38
2 BAHAR 2012 Ücretsizdir, Parayla Satılmaz 21. Yüzyılda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği Özgür Savaşcıoğlu 21. Yüzyılda Ulusal Sorun, Sosyalizm ve Kürt Dinamiği Bize Bir Ekim Gerek ya da Sosyalizmin Gözünden UKKTH Zafer Çeliker Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi Deniz Ali Gür Ulus ve Diyalektik Us Serkan Sönmezgil Bir Zamanlar “Doğu Anadolu’nun Düzeni” Sercan Yıldız “Yolları Birleştirmek” Öyküm Giritli 1980’den Günümüze Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet Zozan Baran - Murat Yılan Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü RÖPORTAJ: soL Haber Portalı Genel Yayın Yönetmeni Alper Birdal ile “Arap ‘Bahar’ı ve Türkiye” üzerine

antitez dergisi bahar 2012

Embed Size (px)

DESCRIPTION

bogazici universitesi siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler kulubu

Citation preview

Page 1: antitez dergisi bahar 2012

2 BAHA

R 201

2

Ücretsizdir, Parayla Satılmaz

21. Yüzyılda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin GüncelliğiÖzgür Savaşcıoğlu

21. YüzyıldaUlusal Sorun, Sosyalizm ve Kürt Dinamiği

Bize Bir Ekim Gerek ya da Sosyalizmin Gözünden UKKTHZafer Çeliker

Kürt Dinamiğinin Tarihsel GelişimiDeniz Ali Gür

Ulus ve Diyalektik UsSerkan Sönmezgil

Bir Zamanlar“Doğu Anadolu’nun Düzeni”Sercan Yıldız

“Yolları Birleştirmek”Öyküm Giritli

1980’den Günümüze Kürt Dinamiği ve İkinci CumhuriyetZozan Baran - Murat Yılan

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü

RÖPORTAJ:soL Haber Portalı Genel Yayın YönetmeniAlper Birdal ile “Arap ‘Bahar’ı ve Türkiye” üzerine

Page 2: antitez dergisi bahar 2012

BU S

AYID

A 21. Yüzyılda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin GüncelliğiÖzgür Savaşcıoğlu6

Bize Bir Ekim Gerek ya da Sosyalizmin Gözünden UKKTHZafer Çeliker17Kürt Dinamiğinin Tarihsel GelişimiDeniz Ali Gür28

soL Haber Portalı Genel Yayın YönetmeniAlper Birdal ile “Arap ‘Bahar’ı ve Türkiye” üzerine56

“Yoları Birleştirmek”Öyküm Giritli68

Ulus ve Diyalektik UsSerkan Sönmezgil64

OKUMA NOTLARI

DOSYA

1980’den Günümüze Kürt Dinamiği ve İkinci CumhuriyetZozan Baran - Murat Yılan40

2Yerel Süreli Öğrenci Dergisi Bahar 2012, Sayı 2 Ücretsizdir, parayla satılmaz.İmtiyaz Sahibi Murat Yılan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Murat YılanDizgi ve Kapak Tasarımı Sinan Acıoğlu İletişim E-posta: [email protected]ı Boğaziçi Üniversitesi Matbaası 0212 359 4406Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü

Bir Zamanlar “Doğu Anadolu’nun Düzeni”Sercan Yıldız71

RÖPORTAJ

Antitez Ne Yapacak?Antitez Yazı Kurulu4

Page 3: antitez dergisi bahar 2012

5

Üniversite öğrencilerinin ülke meselelerine kafa yorması genel bir gerekliliktir. Bu zihinsel çabanın sürekli bir hal alması ise bir üretim faaliyeti aracılığıyla mümkündür. Antitez her şeyden önce bunu yapmaya çalışacaktır.

Ülkenin geleceğine kafa yormanın tek başına akademik üretim alanına indirgeneme-yeceği açık. Antitez bu anlamıyla teori ve siyaset arasında sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışacak. Dolayısıyla Antitez çözümlemeye çalıştığı bütünlüğün içerisnde hangi dö-nüşme dinamiklerini barındırdığını göz önünde bulunduracak. Bütünlüğün içerisin-deki bu dinamiklere ilerletici müdahalelerde bulunmanın olanaklarını tartışacak.

Müdahalenin olanaklarını değerlendirebilmek için bir değiştirme perspektifine sahip olmak gerekiyor. Değiştirme perspektifine sahip olmak ise ülkenin geleceğine yöne-lik bir tasarım oluşturmaktan geçiyor. Antitez bu anlamda üniversitelilerin Türkiye’yi içerisinde bulunduğu karanlıktan çıkartıp sosyalist geleceğine taşıma iradesini güç-lendiren bir yayın olmayı önüne koyuyor.

Bunları yapmak için egemen düşünsel şekillenmelerle hesaplaşmak, 2. Cumhuriyet’in çizdiği ideolojik çerçeveyi kırmak gerekiyor. Bu anlamda, düzeni ideoloji alanında besleyen düşünsel akımlarla da, entelektüellerle de hesaplaşmak gerekiyor. Bunla-rı birkaç başlık halinde toplamak mümkün: düzeni dolayımsız bir biçimde savunan yandaş entelektüeller, eleştirel bir bakış açısına sahip olan ancak bir çıkıssızlık tablo-su çizenler, siyasal bir arayış içerisnde olanların çıkışı yanlış yerlerde aramasına yol açanlar.

Saydıklarımızın, elbette özgünlüklerini de gözeten bir yaklaşımla özel olarak ele alın-ması gerekiyor. Ancak bir bütünlük oluşturuyorlar. Ortaklaştıkları nokta ise sosyalist ideolojinin gelişme kanallarının önünde bir engel oluşturmaları. Sosyalist ideolojinin etki alanını artırmasının önünde duran ve bu anlamda egemen ideolojinin güçlen-mesine hizmet eden düşüncelerin şu ya da bu düzeyde bir gerici karakter taşıdıkları da söylenmeli. Antitez’de sadece toplumu bilinçli bir çabayla daha geri olana ikna etmeye çalışanlarla değil ileriye yönelenleri geriye çekmeye çalışanlarla da hesap-laşacağız.

Antitez sosyalist bir yayın olarak gericiliğe, piyasacılığa ve emperyalizme karşı bir konumu sahiplenecek. Sosyalistleri çıkışsızlığa sürükleyen liberalizm ve postmoder-nizmle hesaplaşacak. Çıkışı yanlış yerlerde gösteren sosyalizmsiz bir “solculuk” türü-nü karşısına alacak.

Üniversiteli gençliğe 2. Cumhuriyet tarafından sunulan kimlikten bir çıkış yolu çizme-ye çalışacağız. Kendini kurtarmaya çalışan, topluma karşı sorumluluk duymayan ve üretmeyen bir gençlik yaratma çabasının antitezi olacağız.

Antitez Ne Yapacak?

Tüm bu saydıklarımızı yapmak için bir doğrultuya işaret etmek gerekiyor. Bu anlamda Antitez’de ya-zacaklarımızın birbirini tamamlayan bir nitelikte olmasına ve tartışmaların bir bütünlük taşımasına özel olarak önem vereceğiz.

Üniversite öğrencilerinin üretmesi gerekiyor demiştik. Üretmek için ufkunu varolanın dışına doğru genişletmek ve kavga vermek gerekiyor. Üretmek için başka bir geleceği savunmak gerekiyor.

Antitez ülkenin sosyalist cumhuriyetin bir seçenek ve sosyalist ideolojinin bir bütün olarak 2.Cumhuriyet’in karanlığının karşısına dikilmesinin bir zorunluluk olduğunun bilinciyle yoluna de-vam edecek.

Antitez Yazı Kurulu

Page 4: antitez dergisi bahar 2012

7

Ulus Nasıl Tanımlanmalı?

Ulusal sorunun sosyalizm mücadelesiyle ilişkisini tartışmadan önce “ulus”u nasıl ta-nımlamak gerektiğini tartışmakta yarar var. Bu konuda, özellikle Marksizm’in akade-mik yorumcularında hâkim olan kafa karışıklığı, tanım konusuna eğilmeyi bir ihtiyaç haline getiriyor. Bu akıl dağınıklığı, özelikle bir grup batılı Marksistin, Marksizmin ulus tartışmasında açıklayıcılık yeteneğine sahip olmadığı üzerine geliştirdikleri literatür üzerinden gözlenebilir. Ülkemizde de, kimi sosyalistlerin ulusa yaklaşırken kimi zaman düpedüz liberal bir çerçeve üzerinden ilerlemesi, tartışmayı önemli bir hale getirmek-tedir.

Akıl dağınıklığının boyutu öylesine büyüktür ki tanımlanması gerekenin ne olduğu bile bir tartışma konusu haline gelmiştir. Ulus mu, uluslaşma mı yoksa ulusçuluk mu?

Tartışmaların muğlaklığını gösteren bir örnek vermek gerekirse:

“... bu alandaki bir öğrencinin ilk benimseyeceği en iyi tutum bilinemezcilik olduğun-dan, elinizdeki kitapta bir milleti oluşturan şeylere ilişkin a priori hiçbir tanım öngö-rülmemektedir.(...) kendilerini bir ‘millet’in üyeleri gören yeterli büyüklükteki insan topluluklarının bu halleriyle ‘millet’ sayılmasıyla yetinilecektir.” 1

Zeminin bu denli bulanık olduğu bir tartışmaya sağlıklı bir hareket zemini çizerek gir-mek en iyisi… Stalin’in ulus tanımıyla başlıyoruz:

“Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam, ve kendini kültür ortaklığında dile getiren bir ruhsal biçimlenme birliğidir.” 2

Aydemir Güler’in bu tanıma yaptığı bir katkıdan da bahsederek tartışmaya devam edebiliriz:

“Bu teze, temel sistematiğini hiç bozmayan bir düzeltme veya ek yapmakta yarar ol-duğunu düşünüyorum: Öğelerden kimilerinin eksikliğini, bir diğerinin aşırı gelişkinliği kapatabilir” 3

Aydemir Güler’in yaptığı eki de değerlendirerek Stalin’in tanımı üzerinden hareket etmekte fayda görüyoruz. Tanımı açarak başlangıç yapalım.

Öncelikle Stalin’in ulus tanımının öğelerinin uluslaşma sürecinin başlamasından iti-baren tam halleriyle gözlenip gözlenemeyeceği meselesine girelim. Bu öğelerin ulus-laşma sürecinin öncesinde kimi eksiklerle var olması bir istisna değil, bir kural olarak

1  Eric  Hobsbawm,  1780’den  Günümüze  Milletler  ve  Milliyetçilik  “Program,  Mit,  Gerçeklik”,  Ayrıntı Yayınları, 1995, s.232  Joseph Stalin3  Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınları,  2009, s.61

21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin GüncelliğiÖzgür Savaşcıoğlu

algılanmalıdır. Uluslaşmanın çoğu örnekte köklü bir siyasal değişime yaslanmasının ve bir burjuva devrimi ile beraber algılanabilecek olmasının sebebi budur. İktisadi yaşamın, kültürün ve dilin bir bölgede birleşebilmesi feodal düzenin sınırları içerisinde bir noktaya kadar gerçekleşebilmektedir. Bunun sonrasında, feodal düzenin üstyapı kurumlarıyla onun içerisinde ortaya çıkan kapitalist üretim biçiminin gelişiminin yarattığı dinamikler arasında feodal düzenin mevcut siyasal ve ideolojik yapısı-nın çözemeyeceği bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Bu durumun ortaya çıkması bir devrimci dönemin kapısını aralar. Ortak bir iktisadi yaşantı, dil, kültür ve bu ortaklıkların tanımlanabildiği bir bölge bu anlamda kapitalist üretim tarzının bir gereğidir. Ancak, kapitalist üretim biçiminin iktisadi alandaki gelişimi doğrusal siyasal ve ideolojik yansımalar yaratmaz. Ulusun oluşması da bu anlamda bir doğ-rusal yansıma olmaktan uzaktır. Eksikli halleriyle mevcut olan kimi öğelere bir öznenin devrimci bir müdahalede bulunması çoğu zaman bu sürecin gelişebilmesinin koşuludur. Bu öznenin uluslaşma yönünde bir siyasal müdahaleyi hayata geçirebilmesinin nesnel temeli ise kapitalist üretim ilişkile-rinin feodal toplumun içerisindeki gelişimi ve bu gelişimin yarattığı eksikli ulus öğelerdir. Stalin’in tanımındaki tarihsel olarak oluşmuş ifadesi bu konuda gerekli açıklayıcılığa sahiptir.

İktisadi yaşam birliği konusunda ise ulusun oluşumunda etkili olan tarihsel çerçeve üzerine söyle-diklerimiz gereken çerçeveyi sunmaktadır. Ulusun oluşumunun kapitalist üretim tarzının gelişiminin yarattığı tarihselliğin içerisine oturması, ulusun bir iktisadi yaşantı birliği ifade etmesiyle ilişkilidir.

Dil birliği meselesine gelecek olursak... Öncelikle iktisadi yaşantı birliğinde dilin öneminden bahsedi-lebilir. Buna ek olarak, Anderson’un dil konusunda katıldığımız bir saptamasına yer verelim:

“Okuryazar olmayan bir soyluluk yine de bir soyluluk olarak davranabilirdi. Ama ya burjuvazi?(...) Lille’deki bir fabrika sahibi Lyon’daki bir fabrika sahibine ancak ortak bir etkilenmeler zinciri ile bağ-lıydı. Onları birbirlerinin varoluşundan haberdar olmaya zorlayan hiçbir gerekçe yoktu; tipik olarak birbirlerinin kızlarıyla evlenmiyor ya da birbirlerinin mülkünün mirasına konmuyorlardı. Ama ken-dileri gibi binlerce ve binlerce insanın olduğunu, yayın dili sayesinde gözlerinin önüne getirebilmeyi başarıyorlardı.” 4

Anderson bu sözleri söyledikten hemen sonra, bahsettiği şeyi hayali bir temel olarak tanımlıyor. Bunu etkili çalımlarla ceza sahasına girip kaleciyi çalımladıktan sonra topu tribünlere dikmeye benzetebili-riz. Bu hayali temel meselesini yazının ilerleyen kısımlarında daha da açmaya çalışacağız.

Kültürün, ulusun oluşması için önemine değinirken başlangıçta göz önünde bulundurmamız gereken nokta kültür birliğinin özellikle dil birliğiyle kurduğu bağ olmalıdır. Bunun sonrasında, ideolojinin top-lumun şekillenmesinde kapitalizmin gelişmesiyle beraber aldığı konumdan bahsetmek gerekecektir. Kapitalist toplumun gelişimiyle beraber tüm bir ulusal ölçeğe yayılan bir bütünlük olarak ideolojiler alanının gelişiminde kültür birliğinin önemli bir etkisi vardır.

Bölgesel birlik konusuna öncelikle dil, kültür ve iktisadi yaşantının birliğinin kapitalist toplumlarda be-lirli bir ölçek içerisinde tanımlanabilir olmasıyla başlayalım. Aydınlanma düşüncesi içerisinde bir şeyin bilinebilir olması ve insan eylemiyle dönüştürülebilir olması onun sonlu olarak tanımlanabilmesi ile bağlantılıdır. Ancak, sınırları belirli olan bir bütünün bilgisine erişilebileceği fikri Aydınlanmanın “bil-meye cüret etme”sine olanak sağlar. Bu insan düşüncesinde önemli bir ilerleme anlamına gelmekte-dir. Ancak, klasik Aydınlanma, sonlu olan bütün ile gerçekliğin sonsuz ve sınırsız olan kısmı arasında bir ilişki tariflemez. Sınırlı bir alanda kurulan ulusun tarihini ulusun dışındaki gerçeklikle bağdaştır-mayan burjuva düşüncesi ulusçuluğu yaratır. Ulusun kendi tarihine ilişkin yanılsamaları ulusun kendi dışı ile ilişkisinin sağlıklı kurulmamasının ürünüdür. Bu da burjuvazinin sınıf karakteriyle ilişkilidir. Ulus başlığında da Marksizm’in Aydınlanma ile kurduğu ilişki bir içerip aşma ilişkisidir. Marksizm Aydınlan-ma ile bir şeyi bilmek için onu belirli sınırlar içerisine yerleştirebilmek gerektiği konusunda ortaklaşır.

4  Benedict Anderson, Hayali Cemaatler Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları, 2009, s.93

Page 5: antitez dergisi bahar 2012

8

9

21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

Marksizm’in farklılaştığı nokta gerçekliğin üzerinde eylemde bulunulan kısmının, gerçekliğin tümü ile ilişkide olduğu ve onun özünü yansıttığı fikridir. Dolayısıyla sosyalistler kuruluş süreçlerinde ikti-darın ulusal ölçekte alınmasından itibaren, ulusun kendisini dışarıya doğru açan bir hareketlenmeye girmesi başlayacaktır. Kuruluşun tamamlanması ve sonrasında sınıfların ortadan kalkması (ki bunun uzun bir zamana yayılacağı hatırlatılmalıdır) ulus kategorisinin tasfiyesi anlamına gelecektir.

Stalin’in tanımının doğruluğunu olgusal düzeyde iki temel ölçütle sınayabiliriz: öğelerin tamamını sağlayıp yine de ulus olmayan bir topluluk bulunup bulunmaması ve mevcut bütün ulusların bu ko-şulları sağlayıp sağlamaması…

Günümüzde herhangi bir ulusa baktığımızda bu ölçütlerin tamamını sağladıklarını gözlemleyebiliriz. Tamamlanmamış uluslaşma süreçlerini gözlediğimizde ise bu öğelerin hepsinin belirli bir düzeyde gözlenebileceğini söyleyebiliriz. Bir eksik varsa da diğer öğelerden birinin gelişkinliğiyle onu kapat-ması eki bu süreçleri kavrarken özellikle önem kazanmaktadır.

Bunun yanı sıra, bu öğelerin tamamını sağlayıp yine de bir ulus ifade etmeyen bir topluluk bulmamız da olanaklı değildir. Bu durum, Stalin’in tanımının açıklayıcılığını ortaya koymaktadır.

Ulus Bir Yanılsama mı?

Ulusun tanımında Stalin’inkine benzer nesnel ölçütlerin aranmaması, ulus tartışmasını bir çıkmaza sürüklemektedir. Bir süre sonra bilimsellikten kopan bu yaklaşımın en net örneğini Gellner’de bula-biliriz.

“Bir grup insan, diyelim ki, bir ülkenin sakinleri veya belli bir dili konuşan insanlar, ancak aynı gruba mensup olmalarından dolayı birbirlerine karşı bazı ortak hak ve görevleri olduğunu kesinlikle kabul ettikleri halde bir ulus olabilirler. Onları ulus yapan birbirlerini bu şekilde aynı grubun üyeleri olarak tanımış olmalarıdır, yoksa kendilerini grubun dışında kalan üyelerden ayıran herhangi bazı ortak özel-likler değil.” 5

Gellner’in bu yaklaşımının sorunlarına değinecek olursak…

Öncelikle bir grubun kendisini ulus olarak algılamasının, ulus oluşturmak için yeterli olduğunu söyle-mek, başarıya ulaşamayan uluslaşma süreçlerini algılamamızın önünde bir engel oluşturacaktır. Bu şartı sağlayan birçok örnekte sürecin bir ulus oluşumu ile sonlanmamış olması Gellner’in algısının yetersizliğine işaret etmektedir.

İkinci olarak, Gellner’in yaklaşımı üzerinden hareket etmemiz halinde herhangi bir ulusun başka gruplardan farklı olarak taşıdıkları kimi ortak özelliklerin (bu özellikler için Stalin’in tanımındakiler düşünülebilir) olmadığını düşünmemiz için geçerli bir neden bulunmamaktadır. Gellner’in sorunu bütün öğeleri eksiksiz halleriyle bir ulusta aramasıdır. Ulusun tarihsel bir sürekliliğe sahip olması an-lamına gelen “kararlı” karakteri ulusun boşluksuz ve gerilimsiz bir yapı olarak var olması anlamına gelmemektedir. Burjuvazinin bir kere iktidarı aldıktan sonra gericileşmeye başlaması kuralını da dü-şündüğümüzde meseleye ilişkin daha sağlıklı bir algı geliştirmemiz mümkün olacaktır. Burjuva dev-riminin tam olamayacak olması, ancak burjuva devrimiyle beraber düşünüldüğünde kavranabilecek olan ulusun yapısına ilişkin analizlerimizde akıldan çıkarılmamalıdır. Ulus da bu anlamıyla bir dizi başlıkta gerilim yaşayacak ve boşluklara sahip bir tarihsel kategori olarak kavranmalıdır.

Son noktaya geçmekten önce Gellner’den bir bölüm daha aktarmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.

“Ulusçuluk ulusların bir ürünü değil, tam tersine ulusları meydana getiren ulusçuluktur.” 6

Ulusçuluğun herhangi bir nesnel referansa dayanmadan ulusu meydana getirdiğini düşünmek ide-oloji tartışmasına yönelik yanlış bir kavrayıştan ileri gelmektedir. Bu yaklaşımın sorunu ideolojinin

5  Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Günay Göksu Özdoğan ve Büşra Ersanlı Behar, İnsan Yayınları, 1992, s.286  Gellner, age, s.105

nesnel temelden yoksun bir yanılsama olarak algılanmasıdır. Bu tarz bir bakış açısı üzerinden hareket edildiğinde bir kategorinin oluşum sürecinde ideolojinin bir izini gözlemlememiz, bu kategorinin ha-yali olduğu yargısına varmamıza yol açacaktır. Ulus kategorisinin oluşumunda ulusçuluk adı verilen bir ideolojinin de rolü olduğunu söylemek ulusun bir yanılsama olduğunu düşünmemize yol açacak-tır. Burada görülmeyen ulusçuluk ulus oluşumuyla kurduğu ilişkinin bir özgürlükler alanı içerisinde gerçekleşmediğidir. Ulusçu ideoloji de ulusun oluşumunu etkileyen tarihselliğin içerisine yerleşir ve burada anlam kazanır. Dolayısıyla, ideoloji üreticilerinin etkinlikleri bir tarihsel çerçevede sınırlanmış-tır. Bu ulusçuluğun ulusla aynı nesnel temele oturduğu anlamına gelmektedir.

Ulusu herhangi bir nesnelliğe dayanmayan, hayali bir kategori olarak kavrayan sadece Gellner olsaydı bu yaklaşım görmezden gelinebilirdi. Ancak bu yaklaşımın dikkate değer bir popülerliğe sahip oldu-ğunu göz önünde bulundurarak meseleyi biraz daha açmak faydalı olacaktır. Benedict Anderson’la devam ediyoruz:

“Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur- kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir. “ 7

Anderson’un yaklaşımı da Gellner’inkiyle benzerdir. Ulusu inşa eden öznenin ulusçu ideolojisi her-hangi bir nesnel zemine oturmayan bir hayali kategori oluşturur. Bu noktada insan eylemi ve tarih arasındaki ilişkinin mantığının kavranmayışı ideolojiye dair yanlış kavrayışa eşlik etmektedir. Ulus-çu öznenin, eylem alanını sınırlayan ve şekillendiren tarihsellikle ilişkisi unutulmaktadır. Bu konuda Marx’ın yaklaşımını hatırlamak faydalı olacaktır:

“İnsanlar kendi tarihlerini yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, dolaysız olarak önlerinde bulduk-ları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” 8

Gellner’in yaklaşımına dönecek olursak, ulusun bir ideoloji tarafından yaratılan bir yanılsama oldu-ğunun kabulü başka kimi sorunlara da yol açacaktır. Bir ulusal ölçekle birlikte tanımlanan bütünlü-ğün içerisine yerleşen ideolojiler alanı ve siyasal iktidar gibi kimi yapıların anlamlandırılması giderek zorlaşacaktır. İdeolojiler alanının ulusçuluk, sosyalizm, liberalizm gibi çeşitli ideolojilerin içerisinde hareket edebildiği ve birbirleriyle mücadele ettiği bir yapı olarak oluşumunun ulusçuluk ideolojisi ta-rafından yaratılan bir yanılsamanın içerisinde gerçekleştirilmesi imkansızdır. Herhangi bir yanılsama böyle bir gerçeklik yaratma yeteneğine sahip değildir. İdeolojilerin birbirleriyle mücadele haline girdi-ği bir ölçek yaratma yeteneği bir ideolojide sözcüğün insan eyleminin çeşitli boyutlarını da kapsayan geniş anlamıyla siyasette aranmalıdır.

Siyasal iktidarın da ulusçuluk tarafından yaratıldığını kabul etmemiz halinde ortaya çok ilginç bir tablo çıkacaktır. Siyasal iktidarı ele getirmeyi hedefleyen herhangi bir topluluk bunun yapılması ancak bir ulusal ölçek içerisinde mümkün olduğu ölçüde ulusçu olacaktır. Gellner bunu aynı eserin başka bir yerinde açık açık da söylemektir. Bu soruna yazının ilerleyen kısımlarında daha ayrıntılı olarak deği-neceğiz.

Bir ideolojinin yarattığı bir topluluk olarak ulus; siyasal iktidar, üretim ilişkileri ve ideolojiler alanının içerisinde yer aldığı bir bütün yaratabiliyorsa başka sorular da ortaya çıkacaktır. Liberalizm ve sosya-lizm gibi ideolojileri sahiplenen topluluklar neden benzeri bütünler yaratmamaktadır? Sosyalistlerin bir ulusal ölçekte iktidarı ele geçirmesinden bahsetmiyoruz. Birbirlerini sosyalist olarak aynı toplu-luğun üyesi olarak gören bireylerin oluşturduğu toplamdan bahsediyoruz. Bu soru da Gellner’in yaklaşımı tarafından tatmin edici bir şeklide cevaplanamayacaktır.

Toparlamak adına meseleyi biraz daha somutlaştıralım. Gellner’inki gibi bir yaklaşım üzerinden ha-reket ettiğimizde örnek olsun, Almanların Almanca konuşmak, Almanya’da yaşamak, Almanya öl-

7  Anderson, age, s.208  Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp, Yazılama Yayınları, s.15

Page 6: antitez dergisi bahar 2012

10

11

21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

çeğindeki iktisadi birliğin parçası olmak ve Alman kültürüne sahip olmak gibi ortak özelliklere sahip olduğunu düşünmek ulusçu bir yanılsama olarak algılanacaktır. Ancak, bu ortak özelliklerin hepsinin varlığı olgusal düzeyde gözlenebildiği ölçüde Gellner’in tanımı açıklayıcılığını yitirmektedir. Devam edecek olursak, bu tanım üzerinden hareket ettiğimizde Kuzey Kore, Güney Afrika Cumhuriyeti ve İzlanda’da yaşayan bir grup insanın bir uluslaşma süreci başlatmasının tek engeli hepsinin aynı ulu-sun parçası olduğuna ikna olmalarıdır. Son olarak, ulusu bir nesnelliğe dayandırmayan ve ulusçu bir ideoloji tarafından ulusun üretildiğini söyleyen bu algı dünyanın dört bir yanında liberalizm ve sosya-lizm gibi ideolojileri kabullenen insanların bir ideoloji tarafından üretilmiş topluluklar olarak neden ulus benzeri topluluklar oluşturmadıklarını tutarlı olarak açıklayamayacaktır.

Ulusun bir yanılsama olduğu fikrini sahiplenenler, ulusçuluk ideolojisinin üreticilerine sahip olma-dıkları bir bilinçlilik atfetmektedir. Bütün bir toplumu bilinçli bir biçimde kandıran bir burjuvazi fikri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu yaklaşım komplocudur. Burjuvazinin kendi sınıf karakteri eylemlerinin bilinçliliği önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu konuda Lukacs’ın burjuvazinin bilincine ilişkin söy-lediklerine bakmak faydalı olacaktır.

“Burjuvazinin sınıf bilincini ‘sahte bilinç’ haline getiren sınır nesneldir, sınıfsal konumun ta kendisi-dir, toplumun ekonomik yapısının nesnel bir sonucudur, yoksa keyfi, öznel ya da ruhbilimsel bir şey değil.”9

Ulusçuluğu eleştirmek için, ulusun nesnel temelden yoksun bir hayal olduğunu kanıtlamaya girişmek gerekmemektedir. Aslında durum tam tersidir. Ulusun aşılması onun oturduğu tarihsel çerçevenin kavranmasıyla mümkün olacaktır. Bu noktada akla Marx’ın kapitalizme yönelik eleştirileri gelmelidir. Marx’ın çalışmaları, kapitalist üretimin üzerine oturduğu tarihsel zeminin ve nesnel temellerinin ele alınması adına önemli bir noktada durmaktadır. Marx ancak bu şekilde kapitalizme yönelik en radikal eleştirinin sahibi haline gelmiştir. Bu anlamda ulusun hayali bir kategori olduğunu söyleyenleri ulus-çuluğun radikal eleştiricileri olarak algılamanın bir anlamı yoktur.

Başka bir şekilde ifade edersek, tarihin iç tutarlılığının sağlanması geriye yönelik düzeltmelerle sağla-namaz. Somutlaştırırsak, ulusun aşılması onun tarihte temeli olmayan bir kategori olmadığı üzerine bir tarih tezi kurarak gerçekleştirilemez. Tarihin iç tutarlılığının sağlanması çelişkilerin nesnel kökle-rinin saptanması üzerinden ileriye yönelik bir perspektif geliştirilmesi aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Kapitalist toplumlardan söz ediyorsak bu perspektif sosyalizmdir.

Ulusçuluğun sorunu hayali bir cemaat inşa etmesinde değil; ulusun, üyelerinin sınıfsal karakterlerin-den bağımsız olarak ortak bir çıkara sahip olduğunu düşünmesindedir. Ulusçuluğa yönelik eleştirimiz, sınıfsal çelişkilere işaret etmediği ölçüde anlamsız olacaktır. İşçi sınıfının çıkarlarıyla burjuvazinin çı-karlarının farklılığına dikkat çeken Marksizm bu anlamda ulusçuluğun en radikal eleştirisini yapmıştır.

Marksizm ve Ulus

Gellner’in siyasal iktidarı hedeflemeyi ulusçulukla eşlediğini açacağımızı söylemiştik. Bu bölüme ora-dan başlamayı uygun görüyoruz.

“Ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir.” 10

Buradan bakıldığında herhangi bir ülkede siyasal iktidarı almaya odaklanan bütün gruplar ulusçu olarak tanımlanıyor. Gellner’in tanımı, TİP’le MHP’yi aynı düzlemde eşitliyor. Bu tanım gerçeklikle o kadar uyumsuzdur ki ulusçu olmayan bir siyasal akım düşünmek bile imkânsızlaşmaktadır. O zaman ulusçuluk diye ayrıca bir şey olmadığını söylemek gerekecektir. Çünkü ulusçuluk siyasetle ilişkilenen ideolojilerin genel adı olarak bir anlam kazanacaktır. Gellner’den bu kadar bahsetmeyi yeterli gö-rüyoruz. “Bırakalım iktidarı sağcılar alsın.” demeyeceksek daha gerçekçi yaklaşımlar geliştirmemiz

9  György Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Yılmaz Öner, s.12110  Gellner, age, s.20

gerekecektir.

Marx ve Engels’le başlamak en iyisi:

“Proletarya siyasal egemenliği ele geçirmek için kendisini ulusal sınıf konumuna yükseltmek, bizzat kendisini ulus olarak kurmak zorunda olduğu sürece, hiçbir şekilde burjuva anlamıyla olmamak üzere henüz kendisi de ulusaldır.” 11

Sosyalistler ulusal ölçeği siyasal mücadelenin içerisinde verileceği ölçek olarak düşünürler. Sosyaliz-min iktidara getirilmesi birincil hedef olarak kavrandığında başka bir türlü düşünmek olası değildir. Çünkü siyasal iktidarın ele geçirilmesi bir ulusal ölçek içerisinde mümkündür. Ulus, iktidarı ele ge-çirmek için kaldırılması gereken bir perde olmak bir yana, içerisinde mücadele edilecek ve sosyalist iktidarın kurulacağı bir birim olarak kavranmalıdır. Bu yapılmazsa siyasetsizliğe mahkûm kalınır.

Marx’tan devam edelim:

“...egemen olmak isteyen her sınıfın, proletaryanın durumunda söz konusu olduğu gibi(...)kendi çıka-rını herkesin çıkarıymış gibi gösterebilmek için- ki ilk başta bunu yapmak zorundadır- siyasal iktidarı ele geçirmesi gerekir.” 12

Proletaryanın kendi çıkarlarını toplumun çıkarları gibi göstermesi bir ulusal ölçekte tanımlanır, dedik. Bunun ulusal ölçekte gerçekleşmesinin bir diğer sebebi de ulusun eşitlik - özgürlük - kardeşlik düşün-cesiyle bağıdır.

“Millet (...) uzun süredir birlikte anıldığı büyük liberal sloganların kalıntısıyla bağlantılıydı: çünkü öz-gürlük ve eşitlik, kardeşlik içindi” 13

Hobsbawm’ın söyledikleri iki başlıkta düzeltilmeyi hak ediyor. Birinci olarak, artık eşitlik ve özgür-lük sloganlarının taşıyıcılığının liberalizm tarafından değil sosyalizm tarafından üstlenildiği eklemesi yapılmalıdır. İkinci sorun “özgürlük ve eşitlik, kardeşlik içindi” ifadesinde... Bu şekilde formüle edil-diğinde, sloganları ulusu bir arada tutan yanılsamalar olarak adlandırılarak değersizleştirilmesi ris-ki oluşuyor. Bunun yerine “kardeşliğin eşitlik ve özgürlükle mümkün olduğu” ya da “ulusun eşitlik, özgürlük ve kardeşlik için olduğu” söylenirse ifade daha sağlıklı olabilir. Bu düzeltmelerden sonra Hobsbawm’ın kurduğu ilişkiye katıldığımızı belirtelim.

Bu noktadan devam edecek olursak, ulusun oluşumu eşitlik - özgürlük - kardeşlik projesinin orta-ya konulmasıyla bir ilişki içerisindedir. Ulusun içerisinde birbirleriyle uzlaşmaz çelişkilere sahip olan sınıfların varlığı eşitlik - özgürlük - kardeşlik sloganlarının burjuvazinin ufkunu aşması sonucunu do-ğurur. Bu sloganlar artık burjuvazi tarafından sahiplenilemez hale geldiği ölçüde proletarya bu slo-ganların taşıyıcılığını üstlenecek sınıf olacaktır. Eşitlik ve özgürlük mücadelesi bu noktada sosyalizm mücadelesi olarak anlam kazanır.

Ulusun Tarihsel Dönemleri

Feodal köklerden kopuşun ağırlık taşıdığı uluslaşma süreçleri buraya kadar ortaya koyduğumuz ka-rakterler üzerine oturmaktadır.

Bunların yanına anti-emperyalist bir temele dayanan, sömürgelerde gelişen uluslaşma süreçleri ve bir ulusun oluşumundan sonra ortaya çıkan iç çelişkilerin yarattığı uluslaşma süreçleri eklenmelidir.

Bu uluslaşma süreçlerinin hepsi farklı tarihsel dönemlerin izlerini taşımaktadırlar.

Feodal köklerden kopuşun ağırlık taşıdığı süreçleri ilk tarihsel aşamaya yerleştirebiliriz. Bu dönem, 1789’dan 1917’ye kadar getirilebilir.

11  Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev. Erkin Özalp, Yazılama Yayınları, 6. Baskı, s.2812  Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 2008, s.5913  Hobsbawm, age, s.58

Page 7: antitez dergisi bahar 2012

12

13

21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

Sömürgelerdeki bağımsızlık hareketlerini ve bir uluslaşma sürecinin eksikliklerinden kaynaklanan ha-reketlerin bir bölümünü 1917’den 1989’a kadar getirilebilecek ikinci aşamaya yerleştirmek mümkün-dür. Bu tarihsel döneme damgasını vuran olgu Ekim Devrimi’dir.

1989’dan sonrasına devrolan ise bir ulusal ölçek içerisinde varlığını sürdüren hareketler olmuştur.

Bu dönemlerin karakterlerindeki farklılaşmalar, Marksistlerin ulusal sorun konusundaki politikasını da şekillendirmiştir.

İlk dönemde Marx ve Engels başta olmak üzere Marksistlerin ulusal sorun meselesine yönelik aldık-ları konumun merkezinde eski toplumsal ilişkilerin yıkılmasında bu sorunun nerede konumlanacağı merkezde yer almıştır. Örneğin, Polonya’nın bağımsızlığının desteklenmesinin nedeni bir demokra-tizm değil bu ülkenin bağımsızlığının Çarlık gericiliğinin gerilemesine yol açacağı fikridir.

İkinci döneme damgasını vuran taktik ilke “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” olmuştur. Bu dö-nemde ulusallaşma süreci ile kurtuluş perspektifi arasında kurulan ilişki, ulusal hareketlerin yüzlerini sosyalizme dönmelerine yol açmıştır. Özellikle sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri komünist hareketin uluslararası politikasının önemli bileşenlerinden biri haline gelmiştir.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı bu tarihsellikle ilişkili bir taktik ilkedir. Yoksa bir teorik doğrultu-ya işaret etmemektedir. Konu Marksizm’in ulusal soruna yönelik siyaseti olduğunda sürecin sosya-list devrimle ilişkisinden bağımsız bir teorik önerme geliştirmek olanaklı değildir. Bu konuda Harun Koçak’ın yazdıklarına başvurmak faydalı olacaktır.

“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı genel anlamda teorik bir önerme değildir. İdeolojiktir ve tamamıyla siyasal bir ifadedir. Bu ifadeyi bir teorik bütünlük olarak ele almak Vietnam ordusunun başka bir ulusun topraklarında ne işi olduğunu izah edememek demektir. Yine açıkça sormak ge-rekir: Afganistan’da Afgan ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, kendi başına, hangi soruna çözüm getirebilecektir? Örneğin bu ülkede sosyalizmin çıkarları ile burjuvazi dahil çeşitli sınıflardan oluşan ulusun çıkarlarının örtüştüğü söylenebilir mi? Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı mutlaka siyasal öncülleriyle birlikte ele alınmak durumundadır. Özellikle ve en başta sosyalist sistem ve emperyalist sistem mücadelesinin siyasal sonuçlarıyla birlikte...” 14

Bu dönemin karakterinin Sovyetler Birliği’nin varlığının oluşturduğunu söylemiş olduk. Günümüze gelindiğinde ulus kategorisinin ele alınmasında aynı yaklaşımın geçerli olmayacağı sonucunu da bu-radan çıkartabiliriz.

Bizim ulusal sorunu yaklaşımımızın merkezinde de günümüzde sosyalist devrimin çıkarlarının bu so-runla nasıl ilişkileneceği olacaktır.

Öncelikle Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyada ulusal sorunun nasıl bir anlam kazandığına bak-mak gerekecektir.

Bu dönemde ulusların kendi kaderinin tayin hakkı bir taktik ilke olarak geçerliliğini yitirmiştir. Emper-yalizmin belirleniminde ilerleyen bir alan içerisinde kurulacak daha küçük siyasi birimlerin bu belirle-nimin doğrudanlaşması doğrultusunda işlev göreceği anlaşılmıştır. Eskiden Yugoslavya olan bölgede emperyalizmin belirleniminde ilerleyen süreç bunun en önemli göstergesidir. Kosova’da bağımsızlık kutlamaları Amerikan bayraklarıyla yapılmıştır. Yeni küçük devletlerin emperyalizmle kuracağı ilişkiye dair Hobsbawm’a kulak vermekte fayda var:

“Yeni küçük devletlerin kurulması güvenceden yoksun politik birimlerin sayısının artırılmasından baş-ka bir işe yaramayacaktır.” 15

Bu dönemde ulusal hareketlerin birçoğu da bağımsızlık taleplerinden vazgeçmiştir. Ortada böyle bir

14  Harun Koçak, “Ulusallık Değil Sınıfsallık”, Gelenek, Sayı 1615  Hobsbawm, age, s.216

talebin olmadığı durumlarda pratikte ayrılma hakkı anlamına gelen “kendi kaderini tayin hakkı”nın bir yere işaret etmediği görülecektir.

Hobsbawm’la devam edelim:

“Ayrılıkçı küçük millet hareketleri kendileri için en iyi umudu geniş bir politik - ekonomik yapının alt birimlerini oluşturmakta gördükleri zaman, pratikte kendi türlerindeki hareketlerin klasik hedefi olan, bağımsız ve egemen milli devlet kurma amacından vazgeçmektedirler.” 16

Böyle bir sürece müdahalemiz “eşit yurttaşlık” zemininde kurulacak bir sosyalist cumhuriyet pers-pektifi ile olacaktır. Bu noktada yapılacak olan ulus oluşumu sürecinde yaşanan öne çıkma sürecinin ve halkın siyasetle ilişkilenmesi anlamındaki dinamiğin sınıfsal bir düzleme taşınarak burada yeniden üretilmesidir.

Ulusal Sorun

Buraya kadar yazdıklarımızda ulusun iç çelişkilerden yoksun bir yapı oluşturmadığını söylemiş olduk. Yaptığımız kimi vurguları yinelemekte fayda görüyoruz.

Öncelikle sınıfsal çelişkilerin ulusun içerisindeki çelişkilerin temel kaynağı olduğunu söylemeliyiz. Bunu açmak gerekirse, ulusun sınıflara bölünmüşlüğü hem yeni çelişkiler üreten hem de geçmişten devrolan kimi çelişkilerin çözülememesine yol açan temel etkendir. Bu durumdan dolayı kapitalist topluma geçmişten devrolan dilsel, kültürel, iktisadi ve bölgesel farklılıkların bir kısmı uluslaşma sü-reci içerisinde çözümsüz kalmaktadır. Kapitalist toplum çelişkilerin bazılarını ortadan kaldıramadığı gibi ortadan kaldıramadığı çelişkilerin bir kısmına da içerisinde hareket edebilecekleri bir zemin sun-mamaktadır. Aynı anlama gelmek üzere, kimi örneklerde kapitalist toplum bu çelişkilerle beraber yapısını sürdürememektedir. Bu durum ulusal sorunun kaynağıdır.

“Öteki” Kavramı Üzerinden Nereye Varılabilir?

Sosyalistlerin ulusal soruna nasıl bakacaklarını tartışmadan önce “öteki” tartışmasını çözmekte fayda var.

Uluslaşmanın birilerini dışarıda bırakması uluslaşma fikrinin tam hale getirilmesinin bir ürünü değil-dir. Aksine uluslaşmanın kendisini tam hale getiremeyişinin bir sonucudur. Ulusun içerisindeki sınıfsal çelişkilerin derinliği uluslaşma sürecinin tam hale gelmesi önünde bir engel oluşturmaktadır. Türki-ye örneğinde, Kürtlerin dışlanması uluslaşma sürecinin radikal bir hamlesi olarak kavranılmamalıdır. Uluslaşma sürecinin radikalleşememesinin bir sonucu olarak Kürtler dışarıda bırakılmıştır. Burjuvazi Kürt halkını siyasetle buluşturmanın orada kontrolü altında olmayan bir süreç doğuracağını düşün-müş bu nedenle feodal yapıyı kapitalistleşme sürecine olduğu haliyle katmıştır. Geniş ölçekli bir tasfi-yenin ancak halkı siyasete katmayla gerçekleştireceğini bilen burjuvazi, bu süreçte Kürt yoksul köylü dinamiğinin siyasetle buluşmasından korktuğu için, kapsama değil dışlama yoluna gitmiştir.

