15
P aulo Coelho’nun “Simyacı” roma- nında çoban San- tiago, bir rüyanın ardından uzun bir yolculuğa çıkar. Yolculuk, Santia- go’nun büyüyüşünün ve kendine varışının öyküsüdür aslında. Aşı- lan onca yol, Coelho’nun mistik dilinde içsel bir yolculuğun hika- yesine de dönüşür. Amin Maaoluf’un “Yüzüncü Ad”ı da benzer izlekleri barındı- rır. Bu kez yolculuğa çıkan kahra- man Baldaserre’dir. Kıyameti ön- leyecek kitabın peşine düşmüştür Baldaserre. Sonunda onu bulur ve okumaya başladığında gözlerine bir perde iner. Kahraman gerçek anlamda yüzüncü ada ulaşama- mış ama kıyamet de kopmamıştır. İçinde farkındalık olan her ya- şam aynı zamanda uzun bir ara- yışın, kendi içinde sessizce dönü- şümün izlerini barındırır. Bizzat sanatın kendisinden, Doğu felse- fesinden, kitaplardan beslenen sa- natçı, izleyiciyi kendi serüvenine eşlik etmeye davet ediyor. Yalnız kitap kayıp! Ya da henüz yazılmaya başlandı ya da belki eserlerin içinde sessizce keşfedil- meyi bekliyor. Bir başka açıdan “Kayıp Kitap”, sanatın, söz dizininde hep eksik kalan sonsuz açıklamaları deşifre eden bir metafor. Uzun cümleler- den sonra hala yeterince açıklaya- madığımız bilgi. Sosyal bilimlerin mantığıyla açıklayan, anlatan, ay- dınlığa kavuşturan değil, her se- ferinde yeniden soru üreten bilgi. Resim hep var mıydı hayatında? Esra Şatıroğlu: Babamla sergi açılışlarına, sergilere çok giderdik. Babamın ressam arkadaşları da vardı. Güngör Taner bunlardan biriydi. Yalçın Gökçebağ askerlik arkadaşıydı. Çok küçük yaşlarda beni onlarla tanıştırdı. İlkokul iki- deydim. Babamların tenis oyna- dığı bir yer vardı. Orada Güngör Taner’i gördüm. Eve koşup bütün resimlerimi kucaklayıp Güngör Taner’in önüne sermiş ve ondan resimlerime bakmasını istemiş- tim. Kendisi daha sonra babama mutlaka ileride Mimar Sinan’ın yetenek sınavlarına girsin, demiş. Daha o yıllarda benim için büyük bir tutku olmuştu resim yapmak. İlkokulda eve döner, ödevlerimi bitirir, uyuyana kadar resim ya- pardım. Bazen ben mi resmi seç- tim, resim mi beni seçti çok bile- miyorum açıkçası. Devamı sayfa 8 Sonbahar 2017 Sayı: 1 Ücretsizdir. 3 Ayda bir yayınlanır. Editör: Nilgün Yüksel Grafik Tasarım: Haldun Tolan Baskı: Mart Matbaası Dergimizde yayınlanan yazıların sorumlu- luğu imza sahibine aittir. Büyükdere Cad. Noramin İş Merkezi B5 katı Maslak-İstanbul 0212 8014334 D’ART MAGAZINE Görsel Sanatlar Dart Magazine bir ddesign gallery yayınıdır. KIŞ 2018 ÜCRETSİZDİR www.dartmagazine.net ÖNE ÇIKANLAR Fabian Burgy Fabian Bürgy, İsviçre’li bir Heykeltıraş. Heykel, yer- leştirme ve dijital görüntüleme içeren çeşitli ve sanat- sal uygulamaları, malzemelerin rasgele karşılaşmaları ve yanlış yerleştirilmiş durumlar aracılığıyla şeylerin kavramsal estetiğini araştırıyor. Bürgy, “hafifçe şiddet içeren ve rahatsız edici bir şeylerin dönüşümü, yanlış yerleştirilmesi ve işlevinin bozulması” olarak nitelen- dirilebilecek olan şeylere maruz kalan, sıradan nes- nelerden ve görünüşlerden esinlenerek minimalist eserler üretiyor. Bürgy’nin “Karabulut” (Black Cloud) adlı çalışması şu anda Miami’de bulunan Alfa Gallery’nin “Trans- form” isimli karma sergisinde sergileniyor. Sergi 5 Mart 2018 tarihine kadar devam edecek. KAYIP KİTAP

D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

Paulo Coelho’nun “Simyacı” roma-nında çoban San-tiago, bir rüyanın ardından uzun bir

yolculuğa çıkar. Yolculuk, Santia-go’nun büyüyüşünün ve kendine varışının öyküsüdür aslında. Aşı-lan onca yol, Coelho’nun mistik dilinde içsel bir yolculuğun hika-yesine de dönüşür.

Amin Maaoluf ’un “Yüzüncü Ad”ı da benzer izlekleri barındı-rır. Bu kez yolculuğa çıkan kahra-man Baldaserre’dir. Kıyameti ön-leyecek kitabın peşine düşmüştür Baldaserre. Sonunda onu bulur ve okumaya başladığında gözlerine bir perde iner. Kahraman gerçek anlamda yüzüncü ada ulaşama-mış ama kıyamet de kopmamıştır.

İçinde farkındalık olan her ya-şam aynı zamanda uzun bir ara-

yışın öyküsü ise sanat yapıtları alımlayıcılarını o öyküyle yüzleş-tiren, sanatçının arayışına ortak eden, yeni arayışları, soruları ça-ğıran her seferinde başka bir yere ulaştıran dil olsa gerek. Başka bir deyişle benzer duyumsamaları yaratan ama her algıda yeniden biçimlenen tanıdık olduğu kadar yabancı ortak bir dil.

Esra Şatıroğlu’nun “Kayıp Ki-tap” sergisi tam da böylesi bir ara-

yışın, kendi içinde sessizce dönü-şümün izlerini barındırır. Bizzat sanatın kendisinden, Doğu felse-fesinden, kitaplardan beslenen sa-natçı, izleyiciyi kendi serüvenine eşlik etmeye davet ediyor.

Yalnız kitap kayıp! Ya da henüz yazılmaya başlandı ya da belki eserlerin içinde sessizce keşfedil-meyi bekliyor.

Bir başka açıdan “Kayıp Kitap”, sanatın, söz dizininde hep eksik kalan sonsuz açıklamaları deşifre eden bir metafor. Uzun cümleler-den sonra hala yeterince açıklaya-madığımız bilgi. Sosyal bilimlerin mantığıyla açıklayan, anlatan, ay-dınlığa kavuşturan değil, her se-ferinde yeniden soru üreten bilgi.

Resim hep var mıydı hayatında?

Esra Şatıroğlu: Babamla sergi açılışlarına, sergilere çok giderdik. Babamın ressam arkadaşları da vardı. Güngör Taner bunlardan biriydi. Yalçın Gökçebağ askerlik arkadaşıydı. Çok küçük yaşlarda beni onlarla tanıştırdı. İlkokul iki-deydim. Babamların tenis oyna-dığı bir yer vardı. Orada Güngör Taner’i gördüm. Eve koşup bütün resimlerimi kucaklayıp Güngör Taner’in önüne sermiş ve ondan resimlerime bakmasını istemiş-tim. Kendisi daha sonra babama mutlaka ileride Mimar Sinan’ın yetenek sınavlarına girsin, demiş. Daha o yıllarda benim için büyük bir tutku olmuştu resim yapmak. İlkokulda eve döner, ödevlerimi bitirir, uyuyana kadar resim ya-pardım. Bazen ben mi resmi seç-tim, resim mi beni seçti çok bile-miyorum açıkçası.

Devamı sayfa 8

Sonbahar 2017 Sayı: 1 Ücretsizdir. 3 Ayda bir yayınlanır.

Editör: Nilgün Yüksel Grafik Tasarım: Haldun Tolan Baskı: Mart Matbaası

Dergimizde yayınlanan yazıların sorumlu-luğu imza sahibine aittir.

Büyükdere Cad. Noramin İş Merkezi B5 katı Maslak-İstanbul 0212 8014334

D’ART MAGAZINEGörsel Sanatlar

Dart Magazine bir ddesign gallery yayınıdır.

KIŞ 2018 ÜCRETSİZDİR www.dartmagazine.net

ÖNE ÇIKANLAR

Fabian BurgyFabian Bürgy, İsviçre’li bir Heykeltıraş. Heykel, yer-leştirme ve dijital görüntüleme içeren çeşitli ve sanat-sal uygulamaları, malzemelerin rasgele karşılaşmaları

ve yanlış yerleştirilmiş durumlar aracılığıyla şeylerin kavramsal estetiğini araştırıyor. Bürgy, “hafifçe şiddet içeren ve rahatsız edici bir şeylerin dönüşümü, yanlış yerleştirilmesi ve işlevinin bozulması” olarak nitelen-dirilebilecek olan şeylere maruz kalan, sıradan nes-nelerden ve görünüşlerden esinlenerek minimalist eserler üretiyor.

Bürgy’nin “Karabulut” (Black Cloud) adlı çalışması şu anda Miami’de bulunan Alfa Gallery’nin “Trans-form” isimli karma sergisinde sergileniyor. Sergi 5 Mart 2018 tarihine kadar devam edecek.

KAYIP KİTAP

Page 2: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

2 KIŞ 2018 D’ART MAGAZINE www.dartmagazine.net

Yaratma dürtüsü.

boşluk, sınırların ya da yapıtın ge-çirgenliğine de işaret eder. Boşlu-ğun dışında kalan ve içine hapsol-muş alanlar sadece birkaç rengin kullanımıyla iletişime geçerler.

Öte yandan bölümler ayna imgesine de tekabül eder. Bir-birini tamamlayan her öge aynı zamanda birbirinin yansımasıdır. Resmin temsil fikri doğrudan tuvale yerleşip lekelerin kendile-rinin ve benzerlerinin temsiline dönüşür.

Artık izlemeye başladığımız yer, merkez olmaktan çıkmış tüm yapıtın döngüselliğine girmiştir. Zihnin arsız otlarının temizlendi-ği yerdir bakışın sonlanması.

Yılan, durduğu yere ve aldığı biçime göre her seferinde yeniden tanımlanır. Bazen şeytanın yar-dımcısına dönüşür bazen büyük sırlara vakıf bir bilgeye.

Onu anlamak için yeterince dikkatli, cesur ve sabırlı olmak gerekir.

1 Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-

gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39

EDİTÖR

YAPIT YORUM

Çocuksu bir dikkatle çizilmiş bir ev ya da be-

den tasarımına dönüşür. İç, dış imgesini yaratır.

Yaşadığımız kentin, evin, bedenin içi. Yaşadığı-

mız kentin, evin, bedenin dışı.

Başlığı bu sıralar oku-duğum Anthony Storr’un aynı adlı kitabından ödünç al-

dım. Storr, sanırım tartışması asla bitmeyecek yaratma dürtüsünü ele alarak, insani gelişimimiz, psi-kolojik rahatsızlıklar ve yaratım üzerinden yeniden bir tartışma açıyor. Kitap boyunca bu konuda söz söylemiş Freud, Jung gibi psi-kanalistlerin de görüşlerine deği-niyor. Sonunu söylemeyeceğim, kitabı henüz bitirmedim. Ama okuyup bitirdiğim başka bir ki-taptan söz edebilirim.

Vamık Volkan’ın terapi seans-larını yazdığı kitaplar dizisinde bir öykü benim için çok dikkat çekiciydi. Okumamın üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağ-men bu hikayeyi hala arada çı-karıp kullanmak için hafızamda saklarım.

Terapi almak isteyen kişi, sa-dece torunları ile iyi bir iletişim kuramadığını ve bu konuyu aş-

Yaratma dürtüsü.

mak istediğini söylüyordu. Se-anslar sırasında yaşam öyküsünü terapistine anlattığında Volkan, önce tek sorununun gerçekten bir iletişim eksikliği olup olmadığı konusunda şüpheye düşmüştü.

Oldukça zor bir çocukluk ge-çirmişti danışmaya gelen. Küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesi-nin ikinci evliliğinde şiddet dolu bir üvey babayla karşılaşmış, üs-telik annesinin de erken ölümüyle bu babayla bir süre yaşamak zo-runda kalmış ve henüz on sekiz yaşına bile gelmeden evden kaç-mıştı. Türk filmlerinde görsek her zamanki melodram dediğimiz bu yaşam öyküsü tam da o filmlerde-kine benzer şekilde farklı bir seyir izlemişti.

Yetişkin bir adam olduğunda çok büyük olmasa da bir iş ada-mıydı. Aşık olduğu kadınla ev-lenmiş, çocuklarıyla güzel ilişkiler kurmuştu. Bize verilen reçetelere göre ciddi psikolojik rahatsızlıkla-ra yakalanması gerekiyordu ama

gerçekten tek sorunu torunlarıyla arasındaki kuşak farkından dola-yı kuramadığı iletişimdi. Vamık Volkan satır aralarında şaşkınlığı-nı gizlemeyerek bu küçük proble-mi de atlattığını yazmıştı.

Elbette ki burada sözü geçen kişi bildiğimiz normların dışın-da olmakla birlikte bize bir şeyi gösteriyor. Sıradanlaştırdığımız ama aslında tam da merkezde olan yaşam yaratma gücünü. Peki, böylesine çok veri varken hala ya-ratmak için deli, çılgın, sıra dışı olmak mı gerekiyor? Ya da iyi bir yaşam kurmanın yolu her zaman olanakların çokluğundan mı ge-çiyor?

Uzmanlar bu soruların yanıt-larını hala araştırıyorlar ve sanı-rım uzun bir süre boyunca da ke-sin bir bulguya ulaşamayacaklar.

Bu sayıda Emin Hitay ile yap-tığımız söyleşide kendisi küçük bir dokunuşla gençlerin inanıl-maz şeyler başarabildiğinden söz etti. Çoğu zaman düşündüğümüz

o küçük bir dokunuş fikrini üçün-cü bir kişiden duymak bazen zih-ninizi yeniden harekete geçirebi-liyor. Çünkü, aslında o dokunuşu tüm yaşama ve canlılara uyarla-mak olası.

Yayını hazırlarken Neşe ve Haldun Tolan ile dergiye konuk ettiklerimizle, neler yaptığımı so-ran arkadaşlarımla ve kendimle söyleşmelerimi düşündüm. Aslın-da her söz yeni bir dokunuş, her hareket yeni bir başlangıç ve her hikaye bir yaratım sürecine yeni bir tanıklıktı.

Yeterince süre geçip sözler biriktiğinde kendi alanında her gün yeniden yaratan o insanlar bir araya gelip ortak bir yaratımın parçasına dönüştü.

Şimdilik yaratma dürtüsünün bir tanımı olmadığı gibi, bir iş, bir yayın, bir sanat eseri, bir ko-leksiyon ya da bir yazı yaratmanın hangi dürtülerden kaynaklandığı ile ilgili yeterince fikrimiz de yok. Sadece yapıyoruz.

Sonra paylaşıyoruz. Belki de birçoğumuz için pay-

laşmanın hazzı, sonuç elde etme-nin ışıltısı bütün bunları cazibeli kılan.

