gibi
kararıp küle dönerlerdi.”
- Zımnen: ama bu olmadı. Buradaki in kâne kalıbının işlevi şu âyettekine benzer: İn kâne lirrahmâni
veledun "eğer Rahmân bir çocuk edinseydi, olmazda, diyelim ki edinseydi" (83/Zuhruf: 81, krş.
79/Enbiya: 17, 42/Fâtır: 41. Zımnen: onları cezalandırmaya gerek yoktu. Eğer bunu isteseydik bir
ordu değil, tek bir çığlık yeterli olurdu. Bu okuma klasik tefsir otoritelerinin Antakya ile irtibatlı
yorumlarına izin verir. Zira Antakya'da söz konusu tarihlerde böylesine kitlesel bir helâke şahit
olunmamıştır. Belki Roma’nın kül gibi savrulup gitmesine yorulabilir.
(33يا حسرة على العباد ما يأتيهم من رسول إله كانوا به يست هزئون )
Ya hasraten alel ıbad ma yetiyhim mir rasulin illa kanu bihı yestehziun
“Vay gele şu kulların başına! Ne zaman kendilerine bir elçi gelmişse onu alaya aldılar!”
- Hem şefkat, hem acıma, hem de hayret ifade eden bir kalıp. Yani ne oluyor şu kullara niye böyle
yapıyorlar.
لهم من (31القرون أن ههم إليهم ل ي رجعون )أل ي روا كم أهلكنا ق ب Elem yerav kem ehlekna kablehüm minel kuruni ennehüm ileyhim la yarciun
“Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmezler mi? Ki onlar kendilerine dönüp
gelemeyecekler,”
- Kurun; uygarlıkları da içerisinde barındırır. Nice uygarlıkları yerle bir ettiğimizi görmezler mi?
Zımnen: Size dönerek "Biz kaybettik, siz bizim gibi yapmayın!" diyemeyecekler.
يع لدي نا مضرون ) (32وإن كل لمها جVe in küllül lemma cemiy'ul ledeyna muhdarun
“ama elbet hepsi Bizim huzurumuzda toplanacaklar.”
- Yani onlara gitmeyecekler, bize gelecekler buyuruyor ayet burada. Kendilerine dönüp
gelmeyecekleri şöyle anlaşılabilir; onların dönüp gelerek biz kaybettik, siz akıllı olun demeleri
mümkün değil, böyle demeyecekler.
ها حبا فمنه يأكلون ) ناها وأخرجنا من (33وآية لم الرض الميتة أحي ي Ve ayetül lehümül erdul meyteh ahyeynaha ve ahracna minha habben feminhü ye'külun
“ÖLÜ toprakta dâhi onlar için bir ders vardır: Onu Biz dirilttik, beslenmeleri için ondan
tohumları Biz çıkardık.”
- Tabiat açılmış kitaptır demeye getiriyor. Kainat kevni vahiydir. Her şeyin amaçlı ve anlamlılığına
iman eden onu bir kitap gibi okumaya çalışır. Ey bu ayetleri okuyanlar yer ve göğe bakın o ayetleri
de okuyun. - Yeniden diriliş, kıştan sonra gelen bahara bakın deniliyor burada. Yeniden dirilmeniz ey insanoğlu
kıştan sonra baharın gelmesi kadar kolaydır. Kıştan sonra baharın gelmesine inanıyorsunuz da
öldükten sonra dirilmenize neden inanmıyorsunuz dercesine bir kıyas yapmamızı istiyor.
رنا فيها من العيون )وجعلنا فيها (34جنهات من نيل وأعناب وفجهVe cealna fiyha cennatim min nahıyliv ve a'nabiv ve feccerna fiyha minel uyun
“Orada hurmalıkları ve üzüm bağlarını Biz var ettik, yine orada su gözelerini Biz
çağlattık,”
(35ليأكلوا من ثره وما عملته أيديهم أفل يشكرون )Li ye'külu min semerihı ve ma amilethü eydiyhim efela yeşkürun
“ki onunla yetişenlerin ve elleriyle ektiklerinin ürünlerinden yiyebilsinler. Hâlâ
şükretmeyeceksiniz, öyle mi?”
- Veya mâ'nın olumsuz anlamıyla: "ellerini vurmadıkları halde". Fakat mâ'ya ilgi zamiri anlamı
vermek Kur'an'ın çift kutuplu üslubuna daha uygundur (kendi yetişenler ve ekilenler). İbn Mes'ud'un
ve mimmâ 'amilethu şeklindeki tefsîrî okuyuşu da bunu destekler (Taberî).
سبحان الهذي خلق الزواج كلهها مها ت نبت الرض ومن أن فسهم ومها ل ي علمون )61(
Sübhanellezı halekal ezvace külleha mimma tümbitül erdu ve min enfüsihim ve mimma
la ya'lemun
“Şânı ne yücedir O'nun ki, yeryüzünün tüm bitkilerini, insanların bizzat kendilerini ve
hakkında henüz hiçbir bilgiye sahip olmadıkları şeyleri çifter çifter O yarattı.”
- Bu ayet bize bilmediğimiz konularda da ilkeler veriyor. Burada asıl dikkat çekilen Allah'ın tekliğidir.
Tüm bir yaratılmışlar dünyası çift kutupluluk yasasına tabidir. Bu yasayı koyan da tek olan ve
yaratılmışların yasasına bağlı olmayan Allah'tır. Âyet aynı zamanda insanların bilmediği varlık
çiftlerinden söz etmektedir. Yaratılmışlar çift, atoma bakın, çekirdeği çift nötron-proton. Bakın
elektirik çift nötr ve faz. İnsan çift dişi erkek, bitki bile çift. Yani her şey çift, Yıldızlar bile çift,
tespit edilen yıldızların eşleri var ama güneşin eşi kayıp. Onu araştırıyorlar. Evren çiftlerden
oluşuyor, varlığın yasası çift kutupluluk. Aynı zamanda zıt kutupluluğu da çağrıştıran bir ifade.
(32وآية لم اللهيل نسلخ منه الن ههار فإذا هم مظلمون )Ve ayetül lehümül leyl neslehu minhün nehara fe iza hüm muslimun
“Gecede de onlar için bir ders vardır: Biz ondan gündüzün ışığını çekip alırız da, onlar
aniden karanlıkta kalakalır.”
- Bu âyet gecenin en güzel tarifidir: Gece kendi başına bir varlık değil, ışığın yokluğu halidir.
(38عليم )والشهمس تري لمست قر لا ذلك ت قدير العزيز ال Veş şemsü tecrı li müstekarril leha zalike takdiyrul aziyzil aliym
“Güneşte de (bir ders vardır): o kendisi için tayin edilen mekân ve zamana bağlı olarak
hareket eder durur, işte bu, en yüce olanın, her şeyi bilenin takdiridir.”
- Mustekarr'ın mekân ve zamana delalet etmesine dayanarak. Bu hareket, lam'ın farklı bir vurgusuyla,
sadece yörüngesel olanı değil güneş sisteminin uzay içindeki hareketini de ifade eder. İbn Mes'ud
ibâreyi lâ mustekarra lehâ ("bir durakta durmaksızın") şeklinde okumuştur (Ferrâ). Onun için rotanız
olsun, yol alın demeye getiriyor. Rotanız olmazsa başıboş olursunuz diyor.
رناه منازل حته عاد كالعرجون القديم ) (31والقمر قدهVel kamera kaddernahü menazile hatta ade kel urcunil kadiym
“Aya da sonunda kuru ve eğri bir hurma dalı haline gelinceye kadar farklı evreler takdir
ettik:”
- Ay sana amade ey insan sen kime amadesin.