Yukarıda söylenenler ışığında, uluslaşmanın bir öteki kimliğine yaslanarak yapıldığı fikrinden vazge-çilmelidir. Özellikle akademik literatürde sıkça görülen bu tarz analizler bir başka algı hatasına daha işaret etmektedir. Yazının ilk kısımlarında ideolojiye negatif bir işlev vermenin ulus konusunda düşü-nürken çeşitli yanlışlara sebep olduğunu söylemiştik. Bu tartışmada da benzer bir bakış açısının yol açtığı bir yanlış vardır. İdeolojinin neyi söylemediğini de kapsadığını düşünmek negatif ideoloji ana-lizlerinin en önemli özelliklerindendir. Bu yaklaşıma göre ideolojiler, açıklamadıkları noktaları bilinçli olarak dışarıda bırakmaktadırlar. Bu yaklaşımın en net örneklerinden birini Althusser’de bulabiliriz:

“Bir görünebilen alanın görünemeyeni, genellikle, teorinin gelişiminde, bu alan tarafından tariflen-miş görünenin haricinde ve ona yabancı olan ‘herhangi bir şey’ değildir. Görünemeyen, görünebilen tarafından ‘onun’ görünemeyeni, ‘onun’ görmeye yasaklanmışı olarak tariflenir. Görünemeyen dola-

16  Hobsbawm, age, s.217

Page 8: antitez dergisi bahar 2012

14

15

21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

yısıyla, uzamsal metafora dönecek olursak, basitçe görünebilenin dışı, dıştalamanın dış çeperindeki karanlık, bilgiye erişememe konumu değil, aksine, dıştalamanın iç çeperindeki karanlık, bilgiye erişe-meme konumudur ve bu konum, görünebilenin yapılanışı tarafından tariflendiği gibi görünebilenin kendisine dahildir.” 17

Bu başlıkta bunun yansıması ulusçuluğun bir ideoloji olarak Kürtleri dışarıda bırakma üzerinden ha-reket etmesi ve Türk kimliğinin inşasını bir öteki kimliğine (Türk olmayana) dayandırmasıdır. Bunun böyle olmadığını, Kürt kimliğinin dışlanmış olmasının uluslaşmanın sonuna kadar götürülmemesin-den kaynaklandığını söyledik. Dolayısıyla, “öteki” kavramı üzerinden yürüyen bütün bir literatür bu yanlışta ortaklaştığı ölçüde siyasal bir ön açıcılıktan yoksundur.

Türkiye’de Ulusal Sorun

Sosyalistlerin ulusal soruna yönelik bakış açısını Türkiye’de tartışmanın belirli avantaj ve zaafları bir arada taşıdığı söylenebilir. Soruna yönelik gelişkin bir perspektif geliştirme avantajı vardır. Çünkü or-tada bir “sorun” vardır. Kürt dinamiğinin Türkiye’de sosyalizmin kurulmasında nasıl bir konuma sahip olacağı geniş bir tartışma alanı sunmaktadır. Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin Kürt dinamiği ile ilişkisi başlığı üzerinden bir tartışmaya başlayabiliriz.

İlk olarak şunu söylemek gerekiyor: Sosyalistler için Kürt sorunu sosyalizm mücadelesi vermek işin aşılması gereken bir engel değildir. Aksine, ortada sosyalizm mücadelesine aktarılması gereken bir dinamik vardır.

Kürt sorunu yerine Kürt dinamiği adlandırmasını kullanmak buraya oturmaktadır. Aydemir Güler’in bu tartışmaya dair bütünüyle katıldığımız yaklaşımını aktarıyoruz:

“Kürt sorunu kavramı yerine Kürt dinamiği demeyi tercih ederim. Dil bir yana, bırakalım, Kürtleri sosyalistler ve işçi sınıfı değil, burjuvazi bir sorun olarak yaşasın!” 18

Bu adlandırmanın temelinde Kürt dinamiğinin açığa çıkarttığı halkçı damarın sınıfsal bir eksene yer-leştirilerek yeniden üretilmesi yatmaktadır. Ortada Kürt halkının geniş kesimlerinin siyasetle yoğun bir ilişki kurmasını da beraberinde getiren bir uluslaşma süreci vardır. Sosyalistler bu sürecin izleyicisi olamazlar. “Ne kadar da güzel yapıyorlar. Ah, işçi sınıfı bir hareketlense de biz de kitleselleşsek.” di-yemezler. Belirli bir güncellikte somutlanan bir sorunu tarihsel bir çerçeveye yerleştirip bu eksenden müdahale etmek gibi bir sorumlulukları vardır. Sorunun sağlıklı bir eksene yerleşmesi, işçi sınıfının bağımsız bir siyasal aktör olarak sahneye çıkmasına bağlıdır. Bunu işçi sınıfının kendi kendine yapma-sını beklemek için sosyalist olmaya gerek yoktur. Basitçe, evde oturup ne olacağını izleyebilirsiniz. Biraz uzun sürerse beklemekten vazgeçersiniz olur biter. Sosyalistler ise işçi sınıfının bağımsız bir aktör olarak siyaset sahnesine çıkması sürecinin örgütleyicisidir.

Her siyasal başlıkta olduğu gibi Kürt “sorun”unda da sorunun çözülüp çözülmemesinin ötesinde çö-züme hangi sınıfın damgasını vuracağı önemlidir. Kürt “sorun”unun çözümü tartışıldığında sosyalizm-den bahsedilmiyorsa kapitalizmden bahsedildiği bu anlamda akıldan çıkarılmamalıdır. Bu çok temel doğruyu akıldan çıkartarak sosyalizm mücadelesi vermek olanaklı değildir. Gelinen noktada sadece “Kürt sorunu çözülsün.” demek siyasal olarak bir şey söylememekle eşdeğerdir. Kürt dinamiği ile Türkiye’nin sosyalist geleceği arasında kurulacak bağlantı, çizilecek perspektifin ana eksenini oluş-turmalıdır.

Kürt dinamiğinin halkın geniş bir kesimini siyasetle ilişkilendirmesinin yarattığı durum bu anlamda önemlidir.

“Kürt dinamiği burjuva düzeninin kitleleri atıllaştıran döngülerini kırmış ve ortaya bir halk kimliği

17  Louis Althusser ve Etienne Balibar, Lire le Capital, Libraire François Maspero, Paris, s.26-27, çev. Serkan Sönmezgil18  Aydın Giritli, “Yollar Nasıl Çakışır? Türkiye Solu ve Kürt Dinamiği”, Gelenek, Sayı 62

çıkarmıştır.(…) Burjuva ve Kürt siyasetlerinin arasına sıkışan ama edindiği kolektif kimliği kolay kolay yitirmeyeceği anlaşılan halk faktörü, sosyalist devrim sürecinde anlamlandırılmak durumundadır.” 19

Kürt dinamiğinden sosyalizm mücadelesine devredecek temel nokta bu halk faktörüdür. Kürt halkı-nın öne çıkması, sınıfsal bir düzleme taşınarak tam hale getirilemezse gerileme gündeme gelecektir. Bu gerileme dahi öne çıkmanın izlerini tam anlamıyla ortadan kaldırma yetisine sahip olmayacaktır. Sosyalistlerin bu düzleme yönelik müdahalelerinin etkili olmasının yolu ise Türkiye sosyalist hareke-tinin örgütsel ve ideolojik ağırlığının artırılmasından geçmektedir.

Çözüm Türk ve Kürt emekçilerinin eşit yurttaşlık zemininde kuracakları Sosyalist Türkiye Cumhuriye-ti’ndedir. Türk ve Kürt emekçilerinin sosyalist cumhuriyetin kuruluşu ekseninde üretecekleri yurtse-ver kimlik bu sürecin kritik halkasını oluşturmaktadır.

Solu Hataya Sürükleyen Etkenler

Zaafların temelinde ise Türkiye’de sosyalist hareketin “sorun”a müdahale alanının darlığı yatmakta-dır. Türkiye solu örgütsel bir güce sahip olmadığı bir alanda başka aktörlerin aldığı konumların belir-leniminde kalma riskiyle karşı karşıyadır. Somutlaştırmak gerekirse, gerek AKP’nin gerek Kürt ulusal hareketinin “sorun”a yönelik müdahale potansiyelinin genişliğiyle karşılaştırıldığında solun sesi, söy-lediklerinin içeriğinden bağımsız olarak az çıkmaktadır.

Bu durum solun bir kesiminin Kürt “sorun”una yönelik müdahalelerini şekillendirmektedir. “Sorun”un verili eksenini değiştirmeden, sadece ulusallığın belirlenimi altında ilerleyen bir sürece basitçe des-tek vermeyi sosyalizm mücadelesi için yeterli gören bir kesimin varlığı bize bunu göstermektedir.

“Kürt sorunu çözülmeden sosyalizm gelmez.” tezi bu bakış açısını özetlemektedir. Bu bakış açısının birkaç sorununa burada değineceğiz.

Birinci sorun, ulusal sorunun sınıfsal çelişkilerin tam anlamıyla açığa çıkmasının önünde bir engel ola-rak görülmesidir. “Sınıfsal çelişkileri perdeleyen ve Türk emekçilerinin gözünü milliyetçilikle körelten bu durumu aşmadan solun hareket etme imkânı yoktur.” varsayımında somutlanan bu yaklaşım yan-lışlığının ötesinde apolitiktir. Kapitalist toplumun siyasal dinamiklerinin hiçbir uğrakta yaratmayacağı bir pozisyonun gelmesini beklemek siyaseti tamamen burjuvaziye terk etmekle eş anlamlıdır.

İkinci sorun, ara aşama hastalığıdır. Türkiye solunun önemli bir kesimini etkileyen aşamacı devrim kurguları, solun Kürt sorununa yönelik bakışını da uzunca bir süre sakatlamıştır. “Kürt sorununun çözülmesinin başlı başına bir demokratik ilerleme yaratacağını” düşünmenin bir noktadan sonra gerçeklikle arasındaki mesafe artmaktadır. AKP’nin Kürt sorununu çözmesinden medet ummaya ka-dar varan bu yaklaşımlar siyaseten defalarca yanlışlanmıştır. Örneğin, kapitalizmin Kürt sorununu “çözme”sinden anlaşılacak şey, demokratik bir ilerlemeden çok Kürt dinamiğini taşıdığı ilerici potan-siyelden arındırma, olmalıdır. AKP’nin niyeti de bu anlamda, Kürt sorunu başlığında oluşan kriz dina-miğini Türkiye kapitalizminin siyasal ve ideolojik yapılanmasıyla uyumlulaştırma olarak kavranmalıdır. Gericiliğin teslim aldığı, yoksulluğu kader olarak kabullenmiş bir Kürt halkı AKP’nin Türkiye’sinde bu kimlikle kendisine bir yer bulabilecektir. Bu noktanın bile kolayca ulaşılabilir olduğu düşünülmeme-lidir. AKP’nin “çözüm”ü halkın kendi kaderini eline almasının tam karşısında durmaktadır. Kendi ka-derini eline almaya çalışan bir halka bu çözümü kabul ettirmek bir dizi siyasal ve ideolojik operasyon gerektirecektir. Kapitalizmin Ulusal sorun başlığındaki hamle yeteneği kısıtlıdır. AKP’nin perspektifini de bu anlamda, tam bir çözümden çok bir dizi kapsama dışlama mekanizmasından geçecek ve kendi-sini hiçbir zaman tam hale getiremeyecek bir süreç olarak görmek gerekmektedir.

Üçüncü sorun, mücadele yorgunluğudur. Türkiye solunun önemli bir bölmesi sosyalizmi Türkiye’nin geleceğinde bir noktaya yerleştirmekte zorlanmaktadır. Aşamacılıktan da kaynaklanan ancak aşa-macılığın ötesine geçen bir durum söz konusudur. Aşamacı devrim kurguları, sosyalist bir geleceğe

19  Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2009, s.234

Page 9: antitez dergisi bahar 2012

16

Zafer Çeliker

Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

Giriş

Türkiye solunun bir dönem gündemini en çok işgal eden başlıklardan biri Ulus-ların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesinin kabul edilip edilmeyeceği tartışmasıydı. Tartışmanın koskoca bir döneme yayılması konunun iç karma-şıklığından ziyade, solun kendisinden kaynaklanıyordu. 12 Eylül 1980’de bü-yük bir yenilgi yaşayan Türkiye solu daha kendine çekidüzen veremeden daha büyük bir darbeyi SSCB’nin çöküşüyle yedi. Her şey altüst olmuştu; sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada sol çıkışsız durumdaydı. Böyle bir konjonktürde ortaya çıkan Kürt Hareketi, başta sol olmak üzere toplumsal muhalefetin içi-ne gömüldüğü sessizlik ortamında yegâne sesi temsil ediyordu. Türkiye solu-nun gerek 12 Eylül yenilgisini ciddi bir direnç göstermeden kabullenmesinde, gerek reel sosyalizmin çözülüşü sırasında yaşadığı akıl bulanıklığında kendini gösteren ve ta doğuşundan itibaren üstünde taşıdığı teorik zaaflarına toplum-sal gücün sadece Kürt Hareketinde temsil olunması olgusu eklenince, UKKTH tartışmalarının bağımsızlığı ciddi yara almıştı. Başka bir deyişle UKKTH artık solun kendi ilkeleriyle, değerleriyle, bağımsız siyasetinin bir parçası olarak ele alınmaktan ziyade, Kürt Hareketinin gücüyle gözden geçirilmeye başlanmıştı. Sol UKKTH başlığında tek başına değil, Kürt Hareketiyle beraber, fakat daha çok onun psikolojik dayatmasıyla adım atmıştı.

AKP ve Kürt Hareketi arasındaki gerilimin yoğunlaştığı, daha da önemlisi Kürt sorununun, AKP’nin, Türkiye’de ve bölgede emperyalizmin ona yüklediği mis-yonlar çerçevesinde hareket etmesinin önünde en büyük engeli teşkil ettiği bir dönemde, solun bu başlıktaki geçmişini de göz önüne alarak UKKTH’nin yeniden ele alınmasının faydalı olacağını düşünüyoruz. Sosyalizm açısından UKKTH’nin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini bu konuya en çok “bulaşmış” olanların, Bolşeviklerin mücadele tarihine bakarak ele alacağız.

Mücadelenin Mantığı

Siyasal mücadelede, daha doğru bir ifadeyle, sosyalizmin iktidar mücadele-sinde belli sabitler ve değişkenler vardır. Mücadele bu sabit ve değişkenlerin oluşturduğu iskelet üzerinde ete, kana kavuşmakta, somutluk kazanmaktadır. Başlangıcın böyle konulması soru sorma ihtiyacı doğuruyor. İlk akla gelebile-cek sorular aşağı yukarı şöyle olacaktır: Bu sabitler ve değişkenler nelerdir? Neyin sabit, neyin değişken olacağı nasıl ve kim tarafından belirlenmektedir? Sabitlerin ve değişkenlerin ayırıcı özellikleri nelerdir? İlk soruyu konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla cevaplandırmak üzere sonraya bırakıp diğer sorulara geçelim.

nasıl bir rotadan geçilerek gidileceği tartışmasına dayandıkları ölçüde sosyalist bir Türkiye’yi tam an-lamıyla dışlamamaktadır. Türkiye solunun aşamacılığı bunun ötesine geçmiş aşamanın kendisi nihai hedefin yerini almıştır. Türkiye solunun teorisi zayıf olan ve pratikte sürekli yanlışlanan bir bölmesi bir süreden beri umutsuzdur. Sosyalizm mücadelesinin başarıya ulaşamayacağını düşünen ancak bir yandan da kendi örgütsel varlığını sürdüren çeşitli kesimler kendi mücadelelerini de “onurlu” bir sona erdirecek bir demokratikleşme momenti beklentisi içerisindedir. Önceliği Kürt sorununa ver-mek de bir dönem AKP’den demokratikleşme beklemek de buraya oturmaktadır.

Umut Sosyalizmde

Sonuç kısmında buraya kadar söylediklerimizi özetlemeyi anlamlı görmüyoruz.

Bu tartışmadan bir sonuç çıkartılacaksa kapitalizmin umutla beraber anılamayacağı olmalıdır.

Kapitalist sistemden herhangi bir başlıkta medet umanın sonu hüsran olacaktır.

Köhnemiş bir düzenden ileri bir hamle beklemenin elle tutulur bir yanı bulunmamaktadır.

Günümüzde herhangi bir sorun için konuştuğumuzda eşitlik ve özgürlük çerçevesinde bir çözümden bahsetmek sosyalizmden bahsetmekle eş anlamlıdır.

Sosyalizm eşit yurttaşlıktır.

Sosyalizm Türk ve Kürt emekçilerinin kendilerine ait bir ülke kurması, bu ülkeye sahip çıkmasıdır.

Sosyalizm çözümdür, umuttur, gelecektir!

21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

Page 10: antitez dergisi bahar 2012

18

19

Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

ler işçi sınıfının bu diğer sınıflarla/kesimlerle kurduğu ilişkiyle oluşmakta, daha çok bu sınıfların/ke-simlerin rengini taşımaktadır. Dolayısıyla sabitler için söylediklerimiz değişkenler için geçerli değildir. Tarihsel koşulların değişmesiyle bu sınıfların/kesimlerin işçi sınıfıyla arasındaki mesafeyi kısaltması ya da tam tersi uzatması mümkündür. Değişkenlerin alacağı değerler bu yer değiştirmenin yönüyle doğrudan bağlantılıdır. Sloganlaştıracak olursak, matematikte geçerli olan siyasette geçerli değildir! Siyasette bağımsız değişkenlere yer yoktur! Değişkenler bağımlıdır, sabitlere bağımlıdır; alacağı de-ğerler değişen nesnellikte sabitlerin değişen taleplerine göre belirlenmektedir.

Gelinen noktada biraz da kullandığımız dilden kaynaklanan iki muhtemel yanlış anlamayı açıklığa kavuşturmak zorundayız. Bunlardan ilki, sabitlerin statik, değişkenlerin ise dinamik olduğu ve müca-delenin dinamizminin bu ikisi arasındaki bir tür dengeyle oluştuğu şeklinde özetlenebilir. Mücade-lede kat ettiğimiz her mesafeyi sabitlerde ve değişkenlerde kat edilen ayrı ayrı mesafelerin toplamı olarak görmemiz ne kadar yanlışsa, dinamizmin kaynağını böyle parçalara ayırmak da o kadar yan-lıştır. Siyasal mücadelenin bütünü dinamiktir, daha doğrusu nesnelliğin gösterdiği dinamizme karşılık verebilmek için dinamik olmak zorundadır. Bütünün bir parçasında yaşanan aksaklık sadece o parçayı değil, bütünü etkilemektedir. Tersten söylersek, tek bir parçanın gösterdiği dinamizm diğer parçaların harekete geçmesine katkıda bulunacaktır. Dolayısıyla, dinamizmin kaynağı tek tek parçalarda değil; bu parçaların, yani sabitlerin ve değişkenlerin birbirleriyle ve mücadelenin bütünüyle kurduğu ilişki-de aranmalıdır. Ya da sabit olan tek şey sabitlerin ve değişkenlerin statüleridir.

Bir ikinci yanlış ise içinde hareket edilen toplumun özgünlüklerinin değişkenlerde temsil edildiği, sa-bitlerin bu özgünlüklere bulaşmamış, “temiz” olduğu yönündedir. İki yanlışın da aynı temele dayan-dığına dikkat etmek gerekir. Şimdi, hem dinamizmden söz edeceksiniz, hem de sınıf dengelerini, bur-juvazinin hareket kalıplarını, ülke kapitalizminin dünya kapitalist sistemine bağlanma noktalarını vd. hesaba katmayacaksınız! Mümkün değil. Şöyle de diyebiliriz: Kapitalizm çelişki üretir ve bunu sürekli yapar. Dünya kapitalist sistemini bir zincir olarak düşünürsek, çelişkiler zincirin tüm halkalarına eşit dağılmadığı gibi, halkanın yüzeyine de eşit yayılmaz. Bu, çelişkilerin birikim noktaları, yoğunlaşma alanları yarattığı anlamına gelir. İşte özgünlük buradadır! Halkayı zincirden kopartacak olan da bu alanlardır. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin, üzerine bastığı toprakların rengini taşımadan başarı-ya ulaşma ihtimali sıfırdır. Sosyalizmin sabitleri ve değişkenleri toplumda yeniden üretilmeli, deyim yerindeyse, kendi yağında kavrulmalıdır.

Son bir nokta daha...

Taşıdığı provokatif tona rağmen böyle bir dili seçmemizin özel bir nedeni var. Solun 1980’de büyük bir yenilgi yaşadığını söylemiştik. Yenilgi beraberinde savrulmayı getirir. Fakat bu yenilgiyi unutturacak çapta bir başarıya imza atılamadığı için savrulma sonlanmamış, yukarıda değindiğimiz zaaflarla birle-şince solu içten kemirmeğe dönüşmüştür. İçten kemirmenin boyutları hafife alınacak türden değildir.

Eskiden Türkiye solcusunda basit ama doğru bir akıl yürütme alışkanlığı vardı: ABD’nin devrim, öz-gürlük, kazanım dediği şeylere bir solcunun aynı yorumu getirmesi solcuyu mu emperyalist yapar, ABD’yi mi devrimci kılar? Cevabı sorunun içinde gizlidir. Maalesef günümüzde bu alışkanlık da unu-tulmuştur. Ortadoğu’da yaşananlara “Devrim!” deyip sevincinden neredeyse oynayacak olanların Kaddafi’nin öldürülmesi, ardından şeriat müjdesi verilmesi karşısında neden sessiz kaldıklarını anla-yabiliriz, fakat anlayış gösteremeyiz. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada solun aklının bulandığı, etkisizleştiği, elindeki değerleri teker teker kaybettiği bir dönemde ısrarla vurgulamak zorundayız: Sosyalizmin sabitleri vardır! Bu sabitlerden asla vazgeçemeyiz! Sadece savrulmadan korunmak için değil, aynı zamanda başarıya ulaşmak için...

Bir Sabit ve Bir Değişken

Solda, en azından önemli bir kesiminde parçalı okuma olarak isimlendirebileceğimiz, pek tutulan bir okuma şekli vardır. Aynı okuma şekli akademide de egemendir. Parçalı okumanın temelinde oku-

Siyaset her şeyden önce taraf tutmakla ilgilidir. Taraf tutmak tasniflemeyi de barındırır ve olgulara değer biçme konusunda “adaletsiz” davranmayı zorunlu kılar. Siyasi özne kimi başlıkları mücadelesi-nin merkezine yerleştirir, kimi başlıkları ikinci sıraya koyar, kimi başlıkları yok sayar, kimi başlıkları ise doğrudan karşısına alıp hedef gösterir. Sabitlerin ve değişkenlerin belirlenimi de bu öznelliğe, yani siyasi öznenin tercihlerine bağlıdır. Peki, bu tercihler keyfi midir? Ya da siyasi özne tercihlerinde keyfi davranma hakkına sahip midir? Hayır. Aksine, komünistler boşa kürek çekmeyi hiç sevmezler, her zaman tarihsel zorunluluğun bilinciyle hareket ederler. Biraz daha açarsak; siyaset düzleminde atılan her adım, yapılan her tercih, salt bu düzlemle sınırlı kalmamakta, kökleri teori düzlemine uzanmak-tadır.

Teori ve siyaset iki ayrı düzlem olmakla beraber birbirlerine paralel değildirler. Teori siyaset ikilisin-de paralelliği savunmak iki büyük tehlikeye kapı aralamak demektir. Bunlardan ilki teoriyi reddeden siyaset anlayışıdır. Teoriden “özgürleşmiş” siyaset dümeni kırılmış gemi gibi yolunu kaybetmeye, en sonunda kayalıklara çakılmaya mahkûmdur; güncel olanın baskısından kurtulmaktan, siyasi konjonk-türün inişli çıkışlı atmosferinde aklını korumaktan acizdir. “Özgürleşmiş” siyasetin perspektif yaratma yükümlülüğünden de “özgürleştiğini” ve bir noktadan sonra ittifak kombinasyonları hesaplamaya nasıl dönüştüğünü Türkiye sol tarihine bakarak görebiliriz.

Nedeni basittir. Siyaseti çok bilinmeyenli karmaşık bir denklem olarak düşünürsek teori bu karma-şıklığı, dolayısıyla denklemi sadeleştirmenin, kaotik olanın altında yatan düzeni gözle görülür hale getirmenin yegane yoludur. Bu anlamda, teori siyasete zorunlu olanla tali olan, esas olanla şekli olan arasındaki ayrımı sunar, siyasete kılavuzluk yapar. Siyaseti deneme yanılma egzersizleri olmaktan kurtaran teoridir. Dolayısıyla, az önce özellikle tırnak içinde kullandığımız adaletsizliğin, tam da ada-letli olabilmenin gereği olduğunu belirtmeliyiz.

Fakat teoriye siyasetle ilişkisinde bunun ötesinde bir misyon biçmek bir diğer tehlikeyi davet edecek-tir: Siyaset düzlemini teori düzleminin projeksiyonu olarak görme tehlikesi. Siyaset teorinin uzantısı değildir, daha fazlasıdır. Siyaset teorinin kapsayamayacağı zenginliğe sahiptir. Siyaseti teorinin uzantı-sı olarak görmek bu zenginliği kısırlaştırmak, siyasetin alanını daraltmak demektir. Siyaset teoriye çok şey borçludur ama aynı şey teori için de geçerlidir. Teorinin doğruluk sınavından geçmesi için onun iç tutarlılığı tek başına yeterli değildir, esas olan nesnel gerçeklikle örtüşme koşuludur. Başka bir de-yişle, teoriyi yanlışlarından arındıran siyasettir. Bu anlamda teori yaptığı sıçramaları, bu sıçramaların itici kuvveti olan siyasete borçludur.

Peki, sosyalizm mücadelesinde teori siyasete ne sunmaktadır? Marksizm-Leninizm’in teorik hazine-sinde bulundurduğu en kıymetli taşı sınıf savaşımı kavramıdır. Marksizm-Leninizm tarihin motor gücü olarak sınıf savaşımını merkeze koyar ve bu savaşımda işçi sınıfının yanında yer alır. Çünkü tarihi ilerletebilecek yegâne güç işçi sınıfıdır. Ya da tarihin yolu işçi sınıfının iktidarından geçmektedir. Bu anlamda, insanlığın geleceği işçi sınıfının geleceğine bağlıdır; insanlığın çıkarları işçi sınıfının çıkarla-rıyla özdeştir. Özetle, esas olan işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıdır.

Sabitler işte bu esas olanla ilgilidir; işçi sınıfına ait olan, onun tarihsel çıkarları arasında yer alan de-ğerlerin siyaset diline tercümesidir. Ya da sabitler teori ve siyaset düzlemlerinin kesişme çizgisi üzerin-dedir, başka bir ifadeyle, siyasal mücadelenin omurgasını oluşturmaktadır. Omurganın zedelenmesi en iyi ihtimalle mücadelenin felcine, en kötü ihtimalle ölümüne neden olacaktır. Bir noktadan sonra iyiyle kötü arasındaki sınırın silikleştiği, bir anlam ifade etmediği gözden kaçırılmamalıdır. Dolayısıyla, sabitler vazgeçilmezdir. Sabitler zamana karşı bağışıktır, mekânın sınırları içine hapsedilemeyecek büyüklükte geçerliliğe sahiptir.

Fakat siyaset tek kişilik tiyatro gösterisi olmadığı gibi, işçi sınıfı da sahnedeki yegâne oyuncu değil-dir. İşçi sınıfı burjuvaziyi alt etmek, nihai kurtuluşuna ulaşmak için kendi dışında var olan, belli bir toplumsal/siyasal gücü temsil etmekle beraber, şu ya da bu şekilde ilerici potansiyele sahip sınıfları/kesimleri hesaba katmak zorundadır. Sosyalizmin değişkenlerinin çıkış noktası da burasıdır. Değişken-

Page 11: antitez dergisi bahar 2012

20

21

Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

içsellik Bolşevik hareketin, onu diğer fraksiyonlardan ayıran; teori, siyaset düzlemlerinden örgütsel davranış kalıplarına kadar tüm alanlarda kendini gösteren temel özelliğidir. İşçi sınıfının tarihsel çıkar-larının mücadelenin merkezine yerleştirilmesi, henüz tamamlanmamış burjuva devrimine kendi sı-nırları içerisinde değil bu çıkarların penceresinden bakılması Bolşevikleri zafere götüren esas güçtür. 1917’ye azınlıkta girip iktidarı alacak kadar güçlenmesinin sebebi de budur. Sosyalist iktidar perspek-tifi bir çarpandır. Yokluğu ya da mücadelenin merkezine yerleştirilmemesi, ki bir noktadan sonra bu ikisi aynı kapıya çıkıyor, yani sıfır değerini alması mücadeleyi anlamsızlaştırmaktadır. Dahası sosyalist iktidar perspektifi kapitalizmin vaktini doldurması ya da sosyalizmin zorunlu, daha da önemlisi güncel olması demektir. Sosyalist iktidar perspektifi tarihi ilerletecek yegâne gücün işçi sınıfı olduğunu kabul etmek, işçi sınıfını iktidardan uzaklaştırabilecek tüm gündemlere karşı savaş açmak demektir. Aksi ka-pitalizmin sınırları dışına çıkamamak anlamına geliyor. Kapitalizmin ötesini göster(e)meyen her adım ise ancak kapitalizme meşruiyet, zaman kazandırır.

Aynı haksızlık Marx ve Engels’e de yapılmaktadır. Marx ve Engels’in olguyu çözümlemede kullandıkla-rı yöntem hesaba katılmadığında, başka bir deyişle sabitler ve değişkenler göz ardı edildiğinde ortaya çıkan sonuç en hafif deyimiyle pragmatizm oluyor. Marx ve Engels’i bir taraftan Hindistan’da İngiliz sömürge siyasetini savunurken, bir diğer taraftan ulusal bağımsızlık mücadelelerini desteklerken bu-luyorsunuz. İrlanda’nın bağımsızlığı reddedilirken daha sonra savunulmağa geçiliyor; Polonya ulusal mücadelesi özgürlüğün habercisi olarak ilan edilirken, Almanya’nın bütünlüğünü tehdit eden ulusal başkaldırılara karşı çıkılıyor. Hatta “tarihsel ulus” sınıflandırılması yapılıyor.

Daha önce vurguladığımız gibi, Marx ve Engels’i, sabit ve değişkenleri işin içine katmadan anlaya-mayız. Marx ve Engels’in ayrı bir ulus kuramı çalışması olmadığı doğrudur. Bunun birçok nedeni var-dır. Başta Marx ve Engels’in Marksist teorinin özel bir döneminde, kuruluş döneminde yaşadıklarını unutmamak gerekiyor. Kuruluş döneminin bazı özel sorumlulukları vardır. Bunların başında temelin sağlam atılması görevi geliyor. Burada temel tarihin motor gücü olarak sınıf savaşımını merkeze yer-leştirmek, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını başa yazmaktır. Marx ve Engels’in hayatlarının önemli bir kısmını tarihi farklı şekilde yorumlayan teorilerle mücadeleye ayırması bu görevle ilgilidir.

Uluslaşma kapitalistleşme sürecinin bir parçası olmakla beraber, ulusal mücadele de tarihin belli bir kesitinde sınıf savaşımının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Başta burjuvazinin aristokrasiye karşı iktidar mücadelesinin ifadesi olan ulusal mücadele, kapitalizmin feodalizm karşısındaki zaferiyle ikinci pla-na geçmiştir. Başka bir deyişle kapitalizm sınıf savaşımının niteliğini, taraflarını değiştirmiştir. Artık tarih birbirleriyle uzlaşmaz çelişki içerisinde olan iki sınıfın –burjuvazi ve proletaryanın- savaşımının hikâyesidir. Artık ulus homojen bir yapı değildir. Kapitalizm ulusu da parçalamıştır. Dolayısıyla ulusal soruna bakış bu parçalanmışlık hesaba katılarak yapılmalıdır.

Marx ve Engels’in sadece ulusal sorun analizlerinde değil, tüm diğer siyasi çözümlemelerinde esas olan işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıdır. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları bir sabittir. Her şey işçi sınıfının nihai hedefine ulaşmasında edindiği konumla değer kazanıyor. Marx ve Engels’in Hindistan’daki ka-pitalistleşmeyi selamlaması sömürge siyasetini desteklemesinden değil, kapitalizmin istemeyerek de olsa sınıf savaşımını bir üst düzeye çıkarmasından ve bunun ancak Hindistan işçi sınıfının yararına olmasındandır. Ya da Polonya bağımsızlık mücadelesinin desteklenmesinin altında Polonya ulusuna özel bir sevgi değil, Avrupa gericiliğinin kalesi, dolayısıyla Avrupa işçi sınıflarının en büyük düşmanla-rından biri olan Çarlık Rusyası’nın zayıflama ihtimali yatar. İrlanda’nın özgürlüğü konusunda taraf de-ğiştirme de İngiltere işçi sınıfının mücadelesiyle doğrudan bağlantılıdır. Liste uzatılabilir, fakat burada göstermeye çalıştığımız Marx ve Engels’in ulusal sorun analizlerinde, doğrudan ya da dolaylı olarak, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını gözeterek hareket ettikleridir. Marx ve Engels iddia edilenin aksine, tutarlı davranmışlardır.

Bolşevikler UKKTH’yi Neden Kabul Etti?

“Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi, hiç duraksamaksızın tanımamız, ulu-

ma nesnesini soyutlama, bağlam dışına çıkarma yatar. Başka bir deyişle eğer ele alınan, yapıttan bir parça ise yapıtın bütünü göz ardı edilmekte, yapıtın kendisi ise yazarın diğer yapıtları hesaba katıl-mamaktadır. Bunun üstüne bir de yapıtı içine doğduğu dönemden soyutlayınca karşımıza tarih üstü geçerliliğe sahip bir şey çıkmaktadır. Yani parçalı okuma yöntemiyle herhangi bir kitaptan pek ala kutsal kitap türetmek mümkündür. Oysa hiç bir olgu içinde bulunduğu tarihsel bağlamın dışında ele alınmamalıdır. Çünkü olgunun anlamı onun tarihselliğindedir. Ona değer biçen yine aynı tarihselliktir. Parçalı okumanın basit bir okuma hatası olmadığını, sorunun daha derinlerde kökleri olduğunu, yön-temsel hatalara işaret ettiğini not düşerek geçelim.

Solda parçalı okuma yöntemiyle en çok haksızlığa uğrayan, eserleri en çok tahrif edilen yazarlardan biri Lenin’dir. Bu söylediğimiz özellikle ulusal soruna dair ürettikleri için geçerlidir. Sanki tüm hayatını ulusal sorunun muhtemel çözümlerini bulmaya adamışmış gibi solun en kritik başlıklarında yapılan tartışmalarda unutulan Lenin konu Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) olunca en otori-ter kaynak oluveriyor. Parçalı okuma burada da devreye giriyor. Lenin’in yapıtlarına, mücadele etti-ği dönemin tarihsel karakterini inceleyerek bakmak yerine tarihsel süzgeçten geçirilmeden güncel siyasi manevralara meşruiyet kazandırmak için başvuruluyor. İçinde bulunduğumuz dönemi analiz etmeden, bu dönemin koşullarına uygun mücadele hattı kurmadan konunun en otoriter ismi olan Lenin’den bol bol alıntı yaparak mesele kapanmış oluyor. Oysa başta Lenin’in ürettikleri olmak üzere Bolşevik hareketin tarihine bakıldığında birbirine tamamen zıt uçlarda gezinmelere sık sık rastlana-caktır. Bir az daha açarsak, Lenin’in yazılarından UKKTH’nin kabul edilmesini savunan onlarca alıntı yapmak mümkün. Fakat en az bunun kadar tam tersini savunan (birliğe vurgu yapma anlamında) pa-sajlar da bulunacaktır. Dahası Kızıl Ordu’nun 1918-21 yıllarında o aynı ulusal hareketlere karşı açtığı savaşı nasıl izah edeceğiz? “UKKTH kabul edilmeli mi?” sorusunu evet ve hayır şeklinde cevaplamak üzere Bolşevik hareketin tarihini inceleyip bu iki muhtemel cevaptan hangisinin daha baskın olduğu-na bakarak mı karar vereceğiz? Yoksa “Lenin tutarsızdır.” deyip kendimizi mi kandıracağız?

Demek ki, mücadelenin mantığını anlamadan işin içinden çıkmak mümkün değil. Lenin’e kulak ve-relim:

“Doğrudan doğruya sorunun köküne ineceğiz: Sosyal demokrasi, her zaman, ulusal bağımsızlığı, hiç-bir koşul ileri sürmeksizin desteklemeyi görev mi saymalıdır, yoksa ancak belli koşullar altında mı desteklemelidir; eğer ikinci yolu tutacaksa, o zaman hangi koşullar altında desteklemelidir?” 1

Bu soruyu Lenin Polonya Sosyalist Partisi (PSP) ile yaptığı polemikte sormaktadır. Hemen ardından PSP’nin ilkini, yani koşulsuz desteği seçtiğini eklemekte, bu seçimiyle PSP’yi Rusya’daki SR’lere ben-zetmektedir. Daha sonra soruya Bolşeviklerin hangi cevabı verdiğini aktarmaktadır. Dinleyelim:

“... PSP, teorik temelde ve siyasal eylemde, proletaryanın sınıf savaşımıyla bağlarının ne kadar zayıf olduğunu tanıtlıyor. Oysa ulusal kaderi tayin istemini ikinci dereceye koymak, bu savaşımın çıkarı-nadır. Ulusal soruna bizim yaklaşımımızla, burjuva demokratça yaklaşım arasındaki bütün farklılığı yaratan şey, işte bu noktadan çıkıyor.” 2

Sanırım yeterince açıktır; UKKTH bir değişkendir. İlerde nedenlerini ayrıntılı bir şekilde ele alacağız ama burada bir noktanın altını çizmekle yetinelim. Dikkat edilirse Lenin UKKTH’yi ikinci dereceye yer-leştirmekle onun değişken olduğunu, dolayısıyla alacağı değerlerin birçok faktörün devreye girme-siyle beraber başta sosyalizmin sabitleri tarafından belirleneceğini söylemiş oluyor. Aksini savunma-nın yani UKKTH’yi mutlak doğru olarak kabul etmenin burjuva demokrat anlayışın ürünü olduğunu belirtiyor.

Peki, sosyalizmin esas sabiti nedir? Bu, son şeklini 1917 Nisan’ında ilk başta Lenin’in düşüncesinde alan fakat Bolşevik harekete doğum yılı 1903’ten itibaren içsel olan sosyalist iktidar perspektifidir. Bu

1  Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, çev. Yurdakul Fincancı Sol Yayınları, 1993, s.132  Lenin, age, s.13 (Vurgu yazının yazarına aittir.)

Page 12: antitez dergisi bahar 2012

22

23

Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

Bolşevikler UKKTH’yi burjuva demokratik devrimin gerekleri bağlamında ele alıyor, dolayısıyla ulusal soruna kapitalizm çerçevesinde getirilecek çözümün sınırları olduğunu, asıl çözüme sosyalizmde ula-şılacağını kabul ediyorlar. Çözümün sınırlı oluşu Bolşeviklerin ulusal hareketleri göz ardı etmesi için yeterli bir sebep olmuyor. Aksine, ulusal hareketler burjuva devrimin güncelliğini koruduğu bir dö-nemde, üstüne üstlük Çarlık Rusyası gibi ulusal çatışmalar içinde boğulmuş bir ülkede Bolşeviklerin sosyalizm mücadelelerinde önemli bir yer kaplamaktadır.

Lenin’in yazılarına dikkatle bakıldığında UKKTH’nin sadece ayrılma yani bağımsız devlet kurma hakkı şeklinde yorumlanması gerektiği yönünde özel bir ısrar olduğu görülecektir. Israrın esas sebebi Bolşe-viklerin Avusturya sosyal-demokrasisinin “kültürel ulusal özerklik” teorisine ve bu teorinin Rusya’daki esas temsilcileri Bund’culara karşı mücadelesidir. Hatta Bund’cular partilli mücadelenin etnik köken temelinde yeniden şekillendirilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Burada Bolşeviklerin karşı çıkışları-nın esas sebebi bu teorinin ulusal sorunu iktidar sorunuyla ilişkilendirmemesidir. Biraz daha açarsak, Çar rejimine karşı mücadeleyi göstermeyen her adımın monarşiyi meşrulaştırmakla beraber ulusal soruna çözüm getirmeyeceği, aksine ulusal ayrımcılığı körükleyeceği ve bunun işçi sınıfını bölmekten başka bir sonuç vermeyeceği Bolşeviklerin kalkış noktasıdır. Lenin birçok kez Marksistlerin büyük devlet birimlerinden yana olduklarını fakat bunun geri bütünü ileri parçaya tercih etmek anlamına gelmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Başka bir ifadeyle Lenin bağımsız devlet kurma hakkını Rus-ya’daki ulusal hareketlerin başarıya ulaştığı takdirde burjuva karakterde de olsa cumhuriyetle sonlan-masının hem Çar rejiminin zayıflamasına sebep olacağı hem de daha gelişkin bir sınıf savaşımı alanı sunacağı için desteklemektedir.

UKKTH’nin kabul edilmesi ezilen ulusun burjuvazisine karşı mücadeleyi durdurmak anlamına gelmi-yor. Bolşevikler UKKTH’yi kabul etmekle burjuva milliyetçiliğine karşı mücadeleyi sürdürmenin çeliş-kili olmadığını, aksine tutarlı bir politika olduğunu savunmaktadırlar. Ezilen ulusun emekçi kitlelerini burjuva milliyetçiliğine karşı korumanın ilk adımının UKKTH’yi kabul etmekle onların gözünde “ezen Büyük Ruslar” olmaktan çıkıp komünistler olmak olduğunu savunuyorlar.

Lenin UKKTH’nin tanınmasıyla ilgili yaptığı polemiklerde karşı tarafı burjuva demokratik devrimin görevlerini yerine getirmemekle, dolayısıyla burjuva gericiliğine ortak olmakla suçluyor. UKKTH’yi reddedip bu suçlamadan kurtulabilenler sadece başta Rosa Luxemburg olmak üzere Polonyalı sosyal-demokratlardır.

Başta Rosa, Polonyalı sosyal-demokratlar UKKTH’nin kabul edilmesinin işçi sınıfı enternasyonalizmi-ne ihanet anlamına geldiğini savunmaktadırlar. UKKTH’nin ezilen ulusun emekçi kitlelerine değil, sa-dece burjuvazisine yaradığını, Bolşeviklerin Polonya’ya ayrılma hakkını tanımakla Rusya işçi sınıfıyla Polonya işçi sınıfının birliğini savunmayı anlamsızlaştırdığını öne sürüyorlar. İşler gerçekten karışıktır. Lenin’in yanıtı “Polonyalılar birleşme özgürlüğüne ağırlık verirken, biz Ruslar, ayrılma özgürlüğünü vurgulamalıyız.” 5 şeklindedir. Fakat tarihin ilerleyen sayfaları Rosa’nın ulusal hareketlerin burjuvazi-nin öncülüğünde gerçekleştiği, burjuvazinin gericileşmesiyle beraber ulusal mücadelenin de devrim-ci şarjörünün boşaldığı, dolayısıyla UKKTH’nin tanınmasının sosyalizm mücadelesine dışsal olduğu yönündeki eleştirilerini haklı çıkarmamış mıdır?

Gerçekten de Ekim Devrimi sonrasında yaşananlar yukarıda sözünü ettiğimiz ittifak potansiyelinin nasıl ortaya çıktığını en açık biçimde gözler önüne seriyor. Bolşeviklerin iktidara geçmesinden az bir süre sonra ülke iç savaşa sürüklenmiş, Çar rejimini yeniden kurma hedefiyle Beyaz generaller Sovyet-lere karşı mücadeleye girişmiştir. Bunun üstüne emperyalist savaşın hemen hemen tüm taraflarının Rusya’yı işgal etme çabaları eklenince Bolşeviklerin işi daha da zorlaşmıştır. Sosyalizmin iktidara ka-vuşması en büyük tehlike olarak emperyalistler arası çıkar çatışmalarının üstüne geçmiş, emperya-listleri birleştirmiştir. Batı’dan Fransa, İngiltere, Almanya; Doğu’dan Japonya, ABD; Kafkasya’dan yine Almanya, ardından Osmanlı, daha sonra İngiltere olmak üzere dört bir yandan Sovyet topraklarına

5  Lenin, age, s.267

sal kaderi tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anla-mına gelmez.” 3

Neden böyle bir alıntıya ihtiyaç duyulduğu sorulabilir. Zaten UKKTH’nin bir değişken olduğunu daha önce belirtmemiş miydik? Tekrara ne gerek var? Tepkinin haklılığına diyecek sözümüz yok, fakat bu-radaki amacımız hafızamızı tırmalamak değil, başka bir noktaya işaret etmektir. Alıntının ilk kısmı önemlidir. Dikkat edilirse Lenin UKKTH’nin her durumda gözden geçirilmesi gerektiğini vurgulamakla beraber genel olarak tanındığını söylüyor. Neden?

