53
BAŞBUĞ VELİLERDEN 33 “ALTIN SİLSİLE” Hazırlayan : İFTAH

Başbuğ velilerden 33

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Başbuğ velilerden 33

BAŞBUĞ VELİLERDEN 33

“ALTIN SİLSİLE”

Hazırlayan : İFTAH

Page 2: Başbuğ velilerden 33

FİHRİST / KİTABIN BÖLÜMLERİ

1. O2. HZ.EBUBEKİR3. SELMAN FARİSİ4. KAASIM BİN MUHAMMED BİN EBUBEKİR5. CAFER-İ SADIK6. BAYEZİD ( BESTAMİ)7. EBÜLHASEN HARKAANİ8. EBU ALİ (FARİMEDİ99. YUSUF HEMEDANİ10. ABDÜLHALİK GÜCDÜVANİ11. ARİF (REYVEGERİ)12. MAHMUD ENCİR (FAGNEVİ )13. HOCA ALİ RAMİTENİ (HACE AZİZAN)14. MUHAMMED BABA ( SEMMASİ)15. SEYYİD EMİR KÜLAL16. ŞAHI NAKŞİBEND MUHAMMED BAHAÜDDİN17. ALAEDDİN ATTAR 18. YAKUB (ÇERHİ)19. HACE UBEYDULLAH AHRAR (TAŞKENDİ)20. HACE MUHAMMED ZAHİD21. DERVİŞ MUHAMMED22. HACEGİ (EMKENGİ)23. HACE MUHAMMED BAKİBİLLAH24. İMAM-I RABBANİ25. HACE MUHAMMED MASUM26. ŞEYH SEYFEDDİN27. SEYYİD NUR28. MAZHAR-I CANÜ CANAN29. ABDULLAH DEHLEVİ30. MEVLANA HALİD31. SEYYİD TAHA32. SEYYİD FEHİM (ARVASİ)33. ESSEYYİD ABDÜLHAKİM ARVASİ

Yayınevi ve basım yılı : Büyük Doğu Yayınları / 1959Kitabın türü : Din ve TasavvufSayfa sayısı : 357

Page 3: Başbuğ velilerden 33

KİTAP HAKKINDA 10 SORU: 1. Kitabı nasıl buldunuz? Duygularınızı ifade eder misiniz? (bir cümle) Tek bir vücudu anlatır gibi,varlık iddia etmeyen ,başkalarının hizmetinde eriyen,her an himmet dileyen ayineler..Nurdan ayineler hatta nurdan ışıldayan ayineler bütünü,kılavuz aynalar ve himmet ettikleri ‘’Biz’’

2. Kitabı birine tavsiye edecek olsanız, ne söylerdiniz? (içerik)Her bir kelimesi tek tek doya doya okunmalı,özümsenmeli,yenmeli,içilmeli ve hal ile bezenmeli otuzüç kitab. Has odaya varışta ana caddenin nurdan fedai ve bekçilerinin yön ve had bildirme dolu levhalarını görmek,anlamak, HAS bahçenin ÖZ çiftliğine varmak istiyenler..Ben dediği ve iddia ediği şeyin hakikatte ne olduğunu ve nasıl yok olunuru görmek istiyenler,gönül dedikleri et parçasının ucunu kulluk şuuru ile yakıp AŞK havuzunda erimek istiyenler… Bu kitapta konu edilen 33 has oda bekçileri bu isteklerinizin anahtarlarını ellerinde tutmuş gönüllerinize uzatarak sizi çağırıyorlar!...

3. Bu kitapta, başka hiçbir kitapta bulunmayan bir özellik söylemek zorunda kalsaydınız, bir cümleyle ne derdiniz? (zihni zorlayın)

33 adet nur bombardımanı..Bir değil,beş değil 33 tane kitap ve her bir kitapta 333…ve derin deryalar .Açıldıkça açılan bir kainat ve kainatın kapı eşiğinde bu kitabı eline alan biz varlık iddiasının idrak cüceleri…4. Bu kitapta yeni neler öğrendiniz? (mutlaka vardır)Ne kadar kendim olduğumu.Beni ben yapan değerlerden ve kıstaslarımdan kurtulma isteğimin gönlümde bir yerlerde çırpındığını…Fıtratta ki bu yokluk ve varlıkta erime isteğinin klavuzları ile dolu bir ana cadde olduğunu..Sıfırın önündeki her bir beni ben yapan değerlerin aslında ne kadar eksi işlemiyle beni aşağılar aşağısına indirdiğini.Her bir silme işlemi ile nurun toplamaya dahl ettiğini..Ve -0- iki yanı eksili sıfırın zahir ve batın tasfiyesi ile “O”’na giden cadde de bir kum tanesi olabileceğini….ve…ve….ve…..

5. Kitabın en çarpıcı, en verimli bölümü sizce neresi? (bölüm adı) (sayfa aralığı) İnsan bir bütünü nasl parçalayamazsa ,Halkanın 33 zinciri de birbirini tamalıyor ve tek bir hat

6. Kitabın en sıkıcı bölümü hangisiydi? Neden? (bölüm adı) (sayfa aralığı) Kitabı eline alıp okurken;Hakikate giden cadde bu kadar aydınlık ve net iken,hala yerçekimi kanunundan kurtulma ümidi ile yanan ve siyahlana siyahlana elcağızlarını pervasızca nurlara uzatan zavallı benden başka bir sıkıcılık olma ihtimali bile olamaz.

7. Bir cümleyle bu kitabı özetlemek zorunda kalsaydınız, en iyi ne söylerdiniz? (Ana fikir)Bu kitap okunmaz,içine girilir,içine çekilir.İç’ten öte içe varılır bir istikamet kılavuzu. Bir yakarış..”Neredesin ey Hakikat” sualinin 33 kere cevabı…

8. Yazarın üslubunu başkalarına aktarmak gerekirse, bir cümleyle en iyi ne söylersiniz? Necip Fazıl Kısakürek…

9. Kitabı bitirip bir kenara bıraktığınızda, neyin duygusu, isteği veya bilgisi sizde daha fazlalaştı? Bir kenara bırakmak değil,bedenimin tam ortasına uzatmak ihtiyacı ..Bu kitabı sanduka yapıp ölmeden önce ölüp ,içine girme ve 33 himmetle gözlerini dünyaya yumma isteği…10. Bu kitabın içeriği, bildiğiniz başka hangi kitabın/kitapların içeriklerini size çağrıştırıyor? Daha önce hiç böyle bir eser okumamıştım.

Page 4: Başbuğ velilerden 33

Hz. EBU BEKİR SIDDIK

"Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır."

Fazilete Ermenin Beş Esası

Kendisine bu fazîlete nasıl erdiği sorulduğunda verdiği cevap, tasavvufî telakkîdeki ruhî yükseliş esaslarını oluşturmaktadır. Buyurur ki:

- Bu fazîlete beş şeyle erdim:

1. İnsanları iki grup olarak gördüm. Bunlardan bir grubu talib-i dünyadır; dünyanın peşinden koşmaktadır. Bir grubu da talib-i ukbadır; ahiret endişesi taşımaktadır. Ben ise ne talib-i dünya, ne de talib-i ukba oldum. Talib-i Mevla olmayı tercih ettim. Rabbımın rızasına ermeyi herşeyin üstünde tuttum.

2. Müslüman olduğum günden beri ma'rifet-i ilahiyye ile meşguliyetin ve onun bana verdiği hazz sebebiyle dünya nimetlerine meyletmedim ve doyasıya yemek yemedim.

3. Yüce yaratıcımın muhabbetinin bana verdiği manevî zevk sebebiyle, aşk hararetini söndürmemek için kanasıya su içmedim.

4. Dünya ameliyle ahiret ameli karşılaştığında daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.

5. Rasülullah (s.a.)'in sohbetine çok sıkı bir şekilde devam ettim. Daima O' nunla birlikte bulunmaya gayret ettim. Hicrette arkadaşı, mağarada yoldaşı ve daima sırdaşı oldum.

Hz. Ebû Bekir'in bu cevabında adeta tasavvufi eğitimin gayesi ve temel esasları anlatılıyor. Ki onlar da rıza-i Barîye ermek; zühd yani dünyaya değer vermemek; yemeyi, içmeyi uykuyu azaltıp Cenab-ı Hakk'ı unutmamak ve Allah rasûlü ile sohbet.

Sıddıkiyet Sıfatı

Allah Rasulü'nü başından sonuna kadar destekleyen, yerine göre koruyup himaye eden Ebû Bekir (r.a.)'in "Siddık lakabı hem ilahî, hem de nebevi kaynaklıdır. Nitekim müşriklerin Allah Rasûlünü ve müslümanları iyice bunalttıkları bir sıra da O'nu teselli etmek için bir ikram-ı ilahi olan Mi'raç olayı gerçekleşti. Her doğruya sırt çevirmekte mahir olan Kureyş keferesi, hemen buna da karşı çıkıp inanmadılar. Bununla da kalmayıp inanan insanları bi bahane ile yoldan çevirmeye kalkıştılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e de gelerek: "Arkadaşın neler söylüyor, duydun mu? Buna da inanacak mısın?" dediklerinde Ebû Bekir'den suratlarına şamar gibi patlayan şu cevabı aldılar: "Bunu o mu söylüyor, öyleyse doğrudur."

İşte Ebû Bekir'in bu kesin tasdiki üzerine: "Doğruyu getiren (Muhammed) ve O'nu tasdik eden (Sıddîk) muttakilerdir."(ez-Zümer, 3) ayeti nazil oldu. Siddîkiyet makamı peygamberlikler sonraki ilk manevi makam sayılmıştır.

İbadet ve Ruhî Hayatı

Hz. Ebû Bekir (r.a.) huşu ve takva üzere ibadet ederdi. Namaza kalktığında havf ve haşyetinden dolayı kesilmiş bir ağaç gibi titrer, fakat kalbindeki huzur hali sebebiyle huşûunu korurdu. Gözü yaşlıydı. Yanık sesiyle Kur'an okurken ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı. Allah aşkı ile ciğeri püryan olduğundan yanında duranlar onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını anlatırlardı. Takvada, şefkatde çok ileri, yufka yüreklilikte ve yumuşak başlılıkta en öndeydi. O'nun coşkulu ibadeti, yanık ve ağlamaklı bir sesle Kur'an okuyuşu pekçok Mekkeli'nin dikkatini çekerek müslüman olmasını sağladığı için müşrikler O'nu açıktan namaz kılmaktan ve Kur'an okumaktan menetmeye çalışmışlardı.

Zeka ve sezgi yönünden son derece güçlüydü. Bu yüzden rüya tabirinde de mahirdi. Hz. Peygamber (s.a.)'in en yakîni olmasına rağmen sözlü rivayet ve nakillerinin azlığı sebebiyle müşahede erbabının ve hal ehlinin öncüsü sayılırdı. Çünkü hal, kal ile anlatılamaz, ancak yaşanarak anlaşılırdı.

Hafi Zikir Telkini

Hz. Ebû Bekr'in tasavvuftaki ve altın silsile'deki en önemli yeri hafî zikrin onun vasıtasıyla öğrenilmiş ve yaşanmış olmasıdır. Hz. Ömer sadakasını açıkça halkın arasında getirip teslim ettiği halde Ebû Bekir (r.a.), gizlice veriyor. Hz. Ömer, gece kıldığı namazlarda Kur'an'ı yüksek sesle okuduğu halde o, alçak sesle okumayı tercih ediyor.

Page 5: Başbuğ velilerden 33

Niçin öyle yaptığı sorulduğunda da:

"Kendisine münâcâttâ bulunduğum zatı dinliyorum. O'ndan anlıyorum ki, O, bana uzak değildir, O'nun işitmesi açısından alçak sesle, yüksek ses, birdir." karşılığını verirdi.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve diğer büyük sahabîler tek tek ele alındığında hepsi büyük örnek şahsiyetler, ama karakterleri ayrı ayrı. Biri son derece dışa dönük, teklifsiz ve rahat yapıya sahip. Diğeri temkinli, teennili ve kısmen içe dönük bir kimlik taşıyor. Bu bakımdan hoşlandıkları şeyler ve ruhî hayatları da farklılıklar arz edebiliyor.

Nitekim Hz. Ebû Bekir'de "hafî zikir" sırrı tecelli ederken, Hz. Ali ve Hz. Ömer'de "cehrî zikir" sırrı tecelli ediyor. Allah Teala Kur'an'da zikrin hafîsini de, cehrîsini de; yani gizlisini de açıktan olanını da emrediyor. (bk. el-A'raf, 7/205; el-Hacc, 22/36)

Hz. Peygamber (s.a.), her iki zikrin de öğreticisi ve icracısıdır. Bu bakımdan tasavvufî telakkîye göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebû Bekir'e Sevr mağarasında gizli zikri telkîn ve ta'lîm buyurmuştur.

"ikisi mağarada iken O, arkadaşına: "Üzülme Allah bizimle beraberdir." diyordu. (et-Tevbe, 9/40) buyurmaktadır. Maiyyeti; yani Allah ile olmak O'nu unutmamak ve hiçbir an hatırdan çıkarmamaktır. Hafi zikir de bu değil midir? Kalpdeki Allah bağını sürdürmek değil midir? Kur'an'daki zikirle ilgili emirle-re bakacak olursak onlar da iki türlüdür: Biri mutlak zikir, diğeri isim zikri. Doğrudan Allah'ı anmayı, unutunca hatırlamayı emreden ayetler (mesela: el-Ahzab, 33/41 ;el-Kehf, 18/23) mutlak zikre; "sabah akşam rabbının ismini an!" (el-İnsan, 76/25) şeklindeki ayetler isim zikrine işarettir. Mutlak zikir, bir bakıma hafi zikir sayılabilir.

Biraz da Sıddık'tan:

Diyordu ki: "Takva; akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakk'a asi olmak; ahmakça yapılan işlerin en çirkinidir. Verilen emaneti yerine getirmek; en üstün doğruluk, sayılır. Hıyanet olarak da; en önde yalan gelir."

Birine öğüt veriyordu, sonunda dedi ki: "Ey kardeşim, sana yaptığım tavsiyeyi aklına koy. Kaybolmamasına dikkat et. Ölümü özüne sevdir nasıl olsa gelecek."

- Derdi ki: "Kulun kalbine dünya sevgisinden (süsünden) bir şey girse, Allah (C.C) ona darılır. Bu.dargınlık, o süsten ayrılıncaya kadar devam eder."

Dedi ki: "Keşke ben, koparılan sonra da yenen bir bitki olsaydım."

Çok kere dilini parmak ucu ile tutar ve şöyle derdi: "Kapılıp gittiğim bütün felaketlerin sebebi budur." Hilafeti aldıktan sonra ashaba şu hutbeyi okudu: "İşlerinizi çevirmek için başınıza geçtim, böyle olmam, sizin en hayırlınız olduğum manasına alınmasın... Bana daima yardım ediniz.

'Doğrulukta devam ettiğim müddet; Bana uyunuz. Kaydığımı görünce de, bana kıyım hakkınızdır"Hüznü ve Allah'a (C.C) karşı korkusu fazla idi. Bu hali icabı içi daima yanıktı... yanında duranlar, yanık ciğer kokusu alırlardı.

Vefatlarına yakın hasta yatağında... dediler:-"Sana bakmak için bir tabip çağıralım mı?"-"Tabip bana baktı."-"Ne dedi?" -"Muhakkak ki dilediğimi yaparım."

HZ. Ebu Bekr’in Hilyesi

Hz. Ebû Bekir, orta boylu, hafif sarıya meyyal beyaz tenli, gür saçlı, seyrek sakallıydı. Sakalına kına yakardı. Açık alınlı çukurca gözlü, keskin bakışlı idi. Yüzü ve bedeni zayıf olmakla birlikte omuzları genişçeydi. Bacakları ince kemikli, çekik uyluklu, ince ve narîn vücutlu idi. Buna rağmen kuvvetli ve şecaatliydi. Gençliğinde vücûdu dümdüzdü. Yaşlandığında hafifçe öne doğru eğilmişti. İlahî aşk ve haşyetle dopdolu olduğundan duruşu hüzünlüydü. Peygamber sevgisiyle dolu gönlü sebebiyle yüzü güleç ve sevimliydi.

SELMAN-I FARİSİ (r.a.)

Allah Rasülü'nün "bizden ve ehl-i beytimizden" iltifatına mazhar Selman el-Farisî'dir. Asıl adı Mabih iken müslüman olduktan

Page 6: Başbuğ velilerden 33

sonra Allah elçisi tarafından Selman yada Sel-manu'l-Hayr diye adlandırıldı.Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a) şöyle buyuruyordu:

"Birçok geceler, Selman ile Resulü Ekrem (S.A.V) yalnız kalırlardı. Hatta bu geceler ezvacı tahirattan hiç kimse Resulü Ekrem (S.A.V)'in hizmetine girmezdi."

Selman, Isfahan'ın Cey köyünde çiftlik sahibi ve kabile reisi zengin bir ailenin çocuğu. Aile ve çevresinin dini ateşperestlik. Selman da önceleri o dinin müntesibi. Önce hıristiyanların ibadeti ve kilisesi dikkatini çekti. Hristiyanlığın aslını öğrenmek için Şam tarafına gitti. hizmet ettiği rahip kendisine: "Hz. İbrahim'in Hanif ve tevhid diniyle gelecek son peygamberin zuhurunun pek yaklaştığını ve O'nun Arap toprağında ortaya çıkacağını" söyledi. Bunun üzerine Şam üzerinden Medine'ye yakın Vadi'l-Kura'ya geldi.

Benî Kelp kabilesi tüccarları buraya kadar kendilerine refakat eden bu iranlı arkadaşlarına -her nedense- ihanet ederek köle diye bir yahudiye sattılar. Selman'a Ammuriyye'de karşılaştığı ve hizmetinde bulunduğu rahip, vefatı sırasında gelecek olan son peygamber hakkında şu ipuçlarını veriyor: "Arap toprağında zuhur edecek ve iki taşlık arasında hurmalık bir yere hicret edecek. İki kürek kemiği arasında peygamberlik mührü olacak. Hediyye kabul edip sadaka almayacak."

Selman Medine'de köle olarak bulunduğu sırada Hz. Peygamber'in zuhurunu haber alınca bir yolunu bulup ilk fırsatta yanına gitti. Hemen aradığını bulan insanların gönül coşkusu ve ruh haleliyle Rasülullah'ı kucakladı ve müslüman oldu.

Selman (r.a.) köle oluşu sebebiyle Bedir ve Uhud gazvelerine katılamamıştı. Ancak Allah Rasülü bizzat ve O'nun uyarısı üzerine ashab-ı kiram, Selman'ın bedelini ödeyerek hürriyetine kavuşturdular. Özelikle Hendek gazvesinde engin tecrübesi ve bilgisi herkesi kendine hayran bıraktı. O günün harp imkanlarına göre çok yeni ve modern sayılabilecek, şehrin çevresine hendek kazma fikri, onundu. Bir nevi sur vazifesi görecek olan hendeğin kazımında Selman (r.a.) canhıraş bir şekilde çalıştı ve beş arşın derinliğinde, on arşın boyundaki hendeği bir günde kazmaya muvaffak oluyordu. O'nun bu başarısı ashab arasında paylaşılamaz hale gelmesini sağladı. Muhacirler" Selman bizdendir" derken ensar da "Selman bizdendir" diye ona kucak açıyordu. Bunlara şahid olan Sevgili Peygamberimiz Selman'a dünyalar değer bir iltifatta bulunarak "Selman bizim ehl-i beytimizdendir" buyurdu.

Hz. Ömer'in hilafeti zamanında Medain'e vali tayin edildi. Valilik onun hayat standardında herhangi bir değişiklik meydana getirmedi.

Nefse sahip olma ve onu sabra alıştırma konusunda açlık ve az yemenin, atın önünden arpayı, itin önünden eti alıp azaltmak derecesinde etkili olacağını vurgulayan Selman, bir başka defasında bir vesak tutarında bolca rızık aldı. Tabii onun bu konudaki "hassasiyetini bilenler hemen sordular: "Ya Selman bu ne hal?" O, nefse hakim olmanın yollarından birinin, onun meşru isteklerini sınırlı olarak karşılamak oluğuna işaret için söyle konuştu: "Nefs ihtiyaç duyduğu azığı görünce mutmein olur ve insana ibadetini ifsad edecek bir vesvese veremez."

Selman (r.a.) rivayete göre ikiyüz küsur sene yaşamış ve 35/655 yılında vefat etmiştir.(Hz.Osmanın hilafeti zamanında)

Derdi ki: "Allah Resulü (S.A.V) bize ant verdi ve şöyle buyurdu: "Her birinizin taşıyacağı dünyalık, bir yolcunun taşıyacağı azık kadar az olsun."

Derdi ki: "Şunlara şaşılır; dünyaya hırsla sarılır ama ölüm onu arıyor, unutmuş ama; unutulmuş değil, güler ama bilmez ki Rabbi ondan razı mı değil mi?"

KASIM BİN MUHAMMED(r.a.)

Selman Farisi'den sonra, "altın silsile" tabiîn nesline geçiyor. Emanetin sahibi bu sefer Hz. Ebû Bekir'in torunu Kasım bin Muhammed. Künyesi de Ebu Muhammed. Annesi İran hükümdarlarından Yezdcürd'ün kızı. Bu yüzden Hz. Peygamberin torunu İmam Zeyne'l-abidin ile teyzezade. Halası Hz. Aişe validemizin şefkat ve merhametine mazhar oldu. Hz. Aişe validemizin, onun başını bile tıraş ettiği rivayet edildiğine göre, ona gösterdiği ilgi ve yakınlık anlaşılmış olur.

Babası İçin Mağfiret Dilerdi

Hz. Kasım, Hz. Aişe validemiz başta olmak üzere, Ebu Hüreyre, İbn Abbas gibi büyük sahabilerden hadis ve ilim aldı. Medine'nin yedi büyük fakihinden biri oldu. Hadis ve sünnet bilgisine vukufu, tefsir ilmine vukufundan daha üstündü. Fıkıh ve tasavvufta

Page 7: Başbuğ velilerden 33

üstaddı. Babası Muhammed b. Ebu Bekir'in Hz. Osman devrindeki taşkınlıklarından dolayı Cenab-ı Hakk'tan babası adına mağfiret dilerdi.

