12
ARTI-DEĞER Topluluğu

Artı Değer Sayı 8

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Artı Değer Fanzini 8. Sayı

Citation preview

Page 1: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

Page 2: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER2 GÜNCEL

Mavi Marmara, “one-minute”, “te-rörist devlet” açıklamaları der-ken medyadan takip ettiğimiz

kadarıyla Türkiye-İsrail ilişkileri en kötü dönemlerinden birini daha yaşıyor. Peki işin aslı gerçekten de böyle mi?

2009 yılında Davos’ta yapılan Dün-ya Ekonomik Forumu’nda Başbakan Erdoğan İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez ile Gazze konusunda tarihe “one munite” olarak geçen sert bir tartışma yaşamıştı. Bu olaydan sonra devlet yet-kililerinin yaptığı bütün açıklamaların aksine İsrail ile “stratejik ilişkiler” devam etti. Erdoğan’ın Davos’ta Filistin halkının “kurtarıcısı” olarak one-minute dediği İsrail, 2010 yılında Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyeliğine, Filistin’in gönderdiği veto isteği mek-tuplarına rağmen Türkiye’nin de onay vermesiyle kabul edildi. Eğer Türkiye onay vermeseydi İsrail OECD üyeliğine kabul edilmeyecekti. Aynı şekilde 2010 Ekim ayında Türkiye, Anadolu Kartalı tatbikatının sadece ulusal ayağının yapılacağını açıklamış ve uluslararası ayağının iptal edilmesinin, İsrail’e kar-şı bir adım olduğunu söylemişti. Bizzat Başbakan Erdoğan, Gazze’deki durumu protesto etmek için “Bu yılki tatbikatlar İsrail’siz olacak” demişti. CHP Milletvekili Cevdet Selvi’nin soru önergesi üzerine ortaya çıkan bilgiye göre, İsrail 2-6 Kasım ve 26-31 Aralık tarihlerinde Ankara’da

düzenlenen iki askeri tatbikata katıldı. Erdoğan’ın esip gürlemesi sadece lafta kaldı. Tüm bu krizler yaşanırken Türki-ye, İsrail’den milyarlarca dolarlık Heron insansız uçakları alıyordu, Türkiye’deki birçok büyük özelleştirme ihalesinde İsrail’li şirketler pay kapıyordu. Savun-ma İşbirliği Anlaşması çerçevesinde iki ülke birkaç haftada bir ortak tatbikat yapıyordu. Üniversitelerde, TÜBİTAK’ta özellikle askeri alanı ilgilendiren bilimsel araştırmalar, İsrail ortaklığıyla yürütü-

lüyordu; İki ülke arasındaki dış ticaret hacmi sürekli büyüyordu.

9 kişinin hayatını kaybettiği Mavi Mar-mara baskını sonrasında ise Türkiye bü-yükelçisini çekmiş, diplomatik ilişkiyi en alt seviyeye indirmişti. Ancak diplomatik ilişki tamamen kopmadı, büyükelçi de kısa süre sonra Tel Aviv'e geri döndü. Dolayısıyla diplomaside bu gibi adım-ların sembolik bir anlamı olsa da, bunlar fiiliyatta pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Davutoğlu İsrail'le Türkiye arasındaki

MADALYONUN IKI YÜZÜ:TÜRKIYE-ISRAIL ILIŞKILERI

Page 3: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER 3GÜNCEL

askeri anlaşmaların "askıya alındığını" açıkladı. Dikkat edilirse kararda askeri anlaşmaların iptalinden değil, askıya alınmasından söz ediliyor. Ayrıca ey-lem planı, ticari anlaşmaları kapsamıyor.

Bu gerilimin inandırıcılığı bir yana, Türkiye’nin İsrail’e yönelik çıkışlarının bölge dengelerine ve iç politikaya yö-nelik planların bir parçası olarak gün-deme geldiği genel kabul gören bir değerlendirme oldu. Birçok İsrailli ve ABD’li yetkili de, Türkiye’nin çıkışlarını emperyalizmin bölgesel planlarının bir parçası olduğu için mazur gördükleri-ni belirtmişti. Dolayısıyla kamuoyunda Türkiye’nin İsrail karşısındaki sertliğinin inandırıcılığı son zamanlarda zayıfladı.

Aslından başından beri olaylar zaten Ortadoğu üzerindeki bölgesel planlar doğrultusunda ilerledi. AKP hükümeti öncelikle kontrollü biçimde İsrail ve ABD’ye kafa tutan Ortadoğulu Müslü-manların “delikanlı abisi” rolüne bürün-dü. Böylece AKP kendine, yeni-osmanlıcı politikalarını uluslararası arenada des-tekleyecek alanlar açmış oldu. Bu po-litikaları sonunda Arap baharı denen süreçte Erdoğan Mısır’a gidip laiklik tav-siyelerinde bulunacak bir konuma kadar geldi. Fakat burada istediğini alamayan başbakan Müslüman Kardeşler tarafın-dan “bölgenin kaderine tek başına karar vermemesi” konusunda uyarılmıştı. Aynı şekilde İsrail’in Kasım 2012’deki Gazze saldırısı üzerine de Türkiye sert eleşti-rilerini devam ettirdiğinde, bu nedenle ABD’den ‘sözlerinize dikkat edin’ şek-linde uyarı almasına rağmen, buradan istediğini elde edememiş; Mısır bu ko-nuda bir adım öne geçerek Türkiye’den rol çalmıştı.

İki ülkenin hemfikir oldukları bir nokta ise Suriye’ye yapılmaya çalışılan

emperyalist müdahale. Düşman gibi gösterilen iki ülke her nasılsa iş Suriye’de savaş çığırtkanlığına geldiğinde ortak hareket ediyorlar. İsrail de Türkiye de kendi ülkelerindeki yönetimlerine bak-madan Suriye’ye, ABD sponsorluğunda, “demokrasi’’ götürme yarışına giriyor. Erdoğan için 2 sene öncesinde kardeş olan Esad bir anda “diktatör Esed” olu-veriyor.

Diğer Ortadoğu ülkelerinde işler askeri müdahalelerle istenen seviyeye geldi ama emperyalizm Suriye’de istedi-ğini alamayınca Türkiye-İsrail ilişkileri de açıktan olmasa da bir değişim geçirmek zorunda kaldı. Geçtiğimiz günlerde ba-sına yansıyan haberler de İsrail - Türkiye ilişkilerinin normalleşmeye hatta önem-li işbirliklerine girilmeye başlandığına dair çok önemli veriler sunuyor. İsrail merkezli Haaretz gazetesinin 14 Şubat tarihli haberine göre Türkiye ile İsrail milyar dolarlık bir doğalgaz anlaşması-nın eşiğine gelmiş durumda. Geçtiğimiz Ekim ayında İsrail Türkiye’ye, Suriye’ye karşı işbirliği çağrısı yaptı. Çağrı karşılık

görmüş olacak ki yine İsrail’de yayım-lanan Jerusalem Post gazetesinin iddi-asına göre, Türkiye’yle Suriye sınırına yerleştirilen patriot füzelerinden sonra, Türkiye israil’in NATO operasyonlarına katılma vetosunu kaldırdı.

Ancak tüm bu karmaşık ve ikili oyun-lara rağmen ortada apaçık bir gerçek var. Türkiye kuzeyden, İsrail güneyden Suriye’yi vuruyor. Türkiye’nin eğitti-ği, himaye ettiği, beslediği teröristler Suriye’de aylardır yaptıkları operasyon-larla hava savunma üslerini tahrip ettiler. Teröristlerin uçakları, helikopterleri mi var? Hayır! İsrail uçaklarının Şam’ın di-bine kadar girmesini, işte o hava savun-ma üslerine saldıran, AKP’nin beslediği militanlar mümkün kıldı.

“Arap Baharı” sürecinin ilk evresinde ABD tarafından tolere edilen Türkiye - İsrail gerginliği, ABD’nin tekrar dev-reye girmesi, yeni siyasi konjonktür ve Türkiye’nin kendisini bölge lideri olma pozisyonunda beklerken bunun çok uzağında bulması sonucu, değişim sürecine girmeye mahkum görünüyor.