Esas nedeni burjuva demokratik devrimleri çağının kapanmamış olmasıdır. Daha doğrusu Batı’da çok-tan kapanmış olmakla beraber Doğu’da henüz yeni açılmıştır. Batı kapitalistleşme sürecini tamamla-mış, Lenin’in kapitalizmin son aşaması olarak kodladığı emperyalizme doğru evrilirken, Doğu’da feo-dalizm egemendir. Kapitalist entegrasyon başlamış fakat feodalizmi süpürecek güce henüz ulaşma-mıştır. Feodalizmin çözülüşü halk kitlelerinin devrimci ayaklanmasından ziyade Asya’nın emperyalist Avrupa’nın baskısı karşısında adım adım gerilemesi şeklinde ilerlemektedir. Başka bir deyişle çözülüş kitlelerin hareketlenmesi değil, emperyalizmin hareket alanını genişletmesi anlamına geliyor. Fakat işler 1905’te kökünden değişiyor. 1905’te Rusya’da patlak veren devrim tüm dünyayı etkisi altına alıyor. Türkiye’den Hindistan’a, İran’dan Çin’e dünyanın dört bir yanında başlayan burjuva demokratik hareketleri Lenin “Asya’nın uyanışı” olarak selamlıyor. Doğal olarak ulusal bağımsızlık mücadelesi bi-çimini alan bu hareketler Bolşevikler için iki açıdan önemlidir. Bunlardan ilki, sözü geçen hareketlerin devrimci karakteridir. Kanımca açıklamaya pek gerek yoktur. Her ne kadar burjuva devrimciliğinin ömrünün kısa olduğunu bilseler de tarihte hep ileri olanın yanında duran komünistler feodalizmin tasfiyesine, monarşinin devrilmesine ancak sevinebilirler. İkincisi, bu hareketlerin emperyalizmin ha-reket alanını kısıtlayabileceğidir. Lenin’i dinleyelim:

“İşin aslında, bugün Balkanlarda, Türkiye’de ve İran’da gördüğümüz şey, Asya’da yükselmekte olan demokrasi akımına karşı, Avrupa devletlerinin karşı-devrimci koalisyonudur.” 4

Gerçekten de başta İngiltere, Fransa, Almanya olmak üzere sömürgelerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan emperyalist ülkelerin ulusal hareketlere yaklaşımı bu hareketlerin tasfiyesi yönündedir. Bu dönemde emperyalizm ulusal hareketler ikilisi karşıtlık içerisindedir. Bu karşıtlık en çıplak halini 1. Paylaşım Savaşı sırasında göstermiştir. Başka bir deyişle UKKTH, sosyalizmin bir diğer sabiti olan anti-emperyalizme 1914-18 yılları arasında daha önce hiç olmadığı kadar yaklaşmıştır. Lenin’in bu dönem yazılarına baktığımızda bu ikisinin sık sık aynı anlamda kullanıldığını göreceğiz. Bolşevik hareketin savaş karşısındaki tutumu onun gerici karakterini teşhir etmek, emperyalistler arası yeniden payla-şım savaşından başka bir şey olmadığını dolayısıyla barışın ancak emperyalizme karşı mücadeleyle sağlanabileceğini göstermektir.

Fakat bu karşıtlık kalıcı mıdır? Başta ulusal hareketlerin sınıf karakteri nedeniyle bu karşıtlığın kalıcı olmadığı, ittifak potansiyelini taşıdığı gözden kaçırılmamalıdır. Tersten bakarsak, emperyalizmin ulu-sal hareketlere yaklaşımındaki yön değiştirme emperyalizm açısından çok daha büyük düşmanın, Bolşevik iktidarın, gerçeklik kazanmasıyla yaşanmıştır. Potansiyelin nasıl ortaya çıktığına geçmeden önce Bolşeviklerin ülkesine göz atalım.

Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde Çarlık Rusya’sı Doğu’dadır; cumhuriyet mücadelesinin devam et-tiği, daha da genişletirsek burjuva demokratik devrimini tamamlamamış bir ülkedir. Lenin’in haklı olarak “uluslar hapishanesi” dediği Çarlık Rusya’sı etnik farklılığın en yoğun olduğu ülkelerden biri-dir. Bu yoğunluğa rağmen ulusal hareketlilik az sayıda etnisitede görülmektedir. Çarlık Rusyası’ndaki etnik grupların çoğunluğu uluslaşma sürecine henüz başlamamıştır. Bu süreç Sovyetler zamanında kendiliğinden değil, daha çok Bolşeviklerin iradi zorlamasıyla gerçekleşmiştir.

3  Lenin, age4  Lenin, age

Page 13: antitez dergisi bahar 2012

24

25

Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

ve yoğunlaşma dönemlerine sahiptir. Menşevikleri korkutup, Bolşevikleri yüreklendiren bu algı fark-lılığıdır.

Bununla doğrudan ilintili bir ikinci sorun mesafeyi kimin kat edeceğidir. Yukarıda sosyalist iktidar perspektifinin son şeklini 1917 Nisanı’nda almasına rağmen Bolşevizme ta başından beri içsel oldu-ğunu söylemiştik. Bolşevikler kapitalizmin feodalizme nazaran tarihi ileri bir noktaya çektiğini kabul etmekle beraber bu ilericiliğin siyasal gericilikle kompanse edildiğinin, yani burjuvazinin tarihsel gö-revlerine ihanet edeceğinin pek güzel farkındadırlar. 1905 Devrimi’nin karşı devrimle sonuçlanması, bu süreçte işçi sınıfının yalnız başına kalması ve burjuvazinin edindiği ikircikli konum bu farkındalığı mutlak doğruya dönüştürmüştür. Lenin 1905 tarihli “İki Taktik”inde burjuvazinin devrimini gerçek-leştirmede aciz olduğunu, bunu yalnız işçi sınıfının köylülüğü peşinden sürükleyerek yapabileceğini özellikle vurguluyor. Menşevikler açısından ise tam tersi bir durum söz konusudur. İşçi sınıfı zayıf-tır, sosyalizmi gerçekleştirebilmesi için güçlenmesi gerekmektedir. Güçlenmek için ise burjuvaziye karşı mücadele etmek değil; ona tarihi ilerletmede yardım etmek, bırakıp kaçmak istediğinde baskı uygulamak yani “devrimci muhalefet” gerekmektedir. Menşeviklerin işçi sınıfına reva gördükleri, si-yasetlerinin merkezine yerleştirdikleri budur. Başka bir deyişle işçi sınıfına güvensizlik onu yedek-te bekletmek biçiminde tezahür etmiştir. 1917’nin ikili iktidar atmosferinde burjuvaziyi işçi sınıfına tercih eden, Sovyetlerin görevlerini Geçici Hükümeti desteklemekle sınırlandıran Menşevizm Ekim Devrimi’ne tam da bu güvensizlik nedeniyle düşman kesilmiştir. Muhtemel bir yanlış anlamayı gider-mek amacıyla söyleyelim ki, bu bahsettiklerimiz sadece Menşevizmin değil, dönemin gerek Avrupa gerek Rusya sosyal demokrasisinin ortak paydasıdır. Tüm farklılıklarına rağmen Menşeviklerle SR’leri, Avrupalı sosyal şovenlerle liberalleri birleştiren bu güvensizliktir.

Rosa Luxemburg açısından ise durum tamamen farklıdır. Mesafeden korkan Menşeviklerin aksine Rosa mesafeyi görememektedir. Yanlış anlaşılmasın, kast edilen Rosa’nın Rusya’nın geriliğinden, işçi sınıfının karşılaştığı engellerden bihaber olması değildir. Kast edilen başka bir şeydir. Menşevikler ha-yata çıplak gözle bakmakta dolayısıyla bitiş noktasını görememektedirler. Bitiş noktası sosyalizmdir. Sosyalizm görünmemektedir. Menşevikler için mutlak olan bugündür, yarın siliktir, muğlaktır. Rosa ise önüne, en azından Rus Devrimi’ne deyim yerindeyse dürbünle bakmaktadır. Mesafe gerçekte olduğundan çok daha küçük görünmektedir Rosa’ya. Sosyalizm olduğundan daha somut, daha yakın-dır. Rosa mesafeyi küçümsediği için Bolşevik hareketi anlamamıştır. Oysa Lenin ve yoldaşları mesa-feyi görmektedirler, fakat onu aşacak iradeyi yaratabildikleri için korkmamaktadırlar. Rosa’nın aksine mesafenin işçi sınıfının tek başına aşamayacak kadar büyük olduğunun da farkındadırlar. Devrimi, sosyalizmi Rus topraklarında ayakta tutan bu farkındalıktır, daha doğru bir ifadeyle Leninist ittifaklar politikasıdır. Bolşeviklerin tüm diğer değişkenler gibi UKKTH ilkesindeki tutumuna bir de bu gözle bakmak gerekiyor.

Özenle altını çizelim, Rosa Luxemburg Ekim’e bakışında Menşeviklerin tam karşısında konumlanmış-tır. Hatta Bolşeviklerin dışında Ekim’i sahiplenen ender devrimcilerdendir Rosa. Devrim’i doğuran ko-şulları doğru analiz etmiş, Ekim’i hata olarak ilan eden Avrupa sosyal demokrasisine karşı mücadele etmiştir. Tekrar vurgulayalım Rosa’nın yanlışı başka yerdedir. Rosa’yı dinleyelim:

“Ulusların kaderlerini tayin hakkı formülüyle karşı devrim değirmenine su sağlamak ve yalnızca Rus ihtilalinin ezilmesine değil, dünya savaşının karşı devrimci amaçlar doğrultusunda sonuçlandırılması planına da yarayan bir ideoloji sağlamak hükümetteki sosyalistlerin öteki ucundakilere, Bolşeviklere düştü.” 7

Pek ağır suçlamalardır. Rosa’nın yaklaşımını daha iyi anlamak için UKKTH’le ilintili olmayan bir başka başlıkla –toprak sorunuyla- ilgili söylediklerine bakalım:

“Oysa Bolşeviklerin ortaya koyduğu parola olan, köylülerin topraklarını hemen almaları ve paylaşma-

7  Rosa Luxemburg, 1917 Ekim Devrimi, çev. Ferit Muzaffer, BDS Yayınları, 1989, s.30

çullanmışlardır. Bu noktada ulusal hareketlerin konumu iç açıcı değildir. Emperyalizmle ittifak, Be-yaz generallere destek, siyasetlerinin merkezindedir. Bolşeviklerin ayrılmalarını onayladığı Polonya, hatta bağımsızlığı bizatihi Stalin’in iştirak ettiği törenle ilan edilen Finlandiya, Sovyet iktidarına düş-manca siyaset gütmüşlerdir. Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan; batıda Polonya, Beyaz Rusya, Ukrayna burjuva hükümetleri emperyalist ülkelerden para, silah desteğinden tutun da ordu takviyesine kadar Sovyet iktidarını yıkmak adına her türlü aracı kullanmışlardır.6 Liste uzatılabilir fa-kat sanırım durumun anlaşılması için yeterlidir. Tüm bu yaşananlardan sonra Rosa, UKKTH’ye karşı tutumunda haklı değil midir? O zaman soruyu tekrar, fakat bu defa sinirli ve biraz da şaşkın bir yüz ifadesiyle tersten soralım: Bolşevikler UKKTH’yi neden kabul etti?

Ezilen kavramına sempati ya da ezileni sorgusuz sualsiz destekleme mi? Sadece Bolşeviklerin değil genel olarak Marksistlerin böyle bir ahlaki sorunu olmadığını belirtmeliyiz. Marksizm ahlaki bir yan taşımakla beraber tüm kavramlar gibi ezilen kavramını da tarihsel bağlamı içinde değerlendirmekte, tarihin süzgecinden geçirerek konum almaktadır.

Yoksa ezilen ulus burjuvazisinin devrimci potansiyeline aşırı güven mi? Hayır.

Peki, o zaman neden?

Soruyu doğru bir şekilde cevaplamak için tarihin “Çarlık Rusyası” ismini verdiği portresine daha ya-kından bakmalıyız. Portre geniş topraklara yayılan köylü toplumunu anlatıyor. Toplumsal düzeyde kapitalizm, feodal yapı karşısında egemenliğini kurmuş olmakla beraber, entegrasyon süreci tamam-lanmış değildir. Başka bir deyişle feodalizmin çözülüşü devam etmektedir. Başta dinsel ideoloji olmak üzere gericilik toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Yapısı gereği ikircikli davranan köylülük ise sessizliğe gömülmüştür. Bunun üzerine Çar rejiminin baskıcı özünü de eklersek durum hiç de iç açıcı değildir.

Modern anlamıyla kent sayısı bir elin parmağını geçemeyecek kadar azdır. Dolayısıyla bir sanayi top-lumundan söz edemeyeceğimiz gibi, işçi sınıfının güçlü olduğunu da söyleyemeyiz. Fakat işin ilginç tarafı işçi sınıfı bu güçsüzlüğüne karşın siyaset sahnesinde tamamen zıt yönde bir performans göster-mektedir. Çar rejimine karşı tek tutarlı ve güçlü toplumsal muhalefet ilk akla gelenin aksine burjuvazi-nin değil, Rus işçilerinin imzasını taşımaktadır. Burjuva liberal hareket toplumsal muhalefete öncülük edemeyecek kadar zayıftır. Dahası işçi sınıfı siyaseti liberal hareketin meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmaktadır. Çünkü Rus burjuvazisi doğuşundan itibaren korkaktır, Çar rejimini tasfiyeye değil, “ikna etmeye” çalışmıştır. Rus burjuvazisi tarihin ona yüklediği misyonun altında ezilmiştir. Başka bir deyişle işçi sınıfı burjuvazinin tarihsel görevlerini devralmış, kendi ütopyasını gerçekleştirmek için yola çok erken, daha şafak sökmeden koyulmak zorunda kalmıştır.

Bu anlamda Lenin ve yoldaşlarının işi hiç kolay değildir. Bir düşünün, daha çarını devirememiş bir ülkede sosyalizmi hedefleyen bir hareketten söz ediyoruz. Arada büyük bir mesafe vardır. Kurulmak istenen yarın ile yaşanan bugün arasında, bilinç ile madde arasında... Mesafe gerçekten büyüktür. Büyük olan aynı zamanda korkutucudur.

Menşevizmin temelinde bu korku yatar. Menşevizmi Ekim Devrimi’nin karşısına diken, onu Bolşe-vizmden ayıran işte bu korkudur. Korkunun nedenleri önemlidir. Çünkü bu nedenler soruyu cevapla-mamızda bize yardımcı olacaktır.

İlki, zaman sorunudur. Menşevizm açısından mesafenin büyüklüğü onu kat etmek için gereken za-manın büyük olacağı anlamına gelmektedir. Ya da sosyalizm uzak bir geleceğin işidir. Güzeldir ama bugün için kurulması ihtimal dışıdır. Bu sebepten Ekim Devrimi Menşeviklerin gözünde “maceracı” Bolşeviklerin başarısızlığa mahkûm heveslerinden başka bir şey değildir; bu sebepten Ekim Devrimi tarihin akışını bozan ve bir an önce telafi edilmesi gereken bir yanlıştır. Oysa ne tarih sabit hızla ilerlemektedir, ne de çizdiği rota lineerdir. Tarihsel devinim sıçramalı, geriye dönüşlüdür; durulma

6  E.H. Carr, Bolşevik Devrimi, çev. Orhan Suda, Cilt 1, Metis Yayınları, 2006, s.264-333

Page 14: antitez dergisi bahar 2012

26

27

Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

Ekim Devrimi bu mücadelede kat ettiği mesafeyle büyük bir başarıya imza atmıştır. Çarlık Rusyası’nda zorla bir arada tutulan halklar tekrar birleşmişlerdi. Bu gönüllü bir birlikti. Bu ezilen ulusların burjuva-zilerine karşı emekçi kitlelerinin zaferiydi. Sovyetler Birliği ulusal farklılığın en yoğun olduğu ülkelerin başında geliyordu. Ekim Devrimi farklılığı zenginliğe dönüştürmeyi başarmıştı. Sadece yasal düzeyde değil, ulusal eşitsizliğin altında yatan sınıfsal eşitsizliğe karşı mücadele ederek başarmıştı. Toplumun sınıf karakterinin değişmesi, aynı anlama gelmek üzere, işçi sınıfının güçlenmesi ve Sovyet iktidarının yerellerde kök salması başarının anahtarıydı. Kent kır eşitsizliğini giderme mücadelesi, daha önce görülmemiş bir hızda ve yoğunlukta sanayileşme atağı ve beraberinde gelen aydınlanma hamlesi ulusun siyasetin konusu olmaktan çıkmasına büyük katkı sunmuştu. Artık farklılık kavga nedeni ol-maktan çıkmış, kültürel zenginliğin temeli olarak Sovyet insanının gurur kaynağı olmuştu.

Sonuç

Ekim Devrimi’nin başarısı bununla sınırlı değildi. Stalin’in deyimiyle Ekim Devrimi “geri kalmış doğu halkları ile batı halkları arasında bağlar kurarak”, “bu halkları emperyalizme karşı ortak bir savaş kam-pında birleştiriyor”du.9 SSCB’nin dünya devrimci hareketinin üç ana öğesinden biri olan ulusal kurtu-luş mücadelelerine verdiği destek böyle bir amaca hizmet ediyordu. Sovyetler Birliği, bir tutkal gibi, ulusal hareketlerin ikili özünden kaynaklanan sağa kayma ihtimalini önlüyordu. Sovyetler Birliği’nin varlığı ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizmin alanını kısıtlamasını, sosyalizm perspektifiyle ha-reket etmese de solda konumlanmasını sağlıyordu. UKKTH’nin tanınması doğrudan bu solda konum-lanışa bağlıdır. Başka bir deyişle UKKTH ilkesi varlığını Sovyetler Birliği’ne borçludur.

Fakat değişkenin uzunca bir süre aynı değeri alması onu sabit mertebesine yükseltmez! Sovyetler’in çözülmesi işleri kökünden değiştirmiştir. Artık iki kutuplu dünyadan eser kalmamıştır, onun yerine emperyalizmin bir kara delik gibi her şeyi içine çektiği “özgür” yeni dünya vardır. Emperyalizm sosya-lizmin çözülüşüyle hareket alanını genişletmekle beraber, hareket kabiliyetini de geliştirmiştir. Ulusal farklılığın körüklenmesi ve buradan doğan çatışmanın çözülmesi (!) için emperyalizmin yardıma çağı-rılması bu yeni dönemin esas karakteridir. En alçak örneği olarak gösterebileceğimiz Yugoslavya’nın parçalanması ulusların özgürlüğüne kavuşması değil, emperyalizmin boyunduruğu altına girmesi so-nucunu vermiştir.

Sovyetler’in çözülüşüyle ulusal hareketler de büyük bir darbe almıştır. Ayakları altındaki zeminin kaymasıyla emperyalist manipülasyonlara daha açık hale gelmişlerdir. Ulusal hareketlerin emper-yalizmin müdahale kanallarını genişletmesine müsaade etmemesi için tutarlı bir anti-emperyalizm şarttır. Sovyetler’in çözülüşüyle ulusal hareketlerin emperyalizmle kurduğu ilişkilerde anti-emperya-lizm öğesi zayıflamış, pragmatizm baskın hale gelmiştir. Ulusal hareketler yapısı gereği tek başına bu tutarlılığı göstermekten acizdir. Ulusal hareketlerde anti-emperyalizmin ağırlık kazanmasının yegâne yolu işçi sınıfı siyasetinin güçlenmesinden, solun etkinleşmesinden geçmektedir.

Özetleyecek olursak, UKKTH bir değişkendir. Sovyetler Birliği’nin varlığı UKKTH ilkesinin tanınmasının yegâne sebebiydi. Fakat sebep ortadan kalkmıştır. UKKTH değişkeninin aldığı değer de değişmelidir. UKKTH’nin yeniden tanınması ya da eski değerini yeniden alması mümkün. Fakat bunun için önce bize yeni bir Ekim gerek.

9  Stalin, Marksizm ve Milli Mesele, çev: M. Kabagil, Sol Yayınları, 1967, s.95

Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

ları, tamamen ters yönde uygulanmalıydı. Bunun yalnızca sosyalist bir önlem olmamasından değil, sosyalizme giden yolu tıkamasından, tarım koşullarının sosyalist yolda dönüşümünün önüne aşılmaz güçlükler yığmasından dolayı böyle yapılmalıydı.” 8

Doğrudur, sosyalizm toprağın kamulaştırılmasını zorunlu kılar; ulusal sorun gerçek çözümüne sadece sosyalizmde kavuşur. Fakat tek başına sosyalizmin doğruları sosyalizmi kurma mücadelesinde yeterli midir?

Rosa’nın yaklaşımı bir anlamıyla anlaşılırdır. İlkin, Devrim’e Almanya’dan yani dışarıdan bakmanın belli zorlukları olduğunu kabul etmek durumundayız. Devrim’i sahiplenmekle beraber eleştirel bir yaklaşım getirmenin değerli olduğunu da teslim etmeliyiz. Tarihin ilk proleter devrimine bakarken her noktayı dikkatle incelemek, atılan her adıma kuşkuyla yaklaşmak, her küçük yanlışın getirebile-ceği büyük tahribatları heyecanla göstermek Rosa’nın sosyalizm sevdasının ürünüdür. Böyle bir açık-lama doğruluk payına sahiptir fakat tek başına yeterli değildir. Çünkü her şey bir yana Bolşeviklerin sosyalizmi daha az sevdiğini kim iddia edebilir ki?

Rosa mesafeyi küçümsediği için sosyalizmin değişkenlerini bir kenara atmış, değişkenlerin Rusya’da sosyalizmin zaferi için taşıdığı hayati önemi gözden kaçırmıştır. Bolşeviklerin ise değişkenleri bu kadar el üstünde tutmalarının esas sebebi işçi sınıfının mesafeyi yalnız başına aşamayacak kadar zayıf oldu-ğunu, aşabilmesi için deyim yerindeyse yol arkadaşına ihtiyacı olduğunu; yani işçi sınıfının burjuvaziyi yenmesi, sosyalizmi kurabilmesi için diğer toplumsal sınıfları/güçleri karşısına değil yanına alması gerektiğini bilmeleridir.

Doğrudur, Çarlık Rusyası’nda boy gösteren ulusal hareketler Sovyet iktidarına karşı emperyalizmle ittifaka giderek belli bir dönem Bolşeviklerde ciddi baş ağrısı yapmıştır. Fakat sonda kazanan Ekim Devrimi, sosyalizm olmuştur. Bu zaferde Bolşeviklerin ezilen ulusların emekçi kitlelerinin gözünde kazandığı güvenin payını kim yadsıyabilir?

Küçük Bir Parantez

Ekim Devrimi’nin ulusal sorunu nasıl bir çözüme kavuşturduğu ya da sosyalizmin neyi başardığı bu yazının kapsamı dışındadır. Fakat ele aldığımız konunun yarım kalmaması için başarının genel çerçeve düzeyinde bile olsa anlatılması şarttır.

Ulusun kapitalistleşme süreciyle beraber doğduğunu ve her şeyden önce siyasal bir birim olduğunu daha önce vurgulamıştık. Vurguladığımız bir başka nokta ise kapitalistleşme sürecinde gelinen her yeni uğrakta ulusun heterojen bir yapıya büründüğü, parçalandığı, siyaset düzlemindeki varlığının tarihsel geçerliliğini kaybettiğiydi. Tarif edilen sürecin farklı toplumlarda, farklı tarihsel kesitlerde, çok daha farklı biçimlere bürünerek gerçekleştiğini not düşerek devam edelim.

Ulusun yaşadığı bu meşruiyet kaybıyla parçalanma nedenleri aynıdır. İşçi sınıfının siyaset sahnesine çıkışı ulusun o aynı sahneden düşmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda sosyalizmin hedefi ulusu son yolculuğuna uğurlamaktan başka bir şey değildir. Ya da sosyalizm ulusun depolitizasyonunu hedefle-mektedir. Altını özenle çizelim: Ulusun depolitizasyonu katiyen ulusun asimilasyonu anlamına gelme-mektedir. Başka bir deyişle sosyalizm ulusal bilinci yok etmekle tarihi geri döndürmeği değil, ulusal bilinci sınıf bilinciyle terbiye etmeyi hedeflemektedir. Ulusun siyasetin konusu olmaktan çıkartılması ulusal farklılıkların ayırıcı değil birleştirici olabilmesinin yegâne yoludur.

Hedefe ulaşabilmenin zorlu bir mücadeleyi gerektirdiği açıktır. İdeoloji ve siyaset düzlemlerinde ve-rilen mücadelenin hayati önemini unutmamakla beraber tek başına bir noktaya kadar etkili olduğu-nu söylemek durumundayız. Tersten söylersek, sosyalizmin maddi temelleri atılmadan milliyetçiliğe karşı verilen ideolojik ve siyasi mücadele yetersiz kalacaktır. Başka bir ifadeyle, milliyetçiliğin maddi temellerinin tasfiyesi, kapitalizmin tasfiyesi anlamına gelmektedir.

8  Rosa Luxemburg, age, s.21-22

Page 15: antitez dergisi bahar 2012

29

“Ulus; tarihsel olarak yapılanmış, süreklilik arz eden, dil, toprak bölgesi, iktisadi yaşam ve, kültür ortaklığı biçimini alan zihinsel formasyon ortaklığıdır.” 1

Kürt ulusu nasıl tanımlanmalı? Bir de hangi Kürtler? Dört parçanın tümü mü, biri mi ya da birkaçı mı?

Dil ve kültür ortaklığı, aşiret ve akrabalık bağları, bunların hızlandırdığı ticari ilişkiler, dört ülkenin Kürt politikalarının bölgesel ölçekte yansımalarının olması gibi etkenler, bölgesel bir Kürt ulusallığı yaratıyor. Ne var ki her parçada Kürtler, kendi ulus devletleri ile muhatap oluyor, onunla mücadele ediyor, onun toplumsal formasyonu içinde ya-şamlarını sürdürüyorlar. Bu nedenle bölgesel Kürt ulusallığının yanında dört parçanın her birine denk düşen Kürt ulusallıkları da kendini hissettiriyor.

Türkiye’deki Kürt ulusallığı, inkâr ve imha politikasına karşı mücadele bağlamında geliş-mesi nedeniyle Ortadoğulu olduğundan daha çok Türkiyelidir. Bu nedenle dönemleme ve analizleri Türkiyeli Kürtlerden hareketle gerçekleştireceğiz.

Peki, bir Türkiye ulusu var mı?

Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan bir ulus devlet varsa ki üniter bir ulus devletten söz ediyoruz, bu devlete denk düşen bir ulusallıktan söz etmek mümkündür. Ortak resmi dil, resmi sınır, ulusal pazar, ülke çapında örgütlenmiş bürokrasi, tek eğitim müfredatı, tek hukuk sistemi… Ne var ki bu öğelerle iktidar mücadelesinin ölçeği haline gelen Türkiye ulusallığı, zihinsel formasyon ortaklığını içermemektedir. Türkiye yurttaşlığında tarih boyunca eksik kalan bu öğe, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde Kürt ulusal kimliğinin başat öğesi haline gelmiş ve “Türkiye ulusu” önermesini siyasal olarak ge-çersiz kılmıştır. 2

Kürt Uluslaşmasında İlk Birikim

“Kürt milletinin içtimai kurumunun ekseriyetle aşiret şeklinde bulunması, aşiretler ara-sındaki husumet ve âdemi ittihat, kurtuluş savaşları için gereken birlik ve ahengi balta-lamıştı.Orta halk tabakasının noksanlığı dolayısıyla da aşiret reisleri kolaylıkla düşman devlet tarafından kazanılabilmişti.Din ve mezhep ihtilafları dolayısıyla Kürtler arasında mevcut itimatsızlığı izaleye muktedir münevver kitle henüz matlup bir yeküne baliğ olmamıştı.” 3

1  Stalin, Joseph. 1913  Le Marxisme et la Question Nationale. S. 5 http://classiques.chez-alice.fr/staline/stal4.pdf www.ceps.org (Fransızca metinden Serkan Sönmezgil tarafından çevrilmiştir.-D.A.G.)2  Sosyalist Türkiye’ye dair hayalimiz, başta Türkler ve Kürtler olmak üzere farklı etnik ve ulusal kimliklerinin birlikte var olması ve asimilasyon olmaksızın tüm bu kimlikleri aşan bir Türkiyeli kimliğidir. Birinci ve İkinci Cumhuriyetlerde hayal olan, Üçüncü Cumhuriyet’te gerçek olacak!3  Nuri Dersimi’den aktaran, Göktaş, Hıdır. 1991. Kürtler I. İstanbul: Alan Yayınları. S. 45.

Kürt Dinamiğinin Tarihsel GelişimiDeniz Ali Gür

Kimi kaynaklar 19. yüzyılda Kürt ulusundan söz ediyor olsa da,4 Türkiyeli Kürtlerin ulus haline gelişi Cumhuriyet ile mümkün olmuştur.

19. yüzyılda Kürt coğrafyası isyanlarla sarsılmaktadır ama Kürt ulusal hareketinden söz etmek için er-kendir. Bu dönemde serbest rekabet kapitalizminden tekelci kapitalizme, bir başka deyişle emper-yalizm aşamasına geçiş yeni yeni gerçekleşmektedir. Eşitsiz gelişme olgusu, maddi üretim dışındaki öğelerde de yeni yeni gözlemlenmektedir. Dolayısıyla uluslaşma süreçleri “kitaba uygun” biçimde yani burjuvazi önderliğinde işlemeyi sürdürmektedir.

Söz konusu dönemde bir Kürt burjuvazisi yoktur. Fransız Devrimi ya da Kemalist Devrim’de görüldüğü gibi cılız olan burjuvaziyi aşan burjuva nitelikli bir Kürt siyasal önderliği de bulunmamaktadır. Bir Sov-yet kaynağında isabetli biçimde “feodal ayrılıkçılık”5 olarak nitelenen bu dinamik, feodal unsurların imparatorluğun merkezileşme ve modernleşme çabalarına karşı direncinden ibarettir.

Bürokratik yapının göreli zayıflığı ve merkezden uzaklaştıkça hâkimiyetin azalarak yerli nüfuz sahiple-riyle paylaşılması kapitalizm öncesi dönemin kuralıdır. Bu nedenle İstanbul’dan uzaklaştıkça Osmanlı varlığı zayıflamaktadır. Kürdistan’da da iktidar büyük oranda aşiretlerle paylaşılıyordu.

19. yüzyılın sonlarında emperyalist güçlerin dünyayı paylaşma süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşü ile örtüştü. İmparatorluk topraklarından pay almak isteyen devletlerden biri de Rusya Çarlığı’ydı. Osmanlı sarayı, belli başlı aşiret reisleriyle anlaşmaya vararak Kürdistan’ı kapsamayı he-deflediyse de güvendiği aşiret reislerini Rusya ile bitmek bilmeyen savaşlara gönderdiği için bu bölge-de sosyal temelini güçlendiremiyordu.6 Çözülüş sürecine giren imparatorluğun çeperlerindeki iktidar boşluğu aşiretlerde merkez-kaç eğilimini tetikliyordu.

Osmanlı yönetiminde merkez-kaç eğilimlerin kontrol altına alınmasına dönük politikaları genel olarak ikiye ayırabiliriz:

i) Feodal düzeni süreklileştirerek Kürtlerin uluslaşma eğilimini pasifize edecek gerici siyaset,

ii) Osmanlı tebaasındaki tüm unsurları kapsayacak modernleşme projeleri.

Bu iki politikadan ilkinin Abdülhamid’le, ikincisinin ise Jön Türklerle özdeş tutulması eksik bir değer-lendirme olur. Osmanlı-Türk modernleşmesinin pragmatist ve paranoyak karakteri, modernleşme çabalarının kararlılıkla değil ürkek biçimde uygulanmasına yol açmış, ikinci politika birinci politikayı dışlayarak değil, ona ait öğeleri fazlasıyla kapsayarak hayata geçirilmiştir.

1891 yılında kurulmaya başlayan Hamidiye Alayları, Abdülhamid’in Kürt politikasının en önemli unsu-ruydu. Buna göre Kürt aşiretleri silahlandırılıyor, her biri bir aşirete ait olan ve komutanlığını da aşiret reisinin üstlendiği alaylar kuruluyordu. Rusya’ya karşı siper, İran’a karşı vurucu güç olması planlanan alaylar, Kürt uluslaşmasının önünü keserken Ermeni ulusal hareketini de baltalamak amacıyla Erme-nilere karşı kışkırtıldı.

Osmanlı İmparatorluğu, dünyadan izole değildi. Abdülhamid’in rütbe vererek saraya doğrudan bağla-dığı Kürt ileri gelenleri, kendilerini modern siyaset alanında bularak milliyetçilik düşüncesiyle tanıştılar. Babalarının kazandığı nüfuz sayesinde Mülkiye-Harbiye-Tıbbiye üçlüsünde, aşiretlere ideolojik olarak nüfuz etme amacıyla İstanbul ve Bağdat’ta kurulan aşiret okullarında ya da Avrupa’da eğitim gören Kürt gençleri de Kürt toplumunun nesnelliğinin ilerisindeki fikirlerle tanışıyordu. Bu sürecin ileride Kürt ulusalcılığının taşıyıcılığını üstlenecek öncü kadro birikimine katkısından hareketle, Kürt bağımsız-

4  Göktaş, Hıdır. 1991. Kürtler  I.  İstanbul: Alan Yayınları; Celil, Celile ve diğ. 1998[1986]. Kürt Siyaset Tarihi, çev. M. Aras. İstanbul: Perî. Bu kaynaklardan ikincisi, ileride de değineceğimiz gibi, Cumhuriyet öncesi Kürt siyasetinde ulusal karakterinin zayıf  olduğunu  somut  örneklerle  anlatmaktadır.  19.  yüzyıldaki  gelişmelerin  ulusal  hareket  olarak  nitelenmesinin  teorik  bir ayrımdan değil, kavram seçimindeki özensizlikten kaynaklandığı kanısındayız.5  , Celile ve diğ. 1998[1986]. Kürt Siyaset Tarihi, çev. M. Aras. İstanbul: Perî., s. 19.6  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s. 19.

Page 16: antitez dergisi bahar 2012

30

31

Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

lık hareketini Abdülhamid’in Kürt siyasetinin başlattığını savunan yorumlar vardır. 7

1842-47 arasında isyan eden Cizreli Bedirhan Bey’in oğlu Mithat, 1898’de Kahire’de Kürdistan gaze-tesini çıkarmaya başlar. 1914’e kadar iki haftalık olarak çıkan bu gazete, Kürt milliyetçiliğinin ilk öğele-rindendir. Aynı yıllarda Yusuf Akçura da Mısır’dadır ve kendisi de 1904’te Türk milliyetçiliğinin ilk kez bağımsız bir siyasal akım olarak ve net bir ideolojik çerçeve ile tanımlanarak savunulduğu Üç Tarz-ı Siyaset’i yazmıştır. Söz konusu dönemde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın modernleşme hamlesinin etki-lerinin canlı olduğu düşünülürse, Kürt milliyetçiliğini Kürt ileri gelenleri ile gençlerinin Batı ile temasına bağlayan tezimiz doğrulanmaktadır.

Kimi Kürt aydınları, imparatorluğun çözülüş sürecinde siyasal mücadelenin göbeğindeydi. Emin Ali Be-dirhan, 1880’de İran Kürdistan’ında isyan başlatan Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdülkadir, Şerif Paşa Ahmet Dul Kafil Paşa gibi aydınlar İttihatçıların yanındaydı. II. Meşrutiyet, çok sayıda Kürt derneği ve gazetesinin doğuşunu tetikledi. 1908’de kurulan Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti, 1912’de İstanbul’da kurulan ve ilk legal Kürt öğrenci derneği olan Kürt Talebe-Hevi(Umut) Cemiyeti, Hevi Cemiyeti’nin 1913’te çıkarmaya başladığı Roji Kurd (Kürt Güneşi) gazetesi, Roji Kurd’ün hükümet tarafından kapa-tılması üzerine çıkarılmaya başlanan Hateve Kurd bunlar içinde öne çıkanlardır. Aynı dönemde Kürt milliyetçileri Hamidiye Alayları’ndan farklı olarak Ermeni ulusal hareketi ile yakınlık kurmaya çalıştılar. 1903-4’te Sason’da Kürt milliyetçileri Ermeni kırımına karşı çıktı. Bunun yanında Kürt milliyetçileri Er-meni göçmen basınında düzenli olarak yazmaya başladılar. 8

Kürt milli şuurunun uyandırılmasında ortaklaşan yayın ve örgütlenmeler oldukça aktifti ama Kürt mil-liyetçiliğinin toplumsal tabanı çok zayıftı. Kürt toplumu feodaldi ve Türklerden ayrı olarak, uluslaşmaya önderlik edebilecek bir bürokratik zümreye de sahip değillerdi. Bu dönemde Kürt halkının siyasal tem-siliyeti aşiret reisleri ile dini liderlerde kaldı. Nesnel sınırları aşamayan Kürt milliyetçi örgütlenmeleri ilerletici olmayan iç tartışmaların içine boğuldu ve içine düştükleri siyasal tıkanıklığı fırsata çeviren İttihatçılar Kürt derneklerini kovuşturma ile dağıttı.

Jön Türkler’in bilinen isimlerinden ve bir dönem İttihatçı olan Ahmet Ferit Tek’in Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’ine yanıtında geçen bir cümle, Jön Türkler’in pragmatist karakterini göstermektedir:

“Biz tekmil elimizdekini müdafaa ve temsile, siyaset-i Osmaniyeyi takibe hasr-ı efkar ederiz. Muvaffak olduğumuz kadarı bize kalır, kalmayanı gider.” 9

Özet olarak İttihatçılarda Türkçülük, Hürriyet ve İtilafçılarda ise Osmanlıcılık siyaseti ağır basmakla bir-likte her iki grup da iktidara gelmek, iktidarda kalmak ve imparatorluğun dağılışını durdurmak amacıy-la tutarlı bir siyasal program izlememiş, anı kurtarmaya odaklanmışlardır.

I. Paylaşım Savaşı sonrasında doğan iktidar boşluğundan faydalanmak isteyen Kürt milliyetçileri çok sa-yıda cemiyet kurdu. Bunlardan en önemlisi Kürt Teali Cemiyeti olmakla birlikte, genel olarak toplumsal taban yakalayamadılar. Kurtuluş Savaşı boyunca Kürdistan da dahil olmak üzere Anadolu’nun siyasal temsiliyeti Büyük Millet Meclisi’nde kalmış, Diyarbakır’da halk arasında Kürt Kulübü olarak bilinen bir şubesi olsa da esasen İstanbul merkezli olan Kürt Teali Cemiyeti, tıpkı II. Meşrutiyet dönemindeki Kürt dernekleri gibi siyasal tıkanıklığın sonucu olarak verimsiz iç tartışmalara gömülmüştür.10 Aslında daha kuruluş aşamasında İstanbul’daki İngiliz, Amerikan ve Fransız komiserlerden destek isteyen cemiye-tin11 etkisiz kalması hayırlı olmuştur.

Özet olarak, Cumhuriyet öncesi dönemde Kürtler bir etnik topluluk olarak kalmıştır ancak bu dönem Kürt uluslaşması için elzem olan kimi unsurları olgunlaştırmıştır. Dil ve toprak birliğine zaten sahip

7  “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar(1924-1938)” yazarı Albay Reşat Hallı’dan aktaran Göktaş, Hıdır. A.g.e. s. 238  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. S. 46-48.9  Tek, Ahmet Ferit. 1976 [1904]. “Bir Mektup”. Üç Tarz-ı Siyaset içinde. Akçura, Yusuf. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.10  Göktaş, Hıdır. A.g.e. S. 31-3311  Göktaş, Hıdır. A.g.e. S. 32

olan Kürtler, gerek emperyalist güçlerin sızıntıları gerekse de Osmanlı siyaseti ile ilişkileri dolayımıyla milliyetçilik fikrine temas etmişlerdir. Batı ile temas kuran ya da Batı’da eğitim gören Kürtlerin milliyet-çileşmesi de Kürt ulusal hareketinin oluşumu için gerekli olan kadro birikimini sağlamıştır. Kürdistan nesnelliğinin uluslaşma için elverişli olmaması nedeniyle bunlar ilk birikim unsurları olarak kalmıştır.

Kuruluş Uğrağında Kürtler

1922’de Erzurum’da kurulan Kürdistan İstiklal Cemiyeti (Azadi) bir aydın örgütlenmesiydi. Bitlis me-busu Yusuf Ziya Bey’in dışında Yüzbaşı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Hurşit, Tevfik Cemil, Yusuf Ziya’nın kardeşi Teğmen Rıza gibi Kürt subayların da bulunduğu cemiyetin başkanı Cibranlı Miralay Halit Bey’di. Kürtlerin söz konusu dönemdeki toplumsal yapısı bir aydın örgütlenmesinin öncülüğüne imkân ver-mediği için cemiyet feodal unsurlara açıldı. Kürt isyanının birlikte örgütlenmesi için Şeyh Said’le varılan anlaşma da 1923 yazında gerçekleşti.

Devlet, cemiyetin isyan hazırlığında olduğunun farkındaydı. 1924 sonbaharında Cibranlı Halit Bey’le görüşmek için Erzurum’a geçen Yusuf Ziya, kardeşi Rıza’ya şifreli bir telgraf çekti. Rıza yanılarak isyanın başlatıldığını sandı ve emrindeki askerlerle birlikte dağa çıktı. Devlet telgrafı suç delili sayarak ekim ayında Yusuf Ziya’yı, aralıkta ise Halit Bey’i tutukladı. Her ikisi de Mart 1925’te idam edildi.

Halit Bey’in tutuklanmasından sonra Şeyh Said başkan seçildi ve cemiyetin tutuklu üyelerini kurtar-mak için isyan başlatma kararı alındı. Zaten daha Halit Bey yakalanmadan önce Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza diğer Kürt liderleriyle görüşmek üzere Halep’e gitmiş, Halep’te Türkiye, Suriye ve Irak’tan Kürt liderlerin katılımıyla yapılan kongrede 1925 Newroz’unda isyan başlatma kararı alınmıştı.

1925 Şubat’ında Şeyh Said Ergani’nin Piran köyünde kardeşi Abdürrahim’in evindeyken Üsteğmen Hasan Hüsnü Efendi yanında bir grup jandarmayla eve gelir ve Abdürrahim dahil on kişi hakkında çe-şitli suçlardan tutuklama kararı olduğunu söyler. Şeyh Said erken bir isyanın cemiyete zarar vereceğini düşünerek orta yol bulmaya çalışsa da üsteğmen emrin kesin olduğunu belirtir. Uzlaşma olmayınca jandarma ile evdekiler arasında çatışma çıkar. Bir subay ile iki er ölür, iki er de yaralanır. Devlet, marta hazırlanan cemiyeti sıkıştırarak şubatta ayaklanmaya mecbur bırakmıştır.

İsyan dalga dalga büyümüş, Kürt illerinin büyük bölümü Azadi’nin denetimine geçmiştir. Mart ayının ilk yarısında Kürt müfrezeler Diyarbakır’ı almak için saldırıya geçseler de başarısız olurlar. Çok fazla kayıp vererek geri çekilen isyancılar, Diyarbakır’daki yenilgiden sonra aldıkları yerleri bıraka bıraka çe-kilirler. Bu sırada aşiretlerin de birer birer isyandan çekilmesiyle yalnızlaşan Şeyh Said ve arkadaşları nisan ayının ortalarında Genç’te tutuklanır. 29 Haziran’da verilen idam kararı ertesi gün infaz edilir.

