17
YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 2 TL Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ TAM ÖMER ZAMANI 17 14 22 27 İSLAM’IN KIZININ EVLİLİK KRİTERLERİ EHL-İ SÜNNET’İ İHYA EDEN İSLAM HÜKÜM- DARI TUĞRUL BEY NUREDDİN YILDIZ SELİM SEYHAN ÇAĞDAŞ MÜSLÜMANIN YİTİRDİĞİ HASLET: CELÂDET-İ DİNİYYE HALİT İSTANBULLU MUSTAFA ALİCAN 18 YA MUNTAKİM! ŞAM ADEM ÖZKÖSE

CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

  • Upload
    others

  • View
    15

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 2 TLAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

CUMHURİYET DEVRİ

DİN FELSEFESİTAM ÖMERZAMANI

1714 22 27

İSLAM’IN KIZININ EVLİLİKKRİTERLERİ

EHL-İ SÜNNET’İ İHYA EDEN İSLAM HÜKÜM-DARI TUĞRUL BEY

NUREDDİN YILDIZSELİM SEYHAN

ÇAĞDAŞ MÜSLÜMANIN YİTİRDİĞİ HASLET: CELÂDET-İ DİNİYYE

HALİT İSTANBULLUMUSTAFA ALİCAN

18

YA MUNTAKİM!ŞAM ADEM ÖZKÖSE

Page 2: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

3www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri MüdürüErdal ULUGenel Yayın YönetmeniMuhammed Fatih DEMİRTÜRK

Âlem-i İslam SorumlusuAdem ÖZKÖSE

Tashih

Mehmet POLATEnes GÜR

Fahri TEPE

Yayın Danışmanları Dağıtım Sorumlusu

IBAN Numarası(Erdal ULU adına)Yayın Kurulu

Grafik - Tasarım

İhsan ŞENOCAK - Yusuf KAPLAN Murat TÜRK Cep: 0535 844 08 22Genel Dağıtım

Posta Çeki

İletişimE-mail: [email protected]

Baskı

Turkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş.

Erdal ULU - 5262869 Yönetim YeriAli Kuşçu Mah. Fatih Cad. No: 15/2 Fatih / İSTANBUL

Yayın TürüAylık Süreli Yayın

İhlas Gazetecilik A.Ş. Merkez Mah. 29 Ekim Cad. İhlas Plaza No:11 A/41 Yenibosna/İstanbulTel:(0212) 454 30 00

TR15 0020 5000 0078 7003 100001

EditörM.Sami GÜLCÜ - Y.Ziya MERMERTAŞ

Selim SEYHAN - Mehmet BÜYÜKMUTUAhmet YAZICI - Abdullah KADIOĞLUBurhan YILDIRIM - Halit İSTANBULLU

Ahmet GÖR

Hükümdergisi Gazetesi YIL: 4 SAYI: 46 EKİM 2016 Yazıların ilmi, fikri ve hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.

* Kudema, kağıdın yere atılması endişesiyle mektuplarında Allah Teâlâ’yı “هو” zamiri, besmeleyi “ب”, hamdeleyi “ح”, Efendimiz’e salâtı “ص”, selamı ise “س” harfleri ile remz ederdi.

هو ب ح ص سŞah Veliyyullah Dehlevi’nin saydığı ikinci dönem

ise Emevilerle başlayan ve Osmanlı’nın yıkılmasına ka-dar devam eden dönemdir. Şah Veliyyullah Dehlevi’nin kendisi de bu dönem içinde yaşamış ve irtihal etmiştir. Bu dönem Hicri 40 veya 41 tarihinde başlamış ve Os-manlıların çökmesine kadar devam etmiştir.

Muhammed Bin Ebi Bekir gibilerin tavsif ve tasvi-riyle, Hazreti Ali ile, ilaveten Hazreti Hasan’ın 6 aylık hilafet döneminden sonra başlayan bu döneme Kisre-viyye ve Kayzeriyye rejimleri denmiştir Rejimlerin şaftı kaymıştır. Şuraya dayalı bir nevi cumhuriyet anlayışı olan anlayış yerini isre ve hanedanlığa bırakmıştır. Böy-lece gelecek nesillere model olma özelliğini yitirmiştir. Şah Veliyyullah Dehlevi’ye göre bu dönem İslam tarihi değil Müslümanların tarihidir. Dolayısıyla hata ile se-vap barındıran karmaşık bir dönemdir. Mahza hayır de-ğil hadis ifadesiyle ‘fihi dehen’ denilen karmaşık, alaca ve bulanık bir dönemdir.

Müspet modelden menfi modele! Şah Veliyyullah Dehlevi üçüncü bir dönemden bah-

setmemiştir. İslam tarihinde bir de tersyüz olma döne-mi var. İki ideal bir nötr döneme mukabil bir de negatif dönem vardır. Buna yeni cahiliyet dönemi veya yeni bir fetret dönemi de denebilir. Şah Veliyyullah Dehlevi’nin bahsetmediği bu dönem hadiste belirtilen İslam tarihi-nin dördüncü dönemidir. Hadislerde tafsil edildiği gibi buna cebabire veya decacile dönemi de denebilir. Alda-tıcı yılların kol gezdiği, hüküm sürdüğü dönem. Dinin referans olmaktan çıktığı yerini ideolojilerin ve ideolo-jik kurtarıcıların aldığı bir dönem. Hem aktörler dine uzak hem de kurallar din dışı. Bu dönemde dinin yerini ideolojiler peygamberlerin yerini ise ideologlar veya sahte kurtarıcılar almıştır. Dolayısıyla İslam tarihinin dördüncü döneminde din dışılık dinin yerini almıştır. Yerine geçmiştir. Pozitif modelin yerini negatif model almıştır.

Bu döneme resmi anlamda damgasını tecdit yerine teceddüt ya da din adına reformlar vurmuştur. Sapma dönemi baş göstermiştir. Öze dönüş yerine başka mo-dellere kulaç atılmıştır. İdeolojik alanda, hukuki alanda hecinleşme baş göstermiş ve devşirmeler yapılmıştır. Elbette mer’i çizginin dışında Hazreti Peygamberin ha-ber verdiği gibi tecdit çabaları da olmuştur. Bununla bir-likte din adına deccallerin dini tahrif çabaları olmuştur. Bunlardan birisi de cumhuriyet adına üretilen ideolojik dini anlayıştır.

Bu uğurda kimi çığırlar açılmıştır. Merhum Meh-met Kırkıncı Hocanın sitayişle bahsettiği Prof. Dr. Lüt-fi Ülkümen cumhuriyetin benimsediği ideolojik dini anlayışı tanımlayan kimselerden biridir. Erzurum’da hocalık yaptığı dönemlerde seri konferanslar vermiş, bu konferanslardan bazıları kitapçık haline getirilmiştir. Bu konferanslardan birisi ‘Atatürk İlkeleri ve İslam’ adı altında kitaplaştırılmıştır. Söz konusu kitapta Mustafa Kemal’in dini berraklığına geri döndürdüğü, kavuştur-duğu ve saffetine irca ettiği savunulmaktadır. Bu husus-taki görüşlerini şöyle özetlemektedir:” Hazreti Ebube-

kir, seçimle devletin başına gelmişti. Bu suretle kurulan devlet şekline, bugünkü adıyla, ‘cumhuriyet’ denir. Müs-teşrik Vambery, bu cumhuriyetin karakterini şöyle ifade eder:” İslamiyet bugün de dünyanın en demokrat olan dini, aynı zamanda kardeşlik ve eşitliği terviç ve tatbik eden bir dindir. Eğer dünyada cumhuri bir hükümet ya-şadıysa, bu hükümet, ilk dört halifenin hükümetidir…”

Vambery oryantalist olmasına rağmen halifeler dö-nemini cumhuriyet ve ilaveten ‘ideal demokrasi havza-sı’ bir dönem olarak tanımlıyor. Hatta onun üzerinde başka bir model tanımıyor. Dört halife dönemini idea-lize ediyor ki, Ebu’l Kelam Azad ve Bediüzzaman da ilk halifeler dönemini bir nevi cumhuriyet rejimi, devresi olarak görmektedir. Muhammed Bin Ebubekir’in de-diği gibi daha sonra bu rejim Kisreviyye ve Kayzeriyye modeliyle bozulmuştur.

Mustafa Ö[email protected]

Atatürk İlkeleri ve İslam adlı kitabında Prof. Dr. Lütfi Ülkümen mugalata ile birlikte sözlerini şöyle sür-dürmektedir:” Hilafet, benden sonra 30 senedir. Ondan sonra zalim saltanat ( ısırıcı saltanat) geri döner.’ Bu-yurmuşlardı. Yani, 30 sene süren cumhuriyet devrinden sonra gelen saltanat şeklini, bir zülüm idaresi olarak tav-sif ediyor ve onların reislerini halife olarak, yani kendisi-ne hayırlı bir halef olarak kabul etmiyor.

Çünkü, İslam’da devletin şekli, meşverete daya-nan milli iradeyle gerçekleşmiş Cumhuriyete; ruhu da adil siyasetle salih bir velayete, yani işi ehline veren bir idareye ve bunlara temel teşkil eden hürriyet, eşitlik ve kardeşliğe dayanıyordu. Ancak, bunu temin eden bir devlet şekli bir İslam devleti vasfını ve Peygambere halef olabilme şerefini taşıyabilirdi.

Bunun içindir ki, bu vasıflara haiz bulunmayan sal-tanat idarelerinin ve hele, bu idarelerde ruhani reislik şeklini alan ve İslam’da hiçbir suretle yeri bulunmayan hilafet şeklinin İslam ile, hulefayı Raşidin’e verilen hali-felik sıfatı ile hiçbir ilgisi kalmamıştı. Bu, tamamıyla bir bid’attı. Yani, İslam’ın ruhuna uymayan türedi bir mües-sese idi…”

Halbuki, herkes biliyor ki Son Halife Abdulmecid dünyevi sıfatlarından tecrit edilmiş, misyonu ruhani reislikle sınırlandırılmıştı. Halife bunu kabul etmeyince tensip edildiği cumhuriyet rejimi tarafından azledilmiş-tir.

Bu ifadeler Seyyid Bey ve Ali Abdurrazık’ın kötü bir kopyası olmuştur. Zira Ali Abdurrazık da İslam’da hilafet olmadığını bunun bidat bir kurum ve müesse-se olduğunu ifade etmektedir. Mustafa İslamoğlu’nun

Şah Veliyyullah Dehlevi İslam tarihini iki kategori-ye ayırır. İslami tarih ve Müslümanların tarihi. ‘İslami tarih’ derken bu, model alınabilecek ve teessi edilebile-cek; usve, örnek ve model bir dönemdir. Elbette 30 yıl-lık raşit halifeler dönemiyle birlikte 23 yıllık nübüvvet/biset dönemi tarihin model yatağını, havzasını teşkil etmektedir. Sonrasında gelen Emeviler ve Mervaniler dönemiyle birlikte siyasi ve ahlaki rejimde bir kayma, sarsıntı baş göstermiştir. Asr-ı saadetteki bütünlük kay-bolmuştur. Devlet adamında barınan ahlaki yücelik ve faziletler ve erdemler ulemaya intikal ekmiştir. Ulema-da aranan hasletler de sufilere devretmiştir. Camiiyyet, bütünlük vasfı kaybolmuştur. Bu zeminde yeni ilim dalları zuhur etmiştir. Asr-ı saadet döneminde devlet adamı, ulema ve zahitler aynı kimlikti veya aynı kişilikte buluşabiliyorlardı. Kamil insanlar bünyelerinde birçok

Bu uğurda kimi çığırlar açılmıştır. Merhum Mehmet Kırkıncı Hocanın sita-yişle bahsettiği Prof. Dr. Lütfi Ülkümen cumhuriyetin benimsediği ideolojik dini anlayışı tanımlayan kimselerden biridir. Erzurum’da hocalık yaptığı dönemlerde seri konferanslar vermiş, bu konferanslar-dan bazıları kitapçık haline getirilmiştir. Bu konferanslardan birisi ‘Atatürk İlkeleri ve İslam’ adı altında kitaplaştırılmıştır. Söz konusu kitapta Mustafa Kemal’in dini ber-raklığına geri döndürdüğü, kavuşturduğu ve saffetine irca ettiği savunulmaktadır.

boyutu barındırabiliyorlardı. Akabinde bu boyutlar farklı kişiliklere dağılmışlar ve tecezzi etmişlerdi.

Şah Veliyyullah Dehlevi İslam tarihi derken esasın-da 53 yıllık dönemi kastetmiştir. Peygamberlik dönemi ve halifeler dönemi. Hazreti Ali’nin şehadet ve irtiha-liyle birlikte bu örnek veya model olma dönemi sona ermiştir. Sadece Ömer Bin Abdulaziz gibi çöl ortasında bazı vahalarda yaşamıştır. İstisna kural olmayacağı için bu cüz’i ve parçalı dönem model olmakla birlikte geneli temsilen kamil bir dönem değildir. Genel itibarıyla si-yasi anlamda İslami bir dönem sayılmamıştır. Bununla birlikte ulemanın ve abidlerin temsil etmiş olduğu İsla-mi çizgi sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin dönemleri olarak sonraki asırlara kıstas ve ölçü olmuştur. İmam Şatibi’nin beyanıyla gelecek yüzyıllara ışık tutmuş ve ölçü olmuş-tur.

CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

1950’li yıllarda ve Menderesle bir-likte ivmesi kırılan bu hareket darbe-ler döneminde yeniden hortlamıştır. 27 Mayıs yeni bir ilahiyat türü geliş-tirmek istemiş ve Ankara ekolü bu-rada bilerek veya bilmeyerek bir rol ifa etmiştir. 12 Eylül ve ardından 28 Şubat sürecinde bu eğilim aynen de-vam etmiş ve ezan yeniden Türkçeye döndürülmek istenmiştir. Bu süreçte Süleyman Demirel 250 kadar ahkam ayetlerinin tayyedilmesini ve başörtü-lülerin Arabistan’a gitmesini isterken MHP’den aday olan DGM eski Başsav-cısı Nusret Demiral ise, seçimlere yak-laşık bir ay kala ‘’Ezan yeniden Türk-çeye döndürülsün’ diyerek gönlünde yatan davayı seslendirmiştir.

- 1928

Page 3: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

4 www.hukumdergisi.com 5www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

Benard’ın Civil Democratic Islam: Partners, Reso-urces, and Strategies | RAND adlı çalışması dinin içini boşalttıkları için bu tür İslam modernistleri alkışlamaktadır. Bununla birlikte garabete bakın ki, Türkiye’de Yaşar Nuri Öztürk ulusalcı bir kimlikle yani Amerikan düşmanlığıyla anılmıştır. Zahiri ve verbatim bir surette Yaşan Nuri Öztürk veya Hayri Kırbaşoğlu gibiler Amerikan karşıtı olsalar da ko-num itibarıyla ABD’ye uzak sayılmazlar. Cheryl Benard’ın tezi üzerinden değerlendirme yapmak

ve bu sonuca ulaşmak mümkün. Zira Amerikalılar modernistleri kusurları ne olursa olsun dost sayı-yor!

Cumhuriyetin din anlayışının idealize edilmesiyle birlikte halk katmanlarında ve tabakalarında şöyle bir yargı ve algı oluşmuştur: Din en güzel şekliyle ve ha-liyle bizim ülkemizde yaşanmaktadır. Bu doğru olsa bile bunun nedeni Osmanlı’nın bakiyesi olmamızdan mı onun manevi mirasına varis olmamızdan mı yoksa cumhuriyet rejiminin bidat tarzı uygulamalarından mı kaynaklanmaktadır?

Bu çığırı taçlandıranlardan arasında profesör Mehmet Dağ gibiler de vardır -. Cumhuriyet devrini dini anlamda da bir asr-i saadet olarak telakki etmiş-lerdir. Dolayısıyla Kabe’nin yerine Çankaya, Hazreti Muhammed yerine Mustafa Kemal, raşit halifeler veya asr-ı saadet yerine Mustafa Kemal ve İsmet İnö-nü devri konulmuştur. Belki kimileri Kur’an yerine Nutku ikame etmek istemişte olabilir. Daha sonra Cem Boyner gibi solun liberal kanadının mensupları şöyle söylenmeye başlamışlardır: İki Mustafa’ya da paydos! İkisinden de kurtulmalıyız. Binaen aleyh önce birbiriyle çarpıştırarak nötr hale getirmek iste-mişler ardından da ikisini de tasfiyeyi planlamışlar-dır. Burada karşılaştırma yanlış olduğu gibi sonuç-ları da yanlıştır.

Birinci dönem: Hazreti Peygamberin 23 yıllık nü-büvvet devresidir. İkincisi ise 30 yıllık dört halife dö-nemidir. Üçüncüsü ise 41 yılında başlayan 66 yılında kökleşen ve Osmanlı’nın sonuyla sona eren ısırıcı sal-tanat devresi. Dördüncüsü de deccaller ve cebbarlar dönemidir ki Osmanlı’nın yıkılmasıyla başlar ve Mehdi veya ahir zaman halifesinin zuhuruyla sona erer. Beşinci dönem ise Mehdi ve ikinci hilafet dönemidir.

Peygamberimiz akabinde sukut etmiştir.

döndürülmek istenmiştir. Bu süreçte Süleyman De-mirel 250 kadar ahkam ayetlerinin tayyedilmesini ve başörtülülerin Arabistan’a gitmesini isterken MHP’den aday olan DGM eski Başsavcısı Nusret Demiral ise, seçimlere yaklaşık bir ay kala ‘’Ezan yeniden Türkçeye döndürülsün’ diyerek gönlünde yatan davayı seslendir-miştir.

Bu çığırın ve akımın belli başlı sözcülerinden birisi Türk dini şuubiliğinin sözcülerinden Yaşar Nuri Öztürk olmuştur. Onun da yazarları arasında bulunduğu ‘İslam Gerçeği’ adlı ısmarlama anonim çalışmada kader inkar edilmiştir.

Yaşar Nuri Öztürk ‘Arap tarzı İslam anlayışı ’ adını verdiği anlayışı hep yermiştir! Bu ifadeyi hep sövgü ve yergi makamında kullanmıştır. Burada A’rab ile Arapları veya urban ile Arapları birbirine karıştırmış olmalıdır. Yaşar Nuri Öztürk rejimle veya düzenle barışık olmayan bir dini söylemin ve anlayışın sağlıklı olmayacağını da ileri sürmüştür. Prof. Dr. Lütfi Ülkümen’in izinden giden Yaşar Nuri Öztürk bu hususta şunları söylemiştir:” İslam tarihte sultanlar, padişahlar elinde maskara edilmiş-tir. İlk defa gerçek yerini Cumhuriyet döneminde Atatürk sayesinde bulmuştur. Ama dindarlar bunu bir türlü anlayamamış ve içlerine sindirememiş-lerdir…( Ümran dergisi Ağustos 2016, Mustafa Aydın Yaşar Nuri Öztürk üzerine buruk bir der-kenar). Yaşar Nuri Öztürk çığırını somutlaştırmak için buna Kur’an İslamı cilası ve markası vurdu. Bu mordernist anlayış sadece 28 Şubat sürecine değil aynı zamanda 11 Eylül sürecine ve Bush’un var-mak istediği İslam anlayışına da uygundur. Cheryl

dir. İkisine de aynı derecede meşruiyet atfedilmektedir. Ondan sonra gelenler de hilafet devletinin bir sabit şekli olmadığına kail olmuşlardır, Heyula biçiminde tanımsız bir hilafetten bahsetmektedirler. Bu ise Peygamberin sünnetine ve Asr-ı Saadet Müslümanlarının uygula-masına terstir. Muhammed Hamidullah Hoca den-geyi tutturamamıştır. İfrat ve tefrit ayaklarından birisine saplanmıştır. Ali Abdurrazık ile Lütfi Ülkümen’e teğet gitmektedir. Burada, doğru ve isabetli olanı Şah Veliy-yullah Dehlevi’nin tanımı ve tasnifidir. Dehlevi üçüncü dönemin sınırları içinde yaşadığı için tanımı kendi dö-nemiyle sınırlıdır. Günümüze kadar uzattığımızda dör-düncü dönemi gayri İslami saymak, beşinci dönemi ise birinci ve ikinci döneme ilhak etmek durumundayız.

Arube ile Arap Yavesi arasındaEmevilik Araplar namına bir şuubilik ve kabilecilik

hareketiydi. Çöküşü de hızlı oldu. Bununla birlikte bu hareket reaksiyonlarını veya karşıtlarını üretti. Bunlar-dan birisi de Ehl-i Beyt namına dailik hareketi olarak sivrilen Abbasiler döneminde Pers şuubiliği karşı bir asabiyet olarak teşekkül etti. Bu asabiyet Pers asabiyeti veya şuubiliği idi. Emevilik şuubiliği dine mesafeli ol-duğu kadar Pers Şuubiliği de İslama ve dine karşı idi. Bu açıdan zındıka hareketiyle beslenmiş, birlikte anılmıştır.

İslam tarihinin son döneminde ise Fransız Dev-rimi ve Batılılaşma ile birlikte yeni bir şuubulik çeşidi veya markası zuhur etmiştir. Batı şuubiliği. Damgasını 19’uncu yüzyıla vurmuş ve geniş gölgesi 21’inci yüzyıla kadar yayılmış, sarkmıştır. Ardından da bu şuubi damar imparatorlukları tarumar etmiş ve ulus devletlerinin neşvü nema salmasına zemin hazırlamıştır. Bu cereyan İslam dünyasında meyvesini de Osmanlı’nın yıkılma-sıyla ve Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte vermiştir. Osmanlı’ya karşı kimi ırkçı Araplar Arube damarından, yolundan bir huruç hareketi tertiplemeye çalışırken Turancılar da bir Türk şuubiliğinde karar kıl-mışlardır. Hepsinin ortak paydası dine karşı mesafeli ol-maktır. Ortak paydada buluşmak yerine detaylarda bo-ğulmaktır. Nitekim uluslaşma eğilimi bölgede yeni bir siyasi ve sosyal Babilleşmeyi doğurmuştur. Siyasi ve ide-olojik diller birbirlerinden ayrışmışlardır. Türk şuubileri Araplara karşı veya Arubeye karşı konumlanmışlardı.

Bu nedenle de alem şümul bir din olan İslam’a kar-şı çeşitli yaftalamalar ve karalamalar yapılmıştır. İslam kast-ı mahsusa ile Arabın dini olarak gösterilmiştir. Böylece Ahmet Halefullah gibilerinin teorisini ürettiği, sözcülüğünü yaptığı bu fikriyat İslamiyeti bir ırk bileme-diniz daha alt düzeyde kabile dini ve Yehova dini olan Musevilik düzeyine indirmek istemiştir. Kemalistler bu söyleme dört elle sarılmışlar ve İslamiyet hakkında ‘Arapların yaverleri’ tabirini kullanmışlardır.

