43
ılkerınbaudgothedıckınsoncemalsur apıbozumbılıncakısıedebıyatturılham karamazovkardeslertenasupoykuye kafıyeoykucusıırdavudunınsanlarıne madd senta yalnızbununıcınsevseydıec HAZİRAN İKİBİNONALTI / BEŞ Marslar otomatlar seni yenebilir okuyabilir . . Ali Berkay Arthur Danto Döndü Toker Elif Nihan Akbaş Emily Dickinson Gökçe Özder Hüseyin Karacalar Muhammet Özmen Nergihan Yeşilyurt Ömer Faruk Sağlam Salim Nacar Serhat Gümüş Turgay Bakırtaş Yunus Emre Kaya .

Davud'un İnsanları (sayı:5)

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Nergihan Yeşilyurt, Gökçe Özder, Ali Berkay.

Citation preview

Page 1: Davud'un İnsanları (sayı:5)

Gökçe Özderr

ılker

ınba

ud

go

thed

ıckın

son

cema

lsur

yap

ıbozu

mbılın

cak

ısıedebıya

ttur

ılha

m

ka

ra

ma

zov

ka

rd

esle

rte

na

sup

oyk

uye

ka

fıye

oyk

ucu

sıır

da

vu

du

nın

san

lar

ınemadd

sentayalnızbununıcınsevseydıec

HAZİRAN İKİBİNONALTI / BEŞ

Marslar otomatlar seni yenebilir okuyabilir

..

Ali BerkayArthur DantoDöndü Toker

Elif Nihan AkbaşEmily Dickinson

Gökçe ÖzderHüseyin KaracalarMuhammet ÖzmenNergihan Yeşilyurt

Ömer Faruk SağlamSalim Nacar

Serhat GümüşTurgay Bakırtaş

Yunus Emre Kaya

.

Page 2: Davud'un İnsanları (sayı:5)

oto

ma

tlar

ınm

ar

şıd

1

Genel Yayın Yönetmenimiz Nergihan Yeşilyurt’un ilk şiir kitabı Hece Yayınları’ndan çıkıyor!

Yakında...

Page 3: Davud'un İnsanları (sayı:5)

na

g

d

Ben uzun bu otomat marşı dökülüp ediyorum daraltmak kadar şiir hissedi-yorum onları öldürecek değilim demek asla damla güne kadar onları ben o zaman ben bir iğneleme bitmiyor olduğumda ben şiir değilim ve şair sadece değilim düşünce ağları döner ve diz zehri yakalanmış penisilin adrenalin çekim durdurmak için alamadım bu marş yeterli gerçek değil şiir dinleyicisini polis milyonlarca asgari takas dolum ceza polis öldürme marş marş hissediyo-rum ya da değil ben tanrının ruhu içimizde yaşayan sana gösterdiğim otomat gibi o korku olacak, bizden ayrısın

Bu otomat marşı size gerçek olduğunuzda olsun belli bir his var büyü gibi ve sen söylersin ve insanlar hissediyor an bunu tutunmaya çalışırken harcamak her dakikadır tekrar almak asla neden olur bu sektörde ben kıskançlık bir sürü nedeni değilim bu yüzden bu listeye koymak değilim zaman yol beni rahatsız

Bir ayet başlar en kısa sürede ben otomatın kalbini de yerim insanlar her keli-menin asmak nasıl muhtemelen şimdiye kadar hak hissediyorum sahne almak asla yerim sonsuza dek ayrılmıştır hizmet asla marş biter dünyayı bırakır-sanız ilk benim ölümüm ben bir şey biliyorum kalpleri kalbimde zeki değilim her ayet koyduğunuzda o ileri ve geri sabit savaşlarda gitmek istemiyorum parça durgunluk isteyen bazı deniz atışmaları üzerine

Marşlar otomatlar seni yenebilir okuyabilir.

Otomatın Kalbi

2

nag

Page 5: Davud'un İnsanları (sayı:5)

can

ıma

oli

mp

ost

ıka

yan

d

çok etli sahte kanım. cıngarı iki mor parantez

sana aşk diye gelen sesten panjur kararttım yaz ortası

sonra baktım üşenmiyor süleyman ağzı karanlıkta

sanki yavan bir balık uzanıyor soyunurken aklından

ilk gençliğinde zürihe kaçıp saklanan bir cerrah

çok artist doğuyor ergen gözü sağır olmanın

kitaplarını poşetlere dolduran çocukların

yumurta tokuşturanlardan farkı üzerine

bir gül karartıyorum orada.

randevusuna doğru ilerleyen bir denizatı

sarmaşıkların din dindiren gemileri olduğunu biliyor

yoksa inançlarımdan daha net, kanıma karıştırdığın kahraman

kumpir satan dükkanları tarayıp bir zaman

yoğun bakımdan yeni çıkan yengesinin müptelası olduğu diziyi

karartmak için can veriyor bütün aile

her şey ortanca çocuğun bir an önce evlenmesi için

bense orada güçten düşmüş bir şair olarak

sakalımı ters köşeye dayama gayretindeyim.

canıma olimpos tıkayan evler

4

Salim Nacar

Page 6: Davud'un İnsanları (sayı:5)

zlerim

astig

am

attı

d

orada. gazı kapatıp sokağa çıktığımda bir lök

sekiz yaşında bir at, yolu gösteriye kapamış hırlıyordu

kökleri ve çaputları, ayları ve solungaçları, tokmakları

çekti robot esnemesi kazanmış siyah önlüklerle çocuklar

teneffüste annemi aradım, anne dedim ben iyiyim

sesin iyi gelmiyorları avutacak uygun bir yöntem eşliğinde

sonra sarjım bitti ve bir süre askıda yaşadım bu lök’le

yaz tatillerini uçkurum olan bir asma terlikte geçirdik

kışları eve yorgun dönen babaların pazar dalgınlığıyla ısınarak

bazı bazı üniformalarını parlattığı için vicdanı büyüyen bir polis

bazı bazı güvendiği insanları yarı yolda bırakan arkadaşlarla

cicili winx çantaları satan son dükkandan aşırdığım

yetim sevindirmenin türkçe bir gül olması

bu lök, işte rapor alamadığım zamanlarda benimle

derse girmeyi iyiden iyiye huy edindi bir zaman

bir çeşit yancım oldu saçlarım taranmayacak kadar çeşitlendiğinde

müdürün bu lökten doğan kokuyu ayırt etmek için yetiştirilen

iyi ve kötü günlerimizde zarflarla soluyan sorumlu burnu

herşeyi bitirdi sonra, beni kancalarla uğurlardı bu lök’ten

gözlerim astigmattı ve bir yandan açıköğretim soluyordum

madalyamı cebimden çıkarmıyor, aygülünü beslemeyi unutmuyordum

şeriati okumuştum ve heidegger’in nazi olmasındaki serinliği

anlatıyordum çıkışta çocuklara.

5

Salim Nacar

Page 7: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ben

değ

ilm

işim

gib

i

d

6

kalabalığınarkasındandolandım. seni görürüm umuduyla

silahımı sandıktan çıkardım, üzerime kalın bir şeyler aldım, bir muşta

öldürücü davranışları olan bir mimik, yüzünün yüz yıl süren etkisi

susma fikrinin devamı olan kolyen

boynuna yasladıkça ülke değiştiren dalgınlığım

barut kokan bir gül, oluverdi orada.

kavgadan dönünce böyle görünüyordum

sanki onca dayağı yiyen ben değilmişim gibi.

Ale

x A

asen

, “D

ropp

lets

Page 8: Davud'un İnsanları (sayı:5)

hiçg

ün

lük

d

7

Nergihan Yeşilyurt

I.

rabbim, sana benden kim bahsediyor? bulaşık sularında buruş buruş ellerimiz,

bu bir bebeğinkine benzemiyor. hâlâ çirkin, hâlâ kapısındayız bir şeylerin. neden

devamını getiremiyorum?

saat: gece yarısını ne çok seviyor. işlemeli seslerim var benim, bıraktığım yerden

sarılabilirler sana. öyle mi şair? içime kurdum beşiğini çoktan kazık kadar olmuş

kusurlarımın. büyümelerine bir türlü alışamadım. sahi, insan kendine nasıl?

saat: daha fazla kurcalama beni. nilüfer, şiirden çıkıyor, ya sen nerdesin?

perdelere oyun ediyor açık kalan pencere. bütün gece kütüphanenin önünde

zorla isim verilecek bir yokluğa. sırayla mı düşecektik birbirimizin duasından?

uykusuzluklarımızı astığımız yerden bir deniz türüyor. gidip annemin gözlerini

biriktirdiği bezleri alıp geleyim diyorum. boğulurum biliyorsun, ben küçükken

yüzme öğreneceğim yerde denizi kaydettim defterime. çok küçüktüm, hâlâ da

öyleyim. ne uzun kanatları varmış yağmurların, içine giremediğimiz ne sırlı

oyuklar. yaşamak adına tutunduğumuz ne yosun tutmuş gülüşler. yağmur

pencereyi zorluyor, annemin gözleri beni.