GİZEM AYRANCI

Page 4: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER4

Türkiye’nin son 10 yılında çok büyük değişimlerin öznesi konumunda olan iktidarı ve onun yeni rejimini

incelerken muhakkak ki bu yeni düzenin kitlesel meşruiyetini doğru kavramak için bu meşruiyeti sağladığı ideolojiyi ve bu ideolojinin taşıdığı farklı varyantları kitlelere taşıma biçimini anlamak, tahlil etmek gerekir. Bu noktada Althusser’in “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtla-rı” eserinden yararlanacağız fakat önce, Althusser’den ayrı olarak ideolojiyi ele almak gerekir.

Althusser, eseri boyunca ideolojinin tanımı hakkında birey merkezli bir çok tanım sunmasına karşın, bu tanımların hepsini birden ideolojinin tarihi konu-sunda yazdığı tanımlamada toplamıştır. Althusser “İdeolojinin tarihi yoktur, ama bu ideolojinin tarihi yoktur demek de-ğildir asla (tam tersine, gerçek tarihin içi boş, soluk bir yansısından başka bir şey olmadığı için tarihi vardır)”1 der, ki bu tanım, ideolojileri; öznelerin içinde bulundukları toplumsal ilişkilerinin bir yansıması olarak görüldüğünü, açıklar.

İdeolojinin tanımı konusunda daha net, berrak, elle tutulur bir tanım için Metin Çulhaoğlu’na baktığımızda ise “İdeoloji kavramının ilişkilendirilmesi

gerekilen asıl olgu bilinçlilik biçimle-ridir.” der. “Daha açık bir deyişle, ideo-loji, çok çeşitli etmenler altında oluşan bilinçlilik biçimlerinin hepsini kapsayan bir kavramdır.”2 Çulhaoğlu’nun bu ta-nımı, kuşkusuz, ideolojilerin oluşma yolunda yapılan bilinçli müdahaleleri de kapsaması ve kuru bir “toplumun so-luk yansısı” olarak görmemesi itibariyle Althusser’in tanımından daha ileridir.

Althusser’in kitabı itibariyle bize sun-duğu, kendi deyimiyle “birey/özne”lerin, Devletin İdeolojik Aygıtları yoluyla (ya-zının devamında DİA olarak geçecek) belirlenime uğradığı yönündeki tezini değil, genel itibariyle DİA’ların bugünkü konumunu ve iktidar ile değişimini ve düzenle bağlantılanmasını ele alacağız. Althusser’in yapısal belirlenimciliği ile ele alırsak, sonucunda varılacak nokta bütünlüğü kusursuz işleyen bir saate benzetmektir. “Yapısalcılık, radikal çe-şitlemesiyle bile, gerçekliği eylemden bağımsız olarak tanımlar. Kişisel olma-yan yapılar her zaman belirleyicidir ve bilinçli eylem anlamsızlaşır.”3

Dia’ları tanımlarken Althusser, belli kategorileştirmelere gitmiştir. Bunla-rı okuyup incelerken Fransa özelinde bunların yazılmış olduğunu unutmamak

gerekir, nitekim, Türkiye’de dinsel dia’nın kiliselerden oluşmuş olamayacağı ger-çeği var. Uyarıyla beraber, bu kategori-leştirmeler;

-Dinsel Dia (farklı Kiliseler’in oluştur-duğu sistem)

-Öğrenimsel Dia (farklı, gerek özel gerekse devlet okullarının oluşturduğu sistem)

-Aile Dia’sı-Hukuki Dia-Siyasal Dia (Değişik partileri de içeren

sistem)-Sendikal Dia-Haberleşme Dia’sı (basın, radyo-tele-

vizyon vb.)-Kültürel Dia 4

şeklindedir. Bu ideolojik aygıtların birbi-rinden ne kadar ayrılabilecekleri bir tar-tışma konusu olmanın yanı sıra bunlarla birlikte devletin baskı aygıtından da söz eden yazar, bu baskı aygıtını fiziki güç kullanan aygıtlar (Polis, Asker, Jandarma vb.) olarak sunmuştur. Althusser’e göre, devlet, insanları, bu ideolojik aygıtları ile, yaşadıkları düzene ikna etmekte ve dü-zenin yeniden üretimini sağlamaktadır.

Öncelikle Hukuki Dia’yı ele almak-ta, Althusser’e göre, yarar var. Hukuki Dia, tam anlamıyla bir göbek bağın-

DEVLETIN IDEOLOJIK AYGITLARI VE AKP:ALTHUSSER NE DEMIŞTI ?

TEORIK BAKIŞ

Page 5: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER 5TEORIK BAKIŞ

dan bahsedilmese bile, yani savcıların ve yargıçların özel iradelerine de bağlı olmasının yanında, varlığı ve yöntem-leri itibariyle devlete bağlıdır. Çünkü, devletin hukuki ideolojik aygıtı “Ceza yasasına biçimsel olarak kaydedilmiş ve kuralların çiğnendiğini saptayan yargıçlar tarafından karara bağlanan cezaları gerçekleştiren devletin baskı aygıtının var olmasıyla işleyebilecektir gerçekten.”5 Dia’lar, Althusser’e göre, her birinin farklı derecede olmakla bir-likte, belli özerkliklere sahip yapılardır. Hukuk dışındaki Dia’ların devlete bağ-lılığı egemen ideoloji ile olmaktadır. Dia’ların her biri egemen ideolojiyi ya da bir varyantını kullanmaktadır. Althusser bunlara “özsel değerler” dese de, eser-de bunlar, Fransa özelinde milliyetçilik, liberalizm, ekonomizm ve hümanizm olarak sıralanmıştır.

Dia tanımlarını geçmeden önce to-parlamak gerekirse: “DİA’lar baskı un-surunu barındırmayan (barındırıyorsa da minimal düzeyde barındıran) yapılar oluyor ve üretim sürecinin dışındaki her alana girebiliyorlar. DİA’ların sistemin sürekliliğini sağlarken kullandıkları “yakıt” ise ideoloji oluyor. Bu işleyişin doğasında ikna ve rıza yatıyor. Kapita-list sistemde böyle işliyor en azından yazarın yaşadığı kapitalizmde.”6

“İknanın kökeni ise tek başına "ideo-lojik" yapılarda değil, ekonomik kökende aranmalıdır. Batılı Marksistler tarafından düzenin birincil temel olarak gösterilmeye başlanan ideolojik egemenlik, en önem-li kaynağını kesinlikle ideolojik zora tabi olan kitlelere ekonomik olanaklar sunma yoluyla elde etmektedir. Batının ekono-mik potansiyelini elinden alın, bakın arı ideoloji mi, zor mu ön plana çıkıyor?”7

AKP TÜRKİYE’SİNDE DİA’LARDüzenin işleyişinde yatan “ikna ve

rıza”nın ekonomik kaynaklı olduğu ger-çeğinin yanında, bunun ideolojik kıs-mının da dia’lar eliyle düzenlendiğine ilk kısımda değindik. Dia’lar, düzene, egemen ideoloji ve onun varyantları yoluyla bağlanıyorsa, resmi ideoloji ve egemen ideoloji değiştiğinde, dia’lar bu yeni ideolojiye ayak uydurmakta ya da diğer bir deyimle destekçisi olmaktadır-lar. Türkiye’de, AKP iktidarıyla beraber, resmi ideoloji kapitalizmin artık işleyi-şini yavaşlatan, işine gelmeyen bir çok yapısından arındırılmıştır. Kamuculuk, halkçılık, laiklik ve cumhuriyetçilikten arındırılan resmi ideoloji, ideolojik ola-rak olmasa dahi pratik olarak 11 Eylül referandumu ile kesinlik kazanmıştır.

Althusser’in yaptığı sıralamayla gi-decek olursak, AKP iktidarında cisim-leşen farklı cemaat/tarikatlarla dinsel dia varlığını korumuş, bununla beraber muhafazakarlığın resmi ideoloji haline gelmesiyle, öğrenimsel dia’da dinsel dia’yı besleyen bir yapı haline gelmiştir. Öğrenimsel dia’da iktidar eliyle 4+4+4 dinci gerici eğitim sistemi yürürlüğe konulmuş, bunun sayesinde serma-yeye hem ucuz iş gücü hem de daha muhafazakar bir toplum sunulmuştur. Althusser’in Dia’ların iktidara “ideoloji” yoluyla bağlandığı aynı zamanda bu ide-olojinin propagandasını yaptığı tezini bizzat görebilmekteyiz.