1950’li yıllarda ve Menderesle birlikte ivmesi kırılan bu hareket darbeler döneminde yeniden hortlamıştır. 27 Mayıs yeni bir ilahiyat türü geliştirmek istemiş ve Ankara ekolü burada bilerek veya bilmeyerek bir rol ifa etmiştir. 12 Eylül ve ardından 28 Şubat sürecinde bu eğilim aynen devam etmiş ve ezan yeniden Türkçeye

Kur’an’da kader olmadığını söylemesi gibi Ali Abdur-razık ve peşinden gidenler yani takipçileri de Kur’an’da böyle bir müessese olmadığını dolayışıyla bunun uy-durma ve bidat olduğunu söylüyorlar. Lakin Lütfi Ül-kümen Ali Abdurrazık hilafına Vambery’den menkul sözleriyle hilafetin ilk devresine yani saltanat haline gel-memiş bölümüne sahip çıkıyor. Ama bunu münhasırın 30 yıla indirgiyor ve bu müddet ile sınırlı tutuyor. Ar-dından Kemalizm devresini bu kapsama dahil ediyor!

Peki! Hadislerde beyan edilen hilafetin ikinci devre-sine muttali olsaydı görüşlerini değiştirir miydi? Keza hadiste belirtilen dördüncü dönemin aktörleri olan dec-caller veya cebbarlar dönemine işaret edilen kesiti görse ve bilse Mustafa Kemal’in inkılaplarını İslam’ın tashih olarak algılayabilir miydi?

İslam tarihini beş bölüme taksim eden hadisi göz önüne alarak ve Şah Veliyyullah Dehlevi’nin tarih oku-malarını esas alarak şöyle bir değerlendirmede buluna-biliriz.

Birinci ve ikinci dönemler yani Hazreti Peygamber ile raşit halifeler dönemi ideal bir dönem ve ümmete modeldir.

Sonraki ısırıcı saltanat dönemi ise genelde idealizmi temsil etmeyen realiteye dayalı bir dönemdir. Bu dö-nem içinde ideal dönemler çöl içinde vahalar gibidir. Bu dönem birinci dönemin hilafına İslami dönem ola-rak algılanamaz. İslam’ın değil Müslümanların tarihidir. Dördüncü dönem ise cebriye dönemi yani totaliter bir dönemdir. İki yönden sakıncalıdır. Birincisi totaliter ya-pıdadır ve koyu istibdadı temsil etmektedir. Bu yönüyle de yani idari anlamda peygamberimizin ve raşit halife-lerin sünnetinden uzak olduğu gibi sünenü’l hüda yani Allah’ın buyruklarından da uzaktır. Hem siyasi hem de ideolojik olarak İslam’ın bünyesine ve değerlerine ters-tir. Bu açıdan dördüncü dönem kıstas ve kriter olarak İslami bir dönem olmadığı gibi nötr denebilecek bir dönem dahi değildir. Eksi ve menfi bir döneme tekabül etmektedir. Bu açıdan kimileri bu döneme yarı fetret dönemi demişlerdir. Dolayısıyla siyaseten, içtimai ola-rak ve de hukuken gayri İslami bir dönemdir. Seyyid Kutup gibi zevat ise bu dönemi cahiliyet dönemi olarak tanımlamıştır. Deccaller ve cebbarlar tarafından temsil edildiği gibi genel ve ideolojik yapısıyla gayri İslami bir dönemdir. İdeolojik olarak batılılaşma dönemidir. Ca-hiliyete eşittir.

Bu bakışın dışındaki bakışlar hatalıdır ve realiteyi idealize etme veya idealizmi realiteye uydurma tehlikesi barındırmaktadır.

Nitekim, Muhammed Hamidullah Hoca İslam Peygamberi adlı çalışmasında bütün dönemleri teke indirmiş ve İslami idarede iktidarın içeriğinin ve üslu-bunun Müslümanlara bırakıldığını yazmıştır. Onlarca belirleneceği sonucuna varmıştır. Bu ideal olanla ideal olmayanı aynı kapta, aynı potada buluşturmak olduğu gibi İslami olanla gayri İslami olanı sentezlemektir. Bu-rada Hazreti Ebubekir ile Mustafa Kemal’in idareleri ümmetin tasvibine mazhardır denilerek eşitlenmekte-

Yaşar Nuri Öztürk ‘Arap tarzı İs-lam anlayışı’ adını verdiği anlayışı hep yermiştir! Bu ifadeyi hep sövgü ve yergi makamında kullanmıştır. Burada A’rab ile Arapları veya ur-ban ile Arapları birbirine karıştırmış olmalıdır. Yaşar Nuri Öztürk rejim-le veya düzenle barışık olmayan bir dini söylemin ve anlayışın sağlıklı ol-mayacağını da ileri sürmüştür. Prof. Dr. Lütfi Ülkümen’in izinden giden Yaşar Nuri Öztürk bu hususta şunları söylemiştir:” İslam tarihte sultanlar, padişahlar elinde maskara edilmiş-tir. İlk defa gerçek yerini Cumhuriyet döneminde Atatürk sayesinde bul-muştur. Ama dindarlar bunu bir tür-lü anlayamamış ve içlerine sindire-memişlerdir…

Muhammed Hamidullah

Page 4: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

6 www.hukumdergisi.com 7www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

EVLEN AMA KİMİNLE?

O, hem Server-i Esfiya, hem Hâtemu’l-Enbiya’dır; Hem Mefhar-i alem, hem Zübde-i ademdir. Bir yö-nüyle Rasul, bir yönüyle eştir. Risalet ehramı gibi aile ehramının da zirvesidir. En zarif eş, en latif baba, en arif mürebbi, en kahraman kumandan, en adil devlet adamı Odur. Kadını Cahiliyye enkazından O çıkardı; yüreğini O, onardı, dağılan aileyi O toparladı, kızını gömen Arab’a, Acem’e, “En hayırlınız, eşine en hayırlı olanınızdır. Ben aileme karşı en hayırlı olanınızım.”1 O buyurdu.

Kim Bunlar?Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, kadına dair işlenen suçlar dosya-

sı en kabarık bir coğrafyaya konuştu; ruhları kuşattı, ikametgahları gibi yürekleri de çölleşen bir milleti, Cennet’i annenin ayakları altında arar hale getirdi. Ashabını, beşeriyetin en kadîm müessesesi olan aileyi ihyaya çağırdı: “Müminlerin iman noktasında en ka-mil olanı ahlakı en güzel ve ailesine en zarif olanıdır.”2 buyurdu. Sahabe, Onun medeniyet ufkuna erebilmek için sürekli kanat vurdu. Hudeybiye musalahasıyla oluşan barış ortamını fırsat bilen pek çok ebeveyn Medine’ye gidince, yıllar önce hicret eden çocukla-rının aile yapılarına hayran kaldı; “Bunlar suretleriyle

bağlayabilmek için karı-koca ilişkileri-nin bir anlamda ibadet olduğunu bun-dan dolayı taraflara sevap verileceğini söyledi. Kişinin eşiyle birlikte olmasını “sadaka” kapsamında değerlendirdi. Sa-habe “bunda ecir olur mu?” diye sorun-ca, Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, “haramda tatmin de nasıl günah varsa, helalde de ecir var” buyurdu.

Aileye KayyûmAileye kayyûm9 olarak atanan erkek

kadının barınma, giyinme, gıda ve teda-vi giderlerinden oluşan “nafaka”dan da sorumludur. Bunun için “karar” nokta-sında bir adım önde durur. Bir erkeğin eşine infakta bulunması bütün yardım şekillerinden daha faziletlidir. Nitekim, Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم şöyle buyurdu: “Bir dinarı Allah yolunda, bir dinarı kölenin azad olması için, bir dinarı bir miskine, bir dinarı da ailene harcasan; Bunlar

Müminlerin hallerine bakıp da insan-ların İslam’la aralarına mesafe koyduğu beldelerde, zimmiler sahabenin haline bakarak iman ederdi.

Camiyi Dünyaya Açtı, Dünyayı da Camiye Çağırdıİslam, Rahbaniliği yasakladı.7 Rab-

baniliğin yolunu açtı. Kiliseyle dağlara çekilen dini hayatı, hayatın merkezine taşıdı. Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, Medine’de ilk olarak hane-i saadeti değil, Mescid-i Nebevi’yi inşa etti. Bununla ailenin hem kurulması, hem de korunmasının ancak zor olan Ümmet ailesinin devam ve be-kasıyla mümkün olacağını gösterdi. Ye-relliği reddetti. Her mevzuyu evrensel ölçüde vaaz’ etti. Camiyi dünyaya açtı, dünyayı da camiye çağırdı. “Evlenen imanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısında da Allah’tan korksun!”8 buyur-du. Erkeği hanımına, hanımı da erkeğe

rencilerine aitti. O evlerin çoğalması için sahabeyi evlenmeye teşvik etti. Ezvâc-ı tahirâta Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم ibadet ha-yatını soran sahabeden biri, “Kadınlarla evlenmeyeceğim.”, diğeri, “(Her gün oruç tutacak) et de yemeyeceğim”, so-nuncusu da, “Döşekte uyumayacağım” dedi. Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم hamd-u senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdu: “Fa-lanlara ne oluyor ki, şöyle şöyle diyor-lar: Fakat ben gece namaz da kılıyorum, uyku da uyuyorum, bazen oruç da tuta-rım, bazen de tutmam, kadınlarla da ev-lenirim. Kim Sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”5 Ailesiz bir hayat kilise de faziletken, İslam’da Peygamber’den yüz çevirmenin adı oldu.

Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, sahabeye iyiyi em-retme, münkerden sakındırma ödevi verdi. “Beni dinleyenler, dinlemeyenlere davetimi ulaştırsın!”, buyurdu. Onlar da Medine’den birer, birer ya da cemaatler halinde çevreye dağıldılar. Oralarda, “Evlenin, çoğalın. Kıyamet günü sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.”6 hadisi-ne iktida edip hem evlat yoluyla, hem de ihtida eden insanlar cihetiyle çoğaldılar, şehirler kurup, şehirler aldılar. Bugün

bize, sîretleriyle Muhammed’e ait, kimki bunlar, nereden geldiler, gökten mi indi-ler, yerden mi bittiler.” dediler.

Aile Kurmak da İbadetAllah Rasûlü صلى الله عليه وسلم insanlığa “mahre-

miyete riayet” çağrısı yaptı. Evlilik çağı-na gelen gençlerden mali imkana sahip olanlara, iffetlerini ve gözlerini haram-dan korumak için evlenmeyi önerdi.3 Zengin olanları da fukarayı evlendirme-ye teşvik etti. Zevk derecesinde İslam’ı yaşayan sahabe, evliliği terk edip bütün zamanını ibadete teksif etmek isteyin-ce yüreklere itidal ayarı yaptı. Osman b. Mazûn’un ictimaî hayattan uzak bir şekilde kendini ibadete vermesine karşı çıktı. Eğer ona izin verseydi kadınlara karşı olan şehvetini kırabilmek için ken-dini hadım yapacaktı.4 Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم sahabenin yüreğinde İslam’a muhabbet çerçevesinde oluşan aşkı toparladı, aile-nin hizmetine sundu. İbadet için ailesini bırakmak isteyenlere, “Aile olmak da iba-dettir.” dedi İslam.

Kilisedeki Fazilet,İslam’da Hezimettirİslam, Ümmet yapısını önce evlerde

örgüleştirdi. En mesud evler Onun öğ-

Allah Rasulü صلى الله عليه وسلم, kadına dair işlenen suçlar dosyası en ka-barık bir coğrafyaya konuştu; ruhları kuşattı, ikametgahları gibi yürekleri de çölleşen bir milleti, Cennet’i annenin ayağı altında arar hale getirdi. Ashabını, beşeriyetin en kadîm mü-essesesi olan aileyi ihyaya çağırdı: “Müminlerin iman nokta-sında en kamil olanı ahlakı en güzel ve ailesine en zarif ola-nıdır.” buyurdu. Sahabe, Onun medeniyet ufkuna erebilmek için sürekli kanat vurdu. Hudeybiye musalahasıyla oluşan barış ortamını fırsat bilen pek çok ebeveyn Medine’ye gidin-ce, yıllar önce hicret eden çocuklarının aile yapılarına hay-ran kaldı; “Bunlar suretleriyle bize, sîretleriyle Muhammed’e ait, kimki bunlar, nereden geldiler, gökten mi indiler, yerden mi bittiler.” dediler.

Ahmet [email protected]

Page 5: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

8 www.hukumdergisi.com 9www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

lerine ittiba eder; Onlar gibi, dünya hayatı ve güzellik-leriyle, Allah, Onun Rasûlü ve Ahiret yurdu18 arasında kaldığında tereddüt etmeden Allah’ı, Rasûlü’nü ve Ahiret’i tercih eder. İş için sabah evden ayrılan eşine, “Biz açlığa dayanırız. Lakin Cehennem’in narına da-yanamayız. Rızkımızı temin ederken haram yollara tevessül etme!” der.

İslam’da aile ne sınırsız keyif müessesi, ne de dün-yalıklar kazanmak için kadınla erkeğin kurduğu bir şirkettir. Meşru dairede keyfin de olduğu bir İslam okuludur aile. Allah’ın rızası orada kazanılır. Fatihler, Ebussudlar orada yetişir.

İşte bütün bu hususiyetlerden dolayıdırki Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم evlenmek isteyen gence dindar bir kadın tercih etmeyi telkin eder. Ebû Hureyre’nin rivayet et-tiği hadisi şerifte şöyle buyurur: “Kadın dört şey için nikahlanır: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı için. Sen dindar olanını seç ki elin dert görmesin.”19

rinde birinci derecede mesul addedildiğini, ailenin bir şirket değil muhabbete dayalı bir müessese olduğunu, ihtilaf anında son sözü erkeğin söyleyeceğini12 lakin bu söylenen sözün Hakk’a muvafık olması durumun-da bir kıymet ifade edeceğini aksi halde Allah’a isyan olan yerde hocaya da, kocaya da itaat edilmeyeceğini emreder.

İslam, erkeğe de kadına da iffetli olmayı ve namus-larını korumayı emreder.13 Kadına, kalbinde hastalık olanları umuda sevk edecek şekilde erkeklerle ko-nuşmamayı14, Cahiliyye döneminde olduğu gibi açı-lıp saçılmamayı, namaza iltica etmeyi15, hanelerinde okunan Allah’ın ayetleri ve Peygamber-i Ekber’in صلى الله عليه وسلم Sünnetine uymayı16 söyler. Kadında Allah ve Rasul ta-limatlarına ittiba hassasiyetini arayan bir erkek evlilik hayatında iffet sorunu yaşamaz.

Mümine bir kadın, Allah’ın Kitabında müminlerin anneleri17 olduklarını haber verdiği Peygamber’in eş-

içinde sevabı en fazla olanı ailene infak ettiğindir.10 “Ai-leye harcanan her kuruşun bir Ahiret karşılığı vardır.” diyerek hem erkekleri aileleri için çalışıp üretmeye teş-vik etti hem de aileyi bir hayır müessesi gibi göstererek maddesine olduğu gibi manasına da dikkat çekti.

Aile Nasıl Kurulur ve Korunur?İslam, ailenin nasıl korunacağını emrettiği gibi, na-

sıl kurulacağının da yolunu gösterdi. Erkeğin kadına evlilik talebinde bulunmasına ni-

şan denir. Evli ya da (bain talakla da boşansa) iddet bekleyen kadına nişan teklif etmek haramdır.11 Evlili-ğin saadet ya da felaketi erkekle kadının nişan sürecin-deki hassasiyetlerine bağlıdır. Eğer erkek evleneceği kadında Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم mutlu bir aile için ge-rekli gördüğü esaslara riayet ederse mesud olur.

Eş Tercihinde En Önemli Kriter Ne Olmalı?Müslüman genç, İslam üzerine konuşan, yazan, çi-

zen bir eşten ziyade İslam’ı yaşayan, İslam diye derdi olan bir eş arar. İslam ancak böyle bir kadının oturma-sında, kalkmasında, yemesinde, içmesinde, kıyafetin-de hasılı bütün hayat tarzında görülür.

Saliha Bir Kızİslam, kadına da erkeğe de yerini gösterir. Onlara

evlenerek birbirlerini tamamladıklarını, bu tamamla-manın da, erkeğin evin harici, kadının da dahili işle-

itaat edilmesini istiyor. İslam’ın hayattan çekilmesi ya da evliliğin sadece nikah faslında yer alması aileyi tü-kenmenin eşiğine getirdi.

Nikah, İslam’a göre, hayat tarzı ise Batı’ya göre olan ya da kalbi Allah’a, dili Batı’ya ayarlı olan evliliklerde sorun bitmez. Aile, talimatla, bakanlık kararıyla değil Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم kurduğu nizama teslim olmak-la düzelir. İslam sadece söz değil aynı zamanda amel, cihad ve ihlastır. Aile bütün bunlara karargah olunca İslam ailesi olur.

Ailenin olması da, ölmesi de bizim elimizdedir.

1 Tirmizî, H. No: 3830.2 Tirmizî, H. No: 2537.3 Müslim, Nikah 1.4 Müslim, Nikah 1.5 Müslim, Nikah 1.6 Abdürrazzak, H. No: 10390.7 Hadîd: 27.8 Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, H. No: 7862.9 Nisa: 34.10 Müslim, Zekat 12.11 Muhammed Muhyiddin Abdulhamîd, el-Ahvalu’ş-Şahsiyye, 16-7.12 Bkz. Nisa: 34.13 Nûr: 30-31.14 Ahzâb: 32.15 Ahzâb: 33.16 Ahzâb: 34.17 Ahzâb: 6.18 Ahzâb: 28-29.19 Buharî, Nikah 15.20 Müslim, Nikah 12.21 Nesaî, H. No: 3183.22 Ebû Davûd: H. No: 2084.23 Nûr: 30.24 Nesâi, H. No: 3179.

Kadın, meşru dairede eşinin her nevi ailevî talep-lerini yerine getirerek erkeği menhiyattan korumayı, erkek de onun her çeşit ihtiyacını karşılamayı tekeffül eder.

Sîret Güzelliği Evliliğin başında aşk sonunda ise merhamet vardır.

Bunun içindir ki başlangıçta taraflar birbirlerini görüp, arzu ederlerse evlenmelidir. Öyleki erkek eşini her gör-düğünde eve daha fazla bağlanmalı, dışarıda ne varsa tamamının evde de olduğuna kendini inandırmalıdır. Eşiyle sair kadınlar arasında mukayese yapmamalı, suretteki güzellikte bir tatminsizlik yaşarsa, bunu eşi-nin sîret güzelliğiyle gidermeli, kadere razı olmalıdır. Güzelliğini kaybettiğinden dolayı eşine karşı aşkını da yitiren adama Hz. Ömer, “Yazık sana! Aile sadece aşk üzerine mi kurulur?!” der.

Kendisine hangi kadın daha hayırlıdır diye soru-lan Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم bu noktayı şöyle kıymetlendirir: “Kendine baktığında eşine sürur veren, emrettiğinde itaat eden, kocasının hoş görmediği hususlarda ise şahsında ve malında ona muhalefet etmeyen kadın-dır.”24 Erkeğin saadeti için kadındaki güzellik tek başı-na kafi değildir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم itaat ve muhalefeti de zikreder.

Hülasaİslam, dağılan aileyi toparladı. Evde oluşan boşluğu

eğittiği kadınla doldurdu, nafaka sorununu ise erkekle çözdü. Bütün nebiler nafaka için çalıştı. Hepsi çoban-lık yaptı. Bu yapı ne zaman sarsıldıysa aile de sarsıldı, çatırdadı ve dağıldı. Peygamber’in ufkundan çıkan aile bugün yine dağılma noktasına gelmiştir. Müslüman-lar evlerinde ciddi sorunlar yaşıyorlar. Alimler, arifler bu sorunları çözme yerine meşrebine, vakfına mutlak

Kadında Güzellikİnsanda göz olmasaydı çiçeklerin, kuşların ne öne-

mi olurdu?! Olan her göz de, iyiyi ve güzeli görmek ister. Bu yüzden nişanlanacak taraflar birbirlerinin güzelliklerini de dikkate alırlarki ömür boyu birbirine bakmaktan zevk alsınlar. Zira her ikisini de aileye bağ-layacak, gözlerini haramdan koruyacak en mühim hu-suslardan biri güzellik; onun keyfiyetini takdir vasıtası ise gözdür. Onun içindir ki Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم ashabına görücü usûlüyle evlenmeyi telkin etmiştir. Ensar’dan bir kadınla evlenen bir sahabiye Onu gördün mü/Enezarte ileyha?” diye sormuş, “hayır” cevabını alnca da, “Git bak!” buyurmuştur.20 Muğire b. Şube de bir ka-dınla nişanlanınca Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم ona, “Git onu gör. Zira görmek aranızdaki uyum olması cihetiyle daha iyidir.”21 diye tavsiyede bulunmuştur.

Helaller ve HaramlarErkek evlenme arzusunda olduğu bir kadına, onun

izniyle ya da izni olmadan bakması caizdir. Zira Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, “Sizden biri bir kadınla nişanlanmak iste-diğinde onunla evlenmeyi teşvik edecek şekilde ona bakma imkanı varsa bunu yapsın.”22 buyurdu.

Taraflar birbirine, bir ya da birden fazla bakabilir. Er-kek bu bakma esnasında kadının güzelliğini düşünebilir. Lakin kadının el ve yüz dışındaki organlarına bakması caiz değildir.23 Çünkü esas itibariyle erkeğin kadına bakması haramdır. Zaruri bir durumdan dolayı bakmak mübah olmuştur. Zaruret de en azıyla sınırlandırılmalı-dır. Yüz, kadının güzelliğinin aynası, el güzelliği de bede-nin rengini ve erkek için kıymet derecesini gösterir.

İslam, aileyi ömürlük olarak görür ve hükümleri o bağlamda vaaz’ eder. Bu yüzden muta nikahını yasak-lamış, sair önlemleri de bu bağlamda almıştır.

İnsanda göz olmasaydı çiçeklerin, kuşların ne önemi olur-du?! Olan her göz de, iyiyi ve güzeli görmek ister. Bu yüzden nişanlanacak taraflar birbirlerinin güzelliklerini de dikkate alırlarki ömür boyu birbirine bakmaktan zevk alsınlar. Zira her ikisini de aileye bağlayacak, gözlerini haramdan koru-yacak en mühim hususlardan biri güzellik; onun keyfiyetini takdir vasıtası ise gözdür. Onun içindir ki Allah Rasulü صلى الله عليه وسلم as-habına görücü usûlüyle evlenmeyi telkin etmiştir. Ensar’dan bir kadınla evlenen bir sahabiye Onu gördün mü/Enezarte ileyha?” diye sormuş, “hayır” cevabını alnca da, “Git bak!” buyurmuştur. Muğire b. Şube de bir kadınla nişanlanınca Al-lah Rasulü ona, “Git onu gör. Zira görmek aranızdaki uyum olması cihetiyle daha iyidir.” diye tavsiyede bulunmuştur.