Mekke ve Medine arasında yetmiş yaşlarında olduğu halde vefat etti. Ölmeden önce gözlerini kaybetmişti. Öleceğini anlayınca oğluna: "Beni içinde bulunduğum giysilerle; gömlek, izar ve rida ile kefenleyin" dedi. Oğlu: "Babacığım, bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sorduğunda: "Dedem Ebu Bekir de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kafi, sonra dirilerin yeni giysiye ölülerden daha çok ihtiyacı var." cevabını verdi. Bundan sonra oğluna, önce kabrini dümdüz yapmasını, ondan sonra ailesine haber vermesini vasiyet etti.

"Elimde olsa Hilafeti O’na Verirdim"

Ömer bin Abdülaziz'in "Elimde olsa hilafeti Kasım bin Muhammed' e bırakmak isterdim" diye halim övdüğü. İmam Malik'in "Kasım bu ümmetin fukahasındandır" diye sena ettiği Ebu Bekir torunu, gerçekten asalet ve mehabet timsaliydi.

Ömer bin Abdülaziz ile münasebetleri şöyle başlamıştı. Abdülmelik bin Mervan öldüğünde Ömer bin Abdülaziz çok üzülmüş, yetmiş gün süreyle yas tutmuştu. Bunu duyan Kasım, Halife 'nin yanına giderek: "Bilmez misin ki, eslafımız musibeti de, nimeti de aynı gözle görür ve aynı tavırla karşılardı. Nimete tezellül, musibete tecemmül gösterirdi. Yani nimete layık olmadığı düşünerek şükreder, musibete de hikmetini arayarak sabrederdi." Bu nasihattan çok hoşlanan Ömer bin Abdülaziz, Kasım'a ayrı bir ilgi gösterir olmuştu. Çünkü gönlüne onun sayesinde dünyadan zühd anlayışı dolmuştu.

Büyük Bir Fakih

Kasım fakihti. Sabahın erken saatinde mescide gelir, iki rekat namaz kılar, sonra etrafını çevreleyen insanların muhtelif sorularını cevaplardı. Akşamleyin yatsı namazından sonra arkadaşlarıyla ahiret hakkında sohbetlerde bulunur, onları vera ve takva konusunda aydınlatırdı.

Zahiddi, zühdünün gereği, kendisine verilmiş bulunan 100. 000 dirhem ganimet malına elini sürmemiş, fukaraya dağıtmıştı. Sıkıntılı ve dar zamanında ihtiyacı olduğu halde kendisine verilen zekat malını fukaraya dağıtırdı

Sıddikî silsile, Hz. Ebu Bekir Sıddîk'tan sonra arasına Selman'ı katarak Kasım île yine Sıddîk ailesine geçdi. Hz. Kasım'dan sonra silsile, ehl-i beyt'e intikal ederek İmam Cafer-i Sadık hazretlerine geçecektir.

CAFER-İ SADIK (r.a.)

Hayatında hiç yalan konuşmadığı için bu lakabı almıştır. Büyükdedesi Hz. Ali (r.a)'ye çok benzerdi.

Altın silsilenin beşinci halkasını oluşturan Ca'fer-i Sadık, hem Hz. Peygamber (s.a)'in nesl-i pâkinden, hem de Hz. Ebu Bekir (r.a)'in. Babası Muhammed Bakır, Hz. Hüseyin'in torunu; annesi Ümmü Ferve Hz. Ebu Bekir'in torunu ve altın silsilenin dördüncü halkası, oluşturan Kasım b. Muhammed'in kızıdır.Bütün maddi ve manevi ilimlerle meşgul. Maddi ilimlerde aklıyla maddeyi tasarrufu altına alma özelliğine sahip. Kimya, fizik ve cebir ilimlerinde en önde. İslam'ın kalplerin keşfiyle meşgul olduğu kadar, akılla maddenin sırlarını keşfini emrettiğini gösterdi. Cebir ilminin mucidi sayılan Cabir b. Hayyam onun talebesi ve bu ilimde ondan çok şeyler öğrendiği nakledilir. Ayrıca tasavvufi tefsir dediğimiz işarî tefsirde ilklerden. İmam-ı Azam Ebu Hanife ile çağdaş, Hatta Ebu Hanife'nin onu tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen manevi değişikliğe işaret için: "Son iki yıl olmasaydı, Numan helak olurdu" dediği söylenir.

Ca'fer-i Sadık, Cennetü'l-Baki mezarlığına babası Muhammed Bakır ve dedesi Ali Zeynelabidin ile dedesinin amcası Hz. Hasan b. Ali'nin kabirleri yanına defnedildi. Cennetü'l-baki'de bulunan mezarlar düzleninceye kadar özellikle İranlılar tarafından çokça ziyaret edilirdi. Çünkü İranlıların Mezhebi Ca'feriyye ona nisbet edilir.

Halifelik Teklif Edilince

Ca'fer-i Sadık'ın hayatının bir kısmı Emevî halifeleri döneminde, bir kısmı da Abbasi hilafeti zamanında geçti. Emevî hilafetine karşı ayaklanan Ebu Müslim Horasanî, bir aralık ona mektup yazarak halife olmasını istedi. Ca'fer "Ben halifeliği kabul edemem." dedi ve gelen mektubu yaktı. Çünkü o, mana aleminin halifesiydi. Böyle siyasi bir çekişmeye fiilen girse manevi otoritesini

Page 8: Başbuğ velilerden 33

zedeleyip büsbütün yalnız kalabilirdi. Hilafet Abbasi hanedanına geçtikten sonra da bazı halifeler, onun manevi nüfuzundan korkmuşlarsa da, mehabeti karşısında ona saygı duymaya mecbur olmuşlardı.

Keramet ölçüsü

Keramet ve istikamet ölçüsünü şöyle anlatırdı: "Nefsiyle nefsi için mücahede eden keramete ulaşır, nefsiyle Allah için mücahede eden istikamete erer, Hakk'a ulaşır."

Şeref sahibi olmak için ;

Şeref sahibi, onurlu kimsenin şu dört şeyi yapmaması yakışık olmazdı:

1. Bulunduğu meclise babası gelince ayağa kalkmak. 2. Misafirlere hizmet etmek. 3. Yüz tane hizmetçisi olsa, bineğine yardım istemeden binmek. 4. İlim öğrendiği hocasına hizmette kusur göstermemek.

İyiliğin kemâli

Ona göre iyilik üç şeyle kemâle ererdi:

1. Yaptığın iyiliği küçük görmekle, 2. Yaptığın iyiliği gizlemekle, 3. İyi ve hayırlı işte acele etmekle.

Oğluna vasiyyeti Oğlum, Allah, kendisinin taksimine kanaat getireni başkalarına muhtaç bırakmaz. Başkasının elindekine göz diken ise fakir olarak ölür.

Taksim-i ilahiyyeye razı olmayan, Allah'a hükmü konusunda töhmet etmiş olur.

Kendi günahını küçük gören, başkasının küçük günahını büyük görür. Başkasının günahını küçük görenin gözünde kendi günahı büyük görünür.

Başkalarına isyanla kılıç çeken kılıçla öldürülür.

Başkasının kuyusunu kazan kazdığı kuyuya düşer.

Beyinsiz adî insanlarla düşüp kalkan değerini yitirir ve hakarete uğrar.

Alimlerle düşüp kalkan saygı görür.

Kötü yerlere girip çıkan töhmete uğrar.

Lehinde de olsa aleyhinde de olsa, daima hakkı söyle. Koğuculuk yapmaktan sakın; çünkü koğuculuk, insanların kalplerine kin ve intikam tohumları eker." Ca'fer-i Sadık'la altın silsile, ehl-i beyt ve Bekriliği birleştirerek yeni bir çehre kazandı.

Cafer-i Sadıktan:

Derdi ki: "Bir mü'min kardeşine karşı sevmediğin bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısı araştır. Bulamazsan belki benim bilmediğim bir özrü vardır de ve kapa."Buyurdu ki: "Bir kimsenin Rızkı daralırsa istiğfara devam etsin."Derdi ki: "Bir kimse sevdiği bir malın elinde kalmasını istiyorsa, baktıkça maşallah la kuvvete illa billah desin."

Derdi ki: "Beş kimseden sakının; yalancıdan, ahmaktan, cimriden, mürüvvetsizden ve fasıktan."

-Bir gün kölelerini çağırdı. "Gelin bîat eyleyelim ve söz verelim ki; kıyamette, içimizden hangimiz kurtulursa, diğerlerine şefaat etsin." Ey Resulullahın (S.A.V) oğlu, sizin bizim şefaatımıza ihtiyacınız yoktur. Dedeniz, bütün insanların ve cinlerin

Page 9: Başbuğ velilerden 33

şefaatçısıdır, dediler. Hazreti îmam, "ben bu amelimle, kıyamette Ceddimin yüzüne bakmaya utanırım buyurdu."

-Bir kimse Cafer Sadık hazretlerinin huzuruna gelip; "Bana Allah'ü Teala'yı göster" dedi. "Siz, Musa Aleyhisselama: "Beni göremezsin" dendiğini bilmiyor musunuz?" "Biliyorum, fakat bu ümmet Muhammet Mustafa'nın (S.A.V) ümmetidir. Kimi, kalbimle Allah'ü Teala' yı görüyorum, kimi, Rabbimi görmeyince, ibadet etmem diyor, dedi."Sadık; "Şu adamı bağlayın ve Dicle'ye atın" buyurdu. Adamı bağlayıp Dicle'ye attılar. Suya gömdüler, çıkardılar.Dedi ki: "Ey peygamber efendimizin (S.A.V) oğlu, beni kurtar.Sadık; "Ey su bunu içine al" buyurdu. Yine battı. Çıkınca ; yine Ey Resulullahın (S.A.V) oğlu beni kurtar dedi. Ey su bunu içine al buyurdu. Bir kaç defa devam etti. Nihayet, her şeyden ümidini kesip, suya gömülünce insanlardan bir şey istemeyip "Ya Rabbi beni kurtar" dedi. Sadık onu çıkarın buyurdu. Çıkardılar. Kendine gelmesi için bir müddet yatırdılar.Sonra "Hakkı gördün mü?" buyurdu. Başkasından yardım istediğim müddetçe önümde bir perde vardı. Bütün varlığımla ona sığınınca, kalbime bir pencere açıldı. Oradan baktım aradığımı buldum dedi.Sadık buyurdu ki; "doğru söyleyinceye kadar, yalancı idin. Şimdi, kalbinde açılan o pencereyi iyi muhafaza et.

Buyurdu: Sadaka ile rızkınızı çoğaltınız. Zekat vererek mallarınızı koruyunuz. îktisat eden aldanmaz. Tedbir, yani düzenli olmak geçimin yarısıdır.İnsanlarla iyi geçinmek aklın yarısıdır.

Buyurdu: Takvadan üstün azık yoktur. Susmaktan güzel bir şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur.

BAYEZİD BİSTAMİ (r.a.)

Bayezîd-i Bistamî, sûreti itibarıyla Hz. Ebû Bekir (r.a)'a benzerdi. "Sultânu'l-ârifin" diye anılırdı.

Altın silsile, Ca'fer-i Sâdık ile Hz. Ebû Bekir'in soyu ve yolu ile Hz. Ali'nin soyunu ve meşrebini birleştirdikten sonra halkasına Bâyezid Bistamî'yi de aldı. Bâyezid Bistamî, Hz. Peygamber'in kendisine : "Bunlardan Öyle erler çıkacak ki iman Süreyya yıldızında olsa muhakkak ona yetişecek" buyurduğu Selman Fârisi (r.a)'ın memleketi olan İran'ın Horasan bölgesinin Bistam şehrinden.

Adı Tayfur bin İsa, künyesi, Ebû Yezîd, nisbesi el-Bistâmî. "Bâyezid Bistamî" diye meşhurdur.

Bayezîd, cezbesi istiğraka, sevgisi aşka varan ve tevhid konusunda konuşan sûfîlerdendi. Çağdaşları O'nun ilm-i tevhid ve ilm-i hakikata dair söylediklerini anlayamadıklarından çeşitli ithamlarda bulundular ve onu yedi defa memleketinden ayrılmaya mecbur bıraktılar. Fakat her defasında işleri bozuldu, başlarına belalar geldi. Bunun üzerine onun büyüklüğünü anlayarak hürmet göstermeye başladılar.

"Tevhid nedir?" diye soranlara şöyle cevap verirdi:

- Tevhid yakindir. Yakin ise mahlukatın her türlü hareketini Allah'ın fiili olarak bilmek ve ef'alinde O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. İnsan Rabbını tanıyıp bu tanıma duygusunda istikrara erince tevhide erer. Bunun anlamı fiillerinde O'nun hiç bir ortağı yoktur, demektir.

Bu anlayış sebebiyle o şöyle münacatta bulunurdu: "Ya Rabb, benliğimi aradan çıkar, ben seninle oldukça en büyük benim. Nefsimle oldukça en küçük benim."

Açlık ve Hikmet

Açlık ve hikmet arasında ilgi kurar ve hikmetin asıl kaynaklarından birinin "açlık" olduğunu anlatmak için derdi ki: "Açlık bulut gibidir, insanın kalbine açlık sayesinde hikmet yağmurları yağar."

Sordular: - Marifeti neyle buldun? Şöyle cevap verdi: - Aç karın ve çıplak bedenle. - Açlığı neden bu kadar övüyorsun diyenlere: - Eğer Fir'avn aç olsaydı, ilahlık iddiasında bulunmazdı, diye karşılık verdi.

Riyazat ve Aşk

Page 10: Başbuğ velilerden 33

Aşk şarabından içti, kendinden geçti. Bu yüzden bazan Bayezîd'i soranlara: "Ben de otuz yıldır onu arıyorum, fakat ondan bir eser bulamıyorum" derdi. Riyazat ve mücahede, aşk ve cezbe ehlinden olduğu için tasavvufu şöyle tarif ederdi:

"Tasavvuf, rahat kapısını kapayıp, sıkıntı ve mücahede kapısını açmaktır"

Derdi ki: "Ağzımdan Şeriat'e aykırı böyle sözler döküldüğünü duyarsanız, üzerime kama ve kılıçlarla saldırınız."

İrfan sahibinin vasfını sordular. Şu cevabı verdi: "Tıpkı cehennem ehli gibi... onlar ölmek ve dirilmek bilmeyen hayata sahiptirler... yanarlar... yanarlar.. ama bunları yakan bir başka ateştir.. aşk ateşidir.. muhabbet ateşidir.."

Mevlana'ya atfedilen aslında Bayezid'm olan sözü: "Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."

Bir gün Bistam alimlerinden biri kendisine sordu:- Ya Bayezid bu ilim sana kimden ve nerden vergi? dedi. Şu cevabı aldı:- Allah (c.c)'tan., Ve Allah (c.c)'m ni'meti..Onun zatından.. izahı çok kolay... Peygamber (SAV)'in şu hadis-i şerifini okursan anlarsın!"Bir kimse bildiğiyle amel ederse, Cenab-ı Hakk ona bilmediğini ihsan eder." gelen alim, cevabı karşısında sustu, durumu kavradı çıkıp gitti.

Şeyh Feridun-i Attar (Tezkire-tül evliya adındaki kitabında buyurmuştur ki; Yusuf Necürani adında bir zat imtihan kastiyle keramet talep ederek Bayezid' in huzuruna gelir. Hazreti Şeyh de: "Biz kerametlerimizi ve harikalarımızı ona havale ettik, ona gidin", buyurup, müridlerinden Şeyh Ebu Said Raî hazretlerine gönderir.Bu işaret üzerine Yusuf Necürani, Şeyh Ebu Said hazretlerinin yanına gittiği zaman, Şeyh hazretleri sahrada namaz kılmakta, kurtlar ise koyunlarına çobanlık ve bekçilik etmekte olduğunu gördü. Ebu Said hazretleri namazı bitirince Yusuf Necürani, kendisinden taze üzüm ister. Şeyh Raî Hazretleri de, elinde bulunan asasını iki parça edip, bir parçasını kendi tarafında diğer parçasını Yusuf Necürani tarafında yere diker dikmez Allahü Teala'nın hikmeti ve ihsanı ile asma haline gelerek taze üzüm verir. Fakat şeyh Raî hazretlerinin tarafında olan beyaz, Yusuf-i Necürani tarafında olan siyah renkli olarak zuhur eder.Yusuf-i Nercürani, ne için bu üzümlerin renkleri değişik? dediği zaman; Şeyh Raî hazretleri: "Ben Cenab-ı Hakk 'dan yakinî olarak istedim, sen ise imtihan etmek için istedin. 0 halde her şeyin rengi kendi halinde olmak gayet tabiidir" cevabını verdi.

İmam-ı Şafiî anlatır: Birisi Abdüm ihman bin Yahya'ya tevekkülden sordu. Elini ejderhanın ağzına soksan ve bileğine kadar ağzına girse. Allahü Teala ile olup, başkasından korkmamandır" buyurdu Bayezid hazretlerine de tevekkülden sormaya gittim. Kapıyı çaldım. Birden "Abdurrahman'ın sözü sana kafi gelmedi mi?" buyurdu. Kapıyı açın dedim. "Sen beni ziyarete gelmedin, cevabını da kapının arkasından aldın" buyurdu. Ve bana kapıyı açmadı, Gittim, bir sene sonra ziyaretine geldim. Bir ay miktarı yanında kaldım. Bu zaman içinde kalbimden geçen her şeyi bana haber verirdi.

Vefatından sonra onu rüyada gördüler ve sordular: "Halin nice oldu?"- Bana; "ey pir, ne getirdin?" dediler. Dedim ki: "Dilenci padişahının kapısına gelince; ona, "ne getirdin?" demezler. "Ne istersin?" derler. Hîtap geldi: "Doğru söylüyor onu bırakın."

Hicri 231 yılında, Bistam' da vefat etmiştir. Mübarek mezarı Bistam'da herkesin ziyaret yeridir.

EBU’L HASAN HARAKANİ (k.s.)

Altın silsilenin yedinci halkası Bâyezîd Bistâmî'nin hemşehrisi ve türbesinin bekçisi. O'nun rûhâniyetinden feyz alarak "üveysî" tarikla yetişti. Doğumu Bâyezid'in vefatından 91 yıl sonradır. Ebu'l-Kasım Kuşeyri, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet ricaliyle İbn Sina gibi felsefe ve tıb otoriteleriyle çağdaş. Kuşeyri'nin

Page 11: Başbuğ velilerden 33

onun hakkında; "Harakan'a varınca Şeyh Ebu'l-Hasan'ın heybet ve haşmetinden fesahatım sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım" dediğini nakleder.

Sûreti itibariyle Hz. Ömeru'l-Fâruk (r.a)'a benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle, "zamanın kutbu ve gavsi" ünvanlarıyla anılan bir gönül sultanıydı.

Gazneli Mahmut ve Harakani

İlk müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd onu ziyaret ederek feyz alanlar arasındadır.

Şeyh Harakanî'nin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakan'a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakanî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de Harakanî bunu reddeder. Bu sefer, "ondan bir hatıra olsun diye" herhangi bir eşyasını ister. Harakanî de Sultan'a bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh Harakanî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:

- Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama, yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim? Şeyh Harakanî, şu karşılığı verir:

- İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.

Sultan Gazneli Mahmûd, Harakanî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi. Şeyh dedi ki:

- "Şu dört şeye dikkat et!

1. Günahlardan sakın, 2. Namazını cemaatla kıl, 3. Cömert ol, 4. Mahlûkata şefkatle muamele et!."

İbni Sina ve Harakani

Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan Filozof İbn Sînâ, Harakanî'yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp karısından nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına; onu aramaya gider. İbn Sînâ yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:

- Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:

- Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi, der. Evdeki kurt karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz ve hırçın bir kadındır, ama Harakanî. Allah için onun sıkıntılarına katlanarak "kesb-i kemâlât" etmiştir.

Harakani’nin Meşrebi

Bâyezid Bistâmî meşrebindeydi. O'nun gibi coşkuluydu, cezbesi ve sekri, sahvına galipti. Fena ve baka, sekr ve Sahv ile tevhid ve vahdet konularında pek çok söz söylemiş, Hallâc gibi "Ene'l-Hak" anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur.

Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan okuyan Harakanî, en sonunda hemşehrisi Bâyezid Bistâmî 'nin dergahında karar kılmış, senelerce önce ölmüş bulunan Bâyezid'in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezid sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüş.

Fütüvvetin Şartı

Page 12: Başbuğ velilerden 33

Ona göre fütüvvet ve civanmerdliğin şartı üçtü:

1. Cömertlik, 2. Şefkat, 3. Halktan müstağni olmak.

Amel ve ibadetlerdeki ölçüsü şuydu: "Hergün akşama kadar halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın. Her gece de sabaha kadar Hakk'ın beğendiği amel ile olasın."

Sufilik ve Hırka

- "Sûfî kimdir?" diye soranlara:

- Hırka ve seccade ile sûfî olunmaz, merasim ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fena ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lâzım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.

Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh dedi ki:

"Bir erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!"

İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:

- İnsanlar üç zümredir:

1. Sen kendisini incitmediğin halde o seni incitir. 2. Sen kendisini incitirsen o da seni incitir. 3. Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.

Tasavvufî umdeleri Nebevî üslûpla şöyle anlatırdı:

- "Çok ağlayın, az gülün, çok susun, az konuşun, çok verin, az yiyin, başınızı yastıktan uzak tutmaya çalışın." Harakanî, cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu geliştirdi ve emaneti Gazzâlî'nin de şeyhi olan Ebû Ali Farimedi'ye teslim etti.

Sordular: "îhlas nedir?" Dedi ki: "Allah (c.c) için yaptığın her şey ihlas, kul için yaptığın her şey de riya."

Dedi ki: "Kırk yıldır nefsim, bir içim soğuk su yahut bir bardak ekşi ayran dilemekte... henüz dileğini ona vermedim."