Hukukun bir ideolojik aygıt olarak kullanılması konusu ise Türkiye öze-linde daha farklı noktalara varmaktadır. Zaten hali hazırda yasaları yürütmekle sorumlu olan hukuk dia’sı, AKP iktidarı ile beraber bahsettiğimiz değişimin bir parçası olarak kullanılmış, bu değişime ayak direyen ya da direme ihtimali olan kesimlerin sözde “yargılanmasının” aracı olmuştur. Bu süreçte Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK, Devrimci Karargah davaları başlatılmış, yapılan yasal değişiklikler ile hukuk dia’sı “iktidara ideolojik olarak bağlanmaktan” ziyade “iktidarın ideolo-jik dönüşümünün parçası” konumuna gelmiştir. Sendikal Dia da bundan na-sibini almıştır.

Günümüzde Türkiye’de Fransa’daki anlamıyla çok büyük kitleleri kapsayan sendikal dia’nın varlığından söz edeme-yiz. Sendikalar, gerici 80 darbesinden itibaren yok edilmiş, sendikal örgüt-lenmenin önüne türlü yasal zorluklar çekilmiş, sendikasızlaşmak normal bir duruma gelmiştir. Bunun yerine, 80’de başlayan gerici karşı-devrim sürecinden itibaren, sendikalar yerine Dinsel Dia ce-maatleştirme operasyonuyla getirilmiş; bilimi, ilericiliği savunan sendikalar ye-rine dinsel dia batılı, gericiliği getirmiş, hak aramak yerine şükür ve tamah gel-miştir. Sendikaların dağıtılması ve yerine gelen cemaatleştirme Türkiye’de halk üzerindeki gericileştirme operasyonu-nun önemli bir ayağıdır.

Bu değişim sürecinde Haberleşme Dia’sı, daha kolay adlandırma ile med-ya da üzerine düşen sorumluluğu hem yapmış hem de bu süreçte şekillen-miştir. Zaman, Taraf, Milli Gazete, Akit gibi “Amiral gemisi” görevi üslenmiş yayınlar dışında ana akım medya diye adlandırabileceğimiz Hürriyet, Milliyet gibi gazetelerde yeni düzenin muhafa-zakar-demokrat propagandasını gerçek-leştirmiştir. Bununla beraber Odatv, Er-

genekon gibi davalarla ve basında işten atmalar ile iktidar değişime karşı gelen uçları törpülemiş; o güne kadar “en iyi gazetecilerden” sayılan gazetecilerin bir anda üzerleri çizilmiştir.

Değişim, ya da daha doğru tabirle karşı-devrim sürecinde, Siyasal Dia, yani farklı partilerin oluşturduğu si-yasal sistem, bu dönüşüme ideolojik olarak eklemlenmesini muhafazakar-lık-demokratlık üzerinden tamamla-mıştır. Günümüzde, TBMM söz konu-su olduğunda, gericilik karşıtı hiçbir düşünce barınmamaktadır. AKP’nin “Yeni Türkiye’si” gerici düşüncelerin açıklanmasını demokrasi, gericiliği mu-hafazakarlık olarak kılıfına uydurmuştur. Ana muhalefet partisinin “cemaatler si-yasete karışmadığı sürece cemaatlere karşı değiliz”8 gibi gerçeklikten uzak açıklamalar yaptığı, bir diğer muhale-fet partisinin vekili tarafından “Tevhid-i Tedrisat kaldırılsın”9 teklifinin verildiği “Yeni Türkiye’de” yani ikinci cumhuri-yette ağız birliği etmiş olan Siyasal Dia, bir değil, aslında birbirinin aynısı bir çok AKP’cik barındırmaktadır.

İkinci Cumhuriyet, 10 yıllık AKP ik-tidarı boyunca, DİA’ları kendi istediği şekle getirmiştir. Burada anlattığımız haliyle DİA’lar, bugün, emperyalizmle tam uyum içinde, daha gerici, daha piyasacı bir düzene hizmet etmektedir.

Dipnotlar:

1- Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, 4. Baskı, s.802- Metin Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS Yayın-ları, 2. Baskı, s.1533- Robert A. Gorman, Neo-Marxism: The Meanings of Modern Radicalism, Greenwood, 1982, s.141. Aktaran: Metin Çulhaoğlu, a.g.e. s.3154- Louis Althusser, a.g.e. s.169, yalnızca Dia kategorileri5- Louis Althusser, a.g.e. s.666- Hüseyin Deniz, Gelenek 68. Sayı, Ekim 2001, Tarihe Yandan Bakmak: Yapısalcı-lık... Postyapısalcılık... Ve Tilmizleri7- Cemal Hekimoğlu, Gelenek 3. Sayı, Ocak 1987, Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında,8- Kemal Kılıçdaroğlu, http://www.cum-huriyet.com.tr/?hn=3532409- BDP Vekili Altan Tan, Genel Gerek-çe ile birlikte http://www.milligazete.com.tr/haber/Tevhid-i_tedrisat_kaldi-rilsin/273759#.USgX0jfAGSo

MUSTAFA TUNCAY

Page 6: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER6 TARIHE BAKIŞ

60 öncesi gençlik hareketi özellikle Demokrat Parti karşıtlığına daya-nan‘Hürriyet’ sloganı üzerinden

kendini konumlandırmıştır. Bu 27 Ma-yıs 1960 ihtilali ile süreci sahiplenme şeklinde devam etmiş, kendini ‘Atatürk devrimleri ve 27 Mayıs’ı koruma’ nokta-sına taşımıştır. Gençlik 60 ihtilali sonra-sı‘Gerçek Atatürkçüler ve olmayanlar’ noktasından kendini konumlandırmıştır ve ’Atatürk ilkelerini korumak’ üzerinden hareket etmeye devam etmiştir.

Bu söylemler zinciri farklı gruplar için-de kullanılan bir yapıya sahip olduğun-dan muğlaklaşmaya ve gençliğin ekono-mik meseleler üzerine yoğunlaşması ile beraber önemini kaybetmeye başlamış ve öğrenci hareketi içerisindeki ilerici da-marları farklı bir noktaya evriltmiştir. Bu yazının konusunu oluşturacak olanda bu ilerici damardır.

Bu noktada 60 ihtilalinin getirdiği anayasanın sağladığı olanaklar farklı bir yazının tartışma konusu olmakla bera-ber gençlik örgütlenmesi için bir alan ve sıçrayış ortamı yaratmıştır. Kuşkusuz darbenin ve anayasa yapıcıların genç-lik üzerinde böyle bir hedefleri olmadığı açıktır.

Gençlik hareketinin 1965 sürecine kadar aşağı yukarı söylemi ve talepleri yukarıda bahsedilen doğrultuda devam etmiştir. Bu çizgiyi özellikle Türkiye İşçi Partisi(TİP)’nin kuruluşu(1961) ve Yön Dergisi(1961)’nin çıkışı etkilemeye baş-lamıştır. Aynı zamanda bu dönemde özellikle Çetin Altan ve İlhan Selçuk gibi kalemler gençlik üzerinde etkili olmuştur. Bu hareketler ‘Türkiye hangi ekonomik modelle, nasıl kalkınır?’ so-rusuna sosyalizm programı ile çözüm üretmiş ve gençliğin gündemine bunu sokmayı başarmışlardır. Ancak bu hare-ketler 1965 dönemine kadar, gençliğin içinde sosyalist düşünceli öğrencilerin olmasına rağmen, gençlik içinde kitle-selleşememişlerdir. 1965 yılıyla beraber bu süreç tersine dönmüş bu hareketler tüm çelişkilerin ekonomik birer altyapısı olduğunu orataya koymaya başlamış ve gençlik arasında azınlık olarak görünen

sosyalist çizgi gençlik hareketinin asli unsuru olmaya başlamıştır.