(43ل الشهمس ي نبغي لا أن تدرك القمر ول اللهيل سابق الن ههار وكل ف ف لك يسبحون )Leşşemsü yembeğıy leha en tüdrikel kamera velel leylü sabikun nehar ve küllün fı felekiy
yesbehun
“ne güneş aya kavuşup çarpabilir ne de gece gündüzü örtebilir: zira hepsi bir yörüngede
hareket edip dururlar.”
- Hepsi: Burada sözü edilen güneş, ay ve âyette "gece gündüz" olarak geçen dünya.
- "Yuvarlak cisim, daire" anlamına gelen felek, "gezegenlerin yörüngesi" için kullanılmaktadır.
Gemilerin seyri sefer rotasına benzediği için "gemi" mânasına gelen fulk'ten türetilmiştir (Râğıb).
- Yesbahûn, akıllılar için kullanılan bir cemi kalıbıdır. Aynı zamanda bu cisimler hareketlerinin faili
olarak zikredilmiştir. İbn Sina, buradan yola çıkarak onları canlı ve akıllı sayar (Risale Ecvibe 'an
'Aşri Mesail, Resâil içinde). Fakat aklı, bu gök cisimlerine değil onların yaratılışındaki anlam ve
amaçlılığa atfetmek vahyin ruhuna uygun bir yaklaşım olsa gerektir.
- Senin rotan nerde ey insan? Sende Allah’a olan kulluğuna devam et ey insanoğlu diyor bu ayet.
(41حون )وآية لم أنها حلنا ذر ي هت هم ف الفلك المش Ve ayetül lehüm enna hamelna zürriyyetehüm fil fülkil meşhun
“Bizim onların nesillerini dolu gemilerde taşımamızda da onlar için bir ders vardır,”
- Daha önceki ayetler Ve ayetül lehüm….; ölü toprakta yetişenler için dersler vardır, gecede de dersler
vardır, güneşte, ayda dersler vardır kalıpları 41. Ayetle de devam ediyor. Akleden kalbi olanlar için
dersler devam ediyor. Kainat kitabını okumamız isteniyor. Varlık kitabını okumayanın ilahi kitabı
tek başına okumuş olması tek başına çok bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla bu ilahi hitap varlık
kitabının bir şerhidir. Bu ayette varlık kitabına atıfla başlıyor.
- Bizim onların nesillerini, zürriytlerini dolu gemilerde taşımamızda da onlar için bir ders vardır,
öğüt vardır; yani bu da bir ayettir, ve bu ayette okunmalı, anlaşılmalı, te’vil edilmeli, tefsir
edilmelidir. Suya kaldırma kuvveti veren ilâhî yasaya bir atıftır bu ayet.
- Ve ayetül lehüm…; onlar için dersler vardır, ayetler vardır diyen her ayet muhatabına hitap eder.
Yani varlığa gören, sadece bakan değil. Baktığını gören bir gözle bakan herkes varlığı okunacak bir
kitap gibi görür. Dahası varlık bir parmak gibi görür, işaret eden bir parmak, işaret parmağı. Neye
işaret ediyor? Neyi gösteriyor? Her gösterge bir şeyi gösterir, peki bu neyi gösterir? İşte bu soruyu
sorduğu anda var edenle var edilen arasında ki bağ kuruluverir. O illiyet bağı keşfedilir, bu
keşfedilen bağ keşfedildiğinde var edileni bilmek ilme dönüşür. İşte ilim o zaman ilim olur. Yani
bilgi, veri, data o zaman alâmet olur, ilim olur, işaret olur ve âlem Allah’ı gösteren bir parmağa
dönüşür. İşte bize burada da suyun kaldırma kuvvetini, o kaldırma gücünden istifadeyle hareket eden
gemilerin neye işaret ettiğini yani bu suya bu gücü vermeseydi Allah bu yolculuğun yapılamacağını
görüyoruz. Tabii sadece bu değil daha da arka planda suya bile insana hizmet etsin diye yasa koyan
Allah’ın insan için hiçbir yasa koymadığını düşünmenin abes olduğunu ima ve işaret ediyor aslında.
Suyu boş bırakmadı Allah da sizi boş mu bırakacak. Suya bir amaç koydu da sizin için, yani suyu
kendisi için yarattığı insanoğlu için bir amaç belirlemesin mi? Bunu diyor ayet zımnen.
- Veya zurriyyeten'in "ata" anlamına dayanarak: "onların atalarını". Tercihimizin açılımı:
Muhatapların nesillerini, genel anlamda "Âdemoğullarını".
- el-Fulk, geçtiği 23 yer ve felek ile akrabalığı göz önüne alındığında, suda veya havada yüzen her tür
vasıta anlamına gelir. Yalnız üç yerde gelen sefine ise sadece suda yüzeni ifade eder. Elmalılı
âyetteki el-fulk'u "ana rahmi" olarak yorumlar. Bu takdirde mana "onların nesillerini rahimlerde
taşımamızda onlar için bir ders vardır" olur. Fakat el-fullke "rahim" manası vermenin lugavî bir
delile isnat etmemesinin yanında, bu tercihin, devamında gelen el-meşhûn, yerkebûn, nuğrikhum,
yunkazûn ibareleriyle telifi de zor görünmektedir.
(42ي ركبون )وخلقنا لم من مثله ما Ve halakna lehüm mim mislihı ma yarkebun
“ve onları, benzer nitelikte taşıma araçları (yapacak kabiliyette) yaratmamızda da...”
- Mim mislihı ma yarkebun; her türlü taşıta atıftır. Bu gün füzeye, uçağa kadar ne kadar taşıma aracı
var bunları yapabilecek kapasiteyi insana veren Allah’tır. Buradan belki bu işaret parmağına
bakarken belki aslında çok görmezden geldiğimiz, unuttuğumuz bir hakikati hatırlatıyor. İnsan
Hayran hayran uçağa bakar da, uçağı yapan insana hayran hayran bakmaz. Peki aslında hiçbir sanat
eseri sanatkarsız olmayacağına göre sanata hayran olacağı yerde sanatkara hayran olmamak nasıl bir
kafa. Esere hayran olup da müessire hayran olmamak nasıl bir kafa. Uzay araçlarına hayran hayran
bakarken onları tasarlayan, icat eden bir varlık olan insana sıradan muamelesi yapmak, hele hele o
insanı tasarlayan Allah’ı unutmak, yok saymak işte bu. Bu işaret parmağının gösterdiği yer o.
قذون )وإن نشأ ن غ (43رق هم فل صريخ لم ول هم ي ن Ve in neşe' nuğrıkküm fela sariyha lehüm velahüm yünkazun
“Dilersek onları suda boğabiliriz, bu takdirde imdatlarına kimse yetişemez ve onlar
kurtarılamazlar da,”
- Mesela su atomlarındaki mikro tavafın durması anlamına gelen bir kendi içine çökme (füzyon)
durumunda.
- Bu ayet hem suyun kaldırma yasasına bir atıf, eğer biz bu yasayı koymasaydık suda boğulurlardı.
Hem de bu yasayla birlikte suda yüzen taşıtlar Allah’ın hıfz-ı emanına, korumasına muhtaçtır. Yani
istersek kaldırma yasasına rağmen yine boğarız. Suya böyle bir yasa koyduk diye Allah’a muhtaç
olmadıklarını düşünmesinler, sanmasınlar yine Allah’a muhtaçlar. Çünkü o yasayı koyanın elindedir
onların kaderi.
