318

Ali Fuad Basgil - Din Ve Laiklik

  • Upload
    robot66

  • View
    290

  • Download
    2

Embed Size (px)

Citation preview

DIN VE LAIKLIK Ord. Prof. Dr. ALİ FUAD BAŞGİL

Kurucusu: İSMAİL DAYI

DİN ve LÂİKLİK Ord. Prof. Dr. Alİ F u a d BAŞGİL

' Bu eserin yayın haklan Yağmur Yayınev i 'ne aittir.

8. B a s k ı : Haziran 2007

Yayın Sıra N o . : 8

I S B N : 9 7 8 - 9 7 5 - 7 7 4 7 - 1 5 - 7

Sertifika N o : 1 2 0 6 - 3 4 - 0 0 4 0 6 2

Yayın Yönelmeni : Nazif GÜNER Yaym Sorumlusu : Süleyman ÖZDEMİR

Bas ım Yeri /Cİl t : Kitap Matbaacılık Tel.: (0212) 5 6 7 4 8 8 4

YAĞMUR YAYINEVİ Cağaloğlu Yokuju, Narlıbahçe Sokak No. 1

Özhekim Işham Kat 2/23 Eminönü / İSTANBUL Tel.: (O 212) 513 51 26 Faks: (O 212) 519 74 53

e-posla: yagmur@yagmuryayİnevi,com.tr www.yagmuryayinevi.com.tr

Ord. Prof. Dr. ALİ FUAD BAŞGÎL

D I N V E L A I K L I K - HUKUKÎ VE İÇTİMAÎ ETÜD -

* DİN NEDİR? * DÎN HÜRRİYETİ ve LÂİKLİK NE DEMEKTİR?

8 . BASKI

İSTANBUL — 2007

Dinen günahkâr olmak, dini sevmeye ve dindarm tükenmez saadetine

imrenmeye mani değildir.

Ehl-i din ve takva babam Mehmed Şükrü Efendi,

Senin ebediyellerdeki ruhunun §âd olması için...

Azız eş im N ü v i d e m !

Senin gayret ver ic i teşvil<lerin

v e sıcak har imin o lmasaydı

bu esercik gün görmezdi .

M inne t sana.. .

Azız okuyucu,.

Muhterem hocamız Ord. Prof. Dr. Ali Fuad BAŞGİL'in sağlığında bazı eserlerini birlikte ya­

yınlamak bahtiyarlığına erişmiştik. Vefatların­

dan sonra da vârislerinden bize intikal eden hu­

kuk ve kıymetli eşinin gösterdikleri teveccühle

yeniden devam ediyoruz.

Sizlere yeni bir hizmeti bildirmek arzusu ile

(hocamın, ruhundan af dileyerek) bu çok değer­

li eserin önüne birkaç satır yazmaya cesaret edi­

yorum.

Bugüne kadar ayrı ayrı yayınlanan eserleri,

gazete ve dergilerde çıkan yazıları tasnif edip

külliyat halinde sunmak istiyoruz.. Din ve Lâik­

lik kitabı bu dizinin İlk eseri olacaktır. Çalışma­

larımızda bize yardımcı olanlara ve hizmeti ge­

çenlere şimdiden teşekkür eder; yüce Allahtan

hocamıza rahmet dileriz.

Tevfik Allahtandır.

İsmail DAYI Yağmur Yayınevi Kurucusu

Ord. Prof. Dr.

Ali Fuad BAŞGJL

(1893 - 1967)

* Fransa'nın Grenoble Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun * Paris Hukuk Fakültesinden Doktor.

* Paris Edebiyat Fakültesi Felsefe Kolundan mezun. * Paris Siyasî İlimler Okulundan mezun.

* İdare İlimleri Milletlerarası Enstitüsü İlmî Komite üyesi. * Lahey Devletler Hukuku Akademisi mensubu.

Ord. Prof. Dr.

ALİ FUAD BAŞGİL

Ali Fuad Başgil 1893 yılında Samsun'un Çarşamba kazasın­da doğmuştur. Babası Mehmet Şükrü Efendi, annesi Patıma Ha-nım'dır. Dedesi Bölükbaşioğullarmdan Hafız İbrahim Efendi'dir. Tanınmış bir ailenin çocuğu olup, İlk Öğrenimini Çarşamba'da, orta öğreniminin bİr kısmını İstanbul'da, son kısmını ise Paris'te görmüştür.

Vatanî hizmetini yedeksubay olarak i. Dünya Savaşı'nda Kaf­kas Cephesinde ve 4,5 yıl cepheden cepheye koşarak tamamla­mıştır. Öğrenimine askerlik hizmetini bitirdikten sonra da devam etmiştir.

Grenoble Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuş, Paris Hukuk Fakültesinde doktora yapmış ve Paris Edebiyat Fa­kültesi Felsefe Kolu ile Paris Siyasi İlimler Mektebİ'nden diploma almıştır. Lahey Devletler Hukuku Akademisi'nin kurlannı da ta­mamlayıp mezun olmuştur. 1929 yılında üç fakülte, bir yüksek okuİ diploması ve hukuk doktoru unvanı ile memleketine dön­müştür.

İlk resmi görevi Milli Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğrenim G e ­nel Müdür Yardımcılığıdır. 1930 yılında Ankara Hukuk Fakülte­sinde açılan doçentlik imtihanını pekiyi derece ile kazanarak ay­nı fakülteye doçent olmuştur. Bir sene sonra bu fakültenin profe­sörlüğüne terfi ettirilerek tayin edilmiştir. 1933 yılı sonlanna ka­dar fakültede "Roma Hukuku", Gazi Eğitim Enstitüsünde "Mede­niyet Tarihi" derslerini okutmuştur. Daha sonra İstanbul Üniver­sitesi Hukuk Fakültesi Esas Teşkilat Hukuku profesörlüğüne tayin edilmiştir. Bu görevinin yanı sıra Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu

öğretim üyeliğr görevinde de bulunmuştur. 1936 yılında İstanbul Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu Müdürlüğüne atanmıştır. Bu okulda ve İstanbul Hukuk Fakültesinde ilk defa "İş Hukuku" kürsüsünü kurup okutmuştur.

1937 - 1942 yılları arası İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakül­tesi Dekanlığından sonra Ankara Hukuk Fakültesi ve oraya taşı­nan Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu {Mülkiye Mektebi) Esas Teşki­lat Hukuku Profesörlüğü ile Mülkiye Mektebi Müdürlüğüne tayin edilmiştir. 1943 yılında Mülkiye Mektebi Müdürlüğünden İstifa edip, İstanbul Üniversitesi Esas Teşkilat Hukuku Kürsüsü'nün Or­dinaryüs Profesör'ü olarak binlerce öğrenci yetiştirmiştir. 1960'da buradan emekli olmuştur.

1961 yılında Samsun Senatörü seçilmiş, kısa bir zaman son­ra bu görevinden istifa ettirilerek bir süre İsviçre'de çalışmış ve orada Fransızca olarak yayınlanan, sonradan Türkçeye çevirilen 27 Mayıs İhtilali ile ilgİlİ eseriyle meşgul olmuş, 1965 seçimle­rinde İstanbul Milletvekili olarak tekrar Büyük Millet Meclisi ça­tısı altına girmiş, vefatlarına kadar bu görevde kalmıştır.

17 Nisan 1967 yılında eşi Fatma Nüvide Hanımefendi ile bidikte oturduğu Kadıköy Feneryolu Eflatun Sokaktaki evinde hayata gözlerini yummuştur. Bugün bu sokak "Alİ Fuad Başgil Sokağı" İsmini taşımaktadır. Kabri, Üsküdar Karacaahmet Mezar­lığı Çiçekçi Durağı karşısındadır.

Merhum Ali Fuad Başgil, bir taraftan ilim ve irfan kürsülerin­de hizmet edip öğrenci yetiştirirken, pekçok uluslararası kongre­lerde memleketimizi temsil etmiştir. Türkçe ve fransızca muhte­lif eserler yayınlamıştır. 1930 yılından 1967 yılına kadar çeşitli gazetelerde yayınlanan birçok yazısı İle Türk halkının aydınlatıl­masına da çalışmıştır. Onu rahmetle anmayı bİr borç biliriz.

Yağmur Yayınevi

O N S O Z

Bizde, din bahsinde, münkiriik bir zamandan beri moda

oldu. Fakat çoklanna "din nedir" d iye sorarsanız size sadece,

bazı politika bezirgânlanndan alıp hap gibi yuttuklan sözleri

tekrar ederler. Bunlara göre, din, küflü bir mazinin nesilden

nesile devroiup gelen bir mirasıdır ve mazidir, gericiliktir. İ le­

ricilik de yiyip, içip eğlenmektir.

Din hürriyetine gelince, bu da Tanzimat'tan yani yüz kü­

sur yıldan beri devlet umdelerimizden biri olduğu halde, ş im­

diye kadar üzerinde hemen hemen hiç durulmamış bir fikir­

dir.'" Bu mevzuda bugün elde ne bir kitap vardır, ne de ciddi

bir etüd.'^' Bu yokluk sebebiyledir ki, bizde din hürriyeti de ­

y ince, bundan herkes aklına estiği gibi bir mâna çıkarmakta­

dır.

(V Herkesin inanıp kabul ettiği din ve mezhebin âyin ve ibadetlerine serbest­çe kabul edilebilmesi ve bu hususla hiç bir müdalıaieye, hakaret ve İşkenceye uğramamas) mânâsına olarak din hürriyeti bizde ilk defa I839'da "Cülhane Hat-tı-ı Hümayunu" ile tesis ve 1856 tarihli meşhur Islahat Fermanı ile teyid ve tav­zih olunmuştur. (Bakınız, Düstur Birinci Tertip, Cilt I).

(2) Çerçi mevzu üzerinde bazı gazete ve mecmualarda zaman zaman tanın­mış İmzalı yazılar çıkmıştır; fakat bunlar ciddî ve itmîolmaktan utanılacak kadar uzaktır.

Bazılarına göre, herhangi bir memlekette camiler Müs lü­manlara, kiliseler Hırist iyaniara, havralar Musev i lere açık bulunuyor ve kimse, bir din tutmaya veya tutmamaya, men­sup olduğu mabede gidip gi tmemeye zorlanmıyorsa, o memlekette din hürriyeti vardır.

Çünki j din hürriyeti deni len serbestlik bundan ibarettir. Fakat, bu gibi mes'eleleri mesleki bir vazife olarak dikkatle takip eden hakikatsever insanlara sorarsanız, öy le bir mem­lekette,din hürriyeti sırf sözde vardır ve sadece yabancı mü­şahitleri aldatmak için bazı kanunlan süslemektedir.

Şunu bilmelidir ki, din hürriyeti sadece mabede girip çık­ma serbestliği değildir. İsteyen müzeye, bileti o lan sinemaya da girip çıkıyor. Bugün dünya memleketleri arasında d iyane­tin, r ivayete göre, en çok baskı altında tutulduğu Mosko­va 'da bile kiliseler ziyaretçi lere daima açık kalmıştır.

D in hürriyeti, dindar vatandaşların, din bahsinde, haiz oldukları haklardan herbirini serbestçe, korkusuz ve endişe­sizce kullanmalarını ve herbirinden serbestçe faydalanmala­rını gerektirir. D in müessesesinin dayandığı hakların, bugün ehemmiyet itibariyle başta geleni, hiç şüphe edi lemez ki, "öğretmek ve okutmak - yazmak, telkin etmek" hakkıdır. B u ­gün herhangi bir memlekette din hürriyeti olup olmadığını anlamak iç in, gözönünde tutulacak ölçü budur. Yani eğer "öğretip okutmak-neşir yani yaymak ve telkin etmek" hakkı serbestçe ve dinin temel ahkâmına uygun bir surette kullanı­lıyorsa, o memlekette din hürriyeti vardır. Kul lanı lmıyor da bu hak, resmi veya gayri resmi, kanuni veya idari bir baskı v e tehdit altında kalıyorsa, din hürriyeti yoktur.'" Bugünkü şartlar altında din hürriyetinin gerek varlığı ve gerekse yok­luğunun işaret ve ölçüsü bu hak olduğu içindir k i ; dikkat edil irse, bugün diyanete düşman olan memleketlerde, her şeyden evvel dini öğretim ve yayım hakkı v e bunun icap et­tirdiği serbestlik, dehşet ver ic i bir şekilde tatbik edi len yıldır­mak ve sindirmek polit ikasıyla fiilen yok edilmiş ve bu suret­le din fikri, terbiyesi ve ahlâkıyatı kökünden kurutulmak is-

— Ö N S Ö Z —

(3) Bizde din hürriyetinin ne ağır bir baskı ye tahakküm altında bırakıldığını göstermek için resmi bir vesikayı aynen aşağıya alıyoruz:

Tarihi Vesika:

j Q Hülâsa: "Hazret-i Muhammed'e dair"

Dahiliye Vekâleti Ankara, 17 Mayıs 1943

Matbuat U . M .

Sayı: 653

Muhterem efendim. Mektubunuzu aldım. Biz her ne şekil ve suretle olursa olsun

memleket dahilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer ya­ratılmasına ve gençlik için dini bİr zihniyet fideliği vücuda geti­rilmesine taraftar değiliz.

Zat-ı âlilerinin herkesçe de müsellem olan ilim ve faziletini­ze hürmetkarız. Ancak günün bu kabil neşriyata tahammülü ol­madığını siz de takdir edersiniz.

Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim (Tör)

(Hazret-i Muhammed'e dair Sebilürreşad tarafından neşrolu­nan bir eserin Dahiliye Vekâleti tarafından toplattırıldıktan son­ra, vaki olan müracaatımız üzerine zamanın Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim tarafından verilen resmi cevaptır.)

Sebilürreşad, Cilt XIII - Say ı : 284

Yukarıdaki cevabi tezkereyi gönderen makamın dİni neşriyata taraftar olmadığı meydandadır. Netice şu oluyor: Türkiye'de din aleyhinde istenildiği gibi yazılabilir ve din adamlarına istenildiği kadar hararet edilebilir. Fakat din lehinde? Hayır.

lenmiştir.'*" Tekrar edel im ki, bir memlekette din hürriyeti, ya l ­

nız mâbed kapılarının ardına kadar açık kalmasından, hattâ

ibadet ve ayinlerin serbestçe icra edilebilmesinden ibaret de­

ğildir. Bu serbestlik, din hürriyetinin ilk basamağı ve en basit

şeklidir. D in hürriyeti, bugün bilhassa, dinin yüksek ilimlerini

ilahiyat ve kelâmiyatını şerbetçe okutup, öğretmek ve dini

neşriyatta bulunmak hakkının şerbetçe kullanılmasıdır.

Lâikliğe gel ince, bu prensip bizde 1928'den beri'^^ Anaya-

sa'mızın hâkim umdeleri , arasına girmiş olmakla beraber va­

tandaşlar için çözülmez bir muamma şeklinde kalmıştır. H a l ­

buki, Garp hukukuyla az çok teması olanlar bilirler ki, bu fik­

ri bize veren Garbın medeni memleketlerinde lâiklik her şey­

den evve l , devlet in, memlekette mevcut maruf ve müesses

dinlere karşı tarafsızlığı v e herhangi bir din veya mezhebin iç

nizamına ve ibadet ahkâm ve erkânına hiçbir suretle müda­

hale etmemesidir.

(4) Bu satırları karaladığım sırada lie Monde) isimli meşhur bir Paris gazetesinde Henry Shapiro tarafından "Stalİn'den Sonra Rusya" başlığı altında neşredilmekte olan ÇOK enteresan bir röportaj serisinin 21.1.1954 sayısındaki yazıyı ibret ve dehşet duyarak okuduk. Bu yazıdan açıkça anlaşılıyor ki, bazı memleketlerde otuz beş seneden beri güdülen din düşmanlığı politikası, Bolşevik Rusya'da takip olunan politikanın pek az bir farkı İle aynıdır.

(5) 1926 senesine kadar. Osmanlı devri kanunu esasileri gibi, 1924 tarihli Anayasamız da dini esasa dayanmakta; yani İslâmiyet resmen devlet dini kabul edilmekte ve şeriat ahkamının yerine getirilmesi, devlet vazifeleri arasında yer almaktaydı.

1928'de İsmet İnönü ve arkadaşlarından mürekkep yüzyirmi mebus imza-sİyİe bir tadil teklifi yapılmış ve Meclisçe teklif kabul edilered, Anayasa'nın bazı maddeleri lâiklik esası dairesinde değiştirilmiştir. Bu cümleden olarak-Anayasa'nın (1924) 2'nci maddesinden "Devletin resmi dini, Din-i İslâmdır" ve 26'ncı maddesinden meclis vazifeleri arasında sayılan "ahkâm-ı şer'İyenİn ten-fizi" İbareleri kaldırılmış; seçimleri müteakip mebusların Meclis'e ilk gelişlerinde yapılması mutad olan yeminin dini şekli terkedilerek "Vallahi" yerine "Namusum üzerine söz veriyorum" lâfı konulmuştur. Bu tadilat İle Türkiye'de devlet diyanete karşı güya bitaraf bir vaziyet almış, yani hukuken "lâiklik" çerçevesine girmiştir.

Daha sonra, 1937'de Anayasa'da yapılan başka bir tadil neticesinde, 2'nci maddeye konulan (Cumhuriyet Halk Partisi'nin altı umdesi arasında "lâiklik" sözünün de bulunduğu malûmdur.) Fakat bu tâdil, yukarıda bahsettiğimiz 1928 tâdiliyie varılan "lâiklik" neticesine yeni bir şey ilâve etmiş değildir, sadece bunu teyid etmiştir.

Bugün Rusya'dan başka daha bazı memleketler var ki, bu­ralarda politika adamları, kendilerini din âlimleri yer ine koya­rak, dinin ibadet diline bile el uzatmakta beis göstermemişler ve bu uğurda aksaçh dindarlan sürgüne göndermekten, hattâ darağacma çekmekten utanmamrşiardır. Yine bu memleket­lerde aynı din düşmanı politikacılar, devletin lâikliğini ilân et­tikleri halde, dini, bütün teşkilatı ve personeli i le, kendi poli-tikalanna bağlamışlardır. Hülâsa, lâiklik bahsinde bugün ha­kikaten ciddî ve ilmî bir izah yokluğu karşısındayız/"'

B u yokluğu görerek, zaman zaman iç imde bu mevzular üzerinde bir şeyler yazmak arzusu v e aklımm erdiği kadar ef­kârı aydınlatmak gayreti doğdu. Ancak 1945 yazı başlarında, yani İkinci Dünya Harbi 'nin Garp demokrasileri tarafından kazanılmasına kadar geçen devri yaşamış olanlarımız hatır­larlar ki, o devirde Türkiye'de hükümet adamlarının icraatmı tenkit etmek, hususiyle din hürriyeti ve lâiklik gibi tekkeieş-miş mevzulan ele almak, âdeta intihar etmek demekti. Bunda mübalâğa yoktur. Şüphe edenler, o devrin gazete kolleksiyon-lannı karıştırabilirler. Ve kanaati uğruna darağacma çekilen ak sakallı adamların resimlerini görebilirler.

Zaman geçti. Nihayet bir vesile doğdu: Me rhum Fevzi Çakmak' ın 1950 Nisanında yapılan cenaze alayında ortaya bazı hâdiseler çıktı. Bu arada, kargaşalık ve irtica koparma suçları isnat edilerek, yetmiş-seksen kadar üniversiteli genç de tevkif edildi. Hâdise, üniversite muhitinde bir kaynaşma yarattı. Tam bu sırada Üniversite Talebe Birliği İdare Heye-ti'nin müracaatı karşısmda kaldım.

Gençler benden din hürriyeti ve lâiklik mevzuları etrafın­da bir konuşma yapmamı ve bu mes'eleler üzerinde kendile­rini aydınlatmamı istediler. Gençl ik muhitinin derinden deri-

(6) Bu eserin ikinci baskısına başladığımız gönlerde Ankara'da çıkan "Türk Yurdu" mecmuasında Prof. Osman Turan tarafından, din ve lâiklik mevzuunda yazılmış üç makale okudum. Her biri derin bir vukuf ve araştırma mahsulü olan bu makaleleri okuyucularıma bilhassa tavsiye ederim.

(Türk Yurdu) sayı 7-8-9; Ekim, Kasım ve Aralık 1959.

ne çalkalandığı bir sırada bu gibi mevzularda konuşmanm ve bu mes'eleleri ele a lmanm mevsimsiz olacağını, binaenaleyh, fırtınanın geçmesini v e ortalığın yatışmasını beklemek lâzım geldiğini düşünerek muvafakat etmedim.

Aradan birkaç gün geçti. Tekrar gelip ısrar ettiler. " B i z , yüzlerce talebe arkadaşlarımızın arzularını yerine getirmeye söz vererek, size geldik. Ş imdiye kadar bİze öğretilmeyen bu mevzular üzerinde bilgi edinmek istiyoruz. Siz hocasınız, biz talebeyiz. Hoca l ık vazifenizi yapmaya sİzİ davet ediyoruz" dediler.

Buna karşı yapı lacak şey, teklifi hemen kabul etmekti. Ö y ­le yaptım. Ve çarçabuk hazırlanarak, 1950 yılının 28 Nisan ve 5 Mayıs günlerinde bir hafta ara ile Bayezid'deki talebe lo-kal i 'nde İki uzun konuşma yaptım. Büyük bir gençlik kitlesi beni dikkat ve alâka ile dinledi. Bu konuşmalan kaleme ala­rak, aynı senenin, 17 Mayısından İtibaren oniki makale hal in­de "Yeni Sabah" gazetesinde neşrettim.

Yazıların gerek intişarı sırasında ve gerek intişarından son­ra memleketin muhtelif yerlerinden tasvip, takdir ve tenkid yol lu mektuplar a ld ım. Mektup sahiplerinden birçoğu, bu ya­zıları broşürler halinde topluca neşretmemi istiyorlardı. Bunu ben de arzu ettim. Ve bir emek mahsulü olan yazıların gaze­te sütunlarında perakende ve perişan kalıp, kaybolmamasını istedim. Fakat, bunun İçin mevzuu daha esaslı bir surette iş­leyip genişletmek lâzım geldi. Vakit buldukça bir çok nokta­ları yeniden tedkik ederek, eseri genişlettim. Hatalarımı dü­zeltmeye çalıştım. Derken, okuyucum, elinizdeki şu eser meydana geliverdi.

Bir noktaya okuyucunun dikkatini çekmek isterim. D iya­net bahsinde, amel bakımından, çok günahkârım. Fakat, gü­nahkâr olmak, dini sevmeye ve dindarın tükenmez saadetine imrenmeye mani midir? Din hakkında yazılar yazışım v e din-

O N S O Z

darlığı müdafaa edişim, şahsen din ahkâmîyie amel ettiğim­den ve dinin emirlerini yerine getirdiğimden değildir; bilâkis getiremediğim İçin üzüldüğümden ve dindarlığın insana ver­diği iç huzuruna imrendiğimdendir. Nazarımda din, yalnız ferd için bir fazilet ve feragat kaynağı değil , aynı zamanda ve böyle olduğu için içtimaî hayat temizliğinin de en kuvvetli bir teminatıdır. Yine nazarımda dini sevmek ve Müslümanlığı müdafaa etmek, hakikatte insanlığı sevmek ve insanlık hakkı­nı müdafaa etmektir. Çünki Müslümanlık din kisvesine bürün­müş insanlıktır. Saf Müslümanlıkla saf humanizma arasındaki mesafe uzun değildir. Başka bir deyişle, Müslümanlık, insan­lık dediğimiz bütünün bir parçasıdır. Parçayı sevmek, netice itibariyle bütünü sevmektir.

Bu esercik, dört kısım ile bîr ek kısımdan mürekkep ola­caktır. Birinci kısmı, dinin tarifine ve hayattaki yeri mes'elesî-ne tahsis ediyoruz. İkinci kısımda, din hürriyeti ve bundan doğan vatandaş haklarını, üçüncü kısımda, lâiklik prensibini inceleyecek, dördüncü kısımda zamanımızdaki ilim ve din mücadelesini ele alacak, nihayet ek kısımda da bazı dokü­manlar vereceğiz.

Eser, daha 1953 senesinin yazı başında bitmiş ve basılma­ğa hazır bir hale gelmişti. 29.7.1953 tarih ve 6187 sayılı "V ic ­dan ve Toplanma Hürriyetinin Korunması" hakkındaki, kanu­nun çıkması üzerine talihsiz eserimin basılması geri kalmıştır. Aşağıya ilk maddesini not ettiğim bu kanun'^' karşısında eseri yeni baştan gözden geçirmeye ve birçok yerlerini degiştirme-

(7) Kanun no: 6)87 Kabul Tarihi: 24.7.1953 Neşir Tarihi: 29.7.1953

Madde: /• Siyasi ve şahsi nüfuz veya menfaat temin etmek maksadiyle dini veya dini hisleri, yahut dince mukaddes tanılan şeyleri veya dini kitapları âlet ederek, her ne suretle olursa olsun, propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse, bir seneden beş seneye kadar ağır hapis cezası İle cezalandırılır.

Fiil, neşren işlenirse hükmolunacak ceza yan nisbetinde arttırılır.

Din ve Lâiklik / F. 2 17

ye, ilmi ve tarihi hakikatlere ait satırlar ve sahifeleri çıkarma­ya, hülâsa, kanunun çizdiği yasak çerçevesi dairesinde eseri âdeta yeniden yazmaya mecbur olduk. Bu yüzden, eserin hem intişarı gecikti ve bütünlüğü bozuldu; hem de fikir ve ka­naatlerimizden yapmak zorunda kaldığımız hesapsız fedekâr-lıklar sebebiyle orijinal çehresi buruştu. Buna esef eder ve meşhur Lâtin Mütefekkiri Puplîus Syrus'un""bundan ikibin se­ne evvel İfade ettiği acı bir hakikati, yirminci asrın ortasında memleketim hesabına üzülerek tekrar eder ve sözü bitiririm.

"Miserius est arbitrio alterius vivere."""

Feneryolu: May ıs 1954

Ali Fuad BAŞGİL

(8) P. Syrus Milâddan evvel 1. asırda yaşamış ve yazmış, Romalı bir şair ve mütefekkirdir.

(9) En sefil hayat, başkalarının arzusuna bağlı olarak yaşamaktadır.

ikinci Baskı İçin;

Ö N S Ö Z

Bu eserin ilk baskısı, 1954 yazı başlarmda çıkmış ve oku­yucular nezdinde çok iyi kabul görmüştü. Bundan cesaret alarak bugün ikinci baskıyı veriyoruz.

İlk iki baskı arasında geçen zaman içinde, okuyucuİanmın da bildiği gibi, din ve maneviyat sahasında, leyhte v e aleyh­te, büyük gelişmeler oldu. Hususiyle son bir-iki sene içinde dine karşı yapı lan hücumlar ve tecavüzler havsalaya sığmaz bir genişlik aldı. Türkiye'nin, bütün gayretlere rağmen, bir türlü kaikınamamasının başhca sebebi ve mes'ulü din ve ma­neviyattır sanıldı. D in mevzuuna îamamiy le yabancı oldukla-n, ileri-geri konuşmalarından anlaşılan bazı yüksek mertebe-İi şahsiyetler, sanki yapılacak başka bir iş kalmamış gibi, dini ele aldılar. Bu mevzuda bilir-bilmez konuştular. Yuvarlak lâf­lar edip, dinden ve Kur 'an'dan bahsettiler. N iç in camilerde dualar, okumalar türkçe yapılmıyor; namazlarda Kur 'an ne­den türkçe okunmuyormuş? Türk vatandaşlarının Kur'an-ı ana dilleriyle okuyup anlamaları hakları değil miymiş? Kur'an madem ki bütün milletlere ve ırklara hitap eden bir mukad­des kitaptır, her millet ve ırkm onu kendi dil iyle okuyup anla­ması lâzım gelmez mi imiş? Miş , miş, mîş... B u eser bu miş mislere ve bu gibi yersiz sorulara cevap vermekte ve maksa­dın hakikat aramak değil, din ve maneviyatı kökünden sars­mak ve iman nurunu söndürmek olduğunu göstermeye çalış­maktadır.

Eğer bu bahiste hakikat aranırsa, o şudur: Her dinin kendi bünyesine mahsus bir ibadet ve dua dili vardır. İslâmın bu d i ­li Kur 'an dilidir. Kur 'an' ı başka bir dile çevirir de ibadeti bu dil ile yapmaya kalkışırsanız, onun kudsiyeti gider ve dolayı-siyle din kalmaz. Şu halde Kur'an dilİnİ ibadet ve dua dili ola­rak muhafaza etmek, netice itibariyle, Islâmı muhafaza et­mektir.

Nedendir, bi lmeyiz; bu memlekette aydın geçinenlerden bir çoğu kendilerini din mevzuunda katolık misyonerleri ka­dar mütehassıs sanıyor ve dinden, Müslümanlıktan bahsedi­yor, birer ihtisas adamı edasiyle konuşuyor ve yazıyorlar. Bu kadarla da kalmıyor, dindar vatandaşlara hakaret savuruyor­lar, tecavüzde bulunuyorlar.

Bunlardan, biraz düzgünce konuşanlara göre, devrimiz müsbet ilim v e teknik devridir. Bugün yalnız ilim konusunda din denilen efsane ve esatir yığını tarihe gömülmelidir.

Kabul ederim kİ, bugün ilmin sözü, sözlerin şüphe götür­meyenidir. Oksi jen mi , yoksa hidrojen mi daha aktiftir diye düşünür, tereddüt edersem, bunu müsbet i lme sorarım. Fizik, kimya, biyoloj i , astronomi'den öğrenmek istediklerim için, hep ilme başvururum. Alacağım cevabı da hakikat kabul ede­rim. Fakat A l lah , âhiret ve ruh hakkında öğrenmek istedikle­rimi aslâ müsbet i lme sormam. Bunları Kur'an ve Hadis'ten ve bu kaynaklan izah edip anlatan "müfessir" ve "müçte-hid'den öğrenirim.

Çünkü bilirim ki, A l lah, âhiret ve ruh hakikatlan müsbet il­min sahası dışındadır. İlmin bilgi sahası tartıya ve ö lçüye gi­ren maddi ve mahsûs şeyler sahasıdır. Al lah ve ruh hakikatla-rı ise maddeden münezzeh ve mahsûsun üstünde hakikatlar-dır. Buna rağmen, biri çıkar da bana müsbet llim adına Al lah, âhiret ve ruh hakkında konuşur ve bunlar müsbet ilim usulle­riyle isbat edil ip ortaya konulmamıştır, binaenaleyh hakikat değildir, derse ben bu söze, "hezeyandır" derim. Eğer bir müsbet i l imci '" çıkıp da, "ben bir adamı ölmezden önce ve

(V "ilimci" tabirinden, alim taslağı (scientiste) kasdediyoruz.

öldükten sonra dikkatle tarttım. Ağırlığından hiç bir şeyin ek­silmiş olmadığını gördüm. Şu halde ruh yoktur. Olsaydı iki tartı arasında bİr fark olurdu" derse, ben bu yaveye sadece gülerim. Çünkü ruh tartıya giren bir şey değildir. O bir (Subs­tance vitale =) hayat cevheri yahut bir (energie vitale - ) hayat kudretidir. Bu türlü iâ-maddî şeyler tartıya girmez; bizim iz'anımızı, varlıklarını kabule cebreder. Nitekim bİr elektrik lâmbasını da sönük ve yanar halinde tartarsanız, arada hiç­bir ağırlık farkı bulamazsınız. Bununla beraber maddeden ç ı ­kan esrarengiz bir kudret olarak elektrik vardır.

Bir müsbet il imci bana ba'sübadelmevte ve âhiret akidesi­ne hiç aklım ermiyor, derse, ona; "Sen yok iken nasıl var o l ­duğuna ve yann ölümle yeniden yok olacağına aklın eriyor mu? Seni yok iken var eden mutlak kudretin sahibi, yarın da yok olduktan sonra yeniden var edebileceğini kabul etmek mantıkan mümkün, hattâ zaruridir. İki mümasil hâdiseden bi­rini mümkün ve diğerini muhal görmek sadece temerrüttür" derim.

Yine bir müsbet İl imci bana, "dinin bildirdikleri müsbet il­me aykırıdır ve ne ki i lme aykırıdır, hakikat değildir" der ve , misal olarak mukaddes kitapların (Hilkat-i Âlem) hakkındaki ayetlerini gösterirse, onun inatçı bir cahil olduğuna hükme­derim. Filhakika Kur'an-ı Kerim'de ve daha evvel Tevrat'ta beyari olunduğu üzere, mutlak kudretin sahibi olan Al lah kâ­inatı (altı günde) yaratmıştır. Halbuki , ilmin bildirdiğine göre, kâinat altı günün, altmış milyon yılın değil , yüz milyonlarca senelik, uzun bir tekâmülün mahsulüdür.

Buna cevap olarak derim ki, bu sırf bir tefsir ve anlayış me­selesidir. Kur'an-ı Kerim'deki (gün)den maksat, yirmi dört sa­atlik bir devre değildir; bir (etape =) merhaledir. Al lah-u Tealâ kâinatı altı merhalede yaratmış ve altıncı merhalede, (ahsen-i mahlûkât) olarak insan varolmuştur. Her merhale arasındaki zamanı ise i lmin bilip tayin etmesine imkân yoktur. O n u an ­cak yaratan bilir. Dinin ilme ve felsefeye dair bildirdiklerini, ilmin bildirdiklerine göre tefsir ve tevil etmek mümkündür.

Dinin yalnız itikada ve bazı amel meselelerine dair bildirdik­leridir k i , bizim i lmimizin hudutları dışında kalır. B ö y l e oldu­ğu için de ilim bu meseleler hakkında bir hüküm vermez ve bir iddiada bulunmaz.

Kur'ân-ı Kerim'in buna benzer daha bir çok âyetleri var ve bu âyetleri az-çok anlayanlar da var. Eğer ben anlamıyorsam, anlayacak seviyede değilim demektir. Anlayacak seviyede ol ­madığımı da anlamıyorsam, ben kör-kütük bir ahmak insanım demektir. Filozof Spinosa, Kant, Bergson ve Blondel gibi yük­sek tefekkür sahiplerinin üstün zekâ ve kültüre hitap eden gö­rüşlerini herkes anlamaz. Fakat biri çıkar da anlamadığı için bu filozofları red ve inkâra kalkışırsa bu kimseye ahmak de­nir. Kur'ân-ı Ker im'de, her devrin ilmine ve aklının seviyesi­ne göre mânalandırılması lâzım gelen bir çok esrar var. İs­lâm'da "usûl-i tefsir ve içt ihad" adı verilen ilimler bu lüzuma cevap verir.

Bu eserde biz, yukarıda birkaçını sıraladığımız mes'elele­ri hallediyoruz değil, sadece kurcahyor ve öğrenmek isteyen okuyucuları uyanık v e dikkatli o lmaya davet ediyoruz. İnatçı münkirleri inandırmaya ve onlara hakikatleri kabul ettirmeye imkân olmadığını bil iyoruz. İnatçı münkirler bugün dinin ya l ­nız muayyen noktalan İle kalmamakta, diyaneti kökünden sökmeye çalışmakta, anlamadıkları ilim namına, y ine anla­madıkları dini hakikatlan inkâra gitmektedirler. Bu eserin baş­lıca hedefi bu bozgunculara cevap vermektir.

Son seneler içinde, biz bu memlekette ne hezeyanlar gö­rüp işitmedik. Tufeylî "reformcular", sahte Lüther'ler mi tanı­madık; ne del i saçması risale v e kitaplar mı okumadık. İslâ­mın "Âmentü" sünü bile bi lmeyen nice namertler Müs lüman­lıkta "reform" dâvasına mı kalkışmadı? Velhasıl , bugün Türki­ye 'miz din bahsinde, bir hercü-merç içindedir. Bugün bu mevzuda konuşan ve bağırtılariyle etrafındakileri susturan ay­dın kılıklı ve sefih ruhlu bir cehalet var. B iz bu eserde onlann maskesini indirmeye çalışıyoruz. Gerçi bu satırların sahibi kendini ehliyetli b i rd in âl imi görür olmaktan çok uzaktır. Fa-

kat o hiç olmazsa bilmediğini bildiğine v e günahları ile ka­rarttığı içini çetin bir nefis mücadelesiyle her gün biraz daha temizlediğine kanidir.

İnsanlar her devirde din ve maneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır. Fakat bu ihtiyaç zamanımızda bir zaruret halini almıştır. Eskiden atalanmız gayet basit bir din bilgisi ve göre­nek halinde, sırıf "taklİdî" bir iman İle rahatça yaşıyorlardı. Çünkü onlara bütün içtimaî muhit, maneviyat telkih ediyor­du. Ai le hayatı din havası içinde yüzüyor, bütün cemiyet din havası teneffüs ediyordu. Bugün durum tamamiyle değişmiş­tir. Bugün din duygusu zayıflamış, eski dinî hürmet terbiye­sinin yerini küstahça bİr saygısızlık almıştır. Bugün aile daral­mış v e bağları gevşemiştir. A i le yükü sırf kan-kocanm omuz­larına çökmüş, ana-babalar İktisadi ihtiyaçlar karşısında, ço ­cuklarının dinî terbiyesine yetişemez olmuşlardır. Öbür taraf­tan mektep ve üniversiteler âdeta din aleyhtarı propaganda ocakları halini almıştır. İnatçı münkirlerin tezyif v e temerrüt-leriyle bir kat daha bulanıklaşan böyle bîr hava içinde, bugün artık basit din bilgisi kâfi gelmez olmuştur. D in nedir? İlim ile münasebeti nicedir? İlim karşısında din bugün ne yapmalı ve nasıl bir vaziyet almalıdır? gibi sorular şimdi her zamandan çok zihinleri tırmalamaktadır. Hususiyle aydın gençlerin bu soruların cevaplarını bi lmeye ihtiyaçları vardır. Bu eserde biz bu ihtiyacı karşılamaya çalışıyoruz.

. Eserin bu ikinci baskısını bir hayl i genişlettik. Birinci bas­kıya fasıl ve ekler i lâve ettik. Hususiyle ilmin günümüzdeki inkişafı önünde dinin alması lâzım gelen vaziyet üzerinde uzun boylu durduk. . '

İtiraf edel im ki, mevzu bir deryadır. B iz im bu küçük eseri­miz bu deryadan yalnız bir katredir. B ize ümit ve teselli ve ­ren, bu ikinci baskının son baskı olmayacağıdır. Kısmet olur­sa, üçüncü baskıda yeniden hatalarımızı düzeltir ve ilaveler yapanz. Eserlerini her baskıda adeta yeniden yazar gibi dü-

zeltip zenginleştiren Fransız edip ve filozofu "Voltaire"e sor­muşlar: "Eserlerinizin son baskısını ne zaman vereceksiniz?" "Öldüğüm gün" cevabını vermiş. N e güzel cevap! Beşikten mezara kadar öğrenmeye muhtaç olan insanın son eseri, ha­kikaten, öldüğü gün mevcut olanıdır.

Türkiye'mizin son senelerinde din aleyhindeki çekişmeler karşısında, lehinde de çok hayırlı gelişmeler olduğunu göre­rek seviniyorum. Bugün memleket sathına yayı lan " İmam-Hatİp Mektepleri"nin sayısı ondokuzu bulmuştur. Bunların üstünde, 1959 senesi ilk baharında kabul edilen bir kanun İle İstanbul'da b i rde "Yüksek İslâm İlahiyat Enstitüsü" kurulmuş­tur.

Bu eserin ilk baskısında ileriye sürdüğüm "Yüksek İslâm İlahiyat Enstitüsü" fikrinin, birkaç sene sonra, tahakkuk saha­sına girmiş olmasını görmek benim için ayrıca bir bahtiyarlık­tır. Bu sene üçüncü sınıfı teşekkül eden bu enstitüden çok ümitl iyim. İyİ bir program ve imanlı hocalarla çalışmak şartiy-le, her sene biraz daha kemâle ereceğinden emin olduğum bu müessese, yüksek ehliyetli din âlimleri yetiştirecek ve Tür­kiye'miz bugünkü keşmekeşten kurtulacaktır. Bana belki o günü görmek kısmet olmayacak, fakat, ümitliyim ki Türki­ye 'miz bugünden daha mesut günler görecektir.

Sözü bitirmeden birkaç satır daha karalamama müsaade edilmesini okuyucumdan rica edeceğim.

Senelerden beri bu eserdeki hakikatlan yazdığım ve yay­dığım için tahammül kırıcı hakaretlere uğradım. Hapsedi l­dim, İşkenceye sokuldum ve kitle düşmanlığı kazandım. Ba­bıâli'de Türk düşmanı ve cahil kırması bazı yazarlar beni memlekete, hattâ hudut dışı memleketlere'-' "Ger ic i v e mürte-

(21 1961 yılının Şubat ayında. Balmumcu hapishanesinde mevkuf bulundu­ğum sırada, Paris'le lâikliğe hizmet yolunda çalışan bir cemiyetten (Ligue Franga-ise de l'Enseignemeni • Cofederation Cenerale, des Oeuvres Laiques - Rue Re--*j

c i " tanıttı. Hakkımda yalan ve İftira yağmuru yağdırdı. Fakat ben bundan h\ç yer inmedim. Çünkü İnanıyorum ki, bu mem­lekette benim gibi daha beş-on gerİcİ ve mürteci olsaydı; Tür­kiye'miz bugünkü perişan hale düşmez, mektep çocukları hocalarını dövmez, hocalar talebesine göz koymaz, bazı par­ti adamları ve gazete sahipleri seçimler ve gazeteleri İçin, fab­rikadan aidıklan kâğıtları karaborsaya sürmez ve daha neler, neler o lmazdı .

Bana karşı yaratılan düşmanlıklar bu kadarla kalmadı, her­

kesi imrendiren büyük bir şereften de beni mahrum bıraktı.

Buna da gam yemed im. Çünkü ben:

O ganiyem ki, bu bâzâr-ı cihanda Feleğe

Metelik vermek İçin bende bozukluk yoktur.

Ali Fuad BAŞGİL

İstanbul, 1962

camier - Paris VIII eme) başlığını taşıyan bir mektup aldım. Bu mektupla, hülâsa olarak "le Monde"gazetesinin Türkiye muhabirinin bildirdiğine göre, son aylar­da Türkiye'de ortaya çıkan anOlâik hareketlerin başında siz bulunuyormuşsunuz. Biz buna ihtimal veremedik. Fakat hakikati de bir türlü Öğrenemedik. Bizi bu hu­susta aydınlatmanızı rica ediyoruz" deniliyordu. Bu mektuba şu cevabı verdim:

"Laiklik aleyhtarı olduğum, benim eserlerimi ve yazılarımı okumayan muar-rızlarımın, bana sırf bîr isnat ve iftİrasıdır. Ben lâiklik aleyhtarı değilim. Allahsız­lık aleyhtarıyım. Bu iki tabirin mânalan arasındaki farkı siz Fransız dostlarım çok iyi bilirsiniz. Çünkü Fransa, tarihle ve bugün her ikisini de yaşamış ve yaşamak­ladır. Ben medeni bir memleket İçin lâiklik ne kadar lâzım ise, Allahsızlığın da o kadar zararlı ve tehlikeli bir gidiş olduğuna kaniyim.

Ben tahsilimi Fransa'da yaptım. Allahsız bir cemiyetin huzur ve rahat yüzü görmeyeceğini sizin Alain, Blondel ve Chevalier gibi büyük filozof ve Edgar Qu-İnet gibi devlet adamlarmızdan öğrendim. Memleketimin karşılaştığı bu büyük tehlike İle mücadelem eğer bir suç ise, asıl suçlu ben değilim; bunu bana öğreten Fransa'dır." •

Bu mektubuma verilen cevapta, aydınlatıldığından dolayı, adı geçen cemiyet bana teşekkür etti.

BİRİNCİ KISIM

D İ N VE HAYATTAKİ YERÎ

_ I _ İNKARCI GÖRÜŞLER VE

YANILDIKLARI NOKTALAR

- Eğer Tanrı var ise. Onu yok etmelidir. Michel BAKOUNINE

~ Eğer Tanrı yok ise. Onu var etmelidir.

VOLTAIRE

Son devrin inkarcılık modası ve çeşitli inkarcı kollar: Din mevzuunda ilmin n e dediğini ve objektif hakilca-

tin n e d e n ibare t o lduğunu an la tmaya g i r i şmezden ev­vel, inkârc ı lann n e dediklerini ve n e r e d e yanıldıklarını görelim. Ve şunu bilelim ki, Şark 'da ve Garb 'da , hemen h e r devirde ve her memleke t te Allah'ı inkâr ve dini tez­yif edenler görülmüştür . Fakat bun la r bir buçuk - iki asır evveline gelinceye kadar ; h e m bulunduklar ı cemi­yetler içinde tek tük kalmış, h e m de inkârlarını teVile ve maksat lar ını gizlemeye çalışmışlardır. Dine cephe­den h ü c u m ve Allah'ı açıktan inkâr modas ı , Garb 'da ,

2 7

onsekizinci asr ın o r t a l a r ından başlar . Bizde ise bu m o ­da, elli, al tmış s ene evvel inden öteye geçmez.

Biz, b u r a d a Garb 'dak i h ü c u m ve inkâr lar üzer inde duracağ ız . Bizdekiler belli t a ş l ı b i r tetkik ve tefekkür m a h s u l ü o lmaktan çok şuursuzca b i r G a r p taklitçiliğin­den ibarett ir . Bizde, Meşru t iye t sene le r inde "İçtihat" m e c m u a s ı e t raf ında t op l anan inkarcı kalemler, onseki­zinci asır sonlar ındaki Frans ız inkarcılarının sadece t e r c ü m a n ı olmuşlardır .

Ga rb ' dak i inkarcı lara dikkat edersek , bun la r h e p ay­nı yo lda ve kuvvet te değildirler. Bun la rdan kimi ilim n a m ı n a k o n u ş t u ğ u n u ileri sü rmekte ; kimi, dine ve m a ­neviyata h ü c u m etmeyi, dünyayı ihtilâle ve rmek için b i r vası ta gö rmek te ; kimi de inkarcıl ığa devr in b i r modas ı o larak sapmaktad ı r . Biz, bu küçük e t ü d ü m ü z d e inkarcı­lığın t a m ve etraflı bir tar ihini yapacak ve bü tün kolları üze r inde du racak değiliz, s adece belli başlı iki inkarcı kolu ele alacağız. Bunlar, Ansiklopedici ler ve Maddec i -ler 'dir. Bir inci lerden başlıyalım.

Ansiklopediciler ne diyorlardı? Din ned i r? Sualine on sekizinci as r ın Voltaire ve Di­

derot gibi akliyeci'" fılîzofları ve ansiklopedicileri'^^^ şöy­le cevap ver iyorlardı :

(1) Felsefede akliyecilik veya akliye mezhebi, insan aklınm sonsuz kudretine ve hakikati bulduran yanılmaz bir rehber olduğuna inananlann mesleğidir. Buna göre, akıl realiteleri aydınlatan yegâne ışık venakikatleri bize gösteren aynadır. Akla uygun olan ve akıl ile bilinen her şey hakikattir ve her hakikat akla uygun­dur ve akıl ile idrâk olunabilir. Akla uygun gelmeyen hİç bir şey de hakikat de­ğildir.

(2) Ansiklopediciler diye onsekizinci asırda Fransa'da Ansiklopedi (= Encye-lopedie) adında çıkarılan büyük bir ilim, fen, felsefe ve sanat kamusunun mües-sis ve muharrirlerine denir. O asnn devlet, hükümet ve cemiyet telâkki ve mües­seselerini baştan aşağı tenkide koyulan bu fikir ve felsefe adamlarının başında Diderot (1713-1784) ve D'Alembert = Dalamber (1717- 1783) gelmekledir. Her biri fikir ve felsefe sahasında değerli eserler veren bu adamlar, kiliseye ve bu vası­ta ile diyanete şiddetle hücum etmişlerdir. Bunlardan, meselâ, Diderot, "Interp- •*j

"Din, ruhan i l e r sınıfının hsdkı i s t i smar için icat ettiği bir efsanedir. H e r devi rde r ah ip ve kâhin diye b i r t ak ım t embe l ve işsiz kimseler türemişt i r . Bir nevi e s ra reng iz ­liğe bürenerek , din âyin ve ibadetler ini icat edip kur ­nazca ter t ip leyen bunlard ı r . M â b e d ve manas t ı r l a rda ça l ı şmadan yiyip, yaşayan ve b i r parazi t sınıf teşkil eden b u kimselerdir ki, Allah ve dîn efsanesini u y d u r ­muş ; insanlar ın cehl inden ve toy luğundan faydalana­rak, b u n u kendileri için b i r ekmek teknesi ve b i r m e n ­faat kazanı yapmışlardır . Fakat , d u r m a d a n ilerliyen il­min meş 'a lesi , insanlar ı aydınlat ıp, b u sayede t a b i a t m sırları ve tılsımları çözüldükçe, o r t ada Tanrı diye b i r va­h i m e ve din diye karanl ık b i r efsane kalmayacaktır."'^'

retulion de la Nature = Tabiatın Tefsiri" adlı eserini şu satırlarla bitiriyordu:

"Ey Tanrı! Var mısın bilmiyorum; fakat ben, sanki içimi görüyormuşsun gibi düşünecek, senin önünde imişim gibi hareket edeceğim... Bu dünyada senden hiçbir şey istemem... Eğer âhiret diye bir şey varsa, orada senden merhamet di­lerim. Lâkin bu dünyada ne yaparsam, onu kendim için yaparım. Eğer iyilik ar­kasında isem, bunun için zahmet çekmem. Eğer kötülüğü terkedersem bunu, hiç seni düşünmeden yaparım. İşte ben olduğum gibiyim, ezeli ve zaruri bir madde­nin zarun bir parçası; yahut, belki dr. senin malvûk'un."

(3) On sekizinci asnn din düşmanları arasında, hattâ başında meşhur edip ve filozof Voltaire (1694-1778) gelir. Bu acı sözlü, hırçın adam, diyanete hücumda, muasırlarının hepsini geride bırakmıştır. Dini, sahtekârlık ve din adamlarını ya­lancı ve sahtekâr diye vasaflandırmağa kadar giden Voltaire'in din düşmanlığı pek genç yaşında iken başlamıştır. Daha 1718'de yazdığı bir şiir mecmuasında din adamları ve âlimleri hakkında, "Bunlar, aptal halkın düşündüğü gibi adam­lar değildir, bunların ilmi sermayesi, bizim loyluğumuzdur" diyordu. Voltaire'e göre din, tıpkı kalp para gibidir; onu, ancak bilmeyenler kabul eder. Hazret-i Mu­hammed'e kadar dil uzatmaya cür'et eden Voltaire, bütün ömrü boyunca en cid­di eserlerinde bile, rahipleri sahtekârlıkla itham etmiş ve dinleri, milletlerin ha­yatında acı bir tesadüf eseri göstermiştir. J742'de neşrettiği "Essai sur les moeurs" adlı eserinde kendi kendine "Diyaneti ilk icat eden kimdir?" diye soran Voltaire, buna: "Cünün birinde bir ahmağa rastlayan bir hilekârdır" cevabını veriyordu. (Cilt: 1, sah. 133, Kbl.). Voltaire'e göre dinler, insaniyette çiftçilik, hayvancılık ve sanayi hayatı gibi maddi medeniyet şart ve imkânlan doğduktan sonra, sırf bir lüks ve İstismar vasıtası olarak zuhur etmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz eserinin bir başka yerinde Voltaire: "Asırlar geçtikten ve cemiyetler kurulduktan sonra dır ki,bazı dinler zühür etmiş ve bazı kaba âyinler icat edilmiştir" diyordu. (Cilt 1, s. 14).

Hemen ilâve edelim kî, bütün bu noktalarda bugün tarih ve sosyoloji, Volta-ire'i kal'i surette yakalamakta ve bu iddiaları gülünç bulmaktadır. Bugün az çok, felsefe ve tarih kültürüne sahip olanlarca Voltaire'in bu iddia ve isnatları, kindar bir mütefekkirin sırf masa başı kuruntuları olmaktan başka bir kıymet taşımamak­tadır.

~ D I N v e L A İ K L İ K —

Hiçbir İlmî ve tar ih î e sasa d a y a n m a y a n ve sırf onse ­kizinci a s n n politika mücade le l e r inde h e m mutlakiyet rejimini, h e m de kiliseyi dev i rmek için, iki ağızlı b i r ba l ­ta gibi kullanılmış olan b u telâkki ve isnadlar, maalesef, zamanımız ın bazı câhil ve inatçı insanlar ı muhi t ine ka­d a r s ü r ü p gelmiştir. B u g ü n bile bazı yarı bilgin ve y a p ­m a c a mütefekkir ler t a ra f ından b u fikirlerin ciddiye alı­n ıp , m ü d a f a a edildiği görü lmektedi r .

Ansiklopediciler nerede yanılıyorlardı? Din, asla r a h i p ve r u h a n i sınıfının uydurup , o r taya

çıkardığı b i r şey değildir. Bilakis, o smifi insandaki din vicdanı ve Allah d u y g u s u d o ğ u r u p or taya çıkarmıştır. O n d o k u z ve yirminci as ı r lar ın t a r ih ve sosyoloji a raş t ı r ­malar ı ile anlaşı lmışt ır ki, din, der in b i r duygu ve m a ­nevi b i r m e s n e d olarak insanoğ lu ile b e r a b e r va r o lmuş ve ilk meden iye t eserleri , m e d e n i duygula r ve d ü ş ü n c e ­ler, h e p dinî inanç la r ından doğmuş tu r . Hukuk, ahlâk ve siyaset, ha t t â teknik ve s a n a t bile zuhur ve inkişafını di­nî d u y g u ve düşünce le re borç ludur . Bütün bu m ü e s s e ­seler, b idaye t te t op lum ha l inde din ile vücut bu lmuş ve din ile omuz omuza ilerlemiş; ancak, yakın zaman la rda ­dı r ki, b u n l a r d inden ayrılıp ayrı b i r e r müessese halini almıştır.™

Voltaire'în açtığı yoldan yürüyenler arasında Alman mütefekkir Feuerbach (1804-1872) başla gelir. Bu mütefekkire göre, din; insan icadı ve hayalidir. Allah, insanı değil; insan, Allah'ı yaratmıştır. Dinin ahkâm ve evamiri, İnsanın İdealle-şen kendi fikirleridir. İlmin İlerlemesi sayesinde insan uyanacak ve dinin değil, il­min sesine kulak verecektir.

4) Türkiye'de bu ayrılışı adım adım takib etmek mümkündür. Bizde Tanzima-tın başlangıcı sayılan 1839 "Cülhane Hatt-ı Hümayunu" na kadar din, hukuk ve ahlâk hep aynı bir "şeriat" kaynağından çıkmakta ve dini bir terbiye esasında bir­leşmekte idi. Tanzimat devrinde Ceza, Usulü Muhakeme ve Ticaret Kanunları gibi bazı kanunların Avrupa'dan iktibas edilmesi ve devletin İdare usullennde (yenilikler yapılması gibi hareketlerle bu birlik çözülmeye başlamıştır. Fakat din ile hukukun büyük bir kısmı 1926'ya kadar kaynak birliğini muhafaza etmiştir. Filhakika bizim "Mecelle" yani Medeni Kanunumuzun büyük bir parçası ta- A.

Bugünün ta r ih ilmi i sbat ediyor ki, ilk devi r lerden i t ibaren, binlerce asır b o y u n c a insanlığın y e g â n e yol göstericisi , felsefe ve sana t hocas ı , din olmuştur/^^ İlim­lerin inkişafını b i r çok bak ımla rdan d ine borç luyuz. İlk çağ la rda din, bü tün fîkri faaliyetlere hâk im olmuş ve h e r şey dini bir fo rma giymiştir. Bu vakıayı delil alarak, h e r şey d in 'den çıkmıştır, denilebilir.'^'

Ansiklopedicileri yanıltan sebepler: Onsekizinci asır filozofları, din b a h s i n d e ruhan i le r

sınıfının rolünü, b ü t ü n ölçüleri aşacak şekilde, müba l a ­ğa ediyor ve b u suret le , tar ih ilmi bak ımından , gü lünç ha ta l a ra düşüyorlardı ." ' Din mes ' e les inde onları yanıl­t an ilk sebep , içinde yaşadıklar ı devr in mutlakiyet ida­re ler ine karşı giriştikleri mücade lede , d ine h ü c u m u , b i r silah olarak kul lanmak istemeleriydi. Ansiklopediciler, c e p h e d e n h ü c u m a cesare t edemedikler i is t ibdadı , da­yandığı kilise ve din adamlar ı vasıtasiyle v u r m a k iste­mişlerdir. Buna, o devr in Fransa ' s ında , din adamlar ı a r a s ında kardinal mer t ebes ine k a d a r yükselmiş bazı küs tah mürailer , g ü n d ü z külahlı, gece silâhlı, eğlence ve menfaat düşkünü soysuz rah ip le r m e y d a n ve rmek te idiler.'^' Bundan başka , onaltıncı as ı rda İ talya 'da hü ­kümran olup, Hris t iyan mabedin i bir zulüm ve cinayet

mamiyle İslâm Hukukuna dayanmakla İdi. 1926'da İsviçre Medeni Kanununun alınması ile Türkiye'de Hukuk dinden tamamiyle ayrılmış ve lâikleşmişlir.

(5) Bakınız: Louis Weber, Le rythme du progres (Etude sociologique) Paris, Lib. f. Alcan, p. 152 - Fustel de Coulange.

(6) R. Worms, Conclusions des sciences soctâles Paris, 1920, Lib. Giard, p.

16a.

(7) Salomon Reİnaclı: Orpheus (Histoire Generale des Religions) Paris, Lib. d'Educalion Nalionale, 1930, p. 13-14.

(8) Aynı eser ve aynî sahifeler.

yuvası hal ine l<oymuş olan Borgia'^' ailesine m e n s u p p a p a l a r ve kardinal ler in hâ t ı r a l a rda bıraktığı nefret iz­leri henüz sil inmemişti . İşte d ine h ü c u m d a emsalini ge ­r ide b ı r akan Voltaire ve fikir arkadaşlar ı , ilmî b i r tez m ü d a f a a e tmekten çok, din n a m ı n a irt ikâb edilen cina­ye t le rden ve b i r tak ım densiz d in adamla r ından duy­duklar ı nefreti ifade ediyor lardı .

Fakat , insaf ile düşünürsek , bazı u ğ u r s u z din a d a m ­lar ına kızıp da, d ine h ü c u m etmek, b u g ü n bazı âlim kis­ves ine b ü r ü n m ü ş ilim bez i rgan la r ına kızıp, ilmi inkâr e tmek k a d a r mânâs ı z ve gülünçtür . He r sınıf insan la r iç inde o lduğu gibi, din adamlar ı zümresi içinde de m ü -rai ve menfaa t d ü ş k ü n ü sah tekâr la r bulunabilir . Nite­kim, b ü t ü n t a r ih b o y u n c a h e r devirde ve memleke t te bu lunmuş tu r . G ü n d ü z ü n meş iha t p o s t u n d a o tu rup da, geceler ini f a rmason locas ında geçi ren şeyhülislâmlar, d in ve imânın ı mevki ve menfaat le değişen avukat , şer ' iye vekilleri ve kanaat ler ini , göz diktikleri Adliye Vekilliğine değişen, s ah te softa din âlimleri gö rü lmüş ­tür . Buna mukabil , en kaah i r ve zalim iktidar adamlar ı ka rş ı s ında bile bükülmeyen , imanı u ğ r u n a varını ve ca­nını fedaya razı olan sayısız k a h r a m a n din adamlar ı da görülmüştür."" '

Onsekizinci asrın fikir adamlar ın ı din b a h s i n d e feci b i r şekilde yanı l tan d iğe r bir s ebep de, o ası rda ilmin h e n ü z çocukluk çağ ında bu lunmas ı ; ta r ih in ise, henüz i ş lenmemiş yoz bir ta r la manza ra s ı arzetmesiydi. '" 'İIim ve t a r ih s ahas ında h e n ü z fındık k a b u ğ u do ldu rmayan b i r bilgi hamules ine güvenerek , din mes 'elesi gibi e s r a r

(9) On allına asır başlarında İtalya'da hükümet süren geniş bir ailenin adı­dır. Bu ailenin meşhur İsimleri 6'ncı Alexandre (Papa) Sezar Borgia ve iükres Borgia'dır.

W) II. Bayezid, Yavuz Selim ve Kanunî devirlerinde şeyhülislâmlık makamı­na şeref vermiş olan meşhur Zenbillİ Ali Efendi bu sayısız din adamlarından bi­ridir.

(n) Bakınız: Prof Daurice Halbwadis, Les origines du sentimetn religieux, Paris, Lib. Stock (La Culture Moderne) p. 7.

İle dolu bir bahs i ele almak, yarı bilginlere m a h s u s b i r pervasızlıktı. Ondokuzuncu ve yirminci as ı r larda ilim­lerde, hususiyle dinler t a r ih inde vücuda gelen gel işme­ler ve i lerlemeler dinin nası l b i r der in insan ve cemiyet ihtiyacına cevap verdiğini ve Allah d u y g u s u n u n nası l b i r ince ve saf sezişe dayandığ ın ı gös te rmiş ve aynı za­m a n d a , ansiklopedicilerin düş tüğü ha tan ın kabalığını da or taya koymuştur .

Din, insan ve cerniyetle b e r a b e r d o ğ m u ş , sayısız asır lar ve milletler içinde bin b i r çeşit inkilâp ve ist iha­lelerin muştas ı al t ında b u g ü n e kada r yaşamışt ır . Bu- ' gün , dünyayı sevk ve ida re eden kuvvetlerin de baş ın ­da gelmektedir . Böyle b i r müessese , yalan, hile ve m e n ­faat üzer ine kurulmuş ve b ü t ü n b i r insanlık dünyas ı , bu bah is te asır larca yanılmış olamaz. Bunu iddia e tmek için müş te rek ve mâ ' şe r i kanaat ler in ehemmiyet in i ve içtimaî müessese ler in mânas ın ı an lamamış olmak lâ­zımdır. Din müesseses in in kökleri, insanın yaradı l ış ın-dadır. Ve bü tün d in lerde b u yaradıl ışa cevap ve rmek üzere, Allah ve âhiret akideleri gibi, bazı müş te rek h a ­kikatler vardır. Bu hakikat lerdir ki, dinlere y a ş a m a k ve tar ihi fırtınalara karşı dayanmak kuvvet ve imkânını sağlamıştır."^'

Din, iflâs etmedi ve etmeyecektir: Hülâsa, ilerleyen ilmin meş 'a les i ö n ü n d e dinler in if­

lâs edip ta r ihe kar ışacağını zanneden onsekizinci asır adamlar ı , bu bahisteki görüş le r inde , tıpkı kendi hayal­lerini hakikat s anan çocuklar gibi, yanılmışlardır.- İlim anahtar iy le her meçhu lün kilidini açacağına inanan za­vallı münkir, g ö r m ü y o r ki, ilmin çözdüğü h e r m u a m ­m a n ı n al t ından bin b i r m u a m m a daha çıkmakta ve bi-

(12) Aynı esere bakınız, sah. 8.

Din ve Lâiklik / F. 3 3 3

Maddeciler ne düşünüyor ve ne diyorlar? Ansiklopedic i lerden son ra , geçen asırda, din düş ­

manl ığ ı b i r nevi ilmiliğe bü rüne rek , yeni bir hız ile ye­n i d e n or taya çıkmıştır. Yukarıda dediğimiz gibi, Volta­ire ve fikir a rkadaş lar ı , d ine h ü c u m u , giriştikleri politi­ka mücade le s inde b i r silâh olarak kullanmışlar ve (kı­zım s a n a söylüyorum, gelinim sen işit) kabil inden din adamla r ın ın şahs ında , müs teb i t kuralları h ı rpa lamak istemişlerdir . Maddecil ik (= Materlalisme) admı alan yeni münkir i ik ise, diyaneti t emel le r inden ç ö k e r t m e ğ e y ü r ü m ü ş ve b u husus ta , h e r gün yeni keşifleri ve ilerle-

ça re ilmimiz, sonsuz b i r meçhul le r deryası iç inde bir s a m a n çöpü gibi kalmaktadır . Hayır! Din iflâs e tmedi , ilim b u g ü n aczini anladı .

G ö r m e y e n gözlü münki r ! D ü ş ü n ki, ü s t ü n d e yaşad ı ­ğın şu yer yuvarlağı , sayısız e c r am ve sonsuz b i r kâinat içinde en küçük bir varlık ve âde ta b i r noktadır . Sen ise, bu nok tan ın içinde ve sa th ındaki zer re le rden b i r ze r re ­sin. Varlığın fâni, ö m r ü n m a h d u t , akim âcizdir. Sen, b u hiçliğini u n u t u y o r s u n da , h u d u t s u z ve sonsuz b i r kâi­nat ı idrak ve ihataya kalkışıyor ve kendi hayâlini haki­kat s ana rak , inkâra sap ıyorsun . G ö r m ü y o r s u n ki, çok güvend iğ in ve dünya la r ın ışığı sandığ ın aklın sana kâ­inat m u a m m a s ı karş ı s ında hiç değilse, insaf ed ip sus ­mayı olsun öğre tememiş t i r .

Hayır, okuyucum! Emin olunuz ki, bugün Voltaire ve emsalinin izinden yürüyen tek bir yüksek ilim adamı ve filozof yoktur. Olamaz, çünki ilmin hareket noktası şekk'tir. Felsefeninki t emaşa ve hayrettir. İnkâr ise, mü-cer red bir cehalettir. Ancak cahillerdir ki, inkâra cesaret bulur.

yişleriyle gözleri kamaş t ı r an "ilim"in gö lges ine sığın­mıştır.

Dinlere m e y d a n okuyan düşmanla r ın , ö t eden ber i en çetini ve kuvvetlisi sayılan maddeci l ik şeklindeki münkirlik üzer inde b i raz fazlaca dural ım.

Eski zaman maddecileri ne diyorlardı? Maddeyi , b ü t ü n varlıkların menşei , m e b d e i ve yara ­

tıcısı gören , yani Allah yer ine m a d d e y e t a p a n m a d d e ­cilik, flkir t a r ih inde yeni b i r şey değildir. Bilâkis, b u n u n çok geri lere uzanan eski b i r mazisi vardır . Bu kanaat in piri ve ilk kahraman ı , Mi lâddan 520 yahu t d iğe r b i r r i ­vayete göre , 460 sene evvel yaşamış olan Democrite (=Demokrit) ad ında Yunanlı b i r filozoftur. Ha t tâ m a d ­deciliğin tarihi bu filozofu bile aşar. '" ' Ancak maddec i kanaa t e orijinal çehresini ve ren ve onu felsefi b i r dokt­r in hal ine koyan odur . Democr i te ' t en t ak r iben b i r asır k a d a r son ra gelen Epicure (=Epikür) a d ı n d a d iğer b i r Atinalı filozof, maddeci l iği çok ileri g ö t ü r m ü ş ve '"Epi-curisme" denilen m e ş h u r b i r felsefe mekteb in in temeli yapmıştır . Yunanlı lardan sonra , y ine-esk i devir lerde maddecil iği Romalı şair-filozof Lucrece (=Lükres, Mi­lâddan evvel 95-51) müdafaa etmiş ve yaşatmışt ır .

Bu eski ve ilk maddec i le re göre , g ö k k u b b e alt ında "hiç b i r şey yoktan v a r olmaz; va r olan b i r şey de asla yok olmaz." Sadece renk, şekil ve vaziyet değişt ir ir : Yağmur yağar, t o p r a k t a n ot, ağaç biter; güneş in ziyası ve harare t i alt ında büyür, yaşar, son ra kurur, dökülür ve yeniden t o p r a k olur. Bunun gibi he r şey, b i r an için va r olur ve b i r z a m a n varlıkta devam eder, s o n r a kurur .

(13) Rivayete göre, nıaddeciliğin ilk hocası Leucippe = Lösip adında Trakya­lı bir filozoftur. Fakat, bunun ne bir esen ele geçmiş, ne de hayatına dair doğru bir bilgi edinmek mümkün olmuştur.

çü rü r ve ne t icede asli ve ipt idaî madde le r ine rücü eder. Bu b i r devr-i daim (=Devenir eternel)dir. Bu ezeli devir ve t ahavvü l içinde değ i şmeyen , da im ve ebedi ka lan b i r şey varsa , o da madded i r . Şeyler ve cisimler, m a d d e n i n sonsuz b i r sure t te şeki l lenmesinden m e y d a n a gelmek­tedir. Binâenaleyh, kâ ina t m a d d e d e n ibarettir . He r şe­yin asli ve ezeli cevheri madded i r .

M a d d e , "a tom" deni len ve pa rça l anmas ı m ü m k ü n o lmayan zerreciklerden t e rekküb eder.""" Şu halde , bü ­t ü n varlıklar, b i r e r a t o m mürekkeb i o lmaktan başka b i r şey değildir. Gökler, b i r a tom fezası; yeryüzü, ay, güneş ve d iğe r b ü t ü n seyyareler b i r e r a tom kümesi ; h a r a r e t ve ziya da, b i r e r a tom hüzmesidir . Ruh bile a tom mü­rekkebi b i r madded i r . Yalnız r u h u v ü c uda ge t i r en a tomla r başka cinstendir . Bunlar, gayet şeffaf ve sey­yaldir. Fakat , m a d d e d e n ayrı ve m a d d î varlık d ış ında r u h diye gayr i m a d d î b i r varlık yoktur.

H e r h a n g i b i r cismi v ü c u d a ge t i ren atomlar, b i r za­m a n s o n r a birbir ini bırakır; terkip çözülüp d a ğ ü a r a k ezeli tab ia t ın kucağına düşer . Fakat , bu a tomlar yok ol­maz; d a h a başka a t o m l a r ile b i r leşerek yeni b i r kombi ­nezon teşkil eder, bir başkaf formada yeni bir varlık vü­cuda getirir. Hilkatin sırrı deni len hakikat b u n d a n iba­rettir. Bü tün can taş ıyan mevcut la r ın ölmesi demek, ru ­h u t e rk ib eden a tomlar ın birbir ini b ı rakması ve son ne ­fesle çıkıp, cismi te rke tmes i demektir . Fakat , m u a y y e n b i r cismi t e rked ip , dağı lan bu a tomla r yeni bir te rk ip ile yen iden bir leşir ve yeni bir mevcu t ha l inde yen iden ha ­yata döner . Doğmak , ölmek budur .

Dünya ve h a y a t m menşe i ve yaratıcısı (ilâhlar) o lma­dığı gibi, â lemin n izamında ve gidiş inde de onlar ın hiç b i r ro lü ve tesiri yoktur. Mabet, ibâdet , âhiret.. . b ü t ü n

(14) Dikkat olunsun ki, eski maddecilerin (Cüz'ü lâ yetecezza) yani parça­lanmaz en son parça kabul ettikleri "atom" bugün parçalanmış ve bundan hari­kulade bir kuvvet elde edilmiştir.

bun la r boş şeylerdir. Ö b ü r dünya diye, ö ldükten s o n r a yaşanacak başka b i r dünya t a savvur etmek, h a y a t m k a y n a ğ m a zehir akıtmaktır. Aklı ba ş ında olanlar için haya t ve saade t ancak b u dünyadadı r . Bu dünya ise, haya t ve kâinat ın aslı ve menşe i olan m a d d e d e n ibare t ­tir."^'

Maddecilik karşısında Eflâtun mâneviyatçılıği: Eskilerin maddecil iği , Aristo felsefesi ile kuvvetle­

nen . Eflâtun,, maneviyatçıl ığı gibi müth i ş b i r rakip ile karşı lamış ve b u sebeple b u hareke t yol b u l u p ilerleye-m e d e n sinmiştir.

Filhakika Eflâtun, fikir tar ih inin b u büyük dehâsı , • maddeci l iğe şiddetle h ü c u m etmiş ve b u n a karş ı r u h ç u -luğu {=spritualisme} ve fikirciliği (=idealisme) müda faa ederek, biraz m ü p h e m c e de olsa, vahdan iye t (-monot-heisme) ve bir Vacib-ül Vücûd (=Etre necessaire) gö rü ­şüne yükselmiştir.

Eflâtunca göre , kâinat, hususiyle, insan ve haya t sa­de m a d d e d e n ibare t ve sırf m a d d e y e ircaı kabil varlık­lar değildir. M a d d e , m e v c u d u n (=etre) b i r nev'idir, aşa­ğı ve en küçük b i r haddid i r . M a d d e n i n kend ine hâs ve kendiyle kaim bi r varliğı bile yoktur. M a d d e n i n varhğı tamamiyle izafidir ve bizim onu hasseler imiz vasıtasiy-le duyuşumuza , aklımızla ona verdiğimiz m â n a y a ve izafe ettiğimiz evsafa tâbidir . Kâniat ta m a d d e d e n başka lâ m a d d i (immatcriel) b i r cevher var ki, asıl ve ebedi varlık b u d u r ve bu varlık, "ruh"tur . Ruhtan neş ' e t edip, m a d d e y e râci olan bilgilerimiz, tamamiyle izafî o lduğu için, bun la r he r an değişmeye m a h k û m d u r . Hakiki ve

(15) Demokrit - Epikür maddeciliği üzennde daha geniş bilgi edinmek iste­yen okuyucularıma İslâmın Nuru" Mecmuasında "Din Felsefesi Bahisleri" baş­lığı altında çıkan iki yazımı tavsiye ederim. (Nisan 1951, sayı 1 ve Haziran 1951, sayı 2).

D I N v e L A İ K L İ K —

mutlak ilim, r u h a taallûk eden ve m â n a l a r âlemini (Le monde des idees) mevzu alan ilimdir.

Haya t ve kâinatı m a d d e y e irca e tmek ve istihale yo-luyle, m a d d e d e n va r oldu demek, net ice itibariyle, kö r tesadüfü Halik t an ımak demektir . Eflâtun'a göre , t ab i ­a ta dikkatle bakan gözler için, b u n u n manasızl ığı aşi­kârdır . Kâinat ta haz ve hayre t le t e m a ş a ettiğimiz en m â n a h ve d ü ş ü n d ü r ü c ü hakikat âhenktir , ins icam ve ni­zamdır . Tabiatın güzelliği, iyiliğin zevki, insan zekâsının hâr ikalar ı , hilkat kanunla r ın ın şaşmazlığı , o rgan izma­daki o rgan la r ın he r bir inin gayes ine uygun b i r sure t te m u n t a z a m a n işlemesi ilh... Bütün bunlar , kör t esadüfün eseri , cansız ve ş u u r s u z b i r m a d d e n i n devamı olamaz. H e r ze r re s inden hay re t verici b i r m â n a ve sanat , ü s tün b i r zekâ ve i r ade fışkıran tabia t ın bizzat kendisi , böyle b i r t e sadüf telâkkisini yalanlamaktadır .

H e r n e ki, s a n a t v e zekâ eseridir, bil inmelidir ki o b i r sâni in ve b i r illeti m ü d r i k e n i n (-cause intelligente) mahsû lüdü r . Bir su değ i rmen i , bir kağnı arabası . . . b u n ­ları ö n c e d e n hesapl ıyarak, b i r p lâna gö re yapıp m e y d a ­n a ge t i ren bir us tan ın var l ığına delildir. Bu hakikati g ö ­r ü p d u r u r k e n , en yüksek b i r zekâ ve en ince b i r s a n a t eser i o lan haya t ve kâinat ın m a d d e d e n istihale edip, kendi l iğ inden var o l d u ğ u n a İ n a n m a k için, insanın sırf münkir i ik inadına kapılmış olması lâzımdır. Hülâsa, varl ıkların har ikulade yüksek, ince ve ezeli bir sana tkâ­r ın i rades i ve s u n ' u eser i o l d u ğ u n u bizzat o varlıkların bağlı oldukları kanun la r ilân etmektedir . İşte bu sana t ­kâr ve b u har ikulade m i m a r ALLAH'tır. Maddey i ve o n u te rk ip eden, a tomlar ı ya ra t an ve koyduğu ha reke t kanuniy le atomları ve molekülleri b i rb i r ine lehimleyip, ö n c e d e n kuru lmuş b i r p lana v e b i r iUet-i ga iye (=Cause finale) g ö r e bi tmek tükenmek bilmez varlıklar hal ine koyan O'dur.^'"'

(16) Eflâtun'un ilahiyat bahsindeki müdafaalarına dair yukarıda tarih ve nu­maralarını bildirdiğimiz mecmuada bir hülâsa verdik. Merak eden okuyucuları­ma tavsiye ederim.

Efîâtun'dan s o n r a a rka arkaya gelen büyük semavi dinlerin muş tas ı alt ında, hususiyle İslâmiyetin yüksek ilim ve marifet şa ' şaas ı iç inde eski z a m a n maddeci le r i ­n in sesleri duyulmaz olmuştur . Maddeci l iğ in b u sinişi, Ga rp ' t e tâ Rönesans ' a kada r devam etmiştir .

Rönesans ve modern ilim hareketlerinin başlangıcı: Hatırlatalım ki, Rönesans , yani Garp ' t a ilim, felsefe,

edebiyat ve s a n a t s aha la r ında or taya çıkan .ilk kımılda­malar, Avrupalıların eski Yunan dünyasiyle t a m a s a gel­meleri , hususiyle Eflâtun ve Aristo gibi üs tadlar ı oku­y u p öğrenmeler i ile başlar. Roma İ m p a r a t o r l u ğ u ' n u n yıkı lmasından sonra , bü tün Or ta zaman la rda Avrupa, kaim bir cehalet perdesiyle ör tülü kalmış ve eski Yu-nan ' ın ilim, felsefe ve s ana t eserleri h e m e n h e m e n kay­bolmuştu . Tasavvur o lunsun ki, ilim tar ih in in en büyük s iması ve bilgide ist ikrar (^induction) u sû lünün banisi sayılan Aristo bile, Avrupa 'da asır larca meçhu l kalmış­tı. Bu filozofun m u a z z a m eser le r inden Avrupalı larca bilineni, vaktiyle Bizans ' tan Şarieman'a hed iye g ö n d e ­rilen (Organonydan ibarett i . Okuyup, anlayanı o lmadı­ğı için, b u n u da k ü t ü p h a n e raf lar ında ö rümcek le r bü ­rümüş tü . Bunun başlıca sebebi , Hırist iyan Avrupa 'n ın o zamanki cahilane t a a s s u b u idi. Avrupa 'da kilise Aris­to felsefesine ve eser ler ine karşı der in b i r düşmanlık bes lemekte ve bu felsefeyi dinsizliğe gö türen bir şeytan yuvası görmekteyd i ; Bunun içindir ki, kilise Aristo ye eserlerini muhtelif t a r ih le rde , ezcümle 1209 ve 1295'te ş iddet le m a h k û m etmiş ve bu eserler in Hırist iyanlar ta ­ra f ından okunmasın ı yasaklamışt ı . Bu şiddetin de sebe ­bi, kilisenin eski Yunan filozoflarını ve eserlerini bi lme-

mesi , yalnız uzaktan uzağa bun la ra dai r r iavayet ler işit­miş olmasıydı/" ' '

Onbeş inc i asr ın son l a r ından i t ibaren, b u vaziyet de­ğ i şmeye baş lamış ve A v r u p a ' d a ilim ve felsefe yepyeni b i r m e c r a y a dökülmüştür . Artık yavaş yavaş eski ampi ­rizm"*' ve d o g m a t i z m i n yerini t e c rübe ve m ü ş a h e d e y e m ü s t e n i d ilim zihniyeti ve b u zihniyetin d o ğ u r d u ğ u m ü s b e t a ra ş t ı rma gayret ler i almıştır. B u n u n neticesi o la rak da m a d d e ve t ab ia t ilimleri peyde rpey gel işme­ye yüz tu tmuş ve ilmi keşifler birbir ini takip e tmişt i r /" ' Gittikçe hızlanan b u ha reke t ve gayret , onsekizinci asır­da orijinal b i r m a n z a r a almış ve bu asrın G a r p cemiyet­lerini t emel le r inden s a r s a n b i r tenkid tufanım yara t -

(17) Eski Yunan ilim ve felsefesini Avrupa'ya tanılan ve Rönesans'ın müjde­cisi rolü oynayan İslâm âlim ve filozoflan olmuştur. Avrupa Aristo'yu, İbn-i Rüşd ve İbn-i Sina'dan öğrenmiştir. Milâdın sekizinci asrından ondördüncü asnn son­lanna kadar altıyüz sene süren yüksek bir İsâm medeniyeti, ilim ve san'atı vardır ki çoklanmızca maalesef bilinmeyen bu parlak medeniyet, onuncu asırdan itiba­ren Fransa'ya ve Sicilya yolu İle İtalya'ya akmış, Rönesans ve reform hareketle­rinde başrolü oynamıştır. Tıpta farmakolojide, matematikte, kozmoğrafya ve ast­rolojide, hülâsa müsbet denilen ilimlerin hemen bütün kollarında garp dünyası­nın hocası İslâm âlimleri olmuş; eski Yunanın ilim ve felsefe esedehni Avrupa'ya, Elkindi, Fârabi, Fahri Razi, Elbiruni ve İbn Rüşd gibi büyük İslâm âlim ve filozof­ları tanıtmıştır. Bu âlimlerin yüzlerce cilt tutan eserlen Lâtinceye ve daha sonra muhtelif garp lisanlarına tercüme edilerek Üniversitelerde okutulmuştur. Ibn-i Si­na'nın meşhur (Kitabüşşifa)sı Fransız Tıb Fakültelerinde ondokuzuncu asır başla-rma kadar aynen okutulmuştur.

Bu hususta geniş bilgi edinmek isteyen okuyucularıma şu nefis eseri tavsiye ederim: "Visage de "İslâm" par Haydar Bammate Payot, Lausanne - 1958.

(18) Emprisme, ilimsiz, sistemsiz kaba tecrübeye ve göreneklere istinat et­mek mesleki - Dogmatisme, bir fikri delil getirip, isbat etmeksizin kabul ettirmek, yahut bilgide ve hüküm vermekde nassa ve başkasının otoritesine istinat etmek mesleği.

(19) Birbirini takip eden ilmî keşiflerden, İlmin ve teknolojinin bugün erişti­ği fevkalâde gelişmeden dolayı insanlık, Rönesans adamlarına, şüphe yok kİ minnettardır. Ancak bugünkü hayat muvazenesizliğinden ve maneviyat buhra­nından ve bunun doğurduğu sefaletten de, geniş bir ölçüde, yine Rönesans adanılan mes'uldür. Rönesans'ta atılan yanlış bir adım, insanlığı bugünkü mad-deperestliğe ve bundan iteri gelen barbarlığa sürüklemiştir. Filhakika, Rönesans, keyfiyeti bir tarafa bırakıp kemmiyele kıymet vermiş; (qualite)yi atarak, (quanti-te)yi almıştır. Sokrat'ın "kendini bil" hikmetini unutarak insanı bırakıp, eşya ve kâinatı bilmeye Özenmiştir. Bunun neticesi olarak l)ugün madde ve tabiat ilimleri yanında, İnsan ve ruh ilimleri geri ve cılız kalmıştır. Bunun da neticesi olarak, muvazeneli bir hayat ve bir keyfiyet medeniyeti yenne bugünkü madde medeni­yeti, yani zekâ ve vefanın sefaleti, kütük enseli küstahlığın sefaheti doğmuştur.

mıştır. O suret le ki, bir tarafta iktisatçı ve siyasiyatçılar o devr in sınıf imtiyazlarına ve halk köleliğine d a y a n a n devlet rejimlerini ve iktisadi nizamı tenkid eder, ansik­lopediciler de kiliseyi s iper alan aynı rej imlere d ü ş m a n ­lık göster i rken; d iğer tarafta bir kısım fikir adamlar ı da sırf m ü s b e t ilim, yani t e c rübe ve m ü ş a h e d e y e müs ten id bilgi n a m ı n a d o ğ r u d a n doğ ruya dine ve dini inançlara h ü c u m a kalkmışlardı. Artık, onsekizinci asır s o n u Av­rupa ' s ında dini ve Allah'ı kökünden inkâr e tmek b i r m o d a hal ine gelmiş ve b u m o d a y a uyanlarca dindarl ık, b i r nevi gerilik telâkki o lunmaya başlanmışt ı r .

Modern maddeciliğin doğuşu: Bu modaya çıkaranlar ın baş ında , ilim sahas ında ol­

d u ğ u kadar münkirl ikte de m e ş h u r olan, Fransız ilim adamı Laplas (=Pierre Laplace, 1749-1827) gelir. Bu zat, 1796'da neşret t iği "Kâinat Sisteminin İzahı" adlı eser in­d e m o d e r n a s t ronomin in temellerini a tmış , fakat aynı z a m a n d a da açıkça Allah'ı inkâr etmiştir. A^apoieon'un Dahiliye Nazırl ığından Ayan Reisliğine k a d a r yükselen Laplas'a bir g ü n Napoleon; "İyi amma, sizin kâinat sis­teminizde Allah'ın yeri n e r e d e ? " diye- so runca , b u n a Laplas, haya t ve kâinatı izah için: " H a ş m e t m e a b , .hiçbir suret le ispat edi lememiş bir Allah faraziyesine ihtiya­cım yoktur" cevabını vermiştir .

Artık Demokriîfin eski ve ampirik maddeci l iği t a m a ­miyle dirilmiş ve geçen as ı rda ilmi ve tar ihi maddeci l ik diye başhca iki hüviyet alıp, iki is t ikamet takip etmiştir.

İlmî maddecilik: İlmî denilen maddeci l iğ in yahut , d iğer b i r tab i r ile,

ilimciliğin (=scîentisme) yolunu m e ş h u r Fransız tab i -iyatçı Lamark açmıştır. Bu zat, dinlerin temelini teşkil

(20) Bühner'in "Kuvvet ve Madde" eseri. Meşrutiyet senelerinde Ahmet Ne-bil - Baha Tevfik Beyler tarafmdan tercüme edilerek, neşrolunmuştur. Bu eser üzerine din adamlarımız tarafından tenkitler yazılmış ve Bühner'in iddiaları red­dedilmiştir Bu yoldaki tenkit eserleri arasından bİzİm elimizde bulunan Harput-izade Hacı Mustafa Efendi merhumun "Red ve İspat" adlı kitabıyla İsmail Fenni Bey'in "Maddiyun Mezhebinin İzmihlali" adlı kitabı anılmağa değer kıymettedir.

(21) Bugün gençlerimizin bir çoğunda bu nazariye ve telâkkinin, söz götür­mez mütearıfeler kabilinden bir hakikat olduğu hakkında sarsılmaz bir kanaat hâkimdir. Bundan kimler mes'uldür, bunu bilemem, fakat bu bir vakıadır.

Bu hususla okuyucularıma bir fikir vermek İçin, vaktiyle İstanbul Toplu Ba­sın Mahkemesine sunduğum bir raporu aşağıya aynen alıyorum:

İstanbul Toplu Basın Mahkemesi Muhterem Başkanlığına: 24.3.1953 günü bilirkişi sıfatiyle çağrıldığım mahkemenizde bana " "

acflı bir gazetenin 1.11.1952 tarihli sayısında ". " tarafından neşredilen "Üniversite Açılırken" başlıkh yazıda dini tahkir ve tezyif mânası ve kasdi bulu­nup bulunmadığı sorulmuştur.

Bu hususla tetkik için bana tevdi edilen dava dosyasında, müddeiumumili­ğin iddianamesile maznunun müdafaanamesi ve bahis mevzuu gazete nüshasın-daki makaleyi okudum. Edindiğim kanaati aşağıda arzediyorum: ^

eden "hilkaf ' i inkâr ederek, hayat ın m a d d e d e n ve insa­n ın h a y v a n d a n istihale ve tekâmül yolu ile var o lduğu­n u açıkça iddia eden ilk âlimdir. 1809'da neşret t iğ i "Hayvana t Felsefesi" adh ese r inde Lamark, b u iddiası­nı uzun uzadıya ispata çalışmıştır.

Lamark^m açtığı yo ldan yürüyenler a r a s ında İngiliz tabia tç ı Darwin ile Alman tabip-fılozof B ü c h n e r (=Bülı-ner) pek m e ş h u r olan iki maddecid i r . Buhner, 1855'te "Kuvvet ve Madde"yi , Darwin de 1859'da "Hayvan Ne-vilerinin Menşe i " adlı kitabı neşretmiştir.*^'

M o d e r n maddeci ler , y a h u t ilimciler a ra s ında ve ilim n a m ı n a din düşmanl ığ ı saçan la r ın baş ında J e n a Üni­vers i tes i p rofesör le r inden Ernest Haeckel'e m ü h i m bi r ye r ve rmek icabeder . Bu zat, son yar ım asırlık devr in en münk i r ve m ü t e m e r r i d maddeci le r indendi r . 1906'da neşre t t iğ i "Din ve Tekâmül" adlı b i r seri konfe rans tan müteşekkil , e se r inde m o d e r n tekâmülcü lüğün b i r ta­r ihçesini yapt ıktan, (halikı) ve (hilkati) t op t an inkâr et­t ikten sonra ; haya t ve kâinat ın sırf m a d d e n i n t ekâmü­lünden ve milyonlarca senelik bir mazi içinde, gayr iuz-vinin uzviye istihale e tmes inden ibaret o lduğunu isba-ta çalışmıştır.'^"

Filhakika makale sahibi yazısmda: "Bir taraftan biyoloji derslerinde çocukla­rımıza Darwin'in tekâmül nazariyesini öğretirken, diğer taraftan ilkokullarda okutulmaya başlanan din derslerinde körpe dimağlara" (Allah'ım, beni yaratan sensin, anamı babamı yaratan sensin, canlı cansız her şeyi yaratan, besleyen, bü­yüten... sensin...) gibi gayn İlmî bilgiyi yerleştiriyoruz" demektedir.

Bu ifadede sertlik ve huşunet aşikâr ise dedirilen tezyif mânası ve hususiyle İstâmiyeti tahkir kasdi görmüyorum.

Önce şunu belirtmek isterim ki, bu gibi meselelerde müddeiumumiliğin gös­terdiği hassasiyeti, millî ve içtimaî selâmetimiz bakımından, pek çok takdir ve tebrike şayan bulurum. Ancak, İfadedeki huşuneti, dini tahkir ve tezyif kasdine değil, makale sahibinin ilim ve din mevzuundaki bilgisinin sığlığına bağlamak daha doğru otur kanaatindeyim.

Dini "gayri ilmî" olmakla tavsif etmek, onu tahkir değil, sadece ilim ile dinin birbirine münasebetini ve birbirine nazaran olan durumunu bilmemezliktir. Esa­sen, din "gayrî îlmî"dir demek, yanlış bir söz söylemektir. Çünkü ilim, dînî nef­yetmez ve bu İki disiplin birbirini nakzetmez ki, din gayrî ilmîdir denilebilsin. Bunlar iki ııakîz değil, İki mülemmim'dir. Binaenaleyh din İle ilîm beraber bulu­nabilir ve omuz omuza yürümesi de insanlığın hayrınadır.

Çocuklarımızın körpe dimağlarına "halik"fikri yerleştirmeyi gayri ilmi bulan ve bu sebeple, mekteplerde din derslerinin yer almamasını İstîyen makale sahi­bi, bu düşüncesiyle dîni olduğu kadar, ilim meOwmunu da hakkiyle kavramadı­ğını ve din ile ilimden her birinin karşıladığı beşeri ihtiyacı lâyıkiyle göremediği­ni ortaya koymuştur. Binaenaleyh bence kendisi cezai takibata uğramamalı, fa­kat okutulup öğretilmelidir. Çünkü mücrim değil, sadece bilgisizdir, mazurdur.

Maka/e sahibi bilseydi ki, ilim ve din, dediğimiz gibi, birbirini nefyetmez bi­lâkis tamamlar; çünkü bunlardan biri aklın, diğeri de gönlün ışığıdır. Ve çünkü İnsan ne yalnız akıldan, ne de yalnız gönülden ibarettir, fakat hem akıl ve hem gönül sahibi bir mahlûktur. Dinsiz ilim, belki aklı tatmin eder, fakat muhakkak ki, gönlü karartır. Nitekim İlimsiz din de ruhu ve gönlü ısıtır, fakat aklı karanlık­ta bırakır. Binaenaleyh insanlığın hayn ve faydası ne bugün olduğu gibî, yalnız ilme bağlanmaktadır, ne de orta zamanlarda olduğu gibi, yalnız dîne sarılmaktır, fakat her ikisine birden sahip olmaktadır.

Yine makale sahibi bilseydi ki, bugün yirminci asrın ortasındaki ilim, Darwin ve Buhner gibi materyalist tekâmülcülerin ilminden bir asır, Laplas ve Lamark gi­bi maddeyi mabutlaştıran münkirlerin ilminden bir buçuk asır ileridedir. Bugün­kü ilim, Lamarkizm ve Darvinizm'i çok geride bırakmış ve bu görüşleri birer ka­baca tahmin addederek faraziyeler rafına yerleştirmiştir. Bugün hiç bir hakikî âlim ve yüksek filozof gösterilemez ki, ilîm namına Allah'ı red ve İnkâr etsin. Edemez, çünkü bugün İlim, eskisinden daha çok haddini bilir olmuş ve çok mâ­kul bir tevazuya bürünmüştür. Çünkü bugün ilim, eskiye nisbetle, daha çok ilerlemiş ve ilîm ilerledikçe, âlim de bilmediğini daha iyi bilir olmuştur. Gayet tabii, ilmin idrak ve ihata vasıtası akıldır. Akıl ise, insan gibi, hattâ kâinat gibi, mahdut ve mütenahidir, yani bir kelime ile âcizdir. Böyle cılız bir âlet ve âciz bir vasıta île, Allah anlamı gibi, ezelîlik, ebedilik ve namütenahilik hakkında inkâr hükmü vermek gayri ilmidir ve hattâ çocukçadır. Bunun içindir ki, bugünün en mütemerrid ilim adamları bile Allah'ın varlığı, bayat ve kâinatın menşei hakkın­da sadece "bilmiyorum" demekle İktifa etmektedir.

Makale sahibi bilseydi ki, Darwin, ve Lamark hayat ve kâinatın menşei hak­kında ortaya ilmi bir hakikat değil, sadece bir nazariye yani ilmî bir faraziye koy­muştur. Tekâmül nazariyesi yanî hayat ve kâinatın sırf form değiştiren madde den İstihale suretiyle var olduğu fikrî, sadece bir farz ve tahminden İbarettir. Ve bu fikrin hakiki İlîm nazarındaki kıymeti, dinlerin Allah akidesinden daha üstün de­ğildir, bilâkis, birçok bakımlardan, daha aşağı ve daha zayıftır. Esasında sırf bîr

tahminden ibaret olan tekâmül nazariyesi, bugün ilmi bir faraziye olarak bile, İl­mi bir surette, müdafaa edilemez. Çünkü İlmi bir faraziye aklın idrak hududu içi­ne girmesi ve iimin tetkik vasıtalan olan müşahede, mukayese ve tecrübe imkân­larını aşan ve aklı tamamiyle âciz bırakan metafizik mes'elelerdir.

İş böyle olduğu halde, mekteplerde bu ve emsali nazariyelerin sanki birer mütearife kabilinden ve objektif hakikatler nevinden birer hakikat imiş gibi oku­tulması, işte "gayri ilmi" olan budur ve orta zamanlar zihniyetine mahsus bir ta­raf tutarlık ve bir fuzuli taassuptur. Modern mektep bu türlü taassuplardan ken­dini kurtarıp yükseldiği gün, hakkıyle vazifesini yapacak ve insanlığa hizmet edecektir

Hülâsa, makale sahibi bütün bunları bilseydi, incir çekirdeği doldurmaz bir bilgi çıkını ile ortaya atılıp en muğlak mes'eleler hakkında indi hükümler verme­ğe kalkışmazdı. Esasen, ifadesinde dini tahkir ve tazyif kasdİ olmadığına kani bu­lunduğum için, tekrar ederim kİ, kendisini sadece mazur görürüm.

(22) "Pozitivizm İsbatiyle Mezliebİ" diye gerek ilimde ve gerek felsefe ve ahlâkta sırf vakıalara kıymet veren kat'i ve sabit bilginin sırf vakıaların tecrübe ve müşahedesinden elde edilebileceğini; tecrübe ve müşahededen başka bir yoldan hâsıl olacak bilginin hakikatten uzak, lâfzi ve hatalı olduğunu İddia eden dokt­rindir. Bu kanaatte olanlara Pozitivist yahut Isbatiyeci denir. Fransız filozofu Au-guste-Comle bu doktrinin kurucusu sayılır.

Pozitivistler ve pozitivizm: Bu saydıklarımıza d a h a b i rçok isim, eser ve doktr in

ilave olunabilir. Ve b u a r a d a pozit ivist ' lerden de b a h s e ­dilebilir. Pozitivistlerle maddec i l e r a ra s ında dava, gaye ve münkirlik bak ımla r ından b i r fark yoktur. He r iki münk i r kol da, t e c r ü b e ve m ü ş a h e d e ile sabi t o lmayan ve b u yoldan b i l inmeyen şeyleri yok addetmektedi r .

Yalnız Pozitivizm'in'^^' ku rucusu sayılan Fransız filo­zofu Augusîe-Comte (=Ogüst-Kont 1798-1857) dinle­r in ezeli, ebedi ve kadir i mutlak halikı ve m e k â n d a n münezzeh Allah'ı ye r ine "insanlık" diye t a savvur ettiği b i r mevcu t k o y m u ş ve "İnsanlık m â b e d i " n e b a ğ h "in-sanhk dini" diye de , husus î âyin ve ibadet i eriyle, b i r din icat ederek b i r nevi peygamber l ik iddias ına kalkış­mış ve net icede â leme gülünç olmuştur .

Sözü uzatıp, aynı fikir ve iddiaları başka başka ağız­lar ve ifadelerle t e k r a r e tmekte bir fayda yoktur. M o ­d e r n maddeci l iğ in aldığı d iğer ist ikamete, yani tar ihi maddeci l iğe geçel im.

Tarihi maddecilik: Onsekizinci asr ın son la r ından ber i Lamarkizm, Dar-

vinizm. Pozitivizm, Evolüsyonizm gibi ad la r al t ında ve b i rb i r inden az çok farklı temayül ler ha l inde h ü k ü m sürmekte olan ilmi maddeci l iğin yanı ba ş ında geçen asr ın or ta lar ına d o ğ r u , tar ihi maddeci l ik (=MateriaUs~ me historique) diye, farkh b i r ce rayan d a h a tü remiş ­tir/^^' ilmi maddeci ler , taşıdıkları n a m ve gösterdikler i temayül ne olursa olsun, sırf nazar i s a h a d a kaldıkları ve m ü s b e t ilim n a m ı n a konuştuklar ı halde; yeni cereya­n ın mümessil leri , maddeci l iği , nazar i s a h a d a n ç ıkara­rak, dinlere, d in maneviya t ve inançlar ına karş ı müth i ş bir h ü c u m silâhı olarak kullanmış ve b u n o k t a d a ilmîci-le r 'den ziyade ansiklopedicilerle bir leşmişlerdir .