Bu mesele gerçekten önemli bir nokta-yı işaret ettiğinden, gençlik hareketinde yön değişikliğine yol açtığından üstünde durulması gereken bir konu olarak kar-şımıza çıkıyor. Sendikacılar tarafından kurulan daha sonra aydınların desteğini kazanan TİP 1965 seçimlerinde TBMM ye 15 milletvekili göndermiştir. Yön hareketi aynı şekilde çok büyük bir aydın deste-ğine sahiptir. Bu geniş aydın desteğine sahip yapılar gençliği de etkilemiştir. İlk kitlesel sosyalist gençlik örgütü sayılabi-lecek Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF)’da bu dönemde kurulmuş ve TİP çizgisinde örgütlenmeye başlamıştır. Gençlerin çı-kardığı ilk sol yayın(Dönüşüm) bu dönem çıkmıştır.1 Gençlik hareketi kuru bir söy-lemden uzaklaşmaya başlamış toplumun emekçi kesimleri ile buluşmaya başlamıştı.’Faşizm’,’Emperyalizm’ gibi sözcükler hareketin literatürüne girmeye başladı. Bu dönem aynı zamanda gençlik hare-ketinin ekonomik temelli kampanyalar örgütlemeye başladığı dönemdir.Milli petrol kampanyası bunun ilk örneğini oluşturur2. İlk defa yaygın afiş çalışmala-rı ve yazılamalar yapılır. Bu dönem aynı zamanda çok sayıda eylem gerçekleşir ve öğrenci örgütlenmesi büyük bir ivme kazanır. Örneğin 1968 yılında ünlü altıncı filo eylemi gerçekleşir ve Amerikan as-kerleri Dolmabahçe’de denize dökülür, görüldükleri yerde hırpalanırlar ve şap-kalarına el koyulur.

Devam eden süreçte belirtildiği gibi çok sayıda eylem gerçekleşir. Yine 1967 yılında ekonomik yapıya ilişkin çalışmalar yapılır,özel okullara karşı kamulaştırma talepleri dile getirilir,gençlik ülke siyase-tine dair sözünü söylemeye başlar,NATO karşıtı eylemler düzenlenir,NATO’ya Hayır Haftası yapılır. Bu çalışmalar doğrudan ülkenin siyasi gelişmelerine etki etmek üzere yapılır ve gençlerin üniversite gün-demine hapsolmaktan kurtulduğunda nasıl büyük etkiler yaratabildiğini an-lamamız için çok önemli veriler olarak önümüzde duruyor.

Bu dönem ilk defa Marksist klasiklerin parça parçada olsa Türkçeye çevrildiği, teorik yoğunlaşmanın, gelişmenin yaşan-dığı bununla beraber sosyalist hareketin kendi içinde ayrışma yaşadığı bir dönem-dir. Öğrenci hareketi de bunun etkisinde kalır. TİP çizgisindeki öğrenci hareketi bu yapıdan kopmaya ve birçok örgüt kurma-ya başlar. Bu hareketler sadece öğrenci hareketi olarak değil ülkede bir halk sa-vaşı başlatmak isteyen farklı taktiklere sahip yapılar olarakta karşımıza çıkarlar.

Bu yazının konusu dışında kaldığından bu dönemdeki ideolojik ayrışmalardan derinlemesine bahsedilmeyecek ancak bu ayrışmanın Sosyalist Devrim Teorisi ile Milli Demokratik Devrim Teorisi üze-rinden şekillendiğini bilmekte yarar var.

Bu dönem öğrenci hareketinin başka bir özelliğide isimler üzerinden gelişen ekoller geliştirmiş olmasıdır. İstanbul Üniversitesi’nde Deniz Gezmiş, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Harun Karade-niz, Ankara Üniversitesi’nde Mahir Ça-yan, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Sinan Cemgil örnek olarak gösterilebilir. Bu isimler daha sonra Türkiye sol hareke-tinin geleneklerini belirleyen hareketler ortaya koymuş olmaları ile ayrı bir önem-de kazanmış oldular.

60’lı yıllar birçok tarihi, kitlesel eyle-min yanı sıra üniversite işgalleri ile ka-panırken 70’li yıllar öğrenci hareketinin zirveye ulaştığı yıllar oldu. Aynı zamanda bu yıllar yukarıda geçen isimlerin birço-ğunun katledildiği, Türkiye sol tarihi açı-sından büyük kırılmalar yaşandığı dönem

60’LARDAN GÜNÜMÜZE TÜRKIYE GENÇLIK HAREKETI

Page 7: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER 7

olma özelliği taşır. Öğrenci hareketi bu dönem emekçi hareketi ile daha da iç içe geçmiş bir konumdadır. 70’li yıllar büyük işçi grevlerinin, kitlesel 1 Mayıs kutlamalarının yaşandığı dönemdir. Faili meçhullerin arttığı, düzenin sol hareke-ti ve öğrenci hareketi üzerinde baskıyı arttırdığı, işçi direnişlerine, grevlerine, eylemlerine düzenin devlet eliyle si-lahlı saldırıların yapıldığı dönem olarak kayıtlara geçer. Bu dönem 1 Mayıs 1977 katliamında 34 kişi hayatını kaybetti136 kişi yaralandı, 8 Ekim 1978 Bahçelievler katliamında 7 TİP li öğrenci öldürüldü. Bu iki olay Türkiye burjuvazisinin işçi sı-nıfı ve öğrenci hareketi üzerine kalleşçe saldırısının simgesi olarak görülmektedir. Bu iki katliam ile kalınmamıştır. Bir çok devrimci faili meçhul cinayete kurban edilmiş çok sayıda insanın katledildiği Maraş ve Çorum olayları gerçekleşmiş daha sonra bu olaylar 1980 darbesinin gerekçeleri olarak sunulmuştur.

Yine bu olaylar başka bir yazının konu-su olmakla beraber bize gençliğin ülke siyaseti ile emek mücadelesi ile yakın-laşmasının burjuvazi açısından ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu yakınlaşmanın yeni bir topluma gebe olduğunu gör-memiz açısından ayrı bir önem taşıyor.

80’ler:Gençliğin Dönüşümü1980 darbesi gençlik hareketliliğini

bitirmesinin yanı sıra Türkiye tarihi açı-sından çok önemli bir kırılmayı tarif eder. Solun, sosyalizm fikrinin toplum geniş kesimlerince benimsendiği bir dönemde yukarıda küçük bir kısmından bahsedilen düzenin devlet eliyle yaptığı provokas-yonlar sebep gösterilerek darbe gerçek-leştirilir. Türkiye halkının sahip olduğu, yarattığı ilerici birikimin üstünden silindir gibi geçilir.

Darbe, 80’lerin gençliği üzerinde kor-ku ve baskı politikalarıyla depolitizasyon yaratır. Ayrıca bu dönem Türkiye ekono-misinin ‘açıldığı’,özelleştirmelerin çoğal-dığı, ithalatın serbestleştiği, marketlerin yaygınlaştığı ve halkın yoksul kesimle-rinin tüketimine, o döneme kadar lüks olarak görülen tüketim mallarının açıldığı bir kesite denk gelir. Bu işin ekonomik boyutuna dair bir değerlendirme. 80’le-rin asıl etkisi ekonomik olarak altyapısı hazırlanan ideolojik saldırıdır. 60’lar ve 70’lerdeki gençliğin iradesini yansıtan toplumcu ve idealist tavır 80’lerin sonu 90’ların başı ile beraber kendisini kari-yerist ve bencil yaklaşıma bırakmıştır.3 80’li yıllarda korku üzerinden yaratılan

depolitizasyon kendini ideolojik müca-dele sonucu değişen atmosferde gençler arasında yaratılan siyasetten uzak dur-ma haline dönüştürür. Bu Türkiye’nin o yıllarda toptan bir değişim dönüşüm içerisine girmesi, dünya kapitalizmine en-tegre olma çabaları, dünya kapitalizminin SSCB’nin yıkılışı ve sosyalizmin dünyada çözülüşü ile beraber dizginlerinden bo-şanması sonucu küreselleşme dalgasının ülkemize sirayeti ile yakındandan ilgilidir.

Bu dönemdeki değişimi daha somut hale getirmek için birkaç örnek daha verebiliriz. Günümüzde televizyonlar-da sürekli olarak yapılan konut,yaşam alanı,rezidans tarzı yaşam alanları 80’ler ile beraber Türkiye’ye girmiştir. İş merkezleri,plazalar ilk defa bu dö-nem hayatımıza girmiştir. Yemek me-kanlarının gençler arasında bir statü belirtmeye başlamsı ve mekanların yaygınlaşması,bugün yoz bir kültürün yaygınlaşmasına hizmet eden ‘clup’ tarzı veya benzeri mekanlar ilk defa bu dönem açılmıştır. AVM dediğimiz yapılar ülkemi-ze ilk defa bu dönem girmiştir. Türkiye burjuvazisi işçi hareketliliğinin yoğun olduğu dönemdeki çekingen tavrından vazgeçmiş gençlere rol model olarak gös-terilen, medyanın sürekli gündeminde duran bir pozisyon almıştır. Aynı zaman-da toplumun dizginlerini elinde tutmak isteyen burjuvazi tarafından gericiliğin hareketlendirildiği, cemaat kültürünün yaygınlaştırılmaya başlandığı bir dönem olmuştur.

