642

Dean R. Koontz - Fısıltılar

  • Upload
    seralay

  • View
    734

  • Download
    79

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Dean R. Koontz - Fısıltılar
Page 2: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Dean R. Koontz

Page 3: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Fısıltılar

TÜRKÇESİ:

BELKIS ÇORAKCI

BİRİNCİ BÖLÜM

Yaşayanlar ve Ölüler

Hayatımızı etkileyen güçler, bizi yoğuran, biçimlendiren etkiler çoğu zaman uzak bir odadaki fısıltılar gibidir, bizimle alay edercesine belirsiz, zorlukla farkedilen seslerdir.

CHARLES DICKENS

Page 4: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bir

Salı günü şafak sökerken Los Angeles titredi. Pencere camları çerçevelerinin içinde takırdadı, balkon kapılarındaki rüzgâr çıngırakları rüzgâr olmadığı halde neşeyle şıngırdadılar. Bazı evlerde tabaklar raflardan düştü.

Sabah trafiğinin sıklaşma saatinde, yalnızca haberleri veren KFWB radyo istasyonu depremi baş haber olarak kullandı.

Richter ölçeğine göre 4.8 şiddetinde olmuştu. Yoğun trafik sona ererken KFWB bu haberi üçüncü sıraya indirmiş, Roma’daki terörist bomba eylemiyle Santa Monica otoyolundaki beş arabalık zincirleme kazanın arkasına almıştı. Bina falan yıkılmamıştı ne de olsa. Öğle vakti Angelos halkının pek azı (daha çok buraya son bir yıl içinde gelip yerleşenler) konuyu öğle yemeğinde bir dakika boyunca tartışacak kadar önemsediler.

Koyu gri Dodge kamyonetteki adam sarsıntıyı hiç hissetmedi bile. O sırada kentin kuzey kesimindeydi. San Diego otoyolu üzerinde güneye doğru ilerliyordu. Hareket halindeki taşı-

tın içindeyken insan ancak en büyük sarsıntıları hissederdi. Bu yüzden depremi kahvaltı için durduğunda, başkalarından öğrendi.

Depremin sırf kendisine gönderilmiş bir işaret olduğunu hemen anladı. Los Angeles’de yapacağı işin başarıyla sonuçlanacağının haberiydi bu... ama belki de, işin başarısız olacağının uyarısıydı. Hangi anlamı vermeliydi acaba bu işarete?

Kahvaltısını ederken suratını asıp bunu düşündü. İriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı. Boyu bir doksan altıydı. Yüz on beş kilo geliyordu. Yağsız, sırf kas. Önündeki yiyecekleri bir buçuk saatte yedi. Önce iki yumurta ve beykınia başladı, kızarmış peynir, kızarmış ekmek ve bir bardak sütle sürdürdü. Yavaş çiğniyor, sistemli hareket

Page 5: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ediyor, gözlen tabağından ayrılmıyordu. Sanki trans halindeydi. Bu yiyecekleri bitirince, gözleme ve yine süt istedi. Onu da bitirince, bir peynirli omlet, yanında da üç beykın daha aldı. Kızarmış ekmek ve portakal suyuyla.

Üçüncü kahvaltısını ısmarlarken mutfakta herkes onun dedikodusunu yapıyordu. Garson kız, durmadan kıkır kıkır gülen, Helen adlı bir kızıl saçlıydı. Diğer garsonlar da bir bahaneyle müşterinin yanından geçmiş, ona dikkatle bakmışlardı. Adamın buna aldırdığı yoktu. Sonunda Helen’den hesabı istediğinde kız, «Siz güreşçi falan olmalısınız,» dedi.

Adam başını kaldırıp ona baktı, odun gibi bir ifadeyle gülümsedi. Bu yere ilk defa uğradığı, Helen’i doksan dakika önce ömründe ilk olarak gördüğü halde, kızın ne diyeceğini yinede bilmişti. Daha önce de yüz kere duymuştu böyle sözleri.

Kız utangaç utangaç kıkırdadı ama gözleri adamınkilerden ayrılmadı. «Yani üç kişilik yiyorsunuz da...»

«Herhalde öyle.»

Kız masanın köşesinde dururken kalçasını yana atmış, tek ayağını hafifçe öne basmıştı. Kendisinin müsait olduğunu açıklayışı pek de gizli kapaklı sayılmazdı. «Ama bunca yemeye rağmen bir gram fazla yağınız yok.»

Adam hâlâ gülümsüyor, bir yandan da, bu kız acaba yatakta nasıl olur, diye düşünüyordu. Önce kendini onunla sevişirken, sonra pençeleriyle kızın boğazına sarılmış, sıkarken hayal etti. Suratı kızarana, gözleri yuvalarından uğrayana kadar.

Kız ona düşünceli gözlerle baktı, acaba tüm iştahlarını yemek yerken gösterdiği tutkuyla mı doyuruyor, diye merak etti.

«Çok hareket ediyor olmalısınız.»

«Ağırlık kaldırırım.»

«Arnold Schvvarzenegger gibi mi?»

«Öyle.»

Kızın zarif, narin bir boynu vardı. Adam o boynu kuru bir dal gibi, çıt diye kırabileceğini biliyordu. Bunu düşünmek içini sıcak bir mutlulukla doldurdu. «Kollarınız çok kalın,» dedi kız yumuşak, beğeni dolu bir sesle. Adam kısa kollu gömlek giymişti. Kız uzanıp tek parmağıyla onun koluna dokundu. «Herhalde demirleri kaldıra kaldıra, ne kadar yerseniz yiyin, kas oluyor.»

Page 6: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Amacım o zaten. Ama metabolizmam da şişmanlamayan türden.»

«Ha?»

«Sinir sistemim çok kalori yakıyor.»

«Sizin mi? Sinirli misiniz?»

«Siyam kedisi kadar.»

«İnanmıyorum. Bence bu dünyada sizi sinirlendirecek hiçbir şey yoktur.»

Güzeldi doğrusu. Otuz yaşlarına yakın, yani adamdan on yaş kadar küçüktü. İsterse onu elde edebileceğini düşündü. Biraz üstüne düşmek gerekecekti ama fazla değil. Rhett’in Scarlett’e yaptığı gibi, ayaklarını yerden kesip onu isteği dışında yatağa attığına kendini inandırmasına yetecek kadar. Onunla sevişirse elbette ki sonradan öldürmesi gerekecekti. Ya bıçağı güzel göğüslerinin arasına daldırmak ya da boynunu kesmek zorunda kalacaktı. Aslında bunu yapmak istemiyordu. Bu kız zahmete de, tehlikeye de değmezdi. Bir kere tipi değildi. Kızıl saçlıları öldürmezdi o.

Dolgun bir bahşiş bıraktı, hesabı kapının yanındaki kasaya ödedi, dışarı çıktı. Havalandırmalı lokantadan sonra Eylülün sıcağı yüzüne fena çarptı. Dodge kamyonete yürürken Helen’in kendisine bakmakta olduğunu biliyordu. Ama o dönüp bakmadı.

Binip kamyoneti alışveriş merkezine sürdü, geniş otoparkın bir köşesine, palmiyenin gölgesine parketti. Dükkânlardan mümkün olduğu kadar uzağa. İki ön koltuğun arasından arkaya geçti, sürücü kabinini arka kısımdan ayıran bambu perdeyi indirdi, yerdeki kalın, eskimiş şilteye uzandı. Şiltenin boyu ona göre biraz kısaydı. Bütün gece dinlenmeksizin yolculuk yapmıştı.

Tâ St. Helena’dan, şarap bölgesinden buraya. Şimdi sıkı bir

kahvaltı da edince, uyku bastırıyordu.

Dört saat sonra kötü bir rüyadan uyandı. Ter içindeydi. Ürperiyordu. Bir yanıyor, bir donuyordu. Tek eliyle şilteye sarılmış, diğeriyle havayı yumruklamaktaydı. Bağırmaya çalışıyor, sesi boğazına yapışıyor, çıkmıyordu. Kuru, boğulur gibi bir ses çıkardı.

Önce nerede olduğunu hatırlayamadı. Kamyonetin arkasını zifiri karanlık olmaktan kurtaran tek şey, bambu pancurların arasındaki üç incecik yarıktı. İçerisi sıcak ve havasızdı. Doğrulup oturdu, tek eliyle madeni duvarı yokladı, gözlerini kısarak çevrede ne

Page 7: Dean R. Koontz - Fısıltılar

görebildiğini araştırdı, sonunda yavaş yavaş kendine geldi. Kamyonette olduğunu anlayınca rahatladı, tekrar şilteye uzandı.

Kâbusun neyle ilgili olduğunu hatırlamaya çalıştı ama başaramadı. Bunda şaşacak bir şey yoktu. Hayatının hemen her gecesi böyle ürküntü verici rüyalardan korku içinde, ağzı kupkuru, yüreği gümbür gümbür atarak uyanır, kendisini neyin korkuttuğunu hiç hatırlayamazdı.

Şu anda nerede olduğunu anlamıştı ama karanlık yine de

onu tedirgin ediyordu. Gölgeler arasında sinsi sesler işitir gibi oluyordu. Çok hafif minik adım sesleri. Bunların hayal olduğunu biliyordu ama yine de ensesindeki tüyler diken diken oluyordu. Bambu pancuru kaldırdı, gözleri ışığa alışıncaya kadar

bekledi.

Şiltenin yanında durmakta olan giyecekleri kucakladı. Gi-

yecekler bohça gibi istiflenmiş, koyu kahverengi bir kordonla

bağlanmıştı. Düğümü gevşetti, dört parça giysiyi açtı. Dördü

birbirine sarılmış durumdaydı. En ortada da iki büyük bıçak yatıyordu. Çok keskindi bıçaklar. Uzun süre uğraşıp o zarif çelikleri tekrar biledi. Sonunda eline aldığı zaman hissettiği duygu harikuladeydi. Sanki bir sihirbazın bıçaklarıydı bunlar. İçlerinde sihirli bir enerji vardı. Şimdi o enerji bıçaktan kendisine

geçiyordu.

Öğleden sonra güneşi, palmiyenin öbür yanma kaymıştı.

Araba artık gölgede değildi. Ön camdan içeri güneş doluyor, omzuna vuruyor, buz gibi çeliğe çarpıyor, keskin kenarı soğuk soğuk parlatıyordu.

Bıçağa bakarken ince dudakları yavaşça yayılıp bir gülümseme ifadesine ‘büründü. Kâbusa rağmen uyku ona çok iyi gelmişti. Dinlenmiş, tazelenmiş, güven kazanmıştı. Sabahki depremin Los Angeles’te işlerin iyi gideceğine işaret olduğundan emindi. Kadını bulacaktı. Yakalayacaktı onu. Bugün. Ya da en geç Çarşamba günü. Onun düzgün, sıcak vücudunu, teninin kusursuz dokusunu düşününce gülümsemesi sırıtmaya dönüştü.

Salı günü öğieden sonra Hilary Thomas, Beverly Hills’e alışverişe indi. Akşamın erken saatinde dönüp kahverengi Mercedes’ini yuvarlak bahçe yoluna soktu, parketti. Modacılar artık kadınların kadınsı görünmesine karar verdiklerine göre, Hilary de asker çavuşu

Page 8: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gibi giyinme zorunluluğundan kurtulduğuna inanmış, beş yıldan beri alamadığı türden giysiler almıştı. Arabanın bagajını boşaltmak için üç kere gidip gelmesi gerekti.

Son paketi alırken birden içinde seyredildiği, gözlendiği

duygusu uyandı. Doğrulup sokağa baktı. Güneş iyice alçalmış, karşıdaki büyük evlerin, yol boyunca sıralanmış palmiyelerin arasından görünüyor, her yanı altın rengine boyuyor, iki blok ilerdeki çimende iki çocuk oynuyordu. Sarkık kulaklı bir köpek kaldırımda mutlu mutlu yürümekteydi. Onun dışında, hareket yoktu mahallede. Ortalık doğal sayılmayacak kadar sessizdi. Karşı kaldırıma iki otomobil, bir de koyu gri Dodge kamyonet) park etmişti. Görebildiği kadarıyla içleri boştu.

Bazen çok budala oluyorsun, dedi kendi kendine. Kim gözlüyor olabilir seni?

Ama son paketleri içeri taşıyıp, arabayı garaja sokmak üzere bahçeye çıktığında, gözlendiği duygusunu kesinlikle tekrar hissetti.

Daha sonra, geceyarısına doğru, Hilary yatağında oturmuş kitap okurken alt kattan sesler duyar gibi oldu. Kitabı elinden bırakıp dinledi.

Bir sarsıntı sesi. Mutfaktan. Arka kapının oradan. Yatak odasının tam altından.

Yataktan kalkıp sabahlığını giydi. Lacivert ipek bir sabahlık. Bugün öğleden sonra almıştı onu.

Başucu masasının üst çekmecesinde içi dolu bir .32 otomatik yatıyordu. Bir kararsızlık geçirdi, sarsıntı seslerini bir süre dinledi, sonra tabancayı yanına almaya karar verdi.

Kendini budala gibi hissediyordu. Duyduğu ses herhalde

evin zaman zaman çıkardığı doğal seslerdendi. Ama beri yandan... altı aydır burada oturduğu halde hiç böyle bir şey duymamıştı.

Merdivenlerin üst başında durdu, eğilip karanlığa doğru

baktı. «Kim var orada?»

Cevap gelmedi.

Hilary tabancayı sağ eliyle önünde tutarak merdivenlerden indi, salonu geçti. Hızlı ve yüzeysel soluklar alıyor, tabancalı

elinin titremesini engelleyemiyordu. Geçerken her ışığı yaktı.

Evin arkasına doğru yürürken o garip gürültüleri hâlâ duy-

Page 9: Dean R. Koontz - Fısıltılar

maktaydı. Ama mutfağa ulaşıp ışığı yaktığında sessizlikten

başka bir şey bulamadı.

Bir gariplik yoktu mutfakta. Koyu renk çam parkeler, koyu renk çam dolaplar, pırıl pırıl seramik kulplar, beyaz fayans tezgâhlar... hepsi tertemiz, düzenli. Parlatılmış bakır kaplar ve mutfak âletleri yüksek tavandan sarkıyordu. Burada yabancı kimse olmadığı gibi, demin bulunduğuna dair bir işaret de yoktu.

Kapının hemen içinde durdu, gürültünün tekrar başlama sını bekledi.

Sessizlik. Yalnızca buzdolabının hafif homurtusu.

Mutfağın orta yerindeki tezgâhın çevresinden dolaştı, ar-

ka kapıyı yokladı. Kilitliydi.

Arka bahçenin ışıklarını yaktı, musluğun üzerindeki pen-

cerenin pancurunu kaldırdı. Bahçenin sağ tarafında on beş

metre boyundaki yüzme havuzu pek güzel parıldıyordu. Solda gölgeli gül bahçesi vardı. Koyu yeşil yapraklar arasında bir düzine kadar gonca, ışığı alıp aydınlanmıştı. Her şey sessiz, her şey hareketsizdi.

Duyduğum ses evin doğai sesi, diye düşündü. Tanrım, amma da sinirli bir kız kurusu oluyorum.

Kendine bir sandviç yaptı, bir de soğuk bira alıp yukarı taşıdı. Alt katın tüm ışıklarını yanık bırakmıştı. Davetsiz konuklarda çekingenlik yaratır, diye düşünmüştü... tabii gerçekten çevrede dolaşan biri varsa.

Daha sonra, evi böyle ışık içinde bırakmak ona budalalık

gibi göründü.

12 —

Sorununun ne olduğunu biliyordu. Sinirliliği, «Bu mutluluk

benim hakkım değil» hastalığının belirtileriydi. Bu hastalığı iyi

tanırdı Hilary. Çünkü sıfırdan gelmeydi. Hiçbir şeyi yokken, şim-

di her şeyi vardı. Bilinçaltından hep Tann’nın birden onu gö-

receğini, verilenleri hak etmediğini anlayacağını düşünür, kor-

Page 10: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kardı. O zaman çekiç iniverirdi kafasına. Biriktirdiği her şey

ezilir, yok olurdu. Ev de, araba da, banka hesapları da... Yeni

hayatı bir hayal gibiydi. Harikulade bir peri masalıydı. İnanıl-

mayacak kadar iyiydi. Bunun böyle süremeyeceği de ortadaydı.

Hayır, lanet olsun, hayır! Kendini küçümsemekten, başarı-

larını şansa yormaktan vazgeçmeliydi. Şansın bu işle hiçbir il-

gisi yoktu. Umut yoksunu bir evin çocuğu olarak doğan, sütle

ve iyilikle besleneceği yerde güvensizlik ve korkuyla beslenen,

babası tarafından sevilmeyen, annesi tarafından da ancak ba-

kılan, herkesin kendine acıdığı, birbirine kırıldığı, umutların yok

olduğu bir evde büyüyen Hilary’nin elbette kendine değer ver-

me yeteneği azalmıştı. Yıllarca aşağılık duygusuyla boğu-

şup durmuştu. Ama onlar gerilerde kalmıştı artık. Tedavi gör-

müştü. Kendini anlıyordu. O eski kuşkuların, içinde bir kere

daha yer etmesine izin veremezdi. Evi, arabası, paraları elinden

alınacak değildi. Bal gibi hak etmişti onları. Çok çalışmıştı.

Yeteneği de vardı. Kimse ona falancanın akrabası ya da arka-

daşı olduğu için iş vermiş değildi. Los Angeles’e geldiğinde kim-

seyi tanımıyordu. Kimse ona güzel olduğu için para falan da

vermiş değildi. Eğlence sanayiinin zenginliği uğruna, şöhret

umudu uğruna her gün sürü sürü kadın gelip duruyordu Los

Angeles’e. Hepsine de sığır sürüsü gibi muamele ediliyordu.

Oysa kendisi tepeye varmıştı. Bir tek nedeni vardı bunun. Hi-

lary iyi bir yazardı, eli işe yatkındı, hayal gücü zengin, enerjik

bir sanatçıydı. Halkın görmek için para vereceği filmleri nasıl

yapmak gerektiğini biliyordu. Kendisine ödenen paraların her

kuruşunu alnının teriyle kazanmıştı. Tanrıların ondan öç almak

istemesi için hiçbir neden yoktu.

«O halde rahat bırak kendini,» dedi yüksek sesle.

Kimse mutfak kapısından eve girmeye kalkmış değildi. Ha-

Page 11: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yaldi bunlar.

Sandviçiyle birasını bitirdi, sonra aşağıya inip ışıkları sön-

dürdü.

13 —

Deliksiz bir uyku uyudu.

Ertesi gün hayatının en güzel günlerinden biri oldu. Aynı

zamanda en kötü günlerinden biri de.

Çarşamba günü aslında iyi başlamıştı. Gökyüzü bulutsuz-

du. Hava berrak ve tatlıydı. Sabah ışığının yalnız Güney Cali-

fornia’da, belirli günlerde rastlanan garip bir niteliği vardı. Kris-

tal gibi bir ışık. Sert, ama yine de ılık. Kübik bir resimdeki

güneş ışınları gibi. İnsana sanki hava yarılıverecek, tiyatro per-

desi gibi açılıp bize kendi yaşadığımız dünyadan başka bir dün-

yayı gösterecekmiş gibi geliyordu.

Hilary Thomas o sabahı bahçede geçirdi. İki katlı İspan-

yol tarzı evin arkasındaki iki dönümlük, çevresi duvarlı bahçe-

de, iki düzine nadide gül türü vardı. Frau Kari Druschki gülü

de vardı, Madame Pierre Oger gülü de vardı, moscosa gülleri,

Malmaison Anısı, pek çok da modern melez tür vardı. Beyaz

güller, kırmızı güller, turuncu, sarı, pembe, mor, hatta yeşil

güller ışıl ışıidı bahçede. Bazıları tabak kadardı. Bazıları da

yüzük içinden geçecek kadar ufacıktı. Kadife gibi çimler üze-

rinde rüzgârın uçurduğu renkli taç yapraklarına rastlanıyordu.

Hilary sabahları genellikle iki üç saat bahçede çalışırdı.

Bahçeye inerken ne kadar sinirli olursa olsun, buradan ayrılır-

ken sakinleşmiş, rahatlamış bulurdu kendini.

Bahçıvan tutmaya parası yeterdi rahat rahat. İlk tutulan

Page 12: Dean R. Koontz - Fısıltılar

filmi olan Arizoncı’Iı Pete’den hâlâ üç ayda bir para alıyordu.

İki yıl olmuştu o film piyasaya çıkalı. Çok başarı kazanmıştı.

Soğuk Kalp adlı yeni film sinemalarda iki aydır oynuyordu. Pe-

te’den bile daha iyi gişe yapmaktaydı. Hilary’nin Bel Air’le Be-

verly Hills arasındaki bu on iki odalı evi gerçi pahalıya alın-

mıştı ama parası altı ay önce peşin ödenmişti. Film çevrelerin-

de Hilary’nin geleceği olduğu kanısı yaygındı. Kendi de öyle

hissediyordu zaten. Ateşli, dopdoluydu. Planlar, imkânlar cirit

atıyordu kafasında. Bu harika bir duyguydu. Çok başarılı bir

senaryo yazarı olmuştu. İsim yapmıştı. İstese bir düzine bah-

çıvan tutardı.

Çiçeklere ve ağaçlara kendisinin bakması, bahçenin onun

gözünde çok özel, hemen hemen kutsal bir yer olmasından

14 —

kaynaklanıyordu. Hilary’nin kurtuluşunun simgesiydi bu bahçe.

Chicago’nun en kötü mahallelerinden birinde, çürümeye

yüz tutmuş bir apartmanda büyümüştü. Şu anda bile, bu güzel

kokulu gül bahçesinin ortasında bile, gözlerini kapadı mı o eski

yerin her ayrıntısını zihninde canlandırabilirdi. Apartman giri-

şindeki posta kutuları, işsizlik sigortasından gelebilecek çekleri

arayan hırsızlar tarafından kırılıp açılmıştı. Kat sahanlıkları dar,

ışıkları loştu. Odalar ufacık, kasvetli, mobilyalar eski ve yırtık

pırtıktı. Küçücük mutfakta eski püskü gaz ocağı her an pat-

layacak gibiydi. Hilary yıllarca o ocağın düzensiz mavi alev-

lerinin korkusuyla yaşamıştı. Buzdolabı eskilikten sararmıştı.

İnliyor, takırdıyor, arkasındaki sıcak motor, babasının «yöresel

yaban hayatı» dediği yaratıkları çekiyordu. Hilary güzel bahçe-

Page 13: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sinde dururken, çocukluğunu aralarında geçirdiği o yaban ha-

yatını çok iyi hatırlamaktaydı. Ürperdi. Annesiyle ikisi gerçi dört

odayı tertemiz tutarlardı, bol bol da böcek ilacı kullanırlardı

ama bir türlü hamamböceklerinin önünü alamazlardı. Çünkü

kahrolası yaratıklar, o kadar temiz tutulmayan diğer daireler-

den gelip dururlardı buraya.

En canlı çocukluk anısı, daracık yatak odasının tek pen-

ceresinden görünen manzaraydı. Orada nice yalnız saatler ge-

çirmiş, annesiyle babası kavga ederken nice kere oraya saklan-

mıştı. O küfürler ve bağırtılar sırasında, bir cennetti yatak oda-

sı. Annesiyle babasının küsüp konuşmadıkları zamanlarda da

öyleydi. Tek pencereden gözüken manzara pek de iç açıcı bir

şey değildi. İki apartman arasında, bir. buçuk metre eninde bir

aydınlık vardı. Oradan yangın merdiveni de çıkardı. Pencere

oradan karşıki tuğla duvara bakıyordu. Açılmıyordu camı. Ka-

palıyken boyanmış, yapışmıştı. Hilary oradan gökyüzünün ince-

cik bir dilimini görebilmek için yanağını cama dayayıp dosdoğ-

ru yukarı bakmak zorunda kalırdı.

İçinde yaşadığı bu yoksul dünyadan kurtulmaya can atan

genç Hilary, o tuğla duvarın gerisini görebilmek için hayal gü-

cünü kullanmayı öğrenmişti. Zihnini serbest bırakıyor, birden

karşısında yeşil tepeler, hatta bazen Büyük Okyanusun dalga-

ları Deliriyordu. Ya da sıra dağlar. Genellikle bir bahçe hayal

ederdi. Sihirli bir yer. Sakin, sessiz, içi güzel güllerle dolu. Çev-

rede beyaza boyanmış demir bahçe mobilyaları. Parlak renkli

15 —

çizgilerle süslü güneş şemsiyeleri altında gölgeler. Uzun elbi-

Page 14: Dean R. Koontz - Fısıltılar

seler giymiş şık kadınlar, yazlık takımlarıyla erkekler, ellerinde

buzlu içkileri, dostça: sohbet ediyorlardı o bahçede.

İşte şu anda o rüyayı yaşıyorum, diye düşündü. O rüya

gerçek oldu. Ben de sahibi oldum onun.

Güllere ve diğer bitkilere, palmiyelere, fidanlara bakması

iş değildi onun gözünde. Bir zevkti, Çiçekler arasında çalıştığı

her dakika, nereden nereye geldiğini daha iyi farkediyordu.

Öğlende bahçe âletlerini bir kenara bıraktı, eve girip duş

yaptı. Suyun altında uzun süre durdu. Sanki o su yalnızca kiri

ve teri arındırmıyor, çirkin anıları da yıkayıp temizliyordu. O

kasvetli Chicago apartmanında, o minicik banyoda her musluk

damlar, her delik tıkanır, hiçbir zaman yeterince sıcak su bu-

lunmazdı.

Verandada hafif bir yemek yedi, gül bahçesini seyretti. Pey-

nirleri, elma dilimlerini ağzına atarken eğlence sanayiinin ga-

zetelerini okuyordu. Hollywood Reporter, Daily Variety. Sabah

postasında gelmişti bu gazeteler. Reporter’de, Hank Grant’ın

sütununda Hilary’nin adı geçiyordu. O gün doğum gününü kut-

layan sinema ve televizyon simaları arasında. Yirmi dokuz ya-

şını yeni doldurmuş bir kadın olarak, gerçekten çok mesafe

almıştı hayatta.

Bugün Warner Brothers’daki baş yöneticiler Kurdun Saati

adlı son senaryosu için bir karara varacaklardı. İş saatleri so-

na ermeden, senaryoyu alıyorlar mı, red mi ediyorlar, belli ola-

caktı. Hilary çok gergindi. Telefonun çalmasını bekliyor, ama

kötü haber olabilir diye de korkuyordu. Bu proje onun gözün-

de şimdiye kadar yaptıklarının hepsinden önemliydi.

Senaryoyu bir anlaşmanın güvencesinden yoksun olarak,

Page 15: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kendi kendine karar verip yazmıştı. Ancak rejisörlüğü kendi-

sine verilirse, son montaj da verilirse satmak kararındaydı.