Şeyh Said İsyanı’nın yenilmesinin üç temel nedeni vardı:

1) Askeri olarak devletten bariz biçimde zayıftır. 40 bin kişilik silahlı güç küçük sayılmaz, ama 200 bin ki-şiyi kapsayan üstelik teknolojik olarak daha üstün bir silahlı güçle çarpışmışlardır. Genç Cumhuriyet, is-yanı bastırmak için 50 milyon lira harcamıştır ki bu tutar devletin yıllık bütçesinin çeyreğinden fazladır.

2) Aşiret yapısı ulusal birliği zayıflatmıştır. Geri çekiliş sırasında teslim olan aşiretler dışında Varto aşi-retleri gibi daha baştan devletin yanında yer alanlar da vardır. Özellikle Muş, Siirt ve Siverek aşiretleri, isyan boyunca TBMM’ye destek telgrafları yağdırmıştır.

3) Daha cemiyet kuruluşunu tamamlamamışken Miralay Halit Bey ve Yusuf Ziya’nın tutuklanması, ol-gun bir önderlik mekanizması doğmasını engellemiştir. İsyan fazlasıyla plansız gelişmiştir. Azadi’de gö-rev alan Hevi Cemiyeti kurucularından Kadri Cemil de isyanın başlangıcına ve inisiyatifin bir anda Şeyh Sait’e geçmesine dönük şaşkınlığını belirtmektedir. 12

Kürt toplumu ve siyasetinde feodal unsurların gücünü koruduğu açıkken, Kürtlerin cumhuriyetle bir-likte ulus haline geldiğini nereden çıkarıyoruz?

12  Celil, Celile. A.g.e. s. 158-159. Göktaş, Hıdır. A.g.e. s. 56,57, 69.

Page 17: antitez dergisi bahar 2012

32

33

Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

Cumhuriyet Kürt gerçekliğinin bağlamını değiştirdi. Kapitalistleşme düzeyinin alt-ulusal kimlikleri önemsizleştirecek kadar yüksek olmaması, Osmanlı modernleşmesinde Türk kimliğinin öne çıkmasını dayatıyordu ama dönemin burjuva devrimcileri radikalizmden uzaktı. Kurtuluş Savaşı uğrağında inisi-yatif kazanan Kemalistler, Osmanlı ile bağları inceldiği yerden kopararak burjuva devrimini tamamladı ve feodal referanslardan sıyrılarak Türk Aydınlanması’nı başlattı.13 Türk uluslaşmasının inkârcı bir ekse-ne oturması Kürtlerde tepki yaratmış, İmparatorluk’un çözülüşünde ortaya çıkan merkez-kaç eğilimine ulusallık kazandırmıştır.

Cumhuriyet’in Şeyh Said İsyanı’ndan çıkarımı, inkâr ve imha eksenli bir Kürt politikası olmuştur. Asi-milasyon, Kürtleri kapsayacak bir model gerektiriyordu ama bu Kemalist iktidarın alamayacağı riskleri barındırıyordu. Modernleşmenin Kürtlere de yansıtılması Kürt ulusallığını ileriye taşıyabilirdi.

Asimilasyon amaçlı kapsama, iktisadi kalkınmayı gerektirir. Bunun için bölgeye özel ya da kamu ya-tırımlarının yoğunlaşması, sanayileşme yoluyla feodal yapının kırılarak Doğu’nun Batı ile aynı hızda kapitalistleştirilmesi gerekirdi. Oysa Kürt illeri yatırımdan yoksun bırakılmıştır.14 1930’lu yıllarda başla-yan demiryolu inşaatı da kalkınmadan çok askeri amaçlıdır, yani olası ayaklanmalarda bölgeye asker ve silah sevkiyatını kolaylaştırmak içindir.15 Asimilasyoncu uygulamalar tamamen dışlanmamaktadır ama “TD’nin(Türkiye Devleti-D.A.G.) asimilasyon konusunda başarı gösterebildiği, feodal yapılanma-nın seyrekleştiği ve ulaşım kolaylığı sayesinde merkezle daha yoğun pazar ilişkileri geliştirebilen Elazığ, Malatya ve Erzurum gibi iller”16 azınlıktadır.

Kuruluş dönemine ait bir diğer önemli olay ise 1930’da bastırılan Ağrı İsyanı’dır. Bu isyan askeri açıdan Şeyh Said İsyanı’ndan daha etkisizdir, nitekim 200 bin değil 70 bin askerle bastırılmıştır ama siyasal ve örgütsel düzeyi bakımından dikkat çekicidir.

20’li yılların ikinci yarısında düzensiz Kürt silahlı grupları jandarma karakolları ile devlet dairelerine saldırıyordu. 1927 Ağustos’unda bir dizi Kürt örgütü, aşiret reisi ve yurtseverin katılımıyla Lübnan’da Hoybun örgütünün ilk kongresi yapıldı. Yurtdışında bulunan Taşnaklarca da desteklenen Hoybun’un kararları, aşiret yapısının sınırlarını aşan bir ulusal bilince işaret etmektedir: Kürtlerin birliği, tek as-keri komutanlık, komşu ülkelerle dostluk, Kürt sorununun yurtdışında tanıtılması vs. Aşiret ittifakının ulusal hareketi taşıyamayacağını kavradığı görülen İhsan Nuri liderliğindeki Hoybun’un sivil yönetim organları, bayrağı ve Agri adlı bir gazetesi de vardı.17 Asker ve memur aydınların, tüccarların, ağaların varlığıyla heterojen bir sosyal tabanı olan Hoybun’un hedefi Kürt emirliği değil, Kürt cumhuriyetiydi.18

1928 Mayıs’ında TBMM, Hoybun ile görüşmek için bir Uzlaştırma Komisyonu oluşturdu. Komisyo-nun İhsan Nuri’ye devlet görevi önerisi, bağımsızlık isteyen Hoybun tarafından reddedildi. Türkiye’nin kuzeydoğusu 1930’un başlarında Hoybun’un denetimindeydi. Çok fazla asker sevkiyatı yapılarak Hoybun’un üstünlüğü kırıldıktan sonra bile isyancılar dağlara çekilmeyi başardı. İran ve Irak Kürtleri de zaman zaman sınırı geçip Türk askerlerini vurarak Hoybun’a destek veriyordu. 1930 Mayıs’ında İran’ın sınırı açmasıyla Türk askeri isyancıları iki ateş arasına alıp havadan ve karadan vurdu. 22 Mayıs 1932’de Adana Mahkemesi’nin 30 idam, 58 hapis cezasına karar vermesiyle Ağrı defteri de kapandı.19

Ve Dersim… 6 Haziran 1936’da Elazığ, Tunceli ve Bingöl’ü(yani Tunceli Kanunu’ndan önceki Dersim vilayetinin tamamını) kapsayan 4. Umumi Müfettişlik kurulup başına General Abdullah Alpdoğan geti-rilir. Devlet bürokrasisi Dersim’de de kurulmaya başlanır, kolluk kuvvetlerinin ulaşımını kolaylaştırmak için yol ve köprüler yapılır ve aşiretlerden silahlarını teslim etmeleri istenir. Seyit Rıza’nın liderliğindeki

13  Güler, Aydemir. 2009[2001]. Yolları Birleştirmek. İstanbul: Yazılama. S. 106-107.14  Ercan, Harun. 2009. Türkiye’de Ulus-Devlet Oluşumu, Kürt Direnişi ve Dönüşüm Dinamikleri. Toplum ve Kuram 1:23-53. S. 30.15  Sönmez, Mustafa. 1992[1990]. Doğu Anadolu’nun Hikayesi. Ankara: Arkadaş. s. 100.16  Ercan, Harun. A.g.m. S. 48.17  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s.175-177.18  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s. 181-182.19  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s. 177-181.

bir dizi aşiretin buna itiraz etmesi üzerine bölgeye kanlı operasyonlar yapılır. Görüşme için Erzincan’a çağrılan Seyit Rıza 5 Eylül 1937’de Erzincan’da tutuklanır. 10 Kasım’da verilen idam kararı 18 Kasım’da infaz edilir.20

Dersim’de bir ulusal hareketten ziyade ulus-devletin inşasına karşı feodal direnç ve bu direncin gad-darca ezilmesine tanık olunmuştur. Dersim’in ayırt edici yanı isyan hareketinde değil, devletin aldığı önlemlerde ve olay noktalandığında kurulan dengedeydi.

Dersim sürecinde resmi Kürt politikasında -inkâr başatlığını korumakla birlikte- asimilasyonun ağır-lığı artırılmıştır. Devlet tarafından 1936’da hazırlanan Dersim raporunda Dersimlileri “Türklüğe yak-laştırmak ve kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek”21 amacıyla Türkçe okullar açılması öneril-mektedir ki bu uygulama sürmektedir. Nitekim Naci Kutlay anılarında -muhtemelen 1940’lı yılların ilk yarısında- Ağrı’da okuduğu ilkokulda müsamerelerde tüm çocukların bildiği yerel halk oyunlarının müsamerelerde oynatılmadığını, bunun yerine okulla resmi bir ilişkisi olmadığı halde okulda ve aktif olduğu Halkevi’nde sık sık nutuk çeken Veteriner Müdürü Selim Yatağan’ın öğrettiği Harmandalı ve efe oyunları ile modern dansın rağbet gördüğünü ve yoksul ailelerden bu danslara uygun kıyafetler istendiğini aktarmaktadır.22

Bunun dışında Dersim, devletin Kürt sorununu uluslararası bir sorun olarak gördüğünü de gösterdi. 1937 Temmuz’unda Türkiye, İran ve Irak arasında imzalanan Sadabad Paktı’nın 7. maddesinde “ay-rılıkçı hareketlere karşı ortak mücadele” yükümlülüğü vardı. Seyit Rıza asıldıktan 1 yıl sonra, 1938’in Eylül ve Ekim aylarında Dersim’e yapılan askeri harekâtın Ağustos ayında İran ve Irak’la yapılan danış-ma toplantılarından sınır güvenliğinde destek sözü çıkınca gerçekleştirilmiş olması, 7. maddenin lafta kalmadığın kanıtıydı.23

İsyanları Emperyalist Güçler mi Çıkarıyor?

İsyanları peşinen emperyalizme bağlamak, o tarihlerde Kürt sorunu olmadığı yargısının sonucu olabi-lir. Emperyalizmin rolü tartışılırken Kürt sorununun iç dinamiklerin ürünü olduğu unutulmamalı.

İsyanlar Kürt ulusallığının Türk milliyetçiliğine direncinin ürünü olmakla birlikte, emperyalizm hızla-nan süreçlere müdahil olma çalışmıştır. Anti-emperyalist olmayan Kürt önderleri de emperyalizmin Türkiye’ye karşı kendilerini destekleyeceği beklentisine girmişlerdir. Örneğin İsmail Beşikçi isyan başlar başlamaz Şeyh Said’e İngilizlerin silah kataloglarının gönderildiğini aktarır ve Şeyh Said’i işbirlikçilikle suçlar.24 Seyit Rıza da çarpışmalar sürerken İngiliz Dış İşleri Bakanlığı’na mektup yazarak himaye talep etmiştir.25 Peki, bu veriler isyanları emperyalizme bağlamak için yeterli mi?

Karşı yöndeki verileri görmezden gelmeyeceksek, yeterli değil. TCF (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) Erzurum mebusu Rüştü Paşa’nın Şeyh Said İsyanı’nın İngiliz sömürgesi olan Irak sınırında değil iç böl-gelerde başlamasına dikkat çekmesi önemsenmelidir.26 Tabi isyanın bastırılması için Fransa’nın Suriye sınırını Türk ordusuna açtığı bilgisi de.27 Seyit Rıza’ya gelince, İngiltere’nin Türkiye’ye Seyit Rıza’dan ge-len mektubu önemsemediklerini bildirme ihtiyacı duymuş olduğunu da anımsayalım.28 Emperyalizm, kendisine rağmen kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını kabullenmiş, isyanlardan genç cumhuriye-tin diken üstünde tutulmasının ötesinde bir beklentiye girmemiştir.

İngilizlerin bağımsız Kürdistan hayaliyle yatıp kalktığını düşünmek için de bir neden yok. Dönem dö-

20  Celil, Celile ve diğ. A.g.e.  s. 194-196.21  Göktaş, Hıdır. A.g.e. S. 124.22  Kutlay, Naci. 1998. Anılar. İstanbul: Avesta. S. 17.23  Celil, Celile ve diğ. A.g.e., s. 197-199.24  Beşikçi, İsmail. 1970[1969]. Doğu Anadolu’nun Düzeni. Ankara: E Yayınları. S. 308.25  Göktaş, Hıdır. A.g.e. s. 138.26  Celil, Celile ve diğ. A.g.e.. S. 166.27  Sönmez, Mustafa. A.g.e. s. 97.28  Göktaş, Hıdır. A.g.e. s. 138.

Page 18: antitez dergisi bahar 2012

34

35

Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

nem Kürt ayaklanmaları tetiklemek istedikleri bilinse de Sykes-Picot anlaşmalarında Kürt devletinden söz edilmemektedir.29 Iraklı Kürt önderlerinden Şeyh Mahmut Berzenci’nin İngiltere’yle arasının açık olduğu, İngiltere’nin Kürt bağımsızlık hareketine karşı hep Irak yönetimini desteklediği, hatta Kürtlere karşı kimi askeri harekatları General Renton gibi İngiliz subaylarının yönettiği de bilinmektedir.30 1919 tarihli İngiliz raporlarına yansıyan Bolşevizm’in Kürtlere sirayeti endişesi bu temkinli yaklaşımın kay-naklarından biri olsa gerek.31

İki Partili Dönem

“Eğer bütün entelektüel Kürtlerden bin kişiyi yok edersek, Kürt sorunu en aşağı 30-40 yıl geriye gider. Yalnız biz bu bin kişiyi öylelerinden seçmeliyiz ki büyük tepkilerle karşılaşmayalım. Birincisi, bunlar her-hangi bir yasal partiye üye olmasın; ikincisi, ailece nüfuzlu, aşiret sahibi olmasın. Biz bunlara komünist diyelim.” 32

Kürt seçmen ağırlıklı olarak ağanın gösterdiği adaylara oy verdiği için hem DP hem CHP ağalara lütufkâr davranıyordu. Buna Marshall Yardımı’nın tarımda makineleşmeyi hızlandırması eşlik edince ağalar topraklarını ve dolayısıyla feodal nüfuzlarını yitirmeden kapitalistleşme olanağı buldular. Ağaların şeh-re yerleşimi ve siyasete katılımı yaygınlaştı.33 Feodal unsurların düzene eklemlenme hızını göstermesi bakımından Şeyh Said’in ailesinin 1950 ve 1954 seçimlerinde DP’yi desteklediğini, Şeyh Said’in büyük oğlu Ali Rıza Fırat’ın ilişkili olduğu Adnan Menderes’ten “Beyefendi” diye söz ettiğini belirtelim.34 Ama iki gelişme Kürt ulusallığının sönümlenmesini engelledi.

1950’li yıllarda görece fazla sayıda Kürt genci büyük şehirlerdeki üniversitelere kaydoldu. Ağa çocuk-larına ek olarak emekçi ve küçük burjuva ailelerin çocuklarının da üniversiteye gitmesiyle birlikte Kürt aydınının sosyal profili dönüştü ve Kürt Aydınlanması’nı taşıyabilecek bir kesim oluştu.

Dönemin havasına uygun olarak “doğulu” gençler de hemşeri dernekleri kurdu, öğrenci yurtları açtı, memleket geceleri düzenledi. Bu faaliyetlerin başından itibaren Kürt ulusalcılığının ürünü olduğunu söylemek zor ki bir süreliğine -Umumi Müfettişlik uygulamasını andıracak biçimde- bağımsız dernek-leri olmayan Tunceli ve Bingöl illeri Elazığ Derneği’ne bağlı kaldı35 ama asimilasyonculuğun cılızlığı Kürt-ler üzerinde ideolojik boşluk yarattı ve bu boşlukta hemşeri organizasyonları da Kürt ulusalcılığının kanallarına dönüştü.

Devletin Kürtler karşısındaki geleneksel düşmanlık ve paranoyası da ulusal bilincin pekişmesine yol açtı. Kendinizi Dicle Talebe Yurdu idarecisi genç Musa Anter’in yerine koyun. Yurtta öğrencilerin Kürt-çe ıslık çalmasına izin verdiğiniz için işkenceli sorguya çekilseniz, II. Paylaşım Savaşı yüzünden kıtlık yaşanan bir dönemde memleketlerden yemek getirilmesi nedeniyle Kürt gençlere milli yemeklerini unutturmamayı hedeflediğiniz suçlamasıyla hakkınızda soruşturma açılsa ne yönde etkilenirdiniz? 36

İkinci gelişme ise Türkiye’nin doğu sınırında ilk Kürt cumhuriyetinin kurulmasıydı. 1945’in ikinci yarı-sında ilerici güçler tarafından kurulan İKDP (İran Kürdistanı Demokrat Partisi), 1946 Ocak’ında Meha-bad Cumhuriyeti’ni ilan etti. SSCB’yle iyi ilişkileri olan Mehabad Cumhuriyeti eğitim, kültür ve siyasal

29  I. Paylaşım Savaşı sürerken İngiltere, Fransa ve Rusya Ortadoğu’yu paylaşmak için görüşmeler yapıyor, kendi aralarında ve bölgedeki nüfuz sahipleriyle savaş sonrası sınırlara dair gizli anlaşmalar yapıyorlardı. Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevik iktidar, İngiliz Sir Mark Sykes ve Fransız Georges Picot’nun adıyla anılan bu anlaşmaları dünya kamuoyuna açıklayarak emperyalistlerin ahlaksızlığını belgeledi. Bkz. Göktaş, Hıdır. 1991. Kürtler II. İstanbul: Alan Yayınları. S. 9-10.30  Göktaş, Hıdır. A.g.e. S. 10-11 ve Celil, Celile. A.g.e. S. 203-217.31  Celil, Celile. A.g.e. s. 109.32  MİT Müsteşarı Ergün Gökdeniz’den aktaran Anter, Musa. 2002[1992]. “Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka çare yok” Vakayiname içinde s. 59-64. (röp. İlgin, Mevlüt. Adımlar Dergisi 5 Nisan 1988.) s. 60.33  Celil, Celile. A.g.e., s. 233-234 ve Beşikçi, İsmail. A.g.e.34  Kutlay, Naci. A.g.e. S. 57-58.35  Kutlay, Naci. A.g.e. s. 42.36  Anter,  Musa.  2002[1992]  “Kürt  ve  Türk  Gençliği  Beraber”  A.g.e.  içinde    S.  117-119.  (röp.  Yöneliş  Sosyalist  Gençlik, 15.12.1989.) s. 117-118.

yaşamda halkçı ve Aydınlanmacı adımlar atmıştı. Kurulduğu dönemde İran’da bulunan Sovyet aske-rinden manevi destek gören ve reel sosyalizmin ulusal kurtuluş hareketlerine sempatisinden cesaret alan Mehabad Cumhuriyeti, SSCB’nin emperyalist saldırganlığa karşı savunmacı davrandığı bir uğrakta İngiltere ve ABD’nin desteğini alan İran gericiliği tarafından 1946’nın sonlarında yıkıldı.37

28 Temmuz 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylüyü kurşuna dizdiren Mustafa Muğlalı’nın sözleri devlet aklını yansıtmaktadır:

“(…)Kürtler, Ruslara gönüllü casusluk ediyorlardı. Bu nedenle, Kürtlere ilişkin olaylarda normal ölçüler ve devlet anlayışı içinde yürütmek mümkün değildi.” 38

Diyarbakır’da 1958’de çıkmaya başlayan İleri Yurt gazetesinin 31 Ağustos 1959 tarihli sayısında Musa Anter “Kımıl” başlıklı yazısında Kürtçe bir şiire yer verdi ve yazısını “Üzülme bacı, seni kımıldan kurta-racak kardeşlerin yetişiyor artık” diye noktaladı.39 Kürtçe şiir ve bu cümle kamuoyunda yoğun biçimde tartışılıyor, lehte görüşler de duyulmakla birlikte İleri Yurt ve Anter hedef haline geliyordu. Aynı sayıda 30 Ağustos başlıklı yazıda da İzmir’de ABD askerleri ile ilgili soruşturmaya ABD’li yetkililerin el koyması eleştirilerek “Milli hâkimiyet olmazsa Yunan’la Amerikalının farkı ne?” 40 diye sorulması, Kürt dinami-ğinin anti-emperyalist bir karakter kazanmaya başladığının göstergesiydi.

1959 Aralık’ında Ergün Gökdeniz’in işaret ettiği doğrultuda çoğunluğu İstanbul ve Ankara’da yaşayan 50 Kürt genci ve aydını Kürtçülük ve SSCB ajanlığıyla suçlanarak tutuklanır. Emin Batur’un hücresinde kan kusarak ölmesi sonucu 49 kişi kalırlar ve 49’lar olarak anılırlar.

49’ların içinde Ziya Şerefhanoğlu ve Said Elçi gibi sağcılar da bulunmakla birlikte ağırlığı solcular oluş-turuyordu. Kürt aydınları arasındaki ideolojik saflaşma duruşmalarda iyice açığa çıkarken Naci Kutlay, Musa Anter, Said Kırmızıtoprak gibi ileride Kürt Aydınlanması’nı başlatacak olan solcu Kürtler, TİP’ten önce Harbiye hücrelerinde toplanıyordu.

TİP Sahaya Çıkıyor

“Başka hangi partiye girebilirdim ki? Benim zamanımda bir avuç devlet vardı. 1917 devriminden sonra sömürgeler kurtulmaya başladı. Bugün 160-170 devlet var. Bu devletlerin kurtulması sosyalizm saye-sinde oldu. İsrail hariç! Şimdi bir Kürt aydının sosyalist olmayıp da kapitalist olması düşünülür mü?” 41

27 Mayıs’ın Kürt sorununa yansıması ikili oldu. 27 Mayısçılar yönetime el koyma gerekçeleri arasında Kürtçülüğü de sayıyorlar, DP’yi Kürt ayrılıkçılığına destek vermekle suçluyorlardı. Nitekim cuntacılar DP döneminin siyasi tutuklularını serbest bırakırlarken 49’lar bunun istisnası olmuştur. Bölge yatılı ilkokullarının kurulması, “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası, Kürtçe ve Ermenice yer adlarının de-ğiştirilmesi gibi asimilasyoncu uygulamalar, TRT’nin aynı paraleldeki yayınlarıyla destekleniyordu. Öte yandan 61 Anayasası’nın demokratik karakteri ve anayasa yapım sürecinde kimi ilerici aydınların da katkısının alınmış olması gibi nedenlerle görece demokratik bir ortam oluşmuş, Kürt sorunu da bu bağlamda tartışılır hale gelmişti. 1960’lı yılların ilk yarısında daha çok liberal ve muhafazakâr Kürtlerin etkin olduğu Barış Dünyası, Dicle-Fırat, Deng, Roja Newé, Reya Rast gibi bir dizi iki dilli dergi çıkmış, sol Kemalist çizgideki Yön’de de Kürt sorununa dair yazılar çıkmaya başlamıştır.42

TİP’in demokratik muhalefetin çekim merkezi olması, başka unsurların yanında Kürt aydınlarını da etkilemişti. 1963 Mart’ında TİP’in Diyarbakır İl Örgütü kuruldu. 12 Mayıs 1963’te Gaziantep’teki Genel

37  Celil, Celile. a.g.e. s. 220-227.38  Aslan, Günay. 1989. Yas Tutan Tarih. İstanbul: Pencere. S. 40.39  Anter, Musa. 1962. Kımıl. İstanbul: Yeni Matbaa. S. 5-6.40  Anter, Musa. A.g.e. S. 7.41  Musa Anter neden TİP üyesi olduğunu açıklıyor. Anter, Musa. 2002[1992]. “Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka çare yok” Vakayiname içinde s. 59-64. (röp. İlgin, Mevlüt. Adımlar Dergisi 5 Nisan 1988.) s. 61.42  Tabi Kürtçe dergilerin sorumlularının kovuşturmalara maruz kaldığı ve tüm bu dergilerin birkaç sayıdan sonra kapatıldığı ya da yazarlarının tutuklanması yoluyla kapanmaya zorlandığı koşullarda demokratik ortama dair iyimserlik sınırlı olmalıdır.

Page 19: antitez dergisi bahar 2012

36

37

Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

Yönetim Kurulu toplantısında Mehmet Ali Aybar Kürt sorunu eksenli bir konuşma yaptı. Türkiye’de bir yasal parti ilk kez Kürt sorununu resmi ağızdan gündemine alıyordu.

1960’lı yılların ilk yarısında Kürt aydınları içinde solun ağırlığı arttıysa da Kürt toplumsallığı içinde feodal milliyetçilik yaygındı. Kemal Badıllı, Melik Fırat gibi Kürt sağcıları Kürt ulusallığı ekseninde yazılı üretim ya da siyasal faaliyet yürütmektense feodal bağlar üzerinden ulusal duyguları okşamakla yetinirlerken TİP’i Kürt sorununa yabancı olmakla eleştiriyorlardı. TİP ise etnik sorunu sınıfsallık ile birlikte ele alıyor, Doğu’nun kalkınmasını Türkiye’nin kalkınması bağlamına yerleştiriyor, Doğu’nun geri kalmışlığının et-nik ayrımcılıkla iç içe geçtiğini vurguluyordu. Kürtlerin kimliklerini saklamadan ve ayrımcılığa meydan okuyarak toplumsal ve siyasal yaşama katılımının kanalı olan TİP, zaman içinde Kürt sağcılığını eritti.

1963’teki yerel seçiminde TİP Diyarbakır İl Örgütü aydınlanma, demokrasi ve insan hakları eksenli bir çalışma yaptı. Yerel seçimden sonra Silvan’da Molla Abdülkerim Ceyhan’ın başkanlığında ağalara mesafeli molla ve esnaflar TİP’in ilçe örgütünü oluşturdular. Bu noktadan sonra Doğu kırsalında daha fazla yerel önderin katılımıyla TİP Diyarbakır’ın ilçeleri ile diğer Doğu illerinde de örgütlendi. Bu katı-lımlarla birlikte TİP ağaların kuşatmasını yararak köylülerle bağ kuruyordu. TİP Kürt ulusallığının çekim merkezine dönüşürken, Kürt Aydınlanması halkla buluşuyordu. 1964’te İzmir’deki 1.Büyük Kongre’de Kürt sorunu Doğu Kalkınması başlığı altında TİP’in programına giriyor; kalkınma, feodalizmin tasfiyesi ve ayrımcılığın sona erdirilmesi için toprak reformu başlıca hedef olarak tanımlanıyordu.

Kürt Aydınlanması ve Doğu Mitingleri

“Doğuda ‘Kara Yaralar’ çoktur. Örneğin; trahom, verem, cüzam ve bütün bu hastalıkların anası olan fakirlik ve cehalet gibi.” 43

Sömürü, ayrımcılık ve bunları sonlandırmayı samimiyetle önüne koyan bir parti. Hepsi var, ama Kürt aydınlarını ve kanaat önderlerini TİP’e yönlendiren ideolojik belirlenimler de önemlidir.

Bir parantez açalım: Kürt sağının eli armut toplamıyor. TİP’in öne çıkmasında diğer partilerin Kürt so-rununa yabancılıkları pay sahibiydi ama aynı dönemde TKDP (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi) de illegal faaliyet yürütüyordu. Kürt sağcıları TİP’i paravan yapmaya çalışıyor, hatta 1965 seçimleri öncesi Diyarbakır’dan milliyetçi bir milletvekili seçtirmek için kulis de yapıyorlardı.44 Ama olmadı. TİP’in Doğu örgütleri sosyalizmden, Kürt emekçiler TİP’ten uzaklaşmadı. Kürtlerin sola ve TİP’e meyletmesinin ar-dında alternatifsizlikten daha temel nedenler vardı.

SSCB’nin varlığında ulusal sorun sosyalizmin belirlenimindeydi. Önceliği işçi sınıfı yerine Kürt sorununa verenler de kendilerini sosyalist ideolojinin kapsama alanında buluyorlardı. Örneğin Beşikçi, 12 Mart sonrasında aynı cezaevinde yattığı Kürt aydınlarını önceliği Kürt sorununa değil sosyalizme verdikleri için eleştirmektedir45 ama 1969’da yazdığı Doğu Anadolu’nun Düzeni Marksist bir eserdir.

TİP sosyalizmi siyasal denklemin önemli bir parçasına dönüştürerek Kürt halkını solculaştırmıştır ama Kürt aydınların sosyalizmle tanışması TİP’in öncesine dayanır. 49’larda hâkim eğilimin sol olduğunu söylemiştik. Örneğin Musa Anter, parti yasaklı olduğu için nasıl ve ne zaman irtibat kurduğunu anlat-mamakla birlikte muhtemelen TİP’ten önce, TKP üyesi olmuştur.46

Anter’in 1959’da Harbiye 38 Nolu hücrede tutuklu iken yazdığı Kürtçe piyes Birina Reş (Kara Yara) Kürt Aydınlanması’nın habercisi sayılmalıdır. Birina Reş’te Zino ve Biro, köyde yaşayan yoksul bir karı koca-dır. Beyin evinde çalışırken okumanın önemine tanık olan Zino, tüm zorluklara karşın oğulları Bedo’yu okutmak istemektedir. Beyin evinde “gözü açılan” Zino’nun ağzından vurucu replikler okuyoruz piyes-te. Köyde çok sayıda çocuk “kara yara”(birina reş) hastalığından ölmektedir ve Zino alışılanın aksine

43  Anter, Musa. 2010[1965] Birina Reş. İstanbul: Med Yayınları. S. 9.44  Ekinci, Tarık Ziya. 2004. Sol Siyaset Sorunları. İstanbul: Cem. S. 301-302.45  Kutlay, Naci. A.g.e. S. 164.46  Anter, Musa. 2002[1992].  “Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka çare yok” Vakayiname  içinde s. 59-64.  (röp.  İlgin, Mevlüt. Adımlar Dergisi 5 Nisan 1988.) s. 62.

ölümleri kadere değil, yoksullara bağlamaktadır: “Bizimkiler hep açlıktan, soğuk ve bakımsızlıktan, bil-gisizlikten ve fakirlikten ölüyorlar. Biliyorum, yalnız benim 7 çocuğum öldü, tek Bedom kaldı.” 47 Politik ve bilge karakter Sado Amca’yı da unutmayalım. “Okuyan köylü çocuğu olmazsa bey çocuğu aramıza karışmaz.” 48 diyen, “Geçenlerde Diyarbakır’a gittim. Aşağı yukarı şehir iki parça olmuş. Biri gençlerin, diğeri eski sömürücülerin. İyi gençlere komünist diyorlar.” 49 diyen Sado Amca’yı… Bedo tıp okumaya karar verir. Yıllar sonra Diyarbakır’a doktor olarak döner. Yoksulları parasız tedavi eden bir doktordur.

1965’te basılan Birina Reş, 60’lı yıllarda yaygınlaşan Kürt edebiyatının çok sayıda ürününden biridir. Aydınlanmacılık ve ayakların baş olması fikri piyesin tamamına sinmiştir. Kürt Aydınlanması’nın ruhu-nu anlamak isteyenler bu eseri okumak zorundadır.

Kürt Aydınlanması’nın bir diğer ürünü ise aylık Yeni Akış dergisiydi. 1969’da kısa süreliğine TİP Genel Başkanı seçilecek olan Avukat Mehmet Ali Aslan tarafından çıkarılan dergide, ulusal basında çıkan ha-ber ve yazıların yanında, TİP’li Kürtlerin yazıları yayınlanıyordu. Kürt sorununa Marksist bir bakış açısı geliştirmek için 1966 Ağustos’unda çıkarılmaya başlanan dergi, Kasım’daki dördüncü sayısından sonra Mehmet Ali Aslan, yine TİP üyesi olan Abbas İzol ve TİP Tunceli İl Başkanı Kemal Burkay50 tutuklanınca fiilen kapandı. Yeni Akış, olgunlaşma fırsatı bulamadan kapandıysa da çıktığı dönemde TİP’in Doğu örgütlerine yol göstermiştir.

Yerel kanaat önderlerinin TİP’e yönelmesinde Suriyeli Kürtlerin ilerici birikimi de rol oynadı. Medrese kökenli eski bir din adamı olan Cigerxwin, Kürtçe şiirler ve siyasi hiciv yazıları yazıyordu. Sınıfsal bakış açısıyla yazdığı şiirler medreselerde okutuluyor, mollalar arasında Aydınlanmacı bir damar yaratıyor-du. Silvanlı TİP’liler Cigerxwin’in şiirlerini okuyor, köylülere de okutuyorlardı.51

60’lı yıllar Arap sosyalizminin yükselişinin tanığıydı. Nasırlı Mısır’ın öncülüğündeki Arap sosyalizmi Marksist değil, ulusalcı bir akımdı; ancak SSCB ile anti-emperyalist bir ittifak içindeydi ve Ortadoğu’da İsrail’in tecrit ediyordu. Suriye’de de Arap sosyalizmini takip eden Baas Partisi iktidardaydı. Baas’la itti-fak halindeki Suriye Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Halil Bektaş Kürt’tü ve partinin illegal olduğu dönemlerde Kürtler tarafından saklanmaktaydı. Haliyle, Türkiyeli Kürtlerin TİP’e ve sosyalizme yaklaş-masında Suriye Komünist Partisi de pay sahibiydi. Nitekim Suriye’de yaşayan eski öğretmen Kadir’e Cano’nun terzilik yapan kardeşi, ağabeyinin etkisiyle sosyalizmi benimsemiş ve Mardin’in Derik ilçe-sinde TİP örgütünün kuruculuğunu üstlenmiştir.52

27 Haziran 1967’de İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı tartışılırken kürsüye çıkan TİP Diyarbakır milletvekili Tarık Ziya Ekinci yatırımlar eşitsiz biçimde Batı’da yoğunlaşırken iktidarın buna önlem almadığını, bu-nun yanında Nihal Atsız ve İsmet Tümtürk gibi ırkçı yazarların Kürt düşmanlığına karşılık verilmediğini vurgulayan bir konuşma yaptı. Doğu’da işsizliğin had safhada olduğu, Doğu’nun yolları berbat durum-dayken Batman’da üretilen asfaltın Batı’ya taşındığı, komando baskınlarının köylünün hayatını çekil-mez hale getirdiği bir dönemde Ekinci’nin konuşması Kürtlerin düzene tepkisinin ifadesi oluyordu.53 Bu atmosferde 13 Ağustos 1967’de Silvan’da yapılan miting Doğu Mitingleri’nin ilkiydi. Kasım’a kadar Silvan’dan esinlenerek bir dizi Kürt ilinde mitingler yapıldı.

TİP’in bölge yöneticilerinin çağrısıyla yapılan ilk miting başarılı geçince TİP’in dışındaki Kürt aydınları ile TKDP çizgisindeki Kürt milliyetçileri de sürece dahil oldu, hatta kimi mitinglerde ağalar da konuşma

47  Anter, Musa. 2010[1965] Birina Reş. İstanbul: Med Yayınları. S. 16.48  Anter, Musa. A.g.e. S. 31.49  Anter, Musa. A.g.e. S. 36.50  Nerden nereye...51  Ekinci, Tarık Ziya. A.g.e. s. 284.52  Ekinci, Tarık Ziya. A.g.e. s. 285.53  Musa Anter’in  Alman Mareşal Moltke’nin  1835’te  yazdığı  Türkiye Mektupları’ndan  yaptığı  bir  alıntı,  Doğu’nun  ihmal edilmişliğinin geçmişinin şaşırtıcı derecede eskiye dayandığını gösteriyor: “Biz Kürdistan’da yürüyorduk, yol kenarında bir inilti duydum; bir yaralı idi, tabibi bakması için çağırdım, geldi baktı ve boşver bir Kürt’tür dedi, bakmadan geçip gitti.” Vakayiname s. 144

Page 20: antitez dergisi bahar 2012

38

39

Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

yaptı. TİP’liler kapsayıcılık adına diğer yasal partilere ve Doğulu milletvekillerine çağrı yaptılar ama TİP’liler dışında bir parti yöneticisi ya da milletvekili Doğu Mitingleri’ni sahiplenmedi. Tertip komitele-rinde TİP’li olmayanların da yer almasına özen gösterildiyse de mitingler ağırlıklı olarak TİP’in rengini taşıyordu. Doğu’nun kalkınması Türkiye’nin kalkınmasının parçası olarak ele alınıyor, kalkınma planla-rında Doğu’nun görmezden gelinmesine, yoksulluğa ve bölgedeki jandarma baskısına tepki gösterili-yordu. Kürdî rengin en baskın olduğu eylemliliklerde bile sorunun Türkiye bağlamında ele alınması, Kürt ulusallığının sosyalist ideoloji kanalıyla Türkiyelileştiğini gösteriyordu.

Türkiye Solundan Kopuş

1969’da İstanbul ve Ankara’da TİP’li Kürt gençleri tarafından kurulan DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) hızla Doğu illerinde de yayıldı. On binlerce üniversiteli ve aydının üye olduğu DDKO kültürel faaliyetler yapıyor, Kürt sorununda net tavır geliştiriyordu. Kürt gençlerin TİP’i Kürt sorununda yetersiz bulma eğilimine girmeleriyle birlikte DDKO ve genel olarak Kürt dinamiği de TİP’ten ayrışma yoluna girdi. Bu gelişmeyi engellemek isteyen Kürt aydınlar DDKO’nun örgütlenmesine dahil oldularsa da ba-şarılı olamadılar.

Peki, Kürt dinamiğinin geliştikçe TİP’ten uzaklaşması sosyalist devrimcilikle ulusal taleplerin bağdaş-madığı ya da TİP’in Kürt sorununda samimiyetsiz olduğu ve zamanla maskesinin düştüğü biçiminde mi yorumlanmalı?

TİP Genel Merkezi’nde Musa Anter her hafta Kürt sorunu dersi vermekte, Mehmet Ali Aybar, Behi-ce Boran ve Sadun Aren de zaman zaman katıldıkları bu dersleri çok yararlı bulduklarını söylemekte ise bu tezi ciddiye almak mümkün değil.54 Sosyalist devrimcilere mesafeli duran Ekinci bile IV. Büyük Kongre’de alınan Kürt kararının TİP’in Kürt politikasını netleştirdiğini söylemektedir ki bu karar, TİP’in Kürt sorununa sosyalist devrimin gereklilikleri açısından yaklaştığını ilan etmektedir.55 Peki, Kürtler TİP’i neden terk ediyor?

“(…)Ben de doğu bölgesini o kadar da bilmiyordum, (…) Dedim ki, Sekreter olarak bir dolaşayım isti-yorum, ne var ne yok, nasıldır? Derken Tarık, ben de gidiyorum zaten, dedi. E dedik beraber gideriz, nereye gidiyorsun? Evvela bizim miting var oraya gidiyorum, dedi. Ne mitingi bu? İşte böyle bir miting dedi. Peki, kim yapıyor? Bizimkiler yapıyor. Bizimkiler yapıyorsa hadi gidelim dedim.” 56

Bu sözleri sarf eden kişi Nihat Sargın, yani TİP Genel Sekreteri… TİP bir gruplar federasyonuydu ve anlaşılan o ki, oldukça gevşek bir federasyondu. Süreç içinde sosyalist devrimciler partiye hakim oldu-larsa da federatif yapıyı aşamadılar ve meşhur Kürt kararını somut bir siyasal stratejinin parçası haline getiremediler. Söz konusu olan Kürtlerin TİP’ten ayrılmasından öte, TİP’in dağılmasıydı.

1971 duruşmaları olarak bilinen DDKO davasında devlet Kürtlerin Türk olduğu tezini işlemiş, savunma-lar ise Kürt ulusallığının farklı veçhelerini ortaya koyma ekseninde gelişmiştir. Bu noktadan sonra Kürt devrimcilerin Türklerden ayrı olarak örgütlenmesi gerektiği düşüncesi yaygınlık kazanmış, devrimci hareket içinde Kürdî örgütlenmeler kitlesellik kazanmış, 70’li yılların ikinci yarısında bir dizi ilde bu örgütlerin desteklediği adaylar belediye başkanlığını kazanmıştır.

1966’dan sonra, muhtemelen TİP’in toplumsallaşması nedeniyle Türkiye’deki faaliyetini daraltarak Irak’a yoğunlaşan TKDP, 1970’teki Kurucu Kongre ile 60’lı yıllarda aktif ama etkisiz olan illegal Kürt örgütlerini bir araya getirdi. Feodal kökenine karşın bu dönemde devrimci demokrat karakter kaza-nan TKDP anti-emperyalist, anti-faşist, anti-feodal cephe hedefiyle yoksul köylülüğe yönelmişti. TKDP, 1975’ten itibaren legal alanda DDKD (Devrimci Demokrat Kültür Dernekleri) ile faaliyet yürüttü.

54  Anter, Musa. 2002[1992].  “Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka çare yok” Vakayiname  içinde s. 59-64.  (röp.  İlgin, Mevlüt. Adımlar Dergisi 5 Nisan 1988.) s. 62.55  Ekinci, Tarık Ziya. A.g.e. S. 298.56  Sargın, Nihat.  2010[2009]. Akıntıya Karşı… Behice Boran  içinde(s.  93-124).  röp. Bayındır, Güzella.  İstanbul:  Yazılama. S.113

1974’te kurulan ve Özgürlük Yolu ile Roja Welat (Yurdun Güneşi) gibi yayınlar çıkaran TKSP (Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi), Rızgari (Kurtuluş), TKDP’den doğan KUK (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları), KAWA dönemin öne çıkan diğer Kürt örgütlerinden birkaçıydı.

1977’den itibaren başta Urfa olmak üzere birçok Kürt ilinde ağalara karşı silahlı eylemler yapan ve kendilerine Kürdistan Devrimcileri adını veren Apocular, 1978 Kasım’ında partileşerek PKK adını aldı. Bu dönemden başlayarak ve 1984 Ağustos’undaki “İlk Kurşun”dan sonra toprak ağaları ve kolluk kuv-vetlerinin yanında diğer ulusal hareketlere ve Kürt illerinde örgütlü olan sosyalist çevrelere karşı şiddet uygulayan PKK, 90’lı yıllardan bu yana Kürt ulusallığı içinde tekleşmiş durumdadır.

Bugüne Devrolanlar

1. Ulusal dinamik ve ulusal hareket ayrı kategorilerdir. İlki nesnelliğe, ikincisi ise siyasal özneye işaret eder. Öznenin nesnelliği hangi düzeyde kapsadığı ise özgül bağlamında anlaşılabilir.

2. Ulusal dinamik, ulusal hareket tarafından kapsanmak zorunda değildir. TİP deneyimi ulusal dinami-ğin sosyalist hareket tarafından kapsanabileceğini- kısa süreliğine de olsa- göstermiştir. Kürt dinamiği-nin Türkiyelileşmesinin tek yolu budur.

3. Ulus tanımının içerdiği dört öğe, herhangi bir ulusallık içinde eşit ağırlığa sahip olmak zorunda olma-dığı gibi, hangi öğenin öne çıkacağını da tarihsellik belirler.

4. 60’lı yıllarda Doğu’nun kalkınması talebinin öne çıkmasının nedeni solun Kemalizm etkisinde kalma-sı değil, ulusal dinamiğin başat öğesinin toprak bölgesi olmasıdır. Günümüzde ise zihinsel formasyon başattır ve bu öğeye rengini veren, direnme teması olmuştur.

