94

Bu kitabın UUIDsi 1cbbf68e-dc6b-11e5-9643-87313ffa3bea… · kikir demeleri, oğlanların sırıtmaları arasında bize ne olduğunu ve ne olacağını anlatmıştı. Beni çok da

Embed Size (px)

Citation preview

© 2016 ALPER GÜLÜMSE. Tüm hakları saklıdır. Bu ekitap, ALPER GÜLÜMSE (yazar) tarafından publitory.com’dayaratılmış ve yazarın kendisi tarafından Creative CommonsAttribution-NonCommercial-NoDerivs CC BY-NC-ND lisansıyla(http://creativecommons.org/licenses/by-nc-nd/4.0/legalcode)yayınlanmıştır. Bu ekitap dosyası, yazara atıfta bulunmak, içeriğiherhangi bir değişikliğe uğratmamak ve ticari amaçla kullanmamakkaydıyla paylaşılabilir. Bu kitabın UUIDsi 1cbbf68e-dc6b-11e5-9643-87313ffa3bea

YAĞMUR ÇOCUĞUK

Bu kitabın tüm satış gelirleri Merhamet Lütuf Hizmetleri’ne

bağışlanmıştır…

Ne yapsam da geri getiremediğim çocukluğumun anısına…

Her zaman kaldığım

Sıradan otellerden biri diye düşünmüştüm.

Kapısı, girişi, lobisi ve birinci kattan başlayan asansörü ile daha önce kaldığım otellerin bir diğeriydi benim için.

Tüm seyahatin yorgunluğu ile resepsiyonist ile kısa bir sohbet yaptıktan sonra buranın aslında eskiden büyük bir halı fabrikası olduğunu sonra el değiştirip otele dönüştürüldüğünü öğrendiğimde biraz şaşırmıştım ''Halı fabrikasından dönme bir otel '' .

Anahtarımı aldım, gayet sade bir anahtardı belki de halı fabrikası'nın depo anahtarlarından bir tanesiydi

Odam ikinci kattaydı zaten otel uzunlamasına değil enine bir oteldi, iki katlı ama 50 odası olan ve odalarının her biri yaklaşık 30 metre kare olan bir otel.

Basamakları nihayet bitirdikten sonra karşıma oldukça geniş ve bir hayli uzun bir koridor çıktı, oda numaralarına bakarak yavaş yavaş yürüyordum 302 numaralı oda, elimdeki klasörler ile çantam ve bizi arkamızdan takip eden tekerlekli bavulum kendimizi odamıza bir an önce atmak ve birbirimizden kurtulup odanın tenha köşelerine dağılmak için can atıyorduk.

Sonunda 302 numaralı odanın kapısının önüne gelmiştim, içeriye girdim bavulumu, çantamı

klasörlerimi bir kenara bıraktım, onlara iyi geceler dedim ve kendimi yatağa attım.

Attım diyorum çünkü üzerimi çıkaracak bile gücüm yoktu, işim gereği uzun yolculuklar yapıyordum ve en doğru tabiri ile nerde akşam orda sabahtı benim için, bazen bir günde üç şehir sınırını geçip dördüncüsünde konakladığım bile oluyordu, özellikle uzun yaz günlerinde otele varışım gece on on biri buluyordu.

Aralığın 24'üydü hava oldukça soğuktu ve bu koca otel odasında sadece bir tane oda küçücük bir petek vardı ama o kadar uykum vardı ki bunları hesap edecek durumda değildim.

Aslında yorgunluğum

tek sebebi 12 saat boyunca nerdeyse sürekli araba kullanmak değildi; zihinsel olarak da yorgundum

Kafamın içerisinde iki adam vardı, birbirinden farklı biri diğerine ölesiye karşı sanki biri ateşten biri sudan iki adam

Günün herhangi bir saatinde ben bu iki adam ile çoğu zaman ben istemesem bile araba giderken, yolda yürürken, yemek yerken ve hatta müşterim ile projesi üzerine tartışırken bile kendimi onlar ile konuşurken buluyordum ve bu zamansız sohbetlere öncelikle ateş adam başlardı.

Bana ilk söylediği cümle şu olurdu ''Yanacaksın'' ya da '' Kâfir mi olacaksın? '' oldukça sempatik bir giriş cümlesi ile sohbete başlayan Ateş Adam sohbet boyunca beni çok fazla konuşturmazdı, kendi konuşur kendi anlatır kendi örnekler verir ve bana fırsat bile vermeden sorduğu soruları kendisi cevaplardı. Onun ile sohbetlerimiz uzun sürerdi, bazen aynı meseleyi tekrar tekrar anlatır anlattıkça daha iştahlanır iştahlandıkça sesi yükselir kafamın içerisinde kasırgalar koparırdı

Konuşmasının sonunda cümlesini şöyle bitirirdi '' Şimdi git ve dediklerimi harfi harfine yap ''

Kocaman bir emir cümlesi kocaman bir çamur topağı halinde arabanın ön camına lap diye yapışırdı ve ben arabanın camına ne kadar su sıksam da silecekleri en son hızda çalıştırsam da çamur gitmez aksine cama daha çok bulaşırdı

aynı Ateş Adamın söylediklerinin ile aklıma, ruhuma bulaştığı gibi

Ama Su Adam başkaydı onun ile konuşmayı daha çok ben isterdim, onun için seyahatlerimde elimden geldiğince görüşmelerimi erken bitirip karşıma çıkan ilk otele girer, odanın bir köşesinde benim ile konuşmak için onun da müsait olmasını beklerdim zanlımca sadece benim ile konuşmuyordu evet benim kafamın içerisindeydi ama

Ateş Adam gibi benim yarattığım bir karakter değildi sanki o hep vardı ben daha onu düşünmeden onun farkına varmadan çok önce o hep ordaydı.

Ama iki adamın da ortak bir noktası vardı beni doğru olduklarını düşündükleri yola çağırıyorlardı ve benden artık bir karar vermemi istiyorlardı.

Bunu bende çok istiyordum artık zihnimin boşalmasını kalbimin rahatlamasını, ruhumun mutlu olmasını istiyordum.

Gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu, yatmadan önce biraz bir şeyler okumak istiyordum ama iyice ağırlaşan göz kapaklarım buna hiç müsaade edecek gibi

görünmüyorlardı. Uyumuştum.

İnsanın uyurken uyuduğunu bilmesi ne garip bir şeydi.

Ama ben bunu çok sık yaşıyordum, uyuduğumu, rüyada olduğumu biliyordum.

Bu sefer farklı bir şey vardı, rüyada olduğuma emindim ama odaya girerken duvarın kenarına bıraktığım eşyalarım, bıraktığım yerde orda duruyorlardı. Yatmadan önce her zaman yaptığım gibi televizyonu açık bırakmıştım ki evet oda aynı şekilde hatta aynı kanalda ve aynı ses düzeyinde açıktı.

O zaman karşımda ki duvarda gördüklerim rüya değil miydi?

Gözlerimi duvara dikmiş duvarın diğer tarafından bana doğru sessiz adımlar ile yürüyen mavi uzun elbiseli beyaz ama bembeyaz şallı kadını seyrediyordum.

Odanın içerisi o kadar yoğun bir ışık ile doldu ki gözlerimi sonuna kadar kısmak zorunda kaldım, aslında korkmam gerekiyordu hem de çok korkmam aksine içimi öyle bir huzur kaplamıştı ki böylesini hayatımın hiç bir devresinde hissetmemiştim. Kadın bana doğru yaklaştıkça ışık biraz daha azalıyor, odanın içerisindeki ışık kadının ellerinde ve yüzünde yoğunlaşıyordu. Karşımdaki duvarın etrafı Kadının her adımında biraz daha genişliyor

Kadının bastığı her yerde bir gül açıyordu.

Önce bir ayağını sonra diğerini duvarın öte tarafından duvarın benim odama açılan tarafına attı. Sonunda odanın ortasındaydı ben dizlerimin üzerinde hala tam olarak açamadığım gözlerim ile bir daha göremeyeceğime emin olduğum bu derin ve sessiz güzelliği seyrederken Kadın bana elinde sonra gördüğüm kutsal kitabın elçilerin işleri bölümünü açarak ilk sayfadaki ayetleri okutturdu; okutturdu diyorum çünkü ben onun parmakları ile gösterdiği ayetleri yavaş yavaş okuyor onun parmaklarını takip ediyordum.