VVarners ona, bu satış şartlarında bazı değişiklikler yapmaya

razı olursa, büyük para önermişti. Hilary fazla şey istediğinin

farkındaydı. Ama başarılı bir senaryo yazarı olduğu için bu is-

tekler o kadar da mantıksız sayılmazdı. Warners rejiyi ona bırak-

makta isteksizdi. Ama razı olacaklardı. Hilary bu konuda bahse

bile girebilirdi. Asıl tartışma noktası, son montaj konusuydu.

Ekranda neyin görünüp neyin görünmeyeceğinin kararı genel-

16 —

iikle birkaç kârlı filmle kendini kanıtlamış yönetmenlere veri-

len bir onurdu. Acemi yönetmenlere pek ender verilirdi. Hele

de acemi kadın yönetmenlere! Filmin her karesine, her nüan-

sına komuta etmekte direnmesi belki anlaşmayı çıkmaza so-

kardı.

Hilary kendini oyalamak için Çarşamba öğleden sonrayı

stüdyosunda çalışarak geçirdi. Stüdyo yüzme havuzuna bakı-

yordu. Çalışma masası geniş, ağır, meşe ağacından. ısmarlama

yapılmış, düzinelerce çekmecesi, gizli gözü olan bir masaydı.

Üzerinde ‘birkaç Lallique kristal duruyordu. Hilary masaya otur-

du, FiJrrt Comment dergisi için yazmakta olduğu eleştiri yazı-

sının ikinci taslağı üzerine eğildi... ama düşünceleri çabucak

yine Kurdun Saati’ne kaydı.

Saat dörtte telefon çaldı. Hep bu sesi beklediği halde Hi-

lary yerinden fırladı. Wally Topelis miydi arayan?

«Ajanın arıyor, evlât. Konuşmamız gerek.»

Page 16: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Konuşuyoruz ya!»

«Yüzyüze, demek istedim.»

«Ya,» derken suratını astı Hilary. «O halde haberler kötü.»

«Kötü dedim mi?»

«İyi olsa telefonda söyierdin. Yüzyüze demek, alıştırarak

söyleyeceksin demek.»

«Sen klasik bir kötümsersin, yavrum,»

«Yüzyüze demek, elimi tutacaksın ve beni intihardan vaz-

geçirmeye çalışacaksın demek.»

«Bereket versin bu melodramcı damarın senaryolarında

belli olmuyor.»

«Warners hayır dediyse söyle de bitsin.»

«Daha karar vermediler, kuzucuğum.»

«Dayanırım, korkma.»

«Beni dinleyecek misin sen? Anlaşma yatmış değil. Hâlâ

planlar peşindeyim. Seninle bir sonraki adımımı tartışacağım,

o kadar. Henüz kötü bir şey yok. Yarım saate kadar benimle

buluşabilir misin?»

«Nerede?»

«Ben Beveriy Hills Otelindeyim.»

17

Fısıltılar — F. : 2

«Polo salonunda’ mı?»

Page 17: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Elbette.»

Hilary Sunset Bulvarından saparken Beverly Hills Otelinin

pek gerçekdışı göründüğünü düşündü. Sıcakta titreyen bir se-

rap gibi. Ulu palmiyelerin, zengin yeşilliklerin arasından yük-

selen bina bir peri masalı görünümünü hatırlatıyordu. Pembe

pütürlü duvarlar uzaktan gözüne yine hiç de abartmalı görün-

medi. Anısında hep fazla abartmalı gibi kalır, görünce ısınıve-

rirdi. Yarı saydam gibiydi duvarlar. İçten gelen yumuşak bir

ışıkla parlar gibiydi. Kendine göre, zarif bir havası vardı otelin.

Biraz yozlaşmış oisa bile, yine de zarif. Kapı girişinde ünifor-

malı adamlar arabaları alıp parkediyor, isteyenin arabasını ge-

tiriyorlardı. İki Rolls-Royce, üç Mercedes, bir Stuts, bir de kır-

mızı Maserati.

Chicago’nun yoksul mahallesinden çok uzak burası, diye

düşündü Hilary mutlu mutlu.

Polo Salonuna girdiğinde bir düzine sinema artistine rast-

ladı. Tanınmış çehreler. İki de stüdyo yöneticisi vardı. Ama üç

numaralı masaya oturmamışlardı. Orası bu salonun en iste-

nen yeri diye bilinirdi. Kapıya karşı, oturanın her şeyi görebi-

leceği ve kendisini de gösterebileceği bir masa. Wally Topeiis

oturuyordu üç numaralı masada. Hollywood’un en güçlü ajan-

larından biri olduğu için, ayrıca karşılaştığı herkesi etkileye-

bildiği gibi ‘buranın metrdotelini de etkilemiş olduğu için. Ufak

tefek, ince, ellilik bir adamdı. Ook şık giyinirdi. Gür beyaz saç-

ları, düzgün beyaz bir bıyığı vardı. Kibar bir görünüşe sahipti.

Üç numaralı masada görmeyi bekleyeceğiniz tür “biriydi. Ma-

sasına getirilip prize takılmış bir telefonda konuşuyordu. Hi-

lary’nin yaklaşmakta olduğunu görünce konuşmasını aceleyle

bitirdi, kulaklığı yerine koydu, ayağa kalktı.

«Hilary, çok güzelsin... her zamanki gibi.»

Page 18: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Sen de tüm dikkatlerin merkezisin, her zamanki gibi.»

vVally sırıttı.’ Sesi peşten, komplo kurar gibiydi. «Herhalde

herkes bize bakıyordur.»

«Herhalde.»

«Gizliden gizliye.»

18 —

«Elbette.»

«Çünkü baktıklarını bilmemizi istemezler,» derken Wally’

nin de sesi mutluydu.

Otururlarken Hilary, «Biz de onların bakıp bakmadığına

bakamayız,» dedi.

«Elbette bakamayız!» Adamın mavi gözleri ışıl ısıldı.

«Önemsediğimizi anlamalarını istemeyiz.»

«Tanrı korusun!»

«Fiyasko olur.»

«Büyük fiyasko.» Wally güldü.

Hilary içini çekti. «Neden bir masa öteki masalardan önemli

oluyor, hiç anlayamıyorum.»

«Ben öyle olmasıyla alay ediyorum ama aslında anlıyorum.

Marx ve Lenin neye inanırlarsa inansınlar, insan denen hayvan

sınıf sisteminden büyük zevk duyar. Yeter ki o sistem paraya

ve başarıya dayalı olsun, soya dayalı olmasın. Biz sınıf siste-

mimizi her yerde kullanıyoruz. Lokantalarda bile.»

«Galiba o ünlü Topelis tiradlarından birini duyma onuruna

eriştim.»

Bir garson, elinde pırıl pırıl bir buz kovası ve üçlü ayakla

geldi, ayağı kurup kovayı masanın yanına bıraktı, gülümseyip

Page 19: Dean R. Koontz - Fısıltılar

uzaklaştı. Besbelli Topelis ısmarlayacağını daha Hilary gelme-

den ısmarlamıştı. Ama bu fırsattan yararlanıp Hilary’ye ne ıs-

marladığını söylemedi.

«Tirad değil,» dedi. «Yalnızca bir gözlem. İnsanların sınıf

sistemine ihtiyacı vardır.»

«Kabul. Ama neden?»

«Bir kere insanların umutları olmak zorunda. Yiyecek içe-

cek ve başlarının üzerine bir damla kalmayıp, onun ötesinde

istekleri olmak zorunda. Tutku haline gelen istekler onları ça-

lışmaya ve başarmaya itiyor. Eğer ‘bir mahalle kibar mahalle

sayılıyorsa, insan iki işe birden girer, parayı denkleştirip ora-

dan bir ev alır. Bir araba diğerinden iyiyse, o adam... ya da

kadın tabii, bu işi cinsiyet savaşı haline getirmeye gerek yok,

daha çok çalışır, o arabayı almak ister. Polo Salonunda en iyi

masa denilen bir masa varsa, buraya giren herkes oraya otu-

racak kadar zengin ve ünlü olmak ya da oraya oturacak ka-

dar kötü ün yapmak peşindedir. İşte bu manyakça pozisyon tut-

19 —

kuşu hem servetleri yaratır, hem gayrisafi milli hasılaya kat-

kıda bulunur, hem de iş alanları yaratır. Henry Ford hayatta

yükselmek istemeseydi, bugün on binlerce adam çalıştıran şir-

keti kurmazdı. Sınıf sistemi ticaretin tekerlerini yürüten mo-

tordur. Yaşama standardımızı yüksek tutan odur. İnsanlara

amaçlar verir. Metrdotele de tatsız bir işi zevkli hale getiren bir

önemlilik duygusu verir.»

Hilary başını iki yana salladı. «Ama ne olursa olsun, bu

masaya oturdum diye otomatik olarak başka masalardakilerden

Page 20: Dean R. Koontz - Fısıltılar

iyiyim demek değildir. Tek başına marifet değil buraya otur-

mak.»

«Başarının, pozisyonun simgesidir.»

«Hâlâ bu işte bir mantık göremiyorum.»

«Bu yalnızca karmaşık bir oyun.»

«Sen de oynamasını çok iyi bitiyorsun.»

VVally çok sevindi. «Hem de nasıl, değil mi?»

«Ben oyunun kurallarını asla öğrenemeyeceğim.»

«Öğrensen iyi olur, kuzucuğum. Saçmadır ama, iş konu-

sunda yardımı olur. Kimse başarısızlarla çalışmak istemez. Po-

lo Salonundaki en iyi masaya oturanla herkes çalışmak ister.»

Bir kadına «kuzucuğum» derken kasıntılaşmayan, cıvık-

laşmayan tek erkekti Topeiis. Ufak tefek olmasına, profesyonel

bir cokey ebadında olmasına rağmen, Hilary ona bakınca Cary

Grant’in «Hırsızı Yakalamak» filmindeki halini hatırladı. Çaba-

sız bir zerafet. Her hareketi balet gibi... en basit hareketleri bi-

le. Sessiz bir çekicilik. Yüzde ince bir eğlenme ifadesi. Sanki

hayatı tatlı bir şaka gibi görüyormuşçasına.

Şarap garsonu yaklaştı. Waliy ona Eugene diye hitap etti,

çocuklarının nasıl olduğunu sordu. Eugene, Wally’ye sevgiyle

bakıyor gibiydi. Hilary içinden, Polo Salonunda en iyi masaya

oturmak belki bura kadrosuna hizmetkâr gibi değil, dost gibi

davranmakla da ilgilidir, diye düşündü.

Eugene’in elinde şampanya vardı. Bir iki dakika havadan

sudan sohbet ettikten sonra şişeyi Wally incelesin diye uzattı.

Hilary etiketi gördü. «Dom Perignon mu?»

«Sana en iyisi lâyık, kuzucuğum.»

Eugene şişenin ağzındaki yaldızı açtı, teli bükmeye ko-

yuldu.

_20 —

Page 21: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary kaşlarını çatarak VValIy’ye baktı. «Herhalde bana

gerçekten kötü haberler vereceksin.»

«Neden öyle diyorsun?»

«Yüz dolarlık şampanya...» Hilary ona düşünceli gözlerle

baktı. «Kırılan duygularımı onarmak, yaralarımı dağlamak için

herhalde.»

Mantar fırladı. Eugene işini iyi biliyordu. Değerli sıvının pek

azı taştı şişeden.

«Ne kadar kötümsersin,» dedi VValIy.

«Gerçekçiyim.»

«Çoğu insan, ‘Aa, şampanya mı var? Ne kutluyoruz?’ derdi.

Ama Hilary Thomas öyle demez.»

Eugene, Dom Perignon’un birazını kadehe doldurdu, Wally

tadına baktı, başını sallayarak beğendiğini belirtti.

«Kutlama mı yapıyoruz?» diye sordu Hilary. Bu ihtimal hiç

aklına gelmemişti. Dizleri çözülür gibi oldu.

«Evet, kutluyoruz,» dedi VValIy.

Eugene iki kadehi ağır ağır doldurdu, şişenin kapağını ka-

payıp gümüş kovaya koydu. Besbelli neyi kutladıklarını duya-

cak kadar oyalanmak istiyordu orada.

VVally’nin de haberin duyulup yayılmasını istediği ‘belliydi.

Garry Grant gibi sırıtarak Hilary’ye doğru eğildi, «YVarner Brot-

hers’la anlaşma tamam,» dedi.

Hilary baktı, gözlerini kırpıştırdı, ağzını konuşmak üzere

açtı, ne diyeceğini bilemedi. Sonunda, «Olamaz,» dedi.

«Oldu.»

«İmkânsız.»

«İmkânlı.»

Page 22: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hiçbir şey o kadar kolay değildir.»

«Sana oldu diyorum.»

«Repyi bana vermezler.»

«Verdiler.»

«Son montaj hakkını vermezler.»

«Verdiler.»

«Tanrım.»

Hilary şaşkındı. Uyuşmuş gibiydi.

Eugene tebriklerini sunup uzaklaştı.

VValIy güldü, başını iki yana salladı. «Biliyor musun, Euge-

21

ne’in hatırı için çok daha iyi oynayabilirdin. Çok geçmeden in-

sanlar kutlama yaptığımızı görecekler, Eugene’e konu nedir di-

ye soracaklar, o da söyleyecek. İstediğini elde edeceğinden

emin olduğunu göstermelisin dünyaya. Köpek balıklarıyla yü-

zerken insan kuşkusunu ve korkusunu asla belli etmemeli.»

«Bu konuda şaka yapmıyorsun ya? İstediğimizi gerçekten

elde ettik mi?»

VVally kadehini havaya kaldırırken, «Şerefe,» diye karşılık

verdi. «En tatlı müşterime. Umarım artık her bulutun kara ol-

madığını, her elmada kurt bulunmadığını öğrenir.»

Kadehleri tokuşturdular.

Hilary, «Stüdyo herhalde çok sert maddeler eklemiştir,»

dedi. «Bütçeyi sınırlı veriyorlardır. Ücret azdır. Cirodan pay ver-

miyorlardır. Bu gibi şeyler»

«Çorbanda paslı çivi aramaktan vazgeç.» VValIy’nin sesi

bezgin çıkıyordu.

Page 23: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Çorba yemiyorum ki ben!»

«Zibidiliği bırak.»

«Şampanya içiyorum.»

«Ne demek istediğimi anladın.»

Hilary kadehinde yükselen baloncuklara baktı.

İçinde de yüzlerce balon yükseliyormuş gibi hissediyordu.

Minik, parlak sevinç kabarcıkları. Ama benliğinin bir parçası

bu kabaran duyguları emmek için bekleyen mantar gibiydi.

Onu basınç altında tutuyor, bırakmıyordu. Fazla mutlu olmak-

tan korkuyordu Hilary. Kaderi kışkırtmak istemiyordu.

«Anlayamıyorum,» dedi VVally. «Sanki anlaşma yatmış gibi

görünüyorsun. Ne dediğimi iyice duydun, değil mi?»

Hilary gülümsedi. «Özür dilerim. Nedir, biliyor musun...

ben çocukken her gün en kötü şeyleri beklemeyi öğrendim. O

zaman hiç hayal kırıklığına uğramıyordum. Annenle baban şid-

dete eğilimli bir çift alkolikse, benimseyeceğin en iyi politika

bu olur.»

Adamın gözleri anlayış doluydu.

«Annenle baban yok artık,» dedi sevecen bir sesle. «Öl-

düler. İkisi de. Sana dokunamazlar, Hilary. Bir daha seni

asla incitemezler.»

«Son on iki yılımın büyük kısmını kendimi buna inandır-

22 —

maya çalışarak geçirdim.»

«Psikanalizi düşündün mü hiç?»

«İki yıl uyguladım.»

«Yararı olmadı mı?»

Page 24: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Fazla sayılmaz.»

«Belki başka bir doktor...»

«Farketmez.» dedi Hilary. «Freud teorisinin bir kusuru var.

Ruh hekimleri sanıyorlar ki seni nörotik bir yetişkin yapan ço-

cukluk travmalarını tümüyle hatırladın mı değişirsin. Anahtarlı

bulmak en zor kısımdır sanıyorlar. Bulunca kapıyı bir dakika-

da açarsın, diyorlar. Ama o kadar kolay olmuyor.»

«Değişmeyi kendin de istemelisin.»

«Onunla da kalmıyor.»

Wally şampanya kadehini küçük, manikürlü ellerinde çe-

virdi. «Eh, arasıra konuşacak birini ararsan ben her zaman bu-

radayım.»

«Yıllardır sana bu dertleri yeterince yükledim zaten.»

«Saçma. Bana çok az şey anlattın. Yalnızca iskelet.»

«Can sıkıcı bir konu.»

«Hiç de değil, inan bana. Parçalanan bir ailenin hikâyesi,

alkolizm, çılgınlık, cinayet, intihar ve araya sıkışmış masum

bir çocuk..., Senaryo yazarı olarak sen de bilirsin ki bu tür

konular kimsenin canını sıkmaz.»

Hilary hafifçe gülümsedi. «Bence kendim çözümlemeliyim.»

«Genellikle konuşmanın da yararı ol...»

«Ama ben bunu psikologla konuştum, seninle konuştum,

bana yararı azıcık oldu.»

«Ama konuşmak biraz yarar sağladı.»

«Elde edeceğimi ettim. Şimdi yapmam gereken, kendi ken-

dimle konuşmak. Geçmişimle tek başıma yüzleşmeliyim. Senin

veya doktorun desteğine dayanmaksızın. Bunu hiç başarama-

dım.» Uzun siyah saçları tek gözüne düşmüştü. Onları arkaya

itti, kulaklarının arkasına taktı. «Er geç kurtaracağım kendimi.

Zaman meselesi.»

Page 25: Dean R. Koontz - Fısıltılar

İçinden, buna gerçekten inanıyor muyum acaba, diye dü-

şündü.

Wa!ly bir an ona baktı, sonra, «Eh, herhalde en iyisini sen

bilirsin,» dedi. «Bu arada, hiç değilse içkini iç.» Kendi ka~

23 —

I

dehini kaldırdı. «Neşeli ol ve gül ki bize bakan önemli gözler

sana imrensin, seninle çalışmaya karar versin.»

Hilary’nin içinden arkasına yaslanıp Dom Perignon’un ço-

ğunu içmek, kendini mutluluğa kapıp koyvermek geliyordu ama

kendini bir türlü tümüyle rahat bırakamıyordu. Tüm olayların

kenarından görünen o arkadaki karanlığın hep farkındaydı. Çö-

melip pusuya yatmış bir kâbus, sıçrayıp onu yutmak üzere bek-

liyor gibi. Earl’la Emma, yani annesiyle babası, onu ufacık bir

korku kutusuna hapsetmiş, ağır kapağı kapayıp kilitlemişlerdi.

O gün bugündür dünyaya hep o karanlık kutunun içinden ba-

kıyordu. Earl’la Emma onun içine sessiz, ama geçmek bilme-

yen bir paranoya yerleştirmişlerdi. Her güzel şey lekeleniyordu.

Doğru olması, parlak olması, neşeli olması gereken her şey.

O anda annesiyle babasına duyduğu nefret, en sert, en

soğuk, en şişkin halindeydi. Aradan geçen çalışmayla dolu on-

ca yıl, onca uzaklık, onu acıya karşı koruyan yalıtımı sağ-

layamıyordu şu anda.

«Ne oldu?» diye sordu Wally.

«Hiçbir şey. İyiyim.»

«Öyle solgunsun ki!»

Hilary büyük bir çaba göstererek anıları zihninin arkasına,

Page 26: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ait oldukları yere itti, elini Wally’nin yanağına uzattı, eğilip onu

öptü. «Özür dilerim. Bazen çekilmez oluyorum. Daha sana te-

şekkür bile etmedim. Anlaşmaya çok seviniyorum VValIy. Ger-

çekten. Harika bir şey! Sen bu meslekteki en iyi ajansın.»

«Hakkın var, öyleyim. Ama bu sefer satış için fazla uğraş-

mama gerek kalmadı. Senaryoyu öyle çok beğendiler ki, proje-

yi alabilmek için ne olsa vermeye razıydılar. Şans da değil bu.

Zeki bir ajanın .yardımı da değil. Bunu anlamanı istiyorum. Ka-

bul et, evlât, sen başarıyı hak ediyorsun. Yazdıkların bugün-

lerde ekran için yazılanların en iyisi. İstersen hâlâ annenle ba-

banın gölgesinde yaşamayı sürdürebilirsin, hep kötülükler bek-

leyebilirsin, ama bundan böyle sana her şeyin en iyisi gelecek.

Sözümü dinlersen, buna alışmaya çalış.»

Hilary ona inanmayı, iyimserliğe teslim olmayı çok istiyor-

du. Ama Chicago’nun tohumlarından hâlâ kara kuşku otları

fışkırmaktaydı. Wally’nin tarif ettiği cennetin çevresinde, o, ca-

navarların pusu kurduğunu görüyordu. Hilary, Murphy Kanu-

24 —

nuna içtenlikle inanırdı: Eğer ters gidebilecek bir şey varsa, o

şey ters gider.

Yine de, VValiy’nin yakınlığı öyle şeker, sesi öyle inandırı-

cıydı ki! Hilary karmakarışık duygularının içine uzandı, oradan

yaşlı ajanına pırıl pırıl bir gülümseme bulup çıkardı.

«Hah, tamam işte,» dedi Wally. Memnun olmuştu. «Bu

daha iyi. Gülümseyişin çok güzel.»

«Daha sık gülümsemeye çalışırım.»

«Ben de seni gülümsetecek anlaşmalar yapmaya çalışa-

Page 27: Dean R. Koontz - Fısıltılar

cağım.»

Şampanyalarını içip Kurdum Saati’ni konuştular, planlar

yaptılar, güldüler. Hilary yıllardır bu kadar çok güldüğünü ha-

tırlamıyordu. Yavaş yavaş ruhsal durumu hafifledi. Sert erkek

rollerine çıkan bir film yıldızı, uğrayıp neyi kutladıklarını soran,

kutlamaya katılan ilk kişi oldu. Filmlerde buz gibi gözlü, gergin

ince dudaklı, kasları güçlü, salınarak yürüyen biri olmasına rağ-

men, gerçek hayatta sıcak, çabucak gülen, biraz utangaç bi-

riydi. Son filmi elli milyon dolar kazanmıştı. Onu çıyan gözlü

bir stüdyo yöneticisi izledi, sinsiliğe başvurmadan Kurt’un ko-

nusunu sordu. Belki aynı konudan şipşak çekilecek bir televiz-

yon filmi çıkarmayı umuyordu. Çok geçmeden salonun yarısı

ayağa kalkmış, masa masa dolaşıyordu. Hilary’yle VValIy’ye de

uğrayıp kutladılar, sonra uzaklaşıp aralarında genç kadının

başarısını tartıştılar. Her biri bu işten kendisine ekmek çıkıp

çıkmayacağını düşünüyordu. Kurt’un yapımcıya da, yıldızlara

da, besteciye de ihtiyacı vardı ne de olsa. Bu yüzden salonun

en iyi masasında epey sırt tıpışlandı, yanak öpüldü, eller sı-

kıldı.

Hilary aslında bu salondaki halkın göründüğü kadar da pa-

ragöz olmadığını biliyordu. Çoğu sıfırdan başlamış, aç, yoksul

insunlardı. Tıpkı kendisi gibi. Artık servetlerini kazanmış, sağ-

lam yatırımlar yapmışlardı ama hâlâ alışverişten geri duramı-

yorlardı. Bu işlerle o kadar uzun zamandır uğraşmışlardı ki,

başka türlü nasıl yaşayabileceklerini bilemiyorlardı.

Hollyvvood hayatının kamuoyundaki yansımasının gerçekle

ilgisi pek azdı. Ülkenin her yanındaki sekreterler, dükkân tez-

gâhtarları, memurlar, taksi şoförleri, teknisyenler, ev kadınları,

garson kızlar, yorgun argın evlerine döndüklerinde televizyonun

25 —

Page 28: Dean R. Koontz - Fısıltılar

karşısına oturur, yıldızlar arasındaki bir hayatın hayallerini ku-

rarlardı. Hawaii’den Maine’e kadar uzanan o mırıltı dolu kol-

lektif zihinde Hollywood çılgın partilerle, hızlı kadınlarla, kolay

parayla, fazla viskiyle, fazla kokainle, tembel güneşli günlerle,

havuz başı içkileriyle, Acapuico ve Palm Springs tatilleriyle, ka-

nepeleri kürk kaplı bir Rolls-Royce’un içindeki sevişme sahne-

leriyle dolu bir yerdi. Hayaldi bu aslında. Gerçek değildi. Her-

halde uzun süre boyunca yozlaşmış ve beceriksiz liderler elin-

de sömürülen bir toplum, enflasyonun ve aşırı vergilendirmenin

erittiği servetler üzerine tüneyen bir toplum, apansız patlaya-

bilecek bir atom savaşının soğuk tehdidi altında yaşayan bir

toplum, varlığını sürdürmek için hayallere de muhtaçtı. Aslın-

da sinema ve televizyon sanayiindeki insanlar belki de başka

herkesten daha çok çalışıyordu. Ama bazen ortaya koydukları

ürünler pek o çabaya değiniyordu. Başarılı bir televizyon dizi-

sinin yıldızı şafak sökerken çalışmaya başlar, ortalık kararana

kadar çalışırdı. Günde on dört ya da on altı saat. Kazancı da

tabii büyük olurdu. Ama gerçekte partiler o kadar çılgın olmaz,

kadınlar diğer yerlerdeki kadınlardan hızlı yaşamaz, güneşli

günlerin pek azı tembel geçer, seks de Boston’daki veya Pitts-

burgh’daki sekreterlerin bildiğinden farklı olmazdı.

VValIy’nin altıyı çeyrek geçe kalkması gerekiyordu. Yedide

randevusu vardı. Salondaki masa konuklarından bazıları Hilary’

yi kendileriyle yemek yemeye davet ettiler. Hilary başka sözü

olduğunu söyleyip reddetti.

Page 29: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Otelden çıktıklarında sonbahar akşamı hâlâ pırıl pırıldı.

Teknikolor gökyüzünde bir iki yüksek bulut dolaşıyordu. Güneş

platine saç renginde, hava şaşılacak kadar temizdi. İki genç çift

gülüşerek mavi bir Cadillac’dan indiler. Uzaktan, Sunset.Bul-

varından lastik ve motor sesleri geliyor, klaksonlar duyuluyor-

du. Akşam trafiği başlamıştı.

Hilary ile Wally arabalarının getirilmesini beklerlerken yaşlı

adam, «Gerçekten akşam yemeğine sözün var mı?» diye sordu.

«Evet. Ben, kendim ve bendeniz, birlikte yiyeceğiz.»

«Bak, benimle gelebilirsin.»

«Davetsiz misafir olarak.»

«Şimdi davet ettim ya!»

«Planlarını bozmak istemem.»

26 —

«Saçma. Çok zevkli bir ekleme olursun.»

«Hem kıyafetim akşam yemeğine uygun değil.»

«Güzel görünüyorsun.»