5. Ulusal dinamiğe hangi sınıfın öncülük edeceğini belirleyen şu ya da bu öğenin öne çıkması değil, siyasal mücadeledir. Zihinsel formasyonun başatlığının sosyalistler için dezavantaj olduğu düşünülme-melidir. Aksine 90’lı yıllarda tanık olunan kentlileşme ve işçileşme, sosyalistler için avantaja dönüşme potansiyeline sahiptir.

6. 90’lı yıllarda Kürt ulusal hareketi legal siyaset pratiğiyle, günlük ve haftalık gazeteleriyle, kültürel kuruluşlarıyla ve bir dizi kitle örgütüyle Kürt Rönesansı’na ön ayak olmuş, Kürt ulusallığını sıfırlanması mümkün olmayan bir evreye taşımıştır.

7. Kürt ulusal hareketi tarihsel anlamda Kürt Aydınlanması’nın, dolayısıyla Türkiye sosyalist hareketinin çocuğudur ve tarihsel kökeninin izlerini taşımaktadır.

8. PKK’nin farklı öznelere uyguladığı şiddet, Kürt dinamiği içindeki tekleşmesinde pay sahibidir, ancak başat faktör değildir. PKK, 12 Eylül’le mücadelede öne çıkarak tekleşmiştir.

9. Hareketin yükselişini derin güçlere bağlamanın muhtemel nedenlerinden biri cehalettir, ama iddia-nın sahibi Kürt yurtseverliğinin tarihsel önderlerinden biriyse, ihanet söz konusudur.57

10. Kürt Rönesansı, Kürt halkına kişilik kazandırmıştır. Sosyalistlerin görevi sürecin taşıyıcısının tasfiye-sine seyirci kalmak değil, bu birikimi sosyalist iktidar hedefiyle buluşturmanın kanallarını oluşturmak için tarihe ve güncel olanaklara bakmaktır.

57  Burkay, Kemal. 2011. “PKK Olmasaydı Sorun Çoktan Çözülürdü” röp. Fadime Özkan. 19 Eylül 2011. Star. http://www.stargazete.com/roportaj/yazar/fadime-ozkan/pkk-olmasaydi-sorun-coktan-cozulurdu-383081.htm

Page 21: antitez dergisi bahar 2012

41

Zozan Baran - Murat Yılan

1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

Giriş

Tarihin tekerinin hızlı döndüğü zamanlar sınıf mücadelelerinin keskinleştiği zaman-lardır ve bu uğrakların sonunda, kısa bir zaman dilimi içerisinde toplumlarda görül-memiş büyüklükte tarihsel dönüşümler gerçekleşir. On beş yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisine meşruiyet dönemini, kralın ihanetini, Jakoben iktidarını, Termidor ge-riciliğini, Konsül hükümetini ve son olarak imparatorluğun restorasyonunu içine alan Fransız Devrimi bu uğraklardan biridir. 1917 Şubatıyla başlayan, geçici hükümetlerin birbirini izlediği ve savaşın ortasında Bolşeviklerin Ekim Devrimi’yle iktidara gelme-siyle sonuçlanan devrimci durum bir başka örnektir. Bu iki örnekte de belirleyici olan sınıf mücadelelerinin keskinliği ve bu mücadelenin siyasal alana yansımasıdır. İlkinde yükselen burjuva sınıfı toplumun diğer sınıflarının siyasal enerjisini arkasına alarak zamanın egemen sınıf feodallerin temsilcileri olan krallığı ve Kiliseyi alaşağı etmiş; ikincisinde ise Rus Çarı’nın devrilmesini takip eden süreçte burjuvazi ile işçi sınıfı arasında keskinleşen sınıf siyasal mücadelesi, işçi sınıfı ve bu sınıfın temsilcisi Bolşe-viklerin lehine sonuçlanmıştır. Bu belirleyici unsurun zayıflığına ve diğer bir deyişle siyaseten yokluğuna rağmen, tarihin tekerinin hızla döndüğünü düşündürtecek dö-nemler her zaman yaşanmıştır, yaşanacaktır da. Sınıf faktörü kendini göstermiyorsa, böylesi dönemler istisnasız karşı devrimci dönemlerdir. Olguların çokluğu, dünün olgularının bugün ve yarın tarafından süratle eskitilmesi ve kişinin bu sürate yeti-şemeyip aklının bulanması… Bu tür betimlemelerin günümüz siyasi atmosferi hem ulusal hem de uluslararası boyutta göz önüne alındığında ne kadar da tanıdık olduğu açıktır.

Kürt sorunu söz konusu olduğunda “antidemokratik rejim”, “militarist devlet” gibi kullana kullana eskimiş, anlamını yitirmiş ve artık günün ihtiyaçlarını karşılamayan kavramlarla çözümlemelere girişerek bir akıl netliği yanılsaması yaratmayı hedefle-miyorsak eğer, hakkını teslim etmek gerekir ki, içinde bulunduğumuz dönem sınıf faktörünün kendini yeterince gösteremediği ve buna karşın birbirine karşıtmış iz-lenimi veren olguların birbirini izlediği bir dönemdir. Kaldı ki, yukarıda adı anılan iki kavramın sınıfsal tahlillerde yoksun kullanımı mümkün olmakla birlikte, sınıfsal içerikten yoksun bir şekilde bir rejimde gözlenmeleri mümkün değildir. 12 Haziran seçimleri öncesinde birçok insan samimi bir şekilde verilmiş bir anayasa sözünün de verdiği ivmeyle kurucu bir meclisin Kürt sorununun çözümünde bir nihayete eri-şilmese bile bu hususta ciddi bir ilerlemenin kat edileceğini düşünüyordu. Öyle ya, darbelerin önü kesilmişti ve Türkiye’de rejim sivilleşmiş, demokratik bir cumhuriye-tin önü açılmıştı. Hem zaten Arap Baharı olarak adlandırılan ve devam eden süreçte bölgede devrimci dönüşümler yaşanıyordu, bu dalganın Türkiye’yi teğet geçmesini başbakan dahi engelleyemezdi. Ancak ne olduysa seçimlerden sonra oldu. Milletve-killikleri onaylanmayan seçilmiş adaylar, tutuklamalar, meclis boykotu derken koca

bir yaz ortada duran hayal kırıklığının gözden geçirilmesi ve duruma ilişkin hesap sorma kanallarının açılmasından ziyade kafa karışıklığıyla malul hedefsiz bir öfkenin büyümesiyle geçti. Yetmedi, Arap Baharı coğrafyasında bir ülkede, Libya’da bir diktatör eskisi demokrasi adına linç edilirken, yine aynı ülkede iktidara konan gericilerin şeriatı ilan etmelerinin önü açıldı. Diğer birçok Arap ülkesinde de AKP benzeri İslamcı, Amerikancı siyasal hareketler iktidara geldi. Türkiye’de ise meclis boykotu bitmişken kamuoyunu yeni anayasanın oluşturulması değil, uzun bir süre Türkiye’nin Suriye’ye olası askeri müdahalesi meşgul etti, daha edecek gibi de. Bir diğer deyişle, yeni rejime son şeklini verecek olan müdahale dahi pas geçilip onun yerine bu yeni rejimin olası icraatları tartışmaya açıldı. Bunun-la beraber bitmek bilmeyen tutuklamalar sürdü ve 90’lı yılları andıran savaş atmosferi de kendini iyice hissettirdi.

Yaz aylarındaki şaşkınlığın şokunun uzun süre atlatılamamasını bir kenara koymakla birlikte, sonba-har ve kış aylarının farklı bir hava estirdiğini de kabul etmek gerekiyor. KCK Operasyonu adı altında seçimden bu yana dozajı artarak yürütülen tutuklamalar ve Van Depremi’ne müdahalede devletin gösterdiği ayrımcı tutum seçimler öncesinde görülen iyimser havayı dağıtmakla kalmadı, AKP reji-mine olan gösterilen muhalefetin niteliğinde de değişimlere sebep oldu. Evet, AKP’nin Kürt sorunu-na dönük çeşitli perspektifler geliştirdiği doğrudur; ancak bunlar sorunun çözmekten ziyade bu so-runu bir şekilde kapatmakla ilgilidir. Kürt ulusal hareketinin karşısına kendisine yandaş kimi unsurlar yerleştirme çabası stratejinin bir parçasıdır. Hizbullahçıların serbest bırakılması, Kürt hareketinin birçok unsuru tutuklanırken Hizbullahçıların bölgede serbestçe faaliyet yürütmesi, hatta bir sonraki yerel seçimlere girme planları, Kürt hareketine olan uyuşmazlığı bilinen Kemal Burkay’ın yurtdışın-dan gelip AKP’nin yanında saf tutması bu bağlamda değerlendirilebilir. Kendine yandaş unsurlara yatırım yapmanın tek başına bölgede bir hegemonya yaratmayacağını bilen AKP’nin diğer stratejisi ise, Kürt ulusal hareketinin siyaset alanındaki manevra kabiliyetini azaltmak olarak kodlanabilir. Ge-nel olarak ülkede siyaset alanının daraltılması AKP’nin bu dönemde izlediği bir stratejidir, Kürt ulusal hareketine uygulanan baskı da bu stratejinin temelinde yer almaktadır. Bu stratejide AKP ordusuyla beraber, polisini, yargısını, medyasını tümden sahaya sürmüştür. AKP’nin Kürt sorununu çözmeye dönük geliştirdiği strateji bundan ibarettir. Tüm bu gerçeklerin özellikle bu dönemde anlatılması da anlaşılması da kolaylaşmıştır.

Açık söylemek gerekirse bu yazı seçim arifesinde yazılsaydı doğrultusundan pek bir şey kaybetme-yecekti. Bugüne geldiğimizde bu doğrultunun haklılığı öncekiler kadar zengin; ancak öncekilerin aksine daha bariz verilerle doğrulanmış oldu. Blokla beraber seçimin diğer kazananı AKP idi; başka bir bakış açısıyla seçimin kaybedeni Türkiye halkları oldu. AKP’nin ve bu partinin kurucu öznesi ol-duğu İkinci Cumhuriyet’in Kürt sorununda bir çözüm kanalını zorlamasının siyasi ve ideolojik bir dizi başlıkta aşılması imkânsız kısıtlarının olduğunu seçimden önce dolaylı olarak dergimizin ilk sa-yısında belirttik, şimdi bunun doğrulanmış olduğunu görüyoruz. Söz konusu kısıtların doğrudan bir dille aktarılmasının ve bu kısıtların oluşumunda yer almış kimi tarihsel, ideolojik ve siyasi başlıkları yeniden gündeme getirmenin faydalı olacağını düşünüyoruz.

Arap Baharı olarak adlandırılan süreçle beraber Kürt sorununun yeni bir bağlama girerek başka anlamlar kazandığını, bu değişiklikle beraber bir dizi kısıt ve olanağın baş gösterdiğini teslim et-mek gerekiyor. Esasen, güncel siyasal başlıklar üzerinden bakıldığında Kürt sorununun bu denli kafa karıştırıcı bir hal alması Ortadoğu’daki yeni süreçle tutarlılık arz etmektedir. Amerikan emperyaliz-minin belirleniminde Türkiye’nin de büyük bir rol kaptığı bir süreç koca bir bölgeyi yeniden şekillen-diriyordu ve Kürt sorunu bu müdahaleden kendini soyutlayamayacaktı, öyle de olmaktadır. Önemli olan nokta şudur ki, söz konusu sürecin doğru bir şekilde analiz edilmesi siyasi başlıklarda ciddi bir sadeleştirmeyi de beraberinde getirecek ve kafa karışıklığını ortadan kaldıracak bir zemin sunacak-tır. Bu anlamda Kürt hareketinin 80’lerden bugüne kendini siyaset sahnesinde konumlandırışı, bu konumlanışa eşlik eden kimi tarihsel ve ideolojik referanslar ve kısıtlar incelenmek durumundadır. Böyle bir bakış bugünü yorumlama ve yarına yön verme yolunda son derece önemlidir. Aynı za-

Page 22: antitez dergisi bahar 2012

42

43

1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

manda İkinci Cumhuriyet’in kuruluş sürecini ve bu sürece yön veren aktörleri gene aynı tarihsellik içerisinde ele almak bir başka gerekliliktir. Son olarak tüm bu gelişmelerin yaşandığı, bu gelişmelerin altyapısını oluşturan ve aynı zamanda bunlardan etkilenen dünya ve bölge konjonktürü yukarıdaki iki başlıkla iç içe geçecek şekilde ele alınmalıdır.

Karşıdevrimin İki Çocuğu: 1980 ve 1989 Momentleri

Marksizm’in indirgemeci olduğuna dair sayısız metin yazılmıştır. Bu eleştirilere göre Marksizm üst-yapı kurumlarının ekonomik temel üzerindeki etkilerini görmezden gelmiş, ekonomik temele tanıdı-ğı başatlık sebebiyle her şeyi bu bölmedeki değişimlerin sonuçlarına bağlamak gibi korkunç bir suç işlemiştir. Üzerinde durmaya çok gerek yok; bu iddia asılsızdır, Türkiye özelinde iki kere asılsızdır. Ör-nek olsun, herhangi bir Marksist, 12 Eylül askeri darbesini temelle ilişkilendirmekte büyük zorluklar yaşayacaktır. Neoliberal ekonomi politikalarının, esnek üretim modellerinin vb. birçok uygulamanın ekonomik temelin belirleniminde geçtiğini iddia etmek yanlış olmak bir yana bütünüyle saçmadır. Rejimin gidişatına Amerikancı bir ordunun müdahalesi pekâlâ ekonomik temeli bütünüyle değiş-tirebiliyor. Peki, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü ne yapmalı? Ekonomik temeldeki kimi taleplerin doğrultusunda mı sosyalist rejim çözülmüştür? Basitleştirecek olursak sanayi işçileri üretim araç-larının mülkiyetinin artık sermayenin elinde olmasını mı savunmuştur? Rejimin gidişatına bir grup hainin müdahalesi pekâlâ ekonomik temeli bütünüyle değiştirebiliyor.

Yukarıda bahsi geçen iki darbeden ilki dünya genelinde karşıdevrime kapı aralayan, dünya genelinde ideolojik bütünde terazinin sol kefesinden sağ kefesine kim ağırlıkların devredildiği bir dönemin hem sebebi hem de sonucudur. İkincisi ise, hali hazırda güç kaybeden sosyalist bloğun dağılmasıyla sonuçlanmış bir moment olup karşıdevrimin önündeki son engeli de devirmiştir. Bu iki müdaha-le, Türkiye’de sadece ekonomik temeli dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda üstyapının hemen hemen bütün unsurlarını terörize etmiştir. Bir diğer değişle 12 Eylül askeri darbesi ile Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ülkedeki ideolojik şekillenmeleri altüst etmiş, siyasetin seyrini değiştirmiş, siya-sal aktörlerin strateji ve projelerini derinden etkilemiştir. Uzatmadan söylemek gerekirse, iki darbe birden Kürt hareketinin ve Türkiye burjuvazisinin yönelimlerini ve beklentilerini değiştirmiş, bu de-ğişikliklerin etkileri bugüne değin sürmüştür.

Aydemir Güler’e göre, 80’li yıllarla birlikte kesinlik kazanan Kürt hareketinden Türkiye solundan ta-mamen ayrışması süreci öznel değil nesnel bir süreçtir. 12 Eylül askeri darbesinin üstyapıda yarattığı tahribat ve sosyalist hareket üzerindeki baskısı, Türkiye’de sol hareketlerin siyasetteki ağırlığında ciddi bir kayba sebebiyet vermiştir. Darbe momentinin ardından biri kentli, diğeri köylü karaktere sahip iki dinamiğin birbirinden kopuşu şaşırtıcı değildir. 60’lı yıllardan itibaren Kürtlerin bağımsız bir örgütlenmeye girişme düşüncesi bir kenarda dursa dahi bu Kürt dinamiğinin uluslaşma sürecinde kat ettiği mesafeyle ilintili olup nesnel bir süreç olarak okunmalıdır. Sosyalist solun varlığında ilerici tohumların atılmasını sağlayan bu süreç, sosyalist solun ağırlık kaybettiği momentten itibaren gi-derek gerici bir karaktere bürünmüştür. Uluslaşma sürecine ivme kazandıran etmenler, Türkiye’de kapitalist ilişkilerin yatay ve dikey olarak genişlemesi ve aynı zamanda 60’ların sosyalist hareketinin getirdiği özgün katkı olarak sayılmalıdır. Yine de bu kopuşun gerçekleşmesinde özellikle 70’li yıllarda devrimci demokrat hareketlerin sol mücadelenin kırsal tonunun artmasına sebebiyet veren çıkışla-rının etkisi unutulmamalıdır.1 Kürt hareketinin 80’li yıllardan günümüze değin izlemiş olduğu çeşitli stratejileri ve Türkiye solu ile olan inişli çıkışlı ilişkilerini doğru yorumlama hususunda önem arz eden ve 12 Eylül’ün etkisini kısaca inceleyen bu notun ardından askeri darbe ile 1993 momentine değin süren dönemin analizine geçilebilir.

12 Eylül askeri darbesinin ardından Türkiye burjuvazisi, solun da çekildiği alanda artık istediği gibi at koşturabileceğini düşünmüştür. Ekonomik anlamda kendini neoliberal ekonomi politikalarıyla gösteren bu süreç, dış politikada kendini yayılmacı politikaların siyasal partiler ve kamuoyu nez-

1  Güler, Aydemir; Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2009, s: 179-184.

dinde boy atmasını da beraberinde getirmiştir. Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle beraber sahipsiz kalan Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya coğrafyalarında geliştirmeyi umduğu ilişkilerle burjuvazi, emperyalist zincirin basamaklarını hızlı bir şekilde tırmanacağını düşünmekteydi. Ancak nesnellik aynı şeyi söylemiyordu. Bir yandan doğuda Kürt isyanı patlak vermişti, bir yandan da burjuvazinin Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında yaptığı bölge tahlilinin tümüyle yanlış olduğu saptamasına varıldı. Aydemir Güler’in betimlediği gibi, yıllarca Sovyetler Birliği “tehdidini” bir kart olarak kullanıp emperyalizmin ileri karakolu rolünü layıkıyla yerine getiren Türkiye’nin bu kartın yokluğunda hangi zemin üzerinde hareket edeceği tartışmalıydı. Boşa düşen komşu coğrafyalara emperyalistler, bura-lara batan geminin malları muamelesi yaparak üşüşmekte hiç de yavaş davranmadılar. Türkiye’nin bu bölgelerle geliştireceği ilişkiler üzerinden dönen yayılmacı bir siyasetle emperyalist basamak üzerinden sıçramalar gerçekleştirmesini bir kenara bırakalım, burjuvazi bu topraklar üzerindeki var-lık zeminini kaybetmişti. İçeride sürmekte olan Kürt isyanını da ekleyin bu tabloya. Burjuvazi Kürt isyanı bir şekilde ama hızlı bir biçimde çözmek zorundaydı. Varlığını sürdürmesi için bu yetmezdi, emperyalizme yeni tavizler vermek zorundaydı. Gerekeni de yaptı.2 Bu süreçle beraber Türkiye’nin emperyalizmle bağımlılık ilişkileri günümüze değin sürekli artmıştır. Kürt isyanına ise, en üst düzey-de askeri ve kontrgerilla önlemlerle karşılık verilmiş, sorun çözümlenmese de süreç farklı mecralar üzerinden akmaya devam etmiştir. Burjuvazinin söz konusu dönemdeki serüvenini aktardıktan son-ra, Kürtlerin bu yeni duruma nasıl tepki verdiklerine geçebiliriz.

Tarih kitaplarının ezberidir; Osmanlı İmparatorluğu fethettiği topraklar üzerindeki halklara barışçıl ve hoşgörülü bir yaklaşımda bulunmuştur. İmparatorluğun kıtalara yayılan topraklarında yüzyıllara dayanan barış ve kardeşliği, bununla beraber çözülüşün ardından bugün dahi bölgede hüküm süren istikrarsızlığı bu bağlamda yorumlamak son derece yaygındır. İsteyen bu argümanı günümüzün sivil toplum ve demokrasi söyleminin içerisinde yorumlayıp ikinci cumhuriyetin dümenine su taşıyabilir. İsmail Beşikçi’nin de belirttiği gibi işin aslı ise, Osmanlı merkezi iktidarının fethettiği bölgelerdeki üretim ilişkilerine dokun(a)mamasında ve buradaki işleyişi yerel egemenlerin inisiyatifine bırakma-sında aranmalıdır. Haliyle geri bir ekonomik temele sahip olmakla beraber başka bir merkezi gü-cün yokluğunda iktidarını sürdüren imparatorluk, çok daha ileri bir üretim biçimi olan kapitalizmle karşılaşınca hoşgörü ve barışın simgesi olan bu yerlerden hızlıca silinmiştir.3 Cumhuriyetle beraber Doğu Anadolu’nun rejimle olan bağı da yine bu şekilde, merkezi iktidar ile yerel egemenlerin ittifakı sayesinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca bölgede patlak veren isyanlar, söz konusu ittifakın yeniden tesisiyle sonuçlanacak şekilde salt adli, polisiye ve askeri önlemlerle bastırılmıştır. Kürt uluslaşmanın kat ettiği mesafe, 12 Eylül askeri darbesinin hareket üzerindeki tahrip edici etkisi-nin, sosyalist hareketle kıyaslandığında düşük olmasına sebebiyet vermiştir. Bu durumda burjuvazi-nin Kürt hareketini yeterince başta yeterince anlamamış olması ve repertuarındaki siyasi, ideolojik ve polisiye araçlarla yeterli müdahaleyi yapmada gecikmiş olması da etkilidir. Sonuç olarak Türkiye devletinin bu kadük kuşatmasının silah yoluyla kaldırılması son derece kolay olmuştur. Ancak bur-juvazinin emperyalizm basamaklarında hızla üste tırmanma telaşının Özal’ın cenazesiyle resmedi-lecek bir şekilde son vurması ve ardından bütün düzen güçlerinin Kürt hareketin üzerine topyekûn saldırıya geçmesinin karşısına Kürt hareketinin başı sonu belli bir strateji ile çıkamadığını belirtmek gerekiyor. Legal siyasete dönük adımlar, sendika, üniversite, dernek gibi çatılar altında sürdürülen çeşitli kitle örgütlenmeleri, basın yoluyla propaganda ve yeni süreci değerlendirmeye dönük tartış-ma çabaları etkili olmakla beraber bütünlüklü bir mücadelenin araçları olamamışlardır. Bunun en büyük sebeplerinden biri her bir denemenin diğerlerini beslemeksizin sadece kendi alanında ve de konjonktürel olarak kazandığı mevziler olmakla beraber, bir diğeri ve şüphe doğurmayacak şekilde en önemlisi de devletin tüm güçleriyle yarattığı terörize edici basınçtır. 1993 momentinin ardından Kürt hareketinin yaşadığı tıkanma, bundan sonraki dönemlerin şekillenmesinde de etkili olacak bir şekilde sorunun çözümünün Kürt tarafınca her daim sağ kanallarda aranmasına sebebiyet vermiş.

2  Güler, Aydemir; Son Kriz, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 20083  Beşikçi, İsmail; Doğu Anadolu’nun Düzeni: Sosyoekonomik ve Etnik Temeller, E Yayınları, Ankara, 1970, s: 66-72.

Page 23: antitez dergisi bahar 2012

44

45

1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

Bu duruma tek istisna olarak 1995 yılında sosyalist hareket ile Kürt hareketi arasında gerçekleşen seçim ittifakını örnek verebiliriz. Yine de bu örneğin kimi rezervlerle anılmasında fayda var. Aralık ayında gerçekleşen bu seçimlerin on ay kadar öncesinde, PKK’nin 5. Kongresi’nde partinin bay-rağındaki orak-çekici kaldırılması, çöken Sovyetler Birliği’nin devlet sosyalizmi eleştirisi üzerinden mahkûm edilmesi ve partinin ideolojik hattı olan Marksizm-Leninizm doktrininin revize edilmesi gibi bir dizi karar sürecin mantığına ters değildir.

Demokratik Cumhuriyet Tezi

Kürt ulusal hareketinin söz konusu tıkanmayı yaşamasının kimi öznel sebepleri olmakla beraber, burada saplanıp kalmanın günümüze dair bir çıktısını bulmak son derece zordur. 90’ların başındaki dünya konjonktürünün ulusal hareketlere sunduğu nesnelliğe eğilmek, süreç analizini kolaylaştır-makla beraber günümüzü ve geleceği de anlama konusunda önemli ipuçları sunmaktadır. Nasıl ki, reel sosyalizmin damgasını vurduğu kısa yirminci yüzyıl ulusal sorunların ve de hareketlerin sosya-lizm mücadelesiyle bütünleşmesinin tarihiyse, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından gelen süreç bu sorunların emperyalizmin belirlenimine girmesinin tarihi olmuştur. Ulusal sorunların emper-yalizm belirlenimine giriyor oluşu, bu dinamiklerin üzerine oturan siyasal hareketleri benzer bir koşullanmaya itmesi bir zorunluluk dayatmasa da Kürt hareketinin bu belirlenimden uzunca bir süre kendini koruması mümkün değildi. Bu anlamda Kürt hareketinin 1993’teki burjuvazi saldırısına verdiği cevap olan demokratik cumhuriyet tezinin ortaya çıkışının, bu belirlenimin ilk yansımasını söylemek abartılı olmayacaktır. Bundan sonraki süreçte gözlenen, Kürt hareketinin emperyalist re-kabetin açtığı kanallardan yürüme stratejisine gömüldüğü ve bu kanallardan elde ettiği mevzilere sivil toplum, insan hakları, demokrasi söylemleri doldurduğu ve bunun üzerinden devleti sıkıştırma-yı umduğudur. Bu uğurda liberal olsun, sosyalist olsun, ideolojik yelpazenin her kanadından unsuru arkasına dizmeyi de bir stratejinin önemli bir unsuru olarak gündemine sokmuştur. Kürt hareketinin öne sürdüğü demokratik cumhuriyet tezinin sınıf tercihleri açısından anlamı açıktır ve kapıyı sosya-lizme sert bir şekilde kapatmıştır. Bundan daha önemlisi, bu tezin siyaseten de işlemez olduğudur:

“Şu anda Kürt siyaseti emperyalistlerle bağ kursa burjuvazinin yanıtı dış mihrak, bölücülük olmak-tadır. Tersi yapılsa, uzlaşmaya hazır olduğunu kanıtlayamayacak ve yalnızlaşacaktır. Burada mesafe alınabilecek bir koridor bulunmamaktadır. Emperyalizmle ilişki konusunda Kürt siyaseti şu anda ne yapsa, Türkiye toplumu nezdinde puan kazanma imkânına sahip değil. Ancak bir diğer seçenek de genel olarak burjuva toplumunu veri almak yerine, emekçi sınıflar tarafına dönmektir. Artık Kürt siyaseti olarak kapısı kapatılan bir seçenektir bu.” 4

Bu tespit günümüzde de geçerliliğini korumaktadır; ancak seçimler sonrası dönemle beraber Kürt siyasetinin yüzünü emekçi sınıflar tarafına dönme seçeneğini bir kez daha düşünmesini sağlayacak ve bu seçeneği bir daha öyle kolay kolay kapattırmayacak gelişmeler üst üste binmiştir. Bugünü bir kenara bırakırsak eğer, kimi konjonktürlerde düzen partilerine olan tepkinin, özellikle liberal solla ilişkilenmelerin yoğun olarak kendini gösterdiği uğraklarda, son genel seçimde de gördüğümüz gibi Kürt hareketine sempati olarak döndüğünü birçok kez gördük. Ancak söz konusu süreçlerin emekçi bir siyasetle bütünleşmediği oranda kazanacağı geçici karakter, ne Kürt hareketinin ne de Türkiye emekçi kitlelerinin hanesine artı puan olarak geçmiştir. Tersine bu tepkilerin soğrulmasına hizmet etmiştir.

Kürt hareketi böyle bir strateji üzerinden mücadelesini sürdürürken Türkiye burjuvazisi varlık zemini-ni tehdit eden yukarıda sözünü ettiğimiz duruma çare üretememiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek başına iktidar olduğu 2002 genel seçimlerine kadar olan dönemde Türkiye kapitalizmi üç büyük ekonomik krizle sarsılmış ve her seferinde krizlerin faturası emekçi kesimlerin üzerine binmiştir. Siyasi kriz atmosferi ise bu dönem boyunca sürekli gündemin ilk sırasını işgal etmiştir. 90’lı yılları koalisyon hükümetlerinin çabalarıyla yöneten Türkiye burjuvazisi, siyasal ve ekonomik krizi aşacak

4  Güler, Aydemir; Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2009, s: 212-213.

bir strateji geliştirecek bir parti çıkartamamıştır. Bu çıkmazdan başını çıkarabilen dinci gericilik ve faşizm olmuştur. Ona da Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale etmiştir. Not etmek gerekir; Asker Parti-si, dinci-gericilikle ve faşizmle uyuşmadığı için 28 Şubat hamlesini gerçekleştirmemiştir. Ordunun, Türkiye’nin o dönemki ideolojik kodlarının Refah Partisi gibi bir oluşumu kaldıramayacağı tespiti bir yere kadar doğru olmakla beraber, müdahalenin asıl gerekçesi dinci gericiliğin emperyalizmle iste-nen düzeyde uyumu yakalayacak siyasi ve ideolojik formasyona sahip olmamasıdır. Bir diğer deyişle ordunun derdi RP’nin oy oranı değil, bu partinin kapitalist düzenin o dönemki ihtiyaçlarını karşı-lamaktan ve emperyalizme yeni bir eklemlenmenin mimarı olmaktan son derece uzak olmasıdır. Bu müdahalenin ardından kurulan Fazilet Partisi’nin henüz ilk kongresinde iki farklı kanadın ortaya çıkışı, bu kanatlardan kongrenin mağlubu olan tarafın sonrasında AKP’nin kurucu kadroları olarak karşımıza çıkması yalın gerçeğin ifadesidir: Dinci gericilik gereken dersi almıştır. Peki, Kürt hareketi?

Hükümet olup iktidar olamadığından dert yanan AKP’nin hedefinde rejimi daha Amerikancı, daha piyasacı ve daha gerici temellere yaslamak vardı. AKP bu hedefi gerçekleştirme yolunda karşısına Birinci Cumhuriyeti ve onun aktörlerini yerleştirmiştir. Bu noktada Kürt ulusal hareketi ile Birinci Cumhuriyet muktedirleri arasındaki tarihsel düşmanlık AKP’nin Kürt ulusal hareketinin gözünde iyi çocuk olarak belirmesine yol açmıştır. Bu hem yeni rejimi kurma perspektifine sahip AKP’nin he-define kolay ulaşmasını sağlamış hem de Kürt ulusal hareketinin AKP’ye dönük olmadık umutlar beslemesine sebebiyet vermiştir. Buradaki yanlış algılamaların bütününde AKP iktidarının Birinci Cumhuriyet rejimiyle hesaplaşma iddiasında olduğuna Kürt ulusal hareketi dâhil ülkedeki birçok odağı inandırmış olması gerekçe olarak öne sürülebilir. Ancak bu yanlış algılamaların sonuçları yı-kıcı olmuştur. Kürt ulusal hareketinin özellikle AKP iktidarı dönemindeki tarihi, gelen her bir Birinci Cumhuriyet rejimini karşısına alan liberal dalgaya kucak açmasından ve sonrasında gelen kaçınılmaz hayal kırıklıklarının ardından gösterdiği kör tepkilerden ibaretti. Böyledir, ancak yukarıda anlatılan süreç artık sona ermiştir. Kürt ulusal hareketinin AKP karşıtlığı kör tepkilerden beslenmekten zi-yade artık sağlam nesnel dayanaklara sahiptir; daha doğrusu güçlü bir AKP karşıtlığını besleyecek kanalların önü açıktır. Hemen belirtilmelidir ki, AKP bu düzenin biricik ve alternatifsiz partisidir, bu sebepten ötürü siyasal ve ideolojik kodlarını sağlam temellere oturtan bir AKP karşıtlığı aynı zaman-da düzene karşıtlıktır. Ancak böylesi bir AKP karşıtlığının kanallarının açık olması bu olasılığın realize olacağı anlamına gelmemektedir. Bu da yukarıda aktarılan tarihsellikten devrolunan bir gerçekli-ğe kapı aralamaktadır. Kürt hareketinin kör tepkiler gösterdiği dönemlerde, bu tepkilerin emekten yana bir siyaset kanalına kalıcı bir şekilde akmasını sağlayacak siyasal ve ideolojik biçimlenim sos-yalist solda vardır. Başka bir deyişle, sosyalistlerin Kürt ulusal hareketine doğrudan destek verme yükümlülükleri olmayışı, bu dinamiği emperyalizmin belirleniminde bırakacakları anlamına gelme-mektedir. Bu aynı zamanda Türkiye sosyalistlerinin, sosyalist devrim uğrağına giden yolda yerine ge-tirmeleri gereken görevlerin en büyüğüdür. Ayrıca, dönem itibariyle olası olmamakla birlikte, dinci gerici İkinci Cumhuriyet rejimiyle olası bir uyumun Kürt hareketinde sürtünme yaratmaması, sınıf eksenini etkisizleştiremeyeceğinden ötürü nesnel olarak imkânsızdır. Ulusal bir hareketin açık bir sağ konumlanışa pürüzsüz bir şekilde kanalize olması beklenmemelidir. Zaten bu seçeneğin dışında kalan konumlanışların tümü solla kararlı bir bütünleşme gerçekleştiremediği ölçüde uzun sürede askıda kalamayacaktır ve sağa düşmeye mahkûmdur. Son olarak Aydemir Güler’in belirttiği gibi, “ulusal sorunun sosyalist devrimin bir dinamiği olması” durumu önceki yüzyılda olduğu gibi ortada duran bir gerçektir.5

Buraya kadar olan bölümde askeri darbenin gerçekleştiği 12 Eylül 1980 momentinden ikinci cum-huriyete kadar olan dönemde öne çıkan iki siyasal aktörün, Kürt ulusal hareketi ile dinci gerici parti AKP’nin evrimine doğrudan etki eden tarihsellik kısa bir değerlendirmeye tabi tutuldu. Karşıdev-rimler çağının başlangıcına işaret eden ülkemizdeki askeri darbeyle ilk şeklini alan bu tarihsellik, Sovyetler Birliği’nin düşüşüyle beraber karakterinde gerici bir süreklilik kazandı. Değişen dünya kon-

5  Güler; Aydemir; Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2009, s: 241.

Page 24: antitez dergisi bahar 2012

46

47

1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

jonktürüne Türkiye burjuvazisinin cevabı, Yeni- Osmanlıcılık referanslarıyla ikinci cumhuriyet oldu ve bu değişim Kürt ulusal hareketini de teğet geçmedi. Son olarak, anlatılan bu düzlem kaymasının sosyalist mücadeleye yansımaları özellikle Kürt dinamiği bağlamında incelendi. Sosyalist iktidar mü-cadelesinin temel ayaklarından birini de yeni rejimin aydınlarına dönük keskin bir ideolojik müca-dele oluşturuyor. Başarılı bir mücadelenin sergilenmesi için, öncelikle ikinci cumhuriyetin ve bu rejimin organik aydınlarının Kürt sorununa dönük çözüm önerilerini incelemek ve bunlara gerekli eleştirileri getirmek büyük önem arz ediyor. Yazının geri kalanının meramını genel olarak söz konusu ideolojik mücadelenin çerçevesini oluşturmak olarak kodlayabiliriz.

2. CUMHURİYETİN KÜRT SORUNU AŞISI: “HEPİMİZ MÜSLÜMANIZ!”

İdeolojik bir mücadelenin olmazsa olmazı ise özellikle Kürt Sorunu gibi çetrefilli ve hem ulusal hem uluslararası ölçekte kriz dinamiklerini içerisinde barındıran bir sorun için olguları belli bir analizden geçirmek oluyor. Öncelikle her gün yeni gelişmelere gebe olan sürecin6 mantığını kavramak açısın-dan bu karmaşık gibi görünen sürecin mantığına yönelik bir çerçeve oluşturmak gerekli görülüyor. Ancak bu çaba sürecin başı sonu belli bir mantığının ve sorunun aktörlerinden herhangi birinin bu soruna dair kesin olmasa dahi en azından bütünlüklü bir çözümünün olup olmadığı sorusunu da içerisinde barındırıyor.

Bu yazının konusu özellikle 12 Haziran seçimleri sonrası rahatlıkla kurulduğunu söyleyebileceğimiz 2. Cumhuriyetin ve bu gayrimeşru cumhuriyetin kurucu kadroları olarak dinci gerici ve liberal ya da ikisini de barındıran liberal muhafazakârların soruna bakışını ve bu bakış açısıyla paralel çözüm önerilerini konu ediniyor.

Liberal-Muhafazakâr Pencereden Kürt Sorununun Kökeni: Modernist Ceberut Devlet

Herhangi bir soruna dair çözüm önerileri aslında sorunun ne olduğu, neden kaynaklandığı ve ta-rihçesiyle yakından ilişkilidir. Bu açıdan Türkiye’deki liberal ve dinci kesimlerin Kürt Sorununa dair çözüm önerilerine bakmadan önce sorunun kökenine dair ne dediklerine bakmak gerekmektedir. Türkiye’deki her sorununun arkasında güçlü devlet geleneğini ve Kemalizm’i görmeye alışkın olan liberal-muhafazakâr özneler Kürt Sorunu söz konusu olduğunda da aynı ezberi tekrarlamaktan geri durmuyorlar.

Liberalizmin gericilikle flörtünde başlangıç noktası olarak Türkiye tarihine dair okumalarını görmek yanlış olmasa gerek. Kemalist devrim sürecinden en azından ilk dönemlerde dışlanan gerici ve li-beral özneler, Kürt sorununun kaynağı olarak da Kemalist devrimi ve Kemalizm’in modernleşmeci, görece aydınlanmacı kökenlerini görmektedir. Bu tarih okumasına göre dindar ve geleneksel bir yaşama sahip Kürt toplumu Kemalist devrimin halifeliği kaldırması, tekke ve zaviyeleri kapatması gibi uygulamalarından dolayı kendilerini bu süreçten dışlanmış hissetmiş ve rejimle bütünleşeme-mişlerdir.

“Sonra tarihçi David McDowall’ın A Modern History of The Kurds (Modern Kürt Tarihi-Z. B.) adlı kitabını okudum.(…) Orada vurgulanan bir tema çok çarpıcı geldi bana: Hilafetin kaldırılmasının ar-dından Kürtlerin yaşadığı hayal kırıklığı. McDowall bunun bir dönüm noktası olduğunu ve Şeyh Sait isyanına giden süreci başlattığını söylüyor.” 7

6  Sürecin nasıl bir hızla değiştiğini anlamak için 2005’te Erdoğan’ın Diyarbakır’da yaptığı ve açılım sürecini başlatan konuşma olarak  gösterilen  konuşmadan  sonraki  süreçte  yaşanan  yalnızca  belli  başlı  olaylara  bakmak dahi  yeterli: Umut Kitapevinin bombalanması, 2006’da Diyarbakır’da gerilla cenazeleri nedeniyle yaşanan çatışmalar, 30 Eylül’de Öcalan’ın çağrısıyla  ilan edilen  ateşkes,  DTP’nin  29  Mart  yerel  seçimlerinde  bölgede  elde  ettiği  başarı,  Öcalan’ın  yol  haritası  açıklamaları,  Gülen hareketiyle uzun süreli gerilimlerden sonra yapılan iyi niyet açıklamaları, Habur sınır kapısından girenlerin tutuklanması, Reşadiye Baskını, DTP’nin kapatılması, KCK adıyla başlayan tutuklama furyası ve bu sırada tutuklanan Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve diğer KCK tutuklusu milletvekillerinin tutukluluk hallerinin devam etmesi yalnızca bu olayların en önemlileri. Bütün bu süre boyunca bu olaylarla somutlanan süreç değişikliklerini hatırlamak da konuyla ilgilenenler için zor olmayacaktır.7  Akyol,Mustafa; Çözümğn Şafağında Kürt Sorunu; sy. 17; Özgür Yayınları

Benzer bir yaklaşımı CIA’nın Orta Doğu uzmanı ve Türkiye Masası Şefi Graham Fuller’de de görmek mümkün. Yalnız Fuller’in yaklaşımı Kürtlerin içerisindeki dini “ayrılıklara” da odaklanıyor:

“Kürtler arasındaki Sünni-Alevi ayrılığının siyasi uzantılarını 1925 yılında patlak veren, Zazaca konu-şan Sunni Kürtler tarafından yönetilen Şeyh Sait İsyanı’nda görebilmek mümkün. Halifelik gibi devle-tin birliğinin siyasi simgelerini ortadan kaldıran yeni Cumhuriyetin ihanetine uğradıklarını düşünen bu Sunni Kürtler, devletle işbirliği yapan Dersim’deki Alevi kardeşlerinin de ihanetine uğramışlardı.”8

Fuller, Dersim olaylarını da Şeyh Sait İsyanı’nın rövanşı olarak görüyor ve kitabı boyunca Kürtler için dinin ne kadar önemli olduğunu kanıtlama çabası içerisine giriyor.9

Bu öznelerin diğer bir iddiası da sorunun esas kaynağının Kemalist Cumhuriyet olduğu teziyle bağ-lantılı olarak Kürt Sorunu gibi bir sorunun Osmanlı İmparatorluğu’nda görülmemiş olması.10 Bu du-rum bazı açılardan doğrudur; ancak bu liberal-dinci “aydınların” iddia ettiği gibi Osmanlı’nın çok kültürlü ve hoşgörülü yapısından değil, Kürtlerin geç uluslaşmasından kaynaklanmaktadır.

Dinci-liberal “aydınlarımız”ın Kürt Sorunu’na dair okumaları diğer birçok konuda olduğu gibi cum-huriyet nefretiyle başlıyor, solcularla devam ediyor, Kürt hareketine olan nefretle bitiyor. Bu duru-mun özeti ise liberal ve dinci kesimlerin dışındaki her öznenin sorunu büyüttüğü ya da sorunun esas sebebi olduğudur.

2. Cumhuriyet “aydınlarının” 1960-70 boyunca Kürt sorununun sebebine dair okumaları da sol nefretinin gözle görülür hale geldiği tezleri oluyor. Özellikle Türkiye işçi Partisi’nin (TİP) ve solcu Kürt öğrencileri bünyesinde toplayan Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) bu dönemde Kürt Sorunu’nu gündeme getirmeleri ve feodal-gerici sosyo-ekonomik yapı da dahil Kürt bölgelerinin sorunlarını Türkiye’nin batısındaki sorunlarla buluşturma çabaları solcuların Kürt Sorunu’na dair ça-balarını görmezden gelmeyi zorlaştırıyor. Ancak dinci gericilik ve Türkiye’de hiçbir kökü ve toplumsal tabanı olmayan liberalizmin sol nefreti yaratıcı fikirlerin ortaya çıkmasını sağlıyor: 1. Komünistler sorunu dillendirdiği için Müslüman ve muhafazakâr olan Türk toplumu sorunu kabullenemedi ve bir tehlike olarak gördü ve –böyle olduğunu kabul ediyorsak- bunun sorumlusu komünistlerdir. 2. Bu dinsiz komünistler Müslüman olan ve Türklerle hiçbir sorunu olmayan –ki aksini kim iddia ediyor bilmiyoruz- Kürtleri kışkırtmış ve ayrılıkçı hareketlere sebebiyet vermişlerdir.

Aklı başında herhangi bir insan için akıl tutulması olan bu tezleri gelin genç ve kültürlü İslamcımız Mustafa Akyol’dan dinleyelim:

“Sanırım 1970’li yıllarda Kürt hareketi ile Marksist hareketin paralel gelişmesi, İslami çevrelerde ve merkez sağda Kürt kimliğine karşı alerji meydana getirmişti. (…) Böyle algılanınca bu sefer Kürt kimliği, Kürt hakları, Kürtlerin özgürleşmesi gibi kavramlar, Marksizmin parçası olarak görüldü.” 11

Babası Taha Akyol’un ırkçı bir milliyetçi değil, memleketini komünizme karşı savunan bir memleket sevdalısı olmasıyla övünen Mustafa Akyol’a göre elbette ki gerici ve sağcıların Kürt kimliğine karşı alerjisinin olması faşist olmalarından değildi, asıl sebep komünistlerin Kürtleri kışkırtması!