Tarihi maddecil ik tâbir i , ondokuzuncu asr ın m e ş h u r sosyalist s imalar ından Frederik Engels t a ra f ından üs ­tadı Karî Markam dokt r in ine verilmiş b i r isimdir. Fil­hakika Marks, koyu bir maddecidir . Ve maddeci l iğ i ta ­r ih felsefesine, sosyolojiye ve iktisadi s iyaset mes 'e le le-r ine tatbik e tmiş ve onu b u mes 'eleler in, ha t t â u m u m i ­yetle haya t ve cemiyet dâvalarının, izahı ve halli için ye­gâne anah t a r olarak kullanmıştır. Bu kadar la kalmaya­rak, maddecil iği , yalnız dinlere ve maneviya ta karşı de ­ğil, mevcu t ve müesses içtimaî, iktisadi n izama ve siya­si rej imlere karşı da cehennemi b i r si lâh ha l ine koy­muştur .

(23) Beşer tarihini ve insanlığın tekâmülünü, yani gerilikten sıyrılıp, ileriye doğru gidişini, sırf maddenin ve maddi teknik imkânların değişmesiyle izah etti­ğinden dolayı bu cereyana "larihi maddecilik" denildiği gibi; beşer tarihini dol­duran terakki ve tekâmülü tamamiyle iktisadi hayat şartlarına ve yeme, yaşama tarzlanna irca etmesi İtibariyle "tarihin iktisadi görüşle izahı" nazariyesi de de­nilmektedir. Bu zeminde bakınız: Seligman, interpretation aconomique de l'His-toire, Paris. Alcan ve Antonio Labidİola, Essais sur la coneption materialiste de l'Hisloire, Pans, Marcel Cliard. Tanhi maddeciliğin tenkidi üzerine de bakınız: Esasiye IHukuku Derslerimiz, cilt 2. Sosyalizm bahsi.

Yolumuzun bu nok ta s ında birazcık dura rak , h e m e n deyiverelim ki, insanlık tar ihini sırf m a d d î şartlar, ikti-

(24) Grand Dictionnaire Sociatiste, par Compere - Morel, Paris.

Tarihi maddeciler ne diyor ve nerede yanılıyorlar? Bugünkü Rus sosyalizminin, dünyayı ihtilâle ve rmek

için giriştiği m ü c a d e l e d e , fikrî dayanağ ın ı teşkil eden b u g ö r ü ş e n a z a r a n : Tarihi, içtimaî, siyasi ve dini b ü t ü n ha reke t ve hâdise ler in ; terakki , tekâmül , inkılâp ve ihti­lâllerin azimet noktas ı ve hakiki illeti m a d d î yani iktisa­didir. Madd i iht iyaçlar ve bunlar ın yine m a d d i şekilde ta tmini vas ı ta lar ıdı r ki, cemiyetlerin ve cemiyet ler için­deki insanlar ın oluşlar ım ve münasebe t le r in i muayyen-leştirir, sevk ve ida re eder. İnsan ve cemiyet b a h s i n d e m a d d i haya t şar t lar ı , iktisadi ve teknik imkânlar , tıpkı b i r b inan ın t o p r a k altı temelleri mesabes inded i r . Yalnız hukuk, ahlâk ve s iyaset değil; ha t tâ yalnız "ilim" sana t ve h e r şekliyle meden iye t değil, din bile madd i temel ler üzer ine o tu ran b i r müessesedi r . Ve halk kitlelerinin va­h i m e kabi l inden b i r s aade t e u laşmak için ümit besledi­ği b i r teselli kapısıdır . Bu ümit, kaynağını tar ihi tekâ­m ü l ü n muayye n b i r merha les indeki içtimaî oluşta ve iktisadi haya t ş a r t l a r ında bulmuştu . Fakat , halk kitlele­ri hakiki saade t in ve b u n u n tahakkuku imkanlar ın ın ne ­r e d e ve ned i r o l d u ğ u n u gözleriyle g ö r ü p anlayınca; bir g ü n gelecek artık d in ve Allah faraziyesine lüzum kal-mıyacaktır .

Lapların, kâ ina t s i s temim izah için, Allah faraziyesi­n e ihtiyacı o lmadığı gibi, sosyalizmin de yoktur. Esasen sosyalizm kendisi b i r din, b i r hamle , b i r heyecan kay­nağ ıd ı r ve istikbale ait b i r iman bağldır.'^^'

sadî ve teknik imkân ve istihalelerle izah e tmek isteyen; dinî m ü e s s e s e ve kanaat ler i bile b u şa r t ve istihalelerin b i re r neticesi gören tarihi maddec i l e r b u görüş le r inde yanılıyorlar. Tar ihe ve cemiyete sırf m a d d i cepheden bakmak, insan denilen m u a m m a n ı n b in b i r çeşit es ra­r ından yalnız birini g ö r ü p d iğer le r ine göz yummakt ı r . İnsan, adale ve iskeletten ibaret b î r r o b o t değildir. Hat­tâ insan, yalnız m a d d i ihtiyaç duyan ve sırf onun ta tmi­ni için hareke t eden; yiyip içtikten son ra , hayvanla r gi­bi yatıp uyuyan bir mahlûk da değildir.

İnsan, akla ve ş u u r a sah ip ve m u k a d d e r a t ı üzer inde düşünebi len b i r variıktır. İnsan, n e r e d e n gelip, nereye gittiğini ve haya t yolunun nasıl bir m ü n t e h a y a ilettiğini vicdanıyla b a ş b a ş a kaldığı zaman , kendi kend ine so rup cevap aramaktadı r . Ve b u bah is te kendin i t a tmin etmek ve içinde, ge leceğe ait olarak bel i ren endişe lerden kur­tulmak, seklnete ve iç h u z u r u n a e r m e k ihtiyacın d a dır. Bu huzuru insan ancak b i r şeyde, fevkalbeşer (=Supra humainjblr hakikate inanıp b a ğ l a n m a k d a bulabilir. Bu hakikati ise insana ancak din verir ve öğret i r . Binâena­leyh din, muayyen m a d d i hayat şar t la r ın ın b i r mu' tâsı değil; bilâkis, insan yaradılışının, m a d d i y a t a ircaı kabil olmayan, üs tün bir ihtiyacının ifadesidir.

Şüphesiz ki din, tar ihi t ekâmülün m u a y y e n b i r mer ­hales inde - d o ğ m u ş t u r değ i l - kemâl bu lmuş tur . Gerçi İptidai insaniyet te bile şöyle böyle b i r d în sezişi mev­cuttu; fakat henüz kemâl bu lmuş bir din sistemi yoktu. Çünkü, iptidai insaniyet hemen h e m e n hayvaniyetle eşitti. Her yüksek duygu gibi, din d u y g u s u da inkişaf e-dip, kemâl bu lmak için, inkişaf e tmiş b i r zekâ ve olgun­laşmış bir içtimaî muhi t ister. Bu zekâyı ve bu muhiti , t a r ihen ilk defa büyük semavî dinlerin nüzulü s ı ras ında ve Akdeniz ' in Şark kıyılarındaki Filistin ve Hicaz gibi ülkelerde bulabilmiştir. Bu sebepledi r ki klâsik dinler ve peygamber le r , b u ülkelerde d o ğ u p yetişmiştin

D İ N v e L Â İ K L İ K —

Din duygusu ve dini müessese le r insan zekâsmm d a h a zenginleşmesi ve incelmesiyle, kaybolmak ve ze­val bu lmak şöyle d u r s u n ; bilâkis, d a h a kökleşmekte ve r u h î bir ihtiyaç o la rak kendilerini daha da şiddetle his­set t i rmektedir ler . Bugün , İkinci Dünya Harb i fe rdasm-da, yüksek duygulu insan la rm din ve maneviya ta karşı hissett ikleri ihtiyaç kadar , yakın devir lerde ihtiyaç his­sedilmemişt ir , denilebilir.

Hülâsa, tar ih î maddeci l ik b i r h ü c u m silâhı olarak işe yarar . Nitekim fiiliyatta ya ramış ve bir as ı rdan ber i mil­letler içinde panikler ve kargaşal ıklar koparmıştır. '^^'Fa-kat bu görüş , ilmi b i r izah sistemi olarak, büyük b i r kıy­m e t taş ımaz. Ha t t â dikkat edilir ve insaf ile düşünü lü r ­se, ilmî bir izah ve müdafaa sistemi olarak, "ilmî m a d ­decilik" bile büyük b i r kıymet taş ımaz.

İlmî maddeciler ne diyorlar: İlmî denilen maddeci l ik bile, d iyorum; haya t ve kâ­

inat ın ciddi ve ilmî b i r izah sistemi olarak, büyük b i r kıymet taş ımaz. O k u y u c u m d a b u nokta üzer inde kana­at hasıl edebi lmek için, dinlerin ve ilmi maddec i le r in akide ve görüş ler in i ayrı ayrı kısaca g ö z d e n geçirelim.

Dinlere göre hayat ve kâinat: Dinlere ve m u k a d d e s k i taplardan çıkan m â n a y a gö­

re, kâinatı yoktan va r edip, değişmez kanunlar la sevk ve idare eden ezelî-ebedî, m a d d e d e n , z a m a n ve m e k â n -

(25) Tarihi maddecilik lıakkında dalıa etraftı malûmat için bakınız: Esas Teş­kilat Hukuku Dersleri, İkinci Kısım, Demokrasiye Karşı Direnen Doktnnter Faslı - Ati Fuad Başgil.

dan münezzeh , vâcib-ül vücut (=Etre'necessaire) ve kâ-diı--i mutlak (=Toutpuissant) bir Allah vardır .

Allah, ezelidir. Yani o n u n başlangıcı yoktur; k imse­den d o ğ m a m ı ş ve başka b i r varl ıktan istihale e tmemiş­tir. Allah, ebedidir . Yani sonu yoktur; ölmez ve asla yok olmaz; kudre t ve i rades inden hiçbir şey eksilmez. Al­lah, m a d d e d e n münezzeh t i r ve lâ maddid i r . Yani bizim fâni hislerimizin üs tündedi r ; gözle görü lmez , elle tutul­maz, hülâsa hiç b i r veçhile hislerimiz al t ına g i rmez. Al­lah, zaman ve m e k â n d a n da münezzeht i r . Yani hiçbir ye rde ve hiçbir z a m a n içinde değildir; fakat he r ye rde­dir ve he r z a m a n d a vardır . Allah ' tan başka olan şey m ü m k ü n - ü l v ü c u t t u r (~Etre possible). Faka t Allah vacib-ül vücûd tu r (Etre necessaire). Yani o n u n varlığı zaruridir . Ve y o k l u ğ u n u n man t ıkan t a s a v v u r u bile m ü m k ü n değildir.

Allah, Kâdir-i mutlakt ı r ve he r şey O ' n u n mutlak, ya­ni hiçbir man ia ile m a h d u t olmıyan i radesi ve kudret i altındadır. Hiçbir şey, O 'nun mutlak, yani hiçbir şar ta ve kayda tâbi o lmayan i rades inden ve kudre t inden ha ­riç değildir. Allah; ilim, adalet, iyilik ve m e r h a m e t gibi, he r tür lü t a savvurun yet işemeyeceği yükseklikte, kemâl sıfatlariyle muttasıftır. Hülâsa, Allahü Teâlâ, t ab ia t dışı ve tab ia t üstü, v ü c u d u zarur î ve mut lak b i r varlıktır.

Bu varlıktır ki, evvelâ gökleri, yerleri ve melekleri, son ra da, yeryüzündeki nebat lar ı ve hayvanlar ı ve ni-

.hayet insanları yaratmışt ı r .

Allah, insanı, kendi kemâl sıfatlarının çok naçiz bir ö rneğ i ha l inde yara tmış ve ona bir " ruh" ihsan etmiş­tir. Ruh, ilâhî b i r s ı rdır ve onun mahiyet ini ancak yara­t an bilin Yalnız şu va r ki; ruh, ilâhî v a r h ğ m çok âciz ve nâçiz bir model i mesabes inde o lduğu için o da lâ m a d ­didir ve c isme nisbetle, ebedidir. Yani Allah' ın bildiği ve takdi r ettiği bir z a m a n a kadar ölmez. Din ve'Lâiklik/ F. 4 4 9

İnsan, ruhiyle ya şa r ve r u h b e d e n d e n ayrılınca ölür. Nitekim hayvanla r da öyledir. Fakat insan ruhu , hay-vandak inden çok farklıdır. İnsan ruhu , ş u u r yahu t vic­dan deni len yüksek tehassüs le r in , hayvan r u h u ise sa­dece şevki tabi i ler in merkezidir . İnsan, r u h u sayes inde fizik, fikri ve m o r a l varlığını ve benliğini sevk ve idare ede r ve bu benl iğin haiz o lduğu kuvvet ve kabiliyetleri inkişaf ettirir. Hususiyle insan , r u h u sayes inde , iyiliği ve kötülüğü tanı r ve ayırd eder. İyiliği ve kötü lüğü tan ı ­m a ğ a ve ayırd e tmeye y a r a y a n b i r p rens ip olması itiba­riyle, ruh "şuur" yahu t "v icdan" adı alır ki b u da "his", "akıl" ve " i rade" melekeleri şeklinde tecelli eder.

Yeryüzünde herkes in muayyen b i r yaşamak hadd i va rd ı r ki, b u n a ecel denir. Ecel, ne b i r saa t geri , n e de bir saa t ileri gider. Herkes vakti gelince muhakkak ölür. Ölüm, r u h u n beden i t e rkederek , lâ madd i l e r â lemine geçmesi , fâni bir haya t t an baki b i r haya ta intikal e tme­sidir. İnsan, r u h u n u n ölmezliği sayesinde, bu fâni dün­y a d a n sonra , beka d iya rmda , Allah'ın takdi r ettiği şe­kilde yaşar . Ahire t hayat ı ebedî o lduğuna göre , fâni d ü n y a d a yaptığı iyiliklerin mükâfat ına nail olur; işledi­ği kötülüklerin de cezasını bulur.

Allah, bü tün bu hakikatleri insan la ra öğ re tmek için m u k a d d e s ki taplar ve p e y g a m b e r l e r göndermiştir'^'^' Yarınki ceza g ü n ü n d e felah o kimselere ki, ilâhî kitapla­rın ve ulu p e y g a m b e r l e r i n gös terdiğ i yolda yürür !

Maddeciliğe göre hayat ve kâinat: İşte, büyük semavî dinler in ve bi lhassa İslâmiyetin

müş te rek ana akideleri bunlardı r . İlmî maddeci le r in

(26) Bilhassa İslâmiyetin esas akideleri hakkında bakınız: Şeyh Abdülâziz Çavuş (Anglikan Kilisesine Cevap), Mütercimi: Mehmet Akif; İstanbul, Evkaf-ı İs-lâmiye Matbaası 1341. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, Umur-u Şer'iye ve Evkaf Vekâleti Neşriyatı 9, sahife 128.

h ü c u m ettikleri ve h e r n o k t a s m d a ç ü r ü t m e y e çalıştıkla­rı esaslar da bunlardı r . Filhakika, ilmî deni len maddec i ­lik dînlerin ilim ve i r ade ile muttasıf, Kâdir-i Mutlak Al­lah inancı ye r ine " M a d d e = mat i e re" diye t a savvur edi­len b i r cevher ikame'^^' e tmekte ve ilâhî k a n u n l a r yer ine de, s adece illiyet (CausaUte) ifade eden tesadüf i (=Con-tingents) kanun la r koymaktadır . Dinlere, hususiyle İs­lâm dinine göre , hayat ı ve kâinatı i da re e d e n ve tabiî denilen kanunlar , hakikat te ilâhidir. Bu k a n u n l a r Allah ta raf ından ve O 'nun ezeli i radesiyle t e r t ib o lunup ko­nulmuştur .

Dinlerce, kâinatı sevk ve idare eden kanun l a r ilâhi­dir. Yani bun la r Allah taraf ından m u a y y e n b i r p lân ve gaye iîe vaz ' ve te r t ip o lunmuştur .

Maddec i le re g ö r e ise, b u kanun la r k imse ta raf tndan konulmuş ve icat edilmiş değildir. Bunlar , tabi i ve tesa­düfidir ve kendi l iğinden teessüs etmiştir.

Maddec i l e re göre , kâinat ın ve b ü t ü n varl ıkların müş te rek ash ve cevheri "maddeydin M a d d e , ezeli ve ebedidir . Yani, da ima var o lmuştur ve varlıkta devam edecektir. M a d d e , b i r halikın eseri değildir. O n u n var­lığının başlangıcı ve sonu yoktur. M a d d e , adimül-ifiıâ (^indestructible) dir. Yani yok edilmesi m ü m k ü n olma­yan b i r şeydir. O, yalnız daimi b i r istihale içindedir; şe ­kilden sekile girer: Yerden ağaç biter, büyür , n ihayet ö m r ü n ü do ldurur kurur, çü rü r ve toz t o p r a k olur. Bu toz top rak tan t ek ra r b i r ağaç , b i r n e b a t b i te r ve bu, böylece devam ve t eke r rü r ede r gider. Faka t b u istiha­le vetiresi içinde m a d d e n e cevher inden ve n e de zerre­ler inden (molecules) h içbir şey kaybe tmez ve asla yok olmaz. Maddey i vücuda get i ren zerreler, a tom ve elekt-

(27) Cevher tâbirini, "araz" mulcabili kullantyor ve bundan değişen eşyada daimi kalan şeyi kasdediyorum. Meselâ: Balmumu ısınır, yumuşar, erir, soğur, sertleşir. Bütün bunlar balmumunun değişen sıfatlarıdır. Değişen sıfatlar arasında daimi kalıp, değişmeyen bir şey var ki,^ İşte bu şey balmumunun cevheri, madde­si (=Substance) dir. (Lügatçe-i Felsefe İsmail Fennî merhum).

ron la r h e r h a n g i b i r fızil<i veya kimyevî tes i r a l tmda ci­sim değiştirir, b i r c i s imden başka b i r cisme intikal eder. Meselâ , canlı b i r uzviyet ölünce, cisim dağılır, çürür, t o p r a k olur. Faka t m a d d e hiçbir veçhile eksilmez ve yok olmaz; yalnız renk, şekil, vaziyet ve m e k â n değiştirir .

M a d d e n i n b i r tak ım hassa la r ı ve vasıf lan va rd ı r ki, bun la r m a d d e d e n asla ayr ı lmaz ve bunlars ız m a d d e ta­savvur o lunamaz . Bu h a s s a ve vasıfların heyeti u m u m i -yes ine "kuvvet" denir. Kuvvetsiz m a d d e , maddes iz kuv­vet olmaz. Hareke t t a savvur e tmek için mü teha r r ik b i r cisim t a savvur e tmeye ve h a r a r e t t a savvur e tmek için, y a n a n bir cisim g ö z ö n ü n e ge t i rmeye mecburuz . B u n u n gibi, fakat b u n u n aksine olarak, ha reke t eden b i r cisim t a savvur e tmek için de ha reke t t a savvur e tmeğe m e c ­buruz . B u g ü n i lmen sabi t t i r ki; m a d d e , var l ığ ından hiç­b i r şey kaybetmeksiz in m ü t e m a d i sure t te istihale geçir­diği, şekil, vaziyet ve m e k â n değişt i rdiği gibi; kuvvet de böylece değiş i r ve hiç eksilmez ve kaybolmaz. Harare t , hareket , ha reke t de h a r a r e t hâsıl eder.

M a d d e ve kâinat , h e r h a n g i b i r yarat ıc ının eseri ol­madığ ı gibi, i n san ve h a y a t da bir yarat ıc ının eseri de­ğildir. Tıpkı m a d d e gibi, ye ryüzünde ilk hayat da tesa­düfen ve kendi l iğ inden var olmuştur . Bu ilk de rece ha ­ya t tan s o n r a yaşayan uzviyetin t ekâmülü bahs ine ge ­lince, b u da t amamiy le istihale k a n u n u n u n h ü k m ü al­t ında vukua gelmiştir, istihale (transformation) ve tekâ­mül (evolution) m a d d e ve kuvvet gibi, hayat ın ve haya ­ti uzviyelerin en büyük k a n u n u dur.' ^*'

Hülâsa, maddeci ler , h a n g i renk ve z ü m r e d e n olursa olsunlar, insan zekâsının sonsuz kudre t ine i nanmak ta ve he r g ü n bi raz d a h a ilerleyen, ilerledikçe de, nuriyle b i re r b i rer meçhul ler imizi aydınla tan ilme güvenerek .

(28) Bakınız: Sprİtualİsme et Materİalisme, par Felix Ismard, Paris Reinwald et Cie, 1879 - Riligion et evolution, par Ernest i-iaeckel, Paris Reinv^ald, 1906 -Le Monisme (Profession de fol d'un naturaliste) par E. Idaeckel, Paris, Schleicher Freres.

dini hakikatleri b a ş ı n d a n s o n u n a k a d a r inkâr e tmekte­dirler. Bunlara göre , din ve d ine d a y a n a n bilgi ve inançlar, eski devirlerin bilgisizliği iç inde b i r kıymet ifade ede r ve b i r ihtiyaca cevap ver i rdi . Fakat , yü rüyen ilmin meş 'a les i ö n ü n d e tabia t kuvvet ve hâdise ler in in b ü r ü n d ü ğ ü e s ra r perdeler i birer, ikişer kalktıkça; b u bilgi ve inançlar, eski kıymetlerini kaybetmiş le r ve yir­minci asr ın or tas ında , t a r ihe kar ı şan eski çağlar ın mu­ammalı hât ı ra lar ı ha l inde kalmışlardır . "Dinler; koyu maddec i cemiyet ler in menşe le r inde ve bilgisizlik devir­ler inde faydalı olmuşlardır ; fakat, h içbi r m ü s b e t ve na -turel esasa dayanmad ık la r ı için, milletler ilmin ışığıyla daha çok aydınlanınca, dinler az çok yakın b i r zaman­da yıkılacaklardır."*^^' diyor.

İlmî maddeciliğin tenkidi: Maddeci le r in b u görüşü , zamanımızda birçokları

için çekici ve sürükleyicidir.""' Çünki b u gö rüş m ü s b e t ilmin h e r g ü n g ö z ö n ü n e koyduğu açık ve inkâr gö tür ­mez hakikat lere dayanı r gibi görünmekted i r . Bugün ilim, gönülleri fethetmiş bulunuyor . Bugün insan , u tan-m a s a da ilim n a m ı n a k o n u ş t u ğ u n u ileri sü re rek yüzde yüz yalan söylese yine birçok safdilleri aldatabilir. Nite­kim fiiliyatta da aldatmaktadır . Eski devirlerin dünyayı öküz boynuzlar ı o r tas ında o tu r tan sah tekâ r din bezir­ganlar ı yerini b u g ü n , m o d e r n ilmin elifbasından bile haber i o lmayan, b i r takım ilim bezi rganlar ı almıştır. Es­ki din bezirganlar ı , Allah ve din aşkına konuş tuklar ına inand ı rmak isterlerdi. B u g ü n ü n ilim bezirganlar ı ise.

(29) Dr. Felix Ismard, Sprİtualisme et Materialisme, Paris, Relnwald, sahife 154..

(30) Bu fikirlerin çekiciliği, bilhassa bizde, İslâmiyetin ne olduğunu ve ne de­diğini bilmeyenler için bir kat daha artmaktadır. Fakat kusur, bilmeyenlerde ol­maktan çok bildirmeyenlerde, daha doğrusu İslâmiyeti öğretecek yüksek ehliyet­lerden m'âhrum bırakanlardadır.

ileriiik ve insanlık gibi bazı büyük kelimelerin a rkas ına sığınıp da konuşuyor lar . Emin olalım ki, b u iki zümre ­n in a ra s ında hiçbir fark yoktur: İkisi de sah tekâ r ve şar la tandır .

Yalnız şu nokta la r üzer inde ehemmiyet le d u r u p dü­şünelim: M o d e r n ilim n a m ı n a Allah ve din inkâr edile­bilir mi? İlim, dini ne iyede r mi? ilimle din a ra s ında gi­deri lmesi kabil o lmayan b i r tezat ve t ea ruz va r mıdı r?

Bu nok ta la ra vereceğimiz cevapta anlaşabi lmemiz için, evvel emi rde okuyucumla, üim m e f h u m u n u n son devi rde geçi rdiği de r in b i r değ i şme üze r inde g ö r ü ş m e ­miz lâzımdır. İlim n a m ı n a dinî hakikatleri inkâra sapan­lar ve din ile ilim a r a s ında tezat görenler , ekseriya b u değ i şmenin farkında olmayanlardır .

İlim mefhumunda vukua gelen değişiklikler: Eskiden "ilim" deyince , b u n d a n tab ia t ve kâinat ın

sabit , kat 'i ve mut lak bilgisi anlaşılırdı. Bütün ondoku­zuncu as ı rda ve asr ımızın yakın seneler ine kada r hâlâ bazı muhi t l e rde d e v a m edip gelen b u yanlış telâkkiye göre ; "ilim" demek, in san zekâsının er iş ip d o ğ r u l u ğ u n u ispat ettiği kat ' i , yanî hiçbir veçhile değ i şmez neticele­re dayanan bilgi demektir . Bu mânadak i ilim ister iste­mez, din ile çarp ış ıyor ve dinin mevzuu olan bilgi ve inançları kökünden r e d d e ve inkâra gidiyordu. Çünkü, dinin mevzuu olan inançlar , meselâ Allah ve âhiret inancı, bu eski ilim telâkkisine göre , hiçbir veçhile sabi t o lmamış; aklın ve man t ığ ın ışığı a l tmda ispat edilip or­taya konu lamamış veh im ve hayal kabi l inden şeylerdi. Saniyen, yine bu eski ilim telâkkisine göre , ilim yalnız sabi t ve kat'i bilgi d e m e k değil; hem de mutlak, yani sa­ha ve mevzu it ibariyle h u d u t t an ımayan bir zihni faali­yet demekti . Buna göre , herşey ilme mevzu olabilir ve

— DIN ve HAYATTAKİ Y E R İ —

ilmin s a h a s m a girebilirdi. He rhang i b i r hakikat, haki­kat sayılabilmek için, ilmin çerçeves ine girmeliydi. Bu çerçeveye g i rmeyen ve b u n u n d ı ş m d a kalan hakikat, hakikatler d i y a r m d a n kovulurdu.

İşte b u anlayış b u g ü n değişmiştir . B u g ü n artık ilim, sabi t ve kat ' i bilgi değildir. Matemat ik ilimleri b i r t a ra ­fa bı rakır da, tab ia t ilimlerini n a z a r a ahrsak , b u g ü n il­min en yüksek ve en şümullü k a n u n u (Relatıvite) yani izafiliktir. Ha t tâ matemat ik ilimleri bile, b u k a n u n d a n istisna e tmeğe b i lmem ki kat'i bir z a ru re t va r mıdı r? Bu ilimlerin mevzuu, meselâ kemmiyet gibi, bizim eşyadan z ihnen tecri t ed ip t a savvur ettiğimiz fizikî b i r hassa de­ğil midi r? Bir şeyin en yüksek k a n u n u izafilik olunca aynı kanun , o şeyin hassas ın ın da k a n u n u olmuş olmaz mı? Bu nok tan ın cevabım salahiyetlilere b ı rakarak biz mevzuumuza gelelim.

Hele b u g ü n ilim, tecessüs ve keşiflerine h u d u t tanı­mayan b i r zekâ şe ra res i ve bir zihnî faaliyet demek hiç değildir. Bilâkis, m o d e r n ilmin mevzuu , m e t o d u ve a raş t ı rma sahas ı gayet belli ve çizilidir. İlim, artık sırf t e c rübe ve m ü ş a h e d e y e dayanmak ta ve sırf b u metod-larla hakikati bu lmaya çahşmaktadır . İ l imde eski zekâ ve mantık oyunlar ın ın yerini b u g ü n t e c rübe , m ü ş a h e d e ve mukayese almış ve artık, ilim, t e c r ü b e ve m ü ş a h e d e usûliyle elde edilen bilgi demek olmuştur . M o d e r n ilim, b u neticeye, tâ eski Yunan dünyas ındaki zekâ hareket­ler inden itibareriT-çok uzun ve güç a r a ş t ı rma ve çalış­mala rdan son ra erişebilmiştir. Fakat, b u m e t o d saye­s inde ilim, asla şüphe gö tü rmeyen hakikat ler elde et­meye muvaffak olmuştur . Eski ilim, a raş t ı rmalar ın ın net ices inden emin olamıyordu. Çünki, gittiği yoldan ve tu t tuğu usulden emin değildi. B u g ü n ise, t ec rüb î m e t o d sayesinde, ,âl im n e yaptığını , ilim de ne reye gittiğini ta­mamiyle bilmektedir . Bu sayede ve b u n d a n dolayıdır

ki, m o d e r n ilmin elde ettiği net iceler he rkes n a z a r m d a - eğe r t ab i r caizse- reel hakikat ler s ı r a sma geçmiş ve kendilerini , en bas i t inden, en yükseğ ine kadar , he r ze­kâya is ter is temez kabul ettirmiştir. Hülâsa , m o d e r n ilim, t e c r ü b e ve m ü ş a h e d e usulü sayes inde , elde ettiği net ice lerde , izafi de olsa, b i r kat'ilik kazanmışt ır .

Fakat , o k u y u c u m u n dikkat etmesini r ica eder im ki, m o d e r n ilmin, t e c r ü b î m e t o d s ayes inde net ice ve m u ' t a l a r m d a kazandığı bu kat ' i l iğe mukabi l , büyük ka­yıplara uğrad ığ ın ı da u n u t m a m a k lâzımdır. Filhakika, b u g ü n ilmin sahas ı , gerek genişlik ve gerek derinlik iti­bariyle, hudut lanmış t ı r . İlmin, sırf bir zekâ ve b i r m a n ­tık o y u n u o lduğu devir lerde, âlim geçinenler in iddiala­r ına âde ta h u d u t yoktu. O devirlerin âlimleri, İkinci Dünya Harb i ' n in zenginleri gibi, etraflarına kibirli b i r nazar la b a k m a k t a ve çelimsiz bilgileri ile gök kubbe al­t ında çözemeyecekler i d ü ğ ü m kalmayacak sanmakta idiler. Buna mukabi l , b u g ü n ü n ilmi gibi, âlimi de gayet iddiasız ve mütevazidir . Çünkü b u g ü n ü n ilmi, imkânla­rının h u d u d u n u g ö r m ü ş , b u g ü n ü n âlimi aczini anla­mıştır.

Dikkat edersek, m o d e r n ilmin bu t evazuu tatbik etti­ği ve t u t t uğu a r a ş t ı r m a usu lünden ileri gelmektedir . Bu usûl, ye r ine ve icabına göre , kâh t e c r ü b e d i r (=expen-mentation), kâh is t ikradır (=mductionl kâh m ü ş a h e d e ­dir (=observation], kâh mukayesed i r (=comparaison). B u g ü n ü n ilmî m e t o d denilen çalışma ve a raş t ı rma yolu ve usulü bunlard ı r . Bu usûlden ayrı lan bir kimseye b u g ü n alim denemez . Bu yolda sadakat la yü rümek iste­yen b i r k imse de; t ec rübe , m ü ş a h e d e , m u h a k e m e ve mukayese ile tetkik e tmediği ve edemeyeceği mes 'e le ve mevzular hakkında uluorta red ve inkâr hükmü ve­remez. Verirse ilmin h u d u d u dışına çıkmış ve salâhiyet-siz k o n u ş m u ş olur.

İlmin sahası dışmda kalan hakikatler: Hülâsa me to t değişmesi , d a h a d o ğ r u b i r tabir le , il­

min kend ine ya r a şan me todu bulması , ilmî a ra ş t ı rma ve h ü k ü m v e r m e sahasını , eskiye nisbet le , bir hayli da -raltmıştır. Bu saha , b u g ü n yüksek ma temat ik bir tarafa, sırf madd i ve m a h s û s â leme inhisar e tmiş ve b u g ü n alelade ilim sırf madd i ve m a h s û s â lemin sistemli bilgi­si demek olmuştur . Gayet tabii: İlmin tetkik âleti ölçü ve tartıdır . Bu ise ancak m a d d e y e ve m a h s ü s e ta tbik olu­nabil ir Maddey i havi cisimler yani uzunluk, genişlik, derinlik ve ağırlık gibi vasıflar t aş ıyan şeyler ölçülüp, tartılabilir. Çünkü ilmin tetkik ve a r a ş t ı rma m e t o d u t ec ­rübe , m ü ş a h e d e ve mukayesed i r ki, b u n l a r ancak m a d ­di ve m a h s ü s t e cereyen edebilir.

Binâenaleyh, madd i ve m a h s û s u n dışında kalanla madd i ve l âmahsüs âlem (=Le monde immateriel et non sensible), t amamiyle ilmin h u d u d u ve salâhiyeti d ış ında kalır. İlim, ölçüye ve teraziye g i rmeyen , çünkü eb 'ad ı havi o lmayan b u âlemin, n e varlığı, n e yokluğu, ne cev­her i ve n e evsafı hakkında hiç bir şey söyleyemez; ne is­pa t h ü k m ü verebilir, ne de inkâr. İlmin lâ madd i âlem hakkında diyebileceği b i r şey va rd ı r o da tetkike imkân bu lamadım, b inâena leyh "'Jbiimiyorum'''dan ibarettir.

İmdi, dinî mevzular meselâ Allah ve âhiret akideleri ve b u n a bağl ı d iğe r dini mes'eleler, t amamiy le lâ m a d ­di ve lâ m a h s û s b i r âleme ait hakikatlerdir . İlim n a m ı n a bun la r hakkında h ü k ü m ve rmeye kalkışmak ve b u haki­katleri inkâra yel tenmek, ilme iftira e tmek ve ilmi bazı maksa t la ra alet olarak kullanmaktır. Çünkü tekra r ede­lim ki, dini mevzular, ilmin tetkik sahas ı dışındadır . İlim, dinî akide ve kanaat ler hakkında n e müsbe t ve n e d e menfî bir h ü k ü m veremez. Çünkü b u n l a r t ec rübe , m ü ş a h e d e , mukayese altına girmez. Akide ve kanaat ler a rabaya yükletilip labora tuara nakledilemez. Bunların değer in i l abora tua r değil, ancak yaşanı lan hayatın t ec -

rübeler i göster i r . İnsan, haya t yo lunda yü rüyüp ilerle­dikçe, an la r ki, gön lün akide b o ş l u ğ u n u n e servet , ne mevki ve nüfuz, hülâsa dünya değe r l e r inden hiçbir de­ğe r do ldu ramaz .

Hat tâ dikkat edersek , ilmin tetkik sahas ı d ış ında ka­lan mevzular yalnız dini olanlar da değildir. M a d d e n i n ve kuvvet in mahiyet i , hareket in , ş u u r ve tehassüs ler i -mizin m e n ş e i akıl ve i rademizin mahiyet i ve muh ta r iye ­ti gibi lâ m a d d i , iyilik ve kötülük, adale t ve zulüm, fazi­let ve r e d a e t gibi ahlâki daha b i rçok mevzu var ki, b u n ­lar da ilmin sahas ı dış ındadır . Ve ilmin sahas ı d ış ında olanlar, iç inde o lanlara nisbet le uçsuz bucaksız bir der ­yadır. Bugün , be şe r in bildiği, bi lmediklerinin yanında , de rya l a rdan b i r damladır . Hülâsa yukar ıda gö rdük ki, maddec i l e re göre , insan ve hayat , zamir inde istihale eden ve t ekâmül k a n u n u n a tâbi olan m a d d e n i n b i r de­v a m ı n d a n ibarett ir . Fakat b u gö rüş ilmî b i r hakikatin ifadesi değil, sırf farz ve t a h m i n üzer ine müstenit t i r . Çünkü hiç b i r t e c r ü b e ve m ü ş a h e d e y e d a y a n m a m a k t a ­dır. Binâenaleyh Allah ak ides inden daha sağ lam ve kuvvetli değildir. Kaldı ki, ileride göreceğimiz gibi, Al­lah akidesi i n san ve cemiyet hayatını ne de rece yüksel­t en b i r faktör ise, maddec i le r in istihale nazariyesi de o kada r a lçal tmakta ve ç a m u r a saplamaktadır .

İlim ve ameli hayat: İlim, yalnız nazar i bak ımdan hudut lu değildir; pra t ik

nok tadan yani haya t için emin ve r a h a t bir yol gös ter ­mek ve ha r eke t hattı çizmek bak ımından da m a h d u t ve âcizdir. İnsanın ameli hayatı , bir takım hareket kaide ve kanunla r ına muh taç t ı r ki, bunlar ı bize ilim vermez. İlim, bize t a m bir ha reke t hattı tayin etmez. İlim, bize iyiyi/ güzeli, faydalıyı, şayanı arzuyu, mecbur iyi gös te r ­mez. Hat tâ b u n l a r hakkında bize t a m ve kat'i bir fikir

bile vermez . İyinin, güzelin, fayda lmm ve mecbur in in haya t için çok m ü h i m ve zarur i b i r m â n a s ı ve işareti vard ı r ki, ilim bu mânayı asla bi lmez ve bu işareti gö re ­mez. Çünki ilmin naza r ında iyilik, güzellik, hak, adalet, m e r h a m e t diye bir değer ; va tan , millet ve insanlık diye bir İdeal; kötülük, çirkinlik, zulüm diye de bir r edae t yoktur, ilim, net iceler inde da ima kör, hükümle r inde yü­reksiz ve lâahlâkî (=anıoraI)dir. İlmin, kadın, erkek mü­nasebe t le r in deki kanunu is t ismardır . Cemiyet hayatı için k a n u n u ise, kavinin zayıfı ezmesidir .

F e r d için o lduğu gibi, cemiyet hayat ı için de ilim hiç­bir d e ğ e r h ü k m ü vermez. Bu hayat ın şöyle veya böyle olması; insanlar ın sulh ve emniye t iç inde mes ' u t yaşa­ması ; yahut , aç kur t lar gibi saldır ıp, birbir iyle boğaz ­laşması , ilmin nazar ında t amamiy le müsavidir . Ve bu ­n u n delili çoktur. Birinci ve İkinci Dünya Harb ler in in yer g ö t ü r m e z fecaatleri ilmin ve o n u n d o ğ u r d u ğ u tek­nolojinin, geniş ölçüde, suç ortakhğıyla ir t ikâp edilmiş­tir. Göklerden ateş yağd ı ran b o m b a uçakları yeryüzün­de, yalnız mücr imler i değil; emzikli analar ı ve kundak­taki m a s u m yavruları da yakmıştır. Bu b i r m u a m m a d ı r ki, bir can kur t a rmak için can ve ren âlim, b i r hamlede binlerce can yoketmek için de icad ettiği çeşitli silâhlar ve zehirli gazlar yolunda can vermektedi r . İlim, ameli müstelzim değildir. Yani bir şeyin za ra rh veya faydalı o lduğunu bilmek, mutlaka o şeyden kaç ınd ı rmaz veya o şeye kavuş turmaz . Yalnız bilmek, haya t için bir düs ­tu r vermez . Hayat yolunda ilim, iyilik için geri len bir i rade ile bîr leşmedikçe, bir kıymet ifade etmez; çokları­mız alkolün ve d iğer uyuş turucu madde le r in sıhhatimiz için n e büyük felâketler sakladığını biliriz de, bunlar ı yine kullanırız. Yine çoklarımız cemiyet te ya rd ımlaşma­nın ve haya t yo lunda el ele t u tuşman ın gözlere ba tan faydalarını biliriz de tepişip boğaz laşmaktan vazgeç­meyiz. Hülâsa, insanlar ın gerek ferdî ve gerek içtimaî

hayatı için yalnız ilim ve ilmin net ice ve mu ' t a l an kâfi ge lmemektedi r .

İlim, iyilik ve güzellik için ha r eke t e gelen b i r i rade ile b i r leşmedikçe , d iyorum, insan elinde hayırlı bir r e h b e r ve mürş i t o lmamaktadı r . Terakki ve inkişafların insan ve cemiyet hakk ında hayırh net ice ler vermes i için, il­min ahlâki i r ade ile bir leşmesi; m a d d e ve cismin r u h ve m â n a ile birl ikte ve muvazenel i b i r şekilde gelişmesi şarttır . B u n u n için ise, ferdin ancak m a d d i ve m a h s û s âlemin üs t t abaka la r ında bulabi leceği yüksek bir inanç ve ideale b a ğ l a n m a s ı lâzımdır.

Cemiyet hayat ın ın bir saade t yuvası halini alması için, ferdin b u haya t a sadakat le bağ lanmas ı , gön lünde vazife ve mes 'u l iyet duygusu ve u m u m î menfaat sevgi­si taş ıması , beşe r i kanunla r ın hakkaniye t ve adalet ine içinin samimiyet iyle inanması , maziye karşı h ü r m e t bes lemesi , i s t ikbalden ümitli olması ve gelecek nesille­r in kend i s inden daha mes 'u t ve bah t iya r yaşamasın ı arzu e tmes i lâzımdır. Yüksek b i r cemiyet hayatı , ferde feragat ve fedakârlık e m r e d e r ve fe rdden icabında ca­nını ister.

İmdi, ilim ferde bir hareket tarz ı tâyin etmez; "yap ve y a p m a " gibi b i r emi r vermez; fe raga t ve fedakârlık tel­k in inde bu lunmaz . O, nasıl b i r sihirli ilim olmahdır ki, kendisini cemiye te feda etmeye, kendis ine ait o lmayan iyilik ve menfaa t için kendi haya t ve menfaa t ine kıyma­ya ferdi ikna edebilsin. İlim, b u de receye hiç bir z a m a n ve suret le ç ıkamamış ; insanları fe ragat ve fedakârl ığa sevketmek için, aslâ kâfi b i r kuvvet kaynağı o lamamış­tır. Olamaz, ferdin yarat ı l ışmdaki egoistliği yumuşa t ­mak, fe rdde gönü l bağlar ı ve m e r h a m e t duygular ı ya­r a t m a k için, ilmin soğuk çehres i değil, lâ maddi le r âle­minin eng in le r inde bulacağımız b i r idealin yükseltici, teskin edici havas ı lâzımdır.

Hülâsa, b u g ü n ilim sırf t ec rübeye , m ü ş a h e d e ve m u ­kayeseye dayanmak ta ve sırf b u metodla elde edilen net ice ve mu ' t a la ra kıymet vermektedi r . Bu sayede m o ­de rn ilim, har ikulade terakki ve inkişafı ve ilerleyişi ile muvazi olarak, b u g ü n insan la r servete , konfora ve h e r -g ü n b i raz daha bollaşan kolayhklara gömülmüş tü r .

Fakat b u n a mukabil , ilmin tetkik ve a raş t ı rma s a h a ­sı da o n isbe t te hudut lan ıp dara lmış ; ilim sırf m a d d i y e ve m a h s ü s e inhisar etmiştir. M a d d i ve m a h s û s u n ö te ­s inde başka bir âlem ve nâmütenâhi l ik var ki; ilim b u âlemin eş iğ inden içeriye g i rmemiş t i r ve giremez. Çün- , ki lâ m a d d î ve lâ m a h s û s u n aklın ihata edemeyeceğ i yerlerini keşif için tecrübeye , m ü ş a h e d e ve mukayese ­ye imkân yoktur. İlmin keşif vasıtası ve âleti, ise yalnız bunlardır . Şu halde , madd i ve m a h s û s âlemin dışındaki â leme ait akide ve inançları inkâr e tmeye i lmen imkân yoktur. Bugün fevkalâde ilerlemiş olmasına r a ğ m e n , ilim bize, gelecek hayat hakkında b u hayatı inkâr için kat'i b i r kanaa t vermemektedi r . Yine şu halde , ö lçüp ta r tamadığ ımız için lâ m a d d i ve lâ m a h s û s u ilim namı ­na inkâra kalkışanların yaptığı şey şa r la tanhktan iba­rettir.

İlmin kendi sahasmdaki kıymeti: Kendi sahası dışındaki lâ m a d d î mevzularda t a m a ­

miyle kudrets iz olan ilim; acaba , kendi sahas ında , yani m a d d î ve m a h s û s mevzularda, t a m bi r salâhiyet ve kudre t iddia edebilir mi ve insan zekâsının meşhu t âle­m e ait an lamak ihtiyacını t amamiy le giderebil ir mi? Yi­n e kendi sahas ında ilim, kendis ine hâs olan metot lar la tetkik edip, m e y d a n a koyduğu b ü t ü n neticelerin kıymet ve s ıhha t inden kat'i su re t te emin midi r? Üzer inde du ­ru lup , uzun uzun düşünü lmeye d e ğ e r mes'eleler. İtiraf

edelim ki, biz b u mes 'e le ler i Iıâi için lâzım gelen ilmî eh­liyeti haiz değiliz. Bunlar, bizim nâçiz bilgi dağarc ığ ımı­za s ığmaz büyüklükte mes 'elelerdir .

Ancak b i r fikir denemes i olarak şu k a d a r diyeceğiz ki, kend i s a h a s ı n d a ve kendis ine hâs metodlar la tedkik ettiği mevzu la rda bile ilmin k ıymet inden ş ü p h e edilebi­lir. Gerç i yakın z a m a n a kadar , kendi s ahas ında ve keş­fedip, o r t aya k o y d u ğ u ne t ice lerde ilmin kıymet ve haki­katinin mut lak ve kat ' i o lduğu kanaa t i hâkimdi . Daha d ü n e k a d a r "ATevton" fiziğinin değişmez, tek ve ş ü p h e gö tü rmez , temelleri üze r inde o t u r d u ğ u n a inanı lan ilim, net ice ve mu ' t a la r ında , mutlak b i r hakikat kıymeti ve b i r nevi t ekke kudsiyeti taş ımaktaydı . B u g ü n ise, b u n e ­tice ve m u ' t a l a r m tamamiy le izafî b i r kıymet taşıdıkları kabul edi lmektedir . Dün "cazibe k a n u n u " ile formülleş-tirilen tabia t taki çekicilik, b i r kuvvett ir zannedi l iyordu. B u g ü n b u n u n s adece b i r hayyiz yahu t m e k â n hassas ı (=propriete de Vespace) o lduğu anlaşıldı. Geçen as ı rda ilim, gençl iğinin t a şan kuvvetine m a ğ r u r toy b i r deli­kanlı gibi, s o n suz b i r ümi t deryas ı içinde yüzmekteydi . D ü n ü n g e n ç ve çılgın ilmi, imkânlar ına h u d u t t an ıma­makta ve tabiat ı bü rüyen n â m ü t e n a h î e s r a r perdeler ini b i r e r b i r e r yırt ıp, meçhuller i aydın la tacağına inanmak­taydı . B u g ü n , heyhat ! İlmin kendine olan bu güveni sarsı lmış ve b u telâkki değişmişt ir . Tabiatın büyüklüğü ve es ra r ın ın sonsuz luğu yan ında b u g ü n ilim, kendisini m a n d a b o y n u z u n a k o n m u ş aciz bir sinek gibi gö rmek­tedir. B u g ü n anlaşı lmışt ır ki, elimizde b u l u n a n k rono­met re l e r ve ölçü vahidleri hep mütehavvi l şeylerdir ve bun la r ın kıymeti yer küremizin içinde b u l u n d u ğ u h u s u ­sî şa r t l a ra tâbidir . Zaman , mekân ve ha reke t hakkında­ki fikirlerimizi biz, yerküremiz içindeki vaziyetimize gö­re, kendimiz imal etmekteyiz. Biz insanlar , sanki ayna­dan m a m u l b i r dünya içindeyiz. G ö r d ü ğ ü m ü z ve haki­kat diye tanıdığımız şeyler, bize dünya aynas ından ak-

seden kendi hayallerimîzdîr."" Bir zaman la r tanr ı laş t ı -rılan m a d d e n i n mahiyet i , a t o m ve molekülün hareke t ­leri, b u g ü n or taya o k a d a r m ü c e r r e t b i r kanun tipi çı­karmış t ı r ki, b u n u artık kelimelerle değil, ancak remiz­lerle ifade edebil iyoruz. D ü n ü n fizikçisi, yarıbi lginlere m a h s u s kat ' iyetle konuşuyor ve hükümler in in b e d a h e ­t ine kani o luyordu. B u g ü n ise o da tıpkı hukukçunun , iktisatçı ve filozofun sekleri ve ş a r t l a n içindedir. Çünkü b u g ü n ü n fiziği de , tıpkı içt imaî ilimler gibi, faraziyeler, sekler ve ihtimaller de ryas ında b i r teknedir . İçtimaî ilimler gibi b u g ü n k ü fizik de insan aklının icat ettiği h a ­yaller ve sun'ilikler iç inde do laşmakta ve b a ş d ö n d ü r ü ­cü bir kâinat labirent inin do lambaç la r ından kur tu lup, nefes almak için b i r çıkış a ramaktad ı r . Bu vaziyette olan yalnız fizik gibi m ü s b e t (=pasitive) denilen ilimler değildir. Matemat ik gibi kat'i (exacte) deni len ilimler bi ­le az çok b u vaziyettedir.'^^'

Hülâsa, t ek ra r edelim ki, b u g ü n ilim olgunlaşmış , âlim de daha mütevazi b i r vaziyet almıştır. Gayet tabii: İlim bize ne m e n ş e (=orîgine), n e de mahiye t (=essence) bilgisi verir. İlim bize "noumene"\, yani şeylerin hakikat ve mahiyet ini değil, s adece ''phenomene'\ yani evsaf, a raz ve eşkâle ait tezahür ler ini bildirir. '^' M a d d e ve

(31) Imam-ı Nesefi'nin meşhur "Akaid" kitabı: "Hakaİk-ı eşya sabit tir ve ona ilim mütehakkıklır" diye başlar. Bu fikn Şeyhülislâm Mûsa Kâzım Efendi merhum, neşrettiği bir makalede ispata çalışmıştır. Fakat, merhumun, bu nokta üzerindeki izah ve müdafaalan, bizi tatmin etmemiştir. Bakınız: Külliyat-ı Musa Kâzım - Dİ-ni içtimaî makaleler, Evkaf-ı İslâmiye Matbaası, 1336, sahife: 132 ve devamı.

(32) Bu ^kirler etrafında Prof James'İn şu güzel eserini tavsiye ederiz. La Fone-tion sociale de la religion, par E.O. James, Prof. d'Histoİre et de P. Fiosöphie des re­ligions a 'Üniversite de Londra Payot, Paris, 1940 - Umumiyetle İlim ve din bahsin­de bakınız: Emile Boutroux: Science et religion. E. Flammarion, Paris. Şu nefis ese­re de bakınız: Les Fondemenets de la religions, par.). V. Linden, Payot, Paris. 1957.

(33) Bu bakımdan yukarıdaki notta adı geçen İmam Nesefi'nin Akaid kitabı başındaki sözü bize yerinde görünüyor. Evet "şeylerin hakikatlan sabittir." Fakat bu hakikatlara bizim İlmimiz mütebakkik midir? Bizim ilmimiz şeylerin hakikat-larına değil, araz ve evsafına attir. Şeylerin künhünü ve hakikatlarını yalnız onları yaratan bilir.

(34) Psikoloji, şuur yahut "vicdan" hallerini (=etats de conscience) tetkik eden ve bildiren bir ilimdir. Fakat "vicdan" nedir? Psikoloji bunu bilmez ve bil­mek te istemez. Zira "vicdan" nedir sualine verilecek cevap ne olursa olsun, psi­koloji ilmini alâkalandırmaz. Psikolojiyi alâkadar eden, mesele his, teessür ve zekâ gibi vicdan halleri ve fenomenleridir.

kuvvet üze r inde çalışan âlim, b u n l a r m hakikat ve mahi ­ye t inden h a b e r d a r değildir. N e r e d e n geüp , ne olduğu­n u bilmez. Günlük hayat ımızda bin b i r çeşit işde kul­landığımız elektrik ned i r? N e r e d e n çıkıp, nasıl v a r ol­mak tad ı r ? İlim bize b u n u söylemez.'^""

İlmin b u n u söylemesi ve a raş t ı rmas ı lâzım da değil­dir. İlme lâzım olan, m a d d e n i n ve kuvvetin n e r e d e n çı­kıp, n e o l d u ğ u n u bilmek değil; b u n l a r d a n haya t için faydalar elde etmektir. Bunu elde ettiği z a m a n ve tak­d i rde ilim, gayes ine varmış ve ro lünü oynamış olur. Ni­tekim b u g ü n iş böyledir. M e n ş e ve mahiye t bahs inde sekler ve ibhamla r içinde b o ğ u l a n m o d e r n ilim, prat ik haya t s a h a s ı n d a har ikulade i lerlemeler kayde tmekte ve haya t git t ikçe makineleşmektedir . Yalnız, şu var ki, m e n ş e ve mahiyet in i bi lmediğimiz m a d d e n i n evsaf ve a raz ında yanı lmamız da ima m ü m k ü n d ü r . İşte m o d e r n ilmin t evazuu da b u n d a n ileri gelmektedir . Bugün ilim, elde ettiği ne t ice lerde yanılabileceğini, b u n u n m ü m k ü n o l d u ğ u n u kabul e tmekte ve eski t a a s s u p ve toyluğun­dan ku r tu lmuş bulunmaktadı r .

İmdi, m a d e m k i ilmin sahas ı genişlik ve derinlik iti­bariyle ve m e t o d u n u n imkânlar ı bak ımından hudut lu­dur; o ha lde ilmin h u d u d u n u n ö tes inde b i r akideler ale­minin v a r olabileceğini kabul e tmek mant ıken zarur i ­dir. Maddec i le r in zannet t iği gibi, ilim b u zaruret i inkâr edemez ve dini akide ve inançlar ı insan haya t ından kovmak lâzımdır, diyemez. Gözümüz ö n ü n d e n sürat le geçen b i r o tomobi l in hareke t ve muvasa la t noktalarını görmeyiş îmîz , b u n o k t a l a n inkâr için bir s ebep teşkil e tmez. Bilâkis, kat ' i sure t te bilir ve teyit ederiz ki, b u

Otomobil mut laka b i r n o k t a d a n ha reke t etmişt ir ve b i r nok taya muvasa l a t edecektir .

Esasen , dikkat edilirse, ilim de net iceler inde, d in gi­bi, b i r i nanç sistemidir. Şu farkla ki, ilmi inanç t ec rübe , m ü ş a h e d e ve m u h a k e m e d e n neş ' e t ettiği halde , dini i nanç seziş lerden hislerimizin ak ı şmdan ve içimizin yal-v a r ı ş m d a n teşekkül e tmekte; ilim, zekâdan din ve iman, his ve i r a d e d e n doğmaktadı r . Binâenaleyh ilim dine , m a d d e c ü e r i n t a h m i n ettiği gibi> yabanc ı değildir. Ha t tâ ilim ve iman aynı bir insanın haya t ında yanyana yaşa ­yabilir. Nitekim, fiiliyatta b i rçok b ü y ü k âlim ve filozof­la rda yaşamaktadı r . İlim ile iman a r a s m d a tezat t a sav ­vur edenler, hususiyle dini, ilmin terakkis ine engel g ö ­ren le r âlimler değildir, âlim taslaklarıdır.

Hep zulmet-i cehildir ki illet

Dâim kalıyor bu hab-ı gaflet

Din v e Lâiklik / F. 5 6 5

— n— DİN NEDİR?

Allah ve din: Evvelâ Allah ned i r? Nasıl tahayyül ederseniz o de -

ğildir/^^'Fakat O vardır . O 'nu t a n ı m a m a k m ü m k ü n d ü r . Nitekim İnsan kıhğmdaki bazı hayvanlar la , haydu t la r tanımaz. O 'nun varl ığına delil is temek, o n u inkâr için vesile aramaktır . O 'nun:

Varlığın bilme ne hacet kürre-i âlem ile

Yeter isbatına halkettiği bir zerre bile.

O'nu inkâr e tmek bâtıla tapmakt ı r . O 'nu ispata çahş-mak, b e y h u d e yorulmaktır . O vardır , çünkü insan ve kâinat vardır . Fakat:

Hurşîd'i ezelden nasıl ister ki haberdar

Olsun daha bir zerreyi derketmeyen efkâr.

O'nun v a r h ğ m a delil; O 'nu d u y a n vicdanım, O 'nu is­teyen ve a rayan gönlümdür . D ü ş ü n e n insan için O 'nu inkâra meca l yoktur:

Allah'ı ne yolda etsem inkâr

İkrar çıkar netice-i kâr.

(35) Bu eserin ilk baskısında, bü ifade yerinde şöyle.bir ifade kullanmıştık. "Allah, nasd tahayyül ederseniz O'dur." Sahife altı notunda, Muhyiddin Arabi'nin bu hususta "Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır." dediğini kaydetmiş ve bu iki ifade arasındaki fark üzennde okuyucuyu düşünmeye davet etmiştik. İki baskı arasında geçen zaman içinde biz kendimiz düşündük ve yanıldığımızı anladık.

D I N v e L A I K L I K —

Din nedir? Din, bu ilâhî n u r ned i r? O, h e r şeyden evvel, r u h u ­

muzla sezdiğimiz ve akl-ı selim ile d ü ş ü n ü p , kabul etti­ğimiz ilâhî b i r kanundur . İnsan b u k a n u n u , yüksek san 'a t , ahlâk ve insanlık duygusu gibi, fakat d a h a ince ve daha yüce b i r d u y g u olarak sezer; aklı ile m u h a k e m e edip, kabul ve tasd ik eder. Din, insan r u h u n u n bu en t e -

Çünkü bizim ifademiz Kur'an-ı Kerim'in İlılâs Süresindeki ilâhi İşarete aykırı düşmekte ve bir nevi (şirk)e götürmektedir ve (lâ nazire leh) hakikatiyle tenaku­za düşmektedir.

Filhakika îhlâs Süresinde Allah'ın (küfvü) yani eşi, misli ve nazın olmadığı ifade buyurulmaktadır.

Halbuki bizim tarifimiz, hayalen de olsa, Allah'ın bir nevi eşi ve haziri mev­cut olabileceğine ihtimal veriyordu. Hazret-İ Mubyiddin'in İfadesi ise bundan kaçınmakta ve İhlâs Süresindeki beyana uygun gitmekte idi.

Bu defaki baskıda biz, Hazretin aynen kendi ifadelerini almak suretiyle, azız ruhlarından af dileyerek, hatamızdan döndük.

Bizim ilk baskıdaki ifademiz ne kadar basit ve (şirk)e götürmekte İdiyse, Haz­ret-i Mubyiddin'in ifadeleri de o kadar derin ve şirkten kaçınmaktadır. Bununla beraber her iki İfade arasıda maksat bakımından fark olup olmadığı üzerinde dü­şünülebilir.

Hazret-i Muhyiddin "Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır" sözüy­le şunu demek istiyor:

İnsan, Allah'ı tasavvur ve tahaylül bile edemez. O'na hayalinde de olsa bir suret veremez ve bir eş bulamaz . Çünkü o varlık, insan İdrâkine ve hayâline sığ­maz.

Bir şeyi tasavvur ve tahayyül etmek, zihinde, İç gözüyle, o şeyin hariçteki vadığının suret ve hayalini görmek demektir. Yeryüzünde görülen ve duyulan şeyler arasında Allah'ın bir benzen ve nazin yoktur ki, insan, zihninde. O'nun suret ve hayalini görebilsin.

Bunun içindir ki, Allah'ın bütün (sıfât-ı zâtiyesi) ile varlığı akıl ile doğrudan doğruya idrak ve ispat edilemez. Eğer edilebilseydi, onu inkâr mümkün olmaz­dı. Zira aklın sabit ve mütehakkık gördüğü şeyi aklen inkâr mümkün olmaz. Bu­nun aksi, farz edilirse aklın kendisiyle tenakuza düştüğü kabul edilmiş olur. Ak­lın tenakuzu ise, aklı nefyeder, binaenaleyh mümkün değildir.

Allah'ın varlığı en çok kendi yarattığı eserlen ile yani insan ve kâinatla bil­vasıta idrâk ve mantıki muhakeme ve istidlal yolu ile ispat edilebilir. Ooğnıdan ispat, akıl ile değil, "nakil" ile mümkündür. Fakat herkes nakli kabul etmediği ay­nı mantıki İstidlali de yürütmediği, binaenaleyh aynı neticelere varmadığı içindir ki, Allah'ı İnkâr mümkün olmakta ve fiiliyatta birçok da İnkâr edenlere rastlan­maktadır.

Yine bunun İçindir ki, büyük İslâm mütefekkirlen Allah'ın varlığından çok, birliği üzerinde durmuş ve bunu ispata çalışmışlardır. Gayet tabii: Allah'ın varlı­ğını kabul etmeyen kara kalbli, sağır kulaklı ve kör gözlülere onu kabul ettirme­ye imkân yoktur. Çünkü akıl ve mantık kudretİ,^ insanın görüp duyduğu şeylere yetişebilir. Bunun dışında kalan ve sırf "nakil" ile sabit olan Allah hakikati üze­rinde akıl ve mantık âciz kalır, yürümez.

İşte Hazret-i Muhyiddin, "Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır" demekle bu hakikate İşaret ve filozofların üç beş sabifelik yazı ile anlatmak iste­diklerini iki çift sözle ifade etmiştir.

miz mektebi , hayvanl ık tan sıyrıhp, yükselen insan zekâ­sının hiç d u r m a d a n aradığı ''evveli illet"\n = (premiere cause) en t a tmin edici izahıdır. "Ne reden geliyor, n e r e ­ye gidiyoruz" sualinin ş a şmaz cevabıdır ; yok olmaktan, hiçliğin karanl ıklar ına gömülüp , g i tmekten ü r p e r e n in­san içinin ışığı; ümi t ve imkânlar ın tüken ip , s ö n d ü ğ ü ye rden başl ıyan ümi t ve imkân yolu; ilâçların d indire-mediği acıların ilâcı; h a r a p gönül ler in şenliği; iyilik, adalet, feragat , sadakat , fazilet, samimiyet kaynağı ; in­san v icdanında yaş ıyan inanma ihtiyacının en par lak ve b e r r a k tecellisidir.

însan; duyan , düşünen , dileyen ve i n a n a n mahlûk­tur. İnsanın t a m tarifi budur . Dikkat edersek, duyma, ha t t â b i r dereceye kadar , d ü ş ü n ü p dileme, hayvanda da mevcut olan hasselerdir . Fakat i n a n m a melekesi, sırf in sanoğ luna mahsus tu r . Bunun içindir ki, insanı "din­da r mah lûk tu r" diye de tarif ederler . Filhakika, insan olan insan, i n a n m a k iht iyacmdadır . Bu, in san r u h u n u n en temiz ve en de r in b i r t emayülüdür . İ nanmayan ve içinde imam taş ımıyan insan, suya k a n m a y a n bir ha s t a gibidir; servete , konfor ve sefahate kanmaz . Fer t için o lduğu kadar, cemiyet için de felâketlerin kaynağı , b u kanmamazlıkt ır . Din, i h san iht iraslar ını fi'enleyen en kuvvetli m a n e v i dizgindir.

Bunu bildikleri içindir ki, dini b i r ikt idar rakibi gö re ­rek, onunla mücade leye gir işen son devr in diktatörleri , kovduklar ı din m a b u d u n u n yer ine , devlet diye başka b i r m a b u t yerleşt i rmeyi ihmal etmemişlerdir . Bu a d a m ­lar seziyorlar ki, b i r millet, millet olarak yaşayabi lmek için b i r inanca ve-yüksek b i r ideale muhtaçt ı r . Kitle için mâbu t suz da inanç olmaz. Fakat , kovulan m a b u d u n ye­r ine o t u r a n Jüpiter'in oğlu Baküs, n e azgın b i r m a b u t imiş ki, müzminlerini ba r l a rda ve m e y h a n e l e r d e bi rbi ­riyle boğazlaş t ı r ıp seyre tmekten başka b i r şeyle avuna­mıyor.

Din ve kendiliğinden var olma fikri: Din, şekk iç inde buna l an insan r u h u n u n ışığıdır.

H e m de yalnız i n a n m a değil, aynı z a m a n d a bi lme ihti­yacının ifadesidir. D ü ş ü n e n insan, varhklar ve hâd ise ­ler zincirinin ilk halkasını g ö r m e , haya t ve kâinat ın ilk illeti (Premiere cause) hakk ında kendisini t a tmin e tme iht iyacmdadır . însan , vicdaniyle b a ş b a ş a kahp düşün­d ü ğ ü zaman , n e r e d e n ve niçin geldik, ne reye gidiyo­ruz? sual ine cevap a ramaktad ı r .

Bil iyorum ki ben , a n n e m ile b a b a m ı n sev işmes inden d o ğ u p va r o ldum. Onlar da, b ü y ü k a n n e ve b ü y ü k b a b a ­mın; on la r da, d a h a b ü y ü k a n n e ve b ü y ü k b a b a m ı n se­v i şmes inden dünyaya geldiler. Fakat ilk a n n e ve baba nasıl var o ldu? Tutalım ki insanlar , maddec i le r in dediği gibi, yüz milyonlarca senelik b i r istihale ve istifa m a h ­sulüdür, fakat istihale eden ve istifaya u ğ r a y a n hayvan nevilerinin ilki n e r e d e n geldi ve nası l va r oldu? Tutalım ki m a d d e , m a d d e n i n bir nevi istihalesidir, fakat m a d d e ­den can nası l çıktı? Şuursuz m a d d e d e zekâ ve i r ade gi­bi ş u u r halleri ve yüksek ruhî melekeler nası l p e y d a ol­du? M a d d e n i n m a d d e y e istihalesi m ü m k ü n d ü r , b u n u kabul ede r im. Çünkü gözler imle g ö r ü y o r u m ki, ağaç biter, büyür , kurur , dökülür, t o p r a k olur ve t e k r a r biter. Bu daimi b i r t eke r rü r ve istihaledir. Fakat siz bana , cansız m a d d e n i n can ve ş u u r a istihalesini izah ediniz. Can ve ş u u r u n ölümle hiçliğe istihalesi hakkında n e dersiniz? Nasıl b i r s ı rdır ki, cansız m a d d e d e evvelâ duyma , s o n r a d ü ş ü n m e , di leme ve n ihayet i n sanda ol­d u ğ u gibi, i n a n m a has sa ve melekeleri d o ğ d u ?

M ü ş a h e d e ile anl ıyor ve g ö r ü y o r u m ki, ye ryüzünde ha ra re t in m e n ş e i güneşt i r ; fakat güneş in kendisi ha r a ­retini n e r e d e n aldı ve nasıl va r oldu? Kâinat ın en umu­mi k a n u n l a r ı n d a n biri , "İlliyet Kan\xnu"=(Ioi de causali-te) dir. Bu k a n u n a göre , h içbir şey, h iç ten var olmaz. A d e m ' d e n vücu t çıkmaz. He r varl ığın mut laka bir "mü­essir illeti" (^cause efüciente); müess i r illetler serisinin-de bir m e b d e i , b i r evveli illeti o lmak lâzımdır. Aksi hal-

de fasit b i r da i reye girilmiş olur. H e m b u m e b d e üs tün akıl, mut lak i r ade ve zeka İle muttasıf olmalıdır. Çünkü b i r e se r ve ne t i ceden ibare t o lan kân ia tm he r zerres in­de ü s tün b i r akıl, külli bir i rade ve zekâ kokusu sezmek­teyiz. Hülâsa, mebde ' l e r ve illetler serisi , gayr i m ü t e e s ­sir b i r müess i r e ve gayr i mah lûk b i r halika mün teh i olup dayanmalıdır . İşte b u son m e b d e , b u "iîiet-i evve­liye" ve b u "gayr-i m a h û k halik" dinin bize bildirdiği Allah tealâdır .

İlliyet k a n u n u k a d a r u m u m i d iğe r b i r k a n u n da "ha­reket" (= mouvement) kanunudur . Kâinat ta canlı, can­sız h e r şey hareke t k a n u n u n a tâbidir . Hiç kımıldamaz gibi g ö r ü n e n yalçın kayalar bile ha r eke t k a n u n u n u n h ü k m ü altındadır. Fakat ha reke t va r o lmak için, en ba ­sit b i r m ü ş a h e d e ile anlıyoruz ki, evvelâ b î r m u h a r r i k yani ha reke t ett iren, son ra da b i r m ü t e h a r r i k yanî ha ­reket eden va r olmak lâzımdır. Ağac ın y a p r a k l a n kımıl­d a n m a k için, bir muhar r ik in , meselâ rüzgâ r ın esmesi , b u n u n için d e sıcak ve soğuk iki mınt ıka a ra s ında b i r hava cereyanı bu lunması , b u n u n için de güneş in varlı­ğı lâzımdır. Fakat güneş in kendisi ha r eke t k a n u n u n a tâbi , b inâena leyh müteharr ikt i r . O n u n da b î r m u h a r r i ­ki o lmak lâzımdır. Fakat muhar r ik le r serisi n a m ü t e n a h i devam edip gidemez. Aksi ha lde fasit b i r dâi reye giril­miş olur. Şu ha lde muhar r ik le r seris inin gayr i m ü t e h a r ­rik b i r muha r r ike mün teh i o lup d a y a n m a s ı lâzımdır. Çünkü son olarak kabul ettiğimiz m u h a r r i k de m ü t e ­ha r r ik olsa, son olmaz. O n u n da b i r muhar r ik i olmak lâzım gelir. İşte muhar r ik le r seris inin sonu olan gayr-i m ü t e h a r r i k m u h a r r i k , d în in insan l ığa tâlim ett iği , m ü m k i n a t ve m u h d e s a t a m a h s u s olan hareke t ten mü­nezzeh ve "vâcib-ül vücûd" (=Etre necessaire) Allah'dır.

Fakat vâcib-ül vücûd, zarur i olarak, birdir. Birden çok olamaz. Olsaydı, e se rde ihtilâf ve ihtilâl olurdu. Müşahede le r l e sabit t ir kî. Kâinat nizamının esasını t e ş ­kil eden illiyet ve hareket kanunlar ı dâ ima ittirat ve in­s icam üzere hükümler ini icra etmektedir ler .

Bizim şu bir-iki satırlık izahımız, d e r y a d a n bir ka t re -dir. İslâm Kelâmiyat ında 'Vacib-ül v ü c u d " hakkında, b u eser in küçücük h a c m i n e s ı ğmayan d a h a nice izah ve delil mevct tur . Fakat biz b u izahları "vacib-ül vücud"u ispat m a k a m ı n d a zikretmedik. Çünkü münkir i hiç bir delil ile ikna ve ilzam e tmenin imkânsız o lduğunu bili­yoruz. M ü ' m i n i n ise delile ihtiyacı yoktur. O n u n en bü ­yük delili ve i spa t vasıtası "akl-ı selim"idir.

Biz b u izahları b u r a d a , dinin yalnız h is ' e h i tap eden b i r k a n u n olmadığını ; aynı z a m a n d a akla ve ilme de hi­t a p ettiğini gös t e rmek için zikretmiş bu lunuyoruz . Za­man ımızda münkir l iğ in tu t tuğu yol la rdan biri de, dinin yalnız halk kitlelerinin hissiyatını fe theden b i r izah ol­d u ğ u yo lundak i iddiadır. Bu iddiayı ileri sürenlerce , din ilmî zekâyı t a t m i n e tmeyen ve ilmî b i r tahlil ve tenkide t a h a m m ü l ü o lmayan bir izahtır. Ve, sırf hisleri tahr ik ederek taraftar, kazanan , kuvvet inin sırrını hakikatleri pe rde l emek te bu lan b i r halk ilmi'dir. Bugün, diyorlar seçkinlerin dini, ilimdir. Din ise, hislerinin hâkimiyeti alt ında y a ş a y a n halk tabaka la r ın ın ilmidir.

Faka t insaf ile düşünülürse , "Hilkat-i â lem" perdes i altındaki es ra r ı keşfetmekte ilim, d inden d a h a ileride değildir. Ve ilmî denilen izah, dinin izah ından d a h a ta t­min edici o lmak tan uzaktır. Çünkü b u esrar, ilmin ken­dine h a s o lan metot lar la , tetkik s ahas ına g i rmemekte ­dir. E ğ e r b u h u s u s t a dinin izahları b i r faraziyeye da­y a n m a k t a ise, kabul e tmek lâzımdır ki, ilmin izahları daha b ü y ü k ibhamlar la dolu başka b i r faraziyeye da­yanmaktadır.'^' ' '

Bir an için farzedelim ki, kâinat, ilimcilerin iddia et­tikleri gibi, m a d d e d e n ibarettir, h e r şey m a d d e d e n çık-

(36) İsbat-ı Vâcİb hakkında Batı dünyasının Hnstiyan alimlen de çok çalış­mışlardır. Bu hususta okuyucuma, Fransa'da 1950 yılında on birinci baskısı ya­yınlanan "Allah, Varlığı ve Mahiyeti" başlığını taşıyan şu nefis eseri tavsiye ede­riz. Prof P. Fr. R. Garrigu - Lagrange : "Dieu - Son Erİstence et Sa Nature" 1950. 11. baskı. Paris. (Büyük boy 894 sahife) - "Allah, İnsan ve Kâinat "başlıklı şu mü­him esed de tavsiye ederiz. "Essaisur Dieu, l'homme et l'univers". Bu eser beş-yüz sahifelik müşterek yazılmış bir eserdir. Casterman, Journal - Paris, 1951.

mış ve s o n u n d a , m a d d e y e rücu ve istihale edecektir . Hilkat hakkmdaki bu izahm t a tmin edici olması için şu suale cevap veri lmesi lâzımdır: M a d d e n i n kendisi n e r e ­den çıkmış ve nasıl va r o lmuş tur? E s r a r ile dolu olan b u sual ime "kendiliğfinden var oldu" (=Generation sponta-nee) ile cevap vermeyiniz, r ica eder im. Hilkat hakkın­daki b u cevabınız, n a m ı n a konuş tuğunuz , ilmin m e t o d -larına aykırıdır. Çünkü ilmin i spa t usûlü, t e c r ü b e ve raüşahadedir. Milyar s e n e evvelki hi lkat b a h s i n d e , "kendiğ inden va r olma" kanâat in i h a n g i t e c r ü b e ve m ü ş a h e d e d e n elde ettiniz. Tecrübe ve müşahade le r , b i ­lâkis, b u kanaa t in zıddmı ispat e d e r görünüyor . Zira hiçbir şey hiç ten çıkıp varolmuyor . Şuras ı muhakkak t ı r ki, maddec i le r in hilkat hakkındaki (kendil iğinden va r olma) fîkri, dindeki  d e m ve Havva akides inden d a h a . kuvvetli değildir. Bu akide, bas i t b i r tahayyül ise, o fikir de i lmen ispatı ve izahı gayr-i kabil b i r faraziyedir.

Yoksa m u h t e r e m münkir , sizin t an r ı l a ş t ı rd ığmız m a d d e , dinin "vacib-ül vücud Allah"ımn aynı o lmasın? Şu farkla ki, sizin maddeniz , kötülükler tanr ıs ı ve h e r tü r lü sefahet kaynağıdır. Dinin "vacib-ül vücud Allah"ı ise ye ryüzünde iyilik, fazilet ve adalet in timsalidir. Fa­kat beğendiğ in iz m a d d e y e t apmakla , b i r vacib-ül vü-cud 'a inanmak aras ındaki farkın, ferd için, cemiyet ve insaniyet için, g ö t ü r d ü ğ ü yola dikkat ediniz.

Şuna dikkat ediniz ki, mazi o lmuş ve b u g ü n k ü haya t ­ta yeri ve rolü kalmamış sandığınız b u mes'eleler, h e ­nüz hal ledilme yoluna bile girmemişt i r . Bu husus ta ile­riye sürü len ezeli ve ebedi m a d d e (=matiere eternelle) fîkri, istihale (-transformationl t ekâmül (=evolution)wQ tabii istifa (=selection natureüe] gibi izahlar ve k a n u n ­lar hâ lâ b i r e r faraziye ve b i re r m u a m m a olmaktan kur ­tulamamışt ı r . İlmin b i r hayli i lerlemiş olmasına r a ğ ­men , hilkat ve hayat ın sırrı henüz muazzam bir meçhu l olmakta devam ediyor. Daha d ü n e k a d a r m a d d e n i n a s ­li ve nihai bir unsu ru sayılan ve pa rça l anmaz kabul edi-

len a tom b u g ü n pa rça lanmış ve b u n d a n hâr ika lar d o ğ ­muştur . Şu ha lde , eski Yunan filozofu iht iyar Demok-r / t ' ten ber i ilmin sars ı lmaz bir kanaa t le bağ landığ ı eski. "cüz'ü lâ ye tecezzâ" yahu t "pa rça l anmaz a t o m " kanaat i suya düşmüş tü r . Yarın d a h a ne ler in suya düşeceğin i bi lmiyoruz. Yalnız şunu biliyoruz ki, ilim ilerledikçe ve n u r u d a h a geniş kitleleri aydınlatt ıkça, dinin geri leye­ceğini ve dini görüş le r in iflâs edeceğini s anan la r yanıl­mışlardır. Bilâkis, ilmin ileriye d o ğ r u attığı h e r ad ım ve he r yeni buluş , d ü ş ü n e n insanhğı dini akidelere biraz d a h a yaklaş t ı rmakta ve Allah' ın büyük lüğünü biraz da­ha yak ından gös te rmekted i r . İnkâr kolaydır. Güç olan ve mertl ik i s teyen ispattır . Düşünemeyen , tefekkür ve' t e m a ş a haya t ı nda nas ibi o lmayanlard ı r ki, kolayca ink­âr ederler. Vaktiyle, güneş in değil, dünyan ın d ö n d ü ğ ü ­nü iddia ve ispat e d e n Galiîe'nin bunun la , bi lmeyerek, d iyanete ne b ü y ü k hizmet ettiğini "Engizisyon" düşü-nebilseydi , o n u m a h k û m etmek değil, a ln ından öperdi . H e m hâd i se ve vukua t h e p Allah' ın izniyle ve O 'nun i radesi ve ö n c e d e n tert ibiyle cereyan ettikten sonra , is­te r dünya d ö n s ü n , is ter güneş , a iz 'ansız Engizisyon, b u n d a n n e çıkar? Bereket ki, Galileyi ve d a h a nice âlimleri m a h k û m eden din değil, cehalettir. İlerleyen il­min meş 'a les i ö n ü n d e , cehaletin perde le r i b i r e r b i re r kalktıkça Allah ' ın azamet i daha iyi bel irmektedir . İlmin bu lduğu h e r yeni hakikat , a r ayan insanlığı, hakikatlerin hakikat ine b i raz d a h a yaklaşt ı rmaktadır .

Zavalh g e n ç filozof Guyau"^' 1886'da, henüz otuz iki yaş ında iken yazdığı "İstikbalin Dinsizliği" adındaki ese r inde gelecekte dinin yerini t amamiyle ilmin alaca­ğını söy lüyordu . Bugün , altmış küsur s ene sonra , ilmin k e n d i n d e n ş ü p h e y e d ü ş t ü ğ ü n e şahi t oluyoruz. Kabul eder im ki, yüksek bilginlerin dini, ilimdir. Çünkü, ben-

(37) Fransız filozofudur. 1854-1888. L'irrelİgion de l'avenir ve La Morale sans obligation ni sanetion, Paris, Alcan eserleriyle meşhur olmuştur.

ce, hakiki d in ile yüksek bilgi, yalnız meto t la r ında ayrı­lır, ne t ice ler inde bi rdi r ve h e r ikisi d e de r in b i r i nanca dayanır . Hayat ı ve kâinatı halkedİp, m u a yyen ve sabi t kanunlar la sevk ve idare e d e n b i r "Kaadir-i Mutlaksın varl ığına, içinin samimiyetiyle İnanan b i r d i n d a r ile "Kudret-i tabiiye"ye (-Energetismejyahnt filozof Berg -son, '^' diliyle "ysi'stıcı t ekâmül"e (=evolution creatrice) kâni olan hakiki ve ciddi bir âlim veya filozof bence , b i rb i r inden m â n a ve maksa t t an ziyade, kelime ve lâfiz^ da ayrı lmaktadır . Fakat , he rkes in yüksek bilgin n ıe r te -bes ine çıkması m ü m k ü n o lmadığına ve insanlar ın bü ­yük b i r ekseriyetinin kitle seviyes inden yukar ıya çıka­mayacağ ına göre , din yaşayacaktır . Bilgi kaynağı , ah ­lâk ve terbiye hocas ı olarak dinîn yerini h içbir kıymet dolduramayacakt ı r . M a d d e m a b u d u n u n yarat t ığı b o ­ğucu b u h r a n l a r içinde b u n a l a n insanlık, b i r g ü n kay­bett iği imanı hasre t le an ıp arayacaktır .

Nitekim aramaktadı r . 1949 yazında, merkez le r inden biri İsviçre 'de bu lunan "Manevî Kalkınma Teşekkü-lü"ne m e n s u p b i r İngiliz p r o p a g a n d a hey'et î gelmişti . Bu hey 'e t adamlar iyle görüş tük . Çok dikkate değe r şey-•ler söylediler. Mîlletlerin sulha ve s aade t e ermeler i için, dünyada iyilik, adalet, m e r h a m e t , af ve m ü s a m a h a ah ­lâkına sar ı lmaktan başka çıkar yol yoktur, dediler. Fa­kat, insaf île d ü ş ü n ü n ü z okuyucum: İslâmiyet b u n d a n başka b i r şey mi söylüyor?

Din, insan vicdanının ilk ve doğrudan bir mu'tasıdır: Şüphesiz ki, din, yapısı ve dış teşkilâtı itibariyle, içti­

maî bîr müessesed i r ve cemiyet rea l i tes inden ayrı lma-

(38) H.Bergson, Meşhur Fransız filozofu (1859-1941) Eserlerinden (Madde ve Hafıza), (Vicdanın Doğrudan Mu'taları Üzerine Deneme) meşhur eserlerin­dendir.

yan b i r vakıadır. En iptidaî kavimlerden, b u g ü n ü n en yüksek medeniyet l i milletlerine kadar , insan la r he r de­virde, u n s u r ve esasları değişik inanç la ra bağlanmışt ı r . H e r meden iye t çağ ında insanlar , t ab ia t ve beşer iye t ü s ­t ü har iku lade b i r zekâ, i r ade ve kudre t kaynağı hal inde ezeli ve zarur i b i r m e v c u d u n varlığını sezmiş ve b u var­hğı kâh m ü t e a d d i t ve kâh tek t asavvur etmiştir. Görgü ve bi lgide ilerleyen cemiyet lerde b u seziş gittikçe kuv­vet lenmiş ve n ihayet , zatı ve sıfatları semavî dinlerce tarif edilen ilâhî v a r h ğ a yükselmiştir .

Fakat din s a d e b u değildir, o, b i r içtimaî vakıa ol­m a k t a n d a h a başka b i r şeydir. Filozof Bergson diliyle k o n u ş m a k lâzım gel irse, din aynı z a m a n d a insan vicda­nının ilk ve d o ğ r u d a n b i r mu ' tas ı ve insanın manevî , yani d ü ş ü n e n ve i n a n a n bir varhk o lu şunun b i r tecelli­sidir. Dini, sırf b i r cemiyet t a savvu runa irca edip, onun sübjektif yani enfüsî mahiye t ine göz y u m m a k dumanı g ö r ü p de ateşi inkâr etmektir.

Esef edelim ki, b u yola sapılmıştır. Temelleri o n d o ­kuzuncu asr ın son la r ında atıhp. Birinci Dünya Harb ine t e k a d d ü m eden seneler le iki Dünya Harb i aras ı devirde çok inkişaf e d e n yeni "sosyoloji mek teb i " bu yola dö­külmüştür . Bu mek teb in mümessilleri'^"' b a ş t a Emile Durkheim ve Levy-Bruhi olmak üzere, var ış noktalar ın­da, maddec i l e r k a d a r menfi ve din aleyhtar ı yeni b i r g ö r ü ş or taya atmışlardır . Bu görüş te din tamamiy le r e ­alist, ha t t â mate rya l i s t b i r izaha b ü r ü n m e k t e ; Allah, b i r nevi içt imaî t a s avvu r (^representation sociale), din de b u t a s a v v u r u n har ic i e lemanlar ım teşkil edip onu mü-esseseleş t i rmektedir . Buna göre , âdetler, oyunlar, mu­siki ve sana t gibi içt imaî vakıalar n e ise, din de farksız olarak öyle b i r şeyd i r ve tamamiyle içtimaî oluşun bir t e zahü rü ve m ü ş t e r e k hayat ın b i r eseridir . Yine b u gö-

(39) Başlıcalan, Sorbon'da bilfiil felsefe hocalarımızdan olan Prof Bougie ve G. Fauconnet'dir.

40) Bu görüşler etrafında geniş bilgi edinmek isteyenlere tavsiye ederiz. Les Formes elementaires de la vie religieuse, Durkheim. Alcan. 1925 - Qu'est-ce que la sociologle, Bougie, Paris. Alcan - La Responsabilİtâ, Fauconnet. Paris, Alcan.

(41) Dukheİm sosyolojisinin din ve ahlâk bahislerindeki hataları üzerinde mükemmel bir tenkİd eseri okumak isteyenlere tavsiye ederiz. Conflit de la mo­rale et de la religion, par5imon Deploİge, Paris. Lib. Nationale.

rüş te , dinin en iptidaî şekli " to temizm" yani hayvanla ra t a p m m a ve mistik esası da "animizm" yani r u h akidesi-dir. Bugünkü semavi dinlerde b u ipt idaî şekil değişmiş olmakla be raber , din fikrinin özünü teşkü eden ruh aki­desi ve r u h u n ölmezliği inancı da ima mevcuttur/*'-'

Şahsen Durkhe im sosyolojisine çok bağlıyım. Par is Ünivers i tes i 'nde felsefe h o c a l a r ı m d a n b i r çoğu b u mek­teb in bellibaşlı mümessi l ler i idi. Bu hoca la r ımın ders le­r inden , eser ve e tüd le r inden çok şeyler ö ğ r e n d i m ve is­tifade ettim. Bununla beraber , Durkhe im sosyolojisinin birçok eksiklikleri ve yanhş görüş ler i b u l u n d u ğ u n a da kaniyim. Din hakkmdaki izahları bence , b u sosyolojinin eksik ta raf la r ından biridir. Durkhe im, maskel i bir m a ­teryalist t ir ve k u r d u ğ u sosyoloji t amamiy le isimsiz b i r materyalizmdir. '^" Bu mekteb in n a z a r ı n d a cemiyet, b i r nevi Tanrı rolü almakta, ilmi maddec i le r in m a d d e ve kuvveti, tar ihi maddecüe r in iktisadi h a y a t şar t lar ının yer ine b u r a d a cemiyet geçip o turmaktadı r . Bütün h a ­yatı, sırf cemiyet vâkıasiyle izaha çal ışan b u görüşte , ferd ve ferdî kıymet silinip kaybolmaktadır .

Fakat, unu tmamal ıd ı r ki, cemiyet ferdlerden teşek­kül eder. Ferd le r ise, can ve v icdan taş ıyan, m u k a d d e ­ra t ına ş u u r u olan ve mes 'ul iyet duyan mahlûklardır . Ferdî varhğı ve kıymeti ikinci p lana d ü ş ü r e n b u mekte­bin içtimai haya t ve müessese le re dai r o lan görüşler i zarur î olarak noksandır .

Din, derin bir temayülün ve hayati bir ihtiyacm ifadesidir: Yukarıda da kaydet t iğimiz gibi, din s adece içtimâi

b i r vakıa değildir; köklerini ferdîn insan o luşundan , ya­nan , ağ layan ve saade t u m a n b i r yürek t a ş ımas ından alan der in b i r t emayül ve ihtiyacın İfadesidir. Bu ihti­yaç, b i r t a ra f tan ş u u r ve zekâsı s ayes inde n â m ü t e n â h i -liği sezen; b i r t a ra f tan da b u seziş ö n ü n d e kendi aciz­liğini, kuvvet ve melekeler inin yetersizliğini anlayan in­sandaki acz ve çaresizlik s ıkınt ıs ından doğmaktad ı r . Fakat , i n sanoğ lunun , içi böyle b i r sıkıntı ile da ima üzü­lecek terakki ve t ekâmülün h e r merha les inde , insan m a h d u t l u ğ u n u da ima duyacak ve din, insanın içini dol­d u r a n de r in b i r t emayül ve ihtiyacın ifadesi olarak ya­şayacaktır .

Çünkü, en â l iminden en cahil ine k a d a r insan, ne r e ­den gelip n e r e y e gittiğini kendi kend ine soracak; fev­ka lbeşer â l emle rden yüksek bir ideal mesned i ve bir ha reke t ve faaliyet prens ib i arayacaktır . Fakat b u ara­dıklarına ve sordukla r ına n e i l imde v e n e de felsefede ta tmin edici ve iç ferahlatıcı b i r cevap bulamayacakt ı r . Net icede, ya d i n d a r olup, dinî hakikat lere gönül bağla­yacak ve insan hayat ı yaşayacaktır ; yahu t da hayvanla-şıp; fizik hisleri ve bayağ ı zevkleriyle y a ş a m a yolunu tu­tacaktır. Bu yol, insanlığı u ç u r u m a götürecekt ir . A ç m a ­lım ki, m o d e r n insan b u yolu t u t m u ş a benziyor . Terak­ki b a h s i n d e çok ilerlediğini s a n a n b u g ü n k ü , insan, ha ­kikatte, haya t real i tesinin muhtelif veçhe le r inden yalnız birini, m a d d e y i görebi lmiş ; ilim ağacın ın çeşitli meyva-la r ından yalnız m e m n u olanını kopa r ıp yemiştir. Bunu da h a z m e d e m emiştir, çünkü meyva h e n ü z hamdı . Rö-n e s a n s t a n be r i zekâlarını yalnız m a d d e y e yönel tenler düşünmed i l e r ki, haya t ilimleri, m a d d e ilimlerine nis­betle d a h a müh imd i r ; fakat çok geridedir . Haya t ilimle­rinin b u ger i l iğ ine mukabi l , m a d d e ve tab ia t ilimlerinin

fevkalâde inkişafı, m o d e r n insanı şaşır tmıştır . Tapın­m a k için maddey i t ann la ş t ı r an bu insan , insanlığı kü­tük enseye ve k u b b e g ö b e ğ e feda etmiştir. Refahı sa­adete , konforu h u z u r ve m e s e r r e t e te rc ih eylemiştir. Fi­zik âlemin eşkâl ve evsafını öğ renmiş , kanunlar ın ı bu l ­muş , fakat kendini unu tmuş tu r . Net icede, büyük m ü t e ­fekkir Alexis Carrerm dediği gibi, kendi hakiki ihtiyaç-l a n n a cevap vermekten âciz ve iç inde da ima yabanc ı ka lmaya mahkı ım olduğu b i r makine le r dünyas ı ya ra t ­mıştır.*'*^'

İlim ve hayat muamması: Hayat m u a m m a s ı ö n ü n d e ilim da ima hayre t t e kal­

mış ve kalacaktır. İnsan, bi lgide n e k a d a r i lerlerse iler­lesin, b i r an son ra ne olacağını g ö r ü p kest i remeyecek-tir. O ha lde , insan için mâkul olan, inkâr ve t e m e r r ü d değil, teslimiyettir. Bu da İslâmiyetin gös terdiğ i yoldur.

İht i ras lar ımın esiri ve hayal ler imin oyuncağı olma­mak için düşenmeliyim ki, dün yok idim, b u g ü n va r ol­dum. Uykudan uyanır gibi uyand ım. Büyüdüm. Ağla­dım, güldüm. Sevdim, sevindim. Okudum, öğrendim. . .

Haya t denilen b u hâr ika m u a m m a y ı , Allah hakikati­ni b ı rak ıp da, kö r b i r tabia t ın eseri ve cansız, şuursuz m a d d e n i n b i r devamı görmek, ü s t ü n ü aşağı ile, canlıyı camit yani cansızla, kıymeti sıfır ile izaha kalkışmak ol­maz mı? Böyle b î r izah ise, zarur î olarak, gayr-i ilmî de ­ğil mid i r?

Dahas ı var. Yarın yok olacağım. Sevdiklerimi a rkada bı rakıp gideceğim. Toprak olup, e r geç unutu lacağım. Ah, b u n u düşünerek korkuyorum. A d e m u ç u r u m u n ­dan ü rküyorum. Önceleri bu u ç u r u m u görmüyor , duy-

(42) Reflexions sur la conduite de la we. Lib. Plan, Paris, sah. 47.

m u y o r d u m . Ve kendimi ebedi s an ıyo rdum. Heyhat! Ya­vaş yavaş inkişaf e d e n fizik, fikrî ve ruh î melekelerim, zaman t ö r p ü s ü a l tmda, yine yavaş yavaş silindikçe, A d e m kokusu duymaya ve bir u ç u r u m a doğ ru gittiğimi h i s se tmeye baş lad ım. G ö r ü n m e z ve m u k a v e m e t kabil olmaz b i r kuvvet ben i b u u ç u r u m a d o ğ r u itiyor. Direni­yo rum, h a y a t yo lunu yü rüyüp bi t i rmek ve yok olmak i s temiyorum. Hayır! diyor, hafiften gelen ve yüreğimi eri ten b i r ses . Haya t yo lunda d u r u p , dikilemezsin. Ge­r iden gelenler in yo lunu kesemezsin . Yürüyecek ve yok olacaksın. Bu b i r k a n u n d u r ki, y a ş a y a n he r fâni ölecek­tir. N e r e d e , canın gibi sevdiğin annec iğ in? Ö n ü n d e hü rme t l e eğilip elini ö p t ü ğ ü n babac ığ ın ne rede? O sev­diklerin ve saydıkların. . . Onlar n e r e d e ? Hep , haya t y o ­lunu y ü r ü y ü p bitirdiler. Ağladılar, güldüler , sevdiler, sevindiler, nihayet . . . Öldüler. Yok m u oldular? Biliyo­r u m ki, cismi varhk toz top rak oldu. Ya ruh i varlıkları n e r e d e ve n e oldu? Bir zerrenin bile kaybolup yok ol­mad ığ ı şu g ö k k u b b e al t ında ruhi varlıkları da mı yok oldu ders iniz?

H a y a t t a n gidiş , haya ta gelişten daha büyük bir hâr i ­ka, d a h a d ü ş ü n d ü r ü c ü ve ü rkü tücü b i r istiftiam nokta­sı değil mi? Faka t b u nok tan ın sırrı d e v a m ettikçe ve haya t t an ötesi ko rkunç b i r m u a m m a olup kaldıkça, b e ­şeriyet, din ve manev iya t ihtiyacı duymakta devam edecektir. Bu m u a m m a ise, çözülemeyecek ve o lduğu gibi kalacaktır. İnsan aklının ve ilminin haya t m u a m ­mas ına , haya t a geliş ve haya t t an gidiş s ı r r ına verdiği tarif ve izahlar da ima cıhz ve sathi olacaktır.

Din ve hayat muamması: Din, haya t m u a m m a s ı n ı tarif ve izah île halletmiyor;

insan g ö n l ü n ü i m a n nuruy la ısıtarak, ferahlat ıyor ve onu haya t t an ötesi için ümitle dolduruyor . Lâzım olan

da b u değil midi r? İlmin gayesi , bilgi ışığı ile içimizi ay­dınlatmaktır . İçimizde bu aydınlık hâsıl o lduktan son ra , b u is ter ilim ile, is ter iman ile olsun, müsavi değil mi ­dir?

İyi düşünürsek , insanı ü rkü t en ö lüm değildir, a d e m "neanf 'dir . Ö lümden değil, yok o lmaktan v e silinip git­mekten korkuyoruz. Şu ha lde b ü t ü n mes 'e le , içimizde­ki yok olma korkusu ve silinip g i tme endişesi yer ine b u hayat ın ö tes inde yar ın başka b i r haya t ya şama ümidi koymakta ve kendimizde b u yar ınki haya ta lâyık olma arzusu ve gayret i uyandı rmaktad ı r . İşte din, bize b u n u temin etmektedir . Bu ümit ve a rzu iledir ki, d indar ın naza r ında haya t h e m ebedi leşmekte , h e m b ü t ü n elem ve ıs t ı raplar ına r a ğ m e n t a h a m m ü l edilebilir hale gel­mekte , h e m de yarınki ebedi s a a d e t e u laş t ı ran iyilik, t e ­mizlik ve insanlık yolu halini a lmaktadır .

Dikkat o lunsun ki, b u ümit ve b u arzu, yalnız ferd için s ıhhat ve kuvvet kaynağı değil; h e m de cemiyet için devamlı ve istikrarlı b i r sulh ve sükûn şartıdır . Asır lar içindeki tecrübe ler gös te rmiş t i r ki, ferdlerinin gönül le­r inde yarınki se rmedi haya ta lâyık olma arzusu y a n a r cemiyet lerde, münasebe t l e r doğru luk ve temizlik esas ­ları üzer inden gitmekte; çünkü b u arzu ferdi sağ lam bi r insanlık terbiyes ine ve ahlâkına kavuş turmakta ; cemi­yet için sulh ve sükûn da b u n d a n doğmaktad ı r .

Fakat, rica eder im, b a n a geçmiş devir lerde, ha t ta b u g ü n bile, din adına iş lenen cinayet lerden; dökülen kan la rdan ve çevrilen menfaa t en t r ika lar ından bahse t ­meyiniz. Ben de bil iyorum ki, vaktiyle din mihrab ın ın ö n ü n d e nice m a s u m boğaz lanmış ve insanlık tar ihi al kanlara bulanmışt ır . Ben de bi l iyorum ki, b i r takım din sahtekâr lar ı , cennet bezi rganlar ı , cehalet s imsar lar ı ve hayâsızlık kahramanla r ı , t a a s s u p nikahı takınarak, nice m a s u m insanlar ı aldatmış, ihtilâller çıkarıp, entr ikalar çevirmiştir.

Din ve Lâiklik / F. 6 R I

— D İ N v e L Â İ K L İ K

Ancak b u tür lü yolsuzluklardan dini mes 'ul gö rmek , in san la rm h o d g â m tıynetini ve hayvanlık mahiyet in i unutmakt ı r . D inden b u gibi yolsuzluklara m e y d a n ver ­memes in i beklemek, ölecek h a s t a baş ında hek imden şi­fa ummakt ı r . Mes 'ul olan din değil; i n sanoğ lunun için­deki hodgâml ık ve kendini düşünür lük , şeytanıdır . Kö­tülükler in mes 'u lü budur . Dinin beşer i ve içtimaî g a y e ­si de insan iç inden bu şeytanı kovmaktır . Dinin gayesi , d iyorum; insan oğ lunun içini " m u k a d d e s " duygusu ile temizleyerek, ferdi ulvi ve ilâhi sıfatlarla beze tmek ve b u sayede , onu büyük insanhk idealine doğru ,yükse l t -mektir . Evet, dinin beşer i m â n a s ı ve en üstün gayesi in­sanlıktır. Çünkü , dinin naza r ında , b ü t ü n insanlar "Zât-ı Ecel"in kullarıdır ve imanlı insan la r kardeştirler.