«Yalnız kalmak istiyorum,» dedi Hilary.

«Garbo numarası sana yakışmıyor. Gel yemeğe benimle.

Lütfen. Resmî bir şey değil. Palm’da bir müşterimle ve karısıy-

la yemek yiyeceğiz. Geleceği parlak bir televizyon yazarı. Hoş

insanlar.»

«Benim için üzülme, Wally. Gerçekten.»

«Senin gibi güzel bir kadın, böyle bir gecede, bunca kut-

layacağı şeyi varken... aslında mum ışığında, keman müziği

eşliğinde, iyi şarap içerek bunları paylaşabileceğin çok özel biri

olmalı.»

Page 30: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary sırıttı. «Wally, sen gizli bir romantiksin.»

«Ciddiyim ama.»

Hilary elini onun koluna dayadı. «Beni merak etmen çok

tatlı, Wally. Ama gerçekten iyiyim. Yalnızken mutluyum ben.

Kendimle iyi dostumdur. Hele Kurdun Saati bitip sinemalara

çıksın, o zaman bir erkekle anlamlı bir iHşki kurmaya da, hafta

sonlarında Aspen’e kayağa gitmeye de, Palm’da çene çalıp ak-

şam yemeği yemeye de bol bol vaktim olacak.»

Wally Topelis kaşlarını çattı. «Kendini rahat bırakmayı öğ-

renmezsen, böyle ağır baskılı bir işte uzun süre dayanamazsın.

Bir iki yıla kalmaz, paçavran çıkar. İnan bana, evlât, insanın

fiziksel enerjisi yanıp bitti mi, bir de bakıyor ki zihinsel ener-

jisi de, yaratıcı özsuyu da birlikte buhar olup uçmuş.»

«Bu proje benim için hayat suyu gibi. Ondan sonra haya-

tım aynı olmayacak.»

«Kabul. Ama...»

«Çok çalıştım. Pek çok. Adanmışçasına. Hep bu fırsatı bek-

ledim. İşimi tutku haline getirmiştim. Ama iyi bir yazar ve yö-

netmen olarak kendimi kanıtlayınca güven duyacağım. Sonun-

da o şeytanları, annemle babamı içimden fırlatıp atacağım. Chi-

cago’yu da, bütün o kötü anıları da. Kendimi rahat bırakıp nor-

mal bir hayat sürebileceğim. Ama henüz olmaz. Gevşerim son-

ra. Başarısızlığa uğrarım. Ya da bana öyle geliyor... ki o da

aynı şey.»

27 —

Wally içini çekti. «Pekâlâ. Ama Palm’da daha iyi vakit ge-

çirirdik.»

Page 31: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary’nin arabası geldi.

Hilary dönüp Wally’yi kucakladı. «Herhalde seni yarın ara-

rım. Bu Warners işinin rüya olmadığından emin olmak için.»

«Anlaşmalar birkaç hafta sürer. Ama ciddi bir sorun bek-

lemiyorum. Ön memorandum haftaya falan gelir, ondan sonra

da stüdyoda bir toplantı düzenlersin.»

Hilary eliyle ona bir öpücük yollladı, arabasına yürüdü, ge-

tiren adama bahşiş verdi, binip sürdü.

Tepelere doğru, milyonluk evler arasından ilerliyordu. Bah-

çelerdeki çimler dolarlardan daha yeşildi. Sola döndü, sağa

döndü, nereye gittiğine önem vermeden, rastgele ilerledi. Ra-

hatlamak için geziyordu. Pek yapmazdı böyle şeyleri. Yol boyu

ağaçların altında gölgeler mora dönüşmekteydi. Farlarını yaktı,

vadinin kıvrılan yollarında bir süre dolaştı, sonunda sinirleri

yavaş yavaş yatışmaya başladı.

Daha sonra, ağaçların üstü de altı kadar karanlık olunca,

La Cienega’dakibir Meksika lokantasında durdu. Bej badanalı

duvarlara Meksikalı haydutların resimleri asılmıştı. Ortalıkta

baharatlı sosların, tako’ların, mısır unuyla yapılmış tortilla’ların

kokusu kol geziyordu. Garson kızlar açık yakalı köylü bluzları,

kat kat büzgülü kırmızı etekleriyle servis yapıyorlardı. Hilary

peynirli ençilada yedi, yanına pilav ve kızarmış fasulye aldı.

Mum ışığında servis yapılmaya lâyık güzelikteydi yemekler. Ge-

ri planda yaylı sazlar müziği olsaydı, Hilary’nin yanına da çok

özel biri oturmuş olsaydı, tamamdı.

Ençilada’nın son lokmasını Dos Equis marka siyah Mek-

sika birasıyla birlikte yutarken, unutmayayım da bunu VValIy’ye

söyleyeyim, dedi kendi kendine.

Ama bir an düşününce, yaşlı adamın vereceği cevabı duyar

Page 32: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gibi oldu. «Kuzucuğum, bu senin söylediğin psikolojik usavu-

rum, o kadar. Gerçi yalnızlık yemeğin tadını değiştirmez, mum

ışığının kalitesini, müziğin sesini bozmaz, ama yine de yalnızlık

istenecek, iyi, sağlıklı bir şey değildir.» Ondan sonra VVally ken-

dini tutamayıp hayatla ilgili o babaca nutuklarından birini vere-

cekti. O nutku dinlemek kolay olmayacaktı. Söylenenler doğru

ve mantıklı olsa bile.

28 —

Ona hiç söylemesem daha iyi olacak, diye karar verdi Hi-

iary. Nasılsa onu asla mat edemem.

Arabasına binip kayışı tokaladı, motoru çalıştırdı, radyoyu

açtı, !bir süre oturup bulvar üzerindeki trafiği seyretti. Bugün

doğum günüydü Hilary’nin. Yirmi dokuzuncu doğum günü. Hank

Grant’in sütununda yazılıydı öyle olduğu. Ama yine de görünü-

şe göre olayı tek umursayan kendisiydi. Eh, ziyanı yoktu. Yal-

nız bir insandı zaten. Hep öyle olagelmişti. Wally’ye de ken-

di kendime kalmaktan zevk duyarım dememiş miydi?

Karşıdan arabalar ardı kesilmez bir irmak gibi akıp geliyor-

du. İçleri bir yerlere giden, bir şeyler yapan insanlarla doluydu.

Genellikle çift çiftti insanlar.

Canı eve dönmek istemiyordu. Ama gidebileceği başka bir

yer de yoktu.

Ev karanlıktı.

Bahçenin çimenleri cıva buharlı sokak ışığında yeşilden

çok mavi gibi görünüyordu.

Hilary arabayı garaja parketti, ön kapıya yürüdü. Ayak-

kabılarının topukları beton patikada normalin üzerinde takırdı-

Page 33: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yordu.

Ilık bir geceydi. Batmış güneşin verdiği sıcaklık hâlâ top-

raktan yükselmekteydi. Kenti geceleri serinletmeyi başaran de-

niz henüz sonbahar ürpertilerini getirmemişti. Az sonra, gece-

yarısına doğru, ceket giymek isterdi insan.

Çalılıklarda ağustos böcekleri şarki söylüyordu.

Hilary eve girdi, holün ışığını buldu, kapıyı kapayıp kilit-

ledi. Salonun ışığını yaktığında holden pek uzakta sayılmazdı.

Arkasında bir ses duyup döndü.

Holdeki dolaptan bir adam çıkmıştı. Sıkışık yerden çıkma-

ya çalışırken bir paltoyu askısından düşürmüş, dolap kapağını

savurmuş, arkadaki duvara güm diye çarpmasına yol açmıştı.

Kırk yaşlarında, uzun boylu bir adamdı. Koyu renk pantolon,

sıkı sarı bir kazak giymişti. Ellerinde deri eldivenler vardı. Çok

yapılı, adaleliydi. Bu tür adale ancak yıllarca ağırlık kaldırmak-

tan gelebilirdi. Kazağın kol ağzıyla eldivenler arasından belli

29 —

olan bilekleri bile kalındı. Hilary’den üç metre kadar uzakta

durdu, ona sırıttı, başını salladı, ince dudaklarını yaladı.

Hilary onun apansız karşısına çıkmasına ne tepki göstere-

ceğini bilemiyordu. Rasgele birisi değildi çünkü. Büsbütün ya-

bancı da değildi. Ne punk serserilerindendi, ne de gözüride

uyuşturucu sersemliği taşıyan dejenere biri. Gerçi burada yeri

yoktu ama Hilary tanıyordu onu. Böyle bir durumda karşılaş-

mayı en son bekleyeceği insandı. Bundan fazla şoka kapılması

için ancak o dolaptan Wally Topelis’in çıkması gerekirdi. Kork-

maktan çok kafası karışmıştı Hilary’nin. Bu adamı üç hafta ön-

Page 34: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ce tanımıştı. Kuzey California’da, şarap bölgesinde geçecek

bir film için araştırma yaparken. O filme, zihnini Kurdun Soati’n-

den uzaklaştırabilmek için girişmişti. Pazarlama sonuçlarını

beklerken kendini kurmasını önlemek için. Zaten tam zamanın-

da da bitirmişti o senaryoyu. Karşısındaki adam kuzeyde, Na-

pa vadisinde önemii ve başarılı bir adamdı. Ama bu da adamın

bu evde, bu dolapta ne işi olduğunu açıklamaya yetmiyordu.

«Bay Frye,» dedi Hilary tedirgin bir sesle.

«Merhaba, Hilary.» Derinden gelen, boğuk, sanki kumlu

bir sesi vardı. Adamın St. Helena yakınındaki şaraphanesini ge-

zerken o ses pek güven verici ve babacan gelmişti. Ama şimdi

kaba, zalim ve tehditkâr geliyordu.

Hilary sinirli sinirli boğazını temizledi. «Ne yapıyorsunuz

burada?»

«Seni görmeye geldim.»

«Neden?»

«Seni tekrar görmem gerekiyordu.»

«Ne konuda?»

Hâlâ sırıtıyordu. Gergin, yamyam gibi bir ifade vardı sura-

tında. Köşeye kıstırdığı tavşanı ısırmaya çalışan kurdun sırıt-

ması.

«Nasıl girdiniz içeri?»

«Güzel.»

«Efendim?»

«Çok güzelsin.»

«Yeter artık.»

«Senin gibi birini arıyordum.»

«Beni korkutuyorsunuz.»

30 —

Page 35: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Çok güzelsin.»

Hikary’ye doğru bir adım attı.

Genç kadın o zaman onun ne istediğini kesin olarak anladı.

Ama bu çılgınca bir şeydi. Akla hayale gelmezdi. Onun gibi

varlıklı, toplumda saygınlığı olan bir adam neden yüzlerce kilo-

metre yol yapsın, ününü, servetini, özgürlüğünü tehlikeye atsın,

karşılığında da bir anlık zorlama seks istesin ki?

Adam bir adım daha attı.

, Hilary geriledi.

Tecavüz. Akla sığmıyordu. Meğer ki... Eğer sonradan onu

öldürmek niyetindeyse, o zaman hiçbir şeyi tehlikeye atmış sa-

yılmazdı. Elinde eldivenler vardı. Parmak izi bırakmayacaktı.

St Helena’lı saygın, önemli bir şarap yapımcısının tecavüz ve

cinayet amacıyla kalkıp tâ Los Angeles’e geleceğine de kimse

inanmazdı. İnanacak kimseler olsa bile, zaten başlangıçta akıl-

larına bu adam gelmeyecekti. Cinayet soruşturmasının yönü

hiçbir zaman bu adama dönmezdi.

Yaklaşıyordu hâlâ. Yavaşça. Amansızca. Ağır adımlarla.

Bu gerilimin zevkini çıkarıyordu. Hilary’nin gözlerinden durumu

anladığını okuduğu anda sırıtması daha da genişledi.

Hilary kocaman taş şöminenin önünden gerilerken, ağır

pirinç şömine çubuğunu kapmayı aklından geçirdi. Ama bunu

yeterince çabuk yapamaz, kendini onunla savunamazdı. Adam

kuvvetli, atletik bir tipti. Formdaydı. Daha Hilary çubuğu ka-

pıp onun kafasına savuramadan atılırdı üzerine.

Adam koca ellerini açıp kapadı, eklemleri dar eldiveni ger-

di.

Hilary mobilyaların yanından geçerek gerilemeyi sürdürdü,.

Page 36: Dean R. Koontz - Fısıltılar

İki koltuk, bir sehpa, uzun bir kanepe. Sağa yöneldi. Kanepeyi

araya almak niyetindeydi.

«Ne güzel saçlar,» dedi adam.

Hilary içinden, acaba aklımı mı kaybediyorum, diye düşün-

dü. Bu adam onun St. Helena’da tanıdığı Bruno Frye olamazdı.

Şu anda o kocaman, terli suratta gördüğü delilik belirtileri onun

tanıdığı Bruno Frye’da yoktu. Gözleri mavimsi gri buz parça-

ları gibiydi. Bebeklerinde parlayan o soğuk ihtiras, geçen kar-

şılamalarında farkedilmeyecek, saklanabilecek bir şey değildi.

Derken Hilary bıçağı gördü. Onu görmek kafasındaki kuş-

31 —

kuların buhar olup uçmasını sağladı. Niyeti öldürmekti. Bıçak

kemerine sokulmuştu. Sağ kalçasının üzerine. Açık, bantla tut-

turulmuş bir kındaydı. Çıt diye kopçayı açıp alabilirdi eline. Bir

saniyede elinde hazır olur, ikinci saniyede Hilary’nin karnına gi-

rer, sıcacık etini, yumuşak organlarını biçer, değerli kanını ser-

best bırakırdı.

«Seni ilk gördüğümden beri istedim,» dedi Frye. «Sana

ulaşmayı bekledim.»

Zaman durmuştu Hilary’nin gözünde.

«Çok güzel olacak. Yaman olacak.»

Dünya yavaş çekim bir film olmuştu. Her saniye bir dakika

kadar uzundu. Hilary onun yaklaşmasını, bir kâbustan fırlama

yaratığın yaklaşması gibi seyrediyordu. Çevresindeki hava yo-

ğunlaşmış, şurup gibi olmuştu.

Bıçağı gördüğü anda donmuştu Hilary. Gerilemeyi kesmiş-

ti. Oysa adam hâlâ yaklaşıyordu. Bıçağın öyle bir etkisi vardır.

Page 37: Dean R. Koontz - Fısıltılar

İnsani felç eder, yüreğini dondurur, karnında önlenmez titre-

meler başlatır. Bıçağı başka bir insana saplayabilecek kişilerin

sayısı şaşılacak kadar azdır. Diğer silahları kullanabilenlerden

daha az. Bıçak insana etin narinliğini, insan hayatının hassas-

lığını hatırlatır. Saldıran, verdiği zararda kendi ölümlülüğünü

de açık seçik hisseder. Tabanca olsa, zehir olsa, bomba olsa,

adam boğmakta kullanılan tel olsa, yine daha temiz kullanılır.

Çoğu uzaktan bile kullanılır. Ama bıçaklı insan kirlenmeyi göze

almak zorundadır. Yaklaşmak zorundadır. Açtığı yaradan çıka-

cak sıcaklığı hissedecek kadar yakına. Bir başka insanı keser-

ken eline akan kandan tiksinmemek için başka türlü bir cesa-

ret veya çılgınlık gerekir.

Frye gelmiş, karşısına dikilmişti. Koca ellerinden birini Hi-

lary’nin göğsüne uzattı, okşadı, sıktı.

Bu kaba dokunuş Hilary’nin transtan çıkmasına yol açtı.

Adamın elini itti, kendini kurtardı, kanepenin arkasına kaçtı.

Adamın gülüşü içten ve neşeliydi. Ama gözleri tehlikeli

parıltılarla doluydu. Şeytan şakası olmalıydı bu. Cehennemin

deli mizahı. Hilary’nin karşı koymasını istiyordu. Kovalamaca

oyunu hoşuna gitmekteydi.

«Defol!» dedi Hilary. «Defol!»

«Gitmek istemiyorum.» Frye gülümsüyor, başını iki yana

32 —

sallıyordu. «İçeri girmek istiyorum. Evet, öyle. Senin içine gir-

mek istiyorum, küçük hanım. O elbiseyi sırtından yırtarak çıkar-

mak, seni çıplak bırakmak, içine girmek istiyorum. Sıcak, ıs-

lak, karanlık ve yumuşak olan yere.»

Page 38: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary’nin dizlerinin kesilmesine, içinin erir gibi olmasına yo^i

açan korkular bir an için yerini daha güçlü duygulara bıraktı.

Nefret, öfke gibi duygulara. Bu öfke, bir kadının kendisine küs-

tahça davranan erkeğe karşı duyduğu mantıklı öfke değildi.

Sosyal ve biyolojik adaletsizliğe duyulan düşünce temeline

oturmuş öfke de değildi. Bunlardan daha derin bir şeydi. Bu

odam onun özel alanına davetsiz girmiş, kendine kurduğu mo-

dern ine zorla sokulmuştu. Hilary’nin duyduğu ilkel öfke görü-

şünü bulandırıyor, kalbini çarptırıyordu. Dudakları gerildi, ada-

ma dişlerini gösterdi, boğazının gerisinden bir hırıltı sesi kur-

tuldu. Bu tuzaktan kurtulmaya çalışırken bilinçsiz bir hayvan

düzeyine inmişti.

Kanepenin arkasında Giçak, dar, üzeri cam bir vitrin masa

duruyordu. Üzerine iki tane ellişer santim boyunda porselen

heykel konmuştu.\Hilary bir tanesini kapıp Frye’a fırlattı.

Adam ilkel, içgüdüsel bir çabuklukla eğildi, porselen şö-

minenin taşına çarptı, bomba gibi patladı. Düzinelerce iri, yüz-

lerce ufak parçası ocağa ve çevredeki halıya yağmur gibi dö-

küldü.

«Bir daha dene,» dedi Frye. Alay ediyordu onunla.

Hilary öteki porseleni kaptı, durakladı. Kısılmış gözleriyle

adamı izlerken heykeli elinde tarttı, sonra atıyormuş gibi yaptı.

Adam bu numarayı yuttu. Gelecek roketten kurtulmak için

yana doğru eğildi.

Hilary küçük bir zafer çığlığıyla bu sefer heykeli gerçekten

fırlattı.

Adam bir daha dalış yapamayacak kadar şaşırmıştı. Por-

selen kafasının sağına çarptı. Aslında sıyırıp geçti. Hilary’nin

umduğu gibi olmadı. Ama adam bir iki adım geriledi. Yıkılmadı.

Ciddi bîr yara almadı. Kan bile gözükmedi. Ama canı yanmıştı.

Page 39: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bu acı değiştirmişti onu. Artık o sapık oyuncu havas! kalma-

mıştı. Yüzündeki çarpık gülümseme yok oldu. Ağzı dümdüz,

katı bir çizgi haline geldi. Dudaklarını birbirine bastırmıştı. Yü-

zü kıpkırmızıydı. Öfke onu yay gibi geriyordu. Boynunun kasları

33 Fısıltılar — F. : 3

bu gerilimle dışarı fırlar gibi oldu. Dizlerini hafif kırdı, saldırıya

hazırlandı.

Hilary onun kanepenin çevresinden dolaşmasını bekliyor,

kendi de öbür yandan kaçmaya hazırlanıyordu. Atmaya değer

yeni bir şey bulana kadar kanepeyi araya almak niyetindeydi.

Ama adam harekete geçtiğinde dosdoğru kanepeye atıldı. Bo-

ğa gibi kör bir öfkeyle kanepenin önünde eğildi, koca mobilyayı

kavrayıp kaldırdı, arkaya deviriverdi. Hilary telaşla geriye sıç-

radı. Kanepe düşerken Frye da üzerinden aşıverdi, uzandı. Tö-

kezleyip tek dizi üzerine çökmese, yakalayacaktı da.

Hilary’nin öfkesi yerini tekrar korkuya bıraktı, dönüp kaç-

maya başladı. Hole fırlayıp ön kapıya yöneldi. Ama iki sürgüyü

çekip evden çıkmaya zaman bulamayacağını biliyordu. Adam

fazla yakındaydı. İki üç adım ancak vardı aralarında. Hilary dön-

dü, kıvrılarak çıkan dar merdiveni ikişer ikişer tırmanmaya ko-

yuldu.

Soluk soiuğaydı. Ama peşinde adamın yaklaştığını da du-

yabiliyordu. Ayak sesleri güm güm ötüyordu çünkü. Bir yandan

da küfürler savuruyordu Hilary’ye.

Tabanca. Başucu masasında. Eğer yatak odasına ondan

Page 40: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yeterince önce girip kapıyı kapamaya vakit bulursa, adam bir-

kaç saniye gecikirdi. Hilary de tabancayı almaya vakit bulur-

du.

Merdivenlerin tepesine vardığında Hilary arayı biraz daha

açtığından emindi. Ama tam o anda adam elini uzatıp onu sağ

omzundan yakaladı, kendine çekti. Hilary bağırdıysa da kendi-

ni kurtarmaya çalışmadı. Adam besbelli öyle yapmasını bekle-

mişti. Hilary yakalandığı anda ona döndü, adam onu kavraya-

madan, olanca gücüyle düşmanını itti. Bunu yapabilmek için

kendini ona öyle yaslamıştı, cinsel sertliğini hissedebiimişti.

Dizini onun kasığına savurdu. Adam yıldırımla vurulmuş gibi

tepki gösterdi. Kızarıklık yüzünden silindi, teni kemik gibi bem-

beyaz kesildi. Bir an içinde. Hilary’yı bırakıp geriye doğru sen-

deledi, basamağın kenarından kaydı, sırtüstü devrildi. Kolları

havada daireler çiziyordu. Bir çığlık attı, kendini yana doğru

savurdu, trabzanı yakaladı, düşüşünü şans eseri durdurabildi.

Besbelli karşı koyan, iyi kavga eden kadınlara alışkın de-

ğildi. Hilary onu iki kere gafil avlamıştı. Frye kendini zararsız,

34 —

yumuşacık bir tavşanın peşinde sanırken avı ona upuzun dişle-

rini, sivri tırnaklı pençelerini göstermişti. Hilary onun yüzün-

deki şok dolu ifadeden büyük sevinç duyuyordu.

Merdivenin dibine kador yuvarlanır diye ummuştu. Hatta

düşerken boynunu kırar diye ummuştu. Kasığına yediği tekme-

nin onu bir iki dakika hareketsiz bırakacağını hâlâ ummaktay-

dı. Kendisi üstünlük sağlayana kadar. Ama daha dönüp ko-

camadan adamın parmaklığı bırakması, yüzü acıyla kırışarak

Page 41: Dean R. Koontz - Fısıltılar

üstüne gelmesi Hilary’yi şoka sürükledi.

‘ «Kahpe!» dedi Frye sıkılı dişlerinin arasından. Soluk al-

makta güçlük çektiği belliydi.

«Yo,» diye bağırdı Hilary. «Hayır. Geri dur.»

Vaktiyle Hammer Fitms’in çevirdiği o korku filmlerinden

birindeki kahramanlar gibi hissediyordu kendini. Bir vampirle,

bir hortlakla savaşmaktaydı. Yaratığın doğaüstü gücüne ve öcr

yanma yeteneğine şaşıp duruyordu habire.

«Kahpe.»

Hilary korido-run gölgesine dalıp koştu, yatak odasına dal-

dı, kapıyı çarparak kapattı, karanlıkta kilit düğmesini aradı,

sonunda ışığı yaktı, kapıyı öyle kilitleyebildi.

Odada garip, korkunç bir gürültü vardı. Korku dolu, boğuk

bir ses. Bu sesin kaynağını bulmak için çevresine bakındı, ken-

di .hıçkırıklarını dinlemekte olduğunu anladı.

Panik noktasına tehlikeli şekilde yaklaşmıştı. Ama sağ kal-

mak istiyorsa kendini kontrol etmesi gerektiğini de biliyordu.

, Birden Frye kapının kilidini denedi, sonra vücut ağırlığını

kapıya, çarptırdı. Kanat sağlam çıktı. Ama çok dayanmazdı.

Hele polisi arayıp yardım beklemesine hiç yetmezdi aradaki sü-

re.

Yüreği deli gibi çarpmaktaydı. Buz üzerinde çıplak kalmış

gibi de titriyordu. Beri yandan, korkunun kendisini yere vurma-

masında kararlıydı. Koca odanın karşı tarafına yürüdü, yatağın

çevresinden dolaştı, öte yandaki başucu masasına doğruldu.

Boy aynasının önünden geçerken orada sanki bir yabancının

hayalini görüyordu. Baykuş gözlü, kaygı dolu bir kadının. Pan-

tomim sanatçısı gibi bembeyaz suratlı.

Frye kapıyı tekmeledi. Kapı fena halde sarsıldı ama yine

Page 42: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dayandı.

35 —

.32 otomatik çekmecede, katlanmış duran pijamanın üze-

rindeydi. Dolu şarjör de yanında yatıyordu. Hilary tabancayı

aldı, titreyen ellerine hakim olmaya çalışarak şarjörü taktı, ka-

pıya döndü.

Frye kilide tekrar tekme attı. Mekanizma gevşekti. Çocukla-

rı ve meraklı konukları dışarda tutmak için yapılanlardandı.

Bruno Frye gibi birine karşı yararı yoktu. Üçüncü tekmede kilit

artık dayanamadı, kapı uçarcasına açıldı.

Soluyor, terliyor, azgın boğaya şimdi daha bile çok benzi-

yordu. Eşiği aşıp odaya girdiğinde omuzlarını eğmiş, ellerini iki

yanında yumruk yapmıştı. Başını eğip saldırmak, yoluna çıkan

her şeyi parçalamak istiyordu. Gözlerinde kano susamışlık var-

dı. Hilary’nin yanındaki ayna ona gerisingeri, ateş saçan bakış-

larla baktı. Hilary tabancayı kaldırıp ona doğru tuttu. İki eliyle,

sağlam biçimde tutuyordu.

Adam hâlâ gelmekteydi.

«Vururum! Yemin ederim vururum!» dedi Hilary telaşla.

Frye durdu, gözlerini kırpıştırarak ona baktı, tabancayı ilk

olarak gördü.

«Dışarı,» dedi Hilary.

O kıpırdamadı.

«Defol buradan!»

İnanılacak gibi değildi ama Frye ona doğru bir adım daha

attı. Bu seferki tutumu, aşağıda olduğu gibi kibirli, kendinden

emin, hesapçı, oyun oynayan saldırgan değildi. Bir şey olmuş-

Page 43: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tu ona. Tâ içinde bir yerde, bir takım düğmeler yerine oturmuş-

tu. Zihni, istekleri, ihtiyaçları, açlıkları, şimdiye kadar göster-

diğinden daha iğrenç ve daha sapıktı. Mantığı yarı düzeyde

bile çalışmıyordu. Deli gibi davranmaktaydı. Gözleri parıldıyor-

du. Deminki gibi buzlu değil, sulu, sıcak, ateşli parıldıyordu. Su-

ratından terler boşalmaktaydı. Dudakları durmadan kıpırdıyor,

konuşmadığı halde kıvrılıp uzanıyor, dişlerinin üzerinde gerili-

yor, sonra çocuk somurtması ifadesine bürünüyor, sırıtıyor,

kaşları çatılıyor, oradan isimsiz ifadelere geçiyordu. Artık ama-

cı Hilary’ye tahakküm etmeye dönük şehvet veya arzu değildi.