İslam, erkeğe de kadına da iffetli olmayı ve namuslarını korumayı emreder. Kadına, kalbinde hastalık olanları umuda sevk edecek şekilde erkeklerle konuşmamayı, Cahiliyye döneminde olduğu gibi açılıp saçıl-mamayı, namaza iltica etmeyi, hanelerinde okunan Allah’ın ayetleri ve Peygamber-i Ekber’in صلى الله عليه وسلم Sünnetine uymayı söyler. Kadında Allah ve Ra-sul talimatlarına ittiba hassasiyetini arayan bir erkek evlilik hayatında iffet sorunu yaşamaz.

Dipnotlar:

Page 6: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

10 www.hukumdergisi.com 11www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

diğinde rahat edemeyip ağlayan bu minik talebe, ilmi kimileri gibi kuru kuruya laf olsun diye öğrenmez. Hayatına tatbik için yıllarca kendini avutmaz..en uygun zaman en yakın zamadır onun için. Çok bilen ebeveyni her ne kadar engellemeye çalışsa da ilk fırsatta kendi yiyecek, kendi içecek, kendi seçecek, kendi başına yürü-yecektir. Tabi ebeveyni özgüvenini kırıp insan müsveddesi haline getirmesse be-deni ile orantılı şahsiyeti de büyüyecektir.

İhlasta örnek alınacak kaç yetişkin vardır madde ve menfaat asiti ile kaplı çevremizde..? Fakat onlar minik elleriyle yüreklerini sunarlar bizlere.. daha dünya bulaşmamış, cennetten getirdikleri, Ha-cerül Esved misali kirli ellerin dokunma-sından önce bembeyaz olan yüreklerini..

Gözlerinin derinliğindeki umman öyle şeffaf öyle berraktır ki, bazen o gözlere ba-kan, akseden benliğini idrak eder de utanç ve nedamet içinde tevbeye meyleder..

Ne kasılması vardır ne de buna ihti-yacı.Acizliğini gizlemeye çalışmaz bizim gibi. Aksine sığınma makamında nasıl davranacağının idrakinde, kendini tüm benliği ile anasına teslim eder. Tereddüt-süz ve pazarlıksız..

Ana kızsa da, uzaklaştırsa da kendi-sinden bir müddet.. başka kapıya gitmek, merhameti ve sevgiyi başka yerde aramak diye bir alternetif yoktur onun için. Anası tektir. Eteğinde ağlayıp affını bekleyecektir..

Öyle iyi bilir ki af dilemeyi.. Biz; mer-

alanlar için.. Ve ancak arınmışlar dokuna-bilir kalbinin sayfalarına..

Bir anneye şefkati öğretir mesela.. Rahmine düştüğü andan itibaren kendi-si ile beraber anasının şefkatini de büyü-tür.. Başka bir varlığı sevmenin, verdikçe zevke ermenin muhteşem hazzını anne ilk onun ile tadar.. Attığı tekmecikler ba-baya da yavaş yavaş şefkat sinyali gönder-mede iken, ‘sevilen’den gelen tekme de olsa hoşlanılabileceğini de öğretir aynı zamanda..’Kahrında hoş, lutfunda hoş’ dedirten ‘Raziye’ makamına ulaşmamı-zın onu gönderen tarafından matlup ol-duğunu üzerine basa basa belirtir..

Zahmet olmadan rahmetin olma-yacağı ve sancıların kıyamlara gebe olduğu,secde halinde imtihan yurduna intikal ettiğinde verdiği ilk derstir..Ve çev-resindekiler güler iken ağlaması , korku-lan akibetine rağmen insanoğlunun gaf-leti karşısında düştüğü dehşeti gösterir..

Evet ilahi hikmet gereği dünyaya ya-bancıdır. (Allah sizi, hiçbir şey bilmez halde, analarınızın karınlarından çıkardı..Nahl-78) Hatta meme emmeyi bile bilemez. Fakat ebeveynini koklayarak tanıyabilmesi bizlere fıtrat-ı selimin hidayet ile rabıtasını gayet be-liğ bir şekilde anlatmıyor mu?

Birazcık büyüyüp hareket etmeye başladığında müthiş bir açlık ile çevresine yönelen o duru gözlerdeki tarifsiz ilgi ve merakın kırıntısı, acep kaç ilim taliplisin-de var. Durmaksızın öğrenen, öğrenme-

hameti kıt, nefreti yakıt olan bizler dahi direnemeyiz. Ya böyle bir yakarışa; Bes-melesine ‘Rahman ve Rahim’i yakıştıran mevla sessiz kalır mı..

Onlardan ders almadan dua etmek nasipsizlik değil de nedir.. Nasıl da bi-liyorlar istemeyi. Nasıl da ısrarla, nasıl da döne döne, nasıl tüm benlikleri, tüm sevimlilikleri, tüm acziyet ve mahviyet-likleri ile istiyorlar. Böyle edilecek duala-rın arşa yükselmemesi “Dua edin, icabet edeyim.” buyuran makamdan dönmesi mümkün mü..

Ah minik muallimler.! İyi ki varsınız. Sizin varlığınızla biz büyükler; Cenneti, masumiyeti, ihlas ve samimiyeti, aşkı ve mehabbeti, şefkat ve merhameti velhasıl tüm güzellikleri ve güzel duyguları tadı-yor, makineleşen çağımızda Cennetten gelen ve insan kalan tarafımıza dokuna-biliyoruz..

Cennetten inmiş insanoğlu için dünya, ne kadar da çe-kilmez bir yer..Sılaya olan hasreti ile neyin peşinden koşsa, cennet evinde sahip olduğu huzuru, hangi hedefin sandı-ğında sansa, sandığı açtığında, sandığının onda olmadığını anladığında huzursuzluğu ve susuzluğu artan ve ardından ufukta sandığının varlığı zannıyla tekrardan koşturmaya başlayan insanoğlu..

Zikr-i yar-ı yaran, aşk-ı sahib-i niran ve l-cinan ile, baş-ka bir alemin kapısını açan ve alem içre ayrı bir alem yaşa-yanları hariç tutarsak; bu mesel aleminde Mevla, cennetin kokusunu taşıyan o minik yavrucakları bizlere nasib etme-seydi, ‘Selamet Yurdu’nu biz günahkar ve dünyevileşmiş kullar, nasıl idrak edebilecektik..

Allah Azze ve Celle lütfu ile tecelli edip nebi ve rasülle-ri beşer neslinden gönderdiği gibi, aynı şekilde bizler için

neslimizi de muallim yaptı..Bizlere bir çok hakikati ve haki-katini unuttuğumuz bir çok ibadeti ve ahlakı onlar vasıtası ile hatırlattı…

Ta ana rahmine düştüğünde tevhid ve rububiyete ayet olan, ayetlerle bize ders olan bu yavrucaklar; rahle-i tedrisi-ne oturacak nice hocalara ders verirler.. Elbette ders almak için kendini koskoca adam, onları altına kaçıran yarım akıllı tıfıl görmemek, bakmak ile görmenin bir olmadığını anlamak lazımdır..Onlar bu tip insanların bakışlarına güler geçerler, duruşlarına, duruşlarında kayboluşlarına ağlarlar..ama yine de belli etmezler, gizledikleri hikmetleri açık et-mezler..

Fakat kalbî bir saygıyla önünde diz çökenler için, kevni ayetlerden biridir yürekleri. Saf ve tahir.. Berrak ve ‘Sirac-ı Münir’ gibi ışıl ışıl.. Sayfalarını önüne sererler okuyup ibret

Kıyamoğlu [email protected]

MİNİK MUALLİMLER

Zikr-i yar-ı yaran, aşk-ı sahib-i ni-ran ve l-cinan ile, başka bir alemin ka-pısını açan ve alem içre ayrı bir alem yaşayanları hariç tutarsak; bu mesel aleminde Mevla, cennetin kokusunu taşıyan o minik yavrucakları bizlere nasib etmeseydi, ‘Selamet Yurdu’nu biz günahkar ve dünyevileşmiş kullar, nasıl idrak edebilecektik..

Gözlerinin derinliğindeki umman öyle şeffaf öyle berraktır ki, bazen o gözlere ba-kan, akseden benliğini idrak eder de utanç ve nedamet içinde tevbeye meyleder..

Ne kasılması vardır ne de buna ihtiyacı.Acizliğini gizlemeye çalışmaz bizim gibi. Aksine sığınma makamında nasıl davranacağının idrakinde, kendini tüm benliği ile anasına teslim eder. Tereddütsüz ve pazarlıksız..

Ana kızsa da, uzaklaştırsa da kendisinden bir müddet.. başka kapıya gitmek, merhameti ve sevgiyi başka yerde aramak diye bir alternetif yoktur onun için. Anası tektir. Eteğinde ağlayıp affını bekleyecektir..

Öyle iyi bilir ki af dilemeyi.. Biz; merhameti kıt, nefreti yakıt olan bizler dahi dire-nemeyiz. Ya böyle bir yakarışa; Besmelesine ‘Rahman ve Rahim’i yakıştıran mevla sessiz kalır mı..

Onlardan ders almadan dua etmek nasipsizlik değil de nedir.. Nasıl da biliyorlar istemeyi. Nasıl da ısrarla, nasıl da döne döne, nasıl tüm benlikleri, tüm sevimlilikleri, tüm acziyet ve mahviyetlikleri ile istiyorlar. Böyle edilecek duaların arşa yükselme-mesi “Dua edin, icabet edeyim.” buyuran makamdan dönmesi mümkün mü..

Page 7: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

12 www.hukumdergisi.com 13www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

- Hayır, dedi. Allah Rasûlü,- Fakat Cüleybîb’i göremiyorum, onu arayınız,

buyurdu.Sahabe, harb meydanını bir daha dolaştı; ölüler

arasında Cüleybîb’i aradı. Naşını öldürdüğü yedi ka-firin arasında gördüler.  Dönüp Allah Rasûlü’ne du-rumu haber verdiler.

O da oraya geldi. Başucunda durdu ve şöyle dedi,– “Yedi kişi öldürmüş. Sonra da onu şehid etmiş-

ler. Bu gördüğünüz zat bendendir; ben de ondanım. Evet! Bu gördüğünüz zat bendendir; ben de onda-nım.” buyurdu. Sonra Cüleybîb’i kollarıyla aldı. Za-ten onun için Allah Rasûlü’nün kollarından başka tabut da yoktu.

Cüleybîb için bir kabir kazıldı. Oraya defnedil-di.”6

Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم, “Evlilikte ahlak ve dindar-lık mi’yar olmazsa yeryüzünde büyük bir fitne zuhur eder.” şeklindeki ikazı sahabe tarafından büyük bir dikkatle yerine getirildi. Anne ve babanın uygula-makta zorlandığı bu ölçünün Müslüman yürekler tarafından kabullenilmesi zor olmadı. Böylece hem gençlerin fakirlikten dolayı bekar kalıp fuhşa sürük-lenmesinin, hem de kızların ahlak ve maneviyattan yoksun erkeklerle evlenmesinin önüne geçildi. Zen-gin bir eşle izdivaç etmek için yıllarca bekleyen, bu-lamayınca da evde kalan kızlar, İslam’ın yaşandığı yerlerde nadirattan oldu.

Sultanlara Kız Vermeyen Alimin, “Velîme”ye Para Bulamayan Damadı

Cahiliyye’nin yük olarak gördüğü ve bu yüzden kuyulara attığı kız çocuklarını İslam, kendilerini ko-ruyanları Cennet’e ulaştıran ilahî bir emanet olarak kıymetlendirdi. Babanın ya da annenin Cennet’e

bulan kız şöyle karşılık verdi:“Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم beni birine münasip görüyor,

siz de buna karşı çıkıyor, O’nun teklifini geri mi çe-viriyorsunuz? O beni kime uygun gördüyse, siz de Onunla evlendirin. Zira O bana kıymaz.” Kız, Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم teklifinin geri çevrilmesinin nasıl bir felaket olacağını ifade noktasında şu ayeti okudu: “Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdiğinde, mü’min olan bir erkekle mü’min olan bir kadına, ar-tık o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”5

Kızının; kavmiyetçilik ruhunu gömen, İslam aş-kını dirilten ifadeleriyle kendine gelen baba, Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم gidip, olanlardan Onu haberdar etti.

“Sizin ‘Münasiptir.’ dediğiniz, bizce de münasip-tir. Kızımızı Cüleybîb’ le evlendirebilirsin, ya Rasu-lallah!” dedi.

Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, “Allahım! Onun üzerine ha-yırlar yağdır. Kendisine sıkıntısız bir hayat nasib et!” diye dua etti.

Efendimiz o günlerde bir gazvedeydi. Allah Teala kendisine ganimet ihsan etti. Savaş bittikten sonra ashabına,

- Kayıplarınız var mı? Bir bakın!,  buyurdu. Ashab-ı Kiram:

– Evet! Falan, falan, falan sahabîler şehit oldu, de-diler. Sonra Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم:

– Bir daha bakın, başka kaybınız var mı? diye sor-du. Sahabe,

– Evet! Falan, falan, falan sahabîler şehit oldu, de-diler. Sonra,

- Kayıplarınız var mı? Bir daha bakın!,  buyurdu. Ashab-ı Kiram:

İslam, kefaati kabul etmekle birlikte fakir olmak gibi hususiyetlerin evlilikte öncelikle reddedilen bir konu olmadığına özellikle işaret etti.

İslam’ la, fakirlikten ya da soydan dolayı evlilik teklifi reddedilen erkeklere moral geldi. Cüleybîb gibi dünya malı cihetiyle de, güzellik cihetiyle de fakir olanların önü açıldı. İnsanlardan da, evlenme teklifinde bulunduğu kadınlardan da bir rağbet gör-meyen Cüleybîb bu yüzden evlenememişti. Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم Onu evlendirerek insanların hayata ba-kışlarında fiili bir mevzi daha kazanmış oldu. Bu yüz-den bir gün Ensar’dan birine “Kızına talibim!” dedi.

Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم, kızını kendisi için istediği-ni zanneden sahabî,

- Emrin başım gözüm üstüne Ya Resulallah! diye-rek sevincini izhar etti.

Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم ise şöyle devam etti: Onu kendim için istemiyorum.O halde kim için Ya Rasulellah.Cüleybîb için…- Annesiyle istişare etmem gerekir.Sahabî daha sonra kalkıp hanımının yanına gitti.

İçeri girer girmez hanımına şöyle dedi:- Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم kızını nişanlamak ister. - Tabi ki, başım gözüm üstüne.- Kendine değil, Cüleybîb’e… – Cüleybîb’e mi? Cüleybîb’e ha! Demek

Cüleybîb’e.. Hayır! Allah’a yemin olsun ki kızımı onunla evlendirmem.

Sahabî, Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم varıp eşinin bu ifa-delerini bildirmek için ayağa kalkmak istediğinde, konuşmaları duyan kız, “Bana kim talip oldu?” diye sordu. Annesi kızını durumdan haberdar edince Peygamber-i Ekber’in ölçülerine göre neş u nema

Halit İ[email protected]

İSLAM’IN KIZININ EVLİLİK

KRİTERLERİ

emrediyor.” de, buyurmuştu.3 Beyâde oğullarından kız isteyen Ebû Taybe de benzer nedenlerle redde-dilince, Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم “Ebû Taybe’yi evlendirin! Eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde büyük fitne ve fesat olur.” buyurmuştur.4

CüleybîbAllah Rasûlü صلى الله عليه وسلم geldiğinde insanlar arasında

binlerce yıldır ayakta duran statü duvarları vardı. Zalim, zulmü hakkı; mazlum da kaderi görmektey-di. Soyluyla köle arasında, insanla hayvan arasında olandan daha fazla mesafe vardı. Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم insanları bölen, ötekileştiren, ölçü haline gelen ne ka-dar ölçüsüzlük varsa topyekün hepsiyle savaştı, yeni bir dünya kurdu. Tabuları bizzat fiili uygulamalarıyla yıktı. Kureyşli bir kızı azâdlı bir erkekle evlendirdi. Köleyi sofrasına kabul etmeyen bir toplumda bir anda azadlı eşler oluştu. Lakin bu inkılabın tahakku-ku hayli uzun bir zaman aldı. Nihai tahlilde sahabe-nin İslam millet yapısıyla münasebeti etle tırnak gibi bir bütün oldu.

ederek onu bitirebilir. Kızı bizzat babası evlendire-cekse damadın malından, makamından ziyade ah-lakına ve takvasına bakar. Salih bir eşin en mühim vasfı muttaki olmasıdır. Çünkü Allah’tan korkan bir damat eşine zulmedemez. Kıyafetinde, ibâtesinde, iaşesinde onu hayat standardının altına düşürmez. Onu, Allah’ın korunmasını bizzat emrettiği bir ema-net olarak görür. Hiçbir hakkını ne ihlal, ne de ihmal eder. Bunun içindir ki Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم üstün ahlak sahibi bekarların evlendirilmesini emretmiştir. Zira fadıl bir millet yapısı ancak üstün ailelerin çoğalma-sıyla kurulur: “Size dinini ve ahlakını beğendiğiniz biri geldiğinde onu evlendirin. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur.”2

Allah Rasûlü de صلى الله عليه وسلم damadın dindar olmasına bakmış, sahabe kızlar da evlenirken dindar damatlar tercih etmiştir. Peygamber-i Ekber, azâd edilen Ha-beşli köle Bilal-i Habeşî’nin Ensar’dan birinin kızına talip olduğunu fakat reddedildiğini öğrenince Bilal’e, “Git ve onlara Peygamber size, beni evlendirmenizi

Müslüman evlenirken de, çocuğunu evlendirir-ken de hem zarfa, hem mazrufa bakar. Kadın da, er-kek de, yük olan değil, yük alan eş arar. Biri hayatın dış, diğeri iç yükünü omuzlar. Birbirlerinin varlık-lardan değil, yokluklarından hüzün duyarlar. Erkek kadına denk, kadın da erkeğe muvafık olur. Hayatın yükünü birlikte omuzlar; birlikte sevinir, birlikte ha-yıflanırlar. Bir binanın duvarları gibi, kara da, yağ-mura da, sıcağa da, soğuğa da aynı tepkiyi verirler. Birbirinin dilinden de, derdinden de anlarlar. Mu-habbette, hesabî değil, hasbidirler.

Kendi başına evlenen bir kız, “Velisiz nikah ol-maz.”1 hadisine muhalefet etmiş olur. O muhalefet de bereketi ortadan kaldırır. Eğer bir yuva daha ku-rulmadan dağılmanın işaretini veriyorsa ailesi, olu-şabilecek zararları defedebilme adına evliliğe itiraz

İnsan, muhatabına, onun fikrî ya da imanî duru-muna göre bir kıymet verir. Bir ateistin nazarında ulema, “olmasa daha iyi olurdu” nevinden bir zümre olarak görülürken, Müslümanlar nazarında “varlığı-mız onların varlığına bağlıdır.” derecesinde bir değe-re sahiptir. Eşya ve hadisenin kıymeti de aynı bakış açısına bağlıdır. Kimisi antika bir arabayı hayatta sa-hip olacağı en önemli dünyalık olarak görürken, kimi trafikte onların varlığından rahatsızlık duyar. Evlenir-ken kimi zarfa, kimi mazrufa; kimi boya, kimi soya bakar. Kimi ahlakı, kimi de serveti öncelikli görür. Hayat yolunun taşını insanın bizzat kendisi döşer. Herkes maksuda ulaşır. Lakin kimi Mevlasını, kimi de belâsını bulur.

DAMADIN ZENGİNİ Mİ, DİNDARI MI MAKBÛL

Allah Rasulü’nün صلى الله عليه وسلم, “Evlilikte ahlak ve dindarlık mi’yar olmazsa yeryüzün-de büyük bir fitne zuhur eder.” şeklin-deki ikazı sahabe tarafından büyük bir dikkatle yerine getirildi. Anne ve babanın uygulamakta zorlandığı bu ölçünün Müslüman yürekler tarafın-dan kabullenilmesi zor olmadı. Böylece hem gençlerin fakirlikten dolayı bekar kalıp fuhşa sürüklenmesinin, hem de kızların ahlak ve maneviyattan yoksun erkeklerle evlenmesinin önüne geçildi. Zengin bir eşle izdivaç etmek için yıl-larca bekleyen, bulamayınca da evde kalan kızlar, İslam’ın yaşandığı yerlerde nadirattan oldu.

Page 8: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

14 www.hukumdergisi.com 15www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

dedi. Hakikaten de kızı arkasında ayaktaydı. Kızını eve bıraktı ve döndü. Ne varki kız bir anda haya-sından yere yığıldı. İbn Ebî Vedaa kapıya tutundu. Kız, zeytin tabağını görüp üzülmesin diye onu alıp, kandilin gölgesine bir yere koydu. Ardından evin damına çıkıp komşuları çağırdı. Hemen geldiler ve “Ne oldu sana?” diye sordular. O da durumu anlat-tı. İnanamadılar. Abdülmelik’in veliahdını geri çe-viren Said b. Müseyyeb ona kız vereceği akıllarına hiç gelmezdi. Kızın yanına gittiler. Haber annesine de ulaştı, gece o da geldi. Kimse olanlara inanamı-yordu. Said b. Müseyyeb alime kızını üç dinardan başka bir şeyi olmayan bir ilim talebesine vermişti. İbn Ebî Vedaa’nın annesi ona, ‘Kızı düğün için üç güne hazırlayana kadar ona dokunursan yüzüm yü-züne haram olsun’ dedi. Üç gün bekledi, hazırlıklar yapıldı, sonra zifaf oldu. Karşısında güzeller güze-li bir kadın vardı. Hem hafızlığı, hem de Sünnet-i Seniyye’ye vukufiyeti herkesten daha ileri derece-deydi. Buna rağmen onda gururdan, kibirden en küçük bir etki yoktu. Koca hakkına saygı noktasın-da da herkesten daha ilerdeydi.7

Eşler Arasında Yaş FarkıKadın erkeği, erkek de kadını tamamlar. Birbiri-

nin hem ayıplarını, hem de eksiklerini örterler. Yaşların birbirine yakın olması muhabbete, zıddı

ise nefrete vasıtadır. Bu yüzden koca, kadının babası ya da dedesi yaşında olmamalı.

Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم Hz. Aişe ile erken yaşta ev-lenmesinden hareketle bunun bugün de caiz olaca-ğını söyleyenlere ise şöyle cevap verilebilir: Böyle bir evlilik Şer’î açıdan caizdir. Lakin bugün câri olan örf itibariyle bu uygun değildir. “Örfle sabit olan nassla sabit olan gibidir.”, kaidesinden hareketle örf dikkate

alınmalıdır. Babası yaşında bir erkekle evlenen kadın onunla sokakta, çarşıda yürürken akranlara bakıp mahcubiyet duyacak, içi daralacaktır. Hayattan bek-lentileri farklı olduğundan birbirlerinin dilini anla-makta da zorlanacaklardır.