- bu takdirde imdatlarına kimse yetişemez ve onlar kurtarılamazlar da; gerçekten bu ayetin
hatırlattığı çok büyük kazalar var. Allah’a başkaldırmış, kafa tutmuş insanların “bunu artık Allah bile
batıramaz” haşa diye yaptıkları gemilerin mesela titanic’in ilk seferinde batması gibi. Onu yapan
insanların duyguları, projenin sahibi olan kişi bu muhteşem gemiyi denize indirdikten sonra bunu
tanrı bile batıramaz demiş. Allah’la ayaklaşan herkesin başına gelecek bir durum. Burada da zaten
verilmek istenen ders bu, Allah’ın koyduğu yasaları kullanarak bir takım kolaylıklar, icatlar
gerçekleştiriyorsunuz. Fakat bütün bunlar yine sizi Allah’tan müstağni kılmaz. Yani yine Allah’a
mecbursunuz. Nasıl mecbur olmazsınız ki Allah’ın verdiği yetenek ve kapasiteyle yapıyorsunuz
bunu. Bunu unuttuğunuz anda bu kapasite başınıza bela olur. Yani sizi yaşatsın, rahat ettirsin size
huzur versin diye yaptığınız her şey size bela getirir, size mezar olur, huzursuzluğunuz olur. Onun
için ne yaparsanız yapın Allah’la irtibatı kesmeyin. Allah’la irtibatı kestiğiniz anda ortaya
koyduğunuz her şey amacının tam tersi bir işleve bürünüverir.
- Tabiat alışılmış davranışlarının tersine davranmaya başlarsa eğer, bizler tabiatın alıştığımız
davranışlarıyla sonsuza kadar kendisini tekrar edeceğini düşünüyoruz. Alışılmamış davranışları
göstermeye başlarsa bu bizim için alışılmamış, insanoğlunun şu misafirhanedeki misafirliği çok kısa.
Şu evrenin yaşına göre insanın yaşı nedir ki? Ne kıymeti var ki 1 kaç milyon yılın 15 milyar yılın
yanında. Dolayısıyla bu kısacık misafirlikte insan ne gördü ki? Ama insanoğlunun görmediğini gören
biri var. Bilmediğini bilen biri var. Tabiatın hep alıştığımız davranışları göstermeyeceğini bilen biri
var. Bu alışılmış davranışlar dışında tabiata farklı davranışlar gösterme yeteneği veren biri var. Su
hep alışıldık davranışın dışına çıkıp da kaldırma gücünü bir an için geri çeki verirse? Rüzgar hep
alışılmışın dışına çıkıp da maksimum esiş birimini ikiye katlayıverirse? 200 km değil de bir gün
500km ile esiverirse? Deprem hep alıştığımız 8 şiddetiyle değil de 12 şiddetinde sallayıverirse? İnsan
bunları hiç hesap etmiyor. Daha ötesi insanın bu yeryüzünde güvenliği nasıl sağlanacak? İnsanoğlu
güvenlik deyince evinde işyerinde olan güvenlik akla geliyor. Peki yer kürenin güvenliğini kim
sağlayacak? Yer küre bir sürü kozmik kazaya açık. Allah’dan başka bir ihtimal var mı? İşte bütün
bunları düşünmemiz ve Allah’a yönelmemiz isteniyor. Tersi ise insanın tabiatı hoyratça kullanması,
suyu çürütmesi, kokutması havayı çürütmesi, kokutması, toprağı çürütmesi elini değdiği her şeyi
bozması üstelik kendisine emanet edilen bu şeylere ihanet etmesidir. Sonuç ise sorumsuzluktur.
Sorumsuzluk bir zincirleme günah galerisidir. En düşüğü varlığın en aşağısına, en yükseği varlığın
zirvesine karşı sorumsuzluktur. Toprağa karşı sorumsuzluk başlamışsa Allah’a kadar sorumsuzluğa
kadar gider bu. Onun için takva sadece Allah insan ilişkisinde değil, insan toprak ilişkisinde de
geçerlidir. Sorumluluk bilincinin kaybolmasının temelinde ahiret inancının zaafı yatar. Bir insan
ahireti gözden kaçırdığında, kulak ardı ettiğinde ancak sorumsuz olabilir. İşte ayette oraya getiriyor
sözü.
(44إله رحة منها ومتاعا إل حين )İlla rahmetem minna ve metaan ila hıyn
“sadece katımızdan bir rahmet ve geçici bir mühlet tanımamız sayesinde yaşayabilirler.”
(45وإذا قيل لم ات هقوا ما ب ين أيديكم وما خلفكم لعلهكم ت رحون )
Ve iza kıyle lehümütteku ma beyne eydıküm ve ma halfeküm lealleküm türhamun
“Kendilerine "Sizi bekleyen (âhiret) ve geride bıraktığınız (hayattan) dolayı
sorumluluktan titreyin ki, ilâhi merhamete mazhar olabilesiniz" denildiğinde (yüz
çevirdiler):”
- Sorumluluktan kaçmak için insan o kadar büyük bir yanlış işliyor ki. İnsanın tabiatında ölümsüzlük
arzusu vardır. İnsan böyledir, çok sever ister ki bin yıl yaşayım. lev yuammeru elfe seneh; Kur’an’da
Bakara 96.ayette Yahudileşmiş İsrailoğullarının bin yıl yaşamak istedikleri anlatılır. Onların istediği
1000 yıl yaşamak dünyada yaşamak. Aslında dünyada yaşamak değil onunkisi, dünyevileşmiş bir
akıl böyle çalışıyor, dünyaya ait bir yaşam. Tüm hayatı buraya hasrettiği için burada düşünüyor.
İnsanoğlu fıtratı icabı ölümsüzlüğü ister, fakat sorumsuzluk bunu bile bastırıyor. Sorumsuz bir hayat
yaşadığında bu darı dünyada ölüm sonrası hayatı inkar etmeye kalkıyor. Yani küçücük hayatı
sorumsuz yaşamak için ebedi hayatın altını çizmek nasıl bir mantık bu? Ahireti inkar budur. İnsan
fıtratındaki bir arzuyu bile sırf sorumsuzluk için feda edebiliyor. Ama tabii bunu yapamıyor.
ها معرضين )61( وما تأتيهم من آية من آيات رب م إله كانوا عن
Ve ma te'tiyhim min ayetim min ayati rabbihim illa kanu anha mu'ridıyn
“zira onlara Rablerinden ne zaman bir mesaj ulaşmışsa, her seferinde ondan yüz
çevirmişlerdir.”
- Anha mu’rid; yüz çevirmek. Ona sırt dönmişlerdir.
قال الهذين كفروا للهذين آمنوا أنطعم من لو ي وإذا قيل لم أنفقوا مها رزقكم الله شاء الله (42أطعمه إن أن تم إله ف ضلل مبين )
Ve iza kıyle lehüm enfiku mimma razekakümüllahü kalelleziyne keferu lilleziyne amenu e
nut'ımü mel lev yeşaüllahü at'amehu in entüm illa fı dalalim mübın
“Kendilerine "Allah'ın size verdiği servetten (Allah yoluna) cömertçe sarf edin"
denildiğinde, inkârda ısrar edenler imanda sebat gösterenlere "Ne yani, Allah'ın isterse
pekala doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Şimdi siz açık bir şaşkınlık içinde değil de
nesiniz!" derler."
- Yani Allah’ın doyurmadığını biz mi doyuralım derler.
- İnfak ne demek? Muhtemelen infak'ın nüzul sürecinde geçtiği ilk yer. Nefeka kökü "elden çıktı, bitti"
mânasına gelir. İnfak, yarar veren bir şeyi ona muhtaç olanlarla karşılıksız paylaşmaktır. Geçişli
olması, "öteki" olmaksızın bu ibadetin gerçekleşmeyeceği anlamına gelir. Farz olanına zekât; artma
ve arınma yöntemi, nafile olanına sadaka; Allah’a olan sadakati gösterme yöntemi, Ramazan'a has
olanına fıtr, sırf maldan yapılanına hayr denir. İnfak Allah yoluna, Allah için harcamaktır. İnfak ile
nifak aynı köktendir. İnfak iki dünyalılığı, nifak iki yüzlülüğü ifade ettiği için kök leri aynıdır,
münafık da aynı kökten türetilir. Bir tünelin bir ucundan atınca tünelin ahiretteki ucundan çıkacağına
inanmaktır. Nefak zaten tünel demektir. Köstebek yuvasına da aynı isim verilir. Onun için çift
dünyalı olanlar infak ederler, tek dünyalı olanlar nifak ederler. Tek dünyası olanın iki yüzü olur, iki
dünyası olanın tek yüzü olur. Onun için infak Allah’a daha fazlasını almak için vermektir. İnfak
Allah’ın verdiğini paylaşmaktır ki daha fazlasını verir. Allah’ın verdiği geçici nimeti paylaşarak
Allah’tan kalıcı nimet almaktır. İman infakla test edilir. Karşılığını orada almak için dünyada seve
seve vermektir. İnkarcı tavır vereceğine takılmış burada, ama alacağını görmüyor. Onun için takılmış
Allah isteseydi doyururdu, biz mi doyuralım. Servete hesabı sorulacak bir emanet olarak bakmıyor.