Münk i r s en , muayyen ve hudu t lu bir hayat ın demir ­d e n çember i içinde, k u y r u ğ u n u çarka kapt ı rmış b i r fi­n o gibi, d ö n e dur. Mü 'min , vakarlı bir tevekkülün göl­gesi al t ında, inandığı yarınki ebedi hayatı sakin b i r iç ferahlığı ile beklemektedir .

Bırakınız, herkes gönlünün ışığını kendisi yaksın: M a d e m k i "nereden gelip, ne r eye gidiyoruz?" sualini

kendi kendimize so ruyor ve en çok nereye gittiğimizi d ü ş ü n ü y o r u z ve mademki b u suale, d inden başka, ne il­min dil inde, n e de akim m a n t ı ğ ı n d a ümit verecek ve iç ferahla tacak b i r cevap bulamıyoruz; o halde bırakınız-da he rkes içini aydınlatacak ışığı kendisi aras ın ve din­darlığı ümi t verici ve iht i raslar ı yatıştırıcı ha r im inde m e s ' u d olsun. Mademki he rkese u m d u ğ u k a d a r ve he r ­kesle eşit sure t te varlık t emin edemiyor, herkesi özledi­ği se rve te , imkân ve refaha kavuş turamıyoruz ve asla

kavuş turamayacağız ; çünkü in sanoğ lunun arzu ve ihti­ras lar ın ın hudu t suz luğuna mukabi l , kâinat iç inde b i r n o k t a d a n ibare t olan küremizin cirmi gibi, n imet ler i d e mahdu t tu r ; mademki b u fâni haya t t a kimimiz ballı b ö ­rek yerken, kimimiz s o ğ a n ekmek di lenmekte, kimimiz servet yükü alt ında ezilirken, kimimiz has tamıza ilaç bulamamaktayız , bırakınız o ha lde is teyen derd in in ila­cını tevekkülde, gön lünün a rad ığ ım kanaa t t e bulsun, is teyen varlık ve s aade t ümid ine i namp , özlediği 'yar ın­ki haya ta bağlans ın . Bu sayede içleri al t-üst eden h ı r s fırtınası dinsin, t ükenmek bi lmeyen arzular sükûne t bulsun, yoksulluk tesellisini kıskançlıkta, sefaletin de ­vasını in t ikamda ve k a n d a a ramas ın . Aksi ha lde insan­lığı bekleyen akıbet çok fecidir. Düşünü l sün ki, i n a n m a ­yan insan, haya t ta ümitsizliğin d o ğ u r d u ğ u vahş i b i r h ı rs ile sar ı lmakta ve ö m r ü n ü n şarab ın ı son ka t res ine kada r içip sa rhoş olmak için sefahet sofrası a r amak ta ­dır. İ nanmayan insan, kolayca m a d d e ve şehvet tanr ı s ı ­n ın i r ade ve idaresi altına düşmektedi r . Cemiyet te h e r çeşit kötülüğü, zulmü, sefalet ve rezaleti d o ğ u r a n b u mel 'un tanr ın ın adı "şeytan" dır. İnsanı b u şer i r in elin­den ko ruyup ku r t a r an b i r kuvvet vardır , o da Allah duygusu ve sevglsidir.

M a d d e ve şehvet t anr ı s ına t a p a n insanda , insanlık seciyeleri silinmekte, fazilet, fe ragat ve fedakârlık yer i ­n e feci b i r "boşver" zihniyeti hâk im olmaktadır . Bu zih­niyet ise, b i r cemiyet için felâkettir.

Din ahlâkiyatmın kuvveti ve içtimaî hayat için ehemmiyeti: Maddeci lerce , mademki Allah bir vahime, din de b i r

takım parazi t ler in b i r icadıdır; o ha lde bunlar ın haya t

ve cemiyet için b i r faydası ve m ü s b e t b i r rolü yoktur. Bu vâhimeyi ve bu icadı iç imizden söküp a tmak ve din­siz y a ş a m a k m ü m k ü n d ü r . Nitekim b u g ü n insanlar ın b i r ç o ğ u dinsiz oldukları ha lde , pekâlâ yaşamak ta ve b u n d a n dolayı bir eksikUk duymamaktad ı r la r .

Kabul ede r im ki, insan ilimsiz ve ahlâksız yaşayabi l ­diği gibi, dinsiz de yaşayabilir . Nitekim hayvanlar böy­le yaşamaktad ı r . Fakat b u n d a n "ilmin ve ahlâkın haya t ve cemiyet için b i r faydası yok tu r" neticesi çıkarı lama­yacağ ı gibi, d in hakkında da böyle b i r netice çıkarıla­maz . H e m b u â lemde çeşitli y a ş a m a şekilleri var. İnsan, ayağı çıplak; baş ı kabak da yaşıyor. H a y a ü n ölçüsü ne yaşan ı l an senelerdir , n e de tüketi len servet ve m a d d î imkânlard ı r ; fakat hayat ın , d iyorum, insanî ölçüsü, key­fiyetidir. Bir d indar ın iç huzu runa , manev î metane t ine , gönü l saade t ine inanç m e r d i v e n i n d e n başka hiçbir va­sı ta ile erişilemez. Nitekim erişi lememiştir . Din manev i ­ya t ın ın verdiği huzuru insan , başka hiç b i r imkânda bu ­lamamışt ı r . 'Tozi t iv isf ' le rden yani g ö r ü p işit t iklerinden b a ş k a b i r varl ığa i n a n m a y a n bi lginlerden kalabahkça b i r kafile, cemiyetler için dini inanç lar dış ında bir haya t tarz ı ve b i r ahlâk nizamı aramışlar , yüz elli s e n e d e n b e ­ri hâ lâ a ramaktadı r la r .

A r a n ı l a n b u n izamın mihver i , mükâfa t ve m ü c a z a t fikrine d a y a n m a y a n b i r iyilik ve kötülük olacaktır.

İ n san iyiliği sırf iyüik o lduğu için sevecek; kötülük­t en de sırf kötülük o lduğu için kaçınacaktır . Bu bilgin­lere gö re , din ahlâkiyatı (Edoniste) faydacıdır ve cennet saade t in i sat ın almak için miskince bir paza rhk tan iba­rettir .

Dindar , iyiliği ve adalet i sırf b u faziletleri sevdiği ve fazilet bildiği için değil, inandığ ı yarınki ahiret hayat ın­da mükâfa t ım almak için y a p m a k t a ve aksi hareket ler ­d e n de mücâza t t an kur tu lmak için kaçınmaktadır . Din­de iyilik ve adalet, bizzat b i r kıymet ve fazilet değil, sırf

mükâfat sa tm almaya ya r ayan çil akçedir. Hıristiyanlık­taki "Günah ç ıka rma" ve Müslümanlıktaki "Şefaat" di­lenmeler in ve umumiyet le ibadet ler in gayesi , diyorlar, h e p mükâfat ümidi ve mücâzâ t korkusudur .

Din hakkında yürü tü len b u müta lâa yalan değil, fa­kat âdice bir pazarl ık şeklinde ileri sürülmesi yanlış, ha t t â iftiradır.

Dinde mükâfat ve m ü c â z â t fîkri vardır . Cenne t ve C e h e n n e m hakikati b u fikrin m ü ş a h h a s şekilde ifadesi­dir. Zira din, insanlar içindir. Mükâfat ve m ü c â z â t ise, insan ın h a m u r u n d a var olan b i re r histir. İnsan gön lün­den b u hisleri kazıyıp a tmak m ü m k ü n değildir. Kudre t eli, insanı "Haz"zı sever ve "Elem"den kaça r t ıynet te yaratmışt ır . Mükâfat , insandaki "Haz"zı a r a m a meyli­nin, mücâzâ t da "Elem" den k a ç m a yaradıl ış ının ceva­bıdır.

Kaldı ki, d indar la r ın yüksek tabakalar ı , dini vazifele­ri yer ine get i r i rken aslâ mükâfa t ve mücâzâ t kaygısı içinde değillerdir. Yüksek seviyeli b i r d i n d a r için iyilik ve adalet Allah'ın emridir . Bunu yer ine ge t i rmek ise, sırf kulun Halikına kulluk vazifesidir. Zulüm ve kötülük de Allah' ın yasak ettiği hareket lerdir . Bun la rdan kaçın­m a k da yine kulluk vazifesidir. Yüksek seviyeli d i n d a r "zâhid" ve "muttaki" dir, ibadet ier ini sırf "livechillâh" yapar . Kıldığı namazın , tu t tuğu orucun, verdiği s adaka ­nın mükâfat ını beklemez ve b u n u aklına bile ge t i rmez.

Faka t b u "zühd" ve "takva" derecesi he rkes t en bek­lenemez. Dindar lar ın kalabalık kitlesini teşkil eden halk tabakalar ı için mükâfat ve mücâzâ t fikri zaruridir . Çün­kü b u fikir, yaradıl ışta mevcut , de r in b i r his ha l inde , in­sanın h a m u r u n d a vardır . İnsan, t ıynet ve tabiat i i t iba­riyle, mükâfa ta meyleder ve mücâzâ t t an kaçar. Dindeki Cenne t ve C e h e n n e m akidesi i n sanoğ lunun b u t ıyneti­n e cevap verir.

D I N v e L A I K L I K

Mükâfa t ve mücâzâ t fikri insan fiillerini sevk ve ida­r e eden ruh î kuvvetlerin b a ş ı n d a gelir. Nitekim, Bent-ham ve Stuart Milî gibi m e ş h u r İngiliz filozoflarının kurduklar ı (Utilitarîsme) yan i faydacıhk felsefesinde bu fikirler temel i teşkil e tmektedir . Bu filozofların kalemin­de "fayda" ve "zarar" tabir ler iyle karş ı lanan mükâfat ve mücâzâ t , i n san fiillerinin enerji kaynağıdır . İnsan fiille­r in in heps i fayda fikrinden ha r eke t ede r ve insan da ima fayda arar , z a r a rdan kaçınır. E n hasb î gibi g ö r ü n e n ev­lât m u h a b b e t i bile, ne t ice it ibariyle, ana -baban ın , insi­yaki d e olsa, bir nevi fayda mülâhazas ına dayanır . Menfaa t h i ss inden uzak o lan b u sevgi bile, net icede, a n a - b a b a n ı n evlât s ayes inde y a ş a m a ümidine bağlanır .

Adı geçen filozofların faydacıhğı, sırf dünya hayat ı ­na aittir ve asıl süfli b i r pazar l ık olan b u nevi faydacıhk-tır. D i n d a r ı n faydacı l ığı ise , ö l ü m d e n s o n r a y a b a ğ l a n m ı ş b i r ümi t olarak, c idden ulvî ve hasbîdir . Hakiki d i n d a r iyi fiillerinin mükâfat ını d ü n y a d a bekle­mez . D inda ra feragat ve fedakârhk kazandı ran da bu­dur.

Yalnız ş u n u soral ım: Pozitivistler, aradıklar ını bul­muşlar , mükâfa t ve m ü c â z â t fikrinden sıyrılmış b i r ah­lâk o r t aya koyabilmişler, lâik ahlâk icad edebilmişler mid i r? İcad edildiği söy lenen lâik ahlâk, kaba b i r ''sen-suaiisme'' den yani şehvani l ik ten başka b i r şey mid i r? Din ahlâkıyatı , insan g ö n l ü n e yerleştirdiği yarınki ha ­yata âit mükâfa t ümidi ve mücâzâ t korkusu ile, h e r çe­şit ş e r r in ve kötü lüğün baş ı olan şehvet ve iht iras şey­tan ın ı zincire vurmuş tu r .

Yukarıda bahs i geçen filozof Guyau, geleceğin yal­nız dinsiz değil, h e m de müeyyides iz ve mecbur iye ts iz b i r ahlâk devri'^^' olacağını t a savvur ediyor ve o zaman , insan la r ın mükâfat ve m ü c â z â t beklemeksizin sırf iyilik

(43) Guyau'nun meşhur bir eseri, bu adı taşımaktadır: Esquise d'une Morale sans obligation ni sanetion. Paris, Alcan, 20. baskı.

ve şırf adalet için hareke t edecekler im u m u y o r d u . G e n ç filozof, böyle t a savvur ettiği ve melekleşeceklerini u m ­d u ğ u insanlar ın et yiyen ve kan yalayan erkekli, dişili mahlûklar o lduğunu unu tuyordu . Zavallı Guyau, g e n ç yaş ında yattığı m e z a r ı n d a n kalkıp da Birinci ve İkinci Dünya Harpler in in fecaatlerini seyredebi lseydi ; gele­cekte melekleşeceklerine inandığı i n san l a rm gittikçe ve bilgileri art t ıkça s ı r t lanlardan d a h a ko rkunç b i r hal al­dıklarını g ö r ü r ve hatâs ın ı anlar, üzülürdü.

Biraz farklı yo ldan gi tmek üzere , Gustave Belo'^' d a aşağ ı yukarı aynı ha taya düşmüş tür . Ç ü n k ü b u m ü t e ­fekkir de iyiliği, güzelliği ve adaleti sırf cemiyet vakı­as ında aramış ; Durkhe im sosyolojisi gibi, ahlâkı sırf ce­miyete irca etmekle, o da çölün s e r ab ım havuz zannet ­miştir.

Hakikat şudu r ki, b u g ü n yirminci asr ın o r t a s ında bi­le, ciddi yüksek seviyeli b i r d indar ın r u h m e t a n e t i n e ve seciye yüksekliğine iletecek, d inden başka , hiçbir felse­fî esas mevcut değildir. E ğ e r yar ın mevcu t olur ve din kudre t ve ayar ında, b i r ahlâk esası bulunabi l i rse , b u esas ın sadece forma değiş t i rmiş b i r din o lacağ ından ş ü p h e etmemelidir.

Bahsi hülâsa edip neticelendirelim: Din ferd için en kuvvetli b i r mânevi destek ve b i r iyilik ve fazilet kayna-ğıd-n Dindar insan, h e r veçhile mes 'u t tur , Bu insanın haya t ta gözü tok, gönlü zengindir . Haya t tan ö tes ine gi­de rken de gözü a rkada değildir. Çünkü b u insan için hakiki saadet , haya t t an ötesindedir . O n u n naza r ında ölmek, sadece varlık sahasını değişt i rmek; "Fena âle-mi"nden "Bekâ âlemi"ne geçmektir . Bunun içindir ki, i n a n m a ve inanç mevzuuna samimiyetle bağ lanma , ferd için başlı, baş ına ve tükenmez b i r saade t ve b i r fe­rahlık kaynağıdır . Allah sevgisi ve korkusu inşanda

(44) Bakınız: Etudes de Morale possitive, Paris, Alcan (C. Belo'nun bu iki ciltten İbaret eserinin hususiyle son kısımlan enteresandır.)'

kuvvetli b i r i r ade ve çok sağ lam bir seciye ya ra tmak ta ­dır. G ö n l ü n d e Allah d u y g u s u taş ıyan insan; iyi, hasb i , d o ğ r u ve fedakâr insandır . Din ahlâkıyatmı bayağ ı b i r paza rhk t an ibare t gö ren l e r yanılıyorlar. Dindeki ibadet , ya r ın mükâfa ta e rmek ve Cenne te gi tmek için değildir; sırf Allah' ın rızasını tahsi l e tmek ve ona karşı kulluk b o r c u olan "şükr"ü eda etmektir . Mükâfat, vazife y a p ­mış ve "şükr"ü edâ etmiş o lman ın bir neticesi ve b i r ilâhi ihsandır . Kabul edelim ki, avam naza r ında iyilik y a p m a k gibi, kötülükten kaç ınmak da sırf mükâfat ümi­di ve m ü c â z â t ko rkusuna bağlanı r . Fakat zâh id -mü 'mi -n in ibade t le r inde , fiil ve ha reke t l e r inde mükâfat ve m ü ­câzât fiilinin s e b e p ve sâiki değil, sadece neticesidir. O n u n naza r ında Allah'a kulluk e tmek ve b u sayede ona yak laşmak bir vazifedir. Ciddi mü 'min , iyiliği Allah' ını sevdiği için yaptığı gibi, kötülükten de b u sevgiyi kay­b e t m e k t e n ko rk tuğu için kaçınır. İşte, din ahlâkıyatanın kuvvetli ve içtimâi haya t için yer i doldurulmaz faydası da bu radad ı r . Bu ahlâkıyat ta in san vicdanı sevginin ol­d u ğ u gibi, ko rkunun da i lhamını aynı b i r kaynak tan al­makta ; insan , b ü t ü n fiil ve hareket ler inde , da ima b i r ilâ­hî kudre t in m u r a k a b e s i a l t ında b u l u n d u ğ u n u duymak­tadır .

Dini te rb iyenin temeli b u duygudur . AHah sevgis ine, d a y a n a n te rb iyenin nası l b i r sağ lam seciye yarat t ığ ını bildikleri içindir ki, i s t ibdat adamlar ı ve polit ikacıların s a h t e k â r l a r ı , d i n d a r l a r d a n h i ç hoş l anmaz la r . Din adamla r ı yan ında âde ta raha t s ız olurlar. Çünkü dindar , bükü lmez ve h e r i şa re te b a ş sallamaz. Halbuki, Emil Faguef in dediği gibi, müs teb i t le r ve sahtekârlar , etraf­la r ında bükü lmeyen insan is temez. Onlara , toka t yedik­çe köpek gibi yal taklanan uysal, kaypak, şaklaban, emir kulu, dalkavuk insan la r lâzımdır.'*^' Müstebi t ler ve poli­tika bez i rganlar ı şayet, şahs î menfaat ler i peş inde poli-

(45) Emil Faguet Lİberalisme, Paris Alcan, sah. 120.

l ikalarını yü rü tmek için d indar la r ın h izmet ine m u h t a ç olurlarsa, n e r e d e d i n d a r kisvesi alt ında yalancı ve m ü -rai varsa , onları a r a r ve bulur lar .

Okuyucum! Bu küçük eser in birinci kısmı b u r a d a sona ermiş bulunuyor . Buraya k a d a r biz, din bahs in in sadece inkâr ve ispatı mes 'eleler i üzer inde d u r d u k ve dini h e r şeyden evvel, b i r akideler sistemi olarak m ü t a ­lâa ettik. Aşağıdaki kıs ımlarda inkâr ve ispat m ü n a k a ­şalarını kapayacak ve dini "kişinin d â r e y n d e saade t in i kâfîl emir ve nehiyleri cami b i r vaz-ı üâhî"'*^' yani ferd için tutulacak yolu, yasa la r ve yasaklar ihtiva e d e n b i r haya t yolu ve b i r ilâhî k a n u n olarak ele alacağız.

(46) Bu tarif, din üzerine İslâm İlâhiyatçılarının verdiği tariftir. Yani din, ferdi

dünya ve âhiret saadetine ulaştıran ilâhî yoldur.

İKİNCİ KISIM

D İ N HÜRRİYETİ NE DEMEKTİR?

Ne efsunkâr imişsin ey didar-ı hürriyet

Esir-i aşkın oiduk gerçi kurtulduk esaretten.

Namık KEMAL

BUGÜNKÜ CEMİYETLERDE DİN VE DEVLET MÜNASEBETLERİ

Din sırf bir inanç tan ibare t değildir. Bunu n e kada r t ekra r etsek azdır. Din, aynı zamanda , ameli bir haya t yoIu; emirler ve yasaklar ihtiva eden ilâhî b i r kanundur . D indar olan bir k imsenin b u yolda yü rümes i ve b u ka­n u n u n emirlerini ye r ine get i rmesi , yasak ettiği fiil v e hareke t le rden kaçınması , bir v icdan b o r c u olarak, lâ­zımdır. Dinin k a n u n u n a i taat e tmeyen ve emirler ini ye­r ine ge t i rmeyen kimse, d in nazar ında , mücr imdir .

Fakat dikkat edelim ki, b u kimse, b u l u n d u ğ u cemiyet içinde, yalnız d inda r değildir, h e m de va tandaş t ı r ve b u sıfatla, muayyen b i r devlete tâbidir . Ferdin t e b a a s ı n d a n bu lunduğu devletin gös terdiğ i yolda yürümes i ve koy­d u ğ u kanunla ra bağ l anmas ı da, vatandaşl ık vazifesi olarak, lâzımdır.

Şu ha lde d inda r olan b i r k imse iki tür lü vazife ve mecbur iye t karş ı s ında kalmış oluyon Vazifelerinden bi­ri dinidir ve b u n d a n d o ğ a n mecbur iye t mânevidir . Di-

91

(47) Manevi mecburiyet, müeyyidesini ferdin vicdanından alan mecburiyet­tir. Dinî ve ahlâkî mecburiyetlerin hepsi manevidir. Hukuki mecburiyet ise, mü­eyyidesi ve cebir kuvveti maddi yanî ferdin vicdanından hariç olan mecburiyet­tir. Devletin kanunlarına İtaat etmeyen kimse, polis ve jandarma gibi Silahlı Kuv­vetler marifetiyle itaate mecbur edilir. .

geri de "sivil" yani medenid i r . B u n d a n d o ğ a n mecbu r i ­yet ise hukukî yani maddidir. '*' '

Dikkat o lunursa , b u iki nevi vazife ve mecbur iye t t en h e r biri diğerini bazen lüzumlu küar, bazen de nefye­der. Din ile devlet birleşik oldukları zaman, b u n l a r bir­bi r in in lâzımı olur. Ayrı oldukları zaman da, bu iki tü r ­lü vazife ve mecbur iye t , birbir iyle m u a r a z a y a g i re r ve birbir ini kovar. Filhakika, devletin kanunu , yasa ve ya­sakları din k a n u n u n u n ve dini emir ve nehiyler in aynı o lduğu ve devlet r e s m e n b i r d ine sah ip b u l u n d u ğ u tak­d i rde ve b u şartla, dini ve sivil, iki vazife ve mecbur iye t , b i rb i r in i nefyetme ve b i rb i r ine muar ız o lma şöyle dur ­s u n bi rbi r in in ayr ı lmaz lâzımı hal ine gelir. O suret le ki, d i n e i taa t e d e n aynı z a m a n d a ve sırf b u sebeple devle­t e i taat e tmiş olur; devlete i taat eden de d ine itaat etmiş sayıhr. Şu ha lde ve b u takd i rde , dini ve sivil, m a d d i ve m a n e v i vazife ve mecbur iye t l e r şeklen ikilik a rze tmekte iseler de , hakikat te b u n l a r tekt ir ve "Allah, Resulüne ve u lû l ' emr ' e " yani b u g ü n k ü dilimizle, devlete i taa t tan iba­rettir .

Yine dikkat o lunursa , eskiden, gerek A v r u p a ' d a ve ge rek bizde, din ve devlet münasebe t l e r i bu şekilde ce­r e y a n e tmekte , m â b e d ile devlet elele ver ip birlikte yü­r ü m e k t e idi. Eski dev i r le rde devletin yasa ve yasaklar ı kuvvetini din manev iya t ından almakta, devlet dinin bekçiliğini y a p m a k t a ve b u sebeple , biri manevi , diğeri m a d d i ve cismanî b u iki kuvvet merkezi birbiriyle bar ı ­şık ya şamak ta idi. Bu şa r t ve bu vaziyet Avrupa 'da Rö­n e s a n s ' t a n yânî on altıncı asırdan,, bizde de Tanzi­m a t ' t a n yani on dokuzuncu asr ın birinci y a n s ı sonla-

r ı n d a n i t ibaren değ i şmeye başlamışt ır ; zamanımızda ise din ile devlet b i rb i r inden tamamiyle ayrılmıştır.

Fakat din ile devlet b i rb i r inden ayrılınca ve bun la r ­dan he r biri kend ine m a h s u s sistemi, kanunlar ı , emir ve nehiyleriyle d iğer in in karş ıs ına dikilince, o r taya b i r çok mes 'e le ve müşkil çıkmakta, din ve devlet a r a s ında ister istemez, çet in b i r mücade le kopmaktadı r . Çünkü, evvela m ü m k ü n d ü r ki, din ile devlet ten h e r b i r in in ka­nunlar ı , emir ve nehiyleri , t a m a m e n veya k ısmen, d iğe-rininkilere aykırı olsun. Biri h e r h a n g i b i r ha reke te , m e ­selâ faiz alıp ve rmeye m ü s a a d e ederken , diğer i b u n u n m e m n u o lduğunu ilân etsin. Saniyen, y ine mümkündür , ki din ile devlet ten herbir i , diğerini kend ine rak ip g ö r e ­rek, elindeki kuvvet ve vasıtaları , açık veya kapalı b i r suret te , diğeri a leyhine tahr ik edip kullansın ve ferdi bü tün lüğü ile kendis ine mal etmek istesin. Şu saydığı­mız imkânlar sırf nazar î müta lâa la r değildir; d in ve devlet münasebe t le r i tar ihi baş t an aşağı b u tü r lü ayrı­lıklar, r ekabe t ve mücadele ler le doludur.

B u g ü n b u ayrıhk ve mücade le , b i lhassa Türkiyemiz-de, itiraf etmelidir ki, s o n h a d d i n e varmışt ır . Faka t içti­ma î sulhu temin edip gönül lerde huzur ve emniye t ya­r a tmak için b u vaziyeti b i r an evvel düzel tmek lâzımdır. İşte, b u hedefe v a r m a k ve din ile devleti aynı b i r ülkede y a n y a n a ve barışık bir ha lde yaşa tmak üzere , m o d e r n devlet hukuku or taya bir kaç esaslı p r ens ip koymuş tu r ki, bun l a rdan baş ta gelenleri , b u küçük e tüde mevzu al­dığım, din hürr iyet i ve lâiklik prensipleridir .

Açık olalım, b izde b u mevzua lâyık o lduğu ehemmi ­yet ver i lmemiş, n e din hürriyet i , ne de lâiklik fikrî, şim­diye kadar, ciddî b i r sure t te ele alınıp incelenmemişt i r . M ü p h e m olduğu kada r çok zara rh bir düşmanl ık hissi­nin ifadesi halindeki bazı polemik yazılar b i r tarafa , bu­g ü n Türkiye 'de din hürr iyet i mevzuunda ne b i r eser, n e de ciddî b i r e tüd mevcut tur . Bununla beraber , b u p r e n -

(48) 1924 Anayasasının 75'İna maddesi: "Hiç biriiimse mensup olduğu fel­sefi içtihad, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumî mu­aşeret âdabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dini âyinler yapılması serbesttir."

(49) Bu eserin ikinci kısmını çok sevdiğim ve saydığım arkadaşım ve temiz yürekli meslekdaşım. Ordinaryüs Profesör Ahmet Samim Cönensay'a, kürsü ha­yalından ayrılışının nâçiz bir armağanı olarak, bundan evvel İthaf etmiş bulunu­yorum.

sibin b izde en az yüz k ü s u r senelik b i r hayat ı vardır . Filhakika din ve v icdan hürr iyet i , Türkiyemizde "Gül-h a n e hatt-ı h ü m â y û n u " n d a n yani 1839 'dan ber i devlet umdeler imizin b a ş ı n d a gelmiş ve 1924 anayasas ın ın 75'nci m a d d e s i n d e en açık ifadesini bulmuştur . '^ '

Biz, âcizane, b u mütevaz i edütümüzle b u boş luğu d o l d u r m a k ist iyoruz. Okuyucular ımıza faydalı olabilir­sek, n e mut lu bize."'"

Din hürr iyet ini lâyıkiyle izah edebi lmek için, evvelâ, din m e f h u m u n u tahlil edel im ve b u n u n ihtiva ettiği un ­sur lar ı görel im.

DİN MEFHUMUNUN UNSURLARI

îman ve amel: B u g ü n ü n m a r u f d inler inden h e r h a n g i bir inin esas ­

ları üzer inde d u r u r ve düşünürsek , b u n u n iki temel un ­s u r d a n m ü r e k k e p o lduğunu gö rü rüz . Bun la rdan biri iman (=foil diğeri de amel f=acte/dir. Bu husus t a İslâ­miyet gibi vahdan iye t akidesi üze r inde o tu ran , kemâl bu lmuş b i r dini göz ö n ü n e getirelim. B u n u n ilk ve asli bir u n s u r u va r ki, b u " iman" yâni inanmadı r . Yalnız,' dikkat edelim kî, i m a n alielâde ve h e r h a n g i b i r şekilde­ki i n a n m a değildir. İman, alelade i n a n m a d a n daha de­r in bir r u h haletidir. Bir kere, u m u m i y e t itibariyle, i nanma öyle b i r ruh î melekedir ki, b u n u n l a insan, haki­kat olarak kabul ettiği b i r tasavvuru , s adece hakikatt ir deyip geçmez; onu ben imse r ve ona gönlüyle iltihak edip kuvvetle bağlanır . İman ise, b u b e n i m s e m e ve b a ğ l a n m a n ı n en yüksek derecesidir . İman sahibi olan b i r insan, bu yüksek dereceli inancı sayes inde , a ldanma k o r k u s u n d a n ve t a m hakikati bu lamamış o lma endişe­s inden uzak kalır. Bu sayede ve t a m hakikate ermiş ol­m a hazzı içinde, imanlı insan, der in b i r iç huzu ru ve bir r u h sekineti duyar.

Fevri ve yakını iman: İman kelimesiyle ifade edilen b u r u h haleti sırf "tak­

l ip t en neş ' e t ed ip "Fevrî" olabildiği gibi " teyakkun" dan neş ' e t edip "fitrî" ve "yakını" de olabilir.'^"' İster "taklidi ve fevrî", is ter "yakmî ve fikrî" olsun; imanı , bir r u h ha ­leti olarak ay ı rdeden nokta , şahsın iman m e v z u u n a kat ' iyetle inan ıp onu de run î b i r sure t te tasdik e tmesi ve b u sayede iç h u z u r u n a ve rahat l ığ ına ermesidir .

He r dinin, kend ine m a h s u s , iman umdeler i vardır . Ve bunlar , o dinin "akide"lerini vücuda getirir. Akideler dinlere gö re az çok değiş i r se de, b ü t ü n kemâl bu lmuş dinlerde, hiç değ i şmeyen , b i r tak ım temel akideler var ­dır. Bunlar ın baş ında , z a m a n ve m e k â n d a n , cisim ve şekilden âri , h a y a t ve kâinatı yoktan va r eden , şeriksiz ve nazirsiz, ezeli ve ebedi b i r kudre t sahibinin ve b i r "vacib-ül v ü c u d " (=Etre necessaireMn varlığı akidesiy-le b u fâni h a y a t m ö tes inde başka b i r ebedi haya t ın var o lduğu akidesi geKr. İs lâmın iman umdeler i "Âmen-tü"de gösterilmiştir. '^"

Dinin yalnız i m a n d a n ibare t olmadığını söylemiştik. O h e m iman, h e m de ameldir . Dinin sırf temel akidele­r ine inanmak, şüphes iz ki, hiç i n a n m a m a k t a n d a h a iyi ve üs tündür , fakat d i n d a r olmak için b u kadar ı kâfi de­ğildir; aynı z a m a n d a , amel (=acte) yânî d iyanet in em­rett iği ta rz ve şekilde ha reke t e tmek şarttır.

(50) Taklidden doğan İmana taklidi iman C = Croyance implicitej denir ki, imanın edna derecesidir. Bir kimsenin bizzat görüp tetkik ederek şahsi bir karar ve kanaate varmadan sırf başkasından işittiği bir şeye ve bir habere inanması tak­lididir. İnsanların büyük bir ekseriyetinin dini, siyasi, içtimaî hatta İlmî İnancı bu kabildendir ve çoklarımızın İmanı taklididir. Yani başkasının imanına İmandan ibarettir. Taklidi iman aynı zamanda fevri (= splontane) dir. Bunun mukabilinde teyakkun ve tefekkürden hâsıl olan iman var ki, buna da fikri ve yakini {- Cro­yance explicite et reflecmie) denir. Asıl ve en yüksek iman budur. Peygamberler­den sonra, âlimlerin ve geniş kültür sahibi insanların çoğunun imanı bu şekilde­dir ve tabiatiyle, Allah indinde en makbul iman da budur.

(51) Âmentü İslâmın iman umdelerini İhtiva eder kİ, bunlar allıdır. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayrın ve şer­rin Allah'ın takdiriyle vâki olduğuna inanmaktır

İmansız amel, riya ve salıtekârlıktır. Amelsiz i ınan ise sırf b i r felsefî kanaatt ir . Dini h e r h a n g i b i r kanaa t t en ayıran husus iye t le rden biri de , dindeki imanın amele dayanmas ı yâni muayyen b i r ha reke t tarzı e m r e d e n ve bununla harici leşen b i r inanç olmasıdır. Hülâsa, amel din m e f h u m u n u n ikinci b i r t emel u n s u r u d u r .

Amelin nevileri: İman gibi amel de b i rkaç çeşit olur ve ferdin cemiyet

içindeki vaziyetine ve münasebe t l e r ine g ö r e b i rkaç n e ­vi vazife şeklini alır. Bu vazifelerin b a ş ı n d a ve dini "ameller"in en hayırhsı olarak ferdin halikına karşı ve halik ile mahlûk aras ındaki m ü n a s e b e t l e r e ait vazifeleri gelir ki bunlar , en yüksek ifadelerini takdis (=adoration) fikrinde bulan , ibadet , duâ ve münâcat t ı r .

Bundan son ra , ferdin kendi nefs ine ve başka la r ına karşı vazifeleri gelir. Bunlar ın da heps ine b i r d e n "ah­lâk" (-morale) diyeceğiz. Ferd in kendi nefsine karşı olan vazifeleri "ferdi ahlâk"ı (=morale indJvidueUe) t e ş ­kil eder. Ferd in başkalarıyla m ü n a s e b e t l e r i n d e bu b a ş ­kalar ına karşı olan vazifeleri de "içtimaî ahlâk" (= mo­rale sociale) i vücuda getirir. İçtimaî ahlâk da, aile ahlâ­kı, meslek ahlâkı gibi kollara ayrılır.'^^^ Nihayet , dini va­zifeler a r a s m d a en şerefli bir vazife d a h a va r ki, b u n a "dine hizmet" vazifesi diyebiliriz. İs lâmda "i'lâ-yı keli-

(52) Okuyucum dikkat etmiştir ki dini amel ve ahkâmı tasnif eder kan huku­ka ayn bir yer yermedik ve bu amelleri sırf ibadet ve ahlâka hasrettik. Fillıakika din, hususiyle İslâmiyet; ibadet ve geniş mânada alınmak şarliyle, ahlâktan İba­rettir. Bütün dinî amel ve ahkâm ya ibadet veya ahlâktır. İslâmiyetle hukukun alı-lâktan ayn bir varlığı ve kendine hâs bir mevcudiyet ve mahiyeti yoktur islâmi­yet nazarında yalnız "Hüsün = iyilik" ve "Kubuh = kötülük" vardır. İnsan fiil ve münasebetleri "Hasen = İyi" ve "Kabih = kötü" diye ikiye ayrılır. Birinciler "ah-lâk-ı hamide" yi ikinciler de "ablâk-ı zemiye"yi teşkil eder. Bu iki nevi "ahlâk"in, yâni fiil, hareket ve mürjasebet tarz ve şeklinin tâbi olduğu ahkâmdan devlet kuv­vetiyle müeyyidelenmiş olanları l}ukuku meydana getirir. Şu hafde İslâmda "Fı­kıh" adı alan hukukun ahlâktan ayrı bir yeri ve mahiyeti yoktur. -^^

Din v e Lâiklik / F. 7 97

metuUah" tabir iyle ifade o lunan b u vazife, cihad, yâni, icabında, h a k yo lunda mücade le ve h a r b e t m e hizmeti­ne kada r g i tmek üzere, dini okutma, öğ re tme , neş i r ve telkin e tme gibi h izmet ler ihtiva eder.

İşte din, u n s u r ve esasları i t ibariyle budur , yâni ev­velâ iman s o n r a da ameldir . Amel de Allah'a ibadet , di­n e hizmet ve insanl ığa h ü r m e t yâni ah lâktan ibarettir . Bütün m a r u f dinler ve bi lhassa İslâmiyet b u esas lara dayanmaktad ı r . Dinden b u esasları çıkarır ve imanı amelden ayır ı rsanız o r t ada çıplak b i r ifade kalır ki, din b u değildir. Din ile h e r h a n g i bir felsefi inanç a ras ında­ki fark - b u n u t e k r a r e tmeyel im- dinin amele d a y a n m a ­sı; şekil ve şar t lar ı Vahiy'e (=reveation) müs ten id nas la r ile tayin ve tespi t edilmiş ameller yâni vazifeler'^'^' ihtiva eden bir i nanç s is temi olmasıdır.

Takdis vazifesi: Dini ameller in baş ında , takdis (=adoration) vazifesi

gelir ki b u da ibadet , dua ve m ü n â c â t şeklini alır.

" İbâdet" kulluk demekt i r ve din ıstılahı olarak, m a h ­lûkun halikını, nas la r ın ve dini örf ve içtihatların tâyin

Dikkat edersek, bugün de böyledir. Bugün de içtimâi bir nizam olarak huku­kun kendine hâs bir mevcudiyeti yoktur. Bugünkü lâik hukuk baştan aşağıya ah­lâk ve İktisat yahut da iyİ tedbir kaidesİdir. Başka bir deyişle, bugün bir mem­leketin hukukunu vücuda getiren kaideler, hakikatte devlet kuvvetiyle müeyyide lenmiş ya ahlâk, yahut iktisad veya iyi tedbir kaidesidir. Bunlardan hariç huku­kun bir varlığı yoktur. Bu fikir etrafında bakınız:

Devlet nizamı ve hukuk (devletle hukuk arasındaki münasebet üzerinde bir izah denemesi) Ali Fuad Başgil, istanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası - cilt Vt, sa­yı 1-2, 1950 sahife 25 ve müteakip.

(53) Amel, yapılması dinen emredilmiş bir fiil ve hareket olmak itibariyle "vazife" adı alır. Dikkat edelim ki, amel yahut vazife yalnız dinden doğmaz; her­hangi bir felsefi, siyasi ve iktisadi kanaatten de doğaiiilir. Meselâ doğruluğun bir insanlık vazifesi olduğuna kani olan bir kimse işlerinde ve münasebetlerinde doğrulukla hareket eder. Fakat dini kanaatten doğan amel, şekil ve şartlan esas­ta Vahy'e dayanan naslar ile tesbit olunmuş vazifelerdir. Dinde vahiy, peygam­berlere Allah tarafından vâki olan ilham, işaret ve "kelâm-i hafi" demektir.

ettiği şekil ve şar t la r alt ında takdis etmesidir . İbadet , d inde en esaslı b i r vazife, ha t t â dinin direğidir. Dinda­rın iç haya t ım nu r l and ı r an iman, kuvvet ve gıdasını ibadet ten alır. Ve dindar, iman ettiği ve sevdiği Hâlikine ibadetle yaklaşır; o n u n kerem ve inayet ine b u sayede nail. olur. "Dua ve m ü n â c â t " lisan ile veya kalbi o larak halikı yâd ve tezkir e tme şeklindeki ibadett ir . İslâmdaki maru f tarikatlar , dua ve m ü n â c â t şeklindeki ibade t esa­sına dayanır .

Dine hizmet vazifesine gelince, b u n u şöyle ifade edelim; Bir d i n d a r için, m e n s u p o lduğu dinin akide ve esaslar ım etrafa yaymak, bunlar ı başka la r ına duyu rup ö ğ r e t m e k dini vazifelerin en mukaddes l e r indend i r . Çünkü d indar ın nazar ında , b u akide ve esas lar b i re r hakikatt i r ve bunla r ı b i lmeyen insan helak ve h ü s r a n ­dadır. Hakikati gös t e rmek ve u ç u r u m a kayan bir insanı tu tup k u r t a r m a k h e m yüksek b i r insanhk borcudur , h e m de Allah'ı takdis ve ona ibade t vazifesinin en se-vaplısıdır. Bu vazifeyi dindar, yer ine ve icabına gö re ve g ü c ü n ü n yettiği de recede , fikren veya b e d e n e n , sözle veya yazıyla ifa e tme mükellefiyeti alt ındadır. İslâmda, c ihad far izesinden başka, tâlim ve tedr i s , neş i r ve telkin vazifesinin esası ve mant ığ ı da budur .

Mabet teşkilâtı ve ruhanilik mesleği: "Tâlim ve tedr i s , neş i r ve telkin" vazifesine bağlı ol­

mak ve b u vazifenin ifasını m ü m k ü n kılmak üzere, din­lerde b i r m â b e d teşkilâtı ve b i r ruhanil ik mesleği var­dır. Bu teşkilâtın gayesi ve bu mesleğin mevzuu bir ta ­raftan ibade t a h k â m ve meras imini t anz im ve idare et­mek, b i r taraf tan da dinin akidelerini ve amel ahkâmım öğrenmek , d u y u r u p tanı tmak, yaymak ve korumaktır .

Dikkat o lunsun ki, dinler in kudre t ve nüfuzu ha t t â devamlar ın ın imkânı , h e r şeyden evvel, m â b e d teşkilâ­t ının ve bi lhassa, ruhan i l e r sınıfının kuvvet ve salâbet i -n e bağlıdır . Bu teşkilât fersudeleş i r ve da ima değiş ip inkişaf eden ihtiyaçları karş ı layamaz b i r hale gelirse, b u sınıfın bügi seviyesi d ü ş e r ve seciyesi ç ü r ü r s e d in de o n isbe t te zayıflar. Bir g ü n gelir m a b e d i n çatısı çöker. Tarih gös te r iyor ki, dinler in azamet devirleri m â b e d teşkilâtıyla ruhan i l e r sınıfının kuvvetli ve seciyeli oldu­ğu zamanlardır . '^ '

Hülâsa din, m ü c e r r e d b i r iman ve çıplak b i r akide­d e n ibare t değildir; aynı z a m a n d a ahlâk ve ibadettir , d u â ve münâcat t ı r , tâ l im ve tedr is , neş i r ve telkindir. Okuyucumla b u nok ta üze r inde anlaştık ise, din h ü r r i ­yeti b a h s i n e geçebiliriz.

(54) Muhakkak ki, bugün dünyada en kuvvetli mâbed teşkilâtı Katolik kilise-sidir. Ve rubanilenn en yetişkin ve seviyece en yükseği de Katolik ruhanileridir. Katolik kilisesi, merkezi Roma'daki Vatikan ülkesi olmak üzere, ruhani bir dev­let halindedir. Bu devletin başında ve en mutlak bir hükümdar mevkiinde Papa vardır. Papa dini içtihadiarında hata etmez kabul edilir ve iktidara bir nevi seçim ile gelir. Fakat bir defa Vatikan hükümetinin başına geçtikten sonra, Papa'nın ma­nevi nüfuzu ve ruhani kudreti âdeta hudutsuzdur. Azleder, nasbeder, hattâ diya­netten tardeder. Elhasıl Papa, Katolik camiasını teşkil eden İsa ümmetinin kayıd-sız şartsız ruhani reisi ve dini metbudur.

Vatikan hududları dışındaki Katolik dünyası -kİ, başlıca merkez memleket­leri İtalya, Fransa, ispanya ve Portekiz'dir- mahalli kilise ruhanilerinin İdaresi al­tındadır. Bu rubanilenn alt kademelerinde papazlar, dua okuyucular, vaiz ve za-hidler üst kademelerinde de Evekler ve Kardinaller vardır. Bütün bu ruhaniler sa­dakat ve itaat yemini ile Papaya bağlıdırlar. (Bu hususta etraflı malûmat almak is­teyen okuyucularıma şu eseri tavsiye ederim. Les Institutions religieuses, par Marcel Pacaut, Presses Unversitarires, 1951. Paris).

Katolik mabedinin teşkilâtı bundan İbaret değildir. Katolik kilisesi bİr çok ko­lejler, enstitü ve üniversiteleriyle mükemmel bir tâlim ve tedris cihazına ve en modern İlim ve kültür İle bezenmiş din adamlarından mürekkep bir neşir ve tel­kin kadrosuna mâliktir. Bu teşkilât ve personelin hayatı vakaflar ve teberrularla besle­nir ve idare edilir.

Kilise emrindeki bu müesseseler ve bu seçkin kadro İlim, kültür ve seciyece bugün dünyanın en kuvvetli genç zekâlarını yetiştirmektedir. Katolik aleminin, yalnız ilahiy­at, felsefe ve edebiyatta değil, aynı zamanda müsbet İlimler sahasmdaki büyük şöhret­leri ve üstün alimleri de bu zekâlar arasında sivrilip yükselmektedir. İşte okuyucum, Avrupa'da komünizmin yıkamadığı Katolik kalesi böyle kurulmuştur. Faşizmin bükemediği için öpüp başına koyduğu Katolik eli, İdiller ordularının yaramadığı Katolik cephesi budur. *>

Mabet teşkilâtı ve personeli bakımından, büyük dinler arasında, bugün kalanı, esef edelim ki İslâmiyettir. Biz burada bu fakirliğin tarihi ve sosyolojik sebepleri üzerinde uzun uzadıya durmayacağız. Yalnız bize en esaslı görünen iki sebebi kısaca hatırlatmakla iktifa edeceğiz. Bunlardan bin ve bizce en başta geleni, İslâm dünya­sında diyanetin bugün bile devletten yakasını kurtarıp politikaya karşı İstiklâl el­de edememiş olmasıdır. Kanaatimizce, İslâm mabedi politikanın koltuğu altında ve politikacıların hizmetinde kalmakta devam ettikçe daha da çok fakirleşmeğe mahkûmdur. Bu vaziyetten kurtulmak ve böyle bir mahkûmiyete düşmemek içİn İslâm mabedinin tutması lâzım gelen tek yol muhtariyet, hattâ istiklâldir ve bu sayade politikadan ve politikacılardan yakasını kurtarmaktır.

Bugün İslâmın mâbed teşkilâtı ve personeli bahsindeki fakirliğinin diğer esaslı sebebine gelince, bunu bu dinin kendi bünyesinde aramak İcap eder. İslâ­mın diyanet bünyesi Idrıstiyanlıktan mühim bir noktada ayrılmaktadır: Hrıstİyan-lık, ruhanilik ve dini ofis teşkilâtı üzerinde oturduğu halde. Müslümanlıkta ta ru-hanilik ve dini ofis yoktur. İbadet hususunda ehliyetli olan her Müslüman öne ge­çerek İbadete riyaset, eder. Meselâ, cemaatle namaz kılmak için dinen resmî sı­fatı haiz vazifeli bir imamın bulunması şart değildir. Cemaat arasından imamete ehli olan bir Müslüman başa geçer ve imamet İcra eyler. (Cuma namazlarının hu­susiyeti bu mütalâanın dışında kalır).

Şüphesiz ki, bu yokluk İslâmiyet İçin bir üstünlük ve pek büyük bîr meziyet­tir. Bu sayede İslâmiyet en liberal bir din vasfını kazanmış ve mensuplarını. Hrıstiyanlıkta olduğu gibi, zaman zaman yükselip alçalan bir Ruhban sınıfının sultasına tâbi kılmamıştır. Fakat buna mukabil, sorı. bir-ikİ asırlık vukuat göster­miştir ki, mâbed teşkilâtı ve ofis yokluğu İslâm dünyasını diyanet bahsinde bir başı boşluğa sevketmiş ye büyük bir noksan mahzuru doğurmuştur. Kuvvetli bir teşkilât ve seçkin bir kadro yokluğu yüzündendir ki, bugün İslâmiyet, mâruz kal­dığı hücumlara karşı, kendini müdafaa edecek yüksek seviyeli elemandan he­men hemen mahrumdur. Son devirde komünizmin, faşizmin ve nasyonal sossya-lizmin yıkamadığı Hrıstiyanlık kalesine mukabil: Müslüman memleketlerin bazı­larında bir zamandan, beri şiddetle hüküm süren siyasî taassup feveranları karşı­sında, esef edelim ki, İslâmiyet malup olmuşa benziyor, nasıl malup olmasın ki? O bâzı memleketlerde İslâmın yüksek İlmini ve felsefesini hakkiyle bilen kalma­mış ve din namına, ortalığı cehalet ve dalâlet bürümüştür. Bu gidiş devam eder­se, korkarım ki, yarın Müslümanlar, Müslümanlığı Hristiyan âlimlerden öğren­meğe muhtaç olup utanacaklardır.

— II —

DÎN HÜRRİYETİ PRENSİBİNDEN DOĞAN HAKLAR

-Neye hürriyet için sürgüne gittiydin?

Evet Gittim amma, bu değil belclediğim hürriyet

M e h m e d ÂKİF

M a d e m ki, din, îman ve ameldir, m a d e m ki amel de ferdîn gerek hâlikma, gerek nefsine, ge rekse başkalar ı ­na karşı îfasiyle mükellef o lduğu b î r tak ım vazifelerdir; o halde dîn hürriyet i , evvelâ, iman hürr iyet i demektir . Bu da ferdin resmi veya gayrî resmi hiç bir tazyike, te­sir, tehdit ve tedhişe uğramaksızm dilediği ve beğendi­ği bir dinin akidelerine serbestçe inanması ve bunları benimseyerek vicdanına mal edebilmesi demektir. Sa­niyen din hürriyet i ferdîn akidelerini ben imsed iğ i d în­de emredi len vazifeleri, dinin kendi lisaniyle, naslar, örf ve içtihatlarla yerleşmiş usûl ve âdabı dairesinde, res­mî veya sivil hiç bir tazyike, tesir, tehdit ve tedhişe uğ­ramaksızm serbestçe ifa edip yerine getirebilmesi ya­hut, iki kelime ile, amel hürriyeti demektir.

Şu halde ve net ice itibariyle, din hürr iyet i p rens ib in­den ferd için bir tak ım haklar yâni m ü s a a d e ve selâhi-yetler d o ğ a r ki, bun la r evvelâ, i nanma hakkıdır. Sonra

1 0 3

se rbes tçe ibade t ve d u â e tme hakkı, tâl im ve tedr i s , n e ­şir ve telkin faaliyetlerinde b u l u n m a hakkı; n ihayet di­nin emret t iği şekilde ha reke t e tme, ferdi ve içtimaî ah­lâk ile b e z e n m e hakkıdır. Şimdi b u hakları b i re r b i re r gözden geçirelim ve h e r b i r in in h u d u d u n u görel im.

İnanma hakkı: Bu h a k en der in ruh i b i r iht iyacm ifadesi ve vicdanı­

mızın hakkıdır. Böyle o lduğu içindir ki, b u n a "vicdan hür r iye t i " d e denir . Yalnız d in ve vicdan hürr iyet ler ini b i rb i r ine kar ış t ı rmamalıdır . Din hürriyeti , b i r nevi vic­d a n hürriyet idir , fakat v icdan hürr iyet i mut laka din hürr iyet i demek değildir. Başka bir tâb i r ile, v icdan hürr iyet i din hü r r iye t inden d a h a genişt i r ve yalnız dini değil, aynı z a m a n d a h e r h a n g i bir siyasi, iktisadi veya felsefi akide ve kanaa t serbest l iğini de ifade eder. Şu ha lde din hürr iyet i yahu t h e r h a n g i bir dinin akideleri­n e inanıp b a ğ l a n m a hakkı, v icdan hürr iyet in in b i r nevi ve husus î b i r şeklidir.

İlk vehlede , ferdin v icdan evinde o tu ran iman, hiç b i r suret le ve hiç bİr kuvvet t a r a fmdan baskıya vurula-m a z zannedilir . Çünkü iman vicdan evinden çıkıp da fi­il ve ha reke t ha l ine ge lmedikçe var mıdır, yok m u d u r bil inemez. M e y d a n a vuru lmadıkça , k imsenin vicdanını yoklayıp nasıl b i r i nanç beslediğini keşfe imkân ve va­sıta yoktur. Binâenaleyh ferd için inanma hakk ından ve v icdan hür r iye t inden b a h s e t m e , âde ta damar la r ımız-daki kanın şe rbe tçe dolaşmasın ı t emenn i e tme kabilin­den b i r manasızl ık olur gibi görünür . Bununla be raber , dikkat ede r ve t a r i h e göz gezdirirsek, en çok i n a n m a hakkına h ü c u m edildiğini ve zaman zaman dinî, ilmî feslefî h e r çeşit inanc ın baskı altına alındığını gö rü rüz . Vaktiyle eski R o m a ' d a Hırist iyaniara yapı lan işkence­ler, or ta zaman la rda bâtıl deni len akide sahip ler ine kar-

şı Garp ta ve Şarkta reva görülen muamele ler , Avru­p a ' d a asır larca d e v a m edip yüz binlerce i n s a n canı ya­kan engizisyonlar ve Pro tes tan la ra çektiri len ezalar, ha ­kikatte, h e p akideye ve v icdan evine tecavüz teşkU et­miştir.

Bu tecavüzler zamanımızda b a m b a ş k a b i r şekil al­mıştır. B u g ü n insanlar ı akideler inden ve dini inançla­r ından dolayı n e m a h k e m e y e veriyor, ne d e d a r a ğ a c m a çekiyorlar. Bugün insanlar ın içlerindeki i m a n ve akide­yi ifsad edip korku tmak suretiyle iftia ediyorlar . Eski devirlerin kaba işkence usulü yer ine zamanımızda , di­yo rum, gayet ince, sessiz ve şamatas ız b i r usul ta tbik edilmekte, insanlar ın v icdan gözü patlatıl ıp akıtılmak­tadır. Rivayete g ö r e b u usulün ilk ve ip t idaî ö rneğ in i Rus Çarlar ı vermiştir .

Rusya 'n ın Çarlık devr inde , Galiçya ve Li tuanya ülke­s inde o tu ran İslâv ı rk ından "Ru thenes" deni len b i r halk vardı . Çar lar bu halkın milli mezhepler in i s ö n d ü r ü p bunlar ı Or todoks mezheb ine sokmaya k a r a r vermişler . Bunun için, zu lmün klâsik tedbir i , Rüten kiliselerini ka­p a t m a k ve rahipler ini s ü r ü p halkı Rus Or todoks kilise­sine geçmeye zorlamaktı . Çar böyle yapmamış t ı r . Böy­le yapsaydı , dünyada , baskı yoluna gi tmiş ve din h ü r r i ­yet ine aykırı ha reke t e tmiş olmakla i t h a m olunurdu . Çar Rüten-kiliselerinin kapılarını açık b ı rakmış ve ra ­hipler in Rüten âyinlerini s e rbes t çe yapma la r ına m ü s a ­ade etmiştir. Hat tâ Rütenlerin mektep ve manas t ı r l a r ı ­nı bile kapatmamışt ı r . Çar şu kadarcık b i r m ü d a h e l e d e b u l u n m u ş t u r : Rüten kiliseleriyle m e k t e p ve m a n a s ­t ı r lar ını h ü k ü m e t kont ro lü altına almış ve b u m e k t e p ve m a n a s t ı r l a r d a de r s oku tup ibade t e d e n g e n ç r a h i p ­leri yet iş t i recek olan hocalar ı , Rüten m e z h e b i n i n gizli d ü ş m a n l a r ı n d a n olmak üzere , kendis i t ây in etmiştir . Bu m ü d a h a l e kâfi gelmiş , kısa b i r z a m a n d a Rüten le r in milli din ve mezheple r i sessiz ve soluksuz çöküve rmiş -

— D İ N v e L Â İ K L İ K —

Xi^(5sı Gayet tabii : i ıükûmet eiinin ve g ö z ü n ü n girdiği m â b e d d e iman ve akide ç ü r ü r ve çöker.

Sovyet hükümet i , vaktiyle Ç a r ' m Rütenlere ta tbik et­t iği b u şeytani t edb i r i b u g ü n Rusya 'daki M ü s l ü m a n ve Hıristiyan b ü t ü n halka ta tbik etmektedir . Bize gelince, s o n otuz senelik dev re içinde, b izde bu mevzuda tu tu­lan yol ve ta tb ik edilen usul hakkında kanaa t b e y a n e d e m e m . Çünkü b u husus ta h ü r değilim. O k u y u c u m u n ben i m a z u r g ö r m e s i n i v e olup b i ten ler üze r inde bizzat kendisinin d ü ş ü n m e s i n i r ica eder im.

İbadet ve dua hakkı: -İnsanın suya ve oksijene olan iîitiyaa gibi

Allah'a ihtiyacı vardır.

Alexis CARREL'^'

Ferdin beğend iğ i h e r h a n g i dinî bir akideyi se rbes t ­çe b e n i m s e m e y e hakkı o lduğu gibi, beğen ip b e n i m s e ­diği d ince kabul edilmiş usûl ve â d â b üzere, se rbes tçe ibade t v e d u â e tmeye de öylece hakkı vardır . Ç ü n k ü ferdin b u n a ihtiyacı vardır . İman gibi ibadet , dua ve m ü n â c â t da insan r u h u n u n der in b i r t emayülü ve insan yaradı l ışmın b i r ihtiyacıdır.

İbade t r u h u n Allah 'a d o ğ r u yükselmesidir . İnsan için ibadet , husus iy le b u n a l m a zamanlar ında , en büyük b i r teselli, ruhî is t i rahat , huzur ve kuvvet kaynağıdır . İbade t ten maksa t , Allah'ı anmak ve kendini o n u n huzu­r u n d a gö re r ek bu sayede hayvanî heves ve ihtirasın şiddetini kırmak, insan la ra merhame t , şefkat ve sevgi

(55) Bakınız: Jules Simon, Liberie civile, sah. 325.

(56) Voyage da Lourdes, Paris, (Yağmur Yayınlan / DUA)

hisleriyle b a k m a k ve bağ lanmak , v ü c u d u ve r u h u daimî bir temizlik iç inde tutmaktır . Buna he rkes in ihtiyacı vardır. İnsan zengin, fakir, kuvvetli, zayıf n e vaziyette bu lunursa bu lunsun , mânevi b i r d e s t e ğ e ve b i r enerji ihtiyatına da ima muhtaçt ı r . Bunu he rkes kendi hayat ın­da ve kendisiyle b a ş b a ş a kaldığı z a m a n d u y a r ve t ec rü­beleriyle bilir. Hiç b i r eğ lencenin bizi eğ lendi remediğ i zamanlar ımız, hiç b i r devan ın d ind i remediğ i acılarımız oluyor. Hiç düşmeyeceğ in i sananlar , g ü n ü n b i r inde dü­şüyor, m u h t a ç o lmayacağını sananlar , g ü n ü n b i r inde zarure t İçinde kıvranıyor. Hastalık ve sağhk gibi, haz ve keder de insan içindir. Öyle m e y u s ve kederli anlarımız oluyor ki, bu ân la rda en yakınlarımızı bile kendimizden uzak h issediyor ve bunal ıyoruz. İşte o zaman , fakat ma­alesef çok kere o zaman , maneviya t ihtiyacı duyuyoruz . Bunu, esef ki, en çok o z a m a n duyuyoruz . Din ve m a n e ­viyat, tıpkı sağlıkta kadr i b i l inmeyen s ıhha t gibidir.

İtalyan fikir ve devlet adamı F r a n c e s c o Nitti 'nin de ­diği gibi.'^" Allah'a iman, nasıl b i r şekilde tecelli e d e r s e etsin ve nasıl bir din formasına b ü r ü n ü r s e h ü r ü n s ü n , hiç bir ilmi ve felsefi doktr inin ta tmin edemeyeceğ i bir ruh ve bir insan içi ihtiyacına cevap vermektedi r . Bu ih­tiyacı bazı kimseler, içlerini bilgi n u r u ile aydınlat ıp bu sayede t a tmin edebi l i r lerse de , i n san l a rm çoğu , m u h ­taç oldukları iç h u z u r u n u ve r u h sekinetini da ima din­de ve maneviya t s ı r r ında arayacaklardır . Şuna inanma­lıdır ki, ruh la r ında iman e tme istidadı taş ıyan insanlar için, Allah'a imanın yerini hiç bir şey do lduramaz . Ve b i r iç disiplini olarak, dinin kudre t ve me tane t ine hiç bir siyasi veya içtimaî dokt r in yet işemez. Fakat dinin b u disiplin kudre t i ve insanda iç huzuru ve sekineti ya­r a t m a sırrı ibadet te gizlidir. F e r d bu sırr ın derinliğine ancak ibadet ile nüfuz edebilir.

(57) Bakınız: La democratle. Cilt II. Sah. 284, 1938. Paris-Alcan.

Elhasıl ibadet , ferdi halikına yaklaş t ı rmak suretiyle o n d a zengin b i r manev iya t kuvveti ya ra t ı r ve insanda­ki "mukaddesa t " d u y g u s u n u (sens du sacre) inkişaf et­tirir. İnsan ibade t ve d u â ile Allah'a yükselir. Fe rd kuv­vet ve b u d u y g u sayes inde hayat ın b inb i r güç lüğüne karşı kend inde kolayca m u k a v e m e t imkânı bulur. Dik­kat edersek, manev iya t kuvvet inden m a h r u m olanlar, b u n a l m a an la r ında selâmeti ya kendilerini sefahetle avutmakta , veya kilimin d ö r t u c u n u bı rakıp serseri l iğe v u r m a k t a yahu t da in t ihar e tmekte arar . İyi gün le r inde maneviya t ı hiçe sayanla rd ı r ki, uğradıklar ı bir felâket karş ıs ında k e d e r d e n has ta olup ölürler. Hakiki d indar ­la rdan n e sefih ve serser i olanı gö rü lmüş , n e de keder ­ler inden has t a olup in t ihara kalkışanı işitilmiştir. Çün­kü d indar ın naza r ında , fani bir dünyan ın çok kısa bir hayat ı ve çabuk geçici zevki, k e d e r d e n k ıv ranmaya değmez . Bu haya t t a gülenin de, ağlayanın da nihayet g ideceği ye r birdir, ebediye t evidir. Ve o r a d a az yaşa­yan ile çok yaşayan , az gülen ile çok ağ layan h e p mü­savidir.

Bunun içindir ki bir memleke t te maneviya t bağlar ı çözüldüğü z a m a n sefahet ve he r çeşit c inayet alıp yü­rür ; in t ihar lar çoğal ı r ve insanlar b i rbi r in in k u d u r m u ş ku rdu olur; k imsenin kimseye inanı ve güveni kalmaz; kardeş le r b i rb i r ine göz koyar; a n a l a r oğul lar ına âşık olur; evlât ana babalar ın ı , ta lebe hocalar ını v u r u p öldü­rür. En yüce mevki lere yükselmiş devlet ada |n lar ı elle­rini en âdi ve i ğ r enç işlere sokup bulaştır ır .

Fakat gar ibi ş u d u r ki, b ü t ü n b u sefalet ve redaet le-r in hakiki sebepler i a r anmaz . Herkes birbir ini ayıplar ve i tham eder, fakat asıl ayıbın n e r e d e n neş ' e t ettiği üzer inde duru lmaz . Emin olunuz okuyucum, hakiki se­b e p r u h boş luğudur ; asıl ayıp manev iya t ve mes 'ul iyet duygusu yokluğudur .

Kabul ede r im ki, b i r cemiyette yüksek maneviyat ın ve mes 'ul iyet d u y g u s u n u n kaynağı s a d e din ve ibade t değildir. Üs tün ilim, felsefe ve san ' a t sahibi insan la r da maneviyat ın yüksek derece ler ine ulaşabilirler. Fakat , yukarda da söylediğim gibi, din maneviya t ın ın ve kud-siyet d u y g u s u n u n (=îe sens du sacre) yerini tu tacak, o kuvvet ve me tane t t e , insan için, b i r haya t desteği , ha t ­t â b i r haya t r ehber i bu lunamamış t ı r . Dünya varola l ıdan be r i d in ile ahlâk, kudsiyat d u y g u s u n u n b i r e r nevi zu­h u r u hal inde, da ima b i rb i r ine bağl ı kalmıştır. Sok-ra t ' t an ber i filozoflar, d inden ayrı ve müstaki l b i r ahlâk sistemi a ramış , fakat bulamamışt ı r . Bulamaz, çünkü din ve ahlâk i n sanda ayni bir manevi o luşun t e z a h ü r ü ve ayni b i r kudsiyat d u y g u s u n u n ifadesidir. B u n u n içindir ki, t a r ihe dikkat edersek, kudsiyyat d u y g u s u d u m u r a u ğ r a y a n ve maneviya t kültürü zayıflayan cemiyet lerde, ferdi ve içtimaî şekliyle bü tün ahlâk da düşmek te ve b u sebeple b u cemiyetler, iç inden çürüyerek n ihaye t yük­sek ahlâklı v e d inç cemiyetlerin b o y u n d u r u ğ u altına girmektedir .

Ümid edelim ki, ileride c ihanşümul b i r insanlık ide­aline bağlı yeni b i r ahlâk kurulacak ve cemiyetler m u h ­taç oldukları mânevi enerjiyi bu ahlâkda bulacaklardır . Bu m ü m k ü n d ü r . Fakat , iyi d ü ş ü n ü l ü r s e din ile insanlık ideali birbir ini nefyetmez; bilâkis, din ferdi insanlığa gö tü rü r ve cemiyeti yar ının yüksek meziyetli insanlığı­na b u g ü n d e n hazırlar. Kanaat ımca, büyük dinlerin, hu­susiyle İslâmiyetin ferdi ve içtimaî ahlâkıyatı insanlık ahlâktyat ınm aynıdır. Başka b i r deyişle, d in halka inmiş ve kitleye mal o lmuş insanlıktır. Böyle o lduğu içindir ki, dine ve maneviyata d ü ş m a n olanlar, dikkat ederseniz , insanlığa da düşmandı r la r .

G ü n ü n mak ine medeniyet i ve fabrika gürü l tüsü için­de şaşkına d ö n e n m o d e r n insan, b u hakikati unutarak , zekâya d u y g u d a n d a h a üs tün bir kıymet vermekle; bü­tün kuvvetini fikrî faaliyetlere yönelt ip b u n a mukabil ,

hissî faaliyetlerini ihmâl e tmekle hayat ı ve saadet i için, ne büyük b i r ha taya d ü ş t ü ğ ü n ü n farkında değildir. Ha­yat ta muvaifak ve mes ' u t o lmak için zekânın terbiyesi k a d a r ve belki daha çok his ler in terbiyesi mühimdir . B u g ü n ü n m e k t e p ve maari f in in te rb iye s i s teminde ah­lâk, estetik ve kudsiyat duygula r ın ın inkişafına lâyık olan ehemmiye t in ver i lmemesi tamir i ve telâfisi güç b i r hatâdır . Unutu lmamal ıd ı r ki, insan ın değer i , yüklendiği bilgi h a m u l e s i n d e n ziyade, şahs iye t ve seciyesindedir . Şahs iye t ve seciye ise, iyi t e rb iye g ö r m ü ş hislerin mey­vesi dir.

Şahs iye t ve seciye y a p a n his ler a ra s ında din duygu­su ve Allah şuu ru baş ta gelir. Bu d u y g u ve şuur ise en m ü k e m m e l ifadesini " ibade f ' t e bulur. İbadet b i r tak ım hareket ler , okumala r ve ya lvarmalard ı r . Bazan da eşya ve kâinat ın izafi var l ığ ından sıyrılıp ebedi ve mut lak var l ığa d o ğ r u yükselen levhayı de r in b i r hayranlık sü­kûtu iç inde temaşadır. '^^ Hareke t ve t e m a ş a şeklini alan ibadet , gayes i itibariyle r u h u n levsiyyattan temizlenip yükselmesi ve şuu run Allah hakikati içinde er imesi de ­mektir .

İbade t ve daha şümullü b i r tabi r le din, maneviya t â lemine aittir. Bu âlem ise ilmin ve teknolojinin dış ında kalır. Ç ü n k ü teknolojinin sahas ı madded i r . İlmin sahas ı ise, m ü ş a h e d e altına al ınabilen muh i t ve hâdiselerdir . Din d u y g u s u , tıpkı aşk ve güzellik duygusu gibidir, ki­t a p t a n al ınmaz. İnsan, iman sahibi olmak için âlim ol­mak lâzım gelmez. İnsanlar ın en bas i t ve cahili bile, gü­lün y a p r a k l a r ı n d a n nefis gül, k o k u s u n u duyduğu gibi, eşya ve ecsamın b inbi r e s r a r ı n d a n da Allah'ı duyar. El­ver i r ki d u y m a k istesin.

Bu bah i s t e şurası muhakkak t ı r ki, b u g ü n e kadar, Al­lah ş u u r u n u n ulviyetine yükselebi len b i r duygu ve ş u u r

(58) İslâmdaki bazı tankatler, meselâ Nakşibendi tarikati, tefekkür ve temaşa şeklinde ibadet etmektedir.

n o

mevcu t olmamıştır . Ve b i r memleke t için felâketlerin en b ü y ü ğ ü Allah ş u u r u n u kaybetmektir . Bu şuu ru "kaybe­den bir millet her nevi idealden de mahrum kalır. İde­alden^ mahrum bir millet ise, hayat yolunda istikameti­ni kaybeder ve nereye gideceğini bilmeyen bir şaşkına döner/"^^' Gayet tabiî; İ d e a l gerek ferd, ge rek millet için, haya t yo lunun karanhklar ı içinde n u r saç ıp etrafi aydınla tan bir ışıktır. İdea lden m a h r u m ve maneviya t ı ç ü r ü m ü ş b i r cemiyette cinayetler in ö n ü n e ha lk tan si lâh toplamakla , int iharlar ın ö n ü n e bunlar ın neşr in i yasak­lamakla geçmeye çahşmak boş tur . Böyle bir cemiyet te cinayetleri ceza kanunlar iyle önlemeye çahşmak, has t a -hğı zehirle tedaviye kalkışmaktır. Çünkü böyle b i r cemi­yette yerine servet ve bilgi ile, ne tehdit ve tedhişle doldu­ru lamayan bir boşluk vardır: Maneviyat boşluğu.'""^

Hülâsa edelim: İbade t serbest l iği din hürr iye t in in çeşitli cephe le r inden bi r id i r ve ferd için m u k a d d e s b i r haktır . Buna el uzatmak ve ferdîn en tabii b i r hakkı olan ibade t serbestl iğini h ı rpa lamak, din hür r iye t ine ve vic­d a n se lâmet ine alçakça tecavüz etmektir. Gönüldeki iman gibi mâbeddek i ibadet , duâ ve m ü n â c â t da b i r ka­n u n ve k a r a r mevzuu değildir ve olamaz. Kanun vâzu ve h ü k ü m e t j a n d a r m a s ı m â b e d içinde h ü k m e d e m e z .

(59) Filozof ve devlet adamı Edgar Quinet Buguit'den naklen, Traite de Dro­it constitutionel, cilt V, sah. 402. 5'inci baskı.

Bu mevzuda meşhur Amerikan devlet^adamı ve Birleşik Amerika Devletleri­nin kurucusu Washington'un Amerika milletine yaptığı veda nasihatları arasında­ki şu nefis nasihati hatırlatmakta fayda vardır. "Bir milleti siyasî huzur ve saade­te götüren imkân ve desteklerin başında din ve ahlâk gelir. Ahlâksız bir halk hükümetinin yaşamasına imkân yoktur. Dinsizde ahlâkın mevcut olmasına im­kân yoktur." Bakınız: Lesfondemeuts do la religion, par. ). V. ünden, Payot, Pa­ris, i 957, sail. 237.

{60) Din ve maneviyat üzerindeki bu mülâhazalarından okuyucunun beni faydacılığa kaymak ve dİnİ sırf kederli ve üzüntülü anlarımızda bir teselli kapısı görmekle itlıam etmemesini rica ederim. Nazarımda din ne sefihler seyrangâhı-dır, ne de sefiller ve miskinler tekkesi. O bir ilâhî yoldur. O yolda yürümek İnsan İçin bir vazifedir. Dindar sadece vazifesini bilen ve yapan bir insandır. Yalnız, din yolunda yürümenin ferd ve cemiyet için bir çok da faydaları ve selâmet sağlayan panzehirleri var kİ, ben buradaki mülâİıazalarımla sırf bunlara İşaret etmek İste­dim.

Zira k a n u n u n gayesi ve hüküme t in varİ iğmm hikmeti kötülükleri ön lemek ve ahlâk dışı hareket lere m e y d a n vermemekt i r . İman ve ibade t ise b i re r kötülük değildir; bilâkis, kö tü lüğe mân i olan ve ferdi iyilik ve adalet duy­gula r ına bağlayıp yücel ten b i r e r ilâhî kuvvettir.'^''

Talim ve tedris, neşir ve telkin hakkı: - Kafaları bilgi nuru ile aydınlatınız, tâ ki

onları kesme ihtiyacı duymayasınız.

Victor HUGO

İ m a n sahibi in san la rm inandıkları Allah'a karşı vazi­fe ler inden biri de , m e n s u p oldukları dinin akide ve er­kânını başka la r ına öğre tmek , okutmak, yaymak ve tel­kin e tmek ve b u sayede onlar ı cehalet in pençes inden ku r t a r ıp kazanmaktır . Bü tün d in lerde ve bilhassa İslâ-miye t te "neşr-i d in" ve "i'lâ-yı kelimetullah" tabirleriyle ifade o lunan vazife, Allah ind inde en makbul ameller­dendi r . İslâmiyetin "i'lâ-yı kelimetullah" ideali ve husu­siyle b u idealin İslâm-Türk t a r ih inde oynadığı rol üze­r i n d e d u r m a y a bu e tüdün çerçevesi müsai t değildir.

(61) Bu bahiste ve sırası gelmişken biraz da ibadet dili üzerinde durmak istenm. Dinlenn kendilerine mahsus ve bünyelennin mantığına uygun akideleri ve ibadet usulleri olduğu gibi birer de İbadet ve dua dili vardır. Bu dİl o dine mahsus olarak ve o dinin nasları ile ve asıdar içindeki teamülleriyle yerleşip kökleşmiştir. Meselâ Hnstiyanlıkta Katolik kilisesinin ibadet dili, Lâtincedir. Müslümanlığın ibadet dili de Arapçadır. Çünkü İslâmın mukaddes kitabı Kur'an Arapçadır. Müslüman ferdin iba­det hakkı, İbadeti İslâm dinince yerleşmiş olan usul, âdab ve lisan ile yâni Kur'an diliyle yapabilmesini İcap eder. İslâm dinine malısus ibadetlenn usûl. âdab ve lisa­nı üzennde herhangi bir düşünce ile oynamak ve bunlan gelişi güzel değiştirmeğe kalkışmak ve meselâ "ezan"ı asırlardan ben dünyanın dört köşesinde günde beş de­fa okunduğu dilden başka bir lisanla okutmağa zorlamak, yalnız diyanete değil, ay­nı zamanda Müslüman vatandaşın ibadet ve dua hakkına zalimce tecavüzdür.

Tekrar edelim ki. İslâmın ibadet dili Kur'an'dır. Kur'an ise kelimesi ve lâfzı ile, ruhu ve mânası ile Kur'an'dır. Tercüme Kur'an, Kur'an değildir ve tercüme Kur'an İle yapılan ibadet İslâmi ibadet değildir. Esasen Kur'an'ı başka bir dile çevirmek hem imkânsızdır, hem de mânâsız ve faydasızdır. Çünkü bu ilâhi kitap, en sembolik bir müzikten ve cn link bir şiirden daha ince bİr zevk, bİr mâna ve işaret taşımakta *,

ve hiç bir Usanın ifade edemiyeceği kadar geniş ve zengin bir muhteva kucaklamak­tadır. Düşünülsün ki, insan meramını ya "nazım" veya "nesir" şeklinde ifade eder. İnsan için. Usan ile, üçüncü bir İfade vasıtası yoktur. Kur'an ise, ne "nazım"dır; ne de ''nesir"dir. Bu İlâhi kitabın dili ve ifade şekli, insanlara mahsus olan dillerin ve İfade şekillerinin hiç biri değildir. Bunun içindir ki, Kur'an'ın en kısa bir suresi bile en namlı şairler tarafından taklid edilememiş ve benzen ortaya konulamamıştır. Yi­ne bunun içindir kİ, Âhir zaman Peygamberinin en büyük mu'cizesi Kur'an-ı Kerim olmuştur. Alelade bir şiirin bile yazıldığı dilden başka bir dile çevrilemediği herkes­çe bilinen bir hakikat İken, Kur'an gibi bir eserin bütün incelikleri ve ilâhi İşaret ve aelâletleriyle bir dile tercümesi, elbet te imkansızdır. Hattâ yalnız imkânsız değil, hem de mânâsız ve faydasızdır. Çünkü Kur'an ne bİr mektep kitabı,, ne de bir laho-raluvar rehberidir. O bİr nevi nağmesi İle cana hitap eden ilâhi bir eserdir. Böyle bİr eserin faydasını lafzında ve tercümesinde değil, beşer âleminin her asır ve devirde­ki vüs'atine ve İnkişafına göre, yapılacak tefsirinde aramalıdır. Hülâsa Kur'an, Kur'an olarak tercüme edilemez ve Kur'an'ın tercümesi Kur'an olamaz.

Kabul etmelidir kİ dİn, insanlan idare eden ve kuvvet ve müesseseler arasında, en çok maziye ve maziden gelen teamüllere dayanan ve esaslarında tamamiyle mu­hafazakâr olan bir kuvvet ve müessesedir. Fakat bu keyfiyet din İçİn bİr noksan de­ğil, bilâkis bir meziyettir. Her ân değişen insan arzu ve fantezileri yanında dinin ma­nevî ve içtimaî kıymeti muhafazakârlığında ve bu sayede hayata huzur ve istikrar vermesindedir. İlim ve felsefe daima terakki eder, değişir ve yenileşir. Din ise esas-lannda sâbİttİr, değişmez. Dinin ilim ve felsefeden farklı olduğunoktalardan bİrİ de budur.

Bununla dinde hiç bir değişiklik ve yenilik yapılmaz demek istemiyorum. Müs­lümanlığın amel ahkâmında, içtihaden yenilik yapmak dalma mümkündün Hattâ lâzımdır. Ancak esaslı akidelerde ve nassın sarahati karşısında İçtihad cereyan et­mez. İçtihadın mümkün olduğu yerlerde de, bunun ilmi, ehliyeti ve dini salâbeti âmmece sabit olmuş otoriteler tarafından ve dinde yerleşmiş içtihad kaidelerine uygun olarak yapılması şarttır. Bunun aksine, her rastgelenin, hususiyle politika adamlarının, din meS'elelerine karışmaları, bilmedikleri ve İnanmadıktan bu işle­re el sürmeleri manasızlık, hattâ küstahlıktır.

Din ve Lâiklik / F. 8 1 1 3

Yalnız şu kada r diyelim ki, b i r ucu Hind 'e ve Çin 'e , b i r ucu Avusturya ve İspanya 'ya uzanan İslâm-Türk d ü n ­yasının b u geniş lemesini sırf askeri ü s tün lüğe ve iktisa­di b i r gayeye b a ğ l a m a k tar ihi yanhş anlamaktır . Bu ge ­n iş lemede ve b u hayre t verici muvaffakiyetlerde "neşr-i d in" idealinin birinci de recede ro l oynadığı m u h a k ­kaktır.

Bir d indar için, hususiyle b i r din adamı ve âlimi için, m e n s u p olduğu dinin akide ve erkânını oku tup öğre t ­mek h e m bi r vazife, h e m de b i r haktır. Bir vazifedir, çünkü, yukar ıda dediğimiz gibi, b u b i r nevi ibade t ve Allah indinde makbul b i r ameldir . Bugün Afrika 'nın kızgın çöllerinde, Tibet ' in göklere uzanmış karh dağ la ­r ında dolaşıp ö m ü r çürü ten Hris t iyan misyoner ler i , b u

fedakârlıklarıyla en sevaplı b i r ibadet i eda ve en hayır­lı bir vazife ifa ett iklerine kanidirler .

İ s lam'da "Cihad"ın farz o lduğu malûmdur . Cihad-dan maksat , Din-i İslâmı yaymak ve "İ'lâ-yı kelimetul­lah" vazifesini ifa etmektir . Bu ise, İslâmı iyi anla t ım ve kalem ile m ü m k ü n d ü r . İslâm dinini yaymak için cephe ­lerde h a r p eden b i r M ü s l ü m a n eri ile, şehi r ve köylerde sözleri ve yazı lan ile aynı m a k s a t u ğ r u n d a h izmet eden ilim ve kalem sahibi aynı d e r e c e d e "mücahit t ir ." Her ikisi d e aynı b i r "c ihad" vazifesini yer ine get i rmektedir .

Dini okutup öğretmek bir haktır: Dini ö ğ r e t m e ve okutma faaliyeti, d inda r için yalnız

dini b i r vazife değil , h e m d e b i r haktır. Çünkü b u b i r in­sani ihtiyaçtır. Dindar , kendi kanaat ince , hakikate er­miş b i r insandır . Hakikati bu lan ve onun emsalsiz zev­kini t a d a n kimse başka la r ına da t a t t ı rma ihtiyacını du­yar. Şu ha lde dinin akidelerini ve e rkânım okutup ö ğ r e ­t e n din adamı ve âlimi yalnız b i r vazife ifa etmiyor, ay­nı z a m a n d a , insanl ığının b i r imtiyazı ha l inde s ah ip ol­d u ğ u b i r hakkı kullanıyor. Aşikâr ki, din hürriyet i p r e n ­sibi okuyup oku tma ve ö ğ r e n i p ö ğ r e t m e hakkını, gaye t t ab i olarak, istilzam eder. Çünkü din, tıpkı i l imde ve sa­na t t a o lduğu gibi, okumak ve okutmakla beka bu lu r ve in t i şa r eder. Binâenaleyh cemiyet te bu hakkın istimali­n e imkân v e r m e m e k veya talim ve tedr i s faaliyetini, t ehd i t ve tedhiş yoluyla, baskıya v u r m a k hakikat te din hürr iye t in i o r t adan ka ld ı rmak ve dinin esasına kasde t -mektir ; iman ve akideyi k ö k ü n d e n kuru tup b u n u n yeri­n e dini cehalet ve dalâlet t ohumla r ı ekmektir.

Dikkat edersek, tâl im ve t edr i s deyince, b u n d a n ev­velâ akla dinin e l eman te r mes ' e l e ve bahis ler ini okutup ö ğ r e t m e k gelir. Bunlar bi l inmesi d inen zarur î olan ilk

ve ezber bilgileridir. İlk mekteplerdeki d in ders ler i , ev­lerde d i n d a r aile büyükler in in çocuklar ına verdikleri din terbiyesi ve n ihaye t bizdeki İmam-Hat ip mektep le ­ri ve Kur 'an kurs lar ı b u kabildendir .

Fakat d inde , hususiyle İslâmiyette tal im ve t edr i s b u n d a n ibare t değildir. İslâmiyet ' in tefsir, had i s ve bü ­t ü n füruu ve usuliyle, fıkıh gibi yüksek ilimlerini; kelâ-miyat gibi yüksek felsefesini oku tup ö ğ r e t m e k tâl im ve tedr i s hakkının ve din hürr iyet inin en m ü h i m cephesi ­ni teşkil eder. Çünkü din yolu, b u ilimlerin ve b u yüksek tefekkür n u r u n u n ışığiyle aydınlanır. Din yüksek ilim ve kültür sahibi in san la rm omuzlar ında yükselir. Bir dini b u tür lü insan la rdan m a h r u m etmek, onu cehale te ve hurafelere g ö m ü l m e y e m a h k û m etmektir . B u n u n için­dir ki, b u g ü n dinin yüksek ilim ve kelâmiyat ımn oku­n u p öğreni lmediği memleke t le rde ortalığı, din kisvesi­n e b ü r ü n m ü ş , hura fe ve habaset ler , en ger i ve gü lünç şekle dökülen akide ve tar ikat ler kaplamıştır . Gayet ta ­bii; kötülüğün ve cehlin h imaye g ö r d ü ğ ü ye rden iyilik ve ilim kaçar. Fakat insan b u hali gördükçe , tazyik altın­da ve cehaletin karanl ığı içinde kalan din ve maneviya t ihtiyacının n e ga r ip şekiller alabileceğini ve n e akla ve hayâle s ığmaz yollara dökülebileceğini d a h a iyi anlıyor. Halbuki tazyik ve tedhiş yo luna sapan la r bilseler ki, din in san için, ekmeğe ve suya olan ihtiyaç gibi, tabu b i r ih­tiyaçtır. Tabii iht iyaçlar insan iç inden kazınıp kopar ı la-maz; bun la r t a tmin edilmek ister. Din ihtiyacını t a tmin e tmenin akla en u y g u n yolu, tazyik ve tehdi t ile b u ihti­yacın akışına sed çekmek değildir; b u n u kanalize edip salim mecras ına koymaktır . Bunun için ise yapılacak iş, dinin, yalnız e l emante r ve ezber bilgilerini değil , tefek­kür ve m u h a k e m e y e h i tap eden yüksek ilimlerini ve ke-lâmiyatını da oku tup öğ re tmeye imkân vermektir .

Çünkü din ilmi yalnız İ m a m ve Hat ip bilgisi değildir. Nitekim t ıp ilmi de yalnız hastabakıcı ve sağlık m e m u ­ru bilgisinden ibare t değüdir . Farzediniz ki, g ü n ü n bi-

r i n d e Türk iye 'de h ü k ü m e t emriyle t ıp fakülteleri kapa­tılmış ve t ıp tahsil ve tedr is i yasak edilerek t ıp hoca lar ı t ehd i t ve t edh i şe m â r u z bırakılmış olsun. Aşikâr ki, böyle b i r t edb i r üe t ıp i lmine ve t ıp hocas ına olan ihti­yaç o r t a d a n kalkmış olmaz. Bilâkis, iht iyaç devam eder, fakat d iğer ta raf tan şar la tanl ığa ve sah te tabibl iğe m e y d a n açılmış ve has t a l a r ı zd ı rap la rmm pençes ine t e rked i lmi ş olur. F a k a t b u g ü n böy le b i r h a r e k e t hükümet le r in en se r semin in bile akhndan geçmez ve cemiyet in t ıp i lmine ve h o c a s ı n a olan ihtiyacı söz g ö ­t ü r m e z hakikat ler s ı r a s ında görü lü rken şaş ıyo rum ki, cemiyet in d a h a az m ü h i m o lmayan diğer b i r ihtiyacı, yani d in i lmine ve hocas ına olan ihtiyacı âde ta inkâr edi lmekte ve yüksek din ilimlerine ve dinî tefekkür ha ­ya t ına lâyık o lduğu kıymet ver i lmemektedir . Fakat , emin o lmahdı r ki, cemiyet in din ilmine ve yüksek din hocas ına olan ihtiyacı t ıp i lmine ve hocas ına olan ihti­y a c ı n d a n d a h a az m ü h i m ve m ü b r e m değildir. Tıp, in­s a n l a r m fîzik ız t ı raplar ım ve beden i hastalıklarını t eda ­vi e d e n b i r ilim ve s a n a t ise, din de mânevi acılarını d ind i r en ve ruh î ha s t ahk l ann ı tedavi edip i n sanda iç t e ­mizliği y a r a t a n b i r haya t kaynağıdır . Bunun içindir ki, İ s l âmda din ilmi t ıp i lminden h e m e n s o n r a gelir ve fa­kat h e r ikisi elele ver ip b e r a b e r gider. Gayet tabii ; İnsan s adece ada le ve iskelet değildir, aynı z a m a n d a can ve vicdandır . Tıp insanın ada l e ve iskeletinin, d in ise içinin derinlikleriyle v icdanının ızt ı raplar ım g ide rmeye çah-ş a n iki ka rdeş disiplindir.

Çorak bir materya l izm çıkmazına sap lanmış g ö r ü ­n e n b u g ü n ü n bazı memleket le r i b u hakikati unu tmak la b i r şey kazanmamış , aksine, çok şey kaybetmişt ir . Son sene le rde , t ıp ilminin hay re t verici terakkiler ine r a ğ ­men , kalp ve kanse r gibi h a s t a h k l a n n korkunç b i r şekil a lmasını , fizyolojik me tabo l i zma bozuk luğundan ziya­de, mânev i disiplin b o z u k l u ğ u n a bağ lamak d a h a yer in­de olur. Şeker, kalp ve k a n s e r gibi hastalıkların s o n de-

virde dünyada ve b i lhassa bizde k o r k u n ç b i r şekilde artt ığı bilinen hakikat lerdendir . Dedeler imizde nad i r en görü len b u hastalıklar, mütehass ı s la r ın söylediklerine göre ; üzüntü, sinir gerginliği , haya t kaygısı, korku ve kede r gibi r u h sıkıntılarıyla yakından alâkalıdır. Aldığı b i r acı h a b e r üzer ine , b i rkaç g ü n iç inde saçı sakah ağa -ran , şeker veya kalp hastal ığına tutulanlar ı , h e m e n h e r g ü n işitip görmekteyiz . Dövünmeyel im, kendi kusuru -muzdur : Küçümsediğimiz ve senelerce inkâr ettiğimiz hakikatler, b u g ü n b izden int ikam alıyor. S o n o tuzbeş senelik devirde, Rusya 'dan başka d a h a bazı memleke t ­lerde, dini inançlara ve müessese le re karş ı girişilen mücadeleler i , din adamla r ına çektirilen ezayı ve reva görü len hakaret ler i b u r a d a sayıp dökmeye lüzum gör ­m e m . Kısmen politika menfaat ler i u ğ r u n d a , k ı smen de kısa görüş lü b i r materya l i s t düşünce üe yapı lan b u yer ­siz muamele le r ile h ı r s ve şehvet şeytanlar ın ın zincirle­ri koparılmıştır . İs t ikbalde hayı r ile şe r r in mücade les i çok çetin olacağa benziyor.

Neşir hakkı din hürriyetinin en hayati cephesidir: Bir fikir ve kanaa t in neş r i yazıyla veya sözle olabildi­

ğine göre , neş i r hakkı deyince b u n d a n evvelâ dini aki­de ve ahkâmı yayan ve müdafaa eden gaze te ve mec ­m u a çıkarma, eser ve r isale b a s m a ve yayma; s o n r a da dini mevzular üzer inde mev'ize, h i t abe ve konfe rans gi­bi sözle ifade ve telkinde bu lunma hakları anlaşı lmak lâzım gelir.

Neşir hakkı din hürr iyet in in en esaslı ve hayat i b i r cephesidir . Ha t tâ b u h a k din hürr iyet i p r ens ib inden d o ­ğ a n haklar ın en ehemmiyetlisi ve neticeleri i t ibariyle en

kıymetli sidir. Çünkü d iyanet neşr iyat la kendini koruya­cak, müdafaa edecek ve t ekâmül imkânları bulacaktır .

Dini neşr iya t d i n d a r l a r camiasının ağzı ve dilidir. Bu neş r iya t t an m a h r u m olan b i r memleket in dindar lar ı , t ıpkı dili kopar ı lmış b i r k ö t ü r ü m e döner . Buna mukabi l dini neşr iya t ın teşvik g ö r d ü ğ ü ve h ü r b i r s aha bu lduğu memleke t l e rde b u neş r iya t fevkalâde bir inkişaf gös te ­r i r ve d ü ş m a n neş r iya t ın en azıhlarını bile sus turur . Çünkü, ilmî ve ha sb î olması şartiyle, dini neşr iya t r u h ­ları fetheder. B u n d a n dolayıdır ki, pol i t ikacı lardan di­yane t e d ü ş m a n olanlar ın en çok korktukları ve b u se­bep le baskıya v u r m a k istedikleri hakda , dini mahiye t te ­ki neş r iya t hakkıdır. Faka t açıkça söylemelidir ki, dini neşr iya t ın d iğer neş r iya t t an ayrı olarak, husus i maksa t ve kanunlar la yahut , bazı memleke t le rde yapıldığı gibi, el a l t ından idare edilen h ü k ü m e t emri ile, baskıya vu­ru lduğu , yı ldırma ve s ind i rme poli t ikasına b o ğ u l d u ğ u memleke t le rde din hürr iyet i yok olur.

Hülâsa ibade t hakkı gibi, neş i r ve telkin, tal im ve t edr i s hakkı da din hürr iyet i p rens ib inden d o ğ a n kudsi b i r haktır . Bu hakkı yok ederces ine tahdi t edip baskıya v u r a n b i r ida ren in adamlar ı , n e memleket içi s iyaset in­de , ne de millet lerarası münasebe t l e r i nde din ve v icdan h ü r r i y e t i n d e n b a h s e d e m e z . E d e r s e ya lan söylemiş olur.

İlâve edelim ki, b u g ü n b u hakkın en geniş ve temi­natlı b i r şekilde tan ınd ığ ı ve h imaye g ö r d ü ğ ü memle ­ketler G a r p demokrasi ler idi r . Bugün lâik Fransa , İtalya ve Belçika 'da Hırist iyan din adamlar ı t a ra f ından idare edilen t a m teşkilatlı b i rçok enst i tü ve üniversi teler mev­cuttur. Hırist iyanhk b u müesse se l e rde b ü t ü n incelikleri ve ahkâmiyle okutu lmakta ve değerli genç din âlimleri yetişt ir i lmektedir. Bizim bildiğimiz ve az çok neşr iyat ı ­nı takip edebildiğimiz, F ransa , Belçika ve İsviçre gibi memleke t le rde h e r s ene dini mevzular etrafındaki ki-

t a p , mecmua , gazete neşriyat ı hayre t edilecelc b i r ye­kûn tu tmaktadır .

Bugün dini tâlim, t ed r i s ve neş i r hakkının t a m ve te -mina th b i r h imayeden m a h r u m o lduğu memleket le r a ras ında , esef ede r im ki, Türkiye 'miz d e vardır . Bizde dini tahsil veren ve tedr i sa t y a p a n müessese l e r yani medreseler , 1926'da çıkan "Tevhid-i Tedr isa t Kanunu" île kapatı ldıktan sonra , b u g ü n e k a d a r Müslümanl ığ ın yüksek ilmi, kelâmiyat ve bediiyatı okutulmamışt ı r . Ve b u uzun devre içinde, tabiatiyle, Türkiye 'de d in âlimi de yetişmemiştir . Kabul edelim ki, eski m e d r e s e l e r m o ­de rn devr in ihtiyaçlarını karşı layacak b i r d u r u m d a de ­ğildi; fakat b u n l a r kapat ı ldıktan sonra , gönü l is terdi ki, yeni müessese le r kuru l sun ve cemiyetin m u h t a ç o lduğu yüksek din adamlar ı ve âlimleri yetiştirilsin. Bu yapıl­mad ı . Fakat b u yapı lmak için b u g ü n d e n tezi yoktur.'"^'

Din neşriyat ile himaye ve müdafaa edilir: Bu bahiste" ne k a d a r ı s rar edilip du ru l sa yeridir.

Çünkü tekra r edelim ki, din tâlim ve tedr i s , t e rb iye ve telkin üe yaşadığı gibi, neşr iya t ile de h imaye ve m ü d a ­faa edilir. Bu haklar b i rb i r inden üs tün ve mühimdir . Neşi r hakkını kullanacak, kalemle veya sözle dini neşr i ­yat ta bu lunacak kimseler, ş ü p h e yok ki, iyi b i r dini t ah ­sil müesseses i içinde yetişirler. Buna mukabi l neş i r hakkı da, hususiyle zamanımızda , tal im ve tedr i s hakkı­nın en kuvvetli teminat ın ı teşkil eder. B u n u n içindir ki, dini tedr is hakkını yok e tmeye ka ra r ve ren b i r ida rede .

(62) Bu vaziyeti ıslâh için, yüksek İslâm İlimlerinin tahsil ve tedrisine mah­sus bir "İslâm İlimleri Enstitüsü" kurulması hakkında bir teklifimiz ve hazırlanmış bir projemiz vardır. Bunu bu eserin son kısmına ilâve edeceğiz. Bu eserin ikinci baskısı için yazdığımız Ön sözde bahsettiğimiz yüksek "İslâm İlahiyat Enstitü-sü"kurulması hakkında I959'da kabul edilen kanun ile bu temennimizin tahak­kuk yoluna girdiğini görmekle sonsuz bir sevinç duymaktayız. Bu salıdan yazdı­ğımız sırada, bahsettiğimiz ensfitü üçüncü tedris yılına başlamış bulunuyor.

t ecavüze u ğ r a y a n b i r a d a m ı n sesini kesmek için ağzına mendi l t ıkadıkları gibi, evvelâ neş i r hakkı yok edilir, di­ni neşr iya t y ı ld ı rma ve s ind i rme poli t ikasına boğulur . Bu gibi işlerle uğraşan la r , suçlu veya suçsuz tevkif edi­lir; ailesine, eş ine ve d o s t u n a karş ı kadr i ve it ibarı kırı-lır.'"^ Din mevzu la rma t e m a s e tmek büyük b i r cesare t mes 'e les i halini alır. D inda r adamla r ın sessizce bakışla­r ı n d a n bile raha t s ız olanlar, z a m a n z a m a n b i r yayga ra kopar ı r . Vurun, t u t u n şamata la r ı a ras ında , kendi hal in­de ve zarars ız kanaat lar iy le yaşayan üç beş kişi t ahk i r edilip h a p s e tıkılır.

Dini talim ve tedris faaliyetinin içtimaî ve millî ehemmiyeti:

"însan insanın liurdudur."

HOBBES

Bu faaliyetin gayesi , ehliyetli din adamlar ı yetiştir­m e k ve b u sayede halkın maneviya t ihtiyacını en iyi b i r sure t te t emin etmektir . Binaenaleyh b u faaliyet yalnız

(63) Bu mevzuda hatırladığım bir hâdiseyi kaydetmek isterim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1952 senesi yazı idi. Sebilürreşad mecmuası sahibi ve baş muhar­riri Eşref Edip bey dostum, bir aralık görünmez olmuş ve bu hal üç-dört ay sür­müştü. Bir gün, Feneryolu'ndaki evime çıkageldi. Hoşbeşten sonra, hayır ola, ra­hatsız mı idiniz, çoktan beri görüşemedik dedim. "Hayır hapishanede idim. Su­çumun ne olduğunu bilmiyorum ama, bir gün eve polisler, geldi. Müddeiumu­mîlikten çağrıldığımı söylediler ve beni İstanbul Müddeiumumisinin huzuruna çıkardılar. Müddeiumumi bana "Eşref Edip bey, bir müddet istirahat etmeniz lâ­zımdır" dedi. Suçumu sordum. Sonra öğrenirsiniz gİbİ bîr cevap verdi ve beni hapishaneye götürdüler. Tam dört ay caniler içinde kaldım. Neticede hâlâ suçu­mun ne olduğunu öğrenemedim. Fakat nakdî kefaletle şimdilik tahliye edildim" cevabını verdi. Sonra öğrendik kİ bu tevkif Sebilürreşad'da neşrettiği bir yazıdan dolayı imiş.

"Haksızlığın envainı gördük... bu mu kanun En gamlı sefaletlere düştük... bu mu Devlet."

Tevfik FİKRET

dini b a k ı m d a n değil, h e m de içtimaî ve millî b a k ı m d a n b i r ehemmiye t taşır.