Ne kadar okuduk ve nereye kadar okuduk bilmiyorum ama giderken bana konuşmadan şunu söylediğini çok iyi hatırlıyorum '' Alper öğrenmek istiyorsan okumalısın, bilmek istiyorsan kutsal kitabı çalışmalısın'' .

Ve gitti, gittiğini görmedim gözlerimi açtığımda kendimi yattığım gibi buldum.

Tavandaki çatlaklara bakıyordum, ama bu sefer çocukken yaptığım gibi tavana yayılan çizgilerden gemiler, uçaklar, hayaletler, kahramanlar yaratmadan sadece bakıyordum.

Neydi bu! Aslında doğru soru kimdi O?

Bir dilim peynir, biraz zeytin ve yanında sıcak orta açık bir çay işte mutluluk! Sabahları aslında sadece sabahları değil gün içerisinde yorgunken yataktan yeni kalkmışken yemekten hemen sonra en çok aradığım gıda takviyesi çay !

Ne kadar kabul etmek istemesem de ben bir çay tiryakisiydim.

Seyahatlerin en sevdiğim kısmı eve dönüş yolculuğunun başladığı günün sabahı olurdu '' Eve dönüş '' kulağa ne kadar hoş gelen iki kelime, iki açıdan kulağa koş geliyordu, birincisi; cümlenin başındaki Ev kelimesi,

sıcak, samimi ve mutluluk dolu.

İkincisi hemen peşine gelen dönüş fiili, henüz 5 yaşındayken annem ve babamın kendi rızaları ile anneannemin yanına verilmiştim, annem ve babam çalışıyorlardı ve onlar çalıştığı için evde bana bakacak kimse kalmıyordu, dedem hayata gözlerini yeni yummuştu ve ananemim ona en yakın konum olarak dolaylı olarak ta en sevdiği torunu ben olmuştum.

Bazen hafta içinde annem öğle yemeğine benim kaldığım eve gelirdi, bir saat öncesinden kapının önünde beklemeye başlardım, gözüm kapıda kulağım ise kanarya kuşunun ötüşünü taklit etmeye çalışan zilimizde olurdu ve o kutlu

an Annemin bana dönüşü! Küçükken ev kelimesi benim için anneye duyulan özlem dönüş ise anne olmuştu ve o zamandan bu yana bu iki kelimeyi bir arada yazmak için çok çabaladım.

Anne benim için kutsal bir varlıktı ve belki de kutsal olduğu için bana çok fazla görünmüyor, çağırdığımda gelmiyor, acı çektiğimde yanımda olmuyor, ağladığımda beni duymuyordu.

Sanırım kutsal bir anneye sahip olmanın diğer çocukların anne-çocuk ilişkilerinde tanık olmadığım zorluklarını yaşıyordum bu bir tür süper kahraman bir anneye sahip olmak gibi bir şeydi, benden

çok daha önemli meseleleri olması gayet normaldi.

Öğle yemeği saati, uygun bir yer, neresi olabilir? Lütfen bu sefer tavuk olmasın!

Çok seyahat eden hemen hemen herkesin en büyük dertlerinden biriside yemeklerdir, hele birde benim gibi et ve benzeri gıdalar tüketmiyorsanız, pilav, makarna sevmiyorsanız balık hayal edip tavuk yiyorsanız çok da fazla seçeneğiniz kalmıyor demektir, bize bu mesleğe başlarken abilerimizin en büyük tavsiyeleri şu olmuştur

Tır şoförleri nere de durup yemek yiyorlarsa sen de orda yemek ye! Niye? Çok gezen çok bilir. Yok olmadı!

Çok gezen çok yer Hakikaten de öyleydi.

Ne zaman bu tavsiyenin aksine uyup rastgele bir lokantaya gitsem o gün bir daha hiç bir şey yiyemiyordum ve aklıma ananemim bana şifa olsun diye dayak zoru ile yedirdiği soğan yahnisi geliyordu, kocaman kocaman halka halka soğanlar bildiğimiz sıcak bir tas suyun üzerinde yüzüyorlardı, belki onlar için bu durum alışılmış bir şeydi aslında sıra dışı çünkü kaç tane soğana yahni olma şerefi veriliyordu ki?

Ama benim için onları yemeğe çalışmak ile dayak yemek arasındaki tat farkı o kadar da bir birine uzak değil di hatta eğer yediğim terliksiz, oklavasız bir

dayaksa daha iç açıcı geliyordu.

Ananemi severdim, pekte fazla seçeneğim yoktu aslında o ve ben aramızdaki yaş farkına aldırmaksızın beraber 15 yıl geçirdik. 5 yaşında ya da 4 yaşında gelmiştim yanına, tarihten çok emin değildim çünkü bu konuda farklı rivayetler vardı.

Bir rivayete göre ben henüz 40 günlükken Babaannem bizi evden kovmuş ve biz annemin memleketine taşınmıştık, daha sonra annem ve babam işe girmişler ve beni ananemin yanına vermişler di.

Diğer rivayete göre ben henüz emeklerken bizi evden dedem kovmuştu ama biz gene annemin memleketine dönmüştük ve

ben anneannemin yanına verilmiştim. İki rivayet arasında yaklaşık 8 ile 10 aylık bir fark olduğu için bende kesin olarak anneannemin yanına kaç yaşında geldiğimi bilmiyorum.

Ama kesin olarak bildiğim onunla huzur dolu! 15 yıl geçirdiğimiz di.

İnsan zaman la kötüye alışabiliyor dua.

Kötü nedir onuda konuşmak gerekir.

Bazen benim için kötü olan başkaları için kötü olmayabiliyordu, onların kötü saydıkları benim hayatımın değişmezleri olabiliyordu, o zaman kötü kişiye göre değişiyor muydu Evet!

Kendi düşüncelerimize, öğrendiklerimize, kararlarımıza göre kötü olan kişiden kişiye değişiyordu. Anneannem kötü değildi o kendi inandığı doğruların benim içinde en doğrusu olduğunu düşünüyordu. Bunun neresi kötü olabilirdi ki? Ama ya benim doğru saydıklarım!

Onlara ne zaman sıra gelecekti. Sanırım 15 ya da 16 yaşımdaydım, akşamüstüydü özel bir kanalda dini bir dizi başlamıştı.

Meryem Ana'nın hayatı. Çocukluğumdan beri Allah’ı hep merak etmiştim, çok merkezi bir yerde oturuyorduk ve evimizin hemen yanında yüksek minareli bir camii vardı, ilk ezan duyduğum günü

hatırlıyorum, çok korkmuştum, adamı biri bilmediğim bir dilde avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Anneanneme '' Anane bu adam ne söylüyor diye sorduğumda anneannem bana '' Oğlum hoca bizi Allaha dua etmeye çağırıyor '' demişti.

Allah, çocukken onun evinin göklerde bulutların üzerinde olduğunu ve yemeklerden önce sepetini aşağı sarkıtarak bize yemek gönderdiğini sanırdım, hatta bir keresinde üç kere üst üste akşam aynı yemeği yiyince anneanneme '' Anneanne Allaha söylede yarın bize başka yemek versin '' dediğimi anneannemin de kahkalar ile bana güldüğünü ve bunun yıllarca akrabalar arasında anlatıldığını her

defasında bana bakılıp sinir bozucu bir şekilde sırım sırım sırıtıldığını çok iyi hatırlıyorum.

Ne vardı bunda bize rızkı Allah vermiyor muydu? Allah isterse gökten bir sepet içerisinde bize o günkü yemeğimizi veremez miydi? Allah her şeye kadir değil miydi? Allah’ı bize anlatıldığı şekilde mi düşünmek zorundaydım? Yoksa bana ait benim olan bir Allah’ı hayal mi etmeliydim?

Benim tercihim ikincisi oldu.

Dizinin ilk bölümü beni çok etkilemişti, birazda eskiden beri dine ama daha çok ötesine olan ama kimse ile paylaşamadığım merakım 45 dakikalık bile olsa beni başka yerlere götürmüştü.