Bakmadığı içinde infak etmeye yanaşmıyor. İşte bu yüzden bu ikisi kavramsal bir zıtlık içerirler ve
Kur'an'da infak nifakın panzehiri olarak sunulur. Münâfikûn sûresi bunun en çarpıcı örneğidir.
Kur'an'da sadece üç şey "Allah yoluna" (fî-se-bilillah) isnat edilir: Cihad, infak, hicret.
وي قولون مت هذا الوعد إن كنتم صادقين )61(
Ve yekulune meta hazel va'dü in küntüm sadikıyn
“Bir de derler ki: "Eğer sözünüze sadıksanız söyleyin bakalım şu vaad ettiğiniz (Son Saat)
ne zaman gerçekleşecek?"”
- .
(41ما ي نظرون إله صيحة واحدة تأخذهم وهم يص مون )Ma yenzurune illa sayhatev vahıdeten te'huzühüm vehüm yehıssımun
“Onlar (bunu) tartışırken, kendilerini enselenecekleri bir tek bela çığlığından başka bir
şey beklemeyecek:”
- Çok ilginç bir cevaptır bu. Dikkat buyurun infak ile ilgili 47. Ayetin arkasından ahiretle ilgili ayetler
geliverdi. İnfak ile ahiret arasında doğrudan bir bağ kuruverdi. Yani insan yeryüzünde gerçekten
ahlaki bir davranış bir erdem olarak ahirete iman ettiğinde yapabilir. Ahirete iman etmemiş bir akıl
verince eksileceğini düşünür. Rasyonel matematikle düşünür, 40’tan 1 çıkarsa 39 kalacağını düşünür.
Fakat burada iman matematiği geçerlidir, 40’tan 1 çıkarsa 80 eder, yani Allah için verdiğinizde
katlar, iman matematiği böyledir, hatta 800 eder, hatta 8000 eder. ….senâbile fî kulli sunbuletin
mietu habbeh her başağında 100 tane olan 7 başak gibidir diyordu ya Kur’an Bakara 261’de. İşleyişi
farklı yani, O matematiğin işleyişini ancak ahirete imanı olanlar bilirler. Bir başka dünyanın daha
bizi beklediğini bilenler, bu hayatın birde öbür yüzünün olduğunu, hayatın mertebe mertebe
olduğunu bilenler infak ederler. - Değerli Kur’an dostları bu ayetle, 48. ayetle birlikte sûrenin asıl konusuna girdik. Bu sûre ilk nesil
tarafından Kur’an’ın kalbi olarak nitelenirdi. Neden? Çünkü bu sûrenin ana teması ahiretti. Ahiretse
akidenin kalbi, akaidin kalbi ahiret, ahiretten söz eden, tüm ayetlerinin altından bir dip akıntısı gibi
ahiret akan bu sûrede Kur’an’ın kalbidir. Onun için ahiret aslında hayatın kalbi. Bu ayetler tamda
hayatın kalbinden konuşuyor. Hayata kanı ahiret kalbi pompalar. Eğer kalbe kanı ahiret kalbi
pompalamazsa hayat durur. Hayata hayat veren erdem durur. Eğer ahiret inancını çekip alırsanız
dünyadan şu dar’ı dünyadan ahlaki davranış bir sabiteye, bir esasa kavuşamaz. Tesadüflerden
müteşekkil olur ahlaki davranışlar. Ve bunun ahlaki davranış olup olmadığını da bilemezseniz özü
itibarıyla. Yüzünden çok ahlaki görünebilir ama derinlerine inince ahlaksızlık taşıyor da olabilir. O
nedenle ahlaki davranış mutlaka kendini aşan bir köke sahip olmalıdır, kendi aşan kökte ahirettir.
Yani yaptıklarının hesabını vereceği bir gün mutlaka gelecektir. Ve o günde sadece yaptıklarının
değil, düşündüklerinin de, duyduklarının da, o şeyi yaparken hissettiklerinin de kayda alınmış
olunduğuna iman etmiş olduğu bir ahiret inancı. - Bu 29.ayette İn kanet illa sayhatev vahıdeten onlar fazla bir şey beklemesinler bir tek çığlık yeterdi
sayha bu aslında, çığlık. Demek ki son saat, halk arasında kıyamet diye bilinen ama daha doğrusu son saat
“saa” dediği şey hakkında bir ipucu. İlahi bir bela sayhası, O’na sûr’da deniliyor kelamda. Kur’an’ın atıf
yapan ayetleri var. Yer kürenin güvenlik garantisi yok demiştik ya, Allah değilse kim sağlayacak bu garantiyi.
Ve bu hayat bir yerde son bulacak çünkü asıl olan kalıcı hayattır. İşte nasıl olacağını söyleyen bir ipucu bu
ayetler. Fatır suresinin 14. Ayeti ve lâ yunebbiuke mislu habîr; sana her şeyi bilenin, her şeyden haberdar olan
Allah’ın verdiği gibi bir haberi kim verebilir diyordu ya işte bu. Ahiret, son saat hakkında sadece Allah haber
verebilir. Şu ayetlerin bize verdiği haberleri alabileceğimiz başka bir haber kaynağı yok. Ahiretten bize kim
haber verecek, Allah değilse kim? Vahiy işte bu haberleri bize veren ilahi bir haber kaynağıdır.
(53فل يستطيعون ت وصية ول إل أهلهم ي رجعون )Fela yestetıy'une tevsıyetev ve la ila ehlihim yarciun
“her şey o kadar ânî olacak ki, ne vasiyet edebilecekler, ne de yakınlarına dönebilecekler.”
- Takibiyye fâ'sının açılımı.
- Kıyametin, daha doğrusu son saatin nasıl bir hercümerç içinde kopacağını anlatıyor. Allahrasulü bir
haberde şöyle anlatıyor “kişi elindeki lokmayı ağzına atmaya bile fırsat bulamayacak.” yani Ahlaki
sorumluluklarını yarın yaparım diye erteleyenlere kendi küçük kıyametleri kopmadan ki ne zaman
kopacağını bilmiyorsun bugün yap o şeyi, şimdi yap o şeyi diyor. Verdiği öğüt aslında bu.
(51ونفخ ف الصور فإذا هم من الجداث إل رب م ي نسلون )Ve nüfiha fis suri fe iza hüm minel ecdasi ila rabbihim yensilun
“Derken sura üflenmiştir ve işte o zaman hemen mevzilerinden çıkıp Rablerine
koşacaklar.”
- Veya Katade'nin sûru suver okuyuşuna dayanarak: "..suretlere (ruh) üflenmiştir." - Sura üflenmiştir. Rablerine süratle koşarlar. Yukardaki ayetler son saatten söz ediyor. Bu ayet ise
kıyametten haber veriyor. Bu haberi de ancak Allah verir. Hani eynelmeferr (kıyamet 10) ifadesi vardı
ya Kur’an’da; nereye kaçmalı? Yine Kur’an cevabını verir; Fe firrû ilâllâh (Zariyat 50); “Allah’a kaçın.”