Bir ke re dini b a k ı m d a n ehemmiyetl idir , çünkü tek­r a r edelim ki, din oku tma ve ö ğ r e t m e üe yaşar . Fakat okutmak ve ö ğ r e t m e k için, okumuş ve ö ğ r e n m i ş ehli­yetli d in hoca lar ı lâzımdır. Bunlar ın da yet işmesi , h e r şeyden evvel, tâl im ve tedr i s hakkının t emina t al t ında bu lunmas ına ve b u hizmeti hakkiyle ifa edecek m ü e s s e ­selerin var l ığına bağhdı r . Tâlim ve t edr i s hakkının y o -kedildiği veya yok o lurcasma baskı landığı b i r memle ­kette d iyanet ahkâmını ehliyetle öğre tecek din adamla ­rı da yok olur. Bu yokluk ise, memleke t t e yalnız m a n e ­viyat b u h r a n ı ihdas e tmek ve halkı din b a h s i n d e ceha­lete boğmak la net icelenmez; aynı z a m a n d a ve belki da ­ha m ü h i m olarak, d inde b ü t ü n t ekâmül imkânlar ına sed çeker.

Dinde tekâmül o lur m u ? Din değ i şmez temel lere d a ­yanan ilâhî bir yoldur, dedik. Bu fikir ile t ekâmül fikri a ras ında aykırılık vardır , diyeceksiniz ve b u n d a b i r de­receye kada r haklısınız. Ancak, t ekâmül ile ihtilâl ve in­kılâbı karış t i rmayalım. Tekâmül t eme lden d e ğ i ş m e d e ­mek değildir. Bilâkis, b i r şeyin asli hüviyetini muhafaza ede rek müsa i t o lduğu kemâle erişmesi demekt i r ve bu bak ımdan ihtilâl ve inkılâptan ayrıhr. Hiç ş ü p h e edilme­sin ki, h e r içtimaî m ü e s s e s e gibi, din de t ekâmül eder. Bahçenize diktiğiniz b i r fidan sizden bilgili b i r h izmet ve h imaye gö rü r se , büyür, kemâle erer, bo l meyve ve­rir. Hizmet e tmez, bakmazsan ız p u s u r u r kalın Bunun gibi, din de, ilim ehl inden hizmet ve h imaye g ö r ü r s e he r an inkişaf edip kemâl ine erer. İnsan okuyup öğ ren ­dikçe, insan içi ilmin nuriyle aydınlandıkça, ilâhî emir­ler ve a h k â m d a h a iyi anlaşılır. B u n d a n d a d i n d e kemâl doğar .

Dini okutup ö ğ r e t m e faaliyeti içtimaî ve millî bakım­dan da bir ehemmiye t taşır. Çünkü, n e nev iden olursa

olsun, okuyup ö ğ r e n m e k t e , ferd için o lduğu gibi cemi­yet için de, da ima ve muhakkak sure t te fayda vardır . Ancak inatçı cahi l lerdir ki, bazı nevi bi lgi lerden yılar ve faydayı cehale t te arar .

He rhang i b i r bi lginin sesini d u y m a m a k için kulakla­r a p a m u k t ıkamakta , aslâ fayda yoktur. Bilâkis, b u n d a za r a r vardır . Zira bazı nevi bilgilere karşı kulağa pa ­m u k t ıkama t a a s s u b u n a sap lanan insan, çok m ü m k ü n ­d ü r ki, bu t a a s s u b u n d o ğ u r d u ğ u haş in b i r müsaades iz -likle, en lâzım ve faydah bilgilere karşı da b igâne kalsın. Vaktiyle Ar i s to ' nun eser ler ini d inen muzı rd ı r diye afa-roz edip okunmas ın ı yasaklayan kilise, b u hareketiyle yalnız HıristiyanUğa değil, i lme ve insanl ığa da ne bü ­yük d a r b e v u r d u ğ u n u n farkında olmamıştır . Kanaa t im­ce, ye ryüzünde insan için okuyup ö ğ r e n m e s i yasakla­nacak hiç b i r eser, mes 'e le , sır ve hakikat yoktur. Bunun aksini d ü ş ü n m e k için insanın mut laka koyu bir t a a s sup ç a m u r u n a ba tmış o lması lâzımdır.'"^'

H e r h a n g i b i r fikre kulak vermeyi , h e r h a n g i b i r eseri veya doktrini okuyup öğrenmey i yasaklamakta veya basküamak ta cemiyet için, d iyorum, hiç b i r menfaa t yoktur. Var gibi g ö r ü n e n menfaat , emin olmalıdır ki, çölde s e r ap kabi l indendir . Bunda, bilâkis, cemiyet in ve insanhğın m u h a k k a k b i r kaybı vardır . Ç ü n k ü biz cemi­yetin yar ın alacağı ist ikameti ve tu tacağı yolu b u g ü n ­d e n bilmiyoruz. Tekâmül vetiresinin insanhğı yar ın n e ­reye götüreceğin i b u g ü n d e n keşfedemiyoruz. Bugün haya t ve cemiyet hakk ında ileriye sürü len muhtelif fikir ve görüş le rden istikbal için hangis in in d a h a faydalı ol­duğunu , ne t ice le r inden evvel bi lmeye imkânımız yok-

(64) Her türlü neşriyatın geniş bir müsaadekârlıkla himaye gördüğü memle-ketlerden biri ve muhakkak başta geleni İngiltere'dir. Düşünülsün ki, iki Dünya Harbinde harp zarureti olarak, hemen her memlekette neşir hürriyeti az çok kı­sıldığı halde. İngiltere'de normal zamanlara mahsus serbestiiğiyle devam etmiş­tir. Söz veyazı hürriyetinden korkan ve bunu kısmağa çalışan hükümetler, haki­katte, doğruluğundan kendilerinin de emin olmadıkları iş ve icraatlarının yanlış­lığının ortaya konulacağından korkmaktadırlar.

D I N H Ü R R I Y E T I N E D E M E K T I R ? —

tur. Bu husus t a eh m ü s b e t iümlere bile güvenemeyiz . İl­min bize istikbale ait öğrett ikleri h e p b i re r t a h m i n d e n ibarettir . İlmin z a m a n içindeki sahas ı hal ve b i raz da mazidir. İstikbal ilmin sahas ı d ış ında kaiır ve istikbal için ilim yalnız t a h m i n d e bulunur . Gar ip t i r ki, çok şey bildiğini s a n a n ve b u n d a n g u r u r duyan insan, b i r an son ra kendis inin n e olacağını bilmez. 1908'i takip e d e n İkinci Meşru t iye t sene ler inde Osmanl ı İmpa ra to r luğu ­n u n devamı ve bekası , b u geniş ülkeli eski t ip devletin yenileşerek b i r nevi federasyon yani birleşik devletler hal inde teşki la t lanmasında gö rü lmüş idi. Ve b u fikirden hareke t edilerek o devr in merkeziyet usu lü ye r ine siya­sî adem-i merkeziyet usu lünün kabulü teklif edilmişti. O zamanın politikacıları muh i t inde şiddetli reaks iyon uyand ı ran b u fikir muzı r telâkki o lunmuş ve fikrin sahi-j jres; va tan haini addedi lecek kada r ileri gidilmişti. Bu­gün, eski O s m a n h İmpara to r luğu ülkes inde p e y d a h olan irili-ufakli devletlerin durumlar ı ve birbiriyle mü­nasebet ler i karş ıs ında, bu çok en t e r e sa n fikrin hakikat-leşmeye d o ğ r u gittiğini g ö r ü r gibi oluyoruz. Osmanl ı İmpara to r luğu ülkesinde kurulan devletlerin ist ikbalde, tıpkı Amer ika Birleşik Devletleri gibi, b i r federasyon hal inde bir leşmeler ini m ü m k ü n görmek , ha t tâ daha ge ­niş bir ölçüde, b i rb i r ine komşu olan M ü s l ü m a n millet­lerin müş te rek b i r haya t müdafaas ı u ğ r u n d a b i r leşme­lerini özlemek b u g ü n artık n e bir rüyadır , ne de va tana ihanet.""^

(65) Merhum Prens 5abahaddİn.

(66)1952 Mayısında, Pakistan'la toplanan büyük bir İslâm Kongresine çağı­rılmıştım. Gittim ve kongrenin umumî toplanlılanndan birinde söz alarak uzun bir konuşma yaptım. Bu konuşma o zaman Karaçi gazetelerinde neşredildi. Söy­lemesi bana düşmez amma, çok da alâka uyandırdı. İstanbul'a dönüşümde ko­nuşmayı on iki makale halinde bir gündelik gazetede neşrettim. O zaman bu ma­kaleler, bazı gazeteciler tarafından pek nahoş karşılandı. O sırada pek moda idi: Dine ve İslâm dünyasına dair ne söylense, hemen bir irtica yaygarası kopartıyor­du. Yine öyle yapıldı ve bize bir hayli çatıldı. Biz, kötü söz ve geçmez akça sa­hibinindir dedik ve sustuk.

— D İ N v e L Â İ K L İ K

Elhasıl, mantıkl ı düşünürsek , b u g ü n okutulup ö ğ r e ­ti lmesini yasakladığımız veya zara rh göre rek baskıladı­ğımız b i r fikir ve doktr in , m ü m k ü n ve muh teme ld i r ki, cemiyet in ve in sanhğ ın yarınki tu tacağı yolu ve gidece-

Aradan seneler geçmiş olmasma rağmen biz bugün de aynı fikirdeyiz. Biz o zaman ve konuşmamızda ezcümle şunlan söyledik:

"İçinde yaşadığımız İkinci Dünya Harbi sonu devrinin milletlerarası siyaset bakımından, en açık vasfı, bunun, bir bloklaşma devri olması dır. Bütün millet­ler, haldeki menfaatlerine, tarihî ve siyasî yakınlıklarına göre birleşmekte ve İstik­bali İçin, birer blok teşkil etmeye çalışmaktadır. Slav peykleri bloku karşısında Anglo-Amerikan mihven etrafındaki t>loklaşmanın mânası budur.

Bu arada Müslüman milletler niçin birleşmesin ve altı yüz milyonluk bir in­san ve iman bloku vücuda getirmesin? Bunda yalnız Müslüman milletler için, de­ğil, dünya sulbü için de fayda vardır. Bugünkü İslâm dünyası için sadece varlığı muhafazadan başka ne bir ideoloji harbi, ne de bir toprak kavgası bahis mevzuu değildir. Binâenaleyh Müslüman milletlerin birleşmesi sulh için ve insanlığın se­lâmeti için bir teminattan başka bir şey olamaz.

Bugün bloklaşan milletlerden bir çoklarını geçici tehlike hisleri ve menfaat düşünceleri birleştirmiştir. Halbuki Müslüman İslâm dünyasında birlik ve bera­berlik .zaten mevcuttur. Bu babda bizim yapacağımız şey, aramızdaki tarihî ve manevî bağlan kuvvetlendirmek; ırk. Usan, milli menfaat ayrılıklarının üstünde ve bu ayrılıkların menfi tesirlerini bertaraf etmek üzere müşterek bir şuur yarat­maktadır.

Sözlerime son vermezden evvel, bir noktaya daha işaret etmek isterim: İslâ­miyet düşmanlan bir İslâm birliğinden bahsetmeyi tehlikeli görüyor ve böyle bir teşebbüsün dünya Hrıstiyanlarını aleyhimize çevireceğini ve yeni bir Ehl-i Salip ruhu yararacağını ileri sürüyor; ortalığa böyle bir vehim ve endişe salarak bir ta­raftan cesaretleri kırmaya, bİr taraftan da resmi ve mes'ul makamları aleyhte kış­kırtmaya çalışıyor. Diğer Müslüman milletleri bilmiyorum amma, Türkiye'de İki­de bir bu ağzı kullanan bazı gazeteciler var. Fakat temin ederim ki, bu bir ma­nevradır ve sadece bazı merdudların aklından geçen bir şeytanlıktır. Hnstiyan Avrupa birleşti, federasyon kurdu. Amerika ile el ele verdi. Bu teşebbüsleri biz Müslümanlar sevinçle karşıladık. Zira bunda sulhun bir teminatını gördük. Bu te­şebbüslerden gocunarak aklımızdan, uzak bir mazinin Ehl-i Salip hikâyeleri geç­medi ve geçemez. Din kavgaları çoktan tarihe İntikal etti. Bugün hakikatte ne İslâm dünyasının düşmanı Hnstiyan garptır; ne de Hnstiyan garbın düşmanı İs­lâm dünyasıdır. Düşrnan başkadır ve garp ile aramızda müşterektir. Bunu herkes biliyor. Bunu yalnız İslâm dünyasını kundaklamak isteyenler bilmez görünüyor.

Emin olunuz ki, bir İslâm birliği teşebbüsünden, İlk memnun olup sevinç du­yacak olan Avrupa ve Amerika'dır. Cün geçtikçe biraz daha kabaran İslav kini ve silâhlı kuvvetleri karşısında, canlı ve imanlı yüreklerden örülmüş, bir İslâm birliği kalesi Önünde, muhakkak ki, hürmetle ilk eğilecek olan Avrupa ve Amerika'dır. Çünki İslâv kininin tuğyanından Avrupa ve Amerika'yı ve dolayisiyle bütün mede­ni dünyayı -eğer kurtulmalan mukadder ise- yalnız ve yalnız maneviyat kuvveti kurtaracaktır."

Okuyucum, vaktiyle bazılarınca irticaî bir mahiyet verilen ve üstünde yaygara koparılan, fakat bugün hükümet politikası olarak, kısmen de olsa, bakikatleşen bu fikirleri burada tekrar etmekten maksadım şunu göstermektir:

Cemiyet İşlerinde çok kere bugün bâtıl olan yann hak, bugün hak olan da ya­rın bâtıl olur. Ve istikbal ilim sahasına değil, farz ve tahmin sahasına girer. Tahmin­de ise yanılmak daima mümkündür. Binâenaleyh her çeşit fikre ve kanaate karşı müsaadekâr hattâ hürmetkar olmaya ahlâkan mecburuz.

ği İstikameti göster"sin. Bu takdi rde , oku tmaya ve öğ ­re tmeye k o y d u ğ u m u z yasak damgas ı , ne t ice itibariyle, bizim kör lüğümüzü ve cehaletimizi ilân e tmekten başka bir şeye ya ramaz . Tarihte böyle o lmamış mıdı r? Vaktiy­le iime ve se rbes t tefekküre karşı ş a h l a n a n cehalet ve t aa s sup , insanlığı t ekâmül yo lundan ahkoyamamış ise de, neticeyi asır larca gecikt i rmemiş mid i r? Meydan la r ­da ve h a m a m külhanlar ında muzı rd ı r diye yakılan fikir eserleri ve ilim kitaplariyle birlikte yan ıp kül olan haki ­katleri t ek ra r bu lup m e y d a n a ç ıkarmak için asır larca beklemek ve çalışmak lâzım ge lmemiş midi r? B u g ü n dini eserlere, fikir ve hakikat lere ve bun la r ın neş r ine , tâl im ve tedr i s ine karşı bazı memleke t l e rde göster i len düşmanl ığ ın aynı neticeyi ve rmeyeceğ in i ve b u düş ­manl ığ ın yarınki insanlık naza r ında b i r c inayet teşkil e tmeyeceğini kim t emin eder? O dini eserler, fikir ve hakikat ler ki, üzer ler inde M ü s l ü m a n milletler asır larca d u r u p düşündü , çalışıp göz n u r u döktü ve enerji tüket­ti.

"İnsan için insandan daha koricunç

bir mahlûk yoktur."

MONTAIGNE

İnsanda iç huzuru maneviyat terbiyesinin meyvasıdır: Biliyorum, s o n sene lerde , hususiyle b izde, dini t a h ­

sil ve tedrisini ve b u n a ait neşr iyat ın faydasız ve haya t için yarars ız o l d u ğ u n d a n bol bol bahseden l e r ve b u sa­h a d a köpeksiz köy bu lup değneksiz gezenler var. Bun­lara gö re tahsil ve tedr is in faydalısı, s adece haya t ve t a ­biat bilgileri verenidir . Çünkü insan bu bilgilerle yaşa r ve hayat için lâzım olan serveti ve konforu ancak b u bil­gilerle temin e tmek kabü olur. Dinî ve metafizik bilgiler

İse, İnsanlar ın fikrî enerjilerini israf ed ip tüke tmekten başka b i r net ice vermez .

Dikkat edersek , zamanımızın bazı memleke t le r inde hükümet le r in b ü t ü n kudre t kaynaklar ın ı iktisadi varlık ve konfor gayes ine tahs i s ed ip , b u n a mukabi l , manevi ­ya t terbiyesini ve ruh î ihtiyaçları b i r tarafa a tmalar ın-daki s ır ve m â n a budur . B u g ü n sistemli bir şekilde din ve manev iya t düşmanl ığ ı güdenler , bilerek veya bi lme­yerek, b u g ö r ü ş ü n tesiri al t ındadır lar .

Hareke t noktas ın ı Kari Marx ' i n tar ihi maddeci l iğ in­de bu lan ve b u g ü n k ü Rus Komünis t ler i t a ra f indan dün­yayı a t e şe v e r m e k için b i r fitil gibi kullanılan b u gö rüş hakk ında t amamiy le yanlıştır, d e m e y e imkân yoktur; fakat aş ikâr bİr su re t t e eksik ve kifayetsizdir.

Şüphes iz ki servet , konfor, hülâsa iktisadi varlık ha ­yat için lâzım ve faydalıdır. Bu husus t a m ü n a k a ş a bile yersizdir. M ü s b e t ilimler bize m a d d e üzer inde müess i r olmayı ve dolayisiyle iktisadi varlığı ar t t ı rmayı öğre t ­miş; inkişaf e d e n teknoloji z a m a n ve enerji iktisad et­m e n i n yo lunu göstermişt i r . Bu sayede b u g ü n beşe r kudret i akla hay re t verecek b i r şekilde ar tmışt ın Bütün b u nok ta la r ş ü p h e gö tü rmez . Fakat b u n d a n , ruh ve ma­neviyat te rbiyes in i b i r tarafa b ı rak ıp ihmâl edelim net i ­cesi d e çıkmaz. İktisadi varlık, r u h ve maneviya t boş lu­ğ u n u do ldu rmaz . İnsan hayat ı bak ımından mes 'e le , se rve t ve konfor gibi iktisadi varlıkta o lmaktan ziyade, r a h a t yaşamakt ı r . Raha t y a ş a m a n ı n ise bir çok şart ları vardır . Ve iktisadi varlık b u n l a r d a n yalnız biridir, ha t tâ , kabul e tmek lâzımdır ki, baş ta geleni değildir. Başta ge ­leni olsa ve s aade t sırf serve t ten doğsaydı , etrafımızda g ö r d ü ğ ü m ü z b i r çok baht ı ka ra zenginler in bedbaht l ı ­ğının m â n a s ı kalmazdı . Hülâsa, insan için r a h a t hayat ın b i r şar t ı s e rve t ve konfor ise, ö b ü r şart ı da emniyet duygusu , iç h u z u r u ve gönül zenginliğidir . Bu duygu, b u h u z u r ve zenginlik de r u h ve manev iya t terbiyesinin

meyvasıdır . Din ise b u meyvan ın ağacıdır . Dini tahsil ve tedr is in gayesi d e b u ağacı yet iş t i recek ve insan la ra b u terbiyeyi ver ip onları iç h u z u r u n a kavuş turacak ehli­yetleri va r etmektir.

Dinin emirlerini yerine getirme hakkı: Din hürr iyet i p r ens ib inden d o ğ a n haklar ın s o n u n ­

cusu dinin emirlerini yer ine ge t i rme, yasa ve yasaklar ı ­na itaat edip b a ğ l a n m a hakkıdır. Tekrar edelim ki, din yalnız iman, ibadet , tal im ve t ed r i s t en ibare t değildir. Din haya t için hareke t ve faaliyet kaideleri ihtiva eden ve d inda ra muayyen b i r haya t yolu gös te ren ilâhi b i r kanundur . Bu kanun ferde ş u n u yap , b u n u y a p m a t a r ­zında emirler vermektedir . D inda r için b u emir lere ita­at e tmek m u k a d d e s bir vazifedir. Bu vazifeyi se rbes tçe yer ine ge t i rmeye ve b u husus t a hiç b i r engele ras t la -m a m a y a ferdin hakkı vardır . Devlet, d i n d a r ferde b u hakkı tanıyıp t emin e tmeye man t ıken mecburdu r . Çün­kü devlet. Anayasas ı ile ve î n s a n Haklar ı Dünya Beyan-namesiyle, ferde iman hakkı ve din hürr iyet i tanımıştır . Dinin emirlerini yer ine ge t i rme hakkı, tıpkı ibadet , t a ­lim ve tedr i s hakları gibi, iman hakkının ve din hü r r iye ­ti p rens ib in in mantıkî ve za rur i b i r neticesidir. M a d e m ki ferdin, iman hakkı ve din hürr iyet i vardır , o ha lde inandığı ve m e n s u p olduğu dinin emirlerini yer ine g e ­t i rmeye de hakkı vardır . Nazar i mant ık b u n u icap ve emreder .

Fakat b u nok tada nazar î man t ık ile ameli hayat ın icapları maalesef çarpışmaktadır . Ameli hayat ta ve mü­nasebe t le r sahas ında dinin kanunu , emir ve nehiyleri var. Din ile devletin birleşik o lduğu devir lerde mes 'e le yoktu; dinin emri devletin, devletin emri de dinin emri demekti . Fakat b u g ü n din ile devlet b i r çok memlekete lerde o lduğu gibi b izde de b i rb i r inden ayrılmıştır.

Ö n ü n d e duru lmaz ye direni lmez b i r tar ihi gidiş b u g ü ­n ü n devletlerini b u net iceye gö tü rmüş tü r . Bugün dinin k a n u n u ile devletin k a n u n u h e r husus t a b i r leşmemekte , ha t t â çok ke re b i rb i r ine aykırı düşmektedi r . Bugün mu­ayyen b i r devlet camiası iç inde yaşayan insan la rdan pek ç o ğ u n u n d inda r ve v a t a n d a ş diye iki sıfatı vardır . D indar ferd, b u sıfatla m u a y y e n b i r dine; v a t andaş sıfa-tiyle de m u a y y e n b i r devlete tâbidir . Bu iki tabiiyet merkez in in ferde verdiği yap veya y a p m a emr i birbir i ­ni t u t a r sa , n e âlâ mes 'e le yoktur. Fakat tu tmazsa -ki , çok kere t u t m a y a c a k t ı r - n e yapüı r? Bu çetin nokta ile biz ş imdi d in hürr iyet i ve b u n d a n d o ğ a n haklar ın hu­d u d u mes 'e les i ile karşı laşmış bu lunuyoruz .

— m —

DİN HÜRRİYETİNİN VE BUNA BAĞLI HAKLARIN HUDUDU

Din hürriyetinin hudutlanması lâzımdır. Söylemeye hace t yoktur ki, cemiyet iç inde yaşayan

b i r insan için, münasebe t l e r hayat ının hiç b i r sahas ın ­da, ölçüsüz bir hak ve hudu t suz b i r hür r iye t düşünü le ­mez. Binaenaleyh din hürr iyet in in ve b u n d a n d o ğ a n haklar ın k a n u n v e örf üe tayin ve tesbi t edilmiş b i r hu­d u d u olmak lâzım gelir.

Gerçi din, mahiyet i t ibariyle, ferdî v icdanın b i r mu' tas ıdır ; d indar ın iç â leminde yaşar. Bu âlem ise hiç bir suret le kayıd altına a l ınamaz. Fakat o n u n ferdî vic­d a n ı n d a n taş ıp harici leşen ve b i r teşkilât, usûl ve â d â b şeklini a lan bir mahiyet i daha va rd ı r ki, b u i t ibar ile din içtimaî b i r müessesedir . Ve he r içtimaî müessese gibi, haya t ve münasebe t le r in zarure t ler ine uyularak n izam-lanması icap eder. Cemiyetin ha t t â bizzat d indar ın em­niyet ve selâmeti b u n u emreder . Hudutsuz ve kayıtsız d ine aykırı bir hürr iyet in doğuracağ ı ana r ş iden ve sa­pıklıktan üzülüp eza duyacaklar ın baş ında d inda r l a r gelir. Asır lar ın tecrübes i gös termiş t i r ki, din işleri ş ah ­sî menfaa t ve is t ismar mevzuu olmaya çok müsait t ir . Kayidsız b i r hürr iye t rej iminde, hakikat te diyanetle hiç alâkası o lmayan bazı menfaa t d ü ş k ü n ü sefillerin, yüzle­r ine d i n d a r nikahı geçirerek, b i r takım saf insanları al­dat ıp avlamaları ; daha kötüsü, bazı sefil politikacıların

Din v e Lâiklik / F. 9 ] 2 9

diyaneti siyasi emeller ine u laşmak için bir merd iven y a p m a k isteyen b e d b a h t l a r m h e r devi rde bu lunduğu­nu, milletlerin, hususiyle Türkiyemizin tar ihi gös te r ­mektedir .

İmdi kötülükleri ve kötü emeller in m e y d a n a lmasmı ön lemek â m m e n i n menfaa t ve selâmet inin koruyucusu sıfatiyle, devlete düşen b i r vazifedir. Devletin, kanun yoluyla, din hürr iyet i f ikr inden d o ğ a n hak la rdan he r bir inin h u d u d u n u bel i r tmesi lâzımdır. Bu, yalnız cami­anın değil, diyanet in de faydasınadır .

Ancak b ü t ü n mes 'e le , din hürr iyet i hangi yönden , neye g ö r e ve nası l hudud lanab i l i r noktas ındadı r . Bu mes 'e leyi çözmek için, dİn hürr iyet i p rens ib inden d o ­ğ a n haklar üzer ine t e k r a r gelelim. Yukarıda gösterdik ki, din hürr iyet i , d inda r için, dö r t nevi hak d o ğ u r a n b i r prensipt i r . Bu h a k l a n b i r e r b i r e r ele alaUm.

İnanma hakkı hudutlanabilir mi? Kabul e tmek lâzımdır ki, ferdin i n a n m a ve iman et­

m e hakkı k a n u n ile hudu t l anamaz . İman ve akide b i r k a n u n mevzuu olamaz. İnsan h e r h a n g i b i r deney, fikir veya dok t r ine i nanmaya veya i n a n m a m a y a m e c b u r edi lemez. Engizisyon m a h k e m e s i ö n ü n d e "dünya d ö ­n ü y o r " sözünü geri a lmaya zor lanan Galile, m a h k e m e ­den çıkarken: "Bununla b e r a b e r dünya dönüyor" de­mişti . İçimizdeki inanç, cebir ile değişt ir i lemez. İman ve akidenin k a n u n u olmaz. Çünkü, t ek ra r edelim ki, iman ferdin iç â l eminde yaşar. Bunun içindir ki İslâmiyet "d inde cebir ve ikrah"ı yasak etmiştir. Devlet ve k a n u n iç â leme h ü k m e d e m e z ve b u âlemin u m u r u n a kar ışa­maz . İman, vicdan evimizin sahibidir . Bu evin kanunu , devletin yasası değildir; ferdin bilgisi, duygular ı ve te r -biyesidir. E ğ e r iman ve akideye bir h u d u d a r a m a k lâ-

zım gelirse, b u n u ferdin ilmî ve fikrî o lgun luğunda a r a ­malıdır. Devlet ve kanun , insanlar ın yalnız dış âlemi ve münasebe t l e r hayatiyle alâkalanır. Devletin faaliyet ve otor i te sahas ı ve k a n u n u n mevzuu, yalnız dış âlemdir, yâni fîil ve hareketlerdir. '^' '

Din hürriyeti ve ibadet hakkı: Şu halde , din hürr iyet in in k a n u n üe h u d u d l a n m a s ı

m ü m k ü n olan cephesi ibade t t en başlar. Çünkü ibadet le artık din hayat ının fîil ve hareke t le r sahasmdayız . Dev­let ve kanun ise, dediğimiz gibi, yalnız b u s a h a d a h ü ­k ü m sürer. Fakat devlet ferdin ibade t hakkına, din h ü r ­riyetinin b u cephesine , ne dereceye kada r el uzat ı r ve b u hakkı neye gö re hudu t l a r? Bu husus t a konulacak b i r kanun yasağının mesned i ve ölçüsü ned i r ve n e olabi­lir? Cevap verelim:

Devlet ve kanun, hiç ş ü p h e yok ki, camia menfaa t ve selâmet inin bekçisi ve koruyucusudur . Bu sıfatla b u menfaa t ve selâmeti t ehd i t eden fiil ve hareket ler i ön le r ve meneder . Fakat fiil ve hareke t le r çok çeşitlidir ve b u s a h a d a çok geniştir. Bun la rdan hangi ler i camia selâ-

(67) Bununla sadece kanunun tanzim ettiği münasebetler sahasını göstermek istiyoruz. Yoksa, devlet ferdin akide ve kanaatlerinde hiç bir suretle müessir ola­maz demek istemiyoruz. Bilâkis, hususiyle zamanımızda, binbir çeşit reklâm ve propaganda vasıtalarına mâlik olan; hükümet adamları, geniş bir ölçüde akide ve kanaatler üzerinde müessir olmakta hattâ dilediklen gibi oynamaktadırlar. Bugün hükümetler gerek politikalarını ve gerek doğru sandıkları görüşled mektep kitap­ları, resmî neşriyat, radyolar ve gazeteler marifetiyle, yalnız küçüklere ve halkın saf tabakalarına değil, yetişkinlere ve okumuşlara bile çabucak ve kolayca aşıla­maktadırlar, hükümet adamları, fikir ve kanaat aşılamak veya mevcut bir fikir ve kanaati yaymak İçin, bugün çok ilen bir tekniğe ve geniş imkânlara sahiptirler. Bugün hüKÜmetlerin elinde her noktası inceden inceye işlenmiş ve etüd edilmiş müthiş bir propaganda tekniği vardır. Her sınıf halka göre hazırlanan bu tL.kniğin ilk hareket kademesi mekteptir, daha İlk mektepten İtibaren küçük vatandaşlara, bir çoğu hakikat olmaktan uzak bir takım fikir ve görüşler vitamin hapları gibi yutturulur. Radyolar ve matbuat vasıtasiyle yağdınlan propaganda yağmuru va­tandaşı iş yerinde ve tadada bile rahat bırakmaz. Köy, kasaba ve şehiHerde so­kak başlarına yerleştirilen hoparlörler, ekseriya hakikat olmaktan uzak hükümet propagandasının birer yorulmaz ve çok geveze hizmetçisidir.

metini t ehd i t e d e r mahiyet tedi r , b u n u nasıl bilelim? Bu husus t a hukukun bir ölçüsü va r mıd ı r? Bu suale cevap verebi lmek için fiil ve hareket ler imize dikkatle bakal ım. Bunlar, hâsıl ettikleri ne t iceye göre , başkalar ını ilgilen­di r ip i lg i lendirmemek bak ımından , ferdi ve içtimaî ol­m a k üzere , ikiye ayrılır.

Fiil ve hareketlerimizin tasnifi: Ferdi fiillerimiz başkalar ın ı i lgilendirmez. Bunlar ın

eser i sırf şahs ımıza m ü n h a s ı r kalır. İçtimaî fiiller ise, başka lar ın ı a lâkalandır ı r ve bizimle başkalar ı a r a s ında b i r bağ lan t ı ve m ü n a s e b e t vücuda getirir. Meselâ, ken­di o d a m d a , kendi baş ıma yemek y e m e fiilim ferdidir. Bu fiihn neticeleri b a n a racidir . Başkalarını a lâkadar et­mez . Fakat p a z a r d a alış ver iş e tme, yahu t bir lokan tada ve m ü ş t e r e k b i r m a s a d a yemek y e m e fiilim, ferdi değil , içtimaîdir. Çünkü b u fiillerim başkalar ın ı a lâkalandır­makta ; ben imle başkalar ı a r a s ında b i r nevi alâka ve ir­t iba t husule get i rmektedir . İşte, umumiyet le , camia menfaa t ve selâmetini t ehd i t ede r b i r mahiye t alabilen ve b u sebep le devletin kontrol salâhiyet ine girerek ka­n u n a mevzu olan fiil ve ha reke t l e r bunlardır , yânî b a ş ­kalar ını a lâkalandır ıp a r a d a b i r nevi m ü n a s e b e t p e y d a eden içtimaî fiiljerdir.'^^^'

İbadet , mah lûkun Halikını yâd ve tezkâf etmesi, onu düşünerek içini minne t hisleriyle temizlemesi deme]<tir. Binaenaleyh ibadet ferdler a ras ında değil, ferd ile Allah a r a s m d a b i r münasebe t t i r ve tamamiyle ferdi b i r fiildir. Kanun mevzuu olamaz. Lâik devlet bir dinin ibadet ve dualar ına, bunlar ın icrası tarzlarına, usûl ve âdabına, di-

(68) Bu fikir ve tasnif üzerine bakınız: Devlet nizamı ve Hukuk (Devletle Hu­kuk arasmdaki münasebet üzerinde bir izah denemesi) Ali Fuad Başgil, İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası, cilt VI. sayı, 1-2 1950.

(69) Bununla beraber bizde devlet adamları lâik olduklannı ilân ettikleri hal­de, İslâmiyetin ibadet ve usul Sdâbma ve ibadet diline müdahale etmekte beis görmemişlerdir. Bu hususta elde bulunan binbİr misalden birini zikredeyim:

Vaktiyle Beşiktaş semtinin camilerinden birinde imamlık vazifesi, gören yaş­lı bir zat, günün birinde (Arapça ezan) okumakla suçlandırılarak yakalanmış, evinden ve ailesinden koparılıp Bursa'ya sürgün edilmiştir. Bu zatı bana yazdığı mektuplardan tanıdım. Kendisi Samsunlu imiş. Bursa'da harap bir han köşesinde ömür çürüttüğü senelerde bana her ramazan başı, bemşehn sıfatıyla ve Hoca Mahmut Efendi imzasıyla bir mektup yazarak dert döker ve benden maddî yar­dım İsterdi. Ben de kendisine elimden gelen yardımı yapardım. Ûç-dört sene bu, böylece devam etti. Nihayet bu mazlum ihtiyarın sesi kesildi. Öğredim ki, hasta­lık ve sefalet İçinde can vermiş.

(70) Gerçi resmî bir dine bağlı devletlerde, devlet ibadetlere fiilen müdahe-le eder. Fakat bu nevi devletlerde müdahale eden, hakikatte devlet adamları de­ğil din adamlarıdır.

(71) İlâve edelim kİ, bir fiilin ferdi veya içtimâi olduğunu ve devlet müdaha­lesine mevzu olup olmayacağını tayin bahsinde, fiilin tek bir kimse tarafından yapılmasiyle üç beş kişi taraftndan birlikte ve topluca yapılması arasında hiç bir fark yoktur. Mesele fiili icra eden veya edenlerle başkaları, arasında bir hak ve vazife münasebeti doğup doğmamasındadır. Doğmadığı takdirde, fiil daima fer­didir. Binaenaleyh devlet müdahalesine ve yasağına mevzu olamaz. Şu halde bir ibadet ve âyinin, ferdi bir fiil ve hareket mahiyetini aşmaması yâni başkalariyle bir nevi hak ve vazife münasebeti doğurmaması şartiyle, bir dindar tarafından tek ijaşına yapılmasiyle bir araya gelen bir kaç dindar tarafından bidikte yapılması hukukan tamamiyle müsavidir. Bu ibadet ve âyin ferdilik vasfını muhafaza eder ve resmî müdaheleye mevzu olamaz.

line karışamaz/"^' Bu hususlara , bir din âlimi ve müçtehi^ di gibi, müdahe lede bulunamaz . Dinlerin ibadet ve âyin­leri devletin kontrol salahiyetine girmez, hükümet a d a m ­ları, bu sıfatla, bunla ra el süremez. Sürerlerse, vazifeleri dışına çıkmış, ehliyet ve salâhiyetleri sahas ına g i rmeyen bir işe fuzuli suret te karışmış olurlar. İbadet mevzuunda ancak din âlimleri ve müçtehi t ler salahiyetlidir.™

Fakat, ibadet ve âyinler ferdi fiil olmaktan çıkar da iç­t imaî bir hareket vasfi ahrsa, bu takdirde, h e r içtimaî fiil gibi, lâik devleti alâkalandırır. Devlet, cemiyetin bekçisi ve asayişin koruyucusu sıfatiyle, içtimaî bir hareket şek­li alan ibadet ve âyinlere müdaha le eder, ha t tâ icabında bun la rdan yasakladığı da olur. Nitekim, F ransa ' da Kato­liklerin mezhebi âyinlerinden "Procession" denilen nü ­mayiş ve bizde İranilerin M u h a r r e m ayında yaptıkları gösterili yürüyüş devletçe m e m n u âyinlerdendir.'^"

(72) Eski Anayasanın 75'ind maddesini tekrar tiatırlatalım: "i-iiç bir kimse mensup olduğu felsefi içtihad, din ve mezhepten dolayı muahaze edilemez. Asa­yiş ve umumi muaşeret âdabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü âyinler yapılması serbesttir."

İbadet ne zaman ve ne şartlarla içtimaî fiil vasfı alır? Şimdi kendi kendimize ş u n u soral ım: Bir ibade t fiili

n e z a m a n ve ne şar t la içt imaî vasfı alır ve devlet m ü d a ­halesini ce lbeder? Bu h u s u s t a ta tbik edilecek ölçü n e ­dir. Bu sualin cevabını bize eski Anayasamız ın 75'inci m a d d e s i vermektedir. ' '^ ' Bu m a d d e n i n ilk f ıkrasında fer­de mut lak b i r iman ve k a n a a t hakkı tan ıd ık tan sonra , ikinci f ıkrasında "âsâyiş ve u m u m i m u a ş e r e t â d a b ı n a ve kanun l a r hükümle r ine aykırı b u l u n m a m a k üzere h e r tü r lü dini âyinler se rbes t t i r " denilmektedir . Şu halde , p r e n s i p itibariyle, ibade t ve âyin serbest t ir . Herkes m e n s u p o lduğu dinin ibadet , dua ve âyinlerini se rbes t ­çe, yâni hiç b i r müdaha leye , t ehd i t ve tedh işe m a r u z kalmaksızın icra edebilir. Ancak, ibade t ve âyinlerin asayişi bozacak bir şekil a lmamas ı ve memleke t te yer ­leşmiş ahlâk ve u m u m î m u a ş e r e t kaideler ine aykırı ol­m a m a s ı şarttır . Aksi halde , devlet derha l ha reke te ge ­çer.

M a d d e d e k i "âsâyiş ve u m u m î m u a ş e r e t âdabı" mef­h u m l a r ı ü z e r i n d e d u r m a y a c a ğ ı m . B u n l a r h u k u k t a m a l û m olan e lemante r mefhumlardır . Yalnız eski 75'in-ci m a d d e d e d iğer b i r kayıt d a h a var ki, b u r a d a üzer in­de ısrar la duru lmaya değer . Filhakika, âyinlerin âsâyiş ve u m u m î m u a ş e r e t kaideler ine aykırı o lmamasın ı şa r t k o ş a n yukar ıdaki anayasa maddes i , b u kadar la kalma­yarak , b i r de "kanunla r hükümle r ine" aykırı o lmamak kaydını eklemektedir . B u g ü n demokras i üe idare edüen memleke t l e rden bir ç o ğ u n u n anayasa lar ında , din ve âyin serbest l iği bahs inde , r a s t l a n m a y a n b u kaydın m â ­nas ı ned i r ? Bu kayı tdan, anayasa , alelade kanun vazına

İbadet ve âyinleri dilediği gibi t ahd i t edip yasak lamaya salâhiyet vermiştir , m â n a s ı çıkar mı? Aslâ! Eski Anaya ­san ın 75'inci m a d d e s i n d e n böyle b i r m â n a ç ıkarmak, alelade kanun vazma ibade t ve âyinleri dilediği gibi, yâ­ni polit ikanın isteklerine gö re , t ehd i t ed ip yasak lamaya salâhiyet tan ımak, net ice itibariyle, din hürr iyet ini tâ kökünden kopar ıp a tmak d e m e k olur. Va tandaş la ra din ve vicdan hürr iyet i ve ibade t hakkı t an ıyan eski 75'inci m a d d e ile anayasa vazıı, m u h a k k a k ki, böyle b i r m â n a ve net ice kasdetmemişt i r . B u n u n aksini iddia etmek, anayasa vazıını s a ğ eliyle verdiğini sol eliyle gizlice alan b i r açıkgöz d u r u m u n d a g ö r m e k olur. O halde , 75'inci m a d d e d e "kanunlar hükümle r ine" kaydının m â n a s ı n e olsa gerekt ir?

Bizce bu kayıt, anayasan ın 68'inci m a d d e s i n d e b e ­yan o lunan umumî b i r prens ib in değişik b i r t âb i r ile tekrarıdır . Filhakika, eski 68'inci m a d d e d e hürr iye t in ferd için tabiî b i r hak o lduğu ve münasebe t l e r hayat ın­da herkesin hür r iye t ine başkalar ın ın hürr iyet in in hu -dud teşkil ettiği ve hürr iye t ler in h u d u d u n u ancak ka­nun la r ın tâyin ve tesbi t edeceği söylenilmiştir. Buna göre , ibade t ve âyin hürr iyet i de , gayet tabii olarak, ka­n u n l a r ile tahdi t o lunacak yâni ibadet ve âyin serbest l i ­ği kanunlar ın yasak h ü k m ü n e aykırı g i tmemek kaydiy-le kayıtlanacaktır. Şu ha lde eski Anayasan ın 68'inci m a d d e s i n d e beyan o lunan b u h ü k m ü n 75'inci m a d d e ­s inde tekrar ı , m â n a d a bir ziyadelik hasıl etmez, s adece evvelki beyanı kuvvet lendirmekten ibare t kalır. Fakat b u nok t ada asıl mesele ibadet ve âyin serbest l iğ ine ka­nunlar ın neye ve hang i ölçüye gö re yasak h ü k m ü koya-büeceğini tâyindedir . Kanun vazıı ibadet ve âyin hakkı­nı kendi keyfince ve dilediği gibi yasaklayamıyacağma göre , konulacak yasağın yahu t çizilecek h u d u d u n Ölçü­sü ned i r?

Dikkat edersek, b u ölçü eski 75'inci m a d d e d e gös te ­rilmiştir ve âmmen in asayişi ile umumî muaşa re t âdâ -

bina aykırılıktır. İbade t ve âyin hak ve hürr iyet in in hu­dudu ve b u b a b d a konulacak kanuni yasakların m e s n e ­di âsâyiş ve u m u m î m u a ş e r e t kaideleridir. İbadet ve âyinler, asayişi itilâl etmemek ve umumi muaşeret âdâ-bma aykırı olmamak şartiyle serbesttir. İşte, ibadet ve âyin iıakkınm hudutlanması bahsinde konulacak bir kanunun veya hükümetçe alınacak bir tedbir ve müda­halenin ölçüsü budur. Bunun dışında ibadet ve âyinle­re konulacak kanunî veya idari her takyid ve yasak ana­yasaya aykırı olduğu gibi hukukun yüksek prensipleri­ne de aykırıdır.

Dindarın secdegâhma hükümet kuvvetleri ayak basamaz: Netice itibariyle, devlet ferdi fiil şeklinde ibade t ile

m â b e d iç inde veya h a r i m i n d e yapı lan âyinlere hukuken m ü d a h a l e edemez . Çünkü b u yolda yapılacak bir ibade t ve âyinin asayişi ve u m u m î â d a b ile hiç bir alâkası yok­tur. Eski Anayasan ın 75 ' inci m a d d e s i ibadet ve âyinle­r e kanun î b i r m ü d a h a l e imkânım yalnız asayişi ihlâl ve u m u m î m u a ş e r e t â d â b m a aykırılığa bağlamıştır . Eski yasan ın b u saraha t i karş ı s ında tevile ve başka tür lü b i r iç t ihada m a h a l yoktur.

M a b e d i n içi ve har îmi m u k a d d e s mekând ı r ve din­da r ın secdegâhıdı r . Devlet eli ve h ü k ü m e t kuvvetleri b u r a y a ancak içer iden imda t is tenirse girer. Halka, Anayasas iy le ve İnsan Haklar ı Beyannamesiyle , din hür r iye t i t an ıyan ve tabiat iyle b u n d a n d o ğ a n haklara r iayet etmeyi yalnız Türk Milletine karşı değil, h e m de d ü n y a y a karşı t a a h h ü d edip söz ve rmiş olan b i r devlet­te , h ü k ü m e t adamlar ı , h e r h a n g i b i r dinin yerleşmiş ve m e n s u p l a r ı t a ra f ından kabul o lunmuş nas larma, ibade t ve âyin ler ine el süremez. Ancak bunlar ı umumî âsâyiş

ve m u a ş e r e t âdab ı bak ımla r ından m u r a k a b e eder. hükümet adamJanmn herhangi bir dinde reform yap­maya kalkışmaları kadar haksız hatta gülünç bir hare­ket tasavvur olunamaz. Dinde reform lâzım gelebilir. Fakat bunu yapmak ve dinin âdâb ve erkânına karış­mak hükümet adamlarının ne hakkıdır, ne vazifesidir, ne de ehliyetli oldukları bir iştir. Dinde, eğer icap edi­yorsa, reform yapmak, buna karar vermek, bir dinin akide ve erkânı üzerinde konuşmak o dinin müçtehitle-rine, âlimlerine ait bir salâhiyettir, hükümet adamları ise, ne müçtehitdirler, ne de ilahiyat doktoru.

Talim ve tedris, neşir ve telkin hakkımn hududu: Talim ve tedr i s , neş i r ve telkin faaliyetinin dini amel­

le rden en yüksek mertebel is i ve ibadet ler in en makbu l ­ler inden o lduğunu b i r daha t ek ra r edelim. Yalnız, dik­kat o lunsun ki, bu faaliyet, ibadet gibi ferdi fullerden değildir. Hususiyle neşr iya t işleri geniş b i r ö lçüde içti­maîdir . Binaenaleyh he r içtimaî fîil gibi, tal im ve tedr i s , neş i r ve telkin fiilinin de tahdi t edilmesi ve devlet m u ­rakabes ine tâb i tu tu lması gayet tabi i ha t tâ zaruridir . Fakat dini talim, tedr i s ve neşr iyat ın tâb i tu tu lacağı m u ­r a k a b e ve tahdi t , memleke t te u m u m î talim, t ed r i s ve neşr iyat ın tabi tu tu lduğu tahdi t l e rden ve m u r a k e b e re ­j iminden ayrı ve istisnaî b i r şekil a lamaz. Alması için mâkul ve m e ş r u hiç b i r s ebep göster i lemez.

Dini talim ve t edr i s hakkını indi ka ra r la r ile kısmak ve va tandaş ın b u hürr iye t in i b i r takım entrikalı politika mülahazalar ıyla baskı altına almak, yalnız anayasaya ve hukukun yüksek prens ip le r ine aykırı değildir, h e m de b u n d a n evvel işaret ettiğimiz gibi, halk kitleleri, a ras ın­da dini cehalet ve dalâlete m e y d a n açmaktır . Tekrar

edelim ki, din insan için ferdi ve içtimaî bir ihtiyaçtır. Ve b u ihtiyaç hayatidir . Bu tü r lü ihtiyaçlar in san g ö n ­lünden kazınıp çıkarı lamaz, b u n l a r ancak salim m e c r a ­sına konulur. Ferdin g ö n l ü n d e n din d u y g u s u n u ve ma­neviyat sevgisini kazırsanız, b u n u n al t ından insanhk değil, beh imiye t çıkar. İnsan deni len zalim hayvan ın e-gois t t ıynetini te rbiye ed ip onu insanlaş t ı ran âmiller a r a s ında din ve manev iya t b a ş t a gelir.

Faka t aş ikâr ki, b i r memleke t t e din ihtiyâcını sal im m e c r a s ı n a koymak ve en iyi b i r şekilde t a tmin e tmek için, h e r ş e y d e n evvel, yüksek bilgili ve sağ lam seciyeli din adamla r ına ve âl imlerine lüzum vardır . Bu a d a m l a r gökten inmez ve insan a n a s ı n d a n din âlimi doğmaz , di­ni tahsi l ve tedr is mües se se l e r i nden yetişir. Nitekim t ıp, hukuk, fen adamı ve âlimi de b u nevi mevzular üzer in­de çahşan tahsil ve t edr i s müessese le r inden çıkar. Fa­kat memleke t t e yüksek dini kül tür ve ren tahsil ve tedr i s müessese le r i yok olursa, b u husustaki ihtiyaç o r t a d a n kalkmış olmaz; sadece yüksek seviyeli din adamı ve âli­mi yok olur. Diğer taraf tan, b u yokluğu fırsat bilerek s a h n e y e din adamı ve âlimi diye gayet sathî, y a n cahil b i r tak ım kimseler çıkar. Ve tabiatiyle etrafı din ad ına hu ra fe ve cehalet bürür .

Böyle bir neticeyi b e r t a r a f ed ip bu vaziyeti ıslâh et­m e k için yapılacak iş, m ü k e m m e l ve m o d e r n dinî tahsil ve t edr i s müessese ler i k u r m a k ve memleket te din ve manev iya t ihtiyacının istediği din adamlar ını yetişt ir­mektir . Nitekim bir memleke t t e has tahk lan ön lemek ve has ta la r ı tedavi e tmek için yapılacak iş, t ıp tahsili ve ren müessese le r i yok e tmek değildir, bilâkis var e tmek ve bun la r ı ıslâh edip m ü k e m m e l b i r suret te işler hâle koy­maktır .

B u g ü n ü n medeniyet i ve terakkileri karş ıs ında artık dinin rolü ve h ü k m ü ka lmamış t ı r ve dinin yerini b u g ü n ilim ve teknoloji almıştır deni lemez. Bunu demek için 11-

min h u d u d u n u g ö r m e m e k ve insan y a r a d ı h ş m m binbi r e s r a r m d a n hiçbirini an lamamış olmak lâzımdır. Bun­d a n evvel gös te rd ik k i / " ' ilim ile din tıpkı, akıl ile his gi­bidir. Bunlar bi rbir ini nefyetmez; bilâkis bi rbir ini lâzım kılar ve tamamlar .

Dini neşriyatın tahdidi: Yukarıda da söylediğimiz gibi, dini neşr iya t ın devlet

kont ro lüne tâb i olması gaye t tabiidir. Ancak b u neş r i ­yatın tâbi tutulacağı kont ro l ve tahdi t rejimi, memleket ­te u m u m î neşr iyat s ahas ında mevcu t kont ro l ve tahdi t re j iminden ayrı ve aşkın b i r rejim olamaz. Olması için hukuken makbul ve m e ş r u b i r s ebep göster i lemez. Di­nî neşr iyat ın yı ldırma ve s ind i rme havas ına b o ğ u l u p yok edi lmesinde ne millet ve ne de insanlık için hiç bir fayda mülâhaza edilemez. Bu neşr iya ta karş ı takip edi­lecek aşkın b i r ş idde t politikası, dinî neşr iya t ın ikna kuvvet inden, çekici ve sürükleyici k ıymet inden korkul­d u ğ u n u gösterir . Fakat ikna kuvvetine ve mant ık me ta ­net ine karşı cebir ve şiddetle mukabele e tmek haksızlık ve geriliktir.

Hukuka bağlı b i r devlet te bü tün fikirler ve kanaatler , devlet n a z a r m d a , müsav i ve aynî de recede m u h t e r e m tutulmak lâzımdır. Ç ü n k ü böy le b i r devlet, muayyen b i r sınıfın veya z ü m r e n i n deği l , u m u m u n devlet idir , h ü k ü m e t adamlar ı b u hakikati bir tarafa b ı rakı r da, memleket te mevcu t fikir ve kanaa t akış lar ından bazıla­rını destekler, bazılarını da ellerindeki â m m e kuvvetle­riyle yok e tmeye kalkışırlarsa haksızlık e tmiş ve ş e r r e alet o lmuş olurlar. Millet ve insanlık için fayda ve m e n ­faat, bü tün fikir ve kanaat ler in se rbes t b i r m ü n a k a ş a m e y d a n ı n d a se rbes tçe or taya dökülüp ça rp ı şmas ında

(73) Bakınız, Din ve Lâiklik, Birinci Kısım.

ve e lenmesindedir . Bu suret le ça rp ı şan fikirlerden çü­rükleri düşecek, sağlamlar ı ve ka lbur üs tü kalanları da g ü n g ö r ü p insanl ığa h izmet edecektir. Se rbes t b i r fikir m e y d a n ı n d a se rbes t çe m ü n a k a ş a edilerek e l enmeden ve tenkid t o r n a s ı n d a n g e ç m e d e n hakikat diye kabul o lunan ve başka la r ına zorla kabul ettiri lmeye çalışılan d ü ş ü n c e ve görüş le r in üs te çıkması ve kıymet alması, işte aziz okuyucum, millet ve insanhk için en büyük da­lâlet ve şe r yolu budur . Se rbes t çe m ü n a k a ş a s ı n d a n b i r millet için za ra r doğacak b i r fikir ve kanaa t bi lmiyo­r u m . Bir millet haya t ında se rbes t m ü n a k a ş a n ı n za ra rh o lduğu b i r z a m a n ve ahva lde bi lmiyorum.

Dinin emirlerini yerine getirme hakkının hududu: Bu nokta ile d in ve devlet münasebe t le r i mes 'e les i -

nin en çetin bir b ü k l ü m ü n d e bulunuyoruz . Tekrar ede­lim ve iyice anlaşal ım ki, din sırf inanç tan ve ibade t ten ibare t değildir; aynı z a m a n d a muayyen bir haya t ve ce­miyet sistemi ve b i r fiil ve hareket ler kanunudur . Din insanlar ın b ü t ü n fiil ve hareke t le r ine ve birbir leriyle olan münasebe t l e r i ne ha t t â ferdin kendi nefsine karşı hareke t le r ine b i re r kıymet biçer. Bazı hareket ler in y a ­pılmasını ve bazı lar ının yapı lmamasını emreder . Din­da r olan ferdin naza r ında b u emir hakt ı r ve mutlaktır ; b u n u yer ine ge t i rmek ve dinin yasakladığı he r fiilden kaç ınmak b i r borç tur .

Ancak b u ferd aynı z a m a n d a muayyen bir devlet ül­kes inde yaşamak ta ve o devletin va t andaş sıfatım taşı­maktadır . Bu sıfatla, devlet de ona, kanunlar iyle şunu yap ve b u n u y a p m a emri vermekte , bâzı hareke t le re

(74) Bu nokta hakkında bakınız: H. Haski, La Libeste.

1 4 0

m ü s a a d e edip bazı larmı yasaklamaktadır . Din ile devle­tin birleşik o lduğu yahu t , daha d o ğ r u s u , devletin d ine bağlandığ ı eski devir lerde b u vaziyet ten büyük bir m a h z u r d o ğ m a m a k t a idi. Çünkü b u vaziyette dinin ka­n u n u devletin anayasas ı m e s a b e s i n d e idi. Devletin ya­sa ve yasaklar ı dinin k a n u n u n a uymak z o r u n d a idi. Fa­kat, zamanımızın b i r çok memleket le r inde o lduğu gibi, d in ile devlet b i rb i r i nden ayrılır ve b u n l a r d a n h e r bir i­n in k a n u n u d iğer ine zıd b i r vaziyet alır da bi r in in m ü ­saade ettiği b i r fiil ve münasebe t i d iğer i yasak la rsa b u takdi rde n e yapılır ve d inda r va t andaş ın hali n ice olur? Başka b i r deyişle muayyen bir devlet va tandaş ı sıfatiy-le d inda r için dinin emirlerini yer ine ge t i rme hakkının h u d u d u ned i r?

Görü lüyor ki, mes 'e le hakikaten çetindir; fakat fik­r imce, halli imkânsız değildir. Elverir ki, din ve devlet adamlar ı iyi niyetle Ve müş te rek b i r an l a şma zemini bu lma gayretiyle ha reke t etsin.

Bu hususta , fiil ve hareket ler üzer inde , b u n d a n evvel yaptığımız bir tasnifi t ek ra r ele alalım. Ve b u tasnifin din ve devlet nazar ındaki kıymeti üze r inde düşünel im.

Fiillerimiz, dedik, başkalariyle b i r nevi m ü n a s e b e t vücuda getir ip ge t i rmemek bak ımından , ya ferdi veya içtimaî olur. H e m e n ilâve edelim kİ, b u tasnifin din na ­zar ında hiç b i r ehemmiyet i ha t tâ m â n a s ı yoktur. Zira din, ferdi ve içtimaî, b ü t ü n insan fiillerini kontrol eder. D indar olan ferdin he r işi ve hareketi , en gizli, t e n h a ve karanlık bir köşede işlenmiş olsa bile, ilâhî kanunla r ın h ü k m ü n d e n kur tu lamaz . Dinin m u r a k a b e s i n d e n ve dince tesbi t o lunan kıymet kademes ine gir ip de kendi ­s ine m a h s u s olan yeri a lmaktan kur tu lan h iç b i r insan fiili yoktur. Dikkat edersek, dinin gerek ferdi ve gerek içtimaî kıymet ve kuvveti de bu husus iye t inde kendisi­ni gösterir . Ve b u nok tada din hukuktan ayrı larak ahlâk ile birleşir.

Halbuki dinin b u genişl iğine ve şü m u lüne mukabil , devletin eli ve beşe r i k a n u n l a r m h ü k m ü insan fiil ve ha­reketler inin h e p s i n e değil , ancak muay y en b i r k ısmma uzanır. Beşer i k a n u n l a r m şumûlü altına giren fiil ve ha­reket ler sırf içtimaî olanlardır . Yani başkalar ını alâka­landı ran , başkalar ıy la b o r ç ve alacak kabi l inden b i r n e ­vi m ü n a s e b e t teşkil eden fillerdir. Yalnız bun la rd ı r ki, kanuna ve devlet o tor i tes ine mevzu olur. Ferd i olan fi­iller ise t o p t a n devlet kanunlar ın ın h ü k m ü dış ında ka-hr.'^^'

Şu halde , devlet kanunlar ı ve emirleri karş ıs ında, d inda r ferdin akide ve kanaatleriyle b a ş b a ş a kalıp ta­mamiyle s e rbes t o lduğu, rejimlere göre , az veya çok geniş bir s aha vardır . Bu s a h a d a ferdi dediğimiz yâni başkalarıyla hukukî b î r m ü n a s e b e t tesis e tmeyen ve n e ­ticeleri sırf failinin şahs ına inhisar eden fiiller ye r alır. Bunlar, ibadet , d u a ve m ü n â c â t fiilleridir. Bu fiiller dev­let faaliyetleri s ahas ına girmedikler i için, bun la r ın ifa­s ında dinin emir ler in i yer ine ge t i rme hakkı ferd için h e m e n h e m e n mutlaktır . Yukarıda kaydett iğimiz gibi, gerek m a b e d iç inde ve ge rek m a b e d dış ında gerek tek baş ına ve ge rek top luca yapılsın, 1924 Türk Anayasas ı ­n ın 75'inci m a d d e s i n d e veri len ölçüye aykırı o lmamak şartiyle, ibadetler , h u k u k e n serbest t ir . Devlet eli ferdin ibade t nev ' i nden olan fiillerine uzanamaz .

(75) Gerçi devletin fiil ve hareketler karşısındaki nüfuz sahasının hudutları her zaman ve her memlekette sabit ve aynı değildir. Bu hudutlar memleketlere ve hususiyle, rejimlere göre değişir, kâh daralır ve kâh genişler. Devlet rejimi az çok liberal olan memleketlerde devletin nüfuz ve müdahale sahası nisbeten dar­dır. Bu saha otoriter ve totaliter rejimlerde, bilâkis, alabildiğine genişler ve bu nisbette hususî hayat sahası daralır. (Bu fikrin üzerine bizim "Demokrasi Rehberi" adlı eserimizin birinci kısmına bakınız. Yağmur Yayınları).

Çünkü bu rejimlerde devlet vatandaşlarının en mahrem hayatına girmek ve bütün hareketlerini kontrol edip en şahsî İşlenne bile müdahale etmek sevdası­na düşer. Bununla beraber, bu türlü rejimlerde bile ferdler hesabına yine az çok serbest bir saha bulunur. Bu sahada ferd kendine ait kalır ve devlet baskısından uzakta seri?estçe nefes alma imkânını elde eder.

(76) İçlİmaî fiillerin Iju şekilde gruplaşması ve gruplar arasındaki fark ve mü-nasebellen görmek için İstanbul Hukuk Fakültesi mecmuasının yukarıda kaydet­tiğimiz sayısındaki etüdümüze bakınız.

Devlet faaliyetinin sahas ı ve kanun la r ın mevzuu içti­maî dediğimiz fiiller olmakla be raber , dikkat edersek, bunlar ın da heps i değildir. İçtimaî fiil ve ha reke t mef­h u m u içinde b i rb i r inden farklı, k ıymet ve ehemmiye t dereceleri gayri müsavi b i rkaç g r u p vardır . Grup l a rdan biri, nezaket, ve muaşe re t âdabı da i res inde cereyan eden fiil ve hareket lerdir . Bunlar h e r memleke t in ken­disine m a h s u s nezaket ve iyi m u a ş e r e t anlayışına gö re kaidelenir. Bir diğeri ahlâki fiü ve hareke t le r g r u b u d u r ki, bun la r da yine memleket te yer leşmiş ahlâk, telâkki ve kaideler ine bağlıdır. Nihayet içtimaî fiillerden b i r g r u p da hukukidir. Hukuki demlen fiüler de memleke t ­çe kabul edilen hukuk kaideler inin h ü k m ü altındadır.'™'

İçtimaî fiiller sahasını teşkil eden b u g rup l a rdan devletin d o ğ r u d a n doğ ruya h imayes i ve otori tesi altın­da bu lunan ve devlet kanunlar iyle t anz im edilip devlet­çe madd i b i r cebir müeyyides ine b a ğ l a n a n yalnız huku­kî fîil ve münasebe t l e r g rubudur . Yalnız bun la rd ı r ki, devlet kanunla r ına mevzu olur ve dediğimiz gibi, m a d ­di bir cebir müeyyides ine dayanır . Bunlar ın dışında ka­lan nezaket ve iyi muaşe re t kabi l inden olan hareket ler­le bü tün ahlâki fiüler tamamiyle se rbes t b i r saha teşkil eder ve devlet müdaha l e s inden uzak kalması lâzım ge ­lir. .

Şu halde ferd isterse, bu se rbes t sahada , yani neza­ket ve iyi m u a ş e r e t kabil inden olan hareket ler iyle ahlâ­ki ha t ta iktisadi faaliyetlerinde inandığ ı dinin emirleri­ne tâbi olabüir. Çünkü, b i r hukuk devleti çerçevesi için­de, bu sahada d inda r ferdin devletle karş ı laşması ve devlet kanunlar ına aykırı b i r vaziyet alması imkânı yok­tur. Çünkü b u saha ahlâk, iktisad, nezaket ve iyi m u a ş e -

— D İ N v e L A l K L I K —

re t ka ideler ine tâbi fiiller sahas ı kaldıkça, kanun ve o to ­r i te sahas ı deği ldir /" '

Yine dikkat edersek, içt imaî fillerden kanun ve otor i ­t e m e v z u u olanlar s ahas ında bile d i n d a r ferd, k ısmen olsun, serbest t i r . Çünkü b u nevi fiil ve münasebe t l e r in heps i farksız olarak m e c b u r i değildir. Bilâkis, bun la r ­d a n büyükçe bir kısmı ihtiyaridir. Şu m â n a d a ki, ferd b u fiilleri iş leyip i ş l e m e m e k t e ve iş lediği z a m a n , k a n u n u n t a y i n et t iği h a r e k e t t a rz ın ı t ak ip ed ip e t m e m e k t e m u h a y y e r bırakılmıştır . Kanun fiilin işlen­mes in i e m r e t m e m i ş , yalnız i ş lenmesine m ü s a a d e etmiş ve b u h u s u s t a bir ö rnek ha r eke t tarz ı göstermişt i r . Din­d a r ferd i s terse , b u nevi fiilleri işlemez de kendi inandı ­ğı dinin e m r i n e ve h ü k m ü n e tâbi olur. Meselâ faiz ahp v e r m e k d inen yasak, k a n u n e n m ü s a a d e edilmiş fiiller­dend in D inda r olan kimse, b u husus t a m e n s u p o lduğu d ine tâb i o larak faiz alıp ve rmez . Dinen yapılması veya yap ı lmamas ı emredi lmiş b i r çok fiiller var ki, b u n l a r n o r m a l b i r hukuk devlet inde t amamiy le devlet m ü d a ­ha l e s inden uzak kalması lâzım gelir. Meselâ İs lâmda varlıklı Müs lüman la r ın h e r s e n e mal ve mülklerinin ya aynı veya kıymeti üze r inden kırkta birini zekât o larak fakirlere, kimsesiz düşkünle re vermeler i , b e d e n e n ve m a l e n muk ted i r olanların ömür l e r i nde b i r defa olsun hacca gi tmeleri emredilmişt ir . Yine meselâ d o m u z eti yemek ve k u m a r oynamak Müs lüman la r için m e m n u ­dur. Bü tün b u husus l a rda dinin emrini dinleyip yer ine ge t i rmek M ü s l ü m a n ferdin elindedir.

İ77) Biz bu mütalâa ve görüşlerimizde normal bir hukuk devleti yâni faali­yetlerinde hukuka bağlı bir siyasî iklidan gözönünde bulunduruyoruz. Bu hakkı, yalnız kanundan dcğan bir selâhiyet görmek, vatandaşı hükümet adamlarının ayak türabı yapmaktır. Bizce hak ve kanun ayni bir şey değildir. Kanun, muay­yen bir zamanda ve muayyen bir kanun koyucusu tarafından hakkın iyi - kötü İfade edilen bir kopyasıdır. Yüksek ve ince bir fikirle, bunun kalem veya sözle ifa­desi arasında nasıl bir ayrılık ve başkalık varsa, hak ile kanun arasında da Öyle bir başkalık vardır.

(78) Bununla bereber alâkalılar kendi aralarında mutlaka dini miras kaidesi­ni tatbik etmek isterlerse, buna da kimse mani olamaz.

Dikkat olundu İse, biz burada evlenmeden hİç bahsetmedik ve misal verme­dik. Halbuki evlenme müessesesi dinî hukuk İle bugünkü medeni kanunun çok çarpıştığı noktalardan biridir zannedilir. Hakikat böyle değildir. Bir kere İslâmda evlilik üstüne evlenme bir emir değil, sadece bazı şartlar altında bir müsaadedir. Medeni Kanunda ise evlilik üstüne evlenme memnudur. Birinde çok zevceli aile bir müsaadedir, diğerinde tek zevceli aile mecburidir. Memnuniyet ve mecburiyet müsaadeyi ifna etliğine göre, Türk vatandaşı için evlenme bahsinde Medeni Kanuna tabi olma zaruridir.

Şu h a l d e ve net ice itibariyle, d i n d a r için m e n s u p ol­d u ğ u dinin emirlerini ye r ine ge t i rme hakkinm h u d u d u , k a n u n l a r m yap veya y a p m a gibi bir emirle yap ı lmasmı veya yap ı lmamasmı m e c b u r i kıldığı fiil ve m ü n a s e b e t ­ler sahasıdır . Meselâ İs lâm d in inde kız ve erkek evlâd a ra s ında miras t aks iminde kaide ikili birlidir. B u g ü n k ü m e d e n i kanunda ise müsavi paydır . Görü lüyor ki, b u iki h ü k ü m birbi r ine zıddır. Faka t m e d e n i k a n u n u n mi r a s kaidesi, içtimaî nizam kaideler in den dir. Devletin t a p u ve kadas t ro işleri ve mülkiyet rejimi b u kaideye g ö r e ayarlanacaktır . Binaenaleyh mirasçı lar ın b u kaideye uymalar ı mecburidir .™

Bu sahan ın dış ında ka lan b ü t ü n fiil, ha reke t ve m ü ­nasebe t l e rde hukuka bağl ı bir devletin d i n d a r va tan ­daşlar ı , inandıkları d inin emirler ini ye r ine ge t i rmek te ve yasaklar ına kulak ve rmek te serbestt ir ler . K anunun yapı lmasını emredip de dinin yasak ettiği veya b u n u n aksine olarak k a n u n u n yasak edip de dinin y a p ü m a s ı m emret t iği husus la rda d i n d a r va t andaş kanuna uymakla, m e n s u p o lduğu 'd in n a z a r m d a g ü n a h işlemiş sayılmaz. Ç ü n k ü b u n a mecburdur , b inâena leyh mazurdur .

Hülâsa edelim:

Hukuka b a ğ h bir devlet te , din hürr iyet i , ferdin h ü k ü m e t veya d iğer ferdler ta raf ından, k a n u n yolu ile veya başka bir vasıta ile, baskıya uğramaks ızm; korkut ­ma , yıldırıp s indi rme poli t ikasına maruz bırakı lmaksı-zm:

1) Dilediği ve beğend iğ i b i r dinin akidelerine inan­mas ı ve bunla r ı se rbes tçe ben imsemes i ;

2) İnandığı dinin ibade t ve dualar ını o d inde yer leş­miş u s û l â d â b ve lisan üze re s e rbes t çe icra edebilmesi ;

3) İnandığ ı ve kabul ettiği din üzerindeki d ü ş ü n c e ve bilgilerini, sevgi ve hayranl ıklar ını , sözle veya yazı ile, s e rbes t çe yayması ve başka la r ına duyurabi lmesi ;

4) Kabul ettiği dinin ilahiyatını ve amel ahkâmın ı s e rbes t çe tahsil edip ö ğ r e n m e s i ve bunla r ı başka la r ına oku tup öğretebi lmesi ;

5) Devlet kanunlar ın ın yapı lmasını veya yap ı lmama­sını b i r k a n u n ile, yâni u m u m î objektif ve m ü c e r r e d bi­r e r ka ide şeklinde emred ip m e c b u r i kıldığı husus l a r m ü s t e s n a olmak ve bunla r la t enakuza g i rmemek şar t iy­le, ferdî ve içtimaî haya t saha la r ında , inandığı dinin emirlerini s e rbes t çe ye r ine get irebi lmesi demektir .

Ferd in din hürr iyet i h u d u d u n u , h e r hak ve hür r iye t gibi evvelâ, başka lar ın ın aynı kıymet ve mahiyet teki hak ve hür r iye t inde ; san iyen de camianın emniyet ve asay iş inde ve iyi m u a ş e r e t ka ideler inde bulur. Bu hu ­d u d u aşmad ıkça yâni başka lar ın ın hürr iyet ini engel le-med ikçe ve memleket in h u z u r ve sükûnunu boza r b i r ha reke t şekli a lmadıkça ferdin din hür r iye t ine ve b u n ­d a n d o ğ a n haklar ına, indi ve siyasi mülâhazalar la , ka-yıdlar konamaz . Bu yolda konacak kayıdlar h e m Ana­yasan ın r u h u n a ve maksad ına , h e m İnsan Hakları Dün­ya Beyannames ine , h e m de Hukukun yüksek prens ip le ­r i ne aykırıdır.

Bu izahımızla M ü s l ü m a n dindarlarımızı ta tmin et­miş o lmaktan uzak b u l u n d u ğ u m u z u takdi r ediyoruz. Nitekim, b u eser in ilk bas ımında bazı okuyucula rdan aldığımız mek tup la rda bu nokta üzer inde du ru lmuş ve yukar ıdaki izahımız tenkid edilmiştir. Bu okuyucular ı ­mız, saf İslâmiyet bak ımından haklıdırlar. Çünkü İslâ-

— D I N H Ü R R I Y E T I N E D E M E K T I R ? —

miyetin Devlet hayat ındaki üssülesası "Emri b i imâruf ve nehyi an i lmünker" kaidesidir . Bu kaide ge reğ ince , Müslümanlar , Kitap ve Sünne t ahkâmı da i re s inde amel etmekle. Kitap ve Sünne t in m ü s a a d e ettiği husus lar ı " m â r u r emir ve icra, neh iy ettiği şeyleri de " m ü n k e r " m e n etmekle mükelleftir. Bu kaidenin d ış ında ka lan b i r devlet gidişi İs lama aykırıdır.

Bunu kabul ederiz: Ancak, şu b i r vakıadır ki, Türki-yemiz en az yüz sene evvel inden be r i "Emri bil m â r u f ve nehyi an i lmünker" kaidesini İslâmi esas la r da i res in­de ta tbik ve icra e tmek ten yavaş yavaş ayrılmıştır. Bu­g ü n ise b u ayrılık son hadd in i bulmuştur . Ki tap ve Sün­net , meselâ , hırsızın elinin kesilmesini, zâninin taşlat t ı -r ı lmasmı ve kısası yâni dişe diş göze göz cezasını em­rett iği ha lde daha ondpkuzuncu as ı rda b u cezalar d e ­ğiştirilmiştir. Geçen asr ın o r ta la r ında Frans ız Ceza Ka­n u n u n d a n h e m e n aynen iktibas edilen Osmanl ı Ceza Kanunu ile b ü t ü n b u cezalar -Halife- Su l tan 'm "tazir hakkı" n a sığınılarak değişt ir i lmiş ve h a p s e çevri lmiş­tir. Halbuki İslâmi esas larda , Müs lümanla r ın emr ine yâni devlete ait olan "tâzir" yân î ceza v e r m e hakkı, n a s ile sabi t o lmuş bu lunan " H u d u d - u Şer ' iyye" d ış ında muteberd i r .

Yine geçen asrın o r ta la r ında Frans ız Ceza M u h a k e ­meler i usûlü k a n u n u ile suçlar ın sübu tu şekilleri İslâmi esas la rdan başka kaynaklara bağ lanmış , Şer ' iye M a h ­kemeler inin yan ıbaş ında ve bunla r ı gö lgede b ı rakmak üzere "Nizamiye" deni len Mahkeme le r kurulmuştur . B u g ü n ise, bu yolda daha ileriye gidilmiş, Şer ' iye M a h ­kemeleri ilga edildikten başka , İsviçre Meden i K a n u n u iktibas edilmek suretiyle b ü t ü n Şer ' i usûl ve esas lar Türkiye Devlet haya t ından tamamiy le çıkarılmıştır. Bu b i r vakıadır. Bir, ha t t â b i r buçuk asır sû ren b u vakıa üzer inde b u g ü n m ü n a k a ş a e tmek beyhudedi r . Milletle­rin hayat ı , dini olsun veya lâ dini, h e r z a m a n kanun du­varlar ı içinde sıkışıp kalmıyor. Bir an geliyor ki, b u h a -

yat bu duvar la r ı aş ıyor ve h e r millet kendi tar ihi kade ­r ine gö re b i r is t ikamet takibediyor . Bunun ö n ü n e geçe-meyiz, kaideleri değiş t i remeyiz . Vakıaları değ i ş t i rmeye ve b i r milleti t u t t uğu tar ihi yo ldan çevirmeye çalışmak, ı rmaklar ı kaynaklar ına akı tmaya çal ışmak kada r boş bir gayrett ir .

Nitekim bu keyfiyet, az çok benzer i b i r şekilde Hıris­tiyanlıkta da böyle o lmuştur . G a r p memleke t l e r inde Hı­ristiyanlıkla Devlet münasebe t l e r i az çok bizdekine benze r b i r gidiş almıştır. Hıristiyanlığın, b i lhassa Papa ile temsil o lunan Katolik ko lunun da, Müslümanl ık gibi, kendi mensup l a r ı na m a h s u s , b i r hukuki nizamı vardır . (Droit Canonique) yani ''Kilise Hui^uku" deni len bu ni­z a m ile devlet hukuku a ras ında , tıpkı bizde o lduğu gibi, açık ve ba r ı şmaz tezat lar vardır . Meselâ, Kilise Hukuku faizi men ' ede r , kar ı -koca a r a s ında b o ş a n m a y a aslâ mü­s a a d e etmez. Çünkü Hıristiyanlıkta karı-koca a r a s ında ilâhi i r ade ile t ahakkuk etmiş m u k a d d e s bir b a ğ vardır . Kul i rades i b u bağ ı çözemez. Halbuki G a r b m devlet ka­nunla r ı b u nok ta la rda Hırist iyanlığın tamamiyle aksi­nedir . Katolik Kilisesi y e r y ü z ü n ü n en kuvvetli din teşki­latına sah ip o lduğu ha lde , b u teşküat ın merkezi olan R o m a ' d a , bile, İtalyan Devleti 'ne karşı . Kilise Hukuku­n u hâk im kı lamamış . Devletle b a ş a ç ıkamayacağını an ­layarak m ü c a d e l e d e n vazgeçmeyi ve m â b e d ha r imine çekilmeyi selâmeti için y e g â n e çıkar yol görmüş tü r .

Hülâsa, b u g ü n Türkiye devlet haya t ında dini usûl ve h u k u k u n yen iden hak im olmasını istemek, bizce, m u ­hali t emenn i etmektir . Binâenaleyh makul olan, dini usul ve hukuku M ü s l ü m a n ferdin takip ve takd i r ine bı­r a k m a k ve b u usul ve hukukun Devlet hukuku ile müca ­deleye g i rmes ine m e y d a n vermemekt i r . Müs lümanhk içkiyi, faizi, k u m a n ve fuhşu m e n eder. M ü s l ü m a n ferdine düşen , d ine imtisal ederek, bu gibi menh iya t t an kendin i çekmektir . Devlet kanunla r ın ın b u n l a r a m ü s a ­ade etmiş olması b u n a b i r m a n i teşkil e tmez. İş bu ka-

darla kalmaz da, M ü s l ü m a n ferdi. Devletin kanunlar ı da, i lhammı d i n d e n alsın ve menh iya t a m ü s a a d e e t m e ­sin, derse ; dini Devletle mücade leye sevk etmiş olur ki, b u mücade lede m u h a k k a k sure t te din kaybeder . Daha açık olmak için, biz, b u g ü n k ü gidişi ve tar ihi t ekâmülü g ö z ö n ü n d e tu tarak , diyanet in d indar la r muhi t ine ve m a b e t ha r imine çekilmesine taraftarız. Bizce b u g ü n din için se lâmet bundad ı r . Bizce b u g ü n din ve devlet münasebe t l e r i s ahas ında dinin devlet ten bekleyeceği ve isteyeceği b i r şey vardır : «Gölge e tme, b a ş k a ihsan is temem.» dir.

Bunu anladıktan ve din hürr iyet iyle b u n a bağlı va­t a n d a ş haklar ını g ö r d ü k t e n son ra , ş imdi b u hü r r iye t ve haklar ın teminat ın ı ve ko runmas ı çareler ini görel im.

ÜÇÜNCÜ KİSİM

LÂİKLİK NE DEMEKTİR? LÂİKLİK VE MODERN DEVLET

Lâiklik nedir? "Lâik" kel imesinden ve b u n u n lügat teki m â n a s m d a n

başlayalım. (Laîc=) ''laique" lât ince (laicus) as l ından alınmış Fransızca b i r kelimedir. Ve lüga t mânasiyle , ru ­han î o lmayan kimse, dinî o lmayan şey, fikir, müessese , sistem, p rens ip demektir .

Katolik dünyas ında insanlar ikiye ayrılır. Bir kısmına (Cîerge-) "Wer/'e" den i r ki, bun la r d în adamla r ıd ı r ve ruhanî ler sınıfını teşkil ederler. Bu sınıf da, kendi için­de tekrar, ''Regnlier'' ve "Secui/er" diye iki zümreye ay­rılır. Birinci zümreye dahil olan ruhani ler , haya t tan uzak yaşayan ve manas t ı r l a ra kapan ıp ömür ler in i iba­detle geçiren zahitler (=tekkenîşinler)d\r, İkinci z ü m r e ise, papaz , p iskopos gibi halk İçinde ve herkes le birlik­te yaşayan Kilise hadimler i ve bilfiil dini vazife gö ren âyin sahipleridir.

İşte, lâik diye, ruhan i le r sınıfının b u iki zümres inden hiç bi r ine m e n s u p olmayan, zahit veya p a p a z sıfatı al­m a y a n Hırist iyanlar a denir. Kelimenin bu ilk ve asli mânas ı genişletilerek, dinî o lmayan ve r u h a n î b i r mah i ­yet taş ımayan fikir, müessese , p rens ip , hukuk, ahlâka da "lâik" denilmiştir. Şu halde lâik hukuk deyince bun­dan, dini o lmayan, esaslarını d inden a lmayan hukuk;

lâik devlet deyince de dini akide ve esas lara d a y a n m a ­yan devlet an lamak lâzım gelir. Lâik kelimesi hukuk ıs­tılahları a ras ına Fransız Büyük İhtilâli ile girmiştir . İhti­lâlde F r a n s a Devleti ve hukuku kiliseden ayrılıp, dinilik-t en çıkınca yeni d o ğ a n b u ç o c u ğ a b i r ad ve rmek lâzım gelmiş ve lâik devlet, lâik hukuk denilmiştir.

Bu kel ime bize Meşru t iye t yıl larında girmiş ve o za­m a n "ladini" diye t e r c ü m e o lunmuş tur . Gar ipt i r ki, lâik ke l imes i /b izde elli senelik b i r ö m r e malik o lmasına r a ğ ­m e n , halkımızın büyük b i r ekser iyet ince de hâlâ lâyı­kıyla anlaşılmamıştır .

Çünkü , Hrist iyanlığın aks ine olarak, Müslümanl ık ta r ah ip le r ve ruhan i le r diye ayrı ve imtiyazlı bir sınıf yok­tur. İs lâmiyette kavim ve kabile, soy ve sop imtiyazı m e v c u t o lmadığı gibi şahıs ve sınıf imtiyazı da yoktur. İslâmiyet, b ü t ü n Müs lüman la r ın hukukta , şeref ve imti­yazda eşitliği kaidesine dayanır . Bu kaidenin b i r tek is­t i snas ı vardır , o da "Allah i n d i n d e en makbul ve m ü m ­taz olanınız, ibadet ve tâat ler iyle Allah'a en yakın olanı-nızdı r" meal indeki âyetin müjdelediği Müslümanlard ı r .

•İki din aras ındaki b u esaslı ve tarihî ayrıhk sebebiy­ledir ki, Müs lüman-Türk , lâikliği an lamakta güçlük çek­mektedi r .

Din hürriyetinin düşmanlan: Din hürr iyet in in , bence , b i r çok değil, yalnız bir düş ­

m a n ı vard ı r ; o da, bir kel ime ile taassuptur .

{79) Taassup lügatte, asabiyet sahibi olmak demektir. Asabiyet, asabeye men­sup olmaktır. Asebe de ferdin mensup olduğu ve âzası bulun-duğu kavim, kabile yahut millettir. Şu halde taassup aslında bir kimseyi kendi kavim ve kabilesine ve­ya milletine bağlıyan ruhi bir bağdır. Taassup kelimesinin bu İlk ve asli manası ge­nişletilerek bir dine veya herhangi bir felsefî veya siyasî inanca bağlanan insanla­rın bu inanca karşı gösterdikleri sadakat ve fedakârlığa da taassup denilmiştir.

İslâm âlimleri dinî taassubu, tefrit, itidal ve İfrat olmak üzere üçe ayırmışlar ve üç nevi taassup nıütalâ etmişlerdir.

Taassup, b i r k imsenin kendi i n a n a n d a n ve kend ince hakika t kabul ettiği g ö r ü ş ve kanaa t t en başka olan inanç , görüş ve kanaa t le re ve bunla r ı t aş ıyanlara karşı düşmanl ık bes lemesi ve onları b o ğ u p s u s t u r m a y a kal­kışmasıdır . İşte, yalnız d in hürr iye t in in değil , u m u m i ­yetle v icdan ve tefekkür hürr iyet in in amans ız d ü ş m a n ı budur . Taassup kelimesiyle ifade edüen b u düşman l ık , . "sabi t fikirler" nev inden kö tü b i r ruh î hastalıktır . Ve di­nî o lduğu gibi, siyasî, felsefî de olabilir.

Dinî veya başka tür lü olsun, h e r şekliyle t a a s s u b u n kaynağı kara cahilKktir. Hat tâ , b u n d a n d a h a kö tüsüdür , çünkü hiç okumayıp k a r a cahil kalan insan, m ü m k ü n ­d ü r ki, insaf e d e ve h iç olmazsa, bi lmediğini bile. Hal­buki az okuyup yarı caiıil ve s ığ bilgin olan, çok ke re öyle b i r ahmak cahüdi r ki, bi lmediğini de bilmez; n e dediğ in in ve n e yapt ığ ın ın farkında olmaz, ç iğnediği hakikatleri ve tekmelediği hayra t ı görmez . Hülâsa , hak, hakikat ve hür r iye t için yarı cahü ve sah te bilgin kara cahi lden daha zalim ve d a h a tehlikelidir.

Hakkiyle bilen ve samimi d ü ş ü n e n b i r insan ın t a a s ­s u b a sapmas ına imkân g ö r e m e m . Çünkü, hakkiyle bi­len, bilir ki beşer i hakikat ler h e p izafi kıymet t a ş ıyan şeylerdir. Düşününüz ki, dün hak olan, b u g ü n batüdır . B u g ü n batıl o lan da, m ü m k ü n d ü r ki yar ın h a k ola. Ka­radeniz ' in ber i kıyısında bâtıl olan, öte kıyısında haktır . Dağ la r ve denizler b ü e hakikat lere sınır teşkü e tmekte­dir. Ve insanlar b i r g ü n evvel taptıkları pu t la ra b i r g ü n s o n r a tükürmektedi r . Binaenaleyh hakkiyle bilen b i r kimsenin t a a s s u b a sapmas ına ve kendi kanaa t ine or-

Dinde taassubun tefrit derecesi, dini mübalâtsızlık ve lâubaliliktir. İtidal de­recesi ve mutedil taassub ise, dini salâbet ve metanettir. İfrat derecesi de, başka din ve kanaatlere karşı düşmanlık, tecavüz ve taarruzdur.

Dikkat edersek, TOrçede taassup kelimesi, bunlardan yalnız üçüncü manada anlaşılmakta ve derhal (fanatizme) gözönüne gelmektedir. Biz de bu kelimeyi Türkçedeki mânasında yâni (fanatisme) karşılığı olarak alıyor ve öyle kullanıyo­ruz. (Bu mevzuda meşhur Şeyh Mehmed Abduh'un merhum Mehmed Akif Bey tarafından tercüme edilmiş güzel bir makal-'

tak laşm ayan la ra karşı düşmanl ık gös te r ip tecavüze kalkmasına imkan yoktur. Böyle b i r ha r eke t g u r u r d a n , g u r u r da ceha le t ten ge l i r

Taassubun , felsefî şekilde olanına geçel im. Bugün din ve v icdan hürr iye t i d ü ş m a n ı o larak dini ve siyasi iki nevi t aassub la karşı laşmaktayız .

Dini taassup: Taassubun b u tür lüsü , d indar la r ın cahilleri tarafm­

dan başka din, m e z h e p ve kanaa t sahip ler ine karşı gös ­ter i len düşmanhkt ı r . Tarih b u nevi t a a s sup yüzünden akan nice m a s u m kaniyle, maalesef lekelidir. Dini t a a s ­s u b u n kabar t t ığ ı hırsla iş lenen zulüm ve şenaat ler i ' bu­r a d a sayıp dökmek te b i r fayda g ö r m e m .

Halbuki, iyi düşünü lü r se , büyük dinler in hiç b i r inde , hususiyle İs lâmiyette t a a s s u b u n , fikir ve kanaa t düş -m a n h ğ m m yer i yok tu r ve olamaz. Ç ü n k ü d indar ın na ­zar ında , kendi dini, hakikat in kend is id i r Fakat t a a s s u p gös t e r en ve ceberu t luk yo lunu tu tan b i r din, hakikatin kendi ta raf ında o l d u ğ u n d a n şüpheye d ü ş m ü ş ve kendi ­sini inkâr e tmiş olur. Hakikat, zafer inden emin b i r in­s a n gibi, met in ve mütevazıdır . Hususiyle, İslâmiyet gi­bi, mensup la r ın ı "d inde ikrah yoktur" vecizesinin e t ra ­fında top layan bir din tecavüze ve ceberu t luğa yer veremez .

Samimi b i r d inda r ın t a a s s u b a kayması için dini bir esas mevcu t o lmadığı gibi, mâkul ve müdafaas ı kabil b i r s e b e p d e yoktur. Hakkıyle, d i n d a r olan ve dinini bi­len b i r kimsenin, kendi akidelerini kendisiyle or taklaş-m a y a n l a r a karşı , ceberut luk gös te rmes i değil, acıması lâzımdır. Çünkü, t e k r a r edelim kî, d indar ın naza r ında kendis i d o ğ r u yolda, fakat başka din v e kanaa t t e olan­lar çıkmaz yoldadır . Ve bun la r bir u ç u r u m a d o ğ r u git-

mektedir . U ç u r u m a g iden b i r k imseye t e k m e atılmaz; Rallim ve Gafur olan Allah b u n a razı olmaz. Böyle b i r kimseye acınır ve m ü m k ü n o lursa e l inden tu tu lup kur ­tarılır. B u n d a n dolayıdır ki, p e y g a m b e r l e r ve onlar ı t a ­kiben, d in aziz ve uluları neş i r ve tebl iğ ettikleri ilâhi hakikat ler in akl-ı selim sahibi insan la r t a ra f ından e r geç anlaşılıp kabul edüeceğ inden emin olarak t a a s s u p ­t an da ima kaçınmışlardır .

İslâmiyet ve taassup: Taassup bahs in in b u noktas ında okuyucum belki b a ­

na ş u n u so racak ve İs lâmda c ihad farzdır. Kur ' an 'da " M ü c a h e d e " ve "Müşriklerle mukatele . . ." emreden , bi ­nâena leyh tecavüz ve t aa r ruzu hoş gören , ha t t a teşvik eden âyetler vardır , bun la r hakkında n e ders iniz? diye­cektir. İslâm ilâhiyatçılarının af ve m ü s a m a h a l a r ı n a sı­ğ ınarak b u n a şu cevabı verir im:

Evvelâ kabul etmelidir ki, İslâmın şanh Peygamber i insanları , cebir ve ikrah ile değil, hikmetle yani akla ve iz 'ana h i tap ederek güzel söz, tatlı nas iha t ve inandırıcı m ü n a z a r a ile ilâhi yola davete m e m u r edilmiştir.'^"' İs­lâmda ameller in en faziletlisi, insanlar ı sevmek ve in­sanl ığa h a d i m olmaktır. Nitekim, Hazret- i M u h a m m e d , önceleri Mekke 'de , on üç sene etrafını yalnız insanî ve ahlâkî mev' izelerle i r şada çalışmıştır. Fakat o n u n b u uzun m ü d d e t içinde, b u yoldaki tatlı mücahedes in in karşılığı kendis ine ve etrafına karşı yapı lan dayanı lmaz eza ve hakare t l e r o lmuş; b u n u n üzer inedi r ki. Peygam­be r Mekke'yi t e rk ederek Medine 'ye göç e tmeye mec ­b u r kalmıştır. Burada kuvvet lenen ve muhi t in i genişle­ten İslâm, zulüm ve tecavüze karşı koyma imkânını bul-

(80) "Dinde ikrah yoktur" ve İnsanları "Rabbİnin yoluna hikmet ve mev'İze ile davet eyle..." mealindeki âyetler üzerinde düşününüz.

— D i N v e LAI KLIK —

m u ş ve c ihad b u n u n için emredilmişt ir . Fakat şunu söy­lemek lâzımdır ki, m ü c a h e d e ve mukate le e m r e d e n âyet lere dikkat o lunursa evvelâ İs lâm'da m ü c a h e d e n i n mut laka silâhla m u h a r e b e ve mukate le demek olmadı­ğı; san iyen silâhla m u h a r e b e m â n a s ı n a geldiği ye rde de c ihadın b i r t ecavüz h a r b i değil, bilâkis, t ecavüze karş ı k o y m a za ru re t inden d o ğ a n b i r farize o lduğu ni­haye t c ihad farizesinin, hukuki ve ahlâki, b i rçok kayıt­larla kayıth b u l u n d u ğ u kolayca anlaşılır.'^"

Tekrar edelim ki, İs lâmın ilk devirlerin deki ha rb l e r t a a r r u z h a r b i o lmaktan uzaktır . Bunlar h e p müdafaa ve va rhğ ı k o r u m a mücadeles id i r . Mekke 'deki düşman la r ı iç inde b a r ı n m a i m k â n ı n d a n m a h r u m kalan Hazret- i M u h a m m e d , bir avuç cemaat iy le , Medine 'ye göç e tmek gibi m ü h i m bi r k a r a r alınca, öyle çetin ve tehlikeli b i r mücade l eye atılmış o luyordu ki, b u m ü c a d e l e d e ya m a h v o l m a , yahut he r n e p a h a s ı n a olursa olsun, kendi ­ni ve etrafındakileri k u r t a r m a yo lunu tutacakt ı . Ü ç ü n c ü b i r yol d a h a yoktu.

M ü c a d e l e c idden çok çetin idi: Bir tarafta anarş i iç inde b i r cahiliyet ve b a r b a r b i r mate ryahzm, d iğe r ta ­rafta ise yüksek bir Allah ideali, içtimaî ve ahlâki yeni b i r h a y a t nizamının müjdes i o larak çarpış ıyordu. İslâm

(8 V Bunu İsbat eden bir çok âyet vardır. Ezcümle Kur'an'da: "Ey Müslüman­lar! Sizinle dövüşmeye kalkışan düşmanlarla Allah yolunda dövüşünüz. Fakat haddi tecavüz etmeyiniz, (Yâni ihtiyarlara, kadınlara ve çocuklara dokunmayı­nız. Sizinle muahede yapmış olan milletlere saldırmayınız. Allah tecavüz ve ta­arruz edenleri sevmez) denilmiştir. Görülüyor ki bu âyetle cihad farizası, evvelâ, düşman tarafından vâki olacak bir taarruza ve bir harp hâli ihdisana, saniyen de ahlâki kayıdlara bağlanmış ve bugün Devletler Hukukunun en büyük prensibi olan "Ahde vefa" kaidesi vaz'edilmiştir.

Yirie Kur'an'da "Size taarruz ve tecavüz edenlere karşı siz de misliyle ve yo­luyla taarruz ve tecavüz ediniz ve Allah'tan korkup kendileriyle muharebeye me­zun .olmadığınız kimselere tecavüz etmekten sakınınız" denilmiştirki, burada taarruza karşı taarruz daha sarih bir surette görülmekte; hu­susiyle harp halinde bile adalete riayet olunması ve harp musibetlerinin İmkân nisbetinde hafifletilmesi emredilmektedir.

Diğer bir âyette de "Vatanınıza taarruz eden ve sizlen evlerinizden ve ocak­larınızdan süren düşmanlarınızı nerede bulursanız öldürünüz ve onları sizi çıkar­dıkları yerlerden çıkarınız" denilmektedir ki, burada taarruzun ancak taarruza karşı olabildiği şüpheye mahal kalmayacak surette sarihtir.

p e y g a m b e r i b u ideali yaymaya azmetmiş ve get i rdiği dini kökleşt irmek için ilâhî b i r vazife yüklenmişt i . İşte ilk devr in harpler i , d iyorum, b u azmin ve b u ilâhî vazi­fe hissinin tabi i neticeleridir . İ s lâm'da harb i , tecavüz ve t a a s s u b u b i r kaide gibi gös t e rmek açık b i r büh tand ı r . Büâkis, İslâm eski b i r b a r b a r dünyaya, dinî o lduğu ka­dar, insanî bir n izam get i rmiş ve h a r p zaruret ini insan­lık ve ahlâk kaideleriyle sımsıkı bağlamışt ır .

İslâmiyetin, asl ında, mu taa s s ıp ve mütecaviz b i r din o lduğu iddiası, bizim bazı yar ı aydınlarımızla Garb ın M ü s l ü m a n düşman ı tar ihçi ler inin ve k indar müsteş r ik­ler inin ileri s ü r d ü ğ ü b i r fikirdir."^^^ Bu fikir, maalesef, G a r p t e çok yayılmış ve asır larca G a r p milletleri b u fîk­ri mütear i feler s ı ras ında b i r hakikat gö rmüş tü r . Bere­ket, ki, son sene le rde hakikat güneşi kin ve ya lan bulut ­ları a l t ından sıyrılmaya başlamıştır . Son sene le rde Gar ­b in en selâhiyetli ve b i ta ra f tarihçileri v e fikir adamla r ı b u iddiaları ya lan lamaya koyulmuşlardır . B u g ü n artık anlaşılmıştır ki, "Dindarlık titizliğiyle m ü s a a d e ederlik r u h u n u telif eden yalnız İslâm olmuştur . Yalnız Müslü-man la rd ı r ki, dinlerini müdafaa için giriştikleri ha rp le r ­de, İslâmiyeti kabul e tmeyerek, kendi d in ler ine bağl ı kalmak isteyenleri, s e rbes t b ı rakmış ve on la ra m ü s a ­m a h a göstermişt ir . Hz. M u h a m m e d k u m a n d a n l a r ı n a

(82) Bunu anlamak için Hazret-İ Muhammed'in harp eden askerler ve ku­mandanlara verdiği şu hikmet dolu talimatı okuyahm:

"Çocuklan sakın öldürmeyiniz. Ve düşman ordusuyla kendi topraklan üstün­de harp ederken, rahat duran ahaliyi incitmeyiniz, kadınlara dokunmaymız, ev­leri yıkmayınız, tarlaları çiğnemeyiniz, meyveleri harap etmeyiniz. Hurma ağaç­larını kesmeyiniz. Cayn müslimlerin Allah'a kulluk eden rahip ve zahitlerine dokunmayınız."

Peygamberin İzinde yürüyen ilk hatife Ebu Bekir'in kumandan ve valilere gönderdiği şu tamimi de okuyalım:

"Ahaliye işkence etme. Onlan faydasız yere ayaklanmaya zorlama. İyi ve âdil ol. Çocukları ve kadıniân öldürme. Evlere ve tarlalara dokunma... Düşmanla bir muahede yaparken, şartlara riayet et. Hristiyan ülkelerde yolun üzennde rahip ve zabit İnsanlar göreceksin ki, kiliselerde ve manastırlarda Al­lah'a ibadet ve dua ile meşguldürler, bunlara işkence etme. Kilise ve manastırla­rını tahrib etme." işte İslâmın muvaffak olup kök tutmasının ve asırlara yayılan bir ömre sahip olmasının sırrı!

(83) George Rivoİre: L'Islame en marche, Le mois Suisse, No. 60. Mars 1944, sahife 139.

(84 ve 85) Aynı mecmua ve aynı sahife.