“Biz, Şeriat’a uymakla sorumluyuz. Neden örfe göre hüküm veriyorsun?” diyenlere şöyle cevap ver-mek mümkündür: Şüphesiz ki Şeriat’ın örfe üstün-lüğü ve önceliği vardır. Fakat yaşlı bir adamın genç bir kadınla evlenmesi ilahî bir emir değildir, sadece mubahtır. Üzerinde en fazla maniplasyon yapılan konulardan olan Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم Hz. Aişe ile iz-divacı söz konusu mevzuya aynıyla delil olmaz. Zira Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم her nevi ameliyesini tenkit eden Kureyş’ten bu noktada tek cümlelik bir eleştiri rivayet edilmemiştir. Eğer Müşrikler bu evlilikte bir istismar görmüş olsaydı, mutlaka konuşacak, “Bizi hakkaniye-te çağıran Muhammed’in yaptığına bakın!” diyecekti; lakin demedi, diyemedi. Bu hususta onlardan tek sa-tırlık bir tenkit nakledilmedi. Çünkü Allah Rasûlü’nün Hz. Aişe ile izdivacı, Hicaz örfünde çok normal bir صلى الله عليه وسلمhadiseydi.

Ayrıca bu izdivac, Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم doğru-dan talebiyle olmamış; Hz. Hatice’nin vefatından sonra uzun zaman altı çocuğa hem annelik, hem de babalık yapmasına şahit olan yakınları yeni bir izdi-vaç noktasında O’na telkinde bulunmuş; bu bağlam-da Havle Binti Hakîm (Ümm-u Şerîk) de Hz. Aişe ile evlenmesini teklif etmiştir.

Allah Rasûlü de صلى الله عليه وسلم, Hz. Aişe tarafına evlilik tekli-fi götürdüğünde, Hz. Aişe çoktan evlenecek çağa gel-mişti. Zira muteber siyer kitaplarında da belirtildiği-ne göre Hz. Aişe Allah Rasûlü’nden صلى الله عليه وسلم önce Cübeyr b. Mut’im ile nişanlanmıştı.

O günkü örfte bir kızın evlilik çağına gelip gel-mediği takvimle değil, fiziksel gelişimle takdir edi-lirdi. Tıpkı bir çiftçinin, ürünün hasad vaktinin geldiğine, bizzat gelişimine bakarak karar vermesi gibi, Cahiliyye’de de evlilik için bizzat kızın fizikî durumuna bakılırdı. Havle, Hz. Aişe’de bu gelişimi gördüğünden dolayı Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم onunla evlenmeyi teklif etmişti. Çünkü Hz. Aişe o yıllarda çocukluk dönemini geride bırakmış, Mekke örfüne göre evlenecek kızlar arasına girmişti.

Örfler asırdan asra olduğu gibi, bölgeden bölgeye de değişir. 50-60 yıl önce Anadolu’da kızların evlen-me yaşı 15-16 iken bugün üniversite okuyan kızlarda bu ortalama 25-26’ya yükselmiştir. Ayrıca bilinmeli-dir ki, sıcak iklimlerde kız çocuklarının gelişimi, so-ğuk memleketlere göre daha erken olmaktadır.8

Örfe riayet edilmez de 17 yaşındaki bir kız 50 yaşındaki bir erkekle evlendirilirse evde duyguların, hislerin, heyecanların, eşya ve hadiseye bakışların aynı ya da birbirine yakın olması mümkün değildir. Biri A programını izlerken diğeri B programını tercih edecektir. Biri telefonda tweet atacak, diğeri namaz-dan sonra yatıp uyumak isteyecektir. Birine tatlı gıda-lar dokunacak, diğeri tatlısız sofrayı eksik bulacaktır. Allah Teala’nın üstün aile için takdir buyurduğu, “aşk ve merhamet” ancak tarafların aynı dili kullanmala-rıyla mümkündür.

Babası yaşında bir erkekle evlenen kadın, evde akranı olan gençlerle birlikte yaşayacaktır. Adamın 20 yaşındaki oğlu, babasının benzer yaşlardaki eşini yatak kıyafetiyle, o da diğerini pijamayla görecektir. Bunların hiçbiri sahabe asrında yoktu. Oysa İslam bütün zaman ve mekanların dinidir. Her dönem-de ve her asırda, varolmuştur, var olacaktır. Def-i mefâsid celb-i mesâlihten evladır. Buna göre yaşlı bir erkeğin genç bir kadınla evlenmesinde erkek tarafı için birtakım faydalar mülahaza edilse de, kadına ve aileye vereceği zararlar çok daha büyük olacağından, zarar dikkate alınarak bu nev’i evliliğin bu asırda ol-ması doğru değildir.

Fukaha da velinin, genç bir kızı yaşlı bir adamla ya da çirkin bir damatla evlendirmemesini, denk bir damat bulduğunda ise nikahın tehir edilmemesini söylemiştir.9

Saray dışardan bakanı, içerden ise onda yaşayanı yakar. Eğer içinde “adam” yoksa ipekler içindeki çöl kadınları aba giydikleri günleri hasretle anar.

1 Ebû Davûd, H. No: 2087.2 Tirmizî, H. No: 1085.3 Serahsî, el-Mebsût, V, 23; Kâsânî, Bedaiu’s-Sanâî, II, 317.4 Serahsî, el-Mebsût, V, 23; Kâsânî, Bedaiu’s-Sanâî, II, 317.5 Ahzab: 36.6 Müslim, Fedâilu’s-Sahabe 27.7 Bkz. Zehebî, Siyer-u A’ lami’n- Nübelâ, IX, 233-4.8 Bkz. Merkezu’t-Tenvîri’ l-İslamî, Redd-ü İftirââti’ l-Münessırîn Havle’ l-İslam, 86-7.9 İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, III, 143.

girmesine ya da ondan ebediyyen mahrum olması-na sebep olabilecek bir emanet hükmünü aldı bütün kızlar...

Tek ölçüsü zenginlik olan bir baba, dünyalıkla-ra tamah ederse Allah Teala’dan kendisine emanet olan kızını ömür boyu acı çekeceği dipsiz bir kuyuya atar. Kız çocuklarını diri diri gömülmekten kurtaran Peygamber-i Ekber aynı zamanda onları servetin ve şöhretin esiri olmaktan da muhafaza etti. En mesud hanelerin nasıl kurulacağını bizzat zengin sahabi-lerden evlilik teklifi alan Fatıma binti Kays’a, “Köle-nin oğlu Usama b. Zeyd’ le evlen!” diyerek gösterdi. Onun izinden yürüyen babalar damatların parasına değil ahlakına baktı. Sultanları, veliahtları geri çevi-ren babalar, kızlarını velîme vermeye parası olmayan ahlak ve fazilet sahibi damatlarla evlendirdi:

O mübarek babalardan olan allame Said b. Müseyyeb’in alime bir kızı vardı. Bir gün Medine’ye bir alay geldi. Herkes nereye gidecek ve Emevi Sultanı’nın oğlu Veliahd Velid için kimin kızını isteyecek diye me-rak ediyordu. Alay Mescid’e girdi, bir kenarda ders oku-tan Said b. Müseyyeb’e yöneldi. Heyet, İbn Müseyyeb’le karşı karşıya geldi fakat onda saraydan gelen heyete karşı hiçbir şekilde bir alaka yoktu. Medine’de pek çok babanın kapısına gelmesini arzuladığı bir heyet İbn Müseyyeb’in önündeydi fakat o dersle meşguldü. Heyet araya girip meramını ifade etti: Abdulmelik b. Mervan’ın İbn Müseyyeb’in kızını oğlu Veliahd Velid’e istediğini bildirdi. Said b. Müseyyeb bir müddet durdu. Çevredekiler, “Başım, gözüm üzerine.” diye mukabele etmesini beklerken Said, “Hayır! Benim saraya verecek kızım yok!” dedi. İnsanlar, “Said b. Müseyyeb, halifenin heyetini geri çevirdi, kızını Ona vermedi, kimi bulacak ki?” diyorlardı. Bunun üzerine Abdülmelik hısım olma teklifini reddeden Said’i tuzağa düşürüp ondan intikam almak için fırsat kolladı. Soğuk bir günde Ona yüz kır-baç vurdurup başına bir testi su döktü ve ceza olarak kendisine yünden yapılmış bir cübbe giydirdi.

Kim bilir Said b. Müseyyeb’in kaç talebesi, “Velid’e vermediği kızı bize verir mi hiç!” diye hoca-larının kerîmelerine talip olmaktan vazgeçmişti.

Saîd b. Müseyyeb’in ders halkasına devam eden Abdullah b. Ebî Vedaa, o sırada bir müddet ders hal-

kasına katılamadı. Nihayet hocasının yanına varınca aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti. Said:

Sen neredeydin?”Ailem vefat etti. Onunla meşguldüm.Niçin bize haber vermedin ki? Biz de onun cena-

zesine katılmış olurduk. Peki tekrar evlendin mi?Üstat! Allah sana rahmet etsin! İki ya da üç dirhe-

mim var, bana kim kız verir ki? Ben, ben veririm.Said b. Müseyyeb’in, “Ben veririm” ifadesi kar-

şısında şaşıran, İbn Ebî Vedaa, “Siz mi bana kız ve-receksiniz?” diye mırıldandı. Hayretteydi. Sultan’ın, oğlu için yaptığı evlilik teklifini geri çeviren bu ulu hoca, bütün sermayesi üç dirhem olan bir ilim ta-lebesine kız mı verir, diye düşündü. Lakin “Evet” demişti Said b. Müseyyeb, “Ben sana kız veririm.” Belki böyle bir damada sahip olacağından, belki sahip olduğu nimetlerden, belki de ona saraydan uzak durabilme iradesi verdiğinden dolayı Allah’a hamdetti; Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم salât ve selâm oku-du. Sünnet-i Seniyye’ye uygun bir şekilde evlilik üzerine konuşmalar yapıldı. Rızalar alındı. Ders halkasındakilerinin şehadetiyle nikah kıyıldı. Sultan’ın veliahdını damat olarak kabul etmeyen

Said b. Müseyyeb kızını mehir olarak ancak üç dirhem verebilen bir ilim yolcusu ile evlendirdi. Huzurdan müsaade isteyip ayrılan İbn Ebî Vedaa sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı. Hemen evi-ne gitti. Düğün masrafları için uzun uzun kimden borç isteyeceğini düşündü. O sırada ezan okundu, mescide gidip akşam namazını kıldı. Tekrar evine geri döndü. Orucunu açmak için ekmek ve zeytin-den oluşan yemeğini hazırladı. Tam bu esnada kapı çaldı. “Kim o?” diye sordu. “Said” dedi. Gelen han-gi Said’di ki? Said b. Müseyyeb’in dışındaki bütün Said’ ler kalbinden geçti. Hepsi olabilirdi lakin o olamazdı. Çünkü tam kırk yıldır insanlar onu yal-nızca eviyle mescid arasında yürürken görmektey-di. Ziyaretçiler onu ya evde ya mescitte bulabilirdi. Bu düşüncelerle dışarıya çıkınca karşısında şehrin ulu hocası Said b. Müseyyeb’i buldu. Müstakbel ev-liliği hakkında aklına gelen bir hususu sormak için geldiğini zannetti. “Üstat! (Ey Ebû Muhammed) Keşke haber gönderseydin de ben sana gelseydim.”, dedi. Said b. Müseyyeb, “Hayır! Sen ziyaret edil-meye daha müstahaksın. Çünkü bekardın evlen-din, bu halde yalnız gecelemeni hoş göremem, işte hanımın olacak kerîmemi de yanımda getirdim.”,

Tek ölçüsü zenginlik olan bir baba, dün-yalıklara tamah ederse Allah Teala’dan kendisine emanet olan kızını ömür boyu acı çekeceği dipsiz bir kuyuya atar. Kız ço-cuklarını diri diri gömülmekten kurtaran Peygamber-i Ekber aynı zamanda onla-rı servetin ve şöhretin esiri olmaktan da muhafaza etti. En mesud hanelerin nasıl kurulacağını bizzat zengin sahabilerden evlilik teklifi alan Fatıma binti Kays’a, “Kö-lenin oğlu Usama b. Zeyd’le evlen!” diyerek gösterdi. Onun izinden yürüyen babalar damatların parasına değil ahlakına baktı. Sultanları, veliahtları geri çeviren babalar, kızlarını velîme vermeye parası olmayan ahlak ve fazilet sahibi damatlarla evlen-dirdi.

Dipnotlar:

Page 9: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

16 www.hukumdergisi.com 17www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

sen de belânı bulursun.” dedi. Müsteşar “Senden daha iyisini bulurum!” deyince Hocaefendi tekrar: “Tabii bu millet, ben-den ve siz gibi zâlimlerden daha iyisine lâyıktır.” diye cevap verdi. Bütün müftülük personeli de bu konuşmalara şâhit oluyor. Adam perişan oldu kaçtı, gitti. O gittikten sonra Hocaefendi “Getirin bir kâğıt, böy-le zâlimlerin emrinde vazife zillettir, istifa edeceğim.” dedi. Fikri Aksoy, “Hocam bi-zim dâvâmızda gâvura kızıp oruç bozmak var mıdır? Sen buradan hiçbir yere gide-mezsin!” dedi ve istifa etmesi engellendi. Altınoluk Röportaj- Konuşanlar: İsmail L. Çakan, Mustafa Eriş, Abdullah Sert, Ahmet Taşgetiren, Hasan Kâmil Yılmaz, “Rıza Çöllü Hoca’nın dünyasından… “Vâizlik Zor Mesele””, Altınoluk Dergisi, 1992, Sayı. 77,

“Bize bir nazar oldu.”Derdi olan herkesin ilim fikir ve hare-

ket adına hamleleri vardır. Ancak diriliş yolunda ihmal ettiğimiz ve geri kaldığı-mız noktalardan biri de celâdet-i diniy-yemizdir. İşte önümüzde kendi hukuku bahis mevzuu olunca herkesi affeden fakat söz konusu hukukullah olunca ise celâdetine bürünen Peygamber-i Ekber... O Peygamber-i Ekber’e صلى الله عليه وسلم ittiba eden Ömer Nasuhi Efendi ve daha nice Ule-ma... Fakat bunca örneğe rağmen biz o kutlu izden ayrıldık. Kendi hukukumuzu önceleyen bir anlayışla hukukullah’ı öte-lediğimizden dolayı celâdet-i diniyye ve salâbeti imâniyyemizde bir zaafiyet oldu-ğu aşikardır. Binaenaleyh Allah Azze ve Celle insanlar nazarındaki izzet ve itibarı-mızı zillet ve meskenete tahvil etti. Şairin dediği gibi

“Bize bir nazar oldu. Cumamız Pazar oldu.

Ne olduysa hep azar azar oldu!”Ne yazık ki çağın Müslümanları ola-

rak bizler, Allah için kızıp öfkelenmeyi unutmuş, Allah ve Rasul davasına muha-lif durumlara karşı bütün reflekslerimizi kaybetmiş durumdayız. Eğer dirilişe dair hamlelerimizde muhkem adımlar atma-yı, izzet ve itibarımızı yeniden kazanmayı istiyorsak; mesele kendi hukuku olunca affeden, hukukullah olunca ise öfkelenen Peygamber-i Ekber’e صلى الله عليه وسلم ümmet olarak ittiba etme mecburiyetindeyiz. O’na itti-ba edip celâdet-i diniyyeyi kuşanınca çağ-daş Ebu Cehiller hadlerini bilecek, Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم açılan rahmet kapıları, bize de açılacaktır

deye kapanınca iki omuzu arasına bırak-tı. Buna hepsi güldüler, (keyiflerinden) birbirlerinin üzerine eğilmeye başladılar. Ben (biraz uzaklarında) ayakta durmuş onlara bakıyordum. Eğer bir destekçim olsaydı onu sırtından atardım. Rasûlüllah .secdede idi, başını kaldırmıyordu صلى الله عليه وسلمDerken biri kalkıp Hz. Fatıma’ya (r.a) haber verdi. O, henüz küçük bir kızca-ğızdı, geldi, işkembeyi sırtından yere attı. Sonra onlara yönelip, hakaretler savur-du. Aleyhissalâtu vesselâm namazını ta-mamlayınca, sesini yükseltti ve hepsine bedduada bulundu. Rasûlüllah صلى الله عليه وسلم dua etti mi üç kere tekrar ederdi, bir şey iste-yince de üç kere isterdi. Namazı bitince: “Allah’ım, Kureyş(in helakini) sana hava-le ediyorum!” dedi ve üç kere tekrar etti. Rasûlüllah’ın صلى الله عليه وسلم sesi kulaklarına gelince gülmeyi bıraktılar. Duasından korkuya düştüler. (Beddua edince bu onlara çok ağır geldi. Zira onlar bu beldede yapılan duaların kabul edildiğini biliyorlardı.) Sonra Rasûlüllah صلى الله عليه وسلم: “Ey Allah’ım, Ebu Cehil İbni Hişam’ın, Utbe İbni Rebia’nın, Şeybe İbni Rebia’nın, Velid İbni Utbe’nin, Ümeyye İbni Halef ’in, Utbe İbni Ebi Muayt’ın helaklerini sana havale ediyo-rum” dedi. Bir yedinciyi de zikretmişti, aklımda tutamadım. Muhammed’i hak ile gönderen Zat-ı Zül Celal’e yemin ol-

sun, Rasûlüllah’ın صلى الله عليه وسلم ismen zikrettiği bu adamları, Bedir günü hep yerlere serilmiş gördüm. Bunlar, sonra da kuyuya, Bedir kuyusuna sürüklenip atıldılar.” (Buharî, Cihad 98; Müslim, Cihad 107)

Ömer Nasuhi Hocanın CeladetiBu yoldan yürüyen mütemessik

âlimlerimiz bu dünyada iz ve itibar, Allah Azze ve Celle katında ise büyük dereceler kazanarak göçtüler. Arkalarında hoş bir sada bırakarak gençliğe numune-i imti-sal oldular. Nitekim Rıza Çöllü Hoca bir röportajında Ömer Nasuhi Hoca ile olan bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Size bir hatıramı anlatayım efendim. 54’de genç, yeni vazife aldığımız zaman-larda İstanbul’a Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi’yi ziyarete gelmiştik. O zaman Demokrat Parti kahir bir ekseriyetle ikti-dara gelmiş, Halk Partisi 33 Mebusa düş-müştü. Başbakan Adnan Menderes’in baş müsteşarı ve daha sonra onun başını yiyen adam Ahmet Salih Korur İstanbul Müftü-lüğü ‘nü teftişe gelecek, dediler. Herkesin eli ayağı dolaştı, ne yapacaklarını şaşırdı-lar. Fikri Aksoy “Ne korkuyorsunuz yahu, dünyaya bâki misiniz, geleceği varsa göre-ceği de var.” dedi. Cesaretli bir arkadaştı.

Müsteşar, Ömer Nasuhi Hocanın oraya çıktı. O zaman müsteşar bakan-

Öfkelenmek, bir şeye razı olmamak, bir şeyi ısırmak, bir şeyin etrafının şişip kabarması, kaşlarını çatıp suratını asmak (Lisanu’l-Arab) gibi anlamlara gelen gadap; kişinin iç dünyasında oluşan bir deği-şim ya da kalpte husule gelen hislerin yatışması için saldırıya ve intikama sevkeden bir infial hali (Cür-cani, Ta‘rifat) olarak tarif edilebilir. Gadab canı, dini, ırzı, malı, amme hukukunu ya da bir mazlumu koru-ma adına olursa memduhtur, makbuldür. Nefsi adı-na intikam almaya sevkeden gadap ise Peygamber-i Ekber’in صلى الله عليه وسلم lisanıyla mezmumdur, merduddur: “Kuvvetli kimse, (güreşte hasmını yenen) pehlivan değildir. Hakiki manada kuvvetli, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.” (Buhari, Kitabü’l-Edep) Nitekim Kur’ân-ı Hakim bize o kutlu izden gidip imanı gönüllerine yerleştirenlerin “kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile din kardeşlerini kendilerine tercih ederek onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymadıklarını” (Haşr 9), “mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güç-lü ve onurlu olduklarını, Allah yolunda cihad ettik-lerini, bu yolda da hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadıklarını (Maide 54), inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı ise merhametli olduklarını (Fetih: 29) beyan eder.

Huluk-u Azim, Huluk-u Kerim Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم hem “huluk-u azim” hem de

“huluk-u kerim sahibi idi. Uhud günü Peygamberi-miz Aleyhisselamın dişi kırıldığı ve yüzü yaralanıp kanlar akmaya başladığında:

“Onlara(Mekkeli müşriklere) beddua etsen!” denildi.

(Bunun üzerine) Peygamber-i Ekber صلى الله عليه وسلم:“Ben lânetleyici olarak gönderilmedim. Fakat

doğru yola davet edici ve rahmet olarak gönderil-dim.

ALLAH´ım! Kavmime doğru yolu göster! Çün-kü onlar bilmiyorlar!” (Diyerek dua etti.) (Şuabu’l-İman, Cüz. 3, s.45)

Kendi hukuku bahis mevzuu olunca herkesi affe-den Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم söz konusu hukukullah olunca celâdete gelir, adeta başka bir kimliğe bürünürdü. Ni-tekim İbni Mesud (r.a) anlattığına göre: “Rasûlullah Kabe’nin yanında namaz kılarken, Ebu Cehil صلى الله عليه وسلمve arkadaşları da orada oturuyordu. Bir önceki gün bir deve kesilmişti. Ebu Cehil arkadaşlarına: “Fa-lan ailenin kestiği devenin işkembesini kim getirip secdeye gidince Muhammed’in omuzları arasına bırakacak?” dedi. Oradakilerin en bedbahtı fırlayıp, işkembeyi kaptığı gibi, Aleyhissalâtu vesselâm sec-

Selim [email protected]

ÇA

ĞD

SL

ÜM

AN

IN Y

İTİR

DİĞ

İ H

AS

LE

T:

CE

DE

T-İ

DİN

İYY

E

Ömer Nasuhi BİLMEN

lığı bağlı değil, direk başbakanlığa bağlı idi. Biz de Hocaefendi’nin etrafındayız. Ömer Nasuhi Hocanın odasında namaz kılınan perdeli bir bölüm vardı. Paravan. Müsteşar Salih Korur ‘un gözüne o bö-lüm ilişti. “Bu ne?” dedi. Ömer Nasuhi Hoca: Efendim öğle, ikindiyi burada kıl-mak durumunda kalıyorum.” dedi. Müs-teşar “Burası cami değil, burada namaz kılamazsın!” diye bağırdı, hatta hakaret etti. Hoca: “Efendim vazifeyi aksatmaya-lım diye oluyor.” diye aşağıdan aldı. Bu sefer müsteşar perdeyi daha da yükseltti. Bağırdı, bağırdı. Baktı ki müftü efendi bu adama idare-i kelam etmeye gerek yok, geçinmek mümkün değil. Birden Hocae-fendi celâdete geldi. “Bana bak câhil, ah-mak herif sen beni anlamaktan bile aciz bir zavallısın.” dedi. Böyle denilince astığı astık, kestiği kestik adam neye uğradığını şaşırdı. “Burada kahramanlık yaparsın, yarın Ankara’dan kolundan tutup atılınca yalvarırsın.” dedi. Hocaefendi “Ben haya-tımda bugüne kadar hiç tâlip olmadım, hep matlub oldum. Sen kendini ne zan-nediyorsun, ben kendimle iftihar etmem ama bütün ilim camiası beni bilir. Sen bunu anlamaktan bile âcizsin.” dedi. Müs-teşar “Seni vazifeden atarım!” dedi. Hoca-efendi “Bir kaide-i külliyye vardır, başkası-nın rızkı ile oynayanın Allah rızkını keser,

Derdi olan herkesin ilim fikir ve hareket adına hamleleri vardır.