80’lerdeki değişim ve dönüşüm yeni bir kuşak yaratmıştır. Bu kuşak tüketim çılgını, geleceğin ve mutluluğun para ve kariyerle olacağına inan bir kuşak. Bu yüzden 80’lerdeki değişim dönüşüm sü-reci üzerinde biraz daha yoğunlaşmaya çalıştık.

80’lerde öğrenci hareketliliğine ge-lirsek bu dönemin yukarıda bahsedi-len nedenlerden dolayı zayıf geçtiğini söyleyebiliriz. 80-84 dönemi tamamen hareketsiz diyebileceğimiz bir yapıya sahip 84 ile beraber öğrenci dernekle-rinin açılmaya başladığını görüyoruz. Kabaca bu derneklerinde etki yarata-madığı söyleyebiliriz. 86’ya gelindiğin-de Sultanahmet’te toplanan 500 civarı öğrenci darbe sonrasının en kalabalık toplamı oldu. Darbeden tam 6 yıl son-ra… Bu veri 80 darbesinin yarattığı yıkıcı etkinin ve değişimin ip ucu olarak tekrar karşımıza çıkıyor. On binler ile devinen öğrenci hareketi o yıllarda binleri bula-maz hale gelmişti

Günümüz90’lar sol hareketin yaptığı çıkışlara

paralel olarak öğrenci hareketininde kıs-men yükseldiği bir dönem oldu. 90’ların sonuna doğru üniversitemizde yaşa-nan işgal ve 2000’lere doğru ODTÜ de McDonalds’ın kapatılması ile sonuçlanan eylemlilikler buna örnek olarak göste-rilebilir. Ancak bu olaylarda sürekli bir hareket yaratamamıştır.

Bugün ise yine ODTÜ de başlayan süreç ile beraber üniversite gençliği tüm Türkiye’de 10.000 kişinin harekete geçtiği bir dönem yaşadı. Bugün 100 den fazla üniversite kulübü ve öğrenci topluluğu,bizim topluluğumuzun ve dergi çevremizinde çağırıcılığını yap-tığı Üniversite Kongresi için harekete geçmiş bulunuyor. Elimizde imkan var, ODTÜ süreci ile elde ettiğimiz bir veri var. Bugün üniversite gençliği rahatsız, bugün gençlik sokağa çıkmakta tereddüt etmiyor. Neden bir 68 hareketi daha ya-ratamayalım ki? Yaratacaksak toplumcu iktisatçılarda bu kuşağın önemli bir bile-şeni olmak zorunda. Elimizi taşın altına koyma zamanı!

Yazıyı Harun Karadeniz’in mücadeleye atılmak için ne kadar yalın ve basit ne-denlerimiz olabileceğine örnek bir yazısı ile bitirelim.

‘’….. kendi kendime sordum.‘Harun sen sağcı bir gençtin, nasıl oldu

ve neler oldu da sen bu noktaya geldin! Ve burjuvazi senin hakkında elliye yakın dava açtı ve senin için 150 yılı aşan hapis cezası istedi, ne nasıl gelişti de bu sonuç çıktı?’

Bu sorunun cevabı o kadar sade ki, değil bilimsel araştırma yapmak,düşünmeden söyleyebilirim nasıl ve neler olduğunu:Ben sadece yurt sorunlarıyla ilgilendim;petrollerimizi Amerika sömürmesin istedim. Madenle-rimiz sömürülmesin, montaj sanayinden kurtulalım, ülkemizde ağır sanayi kurul-sun, bağımsız ve onurlu bir ulus olarak insanca yaşayalım, her şey yurdun ve halkın çıkarlarına göre düzenlensin is-tedim. O kadar.’’

Dipnotlar

1- Karadeniz Harun; Olaylı Yıllar ve Gençlik,May Yayınları,İst.,1975,s:55

2-Karadeniz Harun;aynı kitap,s:643-Bali Rıfat N.; Tarz-ı Hayat’tan Life

Style’a, İletişim Yayınları,sf:51

TARIHE BAKIŞ

EGEMEN KARADENİZ

Page 8: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER8

Avrupa Birliği’nin kuruluşu 2. Pay-laşım Savaşı sonrasında yapılan göreceli barış çalışmalarının bir

sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.1951 yılında Belçika,Federal Almanya,Lüksemburg,Fransa,İtalya ve Hollanda’nın katılımıyla oluşan 6 üye ile Avrupa Kö-mür ve Çelik Topluluğu kuruldu.Altı üye devlet 1957’de işgücü ve mal hizmetinin serbest dolaşımına izin veren bir eko-nomik birlik kurmak amacıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kurdular.Zaman içerisinde bu birlik yeni üyelerin katılı-mıyla genişledi.1993’te yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması’yla birlikte Avru-pa Birliği kurulmuş oldu.2002’de ortak para birimi olarak Euro tedavüle girdi.Bu yazıda bu durumun üye ülkelerde yaratacağı etkilere değineceğiz.

Avro Krizi ve Etkileri AB’nin yaşamakta olduğu kriz gün

geçtikçe Avro Bölgesi’nin yapısal bü-tünlüğünü bozacak bir hale gelmeye başlıyor. Portekiz Dışişleri Bakanı’nın ‘’Karşılaştığımız durumdan kurtulma-nın yolu,Avro para sistemini terk et-mek. Piyasaların bizi kaçınılmaz biçimde düşünmeye zorladığı alternatif budur.’’ Şeklinde yaptığı açıklama giriş cümlesi-nin somut bir karşılığı olmuştur.

2008 krizinin-neoliberalizmin bir hediyesi(!) olarak- AB’ye sıçraması et-kilerini kısa zamanda göstermeye baş-ladı.Kriz, etkilerini öncelikle birliğin zayıf halkalarında göstermeye başladı.Yunanistan,İspanya gibi ülkelerde her dört kişiden biri işsiz. Çalışma çağındaki genç nüfus artık ‘’kayıp nesil’’ olarak ni-telendirilecek kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Üstelik bu durum yakın zamanda da düzelecek gibi görün-müyor. Haftalık haber dergisi Avrupa Gün’ün 7. sayısında yer alan bir habe-re göre Yunanistan,Portekiz,İspanya ve İtalya gibi kriz ile boğuşan ülkelerdeki işsizliğin giderek kemikleştiği, zaman-

la konjonktürel birtakım iyileşmeler sağlansa da istihdamın artması ve kriz öncesi rakamlara dönülmesi mümkün görünmüyor.

Yaşanan bu krizin tüm Avrupa’yı bu derecede sarsmasının kaynağını nerede aramalıyız? Bu soruyu yanıtlamadıkça çözüme giden yolu saptayamayız.Kri-ze giden süreç Avro’nun uluslarası bir para birimi olarak kabulüyle başlamıştır.Avro’ya geçişi yöneten ve yönlendiren AB’nin lokomotifi Almanya, Avro bölgesi üzerinde bir hegemonya oluşturmuştur.Ortak para ülkeler arası gelişme düzeyi farklı olan ülkelerde güçlü ekonomiyi daha da güçlendirmiş ve tek söz sahibi kılmıştır.

Birand'ın AB YolculuğuAB, uzun zamandan beri büyük eko-

nomik krizlerle boğuşurken hatta belki de iflasın eşiğine gelmişken Türkiye’de hala ateşli savunucuları bulunmakta. Türkiye’nin AB üyeliğini en çok savu-nanlardan birisi, hatta ilk akla gelen isim yakın zamanda hayatını kaybeden Mehmet Ali Birand’dır. Birand yaşamı boyunca Türkiye’nin AB’ye olan deste-ğini sürdürmüş, AB üyeliği için çabala-yan hükümetlerin bu çabalarını sonuna kadar desteklemiştir.