Pek arkadaş canlısı bir çocuk olduğum söylenemezdi, anneannemin de bana olan aşırı düşkünlüğü ve aşırıya kaçan koruma içgüdüsü sebebi ile diğer çocuklar gibi dışarıda oynama şansım olmuyor, olsa bile bu yarım saati geçmiyordu bu yüzden çok fazla yalnız kalıyordum ama çocuktum birileri ile oyun oynamam paylaşmam gülmem ağlamam koşmam düşmem gerekiyordu. Bende kendime benden başka kimsenin görmediği onlar ile oynamak için evden çıkmam gerekmediği hayali arkadaşlar yarattım.

Birer isimleri olması önemli değildi çünkü onları çağırmaya gerek duymuyordum ne zaman dilesem yanımda oluyorlardı en güzel tarafıda benim ile

oynamaktan hiç sıkılmıyorlar ve ben sıkılınca da oyun oynamayı bırakıp hemen gidiyorlardı.

Bundan güzel arkadaşlık mı olurdu?

Ne yazık bu arkadaşlıkların bende oluşturduğu sosyal ve kişilik sel zararları ilerleyen yıllarda görecektim ve gerçek insanlar ile gerçek arkadaşlıkları kurmayı öğrenmem uzun yıllarımı alacaktı, bu herkes koşmaya başlarken siz daha yürümeyi yeni öğrenmeye başlıyorsunuz gibi bir şeydi.

Lise ‘ye yeni başladığımda anneannem artık benim annem ve babam ile birlikte yaşamam gerektiğini söylemişti.

Neden olarak ta artık benim sorumluluğumu alamadığını ve erkeksel meseleleri babam ile konuşmamım daha doğru olmasıydı.

Gerçi ben kendisi ile aslında kimse ile bana neler olduğunu konuşmamış hatta sormamıştım, okulda iki ders arası bir teneffüs saatinde danışman hocamız üstü kapalı kısaca kızların kikir demeleri, oğlanların sırıtmaları arasında bize ne olduğunu ve ne olacağını anlatmıştı.

Beni çok da ilgilendirmiyordu bunu ne ben başlatmıştım nede ben sonlandırabilirdim.

Ama kendi iradem ile başlatabileceğim bir konu vardı.

Okumak.

Peki, ne okuyacaktım? Yüzlerce kitap arasından hangilerini okumalıydım? Hangileri bana göreydi? Hangileri değildi?

Buna nasıl karar verecektim?

Bir gün okul çıkışı evimize oldukça yakın bir kitap evine gittim.

İçeri girdim ve ürkek ve güvensiz bir ses tonu ile dükkanın tam ortasında duran aşağı yukarı babam yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim beye '' Ben bir kitap almak istiyorum '' dedim, oda bana doğal olarak ne tür bir kitap okumak istiyorsun? diye sordu.

Hakikaten ben ne tür bir kitap okuyacaktım,

kitapların türlerimi vardı? Nasıl yani! .

Ben bir cevap vermeyince karşımdaki bey yeni mi okumaya başlayacaksın dedi? Hayır dedim! Ben zaten okuyorum.

Yalan söylemeyi hiç beceremiyordum ne okumuştum ki bu zamana kadar?

Adam hangi kitapları okudun diye sorsa ona ne cevap verecektim?

Allahtan sormadı sanırım durumu anlamıştı, biraz sonra elinde bir kitap ile bana doğru geldi. Al bakalım bununla başla, neyle başlayayım!

Borcum ne kadar?

Sanki çok param varmış gibi birde soruyordum bütçem

belliydi bir haftalık okul harçlığı ve birde alışveriş üstlerinden kalan bozukluklar.

Kitabı aldım hızlı adımlarla eve daha fazla geç kalmamak adına hızlı hızlı yürümeye başladım, kitabı iki elimde sımsıkı tutmuştum her şey yolunda gitmişti kitap evine gitmiş, kitabımı almış, parasını ödemiş ve çokta geç kalmadan eve gelmiştim ama bir dakika kitabın adı neydi?

Kendime inanamıyordum aldığım kitabın adının ne olduğuna bile bakmadan oradan ayrılmıştım.

Akşam yemeğinden sonra ders çalışma bahanesi ile odama gittim ve sonunda kitabın adını okudum

''Baykuşun adımı söylediğini duydum''.

Daha ne kadar gidecektim, sürekli yolun ortasındaki beyaz uzun çizgileri takip etmekten, karşıdan gelen araçların uzunlarını gözüme gözüme vurmasından ve eşime son dakika yol durumunu izah etmekten yorulmuştum.

Ama bir tek kelime, tek bir söz bana tüm yorgunluğumu bir anda unutturmuştu ''Baba neredesin '' .

Oğullarım, hayattaki en büyük tesellilerimdi, onların sevgisi olmasa hayatın benim için dahada katlanılmaz bir hal alacağı kesindi.

İnsan baba olunca başka bir şey oluveriyor, aynı beden

içinde hem baba, hem eş, hem de kendiniz oluveriyorsunuz ve bu kişilikler içinde baskın geleni ise babalık oluyordu, sevgisi ve özverisi ile bana daha çok benziyordu, Baba olmak anne olmak kadar çok özel bir durumdu.

Benim babamın, babalık müessesine benim gibi baktığını düşünmüyorum, babam babalığın daha çok isim hakkını almış, işleyişine müdahalede bulunmayan, iyi ya da kötü sonuçlarına katlanamayan, bulunduğu makamı gereksiz yere işgal eden bir babaydı.

Ben böyle bir baba olmayacaktım, kendime söz vermiştim. Sadece para kazanan, çocuklarının karnını doyuran bir baba değil onların kalplerine baba

dokunuşu ile dokunan, sordukları sorulara kulak veren, onlar ile birlikte olduğu zamanı onların kurdukları oyunları oynayarak geçiren bir baba, gerçek bir baba olacaktım.

Çocukken babamı annemden daha az görürdüm, onu gördüğüm günler genellikle tüm ailenin birlikte olması zorunlu olan günler olurdu; bayramlar, yılbaşı geceleri, düğün ve cenazeler gibi, bu günlerin dışında birde anneannemin evinde yılda birkaç kez yenilen akşam yemeklerinde bir araya gelirdik, benim en hoşlanmadığım bir araya gelişler bu akşam yemekleri olurdu.

Anneannem dedemin ani ölümünden bundan kimseye bahsetmese de babamı

sorumlu tutuyordu, babam ise bunun tek sebebinin anneannemin dedemin ruh halini bozan, kalbini yoran karakteristik özellikleri olduğunu düşünüyordu, anneme göre ise her ikisi de eşit derecede suçluydu tabi ki kendisi masum

Ben, bu muhteşem üçlünün o özel akşam yemeklerine her oturduğumuzda, bu duygular ile birbirlerine gülücükler attıklarını, sahte tebessümler ile çorbalarını kaşıkladıklarını, çaylarını yudumlarken bile tatlı sert laf çarptıklarını, bir an önce gitmek için olur olmaz bahaneler uydurduklarını bilerek masaya otururdum ve lütfen bu akşam diğerleri gibi olmasın diye Allaha dua eder annemlerin daha fazla bizim ile kalmaları için onların yetişkin

bahanelerine karşı ben daha inandırıcı olanlarını bulmaya çalışırdım ama başaramazdım.

Onların bir an önce gitmek için buldukları bahanelerin yanında benim bulduklarım gazoz kapakları gibi kalırdı.

Kendimi çok yalnız hissediyordum, ama bu yalnızlık arkadaşım olmamasından kaynaklanan bir yalnızlık değildi, benim yanımda olmaları gereken annem ve babam ne benim yanımda ne de benden yana değillerdi.

Kendime hayali arkadaşlar yaratmıştım ama hayali bir anne ve bir baba nasıl yaratabilirdim ki?

Zaten bu imkânsızdı, hayali arkadaşlarımı ben hayal etmiştim, saçları, gözleri, suratları, renkleri benim istediğim gibiydi ama annem ve babam benden önce vardı, var olanı değiştiremezdim belki de onları böyle kabul etmeliydim, onlar beni böyle kabul etmese de.

Lise'nin ikinci yarısında korkunç bir şey oldu.

Aşık oldum.