İnsanoğlu istese de istemese de Allah’tan kaçamayacak. Ama kaçmak istemesi en büyük cinayeti
olacak. Kaçamayacağı halde kaçmak istemesi, Allah’ı unutması insanoğlunun kendine yapacağı en
büyük kötülük olacak.
(52رقدنا هذا ما وعد الرهحن وصدق المرسلون )قالوا يا وي لنا من ب عث نا من م Kalu ya veylena mem beasena mim merkadina haza ma veader rahmanü ve sadekal
murselun
“"Eyvah! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" diyecek (ve cevabı kendileri verecek)ler:
"Rahmân'ın vaad ettiği bu olsa gerek, demek ki gönderilen elçiler doğru söylemişler!"”
- Veya Hz. Ali ve İbn Abbas'ın min ba'sina okuyuşuna dayanarak: "Dirilişimizden dolayı vay
halimize!"
- Demek ki doğru söylemişler diyecekler ama işe yaramayacak. Doğru söylemişleri işe yaramayacağı
yerde tasdik edecekler. İmam Cafer’in ahireti inkar eden bir kafirle diyaloğu şöyle; ahireti inkar
edene İmam Cafer şöyle der; tut ki, farzı muhal bu dünyayı gördüğümden daha fazla ahirete iman
ediyorum. Ama tut ki senin dediğin farzı muhal haklı olsun, değil ya öyle kabul edelim. Ben Allah’ın
emirlerine uygun bir hayat yaşamakla ne kaybederim? Disiplinli, özverili, ahlaklı bir hayat
yaşamakla ne kaybederim? Zaten dünyamı da mamur etmiş oluyorum, Allah emirlerini benim lehime
veriyor. Yine tut ki senin inkar ettiğin ahiret gerçekleşti sen ne kaybedersin? Bu diyalog da
alacağımız çok dersler var. İnkarcıların alacağı çok fazla dersler var.
يع لدي نا مضرون )16( إن كانت إله صيحة واحدة فإذا هم ج53.İn kanet illa sayhatev vahıdeten feiza hüm cemiy'ul ledeyna muhdarun
“Sadece bir tek bela çığlığı: olan bitenin hepsi bu! Ve hemen ardından herkes
huzurumuzda boy gösterecek.”
(54) فالي وم ل تظلم ن فس شيئا ول تزون إله ما كنتم ت عملون 54.Fel yevme la tuzlemü nefsün şey'ev vela tüczevne illa ma küntüm ta'melun
“Artık bugün hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacak ve sadece
yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.”
(55) إنه أصحاب النهة الي وم ف شغل فاكهون İnne ashabel cennetil yevme fı şüğulin fakihun
“Elbet cennet ehli o gün, keyif veren bir meşguliyet içinde olacak,”
- Önceki bölümün devamı niteliğinde, ama yepyeni bir pasaj girdik. Cennetten bahsediyor bu ayetler.
Cennet; güzelliğin üretildiği merkez cennettir. Cennet deyince, insanoğlunun aklının alamayacağı
güzelliklerin gelmesi lazımdır insan zihnine. Daha önce de Kur’an söylemişti akıl almaz sürprizlerin
beklediği güzelliklerin merkezi. Akıl almaz çünkü dünyada ki güzellikler güzelliğin birer kopyası,
asılları cennette. Dünyadakiler geçici, ahiretteki güzellikler ise kalıcı. Onun içindir ki Cennet-ül Adn
geçer Kur’an’da güzelliğin madeni, adn-maden güzelliğin üretildiği merkez, güzelliğin gözü. Cennet
bedel değil, bu niteliği ile bedel değil, olamazda zaten. Dünyada gece gündüz çalışıp boğaz
manzaralı bir ev alamayan insanın şu geçici hayatta, güzelliğin merkezinde yerler ve gökler kadar
olan, ölçülemeyen Kur’an’ın ifadesiyle cenneti bir bedel olarak değil, bir ödül olarak alacak. Allah
Allah kadar verir bu bunun göstergesidir. İşte sözün bittiği, artık aslında insanın hafsalasının
almayacağı ama insanın bildiği şeylerden teşbih yaparak, atıf yaparak bize izah edilen o mutlak
güzelliğin tarif edildiği bölüme girdik.
- Şugül; meşgale, iş. O zaman cennette iş mi var? Yok denilse bu sefer o zaman boşluktan canın sıkılır
der bu zihin. İşte bu ikisini de dedirtmiyor Kur’an. lâ yemessunâ fîhâ nasabun ve lâ yemessunâ fîhâ
lugûb; Usanç ve can sıkıntısına neden olan bir boşluk olmayacak (42/Fâtır: 35). Fâkihûn'un (bir
okuyuşta fekihûn) türetildiği fekih, "sevinç, sürur, neşe, refah" anlamlarına gelir (Mekâyîs).
Sonradan "meyve" anlamını kazanan fâkihe, sofranın son halkasını, dolayısıyla refahın kemal
düzeyini, maksimumunu temsil eder. Yani yaptıkça huzur bulduğun bir meşgale olacak.
(56هم وأزواجهم ف ظلل على الرائك متهكئون )Hüm ve ezvacühüm fı zılalın alel eraiki müttekiun
“onlar ve eşleri (bu huzurun) gölgesi altında mükemmel yataklar üzerinde uzanacaklar,”
- Erîke, gelin odasına kurulan görkemli yataktır.
- Zıl; Arapçada mecaz olarak kullanıldığında yine huzur ve mutluluğa delalet eder. İç dinginliğe ve
manevi doygunluğa bir işaret bu. Cennet insan tekamülünün zirvesidir. İnsan maddi olarak tekamül
ettikten sonra hatırlayın anne karnında ceninin tekamül eder dünyaya gelir. Aslında ceninin ahiretidir
dünya. Dünyası anne karnıdır. Dünyaya gelince korkar, ağlar çünkü oraya alışmıştır. Orada sadece
tüketmektedir. dünyaya geldiğinde ağlar çünkü başka bir aleme gelmiştir. Fakat dünyadan giderken
de ağlar. Bilmemektedir ama, bilmediği aleme güvenemediği için ağlar. Tekamül hayatın yasasıdır.
20 küsür yaşında mesela kemik gelişimi tamamlanır. Dahası bu gelişme hep bir şeylerle sürer. 30
yaşlarında akıl gelişimi tamamlanır, ve kırklı yaşlara geldiğinde ruh gelişimi tamamlanır. Bazen de
yarım kalır. Kemik gelişimi yarım kalırsa kemik hastası olur, akıl gelişimi yarım kalırsa akıl hastası
olur, ruh gelişimi yarım kalırsa ya? Bu bizim bildiğimiz psikolojik bir ruh hastalığı değil tabii.
Kur’an’ın söylediği iman hastalığı. Bu tekamül devam ederse cennete kadar devam eder. İşte cennet
insan tekamülünün sonudur. Cennet dediğimiz şey aslına insanın kemâl halidir. Kemâle ulaşmış bir
insan mükemmel bir mekan da konuk edilir. Onun için kemale ulaşmış insanla güzelliğin kemale
ulaşmış halinin buluşmasıdır cennet ehlinin cennete kavuşması.
(52لم فيها فاكهة ولم ما يدهعون )Lehüm fiyha fakihetüv ve lehüm ma yeddeun
“orada her tür refaha sahip olacaklar ve arzuladıkları her şey onlara sunulacak:”
- Yedde'un fiili, "arzu edileni dile getirmeye gerek kalmaksızın" anlamını îmâ yollu içerir. Yani
gönüllerinden geçirmeleri bile yeterli.
(58سلم ق ول من رب رحيم )Selamün kavlem mir rabbir rahıym
“rahmeti sonsuz Rabbin sözüyle gelen tarifsiz bir mutluluktur bu.”