Hiç Günlük

Page 9: Davud'un İnsanları (sayı:5)

bir

başk

ası

nın

ril

kes

i

d

8

II.

saat: hiçbir şeyde kalmıyorsun. ben küçükken çok ansiklopedi okurdum.

başkentleri ezberlemeye benzemiyor kendini ezberlemek. ciltli kitaplar çok şey

söylüyor gibi görünürdü o zamanlar, ciltli insanlar da öyle görünüyor. çok şey

söylüyor gibi görünüyorlar, ciltlerini sıyırmaya güç yettiremeyince sesleri de

yetmiyor, hiç oluyor. hiçbir şeyde kalamamak bundan. cildi büyük olanlar büyük

mü ölüyor acaba?

saat: sabahın ikisi deniliyor, ama bunca zifir içinde sabahın işi ne. cumartesi hiç

kalmamış. kütüphaneyi su basıyor, bir tefe’ül gibi raftan. rilke beni intihar

ediyor. rilke’yi bir başkası, bir başkasının da rilke’si. yağmur dinmiyor, kuşlar

dinmiyor –aklımdaki kuşlar- kuşlar üstümüze maria. sıkıntı bile tekelleşiyor.

Sabi

na S

ykor

ova,

“Ther

e is

a H

ope”

Page 10: Davud'un İnsanları (sayı:5)

her

şeyçok

saçm

ad

ede

d

III.

saat: gecenin ortasında bir yemiş; yeşil bir kentin sert rüzgârlarını içine

koymuşlar. durmadan sızlayan şey, harmanın ortasına düşürdüğüm kokudan

müteşekkildir. ben çok küçükken dedem benim babamdı. nereden geldiyse

aklına, kapkara kâğıtlara sarılı kapkara bisküviler alır gelirdi. acıtmıyordu o

zamanlar, siyahlara uygulanan ayrımcılık. sonradan öğrenecektim, tek renk

vardı, beyazdı ve çok namussuzdu. o yüzden yüzümün beyazlığından utandım

hep. şimdi bu dedemin tek gözüyle alt ettiği yaşamayı nereye koyacağımı

şaşırıyorum.

ilahî, kaç kişilik ölebilir ki insan? dedem ölünce küçükkenki babam ölmüş

oluyor ve kahrolmuyor hiçbir mesafe. yahut iş ve işçi politikaları. nasıl oluyorsa

aynı minibüsle aynı yolu öldürüp, aynı sesleri kefenleyip, aynı tahammülsüzlüğe

toprak atmayı başarıyorduk. kahrolmuyorduk bu kadar sıradanlıktan. her şeyin

bu denli hiçbir şeye benzememesinden. her şey çok saçma dede.

Devamı Otomatların Marşı’nda...

Nergihan Yeşilyurt Hüseyin Karacalar

9

Page 11: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ur

lam

a

dUğurlama

Bir gizli yolu vardır yolu olanın

Boşluğa geldik yırtıldık

Öyle zannediyorum ki

Bize ayrılan süre dolmadan darma duam

Eller neden indirildi aşağıya

En iyi savunma sanatıma silah tuttular

İndir o elini

Ne çabuk tükendi vakitlice mi?

Öyle zannediyorum ki başlar yüksekte

Görünmez güzelliklere boynumuz ince

Bilekler bileklikler incelikler

Senin kendine sakladığın gizli yolu

Bulsam ya sonuca güzel bağlansam.

Keşkelere gelesin yani bana

Bekleyelim görelim mevlam

Ne kadar beklersen bekle

Bu merak heykeli çok soğuk

Hem sonuna geliyoruz seslerin

Şaşıracak ne var bunda

Dizlerimle kardeş bir burukluk

Yokuşa sürecek ne vardı güzel eyler

Toparlanmak neden bu kadar göreceli?

10

Hüseyin Karacalar

Page 12: Davud'un İnsanları (sayı:5)

am

aiyig

eldik

d

11

Hüseyin Karacalar

Başımı önüme düşürüyorum

Başım öne düştüğünü fark etmiyor

Çok bekleyen hep bekleyen

Sabırlı bir ağrı

Tövbesini bekleyen derviş

Dervişini bekleyen tövbe gibi

Huu

O müthiş sarsıntı

Beklemek neden bu kadar göreceli?

Geçecek diyorsun ya bi de bu var di mi?

Geçecek

Vakitlice mi?

Bu ürpertiye ifademi verirken

Yeşile çalan otların sararışı korkunçtu

Geçmek neden bu kadar göreceli?

Bize ayrılan sürenin zoruna geldik

Vakitlice geldik konuya komşuya

Ama iyi geldik.

Page 13: Davud'un İnsanları (sayı:5)

un

utu

lmu

şbir

nya

d

12

Bu okyanus sandık içre sığlaşan

Kırmızı sular, göğüs üzerine

Doğrudan bağlı bir mühür

Kuma gömülmüş onlarca görkem

Biten gürültünün ardından

Çok şarkı da başlar.

Gün bin yüzleri giydim,

Her biri beni bırakır

Başka bir biblo içine

Daha az kırılgan, birlikte benim

Unutulmuş bir dünya

Bir meydan ortasında

Herkesten önce parçalarım

Rüya manzaralarıyla

Yalnız benim kayıp erdem

Benim kendi benim

Kızıl koyu ilahi

Hâlâ buradayım dünyada

Etten bir anı olsam bile

Bir isli eko içimi siler

Sadece bir nefes olurum

Kendim, geriye kalan

Moğollar akın akın gelir gibi.

Ali Berkay

Pelesenk

Page 14: Davud'un İnsanları (sayı:5)

na

nem

olla

nın

ölü

d

nanemollanın ölümü

13

Muhammet Özmen

yanık kokuyor erkeğin şallısı

alkış kıyın şuna duası ezilsin

ihtiyacı var

deli gibi istiyor

çağdaş olmak

bilinçaltı olmasa

çocukluk travmaları

ihtiyacı var

anlayın siri

içe dönüp:

-caaanım ciğerim

demeye

yine bi yan eksik büyüdük kal pim

ölüm rabıtalayacağız daha senle çok

kuka tesbihimle ben tane tane şarapnel

hangi organımı yakalarsan o senin değildir

kal metalik kuş cayırlamaları hala

çekilecek dert kinder sürprizden

indir çocuğu bedenden sonra sezeryan. denden.

ruh fıyı

Page 15: Davud'un İnsanları (sayı:5)

sev

mey

isiz

eöğ

ret

mek

d

tamlanmadı yaşra türek ayanlıkta

biraderyanardönerlidükkanınaçıkkalmışlarla

büyük sözler söyleyerek ritüelledik

sadra bi şey olmadı da ondan mı

olmuş da belki delik küçümüştür mü

dağlar hani bizim karakutumuzdu

afrodizyak koku aldım

gırtlağım boynuna taktı:

-silelim şunu zifirle

döverek inceden beliğimizi boy eğe

yetti mi dirsin yittiğimiz pontullar

bak şurda bi diz kalmış he de eksitelim

ben yine yiterim dirimdir sorsan.

sıfıra soldan

sizin martılar bana sıçsa sıçsa kemik atar

ben sıçsam kendimi tebrik ederim seni

kültablası deyi bırak göl dolsun.

cısss yaşı

seni burcunda dileceğim

uzun etdelenlerle kültürlendir

kale yıkılınca arazi daha bi verimli

sevmeyi size öğretmek de benim kravatım olsun

dedim bu yol beni çıkarttı

14

Page 16: Davud'un İnsanları (sayı:5)

yan

ılmışn

an

emo

llad

kafam kaşınıyor

kafamın içinde:

-soru işaretleri kaşınıyor

havada çarpış hadi buldun diyelim

küreklen yine dolduğumuzu kazacağız

kazdığımızı dolacağız üstüne.

ispirto

yakacağız kazmalan kazıp doğacağız

hadi buldun diyelim bu saat neden bu kadar sesli

asr suresi gibi.

yuyutmuyor

kuşan şim her yeniyetmede tavizlen

yine çözeceğiz yastığa müteakip

tamam bulduk lan da.