İlk defa olmuyordu, ilkokula giderken Almanya’dan ülkemize kesin dönüş yapmış, ince telli, küt, simsiyah saçlı bir gurbetçi kızına aşık olmuştum.

Platonik bir aşktı bu, kendisi bunu hiçbir zaman öğrenemedi zaten ilkokulun

son sınıfının ikinci yarısı başlamadan başka bir şehire taşınmışlardı, gitmesinden bir önceki gün, 15 dakikalık teneffüs saatinde çantasına 120 yapraklı hayat bilgisi defterimin tam orta sayfasından bir yaprak kopartıp, üzerine Mine Seni Seviyorum diye yazıp içine atmıştım.

Mine bu yazıyı okudu mu bilmiyorum ama okusa bile kim olduğunu öğrenemeyecekti çünkü itirafımın altına adımı yazmayı unutmuştum.

Lise sonun sonuna doğru ailemizi altüst edecek ve nerdeyse 7 yıl aralıklarla devam edecek bir olay oldu. Annem bir gün mutfakta yemek için hazırlık yaparken aniden bayıldı ve kast katı kesildi, o an evde

birkaç kişi daha olmasaydı tek başıma ne yapardım bilmiyorum. Bir sürü tahlil, röntgen, tomografiden sonra Annemin Epilepsiye benzer ama tam olarak epilepsi olarak adlandırılmayan konveksiyon bozukluk (Histeri ) diye adlandırılan bir hastalığına yakalandığı anlaşıldı.

Çok üzülmüştüm.

Bu olaydan sonra annemi bir an bile yalnız bırakmadım, okul dışında tüm zamanımı onun ile geçiriyordum, nereye giderse ben de onun ile gidiyor, ne izlerse bende onun ile birlikte izliyordum bu sayede ciddi anlamda Türk Filmi kültürüne sahip olmuştum.

Annem istemese de sağlık sorunları sebebi ile emekli olmuştu, zamanın çoğunu evde kuran okuyarak, namaz kılarak geçiriyordu.

Ben liseyi yeni bitirmiş, üniversite sınavına hazırlanmaya başlamıştım.

Kendime küçük bir kütüphane oluşturmuştum, daha çok felsefe kitapları okuyordum özellikle de Nietzsche'nin kitaplarını. Felsefeyi seviyordum, bilen bilemeyen, anlayan anlamayan ama hemen hemen herkesin bir şeyler söylediği konular üzerinde gene hemen hemen herkesin bir şeyler söyleyemediği çok şeyi takır takır konuşuyor, hem de çoğu kimsenin konuşmaya değil, aklından bile geçirmeye cesaret

edemediği soruları rahatlıkla sorabiliyordu.

Bu sorular içinde benim de sormayı çok istediğim bir soru vardı Yaratan insanı neden yaratmak istemişti? . Felsefe kitaplarında bu soruya verilmiş birbirinden çok alakasız cevaplar olduğu gibi birbirine yakın ama benim soru ile pek bir alaka kuramadığım cevaplar da vardı.

Felsefe sorular soruyordu, cevaplar arıyordu ama resimde eksik kalan bir nokta var gibiydi ve bu noktasız resim benim için bir anlam ifade etmiyordu, o nokta sevgi olmalıydı.

Herkes yatmıştı oturduğumuz odanın kitaplığının en üst rafından Allah’ın yazdığı kitap olduğuna inandığım kuranı

almak için uzandım, hiç kimsenin okumamasına rağmen neden kitaplığın en üst rafında uzanılması en zor tarafında olduğunu hiç anlamıyordum, nihayet kitabı elime almıştım, hemen odama geçtim ve Türkçesinden okumaya başladım.

İlk satırlar, ilk kelimeler sonunda aradığımı bulduğumu düşünüyordum Yaratan ile onun kitabı vasıtası ile konuşabiliyordum, bu kitap sayesinde O'nun nasıl bir varlık olduğunu, neler yaptığını, benden ne istediğini, beni ne kadar sevdiğini anlayabilecektim, aklımdaki soruların cevaplarının bu kitabın içerisinde bulacağıma kesinlikle emindim. Kendime bir okuma

programı yapmıştım, normal üniversiteye hazırlık programımın yanında yatmadan önce bir veya iki saat Yaratıcının bizlere okumamız için gönderdiğine inandığım kitabı okuyordum, okumamız için gönderdiğine inandığım kitabı diyordum çünkü kimsenin en azından çevremde tanıdığım hiç kimsenin kitabın bize ne anlatmak istediği ile ilgilendiği hiç zannetmiyordum aksine herkes de şöyle bir kanı hakimdi '' Sen Yaratanın kitabını kendi başına okuyarak anlayamazsın, onun içerisinde birbirine girmiş yüzlerce şifre anlamını sadece Yaratanın bildiği onlarca kelime var '' aslında bana söylenmek

istenen şuydu '' Okuma Kafan karışır, sen namazını kıl, orucunu tut, cumaya git yeter, gerisini Yaratana bırak, iyide o zaman Yaratan benden sadece namaz kılmamı, oruç tutmamı, cumaya gitmemi istiyorsa bunu neden birkaç sayfada anlatmak yerine bize 600 sayfalık bir kitabı göndermişti, mutlaka bu kitabın içerisinde başka şeylerde olmalıydı, belki de Yaratan bana kitabında daha önce kimseye göstermediği bir şeyi gösterecekti, daha önce kimseye anlatmadığını bana anlatacaktı, benim ile kimseye vermediği bir sırrını paylaşacaktı olamaz mıydı? yıllarca önce hayallerimde sadece kendim için yarattığım ,etrafımdaki insanların tanımadan

inandığı Allah’ın dan çok farklı olan benim Allah’ımın kitabında benim bulmam için sürprizler sakladığına ve o sürprizleri bulunca da benim ile birlikte acaba içinde ne varmış diye açıp bakacağına , şaşırmış suratımı görünce de gülmekten kendisini alamayacağına çok emindim

Kimseyi dinlemedim, programlı bir şekilde kitabımı okumaya devam ettim, elimden geldiğince dikkatli okumaya çalışıyordum, hiç bir satırını kaçırmak istemiyor, benim için saklanan sürprizleri nerede olursa olsun bulmak istiyordum, resmin eksik olan kısmının bu kitabın içinde olduğuna ve onu bulduğumda sorularımın cevaplarını, belki de daha fazlasını bulacağıma

öylesine emindim ki, hayal kırıklığı yaşayacağımı aklımın ucundan bile geçirmiyordum öyle ya Allah’ın bizzat kendisinin peygamberi tarafından yayınlanmasını istediği bir kitapta beni hayal kırıklığına uğratabilecek ne olabilirdik? Beş gün, bir hafta, on gün, bir ay kitabın nerdeyse yarısına gelmiştim, açık konuşmak gerekirse umduğum gibi değildi, kitap evrensel olmaktan çok bir kişiye, bir kabileye, bir topluma hitap ediyor gibiydi ama daha çok bir kişiye onun aracılığı ile onun çevresinde ki ona inanan insanlara hitap ediyordu, özelliklede peygamber ve eşlerine.

O zamanlar da anlamadığım, üzerinde durmadığım ya da

kendimde kendime bu soruyu soracak cesaret henüz bulamadığım bir soru vardı, bence bu bir sorundu; Allah bir peygamberin cinsel yaşamı ile neden bu kadar ilgilenirdi ki? Onun hangi gece hangi hanımı ile yatacağından Allah'a neydi ki? Hem bir peygamberin bu kadar hanım ile evlenmesi ve sadece ona özel olarak dayı, amca yani akraba kadınlarının da ona helal sayılması ve gene ona özel o öldükten sonra bile onun elini sürdüğü hiç bir kadın ile başka birinin evlenememesi, henüz oyuncak bebeklerinin saçlarını örmesi gereken bir kız çocuğunun peygamber tarafından kendisine eş olarak alınması, tüm bunların Allah’ın kitabının birer parçası olması benim

hayalimde yarattığım ama artık hayaller ile yetinmeyip bizzat kendisini tanımak, kendisini bilmek istediğim, satır aralarında benim için sürprizler saklamasını beklediğim Allah portesine hiç benzemiyordu, bir yerlerde bir yanlışlık vardı.