(86 ve 87) Laura Vecciya Vaglİerİ: Apologİc de L'Islame. Edil, Nİlson, Paris, sah. 22-41.

r a h i p ve zahidiere i şkence e tmemeyi emretmişt ir . Hah-fe Ö m e r Kudüs 'ü aldığı z a m a n Hrıs t iyaniarm kıhna d o -kundur tmamış t ı r . Aynı Kudüs 'ü Haçhlar zaptett ikleri z a m a n Müs lümanla r ı kıhçtan geçirmişlerdir."'*^' Rahip M i c h o u d "Şarkta Dini Seyaha t " adh ese r inde d iyor ki: "Hns t iyan milletler h e s a b ı n a esef eder im ki, b u n l a r di­nî m ü s a a d e k â r h ğ ı M ü s l ü m a n l a r d a n ö ğ r e n m e y e m u h ­taçtırlar"'®*' "Kur 'an kuvvetle değil, ikna yoluyla int işar e tmiş ve sür 'a t le yayılmıştır."'*^' "Müs lümanla r m a ğ l u p ettikleri milletleri kend i dinlerini muhafazada da ima se rbes t b ı rakmışlardır . H n s t i y a n l a r fevc fevc Müslü-m a n h ğ ı kabul e tmiş lerse , b u n u n sebebini M ü s l ü m a n fatihlerin gösterdikler i b ü y ü k anlayış ve adale t te a ra -mahdır." '^ ' Ha t tâ "İslâmiyet m ü s a a d e k â r h ğ ı yalnız fiilen ta tbik e tmekle ka lmamış , onu ilâhi nizamın temeli y a p ­mıştır."'""

Yanhş anlaşı lmasın: İs lâm dünyas ında dün ve b u g ü n t a a s s u p yoktur, d e m i y o r u m . Hicret in ilk asrı or ta lar ın­d a n i t ibaren İslâm camias ına tü r lü soy, cins ve m e d e n i ­ye t ten milletler katıldıkça İslâm dini bünyes ine hura fe ­lerle birl ikte cahi lane b i r t a a s s u p da girmiştir. Ancak, d iyorum, İslâmın as l ında ve saf Müslümanl ıkta t a a s s u p ve t e m e r r ü d ü n yeri yoktur . O k a d a r ki, t a r ih te d in n a ­m ı n a yapı lan ha rp le r in çoğu , hakikat te dini değil, ta ­mamiy le siyasidir.

Yalnız, t a a s s u p ile dini se lâbet ve metane t i b i rb i r ine k a n ş t ı r m a m a h d ı r . Bir d inda r ın inandığı dini akide ve e rkân ına sımsıkı b a ğ l a n m a s ı ve b u n d a m ü s a m a h a ve mübalâ ts ızhk gös t e rmemes i , t a a s s u p değil, dini sa lâbet ve me tane t t i r ve b u lâzımdır. Din ancak d indar ın b a ğ -

lanacağı böyle b i r iç disiplin sayes inde k o r u n u p devam edebilir. Tekrar edel im ki, t a a s s u p , h ı r çm ve mütecaviz­dir. Dini se lâbet ise, hak ve kuvvet inden emin b i r insa-m n sessiz vakar ı gibi, met in ve sakindir.

Siyasi taassup: Dini t aa s sup , dedik, cahil d indar ın kend i dini akide­

lerini mut lak sure t te hak ve başka akide ve kanaa t le r in­de mutlak sure t te bâtıl o lduğuna i n a n m a s ı n d a n d o ğ a n b i r t u ğ y a n ve hırçınlıktır. Fakat din ve v icdan hü r r iye ­t inin düşman ı yalnız b u değildir; b u n u n k a d a r siyasi ta ­assup da b u hürr iye t in düşmanıdır . Ha t tâ belki d a h a kindar, daha zalim ve yıkıcıdır. Çünkü, dini t a a s sup t a çok kere hasbilik hak im o lduğu halde , siyasî t a a s u p t a h e m e n da ima şahsî fayda his ve hırsı hakimdir .

Siyasî t aa s sup , b i r şahs ın haya t ve cemiyet hakkında kendi görüşler ini mut lak sure t te hak ve başka la r ımnki -ni bâtıl telâkki e tmes inden ileri gelen cahi lane b i r düş ­manlıktır. Bu düşmanl ığ ın b u g ü n bizim memleke t te başlıca hedefi din ve maneviyatt ı r . Çünkü, h e m e n ilâve edelim ki, siyasi t a a s s u p koyu b i r sure t te materyalist t ir . O n u n inandığı ve bağ landığ ı şey yalnız m a d d e ve m e n ­faattir. Fakat m a d d e ve menfaa t fikri e traf inda kitleleri coş turup ha reke te ge t i rmek kolay değildir. O n u n için siyasi t a a s sup b i r efsane (-Mythe) ya ra tmaya ve b u sa­yede taraf tar avlamaya mecburdur . Bu efsane zamanı ­mızda, memleket lere ve t ekâmül seviyesine göre , fa­şizm, komünizm gibi " îzm" ekli b i r kelime Üe süs lenen b i r bayraktır .

Hülâsa dinî t aassup , kendis ine inand ı rmak için, dev­letten kılıç kuvveti ve hizmeti is teyen m a b e d i n hırçınlı­ğı ve tecavüzüdür . Siyasi t a a s sup da, omuzlara d a h a kuvvetle çökebilmek için bü tün hareket ler ini m a b e d e

alkışlatmak is teyen poli t ikanın hırçınlığı ve tecavüzü­dür. Fakat , tekfirleri ve afarozlariyle, dini t a a s s u p din ve v icdan hürr iye t in in bir d ü ş m a n ı ise; cezaevleri, da -rağaç lar ı , t op l anma ve s ü r g ü n kamplar ı ile, siyasi t a a s ­sup da d iğer b i r düşmanıd ı r . Din hürr iyet inin ve b u n ­d a n d o ğ a n haklar ın b u iki d ü ş m a n a karşı ko runmas ı lâ­zımdır. Fakat nasıl? Ve ne gibi b i r t edb i r ile?

Din hürriyetini koruma çaresi ve lâiklik prensibi: Bu hürr iyet i , h e m dini, h e m de siyasi t aa s suba karşı

k o r u m a k için al ınacak tedbir , b i r kelime ile lâikliktir. Geçen devirleri bir ta rafa bırakal ım. Bugün için yaşadı­ğımız devirde ve bugüni^ü Avrupa hayat realiteleri kar­şısında, din hürriyeti ancak lâik bir devlette gün görüp yaşayabilir. Fakat lâiklik ned i r? Kelimenin lûgattaki m â n a s ı n d a n başlayal ım.

Garp hukukunda lâiklik: B u g ü n ü n G a r p memleket ler i hukukunda lâiklik, din

ile devletin ayrı lması ve devletin din, dinin de devlet iş­ler ine ka r ı şmamas ı ; memleke t t e mevcut ve m â r u f din ve mezhep le re karşı devletin tarafsız bir vaziyet alması, b u n l a r d a n hiçbir ini , d iğer i aleyhine olarak, husus i su­re t te imt iyaz landı rmamasi ; b u n a mukabi l , d inin d e devle te karşı , nisbi de olsa, b i r muhta r iye t içinde ahlâ­ki ve mânev i haya t ın nizamı olarak h ü k ü m sürmesidir . Lâik b i r devlet te h ü k ü m e t ve idare işleri ve bunlar ı t an ­zim eden k a n u n ve kaideler, prensipler ini dini mülâha ­za la rdan değil, sırf ih t iyaçlardan ve hayat reali telerin-

den alır. Halbuki lâik o lmayan devlet te kaide ve k a n u n ­lar dini esas lara dayanır . Şu halde lâiklik n e münkir l ik-t i r n e de hususiyet le din düşmanl ığ ı demektir ; s adece devlet haya t ında ve â m m e münasebe t l e r inde , dini ka­ide ve esaslar ı d inda r l a r muhi t ine ve ferdi v icdan la ra b ı r aka rak sırf haya t ın akışına ve münasebe t l e r in m a n ­t ığına uymak t ı r

Lâiklik münkirlik değildir: Lâiklik sırf devlet hayat ına ait bir ha reke t ve faaliyet

prensibidir . Binaenaleyh ferdin husus î ve mânev i h a y a ­tı ve ailesi içindeki vaziyeti ile t enakuza g i rmez ve din-darhğı asla nefyetmez. Lâikliği dinsizlik sanmak , onu yanhş anlamaktır . İ n san iş ve münasebe t l e r haya t ında lâik olur, yâni işin ve münasebe t l e r in devletçe vaz 'edi -len kanunla r ına gö re hareke t ede r de, d iğer taraf tan, ferdi ve husus i haya t ında d inda r olarak yaşar . Tekrar edelim ki, lâikhk sadece devlet faaliyetlerine ve â m m e faaliyetleri sahas ına ait bir prensiptir . Ferd in husus î ve mânevi hayatı , ailesi ve sevdikleri muhit i b u p rens ib in dışında k a h r

Yalnız b u bah is te b i r nokta üzer inde iyice an l a şmak lâzım gelir. Dinler, b i lhassa İslâmiyet, yukar ıda da işa­re t ettiğimiz gibi, sırf ferdi ve manevi hayat ı t anz im et­mekle kalmaz; aynı z a m a n d a devlet hayatını ve içtimaî münasebe t le r i de nizamlar. İslâm dini h e m ferdi haya ­tın mânevi mesned i , h e m de Müs lümanla r camiasının ilâhî nizamıdır. E ğ e r din, sırf ibade t ve d u a d a n ibare t olsaydı, ferd husus î haya t ında ailesi ve sevdikleri m u h i ­t inde d inda r kalır, münasebe t l e r haya t ında da lâik ola­bilirdi. Halbuki d in yalnız ibadet ve d u a d a n ibare t de ­ğil, hem de ahlâk ve hukuktur . İslâmiyet dünya m ü n a ­sebet ler inin heps ine ve devlet faaliyetlerine dai r ka ide­ler vermişt i r ki, bun la r ın hey'et-i umumiyes i İslâm hu-

kukiyat ve ahlâkıyatını v ü c u d a geürir . M ü s l ü m a n va­t a n d a ş , dinin yalnız ibade t a h k â m m a değil, hukukiyat ve ahlâkıyatma da r iayet le mükelleftir.'^' Fakat b u mü­kellefiyet ile lâiklik yâni m ü n a s e b e t l e r h a y a t m d a "lâ di-nilik" nasü bar ı ş ı r ve birlikte y ü r ü r ?

İtiraf eder im ki mes 'e lemizin en çetin noktas ı üzer in­deyiz. Dikkat edilirse, yalnız b izde değil. G a r p memle ­ket ler inde de lâiklik ile dinilik en çok bu nok ta etrafın­da çarpışmış ve çarp ışmaktad ı r . Çünkü yalnız İslâmiyet değil, Hrıstiyanlık da, m ü n a s e b e t l e r haya t ına dai r ka­ide ve nizam koymuş ve b u d inde de (Droit Canonique) deni len bir Kilise Hukuku vücuda gelmiştir.

Mes 'e le çetin olmakla b e r a b e r içinden çıkümaz bir ha lde de değildir, sanı r ım. Yalnız mes 'e lenin halli çare­sini nazar iya t tan ziyade real i te lerde ve hayat ın akışın­da a r a m a k lâzımdır. Realite şudur : Bugün G a r p m e d e ­niyeti yolunu t u t a n memleke t l e rde dini haya t üe iş ve m ü n a s e b e t l e r hayat ı fiilen b i rb i r inden ayrılmış ve he r g ü n b i raz d a h a ayrı lmaktadır . Tanzimattan, ha t tâ evve­l inden, yâni aşağı yukar ı yüzelli s eneden ber i Türkiye-miz b u iki haya tm b i rb i r inden ayrılması yolundadır . Türkiye'yi b u yoldan çevi rmek ve devlet hayat ını yeni­den d imyat çerçevesi içine sokmak kimsenin elinde ve ik t idar ında değildir. Dereleri yokuş yukarı akıtamayız; s adece yollarını açıp akışlarını düzeltebiliriz. Türki­ye ' de eski dini hukuku yen iden tatbike b u g ü n için im­kân yoktur. Bizde b u imkân ta İkinci M a h m u d devr in­den ber i yavaş yavaş . Cumhur iye t t en son ra da hızla or­t a d a n kalkıp kaybolmuştur . Bugün b u n a imkân a r a m a k ve b u nok t ada nazar iya ta d a y a n a r a k ı s ra r etmek, din mevzuundak i mücade l e ve müşa temeyi devam ettir­mektir . Bu ise h e m diyanet in, h e m de â m m e n i n zarar ı -nadır . İslâmiyette â m m e n i n zarar ına olan h e r ha reke t m e z m u m ve m e m n u d u r .

88) Bakınız yukarıda İkinci kısım, giriş, sayfa 89

1 6 2

Hatırlatalım ki, İ s lâmda dinî u m u r ve a h k â m d a n h e r hang i bir inin b i r z a m a n d a imâh m ü m k ü n olmazsa, o hüküm imhal olunur, yâni takip ve tatbiki başka b i r za­m a n a bırakılır. Nitekim, İslâm H u k u k u n u n "ukûbat" kısmı yani ceza hukuku Türkiye 'de h e m e n b i r asır evvel tatbik s ahas ından kaldırılmış ve yer ine lâik b i r ceza hu ­kuku konulmuştur . Bizim Cumhur iye t t en evvelki devr in Ceza Kanunu, Frans ız Ceza K a n u n u n d a n h e m e n h e ­m e n aynen iktibas edilmiştir. B u g ü n ise Türkiye 'de İs­lâm H u k u k u n u n yalnız "ukûbat" kısmı değil " m u a m e ­lât" ve "münakeha t " ! yâni akidler ve bo rç l a r ahkâmiyle evlenme ve b o ş a n m a sistemi, hülâsa hey 'et- i umumiye -siyle b ü t ü n İslâm Hukuku b u vaziyettedir. Biz istesek de, is temesek de vaziyet b u g ü n budur . Bu vaziyet ta r i ­hi bir oluşun ve sosyolojik vukuat seyr inin d o ğ u r d u ğ u b i r neticedir.

Bu bahs i b i t i rmeden b i r noktaya d a h a t ek ra r gelmek isteriz. Lâik devlet nizamı içinde yaşayan b i r dindar, m e n s u p o lduğu dinin ibadet ahkâmını o lduğu gibi, "muamelâ t" ve "münakeha t " yani b u g ü n k ü tabir ler le akidler, bo rç l a r ve evlenme ahkâmını da is terse, ferden ve şahsen takip edebilir. Buna m a n i ve b u n u n lâiklik esasına aykırı b î r ciheti yoktur. Meselâ, dini n ikâhın lü­z u m u n a kani olan, is terse, sivil n ikâh tan son ra bir de dini n ikâh yapar . Faizin dinen m e m n u o lduğuna kani olan faiz ahp vermez . Hülâsa, devletin kanun ve nizam ile yapılmasını m e n e tmediği veya yapı lmamasını em­re tmediğ i he r iş ve muameleyi dindar, m e n s u p o lduğu dinîn kaideler ine uyarak yapabilir.'"^' Şu halde bu ba­kımdan lâiklik, münasebetler hayatına dair olan dini kaide ve kanunların, resmiyetten kalkması; bunların, devlet müeyyidesini kaybederek, hususi hayata çekilip -vicdanlarda yer almasıdır.

(89) Bakınız: İkinci Kısım (Dinin emirlerini yerine getirme hakkının hududu) bahsi.

Lâiklik din düşmanlığı demek hiç değildir: Gerçi vaktiyle F rans ız İhtilâlini din d ü ş m a n h ğ ı ile

kana ve a teşe b o ğ a n Jakob in le rden sonra , iki dünya ha rb i aras ı devirde , bazı memleket le rde , lâiklik pe rdes i a rkas ında k inda r b i r din düşmanl ığ ı g ü d e n siyasi t a a s ­sup la r görü lmüş tür . Faka t b u n l a r d a n bazılarını İkinci Dünya Harb i fırtınası silip süpürmüş tü r . B u g ü n ayakta durab i l en bazıları da, oynadıklar ı facianın dehşe t inden kendiler i bile ü r k m ü ş görünüyor .

Lâiklik, d iyorum, n e münkirliktir, ne de hususiyle din düşmanl ığıdır . Lâiklik din ile devletin b i rb i r inden ayrıl­ması ; dinin m â n a ve r u h â leminde ve ferdin, husus î ha­yatı ile ailesi h a r i m i n d e , devletin de m a d d e ve cisim â leminde ve cemiyet in u m u m î haya t ında h ü k ü m r a n ol­mas ı demektir . Lâik devlet te din va t andaş ın r u h u n d a ve ahlâkıyat ında, husus î ve manev î haya t ında , devlet ise c i sminde ve u m u m î m ü n a s e b e t l e r i n d e h ü k ü m sürece­ğine göre ; ferdin r u h u ile cismi b i rb i r inden ayrılmış ve iki ayrı k u m a n d a merkez ine bağ lanmış olacaktır.

Fakat canlı, akü ve i r ade sahibi b i r m e v c u d u n r u h u ile cismi b i rb i r inden ayrı l ır mı? Ayrılırsa mevcu t yaşa­yabilir mi? Diyecek ve ilâve edeceksiniz; yaşayamaya­cağı içindir ki, b ü n y e s i n d e n dinîliği kovup ç ıkaran m o ­d e r n devlet, - tabir caizse- yeni b i r lâik din a ramış ve b u n u n ırk ve insaniyet gibî fikirlerde b u l u n d u ğ u n u sanmışt ı r . Fakat sorar ız : Bu berikiler din akides inden d a h a mı az {mytbiqu) ve metafizik (metaphysique) dir? Çetin b î r m ü n a k a ş a mevzuu, fakat bahsimizin dışında. Biz b u r a d a lâikliğin G a r p hukukundaki m a n a s ı üzerin­deyiz. Bu m a n a y a göre , t ek ra r edelim ki, lâik devlette din ve devlet ayrılacak, bîri r u h ve v icdanlar sahas ında , diğer i de m ü n a s e b e t l e r dünyas ında h ü k ü m sürecektir . Bunu an lamak ve bu vaziyeti iyice g ö r m e k için lâik dev­let in- tam zıddı olan d iğer iki devlet s is temini gözden

geçi rmek lâzımdır. Bunlar "Dîne bağl ı devlet" ve "Dev­lete bağlı d in" sistemleridir .

Dine bağlı devlet sistemi: Orta ve yeni zaman la r A v r u p a s m d a ve yakın senele­

r e kada r b izde yaşanmış olan b u s i s temde, cemiyet içindeki b ü t ü n haya t ve münasebe t le r , uzak tan veya ya­kından, d o ğ r u d a n veya dolayisiyle, h e p din kaide ve kanunlar ına bağ lan ı r ve dini bir n izam içinde cereyan eder. Hukuk, ahlâk, kanun , tahsil ve terbiye , ha t tâ ilim ve san ' a t bile dini düşünce ve esas lara g ö r e ayar lanı r ve memleket m â b e d d e n idare edilir. Devlet ise, dini müessese ve n izamın muhafazas ına m e m u r b i r j a n d a r ­m a ro lünde kalır. Bu suret le yalnız r u h a n i hâkimiyeti değil, aynı z a m a n d a cismani hâkimiyeti de e m r i n d e tu­t an m â b e d -diyanet asl ında mevcu t o lmasa bile-, is ter is temez taşkın b i r t a a s s u b a kayar; devlet kuvvetleriyle s i lâhlanan ruhaniyet , memleket te başka din, fikir ve ka­naat le re karşı b i r müsaadesizl ik yoluna sapar . Hususiy­le se rbes t fikir ve kanaat lere karşı koyu b i r t a a s s u p zih­niyeti içinde boğu lup kalır. Telkin, ikna, tatlı söz ve gü­zel mev' ize yollarım b ı rakarak zorbal ığa kalkışır. Bir Hallac-ı Mansur'u,'^™ Ş e h a b e d d i n - i Sühreverdi 'y i '^" m a h k û m ve idam eder. Engizisyonlar kurar . Tarihteki din ve m e z h e p kavgaları , Sünnilik, Katoliklik, Protes­tanlık mücadeleler i h e p devlet kuvvetlerine a rka veren dini t a a s s u b u n eserleridir.

Dine bağh devlet s istemindeki b u t a a s s u p taşkınlığı, kabına s ığmayan bir kuvvetin b ü t ü n haya t ve m ü n a s e -

(90) Hallac-.ı Mansur, İslâm'ın meşhur mutasavvıflarından olup seriate aykın sözler söylemekle suçlandınlarak Hicretin 306'ncı senesinde Bağdad'da idam olunmuştur..

(91) İslâm'ın meşhur hakim ve mutasavvıflarından olup akide bozukuğu İle suçlandınlarak Hicretin 585'incİ senesinde otuzaltı yaşındayken İdam olunmuştur.

betleri d in esaslar ı ile çerçevelemek i s temes inden ileri gelir. Bu s i s t emde m a b e d i n telkin ve ikna kuvveti zayıf­lamış ve b u n u n ye r ine tahakki îm ve ceber ru t luk kuvve­ti almıştır. M e m u r l a ş a n , üni forma ve sa l tanat sevdası ­na kapı lan din adamla r ın ın ilmi ve ahlâki kıymeti düş ­m ü ş ve gözler ini şahs î menfaa t kaygu lan bü rümüş tü r . Bu a d a m l a r d a dini sadakat , sa lâbet ve feragat hisleri­nin yerini menfaa t ve ihane t almıştır. Bir din için en bü­yük tehlike, had imler in in m e m u r l a ş m a s ı , kürk ve salta­na t h ı rs ına düşmesid i r . Bu tehlikeyi bildikleri içindir ki, Ebu Hanife ve E b u Bekir El Râzi gibi İslâm uluları ken­dilerine teklif edilen devlet memuriyet in i , kabul e tme­mişlerdir. M e ş h u r d u r ki, Hanefi mezheb in in sahibi İmam-ı Â z a m Ebu Hanife, Abbas î halifelerinden El M a n s u r ' u n kendis ine ısrar la teklif ettiği Kadı-ı Kuzatlı-ğı r edde tmiş ve bu y ü z d e n h a p s o l u n u p dövülmüştür . Tarihçiler b u r e d d i muhtel i f şekillerde tefsir ederler. Fakat bizce b u n u n sebebi , b u büyük İslâm dahis inin memur l a ş ıp sa l tana t sevdas ına d ü ş m e k t e n korkmas ı ve bu h u s u s t a d in adamla r ına ö rnek olmak istemesidir .

Bizde ö t edenbe r i din terakkiye mân i midir, değil mi­dir? diye m ü n a k a ş a edilir, durulur . İkinci Meşrut iye t ten ber i pek m o d a olan b u mes 'e le hakkında bizim diyece­ğimiz şudur : Din e sa s ında elbet te terakkiye m â n i değil­dir. M â n i olsaydı, sekizinci as ı rdan on d ö r d ü n c ü as ra kada r b ü t ü n parlaklığıyla h ü k ü m sü ren b i r İslâm ilim ve medeniye t i d o ğ m a z d ı . Terakkiye mâni olan sapıklık­t ı r ve dinin devlet kuvvetleriyle si lâhlanıp sa l tanata düşmesidi r .

Devlet kuvvetleriyle silâhlanan din terakkiye mânidir:

Çünkü m â b e d h a r i m i n d e n t a şa rak t a a s s u p karanlık­larına da lan ve devlet kuvvetlerine a rka ver ip sa l tanat

sevdas ına d ü ş e n din, ister is temez başka dinlerin ve hususiyle s e rbes t fikir ve kanaat ler in d ü ş m a n ı kesi lme­ye m a h k û m d u r . Terakkinin ise başhca şar t ı , fikir ve ka­naat le re h ü r m e t ve m ü s a a d e ederliktir. Taassup ile t e ­rakki b i rb i r inden nefi'et e d e r Bun la rdan bir inin bu lun­duğu ye rden diğer i h e m e n kaçar. Dikkat edersek, Tür­kiyemizin m o d e r n te rakkide geç kalması sebep le r inden birinin ve belki başhcas ınm, yakın zaman la r a kada r bizde devletin dine b a ğ h kalması ve b u yüzden memle ­ketin silâhh t a a s s u b d a n kur tu lamamış o lmas ıd ı r Taas­sup esasen başh baş ına terakkinin d ü ş m a n ı iken, b u bir de devlet kuvvetleriyle s i lâhlanırsa memleke t için b i r belâ kesihr.

Mabet hariminde kalan din terakkiyi destekler: Mabet h a r i m i n d e n t a şa rak devlet leşen dinîn te ­

rakkiye man i olmasına mukabil ; pol i t ikadan, kürk ve koltuk h ı r s ından yahu t devlet ten ekmek paras ı d i lenme sefalet inden kur tu lan dîn de terakkiyi kamçılar ha t t a terakkiye zemin olur. Çünkü b i r memleke t te m ü s a a d e ederiik zihniyeti terakkinin b i r şart ı ise hasbilik ve fera­gatle "çalışma da d iğer bir şa r t ıd ı r Kısa görüşlülük ve madd î menfaa t kaygusu terakki düşmanla r ın ın baş ında gelir. Hasbil iğin ve feragat in en zengin kaynağı ise din ve maneviya t terbiyesîdir. Ancak b u terb iyedi r ki, insa­nı egoistliğin pençes inden kur ta r ı r ve ona feragat ve fedakarhğm emsalsiz zevkini tattırır. Bunun İçindir ki, "Vahdaniyet akidesi"nin kâşifi Eflâtun 'dan, devrimizin fikir ve felsefe dâhi ler ine kadar , t a r ih te insanhk, u ğ r u n ­da çalışmış ve terakkiye hizmet etmiş olan büyük âlim ve filozofların h e m e n hepsi , Allah'ı t an ımış maneviya t ­çı insanlardır .

Tekrar edelim ki, insanl ığm terakkis ine , iyilik yolun­da i ler lemesine ve yüksek duygula ra yükselmesine m â ­ni olan dinin kendisi değildir. Olamaz, çünkü b ü t ü n bü ­yük dinler, hususiyle İslâmiyet, h e p iyilik, insanlık ve ahlâk telkin e tmektedir . Terakkiye m â n i olan evvelâ din fikrine ve saf Allah d u y g u s u n a eklenen b i r tak ım h u r a ­fe ve esatirdir . Saniyen de din adamlar ın ın s i lâhlanarak t a a s s u p yo luna sapmas ı , d iğer dinlere ve se rbes t fikir ve kanaa t le re m e y d a n okur b i r hal almasıdır. Nasıl m â ­ni olur ki, din r u h u n gıdası, terakki akhn meyvasıdır . Dinin merkez i yürek, terakkinin merkezi kafadır. İnsan­da his ile zekâ, yürekle kafa birbir ini nefyeder mi ki, din terakkiyi nefyets in?

Devlete bağlı din sistemi: Dine bağlı devlet s is teminde, dedik, ferdî ve içtimaî

h e m e n b ü t ü n hayat , en tefer ruat ına var ıncaya kadar , dini kaide ve esas la ra b a ğ l a n m a y a çalışır; devlet haya­tı ve içtimaî m ü n a s e b e t l e r m â b e d d e n yâni fiiliyatta m e ­mur l a şan din adamla r ı (=Ulemâ-i rüsum) ta raf ından idare edi lmek yolu tutulur. İtiraf e tmelidir ki, bu s is tem­de kâh devletle o m u z omuza yürüyen ve kâh onu emri altına alan m e m u r l a ş m ı ş din adamlar ı , ya t ağ ından ta­şan ı rmak halini alır; kö r ve k indar b i r t a a s s u b a sapla­nır ve b ü t ü n i ler lemelere karşı isyan ve m u k a v e m e t ka­lesi teşkil eder.

Bereket ki, b u g ü n b u sistem m e d e n i memleket ler in heps inde ö m r ü n ü yaşayıp ro lünü oynamış ve ta r ihe ka­rışmıştır. Faka t b u g ü n , bazı memleket le rde , b u n u n ye­r ine, haya t ve cemiyet için daha az zararl ı olmayan, di­ğer bir s i s tem yâni dinin devlete bağ l anmas ı sistemi geçip o tu rmuş tu r . Gerçi bu s i s t emde lâiklik taklit edile­rek, dini ka ide ve kanunla r devlet haya t ından çıkarılır ve devletle m â b e d b i rb i r inden ayrıl ırsa da, b u ayrı lma-

nın hukuki net icesi olarak dini m ü e s s e s e ve teşki latm devlete karşı m u h t a r b i r vaziyet alması lâzım gel i rken bi lâkis bun la r , t a m a m i y l e devle t in yân i fiiliyatta hükümet in kol tuğu altına konulur , d iyanet siyasete kur ­b a n edilir.

Devletin d ine bağ lanmas ı s i s teminde siyaset ve ida­reye d iyanet ve din adamlar ı hâk im o lduğu gibi, d inin devlete bağ l anmas ı s i s teminde de, o n u n tamamiy le ak­sine olarak, d iyanete siyaset ve h ü k ü m e t adamlar ı h â ­kim olur. Dinî inüessese ve teşkilatı on la r kurar, onlar kapar , onlar idare eder. Din adamlar ın ı vazifeye onlar tayin eder, onlar mükâfatlandırır , cezalandırır, ha t t â onlar doyurur . Hülâsa b u s i s t emde h ü k ü m e t adamlar ı b ü t ü n dînî ha reke t ve hayatı el lerinde tu t a r l a r ve dini-yata diledikleri gibi is t ikamet vererek onu politikaları­nın, sadık bir h izmetkâr ı g ö r m e k i s te r le r Ve bu yolda tabiatıyla feci b i r siyasi t aa s suba ve kör lüğe sap lan ı r l a r Dine bağlı devlet s is teminde din adamlar ı nasıl b i r e r Sezar kes ih r se , devle te b a ğ h d în s i s t e m i n d e de h ü k ü m e t adamlar ı ve h e r cins h u y d a n politikacılar b i ­r e r fuzuli din dok toru ve ehliyetsiz r e fo rma tö r rolü oy­n a m a y a kalkışırlar. Dinin asır lar içinde yer leşmiş , örfi ve tar ihi b i r e r hakikat kıymeti almış olan akîde ve erkâ­nı, usûl ve âdabı üzer inde, tıpkı oyuncaklarıyla oyna­yan çocuklar gibi, oynamaya yeltenirler. Diyanete ve dinî haya ta da i r indî karar la r vererek bunlar ı j a n d a r m a ve polis kuvvetleriyle icraya kalkışırlar. Din adamlar ına ve dini müessese le re karşı memleket havas ında b i r so ­ğukluk ve efl<ârda bir düşmanhk y a r a t m a ğ a kalkışırlar. Memleket te Allahsızhğı bir m o d a hal ine koyarlar. Ma­neviyatla alay ederler . Diyanete karş ı lâubaliliği ve din adamlar ına karşı hakare t etmeyi bir nevi ilerilik gibi gösterir ler . Bu sistemin mektep le r inde çocuklara din­den yâlnız onu tezyif için bahsedil ir . Tarih ve felsefe dersler i gibi kül türe ait de rs ki taplar ında çocuklara,

açıktan o lmazsa , hileli ve ör tü lü b i r şekilde din aleyh­tarlığı telkin olunur .

Dinin devlete bağ lanmas ı s i s t eminde m a b e d i n m u h ­tariyeti ha t t â başlı baş ına b i r varhğ ı kalmaz. O n u n var­lığı sırf h ü k ü m e t adamlar ın ın m ü s a a d e s i n e bağlıdır. Bu s i s temde, sırf cehalet ler inin verd iğ i küstahl ığa güve­nen b i r tak ım politika düşkünler i devlet kuvvetlerine a rka lanarak taş t ıkça taşar lar , ortal ığı t ehd i t ve tedhiş havas ına boğa r l a r : Bu h a v a d a n faydalanarak diyaneti ve d indar la r ı b inb i r şekilde tahki re kalkışırlar. Bu sis­t e m d e din n a m ı n a k o n u ş m a ve dinin e rk ân ından olan talim ve tedr is i , neş i r ve telkin vazifelerini yer ine getir­me yasaktır . Böyle bir ha reke t müth i ş b i r suç teşkil eder. Bu s is temin politikacı taraf tar lar ı , din adamlar ın ­d a n ve d i n d a r l a r d a n tezyifkâr b i r lisanla b a h s e d e r ve devlet kuvvetlerini d indar la r aleyhine teşvik ederler.

Hülâsa, devletin dine bağ lanmas ın ı hukuken ayırd eden nokta , c i smanî kuvvetlerin r u h a n î hâkimiyete tâbi kalması ve yukar ıda dediğimiz gibi, devletin din kanun­larıyla ida re edilmesidir. Berikini, yâni dinin devlete bağ l anmas ı s is temini ayırd eden nokta ise, t amamiyle aksine olarak, ruhaniye t in m a d d i ve cismani kuvvetler eline ve e m r i n e geçmesidir . Dinin devlete bağlandığı memleke t l e rde dini teşkilat ve pe r sone l devlet kadrosu içine alınır. Personel i memurlaş t ı r ı l ıp emir kulu hal ine konulan dini teşkilâtın hiç bir nevi muhtar iye t i ve k a r a r selâhiyeti kalmaz.

Lâiklik bir itidal ve muvazene sistemidir: Din ve devlet a ras ındaki hâkimiyet mücade les inden

d o ğ a n iki zıd sistemi gözden geç i rd ik ten s o n r a ş imdi lâikliğin nasıl b i r ortalayıcı ve mutedil s i s tem o lduğunu an lamak kolaylaşmıştır . Filhakika lâiklik devletin d ine

ve dinin devlete bağ lanmas ı s is teminin he r ikisine de ayni d e r e c e d e muar ız ve h e r ikisini aynı şekilde nefye-den üçüncü bir itidal ve m u v a z e n e sistemidir. Bu sis­t e m d e n e devlet dine, ne de din devlete bağlanır . Sade ­ce din ve devlet b i rb i r inden ayrılır ve h e r biri d iğer ine karşı m u h t a r (=Autonome) b i r vaziyet alır. Devlet ne din bezirgânlığı yapar , ne de din d ü ş m a n ı kesilir. Buna mukabi l , din de n e devlet müşavir l iğ ine, ne de siyaset kâhyahğma kalkışır. Lâik devlette, t ek ra r edelim sadece r u h a n î ve c ismanî kuvvetler b i rb i r inden ayrılır ve b u n ­l a rdan he r biri kendi ha r iminde yani din, ferdi v i cdan­larda, devlet de siyaset ve idare sahas ında h ü k ü m r a n olur. Ruhanî kuvvetin merkezi mâbedt i r . Cismanî kuv­vetin merkezi de , b u g ü n k ü demokra t ik n izamda, pa r l a ­men todur . İşte r u h a n î ve cismani iki kuvvetin bu sure t ­le ayrılması ve he r bir inin kendine m a h s u s s a h a d a hü ­k ü m r a n olması cemiyet te b i r itidal ve m u v a z e n e havas ı yaratır . Vatandaşın din hürr iyet i ve b u n a bağlı hakları ancak böyle b i r itidal ve muvazene havas ı içinde g ü n g ö r ü p yaşayabilir.

Şu noktaya dikkat o lunsun ki, lâik s is temde din ile devlet, m a b e t ile hükümet b i rb i r inden ayrılacak ve h e r biri kendi s ahas ında kalacaktır demek, bun la r birbirine, karşı lâkayd ve yabancı yahut , d a h a kötüsü b i rb i r ine rakip olacak d e m e k değildir. Aslâ! Bilâkis, b u ayrılış, evvelâ, r uhan i ve c ismanî iki kuvvetin bir elde ve b i r merkezde top lana rak kabına s ığmaz bir hal almasın; san iyen de, b u ayrılış sayes inde kuvvet lerden h e r biri kendine m a h s u s s a h a d a kalsın ve b u r a d a daha büyük bir kemal ve ihtisas ile işlesin içindir. Birbir inden ayrı­lan din ile devlet, m a b e t ile h ü k ü m e t bi rbi r ine karşı lâ­kayd ve yabanc ı kalamaz. Hele b u n l a r b i rbi r ine karşı rakip ve d ü ş m a n vaziyet aslâ alamaz. Zira, iyi düşünü­lürse, m a b e d i n ve hükümet in son ve en yüksek hedef­ler inden biri de; cemiyet ve dolayısıyla ferddir. He r iki­si d e insan ferdinin iyiliği, emniyeti , huzur ve r a h a t

İçinde yaşamas ı içindir. M â b e d b u hedefe ferdin iç âle­mini h ü k ü m e t ise dış münasebe t l e r in i t anz im etmek su­retiyle yürür . Ne mutlu o memleke t le re ki, topraklar ı ü s t ü n d e m â b e d ile hükümet , aynı b i r yolun yolcusu iki dos t gibi kol kola gider!

Din ve devlet münasebetleri ihtiyaçlardan doğar: Z a n n e d i y o r u m ki, din ile devlet a ras ındaki bağhhğı

ve b u n u n şeklini tar ihi iht iyaçlar ve içtimaî realiteler ta­yin e tmektedir . İptidai devirleri geçehm, büyük dinleri a lahm. Bilindiği gibi, Hrıs t iyanhk R o m a ' d a kuvvetli ve merkeziyetçi b i r devlet ile karş ı laşmış ve devrine göre , ileri b i r içt imaî muhi t bu lmuş tur . Yalnız Hıristiyanlığın zuhu ru s ı ra lar ında Roma devleti g ö r ü n ü ş t e kuvvetli ise de, hakika t te ç ü r ü m ü ş ve çökün tü alâmetleri gös t e rme­ye baş lamış t ı . Bu vaziyetteki b i r devlet camias ında yen i d o ğ a n b i r din için iki şıktan birini kabul e tmek vardı . Ya devlet iş ler ine karışıp onunla birlikte ha rcan ıp ç ü r ü m e -liydi, y a h u t da bu iş lerden uzak kalarak b u sayede h e m temizliğini muhafaza etmeli, h e m de henüz pek zayıf va rhğ ı üzer ine poli t ikanın kıskançlığını ve düşmanl ığ ı ­nı çekmemel iydi . Büyük H n s t i y a n azizi Saint Paul "Se-zar 'a ait olanı ona, Allah'a ait olanı da Allah'a b ı ra­kınız" d ü s t û r u n u koyarak, Hr ıs t iyanhğa ikinci şıkkı ter­cih e tmesini ihtar etmiş ve Hrıs t iyanhk ile devlet a ra­s ındaki m ü n a s e b e t i n şeklini göstermişt i r .

B u n a mukabi l İslâmiyetin karşılaştığı d u r u m daha b a ş k a o lmuştur . İslâmiyet, d o ğ d u ğ u toprak la r ü s t ü n d e siyasi b a k ı m d a n b i r anarş i v e b i tmez t ükenmez bir ka­vim ve kabi le kavgasiyle, içtimaî bak ımdan da koyu bir cahiliyet ile karşılaşmıştır . Binâenaleyh ister istemez, iç inde b u l u n d u ğ u bu anarş ik cemiyet in hükümet otori-

te ve n izam ihtiyacmı t e m i n e koyulmuştur . İslâmiyetin bünyes indeki devlet ve otor i te ile sıkı m ü n a s e b e t ve bağlılık b u n d a n ileri gelmiştir. Bu bağlıl ığın bir s is tem halini alması ve İslâm Devlet ler inde "din içinde devlet" ve sa l tana t şekline dökülmesi Ebû Süfyan oğlu Muavi-ye ile başlar . Emeviler in b u ilk halifesidir ki, İslâmî a n ' a n e d e din ile devlet ihtişamlı b i r sa l tana t şekl inde birleşir ve b u n d a n evvelki bas i t ve p e d e r ş a h î ida re ye ­r ine , artık politika esası ve b ü r o teşkilatı üze r inden ye ­ni b i r idare kuru lur ve b u hal b ü t ü n İs lâm Devletlerin­de b i r gelenek olur gider.

. Fakat b u g ü n ihtiyaçlar ve bunla r ı d o ğ u r a n reali teler t amamiy le değişmiştir . İslâmiyette şu b i r akidedir ki, zamanla r ın değişmesiyle dinin amel ahkâmı da değişir. Din ile devlet münasebe t l e r i İslâm dininin itikadî ahkâ­m ı n d a n değil, sırf âmeh a h k â m m d a n d ı r . D ü n d e n ha t t â baş lang ıç tan ber i din ile devletin b i r leşmesini i cabeden ha t t â devletin tamamiyle dinî b i r mah iye t almasını em­r e d e n ahkâm bulunabilir . M a d e m ki, diyoruz, b u ah ­kâm itikadî değil, amelîdir ve m a d e m ki dinin amelî ah ­kâmı zaman ın ve haya t şar t lar ın ın değişmesiyle deği ­şir; o halde d ü n o lduğu gibi b u g ü n de din ile devletin bir leşmesi lâzım gelmez. Çünkü z a m a n ve şar t lar de ­ğ i şmiş t i r Binâenaleyh değ i şen zaman ın ve haya t şar t ­larının icabına gö re hareke t e tmeye; dinin h e r amelî meselesi gibi, b u meseleyi de zamanla haya t şart ları al­t ı nda müta laa ve hal le tmeye mecburuz .

Böyle müta laa ettiğimiz t akd i rde bugün- dinin dev­letten ve pol i t ikadan uzak kalması , yaşamas ı ve vazife­sini hakkiyle görebi lmesi için, h ü k ü m e t ve s iyaset ten yakasını sıyırması ve hâkimiyetini ferdî fiiller ve ferdî v icdanlar diyar ında tesis etmesi b i r zarurett ir . Bugün din için se lâmet bundadı r . Bu realiteyi g ö r m e m e k ve diyaneti polit ikanın kuyruğu hal ine koymak, ona hiz­m e t değil, kanaa t imce ihanet etmektir .

Tekrar edelim ve iyi anlaşal ım ki, b u g ü n dinin dev­let ten bekleyeceği b i r şey vardır : "Gölge etme, başka ihsan istemem"dir. Lâikliğin m â n a s ı ve b u g ü n ü n din ve devlet münasebe t l e r indek i rolü de budur : Yâni dini devlete, devleti de d ine tâb i o lmaktan kur t a rmak ve bu sayede m â b e d ile h ü k ü m e t a ras ındaki tezatları kaldır­mak; m a b e d i n ferdi v icdanlar ın kalesi, hükümet i de m a d d e ve menfaa t dünyas ın ın nâzımı yapmak suret iy­le a radak i ikt idar kıskançlıklarını en küçük h a d d i n e in­dirmektir .

Zaman ımızda lâik re j imde o lmayan bir devlette, di­yanet , is ter is temez poli t ikanın emr ine g i rmeye ve poli­t ikacıların b i r maşas ı o lmaya m a h k û m d u r . Esasen, ta r i ­h e dikkat ederseniz , dinin en kuvvetli o lduğu ve devle­tin t amamiy le d ine bağ landığ ı devir lerde büe bu, böyle o lmuştur . Şu kada r ki o devi r le rde devlet a d a m l a r ı n d a n b i r çoğu d i n d a r insan la r o lduğu için dinin politika em­r ine g i rmes i büyük b i r m a h z u r teşkil etmemiştir . Bu­g ü n ise he rkes biliyor ki, vaziyet tamamiyle başkadı r ; b u g ü n devlet a d a m l a r ı n d a n dini sa lâbet sahibi olanları -hiç yok deği lse de- m u h a k k a k kî, çok azalmıştır. Din­d a r o lmayan kimselerden dinin ahkâmını yer ine getir­meyi bek lemek riyaya ve sahte l iğe m e y d a n açmaktır . Riyanın ve sahtel iğin ise d înde yeri yoktur. Din, inan­mış ve i m a n n u r u ile aydın lanmış samimî insanlar ın h immet ler iy le yaşar. Binâenaleyh t ek ra r edelim ki, bu ­g ü n din ile devletin b i rb i r le r inden ayrılması ve h e r bi­r inin kend i s ahas ında kalması; devletin dine dinin de devlete ve s iyasete karşı tarafsız b i r d u r u m alması, yâ­ni, b î r kel ime ile lâiklik, devrimizin iht iyaçlar ından d o ­ğ a n b i r zaruret t i r .

Lâik re j imde m â b e d siyasete karışmaz; devlet faali­ye t ler ine direktif vermez; h ü k ü m e t politikasını d ine uy­gunluk bak ımından tenkid ederek dindarlar ı a leyhe teşvik e tmez, hülâsa din adamlar ı b i r e r politikacı kesil­mez . B u n a mukabi l , devlet de d iyane te kar ı şmaz ;

h ü k ü m e t adamlar ı dini kendi emellerine e rmek için b i r merd iven olarak kul lanmaz ve heps i b i r e r fahrî ve fuzu­lî din müçtehidi rolü almaz.

H e m e n ilâve edelim ki, lâik rej imde devlet d ine ka­r ı şmaz demek, dinin iman , ibadet , tâlim ve tedr i s işleri­ne m ü d a h e l e e tmez ve r e s m e n muayyen b i r dinin ahkâ­mım, kendi işlerine r e h b e r almaz, demektir .

Yoksa, meselâ Türkiye gibi, nüfusunun büyük b i r ek­seriyeti M ü s l ü m a n olan b i r memleket te , devlet, dinî teşkilâta ve m ü s l ü m a n halkın dini ihtiyaçlarını t e m i n e ya rd ım etmez demek değ i ld i r Bir halk hükümet in in baş ta gelen prensibi , halk için çahşmaktır . Binâenaleyh halkın dini ihtiyaçlarını d ü ş ü n m e k ve bunlar ı t emin et­mek halk hükümet in in vazifesidir. Eğe r b i r memleke t halkının ihtiyaçları sırf sağlık, servet ve konfor, ilim ve eğ lenceden ibare t olsaydı, devlet de yalnız b u ihtiyaçla­rı düşünürdü . Halbuki b u m e y a n d a halkın dini ihtiyaç­ları da vardır . Ve bun la r ın ta tmini cemiyet için m ü h i m ­dir. Devlet b u ihtiyaçlara da ya rd ım etmeye ve bunla r ı d ü ş ü n m e y e mecburdur . B u g ü n g a r p memleke t le r inde­ki Kihse vergisi ve b u n a devletin müsaades i b u düşün ­ceye dayanır. İsviçre 'de va tandaş la r ihtiyarî mahiye t te kilise vergisi verir.

Hülâsa, zamanımızda ve t ekâmülün b u g ü n k ü m e r ­hales inde din hürr iyet in in ve b u n d a n d o ğ a n haklar ın teminat ı ancak devletin lâik olmasındadır . Lâik olma­yan bir devlette bu hürr iye t in güvenilir b i r teminat ı yoktur ve olamaz. Çünkü, evvelâ dine bağh devlet sis­temini alırsak, bu s i s t emde devlet r e smen bir d ine sa­hip ve bü tün hukukiyat ve teşkilâtiyle muayyen b i r di­nin kaide ve prens ip le r ine tâb i olacağından; ''devlet dJ-ni"nden başka bir d ine sah ip ve bü tün hukukiyat ve teşkilatıyla muayyen b i r dinin kaide ve prens ip le r ine

tâb i o lacağından; devlet d in inden başka b i r dine sahip veya hiçbir d ine m e n s u p o lmayan kimseler için, t ab i ­atiyle din ve v icdan hürr iyet i teminats ız kahr. Bir kere b u takdi rde , devlet d in inden başka b i r d ine sahip olan­lar, kendi d in le r inden başka , kanaa t le r ince bâ tü b i r di­nin ahkâmına r iayet e tmeye m e c b u r edilmiş olur. Çün­ki unu tmamal ıd ı r ki, samimi b i r d indar ın naza r ında kendi dini hak, başka dinler bâtıldır. Bu ha lde "devlet dinrnden ba şka b i r d ine m e n s u p olanlar kendi hak dinleri du ru rken , başka b i r bâtıl dinin kaideler ine tâbi kılınmış ve b inâena leyh din hür r iye t inden m a h r u m bı­rakılmış olurlar. Hiçbir d ine m e n s u p o lmayanlar ise, b u n l a r da inanmadık la r ı bir dinin esas lar ına riayete m e c b u r ve dolayisiyle v icdan hür r iye t inden m a h r u m edilmiş olurlar.

Saniyen devlete bağl ı d in sistemini alırsak, b u r a d a din d o ğ r u d a n d o ğ r u y a poli t ikanın emr ine ve h izmet ine girmiş , kudsiyet ve ruhaniyet in i kaybetmişt ir . Bu sis­t e m d e de din adamla r ı m e m u r l aştırılmış ve bunlar ın imanlar ı menfaa t ve ün i fo rma mukabi l inde satın alın­mıştır. Binâenaleyh böyle bir re j imde din hürr iye t ine t emina t a r a m a k e se sen mânasızhktır .

Lâiklik p rens ib in i samimiyet le kabul ve tasvip eden bir devlet te b ü t ü n b u aksakhklar be r t a r a f edilmiş olur. Dindarlar , m e n s u p oldukları m â b e d içinde inandıkları din ile b a ş b a ş a bırakılmış, hiçbir dine m e n s u p olma­yanlar ise, on la r da kendi tal ihlerine terkedi lmiş olur. Bu sayede , din, ilim ve felsefeden h e r biri kendi saha ­s ında ve h e r üçü aynı b i r gayeye yâni insanın insan ta­raf ından is t ismarını ön lemeye yürür .

DÖRDÜNCÜ KISIM

TÜRKİYE'DE DİN VE DEVLET MÜNASEBETLERİ TARİHİNE

KISA BİR BAKIŞ

Ey Hak!

Bildim seni âlemde penahım

Alemde budur varsa günahım Abdülhak HÂMİD

Din ve devlet münasebe t le r i bahs indeki sistemleri gözden geçirdikten ve lâikliğin m o d e r n devletteki yeri­ni ve ro lünü gös terd ik ten sonra , ş imdi şu noktaya ce­vap verelim; Türkiyemîz b u s i s temlerden acaba hang i ­si üzer indedi r?

Eğer Hakk'm diliyle konuşmak bir suç sayılmazsa, tereddütsüzce diyeceğiz ki, Türkiye bugün ve otuz kü­sur senelik bir devir içinde dinin devlete bağlanması sistemindedir.

Türkiye A n a y a s a s m m 1928'den ber i t a m lâik b i r anayasa o lmasma ve h ü k ü m e t adamlar ımızm, sırası geldikçe, Türkiye 'de lâiklik tesis e tmiş olmakla Övün­meler ine r a ğ m e n , Türkiye henüz . G a r p hukukundaki mânas ı ve şekliyle, lâikliği ta tmamışt ı r . G a r p hukukun­da lâiklik, devletin din ve m â b e d işlerine müdahales in i maskelemeye ya rayan bir p a r a v a n a değildir; fakat din

ve v icdan hürr iye t in in en sağ lam bi r teminat t ı r . Bizde ise, lâikliğin z ıddma olarak, d iyanet b ü t ü n teşkilatı ve personel iyle h ü k ü m e t adamla rmın emri altına girmiş ve din işleri sımsıkı devlete bağlanmışt ı r . Uzun bir tar i ­hi o luşum, siyasi ve içtimaî vukuat silsilesinin b i r net i­cesi o lan b u vaziyetin nasıl d o ğ u p yerleşt iğini b u r a d a hülâsa olarak g ö s t e r m e k faydalı olur.

TÜRKİYE'DE ÜÇ DEVİR VE ÜÇ SİSTEM

Türkiye 'n in din ve devlet münasebe t l e r i t a r ih ine dik­kat edersek, b u n u n üç devre ayrı ldığmı ve b i rb i r inden farklı üç s is tem arzettiğini görürüz . Birinci devir "dîne bağh devlet" sistemi devridir ki, Osmanl ı devletinin ku­ru luşundan , d a h a d o ğ r u s u O s m a n h padişahlar ın ın Ya­vuz Sultan Selim ile Halife unvanım a lmala r ından it iba­r e n ondokuzuncu asr ın birinci yarısı sonlar ına k a d a r devam e d e r İkinci devir 1839 "Gülhane Hatt ı"nın ilâ­n ından 1924'de şimdiki Diyanet İşleri Reisliği teşkilâtı­n ın kuru lmas ına kada r sü ren "yarı dini devlet" sistemi devridir. Nihayet, üçüncü devir 1924 'den ber i içinde yaşadığımız "devlete bağlı d in" sis temi devridir.

1 - Türkiye'de dine bağlı devlet sistemi: Bizde d îne b a ğ h devlet, impara to r luk devrinin siste­

midir. Filhakika Osmanlı devleti ku ru luşunda İslâmi b i r devlet olmuş ve son günler ine kadar , asırları kaplayan ö m r ü boyunca , d ine bağlı kalmıştır. Yalnız b u bağlılık h e p aynı kuvvette gi tmemiş , evvelleri çok sağ lam ve sa­mimi iken, sonra lar ı gevşek ve riyacı b i r gidiş a lmışt ı r

Osmanl ı i m p a r a t o r l u ğ u n u n dini vasfı, hususiyle Os­m a n h hünkâr lar ı , Yavuz Sultan Selim île,'^^' Halife ün-

(92) Yavuz Sultan Selim'e kadar Osmanlı hükümdarları sadece devlet Reisi iken, bu padişah, halife unvanını almıştır ve böylece bir ruhaniyet iktisab etmiş­tir. Bilindiği gibi Yavuz Selim Mısır'ı zaptedince; o zamanlar Abbasilere mensup halifelerin sonuncusu Mütevekkil Al Allah ile görüşerek kendisinden "Emânât-ı Mükaddese"yİ ve "Alâmât-ı Hİlâfef'i devir almıştı. (Hicri 923). Bu tarihten sonra artık Osmanlı Hünkârlan "Halife-i Müslimin", "Hâdimü'l-Haremeyn", "Emirü'l-Mümİnİn", "Halife-i Rûyİ Zemin" ünvanlanyla yâdedilmişlerdir.

van ve selâhiyeti aldıktan sonra , t a m a m olmuş ve ke­malini bu lmuş tur . Artık Osmanl ı Padişahı devlet baş ın­da yalnız en yüksek b i r siyasi şahs iyet ve Osmanlı lar ın m e t b u u değil, herri de , âhir z a m a n peygamber in in ha­lefi ve vekili sıfatiyle en yüksek dini ve ruhan i b i r şahs i ­yettir. Ve bu sıfatla b ü t ü n dünya Müslümanlar ın ın met ­buu ve hamişidir . Devletin Anayasas ı Şeriat, hükümet ve ida re umdes i de sal tanatt ır . Devletin, b ü t ü n husus i hukuku gibi, â m m e hukuku ve ida re esasları da d o ğ r u ­d a n ve dolayısıyla İslâm dininin kanunla r ına dayan­maktadı r .

Gerçi devlet te "Kanunname- i Padişahi"ler vardı r ve Halife Sul tan, b u sıfatla, (mülk ve milleti) idare için ge ­rek husus i hukuka ve ge rek â m m e hukukuna mütedair , kanun ve n izamlar koyar ve t ebas ım bunlar ın ahkâmı­na r iaye te m e c b u r eder ; fakat b ü t ü n b u kanun ve ni­zamlar ın "Şer ' i Ş e r i f e uygun olması şarttır.'^^' Devletin hiçbir k a n u n ve nizamı "Şer ' i Ş e r i f e aykırı bir h ü k ü m ihtiva e tmez. Halife-Sultanm vazifesi ve Îfasiyle mükel­lef o lduğu şey "emr-i b i lmâruf ve nehyi ani lmünker"dir , yâni Ş e r i a t k a n u n l a r ı n ı n e m i r ve nehy in i y e r i n e get i rmekt i r . Halife-Sultan b u kanunla r ın hiç b i r hük­m ü n ü t e r k e d e m e z ve şer ' in gös te rd iğ i yoldan dışarıya çıkamaz.

Halife-Sultana şer ' in emrin i ve nehyini b i ld i rmeye ve iş ler inde, i c raa t ında ona da ima şer ' in yolunu gös te r ­meye ve onu i r ş ad e tmeye m e m u r devlet te "Meşihat ı İs lâmiye" diye yüksek bir dini m a k a m vardır . Bu maka­mın sahib i "Şeyhül is lâm" ve "Müfti El 'enam"dır."^'Şey-

03) "Şer'i Şerif", "Şeriat", "Şeriat Kanunları" İslâm dininin temel ahkâmını vücuda getiren kaide ve kanunlardır. Bu kanunların başlıca kaynakları "Edille-İ Erbaa" denilen dört delil veya rehberdir ki, bunlar, başta Kur'an gelmek üzere, "Sünnet", "İcmâ-i Ümmet", "Kıyâs-ı Fukaba"dır. Tafsilât için Türkiye Siyasi Re­jimi ve Anayasa Prensipleri eseninizin giriş kısmına bakınız.

(94) Fatih devrine kadar bütün İslâm memleketlerinde olduğu gibi Osmanlı ülkesinde de müftüler vardı. Ve devlet merkezindeki müftüler, taşra müftülerine biraz mümtazca idiyseler de, arada büyük bir fark yoktu. Fatih Sultan Mehmed *.

hülislâmlık, şer ' in muhafızı ve Halife-Sultamn dinî r eh ­ber i olarak, devlette en m ü h i m ve en nüfuzlu b i r m a ­kamdır . Gerçi Şeyhülislâmı HaUfe-Sultan tayin e d e r ve onu b u m a k a m a o getirir; fakat b i r kere o m a k a m a gel­dikten s o n r a Şeyhühslâm fevkalâde b i r nüfuz ve kudre t kazanır ki; b u nüfuz o n u n icabında vereceği b i r (hal'i) fetvasıyla, Halife-Sultanı hükümdar l ık t an azle k a d a r gi­der.

İşte geçen asr ın birinci yarısı sonlar ına k a d a r Türki­ye 'de b u telâkki ve sis tem h ü k ü m s ü r m ü ş ve devlet h a ­yatı b u telâkkiye gö re ayarlanmışt ır . O suret le ki, b ü t ü n teşkilâtı, k a n u n ve nizamlariyle devlet dine bağ lanmış -tır'^^'

2 - Türkiye'de yan dini devlet ve lâikliğe doğru gidiş:

Bu devir, memleke t imizde yenihk hareke t l e r in in başlangıcı sayılan "Tanzimat" ile açıhr.'^' Tanzimat dev­rini de Gü lhane m e y d a n ı n d a Sultan Abdülmecid ' in Başveziri Koca Reşid Paşa taraf ından 1839'da o k u n a n

istanbul'u fethettikten sonra o devrin en yüksek ilim ve kemâl sahiplerinden olan Celâlİzade Hızır Bey'e "Şeyhülislâm" unvanını tevcih ederek onu diğer bütün müftülerden mümtaz kılmıştır. Şeyhülislâmlık, Kanuni devrinde ve ondan sonra fevkalâde bir ehemmiyet almış ve devlette çok üstün bir makam olmuştur.

(95) Batıda da 16'inci asır sonlarına kadar Carp devletleri, biraz farklıca ol­makla beraber, aynı vaziyette İdiler. Meşhur St. Paui'ün, yukarıda kaydettiğimiz hikmet dolu sözü çoktan unutulmuş, orta ve yenİ zamanlarda Hnstiyan Avrupa (dine bağlı devlet) sisteminde yaşamıştır. Bu sisteme karşı ilk büyük reaksiyon Fransız ihtilaliyle ortaya çıkmış ve Avrupa'da lâiklik 19'uncu asrın modası olmuş­tur. Bu noktada Garptan farkımız, bizde dine bağh devlet sisteminin daha uzun sürüp yakın zamanlara kadar devam etmesidir. Bu bahiste tafsilât için Türkiye Si­yasî Rejimi ve Anayasa Prensİplen eserimizin giriş kısmına bakınız: (Türkiye'de Anayasa Hareketleri Şimdiki Anayasamızın tarihi, fikn ve siyasî kaynaklan.)

(96) Gerçi bizde yenilik hareketlen Üçüncü Selim devrinden, hattâ daha ev­velinden başlar ve İkinci Mahmud devrinde geniş bir ıslâhat hareketi şeklinde devam eder. Fakat bizim bahsimiz olan din ve mezhep hürriyet va emniyetine dair ilk teminat, adı geçen fermanlarda görülür.

(97) Tanzimatta ve İmparatorluk devrimizin yenileşme hareketlerine dair biz­de -ekserisi yabancı kaynaklardan alınma- bir çok eser vardır. Bunlar arasında Tanzimat'ın yüzüncü yıldönümü münasebetiyle İstanbul Üniversitesi tarafından neşredilen "Tanzimat'' adlı eser başta gelir. İhtiva ettiği bir hayli propaganda ya­zısıyla ilmî kıymetini düşüren bu eser birçok fikir adamlan tarafından yazılmış makalelerden mürekkeptir. (Tanzimat, I. 1940 Maarif Matbaası, istanbul).

(98) Tanzimat devrinde yapılan hareketlerden. Mecelle ve Arazi Kanunu gi­bi, bazılan yedidir. Ticaret Kanunları, Ceza Kanunu, Usulü Cezaiye ve Hukuki­ye Kanunları gİbİ, diğer bazıları da Avrupa'dan bilhassa Fransız kanunlarından iktibas edilmiştir. (Tanzimat adh eserde, Ord. Prof Hıfzı Veldet Velİdedeoğlu'nun makalesine bakınız).

ve o k u n d u ğ u Gülhane M e y d a n ı n a izafetle "Gülhane Hattı H ü m a y u n u " diye anı lan m e ş h u r f e rman ile b u n u n tatbik suret ini gös te ren "Islâhat F e r m a n ı " açar.

Bu fe rman ile Türkiye halkına evvelâ can ve mülk, ırz ve n a m u s emniyet i verilmiş, san iyen de, din ve mezhep hürr iyet i t e m i n a t altına a l ınarak b u husus t a lâzımgelen kanun ve nizamlar ın konu lmas ı ve bunlar ın , din ve m e z h e p farkı gözetilmeksizin, b ü t ü n t ebaaya m ü s a v a t da i re s inde tatbiki kararlaşt ır ı lmışt ır . Bu k a r a r ge reğ in ­ce, b i rçok kanun la r yapılmış ve devlet hayatı yeni bir n izama bağlanmıştır. '^'-^'

Gerçi Tanzimat devr inde , yukar ıda bahset t iğimiz, "devlet iç inde din" teşkilatı kalkmış değüdir . Bu teşkilat d e v a m etmiş ve devlet, eskisi gibi, İslâm dînine bağlı kalmıştır. Ancak Tanzimat devr inde :

a) İslâm dini, p rens ip itibariyle, devlet dinî o lmakta d e v a m üzere ise de, fiiliyatta, hükümler ine devletçe m e c b u r edilir o lmaktan yavaş yavaş çıkmış ve b u h a r e ­ketle muvazi olarak, ikt idar sivil ellere geçmiştir .

b) Yeni yapı lan kanun ve n izamlarda , dinî esas la rdan ziyade m ü n a s e b e t l e r hayat ın ın icapları g ö z ü n ü n d e tu­tu lmuş ve dinî esas lar bu İcaplarla uzlaştırı lmaya çalı­şılmıştır.

c) Halk a ras ındaki Müs lümanhk ve Hrıstiyanlık fark­l a r ından neş ' e t edip yer leşmiş olan ist isnalar kaldırıl-

mış ve devlet dini olan Müslümanlığfa eskiden t an ınmış olan imtiyazlardan b i r çoğu ilga edilmiştir. '^'

d) Muhtel if t a r ih le rde çıkan fermanlar la H n s t i y a n halka t an ınmış olan din ve m e z h e p imtiyazları, yen iden g ö z d e n geçirilerek, bunlar ın muteber l iğ i kabul ve teyit edilmiştir.

Hülâsa, Tanzimat fermanı ile baş layan devirde , eski dinilik s i s t eminden sıyrılma teşebbüs le r i ve devlet ida­resini lâikleştirme hareket ler i b ü t ü n açıkhğıyla göze ç a r p m a k t a d ı r Memleket te art ık eski şer ' i hukukun ya­nı ba ş ında ve.gittikçe, onu gö lgede b ı rakmak üzere , b i r de nizami diyebileceğimiz, lâik zihniyette bir hukuk t e ­kevvün etmiştir. Ve b u n u n neticesi olarak eski şer ' i mahkemele r in yanı ba ş ında nizami mahkemeler , eski dinî tahsil müessese le r in in yanı baş ında m o d e r n tal im ve t edr i s metodlar ıyle çahşan mektep le r açılmıştır.

İlk Kanunu Esasî ve lâiklik hareketleri: Tanzimat devrinin yarı dinilik mahiyeti ve lâikliğe

d o ğ r u gidiş şekUnde devam eden hareket ve t e ş e b b ü s ­leri, ilk defa olarak, 1876 "Kanunu Esasî"sinde anayasa t emina t ına kavuşmuştur . Filhakika "Kanunu Esas î" I l ' i n c i maddes iy le Türkiye 'de din hürriyeti tesis et­mekte ve memleket te mevcut , b ü t ü n dinlerin se rbes t çe icrasını devletin h imayes ine v e r m e k t e d i r

Bununla beraber , "Kanunu Esasî"nin devlet sistemi, t a m dinî olmadığı gibi, t am lâik de değildir; t a m dinî değildir, çinkü devlet hayat ı eskiden olduğu gibi, d o ğ ­r u d a n d o ğ r u y a dinî a h k â m a değil , "Kanunu Esasî" gibi beşer i b i r esasa bağlanmışt ır . Tam lâik de değildir, çün­kü, eskiden olduğu gibi, "Kanunu Esasî" s i s teminde

99) Devlet memuriyetlerinin yalnız mûslümanlara tahsisi İlga edilen imtiyaz­lar cümlesindendir.

(100) Tanzimat devrinde hattâ İkinci Meşrutiyet senelennde lâikliğe doğru gidilişin bariz vasfı, gayet İhtiyatlı hareket edilmesi. Carpten alınan usul ve ka­nunlara, itinalı bir şekilde memleketli kaftanı giydirilerek bunlardaki yabancılık kokusunun bu sayede izaleye çalışılmasıdır. Buna en açık misâl, Osmanh devn Ceza Kanunudur, 1274 Rumî tarihli bu kanun Fransız Ceza Kanunundan iktibas edilmiş olmakla beraber bir çok hükümlerinde, memleket örf ve inançlarına uyulmuş ve yabancılığının kokusu bu suretle giderilmiştir. 1908'de meşruti ida­re yeniden kurulunca usul ve nizamı tamamiyle Garp'ten alınan bu rejimdeki yabancılık kokusu giderilmek içinde Kur'an-ın "İşlerinizi aranızda müşavere ile yapınız..." mealindeki âyetinden kuvvet alınmıştır.

Mütalea ettiğimiz devirde, zaman zaman Hızlanan adımlarla lâikliğe doğru gidilmiş ve Garpten usul ve müesseseler alınmış ise de; diğer taraftan, dİnİ esas­lar tamamiyle ihmal edilmeyerek millî hayat için bunlardan da istifadeye ça­lışılmıştır. İkinci Meşrutiyet yıllarında medreselerin yani dinî Öğretim müessese-lerinin ıslâhı için sarfedilen gayretler bunu gösteriyor. Bu gayretlerin hedefi, Tür­kiye'de yüksek ilim ve kültür sahibi din adamlan yetiştirmek ve bu sayede hal­kın diyanet hususundaki ihtiyaçlarını en mükemmel bir şekilde karşılamak ol­muştur. Bu hedefe varmak üzere, bir yandan eski medreselerin iskolastikleşen usul ve programlarında İslâhat yapılmış bir yandan da (Medresetül-Vâİzin) ve (Medresetül-Mütehassisİn) adlarıyla yeniden yüksek dini tahsil müesseseleri ku­rulmuştur. Bu müesseselerden eski Diyanet İşleri reislerinden, merhum Ahmed Hamdı Aksekili gibi hürmetle anılmaya değer ilim adamlan yetişmiştir. Geniş bir ölçüde Şeyhülislâm Ürgüplü Hayn Efendi merhumun himmetlerine borçlu oldu­ğumuz bu teşebbüsler, ne yazık ki Birinci Dünya Harbi ve harp sonu vukuatı içinde duraklamış, hattâ kısmen akim kalmıştır.

"Devlet-i Osmaniye 'n in dini, Din-i İs lâmdır" [Madde 2). Delvet Reisi aynı z a m a n d a , halife sıfatıyla, İslâm dini­nin hâmis i ve en yüksek r u h a n i reisidir {Madde 4). Pa­d işah ın vazifelerinden biri "Ahkâm-ı Şer ' iyenin icrası-d ı r" (Madde 7). Kanun pro je le r inde "Umuru Diniyeye... halel ver i r bir şey görürse . . . " bun la r ı tasdik e tmemek A y a n Meclisinin başl ıca vazifeler inden dir (Madde 64).

Hülâsa "Kanunu Esas f 'n in devlet s i s teminde din ve şer iat , eskisi gibi, k a n u n üs tü b i r kıymet a lmakta ve devlet faaliyetlerinin m e ş r u l u ğ u n u n ö lçüsünü ve rmek­t e ise de, b u faaliyetler üze r inde d o ğ r u d a n d o ğ r u y a m ü e s s i r o lma h a s s a s ı n ı kaybe tmi ş gö rünmek ted i r . Çünkü Tanzimat fermaniyle tesis o lunup "Kanunu Esa-si"de anayasa teminat ın ı bu lan din ve vicdan hürr iyet i p rens ib i yavaş , y u m u ş a k ve ihtiyath bir şeküde de ol-g^rjooj Yıiç d u r m a d a n inkişaf edip gi tmekte ve Tür-kiyemiz t a m lâik b i r devlet haya t ına he r gün bi raz daha yaklaşmaktadı r .

İkinci meşrutiyet ve sonrası lâiklik hareketleri: Bu yaklaşış ve lâiklik yolundaki b u inkişaf İkinci

Meşrut iyet te , ha t t â Büyük Millet Meclisi hükümet i za­m a n ı n d a ve Cumhur iye t in ilk sene le r inde d e v a m et­miştir. Filhakika, ilk "Kanunu E s a s r n i n 1909'da g e ­çirdiği geniş tadil ler a ra s ında b u kanunu , yukar ıda işa­re t ettiğimiz, d iyanete m ü t e d a i r hükümler ine dokunu l ­mamış , b inâena leyh "Kanunu Esasî" ile tesis o lunan ya ­rı dini ve lâik s is tem muhafaza edilmiştir.

Büyük Millet Mechsi hükümet i zaman ına gel ince, A n k a r a ' d a kurulan ilk Millet Meclisi t a ra f ından 1921'de yapı lan ilk "Teşkilât-ı Esasiye K a n u n u " n d a din ve şer ia t kanun üs tü b i r kıymet olarak kabul edi lmiş t i r C u m h u ­riyet devr ine ait bu ilk anayasan ın yirminci m a d d e s i n ­de Büyük Millet MecUsinin vazifeleri a ras ında " A h k â m -1 Şer 'İyenİn tenfızi" yer almış ve MecUsin yapacağ ı ka­n u n ve nizamlar da zaman ın ihtiyaçlarına en u y g u n "Ahkâm-ı Fıkhıyye"nin esas tu tu lması lâzım geldiği t as r ih edi lmişt i r Yine Büyük Millet Mechsi Hükümet i z aman ında 29 Ekim 1923'de yapı lan ve Cumhur iye t i resmileş t i ren 364 n u m a r a h A n a y a s a d a da r e s m e n b i r devlet dini kabul edilmiş ve ikinci m a d d e s i n d e "Türkiye Devletinin dini, Din-i İs lâmdır" deni lmiş t i r Nihayet , 20 Nisan 1924 tarihli Anayasamız ın ikinci m a d d e s i n d e "Türkiye Devletinin dini, Din-i İs lâmdır" h ü k m ü t e k r a r edilmiş ve yirmi altıncı m a d d e s i n d e "Ahkâm-ı Şer ' İye­nİn tenfızi vazifesi Büyük Mihet Mechsinin u m u m i va-

Sırası gelmişken ilâve edelim ki, 1953 Maytsmda Irak Melikinin taç giyme merasimine Irak hükümetinin davetlisi olarak gitrhiş ve bu fırsattan istifade ede­rek, Irak'daki dini tahsil durumu üzerinde bilgi edinmeğe çalışmıştım. Bu mak­satla Kâzimiye'deki İlahiyat Medresesini, ziyaret etmiştim. Yurtlu ve yatılı olan ve kalabalık talebesi arasında bir kaç da değerli Türk talebeyi banndıran bu güzel müessese bana yukarıda bahsettiğim, bizdeki Medresetül-Mütehassisin'in bir ör­neği ve bir devamı olduğu intibaını vermiştir. Bizde akamete uğrayan bu teşeb­büsün Irak'da yaşamasını ve muvaffak olmasını dilerim.

D I N v e LAI KLI K —

zifeleri a r a s ına konulmak suretiyle din ve devlet bağl ı ­lığı teyid o lunmuştur .

Ç a r ç a b u k gözden geçirdiğimiz mevzua t ve vukua t gös te r iyor ki, Türkiyemiz uzun yıllar "Dine bağlı dev­let" s i s t eminde yaşad ık tan son ra , geçen asrın birinci yarısı o r t a l a r ından i t ibaren, b u s i s t emden sıyrılarak ya­rı dini b i r s i s teme girmiş ve h e r an b i raz d a h a lâik dev­let s i s temine yaklaşılmıştır. Bir aşıra yakın b i r z a m a n s ü r e n b u t ekâmülün yükseliş is t ikametinin saf lâiklik ol­d u ğ u aşikârdır . Evvelâ t a m dinî, s o n r a yarı dinî, n iha ­yet lâdinî yâni lâik devlet, din ve devlet münasebe t l e ­r indeki t ekâmülün G a r p memleke t l e r inde de takip etti­ği n o r m a l ve mantıki gidiştir.

Bunun la beraber , Türk iye 'de iş böyle o lmamış t a m ve saf lâikliğe gelinecek y e r d e 1924 'den i t ibaren, eski "dine bağlı devlet" s is teminin t a m zıddı olan ve ifrattan tefrite gidişi a n d ı r a n "devlete b a ğ h d in" s is temine ge ­linmiştir.

3 - T ü r k i y e ' d e d e v l e t e b a ğ l ı d i n s i s t e m i :

Tekrar edelim ki, bu s is tem "dine bağlı devlet" siste­min in t a m zıddıdır. Ber ik inde devlet iş lerinde ve faali­ye t l e r inde , dinî d ü ş ü n c e l e r d e n direktif ah r ve din adamla r ı devlet üzer inde sıkı b i r vesayet icra ederek devlete başmüşavir l ik eder. "devlete bağlı dîn" siste­m i n d e ise, t amamiy le deminkin in aksine olarak, din kendi sahas ındak i u m u r d a bile pol i t ikadan direktif al­m a k mecbur iye t inded i r ve devlet adamlar ı din üzer in­d e en üs tün söz ve salâhiyet sahibidir .

Dine bağl ı devletin Türk iye 'de asır lar boyunca nası l a h e s t e ahes te kurulup yerleşt iğini yukar ıda gösterdik . Şimdi devlete bağh din s is teminin nasıl d o ğ u p yerleşt i­ğini görel im. Ve önceden ş u n u söyleyelim ki, maksad ı -

mız kimseyi tenkid e tmek ve suç land ı rmak değildir, sa­dece ilme hizmet ve hakikate sadakat t i r .

"Hakkı tenvir ukûl için haktır/'

Tevfik FİKRET

Şeyhülislâmhktan Şer'iye Vekilliğine: Ankara ' da Büyük Millet Mechsi hükümet in in kurul ­

m a s ı n d a n i t ibaren din ve devlet münasebe t i er indeki ta ­rihî inkişafa dikkat edersek, b u inkişafın b i rkaç m e r h a ­leden geçtiğini görürüz . İlk merha le , 192Û'de "Şer ' iye Vekâleti"nin ihdasıdır .

Osmanl ı İmpara to r luğu devr inde devlet reisinin Ha-Ufe-Sultan tabiriyle işaretlett iğimiz iki sıfatı ve salâhiye­ti temsil ve tedvi re "şeyhülis lâm"ın m e m u r o l d u ğ u n u yukar ıda görmüş tük . Fat ih dev r inde tesis o lunan "Şey­hülislâmlık" makamın ın , Osmanl ı İmpara to r luğu gibi sivil ve siyasi b ü t ü n usul ve esaslar ının dine bağ landığ ı b i r devlette, nasıl bir yüksek yeri ve ehemmiyet i haiz olacağı aş ikâ rd ı r O devi rde devlet baş ında s a d r a z a m ve şeyhülis lâm omuz omuza yürür . Bun la rdan s a d r a ­zam halife-sultanm dünya işlerinde, şeyhülis lâm da din u m u r u n d a b i re r mutlak vekili ro lünü ifa e d e r Şeyhülis­lâm devlet vükelâsının yalnız içinde ve yalnız on la rdan biri değil, sadr ıazam ile birlikte, vükelânın baş ındadı r . Şeyhülislâmlık makamın ın b u ehemmiye t inden dolayı­dır ki, İkinci Meşru t iye t te Kanunu Esasi 'n in tadi l inde, vekillerin tâyin usulü değiştirildiği ve s ad r ı azamdan başka d iğer vükelânın liste ha l inde ve t op t an tây in ine yâni pa r l amen te r kab ine usu lüne gidildiği halde, şey­hülislâmın tâyini usu lüne dokunu lmamış ve onun , eski­si gibi i smen ve şahsen , tâyini h ü k ü m d a r a bı rakı lmış t ı r

23 Nisan 1920'de A n k a r a ' d a Büyük Millet Meclisi kuru lunca , tabiat iyle or taya hükûrne t teşkili mes 'elesi çıkmış ve b u mes 'e leyi hal le tmek üzere 4 Mayıs 1920'de b u n a dai r m ü h i m bir kanun kabul edilmiştir. "Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin suret i in t ihabına dair ka-nun"'" '" başhğ ın ı t aş ıyan b u k a n u n u n ilk m a d d e s i n d e Büyük Millet Meclisi hükümet in in ayrıldığı çalışma da­ireleri yâni Vekâlet lerden biri de "Şer ' iye ve Evkaf" Ve­kâleti idi. Şu h a l d e ve b u ilk m e r h a l e d e din ile devlet ay­rılmıyor, bilâkis, kabineye dahi l ve İs tanbul Hüküme­tindeki Şeyhül is lâm gibi, bir nevi siyasi sıfatı haiz olan Şer ' iye Vekili marifetiyle bi r leş iyordu. Şu fark ile ki, İs­tanbul H ü k ü m e t i n d e şeyhülis lâm Halife-Sultamn vekili o lduğu ha lde , be r ide Şer ' iye Vekili, Milli Hakimiyetin merkezi ve m ü m e s s ü i olan Büyük Millet Meclisinin ve­kili ve b u sıfatla Meclis t a ra f ından tâyin edilmekte idi. Ö r n e ğ i n i İ s t a n b u l H ü k ü m e t i n d e n a lan b u s i s tem, 1924'e k a d a r d e v a m etmiştir.

Şer'iye Vekilliğinden Diyanet İşleri Reisliğine: 1924 Mar t ın ın ikinci günü , İkinci Büyük Millet Mec­

lisi iki büyük k a n u n kabul etmiştir. Biri, Şer ' iye ve Ev­kaf Vekâlet inin ilgası ile yer ine Diyanet İşleri Reisliği ku ran 429 sayılı kanundur . Ö b ü r ü de o zamanki Türki­ye 'de muhtel i f idarelere bağlı ç ahşan öğre t im müesse ­selerini bi r leş t i r ip bun la r ın tek e lden ve Maarif Vekâle­ti t a ra f ından idaresini emreden , 430 sayılı "Tevhidi Ted­r isa t" kanunudur. '""^ '

B u n l a r d a n Şer ' iye v e Evkaf Vekâletini ilga eden ka­nun , b u Vekâleti kaldırdıktan s o n r a (Madde 2), din üe dünya işlerini ayırmış ve dünya işlerini kanunlaş t ı rma

(101) Düstur, tertip 3, cilt I, sah. 6, Kanun No: 9, 7 Şubat 1337.

(101 a) Bakınız: Kanunlarımız, cilt I, sah. 93, 96

1 8 8

selâhiyetini Büyük Millet Meclisine, k a n u n l a r m icrası ve infazı salâhiyetini de, o n u n teşkil edeceği h ü k ü m e t e vermiş t i r (Madde 1). Din işlerine g e h n c e aynı kanun , b u işleri de sırf itikâd ve ibade t ahkâmiyle , cami, ı nes -cit, m e d r e s e gibi dini müessese le r in ida res inden ibare t kabul e tmiş ve b u ahkâmın tedviri ile dini müessese le ­rin idaresi için. Başvekâlete b a ğ h olmak üzere (Madde 4) devlet merkez îne bir Diyanet İşleri Reisliği k u r m u ş ­t u r Diyanet İşleri Reisi, Başvekil t a ra f tndan seçilip inha o lunur ve Cumhur re i s i t a ra f ından da tâyin edilir (Mad­de 3), Diyanet İşleri ReisUği Başvekâlet bü tçes ine mül ­hak ve b ü t ç e ile idare o lunur (Madde 4).

Bu a rada tabiatıyla evkaf iş lerine de t e m a s eden b u k a n u n d a b u işler için "Evkaf u m u r u milletin hakiki m e -nafiine muvafik b i r şekilde halledilmek üzere b i r M ü d i -riyeti Umumiye h a h n d e şimdilik Başvekâlete tevdi edil­mişt i r" (Madde 7) denil iyordu. Bu h ü k m ü n üze r inden otuz küsu r s ene geçtiği ha lde , b u g ü n bile evkaf işleri Başvekâlete b a ğ h bir U m u m Müdür lük şeklinde i da r e edi lmekte o lduğu noktasını geçehm.

Görü lüyor ki, üzer inde d u r d u ğ u m u z kanun. Türki­ye 'de din ile devlet işlerini b i rb i r inden sar ih ve kat ' i su­re t te ayırmıştır. Ve devleti dünya işlerinde, dini de iti­kâd ve ibade t ahkâmıyla dîni müessese ler in , ida res inde salahiyetli kılmak suretiyle din ve devlet münasebe t l e r i tarihimizin takip ettiği gidişin n o r m a l ve mant ıki b i r var ış noktasını teşkil etmiştir. B u n d a n dolayı b u kanu­n u överiz. Fakat , d in ve devlet ayr ıhşmda , b u k a n u n devleti d iyanete karşı re ' sen ka ra r salâhiyetini haiz müstaki l b i r d u r u m a koyduğu halde , d iyanete de hiç ol­mazsa m u h t a r bir faaliyet sahas ı ayıracak yerde , lâikhk umdes in in b u mant ığ ını bir tarafa b ı rakarak, diyaneti , b ü t ü n teşkilat ve personel iyle birlikte, hükümet in eh ve emri altına koymuş, yani, net ice itibariyle sadece "dev­lete bağlı din s is temi" kurmuştur .

Biz b u r a d a b u n u n niçinliği üze r inde yâni Türki­ye 'mizin b i r a s ı rdan ber i takip ettiği n o r m a l gidiş yolu olan lâiklikten b i rdenb i r e niçin uzakîaşıldığı ve niçin, lâiklikten b i r nevi r ü c û ifade eden "devlete bağlı din sis-temi"ne gidildiği nok ta s ında durmayacağ ız . Sadece şu­n u hat ı r la tacağız ki, m e ş h u r Frans ız filozofu H. Taine'in Frans ız Büyük İhtilâli hakkındaki "Muas ı r F ransa 'n ın Menşe ' l e r i " adlı m u a z z a m eseri gibi hakikatlerle dolu b i r tenki t eser in in in t i şa r ed ip g ü n görebi lmesi için in-sanhk t a m seksen b e ş s e n e beklemiştir. '"""'

Lâiklik prensibinin mantığı ve 429 sayıh kanun: Tekrar edel im ve iyice anlaşal ım: Şer ' iye Vekâletini

ilga eden 429 sayıh kanun , birinci maddes iy le devleti dinin vesaye t inden kur ta rmış , içtimaî münasebe t l e r hayat ının icra ve teşr i s aha l a r ında ona mutlak bir ka ra r v e ha reke t salâhiyeti t e m i n e tmek suret iyle devlete t a m bi r istiklâl kazandırmış t ı r . Fakat , b u n a mukabi l , m a b e ­de de, itikat u m u r u n d a , ahlâk ve ibade te bağlı amel hu ­s u s u n d a olsun, b i r k a r a r ve hareke t salâhiyeti t an ımak ve onu kendi s a h a s ı n d a m u h t a r (=autonome) kılmak lâ­zım gelirdi. Lâiklik p rens ib in in mant ığ ı b u n u emrede r ­di. İşte Şer ' iye Vekâletini ilga eden k a n u n b u n u y a p m a ­mış ve lâiklik yo lunun yar ı s ında duraklamışt ır . Hat tâ , dikkat edersek, durak lamakla kalmamış , kendis inden dör t ay kada r evvel 29/30 Ekim 1923'de yapılıp C u m h u ­riyeti resmileş t i ren 364 sayıh Anayasa mahiyet indeki k a n u n u n ikinci maddes iy l e b i r nevi t enakuza d ü ş m ü ş ­tür. Çünkü bu ikinci m a d d e d e İkinci Büyük Millet Mec­lisi, Türkiye Devletinin dininin Din-i İslâm o l d u ğ u n u

(101 b) Bakınız: Les Origines de le France Contemporaİne, H. Taine, Paris, 1887, Hachette. altı büyük ciltten mürekkep olan bu eser İntişarının onikinci se­nesinde onbeş defa basılmıştır.

İlân etmiştir/"^' Resmen b i r â m m e dini kabul eden dev­let, ka ra r ve hareke t le r inde tabiatıyla onun ahkâmına r iayete söz veriyor, demektir . Halbuki , Şer ' iye Vekâleti­ni ilga eden 429 sayıh kanunla , aynı devlet, b u ahkâmı bir tarafa bıraktığını söy lemekted i r

Buna b e n z e r daha der in b i r tenakuz , Şer ' iye Vekâle­tini ilga eden 429 sayıh k a n u n d a n t ak r iben b i rbuçuk ay sonra yine İkinci Büyiik Millet Meclisi t a ra f ından kabul o lunan 20 Nisan 1924 tarihli "Teşkilâtı Esasiye Kanu-nu"nda görü lmekted i r . "" 'Bu kanun 1924 Anayasamız ın tadil edi lmezden evvelki şeklidir. B u n u n ikinci m a d d e ­s inde 'Türk iye Devletinin dini, Din-i İs lâmdır" denil­mekte ve 26. m a d d e s i n d e Büyük Millet Mechsin in teşr i salâhiyetleri a r a s ında "Ahkâmı Şer ' iye"nin tenfızi gös ­ter i lmekte idi.

Hülâsa e d e r ve bü tün b u t e r e d d ü d ve tenakuzlar , içindeki hükümler i yan yana getir irsek, or taya şöyle b i r şema çıkar:

- Türkiye Devletinin dini v a r d ı r (29/30 Ekim 1923 ta-rihU ve 364 sayıh kanun) .

- Türkiye Devletinin dini yoktur. (3 M a r t 1924 ta r ihh ve 429 sayılı kanun) .

- Türkiye Devletinin dini va rd ı r ve b u dinin ahkâmı ­nı tenfız e tmek devletin vazifesidir. (20 Nisan 1924 Teş­kilâtı Esasiye Kanunu) .

Tereddüt ve tenakuzların mânası: Dikkat o lunsun ki, bu husustaki t e r e d d ü t ve tenakuz­

lar, o zamanki Büyük Millet Mechsi içinde ve etraf ında esasen muhalefet havasının akisleri ve muhafazakâ r

(102) Bu kanunun başlığı şöyledir: "Teşkilât-ı Esasiye Kanununun Bazı madde­lerinin Tadilen Tavzihine Dair Kanun" Bakınız: Düstur, cilt I, bölüm 4, sah. 196.

(103) 1924 Anayasasının bu ilk şeklini görmek için yalnız B.M.M. Kavanin Mecmuası cilt 2, sah. 365. - Yahut Kanunlarımız, elit I, sah. 1.

e lemanlara karşı yapı lan tâvizlerin zarur i neticeleri idi. Hakikatte , O s m a n h İ m p a r a t o r l u ğ u n u tasfiye ederek ye­r ine Türkiye Cumhur iye t in i kuranlar , b u yeni devletin lâik vasifda o lmas ına k a r a r vermişlerdir. '""' Bu karar ın icras ı d a h a fazla gecikt i r i lmeyerek 10 Nisan 1928'de Teşkilâtı Esasiye K a n u n u n u n 2 ve 26'ncı maddeler iy le d a h a bazı müteferr ik madde le r indek i d iyanete m ü t e d a ­ir ftkra ve cümleler kaldırılmış ve mevzuat taki t enakuz­lar b u suret le b e r t a r a f edilmiştir.'"^' Nihayet , 1937 Şu­ba t ında , Teşküâtı Esas iye K a n u n u n d a yapı lan başka bir tadil ile b u k a n u n u n ikinci m a d d e s i n e g i ren altı p r ens ip a ra s ında "Lâiklik" tâbir i de yer almış ve Türkiye Devle­t inin lâik o lduğu t a s r ih o lunmuştur .

Fakat Teşkilâtı Esasiye K a n u n u n d a n diyanete m ü t e ­da i r cümle ve fıkralar kaldırı lmakla ve b u k a n u n d a Tür­kiye Devleti lâiktir deni lmekle devlet hak ika ten lâik ol­m u ş m u d u r ?

Kanaa t imce hayır. Çünkü lâik olabilmesi için Şer ' iye ve Evkaf Vekâletini ilga eden 429 sayıh k a n u n u n da ta­dil edilmesi ve b u kanunla d o ğ r u d a n d o ğ r u y a h ü k ü m e t emr ine verilen d iyanet işleri teşkilatına, üniversi te ler k a d a r olsun; b i r muh ta r i ye t tan ınması ; dinî gaye ile t e ­sis o lunan İslâmi vakıfların tesis o lunduğu maksa t ve gayeye tahs is o lunmas ı ve yüksek din adamı ve âlimi yetişt irecek dini öğre t im müessese le r i kuru lmas ı icabe-derdi . Bunlar yapı lmamışt ı r . Bir devletin lâik olması için, k a r a r ve ha reke t l e r inde dini mü lâhaza ve p rens ip ­lere yer ve rmemes i , yalnız bu kadar la kalması kâfi de-

(104) Nitekim bunu Atatürk 1927 nutkunda şöyle ifade etmişti: "ilk Teşkilatı Esasiye Kanununu hazırlayanlara bizzat riyaset ediyordum. Yapmakta olduğu­muz kanun ile. Ahkâmı Şer'iyenin bir münasebeti olmadığını anlatmağa çok ça­lıştım. Fakat, bu tâbirlerden kendi zanlarınca bambaşka bir mâna murad edenle­ri ikna mümkün olmadı. Kanunun gerek ikinci ve gerek 26'ncı maddelerinde za-id görünen ve Yeni Türkiye Devletinin aslî karakteriyle kabili telif olmayan tâbir­ler, inkılap ve cumhuriyetin o zaman için beis görmediği tâvizlerdir. Millet, Teş­kilâtı Esasiye Kanunundan bu zevaldi ilk münasip zamanda kaldırmalıdır."

105) Bu husustaki tâdil teklifini görmek için bakınız: Önsöz, Not 5.

ğildir. Aynı z a m a n d a diyanet teşkilat ına da muhta r iye t tan ınması , yâni b u teşkilâtı kendi sahas ındak i ka ra r ve faaliyetlerinde se rbes t b ı rakması şart t ır . Halbuki, tek­r a r t ek ra r kaydett iğimiz 429 sayıh k a n u n ile, diyanet teşkilatı Başvekâle te bağlı ve Başvekihn emri al t ında bir hükümet daires i şekline konulmuştur . B u n d a n b a ş ­ka ve b u kadar la iktifa edilmeyerek, memleket teki dini öğre t im müessese le r i de kapatılmıştır .

Yukarıda 3 M a r t 1924'de İkinci Büyük Millet MecUsi taraf tndan iki m ü h i m kanun kabul edildiğini, bun la r ­d a n bi r in in Şer ' iye Vekâletini ilga e d i p ye r ine Diyaniet İşleri Reisliği Teşkilâtı ku ran 429 sayıh k a n u n o lduğunu söylemiştik. İkinci m ü h i m kanun da, ş imdi aşağ ıda b a ­his mevzuu edeceğimiz 430 sayıh "Tevhidi Tedrisat Kâ-minu"dur"«"

Dini öğretim müesseseleri ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu: Bu kanun o tar ihteki Türkiye 'de , murakabe le r i ve

bütçeleri , teşkilât ve pe r sone l kadrolar ı , itibariyle m u h ­telif vekâletlere bağlı olarak çalışan öğre t im müesse se ­lerini, b a ğ h oldukları vekâlet lerden ay ı ra rak tek elden idare edilmek üzere . Maarif Vekâletine bağl ıyordu. Bu müesseseler Şer ' iye ve Evkaf Vekâletine bağh ve dini va­kıflarla idare edilen mektep ve medreseler le , MilU Müda­faa Vekâletine bağh askeri mektepler ve Sıhhiye Vekâle­t ine bağh "Darüleytam" denilen yetim mektepleriydi.

Bunlardan askeri mektepler ile Darüleytamlar , büt­çeleri ve kadrolar iyle . Maarif Vekâletine devro lunmuş-tur.""" Dinî t ed r i sa t y a p a n mektep ve medrese le re ge­lince, bu müessese le re dinî vakıflarca tahsis o lunan

(106) Bakınız: Kavanin Mecmuası, dit 2, s. 242 - Yalıut Kanunlanmız, cilt I, s. 96.

(107) Maamafih askeri mektepler, bu kanun ile Maarif Vekâletine devir edil­diklerinden bir sene kadar sonra kanuna ilâve olunan müzeyyel bir madde ile ye­niden Milli Müdafaa Vekâletine İade ve devir olunmuştur.

"Mebal iğ maar i f bü tçes ine nakil" edilmiş, fakat, m ü e s ­seseler in kendiler i kapatümışt ı r . Gerçi k a n u n d a bunla­r m kapa tümasmı e m r e d e n b i r h ü k ü m yoktur. Bilâkis, k a n u n u n 1, 2, 3 'üncü m a d d e l e r i n d e n anlaşı lan mânaya göre , dinî m e k t e p ve m e d r e s e l e r de, tıpkı askeri mek­tepler le Darü ley tamla r gibi. Maarif Vekâletine devrolu-nacak ve b u Vekâlet t a ra f ından idare edilecekti. Ancak, k a n u n u n 4 'üncü m a d d e s i n e g ö r e "Maarif Vekâleti Yük­sek Diyanet mütehass ı s la r ı yet iş t i rmek üzere Darülfü­n u n d a b i r İlahiyat Fakültesi tesis ve i m a m e t ve hi tabet gibi h idemat ı milliyenin ifası vazifesiyle mükellef m e ­mur la r ın yet işmesi için de ayrı mektep le r küşad ede­cek" idi. Şu ha lde b u d ö r d ü n c ü m a d d e y e göre , o ta r ih­te mevcu t olan m e k t e p ve medre se l e r e artık lüzum kal­mamışt ı . Çünkü, bu m e k t e p ve medrese le r iki zümre din a d a m ı ye t i ş t i rmekte idi: Biri yüksek diyanet m ü t e ­hassısı m ü d e r r i s , müellif ve vaizlar, d iğer i de imam ve ha t ip gibi dinin yalnız ezber ahkâmını öğ renmiş olan­lar. Tevhidi Tedrisat Kanunu , yüksek diyanet m ü t e h a s ­sısı yet iş t i rmek üzere Maar i f Vekâletince Darül fünunda b i r İlahiyat Fakültesi kurulmasını ; i m a m ve hat ip yetiş­t i rmek üzere de yen iden mektep le r açılmasını emret t i ­ğine g ö r e m e v c u t m e k t e p ve medrese le r in kapat ı lması­nı z ı m m n e n â m i r idi, denilebilir. H e r n e ise... Vakıa şu­d u r ki, Tevhid-i Tedr isa t Kanunu ile o t a r ih te mevcut olan dini öğ re t im müessese le r i b ü s b ü t ü n kapatı lmış ve uzun z a m a n açılmamıştır . Bunlar ın ıslâhı ve yeniden tanzimi yahu t yer le r ine yenilerinin tesisi d a h a iyi ve memleke t menfaa t l e r ine daha u y g u n olmaz mıydı, nok­tas ına geçel im. Yalnız şuna dikkat edelim ki, Tevhid-i Tedr isa t K a n u n u n u n vâzıı bilerek veya bi lmeyerek "Yüksek Diyanet Mütehass ı s ı " ile İlahiyat Fakültesin­den yet işecek olan yüksek ilâhiyatçıyı b i rb i r ine karıştır­mıştır. İlâhiyatçı, din felsefesi, dinler tar ihi ve din sos­yolojisi ö ğ r e n m i ş b i r mütehass ı s veya filozoftur, fakat din a d a m ı değildir . "Yüksek diyanet mütehass ı s ı " ise he r ş e y d e n evvel, zühdü takva sahibi b i r d indardı r ; sa­niyen de m u a y y e n b i r d inde yüksek ilim ve kemâl sahi­bi o lmuş b i r din adamıdır . Bunla rdan biri hakkıyla

İnanmış , Öbürü ise sadece iman üze r inde zekâ o y u n u oynamayı öğrenmişt i r . Maar i f Vekâletine bağlı ve o n u n murakabes i al t ında yahu t b u g ü n ünivers i te camiası iç inde çahşan b i r İlahiyat Fakül tes inde, itiraf eder im ki, yüksek ilahiyat felsefecisi ve sosyologu yetişebilir. Fa ­kat "yüksek d iyanet mütehass ı s ı " din adamı ve âlimi a s ­lâ yet işemez. Çünkü, t e k r a r edelim ki, "yüksek diyanet mütehass ı s ı " h e r ş e y d e n evvel hahs b i r dindardır , zahid ve müttekidir ; s o n r a da inandığı ve içinin samimiyetiy­le kani o lduğu d inde yüksek ilim ve kemâl sahibidir. Bu vasıflardaki b i r insanın yet işmesi için nası l b i r hava ve muhi t in mevcu t olması lâzım geldiğini o k u y u c u m u n takdi r ine b ı rak ıyorum. Şuras ı muhakkak t ı r ki, dünya ­nın hiç b i r yer inde , lâik üniversi te çaüsı altındaki ilahi­yat Fakül te ler inde din adamı ve âlimi yetişmemiştir . Ünivers i te gibi lâdinî b i r camia iç inde din adamı ve âli­mi elbet te yet işemez. Ve b u n u n ye t i şmemes ine değil, ye t i şmesine hay re t edilse yeridir. Kayahkta pi r inç bit­mez.""*' Devlet mektepler inde , or taokul ve hsenin lâdinî havası , ha t t â din aleyhtar ı muhi t i içinde yetişip onsekiz, ondokuz y a ş m a gelen b i r genç , aldığı b u a leyhtar te r ­biye ve b u menfî zihniyetle, idaresi ve hocalar ı çok ke­re dine muar ız olan, sivil bir İlahiyat Fakül tes inde oku­yup da din adamı olamaz.