Aslında bir sürü gerekçemiz olsa da bütün bunları neden yap-tığımızı biz bile yeterince bilmi-yoruz.

Peki, herhangi bir şey yarat-mak için deli, çılgın, sıra dışı ol-mak mı gerekli?

Her birimiz deli olmadığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz ama gün-ler ve geceler boyu yeni bir şey ortaya koymak için uğraşırken görünmez bir delinin elinin bize değmediğini kesinlikle söyleye-meyiz.

Zihnin Arsız Otları 1

“Zihninizdeki arsız otlara minnet duymalısınız, çünkü onlar yavaş yavaş çalışmanızı zenginleş-tirecektir.”

Her ne kadar Tanrılardan ve Tanrıçalardan söz edilse de mi-tolojilerin baş kahramanlarından biridir yılan. Mısır’da gece ve gündüzün dönüşümüdür. Şaman-larda, kamın gökyüzü ve yeryüzü yolculuklarında eşlikçidir. İran’da korkudur. Bazen geçilmesi ge-reken bir sınavdır. Bazen sağlık, ölümsüzlük, sonsuzluktur.

Bir sanat eserini izlemenin en keyifli yanlarından biri yarattığı çağrışımlarla aklımızı bulandır-ması olsa gerek.

Esra Şatıroğlu’nun yılan figü-rünü merkeze yerleştirdiği çalış-masında göz önce yılanı izler. Bir

spiral şeklinde kıvrılarak resmin merkezini yukarı çeken yılanı. Bu, aynı zamanda bakışın, figürün yönlendirmesi ile yapıtın içinde gezinmeye başlayacağı ilk durak-tır. Biraz sonra parçalara ayrılacak tuvalin açık bölümüdür.

Çerçevesi net belirlenmiş be-yaz boyamayla yavaşça aşağıya doğru kayar kurgu. Çocuksu bir dikkatle çizilmiş bir ev ya da be-den tasarımına dönüşür. İç, dış imgesini yaratır. Yaşadığımız ken-tin, evin, bedenin içi. Yaşadığımız kentin, evin, bedenin dışı.

İçeride büyük küçük dengesiy-le tekrarlanan spiraller, bütünün içinde yaratılan küçük alanlarla birbirine bağlanır. Bağlantılar sü-reklilik duygusunun başladığına dair ilk ipuçlarını verir.

Birkaç fırça tuşuyla hareket kazanan ve merkezi genişleten

Nilgün Yüksel

Page 3: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

3KIŞ 2018D’ART MAGAZINEwww.dartmagazine.net

14 Aralık 2017 - 20 Ocak 2018 tarihleri arasında izlenebilir. Mis-tik Geometri, Katerina Lanfran-co’nun Nancy Hoffman Galeri’de-ki dördüncü kişisel sergisi.

Sanatçı doğadan, bilimden ve maneviyattan türeyen geometri yoluyla soyutlamanın ve sembolik içeriğin anlamını keşfediyor.Lanfranco, analitik soyutlamanın görsel kodlarını sergilerken ba-sitçe kadına atfedilen ve zanaat olarak değerlendirilen dekoratif unsurları kullanarak çalışmaları-na kadın enerjisini yüklüyor.Sanatçı sergide tarihsel referens-

larla illüzyon yaratan peyzajları bir araya getirerek oldukça detaylı işlediği tablolarında doku ve renk etkisinin birleşimiyle aynı zaman-da geniş kapsamlı bir enstalasyon yaratıyor.

Nancy Hoffman Galeri’de Mistik Geometrinin ilkel köken-lerine uzanırken, doğanın, bili-min ve dinin temalarını fütüristik bir mercekle yeniden keşfediyor.

DÜNYADAN

KATERINA LANFRAN-CO: MİSTİK GEOMETRİ

NEWYORK - Katerina Lanfran-co’nun “Mistik Geometri” isimli sergisi, Nancy Hoffman Galeri’de

LONDRA - Britanya’nın önde gelen çağdaş sanatçılarından biri olan Whiteread, çalışmalarında alçı, beton, reçine, kauçuk ve me-tal gibi endüstriyel malzemeleri kullanır. Çalışmalarında günlük nesneleri ve mimari alan öne çı-kar. sıradışı heykelleri samimi olanlardan anıtsal olanlara kadar uzanır.

1963’te Londra’da doğan Whi-teread, 1993’de Turner Ödülü-nü alan ilk kadın sanatçı oldu. 1993-1994 yılları arasında Lond-ra Eyaleti Doğu Yakası’nda itilafli bir şekilde yıkılan sıralı evlerin iç mekanına kalıba dökerek yeni heykeller yarattı.

Bu sıradışı gösteri, Whitere-ad’ın kariyerinde yeni bir sayfa açtı. Sergi,daha önce hiç sergi-lenmemiş yeni parçalar yanında, İsimsiz (100 Boşluklar), 1995 ve İsimsiz (Merdiven) 2001 gibi ta-nınmış eserleri bir araya getiriyor.

Tate Britain’in dışındaki çim-lerin üzerinde yeni bir beton hey-kel, Chicken Shed 2017, sergide yeralacak.

Sergi, Tate ve Washington Ulusal Sanat Galerisi tarafından ortaklaşa düzenleniyor.

RACHEL WHITEREAD

TATE’TE

SİMYACI GAUGUIN PARİS - Sanatçının iki yüzden fazla eserini bir araya getiren “SimyacI Gaugin” sergisi onun büyüleyici yaratıcı dünyasına bir yolculuk.

Sergide sanatçının resim, heykel, grafik ve dekoratif sanat alanında ürettiği eserlerini bir arada gösteriliyor. Sergi aynı za-manda modern bir sanatçı olarak Gauguin’in yaratıcı sürecine ve onun malzemelerin sınırlarını zorlayışına tanıklık ediyor.

Sergi Réunion des Musées Nationaux - Grand Palais, Orsay Musées d’Orangerie Etablisse-ment Müzesi ve Chicago Sanat Enstitüsü ortaklığıyla düzenle-niyor.

CHRISTIAN TAGLIAVINI

BERLIN - Christian Tagliavini yeni çalışmalarını 9 Aralık - 24 Şubat tarihleri arasında Berlin Camera Work’te sergiliyor.

Sergide, daha önce hiç sergi-lenmemiş, yeni serisi “1406”dan yeni eserleri yer alıyor. Yeni seri iki yıldan daha uzun süren bir ça-lışmanın sonucunda ortaya çıktı. Serginin ikinci bölümünde ise, “1503”, “Carte” ve “Voyages Ext-raordinaires” gibi önceki serilerin ana eserleri gösterilecek.

Christian Tagliavini 1971 do-ğumlu, İtalya ve İsviçre’de yaşıyor ve fotoğrafçı olarak çalışıyor.

Tagliavini, gözlemcinin eşlik etmesini gerektiren hikayelerini, keşfedilmemiş temalar ya da alı-şılmadık kavramlar üzerine tasar-lamayı seviyor.

THE NATIONAL GALLERY

YANSIMALAR: VAN EYCK VE PRE-RAPHAE-LİSTLER

LONDRA - Şu sıralar Londra Ulusal Galerisi önemli bir sergiye ev sahipliği yapıyor.

Sergi, Dante Gabriel Rossetti, Sir John Everett Millais ve Willi-am Holman Hunt ve diğerlerinin resimden etkilenme biçimlerini keşfetmek için Tate Koleksiyonu ve diğer müzelerdeki tablolarla “Arnolfini Portresi”ni ilk kez bir araya getiriyor. Pre Rafaelistler, sanatsal yaratımda bir adım ile-ri gidebilmek için Rafael önce-

si dönemdeki ustaların işlerine bakmayı savunan bir grup genç sanatçıydı. Bu sergi, bu açıdan onların kaynaklarını da gösteren bir niteliğe bürünüyor.

Sergide dikkat çeken eser-lerden birisi de Ford Madox Brown’un “Güneşinizi Alın Ba-yım”

Ford Madox Brown’un kom-pozisyona 1851’de başlayıp üze-rinde birkaç yıl çalıştığı bu mu-ammalı resim, sanatçının ikinci karısı Emma’yı ve yeni doğan oğlu Arthur Gabriel’i gösteriyor. Poz, çocuğuyla birlikte geleneksel bir Madonna’yı andırmasına kar-şın annenin gergin ifadesi bunun hiç de annelik evlilik ve annelik konusunda bir kutlama olmadı-ğını gösteriyor. Nitekim 1857’de oğulları Arthur’un ölümünün ar-dından eşi, sanatçıyı terk etti.

ARCOmadridMADRİD - ARCOMadrid, Av-rupa ile Latin Amerika arasındaki değiş tokuşun uluslararası buluş-ma noktasıdır.

IFEMA tarafından düzenle-nen ARCOMadrid’in 36. sı, 22-

26 Şubat tarihlerinde Madrid’de yapılacak. Bu sene Arjantin’den 12 katılımcıyı ve 200 uluslararası galeri bir araya getiriyor.

Fuara ek olarak, şehir genelindeki koleksiyon ziyaretleri, müze sergi-leri yapılacak.

SYMBIOSIS

WU SIU PING

HONG KONG - Sanatçı Wu Siu Ping, yeni ve heyecan verici bir sergiyle Artify Galerisine geri döndü. Solo sergi Symbiosis’de, doğadaki ve insanlardaki varoluş üzerine bir diyalog açmak için zorlu manzaraları tasvir eden sa-natçının geleneksel Çin mürekke-biyle yaptığı tabloları yer alacak. Sergi, 20 Aralık 2017’den 10 Şubat 2018’e kadar Artify Galerisi’nde izlenebilir.

Wu Siu Ping’in yapıtları peyzaj resminin çok hassas bir tasvirini tanımlıyor. Simlioz adlı Çin mü-rekkebi kullanarak oluşturduğu tablolarında, sanatçı, uyumlu ve etkileyici bir sonuç yaratmak için kelebeklerin uçuşlarını ve onların

görüntülerini kullanıyor. Wu, çalışmalarında bu dün-

yadaki her şeyin birbiriyle var olduğunu, tek bir türün kendi başına yaşayamayacağını vurgu-luyor. Sanatçının tabiriyle insan-lar, bitmeyen ormansızlaşmalarla doğaya saygısızlık etmeye devam ederlerse, evlerini kaybettikten sonra yakın gelecekte yavaş yavaş yok olmaya doğru ilerleyecekler. Yaşam tarzımızı değiştirmezsek, yakın gelecekte yalnızca resimle-ri ve resimlerde kalan kelebekleri görebiliriz.

Wu’nun peyzaj çizimleri sade-ce görsel güzelliği değil arkasında-ki güçlü kavramı da beraberinde getiriyor. Doğa, insan ve insanlık arasındaki ilişkiyi keşfetmek için farklı malzemeler ve formlar kul-lanıyor. Çin mürekkebi ise her şeyden çok sevdiği malzeme. Onun çizimi temiz ve aydınlık, ancak ilginç düşüncelerle dolu; bunlar, izleyicilere her zaman et-kiliyor.

Wu, peyzajlarını küreselleşme ve insanlık üzerine yeni ideoloji-leri düzenlemek için kullanıyor ve aynı zamanda çevrenin korunma-sı için bir diyalog başlatıyor. Mü-rekkebi sayesinde farklı ulus ve türe rağmen dünyadaki tüm var-lıklara eşitlik ve denge kavram-larını aktarıyor. Çünkü ona göre varlıkların hepsi eşittir ve dengeyi ve uyumu sanat eserlerinde sağla-mayı sürdürürler.

Page 4: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

4 KIŞ 2018 D’ART MAGAZINE www.dartmagazine.net

KÖŞE YAZISI

Eski Mısır’da durum biraz daha farklıydı. Mısırlılar mimari-de ve resimde, mutlaka uyulması gereken soyut dinsel yasaların baskısıyla, perspektifi göz önün-de tutmamışlardır. Firavun figü-ründe dünyevi ve kutsal gücün birleşmesi, Eski Mısır’daki yapı-lara dinsel anlamlar yüklemiştir. Firavunlar için yapılmış mezar olmaları özelliğiyle piramitler, öldükten sonra bu dünyada ihti-şamlı bir güzellik bırakma çaba-sını yansıtmaktadır.

Güzellik kavramının sorgu-lanmasının ve tartışılmasının an-tik çağ düşünürlerinden itibaren başladığı sanılmaktadır.

Güzelliğin özünü kavramak için gösterilen çabalar Pisagorcu okula bağlı Yunan filozoflar tara-fından başlatılmıştır. Antik Çağ estetik anlayışına göre, “iyilik”, “hakikat”, “erdem”, “güzel-lik” bir ve aynı şeylerdir.

Antik düşünürler, ahlak so-runlarını iyi, dini sorunları kutsal kavramıyla ve estetik sorunları da mutlak güzellik ile çözme yoluna gitmişlerdir.

Bunların yanında felsefi ola-rak insana olan ilgi, insan biçimi-ne yönelik artan bir hayranlığı da ortaya çıkarmıştır, bu durum An-tik Yunan heykellerinde çarpıcı bir biçimde görülmektedir.

Yunan heykellerinde güzelli-ğin en kusursuz ifadesi, hareketli bir parçanın dengeye ve ahenge kavuştuğu, anlatım sadeliğinin ayrıntıya girmeden verildiği, du-rağan biçimlerde gerçekleşir.

Ortaçağ düşünürlerine göre dünyayı taşıyan sayı değil, doğa-dır. Onlara göre oran ve zıtlık sa-yesinde, çirkin varlıklar bile dün-yanın uyumunun birer parçasıdır. Güzellik karşıtların zıtlığından da doğar, bu yüzden yaratılış kavra-mında canavarların bile bir ne-deni ve bir onuru vardır. Aynı şe-kilde, kötüden iyinin doğacağı ve kötünün yanındayken iyinin daha çok parlayacak olması nedeniyle düzenin içindeki kötü de iyi ve güzel olur. Özetle bütün erdemler, karşıt erdemsizlikler sayesinde yücelir.

Güzellikle ilgilenen Ortaçağ filozoflarının birçoğu din adamıy-dı ve Ortaçağ ahlakı onları tensel hazlara karşı kuşkuyla bakmaya ittiğinden, kadın güzelliğiyle il-gilenmeleri için pek az nedenleri vardı.

Bununla birlikte sanat çirkin varlıkları ve yaratıkları da güzel olarak ifade edebilme gücüne sa-hiptir.

Sevilmekle birlikte korkulan ve önlerinde kapılar açılan cana-varların, Dante’nin cehennem tas-virlerinde ve Bosch’un tabloların-da giderek önemli bir yer almaya başlamalarının nedeni de budur.

Valazquez’in Venüs’ü sadece arkadan görüldüğünden, yüzü-nün aynadaki yansımasıyla yetin-mek gerekir. Ama izleyici aynada idealindeki Venüs’ü arar ve kendi

Nedir şu güzellik?

Zarif, hoş, enfes, ha-rika, muhteşem ve

benzeri ifadelerle birlikte, “güzel” sözcüğünü de genellikle beğen-diğimiz bir şeyi belirtmek için kullanırız. Bu nedenle güzel olan aynı zamanda iyi olanla da eş tu-tulmaktadır.