Ancak diriliş yolunda ihmal ettiğimiz ve geri kaldığımız noktalardan

biri de celâdet-i diniyyemizdir. İşte önümüzde kendi hukuku bahis

mevzuu olunca herkesi affeden fakat söz konusu hukukullah olunca

ise celâdetine bürünen Peygamber-i Ekber... صلى الله عليه وسلم O Peygamber-i Ekber’e

ittiba eden Ömer Nasuhi Efendi ve daha nice Ulema... Fakat bunca صلى الله عليه وسلم

örneğe rağmen biz o kutlu izden ayrıldık. Kendi hukukumuzu öncele-

yen bir anlayışla hukukullah’ı ötelediğimizden dolayı celâdet-i diniyye

ve salâbeti imâniyyemizde bir zaafiyet olduğu aşikardır. Binaenaleyh

Allah Azze ve Celle insanlar nazarındaki izzet ve itibarımızı zillet ve

meskenete tahvil etti. Şairin dediği gibi

“Bize bir nazar oldu. Cumamız Pazar oldu.

Ne olduysa hep azar azar oldu!”

Page 10: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

18 www.hukumdergisi.com 19www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

küçük Selçuklu obasından büyük bir devlet çıkaracak, bu devlet hem Türk hem de İslâm tarihinde etkileri halen ta-kip edilebilen derin izler bırakacaktı.

İslâm dinini Ehl-i Sünnet çizgisi üzerinden temellük eden Selçukluların siyaset sahnesine çıktıkları 11. yüzyıl-da İslâm dünyası siyaseten büyük bir istikrarsızlık içerisindeydi. İsmâiliyye Şia’sının siyaset ve imamet anlayışının uygulayıcısı olarak 909 yılında Kuzey Afrika’da bir devlet kuran Fâtımîler, kısa süre içerisinde hâkimiyet alanla-rını genişleterek Mısır’ı ele geçirmiş, Doğu Akdeniz ve Filistin sahil şeridi ile Suriye’ye hâkim olarak buralarda Şiî hutbeleri okutmaya, söz konusu coğ-

rafyayı Şiîleştirmeye başlaşmışlardı. Üstelik onların faaliyetleri yalnızca bu türden askerî ve siyasî faaliyetlerle de sınırlı değildi. Kahire’de kurdukları ve “Dâru’ l-Hikme” adını verdikleri med-resede İsmâiliyye Şia’sının propaganda-sını yapacak elemanlar yetiştiriyor, dâî (davetçi) denilen bu elemanlarını Sünnî coğrafyasına göndererek buralarda giz-liden gizliye propaganda faaliyetleri yü-rütüyorlardı. Amaçları yalnızca siyasî bir kurum olarak Abbâsî Halifeliği’ni yok etmek değil, aynı zamanda siyasî tem-sili Bağdat tarafından yapılmakta olan İslâm’ın Sünnet referanslı yorumunu da ortadan kaldırmaktı.

Fâtımîlerin amaçları doğrultusunda

ği Cend bölgesinde İslâm’ın temsilcisi olarak kendi soydaşları ile mücâhedeye girişmişti.

Müslüman bir uç emiri olmak vasfıy-la gayrimüslim Türklere karşı yürüttüğü mücadelede hatırı sayılır başarılar elde eden Selçuk Bey, bu başarıları dolayısıy-la bir süre sonra “Melikü’ l-Gâzî” unvanı ile bilinir oldu. Bununla birlikte, birçok Selçuklu mücâhidinin hayatlarını fedâ ettiği gazâ seferlerinden biri esnasında çok sevdiği oğlu Mikâil şehid düşecek, ondan geride kalan iki küçük Selçuklu şehzadesi, Tuğrul ve Çağrı beyler dede-lerinin terbiyesi altında büyüyeceklerdi. O sırada kimse farkında değildi, fakat Mikâil Bey’in yetimleri bir süre sonra

10. yüzyılın ikinci yarısında Yab-gu olarak bilinen hükümdarları ile ters düşüp Oğuz ülkesinden ayrılarak Aral Gölü’nün doğusundaki Cend’e göç eden Selçuk Bey liderliğindeki Selçuk-lular, Müslüman coğrafyasının bu uç şehrinde İslâm dinini kabul etmiş ve kaynakların ifadelerine bakılırsa, gazâ anlayışını benimseyerek “kâfir Türkler-le” cihâd etmeye başlamışlardı. Genellik-le şüphe ile karşılanan bir rivâyetten ba-bası Dukak’ın da daha önce Müslüman olduğunu öğrendiğimiz Selçuk Bey, kendisinden vergi talebinde bulunan Yabgu’nun elçilerine “Bir Müslüman’ın kâfire vergi verdiği nerede görülmüş!” diyerek rest çekmiş ve obası ile yerleşti-

Mustafa ALİ[email protected]

Adem ÖZKÖ[email protected]

YA MUNTAKİM!ŞAM

Şimdi diren düşmana ey Şam... Üze-rine yağan bombalara, ölüm kusan tank-lara, uçaklara rağmen diren. Uğradığın ihanetlere rağmen diren. Allah’ın Kılıcı Hz. Ali aşkına, dedemiz Halid bin Velid ,sultanımız Selahaddin Eyyubi, kahra-man ecdadımız Yavuz Sultan Selim Han aşkına ; hürriyet, adalet, onur ve İslam aşkına, tüm ümmet, tüm insanlık aşkına diren.

Yaşadıklarına şahit oldukça; ço-cuklarının, kadınlarının haykırışları yeri göğü inlettikçe Ya Muntakim Allah diye haykırıyor melekler ey Şam... Ya Muntakim, ya Cebbar, ya K ahhar, ya zül Celal .. . Herkes seni terk etse de meleklerin, ebabillerin “ Ya Muntakim ” haykırışları seni hiç terk etmeyecek . Sen ki mübarek Şam-ı Şerifsin. Sen ki artık ümmetin sadece tarihi değil; aynı zamanda geleceğisin.

şadıklarını artık hiçbir kalem yazamıyor, hiçbir cümle anlatamıyor. İnsanlığımız, kalplerimiz adeta seninle yeniden sorgu-ya çekiliyor.

Sen ki mübarek Nebi’nin sokakla-rında dolaştığı şehirsin. Sen ki ümmetin tarihisin. Sen ki zafer marşlarıyla fetihler gerçekleştirdiğimiz günlerin yadigârısın. Sen Kudüs’sün, Beyrut’sun, Eriha’sın. Sen beldelerin en fedakârı, en mazlumusun. Tüm dünya sana karşı birleşse de sen teslim olmadın. Herkes sana ihanet etse de sokaklarından yükselen Allahuekber nidaları hiç susmadı. Tüm dünya kahra-manlığın, asaletin, fedakârlığın ne oldu-ğunu yeniden senden öğrendi ey Şam…

Ne kadar alçak, ne kadar hain, ne kadar gaddar varsa dünyanın dört bir yanından gelip sana saldırıyorlar. Çünkü sen maz-lumla zalimin, karanlıkla aydınlığın hesap-laştığı beldesin. Sen tarihin kırılma noktası, yetimlerin, mustazafların intikamısın.

Tarih şahit oldu, melekler şahit oldu. Üzerine yağan bombalara, en vahşi işken-celere rağmen Şam hiç geri adım atmadı. Çünkü Şam’a Allahuekber nidaları kıla-vuzluk yapıyordu ve kılavuzu Allahuek-ber olan her ne olursa olsun yenilmezdi.

Sonra ihaneti gördü Şam. Tarihin şahit olduğu en büyük ihanetlerden bi-rini. Tıpkı Hz. Hüseyin Efendimiz’in Kerbela’da uğradığı ihanet gibiydi Şam’ın yaşadığı ihanet. Fakat Şam bir imtihandı. Senin, benim, herkesin imtihanıydı. Şam bir insanlık imtihanıydı, bir vicdan, bir haysiyet imtihanıydı. Şahit ol ey toprak, şahit ol ey kitap, şahit ol ey ümmet Şam’ın uğradığı ihanete. Kardeş ihanetine, kalleş ihanetine…

Şimdi her birimiz sana mahcubuz ey Şam-ı Şerif. Her gün ölmeni engelleye-mediğimiz için mahcubuz. Çocuklarının, kadınlarının ölümlerini sadece seyretti-ğimiz için mahcubuz. Çünkü senin ya-

Bir isyandı seninkisi... Katillerin, vah-şilerin, sadistlerin vücutlarına elektrik vererek katlettiği çocukların için, Hamza el Hatip için isyandı. Yıllardır zindanlarda tutulan, hayatları daracık hücrelerde eşle-rini, çocuklarını özlemekle geçen babalar içindi bu öfken.

Bu kez onurun ve şerefinle oynamaya kalkan bir diktatör bozuntusuna haddini bildirmek için başkaldırmıştın. Bu isyan Hama içindi, Der’a, Humus, Halep için-di. Bu isyan Şam-ı Şerif ’in tüm mübarek şehitleri içindi. Şam bir kez Allahuekber diye haykırmıştı ve zincirlerini kırmıştı. Onlar sana hürriyeti, adaleti, onurlu bir şekilde yaşamı çok görseler de sen bir kez kararını vermiştin ey Şam... Her ne olur-sa olsun bu yoldan dönüş yoktu. Çünkü Şam-ı Şerif bir kez ayağa kalktı mı bir daha geri çekilmezdi.

Şam’ın kahramanlığına herkes, hepi-miz şahit olduk. Yerler, gökler şahit oldu.

Yaşadıklarına şahit oldukça; çocuklarının, kadınlarının haykırışları yeri göğü inlettikçe Ya Muntakim Allah diye haykırıyor melekler ey Şam... Ya Muntakim, ya Cebbar, ya Kahhar, ya zül Celal... Herkes seni terk etse de meleklerin, ebabillerin “Ya Muntakim ” haykırışları seni hiç terk etmeyecek.

EHL-İ SÜNNET’İ İHYA EDEN İSLAM HÜKÜMDARI

TUĞRUL BEY 1055 yılı sonlarında Bağdat’ta büyük bir merasim ve adına okunan Cuma hutbeleri ile karşılanan Sultan Tuğrul Bey, şehre hâkim olan Büveyhî hüküm-

darı Melikü’r-Rahîm ile devletinin ileri gelenlerini tevkîf ettirerek Büveyhî devletini ortadan kaldırmış, bu şekilde Abbâsî Hilâfeti üzerindeki Şiî sultasını

fiilen sona erdirmişti. Hiç zaman kaybetmeden devlet işlerine odaklandı. Şehirdeki asayişsizlikten sorumlu olan herkes takibat altına alındı ve suçlular

cezalandırıldı. Düzen yeniden tesis edildi.

Page 11: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

20 www.hukumdergisi.com 21www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

rekete geçtiler ve İslâm’ın merkezî coğrafyasındaki Selçuklu varlığını hedef alan iki girişimde bulundular. Bunların ilki, Bağdat’ın Türk komutanı olup Selçuk-luların gelişi ile birlikte şehirden kaçmış olan Arslan Besâsirî’nin Fâtımî desteği ile bir ordu organize edip el-Cezîre’deki Selçuklu tabîsi bölgelere saldırılar dü-zenlenmesi; ikincisi ise ağabeyi ile bir tür siyasî iktidar paylaşımı anlaşmazlığı yaşamakta olan Sultan Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal kanalıyla idareye karşı bir darbe tertibinde bulunulmasıydı.

Fâtımîlerin doğrudan doğruya içerisinde olup da gerek fikrî anlamda gerekse lojistik olarak destek-ledikleri her iki girişim de nihâî açıdan başarısız ol-makla birlikte, süreç içerisinde Selçukluların epeyce başı ağrıdı. 1057 tarihini taşıyan ilkinde el-Cezîre’de hayli Müslüman kanı döküldü ve İslâm’ın sınırlarını muhafaza eden, örneğin Mervânîler gibi bazı yerel Müslüman emirlikler ile Selçuklular, Fâtımîlerin gi-rişimine destek vererek bunu kendileri için bir avan-taja çevirme fırsatçılıkları dolayısıyla savaşın eşiğine geldiler. İkincisinin etkileri ise daha uzun vadeli ve korkunç oldu. Ordudaki askerlerin önemli bir bölü-mü tarafından desteklenen kardeşi İbrahim Yınal’ın 1058 yılındaki darbe girişimi sırasında devlet yıkımın eşiğine gelirken, Arslan Besâsiri de Fâtımî sancakları taşıyan askerleriyle birlikte Bağdat’ı işgal etti. Halife ve vezirinin esir alınması bir yana, şehirde büyük bir tah-ribat yapıldı. Sünnî Müslümanlara akıl almaz zulümler

Bey” (Tuğrul Bey’in şehri) olarak bilinen bu semt, daha sonraki Selçuklu hükümdarları devrinde daha da geliştirilecek, gün geçtikçe daha fazla büyüyecekti. Öte yandan bu sırada Abbâsîlerin talebi doğrultusun-da Sultan’ın kardeşi merhum Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ile Halife Kâim Biemrillah evlenmiş ve Selçuklu hanedanı ile Abbâsîler arasında bu şekilde bir sıhriyet bağı da tesis edilmiş, böylece ilişkiler daha da kuvvetlendirilmişti.

Selçuklular Bağdat’ta hâkimiyet tesis ederek Abbâsî Halifesi’ne uzun zamandan beri mahrum bı-rakıldığı eski muteber konumunu iade etmişlerdi et-mesine de, Fâtımîlerin bu durumu bir çırpıda ve ko-laylıkla kabul edebilmeleri mümkün değildi. Bunca yıldır harcadıkları emeğin, gösterdikleri çabanın böyle birdenbire hebâ olmasına göz yumamazlardı. Nitekim Selçuklu etkisini kırmak ve Sünnî Hilâfet üzerinde kendi hâkimiyetlerini yeniden tesis etmek üzere ha-

ri tam manasıyla yerine getirebilmeye ömrünün vefa etmediğini biliyoruz, fakat ilan edilen bu hedefler Sul-tan Tuğrul Bey’in bir İslâm hükümdarı olarak deruhte ettiği vazifenin bilincinde olduğunu göstermektedir. O, ortaya koymuş olduğu bu siyasî perspektif ile Bağ-dat’taki Abbâsî Halifesi tarafından temsil edilmekte olan Ehl-i Sünnet anlayışının siyasî önderliğini üstle-niyor, devletinin politikasını da bu doğrultuda belirle-yerek evvela İslâm âleminin bütününe şâmil bir Müs-lüman birliği oluşturma hedefine odaklanıyordu.

Bir İslâm hükümdarı Tuğrul Bey1055 yılı sonlarında Bağdat’ta büyük bir merasim

ve adına okunan Cuma hutbeleri ile karşılanan Sul-tan Tuğrul Bey, şehre hâkim olan Büveyhî hükümdarı Melikü’r-Rahîm ile devletinin ileri gelenlerini tevkîf ettirerek Büveyhî devletini ortadan kaldırmış, bu şekil-de Abbâsî Hilâfeti üzerindeki Şiî sultasını fiilen sona erdirmişti. Hiç zaman kaybetmeden devlet işlerine odaklandı. Şehirdeki asayişsizlikten sorumlu olan her-kes takibat altına alındı ve suçlular cezalandırıldı. Dü-zen yeniden tesis edildi. Vergi ve iktâlar yeniden dü-zenlendi ve Büveyhîler zamanında ekonomik açıdan oldukça zor günler geçiren Halife’nin gelirleri artırıldı. Ardından şehirde imar faaliyetlerine girişildi. Tamirat ve tadilat faaliyetlerine yeni eserlerin yapımı eklendi. Dicle Nehri kıyısında Sultan Tuğrul Bey’in ikameti için mescidinden sarayına, konutundan çarşısına ka-dar adeta yeni bir semt inşâ edildi. “Medînetü Tuğrul

çuklu fırtınası esiyordu. Suriye ve el-Cezîre’nin aşağı kısımlarına uzun süre önce ulaşmış olan Fâtımîlerin daha fazla ilerleyebilmesi askerî açıdan imkânsız hale gelmişti ve bu da Ehl-i Sünnet anlayışının ve Abbâsî Halifeliği’nin geleceği açısından ümit vericiydi. Halife, Sultan Tuğrul Bey’i Bağdat’a davet etti.

Devrin kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla birkaç kez tekrarlanan Halife’nin davetine ilk başlarda çeşit-li sebeplerden dolayı icabet edemeyen Sultan Tuğrul Bey, 1055 yılının Nisan ayına gelindiğinde Bağdat’a gitmek üzere harekete geçti. Yola çıkarken ilan et-tiği birkaç amacı vardı. “Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e صلى الله عليه وسلم hizmetle şeref kazanacak,” asîlerle mücadele edip onları yola getirecek, bizzat Hicaz’a gi-derek bir yandan hac yollarını hacı adayları için güven-li hale getirirken diğer yandan da mübarek mekânları ziyaret edip Hac farizasını yerine getirecek, Suriye ve Mısır coğrafyasını “şaşkın” Şiî Fâtımîlerin elinden alıp bölgeyi yeniden merkezî İslâm coğrafyasının bir parçası kılacaktı. Selçuklu hükümdarının bu hedefle-

gürleri işlenecekti. Söz konusu anlaşma ile Bizanslılar İslâm âleminin temsilcisi ve muhatap olarak yeniden Bağdat’taki Sünnî Hilâfet makamını kabul ediyor, bu şekilde uluslararası siyaset sahasında Fâtımîlere ilk büyük darbe vurulmuş oluyordu. Bu anlaşmanın, aynı zamanda Selçukluların da uluslararası siyaset ba-kımından ortaya koymuş oldukları ilk büyük başarı olduğu söylenebilir.

Selçukluların bağımsız bir güç olarak ortaya çık-tıkları 1040’ lı yıllardan itibaren kendilerini takip eden Abbâsî Halifesi Kâim Biemrillah, İslâm dünyasının kurtuluşunun Selçuklularda olabileceği hususunda ikna olmaya başlamıştı. 1044 yılında devrin meşhur İslâm âlimi Mâverdî’yi Sultan Tuğrul Bey’e elçi olarak gönderip konar-göçer Türkmenlerin İslâm toprak-larında tahribat yapmalarına mani olmasını istemiş, kendisine son derece saygılı davranan ve büyük bir nezaket gösteren Selçuklu hükümdarı da ona 300 bin dinar göndermişti. İran, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve el-Cezîre’nin kuzey kesimlerinde adeta bir Sel-

yürüttükleri çalışmalar sonucu elde ettikleri başarılar hiç de azımsanabilecek gibi değildi. Suriye ve Filistin coğrafyası bütünüyle Fâtımîlerin kontrolü altına gir-mişti ve el-Cezîre’nin aşağı kısımlarında hüküm süren yerel emirliklerden bazıları Şiî hutbeleri okutmaya başlamıştı. İsnâ Aşeriyye Şia’sına mensup Fars kökenli bir hanedan olan ve zaman içerisinde Fâtımîlerin gü-dümüne girdikleri görülen Büveyhîler Bağdat’ı siyasî açıdan bütünüyle etkisiz hale getirmiş, Abbâsî hali-feleri yalnızca bir görüntü derekesine düşmüşlerdi. Herhangi bir yaptırım güçleri kalmamış, hadiselerin gidişatına etki edemez hale gelmişlerdi ve Fâtımîlerin bu çok yönlü, kararlı saldırıları karşısında yapmayı ba-şarabildikleri tek şey, Fâtımîlerin aslında Hz. Fâtımâ annemizin (r.a.) soyundan gelmediklerini ve yalancı olduklarını umutsuzca ilan etmekten öteye geçemi-yordu. Bütün bu hususlar göz önünde bulunduruldu-ğunda, denilebilir ki, Tuğrul Bey liderliğindeki Selçuk-lular Sünnî Hilâfet kurumu ve Ehl-i Sünnet dünyası tarafından tam olarak da kendilerine ihtiyaç duyulan bir dönemde ortaya çıkmışlardı.

Tuğrul Bey’in yükselişi Dedeleri Selçuk Bey’in uzun bir ömrün ardından

yüz yedi yaşında hayatını kaybetmesi ile Selçuklula-rın lideri olan amcaları Arslan Yabgu’dan sonra oba-nın idaresi üzerinde etkili olmaya başlayan Tuğrul ve Çağrı beyler, Samanîler, Karahanlılar ve Gaznelilere karşı yürüttükleri varlık mücadelesinin ardından 1040 yılındaki Dandanakan Savaşı’nda Gaznelileri nihaî biçimde hezimete uğratıp bağımsızlıklarını ilan etmiş-lerdi. Savaşın ardından toplanan kurultayda Tuğrul Bey Selçukluların ilk hükümdarı olarak tahta çıktı ve adına sikkeler kesilip hutbeler okundu. Bağdat’taki Abbâsî Halifesi Kâim Biemrillah’a bir mektup gön-derip hilafete bağlı olduklarını ve İslâm adına gazâ etmeye devam edeceklerini bildirdikten sonra hızlı bir şekilde fetih faaliyetlerine başlayan Selçuklular, Cürcân, Taberistân, Harizm, Rey, Hemedân, Dînever ve İsfahan’ı hâkimiyet sahalarına katarak İran’ın büyük bir kısmına hükmetmeye başladılar. 1040’ lı yılların sonuna gelindiğinde Azerbaycan bölgesinin de önem-li bir kısmı kontrol altına alınmış, Selçuklu birlikleri Erzurum’u ele geçirip Pasinler’de Bizanslıları ağır bir mağlubiyete uğratmışlardı.

Selçukluların 1048 yılında Bizanslılara karşı elde ettikleri zaferin etkileri fevkalade oldu. Savaş sırasında esir alınan Bizanslıların Gürcü komutanı Liparit, Bi-zans İmparatoru’nun talebiyle herhangi bir fidye tale-binde bulunulmadan serbest bırakıldı ve Selçuklu hü-kümdarının huzuruna gelen Bizans elçileri Tuğrul Bey ile bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmaya göre, 715 yılında İstanbul’u kuşatan Emevî kumandanı Mes-leme b. Abdülmelik tarafından Bizans başkentinde yaptırılan mescid tamir edilerek burada Şiî Fâtımîler adına okunan Cuma hutbeleri yeniden Sünnî Hilâfet ve Selçuklular adına okunacak, mescidin mihrabına Tuğrul Bey’in hâkimiyet alametleri olan ok ve yay fi-

Devrin kaynaklarından anlaşıldı-ğı kadarıyla birkaç kez tekrarlanan Halife’nin davetine ilk başlarda çeşitli sebeplerden dolayı icabet edemeyen Sultan Tuğrul Bey, 1055 yılının Nisan ayına gelindiğinde Bağdat’a gitmek üzere harekete geçti. Yola çıkarken ilan ettiği birkaç amacı vardı. “Pey-gamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) hizmetle şeref kazanacak,” asîlerle mücadele edip onları yola getirecek, bizzat Hicaz’a giderek bir yandan hac yollarını hacı adayları için güvenli hale getirirken diğer yan-dan da mübarek mekânları ziyaret edip Hac farizasını yerine getirecek, Suriye ve Mısır coğrafyasını “şaşkın” Şiî Fâtımîlerin elinden alıp bölgeyi yeniden merkezî İslâm coğrafyasının bir parçası kılacaktı.