Şu halde , İslâm dininin m u h t a ç o lduğu yüksek diya­net mütehass ı s ı ve din âlimi yet iş t i rmek üzere . Darülfü­n u n d a b i r İlahiyat Fakültesi kurulmasın ı e m r e d e n Tev­hidi Tedrisat Kanunu , kapatt ığı dini öğre t im müesse se ­leri ayar ında b i r m ü e s s e s e ku rmuyordu , sadece İslâmî s ahada yüksek diyanet mütehass ı s ı adamlar ın kökünü kuru tuyordu . Filhakika, yaşayan din adamı ve âlimleri b i r e r ikişer ebediyet diyar ına göçetmiş , fakat a rkadan boşlukları do lduracak adamlar yet işmediği için," otuz

(108) Gerçi ileri Garp memleketlerinde yüksek din adamı ve âlimi bilhassa İlahiyat Fakültesinden yetişir, fakat bu Fakülteler, Tevhidi Tedrisat Kanununun ta­savvur ettiği şekilde. Darülfünun veya Üniversite gibi, lâdini bir müessesesenin içinde ve çatısı altında değildir, katolik veya protestan enstitü ve üniversitelerinin içindedir. Bu enstitü ve üniversitelerin ve bu ilahiyat fakültelerinin bocalan gibi idarecileri de tamamiyle (Yüksek Diyanet Mütehassısı) âlimler ve din adamlarıdır.

beş s e n e son ra , b u g ü n Türk iye 'de İs lâm dininin m u h ­taç o lduğu yüksek diyanet mütehass ı s ı a d a m l a r h e m e n h e m e n yok olmuştur .

Zaruretler miktarlarınca ölçülmek lâzımdır:

Hülâsa , b izde d in ve devlet münasebe t l e r i Tanzimatı takip e d e n devi r içinde, h e m e n h e m e n hiç d u r m a d a n saf lâikliğe ve din ile devletin ayr ı lmasına d o ğ r u bir is­t ikamet tak ip e tmişken, 1924 'den i t ibaren, b i rdenb i re bu i s t ikamet ten dönü lüp dinin devlete bağ l anmas ı sis­t emine kayılmıştır. Bu neticeyi 1924-1934 seneleri a ra­s ındaki b ü y ü k inkılâp hareke t le r ine ve b u hareket ler in d o ğ u r d u ğ u siyasi zarure t le re b a ğ l a m a k yer inde olur. Asır lar ın y o ğ u r u p m e y d a n a get i rdiği m u ayyen b i r ha­yat t a rz ve te lâkkis inden b i rdenb i r e başka b i r haya ta geçişte b u gibi zor lamalar ı ve tar ihi gidişin n o r m a l isti­kame t inden kayılmaları m a z u r g ö r m e k icabeder . Ma­zur görü lecek zor lamalar a ra s ında (13 M a r t 1926 tarih, 765 sayıh) Ceza K a n u n u n u n 163 'üncü m a d d e s i baş ta gelir/"«"

(W9) Bu meşhur 163'üncü maddenin 1946'daki şekh şöyledir: "Dini veya dini hayatı veya dinen mukaddes sayılan şeyleri alet ederek, her ne suret ve sıfatla olursa olsun, devletin emniyetini İhlâl edebilecek harekete halkı teşvik veya bu babda cemiyet teşkil edenler, teşvikat ve teşkilatın bir güna fİİli esen çıkmamış bile olsa - muvakkat ağır hapse mahkûm olurlar. Böyle bir cemiyete girenler, 313'üncü maddeye göre cezalandırılıdar.

Dini efkâr ve hissiyata müstenit siyasi cemiyetler teşkil edilemez. Bu gibi ce­miyetler dağıtılır ve teşkil edenlerle azaları binnci fıkra mucibince cezalandırı­lıdar. "

Görülüyor ki madde, ağır bir ceza hükmü ihtiva etmektedir. Fakat dikkat edelim ki, maddedeki hükmün ağırlığı, tayin ettiği cezada değil, müphemliğinde ve İstenildiği gibi tefsir ve tatbik edilmeye müsait olmasındandır. Filhakika maddedeki ceza hükmünün medarı, devletin emniyetini ihlâl edebilecek hareke­te halkı teşvik için dini âlet etmek keyfiyetidir. Bu ciheti tâyin hususunda elde sa­bit bir ölçü mevcut olmadığı için iş, kanunu tatbik ile mükellef olanların takdiri­ne kalmış olur.

Bu ise keyfiliğe ve nefsaniyete yol açar. Bu maddenin etrafa dehşet saçması­nın hikmeti de budur.

Ağır b i r ceza tehdidi ihtiva eden b u maddey i , g e n ç ve çok değe rh b i r hukukçumuzun da"" ' dediği gibi, ye­ni kurulan Cumhur iye t in b i r müeyyides i ve "yapılan in­kılâplara karş ı t a a s s u p kana l ından geçebilecek olan h a -reketler"i önleyici zarur i b i r t edb i r o larak kabul edehm. Ancak, millet haya t ında , zarure t le r mik ta r l a rmca takd i r edilmek ve zarure t hah geçince h e m e n n o r m a l e d ö n ­meyi bi lmek ve b u husus t a devlet adamı sıfatıyla, cesa­re t g ö s t e r m e k lâzımdır . , K a n a a t i m i z c e zarure t , hali (=etat de necessi te) hakkı ç iğnemeyi , iptal ve ihmal etmeyi meşru laş t ı rmaz; sadece ona riayeti imhale m ü ­saade eder. Nitekim bi r h a r p v u k u u n d a devlet n o r m a ­lin ü s t ü n e çıkarak fevkalade tedb i r le re başvurabil i r . "Milletin selâmeti en yüksek k a n u n d u r " deyip va tan ­daşlar ın a n a hak ve hürr iyet ler ini baskıya v u r m a zo­r u n d a kalabilir. Çaresizlik karş ıs ında yapı lan b u h a r e ­ket hukuken m a z u r görülür . Fakat , evvelâ, b u hareket i devlet için b i r hak ve meşru iye t sebebi değil, s adece mazere t sebebi teşkil .eder ve b inâena leyh hakka aykırı olarak a lman tedbirler , hukuk dışı hareke t le r olarak ka­hr. Saniyen de, za rure t geçince yâni h a r p bit ince, n o r ­male d ö n m e k h ü k ü m e t adamlar ı için b i r vazife olur. H a r p bitti a m m a zarure t hali devam ediyor... gibi b i r takım bahane le r l e hukuk dışı tedbir ler i d e v a m et t i rmek meşruiye t in tamamiyle dışına çıkmaktır. Nihayet ş idde­t e ve fevkalâde tedbi r le re b a ş v u r a n devlet, b u ha reke -

, t inde m a z u r görülebi lmek için, başka b i r ça re bu lama­mış olmak lâz ımdır Başka tür lü t edb i r almak imkânı va rken hukuka aykırı t edbi r le re başvurmak , devlet için bir maze re t sebebi olmaz. İşte h a r p ha l inde d o ğ r u olan ve b u g ü n ü n m e d e n i milletleri h u k u k u n d a klasikleşen bu müta laa , kanaat imizce, inkılâp hah ve zaruret i için de doğrudur .

(110) istanbul Hukuk Fakültesi Ord. Profesörlerinden Doktor Sulhi Dönme-zer: "Dîni cemeiyet teşkili ve din propagandası Ceza Kanununun 163'üncü mad­desinin analizi" İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası cilt XVI, sayı T-2, 1951.

Bizde inkılâp ha reke t l e r inden d o ğ a n za ru re t hah çoktan geçmişken , n o r m a l e avde t edileceği, zarure t ler ­den d o ğ a n tedbi r le r in yumuşa t ı l a rak n o r m a l hukuk re ­j imine giri leceği umulurken , bilâkis d a h a şiddetli t ed ­bi r lere b a ş v u r u l m u ş ve d iyanet b a h s i n d e gittikçe d e h ­şetini a r t t ı ran b i r yı ldırma politikası takip edilmiştir. O su re t l e ki, 1926 ta r ih l i Ceza K a n u n u n u n m e ş h u r 163 'üncü m a d d e s i , 25 sene son ra , 1949'da, ş iddeti kat kat ar t t ı r ı lmak üzere değiştiri lmiştir . '"" M a d d e n i n aldı­ğı yeni şekle gö re , Türk iye 'de d in hürr iyet i p rens ib in­den d o ğ a n ta l im ve tedr i s , neş i r ve telkin hakkı diye he ­m e n h e m e n b i r şey kalmamıştır."'^'

Ha t t â b u n u n l a da ka lmayarak , 1953'de "vicdan ve t o p l a n m a hür r iye t in in k o r u n m a s ı " başhğ ı alt ında yapı­lan b i r kanunla , b u ş idde t b ü t ü n ölçüleri aşacak b i r hal­de çıkarılmıştır.""'

Gös ter i len ş iddet in m u h a k k a k ki b i r tak ım siyasi se ­bepler i vardı . Nitekim 163 'üncü m a d d e n i n 1949 tadiU-

(111) 163. maddenin 1949 tadilinde aldığı şekil aynen şöyledir: "Lâikliğe aykın olarak, devletin içtimaî veya siyasiî veya hukukî nizamlarını, kısmen de ol­sa, dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyle cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse iki yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

Böyle cemiyete girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenler altı ay­dan aşağı olmamak üzere hapis cezasiyle cezalandınlır. Dağıl-malan emredilmiş olan yukarıda yazılı cemiyetleri, sahte nam altında veya muvazaa şeklinde olsa dahi yeniden tesis veya teşkil, tanzim veya sevk ve idare edenler hakkında veri­lecek cezalar üçte birden eksik olmamak üzere artırılır.

Lâikliğe aykırı olarak devletin İçtimaî veya iktisadi veya siyasi veya hukuki temel nizamlarını kısmen de olsa dini esas ve İnançlara uydurmak amaciyle ve­ya siyasi menfaat veya şahsi nüfuz temin ve tesis eylemek maksadiyle dini ve di­ni hayatı veya dince mukaddes tanılan şeyleri âlet ederek her ne suretle olursa olsun ve propaganda yapan, veya telkinde bulunan kimse bir yıldan beş yıla ka­dar ağır hapis cezasiyle cezalandınlır. Yukarıdaki fıkrada yazılı fiil yayın vasıta-siyle İşlendiği takdirde verilecek ceza üçtebirden yarıya kadar arttırılır.

Yayım yeri veya yayım vasıtası veya yayım konusu bakımından az zarar umulan hallerde faile altı aydan bir yıla kadar bapis cezası verilir.

(112) Biz burada bu hükmü yalnız İslâm dinini nazara alarak veriyoruz. İs-lamdan başka olan dinlere ait, tedris ve telkin faaliyetleri ötedenberi ola geldiği gibi devam etmiş, etmektedir.

(113) Bu kanunun bahsimizi ilgilendiren maddesini görmek İçin bakınız: Önsöz Not: 8.

n e ait h ü k ü m e t teklifi ge rekçes inde b u sebep le rden bahsedi lmiş t i r / ' " '

Şunu kaydedel im ki biz b u r a d a b u sebep le r üzer in­de m ü n a k a ş a e tmiyor ve b u n l a r m ehemmiyet ini kü-çümsemiyoruz . Biz b u r a d a ge rek 163 'üncü m a d d e n i n ve gerek v icdan ve t op l anma hürr iye t in in k o r u n m a s ı hakkındaki k a n u n u n gös terdiğ i ş iddeti ve m ü s a a d e l e -diği tenkil politikasını da ö lçmüyor ve tenki t e tmiyoruz. İ lmen edemeyiz de. Zira, b i r devlet kendi emniyet ini ve rejimini k o r u m a k için icabında tedbir ler in en şiddetl isi­n e başvurabil i r . Bu o n u n için b i r nevi m e ş r u müdafa ­adır ve haktır. Biz b u r a d a şunu demek istiyoruz: devlet, kendi emniyet ini ve rejimini k o r u m a k için en şiddetli t edbi r le re b ü e başvurabi l i r ama , vaziyeti t a m a m e n ve ­ya k ısmen ıslâh edici tedbi r ler varken , bunlar ı b i r t a r a ­fa b ı rakarak , sırf tenkü edici t edb i r le re gitmemelidir . Bu nevi t edb i r le re g i tmeye m e c b u r o lduğu takdi rde de, ölçüyü kaybederek, yı ldırma ve s ind i rme poli t ikasına sapmamahdı r . Aksi ha lde devlet, yav rusunun a lnına k o n a n b i r s ineği ezmek için müth i ş b i r pençe darbes iy­le yavrucağı ö ldüren hayvan vaziyetine d ü ş m ü ş olur.

. Devlet, diyoruz, yerindeliğin fevkine çıkarak lüzum ölçülerini a ş an bir şiddetle dincilik hareket ler ini tenkil edeyim de rken memleket te b i r t e r ö r havası yarat ır . B u n d a n ise nesiller za ra r görür . Fikir ve kanaatler , ke­çe gibi t ekme yedikçe kat ı laşan b i r kuvvettir. Bu nevi kuvvetler, kuvvetle değil, cevap verdikleri ihtiyaç ta t ­min edilmek suretiyle yenilir. E ğ e r b u g ü n Türkiye 'de

(T14} Bu gerekçede "Son zamanlarda", deniliyordu, "komünistlik ve dincilik propaganda ve cereyanlan dikkati çekecek bir mahiyet almıştır. Hal ve vaziyetin imkân ve müsaadesine göre çeşitli ve çok değişik şekil- lerde çalışmalar ile cemiyet nizamlarını komünistlik esaslarına ve dini akidelere uydurmak İsteyen­lerin gizli ve açık her nevi hareket ve faaliyetleri memleketin ve halkın emniyet ve selâmeti ve refahı, ilerleme ve gelişmesi namına bir tehlike teşkil etmeye baş­lamış ve cemiyeti içinden gevşetip çürütmeye matuf ve türlü bozguncu faaliyet­lerin lâyık oldukları şiddet ve ehemmiyette takip ve tenkilini gerekli kılmıştır." 163'üncü madde üzerinde güzel bir tahlil etüdü olarak Profesör Doktor Sulhi Dönmezer'İn yukarıda kaydettiğimiz makalelerini tavsiye ederiz.

— D i N v e L A I K L I K

dincilik diye b i r k ımı ldanma va r sa , bilmelidir ki ta tmin edilmesini bekleyen bir ihtiyaç vardır . Ve b u ihtiyaç de­vam ettikçe, o k ımı ldanma da d e v a m edecektir . Vaktiy­le İkinci A b d ü l h a m i d hür r iye t yo lundaki fikir ve ha r e ­ketleri yasaklar, bendeler in i ve taraf tar lar ını servete b o ğ a r k e n , nice insanlar ı da Fizan Çöllerine s ü r g ü n e göndermiş t i . Bu t e r ö r o n a zafer kazand ı rmamış , s ade ­ce Türk iye 'de modern izmi otuz sene geciktirmiştir. Ce­miyet in servet hazinesini ve süâhlı kuvvetlerini ellerin­de tu t an l a r için, t e r ö r politikası en kolay h ü k ü m e t yolu­dur ; fakat memleket in hayr ına ve ya ra r ına gö türen b i r yol değildir. Bizde b u bah is te mâku l olan hareket tarzı , git t ikçe ş iddet ini a r t t ı ran b i r y ı ld ı rma politikası değil, din ve manev iya t ihtiyacının n o r m a l mecras ına konul­ması ve en m ü k e m m e l b i r şekilde t a tmin edilmesiydi. Bu yol tu tu lmamış ve b u yüzden Türkiye b u g ü n tehlike­li b i r ç ıkmaza girmiştir .

D i y a n e t b a h s i n d e b i r ç ı k m a z d a y ı z :

Tekrar edel im ki, kasdımız kimseyi tenki t etmek ve yapı lan büyük işleri k ü ç ü m s e m e k değildir. Sadece di­yane t b a h s i n d e b izde tu tu lan yoldaki u ç u r u m u göster ­mektir . Türkiye gibi nüfusunun yüzde seksenbeşi çiftçi ve işçi olan ve en az yüzde al tmışbeşi okuyup yazma b i lmeyen b i r memleke t te as ı r lar içinde yerleşmiş din ve manev iya t bağlar ın ın b i rden k o p m a s m d a k i tehlikeyi g ö s t e r m e k milli ve tarihi bir vazifedir. Bu tehlike, içleri servet hırsıyla y a n a n cahü ve inançsız insan kitlelerinin ümitsizl iğe d ü ş m e s i n d e n d o ğ a n komünizmdir . Bu reji­min iyi veya kötü o lduğunu m ü n a k a ş a e tmiyorum. Yal­nız ş u n u d iyorum ki, komünizmin anası , madd i ve ma­nevi iki şekliyle sefalettir. Ha t tâ dikkat edilirse, komü­nizm, m a d d i sefaletten ziyade, mânev i sefaletin çocu­ğudur . Mânev i sefalet ise inançsızhk ve idealsizlikten

d o ğ a n r u h perişanlığıdır . Unu tmamal ıd ı r ki, vicdanlar ı üzen ve isyan ettirgen, m a d d i yoksul luktan ziyade, m a ­nevi yoksulluktur ve b u n u n d o ğ u r d u ğ u kıskançlıktır. Manevi b i r des tek ten m a h r u m ve ruhlar ı bir b u h r a n iç inde olan insanlar ın , kendi kendi ler ine ve fırsat bu l ­dukları z a m a n birbir ler ine; Neye o n u n va r da b e n i m yok diye sormas ı , işte komünizmin anas ı budur . Din, b u suâlin cevabını ver i r ve d inda r b u cevabı b ihr ve içi r a ­h a t eder. D indar olan insan başkas ın ın varhğını k ıskan­maz . Çünkü bilir ve inanı r ki he rkes haya t ta Allah' ın takdi r ettiği nasibini ahr ve kısmetini yer. D indar kıs­kanmaz , imrenir. O başkas ı gibi kendisi de varlık sah i ­bi o lmak için çalışır Din kıskançhğı önlediği ve b u se ­bep le komünizmi kökünden nefyettiği içindir ki, k o m ü ­nist ler en koyu din düşmanıdır lar . . .

Mânevi yoksulluk ve ruhi sefalet, b i lhassa halk kitle­ler inde tehlikesinin en yüksek hadd in i bulur. İlim nu ­r u n d a n m a h r u m olan kitle, b i r de , insan r u h u n u n ışığı o lan i m a n d a n m a h r u m kahr da hayat ı s a d e yiyip-içip, eğ lenmekten ibaret ahrsa , böyle b i r kitlenin gözleri se r ­ve t ve konfor ile doymaz o l u r İnsan bi lmeye m u h t a ç ol­d u ğ u gibi, i nanmaya da muhtaçt ı r . İmansız insan yular-sız hayvan gibidir. İnsan inanıp b i r noktaya b a ğ l a n m a iht iyacmdadır . Bu nokta , kudsi bir aşk kaynağı ha l inde din olabildiği gibi, ilim yahu t insanlık gibi yüksek b i r emel d e olabilir. Fakat , i l imden tabiatıyla m a h r u m olan kitle için, insanhk çok müce r r e t ve n i ü p h e m bir duygu­dur. Ameli bir haya t planı ve rmez ve b u g ü n , mânevi b i r r e h b e r ve destek olarak, dinin yerini tu tmaz. Dinin ye­rini tu tacak ruhi disiplin kaynağı henüz yoktur.

İşte bu kaynak b u g ü n Türkiye'de kurumakta ve camia hayatı tehlikeli bir çıkmaza g i rmekted i r Eminiz ki etrafi-nı gören ve müşahedeler ine m â n a vermesini bilen oku­yucularımız bizden b u n u n ispatını isteyecek değillerdir -çünkü gö rünen köy kılavuz istemez- fakat içine girdiği­miz çıkmazdan kurtulmanın çaresini soracaklardır.

Çıkmazdan kurtulmanın çaresi: Milli c a m i a n m b u g ü n m u h t a ç o lduğu manevi dis ip­

lini k u r m a k ve Türkiye'yi manev i c e p h e d e n kalkmdır-mak için, kanaat imizce he r ş eyden evvel, siyasi t a a s -s u b d a n ve küçük menfaa t k a y g ü a r m d a n sıyrüarak, di­yane t işlerimizi yeni b a ş t a n ciddi bir sure t te ele almak, h e m b u n u n için çok acele e tmek lâzımdır. Bugünkü gi­dişte üç -beş s ene d a h a ı s r a r edilirse, korkar ım ki, memleke t telâfisi ve tamir i - imkânsız demeyel im a m ­m a - çok güç b i r d u r u m a düşer .

Bu e s e r d e ş u n u olsun gösterebi ld ik sanıyoruz ki, bu­g ü n b i r memleke t t e ha t t â aynı b i r ferdde, ilim üe din, din ile felsefe, s a n ' a t ve s iyaset yan yana , fakat ayrı ha ­ya t saha la r ında , barışık b i r ha lde yaşayabilir. Ve yaşa­m a s ı n d a cemiyet için fayda vardır . Bü tün birinci kısmı­mız, d o ğ r u d a n veya dolayisiyle, b u dâvan ın isbat ına bağlanır . Gaye t tabu: İnsan duyma , bilmek, di lemek ve i n a n m a k melekeler ine sah ip b i r mahlûktur . Binâena­leyh insan ve cemiyet yalnız duymaya ve bilmeye değil , h e m d e i n a n m a y a muhtaçt ı r . İlim, felsefe, san 'a t ve si­yase t in san ın duymak, bi lmek ve arzulamak ihtiyaçları­na; d in d e i n a n m a ihtiyacına cevap verir. Fe rd için ol­d u ğ u gibi, milli camia ve insanUk için de selâmet, b u ih­t iyaçlar ın t a tmin inde ve bu iht iyaçlara cevap ve ren m e ­lekelerin muvazenel i b i r su re t t e inkişaf e t t i r i lmesinde-dir. Husus iy le Türkiye 'miz gibi kül türü henüz gel işme­miş gen i ş halk kitlelerine d a y a n a n b i r memleket te , h a ­yata ve cemiye te sırf m a d d i ve iktisadi bir köşeden b a ­karak, manev iya t terbiyesini ihmal e tmekte , siyasi r e ­j im n e o lu rsa olsun, tehlike vardır . Kastımız kimseye akıl h o c a h ğ ı e tmek değildir; memleke te karşı tar ihi bir vazife ifa etmektir . Kanaa t imce fakir memleketimizi kal­k ınd ı rmak için yapüacak ilk hayırh iş, ona gittiği yolda­ki u ç u r u m u göstermekt i r . İşte biz b u r a d a b u vazifeyi yapt ığ ımıza kani olarak t e k r a r ed iyoruz ki, diyanet işle­rimizi ciddi b i r sure t te yen iden ele a lmaya mecburuz .

Bu İşlerin, sene le rden ber i olageldiği gibi, yüzüstü bı­rak ı lmas ında ve Türk iye 'de din müesseses in in çökme­s inde memleke t ve nesiller için hajar yoktur.

Okuyucumla b u p r e n s i p nok ta s ında anlaşt ıksa, tat­bikat mes 'e le ler ine geçerek kendi kendimize şunu sora­lım: Diyanet işlerimizi h a n g i nok t a s ından ve nası l yeni­d e n ele almalıyız?

Diyanet teşkilâtına muhtariyet tanımak lâzımdır: Bizce b u g ü n Türkiye'de İslâmî sahada , yapılacak işle­

rin ve ele alınacak mes'elelerin baş ında , diyanet işlerini yeniden tanzim edip teşkilat landırmak ve vücuda getiri­lecek yeni teşkilatı devletten ayırıp, hiç olmazsa üniver­siteler gibi, m u h t a r b i r müessese haline koymak gel i r

B u n d a h e m diyanet , h e m de devlet için faydalar va r ­dır. Bir kere diyanet için fayda v a r d ı r Zira bu sayede d iyanet işleri ve dini m ü e s s e s e ve teşkilat, hükümet in yani, netice itibariyle, he r an değ i şen bir hava ve poli­t ikanın bask ıs ından kur tulacak ve kendine sahip , kendi mukadde ra t ı na hâk im bi r m ü e s s e s e halini alacaktır. Devlet için de fayda vardır , zira b u sayede devletin lâ-ikUk umdes i n o r m a l mânas ın ı alacak ve bu u m d e , bu ­g ü n o lduğu gibi, mant ıksız ve kaypak b i r mefhum h a ­linde ka lmaktan kur tu lacakt ı r

Türkiye 'de b u g ü n d iyanet işleri ve teşkilatı d o ğ r u ­dan d o ğ r u y a Başvekâlete bağhdır . Diyanet İşleri Reisi ve ona bağlı b ü t ü n teşkilât ve pe r sone l Başvekilin emri a l t ındad ı r Diyanet İşleri Reisini d o ğ r u d a n , d iğer diya­n e t teşkilâtı personel in i ise dolayisiyle tâyin e d e n ve icabında, işten el çekt iren hükümett i r . Vakıflar devlete bağhd ı r ve hükümet in emrindedir . Bununla be raber , Türkiye 'de devlet lâiktir Hayır, okuyucum! Bu olamaz,

— D I N v e L A I K L I K —

çünkü b u n d a man t ık yoktur. Bu vaktiyle olabüiyordu, çünkü vaktiyle din ve devlet halife-sultanın şahs ında b i r leşmekte , d iyanet ve devlet işleri Hilâfet ve sa l tanat fonksiyonları şeklinde b i r elde ve b i r merkezde top lan­mak ta idi. Fakat b u g ü n m a d e m ki devlet lâiktir; o hal­de din ve devlet işleri b i rb i r i nden ayrılmak, biri d iyanet diğeri de s iyaset s ahas ında kalmak lâzımdır. Lâiklik esası üzer indeki b i r devlet te art ık dinî teşkilâtı hükümet emr i a l t ında tu tmak ta b i r m â n a ve mant ık yoktur.

Diyanet teşkilâtı b a h s i n d e Türkiye 'n in b u g ü n k ü du­rumu, yalnız lâikliğe aykırı değil , d iyanet in de aleyhine­dir. B u g ü n k ü vaziyet, d iyanet in s iyasete esaretidir. Bu vaziyetteki dini teşküat ve müesse se l e r h e r gün biraz d a h a s ö n ü p çökmeye m a h k û m d u r . Gayet tabii: d iyanet imanh ve ehliyetli din adamlar ı el inde ve onlar ın h ü r ve feragatli ç a h ş m a l a n ve es i rgemeler i sayes inde yaşar : "Aksi ha lde , din adamsızl ıktan ve bakımsızhktan çök­meye elbet te m a h k û m d u r . Türk iye 'de ekseriyetin dinini b u akibet ten b i r an evvel ku r t a racak tek çare , d iyanet işlerimizi yen iden teşki lâ t landırmak ve diyanet teşkilâ­t ına ilmî, idarî , ha t t â malî s aha l a rda muhta r iye t tan ı ­mak, b u sayede ona y a ş a m a ve gel işme imkânı sağla­maktır . İlmî teşkilat ve müesse se l e rde muhta r iye t n e ise ve muh ta r i ye t t en ne le r bekleni rse , dinî teşküât ve mü­essese le rde de o d u r ve on la r beklenir, yâni, en kısa ifa­desiyle, y a ş a m a k ve se rbes t çe inkişaf etmek. İlim ve il­mî zihniyet politika ile b a ğ d a ş a m a d ı ğ ı gibi, din ve dinî hiss iyat da b a ğ d a ş a m a z . Bunun içindir ki, b u g ü n m e ­deni memleke t l e rde yalnız ilmî değil, dinî m ü e s s e s e ve teşkilât da s iyaset ten t amamiy le ayrılmış ve m u h t a r b i r s ahaya çekilmiştir. Bizde ise üniversi te lere tan ınmış olan muhta r iye t in diyanet teşkilat ına da t an ınmas ı za­m a n ı çok tan gelmiştir.'"^'

(115) Diyanet teşkilatının muhtariyeti mes'elesi üzerinde tafsilat için bundan evvel neşrettiğimiz bir makaleyi tavsiye ederiz: İslâmın Nuru mecmuası, Nisan 1953, sayı 24. sahife 12.

Dinî teşkilâtın muhtar iye t i p r ens ib inde mutab ık kal­dıktan sonra , b u muhtar iye t in tanzimi işi kahr ki bu, t a ­mamiyle ta tb ikat mes'elesidir . Ve b u husus ta g ö z ö n ü n ­de üniversi telerimiz vardır . Türkiye 'de b u g ü n k ü üni­vers i te inkişafına iki m e r h a l e d e n geçilerek erişildi: 1933 'de ün ive rs i t e ku ru ldu . 1946 'da ün ive r s i t e l e re muhta r iye t t ânmdı . Dini teşkilâtın muhta r iye t ine de böyle b î r yo ldan gi tmek ve k a d e m e k a d e m e i ler lemek m ü m k ü n d ü r .

Yalnız b i r nok taya dikkat edel im ki, bizce dinî teşki­lâtın yalnız ilmî ve idarî değil , malî b a k ı m d a n da m u h ­t a r olması , yâni kendi yağıyla kavrulması ve yaşamas ı ­nın imkânını devlet inaye t inden beklememesi şart t ır . Bunun için de evkafı d iyanet işleri teşkilâtına devre t ­mek kâfidir.

Vakıfları Diyanet Teşkilâtma bağlamak lâzımdır: Aşikâr ki, dîni vakıflar dini hizmetler iç indir Bina­

enaleyh b ü t ü n varı , gelir ve gideriyle vakıfların d iyanet işleri teşkilât ına bağ lanmas ı icabeder . Bu sayede h e m b u teşkilât n o r m a l sure t te ya şama imkânı elde edecek, h e m de İslâmi vakıflar tesis edildikleri gayeye uygun b i r şekilde işletihnîş olacaktır.

Dini teşküât malî muh ta r iye te kavuşur da devlet bü t ­çesinin n imet le r inden m a h r u m olursa, per işanl ığa dü­şe r zannedi lmemehdir . Resmi ellerde b i r hayli h ı rpala­n a n vakıfların b u g ü n k ü geliri bile Türkiye 'de d iyanet teşkilâtını besleyecek ye te rhk ted i r Vakıfların d iyanet teşkilâtına bağ lanmas ı bu teşkilâta kendi s ahas ında kendi baş ına yaşayıp inkişaf e tme imkânı sağladık tan başka, "şart-ı vâkıfı" da yer ine get i receği için, memle ­kette .yeni yeni vakıflar yapılmasını teşvik edecektir. Son sene le rde Türkiye 'de dini vakıf h e m e n h e m e n ya­pı lmamaktadır . Çünkü vakıfların bugünkü d u r u m u n u

g ö r e n halkın vakıf müesseses ine olan güveni sarsı lmış­tır. İslâmı vakıflar, şart-ı vâkıfa u y g u n olarak dini hiz­met le re tahs is edilmek üzere , d iyanet teşkilât ına geçer ­se halkta yen iden i t imat u y a n m a s ı ve yeni yeni vakıflar yapı lması muhtemeldir. '"^ '

Fakat b ü t ü n b u işlerin yapılabi lmesi diyanet teşkilâ­t ın ın muh ta r iye t e kavuşmas ı ve vakıfların b u teşkilâta b a ğ l a n m a s ı için ö n c e d e n t ahakkuk ettirilmesi zarur î b i r ş a r t vardır . Bu şart , d iyanet s a h a s ı n d a kıymetli e leman­ların yüksek ehliyetli d iyanet mütehass ı s ı adamlar ın yetiştiri lmesidir. Bugün Türkiyemizde b u kıymetler h e ­m e n h e m e n yok olmuştur . Bu vaziyette ve b u g ü n k ü ha ­liyle d iyanet teşkilât ına muh ta r i ye t t an ınmas ın ın yeri ve m â n a s ı yoktur. Hususiyle muh ta r iye t havas ı içinde çahşacak b i r d iyanet teşkilâtı, se lâmet le işleyip gayesi­n e u laşabi lmek için, h e r şeyden evvel, bilgili ve yüksek seviyeli insan la r lâzımdır. Bu tür lü insan la r ise, kudre t helvası gibi n e gökten iner ve n e de ot gibi ye rden bi­ter; b u gaye için kurulacak b i r tahsi l ve terbiye mües se ­ses inde yetişir.

Yüksek bir 'Tslâmi İlimler Enstitüsü" kurulması lâzımdır: B u n u ku r mak için geç kahnmışt ı r . Daha evvel "Tev­

hidi Tedr isa t K a n u n u " ile, dini m e k t e p ve müessese le r kapa tümca , cemiyetin yüksek din adamla r ına olan ihti­yacı göz ö n ü n d e tutularak, vakit kaybe tmeden böyle b i r m ü e s s e s e vücuda getirilmeliydi. Nitekim 1933'de eski Darül fünun ilga edilerek ye r ine b u g ü n k ü İs tanbul Ün ive r s i t e s i k u r u l m u ş t u r . Aynı y o l d a n g idüe rek 1926'da kapat ı lan müessese le r in yer ine yüksek bir dinî

(110) Tafsilât İçin yukanda kaydettiğimiz makalede Vakıflar kısmını ve Vakıf­lar Bankası üzerindeki mütalâyı tavsiye edenz.

(117) Bu eserin birinci basiiisında yanİ 1954'de ileri sürdüğümüz bu fikir ve temenni, eski Konya Milletvekili Fahri Ağaoğlu başta olmak üzere, fikn benim­seyen bir kısım rnilletvekillerinin himmet ve gayretleriyle, beş sene sonra, tahak­kuk sahasına girmiş ve 1959'da B. Millet, Meclİsİ'nce kabul edilen bir kanun İle İstanbul'da bir "Yüksek İslâm Enstitüsü" kurulmuştur. Bu güzel esere ait bir hatıram ve bİr program raporum vardır.

Sırası gelmişken burada bunlardan bahsetmek İsterim: 1959 senesi 31 Aralık günü, bana. Maarif Vekâleti Hususi Kalem Müdürü tarafından telefon edİldİ. Maarif Vekilinin beni öğleden sonra ziyaret edeceğini haber verdi. Ankara Hukuk Fakültesinden eski bir değerli talebem olan Vekil Atıf Benderlioğlu ile kar­şı karşıya oturduk. Hoş beşten sonra. Hocam size mühim bir rica için geldim, dedi ve ilâve etti:

İstanbul'da açılan "Yüksek İslâm Enstitüsü"nün Müdürlüğü münhaldır. Bu makama en ehliyetli sizi görüyoruz. Esasen bu müessese sizin fikrinizden doğ­muştur. Bu vazifeyi kabul etmenin benim için mânevi bİr borç olduğunu söyledi.

Kendilerine teveccühlerinden dolayı teşekkür etlikten sonra, bu müessesenin kurulmasından duyduğum sevinci belirttim. Fakat benim bu vazifeye lâyık ol­madığımı, çünkü dini ameller bakımından kusurlu ve günahkâr olduğumu, böy­le bir dini ve yüksek bir müessesenin başında bulunacak kimsenin yalnız İlmî eh­liyetinin kâfi gelmiyeceğini, aynı zamanda zühd ve takva sahibi bir insan olması icab ettiğini bildirdim ve beni mazur görmesini rica ettim. Vekil teklifinde, ben de fikrimde ısrar ettik. Neticede, müesseseyi bizzat görüp anladıktan sonra, teş­kilat ve tedrisatı hakkında kendisine bir rapor ve bir program vermemi istedi. Er­tesi gün müesseseye giderek talebesi ve hocalarıyla görüştüm ve mevcut prog-ramlannı aldım. Bir kaç gün çalışarak uzunca bİr rapor hazırladım ve buna bir de ders programı ekleyerek Maarif Vakâletİne gönderdim. Bu raporu ve programı

' eserin sonunda ek olarak aynen veriyorum.

Öğretim müesseses i ku ru lmuş olsaydı, diyanet sahas ın ­da b u g ü n k ü cehalet ço rağ ına düşülmezdi . Maamaf ih b u müessesey i b u g ü n de kurabiHriz ve muhakkak kur -mahyız. B u g ü n ç ıkmazdan kur tu lmanın yolu ve y e g â n e çaresi b u d u r / " ' '

* * *

Diyanet işleri m e r k e z teşkilâtı gibi, İslâm İlimleri Ens t i tü sü 'nün de yeri İs tanbul 'dur . Çünkü b u teşkilât ve m ü e s s e s e b u r a d a kurulursa , evvelâ poli t ikanın tes i ­r i n d e n n i sbe ten uzak kahr, san iyen de işlemesi için lâ­zım olan e lemanlar ı b u muhi t t e d a h a kolayhkla bu lmak m ü m k ü n olur. Bizim düşüncemiz de, enstitü, ilk, or ta , lise, yüksek ve ihtisas kısımlarını havi genişçe b i r teşki­lâta sah ip olmalıdır. Bu kıs ımlardan ilki tamamiyle dev­let ilkokullarına muvazi olarak se rbes t tutulabilir ve asıl dini tahsi l talebesi o r t adan başlatıhr.

Ens t i tünün gayesi İs lâm d in inde âlim ve mütehass ı s a d a m l a r yet iş t i rmek o lduğuna göre , b u gaye göz ö n ü n ­d e tu tu lmak kaydıyle, ens t i tüye y a r a ş a n b i r teşkilât ve ­rilir.

Hülâsa biz Türkiye 'nin d iyanet ve lâiklik b a h s i n d e içine d ü ş t ü ğ ü ç ıkmazdan kur tu lmas ın ın çaresini , evvel emi rde yüksek bir İslâm İlahiyat Enst i tüsü ku rmak ta ve b u r a d a yüksek ehliyetli d iyane t mütehass ıs lar ı yetiştir­dikten son ra , bu adamla r ın idares i alt ında ve muh ta r i ­yet esası üzer inde , d iyanet işlerimizi yeni b a ş t a n teşki­la t l and ı rmakta gö rüyoruz . Bu husus tak i düşünceler i ­mizi okuyucular ımıza d a h a derli toplu b i r şekilde arzet-m i ş o lmak için, bu ese r in s o n u n d a ve ek şeklinde, b i r de k a n u n tasar ıs ı s u n u y o r ve b u suret le vazifemizi y a p ­mış o lmak tan der in b i r bah t iya rhk duyuyoruz .

Bu bahs i b u r a d a keserek ilim ve din mes 'elesini tek­r a r ele alacak ve m o d e r n ilim karş ı s ında hususiyle İs­lâm dininin alması lâzım gelen vaziyeti a raş t ı racağım. Ve, b izde yüksek ehliyetli din adamlar ın ın o lmaması y ü z ü n d e n , yalnız lâiklik mes ' e les inde değil, umumiye t ­le ilim ve din mes ' e les inde nası l b i r ç ıkmazda o lduğu­m u z u ve b u ç ıkmazdan kur tu lman ın yolunu g ö s t e r m e ­ye çahşacağ ım.

BEŞİNCİ KISIM

ZAMANIMIZDA İLÎM VE D İ N MÜCADELESİ

— I —

DİNDE NAS VE NAKİL, İLİM VE MARİFET MES'ELESİ VE DİNÎ SÜBJEKTİVİZM

Türkiye'de bugün derin bir diyanet buhranı hüküm sürmektedir: Yukarıda İs tanbul Toplu Basın Mahkemes i ' ne sun ­

d u ğ u m bir r a p o r d a n bahsetmiş t im/"" '

Bu r a p o r d a bahs i geçen "makale sahibi" Tıp Fakül-tesi 'n in son sınıfında zeki ve anlayışlı b i r Türk genciy^ di. Kendisiyle gö rüş tüm. Din hakkındaki menfi kanaa t ­ler inde samimi idi. Raporda da kaydet t iğ im gibi, b e n c e bu tür lü açık fikirli gençler takip edilmemelidir, aydın-latümalı ve hatalar ı kendiler ine gösterilmelidir. Fakat b u n u yapmak, yüksek ehliyetli din âlimlerine düşer. Bu b a k ı m d a n ise, b u g ü n Türkiye'miz, maalesef, çok fakat pek çok fakirdir. Hakikat a rayan ve öğ renmek iştiyakın­da bu lunan gençlerimizi tenvir ve ta tmin edecek yük-

(118) Bakınız: Not: 21.

Din v e Lâiklik / F. 14 2 0 9

Açık ola l ım: B u g ü n b u m e m l e k e t i n s a n l a r ı n ı n , g e n ç ve yaşlı , b i r çok la r ınca , ihm kar ş ı s ında , kâ ina t ı y o k t a n v a r e d e n b i r Al lah fikrinin ve b i r âhi re t ak ide ­s in in , h ü l â s a dini i nanç l a r ın yer i yoktur . Ç ü n k ü b u i n a n ç l a r d a n hiç biri ilmi u s u ü e r l e i spa t edil ip o r t aya k o n a m a z . Bun la r m o d e r n ihm zihniyetiyle mü ta l âa s ı ve m ü d a f a a s ı kabil o l m a y a n haya l kabi l inden şeyler d iye oku tu lmak tad ı r .

sek din eserlerimiz ve din âlimlerimiz -hiç yoktur de ­meyeyim ama- çok az ve kifayetsizdir. Bugün yüzlerce Tıbbiyeli, b inlerce Üniversi teh, yüzbinlerce m ü s l ü m a n -Türk v a r ki, ilim ve din b a h s i n d e kaim bir şekk ve ib-h a m pe rdes i a rkas ında b i r ışık arıyor, t e r eddü t ve m e ç -huliyet karanlıkları iç inde b i r h idayet n u r u bek l iyor Fakat , heyha t ! He r taraf ta feci b i r yokluk ve boşluk.. .

Uzatmayal ım, b u g ü n Türk iye 'de müth i ş b i r d in âlimi kıthğı ve b u n u n l a muvaz i olarak da der in b i r d iyanet b u h r a n ı var. Bu b u h r a n ı bazı zümreler , bilerek veya bil­meyerek, körüklemektedir . B u h r a n körüklendikçe ar t ı ­yor. B u g ü n din ve manev iya t m e v z u u n d a Türkiye 'miz, h e r t a ra f ından t u t u ş m u ş b i r a h ş a p konak vaziyet inde-dir. Bu b i r m ü c e r r e d iddia değil, g ö r e n gözler için, apa­çık b i r hakikattir .

Ben b u r a d a ne b u h r a n ı i spa ta çahşacak, n e b u n u d o ğ u r a n sebep le r üze r inde duracak , ne de b u h r a n ı n uzak ve yakın, m u h t e m e l neticeleri hakkında kehane t te bu lunacağ ım. Fakat şu k a d a r diyeceğim ki, e ğ e r tez el­den g ider i lmesine çahşı lmaz da b u h r a n devam eder gi­de r se , Türkiye'yi komünizmin pençes ine düşmek ten ku r t a r acak hiç bir kuvvet t a savvur edemem. Kim n e d e r s e desin , b e n b u s ö z ü m ü n t a r ihe malolmasmı istiyo­r u m .

Niçin b i rb i r imizden saklayalım ve vakîi inkar ede ­lim: B u g ü n resmi g ö r ü ş bile b u değil midi r? Mektebin , ha t t â Ünivers i tenin hâk im kanaa t i b ı m d a n başka m ı ­dır? Herkes dilediği kanaa t i benimser! İBuna k imsen in b i r diyeceği olamaz. Yalnız, ya b u g ö r ü ş d o ğ r u d u r ; o ha lde d inden ve manev iya t t an bahse tmek abestir . Ya­h u t b u g ö r ü ş yanlıştır; o ha lde din haktır, b inaena leyh hiç olmazsa resmiyet in b u gö rüş t en sıyrılması lâzımdır. Fakat he rha lde p u s u h a r b i n e s o n verilmeli, yani b u g ö ­r ü ş ü n ye r inde olmadığı ve hakiki ilim anlayışına asla uymadığ ı o r taya konu lup gösterilmelidir. B u n u y a p ­m a k yüksek din al imlerine düşen b i r vazifedir. Faka t onlar ne rede? Seneler, .içinde tatbik edilen mü th i ş b i r tenkü politikası, b u memleke t te yüksek ehliyette d in âli­mi yet işmesine ve yüksek vasıfta din eseri ç ıkmasına imkân bırakmamışt ı r . Bu sebeple , din b a h s i n d e b u g ü n efkârı kapkara b i r cehalet bü rümüş tü r .

Tekrar t ekra r söylediğimiz gibi, b u sat ı r lar ın sahibi b i r din âlimi değildir. Sadece , ilim ve din mücade les in ­de ö t eden ber i aldığı b i r vaziyet ve d ü ş ü n d ü ğ ü bazı şeyleri b u r a d a samimi m ü s l ü m a n l a r m tetkik ve tenki t nazar lar ı ö n ü n e koymak niyet indedir .

Her gün sahası genişleyen ilim karşısında din ne yapmalı ve nasıl vaziyet almalıdır? Kimse inkâr edemez ki, zamanımızda ilim, eskiden

o lduğu gibi, yalnız şeyleri ve hâdiseler i değil, h e m de dimağlar ı ve hat tâ , b i r de receye kada r olsun, ruh lar ı büe hâkimiyeti altına a lma iddiasındadır . Bu sebeple b u g ü n , ilim ile din ve dini inanç lar a ra s ında çet in b i r mücade le k o p m u ş bulunuyor . Bu b i r vakıadır.

Fakat b u vakıadan m u a z z a m bi r mes 'e le d o ğ u y o r ki, o da şudur : Hâkimiyetin sahasını h e r g ü n b i raz d a h a

geniş le ten ve insan aklını, ha t t â r u h u n u avuçları içine a lmaya d o ğ r u giden ilmin b u ilerleyişi karş ıs ında din ne y a p m a h ve nası l b i r vaziyet a lmahdı r?

Kabul ede r im ki, böyle b i r suali, hakiki âlim gibi, ha ­kiki d i n d a r da yersiz bulur . H e r ikisi de haklıdır. Çünkü hakiki d indar ın naza r ında , din ilâhi b i r y o l d u r Se lâmet is teyen insan, aklı, r u h u ve b ü t ü n varhğıyle b u yola g i rmeye m e c b u r d u r Hakiki â h m naza r ında ise, ihm, meçhulâ t ımıza kıyasen, nâmütenâhi l ik içinde n ihayet b i r zerredir . Binaenaleyh ilim ile din a ra s ında varl ığın­d a n bahsed i len mücade le , hakikat te değil, sırf g ö r ü ­nürded i r .

G ö r ü n ü r d e de olsa, mücadeley i s o n a erdi rmek, ş ü p ­h e ve te reddüt le r i izale e tmek için, yukarıdaki suali sor­m a y a ve b u n a cevap ve rmeye , yani ilim karş ıs ında di­nin hususiyle İslâmiyetin alması ge reken vaziyeti tayin ve tesbi t e tmeye m e c b u r u z .

Bu suale cevap olarak ileriye sürülen düşünceler: M o d e r n ilmin h e r g ü n b i raz d a h a genişleyen hâkimi­

yeti karş ı s ında din ne y a p m a h ve nasıl bir vaziyet a lma­hdır, suahne cevap olarak şöyle b i r d ü ş ü n c e ileriye sü­rülebilir. Nitekim, baş t a m e ş h u r b i r Fransız p ro t e s t an ilâhiyatçısı '"^'olmak üzere , b i r çokları t a ra f ından b u dü­ş ü n c e ileri sürü lmüştür .

İlmin a r t an kudret i ö n ü n d e din, onunla mücade leye g i r i şmekten ve ona muar ı z bir s is tem gidişi a lmaktan m u h a k k a k sure t te k a ç m m a h ve ilmin mu ' ta la r ına b o ­y u n eğmeli , b u mu ' t a l a ra asla yabanc ı kalmamahdır .

(119) LauİsAugusle Sabalİer (1839-1910). Bakınız: Science et religion Emil Boutrou.

Bilâkis, ana akide ve erkânını muhafaza etmekle b e r a ­ber , din kendini ilmin muştalarına ve hakikat ler ine inti­bak ettirmelidir.

Bu gö rüş sahip ler ine göre , b u g ü n din, eskiden oldu­ğu gibi, insan ve cemiyet üze r inde u m u m î ve mut lak b i r hâkimiyet iddias ına kalkışamaz. Din b u varlıkları b u ­g ü n üim üe pay laşmaya mecburdur . Diğer taraf tan , b u ­g ü n din, kendi k a b u ğ u n a çekilip b i r nevi inziva hayat ı da yaşayamaz . Çünkü, evvelâ, b u g ü n insan ve cemiyet d ine ve onun neşret t iğ i manevi havaya h e r dev i rden d a h a çok muhtaçt ı r . Saniyen, infirada g iden ve inziva­ya çekilen din, belki bir z a m a n gönül lerde t u t u n u p ya ­şayabilir, fakat gi tgide havasız kalan n e b a t gibi, so lup dökülmeye m a h k û m olur. Binaenaleyh b u g ü n din, h e r devi rden çok, içt imaîleşmeye, infirada değil, içtimaîliğe g i tmeğe mecburdur .

İmdi bü tün mes 'e le b u n u temindedir . Nasıl edel im de dini h e m inzivaya çekilmekten kurtaral ım, h e m d e onu m o d e r n ilmin hakikati eriyle bar ış t ı r ıp b u iki d is ip­lini omuz omuza yürütel im.

Bunun için diyorlar, yapı lacak iki iş vardır : Evvelâ, dini hakikat en kend inden o lmayan şeylerden, b i r t a ­kım haşviyat ve kaşr iyat tan, efsane ve esa t i rden ayıkla­mak; saniyen, onu hakikaten kend inden ve kend in in olan u n s u r ve esas lar üzer inde o tur tmak, yani ilk dev­r in safvetine irca e tmek lâzımdır.

Dinî b i r takım haşviyat tan, efsane ve esa t i rden t e ­mizlemek ve onu sırf kend inden olan esas lar üzer ine o tu r tmak lâzım o lduğunda he rkes mutabıktır . Fakat , d inden gibi g ö r ü n ü p de hakikat te d inden o lmayan şey­ler ne lerdi r? Bunlar diyorlar, evvelâ ilim ve felsefe mes'eleleri , s o n r a da beşer i otoritelerdir.

Bir kere, ilmî bilgi ve mu ' t a l a r ve felsefi mes 'e le le r d inden değildir. Din ne ilim ve felsefe, ne ta r ih ve coğ ­rafyadır. Dinde m a d d e n i n ve m a d d e y e ircaı kabil fikir

ve bilgilerin yeri yoktur. O b i r r u h ve m a n a alemidir. Dinde ihm ve marifet mes 'e le ler i yer a l m a h d ı r Din in­sanın bi lme ihtiyacını değil , İ nanma ve b i r ideale b a ğ ­lanma ihtiyacını ka r ş ı l a r Gerç i vaktiyle büyük dinlerin z u h u r u n d a din, insanlar ın aynı z a m a n d a bi lme ihtiyacı­na da cevap v e r m e z o r u n d a kalmıştır. B u n u n içindir ki, d in lerde ihm ve felsefe bahis ler i , ha t t â tar ih , coğrafya ve felakiyat bilgileri ye r a lmış t ı r Faka t b u g ü n b ü t ü n b u ilimler d inden ayrılmış ve ayrı m e t o d l a r a bağ lanmış ayrı b i r e r disiplin teşkil etmiştir.

Dine ihm ve felsefe kar ış t ı rmak, ilim ve felsefe mes 'e leler ini m u k a d d e s ki taplar ın naslar iyle izaha kal­kışmak, diyorlar, devir ler iç inde ve d u r m a d a n ilerleyen insan aklı ve' ilmi ö n ü n d e , dini, t eza t t an t ezada düşür ­m e k t i r E ğ e r b u g ü n ü n büyük dinleri ilmin terakkileri ka rş ı s ında müşki l d u r u m d a iseler ki böyledir, b u n u n başhca sebebi , ihm ve felsefe y a p m a y a kalkışmış olma­ları ve b u sure t le roUerinin ve tabii saha lar ın ın h u d u d u ­n u aşmış bulanmalar ıd ı r .

Şunu bilmelidir ki, din ile ilim ayrı ayrı iki sahad ı r ve iki ayrı me leken in m a h s u l ü d ü r İlim, aklın, din de r u h u n ve g ö n l ü n mahdı r . Bunlar insan hayat ının iki ayrı ihti­yacını karşı lar : İhm aklın bi lme ihtiyacına, d in de r u h u n i n a n m a ve b u sayede huzur ve sekinete e r m e ihtiyacına cevap verir. Binaenaleyh n e ilmin d inden , ne de dinin i l imden bekleyeceği b i r şey y o k t u r Çünkü din, ilmin mevzuu olan m a h s u s ve mer î â lemin d ış ında ve ötele­r inde b i r sahadır . Din meşeini insan içini d u r m a d a n tır­ma layan kifayetsizlikten, acizden, sefalet ve müzayaka h i ss inden alır. Bu his ise, insanın ü s tün ve aşağı , insanî ve hayvan î iki t iyne t inden hayvanî olanının çok kere in­sanî t ine t te hak im olması end i şes inden ve, korkusun­d a n doğar . İşte böyle b i r endişe ve korku içindeki in­san, dinin kur tar ıc ı ve sekinet verici maneviya t ına sar ı ­lır ve b u s a y e d e h u z u r ve r a h a t a e r e r ve kurtulur.

Dikkat edelim ki, diyorlar, b u net iceye din, bize yeni bilgiler ve rmek yahu t mevcu t bilgilerimizi geniş le tmek suretiyle değil, sırf benliğimizi ü s tün t inetimizin insani temayül ler ine d o ğ r u yüksel tmek suretiyle ulaşır. Başka b i r deyişle din, d o ğ u m d a n ö lüme kadar , he r n e vaziyet­t e o lursak olalım, bizi hiç terk e tmeyen keder , end işe korku ve ıs t ı rap gibi acizlik sefaletleri karş ı s ında içimi­zin yalvarışıdır. Din b u yalvarışa ilim ve felsefe yolu ile değil, i r ade ve gönü l yolu ile ulaşır. Dindar ın n a z a r m d a ilmin bize tab ia t ve t ekâmül kanunlar ı diye öğret t iğ i kâh reel ve kâh farazi kanunlar , h e p ilâhi i raden in ezeli b i re r tecell is inden ibarettir .

Hülâsa , b u g ö r ü ş ü müdafaa edenlerce , d inda r o lmak ve dini b i r haya t yaşamak için insanın yalnız üç şeye ih­tiyacı vardı r ; Kendini da ima Allah' ın h u z u r u n d a naza r ı ve i rades i al t ında h isse tmek -Allah'a ibadet , dua ve m ü -naca t yolu ile kulluk edip yalvarnıak ve yaklaşmak- Al­lah ' ın m e r h a m e t ve mağf i re t inden ümi t kesmemek.

Ş ü p h e yoktur ki, b u üç şey ilmin hudut la r ı d ış ında ve o n u n hâkimiyet inden çok uzaklardadır . İlim n e k a d a r terakki e d e r s e etsin akıl ne k a d a r yükselirse yükselsin, insanoğ lu kendim b u üç iht iyaçtan kur ta ramayacakt ı r . İlim ve akıl b u ihtiyaçları g ide rmeye katı gelemeyecek­tir. Fakat , diyorlar, d inda r olmak ve b u üç ihtiyacı kar -şüamak için yalnız Allah'a iman kâfidir. Bu husus t a n e n a s s ' a ve nakl 'e , n e de hususiyle beşer i otori telere yani neb i ve veli gibi Allah üe kul a ras ına giren vası ta lara lü­zum ve ihtiyaç vardır .

B u g ü n diyanet mes'eleleriyle a lâkalanan insanlar ın b i r çoğu ta ra f ından kabul ve müdafaa edilen ve b u g ü ­n ü n bi lhassa yarı münevver le r in in pek h o ş u n a g iden b u g ö r ü ş üzer inde biraz daha dural ım, ta ki karanlık ta ­rafı kalmasın!

(120) Burada nas kelimesini (kitap) (dogme=) karşılğı alıyor ve bundan bir dinin akide ve erkânının esaslarını ihtiva eden İbare ve metinleri, nakil kelimesi­ni "sünnet", "badis" (tradition^) karşılığı alıyor ve bir dinin Peygamberinden nak­len gelen söz ve hareketlerin mecmuu ve (vahiy) kelimesinden de bir dinin Al­lah tarafından peygambere bildirilen hakikatlerini kasdediyorum.

(121) Reform hareketleri diye On altıncı asır başlarında Avrupa'da ortaya çıkan dini ve siyasi cereyanlara denir. Katolikliğe ve onu temsil eden Papalığa karşı bir nevi isyan şeklini alan bu cereyanların başında Martin Luther adında bir Alman papazı vardı.

(122) Ansiklopediciler diye, Onsekizinci asırda Fransa'da ilim, felsefe, san'at, edebiyat mevzuları üzerinde çıkarılan büyük bir kamusun muharrir ve müelliflerine denir. Bunların başında meşhur Fransız mütefekkir ve edibi Vol­taire, Diderot ve d'Alemberl gibi o devrin din ile mücadele edenleri vardı. (Bakınız: Not: 2)

Dinde sübjektivizm: Z a m a n ı m ı z d a m ü n e v v e r g e ç i n e n l e r d e n b i r ç o ğ u

garp tak i b u cereyanı taklit ederek , dini sırf bir his mev­zuu a lmakta o n u "nas" tan, "nak i r ' den ha t tâ "vahy" den"^" bile ayı rmakta ; bunlar ı ikinci p lana b ı rakmakta , ha t ta bunla r ı b ü t ü n b ü t ü n d inden ç ıkarmak is temekte­dir. Buna g ö r e d in nas ' t an , naki l 'den ayrı b i r şeydir, b i r his ve b i r iç hayatıdır .

Bu g ö r ü ş e "d inde sübjektivizm" (= batmihk) den i r ki A v r u p a ' d a kökleri t â Reform hareket le r ine uzanır."-" Filhakika dinî yahu t da d inde sübjektivizm'e ilk yolu açan şahsiyet . A lman p ro t e s t anhğ ın ın ku rucusu olan Mar t in Luther (1483-1561) sayılır. Bu telâkki, onsekizin­ci as r ın Frans ız ansiklopedicileriyle'"^' kuvvetlendikten s o n r a geçen asr ın ikinci yarıs ı içinde "Yeni Hrıst iyan­hk" mezheb in i d o ğ u r m u ş t u r . Bu mezheb in belli başh şahsiyet ler i a r a s ında m e ş h u r Rus romancıs ı ve edibi Tolstoi (1828-1910) vardır . Bu mütefekkir; "Beni Hrısti-yanlıği benimsetmekten alıiioyan şey, İsa'dan rivayet edilen nakiller ve metinlerdir; bunlar olmasa çoktan Hrıstiyanlığı benimseyeceğim../' d iyordu. Fakat b u sö­zü ile Tolstoy ağaçsız meyve olsun is t iyordu da farkın­da değildi .

Dikkat edenlerce bilindiği üzere, dini sübjektivizm ya­hut batmilik aslında felsefî sübjektivizm'e bağlanı r ki, b u n u n da bi lhassa müdafii. A lman filozofu Fichte 'd i r (1762-1814). Bu filozof, felsefi sahada , mutlak bir sübjek­tivizm'e kail olmuştur. Buna gö re "Ben"siz b e n d e n baş ­ka, ben im dışımda hiç bir şey yoktur. Benden har iç ola­rak ne vardı r ki, o benim "benliğim"in harici leşmesin-den har ice aksetmesinden başka b i r şey değildir. Bunun delili şudu r ki, ben yok o lduğum yani ö ldüğüm zaman, n e b e n varım, ne de başka bir şey vardır. Şu halde ben im için var olan şey, ben im ile kaimdir, benim dışımda biza­tihi kaim varük yoktur."-'"

İşte dinî sübjektivizm'e sapanlar , Fichte 'nin b u fikrin­den istifade etmekte daha d o ğ r u s u b u fikri dinî sahaya naklederek şöyle düşünmektedir ler ;

Din insanda derin bir his, bir duyuştur. Bu, his, kendi­ne yetersizlik ıstırabı çeken insanda, evvelâ sabit ve s ağ ­lam bir m e s n e d e dayanma ihtiyacı doğurmaktadı r . Sani­yen, ayni his, insanı çok üs tün bir ideale, bir fevkalbeşe-riliğe ve bir namütenahil ik âlemine d o ğ r u yükseltmekte­dir. Böyle bir ihtiyaç içinde böyle bir ideale uzanış ve yükselişdir ki, bize Allah'ı bulduruyor. Şu halde, diyor­lar, Allah fîkri bizden, bizim ideal ihtiyacımızdan d o ğ ­maktadır . Yine şu halde, Allah bizi değil, biz (hâşâ) Al­lah'ı yaratmaktayız. İçimizin boş luğunu yüksek bir ideal ve ümit ile do ldurma ihtiyacımızdır ki, bize Allah'ı bul­durmaktadır . Fakat, diyorlar, yine, b u hakikati bulmak ve dindar olmak için ne nebiye ve veliye ihtiyacım vardır, ne de nass ' a ve nakl'e. Bu husus ta b a n a seüm hissim kâ­fidir"-" Çünkü din tamamiyle hissi ve deruni bir haya t -tır.»^^'

(123) Bakınız: A. Foullee, Histoire de la Plıilosophie, pa: 437, ed. 18 c.

(124) Bu satırlann sahibi vaziyetinin sağlamlığından ve davasının sıhhat ve kuvvetinden emindir. Binaenaleyh muarız görüşlen bizzat sahiplerinin gördük­ten ve anladıktan gibi anlatmakta hiç bir beis görmemektedir.

(125) Bahsettiğimiz sübjektivizm daha On dukuzuncu asırda bile moda olmuş­tu. İnce Fransız şairlerinden Musset, hususiyle Türk dostu meşhur Lamartine, sübjek­tivizm'e mütemayildir, iamartine'in şu kıt'ası, bence sübjektivizm'in şaheseridir:

Dinde sübjektivizm, manevi bir sükût ve tereddinin alâmetidir: A v r u p a ' d a geçen a s n n s o n l a n n d a b i r nevi m ü n e v -

verlik hastal ığı ve b i r fikri nev ras t en i gibi yayılan b u t e ­lâkki, m a d d i b a k ı m d a n çok ileri gi tmiş, fakat maneviya­tı o n i sbe t te ge r ide kalmış topa l b i r medeniyet in eseri ve b i r sükût alâmeti idi. Bu telâkki, Hrıst iyanhk ve m ü s -lümanlık gibi semavi dinler in istediği ve emret t iği ruh î disiplin ve m a n e v i t o p a r l a n m a mecbur iye t inden yakayı s ıyırmak için manev i salakhğın ileriye s ü r d ü ğ ü bir ba ­h a n e d e n ibaret t i . Bu telâkki, hayat ı sırf yiyip içip eğlen­m e d e n ibare t g ö r e n sansüal izm' in dünyayı felâketlere sü rük lemeye baş lağı bir devr in habe r i çişiydi. Bu telâk­ki ile, n ice şa i r filozof, mütefekkir, insanhk dünyas ın ın baş ına yirminci asr ın , iki Dünya Harb i gibi yer gö tü r ­mez felâketlerini çağır ıyor lardı da farkında değillerdi.

Dini sübjektivizmin tenkidi: Şu ha lde , "dini sübjektivizm" yahu t "batmihk" dedi ­

ğimiz b u telâkkiye göre , din s adece iman yani iç haya ­tıdır. Ruh cismin, m a n a har f ve kel imenin, fikir ifade­nin ayni o lmadığı bilâkis, b u n l a r ayrı şeyler o lduğu gi­bi, din d e n a s ve nakl ' in aynı değildir ve dine nisbet le n a s ve naki sırf b i r e r zarftan ibarettir .

Que tes temples Seigneur, sont etroits pour mon, âme!.. Tombez, murs İmpuissanis, tombez! Laissez-maİ voir ce ciel que vols me derobez! Arcbitecte divin, tes domes sont de flamme! Que tes temples. Seigneur, sont Ğtroits pour mon âme! Tombez murs impuissants tombez! Senin mabetlerin Allah'ım, benim ruhum için ne kadar dardır!... Yıkılın, kud­

retsiz duvarlar, yıkılın! Bırakınız beni, o nazarlarımdan gizlediğiniz semayı göreyim! İlâhi mimar, senin kubbelerin alevdendir! Senin mabetlerin, Allahım, benim ruhum için ne kadar dardıd Yıkılın kudretsiz duvarlar, yıkılın! Bırakınız beni, o nazarlarımdan gizlediğiniz semayı göreyim!..

(Harmonies poatiques et religiuse, Lİv. I, II.)

İlk bakış ta çok cazip ve güçlükleri hal leder g ö r ü n e n b u teklif ve telâkki, dikkat edilirse, t amamiyle b i r safsa­ta yığmıdır. Dini, nas ve naki lden ayırmak ve onu sırf b i r gönü l işi gö rmek , hakikat te , o n u inkar e tmek ve g ö ­nü l le rden din fikrini kazımaya gitmektir.

Nas ve naki lden ayrı b i r din, din olmaz; b u belki b i r felsefi meslek (doctrine) ve kanaa t olur. Din ile felsefî meslek veya sis tem a ras ında gider i lmesi kabil o lmayan büyük farklar vardır . Bir kere , felsefi b i r meslek sırf ak­lın b u l d u ğ u ve der in bir cehd ile elde ettiği b i r bilgi s is­temidir . Binaenaleyh aynı b i r şahs ın felsefî mes lek ve kanaat i y ine aklın bu lacağı ve elde edeceği d iğe r b i r sistem ile sarsılabilir ve değişebilir . Halbuki hakiki d in­da r ın dini kanaa t ve bağhl ığı - i r t idat has tahğı m ü s t e s ­n a - ö l ü m ü n e kada r devam eder. Hakiki d indarca inan­dığı din, hakikat in t a m aynıdır. Saniyen, felsefî b i r m e s ­lek ve sis tem, insanlara kuvvetli ve devamlı b i r ha r eke t ve m ü n a s e b e t tarzı tayin edip b i r cemiyet nizamı vücu­d a get i remez. Nitekim b u g ü n e k a d a r hiç biri ge t i r eme­miştir. Çünkü felsefî meslek ve sistemler, insan aklı, eseri oldukları için, da ima insan aklının hudut la r ı için­de kalmaya mahkûmdur l a r . Halbuki insan, b a ğ l a n m a k ve içten gelen bir sevgi veya korku ile i taat e tmek için aklın id rak havsalasını a ş a n b i r ideale, b i r fevkalbeşer-liğe muhtaçt ı r . Çünkü insan eksiktir, kasir ve âcizdir. İmdi din, insanın b u ideal, b u fevkalb eş erlik iht iyacına cevap verir. Çünkü din, insan aklının ve madd i m a h s u -satın d ış ından ve üst â lemin namütenahi l ik ler inden ko­p u p gelen hakikatler sistemidir. Gerçi dinin akla h i t ap e tmez ve akıl ile idrak edilemez tarafları ve hükümler i yok değildir; fakat onun asılları ve erkanı akhn ve m a h ­sûsun dış ında b i r harikuladeliktir yani bir kelime ile, din vahydir . Vahy, he rhang i b i r felsefi meslek ve s is tem gibi yalnız akla değil, h e m d e bi lhassa t ehassüse ve i ra­deye h i tap eder. Din teakkul, t ehassüs ve i rade gibi üç büyük insani melekeyi b i rden teshir elinde tutar . Bu-

n u n içindir ki, dinin insanlar ı ve cemiyetleri sevk ve ida re h u s u s u n d a , hiç b i r felsefi dokt r in ve sistemle öl­çülmesi m ü m k ü n o lmayan b i r kuvveti vardır . Yine bu ­n u n içindir ki, hiç bir felsefi doktr in , dinler kada r n e ta ­raf tar toplayabi lmiş , n e de on la r k a d a r devam edebil­miştir. Yukarıda da kaydet t iğimiz gibi, geçen asr ın or­ta la r ında F r a n s a ' d a büyük ve m e ş h u r bir filozof, Au-gus t e Comte , insanlık dini diye b i r d in icat etmişti. Bu m a d d e ve şehve t p e y g a m b e r i n i n icat ettiği bu dinin ümmet i , b i r kaç yüz kişiyi, ö m r ü de beş on seneyi geç­m e m i ş t i r Buna mukabi l , on d ö r t a s ı rdan ber i yüzlerce mi lyon i n s a n m takdis ettiği İslâmiyeti düşününüz!

Hayır, din yalnız i m a n d a n ibare t olmadığı gibi, ma­kulün i d r ak inden de ibare t değildir."^^' Gerçi akıl bize Allah'ı sezdirir. Fakat Allah 'a yaklaş t ı ran ve O 'nun rıza­sını tahs i le g ö t ü r e n yolu b u l d u r a m a z . Çünkü akıl, beşe ­ri h e r meleke ve kuvvet gibi mahdu t tu r , zayıf ve âcizdir. Akıl yalnız m a d d e y i ve m a d d e y i ircaı kabil makulât ı id­rak edebilir. Halbuki m a d d e n i n ve b u nevi makulât ın d ı şmda b i r â lem ve b i r nâmütenâhi l ik va r kî, beşe r aklı b u n u gerç i haya l meyal sezer, fakat ona nüfuz ve onu idrak ve iha ta edemez . İşte o alemi bize nas ve nakil, hü lâsa v a h y bildir ir ve AUah'a g ö t ü r e n yolu bize vahy

(126) Evet fikir ifadeden, mana kelimeden ibaret değildir. Fakat ifadeden ay-n fikir, kelimeden ayn mana, fikir ve mana değil, bu sadece bir vehim ve hayal­dir. Fikir, fikir olmak için ifadeye, mana, mana olmak için kelimeye nasıl muhtaç ise, din de din olmak için nas'a ve nakl'e muhtaçtır

Kabul ederim ki, Allah'a iman dinin en asli bir rüknüdür Mü'min İle münkir her şeyden evvel bu noktada ayn lir. Fakat imanın dince tarif edildiği üzre olması şarttır. Böyle olmayıp da, mesela,tabiat üstü mücerret bir kuvvetin varlığına inanmak yahut Allah'ı (Pantheiste)lerin yaptığı gibi, yarattığı eşya ve kainaün ay­nı almak İman değildir.

(P3ntheiste)Ier ve (Pantheİsme) = (vücudiye mezhebi) de üstün bir kuvvetin varlığına inanmaktadır. Fakat onlara göre, bu kuvvet eşya ve tabiat ten ayrı, zati sıfatlarla muttasıf bir varlık değil, eşya ve tabiatte meknuz ve onun aynıdır. (Bu mevzuda bakınız: Maddiyyün Mezhebinin İzmihlali, İsmail Fenni, Merhum.)

vasıtasiyle P e y g a m b e r göster i r . Din ise, vahyin bi ldir­diği ve P e y g a m b e r i n gös te rd iğ i yol demektir .

Din, d iyorum, yalnız r u h ve m a n a değildir, aynı za­m a n d a ameldir, yani muayyen b i r ha reke t tarzı ve tu tu ­lacak b i r haya t yoludur . Bu yolu vahy açar ve i şare t eder. İnsan için b u yolun ışığı ve r ehber i nas ve naki yâ­ni, b i r kelime ile. Peygamberd i r . Vahysiz, p e y g a m b e r olmaz. Nas ve nakilsiz de. din olamaz. İnsan, t e k r a r ede ­yim ki, akh ile Allah'ı bulabilir, fakat dini yâni Al lah 'a isal eden yolu bulamaz . Bu yolu P e y g a m b e r göster i r . D inden nebiyi ç ıkarmak sırf akla kıymet ver ip o n a b a ğ ­l anmak ve netice itibariyle m a h d ü d e ve faniye b a ğ l a n ­m a k ve şehvaniliği müdafaa etmektir. Binâenaleyh, in­s a n yalnız nebiye değil, veliye de muhtaçt ı r . Çünkü n e ­b iden veli 'de mürş i t ye hadidir . Nebi gibi hakiki veli de mürşit t ir . Çünkü veli, zühdü ve takvasiyle Allah'a yak­laşmış b i r insandır . Fikir tar ih inin en büyük dehas ı sa­yılan Eflâtun, aklı ile ve insana hayre t ve ren ilminin vüs 'at iyle Allah'ı bu lmuştur . Hat tâ Allah' ın varhğını ve birliğini eskimez delillerle ispat büe etmiştir. Bunun la b e r a b e r Eflâtun, b i r din tesis edememiş , b i r p e y g a m ­b e r ha t tâ bir d inda r olamamıştır . Bu husus ta Eflâ-t u n ' d a eksik olan, akıl ve ilim değüdi . O n d a p e y g a m b e r olmak için eksik olan vahiydi, d i n d a r olmak için de "hi­dayet" yâni Allah'a gö tü ren yola girmekti . Buna m u k a ­bil, b i r de Hazret-i M u h a m m e d ' i düşününüz : Bu şanlı Peygamber , ümmi idi. Yâni fâni b i r h o c a d a n ders ahp öğrenmemiş t i . O 'nun bir hocas ı vard ı ki, hocalar ın h o ­casıydı. O 'nun hocası , vahy yolu ile, Allah idi. B u n u n içindir ki, Hazret- i M u h a m m e d ' i n ilmi Eflâtun'un veya h e r h a n g i b i r âlim ve filozofun ilmi gibi, akim, t e c r ü b e ve m ü ş a h e d e n i n hudut lar ı içine sıkışıp kalmamışt ı . Şanlı Peygamber ' in ilmi, bilâkis, akim öte ler inde ve h e r fâninin idrâk havsalas ına s ığmayan â lemlerde yüzmek­teydi.

Netice: B u g ü n Eflâtun'u bi len ve ona int isap eden m a h d u t zekâlara mukabi l , Hazret- i M u h a m m e d yüz­lerce mi lyon insan g ö n l ü n d e yaşamaktad ı r . İşte b u fark, insan la ra hak im olmakta v e onlar ı sevk ve idare e tmek­t e akıl ile vahy a ras ındak i farktan ileri gelmektedir .

Hülâsa , dini nas ve naki lden ayırmak, t e k r a r edeyim ki, d in fikrini k ö k ü n d e n bal talamaktır . Nas ve nakU hu­ra feden temizleyelim ve dini ilk devir lerinin temizliğine kavuş tu ra l ım denirse , b u n u üze r inde duru lmaya d e ğ e r b i r fikir kabu l eder im. Faka t dini nas ve naki lden ayıra­lım ve onu sırf b i r gönül işi ha l ine koyalım, deni rse , bu ­n a cevabım: Hayır asla!

Dini nas ve nakilden değil, ilim ve felsefeden bile ayırmak doğru olmaz: Bu, kend i hesab ıma dini, değil n a s ve nakilden, ihm

ve felsefeden ayı rmaya kalkışmayı bile yer inde bul­m a m . Ç ü n k ü b u da, net ice it ibariyle, dini sırf bir iç ha ­yatı ve gönü l işi g ö r m e k ve kabul etmektir . Halbuki din, tıpkı ihm gibi haya t içindir, yoksa b i r zaviye ve m a n a s ­t ı r meta ı değildir . Dini ilim ve felsefeden ayırmak, o n u n yaşan ı l an haya t ile alâkasını kesmek ve binnet ice onu ö lüme m a h k û m e tmek t i r

Şu da va r ki, din ile ihm ve felsefeyi b i rb i r inden ayır­m a k i h m d e n korkup kaçmaktır . Fakat din, i l imden kaçmamal ı ve uzaklaşmamal ı , bilakis ona yaklaşmalı ve ilmin en yeni bilgi ve mu' ta lar iyle bezenip zengin leşme-hdir. H e m b u g ü n ne reye kaçacaksınız? Geçen as ı rda dîn ve ilim diye iki ayrı s a h a düşünülebi l i r ve dini ilmin hiç b i r veçhile el a t amayacağ ı emin b i r s a h a d a yaşa t ­m a k m ü m k ü n olurdu. Fakat zamanımızda b u imkân kalkmışt ı r gibi görünüyor . B u g ü n ilmin el a tmadığı kö-

şe ve bucak -hiç ka lmamış t ı r demiyeyim a m a - çok da­ralmıştır.

Esk iden insandaki v icdan tezahür ler i ve ş u u r hal le­ri; içine girilmez ve es ra r ı keşfedilmez m u a m m a l a r idi. İlim b u m u a m m a l a r a el s ü r m e y e büe cesare t edemezdi . İ l imden kaçan din, hiç olmazsa, bu m u a m m a l a r kalesi­ne sığınıp kendini kur tarabi l i rd i . Çünkü yakın sene le re kadar , ilim sırf fizik hadise le r üzer inde y ü r ü m e k t e ve bun la r ın kanunlar ın ı bu lmaya çahşmaktaydı . Din ise, manev iya t alemine ait o lduğu için, mevzuu m a d d e d e n ibare t olan i l imden kaçmakla kurtulabilirdi . Zaman ı ­mızda b u n a imkân kalmamıştır . Çünkü b u g ü n ilim, b u m u a m m a l a r kalesini de fethetmiş ve insan içi dediğimiz b u e s r a r dolu mahzene de girmiştir . B u g ü n "Eta ts de Consc ience" yâni v icdan tezahür ler i yahu t ş u u r halleri deni len meselâ t ehas süs , taakkul , tefekkür, t e e s s ü r ve t e h a s s ü r gibi melekelerimiz en ince nokta lar ına kadar , psikoloji ilminin m e v z u u n a ve tetkik sahas ına malol-muş tu r .

Şu ha lde dîn, b u g ü n i l imden kaçmakla yakasını kur ­t a r amaz , s ığınacak emin b i r yer bulamaz. Yine şu hal ­de, kaçmamal ı , bilâkis d u r u p dikilme ve mu' ta lar ın ı , ilmin mu ' t a l a rma tevfik ed ip bar ı ş t ı rmaya çahşmahdır . İlmîn zayıf taraflarını yoklamalı , onun kifayetsizliklerini keşfe çahşmali ; hü lâsa b u g ü n dîn, ilmin yânî i n s a n ak­lının ve zekâsının h u d u d u n u tâyin ve tespit etmelidir. Bugün , yirminci as ı rda din; ilîm karş ıs ında ancak, fakat ancak b u şar t lara ve b u esas lara dayanarak tutunabil î r .

Dinde nas ve nakil esastır: Dîn, sırf vicdani b i r şey, b i r gönül işi değildir; o ay­

nı z a m a n d a ferdî ve içtimaî b i r haya t nizamıdır . Bu ni­zamı ise nas la r ve nakiller kurar . Bunları da v a h y bildi-

Nas ve nakli dinden saymamak, dini inkâr etmektir. Şu ha lde nass ı d inden saymamak , bu nizamı ve b u

görüş le r i K u r ' a n d a n s a y m a m a k demek o l u r Bu ise bu ilâhi kitabı ve tesis ettiği dini açıktan inkârdır. Binâena­leyh dini nas ve nakh aynı kabul e tmeye mecburuz .

Faka t b u takdi rde , deni lecek ki, ko rk tuğumuz baş ı ­mıza gelir, dini b i r t a ra f tan ilim ile, b i r taraf tan da dev­r in gidişi ve içtimaî icaplar la t ezada d ü ş ü r m ü ş oluruz. Ç ü n k ü kabul e tmek lâzımdır ki, din nizamını vücuda ge t i r en a h k â m ve e sa s l a rdan bazılarının b u g ü n fiilen ta tbiki kabil değildir. M u k a d d e s kitapların ilim ve felse­feye t e m a s eden a h k â m ı n d a n bazıları b u g ü n ü n ilim ve

rir. Binaenaleyh vahye d a y a n a n nas la r ve bunlar ı bize izah edip anla tan nakiller d inde esastır. Nas ve nakli d inden çıkarırsanız, ge r ide şekk ve ibham ile karışık sa­de b i r seziş ve b i r çıplak d u y g u kalır ki, din b u değildir.

Din m e f h u m u n d a n n a s ve nakli ayırıp ç ıkarmak m ü m k ü n olmadığı gibi, ilim ve felsefe mes 'e leler ini de ç ıkarmak m ü m k ü n olmaz.

Kabul eder im ki, dinler in m u k a d d e s kitapları , husu­siyle İslâm'ın Kur 'ân- ı Kerim'i ne bir felsefe kamusu­dur, ne de bir tar ih ve kozmoğrafya el kitabıdır. Bunun­la be rabe r , bu ilâhî kelâm sadece b i r dua ve m ü n a c a a t koUeksîyonu da değildir. Gerç i o n d a dua ve m ü n a c a a t da vardır , fakat asıl Kur 'ân- ı Kerim, yukar ıda da kay­det t iğim gibi, ferdi ve içtimaî hayat ımıza dai r hukuki-yatı, ahlâk ve adabı , siyasiyatı ile dö r t başı m a m u r bir n izam k u r m u ş ihm ve felsefeye t e m a s eden de r in g ö ­rüş le r vermiştir . Ve as ı r lar içinde, yüzlerce milyon in­san b u görüş le re b a ğ l a n ı p b u nizam üzer inde yaşamış , b u g ü n de yaşamaktadı r .

felsefe görüş le r ine uymamaktad ı r . E s a s e n b ü t ü n g ü ç ­lükler b u r a d a n neş ' e t e tmekte ve b u g ü n ü n ilim ve din mücadeles i b u vaziyet ten ileri gelmektedir . Nas ve nak­li d i n d e n ay ı rmak , d ini i lme ve d e v r i n i cap ve ihtiyaçlarıyla t ezada düşürmek , dini ilme hı rpala t ıp onu mağ lup ve pe r i ş an b i r d u r u m a k o y m a m a k içindir. Di­nin selâmeti ve ist ikbah ilimle mücade leye ve devr in icap ve ihtiyaçlarıyla t ezada g i rmemekte , bilâkis, ilimle ve b u icap ve ihtiyaçlarla bar ış ık gi tmektedir . Gi tmez de gi rerse , din için mağlûbiye t muhakkakt ı r . Fakat , tek­r a r edilecek ve denilecek ki, g i rmemek için tek çare , ha s l a rdan b u günümüz le te'lifı kabil o lmayanlar ı din­d e n saymamak ve dini esash b i r tasviyeye tab i t u tmak­t ı r

İtiraf edelim ki, b u n d a n evvel de i şare t ettiğimiz gi­bi, b u nokta b u g ü n ü n ihm ve din, din ve haya t mese le ­sinin mihverini teşkil e tmektedir . Bu noktadaki müşkül ­leri hal letmek hakikaten dinin selâmeti ve istikbalini sağlamaktır . Fakat b u noktayı , ö t eden ber i yapılageldi-ği gibi, meşkûk b ı rakmak müşküller i bir kat d a h a ar t ı r ­m a k ve din hesab ına yavaş yavaş çekilip mağlubiyet i kabul etmektir. Binaenaleyh b u g ü n ü n din al imlerine düşen en büyük vazife, yukar ıda hülâsa ettiğimiz m e s e ­leyi cevaplandı rmak ve bu noktan ın arzett iği müşkühe -ri be r t a ra f etmektir. İtiraf edelim ki, biz b u n u yapacak ilmî ehliyet ve kudre t te değiliz. Ancak, bizim ö t e d e n b e ­ri sırf kendimizi ta tmin için d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z b i r hâl su­reti va r ki, b u n u b u r a d a okuyucularımızın tenki t naza r ­lar ına arzedeceğiz . Bilmiyerek ve i s temiyerek ha t a edersek, af dileriz.

Din ve lâ'Mk/F. 15 2 2 5

— n —

ÎLİM VE İSLÂM

İSLÂM'DA İLİM ve DİN MÜNAKAŞASI Evvelemirde şuna kani olmalıdır ki, din n a m ı n a ilme

ve hayata , ilim n a m ı n a da din ve manev iya ta çatanlar , ekseriya n e din ve n e ilim b a h s i n d e d o ğ r u ve esash b i r bilgiye sah ip olmayanlardır . Binâenaleyh biz ' b u r a d a söze din ve hususiyle Müslümanl ık ned i r? sualiyle b a ş ­layacak ve b u suale b u n d a n evvel verdiğimiz cevabı m ü m k ü n olan kısahkta t ek ra r edeceğiz.

Müslümanl ık , sübj ektivistlerin zannet t ik ler i gibi, he rhang i b i r şekilde iman ve akideden ibare t b i r emri vicdani değildir; aynı zamanda , "amel" ilim ve felsefe­dir. Yani fîil, ha reke t ve içtimaî münasebe t l e r nizamıdır . Bu hakikati ifade e tmek üzere , Müslümanl ık dünya ve âhiret saadet in i cami ve kâfîl bir dindir, diye tarif edi-jjj,a2rj mevzuda esasa g i rmezden önce üç noktaya işaret e tmek is ter im:

a) İslâm dini i lme d a y a n a n ve aklın sa l tanat ına b a ğ ­lanan bir dindir. İslâm ilme çok büyük bir d e ğ e r ve rmiş ve ilim ehlini insan payeler inin en yükseğ ine ç ıkarmış-

(127) İman ve İslâm aynî bir şey midir, ayrı şeyler midir? İman ile amel arasındaki münasebet nedir? Amelsİz İmanın büİımü ve kıymeti nedir? gîbi mes'eleler İslâm ulemasını ihtilafa düşürmüş ve Ehl-i Sünnet ile Mutezile arasın­da uzun münakalaşalar ayol açmıştır. Bu hususta etraflıca bilgi edinmek istiyen-lere tavsiye ederim: İhyâu'l-Ulûm, birinci cilt, İman ve İslâm ayni midir, gayri midir bahsi.

tır/'^* İslâm'ın ilim ile t e a ruz eden ve hakikat a r ayan ak­la ayk ın giden h iç b i r h ü k m ü yoktur. Hns t iyan i ığm es ­rarengiz l iğ ine mukabi l , İs lâm'ın her cephes i açık, h e r y ö n ü sade ve basit t ir . İ s lâm'da herkes , âlim ve câhil a radığ ın ı bu lu r ve içini t a tmin eder.

b) İhm karş ı s ında Hrıs t iyanhk zor d u r u m d a kalabilir ve kalmıştır. Ç ü n k ü Hrıs t iyanhğın m u k a d d e s kitabı İn­cil, r ivayete müsteni t t i r . Hazret- i İ sa 'dan çok s o n r a ka­leme ahnmıştır . Bu sebep le İncil, ha t t a Tevrat, hayal ve hura fe ile karışmıştır . B u n u n içindir ki, H n s t i y a n âlim ve ilâhiyatçıları nas lar ı Hrıst iyanlıktan s a y m a m a k ve bunla r ı d inden ç ıka rmak dâvas ına s apmış l a rd ı r Müs -lümanhkta böyle b i r dava bah i s konusu olamaz. Çünkü M ü s l ü m a n h ğ m nas la r ı yani Kur ' an İslâm'ın aynıdır.

Kur 'ân- ı Kerim b u g ü n ye ryüzünde m e v c u d olan m u ­k a d d e s ki tapların en s a h i h v e s ağ l amıd ı r Kur ' an , r iva­ye te değil, vahye ve d o ğ r u d a n t ebhğe müs ten i t t i r Onun , on dör t a s ra yakın b i r z a m a n içinde, hiç bir aye­t inde , ha t tâ ke l imes inde hiç b i r suret le ihtilaf edi lme­miş , hiçbir cümles inin s ıhhat i üze r inde t e r e d d ü d ile du­rulmamışt ı r .

Bilindiği gibi, K u r ' a n âyet âyet nazil o lmuş ve âyetin nüzu lünde P e y g a m b e r t a ra f ından a shab ına ezberlett i-r i lmiş t i r Ayrıca da "Vahiy katipleri" t a ra f ından yazü-m ı ş t ı r Peygamber ' i n dev r inde h e m e n he rkes Kur ' an hafızı idi. Ayrıca Kur ' an hafızları vardı ki, bun la r ın ba ­ş ında da üçüncü Halife Hazret- i O s m a n b u l u n m a k t a idi. Kur 'an , b u g ü n k ü ki tap hal inde bu halife z a m a n ı n d a t op l anmış t ı r Binaenaleyh, İs lâm'da n a s s m d inden sa­yı lmaması gibi bir dava or taya atılmaz. Çünkü İslâm'ın Kur 'ân- ı Kerim'i, İncil gibi, rivayete değil , d o ğ r u d a n t e b h ğ e yani "Vahye" d a y a n m a k t a d ı r

(128) İslâm'da ilme leşvil< ve lergib mahiyetinde bir çol< ayet ve hadis vardır. Bunlar ehlince malûmdur. Biz burada ayrıca zikre hacet görmüyoruz. Merak edenler, İmam-ı Cazali'nin İhyâu'-I Ulûm'una bakabilirler. Cilt I, ilmi Fazileti bahsi.

c) Bizde ilim a d m a dine ça tan la rm çoğu , n e ilim ve n e din h a k k m d a d o ğ r u ve esaslı b i r bilgisi o lmayan a m a t ö r kabi l inden kimselerdir . Bu h u s u s u göz ö n ü n d e tu ta rak b u r a d a İslâmiyet ned i r ve ilimle m ü n a s e b e t i n i ­cedir? suali ile söze baş layacak ve b u n d a n evvel verdi ­ğimiz şemayı m ü m k ü n olan kısahkta hat ı r la tacağız .

İslâm'm esasları ve ilimle münasebeti: Kur 'ân-ı Kerim' i b a ş t a n aşağı mant ıki ve metodik b i r

tahlile tabi t u t a r da dikkatle incelersek, b u üâhi kelamın üç büyük h ü k ü m g r u b u "emirler, nehiyler, tavsiyeler" ihtiva ettiğini gö rü rüz . Birinci g rup , i t ikada dai r hü ­kümler "ahkâmı itika diye" dir. İkinci g r u p , amele yani ha reke t ve m ü n a s e b e t l e r e da i r h ü k ü m l e r "ahkâm' ı ameliye ve ahlâkiye"dir. Üçüncü g r u p da ilme, t a r ihe ve felsefeye dair hükümle r "esrar-ı ilmiye ve felsefiye, ah -bar-ı tarihiye"dir .

Bu üç g r u p ahkâmın akıl ve ilim üe münasebe t in i ta ­yin için İslâm'ın Ehl-i Sünne t mezheb ince kabul edilen, iki de anah t a r -kaidesi vardır- ka ide lerden biri şudur :

"Aklî île Din tearuz ettikte, akıl tercih ve din teVii olunur/'

Bu kaideyi k ıymet inden hiçbir şey eksiltmeksizin şu şekUde ifade edebiliriz. "İlim ile din arasında aykırılık görüldükte ilmin yolu tutulur ve din, mümkün ise te'viî yani ilme tevfik olunur."

Diğer kaide de şudu r :

"Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur/' Yâni sar ih ve mânâs ı kat ' i b i r n a s s m bu lunduğu y e r d e te 'vü ve iç­tihat yoluna gidi lemez ve nas sa ittiba olunur.

İmdi bu iki kaide mes'elemizdeki bü tün güçlükleri yenmeye ve İslâm dinini ilimle barışık gö tü rmeye kâfidir.

Kur 'ân- ı Kerim' in bir inci g r u p a i ı âk ımmdan yâni iti­kada dai r hükümle r inden başlayalım:

İlmin karşısmda İslâm'm aslî akideleri: BiUndiği gibi, b u h ü k ü m l e r "Âmen tü" formüUerinde

t op l anmış t ı r İslâm'ın aslî e rkân ım teşkil eden farizalar " Â m e n t ü " umde le r i nde hü lâsa edilmiştir. Bunlar : Al­lah 'a , melekler ine, ki taplar ına, peygamber l e r ine , âhi re t g ü n ü n e , hayı r ve şe r r in ilâhî t akdi re bağh o lduğuna iç samimiyet i ile i n a n m a k ve b u inancı sözle açıklamaktır.

İlmin karş ı s ında b u umde le r in kıymeti ned i r? He­m e n cevap ve rehm:

Böyle bir sual va r id olmaz. Â m e n t ü hak ika t lan ilim ve akıl ile idrak ve iha ta edi lemez ve b u hakikat lar ilim ile aslâ t ea ruz e tmez. Çünkü t ea ruz olmak için, r ekabe t olmalıdır. Rekabet o lmak için d e rakipler aynı b i r s aha ­da buluşmahdır . Â m e n t ü umdeler i ile ilim aynı b i r sa­h a d a bu luşmaz ki a r a l a r ında rekabe t ve t ea ruz bu lun­sun. İlmin sahas ı , m a d d i ve m a h s û s â lemdir ve b u âle­m e ait makulâtt ır . Â m e n t ü umdeler i ise, b u iki âlemin öteler indedir . İlim b u sahaya yet işmez ve nüfuz e tmez ki b u l u ş m a imkânı olsun. Bu sebepledi r ki, Allah ve âhi­re t akideleri i lmen ve aklen d o ğ r u d a n bir i spat yolu ile ispat edilemez. Edi lemediği için, inkâr da edilemez. Gerç i Ef lâ tun 'dan ber i h e r d inden kafile kafile âlim ve filozoflar Allah'ı i spa ta çahşmış ve b u yolda çeşitU dehl-1er o r t aya k o y m u ş l a r d ı r Fakat b u dehUerden hiç biri i-na tç ı mükir ler i ilzam ve iskât edememişt i r . Edemez , çünkü Allah'ı ispat, d o ğ r u d a n (direct) ispat değil, eser ­d e n müess i re , İlletten net iceye, m a s n u d a n sania gi tmek üzere , bilvasıta (^indirect) ve mantıki bir i spa t t ı r Bu, b i r " i s t id lârd i r . İstidlal, hakikat a r ayan insaflı b i r zekâ­yı ikna edebihr, fakat inatçı münkir i aslâ ilzam edemez .

İslâm'm amel ahkâmı ve ilim: Kur 'an-ı Kerim' in ikinci kısım ahkâmı , dedik, amele

dairdir. İırıan, içimizin kımıldanışı, amel ise v ü c u d u m u ­zun ve beden i uzuvlarımızın hareke t ve münasebe t l e r i ­dir. İslâmi ameller, üâhî emirler ve nehiyler le te 'sis olu­n a n b i r tak ım vazifelerdir ki, b u n l a r m b a ş ı n d a ibade t ­ler gelir. İbadetler , M ü s l ü m a n ferdin Allah 'a karşı Îfa­siyle mükellef o lduğu oruç, namaz , hac ve zekat gibi fa­rizalardır. İslâmi amel olarak, ibade t le rden sonra , ahlâk gelir. Ahlâk, b i r tak ım hareket ve m ü n a s e b e t şekilleri­dir ki "ferdî" ve "içtimaî" ikiye ayrılır. "Ferdi ahlâk", fer­din kendi nefsine, "içtimaî ahlâk" da d iğe r fertlere kar­şı vazifeleridir.

İs lâm'da ahlâktan s o n r a ve b u n u n b i r devamı şeklin­de "Hukuk" gelir. Hukuk devletçe bir müeyyideye b a ğ ­lanmış ahlâktır ve aile hukuku, mülkiyet, borçlar , ceza, idare ve esasiye gibi kısımlara ayrıhr.

İlzam edebilseydi , ye ryüzünde Allah'ı inkâr eden kimse kalmazdı. İstidlal yolu ile münkir i ilzam m ü m k ü n o lma­dığı içindir ki, İs lâm âlimleri Allah' ın v a r h ğ ı n d a n çok birliği üzer inde durmuşla rd ı r . İslâm âl imlerinin aldığı b u vaziyet çok yer indedir . Çünkü Allah' ın var l ığım is­p a t a çal ışmak, "vâcib-ül vücûdu" "mümkin-ül vücûd" ile, Kadim'i , had i s ile, ezeliyi fâni ile, mutlakı izafi ile mukayese ve m u h a k e m e etmektir. Bu ise m ü m k ü n de ­ğildir.

Hülâsa, İs lâm'ın i t ikada dai r olan hükümler i yâni  m e n t ü umdeler i akıl ve ilimle t ea ruz e tmez. Bu u m d e ­ler aklın ve ilmin değil , "vahyin" bildirdiği hakikat ler­dir. Bunlar la ya h idaye te erişilir veya inanı lmaz dalalet­te kahnır.

Bütün b u amele da i r hükümler in ilim ka r ş ı smda ve ilimle m ü n a s e b e t i n e gelince, buna , yukar ıda verdiğimiz ikinci a n a h t a r kaideyi ta tbik e tmek lâzım gelir. Şöyle ki amele dair h ü k ü m l e r d e n haklar ında sar ih ve m a n a s ı kat'i nas mevcu t o lanlarda , n a s s m gösterdiğ i yol tu tu­lur. Bu şekilde s a r a h a t b u l u n m a y a n mes 'e le le rden ilim ve t ea ruz eden l e rde ise, ilmin yoluna gidiHr.

islâm'da ilim ve felsefe ahkâmı ve modern ilim: Kur 'ân-ı Kerim' in i lme ve felsefeye da i r hükümler i ­

n in m o d e r n ihm karş ı s ındaki d u r u m u n a gelehm.

Bu husus t a ta tbik edilecek kaide, mut lak sure t te bi­rinci a n a h t a r kaidedir . Yani b u h ü k ü m l e r d e n h e r h a n g i biri m o d e r n ihmle t ea ruz eder, nass ın delâleti i lme ay­kırı görü lürse , ilmin mutas ı hakikat kabul edilir ve n a s tefsir ve te'vil o lunarak ilme tevfik edilmeye çalışılır. İlimle bar ı ş t ın imas ı m ü m k ü n g ö r ü n m e y e n nass ın mâ­nâs ı ve medlu lü hakka tefviz olunur. Yani biz nass ın mânâs ın ı an layamıyoruz , b u n u ancak Allah bilir deriz ve ilmin yo lunu tutar ız .

Evet, akıl ile nakil yâni ihm ile din a ra s ında b i r ayrı­hk ve aykırıhk görü lü r se , akhn yâni ilmin gös terdiğ i yol tutulur; nakil yâni din ise, b u n a gö re yeniden m â n â l a n -dır ıhp te'vil o l u n u r Gaye t tabii: Zira akim nakh yâni di­ni muayyen b i r zamandak i anlayışı, bu z a m a n geçip de hal ve hâdise ler in şekli değiş ince, değişir. Fakat hük­m ü n de b u n a g ö r e değ i şmes i gerekir. Çünkü İs lâm'da b u da met in b i r esast ı r ki: "Zamanla r ın değişmesiyle, hükümler in de değişeceği inkâr o lunamaz." Aksi tak­d i rde , din in sana akhnm ermediğ i ha t t â kabul e tmediği

İslâm'da her veçhile nassı tercih eden içtihad: Bununla be rabe r , b u g ö r ü ş ü n aksi de iddia o lunabi­

lir ve akim karş ı s ında nakle yâni d ine u m u m i ve mutlak bir üs tünlük verilebilir. Nitekim, Hazret- i Al i 'den nakle­dilen r ivayet lere uyan . Mâlik b in Enes (Hicri 95-179) gi­bi ser t görüş lü m u t e b e r m e z h e p sahibi müçtehi t ler var­dır. Buna göre , akü n a s üe m u a r a z a edemez . Çünkü muaraza , ancak kuvvet te denk olan şeyler a ra s ında ola­bilir. Halbuki akıl zaiftir, n a s metindir . Akıl da ima yanıl­m a tehlikesiyle karşı karşıyadır . İlâhî h ü k ü m ve kanun­ların icap ve işaretleri akıl vasıtasiyle, sathi ve zahiri kı­yaslarla idrâk ve iha ta o lunamaz. Bineanaleyh, akü n a s ­sa tâbi o lmaya mecburdur .