Derdi ki: "Gönüllerin en parlağı, içinde halk bulunmayandır. Amellerin en hayırlısı, içinde mahlukun fikri olmayandır. Nimetlerin en helali, kendi emeği ile; hasıl olandır. Dostların en hayırlısı, yaşayışı hakk ile olandır."

EBU ALİ FARMEDİ (k.s.) Altın silsilenin sekizinci halkasını oluşturan Ebû Ali Farmedi, tasavvuf tarihimizin yıldız şahsiyetlerinden Ebû'l-Kasım Kuşeyri'nin talebesi, İmam Gazzali'nin şeyhi ve üstadı.

Kuşeyri onu tefsir ve hadis gibi dini ilimlerde yetiştiriyor, vaaz ve irşad konusunda eğitiyordu. Ebû Ali Farmedi'yi Kuşeyri, devamlı surette ilme teşvik ediyordu. İlimde derinlik, marifette rüsuh kesbeden Ebû Ali, birgün şahidi olduğu muazzam bir tecelli ile sarsıldı. İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kalemi hokkaya bir daldırdı ki, ne görsün kalemin ucu bembeyaz, oysa hokka mürekkeple dolu. Kalemi tekrar tekrar hokkaya sokup çıkardı, fakat nafile, değişen bir şey olmadı.

Büyük bir dehşete kapıldı ve doğruca üstadı Kuşeyri'ye koştu. Olanları dinleyen büyük mutasavvıf: Artık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak." dedi. Bunun üzerine Ebû Ali, eşyasını alıp medreseden ayrılıp tekkeye taşındı.

Ebû Ali, bu dergahta bir müddet kaldıktan sonra meydana gelen bazı tecelliler sebebiyle memleketinden ayrılıp Nişabur ve Tuş şehrinin yolunu tuttu. Tus'da Ebû'l-Kasım Gürgani'yi buldu ve ona bende oldu. Gürgani'nin yanında riyazat ve mücahede ile

Page 13: Başbuğ velilerden 33

meşgul olarak seyr u sulukunu tamamladı. Şeyhi kendisini vaaz ve irşad halkasını kurmak ve zikir meclisi teşkil etmekle görevlendirdi ve onu kızıyla evlendirdi Ebû'l-Kasım Gürgani'den Nakşbendiyyenin Haydari koluna aid silsileyi alan Farmedi, daha sonra Ebû'l-Hasan Harakani'ye intisab ederek Siddiki silsileye de dahil oldu ve böylece iki silsileyi birleştirmiş oldu

Selçuklu veziri Nizamül-mülk, onun değerini anlayanların başında gelir.Ebû Ali Farmedi, üstadı tefsir sahibi Kuşeyri'den aldığı üstün ifade ve tesir gücü sayesinde çok güzel vaazlar verirdi.

Ebû Ali Farmedi, hadis ve tasavvuftan başka fıkıh ilmine, özellikle de Şafii fıkhına aşina idi. Bu yüzden imam-ı Gazzali'nin tasavvufta olduğu kadar fıkıhta da üstadıydı. Aslında Ebû Ali Farmedi Kuşeyri ile Gazzali arasında bir köprü görevi üstlenmiştir.

Farmedi, emaneti Yusuf Hemadani'ye bırakıp Hakk'a yürüdü.

YUSUF HAMEDANİ (k.s.)

Altın silsilenin dokuzuncu halkası Yûsuf Hemedânî, Türk dünyasının İslâmlaşmasını, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasını sağlayan Yesevilik ile Nakşiliğin kolbaşı.Çocukluk yıllarını memleketinde geçirdi. On sekiz yaşına gelince Bağdat'a gitti.Gazzali'nin de mürşidi olan Ebû Ali Farmedî'yi tanıyarak müridi oldu. Genç yaşına rağmen şeyhine hizmetle himmetine mazhar oldu.

Şeyhinin vefatından sonra Herat, Merv ve Rey şehirleri arasında mekik dokudu. Bu bölge halkı onu âdeta paylaşamaz olmuştu. Bu şehirlerden her birinde zikir ve sohbet halkaları kurdu. Özellikle Rey şehrindeki tekkesi, emsâli görülmedik bir cemaatle dolup taşardı.

1121 yılında bir ara tekrar Bağdat'a geldi. Bir yandan halka hadis naklederken, bir yandan da Nizamiye medresesinde fıkıh dersleri okuttu. Hemedânî'nin gerek hadis dersleri, gerekse Nizamiye medresesindeki fıkıh dersleriyle vaazları, halkın büyük bir ilgisine mazhar oldu.

Ebû'l-fazI Sâfî bin Abdullah anlatıyor:

Ben şeyhimiz Yusuf Hemedânî'nin Bağdad'da Nizamiye medresesindeki derslerine devam ederdim. Bir gün herkes kulak kesilip onu dinlerken topluluğun içinden İbnu's-Sakka isimli bir fâkih ayağa kalkıp bazı sorular sordu. Onun sorularındaki mubâlâtsızlıktan rahatsız olan Yusuf Hemedânî: "Otur yerine, sana cevap vermeyeceğim, çünkü ben senin sözlerinden küfür kokusu duyuyorum. Korkarım ki sen İslâm'dan başka bir din üzere ölürsün." dedi. İbnü's-Sakka isimli bu sahte fâkih, sustu ve şaşkın şaşkın yerine oturdu.

Aradan bir müddet geçtikten sonra bir Bizans sefiri Bağdad'a geldi. İbnü's-Sakka bu elçiyle buluşup bir süre onunla konuştu. Sonuçta Bizans elçisine: "Ben sizin dininize girmek istiyorum" dedi. Sefir de onu alıp beraberinde Rum diyarına; o günün Kostantınıyyesine götürdü. Orada Bizans imparatoruyla tanışan İbnü's-Sakka sonuçta Hristiyan oldu. Hayatını Rum diyarında Hristiyanlar arasında geçiren İbnu's-Sakka'yı Bağdad'dan gelen müslüman tüccarlar ölüm döşeğinde de ziyaret ettiler. Vaktiyle "hafız" olduğunu bildikleri İbnu's-Sakka'ya "Hafızanda Kur'an'dan hiçbir şey kaldı mı?" diye sordular, o şu cevabı verdi:

"Hayır, sadece şu âyet kaldı: "Kâfirler vaktiyle niçin müslüman olmadıklarına çok hayıflanacaklar" (bk. el-Hicr, 15/2) Bir mürted için bundan daha güzel uyarı olabilir mi? Bu, Kur'an'ın lâfzıyla ve mânâsıyla mucize oluşunun bir delili değil de nedir?

Tesiri ve Nüfuzu:

Türkistan diyarına İslâm'ın sesini, tasavvufun nefesini duyuran Hemedânî'dir.. Başlıca halifeleri: Ahmed Yesevî ve Abdulhâlık Gücdüvânî'dir. Ahmed Yesevî, Yesevîliğin, Abdulhâlık Gücdüvânî ise "Hacegân" yolunun; yani Nakşbendiliğin takipçisi oldular.

ABDÜLHALİK GÜCDÜVANİ (k.s.)

Gucdûvanî, altın silsilenin onuncu halkası. "Şeyh" anlamına kullanılan Farsça "Hace", Türkçe "Hoca" lakabıyla meşhur

Page 14: Başbuğ velilerden 33

Maneviyata Yönelişi:

Bir gün hocası Allame Sadreddin ile tefsir okurken söz; "Rabbınıza için için yalvararak gizlice dua edin" (el-A'raf, 7/55) ayetine geldi. Gucdûvanî sordu:

- Bu gizliliğin aslı ve hafî zikrin hakikati nedir? Cehrî zikirde organlar hareket eder, ses dışardan duyulur. Hafî zikri ise dışardaki insanlar görmese bile, insanın içindeki şeytan görür. Çünkü Allah Rasûlü (s.a): "Şeytan insanoğlunun kan damarlarında dolaşır" buyurmaktadır. Öyleyse insanın zikir sırasında başkaları tarafından görülmemesinin ve şeytan tarafından sezilmemesinin yolu nedir?

Allame Sadreddin bu soruya cevap vermekte zorlanınca işin kolayını hakikati itiraf etmekte buldu ve şöyle konuştu:

- Bu sorunun cevabı, ancak ledün ilmiyle verilir. O da bizde yok. Çünkü o, Allah'ın velî kullarına has bir ilimdir. Şu kadar var ki, Allah dilerse senin karşına bir veli kulunu çıkarır ve müşkilini hallettirir.

Hızırla Dostluğu:

Hace Abdülhalık, hocasının bu sözünden sonra Allah'ın, kendisine yol gösterecek kimseyi bir gün karşısına çıkarmasını bekler olmuştu. Bir süre sonra karşısına çıkan, Hızır (a.s.) oldu. Hızır onu evladlığa kabul etti ve ona "vukuf-i adedi" ile "hafî zikri" talim etti. An'aneye göre Hz. Peygamber (s.a)'in Sevr mağarasında Hz. Ebu Bekir (r.a)'e öğrettiği bu zikir tarzı, Abdülhalık Gucdûvanî ile daha bir önem kazandı. Hacegan yolunda bir süre terkedilen bu usul, Hace Abdulhalık'ın "Üveysî" üslupla mürid ve talebesi olan Şah-i Nakşbend (ö. 791/1389) hazretlerinde yerini iyice sağlamlaştırmış oldu.

Nefsin tuzakları:

Bir gün bir derviş sordu:

- Nefsin istediğini mi yapayım, istemediğini mi? Hace hazretleri şöyle buyurdu: - Nefse uyup uymamak konusun da, çoğu zaman akıl da yanılabilir. Bunun en güzel ölçüsü, Hakk'ın emrettiğini yapmak, nehyettiğinden kaçmaktır; yani şeriata uymaktır

Derviş bu sefer tekrar sordu:

- Dervişlik yoluna şeytan karışır mı? Hace Abdülhalik dedi ki: - Evet nefsini fenaya erdirmede son merhaleye ulaşmamış bir dervişin öfkelenince yoluna şeytan karışır ve işini allak bullak eder. Nefsini ifna edende ise öfke bulunmaz. Gadabın yerini gayret alır. Ancak gadapla gayret birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü gadap nefsanîdir. Gayret rabbanidir ve Allah ve Rasulü'ne düşkünlük, onlara yapılacak hakarete adem-i tahammüldür.

Aynı derviş ona bir başka gün yine şöyle dedi:

- Allah beni, cennetle cehennem arasında muhayyer bıraksa ben cehennemi tercih ederim. Çünkü cennet, nefsin muradıdır. Ben ise nefsimin arzu ve isteklerine karşı direniyorum.

Hace hazretleri buyurdu ki:

- Senin düşüncen çarpık ve sakat, çünkü tersten yine nefs kokuyor. Kulun irade ve ihtiyar ile ne işi var? Bize Hakk nereye git derse, biz oraya gideriz. Neyi yap derse onu yaparız. Kulluk ve nefse muhalefet böyle olur.

Vasiyetnamesi:

Gucdûvanî hazretlerinin oğlu Evliya-yı Kebir için yazdığı bir vasiyyeti vardır ki, Nakşi an'anesinde hikmet ve marifet açısından çok

Page 15: Başbuğ velilerden 33

önemli bir yer tutar. Onun oğlunun şahsında bütün ilim ve irfan ehline yaptığı vasiyeti şöyledir:

"Bütün hallerinde ilim, edeb ve takva üzre olasın. Selefin eserlerini oku, izlerinden yürü. Ehli sünnet ve'l-cemaat çizgisinden ayrılma! Fıkıh ve hadis öğren, cahil sofilerden uzak dur. Namazını cemaatle kılmaya itina et. Fakat imam, ya da müezzin olma. Şöhretten uzak dur; çünkü şöhret afettir. Herhangi bir makama göz dikme! Mahkeme ilamlarına adını yazdırma, kimseyle mahkemelik olma! Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine de karışma. Padişah ve devlet adamlarıyla düşüp kalkma! Dergah kurma ve dergahta oturma! Parlak oğlanlarla, namahrem kadınlarla, lafını bilmeyen avam insanlarla ülfet etme! Güzel seslere fazla kapılma; zira onun çoğu kalbi öldürür. Güzel sesleri ve hoş nağmeleri büsbütün red ve inkar etme, zira onlara bağlı olanlar çoktur. Az ye, az konuş, az uyu ve kalabalıktan arslandan kaçar gibi kaç! Daima kendi yalnızlığınla Hakk ile beraber ol! Helal lokmayı ara ve şüphelilerden kaç. Nefsin hakkında iktidar sahibi oluncaya kadar evlenme ki, dünya seni yutmasın, seni kendisine meylettirmesin. Çok gülmekten; özellikle de kahkahayla gülmekten sakın; sonra gönlünü öldürürsün. Herkese şefkat nazariyle bak ve hiç kimseyi hor görme! Dışını süslemeye çok önem verme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Halkla çekişme, hiç kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme! Şeyhlere malın, canın ve gücünle hizmet et. Onların işlerini red ve inkara kalkışma! Çünkü bu hal, felah bulmayan bir hüsrana yol açar. Dünyaya ve dünyacılara meyletme. Daima elbisen sade,yoldaşın derviş, mayan ilim, evin mescid, dostun Allah Teala hazretleri olsun."

(Altun Silsile)nin Abdülhalik Hz.’den sonra ana ölçü haline gelmiş onbir düsturu vardır ki,bunları çerçeveleyen ve temelleştiren kendileridir: ZÂHİRİ İZAHLARI

1. HÛŞ DER DEM : Ân içinde uyanıklık…Verilen ve alınan her nefesi bilmek…2. NAZAR BER KADEM : Gözün ayağa bakması ve dış alemden kesilmesi…3. SEFER DER VATAN : Aslî vatanda sefer…Ruhun kendi alemini aramak…4. HALVET DER ENCÜMEN : Kalabalıkta yalnızlık..Sun’î ve sahte yalnızlıklardan geçip,halk içinde .

gerçek ve belirsiz yalnızlığa ermek… 5. YÂD-I KERD : Dil ve kalb zikrini birleştirmek…6. BÂZ-I KEŞT : Haktan başka maksudu olmamak…7. NİGÂH-I DAŞT : Vehim ve hatarların murakabesi…8. YÂD-I DAŞT : Hakkı zevk yoliyle müşahede…9. VUKUF-U ZAMANÎ : Zaman bilgisi.Her halini görmek ve içinde bulunulan ânı tasarruf edebilmek10. VUKUF-U ADEDÎ : Sayı bilgisi. Zikirde kemiyeti muhafaza ve miktara riayet etmek.11. VUKUF-U KALBÎ : Kalb bilgisi. Zikrin nihaî gayesi olarak kalbi murakabe…

BÂTINÎ İZAHLARI

HÛŞ DER DEM : Alınan her nefeste hazır olmak…Yani her nefeste huzuru muhafaza etmek,Allah’tan gafil olarak tek nefes almamak…Şah-ı Nakşibend :”Bu yolda terakkinin temeli nefes üzerindedir.Her nefeste hale bakmalı ve mazi ile istikbali düşünmekten uzak kalmamalı..Nefesin giriş ve çıkışında iki nefes arasını öyle muhafaza etmelidir ki hiçbiri vücuda gafletle girip vücuddan gafletle çıkmasın.”

NAZAR BER KADEM :Bu ölçüde göz nereye değerse oraya akan gönlün perişanlıktan kurtarılması ve kendi iç alemine bağlı kalması hikmetini okuyoruz… SEFER DER VATAN “Vatanda sefer”manasına gelen bu tabir,müridin kötü ahlakından ve beşeri sıfatlarından sıyrılıp,iyi ahlak ve melekî sıfatların yurdu olan aslî vatanına sefer etmesini gösterir.Mürşid aramak için girişilen maddi seferler de bu mananın içindedir.

HALVET DER ENCÜMEN :Yani mecliste,toplulukta yalnızlık..Hoca Bahaeddin Nakşibend Hz.:”Halvet der encümen ; toplulukta yalnızlıktır.Zahirde halk,batında hak ile olmak”

Page 16: Başbuğ velilerden 33

YÂD-I KERD : Dilin kalble beraber zikridir. Hoca Ubeydullah Hz.:”……o türlü ki,tevhid kelimesindeki (lâ) hecesini yukarıya çekip(ilâhe) lafzını sağ terefına atarak (illâllah)kelimesini şidde ve kuvvetle kalbe indirerek Yükleyerek..Öyle ki;zikrin hararetini bütün vücuda yayılmış hissetmeli ve o hararet içinde erimeli..Tevhid kelimesinin nefy tabir olunan “lâ ilâhe”kısmında, mürid kendi vücuduyla beraber mutlak bir yokluğa dalacak,ispat kısmında “illâllah” ise varlığı yalnız Allah’a tahsis edecektir.Mürid bütün zamanını bu zikre bağlayacak ve hiçbir faaliyet,kalbin atışı gibi,onu bu zikirden alıkoymayacaktır.Nihayet zikir,kalbin zaruri sıfatı haline gelecektir….(…kalb üç köşeli bir et parçası ve insan hakikatinin toplu merkezi…kalbde tüm kainat özleştirilmiş,tüm mevcutların hülasa halinde nüshası ve sonsuz sırların toplam noktası…s.62)

BÂZ-I KEŞT :Zikirde ihtiyarsızca hatıra gelen,iyi ve kötü her fikri nefyetmek,kovmak…Zikirde kalbin:”Allah’ım,benim muradım sensin,senin rızandır;başka hiçbirşey değil!” itminanına ermesi şarttır.Kalpte başka alakalara yer kaldıkça böyle bir itminan teşekkül edemez ve zikir halis olamaz…(bu his elde edilinceye kadar zikre devam etmeli,bırakmamalı..)

NİGÂH-I DAŞT :Bu havâtırın ; yani kalbe ani olarak gelen yabancı ve nefyi gereken his ve fikirlerin murakabesidir. Mevlana Kaasım buyurdular: “Nigah-ı Daşt, o dereceye erişmelidirki, güneşin doğuşundan batışına kadar müridin gönlüne hiçbir yabancı şey uğramamalıdır.Öyle ki insanda hayal kuvveti kendi kendini azletmiş hale gelmelidir….

YÂD-I DAŞT :Her an ve mekanda,vicdan ve zevk yoliyle Allah’tan haberli olmak hali..Kendinden geçmeksizin huzur.

VUKUF-U ZAMANÎ : Bu mesele üzerinde Şah-ı Nakşibend Hz. buyuruyorlar:” Müridin bütün uğraşma ve didinmelerini neticeye bağlayan ve onu muradına eriştirmekte en büyük müessirlerden biri olan Vukuf-u Zamani ; insanın her an kendi halini bilmesi,halinin şükrü mü,özrü mü, gerektirdiğini anlaması demektir. Yakup Çerhî Hz.: “Bahaeddin Nakşibend Hz. , bize; kabz(sıkışma) halinde istiğfar ; bast(genişleme) halinde de şükürle emir buyurmuşlardır.İşte bu iki hale dikkat ve riayet Vukuf-u zamani’dir.

Hoca Ubeydullah Hz: “Müridin olanca kâr binası, Vukuf-u zamani işinde saat üzerine kurulmuştur.Yani müridin halinde ki nizam,vaktini muhafaza etmeye bağlıdır.Ta ki aldığı her nefes huzur ilemi, gaflet ile mi geçmektedir,bilsin.. Vukuf-u zamani, tasavvuf büyüklerince nefs murakabe ve muhasebesinden ibarettir.Muhasebe, her geçen saatin huzur veya gaflet noktasından hesaplanmasıdır.Eğer vaziyette noksan varsa “Baz-ı Keşt” usulüne sarılıp amele yeniden başlanması lazımdır.

VUKUF-U ADEDÎ : Zikir sayısına dikkat ve riayet işi…Hoca “Bahaeddin Nakşibend Hz , kalbi zikirde sayıya dikkat ve riayetin dağını havatırı toplayıp sildiğine işaret ederler…

Şah-ı Nakşibend Hz : “Vukuf-u adedi denilen hassa , ledün ilminin ilk mertebesidir.”

VUKUF-U KALBÎ : İki manalı.Biri; zikir edicinin her an Allah’ı bilmesi.(bu yad-ı daşt nevinden bir iş).

Hoca Ubeydullah Hz:”Vukuf-u kalbi, Allah’tan agâh olmakta bir gönül halidir.Öyle ki;gönülde Allah’tan gayri hiçbir şey olmayacak.”

Kendisinden dua isteyen birisine: "Her kim, farzları eda ettikten sonra dua ederse, duası kabul olur. Sen farzları yaptıktan sonra duada bizi hatırla. Biz de seni hatırlarız. Hem senin hakkında, hem de bizim için duanın kabulüne vesile olur" buyurdu.

ARİF RİVEGERİ (k.s.)

Hacegan yolunun ulusu, zikr-i hafinin sahibi ve "onbir esas"ın kurucusu Hace Abdülhalik Gucdüvanî'den sonraki halka Arif Rivegerî. Gucdüvanî'nin dördüncü halifesi. Nakşbendîliğin mukaddimesi olan "Hacegan" yolunda zikir, bu zat eliyle tekrar "cehri" şekle konuldu.

Arif Rivegerî, zahir ilimlerine aid eğitiminden sonra devrin büyük şeyhi Abdülhalik Gucdüvanî'ye intisab etti. Genç yaşında gerçekleşen bu , intisabdan kısa bir süre sonra, Rivegeri, irşada mezun oldu. Otuzbeş yaşlarında iken şeyhi vefat edince Rivegerî, onun yerine postnişin oldu. İrşad hizmetini uzun yıllar devam ettirdi.

Rivegeri'nin hafi zikirden cehrî zikre geçişi ömrünün son yıllarına rastlar. Halifesi Mahmüd Fağnevî'ye cehri zikri öğreterek halkı, gaflet kasvetinden kurtarıp zikrin haşyetiyle uyarmak istemiştir. Kendisine silsile'de "Pîşuva-yı arifan" denilmesi de bundan olsa gerektir.