Şu anda onu güden gizli motor, çok daha karanlık amaçlıydı.

Hilary’ye sanki o motorun adama vereceği enerji adamı koru-

yacakmış, kurşun geçirmez hale getirecekmiş gibi geliyordu.

36 —

Adam bıçağı belinden çekti, önünde tuttu.

«Geri çekil,» dedi Hilary umutsuz bir sesle.

«Kahpe.»

«Ben ciddiyim.»

Adam tekrar yaklaşmaya başladı.

Hilary, «Tanrı aşkına ciddi ol.» dedi. «Tabanca karşısında

b4çak işe yaramaz.»

Frye yatağın öbür yanından dört beş metre uzaktaydı.

«Kafanı patlatacağım.»

Adam bıçağı ona doğru salladı, havada bıçağın ucuyla kü-

çük daireler çizdi. Sanki tılsım uyguluyor, aradaki kötü ruh-

ları kovalıyordu.

Bir adım daha yaklaştı.

Page 44: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary nişan aldı. Tam karnına. Geri tepme hareketi elini

ne kadar sarssa, silah ne kadar sağa veya sola çekme yapsa,

yine de hayati bir noktayı vurmak niyetindeydi. Tetiği çekti.

Hiçbir şey olmadı.

Lütfen, Tanrım.

Adam iki adım daha attı.

Hilary silaha şaşkın gözlerle baktı. Emniyeti açmayı unut-

muştu.

Frye yatağın öbür kenarından iki buçuk metre ötedeydi.

Hatta belki iki.

Hilary kendine küfrederek iki minik levyeyi başparmağıyla

itti, kara metalin üzerinde iki kırmızı nokta belirdi. Tekrar nişan

alıp tetiği ikinci kere çekti.

Yine hiçbir şey olmadı.

Tanrım! Ne oluyor? Sıkışmış olamaz!

Frye gerçek dünyadan öyle uzakta, kendi çılgınlığına öyle

dalmış durumdaydı ki, silahın zorluk çıkardığının farkında bile

değildi. Sonunda neler olup bittiğini farketti, hızla yaklaştı,

avantaj kendisindeyken bunu değerlendirmek istedi. Yatağın

yanına varınca üzerine bastı, çıkty, fıçılardan kurulu bir köprüyü

geçmeye çalısırcasına, şilteyi geçmek üzere yürüdü. Yaylı yüzey

üzerinde sallanıyordu.

Hilary namluya kurşun sürmeyi unutmuştu. Onu da yaptı,

iki adım geriye çekildi, sırtı duvara dayandı. Bu sefer nişan al-

madan tetiği çekti. Tam adam onun üzerine atlarken.

37 —

Kurşun sesi odayı doldurdu, duvarlara tokat gibi çarpıp

Page 45: Dean R. Koontz - Fısıltılar

camlarda titreşti.

Hilary bıçağın parçalandığını gördü. Parçalan Frye’ın sağ

elinden uçuyordu. Başucu lambasının ışığını yansıtan çelik par-

çaları çevreye saçıldı.

Bıçak uçarken Frye bir çığlık attı. Sırtüstü devrilip yatağın

öbür yanına doğru yuvarlandı. Ama düştüğü anda kalkmasını

da bildi. Sağ elini sol gvucunda tutuyordu.

Hilary onu vurduğuna inanmamıştı. Kan yoktu bir kere. Kur-

şun bıçağın çeliğine çarpmış olmalıydı. Bıçak da adamın elin-

den fırlamıştı. Belki o şokla parmakları acımış olabilirdi. Kırbaç

etkisi gibi bir şey.

Frye acıyla inledi, öfkeyle bağırdı. Çıkardığı ses vahşi bir

sesti. Çakal bağırması gibiydi. Ama kuyruğunu bacakları arası-

na kıstırmış bir hayvanın sesine de hiç benzemiyordu. Yine ge-

lecekti Hüary’nin üstüne.

Tekrar ateş etti, adam bir daha yıkıldı. Bu sefer kalkmadı.

Hilary’nin dudaklarından bir rahatlama soluğu kurtuldu.

Sırtını duvara yasladı, ama gözlerini yatağın karşı kenarından,

adamın düştüğü yerden ayırmadı.

Ses yoktu.

Hareket yoktu.

Hilary onu görememekten tedirgin oluyordu. Başını hafif

yana eğip dikkatle dinledi, yavaşça yatağın ayak ucuna yü-

rüdü, sola kaydı, onu görebileceği bir yerde durdu.

Çikolata renkli Edward Fields halısının üzerinde yüzüstü

yatıyordu. Sağ eti karnının altında kalmıştı. Sol eli kıvrık ola-

rak öne uzanmış, hareketsiz parmakları kendi kafasını işaret

eder gibi duruyordu. Yüzü de öteye dönüktü. Halı koyu renk ve

uzun tüylü olduğundan, oraya kan sızıp sızmadığı bu kadar

uzaktan belli örmüyordu. Umduğu kan gölünün bulunmadığı ke-

Page 46: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sindi. Onu göğsünden vurmuşsa, belki kan vücudunun altında

kalmış olabilirdi. Belki de alnından vurmuştu. Adam bir anda

öldüyse pek kan akmazdı. Yalnızca birkaç damla, o kadar.

Bir dakika boyunca baktı, sonra iki dakika oldu. Hiçbir ha-

reket göremiyordu. Soluma belirtisi olan hafif yükseliş ve al-

çalışlar bile yoktu.

Ölmüş müydü?

38 —

Yavaşça, çekingen adımlarla biraz yaklaştı.

«Bay Frye?»

Fazla sokulmaya niyeti yoktu. Kendini tehlikeye atmaya-

caktı. Ama daha iyi görmeyi de istiyordu. Tabancanın namlu-

sunu ondan ayırmıyordu. Gerekirse bir el daha ateş edecekti.

«Bay Frye?»

Cevap yoktu.

Ona hâiâ Bay Frye deyip durması komikti. Bu gece olan-

lardan sonra, onun kendisine yapmaya çalıştığı şeylerden son-

ra, hâlâ resmi ve terbiyeli davranmaya çalışıyordu. Belki öiü ol-

duğu için. Köyün en kötü adamı bile ölünce sessiz bir saygı

havası yaratir, ömrü boyunca yalancının, namussuzun biri ol-

duğunu bilenler bile ona saygı gösterir. Çünkü hepimiz er geç

öleceğimiz için, bir ölüyü küçümsemek bir bakıma kendimizi kü-

çümsemeye bağlanıyor. Hem ölünün arkasından konuşan insan,

o büyük ve nihai esrarı alaya aldığını tâ içinden bilmektedir.

Belki tanrıları bunun öcünü almak üzere kışkırttığının da far-

kındadır.

Hilary beklerken bir dakika daha geçti.

Page 47: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Biliyor musunuz, Bay Frye? Sanırım bîr riske daha gir-

meyeceğim. Bir kurşun daha sıkacağım size. Evet. Kafanızın

arkasına.»

Tabii bunu yapamadı. Yaratılış olarak şiddete eğilimli de-

ğildi. Bu tabancayı ilk satın aldığında, talim yerinde bir kere

ateş etmiş, zaten ömrü boyunca o Chicago apartmanındaki ha-

mamböceklerinden daha iri bir canlı da öldürmemişti. Bruno

Frye’ı vuracak iradeyi gösterebilmesinin tek nedeni, adamın o

anda bir tehlike oluşturması, bu yüzden Hilary’nin vücuduna

adrenalin salgılanmasına yol açmasıydı. Bir yandan isteri, bir

yandan ilkel sağ kalma içgüdüsü, onu kısa bir süre için şiddet

gösterecek noktaya getirmişti. Ama şimdi Frye yerde, sessiz,

hareketsiz yatarken, paçavra kadar tehlikesizken, Hilary tetiği

çekemedi. Bir ölünün beynini uçurup sonra da seyredemezdi.

Bunu düşünmek bile midesinin bulanmasına yetti. Ama bu teh-

didi savurmak adamın durumunu sınamak için iyi bir yoldu.

Eğer numara yapıyorsa, kafasının arkasına ateş edileceğini

duyunca harekete geçerdi.

39 —

«Tam kafandan, itoğlu,» dedi Hilary. Sonra da havaya bir

el ateş etti.

Adam kıpırdamadı.

Hiiary içini çekip tabancayı indirdi.

Ölü. Kesinlikle ölü.

Bir adam öldürmüş bulunuyordu.

Polisle, basınla yer alacak patırtıyı düşünerek kapıya doğ-

Page 48: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ruldu, uzanmış duran kolun yanından geçti.

Birden...; adam artık ölü değildi.

Bir anda hayata dönmüş, harekete geçmişti.

Anlamıştı Hilary’nin numarasını. Kendisini nasıl kandırmaya

çalıştığını bilmişti. Blöfü görmüştü. Üstelik sinirleri de çelik-

tendi. Kıpırdamamıştı bile!

Simdi öbür koluyla kendini yukarı sterken bir eliyle Hilary’

nin ayak bileğini yakaladı, odu çekip düşürdü. Hilary bağırıyor-

du Yuvarlandılar. Kollan, bacakları birbirine dolaştı. Bir daha

yuvarlandılar. Adamın dişleri Hilary’nin bağazındaydı. Köpek

gibi de hırlıyordu. Beni ısıracak, şah damarımı yaracak, tüm

kanımı emecek, diye düşündü genç kadın. Ama 0 arada elini

ikisinin arasına sokmayı başardı, adamın çenesine kendi ovu-

cunu dayadı, Kafasını boynundan uzaklaştırdı. Son kere

yuvarlanıp duvara aayandılar. Hilary’nin başı dönüyordu. Adam

onun üzerine koca hayvan gibi serilmiş durumdaydı. Öyle ağır-

dı ki, eziyordu onu. Yüzünde o korkunç sırıtma ifadesi vardı.

Gözleri buz gibi. iğrenç, korku verecek kadar da yakındaydı.

Derin, boş bakışlarla bakıyordu. Soluğu soğan ve bayat bira

kokuyordu. Bir eli Hilary’nin eteğinin altına sokulmuştu. Külot

çorabın belini yakalamış, onu yırtıyor, külotundan içeri uzan-

maya çalışıyordu. Sevgili gibi değil, savaşçı gibi. Hilary bu ada-

mın kendi’yurruşak dokularına verebileceği zararı düşününce

korkudan boğulur gibi oldu. Bir kadını bu yolla öldürmenin bile

mümkün olduğunu biliyordu. İçine uzanıp kavrayarak, çekerek,

yırtarak. Can “havliyle adamın o kobalt gözlerine saldırmak, onu

kör etmek istedi, adam başını hızla arkaya çekti, sonra birden

ikisi de donup kaldılar. Aynı anda farkına varmışlardı. Hilary

yere düşerken tabancayı elinden bırakmamıştı. Tabanca şu

anda ikisinin arasındaydı. Namlusu da adamın kasığına sım-

Page 49: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sıkı dayalıydı. Gerçi Hilary’nin parmağı tetikte değil, tetiğin çev-

40 —

resindeki halkadaydı ama daha durumun farkına varırken par-

mağını kaydırıp tetiğe getirmeyi de başarmıştı.

Adamın koca eli hâlâ eteğinin içindeydi. Deriyle kaplı, şey-

tansı, iğrenç bir el. Eldivene rağmen sıcaklığı hissediliyordu. Ar-

tık adam külotu yırtmaya çalışmaktan vazgeçmişti. Titriyordu.

Koca eli titriyordu.

İtoğlu korkuyor.

Gözleri Hilary’ninkilere sanki çakılıydı. Görünmez bir iplikle

bağlıydı. Kopmuyordu o iplik. İkisi de bakışlarını kaçıramryor-

lardı.

Hilary zayıf bir sesle, «Yanlış bir hareket yaparsan husye-

lerini patlatırım,» dedi.

Adam gözlerini kırpıştırdı.

«Anladın mı?» diye sordu Hilary. Sesine güç katmaktan

acizdi. Soluk soiuğaydı hâlâ. Yorgunluktan ve... korkudan.

Adam dudaklarını yaladı.

Gözlerini ağır ağır kırpıştırdı.

Çıyan gibi,

«Anlıyor musun?» diye sordu Hilary. Bu sefer sesini biraz

daha sert çıkarabilmişti.

«Evet.»

«Beni bir daha kandıramazsın.»

Page 50: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Nasıl istersen.»

Sesi boğuk, hışırtılıydı. Deminki gibi. Ama titremiyordu.

Sesinde de, gözlerinde de, sert erkek imajını ‘baltalayan bir şey

yoktu. Ama eldivenli eii hâlâ Hikıry’nin oyluğunda sinirli sinirli

titriyordu.

«Pekâlâ.» dedi Hilary. «Şimdi çok yavaş hareket etmeni

istiyorum. Çok, çok yavaş. Ben haydi deyince birlikte yavaşça

yuvarlanacağız. Sen alta, ben üste.»

Bu sözlerin sevişme sırasında ateşli bir sevgilinin söyle-

yeceği sözlere pek benzediğini biliyor, ama bunu komik bulmu-

yordu.

«Ben haydi deyince... bir saniye erken davranma. Ben

söyleyince sağına doğru döneceksin.»

«Peki.»

«Ve ben de seninle döneceğim.»

«Tabii.»

41 —

«Yavaşça.»

«Tabii.»

«Silahı da olduğu yerde tutacağım.» .lllımteH

Gözleri hâlâ sert ve soğuktu. Ama delilik ve öfke silinmişti

artık. Cinsel organlarının patiattlması düşüncesi onu gerçeK

hayata döndürmüştü. En azından, geçici olarak

Hiiary namluyu onun kasığına daha da dayadı, adam acy

la yüzünü buruşturdu.

«Simdi yavaşça yuvarlan.» HftnHıı

Adam denileni yapt«. Abartmalı bir dikkatle yan.dondu

Page 51: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sonra sırtüstü yattı. Gözlerini onunkılerden hıç aY’rm°™^

Bini kaydırıp eteğin altından çıkardı ama tabancayı kapmaya

^’”HCSOI eliyle ona tutunmuştu. Tabanca sağ elindeydi.

Sonunda kendini onun üzerinde bulabildi. Sag kolu arada, .32

lîk stratejik pozisyonda. . ,,y.rri„ Rll.

Bu garip pozdan ötürü sağ kolu uyuşmaya başlıyordu. Bu

nun bir neden» de tabancayı çok sıkı kavramış olması, gevşek

tutmaya cesaret edememesiydi. Sıkmaktan parmaklar, da kol

kastan da ağnyordu. Adamın ondaki ^flamayı f^9’^

belki de parmaklan uyuşunca silahın elinden kayacağından

korkmaya başlamıştı. ., nrrıul

«Pekâlâ,» dedi. «Şimdi üzerinden kayacağım. J^anc^»

hep yerinde tutacağım, kendim kayıp yana ineceğim. Kıpırda

ma. Gözünü bile kırpma.»

Adam ona baksyordu.

«Anladın mı?» diye sordu Hiiary.

S?heP verinde tutarak kendini ondan ay,rd. Yavaşça.

Sanki adam bir tüp nitrogliserindi. Hilary’n.n karın, kastan gep

gergin ve acı doluydu. Ağzı kurumuş, ekşimişti. İkisinin guru.

S?soluklar, odada rüzgâr sesi gibi duyu uyordu Ama ^«V_

nin işitme duvusu öyle faaldi ki, kolundaki Cartıer saatinin ıı

takmî bS duvobtliyordu. Yana kaydı, dizleri üzerinde doğrul-

at bir ™ “ararsızTaldı. sonra ayağa kalkıp çabucak uzakias-

ti. Adam onu tekrar yakalayamadan.

Frye doğrulup oturdu.

«Hayır,» dedi Hiiary.

42 —

Page 52: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ne?»

«Yat aşağı.»

«Seni kovalayacak değilim.»

«Yat dedim.»

«Sakin oi.»

«Allah kahretsin, yat aşağı!»

Adam söz dinlemez olmuştu. Öylece oturuyordu. «Peki,

sonra ne olacak?»

Hilary tabancayı ona doğru salladı. «Sana yat diyorum.

Sırtüstü. Hemen.»

Adamın dudakları kıvrıldı, yüzünde o çirkin gülümseme be-

lirdi. «Ben de sana, sonra ne olacak dedim,»

Durumun kontrolünü yeniden eline geçirmek istiyordu. Hi-

lary bundan hoşlanmadı. Ama beri yandan... ha oturuyor, ha

yatıyor, ne farkederdi? Bu pozdayken bile, kalkıp saldırana

kadar Hilary rahatlıkla iki kurşun sıkardı ona.

«Pekâlâ,» dedi isteksiz bir sesle, «istiyorsan otur. Ama ba-

na doğru bir hareket yaparsan tabancayı karnına boşaltırım.

Barsaklarını odanın dört bir yanına saçarım. Tanrı adına yemin

ediyorum ki yaparım.»

Adam sırıtıp başını salladı.

Hilary ürpererek, «Şimdi ben yatağa doğru gidiyorum,» de-

di. «Oturup polisi arayacağım.»

Yan yan kayarak geriledi. Yengeç gibi. Ufacık adımlarla.

Page 53: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Sonunda yatağın yanına vardı. Oturup telefonun kulaklığını kal-

dırdığı anda Frye yine başkaldırdı... ayağa kaiktı.

«Hey.»

Hilary kulaklığı bırakıp tabancayı iki eliyle kavradı, titretme-

meye çalıştı.

Adam iki elini yalvarırcasına uzattı. «Dur. Dur bir saniye.

Sana dokunacak değiitm.»

«Otur.»

«Sana yaklaşmıyorum.»

«Hemen otur.»

«Ben buradan gidiyorum,» dedi Frye.

«Çok gidersin.»

«Bu odadan da, bu evden de.»

«Hayır.»

43 —

«Giderken beni arkamdan vurmaya çalışmazsın.»

«Dene, pişman olursun.»

«Vurmazsın,» dedi adam güvenle. «Ancak başka seçeneğin

yoksa çekersin tetiği. Beni isteyerek öldüremezsin. Asla. Hele

sen. O tür gücün yok. Zayıfsın. Fazla zayıf.» Yine hortlak gibi

sırıttı. Ölü sırıtması gibi. Kapıya doğru bir adım attı. «Ben git-

tikten sonra polisleri çağır istersen.» Bir adım daha attı. «Ya-

bancı biri olsam farklı olurdu. O zaman temiz kurtuiurdum. Ama

şimdi onlara benim adımı verebileceksin.» Bir adım daha. «Gör-

dün mü, sen kazandın şimdiden. Ben kaybettim. Yalnızca za-

man kazanmaya uğraşıyorum. Birazcık zaman.»

Adam onun hakkında yanılmamıştı, Hilary de bunun farkın-

Page 54: Dean R. Koontz - Fısıltılar

daydı. Üstüne saldırırsa onu öldürebilirdi. Ama geri çekilirken

ateş etmek gelmezdi içinden.

Frye kendi sözleri üzerindeki görüş birliğini hissetmiş gibi

ona arkasını döndü. Kendine bu kadar güvenmesi Hilary’yi çok

kızdırdı... ama yine de tetiği çekmedi. Başlangıçta kapıya doğ-

ru sinsi sinsi giderken şimdi norma! adımlarla odadan çıktı

adam. Arkasına bakma zahmetine bile girmedi. Kırık kapıdan

geçti, ayak sesleri koridorda yankılandı.

Hilary onun aşağıya inişini dinledi, belki de evden çıkmaz,

diye geçirdi aklından. Aşağı kattaki dolaplardan birine sakla-

nabilir, polis gelip gidene kadar bekler, sonra deliğinden çıka-

rak Hilary’yi şaşırtırdı. Kalkıp merdiven başına koştu, adamın

hole ayak bastığını gördü. Sonra ön kapının sürgülerinin çeki-

lişini duydu. Adam kapıdan çıktı, kanadı arkasından çarparak

kapattı.

Hilary merdivenin üçte birini inmişti. Belki de kapıyı çarp-

ması numara, diye geçirdi aklından. Belki hâlâ içerdeydi Frye.

Onu holde bekliyor olabilirdi.

Tabancayı yanına sarkıtmışken kaldırdı, namluyu karşıya

çevirdi, basamakları indi. Dibe varınca duraladı, dinledi. Ne-

den sonra adımını atıp hole çıktı. Hoi boştu. Dolap «kapısı açık

duruyordu. Frye orada değildi. Gerçekten gitmişti.

Hilary dolabı kapadı.

Ön kapıya yürüyüp çift sürgüyü çekti.

Sallanarak salona girdi, sonra çalışma odasına geçti. Oda

limonlu mobilya’ cilası kokuyordu. Temizlik acentasından iki

44 —

Page 55: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kadın daha dün gelmişlerdi eve. Hilary ışığı yaktı, büyük ma-

saya yürüdü, tabancayi sumenin ortasına koydu.

Penceredeki vazoda kırmızı beyaz güller duruyordu. Limon-

lu havaya onlar da kendi kokularını katmaktaydılar.

Hilary masanın başına oturdu, telefonu önüne çekti, poli-

sin numarasını çevirmeye başladı.

Birden, beklemediği halde bakışlarını sıcak gözyaşları bu-

landırdı. Hilary onları engellemeye çalıştı. Hilary Thomas’dı o.

Hilary Thomas ağlamazdı. Asla. Hilary Thomas sağlamdı. Hi-

lary Thomas dünyanın tüm haksızlıklarına dayanır, yıkılmazdı.

Hilary Thomas kendini kollamayı bilir, yardıma ihtiyaç duymaz-

dı. Gözlerini sımsıkı yummuştu ama akan seli durduramıyordu.

Sri gözyaşı damlaları yanaklarından süzüldü, ağzının köşelerine

indi, ağzını tuz tadıyla doldurup çenesine yayıldı. Önce sessiz,

ağlıyor, hiç gürültü çıkarmıyordu. Bir iki dakika geçince sar-

sılmaya, ürpermeye başladı, sesi de boşaldı. Boğazının gerisin-

den ıslak bir boğulma sesi kurtuldu, sonra bîr umutsuzluk çığ-

lığına dönüştü. O zaman yıkıldı Hilary. Bir çığlık daha atıp

kollarıyla bedenini kucakladı. Hıçkırdı, ağladı, soluk almaya

çalıştı. Masanın köşesindeki kutudan bir kâğıt mendil çekti,

burnunu sümkürdü, kendini topladı, sonra tekrar hıçkırmaya

başladı.

Ağlaması, adam onun canını yaktığı için değildi. Aslında

uzun sürecek, dayanılmaz bir acı vermemişti ona. En

azından, fiziksel olarak. Hilary’nin ağlaması, bu adamın onun

benliğini tarifi zor bir şekilde ihlâl etmiş olmasındandı. İçi hak-

sızlığa uğrama duygularıyla, utanç duygularıyla dolup taşıyor-

du. Gerçi adam tecavüz etmemişti, elbiselerini bile yırtarnamış-

tı, ama Hilary’nin özel hayatının kristal köpüğünü zedelemişti.

Hilary o- engeli büyük bir özenle geliştirmiş, çok da değer ver-

Page 56: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mişti. Bu adam onun gurur dolu dünyasına izinsiz girmiş, kirli

ellerini her yana sürmüştü şimdi.

Bu akşam Polo Salonunun en iyi masasında Wally Topelis,

artık gardını indirebileceği konusunda onu ikna etmeye çalış-

mış, başarmasına da az kalmıştı. Yirmi dokuz yıldır ilk defa,

savunma amacı gütmeden yaşamayı ciddi olarak düşünmüştü

Hilary. VValIy’nin verdiği o müjdelerin etkisiyle, hayata korkusuz

bakmayı denemek istemişti. Daha çok arkadaş. Daha çok din-

45 —

lenme. Daha çok eğlence. Parlak bir rüyaydı bu yeni hayat.

Kolay ulaşılacak bir şey değilse bile, çabalara değerdi. Ama

Bruno Frye o narin rüyayı gırtlağından yakalamış, boğmuştu.

Dünyanın tehlikeli bir yer olduğunu hatırlatmıştı Hilary’ye. Ka-

ranlık bir mahzendi hayat. Tehlikeli yaratıklar köşelerdeki göl-

gelere pusu kurmuştu. Tam Hilary kuyudan çıkacağı sırada,

daha yeryüzünün neye benzediğini görmesine fırsat olmadan,

adam onun suratına bir tekme savurup yeniden kuyunun dibi-

ne düşmesine yol açmıştı. Korkuların, kuşkuların arasına, yal-

nızlığın o korkunç güvenliğine.

İhlâl edildiği için ağlıyordu. Küçük düştüğü için ağlıyordu.

Adam onun umutlarını ezdiği için ağlıyordu... sınıf zorbası ne-

sil zayıf çocuğun en sevdiği oyuncağı ezip kırarsa, tıpkı öyle.

46-

İki

Page 57: Dean R. Koontz - Fısıltılar

DESENLER.

Anthony Clemenza hayrandı desenlere.

Güneş batarken, daha Hilary Thomas evine bile dönmemiş-

ken, arabasıyla tepeleri, vadileri dolaşıp dinlenmeye çalışırken,

Dedektif Anthony Clemenza’yla ekip arkadaşı Frank Haward,

Santa Monica’da bir barmeni sorguya çekmekle uğraşıyorlar-

dı. Salonun batı duvarını kaplayan koca pencereden gurubun

sürekli değişen mor, turuncu ve gümüş dalgalar oluşturduğu

görülüyordu.

Burası bekârların gittiği Paradise adlı bir bardı. Müzmin

yalnızların, sekse susamışların buluşma yeriydi. Bu tür kadın ve

erkeklerin eski ve geleneksel buluşma yerleri olan kilise ye-

mekleri, mahalle dansları, toplu piknikler, sosyal kulüpler artık

çok azalmıştı. Üzerlerinden ya gerçek ya da sosyolojik buldo-

zerler geçmiş, yerlerine gökdelen işhanları yapılmış, pizza dük-

kanları, kat kat otoparklar yükselmişti. Bekârların barları, uzay

çağı erkeğinin uzay çağı kadınıyla buluştuğu yerdi. Burada zam-

paralar nimfomanyakları bulur, utangaç sekreterler çekingen

bilgisayar programcılarını bulur, bazen de saldırganlar saldıra-

cakları kadını bulurdu.

Anthony Clernenza’nın gözünde Paradise’daki halk, bu ba-

ra kimliğini veren deseni oluşturmaktaydı. Kadınların ve erkek-

lerin en güzelleri minik kokteyl masalarının taburelerinde dim-

dik oturuyorlardı. Bacaklarını geometrik kusursuzluk sergiler-

cesine. çaprazlamış, dirseklerini tam kararınca bükmüş, güzel

yüz hatlarını, güzel bacaklarını gösterecek pozlar almışlardı.