Bu bahis te şu da vard ı r ki, t ea ruz ha l inde nass ' ı ak­la ve ilme gö re te 'vü etmek, o n u n ilâhî s ıhhat ve haki­katini inkâr e tmek demek olur. Zira nas b i r defada ve b i r defaya m a h s u s olmak ve dünyalar durdukça dur ­mak üzere konu lmuş hakikattir. Akü ise devirlere, mil­letlere ha t t â şahıs lara gö re da ima değ i şen ve ölçü de ­ğiştiren, kâh t e r edd i ve kâh tekâmül eden b i r meleked­ir. Başka b i r t ab i r üe, akıl beşeri , nakil fevkalbeşeridir. Akıl süfli, nakil kudsidir. Akıl m a d d e üe m a h d u t ve mazruftur. Nakil ise zarftan âri ve m a d d e d e n müce r re t ­tir. Binaenaleyh, nass ' ı akla g ö r e te 'vü etmek, evvelâ, dini hakikatleri he r devr in ve h e r milletin, ha t t â h e r şahsın g ö r ü ş ü n e ve anlayışına bağlamaktır . Bu ise dini t emel inden sarsmaktır . Saniyen, üs tünü aşağıya kudsi-yi süfliye tâbi kılmaktır ki, b u da açık b i r mantıksızlıktır.

b i r İŞ teklif e tmiş olur ki, böyle b i r teklif İslâmi esas lara kat'i olarak aykırıdır.

Hülâsa, b u g ö r ü ş e naza ran , he r hal ve kâ rda insan n a s s ' a tabi o lmaya m e c b u r d u r . Zira akıl beşer idir , yanı­lır; nas i lâhidir ve mahz- ı hakikattir, yanı lmaz.

Akılcı ve nakilci görüşlerin teklifi: İhm ve din bahs indek i , biri akılcı ve diğer i nakilci,

b u iki gö rüş , iyi düşünü lü r se , birbir ini nefyetmez, bilâ­kis, birbir ini t amamla r .

Filhakika akıl ile nakil a r a s ında t ea ruz h e m olur, h e m olamaz. Bir ke re i m a n ve it ikad mes 'e le le r inde yani "Âmen tü" u m d e l e r i n d e t ea ruz yoktur ve olamaz. Çün­kü b u u m d e l e r d e akıl hak ika ten acizdir, ilim ise kifayet­s izd i r Beşer akh ve ilmi "Âmentü" umdeler in i ispat ve izaha muk ted i r değildir . Bu umde le rden meselâ b î r âhi­re t ve bir b a ' s ü b a d e l m e v t hakikati , sırf b i re r dini haki­katt ir ve ilmin h u d u d u dışındadır . Fakat dikkat edelim ki, b u nevi hakikat ler in akıl ile ve m ü s b e t ilim usulleri ile yani t ec rübe , m ü ş a h a d e ve mukayese ile ispatı kabil olmadığı gibi inkâr ı da kabil değildir. Çünkü ihm, ispa­t ına mukted i r o lamadığ ı bir şeyi inkâr etmez, s adece "b i lmiyorum" der.

Dinin "amel", "ilim ve marifet" kısmına gelince, bu ­r a d a akıl ile nakil a r a s ı n d a ayrılık ve aykırılık bu lunab i ­lir. Ve bu lunmas ı gaye t t ab i id i r Bunun aksini iddia et­m e k vakıalara karşı göz y u m m a k t ı r Böyle olması tabi­idir, d iyorum, çünkü yukar ıda da işaret ett iğim gibi, nas bü tün zaman la r ve milletler için b i r defaya m a h s u s olmak üzere k o n u l m u ş hakikattir. Akıl ise z a m a n d a n z a m a n a değ i şmekte ve akim mahsu lü ve meyvesi olan, ilim de da ima t ekâmül ve inkişaf e tmek ted i r Akhn ve il­m i n bu değişmeler i ve inkiş afi arıyla muvazi olarak in­sanlar ın fiil ve ha reke t tarzları , haya t telâkkileri ve içti­m a î münasebe t l e r in şekilleri de değişmektedir . İslâm'ın

baş lang ıc ından b u g ü n e kada r vücuda gelen değ işmele­ri ve yenilikleri b u r a d a sayıp tüke tmeye imkân yoktun Fakat b ü t ü n b u değ i şmele r ve yenilikler ö n ü n d e , ezeli ve değ i şmez olan nass ın lâfzı ve esası baki kalmak üze­re , delâleti, i şare t ve icabı da değ i şmek lâzım gelir. Ha­yır! Değişmek değil , değişen haya t ve münasebe t l e r i takiben n a s s ' m ebedi hakikatlerini bizim, kısır akhmız-la, y e m d e n ve yeni b i r r u h ve görüş le anlamamız, o n u n tâ k ıyamete k a d a r b ü t ü n zamanlar ı do ldu ran es ra r ın ­d a n yeni vaziyet ve m ü n a s e b e t l e r e g ö r e a h k â m çıkar ıp nass ' ı haya ta int ibak et t i rmemiz lâzım gelir. Bu b i r ilmi cehd ve gayre t t i r ki, b u n a İs lâm'da "içtihat" denir.

İçtihat fikri mes'elenin can noktasıdır: İmdi, içt ihat fikriyle mes 'elemizin can noktas ına gel­

miş bu lunuyoruz . Dini b u g ü n ü n ilmiyle bar ı ş t ı rmak ve b u iki haya t prensibini , insanlar ın saade t i yo lunda omuz omuza yürü teb i lmek için, i lme aykırı gö rü len nass ' lar ı d inden s a y m a m a k yolunu t u tmak hatadır . Biz­ce doğrusu , b u nevi nass ' lar ı yeni vaziyet ve hâdise ler ­le karş ı laş t ı rarak bunlar ı yeni bir r u h üe yen iden anla­maktır. Bu ceh t ve gayrete , d iyorum, "içtihat" adı veri-

İçtihat -ehli için- "ifta" ve "kaza"dan s o n r a ve fakat tefakkuh mer tebe le r in in en yükseğini teşkil e tmek üze­re büyük bir dini vazifedir. Bu vazifeyi ü s t ü n e alıp yer i ­ne get i renlere "müçtehi t" denir.

Bilindiği gibi, İ s lâm'da ilâhî a h k â m insanla ra ya "ri­vayet" veya "dirayet" yolu ile bildirilmiştir. Şer ' in emir

(129) Hircetin ikinci asrından itibaren büyük müçtetıitler gelmiş ve mezbeb-ler doğmuştur. Çünkü Idazret-İ Muhammed devn uzaklaştıkça ve İslâm'ın diğer yabancı milletlerle teması sıklaştıkça, yürüyen hayat karşısında nas ve nakîlJen yeni bir anlayışla yeniden tefsir ihtiyacı belirmiştir. İmam-ı Âzam EbO Hanife gibi müçtehitler bu ihtiyacın doğurduğu şahsiyetler olmuştur.

ve nehyler in i r ivayet yolu ile bi ldi renlere "Muhadd i s " yahu t "Hadîs Kavileri", d i rayet yolu ile bi ldirenlere de "İslâm fakihlerî" denir/"" ' Hadis ravileri , t âb i r de gös ­terdiği üzere , fakih değiUerdir. B u n l a r d a n "Fakih" olan­lar da va r sa da, heps i "Fakih" değildir. Bunlar sadece P e y g a m b e r ' d e n veya a s h â b ve t ab i înden işittiklerini ve gördükler in i hıfzedip sadakat le nak l ede r l e r Bun la rdan m u a y y e n sayıda "Had i s" bi lenlere "Hadis hafızlan" de­n i r Fakat İs lâm fakihlerî, din âlimleridir. '"" Bunlar şer ' in hükümler in i fikri b i r cehd ile evvelâ an lamaya çahşır, s o n r a da t e b h ğ ederler . İslâm fakihlerî de üç gu­r u b a ayrılır. Müçtehit ler , müftüler, kadılar. Müçtehi t ler de, kendi a ra la r ında , muhtel i f t abaka l a r a ayrı l ı r lar Bunlar ın en yüksek tabakas ın ı hak m e z h e p sahibi m ü ç ­tehit ler teşkil eder. Hicret in ikinci a s r ı n d a n i t ibaren zu­h u r eden h a k m e z h e p l e r d e n zamanımızda kalanları dör t tür . Bunlar, Hanefî, Mâhkî, Şafiî, Hanbelî 'dir . Bu mezhep le r in d ö r d ü de M ü s l ü m a n h ğ m esas ahkâmında birleşir. Ayrıldıkları noktalar , bazı amel ahkâmıdır .

Müçtehi t , ilâhî ahkâmı d o ğ r u d a n d o ğ r u y a kitap ve s ü n n e t t e n an lay ıp ç ı k a r a n ve s ıhha t in in m a n e y i meşguliyetini ü s t ü n e alarak, i s t ihraç ettiği hükümler i

(130) İslâmî ilimler muhtelif bakımlardan tasnif edilir ve bir tasnife göre âlet ve gaye İlimlen diye ikiye ayrılır. "Âlet ilimleri" sarf, nahv, bedi' beyan gibi... Kitap ve sünneti anlamağa yarayan ilimlerdir "Gaye İlimleri" ise kitap ve sünnet­ten çıkarılan ilimlerdir ki, bunlar da başlıca ikiye ayrılır. Fıkıh, kelâm, "kelâm il­mi" İslâmî mantık ve metafiziktir. Fıkıha gelince, "usûl" ve "fürû" kısımlariyle fıkıh, İmam-ı Azam'dan gelen bir tarife göre, şahsın hak ve vazifelerini bilmesi demektir. Bu tariften de anlaşıldığı gibi, İslâm'da fıkıh, bütün hukuk, ahlâk ve siyaseti içine almak üzere çok geniş bir saha kaplar ve İjugünkü "içümaî ilimler" mefhumuna tekabül eder. Şu halde fıkıh, İslâmî hukuk, ahlâk ve siyaset İlmi demektir.

(131)^ Fıkıh ile hadis hafızı arasındaki farkı şu rivayet pek güzel canlandırır: İmam-ı Azam'ın değerli telabesi İmam-ı Ebû Yûsuf'a bİr gün, A'meş adındaki hadis hafızlarından biri, bir mes'ele danışır. Aldığı cevaptan son derece memnun olarak, bu cevabı nereden istihraç ettiğini sorar. Bunun üzenne, aralarında şöy­le bir muhavere geçer:

- Sizin bana rivayet ettiğiniz hadisten çıkardım. - Allah razı olsun, ben bu hadisi sen henüz dünyaya gelmezden evvel bile

biliyordum ama, böyle bir mânası olduğunu hiç düşünmemiştim.

Allah'ın ve Resû l 'ünün m u r a t ettiği m â n â olmak üzere insanlara tebl iğ eden fakihtir. Müftü, şer ' in hükümler i ­ni d o ğ r u d a n d o ğ r u y a kitap ve sünne t t en değil, b i r müç teh i t t en öğren ip tebl iğ eden; kadı ise, yalnız teb l iğ ile ka lmayıp aynı z a m a n d a şe r ' in ahkâmın ı ta tbik v e in­faz eyleyen fakihtir. Gerçi müç teh i t hadd iza t ında müf­tüdür ; fakat h e r müf tünün aynı z a m a n d a müçteh i t ol­ması , ki tap ve sünne t t en h ü k ü m is t ihraç e tmesi şar t d e ­ğildir. B u n u n gibi, kadıların da aym z a m a n d a müç teh i t olmaları t emenn iye şayandır, fakat b u n u te 'min m ü m ­kün olmadığı için, kad ı 'mn b i r müçtehi t i taklit e tmes i ve o n u anlayabi lmesi kâfidir.'"^'

İfta ile kaza ve müftü ile kadı b i rb i r inden b i r çok b a ­k ımlardan ayrılmakla beraber'"^^ b u n l a r tebl iğ vazife­s inde bir leş i r ve h e r ikisi esaslı b i r sure t te müç teh i t t en ayrılır. Müftü ile hâkim kendi ler ine a rzo lunan b i r hal , hâd ise , fiü ve hareket i şer ' in müesses kaide ve k a n u n ­lar ına ta tbik eder, uygun düşerse , doğrudur , haktır, uy­g u n düşmezse , hatadır , batı ldır h ü k m ü n ü verir. Faka t müçteh i t böyle yapmaz . O, fiil ve hareket ler in int ibak e tmesi lâzım gelen şer ia t kaide ve kanunlar ım, kitap ve sünne t t en is t inbat ve is t ihraç ederek bizzat kurar . M ü ç ­tehit, ki tap ve sünne t t en hareke t ederek şer ' in k a n u n ve kaidelerini tesbi t eder. Yani şer ' i akla, i lme ve devr in haya t ve m ü n a s e b e t şekil ve şar t lar ına göre , te 'vü ve tefsir ederek b u sayede aradaki ayrılıkları kaldırır. Ve yine b u sayede müçtehi t , d inde is t imrar ve istikrarı sağlar. İslâm dini kıyamete kada r baki o lduğuna göre , bu baka ve is t imrar ancak bu sayede te 'min olunabilir. Aksi t akdi rde din ile hayat ın aras ı açılır, hayat, d ine ya-

(132) Bu hususta bakınız: "Büyük Türk Hükümdan Sultan Mehmed Han ve Adalet Hayatı" muhterem üstad Ali Himmet Berki, sayfa 39, 40 ve müteakib... Kurtulmuş Basımevi, İstanbul, 1953.

133) Bakmız: "Kitabülifta velkaza" Izmİdİ İsmail Hakkı, merhum. Darül Hik-melül İ.<^lâmiye neşriyatı. Evkaf Matbaası, 1338.

banc ı b i r gidiş alır ve yavaş yavaş kalb lerde iman şu ' ie-si söner .

İ s lâm'da , hicret in ikinci as r ında , ba ş t a îmam-ı Âzam ve IVÎâlik olmak üzere , z u h u r eden içtihat hareket ler i böyle b i r iht iyaçtan d o ğ m u ş ve böyle b i r tehlikeyi önle­miştir . Bu büyük müçtehi t le r in cehd ve gayret i sayesin­de, İslâmiyet, o devirde m a r u z kaldığı çok tehlikeh anarş ik b i r d u r u m d a n kur tu lmuş tur . Bu d u r u m , İs­lâm' ın Hicaz hudu t l a r ım aşa rak Irak, İ ran, Suriye ve Mıs ı r gibi eski medeniye t le r in merkezi olan kıtalara ya-yılmasıyle hası l o l m u ş t u r İs lâm'ın ki tap ve sünnet i b u saha la rda , b i r taraf tan, eski Y u n a n ' m R o m a ' n m ve Bi­zans ' ın ihm ve felsefesiyle, d iğe r ta raf tan da Hint- İ ran kül türüyle ka r ş ı l a şmış t ı r Bu k a r ş ı l a ş m a d a İs lâm' ın m a ğ l û p o lmamas ı için tek ça re h a s m a kendi silâhiyle mukabe l e etmekti . Hasmın silâhı ise, s adece mant ık ve ma 'kû lâ t îdi. Binaenaleyh İs lâm'ın ki tap ve sünnet i sırf "r ivayet" s ahas ında kalmamal ı , "di rayet" sahas ına geç­meli, yâni man t ık ve makûla t da i re s inde tefsir edilip an ­laşılmalıydı. İslâm'ın b i r kül tür hareket i ve bir akla hi­t a p e d e r d in olarak yaşamas ı için b u lâzımdı. Bilhassa İmam-ı Â z a m Ebû Hanife, teş r i h u s u s u n d a "re'y", "kı­y a s " ve " îs t ihsan" ka ides ine geniş b i r yer vermekle bu ­n u t e ' m i n etmiştir. İ s lâm'da hak mezheple r in heps i ak­la ve iç t ihada büyük b i r kıymet vermişt ir . Ancak î m a m -1 Â z a m ' m akla, i lme ve iç t ihada verdiği kıymet heps in­den üs tündür . Bu dâhi i m a m a göre , İs lâm'da hakikate g ö t ü r e n kat ' i delil üçtür : Nas , icma, akı ldır "Akhn su­re t - / kafiyede iptal ettiği şeyi, şeriat tecviz etmez. Ak­len muhal olan şey, şer'an mümkün olmaz. Akim hilâfı­na şer'in vürudu müstehildlr.'^"^'

İs lâm âlimlerinin b u en b ü y ü ğ ü İmam, akıl ile nakil ve n a s s ile ilim münasebe t l e r ine dai r koyduğu b u kıstas

(134) (Fıkıb-ı Hanefi'nin esasalı) ve (Kıyas ve dine müteallik mesail), Seyyid Nesib Efendi, Darül Hikmelül İslâmiye neşnyatı. Evkaf Matbaası, 1339..

İle kend is inden s o n r a gelenlere hakikat ve se lâmet in yolunu göstermişt i r . Elverir ki, biz b a k a r kör lükten kur ­tulalım da b u yolu görebilel im.

Akıl karşısmda ''nas" ve "nakil": Fat ih .ders iamı Seyyid Nes ip Efendi m e r h u m d a n

naklet t iğim b u kaideyi b i r defa d a h a g ö z d e n geçirel im: ^'Aklm suret-i kafiyede ispat ettiği şey^i nakl-i şer'i ip-taî etmez. Şer'in tecviz ettiği şeyi de akü iptal eylemez. Aklen muhal olan şey, şer'an mümkün olmaz. Akim hi-lâfma, şer'in vurudu müstehildir."

Bu kaidenin en güzel izahını Diyanet İşleri Reisi m e r h u m A h m e d H a m d i Aksek i 'den dinleyelim: "İslâm dini akla istinad eylediği cihetle, İslâm'da akıl ile "nas" arasında hiçbir suretle tearuz olmamak gerekir. Filha­kika, sözleri şâyânı itimat olmayan az bir zümre hariç olmak üzere, bütün İslâm fikir adamları şunda mütte­fiktirler: Akıl ile nakil arasmda hakikatte tearuz yoktur. Şayet akıl ile naklin zahiri arasmda bir tearuz görülür­se, o zaman aklın hükmü kabul olunarak, nakil için iki yoldan biri ihtiyar olunabilir:

1) Lisan kaideleri esas tutularak nakil ve nass te'vil edilip, akıl yoluyla sabit olan hakikatle birleştirilir ve görünüşteki tearuz bu suretle kaldırılır.

2) Nassı olduğu gibi kabul ederek kendisine mahsus olan hakiki mânâsının ilmini Allah'a tefviz eylemek.

Nakil doğru ve sahihtir, mânası bizce anlaşılamamış ise de, onun mânası Cenâb-ı Hakk'a malûmdur, demek. Yâni aslına iman, vasfında tevakkuf ve teslimiyet. Birin­cisi halef mezhebi olup daha muhkemdir. İkincisi selef mezhebidir ve daha salimdir. Halk tabakasiyîe san'at ve ticaret vesair şeylerle iştigal etmelerinden dolayı bu gi­bi mes'eleleri incelemeye ve mânâsını koymaya hayat-

(135) İslâm (t'itri, tabii ve umumi bir dindir), Matbaa Ehuzziya, istanbul 1943, s. 506.

lan ve zamanlan müsait olmayanlar için tefviz citıetini iltizam etmek muvafıktır. Karihaları sağlam, tahsilleri yüksek olup bu gibi mes'eleleri incelemek ve bunların mânasını anlayabilmek iktidarında olanlar için görü­nüşte akl-ı selime aykırı gibi olan mes'elelerde birinci mezhep ihtiyar olunur. Maamafih selef âdeti veçhile mes'eîenin hakikatini Allah'a tefviz etmek de kendileri için mümkündür. Şer'in zahirinden birisi akıl ile tearuz ettiği zaman akhn hükmüyle hareket olunmasının sebe­bi ikidir:

î) İslâm nazarında hak teaddüt etmez.

2) Muhal olan bir akidenin, yahut ahlâki delil ve buh­ran ile hilafı sabit olmuş bir hükmün kabulüne aklı ic­bar etmenin imkânsızlığı.

"İşte Kur'an ve hadiste akla muarız gibi görülen ba­zı şeyler hakkında bu suretle hareket olunur. Kur'an ve hadiste hükmü cari olan bu metin esası sayesindedir ki, aklın azmi önünde yolların hepsi açılmış, ilerlemek yo­lundaki engeller kamilen kaldırılmış, aklın dolaşacağı alan hudutsuz bir surette genişlemiştir.

Aksekili m e r h u m d a n ayrıldığımız nokta:

Bu izah çok açık ve güzeldir. Yalnız biz, âcizane, Ah­m e d H a m d i Efendi m e r h u m d a n iki nok t ada ayrı laca­ğız:

Biri; m e r h u m a göre , akıl ile nakil a ras ında t ea ruz gö rü lü r se , akim h ü k m ü kabul edilmekle b e r a b e r nakil için iki yo ldan b i r ine gidilir: Ya nakil te'vil olunur, yahu t nakl in hakiki mânâs ın ı Allah bilir denihp geçihr.

Bize göre , mademki , İslâm fukahâs ından bir kısmı bir inci şıkkı yâni te'vil yolunu, b i r kısmı da ikinci şıkkı yâni hakka tefviz yolunu t u t m u ş l a r d ı r Ve mademki he r

İki yol da ehl'i sünne t yo ludur ve haktır, o ha lde b u iki mezheb i ayıracağımıza ve ister b u yolu, is ter şu yolu t u tun diyeceğimize, te'lif yo luna g ider ve iki mezheb i mezç ve te'lif ederiz. O suret le ki, bazı amel mes 'e le le-riyle b ü t ü n ilim ve mari fe t m e s ' d e l e r i n d e te'vil yolunu, i t ikad mes 'e le ler inde de hakka tefviz ve nakle t e m e s s ü k yo lunu tutar ız . Başka b i r ifade ile, " âmen tü" umde le r i bahs inde , n a s s ve nakli o lduğu gibi alır, kitap ve s ü n n e ­t e t e r e d d ü d s ü z c e ve h e r veçhile bağlanır ız . Faka t h u s u ­siyle ilim ve felsefe mes 'e le le r inde , akü ile nakil a ras ın ­da bir ayrılık görü lürse , da ima te'vil ve içtihat yo luna gider, nakli akla ve ilme tevfik e d e r ve yaklaştırırız.

Dikkat o lunsun ki, bizim teklif ettiğimiz şekilde iki mezheb i te'lif yolu, m e z h e p l e r d e n birini d iğer ine te rc ih yo lundan h e m daha makul h e m de d a h a salimdir. Çün­kü:

a) Â m e n t ü umdeler i b a h s i n d e nass ve nakle t e m e s ­sük ve tesl imiyetten başka ça re yoktur. Zira b u u m d e ­ler, çok defalar t ek ra r ettiğimiz gibi, akim ve ilmin hu ­d u d u dışındadır . Binaenaleyh bunlar ı aklen ve i lmen is­p a t ve izah imkânsızdır. Faka t aklen ve ilmen izah ve i s ­p a t edi lemeyen bir şey, yine aklen ve i lmen inkâr da edilemez. Akhn idrâk edemediğ i b i r şeyi inkâr e tmek il­mî usul ve zihniyete aykırıdır.

Sonra , â m e n t ü umdeler i ferdin vicdanına hi tap e d e r ve derûni haya t ında yaşar . Bunlar ı fert, içinin samimi­yetiyle is ter kabul ve ister r eddeder . Hat tâ ne kabul, n e de reddeder , fakat der in b i r şekk içinde b u n a h p kahr. Ferd in â m e n t ü umdeler in i gerek kabulü gerek reddi ve ge rek b u husus lardaki şekki aklî ve ilmî dehllerin şevki ve ibramiyle değildir. Faka t sırf ruh î ve içten gelen b i r hamle ile vâki olmaktadır. Fert , Allah'a ve d iğer â m e n ­tü umdele r ine inanmak için aklî ve ilmî delU a r a m a m a k ­ta bilâkis içinin derinl ikler inden k o p u p gelen b i r hamle ile iman etmektedir . İman etmek için delil ve b u r h a n is-

(136) Yûnus süresi, âyet: 101.

2 4 2

teyenler , iman e tmemek için b a h a n e a rayanla rd ın Hü­lâsa iman delilden^ müta lâa ve mü lâhazadan değil, fa­kat r u h u n husus i bir is t idat ve kabil iyet inden d o ğ a r ki, b u n a İslâmi bh- t âb i r ile "h idayet" denir. Gerçi, Kur ' ân-1 Ke r im 'de denildiği gibi'""' göklerde ve ye ryüzünde olup b i tenlere dikkat ve i m ' â n ile bakarsak , h e r şey bi­ze Allah' ın va rhğmı ve birl iğini lisan-ı hâl ile bi ldirmek­t e ve bizi imâna davet e tmektedir . Elverir ki, biz bu dik­kati gösterebi le l im ve b u lisanı anlıyabilelim. Manevi ­ya t gözleri kör, kulakları t ıkah ve kalbleri mühür lü olan­lara göklerde ve ye rde olup bitenler, hiçbir şey söyle­m e m e k t e ve b i ld i rmem ekte dir.

Hülâsa , iman ve akîde mes 'e le le r inde akıl âciz, ihm kifayetsizdir. Allah' ın v a r h ğ m ı zati ve kemâli sıfatlarını akıl ve idrak ve ilim ile izah ve i spa ta çalışmak, vâcib-ül vücûd 'u mümkin-ü l vücûd ile, kadimi hadîs ile, ebediyi zail ile idrak ve iha taya kalkışmaktır ve ilâhi varhğ ı m ü m k i n a t a ras ına koymaktır . Binaenaleyh itikad b a h ­s i n d e nakli o lduğu gibi a lmaya v e te 'vi lden kaç ınmaya m e c b u r u z .

b) Faka t amel ve ahlâk mes 'e le le r inde iş böyle değil­dir. Bu s a h a d a n a s s ve nakil , v i cdana ve derûni haya t a değil insanlar ın fiil ve hareke t le r ine ve birbirleriyle olan münasebe t l e r i ne teal lûk eder. Amel sahas ındaki nakil lerin heps i b i r e r " tek l i f t a z a m m u n eder ve iman ehline b i r e r "mükellefiyet" yükletir, şunu yap, b u n u y a p m a gibi b i r emir ve nehyi ifade eder. İs lâm'da mü­kellefiyet ve mes 'ul iyet in m e d a r ı ve mesned i ise, bir ke­l ime ile "akıl"dır. Şu h a l d e fert, şe r ' in h e r h a n g i b i r hük­müyle mükellef olmak ve mes 'u l tu tu lmak için, teklif-i şer ' iyi aklının kabul e tmesi ve ben imsemes i lâzım gehr. Aksi ha lde , fert aklının e rmediğ i ve kabul etmediği b i r teklif ile mükellef ve mes 'u l tu tu lmuş , aklının hilâfına

Bugün içinde b u l u n d u ğ u m u z diyanet b u h r a n ı n d a n kur tu lmanın , b e n c e çares i akıl ile nakli ve ilim ile dini bar ış t ı rmaktır . Ve yukar ıda gös te rmeye çalıştım ki, b u m ü m k ü n d ü r . İslâm dininin hakika t inde ilim üe din, akıl üe nakil a r a s ında tezad ve t ea ruz yoktur. Çünkü b i r ke­re, dinin esas akideleri aklın ve ilmin h u d u d u dış ında­dır. Binaenaleyh h u d u t dışı b i r s ahada ça rp ı şma ola­maz . Saniyen, amel mes 'e le le r inde akıl ile nakil ve ilim ile din a ras ında b i r ayrılık görü lürse , İslâmî usu lde , h a ­kikat t a a d d ü t e tmeyeceği ve akla, i lme aykırı b i r şey de hakikat o lamayacağı için aklın mant ığ ı ve ilmin mu ta s ı hakikat olarak kabul edilir. Nas ve nakil ise s a r a h a t b u ­lunmayan mesele lerde b u n a g ö r e te'vil o lunup yen iden mânâlandırı l ı r . Fakat karşılaştığımız na s s 'm İslâmî t e -

137) Talâk sûresi, âyet: 6.

(138) Bakara süresi, âyet: 276.

(139) Bakara süresi âyet: 256.

hareke t e tmeye zor lanmış olur ki, böyle b i r şey İslâmî esasa kat'i su re t te aykırıdır. İslâmî esasa göre :

''Allah kimseyi verebileceğinden fazlasiyle mükellef tutmaz/'^"''

"Allah kimseye takatmdan fazlasmı teklif etmez.

"Dinde cebir ve zorlama yoktur."^'

İmdi mademki İ s lâm'da medar - ı teklif akıldır ve m a ­d e m ki aklımızın a lmadığı bü* nakil karşısındayız; o ha l ­de nakli akla yaklaş t ı rmaya ve akıl ile nakli ba r ı ş t ı rma­ya çalışırız. Bunun için de kâh lisan kaideler inden tefsir usul ler inden, k â h bizzat k i tap ve sünne t in d i ğ e r a h k â ­mından , kâh İslâmî t e a m ü l d e n istifade ederiz . Fakat , amel, hususi le ilim ve marifet mes ' e l e r inde n a s s ' a bile­rek ve içimizden kabul ederek tâb i oluruz.

amüldeki m â n â s ı açık ve medlulü sar ih ise, b u takdi rde , yuka r ıda kaydett iğimiz ikinci kaideye başvururuz . Ka­ideyi t e k r a r edehm.

İkinci kaide: "Mevridi nass'ta içtihada mesağ yok­tur. " Yani m â n â s ı açık olan n a s karş ıs ında te'vil ve içti­h a t yo luna gidilemez. Böyle b i r ha lde nas sa bağlanır ız . Namaz , oruç , hac , zekat gibi İs lâm'ın şart ları bu cümle­dendir . Bu şar t la r şer ' in açık naslar iyle ve P e y g a m ­b e r ' d e n gelen İslâmî teamül le sabittir. Binaenaleyh bun la r ı kendi aklımıza g ö r e tâdil ve te'vil edemeyiz . M ü s l ü m a n sıfatı a lmak için, n a s ile sabi t olan bu şar t la­rı t e a m ü l e n oldukları gibi kabul ' e mecburuz . Aksi ha l ­de, b i lhassa zamanımızda bazı lar ının bilir bilmez yapt ı ­ğı gibi, açık n a s karş ı s ında te'vil yolu m ü m k ü n olsa, o r ­t a d a din kalmaz.

Şu ha lde , itikad esaslariyle, hak la r ında sar ih nas o lan amel mes 'e le ler i d ış ında kalan b ü t ü n mes 'eleler le ilim, felsefe, hukuk, s iyaset bah i s l e r inde te'vil ve içtihat yolu açıktır. Bu tür lü mes ' e le le rde akıl ile din karşı laşın­ca, d in akla tevfik olunur . Yine şu halde , amel ahkâmı s a h a s ı n d a da tezat ve t e s a d ü m imkânı o r t a d a n kalkar. Ve ne t ice olarak, İslâmiyet h e r devi rde akim tecelhleri ve i lmîn t ekâmülü ile bar ış ık g i d e r A h m e d H a m d i Efendi m e r h u m d a n ayrıldığımız ikinci noktaya gelince:

Naklin tefsir ve te'vilini kimler yapabilir? B ü t ü n mes 'e le , b u tefsir ve te 'vihn kimler ta ra f ından

ve nası l yapı lacağını tayindedir . Bu rad a d u r m a k istedi­ğ i m nok t a da budur . H e m e n itiraf edeyim ki, d iyanet b a h s i n i n en nazik ve en t ehhkeh b i r noktası üzer inde­yiz. Bu tü r lü nazik mes 'e le ler i b e n i m gibi ne ilmi ehliye­ti , n e d e dini salâbeti o lmayan günahkâr l a r ın ele a lma­sı ayr ıca b i r t ehhke ve b i r vebaldir . Bunu da itiraf ede-

r im. Yalnız, şunu bilelim ki, b u g ü n Müslümanl ığ ın istik­bali ve dünya Müs lümanla r ın ın selâmeti tehl ikededir . Bugün Müslümanl ık ve dünya Müs lümanla r ı dö r t y a n ­d a n tehdi t altındadır. Böyle b i r vaziyette, mes 'e leyi ha l ­letmek değil, fakat s adece kurca lamak ve hiç o lmazsa ehliyet ve sa lâbet sahipler inin mes 'e le üzer ine dikkatle­rini çekmek, tehlikeyi gö ren le r ve yürekleri s ızlayanlar için b i r vazifedir. İlmî ehliyetsizlik, ilim sahip ler ine yal­va rmaya , dinî mübalâtsızl ık ise dindarl ığı sevmeye ve dinin selâmetini i s temeye m â n i değildir.

Evet, akıl ile n a s t e a ruz ettikte, akıl terc ih ve nakil te'vil olunacaktır , fakat b u te'vil ve tercihi kimler ve n a ­sıl yapacaklard ı r? Yukarıda izahlarını aynen kaydet t i ­ğ im m e r h u m A h m e d H a m d i Akseki b u mes ' e l ede M ü s ­lümanlar ı iki zümreye ayırıyor. Bilgili ve yüksek tahsilli o lup da diyanet mes 'eleleriyle u ğ r a ş m a y a vakit bu lan­lara re ' sen te'vil hakkı tanıyor ; iş güç sahibi o lup da bil­gisi ve tahsili eksik o lanlara da n a s ' a tab ı o lma vazifesi veriyor.

Şüphe yok ki, İslâmî yol budur . Ve İslâmiyet ilme ve fikre b u de rece geniş b i r yer vermekle ve b u kada r l ibe­ral bir yol tutmakla , muhakkak ki, bü tün d in le rden ay­rılmış, takdi r ve hayre t le re şâyân b i r kudre t ve ulviyet göstermişt i r .

Ancak bize gö re b u yol b u g ü n d inde fikir ve içtihat anarş is i d o ğ u r m a y a müsa i t tehlikeli bir yoldur. Herkes n a s ' a ve nakle kend ine g ö r e b i r m â n â ver i rse , b u n d a n anarş i doğar . Bugün , kanunla r ın tefsiri b a h s i n d e bile caiz görü lmeyen b u yol, dinî ahkâm hakkmda hiç caiz gö rü lmemek icabeder . Esasen böyle b i r anarş ik vaziyet o r taya ç ıkmas ından korktukları içindir ki, İmam-ı Mâ­lik gibi bazı m u t e b e r müçtehi t le r da ima nass ' a üs tünlük tan ımış ve nakle t emessük yolunu tavsiye etmişlerdir. Ha t tâ mü teahh i r ince içt ihat kapısının kapanmış o lduğu şeklinde belirmiş olan kanaa t de böyle b i r vaziyetin or-

t aya ç ıkmas ından korku lduğu içindir. Ma lum olduğu üzere, içt ihat kapısı kapatı lmış değil, içt ihat ehh kalma­dığı için, kendi l iğ inden kapanmışt ı r . Fakat, h e r zaman o lduğu gibi, b u g ü n de e h h n e b u kapı açıktır.

Serbest tefsir ve te'vil yerine bir nevi resmi te'vil ve içtihat yolu tutulmahdır. Hülâsa bizce se rbes t te'vil ve tefsir yolu b u g ü n he r

z a m a n d a n d a h a t e h h k e h d i r Bu yol yer ine b u g ü n resmi te'vil, tefsir ve içtihat yolu tutulmahdır . Bunun için de:

a) Türkiye 'n in t e ş e b b ü s ü ile b i r "Müs lüman milletler şûras ı" t op l anmah ve şûra , M ü s l ü m a n memleke t le rden katılacak üçer, b e ş e r din â l iminden teşekkül etmehdir .

b) Şû raca b u g ü n ü n en yüksek din â l imler inden seçil­mek üzere b i r "İçt ihat encümen i " teşkil olunmalı ve bu encümen İslâm'ın amel ve ibadet ahkâmını , ilim ve ma­rifet mes 'eleler ini ele a larak yeni b a ş t a n tetkik edip ye­ni bir iç t ihada tab i tu tmakla vazifelendirilmen dir.

c) Bir İslâm akademisi şeklinde, m a h d u t sayıda yük­sek ehliyetli a z a d a n t e rekküb edecek ve daimi bir mah i ­yet alacak olan "İçtihat encümen i " b u g ü n k ü Müs lüman­lar dünyas ın ın d imağı mevki inde olmalıdır

d) "İçtihat e n c ü m e n i " ilmî ehliyetine ve dini salâbeti-ne dayanarak , dinin amel ve ibadet ahkâmı üzer inde yeni içt ihat larda bulunmal ı ve t ekra r t ekra r top lanacak olan "Müs lüman mîlletler şûras ı"nca bu içt ihat lardan kabul ve tasdik edilenleri b i rer "İcmai ü m m e t " kuvvet ve mahiye t inde olmak üzere b ü t ü n Müs lüman memle­ket lerde n e ş r ve t a m i m edilmelidir.

Hülâsa edelim: Bu çok m ü h i m mes 'elemiz, b u g ü n birbiriyle m ü c a ­

dele ha l inde bu lunan ilim ile dinî ve din ile akılı bar ış t ı r ­m a k ve bunla r ı haya t yo lunda omuz omuza yü rü tmek­tir.

Bu husus ta , bir teklif olarak, dini nas ve naki lden ayırmak ve Uim ile muarazaya giren nassı ve nakli din­den çıkarıp dini b i r gönül hayatı hal ine koymak fikriyle karşılaştık. Biz b u fikri reddet t ik. Ve, n a s s ve nakilden soyulmuş b i r din tasavvur etmek, din fikrini kökünden devirmektir, dedik. Bununla beraber , ilim ve akıl ile t e ­a ruz e d e n nass ' l a r üzer inde d e ehemmiye t le d ü ş ü n m e k lâzım o lduğunu kabul ettik. Bu noktada İslâm'ın kabul ettiği iki m ü h i m esası ele aldık. Bu esas lara göre , t ea ruz hal inde bakar ız : E ğ e r nas sarih, mânas ı ve delâleti kat 'i ise, nass ı alırız. E ğ e r nass ta mübheml ik ve mânas ında t e r eddü t edersek, b u takdi rde ilmin mu' tas ını kabul eder ve nassa , muvazi şeküde te'vil ederiz. Dinin ameli mes'eleleri b u esas tan hareket edilerek yeni b i r içtihat n izamına tabi tu tu lunca, kanaat imizce, ilim ve din mü-

Zamanımızda n a s ve nakil ile ilim a ras ında görü len ayrılıkları g i d e r m e k için ben im, sırf İslâmî esas la r y o ­lunca gi tmek üzere , d ü ş ü n d ü ğ ü m tedb i r budur . Bunu din âlimlerimizin tasvip ve tenkid nazar ına s u n u y o r u m .

Burada akla gelen şey, böyle bir şû ra toplanabi l i r mi ve hususiyle, bahset t iğimiz şekilde bir e n c ü m e n kuru ­lup faydalı b i r sure t te çahşabilir mi gibi sırf ta tb ikata alt noktalardır . H e m e n cevap vereyim ki, t edb i r d ü ş ü n ü p bulmak ve b u n u icra e tmek ayrı şeylerdir. Ben kendi kö­ş e m d e d ü ş ü n d ü m ve arzet t iğim tedbir i bu ldum. B u n u n tatbikini de lütfen başkalar ı düşünsün .

cadeleleri o r t a d a n kalkar ve b u iki disiplin hayat için birbir ini tamamlayıc ı b i r şekil alır.

Şu ha lde din i l imden korkup s ığınacak ayrı b i r saha a ramamahdı r . Bilâkis, evvelâ, kendi bünyes in i tasfiye etmeli ve yeni içt ihatlarla bezenerek ilme yaklaşmalıdır. Saniyen de, ilmin zayıf ve kifayetsiz taraflarını keşfet-meli ve bunlar ı t amamlayıc ı b i r disiplin hal ine gelmeli; hülâsa din insan zekâsının kudre t derecesini ve ilmin h u d u d u n u tâyin ve tesb i te çalışmalıdır.

Esasen ilerleyen ilim karş ıs ında dini ku r t a rmak için ona emin b i r s a h a ve çehkten b i r kale arayanlar , ilim sa­hasının genişhğini ve insan zekâsının kudret ini yanhş ölçüyor ve m ü b a l â ğ a y a kaçıyorlar. Ve b u sebeple , onunla or tak b i r s a h a d a yanyana bu lunup komşuluk et­mekten çekiniyor; ihm ile mücede leye girişip mağ lup o lmaktan ise, o n a hiç r a s t l amamayı terc ih ed iyor la r

Fakat b u g ö r ü ş t amamiy le yanlıştır. Eğe r b u g ü n yir­minci asrın ilmini ele alır ve onu, bir şar la tan gibi değil de , bir alîm gibi tetkik ede r ve anlarsak, gö rü rüz ki, ne ilmin sahası zannedi ldiği kada r geniştir, ne de ihm ile din a ra s ında tahmin, edildiği gibi, bir d ü ş m a n h k ve bir u ç u r u m vardır . Bilakis ilim ve din bi rbi r ine çok yakın ve birbiriyle inanı lmayacak k a d a r dost tur .

Yalnız b u hakikati g ö r m e k için, ilim m e f h u m u n u n za­manımızda uğrad ığ ı der in değişikliği gö rmek lâzımdır. İhm mefhumu, onyedi ve onsekizinci asır ların ha t ta ge­çen a s n n anlayışına nispet le , b u g ü n çok değişmiştir . Eskiden, ta Yunan filozoflarından k o p u p gelen bir anla­yışla, ilim denince b u n d a n eşya ve tabiat ın "mutlak m a ­rifeti" (=Connaissance absolue) anlaşılırdı. Ve ilim tab i ­ri mutlak kat'i sabi t ve mut ta r i t bilgi m a n a s ı n a alınırdı. Eski Yunan filozoflarından s ü r ü p gelen anlayış, az çok bizim Kelâmiyyun'a bile s i rayet etmişti. Kelâmiyyun na -

zar ında dâ "Eşyanın hakikatleri sabi t t i r ve b u sabit olan hakikatleri idrak e tmek kabildir.""""" Halbuki b u g ü n an ­laşılmıştır ki, n e sabi t hakikat var, n e de b u n u n mutlak sure t te idraki kabüdir . BUakis, b u a lemdeki h e r fani va r ­lık gibi, hakikat de ve b u n u keşfe çalışan insan ilmi de izafidir. Ve b u husus l a rda akıl acizdir. Ezelden ber i eş­ya ve kainat ın nihayetsiz esrar ın ı keşfe çahşan insan aklının ve ilminin, z a m a n z a m a n bazı hakikat lere bel bağlaması ; t ıpkı uzun b i r yolun yo l cusunun z a m a n za­m a n d u r u p d in lenmesi gibidir. H a d d i zat ında he r şey geçici, izafi ve fanidir. Dün hakikat diye tapt ığımız, bu ­g ü n batıldır. B u g ü n batıl sandığımıza, m ü m k ü n d ü r ki, yar ın hakikat diye yen iden tapal ım.

İşte eskiden bi l inmeyen ve kabul edi lmeyen şey buy­du. Geçen as ı r larda ilim, gerek sahas ı ve gerek mevzuu itibariyle, asla h u d u t t an ımayan ve nâmütenah i l iğe uzanan bir zihni faaliyet telâkki o lunuyordu . İnsan aklı­nın nüfuz ed ip keşfe demeyeceği b i r s aha yoktur ve bü ­tün meçhul ler insan zekâsının nihayetsiz kudre t i ö n ü n ­de sapı r sap ı r dökülmeye m a h k û m d u r zannedi l iyordu.

Bilhassa geçen iki asırda böyle b i r iddia ile or taya atılan ilim, ş ımarık çocuklara m a h s u s b i r tafrafüruşluk-la dine ve dinin temeli o lan inançlara h u c ü m a geçmiş ve bu e s ra r dolu inançlar ı t amamiyle i t ibari şeyler ad­detmekte beis görmemiş t i .

Böyle b i r hoyra t ilim telakkisi karş ı s ında diyanete düşen iş, eğe r kend inden emin olarak y a ş a m a k istiyor­sa, kendine ilmin tecavüz s ahas ından ha r i ç ve b u düş ­manla karş ı laşmasına imkan vermeyecek b i r kale t eda ­rik edip içine girmekti . İlme muar ız g ö r ü n e n nakilleri d inden çıkarına ve dini tamamiyle b i r iç hayat ı hal ine koyma endişesi b u r a d a n doğmaktaydı .

(140) "Hakayİku el'eşyai sabitetün vel itmü biha mütehakkıkatün" (Akaİd-İ neşefıyye)

Fakat , yukar ıda da söylediğimiz gibi, b u g ü n ilim an­layışı değişmiş , ilim telakkisi eskiye n isbet le çok ilerle­miştir. B u g ü n artık, zekâ, nihayetsiz bir keşif kudret i , ihm de h u d u t s u z bir zihni faaliyet demek değildir. İlim artık mutlak, kat'i ve sabi t bilgi demek hiç değildir. Bu­g ü n ihm, geçen iki asırdaki çocukluk ve gençlik devir­lerinin t oy luğunu ve hoyra thğ ın ı ge r ide bı rakmış ve ol­g u n insanlara m a h s u s b i r ağ ı rbaşhhk ve b i r hadd in i bi-lirhk elde etmiştir. Ta eski Yunan ' ın felsefe d ü n y a s ı n d a n i t ibaren uzun, güç fakat yoru lmaz çahşmalar ve araş t ı r ­m a l a r ne t ices inde , b u g ü n ilim dediğimiz zekâ faaliyeti artık yolunu ve m e t o d u n u b u l m u ş t u r Bu m e t o d t ec rü­be , m ü ş a h e d e ve m u k a y e s e d i r Bugün fiziki s a h a d a ihm demek, sırf t ec rübe , m ü ş a h e d e ve mukayese ile elde edilen bilgi d e m e k t i r M o d e r n ilim, t ec rübeye , m ü ş a h e ­de ve mukayeseye dayanmaktad ı r . Gerçi t e c rübe , mü­ş a h e d e ve mukayese le r in neticelerini tasnif, tecr i t ve tefsir e tmek ve m â n â l a n d ı r m a k lâz ımdır Bu ise, indul­ge çok müsa i t zihni b i r ameliyedir. Fakat bü tün bun la ­rı b u g ü n k ü İlim, indîliğe ve keyfîliğe asla m e y d a n ver­meyecek b i r sure t te ve da ima t ec rübe usu lünün şar t la­r ına u y g u n b i r şekilde yapmaktadı r .

Şuna dikkat edelim ki, m o d e r n ilim bu yeni a raş t ı r ­m a usulünü b u l m a k ve kabul etmekle büyük faydalar t emin ine muvaffak o lmuş ve har ikulade keşifler ve te ­rakkiler kaydetmişt ir . Tecrübe, m ü ş a h e d e ve mukayese m e t o d u sayes inde m o d e r n ilmin elde ettiği en büyük fayda, ş a ş m a d a n ve yan ı lmadan d o ğ r u c a a rad ığ ı haki­kate v a r m a k t ı r Eskiden ilim kibirh insanlar gibi hep yukar ıdan bakmakta , fakat a raş t ı rmalar ın ın net ices in­den asla emin o lmamaktaydı . Halbuki b u g ü n , tecrübi meto t sayes inde , ilim ne reye gittiğini t amamiy le bil­mekte ve b ü sebeple , elde ettiği neticeleri basi t veya üs­t ü n he rkese ister i s temez kabul et t irmektedir . B u g ü n il­min mu ' t a l an ö n ü n d e h e r zekâ eğilmekte ve bunla r ı bi­r e r hakikat olarak kabul e tmek ted i r Çünkü he rkes bili­y o r ve takdi r ed iyor ki, m o d e r n iimin m u ' t a l a n ve net i -

çeleri h e p t ec rüben in , m ü ş a h e d e ve mukayesen in m a h ­sulüdür.

Fakat b u kazanca mukabil , m o d e r n ilim, eskisine nisbetle, çok şeyler de kaybetmişt ir . Tecrübî me to t sa­yes inde elde edüen kat ' iyete mukabi l , b u g ü n ilmîn sa­has ı yukar ıda gösterdiğimiz gibi, gerek genişlik ve g e ­rek derinlik itibariyle hudut lanmışt ı r . Nasıl ve n e sure t ­le hudu t l and ığmı ve b u n d a n ne gibi net iceler d o ğ d u ğ u ­n u b u eser in birinci k ısmında gös te rmiş bu lunuyoruz .

— S O N SOZ —

Tesadüfler ve modern ilmin doğuşu: Bütün or ta zaman la r b o y u n c a insanlık. Şark ta ve

Garpta , İslâm ve Hris t iyan diye, âde ta ikiye b ö l ü n m ü ş yaşadı . Ve iki bayrak al t ında top lanarak , kâ ina ta h e p m a b e t ha r iminden baktı , haya t yo lunun ışığını ve kıy­m e t hükümler in in prens ib in i Allah ideal inde aradı ; bü ­tün ümit ve imkânlarını b u ideale bağladı ; b u u ğ u r d a çarpıştı , öldü. Fakat , Uk vehlede ehemmiyets iz gibi g ö ­r ü n e n bazı hâd ise ve tesadüfler, b u hayat ı ve or ta za­m a n cemiyetlerinin düzenini altüst e tmeye kâfî geldi. İnsan - adma ister tesadüf, is ter kade r deyiniz- g ö r ü n ­mez ve karş ıs ında direnilmez b i r kuvvetin oyuncağıd ı r da b u n u n farkında değildir.

Önce Irak'ta, son ra İ spanya 'da ve Endülüs ' t e par la ­yan İslâm ilmi ve medeniyet i , or ta zamanla r ın sonlar ı ­na doğru , F ransa 'n ın c e n u b u n d a n ve İtalya'nın Sicil­ya 's ından, yavaş yavaş Avrupa içlerine k a d a r sızıp ya-yüdı. İslâm'ın İbn-i Sina'ları'"", İbn-i Rüşd'leri'"^, Gar­bın skolâstik""' ünivers i te ler inde t a n ı n m a y a ve okun-

(141) Ebu Ali Hüseyin bin abdullah İbn-i Sinâ:Şarl(ta şeyh reisi ve Av­rupalılarca hekimlerin prensi adı verilen İbn-i Sina, İslâm dünyasının, fİkİr ve fel­sefe tarihinin en büyük simalarından biridir (980-1037).

(142) Kâzı Ebû Elvelid Muhammed bin Ahmed ibn-İ Rüşd: Düşünen insan­lığın en büyük simalarından bir diğeri ve İslâm medeniyetinin medarı iftiharıdır. Hicretin 514 yani miladın 12. asrı başlarında Kurtuba'da doğmuştur. İbn-i Rüşd'ün fikir ve felsefesi Hrıstiyanlan delâlete düşürdüğü iddiasıyle gerek Paris Üniversitesi'nce ve gerek Papalıkça afaroz edilmiş ve eserlen üzerine yasak konulmuştur. (1198). Buna rağmen bu büyük fıkır adamının eserlen elden ele dolaşmış ve yakalananlar cezalandırılmıştır.

(143) Yani tamamiyle şekle bağlı, müşahededen ve doğrudan doğruya hayat ile temastan uzak, surT bir tefekkür deryasına dalmış demektir.

maya baş lanmışür . Fakat b u vakıa G a r p dünyas ında umulmadık b i r isyanın ilk işareti olmuştur . H n s t i y a n akideleri üzer inde ilk t e r e d d ü t l e r ha t t â ir t idat lar belir­m i ş t i r Katohk kilisesinin temeUerinde sars ınt ı lar du­yulmuştur . Papan ın söz g ö t ü r m e z otoritesi hakkında ilk şüphe le r uyanmışt ır . Bu hareket le r i ş iddeth reaks iyon­lar takip etmiş , kuru lan engizisyonlar asır lar b o y u n c a d e v a m etmiş ve yüzbinlerce insan can ına kıymıştır. Fa­kat b u ş iddet ve tenkil politikası k o p m u ş olan isyanı b a s t ı r a m a m ı ş bilâkis isyan devam etmiş ve net icede . G a r p dünyas ındaki akide birl iğinin pa r ça l anmas ına ve katolik kilisesinin karş ı s ında p r o t e s t a n kilisesinin d o ğ ­m a s ı n a sebep olmuştur .

İsyan ve b u h r a n b u kadar la da b i tmemiş , b u n a yine g ö r ü n ü ş t e , pek ehemmiyets iz b i rkaç hâd ise d a h a ek­l enmiş t i r Cope rn i c (1473-1543) a d ı n d a b i r Polonyalı y e r y ü z ü n ü n güneş m a n z u m e s i içinde, s adece bir peyk­t e n iba re t o lduğunu ileri s ü r m ü ş t ü r Kilise b u iddiayı ş iddet le r e d d e d e r e k b u adamı dini nâs la ra aykırı fikir­leri ileri sü rmekle suçlandırmış t ı r . Derken , b u n u Gali­lee (1564-1642) a d ı n d a b i r İtalyan takip e tmiş t i r Bu da kâinat ın merkezinin, zannedi ldiği gibi, arzımız değil, g ü n e ş o lduğunu ve d iğe r seyyareler le birlikte, arzımı­zın da g ü n e ş etraf inda h e m mihver i h e m de dairesi üze r inde d ö n d ü ğ ü idd ias ında bu lunmuş tur . Bu defa engiz isyon ha reke te geçmiş , ne t icede iht iyar Galilee hâkimler in ö n ü n d e diz çöküp tövbe e tmeye m e c b u r ol­muş tu r .

Göklere ait bu keşifler o lup g iderken ye ryüzüne ait b a ş k a keşifler de olmuştur . M a r c o Polo (1254-1323) a d ı n d a b i r d iğer İ talyan Avrupa 'ya , Asya 'mızın uzak di­ya r l a r ım tanıtmıştır . C h r i s t o p h e Colomb (1451-1504) Amerika 'y ı b u l m u ş t u r Vasco di G a m a (1469-1524) Hint dünyas ın ın deniz yoUannı keşfetmişt i r Nihayet, Guten­b e r g (1397-1468) adh b i r Alman ın matbaas ı da b ü t ü n

bu yeni buluşlar ı dünyan ın dör t köşes ine saçıp yaymış­t ı r

İşte bu b i rkaç had i se ve b i rkaç a d a m ı n şahs ında b e ­liren şu bi rkaç tesadüf, as ı r lar içinde çalkalana çalkala-na yo rgun düşen iman dünyas ın ı der in u y k u s u n d a n uyand ı rmaya kâfi ge lmiş t i r Art ık b i r devir kapanmış , yeni b i r devr in eşiğine basılmıştı . Eski Yunan filozofla­r ının miras ı olan ve sırf teakkul (= reflexion), t e fahhus (= introspect ion) ve t e m a ş a (= comtemplat ion) u su lüne d a y a n a n tefekkür tarz ın ın yan ıbaş ında , bilgi vası tası olarak, yepyeni b i r t a rz ve usul d a h a peyda olmuştu. Eşya ve hâdise ler in d o ğ r u d a n ve t ec rüb i (=exper imen-tal) b i r sure t te tetkik ve m ü ş a h e d e s i n d e n ibare t o lan b u usul gittikçe gelişip kıjTnet almıştır. Bundan da ilim (=Sci-ence) adı verdiğimiz bilgiler manzumesi doğmuştur .

İhnin insan üzerindeki hâkimiyeti: Kısa denilecek b i r z a m a n iç inde inkişaf ed ip geniş le ­

yen m o d e r n ihm, insanlar üzer inde o kada r büyük ve kat'i b i r hâkimiyet kazanmış t ı r ki, R ö n e s a n s ' t a n d a h a d o ğ r u s u üç nesi lden ber i âde ta insanhğın p u t u o lmuş­t u r Art ık ilmin nüfuz sahas ında d ı şa rda ve o n u n kud­re t inden uzak hiçbir hakikat yoktu. Artık ilim h e m ken­dine, h e m de insana kâfi idi. İlmin prat ik haya t ta vücu­da getirdiği ha reke t ve te 'sir vasıtaları , yâni teknoloji, ona har ikulade b i r nüfuz ve i t ibar kazandırmışt ı . İlmin b u nüfuz ve itibarı gittikçe a r tmış t ı r Fakat bunun la m u ­vazi olarak da însan iç inden manevî disiplin kalkmış t ı r Çünkü ilmin verdiği imkânlar sayes inde insan idaresi tamamiyle ye ryüzünün madd i ve iktisadi n imet ler ine yönelmiştir. Artık insan için tek gaye, kâr ve kazanç ol­muştur . İktisadi kuvvet ve imkânlar, insan i radesinin uzandığı son merhaleyi teşkil e tmiş t i r Hülâsa, eskiden hayata m a b e t ha r iminden bakan ve haya t yolunun ışı-

ğını d inde ve akideler in n u r u n d a a rayan insan, m o d e r n ilmin hâkimiyeti a l tma gir ince, artık haya ta r a s a t kule­s inden bakmaya ve din mevzular ını haki r g ö r m e y e başlamışt ı r . Bunu k m a m a y a h m . Beşer in tefekkür haya­tı osean la ra benziyor. O n u n da, osean la r gibi me t ve cezirleri var. Buna, i s terseniz tekâmül deyiniz, okuyu­cum. Yalnız, dikkat ediniz ki, t ekâmül düz b i r ha t üze­r i n d e da ima yükseklere d o ğ r u b i r ilerleyiş değildir; bi­lâkis, s o n u ge lmeyen zikzaklardan müteşekkil inişli ve yokuşlu b i r gidiştir. Da ima yükseldiğini s a n a n insan , çok ke re farkında o lmayarak , b u zikzaklar a ra s ında b o ­calamakta , bir g ü n evvel tapt ığ ı putları b i r g ü n s o n r a devir ip ç iğnemektedir . B u n u da tabii görel im: Beşer h a y a t m d a ifrat ve tefrit birbir ini d o ğ u r u r ve dikkat edersek , t a r ih ifrat ile tefrit şeklindeki amel ve aksüla-mel ler in uzun bir hikâyesi o lmaktan başka bi rşey değil­dir. Faka t ifrat ve tefrit reaksiyonlar ın ın b i r inden d iğe­r ine geçmek için mesafe o kada r az ve aşılması o k a d a r kolaydır ki, çok kere , y a ş a y a n nesil b u geçişin farkında bile o lmuyor ve b u hareke t le r in ruh la rda hasıl ettiği sars ınt ı lar ı ve ıs t ı rapları d a h a çok son ra gelen nesiller duyuyor .

İlim ve din mücadelesi: R ö n e s a n s hareket ler i içinde d o ğ a n ve bi lhassa, on­

sekizinci asr ın rasyonalizmi'*^^ ile beslenip gelişen m o ­d e r n ilim, yalnız eski felsefe ile değil, h e m de iman Üe mücade l eye girmiştir . Gerçi saf ilim ile saf iman birbi ­rini nefyeden şeyler değildi; bilâkis birbir ini t a m a m l a ­y a n ve biri zekâyı d iğer i v icdanı t a tmin ettiği için, omuz o m u z a yürüyebi len iki yoldaşt ı . Binaenaleyh ilim ve din

(]44} Rationalisme - Vahyi inicâr edereii herşeyi sırf akıl ile idrak ve izah et­mek isteyen ve akıl ile idrak edilemiyen şeylerin var olabileceğini kabul etmeyen felsefi mezheptir.

aynı z a m a n d a ve aynı b i r şahıs ta yan yana yaşayabiUr-di. Nitekim insanlar ın b i r ç o ğ u n d a yaşamış ve yaşa­maktadır . Fakat m o d e r n ilim daha d o ğ u ş u n d a kemiye­ti keyfiyete, maddey i r u h ve m â n a y a te rc ih e d e r bir gi­diş almış, insanı bırakıp eşyaya, cansız ve şuursuz m a d ­deye yönelmişti . İlim b u yolda ilerledikçe ve cansız m a d d e sahas ında har ika lar yarat t ıkça, yavaş yavaş maddec i pozitivizmin'"^' h ü k m ü altına girmiştir .

Maddeci pozitivizm: Bu doktr inin naza r ında ise, yaratıcı b i r kudre t kay­

nağ ı akidesi t amamiy le b i r hayal m a h s û l ü d ü r ve t a r ihe karışmış b i r faraziyedir. Haya t ve kâ ina t s â d e m a d d e ­d e n ve b u n u vücuda ge t i ren molekül lerden ibarettir . M a d d e b i r takım mekanik ve zarur i kanunlar la kendi kendini var etmiş ve aynı kanun la r vasıtasıyle, kendi kendini idare etmektedir . Hepimiz ezeli ve c ihanşümul b i r madden in b i re r parças ı hal inde tecelliyiz, ve hepi ­miz top rak tan var olduk, yar ın da toz t o p r a k olup g ide­ceğiz. Bu hayat ın ö tes inde başka b i r haya t beklemek boştur . Çünkü bu, m ü ş a h e d e ve t e c r ü b e ile sabi t o lmuş bir şey değildir. Ruh ve b ü t ü n ruhi melekeler imiz fizik varhğımızı teşkil eden o rgan izman ın b i re r nevi fonksi­yonudur . Karaciğer in safra ifraz ettiği gibi beyin de fi­kir ve his ifraz eder. Ruhi melekelerimize b u n d a n b a ş ­ka b i r m a n a ve rmek manasızlıktır. İşte, b u g ü n İhm na­mına ileri sürülen m a d d e c i fikirlerin hülâsas ı .

(145) Posİtivİzm materaialiste - Tecrübe ve müşahede ile bilinemiyen ve mad­di varhğı olmayan şeylerin mevatl olabileceğini kabul etmeyen felsefi mezheptir.

M a d d e c i p o z i t i v i z m i n k ı y m e t i :

Haya t ve cemiyet hakkmdaki felsefi b i r doktr inin kıymeti insanı ve ahlakî neticeleriyle ve içtimaî muhi t içindeki verimleriyle ölçülür. İlim namına k o n u ş t u ğ u n u iddia eden maddec i pozitivizm, hakikat te b i re r t a h m i n ve faraziyeden ibare t o lan fikirlerini müdafaa ederken , insan hayat ını nasıl b i r ç a m u r a g ö m d ü ğ ü n ü n ve cemi­yeti nasıl bir ç ıkmaza s o k t u ğ u n u n farkında değil. Dü­şünmel id i r ki, e ğ e r insan, s o n u n d a , hiçlik de ryas ına ka­r ış ıp kaybolmak için h iç ten va r o lmuş ise; e ğ e r b u g ü n ­kü hayat ın ö tes inde karanl ık b i r yokluktan başka b i r hakikat mevcu t değilse, e ğ e r insanların eksik, topa l ve çok kere, çirkin ada le t inden başka temiz ve ideal b i r adale t yoksa, eğe r kötü ler kötülüklerinin cezasını ve iyiler iyiliklerinin mükâfa tmı gö rmeyecekse ve s o n u n ­da suyu get i renle testiyi k ı ran bir olacaksa; e ğ e r kötü ile iyiyi aynı b i r kasvetli akıbet ve aynı bir karanlık âlem bekl iyorsa hak için, iyilik ve insanhk için mücade l e edip ıs t ı rap çekmek neye y a r a r ? Fazilet, doğruluk, namus lu ­luk, m e r h a m e t , cesaret , hü lâsa güzel ahlâk ve yüksek seciye neye ya r a r ? Niçin iş tahlar ımı kısacak, arzularımı t ahd i t edecek ve suç iş lemekten kaç ınacağım? Niçin başka lar ı hesab ına kendimi rahats ız edip üzüntüye ve tehl ikeye sokacağ ım? M a d e m ki bu â lemde sadece kör b i r kuvvet, şuursuz ve idraksiz bir m a d d e d e n başka bir varlık yoktur; m a d e m ki hepimiz ruhsuz ve şuu r suz b i r t esadüfün amans ız h ü k m ü altındayız, o ha lde iyilik ve adalet , ahlâkî güzellik, üs tünlük ve asalet hep ya lan ve hayaldir . O halde hayat ın gayesi vazife değil, s adece zevk ve eğlencedir . Bu gayeye ulaşmak için ise he r va­sıta ve yolunu bulan için, h e r cinayet ve he r çeşit reza­let mubaht ı r . Yaşamak ve keyfetmek için muk ted i r isen çal, ç iğne, ez ve öldür. Yine o halde, m a h r u m l a r ve se­filler için ümit e tmek ve teselli u m m a k abestir. Kör tali­hin mağdu r l a r ı ve acı tesadüflerin mahkûmlar ı için beklenecek iyi bir gün ve ümit edilecek yüksek bir ada­let yoktur . O halde ne yap ıp etmeli, çalıp çırpmalı , key-fedenler zümres ine geçmelidir .

Maddeci pozitivizm ve devrimiz buhranları: İşte maddec i pozitivizmin g ö t ü r d ü ğ ü haya t ve cemi­

yet felsefesi. İşte devrimizin kaim ve karanl ık b u h r a n l a ­rının kaynağı . Herkes biliyor ki b u g ü n cemiyet ler siya­si, iktisadi v e içt imaî b u h r a n l a r iç inde k ı v r a n m a k t a d ı r Birinci Dünya Harb i ile deşilen ve ikincisiyle b i r ka t da ­ha a r t an b u buhran la r , ardı arkası gelmeksizin, devam etmekte ve insanhğı kas ıp kavurmaktadı r . Yine he rkes biliyor ki, b u g ü n he r memleket te hükümet l e r b u çeşitli buhran la r ı ya t ı ş t ı rmaya ve keşmekeş iç inde çalkalanan hayatı düze tmeye çahşıyor. İktisadi ka lkmma, b u g ü n ü n bi lhassa ger i kalmış memleket ler inde , m o d a tabi r ler ­den oldu. Bununla b e r a b e r b u h r a n l a r alabildiğine de ­vam ediyor ve gittikçe artıyor. Fakat b u n l a r devam edip artacaktır . Memleket ler iktisadi se rve te ve bol luğa gömülse ler de buhran la r ın sonu gelmeyecektir . Çünkü asıl ç ıbanbaş ı b u h r a n , n e iktisadi, ne de siyasidir; fakat manevi ve ahlâkidir. M o d e r n cemiyetlerin insanlar ı için eksik olan n e h a y a t kolaylıkları, n e se rve t ve lükstür, fa­kat iç rahat ı , mânevi h u z u r ve meserre t t i r . B u g ü n ü n in­sanı yalnız bu n imet ten m a h r u m d u r . Fakat b u nimet , yeryüzü nimetler inin b a ş ı d ı r İşte m o d e r n insan, kendi kend ine izah etmeksizin, b u nimetin hasre t in i çekmek­tedir. Manevi huzuru ve iç rahat ın ı , kim ne de r se desin, ancak b i r şey temin eder; maneviya t havas ı ve te rb iye­si. Şu halde , b u g ü n ü n muz ta r ip insan ında eksik olan, hakikat te maneviyatt ır , inan ve idea ld i r M o d e r n insan, kendini , ilim n a m ı n a k o n u ş t u ğ u n u iddia eden maddec i ve bozguncu b i r pozitivizmin akışına bırakmıştır . Bu doktr inin haya t ve cemiyet felsefesi ise, hiçlik ve boşve -riciliktir Bu doktr inin naza r ında varlık gibi, kıymet ve menfaa t de maddidi r . Halbuki bizzat kendi nefsimizde-ki günlük tecrübeler imizle biliyoruz kî, insanı yalnız madd i varhk ve servet mes 'u t etmiyor. Edemez, çünkü insan sadece et ten, kemikten ibaret b i r r o b o t değildir; ruh taşıyan ve hayatın niçinliğini, n e r e d e n gelip nereye gittiği ü s t ü n d e düşüneb i len yani, bir kelime ile, manevi b i r m a h l û k t u r

Hülâsa devrimizin buh ran ı , hakikat te , ifadesini iman ve ideal yok luğunda bulan , der in bir manev iya t b u h r a ­nıdır. Servet ve konfor a rkas ında koşmak tan y o r g u n d ü ş e n m o d e r n insan , b u g ü n kaybett iği imanı ve ideali a r a m a k t a ve o n u n hasret iyle yanmaktad ı r . Gar ip t i r ki, hükümet le r in en çok ihmal ettikleri, ha t t â bazı memle ­ket lerde hiç meşgu l bile olmadıkları b u h r a n da mânevi buhrand ı r . Halkın m a d d i ve iktisadi ihtiyaçları t a tmin edilince h e r iş düzelecek ve h e r şey yoluna gi recek mi zannedi l iyor? Fakat b u n u vukuat ve m ü ş a h e d e l e r tek­zip etmektedir . Unu tmamal ıd ı r ki, insan, hayvan la r a ras ında , a c ı k m a d a n yiyen ve s u s a m a d a n içen gar ip b i r hayvandır . Ve b u sebeple hayvanlar ın en har is i ve doymak bi lmeyenidir . İnsanın b u tıyneti, m a d d e c i pozi-tivistlerin ahlâk telâkkisine de kâfi b i r cevap teşkil et­mektedi r : Bunla ra g ö r e ahlâkı cemiyet doğuru r . Ahlâk yüksek tefekkürün ye idealin meyvesi değil; içt imaî mü­nasebe t l e r haya t ın ın mahsu lüdü r ; geçen devir ler in içti­ma î münasebe t l e r i eski insanlar ın ahlâkını d o ğ u r d u ğ u gibi, m o d e r n faaliyet hayat ı da kendine y a r a ş a n ahlâkı doğuracakt ı r ; b u n d a n endişe etmemelidir , diyorlar.

Fakat cemiyet, cinayet, safalet ve he r tü r lü rezalet ve r edae t de doğuruyor . E ğ e r ahlâkı yüksek tefekkürden ve idea lden değil de faaliyet ve münasebe t l e r hayat ın­d a n bekleyeceksek, ahlâk yer ine hayvani h ı rs lar ın ve şehvan î sevkıtabii lerin kükremesiyle karş ı laşacağımız muhakkakt ı r .

Dizginlenmeyen arzu ve ihtiyaç sahibini çiğner: İnsanın a rzu ve ihtiyaçları , mik tar it ibariyle m a h d u t

ise de, keyfiyet i t ibariyle sonsuzdur . He r g ü n k ü tec rü­belerimizle biliyoruz ki, gideri len bir ihtiyacın a rkasm-

dan bîr s ü r ü ihtiyaç daha çıkıyor. H e r bir imiz yaşımıza ve içtimaî d u r u m u m u z a göre^ b inbi r arzu bekhyor, b in­b i r iht iyaç duyuyoruz ve bunla r ı g ide rmek için d e h e r gün ve h e r an çahşıp didiniyoruz. Fakat d u r m u y o r ve doymuyoruz . Hayat ın sırrı da bu radad ı r . İnsanın doy­maz oluşu, onu d u r m a d a n çahşmaya , a r a m a y a ve bul­maya s e v k e d i y o r Terakki d e b u n d a n d o ğ u y o r Yalnız şuna dikkati çekmek is ter im ki, arzu ve ihtiyaçlarımızın esiri o lmamak için onları dizginlemeye mecburuz . Aksi ha lde ciğer bu laşmış b i r eğeyi yalayan aç kedi vaziyeti­n e düşer , d ihmizden akan kanları yalarız d a haber imiz olmaz.

Arzu ve ihtiyaçların y e g â n e freni ise maneviya t t e r -biyesidir. İktisadi varlık içinde yaşayan b i r insan, b u t e rb iyeden m a h r u m olunca, altın hazînesi iç inde kapa­lı kalmış b i r has i se d ö n e r ve hırs ının ku rban ı o lup gi­der.

İlmin Zaferi: Aşikâr ki, ihm ve onun m a d d e y e tatbik şekh demek

olan teknoloji cansız m a d d e (=Matiere inerte) sahas ın­da büyük zaferler kazandı ; Bu zafer lerden b u g ü n ü n muazzam mak ine dünyas ı d o ğ d u ve insan la r yeryüzü­ne hakim oldu. Zamanımızın ileri memleket le r inde in­sanlar, eski devir ler in zor ve zahmeth haya t ından kur­tu lmuş b u l u n u y o r Bugün artık soğuktan , s ıcaktan, fır­t ı n a d a n , ' y a ğ m u r ve kardan , ka ranhk tan korkmuyoruz . Bü tün bu âfet lere karşı b u g ü n el imizde k o r u n m a imkânları v a r Bugün uzun kış geceleri ışıklar içinde geç iyor

Bugün mesafe ade ta o r t adan kalkmış ve milletler b i rb i r ine yak laşmış t ı r Bilgi umumileşmiş , eski İmtiyaz­ların ve eski müsavats ızhklarm yerini hak ve kanun al-

mıştır. Eskiden köyleri ve şehir leri s ö n d ü r e n salgın has tahkiar ın ilâcı b u l u n m u ş , insanlar bi rçok âfet ve fe­lâketlere karşı emniye t kazanmışt ır .

Fakat fizik ve teknik s a h a d a elde edüen büyük te rak­kilere r a ğ m e n , manev iya t sahas ında , ahlâk ve seciye bak ımından maalesef h e m e n h e m e n hiç i le r lenmemiş-tir. Hat tâ bu s a h a d a b u g ü n k ü insanlar d ü n k ü n e naza­r a n belki d a h a geridir . Manevi faydalarını ve iç huzu ru ­n u madd i serve te ve lükse feda eden b u g ü n ü n insanı , b inb i r çeşit b u h r a n iç inde h u z u r ve r a h a t susuz luğu çekmektedir .

Gerçi m o d e r n ilmin ve teknolojinin sayes inde b u g ü ­n ü n ger i memleke t l e r inde bile servet ve m a d d i konfor aklı hayre te düşü recek şekilde çoğalmıştır . D ü n ü n bir-iki milyonerli Türkiyesi y e r i n d e b u g ü n milyoner ler i âde ta sayı lamayacak k a d a r çoğa lan bir Türkiye var. Fa­kat dikkat edilirse, b u se rve t muayyen kana l la rdan m u ­ayyen kuytulara akmış ve m a h d u t ellerde toplanmışt ı r . B u g ü n m ü s a v a t ve va tandaşhk , yüreklerden ziyade m e y d a n nu tuk la r ında yer almaktadır . Bugün büyük şe­hir ler in serveti , lüksü ve g ü n d ü z geceleri içinde k a r a n ­lıkta yaşayan aileler, h a s t a h a n e kapı lar ında s ü r ü n e n hastalar , açlıktan helak olan biçareler var. Büyük şehi r ­lerin işçi mahalleler i ve sanayi kartiyeleri fizik ve ahlâ­ki sefaletin yuvası hal indedir . B u g ü n kumar , fuhuş, al­kol suıstimali ve h e r çeşit sefahat hayatı köylere var ın ­caya k a d a r zehirini saçıyor, haya t kaynaklarını ku ru tup nesil lerin enerjisini tüketiyor. Ümitsizlik he r g ü n inti­h a r şeklinde sayısız k u r b a n l a r veriyor. Ö b ü r tarafta da ­ima çok sat ıp çok k a z a n m a k t a n başka bir emel bes le­m e y e n gazete ve mecmua la r ı n etrafa yaydığı gaye t kö­tü b i r p r o p a g a n d a ve şehve t edebiyatı d imağlar ı uyuş ­t u r u p ruhlar ı ö ldürüyor . Gazeteci yaygaras ın ın ve ga ­zete edebiyat ının, b i lhassa Türkiyemiz gibi ger i kalmış memleke t le rde yapt ığı fenalıkları akl ıbaşında olan he r ­kes g ö r ü y o r ve biliyor. M a d d e c i pozitivizmin b a ş p r o -

pagandac i s i o lan b i r kısım gazetelerin nesilleri, nasıl zehirlediği ve nasıl b i r fesat kaynağı o lduğu ma lûmdur . Asrımızdaki mak ine medeniyet in in , m u h a k k a k ki iyi ve üs tün tarafları v a r . B u g ü n insanhk tabia t ın esiri o lmak­tan kur tu lmuş ve âdeta , tab ia ta hâk im o l m u ş t u r Fakat , bu medeniyet in sefalet ve ıztırap d o ğ u r a n ve insanı insanl ığ ından uzaklaştır ıp sukut et t i ren taraf lar ı da v a r Halbuki diyoruz, ilim yalnız m a d d e y e ve madd îye kıy­me t vermeyip d e insana ve insanl ığa da yönelmiş ol­saydı, b u g ü n ü n topal medeniyet i ye r inde , maddiya t ı k a d a r maneviyat ı da ilerlemiş ve muvazenel i b i r m e d e ­niyet doğardı . . .

Maddeci pozitivizm ve muasır medeniyet: Hülâsa, maddec i pozitivizm muas ı r medeniye t i b i r

b o z g u n a uğ ra tmış ve cemiyet lerde tedavisi g ü ç ya ra l a r açmış t ı r Muhakkak olan bir şey varsa , b u g ü n ü n m e d e ­niyeti hastadır . Hastalık fertte, cemiyette , ı rkta ve mil­letlerarası münasebe t l e rde , hülâsa hayat ın h e m e n he r safhasında kendini duyurmaktadı r . Bugünkü m e d e n i ­yetin d o ğ u r d u ğ u fert, içinde ya şamaya m e c b u r o lduğu muhi te , iklime ve havaya intibak edememişt i r . Çünkü madd i sahadak i terakki lere r a ğ m e n , ferdin ruh i ve zih­ni seviyesi, ahlâk ve maneviyat ı o n isbe t te yükse lme-miştir. Bilâkis, tür lü ifratlar, gayesiz ve mes 'ul iyetsiz b i r hayat tarzı, lüks ve konfor sevdası y ü z ü n d e n ferdin si­nir manzumes i bozulmuş, mukavemet kabiliyetleri za­yıflamıştır Hat tâ denilebilir ki, b u g ü n ü n ileri memle­ket ler inde insanlık, zekâ seviyesinin ve akl-ı selimin su­kutu tehlikesi ile karşı ka r ş ıyad ı r Bugün Avrupa ve Amer ika 'da yaşayan insan la rdan b i rçoğu , ahlâk bakı­mından dejenere ve anormaldi r .

Bugün, yalnız alkol ve k u m a r suistimali değil s ine­ma, r adyo ve mek tep p rogramla r ın ın manasızlığı da

g e n ç neslin özünü kemirmektedi r . Mek tep p r o g r a m l a -r m a dikkat ediniz. A b d ü l h a m i d devr inden beri bu p rog ramla r , objektif ve ilmi hakikati a rdan , ka rak te r terbiyesi e s a s l a rmdan çok, devrin h ü k ü m süren rejim a d a m l a n m n m e d d a h h ğ m ı yapmaktadı r . Kâr ve servet , hırs ı , eğlence ve he r çeşit sefahat m o d a s ı m o d e r n in­s a n d a ahlâk ve insanlık vicdanını k u r u t m a k t a d ı r Hay­siyet ve şeref d u y g u s u yokluğu ve b u n d a n ileri gelen yalancılık, dolan d m cüık, hilekârlık gibi redaetler , bu ­g ü n insanlar ın b i r ç o ğ u n u , ruh ve ka rak te r itibariyle, hayvan l a rdan d a h a aşağı b i r dereceye düşü rmüş tü r . Buna ş a ş m a m a k lâzımdır; b u g ü n yalanclhk ve hilekâr­lık ilmileştirilerek ad ına p r o p a g a n d a deni lmekte ve al­d a t m a vasıtası olarak, en çok hükümet le r t a ra f ından kullanılmaktadır . İki Dünya Harbi aras ı devi rde bazı memleke t le rde kuru lan p r o p a g a n d a nezaret ler i insan­lık ve ahlâkiyat için b i r leke olmuştur .

Hülâsa m a d d e c i pozitivizm, insan nazar ında , şahs i ­yet ve ka rak te r kıymetini sukut e t t i rmek suretiyle m u ­asır medeniye t i b i r ç ıkmaza sokmuştur . Bugünkü n e s ­lin naza r ında feragat , fazüet ve fedakârlık büyük b i r kıymet ifade e tmemekte , insanlar ın değer i sırf p a r a ile ve sah ip oldukları m a d d i imkânlar la ölçülmektedir . Faka t bu gidiş, feragat , fedakârlık ve hasbilik isteyen il­min ve yüksek te fekkürün düşmanıdır . Hodbinl ik ve menfa atçılıkla ilim ve tefekkür hayatı birlikte g idemez. M o d e r n maddec i meden iye t b u bak ımdan da b i r sükû­ta m a h k û m d u r gibi gö rünüyor . Gerçi zamanımızda yüksek şahsiyetler, âlim ve filozoflar yok değildir. Faka t çü rüyen ve içi kokan b i r ekseriyetin a ra s ında iyiler ve seçkinler d a h a ne k a d a r dayan ı r büinmez."*""

(146) Bütün bu fikirler için bakiniz: Le probleme de Dieu et la religion dans la plıilosophie Comtemporaine, par ile Profeseur M. Sciacca. Aubier, Paris - "La vie de Pesprİl" par le Professeur ]. Chevailer. B. Arthaud, Crenoble, ve aynı müel­lifin: "La vie morale", Flammarion, Paris - Dr. A. Carrel'in bundan evvel kaydet­tiğimiz eseri.

Örnek memleketler, taklitçi memleketler: Dikkat edelim ki, m o d e r n medeniye t in insanî ve ah­

lâki hayattaki net iceleri h e r ye rde b i r değildir. Bu b a ­k ımdan b u g ü n ü n m e d e n i dünyasını "ö rnek memleket ­ler" ve "taklitçi memleket ler" diye ikiye ayı rmak yer in­de olur. Birinciler t â Rönesans tan ber i m ü s p e t ilim, yüksek tefekkür ve s a n ' a t yo lunda y ü r ü y e n v e eski Gre -ko-Romen medeniyet in in mirasçı ları o lan g a r p memle ­ketleridir. Taklitçi memleket ler ise, yalnız elh-yüz sene­d e n ber i tabi î b i r hayranl ık ve aşağıhk d u y g u s u şevkiy­le, ke lebekler gibi ş u u r s u z c a , g a r b ı n m e d e n i y e t meş 'alesi etrafında uçuşan memleket lerdir .

Örnek memleket lerde , b u g ü n k ü medeniye t in d o ğ u p yerleşebilmesi için, halkın h e r sınıf ferdi ta raf ından, en az dör t yüz elli sene, iğne ile kuyu kazar gibi, zahmet le ve s indire s indire çalışılmıştır Bu sebeple , za ra rh taraf­ları olmakla beraber , garplı larca b u g ü n k ü meden iye t ben imsen ip hazmedilmiştir . Çünkü, net ice itibariyle, bizzat kendi ler in in eseridir . S o n r a , g a r p t a m u a s ı r medeniyet in za ra rh taraflar ım kuvvetle karşı layacak il­mi, dini ve insani müessese le r mevcut tur . Kilise ve ün i ­versi teler bunlar ın baş ında gelenleridir.

Taklitçi memleke t le re gehnce , b u memleke t l e rde m u a s ı r meden iye t halkın r u h u n d a n ve t a r ih inden ko­p u p gelmediği için, tabiatiyle halka yabanc ı kalmakta ve ahlâki haya t ta daha büyük t ah r iba t y a p m a k t a d ı r

Şu da var ki, taklitçi memleket lerde , yine de r in b i r hayranhk ve aşağılık duygusu sevgiyle, kötülüklere karşı b i re r baraj hizmeti gö ren tar ihi müessese le r pe r ­vasızca yıkıldığı ve insanlar fizik ve şehvani hisleriyle b a ş b a ş a bırakıldığı için maddec i medeniye t in tahr ip le­ri aşkın bir h a d d e varmaktadı r .

Gerçi maddec i pozitivistler için b u iki kısım memle ­ketler a rasmdak i farkı g ö r m e m e k ve b ü t ü n gözlere ba ­t an realiteleri inkâr ed ip iyimser b i r tav ı r a lmak m ü m -

kündür . İyimserlik çok kere acı hakikatlerle karşı laş­mak cesarets iz l iğ inden ileri geiir. İnsan kötü lüğü gör ­meye , has ta la r üs t ler ine hastalık y o r m a m a y a m ü t e m a ­yildir. Çünkü kö tü lüğü g ö r m e m e k , onun la mücade leye g i r i şmekten m ü s t a ğ n i küar. Bu bir nevi tembelliktir. Fa­kat tembell ik kö tü lüğü İzale e tmek ve akan yarayı sa r ­m a k için ça re değildir.

E ğ e r kötülüğü izale e tmek istiyorsak, evvelâ, onun varl ığım açıkça kabul etmek; son ra n e r e d e n ve nasıl geldiğini öğ renmek , n ihayet izalesi çarelerini araş t ı r ­m a k lâzımdır.

Muasır medeniyet hastadır: Evvelâ, kabul e tmel idi r ki, muas ı r meden iye t has ta ­

dır; insanhğın ruhi ve manev i ihtiyaçlarına cevap ver­mekten uzaktır. Zamanımızdaki buhran la r ın ve içtimaî bozgunluklar ın menşe i d e budur .

B u n d a n evvel insan la r d a h a mı iyi idiler? Bundan evvel cemiyetler cenne t mi idi? Tarihteki cinayetleri ve yer g ö t ü r m e z fecaatleri n e çabuk unut tuk? Bugünkü medeniye t i kötülemek, geçen devirlerin sefaletini ve barbar l ığ ın ı müdafaa d e m e k değil midi r? diyeceksiniz. Bunu demek te haklısınız, okuyucum. Ben de bil iyorum ki, dünler imiz bugün le r imizden daha mes 'u t geçmedi . İnsanhk da ima ıs t ı rap çekti ve inledi. Fakat şunu sora ­rım: biz b u ıst ırabın d e v a m etmesini ve a r tmas ın ı mı, yoksa dinmesini mi is t iyoruz? Dinmesini ve insanlığın gülmesini is tediğimize göre ; d iyorum ki, m o d e r n m e ­deniye t ıstırabı d ind i r ememiş ve ağlayan insanlığı gül-dürememiş t i r . M a d d e s ahas ında muvaffak olan ilim, haya t s ahas ında çok ger i kalmıştır. Bugünkü insanlar ın birbir leriyle münasebe t le r i , b u g ü n k ü h ü k ü m e t ve ida­reler in va t andaş l a ra karşı muameleler i , b u g ü n k ü mil-

let lerarası haya t d ü n k ü n d e n d a h a ileri ve insani değil­dir. Ü m a n i z m a y a d a y a n d ı ğ ı m idd ia e d e n m o d e r n medeniyet , ü m a n i z m a d a n , insanl ıktan fersah fersah uzaklaşmıştır da haber imiz yok.

H a s t a h ğ m s e b e b i :

Bu sebebi on altıncı asırda, yani m u a s ı r medeniye t in menşe le r inde , atılan yanhş bir a d ı m d a a ramahdı r . Bu yanlış ad ım, t e k r a r edel im ki, keyfiyeti kemiyete , r u h u m a d d e y e feda etmektir . M o d e r n medeniye t , m a d d i ve ruhi , iki cephesi o lan haya t realitesini yalnız b i r cephe ­s inden g ö r ü p aldı; yalnız m a d d e y e ehemmiye t verdi ve b u suret le maddec i pozitivizme saplandı . Aşikâr ki, in­s a n yalnız m a d d e ve cisim değil , h e m d e r u h ve şuur ­dur. İşte m o d e r n medeniye t b u hakikati ihmal etti ve in­sanı bırakıp, yalnız maddey i ö ğ r e n m e y e çalıştı. Yeryü­zünde ve göklerin namütenahi l ik ler indeki he r şeyi bil­mek istedi. B u n d a n yalnız hayatı ve insan gön lünü is­t isna etti. Hülâsa, m o d e r n medeniyet , h e r ş e y d e n evvel "kendini bil" hakikatini unut tu .

Rönesans ile d o ğ a n m o d e r n ilim, tetkiklerine yalnız m a d d e dünyas ın ı mevzu aldı ve b u dünyan ın nimetleri­ni elde e tmeye yöneldi . Tekâmül eden teknik insan la ra servet , konfor ve h e r tür lü y a ş a m a kolaylıkları get i rdi . Fakat b u a r a d a insanı, insan r u h u n u ve ruh i temayül le­rini ihmal etti. M o d e r n insan kendini ö ğ r e n m e d e n maddeyi öğrend i ve m a d d e ilimlerini haya t ilimlerine tercih etti. Halbuki, haya t ilimleri insan için m a d d e i l imlerinden h e m d a h a müh im, h e m d e d a h a ger i idi. Böylece İnsari; kendi eliyle, s adece m a d d i terakkilere ya rayan bir dünya yarat t ı . Fakat kendisi , yarat t ığı b u dünya içinde, yabanc ı kaldı. Bugün insanlar ın birbir iy­le münasebet le r i , geç im şar t ve şekilleri, h ü k ü m e t ve ida re usulleri as ı r larca evvelkinden çok farklı değ i ld i r

Bugünkü h ü k ü m e t ve idareci lerde, adı ve sıfatı ne olur­sa olsun, hâ lâ Makyavel prensipler i hakimdir . Bugün Garb ın en ileri müle t ler inde bile, ö rnek hukuk, hâlâ es­ki Roma Hukukudur . Eski devir ler in insan esa re t inden kur tu lan ferdi, b u g ü n kendi yarat t ığı makinenin esare­t ine girmiştir . Diğer taraf tan resmi m a k a m l a r a var ınca­ya k a d a r yalancüık ve sah tekârhk ıs t ı rap verecek h a d d e çıkmıştır.

Bununla b e r a b e r in san hayat ın ı düzeltebil ir ve cemi­yet işlerini t anz im edip insanlığı ı s t ı raptan kur tarabi l i ­riz. M a d d e y e tatbik ettiğimiz zekâmızı hayata , r u h a ve maneviya ta da ta tbik edersek, m a d d e dünyas ında mu­vaffak o l d u ğ u m u z gibi r u h ve m â n a dünyas ında da mu­vaffak olabiliriz. Ve olmalıyız; gelecek nesiller bize ve bizden evvelkilere belki de şaşacaklardır . Ellerimizde geniş imkânla r varken , m a d d e y e ve gayrı uzviye, israf e d e r c e s m e ta tb ik ettiğimiz zekâmızı kendi hayat ımıza nizam v e r m e k için kul lanamayışımıza acıyacaktır.

K u r t u l m a n ı n ç a r e l e r i ;

Bu vaziyet ten nasıl kur tu lmal ıd ı r? Bundan kurtul­mak için ilk ve son çare , m a d d e c i pozitivizmin yıkıcı t e ­siri ile b i rb i r ine d ü ş m a n olan iki kuvveti, mazi ile istik­bali, ilim ile maneviya t ı bar ış t ı r ıp uzlaştırmaktır . Bugün efkâr maz i ile istikbal, ilim ile din a ras ında müte redd i t ­tir. İn san la rdan bir kısmı kaybett iği Allah'ı a ramakta , bir kısmı da onunla açıktan mücade leye girmiş bu lun­maktadır . B u g ü n h e m e n he r memleke t te halk kitleleri bu iki ku tup a ra s ında boca lamaktadı r . Bunun zararlı net iceleri ferd h a y a t m d a , ailede, mektep te ve cemiyet­te görülmektedi r . Bu neticeler, hususiyle, taklitçi m e m ­leketlerde çok ürkü tücü b i r m a n z a r a arzetmektedir . Mazi ile istikbalin, ilim üe din v e maneviyat ın bar ı ş ıp

uzlaşması İse fe rdde ve cemiyette b i r muvazene ya ra t a ­cak ve haya ta b i r ist ikamet verecektir .

Kabul e tmek lâzımdır ki, b u g ü n şa rk ta v e g a r p t a es ­ki devirlerin din ve maneviya t kuvveti mevcu t değildir. Fakat m o d e r n ihm ve meden iye t d e eski imanın boş ka­lan yerini do ldu ramamış , insan hayat ını din ve manev i ­yat t e rb iyes inden müs tağn i kılamamıştır . Kılamaz çün­kü insan m ü c e r r e t iyiliğe ve yüksek b i r adale te i nanma­ğa ve fizik âlemlerin üs tünde yüksek b i r ideale bağ lan ­maya muhtaçt ı r . Bu insanı ve b u ideali ise insan b u g ü n ancak maneviya t te rb iyes inde bulabilmektedir . Din ise, muhakkak ki, b u terbiyenin en m ü k e m m e l mektebidir . Binaenaleyh memleket in , ha t tâ insanlığın, hayr ı ve se­lâmeti dinin ve dini müessese ler in yıkılıp yok olmasın­da değildir; bilâkis kemale er ip y a ş a m a s ı n d a ve en yük­sek insan zekâsının bile an lama ihtiyacına cevap ver i r bir me r t ebeye çıkmasındadır . Başka b i r ifade ile, insan­hğın selâmeti, maddec i ve inkarcı pozitivizmin "Eğer Tanrı v a r ise, o n u yok etmelidir" fo rmülünde değil, fa­kat "Eğer Tanrı yok ise, onu var etmeli" ha.kikatindedir. Çünkü tecrübeler gös ter iyor ki, imansız haya t insanla­rı mes 'u t etmiyor. Allahsız memleket le r şeytanlar ın is­tilâsına uğruyor . İnançsız insanlar, k u d u r m u ş kurt lar gibi birbirleriyle b o ğ u ş u y o r Âlemlerin nizamı, tabia t üs tü ve lâ m a d d i bir AUah idealindedir . Bu idealden m a h r u m olan memleketler, anarş iye ve r u h sefaletine düşmeye mahkûmdur .

MÜSLÜMANLIKTA REFORM LÂZIM MIDIR?**'

SORU: îsîâm dininde reformdan çok bahsedilmekte­dir. Hattâ bu konuda bazı yazılar da vardır. Kur'ân'm esash hükümlerinde reform bahis konusu olmamak lâ­zımdır. Kur'ân'm esaslı olmayan, fer'i telâkki edilebile­cek hükümleri var mıdır ve bunların tatbikatında her devrin ve memleketin icaplarına uygun tefsirlere taraf­tar mısınız? (Mesaâ: Kıyafet ve ibade t şekilleri v e sa­ire...)

S u a l b i rb i r inden farklı iki mes 'e le ihtiva ediyor: Biri İslâmiyette reform mes'elesi , d iğer i d e Kur 'ân-ı Ke­r im 'de asli ve fer'i hükümler mes 'elesidir . Önce birinci noktayı ele alacağım.

Evvelâ şunu söylemeliyim ki, b e n c e re form tâbir i İs-lâmiyete yaraş ı r bir t âb i r değüdir . Bu tâbir , XVI'nci as ı rda bazı uygunsuz papa la r ın sui idares ine karşı is­yan eden p ro tes t an kilisesinin katolik kil isesinden a y n i -masını ifade eder. İslâmiyette r e f o r m d a n bahsedenler , b a n a öyle geliyor ki, bu dinin esasi bünyes in i lâyıkiyle bilmeyenlerdir . Malûm olduğu üzere , re form yahu t r e ­format ion, "deformat ion"un zıddıdır. Deformasyon bir şeyin asli şeklinden çıkması, aslının bozulması , re form yahu t reformat ion da as l ından çıkan ve bozulan şeyin aslına irca edilmesi demektir .

(*) Bu yazı Türk Düşüncesi Mecmuası tarafından yapılan bir ankete cevap olarak aynı mecmuada çıkmıştır. Türk Düşüncesi: Nisan 1959 sayısı). Yazı, hlâm mecmuası tarafından iktibas edilerek tekrar neşredilmiştir.

İslâmiyet gerek akideleri ve gerek ameli hükümler iy­le P e y g a m b e r t a r a fmdan nasıl tâ l im edildi ve göster i l ­diyse, hiç b i r şekil değ i ş t i rmeden , on d ö r t as ra yakın bir z a m a n d a n ber i devam edip gelmektedir . İslâmiyetin ne i t ikadiyatında, n e de amel iyat ında "deforme" o lmuş b i r cihet yok tur ki " re forme" olması bahis mevzuu ola­bilsin.

BiUndiği gibi İslâmiyetin ana kaynaklar ı Kur 'ân-ı Kerim ile P e y g a m b e r i n sünnet i , yâni gittiği yoldur. Kur 'ân- ı Kerim b ü t ü n d ü n y a d a mevcu t m u k a d d e s ki­t ap la r a r a s ında , o lduğu gibi muhafaza edilebilen yega­ne m u k a d d e s kitaptır. Kur 'an âyet âyet nazil o lmuş ve he r nüzul eden ayet P e y g a m b e r t a ra f ından e shab ve cemaa t ine de rha l tebl iğ edilerek ezberleti lmiştir ve Kur 'an kât ip ler ine yazdırılmıştır. Kur'an, Peygamber in devr inde b ü t ü n yakınlarının ezber indeydi ve Kur 'an hafızlarının ba ş ında Râşidin Mahfelerinin üçüncüsü Hazret- i O s m a n gelmekteydi . Benaena leyh Kur 'an ' ın yazılması, İncil gibi nakil ve r ivayet şekhnde değildir; he rkes in ezber inde ,o lan âyetlerin b i r a r aya t op l anma­s ından i ba re t t i r Kur 'an ' ın on dör t a s ı rdan ber i hiç b i r âyeti n e inkâra uğ ramış , ne de üzer inde ihtilaf edilmiş­tir. Hazret- i P e y g a m b e r i n tebl iğ ettiği gibi muhafaza edi lmiş t i r Yalnız bazı kelimelerin o k u n m a s ı n d a ihtilaf edilmiştir ki, b u da "Kıraat-i s eb ' a " adiyle ayrı bir ihti­sas m e v z u u teşkil etmiştir.

İ s l â m d a İ ç t i h a t v e M ü ç t e h i t l e r :

İçt ihad, Kur 'ân- ı Kerim'i ve Peygamber in sünnet ini tefsir, te'vil ve kıyas usulleri da i res inde , z a m a n ve me­kân iht iyaçlar ına gö re , anlayıp izah e tmek demek t i r İs­lâmiyet te içt ihadın geniş yeri ve büyük bir kıymeti var ­d ı r Ve h e r z a m a n se rbes t çe içt ihad edilebil ir İslâmiyet akla, tefekkür ve m u h a k e m e y e geniş yer veren bir din-

dir. İslâmiyette a n a ka ide lerdendi r ki: "akıl ile" ve aklın mutas ı o lan ilim ile "nakil" yâni Kur 'an ve sünne t " te­aruz et t ikde" e ğ e r nakil sa r ih oirnaz da tefsir ve te'vile müsa i t o lursa "akü tercih ve nakil te'vU olunur." İs lâm­da aklın yâni tefekkür ve m u h a k e m e n i n yoluna "içti­h a d " bu yolda çalışan din âl imlerine de müçtehi t" d e ­nir.