Page 17: Başbuğ velilerden 33

MAHMUD FAĞNEVİ (k.s.) Mûsâ (a.s) meşrebinde ve kerameti zahir bir veliyyi kâmildi. Esâsı hafî zikir olan yolun usûlünü hal ve cezbe galebesiyle ve mürşidinin işâret ve müsâadesiyle cehrî yapmıştı. Yani cehri zikir ona, şeyhi Rîvegerî'den mevrûstu.

Altın Silsile'nin onikinci halkası yine Buhârâlı. Hayatı hakkında bildiklerimiz pek sınırlıdır. Mürşidi Ârif Rîvegerî'nin yerine irşad makamına geçinceye kadar dülgerlik yapar, inşaat işleriyle uğraşır, bina inşa ederdi.

"Mahmûd Fağnevî'ye sor bakalım, tariklarının esası hafî zikir olduğu halde, cehrî zikri hangi niyyetle yapıyorlar?" Fağnevî şu cevabı verdi: - Cehrî zikri uyuyanları uyandırmak, gafilleri Hak yoluna koymak, tevbe ve inabenin Allah için olmasını sağlamak niyyetiyle yapıyoruz.

Şeyh Hâfızuddin bu cevabı duyunca dedi ki: - Niyyetiniz sağlam, hâliniz tam. Çünkü değişen ve değiştirilen bir şey yok ortada. Temel anane yolundadır. Bu tecellî onlarda bir hâlet ve bir hikmet gereğidir. Gizli zikir yolundan aldıkları feyzi şimdi açıktan dağıtmaya memur olmuşlardır.

Şeyh Hâfızuddin, bir başka gün Fağnevî'ye sorar: - Cehrî zikir kimlere câiz, kimlere değildir? Fağnevî: - Dili gıybet ve yalandan, midesi şüpheli ve haramdan, kalbi riya ve süm'adan, sırrı mâsivâya yönelmekten temiz olanlara câizdir diğerlerine değil, der.

Mahmûd Fağnevî'nin kerametleri zâhirdi. Nitekim birgün halifesi Ali Râmitenî, ihvâna zikir yaptırırken başucundan geçen beyaz bir kuşun gagasından şu lafızlar duyuldu.:

- Ya Ali, merd ol, sözüne bağlı kal, yapıştığın eteğe sımsıkı sarıl, ahdini bozma!

Zikir halkasında bulunan müridleri şaşkına çeviren ve kuşun ağzından dökülen bu cümlelerin ardından Ali Râmitenî dedi ki: "Bu şeyhimiz Mahmûd Fağnevî'nin sesidir. Bizi uyarıyor, âgâhlığa çağırıyor."

ALİ RAMİTENİ (k.s.) Fakrı iltizam etmiş bir dokumacıydı (Nessâc). Avam-ı nas ile ülfeti severdi. Nakşiliğin Hâcegân yolunda "Azizan" diye anılırdı. Altın silsilenin onüçüncü halkası "Azîzan" lakabıyla anılan Ali Ramîtenî, Mahmûd Fağnevî'nin ikinci halîfesi. Hâcegân yolunu Şah-ı Nakşbend hazretlerine taşıyan kolbaşı.Fağnevî vefatı sırasında emaneti Râmîtenî'ye vererek ihvanını ona ısmarladı. Ramîtenî' nin uzun bir ömür sürdüğü ve pek çok müridinin bulunduğu rivayet edilir.

Sanatı, dokumacılık. Kumaş dokuyarak geçinirdi. Mevlana Celaleddini Rumî bir şiirinde ondan bahseder;"Eğer hal kaal' den üstün olmasaydı Buhara büyükleri dokumacıya köle olurlar mıydı?"

Soru: l) Siz de, biz de gelen geçen herkese hizmet eden kimseleriz. Siz halka ikramda tekellüfe kaçmadan elinizde olanla iktifa ediyorsunuz. Biz ise, özen gösterip tekellüfe kaçarız. Buna rağmen halk sizi bizden daha çok sevmektedir. Bunun sebebi nedir? Cevap:1) Minnetle hizmet eden pek çoktur. Hizmeti minnet bilenlerse azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı minnet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız herkes sizden memnun kalır, şikayetçiniz azalır.

Soru: 2) Duyduğuma göre sizin terbiyeniz Hızır'dan imiş? Bu nasıl oluyor anlatır mısınız? Cevap 2) Allah'ın öyle aşık kulları var ki, Hızır onlara aşıktır.

Cehri zikir: Bir başka seferinde cehri zikirle meşgul oluşunun sebebini şöyle açıkladı: "Hz. Peygamber (s.a.) insana hâlet-i nez" denilen son nefesinde, yüksek sesle tevhid kelimesini telkin etmeyi emretmektedir. Tasavvuf, her nefesi son nefes bilmektir. Bu yüzden cehri zikirle meşguliyette bir mahzûr yoktur. Hatta belki böylesi daha efdaldir.

Kendisine soruldu: "Duyduk ki siz, gizli zikir yerine açık zikir ile meşgul oluyorsunuz, bu nasıl olur?"Cevap: "Biz de işittik ki, siz; gizli zikirle uğraşıyorsunuz. Madem ki işittik, demek sizinki de açık.

Page 18: Başbuğ velilerden 33

Gizli zikirden murat kimsenin onu duymamasıdır. İkisi de duyulduğuna ve bilindiğine göre cehri ile hafi, müsavi hale gelmiş sayılır. Belki bu safhada hafi zikir, cehriden daha riyaya yakındır.

Yine büyüklerden biri: "Allahü Teala' nın, bizi, çok çok yapmakla memur kıldığı zikir, dil zikri midir, kalp zikri midir? diye sual edince hazreti Azizan: "Başlangıçtakine dil, sondakine kalp zikri." buyurdu.

İman nedir? İmanı bir heyecan ve duygu olayı olarak görürdü. Nitekim kendisine "İman nedir?" diye soranlara: "İman üzülüp ulaşmaktır. Masivadan üzülmek, Hakk'a ulaşmak." Hâcegân yolunun tasavvufta "mezlaka-i akdâm" denilen ayakların kaydığı merhaleyi kolaylıkla atlatan ve vahdet-i vücûd mestliği yerine, vahdet-i şühûd sahvını tattıran bir tarik olduğunu şöyle anlatırdı: "Eğer Hallac-ı Mansur, Abdülhalîk Gucdüvânî döneminde yaşasa veya onun çağında Gucdüvani'nin halifelerinden birisi bulunsa, Hallaç daracağına çekilmezdi. Terbiye edilir, bulunduğu makamdan ileriye geçirilirdi.

Vera': Mutasavvıfların "ağza giren ve çıkanın Allah ve Rasûlünün rızasına uygun olmasına dikkat etmek" diye tarif ettikleri vera'da titizlik gösterir ve: "iki yerde dikkatli olun; yemek yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana"

Nasûh Tevbesi: O, amele güvenmeyi de asla makbul saymazdı. Derdi ki: Amele bağlanmalı ve onu güzelce yerine getirmeli. Ancak kendini de, amelini de noksan bilmeli ve yine amele sarılmalıdır. Halkın terbiyesiyle meşgul olan kimselerin aslan eğiticisi gibi, eğittiğinin kabiliyet ve zaaflarını iyi bilmesi gerektiğini anlatırdı. Nasıl aslan eğiticisi, eğittiği hayvanın özelliklerini bilerek hareket ediyorsa, mürşid de öyle yapmalıydı. Değilse başarılı olamazdı.

Bir gün Şeyh Rükneddin, Ramîtenî'ye sorar: - Elest bezminde "Ben sizin Rabbınız değil miyim?" (el-A'raf, 7/172) ilahi hitabı varid olunca ruhlar: "Evet" diye cevap verip tasdik ettiler. Ebed günü olan kıyamette ise: "Bugün saltanat kimin?" (Gafır. 40/16) diye sorulduğunda kimse cevap veremeyecek. Neden?

Ramîteni şu karşılığı verdi: - Elest bezmi, şeriat teklifinin konulduğu gündür. Şeriatte konuşmak, şer'î emrin gereğidir. Ama kıyamet günü teklif kalkmıştır. Bu yüzden orada konuşma yoktur. Bu sualin cevabını da Allah Teala verecektir: "Bu gün saltanat, Vahid ve Kahhar olan Allah'ındır." (Gafır, 40/16)

MUHAMMED BABA SİMASİ (k.s.)

Devrin ünlü şeyhi, altın silsilenin çağındaki halkası Ali Râmîtenî'nin dergâhına kapılandıMuhammed Bâbâ Simasî, şeyhinin yerine irşad makamına geçtiğinde, müridlerini bizzat kendisi bulurdu. Halkın arasında dolaşır, müridlik ve dervişliğe kabiliyetli insanları nerede bulursa hemen yanına cezbederdi. Nitekim daha sonra kendi yerine halife olarak bırakacağı Emir Külâl'i ve hatta ondan sonraki Bahaeddin Nakşiben'di hep o bulup keşfetmişti. Emir Külâl'i er meydanında güreşirken buldu. Onun gürbüz vücudunda, en az bedeni kadar güçlü mâneviyat istidadı keşfederek onu tutup er meydanından gönül erleri meydanına çekti. Sırtındaki kısbeti çıkartıp dervişlik kisvesi giydirdi ve gönül sultanları makamına erdirdi. "Bu er, zâhirin değil, bâtının pehlivanıdır. Nice insan onun elinden kemâle erecektir" dedi.

Bir Yiğit Kokusu

Emir Külâl'den sonra emaneti alacak ve bu yolda "Pir" ünvanıyla anılacak olan Şah-ı Nakşbend hazretlerinin de ortaya çıkaran O'dur. Nitekim müridleriyle Şah-ı Nakşbend'in ailesinin oturduğu Kasr-ı Hinduvan'dan geçerken: "Burada benim burnuma bir yiğit kokusu geliyor. Yakında bu yiğit sayesinde Kasr-ı Hinduvan, Kasr-ı ârifân olsa gerektir" der. Bir kaç zaman sonra köye tekrar gelen Muhammed Bâbâ bu sefer: "Koku artmış, bu yiğit dünyaya gelmiş olmalı." der. Meğer bu sırada Bahaeddin doğalı henüz üç gün olmuş imiş. Emir Külâl'in hane-sinde misafir olan Muhammed Simasî'ye, dedesi, Şah-ı Nakşben'di kucağına alıp getirir ve takdim eder. Muhammed Bâbâ, Bahaeddin'i görür görmez: "Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evladlığa kabul ettik" der. Sonra ihvanına dönerek şöyle konuşur: "Dünyaya gelmeden kokusunu aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük imam ve mürşidi olacaktır."

Page 19: Başbuğ velilerden 33

Bilahare Emir Külâl'e dönüp şu ifadelerle Bahaeddin'i ona ısmarlar: "Bu benim oğlumdur. Onu sana emanet ediyorum. O'nun eğitimi konusunda ihmal ve kusur göstermeyesin. Eğer bu konuda kusur ve fütur gösterecek olursan sana hakkımı helâl etmem."

Şah-ı Nakşibend’le

Muhammed Bahaeddin Nakşbend şöyle anlatıyor: "Evlenmeye karar verdiğimde dedem beni, uğurlu ayağıyla hanemizi bereketlendirsin ve bize yardımcı olsun diye şeyhi Muhammed Simasî'ye gönderdi.

O gece gönlümde dua, niyaz ve tazarru arzusu peyda oldu. Şeyhin mescidine gittim, iki rekat namaz kıldım ve duaya başladım. Dua sırasında dilimden şu lafızlar döküldü: "İlâhî, bana belâ yükünü çekmeye ve muhabbet sıkıntısına dayanmaya kuvvet ihsan eyle!" Sabah olunca Muhammed Simâsî' nin huzuruna vardım. Bana şunları söyledi: "Oğlum bundan sonra şöyle dua et; İlâhî, rızan hangi noktada ise bu kulunu orada bulundur. Eğer Allah dostuna belâ verecek olursa, inayetiyle o belâya sabır ve tahammül gücü de ihsan eder. Fakat Allah'tan ne ge-leceğini bilmeden belâ ister gibi dua, küstahlıktır."

Şah-ı Nakşbend hazretlerinin bizzat anlattığı gibi, onun ilk mürşidi böylece Muhammed Bâbâ Simâsî olmuş oldu.

EMİR KÜLAL (k.s.)

Emir Külâl, seyyid-nesebdir.Gürbüz bir yapıya sahip bulunan Emir Külâl'in gençlik yıllarında güreş sporuyla meşgul olduğu rivayet edilir. Hatta onun gibi seyyid-nesep birine güreş gibi bir sporla meşgul olmayı yakıştıramayan bir zata aid şöyle bir menkıbe nakledilir: Büyük bir kalabalık arasında güreş tutan Emir Külâl'ı seyredenlerden biri, "Peygamber soyundan gelen biri nasıl olup da, böyle bid'at sayılabilecek bir işle meşgul olabiliyor?" diye gönlünden geçirmiş. Hatırına bu düşünce gelince kendisini bir uyku halı bastırmış. Uykuya dalınca rüyasında "kıyametin koptuğunu ve kendisinin bir bataklık içinde batmamak için çırpındığını görmüş." Öyle bir bataklık ve öyle bir çırpınış ki, çırpındıkça batıyor, battıkça çırpınıyor. Kendisinden ve hayatından ümid kestiği bir anda Emir Külâl hazretleri karşısında zahir olmuş ve kuvvetli pazusuyla onu belinden kavradığı gibi çekip çıkarmış. Adam uyanmış ki, güreşini tamamlayan Emir Külâl kendisine dönmüş ve şunları söylemektedir: "Bizim pehlivanlığımız, çamura düşenleri bataktan çıkarmak içindir."

Gerçekten de mutasavvıflardan büyük bir kısmı, halkı Hakk'a götürmek için zaman zaman onlara yakınlaşmayı sağlayacak muhtelif mesleklere intisab etmişler ve bu mesleklerini de tebliğ aracı olarak kullanmışlardır. Nitekim Osmanlılar döneminde Pehlivanlar tekkeleri ile Okçular tekkeleri bu maksatla kurulmuş müesseselerdi. Gürbüz ve sportmen yapılı gençlerin hem bedenlerini, hem de ruh dünyalarını eğitmek amaçlarıydı. Bugün de konuya bu şekilde yaklaşmak suretiyle gençlerle iletişim kurmak gerekmektedir. Bunun için tabii Emir Külâl'lere ihtiyaç vardır.

Emir Külâl'in oğulları ve halifeleri vasıtasıyla gelişen tarikatı, Şah-ı Nakşbend ile devam etmiştir.

ŞAH-I NAKŞİBEND MUHAMMED BAHAÜDDİN BUHARİ (k.s.)

Uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hakk ile meşguldü.

Şah-ı Nakşibend ve Nakşilik

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar "Hâcegân Yolu" olarak anılan tarikatı "Nakşbendî" yapan kolbaşı. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân'dan. Kendilerine nisbetle "Arifler köşkü" anlamına Kasr-ı ârifân denildi. "Nakşbend" lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın "hafi zikir" ve "rabıta"yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü "Nakşbend" "Nakışçı, nakışbağı" anlamlarına gelmektedir. Başındaki "Şâh" kelimeside "Gönül Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.

Şâh-ı Nakşbend, 718 Muharrem'inde (1318 Nisan'ında) Kasr-ı Hinduvân'da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti'nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend'in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde

Page 20: Başbuğ velilerden 33

kaldı. Bahaûddin Buhârî'nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.

Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî'dir. Kendisinin doğumunu "Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor" diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl'e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

Dini İlimlerle Meşguliyeti

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dînî ilimler tahsili için Semerkand'a gitti. Onsekiz yaşında Semerkant'taki tahsilini tamamlayarak memleketine döndü ve evlendi. Evlenmesinden bir süre sonra ilk şeyhi Simâsî vefat etti. Bu arada Kasr-ı Hinduvân'a gelen Emir Külâl, Bahâeddin'e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı. Şeyhiyle birlikte Nesef'e giden Bahâeddin Buhârî yedi yıl kadar orada kaldı. Şâh-ı Nakşbend hazretleri gizli zikre olan meyilleri sebebiyle bir bakıma Abdülhâlik Gucdüvâni'nin üveysi müridi oldu. O'nun vaz' ettiği esaslar çerçevesinde ve ondan aldığı ruhani üveysi terbiye dairesinde yetişti. Müridinin halindeki farklılığı sezen ve onun cehri zikre katılmayışı dolayısıyla müridlerinin tepkisini bilen Emir Külâl, bir müddet sonra ona: "Şeyhim Muhammed Baba Simâsî'nin senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Ama senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâl semasında dilediğiniz gibi uçmağa tarafımdan mezunsun" diyerek icazet verdi. Suhâr'da bir mescid inşası sırasında beşyüz müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra Şâh-ı Nakşbend, oradan ayrıldı

Şeyhi Emir Külâl vefatı sırasında (771/1370) müridlerine Muhammed Bahâeddin'e bağlanmalarını vasiyet etmişti.

Şah-ı Nakşbend hazretleri çok mütevazi bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.

Üveysi Üstadı Gücdüvani

Çağına yetişmeden, yüzyüze görüşmeden feyz aldığı "üveysî" mürşidi Abdülhâlik Gucdüvânî ona âlem-i mânâda şu nasihatta bulunmuştu: "Oğlum Bahâeddin, zikr-i ilâhi'den fariğ olma! Mahlûkata hâlisâne hizmet et. Çünkü Hakk'a giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzre ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittibâ et, ruhsatları bırak, bid'atlerden kaç insanlar, hayvanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafi zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun." Bu vasiyetin tesiri ve fıtratındaki merhametin muktezasınca, onun yaralı hayvanlara baktığı; yaralarını tedavi ettiği hattâ, sokakların temizliğiyle bile meşgul olarak halka hizmet ettiği rivayet edilir.

Şâh-ı Naşkbend buyurdu: - Bizim dervişliğimiz Hak cânibinden bir cezbedir. Hakk'ın ikrâmıdır. - Peki sizin tarikınızda cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır? - Hayır, yoktur. - Öyleyse sizin tarikatınızın esası nedir? - Bizim tarikatımızın esası "halvet der-encümen"dir. Yani zâhir halk ile, bâtın Hakk ile bulunmaktır. "El kârda, gönül yârda" olmaktır. Nitekim Kur'an'daki: "Ne ticaret ve ne de alış-verişin Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır" (en-Nûr. 24/37) âyetinde bunlara işaret vardır.

Asıl Keramet , Kerameti Gizlemektir

O'nun tâlim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi, setredilmesiydi. Çünkü Hak Teâlâ bazan veli kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hakk rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Mâneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Şâh-ı Nakşbend'e göre en büyük keramet kerameti örtmek ve gizlemektir. Bu yüzden kendisinden: "Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" diye soranlara şu cevabı veriyor: "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"

Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nârâ atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste: "Allaaaah!" diye haykırdı. O şunları söyledi: "Bu haykırış, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok."

Page 21: Başbuğ velilerden 33

Nefs Konusunda

Nefs konusunda şöyle konuşurdu: "Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir." "Nefsin bineğindir, ona şefkatle davran" hadisindeki nefs, "mutmeinne" derecesine ermiş nefstir. Yoksa emmare olan nefs değildir. Nitekim Kur'an'daki: "Nefs, kötülüğü çokca tahrik edicidir, ancak Rabbımın merhamet ettiği nefs müstesnâ" (Yusuf, 12/53) âyetinde istisnâ tutulan nefs de budur.

Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde "Eziyet veren şeyi yoldan uzaklaştırmayı" imândan saymışlardır. Şâh-ı Nakşbend hazretleri, bu hadisteki ezayı "nefs", yolu da Hak yolu ve tarikat olarak yorumlardı ve bu duruma göre hadisin anlamı Bâyezid Bistamî'nin buyurduğu gibi, "Nefsini bırak da gel" şeklindedir. Hak ehli kimselere muhabbete bile mani olan nefsten geçmek nefsin sıfatları, esaretinden kurtulmak gerekir.

Buhara ulemasından biri, Şâh-ı Nakşbend hazretlerine sordu: - Bir kul namazda huzura nasıl erebilir? Cevap verdi: - Dört şeyle:

1. Helâl lokma 2. Namaz dışında da Hakk'ı asla unutmamak, 3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak; Hakk ile olmak. 4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk'ın huzurunda bilmek.

Marifet Nesepte mi İktisapta mı?

Kemâl ve mârifetin haseb ve neseble değil, iktisâbla olduğuna inanırdı. Bu yüzden kendisine "Sizin silsileniz nereye ulaşır, ve kime dayanır?" diye soran birine: "Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz." diye karşılık verdi.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, yolunun esasını "sohbet" olarak tanımlamıştır. "Yolumuz sohbetledir. Halvette şöhret vardır. Şöhrette de âfet. Hayr ve felah cem'iyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, iman-ı hakikiye imkân sağlar. Bizim tarikımızda az amel ile çok fütûh olur. Çünkü sünnete ittiba zor iştir ve bizim yolumuz sünnet yoludur."

Hacegan Yolu ve Nakşilik

Bilindiği gibi, Şâh-ı Nakşbend hazretleri, Hâcegân yolunun Hace Abdulhâlik Gucdüvânî tarafından tesbit edilen "on bir" esasını ihyâ etti. Nakşbendiyye yolunu daha sağlığında Buhârâ, Semerkand ve Maveraünnehir bölgesine yaydı. Güçlü ve müteşerri halifeleri sayesinde yıllar yılı İslâm ülkelerinde tesir ve nüfuzunu devam ettirdi. Şâh-ı Nakşbend, Hanefî mezhebindeydi. Kendisinin tasnîf buyurdukları "Evrâd-ı Bahâiyye" sinden başka eseri yoktur.