Benzer iddialarını yine benzer cahillik örneğiyle Ali Bulaç gibi İslamcılarda görmek de mümkün. Bunun yanında, Fuller gibi Amerika’nın sorundaki gayri resmi sözcüsü olan bir ismin de sol düş-manlığını ve pragmatizmini görmek mümkün. Geçtiğimiz sene Türkçeye çevrilen kitabı Turkey’s Kurdish Question’ın (Türkçe baskıdaki ismi: Türkiye’nin Kürt Sorunu) önsözünde kitabın amacının Amerika’nın en önemli müttefiklerinden olan Türkiye’ye sorunun çözümünde yardım etmek oldu-

8  Fuller,Graham&Henri J. Barkey; Türkiye’nin Kürt Sorunu, sy. 109, Profil Yayınları9  a.g.e.;sy. 10910  Akyol,Mustafa; Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek; “Kürtler ve Osmanlı  İmparatorluğu”  içinde;sy. 21-57, Doğan Kitap, Benzer yaklaşımları  BDP içerisinde siyaset yapmasına rağmen benzer İslamcı ideolojiye sahip Altan Tan’da da görmek mümkün. Tan,Altan; Kürt Sorunu, “Osmanlı-Kürt ilişkileri” içinde; sy. 73-81;Timaş Yayınları11  Akyol,Mustafa; Çözümün Şafağında Kürt Sorunu; sy. 61, Özgür Yayınları

Page 25: antitez dergisi bahar 2012

48

49

1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

ğunu ve kitabın siyasi bir kitap olduğunu12 vurgulayan Fuller, sol nefretini ve benzer tarih tezlerini de tekrarlıyor:

“Sol grupların hareketli olduğu bu dönemde (1960’lar- Z. B.) siyaseten aktif çok sayıda Kürt, “ulusal hakları”nı elde etme çabası içerisinde Türk soluyla işbirliği içerisine girmişti. Ülkenin en geri kalmış bölgesinin sakinleri olarak Kürtlerin, Türk halkının “kapitalist ve emperyalist boyunduruktan” kurta-rılmasından kesinlikle faydalanacağını düşünüyorlardı.” 13

12 Eylül faşist darbesinden sonra solun büyük bölümünün etkisiz kalması ve PKK’nin bağımsız bir özne olarak sahneye çıkmasından sonraki süreç için de benzer analizler devam etmektedir. İddia odur ki: Legal ve illegal kollarıyla Kürt hareketinin büyük ölçüde sol kökenden gelmesi Kürtlerin ya-pısıyla uyumlu değildir ve Kürtler bu nedenle bu hareketle bütünleşememektedirler. Sol kökenden gelen Kürt siyasetçiler ve PKK kadroları bir de Alevi kökenlidirler ve bu durum hareketin asıl rahatsız edici tarafıdır. Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş- PKK Nasıl Silah Bırakır?” adlı ra-porun amacının bugünkü silahlı mücadelenin nasıl son bulacağı üzerine düşünmek olduğu şeklinde açıklansa da14 raporun büyük bir bölümü gereksiz diyebileceğimiz şekilde PKK’nin kökenlerine dair ayrıntılara ve PKK kadrolarının sol kökenine ayrılmaktadır.

“Bu isimlerin (Raporda “Ankara Grubu” olarak da geçen Cemil Bayık, Duran Kalkan, Ali Haydar Kay-tan gibi isimlerden söz ediliyor ve raporda PKK’nin şahin kanadı olarak adlandırılıyorlar-Z.B.) PKK üzerindeki nüfusu anlatılırken, söz konusu grubun çoğunluğunun Türkiye’nin Kürt nüfusu içerisinde azınlık oluşturan Alevi kimliğine ve tümünün 1970’lerin sol üniversite ortamından çıkmış olmalarına özellikle vurgu yapılmaktadır.” 15

Bu ve benzeri vurgulara hem Çandar’ın raporunda hem de yazı boyunca ismi geçen birçok İslamcı ve liberal yazarın kitap ve makalelerinde rastlamak mümkün.16

Benzer bir biçimde PKK’den farklı ve daha çok Kürt Bölgesel Yönetimi’ne ve Barzani önderliğindeki Kürt hareketine sempati duyan Kürt siyasi çevreleri de PKK’yi Kemalist olarak adlandırmakta ve bu tezin devamı olarak da PKK’nin TSK’yla görüştüğüne ve aslında PKK’yle TSK içerisindeki “derin” ya-pıların beraber hareket ettiğine değinmektedirler.17 Bu tezin artık bir deli saçmasına dönmüş olan Ergenekon-KCK, Kandil-Silivri gibi bağlantılara çıktığı açıktır. Bir dönem çok sık tekrarlanan ve aslında bugün de görebileceğimiz tezlere göre Ergenekon’un içerisinde yıllarca kontrgerilla yapılanmala-rıyla mücadele etmiş birçok sol örgüt ve PKK de vardır. Ayrıca yukarıda yaptığımız alıntıda da ismi geçen Alevi ve sol kökenden gelen PKK yöneticilerinin aslında derin devletle ilişkisi olduğu tezleri de tekrarlanmaktadır. Bu tezler için özellikle sonradan PKK’den ayrılmış isimlerin kullanılması da başka bir ilginç nokta.18

Liberal-muhafazakâr ittifakının Kürt Sorununa nasıl baktığına kısaca göz gezdirdikten sonra bugün çözümüne dair söylediklerini incelemek mümkün. Sorunun çözümüne dair söylenenler asıl olarak üç başlıkta toplanabilir. 1. Sosyo-kültürel boyut, 2. Siyasi boyut, 3. Ekonomik boyut.

Sosyo-kültürel boyut içerisinde değerlendirebileceğimiz anadilde eğitim, kültürel haklar gibi başlık-lar aslında sanılanın aksine asıl kriz yaratan başlıklar olmaktan çok uzaktır. Bugün anadilde eğitim

12  Fuller,Graham E.- Barkey, Henri  J.; Türkiye’’nin Kürt Sorunu; sy.11 ve 15, Profil Yayınları13  A.g.e.; sy. 3814  Çandar,Cengiz; Dağdan İniş- PKK Nasıl Silah Bırakır; TESEV Rapor; sy. 915  A.g.e.; sy. 3016  Bkz. Bulaç,Ali; Kürtler Nereye, Akyol,Taha; Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek; Çözümün Şafağında Kürt Sorunu, Tan,Altan; Kürt Sorunu17  Bu  teze  rastlayabileceğimiz  yerlerden  biri  yine  Cengiz  Çandar’ın  raporu  olmakla  beraber  farklı  Kürt  hareketlerine  ait internet sitelerinde ve dergilerde de bunlara rastlamak mümkün: bkz. Nasname.com, rizgari.com, Serbesti Dergisi vd.18  “Osman Öcalan:  ‘Kongra-Gel,Kemalist  bir  örgüttür.” Milliyet,11  Aralık  2004;  aktaran: Musluk,Coşkun;  Kürt  Sorununa Liberal-Muhafazakar Çözüm Denemesi; AKP ve Liberal Muhafazakar İttifak içinde; sy.  320; Der: Yaşlı,Fatih- Sümer, Çağdaş

de dahil birçok ana başlıkta yol alınamamasının sebebi ise asıl olarak diğer iki başlıktaki kriz yaratan süreçlerdir. Özellikle konunun siyasi boyutu bugün Türkiye için büyük bir kriz başlığıdır ve sorunun siyasi boyutu temel meselelerde dahi herhangi bir iyileştirmenin olmasını olanaksız hale getirmek-tedir.

Siyasi Boyut: Emperyalizme Tam Özgürlük

Sorunun siyasi boyutunun sorunun en can alıcı ve aslında sorunu çıkmaza sürükleyen boyutu ol-duğunu söylemek yanlış olmasa gerek. AKP hükümeti 2005 yılında Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasını başlangıç olarak alabileceğimiz bir süreç boyunca bir yandan sorunu çözeceğini söyle-miş; bir yandan da KCK tutuklamaları, Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmemesi, seçilmiş vekillerin tutukluluk hallerinin devam etmesi, sınır ötesi operasyonlar gibi başlıklarda Türkiye’nin en karanlık dönemlerini aratmayacak uygulamalara imza atmıştır. AKP iktidarı ve dinci-liberal ittifakın medya-dan orduya kadar Türkiye’deki bütün kurumları işgal ettiği bir süreçte bu uygulamaların Türkiye’yi karanlığa sürüklemek isteyenlerin işi olduğunu söylemenin ya da sanki ortada bir şey dönüyormuş gibi bir hava yaratmanın hiçbir inandırıcılığı ve gerçekliği yoktur.19

Öyleyse bu süreç nasıl bir siyasi aklın sonucudur ve ortada “derin” bir güç yoksa sorunun kaynağı nedir?

Başa yazılması gereken şey liberallerin ve özellikle 2. Cumhuriyetin asıl sahibi dincilerin sorunun gerçeğiyle asla yüzleşemeyecek olmalarıdır. Bundan dolayı da bu sorunu büyütmeye ama çözüyor-muş havası yaratmaya daha uzun bir süre devam edecekler. AKP’nin ve onun akıl yürütücülerinin bugün sorunun siyasi boyutuna dair söyledikleri ilk şey “PKK ayrı, Kürt sorunu ayrı”dır. Sorunu yara-tanın PKK olmadığı doğrudur; ancak sorunun bugün Kürt illerinin büyük çoğunluğundan birinci parti çıkan,milyonlarca Kürt’ü sokağa dökebilen bir hareketten ayrı düşünülebileceğini söylemek abestir. Fakat AKP iktidarının sorununun bu boyutunu ısrarla görmek istemediği ortadadır. Bununla beraber PKK’nin de AKP bunu görmediği sürece herhangi bir ateşkesi ya da barış görüşmesini kabul etmeye-ceği aşikardır. Öyleyse AKP bu sorunu nasıl çözmeyi planlamaktadır? AKP iktidarının Kürt hareketine dair değişen dengelere göre değiştirdiği iki yönteminin olduğunu söylemek mümkün:

1. Kürt hareketinin legal ve illegal kollarıyla kriminalize edilerek tasfiye edilmesi,

2. Tasfiye edilemiyorsa Kürt siyasetinin 2. Cumhuriyetle ve AKP’nin gerici iktidarıyla uyumlu ya da en azından sorun çıkarmayacak şekilde dönüştürülmesi,

Bu iki yöntemin herhangi bir kronolojik sırayla kullanılmasından ziyade havuç-sopa ikilemi olarak düşünülmesi daha doğru olacaktır.20 Uzun zamandır Kürt hareketinin tasfiye edilmesinin zor oldu-ğunun ve tasfiye edilmesi durumunda da birçok zorluğu beraberinde getireceğinin anlaşılmasıyla beraber ikinci seçeneğin asıl politika haline geldiği; ancak bu durumun asla birinci seçeneği dışlama-yacak şekilde hayata geçirildiğini söylemek mümkün. Yani ikinci seçenek bir tür havuçtur ve havuca burun kıvıran için sopa da hazırdır. Ayrıca sopanın havucu yenebilir hale getirmek için kullanıldığına da sık sık şahit olmaktayız. Daha açık söylersek bugün artan KCK tutuklamaları, Öcalan’ın tecridi gibi durumların kolay yoldan birinci seçeneğe dahil edilmesi doğru olmayacaktır. Bu yöntemler ikinci

19  Büşra  Ersanlı’nın  da  içerisinde  bulunduğu  son  KCK  tutuklamalarıyla  beraber  dinci-liberal  ittifakın  liberal  kanadında çatırdamaların olduğu,liberallerin bu baskıcı uygulamalara karşı çıktığı havası yaratıldı; ancak bariz olan bir gerçek var ki liberal köşe yazarları ve “aydınlar” hala tutuklamaların sanki AKP’nin dışında gelişen olaylarmış gibi göstermekte ısrarlı. Oral Çalışlar’ın Radikal’deki    köşesinde  29  Ekim  tarihli  yazısındaki  şu  satırlar  liberallerin  hala  AKP  ile  açıktan  karşı  karşıya  gelmemek  için ne  kadar uğraştıklarını  gösteriyor:  “Bu operasyonların  arkasında hangi  siyasi  akıl,  hangi  hukuki  akıl  varsa,  kim buna destek veriyorsa, onlara ‘durun artık’ diyorum.”20  AKP’nin Kürt Sorunu‘na dair bu iki seçeneğe sahip olduğu tezi, Kürt Sorunu‘na soldan bakan kimi makalelerde dile getirildi. Ancak konuya dair  sözü edilen makalelerde bu  iki  seçeneğin daha çok    kronolojik  sıralaması  ve birbirinin alternatifi olarak kullanuldığına değinilmiştir.  Bkz.  :Musluk,Coşkun;    “Kürt  Sorununa  Liberal-Muhafazakar Çözüm Denemesi”; AKP ve  Liberal-Muhafazakar  İttifak;  der.  Yaşlı,Fatih-Sümer,Çağdaş,  Bilim  ve Gelecek  92;  Kaya,A.  Celil;  “Yeni  hegemonya  için  yeni  tarihsel bloklar AKP’nin Kürt Politikası”; sy. 28

Page 26: antitez dergisi bahar 2012

50

51

1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

seçeneğin içine de rahatlıkla sokulabilir. En basitinden şunu düşünebiliriz: Bugünkü sürecin PKK ve devletin (ve aynı anlama gelmek üzere AKP iktidarının) görüşme ihtimalini tamamen ortadan kaldır-dığını ya da siyasi çözüm yolunun iki taraf için de tamamen kapandığını söyleyebilir miyiz? Mesele masaya oturduğunda kimin elinin daha kuvvetli olacağıdır. Ya da Kürt sorununun 2. Cumhuriyet ile uyumlu bir çözümünün mümkün olup olmadığıdır. AKP iktidarının uygulamaları Kürt hareketini bu çözüme ikna etme çabalarıdır.

“Kürt siyaseti ve ulusal hareket önemli mesafe kat etmiştir ve sıfırlanma olasılığı yoktur. Büyük ço-ğunluğun artık bildiği gibi Kürt ulusal hareketinin tarafı olmadığı bir çözüm bulunmuyor ve hareke-tin bu anlamda siyasal platformdan dışa atılması olanaksız.” 21

Kürt hareketinin tamamen tasfiye edilememesinin yukarıdaki alıntıda Aydemir Güler’in de belirt-tiği gibi ulaşmış olduğu gücün ve Kürtlerin ne kadarının Kürt hareketine destek verdiğinden ba-ğımsız olarak Türkiye’de Kürtleri temsil etme meşruiyetine sahip tek örgütlü güç olmasının etkisi çok büyüktür. Ancak eklenmesi gereken başka kimi sebeplerin olduğu da açıktır. Birincisi PKK’nin ve Kürt hareketinin tasfiye edilmesi durumunda ortaya müthiş bir boşluk çıkacak olmasıdır. Bugün Türkiye’de siyaset yapan ve kendisini “Kürt partisi” olarak tanımlayan farklı özneler olduğu ortada; ancak bunlardan herhangi birinin bugün BDP ya da PKK’nin ulaşmış olduğu gücün çok uzağında olduğu ve kısa sürede de ulaşamayacak olduğu aşikardır. Ayrıca diyelim ki yeni bir odak yaratıldı, bu odağın sorun çıkarmayacak bir odak olup olmayacağı belirsizdir.

Öyleyse denenecek olan Kürt hareketini sıkıştırmak ve masaya eli zayıf şekilde oturmasını sağla-maktır. Bunu sağlamanın yolu bir yandan Kürt siyasetçileri tutuklamak ve Kürt hareketinin siyaset kanallarını zayıflatmak, diğer yandan da başta Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi olmak üzere ABD politikalarıyla ve bununla paralel olarak 2. Cumhuriyetle uyumlu Kürt özneler üzerinden Kürt hare-keti üzerinde ideolojik baskı kurmaktır. Bugün Barzani ve diğer Kürt yöneticilerin bir yandan PKK’ye silah bırakma çağrısı yaparken bir yandan da Türkiye’deki Kürtlerin hamisi rolüne soyunmasının sebebini buralarda aramak gerekir.

‘’Kendileri açıkça söyledi ki Kürt milletini inkar dönemi geride kaldı. Bu, yeni bir tarih olsun demektir. Büyük bir cesaret isteyen durumdur. Bu tavırdan sonra, biz, PKK tarafından yapılan her türlü askeri eyleme karşıyız. Kan dökülmeye devam edilmemesi lazım. Biz herhangi bir mücadele olursa, bunun parlamentoda sürmesi gerektiğinden yanayız. Kürt ve Türk gençlerinin kanının bir daha dökülme-mesi gerekiyor. Bu meselenin, barışçıl yöntemlerle çözülmesi gerekiyor. Başbakan’ın politikası böl-genin güvenliği için büyük bir katkı sağlayacaktır.’’ 22

Basında birçok kez sorunun taraflarına dair çıkan ve ilk bakışta birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen haberler yer almaktadır. Bir zamanlar AKP tarafından “terör örgütü”yle asla görüşmeyeceklerine yönelik yapılan açıklamaların Oslo Görüşmeleri’nin kayıtlarının ortaya çıkmasıyla beraber koca bir şaka olduğu ortaya çıkmışken, tarafların “terör” nedeniyle görüşmediklerini söylemek ya da “terör”ün başlayan görüşmeleri engellediğini söylemek saf dillilikten öte bir anlam taşımamaktadır. Ortada koca bir temsiliyet sorunu vardır ve AKP bir yandan bu temsiliyet sorununu çözmek bir yan-dan da yeni ve gerici rejimin düşmanlarını saf dışı bırakarak yollarına devam etmelerini sağlamak durumundadır. Bunu sağlamak içinse her yol mübahtır ve asıl olan savaşta ölmüş binlerce Kürt ve Türk genci değil, asıl olan ABD ve emperyalizmin bölgesel çıkarları ve Orta Doğu halklarının gerici iktidarlarca sömürülmeye devam etmesidir; bunun Türkiye’deki yansıması ise emperyalizm başka bir kukla bulana kadar AKP iktidarıdır.

PKK’nin Silah Bırakması: “Barışa” Giden Her Yol Mübah mıdır?

21  Güler,Aydemir; “Erdoğan’ın Kürt Savaşı”; soL portal; 17 Temmuz 201122  “Başkan Barzani:Kürt ve Türk Gençlerinin Kanı Bir Daha Dökülmesin!”; nasname.com; 5 Kasım 2011

Sorunun siyasal çözümüne dair en çok dillendirilen başlıklardan biri de PKK’nin silah bırakması ya da en azından geçici ateşkestir. Yandaş basında ve kimi “sol” çevrelerde sık sık tekrarlanan sorunun çözümü için silahların susması gerektiği tespiti23 Cengiz Çandar’ın geçtiğimiz haziran ayında TESEV için yazmış olduğu “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” isimli raporuyla beraber sistematize edildi. Rapor PKK’nin nasıl silahsızlanacağına odaklanması, herhangi bir gazetecinin sadece gazeteci kimli-ğiyle ulaşmasının zor olacağı kişilerle yapılan görüşmelerle ve bilimsel ya da teorik hiçbir arka plana yaslanmayan açıklamalarıyla Türkiye siyasetinde özgün bir yere oturacaktır. Ancak raporun asıl otur-duğu yer ABD’li think-tank kuruluşlarına yaslanarak yaptığı “bilimsel”(!) terör ve isyan tanımlarıyla AKP’ye yol göstermektir. Bu yönüyle Çandar’ın raporunu Türkiyeli bir gazeteci kimliğiyle değil ABD’li bir siyaset analizcisi kimliğiyle yazdığı ortadadır.24

Şöyle bir bakıldığında raporda öneri adına yazılanlar aslında üç aşağı beş yukarı Türkiye’de Kürt Sorunu’na dair herkesin söyleyebileceği ve zaten konuya dair tartışmalarda dile getirilen öneriler-dir. Peki, Çandar’ın bunca zahmete girip tekrar tekrar terör ve isyan arasındaki farklara değinmesi, müzakere ve silahsızlanmaya genişçe yer vermesinin önem nedir?

Alper Birdal’ın da belirttiği gibi aslında rapor Çandar’ın kişisel düşüncelerinden çok daha fazlası-nı kapsamakta ve AKP’ye Kürt Sorununun 2. Cumhuriyet’le uyumlu “çözümünü” göstermektedir. ABD’nin terör ve isyan kavramlarını 11 Eylül saldırısından sonra müdahale alanını genişleten kav-ramlar olarak kullandığına ve tehdit olarak gördüğü her ülkeye müdahale ettiğine şahit olduk.25

Çandar’ın raporu ise Türkiye’ye Yeni-Osmanlıcı vizyonunun önündeki tek engelin Kürt Sorunu ol-duğunu gösteriyor ve Kürt Siyasetçilerine dayandırdığı görüşlerle AKP’ye sorunu çözersen Yeni-Os-manlıcılık hayalden öteye geçer diyor.

“Leyla Zana görüşmemiz esnasında Kürt Sorunu’nun çözümü ile ilgili olarak ‘bu sorun çözülürse, çözüm yoluna girerse Türkiye işte o zaman; gerçekten dünyada köprü olur, bölgenin yıldızı olur’ de-miştir. Görüşmeler esnasında birçok Kürt şahsiyeti de benzer görüşler dile getirmiştir.” 26

Çandar böylelikle kendi düşüncelerinin çok ötesine geçen bu raporda AKP’ye PKK’yle masaya otu-run diyor; ancak bu masaya oturmanın zaten AKP’nin yararına olacağını da açık açık belirtiyor. Yazı-nın önceki bölümlerinde de belirttiğimiz gibi devlet yetkililerinin ve AKP’nin tüm çatışma ve tutukla-malara rağmen İmralı’yla görüşmeler yaptığı ve çözüm masasına oturacağı aşikardır. Ancak burada önemli olan masaya kimin eli güçlü oturacağı ve nihai kazananın kim olacağıdır. Çandar raporunda Mandela örneğinden yola çıkarak çözüm masasına her halükarda eli güçlü oturanın AKP olacağını söylüyor ve endişelenmeye gerek yok diyor. “Masaya oturmak” ise Kürt sorununun “çözümü” ve Türkiye’nin bölge vizyonu için kaçınılmazdır.

23  Kürt  Sorunu‘nun  çözümüne  dair  söylenenlere  bakıldığında  ilk  sırada  PKK’nin  silah  bırakması  geldiği  ortada. Bkz.  :  Türköne,Mümtaz’er;  “İyi  Şeyler  Nasıl  Gerçekleşecek”;  Zaman;12  Haziran  2009,  Mahcupyan,Etyen;  “Şiddette Mütekabiliyet”,Zaman;19 Ekim 2011;Çalışlar,Oral;”Kandil’den Ankara’ya Çözümün Şifresi”; Radikal;28 Haziran 201124  Çandar da bu durumu gizleme gereği duymuyor aslında. Raporun metodoloji ve amaç bölümünde Çandar durumu şu şekilde dile getiriyor: “Türkiye dışındaki örnekler için, çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) düşünce kuruluşları tarafından  etnik  kökenli  isyanların,  iç  savaşların,  ayaklanmaların  nasıl  sona  erdirildiğine  ilişkin  yapılmış  olan  çalışmalara başvurulmuştur.” ;sy. 10. Çandarın söz etmiş olduğu “düşünce” kuruluşları ve yayınları ise şunlar: “Amerikan Rand Corporation tarafından Deniz Piyadeleri’nin İstihbarat Faaliyet’ine katkı sunmak üzere hazırlanan “How İnsurgiencies End” (İsyanlar Nasıl Sona Erer) isimli çalışmadır. (Burada parantez açalım ve şunu belirtelim: Graham Fuller’in Kürt Sorununa dair yazmış olduğu “Turkey’s Kurdish Question” kitabı da yine Amerikan Rand Corporation tarafından finanse edilmiştir. Z. B.) (…) Yararlanılan diğer çalışma ise Amerikan Kara Harp Okulu’nun düşünce kuruluşu niteliğindeki Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (Strategic Studies Institute) 2004’te yayımladığı “Insurgiency and Counterinsurgency in the 21st Century: Reconceptualizing Threat and Response” (21. Yüzyılda İsyan ve Bastırma: Tehdit v Tehdide Karşılık Vermeyi Yeniden Kavramsallaştırma) başlıklı rapordur. Aynı kuruluşun Ocak 2007’de yayımladığı “Rethinking Insurgency” (İsyanı Yeniden Düşünmek) adlı çalışmasından da ayrıca yararlanılmıştır.”25  Birdal,Alper; “Çandar’ın Kürt Raporu: Pratik Aklın Eleştirisine Giriş”; soL Portal; 4 Temmuz 201126  Çandar,Cengiz; a.g.e.; sy. 80

Page 27: antitez dergisi bahar 2012

52

53

1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

Ancak raporda dikkat çekici nokta, Çandar’ın tersinden rapor boyunca empati kurmaya çalışan ve barış için cesur açıklamalar yapan pozudur. Özellikle Çandar’ın üzerinde çok sık durduğu ve “yeni paradigma” dediği sorunun PKK’siz çözümünün olanaksız olduğu ve bunun için de PKK’nin bir terör örgütü olarak değil isyan hareketi olarak kabul edilmesi gerektiği yönündeki tespiti önemlidir. Bu tanımlarda Çandar’ın bilimsel değil pragmatist davrandığını ve yine ABD’li kaynaklar aracılığıyla ko-nuyu çözmeye çalıştığını belirtelim.27

Çandar’ın bu empati kuran görüntüsü de yine ABD kaynaklı bir terimle açıklanıyor. 1957’de Ame-rikalı think-tank kuruluşları tarafından çıkarılan Conflict Resolution isimli dergiyle beraber siyaset bilimi literatürüne giren kavramın temelindeki düşünce şu: Karşıt iki taraftan biri diğerini çözüme zorlarken kendisini empati kuran ve karşısındakini de düşünen bir konumdaymış gibi gösterir. Asıl olarak karşı tarafa taleplerini kabul ettirmeye çalışır ancak çatışmanın talepleri kabul ettirmeyi zor-laştıracağı düşüncesiyle çatışmayı değil uzlaşmayı ön plana çıkarır. Böylelikle taleplerinin yalnızca kendisi için değil karşı taraf için de en doğrusu ve en yararlısı olduğuna karşı tarafı da ikna eder. Ancak yine de asıl karlı olan kendisidir. Yukarıda da belirttiğimiz durumu göz önünde bulundurursak Çandar bu raporunda kendisini (ve daha önemlisi raporu da) tarafsızmış gibi göstermekte ve Kürt-lerle empati kuran ve sorunun çözümünü isteyen aydın pozuna bürünmektedir.

Çandar’ın raporunda isyan ve terörü farklı kategorilerde değerlendirdiğini söylemiştik, bu farklar-dan raporda sık sık vurgulananı ise isyan hareketlerinin siyasi bir amacının olduğu ve belli bir sürecin sonunda savaştığı güçle masaya oturmaya çalışacağıdır. Terör örgütü ise kesinlikle masaya oturmaz ve savaştığı güçlerle karşı karşıya gelmek istemez.28 Buradaki mesaj ise nettir: Müzakereye ve anlaş-maya razı olursan isyan hareketisin ve yaşamaya şansın var; ancak emperyalizmle pazarlık etmezsen terör örgütüsün. Kanımca bu bakış açısı bütün rapor boyunca üzerinde önemle durulan noktalardan biridir.

Bütün bu belirtilenlerden sonra akla şu sorunun gelmesi kaçınılmaz oluyor: Çandar’ın raporu ve liberal-muhafazakar “aydınlar” sorunun çözümü için silahsızlanmayı ve çatışmaların bitmesini isti-yorlar, o zaman bunu istemek kötü müdür? Yıllardır binlerce gencin ölmesine sebep olan, Türkiye’yi bir iç savaşın eşiğine getiren bütün bu çatışmaların durması neden kötü olsun ki?

Böyle bir itiraz elbette ki haklı bir itirazdır; ancak sorunu savaş-barış ekseninde tartışmanın başka kimi sakıncaları vardır. Önemli olan bu süreçte rol alacak aktörler ve bu aktörlerin Türk ve Kürt halk-larının geleceğine dair planlarıdır. Bugün Orta Doğu coğrafyası yeniden şekillendirilirken ve Türkiye taşeron bir emperyalizme yönelirken dinci-liberal akıl hocalarının söz ettiği barışa kuşkuyla bakmak gerekmektedir. Eğer barış silahların susması ise PKK ve Türkiye Devleti kolaylıkla NATO’nun arabulu-culuğuyla silahlı mücadeleye son verebilir ve bu süreçte NATO güçleri bölgede çatışmasızlığı garanti altına almak adına konuşlanabilir. Ancak silahlar sustu diye daha büyük bir savaş ve suç makinesinin Türkiye halklarının kaderini belirlemesine izin vermek ancak liberallere ve dinci gericiliğe yakışır bir aymazlıktır. Söylemek istediğimiz özetle şudur: Çözümü silahsızlanma olarak koyan güçler sorunun büyümesine sebep olan uluslar arası süreci görmezden gelmekte ve savaş-barış ekseniyle emperya-lizmin bölgeyi şekillendirme çabalarını perdelemektedir.

AKP’nin Şark Kurnazlığı: Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi

Kürt Sorunu’nun çözümüne dair ekonomik boyut tartışılırken en çok gündeme gelen başlık uzun zamandır yerelleşme ya da yerel yönetimlerini güçlendirilmesi oluyor. Kürt hareketinin bağımsızlık

27  Terör kavramı ve PKK’nin konumu bu yazının kapsamı dışında kalmakta ve bu yazıyı aşacak bir tartışmayı gerektirmektedir. Ancak  ilk  elden  şunu  söylemek mümkün,  buradaki  itiraz  PKK’nin  bir  isyan  hareketi  olduğuna  dair  değildir.  Bunu  yaparken Çandar’ın dayandığı  kaynaklar ve bilimsel olma kaygısı gütmeden sırf pragmatik amaçlarla  tanımlar yapmasındadır. Örnek vermek gerekirse, Çandar  raporu boyunca sık  sık  terör ve  isyan hareketlerinin  tanımına ve  farkına değiniyor; ancak hemen sonrasında isyan hareketinin de terörü zaman zaman bir araç olarak kullanabileceğini söylüyor.28  A.g.e.; sy. 20

iddiasından vazgeçmesinden sonra yine Kürt hareketi tarafından demokratik konfederalizmden de-mokratik özerliğe kadar birçok model ortaya atıldı. En son Demokratik Toplum Kongresi’nin seçim sonrası Diyarbakır’da demokratik özerkliği ilan etmesi29 tartışmaları alevlendirmiş ve BDP’nin başını çektiği blok içerisinde dahi görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı. Eski Milli Görüşçü Altan Tan ve KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi blok içerisindeki muhalefetin başında yer alıyordu. Ancak kısa süre sonra Kürt Sorunu’na dair başka gelişmeler ve Kürt hareketinin AKP’nin sindirme politikalarına ma-ruz kalması zaten süreci pratik olarak işlemez hale getirmiştir. Önümüzdeki dönem için şimdilik gö-rünen AKP’nin yeni bir şark kurnazlığıyla Kürtlerin taleplerini yerine getirme havasında yerel beledi-yelerin yetkisini arttırması ve dünya ekonomisinin neoliberal yeniden düzenlenmesinde Türkiye’nin yerini alması olacağıdır.30

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla beraber 90’larda hız kazanan neoliberal ekonomik yapılanmanın Dünya Bankası’nın yayınladığı raporlarla beraber özellikle geç kapitalistleşen ülkeler için ekonomik bir kalkınma yolu olarak önerdiği yönetişim (İngilizcesi “governance”) modeli süreç içerisinde ya-yımlanan başka raporlarla kimi değişiklikler geçirdi.31

Yönetişim modelinin ilk ortaya çıktığı yıllarda dayandığı temel argüman aslında küreselleşmeyle paraleldir. 90’lar boyunca sosyal bilimlerin amentüsü haline gelen “ulus devletlerin sonu”, “kapi-talizmin mutlak zaferi”, “sivil toplumculuk”, “küresel ekonomi” gibi temel argümanlar aslında yö-netişim modelinin önerilmesine sebep gösterilen argümanlardır. Modelin diğer sivil toplumcu tez-lerden farkı ise, modelin “yönetime katılım ilkesini de aşarak ‘birlikte yönetme’ iddiasıdır.” 32 Dünya Bankası’nın ilk raporlarında minimal devlet, yönetime aktif katılan sivil toplum ve yerel yönetimlerle özdeşleştirilen yönetişim modeli sonraki yıllarda minimal devletin yerine müdahaleci devleti koya-caktı; ancak bu müdahaleci devletin önceki dönemlerden farkı halka kamu hizmeti taşıyan sosyal devlet değil, sermayenin önündeki engellerin kaldırılması için ekonomiye müdahale eden ve eko-nomik alanı yeniden düzenleyen devlettir. Küreselleşme rüzgarlarının estiği ve sermayenin mutlak iktidarını “muştulayan” 90’lı yılların başında ekonomik alanın düzenlenmesinde devlete ihtiyaç du-yulmayacağı düşünülüyordu; ancak ilerleyen yıllarda dünya kapitalist sisteminin ağır krizlerle sarsıl-ması ve ekonomik alanda yeniden müdahale eden bir özneye ihtiyaç duyulması yönetişim modelin-de kimi değişikliklere gidilmesine sebep oldu. Kamu harcamalarının devlet üzerinde yük olduğu ve devletin bu yüklerinden kurtularak ekonomik alana daha verimli müdahalelerde bulunabileceği tezi yönetişim kavramının yeni dönemine damga vurdu.33

Yönetişim modelinin yerel belediyeciliğe alan açan kısmı ise yönetim aygıtı olarak devletin yerel yönetimler, merkezi iktidar ve sivil toplum kuruluşları arasında paylaşılmasını öngörmesindedir. Devleti yönetmek için kurulan üçlü bir ittifak gibi görünen model, aslında iktidarın doğrudan serma-yenin eline geçmesi anlamına da gelmektedir. İşveren kuruluşları ve sendikaların ikisinin birden sivil toplum içerisine sokulması ve sanki merkezi iktidara karşı aynı taleplere sahipmiş gibi bir bütünlük

29  Dönemin gazetelerine bakılabilir: “DTK, Demokratik Özerklik İlan Etti”; 14 Temmuz 2011; “DTK, ‘Demokratik Özerkliği’ İlan Etti”; soL portal; 14 Temmuz 201130  Kürt  hareketinin  legal  ve  illegal  kolları  tarafından  dillendirilen  Demokratik Özerklik  talebi  Kürt  Hareketi  cephesinden sadece ekonomik boyut olarak değil aynı zamanda bir yönetim şekli olarak algılanıyor. Kuşkusuz AKP politikalarından bağımsız olarak bugün Kürt hareketi tarafından ortaya atılan Demokratik Özerklik talebinin de tartışılması ve eleştirilmesi gerekiyor. Kürt hareketine ait ya da yakın yayın organlarında işlenen konunun ekonomik ve yönetsel boyutları bölgenin bugünkü gerçekliğinde gerçekçi görünmüyor. Özellikle bir zamanların üçüncü yolculuğunu hatırlatan kapitalist olmayan ama zaten bir ulus devlet ölçeğine yaslanmadığından ve böyle bir talep de olmadığından sosyalist de olmayan ekonomi modelinin gerçekliği tartışmalıdır.31  Daha ayrıntılı bilgi  için bkz.: Bayramoğlu,Sonay: “Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim”; Praksis 7; sy 85-11632  A.g.y.; sy. 8733  Güler, Birgül Ayman; “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”; Praksis 9; sy. 100. Adı geçen makalede durumu vurgulayan başka bir durumda önemli görünüyor. Klasik liberal iktisatta kamu yönetimi olarak bilinen devletin kamu alanındaki etkinlikleri yönetişim modeliyle beraber artık kamu işletmeciliği olarak adlandırılmakta ve durum aynı zamanda devletin vatandaşa hizmet etmesi şeklinde kodlanan kamu yönetiminin kâr amaçlı bir faaliyete dönüşümünü de simgelemektedir.

Page 28: antitez dergisi bahar 2012

54

55

1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

içerisine sokulmaları, aslında temel çelişkileri devletle sivil toplum arasında gören ve sınıf müca-delelerinin üstünü örten bakış açısıyla paraleldir. Devletin de düzenleyici olarak ekonomik alana katıldığını ve kamu alanından çekildiğini de hesaba katarsak durum somutlaşmaktadır.

Neoliberal ekonomik modelin devamı durumundaki yönetişimin bugün AKP tarafından kabul edi-lebilir yanı aslında sermayeye alan açan yanıdır. Ancak AKP’nin bugün iktidar aygıtlarının tamamını klasik burjuva devletinin sınırlarını zorlayan biçimde kendinde toparlamış olması zaten yerel yöne-timlerin güçlendirilmesi meselesinin sanılandan daha sorunlu olduğunu da gösteriyor.34

“(…) dünyanın birçok ülkesinde governance (yönetişim) kavramı çerçevesinde, merkezi hükümet ile yerel yönetimler arasında, merkezi hükümet ve yerel yönetimlerin kendi içinde ve devletle sivil top-lum arasında yeni bir iş bölümü söz konusu iken ülkemizde devlet ve merkezi hükümet bu yetkilerini titizlikle ve kıskançlıkla korumaya çalışmaktadır.” 35

Alıntının iş bölümü konusunda söyledikleri kuşkusuz eleştirilebilir; ancak bugün Türkiye’deki yöne-timin geldiği nokta açısından doğru bir yere değindiği de şüphesiz.

Kısacası, AKP bir yandan ülkenin ekonomik yapısını sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştü-rürken diğer yandan da Kürtler için reform yaptığı görüntüsü vermektedir. Ancak AKP’nin sermaye dışında herhangi bir özneye alan açmayan iktidar yapısı görüntünün sahteliğini gözler önüne ser-mektedir.

Sonuç Yerine: 2. Cumhuriyet Neyi Çözer? Kürt Sorunu’nu mu?

Bütün bu söylenenler ışığında yapılacak temel tespitleri belirtmek gerekiyor.

Yukarıda AKP’nin Kürt hareketini tasfiye etmekten ziyade terbiye etmeye çalıştığını söyledik. Peki, Kürt hareketi tasfiye edilmek istense Türkiye’de Kürt Hareketi’nin boşluğunu dolduracak bir özne bulunabilir mi? En azından hem 90’larda hem de AKP’nin ilk dönemlerinde uzun vadeli bir plan olarak denediği süreç içerisinde mümkün olmamıştır. Açık olalım: Bundan sonra da mümkün görün-memektedir. Bunun nedenlerini sorgularken Kürt Hareketi’nin, Kürt Halkının gözünde bu meşruiyeti sağlamadan önce uzun bir mücadele dönemi geçirdiğini ve bunun yaklaşık 30 yıl süren bir süreç olduğunu bir kenara not etmek gerekir.

AKP’nin neden PKK dışında bir özneyi tercih edeceği sorusuna verilecek yanıt da önemlidir. Bunu anlamak açısından ise AKP’nin Türkiye için çizdiği rotaya bakmak gerekiyor. Cumhuriyetin bütün ku-rumlarını tasfiye eden AKP hükümeti Türkiye halklarına dair bütün ilerici değerleri silmeye kararlıdır. Dinselleşmeyi gelecek projesinin başına, hemen piyasalaşmanın yanına yazan AKP hükümeti öyle ya da böyle bir ulusal hareket olan Kürt Hareketi’nin bu özelliğinden dolayı içerisinde bulundurduğu modernist öğelere tahammül edememekte ve mümkünse kolayca yola getirebileceği öznelerle bu işi çözmek istemektedir.

AKP hükümeti Kürt Hareketi’ne alternatif bulmayı zorlarken daha çok Barzani’yi destekleyen, İslam-cı ve Amerikancı bir özne yaratma çabası içerisine girmiştir. Aslında bugün Türkiye’de siyaset yapan ve açıkça Kürt hareketini karşısına alan irili ufaklı kimi Kürt öbekler vardır ve birçoğu PKK karşıtlığını Barzani destekçiliği ile taçlandırmaktadır. Ancak bu öznelerden herhangi birinin Kürt hareketinin yerini almasının pek mümkün olmadığı kısa zamanda ortaya çıkmıştır. AKP hükümeti ise bu özneleri Kürt hareketini yola getirmenin bir aracı olarak görmüş ve bunlar üzerinden hareket üzerinde ideo-lojik bir baskı kurmayı denemiştir.

34  Klasik  burjuva  devlet  tanımında  güçler  ayrılığına  dayanan  yasama,yürütme  ve  yargı  organlarının  bağımsız  yapısının AKP’nin son dönem müdahaleleriyle tamamen ortadan kalktığını hatırlayabiliriz. Ayrıca KHK’larla fiili olarak yasama organı olarak meclisi geçersizleştiren AKP tüm gücü yürütme organında toplamış durumda.35  Göymen, Korel; Türkiye’de Kent Yönetimi; sy. 11-12; Boyut Yayınları; aktaran: Güler; Birgül Ayman; a.g.y.; sy. 112

Ancak diğer yandan AKP’nin kendi iktidar alanında da Kürtlere vaat edebileceği bir şey yoktur. Soru-nun çözümüne dair söyledikleri en radikal şeyler dahi Türk ve Kürt halklarının aynı dini paylaşmakta olduğudur. Aslında bu söylem Kürt sorununu ulusal bir sorun olarak görmek istemeyen AKP’nin çırpınışıdır. En başta belirttiğimiz gibi AKP’nin Kürt sorununa dair söyleyecekleri ve yapacakları “He-pimiz Müslümanız” söyleminden öteye geçemeyecektir.

Özetle söyleyebileceğimizi sonda söyleyelim: Kendisi herhangi bir meşruiyete sahip olmayan 2. Cumhuriyetin ve onun kurucu kadroları olarak AKP ve dinci-liberal “aydınların”, sorunu çözmeye yönelik hiçbir meşruiyetleri yoktur. Kürt sorunu gibi bölgemiz için yakıcı hale gelen sorunların, böl-gemizi yangın yerine çeviren emperyalizmin sorundaki rolüne son verilmeden çözülemeyeceğini söylemek ise malumun ilanıdır.

Page 29: antitez dergisi bahar 2012

57

RÖPORTAJ

Alper Birdal ile Röportaj

Zozan Baran: İlk sorumuzla başlayalım. Öncelikle bir genel giriş yapalım. “Arap Ba-harı” denilen bir süreç var ve bu süreç içerisinde Libya’da yaşananlar, son olarak Kaddafi’nin öldürülmesi, yine bu ülkede şeriatın ilan edilmesi, Tunus’ta İslamcıların başa geçmesi gibi gelişmeler belli bir fikir veriyor sürecin nasıl işlediğine dair, ancak yine de ortada bir kafa karışıklığı mevcut. Sürecin bir ayaklanma mı, devrim mi, yoksa bir karşıdevrim mi olduğuna dair tartışmalardan söz ediyorum. Neler söyle-mek istersiniz?

Alper Birdal: Dil konusunda biraz dikkatli olmak lazım. Bu “Arap Baharı” adlandır-ması, emperyalizmin özellikle Mısır’daki süreci daha enine boyuna manipüle etmeye başlamasından itibaren Batı basını tarafından yerleştirildi. Aslında Libya’daki olayla-rın bağlandığı nokta itibariyle Batı basınında bile başka nedenlerle bu adlandırmanın kendisi sorgulanmaya başlandı. Tırnak içerisinde kullanıyoruz biz bunu tabii; bir süreç var ve onu yaygın olarak anlatan bir adlandırma, bir ifade olarak yer veriyoruz, ama özellikle sözel olarak kullanırken tırnak işaretini belirtme şansımız olmuyor. Dikkatli olmak lazım; bu tür kavramların yaygınlaşmasının kendisinin ciddi bir ideolojik önemi var. Ortada bir bahar filan yok, Arap halkları açısından da bizim bölgemizin bütünü açısından da Türkiye halkları açısından da bir bahar falan yok. Üstelik kavramın ken-di referansı reel sosyalizmin çözülüş sürecine yapıldığı için sosyalistler açısından çok sağlıksız bir atıfta bulunuyor.