Page 12: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

22 www.hukumdergisi.com 23www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

tesi ve perşembe günleri düzenli olarak oruç tutar-dı. Bunun dışında, veziri Amîdülmülk’e anlattığı bir rüyasında, bir gece uyku halindeyken kendisine “Allah’a yakın kullar arasında yer aldığı ve kendisine yetmiş yıllık bir ömür verildiğinin” bildirildiği ya da Halife’nin, Müslümanlar’ın topraklarını konar-gö-çer Türkmenler’in zararlarından muhafaza etmesini talep etmesine karşılık Sultan’ın, “askerlerinin çok-luğunu ve onları zapt etmenin zorluğunu beyân et-mesi” üzerine Peygamber Efendimiz’i صلى الله عليه وسلم rüyasında kendisine sitem eder halde görmesi üzerine uyanır uyanmaz korku ve üzüntüyle derhal gerekli tedbirleri aldığı gibi rivâyetler de, Sultan Tuğrul Bey’in manevî hayatının renkleri hakkında sanıyorum pek çok şey söylemektedir.

Sultan Tuğrul Bey, yine kaynaklarımızın ittifakla bildirdiğine göre şefkatli, ihtiyatlı, sabırlı, bağılayıcı, cömert, kin ya da kibir gibi kusurlardan münezzeh ve ketumdu. Mâverdî’nin nakillerine bakılırsa, elçi-lik için yanına gittiğinde Sultan’ın ve çevresindeki-lerinin hallerini biraz da menfî bir şekilde kaleme alıp bir mektupla Halife’ye göndermek istemiş, gizli mektubu taşıyan ulak yakalanmış ve mektup âşikâr olmuş, buna rağmen Sultan’ın Mâverdî’ye olan saygı ve muhabbetinde herhangi bir değişiklik olmamış, büyük devlet adamı meselenin üzerini kapatarak ol-mamış gibi davranmıştı. Kaynaklarda, başka devlet adamı ve bürokratlarla da ilgili yine Sultan’ın hata ve kusurları örttüğü, insanları kınamaktan imtina ettiği ve onlara karşı çok hoşgörlü ve merhametli olduğu-na dâir benzeri hikâyeler yer almaktadır.

Döneminde birçok şair tarafından kendisine methiyeler kaleme alınan, İmâdeddîn el-İsfehânî tarafından hükümdarlık dönemi “gül bahçelerine” benzetilen ve kaynaklarda kendisinden zaman za-man “Muhammed” ismi ile “Muhammed Tuğrul Bey” şeklinde söz edilen Tuğrul Bey, bastırdığı pa-ralarda genellikle “es-Sultanu’ l-Muazzam” unvanıyla anılmıştı. Bunun dışında, kullandığı unvanlar içeri-sinde “el-Emîru’ l-Celîl (Ulu Hükümdar),” “Ruknu’d-Devle ve’d-Dîn (Devletin ve Dinin Direği),” “Yemînü Emîru’ l-Mü’minîn (Müminlerin Emîri’nin Sağ Kolu, Yardımcısı),” “Melikü’ l-İslâm ve’ l-Müslimîn (İslâm’ın ve Müslümanların Hükümdarı),” “Burhânü Emîru’ l-Mü’minîn (Müminlerin Emîri’nin Delili),” “Şâhânşâh (Hükümdarlar Hükümdarı),” “Melikü’ l-Meşrik ve’ l-Mağrib (Doğu’nun ve Batı’nın Hü-kümdarı),” “Gıyâsu’ l-Müslimîn (Müslimanların Yardımı)” ve “Muğîsü İbâdillâh (Allah’ın kullarının yardımcısı)” gibi unvanlar da buluyordu. Yine çağ-daş kaynaklarda kendisinden, hiç kuşkusuz Abbâsî Halifeliği ve dolayımında Ehl-i Sünnet anlayışının varlığına kasteden en büyük tehlikeyi bertaraf etmiş olmasına istinaden “Muhyîu’ l-İslâm (İslâm’ı ihyâ eden/dirilten)” ya da “Muhyîu Ehlü’s-Sünne (Ehl-i Sünnet’i ihyâ eden/dirilten)” gibi tariflerle de söz ediliyordu.

yönündeki yaygın kanaatin aksine, Tuğrul Bey’in de-recesi konusunda emin olamasak da Kur’ânî bilgiye belli ölçüde sahip olduğunu, dolayısıyla detaylarını bilmiyor olsak da bir tahsil hayatı olduğunu gösterir.

Vefatından dolayı Abbâsî Halifesi’nin Bağdat’ta taziye merasimi tertip ettiği ve veziri Amîdülmülk’ün askerler tarafından yuğ törenleri düzenlenip matem yapmalarına (feryâdü figân edip elbiselerini yırt-malarına) izin vermediği Sultan Tuğrul Bey, çok âdil, hakperest ve dindâr bir hükümdardı. Hemen bütün kaynakların ittifakına göre Hz. Peygamber’in -sünnetine ittibâ ile beyaz elbiseler giyer, pazar صلى الله عليه وسلم

hayâ ederim” diyen de odur. Dolayısıyla, denilebilir ki, Selçuklular’ın ilk hükümdarı Sultan Tuğrul Bey, he-nüz İslâmlaşma süreçlerinin üzerinden çok da zaman geçmemiş olmasına rağmen İslâm’ı bütün veçheleri ile benimseyen ve hayatına uygulayan bir kimseydi. Üstelik henüz devletin kuruluş aşamasında kendisini tehdit eden Gazneli Mesud’un bir mektubuna karşı-lık kâtibine, ona cevabî bir mektup şeklinde yalnızca Âl-i İmrân Sûresi’nin “Ey Allahım! Mülkün asıl sahi-bi sensin. Mülkü dilediğine verir, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin. İyilik yalnızca senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” meâlindeki 267. Âyet-i Celîlesi’ni yazıp göndermesini emretmiş olduğuna dâir bir kayıt, genelde devrin Türk hükümdarlarının eğitimsiz ve okuma-yazma bilmeyen konar-göçer ve savaşçı kişiler olduğu, zaten yaşamakta oldukları hayatın da ilim tahsiline müsaade etmediği

gamber Efendimiz’in صلى الله عليه وسلم mübarek soyları arasında bir bağ kurulacak, Selçuklular da bundan şeref ve itibar kazanacaklardı. Hanımın tavsiyesine uyan Sultan Tuğ-rul Bey, yaşı geçkin olmasına rağmen Halife’den kızını (kız henüz on yedi yaşındaydı) istemiş, Selçuklu hü-kümdarının daha önce benzeri görülmemiş (kızlarını yabancılarla evlendirmek o zamana kadar Abbâsîlerin adeti değildi ve pek tasvip de edilmezdi) bu dileğini ye-rine getirmemek için epey ayak direyen Halife, uzunca bir görüşme, konuşma, tartışma, anlaşma, tehdit ve sitem trafiğinin ardından, zayıf bir rivâyete göre “zifaf hadisesinin gerçekleşmemesi koşuluyla” (“madem itibar ve şeref kazanmak için bu talepte bulunuyor, o zaman bu şartımı kabul etmeli” diye haber gönder-mişti Tuğrul Bey’e) nikâha izin vermek zorunda kaldı. Yapılan muhteşem merasim ve kutlamaların ardından Sultan ile Halife’nin kızının nikâhları kıyılacak, yeni eşi ile birlikte devletinin payitahtı Rey’e gitmek üze-re Bağdat’tan ayrılan Tuğrul Bey, yolculuk esnasında rahatsızlanarak 1063 yılının Eylül ayında gerdeğe gir-meden hayatını kaybedecekti. Yaklaşık yirmi beş yıldır hükümdarlık yapmaktaydı ve yetmiş yaşındaydı.

Zühd ve takva ehli bir sultan Devletin kuruluş sürecindeki fetihleri aksettiren

rivâyetlerden birinde, Hemedan’ın fethi sırasında şehrin girişinde kendisini karşılayan dönemin iki bü-yük şeyhi Baba Tahir ve Baba Cafer’i görünce derhal atından inip ellerini öptüğü bildirilen Sultan Tuğrul Bey’in kişiliği hakkındaki nakiller onu hep hayır, zühd, takvâ, Allah korkusu ve dinî hassasiyetlerle yâd eder. Hemedan’da elini öptüğü Baba Tahir’in, şehir hal-kına nasıl davranacağını öğrenmek maksadıyla “Ey Türk! Allah’ın kullarına ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sorması üzerine, Sultan’ın “Siz nasıl emredersi-niz?” diye karşılık verdiğini, bunun üzerine de Baba Tahir’in, “Allah’ın adalet ve iyiliği emretmekte olduğu-na” dâir Kur’ân ayetlerini okuduğunu ve Sultan’ın da itaatkâr bir tavırla Allah’ın emrine muhalefet etmeye-ceğini ihsas ettiğini biliyoruz. Yine “kendime bir saray yaptırıp da yanına bir mescid yaptırmazsam Allah’tan

tıkları sohbette kendisine İslâm’a ve Müslümanlara yaptığı hizmetler dolayısıyla teşekkür, Allah’ın dininin yükselmesi için gösterdiği gayretler için tebrik etmişti. Yine bu kudretli Selçuklu hükümdarına “el-Melikü’ l-Meşrik ve’ l-Mağrib” (Doğu’nun ve Batı’nın Hü-kümdarı), “Rukneddîn” (Dinin Direği) ve “Kâsimu Emîru’ l-Mü’minîn” (Müminlerin Emiri’nin Ortağı) gibi unvanlar tevcîh ederek onun siyasî otoritesini doğrudan doğruya kabul etmişti. Buna karşılık Tuğrul Bey de Halife’ye çok kıymetli hediyeler takdim etmiş, gücünün büyüsüne kapılarak gurur yapmak ya da aciz bir halifenin durumundan istifade ile onu tahfîf etmek gibi bir tavır takınmayıp “Hilâfet” makamının Allah Rasûlü’nün emaneti olduğunun bilinciyle Kâim Biemrillah’a saygıda kusur etmemiş, Halifelik kuru-munun izzetini bütün kuvveti ile teslim ve muhafaza etmişti.

Abbâsî Hilâfeti’ni yok olmaktan kurtaran ve Sünnî İslâm âleminin en kudretli siyasî gücü olarak temâyüz eden Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, bütün tehlike-leri bertaraf ve istikrarı temin ettikten sonra Halife’nin kızı ile evlenmek istedi. Sıbt İbnü’ l-Cevzî’nin naklet-tiği bir rivâyete göre, bu fikri Sultan’ın aklına getiren kişi, 1059 yazında vefat eden vefâkâr eşi Altuncan Ha-tun idi. Son nefesini vermeden önce eşiyle vedalaşan Altuncan Hatun, ona, “dünyada olduğu gibi ahirette de şereflenmek için” Halife’nin kızı ile evlenmesini tavsiye etmişti. Bu şekilde Selçuklu hanedanı ile Pey-

reva görüldü ve tam kırk dört hafta boyunca şehirde Abbâsî hutbesi değil, Fâtımî hutbesi okundu. Şehrin sokaklarında Şiî ezanları yankılanıyor, Ehl-i Sünnet taraftarlarının mallarına el konuluyor, şehirde adeta kan gövdeyi götürüyordu. Abbâsî Halifeliği sona erdi-rilmiş, hutbelerin de kaldırılması ile hilâfet kurumu fiili olarak ilgâ edilmişti. Fakat Fâtımî destekli söz konusu teşebbüslerin elde ettiği başarılar kalıcı olmadı. Gele-ceğin büyük sultanı Alparslan’ın desteği ile İbrahim Yınal’ın kalkışmasını zorlukla da olsa bastıran Tuğrul Bey, derhal geri dönerek Bağdat’ı işgalcilerin elinden alacak, başta Arslan Besâsirî olmak üzere Fâtımîlerin hedeflerine çanak tutan herkesi en ağır bir biçimde cezalandırarak Şiî İsmâilî tehlikesini en azından siya-seten kalıcı olarak elimine edecekti.

Bağdat’ı ve Abbâsî Halifesi’ni ikinci kez Şiî sul-tasından kurtaran Sultan Tuğrul Bey, elde ettiği bu başarılar ile Müslümanlar arasında büyük bir nâm ve itibara sahip olmuştu. Halife de onun gayretlerini minnettarlıkla takdir ediyor, İslâm dünyasında sahip olduğu o fevkalade siyasî liderlik konumunu şeksiz bir biçimde kabul ediyordu. Fâtımîlerin ilk saldırı gi-rişiminden sonra Sultan Tuğrul Bey ile bir araya ge-len Halife Kâim Biemrillah, makamına hürmeten yer öpen bu alçakgönüllü Selçuklu hükümdarını şanına layık bir taht üzerinde ağırlamış, başına çok kıymetli bir tâc takarak hil’atler giydirmiş, murassâ altın kılıç kuşatarak sancaklar vermiş, tercüman vasıtasıyla yap-

Sultan Tuğrul Bey, yine kaynak-larımızın ittifakla bildirdiğine göre şefkatli, ihtiyatlı, sabırlı, bağıla-yıcı, cömert, kin ya da kibir gibi kusurlardan münezzeh ve ketum-du. Mâverdî’nin nakillerine bakı-lırsa, elçilik için yanına gittiğinde Sultan’ın ve çevresindekilerinin hallerini biraz da menfî bir şekilde kaleme alıp bir mektupla Halife’ye göndermek istemiş, gizli mektubu taşıyan ulak yakalanmış ve mek-tup âşikâr olmuş, buna rağmen Sultan’ın Mâverdî’ye olan saygı ve muhabbetinde herhangi bir deği-şiklik olmamış, büyük devlet ada-mı meselenin üzerini kapatarak olmamış gibi davranmıştı.

Bağdat’ı ve Abbâsî Halifesi’ni ikinci kez Şiî sulta-sından kurtaran Sultan Tuğ-rul Bey, elde ettiği bu başarılar ile Müslümanlar arasında bü-yük bir nâm ve itibara sahip olmuştu. Halife de onun gay-retlerini minnettarlıkla takdir ediyor, İslâm dünyasında sa-hip olduğu o fevkalade siyasî liderlik konumunu şeksiz bir biçimde kabul ediyordu.

Page 13: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

24 www.hukumdergisi.com 25www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

bireyin kendisine gerekli olup olmadı-ğına bakmaksızın herhangi bir şeyin iç yüzünü, gizli tarafını veya kusurunu araş-tırmasıdır. Peygamberimiz’de, tecessüsü men etmiş, inanan insanlara bundan uzak durmayı tavsiye etmiştir. Böylece tecessüsün zararlı ve kötü bir şey olduğu-nu haber vermiştir. Bir Hadis-i Şeriflerin-de; “Zandan kaçının. Çünkü zan, sözle-rin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin içyüzünü araştırmayın, bir-birinizin sözlerine kulak kabartmayın, birbirinizle yarışmayın, birbirinizi çeke-memezlik etmeyin, birbirinize karşı buğz etmeyin, birbirinize sırtınızı dönmeyin ve ey Allah’ın kulları kardeşler olun” (İbn Kesir, Tefsir VII, 357) buyurmuştur.

İnsanoğlu her şeyi öğrenemez, sosyal

Yüce Allah şöyle buyurmuştur; “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbi-rinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yap-mayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sa-kının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir. (Hucu-rat, 12).” Diğer bir ayette ise şöyle buy-rulmuştur; “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur (İsra, 36)”.

Dini terminolojide tecessüs adı veri-len psikolojide ise patolojik merak hissi olarak ele alınabilecek aşırı merak hissi;

Günümüzde insanoğlu yoğun bir bil-gi bombardımanına maruz kalmakta ve her an pasif alıcı bir konumda bulunarak birçok kaynak tarafından tek taraflı bir propagandaya maruz kalmaktadır. Bilme ve öğrenme sürecinde dikkate alınması gereken önemli bir nokta bilgide seçici olmaktır.

İnsanoğlu meraklı bir varlıktır ve iyi olan da budur. Çünkü meraklı olmasaydı bilimsel gelişmeler olmazdı, teknoloji ge-lişmezdi, iletişim bu kadar yaygınlaşmaz-dı. Bununla birlikte teknoloji ve diğer endüstriyel gelişmelerin aslında bir oka-dar da insanı yalnızlığa sevk ettiğini ve

HER ŞEYİ BİLMEKASLINDA HİÇBİR ŞEYİ BİLMEMEKTİRAhmet [email protected]

acizleştirdiğini gözden kaçırmamak son derece önemlidir. Günümüzde aile içi yaşantılar neredeyse yok denecek kadar azaldı, her odada bir televizyon var. Gen-cin televizyonu ayrı, annenin ayrı baba-nın ayrı. Bir de bunun üzerine her aile bi-reyinin bir cep telefonu olduğu gerçeğini eklersek durum daha da karmaşıklaşıyor. Neredeyse aile bireyleri birbirlerine hal hatır etmeden bir günü geçirmek zorun-da kalabiliyor. Bunun üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.

Kuranı Kerim’de bilgiyi elde etmenin öneminden sıklıkla söz edilmiş ve merak ve inceleme teşvik edilmiştir. Öte yandan insanın sınırlılıkları sıklıkla vurgulanmış ve sadece kendisiyle ilgili ve gerekli olan-ları öğrenmesi gerektiğine değinilmiştir.

TAM ÖMER ZAMANI

Şimdi Ömerlik zamanıdır.Allah senden razı olsun. İnsanlık var

oldukça, mü’min gençler sana hayran olup senin çıkışlarını taklit etmeye çalışa-rak Sünnet’e sahip olma heyecanı taşıdığı sürece Allah sana rahmetler yağdırsın ey Ömer!

Ey şirkin başını kesen kılıç, ey fitne dağlarının önünde duran kale kapısı adam! Bugün senin soluğun ve sesin için zaman gelmiştir. Ömer zamanıdır bu zaman. Ömerlik yapacak gençlerin za-manadır zaman; selam olsun o gençlere. Gözlerinden Ömerlik okunan delikanlı-lara, mücahide hanım kızlara selam olsun.

Ömerlik zamanının Ömerleri;Herkesin sevdiği ile haşrolacağı

güne ne kaldı şurada, hazır olun; şimdi o Ömer’i taklit ederek yarın da onunla kucaklaşmaya hazır olun. Haydi gençler, zaman Ömerlik zamanıdır. Zaman sizin zamanınızdır. Gelin siz de gitsin keder. Kalkın siz, ezilsin fitneler ve şüpheler. Al-lah o Ömer’den razı olduğu gibi sizden de razı olsun. Ve size selamlar olsun.

hamet sığınağı, kadınların çuval hamalı, zalimlerin önünde eğilmez hak dağı olan Ömer, bütün zamanlardan daha çok bu zaman için vardı adeta. Toprak ve gök onun sesine hasret kaldı. Ayağa kalkıp: ‘Bırak beni Ya Resulellah..’ diye varlığını imanı için ortaya koyan o adam; bütün zamanlar ona muhtaçtı ama şimdiki za-man ona hasrettir.

Varlığı Kur’an’a ses, Resûlullah sallal-lahu aleyhi ve sellemin mirasına destek, mazlumların sesi ve soluğu adam!

Adamlığın adamı, insanlığın örneği adam!

Hey gidi Ömer hey; bari rüyalarımıza gel, hayallerimize gir.

Fitnelerin ve şüphelerin salındığı bir zamanda sen şu heybetli sesinle bir çık-san minbere de, sesine hasret hurma kü-tükleri seni dinlese. Ne sesti senin sesin. Şehirler aşıp bir dağ eteğindeki adamlara ses gönderen adam! Seni şehirler, vadiler özlemez mi? Dağlar bile sesine aşina idi senin. Adaletinden önce adamlığın ve adanmışlığın için tam zamanıdır.

önce de gözlerimizin suyu çekildi. Varlık içinde yokluk gördük.

‘Bu ne zamanıdır ya Rabbi?’ diye haykıranlara, karanlık gecelerin sabahını özleyenlere, sahibi Allah oldukça bitmez bu âlemde umut diye iman edenlere, kitle kitle yetim düşen çocuklara, esir düşen onurlu Müslüman kadınlara, sahipsiz ve itilmiş görülen medrese talebelerine, um-reye gidip orada bile heyecanını yitirenle-re, Kur’an’ımızın huzur kaynağınız dediği eşlerinde huzurunu kaybedenlere, doğur-duğundan ötürü endişeye gömülenlere, her şeyin hercümerc olduğu zamanın kederli insanına toprağın sesi gelsin artık. Esen rüzgarlar bu sesi taşısın. Bulutlar bu sesi yağdırsın üzerimize.

Kulaklarımızda yankılansın bu mesaj:Bu zaman tam bir Ömerlik zamanıdır.‘Ben geldim, açılın meydanlara’ diyen

Ömer zamanıdır bu zaman. Tavizlerle ve tavizcilere varlığı ile meydan okuyan, rikkati ile eriyip eriten, heybeti ile ezen, yürüdüğü yollara şekil veren Ömer’in zamanıdır bu zaman. Çocukların mer-

Nureddin [email protected]

Fitneler ve şüpheler etrafımızı kuşattı. Dünya asıl, ahiret tali oldu. Eşya insan için yaratılmışken insan eşyaya esir oldu. Ge-celer gündüzleştirildi, gündüzler karartıl-dı. Büyükler küçültüldü, küçükler büyü-tüldü. Zaman daraldı, mekan küçüldü. Sabır bitti, heyecan söndü, umutlar ezildi. Fitneler ve şüpheler fırtına oldu, sel oldu sürükledi. Bedenlerden önce ruhlar yo-ruldu. Örnekler tükendi. Değerler yendi bitirildi. Erkeklikle kadınlık, gökle yerin ters yüz olmasına benzer bir alaboraya uğradı.

Dillerde bir umutsuzluk, bir bitmişlik, bir çöküş yayıldı.

Adamlık ve adanmışlık yoklar arasın-da anıldı.