Nitekim kendileri şöyle anlatır:

"Cezbe hali bende kuvvetli olup, kararım kaldığı günlerde Buhara' da dolaşır, bazı büyük velilerin kabri şeriflerini ziyaret ederdim. Bir gece hangi kabre gittiysem ayak uçlarında birer kandil yanar gördüm. Fakat yağı ve fitili olduğu halde, isteksiz, sönük yanıyorlardı. Eğer fitillerin uçlan dokunma ile düzeltilirse, gayet güzel ışık verecekti. Ben ise kandilleri o halde bırakarak (Hace Mezd ahun) hazretlerinin kabrine gittim. Yüzümü kıbleye dönerek oturdum. 0 an bende bir kendimden geçme hali hasıl oldu. 0 hal esnasında öyle müşahede ettim ki, kıble tarafından yeşil örtü ile süslenmiş, gayet güzel bir kürsü göründü. 0 kürsünün etrafını büyük bir kalabalık sarmışlardı. İçlerinden ancak, Hace Muhammed Baba Semmasi Hazretlerini tanıdım. Anladım ötekiler daha önce dünyadan göçmüş haceler, bu yolun büyükleriydiler.Sonra içlerinden birisi bana: "Bu kürsünün üzerinde Abdulhalık Gücdevani hazretleri ay gibi parlamaktadır. Etraftaki cemaat ise kendi halifeleridir, deyip birine işaret ederek, bu hace Ahmed-i Sıddık, bu hace Evliya-i Kebir, bu hace Arifi Rivegeri, bu hace Mahmud Enciriyil Fağnevi, bu hace Ali Ramitenı'dir. Hace Muhammed Baba Semmasi hazretlerini zaten tanırsın buyurdu.

Sonra Abdülhalık Gucdevani hazretleri bana teveccüh ederek, hakkımda pek büyük inayet buyurarak bir hırka ihsan eyledi ve:

"Bu hırkanın kerameti vardır. Bunu giyen kimseye, inecek olan belalar, bunun bereketiyle, o kimseden kalkar" buyurdular.

Page 22: Başbuğ velilerden 33

Bundan sonra, bu büyükler yolunda ilerlerken, başlangıçta, ortada ve sonda kullanılmakta olan kelimeleri bana anlattılar, sözlerinden biri şudur ki: "Bahaüddin! Sönük olarak yandığını görmüş olduğun kandiller senin kabiliyet ve istidadının bu yolda olduğuna işarettir. Ama istidat fitilini hareket ettirmek lazımdır. Böylece istidadın parlar, Hakkın sırlan onda zahir olur."Diğer bir sözleri de Bahaüddin. Sana lazım ki, ayağını her halde şeriat caddesi üzere bulundurasın. Emir ve yasakta istikamet üzere olasın. Daima azimetle amel edesin. Yani haramlardan ve şüphelilerden sakındığın gibi, mubahların da fazlasından sakınasın. Sünnetlere uyup, elden geldiği kadar, bütün sünnetleri işleyesin. Ruhsatları, cevazları terk edip, bidatlerden çok sakınasın" nasihatlerinden ibaret idi.

Mürşidi Seyyid Emir Külal de, gizli ve açık zikri birleştirmişti. Açık zikir başladığında, Şah-ı Nakşibend, zikir halkasından çıkarlar. Bu hal öbür müritlere ağır gelirdi. Şah-ı Nakşibend, bu kızmalara hiç aldırmaz ama, mürşidinin hizmetinden bir an bile geri durmazdı.Seyyid Emir Külal ölüm döşeğinde. Şah-ı Nakşibend'e bağlanmalarını isteyince, müritler: "Fakat o açık zikirde bize tabi olmamış" dediler. Emir Külal hazretleri cevap verdi: "Onda gördüğünüz her şey, Allah (c.c)' ın izniyledir. Onun iradesinin dışındadır.

Buyurdular: "Biz; sevgiliye eriştirmeye vasıtayız, yola düşenlere gerektir ki; sonunda bizden kesilip, sevgiliye ulaşsınlar."Buyurdular: "Bizim tarikatımız sohbettir. Halvette şöhret, şöhrette afet vardır. Hayır cemaattedir".

ALAUDDİN ATTAR (k.s.)

Altın Silsile'nin onyedinci halkası, Şah-ı Nakşbend hazretlerinin yetiştirdiklerinden ve damadı. Attar lakabı, her halde maişetini temin için meşgul bulunduğu; halk arasında "Aktarlık" denilen "ıtriyyat" satıcılığından gelmiş olmalıdır.

Medrese'de talebe iken zahidane tavrı ve ilmi vukufu sayesinde Şah-ı Nakşbend hazretlerinin ilgisini çekti ve damadı oldu. Kayınpederinin yanında sıkı bir seyr ü sülük ve riyazat eğitimi gördükten sonra irşadla görevlendirildi. Bahaeddin Nakşbend hazretleri daha sağlığında müridlerinin büyük bir kısmının eğitimim ona havale etmişti. Hatta bu yüzden: "Alaeddin bizim hayli yükümüzü hafifletti." buyururlardı. Şah-ı Nakşbend hazretlerinin iki büyük halifesi vardı. Birisi Alaeddin Attar, diğeri Muhammed Parsa. Her iki halifesi hakkında da kendi yerine geçmesi konusunda işaretleri rivayet olunmakta ise de silsile "Alaeddin Attar" ile devam etmiştir.

Şah-ı Nakşbend Hazretleri medrese tahsilini ve zahiri ilimleri ikmal etmiş bulunan damadının gönlündeki "benlik" duygusunu ezmek için onu mahalle aralarında elma satmaya memur etti. Şeyhinin verdiği emir gereği, Alaeddin Attar, bir tepsi elmayı başına koyarak yalınayak mahalle aralarında bağırarak elma satacaktı. Alaeddin Attar, kendisine verilen bu emri yerine getirdi. Nihayet Alaeddin Attar'daki benlik duygusu silinince şeyhi onu yanına aldı ve "zikr-i hafi" telkiniyle eğitimini sürdürdü. Uzunca bir süre hiç ayırmadan terbiyesiyle meşgul oldu. Hatta müridlerinden bir kısmı "Onu niye hiç yanınızdan ayırmıyorsunuz?" diye sormak durumunda kaldılar. O bu soruya: Yakub (a. s)'un Yusuf hakkında söylediğini söyleyerek cevap verdi:

-O'nu kurt yemesinden korkuyorum" Bu sözdeki nükte, onun büyük bir sırra mazhar olacağı anlamındaydı. Nitekim öyle de oldu.

Sülûkünün başlangıcında şeyhinin yanında iyi bir riyazat eğitiminden geçmiş bulunan Attar, riyazat konusunda da şöyle konuşurdu: "Riyazattan gaye, nefsani ilgilerden kesilip ruh ve hakikat alemine geçit bulmaya çalışmaktır."

Tasavvuf yolunun erdiriciliğini ve Hakk'a vardırıcılığını şöyle anlatırdı: "Bu yola taklid ile giren bile, tahkika erer. Ancak talibin kalbi yönelişi, Hakk'ın zatı olacak, gönül gözü O'nun vechinden ayrılmadan iki cihanda Hak'tan başka her muradı bırakacak."

Müridin gönlünün ilahi feyizlere açılması için önce gönlünün mürşid sevgisi dışında herşeyden ve özellikle bu sevgiye engel olan şeylerden tertemiz olması gerektiğini, mürşid sevgisi gönlünde yer edenin kalbine ilahi feyizlerin sağnak sağnak ineceğini söylerdi. Eğer bir müridin gönlüne feyiz gelmiyorsa kusur feyizde değil, feyizlere talib olan müriddedir. Çünkü feyiz, ürkek ceylan gibidir. Yabancılar ve engeller onu ürkütüp kaçırır. Ayrıca mürid, bütün hallerini mürşidine açmalı ve şuna inanmalıdır: "Gayeye ancak mürşidin sevgisi ve rızası sayesinde varılabilir." Bu yüzden müridin ilk görevi mürşidini hoşnud ve razı etmektir. Çünkü mürid için mürşid kapısından başka bütün kapılar, kapalıdır. Öyleyse ona teslim olmaktan başka çare yoktur. Zaten mürid, iradesini mürşidine ve Hakk'a teslim edendir. Nakşîlik yolu edeb yoludur, sohbet yoludur. Bu yüzden bu yolun varisi olan Alaeddin Attar'ın şu sözleri ilgi çekicidir: "Tasavvuf

Page 23: Başbuğ velilerden 33

erbabının kalplerine eziyet verecek bir iş yapmaktan sakın. Onlarla düşüp kalkarken, aralarına katılırken uyulması gerekli edebi unutma. Onların sohbetine katılmadan edeplerini öğren. Çünkü "edebi olmayanın tarikatı da olmaz." Tarikattan, tasavvuftan istifadenin yolu sohbetten geçer, sohbet de edeble olur. Sakın kendini edebli görmeye kalkışma. Çünkü kişinin nefsinde edeb vehmetmesi de sü-i edebdir." Tevbe ve kulluk şuuru arasında şöyle bir ilişki kurardı: "Tevbenin sağlam oluşunun alameti, ibadete kulluğa meyil duymaktır. Masiyet ve günahtan kaçmaktır. Yüce Rabbimiz, nefse iyiliklerini de kötülüklerini de ilham eder. Eğer tevbe sağlam ve makbul olursa insanın gönlüne güzel ilhamlar gelir. Kul gönlünde güzel ilhamlar ve taate meyiller bulursa haline şükrederek bu ilham ve meyillerin gereğini yerine getirmelidir. Eğer gönlünde kötü ilhamlara yer bulur ve o tarafa meyil hissederse hemen Allah'a sığınıp tevbesini yenilemeli ve ağlayıp gözyaşı dökmelidir.

YAKUP ÇERHİ (k.s.) Altın Silsile'nin Alâeddin Attâr'dan sonraki halkası Yakub Çerhî.Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması Alâeddin Attâr vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu.

Tasavvuf Yoluna Girişi Yakub Çerhi, Herat ve Mısır medreselerinde dini ilimler sahasında fetva verecek seviyeye geldikten sonra memleketine döndü. Çocukluk yıllarından beri tanıyıp saygı duyduğu Şah-ı Nakşbend hazretlerinin sohbetine katılmayı arzu etti. Ziyaretine varıp:

"Beni gönlünüzden çıkarmayın, dualarınızdan eksik etmeyin. Gönlüm sizin iştiyak ve cezbenizle dolu." şeklinde tazarruda bulundu. Bunun üzerine Şah-ı Nakşbend, dini ilimlerde belli bir seviye kazanmış bulunan bu genç alimin bu yoldaki samimiyetini anlamak için sordu: - Bize karşı olan bu iştiyak ve cezbenizin sebebi nedir? Yakub Çerhi dedi ki: - Siz halkın makbulü ve herkesin hürmetine mazhar bir ulu kişisiniz. Bu cevabı yeterli bulmayan Bahaeddin Nakşbend: - Bu yeterli bir sebep değil. Çünkü şeytani sıfatlara sahip kimseler de halkın makbûlü olabilir. Başka sebep yok mu? diye sorunca Yakub Çerhi şu cevabı verdi: - Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü buyuruyor: "Allah Teala bir kulunu sevdi mi, onun sevgisini diğer kulların kalbine ilka eder."

Bu söylenenler üzerine Şah-i Nakşbend tebessüm etti ve: - Biz Azizân cemaatiyiz, dedi. Yakub Çerhi, "Azizân" tabirini duyar duymaz yerinde duramaz olmuştu, kendisini bir cezbe hali ve gaybet kaplamıştı. Çünkü bir ay kadar önce kendisine rüyasında: "Git Azizân'a mürid ol" denilmişti. Ancak o, daha önce gördüğü bu rüyayı unutmuştu. Bu kelimeyi duyar duymaz derhal o rüyayı hatırladı ve irkildi. Tabii bağlılığı da bir kat daha artmış olarak. Ayrılırken Şah-ı Nakşbend ona takkesini armağan etti ve; "Eline aldıkça ve gördükçe bizi hatırlarsın. Hatırlayınca da bizi yanında bulursun" dedi.

Yakub Çerhi, Bahaeddin Nakşbend ile ilk görüşmesinde ondan sohbetine ve tarikatine kabûlü talebinde bulundu. Şah-ı Nakşbend bu işin emri Hakk olduğunu, bu yüzden istihare ve istişaresiz olamayacağını söyledi. "Bu gece bir istihare yapalım, eğer kabul edilirseniz biz de kabul edelim" dedi. O gece Yakub Çerhi için bitmek bilmeyen uzun bir gece oldu. Acaba bu kapı kendisine kabulle mi açılacaktı, yoksa red ile mi? Sabahleyin Şah-ı Nakşbend: "Kabul buyuruldunuz, ancak Alâeddin Attar'ın sohbetine devam edeceksiniz" dedi. Bu görüşme sırasında Şah-ı Nakşbend ona "vukuf-i adedi"yi talim etmişti. Bilindiği gibi vukuf-i adedi: Zikir sırasında sayıya riayet etmek, aklı dağınıklıktan koruyup bir yerde toplamak ve dikkati teksif etmektir. Şah-ı Nakşbend "zikri adedi"yi anlattıktan sonra "Hızır aleyhisselamın Abdülhalik Gucdüvani'ye öğrettiği ledünnî ilmin ilki budur." dedi. Ardından şunları anlattı: İlim iki türlüdür. Biri kalb ilmi, diğeri lisan ilmi. Kalb ilmi nebilerin ve Resullerin ilmidir ve faydalıdır. Lisan ilmiyse Allah'ın kullarına bir delili ve belgesidir. Hakk Teâlâ sana kalb ilmi bahşetsin. Kalb ilmi içi ve dışı doğru kimselerle sohbet etmek suretiyle gelişir. Ancak böyleleriyle düşüp kalkarken kalbinize sahip olun. Çünkü onlar, kalplerin casusudur, kalplere girip çıkarlar ve sizin meyillerinize bakarlar.

Râbıta Konusu Kuvvetli sevgi sebebiyle sâlikin, gıyabında bile şeyhinin huzurunda imiş gibi edeble davranması demek olan rabıta, Nakşbendilik'te özel bir anlam ve önem taşır. "Sadıklarla beraber olmak" (et-Tevbe, 9/119) emrine imtisal demek olan rabıta. Nitekim Yakub Çerhî kendisine intisab etmek isteyen bir müridine bu sırrı açıklamak için kendi ellerini göstererek:

Page 24: Başbuğ velilerden 33

"Nakşbend hazretleri bu elleri tutup: "Senin elin benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur" buyurdular. Öyleyse tut elimi, bu el Bahaeddin Nakşbend'in elidir." demişti. Râbıta ve silsile yoluyla bu el, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve Hz. Allah'a uzanır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'anı Kerim'inde Rasûlü'ne bey'at eden kimseleri kendisine bey'at etmiş sayarak Rasûlü'nün elini de kendisine izafe etmiştir." (bk. El-Feth, 48/10) Şah-ı Nakşbend hazretleri ve halifeleri "rabıta" konusuna ayrı bir önem vermişlerdir. Yakub Çerhi tarikat icazeti alacağı zaman Hacegan yolunun şartlarını baştan başa öğrendi. Rabıta şartını anlatırken şeyhi kendisine dedi ki: "Bu yolu öğretirken dehşet hissi vermemeğe çalış! Emaneti isteklilere ve istidadlılara ulaştırmaya bak. Çünkü emaneti ehline vermek de ilahi bir emanettir."

Yakub Çerhi, halife ve müridlerini genellikle istidadlılardan seçerdi. Onları Nakşî âdâbıyla yetiştirirdi. Ancak halifelerini irşad konusunda muhayyer bırakarak şöyle konuşurdu: "Bizim mürşidimizden öğrendiğimiz usul, Hacegân yoluna has olan 'nefy ve isbat' usulüdür. Eğer siz, taliplerinizi 'cezbe' yoluyla eğitmek isterseniz o yine sizin bileceğiniz iştir. Talib mürşidinin huzuruna bütün istidadını toplayarak gelmelidir. İstediği her kudretin yeri kendisinde mevcud olmalı ve iş hemen izne bağlı olmakdan ibaret kalmalı" diyerek mürşidlerin, müridlerin toprağında var olan madeni ve kabiliyeti ortaya çıkaran usta eller olduğunu anlatmak isterdi. Çerhi'nin emaneti teslim edeceği müridi ve halifesi Ubeydullah Ahrar'ı işaret ederek söylediği şu söz çok anlamlıdır: "Talib, mürşidine Ubeydullah gibi gelmeli. Meş'alesi hazır, yağı ve fitili tamam, iş bir kibrit çakıp ateşi tutuşturmakta..."

UBEYDULLAH AHRAR(k.s.) Hz. Ömer neslindendi. Altın silsile'nin ondokuzuncu halkası Maişetini temin için çiftçilik yapardı. Cenab-ı Hakk'ın verdiği bereket sayesinde zengin oldu. Servetinden gerek çalışarak emek karşılığı gerekse onun ihsanlarıyla binlerce insan istifade etmiştir

Anlayışı Ubeydullah Ahrâr hazretleri, himmeti halka hizmette arayanlardandı. "Tasavvufu başkalarının yükünü taşımak, kendi yükünü başkalarına taşıtmamak" olarak anlardı Nitekim "ben bu yolu tasavvuf kitaplarından okuyarak değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler" derdi. Bu sebeble kemal yolunda başlangıçtan nihayete kadar, tanıdığı-tanımadığı, dost-düşman herkese hizmet etmiştir.

Hacegan yolunda vaktin icabına göre hareket etmek, bir başka ifadeyle "İbnü'l-Vakt" olmak en büyük meziyettir. Bu bakımdan zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir durum olmadığı zaman yapılır. Gönül almaya yarayacak hizmet ise, zikir ve murakabeden önce gelir. "Buradakı zikir, müridin evradı olan zikrin dışındaki nafile ve toplu zikirdir. Çünkü vird olan zikir, zaten dervişin görevidir, ahdinin icabıdır. Bazıları nafile ibadetle uğraşmayı hizmetten üstün sanır. Halbuki gönüldeki feyz, hizmet mahsulüdür. Şah-ı Nakşbend ve onun yolunda gidenlerin, hizmeti öne almaları, hizmetteki tevazu ve eğitici güç sebebiyledir.

Helal Lokma "Helal lokma konusu üzerinde çok dururdu. Nitekim üstadlarından Seyyid Kasım Tebrîzî de "helal lokma" konusunda şu sözlerle kendisinin dikkatini çekmişti. "Bu zamanda marifet ehli ve hakikat eri kimselerin ortaya çıkmayışının sebebi, iç temizliğinin, batın tasfiyesinin yokluğudur. Batın tasfıyesi ise, herşeyden önce helal lokma ile olur, helal yiyecek azalınca marifet ve hakikat kaybolur."

Edebe riayet ve insanlara saygıya çok önem verirdi.

Ülfetli kimselerle beraber olmanın lüzumu üzerinde dururdu. "Huyu suyu zıd kimselerle görüşüp, konuşmak, gönül perişanlığı doğurur" derdi. Nitekim bir defasında yanına gelen bir müridine "Senden yabancılık kokusu geliyor" demişti. Arkasından da: "Sakın yabancı birinin elbisesini giymiş olmayasın" diye ilave etmişti. Mürid de: ''Evet öyle oldu" deyip sırtındaki elbiseyi değiştirip tekrar geri gelmişti.

Giyilen eşya gibi içinde bulunulan mekanında insanın ruh dünyasını etkilediğini şöyle anlatırdı: "Namaz, ibadetlerin en faziletlisidir. Buna rağmen kılındığı yere göre fazilet derecesi değişir. Fısk ve fücur yerlerinde kılınan namazla huzur yerlerinde, Kabe'de ve Mescid-i Nebi'de kılınan namaz bir değildir."

Page 25: Başbuğ velilerden 33

"Havatır" denilen beşerî ve nefsanî duygulardan kurtulmanın üç yolu olduğunu şöyle anlatırdı: 1. Hayır, itaat ve ibadet yolun da gayret, riyazat ve mücahedeye devam, 2. Kendi kuvvetini aradan çıkarıp herşeyi Allah'tan bilmek, 3. Şeyhinin himmetine sığınmak.

Hamd ve şükür konusunda şöyle konuşurdu. "Hamd, alemlerin rabbı Allah'a mahsustur." (el-Fatiha, 1/1) ayetindeki hamd, kulun, Allah'tan başka hamdedilecek biri olmadığını bilmesidir. Kendisinin sırf yoktan ibaret olduğunu; isminin, resminin, nefsine aid bir işinin olmadığını anlamasıdır. Sevineceği sürür duyacağı tek şeyin, Yüce Allah'ın kendisini sıfatlarına zuhur yeri yaptığını kavramasıdır."

"Kullarımdan şekür olanlar azdır." (Sebe, 34/13) ayetindeki şükür, nimet içinde nimeti vereni görmek bahtiyarlığıdır, derdi.

O, vahdeti kesrette, tekliği çoklukta bulanlardandı. Bu yüzden ihvanına da zaman zaman çarşı-pazara çıkmalarını, halkın arasına karışıp faydalı işlerle hizmet etmelerini öğütleyerek: "Tekliği çoklukta arayınız" derdi. Kur'an'daki "biz sana kevseri verdik" (el-Kevser, 108/1) ayetini "biz sana çoklukta teklik müşahedesini verdik" şeklinde yorumlardı.

Hz. Peygamber (s.a.)'in "Mescide açılan bütün kapılar kapansın, yalnız Ebubekir'in kapışı katsın" hadisini şöyle açıklardı: Tahkik ehli bu hadis hakkında pek çok söz söylemiştir. Hz. Peygamber ile Hz. Ebûbekir arasında mükemmel bir sevgi bağı vardı. Sevgi bağı her bağın üstünde olduğu için, bütün nisbetlerin kapıları kapansa bile, sevgi nisbetinin kapısı açık kalmalıydı. Çünkü sevgi yolundan başka ulaştırıcı, erdirici yol yoktur. Hacegan yolunun şiarı da bu yüzden aşk ve sevgidir

En küçük yaşlarında bile dilinden Allah kelimesi düşmez ve düşüncesi hep Allahü Teala idi. Kendileri buyuruyor:

"Mektebe gider gelirdim. Gönlüm daima Allahü Teala ile idi. Bir an onu unutmam, bir an ondan gafil olmazdım. Herkesi de kendim gibi sanırdım. Soğuk bir kış günü kırdan geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmağa çalışırken eteğimi de kaptırdım. 0 sırada bana bir gaflet arız oldu. Bu işle uğraşırken Allahü Teala'yı anmaktan uzaklaştığım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç çift sürüyordu. 'Bak, şu genç bunca eziyet içinde Allah'ı düşünüyor da, sen, ayağım çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden onu nasıl unutursun?' deyip, kendime çattım. Ve hüngür hüngür ağlamağa başladım. Ben o zaman, herkesi kendim gibi sanıyor ve her an Allah'ı anmakta biliyordum. Büluğ yaşına erişinceye kadar Allah'tan gafiller bulunduğunu anlayamamıştım. Zannediyordum ki, Allahü Teala herkesi, kendisini düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yaratmıştır. Sonradan anladım ki, Allahü Teala'dan gafil olmamak, yalnız bazı kullara mahsus İlahi bir inayet imiş. Ancak riyazet ve nefs mücadelesiyle elde edilebilir, hatta bazılarınca bununla bile elde edilmez bir keyfiyet imiş.