Nihayet bende artık bir üniversiteli olmuştum, aile çevrem içerisinde kazanılan bölümler arasında en sıradanını kazanan ben olmuştum ama genelde biraz saygı bekliyordum, gene çok iyimserdim, babam önümüzdeki 5 yıl boyunca bana hemen hemen evde olduğu her akşam kendim gibi kazandığım bölümünde ne kadar gereksiz olduğunu defalarca hatırlatacak, aramızda var olan uçurumu

dev bir kanyon haline getirecekti.

Üzülecektim. İlk başlar canım çok yanıyordu, babamın söyledikleri ruhumu acıtıyordu bazen bedenimde bu öğütlerden nasibini alıyordu.

Babam başarısızlığı kabul etmezdi, kendisi ihtilalin hemen öncesinde üniversiteyi kazanmış, o günlerin getirdiği tüm zor şartlara rağmen ailesinin tek üniversiteli çocuğu olarak okulunu bitirmiş büyük bir gururla memleketine geri dönmüştü ama babasının kendisi ile duyduğu gururu o kendi oğlu ile duyamamıştı, aslında bunda benim o kadarda suçum yoktu, ortaokuldan sonra kimse bana hangi liseye

gitmek istersin diye sormadan beni bir meslek lisesinin Anadolu kısmına vermişlerdi ve o güne kadar hiç ilgilenmediğim siyaset 28 Şubat günü bende hayatım boyunca unutamayacağım derin bir iz bırakacaktı, daha sonra bunun üstü kapalı bir çeşit post modern darbe olduğunu öğrendiğimde kendimi haklı çıkarmak için değil ama tek suçlunun da sadece ben olmadığımı anlatmak için babamın karşısına geçtiğimde, konuşurken suratıma bakmak yerine, onun suratıma bakmak yerine her defasında televizyonu seyretmeyi tercih etiğinde, babama karşı az da olsa haklı çıkmanın ne onunla olmayan baba-oğul ilişkimize nede annemin

sağlığının daha iyiye gitmesine bir faydası olamayacağını anlamıştım. Vazgeçtim, o günden sonra babama karşı haklı çıkmaya çalışmaktan vazgeçtim, bunu yerine onunda benim gibi elimizde olan beni kabul etmesine yardım ettim!

O güne kadar babama benim de diğerleri kadar ne söylenildiğini bir kere de anlayabilen akıllı bir çocuk, daha söylemeden babasının ne istediğini bilen ateş gibi bir genç, tuttuğunu koparan civan gibi bir delikanlı olduğumu ispatlamaya çalışıyordum, hiçbirisi olamadım, hiçbir şeyi babamın istediği gibi yapamadım, bu yüzden her ikimizi de onu istediği ama benim olamadığım bana değil ne yapsam da bundan

başkası elinden gelmeyen elimizdeki beni kabul etmenin iki taraf içinde en iyisi olacağına karar verdik, en azından artık babam bana rağmen, benim ile daha mutluydu.

Üniversite bir, iki derken üçe geçmiştim, üç zordu, cidden zordu işin en güzel tarafıda bu sadece bana ait bir okulu uzatabilme bahanesi değildi, bir üst sınıfın tüm derslerin vermiş ama üçüncü sınıfın bazı derslerinden kaldığı için aynı dersi ikinci, üçüncü defa gören diğer arkadaşlarında ortak fikriydi, hepsi bir yana daha sonra adının B harfi ile başladığını öğrendiğimde B'yi sadece onun ile alakalı kurduğum cümlelerin başında ve sonunda yutmadan söylediğim

kırmızı çoraplı kırmızı kızda benim ile aynı fikirdeydi ve onunla bir anlık bile aynı fikrin içerisinde olabilmek, bu fikri, bir düşünceye, bir akıma, bir devrime dönüştürmek için provokasyon yapmaya fazlasıyla değerdi.

Kahve içiyordu genellikle şekersiz ve sütlü, salı ve perşembe günleri ilk derslere ekseriyetle geç kalıyordu, sınıfta bir soru soracağı zaman kursun kalemini önce saçlarına doluyor, sonra kurşun kaleminin sırtı ile burnun ucuna iki veya üç kere vuruyor ardından kalemi ile birlikte elini de havaya kaldırıyordu, parmakları uzun, ince ve zarifti, gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvar, uzun kırmızı saçları ile

boynunu güneşin uzun kirpikleri ile gecenin üzerini örtmesi gibi örterdi ama yine de hafif uzun yukarıya doğru sivri kulaklarını asla saklayamazdı.

Vizelerden iki hafta kadar önceydi, kütüphane de oturuyordum, önümde bir daha ki sene belki ondan sonraki senelerde de birlikte olacağımıza emin olduğum ticaret hukuku dersinin yaklaşık bir kutsal kitap kalınlığındaki mahkeme duvarı suratlı kitabı duruyordu.

Şöyle ilk sayfalarını açıp başlayayım dedim, öyle veya böyle bu kitabı okusam da okumasam da sınavına girecektim, korkunun ecele faydasının olmaması da belki bilimsel değil ama ölümsel bir gerçekti. 20

dakika sonra ilk beş sayfayı anlamadığını bilmediğim kelimeleri biraz daha benim için anlaşılır, başa çıkılır bir hale getirmek için dakikada en az beş kere hukuk sözlüğüne bakmak sureti ile bitirmiştim.

Ne anlamıştım? Hiç!

Ama umudum vardı tamam belki ben anlamamış olabilirdim ama bende daha zeki olmamak şartı ile okuduğunu benden daha çabuk kavrayabilen bir veya birilerini bulursam bir üçü bir arada hatırına en azından nasıl daha kolay anlayabilirim in yolunu anlayabilirdim.

Kafamı kaldırıp etrafıma bir göz attım, bizim sınıftan bir kaç öğrenci vardı ama onlarında bu dersten çok anladıklarını pek

zannetmiyordum zaten bana bu kitabı en az ikinci kez okuyan birileri lazımdı ki en azından soruların daha çok hangi konulardan çıkığını bana söyleyebilirdi ve gördüm, oradaydı, iki sıra önümde adını öğrendikten sonra baş harfini sadece onun ile alakalı olan cümlelerde, takılmadan bir kerede söyleyebildiğim kırmızı kız karşımda oturuyordu.

Yanına gitmesiydim?

Peki, ne diyecektim?

Nasıl bir giriş cümlesi olmalıydı , ?

Hiç bir şey söylemeden direk karşısına mı otursaydım?

O zamanda bu kabalık olurdu, başımı ellerimin

arasına almış ne yapmam, nasıl yapmam gerektiğini düşünürken, Göklerden geldiğine emin olduğum incecik bir sesin bana

Pardon oturabilir miyim demesi ile kendime geldim, Tabii, tabiki oturabilirsiniz dedim hem de sonsuza dek.

Üniversite yıllarımda çoğunlukla felsefe kitapları okuyordum diyebilirim, bana neler kazandırabileceğini, benden neler alabileceğini düşünmeden sadece deli gibi okuyordum, akşam yemeğine oturmadan önce, hafta sonlarında, otobüste giderken, durakta dolmuş beklerken, babam bana her bağırmaya başladığında ve annem buna hiçbir zaman aldırış etmediğinde, okuyordum.

Aslında kaçıyordum, diğerleri gibi olamadığım için diğerleri gibi olan her şeyden ve herkesten daha, çok daha uzaklara gitmek istiyordum, başarıyordum da, odamın cam tarafında, biraz daha güneşe bakan kısmında kendime bu dünyadan olmayan küçük bir kara parçası buldum oraya Mor Ülke adını verdim, buldum diyorum çünkü ben orayı ne hayal etmiş nede diğerlerini düşündüğüm gibi yaratmıştım odanın hiç bakmadığım sığ tarafında öylece duruyormuş ben çok sonradan fark etmiştim.

