38
17 - 23 OCAK 2014 / SAYI: 221 SEN ŞARKILARINI SÖYLE KADIN İŞİ BANKA SOYGUNU KARLAR ÜLKESİ SÜHEYL EĞRİBOZ ARARAT 1900 HAFTALIK FİLM KÜLTÜRÜ DERGİSİ AMY ADAMS ÖNCÜLÜĞÜNDE OSCAR’A AMERICAN HUSTLE

Arka Pencere - Sayi 221

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Haftalik Film Kulturu Dergisi

Citation preview

Page 1: Arka Pencere - Sayi 221

17 - 23 OCAK 2014 / SAYI: 221SEN ŞARKILARINI SÖYLE KADIN İŞİ BANKA SOYGUNU KARLAR ÜLKESİ SÜHEYL EĞRİBOZ ARARAT 1900

HAFTALIK FİLM KÜLTÜRÜ DERGİSİ

AMY ADAMS ÖNCÜLÜĞÜNDE OSCAR’A

AMERICAN HUSTLE

Page 2: Arka Pencere - Sayi 221
Page 3: Arka Pencere - Sayi 221

YAYIN KURULU BİLGEHAN ARAS [email protected] OKAN ARPAÇ [email protected] BURAK GÖRAL [email protected] ÖZER [email protected] BURÇİN S. YALÇIN [email protected] GÖRSEL YÖNETMEN BİLGEHAN ARASLOGO TASARIM ERKUT TERLİKSİZ HTML UYGULAMA BAŞAR UĞUR KATKIDA BULUNANLAR TUNCA ARSLAN, OLKAN ÖZYURT, JANET BARIŞ, ŞENAY AYDEMİR, ÇAĞDAŞ GÜNERBÜYÜK, MURAT EMİR EREN, KEMAL D. YILMAZ, SERDAR KÖKÇEOĞLU REKLAM İLETİŞİM EMEL GÖRAL [email protected]

GİzLİ TEŞKİLAT (NORTH BY NORTHwEST, 1959)

AKADEMİ’NİN GÖR(E)MEDİKLERİ

KEMAL D. YILMAZ İMZASIYLA KAPSAMLI BİR ANALİZ YAZISI OKUYACAKSINIZ SONRAKİ SAYFALARIMIZDA, AMA ‘HAFTANIN KONUSU’ OLDUĞU İÇİN, OSCAR’IN BU YILKİ ADAYLARINA BİR DE BURADAN BAKALIM İSTEDİK. VE TABİİ DAHA ‘İDDİASIZ’ BİR KAPSAMDA VE

‘dışarıda kalanlar’ bağlamında... Adaylara baktığımızda, Akademi’nin bize yaptığı en büyük

sürprizin, Coen’lerin bu hafta gösterime giren şaheseri “Sen Şarkılarını Söyle”nin (Inside Llewyn Davis) neredeyse ‘yok hükmünde’ sayılması olduğunu söyleyebiliriz herhalde. En iyi film, özgün senaryo ve şarkı dallarında adaylığına kesin gözüyle baktığımız yapım, görüntü ve ses miksajı dallarında aday olabildi.

J.C. Chandor imzalı ‘tek kişilik film’ “Sona Doğru” (All Is Lost) da benzer bir durumla karşı karşıya kaldı. En azından Robert Redford’un oyunculuğuna prim tanınacağı varsayılan filmin tek adaylığı ses kurgusuna geldi. Karşısındaki güçlü adaylar arasından sıyrılıp bu ödülü almasıysa imkansız gibi.

Bir başka görülmeyen, hatta yok sayılan filmse, Ron Howard imzalı “Zafere Hücum” (Rush) oldu. Bu çalışmanın en iyiler arasına adını yazdırması bekleniyordu. Hiç olmadı, Daniel Brühl’ün müthiş

oyunculuğunun bir karşılığının geleceği bekleniyordu. Akademi’den “0” (sıfır) adaylık geldi ne yazık ki.

‘Teknik’ nedenlerden ‘yabancı dilde en iyi film’ dalında aday gösterilmemesini anladık, ama diğer dallardan birinde görmeyi beklediğimiz filmlerin başında geliyordu “Mavi En Sıcak Renktir” (La Vie D’Adèle: Chapitres 1 Et 2). Her soruşturmada ‘yılın en iyileri’ arasına adını yazdıran Abdellatif Kechiche filmi, yönetimi ya da oyunculuklarıyla Akademi’nin listesine girebilirdi. Olmadı, olamadı...

Noah Baumbach filmi “Frances Ha”nın da en azından Greta Gerwig’in oyunculuğuyla aday olması bekleniyordu, ki bunun yanına özgün senaryo adaylığı bile eklenebilirdi rahatlıkla. Bu leziz filmi de kadroya almadı Akademi.

Bunların dışında, Sebastián Lelio’nun “Gloria”sı ve Asghar Farhadi’nin “Geçmiş”inin (Le Passé) ‘yabancı dilde en iyi film’ dalının dokuz filmlik ‘kısa liste’sine bile girememesi de ‘sürpriz’di bize göre. Dokuzluk listeyi bir kenara bırakın, her iki filmin de Oscar’ın bu daldaki güçlü adaylarından olacağı öngörülüyordu...

Her yıl bu tür sorgulamalar yapılır Oscar adaylıkları üzerinden, ama ‘kazananlar’ üzerine söylenenler daha ‘yargılayıcı’ olur. Ve sonuçta, Oscar’ların çok da ‘ciddiye alınmaması’ gerektiği gibi bir yargıya varılır; “Akademi bizim için bitmiştir” gibi cümleler sarf edilir. Ta ki, bir yıl sonra yeniden oturup ‘favori listeleri’ oluşturmaya başlayana kadar...

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 03

CELSE AÇILIYORTHE PARADINE CASE (1947)

Page 4: Arka Pencere - Sayi 221

6 ÇOK BİLEN ADAMSen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis);

Düzenbaz (American Hustle); Kadın İşi Banka Soygunu; Karlar Ülkesi (Frozen); Çılgın Dersane 3.

17 KAPRİ YILDIZIArka Pencere yazarlarının film değerleme yıldızları...

18 TRENDEKİ YABANCITunca Arslan, geçen hafta kaybettiğimiz ‘kötü adam’

Süheyl “Sütçü” Eğriboz’u anıyor bu yazısında.

20 CİNNETOkan Arpaç, sansür tarihindeki gezintisine Atom Egoyan’ın

‘gürültü koparan’ filmi “Ararat”la devam ediyor.

22 AŞKTAN DA ÜSTÜN Bernardo Bertolucci’den ‘çeyrek günlük’ bir başyapıt:

“1900” (Novecento)... Murat Emir Eren imzasıyla.

24 ESRAR PERDESİKemal D. Yılmaz, bu yılın Oscar adayları üzerine

sıcağı sıcağına bir değerlendirme yapıyor.

28 AİLE OYUNU Frances Ha; Baldan Acı (More Than Honey); Acı (Pieta).

34 GENÇ VE MASUM Grigoriy Bychkov’dan: “Beyond The Black Rainbow

Animation Tribute”... Serdar Kökçeoğlu imzasıyla.

36 SAPIKGündemden yansıyanlar... Olkan Özyurt imzasıyla.

KUŞLAR THE BIRDS (1963)

04 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

Page 5: Arka Pencere - Sayi 221
Page 6: Arka Pencere - Sayi 221

HHHHORİJİNAL ADI Inside Llewyn

Davis YÖNETMENLER Joel Coen,

Ethan Coen OYUNCULAR Oscar Isaac,

Carey Mulligan, Justin Timberlake, Ethan Phillips,

John Goodman, Garrett Hedlund YAPIM 2013 ABD-Fransa

SÜRE 104 dk. DAĞITIM M3 (Bir Film)

COEN’LERİN İÇ BURKMAYAN FİLMİ NEREDEYSE YOKTUR, EN İÇ BURKMAYAN YA DA YARALAMADAN GEÇEN FİLMLERİ BİLE SEYİRCİSİNİ BİR NOKTADA KÖŞEYE ÇEKER VE ONA HATIRLAYAMAYACAĞI KADAR ÇOK ŞEY HATIRLATIR. ÜSTELİK O

karikatürize duran karakterlerin sizin iç dünyanızda nelere sebebiyet vereceğinin farkına bile varmadan kapılırsınız buna. “Sen Şarkılarını Söyle” Coen’lerin “Ciddi Bir Adam”dan (A Serious Man) sonra bu hissiyata en çok yaklaşan filmi. Bütün bu sizi çeşitli duygular arasında getirip götüren de tek başına Llewyn Davis’den başkası değil.

İnsanın en büyük çaresizliklerinden biridir yersiz yurtsuz kalmak ya da uyuyacak bir kanepe kenarı bile bulamamak. Kendi halinde bir müzisyen olan Llewyn’in hayata dair kurduğu bağ ya da öncelikleri onu bir yer-yurt sahibi yapmaya yetmediğinden, o da bulduğu evlerde kalıyor. Bizim onu tanımaya başlama sürecimiz ise uzun zamandır tanıdığı daha elit bir semtin kedi dostu ailesinin evindeki geçici misafirliği esnasında kediyi elinden kaçırmasıyla başlıyor. Şehrin sokaklarında, metrolarında kendi yersiz yurtsuzluğuna eşlik eden bir kedi ile Llewyn, hayatı sorgulamıyor, tam tersine onu sürükleyen neresiyse oraya doğru savrulmanın derdine düşüyor. Tüm bu savrulmanın gerisinde intihar etmiş yakın bir arkadaşın gölgesi var, o gölge ne şehir içinde, ne de şehir sınırları dışına çıktıktan sonra Llewyn’in yakasını bırakıyor.

Llewyn herkesten bir gecelik de olsa kanepe istemek zorunda, sabah ne yapar ya da nereye gider belli değil, o geceyi geçirmesi yeterli. Sıklıkla uğradığı Jean ile Jim’in evi, Jean’i belli belirsiz bir çıkmaza sürüklese de en uğrak yerlerinden biri. Llewyn’in bu vurdumduymaz görünen eşyası tabiatına aykırı değil aksine ikili olarak plak yayınladıkları arkadaşının intiharını sırtında taşıyor.

Coen’lerin en büyük başarısı Llewyn’i umutsuz, çaresiz bir karakter olarak göstermemeleri. Bütün bu evsizlik, çaresizlik hatta sonuna doğru pes ediş ve peşinden gelen

“SEN ŞARKILARINI SÖYLE” COEN’LER

FİLMOGRAFİSİNİN EN İYİLERİNDEN. BELKİ DE

“FARGO”DAN SONRA GÖRDÜKLERİMİZDEN SEYİRCİSİNİ EN ÇOK

TATMİN EDECEK OLAN ÖRNEKLERDEN BİRİ.

06 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

SEN ŞARKILARINI SÖYLE

ÇOK BİLEN ADAM JANET BARIŞ[email protected] MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 7: Arka Pencere - Sayi 221

HHHHORİJİNAL ADI Inside Llewyn

Davis YÖNETMENLER Joel Coen,

Ethan Coen OYUNCULAR Oscar Isaac,

Carey Mulligan, Justin Timberlake, Ethan Phillips,

John Goodman, Garrett Hedlund YAPIM 2013 ABD-Fransa

SÜRE 104 dk. DAĞITIM M3 (Bir Film)

COEN’LERİN İÇ BURKMAYAN FİLMİ NEREDEYSE YOKTUR, EN İÇ BURKMAYAN YA DA YARALAMADAN GEÇEN FİLMLERİ BİLE SEYİRCİSİNİ BİR NOKTADA KÖŞEYE ÇEKER VE ONA HATIRLAYAMAYACAĞI KADAR ÇOK ŞEY HATIRLATIR. ÜSTELİK O

karikatürize duran karakterlerin sizin iç dünyanızda nelere sebebiyet vereceğinin farkına bile varmadan kapılırsınız buna. “Sen Şarkılarını Söyle” Coen’lerin “Ciddi Bir Adam”dan (A Serious Man) sonra bu hissiyata en çok yaklaşan filmi. Bütün bu sizi çeşitli duygular arasında getirip götüren de tek başına Llewyn Davis’den başkası değil.

İnsanın en büyük çaresizliklerinden biridir yersiz yurtsuz kalmak ya da uyuyacak bir kanepe kenarı bile bulamamak. Kendi halinde bir müzisyen olan Llewyn’in hayata dair kurduğu bağ ya da öncelikleri onu bir yer-yurt sahibi yapmaya yetmediğinden, o da bulduğu evlerde kalıyor. Bizim onu tanımaya başlama sürecimiz ise uzun zamandır tanıdığı daha elit bir semtin kedi dostu ailesinin evindeki geçici misafirliği esnasında kediyi elinden kaçırmasıyla başlıyor. Şehrin sokaklarında, metrolarında kendi yersiz yurtsuzluğuna eşlik eden bir kedi ile Llewyn, hayatı sorgulamıyor, tam tersine onu sürükleyen neresiyse oraya doğru savrulmanın derdine düşüyor. Tüm bu savrulmanın gerisinde intihar etmiş yakın bir arkadaşın gölgesi var, o gölge ne şehir içinde, ne de şehir sınırları dışına çıktıktan sonra Llewyn’in yakasını bırakıyor.

Llewyn herkesten bir gecelik de olsa kanepe istemek zorunda, sabah ne yapar ya da nereye gider belli değil, o geceyi geçirmesi yeterli. Sıklıkla uğradığı Jean ile Jim’in evi, Jean’i belli belirsiz bir çıkmaza sürüklese de en uğrak yerlerinden biri. Llewyn’in bu vurdumduymaz görünen eşyası tabiatına aykırı değil aksine ikili olarak plak yayınladıkları arkadaşının intiharını sırtında taşıyor.

Coen’lerin en büyük başarısı Llewyn’i umutsuz, çaresiz bir karakter olarak göstermemeleri. Bütün bu evsizlik, çaresizlik hatta sonuna doğru pes ediş ve peşinden gelen

“SEN ŞARKILARINI SÖYLE” COEN’LER

FİLMOGRAFİSİNİN EN İYİLERİNDEN. BELKİ DE

“FARGO”DAN SONRA GÖRDÜKLERİMİZDEN SEYİRCİSİNİ EN ÇOK

TATMİN EDECEK OLAN ÖRNEKLERDEN BİRİ.

06 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

SEN ŞARKILARINI SÖYLE

ÇOK BİLEN ADAM JANET BARIŞ[email protected] MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 8: Arka Pencere - Sayi 221

ÇOK GÖRÜNMESELER DE YARDIMCI

ROLLERDEKİ CAREY MULLIGAN İLE JUSTIN

TIMBERLAKE SUYUN ŞEKLİNİ ALMIŞ VE

BİRER COEN KARAKTERİNE

DÖNÜŞMÜŞ.

08 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

ölü arkadaş bile seyirciyi böyle bir yola sürüklemiyor. Llewyn o kadar iyi yazılmış ve boyutlandırılmış bir karakter ki bencil ve sorumsuz olsa da seyirci onu sorgusuz sualsiz kabul ederken, sarıp sarmalıyor. Üzerinde tek bir ceketle karlar altında yollara düştüğünde bile merhamet, acıma ya da yargılamaya dair bir his duymuyorsunuz.

Coen’ler çok ince örülmüş detaylarla, zaman zaman araya sıkıştırılmış müziklerle tipik bir ‘kaybedenler’ dünyasının aksine merak uyandıran ve aslında bu karakterlerin içerisinde ne gibi gizler olduğunun peşine düşeceğiniz bir yapı kuruyor. Bir noktada direksiyonu çevirip bir yol filmi hikayesi olmaya doğru kaysa da burada da seyircisine ümitsiz bir müzisyen adam hikayesi anlatmayı tercih etmiyor. Tam da bu yüzden Llewyn’in dünyası seyirciyi içine alıp orada dolaştıracak kadar geniş.

60’lar Amerika’sında bir plak doldurabilmenin, görünür olabilmenin ne kadar zor olduğunun altını çizerken, o dönemin müzik dünyasına dair yeraltından notlar sunuyor. Bu durum daha çok izbe bir barın yetenek arayan bencil sahibi ya da gün yüzü görmeyen karakterler üzerinden ilerlese de dönüp dolaşıp Llewyn’in ayağına dolanıyor. Llewyn’in ise

başına gelebilecek her şeyi baştan kabullenmiş gibi bir hali var. Neredeyse hiçbir sahnede bütün bunlar içerisinde yaşarken hicap duymaması, en sonunda müzik anlamında yetersiz olduğunu kabullenerek babasının yolundan gitmeye yeltenirken herhangi bir şeyi sorgulamaması da bu basiretsizlikten kaynaklanıyor.

Müzik, film boyunca eşlik eden bir unsur değil, tam tersine filmin göbeğinden hareket ederek geliyor. Llewyn’i var eden, içinde bulunduğu aylaklığa katlanmasını sağlayan tek şey de müziğe olan tutkusu ve inancı. En pes ettiği noktada bile bundan vazgeçmek istemiyor, filmin en duygusal sahnelerinin Llewyn’in eline gitar aldığı sahneler olması da bu süreci tamamlıyor.

Tipik Coen’lere özgü ayrıntıları da seyircisine hatırlatan “Sen Şarkılarını Söyle” yönetmenin seyirciye sadece karakterini vaat ediyormuş gibi gözükürken çok daha geniş sulara yayılan bir film. Bu noktadan sonra karikatürize gibi görünse de filmin hayati noktalarında ortaya çıkıp geri çekilen karakterler de onun birer enstrümanı haline geliyor.

Oscar Isaac’ın Llewyn’e hayat verirken gerçekten gözle görülür, elle tutulur çok iyi bir performans sergilediği, her sahneyi sırtında taşıdığı çok açık. Senaryo ne kadar iyi olursa olsun bu karakteri kötü oynayan bir oyuncu filmin bütün havasını olumsuz etkileyebilirdi. Çok görünmeseler de Carey Mulligan ile Justin Timberlake de suyun şeklini almış ve birer Coen karakterine dönüşmüş görünüyor.