Mekân ve zaman yabancılaştı bize.Fitneler ve şüpheler bizden biri oldu

ya da biz onlardan biri gibi olduk.Takvimler neyi gösterir, neye işaret

eder anlayamaz olduk; geçmiş mi karan-lıktı, gelecek mi kararıyor bilemez olduk. Toprağın pınarları kurudu. Onlardan

Şimdi Ömerlik zamanıdır.Allah senden razı olsun. İnsanlık var

oldukça, mü’min gençler sana hayran olup senin çıkışlarını taklit etmeye çalışarak Sünnet’e sahip olma heyecanı taşıdığı süre-ce Allah sana rahmetler yağdırsın ey Ömer!

Ey şirkin başına kesen kılıç, ey fitne dağlarının önünde duran kale kapısı adam! Bugün senin soluğun ve sesin için zaman gelmiştir. Ömer zamanıdır bu zaman. Ömerlik yapacak gençlerin zamanadır za-man; selam olsun o gençlere. Gözlerinden Ömerlik okunan delikanlılara, mücahide hanım kızlara selam olsun.

Page 14: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

26 www.hukumdergisi.com 27www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

daha büyük bir tehlike olan bağımlılığı içermektedir. Çocuklarımızı tablet, cep telefonu ve bilgisayar oyun-larından uzak tutmalı ve kullanmaları gerektiğinde denetimli bir biçimde ve zararlarına ilişkin farkındalık kazandırılarak kullandırılmalıyız. Çünkü teknoloji ba-ğımlılığı kısa vadede diğer tüm bağımlılıkların önüne geçecek ve bu bağımlılıkla mücadele için ciddi bütçe-ler ayırmak durumunda kalınacaktır.

Teknoloji bağımlılığının diğer bir tehlikeli yönü ise son derece sinsi ve gizli gelişmesi ve toplumda kabul görmesi ve meşru olmasıdır. Örneğin dini inancı, tu-tumları, yaşam tarzı, eğilimleri ne olursa olsun hiçbir anne-babanın çocuğunun uyuşturucu bağımlısı olma-sına göz yumacağına ihtimal vermeyiz. Kaldı ki uyuş-

turucu bağımlısı olan bireyler, fiziksel özellikler açısın-dan birçok değişiklik yaşamakta, sosyal ilişkilerinde zedelenmeler gerçekleşmekte ve bu tür bir bağımlılık zihinsel açıdan da hissedilebilmektedir. Böyle bir du-rumda hem yasal hem de sosyal ve kültürel anlamda birçok önlem alınabilmektedir.

Öte yandan madde ve uyuşturucu bağımlılığının aksine bir çocuk veya ergen hiçbir engelle karşılaş-madan anne babasının yanında uzun saatler boyunca teknoloji bağımlılığının tanı ölçütlerini sergilemesine rağmen bununla ilgili herhangi bir yönlendirme veya engelle karşılaşmayabilmektedir. Bu bağımlılık onun yaşamdan doyum almasını önlemekte ve akademik başarısını düşürmektedir.

Ayrıca teknolojik araçlarla fazla meşgul olmanın sonucunda birey, gerçek yaşamla sanal yani teknoloji dünyasındaki yaşamını karıştırma riskiyle karşı karşı-ya kalmaktadır. Belli bir süre sonra insan doğasına ve yaratılışa uygun olan yüz yüze ve sosyal iletişim ona eskisi kadar zevk vermemekte ve sonuçta yaşamını sa-nal bir şekilde sürdürmeyi tercih edebilmektedir.

Bilgisayar ve video oyunları, yüz yüze oyunların, sosyal medya ise kişiler arası ilişkilerin asla yerini tut-mamaktadır. Ancak biz yetişkinler olarak, önce kendi-miz tableti, cep telefonunu ve bilgisayarı işlevsel kul-lanalım ki bunu çocuklarımızdan istemeye hakkımız olsun.

oynamaları sağlanmalıdır. Birlikte yapılan aile içi aktiviteler, çocuğun gelişi-

minde kritik bir rol oynayabilir. Hafta içi kısa gezi ve yürüyüşler yapılmalı, yürürken mutlaka çevredeki uyaranlarla ilgili diyalog şeklinde onlarla konuşulmalı, eğer doğa yürüyüşü imkanı varsa hayvanlar, bitkilere dokunulmalı ve bunlarla ilgili onlara bilgiler verilmeli, araçla gezerken bile çevreyle ilgili konuşmalar yapıl-malıdır.

Ev yaşamında daima onları yaptığımız sohbetlere dahil etmeliyiz. Birlikte ibadet etmeliyiz. Bireyin sade-ce bedensel bir dünyası yoktur, bedensel dünyamız bi-zim iskeletimizdir, bizi asıl var eden ruhsal ve manevi dünyamızdır. Ayrıca birlikte ailecek oyunlar oynamalı, onlara bilmece-bulmaca çözmeyi, öğretmeliyiz.

Oyuncak seçerken şiddet ve saldırganlığa yönlen-diren oyuncaklar yerine, alternatif düşünme beceri-lerini geliştiren ve kesinlikle yaş ve cinsiyetlerine uy-gun ancak çok da pahalı olmayan oyuncakları tercih etmeliyiz. Zaman zaman oyuncaklarını arkadaş ve kardeşleriyle paylaşmalarını sağlamalıyız. Maddi du-rumumuz çok iyi de olsa, çok fazla oyuncak almamalı ve oyuncağın onlar için sıradanlaşmasını önlemeliyiz.

Teknolojinin Uyuşturmasına Karşı DirenmekÇevremizdeki uyarıcılar arasında teknolojiye dik-

kat etmek gerekmektedir. Nasıl televizyon çocukları-mızı pasif alıcı haline getirmekte ise teknolojik araçlar

Çevremizdeki uyarıcılar arasında teknolojiye dikkat etmek gerekmek-tedir. Nasıl televizyon çocuklarımızı pasif alıcı haline getirmekte ise tek-nolojik araçlar daha büyük bir tehlike olan bağımlılığı içermektedir. Çocuk-larımızı tablet, cep telefonu ve bilgi-sayar oyunlarından uzak tutmalı ve kullanmaları gerektiğinde denetimli bir biçimde ve zararlarına ilişkin far-kındalık kazandırılarak kullandırıl-malıyız. Çünkü teknoloji bağımlılığı kısa vadede diğer tüm bağımlılıkla-rın önüne geçecek ve bu bağımlılıkla mücadele için ciddi bütçeler ayırmak durumunda kalınacaktır.

lemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı. “İşe yararlılık filtresi.”

Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı? Adam hayır, pek değil diye cevap verdi. “İyi” diye tamamladı Sokrates. Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar değilse bana neden söyleyesin ki?

Öğrenme serüveninde çocuklarımıza kılavuzluk edelim

Bilgi doğru, iyi ve faydalı değilse öğrenmenin ve zihnimizi kirletmenin bir faydası yoktur. Bu nedenle gerek formal gerekse informal eğitim sürecinde bil-gi edinmeyle ilgili teorik ve pratik bilgiler bireylere kazandırılmalıdır. Bilginin nasıl elde edileceği, hangi kanalların kullanılacağı ve ne tür bilgilerin yaşamı ko-laylaştırma ve bireyi geliştirmeye katkı sunacağı detay-larıyla betimlenmelidir. Özellikle internetin ve sosyal medyanın bu denli yaygın kullanılması bireylerin te-

miz ve arı bilgiye ulaşmasının önündeki en büyük en-geldir. Bilgi ve teknoloji okuryazarlığının geliştirilme-si, ailelerin çocuklarına daha fazla zaman ayırması ve onlarla nitelikli vakit geçirmesi son derece önemlidir.

Öğrenme ve gelişimde çocuğun çevresinde olup bitenlerin tamamı onun için bir uyarıcı görevi görmek-te ve model içeriği taşımaktadır. Bu nedenle uygun bir çevre ve aile ortamı çocuk için son derece önemlidir. Öğrenmenin en önemli bölümü çocuklukta gerçek-leşmektedir. Sosyal yaşantısı zengin uyaranlarla dolu olan birey ile diğerleri arasında gelişim ve başarı açı-sından çok fazla fark ortaya çıkmaktadır. İnsanın et-rafında ne kadar fazla onu uyaran uyarıcı varsa beyin gelişimi o kadar daha sağlıklı olur ve buna bağlı olarak entelektüel becerileri daha işlevsel hale gelir.

Görme, işitme, dokunma, tatma ve koklama gibi duyuların yoksunluğu ya da sınırlılığı kişinin zihinsel, sosyal ve duygusal özelliklerinin gelişimine zarar ver-mektedir. Duyusal uyaranların fazla olması ise gelişimi olumlu etkilemektedir. Ancak uyaranların sayısı kadar işlevsel ve sağlıklı olmaları da son derece önemlidir.

Bu yönüyle çocukların alıcı konumda olduğuna dikkat etmek, onlara sağlıklı ve gelişimlerine katkıda bulunacak uyaranlar sunmak gereklidir. Örneğin ço-cukların daha az televizyon izlemesi sağlanmalıdır; çünkü çocuk televizyon karşısında pasif alıcıdır. Te-levizyon ve çizgi filmlerde son derece seçici olunma-lı, onların keşif becerilerinin gelişmesini sağlayacak ve sosyal yaşamda nasıl davranacaklarını örnekleyen programlar açık tutulmalıdır. Daha fazla kitap okuma-ları, bir şekilde akranlarıyla en azından evde oyunlar

ve psikolojik anlamda sağlıklı olabilmesi için kendisini kontrol etmeli, dürtülerinin önüne geçmeli ve gelişi-mine katkıda sunacak bilgileri öğrenmeye çalışmalı-dır. Nitekim ne kadar çabalasak da bilgi arşivimiz belli bir noktadan öteye geçememektedir. Bununla ilgili bir Ayeti Kerime’de şöyle buyrulmuştur; “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru yağdırır, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıy-la bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır. (Lokman, 34)”.

Her şeyi öğrenmeye çalışmak bireyin gelişimine bir katkı sunmayacağı gibi belli bir düzeyden sonra kendisine zarar verici bir konuma gelebilir. Hatta ileri durumlarda başkalarının yaşadığı olumsuzluklara kar-şı duyarsızlaşma ve sağduyunun yitirilmesi gibi kişilik zaaflarına yol açabilir.

İnsanların kendilerini aşan konularda fazla kafa yormamaları, gereksiz soruların cevaplarını aramakla yaşamlarını geçirmemeleri ve beyinlerini boş bilgiler-le doldurmamaları ruh sağlığı açısından son derece önemlidir. Bu nedenle mezar taşlarını veya araçların plakalarını okumak doğru bir eylem olarak görül-memektedir. Bunun nedeni beynin yaşamda kalma-ya yardımcı olacak, işlevsel ve bireyi bir üst aşamaya çıkarmaya katkı sağlayan bilgileri alma, depolama ve organize ederek kullanmaya daha eğilimli olmasıdır. Günümüzdeki bilgi kirliliğinin bu kadar yoğun olması işimizi biraz daha zorlaştırmaktadır. Teknoloji ve sa-nayinin getirdiği karmaşa ve stresi de buna eklersek bilgi ve öğrenmede seçici davranmamız gerektiğinin ne kadar zaruri olduğu daha net ortaya çıkmaktadır. Sokratesin ölçütleri bu noktada faydalı olabilir.

Sokrates Eski Yunanda, bilgiyi saklaması sebebiyle saygıdeğer bir ün yapmıştı. Bir gün Sokrates bir tanı-dığına rastladı ve adam ona dedi ki; Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun? Bir dakika bekle” diye cevap verdi Sokrates. Sonra şöyle devam etti; Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna “Üçlü Filtre Testi” deniyor.

Üçlü Filtre mi?“Evet’’ diye devam etti Sokrates. Benimle arkada-

şım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabi-lir. Üçlü filtre testi dememin sebebini birazdan anlaya-caksın.

Şimdi birinci filtre, “Gerçek Filtresi.” Bana birazdan arkadaşım hakkında söyleyeceğin şeyin tam anlamıy-la gerçek olduğundan emin misin? Hayır, dedi adam. Aslında bunu sadece duydum ve... “Tamam, dedi Sok-rates. Öyleyse, sen bu söyleyeceğin şeylerin gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun.”

Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, “İyilik Filtresi.” Ar-kadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi? Hayır, tam tersi... Öyleyse, diye devam etti Sokrates, O’nun hakkında bana kötü bir şey söy-

Bilgi doğru, iyi ve faydalı değilse öğrenmenin ve zihnimizi kirletmenin bir faydası yoktur. Bu nedenle gerek formal gerekse informal eğitim sü-recinde bilgi edinmeyle ilgili teorik ve pratik bilgiler bireylere kazandırıl-malıdır. Bilginin nasıl elde edileceği, hangi kanalların kullanılacağı ve ne tür bilgilerin yaşamı kolaylaştırma ve bireyi geliştirmeye katkı sunacağı detaylarıyla betimlenmelidir. Özel-likle internetin ve sosyal medyanın bu denli yaygın kullanılması bireyle-rin temiz ve arı bilgiye ulaşmasının önündeki en büyük engeldir. Bilgi ve teknoloji okuryazarlığının geliştiril-mesi, ailelerin çocuklarına daha faz-la zaman ayırması ve onlarla nitelikli vakit geçirmesi son derece önemlidir.

Page 15: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

28 www.hukumdergisi.com 29www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

ması Abbasilerin zoruna gider; bu çerçevede onlar için de “Mehdi hadisleri” uydurulur.4 Ahmed Serdaroğlu da Diyanet mecmuasında neşredilen “Mehdi Hakkın-da” başlıklı yazısında, Kur’an-ı Kerim’in Mehdi’den bahsetmemesini, Buharî ve Müslîm’de mevzu ile ala-kalı sarîh bir rivayetin yer almamasını, Mehdi anlayı-şının İslam’da olmadığına gerekçe yapar.5. Mehdîlik anlayışının Müslümanları İslamiyet için çalışmaktan mahrum bırakacağını da iddia eden bu taife6, rivayet-lerin akla aykırı olduğunu da savunur. İsnâaşeriyye Şiâsı’yla, Ehl-i Sünnet’in Mehdi anlayışının özde bir-birinden farklı olmadığını düşünenler de, bu inancın Ehl-i Sünnet’e Şia’dan intikal ettiğinin kuvvetle muh-temel olduğunu söylemektedir.7

Lügatta MehdîAllah Teâla tarafından hidayete erdirilmiş kişi

manasına gelen Mehdî’nin, “Hâdî” şeklindeki İsm-i Fâil kalıbının anlamı ise “yol gösteren kişi” demektir. Kur’an-ı Kerîm’de aynı kökten gelen pek çok kelime geçmesine rağmen “Mehdî” zikredilmez. Lakin Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, Hz. Ali’yi “Hadî/Hidayete vesile olan ve Mehdî/Hidayete erdirilen”8 sıfatlarıyla zikreder; Hz. Muaviye için de, “Ya Rabbi! Onu doğru yola ulaştı-ran/Hadi ve ulaşanlardan/Mehdî kıl. Onunla insan-ları doğru yola ilet!”9 buyurmuştur. Istılahi manada, Mehdîlikle alakalı pek çok rivayet vardır.

30 Sahabînin Rivayetiyle MehdîOryantalistlerin ve onlardan etkilenen yazarların

başka dinlerden ya da Şia’dan Ehl-i Sünnet’e geçtiği-ni iddia ettikleri Mehdî’nin zuhûru noktasında ule-manın icması vardır. Buna göre âhir zamanda Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم Ehl-i Beytinden Muhammed b. Abdil-lah adında biri çıkacak, Müslümanlar ona tabi olacak,

o da İslâm’ı ve Müslümanları zafere taşıyacak, küfrün belini kıracak, adaleti hakim kılacak.

Mevzuyla alakalı hadisler manevi tevatür dere-cesindedir. Suyutî bunların 40’tan fazla olduğunu söylemektedir.10 Allah Rasûlü’nden صلى الله عليه وسلم Mehdi’nin zuhûruyla alakalı hadîs rivayet eden sahabe sayısı ise 30’dan fazladır. Bunlar arasında Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib, Talha b. Übeydullah, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes‘ud gibi sahabi-ler de yer almaktadır. Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mace, en-Nesâî, Ahmed b. Hanbel, İbn Hibbân, Hâkim, Taberânî gibi büyük hadis imamları da bu rivayetleri eserlerine almışlardır.

Malum hadislerin bir kısmı sahîh, bir kısmı hasen, bir kısmı da zayıftır. Tarihi’nde, Mehdi ile alakalı riva-yetlerin tamamının zayıf olduğunu söyleyen İbn Hal-dun yanılmış ve cumhura muhalefet etmiştir.11

Otuz küsur sahabenin Allah Rasûlü’nden صلى الله عليه وسلم ri-vayet ettiği hadisleri mecmularına alan büyük hadis imamları ve onlardan hareketle Mehdî’nin zuhûrunu söyleyen ulemanın karşısında yer alanlar bu sistemi çü-rütecek delil ortaya koyamamış, makalelerinde -daha çok- zayıf hadislerin tahrîcini yaparak, sanki mevzuyla alakalı hadisler bu kadarmış gibi bir algı oluşturmuş böylece Mehdî hakikatini inkâr etmişlerdir.

Mehdî’nin ÖzellikleriAllah Rasûlü صلى الله عليه وسلم Mehdî’nin hakikisini, sahtesin-

den ayırt edecek ölçüleri şu şekilde tayin etmiştir: “Dünyada sadece bir gün kalsa, -Zaide, hadisin-

de şöyle dedi: Allah o günü uzatır da- (Sonra bü-tün raviler ittifak ettiler.) o günde benden veya Ehl-i Beyt’imden, adı adıma, babasının adı da babamın adına uyan birini gönderir.”12; “Yeryüzü zulüm ve düş-

manlıkla dolmadan kıyamet kopmaz. Sonra benim ailemden biri çıkar, yeryüzünü zulüm ve düşmanlık-la dolduğu gibi adaletle ve hakkaniyetle doldurur.”13; “Dünyanın ömründen sadece bir gün kalsa Allah Azze ve Celle benim Ehl-i Beyt’imden bir adam göndere-cek, o da dünyayı daha önce zulümle olduğu gibi, ada-letle dolduracaktır.”14; “Mehdî benim neslimdendir. O açık alınlı ve burnunun ortası kemerli olacaktır. Yer-yüzünü zulümle dolduğu gibi, adaletle dolduracak ve yedi yıl hüküm sürecektir.”15; “Mehdî benim ailemden, Fatıma’nın neslinden olacaktır.”16

Ulemanın GörüşüSüfyan-ı Sevrî, Berbehârî, Ahmed el-Bustî, Ebû

Süleyman el-Hattabî, Beyhakî, Ebû Bekir b ‘Arabî, Kadı Iyaz, Suheylî, İbnu’ l-Cevzî, Kurtubî, Kastallanî, Zehebî, Şâtibî, Sehâvî, Suyûtî, İbn Hacer Heytemî başta olmak üzere ulemanın cumhuru da bu hadislerle istidlal etmiş ve Mehdî’nin zuhûr edeceğini söylemiş-lerdir.17

İbn Hacer, Beyhakî’den, Mehdî’nin zuhûruyla alakalı hadislerin isnad cihetiyle son derece sahih ol-duklarını,18 Berbeharî de Şerhu’s-Sünne’sinde, Hz. İsa’nın inip Deccâl’ı öldüreceği, evleneceği ve Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم ailesinden birinin arkasında namaz kılacağını zikreder.19

Mehdî Neden Kur’an-ı Kerim’de Yok?Kur’an mücmel olarak nazil oldu, Allah Rasûlü de

onu beyan etti. Allah Azze ve Celle müminlere صلى الله عليه وسلمhem Kur’an’a, hem de Sünnet’e ittiba etmeyi emretti. Haramların bir kısmı ayetle bir kısmı da hadisle sabit oldu. Bunlardan birine, “vahy-i metluv” diğerine ise “vahy-i gayr-i metluv” dendi. Zira kıblenin Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a dönme sürecinde Allah

“Tarihte pek çok hareket Mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkıp masum insanların kanının he-der edilmesine vesile olmuştur. Bu yüzden inkârı, ikrarından ev-ladır.” denirse; bu durumda biri de kalkıp “Yalancı Peygamber iddiasıyla ortaya çıkıp büyük fitnelere sebep olan insanlar var, bu yüzden Peygamberlik müessesini toptan inkâr ede-lim.” diyebilir. Bu mantık gün gelir, “tarih yazan” İslam’ı, “tarih” yapar. Ümmet’i bu fitne-lerden kurtarmanın yolu, Allah Rasûlü’nün zuhûr edeceğini haber verdiği Mehdî’yi inkâr ederek değil, İslâm’ı bütün şu-beleriyle hayata tatbik etmekle mümkündür.

Birine İstismar, Diğerine Taassub HakimHalimiz ekranlarda… Hiçbir mevzuda mahremi-

yet kalmadı, havas ne düşünüp konuşuyorsa, avam da aynı şeyler üzerine kafa yoruyor. Bir farkla ki; havasta istismar, avamda ise koyu bir taassub var.

Her sıcak gündemle, dinden bildiği bir “hakikat”i kaybeden ya da ondan şüphe duyan Müslümanların götürülmek istendiği nihaî nokta ise, onları dinleri-nin bozulduğuna, asırladır İslam diye “uydurulan bir dine” göre yaşadıklarına ve Allah’ın emri olarak kabul ettikleri daha pek çok meselenin de “hurafe” olduğu-na inandırmak. İşte asıl tufan burada kopacak. Çünkü Müslümanlar her krizde kendilerine çıkış yolu gös-teren İslam’a iltifat etmeyecek, bilakis hiçbir şeyden olmadığı kadar ondan şüphe duyacak; İslamsızlıkta çözüm arayacaklar.

Daha Neler ve Neler!Birileri, müseccel hainler üzerinden Mehdîlik tar-

tışmalarını sürekli gündemde tutarak, konuyu Müslü-manların İslam’dan kopuşuna vasıta yapma peşinde. Onun üzerinden daha derinlere inecekler. Yüz ifade-leri şunu anlatıyor; “Ey Millet! Siz ne gördünüz. Daha neler var, neler. Size din diye hurafe anlatmışlar.”.

Ahmed EmînMehdîlikle alakalı Türkçe yazılan makalelerin ka-

hir ekseriyetinde Duha’ l-İslam sahibi Ahmed Emîn’in etkisi var. Manzarayı görünce, “Biri yanlış bir yol be-lirleyince ardından ne çok insan gidermiş.” demekten kendinizi alamıyorsunuz.

Aşağıdaki satırlar, son bir asırda Ahmed Emîn çizgisinde Mehdîlik üzerine yazanların ana fik-rini oluşturur: Mehdî, sosyo-kültürel bağlamda uydurulan, “Renkli ve canlı süsleriyle birtakım maceraların, dünyevî ve siyasî emel sahiplerinin ve çaresiz kitlelerin alaka merkezi olan”1 bir teselli vasıtasıdır.