Kendileri anlatıyor: Çocukluğumda rüyada kendimi şeyh Ebubekir-ı Şaçînin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde İsa (A.S) vardı. Hemen ayaklarına düştüm. Elleri ile başımı kaldırıp: "Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!" buyurdu. Rüyayı anlattıklarım, tıp İlmi ile tabir ettiler. Yani tıp ilminden nasibim olacağnıı söylediler. Ben bu tabire razı değildim. Tabirim şuydu: İsa (A.S) ölüleri dirilten bir peygamberdir. Evliyadan ihya sıfatına mazhar büyüklere de "Isevi meşreb" denilirdi. Madem ki, İsa (A.S) bu fakirin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü kalpleri ihya sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra Allahü Teala bana öyle bir halet ve kuvvet bahşetti ki, bende o mana kemaliyle zuhura geldi. Vasıtamızla nice ölü kalpler, gaflet karanlığından şuhud ve huzur ışığına çıktılar.

Kendileri anlatıyor: Halimin başlangıcından rüyada kainatın efendisini gördüm. Gayet yüksek bir dağın eteğinden eshabı ile topluluk halindeydiler. Beni görünce, elleri ile işaret edip yaklaşmamı,ihtar ettiler ve buyurdular: "Beni bu dağın başına çıkar!" Ben de kendilerini omuzlarıma alıp dağın tepesine çıkardım. Buyurdular: "Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım."

Şöyle buyurdular: "Eğer ben şeyhlik etseydim, asrımda hiçbir şeyh mürit bulamazdı. Lakin bizim işimiz; Müslümanları zalimlerin kötülüğünden saklamak olduğundan, sultanlarla temas ve onları şeriata yöneltmek, bize vazife olarak verildi"

Buyurdular: "Uyanıklığın muhafazasında şöyle olunması gerekir; Nefesin giriş ve çıkışına vakıf olunacak."

Buyurdular: "Eğer Şekavetin (asilik, günahkarlık), ne olduğunu, sorarlarsa; kendi varlığına tutulmak, hakktan geri kalmaktır.

Eğer Vasıl (ulaşma), nedir? diye sorarlarsa; de ki, hakkın varlığının nuru göründüğünde insanın kendini unutmasıdır. Eğer Fasıl (ayrılık) nedir? diye sorarlarsa, de kİ; Allah'tan (c c) gayrısından (masivadan) gönlü ayırmaktır. Eğer Sekr (sarhoşluk) nedir?

Page 26: Başbuğ velilerden 33

diye sorarlarsa, de ki; gönüle öyle bir hal zahir olur ki, bu halden önce gizli tutulması icabeden şeyi, gizlemeye gücün olmamasıdır."

Buyurdular ki: "Hakikatte murakabe, intizardır. Tarikatta seyrin nihayeti, bu intizarın hasıl olmasından ibarettir."

MUHAMMED ZAHİD (k.s.) Nakşbendiyye'nin Ubeydullah Ahrar'dan İmam-ı Rabbani'ye kadar olan dönemdeki adı" Ahrariyye." Ubeydullah Ahrar'dan emaneti alan ise Muhammed Zahid.. Dini ilimlerde belli bir derinlik kazandıktan sonra tasavvufa meyletti. 855/1451 yılında Ubeydullah Ahrar'a intisab etti. Kadı Muhammed Efendi, şeyhi Ubeydullah Ahrar'a intisabını şöyle anlatıyor:

- Şeyh Nimetullah adında biriyle Herat'a gitmek üzere Semerkant'tan yola çıktık. Mevsim yaz, havalar çok sıcaktı. Şaduman köyüne gelince orada birkaç gün konakladık. Biz orada iken Ubeydullah Ahrar hazretleri de o köye geldi. Ziyaretine gittik. Tanıştıktan sonra aramızda güzel konuşmalar oldu. Sohbet sırasında Ubeydullah Ahrar, içimdeki bazı sorulara cevap verdiği gibi Herat'a gidiş sebeplerimizi de tek tek saydı. İnsan ruhunu okuyan kamil bir zat karşısında olduğumu anladım. Ancak içimdeki Herat'a gitme arzusu kaybolmadı. O bana Herat'a değil, Buhara tarafına gitmemi tavsiye etti.

Ertesi sabah yolculuk için izin almaya gittim. Beni kapıda karşılayan bir müridi, "Efendi hazretlerinin yazı yazmakla meşgul olduğunu" söyledi. Bir süre sonra geldi ve elindeki kağıdı bana uzatarak: "Bu. benim sana nasihat ve vasiyetimdir" dedi. Kağıtta şunlar yazılıydı: "İbadetin hakikati benlikten geçmek, Allah'ın azameti karşısında titremek, tazarru ve inkisar halinde bulunmaktır. Bu manalar gönülde, ilahî azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saadete aşk ve muhabbetle eritir.

Aşk ve muhabbetin zuhuru Kainatın efendisine uymakla kabildir. İttiba; yani O'na uymak, uymanın yolunu bilmeye bağlıdır. Bunun için peygamber varisi, maneviyat alimi mürşitlere uymak gerekir. Alimliğini dünya kazancına vesile sayan, makam ve itibar sahibi olmaktan başka hırsı olmayan ilim ehlinden uzak durmak lazımdır. Kendilerim büsbütün musiki ve sema ve raksa veren ve halkın eline bakan dervişlerden uzak durmak icap eder. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına zıt fikirler dinlemekten sakınmak şarttır. İlim tahsilim Allah Rasulü'ne ittibaın zaruri bir sonucu olarak görmek ve ilme bu gözle bakmak tek çıkar yoldur."

Diri Kedi, Ölü Aslan: Kadı Muhammed Zahid, şeyhinin hizmetinde bulunduğu yıllarda Semerkant'ta Hoca Zekeriya adlı bir şeyhin kabrini ziyarete gider. Fakat kendisinde bir fevkaladelik hisseder, dayanılmaz bir karın ağrısıyla ayağım türbe kapışma koymuşken, kendini dışarı atar. Şeyhinden izinsiz geldiği için bunların basma geldiğine hükmeder. Adeta irade ve ihtiyarı elinden alınmış bir halde şeyhinin yanına döner. Muhammed Zahid, daha. bir şey söylemeden Ubeydullah Ahrar ona: "Bilmez misin ki, diri kedi, ölü aslandan üstündür" diyerek irşadda, ölmüş şeyhlere değil, hayatta olan mürşitlere bağlanıp rabıta yapılması gerektiğine işaret eder.

DERVİŞ MUHAMMED SEMERKANDİ (k.s.) Cezbe ve istiğrakı sahi ve temkînine galip, isimsizliğe talip bir gönül eriydi. Bu yüzden "Derviş Muhammed" diye anılırdı. Altın Silslle'nin 21. halkası Derviş Muhammed, Semerkantlı. Kadı Muhammed Zahid hazretlerinin kız kardeşinin oğlu. Emaneti ondan aldıDerviş Muhammed'in yaşadığı yıllarda Osmanlı ülkesinin basında Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman gibi güçlü sultanlar bulunmaktaydı. îlmî, edebî ve tasavvufi hayat oldukça canlıydı. Merkez Efendi ve Sünbül Efendi gibi Halveti şeyhleri sultanların yakın çevresini tesirleri altına almış ve onların gönül dünyalarını aydınlatmaya çalışmaktaydı. Nakşibendiyye'nin Ahrariyye kolu şeyhleri, daha Ubeydullah Ahrar'ın sağlığında tesirlerini sultan Fatih'e kadar duyurmuşlardı. Fatih Sultan Mehmed'in büyük bir saygı duyduğu ve duasını talep için elçiler gönderdiği Ubeydullah Ahrar'ın halifeleri daha bu yıllarda Anadolu'ya ve hemen ardından İstanbul'a ulaştılar.

Nakşibendiyenin Osmanlı ülkesinde en etkili olduğu dönem, Mevlana Halid el-Bağdadî'den sonraki dönemdir. İmam-ı Rabbanînin Müceddidiyye'si ile başlayan bu ikinci tanışma, Mevlana Halid ile zirveye ulaştı ve XIX. asırda Nakşilik İstanbul, Anadolu ve Balkanlar'da en yaygın tarikat konumuna geldi.

HACEGİ MUHAMMED İMKEGENİ(k.s.)

Page 27: Başbuğ velilerden 33

Altın silsilenin 22. halkası Hacegî Muhammed îmkenegî, 21. halkadaki Derviş Muhammed'in oğlu ve halifesi. Osmanlı devletinde tasavvufun en canlı olduğu yıllarda yaşayan bu gönül eri de babası gibi, meçhul kalanlardan. Bir asra yakın ömür sürerek 1599 yılında vefat ettiği ve yaklaşık 38 yıl şeyhlik ettiği halde Osmanlı ülkesinde pek tanınmıyor.

MUHAMMED BAKİ BİLLAH(k.s.)

Müceddid-i elif-i sânî; yani hicri ikinci bin yılın yenileyicisi unvanının haklı sahibi İmam-ı Rabbani hazretlerinin mürşidi. Hacegân pirânının ulularından.

Gönlüne tasavvuf yoluna sülük arzusu düşünce kendini Hâcegi Muhammed İmkenegi'nin kapısında buldu. Batın alemi kendisine bu gönül Sultanı eliyle açıldı. Üveysi-meşreb olduğu için gerek Şah-ı Nakşbend, gerekse Ubeydullah Ahrar hazretlerinden feyz aldığı kaydedilir. Hz. Ahrar, kendisine üveysi yolla emaneti yükledikten sonra onu Hindistan tarafına yolladı

Cemal Tecellisi Anlatıldığına göre büyük oğlu Abdullah, elinde bir ayna olduğu halde babasının yanına geldi. Muhammed Baki Billah dedi ki: - Oğlum, elindeki aynada bir suretine bak bakalım! Abdullah, çevirip bakınca aynada kendisini değil, babasını gördü. Hem de Mimsiyah sakallı babasını bembeyaz sakallı ve nurlu yüzüyle. Gördüklerinden şaşkına dönen Abdullah'ın halini farkeden babası: - Şaşkınlığa gerek yok. Aynada yüzümde ve sakalımda gördüğün beyazlık ve nur, Allah'ın cemal nurudur. Bizden değil, dedi.

Kur'an okumaya düşkünlüğü sebebiyle geceleri çok az uyurdu. Tanyeri ağarıncaya kadar Kur'an ve özellikle de Yasin okurdu.

Talebesi İmam-ı Rabbanî'nin şeyhi ve emaneti devraldığı mürşidi hakkında söyledikleri ise şöyle:

- Nakşı meşayıhının ulularındandı. Velayet makamının en üst noktasında, kutbiyyet sırrına ermiş bir Muhammedî-meşreb erdi.

İMAM-I RABBANİ AHMED FARUKİ (k.s.) Uzun boylu buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Bakışları canlı ve keskindi. Çekme burunlu, dudakları ince kırmızı renkliydi. Ağzı orta büyüklükteydi. Dişleri inci gibi düzgün ve parlaktı. Sakalı gür ve büyükçeydi. İkinci hicrî bininci yılın yenileyicisi yani "Müceddid-i elf-i sanî."

Nakşî, Kadirî, Suhreverdî, Çiştî ve Kubrevî tarikatlarından icazetli Rabbani imam ve Rahmani mürşid.

Altın silsilenin 24. halkası "İmam-ı Rabbanî" lakabıyla anılan mürşidimizin asıl adı Ahmed b. Abdülahad el-Farukî. "Farukî" nisbesi, ikinci halife Hz Ömeru'l Faruk'un soyundan olmasından "İmam-ı Rabbani" Allah adamı imam, demek Müceddid-i elf-i sanî" şöhreti, Hz Peygamber'in "Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyen (müceddid) gönderecektir." hadis-i şerifi gereği, ikinci bin yılın başında gelen "müceddid" sayılmasından.

Denizin Denize Kavuşması Gibi İmam-ı Rabbanî, Nakşî yolunu öğrendiği şeyhi Muhammed Baki billah île Delhi'de karşılaştı. Ancak bu karşılaşma, tesadüf eseri meydana gelmiş değildi. Belki de Bakibillah'ın Delhi'ye gelişi, ilahî kaderin "Muceddid-i elf-i sanî" olarak takdir buyurduğu Ahmed Farukî'yi yetiştirmek içindi. Şeyhi Hacegî Muhammed Emkenegî tarafından İmam-ı Rabbanî'yi irşad için gönderilen M. Bakibillah ile İmam-ı Rabbani'nin buluşması iki denizin birbirine kavuşması gibiydi. Ahmed Farukî, sahip olduğu üstün kabiliyet sayesinde iki ayda şeyhinin yanında sülukunu tamamladı.

Yaşadığı Dönem İmam-ı Rabbanî'nın yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Bunlardan özellikle imam ile çağdaş olan Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya, çalıştığı din, en çok Hinduizmden etkileniyordu.

Böylesine karışık ve sultanların uluhiyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani, çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek basına güzellikler dini İslam'ı savundu. Sultan; hapis, işkence, her türlü sindirme

Page 28: Başbuğ velilerden 33

politikalarını izlediyse de başarılı olamadı. Hükümdarın uydurduğu din, bütün sapıklıklarıyla tükendi. İmam-ı Rabbani ezilen, yara alan islam'ı yeniden dirilik ve güzelliğiyle hayata koydu. Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi cereyanlardan sokulmak istenen "hulul, ittihad ve tenasüh" gibi düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur'an ve Sünnet çizgisine getirdi. Halk arasında yayılan bid'at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek şeriata bağlılığı perçinledi. İmam-ı Rabbani'nin terbiye anlayışıyla yetişmiş binlerce halife, mürid ve müntesihi, bu düşünceleri Orta Asya, Anadolu, Irak ve Suriye taraflarına da taşıdı.

Eserleri ve Mektubat'ı: İmam-ı Rabbani, gençlik yıllarında bir takım eserler ve risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı ve Mektup'la irşad, Hz. Peygamber'le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî'nin gerek talebelerine ve halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği kazanmış, tasavvuf ve ahlakta müracaat kitabı olmuştur.

Vahdet-i Vücud -Vahdet-i Şühud: İmam-ı Rabbanî'nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Vahdet-i vücüd" denilen "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücudu "Vahdet-i şühüd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir. Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışına, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.

Dervişlik, Şeyhe Teslimiyyet Müridin, şeyhine bağlılıkta "Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması gerektiğini" öğütlerdi. Minnet ve ıstırabı aşkın levazımı sayardı. Yoksulluk, sıkıntı ve derd, çaresiz katlanılacak hususlardandı. Çünkü dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıkta olurdu. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O'ndan ne gelirse razı olmaktır. Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Değilse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.

Sahabe ile Veli Arasındaki Fark Fena, baka, süluk ve cezbe ile Hakk'a yakınlık için, "velayet yakınlığı" tabiri kullanılır. Ümmetin velileri bu "yakîn" ile şereflenmiştir. Ashab-ı kiramın Resülullah (s.a) Efendimizin sohbetiyle elde ettikleri yakınlığa "Nübüvvet yakınlığı" denilir. Nübüvvet yakınlığı, ittiba ve veraset yoluyla gelmiştir. Bu yüzden bu yakınlıkta fena, baka, cezbe ve sülük yoktur ve bu yakınlık, velayet yakınlığından üstündür. Çünkü nübüvvet yakınlığı, asıl yakınlıktır. Velayet yakınlığı ise onun gölgesinde bir yakınlıktır. Velayet yakınlığına ulaşmak için fena, baka, cezbe ve sülük, öncü ve başlangıç sayılır. Eğer yol, nübüvvet yakınlığı caddesine düşecek olursa, o zaman bu öncü ve başlangıca gerek kalmaz. Ashab-ı kiram nübüvvet yakınlığı caddesinden yürümüşlerdir.

Şeriat ve Tarikat İmam-ı Rabbanî'ye göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir, ikisi arasında ayrılık, gayrılık ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır. Şeriat icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir. Şeriat gayb, hakikat ise şehadet sayılır şeriat gayba imanı emreder, hakikate erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri gereği açıklanmış hükümler, hakka'l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb, iken şehadet aleminde gözükürler. Hakka'l-yakîne eren kimsede meydana gelen, ilimler, şeriat ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa hakka'l-yakîn makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır. Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz

Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Nakşbendîlik İmam-ı Rabbanî Nakşbendiyye tarikatının başının Hz Ebü Bekir olduğunu belirttikten sonra, bu yoldaki bağlılığın bütün bağlılıkların üstünde olduğunu anlatır. Çünkü onların bağlılıkları Hz Ebu Bekir (r a)'ın huzuruna bağlı özel bir bağlılıktır. Ayrıca Nakşbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda, sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı Nakşbend,'Biz sonu, öne aldık" buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk'a vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan nasib alırlar.

Page 29: Başbuğ velilerden 33

Veraset İlmi Cenab-ı Peygamber (s a) buyurur ki "Alimler, Peygamberlerin varisleridir" (Ahmed b Hanbel'ın müsnedi) İmam-ı Rabbanî'ye göre alimler iki tür ilim bırakmışlardır. "Ahkam ilmi, esrar ilmi" Peygamber varisi olmaya layık olan kimse peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin herşeyine varis olur. Murisin bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz. Hz Peygamber (s a) bir başka hadislerinde "Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" buyurmuştur. Burada geçen alim, Hz Peygamber'in her iki mirasına da varis olandır. Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değil, sahv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır.

Bid'atlerle Mücadele İmam-ı Rabbanî, her bid'atin bir sünneti ortadan kaldırmasından dolayı bid'atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd'atlerin sünnetleri kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları söylemektedir. Mesela bazı şeyhler, sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar. Oysa ki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol taraftan sarkıtma bid'ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış olmaktadır. Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır. Namaza myyet konusunda dil ile niyyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı alimler, kalb ile myyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek İmam-ı Rabbanî ye göre bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir. Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.

Velilik İmam-ı Rabbanî'ye göre velilik fena ve baka hallerinden sonra gelen makamdır. Keramet de veliliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak keramet ve olağanüstü halı çok olan velinin kemalinin de çok olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine olağanüstü hali az olanın veliliği belki daha mükemmeldir. Keramet ve olağanüstü haller, hem "urüc" yani manevi yükseliş sırasında, hem de "hubut" yani kemalat kazandıktan sonra halkın arasına karışmak üzere "iniş" sırasında görülür. Ancak "urüc" sırasındaki olağanüstü haller, "hubut" ve "nüzul' sırasındakinden çoktur. Çünkü biri sebepsizlik alemine yükseliş, öbürü sebepler alemine dönüştür ve sebepler alemine dönüşte temkin daha çok olur.

İmam-ı Rabbani, Nakşîlik yoluna yeni bir üslup kazandırarak kendisinden sonra bu tarikat, Nakşbendiyye-i Ahrariyye-i Müceddidiyye diye anılmıştır.

Mektubat' ta buyururlar: "Bir murakabe anında idim, Allah Resulu (S.A.V) tecelli ettiler ve: "Sana şimdiye kadar kimseye verilmeyen izni vermeye geldim ve ilave ediyorlar, sen hangi cenazenin namazını kılarsan, o affedilip cennete girecek."

317. Mektup:

"Bilesin ki; her .yüzyılın başında bir müceddid gelip gider. Ne var ki yüz senelerin başında gelen müceddid İle bin yılın başında gelen müceddid aynı değildir. Bunların arasındaki fark, bin ile yüz arasındaki fark gibidir. Hatta daha da fazla.

Müceddid o zattır ki, o müddet içinde, ümmete her ne gibi feyiz varidatı gelirse, onun vasıtası ile gelir. İsterse o zamanın kutupları, Ebdalı, Evtadı, Nücebası bulunsun. (Şimdi biz bin yılın müceddidini de yukarıdaki yüz yılın müceddidlerine kıyas edelim, aradaki uçurumu görürüz.)

Vahdet-i Vücut meselesini, Muhyiddin'i Arabi'nin eksikliklerini en berrak şekli ile meydana getiren ve bu sorunları çözen insan kendileri.

Buyurdular: "Bilmiş olasın ki, Seyrü sülük'ten gaye, nefsi emmarenin tezkiyesi ve temizlenmesidir. Böyle olmalı ki, nefsi arzulardan doğan batıl ilahlara tapmaktan kurtuluş olsun. Hakiki manada yönelinen kıblede yüce mukaddes hakiki vahid Ma'bud'dan gayrı kalmaya.

Page 30: Başbuğ velilerden 33

Daima şeriat alimlerine ve talebelerine saygı duyulmasını tavsiye eder ve şöyle buyururlardı:

"İlim taliplerini (ilmi öğrenmek isteyenleri) öncelikle ele almak, şeriatın tervec'i (değerinin yükselmesi) demektir. Zira onlar; şeriatı Nebeviye'nin, milleti Mustafaviyenin, kaimesi (ayakta durduran sütunları) hükmündedirler.İnsanlar kıyamet günü, şeriattan sorumlu olacaklar, tasavvuftan değil."Cennete girmek, cehennemden uzaklaşmanın başlıca sebebi, Şeriatın emirlerini yerine getirmeye dayanır."