Hiç şüphesiz “Sen Şarkılarını Söyle” Coen’ler filmografisinin en iyilerinden. Belki de “Fargo”dan sonra gördüklerimiz içerisinde seyircisini en çok tatmin edecek olan örneklerden biri. Llewyn’in binbir çaresizlik içerisinde Chicago’ya gidip son bir umut gitar çaldığı sahne ile babasını ziyaret ettiğinde onun gözlerinin içine bakıp şarkı söylediği sahne için bile tekrar tekrar izlenebilecek ve farkına varmadan ruhunuzda yaralar açabilecek bir film. Joel ve Ethan Coen mizahın trajedisini sunmuyor, onun yerine kara mizahın umutsuz olmayan sularında dolanıyor. Bu yüzden yeni filmleri “Sen Şarkılarını Söyle” karanlık bir film değil, tam tersine görülesi ve hep hatırlanası sapsarı bir melankolisi var.

Filmin ‘soundtrack’i de en az film kadar güzel.

İntihar eden arkadaşa dair daha çok fikir sahibi olabilseydik daha iyi olurdu.

ÇOK BİLEN ADAMTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 9: Arka Pencere - Sayi 221
Page 10: Arka Pencere - Sayi 221

HHHH ORİJİNAL ADI American Hustle

YÖNETMEN David O. Russell OYUNCULAR Christian Bale,

Amy Adams, Bradley Cooper, Jennifer Lawrence,

Jeremy Renner, Louis C.K.YAPIM 2013 ABD

SÜRE 138 dk. DAĞITIM Chantier Films

1990’LARDA ÇEKTİĞİ İLK ÜÇ FİLMİYLE GELECEĞİN ÖNEMLİ SİNEMACILARINDAN BİRİ OLACAĞININ İŞARETLERİNİ VEREN, 2000’leri tek filmle geçerek bu yargıyı havada bırakır gibi olan, ancak 2010’larla

birlikte yeni ve çok daha çarpıcı bir çıkışa imza atan David O. Russell, aldığı Altın Küre ödülleriyle birlikte bu yılın Oscar’larında da en güçlü adaylar arasında kendine yer bulan son filmi “Düzenbaz”la (American Hustle) başyapıtını ortaya koymuş görünüyor.

1970’li yılların sonlarına uzatıyor tepsiyi David O. Russell bu kez ve içine özenle yerleştiriyor malzemesini. Bize dönüp de sunuma başladığındaysa apışıp kalıyoruz, onca dağınıklığın nasıl olup da mükemmele yakın bir bütün oluşturduğunu görerek. ‘Beş benzemez’ diyebileceğimiz karakterleri, hikayenin içine balıklama dalan farklı unsurları ve başı sonu birbirine karışacakmış gibi duran entrikayı nazara aldığımızda, “Düzenbaz”ın başyapıt olma ihtimalinin alabildiğine zayıf olduğunu söyleyebiliriz (söyleyebilirdik). Oysa, David O. Russell’ın her filminde baskın unsur olan senaryo, burada da kusursuzun tarifini yapıyor ve ortalığı toparlamanın ötesine geçerek, yepyeni bir ‘düzen’ sunuyor bizlere. Diyaloglarsa bu işin nasıl yapılması gerektiği üzerine ders verir nitelikte; hiçbir replik havada kalmıyor, öncesini ve sonrasını tamamlayıcı işlev üstleniyor. Karakterler konuştukça açılıyor hikaye, çenelerinin düşmesini ister halde buluyoruz kendimizi.

Evet, iyi bir senaryonun ‘vasat’ sayılabilecek bir hikayeyi nerelere taşıyabileceğinin göstergesi gibi “Düzenbaz”. Bu hikaye, bir sahtekarlık/yolsuzluk vakasının içine atıyor bizleri. Önce sevgili, sonra ortak olan iki sahtekarın, devreye FBI girdikten sonra dallanıp budaklanan serüvenlerini takip ediyoruz. Şu sıralarda Türkiye’nin de temel problemlerinden

(cephelerinden) biri olan yolsuzluğun açığa çıkarılması gibi ‘ulvi’ bir amaç kendini gösterdiğindeyse, ‘kimin elinin kimin cebinde’ olduğunun pek anlaşılamadığı bir entrikayla yüzleşiyoruz. Mafyanın da işe bulaşmasıyla iyice karmaşıklaşan ve karanlıklaşan bu entrika, gene mükemmel senaryonun incelikli hamleleriyle rotasını buluyor. Kara mizah tonlarının da etkin olduğu bu resme bakarken keyif almamak olanaksız; her adımda biraz daha açılan ve toparlayıcı etkisini hissettiren senaryo, sanatla zanaatı aynı potada eriterek yükseltiyor filmin duygusunu.

Dönemin atmosferini de özellikle diyalogların arasına sıkıştırdığı göndermelerle saptayan “Düzenbaz”ın başarısının birincil sorumlusu senaryoysa, neredeyse aynı oranda etkin unsur da oyuncular kuşkusuz. Christian

Bale ve Amy Adams’ın başı çektiği kadro, hikayenin her evresinde ‘uyum harikası’ kimliğiyle öne çıkarken, karakterlerin ‘kahraman’ olmaktan uzak görüntüsünü de mükemmelen yansıtıyor beyazperdeye. Christian Bale, bazı sahnelerde neredeyse duyulmayacak biçimde fısıldayarak konuşuyor ve karakterinin ‘güven/güvensizlik’ odaklı ruh halini netleştiriyor.

Amy Adams ise kuşağının Meryl Streep’i olmaya doğru hızlı adımlarla ilerliyor ve ‘gönüllerin sevgilisi’ olmaktan uzaklaşıp ‘arzu nesnesi’ de olabileceğini belgeliyor. Bradley Cooper, Jennifer Lawrence ve Jeremy Renner da bu ikiliyi destekleyici hamleleriyle oyuncu kadrosunun başarısını tescilliyorlar. David O. Russell yapımlarının ‘senaryo filmleri’ olduğu kadar ‘oyuncu filmleri’ de olduğunu -bir kez

daha- görmemizi sağlıyor bu isimlerin üstün performasları.

“Düzenbaz”ı izledikten sonra, “Yürü be David O. Russell, kim tutar seni!” demek kaçınılmazlaşıyor bizim için. “Ateşli Geceler”den (Boogie Nights) fırlamış gibi duran karakterleri ve ‘hafif ’i ağırlaştıran kıvrak manevralarıyla sinema sanatını neden bu kadar sevdiğimizi gösteriyor David O. Russell. Hiçbir şeyi şansa bırakmadığını, her şeye hakim olduğunu da hissettiriyor bir yandan, kendi sinemasını usulca inşa ederken...

DÜZENBAZ

10 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

CHRISTIAN BALE VE AMY ADAMS’IN BAŞI ÇEKTİĞİ KADRO, KARAKTERLERİN ‘KAHRAMAN’ OLMAKTAN UZAK GÖRÜNTÜSÜNÜ MÜKEMMELEN YANSITIYOR PERDEYE.

BU YILKİ OSCAR’LARIN EN GÜÇLÜ

ADAYLARINDAN BİRİ OLAN “DÜZENBAZ”,

İYİ BİR SENARYONUN ‘VASAT’ SAYILABİLECEK

BİR HİKAYEYİ NEREYE TAŞIYACAĞINI

İYİ GÖSTERİYOR.

Filmin soundtrack çalışmasına bayılmamak mümkün değil. Döneminin zirveleri burada!

Filmin son 10 dakikası, “Düzenbaz”ın dört dörtlük ayara kavuşmasını engelliyor.

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 11

ÇOK BİLEN ADAM MURAT ÖZERTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 11: Arka Pencere - Sayi 221

HHHH ORİJİNAL ADI American Hustle

YÖNETMEN David O. Russell OYUNCULAR Christian Bale,

Amy Adams, Bradley Cooper, Jennifer Lawrence,

Jeremy Renner, Louis C.K.YAPIM 2013 ABD

SÜRE 138 dk. DAĞITIM Chantier Films

1990’LARDA ÇEKTİĞİ İLK ÜÇ FİLMİYLE GELECEĞİN ÖNEMLİ SİNEMACILARINDAN BİRİ OLACAĞININ İŞARETLERİNİ VEREN, 2000’leri tek filmle geçerek bu yargıyı havada bırakır gibi olan, ancak 2010’larla

birlikte yeni ve çok daha çarpıcı bir çıkışa imza atan David O. Russell, aldığı Altın Küre ödülleriyle birlikte bu yılın Oscar’larında da en güçlü adaylar arasında kendine yer bulan son filmi “Düzenbaz”la (American Hustle) başyapıtını ortaya koymuş görünüyor.

1970’li yılların sonlarına uzatıyor tepsiyi David O. Russell bu kez ve içine özenle yerleştiriyor malzemesini. Bize dönüp de sunuma başladığındaysa apışıp kalıyoruz, onca dağınıklığın nasıl olup da mükemmele yakın bir bütün oluşturduğunu görerek. ‘Beş benzemez’ diyebileceğimiz karakterleri, hikayenin içine balıklama dalan farklı unsurları ve başı sonu birbirine karışacakmış gibi duran entrikayı nazara aldığımızda, “Düzenbaz”ın başyapıt olma ihtimalinin alabildiğine zayıf olduğunu söyleyebiliriz (söyleyebilirdik). Oysa, David O. Russell’ın her filminde baskın unsur olan senaryo, burada da kusursuzun tarifini yapıyor ve ortalığı toparlamanın ötesine geçerek, yepyeni bir ‘düzen’ sunuyor bizlere. Diyaloglarsa bu işin nasıl yapılması gerektiği üzerine ders verir nitelikte; hiçbir replik havada kalmıyor, öncesini ve sonrasını tamamlayıcı işlev üstleniyor. Karakterler konuştukça açılıyor hikaye, çenelerinin düşmesini ister halde buluyoruz kendimizi.

Evet, iyi bir senaryonun ‘vasat’ sayılabilecek bir hikayeyi nerelere taşıyabileceğinin göstergesi gibi “Düzenbaz”. Bu hikaye, bir sahtekarlık/yolsuzluk vakasının içine atıyor bizleri. Önce sevgili, sonra ortak olan iki sahtekarın, devreye FBI girdikten sonra dallanıp budaklanan serüvenlerini takip ediyoruz. Şu sıralarda Türkiye’nin de temel problemlerinden

(cephelerinden) biri olan yolsuzluğun açığa çıkarılması gibi ‘ulvi’ bir amaç kendini gösterdiğindeyse, ‘kimin elinin kimin cebinde’ olduğunun pek anlaşılamadığı bir entrikayla yüzleşiyoruz. Mafyanın da işe bulaşmasıyla iyice karmaşıklaşan ve karanlıklaşan bu entrika, gene mükemmel senaryonun incelikli hamleleriyle rotasını buluyor. Kara mizah tonlarının da etkin olduğu bu resme bakarken keyif almamak olanaksız; her adımda biraz daha açılan ve toparlayıcı etkisini hissettiren senaryo, sanatla zanaatı aynı potada eriterek yükseltiyor filmin duygusunu.

Dönemin atmosferini de özellikle diyalogların arasına sıkıştırdığı göndermelerle saptayan “Düzenbaz”ın başarısının birincil sorumlusu senaryoysa, neredeyse aynı oranda etkin unsur da oyuncular kuşkusuz. Christian

Bale ve Amy Adams’ın başı çektiği kadro, hikayenin her evresinde ‘uyum harikası’ kimliğiyle öne çıkarken, karakterlerin ‘kahraman’ olmaktan uzak görüntüsünü de mükemmelen yansıtıyor beyazperdeye. Christian Bale, bazı sahnelerde neredeyse duyulmayacak biçimde fısıldayarak konuşuyor ve karakterinin ‘güven/güvensizlik’ odaklı ruh halini netleştiriyor.

Amy Adams ise kuşağının Meryl Streep’i olmaya doğru hızlı adımlarla ilerliyor ve ‘gönüllerin sevgilisi’ olmaktan uzaklaşıp ‘arzu nesnesi’ de olabileceğini belgeliyor. Bradley Cooper, Jennifer Lawrence ve Jeremy Renner da bu ikiliyi destekleyici hamleleriyle oyuncu kadrosunun başarısını tescilliyorlar. David O. Russell yapımlarının ‘senaryo filmleri’ olduğu kadar ‘oyuncu filmleri’ de olduğunu -bir kez

daha- görmemizi sağlıyor bu isimlerin üstün performasları.

“Düzenbaz”ı izledikten sonra, “Yürü be David O. Russell, kim tutar seni!” demek kaçınılmazlaşıyor bizim için. “Ateşli Geceler”den (Boogie Nights) fırlamış gibi duran karakterleri ve ‘hafif ’i ağırlaştıran kıvrak manevralarıyla sinema sanatını neden bu kadar sevdiğimizi gösteriyor David O. Russell. Hiçbir şeyi şansa bırakmadığını, her şeye hakim olduğunu da hissettiriyor bir yandan, kendi sinemasını usulca inşa ederken...

DÜZENBAZ

10 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

CHRISTIAN BALE VE AMY ADAMS’IN BAŞI ÇEKTİĞİ KADRO, KARAKTERLERİN ‘KAHRAMAN’ OLMAKTAN UZAK GÖRÜNTÜSÜNÜ MÜKEMMELEN YANSITIYOR PERDEYE.

BU YILKİ OSCAR’LARIN EN GÜÇLÜ

ADAYLARINDAN BİRİ OLAN “DÜZENBAZ”,

İYİ BİR SENARYONUN ‘VASAT’ SAYILABİLECEK

BİR HİKAYEYİ NEREYE TAŞIYACAĞINI

İYİ GÖSTERİYOR.

Filmin soundtrack çalışmasına bayılmamak mümkün değil. Döneminin zirveleri burada!

Filmin son 10 dakikası, “Düzenbaz”ın dört dörtlük ayara kavuşmasını engelliyor.

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 11

ÇOK BİLEN ADAM MURAT ÖZERTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 12: Arka Pencere - Sayi 221

HHYÖNETMEN A. Taner Elhan OYUNCULAR Meltem Cumbul, Filiz Ahmet, Özge Ulusoy, Esra Dermancıoğlu, Meral Çetinkaya, Ayten Uncuoğlu, Refit Aktuğ, Erdal Cindoruk YAPIM 2013 Türkiye SÜRE 104 dk. DAĞITIM warner Bros. (TAFF Pictures)

S ON BİRKAÇ YILDA SİNEMAMIZDA ‘POPÜLER ALAN’ DIŞINDAKİ ÜRETİMLERDE KAYDA DEĞER BİR DÖNÜŞÜM VAR. Kadınların başrole çıktığı, birer karakter haline dönüştüğü ve her şeyden önemlisi

kendi hayatları üzerine söz söylemeye çalıştığı önemli bir gelişme bu. “Zerre”, “Şimdiki Zaman”, “Araf ”, “Gözetleme Kulesi”, “Zefir”, “Mavi Dalga” ve “Kusursuzlar” ilk aklıma gelenler.

Bu eğilimi popüler sinemamızda görmek ise neredeyse imkansız. Daha çok komik ya da ‘jön’ erkek karakterlerin yanına ekleştirilmiş, onların karakterlerini büyüten ve geliştiren figürler olarak tasarlanan kadın temsilleriyle karşılaşıp duruyoruz.

Şahin Alpaslan’ın kaleminden çıkan ve “Acı Aşk” filmiyle tanıdığımız A. Taner Elhan’ın yönettiği “Kadın İşi Banka Soygunu” bu alandaki açığı kapatma iddiasında.

“Kadın İşi” farklı nedenlerle hayal kırıklığına uğramış dört kadının, kendileri için göze alamayacakları riskleri, şartlar ne olursa olsun birbirleri için göze alarak kalkıştığı banka soygunu macerasını anlatıyor.

Ciddi sağlık sorunları yaşayan ve kocası tarafından terk edildikten sonra oğluyla birlikte annesinin evine dönmek zorunda kalan Gülay (Meltem Cumbul), ‘anarşist’ bir ruha sahip olan ve bu nedenle de başı küçük dertlere giren Bilge (Filiz Ahmet), Küçük Armutlu’da açtığı mekan sinek avlamasına rağmen tango bar kurma hayalleri kuran Dürdane (Esran Dermancıoğlu) ve bir banka şubesinde çalışan, birlikte olduğu adamı ‘hizaya’ getirip evlenme hayalleri kuran Nihal’den (Özge Ulusoy) mürekkep bu arkadaş grubu efkarlı bir gecede zor bir plan yapıyor. Gülay, işyeri açmak için çektiği kredi borcunu ödeyememiştir, ona kefil olan Bilge de bu nedenle zor durumdadır. Dört kadın tek çarenin bir banka soymak olduğuna karar veriyorlar.

“Kadın İşi”nin çok iyi yaptığı şeyler var. Önce bunlardan başlayalım. Öncelikle bütün kahramanlarını birer karakteri dönüştürmek için yoğun çaba harcıyor. Her karakterin ruh hallerini, özlemlerini, içinde bulundukları

durumları mümkün olduğunca seyirciye anlatmaya çalışıyor. Öte yandan küçücük evlerin hemen dibinde heyula gibi yükselen gökdelenlerin yarattığı yabancılaşmayı ve klostrofobiyi de görmek mümkün. Erkek karakterleri mümkün olduğunca kadınlar üzerinden tanımlamaya çalışan filmle karşı karşıyayız.

Bütün bu olumlu çabalar “Kadın İşi”ne sempatiyle bakmamızı, niyetini ve çabasını kayda değer bulup tarihe not etmemizi gerektiriyor. Öte yandan ‘sinema’dan konuşmaya başladığımızda sıkıntılar baş gösteriyor. Öncelikle filmin özellikle ikinci yarısında, yani banka soygunu bölümünde ciddi bir senaryo zafiyeti yaşadığını belirtelim. Bu bölümdeki tutarsızlıkların filmi ikna edici (inandırıcı değil!) olmaktan uzaklaştırdığını belirtmemiz gerekiyor. Ama sanki filmin asıl problemi yönetmen Elhan’ın ne çekeceğine bir türlü karar verememiş olmasında yatıyor. Karakterlerinin yükünün ağırlığıyla, durumun absürdlüğü arasında kurulamayan denge filmin hem dramatik hem de komedi taraflarından çalıyor. Sanki biraz ‘kara komedi’ potansiyeli taşıyan hikayeyi bazı noktalarda ‘absürd’ komediye doğru zorlamış gibi. Oysa “Acı Aşk”ta hikayenin ‘karanlık’ tarafına daha fazla yüklenerek dil tutarlılığını yakalamayı başarmıştı. Hal böyle olunca filmin hem drama hem de komedi tarafları tam olarak işlemiyor.