düğüm

yine çözeceğiz.

duman

ciğerler temiz gelmek isterdim sana

telafi etmedi hiç beni umuntu pompan

yanılmamışım.

yanılmış nanemolla

eyvallah

15

Muhammet Özmen

Page 17: Davud'un İnsanları (sayı:5)

buti

ma

r

dBûtimar

Mutsuzluğa bir giysi

Bulsam soyunacağım

Bu öyle bir histir ki

Üşütür dört bucağım

Asılır gam kandili

Günüme yetmez çağım

Cümle dünya yol hâli

Ben bir çıkmaz sokağım

Menkıbem dilden berî

Cebimdedir bıçağım

Hâlim arz etmeyeli

Pas tutuyor pusatım

Kalbimde mahşer yeri

Kendimi bulacağım

Kuytu köşe neresi

Varlığa kanacağım

Eskimeyen bir eski

Kaldı mı salıncağım

Varıp zincirlerimi

Ömrüme saracağım

16

Ömer Faruk Sağlam

Page 19: Davud'un İnsanları (sayı:5)

çük

şeh

irbü

yük

oyu

n

d

18

Mazbut bir küçük şehrin tenha sokaklarında nasıl yürünür? Geç dönmekte kararlı olduğum için evden anahtarla çıkarken –“çok gecikme, merak ederim.”– dışarıda böyle çetin meselelerle cedelleşeceğimi hiç düşünmüyordum. (Çetin, mesele, cedelleşmek; ne büyük kelimeler!) Sadece vakit geçirmekti derdim. Böyle bir derdim olduğunu, televizyona ne izlediğimden habersiz, gelen sesleri dinlemeksizin baktığımı fark ettiğimde anlamıştım. Saat on biri geçiyordu, yeğenim dizimde uyuyakalmıştı, ekranda medeni insanlarla amansız bir mücadele hâlinde olan vahşi atların birtakım maceralarını anlatan bir çizgi film vardı.

Masadan sigarayla cüzdanı aldım. Ablama, çıktığımı haber verirken bir şey lazım olup olmadığını sordum. –“Lazım olsa da açık yer bulamazsın bu saatte.”–

En son on iki yıl önce gelmiştim buraya. Doğduğum yer, babamın ve onun babasının doğduğu yer. Uzak-yakın akrabalarla dolu, babamın sürekli, tekrar tekrar ve usanmadan anlattığı gençlik anılarının dekoru olan küçük şehir. Evden, doğduğum evden çıkıp hemen karşıdaki tarihî lisenin bahçesinden geçerken aklıma geliyor o anılardan biri: Kız meslek lisesiyle genel liseyi ayıran duvar. O duvardan, günler süren kolektif çabayla sökülen bir taş. Teneffüslerde, açılan gedikten bakılarak fethedilmeye çalışılan kız lisesi. İşgal çabalarını fark eden müdürün ertesi gün taş duvarın diğer tarafında pusuya yatması ve teneffüs vakti geldiğinde gedikten savurduğu bir yumrukla kumpanyayı dağıtması. Daha ertesi gün, okulda güneş gözlüğüyle dolaşmak zorunda kalan bir öğrenci. (Yazarın babası mı acaba? Bunu asla bilemeyeceğiz.)

Buradan geçerken on iki yıl önce olduğu gibi bugün de yerinden sökülüp yeniden takılan o taşın hangisi olduğunu merak ederek çıkıyorum bahçenin diğer tarafına.

Küçük Şehir Büyük Oyun

Yunus Emre Kaya

Page 20: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ku

ku

letaşek

lind

ekır

mızıd

19

Soğuk. Yollarda kimse yok. Sokak lambalarından biri yanıp sönüyor sürekli. Bir parlayıp bir kararıyor binalar. Pencerelerin çok azında ışık var. Bu manzara karşısında ışık metaforuyla bezeli dangalakça sosyal tespitler saçmaya başlayacakken kendi kendime, rüzgâr Kunduracı Durmuş’un yarısı paslanmış tabelasını sallayıp gıcırdatarak susturuyor beni. Sigara yakıp beremi kulaklarımın altına kadar çekiyorum. –“Kukuleta şeklinde kırmızı bere çok dikkat çeker burada, haberin olsun.–

Adımbaşı bir kahveye denk geliyorum. Bu saatte sadece onlar açık. Artık adamakıllı üşüdüğümden, birine girip selam veriyorum göz göze geldiğim ocakçı nezdinde tüm kahve ahalisine. “Aleykümselam” derken süzüyor beni ocakçı. “Çay mı” diyor. Evet. “Süzgeçli mi” diyor ardından. Alışık değilim bu soruya, “fark etmez” diyiveriyorum.

Bardağı bırakırken kimsin, necisin sorularını da ima eden bir hoşgeldin ediyor ocakçı. (“Yabancı” olduğum, alnımda mı yazıyor acaba, yoksa berenin marifeti mi?) “Eyvallah, buralıyım aslında ama İstanbul’da yaşıyorum.” Meraktan çok, iki laf edecek birini bulmuş olduğu için sandalye çekip kimlerden olduğumu soruyor. Hangi köylü olduğumu sormasına fırsat vermeden köyün eski adını söylüyorum. Bilirmiş, çok büyükmüş bizim köy, en güzel köylerdenmiş, yazlıkçılar şahane evler yapmışlar oraya, yazın pikniğe, yüzmeye, alabalık tutmaya bizim oraya giderlermiş hep, köye de gidecek miymişim, ne işim varmış burada kış-kıyamette, hoşgelmişim tekrar.

Adamın işi olmasa, kalkıp ocağın başına gitmese yazlıkçıların köyün içine ettiğini, beyaz dış cephe kaplamalı, fransız balkonlu villaları, prefabrik evleri harmanların ortasına piç gibi bıraktıklarını, kent hayatını şeklen köye taşırken bir yandan da kentlerde memleket kültürünü devam ettirmek için dernekler kurarak klanlaştıklarını, bu yüzden burada yazlıkçı orada köylü olmaktan kurtulamadıklarını, ne bok yediklerinin hiç mi hiç farkında olmadıklarını, köyün de onlar yüzünden ne köy kalabildiğini ne de onca çabaya rağmen kasabaya dönüşebildiğini uzun uzun anlatır mıydım bilmiyorum.

Dibinde bir parmak çayotu olan bardağı yarım bırakıp kalkıyorum. Masaya para bırakıp ocakçıya el ettikten sonra çıkıyorum kahveden.

Yunus Emre Kaya

Page 21: Davud'un İnsanları (sayı:5)

#bü

yük

oyu

nh

ast

ag

inı

d

20

Annemin beni doğurduğu eski hastane binasını, burada doğan hemen herkesin ilkokulu olan, bir dönem benim de gittiğim (uzun hikâye) Cumhuriyet’i, eski taş evleri, perde arasından bana bakan karaltıyı, (Böyle bir berem olmasa dikkat çeker miydim?) ters dönmüş “Şehir Merkezi – Centrum” tabelasını geçip belki açık bir yer bulurum umuduyla üniversite tarafına doğru yürüyorum. Tek tük geçen arabalardan biri duruyor yanımda. “Delikanlı” diyor, “öğrenci misin? (Bere) Bırakayım, yurtların oraya, soğukta yürüme.” Zahmet vermek istemiyorum, ısrar ediyor, biniyorum araba-ya. Ne okuduğumu soruyor, öğrenci olmadığımı, burada doğduğumu ama İstanbul’da yaşadığımı, niçin üniversite tarafına gittiğimi söylüyorum. O, bunca yol hem de bu havada yürünür müymüş diye şaşırırken varıyoruz kampüsün olduğu yere. “Durak var şurada, geri dönerken taksiye bin bari.”

Yedi-sekiz dakikada yürünecek mesafeyi gözünde bu kadar büyütmesini “küçük şehir insanının uzaklık algısı” şeklinde çözümlerken (yaşasın sosyoloji!) görüp ismi dolayısıyla diğer kafelere tercih ettiğim Kaffa’ya giriyorum. Kasadaki adama, hafif çekik gözlü olmasına dayanarak “Kırımlı mısınız” diyorum. Anlamlandıramıyor soruyu, nerden çıktı şimdi der gibi bakıyor, “buralıyım ben” diyor. Mekânın adının Kaffa Limanı’ndan mı geldiğini soruyorum. Gülüyor, kusura bakmamamı rica ediyor; kafa, kahve, kafe kelimelerinden böyle samimi bir isim çıkarmışlar. Sade Türk kahvesi isteyip samimiyetlerine tükürüyorum içimden, tüm samimiyetimle.