Mor ülke çok güzel bir ülke sayılmazdı, uzun kumsalları, denize yakın ağaç evleri, masmavi bir denizi, yemyeşil ormanları ve derin vadileri yoktu, aslında hiç

bir şey yoktu sadece gece ile gündüz arasında bir yerde içeriye nereden girersem gireyim hep yüzü bana dönük ayakta duran bir adam vardı, onu tanımıyordum daha önce onu burada hiç görmemiştim onun bu ülkeye de nereden geldiğini nasıl içeriye girdiğini bilmiyordum dediğim gibi burayı ben hayal etmemiştim o yüzden ne burası hakkında nede karşımda durmuş siyah, zeytin siyahı gözleri ile bana doğru bakan adam hakkında hiçbir şey bilmiyordum.

Son sınıftaydım kırmızı kızın da yardımlarıyla 3.sınıfı kayıpsız bitirip 4.sınıfa geçmeyi başarmıştım.

Ama başardığım sadece bu değildi artık kırmızı kız ile birlikte aynı sınıfta aynı sırada yan yana oturacaktım, gerçi haftanın her günü olmayacaktı çünkü onun sadece 4 dersi vardı ve bu derslerde haftanın üç gününe yayılmıştı ama bu bile benim için harika bir duyguydu, kütüphanedeki o buluşmamızdan sonra çoğu zaman ders çalışma bahanesi ile de olsa onunla bir araya geliyorduk, konuşkan ve zeki bir kızdı, birbiri ile alakası olmayan farklı konular üzerine görüş bildirebiliyor, ikna edici konuşmalar yapabiliyordu benim en çok İslam üzerine yaptığı konuşmalar ve başörtüsü özgürlüğünün üniversitede olmasını sonuna kadar savunması çok hoşuma gidiyordu,

çünkü bende onunla aynı fikirleri paylaşıyordum, kız arkadaşlarımızın üniversite kapılarında başlarını açıp yahut başlarına peruk takıp derslere o şekilde girmeleri, kendilerine beyaz ülkenin zenci insanları muamelesi yapılması, insanların inançları yüzünden okullardan uzaklaştırılmaları benim asla kabul edemeyeceğim hareketlerdi, ne olursa olsun kim olursa olsun başkasının yaşam ve saygı sınırlarını ihlal etmedikçe herkesin neye isterse ona inanabileceğini ve inandığı şekli ile yaşamını sürdürebileceğine inanıyordum bence inanç çok özel bir meseleydi, Yaradan ile yarattığı arasında sabır ile kurulan çok özel bir ilişkiydi, çok özel olmalıydı çünkü

Yaradan çok özeldi, bir kere tekti, eşi ve benzeri yoktu, hiçbir şeye benzemiyor hiç bir şey de ona benzemiyordu onun her şeyi yaratmış ama onu kimsenin yaratmamış olması tek başına, çok özel olması için yeterliydi.

Tam da bunları düşündüğüm bir zamanda elime çok enteresan bir kitap geçmişti Tanrı ile sohbet ( Neale Donald Walsch ) bir arkadaşım bana getirmişti, kitabı almış beğenmemiş ama benim beğeneceğimi düşünerek okumam için bana vermişti, neden benim beğeneceğimi düşündüğünü sorduğumda bana kitabın yazarının senin gibi deli düşünceleri var insan hiç Allah ile konuşabilir mi? demişti, aslında arkadaşım bilmeden

bana daha önce hiç aklıma gelmeyen bir fikir vermişti Allah ile konuşabilme fikri.

Böyle bir düşünceyi insanın aklına getirmesi bile benim yaşadığım çevre içerisinde çok ayıp, küstahça, kabul edilemez bir durumdu ilk anda bana da hiç olabilir gibi gelmiyordu bir insanın Yaradan ile konuşabilmesi! Tamam, benim çocukluğumdan buyana hayalini kurduğum Allah diğerlerinin inandığı Allah tan farklıydı daha sevecen daha sevgi dolu daha cana yakındı ama Yaratan benim ile kendi öz babasının bile konuşmaya gerek görmediği benim gibi sıradan biri ile konuşur muydu?

Kitabı bir hafta içerisinde bitirmiştim çok hızlı kitap okuyamazdım ama bu kitabı elime alınca bırakamıyordum kitapta yazar Yaratıcı ile yaptığı diyalogları anlatıyordu, ona sadece dua etmiyor veya önünde secde etmiyor onun ile bir dostu ile konuşurmuş gibi konuşuyor, dertlerini anlatıyor, düşüncelerini paylaşıyor, şakalaşıyor ama en önemlisi Yaratandan kendisine özel cevaplar alıyordu bir an kitabı kapattım durdum ve düşündüm ne kadar hayallerimde yarattığım Yaratıcı sevecen, şakacı zaman zaman beni ziyarete gelen biri olsa da bu adamın anlattıkları gibi Yaratan olabilir miydi?

Bu yazılanlar benim hayallerimde yarattığım Mevla için bile çok fazlaydı.

Bir gece bir rüya gördüm aslında bu rüya önümdeki yıllar içerisinde göreceğim birbirine bağlantılı rüyaların ilkiydi diyebilirim, çok sık rüya gören biri değildim gördüğüm zamanda uzun süren rüyalar görürdüm ama bu seferki oldukça kısa, berrak ve mesajı anlaşılır bir rüya idi. Rüyamda bembeyaz bir yatakta uzanmış yatıyordum üzerimde uzun beyaz bir gömlek vardı oda ve duvarlar da bembeyazdı yanımda kırmızı kız yatıyordu yüzü diğer tarafa dönüktü ve üzerinde gömlek ve uzun bir etek vardı çok derin uyuyordu aslında bende uyuyordum ama birden uyanmıştım ardından

biri -yüzünü ve kendisini görmedim - bana doğru geldi onu çok yakınımda hissediyor ama göremiyordum duru bir ses tonu ile Alper dedi Dünya Hayatını mı istersin? Yoksa Göklerdeki Hayatı mı? diye sordu ben de hiç düşünmeden

Göklerdeki Hayatı isterim dedim , sonra gitti o gittikten sonra ben yataktan kalktım yattığım yerden kalkınca benim yattığım tarafta altın renginde bir dilde bir yazı yazdığını fark ettim ama yazının dilini bilmediğim için ne yazdığını anlamadım kırmızı kızı uyur halde bırakıp ,yavaşça oda dan dışarıya çıktım ve uyandım . Bu rüya beni çok etkilemişti uzun süre ne anlama geldiğini anlamaya çalıştım

rüyamı kırmızı kıza da anlattım ama oda benim gibi bir mana çıkaramamıştı.

Artık okul bitmişti ve askere gitmemin zamanı gelmişti yaşadığım şehirden bu kadar uzun ve bu kadar uzağa ilk defa ayrılacaktım, uzun dönem çıkmasını çok istemiştim ama kısa dönem askerlik çıktı daha kötüsü önümüzdeki kışı Ağrı'da geçirecektim.

Otogardan otobüse binerken annem çok ağlamıştı bende ona sarılıp ağladım, onu seviyordum onun yanındayken bile onu aslında onun ile geçiremediğim çocukluğumu çok özlüyordum.

Ne oluyor nereye gidiyoruz? Saat daha sabahın beşi bile değil ne diye kalkıyoruz ki bu saatte?

Ya biri cevap versin koştura koştura nereye gidiyorsunuz ne bu acele?

Asker ocağındaki ilk sabahımı hiç unutamıyorum mışıl mışıl uyurken tam da kendimi yonca bahçesinde bulduğum bir rüyada görürken keskin ve acılı dolu bir ses ile kalkın kalkın diye avazı çıktığı kadar bağıran bağırırken de elindeki paslı demir ile kalorifer peteklerine vuran görev aşkı ile yanıp tutuşan hatta görevine kendisine özgü şivesi ile kalk kalk yerine galk galk tadında yorumda katan Malatyalı bir asker tarafından tabiri caizi ise silah zoru ile

uyandırılmıştım, berbat bir şeydi ve henüz şafak birdi. İnsan o kadar güzel bir yaratılışa sahip ki maalesef bunu insan ya çok zor anlıyor ya da hiç anlamadan kendi mucizesinin farkına varmadan bu dünyadan göçüp gidiyor, benim gibi apartmanlarda büyümüş, sokak kültürü olmayan çok zor arkadaş edinen birinin gurbet elde, asker ocağında biraz da zaruretten ortama bu kadar çabuk uyum sağlayabilmesi kendimden beklediğim bir şey değildi bu benim için benden olan, benim olan bir mucizeydi. Çocukken rahmetli babaannem onun görmeye gittiğimiz dar zamanlarda bana ve diğer torunlarına kısa ama çok güzel hikâyeler anlatırdı, bu hikâyeler çoğunlukta

geçmişte yaşamış, yaşadıkları günümüze deyin ulaşmış peygamberler ve evliyalar ile ilgili olurdu, babaannem bu sohbetlerine her zaman firavunu dize getiren Musa peygamberden başlardı dört torun en sessiz halimizde dört kulağımızla babaannemi dinlerdik hele hele Musa peygamberin denizi yarıp içinden kavmi ile geçtiği yer geldiğinde kimseden çıt çıkmazdı ben ilk mucize kavramını orda duymuştum ilk öğrendiğim mucize Musa peygamberin denizi elindeki asa ile yarması ve tüm İsrail halkını denizin karşına geçirmesi onu takip eden firavun ve ordusunun suda helak olmasıydı ne muhteşem bir sahneydi ama!