Yine de “Kadın İşi”, ‘Gezi’ sonrasında dayanışma ile birlikte büyüyen kadınların bir yansıması olarak kayda değer bir film. Kaldı ki, film bunun farkında olduğunu fazlasıyla gösteriyor!

Oyunculuklar açısından fazla aksamayan filmde Filiz Ahmet ve Esra Dermancıoğlu’nun bir basamak daha yukarıda durduğunu ekleyelim.

KADIN İŞİ BANKA SOYGUNU

“KADIN İŞİ BANKA SOYGUNU” FARKLI NEDENLERLE HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMIŞ DÖRT KADININ, HER TÜRLÜ RİSKİ GÖZE ALARAK KALKIŞTIĞI BANKA SOYGUNUNU ANLATIYOR.

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 13

Bekaret, içki, kızlı-oğlanlı yaşam gibi iktidarın ‘tu kaka’ ilan ettiği alanlarda hiç geri adım atmıyor.

Filmin mekanlarından olan ve özel olarak tercih edildiği anlaşılan Küçük Armutlu biraz sözde kalıyor.

ÇOK BİLEN ADAM ŞENAY AYDEMİRTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) [email protected]

Page 13: Arka Pencere - Sayi 221

HHYÖNETMEN A. Taner Elhan OYUNCULAR Meltem Cumbul, Filiz Ahmet, Özge Ulusoy, Esra Dermancıoğlu, Meral Çetinkaya, Ayten Uncuoğlu, Refit Aktuğ, Erdal Cindoruk YAPIM 2013 Türkiye SÜRE 104 dk. DAĞITIM warner Bros. (TAFF Pictures)

S ON BİRKAÇ YILDA SİNEMAMIZDA ‘POPÜLER ALAN’ DIŞINDAKİ ÜRETİMLERDE KAYDA DEĞER BİR DÖNÜŞÜM VAR. Kadınların başrole çıktığı, birer karakter haline dönüştüğü ve her şeyden önemlisi

kendi hayatları üzerine söz söylemeye çalıştığı önemli bir gelişme bu. “Zerre”, “Şimdiki Zaman”, “Araf ”, “Gözetleme Kulesi”, “Zefir”, “Mavi Dalga” ve “Kusursuzlar” ilk aklıma gelenler.

Bu eğilimi popüler sinemamızda görmek ise neredeyse imkansız. Daha çok komik ya da ‘jön’ erkek karakterlerin yanına ekleştirilmiş, onların karakterlerini büyüten ve geliştiren figürler olarak tasarlanan kadın temsilleriyle karşılaşıp duruyoruz.

Şahin Alpaslan’ın kaleminden çıkan ve “Acı Aşk” filmiyle tanıdığımız A. Taner Elhan’ın yönettiği “Kadın İşi Banka Soygunu” bu alandaki açığı kapatma iddiasında.

“Kadın İşi” farklı nedenlerle hayal kırıklığına uğramış dört kadının, kendileri için göze alamayacakları riskleri, şartlar ne olursa olsun birbirleri için göze alarak kalkıştığı banka soygunu macerasını anlatıyor.

Ciddi sağlık sorunları yaşayan ve kocası tarafından terk edildikten sonra oğluyla birlikte annesinin evine dönmek zorunda kalan Gülay (Meltem Cumbul), ‘anarşist’ bir ruha sahip olan ve bu nedenle de başı küçük dertlere giren Bilge (Filiz Ahmet), Küçük Armutlu’da açtığı mekan sinek avlamasına rağmen tango bar kurma hayalleri kuran Dürdane (Esran Dermancıoğlu) ve bir banka şubesinde çalışan, birlikte olduğu adamı ‘hizaya’ getirip evlenme hayalleri kuran Nihal’den (Özge Ulusoy) mürekkep bu arkadaş grubu efkarlı bir gecede zor bir plan yapıyor. Gülay, işyeri açmak için çektiği kredi borcunu ödeyememiştir, ona kefil olan Bilge de bu nedenle zor durumdadır. Dört kadın tek çarenin bir banka soymak olduğuna karar veriyorlar.

“Kadın İşi”nin çok iyi yaptığı şeyler var. Önce bunlardan başlayalım. Öncelikle bütün kahramanlarını birer karakteri dönüştürmek için yoğun çaba harcıyor. Her karakterin ruh hallerini, özlemlerini, içinde bulundukları

durumları mümkün olduğunca seyirciye anlatmaya çalışıyor. Öte yandan küçücük evlerin hemen dibinde heyula gibi yükselen gökdelenlerin yarattığı yabancılaşmayı ve klostrofobiyi de görmek mümkün. Erkek karakterleri mümkün olduğunca kadınlar üzerinden tanımlamaya çalışan filmle karşı karşıyayız.

Bütün bu olumlu çabalar “Kadın İşi”ne sempatiyle bakmamızı, niyetini ve çabasını kayda değer bulup tarihe not etmemizi gerektiriyor. Öte yandan ‘sinema’dan konuşmaya başladığımızda sıkıntılar baş gösteriyor. Öncelikle filmin özellikle ikinci yarısında, yani banka soygunu bölümünde ciddi bir senaryo zafiyeti yaşadığını belirtelim. Bu bölümdeki tutarsızlıkların filmi ikna edici (inandırıcı değil!) olmaktan uzaklaştırdığını belirtmemiz gerekiyor. Ama sanki filmin asıl problemi yönetmen Elhan’ın ne çekeceğine bir türlü karar verememiş olmasında yatıyor. Karakterlerinin yükünün ağırlığıyla, durumun absürdlüğü arasında kurulamayan denge filmin hem dramatik hem de komedi taraflarından çalıyor. Sanki biraz ‘kara komedi’ potansiyeli taşıyan hikayeyi bazı noktalarda ‘absürd’ komediye doğru zorlamış gibi. Oysa “Acı Aşk”ta hikayenin ‘karanlık’ tarafına daha fazla yüklenerek dil tutarlılığını yakalamayı başarmıştı. Hal böyle olunca filmin hem drama hem de komedi tarafları tam olarak işlemiyor.

Yine de “Kadın İşi”, ‘Gezi’ sonrasında dayanışma ile birlikte büyüyen kadınların bir yansıması olarak kayda değer bir film. Kaldı ki, film bunun farkında olduğunu fazlasıyla gösteriyor!

Oyunculuklar açısından fazla aksamayan filmde Filiz Ahmet ve Esra Dermancıoğlu’nun bir basamak daha yukarıda durduğunu ekleyelim.

KADIN İŞİ BANKA SOYGUNU

“KADIN İŞİ BANKA SOYGUNU” FARKLI NEDENLERLE HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMIŞ DÖRT KADININ, HER TÜRLÜ RİSKİ GÖZE ALARAK KALKIŞTIĞI BANKA SOYGUNUNU ANLATIYOR.

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 13

Bekaret, içki, kızlı-oğlanlı yaşam gibi iktidarın ‘tu kaka’ ilan ettiği alanlarda hiç geri adım atmıyor.

Filmin mekanlarından olan ve özel olarak tercih edildiği anlaşılan Küçük Armutlu biraz sözde kalıyor.

ÇOK BİLEN ADAM ŞENAY AYDEMİRTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) [email protected]

Page 14: Arka Pencere - Sayi 221

HHHH ORİJİNAL ADI Frozen

YÖNETMENLER Chris Buck, Jennifer Lee

SESLENDİRENLER Kristen Bell, Josh Gad, Idina Menzel,

Jonathan Groff, Santino Fontana, Alan Tudyk, Stephen J. Anderson

YAPIM 2013 ABD SÜRE 102 dk. DAĞITIM UIP

YENİ ÇAĞIN ANİMASYONLARINI ARTIK SADECE ÇOCUKLAR DEĞİL, YETİŞKİNLER DE DÖRT GÖZLE BEKLİYOR, ZEVKTEN dört köşe halde izliyor, malum. Bilgisayar marifetiyle, her şeyin elle çizildiği geçmişe

oranla daha çabuk tamamlanabilen 3D animasyonlar, sadece görsel kusursuzluklarıyla değil, senaryo ve öyküleriyle de zirvede yapıtlar olarak karşımıza çıkıyor.

Çizgi sinemanın en meşhur markası Disney’in son harikası “Karlar Ülkesi” de, yılın en çok iş yapacak ve en çok hatırda kalacak animasyonu olarak parıldıyor. Aslında hafızamızın bir yerlerinde “Karlar Kraliçesi” olarak yer etmiş, Hans Christian Andersen’in meşhur masalının serbest bir uyarlaması bu... Eseri 1940’larda adapte etmek isteyen Disney, daha sonra bu fikirden vazgeçmiş. Günümüzdeki uyarlamada ise, masal ‘esin kaynağı’ olarak kullanılmış. Zira orijinal öyküden farklı olarak meşhur prensesimizin yanına bir de kız kardeş eklenmiş, gayet iyi de olmuş.

Filme geçmeden, başlangıçta gösterilen kısa animasyon ise, sanırız Disney’in yaratıcılıkta vardığı son noktayı işaret ediyor. 6 dakikalık “Get A Horse!” adlı bu hem siyah-beyaz hem renkli, hem 1:33 hem 2:35:1, hem 2D hem de 3D’yi bir arada barındıran kısa çizgi film, elle çizilmiş haliyle başta 1930’lardan kalma erken dönem bir Disney animasyonu izlediğimiz kanısını uyandırıyor. Derken karakterler perdeden fırlayıp, renklenip üç boyutlu hale geliyorlar. Velhasıl başta Miki Fare olmak üzere sevilen pek çok karakterin hem ilk çizilmiş hem de son hallerini görmüş oluyoruz. Bu arada belki küçük seyirciler için pek anlam ifade etmeyecek olsa da, sinemaseverleri mest edecek numaralar dönüyor. Filmi dondurup kare kare oynatma, geri sarma, kareyi tepetaklak çevirme gibi ‘sinemasal’ göndermelerle, küçük bir animasyon başyapıtına dönüşüveriyor “Get A Horse!”...

“Karlar Ülkesi”yse, açılır açılmaz bizi iki küçük, haşarı kız kardeşle tanıştırıyor. Gelecekte Arendelle’in kraliçesi olacak olan Elsa, doğuştan gelen yeteneği sayesinde istediği kadar buz ve kar yaratabiliyor. Minik kız kardeşi Anna’yla koşuşturup oynarlarken tanıştığımız kızlar, ne yazık ki çok geçmeden birbirlerinden ‘izole’ hale geliyorlar. Zira Elsa, bu olağanüstü yeteneğini kontrol edemiyor. Oyun sırasında istemeden kardeşinin beynini dondurunca da önce durumun çaresine bakılıyor ve Elsa, büyüyüp genç kız olana kadar kendini odaya kapatıyor.

İlerleyen zaman içerisinde anne-babalarını bir kazada kaybediyorlar. Elsa reşit olduğunda ise halkın karşısına çıkıyor fakat istemeden bütün Norveç’i buz ve kar altında bırakınca işler karışıyor. Üstelik bu durumu nasıl geri dönüştüreceğini de bilmiyor.

Bu esnada Anna devreye giriyor. Âşık olduğu adamın kötü niyetlerinden habersiz, ablasının yol açtığı felaketi gidermeye ve eski günlerdeki gibi onunla ‘arkadaş’ olmaya çalışıyor.

“Karlar Ülkesi”, macerayı, romantizmi, duygusallığı beraber sunan, araya katılmış enfes şarkılarla neredeyse görkemli bir sahne müzikalini andıran, üzerinde epeyce çalışılmış bir yapıt. Bilhassa “Let It Go” adlı parçanın çoktan dillere pelesenk olduğunu belirtelim.

Disney’in klasikler arasına giren geçmişteki ölümsüz yapıtlarını çağrıştıran “Karlar Ülkesi”, öte yandan diğer animasyonlardan farklı olarak duygusallığı ve sevgiyi ‘aşk’ üzerinden anlatmıyor bu kez. İki kız kardeş, en büyük sınavlarını ‘ölüm’ üzerinden verme noktasında, gerçek sevginin iki kardeş arasında da nasıl göz yaşartıcı hale gelebileceğini de söylüyor. Bir

başka dikkat çekici nokta ise, baş kahramanın tıpkı “Cesur”da (Brave) olduğu gibi ‘erkek’ değil ‘kız’ olması. Böylece animasyonların bir kalıbı daha yeniden kırılmış oluyor; pekala bir kızın da maceradan maceraya koşup, koca bir ülkeyi felaketten kurtarabileceği mesajı veriliyor.

2016’da “Kayıp Balık Nemo”nun (Finding Nemo) devamı niteliğindeki “Finding Dora” ile bir başka başyapıt vermeye hazırlanan Disney’in geçmişten bugüne Top 10 listesinde baş sıralara oynayabilecek yapıtlarından biri bu. Bunu da en iyi animasyon dalında kazandığı Altın Küre ve Oscar’a aday gösterilmesiyle kanıtladı bile.

KARLAR ÜLKESİ

14 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

DISNEY’İN GEÇMİŞTEKİ ÖLÜMSÜZ YAPITLARINI ÇAĞRIŞTIRAN FİLM, ÖTE YANDAN DİĞER ANİMASYONLARDAN fARKLI OLARAK SEVGİYİ ‘AŞK’ ÜZERİNDEN ANLATMIYOR.

ÇİZGİ SİNEMANIN EN MEŞHUR MARKASI

DISNEY’İN SON HARİKASI “KARLAR

ÜLKESİ”, YILIN EN ÇOK İŞ YAPACAK VE EN ÇOK

HATIRDA KALACAK ANİMASYONU

OLARAK PARILDIYOR.

3D’nin göze batmadığı, aksine gayet yakıştığı animasyonlardan biri.

Türkçe dublajda nefis şarkılar da güme gidiyor.

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 15

ÇOK BİLEN ADAM OKAN ARPAÇTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 15: Arka Pencere - Sayi 221

HHHH ORİJİNAL ADI Frozen

YÖNETMENLER Chris Buck, Jennifer Lee

SESLENDİRENLER Kristen Bell, Josh Gad, Idina Menzel,

Jonathan Groff, Santino Fontana, Alan Tudyk, Stephen J. Anderson

YAPIM 2013 ABD SÜRE 102 dk. DAĞITIM UIP

YENİ ÇAĞIN ANİMASYONLARINI ARTIK SADECE ÇOCUKLAR DEĞİL, YETİŞKİNLER DE DÖRT GÖZLE BEKLİYOR, ZEVKTEN dört köşe halde izliyor, malum. Bilgisayar marifetiyle, her şeyin elle çizildiği geçmişe

oranla daha çabuk tamamlanabilen 3D animasyonlar, sadece görsel kusursuzluklarıyla değil, senaryo ve öyküleriyle de zirvede yapıtlar olarak karşımıza çıkıyor.

Çizgi sinemanın en meşhur markası Disney’in son harikası “Karlar Ülkesi” de, yılın en çok iş yapacak ve en çok hatırda kalacak animasyonu olarak parıldıyor. Aslında hafızamızın bir yerlerinde “Karlar Kraliçesi” olarak yer etmiş, Hans Christian Andersen’in meşhur masalının serbest bir uyarlaması bu... Eseri 1940’larda adapte etmek isteyen Disney, daha sonra bu fikirden vazgeçmiş. Günümüzdeki uyarlamada ise, masal ‘esin kaynağı’ olarak kullanılmış. Zira orijinal öyküden farklı olarak meşhur prensesimizin yanına bir de kız kardeş eklenmiş, gayet iyi de olmuş.

Filme geçmeden, başlangıçta gösterilen kısa animasyon ise, sanırız Disney’in yaratıcılıkta vardığı son noktayı işaret ediyor. 6 dakikalık “Get A Horse!” adlı bu hem siyah-beyaz hem renkli, hem 1:33 hem 2:35:1, hem 2D hem de 3D’yi bir arada barındıran kısa çizgi film, elle çizilmiş haliyle başta 1930’lardan kalma erken dönem bir Disney animasyonu izlediğimiz kanısını uyandırıyor. Derken karakterler perdeden fırlayıp, renklenip üç boyutlu hale geliyorlar. Velhasıl başta Miki Fare olmak üzere sevilen pek çok karakterin hem ilk çizilmiş hem de son hallerini görmüş oluyoruz. Bu arada belki küçük seyirciler için pek anlam ifade etmeyecek olsa da, sinemaseverleri mest edecek numaralar dönüyor. Filmi dondurup kare kare oynatma, geri sarma, kareyi tepetaklak çevirme gibi ‘sinemasal’ göndermelerle, küçük bir animasyon başyapıtına dönüşüveriyor “Get A Horse!”...

“Karlar Ülkesi”yse, açılır açılmaz bizi iki küçük, haşarı kız kardeşle tanıştırıyor. Gelecekte Arendelle’in kraliçesi olacak olan Elsa, doğuştan gelen yeteneği sayesinde istediği kadar buz ve kar yaratabiliyor. Minik kız kardeşi Anna’yla koşuşturup oynarlarken tanıştığımız kızlar, ne yazık ki çok geçmeden birbirlerinden ‘izole’ hale geliyorlar. Zira Elsa, bu olağanüstü yeteneğini kontrol edemiyor. Oyun sırasında istemeden kardeşinin beynini dondurunca da önce durumun çaresine bakılıyor ve Elsa, büyüyüp genç kız olana kadar kendini odaya kapatıyor.

İlerleyen zaman içerisinde anne-babalarını bir kazada kaybediyorlar. Elsa reşit olduğunda ise halkın karşısına çıkıyor fakat istemeden bütün Norveç’i buz ve kar altında bırakınca işler karışıyor. Üstelik bu durumu nasıl geri dönüştüreceğini de bilmiyor.

Bu esnada Anna devreye giriyor. Âşık olduğu adamın kötü niyetlerinden habersiz, ablasının yol açtığı felaketi gidermeye ve eski günlerdeki gibi onunla ‘arkadaş’ olmaya çalışıyor.

“Karlar Ülkesi”, macerayı, romantizmi, duygusallığı beraber sunan, araya katılmış enfes şarkılarla neredeyse görkemli bir sahne müzikalini andıran, üzerinde epeyce çalışılmış bir yapıt. Bilhassa “Let It Go” adlı parçanın çoktan dillere pelesenk olduğunu belirtelim.