Haftasonu. Masaların yarısı dolu. Mazbutluğuyla övünen, milli ve dinî şuur söz konusu olunca mangalda kül bırakmayan insanların yaşadığı bir şehirde, çarşıdaki pastanelerde “el ele tutuşmak yasaktır” levhaları bulunmasına rağmen burada sevgililerin rahat tavırlarına ses etmeyen kafe sahibinin profesyonel yaklaşımını takdir ediyorum. (Hayır, duvarları süsleyen tuğra işlemelerini asla yadırgamıyorum.) Kahvemi, Paris yazılı Eyfel desenli fincandan yudumlarken televizyonda dönen tarih-sel diziye bakıyorum bir yandan. Ekranın köşesinde #büyükoyun hashtag’ini gördük-ten sonra sana mı kaldı büyük oyunu bozmak diye kendime sinirleniyorum. Demir alıyorum Kaffa’dan.

Küçük şehri ikiye ayıran nehrin kenarında, karşı tepedeki kalenin ışıklarına baka baka yürüyorum. –“Biliyorum ben seni, kaleye maleye çıkma bu saatte bak, cin-peri olur oralarda.”–

Page 22: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ka

ra

nlığ

ınyü

reğ

id

21

Gökçe Özder

Heart of Darkness

Karanlığın Yüreği

Gizli Ajan (Secret Agent)

* Editör notu: Bu defa kitap linkleri olarak yalnızca babil.com’u kullandık, ama tamamen üşengeçlikten sevgili okur.

Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca

Edward Said

Şarkiyatçılık(Batı’nın Şark Anlayışları)

Edward Said demişken...Hakkında yazılmış,

Türkçede bulunabilecek bir biyografisi, otobiyo-grafisi cart curtu YOK.

Yerine:

Conrad’ın en bilinen eseri Karanlığın Yüreği şeklinde Türkçeye çevrilen Heart of

Darkness’tır. Yazar bu kitabında İngilizlerin fildişi ticaretini ve

buna bağlı olarak emperyalizmin meydana

getirdiği sonuçları çarpıcı bir dil ve gözlem gücüyle anlatır.

Conrad, Gizli Ajan romanını ilhamını bir arkadaşıyla gerçekleştirdiği sohbet

esnasında akıllarına gelen, 13 Şubat 1984 tarihinde Greenwich Park’taki Kraliyet

Gözlemevi’nin havaya uçurulması gi-rişiminden alır. Bu konuşma esnasında arkadaşının “O adam yarım akıllının

biriydi. Bu olaydan sonra kız kardeşi in-tihar etti” sözü de romanın hikâyesinin derinleşmesi için yazara yardımcı olur.

Page 23: Davud'un İnsanları (sayı:5)

JOSE

PH

CO

NR

AD

d

22

Ne İzlesek?

Ne Dinlesek?

Bu yö

netm

enler

den h

em de

...

Apocalypse NowFrancis Ford Coppola [1979]

Sabotage Alfred Hitchcock [1936]

Beklenen Olursa...

* Editör notu: Bu defa kitap linkleri olarak yalnızca babil.com’u kullandık, ama tamamen üşengeçlikten sevgili okur.

We Are Living In America Rammstein [2004]

Taze Çıktı!

Nostromo

Polonya doğumlu İngiliz yazar Joseph Conrad (1857-1924)

1895 yılına dek denizcilik yap-masının ardından bu tarihte mesleğini bırakarak yazarlığa başlamış ve bu tarihten sonra denizcilik anılarından fayda-lanarak pek çok eser kaleme

almıştır.

Page 24: Davud'un İnsanları (sayı:5)

tasa

rla

sak

da

mısa

kla

d

23

Gökçeler/Nergi

Tasarlasak da mı Saklasak

Tasarım nedir? Tasarım, kişinin kendine yakışanı... Yok yok bunu unutun. Baştan alalım.

Tasarım nedir? Bilmiyoruz! Sadece şundan emin olabiliriz belki, tasarım o kadar görece ve o kadar herkesin hakkında söz söyleyebileceğini düşündüğü bir kavram ki yolda kolumuzu çarptığımız her üç kişiden birinin kendini tasarımcı olarak görme-si işten bile değil. İşin teknik bakımdan bir sürü boyutu var. Onu geçelim. Ama göz var nizam var kardeşim, bir kitabın kapağının da iyi olup olmadığını anlamak için tasarımcı olmamıza gerek yoktur herhalde. Ya da mesela Türkiye’de her 100 kitaptan 99’unun berbat tasarımlarla çıktığını söylemek için filan.

Kısa süre önce bir ilk kitabın kapak tasarımına kafa yorarken yayın camiamızın kapak ve içerik minvalinden bir türlü yürümeyen ilişkiler yumağı yeniden önümüze gelmiş bulundu. Merhaba! Görüyoruz ki pek değişmemişsin, ay orada bir umut ışığı mı gördük?! Olabilir mi bu. Trendler değişebilir, renk kartelalarında oynamalar olabilir, figürler ve kullanılan materyaller de öyle. Ama bir kitabın kapağı sadece bir dış kapla-ma unsuru mudur? İç sayfalardan gramajca kalın olan ve üzerine yazar, eser, yayınevi kimi zaman da tür yazdığımız bir cilt midir? Cilt deyince yanlış anlaşılmasın, ciltle-menin el üstünde tutulduğu bir sanat olduğu bir kültürden de geliyoruz. Bahsettiğimiz de şu:

(Şimdi size korku filmi tadında örnekler vermek de vardı ama hava sıcak ve üzerimize gelinecek kıvamda değiliz.)

Ne oluyor da peki, bu genel estetik yargılar çöp kutusuna gidiyor? Boşvermişlik ya da tembellik mi. Bilemiyoruz.

Bakınız: Ciltçilik

Page 25: Davud'un İnsanları (sayı:5)

jag

ua

rk

ita

p

d

24

Lakin güzel şeyler de olmuyor değil. Böyle bir yayıncılık ortamında bize nefes aldıran “Ohh be, istenirse iyi kapak tasarımları da yapılabilirmiş demek” dedirten birkaç iyi şeyden biri Jaguar Kitap. Kitap içeriklerinin kalitesi bir yana, fiziksel şartları daha kapaktan itibaren kaliteli bir kitap okuyacağınızı hissettiren cinsten. Tasarımın sadece sayfayı doldurmak olmadığını, minimalizm diye bir şeyin varlığını bilen tasarımcılara sahip belli ki Jaguar Kitap.

Mesela şu bütün kapağı kaplayan buzmavi zeminin olduğu, kitabın ve yazarın isminin okurun gözüne sokulmadığı Buzda Yürüyüş… Yahut altı tane siyah çizgiyle derdini amaçladığının fevkinde anlatan Yaşamak… Mesela yalnızca konuşma balo-nunun içini dolduran bir karalamaya sahip Wittgenstein’in Metresi… Mesela dolma kalem uçlarının iskeleti andıracak biçimde yerleştirilmesinden oluşan Mezarımdan Yazıyorum… Her yeni kitapta bize biraz daha “yok be” dedirten ve reklam vermeden, kapağa kitabın, yazarın ismini “ayı” kadar yazmadan da gönüllerin sevgilisi olunabi-leceğini gösteren Jaguar Kitap’a teşekkür ediyor, başarılarının deva…goygoygoy.

Page 26: Davud'un İnsanları (sayı:5)

emilyd

ickin

son

d

Acıda, bir parça vardır boşluktan

Hatırlayamaz

Ne zaman başladı, ya da

Var mıydı onsuz bir gün.

Geleceği yoktur kendinden başka

O sonsuza uzanan toprağında

Geçmişi yatar, aydınlanmıştır kavramak için

Acının yeni safhalarını.

The Mystery of Pain

Pain has an element of blank;

It cannot recollect

When it began, or if there were

A day when it was not.

It has no future but itself,

Its infinite realms contain

Its past, enlightened to perceive

New periods of pain.

XIX.Acının Gizemi

25

Emily Dickinson

Çeviren: Elif Nihan Akbaş

Page 27: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ger

idö

şsü

z

d

Öyle küçük, öyle küçük bir tekneydi ki

Emekliyordu kıyıya doğru!

Öyle cesur, öyle cesurdu ki deniz,

Uzaklara çağırdı onu!

Öyle doyumsuz, öyle doyumsuzdu ki dalga

Kıyıdan çekip aldı teknemi;

O görkemli yelkenlilerin hiçbiri,

Sezmedi küçük teknemin yitip gittiğini.