Goldziher Etkisi ve Mehdi İnkârıİslam coğrafyasının siyasi işgale paralel olarak ya-

şadığı zihnî ihtilal sürecinde en çok tartışılan mevzu-lardan biri olan Mehdilik mevzuuna Oryantalistler

yakın alaka göstermişlerdir. Bu konuda safi zihinleri kendi emelleri doğrultusunda yönlendirici çalışmalar da yapmışlardır. Müslüman düşünürlere tesiri itibariy-le İslam modernizminin kurucu şahsiyetleri arasında kabul edebileceğimiz isimlerden olan Goldziher’e göre Mehdi anlayışı Yahudilik, Hristiyanlık ve Mani-heizm gibi dinlere ait bir inanç olup, Ka’b’ul-Ahbar ile Vehb b. Münebbih tarafından Hz. Peygamber’e atfedi-

len rivayetler yoluyla Müslümanlar arasında yayılmış-tır.2

Sahte mehdilerin müfsid faaliyetlerini ön plana çıkaran Müslüman yazarlar da, oryantalistlerin Meh-diliğin isnat merkeziyle alakalı Mazdeizm, Mecusilik, Yahudi ve Hristiyanlık gibi tespitlerini onaylamakta-dır.3 Ahmed Emîn’e göre Şia’nın “Beklenen Mehdîsi”, Emevilerin “Süfyânî” lakabını taşıyan kurtarıcısının ol-

GÜLENİZMİN SAHTELİĞİ, MEHDİLİĞİN İNKARINA

GEREKÇE OLABİLİR Mİ?!İhsan Ş[email protected]

İSLAM ULEMASININ TEKFİR ETTİĞİ, İNGİLİZ YAPIMI BİR MEHDİ: MİRZA GULAM AHMET (V.1908)

FETULLAH GÜLEN

Page 16: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

30 www.hukumdergisi.com 31www.hukumdergisi.com

YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016 YIL : 4 SAYI : 46 EKİM 2016

lan da Mehdî’nin geleceğine inanıyordu. 87 yıl işgal altında kalan Kudüs’ün fethi için Salahaddîn Eyyubî de oturup Mehdî beklemedi. Sultan Fatih ve Yavuz da Mehdî’ye inanmıştı fakat İslam âlemi onların zama-nında en muhteşem dönemlerini yaşadı.

Yahudi ve Hristiyan Kaynaklarında MehdîOryantalizm; Ehl-i Sünnet’in ilzam edip arşive kal-

dırdığı mezhepleri ya da onların görüşlerini yeniden gün yüzüne çıkarma ya da tasavvuf, Nuzûl-u İsa, Meh-dilik gibi pek çok mevzuyu başka inanç ya da düşünce sistemlerine isnat etme noktasında nisbî başarılar elde etmiş ve pek çok zihni karıştırmıştır. Onlardan biri de Mehdilikle alakalı rivayetlerin Ka’bu’l-Ahbâr vasıta-sıyla İsrailiyyât’a dayandığı iddiasıdır. Ne var ki, Mehdi ile alakalı rivayetlerin hiçbirinde Ka’bu’l-Ahbâr yoktur. Ona isnad edilen rivayetlerin hiçbirinin senedi de ona ulaşmamaktadır. Vehb b. Münebbih tarikiyle ise tek bir hadis rivayet edilmektedir.37 Vehb b. Münebbih her ne kadar Tevrat ve önceki kitaplar hakkında derin bilgiye sahip olsa da “sika/güvenilir” bir râvi kabul edilmiştir.38

vasıtasıyla bizzat Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم, Şia kitaplarında-ki nakiller ise Şiilerin masum olduklarına inandıkları on iki imama dayanır. Onlar da rivayetleri raviler ol-maksızın doğrudan Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم isnat ederler.

Hakk’ın ŞahitleriMehdilik mevzuunda Şia bir vadide, Ehl-i Sünnet

başka bir vadidedir. Biri hakkın şahidi, diğeri ise uydur-ma rivayetlerin müdafiidir. Başka dinlerde ya da Şia’da mehdilik var diye, Mehdî’nin zuhûrunu inkâr etmek, “batıl” var diye “hak”kı reddetmek ya da yalancı pey-gamberlerin faaliyetleri var diye Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم risaletini inkâr etmek gibidir. Aynı mantık örgüsünün umûma teşmil edilmesi durumunda ortada ne din ne diyanet kalır. Zira Şia’nın hurafelerini gerekçe gösterip, mütevatir hadislerle sabit olan bir hakikati yok say-mak, Allah Teâla’nın sıfatlarını anlama noktasında in-sanların bir kısmı ifrat ve tefrite gidip teşbîh ve tecsîmi savundu, dolayısıyla Allah’ın yanlış anlamalara sebep olan sıfatları da inkâr edilmeli gibi müminlerin akide-lerini sarsacak tehlikeli sonuçlara kapı açar.

Sahabeye söven, takiyyeyi dinin esası kabul eden, Hz. Ali dışındaki bütün Raşid halifeleri reddeden mu-harref bir anlayışı esas alıp, “onda da Mehdilik var, Ehl-i Sünnet’te de”, diyerek bir reddedişe ulaşmak, İslam’ın farklı inanç sistemleriyle benzeştiği bütün noktaları iptale kadar gider.

Akıl Tutulmaları ve Fâsit Örgüler Mehdî’nin zuhûrunu akla aykırı bulanlar da, Şia

kaynaklı olduğunu iddia edenler gibi aynı mantık ör-güsünden hareketle hüküm verdiklerinden hata edi-yorlar. Mehdiliğe Şia nazarından bakınca hem Şeriat’a hem de akla aykırı pek çok mevzunun olduğu doğru-dur. Lakin Ehl-i Sünnet’e göre ise Mehdi, adil her dev-let adamın yaptığını yapacak, zulme son verip adaleti hakim kılacak. Bu, bütün nebilerin ve onların yolunda yürüyenlerin vazifesidir. Bunun neresi akla ve Şeriat’a aykırıdır?

“Tarihte pek çok hareket Mehdîlik iddiasıyla orta-ya çıkıp masum insanların kanının heder edilmesine vesile olmuştur. Bu yüzden inkârı, ikrarından evladır.” denirse; bu durumda biri de kalkıp “Yalancı Peygam-ber iddiasıyla ortaya çıkıp büyük fitnelere sebep olan insanlar var, bu yüzden Peygamberlik müessesini top-tan inkâr edelim.” diyebilir. Bu mantık gün gelir, “tarih yazan” İslam’ı, “tarih” yapar. Ümmet’i bu fitnelerden kurtarmanın yolu, Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم zuhûr edece-ğini haber verdiği Mehdî’yi inkâr ederek değil, İslâm’ı bütün şubeleriyle hayata tatbik etmekle mümkündür.

Fatih de Mehdî’ye İnanıyordu Mehdi anlayışının, Müslümanların bütün işleri-

ni O’na havale edip kenara çekilmelerine yol açacağı iddiası da, tarihi gerçeklerle çelişmektedir. Zira İslâm tarihindeki bütün Büyük Devlet adamları, Mehdi’nin zuhûr edeceğine inanıyordu; fakat hiçbiri cihad mey-danlarını, “Mehdî’yi bekleyelim!” diyerek terk etmedi. Bağdat’ı Büveyhoğullarından kurtaran Tuğrul Bey de, Romen Diogenes’i Malazgirt’te durduran Alpars-

ya da Şia’ya değil, bizzat Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم dayan-maktadır. 30’dan fazla sahabi tarafından nakledilmiş ve manen tevatür derecesine ulaşmışlardır.

Mehdi’nin zuhûrunun Kur’an’da sarâhaten zik-redilmemesi inkârına delil olmaz. Çünkü Kur’an-ı Kerîm39 Allah Rasûlü’nden صلى الله عليه وسلم gelen her şeyi almayı ve ona itaat etmeyi emretmektedir. Mehdilikle alaka-lı rivayetler de Kur’an’ın kendisine ittibayı emrettiği Peygamber-i Ekber’e صلى الله عليه وسلم dayanmaktadır.

Ehl-i Sünnet’in Mehdî anlayışıyla, Şia’nın Masum Mehdi tasavvuru arasında ise geceyle gündüz kadar fark vardır. Birinde rivayetler Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم, Şia’da ise Masum imamlara dayanır.

1 E. Ruhi Fığlalı, “Mesih ve Mehdi İnancı Üzerine”, A.Ü.İ.F.D., XXV, 214.2 Goldziher, el-Akîde ve’ş-Şerîa’ fi’l-İslam, Kahire, 1946, 193-5.3 Cemil Hakyemez, Mehdî Düşüncesinin İtikadileşmesi Üzerine, G.Ü.İ.F.D., 2004/1, III, sy: 5, s. 130.4 Bkz. Duha’l-İslam, III, 173.5 Ahmet Serdaroğlu, “Mehdî Hakkında”, Mayıs-Haziran, 1968, sy. 72-3, s. 127.6 Serdaroğlu, a.g.mkl., s. 18.7 DİA, Mehdî, XXVIII, 373. 8 Ahmed, Müsned, H. No: 817.9 Tirmizî, H. No: 3842.10 Suyûtî, el-Hâvî, II, 213.11 Azim Âbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, XI, 282.12 Ebû Davûd: H. No: 4276.13 Ahmed, Müsned, H. No: 11331, Şuayb Arnavut bu hadisin isnadının Buharî ve Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemektedir.14 İbn Mâce, Fiten 34, 15 Ebû Dâvud, H. No: 4279. 16 Tirmizî, H. No: 2230.17 Muhammed İsmaîl el-Mukaddem, el-Mehdî, s. 67-71.18 İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, IX, 126.19 Şerhu’s-Sünne, 73; Muhammed İsmail, a.g.e., 81.20 Bakara: 144.21 Bakara: 144.22 Haşr: 5.23 A’râf: 157.24 Âl-i İmrân: 132.25 Nisâ: 80.26 Nisâ: 59.27 Haşr: 7.28 Bakara: 114.29 Taberî, Camiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’an, I, 548.30 İbn Hacer, Hedyu’s-Sârî, Mukaddimet-u Fethi’l-Bârî, s. 512.31 İbn Mâce, H. No: 4039, Hadisin isnadında aşırı derecede zayıflık vardır. Zehebî münker olduğunu söyler, Mîzanu’l-İ’tidal, III, 535.32 Hâkim, el-Müstedrek, s. 488.33 Kurtubî, et-Tezkire fî Ahvali’l-Mevtâ, 723.34 Necmuddîn el-Askerî, el-Mehdî, I, 14-34.35 Muhammed, a.g.e., s. 179.36 Humeynî, el-Hukûmetu’l-İslamiyye, s. 52.37 Abdulazîm el-Bestevî, el-Mehdiyyu’l-Muntezar, 379-80.38 İbn Hacer, Takrîbu’t-Tezhîb, 1045.39 Haşr: 7.

Rasûlü صلى الله عليه وسلم çok arzu etmesine rağmen20 “Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir!”21 ayeti gelene kadar Beytullah’a yönelmedi. Eğer Mescid-i Aksa’ya doğru kılma noktasında bir vahiy olmasaydı, Allah Rasûlü beklemeyecek, dönecekti. Kur’an-ı Kerîm’de صلى الله عليه وسلمMescid-i Aksa’ya doğru namaz kılmakla alakalı bir emir olmadığına göre eski kıble “vahy-i gayrı metluv” ile sabittir. Yine Benû Nadîr kabilesi kuşatılınca askeri önlem gereği ağaçlar kesilince Yahudi ve münafıkların menfi propagandası üzerine Allah Teâla ağaçların ken-di izniyle kesildiğini haber vermiştir.22 Lakin Kur’an’da böyle bir izne delalet eden bir ayet yoktur. Bu durum da göstermektedir ki Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم vahy-i metlüv dışında ayrı bir kanaldan da Rabbinden vahiy almak-taydı. Kur’an-ı Kerîm Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم helal ve haram kılma yetkisinin de olduğunu bildirdi.23

Allah Rasûlü’ne صلى الله عليه وسلم itaati emreden24, ona itaat et-menin Allah’a itaat etmek olduğunu bildiren25, ihtilaf anında Allah’a/Kur’an’a ve Rasulullah’a/Sünnet’e mü-racat yolunu gösteren26 ayetler “Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan da uzak durun.”27 bağlamında değerlendirildiğinde Mehdi’nin de dolaylı yoldan Kur’an’da yer aldığı anla-şılmaktadır. Zira Kur’an-ı Kerim Peygamber-i Ekber’in sözlerine itaat etmeyi emretmektedir. Mehdî’nin صلى الله عليه وسلمzuhûru da Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم bu bağlamda zikret-tiği hakikatlerdendir. Buna göre Allah Rasûlü’nden ,sahih olarak rivayet edilen her hadisi tasdik etmek صلى الله عليه وسلمKur’an-ı Kerîm’e ittiba gibidir. Mehdî’nin zuhûruyla alakalı sahîh hadisler de Kur’an’ın kendisine ittibayı emrettiği Peygamber-i Ekber’den صلى الله عليه وسلم varit olmuştur.

Taberî, Mescidlerde Allah’ın adını anmaya mani olan ve onların harab olması için çalışanların akıbetle-rini bildiren, “Onlar için dünyada rezillik, Ahiret’te de büyük bir azab vardır.”28 ayetini tefsir ederken, dünya-daki rezilliği Mehdî’nin zuhurû olarak te’vîl etmiştir.29

Niçin Buharî, Mehdî’den Bahsetmez?Mehdî’nin zuhûrunu inkâr edenlerin istinat nokta-

larından biri de, Buharî’de mevzuyla alakalı bir rivaye-tin olmamasıdır.

Buharî’yi itibarsızlaştırmak için yoğun bir faaliyet içinde olanların bu çıkışının pek manidar olduğunu bir tarafa bırakarak şunu söyleyelim: Bununla oluştu-rulmak istenen algı şudur: en sahîh iki hadis mecmu-ası Buharî ve Müslüm’in müellifleri Mehdî hadislerini eserlerine almadıklarına göre hadisler uydurmadır. Şu bilinmelidir ki, Buharî, ezberinde 300 bin hadis oldu-ğunu; bunlardan 100 binin sahih, 200 binin de sahih olmadığını söyler. 30 Buharî’de ise tekrarlarla birlikte 7275 hadis vardır. Görüldüğü gibi Buharî sahih hadis-lerin rakamını 100 bin olarak verirken kitabına aldığı hadis sayısı oldukça azdır.

Buharî ve Müslim mühim pek çok meselede hadis rivayet etmemesine rağmen ulema, diğer hadis mec-mualarındaki rivayetler sahîh ise onlarla fetva vermiş ve de amel etmiştir. On sahabinin Cennetlik olduğu-nu bildiren hadisler Buharî ve Müslim’in dışındaki

eserlerde yer almasına rağmen Ümmet onlarla amel etmiş, akaid kitaplarında Aşer-i Mübeşşere zikredil-miştir.

Öncelikle bilinmelidir ki Mehdî mevzuu, Buhârî’de mücmel, diğer hadis mecmualarında ise mufassal olarak vardır. Nitekim Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği hadisi şerifte Allah Rasûlü صلى الله عليه وسلم, “Meryem oğlu İsa aranıza indiğinde ve imamınız da sizden oldu-ğu halde haliniz nasıl olur?” buyurmaktadır.

İbn Mâce Hadisiİbn Mâce’nin rivayet ettiği, “Meryem oğlu İsa’dan

başka Mehdî yoktur.”31 hadisi de Mehdî’nin zuhûruyla alakalı rivayetlerle teâruz etmez. Her şeyden önce teâruz aynı seviyedeki rivayetler arasında olur. Bir ta-rafta Mehdi’nin zuhûruyla alakalı mütevatir hadisler, diğer tarafta ise İbn Mace’nin Kütüb-ü Sitte müellif-leri arasında rivayetinde tek kaldığı hadis. Hâkim de Müstedrek’te söz konusu rivayeti naklettikten sonra, “Bu Hadisi Müstedrek’te, onunla istidlal etmek için değil, hayretimi bildirmek için zikrettim.”32 der. Muhal

farz... Bu hadis sahîh kabul edilse, bu durumda mana kemale hamledilir. “Fatihasız namaz olmaz.” ya da “Mescide komşu olanın namazı ancak mescitte olur.” hadisleri, “Namaz Fatihasız kâmil olmaz.” ya da “mes-cide komşu olanın namazı ancak mescitte kâmil olur” diye anlaşıldığı gibi, “Kamil anlamda Mehdi” 33 deyin-ce de akla İsa b. Meryem gelir, diyor.

Şia ve Ehl-i Sünnet’te MehdîEhl-i Sünnet ve Şia kaynaklarında geçen Mehdîlik

sadece “Mehdî” adını kullanmada müştereklik arz eder. Nitekim İsnâaşeriyye Şia’sına ait kaynaklarda yer alan 200’ün üzerindeki rivayette Mehdî’nin on ikinci İmam Muhammed b. Hasen olduğu iddia edilir. Ona Mehdî el-Muntazar da denir.34

Şia’nın Mehdi’si olan on ikinci imam Muhammed b. Hasen, babasının vefatından sonra insanlardan giz-lendi ve bir daha onlara hiç görünmedi(!). Şia’ya göre, Deccal’in ortaya çıkmasından sonra Mekke’de zuhûr edip iktidarı ele geçirecek, zalimleri cezalandırıp ada-leti hakim kılacaktır. Diğer imamlar gibi on ikinci imam da masumdur. Şiiler imamların doğumlarından ölümlerine kadar hata, yanılgı ve unutmadan masum olduklarına inanırlar.35 Nitekim Humeynî de mevzuy-la alakalı şunları söylemektedir: “İmamlarımızın ne mukarreb meleklerin, ne de nebilerin ulaşamayacağı bir makama sahip olduklarına inanmak, mezhebimi-zin inanç esaslarındandır.”36

Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre ise Mehdî, Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم soyundan, Fâtıma’nın neslinden gele-cek, Onunla her şeyde bereket olacaktır. İsa b. Meryem arkasında namaz kılacak; Deccal’a karşı çıkacak; lakin onu Hz. İsa öldürecektir. Alnı açık, burnu kemerli ola-cak. Yeryüzünü adaletle dolduracak. Adı Muhammed b. Abdullah olacak.

Hadis mecmualarındaki Mehdî rivayetleri raviler

SonuçHala etkisi devam eden bu büyük istismar hadisesi

karşısında ilim sahiplerinin yapması gereken, hakikati batıla kurban etmek değil, hakikat müdafaası yapmak ve istismar kapılarını kapatmaktır. Tarihte insanları ilimle ifsad eden, tahrikle karşı karşıya getiren hare-ketlerin varlığı, ulemayı nasıl zan altında bırakmaz ve medreselerin kapatılmasını gerektirmezse aynı şekilde sahte mehdilerle oluşturulan ifsad dalgası da, Mehdi-lik inkârına vasıta yapılamaz.

Mehdîlikle alakalı rivayetler Tevrat’a, Mecusiliğe

Mehdilik mevzuunda Şia bir vadi-de, Ehl-i Sünnet başka bir vadidedir. Biri hakkın şahidi, diğeri ise uydurma rivayetlerin müdafiidir. Başka din-lerde ya da Şia’da mehdilik var diye, Mehdî’nin zuhûrunu inkâr etmek, “batıl” var diye “hak”kı reddetmek ya da yalancı peygamberlerin faaliyetle-ri var diye Allah Rasûlü’nün صلى الله عليه وسلم risale-tini inkâr etmek gibidir. Aynı mantık örgüsünün umûma teşmil edilmesi durumunda ortada ne din ne diyanet kalır. Zira Şia’nın hurafelerini gerekçe gösterip, mütevatir hadislerle sabit olan bir hakikati yok saymak, Allah Teâla’nın sıfatlarını anlama noktasın-da insanların bir kısmı ifrat ve tefrite gidip teşbîh ve tecsîmi savundu, dolayısıyla Allah’ın yanlış anlamalara sebep olan sıfatları da inkâr edilmeli gibi müminlerin akidelerini sarsacak tehlikeli sonuçlara kapı açar.

Hala etkisi devam eden bu bü-yük istismar hadisesi karşısında ilim sahiplerinin yapması gere-ken, hakikati batıla kurban etmek değil, hakikat müdafaası yapmak ve istismar kapılarını kapatmak-tır. Tarihte insanları ilimle ifsad eden, tahrikle karşı karşıya geti-ren hareketlerin varlığı, ulema-yı nasıl zan altında bırakmaz ve medreselerin kapatılmasını ge-rektirmezse aynı şekilde sahte mehdilerle oluşturulan ifsad dal-gası da, Mehdilik inkârına vasıta yapılamaz.

Dipnotlar:

Page 17: CUMHURİYET DEVRİ DİN FELSEFESİ

YIL : 4 SAYI : 46 ZİLHİCCE(1437)-MUHARREM 1438 2 TL

DEVAMI 28’de

Günün gecesi var diye gündüzüne karşı çıkmak, yaşı da kuru-nun yanında yakmaktır. Ne var ki, tarihi süreç içerisinde geceye bakarak gündüze kara çalınmış, kurunun yanında yaş da yan-mıştır. Bu günlerde, tam da bu süreci yaşıyoruz. Yanlışlar doğru-ya “emsal” olmuş, yüz yıldır hocaya, hacıya, tekkeye, medreseye saldırmayı varoluşunun gereği görenler, “cemaat” adını kulla-nan bir fitne yapılanmasından hareketle bütün cemaatlere sal-dırıyor.

“FETÖ bir cemaatti, yarın diğer cemaatler de aynı kalkışmayı

yapabilir.” diyen süreç mühendislerinin nihaî amacı ise, “X yapısı Müslümandı, bütün Müslümanlardan da benzer hamleler bek-lenir.” diyerek durumu kendileri adına fırsata çevirmek…

Geceye kurban edilmek istenen kavramlardan biri de “Mehdîlik”tir. Sahtesinden hareketle hakikatine bir taarruz mu var ya da “hakikat” olarak bildiğimiz şey gerçekte sahte midir? Esasında iki asırdır Müslümanlar en iyi bildikleri mevzularda da bu derin şüphelere düştüler: “O, o mudur, yoksa O, ondan başka bir şey midir?” İşte bu yazı buna cevap arayacak.

GÜLENİZMİN SAHTELİĞİ,MEHDİLİĞİN İNKARINA GEREKÇE OLABİLİR Mİ?!

Mehdi anlayışının, Müslümanla-rın bütün işlerini O’na havale edip kenara çekilmelerine yol açacağı id-diası da, tarihi gerçeklerle çelişmek-tedir. Zira İslâm tarihindeki bütün Büyük Devlet adamları, Mehdi’nin zuhûr edeceğine inanıyordu; fa-kat hiçbiri cihad meydanlarını, “Mehdî’yi bekleyelim!” diyerek terk etmedi. Bağdat’ı Büveyhoğulların-dan kurtaran Tuğrul Bey de, Romen Diogenes’i Malazgirt’te durduran Alparslan da Mehdî’nin geleceğine inanıyordu. 87 yıl işgal altında ka-lan Kudüs’ün fethi için Salahaddîn Eyyubî de oturup Mehdî beklemedi. Sultan Fatih ve Yavuz da Mehdî’ye inanmıştı fakat İslam âlemi onların zamanında en muhteşem dönemle-rini yaşadı.