Disney’in klasikler arasına giren geçmişteki ölümsüz yapıtlarını çağrıştıran “Karlar Ülkesi”, öte yandan diğer animasyonlardan farklı olarak duygusallığı ve sevgiyi ‘aşk’ üzerinden anlatmıyor bu kez. İki kız kardeş, en büyük sınavlarını ‘ölüm’ üzerinden verme noktasında, gerçek sevginin iki kardeş arasında da nasıl göz yaşartıcı hale gelebileceğini de söylüyor. Bir

başka dikkat çekici nokta ise, baş kahramanın tıpkı “Cesur”da (Brave) olduğu gibi ‘erkek’ değil ‘kız’ olması. Böylece animasyonların bir kalıbı daha yeniden kırılmış oluyor; pekala bir kızın da maceradan maceraya koşup, koca bir ülkeyi felaketten kurtarabileceği mesajı veriliyor.

2016’da “Kayıp Balık Nemo”nun (Finding Nemo) devamı niteliğindeki “Finding Dora” ile bir başka başyapıt vermeye hazırlanan Disney’in geçmişten bugüne Top 10 listesinde baş sıralara oynayabilecek yapıtlarından biri bu. Bunu da en iyi animasyon dalında kazandığı Altın Küre ve Oscar’a aday gösterilmesiyle kanıtladı bile.

KARLAR ÜLKESİ

14 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

DISNEY’İN GEÇMİŞTEKİ ÖLÜMSÜZ YAPITLARINI ÇAĞRIŞTIRAN FİLM, ÖTE YANDAN DİĞER ANİMASYONLARDAN fARKLI OLARAK SEVGİYİ ‘AŞK’ ÜZERİNDEN ANLATMIYOR.

ÇİZGİ SİNEMANIN EN MEŞHUR MARKASI

DISNEY’İN SON HARİKASI “KARLAR

ÜLKESİ”, YILIN EN ÇOK İŞ YAPACAK VE EN ÇOK

HATIRDA KALACAK ANİMASYONU

OLARAK PARILDIYOR.

3D’nin göze batmadığı, aksine gayet yakıştığı animasyonlardan biri.

Türkçe dublajda nefis şarkılar da güme gidiyor.

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 15

ÇOK BİLEN ADAM OKAN ARPAÇTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 16: Arka Pencere - Sayi 221

ÇILGIN DERSANE 3D

ERSHANE KELİMESİNİ DUYAR DUYMAZ, BU TOPRAKLARDA YAŞAYAN HERKESİN AKLINA CUMHURİYET TARİHİNİN EN büyük yolsuzluğunu da ortaya çıkaran iktidar güçlerinin büyük hesaplaşmasının gelmesi

olağan. Aynı dershanenin, seksten başka şey düşünemeyen yurdum ergenlerinin maceralı serisine yataklık etmesi ise, tuhaf ama anlamsız olmayan bir rastlantı. Burası, Cumhurbaşkanının deyişiyle 'insan gerçekten hayret ediyor' memleketi.

Bikinili genç kadınlar ve onların peşinde koşan akılsız oğlanlar arasındaki kovalamaca, üçüncü filmiyle seyirci karşısında. Bu kez olaylar, bir otelde dershaneler arasında bir müzik yarışmasının düzenlendiği ve bunun çok önemsendiği bir paralel evrende geçiyor. Öğretmenler ve dersler tamamen rafa kaldırılmış, artık daha doğrudan olarak, dershane gençlerin bir araya gelme vesilesinden ibaret. Rakip dershane ekibi, zengin züppe gençlerden oluşunca, yarışma rekabetinden önce otelde karşılıklı şakalaşma yarışı başlıyor. İçkiye bir şeyler katma, yere misket koyma, yatağa elektrik

verme derken kredi kartı bilgilerini ele geçirmeye, hatta odalardaki bilgisayar kameralarına bağlanmaya kadar varan bir yarış oluyor haliyle. Çünkü sonuçta amaç, bikinili kadınlara bakmak.

Filmin rahatsız edici tek yanı bir buçuk saat boyunca meme, popo, çatal, daha fazla meme ve daha fazla popo göstermesi değil, birbirini ‘yatağa atma’ ve elbette ‘arkayı kollama’ üstüne çirkin seviyesizliklere de bolca yer veriyor.

Yerli “Amerikan Pastası”nın (American Pie) yeni filmi pekala şöyle de sunulabilirdi: Çılgın Dersane 3, çatala hâlâ doymadıysanız!

Bir seyir notu: Ankara'da filmin ilk seanslarını dolduran lise öğrencileri kadar, aynı sinemadaki cinsiyetçiliğe karşı duyarlılığa dair Kuirfest filmlerinin de yan salonu doldurduğunu görmek, bir miktar ferahlatıcı.

HYÖNETMEN Kamil Çetin

OYUNCULAR Duygu Çetinkaya, Paşhan Yılmazel, Okan Karacan,

Zeynep Aktuğ, Ozan Aydemir YAPIM 2013 Türkiye

SÜRE 104 dk. DAĞITIM Tiglon (Aksoy Film)

BİKİNİLİ GENÇ KADINLAR VE ONLARIN PEŞİNDE KOŞAN

AKILSIZ OĞLANLAR ARASINDAKİ KOVALAMACA, ÜÇÜNCÜ

FİLMİYLE SEYİRCİ KARŞISINDA.

Dershane kelimesini duyar duymaz, bu topraklarda yaşayan herkesin aklına Cumhuriyet tarihinin

Amerikan filmlerine özenilir de, “babam öldü” diyene “çok üzüldüm” cevabı vermek de nesi?

16 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

ÇOK BİLEN ADAM ÇAĞDAŞ GÜNERBÜYÜKTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) [email protected]

Page 17: Arka Pencere - Sayi 221

KAPRİ YILDIZIUNDER CAPRICORN (1949)

ÇILGIN DERSANE 3 H

DÜZENBAZ HHHH HHHH HHHH HHHH HHHH

KADIN İŞİ BANKA SOYGUNU H HH HH HH

KARLAR ÜLKESİ HHHH HHH

SEN ŞARKILARINI SÖYLE HHHHH HHH HHHH HHH HHHHH

47 RONIN HHHH HHH HH HH HHH HH

ÇOCUK POZU HHHH HHH HHHH

DİRENİŞ GÜNLERİNDE AŞK HHH HH

ERKEKLER HH H

fERAHfEZA HH

GENÇ VE GÜZEL HHHH HH

GLORIA HHHH HHHH

HALAM GELDİ HH HH

İBLİS'İN OĞLU: 13. VAHŞET H H

KAÇIŞ PLANI HH HH HH HH

KUSURSUZLAR HHHH HHHH HHH HHH HHHH

OLDBOY HH HH HH HH HH

PATRON MUTLU SON İSTİYOR HH HH HH

SAĞ SALİM 2: SİL BAŞTAN H H

SENİN HİKAYEN HH HH HH

WALTER MITTY'NİN GİZLİ YAŞAMI HHH HHHH HHH HHHH HHHH

YUNUS EMRE: AŞKIN SESİ H H H

ACI HHHH HHH HHH HHH

BALDAN ACI HHH HHH

fRANCES HA HHHH HHHH HHH HHHH HHH HHH

DÜZENBAZ KADIN İŞİ BANKA SOYGUNU KARLAR ÜLKESİ SEN ŞARKILARINI SÖYLE

HAfTANIN fİLMLERİ GÖSTERİMİ DEvAM EDENLER HAfTANIN DvD’LERİ

BİLGEHAN OKAN TUNCA BURAK MURAT OLKAN BURÇİN S. ARAS ARPAÇ ARSLAN GÖRAL ÖzER ÖzYURT YALÇIN

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 17

ÇILGIN DERSANE 3D

ERSHANE KELİMESİNİ DUYAR DUYMAZ, BU TOPRAKLARDA YAŞAYAN HERKESİN AKLINA CUMHURİYET TARİHİNİN EN büyük yolsuzluğunu da ortaya çıkaran iktidar güçlerinin büyük hesaplaşmasının gelmesi

olağan. Aynı dershanenin, seksten başka şey düşünemeyen yurdum ergenlerinin maceralı serisine yataklık etmesi ise, tuhaf ama anlamsız olmayan bir rastlantı. Burası, Cumhurbaşkanının deyişiyle 'insan gerçekten hayret ediyor' memleketi.

Bikinili genç kadınlar ve onların peşinde koşan akılsız oğlanlar arasındaki kovalamaca, üçüncü filmiyle seyirci karşısında. Bu kez olaylar, bir otelde dershaneler arasında bir müzik yarışmasının düzenlendiği ve bunun çok önemsendiği bir paralel evrende geçiyor. Öğretmenler ve dersler tamamen rafa kaldırılmış, artık daha doğrudan olarak, dershane gençlerin bir araya gelme vesilesinden ibaret. Rakip dershane ekibi, zengin züppe gençlerden oluşunca, yarışma rekabetinden önce otelde karşılıklı şakalaşma yarışı başlıyor. İçkiye bir şeyler katma, yere misket koyma, yatağa elektrik

verme derken kredi kartı bilgilerini ele geçirmeye, hatta odalardaki bilgisayar kameralarına bağlanmaya kadar varan bir yarış oluyor haliyle. Çünkü sonuçta amaç, bikinili kadınlara bakmak.

Filmin rahatsız edici tek yanı bir buçuk saat boyunca meme, popo, çatal, daha fazla meme ve daha fazla popo göstermesi değil, birbirini ‘yatağa atma’ ve elbette ‘arkayı kollama’ üstüne çirkin seviyesizliklere de bolca yer veriyor.

Yerli “Amerikan Pastası”nın (American Pie) yeni filmi pekala şöyle de sunulabilirdi: Çılgın Dersane 3, çatala hâlâ doymadıysanız!

Bir seyir notu: Ankara'da filmin ilk seanslarını dolduran lise öğrencileri kadar, aynı sinemadaki cinsiyetçiliğe karşı duyarlılığa dair Kuirfest filmlerinin de yan salonu doldurduğunu görmek, bir miktar ferahlatıcı.

HYÖNETMEN Kamil Çetin

OYUNCULAR Duygu Çetinkaya, Paşhan Yılmazel, Okan Karacan,

Zeynep Aktuğ, Ozan Aydemir YAPIM 2013 Türkiye

SÜRE 104 dk. DAĞITIM Tiglon (Aksoy Film)

BİKİNİLİ GENÇ KADINLAR VE ONLARIN PEŞİNDE KOŞAN

AKILSIZ OĞLANLAR ARASINDAKİ KOVALAMACA, ÜÇÜNCÜ

FİLMİYLE SEYİRCİ KARŞISINDA.

Dershane kelimesini duyar duymaz, bu topraklarda yaşayan herkesin aklına Cumhuriyet tarihinin

Amerikan filmlerine özenilir de, “babam öldü” diyene “çok üzüldüm” cevabı vermek de nesi?

16 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

ÇOK BİLEN ADAM ÇAĞDAŞ GÜNERBÜYÜKTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) [email protected]

Page 18: Arka Pencere - Sayi 221

SİNEMA TARİHİMİZDE ÇOK MÜSTESNA BİR YER EDİNMİŞ, ERTEM GÖREÇ İMZALI 1964 YAPIMI “KARANLIKTA UYANANLAR” FİLMİNİN SONLARINA DOĞRU, TAM OLARAK 105. DAKİKADA, ÖYKÜNÜN

başlıca mekanlarından biri olan boya fabrikasında düzenlenen bir basın toplantısına tanıklık ederiz. Gazeteciler, foto muhabirleri, yönetim odasına doluşmuşlardır, patron kısa bir konuşma yapacaktır. Açıklamalarına başlayan adamın sağ omuzunun tam arkasında duran ve elindeki deftere notlar alan gazeteci, Süheyl Eğriboz’dur. Yaklaşık 450 filmlik oyunculuk kariyerinin kavgasız dövüşsüz belki de tek rolüdür bu. Fakat, kamera karşısındaki uzun serüveninin henüz başlarında sayılabilecek Eğriboz, yine de ‘rahat durmaz’, o küçücük rolde bile kendini belli etmeyi bir biçimde başarır. Kamera, patrona odaklandığı için hemen arkasındaki Eğriboz’u da net olarak görürüz 30-40 saniye boyunca. Bir ara suratına o kötücül bakış yerleşir, dilini yanağının içinde gezdirir ve elinin tersiyle belli belirsiz şekilde yanağını okşayarak ‘tıraşı kes’ anlamına da gelebilecek bir ‘ustura hareketi’ yapar. Herhangi bir repliği, hareketi yoktur ama ufacık bir jestle, o birkaç saniye içinde bile diğerlerinden bir adım öne çıkar, deyim yerindeyse “Sütçü”lük yapar. Yumruk ya da tekme atmaz ve yemez yemesine de sakin sakin not alması gereken bir gazeteciyi canlandırırken bile her an birilerine ‘dalacak’ gibidir.

Süheyl Eğriboz’u, yanılmıyorsam ilk kez 1970’lerin başlarında Hürriyet gazetesi Kelebek ekini vermeye başladığı günlerde bir fotoromanda, hem de “Sütçü” olarak gördüm. Gerçek adını da lakabını da bir daha hiç unutmadım, birkaç dakika da olsa rol aldığı her filmi, biraz da onun için seyrettim. Geçen hafta, 87 yaşındayken

kaybettiğimiz bu unutulmaz ‘kötü adam’, Kemal Sunal’lı “İnek Şaban”daki Jilet Rıza’yken de, Yılmaz Atadeniz’in “Beş Hergele”sindeki zalim Bulgar (yoksa Yunan mıydı…) başgardiyanken de, Bizans askeri ya da Alman casus olduğunda da bir biçimde kendisini mutlaka seyrettirirdi. Meslek yaşamına dair yapılan röportajlarda yüzündeki izlerin ‘hangi jönden kaldığını’ büyük bir zevkle anlatan, “Şu Cüneyt’ten, şu Yılmaz’dan” diye uzun uzun aktaran Eğriboz, Yeşilçam’ın emektar ‘kavgacılar’ının sembolü, ‘Son Mohikan’ıydı deyim yerindeyse. “Biz jönlerden bir şey beklemeyiz, jönler bizden beklerler” diyerek, attan düşmenin, pencereden fırlamanın, köprüden ya da şelaleden atlamanın incelikleri konusunda dersler veren usta yardımcı oyuncu, ‘avantür film’ denilince ilk akla gelen birkaç isimden biriydi. 1970’lerin ortalarında “Lambaya Püf De / Sütçü”, “Sütçünün Rüyası”, “Haydi Bastır Sütçü”, “Sütçü Kıbrıs’ta”, “Sütçü Ve Eşşeği” gibi

komedi filmlerde başrol üstlenen ama seks filmleri furyasının başlamasıyla başrol macerası kısa sürede sona eren Eğriboz, babası Necat Eğriboz’un da sinemacı olmasının etkisiyle lise yıllarında girdiği Yeşilçam’da silinmeyecek, çok net bir iz bıraktı. Hayli ilerlemiş yaşına karşın hep dinç, sağlam, sağlıklı bir görünümde olan, kendi döneminden pek çok meslektaşının aksine sefalet çekmeyip mütevazı da olsa iyi bir yaşam süren Eğriboz, Mika Kaurismaki’nin 1991 tarihli “Zombi Ve Hayalet Tren” (Zombie Ja Kummitusjuna) filminde de İstanbul’da bir otelciyi canlandırarak, uluslararası çalışmalarına ayrıksı bir halka daha eklemişti bilindiği gibi.

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Filmciliğimiz Üstüne Taşlamalar” şiirinde dediği gibi, “Filmin kavga sahnesi / Seyircide ‘ye onu ye’ sesi…”yle kulaklarının çok çınladığına eminim... Huzur içinde uyusun…

Haftaya görüşmek üzere. Sinema salonunu en son siz terk edin!

Süheyl Eğriboz’u, ilk kez 1970’lerin başlarında Hürriyet gazetesi Kelebek ekini vermeye başladığı günlerde bir fotoromanda, hem de “Sütçü” olarak gördüm. Gerçek adını da lakabını da bir daha hiç unutmadım, rol aldığı her filmi, biraz da onun için seyrettim...

SÜHEYL “SÜTÇÜ” EĞRİBOZ’UNARDINDAN...

TRENDEKİ YABANCI TUNCA [email protected] ON A TRAIN (1951)

18 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014 17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 19

Page 19: Arka Pencere - Sayi 221

SİNEMA TARİHİMİZDE ÇOK MÜSTESNA BİR YER EDİNMİŞ, ERTEM GÖREÇ İMZALI 1964 YAPIMI “KARANLIKTA UYANANLAR” FİLMİNİN SONLARINA DOĞRU, TAM OLARAK 105. DAKİKADA, ÖYKÜNÜN

başlıca mekanlarından biri olan boya fabrikasında düzenlenen bir basın toplantısına tanıklık ederiz. Gazeteciler, foto muhabirleri, yönetim odasına doluşmuşlardır, patron kısa bir konuşma yapacaktır. Açıklamalarına başlayan adamın sağ omuzunun tam arkasında duran ve elindeki deftere notlar alan gazeteci, Süheyl Eğriboz’dur. Yaklaşık 450 filmlik oyunculuk kariyerinin kavgasız dövüşsüz belki de tek rolüdür bu. Fakat, kamera karşısındaki uzun serüveninin henüz başlarında sayılabilecek Eğriboz, yine de ‘rahat durmaz’, o küçücük rolde bile kendini belli etmeyi bir biçimde başarır. Kamera, patrona odaklandığı için hemen arkasındaki Eğriboz’u da net olarak görürüz 30-40 saniye boyunca. Bir ara suratına o kötücül bakış yerleşir, dilini yanağının içinde gezdirir ve elinin tersiyle belli belirsiz şekilde yanağını okşayarak ‘tıraşı kes’ anlamına da gelebilecek bir ‘ustura hareketi’ yapar. Herhangi bir repliği, hareketi yoktur ama ufacık bir jestle, o birkaç saniye içinde bile diğerlerinden bir adım öne çıkar, deyim yerindeyse “Sütçü”lük yapar. Yumruk ya da tekme atmaz ve yemez yemesine de sakin sakin not alması gereken bir gazeteciyi canlandırırken bile her an birilerine ‘dalacak’ gibidir.

Süheyl Eğriboz’u, yanılmıyorsam ilk kez 1970’lerin başlarında Hürriyet gazetesi Kelebek ekini vermeye başladığı günlerde bir fotoromanda, hem de “Sütçü” olarak gördüm. Gerçek adını da lakabını da bir daha hiç unutmadım, birkaç dakika da olsa rol aldığı her filmi, biraz da onun için seyrettim. Geçen hafta, 87 yaşındayken

kaybettiğimiz bu unutulmaz ‘kötü adam’, Kemal Sunal’lı “İnek Şaban”daki Jilet Rıza’yken de, Yılmaz Atadeniz’in “Beş Hergele”sindeki zalim Bulgar (yoksa Yunan mıydı…) başgardiyanken de, Bizans askeri ya da Alman casus olduğunda da bir biçimde kendisini mutlaka seyrettirirdi. Meslek yaşamına dair yapılan röportajlarda yüzündeki izlerin ‘hangi jönden kaldığını’ büyük bir zevkle anlatan, “Şu Cüneyt’ten, şu Yılmaz’dan” diye uzun uzun aktaran Eğriboz, Yeşilçam’ın emektar ‘kavgacılar’ının sembolü, ‘Son Mohikan’ıydı deyim yerindeyse. “Biz jönlerden bir şey beklemeyiz, jönler bizden beklerler” diyerek, attan düşmenin, pencereden fırlamanın, köprüden ya da şelaleden atlamanın incelikleri konusunda dersler veren usta yardımcı oyuncu, ‘avantür film’ denilince ilk akla gelen birkaç isimden biriydi. 1970’lerin ortalarında “Lambaya Püf De / Sütçü”, “Sütçünün Rüyası”, “Haydi Bastır Sütçü”, “Sütçü Kıbrıs’ta”, “Sütçü Ve Eşşeği” gibi

komedi filmlerde başrol üstlenen ama seks filmleri furyasının başlamasıyla başrol macerası kısa sürede sona eren Eğriboz, babası Necat Eğriboz’un da sinemacı olmasının etkisiyle lise yıllarında girdiği Yeşilçam’da silinmeyecek, çok net bir iz bıraktı. Hayli ilerlemiş yaşına karşın hep dinç, sağlam, sağlıklı bir görünümde olan, kendi döneminden pek çok meslektaşının aksine sefalet çekmeyip mütevazı da olsa iyi bir yaşam süren Eğriboz, Mika Kaurismaki’nin 1991 tarihli “Zombi Ve Hayalet Tren” (Zombie Ja Kummitusjuna) filminde de İstanbul’da bir otelciyi canlandırarak, uluslararası çalışmalarına ayrıksı bir halka daha eklemişti bilindiği gibi.

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Filmciliğimiz Üstüne Taşlamalar” şiirinde dediği gibi, “Filmin kavga sahnesi / Seyircide ‘ye onu ye’ sesi…”yle kulaklarının çok çınladığına eminim... Huzur içinde uyusun…

Haftaya görüşmek üzere. Sinema salonunu en son siz terk edin!

Süheyl Eğriboz’u, ilk kez 1970’lerin başlarında Hürriyet gazetesi Kelebek ekini vermeye başladığı günlerde bir fotoromanda, hem de “Sütçü” olarak gördüm. Gerçek adını da lakabını da bir daha hiç unutmadım, rol aldığı her filmi, biraz da onun için seyrettim...

SÜHEYL “SÜTÇÜ” EĞRİBOZ’UNARDINDAN...

TRENDEKİ YABANCI TUNCA [email protected] ON A TRAIN (1951)

18 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014 17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 19

Page 20: Arka Pencere - Sayi 221

CİNNET OKAN ARPAÇfRENzY (1972)

30 ARKA PENCERE / 11 - 17 Ocak 2013

SOYKIRIMDI-TEHCİRDİ, SÖZDEYDİ-GERÇEKTİ’ TARTIŞMALARI ON YILLARDIR SÜREDURSUN, 1915’TE YAŞANANLARIN 100. YILI SENEYE DOLUYOR. KIBRIS VE KÜRT MESELESİYLE BİRLİKTE, DÜNYA KAMUOYUNDA

Türkiye’nin başını en çok ağrıtan konuların başında gelen bu olay, yıllarca ‘sözde’ Ermeni soykırımı olarak anıldı... Osmanlı dağılırken yaşananlar, ‘savaş koşulları’na bağlandı, ‘acı olaylar’ olduğu kabul edildi, ancak ‘soykırım’ sözcüğü daima reddedildi.

Belki iki kadim halk arasında böyle utanç verici bir şeyin yaşanmış olabileceğini düşünmek ağır geldi, belki şiddetin boyutu hesaplanamadı ve ‘özür’ dilenemedi; ancak asıl önemlisi tarafsız tarihçilerin meseleyi enine boyuna masaya yatırmaları bir türlü sağlanamadı. Gelecek yıl konunun daha da alevleneceği kesin.

1980’lerde yönetmenliğe başlayan ancak asıl ününü 1990’larda çektiği “Exotica” (1994), “Başka Bir Dünya” (The

Sweet Hereafter, 1997), “Felicia’nın Yolculuğu” (Felicia’s Journey, 1999) gibi yapıtlarıyla kazanan Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan, 2001 yılında yeni bir filmin hazırlıklarına başladığını söylediğinde gündem bir anda karışır.

Haziran 2001 tarihli Türk gazetelerinde, Variety dergisinde çıkan bir habere yer verilir; “Dağıtımını Miramax’ın üstlendiği, Atom Egoyan’ın yönettiği, Charles Aznavour, Christopher Plummer ve Elias Koteas’ın rol aldıkları ‘Ararat’ adlı film, Ermeni soykırımını konu alıyor.”

Ağustos 2001’de filmin çekimlerine start verildiği haberi gelir. Aynı yılın aralık ayında ise diplomatik karşı atak başlar. İşadamları lobi oluşturur. Türkiye’yi karalayacak ve ‘soykırım’ı doğrulayacak bir film olmaması için baştan tedbir alınması savunulur. Adeta ikinci bir “Geceyarısı Ekspresi” (Midnight Express, 1978) vakası yaşanmak üzeredir. Oysa Toronto’daki Ontario Gölü civarında setler çoktan kurulmuş, 2002 yılında Cannes başta olmak üzere filmin gösterimi için rezervasyonlar yapılmaya başlanmıştır. Nisan 2002’de Cannes’dan haber gelir; “Ararat” yarışma dışı kalmıştır. Dışişleri Bakanlığı ve sivil toplum örgütlerinin girişimleri etkili olmuş gibidir.

Hrant Dink’in “Dünya prömiyeri Türkiye’de yapılsın” şeklindeki şahane önerisine karşın, filmin ilk kez Cannes’da yarışma dışı gösterilmesinin ardından, Türkiye’de oynatılması tartışmaya açılır.

İstanbul Film Festivali Direktörü Hülya Uçansu “Sanatsal açıdan beğenmediğim için festival programına almayacağım.” der. Geçmişte “Arabistanlı Lawrence” (Lawrence Of Arabia, 1962), “Gandhi” (1982), “Paralı Askerler” (You Can’t Win ‘Em All, 1970), “Geceyarısı Ekspresi” gibi yapıtların sansüre takılarak Türk seyircisine yasaklandığı göz önüne alındığında, “Ararat”ın da akıbeti belli gibidir. Ama 2003 Şubat’ında film ithalatçısı Sabahattin Çetin’den iyi haber gelir. Film, 10 saniyelik tecavüz sahnesi kesilerek eylülde sinemalarda gösterilecektir. Fakat Kültür Bakanlığı Denetim Alt Komisyonu, filmdeki en can alıcı 5-6 bölümün çıkarılması koşuluyla gösterim izni verir. Çetin de filmi bu haliyle vizyona çıkmaktan vazgeçer.

Bir yönetmenin, 1915’te yaşananları filmleştirme çabası etrafında gelişen, film içinde film mantığıyla bugünü ve geçmişi anlatan, ‘araf ’ta kalarak meseleye tam manasıyla parmak basamamasından ötürü eleştirilen ve Egoyan’ın filmografisinin ‘zayıf halka’ları arasında yerini alan “Ararat”, Arto Tunçboyacıyan’ın da katkıda bulunduğu enfes müzikleri ve kimi çarpıcı ‘canlandırma’ sahneleriyle öne çıkar.

“Ararat” birkaç yıl boyunca basında, TV’lerde tartışılıp unutulmaya yüz tutmuşken, KanalTürk adlı TV kanalı anket yaparak seyircilerine “‘Ararat’ yayımlansın mı?” diye sorar. Cevap olumludur ve 13 Nisan 2006’da çok az bir kısmı kesilerek film ekrana gelir.

Usta yönetmen Atom Egoyan, 2002 tarihli filmi “Ararat”ta 1915’te yaşananları kendince anlatmaya koyulurken, Türkiye’yi de gazete ve televizyonlar aracılığıyla birkaç yıl boyunca meşgul edecek bir ‘sansür’ tartışmasının içine çeker...

ARARAT

Page 21: Arka Pencere - Sayi 221
Page 22: Arka Pencere - Sayi 221

Bernardo Bertolucci, “1900”de beş saatlik muazzam bir yüzyıl destanına imza atıyor. Türler ve akımlar arasında dolaşan 1976 tarihli yapımın Bertolucci gibi bir sınır tanımaz için bile hali hazırda taze ve cesur bir film olduğunu söylemek gerek. Film, isminden (ve süresinden) de anlaşılacağı gibi, İtalya merkezli epik bir toplumsal dönüşüm öyküsü sunuyor bizlere. Robert De Niro ile Gerard Depardieu'nün performansları ise, kariyerlerinin zirvesinde. Mümkünse kesintisiz versiyonunu izlemenizi öneririz.

1900

70’Lİ YILLARDA DÜNYANIN HEMEN HER YERİNDEN FIŞKIRAN SİNEMASAL CEVHERİN İTALYAN TEMSİLCİLERİNDEN BERNARDO BERTOLUCCI, 1970’TE BERLİN FİLM FESTİVALİ’NDE ALTIN AYI VE İKİ OSCAR ADAYLIĞI KAZANDIĞI BAŞYAPITI “KONFORMİST”İN (IL CONFORMISTA) ARDINDAN HİÇ HIZ

kesmemiş, önce 1972’de tartışmalı filmi “Paris’te Son Tango”ya (Ultimo Tango A Parigi) ardından 1976’da da, kariyerinin çıldırma noktası olarak nitelenebilecek “1900”e (Novecento) imza atmıştı. Başrollerde Robert de Niro ve Gerard Depardieu’yu buluşturan “1900”, politik olarak ustanın en sert filmlerinden biriydi ve filmi tamamladığında çuvaldızı batırmadığı çok az ‘taraf ’ kalmıştı!

Yazar ve şair olarak başladığı sanat hayatına, Pier Paolo Pasolini’nin asistanlığını yaptığı 1961 yapımı “Dilenci” (Accattone) filminin ardından sinemada alanında da devam eden Bertolucci, “1900”de beş saatlik muazzam bir yüzyıl destanına imza atıyor. Türler ve akımlar arasında dolaşan yapımın Bertolucci gibi bir sınır tanımaz için bile hali hazırda taze ve cesur bir film olduğunu söylemek gerek. Film, isminden (ve süresinden) de anlaşılacağı gibi, İtalya merkezli epik bir toplumsal dönüşüm öyküsü sunuyor bizlere. İtalya’da yüzyılın başındaki derin sınıf çatışmasına ve dahası faşizmin, kara gömleklilerin dünyaya akıttığı zehrin sıfır noktasına götürüyor bizleri.

Hikaye 1908 yılında başlıyor ve olay örgüsünü 1945’e kadar getiriyor. Bertolucci, aslen iki ana karakteri merkeze alarak, etraflarına devasa bir ağ örüyor. Bu iki karakterden biri, İtalya’nın kırsal bölgelerinden birinde, geniş tarım arazilerine sahip Berlinghieri ailesinin en genç üyesi Alfredo. Diğeriyse aynı arazide yaşayan yoksul ve maraba Dalcò ailesinin en genç üyesi olan Olmo. Alfredo ve Olmo, aynı gün, aynı saatlerde doğan iki velet olarak çıkıyorlar evvela karşımıza. Her ne kadar Alfredo’nun dedesi Padrone Berlinghieri (Burt Lancaster) “İnsanlar eşittir” dese de, Olmo’yla Alfredo’nun pek eşit olduğu iddia edilemez. Zira Olmo’nun dedesi Leo, yıllar yılı Berlinghieri çiftliğine hizmet etmiş bir köylü. Ve Olmo onun için sadece sofraya konacak fazladan bir tabak anlamına geliyor.

Sonrasında Olmo ve Alfredo’nun 1908-1945 yılları arasında gerçekleşecek iki dünya savaşını, faşizmin yükselişini, artık girmedik delik bırakmayan tarım, sanayi devrimini iliklerine kadar hissedecekleri ömürlerini seyre koyuluyoruz.

Bertolucci, Olmo’ya da Alfredo’ya da benzer bir mesafede durmayı deniyorsa da, bilhassa sosyalist, halkçı ve bir devrimci olarak Olmo’dan yana tavır aldığını, hikayeye bittabi bir direnişçi gözlüğüyle baktığını söylemek gerekir. Film bir yanıyla toprak sahiplerinin, iş adamlarının,

paramiliter güçlerin ve devletin el birliği edip faşizmin etkisini çiftlikteki ahırlara varana dek nasıl hissettirdiğine odaklanırken, bir yandan da Berlinghieri ailesinin çiftliğindeki mikro örnekten yola çıkarak halkın direnişini, halk evlerinin, sendikaların, partizanların örgütlenmesini de ele alıyor.

Yine de “1900”ü eşsiz ve büyük kılan parıltı, yalnızca faşizme savurduğu ağız dolusu küfürde değil, merkeze aldığı iki karakter; Olmo ve Alfredo’nun bir şekilde hiç son bulmayan ‘dostluklarını’ sergileyişinde yatıyor. Film bu iki karakterin sahiden de tuhaf dostluğunu, çocukluklarından itibaren tüm çelişkileriyle aktarırken, aslen iki sınıfın paralelliklerini de hiç kaba saba sayılmayacak bir yöntemle sergilemiş oluyor.

Alfredo hiçbir zaman dedesi ve babası kadar zalim bir toprak sahibi, bir ‘padrone’ olarak karşımıza çıkmıyor ama düzene baş kaldırmayı da doğası gereği beceremiyor. Olmo’ysa direnişin esas olduğu sağlam bir duruş sergiliyor. Patronların olmadığı bir dünya hayali kursa da, Mussolini’nin ölümünden sadece üç gün önce, İtalya’nın bağımsızlık gününde, büyük bir devrim hissiyatıyla bu hedefe yine erişemiyor ve büyük patronun hiç ölmeyeceğini, direnişin ömür boyu süreceğini anlıyor.

Bertolucci, filminde ele aldığı çiftliği ve dahi etrafındaki yüzlerce dönüm araziyi kullanış biçimiyle muazzam bir sinemasal beceri sergiliyor. Özellikle açılış sekansının ve ilk bölümdeki direniş sahnelerinin olağanüstü olduğunu, bugün bile tüylerinizi ürpertecek cinsten bir etkiye sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ustanın, sınıf mücadelesini elleri ayakları boka, çamura, ete bağırsağa bulanmış köylüler ve kara gömlekli, elleri her daim kanlı faşistler ekseninde anlattığı filmde, oyuncularından da dehşetengiz performanslar alıyor. De Niro ve Depardieu’nun kariyer zirvelerinden bazılarına imza attıkları filmde Donald Sutherland’in de faşist Attila rolünde gerçek bir sahne hayvanına dönüştüğünü ve ağızları açık bırakan bir performans sergilediğini belirtmek gerek.

Film, bir çocuğun kafasının parçalandığı, bir kedinin paramparça olduğu şok edici şiddet sekanslarına, onlarca epik direniş anına sahne oluyor. Ama filmin en güçlü sahnesi, en sağlam tarafından yine Alfredo ve Olmo’nun çocukluklarında oynadıkları bir cesaret oyunundan geliyor. Oyun şu: Tren geçerken raylara yatıyor ve gözünü kapatıyorsun. Kaçmazsan cesursun demektir. Bu oyun filmin en başında başlayıp, hikayeyi muhteşem bir finale erdiriyor. Beş küsur saatlik filmin bu finaliyle, sinemaya yeniden ve yeniden âşık oluyorsunuz.

AŞKTAN DA ÜSTÜN MURAT EMİR [email protected] (1946)

22 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014 17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 23

Page 23: Arka Pencere - Sayi 221

Bernardo Bertolucci, “1900”de beş saatlik muazzam bir yüzyıl destanına imza atıyor. Türler ve akımlar arasında dolaşan 1976 tarihli yapımın Bertolucci gibi bir sınır tanımaz için bile hali hazırda taze ve cesur bir film olduğunu söylemek gerek. Film, isminden (ve süresinden) de anlaşılacağı gibi, İtalya merkezli epik bir toplumsal dönüşüm öyküsü sunuyor bizlere. Robert De Niro ile Gerard Depardieu'nün performansları ise, kariyerlerinin zirvesinde. Mümkünse kesintisiz versiyonunu izlemenizi öneririz.

1900

70’Lİ YILLARDA DÜNYANIN HEMEN HER YERİNDEN FIŞKIRAN SİNEMASAL CEVHERİN İTALYAN TEMSİLCİLERİNDEN BERNARDO BERTOLUCCI, 1970’TE BERLİN FİLM FESTİVALİ’NDE ALTIN AYI VE İKİ OSCAR ADAYLIĞI KAZANDIĞI BAŞYAPITI “KONFORMİST”İN (IL CONFORMISTA) ARDINDAN HİÇ HIZ

kesmemiş, önce 1972’de tartışmalı filmi “Paris’te Son Tango”ya (Ultimo Tango A Parigi) ardından 1976’da da, kariyerinin çıldırma noktası olarak nitelenebilecek “1900”e (Novecento) imza atmıştı. Başrollerde Robert de Niro ve Gerard Depardieu’yu buluşturan “1900”, politik olarak ustanın en sert filmlerinden biriydi ve filmi tamamladığında çuvaldızı batırmadığı çok az ‘taraf ’ kalmıştı!

Yazar ve şair olarak başladığı sanat hayatına, Pier Paolo Pasolini’nin asistanlığını yaptığı 1961 yapımı “Dilenci” (Accattone) filminin ardından sinemada alanında da devam eden Bertolucci, “1900”de beş saatlik muazzam bir yüzyıl destanına imza atıyor. Türler ve akımlar arasında dolaşan yapımın Bertolucci gibi bir sınır tanımaz için bile hali hazırda taze ve cesur bir film olduğunu söylemek gerek. Film, isminden (ve süresinden) de anlaşılacağı gibi, İtalya merkezli epik bir toplumsal dönüşüm öyküsü sunuyor bizlere. İtalya’da yüzyılın başındaki derin sınıf çatışmasına ve dahası faşizmin, kara gömleklilerin dünyaya akıttığı zehrin sıfır noktasına götürüyor bizleri.

Hikaye 1908 yılında başlıyor ve olay örgüsünü 1945’e kadar getiriyor. Bertolucci, aslen iki ana karakteri merkeze alarak, etraflarına devasa bir ağ örüyor. Bu iki karakterden biri, İtalya’nın kırsal bölgelerinden birinde, geniş tarım arazilerine sahip Berlinghieri ailesinin en genç üyesi Alfredo. Diğeriyse aynı arazide yaşayan yoksul ve maraba Dalcò ailesinin en genç üyesi olan Olmo. Alfredo ve Olmo, aynı gün, aynı saatlerde doğan iki velet olarak çıkıyorlar evvela karşımıza. Her ne kadar Alfredo’nun dedesi Padrone Berlinghieri (Burt Lancaster) “İnsanlar eşittir” dese de, Olmo’yla Alfredo’nun pek eşit olduğu iddia edilemez. Zira Olmo’nun dedesi Leo, yıllar yılı Berlinghieri çiftliğine hizmet etmiş bir köylü. Ve Olmo onun için sadece sofraya konacak fazladan bir tabak anlamına geliyor.

Sonrasında Olmo ve Alfredo’nun 1908-1945 yılları arasında gerçekleşecek iki dünya savaşını, faşizmin yükselişini, artık girmedik delik bırakmayan tarım, sanayi devrimini iliklerine kadar hissedecekleri ömürlerini seyre koyuluyoruz.

Bertolucci, Olmo’ya da Alfredo’ya da benzer bir mesafede durmayı deniyorsa da, bilhassa sosyalist, halkçı ve bir devrimci olarak Olmo’dan yana tavır aldığını, hikayeye bittabi bir direnişçi gözlüğüyle baktığını söylemek gerekir. Film bir yanıyla toprak sahiplerinin, iş adamlarının,

paramiliter güçlerin ve devletin el birliği edip faşizmin etkisini çiftlikteki ahırlara varana dek nasıl hissettirdiğine odaklanırken, bir yandan da Berlinghieri ailesinin çiftliğindeki mikro örnekten yola çıkarak halkın direnişini, halk evlerinin, sendikaların, partizanların örgütlenmesini de ele alıyor.

Yine de “1900”ü eşsiz ve büyük kılan parıltı, yalnızca faşizme savurduğu ağız dolusu küfürde değil, merkeze aldığı iki karakter; Olmo ve Alfredo’nun bir şekilde hiç son bulmayan ‘dostluklarını’ sergileyişinde yatıyor. Film bu iki karakterin sahiden de tuhaf dostluğunu, çocukluklarından itibaren tüm çelişkileriyle aktarırken, aslen iki sınıfın paralelliklerini de hiç kaba saba sayılmayacak bir yöntemle sergilemiş oluyor.

Alfredo hiçbir zaman dedesi ve babası kadar zalim bir toprak sahibi, bir ‘padrone’ olarak karşımıza çıkmıyor ama düzene baş kaldırmayı da doğası gereği beceremiyor. Olmo’ysa direnişin esas olduğu sağlam bir duruş sergiliyor. Patronların olmadığı bir dünya hayali kursa da, Mussolini’nin ölümünden sadece üç gün önce, İtalya’nın bağımsızlık gününde, büyük bir devrim hissiyatıyla bu hedefe yine erişemiyor ve büyük patronun hiç ölmeyeceğini, direnişin ömür boyu süreceğini anlıyor.

Bertolucci, filminde ele aldığı çiftliği ve dahi etrafındaki yüzlerce dönüm araziyi kullanış biçimiyle muazzam bir sinemasal beceri sergiliyor. Özellikle açılış sekansının ve ilk bölümdeki direniş sahnelerinin olağanüstü olduğunu, bugün bile tüylerinizi ürpertecek cinsten bir etkiye sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ustanın, sınıf mücadelesini elleri ayakları boka, çamura, ete bağırsağa bulanmış köylüler ve kara gömlekli, elleri her daim kanlı faşistler ekseninde anlattığı filmde, oyuncularından da dehşetengiz performanslar alıyor. De Niro ve Depardieu’nun kariyer zirvelerinden bazılarına imza attıkları filmde Donald Sutherland’in de faşist Attila rolünde gerçek bir sahne hayvanına dönüştüğünü ve ağızları açık bırakan bir performans sergilediğini belirtmek gerek.

Film, bir çocuğun kafasının parçalandığı, bir kedinin paramparça olduğu şok edici şiddet sekanslarına, onlarca epik direniş anına sahne oluyor. Ama filmin en güçlü sahnesi, en sağlam tarafından yine Alfredo ve Olmo’nun çocukluklarında oynadıkları bir cesaret oyunundan geliyor. Oyun şu: Tren geçerken raylara yatıyor ve gözünü kapatıyorsun. Kaçmazsan cesursun demektir. Bu oyun filmin en başında başlayıp, hikayeyi muhteşem bir finale erdiriyor. Beş küsur saatlik filmin bu finaliyle, sinemaya yeniden ve yeniden âşık oluyorsunuz.

AŞKTAN DA ÜSTÜN MURAT EMİR [email protected] (1946)

22 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014 17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 23

Page 24: Arka Pencere - Sayi 221

Bu yıl 86.’sını izleyeceğimiz Oscar yarışına beklendiği gibi üç film damgasını vurdu. “Düzenbaz” ve David O. Russell yarışta çok iddialı. Herkesin gözdeleri arasında “Yerçekimi” de var. Ancak çokça üyenin kölelik meselesiyle ilgili vicdan yaparak en iyi filmde “12 Yıllık Esaret”e yüklenmeleri de olası...

OSCAR AMCA’NIN İNCİLERİ

ESRAR PERDESİ KEMAL D. YILMAZTORN CURTAIN (1966) [email protected]

24 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

TAKDİR EDEN, ETMEYEN HER SİNEMASEVERİN BİR ŞEKİLDE GÜNDEMİNE ALMADAN EDEMEDİĞİ OSCAR’LAR YİNE KAPIDA VE AÇIKLADIĞI ADAYLIKLARIYLA AKADEMİ YİNE BOL BOL TARTIŞILACAK GİBİ GÖZÜKÜYOR. BU YIL 86.’SINI

izleyeceğimiz Oscar yarışına beklendiği gibi üç film ağırlıklı olarak damgasını vurmuş durumda. Eleştirmenlerin ve seyircinin yoğun ilgisini çekmeyi başaran “Yerçekimi” (Gravity) ve Akademi’nin son dönemlerde pek büyük bir aşk yaşadığı David O. Russell’ın son yaramazlığı “Düzenbaz” (American Hustle) 10 adaylıkla bu senenin zirvesine konumlanırken; galasından beri gündemde olan “12 Yıllık Esaret” (12 Years A Slave) ise 9 dalda bir anlamda zirveye ortak olmayı başarıyor.

Bu yıl, geçtiğimiz sene Ben Affleck ve Kathryn Bigelow’un dışarıda kalması gibi felç geçirten bir sürpriz yok. Ancak Akademi’nin yine irili ufaklı şok dalgaları yaydığını söylemek mümkün. Gerek eleştirmenlerden alınan tepkiler, gerek İngilizlerin nabzını tutmamızı sağlayan BAFTA adaylıkları, gerekse Amerikan meslek birliklerinin seçimleri “12 Yıllık Esaret”, “Düzenbaz” ve “Yerçekimi” üçlüsünün Akademi nezdinde de beğenileceğini tahmin etmemizi sağlıyordu. Ancak ilk manzaraya baktığımızda “12 Yıllık Esaret” cephesine karşı anlamsız bir sevgi gösterilmediğini görüyoruz. Beklenen belli başlı adaylıkları kapan filmin görüntü yönetmenliği, ses kategorileri, müzik gibi dallarda adaylıklara ulaşamaması, makyajda finalistlere bile girememesi buna bir işaret. Zira eski deneyimlerden çok iyi biliyoruz ki, Akademi genelinde bir film aşırı sevilirse en anlamsız adaylıkları bile kapmayı becerir.

“Yerçekimi” cephesine baktığımızda da benzer bir durum söz konusu. Zaten beklenmeyen senaryo adaylığını alamamış olması bir yana, filmin şaşırtıcı hiçbir adaylığını göremiyoruz. “Düzenbaz” ise bu açıdan biraz daha avantajlı duruyor. Kamuoyunda Jennifer Lawrence kadar öne çıkamamış diğer üç oyuncusunun birden adaylık alması film için çok büyük bir artı. Sonuçta Amy Adams’ın yılın çok popüler performanslarından birini sergileyen Emma Thompson’ın; Christian Bale’in iki Amerikan efsanesi Robert Redford ve Tom Hanks yerine öne çıkması not edilmeyi hak ediyor. Bunun yanında çok beklenmeyen sanat yönetmenliği kategorisinde adaylık almış olması da film için iyiye işaret. Diğer yandan çok iddialı olduğu makyaj-saç kategorisinde görmezden gelindiğini de not edelim. Ancak o kategoride plastik makyaja girmeyen finalistlerden “Sınırsızlar Kulübü”nün (Dallas Buyers Club) “Düzenbaz”ın önünü kesmesi aslında şaşırtıcı değil.

“Sınırsızlar Kulübü” cephesine baktığımızda ise filmin bu yılın en şanslı işlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Sezon başlamadan önce sadece Matthew McConaughey’nin performansı üzerinden beklenti yaratan film, zaman içinde Jared Leto’yu yarışa katıp kendi kategorisinde zirveye taşırken bir yandan da sektörden pek çok ismin takdirini kazandı ve zaman içinde de en iyi film adaylığını garantiledi. Kusursuz makyajının yanında Yazarlar Birliği onaylı senaryosunun aday olması şaşırtıcı değil. Ancak yıllar içinde ‘‘Büyük ödülü kazanmak için bizden adaylık alması şart’’ totemini

yaratan kurguculardan bu kadar büyük bir destek almasını beklemiyorduk. Tıpkı “Sınırsızlar Kulübü” gibi yıla çok iddialı girişmeyen ancak zaman içinde sektörde ne kadar beğenildiğinin işaretini aldığımız “Her” ise müzik, şarkı, sanat yönetmenliği, senaryo ve en iyi film adaylıklarıyla bekleneni karşılamış gözüküyor. Ancak umulan yönetmen, erkek oyuncu, kostüm gibi sürprizler gerçekleşmiş değil.

BU BAĞLAMDA UMDUĞUNU BULAMAYAN FİLMLERE GÖZ ATACAK OLURSAK SEZONUN BAŞINDAN BERİ YÖNETMEN VE ERKEK OYUNCU ADAYLIĞI CEPTE GÖRÜLEN “KAPTAN PHILLIPS”TEN (CAPTAIN PHILLIPS) BAHSETMEK GEREK.

Bu kategorilerde başarısız olsa da; film, beklenen diğer 6 adaylığını da kapmayı becerdi. Bu durum, filmin beklenen beğeniyi sağladığının bir göstergesi şüphesiz. Ancak belli ki yönetmen ve erkek oyuncu kategorilerindeki malum kalabalık ve iddialı isimlerin bolluğu beklenen dengeleri değiştirmiş durumda. Ufak bir not olarak hatırlatmak gerek. Akademi’nin benimsediği imtiyazlı oy sayma sistemi adaylık alabilmek için oy pusulalarının başlarında sıralanmayı dolayısıyla tutkulu destekleyenlerin olmasını da şart koşuyor. Bu durumda üyelerin, adaylığı garanti olarak görülen isimleri geriye atıp şansı yok gibi hissettikleri isimleri pusulada başlara yerleştirmeleri gibi durumlar sıkça yaşanabiliyor. Greengrass’ın yerine yeterli destek alıp almayacağı belli olmayan ve çok sevilen Alexander Payne ile Martin Scorsese’nin yönetmen kategorisine; yine son dönemde atağa geçen Christian Bale ve Leonardo DiCaprio’nun Hanks’i dışarıda

Page 25: Arka Pencere - Sayi 221

OSCAR AMCA’NIN İNCİLERİ

Page 26: Arka Pencere - Sayi 221

bırakarak adaylık almasına böyle bir anlam yüklenebilir. Benzer bir durumun kadın oyuncu kategorisinde yaşanmış olması da büyük olasılık. Sezonun başından beri Blanchett-Bullock-Dench-Thompson-Streep beşlisi üzerinden giden beklentiler Amy Adams’ın övgüler almasıyla kafaları da karıştırmıştı. Bu süreç içerisinde ise Adams’ın bu beşliden Meryl Streep’i dışarı atacağı kanısı yaygınlaşmıştı. Zira Streep, pek beğenilmeyen “August: Osage County”deki performansıyla çokça eleştirilmekte ve bu sene de ezbere aday olacağı söylenmekteydi. Bu dedikoduların özellikle son dönemde fazlaca dillenir olması Akademi’deki Streep taraftarlarını harekete geçirmiş ve oyuncunun pek çok pusulada ilk sıraya koyulmasını sağlamış olabilir. Ayrıca geçtiğimiz haftalarda National Board of Review’un töreninde Emma Thompson’a ödül takdim etmeden önce Walt Disney’i antisemitik ve kadın düşmanı olarak suçlayan Streep’in oyları etkilemek isteyip istemediğinin Forbes dergisinin bir makalesinde tartışıldığını da bir not olarak ekleyelim.

"AUGUST: OSAGE COUNTY” ŞÜPHESİZ SEZONA İDDİALI GİREN ANCAK HEMEN İLK GÖSTERİMDEN SONRA HAVASI SÖNEN FİLMLERDEN BİRİSİYDİ. İKİ KADIN OYUNCUSU DIŞINDA BELKİ BİR SENARYO ADAYLIĞI

bekleniyordu. Ancak Akademi, haklı olarak onu da adaylığa uygun görmedi. Ödül sezonlarının en iddialı şahsiyetleri, Weinstein kardeşlerin bu sene tek patlayan filmi “August: Osage County” değildi şüphesiz. Oldukça iyi gişe getiren ve değindiği sosyal meseleler üzerinden prim toplamayı hedefleyen Lee Daniels’ın “The Butler”ının balonu, siyah hakları meselesine değinen “12 Yıllık Esaret”in ortaya çıkmasıyla söndü. Zengin oyuncu kadrosuyla Oyuncular Birliği’nden aldığı ensemble (kadro performansı) adaylığına rağmen filmin iyi yerlere gitmeyeceği de bekleniyordu. Nitekim şans verilen Oprah Winfrey’ye bile adaylık getiremedi. Bu iki filmin kötü gidişatını hissetmiş olacaklar ki, The Weinstein Company, sezon ortalarında birden “Philomena”yı ve filmle ilgili tartışmaları ortaya sürmeye başladı. Nihayetinde yarışı birinci bitirme ihtimali olmasa da Weinstein kardeşler bir kere daha önsezilerinde haklı çıktı ve “Philomena” en iyi film dahil dört dalda adaylık almayı becerdi. Uzun süredir Akademi’yle arası iyi olan

Yardımcı dalda Jennifer Lawrence, en iyi kadın oyuncuda Amy Adams, "Düzenbaz"la Oscar'a aday.

Chiwetel Ejiofor, "12 Yıllık Esaret"teki müthiş performansıyla Oscar'ın güçlü adaylarından.

Martin Scorsese, "Para Avcısı"nda bir kez daha Leonardo DiCaprio ile çalışıyor.

ESRAR PERDESİ TORN CURTAIN (1966)

"Kaptan Phillips" (solda), "Her" (ortada) ve "Muhteşem Güzellik" (sağda), Oscar'ın bu yılki gözde adayları...

Alexander Payne filmi "Nebraska"da Bruce Dern Oscar'a aday.

Alexander Payne ise “Nebraska”yla zorlu rakiplerini egale edip garanti görülmeyen yönetmen adaylığını alırken, film adaylık beklediği diğer kategorilerde kendini gösterdi. Martin Scorsese’nin çok tartışılan “Para Avcısı” (The Wolf Of Wall Street) ise senaryo, yönetmen, erkek ve yardımcı erkek oyuncu kategorilerinde gözükerek iyi bir tablo çizmiş oldu. Ancak teknik dallarda tamamen dışarıda

kalması, filmin herkes tarafından takdir görmediğinin de göstergesi. Bu tabloya baktığımızda; Akademi’de ezici bir çoğunluğa (yaklaşık 1/3) sahip oyuncuların ana hedef kitlesi olarak belirleyen “Düzenbaz” ve oyuncularıyla efsane işler çıkaran David O. Russell yarışta çok iddialı. Bu noktada 5 ila 10 arası aday çıkaran yeni sistemin; artık ‘çoğunluğun, birinci sıraya koymasa da

sevdiği’ filmleri kayırdığını not etmek gerek. Bu bağlamda “Düzenbaz” yine diğerleri arasında öne çıkıyor. Ancak çokça üyenin kölelik meselesiyle ilgili ağır vicdan yaparak en iyi filmde “12 Yıllık Esaret”e; oyuncu ve senaristler dışındaki diğer Akademi üyelerinin zanaatkarlıkta çığır açan Alfonso Cuarón’a yönetmen kategorisinde yüklenmeleri hâlâ olası. Görünüşe göre yarış asıl şimdi başladı.

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 27

EN İYİ fİLMDüzenbaz (American Hustle)12 Yıllık Esaret (12 Years A Slave)Yerçekimi (Gravity)Para Avcısı (The wolf Of wall Street)Kaptan Phillips (Captain Phillips)Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club)HerNebraskaPhilomena

EN İYİ YÖNETMENAlfonso Cuarón (Yerçekimi)Steve McQueen (12 Yıllık Esaret)David O. Russell (Düzenbaz)Martin Scorsese (Para Avcısı)Alexander Payne (Nebraska)

EN İYİ ERKEK OYUNCUChristian Bale (Düzenbaz)Bruce Dern (Nebraska)Leonardo DiCaprio (Para Avcısı)Chiwetel Ejiofor (12 Yıllık Esaret)Matthew McConaughey (Sınırsızlar Kulübü)

EN İYİ KADIN OYUNCUAmy Adams (Düzenbaz)Cate Blanchett (Mavi Yasemin/Blue Jasmine)Sandra Bullock (Yerçekimi)Judi Dench (Philomena)Meryl Streep (August: Osage County)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCUBarkhad Abdi (Kaptan Phillips)Bradley Cooper (Düzenbaz)Jonah Hill (Para Avcısı)Michael Fassbender (12 Yıllık Esaret)Jared Leto (Sınırsızlar Kulübü)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCUSally Hawkins (Mavi Yasemin)Julia Roberts (August: Osage County)Lupita Nyong'o (12 Yıllık Esaret)Jennifer Lawrence (Düzenbaz)June Squibb (Nebraska)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYODüzenbaz (Eric Singer, David O. Russell)Mavi Yasemin (woody Allen)Her (Spike Jonze)Nebraska (Bob Nelson)Sınırsızlar Kulübü (Craig Borten, Melisa wallack)

EN İYİ UYARLAMA SENARYOGeceyarısından Önce (Richard Linklater)Kaptan Phillips (Billy Ray)12 Yıllık Esaret (John Ridley)Para Avcısı (Terence winter)Philomena (Steve Coogan, Jeff Pope)

EN İYİ ANİMASYONCrood’lar (The Croods)Çılgın Hırsız 2 (Despicable Me 2)Ernest Et CélestineKarlar Ülkesi (Frozen)Rüzgar Yükseliyor (Kaze Tachinu/The wind Rises)

EN İYİ YABANCI fİLMKırık Çember (The Broken Circle Breakdown/Belçika)L'Image Manquante (The Missing Picture/Kamboçya)Onur Savaşı (Jagten/The Hunt/Danimarka)Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza/The Great Beauty/İtalya)Omar (Filistin)

2014 OSCAR ADAYLIKLARI

Page 27: Arka Pencere - Sayi 221

bırakarak adaylık almasına böyle bir anlam yüklenebilir. Benzer bir durumun kadın oyuncu kategorisinde yaşanmış olması da büyük olasılık. Sezonun başından beri Blanchett-Bullock-Dench-Thompson-Streep beşlisi üzerinden giden beklentiler Amy Adams’ın övgüler almasıyla kafaları da karıştırmıştı. Bu süreç içerisinde ise Adams’ın bu beşliden Meryl Streep’i dışarı atacağı kanısı yaygınlaşmıştı. Zira Streep, pek beğenilmeyen “August: Osage County”deki performansıyla çokça eleştirilmekte ve bu sene de ezbere aday olacağı söylenmekteydi. Bu dedikoduların özellikle son dönemde fazlaca dillenir olması Akademi’deki Streep taraftarlarını harekete geçirmiş ve oyuncunun pek çok pusulada ilk sıraya koyulmasını sağlamış olabilir. Ayrıca geçtiğimiz haftalarda National Board of Review’un töreninde Emma Thompson’a ödül takdim etmeden önce Walt Disney’i antisemitik ve kadın düşmanı olarak suçlayan Streep’in oyları etkilemek isteyip istemediğinin Forbes dergisinin bir makalesinde tartışıldığını da bir not olarak ekleyelim.

"AUGUST: OSAGE COUNTY” ŞÜPHESİZ SEZONA İDDİALI GİREN ANCAK HEMEN İLK GÖSTERİMDEN SONRA HAVASI SÖNEN FİLMLERDEN BİRİSİYDİ. İKİ KADIN OYUNCUSU DIŞINDA BELKİ BİR SENARYO ADAYLIĞI

bekleniyordu. Ancak Akademi, haklı olarak onu da adaylığa uygun görmedi. Ödül sezonlarının en iddialı şahsiyetleri, Weinstein kardeşlerin bu sene tek patlayan filmi “August: Osage County” değildi şüphesiz. Oldukça iyi gişe getiren ve değindiği sosyal meseleler üzerinden prim toplamayı hedefleyen Lee Daniels’ın “The Butler”ının balonu, siyah hakları meselesine değinen “12 Yıllık Esaret”in ortaya çıkmasıyla söndü. Zengin oyuncu kadrosuyla Oyuncular Birliği’nden aldığı ensemble (kadro performansı) adaylığına rağmen filmin iyi yerlere gitmeyeceği de bekleniyordu. Nitekim şans verilen Oprah Winfrey’ye bile adaylık getiremedi. Bu iki filmin kötü gidişatını hissetmiş olacaklar ki, The Weinstein Company, sezon ortalarında birden “Philomena”yı ve filmle ilgili tartışmaları ortaya sürmeye başladı. Nihayetinde yarışı birinci bitirme ihtimali olmasa da Weinstein kardeşler bir kere daha önsezilerinde haklı çıktı ve “Philomena” en iyi film dahil dört dalda adaylık almayı becerdi. Uzun süredir Akademi’yle arası iyi olan

Yardımcı dalda Jennifer Lawrence, en iyi kadın oyuncuda Amy Adams, "Düzenbaz"la Oscar'a aday.

Chiwetel Ejiofor, "12 Yıllık Esaret"teki müthiş performansıyla Oscar'ın güçlü adaylarından.

Martin Scorsese, "Para Avcısı"nda bir kez daha Leonardo DiCaprio ile çalışıyor.

ESRAR PERDESİ TORN CURTAIN (1966)

"Kaptan Phillips" (solda), "Her" (ortada) ve "Muhteşem Güzellik" (sağda), Oscar'ın bu yılki gözde adayları...

Alexander Payne filmi "Nebraska"da Bruce Dern Oscar'a aday.

Alexander Payne ise “Nebraska”yla zorlu rakiplerini egale edip garanti görülmeyen yönetmen adaylığını alırken, film adaylık beklediği diğer kategorilerde kendini gösterdi. Martin Scorsese’nin çok tartışılan “Para Avcısı” (The Wolf Of Wall Street) ise senaryo, yönetmen, erkek ve yardımcı erkek oyuncu kategorilerinde gözükerek iyi bir tablo çizmiş oldu. Ancak teknik dallarda tamamen dışarıda

kalması, filmin herkes tarafından takdir görmediğinin de göstergesi. Bu tabloya baktığımızda; Akademi’de ezici bir çoğunluğa (yaklaşık 1/3) sahip oyuncuların ana hedef kitlesi olarak belirleyen “Düzenbaz” ve oyuncularıyla efsane işler çıkaran David O. Russell yarışta çok iddialı. Bu noktada 5 ila 10 arası aday çıkaran yeni sistemin; artık ‘çoğunluğun, birinci sıraya koymasa da

sevdiği’ filmleri kayırdığını not etmek gerek. Bu bağlamda “Düzenbaz” yine diğerleri arasında öne çıkıyor. Ancak çokça üyenin kölelik meselesiyle ilgili ağır vicdan yaparak en iyi filmde “12 Yıllık Esaret”e; oyuncu ve senaristler dışındaki diğer Akademi üyelerinin zanaatkarlıkta çığır açan Alfonso Cuarón’a yönetmen kategorisinde yüklenmeleri hâlâ olası. Görünüşe göre yarış asıl şimdi başladı.

17 - 23 Ocak 2014 / ARKA PENCERE 27

EN İYİ fİLMDüzenbaz (American Hustle)12 Yıllık Esaret (12 Years A Slave)Yerçekimi (Gravity)Para Avcısı (The wolf Of wall Street)Kaptan Phillips (Captain Phillips)Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club)HerNebraskaPhilomena

EN İYİ YÖNETMENAlfonso Cuarón (Yerçekimi)Steve McQueen (12 Yıllık Esaret)David O. Russell (Düzenbaz)Martin Scorsese (Para Avcısı)Alexander Payne (Nebraska)

EN İYİ ERKEK OYUNCUChristian Bale (Düzenbaz)Bruce Dern (Nebraska)Leonardo DiCaprio (Para Avcısı)Chiwetel Ejiofor (12 Yıllık Esaret)Matthew McConaughey (Sınırsızlar Kulübü)

EN İYİ KADIN OYUNCUAmy Adams (Düzenbaz)Cate Blanchett (Mavi Yasemin/Blue Jasmine)Sandra Bullock (Yerçekimi)Judi Dench (Philomena)Meryl Streep (August: Osage County)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCUBarkhad Abdi (Kaptan Phillips)Bradley Cooper (Düzenbaz)Jonah Hill (Para Avcısı)Michael Fassbender (12 Yıllık Esaret)Jared Leto (Sınırsızlar Kulübü)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCUSally Hawkins (Mavi Yasemin)Julia Roberts (August: Osage County)Lupita Nyong'o (12 Yıllık Esaret)Jennifer Lawrence (Düzenbaz)June Squibb (Nebraska)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYODüzenbaz (Eric Singer, David O. Russell)Mavi Yasemin (woody Allen)Her (Spike Jonze)Nebraska (Bob Nelson)Sınırsızlar Kulübü (Craig Borten, Melisa wallack)

EN İYİ UYARLAMA SENARYOGeceyarısından Önce (Richard Linklater)Kaptan Phillips (Billy Ray)12 Yıllık Esaret (John Ridley)Para Avcısı (Terence winter)Philomena (Steve Coogan, Jeff Pope)

EN İYİ ANİMASYONCrood’lar (The Croods)Çılgın Hırsız 2 (Despicable Me 2)Ernest Et CélestineKarlar Ülkesi (Frozen)Rüzgar Yükseliyor (Kaze Tachinu/The wind Rises)

EN İYİ YABANCI fİLMKırık Çember (The Broken Circle Breakdown/Belçika)L'Image Manquante (The Missing Picture/Kamboçya)Onur Savaşı (Jagten/The Hunt/Danimarka)Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza/The Great Beauty/İtalya)Omar (Filistin)

2014 OSCAR ADAYLIKLARI

Page 28: Arka Pencere - Sayi 221

FRANCES HA2

013’TE İZLEDİĞİMİZ FİLMLER ARASINDA ÇOK İYİ YAZILMIŞ, ÇOK GÜÇLÜ KADIN KARAKTERLER VARDI. wOODY ALLEN’IN Blue Jasmine”i, Sebastián Lelio’nun “Gloria”sı ve hiç kuşkusuz Noah Baumbach

ile Greta Gerwig’in “Francis Ha”sı bize unutulmaz kadınlar sundular... Hepsi de çok güçlü oyuncular tarafından canlandırıldılar...

Noah Baumbach, Wes Anderson’ın yazar arkadaşı, kendi çektiği filmlerle de arkadaşı kadar olmasa da ilgiyle takip edilen bir isim. Ama açıkçası önceki hiçbir filminde Frances gibi doğal ve gerçek bir kadın karakter yaratabilmiş değildi. Tabi burada anlaşılan Frances’i oynayan Greta Gerwig’in senaryoya olan katkısının payı büyük. Enteresan olan şey bizim Greta Gerwig’i daha önce birçok filmde izlemiş olmamıza rağmen ilk kez “Frances Ha”da izliyormuşuz gibi hissetmemiz. Çünkü Frances de böyle bir durumdan muzdarip. İçindeki bütün o pozitif enerjiye, doğallığa ve sempatisine rağmen Frances’i ‘çıkılamaz’ bir kadın yapan şey nedir?

Frances, bir modern dansçıdır ve tek başına

New York şehrinde hayatını idame ettirmeye çalışmaktadır. Ama Frances sadece maddi geçimini sağlamak için mücadele vermiyor; Frances sosyal varlığı için de bir mücadele içinde. Çünkü etrafında kimse onun kadar ‘gerçek’ değil ve kimse kendisini onun kadar açık etmiyor. Zaten bu yüzden çok bocalıyor, bu yüzden yanında rahat ettiği tek kişi olan ev arkadaşı Sophie’den uzaklaşamıyor. ünün her anında kendisi gibi olan, rol yapmadan yaşayan, ruhu özgür kadın ya da erkeklerin bu kadar azaldığı bir zamanda Frances’in hayalkırıklıkları, yalnızlığı, şanssızlığı, hüznü, neşesi ne kadar da ‘gerçek’.

Burada hiç kuşkusuz yazar Greta Gerwig ile oyuncu Greta Gerwig’le kurduğu uyum da çok değerli. Gerwig, Frances’in aslında kendisi olduğuna inandırıyor bizi adeta...

HHHHYÖNETMEN Noah Baumbach

OYUNCULAR Greta Gerwig, Mickey Sumner, Adam Driver,

Michael Esper, Michael Zegen YAPIM/SÜRE 2012 ABD, 86 dk.

GÖRÜNTÜ/SES 1.85:1, 5.1 DD İngilizce ŞİRKET Bir Film (Celluloid Dreams)

“fRANCES HA” GİBİ İNSANLARIN HALA

VAR OLDUĞUNA İNANMAYA

İHTİYACIMIZ VAR!

Filmin anahtar sahnesi Frances’in katıldığı bir yemek davetinde kendini ifade etmeye çalıştığı sahne...

Filmin finali biraz hızlı geliyor, her şey biraz çabuk düzeliyor hissi veriyor malesef..

28 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

AİLE OYUNU BURAK GÖRALfAMILY PLOT (1976)

Page 29: Arka Pencere - Sayi 221

FRANCES HA2

013’TE İZLEDİĞİMİZ FİLMLER ARASINDA ÇOK İYİ YAZILMIŞ, ÇOK GÜÇLÜ KADIN KARAKTERLER VARDI. wOODY ALLEN’IN Blue Jasmine”i, Sebastián Lelio’nun “Gloria”sı ve hiç kuşkusuz Noah Baumbach

ile Greta Gerwig’in “Francis Ha”sı bize unutulmaz kadınlar sundular... Hepsi de çok güçlü oyuncular tarafından canlandırıldılar...

Noah Baumbach, Wes Anderson’ın yazar arkadaşı, kendi çektiği filmlerle de arkadaşı kadar olmasa da ilgiyle takip edilen bir isim. Ama açıkçası önceki hiçbir filminde Frances gibi doğal ve gerçek bir kadın karakter yaratabilmiş değildi. Tabi burada anlaşılan Frances’i oynayan Greta Gerwig’in senaryoya olan katkısının payı büyük. Enteresan olan şey bizim Greta Gerwig’i daha önce birçok filmde izlemiş olmamıza rağmen ilk kez “Frances Ha”da izliyormuşuz gibi hissetmemiz. Çünkü Frances de böyle bir durumdan muzdarip. İçindeki bütün o pozitif enerjiye, doğallığa ve sempatisine rağmen Frances’i ‘çıkılamaz’ bir kadın yapan şey nedir?

Frances, bir modern dansçıdır ve tek başına

New York şehrinde hayatını idame ettirmeye çalışmaktadır. Ama Frances sadece maddi geçimini sağlamak için mücadele vermiyor; Frances sosyal varlığı için de bir mücadele içinde. Çünkü etrafında kimse onun kadar ‘gerçek’ değil ve kimse kendisini onun kadar açık etmiyor. Zaten bu yüzden çok bocalıyor, bu yüzden yanında rahat ettiği tek kişi olan ev arkadaşı Sophie’den uzaklaşamıyor. ünün her anında kendisi gibi olan, rol yapmadan yaşayan, ruhu özgür kadın ya da erkeklerin bu kadar azaldığı bir zamanda Frances’in hayalkırıklıkları, yalnızlığı, şanssızlığı, hüznü, neşesi ne kadar da ‘gerçek’.

Burada hiç kuşkusuz yazar Greta Gerwig ile oyuncu Greta Gerwig’le kurduğu uyum da çok değerli. Gerwig, Frances’in aslında kendisi olduğuna inandırıyor bizi adeta...

HHHHYÖNETMEN Noah Baumbach

OYUNCULAR Greta Gerwig, Mickey Sumner, Adam Driver,

Michael Esper, Michael Zegen YAPIM/SÜRE 2012 ABD, 86 dk.

GÖRÜNTÜ/SES 1.85:1, 5.1 DD İngilizce ŞİRKET Bir Film (Celluloid Dreams)

“fRANCES HA” GİBİ İNSANLARIN HALA

VAR OLDUĞUNA İNANMAYA

İHTİYACIMIZ VAR!

Filmin anahtar sahnesi Frances’in katıldığı bir yemek davetinde kendini ifade etmeye çalıştığı sahne...

Filmin finali biraz hızlı geliyor, her şey biraz çabuk düzeliyor hissi veriyor malesef..

28 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

AİLE OYUNU BURAK GÖRALfAMILY PLOT (1976)

Page 30: Arka Pencere - Sayi 221

BALDAN ACIE

INSTEIN ŞÖYLE DEMİŞ VAKTİYLE: “EĞER ARILAR YOK OLURSA, İNSANOĞLU DA EN FAZLA DÖRT YIL İÇİNDE YOK OLUR.” MARKUS Imhoof imzalı belgesel “Baldan Acı”da (More Than Honey) da kullanılan bu söz,

insanoğlunun gezegenimizin içine hoyratça etmesinin bir yansıması aslında. Kapitalizmin gazını arkasına alan insanlık, yeryüzünü ‘paçavra’ya çevirecek her türlü yanlış uygulamanın altına imzasını atarken, ağaçlardan hayvanlara, yeraltı kaynaklarından atmosfere kadar uzanan bir ‘geri dönüşümsüzlük’ün kitabını yazıyor epeydir. 20. yüzyılda bu geri zekalılığı zirveye çıkaran insan, 21. yüzyılı da kabusa çevireceğinin sinyallerini veriyor.

İşin ‘arılar’ merkezli gelişimine ve önümüzdeki “Baldan Acı” belgeseline baktığımızda da bu densizliğin köklerine inmek ve buradan genel bir resim çıkarmak mümkün. Yeryüzündeki bitki popülasyonunun üçte birinin varlığından doğrudan ‘sorumlu’ olan arıları ‘evcilleştirip’ onların doğal akışlarını bozan insanın günahlarındaki bir başka aşamayı resmediyor film. Sırf kapitalizm talep ediyor diye arıları ‘kandırıp’

onları olduklarından farklı bir yöne akıtmaya çalışan biz ‘sonradan görmeler’, bir dönem gelip de arılar yok olduğunda ne yapacağımızıysa hiç düşünmüyoruz ne yazık ki.