Unreturning

‘T was such a little, little boat

That toddled down the bay!

‘T was such a gallant, gallant sea

That beckoned it away!

‘T was such a greedy, greedy wave

That licked it from the coast;

Nor ever guessed the stately sails

My little craft was lost!

XXIII.Geri Dönüşsüz

26

Page 28: Davud'un İnsanları (sayı:5)

Hayallerin Ötesinde (Imagine, 2012) filmi Jakimovski’nin dünya sinemasında kendi-ni gösterdiği filmlerden biri. Bir önceki filmi Küçük Oyunlar’da (Sztuczki, 2007) da kendine has bir anlatımı benimseyen yönetmen, bu filminde benzer çizgilerle ama çok daha sade ve net bir yol izliyor.

Hayallerin Ötesinde ilk bakışta klasik bir engellilik(!) filmi gibi gözükürken, birkaç sahneden sonra türdeşlerinden farkını göstermeye başlıyor. Portekiz’de körler için eğitim veren bir kuruma yeni öğretmen Ian ve öğrencileriyle ilişkilerinin anlatıldığı hikâyenin, kahramanlarını yüceltmediği gibi ve ajite bir anlatımdan sakınması ise dikkat çekiyor.

Güvenlik Özgürlükten Önce Gelir

Geldiği anda dikkat çeken Ian’a karşı kurum müdürü de burada kalan din adamı da oldukça temkinli davranır. Ona düzenli olarak kuralları hatırlatırlar. Böylece Ian yapmak istediği her yeni aktivitede bir engelle karşılaşır.

lan

tern

ma

jik*

d

27

Döndü Toker

Hayallerin Ötesinde bir Yönetmen: Jakimovski

Page 29: Davud'un İnsanları (sayı:5)

d

28

Öğrencilerine dışarıda hava aldırmak için bile, bir program yapması ve aktivite sınırlarını müdüre sunması gerekir. Oysa Ian okuldakilerin, kendilerine verilen kurallarla değil, duyularını ve hayal güçlerini kullanarak hayatı algılamalarını istemektedir. Çünkü kendisi bunu yaparak, yaşamın “görülmez” zevklerini algılayabilir, hissedebilir. Bu yüzden bastonsuz gezer. Bazen el bazen ağız şıklatarak nesneleri algılamaya çalışır, dokunması bile şart değildir. Ancak bir körün bastonsuz dolaşması kabul edilemez. Kör olan kendi başına, bir yardımcı nesne olmaksızın hare-ket edemez. En azından şimdiye dek böyle olmuştur. Ian’ın öğrencilerini de destek almadan, bastonsuz yürümeye teşvik etmesi ise yönetime korku verir. Çünkü “engelli” olan muhtaç olmalıdır: İnsanlara, destek alacakları nesnelere ya da arkadaş köpeklere… Eksiğinin farkında olmalı ve mümkün oluğunca körlüğünü işaret etmelidir. Bastonuna tutunmalı ve gerektiğinde yardım beklemelidir.

Ian ise ısrarla var olan düzeni davranışlarıyla altüst etmeye devam eder. Ancak düzene alışmış insanlar için alışkanlıkları bırakmak, oldukça radikal olan bu düşüncelere ayak uydurmak kolay olmaz. Bu yüzden, savunma mekanizmalarıyla, oyunbozan kişiyi saf dışı etmeye kalkışırlar. Okul müdürü, Ian’ı öğrencilerin güvenliğini düşünmediği için, rahip insanları kandırdığı için, öğrencilerse kör gibi davranmadığı için suçlarlar. Aslında her biri yaşanılan toplumdaki grupların temsili gibi gözükür. Yönetici grup için düzenin bozulması arzu edilmez, bozanları ise bir şekilde imleyip gözler. Eğer rolünün dışına çıkmaya ve diğerlerini de kendine benzetmeye çalışıyorsa, onu gruptan dışlar.

jak

imo

vsk

i, im

ag

ine 2

012

Page 30: Davud'un İnsanları (sayı:5)

Nitekim filmde de böyle olur. Öğrencilere özgürlük kazandırmak isteyen öğretmen, güvenlik gerekçesiyle işten çıkarılır, hatta onlarla temas edebilecek herhangi bir görevde bulunması da engellenir. Bu şekilde kör gençler, henüz doğayı ve insanları algılamaya alışırken güvenlikleri gerekçesiyle eğitimlerinden mahrum kalırlar. Çünkü tedbir ve güvenlik, kurallar açısından özgürlükten daha değerlidir. Bütün engellere rağmen Ian, Eva ve Serrano, şehri hissetmeye ve yol almaya devam ederler.

Düşmek de Var Kalmak da

İngiltere’den gelen Ian’dan beklenen öğrencilere, farklı yollarla günlük pratiklere ve hayata adapte etmesidir. Ian müdürün de istediği gibi onları en temkinli şekilde, bastonları eşliğinde yetiştirmelidir. Ancak Ian, onlara bastonlarına değil içgüdülerine güvenmeyi, kulaklarını dikkatlice açmayı öğretmek ister. Elbette bunu yaparken zaman zaman yaralanacaklar, sorunlar yaşayacaklardır. Ancak okul yönetimi bu duruma müdahale eder. Çocukların güllerin arasında diken battığı için ağlaması bile çok büyütülür. Sanki camdan bir fanustaymış gibi yaşamaları beklenir onlardan. En ufak risk taşıyan bir hareket yerine, yerinde kalmak çok daha iyidir.

Gülü koklamak için, dikenlere dokunmaları gerekiyorsa, gülleri uzaktan sevmelidirler. Oysa dünyada gözleri gayet iyi gören insanlar, dikkatsizliklerinden ya da farklı nedenlerden ötürü bir sürü kaza geçirir ve de bunu yadırgamazlar. Ancak kör biri için bu bir facia gibi yansıtılır. Yaşantı içinde kişi belli bir olgunluğa ulaşsa dahi düşüp kalkmaya devam etmektedir. Yaşadığını anlamanın yollarından biri mutlu olmak ve güvende olmaksa, diğeri de acı çekmek, tekinsizliği de tecrübe etmektir. Jakimovski bu noktada kahramanlarını idealize edip onları zarar görmeyen cam fanuslara koyan bir tercihi reddeder. Onun başkarakteri de yara bere içinde kalabilmekte, duyuları kuvvetli dahi olsa yanılabilmektedir. Böylece seyirciye gerçek hayatta tecrübe edilebi-lecek, insani bir zemin açılır ve “hayal et” söylemi kuvvetlenir.

Gözünün Önünde Ama Çok Uzakta

Her bakanın görmediğini söylemenin sıradanlaşması gibi, modern insanın hemen yanındaki birçok ayrıntıya duyarsızlaşması da normal hale geldi.

zün

ün

ön

ün

dea

ma

d

29

Döndü Toker

Page 32: Davud'un İnsanları (sayı:5)

san

atd

ün

yası

d

31

Arthur Danto

Sanat DünyasıI.Bölüm

HAMLET ve Sokrates; sırasıyla, gelen övgüler ve küçümsemeler eşliğinde, sanatın doğaya tutulan bir ayna niteliği taşıdığını savunmuşlardır. Bu yaklaşım, içerisinde tartışmaya açık birçok yön barındırsa da gerçeklere dayalı bir temele sahiptir.

Sokrates; aynaları, hâlihazırda görebildiklerimizi yansıtan araçlar olarak görür. Bu durumda sanat aynavari bir şekilde, var olanın âtıl durumdaki kopyalarını yansıtır ve bunun dışında kavramsal herhangi bir getiriye sahip değildir. Hamlet ise yüzeylerin yansıtıcılığının barındırdığı dikkat çekici özelliklere odaklanır. Aynavari yapılar, aksi takdirde kavranması imkânsız olan boyutları algılamamızı sağlar; ayrıca kendi yüzümüzün ve sahip olduğumuz formların bize açılmasını sağlayan bir araç işlevi görür. Ancak bir filozof olarak, Sokrates’in bakış açısını daha yetersiz görmekteyim; belki de diğerlerine oranla derinliği daha az olarak nitelendirilebilir. Bir şeyin ayna görüntüsü kesinlikle onun taklidini yansıtmak-tadır. Bu durumda sanat bir taklit ise ayna görüntüleri de sanattır. Fakat aslında objeleri yansıtmanın sanat olarak görülmesi, bir deliye silah doğrultmanın âdil sayılmasından çok farksız sayılmaz ve biz Sokrates’ten “göstermek” için kullanıldığı teoriyi çürüterek geliştirmesini bekleyebiliriz.