- Ya da Rahim olan Rabb’den bir selam almışlardır. Belki de cennetin tacı bu olacak. Cennetin
güzelliğini örten bir güzellik bu olacak. Allah’tan doğrudan selam almak!!! De ki güzelliğin daha
güzeli ve birde artısı var diyen ayetteki o artı bu olsa gerek.
- Selâm, mutluluk ve güven garantisidir. "Kurtuluş", "rahat" ve "iç barışı" ifade eder, yani mutluluk.
Ne mutlu size, artık garantidesiniz. Güzelsiniz, güzele layık bir hayat yaşadınız ve güzel bir akıbete
kavuştunuz onun için selam olsun size. İşte belki asıl mutluluk, Allah’la barış içinde Allah’la bilişik,
tanışık ve barışık bir hayat yaşamak. Ve sonunda selamı hak etmek, selamı hak edenler selameti hak
ederler. Selameti hak etmek içinde teslim olur islam olurlar.
(51وامتازوا الي وم أي ها المجرمون )Vemtazül yevme eyyühel mücrimun
“Ama (suçlulara denilir ki): "Siz ey mücrimler, bugün şöyle ayrı durun!"”
- Mücrimun; suçu tabiat haline getirmiş kişiler. Yani suç isim olmuş onlara, onun için isim olarak
geliyor.
(63أل أعهد إليكم يا بن آدم أن ل ت عبدوا الشهيطان إنهه لكم عدو مبين )Elem a'hed ileyküm ya benı ademe el la ta'büdüş şeytan innehu leküm adüvvüm mübiyn
“İmdi, Ben size buyurmadım mı ey Âdemoğulları: "Şeytana kulluk etmeyin, çünkü o sizin
apaçık düşmanınızdır!”
- Eş-şatanu; çok uzun ip, halat kökünden türetilmiş. Hatta ibikli yılana da deniyor. Özelliği; çok çevik,
hızlı, aniden ortadan kaybolan bir yılan türüdür. Çok özelde bir zevki var bunun uyuyan insanların
açık duran ağızlarından girmek. Şimdi şeytana neden şeytan denildiğinin çok derin bir iması da var.
Uykuya gelmez şeytan, uyumaya hiç gelmez. Bir anlık gafletinizde ağzınızdan giriverir.
Damarlarınızda gezer adeta. Dolayısıyla uyumayan bir düşmandır. Su uyur şeytan uyumaz, onun
içinde mü’min’in imanı da uyumamak zorundadır. Uyumayan bir iman geliştirmek zorundadır, işte
bunun için uyarılıyor. Şeytan, insan, cin, soyut, somut her şeyden olabilir, onun içinde Kur’an’da
insan içinde kullanılır. Şeytana asker olmuş insanlar için. Hatta bazı insanlar şeytana pabucu ters
giydirebilir, şeytana besmele çekilir herhalde şeytanda böyle tiplere besmele çekerek yanaşır. Böyle
insanlarda olabilir. Şeytan her tür insanın ebedi mutluluğuna düşmanlığı temsil eder. İnsanın negatif
tarafı da bir tür şeytandır. Yani insanı Allah’tan koparan her şey şeytandır. Günahı tabiat haline
getirmek, şeytana tapmaktır. Düşman dost tasavvurunu inşa ediyor bu ayet. Yani ey insan şeytan o
kadar sinsi ki, senin ebedi düşmanın olduğu halde sana dost gibi yaklaşır, atan Adem’e yaklaştığı
gibi; “İki melek olmak istemez misiniz?” yada ebedileşmek. Kim istemez, şu tumturaklı gerekçelere
bakın. Onun için şeytan insana yaklaşırken köftenin içine zehir koyup köpekleri telef edenlere
benzer, zehiri zehir olarak vermez, köfte olarak verir. Onun için zehri altın kupayla sunar. Kupaya
bakarsanız zehiri içersiniz. Onun için dost-düşman tasavvurunuzu iyi inşa ederseniz yutmazsınız
demeye getiriliyor.
- Burada kula kul olmayın da deniyor, eşyaya kul olmayın. Şeytana kul olmak düşmana kul olmaktır
deniliyor.
(61وأن اعبدون هذا صراط مستقيم )Ve enı'büduni haza sıratum müstekıym
“Ve yalnız Bana kulluk edin, dosdoğru yol budur!”
(62ولقد أضله منكم جبل كثيرا أف لم تكونوا ت عقلون )Ve lekad edalle minküm cibillen kesiyra efelem tekunu ta'kılun
“Doğrusu (o Şeytan) sizden birçok nesli yoldan çıkarmıştır, o zaman aklınız başınızda
değil miydi?”
(63هذه جهنهم الهت كنتم توعدون )Hazihı cehennemülletı küntüm tuadun
“İşte, size vaad edilen cehennem budur.”
- Önceki âyetin sonuyla birlikte düşünüldüğünde akletmemek cehennem azabının kaynağı olarak
gösterilmektedir.
(64اصلوها الي وم با كنتم تكفرون )Islevhel yevme bima küntüm tekfürun
“Israrla inkâr etmenizin bir sonucu olarak bugün oraya destek verin!"”
- Islavhâ, "ateşi tutuşturmak için odunların önüne dikilen çıra" anlamına gelen es-sılâ'dan türetilmiştir.
Yani ateşe odun atmaktan türeyen bir kelimedir. Bu yanma kendi kendinide içine alan bir yanmadır.
Aslı "dik duran, destek olan, ayakta tutan" mânasındaki salv'dendir ve salat'la akrabadır. Bu destek
oluş, kendisini başkasının değil yine kendisinin yaktığı bir yanmayı ifade ediyor: "onlara zulmeden
Biz değildik, fakat onlar kendi kendilerine zulmetti ler" (70/Hûd: 101). Eşini ve tüm çocuklarını
gözünün önünde kaybeden bir ananın ciğerini yakan ateşin acısını düşünün. O gün Allah'ı
kaybettiğini görmenin acısı ondan sonsuz kat daha harlı bir ateşin yüreğe düşmesi gibidir. Yok
olmanın, ölümün cana minnet olduğu bir yürek yangını ki bizim yaşamayacağımızın da bir garantisi
yok. Çünkü sizi dışardan yakan bir şey sinir uçlarını yakıncaya kadar acı verir. onun için yüksek
dereceli yanıklarda acıma biter. Ama yürek yangınları, içe düşmüş kor ateşler bu nedir; siz en büyük
değerinizi kaybettiğinizde, Allah’ın sevgisini kaybettiğinizi kıyamet günü, mahşer günü
anlayacaksınız. Artık yüzünüze bakılmayacak. Onu görünce insanın içine düşen yürek yangınını
düşünün diyebiliriz ama düşünemeyiz. Bunu kavramak bile mümkün değil. Lâ ted’ûl yevme subûran
vâhıden ved’û subûran kesîrâ "bugün yok olmak için bir tek ölümü çağırmayın, yok olmak için
birçok ölümü çağırın!" (40/Furkan: 14). İşte öyle bir yürek yangını.
(65الي وم نتم على أف واههم وتكل منا أيديهم وتشهد أرجلهم با كانوا يكسبون )El yevme nahtimü ala efvahihim ve tükellimüna eydıhim ve teşhedü ercülühüm bima
kanu yeksibun
“O gün ağızlarına mühür vururuz ve Bize onların elleri konuşur, ayakları yaptıklarına
şahitlik eder.”
- Ikra’ kitâbek "Oku sicilini! kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ Bugün kendi hesabını görmek için
sen sana yetersin!" (68/İs-ra: 14), yani başka bir muhasibe gerek yok. Senin şahidin sensin.
Belil'insanu 'ala nefsihi besıyra "Aslında insan kendi kendisinin gözetleyicisidir" (Kıyâmet: 14), "O
gün.. yerin dibine geçmeyi temenni ederler, fakat onlar Allah'tan hiçbir şeyi gizleyemezler"
(106/Nisâ: 42).