Bunun yanında bir şey hem iyi hem de güzel olabileceği gibi, iyi ama güzel olmayabilir. Örne-ğin iyi bir kimse çirkin olabileceği gibi, kötü biri de güzel olabilir.

Gündelik tecrübelerimiz ışı-ğında değerlendirirsek, güzeli sadece sevdiğimiz olarak değil, aynı zamanda kendimiz için iste-diğimiz bir şey olarak da tanım-layabiliriz. Erdemli bir davranışı iyi olarak değerlendirsek de, bu davranışı bizzat kendimiz yapmış olmak ister, en az o kadar övgüye layık bir davranışta bulunma ka-rarlılığı gösteririz.

Özetle yapmaktan çok hay-ranlık duymayı yeğlediğimiz ey-lemleri genellikle erdemli olarak tanımlar, yapılacak olanlardan da

Güzellik ve sanat üzerine..İnsanı diğer insanlara sevgi, şefkat ve tolerans ile bağlayabilmenin çaresi ancak güzel sanatları anlayıp yorumlayabilmektir.

Pieter Brugel (1525-1569): The Triumph of Death

Diego Velázquez (1599-1660) : Aynadaki Venüs.

“güzel” diye söz ederiz.Tarihin tüm dönemlerinde

güzelle iyi arasında sıkı bir bağ olduğu görülür. Güzellik anlayışı kişiden kişiye değişir. Güzel ki-mileri için sıradan bir değer olur-ken, kimileri için bir yaşam tarzı olabilir. Kimi herhangi bir güzelle yetinir kimi güzelin de güzelini arar. Kimileri için bir oyalanma-dır, kimileri için de insana insanı gösterendir. Kimileri için güneşin batışı, kuşların ötüşü yeterli gü-zelliktir, kimi için bu doğal gü-zellikler yetmez, güzelliği sanatta arar.

Bazı çağdaş estetik kuramla-rı sadece sanatın güzel olduğunu kabul edip, böylelikle doğanın güzelliğini küçümserken, tarihin başka dönemlerinde bunun tam tersi söz konusuydu.

Sanat güzelliktir...

Güzelin tarihi genellikle sanat eserleriyle belgelenir. Çünkü yüz-yıllardır bize güzelden söz edenler ve bunlardan örnekler bırakanlar sanatçılar, ozanlar ve edebiyatçılar olmuştur.

Schiller’e göre insan moralini düzenleme bakımından alınacak tedbirlerin en başında, sanata yö-nelme çabası gelmektedir. İnsanı diğer insanlara sevgi, şefkat ve tolerans ile bağlayabilmenin ça-resi ancak güzel sanatları anlayıp yorumlayabilmektir.

Bu yazıda güzelliği daha iyi anlayabilmek ve onun ürünleri-ni görebilmek amacıyla tarihi bir yolculuğa çıkacağız. Bu yolculuk-tan amacımız tarih boyunca top-lumların güzelliği nasıl algıladığı ve bu algıların sanata nasıl etkileri

mekanların bezemesinde ve sem-bollerle anlatım için taşlar üzeri-ne kabartmalar çizdiler. Buradaki amaç sembollerle süsleyerek hem güzellik katmak hem de mesajlar verebilmekti.

Erken Sümer kültürü, tarıma elverişli topraklara sahip olan kentlerde gelişmiştir. Başından itibare bu yeni topluluklardaki ya-şama din egemen olmuştur. Tanrı kavramını somutlaştırmak adına kerpiçten inşa edilen tapınaklar o dönemki güzellik kavramını tanrı katına çıkarma çabasıdır.

Babil İmparatorluğu zama-nında ise güzelliğe verilen önem belki de tarihi boyunca tüm Me-zopotamya topraklarındaki en üst seviyesine çıkmıştır. Dünyanın yedi harikasından biri olarak ka-bul edilen Babil Asma Bahçeleri ve Nabukadnezar’ın inşa ettirdiği ünlü “İştar Kapısı” bu iddiayı is-patlar niteliktedir.

Haldun Tolan

şınabilir olma özelliğine sahipti. Kendi yarattıkları eserleri gittik-leri yerlere beraber götürdüler, bu eserler onlar için hem ihtiyaçla-rını giderebilecek aletler hem de güzel ve dekoratif olma özelliği taşımaktaydı.

Daha sonraları yerleşik dü-zene doğru geçen insanlar, din-sel birtakım eylemlerin parçası olarak sanatı kullandılar. Dini

olduğunu vurgulayarak konunun biraz olsun felsefesine inebilmek olacaktır.

İlk insanoğlu güzellik kav-ramıyla ne zaman tanıştı bilmi-yoruz. Fakat Homo Sapiens’in kemikten iğneler ve balıkçı kan-calarını da içeren aletleri arasın-da dekoratif olduğu anlaşılmakla birlikte olasılıkla sembolik an-lamları da bulunan yontulmuş eşyalar yaptığını biliyoruz.

İlk insanların güzellik ve be-raberinde getirdiği sanat anlayışı göçebe olmalarından ötürü ta-

Page 5: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

5KIŞ 2018D’ART MAGAZINEwww.dartmagazine.net

bildiği çağda güzelliğin kaderi bu seri üretim mi olacaktır?

Durum hiç de bu kadar kötü değildir, bazı sanatçılar tekdüze güzelliğin ötesine geçmenin fark-lı yöntemlerini denerler. Tuvale, metale ve çuvala özgürce saçılmış renkler ön plana çıkar. İzleyiciden beklenen eserlerdeki malzemenin güzelliğini keşfe çıkmalarıdır.

Bütün bu yaklaşımlar bizi eski bir otomobili presleyen, şeklini bozup sergileyen Cesar’a, tüketici

ve çağdaş kent toplumunu ken-disine konu seçerek, kutulanmış çorba sunan Andy Warhol’a gö-türür.

Güzelliği aramanın sonu yoktur. İster doğal güzellik ister sanatsal güzellik olsun varılan noktadan her zaman ötesini ha-yal eder insanoğlu. Bunun için de sürekli düşünür, hayal kurar ve üretir. Ürettikçe daha fazla tatmin olur, fakat bu tatmin duygusu onu daha da güzeli üretmeye sevk et-mekten başka bir amaca hizmet etmez.

Kaynakça:Dünya Sanat Tarihi, Mary HollingsworthGüzelliğin Tarihi, Umberto EcoModern Sanatın Kısa Tarihi, Osman Er-denSanatın Gizli Dili, Sarah Carr-Gommİnsan ve Sanat, Cevad Memduh Altar

ölüm, karanlık, delilik ve dehşet gibi hayatın en rahatsız edici yan-larını ön plana çıkaracak bir dür-tü gelişir.

Bu dürtü, romantik duyarlı-lığı en uçlara taşıyan, abartan ve bir çürüme noktasına vardıran bir kuşağın ortaya çıkmasına ne-den olur. Böylece Dekadan akımı başlar.

“...Ne görüyorsanız hemen çi-zin. İnsan bir manzara, bir liman ya da bir yüz çizmez, insan bir manzaranın, bir limanın ya da bir yüzün günün belirli bir saatindeki izlenimini çizer...”, diyen Manet olağanüstü bir güzellik anlayışı-nın ayak seslerinden bahseder. Güzellik olgusu şimdiye değin ol-madığı kadar farklı bir yöne doğ-ru gidecektir.

Monet resimlerinden birine “İzlenimler” adını verir ve böyle-likle farkında olmadan bütün akı-mın adını koymuş oldu. “Empresyonizm”.

Empresyonistler gelenek-sel kurallara bağlı kalmadılar ve gördüklerini resmetmeyi tercih ettiler. Doğanın kendine özgü bir anına yakalamak isteyen ressam-ların, boyaları karıştırıp istediği rengi bulmaya hiç vakti yoktu. Bunun için renkleri hızlı vuruş-larla tuvale aktarmaları gerek-mekteydi. Yarattıkları eserler tüm insanlar tarafından farklı görüldü ve güzellik algısını kökten değiş-tirdi.

Endüstri devrimi kuşkusuz tüm dünyayı baştan aşağı değiş-tiren bir devrimdir. İletişim ve ulaşım alanlarındaki gelişmelerle birlikte zaman ve uzaklık kavram-larının algılanma biçimi değişmiş ve bu da gündelik yaşamı ciddi bir biçimde etkilemiştir. Sanayinin gelişimi demir ve cam gibi yeni

malzemelerin çok daha efektif kullanılmasını ve ulaşılabilir ol-masını sağlamıştır. Bu durum be-raberinde daha yüksek binaların yapımına olanak sağlar. Başlarda sanat çevreleri bu tip ça-baları pahalı çılgınlıklar ve kötü bir zevkin zaferi olarak görmek-tedir.

Fakat sanatsal güzellik böyle yapıların her noktasında bulun-

maktadır. Çivisine ya da cıvata-sına kadar üzerinde bulunan her unsur o yapıtın bütününü oluştu-ran estetik detaylardır.

Yeni yüzyıla az bir süre kala, felsefede, edebiyatta ve özellik-le bilimde olağanüstü gelişmeler olur. Artık geçmişle olan tüm bağlar kopartılır ve çağdaşlaşma-nın ruhunu görsel olarak aktara-bilmek, yeni güzellik kavramları yaratabilmek için yeni çözümler aranmaktadır.

Bu heyecan verici atmosfer-de Picasso o güne kadar hiç gö-rülmemiş bir güzellik anlayışını eserlerinde uygular. Kübizm üç boyutlu dünyayla onun tuvale yansıyışı arasındaki geleneksel ilişkiyi kökünden değiştirir. Kü-bizm doğa taklitçiliğine son verir; fakat doğadan da kopmuş değil-dir. Sanatçı nesneleri parçalara ayırır ve kendi iç süzgecinden ge-çirerek yeniden bir araya getirir. Dış dünyayı duyularla algılanan görünümlerden sıyırır ve hacim kavramını vermek ister. Resimde dördüncü boyut ortaya çıkar.

XX. yüzyılda güzellik hayatın ve nesnelerin ticarileşmesinin ge-tirdiği tekdüzelikten etkilenmeye başlar.

Sahnede artık seri üretilmiş güzellik vardır.Sanatın teknik olarak yinelene-

KÖŞE YAZISI

René Magritte (1898-1967): The false mirror

César Baldaccini (1921-1998): Sıkıştırma “Ricard”

hayalinde canlandırdığına uyma-sını bekler. Fragonard’ın kadınlarındaki düş-sü güzellik ise, çağdaş resimdeki özgürlüğün habercisi olacaktır.

Jean-Honoré Fragonard (1732-1806): The Stolen Kiss

Sıra dışı ve marjinal olarak görülen Arcimboldo, şaşırtıcı kompozisyonlarıyla, yüzleri eşya-lardan, meyvelerden, sebzelerden oluşan portreleriyle, izleyenleri eğlendiriyordu.

Arcimboldo’da güzel, klasik dönemin tüm özelliklerinden ay-rılır, sürprizlerle ve zeka kıvraklı-ğıyla ifade edilir. Arcimboldo bir havucun bile güzel olabileceğini gösterir ama sanatçı bakışıyla de-ğil, sadece halkın ortak kararıyla güzel olduğuna karar verilen bir güzellik yaratır.

XVIII. yy’ın ikinci yarısında gelişen harabeler estetiği güzellik konusundaki kararsızlığın bir ifa-desidir. Tarihi kalıntıların güzel olabileceği düşüncesi zamanın yı-kımının ve hüküm süren sessiz-liğin hiç unutulmaması uyarısını da vurgulamaktadır.

Harabeler bitirilmişlikleri,

Pablo Picasso (1881-1973) : Ağaç altında üç figür

Giuseppe Arcimboldo (1527-1593): Summer

zamanın üzerinde bıraktığı izler, üzerini kaplayan yabani otlar, çatlaklar ve yosunlar yüzünden beğenilir.

Bazı ressamlar çirkin, sakat, kötü ve yaralı karakterleri veya bulutlu ve fırtınalı gökleri betim-lemedeki başarıları yüzünden öv-güler alırken, kimse bir fırtınanın ya da kabarmış bir denizin güzel olduğunu ileri sürmemiştir.

XIX. yüzyılın başında özellikle gençler arasında yeni bir düşünce akımı hızla yayılmaya başladı: Romantizm...

Aslında romantik insan için bazen ölüm bile çekici ve güzel olabilmektedir. Bu düşünce yapı-sı toplumu o kadar etkiler ki Na-polyon bile imparator olduğunda, yedi kez okuduğu Goethe’nin çar-pıcı eseri olan “Genç Werther’in acıları” ndan esinlenmiş olsa ge-rek, aşk için intiharı yasaklayan bir kararname çıkartır.

XIX. yy aynı zamanda sanayi ağırlıklı ekonomiye geçişin oluş-turduğu değişimle kentsel yoksul nüfusun artmasını da beraberin-de getirmiştir. Kentsel ve kırsal yoksulluk, gecekondularda, ka-felerde ve tiyatrolarda süregiden yaşam, Marx gibi radikal sos-yalist kuramcılara esin kaynağı olmuştur. Emile Zola ve Charles Dickens gibi yazarlar için de yeni konular sağlamıştır.

Sanat için sanat söylemi ve gü-zelliğin ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilmesi gereken birinci değer olduğu düşüncesi öylesine yerleşir ki, birçok sanatçı bizzat hayatın bir sanat eseri gibi yaşan-ması gerektiğine inanmaya başlar. Bununla birlikte sanat kendini ahlaktan soyutlarken, daha ön-ceden, romantizm döneminde de var olan ve hastalık, hiçe sayma,

Page 6: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

6 KIŞ 2018 D’ART MAGAZINE www.dartmagazine.net

Ülkece en çok yakındı-ğımız şeylerden biri belleksiz bir toplum oluşumuzdur. Her

alandaki unutkanlık kuşkusuz görsel sanatlar alanının da soru-nu. Peki, nereden kaynaklanır bu belleksizlik? Ya da nasıl bütün bir toplumun sorunu olur? Aslında unutkanlığın başka bir tanımı da var: Hatırlamamak! Neden ha-tırlamaz ki insanlar? Gerçekten unutkan oldukları için mi? Belki de hatırlatacak bir albüm olmadı-ğından, korunacak bir geçmişe ve güne bakamadığımızdandır.2004 yılında Antik Sanat Gale-risi’nde “Onlar Grubu sergisi, Rh+sanat dergisinde de sergiyle eşzamanlı aynı adlı bir dosya ha-zırlamıştık. Verimli bir yıldı, çün-kü aynı yıl Yapı Kredi Kazım Taş-kent Galerisi’nde “d grubu” sergisi olmuştu. 2013 yılında Arkas Mü-zesi’nde bir “Asker Ressamlar” sergisi yer aldı. Kısa bir süre önce de Sabancı Müzesi Feyhaman Du-ran’ı sergiledi. Bu sergi sayesinde Güzin Duran’ın işlerini de görme şansına eriştik. Belleğimi yokla-dığımda benim aklıma gelenler bunlar. Büyük bir miras için çok az. Bunun dışında daha çok mü-zayedelerde, el değiştirmelerde haberdar oluyoruz bir dönemin eserlerinden.