Padişah, îmamı Rabbaniye:-"Bana secde edeceksin dedi:-"Ben Allah'tan (CC) başka kimseye secde etmem. Padişah ikinci defa tekrarladı ve:-"Seni secde etmekten muaf tuttuk, başını eğeceksin, ben verdiğim sözden dönmekten utanırım." dedi. İîmam-ı Rabbani bu söze de şöyle cevap verdi:""Canım kurtarmak için gerekirse secde edilir, fetva vardır. Fakat doğru olan şu ki, Allah'tan (CC) başkasına secde edilmemesidir.."Ve kaleye hapis...

İmamın etrafında bütün zindandakiler Müslüman oldu.Hem de kamil. Zindan muhafızına kadar... Nihayet sultan pişman olur. İmamı dışarı çıkarır ve ondan af diler.İmam: "zindan ve zulüm, bizim velayette yükselmemize yaradı." der...

Bir gün bir Kadiri zat, İmamın yüceliğini kabul etmeyerek yüz yüze şöyle dedi: "Gavsı Geylani şimdi dirilip gelir, senin müceddidlik ve kayyumluğunu ikrar ederse, biz de sana inanırız."İmamı Rabbani başını kaldırıp kutup yıldızına yöneldiler ve:"Yukarı bak! kutup yıldızında şimdi Gavsi Geylani görünecek...ve Gavsı Geylani hazretleri göründü. Hem de kutup yıldızı iki parça olup arasından çıkmıştı.Şöyle dedi Gavs: "Müceddidi Elfi Sani'nin dediklerini kabul ederim. Çünkü din ve dünya hususunda kemalat sahibidir. Bu, evliyayı ümmet arasında en faziletli zevattan birisidir. Her kim, onu inkar eder ve muhalefette bulunursa, din yolundan sapmış olur." Bu sözden sonra Gavsı GeyIani kayboldu.

Derdi ki: "İslam fakir kimselerle ortaya çıkıp gelişmiştir. Yine fakirlerle devam edip gidecektir."

"Ehli kerem, başkasının İhtiyacını kendi ihtiyacına tercih eden kimsedir."

En iyi ve en mükemmel nasihat: "Peygamber (SAV)'e itaat ediniz" sözüdür.

"Ehlullah'dan keramet aramayı bırakınız. Esasen onların varlığı bir keramettir."

MUHAMMED MASUM ES-SERHİNDİ (k.s.) Asıl adı Muhammed'di. Günaha düşmekden ve şüphelilere yaklaşmaktan çok sakındığı için "Ma'sum" ikabıyla anılırdı. İmam-ı Rabbani'nin yedi oğlundan üçüncüsüdür. Babamdan sonra, ilim, marifet takva ve yakîn açısından onun yerine en layık olanı olduğundan halefi oldu. Akranları ve tanıyanları kendisine "el-Urvetü'l-vüska" (sağlam kulp) lakabını vermişlerdi.

Üç ayda Kur'an'ı ezberleyebilecek bir hafızaya sahipti. Babasının ders ve sohbetlerinin aralıksız müdavimiydi. Çok kısa sürede İmam-ı Rabbani'nin müntesibleri arasında temayüz etti. Babası ondaki bu fevkaladeliği sezerek büyük manevi makamlara ereceğini müjdelemişti. Babasının vefatından sonra irşad onun eliyle devam etti.

Nefs ve Fena Hali:

Sordular - Tasavvuf yolunun yolcularına şeytan sataşır mı'? Şunu söyledi: -Bu konuda en sağlam ölçüyü Abdulhalik Gucduvani veriyor "Şeytan, Maneviyat yolunun yolcusuna fenaya ermedikçe öfke anında sırayete yol bulabilir. Fakat nefsini fenaya erdirmiş bir kimsede öfkenin yerini gayret, yanı kıskançlık ve düşkünlük alır. Gayret, şeytanı kaçırtır.

Page 31: Başbuğ velilerden 33

"Fena" halini şöyle anlatırdı. Fena hali gelince zat tecellisi arifin bütün benliğini sarar Kul, kendi fiil ve sıfatlarını Hakk'ın fiil ve sıfatları olarak görmeye başlar, kendi fiil ve sıfatlarını hatta zatını görmez olur. Böylece fenaya eren kimse, ikinci bir doğumla kendisine bağışlanan bir varlıkla var olur. Bu vasıflarla "hakkalyakîn"e ulaşana İslamın güzelliği açılır. İslam'ın güzelliğine eren de hayretten, dehşetten ve şaşkınlıktan kurtulur .

Sevgi üzerine

Tarikatta sevginin başlangıçtan nihayete kadar lüzumunu şöyle belirtirdi. Sevgi sadık müridi, şeyhinin kemalatını cezbetmeye sevkeden bir güçtür. Sevgi sayesinde murid şeyhinin boyasına boyanır, onun fırınında pişer. Bu sevgi sayesinde gönül dünyası şeyhiyle bütünleşir. Onun aracılığıyla sevgi deryasında dalgıç gibi aşk incileri derlemeye başlar. Ancak sevginin zuhuru çoğu zaman hüzündür Gönüldeki sevgi ateşi dışa hüzün olarak yansır. Nitekim Alemlerin Efendisi, Hz Peygamber (sa) sevgi deryası olduğu halde daima hüzünlü idi. Gülmeleri bile tebessümden ibaretti.

Muhammed Ma'sum, Nakşbendiliğin sohbet yolu olduğu esasından hareketle şunları söylüyor. 'Bid'at ehli kimselerin sohbetinden uzak durmalıdır. Bid'at olan şeylere bulaşmaktan da sakınmalıdır. Kurtuluş sünnettedir.

Kamiller sohbetini aramalı, nakıs kişilerin sohbetinden kaçınmalıdır Çünkü nakıstan kamil gelmez'. Muhammed Ma'sum emaneti oğlu Muhammed Seyfeddin'e bırakarak Hakka yürüdü.

MUHAMMED SEYFEDDİN SERHİNDİ (k.s.)

Muhammed Masum'un oğlu. İmam-ı Rabbani'nin torunu. Tasavvuf ve tarikatte üstadı, babası Muhammed Ma'sum Seyr u sülukunü tamamladıktan sonra babası tarafından Delhi'de irşada memur edildi.Muhammed Seyfeddin emr bi'l-maruf ve nehy ani'l-münker konusunda çok titizdi Nitekim Muhammed Ma'sum oğlunun bu durumu hakkında şunları söyler: "Hind ülkesinin neresinde bir münker, bir kötülük işlendiğini duysa hemen onun üstüne gider, onu ortadan kaldırmaya çalışır. Duyduğu bir kötülüğün bir an bile kalmasına dayanamazdı."

Öyle zühd ve takva sahibi idiler ki, kendilerine Muhyi Sünneti (Sünnetin ihya edicisi) lakabı takılmıştı.

Bir gece teheccüt namazını kılmak üzere gece yarısından sonra uyanıyorlar. Evler toprak damlı, ve dama çıkıyorlar. Derin bir sessizlik içinde, uzaktan, çok uzaktan bir ney sesi ses, sükutun beyaz çarşafı üstünde dalga dalga.. Şeyh öyle bir rikkat ve ihtizaza kapılıyorlar ki, kendilerini kaybedip damdan düşüyorlar. Mübarek vücutları inciniyor. Ama istiğrakları devam. Kendilerine geldiklerinde buyuruyorlar:

-"Bazı kimseler bize ahenkli ses dinlemeyi bıraktığımız için, dertsiz ve hissiz diyorlar. Asıl dertsiz ve hissiz onlardır ki dinleyebiliyorlar ve dinleyebilmek ellerinden geliyor..."

Şeyhin müritlerinden biri, ahenkli ses meclislerinden birinde öyle coşuyor ki, kendinden geçip üstünü başını paralamak ve çığlık koparmamak için dudaklarını dişleri ile kanatıyor. Fakat daha fazla dayanamadığından yığılıp ölüyor. Hadise Şeyhe anlatılınca, verdikleri cevap: "Ses derdi, çok tehlikelidir. İşte ona cevaz vermeyen din büyüklerinin dokundukları hikmet.

NUR MUHAMMED BEDAYUNİ (k.s.) Zahiri ve batini ilimlere vukufu sebebiyle "Allame-i cihan" diye anılırdı. Altın Silsilenin 27. halkası yine Hind diyarından, fakat bu sefer "Serhindi" ailesinden ve İmam-ı Rabbâni soyundan değil. Seyyidliği sebebiyle "Seyyid Nur" diye anılan Muhammed Bedayünî.İmam-ı Rabbâni'nin torunu Seyfeddin Serhindi'nin yetiştirdiklerinden.Dini ilimlerde belli bir merhale katettikten sonra önce Seyfeddin Serhindî'ye, ardından Şeyh Muhammed Muhsin'e intisab etti. Muhammed Muhsin, Muhammed Masum'un önde gelen halifelerindendir. Her iki şeyhten feyz aldıktan sonra otuz beş yıl kadar Delhi'deki Nakşi Müceddidi dergahında hizmet etti.

MİRZA MAZHAR-I CAN-I CANAN (k.s.)

Page 32: Başbuğ velilerden 33

Hz Ali'nin oğlu Muhammed b Hanefiyye neslindendi Anaları ve ataları cihetinden cedleri hep veli, ya da veli tabiatlı kimselerdi Altın Silsile'nin yirmi sekizinci halkası Belki de çok arzuladığı "şehidlik" sıfatıyla Rabbına kavuştuğu için "Mazhar-ı can-ı canan" diye meşhur olmuştu.

Altın silsilede yer alan şeyhlere çok düşkündü Gönülden bağlıydı Özellikle imam-ı Rabbanî'yi çok severdi "Bu yolda ne bulduysam büyükleri, şeyhleri sevmede buldum derdi

Tarikat ve tasavvufu, şeriatta ihtisas gibi görür, tarikata meyli "Hak sevgisinin ağır basması' şeklinde yorumlardı Tarikatı sadece bir zikir vasıtası görmezdi Çünkü zikir, herkese emredilen bir konuydu Kalb gözünün açılması da zikri çok yapmakla ancak mümkün olurdu Zikirden gaye zikrin manasına ermekti Daha ilerisi güzel ahlak sahibi olmak Çünkü güzel ahlak, bu ışın kaymağı mesabesinde Bu yüzden sevgili Peygamberimiz "Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" (Muvatta, Hüsnü'l hulk) buyurmuştur

ABDULLAH DEHLEVİ (k.s.) Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin soyundan, seyyid-neseb.

Altın silsilenin yirmi dokuzuncu halkası Babası Şah Abdüllatif, Kadiri tarikatına bağlı. Oğlu doğmadan önce rüyasında Hz. Ali'yi gördü. Hz. Ali ona: "Oğluna Ali adını koymasını" söyledi. Bu yüzden oğlu doğduğunda babası ona "Ali" adını verdi. Ancak daha sonra kendisine "Gulam-ı Ali" denmeğe başlandı. "Gulam-ı Ali" Ali'nin hizmetçisi demekti. Daha sonra rüyasında Hz. Peygamber'in Dehlevi'ye bizzat "Abdullah" diye hitab etmesi sonucu "Abdullah Dehlevî" diye meşhur oldu.

Şeyhi Mirza Can-ı Canan şehid edilmesinden sonra irşad makamına oturdu. İlim ve irfanı; tarikattaki şeriat titizliği sayesinde kısa zamanda ünü her tarata yayıldı.

Abdullah Dehlevi, bağlılarına bir yandan seyr ü sülük ile tarikat eğitimi yaptırırken; diğer yandan onlara tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmi ilimler okuturdu.Kuşeyrî Risalesi, Avarifü'l-maarif ve îmam-ı Rabbani'nin Mektübat'ı onun okuttuğu eserler arasında yer alır. En büyük halifesi Mevlana Halid el-Bağdadî'dir.

Günlük Yaşantısı

Abdullah Dehlevi'nin bir günlük yaşantısı şöyleydi: Geceleri az uyur, teheccüde kalkardı. Teheccüde kalktığında uyuyanları uyandırırdı. Teheccüd namazından sonra murakabeye varırdı. Ardından da bir mikdar Kur'an okurdu. Gecenin son vaktinde sabah namazını cemaatle kılardı. Namazdan sonra işrak vaktine kadar yine murakabe ve zikirle uğraşırdı. Müridlerinin kalabalığı yüzünden sabahtan toplu zikri iki celse halinde yaptırırdı. Zikrin ardından kuşluk vaktine kadar tefsir okuturdu. Bunun ardından yemek yenirdi. O günün şartlarında müslümanlar iki öğün yediklerinden bu yemek kahvaltı ve öğle arası olurdu. Yemekden sonra biraz istirahat ederdi. Ardından öğle namazına kadar kitap okuma ve bazı yazım işlemleriyle uğraşırdı. Öğle namazından sonra tefsir ve hadis, ikindiden sonra da hadis ve tasavvuf okuturdu. Daha sonra da akşam vaktine kadar zikir ve teveccühle meşgul olurdu. Akşam namazından sonra kısa bir süre seçkin müridleriyle hasb-i hal ederdi. Yatsı namazından önce akşam yemeğini yerdi. Yatsı namazım kıldıktan sonra geceyi daha çok zikir ve murakabeyle geçirir, uyku bastırınca seccadesi üzerine yan üstü uzanıp istirahata çekilirdi.

Bazı Söz ve Düşünceleri Abdullah Dehlevi. Nakşbendiyye tarikatının belli başlı esaslarını kendisine göre şöyle özetlerdi: "Nakşiliğin dört esası vardır: l. Def-i havatır. 2. Devamlı huzur hali, 3. Rahmani cezbe, 4. Manevi varidat. Havatır şeytandan, nefsten, melekten ve Hak'tan olmak üzere dört çeşittir."

Nakşilik yolunda kişiye şu dört şeyin gerekli olduğunu söylerdi: l. Tertemiz bir din, 2. Saf bir yakın hali, 3. Kırık bir el; yani harama uzanmayan, hırsa kapılmayan bir tavır, 4. Kırık bir ayak; yani harama ve şerre gitmeyen bir ayak, mütevazı bir üslup.

Süfî'yi: "Dünya ve ahireti arkasına atan, yüzünü Yüce Rabbine döndürüp yoluna devam eden kimse" olarak tanımlardı.

Bey'at edip söz vermeyi üç amaçla yapılan bir fiil olarak görürdü. 1. Şeyhlerin gösterdiği büyük ve güzel yola ermek, onların makamına ulaşabilmek için;

Page 33: Başbuğ velilerden 33

2. Günahı bırakıp tevbeye yönelmek için, 3. Bir yere, bir makama bağlanmış olmak için.

Fakirin harfleri "Fakir" kelimesinin harflerinin birer sembol olduğunu her bir harfin ayrı bir anlamı bulunduğunu şöyle anlatırdı:

Fa: Faka'dır; darlık, yokluk ve zorluğa işarettir. Kaf: Kanaat ehli olmaktır. Ya: Yeis'tir. Hakk'tan başka herşeyden ümid kesmekdir. Ra: Riyazettir. Nefsi terbiye etmek için zora koşmaktır.

Derviş karşılığı kullanılan "fakir" kelimesinin remizleri sayılan bu hasletlere sahip olan kişi, Hakk'ın fazi ve ihsanı ile yakınlık ve rahmetine erişir.

Velilik ve Erenlik Abdullah Dehlevi'ye göre veliler üç sıfatlı olur: 1. Keşf sahibi olanlar, 2. Fehm, anlayış ve kavrayış sahibi bulunanlar. 3. Cehi ehli; yani Hakk'ın İlmini görüp hiçbir şey bilmediği idrakine erenler.

Ricali de, dünya isteklileri, ahiret talipleri ve Mevla asıldan olmak üzere üçe ayırırdı. Dünyadan ve ukbadan geçip Hakk canibim seçip vuslat şarabın içip rical sıfatını alanların "ermiş" sayılacağını söylerdi.

Aklı, aydınlık ve karanlık olmak üzere ikiye ayırırdı. Aydınlık akıl, arada hiçbir aracı olmadan esas gayeye götüren akıldı. Karanlık akıl da mürşid kandili olmadan önünü göremeyen ve menziline varamayan akıl demekti.

İnsanın en büyük engeli olarak "benliği" görürdü. "Benlik" gitmeden hiçliğe erilemezdi. Benliğin gittiğini anlamanın ölçüşü olarak da;

"Kişide ben diyebilecek bir gücün kalmaması gerektiğini" söylerdi. Bu da ancak benliğin Hak'ta fani elması, kulun Hakk ile bakı olduğu şuuruna ermesiyle mümkündü.

Vefatı zamanında Şahı Nakşibend hazretlerinin aşağıdaki Farisi ve Arabi şiirlerinin, cenazesi giderken okunmasını vasiyyet etmişti.

Huzuruna müflis olarak geldim. Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim. Şu boş zembilime elini uzat,

0 mübarek eline güvenirim.

MEVLANA HALİD BAĞDADİ (k.s.)

Altın silsilenin 30. halkası ve yeni bir kolbaşısı bu sefer Osmanlı ülkesinden, Irak'ın Musul vilayetine bağlı Adı Halid b. Ahmed, lakabı Mevlana ve Zıyaeddin İslâm dünyasında Celaleddin Rumî'den sonra "Mevlana" (Efendimiz, büyüğümüz) lakabıyla anılan ve bu sıfatla meşhur olan ikinci kışı olduğuna bakılırsa tesir ve nüfuzu anlaşılmış olur. Kendisinden sonra Nakşîlik neredeyse "Halidîlik" olmuş ve bu kol Osmanlı ülkesinin en yaygın tarikatı haline gelmişti Halid Bağdadî nin şeriatın zahirine sıkı sıkıya bağlı bir ilim adamı olmasıyla halifelerini genellikle ilim erbabından seçmesi gerçeği vardır. Mevlana Halid in bizzat yetiştirip görevlendirdiği 116 halife Halidiliği XIX asrın en büyük tarikatı haline getirmiştir

Nasihatlari Size kat'iyyetle emrederim ki, bütün varlığınızla sünnet-i seniyyeye sarılıp cahiliye adetlerinden ve bidatlerden sakının.

Sufiye hakkındaki dedikodulara aldanmayın.

Page 34: Başbuğ velilerden 33

'Paşa da olsa avamdan insanlarla ülfet etmeyin. Onlardan hangi vesileyle olursa olsun, bir şey istemeyin. Çünkü bu, sizin kötülükle itham edilmenize sebep olur.

İki mefsedet arasında çaresiz kaldığınız zaman ehven olanını seçin. Mutlu kişi, başkasının başına gelenlerden ibret alandır. Daha önemli olanı, önemli olana tercih ediniz.

Sakın ola ki sultanlarla ve devlet ricaliyle bir işe girişmeyin. Çünkü onları ıslah edecek güce sahip değilsiniz. Onları gıybet etmeyin, veliyy-i emrinize hayırlı işlerinde muvaffak olması için dua ediniz. Dünya perest tüccarları, ulema taslaklarını, ilmi halk arasında bir makam elde etmek için maşa olarak kullanan talebeleri, tenbellikleri sebebiyle yüklerini halka taşıtmaya çalışan asalakları, maneviyatı dünyasına basamak yapmaya kalkışan kimseleri, tarikata almayın, alsanız da bu tür davranışlarına fırsat vermeyin.

Bilesiniz ki bana en sevgili olanınız, ehl-i dünya ile alakası olmayan, başkalarına yük olmayanızdır. Daha da sevimlileriniz fıkıh ve hadisle uğraşanlarınızdır. Nitekim tabileri çoğalanın şeytanları çoğalır, malı çoğalanın hesabı zorlaşır Tama ve şöhret sevgisine tutulan dünyalığını arttırmak, makama erişmek için her şeyi meşru görmeye başlar .Dünya ile dini değişir."

"Zikr-i kalbiye devam et. Yolda giderken de olsa onu bırakma'. Her işinde Allah'ın kuvvet ve kudretine iltica et! Sadat-ı kiram hazretlerinin rühaniyetinden istimdat et. Alimlere ve Kur'an hafızlarına ikram et. Mümkün mertebe Kur'an kıraatiyle ve en çok da fıkıh ilmiyle meşgul ol! Huzur-ı kalb,seni bu işten alıkoymasın!".

Mekke... Bir taşa oturmuş Kabe'ye bakmakta. Bir adamda sırtını Kabe'ye vermiş kendilerine bakmakta.. Bu münasebetsiz duruma bir müddet sabredip nihayet, dayanamadılar: - "Ben Allah'ın evine bakarken siz niçin sırtmızı dönmüş bana bakıyorsunuz?"Cevap: "Bunu bana sormanızı istiyordum da ondan."

Mevlana Halid şaşırdılar. Acaba aradıkları mürşit bu muydu? Ve adamın ellerine yönelme... Adam gülümseyerek cevap verir: Hayır! Ben sizin aradığınız mürşit değilim. Ama sizi layık olana göndermeye memur basit bir insanım... Sizin mürşidiniz Hindistan'da Dehlev şehrinden Abdullah Dehlevi... Oraya gidin ve adam dönüp gittiler. Kimdi bu adam belli değil.

Bu düşünceler içerisinde yüzerken, aniden veliler ordusunun kumandanı Şah Abdullahi Dehlevi bir talebesini Mevlanaya gönderdi ve: "Selamımızı söyle, bu tarafa gelsin" buyurdu. Mevlana gelen talebe ile bir müddet inzivaya çekildi. însanlarla görüşmez oldu. Kitapları bırakıp, medreseye gelmez oldu.

Hindistan'dan gelen zatla Hindistan'a gitmek üzere yola koyuldu. Talebesi gelen zata kızmaya başladılar. Fakat Mevlana, gülün kokusunu almış bülbül gibi kimseyi dinlemez olmuştu. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu acıklı ayrılışına valiler, kumandanlar, alimler, fadıllar, büyükler, salihler, eminler, garibler, fakirler, talebeler, erkekler, kadınlar, herkes ve herkes üzüntülerini beyan, bağlılıklarım izhar ve muhabbetlerini ilan ederek teşyi eylediler, uğurladılar. Ağlayarak :

Bizleri hüzün ve eleme gark ettiniz. İnşaallah yine huzurunuz ile şerefleniriz dediler.

Arkadaşı ile yaya giderek Tahran'a ulaştılar.Dehlev, tekkenin kapısından girdiler... Şeyh sanki onu bekliyor:

-"Buyurun safa geldiniz."