Murat Yılan: Prag Baharı’nı mı kastediyorsunuz?

A.B.: Evet, evet! Bu kavramı kullandığınız zaman, siz aslında antikomünist bir söy-lemden köken alan ve üstelik emperyalizmin bölge halklarına dönük çok büyük bir operasyonuna olumlu bir gönderme yapan bir dil kullanmış oluyorsunuz; buna dikkat etmek lazım. Aslında bu kavramın kendisinin eleştirisi dahi yaşadığımız sürecin nite-liği konusunda epeyce bir şey söylüyor. Bu sorgulanmaya başlandı. İlk başta hızlı bir biçimde yaşananları bir devrim olarak adlandırmaya başladılar, aslında burada kendi içinde tutarlı bir ideoloji geliştirdi emperyalizmin sözcüleri. Tutarlılık şuradaydı: De-diler ki, bu bir devrimdir, bu bir Arap Baharı’dır. Referans noktaları Prag Baharı’ydı, reel sosyalizmin çözülüş süreciydi. Prag Baharı çözülüş sürecini anlatmıyor, ama Sov-yetler Birliği’ne karşı verilmiş, yine aslında emperyalizmin reel sosyalizm deneyim-lerine karşı çok büyük bir ideolojik saldırı başlattığı dönemin önemli bir olayından bahsediyoruz ve çağrışım itibariyle ki bunu yazanlar da çokça oldu, 1989–91 kesitini anlatıyor daha ziyade. Buraya referans gösteren bir “devrim” kavramından bahsedi-yoruz ve bu kavramı kullanıyorlar. Bu referansın kaynağını düşünmek gerekiyor, yo-ğun şiddetli benzer bir ideolojik saldırı ve buna eşlik eden siyasi saldırı 90’lı yılların başlarından gerçekleşmişti. O zaman da kavramlar evreninde bunun bir karşılığı var-dı. Özellikle özgürlük kavramını ön plana çıkartıyorlardı, yine devrim diyorlardı, ama

daha fazla üzerine bastıkları şey özgürlüktü. Esaret altında yaşayan bütün halklar, Orta Avrupa halk-ları, Sovyet halkları özgürlüğüne kavuştu, diyorlardı. Türkiye’deki egemenler de bir ucundan dâhil oluyorlardı bu saldırıya; esaret altındaki Türk milleti özgürlüğüne kavuştu, diyerek dâhil oluyorlardı sürece. Şimdilerde devrim kavramını kullanarak bunun bir benzerini yapıyorlar. “Ortadoğu halkları diktatörlüklerden kurtuluyor, bu bir devrim, demokrasi yönünde adım atılıyor.” Bunun tabii ki hiçbir tanım itibariyle, nereden bakarsanız bakın, Marksizm’i geçtim, daha başka Batı sosyolojisinin devrim tanımlarına göre bile devrim olarak nitelenmesi mümkün değil. Çünkü bir ülkede, bir dizi ülkede, öyle ya da böyle birtakım kitlesel eylemliliklerin içinde bulunduğu süreç ile iktidarın değişmesi bir devrim anlamına gelmez. Önemli toplumsal olaylardır; bir halk ayaklanması vardır, ama buna dev-rim demek, iktidarın büyük bir nitelik değişiminde olduğunu ifade etmektir. Nitelik değişiminden bahsedeceksek eğer, nereye bakmamız gerekiyor? Birincisi, kendi içinde iktidarın sınıfsal kompozis-yonunu değişimine bakmak gerekiyor. Burada tabii Marksist bir çözümleme gerekiyor. İkincisi, dünya ile eklemlenme biçimi değişti mi? Bu sorulara eğer biz adamakıllı bir yanıt veremiyorsak, “ortada bir devrim var,” dememiz de mümkün olmuyor. Şimdi hangi örnekte bunların yanıtını olumlu verebiliriz? Peki, o zaman elde devrim diye ne kalıyor? Elde devrim diye kalan şey, aslında otokratik birtakım yönetimlerin yerini başka yönetimlerin almış olması. Henüz onların da ne olacağı şu anda aslında belirsiz ve hakikaten ciddi bir belirsizlik var. Örneğin Mısır’ı düşünelim; hala bir hükümet kurulabilmiş değil, ordu iktidarda, darbe yapıldı aslında Mısır’da. Ocak ayında seçimler yapılacağı söyleniyor, ama yapılıp yapılmayacağı kesin değil. Öncesinde anayasa referandumu veyahut anayasa değişikliği yapı-lacak mı, yapılmayacak mı; o da kesinleşmiş değil. Dolayısıyla bir otokratik rejim, örneğin Mübarek rejimi devrildi, yerine demokratik, meşruiyetini temsili demokrasiden alan bir rejim geldi, dolayısıyla bir devrim yaşandı denilen ülkelerde henüz bir tek Tunus, o da yeni, örneği verilebilir. Ona da yeri gelmişken değinmek gerekiyor. Tunus’taki seçimlere katılım oranı yüzde 51. Alın size meşruiyet. Yüz-de 51 içerisinde çoğunluğun oyunu aldı diye Müslüman Kardeşler’e bağlı El-Nahda isimli bir parti devrim yapmış sayılıyor. Avrupa’da bile daha yüksek katılımlı seçimler yapılıyor. Kuzey Afrika’daki bir ülkede yüzde 51 katılımlı seçim bize devrim diye yutturulmaya çalışılıyor. Yani Marksist terminolojiyi, Marksist metodolojiyi bile bir kenara bırakırsanız, basit anlamda bir rejim değişimi, efendime söyle-yeyim, otokratik rejimin yerine demokratik rejimin gelmesi gibi liberal tanımlamalarla bile ilişkili bir şey ortada yok. Libya’da ne oldu? Libya’da Ulusal Geçiş Konseyi diye bir ucube iktidara getirildi. İçinde El-Kaide var, içinde başka İslamcı gruplar var, içinde süzme işbirlikçi ajanlar var ve şeriat ilan ettiler, şeriatla yönetilecek bu ülke diye ilan ettiler. Bu mu Kaddafi otokrasisinden, diktatörlüğünden kurtul-mak? Geçmişte Latin Amerika’da örneklerini gördüğümüz gibi “bir diktatörü al, yerine başkasını ge-tir” şeklinde özetleyeceğimiz süreçlerden hiçbir farkı yok. Sadece bunu bu defa, en azından Mısır ve Tunus örneklerinde kitle tabanına sahip olan İslamcı örgütler üzerinden yapıyorlar. Eninde sonunda bağlamak istedikleri yer yine seçimli demokrasiler olacak, bu seçimlerin bir örneğini Tunus’ta yaşa-dık. Bunların siyaseten büyük bir anlamı olduğunu söylemek saçma olur. O halde ortada bir devrim yok, ortada Arap halkları için bahar denilen şey hiç yok. Bu yaşayanlar özet itibariyle, özü itibariyle emperyalizmin bölgedeki güç dengelerini kendi lehine değiştirmek ve aslında şu içinden geçtiği ağır kriz koşullarında Ortadoğu’da çok büyük ve biraz ertelenmiş bir restorasyon yapmaya başlamasıdır. Başka bir anlam taşımıyor.

Z.B.: Belirttiğiniz gibi böyle bir devrim süreci yok ortada. Ama uzun süre boyunca Türkiye’de birçok sol grup bunun bir devrim olduğunu söyledi. Hatta bunun devrim olmadığını söyleyenlere dair ciddi eleştiriler getirildi. Yani sol açısından ya da Marksizm açısından bakarsak böyle bir kafa karı-şıklığının sebebini nerede aramak gerekir?

A.B.: Bunun sebebini, yani daha doğrusu yaşananları bir devrim olarak niteleyen ve solda olduğunu iddia eden kesimlerin kafa karışıklığını Marksizm’le açıklayamayız. Bu herhalde hepimiz açısından net. Neden böyle yaklaştılar? Bu bence içinde yaşadığımız tarihsel dönemin karakteri ile biraz alakalı. El-bette ki, Türkiye solunun kendi hali ile alakalı. Tarihsel dönemin karakteri derken şunu kastediyorum: Biz uzun zamandır, ama özellikle son otuz senedir insanlık olarak bir gericilik çağını yaşıyoruz. Gerici-

Page 30: antitez dergisi bahar 2012

59

58lik çağında yaşamak aslında şu anlama geliyor; otuz senedir biz işçi sınıfının, emekçilerin, yoksulların haklı ve büyük zaferlerini neredeyse hiç görmedik. Tarihsel nitelik kazanan zaferleri yaşamadık. Bu ka-ranlığı yırtan, bir umut ışığı sunan zaferleri yaşamadık. Evet, küçük ve önemli zaferler yaşadı bu otuz yıl içerisinde. Kapitalist sistemin ve emperyalist sistemin meşruiyetinde ve egemenliğinde önemli aşınmalar da gerçekleştiği söylenebilir belirli açılardan. Ama sonuçta bir bilânço çıkardığımızda, ibre ne tarafı gösteriyor diye baktığımızda, ibre ne yazık ki bu otuz senede ağırlıklı bir biçimde emperya-lizmin ve kapitalizmin egemenliğini gösteriyor. Onların istediği oldu eninde sonunda. Somutlamak gerekirse, Irak işgali, Afganistan işgali dünyada ve Türkiye’de çok yoğun tepki çeken eylemler oldu, ama neredeyse on senedir, Afganistan için on senedir, Irak için sekiz senedir devam eden işgaller de var, böyle bir gerçeklik var ortada. Böyle bir tablo karşısında sol, solun belirli kesimleri kendiliğinden birtakım kalkışmalar ve bunlar üzerinden gelecek zaferler beklentisi içerisinde. İsterseniz psikolojik diyebilirsiniz, isterseniz siyaseten böyle bir beklenti içerisinde olduklarını söyleyebilirsiniz. Dolayısıy-la, Tunus’ta başlayan ve Mısır’da yayılan olaylara özellikle başlangıç evrelerinde fazlasıyla hayırhah bakan, bunlara fazlasıyla anlam yükleyen ve hiçbir şekilde ihtiyatla yaklaşmayan ve sonuç olarak bunları hemen bir devrim olarak niteleyip selamlayan kesimler ortaya çıktı. Bu sadece Türkiye’de olmadı. Bu aslında dünya solu içerisinde de, Ortadoğu’da da görülen bir yaklaşım biçimiydi. Ancak olayların gelişimiyle birlikte, bence özellikle burada Libya’ya dönük müdahalelerin başlangıç evresi kritik bir halkaydı, dünya solunca ve ülkemizde de solda duran pek çok kesim, bu süreci bir devrim olarak görüp selamlayan pek çok kesim kendini düzeltmeye başladı. Böyle bir gerçekliği görmezden gelmemek gerekir. Düzeltirken gerçekten düzelttiler mi; bu bir tartışma konusu. Çünkü bir kısım, biraz da bir ay önce, on beş gün önce söyledikleri şeyi, çok da üzerlerini çizemediklerinden belki, dediler ki, devrim bir dalga geliyordu, ama emperyalizm bunu ezdi, karşı devrimi gerçekleştiriyorlar diye devrimi savunma çizgisine geçtiler. Bu belirli açılardan daha tutarlı bir tez en azından, “bir dev-rim oluyor” tezine kıyasla. Bir kısmı ise açıkça biz yanıldık demese de, söylem değiştirdi bu yaşananlar içerisinde emperyalizmin rolüne işaret etmeye, ona karşı çıkmaya başladı. Bir üçüncü kategori daha var, ama bunları bana kalırsa sol olarak görmemek durumundayız. Bu kendini sol olarak niteliyor mu? Niteliyor, doğru, ama biz buradan bakamayız. Çünkü solun bence hiçbir tanımıyla, hiçbir tanımsal çerçevesiyle bağdaşmayan bir tutumdur bu. Bütün olup bitenlere bakıp, “emperyalist müdahaleyse emperyalist müdahale, sonuçta bu diktatörleri deviriyor, bu bir devrimdir,” demeye devam eden bir kesimden söz ediyorum. Ben bunlara sadece “Allah akıl fikir versin,” denilebileceğini düşünüyorum sadece. Bir de göstersinler, sormak lazım “nerede bu devrim, biz niye göremiyoruz,” diye. Göstersin-ler, Libya’daki şeriatçı sürüsüne devrimciler diyorlarsa ve hala biz soldayız diyorlarsa… Türkiye için örneğin, Doğan Tarkan gibi adamların yanında buyursunlar, saf tutsunlar. Onlar zaten AKP’ye burjuva devrimcileri gibi yaklaşmışlardı. Türkiye boyutunda işin bu tarafı belki biraz ön plana çıkıyor, belki biraz önem taşıyor. Türkiye solu büyük toplumsal olaylarda, yine diyebiliriz ki otuz senedir iyi sınav veremiyor. AKP’ye dönük tavrını da düşünecek olursak, Türkiye’de, çok açık söylemek gerekir, Türkiye Komünist Partisi olmasa Türkiye solunun AKP karşısındaki tavrı çok daha omurgasız, çok daha ikircikli olurdu bugün. Başlangıçta pek çoğu “Kemalist ideolojiyle, Kemalist diktayla, ordu vesayetiyle, asker vesayetiyle hesaplaşıyorlar; tamam, bu bir burjuva hesaplaşmasıdır ve bu sol için iyidir,” noktasından bakıp, AKP’cilik yaptılar. Bir kısmı orada kaldı, bir kısmı o mevziiyi iç siyasi tartışmalar sonucunda terk etmeyi başardı neyse ki. Ve bunda bence TKP’nin çok büyük rolü oldu; tutarlı ve doğru bir duruş ser-gilediği için. Ama kendi ülkenizde AKP’ye, AKP gibi bir belki de Türkiye tarihinde görülmüş en gerici iktidarlardan bir tanesine devrimcilik atfeden bir solun Ortadoğu’da yaşananlara da bakıp devrimcilik atfetmesi çok da şaşırtıcı gelmiyor bana, hazin geliyor, üzücü geliyor. Bizim nihayetinde zavallılığımızı temsil ediyor. Öyle ya da böyle, geniş tanımıyla bizim zavallılığımızı gösteriyor. Ama şaşırmıyorum.

M.Y.: Türkiye’den devam edelim. Recep Tayyip Erdoğan, Time dergisinin son haftaki kapak konusu oldu. Dergi şöyle diyor: “Batı yanlısı, seküler ve demokratik bir Türkiye var. Türkiye’nin Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’yi son yıllardaki gelişmelerle birlikte bölgesel bir güç haline getir-miştir.” Otokratik yönetimlerin yerini ne olacağını bilemediğimiz birtakım hareketler alıyor demiş-

tiniz. Ve devrimci bir durum için, bir devrim için bir rejimin gitmesinin yanı sıra yerine niteliksel bir değişimi de simgeleyen başka bir rejimin de gelmesi gerektiğini eklediniz. Bunun yokluğunda Türkiye’nin bir model ülke olup olmayacağını sorguluyor Time dergisi. Bu konuda ne demek ister-siniz? Tespitler doğru mudur? Bu model olma meselesini nasıl tartışabiliriz?

A.B.: Öncelikle şunu kastetmedim, yanlış anlaşıldıysa düzelteyim. Bize göre, yani Marksist yaklaşıma göre devrim denilen şey, sınıfsal anlamda iktidarın el değiştirmesidir ancak. Yani bir rejim içerisinde, kapitalist düzen içerisinde iktidarın bir kesimin elinden başka bir kesimin eline geçmesini biz devrim olarak görmeyiz. Ama şunu kastetmiştim aslında. Burjuva sosyolojisinin kavramları ve yaklaşımlarıyla bile baksanız, ortada şu anda en fazla diyebileceğiniz şey bir belirsizlik olduğudur. Evet, eski rejimler yıkıldı, yeni rejimlerin İslamcı karakterinin ön plana çıkacağı belli, ama onun dışında hiçbir şey belli değil henüz. Yani Libya’da ne olacağını bilmiyoruz. Ulusal Geçiş Konseyi denilen şeyin ne olduğunu kısa bir süre önce gördük. Kendi içlerinde de birbirine düştükleri zamanlar oldu. Belki de kendi ken-disiyle savaşmaya başlayacak. Ülke on yollar boyu sürecek bir iç savaşı yaşamaya devam edecek. Ya da o geniş koalisyonu, Amerikan destekli koalisyonu sürdürmeyi başaracaklar ve şeriatçı bir rejim kuracaklar. Ama ABD bir şeye göz yummayacak. “Tamam, bundan ötesini yapamadıysanız da önemi yok,” diyip seçimsiz yaşanmasına göz yumacak belki. Tercihler yönünden birtakım öngörülerde bulu-nulabilir, ama bir sürü ihtimal var şu anda ortada. Dediğim gibi, bunu başardıkları belki de ilk örnek olduğu için Tunus da hiç öyle güçlü bir örnek değil. Bir sürü itiraz var yapılan seçimlere, biliyorsunuz. El-Nahda partisinin aldığı oylar konusunda Batı kamuoyunda ve Türk basınında sürekli yalan söyle-niyor. Seçime katılım oranlarından kimse bahsetmiyor. Türkiye model olabilir mi sorusuna dönünce, aslında o bahsettiğin Time yazısında birinin görüşü olarak aktarılıyor, bir Ortadoğu uzmanının. Diyor ki, Türkiye bu ülkeler için, Arap ülkeleri için bir ilham kaynağı olabilir, ama model ülke olamaz. Çünkü Türkiye’nin tarihi başka; nihayetinde yetmiş küsür sene laiklikle geçen bir cumhuriyet dönemi. Tür-kiye model olabilir mi, olamaz mı sorusu ise, bana göre biraz saçma bir soru. Yani yapmak istedikleri şey bir sürü Türkiye klonu yaratmak değil. Ortadoğu’da yapmak istedikleri şey, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni, yan, Türkiye’de kurulmuş olan İkinci Cumhuriyet rejimini kullanarak bölgede emperyaliz-min çıkarlarıyla uyumlu, bununla rezonans tutturabilen, sürekli bir işbirliği halinde olan ve yerli bir görüntü vermeyi sürdüren, kitle tabanına sahip İslamcı rejimler yaratmak. Türkiye’nin de bu anlamda bir İslamcı rejimi var, ancak o Amerikalı uzmanın söylediği gibi, Türkiye’nin kendi tarihsel koşullarının sonucunda, on yıllık bir çözülme-yeniden kurulma sürecinin sonucunda oluşmuş bir rejim var. Bu ülkeler bunu yaşamadı ki. Bunu yaşama gibi bir ihtimalleri de, şansları da yoktu zaten. Bu ülkeler başka bir süreç yaşıyor ve buradan çıkacak olan şeyin Türkiye klonları olacağını düşünmek saçma olur. Ama dediğim gibi, yani buradan önemli olan, eğer buna bir model diyeceksek, bu anlamda bir model olduğunu söyleyebiliriz Türkiye’nin: Amerikancı, piyasacı, kitle tabanına sahip, bunun özellikle altını çizmek lazım, dolayısıyla kendisine “yerli” bir görüntü verebilecek bir iktidar, iktidarlar kuşağı istiyorlar. Niye? Şunu düşünmek lazım; neden Bin Ali gibi, Mübarek gibi, hatta Kaddafi gibi adamları istemediler? Kaddafi’yi hariç tutarsak, ki onun da son dönemlerinde geldiği nokta pek iç açıcı değildi, Bin Ali ve Mübarek örnekleri çok bariz; bunlar Amerikancıydı, bunlar piyasacıydı, bunlar halk düşma-nı adamlardı. Bunların ipini niye çektiler? Bunların ipinin çekilmiş olmasının sebebi aslında çok basit. Bunların ipini çektiler, çünkü bu kadar işbirlikçi, bu kadar piyasacı ve Amerikancı olmalarına rağmen bu adamlarla, o tip rejimlerle yapabileceklerinizin bir sınırı vardı. Eninde sonunda bunlar kendi ülke-lerinde Soğuk Savaş döneminin yarattığı tarihin devamcılarıydı. Bunu hiç unutmamak lazım ve bunun zorunlu olarak birtakım özelliklerini taşıyorlardı. Örneğin laik rejimlerdi, ancak özellikle bu coğrafya-da burjuva laisizminin açmazlarını fazlasıyla taşıyorlardı. İktidarlarının kitle tabanı, kitlesel meşruiyeti zayıftı. Meşruiyetlerini Amerika’dan, bölgesel rollerinden v.s. alıyorlardı ve o yüzden hep bölgeye yabancılardı. Tunus da, Mısır da, ikisi de eski rejimlerin devamıydı. Dolayısıyla birisi Burgiba rejiminin, öbürü Nasır rejiminin devamcılarıydı ve bunun izlerini taşıyorlardı. Laisizm de bu izlerden bir tane-siydi. Belli anlamlarda kamu kurumlarını, ekonomideki kamu kurumlarını tasfiye etme konusunda ellerini tutan bu bağlardı aynı zamanda. Mübarek, ülkesinde tarihsel denilebilecek boyutlarda özel-

Page 31: antitez dergisi bahar 2012

61

60leştirme yaptı, bununla birlikte yolsuzluk da yaptı. Ama örneğin, tarımdaki sübvansiyonları kaldır-mak konusunda yine de elini tutan bir özellikti demin saydıklarım. Çünkü bundan korkuyorlardı. Kitle tabanı zayıf, desteği dışarıdan olan iktidarlar, büyük kesimleri etkileyecek politikaları geliştirmekte hep titrek davrandılar. Ve emperyalizm, AKP sayesinde, net bir biçimde AKP sayesinde bu zayıflık-tan kurtulabilecek, ama aynı ölçüde, hatta belki daha fazla işbirlikçilik yapacak yeni iktidarlara sahip olabileceğini gördü. Bunu yokluyorlardı zaten. Tunus’ta başlayan süreç, bunun yapılabilir olduğunu kısa sürede algılamalarını sağladı ve gerekeni yaptılar. Türkiye burada bir model olarak işlev görmedi. Türkiye bu iş içindeydi, aktördü zaten. Şekillendiricilerden bir tanesiydi. Daha dün Suriye Müslüman Kardeşleri örgütü burada bir kez daha açıklama yaptı. Bu insanlar buraya Suriye’de başlayan krizle birlikte gelmediler. Gazi Mısırlı denilen adam örneğin; MÜSİAD’ın kurucularından bir tanesi. Kendisi Suriye Müslüman Kardeşleri’nin finansörü, perde arkasındaki lideri ve aynı zamanda Türk vatandaşı bu adam. Bunlar, bu tür insanlar, örgütler AKP’yle, AKP’nin geldiği gelenekle on yıllardır bağlantılı zaten. Türkiye’deki İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde çok boyutlu bir hale geldi bu bağlantılar. Geçenlerde Filistinli bir dostumuzun yaptığı bir belgesel TRT Türk kanalında gösterildi. İzleme şansı-nız oldu mu, bilmiyorum. Gazze şu anda İHH’nın, Deniz Feneri’nin, Kimse Yok Mu Derneği’nin, Türk Kızılayı’nın oyun sahası. Amerikan ve Avrupalı sivil toplum örgütleri terk etti Gazze’yi. Hamas’la geri-limleri ve İsrail’le ilişkilerindeki problemler nedeniyle terk ettiler. Zaten Batılı kimlikleriyle, açık açık emperyalist kimlikleriyle bu bölgede çalışmaları pek mümkün değildi. Terk ettiler ve onların yerini İHH’lar, Deniz Feneri v.s. aldı. Bu da bugün olmadı. En son İsrail’le yaşanan gerilimle olup biten bir şey değil bu. Türkiye bu anlamda bir modelden ziyade şekillendirici, yeni rejimlerin kurulması konu-sunda doğrudan rol sahibi aktörlerden bir tanesidir. Müslüman Kardeşler gibi örgütlerin Amerika’ya pazarlanması işinde, Amerika’ya güvence verilmesi işinde AKP’nin, Türkiye’deki rejimin özel bir rol oynadığını kesinlikle söyleyebiliriz.

Z.B.: Suriye’den ve “Arap Baharı” denen sürecin oraya sıçradığından söz ettiniz. Sormak istediğim şu: Aslında Suriye’deki durum Tunus ve Libya’ya oranla bizim ülkemizi daha fazla ilgilendiren ve bu süreçte Türkiye’nin ve AKP iktidarının daha aktif rol alacağının tahmin edildiği bir ülke. Örneğin, hükümet yetkilileri Suriye’de olanları Türkiye’nin iç işleri olarak gördüklerini söylediler. Bir diğer dinamik de Kürt sorunu; Kürtlerin bölgedeki etkisi sebebiyle aslında Suriye meselesinin Kürt so-runuyla da yakından bağlantısı var. AKP iktidarının Suriye’ye saldırması durumunda, burada Kürt dinamiği açısından neler değişir? Örneğin, PKK’nin karakol baskınlarından sonra, Suriye’nin PKK’ye yardım ettiği söylendi. Bir düşman yaratma çabası gözleniyor. Hepsi bir tarafa, “Arap Baharı” de-nen sürecin daha başından itibaren Kürt sorununun bağlamında kimi değişikliklere yol açtığını söyleyebiliriz aslında.

A.B.: Suriye’ye ilişkin olarak ne yapılmak istendiğini öncelikle tespit etmeye çalışalım. Kesin olan şu ki, ABD ve onun müttefikleri Esad rejimini yıkmak konusunda kararlı. Yani bu iş ABD açısından bakılır-sa şöyle bitemez: Gerilim tırmanır ha tırmanır, birtakım toplumsal olaylar olur v.s., ama en sonunda bu gerilim bir yerden sonra gevşemeye başlar ve Esad bir sürü ödün vermiş olarak ama şöyle ama böyle iktidarını sürdürür. Bu konuda ABD Dışişleri Bakanlığı’nın çok net bir biçimde kararlı olduğu görülüyor; böyle bir durum yaşanmayacak. Süreç ama işgalle, ama başka bir yöntemle ya da bölge-deki kışkırtmalarla Esad’ın gitmesi ve Baas rejiminin çökmesiyle sonuçlandırılmak isteniyor. Daha azına razı olurlar mı? Bu sorunun cevabı ise bölgesel dinamiklere bir hayli bağlı. Yani şu anda Suri-ye’deki iktidar ya da rejim toplumsal meşruiyet anlamında hiç de öyle zayıf görünmüyor. En son yapı-lan eylemlerin görüntülerini siz de görmüşsünüzdür. Bugüne kadar yapılan bütün bildiğimiz gösteri-lerde Esad yanlısı, Baas yanlısı çok da öyle bindirme kıtalar izlenimi vermeyen büyük kitleler sokağa çıktı. Ben bu sokağa çıkan kitlelerin açıkçası çok da Esad aşığı insanlar olduğunu düşünmüyorum. Azımsanmayacak sayıda bir Esad aşığı toplamı vardır, ama göstericilerin önemli bir kısmı aslında Suriye’nin gerçek problemlerinin bir hayli farkında olan, onları yaşayan işsiz ve yoksul insanlar. Ama Suriye’deki iktidarın diğer örneklerden farklı bir özelliği, belki de tarihsel şartların getirdiği bir şey, öyle ya da böyle bölgede özellikle İsrail karşıtlığından güç alan bir meşruiyetinin olması. Arap milliyet-

çiliğinin aslında en diri olduğu yer, Arap milliyetçiliğine öyle çok pozitif anlamlar biçtiğimden değil, bir ideoloji olarak, birlikçi ve dinden başka bir meşruiyet kaynağı olarak en diri kalabildiği yer Suriye’dir. Aslında Ortadoğu’da benzer başka bir ülke de yok. Bu nedenle her defasında kitlesel eylemler yapıl-dığında, emperyalist operasyonların ve provokasyonların da yoğunlaştığını görüyoruz. Burada Türkiye’nin rolü konusunda, Türkiye’nin giderek daha tehlikeli bir mecraya doğru sürüklenmekte ol-duğu gözlemini yapabiliriz. Ben bir süre öncesine kadar, özellikle bu son bir hafta içerisindeki kitlesel eylemlere, arkasından yaşananlara ve sonrasında Arap Birliği’nin kararına kadar AKP hükümetinin Suriye’ye dönük söylemini kontrollü bir biçimde sertleştirdiğini, birtakım silahlı grupları ve politik çevreleri rejime karşı himaye ederek, eğitim vererek, silah vererek yoluna devam etme eğilimi içeri-sinde olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyordum. Ancak bu yolun giderek tıkalı bir hal aldığı da görülüyor. Son dönemde yeniden Suriye için Libya senaryosunun ısıtılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu sefer daha güçlü bir biçimde yapıyorlar. Çünkü bunu mart ayından kısa bir süre sonra denediler, bunu Sol Portal’da yazmıştık. Denedikleri şey şuydu: Özellikle sınır bölgelerinde silahlı eylemleri de içeren provokasyonlar yaratıp, belki komşu ülkelerin, Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerin müdahalelerini de içeren sınır bölgeleri oluşturmak. Yani sınır bölgelerinde kurtarılmış bölgeler yaratma stratejisiyle hareket ettiler. Aslında Libya’da yaptıkları şeydi. Bu bölgelerde yerleşip, içe doğru yürüyüp, bir savaş ortamında iktidarı almak niyetindeydiler, ama bu tutmadı. Birkaç nedenle tutmadı. Yapılan provokas-yonlar umdukları gibi kitlesel göçlere neden olmadı. Türkiye’ye şu ana kadar 15 bin civarında insan geldi Suriye’den; söylenen en büyük rakam bu. Onların umdukları ise, 100 binler civarıydı. Böyle bir “insani” kisve altında müdahale yapmaktı hedefleri, şimdilik bu olmadı. Sonrasından belli bir bocala-ma döneminin ardından, bu sefer doğrudan bu ülkelerde eğitilen, silahlandırılan güçler tarafından müdahale yapılıyor ve bu arada muhalefet denen kesimlerin de Batıda örgütlendiklerini görüyoruz. Daha önce bir karikatür vardı ortada. Şimdi yine bir karikatür var ortada, ama bu sefer kurumsal bir boyut almış bir karikatür var. Şimdi bu tabloda bu güçlerin Suriye’de Libya’dakine benzer bir destek almadan iktidarı devirmesi mümkün değil. Bir yandan da diyor ki, emperyalizm Esad’ı devirecek, başka bir yol görünmüyor. O halde burada bir dış müdahale ihtiyacı var. Nitekim bunu sistematik bir biçimde gündeme getiriyorlar. Zaten ABD daha önce gündeme taşıdığı, ancak geliştiremediği kararını bir kez daha gündeme getirecek. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nda elde etmek istedikleri şey bu. Türkiye bu çerçevede bir tetikçi rolü oynamanın en büyük adayı olarak görünüyor. Buradaki aç-mazlardan bir tanesi, Türkiye’nin kendi Kürt problemidir. Yani açmazın bir sebebi gerçekten şu olabi-lir: Bu kadar saldırgan bir savaş politikası güdüyorken, sizin saldırdığınız ülkelerin de eli armut topla-mıyor. Ve PKK hareketinin, Kürt siyasi hareketinin silahlı kanadının bu tür bölgesel ilişkiler kurmak konusunda bir hayli mahir bir hareket olduğu, bu konuda bir hayli deneyimli bir hareket olduğu, yine bu konuda Suriye ile geçmişten gelen bağlantılarının da olduğu biliniyor. Pek çok boyutuyla diploma-sı yapabilen bir hareketten söz ediyoruz. Bunu olumlamak ya da yüceltmek açısından söylemiyorum, zaten böyle bir nesnellik var anlamında söylüyorum. Bu bir endişe kaynağıdır haliyle. Bunun bir ger-çekliği var, ama bu aynı zamanda Suriye’ye ve İran’a karşı bir propaganda aracı olarak kullanılıyor. Yani bu ülkelere müdahaleyi meşrulaştırmak için, bunların PKK’yi desteklediğinin propagandasının kulla-nıldığını söylüyorum. Aslında iki ucu keskin bir bıçak kullanıyor iktidar. Bir yanıyla başka ülkelere müdahale etmek için Kürt sorununu kullanıyor, öbür tarafıyla da Kürt sorununa müdahale etmek için başka ülkelerle arasındaki gerilimi ve saldırganlığı kullanıyor. Bunları hepsi nihayetinde, Kürt mesele-sinde bu iktidarın, bu devletin şu anda ipleri gerebildiği kadar gereceğine işaret ediyor. İlahiyane böyle mi kalacak? Böyle kalmayacağını zaten başbakanın kendisi de söylüyor. Bunun arkasından tek-rardan anayasa tartışması, tekrardan Kürt açılımı v.s. gibi şeyleri gündeme getirecekler. Bu hafta içe-risinde Barzani ile yapılan görüşmelerin içeriği konusunda yazılanları okumuşsunuzdur. Bu mesele-den çok boyutlu olarak yararlanmanın yollarını bulacaklar. Bana göre en kritik başlık, Barzani’nin görüşmelerde Türkiye’den garantörlük talep ettiğinin yazılması, Türkiye’nin de bu garantörlük talebi-ne aslında onay verdiğinin söylenmesi. Bunu da biz söylemedik. Bunu örneğin, Aksiyon dergisi yazdı. Hakikaten de hükümete yakın kaynaklar bunu söylüyorlar. Aslında, buradan ilerleyecekler gibi bir durum var. Bu tür adımları atabilmeleri için, yani Kuzey Irak’ta ABD’nin güçlerini çekmesi sonrası

Page 32: antitez dergisi bahar 2012

63

62Kuzey Irak’taki Kürt yönetimini himaye etmesi için Türkiye’nin, kendi içindeki Kürt problemini “çöz-mesi” lazım. Çözmesinden kastım şu; bu konuda iktidarını tekelleştirmesi gerekiyor. Bunu yapmaya çalışıyorlar, buna dönük bir basınç uyguluyorlar. Basıncı da Kürt hareketinin siyasi kanadı, yasal alan-daki siyaseti üzerine kuruyorlar. Bu çok rasyonel bir politika aslında hükümet açısından bakılırsa, çünkü esas olarak ihtiyaç duydukları şey, askeri anlamda bitirmekten ziyade siyaseten böyle bir mec-rayı ortadan kaldırmaktır. Çünkü Türkiye’de iktidar paylaşımı üzerinden dönen tartışmaların açıldığını düşünürsek, yani anayasa gündemi üzerinden dönen tartışmaları kastediyorum. Hatırlayın, kurucu meclis iddiasını bir BDP milletvekili gündeme getirmişti. İşte, bir BDP’linin ağzına kurucu meclis gibi kavramları veren bir dönemin tamamıyla kapanmasını istiyorlar. Bu, söylendiği zaman da yanlış bir tezdi. Bugün ne kadar yanlış olduğunu herhalde söyleyenin kendisi de artık kabul ediyordur. İktidar filan paylaşmaz AKP hükümeti, ne yapacaksa kendisi yapar. İktidarı paylaşmaya aday olanı da şu anda siyaseten ezmekle meşgul zaten. Bu baskıyı, bu basıncı böyle kuruyorlar. Arap ülkelerindeki gelişme-leri sık sık tersinden ifade etmelerine aldanmamak gerekiyor. Diyorlar ki, PKK aslında bu diğer ülke-lerde olduğu gibi kitlesel nümayişler yaratıp bir tür Türkiye’nin “Arap Baharı”nı yaratmak niyetinde-dir. Böyle bir niyeti var mıydı, yok muydu? Bunu tartışmayı gereksiz görüyorum, spekülasyon olur benim açımdan. Ama öbür taraftan hükümetin bizzat bu işten ne kadar yararlandığını, yani asıl olarak o “Arap Baharı” dedikleri şeyden AKP’nin büyük yarar gördüğünü söyleyebiliriz, az önce söylediğim nedenle: İki tarafı keskin bir bıçağa sahip oldular böylece. Bölgeye müdahale etmek için Kürtleri, Kürtlere müdahale etmek için bölge politikasını kullanabildikleri, her çatışma haberinin arkasından, bunların arkasında şunlar var dedikleri, Şam-Kandil-Tahran ekseninden bahsettikleri bir durumla kar-şı karşıyayız. Dolayısıyla kimin bu süreçten yararlandığı bana göre net.

M.Y.: Son bir sorumuz daha var. Kürt sorununun oturduğu yeni bağlamı Türkiye’nin iç siyasetine tercüme ederek açıkladınız. Bu arada, Kürt dinamiğinin emekçi dinamiklerle bütünleşmesinin, ya-kınlaşmasının önündeki birtakım engellerden de söz etmiş oldunuz aslında, dolaylı olarak. Tabii, bunun bir de olanakları doğuyor yeni bağlamda, bu dinamiklerin bütünleşmesi anlamında. En-geller düşünüldüğünde, burada sosyalistlere kimi görevler düşüyor. Buna ne demek istersiniz? Bu engeller, olanaklar nedir, sosyalistlere ne tür görevler düşer bu yeni süreçte?

A.B.: Son altı ayda, seçimden bu yana Türkiye’deki önemli siyasi güçlerin, gücü ve doğrultusu olan vektörler de diyebileceğimiz bu entitelerin hepsinin ya doğrultusunda ya kuvvetinde ya da ikisinde birden büyük oynamalar gerçekleşti. Türkiye’de bize göre, bir rejim değişikliği süreci tamamlandı. Birinci Cumhuriyet bitti, ikincisi kuruldu. Bütün düzen aktörleri her şekliyle kendisini bu duruma göre yeniden konumlandırıyor, kendilerini yeniden tanımlamaya ve adlandırmaya çalışıyor. Bu durum burjuva özneler açısından, sermaye egemenliğine bağlı özneler açısından, siyasi partiler ve diğerleri açısından hem yeni rejimin, İkin Cumhuriyet’in mantığıyla dikiş tutturma, ona ayak uydurma ihtiya-cından, onu geliştirme ve güçlendirme ihtiyacı açısından anlam taşıyor. Hem de üzerinde durdukları nesnel zeminin, siyasi-ideolojik zeminin değişmiş olmasından kaynaklanıyor. Somutlayacak olursam, şimdiki MİT müsteşarı ve onun ekibiyle PKK yöneticileri arasındaki görüşme kayıtlarını hatırlayın. Bundan bir yıl önceki bir Türkiye’de küçük çaplı, küçük çaplı da sayılmayacak muhtemelen, bir siyasi kriz dinamiğine neden olabilecek böyle bir örnek, bugün çok kolaylıkla hükümetin işine yarayabilecek bir biçimde, neredeyse üzeri kapatılan, unutturulan bir mevzu olarak devam ediyor. Bu, Türkiye’deki düzen aktörlerinin ne kadar yer değiştirdiğine ilişkin bence somut bir örnek. Biraz bunu yapmaya mecbur oldukları için, biraz da bunu yapmaya niyetli oldukları için yapıyorlar. Şimdi bu işin mecbu-riyet boyutundan tutulabilir. Türkiye’de bütün siyasi güçler bu ölçüde şiddet ve yön açısında değişi-me uğruyorken, siyasi harita birçok açıdan yeniden şekilleniyorken, yeni olasılıklar ortaya çıkıyorken, sosyalist hareketin de durduğu yerde durması intihar olur. Durduğu yerde durması demek, aslında sosyalist hareket olmaktan ya da işte parti formunu almış güçler olmaktan çıkıp tekrar kulüpler der-nekler aşamasına, iç dünyasına dönmesi anlamına gelir ki, bu zaten intihardır bugünkü Türkiye’de. Taşların böyle hızla üzerimize düştüğü, çöktüğü bir ülkede bizim içimize kapanmamız intihardan baş-ka anlama gelmez. Tersinin yapılması ise, bu değişen tabloda birtakım olasılıkların gerçekler haline

gelmesi durumunda sosyalist hareketin sıçramalı bir gelişme kat etmesini beraberinde getirebilir. Tersinden kastettiğim, bu dönemde, bu yeni nesnellik üzerinde Türkiye sosyalist hareketinin kendisini yeniden kurmasıdır aslında. Özet olarak şu soruya cevap vermesidir: Emekçi kitlelerin algısında ne işe yarıyoruz? İşte, X partisi ne işe yarıyor? Ya da sosyalistler bu ülkede ne yapıyorlar, ne işe yarıyorlar sorusunun yanıtlanmasının sağlanması gerekiyor. Şimdi bu sorunun kendisi, bahsettiğim kitlelere empoze edeceğimiz, onları sormaya zorlayacağımız bir soru değil. Oradan çıkmış olmak büyük bir avantaj. Bundan otuz sene önce, 1980 darbesinin ardından aslında, 80’li yılların karanlığında yine kendisini kurmaya çalışan bir sosyalist hareket vardı Türkiye’de. O zamanki soru başka bir soruydu ör-neğin. O zamanki soru kitlelerde kendisinin nasıl algılanacağı, nasıl anlamlandırılacağı sorusu değildi; kendi kuruluşunu nasıl gerçekleştireceğini soran bir sosyalist hareket vardı. Bugün ise Türkiye’de iyi kötü herkesin bildiği, herkesin tanıdığı bir sosyalist hareket var. Dolayısıyla kendini çok daha ileri bir yerde kurma ihtiyacında olmalı ve daha geniş olanaklarla karşı karşıyadır.

M.Y.: Türkiye’deki sosyalist hareketin şu anda uğraşmaları gereken şeyin değiştiğini, mücadelele-rine ışık tutacak sorularının değiştiğini belirttiniz. 80 sonrası dönemden günümüze değin, kendile-rini nasıl tanımlayacaklarına dair sorular sordular. Artık bu soru aşılmıştır. Daha ileri bir zeminde, artık kendilerinin halkta nasıl bir algı yarattıkları, yaratmaları gerektiği sorularına cevap aramaları gerektiğini söylediniz.

A.B.: Aslındai kritik olan şey bana göre, “ne işe yarar, ne yapar” sorularına yanıt vermektir. İnsanlar bu soruları sadece sosyalist hareket için değil, örneğin CHP için de sorularlar. Kılıçdaroğlu ne yapar diye soruyorlar. Haliyle insanlar, siyasi ilgi alanlarına giren bir dizi aktör için de bunları soruyorlar. Bir tarafıyla belki geniş kesimlerde bir umutsuzluk hali ortaya çıkmış olsa da, bir taraftan da bir arayış hali var olmaya devam ediyor. Çünkü İkinci Cumhuriyet dolu dizgin gelmiş olsa da, herhangi bir burjuva öznesi toplumun geniş kesimlerindeki bu arayışlara cevap verme şansına sahip değildir.

M.Y.: Siyasal hareketlerin zeminlerinde yaşanan kaymanın insanların algılarına yansımakta oldu-ğunu söylüyorsunuz.

A.B.: Bunun somut örneklerini vermek gerekirse, Kürt toplumsallığı böyle bir yerde duruyor; bir şe-kilde İkinci Cumhuriyet kapsayamadığı, bir yere oturtamadığı bir kitlesellik olmaya devam ediyor. Zaten son dönemin operasyonları ve uygulanan siyasal basınç, en nihayetinde Kürt siyasetinin İkinci Cumhuriyet içinde bir konum almasını sağlamaya yöneliktir. Burada, illa ki Kürt emekçileri içinde ken-disine “sosyalist hareket ne yapar, ne işe yarar” sorusunu sorup, bir yanıt bulabildiğinde sosyalizme bağlanabilecek, yüzünü sosyalizme çevirecek kesimler çıkacaktır. Kürt hareketine, özellikle de yasal siyasete baskı uygulanıyor ve bu kanal kapatılıyorsa eğer, bu, batıda Kürt siyasi hareketinin bitiril-mesine dönük bir hamle yapıldığı anlamına gelir ve batıda bitmiş bir Kürt siyaseti siyaset yapamaz hale gelir. Bu yüzden de aydınları ve akademisyenleri içeri alıyorlar. Bizim bu noktada hem Kürt siyasi hareketinin siyaset yapma hakkını savunmamız, hem de orayla geliştireceğimiz güçlü bir empati ile bağımsız sosyalist hattımızı taşıyabilmemiz bu kesimde, batıdaki Kürtler nezdinde önemli bir adım olacaktır. Geçmişte olduğundan daha fazla etki edeceğini söylemek abartı olmayacaktır. Bence bu-gün sosyalist hareket açısından kritik olan şey, değişen nesnellikte kendisini kurmayı başarabilmesidir ve başardırığı takdirde de önü açık olacaktır.