Geçen gün bir sohbetimizin konusu da bu oldu. Bizimki gibi bir ülkede özel koleksiyonlar bir kat daha önemli. Özellikle korun-ması gereken müzelik yapıtlar için koleksiyonlar birer sığınak işlevi-ni de görürken bizim de bir gün o eserleri toplu halde görme, ye-niden bir bellek inşa etme, bunun üzerinden yeni bilgiler üretme umudumuz olabilir.

Zeynep Dilek Çetiner, yakla-şık otuz yıldır üreten, literatüre geçmiş bir sanatçı. Öte yandan onun daha az bilinen yanı aynı zamanda uzun yıllardır İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde görev yapması ve restoratör olması. Tam da bellek, bilgi, koruma üzerine düşünürken bir araya geldik ken-disiyle. Sonra yine sanat, eserleri koruma, bellek yaratma ve mü-zecilik üzerine söyleştik. Ama bu kez söyleşinin bir kısmını meka-

nın dışına taşırıp okurla buluştur-mak şartıyla…

Sanat eserleri de yaşayan bir organizma aslında ve bozulma-maları ya da hastalanmamaları için korunmaları gerek. Buradan

başlayalım mı söyleşiye?ZDÇ: Tamam. Eserler de di-

ğer tüm nesneler gibi oluşumla-rıyla başlayan ve yok olmaları ile sona erecek bir bozulma sürecin-de varlıklarını sürdürürler.Bozul-ma sürecinin uzunluğu eserlerin kendi fiziksel yapılarını ve kulla-nım biçimlerinin yanı sıra içinde bulundukları çevre koşullarına bağlıdır, başta nem ve ışık olmak üzere,sıcaklık, hava kirliliği ve biyolojik etkenler malzemelerin çoğunu etkiler. Uygun ortamlarda saklanması ve sergilenmesi bozul-mayı azaltıp geciktirir.

Bozulmayı hızlandıran etken-ler çeşitlidir. Doğal etkenlerle bo-zulma (nem, ısı, ışık, böcekler vs.)insanlar tarafından kasıtlı yada kasıtsız tahrip (kar amacı, beğeni değişmesi, savaşlar vs.) sanayileş-me sonucu ortaya çıkan unsurla-rın etkisi (hava kirliliği, titreşim vs) bunlar arasında sayılabilir.

Eserin bulunduğu mekanın ısı ve nem dengesine, eserlerin doğrudan güneş ışığına maruz kalmamasına dikkat etmek gere-kir. Örneğin bir ahşap, tuval ya da kağıt malzemeli eseri kalori-

fer, şömine üzerinde ya da cam önünde sergilememek gibi. Çev-resel faktörlerin dışında esere en büyük zararı insan verir, bunun altıını çizmekte yarar var. Bulun-duğu ortamın değişen iklimsel şartları, gece – gündüz ısıya bağlı

değişimler, esere zarar verecek şe-kilde yapılan rutin temizlik, asılı olduğu yerden düşürülmesi veya bir yerden başka bir yere sürekli nakletmek bozulmayı hızlandı-ran şeyler. Son zamanlar da sanat eserlerinin nakliyesi konusunda daha bilimsel yöntemler kullanı-lıyor. Örneğin taşıma ve saklama sırasında eserin asit free dediği-miz asit yoğunluğu çok düşük malzemelerle paketlenmesi ya da ambalaj malzemelerinin bilimsel şartlarda seçilmesi bile korunması açısından önemli.

Isı ve nem dengesinden söz ettiniz. Bunu nasıl sağlayacağız?

ZDÇ: Örneğin tuval üzeri yağlıboya - akrilik bir çalışma için nemin %40 ile %60 arasında olması, ısının da 20 dereceyi geç-memesi gerekir. İdeali nem ora-nını %50-55 de sabit tutmaktır. Çünkü çok nemli ortamda tekstil tuval malzeme ortamdan su ala-rak şişer, dokuları zayıflar, man-tar ve böcekler oluşur; çok kuru ortamlarda ise çeker, sertleşir ve kırılganlaşır. Sanat eserinde sa-natçının kullandığı malzemenin niteliği ve kalitesine göre değişir

elbette yıpranma payı. Mesela, Şeker Ahmet Paşa

aynı zamanda sarayın teşrifatçı-sıdır, Paşa rütbesini alacak kadar yükselmiştir. Malzemelerinin te-mininde de ve niteliğinde güçlük çekmemiştir sanırım. Aynı dö-nemde yaşamış Süleyman Seyyid için aynı şeyi söyleyemeyiz. Sü-leyman Seyyid’in tuval boyutları bile daha küçüktür. Türk resmin-de malzeme genellikle tuvaldir. Bunun dışında duralit ve karton, kağıt malzemeyle de karşılaşırız. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya savaşını görmüş sanatçılar bul-dukları, erişebildikleri malzeme üzerine resim yapmışlardır. Jütler vardır mesela. Bu işe ilk başladı-ğım yıllarda bir koleksiyoner bana Nazmi Ziya’nın çocuk portresi olan bir çalışmasını getirmişti. Çok iyi bir çalışmaydı ama pata-tes çuvalı üzerine yapılmıştı. O yüzden koleksiyonerler ellerin-deki eserlerin malzemesini de iyi tanırlarsa onları çok daha kolay

koruyabilirler.

Türkiye’de birçok koleksiyo-ner kolay yıpranacağı endişesiyle kağıt çalışmalardan uzak durur.

ZDÇ: Kağıt üzerine çalışma-lar çok samimi ve değerlidir tabii. Elbette kâğıt da organik bir mal-zeme olduğu için az önce söyledi-ğimiz bozulma sürecinde, kağıdın cinsine ve maruz kaldığı şartlara göre yıpranacaktır. Bunun yanı sıra doğru çerçeveleme, sanatçı tarafından üzerine sürülmüş ko-ruyucu bir solüsyon ya da asit free paspartu kartonu kullanılarak çerçevelenmesi gibi bilimsel özel-likli seçimler kağıt eserin de daha uzun soluklu korunmasına katkı sağlayacaktır.

Öte yandan biraz önce örnek-lerle açıklamaya çalıştığım gibi malzemenin kalitesi önemli. He-pimiz tuvale ya da taşıyıcı zemine resim yapmadan önce astar kat sürerek yüzeyi hazırlarız. Tuval bezinin cinsi ve dokuma kalitesi

PERSPEKTİF

ESERİ TANIMAK KORUMAK AMA NASIL?

Page 7: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

7KIŞ 2018D’ART MAGAZINEwww.dartmagazine.net

kadar astar da önemlidir. Astar boyanın içindeki tutkalın özü bile çok önemli. Örneğin boncuk tutkal çatlamaya daha meyillidir. Malzemenin içeriğine göre gele-cekte oluşabilecek hastalıklar or-taya çıkar. Diyelim ki, bir sanatçı astar boya çabuk kurusun diye tuvali doğrudan güneş ışınına-ı-sısına bıraktı ya da kaloriferin yanına koydu, işte bu acelecilik daha sonra yüzeyin çatlamasına, dolayısıyla boyanın dökülmesine neden olabilir.

Sanırım burada eser sertifi-kalarının da önemi ortaya çıkı-yor.

ZDÇ: Evet, öncelikle orijinal-liğini belirliyor tabii. Koleksiyo-ner yaşayan bir sanatçıdan eser alıyorsa eser sertifikasını da doğ-rudan sanatçıdan almayı ihmal etmemeli. Şimdi bunu galeriler de yapıyor ve bence bu doğru bir tavır. Tabii sanatçının eserinin malzemesini, tekniğini belirtmesi de çok önemli. Çünkü bugün çok farklı malzemeler kullanılabiliyor ve bunlar elbette ki geleceğin uz-manları tarafından değerlendiri-lecek. Bugün düşeceğimiz küçük kayıtlar geleceğin koleksiyonerleri ve sanat uzmanları için çok değer-li olabilir.

Uzun zamandır dile getirdi-ğin ve yanlış hatırlamıyorsam projelendirdiğin Bilgi Banka-sı konusu sanırım bu koruma, onarım, analiz, ekspertiz, bilgi aktarma konularında da kaçı-nılmaz olarak olması gereken bir şey.

ZDÇ: Benim Türk resminde öğrencilik yıllarımdan beri ek-sikliğini gördüğüm, sıklıkla dile getirdiğim ve altını çizmek iste-diğim bir konu; gerek ekspertiz gerekse koruma ve onarım alan-larında yararlanabilecek, referans tutulacak, plastik sanat eserleri-nin teknik bilgilerini biriktirdiği, bir Bilgi Bankasının olması gerek-liliği. Peki “Eser Teknik Bilgi Ban-kası” derken tam olarak neyi kast ediyoruz? Bunu biraz açmam ge-rek, çünkü asıl önemli olan nokta o. Öncelikle bunu gerçekleştire-bilmek için orijinal eserleri toplu olarak günümüze taşımış büyük koleksiyonları çalışmak gerekli.

Bilgi Bankası: Orijinal sanat eserlerinin analizinden elde edi-lecek verilerin bütünüdür diyebi-liriz kısaca.

Büyük koleksiyonlar da başta resim heykel müzeleri olmak üze-re devlet koleksiyonları. İstanbul, Ankara ve İzmir Resim Heykel müzeleri gibi bunların ardından Merkez Bankası ve İş Bankası ,Cumhurbaşkanlığı gibi koleksi-yonlar ilk aklıma gelenler. Zaman içerisin de ele alınabilecek tüm özel ve resmi koleksiyonları da değerlendirmeye katarak verileri genişletebiliriz.

2000 li yılların başındaydı sa-nırım, Kültür Bakanlığı ülkedeki tüm kayıtlı eserlere yönelik en-vanter bilgilerini topladı. Resmi kurumlar buna yönelik bir envan-ter çalışması yaptılar ve dijital or-

tama geçildi. Benim bahis ettiğim sadece envanter bilgileri değil ese-rin tüm detaylı teknik analizini de içeren bir Bilgi Bankası.

Nasıl elde edilir bu veriler? Neye yarar sağlayacak?

ZDÇ: Öncelikle tecrübeli bir ekip ve teknolojik alt yapının sağ-lanması ve bir de niyet ve konuya vakıf olmak önemli. Burada sanat eserinin analiz yöntemleri geçerli. Çok ayrıntıya girmeden anlataca-ğım. Eserin ön ve arka yüzünden normal ışık altında siyah-beyaz ve renkli fotoğrafları çekilir. Bu ilk aşama. Daha sonra yandan ışık, mor ötesi, kızıl ötesi ve X-Ray ışını altında fotoğrafları çekilir. Bu işlemler eserin en üst tabaka-dan alta doğru taranmasını sağlar. Daha sonra mikroskobik fotoğ-rafları alınır ve mikroskobik ve kimyasal incelemesi yapılır. Eser-lerden pigment örnekleri alınır ki onun kendi etik değerleri vardır. Bu örnekler küçük reçine küple-

rin içine boya analizleri yapılacak şekilde konur. Bunlar laboratu-varlarda ayrıştırılarak pigment özellikleri ve boyanın içeriğine ilişkin veriler elde etmemizi sağ-

lar. Tüm görsel ve teknik bilgiler dijital ortamlar da saklanır,dosya-lanır.

Örneğin Osman Hamdi eser-lerinden alınacak tüm fotografik, mikroskobik, kimyasal analiz so-nuçları, ileriye yönelik sanatçının

eserlerine ait bir gen haritasına sahip olmak gibi bilimsel veriler bütününü oluşturacaktır. Bu ve-rilerin referansı ile mesela kolek-siyonerlerin sahip oldukları sanat eserlerine ilişkin ekspertiz istekle-ri eserin orijinalitesi konusunda çok daha doğru somut bilgiyi içe-ren kıstaslar da yapılacaktır.Elbet-te ki burada uzman görüşü de çok önemlidir. Eseri, sanatçıyı, onun dönemlerini iyi tanıyan bir uz-man faktörünü de es geçmemek gerekir. Ayrıca imzasız bir eserin orijinalliğini ve dönemini tespit etmeyi de çok kolaylaştıracaktır bu yöntem.

Eser sahipleri kimi zaman labaratuvar şartların da eserleri-nin analizini yaptırmak istiyor ve

yurtdışındaki labratuarlara gön-dermeyi arzu ediyorlar. Bu çok doğru bir veri sağlayacakları, so-nuç alabilecekleri bir yöntem de-ğil. Çünkü Türk resmine ait veri-

ler Paris’teki veya Londra’daki bir analiz labaratuarında yok! Onlar size , misal Monet eserleri hak-kında bilgi verir, değerlendirebi-lirler ama Nazmi Ziya eserleri hakkında verileri yok ki referans-landırarak sonuç sağlasınlar.

Ayrıca Türk resmi yenidir en geniş şekliyle yaklaşık 1850 son-rası günümüze kadar üretim var-dır. Hazır boya sanayii, empresyo-nizm ile oluşmuş ve kullanılmaya başlamıştır sanatçılar tarafından. Yüzyıl belirlemede kullanılan ve daha çok arkeolojik eserlerde so-nuç alacağınız Karbon testi gibi uygulamalar yapamazsınız bu yüzden. 20.yüzyıl sanatçısının kullandığı boyanın orijini, örne-ğin İtalya’nın bir köyündeki bir taşı ezerek mavi üretmesi gibi bir öznellik taşıyamaz.

Bilgi bankası bunun için de gereklidir. Ayrıca bu eserin koru-ma ve onarımı için de çok büyük kolaylık sağlayacaktır.

Yaklaşık otuz yıldır İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde görev yapıyorsun. İlk müze deneyimin de 1,5 yıl kadar Deniz Müzesin de başlamış. Biz müzelerin eser hacmini tam anlamıyla algıla-yamadık. Örneğin eser sayıları nedir? her eser sergilenir mi mü-zelerde?

Müzelerin zenginliği Koleksi-yonlarındaki eser sayısı kadar ,ni-teliğindedir de aslında.Teşhir sa-lonlarından çok daha fazla eserin depoların da bulunması normal-dir. Biz hiçbir zaman müzelerin tüm koleksiyonunu göremeyiz. Bu yurt dışındaki müzelerde de geçerlidir. Çünkü sergilenen eser-lerin dışında binlerce eser barın-dırabilir müzeler. Aslında bizim müzelerimizde yapılan katalog ve kitaplar sayısal anlamda da içerik-lerini paylaşıyorlar. Ama tüm ko-leksiyonlarını aynı anda izleyiciye sunmalarını beklemek gerçekçi bir beklenti olmaz.

Örneğin Paris Louvre’a gittiği-nizde Milo Venüsü’nü ya da Mona Lisa’yı her zaman görürsünüz. Bu süreklilik insanların kendi kişisel

deneyimini de oluşturur. Ama öte yandan müzelerde hazırlanacak süreli sergiler ile de koleksiyon-larını toplumla paylaşır ve sorular sorarak veya sordurarak kültür ve sanat adına hareket sağlarlar. Müzelerin her daim yenilenen ve defalarca ziyaret edilen yerler olmaları, toplumla buluşarak ye-niden,yeniden bellek yaratmala-rına da olanak sağlar bu durum. O zaman izleyiciler depolarda korunan çalışmaları da görebilir. Müzeler aynı zamanda eğitim ku-rumlarıdırlar, ayrıca tüm günü-nüzü geçireceğiniz yaşam alanları da oldular, ziyaretçiler müzede yemeklerini de yiyorlar, rehberli sanat turuna katılıp sonrasında filmlerini de izleyebiliyorlar. Ta-bii ki başa dönersek birincil kriter bir müzenin koleksiyonunun çok sağlam, nitelikli olması. Sanat ya-pılıyor dediğimiz andan itibaren bizim bütün belleğimizi barındı-ran alanlar müzeler.

Önemli eserleri koleksiyonla-rında barındıran Resim Heykel Müzeleri tarih boyunca bir sü-reklilik gösteremediler. İzleyiciye sürekli açık olamadılar. Sanırım Ulusal Müze kavramını en iyi yansıtacak yerler yine Devlet Re-sim Heykel müzeleri ve biz bu de-ğeri hayata geçirmek konusunda zorlandık.

ZDÇ: 1937 yılında Atatürk’ün emriyle ve çok da iyi niyetle açı-lan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, ilk var olma süreçlerinde Ankara ve İzmir Resim ve Hey-kel Müzelerinin koleksiyonlarına önemli derecede eser göndere-rek oluşumlarına katkı sağlamış, hatta kendi içinden doğurmuştur. İkinci Dünya Savaşı gibi, müzele-rin binalarının eser sergilemeye uygun olmamaları gibi ve bura-da açıklanamayacak kadar çok nedenle ne yazık ki beklenen ih-tiyaca süreklilik göstererek cevap verememişlerdir. Müzelerde gö-rev alan hemen herkesin büyük bir çaba ve iyi niyetle çalıştığına kuşku yok. Ama kişisel gayret-ler bazen yeterli olmuyor. Ulusal Müze kavramıyla beklenen ihti-yaca cevap da sanırım ülkelerin kültür politikaları ile ilişkili. Bu-nunla birlikte ülkemizin görsel sanatları adına önemli misyonu var bu müzelerin. Sanırım büyük şehirlerimizdeki Resim Heykel Müzeleri iyileştirme yönünde ya-pılan girişimler sonucunda yavaş yavaş yenilenen sergi mekanları ile izleyiciyle buluşmaya başladı veya başlayacak.

Görsel Kaynakça:

Luitsen Kuiper, Restoration of pain-tings. Unieboek Bussum, 1973.

Knut Nicolaus, The restoration of pa-intings. Cologne 1999.

Pocket guides, Conservation of pain-tings. National Gallery Publication, 1999.

PERSPEKTİF

Page 8: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

8 KIŞ 2018 D’ART MAGAZINE www.dartmagazine.net

SANATÇI

Ü niversite eğitiminde Mimar Sinan kaçınıl-maz olmuş sanırım si-zin için.

EŞ- Evet, ama ilk sene seramiği kazandım. O zaman bir sene se-ramik okur, tekrar hazırlanıp re-sim bölümüne geçiş yaparım, diye düşünüyordum. Bir süre sonra üç boyutlu yaratım beni çok etkile-meye başladı. Yine de bir yandan resim yapmayı sürdürdüm. Bu-gün dönüp baktığımda iyi ki se-ramik bölümünü bitirmişim, diye düşünüyorum. Seramik bilgimi resimde uyguluyorum. Örneğin dokular, katmanlı çalışma şeklim

Resimlerim hep çok doğru kişilere gidiyor. O yüzden çok mutlu oluyorum.

Evet, benden bir parça gittiğini hissediyorum ama bu bana iyi gelen bir şey.

o disiplinin ürünü. Resimlerimin altyapısı seramik o yüzden de farklı ve özgün olduklarını düşü-nüyorum. Öte yandan okuduğum okulun resim bölümü bende bir hayal kırıklığı da yarattı. Örneğin yıl sonu sergileri olurdu ve hepsi-nin değil ama birçok kişinin ça-lışmaları hocalarına benzerdi. Bu yüzden de iyi ki resim okumamı-şım, dedim.

Daha sonra yeniden resme dö-nüş süreci nasıl oldu? Başka bir disipline atlamak o kadar kolay olmasa gerek.Evet, okul bittikten sonra resme

dönmek istiyordum, ama bir bo-calama dönemi yaşadım kaçınıl-maz olarak. Birkaç sene bir yan-dan seramik yaparken bir yandan resim yapma isteğinin çelişkisini yaşadım. Sonra gazetede Yedite-pe’nin yüksek lisans programının ilanını gördüm.Açıkçası Mimar Sinan’ı çok iste-medim çünkü bizim dönemimiz-de hocalar pek derse girmezdi. Okula girdiğimde ne kadar geli-şebileceğimden çok emin olama-dım. Öte yanda Yeditepe’nin ho-caları çok iyiydi.Ergin İnan, Özdemir Altan, Mus-tafa Ata, Zahit Büyükişleyen…

Mülakatta Zahit Bey beni çok yüreklendirdi. Başlangıçta elbette ki teknik olarak biraz geriydim ama açığımı çabuk kapattım. Onu da çocukluğumdan itibaren çok sergi gezmeme bağlıyorum. Gö-zün eğitimi benim daha hızlı iler-lememi sağladı.

Mezun olmama yakın rh+sa-nat dergisinin “Yılın Genç Ressa-mı Yarışması”na katıldım ve orada finalist oldum. O da benim için bir dönüm noktası oldu. İlk ça-lıştığım galeri Maçka Modern’in sahibi Ahmet Utku, oradaki ser-giyi gezip benimle bağlantı kurdu. Böylece onunla çalışmaya başla-dık.

En son 2015’te yine Zahit ho-canın beni yüreklendirmesiyle sanatta yeterliliğe başladım. Ama-cım akademisyen olmak değil kendimi daha çok geliştirebilmek. Çünkü iki yıllık yüksek lisans sü-reci boyunca aldığım dersler, ho-calarla yaptığım sohbetler, farklı teknikleri deneme olanağı beni çok geliştirdi. Marcus Graf, Turan Aksoy gibi hocalardan ders almak da büyük şanstı. Bu bir yolculuk aslında, bir iş değil de bir yaşam biçimi gibi.

Eserlerinin de bir süreci var. Kendi içinde devinen, değişen, dönüşen çalışmalar…

EŞ- Asıl süreç rh+sanat’ın ya-rışması ile başladı. O zaman şehir soyutlamaları yapıyordum. Öte

yandan eserlerimin hep bir anla-mı olsun isterim. Yapmış olmak için yapmayayım. Bir anlamı, hi-kayesi olsun düşüncesiyle yola çı-kıyorum. Bu, belki kitap okumayı çok sevmemden kaynaklanan bir şey.

Öykü, anlam çağrışımıyla so-ruyorum. Neydi ilk motivasyo-

nun?EŞ- Ben resimlerimi babama

yapıyordum. Babamı çok erken bir zamanda 14 yaşındayken kay-bettim. Ani bir kayıptı ve yaşan-mamışlıklarla dolu bir ilişkiydi o benim için. İkimiz için bir buluş-ma noktası yaratmak istedim.

Bu hayatta babamı bir kez daha göremeyeceğim ama resim-lerle ikimiz için farklı bir boyut yaratmak istedim. O şehirlerle, hayali dünyayla uğraşırken onun bütün bunları görebildiği düşün-cesi bana iyi geliyordu. Sonra o şehirlerin içine mektuplar yazma-ya başladım. O zaman, o anda ne anlatmak istiyorsam. İlk sergimi de babama adadım. Çalışmalarda babama mektuplar, şiirlere dö-nüştü.

Etkilendiğim şiirleri, kitaplar-dan alıntıları yazmaya başladım. Benim için yoğun içsel bir süreçti. Bu beni yoga, meditasyon yapma-ya götürdü. Hint felsefesi okuma-ya başladım.

Şehir soyutlamaları evrene dö-nüştü. Çünkü kendimi Hint felse-fesindeki evren anlayışına, her şe-yin bir olduğu, herkesin birbiriyle bağlantılı olduğu düşüncesine çok yakın hissetmeye başladım. Belki babamın resimlerimi hissettiğine bu yüzden inandığımı düşün-düm. Çünkü kaybettiklerimizle de biriz.

Yoga ve meditasyonla bu kadar yoğun ilgilenmek, tuvallerdeki

yazıların mantralara dönüşmesini getirdi. Sanskritçe yazılar yazma-ya başladım, bunlar yogada ken-dinizi daha iyi hissetmemiz için tekrarladığımız cümlelerdi. Bu-nun bana iyi geldiğini daha ötesi, resimleri alan kişilere de iyi geldi-ğini fark ettim.

Nasıl bir arayışın ürünüydü

ESRA ŞATIROĞLU

Şehir soyutlamaları evrene dönüş-

tü. Çünkü kendimi Hint felsefesin-

deki evren anlayışına, her şeyin bir

olduğu, herkesin birbiriyle bağlan-

tılı olduğu düşüncesine çok yakın

hissetmeye başladım.

Page 9: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

9KIŞ 2018D’ART MAGAZINEwww.dartmagazine.net

resimleri Hint felsefesi ve Yoga ile birleştirmek?

EŞ- Ben bir yola çıkmıştım. El yordamıyla bir şeyler keşfet-tim. Ben bunları başkalarına na-sıl anlatırım, onlara da iyi gelir mi arayışıydı ardından gelen. Bir süre sonra resimler kendi için-de dönüşerek değişmeye başladı. Hiçbir zaman keskin değişimler yaşamadım resimde, bu biraz ka-rakterimle de ilgili. Sadece onlar kendi içlerinde küçük adımlarla değiştiler. Şehir soyutlamaların-dan da hiç kopmadım.

Okumalarında belli bir düzen var mıdır? Örneğin bir dönem Hint felsefesi okuyup bir dönem sadece edebiyatla ilgilenmek gibi.

EŞ- Aslında o dönem neye ihtiyacım varsa onu okuyorum.

Örneğin eserlerime şiirler girdiği sırada Cemal Süreyya ve Nazım Hikmet okuyordum yoğun ola-rak. Belki aşka ihtiyaç duyduğum bir zamandı.

Eserlerine Hint felsefesinin, şiirlerin girdiğinden söz ettik. Onun dışında okuduğun diğer kitaplar birebir giriyor mu eser-lerine?

EŞ- Her zaman değil ama ör-neğin “Bin bir Gece” diye bir re-sim çıktı. Çocukken okuduğum o masallara bir kez daha bakmak istedim ve yeniden okumaya baş-ladım. O masallar beni o kadar et-kiledi ki tamamen ona ait bir eser çıktı. Sanırım bu, bir kitaptan ne kadar etkilendiğim ile ilgili. Ha-yatta herkesin iniş çıkışları var, aynı mevsimler gibi. Her zaman

bahar ve yaz geliyor ama kış gibi zor dönemlerde bile hayatın bir büyüsü, ışığı var. Ben resimlerim-de hep o iyi enerjiyi vermek isti-yorum. Bana iyi gelen bir kitabı o yüzden anlatmak istiyorum. Eser-lerimi izleyene de bu duygunun iyi gelmesini istiyorum, ayrıca böyle geri dönüşler aldığım için kendimi de çok mutlu hissediyo-rum.

Sanatçılar eserlerini tanım-larken kendilerinden bir parçayı anlatır gibi anlatırlar bazen. Bir iş bir koleksiyona girdiğinde sen-den bir parçanın gittiğini hisse-der misin?

EŞ- Resimlerim hep çok doğ-ru kişilere gidiyor. O yüzden çok mutlu oluyorum. Evet, benden bir parça gittiğini hissediyorum ama bu bana iyi gelen bir şey. Ben eser-lerime bağlanma duygusu yaşa-mıyorum onun dışında. Daha çok resimlerin yerlerini bulduklarını hissediyorum. Bu da benim için paha biçilmez bir şey.

Hepimizin üretimden koptu-ğu ve geri döndüğü zamanlar olur. Mutlaka sende de olmuştur. Dönüşlerde nasıl motive edersin kendini?

EŞ- Doktoraya başlamadan önceki dönem öyle bir dönemdi mesela. Çok tıkandığım zaman-lardı. O zaman derslere başlamak, başkalarından fikir almak beni motive etmişti. İşimizin bir parça-sı olduğundan olsa gerek bakmak, görmek iyileştirici bir motivasyo-na dönüşüyor. İyi bir sergi gez-mek, insanlarla iletişime geçmek motive ediyor beni. Kısacası yaşa-mak sanırım ve gidiş dönüşlerin dengesini bulmak…

Yoga ile ilgine dönmek istiyo-rum. Bir tür senteze varıyorsun çünkü Yoga ile eserlerin arasın-da.

EŞ- Kundalini Yoga yapıyo-

rum. Bu felsefeye göre her insanın bedeninde bir enerji topu uyuyor. Bu aslında doğduğumuzda ve ço-cukken açık bir enerji ama yaşa-dığımız travmalar ve toplumsal baskılar bu enerjiyi bir uyku duru-muna geçiriyor ve insan bedenin-de yedi tane tanımlanan çakrada problem yaşanmaya başlanıyor. Örneğin boğaz çakramız tıkanır-sa düşündüğümüzü söyleyeme-meye başlıyoruz. Her çakranın bir

anlamı var. Kundalini Yoga’da her dersin belli hareket sıraları var. Hem bedeninizi kullanıyorsunuz hem meditasyon yapıyorsunuz. O ritüelleri yerine getirdiğinizde enerjinizi de uyandırıyorsunuz. Bu da yılan sembolü ile anlatılı-yor. En alt çakradan tepe çakra-

ya kadar o yılanın çıktığını ve en üstte bilinçaltını temizlediğini düşünün. Böylece yaşanılan sı-kıntılardan arınacağınıza dair bir inanış var. Bu, bana çok iyi gel-di. Elbette ki, herkesin bu siste-me dahil olduğunda aynı şekilde bir iyi hissetme hali yaşayacağını iddia etmiyorum. Sadece ben o felsefeyi kendime çok yakın his-settim ve bu hissediş resimlerime de yansıdı. Ardından mantralar

geldi. Ders başında söylediğiniz anlamı “İçimdeki yüce bilgeliği selamlıyorum” olan bir mantra var. Aslında içimize dönmemizi ve hücrelerimizde dolaşan bilgiyi hatırlamamızı sağlayan bir çalış-ma. Benim resimlerim de tam o içe dönüşlerde ortaya çıkıyor.

Bir eserinde yılan sembolü ortaya çıktı. Eserlerinde bu yöne doğru bir gidiş görecek miyiz?

EŞ- Bunu ilk defa kullandım ve benim için de çok yeni bir şey, ama sanırım oraya doğru bir gidiş var.

Kadın sanatçı sözünü kullan-mayı sevmiyorum. Sadece senin eserlerinden ve etkilendiğin felse-feden yola çıkarak sormak istiyo-rum. Bir şekilde kadına dair bir bilinç veya bilgelikle yaklaştığını düşünüyor musun eserlerine?

EŞ- O bilgelik hepimiz de var bence. Hatta biz zaman zaman unuttuğumuz bilgileri hatırlıyo-ruz. Çünkü bize çağlar boyunca aktarılmış bilgiler var ve erkek egemen toplum bunların unutul-ması için çalışıyor. Elbette ki, çok açık erkekler de var ama ben ka-dınların daha açık olduğunu dü-şünüyorum yine de. Belki bu hep dile getiren duygusal yapımızdan kaynaklanıyor ya da farklı duyar-lılıklar taşımamızdan.