Peki iflasın eşiğine gelmiş bir sistemi hayatının sonuna kadar destekleyecek kadar kör bir gazeteci olabilir miydi Bi-rand? Avrupalı emekçileri kemer sıkma politikalarıyla boğan, her ekonomik kri-zin faturasını Avrupa’nın emekçi halkına yıkan bir sistemin neresi Türkiye için ide-al olabilir? Yıllarca AB’nin başkenti sayı-lan Brüksel’de görev yapmış bir gazeteci AB’nin iflasından, krizlerinden hiç mi haberdar değildir? Elbette haberdardır hatta bu yazıyı yazanlardan daha fazla bilgiye ve ayrıntıya bile sahip olmuş ola-bilir. Ancak kendini iyi bir “Liberal” olarak tanımlayan Birand’ın Avrupalı emekçi-lerin halini, kemer sıkma politikalarıyla

boğulmuş olan emekçilerin durumunu ne derece önemsediği belirleyicidir bu noktada. Avrupa Birliği’nin sürekli ola-rak adaletinin, demokrasisinin, barışının vurgulanması boşa değildir. Liberaller için emekçilerin durumu hem ilk akla gelen sorun değildir –nede olsa ülke krizden kurtulacaksa halkın fedakarlık yapması gerekir- hem de barış, adalet, demokrasi daha önemlidir. Buradan bu saydıklarımız önemsizidir gibi bir sonuç çıkmamalıdır zira kim için adalet, kim için demokrasi? Yıllardır Yunanistan, Portekiz, İspanya başta olmak üzere insanlar grevlerle, kitlesel eylemlerle Avrupa Birliği’nin ve hükümetlerinin ekonomi politikalarını protesto etmek-teler. Ortaya çıkan resim Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkemizden farklı değil. Bu yazı yazıldığı günlerde(22 Şubat) İs-panya’daki havayolu işçilerinin oldukça kitlesel grevine polisin sert müdahalesi-ni izledik. Avrupa Birliği’nin demokrasi-sinin, ülkemizin “İleri demokrasisinden” farkının olduğunu söylemek güç.

Birand gibi toplumda “Akil” kişiler olarak kabul görmüş insanlar bütün bu olumsuzlukları meşrulaştırmakta-dır. AB’nin ekonomik krizlerinden çok demokrasisi, adaleti, barışından bahse-dilir. Başka bir deyişle aslında hiçte öyle olmayan yönleri parlatılarak sunulmak-tadır halka. Birand gibi toplumda önemli meşruluğu olan medyadaki insanlar bu durumu sunmaktadırlar. Avrupa Birliği projesi iflasa sürüklenmektedir. Bu ifla-sın yükü de Avrupa halkının omuzları-na yüklenmiştir. Durum ülkemizde de çok farklı değildir. İster Avrupa’da ister ülkemizde ister Dünya’nın başka bir noktasında olsun liberal iktisadi düzenin hüküm sürdüğü bir düzende krizlerin faturası, yükü daima çalışan sınıflar üze-rindedir. Birand gibiler ise bu durumu meşrulaştırmak için çabalar dururlar.

AB’NIN KURULUŞU

VE GELIŞIMI

GÜNCEL

KEREM DEMİRKESER-ÜNAL ÇELİK

Page 9: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER 9TEORIK BAKIŞ

Öncelikli olarak devletçiliğin niteli-ği, doğuş sebepleri, geçirdiği aşa-maları ele alıp; devletçiliğin bir

iktisadi politika olmaktan çıkarılmasına kadar olan süre zarfını inceleyeceğiz.

İlk olarak devletçiliğin tanımını ya-parak başlayabiliriz. Devletçilik, çoğu liberal siyasetçi ve iktisatçı tarafından, bir iktisat siyaseti kavramı olan müda-halecilik ile eş anlamlı görülmektedir. Ancak biraz daha yakından incelersek müdahaleciliğin özel bir biçiminin; bel-li ekonomik faaliyet alanlarında devlet işletmeciliği halinde gerçekleşen bir bi-çimin olduğu anlaşılır. Bu biçim, devlet-leştirmeler veya yeni tesislerin devletçe kurulmasıdır. Diğer bir ifade ile devletçi-lik, genel olarak devlet işletmeciliğinde zorunlu bir unsur olarak müdahaleciliği içeren bir iktisat politikası anlamında kullanılmıştır.

Önemli bir sorulardan biri de devlet-çiliğin bir sistem olup olmadığıdır. İnce-lediğimiz dönemde Türkiye'nin siyaset ve iktisat lügatına henüz "Karma Eko-nomi" sözcüğü girmemişti. Türkiye'nin düzenini kapitalizm ve sosyalizm dışında bir üçüncü yol olarak göstermek iste-yenler sıklıkla devletçiliği bir sistem olarak önümüze koyup tanımlamış-lardır. Bir sistem olmamasına rağmen Devletçilik, devlet işletmeciliği olgusu ile yakından ilgili olduğu için bir sistem sorunu olarak önem taşır. Bunun nedeni açıktır. Sosyalist olmayan bir sistemde devlet işletmeciliği, kapitalist mülki-yet ve bölüşüm ilişkilerinden farklı bir ilişkiler sistemi içerir. Bu ilişkilerde işçi tarafından yaratılan artık değer, dolaysız olarak kapitaliste ulaşmaz. Kapitalist bir

sistemde yaygın devlet işletmeciliğinin varlığı ayrıca incelenmesi gereken bir sistem sorunudur ve bazen "Devlet Kapitalizmi" kavramı olarak açıklanır.

Bu anlamda Devletçilik Cumhuriye-tin ilk dönemlerinde kapitalist sermaye birikiminin özel bir yolu olarak görüle-bilir. 1923’ten sonra Türk burjuvazisinin sermaye birikiminin ve kapitalist geliş-menin en kolay ve elverişli yollarının aranmasıdır.

Devlet işletmeciliği ve devlet müda-halesi yoluyla kapitalist gelişme yolu, kısacası devletçilik uygulamaları belirgin biçimde 1932 yılı ile başlar. 1929-1931 arası yıllar ise bu yolun habercisi sayıla-bilecek bazı uygulamalar başlatılmıştır.

1923-1931 dönemi incelediğimizde ise bu yılların ekonomide daha “serbest” bir piyasa modelinin örnek alındığı bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Ancak bu dönemde de belli bir anlamda devlet müdahaleciliğini görebiliriz. Devlet, biz-zat işletmecilik yapmadığı halde büyük tekelci şirketleri devreye sokarak (bir-çoğu yabancı sermaye, devlet serma-yesi ve yerel sermaye ortaklıklı anonim şirketler olarak) ya da devlet ihaleleri yoluyla ve geniş teşvik paketleriyle özel sermaye birikimini ve kapitalist geliş-meyi hızlandırmanın farklı bir yolunu izlediği söylenilebilir. Bu iktisadi bakım-dan saf anlamıyla “liberal” bir politika sayılamazdı. Bu yıllar özel teşebbüsün hareket serbestliğini sınırlayan, devlet müdahalelerinin ve devlet işletmelerinin asgari düzeyde tutulduğu bir dönemdir. Devletin iktisadi müdahale imkanları-nın bir anlamda kısıtlı olduğu yıllar da sayılabilir. Lozan Barış Antlaşması’nda

yer alan “Türkiye’de kapitülasyonların her bakımdan kaldırıldığı” hükmüne rağmen, Osmanlı borçlarının büyük bir kısmını Türkiye’nin üstlenmesi ve dış ticaret(gümrük) politikasında kısıtlayıcı hükümlerin getirilmesi devletin iktisadi müdahale imkanlarını da bir anlamda frenlemiştir.

Ancak 1923-1931 ve 1932-1939 dö-nemlerini kapitalist gelişmeye yönelmiş iki alternatif yol olarak tanımlayabiliriz.

Öyleyse Türkiye’nin Devletçi ekono-mi politikalara geçmesini sağlayan et-menler neler olmuştur? Öncelikli olarak 1929 yılında patlayan büyük buhran ve bu buhranın Türkiye’ye yansımalarının büyük etkileri olmuştur. Büyük buhranla birlikte yabancı sermayenin kendi içine kapanması ve Türkiye’ye dönük yatırım-larını azaltması. İkinci olarak 23-29 döne-mi istenilen sanayileşmeye ve sermaye birikimine ulaşamayan (özel teşebbüsle-rin yeterli derecede istikrarlı olamaması ve istenilen birikim elde edilememesi) Türkiye’de, devletin öncülüğünde milli burjuvaziyi ve milli sanayiyi kalkındırma-ya dönük politikaların devreye girmeye başlaması. Bir diğer önemli neden de süratli bir iktisadi gelişme içerisine gi-remeyen Türkiye’de halk yığınları içe-risinde ekonomik nedenlerden dolayı duyulan büyük hoşnutsuzluklar olduğu da eklenilebilir.