Ve hemen Halid'e dergahın helalarını temizleme görevi verildi. Mevlana'da en ufak bir teessür, işaret yok, yalnız dudaklarında küçük bir tebessüm...

Bu yeni vazifeyi aşk ve şevkle benimsediler... Bir ara hela temizliği için su taşırken, Şeytan kulağına fısıldadı: "Sen, bunca ilmin ve faziletinle, bir takım miskin dervişlerin girip çıktığı helaları temizlemeye memur edilecek insan mısın? düşünsene... Ve Mevlana Halid cevaplıyor:"Düşünüyorum, gerekirse oraları sakalımla temizlerim...

Aradan tam on ay geçer... Bir gün mürşitleri Abdullah Dehlevi, odasında oturmuş, pencereden bahçeye bakıyor. Mevlana Halid de iki elinde iki su kabı çeşmeden su taşıyor... 0 anda mürşidin gördüğü dehşet... Su kaplarını taşıyan Mevlana Halid değil... Mevlana Halid'in ellerinde tüyden hafif iki kap var... ve ağzına kadar su dolu kovaları taşıyan meleklerdir...

Hemen Abdullah Dehlevi hazretleri, Mevlana Halid'i ata bindiriyor, üzengisini de eliyle tutuyor.

"Aman efendim ne yapıyorsunuz?""Başlangıçta sana helalar temizletmeye memur iken, şimdi de atının üzengisini tutmaya memuruz... Şimdi git ve iklimleri irşat et, ruhları aç, susuz insanlar seni bekliyor. Artık hepimizden üstünsün..."

Page 35: Başbuğ velilerden 33

Şah Abdullah Dehlevi' nin Mevlana Halid'e yazdıkları hilafetnamedir:

"Rahman ve Rahim olan Allahü Tealanın ismi ile başlıyorum. Allahü Tealaya hamd, Resulüne salattan sonra;

fakir Abdullah nakşibendi müceddidi (R.A.Anh) der ki, din alimlerinin başta geleni ve Hak ve yakin yolu taliplerinin seçilmişi hazreti Mevlana Halid nakşibendi tarikatı için Kürdistandan bu fakirin yanına gelip, on ay kadar, halvette, me'lufatı terk ile zikir ve verilen vazifeleri edaya, son derece gayret ile çalıştılar. Allahü Tealaya hamdolsun ki, onun yardımı ve piran-ı kibarın tavassutu ile, tarikatın derecelerine yükselip, huzur, yad, daşt alem-i emr latifelerinin tenzibi, fena,beka ve bihudiye kavuştular. Alem-i halk latifelerindeki seyrin nurları ve hazreti müceddidin tarikatinde, salikin heyet-i vahdaniyyesine varid olan keyfiyyet ve haller, batınını nurlandırdı, hallendirdi. Tarikatte kemale ulaşıp, insanları da kemale ulaştırma mertebesine ulaşınca, kendilerine icazet, ve hilafet verip, talipleri terbiye etme, yetiştirme salahiyetini ve vazifesini verdim. Ayrıca Kadiri, Çeşti, Sühreverdi ve Kübrevi yollarından da icazet verdim. Nitekim bizim yolumuzda böyle yapılmaktadır. Onun eli, benim elimdir. Kendileri benim pirlerimin naib ve halef-i sıdkıdırlar. Onun rızası benim rızamdır. Onun hilafı benim hilafımdır. Devamlı zikir, teveccüh, murakabeler, sünnet-i seniyyeye ittiba, bid'atten ictinab, sabr tevekkül, teslim, rıza, ilim, hadis ve tasavvufla iştigal ve talipleri hidayetle uğraşma hilafetnamenin şarüdır. Ya Rabbi Onu, muttakilere İmam eyle! Ve Sallallahü ala Seyyidina Muhammedin ve ala Alihi ve sellem. Allah yolunda olanlara selam olsun!"

Bundan sonra büyük irşat dönemi...Bağdat'tan sonra Şam'a geçtiler ve orada Salihiye dergahında yirmi yıla yakın irşat postuna oturdular.

TAHA EL-HAKKARİ (k.s.)

Altın silsilenin 31. halkası Güneydoğu Anadolu'muzun Hakkari vilayetinden ve Abdülkadir Geylani soyundan. Adı Taha bin Molla Ahmed "Şihabüddin ve İmamüddin" lakaplarıyla ünlü.

Taha'l-Hakkarî'nin tasavvuf yoluna girmesi amcası Abdullah Şemdinli vasıtasıyladır. Mevlana Halid Bağdadî'nin önce arkadaşı, sonra da müridi olan Abdullah Şemdinli şeyhine yeğeni Taha'l-Hakkarî'den bahsetmişti. Mevlana Halid de bir ziyaretine onu da getirmesini istemişti. Bu suretle başlayan alaka, daha sonra istiharede görülen işaretler sonucu intisaba dönüştü.Taha'l-Hakkarî'nin yüksek istidadı ve Mevlana Halid'in yüce himmet ve teveccühü sayesinde üç aya varmayan (80 gün) kısa bir zaman içinde seyr u sülûkünü tamamladı, şeyhi tarafından Hakkari'nin Berdesur kasabasına hilafetle görevlendirildi.

İrşad Üslûbu

Tasavvufta: "Arife işaret kafidir." diye bir kaide vardır. Taha'l-Hakkarî hazretleri bu kaide gereği irşad ve eğitimde direkt metodu değil, endirekt yolu; işaret üslûbunu tercih etmiştir. Nitekim halifelerinden birisine şu tavsiyede bulunmuştur: "Halka önce işaretle muamele edin; bu fayda vermezse sözle uyarın. Bundan da nasib almayandan yüz çevirin..." Taha'l-Hakkarî hazretleri; "Misvakla kılınan bir rekat namaz, misvaksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır." (İbni Hanbel, VI, 272) hadis-i şerifine şu anlamı verirdi: Hadiste geçen "sivak" kelimesi misvakla ovmak manasına geldiği gibi, "sivak" yani "senden başkası" anlamına da gelir. Bu duruma göre hadisin manası şöyle olur:

"Sensiz; yani kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rekattan daha değerlidir."

Taha'l-Hakkarî hazretleri pek çok halife yetiştirdi. Nakşîliğin Halidî kolu, Güneydoğu Anadolu, Irak ve Suriye'de adeta onun yetiştirdiği halifelerce temsil edilmiştir. Necip Fazıl'ın mürşidi Abdülhakîm Arvasî'nin şeyhi Seyyid Fehim Arvasî ile Taha'l-Harîri onun yetiştirdikleri arasındadır.

İlimde öyle şöhret sahibi idi ki, rahle-i tedrisatlarında zamanın büyükleri devamlı bulunmaktaydı...

Hırsızın biri, Seyyid Taha hazretlerinin ambarına girip, bir çuval un çalmak ister. Çuvalı doldurur, fakat kaldıramaz. Yarıya kadar boşaltır, yine kaldıramaz. Kaldırmak değil, çuvalı yerinden bile oynatamaz. Biraz daha boşaltır, yine kaldırıp götüremez. 0 sırada Seyyid Taha hazretleri ambara gelir: "Ne o çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim buyurur." Hırsız, Seyyid Taha hazretlerini görünce donakalır. Bir şey diyemez. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp hırsızın sırtına verir ve: "Bunu al git bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa ambara değil bize gel." buyurup onu gönderir. Hırsız tövbe edip, sadık müritlerinden olur.

Page 36: Başbuğ velilerden 33

TAHA EL-HARİRİ (k.s.) Altın silsilenin 32. halkası Irak'ın Musul vilayetine bağlı Erbil'in Harir nahiyesinden Şeyhi Taha'l-Hakkarî ile aynı adı taşıyor. Doğduğu Harir nahiyesine nispetle "Harirî" nisbesiyle ünlü

Taha'l-Harîrî, ilk iki şeyhten gördüğü seyr u sülük, son şeyhten aldığı icazetten sonra fıtratındaki "üveysi" istidad sayesinde sık sık alem-i manada Allah Resülü'yle görüşmek şerefine nail olmuştur. Şeyh Taha, tarikat silsilelerinde "üveysi" yolla irşad gören şeyhlerin ilki değildi Nitekim Abdülhalik Gucdüvani ve Şah-ı Nakşbend hazretleri de üveysidirler. Üveysilik: Asr-ı saadette yaşayıp Hz. Peygamber'le cismani olarak görüşemeyen Üveys el-Karanî'ye nispetle kullanılan tasavvuf kavramıdır. Tarikat piri veya Hz. Peygamber'le rüya yoluyla görüşüp seyr u sülük gören tarik erbabı hakkında kullanılır.

Taha'l-Harîrî. Erbil ve Musul bölgesinde yaklaşık kırk yıl süreyle halkı irşad ile meşgul oldu. 1875 yılında vefat etti. Erbil'de medfundur.

Hariri ve Riyazat Nakşbendiyye tarikatı, ruhu güçlendirip nefsi onun emrine vermek anlamına gelen "ruhanî usulü" uygulayan bir tarikattır. Bu yüzden bu tarikatta riyazata nefsanî tarikatlarda olduğu kadar önem verilmez. Hatta bazı şeyhler riyazat konusu üzerinde hemen hiç durmazlar

Şeyh Taha'l-Harîrî hazretleri " Muhammedî-meşreb" olduklarından irşadları da Muhammedi üslupta idi. Hz. Peygamber (s a) Rasülü's-sakaleyn (=iki ağırlığın, insan ve cinnin elçisi) olduğu gibi, Şeyh Taha hazretleri de "mürşidü's-sakaleyn" yani hem insanların hem de cinlerin mürşidi idi. Hatta cinnilerden "Cuddüh'' adında bir halifesinin ve pek çok müridinin bulunduğu rivayet edilmektedir.

M.ESAD ERBİLLİ (k.s.) Altın silsilenin otuz üçüncü halkası yine Irak'tan, Musul'un Erbil kasabasından 1847 yılında Erbil'de doğdu. Baba ve anne tarafından seyyiddir. Babası tarafından dedesi Hidayetullah Efendi ise Mevlana Halıd el-Bağdadi' nin Erbil'de yaptırdığı tekkeye tayın ettiği halifesidir.

İstanbul'a Gelişi Hac dönüşü, şeyhi de vefat etmiş bulunduğundan İstanbul'a geldi. Kısaa zamanda şöhreti İstanbul'u tuttu ,Sultan ikinci Abdülhamit Han tarafından da Meclis-i Meşayıh azalığına tayin olundu. Kendisine bir tekke tevcih olunması için Meşihat' a müracaat etti. Kelamî Dergahı şeyhliği münhal bulunuyordu. Burası Kadirî tekkesi olduğundan tayın için Kadirî icazetname gerekiyordu. Esad Efendi 1883 tarihinde Abdülkadir Geylanî ahfadından Abdulhamid er-Rifkanî'den aldığı Kadiri icazetnameyi ibraz île bu tekkeye tayin olundu. Burada muntesiblerine önce oturarak ve Kadiri evradı okuyarak Kadiri ayini, sonra da Nakşî usulünce "hatm-hacegan" yaptırırdı. Ancak Nakşî tarîkatında sohbet esas olduğundan cuma günleri de zikirden evvel "esrar-ı aşk ve muhabbete dair" sohbet ederdi Es'ad Efendi bir ara Halıcılar' da bulunan Feyzullah Efendi dergahına da devam etti.

Tekrar Erbil'e

İstanbul'a ilk geldiği bu devrede ibadet ve ahlak gibi çeşitli konulardaki hadislerden derlediği "Kenzu'l-İrfan" adlı eserini neşretti. Onun bu esen büyük hüsn-i kabüle mazhar oldu. 1900 yılında Abdulhamid Han tarafından bilinmeyen bir sebeple memleketi Erbil'de ikamete me'mür edildi .Erbil' de saliha bir kadın tarafından kendisi için inşa ettirilen tekkede Meşrutiyetin ilanına kadar irşad hizmetiyle meşgul oldu Mektubat adlı eserindeki mektuplarının ekserisini bu esnada Erbil'de muhib ve müridhanıyla muhabereleri teşkil eder.

İstanbul' a İkinci Gelişi Esad Efendi, Meşrutiyeti müteakip sevenlerinin daveti üzerine 1908' de tekrar İstanbul'a döndü. Kelamî dergahını zemin kat üzerine genişleterek yeniden inşa ettirdi. Üsküdar'daki Selimiye Dergahı şeyhliği boşalınca oranın şeyhliği de Es'ad Efendi'ye tevcih olundu. Buraya niyabeten oğlu Mehmed Alı Efendi'yi tayın etti. Kendisi de arasıra gelip irşad hizmetini oğluyla birlikte yürüttü

Meclis-i Meşayıh Reisliği Es'ad Efendi 1914 yılında önce Meclis-i Meşayıh azası sonra da reisi oldu Meclıs-i Meşayıh reisliği zamanında tekkelerin ıslahı ve

Page 37: Başbuğ velilerden 33

şeyhliklerine ehliyetli kimselerin tayini ile şeyh evladının en iyi şekilde yetiştirilmelerini temin istikametinde çalışmalar yaptı. Padişah Sultan Reşad' ın sevgisini kazanan Es'ad Efendi, aynı yıl "sürre emînî" olarak hacca gönderildi. Es'ad Efendi pek çok halife yetiştirdiğinden İstanbul, Anadolu, Yugoslavya ve Bulgaristan'da binlerce müntesibi vardı.

Tekkelerin Kapatılmasından Sonra Tekkelerin kapatılmasından sonra hiç sokağa çıkmamağa karar vererek Erenköy-Kazasker' de satın aldığı köşkünde inzivayı ihtiyar etmesine rağmen dikkatler üzerinden eksik olmamıştır. 23 Aralık 1930 yılında meydana gelen Menemen vak'asıyla ilgisi bulunduğu iddiasıyla tutuklanarak Menemen'e sevk edildi. İdam talebiyle yargılandı, ilerlemiş yaşı sebebiyle idam cezası müebbed hapse çevrildi. Oğlu M. Ali Efendi ise idam edildi.

Es'ad Efendi Menemen'deki askeri hastanede üremiden tedavi gördüğü sırada 84 yaşında iken 3-4 Mart (1931) gecesi vefat etti. Vefatıyla birlikte zehirlendiği ile ilgili tartışmalar da gündeme geldi.

Es'ad Efendi diyor ki iki mes'ele hakkında şüphem vardı. İmam Rabbanî hazretlerinin mektûbatını okuyunca bu şüphelerim zail oldu: a) Tarikatte asıl olan tam anlamıyla sünnete bağlanmak olduğuna göre, bazı tarikatlarda riyazat yapmadan manevî yükseliş nasıl olabilir? Bu sorunun cevabını İmâm-ı Rabbanî'nin Mektûbat'ında buldum."Karnın, temiz ve helal yiyecekle doyarsa fikirde havatır olmaz. Zikir, fikir, rahat ve huzurlu olur. Fakat nefsin hakkı verilmezse huzûra mani olabilir". b) "Fena-yı kalbden sonra kalbe havatır nasıl gelebilir? Bunun cevabını da "Kalb fena bulduktan sonra kalbe gelen havatır kalbe zarar vermez, aksine kalb vazifesini yapmaya devam eder." Hükmünde buldum.

RAMAZANOĞLU MAHMUD SAMİ EFENDİ (k.s.) Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana'da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye bilinen âileden Müctebâ Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanım'dır. Sâmi Efendi'nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey'in tesbit ettiği âile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r. A.) nesliyle münâsebettar bulunduğu anlaşılmaktadır.

İlk, orta ve lise tahsilini Adana'da tamamlayan Sâmi Efendi, yüksek tahsil için İstanbul'a geldi Darûl-fünun Hukuk Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zâbit vekili (yedek subay) olarak yine İstanbul'da yaptı. Zâhir ilimlerini devrin ulemâ ve müderrislerinden tamamlayan Sâmi Efendi için sıra manevi ilimlere ve bâtın imârına gelmişti. Fıtrat-ı necîbesinin şiddet-i meyli sebebiyle tasavvuf yoluna sülûk etti. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhâneli dergâhında bir müddet erbaîn ve riyâzatla meşgul olduktan sonra Kelâmî dergâhı şeyhi ve meclis-i meşayıh reisi Erbilli Es'ad Efendi'ye intisab etti. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr u sülûkunu ikmalden sonra hilâfetle irşâda mezun oldu. Bir müddet daha mürşidinin yanında kaldı ve bilâhere memleketi Adana'ya irşâda muvazzaf olarak gönderildi.

Mahmûd Sâmi Efendi Hazretleri tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana'da bir yandan Câmi-i Kebir'de vaaz ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken, bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticârethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve âilesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir" (Buharî) hadîsi şerîfi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Sûfiler içinde baba mîrasını almayanlar içinde ilk olarak Hâris Muhâsibi'yi görüyoruz. O da Kaderiye mezhebine bağlı bulunan babasının mirasını almamıştı.

İstanbul'da bulunduğu yıllarda da Adana'daki gibi bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camiindeki vaazları ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken diğer yandan da Tahtakale'de bir ticârethanenin muhasebesini tedvirle maîşetini temin etmekteydi. O' nun bu vaaz, irşâd ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından, fakir, zengin, okumuş, okumamış, esnâf, işçi, memûr, tüccâr ve fabrikatör binlerce insan istifâde ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını mânevi himâye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.

Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıda kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması sebebiyle kûşe-i uzlete çekildi. İhvanı ile gerek devlethanesinde ve gerekse Ramazan'da hatimle kılınan teravih namazlarında görüşüyordu. Bu vesile ile onlara İslâmî düsturları Muhammedi hakikatları ve Nebevî ahlâkı anlatarak hâliyle, kaliyle irşâd ediyordu.

Page 38: Başbuğ velilerden 33

1979 yılında gönlündeki muhabbeti-i Resûlullah ateşi onu Belde-i Tâhire'ye hicrete mecbûr etti. Çünkü onun son arzusu Peygamber şehrinde Hakk'a varmaktı. Nitekim 1957 senesinde yakınları kendilerine Eyüp Sultan'dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde: - Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü'l-Baki'yi arzu ederiz, buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu. 12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30'da vâkî olmuş ve Cennetü'l-Baki'ye defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.

Şemail ve Ahlâkı Merhum Ramazanoğlu Sâmi Efendi, uzuna yakın orta boylu, nahif bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, ela gözlü mücessem bir nûr heykeliydi. Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyâlar saçan gözlerinin isabet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hatta O' nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu. Temiz ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını ya tamamen kestirir veya kulak memesine kadar uzatırdı. Bütün bunlar sünnet-i seniyyeye imtisâllerindendi. Sâmi Efendi, çok az yer, içerdi. Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve bir kaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederdi. İhvanla birlikte yenildiğinde "ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır" buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi. Az uyurlardı Seher vaktini ihyâ etmek en büyük zevkleriydi. Evinde misafir kalanlar veya kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı.

Az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi

Edeb

O' nun sohbetlerine devam edenler bilirler ki, O hiçbir zaman ayak ayak üstüne atarak, ayak uzatarak veya bağdaş kurarak oturmamıştır. Daima dizüstü oturmayı tercih etmiştir. Sohbetlerinde sık sık:

Kalb-i Selîm Sohbetlerinde sık sık "O gün kalb-i selîm'den başka ne evlâd, ne mal; hiçbir şey fayda vermez." (Şuarâ Süresi: 88-89) ayetini okuyarak kalb-i selîmi îzah ederlerdi. O'nun tefsirine göre kalb-i selîm, ne incinen, ne de inciten kalbdi. "İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir amma incinmemek elde değildir," derlerdi. Ve ilâve ederlerdi: Fakir hiç kimseden incinmem ve kimseyi incitmemeye çalışırım." Gerçekten de bir asra yaklaşan ömrü boyunca O'nun hiç kimseyi incittiği görülmemiştir.

Sohbetlerinde bir ara Rûhûl-beyan Tefsirinden naklen köpeğin on hasletinden ısrarla bahsetmişlerdi de (bk Musahabe VI) hal sahibi bir ihvan "Biz henüz köpeğin mertebesine gelemedik" demekten kendini alamamıştı. Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseden ve ihsana nefislerinin tehlikesinden korunabilmek için şunları tavsiye buyururlardı:

1-Açlık ve az yemek, oruca devam, 2-Az uyumak ve teheccüde devam, 3-Huşû ile ibadet, mânâsını düşünerek Kur'an okumak, 4-Zikr-i daim içinde bulunmak, 5-Salih ve sadıklarla beraber olmak.

Sâmi Efendi, daima huzûr-i ilahîde bulunduğu ve her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle daima abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itina gösterirdi. Nitekim onun muhasebesini tuttuğu bir zatın tesbitine göre Efendi defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur'ân okurdu. Az sonra ezan okununca bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı. Onun irşaddaki usûlü Nebevî üslûpta idi. insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, hatalarından dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için hiç kızmazdı. Onlara örnek olmak sûretiyle irşad etmeyi tercih ederdi. İrşadda en geçerli yol da budur. Çünkü irşad halkaları merkezden muhite doğru yayılır. "Önce nefsinden başlamak' esastır. Hiç kimseye açıkça "şunu yap, şunu yapma" demez, dolayısıyla bunu ihsas ettirmeye çalışırdı. Hiç kimseye "Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl gibi emirler vermezdi. Hatta kendileri dikkat çekecek, fitne uyandıracak ve riyâya dâvetiye çıkaracak şekle müteallik şeylerden husûsiyle sakınırdı. Ancak yakınlarını helal kazanca, faize bulaşmamaya teşvik ederler, bazan bunu samimi bulduklarına açıkça söylerlerdi. Değilse dolaylı olarak ifade buyururlardı. Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale'de çalıştığı yıllarda önceleri öğle ve ikindi namazlarında Rüstempaşa ve Marpuççular camilerine cemaata devam ederlerdi. Camide kendisini tanıyanların aşırı tâzim ve

Page 39: Başbuğ velilerden 33

hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhanede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvâna; - Siz cemaata devam edin, o şeref ve faziletten mahrum kalmayın, buyurmuşlardır.