SANATÇI

Page 10: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

10 KIŞ 2018 D’ART MAGAZINE www.dartmagazine.net

nıştırmak adına birkaç yıldır de-vam eden bir projeniz var.

EH: Beş yıl oldu. O proje yurt-dışında sanatçılarımızın tanınma-sı değil tam tersi yurtdışını öğren-cilerimizin görmesi üzerine bir girişim. Görgü dediğiniz şey, gör-mekten geliyor zaten. Sanatçıların bienalleri, büyük fuarları görme-leri lazım. Hangi galeriler, hangi sanatçılar katılıyor, alım satımlar nasıl yapılıyor izleyip o havayı koklamaları lazım. Dolayısıyla bir sene Venedik Bienali, bir sene Art Basel olmak üzere iki resim, bir heykel bir de fotoğraf bölümün-den dört öğrenciyi her sene yurt-dışına gönderiyoruz. Onların yol, konaklama ve cep harçlığı masraf-larını karşılıyoruz, o arkadaşlar da gidiyorlar. Çok da iyi oluyor. Çok memnun oluyor gençler.

Daha sonra o gençlerle iletişi-miniz devam ediyor mu?

EH: Etmiyor ama sergi açar-larsa gidiyorum. Hoşlanıyorum da bunu yapmaktan. Gençlere ba-zen sadece dokunduğunuz zaman

inanılmaz şeyler başarabiliyorlar. Tabii, hepsinin çok güzel şeyler yapacağı anlamına gelmiyor bu, ama içlerinden bir tanesini deste-ğimizle çıkarmak bile bizim için mutluluk kaynağı. Söylediğim gibi dün da BASE’den üç genç sa-natçının eserini aldım. Diğer ko-leksiyoner arkadaşlardan alanlar da oldu. Sonuçta onları destekle-

Bazen önünden geçip gittiğiniz bir yer için-de büyük sürprizler barındırabilir. Bu

sohbeti Emin Hıtay’ın işyerinde yaptık. Sakin ve sade kapıdan içe-ri girer girmez ardınızdaki dün-yayı tamamen bıraktığınız bir yer burası. İçindeki sanat eserleriyle soluk alan bir yer. Söyleşeceğiniz koleksiyonere dair küçük ipuçları fısıldayan bir yer.

Emin Hıtay ile bir öğleden sonra buluştuk. Koleksiyondan, seçmekten, görmekten, değişim-den söz ettik. Kısa bir süre olsa da yaşamın karmaşasından sıyrılıp bir koleksiyonerin heyecanına or-tak olduk.

Koleksiyonunuza 1986 yılın-da Bedri Baykam alarak başla-mışsınız. Neydi sizi bir sanat ese-ri almaya iten duygu?

EH: hemen şunu belirteyim, birkaç yıl öncesine kadar ben ko-leksiyonerim, demiyordum, zaten koleksiyon yapacağım diye baş-lamadım resim almaya. Sadece içimden geldi. Bir yönlendirme olmadığı gibi devamlı fuarlara, galerilere gitme gibi bir durumum da yoktu. Aslında başlangıç, sade-ce duvarlarda güzel tablolar ol-masını istememdi. Sonra zevkime göre almaya başladım ve elbette bu süre içinde göz zevkim de ge-lişti. Aslında gezdikçe bir göz eği-timinden geçiyorsunuz. Bu da bir süreç. Fuarlara gitmek, çok sergi gezmek, konuşmak bir eğitim. Bi-raz önce söylediğim gibi zevkle-rim de değişti tabii. On beş yirmi sene önce aldığım eserlerle bugün aldığım eserler arasında farklar var. Alıp da beğenmediğim bayağı eser var.

Koleksiyon da dönüşmüştür mutlaka bu değişim sürecinde.

EH: Evet. Başlangıçta hem

ki? Tam tersine bize iyi duygular hissettirecek, bize sevinç ve keyif verecek eserleri asalım, diye dü-şündüm. Sonra yavaş yavaş bir temizliğe başladım. Yetmişe yakın eser sattım. Şu anda çağdaş, yaşa-yan, üreten sanatçılarımızın eser-lerini alıyorum.

Yurtdışından da eser alıyor-sunuz.

EH: Evet. Art Basel’e gitmeye başladıktan sonra birkaç yıl bir gözlem zamanı tanıdım kendime. Hemen almamak gerektiğini dü-şünüyorum, çünkü hata yapabi-liyorsunuz. O yüzden başlangıçta sadece gezdim, oradaki galerileri, onların sanatçılarını tanıdım. Bir süre sonra “Artık almaya başlaya-bilirim”, dedim. Bir de Türkiye’de bizim sanatçılarımızın eser fiyat-ları çok yükselmişti. O zaman Do-lar, Euro da ucuzdu. Yurtdışında kendini kabul ettirmiş sanatçılarla buradaki aynı düzeyde sanatçıla-rın eser fiyatlarını karşılaştırdığım zaman buradaki sanatçıların eser-leri bazen onların yanında pahalı

bile kalıyordu. Dolayısıyla yaban-cı sanatçılardan da eserler almaya başladım. Tabii içine girdikçe baş-ka bir dünya ile karşılaşıyorsunuz. Her sene Art Basel’e gidiyordum, bu sene Miami’ye gittim örneğin. Miami’ye on sene önce de gitmiş-tim. Bu ikinci gidişim oldu. Müt-hiş gelişmiş tabii. Fuarın kendisi zaten çok iyi bir o kadar da büyük

bir fuar. Bir de on iki tane uydu fuar var. Gez gez bitmiyor. Ancak dördünü gezebildim ben kaldığım süre içinde. Tabii, Miami’de olma-nın ayrı bir keyfi de var. Aralık ayında gündüzleri yirmi altı, yir-mi yedi derece. Akşamları yirmi iki dereceye düşüyor.

Peki Türk ve yabancı sanatçı-lardan eser alırken bir oran be-lirliyor musunuz?

EH: Hayır, belirlemiyorum. Bizim öyle çok da vaktimiz yok. Fuarlara, yetişebildiğimiz kadar da galeri sergi açılışlarına gidiyo-ruz. Bu geziler sırasında beğendi-ğim bir eser olursa ve keseme de uygunsa alıyorum. Örneğin dün Galata Rum İlkokulu’nda BASE etkinliği vardı. Çok güzel bir iş yapmışlar. Tebrik edilecek bir gi-rişim. Otuz bir tane üniversiteden binin üzerinde başvuru olmuş, onlardan yüz sekiz tanesini seç-mişler ve sergilemişler. Dün de açılışına gittim. Üç genç sanat-çının eserini aldım. Biri Mimar Sinan’dan, biri Akdeniz Üniver-

sitesi’nden biri de Marmara Üni-versitesi’nden. Oldukça başarılı ve yetenekli gençlerimiz var. Bu arkadaşların dünyaya açılması lazım ama elbette ki bunu galeri-ler aracılığıyla yapabilirler, kendi başlarına yapmaları pek mümkün değil.

Sizin gençleri yurtdışı ile ta-

erken Cumhuriyet dönemi sanat-çılarından hem çağdaş sanatçılar-dan alıyordum. Şu anda tamamen çağdaşa döndüm. Aldığım bazı eserleri de sattım. Özellikle de baktığım zaman bana olumsuz duygular veren eserleri. Örneğin, çok değerli bir sanatçımız kanser olmuş, bir göğsü alınmış. Daha sonra kendi otoportresini yapmış, bir göğsü kesik ve oradan kan akıyor. Müzelik bir eser aslında.

Burada, kafeteryaya astım o eseri. Orada çalışan kadın arkadaşlar, resme baktıklarında kendilerini kötü hissettiklerini söyleyip onu duvardan kaldırmamı istedi-ler. Sonra niye bu resmi astığımı düşünmeye başladım. Evet, çok güzel bir otoportre, iyi bir resim ama neden bize olumsuzlukları hatırlatan bir görüntüye bakalım

RÖPORTAJ

Oldukça başarılı ve yetenekli gençlerimiz var. Bu arkadaş-ların dünyaya açılması lazım ama elbette ki bunu galeriler aracılığıyla yapabilirler.

EM İN HİTAY İLE B İR ÖĞ LE DEN SONRA

Page 11: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

11KIŞ 2018D’ART MAGAZINEwww.dartmagazine.net

RÖPORTAJ

yen, onore eden, cesaretlendiren bir tavır bu. BASE bu anlamda iyi organize olmuş bir iş. Jürisinde çok değerli insanlar var. Organi-zasyon sürecinde konuşmalar ve paneller de düzenlemişler, yarın da ben Mustafa Taviloğlu ile ko-

nuşmacı olarak yer alacağım.

Sizin koleksiyonunuzun ilgi çekici yönlerinden biri de video sanatı barındırması.

EH: İlk video eserini 2009 yı-lında Haluk Akakçe’den almıştım. O da hala holding binasının gi-rişinde duruyor. Aldığım son iki video sanatı benim İstanbul Bie-nali’nde desteklediğim sanatçılar. Sanatçıya sponsor oluyorsunuz çünkü eser üretme aşamasın-da masrafları oluyor. Sanatçı da sponsora çalışmasından bir edis-

yon veriyor. Bu yıl bir Türk sa-natçıya iki sene önceki bienalde de Çinli bir sanatçıya sponsor oldum. O da Çin’de iyi bilinen bir sanatçı. Çok sık video aldığı-mı söyleyemem ama arada güzel oluyor.

İş dünyası ile ilgili bir söyle-şinizde size gençlere ne tavsiye edersiniz, sorusu yöneltildiğinde sabretmek dışında işlerini hücre-lerinde hissetmelerini söylemiş-siniz. Sanata da böyle mi bakı-yorsunuz?

EH: Benim için iş ayrı sanat konusu ayrı. Ben hobim nede-niyle uykusuz kalmam ama işim nedeniyle geceleri uyanabilirim, uykusuz kalabilirim. Zaten bir işi yaparken biraz huzursuz olup ra-hatsızlık hissetmiyorsanız orada

müthiş başarılı olma şansınız yok. Onunla yatıp kalkmak lazım. El-bette ki sebat lazım. Bu da bir işi sonuna kadar götürme kararlılığı. Çoğu zaman gençler yarı yolda pes ediyorlar. Halbuki iki adım atsa olacak o iş. Tabii, sebat gös-tereceğim diye olmayacak duaya da Amin dememek, bırakacağınız yeri bilmek lazım. Zararın nere-sinden dönerseniz kar. Aslında bunlar yüzyıllardır söylenen şey-ler ve hepsi de doğru.

Aslında bu söyledikleriniz bir sanatçı için de geçerli.

EH: Elbette. O da onun işi. Ara sıra uyuyamayacak, huzursuz olacak. Huzursuzluk bir açıdan doğum sancısı aslında. Geçenler-de bir video izledim. Istakozların büyümeleri ile ilgiliydi. Istakoz-ların kabukları sabit, büyümüyor ama içi büyüyor. İçi büyüdükçe kabuğa sıkışmaya başlıyor ve stre-se giriyor. Sonra gidip bir kayanın altına saklanıyor, orada kabuğunu atıyor, yenisi oluşuyor ve güvenle oradan çıkıyor. Çünkü artık kimse onu yiyemez. Aradan bir zaman geçiyor, büyümeye devam ediyor ve yeniden bir kayanın altına sak-lanıyor. Bu yüzden strese biraz da büyümek diye bakmak gerekiyor.

Sizi çok heyecanlandıran al-mak için çaba sarf ettiğiniz bir sanat eseri oldu mu hiç?

EH: Olmaz olur mu? 2009 yılında Art Basel’deydim yine. Bizim de VIP first choice kartla-rımız var. Erken bir saatte istedi-ğimiz gibi giriyoruz fuar alanına ve kalabalıklaşmadan rahat rahat gezebiliyoruz. Fuarı gezerken bir Alman galerinin standında Kohei Nawa’nın “Geyik Başı”nı gördüm. Gerçek bir geyik başı cam balon-cuklarla kaplanmış. Bayıldım, müthişti. Hemen “Bunu almak istiyorum”, dedim. Galerici “Sa-tıldı”, dedi. Galiba o fuarda first choice’un da first choice’u var. Çünkü benden önce birileri al-mış. Galericiye “Seneye getirecek misin?” diye sordum. “Getirece-ğim”, dedi. “Aldım ben”, dedim. “Ne getireceğimi bilmiyorsunuz”, dedi. “Aldım ben, merak etmeyin sürprizi de göze aldım”, dedim. Ertesi yıl gittim. Geyik başı bek-liyorum, bütün geyik gelmiş. So-nuçta 2009 yılında başını görüp bayıldığım geyiğin 2010 yılında bütününü aldım. 2011 yılında da Metropolitan Müzesi satın aldı o geyiklerden. Daha sonra Kohei Nawa gerçek geyik kullanmayı bı-raktı çünkü hayvan severler tep-ki gösterdiler. Onun yerine kalıp alıp işler üretmeye başladı sanatçı. Gerçek geyik ile yaptığı işlerden dört ya da beş tane var dünyada bir tanesi bende. Biri Metropoli-tan Müzesi’nde, biri Japonya’da bir müzede, bir tane de Japonya’da bir koleksiyoner de var.

Bu hikaye gerçekten heyecan verici. Sizin seçtiğiniz bir eserin aynı serisinden Metropolitan Müzesi’nin almış olması ayrıca heyecan verici.

EH: Ben koleksiyonu yatırım amacıyla yapmıyorum ama böy-

lesi bir şeyi duymak insana müt-hiş bir keyif veriyor. İyi bir seçim yapmanın keyfi bu.

Sizden başka bir tavsiye al-mak istiyorum. Koleksiyon yap-ma fikri olup nerden başlayaca-ğını düşünenlere önereceğiniz bir yol var mı?

EH: Önce hiçbir şey almadan galeri, fuar gezsin koleksiyona başlamak isteyen birisi. Başlangıç-ta bir şey almasını tavsiye etmem. Gezmek ve göz eğitimini geliştir-mek önemli. Geliştirsin, diyorum çünkü bu eğitim bitmeyen bir şey. Aradan bir sene geçtikten sonra yavaş yavaş küçük rakamlarda eserler alsın. Bir beş yıl sonra da bütçesi doğrultusunda sevdiği eserleri toplamaya başlasın. Sade-ce başlangıçta çok hızlı gitmemek gerektiğini düşünüyorum. İşin keyfini çıkarsın. Gidip o camia ile tanışsın. Kimlerin, ne yaptığını görsün. Benim gözlemlediğim bir şey var. Dekoratif sanata yöneli-

yorlar hemen. O işlerden de fuar-larda çok var. İyi de satılıyor ama sanatsal değeri çok fazla olmayan sanat eserleri sonuçta. Elbette ki onlar da duvarınıza astığınız za-man güzel. Elbette ki alsınlar ama çok da hırslı gitmesinler.

Koleksiyon yapmak sanat eserleriyle yaşamak dışında ya-şamınıza ne getirdi?

EH: Bana işim anlamında çok fazla bir şey kattığını söyleyemem ama sanat camiasındaki insanlar-la tanıştım. Galericiler, koleksi-yoncular, sanatçılar… Sanatı se-ven, insanı da hayvanı da doğayı da sever. Sonuçta güzel insanların

olduğu bir grupta bulunmak içi-nizi açan bir şey.