M.Y. & Z.B.: Teşekkür ederiz Alper Bey. İyi yayınlar.

A.B.: Rica ederim. Size de iyi yayınlar, iyi çalışmalar.

Page 33: antitez dergisi bahar 2012

65

Serkan Sönmezgil

OKUMA NOTLARI

Ulus ve Diyalektik Us

Stalin’in “Marksizm ve Ulusal Sorun” makalesi, Birinci Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesinden bir yıl önce, 1913’ün ilk aylarında yazıldı. Makalede, yazıldığı dönem-de ulusal sorun alanında hâkim olan iki temel eğilim, teorik metinlerden ve prog-ramlardan yola çıkarak, bütün özellikleriyle karşı karşıya getiriliyor: Avusturya sos-yal demokrasinin ulus kuramı ve Rusya sosyal demokrasisinin ulus kuramı. Joseph Stalin’in bu makaleyi kaleme alırkenki birincil ereğinin yükselmekte olan milliyetçili-ğin sola nüfuz etmesini engellemek olduğu söylenebilir. Bu kaygının yerindeliği, İkinci Enternasyonal’in Birinci Paylaşım Savaşı’nda nice sosyal demokratın savaşta kendi ülkesini desteklemesinden ötürü, savaşa karşı proleteryan ve enternasyonalist bir ta-vır almakta gösterdiği başarısızlık ile kanıtlanmıştır. Bu makaleyi önemli kılan özellik, nesnelliğin çokça devingen niteliğine karşı, ivedilikle geliştirilmiş, “süreç”, “tarih” ve “iktidar” fikirlerini içeren bir diyalektik akıl ile yazılmış rafine bir yanıt olmasıdır. Bu-nun ötesinde, tartışma yöntemi açısından gelişkin bir örnektir, çürütmeye yöneldiği akımın ana düşünürlerinin teorik metinlerini ve bu akımların programlarını doğrudan alıntılayarak eleştiri nesnesi olarak inceler ve önerdiği doğru konumu bunlarla çarpış-maya sokarak açımlar ve perçinlendirir.

Öncelikle, Stalin’in meseleye dair çizdiği çerçevenin anlaşılması için bölüm bölüm ilerlemekte ve can alıcı noktalarda notlar düşmekte yarar var. Ardından, bu makale-nin günümüz nesnelliğinde hangi teorik tartışmalarda yol gösterici olabileceği, nere-ye ışık tutabileceği üzerine birkaç söz söylenebilir.

Birinci bölüm, ulusal sorun tartışmalarında temel birim niteliğindeki “ulus” katego-risinin net bir tanımını yapıyor. Öncelikle ulusun tarihsel olarak yapılanmış ve sürek-lilik arz eden bir insan topluluğu olduğu belirtiliyor. Ardından ulusu oluşturan ve bir bütünlük sağlayan özellikler sıralanıyor: dil, toprak bölgesi, iktisadi yaşam ve kültür ortaklığı biçimini alan psişik formasyon ortaklığı. Bu dört ögenin bir arada bulunması-nın şart olduğuna vurgu yapılıyor. Ve bu tanımın karşısına Avusturya sosyal demokra-sisinin gelişkin teorik akılları olarak öne çıkan Springer’in ve Bauer’in ulus tanımlarını koyuyor ve bunları idealist ve tutarsız olmakla suçluyor. “Bauer tarihsel bir kategori olan “ulus”u, etnografik bir kategori olan “kabile” ile karıştırmaktadır.” Stalin’in bu cümlesi, Avusturya sosyal demokrasisinin ulus kuramının tutarsızlığını ve yanlışlığını özetleyen cümle olması açısından önemlidir. Bauer ve Springer, ulusa nesnel koşul-lardan bağımsız, mistik bir konumu olan “ulusal karakter” atfederler. Springer ulus tanımına toprak bölgesi ortaklığı şartı koymaz iken, Bauer de dil ortaklığını gerekli görmez. Ancak Bauer kitabının sonunda, kapitalizmin Yahudilerin bir ulus olarak var-lıklarını sürdürmesini engelleyeceğini söyler ve bu iddiasını “toprak bölgesi ortaklığı-nın” yokluğuna bağlar.

İkinci bölüm ulusal hareketler üzerinedir. Kapitalizmin eşitsiz gelişme koşullarının bir sonucu olarak çeşitli ülkelerin toplumsal formasyonlarında ulusal sorunun farklı bi-

çimlerde ortaya çıktığından söz ediliyor. Ezilen ulusun ulusal hareketinde burjuvazinin başat aktör olduğu saptaması yapılırken, hareketin ulusal hareket biçimine bürünmesi için işçi sınıfının ve köylü-lüğün katılımının şart olduğu ifade ediliyor. Katılım koşulları ve hareketin iddiaları ve talepleri elbette ki çeşitlilik gösterir, dolayısıyla Bauer’in iddia ettiğinin tersine, nesnel koşullardan bağımsız olarak süreklilik ve evrensellik arz eden “ulusal karakter”den söz edilemez. “Ulusal karakter” toplumsal for-masyona siyasetin etkisiyle değişiklik gösteren bir kategoriden ibarettir. Öte yandan, ulusal harekete işçi sınıfının katılımı üzerine önemli saptamalarda bulunuluyor. Stalin, işçi sınıfının harekete katılma-sının yalnızca görünürde bir “halk hareketi” sağlayacağını, hareketin özünde her zaman “burjuva” kalacağını ifade ediyor. Ancak, ulusal hareketin yarattığı bir tehlikeye işaret ediliyor: “ortak ulusal çıkarlar” kisvesi altında yürütülen bir mücadelenin hareketin bileşenleri olan burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıflar savaşımını ideolojik ve politik alanda geriletmesi: “İşçi sınıfının çıkarlarını savu-nan sosyal demokrasinin görevleri ile çeşitli sınıflardan oluşmuş olan ulusun hakları, iki ayrı şeydir.” Stalin ayrıca, “bilinçli proleterya” olarak tarif ettiği siyasallaşmış proletaryanın burjuvazinin “ulusal” bayrağının altında mücadele vermemesi gerektiğini söylüyor ve iki mücadelenin ayrı konumlarının önemini teslim ediyor. Bu noktada Stalin bir kez daha Bauer’e saldırıyor, sınıf mücadelesini ulusal mücadeleye “uyduran” “ulusal evrim” kavramından ötürü.

Üçüncü bölüm “Sorunun Konumlanışı” başlığını taşıyor. Can alıcı nokta başta belirtiliyor: ulusun özerkliğe ve bağımsızlığa erişme hakkının bulunduğu ancak bunların her koşulda emekçi kesimler için elverişli olacağına dair bir kaide olmadığı. Ulusal sorunun çözümüne dair konumların, o ülkenin tarihselliğine bakılarak şekillenmesi gerektiğinin altı çiziliyor. Dolayısıyla ulusal soruna dair evrensel bir çözüm önerisi, diyalektik ve tarihsel materyalizm yöntemine terstir ve geçerliliği bulunmamakta-dır. Bu eleştiri ile birlikte, Avusturya sosyal demokrasisinin soruna dair konumlanışı tartışmaya açı-lıyor: her koşulda ulusal özerklik. Alıntılarla, Avusturya sosyal demokrasisinin Avusturya devletinin bütünlüğünü ilke olarak savunduğu ve ulusların bir arada yaşamasının uzun yıllara yayılacak ve ulusal özerkliğin kurumsal yapılanmalarını oluşturacak bir reformlar süreciyle mümkün olacağını savladığı teşhir ediliyor. Ardından, Avusturya ve Rusya, eşitsiz gelişme yasası ışığında bir karşılaştırmaya alını-yor; Avusturya’da parlamenter sistemin “ulusal sorun” yüzünden çok defa çıkmaza girdiği ve bunun bir siyasal kriz yarattığı söyleniyor, Rusya için ise, tarım sorununun yakıcılığına vurgu yapılarak “ulusal sorun”un bağımsız düşünülemeyeceği, tarihsel ilerleme açısından temel sorununun bütünlüğü dahi-linde bir sorun olarak düşünülmesi gerektiği ifade ediliyor. Dolayısıyla Rusya için Rus sosyal demokra-sisinin sorduğu soru “ilerleme” ve ilerideki uğraklarda “devrim” fikri etrafında gelişirken, Avusturya için Avusturya sosyal demokrasisinin sorduğu soru “reform” ve “devletin bütünlüğü” etrafında gelişi-yor. Yöntemsel bir farklılığa işaret eden bu durum, elbette ki farklı erekler ışığında farkı yanıtların ve farklı çözüm önerilerinin sunulmasına vesile oluyor.

“Ulusal Özerklik” başlığını taşıyan dördüncü bölüm büyük önem taşıyor. Bauer, somut durumun so-mut tahliline ve tarihsel bakışa aykırı olarak, Avusturya örneğinde işçi sınıfını temsil etme iddiasın-daki sosyal demokrat partinin “ulusal özerklik” ve “ulusların devleti” talebini evrensel bir düzeye taşıyarak, bütün ezilen ulusların işçi sınıflarının sorunun çözümü için ulusal özerklik talep etmesi ge-rektiğini bir değişmez ilke olarak konumlandırıyor ve böylelikle ulusların kendi kaderini tayin hakkının konjonktüre göre değişen işleyişini doğrudan “ulusal özerklik” biçimine indirgiyor. Burası, Stalin için Bauer’e yönelttiği eleştirinin belkemiğini oluşturuyor. Ardından Stalin, kapitalizm ve kültür ilişkisine dair bir kuramsal açıklama getiriyor: Kapitalizmin ilk aşamalarında, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir kültür ortaklığından bahsedilebilir, ancak sanayinin gelişmesiyle ve sınıf mücadelesinin belirginleş-mesiyle birlikte bu ortaklık ortadan kalkar. Somut örnek olarak, giriş bölümümde belirttiğim böyle bir yazı yazmaktaki motivasyonu görünür kılarcasına, bir noktadan sonra patronların savaş isterken işçilerin savaş istemeyeceğini veriyor. Bu açıklamanın üzerinde durmakta ve bazı açımlamalar yap-makta yarar var. İşçi sınıfının, tarihsel misyonunu gerçekleştirmeyi hedefleyen bir siyasal aktör olarak sahneye çıkması, burjuvaziyle arasındaki çatışmaların kuvvetlenmesi, burjuvazinin ideolojiler alanın-daki ayrıcalıklı konumundan ötürü üretebildiği ve sürdürebildiği “ulusal birlik ve bütünlük” fikrinin

Page 34: antitez dergisi bahar 2012

67

66zayıflamasına yol açacaktır. “İşçi sınıfının ulusu yoktur.” mottosu bu bağlamda değerlendirilmelidir, arzu edilen bir siyasi konjonktüre işaret etmektedir. Bu, hiçbir zaman “işçi sınıfı siyasetinin ulusal ölçeği yoktur” manasına gelmemektedir.

Bauer ve Springer ise, işçi sınıfını örgütlemek yerine ulusu ulusal özerklik içinde “yaratma”ya ve “örgütleme”ye yönelerek, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte antagonizmaları daha da belirginleşen burjuvaziyi ve işçi sınıfını bir arada tutmayı amaçlıyorlar. Aynı zamanda, uluslara özgü özellikleri koru-mayı ve geliştirmeyi de hedefleri arasına yerleştiriyorlar. Dolayısıyla akıl yoluyla toplumsal gerçekliğe yönelik ilerletici müdahale ilkesi reddedilmiş oluyor. Stalin, Gürcülerin geleneksel “intikam hakkı”nın da mı korunup geliştirileceği sorusunu sorarak bu konumu eleştiriyor.

Stalin, bu bölümü, “ulusal özerklik” ilkesiyle birlikte Avusturya sosyal demokrasisinde yaşanan ayrış-malara ve parçalanmalara işaret ettikten hemen sonra bu sözlerle sonlandırıyor:

“Böylelikle görüyoruz ki ulusal özerklik ulusal sorunu çözmüyor. Daha da kötüsü, işçi sınıfı hareketinin birliğinin yıkımına, işçilerin uluslarına göre ayrılmalarına ve aralarındaki anlaşmazlıkların güçlenmesi-ne uygun bir zemin yaratarak sorunu daha vahim ve karmaşık bir hale getiriyor.”

Beşinci bölüm doğrudan Bund eleştirisine ayrılıyor: “Bund, Milliyetçiliği ve Ayrılıkçılığı”. Bu bölümde, Yahudilerin o on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşadıkları asimilasyon sürecine atıfta bulunula-rak kapitalizmin gelişmesiyle birlikte belirli bir toprak bölgesinde bulunmayan Yahudilerin ulus ola-rak kalıp kalmayacakları tartışılıyor ve salt Yahudi işçilerden oluşan ve çeşitli ülkelerde örgütlenen, Yahudi proletaryasını temsil etme iddiasındaki Bund’a değiniliyor. Ünlü Bundçu Goldblatt’ın ulusal özerklik kavramının içini “ulusların kültürel gelişme özgürlüğünü güvenceye alan kurumlar” ile somut anlamda doldurmasına karşı eleştiriler dile getiriliyor ve böylesi bir güvencenin mümkün olamaya-cağı tarihsel örnekler ile anlatılıyor. Ardından, Bund’un milliyetçiliği, talepler üzerinden ifşa ediliyor: her ulusun kendi dilini konuşma hakkından öte, “Yahudilerin kendi dillerini konuşma hakkı”, haftanın belirli günlerinde dinlenme hakkından öte “cumartesi günü Yahudilerin bayram kutlama hakkı”, sağ-lık hizmetlerine erişim hakkından öte, “Yahudilere ayrılmış Yahudi hastaneleri” fikri. Ayrıca, önceleri sosyal demokrasiyle birlikte saf tutan Bund’un belli bir zamandan sonra partilerden ayrıldığı ve hatta Polonya örneğinde Polonyalı milliyetçilerle birlikte sosyal demokratlara karşı konum aldığı bildiriliyor.

Altıncı bölüm, “Kafkasyalılar, Tasfiyeciler Konferansı” adını taşıyor. Bu bölüm, “bölgesel özerklik” teması üzerinde yoğunlaşıyor. Eşitsiz gelişme yasası uyarınca geri bir konumda bulunan Kafkasya bölgesine ve Kafkas halklarının, verili haliyle ulusal sorunun çözümü için, Tasfiyeciler Konferansı’nda önerilen biçimiyle temelde kültürel farklılıklara ve bunların korunmasına vurgu yapan bir “özerk yö-netim” kurmalarının işlevsiz olacağı belirtiliyor. Böylesi bir yapılanmanın, Kafkasya’nın geriliğini kat-merlendireceği, ilerlemeden ırakta kalmasına, yalıtılmışlığa hapsedilmesine yol açacağı ifade ediliyor. Bu konumdan hareketle, gericiliğin iktisadi ve toplumsal mekanizmalar aracılığıyla kök saldığı Kafkas coğrafyasına ilerletici müdahalelerin gerekliliğine varılabilir. Rusya sosyal demokrasisi de, Kafkasya’ya dair böylesi bir özerklik modeli önermektedir. Bu bölümde geçen “üstün kültür” ve “aşağı kültür” kavramsallaştırmalarına yazının geri kalan kısmında değineceğim.

Sonuncu bölümdeyse, önceki bölümlere göndermeler yapılarak, Rusya’da ulusal sorunun çözümüne dair vazgeçilmez ilkeler sıralanıyor: ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bölgesel özerklik, her biçimde ulusal eşitlik, işçilerin enternasyonal bir zeminde birleşmeleri.

Belirli noktalarda notlar düşerek sunduğum özet niteliğindeki tanıtımın ardından, Joseph Stalin’in 1913’te yazdığı “Ulusal Sorun ve Marksizm” makalesi günümüzde ideolojik mücadeleyi hangi açı-lardan destekleyebilir, hangi kısımları vurgulanmalıdır, hangi kısımlar ek bir açımlamayı gerektiriyor, bunlara değinilebilir. Öncelikle bu makale, sosyalist aydınlanmacılığın, idealist cenahtaki dinci ide-olojilerle ve kimlikçi ideolojilerle kurduğu ilişkinin bir tarihsel örneğini oluşturur. Öte yandan, mer-kezileşmiş bir kolektif aklın bir özerklik modelinde nasıl bir işleve sahip olacağını anlamak açısından

önemli bir yere sahiptir. Üçüncü olarak, bu metinde Marksizm’de “kültür” tartışmasının ilk nüvelerini görebiliriz. Bu üç başlığın birbirlerini dışladığı söylenemez, aksine birbirleriyle çokça ilişkilidirler. Do-layısıyla konuyu ayrı ayrı tartışmaktansa, bir bütün halinde sunmaya çalışmak daha anlamlı olacaktır.

Bir ideoloji olarak sosyalist aydınlanmacılığın siyasal alandaki yansıması sosyalist müdahaleciliktir. İşçi sınıfının siyasal alanda bir başat aktör olarak ortaya çıkma yollarının formülasyonu, onun yük-selişine engel teşkil edecek siyasal ve ideolojik konumların temizlenmesini gerektirir. Pragmatizm ya da eklektizm kan uyuşmazlığı yaratacaktır. Stalin’in Bauer’e ve Bund örneğine karşı takındığı tavır bu bağlamda çok önemlidir. Ulus tanımı, mistik olarak tariflenmiş, nesnel koşullardan bağımsız bir sürekliliğe sahip “ulusal karakter” gibi bir öge içeren ve dolayısıyla idealist sapmaya örnek teşkil eden Bauer’in kuramsal konumunun Birinci Paylaşım Savaşı’nda nasıl bir siyasal tavır üreteceğini kestir-mek zor olmayacaktır. Dolayısıyla kan uyuşmazlığını tespit etmek ve müdahalede bulunmak hayati önem taşır. İdealist bir kategori olan dinsel kimliğin siyasal alanda yansımaları açısından da durum benzerdir, sızmalara karşı alınan tavır bellidir. Yek başına ayrı bir tarihsellik taşıyan bir mutlak kategori olarak “kimlik” üzerinden, üretim ilişkilerinden ve sınıf mücadelelerinden bağımsız birtakım temel antagonizmaların üretilmesi kabul edilemez. Bu duruş, günümüze miras kalan önemli bir değerdir. Benzer bir şekilde, tarihsel ilerleme koşullarında “kimlik”, ana belirleyen niteliğinde bir kıstas değil-dir. Tasfiyeciler Konferansı’nın kültürel kimlikçi konumuna getirilen eleştiri, günümüzde müdahaleyi ilkesel olarak reddeden bir yerelcilik anlayışına da getirilebilir. Kafkasya’da yaşayan halkların, üretim ilişkileri temelinde geri kalmışlıklarını kültürel konumlarına etkide bulunmuştur. Kafkasya örneğin-de sosyalist aydınlanmacılığın ve müdahaleciliğin, soyutlama olanakları çeşitli tarihsel sebeplerden dolayı güdük kalmış birtakım yerel dillerin ya da kültürel kodlara kazınmış ve sürmekte olan dinsel yapılanmaların, cemaatlerin mutlak savunusunu yapması değil, bu yerelliklerin tarihsel ilerleme yo-luna girmesine rehberlik edecek gerekli tedbirleri alması beklenir. Türkiye nesnelliğinde Kürtçe, dile dair bu sınıflandırmaya kati suretle girmemektedir. Ancak cemaatleşme olgusunun yükselişine karşı yerelin eğilimini temele koyan bir yaklaşımdan kaçınılması gerektiği aşikardır. Bu noktada sosyalist aydınlanmacılık ile merkezileşmiş bir kolektif akıl kesişmektedir.

Buradan “kültür” tartışmasına geçebiliriz. “Üstün kültür” ile “aşağı kültür” kavramları yöntemsel olarak iki kültürün salt kültüre dair özelliklerinin deneysel olarak ve bütünlükten bağımsız şekilde kefeye koyulmasıyla ortaya çıkmamıştır. Bir topluluğun yaşadığı tarihsel süreçler, o topluluğun dilinin felsefeye imkan tanıyacak şekilde gelişmesini sağlayabilir, başka bir topluluğun ise daha çok dinsel yapılanmalara yönelmesine gerekçe olabilir. Ancak bu yine de, kültürün üretim ilişkilerinin doğrudan belirleniminde olduğunu göstermez. Bu noktada “üstünlük” – “aşağılık” ikiliğinde, siyasal hedefler gözeten Stalin’in biçeminin sadeleştirici ve taraflaştırıcı olduğunu ve bu biçemin ardında gelişkin bir Marksist formasyon bulunduğunu unutmamak gerekir. Bunlardan öte, sınıfsal çelişkilerin belirgin-leşmesiyle ayrı sınıfsal kültürlerin belireceği ve böylelikle ulusun kültür ortaklığının çözülmeye uğ-rayabileceği saptaması da önemli bir katkıdır, yirminci yüzyılda birçok Marksist düşünür bu yoldan ilerlemiştir.

Joseph Stalin’in bu metni Marksizmin ulusal soruna bakışında önemli bir dayanak noktası oluşturu-yor ve Rusya sosyal demokrasisinin devrim öncesi kuramsal gelişkinliğini kanıtlıyor. Makale, tartışma yöntemi ve polemik dili açısından da oldukça ileri bir örnek. Stalin, siyasal bir iletim amacı güttüğü için yoğun bir akli süreci anlaşılır bir dilde yazmayı başarmıştır. Sosyalizmin yokluğunda kapitalizmin barbarlığından nasibini alan “ulusal sorun”a dair, güncelliğini yitirmemiş bir kuramsal konum olarak bu makale tarihsel öneme sahiptir. Ancak, bitirmeden önce, çeviriye dair bazı sıkıntıları belirtmekte yarar var. Sol Yayınları tarafından 1977’de Fransızca’dan çevrilerek yayımlanan birinci baskıda birçok çeviri hatası mevcut. Bu yüzden, bu yazıyı yazarken metnin Rusça’dan çevrilmiş Fransızca versiyonun-dan yararlandım.

Page 35: antitez dergisi bahar 2012

69

Aydemir Güler ilk baskısı Haziran 2001’de yapılan “Yolları Birleştirmek” isimli kita-bında sosyalist hareket ve ulusal harekete dair derinlikli bir çerçeve sunuyor. 2009 yılında yapılan ikinci baskıya eklediği önsözde işçi sınıfı hareketi ve ulusal hareketin “iki ayrı örgütlenme kanalından akarak, yollarını ve kaderlerini birleştireceği” bir itti-fak stratejisinin devreye giren emperyalizm faktörüyle geçerliliğini yitirdiğinin altını çiziyor. Sosyalist devrim sürecinde ulusal dinamiklerin içerisinde barındırdığı emekçi sınıf dinamiğini, işçi sınıfı hareketine devretmesi gerektiği belirtiliyor.

Dokuz bölümden oluşan kitabın birinci bölümü “Marksist Teorinin Haklılığı” olarak isimlendirilmiştir. Marx ve Engels’in ulus-proleterya bağlantısına ilişkin görüşlerin-den bahsedildikten sonra kapitalizmin daha da gericileşip emperyalizm evresine ulaşmasıyla Lenin ve Stalin’in ulusa yaklaşımları ele alınmıştır. Ulusların kendi kader-lerini tayin hakkı ilkesinin bir taktik olduğu ve burjuvazinin yarı-çözülmüş ve çözüm-süz halde bıraktığı noktalardan, eşitsiz gelişmeler birikiminden devrimci imkânlar yaratmak adına faydalanıldığı belirtilmiştir. Aynı zamanda sosyalizm ve ulusal dina-miğin ilişkisinde yapılan kimi sapmalardan bahsedilerek, Leninist çıkış noktasında ulusallığın sosyalist devrime hizmet ettiği gerçeğinin bir kez daha altı çizilmiştir. Bu bölümde özellikle Marksist literatürde geniş bir yer kaplayan “ulus” tanımı tartışma-sına girilerek Stalin’in ulus tanımına önemli bir katkı yapılmıştır. Stalin’in ulus tanı-mında yer alan “ögelerden kimilerinin eksikliğini, bir diğerinin aşırı gelişkinliği kapat-mıştır” katkısı alanda dönen tartışmalara etkili bir cevap niteliği taşımaktadır. Bazı unsurları eksik olmasına rağmen Kürtlerin siyasal mücadeleyle bu açığı kapatması, tanımın doğruluğuna bir örnek oluşturmaktadır. Marksistlerin ulusa bakışı noktasın-da da kafa karışıklığını gidermek adına önemli olduğunu düşündüğümüz bölümde, özellikle liberal çevrelerde benimsenen ulusun artık önemsiz ve değersiz olduğu yak-laşımı eleştirilerek ulus kategorisinin günümüzde mutlak bir gerçekliğe sahip olduğu ancak sosyalist devrimin bir aşamasından itibaren sönümlenmeye başlanabileceği vurgulanmıştır.

“Sosyalist Pratiğin Haklılığı” olarak adlandırılan ikinci bölümde ise, ulus kategorisinin ”sosyalist pratikte” yani Sovyetler Birliği’ndeki tarihi incelenmiştir. “Barış içinde bir arada yaşama”nın halkların kardeşliği ve barışçılık gibi kavramların halk içerisinde örgütlü olmasını sağlamış olması ancak kapitalizm karşıtı bir kavgacılıkla bütünleş-mediğinden kitlelerin depolitizasyonuna sebep olduğu belirtilmiştir. Sosyalist ikti-darın sarsılması, kardeş Sovyet halklarından etnisizme evirilmeye neden olmuştur. Sovyetler Birliği’nin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı stratejisi işçi sınıfının tarihsel çıkarları gözetildiğinde kapitalizmin köleleştirdiği ulusları özgürleştirirken, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ulusların köleleştirilmesine yol açmaktadır. Bu nedenle, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini her durumda gerçekliği yeniden değerlendirilmesi gereken bir taktik olarak kavramak gerekiyor. Özellikle

liberal kesimlerin benimsediği “küreselleşme ile ulus kategorisinin önemsizleştirilmesi” yaklaşımı kapitalizmin eşitsizlikleri sıfırlayarak insani çözümler üretme çabasında olmadığı gerçeğini göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Kapitalizm tarihsel temelleri olan bu eşitsizlikleri, artı-değer sömürü-sünü arttırmak ve sömürü düzenini sürdürmek için kullanmakta, yeniden üretmektedir. Bu neden-le ulusal sorunun tek çözümü sosyalizmle mümkündür. Sorunu yaratan, ulus kimliğinin siyasetin konusu olması olduğundan, sorunun tarihsel çözümü de sosyalizmin bir aşamasından sonra ulus kategorisinin siyasal bir birim olmaktan çıkartılması onun yerini sınıf kategorisinin alması olacaktır.

“Kürtler Burjuva Devriminin Neresinde?” başlığında ise Osmanlı’da Kürtler, burjuva devrim süreci, Kürt coğrafyasının burjuva devriminin dışında tutulması, isyanlar gibi konulara değinilmiştir. Tüm dünyadaki gecikmiş burjuva devrimlerinde olduğu gibi korkak bir karaktere sahip burjuva sınıfı, fe-odal yapılanmaya sahip Kürt coğrafyasında bir dönüşüm üretmek yerine, Kürt uluslaşma sürecini tamamlaması korkusuyla aşiretçi siyaset geleneğini canlı tutma yoluna gitmiştir. Ancak burjuva re-formların var olan durum ile çelişkisi ittifakın bozulmasına ve aşiretçi feodal egemenler ve onlarla iç içe girmiş din adamlarının ayrıcalıklarını yitirecekleri korkusuyla cumhuriyetin ilk dönemindeki isyanlarının başlamasına neden olmuştur. Aydemir Güler 1940-1960 yılları arasında Kürt egemen güçleri ile Türkiye burjuvazisinin ittifakının yeniden sağlanma süreci olarak nitelerken, 1960-1980 dönemini Kürtlerin de katıldığı bir toplumsal/sınıfsal mücadele dönemi olarak adlandırıyor. 1980-2000 arası ise mücadelenin Kürtler tarafından sürdürüldüğü ve Kürt kimliğinin damgasını taşıyan bir “son isyan” dönemi olarak niteliyor.

Kürtler ve sosyalistlerin ilişkisinden bahsedilen 4. bölümde Güler, eski TKP’nin Kürtlerle ilişkisine değinerek başlıyor. 1938 Dersim isyanının şiddetle bastırılması sonrası, Kürt egemenlerinin şid-detin dozajıyla geri çekilmesi, Kürt küçük burjuva ilerici aydının ön plana çıkmasına sebep oluyor. 1940-1950’lerle tariflenen süreç, 1960larda TİP ile birlikte başlayacak olan Kürt aydınlanma süreci-ne bir hazırlık niteliği taşıyor. TİP’in toplumsal muhalefet alanlarının her birinde oluşturduğu çekim gücü, Kürtleri de kendine çekiyor ve Kürt aydınlanması “ulusalı yadsımayarak sınıfsalla birlikteliği” ele alıyor. Asimilasyon tartışmalarına da girilen bölümde, Aydemir Güler, ulusların asimilasyonu-nu tarihsel ilerleme ile burjuvazinin gericiliğinin kombinasyonu olarak nitelendirerek bu noktada sosyalistlerin tarihin tarafı olamayacaklarını vurguluyor ve sosyalistlerin kendilerine ait bir siyasal alternatif tavrı geliştirmeleri gerektiğini söylüyor. Ayrıca, Kürt ulusuna yönelik politikaların asimile etmek amacını taşımadığını, bunun burjuvazinin korkak karakterinden kaynaklandığını belirtmek gerekiyor. Türk ulusallığının “ya asimile edemezsek” korkusuyla Kürt kimliğini asimile etmek yerine baskı ve inkâr yoluna gitmesinin kanıtı olarak 12 Eylül sonrası Kürt dinamiğinin ortaya çıkması gös-terilebilir.

“Son İsyandan Demokratik Cumhuriyete” başlığı önceki bölümün devamı niteliği taşıyor. 1980 son-rası Kürt dinamiğinin kırlara çekilerek yoksul köylü hareketi olma niteliği taşımasının Türkiye so-lundan bir uzaklaşma anlamı da taşıdığını belirtmek gerekiyor. Güler sosyalizmin güncelliği olan bir ülkede devrimci mücadelenin esas merkezinin kentlerden kırlara taşınması iktidardan kaçmak anlamına geldiğinin altını çiziyor. Çünkü iktidar hegemonyasını kentlerde kuruyor ve toplumsal dö-nüşümlerini diğer alanlara kentlerden taşıyor. Bu hegemonyadan parça parça alan çalmak mümkün görünmüyor. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Ülke bütünündeki kentleşme düzeyi ve Türkiye topraklarında yüzyıllardır süregelen merkezi iktidar geleneği gibi gerçeklikler Çin devrimiyle özdeşleşen halk savaşı modelinin Türkiye topraklarında bir pratiği olmadığının kanıtıdır.

“Kürtler ve dünya” başlığında Güler, reel sosyalizmin çözülmesiyle emperyalizmin ulusal sorunlar üzerindeki belirleyiciliğinden ve aynı ölçüde çözümsüzlüğe sürüklemesinden bahsediyor. Türkiye ölçeğinde ise Kürt dinamiğinin emperyalizmle paralellik kurması ulusal hareketlerin mahkûmiyet ilişkisidir. Ancak bu bağın kopabilir olduğu TİP ve solcu Kürt hareketi deneyleriyle görülmüştür. Reel sosyalizmin çözülüşüyle, ulusal hareketlerin emperyalizmin manipülasyonlarına açık hale gelmesi

Öyküm Giritli

OKUMA NOTLARI

“Yolları Birleştirmek”

Yolları BirleştirmekAydemir GülerYazılama Yayınlarıİstanbul, 2009

Page 36: antitez dergisi bahar 2012

70kurtuluşçu niteliğini kaybetmelerine sebep olmuştur. Kürt kimliğinin özgürleşmesi ancak sosyalizm-le mümkündür.

“Demokratik Cumhuriyete Gerçekçilik Testi” başlığında ise Güler, Kürt siyasetinin sınıf değiştirme-sinden, bir emekçi sorunu da olan Kürt sorununun yakıcılığından bahsediyor. Egemen ideolojide emekçi sınıfları bölmenin önemli eksenlerinden birini oluşturan ayrımcılık, ucuz iş gücü, hor görülen işler için iş gücü, yedek iş gücü gibi noktaların Kürt sorununun emekçi sorunu olduğu boyutların altı çiziliyor. Ulusal bağımsızlık mücadelesi sömürü ilişkilerini tasfiye etmediğinden toplumsal kurtuluş-tan geri bir yerde duruyor. Bu doğrultuda, Kürt sorununun çözümü ancak sosyalist bir perspektifle mümkün hale geliyor.

Kitabın “Halkçı Damar” olarak isimlendirilen bölümünde Türkiye coğrafyasının Batı bölgelerinin ka-pitalistleştiği ancak Doğu bölgelerinde hala feodal yapının egemen olduğu görüşünün hiçbir ger-çekliği olmadığı anlatılıyor. Kapitalizm öncesi yapılar çelişkili bir birlik oluşturmak üzere kapitalist üretim tarzına eklemlendiler ve bu tabi ki gelişkin olanının yani kapitalizmin belirleyiciliğinde ger-çekleşebilir. Ülke bütününde kapitalizmin iç kompozisyonunun eşitsiz bir dağılım göstermesiyle bir-likte tek bir egemen üretim tarzının reddedilmesi -en iyi ihtimalle- saflıktır. Aydemir Güler, sosyalist dönüşümlerin en gelişkin sınai merkezlerde gerçekleştiğinin, bu noktada da kentlerdeki Türk-Kürt kaynaşmasının önemli bir yere oturduğunun altını çiziyor. Ayrıca, doğuda feodal yapının egemen olması noktasında ise özellikle 1980 sonrası süreçte Antep, Maraş, Diyarbakır, Malatya, Adıyaman, Erzincan, Elazığ, Urfa, Mardin ve Erzurum gibi büyük illerde sanayi, tarım ve ticarette kapitalizmi ağırlıklı olarak özel sektörün temsil etmesiyle, kent merkezleri denildiğinde doğunun büyük illerinin de kastedildiğini söylemekte yarar var. Halk faktörü alt başlığında işçi sınıfının halkın parçası olduğu kadar öncüsü de olduğu vurgulanırken, burjuva siyaseti 12 Eylül sonrası halk faktörünü büyük ölçü-de geriletmiştir. Ancak kentli sınıfların aydınlanmışlıktan, kırsal kesimlerin de ezilmişlikten kaynakla-nan duyarlılıkları nesnelliğe sahiptir.

“Liberalizm ve Milliyetçiliğe Karşı” başlığı ulusal pratiklerin sosyalizmle ilişki kurmasının önünde en-gel oluşturan ve sosyalizmi “didik didik” eden iki akımla isimlendirilmiştir. Bölümün, konunun geniş bir şekilde özetlenmesiyle bir sonuç bölümü niteliği taşıdığı söylenebilir.

Sercan Yıldız

OKUMA NOTLARI

Bir Zamanlar “Doğu Anadolu’nun Düzeni”

“Binbir güçlük ve baskıya rağmen/eğilmeden, kırılmadan/ sarsılmaz bir inanç, engin ve bilinçli bir halk sevgisiyle/ büyük yaşamlarını sürdüren/ bütün yü-rekli arkadaşlarıma” sözleriyle başlıyor kitabına, nam-ı diğer “Sarı Hoca”. Ki-tabı yazdıktan sonraki dönemde, hayatının toplamda 17 yılını cezaevlerinde geçirmiş ve yayımlanan 36 kitabından 32 tanesi yasaklanmış olmasına rağ-men doğru bildiğini cesurca ifade etmekten ödün vermemiş bir aydına yakışır şekilde. Direngenlik yakışıyor, ama gerisi yakışmıyor ne yazık ki...

Günümüzde çoğu genç sosyalistin muhtemelen varlığından bile haberdar olmadığı, tozlu raflarda unutulmuş görünen “Doğu Anadolu’nun Düzeni”; Beşikçi’nin “yazdıklarına yakışmayan” daha sonraki siyasi tavrının nüveleri-ni barındırsa da hala saygı duyulmayı ve okunmayı hak ediyor. Söz konusu “nüveler” son derece baskın sınıfsal bakışın yanında önemsiz kalıyor ve tabiri caizse “metnin ruhu”nu değiştiremiyor. Beşikçi’nin değişimi üzücü olmasının yanında güçlü bir sosyalist hareketin aydınları nasıl yola getirdiğinin de kanıtı oluyor.

Kitapta yazılanlara satır satır katılmak mümkün olmamakla birlikte, Beşikçi’ nin, “tarihin motorunun sınıf mücadeleleri olduğunun bilinciyle” Kürt soru-nunun kökenlerini ve çözüm yollarını araştırma çabasından ders almak gere-kiyor. Kürt sorunu üzerine yazılmış ilk kapsamlı çalışma sayılabilecek eserin (zamanında) bir Marksistin kaleminden çıkmış olması ise ayrı bir gurur ve heyecan veriyor.

Altı bölümden ve bir giriş yazısından oluşan kitapta, “Kürt sorunu” yerine ki-tabın yayımlandığı tarihlerdeki literatürde olduğu gibi “doğu sorunu” adlan-dırması kullanılıyor. Osmanlı döneminden 1960’lara kadarki zaman kesitinde, Kürt sorunuyla bağlantılı gözüken bütün önemli olaylar ele alınıyor. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’ndeki katliamlardan Hamidiye Alayları’nda yer alan aşiretlerin isimleri ve yerlerine; bölgedeki aşiretlerin isimleri, yaklaşık üye sayıları, kışlık ve yazlık konaklama yerlerinden kaçakçılıkla uğraşan çe-telerin isimleri, yöneticileri ve etkinlik bölgelerine kadar yığınla bilgi ortaya seriliyor. Bütün bu olaylar ve olgular ışığında sorunun kökenleri Marksist yön-temle incelenmeye çalışılıyor.

Önce, kitabın yazıldığı döneme kadarki süreçte Doğu Anadolu’daki temel üre-tim tarzı olan feodal üretim tarzı üzerine odaklanılıyor. Feodal üretim ilişki-lerinin yol verdiği mülkiyet biçimleri, Doğu Anadolu’daki en yaygın mülkiyet biçimi olan aşiret sistemi merkeze alınarak inceleniyor. Sonra da bu yığınla

Doğu Anadolu’nun Düzeniİsmail BeşikçiE. Yayınları, Temmuz 1969,Birinci Baskı

Page 37: antitez dergisi bahar 2012

72bilginin ışığında, “doğu sorunu” ile bağlantılı toplumsal olaylarda öne çıkan siyasal aktörlerin tarih-sel rolleri ve görece daha önemli olayların tarihsel önemi üzerinde duruluyor.

Kitabın bütününe sinmiş bulunan sınıfsal bakış açısı ve Marksist yöntemi kullanma çabası hemen göze çarpıyor. Beşikçi ısrarla vurguluyor: “… toplumsal yapıyı şekillendiren ve toplumsal gelişmenin yönünü tayin eden ana faktör, mülkiyet ve üretim ilişkileridir.” (s.23) Beşikçi’ye göre, genel olarak et-nik bir biçim almış olsa da “doğu sorunu”nun sebeplerini de mülkiyet ve üretim ilişkilerinde aramak gerekiyor. Tüm etnik sorunlarda olduğu gibi, Türk-Kürt veya Alevi-Sünni çatışması şeklini alan bütün toplumsal olayların temelinde sınıfsal çıkar savaşımları yatıyor.

Aynen bu cümleyi kullanmasa da, “Ulusallık değil, sınıfsallık!” diyor Beşikçi, ısrarla. Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerinin milliyetçi bir zeminde dile getirilmesinin Kürt emekçilerine değil Kürt egemenlerine hizmet ettiğini vurguluyor:

“Genel olarak, Doğu Anadolu ile Batı Anadolu arasında bir uçurum meydana gelmiştir. Bu uçurum Kürt-Türk çatışması olarak belirmiştir. Ve bu oluşumlar içinde Doğu Anadolu ile Batı Anadolu arasın-da büyük bir iktisadi dengesizlik meydana gelmiş ve doğulu halk, merkezi otoritenin bu tutumunu, ‘Kürt olduğum için geri kaldım, Kürt olduğum için devlet bana itibar etmedi, yüz vermedi.’ şeklinde yorumlamıştır. Bütün bu sloganlar, ağa, şeyh, aşiret reisi gibi egemen sınıflar tarafından desteklen-miş ve halka benimsetilmiştir.” (s.215)

Türkiye İşçi Partisi’nin öncülüğünde gerçekleştirilen Doğu Mitingleri’ne büyük bir önem atfediyor Beşikçi:

“1967 yaz aylarında Doğu Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarında yapılan Doğu Mitingleri, hal-kın bu ezikliğine karşı bir direnmesidir. Burada çatışmanın Türk halkı ile Kürt halkı arasında değil, Türk ve Kürt emekçi sınıfları ile onların egemen sınıfları arasında olduğu gerçeği ilk defa ifadesini bulmuştur.” (s.215)

Ve bu kitlesel hareketliliğe müdahil olmaya çalışan Kürt egemenlerinin sınıfsal arzularını ortaya se-riyor. Kürt egemenlerinin, Türk burjuvazisiyle eşit haklara sahip olan kapitalist ağalar olmak ve Kürt halkının sorunun kökeni konusunda bilinçlenmesini önlemek maksadıyla mitinglere dahil olduğunu belirtiyor:

“Mitinglere topraksız veya az topraklı ve emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan kimseler yanında ağalar, şeyhler ve aşiret reisleri gibi feodal mülkiyet ve üretim ilişkilerini kontrol edenler de katıl-mışlardır. … Tabii birinci grup tamamen mülkiyet ve üretim ilişkilerinden doğan kavgayı dile getirip, ağalara, şeyhlere, aşiret reislerine ve bunlarla işbirliği yapan AP iktidarına karşı çıkarken, ikinci grup, yani egemen olanlar da, yüzyıllar boyunca Kürt halkının ezilmişliğinden, Kürtlerin devlet kurumları ve yetkili kişiler tarafından hor görüldüğünden hareket etmişlerdir. Ağa, şeyh ve aşiret reislerinin sorunu, bu şekilde ortaya atarak halk yığınlarının dikkatini etnik bir faktöre çekmesi, halkın temel toplumsal yapı çelişkileri konusunda bilinçlenip örgütlenmesini engelleyecek niteliktedir.” (s.165)

Çelişkinin halklar arasında olduğu yanılsamasını pekiştirecek siyasal konumlanışlardan uzak durmak ve halklarımızı birleştirecek olan emekçi kimliğini öne çıkarmak gerekiyor.

Özellikle 12 Eylül darbesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında solun etkisizleşmesiyle bir-likte, Kürt sorunu tartışmalarında zamanla ağırlığını iyice yitirerek unutulmaya yüz tutmuş bulunan sınıfsal bakış açısına ısrarla sahip çıkmak, 40 yıl önce yazdığı satırları Beşikçi’ye bile tekrar hatırlat-mak gerekiyor:

“Çelişki Türk halkı ve Kürt halkı arasında değil, Türk ve Kürt emekçi halklarıyla Türk ve Kürt egemen sınıfları arasındadır. Yani bir yanda emperyalizm ve bu halkların emperyalizm ile işbirliği yapan ege-men sınıfları, öte yanda da emekçiler vardır.” (s.262)

Page 38: antitez dergisi bahar 2012

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü