Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
ARNOLD J. TOYNBEE'NÎN TARÎH GÖRÜŞÜ
Kubilay AYSEVENER*
20. yüzyılan önemli İngiliz filozoflarından olan Arnold J. Toynbee, özellikle
Bergson'dan etkilenmiş ve doğu felsefelerinin de etkisiyle döngüsel bir tarih dizgesi
ortaya koymuştur. Onun tarihe ilişkin görüşlerini dört başlık altında ele alıp ince-
leyebiliriz.
1- Tarih İncelemesinin Alanı :
Toynbee araştırmasına, tarihsel inceleme alanının zaman ve mekan içinde,
sürekli tek tek olaylann bir betimlemesi ya da birlik olarak insanlığın bir tarihi
olmadığı savıyla başlamaktadır. O, bu konudaki vargılarını şöyle sıralamaktadır:
1. Kendi zamanımız ve toplumumuz açısından geriye doğru giderek sınırlarını
yaklaşık olarak çizebildiğimiz tarihsel araştırmanın bilinebilir alanlan, ulusal devlet-
ler ve şehir devletleri gibi herhangi bir siyasal topluluktan daha geniş toplumlardır.1
2. Bu tür siyasal topluluklar kendi başlanna bağımsız varlıklar değillerdir. Bun-
lar bağlı olduklan toplumlardan zamansal olarak daha kısa ömürlüdürler ve bu neden-
den ötürü tarihçiler tarafından devletler değil, toplumlar ele alınmalıdır.2
3. incelenen tek tek toplumların hiçbiri insanlığın bütününü oluşturmaz.3
4. İki toplum arasındaki tarihsel süreklilik, tek bir toplumun tarihindeki çeşitli
dönemler arasındaki süreklilikten çok daha azdır.4
* Ankara Üniversitesinde Felsefe Arş. Görevlisi.1 Toynbee, Arnold J. A. Study of History Oxford University Press, Volume I, London 1955
shf. 44-45.2 a. g. e. shf. 45.3 a. g. e. shf. 45.4 a. g. e. shf. 45.
56 FELSEFE DÜNYASI
Bu varsayımlarından sonra Toynbee, önemle üzerinde durduğu bazı terimlerin
açıklamalarını yapmaya girişmektedir. Bu terimler, toplum, kültür ve uygarlıkterimleridir. Toynbee, toplum deyince "insanlar arasındaki toplam ilişkiler ağını"5
anlamaktadır. Bundan dolayı, toplumu oluşturan öğeler insanlar değil, insanlar
arasındaki ilişkilerdir. Bireylerse, toplumsal yapıdaki ilişkiler ağının odak nokta-
larıdır. Toynbee'nin kültür'den anladığı şey: "Bir toplumun üyelerinin, açıkça soya
çekimden gelen düzenli davranışları dışında kalan içsel ve dışsal davranış
düzenlilikleridir."6 Uygarlık ise Toynbee'ye göre, "içinde bütün insanlığın, herkesi
kapsayan tek bir ailenin üyeleri olarak, tam bir uyum içinde yaşayabilecekleri bir
toplum durumunu yaratmak için giriştikleri çaba"7dır.
Tarihsel incelemenin alanını toplumlar ve buna bağlı olarak, bütünleşmiş top-
lumların bir sonucu oldukları için, Uygarlıklar olarak belirleyen Toynbee, Uy-
garlıkların ortaya çıkışını iki öğeye bağlar:
1. Yaratıcı Azınlık
2. Ne Çok Ne de Az Elverişli Bir Ortam
Bir toplum eğer bu koşullara sahip olursa bir Uygarlık olarak ortaya çıkabilecekdemektir. Eğer sahip olamazsa Uygarlık-altı düzeyde kalacaktır. Toynbee, bir Uy-garlığın doğuşunun mekanizmasını, yukarıdaki koşullarda, "Meydan Okuma" ve"Tepki"nin bir etkileşimi olarak değerlendirmektedir. Böyle bir ortamın varlığı, top-luma bir meydan okuma olur; toplum da içinde barındırdığı yaratıcı azınlığı ile bumeydan okumaya başanlı bir biçimde tepki gösterir ve gereksinmeyi çözer. Bu süreçböylece sürüp gider ve sonunda toplum Uygarlık aşamasına girer.
2- Meydan Okuma ve Tepki :
Yaşayan yaratıkların incelenmesi demek olan tarih düşüncesine, cansız doğa
üzerine düşünmek için yaratılan bilimsel düşünce yöntemini uygulamanın bir yanılgı
olabileceği endişesini taşıyan Toynbee8, insanlararası karşılaşmaların sonuçlarını
neden-sonuç işleyişinin örnekleri olarak ele almakla bir yanılgıya düşülebileceğini
belirtir. Bir nedenin sonucu kaçınılmaz, değişmez ve önceden tahmin edilebilirdir;
ancak Toynbee'ye göre, yaşayan kimselerin biri ya da öbürünün bir çatışma
karşısındaki tutumları bir neden değil, bir tepkidir.9 Meydan Okuma ve Tepki bir
5 Toynbee, Tarih Bilinci Bateş Yayınları, İstanbul 1978, shf. 172.6 a. g. e. shf. 45.7 a. g. e. shf. 46.8 a. g. e. 1978, shf. 104.9 a. g. e. shf. 104-105.
FELSEFE DÜNYASI 57
olaylar dizisini temsil etmek bakımından neden ve sonuca benzer. Ancak dizinin ka-
rakteri aynı değildir. Tepki sonuca benzemez, çünkü önceden belirlenmiş değildir, her
durumda aynı olmaz ve dolayısıyla da önceden tahmin edilmesi olanaklı değildir10.
Toynbee her şeyden önce dindar bir düşünürdür. Bu nedenden ötürü O, Uy-
garlıkların yaratılışının nedeni üzerine olan düşüncelerini dinsel bir sembolizm ile
ifade eder. Bu sembolleri ise, "Eyüb'ün Kitabı" ve Goethe'nin "Fausfundan seçer. En
uygun sembol, ona göre Goethe'nin Faust'udur.11 Toynbee, Uygarlıkların doğuşu
üzerine ortaya atılan bilimsel açıklamaların kendisini mitolojiye yönelttiğini
söyler.12 Bu nedenle, insanlar arasındaki ilişkileri, sonuç yaratan nedenler olarak
değil de, tepki yaratan meydan okumalar olarak resmedeceğini, Platon'un yolundan
gideceğini ve Mitolojinin diline kulak verebilmek için bilimin formüllerinden uzak-
laşacağını13 belirtir.
Toynbee'ye göre mitolojilerdeki olay örgüleri birer çatışmayı içerirler. Örneğin,
Tevrat'ın Tekvin kitabındaki insanın düşüşü öyküsünün olay örgüsü Yahveh ile
Yılan arasındaki çatışmaya dayanır; Eyüb'ün kitabının olay örgüsü ise, Goethe'nin
Faust'unun olay örgüsüdür.14 Toynbee, gezegenler sisteminin Güneş ile bir başka
yıldız arasındaki yakınlaşma sonucu doğduğu kuramını ortaya atan çağdaş Batılı ast-
ronomların da bu mit'e ilgi duyduklarını söyler15 ve "benzeri olmayan bu Tanrısal
olayın tarih kadar eski olan mitini daha dün yalanlar gibi görünen modern astrono-
mik genişlik kavramı yarın aynı miti doğrulayabilir: Çünkü boş uzayın genişliği ile
yaldızların sayısının görkemliliği bütünüyle orantısızdır; dolayısıyla iki yıldız
arasındaki bir karşılaşma akıl almayacak kadar ender bir olay olmalıdır. Böylece,
dünyada yaşamın ortaya çıkmasına yolaçtığı varsayılan Güneş ile bir başka yıldız
arasındaki yakınlaşmanın enderliği ve çabukluğu, karşılaşmanın Tanrı ile Şeytan
arasında, sonucun da insanın düşüşü ve kurtuluşu olduğu Tekvin ve İncil'in özünde
olduğu gibidir, onları zedelemez"16, der.
Goethe'nin Faust'unda kötülüğün sembolü olan Mefistofeles, Faust'un kötü
güçlerce yenilebileceği ve ruhunu kaybedeceği konusunda Tanrıyla bir iddiaya girer.
Tanrı, Mefistofeles'e, yaratıcı eylemin onun meydan okumasıyla yemden dirilebilme-
si için, Faust'u baştan çıkarmasına izin verir. Toynbee'ye göre, "Tanrı'nın yapıtları
10 a. g. e. shf. 105.11 Toynbee - 1955, shf. 274.12 Toynbee, Arnold J. Medeniyet Yargılanıyor, Çev. Ufuk Uyan, İstanbul 1988, shf. 15.13 Toynbee, 1955, shf. 271.14 a. g. e. shf. 271-272,15 a. g. e. shf. 272.16 Toynbee, 1978 shf. 107.
58 FELSEFE DÜNYASI
mükemmeldir ve bunun sınanması için açık kapı bırakılmamıştır. Eğer Mefistofeles
Tanrı'nın huzurunda en seçkin yaratıklarından birini baştan çıkarma konusunda kendi-
sine fırsat verilmesini istemeseydi bu kördüğüm beki de hiç çözülmeyecekti. Tanrı
bu meydan okumayı kabullenir ve böylece yaratma eylemi bir adım daha ileriye
götürülmüş olur."1 7 Burada ortaya çıkan iki kişilik arasındaki meydan okuma ve
tepki etkileşimidir. Ancak mükemmel bir varlık olan Tann'nın, yaratıcı eylemin can-
landırılmasına olanak tanıyarak kendi kendini sınaması düşüncesi, mantıksal olaıak
bir çelişmeyi içermektedir. Böyle bir şey ancak mitolojide olursa makul
karşılanabilir ki, Toynbee'nin düşünceleri için mitoloji, mantıktan daha elverişlidir.
"Çünkü önerme mantık terimlerine çevrildiği zaman ortaya çıkan çelişkiler mitolojik
imgelerde güçlük yaratmaz. Mantıkta Tanrının evreni kusursuzsa, dışında bir şeytan
bulunmaz. Şeytan varsa, sırf onun bu varoluşu yüzünden, gelip bozduğu kusursuzluk
da başından beri zaten eksik olmalıdır"18, diyen Toynbee, mantık çerçevesi içinde
çözülemeyen bu çelişkiyi, her şeye gücü yeten Tann'yı öven, ancak Onun da iki
önemli sınırlamaya bağımlı olduğunu kabul eden şair ve peygamberlerin imgelerinde
sezgisel bir biçimde aşıldığını belirtir.
Bu sınırlamalardan ilki, yaratmış olduğu şeyin kusursuzluğu yüzünden Tann'nın
daha fazla yaratıcı etkinliğe fırsat bulamamasıdır. İkincisi ise, yeni yaratmalar fırsatı
dışarıdan kendisine sunulduğunda, onun bu fırsatı kabul etmek zorunda olmasıdır.
Şeytan ona meydan okuduğunda, bu meydan okumaya tepki vermemezlik edemez.'9
Böylece Tanrı, mantıksal bir çerçeve içinde her şeye gücü yeten değilse de, mitolojik
bir çerçeve içinde bu olanaklı olabilmektedir20.
Toynbee daha sonra bu düşüncelerini, Çin Felsefesinden ödünç aldığı Yin ve
Yang terimleriyle geliştirir. Mitolojik öykü bir Yin durumuyla başlar; her şey kusur-
suz bir uyum içindedir. Yin'in kusursuzluğu onun Yang'a geçmeye hazır olduğunun
belirtisidir. Yin'den Yang'a geçiş için. Tanrının evrenine Şeytanın müdahalesi gerek-
mektedir. Bu etkin eylem yoluyla Yin'den Yang'a geçilir. Böyle bir eylem Tann'ya
kendi yaratma etkinliğini sürdürmesi fırsatını verir. Ancak bu ilerlemenin bir bedeli
vardır ve bu bedeli ödeyen Tanrı değil, Tann'nın yarattığı insandır.21 Birinci aşamada
etkin eylem nasıl ki evreni sarsıp Yin'den Yang'a geçirdiyse, ikinci aşamada, Tanrı
istencinin aracı olan insanın boyun eğme eylemi de Evrenin ritmini tersine çevirir.
17 Toynbee, 1988 shf. 15-16.18 Toynbee. 1978 shf. 109.19 a. g. e. shf. 109.20 a. g. e. shf. 109.21 a. g. e. shf. 115.22 Toynbee, 1955 shf. 284.
23 Toynbee, 1978 shf. 117.
FELSEFE DÜNYASI 59
Uyumsuzluktan uyuma, Yang'dan Yin'e geçişi sağlar.22 Kozmik ritm tam bir dönüş
yaparak Yin'den Yang'a ve Yang'dan Yin'e geçmiştir; ancak ikinci Yin birinciden,
"ilkbaharın sonbahardan ayrılması gibi ayrılır."23
Böylece Toynbee, Meydan Okuma ve Tepki'nin doğasını mitolojinin yardımıyla
göstermiş olmaktadır. Bununla cansız birtakım güçlerin işlevlerini ele alırken haklı
olarak kendisine dayandığımız, doğanın tekdüzeliği koyutuna dayanmak gerekme-
diğini; çünkü, insanlar sözkonusu olduğunda karşılıklı etkileşmenin sonucunu
önceden tahmin etmenin olanaklı olmadığını belirtmektedir. Bu düşünce
doğrultusunda Toynbee, "Meydan Okuma ve Tepki, değişmezlik ve bundan dolayı da,
önceden tahmin edilebilir neden-etki bağıntısına uygunluk göstermezler"24, demektir.
3- Büyüme ve Yokolma :
Toynbee, Uygarlıkların büyümelerinin ölçütünü belirlemeye çalışırken yine mi-
tolojiyi yardıma çağırmakta ve bu kez Aeskhilos'un Prometheues mitinin Uy-
garlıkların büyümesi konusunda bir ipucu oluşturabileceğini söylemektedir.25 Bu
mitte Zeus, kendisine meydan okuyan Prometheus'a karşı savaşı kaybeder. Eyüb'ün
ya da Faust'un Tanrılarının tersine, Zeus çevresini olduğu gibi korumak ister ve yeni
bir yaratma eylemi fırsatını değerlendirmez. Bundan ötürü de, Prometheus'un onu
sınamaya yönelik meydan okuması, Zeus'un intikam dolu bir saldırıya geçmesine
neden olur. Ancak Zeus'un bu eylemi kendi yenilgisini hazırlamış olur. Prometheus
ise, acı çektiği halde, zaferi kazanma yolundadır26.
Bir önceki kısımda belirli düzeyde (ne çok sert ne çok zayıf) bir meydan oku-
manın yaratıcı tepkilere yolaçtığına değinilmişti. Toynbee, bu türden bir meydan
okumanın karşısındakileri tek bir başarılı tepkiye yöneltmekle kalmayıp aynı zaman-
da, bir adım daha attıracak hıza da ulaşmalarını sağladığını söyler. Ona göre,
büyümenin gizi de burada yatmaktadır.27 Böylece bir sorunun çözümünden yeni so-
runların ortaya çıkışına, durgunluktan yinelenen devinime, Yin'den Yang'a geçilir.
Doğumu büyüme izleyecekse, çalkantıdan dengenin yeniden kurulmasına giden tek,
bitimli devinim yeterli olmaz. Devinimin yinelenen ve sürekli bir ritm haline gele-
bilmesi için meydan okumalarla karşılaşanların bunlara tepkiler gösterebilmeleri ve
bitimsiz bir ilerleme durumuna girmeleri gerekmektedir.28
Bu sürekli yinelenen büyüme ritminde herhangi bir yön ya da amaç olduğu
söylenebilir mi? Toynbee'ye göre, teleolojik bir formül, sürekli akış içerisinde her-
24 Toynbee, Arnold jf. Change and Habit Oxford University Press, London 1966 shf. 725 Toynbe, 1978 shf. 147.26 a. g. e. shf. 147.27 a. g. e. shf. 149.28 a. g. e. shf. 149.
60 FELSEFE DÜNYASI
hangi bir terimi dile getirmeye yeterli olabilir, ancak dizinin toplamına uygulanması
yanıltıcı olur. Büyümenin sürekliliği mekana ilişkin değil, toplamsaldır. Yön
sözkonusu olduğu sürece, meydan okumalara karşı tepkiler dizisiyle oluşan devinim
çizgisi son derece zikzaklı bir yol izleyebilir. Ancak bunun fazlaca sembolik bir
önemi yoktur. Burada katedilen yol Toynbee'ye göre, büyüme sürecinde olan birey ya
da toplum için, gerek dışa dönük bir çevreye egemen olma yeteneğinin ya da içe
dönük bir kendini belirleme ya da kendini dile getirme yeteneğinin ilerleyen, birikim-
seî artışı olarak kavranılmalıdır,2^ Toynbee'ye göre, Uygarlığın büyümesi toplumun
coğrafi olarak genişlemesi anlamına gelmez30; aynı zamanda bu büyüme yalnızca
teknik ilerleme demek de değildir.31 Bunlar büyümenin işaretleri değildir. Büyüme,
Uygarlığın eylem alanında dış çevreden içeriye, kendi kendini değiştirmesi ve belirle-
mesi anlamındadır. "...Diğer bir deyişle, büyümenin dayanağı kendi kendini belirle-
meye doğru bir ilerlemedir; ve kendi kendini belirlemeye doğru bir ilerleme ise, Uy-
garlığın kendini betimlemesinin basit bir ifadesidir."32
Toynbee'nin büyüme üzerine olan bu tasarımı Hegel ve Marx'm tasarımlarına
benzer. Hegel ve Marx, her ikisi de, toplumun amacını insanın dış belirlenimlerinin
olmadığı dönemdeki özgürlük olarak düşünürler; bu dönem, insanın kendi doğası
içindeki güçlerce, kendi dünyasını yine kendi kendini düşünerek belirlediği
dönemdir.33 (Hegel için Mutlak Yasa - Marx için Doğal Evrim)
Toynbee'ye göre, büyümenin ölçütü kendi kendini belirlemekse ve kendi kendi-
ni belirlemek kendini dile getirmek demekse, Uygarlıkların giderek kendilerini nasıl
dile getirdikleri incelendiğinde, onların gerçek büyüme süreçleri de analiz edilmiş
olur.34 Örneğin: Yunan Uygarlığı kendini estetik, Hint Uygarlığı dinsel, Batı Uy-
garlığı ise bilimsel mekanist bir biçimde kendilerini dile getirmişlerdir.35 Toynbee,
Bergson'un toplumların ileriye doğru sıçramalanndaki en önemli etmenin tek bir
insan olduğu ve tek bir insanın toplumu sarsarak "yaşamsal atılım"ı (elan vital)
sağladığı düşüncesini de benimseyerek tarihi yapanların insan toplumları değil, insan
bireyleri olduğu inancını taşır. Ona göre, içinde doğdukları toplumların büyümesini
sağlayan bireyler insan-üstüdürler.36 Yaratıcı kişilik, toplumun diğer bireylerini
kendi görüşleri doğrultusunda değiştirmek arzusu duyar. Böyle bir deha, îsa, Buda,
29 Toynbee, 1955 shf. 150.30 a. g. e. shf. 128.31 a. g. e. shf. 173.32 a. g. e. shf. 208.33 Cairns, Grace, Philosophies of History, New York 1962.34 Toynbee, 1978 sbf. 152.35 Toynbee, 1955 shf. 128-390.36 Toynbee, 1978 shf. 153.
FELSEFE DÜNYASI 61
Lenin ya da Gandi gibi, kaçınılmaz bir biçimde toplumsal çatışmaya, toplumun
onun yaratıcı enerjisinin bozduğu dengeyi yeniden kurma çabasına yolaçar. Buradaki
değişim ve bütünleşme eylemi sürekliliğini koruyabilirse, büyüme gerçek bir
büyüme olacaktır.3^ Ancak yaratıcı kişilik toplumu ardısıra süıüklemeyi başaramazsa
ne olacaktır? işte o zaman, Toynbee'ye göre, o toplum için yıkım süreci başlamış
olacaktır.
Büyüme süreci ile çözülüp yıkılma süreci arasındaki en önemli ayrım, büyüme
aşamasındaki Uygarlığın durmadan yinelenen meydan okumalara başarılı olarak tepki
göstermesi, yıkılma aşamasında ise, belirli bir meydan okumaya başarılı bir tepki
göstermeyi becerememesidir. Ne kadar tepki gösterse de hep başarısızlığa uğrar.
Büyüme aşamasında meydan okumalar ve tepkiler hep başka başkadır; yıkılma
aşamasında ise, başarılı tepki verilemediği için, meydan okuma değişmez, ancak tep-
kiler değişir.
Toynbee Uygarlıkların yıkılışını üç nedene bağlar. Bunlar:
1- Azınbğın yaratıcı gücünün tükenmesi
2- Çoğunluğun taklit yeteneklerinin durması
3- Toplumsal bütünlüğün kaybolmasıdır.38
"... Bir Uygarlığın büyümesi bir çöküntüyle kesintiye uğrayınca, yaratıcı olabi-
lecek azınlık donup katılaşarak egemen azınlık olup, kendini yinelemekten hiç
vazgeçmeyen bir yanıtsız meydan okumanın her saldırısında aynı etkisiz jesti yap-
maya başlayınca, yenilgi tragedyasının böyle tekdüze bir biçimde kutlanması çökmüş
Uygarlığın toplumsal sahnesinde oynanan tek oyun olarak kalmaz. Uygarlığın
çözülmesi sırasında değişik olay örgüleriyle iki ayn oyun aynı anda ve yanyana oy-
nanmaktadır. Bir yandan değişmez bir egemen azınlık durmadan kendi yenilgisinin
provasını yaparken, bir yandan da yeni meydan okumalar, yeni kazanılmış
azınlıklardan yeni yaratıcı yanıtlar almakta ve bu yaratıcı azınlıklar her seferinde du-
rumun gereğini yerine getirerek yaratıcı güçlerini ilan etmektedirler. Meydan okuma
ve tepki dramı oynanmaya devam eder, ancak yeni bir ortamda ve yeni oyuncular
tarafından. Bu değişmez toplumsal güçler burcu içinde yaratıcı kişiler, artık
önderlikten uzaklaştırılmış bulunan ve bir zamanlar önderlerin ardından giden kitlele-
rin arasından doğar ve işe başlarlar. Ancak yaratıcı azınlığın yükselişi ve taklit süreci
38 Sarokin, A. Pitirim, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev. Mete Tuncay, Ankara1972 shf. 59.
39 Toynbee, 1 978 shf. 249.37 a.g.e., shf. 153.
62 FELSEFE DÜNYASI
toplumun bütünü içinde gerçekleşecek yerde, şimdi tek bir toplumsal sınıfın sınırlan
içinde hapsolmuş durumdadır. Olay örgüsünün özü pek fazla değişmemiş; ancak rol-
ler yemden dağıtılmış, oyunun sonunda beklenmedik bir şey olmuştur...."39 Ancak
her şey boşunadır. Biçim değiştirmenin dışında, bütün çaba ve kurtarıcılar
parçalanmayı engelleyemezler. Belki Uygarlık bir süre için (yüzyıllar ya da binyıllar
boyunca) taşlaşabilir ancak sonunda yine yıkılma durumuyla yüzyüze gelir. Toyn-
bee'ye göre, biçim değiştirmenin en verimli yolu erek ve değerleri duyum ötesi Tanrı
Krallığına aktarmaktır. Bu parçalanmayı önlemez, ancak, yeni bir Uygarlığın ortaya
çıkmasında işe yarayabilir; böylelikle de, "insan Kentinin Tann Kentine yükselmesi"
yolundaki ezeli süreç içinde ileri bir adım atılmış olur.40
Sorokin'e göre, Toynbee'nin belirlediği bütün insanlık tarihi ya da toptan Uy-
garlık süreci bir yaratıcı Theodise'ye dönmektedir.41 Böylelikle Uygarlık, Alt-
Uygarhktan Uygarlığa, Uygarlıktan da Tanrı Krallığının biçim değiştirmiş Üst-
Uygarlığına ulaşmaktadır.
4- Tarih Kendini Yineler mi?
Tarihsel süreç içinde İnsan Tann Kentine yükselmek için attığı ileriye doğru bir
adımın olanaklılığı, ilk bakışta tarihin kendini yinelediği düşüncesini olanaksız gibi
kılıyorsa da, Toynbee çalışmalarında bu iki kavramı (ilerleme ve döngüsellik)
uzlaştırmaya çalışır. O, "Civilization on Trial" (Yargılanan Uygarlık) adlı
kitabında, insan yaşamına belirlenimci bir bakışla bakmadığını; yaşamla birlikte
umudun da olduğunu ve Tanrının yardımıyla insanın kendi yazgısını kendisinin
çizeceğine inandığını belirtir42 ve evrenin genel bir görüntüsü olarak tarihte, yinele-
nen ve önceden belirlenebilen olayların olup olmadığını kendisine sorar.43
Toynbee'ye göre, bu türden olaylar vardır ve bu olayların kimileri insan
ilişkilerini az çok etkilediği gibi kimileri derinden etkileyebilir. Örneğin, Samanyo-
lunun dışında kalan nebuiaiar insan ilişkilerini doğrudan doğruya etkilemezler. Ancak
insanın fiziksel çevresindeki döngüsel hareketler, (Dünyanın kendi ve Güneş
çevresindeki hareketi) bu ilişkileri doğrudan doğruya etkilerler. Öyleki, gece ve
gündüz döngüsü insanın yaptığı bütün işleri belirlemekte; mevsim döngüsü ise,
yiyecekleri belirleyerek yaşamı yönlendirmektedir. Bununla birlikte, insan, öteki
hayvanlarda olmayan düşünme yeteneği ile bu fiziksel döngülerin etkisinden
sıyrılarak özgürlüğünü kazanabilir.44
40 Sorokin. shf. 113.41 a.g.e., shf. 113.42 Toynbee, Arnold J., Civilization on Trial, London 1953 shf. 30.43 a.g.e., shf. 31.44 a.g.e., shf. 31-32.
FELSEFE DÜNYASI 63
Toynbee daha sonra sorusunu genişleterek, saban sürmenin ve işe gitmenin fi-
ziksel çevreye bağlı yinelenen döngüsel hareketler olması gibi, Amerikan iç. savaşını
örnek vererek, bu savaşın temsil ettiği tarihin de yinelenen bir olay olup olmadığını
kendisine sorar, iç savaş eşsiz bir olay mıydı? Yoksa tarihin kendini yinelediği bir
dizi olaylardan yalnızca birisi mi?45 Toynbee kendi görüşünün sonuncusuna yatkın
olduğunu belirtmektedir. Ona göre, Çağdaş Batı Dünyasında bazı federaî birliklerin
kurulmasında ve sanayileşme hareketlerinde, tarihin, kendisim değişik ülkelerde ben-
zer ortaya çıkışlarla yinelediğini görmek olanaklıdır. Bu yinelenme insanın kendi
yazgısını kendisinin çizdiği alanlarda iyice belirgin iken, insanın fiziksel çevresinin
döngüsel devinimlerine bağlı olduğu alanlarda biraz daha azdır.46
Toynbee bugün erişilen bilgi düzeyi ile tarihsel alana bakıldığında, tarihin ken-
disini yirmi kez yinelediğini. Batı Uygarlığının dışında, uygarlık denilen insan toplu-
mu temsilcilerinin hepsinin ölü ya da ölmek üzere olduğunu; üstelik, bu ölü ya da
ölmek üzere olan Uygarlıkların tarihlerinin derinliğine incelenip, biribirleriyle
karşılaştırıldıklarında çözülme, gerileme ve yıkılmalarında yinelenen durumların
varlığının duyum sandığını belirtir.47
"Akıl mı bizi köşeye kıstırıp yıldızların döngüsel hareketinin aynı zamanda in-
sanlık tarihinin de hareket biçimi olduğuna inanmaya zorluyor? Seçip, aydınlığa
çıkarırken hafif bir zihinsel zevk duyduğumuz Yin ve Yang, Meydan Okumaya
Tepki, son çözümlemede nedir? Elbette insanlık tarihinin ağını ören güçlerin hareke-
tinde salt bir yinelenme öğesi bulunabilir; bu olgu karşımıza dikiliyor. Ancak zaman
tezgahının sürekli, bir ileri bir geri gidip gelen mekiğinin işlediği nakış, aynı zaman-
da bir sona doğru her an katedilen bir ilerlemedir, mekiğin kendi hareketi gibi sonsuz
bir yinelenme değildir bu ilerleme. Herhangi bir verili durumda Yin'den Yang'a geçiş,
yinelemli bir hareketin yinelenmesidir; ancak yepyeni, kendiliğinden ve tek bir
yaratılış eyleminin zorunlu koşulu olduğundan, bu boşuna kof bir yinelenme
değildir. Bunun gibi, daha sonra gene bir meydan okumayı teşvik eden bir meydan
okumanın tepkisi ve bunun teşviki hiç kuşkusuz döngüsel bir hareket hazırlar.
Ancak toplumsal büyümede Prometheus'unki gibi bir atılımı salıveren tepki işte tam
bu çeşitten (kendisinden sonraki için döngüsel bir hareket başlatan) bir tepkidir."48
Bu görüşleri doğrultusunda Toynbee, dikkat edilecek noktanın parçaların hareke-
leriyle bütünün hareketlerinin biribirlerine karıştırmamak, araçlarla amaçların
45 Toynbee, 1953 sh.. 33-34.46 a.g.e., shf. 38-40.47 a.g.e., shf. 41.48 Toynbee, 1978 shf. 173.
64 FELSEFE DÜNYASI
doğasını iyice ayirdeîmek olduğunu belirtiyor. Ona göre, aracın amaçla aynı doğada
olmasını emreden ya da bütünün parçası gibi hareketini gerektiren, önceden koyul-
muş bir uyum yasası yoktur. Toynbee, döngüselliğin doğası üzerine görüşünü,
döngüsel felsefe dizgesinin vazgeçilmez tekerlek benzetmesi ile örneklendirir."... Te-
kerliğin kendi dingiline bağlı hareketi açıkça, yinelemlidir; ancak tekerlek yalnızca
bir taşıtın bir parçası olsun diye yapılmış ve bu dingile yerleştirilmiştir; ancak
taşıtın yalnızca tekerleğin dingil çevresinde dönmesiyle olan hareketi onu, atlı
karınca gibi döngüsel bir hareket biçimine zorlamaz. Bir hareket aracı olarak tekerlek
taşıtın zorunlu bir parçasıdır, ancak taşıtın hangi yöne gideceğini o belirleyemez.
Yol, dizginler ve direksiyona bağlıdır. Tekerlek ile taşıtın arasındaki ilişkiyi yöneten
bir yasa varsa, elbette bu bir özdeşlik yasası değil, karşıtlık yasasıdır. îşte bu yasaya
göre tekerliğin yinelemli hareketi taşıtın yinelemli olmayan hareketini doğurur.49 Bu
da demektir ki, Toynbee'ye göre, düzenli aralarla yinelenen hareketi Uygarlıklar
sürecinin çözümlenmesinde bulmak, hiçbir biçimde, sürecin onu destekleyen
yardımcı hareketlerle aynı döngüsel düzende işlediğini göstermez. Tersine bu düzenli
aralarla meydana gelen yardımcı hareketlerden mantıksal bir çıkarsama yapıldığında
daha çok kendilerinin işleyişi tekdüze olsa da sırtlarında taşıdıkları ana hareketin
değişken olduğu ortaya çıkar ki bu da, ana hareketin döngüsel değil, ilerleyen bir ha-
reket olduğunu gösterir.50 Bir başka deyişle, tarihin yinelenmesi Tanrı ve insanın
kendi yazgılarının mahkumu olduklarının bir işareti değildir.51
Sonuç:
18. ve 19. yüzyıl bilimde, felsefede ve toplumda çizgisel bir ilerleyişin kesin-
likle benimsendiği bir dönemdi. Bu nedenden ötürü, o dönemin düşünürleri, bilimde-
ki ve toplumdaki ilerlemenin yasalarını ortaya çıkarmayı kendilerine amaç edin-
mişlerdi. Öyleki, çoğu düşünürler bu ilerleyişin sonul bir hedefini bile belirlemeye
çalışmışlardı. Örneğin Kant, ahlakın yetkinleştirilmesinde; Herder, Humanite'nin
gerçekleştirilmesinde; Comte, pozitif aşamaya girilmesinde; Marx, sosyalizmin ku-
rulmasında bu hedefe ulaşılacağım belirtmişlerdir. Bu bir anlamda tarihsel sürecin be-
lirli çağlara bölünerek gelişim aşamalarının (eski, orta, yeni gibi) saptınmak isten-
mesine ve bir de, teknik yeniliklerin bir sonucu olarak, ilerlemekte olmanın verdiği
güvene bağlanabilir.
Ancak ilerleme düşüncesi ve dolayısıyla tarihsel sürecin eski, orta, yeni gibi
çağlara bölünmesi, Batılı tarih düşünürlerinin, genelde, tarihsel süreci hep Batı
49 a.g.e., shf. 173.
50 Toynbee. 1978 shf. 175.
51 Toynbee, 1953 shf. 38.
FELSEFE DÜNYASI 65
kültürünün gelişimi açısından değerlendirmiş olmaları, diğer kültürleri gözardı ederek
onlan bağımsız birer Uygarlık olarak görememiş olmalarından kaynaklanmaktadır,
işte Toynbee, Batı kültürünün bu ayrıcalığına karşı çıkarak Uygarlıkları tarihsel
sürecin bağımsız birer birimi olarak ele almış, her Uygarlığın kendi içinde, ortaya
çıkış ve yokoluşunu araştırarak, bu ortaya çıkış ve yokoluşu ilerleme ve gerilemeyi
de içine alan bir döngüsel harekete benzetmişdir.
Bilimsel çabanın bir uzantısı olarak, 19. yüzyıldaki teknik yeniliklerin ve
onların sağladığı refahın bilime olan güveni arttırması, insana ve topluma ilişkin
bilgi arayışı içinde olanları, ilerleme ve gelişme kavramlarının büyüsüne kaptırmış
ve onların bu kavramları konularına uygulamaları çabasına girişmelerin yolaçarak,
tarihsel süreç içinde ilerlemenin olduğu kadar duraksamaların, geriye gitmelerin hatta
çöküp yokolmaların da olabildiğini gözden kaçırmalarına neden olmuştur. Böyle bir
yanılgı, toplumsal olayların yapısı üzerine olan bilimsel kuramları yetersiz kılmış
ve bilimsel açıklamalara olan güveni sarsmıştır. Bunun için Toynbee, Uygarlıkların
doğuşu üzerine olan bilimsel açıklanıalmn (İrkçı ve Çevreci kuramların) yetersiz-
liğinin kendisini mitolojiye yönelttiğini belirtir.52 Bilimin zorunlu nedensel yasa-
larının toplumsal olayları açıklamaya elverişli olmaması Toynbee'yi bilimsel
formüllerden uzaklaştırmış ve mitolojiye yöneltmiştir. Mitolojide ne vardır? Toyn-
bee'ye göre, mitolojide bir çatışma vardır. Kaldı ki, 20. yüzyılın astronomik bulgu-
ları bile gezegenlerin oluşumunu, milyarda bir olabilecek bir olay olan, iki yıldızın
çarpışmasına bağlamaktadır. Öyleyse bilimsel açıklamalarının olanaklılığmın mito-
lojik açıklamanın olanaklıhğından pek bir farkı yok gibidir. Üstelik mitoloji, bilime
göre, toplumsal bir olayı açıklamak için daha elverişlidir. Çünkü mantıksal bir
çelişki ancak mitolojik bir olay örgüsünde yadırganmaz.
Toynbee'nin mitolojiyi benimsemiş olması aslında onun, tarihsel olay
örgüsünün yazgısal olduğunu kabul etmesinden kaynaklanmaktadır. Yazgısallık mi-
tolojik olay örgüsünün genel karakteridir. Tarihin yazgısal olmasını kabul etmek
demek, tarihsel olayların, kozmik ya da Tanrısal güçlerce belirlendiğini de kabul
etmek anlamına gelmektedir. Yazgısallığı ortaya çıkarabilmenin tek yolu ise sezgi-
dir. Sezgi bize, Uygarlıkların ya da kültürlerin kendilerini açığa vurmalarını sağlar.
Böyle bir yaklaşım, tarihin ilerleyen bir süreç olduğu düşüncesine ve tarihte ne-
densel ilişkiler aramak düşüncesine bir karşı çıkıştır. Bu tutum bir bilim olarak tari-
hin yadsınmasını da gerektirir ki, Toynbee de bu görüşleri doğrultusunda, tarihte ne-
densel yasalar aramanın olanaksızlığına değinerek bir bilim olarak tarihi yadsır.
52 Toynbee, 1988 shf. 15.
e; 66 FELSEFE DÜNYASİ
ij Sorokin'e göre, 20. yüzyıl, çizgisel tarih anlayışının gerileme dönemidir.
Çünkü bu dönemde, toplum ve insan bilimi disiplinleri alanında özgün bir kuram or-
taya konamamıştır. Bu yüzyılın çizgisel kuramlarının hepsi Hegel'ci, Comte'cu ya da
Marx'ci ilerleme-evrim anlayışlarının minik çeşitlemelerinden başka bir şey
olmamışlardır.53 Öte yandan büyük bunalım dönemi olan 20. yüzyılın hemen bütün
anlamlı tarih felsefeleri, tarih sürecinin ilerleyen çizgisel yorumlarını yadsımakta ya
döngüsel, eskalolojik ya da mesihci bir biçime bürünmektedirler.54
Bununla birlikte Toynbee, toplumun kendi kendini belirlemesi anlamında ilerle-
menin olanakiılığma işaret eder. Bu ilerleme, her yeni kültürün kendinden önceki
kültürün mirasını devralması ve bu mirasa daha sonra katkıda bulunmasıyla
gerçekleşir. Ne var ki Toynbee, ileriye doğru bir adımı, daha sonra, insan Kentinin
• Tanrı Kentine yükselmesi yolunda ezeli bir süreç olarak değerlendirir ki, bu
anlamıyla onun tarih felsefesi, Sorokin'in de belirttiği gibi eskatolojik bir yapıya
bürünür.
53 Sarokin, 1972 shf. 19.54 a.g.e., shf. 19.
"BÎR FELSEFE DÎSÎPLÎNÎ OLARAKMETAFÎZÎK"
Hakan POYRAZ*
Metafizik, bütün bir felsefe tarihi boyunca, bir çok merhaleden geçmiş, terim
manasının dışında başka anlamlan üzerinde taşımış, oldukça tartışmalı ve üzerinde
farklı anlayışların bulunduğu bir kavram olarak karşımıza çıkar. Daha ilk çağlardan
yeniçağlara gelinceye değin herbir metafizik tez, bir sonraki tezce inkar edilmiş,
çürütülmeye çalışılmış, bununla beraber metafiziğe karşı herbir tavır, belirli türden
bir metafiziğe bağlı olmuştur.
Başlangıcından itibaren konusunun maddî olmayan varlığın sahası olması
münasebetiyle, maddenin ötesinde madde üstü bir varlığı inkar eden düşünürlerce hor
görülen matafizik; modern çağlarda, bilimsel ilerleme fikri üzerinde inşa edilen
anlayış çerçevesinde adeta bilimle karşı karşıya bırakılmış, ikisi birbirine zıt, iki
farklı kavram olarak boy göstermiştir. Sonuçta bilim karşısında metafizik, ya
tamamıyla reddedilmiş, ya da tam tersi bir tutumla, evren muammasını çözmede bili-
min çaresizliği gösterilerek ilmin hakikatim inkar ve metafiziğe duyulan ihtiyaçtan
bahsedümeye başlanmıştır.
Genellikle insan, üzerinde yaşadığı dünyayı anlamak ve açıklamak ister. Bunu
yaparken, duyuların ve deneyin verdiği sınırlı bilgi ile yetinmek istemez.
Sınırsıza, mutlak olana, duyularla algılanmayana yönelir ve onu bilmek
ister. Bununla beraber, bahsedilen mükemmel sıfatlardan yoksun olduğunun bilincin-
dedir. Elindeki materyalde, bu alanın bilgisi için yeterli değildir; yalnızca akıl,duyular ve deney... Duyuların bize bildirdiği madde âlemidir (Füzis). Maddî
âlemin üzerine çıkabilecek bir güç olan akü; kendisini, duyular ve deneyi aşan bazı
meselelerle karşı karşıya kaldığını, gözlemleyebildiği tabiat âleminde enson çözümde
* Gazi Üniversitesinde Felsefe Araş. Görevlisi
68 FELSEFE DÜNYASI
maddeye indirgenemeyen bazı problemlerin-ya da meçhulün- varlığını farkeder.
Bunun sonucunda da, fizik dünyayı, fizik ötesi ile açıklamaya çalışır. Dolayısıyla
metafizik problemlerin muhatabı, doğrudan doğruya insandır. Yine insanın maddî bir
yapısı (doğası), ayrıca bu dış varlıktan nitelikçe farklı bir düşünce ve ruh dünyası
vardır. însan bu yönüyle fizik ve metafizik olmak üzere iki boyuta sahiptir.
İnsanın bedenden ayrı, bir ruha sahip olduğu fikri insanlık tarihi kadar eski olsa
gerektir. Ruh gibi gayrı maddî bir ilkenin varlığına ulaşan akıl, insandaki bu iki
boyutun (fizik ve metafizik) hareket noktasıdır. Akıl, tek tek varolan nesnelerden ha-
reketle, en genel tasavvur olan varlık fikrine ulaşır ki bu kavram, ancak kendi kendisi
ile tarif edilebilir. Nitekim biz tek tek varolanların bilgisine sahip olabiliriz. Ama
umumî anlamda varlık olarak varlığın bilgisi-Kantçı bir yaklaşımla- insan aklının
tertip ve kudreti açısından bilinemez. Zira bir şeyi bilmek, onu kendisinden daha
yüksek bir kavram yada bir ilke ile açıklamayı gerektirir. Halbuki varlık kav-
ramından daha genel bir tasavvura sahip değiliz.
Böylece varlığı açıklamak ve onun hakkında teoriler ortaya koymak, bize
varlığın kendisini vermeyecektir. Buna rağmen bu problem, eldeki verilerden hareket-
le, filozofun hakikati elde etme çabası ve varlığın "öz" ünü yakalama biçiminde,
farklı farklı görüşler şeklinde ortaya konulacaktır. Dolayısıyla meçhulü keşfetme ve
metafizik alanda bir takım teoriler ortaya koyma tutkusu insanlık tarihi kadar eskidir.
İnsanın bu temel karekteristiğinden yola çıkarak denilebilir ki, metafiziksiz bir in-
sanlık tarihi düşünülemez veya insanın bulunduğu her dönemde metafizik düşünce,
dolayısıyla da felsefe vardır ve daima varolacaktır.
Bu sebebledir ki. bu günün pozitivist bilim yorumu, insan ruhunu doyurama-maktadır. Pozitif bilimler, hakkında hüküm veremedikleri, deney sahasına koya-madıkları her şeyi kendi alanlarının dışında bırakmışlar ve çözümünün de kendi işleriolmadığına karar vermişlerdir. Gerçekten de böyle bir karar uygun gibigörünmektedir. Zira bilimler, varlığı parçalayarak onu statik hale getirir ve belli biryönünü inceler. Sonuçta ise ulaştığı hükme insanı hakim yapar. Halbu ki, metafi-ziğin konusunu teşkil eden varlık alanı, sınırlı ve sonlu olana tabî değil, hakimdir.Yukarıda söylenen bir tezi tekrar edersek, bu alan insan aklının şimdiki tertip ve kud-reti bakımından bilinemez. Fakat bilinemez olması olmaması anlamına gelebilir mi?Zira metafiziği inkar eden herhangi bir tez de yine metafizik bir tezdir. Üstelik ruhuhiç okşamayan ve doyuruculuğu az olan bir metafizik. Çünkü metafiziğin ol-mazlığını ileri sürmek için yine duyular ve deneye müracaat etmek gerekir. Duyularve deney, bu alanda bir bilgi veremeyecekleri için metafiziğin inkarı da bir metafizik-tir diyoruz.
FELSEFE DÜNYASI 69
Metafizik terimi, 'fizikten sonra' manasına gelmektedir. Bu alanın muhte-
vasıyla ilgilenip, bir felesfe disiplini halinde temellendiren ilk büyük ve sistemli
araştırmacısı Aristotales, gerçekte böyle bir isimden habersizdi. O, felsefenin tacı
olarak gördüğü ve teorik ilimlerin en yükseği, en şereflisi olarak tanımladığı bu
ilme, İlk Felsefe' adını vermekte ve onu şöyle tarif etmektedir: "Eğer hareketsiz bir
cevher varsa, bu cevherin biliminin önce gelmesi ve bu bilimin ilk felsefe olması...
ilk olduğundan dolayı evrensel olması gerekir."1
Daha sonra Aristo'nun bütün eserlerini yeni baştan tasnif eden Rodos'lu Andri-
nikos (MÖ. 70 ila 50 civ.) "îlk Felsefeye dair yazılan "Fizika" bahsinin sonuna kay-
masıyla bu eser "Meta ta Fizika" adını almış, böylece bir tesadüf sonucu ortaya çıkan
bu tabir, "fizik âleminin ötesinde soyut ve evrensel kavramlarla uğraşan bir felsefe
disiplini" olarak literatüre geçmiştir2. Bununla beraber "ilk Felsefe"nin konusu ile
"fizikötesi" deyimi arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır.
Türk-lslâm felsefesi terminolojisinde "Metafizika"nın Arapça karşılığı olmak
üzere "el-Felsefet el-Ûlâ" (îlk Felsefe), "Mâba'd el-Tabia" (Fizik'ten Sonra), "Mâverâ
el-Tabia" (Fiziğin ötesi), "Mafevk el-tabia" (Fizik üstü) ve "el-llm el-îlâhî" (Öâhiyât
Teoloji) gibi farklı isimler kullanılmışsa da "Mâba'd el-Tabia" deyimi genel kabul
görmüş ve literatürde bu şekliyle anılagelmiştir.
Metafiziğin konusu:
Konusunun maddî olmayan varlığın sahası olması münasebetiyle metafizik, çok
sayıda anlamı üzerinde taşıyan ve hakkında oldukça farklı telakkilerin bulunduğu bir
kavramdır. Bu kelime ile tam olarak ne kastedildiği her filozofun kendi yorumuna
bağlı olduğu için onun hakkında ortak bir tarife varmak da mümkün değildir. Nite-
kim Felsefe Sözlükleri'nde metafiziğin çok farklı tariflerini bulmaktayız3.
Bugün metafizik denilince, zihinde uyanan imajlar olarak; bilinmeyen,
duyular ve deney hârici olan, bu sebeple de pozitif bilimlerin çözemediği ve
dışta bıraktığı problemler alanı akla gelir. Meselâ, Tanrı'nin varlığı ve delille-
ri, ruh'un varlığı ve ölümsüzlüğü, ölümden sonra başka bir hayatın
olup olmadığı gibi... Hatta Amerikalılar, zor anlaşılan bazı sözlerle
1 Aristo, Metafizik, trc. Ahmet Aralan (İzmir, 1985) I, E-1026 a-30.2 M. Kaya, İslâm Kaynaklan Işığında Aristotales ve Felsefesi (İstanbul, 1983) s. 203.3 Bkz-, İsmail Fennî, Lugatçe-i Felsefe, Metaphsique madd. (Matbaat-ı Âmire, istanbul, 1925)
s. 418. Ayr. Bkz., M. Namık Çankı, Büyük Felsefe Lügati, Mâbedettabia madd. (Üç cilt,İstanbul, 1954-1958) 11/414. S. Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, (istanbul, 1980) s.183.
70 FELSEFE DÜNYASI
karşılaştıklarında "Tıpkı Alman Metafiziği" (It's like German Metaphsics) deyimini
laufe olarak kullanırlarmış4.
Kimilerine göre Metafizik -hele klasik metafizik- kendisini yüksek açıklama il-
kelerine dayandırarak, yüksek bir bilgi yöntemi uygulayan bir disiplin, deneyden
kurtulmuş ve ona hor gözle bakan spekülatif düşüncedir. Salt düşünüşün
yüksek kudretine inanır ve mantığın özünü yanlış anlayarak onu ya yükseklere
çıkartır (Panlojizm), ya da büsbütün hor görür (Çeşitli varoluşçu felsefeler). Kimile-
rine göre ise metafizik, dıştan bağlantıları ancak kavrayabilen yetersiz bir kavram bil-
gisi yerine, aracısız bilgi "Öz'ü görme", yani sezgi (intuition) yi koyar5.
Rönesans'tan sonra bilimlerin felsefeden bağımsız hale gelmeleri, özellikle 19.
yüzyılda kendi prensip ve kânunlarını tesbit ederek felsefe'den kopmaları neticesinde
filozoflar, kendi bilim dalları içerisinde felsefe yapmağa başladılar. Felsefeden kop-
malarına rağmen, onunla olan ilişkilerini kesemediler. Dolayısıyla artık günümüzde;
Biyoloji felsefesi, Fizik felsefesi, Astro-Fizik felsefesi adıyla anılır ol-
dular. Bütün bunlar gösteriyor ki, bilimler ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar,
çözemedikleri problemlerle karşı karşıya gelince, felsefe yapmak zorunda
kalmışlardır. Bu da gösteriyor ki, bilimler ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, meta-
fizik problemler daima varolacaktır. Nitekim Herbert Spencer (1820-1903) bu konuda
şöyle demektedir;
"... En uzağa ulaşmış bir keşfin bile sonunda "bunun ötesinde acaba ne var?"
sorusu daima karşımıza dikilir ve dikilecektir de... Nasıl ki bir mekân içinde bir
mekân tasavvur etmek, sonra da bu sınırın ötesinde gene bir mekân olduğu fikrini
yoketmek imkansızsa, "Bu açıklamanın açıklaması nedir?" sorusunu ortadan
kaldıracak bir açıklamayı da öylece aklımıza sığdıranlayız"6.
Metafizik, ilkçağlardan beri felsefenin özü olarak görülmekte ve ilimler
sınıflamasında ilk ssrayı işgal etmektedir. Aristo'ya göre;
"Teorik ilimler; Fizik, Matematik ve teoloji (*) (Metafizik) olmak üzere üçe
ayrılır. Bunlardan fizik, değişen ve hareket eden nesneleri kendine konu edindiği için
madde'den ayrılmaz. Matematik tarif olarak madde'den ayrılsa bile, gerçekte o,
4 Nakleden N. Keklik, Felsefenin Tekniği (İstanbul, 1984), s. 69.5 Nusret Hızır, Viyana Çevresi, Araştırma; D.T.C.F. Felsefe Dergisi, C. II, (Ankara, 1964) s.
253.6 N. Keklik, Felsefenin Tekniği, s, 5-6.* Metafizik (Meta ta physika) kavramına Aristo'da rastlanmadığını, bunun yerine "ilk Felsefe"
tabirini kullandığını biliyoruz. O, aralarında bir aynm yapmaksızın "Bilgelik", "!lk Felsefe","Felsefe", "Teoloji" deyimlerini kullanmaktaydı. (Bkz. Aristo, Metafizik, trc. s. 9).
FELSEFE DÜNYASI 71
madde'ye bağlıdır, ilk ilim (ilk Felsefe'nin konusu ise hem madde'den ayrı, hem de
hareketsiz varlıklardır. Şu nokta gözden uzak tutulmamalıdır ki, her hangi bir yerde
ilâhîlik varsa bu karakteriyle (yani madde'den ayrı ve hareketsiz olarak) vardır. En
yüksek ilmin konusu en yüksek cins olmak gerekir. Şu halde teorik ilimler, diğer
bütün ilimlerden daha değerlidir. Fakat bu ilim (Metafizik) teorik ilimlerin en
yükseğidir"7.
Aristo, "Felsefe varlık ilmidir" demekteydi. Bu anlamda varolanlar ile, yani
hususî varlık nevileri ile uğraşan felsefe, bütün varlık nevilerini kuşatan en
küllî varlık olarak inceler8. Bu manadaki metafiziğe "Ontoloji" adı verilir.
Christian Wolf (1679-1715) bu disipline "Philosophia sıve Ontologia" ismini verir.
Özellikle bugün, ontoloji'nin problemleri Nikolai Hartmann tarafından yeni baştan
ele alınmışlardır.
Aristo'ya göre metafizik, varlığın İlk ilkeleri ve sebepleri" hakkında soru sorar
ve araştırır. Her şeyin ilk nedeni Tanrı olduğu için metafizik, aynı zamanda Tanrıhakkında felsefî bir teori, yani teoloji'dir. Bu düşüncesi ise, özellikle ortaçağ
hıristiyan ve müslüman filozofların dikkatini çekmiş ve "Metafizik" terimi çok özel
bir anlam kazanarak, duyular ve deney üstü, ya da gerçeküstü şeylerin bilgisi
olarak kabul edilmiştir9.
Bu anlamda metafizik, varlık kavramından hareket etmekle beraber sonuçta teo-
loji'ye ulaşır. Şöyle ki;
Varlık bize iki surette tezahür eder. Maddî varlık, manevî varlık, eşya
veya düşünce... Maddî âlem, ruhî âlem. Buradan da metafiziğin bir ilk taksi-
mi çıkar.
Bir taraftan tabiatın metafiziği veya aklî kevniyât (Rasyonel Kozmoloji) dır
ki, bu da hayatın ve maddenin mâhiyeti meselesidir. Diğer yandan ruh'un metafi-
ziği yani rasyonel psikoloji'den bahsedilir. Fakat varlığın bu iki manzarası;
madde ile ruh, mutlak bir varlığı gerektirir. Daha önceki ikisinin varlık sebebi
bunda bulunur. O, bütün varlığın Ilke'si ve Son Gayesidir10. Dolayısıyla Mut-
lak Varlık olan "Tanrı", metafiziğin odak noktasını teşkil eden en önemli proble-
midir.
7 M. Kaya, a.g.e., s. 207.8 H. Ziya Olken, Felsefeye Giriş, (Ankara, 1967), C. I, s. 43.9 Heinz Heimsoeth, Felsefenin Temel Disiplinleri, trc. Takiyyettin Mengüşoğlu (istanbul,
1986) s. 32.10 M. Namık Çankı, Büyük Felsefe Lugati,. I1/416.
72 FELSEFE DÜNYASI
Böylece metafizik, varlığın nasıl yaratıldığı, ruh ve maddenin varoluş
sebebi olan Mutlak Varlığın sıfatları ve bunlara ilişkin, duyular ve tecrübe
ötesi birçok kavramı kendisine konu edindiğinden, sahası oldukça geniştir. Metafizik,
tecrübeden hareket etmekle birlikte reelin aklî izahını yapan felsefe disiplini olmak-
tadır. Böylece metafizik; ontoloji, rasyonel kozmoloji, rasyonel psikolo-ji ve teoloji ile bir bütün halinde hepsini içine alır11.
Metafiziğin bu yönüne bazı Yeniçağ filozofları şiddetle karşı çıkarlar.
Davit Hume (1711-1776), sebep ve netice (Illet-Mâ'lül) arasında apriorikolarak bilinen zarurî hiç bir bağın olmadığını söyleyerek, akılcı metafiziğin
dayandığı bu temel ilkeye hücum eder. Ona göre metafizik kitapları ateşe
atılmalıdır12.
Kant (1724-1804), ise, Hume'nin, metafiziğin dayandığı bu temel ilkeye
hücumunun kendisini dogmatik uyuklamalarından uyandırdığını söyleyerek13 "Salt
Aklın Eîeştirisi"ni, metafizik bilgi alanında aklın bir eleştirisi olarak düşündü ve me-
tafiziğin eleştirisini Platon ve Aristo'dan beri süregelen ve her seferinde yeniden
girişilen bütün denemelere karşı yöneltti14; Biz, nesnelerin hakikatlerini bile-
meyiz, sadece dış görünüşleri (fenomen) biliriz. Metafizik sorular, insan aklının
şimdiki tertip ve kudreti bakımından çözülemeyecek sorulardır. Aynı şekilde bu filo-
zoflardan asırlarca evvel, bazı islâm sûfîleri ve filozofları, özellikle Ibn el-Arabî
(1165-1240) ve Sadreddin Konevî (1210-1274) metafizik agnostisizm üzerinde
durmuşlar, fakat metafiziği hiçbir zaman inkar etmemişlerdir15. Halbuki. "Poziti-
vizm"in kurucusu olan Âuguste Comte (1798-1857) metafiziği büsbütün inkar
eder. Ona göre metafizikle uğraşmak, ancak tarihin ilk çağlarında insan aklının bir
eğilimi olabilirdi.
Metafizik disiplinine yönelik eleştiriler, Yeni-kantçı'lar ve ViyanaÇevresinin Mantıkçı Pozitivist filozofları tarafından daha da ileri götürülerek
sürdürüldü. Viyana okulunun mantıkçı pozitivistleri R. Carnap, H. Reichen-bah, Ph. Frank ve diğerlerine göre, metafizik önermeler, deneye ve duyu-lara ait olmayan önermelerdir. Önermelerin metafizik nitelikte olması, an-
lamsız olması ile aynı şeydir16.
11 S. Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, s. 183.}2 Davit Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, trc. Oruç Aruoba (Ankara, 1976)
s. 135.13 Bkz. Kant, Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe PROLOGOMENA, trc.
lonna Kuçuradı, Yusuf Örnek (Ankara, 19S3) s. 7.14 Bkz. Kant, Prologomena, s. 2 ve 22.15 N. Keklik, Felsefenin İlkeleri (İstanbul, 1982) s. 197.16 Inguar Johanson, Anglo-Sakson Batı Felsefesi, Yazko Felsefe Yazılan, İstanbul, 1984.
FELSEFE DÜNYASI 73
Bilgi verdiği öne sürülen önerme, iki basamakta anlamlı olmalıdır. Sentaks ku-
rallarına uymalı ve ampirik olarak tahkik edilmeli.
Dil'in iki fonksiyonu vardır,
a) Bilgiyi alıp verme, (Bilim, bilgi)
b) Ruh halini dışa vurma, (Şiir, edebiyat, vs.).
Metafizik, mutlak bilgiden, evrenin sarsılmaz temelinden bahsettiğine göre, o
ruh halini dışa vurma görevini yapar. Fakat bunu yaparken a'nm malzemesini -Yani
bilgiyi alıp verme- kullanır. Bu sebeple metafizik a formu bakımından anlamsız; b
görevi bakımından şiir, ama uygun olmayan araçlarla işlenmiş şiirdir17. Bu anlayışa
sahip olanlar tarafından metafizikçi, yerini bulamamış bir tür ozan olarak tarif edi-
lir«
Bununla beraber, metafizik disiplininin savunucuları yok değildir. Viyana
Çevresi'nden olmakla birlikte, görüşleri ile bu çevreden önemli ölçüde ayrılan Kari
Popper'de bu anlayış oldukça yumuşamıştır. Ona göre bir antimetafizikçi anlamsız
yargıda bulunabileceği gibi bir metafizikçi anlamlı yargıda bulunabilir. Mesela Ato-
mizm ve Darvinizm yararlı bir metafizik görüş olarak ileri sürülmüş ve bilimsel
gelişmede yararlı bir rol üstlenmiştir19. Bununla birlikte günümüz felsefesinde meta-
fiziğe kapanan kapının yeniden açıldığına şahit olmaktayız. Henry Bergson, bu
kapıyı açan filozoflardan biridir.
Nitekim çağdaş Avrupa felsefesinde bugün, bir çok metafizik ekolün varlığından
söz edilmektedir. St. Thomas'ın fikirlerinden hareket eden Thomasçüar, Luise
Lavelle ve Samuel Alexanderen temsil ettiği Fransız Tin felsefesi, Kari
Jaspers gibi bazı Existantialist filozoflar, ayrıca A. Whitehead gibi filozof-
ları bu grup, içerisinde sayabiliriz20.
17 Nusret Hızır, a.g.m., s. 254.İS A.J. Ayer, Dil, Doğrulukv e Mantık, trc. Vehbi Hacıkadiroğlu, (İstanbul, 1984) s. 26.19 Bkz. Karl Popper, Tarihselçiliğin Sefaleti, trc. Tercümeye sunuş yazısı, Şafak Ural, (istanbul,
1986) s. 15.20 Bu konuda Bkz. l.M. Bochenskı, Çağdaş Avrupa Felsefesi, trc. S. Rifat Kırkoğlu (istanbul,
1983).
EDMUND HUSSERL FELSEFESİNDE COGlTO
Emel KOÇ*
Edmund Husserl (1859-1983)in en önemli yapıtlarından birine "Kartezyen Medi-
tasyonlar" adını vermesi tesadüf değildir. Bu başlık Husserl'in amacını vurgulamak-
tadır. Bir yandan, filozof, felsefî ideâlini çok özel bir anlamda Kartezyen bir ideâl ola-
rak görmektedir, öte yandan O'nun yöntemi son çözümlemede bir Meditasyon
yöntemidir.
Tüm felsefî çabasını Descartes'ın Meditasyonlan üzerine bir Meditasyon olarak
gören Husserl, fenomenolojisini bir "neo-Kartezyenizm" olarak değerlendirir.
Husserl'e göre, Kartezyenizmin özü, bilgi için rasyonel bir doğrulama getirme
tutkusundan oluşmaktadır. Kartezyenizmin bu doğrulamayı aklın kendisinde aramak
karan Husserl'in sürekli şekilde saf Kartezyenizm olarak atıfta bulunduğu şeydir.
Edie'nin ifadesiyle, düşüncesinin Fransa'daki başarısı ve Sartre üzerindeki etkisi
ile tüm Alman düşünürleri içinde en fazla Fransız olan bir düşünür diyebileceğimiz
Husserl1, açıklık ve kesinliğe duyduğu eğilim dolayısıyla kendisini Descartes'a ben-
zetir.
Descartes amacının hiç şüphe edilemeyen "açık ve seçik" bilgiler bulup bunlara
dayanarak, yine kendisinden şüphe edilmeyen açık ve seçik diğer bilgilere adım adım
ilerlemek olduğunu söylerken, benzer şekilde Husserl de kesinliği garanti eden şeyin,
açıklık olduğunu bu sebeple bir şey açık haldeyse, kendisinden şüphe edilemeye-
ceğini ifade eder. Ve sanki Descartes'ın tek bir şüphe duyulmaz ilkeye dayanarak bir
dizi tümden gelim yoluyla yapmaya çalıştığı şeyi, biz aynı ilke üzerinde bir dizi Me-
ditasyon tekniği aracılığıyla yapacağız der gibidir.
* Ankara Üniversitesi Felsefe Arj. Gör.1 Edie James M., Phenomenology and Existentialism Essay Six, Sartre as Phenomenologist
and as Existential Psychoanalyst, S. 142-143.
FELSEFE DÜNYASI 75
Bu sebeple Descartes'm evrensel bir kritik gerçekleştirme çabası Husserl için et-
kileyici olmuştur. Hâttâ "Descartes, Meditasyonlan ile transendental fenomenolojiye
yeni bir itici güç kazandırmıştır Şüphe yöntemini, fenomenolojinin tam eşiğine
Descartes getirmiştir2." Husserl, Descartes'ı izleyerek kendisini yöntemsel şüpheyebırakmıştır.
Husserl'de bilinç daima "bir şeyin bilinci"dir. Yani bilinç daima kendisinin
dışında yer alan bir nesneye doğru yönelmektedir. Oysaki Descartes'da bilinç, kendi
nesnesini yine kendine özgü öznel töz içerisinde bulmaktadır. Başka bir deyişle Hus-
serl, felsefesini üzerine oturtmak durumunda olduğu kesinlikleri bulduğu Descartes'cı
"cogito"ya fenomenolojisinin ana ilkelerinden biri olan "entansiyonalite (intentiona-
lite) ilkesini uygulamıştır.
Cogitonun özgün sezgisine Descartes'm kendisinden çok sadık kaldığını her
fırsatta dile getiren Husserl için cogitonun kesinliğinin nesnel bir kesinlik haline
gelmesi ve fenomenolojinin pozitivizm ile mücadelesinde "şeylerin kendilerine
dönmek gerekir" ifadesine bir anlam verilmesi için " özne'ye, hem bilinçten hem
de bilincin nesnesinden, şüpheyi mümkün kılan olumsallık öğelerini elimine etme
olanağı verecek teknikleri geliştirmek zorunluğu vardır3". Bu sebeple pek çok
ardılından farklı olarak Husserl kuramında bir takım teknikler geliştirmek gereğini
hissetmiştir.
A-DOĞAL TAVIRA KARŞI ÇIKIŞ
Fenomenolojik yöntemi anlayabilmemiz, fenomenolojik tavın anlayabilmemi-
ze bağlıdır. Fenomenolojik tavın betimleyebilmek için Husserl, fenomenolojik tavır
ile doğal tavın karşı karşıya getirir.
Doğal tav?r, dünyaya karşı çoğu insanın her zaman aldığı tavırdır. Husserl'e
göre, bu tavırda, ben, mekân içinde sonsuzca yayılan ve zaman içinde sonsuzca
oluşan bir dünyanın bilincindeyim. Ben, onu aracısız olarak sezerim, tecrübe ederim.
Görme, dokunma, işitme v. s. yoluyla cisimsel şeylerin, benim için yalın bir
biçimde orada olduğunu görürüm. Onlara özel bir dikkat gösteriyim ya da
göstermeyim onlar orada mevcutturlar4.
Bu dünya, bizim için, yalnızca bir olgular ve olaylar dünyası değil, ancak aynı
zamanda bir değerler dünyası, pratik bir dünyadır5.
2 Jones W. T., The Twentieth Century to Wittgenstein and Sartre, S. 271.3 Lauer Quentin, Phenomenology, §_ 474 Husserl Edmund, Ideas, S. 1015 a. g. y. S. 103.
76 FELSEFE DÜNYASI
Bu dünya içerisindeki nesneler bana aynı açıklık ve seçiklikle verilmemiştir.
Mekândaki yerimi değiştirmek suretiyle şu anda algılayamadığım yanlarını da
algılayabileceğim bu nesneler az çok karanlıkta kalan başka nesnelerin halkası içinde
yer almaktadır. Bütünlüğü ile dünyanın kendisi olarak kavradığımız bu çevre, belir-
sizlikler içerisinde olsa bile, bilincinde olduğumuz bir çevredir. Kısacası
tecrübemizin şu ya da bu parçasından zaman zaman şüphe etsek bile, dünyayı bir
bütün olarak sorguîamaksızın kabul ederiz.
Husserl günlük yaşayışımızda aldığımız bu tavıra "doğal tavır" ve bu tavınn
özüne, yani dünyanın bu yapı ve belirlenimleriyle gerçekten varolduğuna ilişkin
sarsılmaz güvenimize de "doğal tavınn genel savı" adını vermektedir.
Husserl'e göre, fenomenolojinin konusu olan fenomenler varlıklarını doğal
tavınn ötesinde kazanmaktadırlar. Bu fenomenlerin birer fenomen olarak ortaya
çıkabilmeleri için doğal tavın bırakmamız gerekmektedir.
Fenomenoloji kritik bir öz bilimi olması sebebiyle, dogmatik olan doğal tavır
fenomenolojiye uygulanamaz. Öz fenomeninin özelliği refleksiyonlu bir tavıra
dayanmak olduğu için, refleksiyonlu bir tavıra yani fenomenolojik tavıra gereksin-
memiz vardır. Ancak fenomenolojik tavınn yöneldiği alan halihazırdaki bir alan
değildir. Bu alanın özel bir yöntemle elde edilmesi gerekmektedir. Bu yöntem feno-
menolojik redüksiyon yöntemidir6.
Doğal tavın makûl bulanlar, Husserl'in sözünü ettiği fenomenolojik tavıra
geçişte güçlük çekerler. Çünkü doğal tavıra dayalı olarak, dünyayı bir bütün olarak
kabul ettiğimiz sürece, onun bir parçasından anlamlı bir biçimde şüphe etmemiz ola-
naksızdır. Oysaki Husserl bu dünyadan bir bütün olarak şüphe etmemizi ister. Doğal
tavırda kalmak yerine, onu radikal bir biçimde değiştirmemiz gerektiğini söyler. Bu
noktada Husserl'i anlayabilmemiz O'nun şüpheden ne kastettiğini anlayabilmemize
bağlıdır. Çünkü Husserl'in, doğal tavınn genel savının ifade ettiği doğrudan, bir sep-
tik olarak şüphe ettiğini ya da bir sofist olarak bu doğruyu reddettiğim düşünmek,
Husserl'i yanlış anlamamıza neden olacaktır. Husserl bu konuda "....bu "dünyayı"
sanki bir sofistmişim gibi reddetmiyorum, onun orada olduğundan sanki bir septik-
mişim gibi şüphe etmiyorum, ancak beni mekânsal-zamansal varoluş ile ilgili olan
herhangi bir yargıyı kullanmaktan tamamiyle alıkoyan "fenomenolojik epokhe"yi
kullanıyorum der7".
6 Mengüjoğlu Takiyetlin, Nicolai Hartmann ve Fenomenoloji, S. 3-57 Husserl Edmund, Ideas, S. 111.
FELSEFE DÜNYÂSI 77
B- FENOMENOLOJÎK EPOKHE
Şüphe ile bir şeye inanmamayı değil, ancak o şey hakkında yargıyı askıya
almayı ifade eden Husserl'e göre, doğal tavın radikal olarak değiştirmek, bu tavmn
genel savını kendine özgü bir epokheye uğratmaktır. Başka bir deyişle doğal
dünyanın genel savını özgür olarak kullanmaktan uzak durmaktır. Bunun için
dünyanın apaçık varlığından tümüyle vazgeçmek, bu varlığı işe karıştırmamak, bu
varlığı tümüyle ayraç içerisine almak gerekir. Husserl bu konuda şöyle der: "Doğal
tavır almanın özünün bir parçası olan genel savı bir kıyıya atıyor, onun varlığın
doğasıyla ilgili olarak içerdiği herşeyi ayraç içerisine alıyoruz. Bizim için sürekli ola-
rak "orada olan", "bize kendisini sunan ve hep orada kalacak olan bütün bu dünya,
bizim kendisinin bilincinde olmaya devam edeceğimiz "olgu dünyası"dır8."
Husserl "epokhe" ile birlikte, bilincimdeki nesnelere ilişkin görünümlerin
akışında bir değişiklik olmadığını ifade eder. Dünyanın sarsılmaz varlığı olduğu gibi
kalmasına rağmen bu varlığın anlamı değişmektedir. Dünyaya ilişkin bilgilerimi,
doğruluk inançlarımı feda etmiyorum, sadece onların dayandığı tavır almayı etkisiz
hale getiriyorum.
Doğal tavır almanın genel savını yürürlükten çıkarmak amacında olan epokhe,
bu tavra yönelik yetkiyi elimizden alırken, bize yeniden bu tavra dönme yetkisini
vermez. Diğer taraftan "epokhe, Husserl tarafından bizzat varoluşun bir eliminasyonu
olarak hiçbir zaman tasarlanmamıştır. Çünkü varoluşu elimine etmek Husserl'e göre,
insanın kendisini olumsallık tehlikesine atarak bir pozisyon alması olacaktı. Bu ne-
denle varoluş Husserl tarafından ne onun yanında, ne de ona karşı bir pozisyon
alınmaması anlamında ayraç içerisine alınmıştır. Bu ayraç içerisine alma, şeylerin bi-
lincin dışında varolabileceği ancak bu varoluş her ne olursa olsun şeylerin özü
açısından hiç bir anlam taşımayacağından dolayı onların yalın bir biçimde değer-
lendirme dışı bırakılacağı anlamına gelir9."
Tüm canlı ve cansız varlık alanları epokhenin kapsamına alındığında geriye ne
kalabilir sorusunu soran Husserl, "fenomenolojik kalıntı" cevabını verir. Ayraç
içerisine almanın dokunamadığı fenomenolojik kalıntı, "ilke olarak biricik ve yepye-
ni bir bilimin konusu olabilecek bir varlık bölgesi olarak ortaya çıkar.... Bu da
doğanın mutlak biricikliği içinde kendisine ait bir varlığa sahip olan kendisinde
bilinçtir10."
8 a. g. y. S. 110.9 Lauer Quentin, Phenomenology, S. 49.
10 Husserl Edmund, Ideas, S. 113.
78 FELSEFE DÜNYASI
O halde hiç bir şey yitirilmemiştir. Herşey kalır. Ancak ayraca almanın sonucu
olarak herşey farklıdır. "Fiziksel ve ruhsal dünya ile birlikte algı ile algılanan
arasındaki nesnel ilişkinin gerçek kalıcılığı askıya alınır. Ancak algı ile algılanan
arasındaki bir ilişki, özsel doğası itibariyle karşımıza saf içkinliği içinde çıkan bir
ilişki açıkça kalır1'."
Ayraç içerisine almanın bir sonucu olarak tavrım tümüyle önyargısız bir hale
geldiği için, daha önce hiç gözlemleme olanağımın olmadığı, saf bilincin özsel
doğasını gözlemlerim. Bu gözlemde fenomenolojik araştırmanın iki bağlılaşık
alanıyla yüz yüze gelirim. Bir yanda düşünmeler, algılamalar, hayal etmeler, v. s.
zihnî aktlar çokluğu, diğer yanda bu aktlar tarafından yönelinen farklı nesneler
çokluğu. O halde bilinç hem egoya ilişkin aktları hem de aktlann nesnelerini
sözkonusu etmektedir.
C- FENOMENOLOJİK REDÜKSİYON
Redüksiyon yöntemleri Husserl'e Descartes'ın araştırdığı sonuçlara ulaşma
imkânı verecektir. Fenomenolojinin özü eydetik refleksiyon, yani özler üzerinde ref-
leksiyondur. Bu refleksiyonun ihtiyaç gösterdiği şeyi Husserl "eydetik redüksiyon"
olarak adlandırır. Bizim yalnızca bilincin ve bilincin nesnelerinin özünü
tanımlayacağımızı garanti eden eydetik redüksiyon sonucunda sezgisel olarak kav-
radığımız şey, somut bir şeydir. Yani Husserl'in onu anladığı anlamda kendi kendisi-
ne yeten bir özdür. Bu sebeple gerek eydetik redüksiyonu, gerekse genel anlamda
redaksiyonu bir soyutlama aktıyla karıştırmamak gerekir.
Sonraki yapıtlarında, "Kartezyen Meditasyonlar" ve diğer çalışmalarında bir dizi
yeni terim gündeme getiren Husserl, Kartezyen Meditasyonlar'da kendisine aynı za-
manda fenomenolojik redüksiyon olarak atıfta bulunduğu transendental redüksiyondan
söz eder.
Husserl'de, kartezyen şüpheye benzeyen şey fenomenolojik redaksiyondur. Fe-
nomenolojik redüksiyonun yapmayı önerdiği şey ise, yöntemin uygulama alanını
genişleterek onun evrensel bir şüphe ile örtüşmesini sağlamaktır. Bu aşamada doğal
tavır almadan kurtulma amacıyla dünyanın kendisi ayraca alınarak "saf bilinç" elde
edilecektir. Tavrımızda doğaldan transendentale dönüştüğü için böylelikle "saf ben"
de kendisini ortaya koyabilecektir.
U a. g. y. S. 258-59
FELSEFE DÜNYASI 79
O halde Husserl'e göre böyle genel bir redüksiyon sonucunda, bir anlama sahip
olan herşeyi bir kenara koyduktan sonra, herşeyin kendisi ile bir anlam kazandığı bir
şeyin mevcudiyeti kalır -çünkü anlamlar kendisine yeten ve tamamiyle bağımsız olan
şeyler değildir. Onlar kendilerini, kendisine sundukları ve kendisi ile ilişki içinde an-
lamlar olarak teşkil edilecekleri bir özneye gerek duyarlar- saf bilinç. Başka bir
deyişle nesneler karşısında doğal tavrını ayraca alan bilinç kendisini tam bir saflıkla
ortaya koyabilmektedir. Burada ortaya çıkan "Transendental ego"dan başka bir şey
değildir.
Böylece "fenomenolojik redüksiyon, öznenin zorunlu karakterini açığa çıkarır.
O, bunu yaparken de dünyanın birliğini anlamamızı sağlar. Ancak bizim bütün
dünyanın ve genel olarak varolan herşeyin benim için, yalnızca benim değişen ve
değişmekle birlikte karşılıklı olarak ilişkili olan cogitationelerimin cogitatumu ola-
rak varolduğunu görmemizi sağlar. Burada önemli olan şey, nesneden özneye doğru
soyut bir atlayış değil, dünyanın bütün anlamının dünyayı aşan bir öznenin cogitatu-
mu olmak durumunda olmasını somut, canlı bir biçimde görmedir Fenomenolo-
jik redüksiyonun belirleyici nedeni dünyada değildir. Dünyanın üstündedir yani son
çözümlemede saf öznelliktedir... Onun gerçek motivleri transendental öznelliğin de-
rinliklerinde yatar12."
Bize fenomenolojik redüksiyonun verdiği şeyi en tam biçimde aktaran formül,
bu durumda basit "cogito" olmayacaktır. O daha ziyade "ego-cogito-cogitata-qua cogi-
tata"13 olacaktır. İşte Hussetl'in pozisyonunu Descartes'ınkinden ayırmamıza aracılık
eden, bilincin entansiyonalitesine ilişkin bu temel fikirdir. Descartes için başlangıç
noktası "cogito"nun kendisi idi. Husserl için ise bu nokta, "ego-cogito-cogitatum"
yani bir ego ve onun yönelinmiş nesneleridir. Husserl bu formüldeki cogitoyu "en-
tansiyonalite" (intentionalite) olarak adlandırır. Başka bir deyişle Husserl, Descar-
tes'çı cogitoya basit bir biçimde entansiyonalite ilkesini uygulamıştır. Husserl, en-
tansiyonaliteyi, amaçlanan şeye yönelmek olarak anlar. Her cogito, her bilinç aktı
bir nesneye yönelir. Bu durumda ego-cogito-cogitatum formülünün de anlamı belir-
ginleşmektedir. Her cogito, egoya ilişkin cogito iken, her cogitatum da cogitoya
ilişkin cogitatum olarak belirginleşir. Yani cogitatum cogitoya, nesne özneye,
düşünülen dünya onu düşünen bene başvurma durumundadır.
12 Berger Gaston, The Cogito in Husserl's Philosophy, s. 42-44.13 Husserl Edmund, The Crisis of European Sciences and Transendental Phenomenology, S. 170-
172.
80 FELSEFE DÜNYASI
Entansiyonalitenin, noema ve noesis adını alan ve cogito-cogitatum bütününde
beliren iki kutbu vardır. Husserl fenomenolojisinin iki yönlü bir süreci içerdiği, filo-
zofun şu sözleriyle pekiştirilmektedir.
Bu ikili konu örneğinde -yani inanmalar, anımsamalar, beğenmeler vb. çokluğu
ile anımsanabilen, beğenilebilen, düşünülebüen, kendisi hakkında hayal kurulabilen
bütün bir nesneler topluluğu- "cogito-cogitatum" (qua cogitatum)da bu yöntemsel il-
keyi izleyecek olursak, bize her şeyden önce, iki bağlılaşık yandan her biriyle ilgili
olarak, her zaman tikel cogitationeler temeli üzerinde yapılmak durumunda olan
genel betimlemeler açık hale gelir. Bunun sonucu olarak, öte yandan da, ilgili bilinç
hallerinde, dikkat ona yöneltildiği zaman, ortaya çıkan tarzlarla, atfedilen belirleme-
lerle ilgili olarak, entansıyonel nesne olarak betimlemeleri bizim için gün ışığına
çıkar14.
Entansiyonalitenin "noetik öğesi" noesis'tir. Diğer bir deyişle, Husserl, öznel
(real) -burada kullanıldığı anlamda real kelimesi ideal'e değil, entansiyonel'e karşı ko-
nulmuştur- yapıya noetik yapı veya basit olarak noesis demiştir. Noesisler cogito
biçimleri, algılamak, inanmak, beğenmek gibi tek tek bilinç biçimleridir. Bu bilinç
tarzlarında onlarda varolan çeşitli model farklılıklar söz konusudur. "Her entansiyonel
tecrübe, entansiyonel nesnesine yani nesnel anlamına sahiptir15." Yani her bir bilinç
aktında belli bir nesneye belli bir tarzda yönelmekteyim. Belli bir nesneye
yönelmemin özelliği olan şey, o nesneye yönelişimdeki belli bir tarzdır. Örneğin bu
yönelmenin algılamada algılayıcı olması gibi.
Ancak burada vurgulanması gereken önemli bir nokta vardır. Bir şeyin bilinci
olarak nesneye yöneldiğimde, bu yönelme, nesne benim bu tür yönelmemden önce
varmış da ben onu sonradan yorumluyorum şeklinde değildir. Aksine bu yönelmede,
ilk kez bu anlam vermeyle nesne benim için varolmaktadır16.
Peki "noema" nedir? Husserl nesnel yapıya noematik yapı veya basit olarak
noema dedi. Bu ise entansiyonel aktın nesnesidir. Başka bir deyişle noema "bir şeyin
bilinci" ifadesinde "bir şey" sözcüğü ile ifade edilendir.
Enlansiyonalite içerisinde noetik ve noematik kutupların özsel bir zorunlukla
birbirlerine paralel olması sebebiyle şöyle bir ilişki ortaya çıkar: Bir anlam verme
aoetik olarak aktın fonksiyonudur, nesnel bir anlam içerme noematik olarak aynı
14 Jones W. T., The Twentieth Century to Wittgenstein and Sartre, S. 272-274..5 Husserl Edmund, Ideas, S. 26116 Sözer Onay, Edmund Husserl'de Fenomenoloji ve Nesnelerin Varlığı S. 33
FELSEFE DÜNYASI 81
aktın fonksiyonudur. Herhangi bir nesneyi hamladığımda bu akt, sözkonusu nesneyi
hatırlama noemasına sahiptir. Yani hatırlamada, hatırlayan noetik kutbun bağlılaşığı
hatırlanan nesnedir. Sözkonusu edilen nesne hakkında daha önce ne kadar düşünmüş
olursam oluyum, ne kadar hatırlamış olursam oluyum, onu yeniden düşünebilir, ye-
niden hatırlayabilirim. Husserl, noematik anlama dönüşmüş nesnenin doğal olarak
varolan nesneden daha az bir şey olmadığım söyler. Çünkü epokhe ile birlikte bilinç
yaşantıma refleksiyonla bakmam sonucunda nesnenin gerçekliğinden bambaşka bir
anlamda sözedebilme imkânına kavuşurum.
D- TRANSENDENTAL EGO
Husserl'in bilinç anlayışına göre, bilinç, nesnelerine ya da noemalarına doğru
yönelmiş saf bir cogito ya da ego'nun akdarından meydana gelmiştir. Bir yanda Hus-
serl'in ego'su mutlak bir şey diye betimlenir, bu ego refleksiyonda keşfedilir ve varo-
luşu için kendisine bağlı olan nesnelerini teşkil eder. Öte yandan Husserl ego'dan
nesneye bağlı olan, dolayısıyla mutlak olmayan ve kendisi de refleksiyonda teşkil
edilen bir şey olarak söz eder.17
Descartes, bu ego'yu, her türlü düşünmenin kendisinden şüphe edilemeyen
öznesi olarak bulmuştur. Descartes ego'nun bir kişi değil, yalnızca düşünmeyi yapan
şey olduğunu görmüş ve ego'ya "düşünen töz" adını vermiştir. Husserl, "düşünü-
yorumu tözsel bir biçimde" düşünmesi sebebiyle Descartes'ın transendental ego'yu
yanlış yorumladığını ifade eder. "Düşünüyorum"un düşüncelerinin nesnelerini, realis-
tik bir tarzda yani kendinde şeyler olarak yorumlamıştır. Brentano'yu tanıma
olanağından yoksun olduğu için, yani "bilincin her zaman bir şeyin bilinci" olduğu
öğretisini göremediği için, hem ben'in bir şey değil, ancak bir entansiyonel aktlar
akışı olduğunu, hem de şeylerin böyle akılarda ve böyle aktlar için varolduğunu
görememiştir18."
Husserl felsefesinde cogito, ilk olarak Idealar'da ortaya çıkar. Burada cogito'dan
Kartezyen bir tarzda zorunlu bir şey olarak söz edilir. Epokhe gerçekleştirildiğinde co-
gito ayraca alınamayan bir şey olarak kalır. Husserl bunun fenomenolojide üzerinde
refleksiyonda bulunduğumuz ego ve ego'nun tecrübeleri olduğunu ifade eder. Ama
ego'nun algıdaki ve fenomenolojik redaksiyondaki rolünü açıklamadan bırakır.
17 Solomon Robert C, From Rationalism to Existentialism, S. 17518 Jones W, T., The Twentieth Century to Wittgenstein and Sartre. S. 272
ß2 FELSEFE DÜNYASI
Ancak Husserl îdealar II de, daha önce ihmal etmiş olduğu egoyu yeniden ele al-
maktadır ve onu çoğunlukla pasif bir ruh olarak betimlemektedir. Söz konusu eserde
ego, fonksiyon merkezi olan, ruh olarak tanımlanmaktadır. Bu ego bir töz değildir.
Töz olmayan bu ego, algıda oynadığı zorunlu rolden ayrı olarak betimlenebilir
bir şey değildir. Tıpkı nesnelerinin onun için zorunlu olması gibi o da nesneleri için
zorunludur. Ego ve nesneleri birbirleri için zorunlu olan kutuplardır. Ego'nun bu nes-
nelerin bilgisinde önemli bir rolü vardır. Çünkü o sezgi biçimlerini ve anlayış kate-
gorilerini sağlar. Ancak bu ego sezgi sözkonusu olduğu sürece pasiftir. Ve herhangi
bir anlamlı anlam içinde, onun nesnelerini yarattığı söylenemez19.
Husserl, Kartezyen Meditasyonlar'la ilgili çalışmaları esnasında ego'dan sürekli
olarak mutlak diye söz etmeye başlamıştır. Burada filozofun kastettiği şey, tüm nes-
nelerin yalnızca ego ile ilişki içinde varolduklar ancak ego'nun ise nesnelerinden
bağımsız olarak varolduğunun vurgulanmasıdır.
Husserl felsefesindeki ego anlayışındaki değişmeler, daha genel anlamdaki
değişmeleri de beraberinde getirmiştir. Ve filozof Kartezyen Meditasyonlar ve daha
sonraki eserlerinde bir dizi yeni terim ortaya koymuştur. Bunların sonucunda ego,
redaksiyonlarda "ayraç içerisine alınamayan bir şey"20 olarak ortaya çıkar. Meditas-
yonların transendental redaksiyonu, saf transendental ego'ya giden bir
redaksiyondur21.
Husserl, septisizme karşı çıkmakla beraber, mutlak ego öğretisi O'nu septisizm
ile tehdit etmiştir. Çünkü her şeyin ego'ya göreli olduğu ve her tür bilginin transen-
dental öznelliğin bilgisi olduğu öğretileri, septiğin, kendi öznelliğimiz dışında hiç
bir şeyi bilemeyeceğimiz şeklindeki sonucunu gerektirir.
Husserl düşüncesinde farklı ego anlayışlarının bir sonucu olarak, vurgulanan
şey, bilince verilenin saf betimlemesi olduğu sürece ego, pasif bir rol oynamıştır. Bu
durumda ego, bilinçten ayırt edilmek durumunda değildir. Ancak dikkat bilincin,
ego'nun nesnelerini anlamaya olan katkısı üzerinde yoğunlaştıkça ego, aktif bir güç
olarak gündeme gelmiştir22.
Husserl'in ego anlayışına en önemli eleştiri Sartre'dan gelir. Sartre'a göre, "ben"
kavramı, bizim kendi içimizde bulduğumuz bir şey değildir. O, bize, bizim
19 Solomon Robert C, From Rationalism to Existe2itialisrn, S. 375.20 Husserl Edmund, Ideas, S. 172.21 Husserl Edmund, Cartesian Meditations, S. 99.22 Solomon Robert C, From Rationalism to Existentialism, S. I76-181
FELSEFE DÜNYASI 83
dışımızdakiler tarafından yüklenen bir kavramdır. Yani bizim, başkalarından
öğrendiğimiz bir kavramdır. Bu sebeple Sartre, cogito'da keşfedilen ve fenomenolojik
analizde kendisini ortaya koyan "ego" anlayışını reddederek Husserl'i cogito'nun
"mutlak bir olgu" olduğunu keşfettiğini öne süren biri olarak yorumlar. Ancak ken-
disi bu olguyu reddeder. Sartre'a göre, cogito'nun transendental beni gerideki zihnî bir
töz'ün adı olmadığı gibi, bilincin kendisi de değildir. O halde "ben" bilincin ifade edi-
lemezliğinin ve içselliğinin bir ifadesi olabilir.
Kısacası Sartre, fenomenolojik bilinç anlayışının ben'in birleştirici ve tikel-
leştirici rolünü gereksiz kıldığı inancındadır. O'na göre, benim "ben"imin birliğini ve
birleştiriciliğini olanaklı kılan tam tersine bilinçtir. Öyleyse transendental ben'in
varlık sebebi yoktur23.
23 a. g. y. S. 257.
84 FELSEFE DÜNYASI
BİBLİYOGRAFYA
1. Berger Gasten, The Cogito in Husserl's Philosophy, Evanston I972, Northwes-
tern University Press, (Translated by Katbleen McLaughlın)
2. Cunningham Suzanne, Language and the Phenomenological Reductions of Ed-
mund Husserl, The Hauge 1976, Martaus Nijhoff.
3. Descartes Rene, Ilk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler, istanbul 1967, Milli
Eğitim Basımevi (Çev. Mehmet Karasan).
4. Edie James M., Phenomenology and Existentialism Essay six, Sartre as Pheno-
menolojist and as Existential Psychoanalyst, Baltimore 1967.
5. Husserl Edmund, Ideas, London 1931, George Allen and Unwm Ltd (Translated
by W. R. Boyce Gibson).
6. Husserl Edmund, The Crisis of European Sciences and Transendental Phenome-
nology, Evanston 1970, Northwestern University Press, (Translated by David Carr).
7. Husserl Edmund, Cartesian Meditations, The Hague 1977, Martinus Nijhoff
(Translated by Donon Caims).
8. Jones W. T., The Twentieth Century to Wittgenstein and Sartre, New York
1952, Harcourt Brace Jovanovich, Inc.
9. Laver Quentin, Phenomenology, New York 1965, Harper and Row Publishers.
10. Mengüşoğlu Takiyettin , Nicolai Hartmann ve Fenomenoloji, Istanbul 1969,
Istanbul Matbaası.
11. Merleau-Ponty Maurice, insan İlimleri ve Fenomeloji, Ankara 1983, Ayyıldız
Matbaası, (Çev. Kenan Giirsoy).
12. Sartre Jean Paul, Being and Nothingness, New York 1966, Washington Square
Press, Inc, (Translated by Hazel E. Barnes)
13. Solomon Robert C, From Rationalism to Existentialism, New York 1972,
Harper and Row Publisher.
14. Sözer Onay, Edmund Husserl'de Fenomenoloji ve Nesnelerin Varlığı, Istanbul1977,1. Ü. Ed. Fak. Yayınlan.
SPIRITUAL VALUES, ETHICS AND SCIENCE
Mehmet AYDIN*
1 . Definitions and some theoretical considerations
Scientific knowledge is one of the greatest achievements of mankind. No doubt,the present order of our scientific knowledge has a very long and extremely adventu-rous history. Human race has come from knowledge in general to scientific knowled-ge wich is usually, and perhaps mistakenly, considered as autonomous and, thus, se-parate from other types of human knowledge. Although a process towards the so-called autonomy was going on long before, such an attitude took its present shapefrom the middle of the last century onwards.
What is the nature of science? I am fully aware of the limitations and shortco-mings of every attempt to define such words as "science", "technology", "values" andthe like. However, I would like to say a few words about what I understand by theseterms and what kinds of relationship that exist between them. Generally speaking,through scientific knowledge we try to understand our environment, both natural andsocio-historical. We wish to do this in a systematic and formulated manner mainlyrelying not only on actual observation but contemplation, inspiration, and the like.The idea of domination over nature, and the exploitative atttitude towards it are notthe inescapable consequences of man's scientific endevours, although such conse-quences have been the major sources of concern in the last few decades.
By 'technology' I usually -perhaps rather naively- mean the application of atleast some of the scientific knowledge that we have. Technology includes the entireset of techniques that are used or have the potentiality of being used for many purpo-ses, but especially for the production and distribution of goods that fulfill man's needin different areas.
Dokuz Eylül Üniversitesinde Felsefe Profesörü
30 FELSEFE DÜNYASI
Although the word "technology" does not occur in the title of my paper, Iwould like to include it in our discussion because of its direct and organic relationwith science. We all know that without scientific knowledge technology would havenever reached the level of the development that it has today. But there is also otherside of the coin: The present scientific knowledge is increasingly depending on thetechnological means and facilities. Without the help of complicated and extremly ex-pensive technological equipments, science laboratories can never be run. By sayingthis I do not mean to give the impression that science and technology are necessarilyrelated to each other at every step. Nor do I mean to minimize the cardinal differencesthat exist between the two. Pure science, for instance, may have very little to dowith tecnology, Aristotle's science is a good example to remember in this context
As for the "spiritual values", they cannot be readily and easily defined to the sa-tisfaction of every one. But this does not mean that they are situated behind the thickand dark clouds available to no one. From the point of view of general and genuinehuman experience, the spiritual values such as faith, truth, goodness, beauty, unsel-fish love and the like are as real as anything else that we come across in our lives,despite the fact that such words hardly occur in the indices of modern works in thefields of human and social sciences.
No doubt, in order to talk of 'spiritual values' one has to start from a fairlywell-defined conception of "man" or "person". In a throughly materialistic philosop-hy, for example, one cannot talk consistently of "spiritual" values. Such talk regui-res a certain reference to, at least, the siritual aspect of man wich is related to, butnot necessarily identical with man's "faith-experience" in the religious sense of theterm.
As it is known well, views do differ concerning both the ontological status ofmoral-spiritual values, and the epistemological aspect of the subject. This problemdoes not directly concern us here. But I would like to say this: The fact that peopleentertain different views concerning spiritual values does not give any support to arelativistic position in this respect. The ethico-religious experience of mankind hasprovided us with a solid ground to identify the basic human values and the morallaws which have existed and known (ma'ruf) in some form or another in all societies.To say this, however, does not oblige us to claim that man's perception of applica-tion of the moral values or laws are the same all the time and everywhere.
Spiritual and moral values are a certain type of values by wich a man becomes a"moral man", and a society a "moral society". Moral values and moral laws are thesubject-matter of ethics. In this paper the word "ethics" is used in its classical sense,i.e., as a siystematized body of knowledge ('ilm) as an art (sinâ'a) of the "refinementof the traits of character" (tahdhib al-akhlaq). As we shall see presently, speakingfrom the point of view of human destiny, moral perfection is the ultimate aim of
FELSEFE DÜNYASI 31
man's authentic endeavour. Thus, science and technology are, in the last analysis, themeans for this perfection. Having this in mind, now let us come and have a brieflook at the present order of science and technology in the modern world of ours.
2 . An evaluation of the present order of science and technology
In the last decades many sensitive thinkers, including some well-known firstclass scientists, have become very critical of the present scientific and technologicalorder. From seventeenth century onwards, practically everything has been evaluatedfrom the stand point of man's scientific endeavour. For example, in those days in theWest Christianity was critisized because of its alleged anti-scientific attitude. It isvery interesting to see that now-a-days many people even some scientists are comp-laining about the unreserved -and perhaps even "undeserved"- support that religiongives to science and technology.
There is another big and important change in the analysis of the very foundationof science. Science, as we all know, is not just a mere collection of facts. It is a verycomplicated human enterprise. To begin with, we have to make a clear distinctionbetween science per se and the different interpretations of science. In other words,there is always a subjective and thus personal element in the scientific stock whichincludes not only facts but facts-as-interpreted. One may interprete science, say, in amaterialistic, positivistic or idealistic manner. Such interpretations can deeply effect-and in fact have deeply effected -the minds of scientists working in different fields.Again, as far as the formation of different world-views is concerned, these interpreta-tions are much more effective than science per se. It is perhaps due to this fact thatmany people are very fond of talking about "a perhaps due to this fact that manypeople are very fond of talking about "a scientific age" or "a scientific world-view"without fully realizing that world views do include science, but they contain somany other things a well.
What does science do, and how does the mind of the scientist function? Weknow that science makes certain assumptions on the state of nature, such as thoseconcerning matter, movement and the like. And these "assumptions" as the word in-dicates, are not of course proved facts. Without some general assumptions and evenpresuppositions science could not be in a position to have its adventurous history.So, "science without presupposition" can only be accepted with some serious qualifi-cations. It is a mistake -and seems to go against the actual development of science-to say that scientists never go, or under the strict obligation not to go, beyond thegeneralization of observed facts. Many scientists openly admit that they put themsel-ves among the ideas which cannot be rigorously proved.
Even the scientific descriptions of data may necessitate the employment of cer-tain theoretical concepts, the formation of which is generally influenced by the intel-
32 FELSEFE DÜNYASI
lectual and cultural bacground of the scientist. Again it is known well that mostscientific theories are not just simply the results of direct observations. Science func-tions in a certain environment which is not only natural but socio-cultural as well. Itis because of this that many social theories are heavily value-loaded in favour of onething or another. Similar things can be said about the principle of objectivity, neut-rality, rationality and so on. So, it is not wrong to say that man's scientific endea-vour is not a totally, autonomous and self-guiding activity. In fact, no human activi-ty has such autonomy. I will say something more about this presently.
I am saying all this so as to bring myself to this conclusion: Both pessimisticand totally optimistic evaluations of our scientific outlook contain a great deal ofexaggeration. The half-pessimist thinks that science and tchnology are primarily oc-cupied with matter and the quantitative aspect of the world, so they are not entirely ahuman enterprise. Secondly, he is of the opinion that science and technology gavebirth to a civilization whose concepts of development and progress are too materia-listic, profitworshipping, secular and thus crippled with one-sidedness. He is deeplypuzzled by the fact that the great progress in scientific technological knowledge andpower did not, unfortunately, make human beings more humane and civilized. Thepresent civilization is far more developed materially than morally and spiritually.Through science and technology man obtained a considerable power over matter; butit is feared that he is not in a position to use it according to the proper order of moraland spiritual values. It is very sad, the half-pessimist would maintain, that scienceand tecnology did so much to free man from the domination of the natural surroun-ding are now deliberately enslaving him to it again, i. e., by forcing him to cater tohis body and ultimately leading him to worship his own creation. The more power-ful he becomes the greater the dangers to which the lower parts of his nature exposehim.
No doubt, there is a great deal of truth in this analysis and evaluations of thehalf-pessimist. The Third Meeting of the Organization of Islamic Conference (held inMecca on 28 January 1981} reached similiar conclusions. One of the statements thattakes place in the Decleration says following: Despite all its material, scientific andtechnological achievements, mankind today suffers from poverty of spirit, frommoral and ethical decay, and societies are marred by inequities.
Science and technology have solved many problems and decreased some ills.Here and there they have become the mediums for creative self-expression and self-realization. But they created and intensified many more promlems as well. Todaymany scientists are worrying about the misuse of scientific attainments. It is notvery unusal to hear that from time to time some scientists call their fellow-researchers to stop their works the result of which are beyond their own control.There is much worry about the research programs which have a direct bearing on
FELSEFE DÜNYASI 33
weaponry, ecological problems, genetic manipulation and the like. They believe thatscience itself does not determine the use of scientific knowledge; it does not controlits own consequences.
It should be noticed that we are worrying about the use, or rather misuse ofscientific and technological attainments, and not about science and technology per se.The use of science and technology is determined by our science-tecnology policieswhich can be of many kinds: human, moral, spiritual, as well as inhuman, unecolo-gical and non-conservationist. This is why The United Nations Conference on Scien-ce, Technology and Development feels the need to define the policy of science andtechnology in the following way: To improve the quality of life of citizen and provi-de for all fellowmen a life of joy and creativity, embracing physical, mental, moraland spiritual well-being and values.
How are we to do this? I would like to conclude my presentation by attending,albeit briefly, this problem.
3 . Genera! conclusions and some suggestions
First of all we have to accept that without science and technology developmentof any kind is impossible. So, no reasonable person -especially if he happens to livein a so-called developing country- can defend an uqualified and radical anti-scientificand anti-technological outlook which usually confuses science with scienticism orscience with science-policy and ideology. We cannot create a special (say, a Christianor Islamic) science for ourselves, but we can interprete it in a special way, make ourown goal oriented science-technology policy and even have a special philosophy ofscience. For example, it is quite possible to evaluate man's scientific enterprise insuch a way to leave the door open to a spiritualistic and even theistic interpretationof the universe, and to include such an interpretation within the total framework ofour educational system.
Secondly, as we have briefly pointed out, scientific activity is a human activity,and we know well that no human activity can be considered ethically neutral. As amatter of fact, an activity, in order to be a human activity needs the guidance ofsome moral principles, and the scientific activity is no exception. It must be bornein mind that the values of science such as seeking after (and exploring) the truth,being objevtive, not hiding the results, not holding a view if there is not a sufficientreason or ground etc. are human values valid in all walks of life. Perhaps only thefindings of science can be considered ethically neutral.
Thirdly, neither science nor science-based technology in-itself is capable of pro-viding guidance to a way of life. They cannot even pass a comprehensive judgement
1 ROLLO MAY (1953). "Man's search for himself", Allen and Unin, London, p. 218.
34 FELSEFE DÜNYASI
upon the total result of their own activities let alone passing a judgement on the spi-ritual and moral categories. Can we really talk about the sanctity of human life, forexample, by sticking to a purely scientific or evolutionary point of view? Fromwhich scientific law or data can we deduce the Moral Law of Ethics and religion?Can science supply an independent and adequate basis for morality for its students.Definitely not. We need science as well as morality. As one of the modern psycholo-gists states, spirituality, which is in its higher maifestation is neither a crude mora-lism nor expediency can alone ethically prepare the modem man for the burden of thegreat responsibilty which the advancement of modern science and tecnology necessa-rily involves. When power is given to an agent who is not tamed by whip of morali-ty, it becomes cruel and destructive1.
Fourthly, it is clear to all of us that man is ultimately one. No activity of himis unrelated to his other activities. The compartmentalization of knowledge, which isgood for practical and pragmatic purposes, should not give the impression that at itsdeep and authentic level man's experience too can be compartmentalized. All expe-riences eventually lead to the heart of man. Thus, the separation of scientia from sa-pientia or the disintegration of the lived-experience is doomed to result in the disin-tegration of personhood and in the end the disintegration of culture. If suchseparation occurs, which seems to be the case in some modern societies, man maybecome a stranger to other types of experiences due to his habit of thinking viz, ob-serving, experimenting and relying generally on sense-experience.
What is needed urgently is to visualize a coherent and comprehensive educatio-nal policy which, at a higher cultural stage, could infuse moral and spiritual valuesin the teaching of science and technology. Perhaps this is one of the plausible waysin which to train the human elements that originate, control and direct the scientific -tecnological developments. There is of course some risks in such process of assimi-lation. In a total or integral interpretation of human experience some people mayfind it easy to mix science with morality or with religion. That is why it should bemade clear right from the beginning that although man's scientific, moral, estheticexperiences form a unity, science is not, as we have just indicated, methodologicallyequipped, for example, to render a universizable ethical judgement; nor can moralitysolve our scientific questions. I am of the opinion that there is a methodological andthus in a sense 'partial" autonomy in every form of human activity, be it science, orethics, or religion. But it is a shere -and unfortunately a very old- prejudice to claimthat a unified educational system is bound to lead to confrontation between the phy-sical and the spiritual. How can an authentic ethico-religious life conflict with thetrue science which itself is after the truth?
GABRÎEL MARCEL'E GÖRE BAĞLILIK VESADÂKAT
MurtazaKORLAELÇÎ*
Gabriel Marcel (1889-1973) egzistansiyalist (varoluşçu) bir filozoftur. Bu
bakımdan Marcel'in bağlılık (engament) ve sadâkat (fid61it6) görüşlerine geçmeden
önce egzistansiyalizm (varoluşçuluk) hakkında biraz bilgi vermenin konumuza
bütünlük getireceği kanısındayız.
Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) en geniş manada, başka bir şeye indirgenemez
karakterleri ile, bireysel egzistansın (varloşun) sahib olduğu felsefî önemin ortaya
çıkartılmasıdır1. Genel olarak "varoluşçuluğun "varoluştan" anladığı şey, insanın bi-
reysel varoluşudur. Varoluş yalnız insanlarla ilgilidir, nesnelerle değil2. Marcel her
yaşayanı bile "var" kabul etmemektedir. Tercihini varolmaktan yana yaparken şöyle
diyor: "Bir dükkanın önünde yatan köpeği gördüğüm zaman (comme) bir cümle du-
daklarımdan döküldü: Yaşamak diye isimlendirilen bir şey var, varolmak diye isim-
lendirilen başka bir şey de var: Ben varolmayı seçiyorum"3.
Varoluşçulara göre insan, kendi varoluşunu kendisi meydana getirir. "Öz" ve
"varlık"ın önceliği hususunda egzistansiyalist filozoflar "teist" ve "ateist" diye ikiye
ayrılırlar. Bu durumu tarihî süreç içinde belirtmek yerinde olacaktır:
Roger Verneaux'ya göre, "modern egzistansiyalizmin babası Kierkegaard (Co-
penhague, 1813-1855)'dır. gPedegogu ise Edmund Husserl (1859-1938)'dir4. Bu akım
sağ ve sol diye ikiye ayrılır. Sola ait olana "existantiale" (egzistansiyal) felsefe, sağa
* Erciyes Üniversitesinde Felsefe Profesörü1 AndnS Lalanda, Vocabularire Technique de la Phisophie, Paris, 1980, s. 319.2 W. Eichera, G. Klaus, M. Suhr, Çağdaş Felsefe, Çev: Aziz Çalışlar. Aîtın Kitaplar Yayınevi,
istanbul. Tarihsiz, s. 158.3 Gaoriel Marcel, Etre et Avoir, Paris 1935, s. 162.4 Roger Vemeaux, Leçon Sur L'existentialisme. Paris, 1964, s. 20.
36 FELSEFE DÜNYASI
ait olana ise "existentielle" (egzistansiyel) felsefe denilmektedir. Heiddegger (1889-
1976)'den kaynaklanan, kelimeyle ilgili böyle bir ayırım Fransız lisanında güçülükle
kabul edilse de, Roger Vernemax'ya göre benimsenebilir. Birbirinden farklı olan bu
iki eğilim birçok noktada birbirine muhaliftirler. En önemli ayırıcı yanlan ise,
Tanrı'yı kabul edip etmeyişleridir. Egzistansiyalist felsefe ate (athee)dir. Egzistan-
siyel felsefe ise dindardır5.
"Sol igzistansiyalizm şef olarak Almanya'da Martin Heidegger, Fransa'da Jean
Paul Sartre (Paris, 1905-1980)'a sahiptir. Sağ egzistansiyalizm ise Almanya'da Kari
Jaspers (1883-1969), Fransa'da Gabriel Marcel tarafından temsil edilir"6. Dolayısıyla
Fransa'da Sartre'in egzistansiyalizmi "ate" iken, G. Marcel'in egzistansiyalizmi din-
dardır7.
Dindar bir felsefe geliştirien Marcel, rakibi Sartre'dan fikrî bakımdan ibr öncelik
arzeder. "Marcel daima örnek kabul edilir ve Sartre daima başarısını, kendisinden daha
yaşlı olan Marcel'in çalışmasıyla karşılaştırarak ölçmeye çalışır. (...) 1935 yılında
Marcel'in "Varolmak ve Malikolmak" (Etr et Avoir) adlı kitabı yayınlanır; sekiz yıl
sonra Sartre'in "Varlık ve Hiçlik" (V etre et le n6ant) adlı ana kitabı yayınlanır. Fakat
daha bu kitapların başlıklarını gösterir"8.
Bu özet tarihi bilgiden sonra, bağlanma (engagement) ve satâkat (fidelite) keli-
melerinin anlamlarım şöyle belirtebiliriz:
Angagman (engagement) kelime anlamı ile, bir bağlılık veya taahhüt ifâde eden
söz veya ahittir. Angajman yapmak veya angajmana girmek, bir iş hususunda
karşılıklı bağlanmak, taahhüt altına girmek demektir.l Aynı kökten gelen "angaje"
(engage) kelimesi ise, bir ideolojiye bağlanarak siyâsette bulunan, kendini bir
taahhüt altına sokan anlamlarına gelir9.
Günlük dilde çok kullanılan bu terimler son zamanlarda felsefe de çok kul-
lanılmaktadır. Bağlanma (engagement) kelimesi 1932 yılında kurulan Fransa'daki
Esprit Dergisi grubu tarafından özel anlamda kullanılmıştır.
Bağımlı düşünce, bir taraftan ihtiva ettiği ahlâkî ve sosyal sonuçlan
(consequences) ciddiye alan; diğer taraftan, ilkesini önceden kabul ettiği (genellikle
kollektif) bir projeye sadık olmanın mecburiyetini bilen düşüncedir10.
5 A. g. e, s. 16.6 A. g. e, s. 17.7 Jean Vahi, Tableau de Philosophie Française, Gallimard 1962, s. 156.8 Arthur Hübscher, Çağdaş Filozoflar. Çev. ismail Tunalı. 1st. 1980, s. 120-121.9 Meydan Larousse. C. 1, s. 519.
10 Andre Lalande, a. g. e., s. 283
FELSEFE DÜNYASİ 37
Sadâkat (fidelite) kelimesi, his ve duygulanmalarda sağlamlık, ihanet etmeme,
hakikate uygunluk vs. anlamlarına gelmektedir11.
Bu açıklayıca bilgilerden sonra G. Marcel'in bağlanma hakkındaki görüşlerini
şöyle belirtebiliriz: Filozofa göre "varlık-ben"in sırrını hiç bir bilgi çözemez. Sadece
aracısız bir tecrübe bizi ona yaklaştırır. Bu tecrübe deontolojik düzeyde bir bağlanma
(engagement) ve sadâkat (fidelite)'tır. (...) Bağlanma olmaksazın hiç bir kimse
yaşayamaz. Düşünüre göre kesin bir baklanma aktı, belli, ontolojik bir daimînin;
psikolojik hayatın değişen olayları ile veya sözle değil, fiilen gerçekten ve yaşayarak
tanınmasıdır. Marcel'e göre bağlanma ancak aşkın bir varlık için olur12. Bağlanılan
varlık durgun bir şey, şuurun cereyanı altında duran hareketsiz bir cevher değildir. Öte
yandan bu, devamlı formel, soyut ve boş olduğu için bir kanun da değildir. Bu daimî
bir varlık, bir tarih ihtiva eden veya isteyen bir daimîdir13.
Marcel'e göre yanlış kadercilik anlayışı bağlanmayı da engeller. Ona göre insan-
lar bu kaderciliği (her şeyin önceden olmuş bitmiş şeklinde düşünülen kaderciliği)
inkar etmek şartıyla ancak vardır. Eğer geleceğimiz önceden belirlenmiş olsaydı
hiçbir duygu insanın bağlanmasını sağlayamazdı.
tnsan tarihinin tümü ancak ve ancak şimdiki zaman içinde oluşur. Bu da insanın
hür oluşundan başka bir anlama gelmez, insan hürriyetini de bağlanma aktı ile bilir.
Çünkü bu bağlanma aktı esas itibariyle hür olarak yapılmış olan ve her an ihanet
edilebilen (bozulabilen) bir sözleşmeye aittir. Hürriyetin sırrı, varlığın sırrının
özdeşidir. Hürriyet, yaratılışımıza ilâve edilen bir yetenek, bir özellik değildir. "O
bizim kendimiz, suje olarak bizzat kendimizdir".
Hürriyet, "ben" için bir tehlikeyi, bir ontolojik tehlikeyi, iç inkârın imkânını
ihtiva eder. "Olduğum gibi olmamak, açıkçası kendime ihanet edebilmek benim
özümdendir. Fakat ben (moi) olarak kendimi oluşturabilmem, şahıs olarak kendimi
ortaya koyabilmem de bu öz iledir. (...)
Marcel'e göre Hürriyet, Gide'in iddia ettiği gibi nedensiz (gratuits) aktlann bir
çeşit gerçekleşmesi değildir, nedensiz aktlar da bir hususta kendimi sorumlu olarak
görmüyorsam, bu artık benim aküm değildir. Bir akt, akt oludğu müddetçe, kendimi
tam olarak inkar etmeksizin, onu terketme imkânım son derece azdır." Akt şahsın
11 Paul Robert, Petit Robert. Paris, 1973. s. 703.12 Roger Verneaux, Gabriel Marcel'in Somut Felsefesi Çev: Doç. Dr. Murtaza Korlaelçi (Leçon
sur L'existentialisme. Paris, 1964. pp. 127-148) içinde yayınlanmamış çeviri makale) s. 1.13 Roger Verneaux, a. g. e. s. 12.14 a. g. e. s. 13.
38 FELSEFE DÜNYASI
bizzat kendi kendine bağlandığı" vasıtadır14. (...)
Filozofa göre varoluşta, yalnızca birbirinden ayrılmaz iki realite ve bu iki reali-tenin sadece aynı andaki keşfi değil, en azından ben (moi) den daha önce bir Sen,Mutlak bir Sen, ALLAH, vardır, insan iman bağı ile O'na bağlanarak varoluyor. (...)Bir bağlanmada esas olan bir başkasına bağlanmaktır. Bir nesne bağlanmaya layıkolmadığı gibi, söz vermeyi de istemez. Eşya için bunu yapmak saf bir saçmalık ola-rak hissedilecektir. Bir nesneye bağlanılmaz ama, bir ideale, bir ilkeye veya bir "se-bebe" bağlanılmaz mı15? (...)
Bu bağlanmanın, başkasını amaçlayan bir akt oludğunu ilke olarak ortayakoyuyoruz. Fakat bu ne demektir? Bağlanmanın konusu olan başkası, bir şahıs, birsüje, bir diğer "ben'"dir. Fakat bu basit "başkası olma" onu belirlemeye yetmiyor.Çünkü her obje başkasıdır. bağlanmanın hedef aldığı başkası obje değildir16. Marcel'egöre bağlanmanın konusu olan başkası, Tann'dır.
Görüldüğü gibi Marcel'e göre gerçek olarak bağlanılacak biricik varlık Tann'dır.O'nun dışında bağlanılacak bir varlık tanımıyor Marcel. Bu varlığa bağlanma sada-katsiz da olamaz. "Sadakatsiz iman olmaz"17 diyen Marcel'in, sadâkat anlayışını daşöyle belirtebiliriz:
Yukarda kelime anlamını verdiğimiz Sadakat ikiye ayrılabilir: Kendime sadâkat,başkasına sadâkat. Söz verdiğim şeyi yerine getirmem, kendime ait olduğu içinbağlanmaya saygı göstermem bizzat kendime sadâkattir. Bağlanılmış olan şahsasaygı göstermek, başkasına sadâkattir.
Sadâkatin mahiyeti ise, bir mutlaka başvuruyu ihtiva etmesidir. Mutlak varlığabaşvuruyu ihtiva etmeyen sadâkat, hakikati da ihtiva etmez.
Kendime sadâkatin ne olduğunu biraz incelersek şöyle düşünebiliriz:Bağlanıyorum, bu meşru mudur? Sözüme sadık kalabilir miyim? Eğer şuur hallerim-le özdeşleşksem. Gide ve Proust'un düşündüğü gibi sadece "anda" yaşarsam, sorularavereceğim cevap şüphesiz "Hayır" olacaktır. Bu halde, gerçekten, bugün bana ait olandurumumun, yarın da bana ait olacağını hiç bir şey garanti edemez. Dolayısıyla sözesadık kalınamaz.
Aksine, eğer söz vererek gerçekten bağlanırsam, orada zaman üstü (supra-temporelle) bir devamlılığın (permanence) kesinliğini doğrularım. Zaman ve oluşagalip gelirim. Kendi özümü oluşturan varlığa kaynaşırım, saf bir akıntı (Ğcoulement)olarak kabul edilen hayatımla özdeşleşmeyi bırakırım. Sadakat bir daimînin ontolojikolarak tanınmasıdır. Bu devamlılık kendiliğinden var olanın devamlılığıdır.
15 a. g. e, s., 16.16 a. g. e, s. 17.17 Gabriel Marcel, E'tre et Avair, Paris, 1935, s. 316.
FELSEFE DÜNYASI 39
Marcel'e göre yaşanmış sadâkat, filozofun düşünce yoluyla varmak
mecburiyetinde olduğu gerçek bir metafizik doğrulamayı oluşturur. Sadâkat herşeyden
önce yaşanmış olmak mecburiyetindedir. Sadâkat, hürriyete açılan imkân gibi
görünür. însan mutlak bir varlığa bağlanarak kendini oluşturur. Sadâkat uyuşuk bir
boyun eğme değildir19.
Filozofa göre birine sâdık olunduğu zaman; verilen sözleri yerine getirmek, son
derece güç de olsa, zarurîdir. "Eğer başkasına sadâkatim tamsa; eğer sadâkat, ayrılık
ve ölümün ötesinde takibediliyorsa; sevilen varlığın cismânî hayatla tamamiyle
kanştmlmadığı ve tanımlanamaz bir şekilde, yaşamayı devam ettirmek gerektiği
zımnî olarak doğrulama haline geliyor demektir20".
Marcel ölülerle diriler arasındaki ilişkiler hakkında görüşlerini şöyle sergiliyor:
"Sevilen bir ölü (Le mort) hakkındaki faal, bir bakıma militan sadâkat, hayat kanun-
ları ile nasıl bağdaşıyor?... Ölülerle yaşayanlar arasında sağlam ve gerçek ilişki nasıl
kurulabiliyor? Bu husustaki düşüncelerimi açıklıyorum: Karışık ve mübhem bir
terim olarak isimlendirdiğimiz, ölümden sonra yaşama hakkında sahip olduğumuz
görüşü, tanıdığımız ve sevdiğimiz ölünün bizim için kesin bir varlık olarak kaldığı
görüşü, bizdeki basit bir "fikir"e indirgenemez. (...) Bu ortak yaşamayı (sybiose) açık
olarak belirtmek bizim için imkansız olmasına rağmen, psikoloji ve metafiziğimizde
hayatını devam ettiriyor21".
Düşünüre göre, sadâkat ölüm olayıyla sona ermez. Asıl sadâkat sevilen varlığın
gözden kaybolmasıyla ortaya çıkar. Hür olarak seçim yapıp bağlandıktan sonra,
bağlanılan varlığın yokluğu halinde sadâkat devam ediyorsa, ancak sadâkat
doğrulanmış olur. Ölümle herşeyin sona erdiğini söylemek, insanın bizzat kendi ken-
disini inkar etmesidir.
Sadâkat mutlak varlıktan kaynaklanmaya mecburdur, sadâkatta sadece kendimize
karşı değil, aktif ve üstün bir ilkeye karşı sorumluyuz. Bize emânet edilen şeyi tes-
lim etmek mecburiyetindeyiz22.
Hakikatin aşkı veya saygısı insanı sadâkate götürür23, diyen Marcel'e göre,
gerçek sadâkatin olduğu yerde gurur bulunamaz. Sadâkata eşlik eden değerler sabır ve
tevâzudur. Fakat bugünkü teknik gelişim, bu değerleri karanlığa itmiştir24.
18 Jean Pierre Bagot, Connaissance et Amour, Essai sur la Philosophie de Gabriel Marcel, Paris,1958, s. 201.
19 A. g. e., s. 201.20 A. g. e., s. 202.21 A. g. e., s. 202.22 A. g. e., s. 203.23 Gabriel Marcel, Etre et Avoir. Paris, 1935. s. 64.24 A. g. e., s., s. 80.
SCHELLINĞ'DE BİLGELİĞİ İSTEME OLARAKFELSEFE*
Ömer Naci SOYKAN**
"Felsefe" sözü, kendisinin ne olduğunu söyler: Bilgeliği sevme, isteme ve ona
çaba gösterme. O halde, bilgeliğe yönelen bir isteme olarak felsefe, felsefe olarak fel-
sefe demektir.
'Niçin felsefe yapmak' sorusu, başlangıçtan günümüze dek felsefenin
gündeminde olan, hem temellendirici hem de savunucu bir tutumu içerir. Felsefenin
temellendirilmesi, bir anlamda, onun haklı çıkarılması demektir. Daima kendisini te-
mellendirme ihtiyacı duyan, felsefe dışında hiçbir bilim yoktur. Bu durum, Platon'un
vaktiyle söylediği gibi, felsefenin "özgür bilim" ("elevtheron epistemen")1
olmasından ileri gelir. Schelling de aynı kanıdadır: "Felsefe [...] tamamen
koşulsuzdur, kendi dışında ereği olmaksızın."2 Fakat "şunun için felsefe yapıyoruz"
yanıtı, felsefenin yarar sağladığım var sayar. Bu duruma o, özgürlüğün bir bilimi
olarak, kendi kendisiyle çelişkiye düşer. Schelling, "felsefenin yararından söz etmeyi,
bu bilimin aşağılanması olarak görüyorum" diyor. [...] "O, yararlılık bağlamından
kendi kendisi sayesinde kurtulmuştur. O, yalnızca kendi kendisini istemedir; başka
bir şeyi isteme olması için, doğrudan doğruya kendi varlığı kendisini ortadan
kaldırırdı3." Ereğini kendisinde taşıyan felsefe, artık başka hiçbir temeli gerekse-
miyen kendi temeline de kendi kendisinde sahiptir. Bu temel Schelling için isteme-
dir: "İsteme asli-varlıktır ve temelsizlik, ebedilik, zamandan bağımsızlık, kendini-
* "Internationale Schelling-Gesellschaft e. V."nin 14-17 Ekim 1992 tarihlerinde Leonberg (Al-manya)'de düzenlediği "Schelling ihtisas toplantısı"nda yapılan konuşmanın Türkçe çevirisi.
** Mimar Sinan Üniversitesinde Felsefe Doçenti1 Sofist, 253c2 SW (Saemtliche Warke) I, V, 350.3 SW I, V, 256.
FELSEFE DÜNYASI 41
onaylama'dan ibaret olan onun tüm yüklemleri yalnız ona kulak verirler. Bütün felse-
fe, yalnızca, bu en yüksek deyimi bulmaya çaba gösterir4."
İsteme, kendisini isteme yoluyla dışlaştıran bir Ben'in istemesi demektir. Kendi
kendisini Ben olarak onaylayan insan, kendine özgü dünyasını, hakikatin bütün
alanını oluşturur, ancak onun sayesinde ve onun için hakikat olan hakikatin5. "Her
şey yalnızca Bende ve Ben içindir. Bende felsefe, kendi 'en khai pan'ını ('bir ve
herşey'ini) bulmuştur6." "Benin özü özgürlüktür7."
En yüksek ilke olarak Ben'i kabul eden Schelling felsefesinin hareket noktası
şöyle dile gelir: "Ben'im8!" İnsanın özünü onun kendi eyleminde9 bulmakla ve felse-
fe, bütününde etnik bir çizgiye sahip olur. Schelling'e göre felsefe yapma, bu eylem-
de arkası kesilmeyen bir kendini-görmedir10. Böyle bir kendini görme, yani felsefe
yapma ihtiyacı, şart koşar. Böylece felsefe giden ilk adım atılmış olur. Felsefe yapan
insan, bu çelişkiyi sürekli yaşar11. Bu, onu dış dünya karşısında özgür kılar.
Ölü cisim, canlı bitki ve hayvan hareket eder; ama yalnızca inşa eyler. Bir hare-
ket ahlâk kanununa uymasıyla eylem adını alır. Sonlu Ben için geçerli olan ahlâk ka-
nunu, kendisi hiç bir ahlâk kanunu tanımayan yüksek bir merciye dayanmalıdır. Bu
merciyi Schelling "sonsuz Ben"12, Kant "duyulur üstü olan" diye adlandırır. Duyulur
üstü olanın sesine uyan, bu sesi kendisinde işiten insan, eyleyen varlık olarak kendi-
ni aşmıştır ve böylece o özgürlüğe erişir. Kendisini koşulsuz olarak ahlâk kanunu-
nun emrine veren insan, ahlâki anlamda Tann'dadır. "Tann-da-Olma", Schelling için
"Tanrı'nın ya da ahlâki dünya-düzeninin tamamlayıcı bir parçası13" olmak demektir.
"Yalnızca insan Tann'dadır ve o işte bu Tann-da-Olma yoluyla özgürlüğe yetilidir14."
Felsefeyi ya da bilgelik çabasını, istemini ya da özgürlüğün bir bilimini, ancak, ken-
disini aşan, kendisi özgür olan böyle bir insan başarabilir; çünkü "o [felsefe], tama-
men özgürlüğün bir eseridir15."
insan biçiminin kendi kendinde evrenin bir resmi olduğu16 görüşünde olan
4 SW I, VII, 350.5 Krsl. S\V I, I, 193.6 Bkz. dipnot: 5.
:7 SW I, I. 179.8 Bkz. SW I, I, 179 ve 193.9 Bkz. SW I. VII, 385.
10 Krsl. SW I, III, 345.11 Krsl. SW I, If, 14.12 Bkz. SW I, I, 198.13 SW I, IH, 597.14 SW I, VII, 411.15 SWI, II, 11.16 Krsl. SW I- V- 608.
42 FELSEFE DÜNYASI
Schelling, dikey biçimin anlamını Ovidius'un Metamorphoses'inde bulur:
Os homini sublime dedit caelumque tuen
Jussit, et erectos ad sidera tollere voltus17.
Yüzü yukanya çevrili, ayaklan üzerinde dikey duran insan, Tann'nın buyruğunu
ya da aynı şey demek olan kendi vicdanının sesini işitir. "Vicdanın sesi nereden
gelir?" sorusunun bir yanıtı, adı ne olursa olsun herhangi bir yüksek merci olmalıdır.
Ama Schelling'e rağmen biz, dünyanın öteki bölümleri arasında, hayvanlar, bit-
kiler, taşlar vb. arasında dünyanın bir bölümü olan insan vücudunun hiçbir öncelikli
yeri olmadığını Wittgensteinîg ile birlikte söyliyebiliriz. Her şey aynı basamakta bu-
lunur. Gerçi biz, Schelling gibi, insan biçiminin sirngeles bir anlamı olduğunu
söyleyecek durumda değiliz; ama insanın kendisine bir değer, bir anlam vermekle bu-
lunduğu basamaktan yukarı çıktığı kanısındayız. Kendi kendisine bir değer bahşeden
insan, kendi değerine inanmak için yüksek bir merciye ihtiyaç duyar, ister Tanrı,
isten sonsuz Ben ya da duyulur üstü veya vicdan diye gösterilsin, bu yüksek merci
sayesinde insanın değeri teminat altına alınır. Bedenleri bakımından olduğu gibi, hay-
van ile insan arasında hiçbir değer ayırımı olmasaydı, o zaman buradan çok tehlikeli
sonuçlar çıkardı: Hayvanın kesilebilmesi veya herhangi bir nesnenin
parçalanabilmesi gibi insanın öldürülmesine izinli olunurdu. Hiçbir değer yoksa,
herşeye izin vardır. O halde insanın değerinin bir vehim olduğunu söylememeliyiz.
Tersine! Belki söyliyebiliriz; ama şunu da ekleyerek: Bu 'vehim' yaşamımızın bir
koşulu olmalıdır.
Eğer sözü edilen ayrım cisimsel varlıkta değilse, o zaman o nereden geliyor?
Schelling'in bir yanıtı şudur:
Ayrım, yalnızca isteme tarzından ibarettir. [...] Ölü cisim kendisine yeterlidir ve
yalnızca kendisini ister. Hayvan, kendilerine her halde bir ışık-açlığı yüklenen bitki-
ler, kendi dışında bir şeyi ister; insan kendi üstünde bir şeyi ister. Hayvan, kendi iste-
mesi yoluyla kendi dışından çekilmiştir; insan, gerçekten insansal istemede kendi
kendisinin üstüne yükselmiştir19.
Bakışını yukarıya çeviren, kendi üstünde bir şeyi isteyen bilgelik sevgisi saye-
17 "O, (Tanrı, Yaratıcı) insana yukanya çevrilmiş bir yüz verdi ve o n a dik durup bakışını göğekaldırımını buyurdu." Schelling'in alıntıladığı yerr SW, I, V, 604-
18 Bkz. Tagebücher 2. 9. 16.19 SW II, III, 206.
FELSEFE DÜNYASI 43
sinde kendi üstüne yükselen insan, Schelling'e göre Tanrı'dadır. Schelling'in açtığı
yolda, kendi tarzında ilerleyen Nietzsche, aynı insanı "üstün insan" diye adlandırır.