Ben koleksiyona kattığımız sanat eserlerini emanet aldığı-mızı ve herkesle paylaşılması ge-rektiğini düşünüyorum. Siz bunu yapabiliyor musunuz? Bununla ilgili projeleriniz var mı?

EH: Hayır, bir projem yok ama okullardan öğrencilerini getirmek isteyen hocalar oluyor, onları işyeri veya eve davet edi-yoruz. Örneğin yılbaşından sonra Bilgi Üniversitesi’nden öğrenciler önce işyerine sonra eve gelip sa-nat eserlerini görecekler. Onlarla aynı zamanda sohbet edeceğiz. İstanbul Modern’in Altın üyeleri var onlar gelip geziyorlar. Bienal davetim oldu, o davete üç yüz kişi geldi. Onlara altı partide rehber eşliğinde evdeki sanat eserlerini gösterdik. Tabii, gelen eşimiz dos-tumuz görüyor. Özel bir program yapmıyorum ama isteyene de hiç hayır demedim. Şimdi koleksi-

yonun yüz, yüz elli parçalık bir bölümünü de kitap haline getiri-yoruz. Fotoğrafları çekildi. Yazısı yazılıyor. Mart ayı gibi de kitap halinde çıkar sanırım. Onun öte-sinde proje değil ama koleksiyo-nun belli bir kısmını bir yerlerde sergilemek düşüncesi geçiyor ka-famdan. Bunu nerede ne zaman yaparız bilmiyorum. Eğer böyle bir projeyi hayata geçirirsem İs-tanbul, Ankara, İzmir gibi üç ilde yapmak isterim. Tabii, bunun bi-rer ay kalması gerekiyor.

Page 12: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

12 KIŞ 2018 D’ART MAGAZINE www.dartmagazine.net

“Füreya Kılıç çiniciliğe, Ana-dolu medeniyetlerinin bu eski sanatına, yepyeni bir tazelik getir-miştir. Vücuda getirdiği eşyanın gündelik faydalarının dışında, çok daha derin bir ihtiyacı karşı-lamayı bilmiş ve eşyaların renkli yüzeyleri üzerine şiir ve sihirle dolu düşüncelerin anlamını belir-ten motifler çizmiştir. Üzerlerinde nakışlaşmış bir çiçek veya girift bir yazı olan bu ışıklı çiniler gün aydınlığının sızmadığı loş oda-ların ve avluların ideal süsleridir.

Füreya Kılıç bu konuyu tazele-yerek çok daha uzaklara gitmiş, hayal ve hatıranın sisleri arasında sezilen esrarlı alemlere pencereler açmıştır.” 1

Jacques Lassaigne, o zamanki soyadı Kılıç olan Füreya Koral’ın çalışmaları için 1954 yılında bu

cümleleri kaleme almıştır. İlk sergisini seramik panolarla

Paris’te açar Füreya Koral. Folk-lorun, yazının, elişinin esinlerini taşıyan bu panolar o dönem ol-dukça güzel tepkiler alır, seramik-leri Doğu ve Batı’nın bir sentezi olarak değerlendirilir. Aynı sergi Türkiye’de formu dışlayan duvar

panoları olduğu için eleştirilir. Oysa Anadolu seramik geleneği-nin bir devamı olarak mimarideki çini kullanımlarından etkilenmiş ve bunun üzerinde çalışmak is-temiştir sanatçı. Bu, bir geleneği miras almanın, yorumlamanın ötesinde seramik sanatının daha görülebilir olması üzerine bir ka-rardır. İnsanların sanatın içinde yaşaması gerektiğini düşünür.

İlk yaptığı panoların duvarda bir resim gibi sergilenmesi ona hem garip gelecek hem de daha

sonra işlevsel olanla izlenir ola-nı birleştirmesi için yeni fikirler üretmesini sağlayacaktır. Bu yüz-den seramik tabak örneklerini kullanıma değil duvarda sergi-lenmeye yarayacak şekilde üretir. Bununla birlikte, bu çalışmalara dokunulması, onun elinden çıkan

bir fincandan kahve içilmesi en az duvarda sergilenmesi kadar de-ğerlidir onun için. Hatta sanatın müzelere hapsedilmemesi, evlerin içine girmesi gerektiğini savunur.

Füreya Koral üzerine okuma yapıp onun yapıtlarını izleyenler, entelektüel bir birikimle yaşam deneyiminin, estetik algılayışla

insani duyarlılığın bir potada eri-diğine tanık olacaklardır. Onun bir yandan büyük bir ağırbaşlı-lıkla kendini gösteren eserlerinin yanına, çocuksu, uçarı yapıtların eklenmesi kuşkusuz rastlantı de-ğildir. Zaten rastlantılara da inan-maz Füreya. Ferit Edgü ile yaptığı bir röportajda rastlantı dediğimiz şeyin bilinçaltının tezahüründen başka bir şey olmadığını söyler. Tıpkı seramiğe şekil verirken or-taya çıkan eserlerin Anadolu esin-leri taşımasının rastlantı olmadığı gibi.

Şu sıralar Kale Grubu tarafın-dan hayata geçirilen Füreya Koral retrospektif sergisi Akaretler’deki Sıraevler’de yer alıyor. Sanatçının iki yüze yakın eserinin bir araya getirildiği sergiye bir katalog ve Ayşe Kulin’in onun yaşamı üze-rine kaleme aldığı roman eşlik ediyor.

Panolardan, günlük kullanım nesnelerine ve heykel çalışmala-

rına dair seramik çalışmalarının önemli örneklerini kapsayan, sanatçının uzun soluklu üretim sürecini yansıtan sergi sadece seramikleri değil aynı zamanda yaşamına dair ayrıntıları, mimari panolarının fotoğraflarını, resim ve yazılarını da içeriyor.

Öte yandan Koral’ın esin kay-naklarının çeşitliliğini görmek, bir sanatçının kimliğinin oluşumuna tanıklık etmek adına sergi önemli veriler sunuyor. Hitit sanatından İznik çinilerine Anadolu gelene-ğini; seramiğin önce sanat sonra tasarım nesnesine dönüşümüne kadar Batı izleklerini özümsemiş bir sanatçı olarak bu topraklarda yapılan çağdaş üretime de dikkat çeken Füreya Koral’ın öyküsü, aynı zamanda Türkiye’nin moder-nleşme hikâyesinin de bir parçası-na dönüşüyor.

Károly Aliotti, Nilüfer Şaşma-zer ve Farah Aksoy küratörlüğün-

de hazırlanan sergi, 18 Ocak 2018 tarihine kadar devam ediyor.

ELEŞTİRİ

BİR YAŞAM BİR ANLATI: FÜREYA KORAL

1 (Jacques Lassaigne, Paris 14/6/1951), TANALTAY, Erdoğan FÜREYA (Hanımefendi) İLE BİR GÜN*, (Katalog Yazısı) FÜREYA KORAL’IN YAŞAYAN SERAMİKLERİ, 03 - 24 Mayıs 2017 / 3rd - 24th May, 2017 İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat Galerisi yayınından aktarılmıştır.

Füreya Koral

Türkiye’de çağdaş sera-miğin öncü sanatçılarından Füreya Koral, 1910 yılında İstanbul’da doğdu. Sanat hayatına yaşamının geç sayılabilecek bir evresinde, 1947’de tedavi görmek üze-re yattığı bir sanatoryum-da, İsviçre’de başladı. Tey-zeleri Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger’in ısrarlarıyla burada resim ve seramik yapmaya başlayan sanatçı, tedavisinin ardından gittiği Paris’te dönemin ünlü sera-mik sanatçılarından Geor-ges Serré ile tanıştı ve onun yönlendirmesiyle çeşitli se-ramik atölyelerinde çalıştı. 1951’de önce Paris’teki Ga-

lerie M.A.I.’de ilk kişisel ser-gisini, ilerleyen aylarda ise Türkiye’nin ilk özel çağdaş sanat galerisi Maya Galeri-si’nde Türkiye’deki ilk kişisel sergisini açtı. 1960’larda çini geleneğinden yola çıka-rak, birçok kamusal yapıya duvar panoları üretti.

Farklı teknikle sayısız obje üretmiş olsa da, sanat tarihi literatürüne duvar seramiğini mimariye dahil ettiği eserleriyle girmiş olan sanatçı, aralarında Salon d’Octobre (Paris), Modern Sanat Müzesi (Mexico City), Napstkovo Muzeum (Prag) ve Smithsonian Ins-titute (Washington) gibi köklü kurumların da bu-lunduğu birçok yerde sergi açmıştır. Vallauris Biena-li’nden (Fransa) 1968’de onur diploması alan Koral, Cannes Uluslararası Sera-mik Sergisi’nde gümüş ma-dalyaya (1955), Prag Ulus-lararası Sergisi’nde (1962) ise altın madalyaya layık görülmüştür.

Sanatçının İstanbul’da-ki atölyesi dönemin ünlü yazar, sanatçı ve mimarla-rı için önemli bir buluşma noktası olmakla beraber, bir sonraki nesil seramik sanatçılarının yetişmesi için de eşi bulunmaz bir yuva olmuştur. Füreya Koral, 1997 yılında İstanbul’da ve-fat etmiştir.

Page 13: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

13KIŞ 2018D’ART MAGAZINEwww.dartmagazine.net

kipçi ve vazgeçmeyen inançlılar olduğunu mu gösterir?

Zoe’nin pek de tanımlanan ve olması istenilen bir Hristiyan ka-dını gibi yaşamadığını düşünür-sek belki de bu, ilk gösterilendir. Ne de olsa Bizans’ın saray entrika-ları bir nevi Games of Thrones ya da Muhteşem Yüzyıl olarak görü-lebilir. Arada popüler kültürü de göz kırptığımıza göre konumuza dönebiliriz.

O dönemde ibadete gelenler, yöneticilerinin alçakgönüllülüğü karşısında kendilerinden geçmiş olabilirler. Yöneticiler ise bir mo-zaikte olsa bile Dünyanın Hakimi İsa’nın yanında kendilerine yer bulmuşlardır. Çünkü onlar aynı zamanda Büyük Doğu Roma İmparatorluğu’nun temsilcisidir-ler. Atalarından miras aldıkları ve kendilerinden sonra gelenleri

etkileyen ihtişamlı bir kültür ve uygarlık yaratmışlardır.

Bizans ile organik bağını ke-sen ve kendine ait yeni bir sistem yaratma sürecine giren Ortaçağ Avrupa’sında İsa bu kez “Salvator Mundi” Türkçesiyle “Dünyanın

Nilgün Yüksel

SANAT TARİHİ

Dünyanın Kurtarıcısı ya da Pieta

Jan Van Eyck’ın ünlü eseri “Kutsal Kuzuya Tapınma”, sayfalar dolusu ikonog-

rafisi yapılabilecek yapıtlardan biridir. Eski Ahit’e dair figürler, kilise üyeleri, şehitler, bakireler, ruhani varlıklar, bu dünyaya ait

olan ve olmayan herkes vardır bu eserde. Çok dikkatli bakıldığında İsa’nın acılarını gösteren sembol-lerle karşılaşılır. Elbette ki uzun ikonografik anlatım bu yazının konusu değil. Şimdilik çarpıcı iki sembolü belirtelim. Ön düzlemde yer alan çeşme sonsuz hayatı an-latır. Özellikle dikkat çekilen ise merkezde yer alan ve İsa’yı sem-bolize eden kuzu figürüdür. İsa Tanrı’nın kuzusudur. İnsanlığa kurban olmuştur ve şaraba dönü-şecek kanı bir kadehe akmaktadır.

Kilise ritüelinin bir parçasıdır mayasız ekmek ve şarap. İsa’nın etinden ve kanından bir parça! Saf insan duygusuyla masumiye-ti geri kazanma ve sonsuz yaşam arzusu!

Geçtiğimiz günlerde Leonar-do da Vinci’nin “Salvator Mundi” adlı eseri üzerine çokça spekülas-yon yapıldıktan sonra 450 mil-yon dolara Christie’s Müzayede evi aracılığıyla satıldığı haberleri konuşuldu. Neydi bu spekülas-yonlar? Öncelikle eserin gerçek-ten Leonardo’ya ait olup olmadığı tartışıldı. Eserde sanatçının çırak-

larının izi arandı. Yapıtın fazlaca restorasyon gördüğü üzerine tar-tışıldı. Satış rakamı küçük bir ül-kenin bütçesi kadardı. Oysa uzun zaman önce sadece 59 dolara alıcı bulmuştu. Eser bir Rus iş adamı-nın koleksiyonundan çıkıp satışa konmuştu ama nereye gittiği meç-

huldü. Bir müzede başka deyişle kamusal alanda olması gerektiği sözleri sıklıkla dile getirildi. Hatta eleştiri disiplininde önemli oto-ritelerden biri kabul edilen Jerry Saltz, Amerika’daki televizyon ha-berinde yaptığı konuşmada eğer Leonardo ise bir müzede olmalı, diyerek hem çekincesini hem net tavrını ortaya koydu.

Elbette ki, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dâhilerinden biri olduğu kabul edilen Leonar-do ve ekonomik değeri üzerine bu kadar tartışılan eseri, yeni sorula-rı, tartışmaları ve fikirleri çağırdı. Eserin Suudi Prens Muhammed bin Selman tarafından satın alın-dığı ve Abu Dabi’de yeni açılan Louvre Müzesi’nde sergilenmesi planlandığı bilgisi de yakın za-manda basında paylaşıldı.

Hemen herkes eserin satış fiyatı, kimin aldığı, nerede sergi-leneceği üzerinden konuşurken aslında eser üzerine daha önce-sinden başlayan bilgilendirmeler hatta PR çalışmaları gölgede kal-dı. Bu arada sıkı takipçiler günü-müzde PR’ın eserlerin anlamla-

rını nasıl değiştirdiğine de tanık oldu.