Birbirini seyrediyor, birbirine kur yapıyorlardı. En güzel denile-

cek düzeyde olmayıp, yine de fiziksel çekiciliğe sahip olan-

47 —

Page 58: Dean R. Koontz - Fısıltılar

lar, otururken veya ayakta dururken ideal pozu benimsemiyor,

şekilden kaybettiklerini tavırla geri kazanmaya çalışıyorlardı.

Onların pozunda bir mesaj vardı: Ben burada rahatım, keyfin

yerinde, dimdik duran güzel kızlar, güze! erkekler beni etkile- /

miyor. Kendime güveniyorum. Ben benim. Bunlar omuzlarını /

sarkıtarak rahat pozlarda oturuyor, dinlenme halindeki vücu-

dun göze hoş gelen yuvarlak hatlarını kullanarak kas ve ke-

miğin kusurlarını gözlerden saklıyorlardı. Üçüncü ve en kala-

balık grup ise silik tiplerden oluşuyordu. Ne güze! ne de çir-

kin. Bunlar köşelerde oturuyor, masadan masaya koşup se-

iamlaşıyor, sinirli sinirli dedikodu ediyor, kimse onları sevme-

yecek diye kaygılanıyorlardı.

Paradise’ın gene! deseni hüzündü Tony Clemenza’ya göre.

Koyu renk şeritler halinde, tatmin olmamış ihtiyaçlar, kareli bir

yalnızlık alanı, renkli bordur olarak sessiz bir umutsuzluk.

Ama Frank Hovvard’la ikisi buraya desenleri incelemeye gelmemişlerdi. Amaçlan Bobby «Angel» Valdez’le ilgili bir ipucu bulmaktı.

Geçen Nisan ayında Bobby Valdez yedi yıl ve birkaç ayını

doldurup hapisten salıverilmişti. Aslında cezası on beş yıldı.

İrza geçme ve cinayetten. Şartlı salıverilmesi görünüşe göre

büyük bir hata olmuştu.

Sekiz yıl önce Bobby en az üç, en çok on altı Los An-

geies’li kadına tecavüz etmişti. Polis yalnızca üçünü kanıtlayabilmiş, diğerleri tahmin düzeyinde kalmıştı. Bir gece Bobby

bir otoparkta bir kadının karşısına dikilmiş, onu tabanca teh-

didiyle arabasına bindirmiş, Hoilywood tepelerindeki bir toprak

yola götürmüş, tekrar tekrar tecavüz etmiş, sonra kadını ara-

badan yere itmiş, sürüp uzaklaşmıştı. Kadını getirip parkettiği

Page 59: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yer yolun kenarıydı, hemen yanında da dik bir yar vardı. Ka-

dın arabadan çıplak olarak fırlatıldığında dengesini kaybetmiş,

aşağıya düşmüştü. Aşağıda kırık bir çite çarpmıştı. Soyuk tah-

ta direkler ve paslı teller. Dikenli hem de. Bu dikenli teller kadını fena halde parçalamış, bir direk de karnından girip «arkasından çıkmıştı. İnanılmayacak bir rastlantıyla, Bobby arabada ona saldırırken kadının eline kredi kartıyla yapılmış bir alışverişin fişi geçmiş, ne olduğunu anlayınca onu elinden bı-

48 —

rakmamış, elinde kâğıtla düşmüş, elinde kâğıtla ölmüştü. Ay-

rıca polisin bulgularına göre -bu kadın yalnızca bir tür külot

giyiyordu. Sevgilisinin hediye ettiği külotlar. Hepsinin üzerine

«cHARRY’NİN MALİ» yazısı işlenmiş bulunuyordu. O külotlar-

dan biri, yırtık ve kirli olarak, Bobby’nin evindeki çamaşırların

arasından çıkmıştı. Bir o, bir de kurbanın elindeki kâğıt, sanığın

tutuklanmasına yetmişti tabii.

California halkının şanssızlığı sonucu, olaylar Bobby’nin

cezasını hafif kılacak biçimde gelişti. Tutuklayan polisler kü-

çük ıbir usul hatası yaptılar. Bazı yargıçların merhametini ka-

bartacak, anayasa! haklar konusunda nutuk atmalarına yol

açacak türden bir hata. Savcı da o sıra siyasal yozlaşma id-

dialarına karşı kendi ofisini temize çıkarma peşinde bulunuyor-

du. Tutuklamadaki usul kusurunun savcılığın iddialarını za-

yıflatacağını bildiğinden, bir yandan da kendini temize çıkar-

makla meşgul olduğundan, Bobby’yi üç tecavüz ve bir cina-

yetten tutup diğer daha ciddi suçlamalardan vazgeçmeyi ka-

bul etmişti. Cinayet masası dedektifleri ıin çoğu tıpkı Tony Cle-

menza gibi, savcının ikinci derece cinayet, adam kaçırma, sal-

dırı, ırza geçme ve sapık iüşki suçlamalarından ömür boyu içeri

alınması gerektiği kanısındaydılar. Kanıtlar devleti güçlü kıla-

Page 60: Dean R. Koontz - Fısıltılar

cak türdendi. Bobby hapı yutacaktı. Ama tam o sırada kader

ona bir koz vermişti işte.

Bugün Bobby serbest geziyordu.

Ama belki uzun süre serbest kalmaz, diye düşündü Tony.

Mayıs ayında, hapisten çıkışından t>ir ay sonra Bobby «An-

ge!» Valdez polis görevlisiyle randevusuna gitmemişti. Adres

değişikliği formunu doldurmadan, yetkililere vermeden evin-

den taşınıp gitmişti. Sırra kadem basmıştı apansız.

Haziran ayında da tekrar tecavüzlere başlamıştı. O kadar

basit işte. Birkaç yıl sigarayı bırakıp sonra yeniden başlayan-

lar gibi. Eski bir hobiye duyduğu ilgi canlanmış gibi. Haziran’

da iki kadına saldırmış, Temmuz’da yine iki kadına saldırmıştı.

Ağustos’ta sayı üçe yükselmiş, Eylül’ün ilk on gününde buna

iki kadın daha eklenmişti. Parmaklıklar ardında seksen sekiz

ay geçirdikten sonra kadın tenine susamıştı Bobby.

Polis bu dokuz suçun ve belki rapor edilmemiş başka suç-

ların tek kişi tarafından işlendiği kanısındaydı. O kişinin de

49

Fısıltılar — F. : 4

Bobby Valdez olduğundan hemen hemen emindiler. Bir kere,

kurbanlara hep aynı biçimde yaklaşılmıştı. Kadın gece otopark-

ta tek başına arabasından indiğinde bîr adam ona yürümüş,

Page 61: Dean R. Koontz - Fısıltılar

namluyu kaburgasına, sırtına ya da karnına dayayıp, «Ben eğ-

lence adamıyım. Benimle partiye gelirsen canın yanmaz,» de-

mişti. «Beni reddedersen seni hemen şimdi gebertirim. Oyuna

katılırsan hiç derdin olmaz. Gerçekten eğlence adamıyım ben.»

Her seferinde hemen hemen aynı sözleri söylüyordu. Kurban-

lar da hatırlıyordu, çünkü ‘eğlence adamı’ lafı biraz garip bir

laftı. Hele de Bobby’nin yumuşak, tiz, kız sesi gibi sesiyle söy-

lenince. Sekiz yıl önce, saldırganlıktaki ilk kariyeri sırasında

da aynı yaklaşımı kullanmıştı Bobby.

Bu yetmiyormuş gibi, dokuz kurban da kendilerine musal-

lat olan adama ilişkin aynı tarifi vermişlerdi. İnce. Boyu bir

yetmiş beş. Yetmiş kilo kadar. Esmer tenli. Çenesi gamzeli.

Kumral saçlı, kahverengi gözlü. Kız sesi gibi ince sesli. Bobby’

nin arkadaşlarından bazılarının ona «Angel» demelerinin nede-

ni, bu tatlı sesiyle şirin bebek suratıydı. Otuz yaşında olması-

na rağmen on altı gibi dururdu. Dokuz kişinin hepsi saldırga-

nın suratını görmüşlerdi. Hepsi de adamın çocuk gibi göründü-

ğünü, ama sert, zalim, kurnaz, hasta zihinli bir erkek gibi dav-

randığını söylüyorlardı.

Paradise’daki baş barmen, işi iki yardımcısına devretti,

Frank Havrard’ın tezgâha koyduğu üç Bobby Valdez resmîni

inceledi. Barmenin adı Otto’ydu. Yakışıklı adamdı. Güneşten

yanmış, sakallı. Beyaz pantolon, mavi tişört giymiş, polo ya-

kasının üst düğmelerini açık bırakmıştı. Kahverengi göğsü at-

tın kıllarla kaplıydı. Boynunda zincire geçirilmiş bir köpek balığı

dişi göze çarpıyordu. Başını kaldırıp Frank’a baktı, kaşlarını

çattı. «Los Angeles polisinin Santa Monica’da yetkili olduğunu

bilmezdim.»

Tony, «Biz Santa Monica polis örgütünün ricası üzerine

buradayız,» dedi.

Page 62: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ha?»

«Santa Monica polisi bu soruşturmada bizimle işbirliği ya-

pıyor,» diye açıkladı Frank, Sesi sabırsızdı. «Sen bu adamı hiç

gördün mü?»

«Evet, tabii. Bir iki kere geldi.»

50 —

«ıNe zaman?»

«Eh... bir ay kadar önce. Belki daha da önce.»

«Son zamanlarda gelmedi mi?»

Yirmi dakikalık moladan dönen orkestra bir Billy Joel şar-

kısına başladı.

Otto sesini yükseltmek zorunda kaldı. «En az bir aydır

görmedim onu. Hatırlayışımın da nedeni, içki satın alacak yaş-

ta göstermiyordu. Ondan kimlik göstermesini istedim. Buna çok

kızdı. Patırtı çıkardı.»

Frank, «Nasıl patırtı?» diye sordu.

«Müdürü göreceğim diye tutturdu.»

Tony, «O kadar mı?» dedi.

«Bana hakaretler etti.» Otto’nun suratı asıktı. «Kimse bana

öyle hakaret edemez.»

Tony elini kulağına siper yaptı, barmeni daha iyi duymaya,

müziğin sesini tıkamaya çalıştı. Billy Joel şarkılarının çoğunu

severdi ama kaliteden kaybının yüksek sesle kapatmaya çalı-

şan orkestralardan değil.

Frank, «Demek sana hakaretler etti,» dedi. «Peki, sonra?»

«Sonra özür diledi.»

«Öyle, kolaycacık, ha? Müdürü görmek istiyor, sana ha-

Page 63: Dean R. Koontz - Fısıltılar

karet ediyor, sonra da özür diliyor.»

«Öyle.»

«Neden?»

«Özür dilemesini ben istedim,» dedi Otto.

Müzik daha da yükselince Frank barın üzerine eğildi. «Sen

;stedin diye mi özür diledi?»

«Şey... başlangıçta kavga etmek istedi.»•

Tony bağırarak, «Onunla kavga ettin mi?» diye sordu.

«Hayır. Bu bardaki en iri kıyım, en azgın kabadayı olsa,

yine de susturmak için kavga çıkarmak zorunda kalmam.»

Frank, «Çok çekici bir kişiliğin olmalı,» diye haykırdı.

Orkestra parçayı hafif sakinleştirdi, gürültü gözlere kan

oturtacak desibel’den biraz aşağıya düştü. Vokalci araya bir

Silly Joel taklidi soktu, Orkestranın tonu gökgürültüsünden

fazla değildi.

Barda Tony’nin yanında yeşil gözlü, sarışın bir dilber otu-

51

ruyor, konuşulanları dinliyordu. Eğilip lafa karıştı. «Haydi,

Otto, göster onlara numaranı.»

Tony, «Sen sihirbaz mısın?» diye sordu Otto’ya. «Ne ya-

pıyorsun? Başkaldıran müşterileri ortadan yok mu ediyorsun?»

Sarışın, «Korkutuyor onları,» dedi. «Müthiş bir şey. Haydi,

Otto. Göstersene onlara.»

Otto omuzlarını kaldırdı, elini barın aitsna uzattı, uzun bir

bira bardağı aldı, onlar görsün diye havaya kaldırdı. Sanki

ömürlerinde bira bardağı görmemişler gibi. Sonra bardağın bir

kenarını ısırdı. Dişlerini bastırıp kopanverdi, döndü, cam kırık-

Page 64: Dean R. Koontz - Fısıltılar

larını arkasındaki çöp sepetine tükürdü.

Orkestra yine kudurdu, sonra şarkı bitti, ortalık sessizleşti.

Son notayla alkışın arasındaki sessizlikte Tony, Otto’nun

çatırtıyla bir lokma cam daha ısırdığını duydu.

Frank, «Tanrım,», dedi.

Sarışın kıkırdadı.

Otto o lokmanın da kırıklarını tükürdü, böyle böyle, bar-

dağın dibi kalıncaya kadar devam etti. Dip fazla kalın olduğun-

dan insan dişlerine, insan çenesine boyun eğecek gtbi değildi.

Barmen onu da çöpe fırlatıp sırıttı. «Patırtı çıkaran herifin kar-

şısında bardağı yiyorum. Sonra yılan gibi gaddar bir ifadeyle

ona sakin olrnasım söylüyorum. Yapmazsa burnunu ısıracağımı

anlatıyorum.»

Frank ona şaşkın gözlerle bakıyordu. «Hiç yaptın mı?»

«Neyi? Burun ısırmayı mı? Hayır. Tehdidi bile yetiyor akıl-

lanmalarına.»

Frank bu sefer, «Burada çok olay çıkar mı?» dedi.

«Hayır. Burası kibar bir yerdir. Haftada bir falan çıkar. Da-

ha sık olmaz.»

Orkestra bu sefer Bob Seeger’in Stili the Same şarkısına

başladı. Sanki müzisyenler bir serseri çetesiymiş de, iyi bir evi

yağmalamaya girmişler gibi başladı.

Tony, «Bir yerini kestin mi hiç?» diye bağırdı Otto’ya.

«Arada sırada. Pek sık olmaz. Dilimi hiç kesmedim. Bu

numarayı iyi yapmanın ölçüsü dilin durumudur. Benim dilim

hiç kesilmedi.»

«Ama başka yaralar aldın.»

«Tabii. Birkaç kere dudaklarım yarıldı. Sık değil ama.»

52

Page 65: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Sarışın, «Ama o da numarayı daha etkili kılıyor,» diye atıl-

dı. «Dudağı kesildiği zaman görmelisiniz onu. Patırtı çıkaran

itin karşısında duruyor, kanlar aktığını bilmezmiş gibi davranı-

yor.» Kızın gözlen sevinçle, hayvansal bir ihtirasta parlıyordu.

Tony bar taburesi üzerinde tedirgin tedirgin kıpırdandı. «Kanlı

dişleriyle öylece duruyor, kanlar sakalından akıyor. Herife sa-

kin olmasını söylüyor. Ne çabuk söz dinliyorlar, bilseniz!»

«İnanıyorum,» dedi Tony. İçi bir tuhaf oluyordu.

Frank Hövvard başını iki yana salladı. «Şey...»

Tony de, «Öyle...» dedi. O da istediği kelimeleri bulamıyor-

du.

Frank, «Pekâlâ, biz Babby Valdez’e dönelim,» dedi sonra.

Barın üstüne sıraladığı resimlere tık tık vurdu.

«Evet, dediğim gibi, en az bir aydır uğramadı.»

«O gece, sana kızdıktan sonra, sen cam numarasıyla onu

yatıştırdıktan sonra, kalıp içki içti mi?»

«iki içki verdim ona.»

«Demek kimliğine baktın.»

«Evet.»

«-Neydi kimlik? Sürücü ehliyeti mi?»

«Evet. Otuz yaşındaydı, inanılır gibi değil! Lise son sınıfa

gelmemiş öğrenci gibi duruyordu, otuz yaşında çıktı.»

Frank, «Ehliyette yazan ismi hatırlıyor musun?» diye sor-

du.

Otto boynundaki köpek balığı dişini yokladı. «İsim mi? Her-

halde ismini biliyorsunuzdur.»

Frank, «Sana gösterdiği ehliyet sahici mi, sahte mi, onu

bilmek istiyorum,» diye açıkladı.

Page 66: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Resmi vardı üstünde.»

«Gerçekliğini kanıtlamaya o yetmez.»

«Ama California ehliyetlerinde resim değiştiremezsiniz. Oy-

nayınca kart mı kendini yok ediyor, öyle bîr hilesi var.»

«Belki bütün kart sahteydi.»

«Sahte kimlik mi?» Otto ilgilenmişti. «Sahte kimlik, ha...»

Besbelli televizyonda epey eski casus filmi izlemişti. «Nedir ko-

nu? Casusluk falan mı?»

Frank sabırsız bir sesle, «Galiba rolleri değiştik burada,»

dedi.

53 —

«Ha?»

«Soruları biz soracağız,» diye anlattı Frank. «Sen cevap

vereceksin. Tamam mı?»

Barmen çabuk tepki gösteren tiplerdendi. Hem çabuk, hem

güçlü, zorba polislere karşı da olumsuz tepki gösteren tipler-

den. Esmer surcıtındaki ifade kapanıverdi, gözlerindeki bakışlar

başiaştı,

Tony adamı önemli bir şey söyleyebilecekken kaybetmekte

olduklarını hissederek elini Frank’ın omzuna attı, hafifçe sıktı.

«Bardak yemeye başlamasını istemezsin, değil mi?» .

Sarışın kız sırıtarak, «Ben bir daha seyretmek isterdim,»

dedi.

Frank, Tony’ye, «Senin usulle mi yapalım?» diye sordu.

«Elbette.»

«Devral bakalım.»

Page 67: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony, Otto’ya gülümsedi. «Bak, merak ediyorsun... biz de

merak içindeyiz. Biz senin merakını dindirelim, yeter ki sen de

bizimkini dindir.»

Otto tekrar açıldı. «Bence de öyle.»

«Pekâlâ,» dedi Tony.

«Pekâlâ. Bu Bobby Valdez ne yapmış ki onu bu kadar arı-

yorsunuz?»

«Şartlı serbest bırakılmış, şartları yerine getirmemiş.»

Frank homurdanarak ekledi, «Tasallut da var.»

Tony, «İrza geçme de var,» dedi.

Otto, «Hey, siz cinayet masasından değil miydiniz?» diye

patladı.

Orkestra Stil! the Scrme’i bitirmiş, son akorları marşandiz

lokomotifi gibi gümbürdetiyordu. Birkaç dakika sessizlik oldu,

şarkıcı mikrofonda birkaç espri patlattı, sahneye yakın masa-

lardakilere takıldı. Müşteriler sahne çevresinde, sigara duman-

larından oluşan bir bulut içinde oturuyorlardı. Tony o dumanın

bir kısmının da yanan kulak zarlarından geldiğinden emindi.

Müzisyenler bu arada âletlerini akord ediyormuş gibi yaptılar.

Tony, Otto’ya anlatmayı sürdürdü, «Bu Bobby Valdez, iş-

birliğine yanaşmayan bir kadınla karşılaşınca onu tabanca kab-

zasıyla biraz pataklıyor, dediğini yapmasını sağlıyor. Beş gün

önce on numaralı kurbanın peşine düşmüş, kafasına öyle hızlı

54 —

ve öyle sık sık vurmuş ki, kadın on iki saat sonra hastanede

öldü. Cinayet masası işe bu yüzden karışıyor.»

Sarışın kadın, «Benim anlayamadığım, etrafta vermeye gö-

Page 68: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nüllü kadınlar varken erkeklerin neden zorla almaya kalkıştık-

ları,» dîye söze karıştı. Tony’ye göz kırptı, ama o gerisingeri

göz kırpmadı.

Frank konuştu. «Kadın ötmeden önce saldırganı öyle bir

tarif etmiş ki, Bobby’ye ısmarlama eldiven gibi uyuyor. Eğer

o sinsi itle ilgili bir şey biliyorsan öğrenmek zorundayız.»

Otto bütün hayatını casus filmleri izleyerek geçirmiş biri

değildi. Bir hayli polis filmi seyretmişliği de vardı. «Demek

şimdi onu birinci derece cinayetten arıyorsunuz,» dedi.

Tony, «Birinci derece, üstüne bastın,» diye karşılık verdi.

«Bana soru sormak gerektiğini nereden bildiniz?»

«On kadının yedisini bekârların gittiği barların otoparkla-

rında bulmuş...» ,

«Bizim otoparkta değil ama,» diye onun sözünü kesti Otto.

Savunmaya geçmiş gibiydi. «Bizim otopark çok iyi ışıklandınl-

mıştır.»

Tony, «Orası doğru,» dedi. «Ama biz kentteki tüm bekâr

barlarını dolaşıyoruz, barmenlerle, sık gelen müşterilerle konu-

şuyoruz, bu resimleri gösterip Bobby Valdez’le ilgili bir ipucu

bulmaya uğraşıyoruz, Century City’de birkaç kişi bize onu bu-

rada gördüklerini söylediler ama pek de emin değildiler.»

«Buraya geldiği doğru,» dedi Otto.

Adamı yeterince yağlamış olduklarını düşünen Frank sor-

guyu yeniden devraldı. «Demek burada patırtı çıkardı, sen bar-

dak numaranı yaptın, o da sana kimliğini gösterdi.»

«Evet.»

«Kimlikteki isim neydi?»

Otto kaşlarını çattı. «Emin değilim.»

«Rofaert Valdez miydi?»

«Sanmıyorum.»

Page 69: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hatırlamaya, çalış.»

«İspanyol adıydı.»

«Valdez de ispanyol adı.»

«Bu ondan da İspanyoldu.»

«Nasıl yani?»

55 —

«Şey... daha uzun bir kelime. İçinde iki tane Z vardı.»

«Z mi?»

«Q da vardı. Bilirsiniz o tür isimleri. Ve!azquez falan gibi.»

«Velasquez miydi?»

«Hayır. Ama o tip isim.»

«V ile mi başlıyordu?»

«Emin değilim. Ben kulağa gelişini anlatmaya çalışıyorum.»

«Ya ilk adı?»

«Galiba onu hatırlıyorum.»

«Neydi?»

«Juan.»

«J-U-A-N mı?»

«Evet. Çok İspanyol.»

«Kimlikte adrese dikkat ettin mi?»

«Ona bakmıyordum.»

«Nerede oturduğundan söz etti mi?»

«Pek dostluk ediyor sayılmazdık.»

«Kendisi hakkında hiçbir şey söyledi mi?»

«İçkisini sessizce içti, çıktı, gitti.»

«Bir daha da gelmedi, öyle mi?»

«Öyle.»

Page 70: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Emin misin?»

«En azından, benim vardiyamda gelmedi.»

«Belleğin sağlam.»

«Yalnız hır çıkaranları ve güzelleri hatırlarım.»

Frank, «Resimleri müşterilerinden bazılarına da göstermek

isteriz,» dedi.

«Tabii. Buyurun.»

Tony Clemenza’nm yanında oturan sarışın, «Ben daha ya-

kından bakabilir miyim?» diye atıldı. «Belki geldiğinde ben de

‘buradaydım. Belki onunla konuşmuşumdur bile.»

Tony resimleri alıp taburesini çevirdi.

Kız da ona döndü, güzel dizlerini onunkiiere dayadı. Resim-

leri alırken bir an parmakları Tony’ninkiler üzerinde kaldı. Göz

temasına çok inanıyordu bu kız besbelli. Tony’nin gözlerinin

içine, hatta dosdoğru beynine bakar gibiydi. Belki de kafatası-

nın arkasından dışarıya.

«Adım Judy. Seninki ne?»

56 —

«Tony Clemenza.»

«Biliyordum italyan olduğunu. Derin kara gözlerinden an-

lamıştım.»

«Hep ele verir gözlerim beni.»

«Gür siyah saçların da. Ne kadar kıvırcık!»

«iGömleğimdeki spagetti sosu lekeleri de, öyle mi?»

Kız onun gömleğine baktı.

Tony, «Leke yok oshnda,» dedi.

Kız kaşlarını çattı.

Page 71: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Şakaydı. Küçük bir şaka.»

«Ya a,..»

«Bobby Valdez’i tanıdınız mı?»

Kız sonunda resimlere baktı. «Hayır. Geldiğinde burada de-

ğifmişim herhalde. Ama... çirkin sayılmaz, değil mî? Hatta şirin

bile.»

«Bebek yüzlü.»

«İnsan küçük kardeşiyle çıkmış gibi olur. Sapık bir şey.»

Sırıttı.

Tony resimleri ondan aldı.

Kız, «Giydiğin takım çok güzel,» dedi.

«Teşekkür ederim.»

«Kesimi gerçekten iyi.»

«Teşekkür ederim.»

Bu yalnızca özgür bir kadının seks yaklaşımı değildi. Tony

hoşlanırdı özgür kadınlardan. Ama bu biraz farklıydı. Biraz sa-

pıkça. Kırbaçtı, zincirli türden. Belki daha da beteri. Kız onun

kendini lezzetli bir lokma gibi hissetmesine neden oluyordu. Gü-

müş tepside kalmış son kızarmış ekmek ve havyar lokması

gibi.

«Böyle yerlerde takım elbiseye seyrek rastlanıyor artık,»

dedi kız.

«Öyle herhalde.»

«Dar tişörtler, blucinler, deri ceketler, Holtywood tipi... hep

bu görülür böyle yerlerde.»

Tony hafif öksürüp boğazını temizledi. «Eh,» dedi tedirgin

bir sesle. «Bize elinizden geldiği kadar yardım ettiğiniz İçin size

teşekkür etmek isterim.»

«Ben güzel giyinen erkeklerden hoşlanırım,» dedi kız.

Page 72: Dean R. Koontz - Fısıltılar

57 —

Bakışları tekrar kenetlendi, Tony onun gözlerinde obur bir

açlığın, hayvansı bir ihtirasın titreştiğini farketti. Kıza uyup

onun evine gitse, kapının o girer girmez canavar dişleri gibi

kapanacağını hissediyordu. Kız bir anda üzerine atlayacak,

onu çevirip döndürecek, kendisi mide özsuyuymuş gibi onu eri-

tip sindirmeye çalışacak, parçalayıp öğütecek, kendi benliğine

katacak, dsşarda zerresini bırakmayacaktı.

Tony, «İşimize dönmemiz gerek,» diyerek bar taburesin-

den indi. «Görüşürüz.»

«Umarım.»

On beş dakika boyunca Tony ile Frank, Bobby Valdez’in

resimlerini Paradise’m müşterilerine gösterdiler. Masadan ma-

saya dolaşırlarken orkestra da Rolling Stones, Elton John ve

Bee Gees şarkılarını, Tony’nin dişlerini zangırdatan bir gürül-

tüyle çalıyordu. Boşuna uğraşmaktaydılar. Paradise’da kimse

hatırlamıyordu bebek suratlı katili.