Babaannem Musa peygamberi anlattıktan sonra Davut peygambere geçer ve onun Calutu tek başına bir sapan ve üçtaş ile nasıl yere serdiğini anlatırdı babaannemin anlattığına göre Calut dev gibi bir adamdı ve tek gözü vardı hiç kimse o güne kadar karşısına çıkmaya cesaret edememişti sadece Davut peygamber dışında henüz 12 yaşındayken koca Calut un karşına korkusuzca dikilmiş ve onu sapanına yerleştirdiği bir taş ile koca Calutu yere sermişti Yüce Allah nelere kadirdi ama ben en çok İsa Peygamberi dinlemeyi severdim bence en büyük mucizeler ve en şaşılası işler ona aitti

Henüz kundakta iken dile gelip konuşması, ölüleri diriltmesi, körlerin gözlerini açması, hastaları iyileştirmesi, kötürümleri ayağa kaldırması ve tüm bunları yaparken sözlerinden başka hiçbir şey kullanmaması bana en sıra dışı gelen ise Babasız dünyaya gelmesiydi!

Bu nasıl mümkün olmuştu? Babaannem bunun Mevla’nın isteği ile Cebrail tarafından Meryem Ana'nın rahmine üflemesi ile gerçekleştiğini anlatmıştı öyle bile olsa bu çok sıra dışı bir olaydı bu, hem neden tüm peygamberler normal bir şekilde doğmuştu da neden sadece İsa peygamber bu şekilde Allah’ın, Cebrail’in ağzından Hz. Meryem’in rahmine üflemesi ile dünyaya

gelmişti? Onu diğerlerinden özel kılan, diğerlerinden ayıran neydi?

Neden Allah sadece onun için bir kadının rahmine nefesini üflemiş ve sadece Hz. İsa’nın yaratılışı ile bizzat kendisi ilgilemişti!

Bu soruyu ve bunun gibi soruları yıllarca kimseye sormaya cesaret edemedim.

Hz İsa'yı birine sormam demek onun ile ilgileniyorum demekti ki bu benim çevremde benim ile alakalı kafalarda ciddi şüphelere sebep olurdu

Ne o yoksa yavurmu olucan! gibi sataşmalar ve peşine de Sana asla hakkımı helal etmem gibi aba altından sopa göstermeler ile karşı karşıya kalabilirdim bunun yanında ve benim çevremde

eğer bir peygamber ile ilgilenilecekseniz bu zaten Muhammed ten başkası olamazdı. Bu yüzden lisenin sonlarına doğru ananem bana çok merak ediyorsan oturda kâinatın efendisi

Hz. Muhammed’in hayatı oku diye bir siyer ( Muhammedîn hayatı ) kitabını almış, çalışma masamın tam üzerine koymuştu.

Kitabı akşam son dersi ekip masanın üzerinde gördüğümde ananeme bu ne diye sormuştum o da bana yavurların peygamberinin hayatını merak edeceğine açta kendi peygamberinin hayatı oku belki hidayet bulursun demişti.

Anneannemin sözünü dinledim, hidayet bulacaktım zaten her zaman söz dinleyen bir çocuk olmuştum, ailemi üzmek istemezdim onları çok sever her şeyden çok onlara kıymet verirdim kendi isteklerimi hep geri planda bırakırdım zamanla bende bu bir takıntı haline gelmişti kendimden çok onları düşünmek, kendi hayatımı onların isteklerine göre şekillendirmek, kendi hayatımı ailemin hayatının bir uzantısı şeklinde yaşamaya çalışmak.

Kitabın ilk başında İslam peygamberi gelmeden önceki dönemlerden, onun pak soyundan bahsediliyordu sonra onun dünyaya gelişi, çocukluk çağı, gençliği ve peygamberlik dönemi.

Yazar kitabı ne kadar peygamberin hayatını elinde geldiğince süslemeye ve daha çekici hale getirmeye uğraşmışsa da ben kitabı okurken etkilenmek bir yana sayfaları bir başından bir ortasından bir sonundan okuyarak elimden geldiğince en azından anneannemin verdiği paranın hakkını vermek için kitabı çabucak bitirmeye uğraşıyordum.

Bir haftanın sonunda kitabı bitirmiştim ne anladım çok şey! Ne öğrendim hiç bir şey! Kitap bir adamın uzun bir biyografisi gibiydi bu adam bir Arap’tı, ticaret ile uğraşmıştı hatta işinde o kadar iyiydi ki o dönemin önemli bir bayan tüccarının dikkatini çekmiş onun için çalışmış daha sonra da ve onun ile hayatını

birleştirmişti, etrafı tarafından doğru ve dürüst bir insan olarak tanılıyordu, insanlar çözemedikleri konularda ona danışıyor onun fikrini soruyorlardı, annesi ve babası putperest olduğu hale hiç putlara tapmamıştı, okuma ve yazma bilmiyordu burası bana biraz garip gelmişti çünkü okuma ve yazma bilmeyen bir insanın nasıl ticarette bu kadar başarılı olduğunu anlamamıştım, sonuçta ticaret bir hesap kitap işiydi işin içinde sayılar, rakamlar vardı iki tarafın birbiri ile yaptıkları alışverişler vardı okuma ve yazma bilmeden bunların içinden nasıl çıkabilmiş nasıl bu kadar başarılı olmuştu bu gerçekten hayret verici bir olaydı buna

inanmak benim için çok zordu.

Lisedeydim ve branşım bilgisayarlı muhasebeydi dersimde çok da parlak bir öğrenci olmasam da dört işlem bilmeden en azından toplama çıkartma yapamadan ticari bir işlem yapmanı mümkün olamayacağını biliyordum ve bu tecrübelerimden yola çıkarak İslam peygamberinin hiç okuma yazma bilmediğine inanmak kolay değildi.

Kitabı bitirmiştim ama içimdeki diğer peygamberlerin hayatlarına özelliklede Hz. İsa’nın hayatına olan merakım azalmamıştı aksine daha da artmıştı hala Hz. İsa’yı

Hz. Musa’yı ve diğer peygamberlerin hayatlarını okumayı çok istiyordum ama bunu nasıl yapacaktım aslında bir fikrim vardı hem kimsenin dikkatini çekmeden merakımı gidermenin bir yolu vardı kuranda diğer peygamberler ile ilgili ayetlerde vardı, bir keresinde babaannem bize anlattığı peygamberlerin hikâyelerinin bazılarını kurandan anlattığını söylemişti benim yapmam gereken kuranı açıp içindekiler bölümünden o sayfaları bulup okumaktı, hem bu sayede kuran okuduğum için kimsenin dikkatini çekmemiş olur hem merakımı gidermiş olur belki de ailem özellikle de anneannem bunun için

haftalığıma ufak bir zam bile yapmış olurdu.

Önce Hz. Musa 'dan başladım o babaannemin bize anlattığı dört büyük peygamberden ilkiydi , aslında Hz. Musa'dan önce Hz. İsmail , Hz. Yakup, Hz. İbrahim ve Hz. Nuh

gibi peygamberlerde vardı ama bunlar kendilerine kitap değil sadece sayfalar verildiği için ve bir yasa getirmedikleri için olsa gerek büyük peygamberler sınıfına girmiyorlardı, bazı peygamberlerinde sadece isimleri geçiyor ama ne Hayatları, ne yaşadıkları dönem nede yaptıkları işler hakkında herhangi bir bilgi verilmiyordu.