Devletçi uygulamalara geçişin somut belirtisi, 1932 Temmuzunda bir hafta içerisinde peş peşe meclise sunulan, ik-tisadi konularda bir hayli ileri bir müda-halecilik anlayışını yansıtan sekiz kanun tasarısıdır. Bu kanunların gerekçelerinde ve ilgili raporlarında iktisat poli-

TÜRKIYE'DE DEVLETÇILIK

Page 10: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER10

tikasında radikal bir değişikliğin söz ko-nusu olduğunu belirten ifadeler vardır: ”Memleketimizde kuvvetli sermayedar-lar bulunmadığından halkımız ancak küçük mikyasta sanayi işlerine ve orta sermayelerle yapılabilecek bazı imalata girebilmiş ve büyük mikyasta yapılması lazım gelen sanayi işlerinin ya hariçten gelen sermayeler veya Hükümet teşeb-büs muavenetiyle meydana getirilmesi zarureti hasıl olmuştur. Memleketin ik-tisadi muvazenesinin süratle tanzimi ve istihsal imkanlarının tahakkuku için icap eden sanayi teşebbüslerinin doğrudan doğruya Devlet tarafından vücuda ge-tirilmesi ve işletilmesi bir zaruret teşkil etmektedir.” 1

Devletçiliğin dönemin siyasal iktidarı tarafından nasıl bir yerde konumlandığı-nı açıklayan en iyi tanımlama herhalde Mustafa Kemal Atatürk tarafından ya-pılmıştır. Atatürk’ün Afet İnan’a dikte ettirdiği devletçilik görüşü ise şöyledir: “Bizim takibini muvafık gördüğümüz devletçilik prensibi bütün istihsal ve

tevzi vasıtalarını fertlerden alarak, mil-leti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini güden ve hususi ve ferdi teşebbüs faaliyetlerine meydan bırakmayan sosyalizm prensibine daya-nan kollektivizasyon, komünizm gibi bir sistem değildir.”

1940-1945 yılları arasında ise devlet-çi uygulamaları ayrı olarak ele almakta fayda vardır. 2. Dünya Savaşı devletçi-lik uygulamalarında somut çözülme ve gevşeme belirtilerinin göründüğü bir anda patlak vermiştir. Ancak sınırlı ekonomik kaynaklarla bir savaş ekono-misinin gereklerini sürdürmek devlet kontrol ve müdahalelerini arttırarak mümkün olacaktı. Bu yıllar, devletçili-ğin saf uygulamalarının ağır bastığı bir dönem değil; devletçiliğin tarihi misyo-nunun tamamlandığı ve özel sermaye birikiminin hızlandığı bir dönemi temsil eder.

1946-1950 yılları ise devletçiliğin bir iktisat politikası olarak tasfiye edildiği yıllardır. Demokrat Parti iktidarı ile bir-

likte devlet işletmeciliği modeli yavaş yavaş terk edilmekte, özelleştirme ve özel sermaye teşebbüslerine ağırlık verilmektedir.

Kaynakça:1- 2058 sayılı Devlet Sanayi Ofisi’nin

kuruluş kanununun gerekçesi; aktaran “Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Tanımı ve Kapsamı”, http://www.baskent.edu.tr/~gurayk/finpazpazartesi23.doc, eri-şim tarihi 2.3.2013

2-Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Dr. Afet İnan, 351-358. Aktaran Prof. Dr. Mustafa A. Aysan, ATATÜRK’ÜN EKONOMİ POLİTİ-KASININ TEMEL KAVRAMLARI, http://atam.gov.tr/ataturkun-ekonomik-go-rusu-devletcilik/ erişim 2.3.2013

6 Şubat 2009’da yitirdiğimiz fakültemizin değerli aka-demisyenlerinden Türkel Minibaş'ı çoğumuz belki tanımamaktadır. Türkel Minibaş Uluslararası İktisat

ve İktisadi Gelişme Anabilim dalında fakültemizin değerli hocalarındandı. Ona göre ekonomide asıl olan üretimdi. konularını entelektüel bir derinlikle ele aldı. Sıkça “ben Türkiye’ye kapitalizmin girişini Orhan Kemal’in romanlarıyla anlatırım” diyordu. iktisadı basitleştirdi, rakam yığını olmaktan çıkardı. Onun yazılarında ve konuşmalarında, edebiyat ve sanat iktisadın içinde eriyip gidiyordu. Derslerinde Nazım Hikmet’ten,shakespeare’den örnekler veriyordu. Sokakla akademinin birbirinden uzak düşmemesi gerektiğini düşü-nüyor, akademisyenlerin sokağa seslenebilmesi gerektiğini savunuyordu. "Ben bir cari açık anlatırım sokaktaki simitçi beni anlar, hocalar anlamış anlamamış... Benim için önemli olan simitçinin anlamasıdır." derdi . Ekonomiyi salt teori ile sınırlandırmayan, teori ile pratiği birleştiren bir bilim kadını olarak, birçok ilke imza attı. Her zaman için emekten yana, çocuk ve kadın haklarının önde gelen savunucularından biri oldu.Türkiye ekonomisi ve kalkınma, iktisadi krizler ile küre-

selleşme sürecinin Türkiye ekonomisine etkileri Minibaş’ın odaklandığı başlıca konular arasında yer aldı.Küreselleşme sürecinin Türkiye ekonomisine etkilerini analiz ettiği birçok çalışmasında ulusal politikaların gerekliliğine dikkat çekerken aynı zamanda Türkiye’deki politika değişikliğini uluslararası sermayenin gelişim seyrinden, kapitalizmin maddi temelle-rinden bağımsız ele almadı.

Fakültemizin öğrencileri, bir çok dostu ,meslektaşları,kürsü arkadaşları,asistanları ona hitaben "Armağan" kitabını oluş-turdular. Günümüz dünya ve Türkiye ekonomisinin başlıca sorunlarına odaklanılmaya çalışılan makalelerde, geleceğe dair öngörülerde bulunuluyor. İktisadi krizin nedenleri ve sonuçları, Türkiye ekonomisi ve kalkınma sürecinin başlıca sorunları geçmiş ve bugün arasındaki bağlantılar ihmal edil-meden analiz edilmeye çalışılıyor.Bunun yanısıra armağan kitabı Minibaş’ın salt öğretim üyesi kimliğinin ötesinde ga-zeteci-yazar, emekten yana, çocuk ve kadın hakları savunu-cusu, sanatsever yönünü dikkate alarak, bu başlıklara dair kestileri de aktarıyor.

SEVGILI HOCAMIZ TÜRKEL MINIBAŞ'A

ARMAĞAN

TEORIK BAKIŞ

EMRECAN ÇİÇEK

Page 11: Artı Değer Sayı 8

ARTI-DEĞER Topluluğu

ARTI DEĞER 11KITAP TANITIMI

Korkut Boratav Türkiye İktisat Tarihi’ni yazmasının nedenini şu şekilde açıklıyor: “Bu çalışma 20.

yüzyıl iktisat tarihini, kuşbakışı incele-yen bir ‘el kitabı’ olarak kaleme alındı.. Amacım,meslekten iktisatçı olmayan, ancak Türkiye’nin sorunlarına bir tarih perspektifi içinde bakmak gereğini du-yan, farklı bir deyişle, tarihi anlamadan bugünü anlamanın mümkün olmaya-cağını sezen okuyucuya da hitap eden bir inceleme ortaya koymaktı.” Yazar ta-rafından, meslekten iktisatçı olmayan-lar için bir “el kitabı” olarak nitelenen kitap, kavramsal açıdan zorlamayacak bir biçimde, okuyucuyu terminolojiye boğmadan seyreden, akıcı ve spesifik bir inceleme özelliği taşımaktadır. Kitabı önemli kılan bir başka özellik ise iktisadi dönemlerin somut tahlili , “iktisat-ta-rih-siyaset” birlikte yaklaşımı ve yapılan yerinde tespitlerdir.