Çıkarlarken Tony, Otto’nun margarita’ları hazırladığı bara

tekrar uğradı. Sesini duyurabilmek için bağırarak, «Söylesene

bana,» dedi.

«Ne istersen sor,» diye karşılık verdi Otto.

«İnsanlar bu tür yerlere birbirine rastlamak için gelmiyor

mu?»

«Bağlantı kurmak için. Amaç bu.»

«O halde neden bekâr barlarının çoğunda bu tür orkest-

ralar var?»

«Nesi var orkestranın?»

Page 73: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Kusuru çok. Ama en önemlisi, fazla yüksek sesli.»

«Eeee?»

«İnsanlar bu gürültüde nasıl ilginç bir sohbet başlatabilir?»

«İlginç sohbet mi?» dedi Otto. «Arkadaş, insanlar buraya

ilginç sohbet için geimezler. Birbirini bulmaya, birbirini yok-

lamaya, birlikte yatmaktan hoşlanıp hoşlanmayacaklarını an-

lamaya gelirler.»

«Sohbet etmezler mi?»

«Baksana şunlara. Dön de bak. Ne konuşabilir ki bunlar?

Müzik yüksek sesli olmasa elleri ayaklarına dolanırdı.»

, «Bütün o sessizlikleri kendileri doldurmak zorunda kalır

.kırdı.»

58 —

«Ne kadar iyi anladın. Başka baro giderlerdi.»

«Müziğin yüksek olduğu, vücut dilinden başka dile gerek

olmadığı bir yere.»

Otto omuzlarını kaldırdı. «Çağın simgesi,» dedi,

«Belki de ben başka bir çağda yaşamalıydım.»

Tony dışarı çıktığında hava ılıktı. Ama birazdan serinle-

yeceği belliydi. Denizden doğru ince bir sis yaklaşmaktaydı.

Tam da sis sayılmazdı, ama nemli, yağlı bir soluk gibi havada

asılı kalıyor, sokak ışıklarının çevresinde haleler oluşturuyordu.

Frank işaretsiz polis sedanının direksiyonunda beklemek-

teydi. Tony yolcu koltuğuna bindi, kayışı tokaladı.

Günü bitirmeden önce bir tek yere daha uğrayacaklardı.

Century City’deki müşteriler, Bobby Valdez’i The Big Oucke

adlı barda da gördüklerini söylemişlerdi. Hollyvvood tarafında,

Page 74: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Sunset Bulvarı üzerinde bir barda.

Kent merkezine doğru giden trafik orta ile yoğun arasıy-

dı. Frank genellikle sabırsızlanır, şeritten şeride geçerdi. Kor-

naya dokunur, frene basar, birkaç arabayı aşmak isterdi. Ama

bu gece öyle yapmıyordu. Akıntıyla gitmeye razı oluyordu bu

gece.

Tony içinden, acaba Frank Howard, Otto’yla felsefe mi ka-

nuştu, diye merak etti.

Bir süre sonra Frank, «Onu kapabilirdin,)) deyiverdi.

«Kim?»

«O sarışını. Judy’y’s.»

«Görev basındaydım, Frank.»

«’Daha sonrası için bir şey ayarlayabilirdim. Can atıyorclu

sana.»

«Tipim değil.»

«Nefisti.»

«Öldürür öylesi insanı.»

«Ne?»

«Beni çiğ çiğ yerdi.»

Frank bu noktayı iki saniye kadar düşündü, sonunda, «Saç-

ma,» dedi. «Fırsat bulsam ben kapardım onu.»

«Yerini biliyorsun.»

«Belki sonra oraya dönerim. İşimiz bitince.»

«Öyle yap,» dedi Tony. «Kızın seninle işi bittiği zaman da,,.

59 —

hangi hastanedeysen seni görmeye gelirim.»

«Allah kahretsin, neyin var senin? O kadar da olağanüstü

Page 75: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bir kadın değildi. O tür şeyleri kolayca idare eder insan.»

«Belki de ben o yüzden istemiyorum.»

«Sen bana yolla Öylesini.»

Tony Clemenza yorulmuştu. Elleriyle yüzünü silerken sanki

yorgunluk bir maskeymiş de onu çıkarıp atabilirmiş gibi dav-

ranıyordu, «fazla alışkındı. Fazla pişkindi.»

«Sen ne zamandan beri muhafazakâr oldun?»

«Değilim,» dedi Tony. «Ya da... evet, kabul, belki öyleyim.

Biraz. İçimde, bir köşede biraz muhafazakârlık var. Tanrı da

biliyor ya, ‘anlamlı ilişki’ dedikleri şeyi ben de birkaç kere tat-

tım. O kadar saf sayılmam. Ama kendimi Paradise gibi bir yer-

de ava çıkmış olarak, kadınları tilki sayıp taze et arar durum-

da göremiyorum. Bir kere, o orkestra sustuğu zamanlar iki laf

ederken gülmemi tutamam. Beni o rolde düşünebiliyor musun?

“Merhaba, ben Tony. Adın ne? Burcun ne? Numara falına ina-

nır mısın? Meditasyon kurslarına gittin mi? Kozmik enerjinin

inanılmaz bütünlüğüne inanıyor musun? Kaderin kozmik bir

bilincin uzantısı olduğu kanısında mısın? Bizim karşılaşmamız

kader mi sence? İkimiz tüm kötü karma’dan sıyrılıp iyi bir enerji

gestaJt’ı yaratabilir miyiz dersin? Düzüşmek ister misin?»

Frank, «Düzüşme dışında, dediklerinden tek kelime an-

lamadım,» dedi.

«Ben de öyle. Demek istediğim de bu. Paradise gibi bir

yerde sohbet hep plastik bir sohbet. Parlak yüzeyli kof laflar.

Amacı da herkesi mümkün olduğu kadar az bir sürtüşmeyle

yatağa yöneltmek. Paradise’da bir kadına hiçbir önemli şey

sormazsın. Duygularını, yeteneklerini, korkularını, umutlarını, is-

teklerini, ihtiyaçlarını, rüyalarını. Bir yabancıyla yatağa girmiş

olursun. Hatta daha beter. Kendini bir tilkiyle sevişir bulursun.

Page 76: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Erkek dergilerinden kesilmiş bir resimle. Bir kadın yerine bir

imaj. Bir insan yerine birkaç kilo et. Buna sevişmek denemez.

Bu yalnızca bir vücut ihtiyacını doyurmak. Bir yerin kaşınınca

kaşımaktan farkı yok. Ya da tuvalete gidip barsaklarını boşalt-

maktan. Eğer bir erkek seksi bu düzeye indiriyorsa, evinde otu-

rup eliyle idare etsin, daha iyi.»

60 —

Frank, bir kırmız! ışıkta durabilmek için fren yaptı. «Eile

ağız seksi yapılamaz.»

«Tanrım, Frank, bazen çok kaba olabiliyorsun.»

«ıPratik insanım ben.»

«Benim söylemeye çalıştığım, en azından benim için, ka-

dınını tanımadıkça dans etmek zahmetine değmez. Ben dis-

kolara gidip kendi koreografime hayranlık duyabileceklerden

değiNm. Kadının adımlarını bilmek, nasıl hareket etmek istedi-

ğini öğrenmek zorundayım. Nedenini de. Ne hissediyor, ne dü-

şünüyor. O kadın senin gözünde bir anlam taşıyorsa, bir birey-

se, kendine özgü bir insansa, seks çok daha iyidir. Bazı yerleri

yuvarlak bazı yerleri ince bir vücut olmakla kalmamalı, benzer-

siz bir kişilik olmalı. Kendi oyukları, kovukları olan, kendi tec-

rübelerinin izlerini taşıyan bir karakter olmalı.»

«Kulaklarıma inanamıyorum,» dedi Frank arabayı tekrar

harekete geçirirken. «İçine aşk karışmamış seksin bayağı ve

doyum getirmez olduğu yolundaki zırvalan tekrarlıyorsun ba-

na.»

«Ben ölümsüz aşktan söz etmiyorum. Bozulmaz yeminler-

den, ebedi sadakatten de söz etmiyorum. Birini kısa bir süre

Page 77: Dean R. Koontz - Fısıltılar

için sevebilirsin. Bazı ayrıntılar yüzünden. İlişkinin fiziksel ya-

nı bittikten sonra da onu sevmeyi sürdürebilirsin. Ben nice eski

sevgilimle dostumdur, çünkü birbirimize tüfeğin arpacıklarıy-

mış gibi bakmıyorduk. Yatağı paylaşmayı kestikten sonra bile

ortak bazı şeylerimiz vardı. Bak, ben yatağa girmeden önce,

bir kadının yanında soyunup ona kendimi açmadan önce, onun

kendini bazı bakımlardan özel biri gibi hissetmesini isterim.

Benim için değerli olduğunu, tanımaya değer biri olduğunu,

onu kendimi göstermeye lâyık bulduğumu, bir süre için onun

parçası olmak istediğimi bilmeli.»

«Saçma,» dedi Frank kaşlarını çatarak.

«Ben böyie hissediyorum.»

«Sana bir uyarıda bulunayım.»

«Söyle.»

«Ömründe duyacağın en iyi öğüt.»

«Dinliyorum.»

«Gerçekten aşk diye bir şeyin var olduğuna inanıyorsan,

sahiden ve içtenlikle bu aşkın nefret ve korku kadar güçlü bir

61 —

şey olduğuna inanıyorsan, o zaman kendini pek çok acılara

aday kılıyorsun demektir. 0 bir yalan. Koskoca bir yalan. Ya-

zarların kitap satabilmek için icat ettiği bir şeydir aşk.»

«Ciddi olamazsın.» ,

«Bok, olamam.» Frank bir anlığına gözlerini yoldan ayırdı,

Tony’ye acıyan bakışlarla baktı. «Kaç yaşındaydın sen... otuz

üç mü?»

«Otuz beşe yakın.» Frank tekrar yola baktı, ağır giden bir

Page 78: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kamyonu solladı. Kamyona hurda demir yüklenmişti.

«Eh, ben senden on yaş daha büyüğüm,» dedi Frank. «Bu

yüzden, yaşla gelen olgunluğa kulak ver. Er geç kendini havai

birine âşık sanacaksın. Sen onun güzel ayaklarını öpmek üze-

re eğilirken o sana tekmeyi patlatacak. Zaafını belli edersen

kesinlikle kalbini kıracak. Sevgi? Tamam. Ona diyeceğim yok.

Şehvete de. Asıl kelime şehvet, dostum. İşin anahtarı o. Ama

aşk değil. Yapman gereken şey bu aşk martavallarını unutmak.

Eğlenmene bak. Gençliğinde yaşayabildiğin kadar yaşa. Seviş

ve koç. O zaman incinmezsim Ama aşk hayalleri kurmaya dalar-

san kendini aptal durumuna düşürürsün. Tekrar tekrar. Sonun-

da da seni mezara tıkarlar işte.»

«Bu bana göre fazla sinik bir düşünce.»

Frank omuzlarını kaldırdı.

Altı ay önce kötü bir boşanma geçmişti başından. Ruhu

hâlâ ekşiydi.

«Hem sen kendin de o kadar sinik değilsin,» dedi Tony.

«Bu dediklerine gerçekten inandığını sanmıyorum.»

Frank bir şey söylemedi.

Tony, «Sen duygulu bir insansın,» dedi.

Frank tekrar omuzlarını kaldırdı.

Tony bir iki dakika boyunca, ölen sohbeti yeniden dirilt-

meye çalıştıysa da, Frank artık bu konuda tüm söyleyeceklerini

söylemişti. Her zamanki sfenks sessizliğine gömüldü. Bu ka-

darını bile söylemesine şaşmak gerekirdi, çünkü Frank fazla

konuşan insanlardan değildi. Şimdi Tony düşünüyordu da, de-

min sona eren o konuşma aralarında geçmiş en uzun konuş-

maydı.

Tony ile Frank Ho!ward ikili ekip olarak çalışmaya üç ay

62 —

Page 79: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kadar önce başlamışlardı, Tony hâlâ emin değildi bu işin yürü-

yeceğinden.

? Birçok bakımdan birbirlerinden öyle farklıydılar ki! Tony

çok konuşurdu. Frank cevap olarak homurdanmaktan başkası-

nı pek ender yapardı. Tony’nin işi dışında pek çok ilgi alanları

vardı: sinema; kitaplar, yemekler, tiyatro, müzik, resim, kayak,

koşu. Anlayabildiği kadarıyla Frank’in en çok önem verdiği şey

işiydi. Onun dışında pek bir şeye aldırış ettiği yoktu. Tony’ye

göre bir dedektifin elinde tanıktan bilgi almak için pek çok

araç vardı. Bunlar arasında yumuşaklık, nezaket, anlayış,

espri, sempati, kendini onun yerine koyabilme, dikkat, çekici-

lik, ısrar, zekâ... ve tabii çekingenlik yaratmak ve ender ola-

rak hafif baskı uygulamak bulunabilirdi. Frank ise yalnızca ıs-

rar, zekâ ve çekingenlik yaratmayı kullanarak, gereğinden biraz

fazla baskı uygulaması da ekleyerek işi idare edebileceği ka-

nısındaydı. Tony’nin listesindeki diğer yaklaşımları hiç kullan-

mıyordu. Sonuç olarak en azından haftada iki kere Tony onu

usturuplu ama kesin biçimde frenlemek zorunda kalıyordu.

Frank gözlerini devire devire, kanı kaynaya kaynaya sinirlenir-

di. Bir gün içinde birkaç şey birden ters giderse tepkisi genel-

likle bu olurdu. Tony ise hemen her zaman sakindi. Frank bir

seksen yedi boyunda, yapılı, taş gibi sağlamdı. Tony bir dok-

san dört, ince, dağınık görünüşlüydü. Frank sarışın ve mavi

gözlü, Tony esmerdi. Frank surat asıp duran bir kötümserken

Tony iyimserdi. Bu kadar ters olmalarından ötürü bazen ekip

yürümeyecekmiş gibi görünüyordu.

Ama buna karşılık bazı bakımlardan da birbirlerine benzi-

Page 80: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yorlardı. Bir kere, işi ikisi de günde sekiz saatlik diye düşün-

müyor, iş saati bitince polisliği bir kenara bırakmıyorlardı. Sık

sık akşamları iki, bazen üç saat da fazladan çalışır, bunu me-

sai almadan yapar, ikisi de yakınmazlardı. Üstünde çalıştıkları

vakanın sonlarına doğru, ipuçları giderek daha hızlı gelmeye

başlayınca, gerektiğinde izinli günlerinde de çalışırlardı. Kimse

otlardan fazla mesai yapmalarını istemediği, kimse emretme-

diği halde. Bu seçimi kendi kendilerine yapıyorlardı.

Tony’nin gerektiğinden fazlasını emniyet emrine vermesi-

nin nedeni, hırslı bir insan olmasıydı. Ömrünün sonuna kadar

böyle dedektif kalmak niyetinde değildi. Terfi etmek, belki en

63 —

tepeye varmak istiyordu. Orada ücret de, emeklilik de çok daho

tatminkârdı. Kalabalık bir İtalyan ailesinin çocuğu olarak bü-

yümüştü. O ailede çalışkanlık tıpkı Katoliklik kadar önemli,

âdeta bir din ağıriığındaydı. Babası terziydi. Bu ülkeye göçmen

olarak gelmişti. Çocuklarının başının üzerinde bir dam bulun-

durmak, onlan giydirmek, yedirmek için çok çalışırdı. Sık sık da

iflâsın eşiğine gelmiş, yoksulluğun korkusuyla yaşamıştı. CSe-

menza ailesinde pek çok hastalıklar birbirini izlemiş, beklen-

medik hastane ve eczane faturaları yaşlı adamın kazandıkları-

nın pek büyük bir kısmını silip süpürmüştü. Daha Tony çocuk-

ken, paradan, aile bütçesinden anlayacak yaşa gelmemişken,

yoksulluk korkusunu tutmamışken, düzinelerce nutuk dinlemişti

babasından. Bunların hepsi mali sorumlulukla ilgiliydi. Carlo

ona hemen her gün çok çalışmanın önemini anlatır, parayı iyi

kullanmayı, hırslı olmayı öğütler, iş güvenliğinin aîtını çizerdi.

Page 81: Dean R. Koontz - Fısıltılar

İhtiyar adam ClA’in beyin yıkama servisinde çalışsa yeriydi.

Tony öyle koşullanmış, babasının korkularını ve ilkelerini öyle

benimsemişti ki, otuz beş yaşma vardığı halde, dolgun bir ban-

ka hesabı ve güvenli bir işi olduğu halde, işinden iki üç gün

uzak kaldı mı, kendini tedirgin hissediyordu. Uzunca bir tatile

çıksa, bu bir zevk olmaktan çok bir ıstırap oluyordu. Her hafta

saatlerce fazia mesaiyi bedava yapmasının nedeni, Carlo Cie-

menza’nın oğlu olmasıydı. Carlo Clemenza’nın oğlu başka türlü

yapamazdı.

Frank Howard’ın kendini tümüyle emniyet emrine vermesi-

nin nedenleri ise daha başkaydı. Ondaki hırs başkalarından

fazla değildi görünüşe göre. Paraya da pek aldırdığı yoktu.

Tony’nin görebildiği kadarıyla Frank’in fazla saatlerini bu işe

vermesi, ancak çalışıyorsa kendini yaşıyor saymasındandı. Ci-

nayet dedektifi olmak, oynamasını bildiği tek roldü. Bu ona

bir değer duygusu, bir amaç veriyordu.

Tony gözlerini önlerindeki arabaların stop lambalarından

ayırıp ekip arkadaşının yüzünü inceledi. Frank bunun farkına

varmadı. Dikkatini trafiğe vermişti. Gözü yoldaki diğer taşıtları

kolluyordu. Ön paneldeki yeşil ışıklar yüz hatlarını aydınlatıyor,

o hatların sertliğini gösteriyordu. Klasik anlamda yakışıklı sa-

yılmazdı. Ama kendine göre hoştu. Alnı geniş, mavi gözleri çu-

kur, burnu biraz iri ve keskin çizgili, ağzı biçimli, genellikle ger-

64 —

gin ifadeli, çenesi güçlüydü. Yüzü kesiniikie kuvvet ve çekicilik

yansıtıyor, teslim olmaz bir inatçılık izlenimi veriyordu. Frank’

in evine girince oturup bir tür transa girdiğini, bu transın sa-

Page 82: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bahın sekizine kadar sürdüğünü gözde canlandırmak hiç de zor

değildi.

Uzun saatler boyunca çalışmaktaki isteklerine ek olarak,

Tony ile Frank’in başka ortak noktaları da vardı. Sivil dedek-

tiflerin çoğu eski giyim kurallarına çoktan boş vermiş olduğu,

işe blucinle, rahat kılıklarla geldikleri halde, Tony ile Frank

hâlâ geleneksel tipte giyinmeye, kravat takmaya inanıyorlardı.

Kendilerini birer profesyonel olarak görüyorlardı onlar. Özel be-

ceriye ve eğitime gereksinim gösteren bir iş yapıyorlardı. Avu-

kat kadar, öğretmen kadar, hatta daha önemli. Oysa blucin-

lerin profesyonel imaja katkısı olamazdı. İkisi de sigara içmez-

lerdi. İkisi de görevdeyken içki içmezlerdi. Ayrıca ikisi de kır-

tasiye işlerini diğerinin omzuna yüklemeye çalışmazlardı.

Böyle olunca, belki de bu ekip işi başarılı olur, diye dü-

şünüyordu Tony. Belki zamanla onu daha çok cazibe, daha az

kuvvet kullanmaya inandırırım tanıklarla konuşurken. Kitap gi-

bi, resim gibi, tiyatro gibi konulara ilgisini çekemesem bile, belki

sinemaya, yemeklere ilgisini çekebilirim. Ona uyum sağiayama-

mamın nedeni, beklentilerimi çok yüksek tutmam. Ama, Tan-

rım... keşke öyle surat asıp oturacağı yerde biraz konuşsa.

Cinayet dedektifi olarak çalıştığı sürece herkesten böyle

fazla şeyler bekleyecekti Tony. Bunun da nedeni beş yıl boyun-

ca, yani geçen Mayıs’ın yedisine kadar hemen hemen kusur-

suz bir ekip arkadaşıyla çalışmış olmasıydı. ivfichae! Savatino’y-

lo. Michael’la ikisi İtalyan ailelerin çocuklarıydı. Paylaştıkları

etnik anıları vardı. Ortak acılan, zevkleri vardı. Daha da önem-

lisi, çalışmalarında aynı yöntemleri uyguluyorlardı. İş dışı zevk-

lerinin çoğu da ortaktı. Michael okumaya çok meraklıydı. Sine-

maya tutkundu. Mükemmel bir aşçıydı. Birlikte geçirdikleri gün-

ler hayranlık uyandırıcı sohbetlerle dolu olurdu.

Page 83: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Geçen Şubat ayında Michael’la karısı Paula harta sonunu

geçirmek üzere bas Vegas’a gitmişlerdi. Orada iki şov sey-

retmiş, Baîtista’nın Duvardaki Delik lokantasında iki kere ak-

şam yemeği yemişlerdi. Bir düzine Keno kartı doldurmuş, hiç-

bir şey kazanmamışlardı. İki dolarlık yirmibir oynayıp altmış

85

Fısıltılar — F. : 5

dolar kaybetmişlerdi. Oradan ayrılmalarına bir saat kala Paula

para makinesine bir madeni dolar atmış, kolu çekmiş, iki yüz

yirmi bin dolardan biraz fazla para kazanmıştı.

Polislik zaten hiçbir zaman Michael’ın en çok istediği, mes-

lek değildi. Tony gibi o da güvenli bir iş aradığı için kalıyordu

bu meslekte. Polis akademisinden mezun olmuş, üniformalı

devriye polisliğinden dedektifliğe oldukça çabuk yükselmişti.

Memurluk insana maddi güven sağladığı için. Ama Mart ayın-

da ‘Michael emniyete altmış gün sonra ayrılacağını bildirmiş,

Mayı s’ta da çıkmıştı işten. Yetişkinlik hayatının büyük bölümü

boyunca hep bir lokanta sahibi olmak istemişti. Beş hafta ön-

ce de Savatino lokantasını açmış bulunuyordu. Küçük ama

aslına uygun bir İtalyan ristcrento’su. Santa Monica bulvarı üze-

rinde, Century City’ye pek de uzak olmayan bir yerde.

Bir hayal, gerçek olmuştu.

Tony içinden, acaba benim de hayalimin gerçek olması ne

Page 84: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kadar bir olasılık, diye geçirdi. Gözleri içinden geçmekte olduk-

ları kentin gece manzarasındaydı. Acaba benim de Vegas’a gi-

dip iki yüz bin dolar kazanmam, polislikten ayrılmam, ressam

olarak şansımı denemem ne kadar bir olasılık?

Bu soruyu yüksek sesle sormak zorunda değildi. Frank Ho-

ward’ın görüşüne ihtiyacı yoktu. Cevabı zaten biliyordu. Şansı

ne kadar mıydı? Hemen hemen hiç. Babasının kayıp bir Arap

prensi olduğunu öğrenme şansı ne kadarsa, bu da o kadardı.

Michael Savatino nasıl hep lokanta sahibi olmayı özlemiş

durmuşsa, Tony Clemenza da hayatını ressam olarak kazan-

mayı özleyip durmuştu. Yeteneği vardı. Çeşitli türlerde güzel

eserler yaratmıştı. Kara kalem, mürekkep, suluboya, yağlı boya.

Yalnız teknik açıdan yetenekli olmakla kalmıyordu. Keskin ve

benzersiz bir yaratıcılığı, bir hayal gücü de vardı. Belki de

eğer orta halli bir ailenin çocuğu olarak doğsa, hiç değilse

mütevazi mali güvenceyle büyüse, iyi bir okula gider, en iyi

eğitmenlerden ders alır, Tanrı vergisi yeteneklerini yönlendirip

çok başarılı olabilirdi. Ama onun yerine, kendini yü2lerce sanat

kitabıyla kendisi eğitmiş, çeşitli malzemeyle binlerce deney ya-

pıp deneme yanılma yöntemiyle öğrenmeye çalışmıştı. Üstelik

özgüven eksikliği de çekiyordu. Herhangi bir dalda kendi ken-

dini eğitenlerin hepsi gibi. Dört sanat yarışmasına katılmış, iki-

66 —

sinde kendi dalında birincilik ödülü kazanmış olmasına karşın,

işinden çıkıp yaratıcı hayatc atılmayı hiçbir zaman ciddi ola-

rak düşünmemişti. Bu konu onun gözünde yalnızca hoş bir ha-

yaldi. -Carta Clemenza’nın çocuğu asla güvenli maaş çekinden

Page 85: Dean R. Koontz - Fısıltılar

vazgeçip de serbest hayata atıîamazdı. Meğer kî Las Vegas’

dan gelen bir serveti sağlam biçimde önceden bankaya yatrr-

mtş oisun.

Michae! Savatino’rvun bu güzel talihini kıskanıyordu. Hâlâ

çok yakın arkadaştılar tabii. Michael’ın hesabına çok sevindiği

de bir gerçekti. Pek çok. İçtenlikle. Ama aynı zamanda da kıs-

kanıyordu. İnsandı ne de oisa. Zihninin gerisinde hep aynı soru

göz kırpıp duruyordu. Neon ilan gibi. Neden bcmo olmadı?

Frank frene basıp Tony’yi rüyasından uyandırdı, kornaya

yüklendi, trafikte önünü kesip giren Corvette’e itiraz etti. «Eş-

soğlu eşek!»

«Yavaş ol, Frank.»

. . «Bazen keşke hâlâ üniformalı trafik polisi olsaydım diyo-

rum.»

«Böyle bir şeyi aslında hiç istemiyorsun.»

»Canına okurdum itin.»

«Ama belki de uyuşturucu çekmiş olur ya da gerçekten

deli olduğu anlaşılırdı, insan trafik bölümünde uzun süre ça-

îıştı mı, dünyanın ne kaçıklarla dolu olduğunu unutuyor. Dik-

katsizieşiyar. Belki onu durdurur, elinde ceza fişleriyle araba-

nın kapısına yürürdün, o da seni bir tabancayla karşılardı. Yo,

trafikçiltkten temelli uzaklaştığıma şükrediyorum. Cinayet ma-

sasıyla çalışırken bari kimlerle uğraştığını bilirsin. Karşında ta-

bancalı, bıçaklı birini bulmaya hazırlıklı olursun. Beklenmedik

bîr sürprizle karşılaşma ihtimalin çak azalır.»

Frank yeni bir tartışmaya girmeye niyetli değildi. Gözlerini

yoiddn ayırmıyordu. Hafifçe homurdandı, sonra tekrar sessiz-

teşti.