Müçtehit l iğin muhtelif dereceler i va rd ı r ki bun la r ın en yükseği "mezhep sahibi müçtehi t"dir . Hicret in b i r in­ci asır son la r ından i t ibaren b i rçok müç teh i t zuhur et­miştir. Bunlar ın kimi "itikad" da, yani dinin t emel aki­deler inde , kimi de "amef 'de yani dinin ibadet , m u a m e ­le ve münasebe t l e r e dai r o lan hükümle r inde müçtehi t -tir. Yüzlerce as ı rdan ber i b ü t ü n İslâm dünyas ında hak olarak kabul edilen "i t îkadda m e z h e p " "ehl-i sünne t mezheb i" yani Hazret- i Peygamber in yo lunda ve izinde g iden mezhept i r . "Ehl-i sünne t mezheb i"n in temel aki­deleri " âmen tü"de toplanmışt ır . Bu akideler m ü ' m i n ol­m a n ı n esas şartlarıdır . Bun la rdan birini inkar e tmek İs­lâmiyeti inkâr e tmek demektir . Bu sebepled i r ki, t emel akidelerde içtihad, yani tefsir, te'vil ve kıyas cari olmaz. Çünkü aksi t akd i rde o r t ada din mefhumu kalmaz. Din ile he rhang i b i r felsefî, içtimaî, iktisadî doktr in aras ın­daki fark da buradadı r . Din t emel akideleri değ i şme­yen, ü s t ü n d e m ü n a k a ş a edi lemeyen, akla ve m u h a k e ­meye gö re tefsir ve te'vil kabul e tmeyen bir doktrindir . Dinin temel akideleri, meselâ Allah, Peygamber , melâ-ike, âhiret inançlar ı akla değil, nakle (revalation) m ü s -tenidtir. Bunlar aklın idrak sahas ı dış ında kalan ve gayr ı m a h s û s b i r â leme ait olan hakikatlerdir. Akü b u hakikatleri b i r de receye kada r sezebilir, fakat asla kün-h ü n ü ve t amamın ı kavrayamaz. Akim idrak sahas ı m a d d i ve m a h s û s âlemdir. Din beşe r i bir vakıa değil ( suprahumain) b i r hakikattir. Hülâsa dinin temel akide­ler ine dokunulamaz . Dokunulur ve b u n l a r üzer inde in-karh bir m ü n a k a ş a açılırsa o r t ada din kalmaz. Din, ta-

rifı mucib ince e s a s î a n değ i şmeyen b i r inanç sistemi­dir.

Amelde , yâni dinin ibadet , m u a m e l e ve m ü n a s e b e t ­ler ine da i r o lan a h k â m m d a k i mezhep le re gel ince, b u n ­lar da vaktiyle pek çoktu. Fakat yine yüzlerce as ı rdan ber i hak ve m e ş r u kabul edilen dör t m e z h e p vard ı r ki, bun la r Malikî, Hanefî, Şafiî ve H a n b e h mezhepler idir . Türkiye Türkler inin ç o ğ u n u n mezheb i Hanef ıd i r Bu mezhebin müçtehi t i . Hicret in birinci as r ında yaşayan İmam-ı Âzam Ebu Hanife, eski Roma 'n ın Gaius ve Ulpiamus ' lar ı m e r t e b e s i n d e yüksek bir hukukçu, dünya hukuk tar ihinin kaydett iği müs t e sna dâhi le rden metin bir din adamı idi.

Şuras ına dikkat o lunsun ki, b u dör t m e z h e p m ü ç t e -hi t ler inden s o n r a artık iç t ihad edilemez, çünkü içtihad kapısı kapanmış t ı r deni lemez. Böyle b i r idd iada bu lun­mak İslâmiyetin r u h u n u , re 'yül esasını bi lmemektir . De­diğim gibi, içt ihad da ima m ü m k ü n d ü r . Çünkü İslâmiyet akla, tefekkür ve m u h a k e m e y e , re 'y ve kıyasa geniş yer ve ren bir d i n d i r İslâm Peygamber i der ki: "Benden si­ze bir söz nakîediUrse, bunu aklınızla muhakeme edi­niz, eğer aklınız kabul etmezse, biliniz ki onu ben söy-lememişimdir." Bu ifadedeki büyüklük, m â n a ve işaret üzer inde d u r m a y a hace t g ö r m e m .

İmdi, b u g ü n İslâm dünyas ın ın m u h t a ç o lduğu ve beklediği şey, b e n c e " re form" gibi bir Hns t iyan taklit­çiliği değil, fakat İmam-ı Âzam Ebu Hanİfe gibi b i r müc t eh i t d i r Faka t b ü t ü n mesele , b u yükseklikte b î r din âlimini b u g ü n n e r e d e buluruz, noktas ındadır . Bunu bu­gün bulamayız . O ha lde yapılacak b i r iş k a h r O da tek b î r müçteh i t ye r ine b u g ü n k ü İslâm dünyasının en mu­t e b e r din â l imler inden m ü r e k k e p bir "Diyanet Şûras ı" k u r m a k t ı r Bu şû ra , Kur 'an ve sünne t esaslarını tedkik e d e r ve devr in iht iyaçlar ına gö re yeni b i r içt ihad or ta­ya k o y a r Böyle b i r ş û r a n ı n dini k a r a r l a n Türkiyemizin,

hat tâ İslâm d ü n y a s m m h e r t a ra f indan kabule m a z h a r olur. Çünkü b u ka ra r l a r devr in en yüksek din âlimlerin-ce verilmiş "İcmâ-ı Ü m m e t " kuvvet ve kıymet inde ka­r a r l a r olur. B u n a Müs lümanla r ın tâb i olması dini b i r vazife teşkil eder. Vaktiyle dö r t m e z h e p sahibi nasü ça­lıştı ve içt ihad ederek dör t mezheb i nasü tesis ettiyse, b u g ü n de kurulacak "Diyanet Şûras ı " aynı usul ve m e ­totlarla çal ışarak h e m b i r "tevhid-i m e z h e p " yapabilir , hem de İslâmi ahkâmı b u g ü n k ü haya t şa r t la r ına gö re tefsir ve t anz im edebilir.

Bence yapılacak ve diyaneti b u g ü n içine düş tüğü anarş iden ku r t a racak çare budur . Ve b u çareye başvur ­mak zamanımızda b i r zarurett ir . Son gün l e rde Diyanet İşleri Reisi 'nin dini bir mes 'e leye dai r verdiği b i r fetva üzer inde kopar ı lan yersiz m ü n a k a ş a l a r bu zaruret i bir kere d a h a or taya koymuştur . Rast gelen b u fetva üzeri­ne fikir yürüt tü . He r eli kalem t u t a n b i r din dok toru edasiyle o r taya atıldı.

Bugün muhakkak olan şey ş u d u r : Dini o tor i te b u h ­ran ı ve korkunç b i r anarş i içindeyiz. İtiraf etmelidir ki, b u anarş in in tohumlar ı b u g ü n değil , b u n d a n otuz sene evvel, 1926'da Türkiye 'nin eski dini tahsil müessese ler i olan m e d r e s e l e r kapat ı ldıktan i t ibaren yavaş yavaş bu ­günkü anarş iye gidilmiştir. Medrese le r in kapatı lmasını hiç k ınamam ve kabul eder im ki, b u müesseler , son de ­virde saplandıklar ı skolastik t ed r i sa t üzer ine , faydalı değillerdir. Faka t m e d r e s e l e r kapat ı ld ıktan sonra , diya­netin Türkiye milli bünyes indeki yeri ve ehemmiyet i gözönünde tu tularak ilk, o r t a ve yüksek kısımlariyle m o d e r n ve mükemmel dini b i r tahsil müesseses i kurul­malı idi. Bu sayede diyanet in m u h t a ç o lduğu m ü t e h a s ­sıslar ve yüksek din alimleri yetiştirilmeliydi. Otuz kü­su r sene ihmal edilen ve yüksek ilim ve esasları oku­tu lup öğret i lmeyen b i r din aşikar ki, g ü n ü n b i r inde ce­halet ve anarş iye saplanacakt ı . Esef edelim ki, b u g ü n böyle oldu.

B a n a A n k a r a ' d a k i İlahiyat F a k ü l t e s i n d e n y a h u t İmam-Hat ip OkuUarmdan bahse tmeyin iz , rica eder im. Lâik ünivers i teye b a ğ h fakülteler din ahmi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hat ip mektep le r i İslâmiyetin yalnız e l eman te r bilgilerini öğre tmekle kahr. İslâmiye­t in yüksek ilimleri, kelamiyat ve bediiyatı uzun seneler oku tu lmamak y ü z ü n d e n b u g ü n h e m e n h e m e n yok ol­muş tur . Bu m e v z u d a taklit e t m e ğ e özendiğimiz Avru­pa 'ya bakal ım. Bu memleket ler in m ü t e a d d i t katolik ve p ro t e s t an ünivers i te ve ens t i tü ler inde okunan din ilim­lerine ve h e r s e n e in t i şar eden yüzlerce dini eser lere in­san hasre t le imreniyor .

Maziyi bırakal ım. B u g ü n ü ve b u n d a n sonras ın ı dü­şünelim. Din, içt imaî haya t ın ve hususiyle halk ahlâki-yatının t emeUer inden biri ve en ehemmiyetl is i o lduğu­na ve yüksek b i r bilgi ve ihtisas mevzuu teşkil ett iğine göre , b u m e v z u u d a h a fazla ihmal e tmekte memleket için hayı r yoktur. Bu husus ta b u g ü n yapılacak iş, dedi­ğ im gibi, b i r t a ra f tan devlet t e şebbüsüy le bahse t t iğ im şûrayı kurmak , b i r taraf tan da vakit geç i rmeden yük­sek tahsilU din âlimleri yet iş t i rmek üzere bir "İslâm Kül­liyesi" y a h u t Ens t i tüsü vücuda getirmektir .

Kur 'ân- ı Ker im 'de ash ve fer'i h ü k ü m l e r mes 'e les ine gehnce , İslâmî ak idede Kur ' an b i r bü tündür . Her âyeti A r a p lisanı üzere vahiy yolu ile nazil olmuştur . Kur 'an , yalnız mânas iy le değil, h e m de lâfzıyle Kur 'ân 'd ı r . Bina­enaleyh Kur ' an ' ı n te rcümesi , Kur ' an değildir ve Kur 'an şimdiki çok eksik lâtin harfleriyle yazılamaz. Çünkü bu harfler, bizim güzel Türkçemizi bile edaya ve ifâdeye kâfi değildir. Kaldı ki Kur 'an ' ın , n e t e rcümes inde , ne de lâtin harfleriyle yazı lmasında ne b i r zarure t , ha t tâ n e de b i r fayda vardır . Milhyetçihk ile milliyet t a a s s u b u n u

birb i r ine kar ı ş t ı rmamal ıd ı r B u g ü n Avrupa halkının b inde kaçı lât ince bilir ve okur? Bununla beraber , b u ­g ü n b ü t ü n katohk dünyası ibade t ve duasını lât ince ya­p a r Çünkü katolik dünyas ın ın m u k a d d e s kitapları lâ­t ince yazıhdır.

M u k a d d e s ki taplar b i rer mek tep el kitabı değildir. Bunlar ın kudsiyet i lham ettikleri aşk ve i m a n d a d ı r Kur 'ân- ı Kerim b u aşk ve imanı ancak nazil o lduğu h-s a n ile i lham e d e r Politika iht i rasını memleket in m u ­kaddes ki tabına el uzatacak k a d a r ileri gö tü rmek te memleke t için t ahmin ve t a savvur edi lemeyecek de re ­cede za ra r vardır .

Kur ' an 'da ash ve fer'i hükümle r diye bir tasnif yapı­lamaz. Müs lümanhkta Kur 'an ' ın h e r âyeti lâfziyle ve mânas iy le i lâhidir Yalnız, yukar ıda bahse t t iğ im gibi, Kur 'an iç t ihaden tefsir ve te 'vil o lunabi l i r Fakat b u n u ras tge le herkes in değil, salâhiyeth ve met in din a d a m ­larının yapmas ı şarttır. Kur 'an ve had i s tefsirinin mu­ayyen usulleri v a r d ı r Bu usuller üze r inden gidilerek âyetlere m â n a vermek, ilâhi i radeyi h e r devr in aklına ve ilmine, değişen haya t şar t la r ına gö re an lamak ve izah e tmek m ü m k ü n , ha t t â l âz ımdı r Fakat , t e k r a r edi­y o r u m ki, b u işi zamanımızda ancak dini b i r ilim heye­ti, b i r "Diyanet Şûrası" yapabilir. ,

Böyle b i r heye t Kur 'an 'da b u g ü n k ü neslin aklını ve ilmini t a tmin edecek hazineler bulabilir. Çünkü Kur'an İslâm Peygamber in in en büyük mücizesidir . B u g ü n en aydın bir insan bile bu m a k a d d e s ki tapta aradığını bu ­lur ve içini t a tmin edebilir. Bir misal vereyim:

Zamanımızda hukukçu ve içtimaiyatçılar ferdî mül ­kiyetin meşruiyet i sebepler i üze r inde m ü n a k a ş a eder­ler. Kimi mülkün cemiyete ait olup, ferdi mülkiyetin m e ş r u olmadığını iddia eder. Kimi ferdî mülkiyeti içti­maî fayda fikriyle izah e d e r Bugün klasikleşen telâkki­ye göre , ferdî mülkiyetin mesned i ve meş ' rûiyet inin

sebebi sa 'ydir. Ferdi mülkiyet meş rudu r , çünkü mülk ferdin ya bizzat kendisinin veya ecdad ın ın a im teriyle kazanılmıştır.

Fakat d ü ş ü n d ü k ç e h a y r a n o luyorum ki, b u fikri Kur'an o n dör t as ı r evvel o r taya koymuş ve "insan için hak ve meşru olan, ancak sa'yinin mahsulüdür^' demiş­tir.

EKLER

KANUN TEKLİFLERİ

1 YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜSÜNE AİT

TEŞKİLÂT PROJESİ

Bir tahsil müessesesinde program, kadro ve teşkilât muay­yen bir gayeye varmak için birer vasıtadır. Binaenaleyh evvelâ gayenin ne olduğu iyice anlaşılmalıdır ki, vasıtalar ona göre se­çilip tanzim edilebilsin.

E n s t i t ü n ü n g a y e s i :

Bizce, Yüksek İslâm Enstitüsünün, biri ideal, diğeri praük başlıca iki gayesi vardır. İlişik ders cedvelleri ve bu teşkilat pro­jesi bu iki gaye gözününde tutularak hazırlanmıştır.

A) î d e a l g a y e :

İslâm dininin Kur'an ve Hadis'ten ibaret olan ana kaynakları­nı gerek (rivayet) ve gerek bilhassa doğrudan, (dirayet) metodu ile anlayıp izah etmeye; "Ehl-i Sünnet" yolundan aynlmaksızm, bu iki kaynaktan zamanın ihtiyacına göre re'sen hüküm çıkar­maya muktedir yüksek ehliyet, dini terbiye ve seciye sahibi âlim­ler yetişmesine imkân hazırlamaktır.

Türkiyemiz, hattâ bütün İslâm Dünyası, bu vasıfta din âlimle­rine çoktan beri şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Milâdm sekizinci asrından ondördüncü asrına kadar altıyüz sene dünyanın şark ve garp ülkelerine, hemen her sahada, marifet ve medeniyet ru­hu saçmış olan yüksek İslâm varlığının gittikçe fakirleşip gerile­mesinin ve müslüman milletlerin bugünkü perişan hale düşme­sinin başlıca sebebi arzedilen iktidar ve ehliyette din adamların­dan mahrum kalmış bulunmasıdır.

— D I N v e L A İ KLİK —

Bilindiği gibi, İslâmın ilim tarihi ve âlimler silsilesi "mütekad-dimin" ve "müteahhirin" diye ikiye ayrılır. Onbeşince asır başla­rında yaşayan meşhur Teftazanî bu ayrıhşta sınır teşkil eder. Fil­hakika Teftezanî'den evvelkilerin ilmi doğrudan doğruya ana kaynaklarını tetkik, tahlil ve tahkik ile durmadan değişen insan hayat ve münasebetleri üzerindeki müşahade ve mukayeseler­den doğan "orijinal" ilimlerdir. Sonrakilerin ilmi ise, ana kay­naklan, müşahade ve mukayeseyi bir tarafa bırakarak, şerhçilik ve haşiyecjük çerçevesi içinde kalan, söylenmiş ve yazılmışlarm dar bir zihniyetle tekrarından ibaret olan (skolastik) ilimdir.

Eski Roma'nın gerileme devrindeki "glassateur"-Ierle orta zamanların Garp Üniversitelerindeki "Copistes"ler nasıl bir ta­assup zihniyetinin intişar merkezleri olmuş iseler, bizdeki şerhçi ve haşiyeciler de öyle bir zihniyetin sembolleri olmuşlardı. Ger­çi bir arahk Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev gibi orijinalliğe yükselen bazı adamlarımızın himmetiyle Fatih ve Süleymaniye Külliyele­rinde yeni bir hareket belirmiş ise de, maalesef çok devam etme­miş ve medreseler yemden skolastik çorağına saplanmış ve bu hal İkinci Meşrutiyete kadar devam etmiştir.

İkinci Meşrutiyet senelerinde İslâm ilimleri sahasında yeni­den çok ümit verici bir kalkınma ve ilerleme hamlesi yapılmıştır. Bu devirde kurulan "Medresesetülvâizin", "Darülhilâfe Medre­seleri", hususiyle "Medresetül Mütehassisin" bu hamlenin mer­kezlerini teşkil etmiştir. Ne yazık ki, 1926'da kabul ve tatbik edi­len "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" ile bu hayırh müeseseseler kapa­tılınca son ümit de sönmüştür. Neticede Türkiye'de dini hayat karanlık ve tehlikeli bir safhaya girmiştir. 1926'dan bu yana ge­çen otuzbeş senelik fetret devrinin Türkiye içtimaî hayatında do­ğurduğu pürüzler nihayet görülmüş ve pek İsabetli bir karar ile "Yüksek İslâm Enstitüsü" açılmıştır.

Bugün bütün mes'ele bu müesseseyi bundan evvelkilerin akı­betine uğramaktan korumaktır. Bunun için ise, daha kuruluşta, programı, hocası ve teşkilatı ile enstitünün orijinal ilme yöneltil­mesi, Türkiyemizin bugün muhtaç olduğu (müçtehit) ehliyet ve salahiyetinde din âlimlerinin yetişmesine imkân hazırlayıcı bir müessese olarak işe girişmesi, hülâsa temellerin inşa edilecek bi­naya göre atılması bir zarurettir.

Gerçi enstitüden, bütün öğrencilerini birer Ebu Hanife yetiş­tirip mezun etmesi beklenemez. Esasen hiç kimse mektep, ensti­tü veya üniversiteden âlim olup çıkmaz. Fakat bu müesseseler­den her biri, aşıladığı ruh, öğrettiği metot ve kazandırdığı fikri disiplin sayesinde istidadı olanlara âlim olmak imkânı sağlar. İs­lâm Enstitüsünden bu netice beklenir.

B) H n s ü t ü ı m ı ı p r a t i k g a y e s i :

Her enstitü ve üniversitenin olduğu gibi, İslâm Enstitüsünün de hedefi sırf ilim için değildir; aynı zamanda memlekette duyu­lan ihtiyaçları karşılamaktır. Bugün Türkiye'de yüksek ehliyetli din adamlarına bilhassa aşağıdaki sahalarda ihtiyaç vardır.

1- Î m a m - H a t i p O k u l l a r ı n d a v e d i ğ e r o k u l l a n n

d i n d e r s l e r i n d e h o c a ih t iyac ı :

Bu ihtiyacı İstanbul İmam-Hatip Okulu'na yaptığım ziyarette daha iyi gördüm. Bu okulun dörtyüz kadar mevcudu arasında Arapça bir metni düriistçe okuyup tercüme edecek yalnız birkaç öğrenci çıktı. Yüksek İslâm Enstitüsü'nün bu sene imtihanla alı­nan yetmiş kadar talebesi arasmda aynı iktidarda üç-beş kişi bu­lunduğunu gördüm. Dini bir müessesede seneler süren bir tah­silden sonra bu netice hazin bir muvaffakıyetsizliktir.

Katolik dünyası için Lâtince ne ise Müslüman dünyası için de Arapça odur, yani mabed lisanıdır. İleride mabed hadimi olacak gençler bu dili bilmezlerse, dini vazifelerini ifa edemezler ve İmam-Hatip okulları eski medreselerin daha zararlı bir tekrarın­dan ibaret kalır.

Bu netice gösteriyor ki, İmam-Hatip okullarında Arapça ve buna kıyasen diğer meslek öğretimi hem ehliyetli ellerde değil­dir hem de takip edilen öğretim metodu bozuktur.

Kabul edelim ki Arapça, Lâtince gibi öğrenilmesi güç lisan­lardandır. Eski medreselerde talebe senelerce Arapça okur, yine de lâyıkı ile öğrenemezdi. Fakat bu güçlük geniş bir ölçüde takip edilen öğretim metodunun bozukluğundan ileri gelmektedir. Bunun delili, bugün Paris'teki Şark Lisanları Mektebi'nde bir grup teşkil eden Arapça ve Türkçe üç senede öğretilmektedir. Bu mektepten mezun olan talebe edebi Arapçayı okuyup anla­maktadır. Şu halde mes'ele, hocada ve takip edilecek metodda-dır. İşte İslâm Enstitüsünün ilk pratik gayesi aradığımız bu hoca­yı yetiştirmektir.

Buna bağlı olarak enstitünün pratik bir gayesi de, okullarda­ki din derslerinin hoca ihtiyacını karşılamaktır. Mekteplerdeki din dersleri ancak bir hususi formasyon ile yetişmiş hocalar ta­rafından okutulursa faydalı olur. Aksi halde ve bugünkü şeldin-de devam ederse, bu esaslar faydasız hattâ zararlıdır. Çünkü din dersleri dini bilgi dersleri olduğu kadar, dini telkin ve terbiye dersidir. Bu ise ancak inanan ve din ile amel eden kimseler tara­fından yapılabilir.

Enstitüden mezun olan talebeden, derecelerine göre, bazıla­rı İmam-Hatip okullarına, bazüan da mekteplerdeki din dersleri

hocalığına tayin edilir, aynı bir hoca beş, altı mektebin muhtelif gün ve saatlerindeki din derslerin! okutur. Zaman zaman Öğren­cilerini toplayıp camiye götürür ve orada dini farizaların nasıl ifa edildiğini bilfiil gösterir. Bu işi garp memleketlerinde kısmen ai­le büyükleri, kısmen de rahipler yapar.

2 - T ü r k i y e ' d e b u g ü n d u y u l a n d i ğ e r b i r i h t i y a ç ;

i l i m v e k ü l t ü r n u r u i l e a y d ı n l a n m ı ş m ü f t ü v e v a i z

i h t i y a c ı d ı r .

Enstitüden beklenen mühim bir hizmet de bu ihtiyacı karşıla­maktır. Söylediğimiz vasıfta rnüftü ve vaize olan ihtiyaç delile ve ispata hacet olmaksızın her gün kendisini göstermektedir. Kaza ve kasabalarda müftü ve camide vaiz diyanetin en esash iki mü­messilidir. Bu şahsiyetlerin bir taraftan mesleki bilgi, bir taraftan genişçe bir kültür ile bezenmiş olması lâzımdır. Bir vaiz dinle­yenleri kimler olursa olsun, herkesi tenvir ve irşad edebilecek kudrette olmalıdır. Paris Kardinali, Notrdam Kilisesinin vaiz kür­süsüne çıktığı zaman yüksek sosyetenin en seçkin dinleyicileri­nin hürmet ve ihtiyadına mazhar oluyor. Çünkü bu dinleyicilere onların kafası ve diliyle hitap etmek kudretine maliktir. Bizde ise zavallı müftü ve vaizler istihfaf hattâ istihkar ile karşılanıyor. Çünkü sosyetenin kafası ile düşünüp diliyle hitap eder ehliyette değildirler.

Hülâsa, müftü ve vaiz bulunduğu herhangi bir sosyetede, ko­nuşulan mevzularda aydın bir insanın göstereceği anlayışı gös­terebilmelidir. Bu şahsiyetler ancak bu yetişkinlikte olmak şar­tiyle etraflarından hürmet ve itibar görür ve bu sayede dini va­zifelerini ifaya imkân bulur.

3- E n s t i t ü y ü g a y e s i n e u l a ş t ı r a c a k a s i s t a n ,

d o ç e n t ve p r o f e s ö r i h t i y a c ı :

Enstitünün son bir pratik gayesi de bu ihtiyacı karşılamaktır. Bugün ne kadar çalışılsa enstitüye arzu edilen kalitede öğretim kadrosu temin edilemez. Enstitü muhtaç olduğu elemanları ken­disi yetiştirecektir. Nitekim üniversitelerimizde böyle olmuştur.

Fakat enstitünün şimdiden buna göre teşkilâtlanması yarınki hoca kadrosunu bugünden hazırlamaya başlaması lâzımdır.

Enstitüde okutulacak dersler: Yukarıda gösterilen ideal ve pratik gayeler gözönünde tutu­

lunca. Enstitüde okutulması gereken dersler kendiliğinden belli

olur ve bunlar; meslek dersleri, kültür dersleri ve lisan dersleri olmak üzere üç gruba ayrılır.

D e r s l e r i n s ı n ı f l a r a , g ü n v e s a a t l e r e t e v z i i :

Enstitü dört sene ve dört smıflı olduğuna göre, ilk iki sene müşterek, son iki sene ise, üç ihtisas şubesine ayrılacak ve her şube ikişer devreli olacaktır. Müşterek smıflarda her öğrenci bü­tün dersleri takip edecektir.

S o n ik i s ı n ı f ı n i k i ş e r d e v r e l i i h t i s a s ş u b e l e r i ş u n l a r d ı r :

1- Tefsir ve Hadîs şubesi, 2- Fıkıh ve usûl-ü fıkıh şubesi, 3- Kelâm ve felsefe şubesi. Gerek müşterek sınıflarda ve gerek ihtisas şubelerinde oku­

tulacak derslerin, mevzu ve bahis itibariyle, müfredat program-lariyle her derse ayrılacak gün ve saatler alâkah hoca veya hoca­lar tarafından teklif olunur ve Enstitü meclisince müzakere edi­lip karar verildikten sonra Maarif Vekâletinin tasdikine sunulur.

Derslere ayrılacak gün ve saatler, dersin mesleki ve kültürel ehemmiyetine göre, muvazeneli bir surette tesbit edilmeli ve dai­ma enstitünün yüksek ehliyette din adamı yetiştirmekten ibaret olan gayesi gözönünde tutulmalıdır. Biz bu hususta şöyle bir öl­çü teklif ediyoruz: Her sınıfta meslek dersleri ashdir. Kültür ders­leri tali ve yardımcıdır. Lisan derslerine gelince, bunlardan Türk­çe milli dil ve Arapça Kur'an dili olmak itibariyle her ikisi de as­lidir. Farisi bîr yabancı dil, enstitü talebesi için birer kültür dili­dir, binaenaleyh yardımcıdır.

Enstitüde ç a l ı ş m a ve a r a ş t ı r m a l a r :

Bu araştırma ve çalışmalar: a) günlük dersler, bl mütalâalar,

c) toplu müzakereler, d) konferanslar, e) seminerler, fl mezuniyet tezi safhalarına ayrılır.

G ü n l ü k d e r s l e r :

Enstitüde derslere sabah 8.30'da başlanır ve Cuma'dan baş­ka günlerde 12.30'da, Cuma günleri 11.30'da son verilir. Öğle­den sonra saat 14.00'den 18.30 ve akşamları 20.00'den 23.00'e kadar çahşmalar devam eder.

M ü t a l â a l a r :

Enstitüde talebe şahsi mesâiye alıştırılır. Bu maksatla talebe­ye yazıh ve sözlü vazifeler verilir. Talebe mütalâ saatlerinde bir taraftan derslerini, bir taraftan da bu vazifeleri hazırlar.

T o p l u m ü z a k e r e l e r :

Hocalardan biri, her gün, öğleden sonra tesbit edilecek saat­te talebe ile başbaşa vererek müzakere yapar. Bu müzakerelerde, icabına göre, kâh yazılı vazifeler okunur ve bunlar üzerinde tale­beye tenkid ve münakaşa yaptırıhr, kâh derste geçen bazı mev­zu ve bahisler üzerinde durulur, kâh talebeden bazıları muayyen bir mevzu üzerinde konuşturulur.

S e m i n e r l e r :

İhtisas şubelerinde talebeye müzakere yerine seminer yaptı­rılır. Şubelerin her hocası haftada en az bir seminer tertib eder. Her sömestr içinde ele alınacak seminer mevzuları hocalar tara­fından sömestr başında tesbit olunarak talebeye bildirilir. Semi­nerlerde ele alınan mevzular tenkidli ve münakaşalı bir surette derinliğine incelenir.

M e z u n i y e t t e z i :

İhtisas şubeleri talebesi ikinci devre başında, ders başlamın-dan itibaren en çok onbeş gün içinde seçeceği bir hoca ile bir­likte karar'laştıracağı bir mevzu üzerinde bir tez hazırlamaya ve imtihanlardan en az yirmi gün evvel hocasına vermeye mecbur­dur.

Tez hocası tezi tetkik ettikten sonra, geçmez, orta, iyi ve peki­yi gibi bir not verir. Tezine geçmez notu alan bir talebe o devre­de imtihanlara kabul olunmaz ve bir defaya mahsus olarak tezi­ni ikmal etmeye müsaade verilir. Pekiyi not alan tezler, idarece teksir edilir veya bastırılır. Bunlardan bir kısmı talebeye tevzi edilir, bir kısmı da kütüphaneye konur.

K o n f e r a n s l a r :

Her ders senesi başında idarece, dinî, ilmî, edebî, içtimaî mevzularda bir konferans serisi tertip olunur. Tanınmış ilim ve fikir adamları davet edilerek konferanslar verilir. Bütün talebe bu konferansları takibe mecburdur.

U m u m i i m t i h a n l a r :

Enstitüde imtihanlar yazılı ve sözlü olmak üzere iki şekilde yapılır.

Yazı l ı i m t i h a n l a r :

a) M ü ş t e r e k s ı n ı f l a r d a ;

Müşterek sınıflarda yazılı imtihan İki dersten yapılır. Bunlar­dan birisi ders senesinin ilk ayı içinde meslek derslerinden biri Enstitü Meclisi tarafından birinci yazılı imtihan dersi olarak tes­pit edilir ve idarece talebeye bildirilir.

İkinci yazılı imtihan dersi ders kesiminden bir hafta evvel sı­nıfın bütün dersleri arasında telebe önünde kur' a ile çeküir.

b) i h t i s a s ş u b e l e r i n d e ;

Talebeye Kur'an veya Hadisten yahut Arapça muteber bir eserden bir parça yazdırılır ve bunun evvela tercümesi, sonra da izah ve münakaşası istenilir.

Yazıh imtihan kağıtları dersin hocasından başka ders ile alâ­kalı diğer bir hoca tarafından okunur. Her ikisinin takdir ettikle­ri notların ortalaması alınır. İki hoca arasında ihtilaf halinde der­sin hocasının verdiği nota itibar olunur. Yazılı imtihanlarda ta­lebede aydın bir anlayış, muhakeme ve münakaşa ediş melekesi aranır. Gerek müşterek sınıflan ve gerek ihtisas şubelerinde söz­lü imtiharilara kabul olunmak için yazılı imtihanlarda her ders­ten en az beş not almış olmak şarttır.

S ö z l ü i m t i h a n l a r : Yazüılardan sonra başlanacak sözlü imtihanlar en çok birer

gün fasüa ile yapılır. Sözlü imtihanlarda mümeyyiz ve müfettiş bulundurulabilir. Sözlü imtihanlarda talebenin selis Türkçe ifa­desine serbest ve kolay konuşma kabiliyetine dikkat edilir.

Yazüı ve sözlü imtihanlarda tam not (on)dur. Müşterek sınıf­larda, sınıf ve ihtisas şubelerinde devre geçmek için yazılı ve söz-

İÜ İmtihanlardan kazanılan notların (7) ortalamayı tutması şart­tır. Ortalama hesabına (5) den aşağı notlar girmez.

İ k m a l i m t i h a n l a r ı :

Bu imtihanlar ders başlamına tekaddüm eden on beş gün içinde ve yukarıda gösterilen usul üzere yapılır. Yalnız ikinci ya­zılı imtihan dersi idarece tesbit olunur. Bir hafta evvel talebeye bildirilir.

Üst üste iki sene sınıfta kalan veya devre geçemeyen talebe­nin kaydı silinir.

M e t o t ve h o c a m e s e l e s i :

Enstitünün en büyük mes'elesine geliyoruz. a) M e t o t ;

Bir tahsil müessesesinde metodun bizzat ilim kadar mühim olduğu malûmdur. Bugün şark ile garbı ayıran ne zekâ ve kabi­liyettir ne de çalışkanlık, fakat metoddur. Yukarda arzedildiği gi­bi Paris Şark Lisanları Mektebinde üç senede öğretilen Arapça bizim eski medreselerde onbeş senede Öğretilemiyordu. Bu fark bir kelime ile metot farkıdır.

Yalnız bu noktada çok iyi anlaşmak lâzımdır. Din ilimleri İle müsbet hattâ sosyal ve moral ilimlerde metot

aynı değildir ve olmaz. Müsbet ilimlerde sahasına göre "inducti­on" yolu ile tecrübe, müşahade ve mukayese metotları tatbik edildiği halde din ilimlerinde bu yoldan gitmeye ve bu metotla­rın hepsini tatbik etmeye imkân yoktur. Çünkü müsbet ilimler "Ratİonel", din ilimleri "dogmatique" dir. Müsbet ilimlerde zekâ tamamiyle serbest ve rasyonel bir sahada hareket ettiği halde din ilimlerinde önceden hakikat kabul edilen dogmatik mebde-lerden hareket etmek zorundadır. Bilindiği gibi her dinin kendi­sine has dogmatik mebdeleri yani vahye müstenit nassları var­dır. İslâmın nassları "Kur'an" ve "Hadis"dir. Din adamı bu nass­ları tereddütsüz ve münakaşasızca bir üstün hakikat kabul etme­ye, dini ahkâmı bu nasslara istinat ettirmeye mecburdur. Böyle kabul etmez de nasslar üzerinde tereddüt gösterir ve münakaşa ederse, din adamı olmaktan çıkar ve filozoflar zümresine girer. Din adamı ile filozof arasında bu fark vardır. Bir filozof hususiy­le bir metafizikçi de din adamı gibi evveli illetler ve hakikatler üzerinde durur ve düşünür. Metafiziğin mevzu ve mes'eleleri de din gibi evveli illet ve hakikatlerdir. Ancak filozof bu sahada ken­disini tamamiyle serbest gördüğü haide dîn adamı bu serbestli­ğe malik değildir. Din adamı (âmentü) umdelerini birer evveli hakikat ve birer "donnees immediotes" kabul etmek zorundadır.

Bu durum din adamı için zannedilebileceğİ gibi bir noksan değil bilakis kemaldir. Çünkü insan aklı ve zekâsı varlığı gibi aciz ve fanidir ve insanın üstünde yaşadığı toprak parçası gibi mah-dudtur. Aklın idrak sahası maddi ve mahsûs alemdir. Fakat dü­şünen insan içinin derinliklerinden gelen bir hisle büyüyor, ki maddi ve mahsûsun dışında namütenahi bir saha kaplayan la maddi ve gayr-İ mahsus bir âlem var. Bu âlemi akıl ile idrak et­mek mümkün değildir. Din adamı bu alemin hakikatlerinin akıl ile değil "nakil" ve "vahiy'le bilineceğine inanmakta ve bu nok­tada filozoftan ayrılıp ''atheisme'"den uzaklaşmaktadır. Din ada­mının filozofa üstünlüğünde bu noktada olduğunu ve vaziyet te­min etmektedir. Bir Aristo, insanhk tarihinin benzerini kaydet­mediği harikulade bir zekâya ve mucizevî bir ihataya malikti. Hazret-i Muhammed ise ümmi bir insandı. Fakat ondört asırdan beri milyarlarca insan Hazret-i Muhammed'e tabi yaşamış, Aris­to ise çok mahdut bir zümre tarafından tanınmıştır.

Hülâsa metot bahsinde din ilimleri ile müsbet ilimler birbi­rinden esaslı bir surette ayrılır. Berikilerin "induction" usulüne mukabil din üimleri "deduction" usûlü kullanır ve bunu "Exege-tisme" yani tahlil ve tefsir metodu ile ikmal eder.

Bu noktada da iyi anlaşmak lâzımdın Din ilimleri "deduction" tatbik eder demek, müsbet ilimlerin müşahede ve mukayese metotlarına arka çevirir demek değildir. BUakis din ilimlerinde aydın mânası ile "Exegetisme" müsbet ilimlerdeki müşahede ve mukayeseden başka bir şey değüdir. Yetişkin bir din adamı nass-1ar üzerinde yaptığı tahlil ve tefsirleri zamanın ihtiyacını ve dur­madan tekamül eden hayat ve münasebetleri dikkatle müşahede ve mukayeseden geçirmek suretiyle hakikatleştirecektir.

Yukanda mütalâa üzerinde mutabık isek enstitünün meslek derslerinde takib edümesi gereken metot kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Bu metot müşahede ve mukayese ile takviye edilmiş ve hakikatleştirilmiş "tahlil" ve "tefsir" usulüdür. Vaktiyle Ebu Hanife gibi büyük müçtehitlerin usulü de bu idi. (Ezmanın tegay-yürü ile ahkâm tebeddül eder) kaidesi bu usul ile ortaya konul­muştur. İmam-ı Azam mezhebindeki "Rey" ve "Kıyas" bahsetti­ğimiz müşahede ve mukayese metodu ile takviye edilmiş bir "Exegetisme"den başka bir şey değildir. Enstitü programına ba­zı kültür dersleri bu metodun iyi anlaşılıp tatbik edilmesine im­kân vermek için konulmuştur.

b) Hoca meselesi: metot hakikate varmak için bir yol ve vasıtadır. Asıl mes'ele

bu vasıtayı kullanacak olan hocalardadır. Hoca mes'elesinin en hayırlı bir şekilde hallini bizzat enstitüden beklemek lâzımdır. Fakat bugün için ne yapmalıdır? Bizde hali hazırda İslâmm yük-

sek ilimlerini hakkıyle okutacak ancak bir iki zat vardır. Bunlar da hayli yaşlı insanlardır.

Bu vaziyette muhtaç olduğumuz öğretim elemanlarını vaktiy­le üniversitenin kuruluşunda yapıldığı gibi dışarıdan tedarik et­meye mecburuz. Üniversite bu işi Nazizmden kaçan Alman oto­riteleriyle kolayca halledebilmişti. Enstitünün hususiyeti göz önünde tutulunca bu müessese için dışarıdan hoca tedarikinde­ki güçlük aşikârdır. Enstitü aradığı şart ve vasıftaki hocaları bu­gün için ancak Müslüman memleketlerden tedarik edebilir. Bu iş buradan ısmarlama suretiyle olmaz. Enstitü namına selahiyetli bir zatın bazı Müslüman memleketlere gitmesi ve yerinde yapa­cağı soruşturma ve araştırma ile lâzını.olan hocaları bulup üçer-beşer sene angaje etmesi icabeder. Ümit edilir ki bir-iki devre sonra Enstitü kendi elemanlarını kendisi temin etsin. Nitekim üniversitelerimiz temin etmektedirler.

Enstitüde hocaların çalışma tarzı: Enstitünün mesleki ders hocalarının kendilerini tamamiyle

müesseseye bağlamaları şarttır. Hocalar takrir suretiyle verdik­leri dersleri ya not olarak yahut matbu şekilde vaktinde ve mun­tazaman talebeye vermelidir.

Hocalar derslerinde Kur'an, Hadis, emsal ve aş'ar müstesna olmak üzere muayyen kitap kabul etmemeli, fakat talebenin mü­talâası ve istifadesi için müracaat eserleri tavsiyesinde bulunma-hdır.

Hususiyle Arapça Öğretiminde eski kavaid ezberleme usu­lünden kati surette s akimim alı dır. Garp lisanlarının öğretiminde olduğu gibi "metode directe" ve "textes expliques" usûlü tatbik edilmelidir. Hocalar derslerine ait eser vermeye ayrıca teşvik olunmahdır.

Enstitü binası ve kütüphanesi: Enstitü için münasip bir yerde yeni bir bina yapılması şarttır.

Bunun masrafı Vakıflar Bankasına tahmil edilebilir ve edilmesi Vakfın manasına ve maksadına uygundur. Binanın şehir dışında ve etrafında hoca evleri ile birlikte İnşası idealdir.

Bu temenni tahakkuk edinceye kadar enstitüde şimdiden İyi bir kütüphane tesis edilmelidir. Hocalar tarafından lüzum göste­rilecek kitap ve eserler umumi kütüphanelerden toplanıp enstitü kütüphanesine yerleştirilmelidir. Aksi halde bugün olduğu gibi öğleden sonraları talebe kütüphanelere gidiyoruz diye sokakla­ra dökülür. Disiplin bakımından çok mahzurlu olan bu vaziyetin

derhal ortadan kaldırılması ve en kısa bir zamanda enstitüde ki­fayet edecek bir kütüphanenin tesis edilmesi zaruridir.

T a l e b e d i s i p l i n i :

Enstitüde İslâmi terbiye ve ahlâkın emrettiği esaslar daire­sinde sıkı bir disiplin tatbik edümeli ve müessesede dini bir ha­va ve hareket hükiim sürmelidir. İleride birer din adamı olacak gençler bu sayede İslâmi terbiye ve ahlâkı yalnız kitaptan nazari olarak değil bilfiil yaşamak suretiyle öğrenmeli ve benimsemeli­dir. Askeri bir okul mesleğin icabına göre nasıl bir disiplin altm­da ise enstitü de kendi gayesine uygun dini bir disiplin içinde ça­lışmalıdır. Binaenaleyh talebenin dini fariza ve vazifeleri vaktin­de ve usulüne uygun olarak yerine getirmelerine en büyük dik­kat ve ihtimam gösterilmelidir. Talebeden hem akide sağlamlığı, hem de amel bakımından dini salâbet istenilmelidir. Amelsiz ve laubali din adamlarmdan cemiyete fayda yerine zarar geleceği­ni unutmamalıdır.

E n s t i t ü n ü n i d a r e p e r s o n e l i :

Enstitü başında bir Reis ve bir Müdür bulunur. Reis fakülte dekanları vaziyetinde müessesenin ilmî ve terbiyevî faaliyetini tanzim ve idare eder ve ita amirliğini yapar. Enstitünün bütün idari işlerini çekip çevirmek reisin murakabesi altmda müdüre aittir. Mali bakımdan müdür tahakkuk amiridir.

Enstitü meclisi: Meclis Enstitü Reisinin riyaseti ile müdür ve bütün enstitü

hocalarından teşekkül eder. Meclis ilmi terbiyevi ve idari işler­den reisin havale ettiği hususlara karar verir. Enstitü meclisinin verdiği kararlar maarif Vekâletinin tasdiki ile kesinlesin

Yüksek İslam Enstitüsü'nün kuruluş devresine ait olmak üze­re sunulan bir projeden Maarif Vekâletinin tasdikine iktiran eden hususlar "Ders ve İmtihan Talimatnamesi",. "Disiplin Tali­matnamesi" şeklinde birer talimatname haline konulmahdır.

('} Bu tasarıyı burada son ve kat'i bir düşünce otarak değil, sırf bir ön tasan olarak sunuyor ve bunu umumi efkann tenkidine arzediyoruz.

DİYANET İŞLERİ TEŞKİLAT KANUNU TASARISI

BİRİNCİ KISIM

UMUMİ HÜKÜMLER

Madde 1- Diyanet işleri teşkilatı ilmi, idari ve mali muhtari­yeti haiz hükmi bir şahıs olup, bu kanunda gösterilen uzuvlar marifetiyle temsil olunur.

İslâm dininin ibadetleri ve İslâmi talim ve terbiye ile ilgili bü­tün teşkilat ve müesseseler Diyanet İşleri Reisliğine bağhdır.

Diyanet İşleri Reishğinin merkez teşkilatı İstanbul'da bulu­nur.

Madde 2 - Diyanet İşleri Reisliğiyle ona bağh teşkilat ve mü­esseselerde vazife görenler, siyasi partilere giremez, siyaseüe uğraşmaz ve hükümet işlerine karışmaz.

Madde 3- Diyanet İşleri Teşkilâtı kendi gelir ve gider bütçe­sini, bu kanunda gösterilen ilgili uzuvlar marifetiyle kendisi tan­zim ve kabul eder.

Diyanet İşleri Teşkilâtı bütçesinin gelirleri, eskiden beri mev­cut dini vakıflarla yeniden yapılan bağışlar, para yardımları ve dini tesislerdir. Diyanet İşleri Teşkilatı bütçesinin giderleri, ma­aş, inşaa, tamir, tesis, te'lif ve tercübe, talim ve terbiye gibi dini hizmetler karşılığı masraflardır.

Madde 4- Vakıflar Umum Müdürlüğü, bütün teşkilâtı ve mü­esseseleriyle ve bütün varı, geliri ve gideri ile, bu kanunun neş­ri tarihinden itibaren Diyanet İşleri Reisliğine bağlanmıştır.

Madde 5- Diyanet İşleri Reisliğine bağlı teşkilât ve müesse­selerde dini vazife görenler, bu sıfatla ve vazifeleri itibariyle Di­yanet İşleri Reisliğinin emrindedir. Bu kimseler kanunların dev­let memurlarına tanıdığı himaye ve imtiyazlardan istifade eder-

C) Diyanet İşleri Reisi, kaydı bayat ile seçildiği kabul edilirse, bu takdirde. Şûraya Diyanet Reisi veya vekili riyaset eder.

ler ve devlet memurları maaş ve ücret baremine muvazi bir şe­kilde. Diyanet Reisliğince, tanzim olunacalc bir barem üzerinden maaş ve ücret alırlar.

Madde 6- Diyanet İşleri Reisliğine bağlı teşkilât ve müesse­selerde vazife görenlerin tayin ve terfileri ile, vazifelerine son ve­rilmesi ve Diyanet İşleri Reisliği emrine alınması, emekliye ayrıl­ması ve emeklilik maaşı keyfiyetleri, bu husularda devlet me­murları hakkında tatbik olunan kanun hükümleri esas tutularak. Diyanet İşleri Reisliğince tesbit olunur.

I K I N C I KISIM

1. FASIL DİYANET İŞLERİ TEŞKİLÂTI

Merkez Teşkilâtı Madde 7- Diyanet İşleri Merkez Teşküâtı: Reislik, Diyanet

Şûrası, Başmüşavirlik, Yüksek Müşavere Hey'etî, Başmüfettişlik, Varidat ve Evkaf, Tedris ve Neşriyat, İmar, Muhasebe ve Zat İş­leri Müdürlükleriyle Hukuk Müşavirliği ve İnzibat Meclîsini ihti­va eder.

Reis Madde 8- Diyanet İşleri Reisi, İslâm Enstitüsü müderrisle­

rinden, Medresetü'l-Mütehassisin mezunları üe icazetli veya enstitü mezunu müftülerden. Dersiam payesini haiz, veya İslâm ilimlerine vukufu eserleriyle sabit, itikad ve amelce diyanete bağlılığı ile maruf kimseler arasından Diyanet Şûrası tarafından, gizli rey ve mutlak ekseriyetle beş sene için (yahut yaşadığı müd­detçe) seçüir. Birinci seçimde mutlak ekseriyet hâsıl olmazsa, tekrar yapılacak seçimde izafi ekseriyetle iktifa edilir. Müddeti biten reis, tekrar seçilebilir.

Madde 9- Reis seçimi Eylül ayı içinde yapılır. Ölüm veya is­tifa halinde, yeni reis seçimine kadar reisliİc vazifesi Başmüşavir tarafından görülür.

Diyanet Şûrası Madde 10- Diyanet Şûrası, İslâm İlahiyat Enstitüsü Müder­

risleri ile, Medreset'ül Mütehassisin mezunlarından, icazetli ve-

ya enstitü mezunu vilayet müftülerinden, dersiam payesine haiz veya İslâm İlimlerine vukufu, eserleriyle sabit, İtikad ve amelce diyanete bağhhğı ile mâruf kimseler arasından, yüksek müşave­re he/etinin teklifi üzerine. Diyanet İşleri Reisliğince seçilip da­vet edilenlerden teşekkül eder.

Yüksek Müşavere Hey'eti ve İslâm Enstitüsü reisi ve muavin­leri ile Diyanet İşleri müşavir, müfettiş ve müdürleri, şûrası'nm tabiî âzası sayılır.

Madde 11- Diyanet Şûrası her beş senede bir. Eylül ayı İçin­de toplanır. Ve Diyanet İşleri Reisi seçimi var ise, bunu takip eden günün ertesi günü, müzakereye başlar.

Şûra gündemi, yüksek müşavere hey'etince tesbit olunarak toplantıdan en az iki ay evvel reislikçe şûra azasına bildiriHr.

Şûra riyaset divanı, seçilecek bir reis ve bir reis vekili ile üç aza ve iki kâtipten teşekkül eder'"'.

Şûraca, ekseriyetle karar verildiği takdirde, gündemde tadil ve ilâve yapılabilir. Şûra kararlarının icrasına Diyanet İşleri Re­isi memurdur.

Baş Müşavir Madde 12- Başmüşavir, Diyanet İşleri reisinin baş yardımcı­

sı ve yüksek müşavere hey'etinin reisidir. Başmüşavir, bütün kolları ile, tek meclis halinde toplanan,

yüksek müşavere hey'etince gizli rey ve izafî ekseriyetle seçilip gösterilen üç namzet arasından birini tercih suretiyle Diyanet Reisliğince tayin olunur.

Yüksek Müşavere Heyeti Madde 13- Müşavere hey'eti. Diyanet İşleriyle teşkilât ve

müesseselerinin tanzim ve idaresinde Diyanet işleri Reisinin yardımcısı olup, reislikçe havale olunan hususlar hakkında isti-şari kararlar verir. Bu kararlar Diyanet İşleri Reisinin tasdiki ile kesinleşir.

Müşavere hey'eti "Talim ve Terbiye", "plan, program ve talimat", "te'lif, tetkik.

ve tercüme" olmak üzere beşer kişilik üç kola ayrılır. Her kolun reis ve kâtibi ile, iş sahası. Diyanet Reisliğince tayin ve tespit olu­nur.

Madde 14- İlk yüksek müşavere hey'etini teşkil eden âzâ. Di­yanet İşleri Reisi tarafmdan re'sen seçilip tayin olunur. İleride

D I N v e L Â İ K L İ K

münhal vukuunda her kol tek meclis haünde toplanarak, alâkah kolca gösterilen namzetler arasmdan, gizli rey ve ekseriyet usû­lü ile âza seçerek Diyanet İşleri Reisliğinin tasdikine sunar.

B a ş M ü f e t t i ş

Madde 1 5 - Baş müfettiş, diyanet teşkilat müesseselerinin idari ve mali işleri ile tedris faaliyetlerinde teftiş ve murakabeyi temin eder. Baş müfettişliğe bağh lüzumu kadar diyanet, ders ve idare ve evkaf müfettişi bulunur. Diyanet müfetdşlikleri, imam, hatip, vaiz ve müftü gibi vazife görenlerden Türkiye Cumhuriye-ü kanun ve nizamlarma, din, edep ve ahlâkma ve diyanet teşki-lâtmm kanun, nizam, talimat ve tebligatma riayet derecelerini, ders müfettişleri, reisliğe bağh tedris faaliyetlerini; idare ve ev­kaf müfettişleri ise, teşkilatm maU ve idare kısımları ile vakıflar idaresini teftiş ve murakebe eder.

Madde 1 6 - Müfettişler baş müfettişin inhası üzerine, baş müfettiş de, tek meclis halinde toplanan yüksek müşavere hey'etince gösterilen namzetler arasından birini tercih etmek suretiyle. Diyanet İşleri Reisi tarafından tayin olur.

D a i r e M ü d ü r l e r i v e H u k u k M ü ş a v i r i

Madde 1 7 - Varidat ve evkaf, terris ve neşriyat müdürleri ile hukuk müşaviri, imar, muhasebe ve zat işleri müdürleri tek mec­lis halinde toplanan yüksek müşavere hey'etince gösterilen nam­zetler arasından birinin tercih edilmesi suretiyle Diyanet İşleri Reisi tarafından tayin olunur.

Hukuk müşaviri üe, yukanda adı geçen daire müdürlerinden herbirinin vazife, salâhiyet ve mes'uliyetieri ayrı bir iç nizamna­me ile tesbit olunur.

D i y a n e t î ş l e r i İ n z i b a t M e c l i s i

M a d d e 1 8 - Diyanet İşleri İnzibat Meclisi, Başmüfettişin reis­liği altında. Hukuk Müşaviri ve Zat İşleri Müdürü ile yüksek mü­şavere hey'etinden, altı ayda bir nöbetleşe değişmek üzere, üç azadan ve işin mahiyetine göre, alâkalı daire müdür veya veki­linden teşekkül eder.

M a d d e 1 9 - İnzibat Meclisi, diyanet teşkilat ve müessesele­rinde vazife görenlerin kanuna, usûl ve talimata uymayan hare­ketlerinden dolayı haklarında inzibati cezalar vermeye salahiyet­lidirler. İmam, vaiz ve müftü gibi dini bir vazife görenlerin din, itikad ve ameline, edep ve ahlâkına; Diyanet reisliği emir ve teb­liğlerine uymadığı iddia olunan hareketleri hakkmda inzibat

K A N U N T E K L I F L E R I

meclisi evvel emirde yüksek müşavere hey'etinin alâkah kolun­dan mütalâa sorar.

Diyanet İşleri, inzibat meclisinin vermeye selahiyetli olduğu cezaların nevi ve dereceleri ile neticeleri, ayrı bir iç nizamname ile gösterilecektir.

D i y a n e t İ ş l e r i B ü t ç e s i

M a d d e 2 0 - Diyanet İşleri Teşkilâtı Bütçesi, Varidat ve Evkaf Müdürlüğünce hazırlanın Ve yüksek müşavere hey'etince müza­kere edilip kabul olunur.

Her daire müdürü, kendi dairesi bütçesini hazırlayıp Varidat ve Evkaf Müdürlüğüne tevdi eden Bu müdürlük de kendi bütçe­sini hazırladıktan ve he/eti-i umumiyesi üzerinde incelemeler yaptıktan sonra, yüksek müşavere hey'eti reisliğine gönderir. Her daire müdürü, dairesi bütçesinin müzakeresinde kendisi ve­ya vekili hazır bulunur. Müşavere hey'etince kabul olunan bütçe. Diyanet İşleri Reisinin tasdiki ile kesinleşir.

11. FASIL VİLÂYET ve KAZA TEŞKİLÂTI

M a d d e 2 1 - Vilâyetlerde ve mümkün olan kazalarda; diyanet işleri başında müftü, diyanet meclisi, diyanet işleri meclisi, inzi­bat meclisi ve ayrıca vilâyet merkezlerinde bir müftü müşaviri bulunur.

V i l â y e t M ü f t ü s ü

M a d d e 2 2 - Vilâyet müftüsü, vilâyette Diyanet İşleri Reisinin mümessili ve bu sıfatla vilâyetin diyanet teşkilat ve müessesele­rinin başı ve kaza müftülerinin ilk merciidir. Vilâyet ye kaza müf­tüleri, ileride İslâm Enstitüsü mensuplarından seçilmek üzere, şimdilik mevcut ve müteamel usûle göre tayin olunurlar.

M ü f t ü M ü ş a v i r i

M a d d e 2 3 - Müftü müşaviri, müftünün yardımcısı olup onun inhası üzerine veya, icabında, re'sen Diyanet Reisliğince tayin olunur.

Müşavir, müftü tarafından verilen işleri görür ve mazereti halinde müftüye vekâlet eder.

Vilâyet müftülüklerinde lüzuma göre kâtip ve memur bulunur.

Diyanet Meclisi Madde 24- Diyanet meclisi, vilâyet ve İcaza merkezlerinde,

nahiye ve köylerde vazife gören müderris, vaiz, hatip ve imam­lar arasmdan ve tarafmdan, üç sene için seçüen; lüzumu kadar azadan teşekkül eder. Meclis, mutad üzere, her aym ilk cuma gü­nü Müftülükte, müftü veya vekilinin reisliğinde toplanır. Azadan biri, meclisin kâtiplik vazifesini görür.

Diyanet meclisi, müftü tarafından vaz'olunan mes'elelerle, mahalli bilûmum diyanet işleri ve ihtiyaçları hakkında müzakere edip karar verir.

Meclisçe verilen kararlardan. Diyanet Reisliğinden istizâne muhtaç olmayanları, müftülüklerce icra olunun Ne gibi kararla­rın istizana muhtaç olduğu. Diyanet Reisliğince tesbit olunur.

Diyanet Meclisi ile aşağıdaki maddede gösterilen Diyanet İş­leri İdare Meclisinin senelik faaliyetleri, kararları ve bunlardan icra olunanları her sene kaza müftülüklerince de umumi bir ra­por halinde Diyanet İşleri Reisliğine bildirilin

Diyanet İşleri İdare Meclisi Madde 25- Vilâyetlerde ve mümkün olan kazalarda bir Diya­

net İdare Meclisi kurulun Meclis, mahalli ihtiyaç ve imkâna gö­re, lüzumu kadar, dini gayret sahibi hayırsever âza ve murakıp­tan teşekkül eder. Ve üç senede bir nisbetinde yenilenin Müdde­ti biten âza ve murakıplar, yeniden seçilebilin Meclis, kendi âza­sından birini reisliğe, birini kâtipliğe, birini de muhasip ve mu­temetliğe seçen İdare meclisi seçiminden bir hafta evvel, müftü­lükte toplanarak üç senelik faaliyet ve hesap raporlanm tanzim edip müftüye tevdi eden Muhasebe ve vezne durumu murakıp-larca tetkik edilin

İdare Meclisi Seçimi Madde 26- Diyanet İşleri İdare Meclisi seçimi. Ramazan ayı-

nm son Cuma namazmı müteakip bir cami veya mescidde, yahut müftülükte yapılın

Müftü veya vekili, müddeti biten meclisçe yapılan ve daha ya­pılacak işler hakkında beyanda bulunduktan, umumî rapor okunduktan \ L ' nıurakıplarca muhasebe ve vezne durumu izah olunduktan sonra, seçime geçilir.

Madde 27- İdare meclisi seçimi, hamiyet ve dini gayret sahi­bi müslümanları, vakitlerinden bir kısmını hayır işleme yolunda kullanmaya davet mânasınadm Seçim işleri bu nokta gözönün-

de tutularak Diyanet Reisliğince hazırlanacak bir seçim talima­tıyla tanzim olunur.

İdare Meclîsinin Vazifeleri Madde 28- Diyanet İşleri Meclisinin, vilâyet ve kaza müslü-

manlar cemiyetinin idare uzvu mahiyetinde olup, onu temsil eder. Bu mahalli halkın dini ihtiyaçlarını maddi bakımdan temi­ne çahşmak; dini hayratın iyi bakımına ve temiz tutumuna neza­ret etmek; tesis, para yardımı ve bağışları teşvik etmek suretiyle dini hayrat ve müesseselerin imar ve ihyasına gayret etmek; ye­tim, fakir ve kimsesiz çocukları bayram hediyeleri ile sevindir­mek hizmetleridir.

Madde 29- Diyanet İşleri İdare Meclisi, her sene Ramazan­dan bir hafta evvel, müftülükte, müftü veya vekilinin reisliği al­tında. Diyanet meclisi azaları ile birlikte müşterek bir toplantı yapan Bu toplantıda, geçen senenin faaliyetleri ve eksik kalan iş­leri görüşüldükten sonra gelecek seneye ait işler ile diyanet ihti­yaçları müzakere edilip kararlaştırılır. »

Gelirler Madde 30- Vilâyet, kaza, nahiye ve köylerde, vakıflar ve te­

sisler şümulüne girmeyen diyanet ihtiyaçları, bağış, para yardı­mı, kurban derisi satımı ve sadaka gibi gelirlerle temine çalışır.

Yardım Kutuları Madde 31- Diyanet İşleri Teşkilât ve müesseselerine mensup

olanlar ile, dini hayrat hademesinin ve diğer kimselerin mabet içinde sadaka, zekât ve fitre istemesine ve toplamasına müsaade edilmez.

Bu gibi dini borçların ifasını kolaylaştırmak üzere; cami ve mescidlerde para atmaya mahsus lüzumu kadar yardım kutuları bulundurulur.

Yardım kutuları her hafta Cuma namazından sonra. Diyanet İdare Meclisince kararlaştırılacak usûl dairesinde açılarak muh­teviyatı sayılıp, cami veya mescidin yardım defterine kaydedil­dikten sonra. Diyanet İdare Meclisi sandığına, makbuz mukabi­linde yatırılır.

Yardım Hasılatı Madde 32- Yardım kutuları ve umumiyetle para yardımları

ve bağışlar hasılatı. Ramazan ve Kurban Bayramlarının ilk gün­lerinde aşağıdaki tertip üzere hisselere ayrılır; Diyanet İşleri Re­isliğince tesbit edilecek miktarı aşan hasılatın, bu miktardan faz­lasının yüzde 15'i muhtaç vilâyetlerin müslüman fakirlerine ve diyanet mensuplarına yardım hissesi olarak Diyanet Reisliği em­rine verilir. Mütebaki hasılatın yüzde 25'ini âni ihtiyaçları karşı­lamak üzere, ihtiyaç akçesi olarak. Diyanet İdare Meclisi sandı­ğında bırakılır. Geride kalan hasılat. Diyanet Meclisince karar-laştirılacak usûl ve nisbet dairesinde müstehliklerine dağıtilır.

İnzibat Meclisi Madde 33- Vüâyet ve kazada müftü veya vekilinin reisliği al­

tında, bir inzibat meclisi kurulur. Vilâyet ve kaza İnzibat meclislerinin vazife ve salâhiyetleri İle

teşekkül suretieri. Diyanet Reisliğine bir talimat ile tesbit olunur.

ÜÇÜNCÜ KISIM

DİNİ TALİM VE TERBİYE I. FASIL

DİYANET MEKTEPLERİ

Dini Mev'izeler ve Dersler Madde 34- Vilâyet ve kazaların ve imkân nisbetinde nahiye

ve köylerin müftülüklerce tesbit olunan, camilerinde veya müş­temilâtında (Diyanet Mektepleri) açılır. Bu mekteplerde, reşid ol­mayan küçüklere ve büyüklere mahsus olmak üzere, ayrı ayrı gün ve saatlerde, serbest din bilgisi dersleri verilir. Dersler, is­lâm Enstİtüsü'nden mezun yetişinceye kadar ehliyetli din adamı olmakla mâruf kimseler tarafından okutulur.

Diyanet mekteplerinde hafız da yetiştirilir. Madde 35- Şehir ve kasabalarda ve imkân nisbetinde, köy­

lerde her hafta Cuma namazından evvel veya sonra, en az bir ca­mide İslâmiyetin esas akide ve amel ahkâmına ve büyüklerinin hal ve hayatına dair mev'izeler ve din dersleri verilir.

Bu mev'ize ve dersler Ramazan'da her gün, mümkün olursa, her camide yapılır.

11. FASIL İLAHİYAT ENSTİTÜSÜ

Madde 36- Din hadimi, hocası ve âlimi yetiştirmek üzere, İs­tanbul'da ve icap eden başka yerlerde Diyanet İşleri Reisliğine bağh muhtar birer (İslâm İlimleri Enstitüsü) kurulur. Enstitünün her devresi yatılı ve meccanidir.

M a d d e 3 7 - Enstitünün ilk devresi altı, orta devresi dört se­nesi birinci ve dört senesi ikinci olmak üzere sekiz; yüksek dev­resi dört ve ihti.sas devresi üç senedir.

M a d d e 3 8 - İlk devreye yedi yaşına basan küçükler alının Ye­tim ve kimsesizler, müftü, hatip ve imam gibi diyanet mensupla­rının çocukları tercih olunur.

Bu devrede devlet ilk mekteplerine muvazi bir program tat­bik olunun Ancak, programda, üçüncü sınıftan itibaren eleman­ter din bilgisi dersleri yer ahr.

M a d d e 3 9 - Orta devre birinci ve ikinci kısımlarda devlet or­ta mektepleri ile lise programlarına mümkün olabildiği kadar yaklaşmak ve din bilgisi dersleri ile İslâm tarihine ve ses musiki­sine genişçe bir yer ayırmak üzere hususi bir program tatbik olunur.

Orta devrenin birinci kısmında eski harflerle Arapça ve Fars­ça yazma Öğretimine ve Garp dillerinden birinin okutulmasına başlanır.

M a d d e 4 0 - Orta devrede birinci kısmı muvaffakiyetle bitirip de pekiyi veya iyi derece kazanamamış olanlar, kendileri ve veli­leri isterse, iki senelik "orta birinci meslek kursu" na ayrılırlar. Bu kursta imamlık, hatiplik, müezzinlik gibi dini bir vazife göre­cek kimselerde aranan din bilgisi ve terbiyesi temin olunur. Ses ve hafıza ölçüsü üzerinde istidat gösterenler hafız yetiştirilir. Kursu muvaffakiyetle bitirenler, derecelerine göre, ikinci sınıf imamlık, hatiplik ve müezzinlik, kasaba ve köy Diyanet mektebi ve enstitü ilk devre hocalığına veya bu derecelerdeki vazifelere tayin edilirler.

Bunlardan kursa girmek istemeyenlerle kursu muvaffakiyet­le bitiremeyenlere devlet orta okul diplomasına muadil diploma verilir.

Madde 41- Orta devre birinci kısmı pekiyi ve iyi derece ile bitirenler, ikinci kısma geçerler. Bu kısım programlarında Arabi ve şer'i ilimlere, İslâm tarihiyle dinler tarihine, İslâm büyükleri­nin siyer ve hal tercümelerine ve yabancı düe daha geniş bir yer verilir.

Madde 42- Orta devre ikinci kısmını muvaffakiyetle bitirip de pekiyi veya iyi derece kazanamamış olanlardan arzu edenler iki senelik "orta ikinci meslek kursuna" girerler.

Bu kursta birinci sınıf imamlık, hatiplik ve ikinci sınıf vaizlik, din dersleri hocalığı gibi vazife görenlerde aranan bügi ve ol­gunluk temin olunur.

Kursu muvaffakiyetle bitirenler, derecelerine göre, yukarıda söylenen vazifelere tayin olunurlar Kursa girmek istemeyenler­le kursu muvaffakiyetle bitiremeyenlere, devlet liseleri diploma­sına muadil diplama verilir. Ve bunlardan isteyenler 40' mcı maddenin son fıkrasında gösterilen vazifelere tercihan tayin olunurlar.

Madde 43- Orta devre ikinci kısmı pekiyi veya iyi derece ile bitirenler, yüksek devreye geçerler.

İslâm Enstitüsü yüksek devresi, yüksek dereceli dini tahsil ve­ren bir müessesedir. Bu devreyi muyafakiyetle bitirenler, 43'ün-cü maddede gösterilen vazifelere tercihan tayin edilebilecekleri gibi. Enstitünün reis ve muavinliklerine, orta, yüksek ve ihtisas devreleri müdür, muallim ve müderrisliklerine; Diyanet İşleri teşkilatının kademelerine tayin edilebilirler.

IH. FASIL E n s t i t ü d e Dİsİplİn ve İ d a r e

Madde 44- Enstitünün her devresinde dini terbiye ve ahlâ­kın gösterdiği yoldan bir disiplin tatbik edilir. Sınıf ve devre ter-ülerinde, talebenin dini terbiye ve ahlâk bakımından hal ve ha­reketi esas tutulur.

Dini terbiye ve ahlâka aykırı hareket etmek itiyad ve istidadı gösterenlerle dini vazifeleri ifada tekâsülü itiyad edinen öğrenci­ler, sınıf ve devre terfi edemezler. Bu hususu temin içİn, ilk dev­reden başlamak üzere, enstitünün her devresinde her talebeye mahsus bir "Hal ve hareket fişi" tutulur. İmtihanlardan evvel, devre müdür ve hocaları toplanarak hal ve hareket fişlerine na­zaran her talebenin durumunu tesbit ederler. Bilgi bakımından

olduğu gibi, hal ve hareket bakımından da iki sene sınıfta kalan talebenin kaydı silinir.

Enstitünün her devresine mahsus çlarak bir disiplin talimatı yapılır.

Madde 45- Enstitü talebesine, İslâmi an'aneye uygun olarak, devrelere göre, kabul edUecek şekilde elbise giydirilir. Talebe, Enstitü İçinde ve dışında devresine mahsus olan elbiseyi giyme­ye mecburdur.

Madde 46- Enstitünün başında Diyanet İşleri Reisliği tara­fmdan tayin edilen bir enstitü reisi ve bir reis muavini bulunur. Devreler, yine Diyanet Reisliğince tayin edilen birer müdür ve muavinle idare olunur. Enstitünün kalem ve muhasebesinde lü­zumu kadar kâtip ve memur çalıştırılır.

Devrelerin ders programları ve imtihan talimatnameleri ens­titü meclisince tanzim edilerek Maarif Vekâletinin mütalâası ahndıktan sonra. Diyanet Reisliğince tasdik olunur.

Madde 47- Enstitü meclisi. Enstitü reisinin başkanhğında yüksek ve ihtisas devreleri öğretmen ve müderrislerinden teşek­kül eden Meclisin vazife salâhiyetleri bir talimat ile tesbit olunur. İslâm Enstitüsü'nde vazife alacak kimselerde itikad ve amelce di­yanete bağlılık esastır.

DÖRDÜNCÜ KISIM

ÇEŞİTLİ MESELELER

Madde 48- Diyanet teşkilat ve müesseselerinde dini vazife gören kimseler, mâbed içinde ve vazife başında giydikleri elbise­den başka, dışarda; İslâmi an'aneye ve sağlık kaideleri ile göz zevkine uygun olarak kabul edilecek şekilde elbise giyerler. İlmi­ye kıyafet ve elbisesi ile kahve, gazino, sinema ve tiyatro gibi eğ­lence yerlerine girilmez.

Madde 49- İslâm Enstitüsü, kendi mezunları ile İdare edilir bir duruma gelinceye kadar başka İslâm memleketlerinden mü­derrislik, öğretmenlik gibi hizmetlerde çalıştırılmak üzere, ehli­yetli din âlimleri celbolunacaktır.

Bunlardan isteyenler Vekiller He/eti karariyle hemen Türki­ye tâbiiyetine geçerler.

Madde 5 0 - İslâm Enstitüsü mezun vermeye başlaymcaya ka­dar, başka İslâm memleketlerinin yüksek din ilimleri okunan merkezlerine Diyanet İşleri Reisliğince talebe gönderilir. Bunlar avdetlerinde derecelerine göre, İslâm Enstitüsü'nde vazife alır­lar.

Madde 5 1 - Bu kanunun tadil veya ilgası için Büyük Millet Meclisinin tam sayısının üçte ikisi ekseriyetince karar verilmesi şarttır.

Muvakkat Maddeler M a d d e 5 2 - Evkaf teşkilâtını ve vakıflar idaresini, bu kanun

hükümleri dairesinde, yeniden düzenlemek üzere. Diyanet İşleri Reisliğince, bir sene içinde, bir kanun tasarısı hazırlanacaktın

M a d d e 5 3 - Bu kanunda derpiş edilen teşkilat ve müessesele­ri kurup İşler bir hale getirmek üzere, devletçe Diyanet İşleri Re­isliğince bir defaya mahsus olarak lüzumu kadar para verilecek­tir.

M a d d e 5 4 - İlk Diyanet Şûrası bu kanunun neşrini takip eden üçüncü senenin Eylülünde toplanır ve İlk Diyanet İşleri Reisi se­çimine kadar Reislik vazife ve salâhiyetleri bu kanunun neşri ta­rihinde reis bulunan zat tarafından ifa olunur.

İ Ç İ N D E K İ L E R

önsöz 11

İkinci Baskı için önsöz 19

B İ R İ N C İ K I S I M D İ N V E HAYATTAKİ YERİ

I -- İ N K A R C I G Ö R Ü Ş L E R V E Y A N I L D I K L A R I N O K T A L A R

Son devrin jnlcârcıiık modası ve çeşitli inkarcı kollar 27

Ansiklopediciler ne diyorlardı? 28

Ansiklopediciler nerede yanılıyorlardı? 30

Ansiklopedicileri yanıltan sebepler 31

Din, İflâs etmedi ve etmeyecektir. 33

Maddeciler ne düşünüyor ve ne diyoriar? 34

Eski zaman maddecileri ne diyodar? 35

Maddecilik karşısında Eflâtun maneviyatçı lığı ". 37

Rönesans ve modern ilim hareketlerinin başlangıcı 39

Modern maddeciliğin doğuşu 41

İlmi'maddecilik ^ l

Pozİtîvİstler ve pozitivizm 44

Tarihî maddecilik 45

Tarihî maddeciler ne diyor ve nerede yanılıyorlar? 46

İlmî maddeciler ne diyodar? 48

Dinlere göre hayat ve kâinat 48

Maddeciliğe göre hayat ve kâinat 50

İlmî maddeciliğin tenkidi 53

İlim mefhumunda vukua gelen değişiklikler 54

İirhin sahası dışında kalan hakikatler 57

İlim ve ameli hayal 57

İlmin kendi sahasındaki kıymeti " 61

I I - D İ N N E D İ R ?

Allah ve din 67

Din nedir? 68

Din ve kendiliğinden var olma fikn 70

Din, insan vicdanının ilk ve doğrudan bir mu'tasıdır 75

Din derin bir temayülün ve hayalî bir ihtiyacın ifadesidir 78

İlim ve hayat muamması 79

Din ve hayat muamması 80

Bırakınız, herkes gönlünün ışığını kendisi yaksın 82

Din ahlâkiyatının kuvveli ve İçtimaî hayat için ehemmiyeti 83

İ K İ N C İ KISIM

D İ N H Ü R R İ Y E T İ N E D E M E K T İ R ?

Bugünkü devletlerde dİn ve devlet münasebetleri 91

303

I - D İ N M E F H U M U N U N U N S U R L A R I

İman ve amel - - - 95

Fevri ve yakınî iman 96

Amelin nevileri 97

Takdis vazifesi 98

Mabed teşkilâtı ve ruhanîlik mesleği 99

I I - D İ N H Ü R R İ Y E T İ P R E N S İ B İ N D E N D O Ğ A N H A K L A R

inanma hakkı 104

İbadet ve dua hakkı 106

Talim ve tedris, neşir ve lelkin hakkı 112

Dini okutup öğretmek bir haktır 114

Neşir hakkı din hürriyetinin en hayalî cephesidir 117

Din neşriyat ile himaye ve müdafaa edilir 119

Dinî talim ve tedris faaliyetinin içtimaî ve millî ehemmiyeti 120

İnsanda iç huzuru, maneviyat terbiyesinin meyvasıdır 125

Dinin emirlerini yerine getirme hakkı 127

III - D İ N H Ü R R İ Y E T İ N İ N VE B U N A B A Ğ U H A K L A R I N H U D U D U

Din hürriyetinin hudutlanması mı lâzımdır? 129

İnanma hakkı hudutlanabilir mi? 130

Din hürriyeti ve ibadet hakkı 131

Fiil ve hareketlerimizin tasnifi 132

İbadet ne zaman ve ne şartla içtimaî fİİl vastı alır? 134

Dindarın secdegâhma hükümet kuvvetleri ayak basamaz 136

Talim ve tedris, neşir ve lelkin hakkının hududu 137

Dinî neşriyatın tahdidi •- 139

Dinin emirlerini yerine getirme hakkının hududu 140

Ü Ç Ü N C Ü KISIM

LÂİKLİK N E D E M E K T İ R ! LÂ İKL İK V E M O D E R N DEVLET

Lâiklik nedir? 151

Din hürriyetinin düşmanları 152

Dinî taassup 154

islâmiyet ve taassup 155

Siyasî taassup 159

Din hürriyetini koruma çaresi ve lâiklik prensibi 160

Garp hukukunda lâiklik 160

Lâiklik münkİHİk değildir 161

Lâiklik din düşmanlığı demek hiç değildir 164

Dine bağlı devlet sistemi 165

Devlet kuvvetleriyle silahlanan din terakkiye mânidir 167

Mâbel hariminde kalan din terakkiyi destekler 167

Devlete bağlı din sistemi ; 168

Lâiklik bir itidal ve muvazene sistemidir • 170

Din ve devlet münasebetleri ihtiyaçlardan doğar 172

D Ö R D Ü N C Ü K I S I M T Ü R K İ Y E ' D E D İ N V E DEVLET M Ü N A S E B E T L E R İ T A R İ H İ N E K I S A B İ R B A K I Ş

Türkiye'de üç devir ve üç sistem 179

1 - Türkiye'de dine bağlı devlet sistemi 179

2 - Türkiye'de yan dİnİ devlet ve lâikliğe doğru gidiş 181

İlk kanunu esasî ve lâiklik hareketleri 183

İkinci meşrutiyet ve sonrası lâiklik hareketlen 185

3 - Türkiye'de devlete bağlı din sistemi 186

Şeyhülislâmlıktan Şer' iye Vekilliğine 187

Şer' iye Vekilliğinden Diyanet İşleri Reisliğine 188

Lâiklik prensibinin mantığı ve 429 sayılı kanun 190

Tereddüt ve tenakuzların mânası 191

Dini öğretim müesseseleri ve Tevhidi Tedrisat Kanunu 193

Zaruretler miktarlannca ölçülmek lâzımdır 196

Diyanet bahsinde bir çıkmazdayız 200

Çıkmazdan kurtulmanın çaresi 202

Diyanet teşkilâtına muhtariyet tanımak lâzımdır 203

Vakıflan Diyanet Teşkilâtına bağlamak lâzımdır 205

Yüksek bir «İslâm İlimleri Enstitüsü» kurulması lâzımdır 206

B E Ş İ N C İ K I S I M Z A M A N I M I Z D A İ L İ M VE D İ N M Ü C A D E L E S İ

I - D İ N D E N A S V E N A K İ L , İ L İ M V E M A R İ F E T MESELESİ

VE D İ N Î S Ü B I E K T İ V İ Z M

Türkiye'de bugün derin bir diyanet buhranı hüküm sürmektedir. 209

Her gün sahası genişleyen ilim karşısında din ne yapmalı

ve nasıl bir vaziyet almalıdır? 211

Bu suale cevap olarak ileriye sürülen düşünceler 212

Dinde sübjektivizm - 216

Dinde sübjektivizm, manevi bir sükût ve tereddinin alâmetidir. 218

Dinî sübjektivizmîn tenkidi 218

Dinî, nas ve nakilden değil, İlim ve felsefeden bile ayırmak doğru olmaz . . 222

Dinde nas ve nakil esastır 223

Nas ve nakli dinden saymamak, dini inkâr etmektir 224

— D I N v e L Â İ K L İ K —

I I - l l l M V E İ S L Â M

islâmda ilim ve din münakaşası 227

İslâm'ın esaslara ve itimle münasebelleri 229

İlmin karcısında İslâm'ın astî akideleri - - - 230

İslâm'ın amel ankâmı ve ilim 231

islâm'da tlim ve felsefe ahkâmı ve modern îlim - 232

İslâm'da her veçhi le nassı lercih eden İçlİhat 233

Akılcı ve nakilci görüşlerin teklifi 234

İçtihad fikri meselenin can noktasıdır 235

Akıl karşıs ında'nas 've 'naki l ' 239

Naklin tefsir ve te'vilini kimler yapabilir? 244

Serbest tefsir ve te'vil yerine bir nevi resmi te'vil ve İçtihad yolu tutulmalıdır 246

Hülâsa edelim 247

S O N S Ö Z

Tesadüfler ve modern ilmin doğuşu 253

ilmîn İnsan üzerindeki hakimiyeti 255 ilim ve din mücadelesi 256

Maddeci pozivitizm 257

Maddeci pozivitizm'İn kıymeti 258

Maddeci pozivitizm ve devrimiz buhranlan 259

Dizginlenmeyen arzu ve ihtiyaç, sahibini çiğner 260 İlmin zaferi 261

Maddeci pozivitizm ve muasır medeniyet 263

Örnek memleketler, taklitçi memleketler 265

Muasır medeniyet hastadır 266

Hastalığın sebebi 267

Kurtulmanın çareleri 268

Müslümanlıkta reform lâzım mıdır? 271

islâm'da içtihad ve müçtehitler 272

EKLER

K A N U N T E K L İ F L E R İ Yüksek islâm Enstitüsü'ne ait teşkilât projesi 279

Diyanet İşleri Teşkilâtı kanun tasansı 291

s o Z L U K

a h k â m - ı şer ' iye

akil le

aksü lamel

a m d

a m p i r i z m

âr i az imet

dini hükümler, dini kanunlar, nizamlar

inanılan v e İtİkad edJten esas, iman istenilen şeyin zıddı hasıl olması, tersine o lu; dini bir emri yerine getirme, takbik etme, itaat, ibadet

duyu orgalarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer aimayacağmı savunan felsefe, deneyci felsefe hür, pak, pislikten uzak kesin karar vermek, takva ile amet etmek

ba'sübadelmevf öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek

bedahet açıklık, belli, aşikâr, herşeyin evveli, öncesi

bediiyat güzel sanatlar, estetik bilimi

behimiyyet canit olmakta beraber akılsız oluş

beka devamlılık

beşeri insanla ilgili

bez i rgan tüccar, (burada da; din ticareti yapanlar)

bidayet başlangıç, ilk olarak

b igâne alâkasız, kayıtsız, yabancı

b ü h t a n iftira, birisini suçlu gösterme

c a m i : toplayt(:ı, içine alan, İbadet yeri ceberut : büyüklük, kudret cebi r : zor, kuvvet c e h d : fazla ç a h ; m a , a z i m , gayret .

cch l : cahillik, bilmezlik

cihanj i imûl : dünya çapında, dünyayı kaplayan c i r m : hacim, büyüklük, cüsse

dalâlet

derunî

İman ve İslâmiyetten ayrılmak, Allah'a isyankâr olmak

gönülden, içlen

d o g m a t i z m : bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu İnanışlarını tenkide tabi tutmayanların lüşünüş tarzı

doktr in : bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi

e c r a m

e c s a m

enfüsî

esatir

evkaf

ruhsuz büyük varlıklar, yıldızlar cisimler

bir kimseye ait görüş ve düşünüş, sübjektif ilk zamanlara ait uydurma hikâyeler, masallar

Allah yolunda hayır ve hizmet için sahibi tarafından bırakılan mülk ve mallar

felah : kurtuluş, saadet feragat : tok gözlülük ferda : yarın, ertesi gün fersude : eski, yırtık, eskimiş fevc : dalga, akm fevfcalbe$er : İnsanüstü, insan gücünün üstünde fevrî : düşünmeden ve ani olarak yapılan hareket fıtrî : doğuştan, yaradılıştan, hayat kanunlarına uygun f i lhakika : hakikatte, doğrusu füru : bîr kökten ayrılmış kısımlar, cüz'î hüküm ve kaide

H

habaset

h a d i m

haiz

h a m î

h a m u l e

hassa

hasbi

haşviyat

hayy iz

h idemat

hilkat

pislik, kötülük hizmet eden, İşe yarayan sahip olan himaye eden, koruyucu, koruyan yük bir şeyde bulunup başkasında buylunmayan şey karşıhksız. Allah rızası İçin söz arasmda, fazladan olan sözler, lüzumsuz cihet, yön, mekân hizmetler, vazifeler yaratılış, yaratma

h o d b i n

h o d g â m

hurafe

h ü k ü m r a n

başkasına hak tanımayan, bencil, kibirli kendi keyfîni düşünen, kendini beğenmiş uydurma, batıl inanış, masal, yalan hikaye hükümdar, hüküm ve saltanat süren, hakim

ısttfa. : bir şeyin iyİsİnİ seçip ayıklamak, seçmek

tstılâh : belirli bir topluluğun bir lafzı lügat manasından çıkararak başka bir manada kullanmaları, tabir, deyim, İttifak

i b h a m : belirsiz olarak

ibram : ısrarla rica etmek, usandırmak

içt ihad : kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak, gayret etmek, anlayış, kanaat

içt imaî : sosyal, topluluğa ait

idrak : anlayış

i fna : mahvetmek, çok zarar vermek, yok etmek

İ fsad : bozmak, karıştırmak, fitne sokmak

ifta : fetva vermek

ifrat : haddini aşmak, ileri gitmek

ihata : geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak

ihda : iman ve islâmiyet yolunu göstermek, doğru yola götürmek

inha : bir hususu resmen bildirme, tebliğ

İkrah : bir işi istemiyerek yapma, zorla iş yaptırmak

i lga : kaldırmak, hükümsüz bırakmak

İllet ; sebep

illiyet "": sebep İle alakalı, sebep arayış

i lt izam : kendine lâzım kılma, gerekli bulma

i l zam : söz ve fikirde galibiyet, İsnad ve İspat etmek

imtisal : uymak

imhal : mühlet verme, sonraya kalmasına izin verme

inhisar : bir elden idare

İnkı lâp : başka tarzda değişme, bir halden diğer hale geçiş

inkişaf : yetişme, ilerleme

infirad : tek başına kalma, yalnızlık

İ ns icam : düzgünlük

insiyak : iç güdü, sevkıtabii

int ihab : seçmek, ayırıp beğenmek

intisap : maiyetine girmek, bağlanmak

intişar : dağılmak, yayılmak, üremek

irtidat : Jslâmiyelten çıkarak dinsiz olmak, geri dönmek

i r t ikâp

i rca

irt ikâb

isal

iskat

i snad

istif l ıam

istimal

ist ibdat

istihale

istidlal

istihraç

istikra

istikrar

ist i lzam

istimrar

istinbat

istihale

İşt iyak

itikat

ittirat

izafî

kötü bir İş işlemek geri döndürmek, geri çevirmek bir işe girişmek, kötü bir İş işlemek ulaştırmak, yetiştirmek susturmak, cevap vermeyecek hale getirmek

bir şeye dayanmak, peygamberimizin sözlerini sırası ile kimlerden geldiğini bildirmek soru sorup anlamak, anlamak için sormak kullanma keyfi idare sistemi, zulüm ve tahakküm başkalaşmak, mümkün olmayış, imkânsızlık delil getirmek, bir detile dayanarak sonuç çıkarma

bazı emarelere beliren şeylerden ileriye ait olacak şeyleri çıkarmak etraflı bilgi edinmek, umumi araştırmak karar kılmak, yerleşmek lüzumlu olmak, gerektirmek devam, sürüp gitmek

müçtehit veya büyük bir alimin gizli bir manayı İçtihadı ile meydana çıkarması başkalaşmak, imkansızlık, fazla arzu ve şevk. özlemek inanmak, inanç intiamli, uygun şekilde bağıntılı, göreceli, nîspi

kâfil kefil olan kahir üstün gelen, yenen, zorlayan, mecbur eden k a i m mevcut, baki kar iha fikir kabiliyeti, zihin kudreti kasir kısa, ufak boylu, kırıcı, kıran kaza Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi kemmiye t miktar, sayı, az veya çok oluş ktyas benzetmek, karşılaştırmak, mukayese k o m b i n e z o n tertip, düzenlemek k ü n h bir şeyin aslı, cevheri, özü k ü ş a d açış, açma, ilk açılış merasimi

3 1 0

u d i n i

l â -maddî

levsiyyât

l ivechil lâh

din dı;t, madde dışı kirli ve pis şeyler Allah için, Allah namına, Allah aşkına

M

mahsusaf : gözle görülen, hîsle anlaşılan şeyler mâkulat : aklın uygun bulduğu ancak akıl ile bilinir ve nak­

le müstenid olmayan meseleler ve ilimler

mani : engel maruf : bilinen, tanınmış, belli, meşhur. masnu : san'atla yapılan, yapılmış, yapma mâ'şeri : cemiyete ait, topluluğa ait, ortaklaşa mazruf : sarılıp muhafaza edilen, zarfa konan mebde : başlangıç, kaynak, temel medlul : gösterilen, mana, meal meflium : anlaşılan, mana, ifade memnu : yasak, men edilmiş , menşe : esas, bir şeyin çıktığı yer menafîİ : menfaatler, faydalar menhiyat : din yasakları mesabe merci, derece, sevap yeri meserret : şenlik, sevinç rneskut : hakkında birşey söylenmemiş mesned : dayanılacak yer, mertebe, makam meşhut : görünen,şehadet eden meşihat : şeyhlik, mürşidlik meşruiyet : kanuna, seriate uygun olma, yasak olmayış metbu : kendine uyulan, labi olunan, hükümdar mev'ize : öğüt, nasihat

mevzu : konu mezç : karıştırma mezmum : kötü, makbul olmayarak ayıplanmış muamma : anlaşılmaz İş, bilinmeyen hal muasır : aynı devirde yaşayan muaşeret : birlikte yaşanılanlar muarız - : karşı gelen muaraza : söz mücadelesi, biri İle yarışmak

muar ı z karşı gelen m u h a l imkânsız, olması mümkün olmayan muharr ik tahrik eden, harekete getiren m u h a y y e r seçilmesi serbest olan, seçmece muhtar iyet özerklik m u r a k a b e kontrol etmek, teftiş etmek, gözetmek mukate le birini vurmak, öldürmek, vuruşmak

m ü l â h a z a iyice düşünüp bir işin hakikatini tetkik etmek, düşünce. tefekkür

m u ş t a yumruk mutlakiyet kayıtsız ve şartsız bir hükümdara bağlı idare şekli m u ' t a verilen, verilmiş olan muttarrd muntazam devam eden, sıralı, düzgün muttası f vasıflanmış m u a m e l â t dairelerde evrak üzerinde yapılan İşler, muameleler m u k a d d e s a t mukaddes olanlar, kudsi olanlar m u v a s a l a erişmek, ulaşmak m ü z a y a k a sıkıntı, darlık, yokluk, zorluk m ü b a l a ğ a bir şeyi çok büyük veya çok küçük göstermek m ü b a l a t kayırmak, dikkat etmek, itina göstermek m ü b h e m belirsiz, gizli m ü b r e m kaçınılmaz olan, vazgeçilmez olan, elzem m ü c a h e d e dîn düşmanına karşı koyma, gayret gösterme m ü c a z a t caza, suçlara karşı verilen karşılık m ü c e r r e d yalnız, tek, karışık olmayan m ü c r i m suçlu müçteh i t ayet ve hadislere dayanarak yargıya varan din düşünürü müesses tesis olunmuş, temeli atılmış müess i r iz bırakan, hükmünü yürüten, eserin sahibi

m ü e y y i d e kanun ve anlak emirlerinin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, teyit edici, kuvvetlendirici

müfessİr izah eden, tefsir eden m ü l â h a z a düşünce m ü l h a k sonradan katılmış, eklenmiş m ü m a s i l benzeyen, andıran m ü m k i n - ü l v ü c u d varlığı mümkün oian m ü n â c â t Allah'a yalvarmak m ü n a k e h a t nikahlanmalar, nikahla alakalı olan bahisler m ü n e z z e h tenzih edilmiş, kusur ve noksanlıklardan uzak m ü n k i r inkâr eden, kabul etmeyen m ü n t e h a son, nihayet münteh i sona eren, biten, bir şeyi tamamlayan

3 1 2

m ü m k i n a t : mümkün olanlar, İmkânda olanlar müra i : İki yüzlü kimse, dalkavuk, riyakâr mürekkeb : birkaç maddeden yapılmış mürşi t : doğru yolu gösteren müsavat : eşitlik, aynı haklara sahip olmak m ü s a v i : aynı seviyede olmak, denk, aynı derecede müstağn i : elinde olanla yetinen, gerekli ve lüzumlu bulunmayan müstenit : bir şeye dayanan, güvenen

müstebit : emrİ altındakilere söz ve hürriyet hakkı tanımayan, des pot, müstakil olan

müstenid : bir şeye dayanan

müsteşrik : doğu memleketlerinin din, dil ve tarihlerini ve diğer bazı hususlarını araştıran batılı bilim adamı

mütefekkir ; düşünen, âlim, çok bilgili mütehavvİ İ : bir halde durmayan, başka şekle girip değişen mütemayi l : taraftar görünen m ü t e m m i n : tamamlayan, bitiren müşateme : atışma, birine sövme mütemerr id : inatçı, ısrar eden, dik kafalılık eden m ü ş a h h a s : teşhis edilmiş, cinsi anlaşılmış müşahi t : tanık olma

müşrik : Allah'a ortak kabul eden, Allah'tan başkasına ibadet eden.

müteaddit : birden fazma, birçok, çeşitli müteahhir : sonra gelen, sonraki mütearife : herkesin bildiği, tanınmış, doğruluğu aşikâr mütedair : dolayı, alâkalı, üzerine, için müteessir : tesir altında kalmış, üzüntülü

müteharr ik : hareket eden mütehavvİ İ : bir halde durmayan, başka şekle girip değişen

N

namütenahi

nas

nass

nazir

nazari

nefy

nihayetsiz, sonsuz, ucu bucağı olmayan insanlık kat'ilik, kesinlik, delil, haber eş, örnek, denk, benzer

yalnız görüş ve düşünce halinde olan ve tatbik edilmemiş halde olan bilgi inkâr, reddetme, bir şeyin yokluğunu ve olmadığı­

nı İddia, sürgün etme

nehiy

neş'et

n ikab

yasak etmek, men etmek - vücuda gelmek, meydana gelmek, kaynak olmak yüz örtüsü, peçe, perde düzen, sıra, dizi

P - R

p e n ^

râci

reel

redaet

remiz

re'y

r iayet

sığınma, sığınacak yer geri dönen, aid, alâkası olan gerçek, hakiki, sahici kötülük, fenalık, bayağılık sembol, rumuz görüş, görmek, fikir

ulmak, iyi karşılamak, tabi olmak, hıfzetmek

safvet

sân i

san iyen

sa ik

sa lâbet

sar ih

s a ' y

sefahet

sefih

sekİnet

se rmed i

sevkı tabi i

seyyal

skolast ik

sübut

şek-k

şenaat

şerik

ş ü m u l

s - ş temizlik sanatkârca yapılmış, yaratan ikinci olarak, ikinci derecede sürükleyen, sevkeden, götüren, sebep metanet, sağlamlık açık, belirli, aşikâr çalışma, gayret sarfetme zevk ve ey lenceye düşkünlük zevk ve eylenceye düşkün

temkin, nefisteki telâşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru daimi, ebedî, sürekli

hayvan veya insanların düşünmeksizin Allah'ın şevki ile hizmete uygun olan hareketleri yer değiştiren her şey, akıcı

ortaçağlarda Hristiyan aleminde papazların dini görü­şüne ve onların baskısı altındaki dini fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü sabit, kati olarak meydana çıkmak şüphe, bir şeyin varlığı ite yokluğu arasında tereddüt etmek fenalık, kötülük, Allah'ın emirlerine muhalif hareket arkadaş, ortak

ihtiva etmek, hükmü altına almak, kaplamak

taassub

taalckut

tebaa

tadil

t a h a k k ü m

tahavvül

tahkir

takdis

takva

takyid

tasrih

tavsif

tavz ih

t a z M i m u n

tazir haldcı

tearuz

tecessüs

tecviz

tedhiş

tedvir

teessür

teessüs

tefrit

tefahhus

tefakkuh

tefekkür

tefviz

tehassür

tehassüs

t e k a d d ü m

tekâmül

tekevvün

tekfir

telâkki

temaşa

bir düşünüşe, bir İnanışa kürü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hali

hatırlama, akıt erdirme birisinin veya bîr devletin emri altında olanlar aslına zarar vermeden değiştirmek, doğrulaştırma zorbalık, baskı ve şiddet göstermek değişmek, bir halden başka hale geçmek, dönmek hakaret etmek, hor gömıek

büyük hümıet görmek, mukaddes bilmek, Allah'a şükretmek

bütün günahlardan kendini korumak, dinen haram ve yasaklardan çekinmek kayıt ve şarta bağlanma, şart koşma belirtmek, açık açık anlatmak niteliklerini söyleme, nitelendirme açıklamak, aydınlatmak ihtiva etmek, İçine almak

İslâm Hukukunda: Hakkında muayyen bîr şer'i'ceza olmayan suçlar hakkında hükümdar veya vekili tarafından uygulanan cezalar hakkında kullanılır, iki kişi arasında zıddiyet, muaraza gizlice araştırmak, İç yüzünü.araştırmak izin verme korkutma, ürkütme devrettirmek, döndürn>ek, idare etmek, yönetmek üzülmek, kederlenmek teşekkül, yerleşmek, temelleşmek, kurulmak geride kalmak

bir şeyin, bir meselenin iç yüzünü dikkatle araştırmak

gül gibi açılma

düşünmek işini Allah'a havale etmek hasret çekmek kalben ve ruhen hislenmek, hissetmek geçmiş bulunma, ilerleme, öne geçme olgunlaşma

vücuda gelmek, şekillenmek, var olmak birisine kafir deme, kafirliğine hükmetme şahsi anlayışa göre hoşlanarak bakmak, seyretriıek

temayül

temerrüd

temessük

tenakuz

tenfiz

tenvir

tenkil

terakki

tereddi

terekküb

t e s a d ü m

teshir

tevakkuf

tevazu

teveccüh

tevfik

te'vil

tevekkül

teyakkun

teyid

tezkir

tezyif

t ıynet

tufeyli

t u ğ y a n

nieylelmek, bir yana veya kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek inad, direnme tutunma, sarılma

sözün birbirini tutmaması, konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt oluşu infaz etmek, hükmünü yürütmek aydınlatma, bİr şey hakkmda bilgi verme uzaklaştırmak, sindirmek

ilerleme, yükselme gerilemek birleşmek, karışmak vuruşma, şiddetli çarpışma hakim olma, büyüleme durma, duraklama alçak gönüllülük verilen güvenç, yardımcı olmak, yönelme uygun düşürme döndürmek Allah'tan gelene razı olmak, işi başkasına bırakmak iyiden İyiye araştırıp şüphesiz tam olarak bilmek kabul etmek, sağlamlamak hatırlatma, Allah'ın emirlerini hatırlatma çürütmek, zayıf düşürmek huy, yaradılış asalak, parazit azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde İleri gitme

u - u

ukûbat

ukû l

u m d e

u m u r

üss-ü l esas

cezalar, işkenceler, eziyetler akıllar

İnanılacak şey, prensip, temel fikir emirler, işler, hususlar hakiki sağlam teniel

vac ib -ü l v ü c u d : vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenab-ı Hak

vahdaniyet benzeri olmamak

vâhid bir, tek, biricik

vahime kuruntulu, kuran, vehmeden

vâkıa var olan, mevcut bir hadise, vuku bulmuş, olmuş

varid akla gelen, erişen, ulaşan

vastf bildiren, öven

vehle irkilme ve ürkme, dakika, an, lahza

vetire tarz, üslup

vükelâ vekiller, bakanlar

vürud geliş, gelme

Y

yâd anma, zikretme

yakînî şüphe edilmeyecek İlmî halde

Z

zam

zahid zeval zuhur zühd

zina eden, meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan

dinin yasaklarmdan sakınıp buyurduklarını yerine getiren sona erme, gilmek meydana çıkmak, görünmek

nefsani zevk ve arzulardan kendini çekerek ibadete vermek