Belgesel, bu aymazlığın profilini çıkarırken, bir yandan da tahribatın farkında olanların çabalarına yer veriyor. Arıların yeryüzü için ‘kilit’ önemde olduğunun altını çizen ‘arı severler’, ‘işçilik’le geçimlerini sağlayan bu yaratıkları ‘köleleştirenler’e karşı küçük bayraklar açıyorlar, seslerini tam olarak duyuramasalar da.

‘Bilinç’, her zaman olduğu gibi sümen altı ediliyor dünyamızda; ‘kapalı bilinç’le yaşamanın konforuna teslim oluyor insanlık ve bunun yalnızca bir ‘bal’ meselesi olmadığını idrak edemiyor.

HHHORİJİNAL ADI More Than Honey

YÖNETMEN Markus Imhoof YAPIM/SÜRE 2012 İsviçre-Almanya-

Avusturya, 96 dk. GÖRÜNTÜ/SES 2.35:1, 5.1 ve 2.0 DD Alm.

ŞİRKET Bir Film

DÜNYAYI DENGEDE TUTAN ARI NÜFUSUNU TÜKETEN İNSANLIĞIN

GÜNAHLARINI ORTAYA SERİYOR BU BELGESEL.

‘Ayrıntı’ gibi görülebilecek bir şeyin nasıl ‘temel’ bir problem olduğunu belgeliyor film.

Gösterime girdiğinde bu filmi yalnızca 500 kişinin izlemiş olması!!!

30 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

AİLE OYUNU MURAT ÖZERfAMILY PLOT (1976)

Page 31: Arka Pencere - Sayi 221

BALDAN ACIE

INSTEIN ŞÖYLE DEMİŞ VAKTİYLE: “EĞER ARILAR YOK OLURSA, İNSANOĞLU DA EN FAZLA DÖRT YIL İÇİNDE YOK OLUR.” MARKUS Imhoof imzalı belgesel “Baldan Acı”da (More Than Honey) da kullanılan bu söz,

insanoğlunun gezegenimizin içine hoyratça etmesinin bir yansıması aslında. Kapitalizmin gazını arkasına alan insanlık, yeryüzünü ‘paçavra’ya çevirecek her türlü yanlış uygulamanın altına imzasını atarken, ağaçlardan hayvanlara, yeraltı kaynaklarından atmosfere kadar uzanan bir ‘geri dönüşümsüzlük’ün kitabını yazıyor epeydir. 20. yüzyılda bu geri zekalılığı zirveye çıkaran insan, 21. yüzyılı da kabusa çevireceğinin sinyallerini veriyor.

İşin ‘arılar’ merkezli gelişimine ve önümüzdeki “Baldan Acı” belgeseline baktığımızda da bu densizliğin köklerine inmek ve buradan genel bir resim çıkarmak mümkün. Yeryüzündeki bitki popülasyonunun üçte birinin varlığından doğrudan ‘sorumlu’ olan arıları ‘evcilleştirip’ onların doğal akışlarını bozan insanın günahlarındaki bir başka aşamayı resmediyor film. Sırf kapitalizm talep ediyor diye arıları ‘kandırıp’

onları olduklarından farklı bir yöne akıtmaya çalışan biz ‘sonradan görmeler’, bir dönem gelip de arılar yok olduğunda ne yapacağımızıysa hiç düşünmüyoruz ne yazık ki.

Belgesel, bu aymazlığın profilini çıkarırken, bir yandan da tahribatın farkında olanların çabalarına yer veriyor. Arıların yeryüzü için ‘kilit’ önemde olduğunun altını çizen ‘arı severler’, ‘işçilik’le geçimlerini sağlayan bu yaratıkları ‘köleleştirenler’e karşı küçük bayraklar açıyorlar, seslerini tam olarak duyuramasalar da.

‘Bilinç’, her zaman olduğu gibi sümen altı ediliyor dünyamızda; ‘kapalı bilinç’le yaşamanın konforuna teslim oluyor insanlık ve bunun yalnızca bir ‘bal’ meselesi olmadığını idrak edemiyor.

HHHORİJİNAL ADI More Than Honey

YÖNETMEN Markus Imhoof YAPIM/SÜRE 2012 İsviçre-Almanya-

Avusturya, 96 dk. GÖRÜNTÜ/SES 2.35:1, 5.1 ve 2.0 DD Alm.

ŞİRKET Bir Film

DÜNYAYI DENGEDE TUTAN ARI NÜFUSUNU TÜKETEN İNSANLIĞIN

GÜNAHLARINI ORTAYA SERİYOR BU BELGESEL.

‘Ayrıntı’ gibi görülebilecek bir şeyin nasıl ‘temel’ bir problem olduğunu belgeliyor film.

Gösterime girdiğinde bu filmi yalnızca 500 kişinin izlemiş olması!!!

30 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

AİLE OYUNU MURAT ÖZERfAMILY PLOT (1976)

Page 32: Arka Pencere - Sayi 221

ACIG

ÜNEY KORE SİNEMASININ ŞAŞIRTICI, ÜRKÜTÜCÜ, İRKİLTİCİ, RAHATSIZ EDİCİ KANADININ EN ÜNLÜ TEMSİLCİSİ, 2004 yapımı “Boş Ev”den (Bin-jip) bu yana uluslararası ilgi odağı haline gelen,

(hayatında hiç kitap okumadığını da öğrendiğimiz) Kim Ki-Duk, 2012’de Venedik’i sallayan “Acı”nın (Pieta) afişinden başlayarak, Hıristiyan kültürünün kıvrımlarına dalıyor, sırtını tamamen Michelangelo’nun meşhur heykeli, kucağında ölü İsa’yı tutan Meryem tasvirine dayıyor. Güney Kore insanının, Şamanizm-Budizm köklerine rağmen son 30-40 yılda yoğun bir misyonerlik faaliyeti sonucu neredeyse dörtte bir oranında din değiştirdiği ve Seul göğünü bir tarla gibi kaplayan neon ışıklı haçlara tapınmaya başladığı düşünülürse böylesi bir tercih hiç şaşırtıcı değil; ancak usta yönetmen Meryem’in ‘sükunetini’ yoğun bir acıya, İsa’nın ‘huzurunu’ dizginlenemez bir öfkeye dönüştürmeyi de ihmal etmiyor. Tefecilerden aldıkları borçları ödeyemeyen çaresiz ve zavallı insanları ‘ölmekten beter’ derecesinde sakatlamak gibisinden bir ‘sigorta’ yöntemiyle çalışan gaddar mı gaddar genç

mafyöz, günün birinde annesi olduğu konusunda ısrarcı davranan bir kadınla karşılaşıyor. Bundan sonrası, seyirciyi de kaldırıp kaldırıp yere çarpan, giderek kabaran acı, nefret ve intikam dalgalarıyla geliyor.

Hazmı zor şiddet ve uçlarda gezinen ensest sahneleriyle ‘herkese göre olmadığını’ baştan söylememiz gereken “Acı”, Kim Ki-Duk’un kendine özgü, kutsal tanımayan, kasvetli, mayın tarlasında cesurca yürümek tarzındaki anlatımın her türlü sonucunu göğüslemeye hazır sinemaseverler içinse bir tür ‘kara ayin’ biçiminde akıp gidecek hiç kuşku yok ki. Seyircinin kan revan sahneleriyle sınanması yerine sinir bozucu bir şiddet-gerilimin ön planda tutulduğu filmin, alt sınıfa oldukça keskin ve sarsıcı bakabilme başarısının da altını çizmeden geçmeyelim.

HHHORİJİNAL ADI Pieta

YÖNETMEN Kim Ki-Duk OYUNCULAR Lee Jung-Jin, Jo Min-soo,

woo Ki-Hong YAPIM/SÜRE 2012 Güney Kore, 99 dk.

GÖRÜNTÜ/SES 1.85:1, 5.1 DD Korece ŞİRKET Bir Film (Finecut)

BORÇLARINI ÖDEYEMEYEN ZAVALLI

İNSANLARI ‘ÖLMEKTEN BETER’ HALE GETİREN

MAfYÖZ VE ANNESİ...

Akıcı bir kurgu çalışmasının işlevi çok net anlaşılıyor.

İsa’ya dönüşmeden de ‘kurtuluş’ mümkün.

32 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

AİLE OYUNU TUNCA [email protected] PLOT (1976)

Page 33: Arka Pencere - Sayi 221

ACIG

ÜNEY KORE SİNEMASININ ŞAŞIRTICI, ÜRKÜTÜCÜ, İRKİLTİCİ, RAHATSIZ EDİCİ KANADININ EN ÜNLÜ TEMSİLCİSİ, 2004 yapımı “Boş Ev”den (Bin-jip) bu yana uluslararası ilgi odağı haline gelen,

(hayatında hiç kitap okumadığını da öğrendiğimiz) Kim Ki-Duk, 2012’de Venedik’i sallayan “Acı”nın (Pieta) afişinden başlayarak, Hıristiyan kültürünün kıvrımlarına dalıyor, sırtını tamamen Michelangelo’nun meşhur heykeli, kucağında ölü İsa’yı tutan Meryem tasvirine dayıyor. Güney Kore insanının, Şamanizm-Budizm köklerine rağmen son 30-40 yılda yoğun bir misyonerlik faaliyeti sonucu neredeyse dörtte bir oranında din değiştirdiği ve Seul göğünü bir tarla gibi kaplayan neon ışıklı haçlara tapınmaya başladığı düşünülürse böylesi bir tercih hiç şaşırtıcı değil; ancak usta yönetmen Meryem’in ‘sükunetini’ yoğun bir acıya, İsa’nın ‘huzurunu’ dizginlenemez bir öfkeye dönüştürmeyi de ihmal etmiyor. Tefecilerden aldıkları borçları ödeyemeyen çaresiz ve zavallı insanları ‘ölmekten beter’ derecesinde sakatlamak gibisinden bir ‘sigorta’ yöntemiyle çalışan gaddar mı gaddar genç

mafyöz, günün birinde annesi olduğu konusunda ısrarcı davranan bir kadınla karşılaşıyor. Bundan sonrası, seyirciyi de kaldırıp kaldırıp yere çarpan, giderek kabaran acı, nefret ve intikam dalgalarıyla geliyor.

Hazmı zor şiddet ve uçlarda gezinen ensest sahneleriyle ‘herkese göre olmadığını’ baştan söylememiz gereken “Acı”, Kim Ki-Duk’un kendine özgü, kutsal tanımayan, kasvetli, mayın tarlasında cesurca yürümek tarzındaki anlatımın her türlü sonucunu göğüslemeye hazır sinemaseverler içinse bir tür ‘kara ayin’ biçiminde akıp gidecek hiç kuşku yok ki. Seyircinin kan revan sahneleriyle sınanması yerine sinir bozucu bir şiddet-gerilimin ön planda tutulduğu filmin, alt sınıfa oldukça keskin ve sarsıcı bakabilme başarısının da altını çizmeden geçmeyelim.

HHHORİJİNAL ADI Pieta

YÖNETMEN Kim Ki-Duk OYUNCULAR Lee Jung-Jin, Jo Min-soo,

woo Ki-Hong YAPIM/SÜRE 2012 Güney Kore, 99 dk.

GÖRÜNTÜ/SES 1.85:1, 5.1 DD Korece ŞİRKET Bir Film (Finecut)

BORÇLARINI ÖDEYEMEYEN ZAVALLI

İNSANLARI ‘ÖLMEKTEN BETER’ HALE GETİREN

MAfYÖZ VE ANNESİ...

Akıcı bir kurgu çalışmasının işlevi çok net anlaşılıyor.

İsa’ya dönüşmeden de ‘kurtuluş’ mümkün.

32 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

AİLE OYUNU TUNCA [email protected] PLOT (1976)

Page 34: Arka Pencere - Sayi 221

Grigoriy Bychkov, orijinal filmin en çarpıcı görüntülerini animasyon haline getirmiş. Kaynak filmin atmosferini yansıtan çalışma bu haliyle daha çok bir fragmanı andırsa da, kim bilir TwitchFilm gibi sinema

sitelerinin övgü dolu haberlerinden sonra uzun metraja da dönüşebilir.

BEYOND THE BLACK RAINBOw ANIMATION TRIBUTE

GENÇ VE MASUM SERDAR KÖKÇEOĞLUtwitter.com/skokceoglu YOUNG AND INNOCENT (1937)

RUS ANİMASYONCU GRIGORIY BYCHKOV YETERİ KADAR BİLİNMEYEN 2010 YAPIMI BİLİMKURGU FİLMİ “KARA GÖKKUŞAĞININ ÖTESİ"NDEN (Beyond The Black Rainbow) yola çıkarak fragman estetiğinde kısacık bir animasyon

hazırlamış. 1 dakikalık bir saygı duruşu. 2012 yılında !F Bağımsız Filmler Festivali'nde gösterilen “Kara Gökkuşağının Ötesi”nin de bütünüyle bir saygı filmi olduğunu düşünürsek, iş daha da ilginçleşiyor.

Yapım; 70'lerin ve 80'lerin bilimkurgu filmlerine, avangard sinemaya, karşı kültür yazarlarının komplo teorileriyle dolu radikal metinlerine ve John Carpenter tarzı karanlık ‘synth’ müziklerine saygı duruşu niteliğinde enfes bir kolajdı. Meraklısında heyecan yaratan bu fetişistik film için her ne kadar kolaj çalışması desek de, orijinal bir film olduğunu da unutmamak lazım.

Kısacık saygı filmi, orijinal filmin en çarpıcı görüntülerini animasyon haline getirmiş. Kaynak filmin

atmosferini, gerilimini yansıtan çalışma bu haliyle daha çok bir fragmanı andırsa da, kim bilir belki de TwitchFilm gibi sinema sitelerinin övgü dolu haberlerinden sonra uzun metraja da dönüşebilir.

Yönetmen Panos Cosmatos da attığı bir tweet ile Rus yönetmenin çalışmasına destek vermiş.

Bugünün sanatında 70’lere ve 80’lere dönüş eğilimi var. Dünün pop kültürü bugünün alternatif ve yeraltı alemlerinde yeniden üretiliyor. Fakat saygı niteliğinde bir filme saygı niteliğinde bir başka film yapılmasıyla her zaman karşılaşmıyoruz. Kısıtlı gösterime rağmen kısa sürede kültleşen, Cronenberg, Kubrick, Brakhage gibi sinemacılarla karşılaştırılan ve müziklerinin henüz albüm olarak basılmaması çok tepki alan bir film söz konusu olunca şaşırmamak lazım belki de.

Günümüzde kült filmler ticari bir türe dönüşmeye başladı, neyse ki sahici ‘kült’ler de ortaya çıkıyor ve gördüğünüz gibi her kesimden saygı görüyor.

YÖNETMEN Grigoriy Bychkov YAPIM 2013 RUSYA

SÜRE 1 dk.

34 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

Page 35: Arka Pencere - Sayi 221
Page 36: Arka Pencere - Sayi 221

Dadak’ın “Mavi Dalga”, Melisa Önal’ın “Kumun Tadı” filmlerinin de Berlinale yolcusu olacağı açıklandı. Film ekiplerine SAPIK’ça başarılar dileriz.

4 - Atilla Dorsay’la yönetmenler buluşmasıAtilla Dorsay, Sakıp Sabancı Müzesi’nde yönetmenleri ağırlıyor. İlk sırada Reha Erdem var. 29 Ocak Çarşamba saat 17.00’de “Kosmos” gösterilecek ve arkasından Reha Erdem’le söyleşi gerçekleşecek. Erdem’den sonra ise Çağan Irmak ve Onur Ünlü konukları olacak Dorsay’ın…

5 - Keş!f’te dokuz film varBir haber de !f İstanbul’dan... 13 Şubat’ta başlayacak festivalin Keş!f yarışmasında “Kar Yağmadan

1 - Türkiye’de kaç yabancı film çekildi?Türkiye’de çekilen yabancı filmlerle ilgili eldeki kayıtlar çok yeterli değildir. TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesi’ndeki bu konuyla ilgili bir sergiye göre 1925- 2013 arasında toplam 54 film çekilmiş. Filmlerin afişleri ve bilgileri sergide yer alıyor. Aklınızda bulunsun…

2 - İstanbul film festivali’nin programına ilk düşenler5 Nisan’da başlayacak İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek kimi filmler belli olmaya başladı. Gelen haberlere göre “Blackfish”, “The Amstrong Lie”, “Ida”, “Stranger By The Lake”, “Return To Homs”, “White Bird In A Blizzard” ve “White Shadow” festivalde seyirciyle buluşacak yapımlar arasında.

3 - Türkiye sineması Berlinale’deBerlinale’de Türkiye sineması gövde gösterisi yapmaya hazırlanıyor. Kutluğ Ataman’ın “Kuzu’ filminden sonra Hüseyin Karabey’in “Sesime Gel”, Merve Kayan ile Zeynep

Önce” (Hisham Zaman), “Kahrolası Fasulyeler” (Narimane Mari), “Balık Ve Kedi” (Shahram Mokri), “Manakamana” (Stephanie Spray ve Pacho Velez), “Mavi Dalga” (Zeynep Dadak ve Merve Kayan), “Kurtuluş Ordusu” (Abdellah Taia), “Haylaz” (Mina Djukic), “Bencil Dev” (Clio Barnard) ve “Tuhaf Kedicik” (Ramon Zürcher) filmleri yer alacak.

SAPIK OLKAN Ö[email protected] (1960)

36 ARKA PENCERE / 17 - 23 Ocak 2014

Page 37: Arka Pencere - Sayi 221

ROCK FM 94.5

7. CADDE

SİNEMA VE SOUNDTRACK DÜNYASINA KEYİFLİ BİR YOLCULUKBİLGEHAN ARAS'LA 7. CADDE HER ÇARŞAMBA 00.00 / 02.00 ARASI

94.5 ROCK FM'DE

Page 38: Arka Pencere - Sayi 221

Alfred Hitchcock

BİR SENARYOYU BELKİ OTURUP BAŞTAN SONA KENDİM YAZABİLİRİM, AMA BUNU YAPMAK İÇİN HEM ÇOK TEMBELİM HEM DE AKLIMI BAŞKA ŞEYLERE VERİYORUM.

BU NEDENLE DE, BAŞKA YAZARLARIN YAZDIKLARINI PERDEYE GETİRİYORUM.