Çeviren: Serhat Gümüş

Hamlet: Orada bir şey görüyor musun? Kraliçe: Hiçbir şey. Buna rağmen var olan tek şey bu

gördüklerim. Shakspeare: Hamlet, Bölüm III, Sahne IV

Page 33: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ar

thu

rd

an

to

d

32

Bu durumda teoride bunlar sanat olarak sınıflandırılacaksa, dolayısıyla içinde bir yetersizlik de barındıracaktır: Birer “taklit” olarak kabul görüldüğü için “sanat eseri” olarak yeterli kalitede olmaları mümkün olmayacaktır. Bu teorideki eksiklikler fotoğrafın icadına kadar fark edilememiştir. Bunun temel sebebi ise Sokrates döneminde ve hatta daha sonrasında sanatçıların bu taklitler ile sıkı bir bağ kurmuş olmalarıdır.

Taklit, yeterli bir koşul olarak sayılmamasının ardından, hızlı ve bir o kadar da gerekli bir biçimde gözden çıkartıldı. Kandinsky’nin elde ettiği başarılarla bir-likte öykünmeci öğeler, eleştirel kaygıların en dışına itildi. Buna rağmen bu tip özellikleri barındıran bazı çalışmalar varlığını sürdürdü. Bir zamanlar sanatın özü olarak kabul gören söz konusu çalışmalar daha sonra salt birer çizim olmak-tan öteye gidememiştir.

Elbette Sokratik tartışmada, tüm katılımcıların aktif bir kullanım için gerçek tanımlayıcı ifadeyle karşılaştırma yapma amacıyla analiz kavramının ustası olma-ları zorunludur. Ve yeterlilik testi muhtemelen o eski analizlerini göstermekten oluşur ve ancak ikincisinin doğru olduğu şeyler için geçerlidir.

Popüler yalanlamalara rağmen, Sokrates’in öğretilerini savunanlar sanatın ne olduğunu ve nelerden hoşlandıklarını bilmektedirler. Burada bahsi geçen; insanlara içinde bulundukları durumların uygulamalarını kavramaları-na yardımcı olmak için üretilmeyen sanatın, yani gerçek sanatın tanımıdır. Önceden gelen yetenekleri ile bunu doğru bir şekilde yapabilmeleri, teorile-rindeki yetersizliğin nelere bağlı olduğunu saptamalarına bağlıdır. Tek sorun hâlihazırda bildiklerinin, belirgin bir şekilde ortaya çıkarılmasında meydana gelmektedir. Teoride ileri sürülen “yakalama” eylemi son dönemde yayımlanmış bir yazıda, sanat çalışması olarak kabul edilebilecek objeler ile olmayanları birbirinden ayırt edilmek şeklinde tanımlanır. Çünkü ‘sanat’ kelimesinin ve ‘sanat çalışması’ deyiminin nasıl kullanılması gerektiğini çok iyi bildiklerini iddiasını savunurlar. Bu bağlamda, teoriler Sokrates’in görüşündeki aynavari görüntüler gibi bildiklerimizin sözlü yansımalarını oluşturmaktadır.

Page 34: Davud'un İnsanları (sayı:5)

san

atim

itasyo

nteo

risi

d

33

Arthur Danto

Fakat sanat çalışmalarının diğer objelerden ayrılması hususu bahsedildiği kadar kolay bir durum değildir. Kendilerine temel oluşturabilecek bir teori olmadan sanatsal bir yüzeyde olup olmadıklarının ayrımına varabilmek, günümüzde sanat dilini en iyi şekilde konuşanlar için bile zor bir hâle gelmiştir. Bunun altında yatan sebeplerden biri de sanatsal teorilerin aslında sadece sanatsal olanı olmayandan ayırmaktan öte sanatın yaratılışında büyük bir rol oynamalarından kaynaklanır. Glaucon ve diğerleri sanatın nerede başlayıp nerede bittiğine çok zor karar vermişlerdir. Aksi takdirde aynavari görünümleri asla değerlendirmezlerdi.

I

Farz edelim ki bir kişi; sanat eserlerinin yeni bir sınıfı, herhangi bir yerdeki olay-ların yeni bir sınıfı keşfine benzer bir şey olarak düşünmektedir. Yani 20 teorisyenin açıklaması gibi bir şey olarak. Bilimde, yardımcı hipotezler üzerinden sık sık eski teorilerle yeniyi gerçekleştirir, karşılaştırırız; söz konu-su teorinin safrası atıldığında bu tolere edilebilir tutuculuk çok değerli sayılır. Şimdiyse, Sanat İmitasyon Teorisi, eğer biri enine boyuna düşünürse, karmaşık bir alana 25 şaşırtıcı birlik getiren ve eserlerin nedensellik ve değerlendirme ile bağlantılı pek çok olaylarını açıklayan son derece güçlü bir teoridir. Ayrıca, taklitçilikten ayrılan sanatçının kötü huylu, beceriksiz ya da deli olduğuna ben-zer yardımcı hipotezler tarafından birçok karşı görüş karşısında desteklemek için basit bir konudur. Yetersiz, aldatıcı ve aptalca olanlar aslında test edilebilir tahminlerdir. Daha sonra farz edelim ki testler; bu hipotezlerin, teorilerin onarıl-manın ötesinde değiştirilmesi gerektiğine savunmakta başarısız olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ve yeni bir teori, eski teorinin yeterliliğini şimdiye kadarki inatçı gerçeklerle yakalayarak geliştirilmiştir.

Bu şekildeki bir düşünce tarzı, sanat tarihindeki belirli bölümlerin; kavramsal devrimin gerçekleştiği, belli başlı gerçeklerin reddedilebildiği; önyargı, du-rağanlık ve kişisel çıkarlardan dolayı kanıtlanmış bir teorinin ya da en azından övgüyle söz edilen bir teorinin bile uyumluluk çerçevesinde tehdit alabildiği bilim tarihindeki bazı bölümlerle benzerlik göstermediğini düşünmeye sebep olabilir.

Page 35: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ger

çek

lik

teo

ris

i

d

34

Bu tür bazı bölümler post-empresyonist resimlerin gelişiyle ortaya çıkmıştır. Hakim olan sanatsal teori açısından (TT), bu tarz çalışmaları sanat olarak ka-bul etmek imkânsızdı. Aksi takdirde bu çalışmalar sadece birer anlamsız obje olarak sanat tarihinde yerlerini alacaklardı. Kabullenme sürecinin temelinde yatan, başkalaşım teması oldu. Beğeni açısından bakıldığında çok büyük çapta bir devrime ihtiyaç duyulmasa da proporsiyonlar açısından bakıldığında kayda değer bir teorik dönüşüm söz konusu olmuştur. Bu tarz objelerin sanatsal olarak değerlendirmeye alınmasının haricinde, barındırdıkları yeni öğelere de vurgu yapılmalıdır.

Yeni teorinin kabul görmesinin ardından post-ekspresyonist tablolar sanat olarak değerlendirmeye başlandı. Ayrıca maskeler, silahlar vb. objeler antropo-loji müzelerinden güzel sanatlar müzelerinde sergilenmeye başlandı. Yeni teori-nin kabul edilişinin ardından gelen kriter değişimleri sonucunda eski eserlerin hiçbirinin güzel sanatlar müzesinin dışına transfer edilmemesi kararına varıldı. Bu sebeple, sayısız anadil konuşanı, Edward atalarını dilsel inme içine gönderen “sanat eseri” ifadesinin öğreniminde sayısız yinelenen paradigma vakalarında, varoşlara ait parçaları takıntı haline getirmiştir.

Emin olmak için, tarihî açıdan birçoğu, belki de hepsi yeterince ilginç ve aşağı yukarı Taklit Teorisi içinde tanımlanan bir teoriyi konuşarak deforme ediyorum. Sanat tarihinin karmaşıklıkları, mantıksal açıklamaların gerekliliğinin önüne geçmemelidir. Bu durumda ben de değiştirilebilen, tarihî yanlışların kısmen de olsa telafi edilebileceği bir teori doğrultusunda konuşmamı sürdürmeliyim. Buna göre, söz konusu sanatçılar anlaşılmak adına gerçek formları başarısız bir şekilde taklit etmektense, eski sanat anlayışı içerisinde en iyi örneklerin verildiği zamanlarda olduğu gibi gerçeğe en yakın formlara saygıdeğer bir anlayışla öykü-nerek başarılı bir şekilde yenilerini yaratmalıdırlar. Neticede sanatın yaratıcılık bağlamında değerlendirilmesinin temellerini çok eskiye dayanmaktadır (Vassari, Tanrı’nın ilk sanatçı olduğunu söyler). Post-ekspresyonistlerin Roger Fry’in “illüzyon değil, gerçeğin ta kendisi” sözlerinde bahsedildiği gibi gerçek anlamda yaratıcı oldukları varsayılmaktadır. Gerçeklik Teorisi (GT) eski ve yeni resme yepyeni bir bakış açısı getirmiştir.