"Bilgeliği isteme", Nietzsche için "güç isteme"dir. O, "üstün-insan"ın yeryüzünün
anlamı olduğuna inanır. Yeryüzünün anlamı ama yeryüzünde olabilir mi? O zaman
dünyanın anlamı, dünyadaki herhangi bir nesne olurdu. Nietzsche'nin "üstün-insan"ı
kuşkusuz Tanrı'da olamaz; fakat o, -Nietzsche, "üstün-insan"a yer açmak için
Tanrı'yı "öldürdü".
Schelling'e göre inasn, kendisini bir yaşam akımı içine atılmış bulur: ki bu
akımın hareketi insandan bağımsızdır. "Buna karşın" der Schelling, "O, bu akım
tarafından bir ölü nesne gibi alıp götürülecek veya sürüklenecek biçimde belirlenme-
miştir; [...]20" "Anlamı anlamak" sözünü "anlam vermek" olarak anlamak istiyoruz.
Schelling'i izlemeyi sürdürelim: "O halde insanın, kendi yaşamını bilgece, yani bil-
gelikle düzenlemesi gerekirse, onun bu hareketin kendisinde de bilgelik olduğunu
varsayması gerekir. Çünkü ancak o zaman insan özgür öz-isteme ile, yani bir bilge
olarak kendini harekete verebilir ve ona tabi olabilir3." Bu inancı paylaşmak belki
güçtür. Dünyanın kendisinde bilgelik olmaksızın, insanın kendi yaşamını "bilgece"
düzenliyebilmesi söylenebilir. Dahası bilgelik, insanın dünyaya kattığı bir şeydir.
Ama burada da yukarıdaki gibi yüksek bir merciye başvurulabilir ve bilgelik dünya
sayesinde teminat altına alınabilir; tıpkı Schelling'in yaptığı gibi.
Schelling felsefesinin ethik karakteri, onun sanat felsefesinde estetik bir karak-
terle taçlanır. Bu taçlanmayı açıklamak için genellikle Schelling felsefesine çok kısa
bir bakış atmak istiyoruz. O, felsefenin ödevini bir ikilem olarak ortaya koyar: "Ya
nesnel olan, ilk olan yapılır ve onunla uzlaşacak bir Öznel olanın ona nasıl varacağı
sorulur22." Bu soru, deneyin olanağını araştıran doğa felsefesinin ödevidir. Böyle bir
felsefe teorik felsefe diye adlandırılır. İkinci durum şudur: "Veya öznel olan ilk olan
yapılır ve ödev şudur: onunla uzlaşacak bir öznel olanın nasıl kâfi geleceği23." Bu
ödevi üstlenen felsefe, özgür eylemin olanağını araştıran transzendental felsefedir.
Ama hem doğa felsefesi hem de tranzsendental felsefe bilginin bir öğesini alıp
diğerini gözardı ettiği için, onlar özne-nesne uygunluğunu, yani hakiki bilgiyi tek
başlarına açıklayamazlar. Teorik ile pratik felsefenin, özne ile nesnenin birleştiği,
sözü edilen ikilemin çözüldüğü yer, Schelling felsefesinin en yüksek noktasını
gösterir. Bu da Schelling'in sözleriyle "felsefenin bütün kubbesinin kilit taşı olan24"
20 SW II, III. 202.21 SW II, III, 203.22 SW I, 111, 340.23 SW I, III, 341.24 SW 1. III, 349.
44 FELSEFE DÜNYASI
sanat felsefesidir. Bu sanat felsefesi onun varlık kavrayışına dayanır. Bu bağıntıyı
göstermek için şu sözler, sanırım iyi bir örnektir: "Sanatın biçimleri, mutlak olanda
veya kendilerinde nasıl iseler öyle olan şeylerin biçimleri olmalıdırlar25." Schelling
güzellik için de yüksek bir merciye ihtiyaç duyar, tıpkı bilgelik için oludğu gibi. Bu
da aynı mercidir: Tanrı. O, şöyle der: "Bütün sanatın doğrudan doğruya ash-kökü
Tann'dır. [...] Tann idelerin kaynağıdır. [...] İmdi ama sanat ilk-örneklerin tasviridir,
o halde Tann'nın kendisi bütün sanatların doğrudan doğruya asli-kökü, son
olanağıdır; O'nun kendisi bütün güzelliğin kaynağıdur26."
Felsefeyi "idelerin veya şeylerin ebedi asli-köklerinin bilimi2 7" olarak gören
Schelling, üç idenin-doğruluk, iyilik ve güzlellik-28 birliğini arar; tıpkı Yunan filo-
zofları gibi ve bütün zamanların filozofları gibi.
25 SW I, V, 388.26 SW I, V, 386.27 Krsl. SW I, V, 225.28 Krsl. SW I, V. 382.
PHILOSOPHIE ALS WILLE ZUR WEISHEITBEI SCHELLING*
ÖMER NACİ SOYKAN
Das Wort *Philosophie" gibt schon an, was sie ist: Liebe, Streben, Wille zurWeisheit. Philosophie als ein Wille zur Weisheit bedeutet also Philosophie als Phi-losophie.
Die Frage Wozu philosophieren?' enthaelt sowohl eine begründete Haltung alsauch eine apologetische, welche in der Philosophie vom Anfang bis heute aktuellist. Die Begründung der Philosophie bedeutet in einem Sinn die Rechtfertigung der-selben. Es gibt keine andere Weissenchaft ausser der Philosophie, welche es staendignötig hat, sich zu begründen. Dieser Zustand kommt daher, dass die Philosophie eineWissenschaft der Freiheit ist, wie Piaton schon sagt: eJIGV/IGpinV €11 b T n l W ! .
Schelling ist der gleichen Meinung: "Die Philosophie [ ] ist durchaus unbedingt,
ohne Zweck ausser sich."2 Aber die Antwort 'Dazu philosophieren wir' setzt voraus,
dass die Piilosophie Nutzen bringt. In diesem Fall steht sie als eine Wissenschaft der
Freiheit zu sich selbst im Widerspruch. "Von dem Nutzen der Philosophie zu reden",
sagt Schelling, "achte ich unter der Würde diesser Wissenschaft. [....] Sie ist durch
sich selbst von der Nützlichkeitbeziehung frei gesprochen. Sie ist nur um ihrer selbst
willen; um eines anderen willen zu sein, würde unmittelbar ihr Wesen selbst aufhe-
ben."3 Die ihren Zweck in sich tragende Philosophie hat auch ihren Grund in sich
selbst, welcher keinen weiteren Grund mehr braucht. Dieser Grund ist für Schelling
das Wollen: "Wollen ist Ursein, und auf dieses allein passen alle Praedikate dessel-
* Der Text des Vortrags, der auf der Fachtagung "Schellings Weg zur Freiheitsschrift-Legendeund Wirklichkeit", welche 14.-17. Oktober İ992 in Leonberg stattfand, gehalten wurde.
1 Sophistes, 253c.2 SW I, V, 350.3 SW 1. V, 256.
46 FELSEFE DÜNYASI
ben: Grundlosigkeit, Ewigkeit, Unabhaenigkeit, von der Zeit, Selbstbejahung. Dieganze Philosophie strebt nur dahin, diesen höchsten Ausdruck zu finden."4 Wollenheisst das Wollen eines Ich, das sich durch das Wollen aeussert. Der sich selbst alsIch bejahende Mensch stellt seine eigene Welt dar, die ganze Sphaere der Wahrheit,der Wahrheit, die nur durch ihn und für ihn Wahrheit ist.5 "Alles ist nur im Ich undfür das Ich. Im Ich hat die Philosophie ihr TSV xai nav gefunden."6 "Das Wesendes Ich ist Freiheit."7
Der Ausgangspunkt der Schellingschen Philosophie, der das Ich als den oberstenGrundsatz annimmt, wird so ausgedrückt: "Ich bin!"8 Diese Philosophie, indemsie das Wesen des Menschen in seinem eigenen Tun9 findet und glaubt, dass das Phi-losophieren ein Handeln sei, hat im ganzen einen ethischen Zug. Nach Schelling istdas Philosophieren ein bestaendiges Selbstanschauen in diesem Handeln.10 DasBedürfnis eines solchen Selbstanschauens, also des Philosophierens, setzt voraus,dass der Mensch sich selbst zu der aeusseren Welt in Widerspruch setzt. Damit ist dererste Schritt zur Philosophie getan. Diesen Widerspruch erlebt der philosophierendeMensch staendig.1 x Er macht ihn frei gegenüber der aeusseren Welt.
Der tote Körper, die lebendige Pflanze, das Tier bewegen sich, doch nur derMensch handelt. Sofern eine Bewegung dem Moralgesetz folgt, heisst sie Handeln.Das Moralgesetz, das für das endliche Ich gilt, soll auf eine höhere Instanzzurückgeführt werden, welche selbst kein Moralgesetz kennt. Diese Instanz nenntScheüing "das unendliche Ich"12, Kant das UebersinnJiche. Der der Stimme des Ue-bersinnlichen folgende Mensch, der sie in sich selbst hört, ist, als das handelndeWesen, über sich selbst gehoben und erreicht die Freiheit. Der sich dem unbedingtenMoralgesetz zur Verfügung stellende Mensch ist im moralischen Sinne in Gott. "In-Gott-Sein" bedeutet bei Schelling "ein integrierender Teil Gottes, oder der moralisc-hen Weltorndnung"13 zu sein. "Nur der Mensch ist in Gott, und eben durch dieses in-Gott-Sein der Freiheit faehig."14 Philosophie oder Streben, Wille zur Weisheit, odereine Wissenschaft der Freiheit kann nur ein solcher Mensch leisten, der sich über
4567g9
1011121314
SWVgl.
I, VII, 350.SW I, I, 193.
Siehe Anm. 5.SWSW
I, I, 179.I, I, 179 ur.J 193.
Siehe SW I, VII, 385.Vgl.Vgl.
SW I, III, 345.SW I, II, 14.
Siehe SW I, I, 198.SWSW
I, III, 597.I, VII, 411.
FELSEFE DÜNYASI 47
sich selbst erhebt, selbst frei ist; denn "sie [die Philosophie] ist durchaus ein Werkder Freiheit."15
Sendung, der der Auffassung ist, dass die menschliche Gestalt an sich selbstein Bild des Universums ist,16 findet die Bedeutung der aufrechten Gestalt in OvidsMetamorphosen:
Os homini sublime dedit caelumque tueriJussit, et erectos ad sidera tollere voltus.17
Der aufrecht stehende Mensch, dessen Antlitz nach oben gerichtet ist, hört aufden befehl Gottes oder die Stimme seines eigenen Gewissens, was dasselbe bedeutet.Eine Antwort auf die Frage "Woher kommt die Stimme des Gewissens?" soll irgen-deine höhere Instanz nennen, deren Name beliebig ist.
Aber trotz Schelling können wir mit Wittgenstein18 sagen, dass der menschlic-he Körper, der ein Teil der Welt unter anderen Teilen der Welt, unter Tieren, Pflan-zen, Steinen etc. ist, keine bevorzugte Stellung hat. Alle stehen auf gleicher Stufe.Wir wissen zwar nicht, ob die menschliche Gestalt eine symbolische Bedeutung, wiebei Schelling, hat; aber wir sind der Meinung, dass der Mensch, indem er sich selbsteinen Wert, einen Sinn gibt, von jener Stufe hinaufsteigt. Der sich selbst einen Wertverleihende Mensch braucht eine höhere Instanz, um an seinen Wert zu glauben.Durch diese Instanz, sei sie als Gott oder das unendliche Ich oder das Uebersinnlicheoder das Gewissen zu bezeichnen, wird der Wert des Menschen gewaehrleistet. Wennes keinen Wertunterschied zwischen Tier und Mensch gaebe, wie bei den Körpern der-selben, dann führte dies zu sehr gefaehrlichen Ergebnissen, wie z. B. dem folgenden:man dürfte den Menschen töten, wie man das Tier schlachten oder irgendein Ding zer-reisen darf. Wenn es keinen Wert gibt, so ist alles erlaubt. Wir sollenalso nicht sagen, dass der Wert des Menschen ein Wahn ist. Doch, vielleicht könnenwir es sagen, aber folgendes hinzufügend: Dieser 'Wahn' muss eine Bedingung unse-res Lebens sein.
Woher kommt nun der erwaehnte Unterschied, wenn er nicht im körperlichen
Sein ist? Eine Antwort von Schelling lautet:
Der Unterschied besteht nur in der Art des Wollens. [...] Der tote Körper hatgenug an sich, und will nur sich. Das Tier, schon die lebendige Pflanze, der man ja
15 SW 1,11, 11.16 Vgl. SW 1, V, 608.17 Zitat von Schelling, SW, I, V, 604.18 Siehe TB 2.9.16.
48 FELSEFE DÜNYASI
einen Lichthunger zuschreibt, will etwas ausser sich, der Mensch will etwas übersich. Das Tier ist durch sein Wollen ausser sich gezogen, der Mansch im wahrhaft
menschlichen Wollen über sich gehoben.19
Der nach oben blickende, etwas über sich wollende, sich aus Liebe zur Weisheit
über sich selbst erhebende Mensch ist für Schelling in Gott. Den gleichen Menschen
nennt Nietzsche, der in seiner eigenen Art auf dem Weg Schellings weitergeht, den
"Uebermenschen". "Wille zur Weisheit" heisst für Nietzsche "Wille zur Macht". Was
Schelling im Himmel, in Gott erblickt, bedeutet für Nietzsche "Uebermensch", Er
glaubt, der "Uebermensch" sei der Sinn der Erde. Kann aber der Sinn der Erde auf der
Erde sein? Dann waere der Sinn der Welt irgendein Ding in der Welt Nietzsches "Ue-
bermensch" kann allerdings nicht in Gott sein, doch müsste er-entegegen Nietzsche
selbst- im 'Himmel' sein. Nietzsche "tötet" Gott und macht dem "Uebermenschen"
Platz.
Schelling ist der Meinung, dass der Mensch sich in einen Strom des Lebens ge-
woren findet, dessen Bewegung von ihm unabhaengig ist. "Dennoch", sagt Schel-
ling, "ist er nicht bestimmt, sich von diesem Strom wie ein totes Objekt bloss fort-
ziehen oder fortreissen zu lassen, er soll den Sinn dieser Bewegung verstehen lernen,
[...]"2° Das Wort "den Sinn verstehen" möchten wir als "Sinn geben" verstehen. Las-
sen Sie uns Schelling weiter folgen: "Soll also der Mensch sein Leben weislich, d.h.
mit Weisheit, einrichten, so muss er voraussetzen, dass auch in jener Bewegung
selbst Weisheit sei. Denn nur dann kann er sich ihr mit freiem Selbstwollen, d.h.
als, ein Weiser, hingeben und unterordnen."21 Diesen Glauben zu haben ist vielleicht
schwer. Man kann sagen, dass der Mensch sein Leben "weislich" einrichten kann,
ohne dass die Weisheit in der Welt selbst ist. Vielmehr ist die Weisheit etwas, was
der Mensch der Welt beifügt. Aber mann kann hier auch wie oben eine höhere Ins-
tanz heranziehen und die Weisheit durch die Welt gewaehrleistet sein lassen, wie
Schelling.
Der ethische Charakter der Schellingschen Philosophie wird gekrönt durch einen
aesthetischen in seiner Kunstphilosophie. Um diese Krönung klarzumachen,
möchten wir einen ganz kurzen Blick auf die Schellingsche Philosophie allgemein
werfen Sie stellt lt die Aufgabe der Philosophie als ein Dilemma dar: "Entweder
wird das Objektive zum Ersten gemacht, und gefragt: wie ein Sub-
19 SW II, III, 206.20 SW II, III, 202.21 SW II, III, 203.
FELSEFE DÜNYASI 49
jektives zu ihm hinzukomme, das mit ihm übereinstimmt."22 DieseFrage ist die Aufgabe der Naturphilosophie, die die Möglichkeit der Erfahrung unter-sucht. Eine solche Philosophie nennt man theoreticshe Philosophie. Der zweite Fallist: "Oder das Subjektive wird zum Ersten gemacht, und die Aufgabeist die; wie ein Objektives hinzukomme, das mit ihmübereinstimmt."23 Die diese Aufgabe übernehmende Philosophie ist die transzen-dentale, die die Möglichkeit des freien Handelns untersucht. Diese vom Subjekt aus-gehende Philosophie bezeichnet man praktische philosophie. Jedoch, da sowohl dieNaturphilosophie als auch die, transzendentale Philosophie das eine Element der Er-kenntnis nehmen und das andere Element übersehen, können sie die Subjekt-Objekt-Uebereinstimmung, also die wahre Erkenntnis, nicht allein erklaeren. Die Stelle, wosich die theoretische und die praktische Philosophie, das Objektive und das Subjekti-ve, einigen, wo das erwaehnte Dilemma aufgelöst wird, stellt den Höhepunkt derSchellingschen Philosophie dar: Und das ist nach den Worten Schellings die Kunst-philosophie, die "der Schlussstein [des] ganzen Gewölbes [der Philosophie]"24 ist.Diese Kunstphilosophie beruht auf seiner Seinsauffassung. Um dieses Verhaeltnis zuzeigen, sind die folgende Worte, wie ich glaube, ein gutes Beispiel: "Die Formen derkunst müssen die Formen der Dinge sein, wie sie im Absoluten oder an sichsind."25 Schelling braucht eine höhere Instanz für die Schönheit, wie er sie für dieWeisheit brauchte: Gott. Er sagt: "Die unmittelbare Ursache aller Kunstist Gott. [...] Gott ist der Quell der Ideen. [...] Nun ist aber die Kunst Darstellungder Urbilder, also Gott selbst die unmittelbare Ursache, die letzte Möglichkeit allerKunst, er selbst der Quell aller Schönheit."26
Schelling, der die Philosopohhie als "die Wissenschaft der Ideen oder der ewigen
Urbilder der Dinge"27 ansieht, sucht die Einheit der drei Ideen -die Wahrheit, das Gute
und die Söhönheit-28, wie die griechischen Philosophen und die Philosophen aller
Zeit
22 SWI23 SW I24 SW I25 SWI.26 SW I.
III, 340.III, 341.III, 349.V, 388.V, 386.
27 Vgl. SW 1, V, 225.28 Vgl. SW I, V, 382.