(66ولو نشاء لطمسنا على أعينهم فاستب قوا الص راط فأنه ي بصرون )Velev neşaü letamesna ala a'yünihim festebekus sırata fe enna yübsırun
“EĞER (Ademoğlu'nu iradesiz yaratmak) isteseydik, onların görüp kavrama yeteneklerini
iyice köreltirdik de (hayvanlar gibi) yoldan (çıkmak için) yarışırlardı: o takdirde (doğruyu)
nereden, nasıl görebileceklerdi?”
- İradesiz hayvanlar gibi diyor. İrade verince ne oldu?
(62نشاء لمسخناهم على مكانتهم فما استطاعوا مضيا ول ي رجعون )ولو Velev neşaü le mesahnahüm ala mekanetihim femestetau mudiyyev ve la
yarciun
“Eğer (böyle olmalarını) dileseydik, mutlaka onları kendi konumlarına göre başka bir
hale dönüştürürdük: o takdirde ne savuşturabilirler ne de geri dönebilirlerdi.”
- Zımnen: Hayatı hayvan gibi algılayıp yeme, içme, yatma, çiftleşmeden ibâret görenleri sûret olarak
da hayvana dönüştürebilirdik, fakat istemedik. Bizim "kendi konumlarına göre" anlamı verdiğimiz
'ala mekânetihim'deki mekân fiziki değil, tıpkı 73/En'âm: 135, 70/Hûd: 93 ve 121'de olduğu gibi
mânevîdir. Yani insanın hayata ve kendine biçtiği "değer" ve "konum" ile ilgilidir. Zaten kelimenin
türetildiği kök olan kevn de "oluş" anlamına gelir.
سه ف اللق أفل ي عقلون ) ره ن نك (68ومن ن عم Ve men nüammirhü nünekkishü fil halk efela ya'kılun
“Ve kimin ömrünü uzatırsak, onun doğuştan gelen yeteneklerinde eksiltme yaparız: hala
akıllarını kullanmayacaklar mı?”
- Zımnen: Ey insan, ahlâkî sorumluluklarını "daha erken" gerekçesiyle asla erteleme! Ömrün en diri
yıllarını günaha, en düşkün yıllarını da Allah'a ayırmak bir tür Kabil kompleksidir. Nedir kabil
kompleksi? Sahip olduğunun en değersizini Allah’a adamaktır. Ömrünün en değersiz yıllarını
Allah’a ayıracaksın, zaten istesen de günah işleyemeyeceğin yıllarını Allah’a. Kabilin sahip
olduğunun en kötüsünü sadaka vermesinden ne farkı var?
عر وما ي نبغي له إن هو إله ذكر وق رآن مبين )و (61ما علهمناه الش
Ve ma alemnahüş şı'ra ve ma yembeğıy leh in hüve illa zikruv ve kur'anüm mübiyn
“BİZ ona şiir öğretmedik, bu onun için gerekli de değil: o (vahiy) sadece bir uyarı ve
öğüttür, dahası açık ve açıklayıcı bir hitaptır,”
- Zamir Kur'an'ı da gösterebilir.
- Nebi'ye yönelik "şair" (79/Enbiya: 5) ve Kur'an'a yönelik "şiir" iddialarını red. Vahyin ilk
muhatapları arasından bir çok inkarcı peygambere şair, Kur’an’a da şiir diyorlardı. Aslında burada
şiire ve şaire bir itiraz yok. Bunu söyleyince Şuara suresinin son ayetleri geliyor aklımıza, neden
orada şairler yeriliyor? Fakat orada inkarcı şairler yeriliyor, iman eden şairler ise övülüyor. Yerilen
burada şair ve şiir değil, o günün şairine yüklenen misyon. Bunun gerekçesini anlamak için o günün
şairinin kahinle, şiirinin de kehanetle iç içe geçtiğini bilmek gerekir. Cahiliyye insanı, cinlerin Allah
ile nesep bağına sahip olduğunu düşünür, şiiri şairle cin arasındaki alışverişin ürünü olarak görürdü
(66/Sâffât: 158). Herkes şair olamaz eğer cinleriniz varsa şair olursunuz sanıyorlardı. Bu yüzden
melek-peygamber ilişkisini, cin-şair ilişkisiyle özdeş sandılar, aslına sanmadılar sanıyormuş gibi
yaptılar böyle olmadığını bildikleri halde öyle davranıyorlardı. Ebuzer kardeşi Uneys’i Mekke’ye
gönderiyor, git oradakileri bana getir diye. Gidiyor Rasulallahın okuduğu Kur’an’ı Ebuzer’e okuyor.
Peki bu şiir mi diyor? Vallahi ben şiir söylerim, şiirin hasını da bilirim ama bu şiir değil diyor. Ben
böyle şiir görmedim diyor. Ümeyye bin halef, utbe, şeybe hepsinin böyle itirafarı var. Zaten Kur’an
şiir değil, peygamber şair değil. Zaten hiç Şiir söylediği de duyulmamış. Onun için peygamber şiiri
red etmedi, şairin şâ’man koltuğuna oturtulmasını red etti. Şiiri red etseydi, insanlık tarihi boyunca
şiire verilmiş olan en büyük ödülü Hırkayı saadetini bir şairin sırtına giydirir miydi? Yine efendimiz
şiir dinlerdi zamanının büyük şairlerinden ümeyye bin ebu sad es sakafinin uzun şiirleri dinlerdi. Ve
bi kezinde de onun şiiri Müslüman oldu demiştir. Adamın kendisi Aduvallah, Allah düşmanı ama
şiiri müslüman. Zımnen: Şiir gibi hisse değil akla hitap eden vahiy, "düşünen bir topluma" ithaf
edilmiştir.
(23القول على الكافرين )لي نذر من كان حيا ويقه Li yünzira men kane hayyave ve yehıkkal kavlü alel kafirın
“ki bu sayede, (kalben) diri olanları uyarsın ve bunu ısrarla inkâr edenlere karşı verilmiş
söz gerçekleşsin.”
- Yani: Akleden kalbe:
- Kur’an demek ki her yeryüzünde gölge gezdirene diri demiyor. Kur’an’ın diri dediği şey başka.
Yiyen içen yatan insanı diri olarak görmüyor.
- Diri olanlar Kur’an’a göre akleden kalbi olanlardır. İnne fi zalike le zikra li men kane lehu kalb
"Şüphesiz bunda bir kalbi olanlar için uyarı vardır" (36/Kâf: 37). Demek ki Kur’an’ın kalp dediği şey
kan pompasından farklı bir şey, diri dediği şeyde yiyip gezmekten farklı bir şey. Demek ki Kur’an’ın
kendine has ölü-diri, kar-zarar, iyi-kötü, güzel-çirkin, geçici-kalıcı tarifleri var. Bu kavramları
anlayıp, sindirmeden Kur’an’a göre bir tasavvur inşa edilmiş olmaz.
(71ا مالكون )أول ي روا أنها خلقنا لم مها عملت أيدينا أن عاما ف هم ل E ve lem yerav enna halakna lehüm mimma amilet eydına en'amen fehüm leha malikun
“Şimdi onlar, kendileri için kudretimizin bir nişanesi olarak evcil hayvanlar yarattığımızı
ve bu sayede onlara sahip olabildiklerini de mi görmezler?
- Lafzen: "ellerimizin bir eseri.." Şu'arâ' 11'e göre bu tür lâfızlar mecaz olarak anlaşılmalıdır.
- İmanın özü olan tevhid, bütün bir varlık zincirini oluşturan halkaları ait olduğu bütün içinde algılar
ve onu yaratana atıf bilir. Alem alemdir, alamettir, hayvan, bulut, su, gemi fark etmez hepsi bir
zincirdir. Bu zincirin her biri bir ayet olarak Allah’ı gösterir. İşte burada da evcil hayvanlara bir atıf.