Tony içini çekti, yan camlardan geriye doğru kayan man-

Page 86: Dean R. Koontz - Fısıltılar

zaraya bir ressamın gözüyle baktı, daha önce gözden kaçırdığı

ayrıntıları, güzellikleri aradı.

Desenler.

Her manzara... deniz olsun, orman olsun, sokak olsun, bina

olsun, binadaki odalar olsun, insan olsun, eşya olsun... hep-

67 —

sinin kendine özgü bir deseni vardı. Bir manzaranın içindeki de-

senleri farkedince insan o desenlerin ötesine, onları oluşturan

yapının kendisine bakabilmeye başlardı. Yüzey uyumunun han-

gi yöntemle sağlandığını anlayınca, her konunun en derin an-

lamını ve mekanizmasını anlamak, onun güzel bir tablosunu

oluşturmak mümkündü. Fırçalan eline alıp tuvale yürüyen in-

san önceden bu analizi yapmamışsa, güzel bir resim yaratsa

da, bir sanat eseri yaratmış sayılmazdı.

Desenler.

Frank Howard, VVilshire üzerinden doğuya, The Big Guake

adlı Hollyvvood bekârlar barına doğru ilerlerken Tony kentin

gece görünümündeki desenleri arıyordu. Santa Monica’dan ilk I

yola çıktıklarında, denize bakan evlerin alçak siluetleri, yüksek

palmiyeler falan vardı. Dingin ve uygar, oldukça varlıklı bir

manzara. Westwood’a girerken genel manzara değişti. Yüksek

iş hanları, dikdörtgen bina siluetlerinin dikdörtgen pencerele-

rinden saçılan ışıklar. Bu düzenli görünüm, büyük şirketler dün-

yasıydı. Modern düşünceydi. Deminkinden daha büyük servet-

lerin ifadesiydi. Westwood’dan Beverly Hills’e girdiler. Büyük

kentin dokusunda apayrı bir cepti burası. Los Angeles polisi

buradan geçebilir, ama yetki kullanamazdı. Beverly Hills’de de-

Page 87: Dean R. Koontz - Fısıltılar

senler yumuşak, lüks, çok şıktı. Koca evler, güzei park ve bah-

çeler, yeşillik, kibar dükkânlar, aşırı pahalı otomobiller. ‘VVils-

hire bulvarından Santa Monica bulvarına, oradan Doheny’ye ka-

dar manzara giderek zenginleşmeyi sürdürüyordu.

Doheny’den kuzeye saptılar, tepelere tırmandılar, Sunset (*)

bulvarına varınca sağa döndüler, Hollyvvood’un kalbine yönel-

diler. İki blok boyunca bu ünlü cadde, adına uygunluğunu gös-

terdi. Sağ tarafta Scandia vardı. Buranın en lüks lokantaların-

dan biri. Böylelerinin sayısı tüm ülkede altıyı geçmezdi zaten.

Sonra pırıl pırıl diskolar göründü. Sihir gösterilerinde uzman-

laşmış bir gece kulübü. Bir hipnotizmacının açtığı ve yönettiği

bir kulüp daha. Komedi kulüpleri. Rock and Rolıl kulüpleri. Si-

nemalarda oynayan filmlerin dev afişleri. Işıklar, ışıklar, yine

ışıklar. Eskiden bu caddede üniversite araştırmaları yapılmıştı.

(*) Güneş batışı.

68

Devlet raporları bu yörenin ülkedeki en zengin yöre olduğunu

yazardı. Belki de dünyada en zengin. Ama Frank doğuya doğru

ilerlemeyi sürdürürken az sonra bu şatafat solmaya başladı.

Los Angeles’te bile oluyordu bu bozulma. Desenler belli belir-

siz, ama kesinlikle kanserieşiyordu. Kentin sağlıklı eti üzerinde

habis şişkinlikler belirmeye başlamıştı. Ucuz barlar, striptiz ku-

lüpleri, pancurlarla kapalı bir benzinci, pırıltılı masaj salonları,

yalnız yetişkinlere kitap satan bir kitapçı dükkânı, restorasyo-

na şiddetle ihtiyaç duyan birkaç bina, sonra onlara benzer da-

ha çok sayıda binalar. Hastalık bu kesimde henüz öldürücü

değildi. Ama her gün sağlıklı bölümlerin birazını daha yutuyor-

Page 88: Dean R. Koontz - Fısıltılar

du. Frank’le Tony’nin daha uzağa gitmeleri gerekmedi. The Big

Quake hemen ilerdeydi. Kırmızı mavi ışıklar ortasında birden-

bire, sağdaki bir sokakta kendini gösterdi.

içerisi Paradise’a oldukça benziyordu. Yalnız dekoru renk-

li ışıklara, kromajlara, aynalara biraz daha fazla dayalıydı. Müş-

teriler şıklığa biraz daha özen göstermiş, dünyadan daha ha-

berdar, biraz daha güzeldiler. Ama Tony’nin gözünde desen

yine Santa Monica’daki barın aynıydı. İhtiyaçların, özlemlerin,

yalnızlıkların desenleri. Umutsuzluk, yamyamlık yansıtan de-

senler.

Barmen onlara yardımcı olamadı. Bilgi verebilen tek müş-

teri, uzun boylu, menekşe gözlü bir esmerdi, Bobby’yi Janus’ta

bulacaklarından emindi kadın. Westwood’daki bir diskotekte.

Hem dün gece, hem önceki gece görmüştü onu orada.

Dışarıya çıkıp otoparka yürüdüler. Üstlerine bir kırmızı, bir

mavi ışık dökülüyordu. Frank, «Bir ipucu bir yenisini getiriyor,»

dedi.

«Her zamanki gibi.»

«Geç oldu.»

«Öyle.»

«Janus’a gidelim mi, yoksa yarına mı bırakalım?»

«Şimdi gidelim,» dedi Tony.

«İyi.»

Dönüp Sunset üzerinde batıya ilerlediler, kentleşmenin kan-

serlerinden uzaklaşıp pırıltılı kesimlere vardılar. Yeniden yeşil-

liklerin, zenginliklerin arasına dönmüşlerdi. Beveriy Hills ote-

69 —

Page 89: Dean R. Koontz - Fısıltılar

iini geçtiler, büyük evlerin, dev palmiyelerin arasından ilerledi-

ler.

Fronk, Tony’n’m yine ortaya bir konu atacağından kuşku- :

Sandığında hep yaptığı gibi radyoyu açtı. Polis radyosunu. Si-

yahlı beyazlt resmi arabalara verilen emirleri dinlediler. West-

twood yöresiyle ilgili. Kendileri de oraya doğru gitmekteydiler.

Buralarda pek sık olay olmazdı. Bir aile kavgası vardı. Bir ara-

banın çamurluğuna çarpmışlardı. Hiigarde’da parketmiş bir ara-

bada oturan adam kuşku çekmişti. Kontrol edilmesi isteniyor-

du,

Kentin diğer on altı merkezinde geceler pek bu kadar gü-

venli ve huzurlu geçmezdi. Santa Monica otoyolunun güneyin-

de bulunan Yetmiş yedinci karakol, NeM/ton karakolu ve Güney-

batı karakolu polislerinin geceleri hiç canı srkılömazdı. Fıkır

tıkırdı geceler orada. Siyahların kesimleriydi oralar. Kentin do- 1

ğusunda, Meksikalı Amerikalılar bölümlerinde, çeteler hâlâ İs-

panyol asıllı vatandaşların adlarım lekelemeyi sürdürüyordu.

Gecenin üçü olup karakolda vardiya değiştiğinde bir yığın tat-

sız olay yer almış olurdu doğu kesiminde. Çirkin olaylar, şid-

det dolu olaylar. Bir grup punk ikinci bir grup punk’u bıçaklar,

kabadayı manyaklar erkekliklerini kanıtlamak için birbirlerine

ateş eder, bir iki kişi ölür, yüzyılların o budalaca Latin gele-

nekleri uygulanır dururdu. Kuzeybatıda, tepelerin ardında, zen-

ginlerin çocukları fazla viski içer, fazla esrar çeker ya öo

kokain alırdı. Arabaları, kamyonetleri, motosikletleri birbirine

çarpardı durmadan.

Frank tam Bel Air binalarının önünden geçip UÇLA kam-

pusuna doğru çıkan yokuşa sardırırken Westwood radyosu bir-

den canlandı. Bir kadının başı dertteydi. Verilen bilgi kopuk ‘

kopuktu biraz. Anlaşıldığına göre öldürücü silahta ırza geçme

Page 90: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ve öldürme teşebbüsü yer almıştı. Saldırganın hâlâ otay yerin-

de olup olmadığı belli değildi. Ateş edilmişti orada. Ama me-

sajda tabancanın saldırgana mı, yoksa kadına mı ait olduğu

da belirsizdi. Üstelik kimsenin yaralanıp yaralanmadığı da bi-

linmiyordu.

Tony, «Kör dalış gerekli,» dedi.

Frank, «O adres buraya iki blok kadar ilerde,» diye kar-

şılık verdi.

70

«Biz bir dakikada varırız.»

«Devriye arabasından çok önce.»

«Yardım etmek ister miydin?»

«Tabii.»

«Ben arayıp bildireyim.»

Tony mikrofonu eline aldı, Frank kavşakta sola saptı. Bir

blok sonra yine sola saptı, iki yans ağaçlı dar yolda cesaret

edebildiği kadar hızla ilerledi.

Tony’nin kalp atışları da arabayla birlikte hızlandı. İçin-

de yine aynı garip heyecan vardı. Sarsaklarında da aynı korku

düğümü.

Parker Hitchison’ü hatırlıyordu. Polisliğinin ikinci yılı bo-

yunca zor dayandığı sinirli, asık suratlı, espri yeteneğinden

yoksun ekip arkadaşını. Sivil dedektif olmadan çok önce. Ne

zaman bir çağrıya cevap verseler, ister ciddi; suç olsun, ister

korkup ağaca çıkmış bir kedi olsun, Parker Hitchinson gamlı

gamlı içini çeker, «Bu sefer ölüyoruz,» derdi. Sinir bozucu, te-

dirgin edici bir tutum. Kötümserliği içtendi. Deli olurdu Tony.

Page 91: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hitchinson’un o cenaze töreni sesi, ağzından çıkan o üç

kelime hâlâ etkiliyordu onu böyle anlarda.

«Bu sefer ölüyoruz.» Ölüyor muyuz?

Frank bir köşe daha döndü, siyah bir BMW’ye çarpmasına

ramak kaldı. Lastikler gıcırdadı, sedan sarsıldı,!Frank, «O ad-

res buralarda bir yerde olmalı,» dedi. I

Tony sokak lambalarının yarı aydınlattığı eylere gözlerini

kısarak baktı. «Şu herhalde.» diye parmağıyla gösterdi.

Büyük, İspanyol tarzında bir evdi. Önünde geniş bah-

çe bırakılmış, ev geriye çekilmişti. Çatısı kırmızj kiremit, du-

varları krem rengi, pütürlüydü. Pencerelerde kubun parmak-

lıklar vardı. Bahçe kapısında iki kocaman araba! feneri göze

çarpıyordu. ,

Frank bahçeye girip yuvarlak yola parketti.

İsaretsiz sedan’dan indiler.

tabancasını

Tony elini koynuna daldırıp omuz askılığından

aldı.

71 —

Hilary çalışma odasındaki masada ağlamayı bitirince ka-

rarını verdi. Saldırıyı polise bildirmeden önce yukarı çıkıp ken-

dine bir çeki düzen verecekti. Saçı başı darmadağınıktı. El-

bisesi yırtılmış, külotlu çorabı parçalanmış, bacaklarından sar-

ıyordu. Olay polis radyosunda duyulduktan sonra gazetecile-

rin gelmesi ne kadar sürer, bilemiyordu. Ama er geç gelecek-

lerinden emindi. Oldukça ünlü bir insan sayılırdı. Çok

başarılı iki filmin senaryosunu yazmış, Arizortalı Pete’le iki yıl

Page 92: Dean R. Koontz - Fısıltılar

önce Oscar’a aday olmuştu. Özel hayatına önem verir, elin-

den gelse basından uzak kalmaya çalışırdı. Ama bu gece olan-

lar konusunda soracakları sorulara cevap vermekten kaçına-

mayacağını biliyordu. Yanlış reklamdı bu. Utanç vericiydi. Bu

tür bir olayda kurban rolünde gözükmek her zaman küçük dü-

sürücüydü. Gerçi Hilary’ye anlayış ve kaygı duygulan yönelti-

lecekti ama budala gibi gözükeceği de su götürmezdi. Ense-

sine vurulup lokması alınabilecek biri. Kendini Frye’a karşı ba-

şarıyla savunmuştu. Ama sansasyon arayanların gözünde bu-

nun önemi yoktu. Televizyon kameralarının o düşman ışıkları

altında, gri gazete fotoğraflarında, çok zayıf gözükecekti Hi-

lary.- Acımasız [Amerikan kamuoyu onun Frye’ı neden eve aldı-

ğını merak edecekti. Belki adam ona tecavüz etmeyi başardı,

bu mücadele hikâyesi yalnızca bir paravan, diyeceklerdi. Ba-

zıları da Hücrenin onu eve davet ettiğine, tecavüze çanak tut-

tuğuna inanacaklardı. Ona gösterilen anlayış, daha büyük olan

merakın altınpa ezilecekti. Tek kontrol edebileceği şey görünü-

şüydü. ‘Gazeteciler geldiğinde onlara nasıl görüneceğiydi. Bru-

no Frye’ın bıjroktığı durumda, o zavallı, darmadığınık halde res-

minin çekilrrjesine asla izin vermeyecekti.

Yüzünü/yıkayıp saçını tararken, ipek sabahlığını giyip be-

line kuşağını bağlarken, bu hareketlerin polisin kendisine inan-

masını zorlaştıracağının farkında değildi. Doğru dürüst bir kılı-

ğa girmeklö, en azından bir polisin kuşku ve düşmanlığını uyan-

dıracağını püşünemiyor, kendisini yalancılıkla suçlayacaklarını

?akıl edemiyordu.

Aklını başına topladığı kanısındaydı ama giyinmeyi bitirdi-

ğinde titremeler yine başladı. Bacakları pelte gibi oldu, bir da-

kikalığına dolabın kapısına yaslanmak zorunda kaldı.

Kafasından kabus sahneleri geçiyordu. İstemediği anılar-

Page 93: Dean R. Koontz - Fısıltılar

72 —

dan canlı sahneler. Önce Frye’ın elinde bıçakla üzerine gel-

mekte olduğunu gördü. Ölü kafası gibi sırıtıyordu. Sonra sahne

değişti, bir başka kişiye dönüştü. Eorl Thomas. Babası. Oydu

üstüne gelen. Sarhoş ve öfkeli. Küfürler savuruyor, koca elle-

riyle vuruyordu ona. Hilary başını iki yana salkıdı, içine derin

soluklar çekti, sonunda bu hayalleri engellemeyi başardı.

Ama titremesi geçmiyordu.

Evin bir başka odasında sesler duyduğunu hayal etti. Bey-

ninin yarısı bunun hayal olduğunu biliyor, öbür yarısı Frye’ın

geri döndüğüne inanıyordu.

Sonunda telefona koşup polisin numarasını çevirebildiği

zaman, onlara planladığı gibi olup bitenle ilgili sakin ve mantık-

lı bir rapor verebilecek durumda değildi. Son bir saatin olayları

onu başlangıçta sandığından çok daha derin etkilemişti. Şok-

tan kurtulması da günler, hatta haftalar sürebilirdi.

Telefonu kapayınca kendini daha iyi hissetti. Yardımın gel-

mekte olduğunu biliyordu çünkü. Merdivenlerden ait kata iner-

ken yüksek sesle, «Sakin ol,» dedi kendine. «Sakinliğini koru.

Sen Hilary Thomas’sm. Sağlamsın. Çivi gibi sağlam. Korumu-

yorsun. Asla korkmazsın. Her şey yoluna girecek.» Çocukken

o Chicago apartmanında defalarca kendi kendine tekrarladığı

sözlerdi bunlar. İlk kapıya ulaştığında kendini toparlamaya baş-

lamıştı bile.

Holde duruyor, kapının yanındaki dar, kurşun parmaklıklı

pencereden dışarıya bakıyordu. Bahçe yoluna bir arabanın gi-

rip durduğunu gördü. İçinden iki erkek indi. Canavar düdüğünü

Page 94: Dean R. Koontz - Fısıltılar

çalmadan, ışıklarını fırıl fırıl çevirmeden gelmişlerdi ama Hilary

onların polis olduğunu anladı. Kapının kilidini çevirdi, -açtı.

Eşikteki birinci adam sağlam yapılı bir sarışındı. Mavi göz-

lüydü. Sesi polislere özgü o ciddi, kül yutmaz sesti. Sağ elin-

de bir tabanca tutuyordu. «Polis. Siz kimsiniz?»

«Thomas. Hilary Thomas. Sîzi çağıran bendim.»

«Burası sizin eviniz mi?»

«Evet. Bir adam gelip...»

İkinci dedektif birincisinden daha uzun boylu ve daha es-

merdi. Gecenin içinde belirdi, Hilary cümleyi bitiremeden sö-

zünü kesti. «Hâlâ burada mı?»

«Efendim?»

73 —

«Size saldıran adam hâlâ burada mı?»

«Yo, hayır. Gitti.»

«Ne tarafa gitti?» diye sordu sarışın adam.

«Bu kapıdan,»

«Arabası var mıydı?»

«Bilmiyorum.»

«Silahlı mıydı?»

«Hayır. Yani, evet.»

«Hangisi?»

«Bıçağı vardı. Ama artık yok.»

«Evden çıkınca ne tarafa koştu?»

«Bilmiyorum. Ben üst kattaydım. Ben...»

«ıGîdeli ne kadar oldu?» Bunu soran uzun boylu, esmer

olanıydı.

Page 95: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Belki on beş ya da yirmi dakika.»

iki adam bakıştılar. Hiiary’nin anlamadığı bir anlam vardı

bakışlarında. Ama bu anlamın kendisi açısından iyi olmadığım

anlıyordu.

«Neden bu kadar geç aradınız?» diye sordu sarışın olanı.

Davranışı ve tutumu biraz düşmancaydı.

Hilary ne olduğunu bilmediği önemli bir avantaiı kaybetmek-

teydi.

«Önce... aklım karışmıştı,» dedi. «İsteriye kapıldım. Ken-

dimi toplamak için birkaç dakikaya ihtiyacım vardı.»

«Yirmi dakikaya mı?»

«Befki de on beşti.»

iki polis de tabancalarını kınına soktular.

«Bize bir tarif vermeniz gerek,» dedi esmer olanı.

«Doha iyisini verebilirim.» Hilary onlar geçsin diye yana

çekilirken, «Bir isim verebilirim size,» dedi.

«Bir isim mi?»

«Onun ismini. Tanıyorum onu. Bana saldıran adamı. Kim

olduğunu biliyorum.»

74 —

İki dedektif yine birbirlerine aynı bakışla baktılar.

Hüary içinden, ney: yanlış yaptım ben, diye düşündü.

Hilary Thomas, Tony’nin ömründe gördüğü en güzel ka-

dınlardan biriydi. Galiba birkaç damla kızılderili kan» vardı.

Saçları uzun ve gür, Tony’ninkilerden bile daha koyu renkti.

Kuzgunî siyah. Pırıl pırıl. Gözleri de karaydı. Aklan pastörize

süt gibi duruydu. Beneksiz cildi sütiü bronz bir renkte, herhalde

Page 96: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ölçülü yararlanılan Caiiîornia güneşinin eseriydi. Yüzü biraz

uzunsa bile, gözlerinin iriliği bunu kapatıyordu. Koskocamandı

gözleri. Soyiu burnu çok biçimli, dudakları ayıp sayılacak ka-

dar dolgundu. Erotik bir yüzü vardı. Ama aynı zamanda zeki

ve iyi bir yüzdü. Şefkate, merhamete yeteneği olan bir kadı-

nın yüzü. Halinde biraz acı yansıtan bir etki de yok değildi.

Hele o harikulade gözlerde. Tony bunun yalnız o gece çektik-

lerinden kaynaklanmadığını tahmin etti. Birazı çok daha geri-

lere gidiyordu.

Hilary yeni fırçalanmış fitilli kadife kanepenin bir ucuna

oturmuştu. Çalışma odasındaydılar. Duvarlar hep kitap rafıydî.

Tony de aynı kanepenin öbür ucuna oturdu. Yalnızdılar.

Frank mutfaktaydı. Merkezdeki biriyle telefonda konuşu-

yordu.

Üst katta iki üniformalı devriye polisi, Whitlock’la Farmer,

duvarlardan kurşunlar; çıkarmaktaydılar.

Eve parmak izi almak üzere kimse gelmemişti. Çünkü ya-

pılan şikâyette saldırganın eldiven giydiği belirtilmişti.

Hilary Thomas, «Şimdi ne yapıyor?» diye sordu.

«Kim?»

«Detektif Hc»ward.»

«Merkeze, telefon ediyor, Napa Bölgesi şerifiyle ilişki kur-

malarını istiyor. Frye’ın oturduğu yerin şerifiyle.»

«Neden?»

«’Eh, bir kere... belki şerif Frye’ın Los Angeles’e naşı! gel-

diğini bilebilir.»

«Nasıl geldiği ne fark eder?» diye sordu Hilary. «Önemli

oian burada olması. Onu bulmak ve durdurmak gerek.»

«Uçakla geldiyse gerçekten de önemi yok. Ama arabayla

geldiyse, Napa Bölgesinin şerifi nasıl bir arabaya bindiğini bu-

Page 97: Dean R. Koontz - Fısıltılar

labilir. Taşıtın tarifi ve plaka numarası elimizde olunca, onu faz-

la uzaklaşmadan yakalama şansımız artar.»

Hilary bunu bir an düşündü, sonra, «Detektif Hövvard ne-

75 —

den mutfağa gitti?» diye sordu. «Neden buradaki telefondan

konuşmadı?»

. Tony tedirgin bir sesle, «Belki bir iki dakikalık sessizliğe ve

huzura ihtiyacı vardır,» diye karşılık verdi.

«Bence söylediklerini benim duymamı istemedi.»

«Yoo, o yalnızca...»

«Biliyor musunuz, içimde çok garip bir duygu var,» diye

onun sözünü kesti Hilary. «Kurban değilmişim de sanıkmışım

gibi hissediyorum.»

Tony, «Gerginsiniz de ondan,» dedi. «Bu da anlaşılır bir

şey.»

«O kadarla kalmıyor. Bana karşı davranışınızla ilgili. Yani...

siz pek öyle değilsiniz ama o...»

«Frank bazen soğuk görünmeyi bilir. Ama iyi dedektiftir.»

«Yalan söylediğimi sanıyor.»

Tony onun bu zekâsına ve sezgisine şaşırmıştı. Kanepede

tedirgin bir tavırla kıpırdandı. «Böyle bir şey düşünmüyordur,

eminim.»

«Düşünüyor,» diye direndi Hilary. «Nedenini de anlayamı-

yorum.» Gözleri Tony’ninkilere çakılıydı. «Açık konuşun be-

nimle. Haydi Nedir mesele? Neyi yanlış söyledim?»

Tony içini çekti. «Gözlemlen keskin bir bayansınız.»

«Ben yazarım. Olayları başka insanlardan biraz daha dik-

Page 98: Dean R. Koontz - Fısıltılar

katli gözlemlemek benim isimdir. Ayrıca ısrarcı bir insanım. Bu

yüzden, soruma cevap verip kurtulun benden.»

«Dedektif Howard’s tedirgin eden şeylerden biri, size sal-

dıran adamı tanıyor olmanız.»

«Eeee?»

«Bu biraz garip,» dedi Tony mutsuz bir sesle.

«Yine de anlatın.»

«Şeyy...» Boğazını temizledi. «Geleneksel polis tecrübesi-

ne göre eğer şikâyetçi ırzına geçmeye kalkanı tanıyorsa, büyük

ihtimalle kendisi onu bir dereceye kadar kışkırtıp suça katkıda

bulunmuştur.»

«Zırva!»

Hilary ayağa kalktı, masaya yürüdü, bir süre ona arkası

dönük olarak durdu. Tonv onun kendini toplamaya çalıştığını

anlıyordu. Bu söylediği söz onu fena halde kızdırmıştı.

76 —

Sonunda Hiiary yüzünü döndüğünde kıpkırmızı kesilmiş ol-

duğu görüldü. «Bu korkunç bir şey,» dedi Hiiary. «Büyük hak-

sızlık. Tanıdığı biri tarafından ırzına geçilen her kadın için ‘hak

etti’ diye mi düşünüyorsunuz?»

«Hayır. Her zaman değil.»

«Ama çoğu zaman öyle düşünüyorsunuz,» dedi Hiiary öf-

keyle.

«Hayır.»

Tony’ye ateş saçan gözlerle bakıyordu. «Kelime oyunlarını

keseiim. Benim için öyle düşünüyorsunuz. Onu tahrik ettiğime

Page 99: Dean R. Koontz - Fısıltılar

inanıyorsunuz.»

«Hayır,» dedi Tony. «Yalnızca böyle bir olayda polis tec-

rübesinin nasıl olduğunu söyledim. Kendim geleneksel polis

tecrübesini herkese uygularım demedim. Nitekim tutmam da.

Ama Dedektif Howard tutar. Siz bana onun hakkında soru sor-

dunuz. Ne düşündüğünü bilmek istediniz, ben de söyledim.»

Hiiary kaşlarını çattı. «O.halde... siz inanıyor musunuz ba-

na?»

«İnanmamam için bir neden var mı?»

«Tam benim anlattığım biçimde oldu olay.»

«Kabul.»

Hiiary ona baktı. «Neden?»

«Ne neden?»

«Neden bana siz inanıyorsunuz da o inanmıyor?»

«Ben bir kadının bir erkeği yalan yere tasallutla suçlaması

için yalnızca iki neden düşünebiliyorum. Ve ikisi de sizin duru-

munuza uymuyor.»

Hiiary masaya dayandı, kollarını kavuşturup başını yana

eğdi, Tony’ye ilgiyle baktı. «Hangi nedenler?»

«Birincisi, adamın parası vardır, kadının yoktur. Adamı kö-

şeye kıstırmak istiyordur. Şikâyetinden vazgeçme karşılığında

yüklü bir tazminat koparabilmek için.»

«Ama benim param var.»

«Görünüşe göre bir hayli var.» Tony beğeni dolu bakışlarla

odanın döşenişine baktı.

«Öteki neden nedir?»

«Kadınla erkek bir serüven yaşıyorlardır, adam onu bir baş-

ka kadın için terkeder. Kadın kendini incinmiş, reddedilmiş, fır-

77 —

Page 100: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Satılıp atılmış hisseder. Onunla ödeşmeye kalkar. Onu cezalan-

dırmak için ırza geçme suçlamasını ortaya atar.»

«Bunun bana uymadığından nasıl emin olabiliyorsunuz?»

diye sordu Hilary.