Page 36: Davud'un İnsanları (sayı:5)

va

ng

og

hv

ecezan

ne

d

35

Arthur Danto

Nitekim bazıları Van Gogh ve Cézanne’ın çizimlerini üstünkörü olarak yo-rumlayabilir, Rouault ve Dufy’nin formlarında biçimsizliğin ön-plana çıktığını savunabilir ya da Gauguin ve Fauves’un çalışmalarındaki renk arayışlarını gelişigüzel bulabilir. Fakat bu yaklaşımlar saydığımız sanatçıların kitleleri taklit yoluyla aldatmak yerine gerçeği gördükleri gibi yansıtmayı tercih etmiş oldukları gerçeğini değiştirmez. Mantıken, bu durum kabaca yeni sahte 1 dolar-lık banknot üzerine “Yasal Ödeme Aracı Değildir” yazmakla eşdeğer bir durum yaratır. Sonuçta ortaya çıkan obje (“sahtedir” yazısı) hiç kimseyi aldatamayacak kadar yetersiz bir nitelik taşımaktadır. Bu banknot yanıltıcı değildir fakat yine de yanıltıcı olmuyor oluşu, onu otomatik olarak gerçek bir banknot yapmamak-tadır. Gerçek objeler ile gerçek objelerin gerçek kopyaları arasında yeni keşfedilmiş ve taklit edilemez bir alan işgal etmektedir. Dolayısıyla Van Gogh’un Patates Yiyenler’i, içinde barındırdığı açık ve belli başlı çarpıtmalar sonucun-da gerçek hayattaki patates yiyenlerin anti kopyasını oluşturur. Böylelikle Van Gogh’un bu tablosu bir taklit olmaktan çıkar ve aksine meşru bir biçimde gerçek kabul edilen öğeleri barındırır. Gerçeklik Teorisi aracılığıyla sanat çalışmaları, Sokratik teori tarafından arındırılmaya çalışılan nüfuzunu tekrar elde etmiş oldu. Bir marangozun çalışması ne denli gerçek ise bu çalışmalar da bir o kadar gerçekliğe yaklaşmış oldu. Sonuç olarak post-modernistler ontolojide hak et-tikleri zaferi kazandılar.

Günümüzde sanat eserlerini gerçeklik teorisi çerçevesinde değerlendirmemiz ge-rekir. Roy Lichtenstein çizgi roman tekniğini uyguladığı çalışmalarında on ya da yirmi fitlik paneller tercih etmiştir. Bu tür projeler, devasa ölçeklerden günlük sade çerçevelere uzanan geniş çaptaki eserlerin içten yansımalarını oluşturmakta ve de kabul görmektedir. Yetenekli bir gravür ustası “The Virgin and the Chancellor Rollin”i, toplu iğne başının üzerine işleyebilir ve bu çalışma gözle görülebilecek bir fark yaratabilir. Aynı biçimde Barnett Newman’ın çalışma-larından birinin aynı ölçekte çalışılması, azalarak bir damla hâlini almasına ve kaybolmasına sebep olabilir. Lichtenstein’ın çalışmalarından birinin fotoğrafı, meslektaşı Steve Canyon’un panellerinden birinin fotoğrafından ayırt edile-mez. Bu durumda fotoğraf, ölçeğin ruhunu yansıtmakta başarısız olmaktadır. Dolayısıyla Botticelli’nin çalışmalarının siyah beyaz reprodüksiyonlarının yapıl-ması doğru olmaz. Lichtenstein için ölçek ne kadar hayati önem taşıyorsa Botti-celli için de renk aynı derecede önemlidir.

Page 37: Davud'un İnsanları (sayı:5)

cla

eso

lden

bur

g

d

36

Jasper Johns ise tam tersine çalışmalarında ölçek ile alakalı sorunsalları bir ke-narda tutar. Ancak kullandığı objelerin her biri kendi içinde bulundukları sınıf-tan dolayı belirli bir değere sahip olduklarından, taklit olarak kabul edilemez. Bir sayının kopyası yine o sayıyı belirtmektedir. 3 rakamının resmi, 3’ün boyadan oluşan halidir. John’un tablolarına ekledikleri arasında hedefler, bayraklar ve haritalar bulunmaktadır.

Son olarak, umarım Plato’nun dipnotlarının üzerinden farkında olmadan geçmeyerek, gerçek anlamda yatak kullanan iki öncü isimden, Robert Rauschen-berg ve Claes Oldenburg’den bahsetmemiz gerekiyor. Üzerinde dış cephe boyası ile yapılan gelişigüzel çizgiler barındıran Rauschenberg’ın yatağı duvarda asılı bir biçimde durmaktadır. Oldenburg’unki ise belirli bir perspektif dâhilinde bir köşesi daha dar olarak eşkenar dörtgen biçiminde tasarlanmıştır.

Tekil olarak bu yataklar abartılı fiyatlarda satışa çıkmıştır; ama bu yataklardan hiçbiri uyumaya müsait bir konum teşkil etmemektedir. Rauschenberg; birinin, yatağına girip uyuyacağına dair korkularını dışa vurmaktadır. Belirli bir Testadura, sade bir konuşmacı ve ünlü bir cahil, hayal edin; biri tüm bunların sanat olduğundan habersiz, diğeri ise çalışmaların gerçekliğini tüm sadeliği ve saflığı ile kabul edebilen. Rauschenberg’in yatağındaki boya çizgilerini, sanatçının ruhundaki düzensizlikle ilişkilendirir. Oldenburg ‘un yatağının kişi üzerinde oluşturduğu önyargı sebebi, sahibinin veya bunu özel olarak yaptıran kişinin yeteneksizliğini ya da geçici heveslerini yansıtıyor oluşudur. Bu tarz tutumlar, içerisinde ciddi hatalar barındırmaktadır. Hatadan öte tuhaf kusurlar içermektedirler. Adeta Zeuxis’in sahte üzümlerini gagalamaya çalışan afallamış kuşlardan farksız bir tutum içerisindedirler. Testadura gibi onlar da sanatı gerçeklikle karıştırmış durumdadırlar. Oysaki Gerçekçilik Teorisine göre, gerçeklik olması gerekmektedir. Bu durumda birileri gerçekliği gerçeklik ile yanlış bir şekilde karıştırabilir mi? Testadura’nın hatasını nasıl tanımlamalıyız? Oldenburg’un çalışmasını bozulmuş bir yataktan öteye götürebilecek olan nedir? Bu soru, “hangi kriterler sanatı doğurmaktadır” sorusu ile eşdeğer bir nitelik taşır. Bu soruyla birlikte sanatın dilini anadili gibi konuşanların bile zayıf birer rehbere dönüştükleri kavramsal bir araştırma alanına giriş yapılır ve burada her biri artık kaybolmuşlardır.

Devam edecek...

Page 39: Davud'un İnsanları (sayı:5)

38

Gökçe Özder

* (Japonca) Hepsini okuyamayacağını bildiği halde sürekli kitap almak

tsu

nd

ok

u

*

Page 40: Davud'un İnsanları (sayı:5)

d

39

Gökçe ÖzderTurgay Bakırtaş

tsun

do

ku

“Soljenitsin’in dünya nöbeti tutan bir yazar olduğunu unutmayalım” diyor Alev Alatlı bir söyleşisinde. Yazarın kendisine biçtiği görevi en iyi anlatan cümlelerden biri bu. Ünlü Rus yazar, yaşadığı dönemde insanlığa karşı girişilmiş tüm eylemleri hafızasına kaydediyor, onları yazıya döküyor ve onlar-la savaşıyordu.

Katı bir Stalin muhalifi olarak tanınan yazarı yalnızca bu sıfata indirgemek çok yanlış olur. Soljenitsin, yaşadığı dönem ve coğrafya dolayısıyla sert bir Stalin düşmanı olsa da hayatı bundan ibaret değildi. Nobel edebiyat ödülünü kazandığı 1970 yılında ABD’ye yerleşen ünlü yazar, ABD’yi yerden yere vuran konuşmalarından dolayı Amerikalılarda “bizim için kullanışlı ol-mayacak” fikrinin doğmasına sebep oldu. Bu yüzden de faşist, Yahudi düşmanı gibi dönemin peynir gibi dağıtılan sıfatlarına boğularak ülkesine geri dönmek zorunda bırakıldı.