ها يأكلون ) ها ركوب هم ومن (22وذلهلناها لم فمن Ve zellelnaha lehüm fe minha rakubühüm ve minha ye'külun
“Dahası onları emirlerine âmâde kıldık ki, bir kısmına binsinler, bir kısmını da yesinler,”
- Zımen söylenen şu; hayvanın yaratılış amacı insan. Peki ey insan senin yaratılış amacın ne? Hayvan
sana musahhar kılındı ya sen? Ayetin bize sordurmak istediği şey bu.
(23أفل يشكرون )ولم فيها منافع ومشارب Ve lehüm fiyha menafiu ve meşarib efela yeşkürun
“ve onlardan başkaca da yararlansınlar ve içecek (süt) sağsınlar.
Hâlâ şükretmeyecekler mi?”
- Yani şükretmeyeceklerse eğer, bu takdirde küfür etmiş olamazlar mı? Nankörlük küfr değil mi?
(24واتهذوا من دون الله آلة لعلههم ي نصرون )Vettehazu min dunillahi alihetel leallehüm yünsarun
“Ne ki onlar (şükür yerine), kendilerine yardım ederler ümidiyle Allah'tan başka ilâhlar
edindiler.”
- Bakın şükretmemekle kalmadılar, birde Allah’tan başka ilahlar edindiler.
(71ل يستطيعون نصرهم وهم لم جند مضرون )
La yestetıy'une nasrahüm vehüm lehüm cündüm muhdarun
“Bunların onlara yardıma asla güçleri yetmez, aksine kendileri bunlar için hazır kıta
askerdirler.”
- Veya zamirlerin aidiyetine göre: "onlar kendileri için.." Tercihimiz, şirkin yasaklanmasının en temel
nedenine dayanmaktadır. O da şirkin, şirk koşan kimseyi şirk koşulan karşısında nesneleştirmesidir.
Şirkin en büyük zararıdır. Allah'a ait bir niteliği bir başka varlığa yakıştıran insan, o andan itibaren
tanrılık yakıştırdığı şirk nesnesinin "emre âmâde askeri" durumuna düşer. Bu benim uğurum
dediğiniz zaman artık onun nesnesi olmuş olursunuz. İç enerjinizi tüketir.
(26ق ولم إنها ن علم ما يسرون وما ي علنون )فل يزنك Fela yahzünke kavlühüm inna na'lemü ma yüsirrune ve ma yu'linun
“Artık onların sözleri seni üzmesin: unutma ki Biz onların gizlediklerini de biliriz,
açıkladıklarını da.”
نسان أنها خلقناه من نطفة فإذا هو خصيم مبين )أول ي ر (22الEvelem yeral insanü enna halaknahü min nutfetin fe iza hüve hasıymün mübın
“İNSAN görmez mi ki, Biz kendisini bir damlacık hayat suyundan yarattık (ve akıl fikir
bahşettik), fakat o apaçık bir hasım olup çıktı.”
- Nutfe: "zigot", yani döllenmiş yumurtadan.
- Parantez içi açıklama Kur’an’ın başka yerlerinde aynı kullanımlarından yola çıkarak biz onu bir
damladan yarattık sonra akıl fikir verdik fakat o Bize hasım oldu. Basit bir su ama akıl ve ruh
verilince muhteşem bir varlığa dönüştü. Fakat o apaçık bir hasım olup çıktı. Çamurdan, topraktan,
pişirilmiş balçıktan yarattık da ne oldu? Verdiğimiz akıl ve iradeyi aldı bunlarla yaratıcısına
ulaşacağı yerde hasım oldu. Bu ruhla kendini bulacağı yerde kendisini kaybetti. 73.ayette ki
şükretmeyecek misiniz? İfadesinin açılımı burasıdır. Aklın şükrü varlıkla var eden arasındaki ilişkiyi
bulmaktır. Eğer akıl şükrünü eda etmiyorsa küfre düşer ve sahibini Allah’tan uzaklaştırır. İradenin
şükrü insanın kötüye karşı direncini korumaktır. Ama irade şükrünü eda etmeyince insanı günaha
yaklaştıran bir araca dönüştürür.
(28وضرب لنا مثل ونسي خلقه قال من ييي العظام وهي رميم )Ve darabe lena meselev ve nesiye halkah kale mey yuhyil ızame ve hiye ramım
“Bir yandan Bizim için benzerler uydururken, öte yandan kendisinin (bir damlacık sudan)
yaratılışını unutarak şöyle der: "Çürüyüp toza toprağa karışmış kemiklere kim hayat
verecek?"”
- Toza toprağa karışmış diye itiraz eder. Haddini aşar. Yani bizim için bir takım şeyler uydururken
haddini aşar ve Allah’a akıl vermeye kalkar haşa.
(21قل يييها الهذي أنشأها أوهل مرهة وهو بكل خلق عليم )Kul yuhyıhellezı enşeeha evvele merrah ve hüve bi külli halkın alım
“De ki: "Onları ilk defa kim yoktan var ettiyse O hayat verecek. Zira O, her tür yaratığın
ve yaratmanın akıl sır ermez bilgisine bütünüyle vakıftır.”
- Halkın ikili anlamı için bkz. 65/İbrahim: 19, not 21. Alîm'deki belirsizlik çeviriye "akıl sır ermez"
yan anlamıyla yansımıştır.
(83الشهجر الخضر نارا فإذا أن تم منه توقدون )الهذي جعل لكم من Ellezı ceale leküm mineş şeceril ahdari naran fe iza entüm minhü tukıdun
“O'dur yeşil ağaçta sizin için ateş var eden, bu sayede sizler ondan yakacak elde
edersiniz.”
- Yani fatır suresin ana fikri olan varlığın içinde ki çift veya zıt kutupluluğun muhteşem uyumuna bir
atıf aslında.
- Yeşil ağaçtan ateş; fotosentez olayına işaret edebilir. Yeşil ağaç oksijen açığa çıkarır, oksijen ise
yakıcı bir gazdır.
ق أوليس الهذي خلق السهماوات والرض بقادر على أن يلق مث لهم ب لى وهو الله (81العليم )
Eveleysellezı halekas semavati vel erda bi kadirin ala ey yahlüka mislehüm bela ve hüvel
hallakul alım
“Değil mi ama, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın kudreti, onlar gibisini (yeniden)
yaratmaya yetmez mi? Elbette yeter! Zira O, her şeyi bilen mükemmel bir Yaratıcıdır.”
- 78. âyette geçen 'yeniden dirilmeyi reddedenler gibi daha küçüğünü'.
ا أمره إذا أراد شيئا أن ي قول له كن ف يكون (82)إنهİnnema emruhu iza erade şey'en ey yekule lehu kün fe yekun
“O, eşsiz yaratışıyla bir şeyin olmasını dilediği zaman, sadece ona "Ol!" demesi yeter: o
da hemen oluş sürecine girer.”
(83ت رجعون )فسبحان الهذي بيده ملكوت كل شيء وإليه
Fe sübhanellezı bi yedihı melekutü külli şey'iv ve ileyhi türceun
“Her şeyin tasarrufunu (kudret) elinde bulunduran (Allah), her tür kişileştirmeden uzak
ve yücedir: nihayet hepiniz O'na döndürüleceksiniz”
- Yani bu vahiyde ne geçiyorsa onu Allah’ın eşsiz varlığına münasip bir biçimde anla ey insan oğlu.
Ve tüm yollar Allah’a çıkar. innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn (Bakara 156) Allah’tan geldik ve
Allah’a döndürüleceğiz, O aramakla bulunmaz lakin bulanlar arayanlardır, yürümekle varılmaz lakin
varanlar yürüyenlerdir.
“ ve ahiru davana, en elhamdülilahi Rabbül Alemin.” İddiamızın, davamızın tüm hasılatı ve son sözümüz Alemlerin Rabbine
Hamd’dir.
Serdar Ali Mıhcı Nevşehir