Korkut Boratav Türkiye İktisat Tarihi’ni emek-sermaye çelişkisinin bir sınıf karakteri kazanmaya başladığı, ikinci meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılından başlayarak, 2009 yılına kadar, Türkiye’nin iktisadi bakımdan keskin virajlara girdiği dönemleri kıstas ala-rak, dokuz ana bölümde incelemiştir. Kitabın giriş bölümü olan Devrim ve Savaş Yılları’nı(1908-1922) Boratav “eksik kalmış bir burjuva demokratik devrimi ve ulusal kapitalizm yönünde atılan ilk ve çekingen adımlar” olarak ni-telendirmekte; başarılamayan bu başlıca misyonların engelini yerli burjuvazinin

cılız ve komprador bir özellik taşımasıy-la ilişkilendirmektedir. 1923-1929 yılları ise Osmanlı’nın tarihe karışıp, yeni bir dönemin başlaması ve siyasi bir devrim özelliği taşır. Aristokrasinin iktidardan kesinlikle uzaklaşmasını sağladığı halde, önceki dönemle devamlılık arz eden bu dönemin sonunda, ortaya çıkan büyük buhranla(1930) birlikte içe dönük dışa kapalı politikalar izlenerek, daha önce denenen milli iktisat projeleri başarıyla devletçileştirilmiş, oluşturulmaya çalışı-lan yerli burjuvazi nihayet oluşmuştur. 1934 yılında SSCB’den sonraki ilk 5 yıllık kalkınma planlaması yapılan bu döne-me dair, Boratav tarafından “parlak bir dönem” tespiti yapılıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıy-la birlikte, savaşa girilmemesine karşın, savunmaya yönelik önlemleri arttıran devlet, sınai yatırım programlarını er-telemiştir. Bu dönemde Köy Enstitüle-ri ve MEB’in kurulması Refik Saydam hükümetinin “liberal,hümanist ve bir küçük burjuva reformizminin etkili olduğu atılımlar” olarak değerlendiri-lebilir. Savaş sonrasında parlamenter sisteme geçilirken, dışa kapanık poli-tikalar gevşetilerek yabancı sermayeyi teşvik edici bir dizi kanunun yürürlüğe girmesinin yanında IMF, Dünya Ban-kası ve NATO gibi anti-komünist ABD endeksli kuruluşlara üye olunmuştur. Bu yılları genel olarak emperyalizmin palazlandığı yıllar olarak nitelendirebili-riz. Milli gelir belirgin biçimde düşmüş, özel sektörde çalışanların artış hızı kamu

ve devlet sektöründe çalışanların artış hızını geçmiştir. Bu dönem ayrıca dü-zensiz kentleşme ve gecekondulaşma yıllarıdır. Bu dönemle bağlantılı olarak ithal bağımlılıkla birlikte üç beyazlara beyaz eşyalar eklenirken,krediler ve dış yardımlarla büyüme temposu devam etmiştir. Dönem sonunda 1977-1979 yıl-larına işçi grevlerinin damga vurmasının sonucu, sermaye sınıfının bunalımlı du-rumu, Ecevit’in istifası akabinde T.Özal’ın 1980’de neo-liberal 24 Ocak kararlarının yürürlüğe girmesine neden olur. IMF’ye, üç yıldır istediğinden fazlasını verilme-siyle birlikte, 1980’den 1988 yılına kadar burjuva ideolojisi hiç olmadığı kadar egemen olmuştur. Bu dönemde özellikle anti-komünist, tekdüze, bilinçsiz gençlik yaratıldı. Bu kuşaktaki her türlü ilerici dü-şünce mahkum edildi. 1988 sonunda, 4 yıllık bocalamadan sonra 1997’ye kadar popülizmle liberal model arasında geçici bir işbirliği sağlandı. Kitabın son bölümü olan 1998-2009 yılları arasında Türkiye ekonomisi kesintisiz IMF programlarıy-la yönlendirilmiştir. Reform adı altında saygınlık kazandırılan düzenlemelerin büyük bölümü ise Dünya Bankası imzalı-dır. Bir asırlık tarih göstermiştir ki Türkiye toplumu sınıf çelişkilerinin çeşitliliği ve sınıfsal dinamikler açısından hızlı de-ğişim geçirmeye yatkındır. O halde Boratav’ın deyimiyle “Her yeni sallantı Türkiye halkının özgürlüğe, eşitliğe, bağımsızlığa giden uzun yolculuğuna küçük katkılar getirir”.

DIĞER BURJUVAZILERDEN

NEYIMIZ EKSIK?

ENDER ÖLMEZ

Page 12: Artı Değer Sayı 8

Tayyip Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelmesini takip eden olaylarla birlikte üniversiteli gençlik yakın zamanda ülke gündeminde önemli bir yer tuttu, duruşu ile toplumun önemli bir kesimine umut oldu. Neler yaşandığını,

kimin ne dediğini tekrar tekrar anlatmaya gerek duymuyoruz. Bugün önem taşıyan başka bir yönü vurgulamak istiyoruz. Gençliğin yanlışları protesto etmesinin yanında kendi doğrularını ifade edebilmesine,

bunların ışığında üretim yapabilmesine değinmenin öneminin gelinen noktada daha da arttığını düşünüyoruz.

Üniversite gençliğini yıkıcı, sadece tüketen insanlar olarak ilan edenler doğruyu söylemiyor. Gençlik çokça iddia edilenin aksine her alanda üretimini sürdürüyor. Yaşadığı ülkeye ve topluma dair sözünü söylüyor,

kültürel ve sanatsal birikime katkıda bulunuyor, bilimsel gelişmelerde önemli bir bileşen olarak yerini alıyor.Ülkenin gidişatı ise gençliğin sahip olduğu bu konumun önemini artırıyor. Bilimin dini referanslarla tartışılır

hale gelmesi... Aklın yerine inançların merkeze alınması... Tiyatroların kapatılıp kitapların yasaklanması... Savaş kışkırtıcılığının ve dışa bağımlılığın normalleşmesi... Üniversitelerin YÖK yasası ile hizaya sokulmaya

çalışılması... Ve tek adam yönetiminin anayasal bir zemine oturtulmak istenmesi... Bütün bunlar oluyorken, üniversiteliler sahip olduğunu korumakla yetinemez. Yetinmemeli.

Biliyoruz ki üniversite gençliğinin üretim potansiyeli gelişmeye açık ve bugün buna daha fazla ihtiyaç duyulmakta. Gençliğin ülkesine dair sözü yaygınlaşmalı, sorumluluğu pekişmeli. Kültür-sanat alanında

üretimi güçlenmeli, bilimsel duruşu ciddi bir toplumsal konuma ve öneme erişmeli. Daha da önemlisi, bu saydıklarımızın arasında bir bütünlük sağlanmalı.

GENÇLİK SÖZÜNÜ SÖYLEYECEKÜniversiteliler olarak her zaman daha iyisini yapabileceğimizin ve belki de yapmak zorunda olduğumuzun

farkındayız. Bu farkındalığın hakkını vermek için bir üniversite kongresi topluyoruz.Aşağıda imzası bulunan kulüpler ve topluluklar olarak tüm üniversitelileri kongremizi birlikte örmeye,

ülkemize ve üniversitemize ilişkin ortaya güçlü bir iddia koymaya davet ediyoruz.Türkiye’nin hemen her üniversitesinde, her kampsünde, her kantininde kongre tartışmalarını

olgunlaştırıp seçtiğimiz delegelerle; ODTÜ direnişinin merkezi olarak yeniden anlam kazanan Necdet Bulut Amfisinde 15 Mart’ta buluşuyoruz.

ÜNİVERSİTELİLER KONGRE TOPLUYOR

Hazırlık KomitesiAnkara Üniversitesi DTCF Bilim ve Sanat TopluluğuAnkara Üniversitesi DTCF Sosyal Bilimler Topluluğu

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler KulübüÇukurova Üniversitesi Sinema Kulübü

Dokuz Eylül Üniversitesi Toplumcu Öğrenciler TopluluğuGalatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü

Hacettepe Kitap TopluluğuHacettepe Biyoloji Topluluğu

İstanbul Üniversitesi Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübüİstanbul Üniversitesi Toplumcu Hukukçular Kulübü

İstanbul Üniversitesi ÖKM Tiyatroİstanbul Üniversitesi Biyolojik Araştırmalar Laboratuvarı Kulübü

İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Araştırmalar KulübüODTÜ Sosyalist Düşünce TopluluğuODTÜ Biyoloji ve Genetik Topluluğu

Özyeğin Üniversitesi Fikir ve Münazara Topluluğu

www.universitekongresi.comfacebook.com/universitekongresi