Soljenitsin çok ama çok iyi bir yazar. Tasvirindeki detay ve derinliği akıcılıkla birleştirerek harikulade romanlar yazmış bir isim. O romanların en ünlülerinden biri de İvan Denisoviç’in Bir Günü. Tıpkı Ölüler Evinden Hatıralar romanını yazan Dostoyevski gibi Soljenitsin de eserini bir Sibirya hapishanesinde geçirdiği yıllardan beslenerek kaleme almış.

Romanı okurken hissettiğim en yoğun his “üşümek” olmuştu. Knut Hamsun’un Açlık’ta inanılmaz bir başarıyla verdiği aç kalma hissini hatırlatan üslubuyla soğuğu iliklerime kadar işletmişti yazar.Velhasıl, çok etkileyici bir romandır, kısadır, birkaç saatte bitirilebilir. İletişim baskısını (başka var mı bilmiyorum gerçi) tavsiye ederim.

Ne iş yaparsa yapsın, ilgi alanları ne olursa olsun her insanın muhakkak sahip olması gereken şeylerden biri de tarih bilgisi. Bugün yaşadıklarımız dün de ondan önceki gün de; yıllar önce de asırlar önce de yaşandı. “Güneşin altında yeni bir şey yok” kısacası. Dolayısıyla bugünü anlamak için tarihe bakmak yeterli.

“İyi de hangi tarihe?” Güzel soru. Bunun Avru-pa’sı var, Avrupa içinde Roma’sı var, Macar’ı var, Fransız’ı var. İslam tarihi var, onun içinde tasavvuf tarihi var, mezhepler tarihi var. Gün-delik hayatın tarihi var, paranın tarihi var, elbisenin, hatta vida ile tornavidanın (evet arkadaşlar böyle bir kitap bastı Tübitak) var. Çin tarihi var, Budizm tarihi var, gerilla tarihi var. Bilim, teknoloji ve iletişim tarihi var. Sakalın tarihi, kokunun tarihi, yemeğin tarihi var. Türklerin, Arapların tarihi var. Bir yerden başlamak gerekiyor ve o bir yer için en man-tıklı seçim genel dünya tarihi.

Tabi burada şöyle bir sorun var: Tarih, doğası gereği geçmişte kalmış, kıpırdamayan, değişmeyen bir olgu ancak ele alınış biçimiyle yüzlerce farklı perspektifin yazdığı yüzlerce farklı tarih çıkıyor önümüze. Bu durumda seçi-ci olmak, karşılaştırmalı okumalar yapmak ve akla güvenmek gerekiyor.

Tavsiye ettiğim bu kitap “çok iyi” değil. Zaten dünya tarihi söz konusu olduğunda öyle bir kitabın varlığından söz etmek güç. Ancak bu alana giriş yapmak isteyenlere derli toplu bir zemin kazandırması ve yan okumalara fırsat verecek biçimde bölümlendirilmesi onu ben-zerlerinden ayırıyor. Ben eminim ki bu kitabı bitiren iyi bir okur, tarih ilminin kapsadığı tüm sahalara ayrıca merak duymaya ve ince-lemeye başlayacaktır. Herhalde yani, galiba, inşallah.

Alexandr Soljenitsin İvan Denisoviç’in Bir Günü

William H. McNeill Dünya Tarihi

Page 41: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ga

liba

,inşa

lla

h

d

40

“...Artık ölüm ürkütmüyor beni. Hayatta oldukça da onu arayacak değilim. Ölümle karşılaştığımda... Biliyorsunuz bu sık sık başıma geliyor. Apaçık bir gerçekle yüz yüze geliyorum. Bunun çok önemi var mı ki? Önemli olan benim ölü ya da diri, başkalarını nasıl etkilediğimdir...” Kaderi Sabahattin Ali’ye benziyordu Behrengi’nin. 29 yaşında iken Aras nehrinin kenarında başı taşla ezilerek öldürülmüş bir çocuk ruhu, asi bir muhalifti.

Umut ışığını dünyanın tüm çocuklarına ulaştırmak için yanıp tutuşan İranlı Azeri bir masalcıydı.

Kendini ezdirdi ama masallarını ezdirmedi; her bir çocuğa bu dünyanın güllük gülistan-lık olmadığını, haksızlıkla ve cehaletle sürekli savaşmak gerektiğini, dostluğun ve vefanın bu dünyada edinilebilecek en güzel kazançlar olduğunu anlattı.

Behrengi’nin masallarını herkes bilmez, bilenlerse ömrü boyunca onlardan vazgeçmez. Çocuk, yetişkin, Avrupalı, Budist, devrimci, muhafazakâr, vejetaryen, liberal fark etmeksizin herkese ulaşan şeker gibi bir dili vardı İranlı masalcının. Ardından herkes aynı şeyi söyledi: “Zavallı Behrengi, bir kaşık suda boğuldu gitti.”

Varsa çocuğunuz, yoksa siz, yahut her ikiniz, sakın ha Behrengi’siz bir ömür geçirmeyiniz.

Modern Amerikan edebiyatının (hatta dünya edebiyatının) en tuhaf isimlerinden biri London. Canı ne isterse onu yazan, fakat hakikaten çok iyi yazan bir yazardı. London’ın karakterindeki serseriliğin metinlerindeki izdüşümlerini izlemek bana ayrı bir keyif veriyor.

Martin Eden, hemen her yazarın birinci kaynağı olan “kendinden beslenme” meselesini en açık haliyle görebileceğiniz romanlardan biri: Bir denizcinin avamdan havasa yükseliş hikâyesi. Ancak bu, sevilir yanı olmayan, her adımda daha fazla dert, içinden çıkılması güç bunalımlar ve kibir getiren bir yükseliş.

Romanı ilk defa 1998’de, 18 yaşımdayken okumuş, kendimi Martin Eden’la ciddi biçimde özdeşleştirmiş, Jack London’ın üslûbuna hayran kalmıştım. 35 yaş olgunluğuyla tekrar baktığımda Martin Eden’ı fena halde Dücane Cündioğlu’na benzetiyorum; Bir yanıyla son derece kibirli, bir yanıyla ise kafası hâlâ korkunç derecede karışık bir adam…

Dediğim gibi, London “tuhaf” bir yazar.

Ve her iyi okur bilir ki tuhaf yazarların olmadığı bir edebiyat, rejim yapan genç kızların elinden düşürmediği tuzsuz çavdar bisküvisi gibi anlamsız bir mide dolgusu olurdu.

Samed Behrengi Toplu Masallar

Jack London Martin Eden

Page 42: Davud'un İnsanları (sayı:5)

nev

ar

neyo

kd

41

İçindekiler Davud’un İnsanları

Otomatın Kalbi, N A G .......................................................................................................... 2Resim: “Fragment of Our Soul”, LuxDani (Dani) .......................................................... 3Canıma Olimpos Tıkayan Evler, Salim Nacar .................................................................. 4Hiç Günlük I/II/III, Nergihan Yeşilyurt ........................................................................... 7Uğurlama, Hüseyin Karacalar ................................................................................................ 10

Pelesenk, Ali Berkay ................................................................................................................. 12Nanemollanın Ölümü, Muhammet Özmen ..................................................................... 13Bûtimar, Ömer Faruk Sağlam ............................................................................................... 16Resim:”Not Alone”, Yiğit Köroğlu ....................................................................................... 17Küçük Şehir Büyük Oyun, Yunus Emre Kaya ................................................................. 18Keçiyolu, Gökçe Özder ........................................................................................................... 20 Tasarlasak da mı Saklasak (Jaguar Kitap Örneği) ........................................................... 23 Emily Dickinson (Çeviren: Elif Nihan Akbaş) ................................................................. 25 Lantern Majik, Döndü Toker .............................................................................................. 27“Artworld”, Arthur Danto (Çeviren: Serhat Gümüş) ..................................................... 31Resim: “Hayao Miyazaki Art Potrait”, C3nmt ................................................................. 37Tsundoku, Turgay Bakırtaş .................................................................................................... 38

Page 43: Davud'un İnsanları (sayı:5)

ekip

d

42

Davud’un İnsanları

İletiş[email protected]

Ş[email protected]

Öykü[email protected]

Genel Yayın YönetmeniNergihan Yeşilyurt

Yayın KuruluAli Berkay

Gökçe ÖzderNergihan Yeşilyurt

Özgün Tasarım

Ayşe Şeyma [email protected]

ASb

Kapak Resmi: Hieu, “Rest”