“Salvator Mundi” başka deyiş-le İsa’nın “Dünyanın Kurtarıcısı” olarak betimlenmesi Batı sana-tında karşımıza çıkan bir konu. Sanat tarihi ile ilgilenenler ya da Aya Sofya Müzesi’ni gezmiş olan-

lar müze mozaiklerindeki “ Zoe Mozaiği olarak bilinen Pantok-rator İsa tasvirini hatırlayacak-tır. Müzenin internet sitesinde mozaikle ilgili kısa bir bilgi yer alır “Mozaik panoda, İmparator IX. Konstantinos Monomakhos (1042- 1055) ve İmparatoriçe Zoe betimi yer almaktadır. İmparato-run başının üzerinde, ‘Romalıla-rın İnançlı Hükümdarı, Tanrının İsa’sının Kulu Konstantinos Mo-nomakhos’ yazılıdır. İmparatori-çe’nin başının üzerinde ise “Çok Dindar Agusta Zoe” yazılıdır. Ortada bulunan kainatın hâkimi (Pantokrator) Hz. İsa’nın başı-nın iki tarafında ise Jesus Khris-tos adının kısaltılmış harflerini içeren IC ve XC monogramları bulunmaktadır. Bu mozaik pano imparator ailesinin Ayasofya ona-rımları için yaptıkları bağışı sem-bolize etmektedir.” 1

Mozaikte İsa bir elinde kut-sal kitabı tutmakta diğer eliyle de takdis işareti yapmaktadır. Tarih-sel bilgilerin ötesinde İmparator ve İmparatoriçenin bu sahnede yer alması onların sadık birer ta-

Leonardo da Vinci, Salvator Mundi, 1500, ceviz üzerine yağlıboya, 45.4 × 65.6 cm

Yaşam – Ölüm – Yaşam

Jan van Eyck, “Kutsal Kuzuya Tapınma” (Altar), 1425 -29, ahşap üzerine yağlıboya, 137.7 x 242.3 cm, Saint Bavo Katedrali, Gent, Belçika

1http://ayasofyamuzesi.gov.tr/tr/mozzoe-mozai%C4%9Fi

Page 14: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

14 KIŞ 2018 D’ART MAGAZINE www.dartmagazine.net

bağlanmasını sağlar. Yine Hollanda’dan Mem-

ling’in çıraklarına ait olduğu düşünülen bir başka “Salvador Mundi”de dünyayı temsil eden küre, artık İsa’nın elindedir. Arka-daki kent manzarası Memling’in daha önce kullandığı manzara-larla benzeşmektedir. Öte yandan bu görüntü tam da bir Rönesans sanatçısının seçeceği arka plan-lardan biridir. Nitekim bir süre sonra Domenico Fetti’nin yapa-cağı “Salvador Mundi” daha ilahi bir tasarımla çıkar karşımıza. Bu çalışmada İsa, artık gökyüzünden melekler eşliğinde bizi izlemek-tedir. Sanatçı, İsa’nın bedeninin yeryüzünde olmadığını izleyiciye hatırlatmakta kurtarıcıyı göksel inanca bağlamaktadır.

Sözü edilen eserlerde olduğu gibi kurtarıcı bir yandan dün-yanın geçiciliğini diğer yandan sonsuz yaşam olasılığını hatır-latır. Küçük bir özetle, kurtarıcı fikri ölüm fikriyle özdeştir. Hatta büyük kurtarıcının üzerindeki miti sağlamlaştırması için ölüp

SANAT TARİHİ

Kurtarıcısı” olur. Güney Hollan-da’dan Saint Michael’in Salvator Mundi olarak Mesih’e bağış sun-duğunu gösteren eserde İsa Bi-zans mozaiğinde olduğu gibi tas-vir edilmiş, ayaklarının altına da bir küre yerleştirilmiştir. Aslında anlatı Aziz George’a dayanmak-tadır. Aziz George, Kapadokya bölgesini Hristiyanlaştırdığına inanılan kişidir. Efsaneye göre kırsal bir bölgeye ejderha dadan-mış ve oradaki halk için tehdit haline gelmiştir. Eldeki kuzular bittikten sonra ailelerden seçi-lenler ona kurban olarak verilir. Sıra kralın kızına geldiğinde Aziz George buraya ulaşır ve ejderhayı alt ederek hem kralın kızını hem kenti kurtarır. George kırsal böl-gedeki bir kenti ejderhadan kur-tararak oradaki insanların bu yeni inanca bağlanmasını sağlamıştır. Şimdilik kurtarıcı, ejderha öykü-lerinin arketipi, beyaz atlı prens çözümlemelerine girmeden İsa’da kalalım. İki büyük kurtarıcıyı bir arada betimleyen eser, hafızaları tazeler ve gören kişilerin inanca

tekrar dirilmesi gerekir. Bu sıra-da efsanedeki Aziz Michael ya da George, ritüeldeki ekmek- şarap gibi elbette ki dünya düzenindeki ardıllarını da göstererek aslında kendinden bir parçayı orada bı-raktığını hatırlatarak.

Duygusu ya da bugünkü de-yişle yaşam felsefesi ne olursa olsun ağıtın en pür hallerinden biri Michalengelo’nun “Pieta”-sında yaşam bulur. Bir ölümün en yaşayan hali olan bu heykelin böylesine etkileyici olması ana-o-ğul arasındaki o görünmez bağı cisimleştirmesinden kaynaklanır. Michalengelo insanın hücrelerini

mermere aktarır. Yapıtın öyküsü ise bizi başka

bir yere götürür. Heykel, Roma’da görev yapan Fransız kardinal Jean de Billheres tarafından ken-di cenazesi için ısmarlanmıştır. Kardinal, o dönemde oldukça popüler olan bu trajik sahneyle ölümünden sonra da hatırlanmak istemektedir. Bir başka deyişle heykel, kardinalin ölümsüzlük arzusudur ve bunu en iyi yansı-tacak olan ölümsüz bir peygam-berle özdeşleşmektir. Bu eser, Michalengelo’nun imzaladığı tek

çalışmadır aynı zamanda. Kendi-ni ölümsüzleştirmek isteyen bir kardinale sanatçıdan bir yanıt olsa gerek bu da. Gerçek bir ölümsüz-lük ne anlama gelir?

Nitekim Vasari’den edindiği-miz bilgiye göre, sanatçı, eserin başka bir heykeltıraşa atfedildiği-ni duyunca bir gece gelip heykelin üzerine adını yazmıştır. Emeğinin bu şekilde harcanmasından hoş-lanmamıştır. Daha sonra bundan rahatsız olduğu da söylenmekte-dir ama bir kez de olsa yaratıcıyı yaşatma dürtüsü ağır basmıştır.

Michalengelo’nun tavrı sadece dönemin belirlediği davranış öl-çüleriyle sınırlı değildir. Bu eser

bildiğimiz Rönesans ölçülerinin de dışındadır. Örneğin Mer-yem’in beden tasarımı ideal insan görüntüsüne uymaz ama böylesi-ne etkileyici ve ölümsüz olmanın da yolu zaten ölçülerin dışına çık-mak değil midir?

Aslında Michalengelo bir mi-tin üzerine başka bir mit kurgu-lamıştır. Kendisinden yüzyıllar sonra bizzat sanatçının etrafında oluşacak deha mitini. Her ne ka-dar deha gerçek olsa da etrafında-ki hayran kitlesi büyüdükçe mite dönüşür. Tıpkı popülerleşen her

şey gibi ilk kimliğini geride bıra-kır. Michalengelo’dan sonra artık hem sanatçının kendisi hem Pieta bir mittir ve her mit yeni sonsuz olasılıklara kapı aralar.

Modern zamanlara gelindi-ğinde İsa, sanatçıların elinde kut-sal olmaktan çıkıp eserin bütünsel anlatımına hizmet eden temsile dönüşür. Seküler dünyada Pieta gibi sahneler dünyasal olanı anla-tır. Bir zamanlar kilisenin temsil ettiği Tanrısal otorite figürünün yerini de bu yeni dönemin otorite simgeleri alır.

Max Ernst’in Pieta çalışması bir yasa değil, başka bir karmaşık

ilişkiye dikkat çeker. Bu çalışmada Ernst, Pieta sahnesinde kendisini ve babasını resmetmiştir. Koyu bir Katolik olan Max Ernst’in babası oğlunun sanatçı kimliğini kabullenmemiş bu da ikisi ara-sında gergin bir ilişki yaratmıştır. Bu yüzden babanın gözünde ölen oğul bu sahneyle, dinsel mito-lojiyi kendi yaşamında yeniden kurgulayarak miti gerçeklikle buluşturmuştur. Arkada başı ban-dajlı olan figürün Birinci Dünya Savaşı sırasında kafa travması ge-çiren Guillaume Apollinaire ya da

Zoe Mozaiği, 11. yy., Ayasofya Müzesi, İstanbul

Bruges (?), “Saint Michael Salvator Mundi olarak Mesih’e Bağış Sunuyor”, 1400–1410 (Güney Hollanda,), Tempera ve parşömen üzerine altın varak, 16.8 x 9.9 cm, Metropolitan Müzesi, New York, Robert Lehman Koleksiyonu, 1975

Domenico Fetti, “Salvator Mundi”, 1622–23, ahşap üzerine yağlıboya, 59.7 x 43.8 cm, Metropolitan Müzesi, New York, Mario Modestini anısına Dianne Modestini hediyesi 2007.

Page 15: D’ART MAGAZINE - ddesigngallery.com · Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlan-gıç Zihnidir, (çev. Cem Şen), Dharma Yay. İst. 1995, s. 39. EDİTÖR. YAPIT YORUM. Çocuksu bir dikkatle

15KIŞ 2018D’ART MAGAZINEwww.dartmagazine.net

Kim Ki Duk’un 2012 tarih-li filmi Pieta, Michalengelo’nun eserine göndermeyle insana dair duyguları işler. Başlangıçta, Kim Ki Duk’un filminde İsa şeytanın çağrısına çoktan uymuştur ve hiç de masum değildir. Otuz yıl bo-yunca olmayan bir annenin or-taya çıkışı ise onun hesaplaşma-sının, anne karakterinin intikam sürecinin başlangıcıdır.

Metaforlarla ilerleyen bu film-de aslında tüm karakterler yıkıcı kapitalizmin kurbanıdır. Otorite bir kez daha yer değiştirmiş ama günümüz sanatçısı bu kez kadra-ja tırnak içinde Jan Van Eyck’ın ünlü eseri “İsa’ya Tapınma”daki gibi “saygınları ve ileri gelenleri” değil, “kaybedenleri ve görünme-yenleri” yerleştirmiştir. Üstelik burada ne bir kurtarıcı vardır ne de sonsuz yaşam arzusu. Kim Ki Duk, hikayeyi tamamen tersine çevirmiştir. Onun Meryem’i ses-

sizce yas tutmak yerine temsili bir figürden intikam almış ve onu acısıyla baş başa bırakmıştır. So-nuç sadece hiçliktir.

Şimdi konunun başına, Leo-nardo’ya onun “Salvator Mundi” eserine ve dünya üzerinde küçük bir kıyamet kopardıktan sonra ortaya çıkan gizemli alıcı Suudi Prens Muhammed bin Selman’a dönebiliriz. Kendisi kısa bir süre önce Suudi Arabistan’ın geleceği konusunda aldığı kararlar ile gün-deme gelmişti.

Ayrıntılara girmeyelim ama babasının veliaht ilan ettiği bir prensin iktidar mücadelesi sıra-sında dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dâhilerinden Leonar-do’nun “Dünyanın Kurtarıcısı” eserine sahip olup bunu (eğer haber doğruysa) kamusal alanda paylaşmaya karar vermesi sahiden de Dan Brown’ın gizem-komplo etrafında dönen romanlarına il-ham kaynağı olabilecek nitelikte. Bir de Dubai’nin sanatsal şahla-nışı sırasında vitrinin ardında dö-nen hak ihlallerinin konuşulduğu onca zamanın sonunda konu ye-niden sosyal adalete bile kayabilir ve belki bu alışveriş üzerinden ba-ba-oğul; güç-otorite; yıkıcı-kurta-rıcı simgeselliği yeniden tartışıla-bilir.

Elbette ki üzerinde bu kadar çok konuşulmasına karşın ardın-da bilindiği kadarıyla pek az eser bırakmış Leonardo’nun bir ese-rinin rekor fiyata satılmış olması ciddi bir haber niteliği taşır. Ama bütün bu gösteri arasında gözden kaçan da eserin kendisi olsa gerek.

Üstelik bir dünya savaşı atlatmış kuşağın temsilcisi olduğu düşü-nüldüğünde yıkıcı otorite figürü sadece baba ile sınırlı değildir. Ölü bir oğul ve arkadaki yaralı figür yıkıcılığın boyutlarını yeni-den sorgulatmaktadır.

Freud olduğu düşünülmektedir. Guillaume Apollinaire’ın Sür-

realizmin isim babası olması bu yorumu haklı çıkarır nitelikte-dir. Öte yandan sürrealistler için Freud’un önemine değinmeye bile gerek yok. Onun rüya ça-lışmaları bu akımın sanatçıları-nın esin kaynaklarından biridir. Eserde babayla özdeşleşen Pieta sahnesi Freud’un Totem ve Tabu çalışması üzerinden de rahatlıkla okunabilir. Babayı öldürüp yiyen ve onu içselleştiren oğul figü-rü yerine baba için ölen ve daha önceki tüm cinayetlerin sorum-luluğunu üstlenip kardeşlerini (insanlığın geri kalanını) bu ilk günahtan arındıran oğul figürü-ne dönüşür. Başka bir açıdan Er-nst otoriteyle hesaplaşmasını bir sanat eseri üzerinden yapmıştır.

Hans Memling Atölyesi, “Salvator Mundi”, 1475–99, ahşap üzerine yağlıboya, 27.3 cm x 20.3 cm Metropolitan Müzesi, New York, Friedsam Koleksiyonu, 1931.

SANAT TARİHİ

Biliyoruz ki, sanat sermaye ilişkisi her zaman tartışma konu-suydu. Sanatın sermayeye bağım-lılığının, dünya adaletini bozduğu ve tarih boyunca otoritenin tem-sillerinden biri olduğu gerekçe-siyle onunla kavgasının başka bir deyişle bu gelgitli ilişkideki müt-hiş çelişkinin asla bitmeyeceğini gösterdi bize bu hikaye. Tabii bir

de işin sermaye kısmı var. Sonuç-ta, bir sanat eserine sahip olmak temel olarak sadece bir sanat ese-rine sahip olmak anlamına gelmi-yor her zaman. Sevgi, haz, tutku, paylaşım gibi duyguların yanına prestij, saygınlık dürtülerini de eklemek gerekiyor bu noktada. Bu da veliaht Prens örneğinde ol-duğu gibi sermayenin büyüdüğü yerdeki başka bir çelişkiyi getiri-yor karşımıza. Kamuyla paylaşı-lacak büyük bir eser, ardımızdaki tarihin karanlık köşelerinin sıkça tartışılmasının ardından sempati-yi çağırabilir. Üstelik ölümsüzlük

fikrine bir sanat hamisi olarak ölümsüzlüğü de ekleyebilir.

Tüm bunlardan sonra kafa karışıklığına bir ek daha yapalım. Sanat eseri, çağlarının koşulla-rından, çağı aşmışlıklarından, yaratıcılarının bakışlarından ayrı düşünülemez. Yalnız güçlerinin kaynakları her dönemde yeniden

anlamlandırılmaları, tam da bu yazıda olduğu gibi, her ortaya çıkışlarında beyin hücrelerimizi yeniden harekete geçirmeleridir.

Ve Dünyanın hakimi, kurta-rıcısı, ya da Pieta çok uzun za-mandan beri sadece İncil yorum-larının betimi değil insanlığın varoluş düzeninin metaforlarıdır. Ve bazen bunu fark etmek için bir sanat eserini uzun uzun izlemek gerekir. Salt durduğu yerde değil yaptığı yolculukta da izlemek ge-rekir.

Michelangelo, “Pietà”, 1498–99, mermer, 174 x 195c m. Aziz Petrus Basilikası, Roma.

Max Ernst, “Pietà veya Gece Devrimi”, 1923, tuval üzerine yağlıboya, 11.62 x 8.89 cm., Tate Modern.

Kim Ki Duk, “Pieta”, Film Afişi, 2012.

Pieta çok uzun zamandan beri sadece İncil yorumlarının betimi değil insanlığın varoluş düzeni-nin metaforlarıdır.