Musa peygamberin hayatı oldukça uzun, detaylı ve ilgi çekiciydi.

Özellikle

Musa peygamberin çölde Yaratıcısı ile yanan bir çalının ardından konuşması Allah’ın İsrail oğullarını kurtarmak için Musa peygamber ve kardeşi Harun peygamberi Firavuna göndermesi, Firavunun başına gelen onca bela ve husumete rağmen kötülüğe direnmesi ve her defasında İsrail halkını göndereceğine dair verdiği sözden dönmesine rağmen Allah’ın ona yaptığı kötülükten dönmesi için her defasında bir şans daha vermesi ve final sahnesinde

Musa Peygamberin asası ile Kızıl denizi yarıp İsrail halkı ile birlikte denizin karşı tarafına geçmesi. Bunların hepsi peri masalı gibiydi,

sonu mutlu biten peri masalları gibi.

Kitaptaki sıraya göre peygamberler ile ilgili yazılanları okumaya devam ediyordum Hz. Yakup, Yusuf, Yunus, İbrahim derken en çok merak ettiğim içimde kendisine karşı anlatamadığım duygular beslediğim, hakkındaki her şeyi merak ettiğim o isme Hz İsa 'ya gelmiştim.

Kitapta onun için kullanılan sıfat çok enteresandı Ruhullah Yaradan’ın bizzat kendi ruhundan ruh verdiği peygamber, diğer peygamberlerin de kitap anlatılan özel sıfatları vardı mesela İbrahim peygamber Habibullah tı yani dost Musa peygamber kelimullahtı yani söz

Muhammed sevgiliydi ama hiçbirisine Yaradan kendine özel ruhundan üflememişti bu sadece

İsa peygambere verilen bir özellikti ve daha önce okuduğum hiç bir peygamber bir ölü diriltme, hastaları iyileştirme, kötürümleri ayağa kaldırma, körlerin gözünü açma, dilsizleri konuşturma gücüne sahip değildi tüm bu güçler sadece ama sadece ona İsa'ya verilmişti. İsa peygamber doğumdan ölümüne kadar olan olaylar ile diğer peygamberlerden başka bir yere sahipti. Bir babası yoktu ama hepimiz gibi oda bir kadından dünyaya gelmişti, henüz beşikteyken konuşmuştu, dört gün önce ölmüş bir adamı diriltmiş, doğuştan kör olanların gözlerini açmış

yatalakları bir sözü ile ayağa kaldırmıştı ne ondan önce nede ondan sonra bunları yapabilmiş bir peygamber yoktu gerçi dünyanın neredeyse diğer yarısı için o sadece bir peygamber değildi çünkü kitapta tüm bu yaptıklarını yanlış anlayan ve yanlış yorumlayarak İsa peygamberin göğe alınmasından sonra ona ilahlık veren insanların yani Hristiyanların olduğu ve onların bu yakıştırmalarından dolayı kâfir oldukları anlatılmaktaydı hatta bu yüzden, insanların kedisine yaptıkları bu yakıştırma yüzünden İsa peygamberin göğe alındıktan sonra Yaradan’ın karşısında çok mahcup olduğu ve asla kendisinin böyle bir şey

söylemediğini annesi ve kendisi ile ilgili bu yakıştırmaların insanların kendi kendilerine ortaya çıkardıklarını ve buna inandıklarını yazıyordu. Orta okulda din dersimize ve İngilizce dersimize vatandaşlık dersi öğretmenimiz girerdi, asıl branşı ile hiç alakası olmayan bir öğretmenin hem din dersine ve İngilizce dersine girmesi pek rastlanan bir durum değildi ama branş öğretmeni yetersizliği ve vatandaşlık öğretmenimizin bizlere İngilizce dersi vermeye aşırı meraklı ve istekli oluşu bizim İngilizce eğitim temelimizi

Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı Bilgisi ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri ile oluşturmamıza

neden oldu ki buda 3 yıl boyunca İngilizcenin sadece şimdiki, gelecek zaman kullandıklarını zannetmemize sebep oldu çünkü vatandaşlık öğretmenimiz için geniş zamanın bir önemi yoktu onun için olan her şey şimdiki ve geçmiş zamanda oluyordu, Tom’un ya da Danny’nin tüm yaptıkları işler ya şimdi ya da geçmiş zamanda yaşanıyordu

Bunun acısını torpil ile girdiğim Anadolu Lisesi Hazırlık Sınıfında yaşadım, ben hariç geri kalan tüm sınıf arkadaşlarımın beş zaman dilimine sahip harika bir İngilizce temelleri vardı benimde ise bu sayı sadece ikiydi şimdiki zaman ve geçmiş zaman.

Sınıftaki hemen hemen herkes hali vakti yerinde çocuklardı, bunu ilk beden dersinde anlamıştım, giydikleri eşortman takımları, spor ayakkabıları markaydı ama marka olan sadece bunlar değildi, davranışları, konuşmaları, kendilerini ifade edişleri, sınıfta tahtaya kalkışları da markaydı ve kendilerine olan öz güvenleride benim kendime olan özgüvenimden 3 gömlek fazlaydı.

Tahmin edeceğiniz gibi sınıfta kimse ile iyi anlaşamadım, sıra arkadaşımla bile, bana isim bile bulmuşlardı'' an umbrella kafa '' bunu demelerin sebebi, mahallemizdeki berberin kafamı tıraş ederken ön tarafını yanlış tıraş etmesi

sonucu kafamın ön tarafında tuhaf bir yükselti oluşması ve bununda bir şemsiyeye benzemesiydi, kendimi çok kötü hissediyordum aynı dönemde annemin hastanede oluşu, babamın zaten hiç olmayışı, anneannemin aşırı koruyucu oluşu benim çok daha fazla kabuğuma çekilmeme sebebe oldu, bu karanlıktan dışarıdaki dünyaya tekrar çıkmam tam 4 yıl sürdü. Zaten çok sosyal bir çocuk değildim, içerisinde bulunduğum bu durum beni kendi iç dünyama daha da çok itti, itildiğim bu yeri önceleri sevmiyordum, soğuk ve ıssız bir yerdi, hiç bir yükseltisi olmayan dümdüz bir toprak parçasıydı, sessizdi, ne kadar sessiz konuşursam konuşayım sesimin

yankılanmasını duyardım. Önceleri Mor Ülkede yalnızdım sonra başka birinin daha olduğunu

Fark ettim, aslında O beni fark etti, bir gün Mor Ülkede bir deniz olduğunu fark ettim denize doğru yürümeye başladım gece yarısıydı zifiri karanlıktı denizi görmüyordum ama denizin sesine, denizden gelen dalga seslerine doğru yürüyordum, çok yaklaşmış olmalıyım ki ayaklarımın altın kum taneciklerini hissettim, gökyüzünde kocaman bir yıldızın parladığını gördüm tüm kıyı şeridini aydınlatıyordu, yıldızdan bir parça koptu bir ışık denizin tam ortasına düştü büyük bir ışık patlaması oldu, gözlerimi kapamak zorunda kaldım, sonra yavaş yavaş açtım

karşımda bir adam gördüm denizin üzerinde evet evet! Denizin üzerinde yürüyerek bana geliyordu, yüzünde çok tatlı bir gülümseme vardı kollarını iki yana açmış beni kucaklamak istiyordu bu söylemedi ama ben anladım, ayağa kalktım hiç düşünmeden ona doğru koştum, sarıldık hem de kocaman sarıldık daha önce hiç olmadığım kadar kendimi güvende hissettim kim olduğunu bilmiyordum nereden geldiğini adının ne olduğunu hiç merak etmedim bunların hiç bir önemi yoktu babamın adını biliyordum aneminde kokusu ama ne babam bana böyle sevgi ile sarılmış ne de annem bana bu kadar güzel kokmuştu bu yüzden adının, kim olduğunun ve nereden geldiğinin ve burada ne

aradığının hiç bir önemi yoktu tek istediğim bu adamın burada benim ülkemde

Benim ile sonsuza kadar kalmasıydı

O benim Mor Ülkemin Kralıydı...