. «Filmlerinizin ikisini de gördüm. Bu nedenle, kafanızın na-,j

sil çalıştığım biraz bildiğimi sanıyorum. Çok zeki bir kadınsınız,

Bayan Thomas. Bir erkeği sırf duygularınızı incitti diye hapse

yollamak isteyecek kadar budala, küçük ve intikamcı biri ol-

duğunuzu sanmıyorum.»

Hilary onu dikkatle inceledi.

Tony ölçüldüğünü, tartıldığını hissetti.

Sonunda Hilary onun düşman olmadığına inanmış gibi dö-

nüp kanepeye oturdu, otururken lacivert sabahlığının ipek etek-

leri hışırdadı. Sabahlık onu yeniden sardı, Tony bu dişi çizgi-

lerin ne kadar farkında olduğunu belli etmemeye çalıştı.

Hilary, «Terslendiğim için özür dilerim,» dedi.

«Terslenmediniz,» diye güvence verdi Tony. «Geleneksel

polis tecrübesi beni de öfkelendirir.»

«Herhalde olay mahkemeye yansırsa, Frye’ın avukatı o ser-

semi «benim tahrik ettiğime jüriyi inandırmak isteyecektir.»

«Buna kesinlikle uğraşacaktır.»

«İnanırlar mı ona?»

«Çoğunlukla inanırlar.»

«Ama bu adam benim yalnız ırzıma geçmekle kalmaya-

caktı. Öldürecekti beni.»

«Buna kanıt göstermek zorunda kalırsınız.»

«Yukardaki kırık bıçak...»

«Bıçağın onun olduğu kanıtlanamaz,» dedi Tony. «Üzerin-

Page 101: Dean R. Koontz - Fısıltılar

de onun parmak izleri bulunmayacak. Sıradan bir mutfak bıçağı.

Nereden satın alındığını bulup Bruno Frye’a bağlamak imkân-

sız.»

«Ama öyle deli bir hali vardı ki! Bu adam... dengesiz. Jüri

bunu görür. Allah kahretsin, tutuklarken siz de göreceksiniz.

Belki mahkeme bile olmayacak. Doğrudan tımarhaneye yolla-

yacaksınız.»

«Eğer deliyse, kendini nasıl normal göstereceğini biliyor

demektir,» dedi Tony. «Ne de olsa, bu geceye kadar herkes

onu sorumluluk sahibi, ileri geien bir vatandaş diye tanımış.

78 —

Siz St Helena yakınındaki şaraphaneyi ziyaret ettiğinizde onun

deli olduğunu anlamamıştınız, değil mi?»

«Hayır.»

«Jüri de anlamaz.»

Hilary gözlerini yumdu, burnunun kemerini çimdikledi. «Ya-

ni büyük ihtimalle yakayı sıyıracak.»

«Söylemek beni üzüyor ama öyle olması ihtimali büyük.»

«Ve sonra da yine bana gelecek.»

«Belki.»

«Tanrım!»

«Siz katıksız gerçeği duymak istediniz.»

Hilary güzel gözlerini açtı. «İstedim, evet. Ve söylediğiniz

için de teşekkür ederim.» Gülümsemeyi bile başardı.

Tany de ona gülümsedi. Onu kollarına alıp bağrına bas-

mak, avutmak, öpmek, onunla sevişmek geldi içinden. Ama

tek yapabildiği kanepenin öbür ucunda oturmayı sürdürmek

Page 102: Dean R. Koontz - Fısıltılar

oldu. Ciddi bir polis memuru gibi. O ruhsuz ifadeyle gülüm-

sedi, «Bazen bu sistem gerçekten çok berbat bir sistem,» dedi.

«Öteki nedenler de?»

«Efendim?»

«Dedektif Howard’ın bana inanmamasının nedenlerinden bi-

ri saldırganı tanıyor olmam, dediniz. Öteki nedenler ne? Ne-

den yalan söylediğimi sanıyor?»

Tony cevap vereceği sırada Frank Howard odaya girdi.

«Pekâlâ,» dedi sert bir sesle. «Şerif Napa Bölgesinde ko-

nuyu inceliyor, bu Frye denilen herifin ne zaman ve nasıl ora-

dan yola çıktığını öğrenmeye çalışıyor. Ayrıca tarifiniz üzerine

bir arama emri de çıkardık, Bayan Thomas. Ben bu arada ara-

bama gidip not bloknotumu ve suç raporu formlarımı aldım.»

Dikdörtgen kartonla üzerine kıskaçla tutturulmuş sayfayı gös-

terdi. Ceketinin iç cebinden bir tükenmez kalem çıkardı. «De-

dektif Ciemenza’yla bana, geçirdiğiniz olayı baştan sona

bir kere daha anlatmanızı rica edeceğim. Sizin kelimelerinizle

yazabileyim diye. Ondan sonra sizi rahat bırakabiliriz.»

Hilary onları hole çıkardı, Bruno Frye’ın dolaptan çıkıp onu

şaşırtmasından başlayarak anlatmaya koyuldu. Tony ile Frank

onu kanepenin başına izleyip adamın mobilyayı nasıl devirdiğini

dinlediler, sonra yukarıya, yatak odasına çıktılar. Arada sorular

79 —

^CST&SEdo—n «r **» „***.. *

der, beşer dakıkal ^Pjrcatar na^ dermlemesine inceleme- ,

80 —

Page 103: Dean R. Koontz - Fısıltılar

zorba ve hilekâr olanlar da bir sorumsuzluk şenliği yaşıyorlardı.

Siz karşınızdaki gazetecinin davranışını, kullandığı yöntemleri

ya da açıkça gözüken tarafgirliğini eleştirirseniz, belki kale-

mini başka türlü kullanıp sizi budala durumuna düşürmeye ka-

rar verebilirdi. Ya da yalancı veya suçlu göstermeye karar vere-

bilirdi. Bunu yaparken de kendini kötülüğe karşı verilen sava-

şın bir kahramanı gibi görürdü. Hilary besbelli bu tehlikelerin

farkındaydı. Gazetecilerle konuşurken çok ustaca davranıyordu.

Cevap vermediği sorular, cevap verdiklerinden azdı. Basın tem-

silcilerine saygı gösteriyor, onlara hoş davranıyor, sevimliliğini

kullanıyor, hatta kameralara gülümsüyordu bile. Kendisine sal-

dıran kişiyi tanıdığını söylemedi. Bruno Frye’ın adını ağzına al-

madı. Kamuoyunun arada eski bir ilişki bulunabileceğini dü-

şünmesini istemiyordu.

Onun ‘bu zekâsı, Tony’nin onu yeni baştan değerlendir-

mesine yol açtı. Hilary Thomas’ın yetenekli ve zeki olduğunu

zaten biliyordu. Şimdi bu zekânın enikonu keskin olduğunu da

anlamıştı. Uzun süredir karşılaştığı en ilginç kadındı doğrusu.

Tam gazetecilerle işini bitirip kendini onlardan dikkatle

kurtarmaya uğraştığı sırada Frank Hoı/vard merdivenlerden in-

di, kapıya doğru yürüdü. Tony orada, serin gece rüzgârının

ulaşabildiği bîr yerde duruyordu. Frank, Hilary’nin basından ge-

len sorulan cevaplayışına baktı, kaşlarını serî bir ifadeyle çat-

tı. «Onunla konuşmam gerek.»

Tony, «Merkez ne diyor?» diye sordu.

«İşte onunla bu konuyu konuşacağım.» Frank’in sesi pek

ciddiydi. Çenesini tutmaya karar verdiği anlaşılıyordu. Öğren-

diği her neyse, onu zamanı gelmeden açıklamak niyetinde de-

Page 104: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ğildi. İşte bu da insanı tedirgin eden huylarından biriydi zaten.

«Gazetecilerle işi bitiyor zaten,» dedi Tony.

«Onlara gösteriş yapıyor.»

«Hiç de değil.»

«Öyle bal gibi. Bu işin her ânından zevk alıyor.»

«Basını iyi idare ediyor,» dedi Tony. «Ama zevk alıyormuş

gibi görünmüyor doğrusu.»

«Sinemacı milleti.» Frank’in sesinde tiksinti vardı. «Biz na-

sıl yemek yemeden yaşayamazsak, bunlar da basında kendi-

lerinden söz edilmezse yaşayamazlar.»

g 5 Fısıltılar—F. : 6

Gazeteciler birkaç adım ilerdeydiler. Gerçi bir gürültü için-

de Hilary’ye soru yağdırmaktaydılar ama Tony yine de onların

bu sözleri duyacaklarından korktu. «Yavaş konuş,» dedi.

Frank, «Ne düşündüğümü onlardan saklayacak değilim,»

diye karşılık verdi. «Hatta haklarında yazı çıksın diye olay uy-

duran tilkilerle ilgili birkaç söz söylemeye de hazırım.»

- «Yani kadın bütün olayı uydurdu mu? Gülünç bu.»

«Göreceksin,» dedi Frank.

Tony birden tedirginleşti. Hiiary Thomas onun içindeki şö-

valyelik damarını kabartıyordu. Onu korumak geliyordu için-

den. İncinmesini istemiyordu. Ama besbelli Frank’in onunla ko-

nuşacak çok tatsız bir konusu vardı,

«Hemen konuşmalıyım onunla,» dedi Frank. «O basını tav-

layıp dururken burada bekleyip duracak değilim.»

Tony elini ekip arkadaşının omzuna dayadı. «Bekle bura-

da. Ben çağırırım.»

Merkezin verdiği bilgi Frank’) kızdırmıştı. Gazetecilerin bu

Page 105: Dean R. Koontz - Fısıltılar

öfkeyi farkedeceğini Tony biliyordu. Eğer soruşturmada aşama

yapıldığını hissederlerse, hele de işin sulu zevzek, skandale

kaçan bir yanı olduğunu sezerlerse, bütün gece buradan, git-

mez, herkesi rahatsız ederlerdi. Frank gerçekten Hiiary Tho-

mas’la ilgili tatsız bir bilgi edinmişse, basın bunu manşet ya-

par, olağanüstü pisliklere gösterdikleri ilgiyle olayı sömürür

dururdu. Daha sonra Frank’in edindiği bilginin yanlış olduğu

anlaşılsa bile, televizyon hiç tekzip yayınlamaz, gazeteler eğer

yayınlarsa, ikinci bölümün yirminci sayfasının dibinde dört

satırla yetinirlerdi. Tony, Hilary’ye bir şans tanımak istiyordu.

Frank’in diyeceği her neyse, ona itiraz edebilmesini, iş ortalığa

yayılmadan kendini temize çıkarabilmesini istiyordu.

Gazetecilere doğru yürüdü. «Özür dilerim, bayanlar, bay-

lar,» dedi. «Sanırım Bayan Thomas daha şimdiden bize ver-

diği bilgiden çoğunu size verdi. Onu sıkıp posasını çıkardınız.

Ekip arkadaşımla ben birkaç saate kadar nöbet devredeceğiz,

çok da yorgunuz. Zor bir gün geçirdik, masum sanıkları döv-

dük, bol rüşvet topladık. Bu nedenle, Bayan Thomas’ia olan

işimizi bitirmemize fırsat tanırsanız çok minnettar oluruz.»

Bu sözlerden hoşlanmış gibi güldüler, ona öa sorular sor-

maya başladılar. Tony bu soruların birkaçına cevap verdi. Hi-

82 —

İary thomcs’in anlattıklarından fazlasını söylemedi. Sonra da

HÜary’yi içeriye sokup kapıyı kapadı.

hrank holdeydi. Öfkesi dinmemişti. Kulaklarından duman

çıkarmaya hazır bir hali vardı. «Bayan Thomas, size sormam

gereken birkaç soru yar.»

Page 106: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Peki.»

«Bir hayîi soru. Zaman alacak.»

«Eh... çalışma odasına geçelim mi?»

Frank Hovvard öne düştü.

Hiiary, Tony’ye, «Ne oldu?» diye sordu.

Tony omuzlarını kaldırdı. «Bilmiyorum, Keşke bilseydim.»

Frank salonun ortasına varmıştı. Durdu, dönüp Hilary’ye

çaktı. «Bayan Thomas?»

Tony’yie ikisi onun peşinden çalışma odasına yürüdüler.

* * *

Hiiary fitilli kadife kanepeye oturdu, bacaklarını üstüste

attı, ipek sabahlığının eteklerini düzeltti. Urküyordu. Dedektif

Ho(ward’ın kendisine neden bu kadar antipati duyduğunu merak

ediyordu. Davranışı soğuktu adamın, içi buz gibi bir öfkeyle do-

luydu. Gözleri iki çelik çubuğun kesiti gibi görünüyordu. Hiiary,

Bruno Frye’ın garip gözlerini düşündü, titremesini engelleye-

medi. Dedektif Hovvard ona ateş saçan bakışlarla baktı. Hiiary

kendini eski İspanya’da, engizisyon mahkemesinde sanık gibi

hissetti, O anda Hovvard parmağını ona uzatsa, onu büyücü-

lükle, cadılıkla suçiasa, pek de şaşmazdı.

Nazik olanı, yani Dedektif Clemenzcı, kahverengi koltuğa

oturmuştu. Ayaklı Sambanın amber rengi ışığı üzerine dökülü-

yor, ağzının, burnunun çevresine, çukur gözlerine gölgeler dü-

şürüyor, ona her zamankinden daha ince ve iyi bir insan ha-

vası veriyordu, Hiiary içinden, keşke soruları soran o olsaydı,

diye düşündü. Ama en azından şu an için, Clemenza gözlem-

ci rolündeydi.

Page 107: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Dedektif Hovvard gelip tepesine dikildi, ona saklamadığı bir

nefretle baktı. Hiiary utanıp gözlerini kaçırmasının, yenilgiyi ka-

bullenmesinin beklendiğini anladı. Çocukların oynadığı ‘bakış-

ma’ oyununun polis türüydü ,bu herhalde, O ela gözlerini dik-

83

ti, kararlı bakışlarla adamı süzdü. Sonunda Hoıward döndü,

odada dolaşmaya başladı.

«Bayan Thomas,» dedi, «Anlattığınız hikâyede beni rahat-

sız eden birkaç şey var.»

«Biliyorum Saldırganı tanıyor olmam canınızı sıktı. Benim

onu kışkırttığımı düşünüyorsunuz. Geleneksel polis tecrübesi

böyle demiyor mu?»

Adam şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı, ama kendini he-

men topladı’ «Evet. Bir tanesi o. Ama ayrıca, bu eve nasıl gir-

diğini de anlayamıyoruz. Memur vVhitiock’la Memur Farmer evi

dipten bucağa iki kere, üç kere taradılar, zorla girildiğine dair

bir işaret bulamadılar. Kırılmış cam da yoktu, oynanmış veya

kırılmış kilit de.»

«Yani onu içeriye benim aldığımı sanıyorsunuz.»

«Bu ihtimali de düşünmem gerek.»

«O halde sunu da düşünün. Birkaç hafta önce Napa yö-

resine gidip bi’r senaryo için araştırma yaptığımda, bu adamın

şaraphanesini gezerken anahtarlarımı kaybetmiştim. Evimin,

arabamın anahtarları. »

«Tâ oraya kadar arabayla mı gittiniz?»

«Hayır uçakla gittim. Ama anahtarlarımın hepsi aynı anah-

tarlıkta takılıydı Santa Rosa’ya indiğimde kiraladığım arabamn

Page 108: Dean R. Koontz - Fısıltılar

anahtarları bile Külüstür bir zincire geçirilmişti. Kaybederim

dive korktum o zinciri olduğu gibi kendi anahtarlığıma taktım.

Kaybolduğunda hiçbir anahtarım, bulamadım. Araba kiralayan

şirket bana yedek anahtarları yollamak zorunda Kaldı. Los

Ângeles’e döndüğümde kapıyı çilingire açtırıp eve girdim, yeni

anahtarlar yaptırdım.»

«Kilitleri değiştirmediniz mi?»

«Gereksiz <b’ır masraf gibi göründü. Kaybettiğim anahtarls-

ğın üzerinde isim yazıl, değildi. Bulan kimse, nerede kullana-

cağını bilemezdi-»

«Çalınmış olabileceklerini düşünmediniz mi?» diye sordu

Dedektif Havvard.

«Hayır.»

«Ama simdi, Bruno Frye’.n o anahtarları aldığını, hem de

84 —

buraya gelmek, ırzınıza geçip sizi öldürmek amacıyla aldığını

düşünüyorsunuz.»

«Evet.»

«Size ne düşmanlığı var?»

«Bilmiyorum.»

«Size kızması için herhangi bir neden var mı?»

«Yok.»

«Nefret etmesi için?»

«Onu tanıyor sayılmam bile.» -

«Buraya, kadar gelmek epey yol.»

«Biliyorum.»

«Yüzlerce mil.»

Page 109: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bakın, o deli. Deli insanlar delice şeyler yaparlar.»

Dedektif Howard dolaşmayı kesti, Hilary’nin karşısında dur-

du, totem direklerinin üzerindeki öfkeli tanrı suratlarının ifa-

desiyle baktı. «Deli bir adamın deliliğini kendi memleketinde

bu kadar iyi saklayabilmesi, yabancı bir diyara çıkıncaya ka-

dar onu demir iradeyle kontrol altında tutabilmesi size garip

gelmiyor mu?»

«Tabii garip geliyor,» dedi Hilary. «Hatta sapık. Ama ger-

çek.»

«Bruno Frye’ın o anahtarları çalması için bir fırsat olmuş

muydu?»

«Evet. Şaraphanenin usîabaşılartndan biri bana etrafı özel

olarak gezdirdi. Tahta iskelelere tırmanmak, fermantasyon de-

polarının, fıçıların arasına girip çıkmak, dar yerlerden geçmek

zorundaydık. Çantamı yanıma almak kolay olmazdı. Bu yüzden

onun evinde bıraktım.»

«Frye’ın evinde mi?»

«Evet.»

Frank enerjiyle dolup taşıyor, âdeta kıvılcımlamyordu. Aşırı

şarj olmuştu. Yine dolaşmaya başladî. Kanepeden pencereye,

oradan kitap raflarına, sonra yine kanepeye. Geniş omuzları

kasılmış, başı öne uzanmıştı.

Dedektif Clemenza, Hüary’ye gülümsedi ama güven verme-

yi başaramadı.

Dedektif Howard, «Şaraphanedekilerden herhangi biri anah-

tarlarınızı kaybettiğinizi hatırlar mı?» diye sordu.

85 —

Page 110: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Herhalde. Tabii. En az yarım saat aradım o anahtarları.

Sağa sola sordum. Bir gören olmuştur diye umuyordum’.»

«Ama gören olmamıştı.»

«Evet, öyle.»

«Nerede bıraktığınızı sanıyordunuz?»

«Çantama koyduğumu hatırlıyordum.»

«En son oraya mı koymuştunuz hatırladığınıza göre?»

«Evet. Kiralık arabayla şaraphaneye geldim. Park ettikten

sonra da anahtarları çantama koyduğumdan emindim.»

«Ama buna rağmen, bulamadığınız zaman çalındığı aklını-

za gelmedi, öyle mi?»

«Gelmedi. Caian neden anahtarları alsın da paraya do-

kunmasın? İki, yüz dolar kadar para vardı cüzdanımda.»

«Beni rahatsız eden bir şey*daha var. Frye’ı tabanca zo-

ruyla evden çıkardıktan sonra neden bizi o kadar geç aradı-

nız?»

«Uzun sürmedi.»

«Yirmi dakika sürdü.»

«En çok.»

«Eli bıçaklı bir manyağın saldırısına uğrayıp ölümden kur-

tulmuş biri için yirmi dakika hayli uzun bir süredir. Çoğu in-

san polisi bir an önce bulabilmek için can atar. On saniye

içinde olay yerine gelelim isterler. Bir iki dakika sürerse deliye

döner, öfkelenirler.»

Hilary bir Clemenza’ya, bir Hotoard’a baktı, sonra bakışları

kucağında kenetlediği ellerinin parmaklarına indi. Eklemleri

bembeyazdı. Doğrulun dik oturdu, omuzlarını gerdi. «Ben... sa-

nırım... biraz yıkıldım.» Hilary için bu zor ve utanç verici bir

itiraftı. Güçiüiüğüyle gurur duyan bir insan olagelmişti. «Şu

masaya geçip oturdum, polisin numarasını çevirmeye çalıştım...

Page 111: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sonra... birden... ağladım. Ağlamaya başladım... ve bir süre

kendimi topkıyamadım.»

«Yirmi dakika ağladınız mı?»

«Hayır. Elbette ki hayır. Ben pek ağlayan tip değilimdir.

Yani..., kolay kolay yıkılmam.»

«Kendinizi toplamanız ne kadar sürdü?»

«Emin olamıyorum.»

«On beş dakika, mı?»

86 —

«O kadar uzun sürmedi.»

«On dakika mı?»

«Belki beş.»

«Kendinizi kontrol altına aldığınız zaman bizi neden ara-

madınız? Şuracıkta, telefonun yanındaydınız.»

«Yukarı çıkıp yüzümü yıkadım, üstümü değiştirdim,» dedi

Hitary. «Bunu size daha önce de söylemiştim.»

«Biliyorum. Hatırlıyorum. Kendinizi gazetecilere hazırlıyor-

dunuz.»

«Hayır.» Hilary de ona kızmaya başlıyordu. «Süslenmiyor-

dum. Yalnızca düşündüm ki...»

Haward onun sözünü kesti, «işte bu da hikâyenizden kuş-

ku duymam için dördüncü neden. Beni çok şaşırtıyor. Neredey-

se ırzınıza geçiliyordu, öldürülüyordunuz. Ondan sonra yıkılıp

ağlamaya başladınız. Frye’m hâlâ bu çevrede olabileceğini ya

da geri dönüp yarım bıraktığı işi bitirmek isteyebileceğini bildi-

ğiniz halde yine de doğru dürüst bir şeyler giymek için za-

man harcadınız. Şaşılacak şey.»

Page 112: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Özür dilerim,» diye atıldı Dedektif Clemenza. Kahverengi

koltukta öne doğru eğilmişti. «Frank, biliyorum, dilinin altında

bir şey var ve konuyu oraya doğru gatürüyorsun. Temponu

bozmak istemem. Ama Thomas’ın dürüstlüğü konusundaki yar-

gılarımızı, şikâyetini ne kadar geciktirdiğine dayanarak oluş-

turamayız. İnsanların bu tür olaylardan sonra bazen şoka gir-

diğini ikimiz de biliyoruz. Her zaman mantıklı davranamazlar.

Bayan Thomas’ın davranışı da o kadar olağandışı değil.»

Hilary neredeyse bu sözler için Dedektif Clemenza’ya te-

şekkür edecekti. Ama iki memur arasında gizli bir düşmanlık

havası sezer gibi oluyordu. Yangına körükle gitmeyi de hiç

istemezdi.

Havvard, «Yani bana, kısa kes, devam et mi diyorsun?» diye

sordu.

«Tek dediğim, vakit geç oldu, hepimiz de yorgunuz.»

«Bize anlattığı hikâyenin eksik ve gediklerle dolu olduğu-

nu kabul ediyor musun?»

Clemenza, «Bu kelimelerle ifade etmezdim herhalde,» dedi..

«Nasıl ifade ederdin?»

«Bazı kısımları henüz anlam ifade etmiyor diyebiliriz.»

87 —

Howard bir an ona kaşlarını çattı, sonra başını salladı.

«Pekâlâ. O da yeter. Ben yalnızca hikâyenin en az dört büyük

kusuru olduğuna işaret etmek istemiştim. Bu kadarını kabul

ediyorsan, devam edebilirim.» Hilary’ye döndü. «Bayan Thomas,

Page 113: Dean R. Koontz - Fısıltılar

saldırganı bize bir kere daha tarif etmenizi istiyorum.»

«Neden? Adını biliyorsunuz yai»

«Lütfen tarif edin.»

Hilary bu soruların nereye varacağını kestiremiyordu. Ada-

mın ona bir tuzak kurmakta olduğunu biliyor, tuzağın ne ol-

duğunu, kendisi o tuzağa düşerse başına neler geleceğini dü-

şünemiyordu. «Pekâlâ. Bir kere daha tarif edeyim. Bruno Frye

uzun boyludur. Bir doksanın üstünde...»

«İsim kullanmayın lütfen.»

«Efendim?»

«Saldırganı isim kullanmadan tarif edin.»-

«Ama adını biliyorum.» Hilary’nin sesi ölgündü.

«Hatırımı kırmayın.» Ama sesinde mizahtan eser yoktu.

Hilary içini çekti, kanepede arkasına yaslandı, sıkıntıdan

ölüyormuş gibi bir tavır takındı. Hdward’ın kendisini etkilediği-

ni, sarstığını anlamasını istemiyordu. Neyin peşindeydi bu adam?

«Bana saldıran kişi,» diye başladı sözlerine, «Bir doksanın üze-

rindeydi, kilosu da yüzü aşkındı. Çok adaleliydi.»

«İrk?» diye sordu Howard.

«Beyaz ırktandı.»

«Ten rengi?»

«Açık.»

«Yara izi veya ben?»

«Yoktu.»

«Dövme?»

«Yoktu.»

«Başka kimlik belirtici işaret?»

«Yoktu.»

«Sakatlığı, deforme bir yanı var mıydı?»

«Sapasağlam itoğlunun biriydi,» dedi Hilary sert bir sesle.

Page 114: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Saç rengi?»

«Kirli sarı.»

«Kısa mı, uzun mu?»

«Orta boy.»

88 —

«Gözler?»

«Vardı.»

«Ne?»

«Evet, gözleri vardı.»

«Bayan Thomas...»

«Tamam, tamam.»

«Bu ciddi bir iş.»

«Gözleri maviydi. Az rastlanan grimsi mavi bir renkte.»

«Yaşı?»

«Kırk dolaylarında.»

«Farklı bir özeiliği?»

«Ne gibi?»

«Sesiyle ilgili bir şey söylemiştiniz.»

«Doğru. Boğuk bir sesi vardı. Gıcırtılı gibi, kumlu gibi. Bo-

ğuk, tırmalayan, peşten bir ses.»

«Pekâlâ.» Dedektif Howard topukları üzerinde öne arkaya

sallanırken kendinden pek memnun bir hali vardı, «Şimdi sal-

dırganın oldukça ayrıntılı bir tarifi elimizde hazır. Bu sefer de

bana lütfen Bruno Frye’ı tarif edin.»

«Daha şimdi ettim.»

«Hayır, hayır. Size saldıran kişinin kim olduğunu bilmedi-

ğinizi varsayıyoruz. Bu küçük oyunu benim hatırım için oynuyo-

Page 115: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ruz. Unuttunuz mu? Siz bana saldırganı tarif ettiniz. Adı olma-

yan bir adamı. Şimdi de sizden Bruno Frye’ı tarif etmenizi isti-

yorum.»

Hilary, Dedektif Ciemenza’ya döndü. «Bu gerçekten gerekli

mi?» diye sordu bezgin bir sesle.

Cliemenza, «Frank, bu işi biraz çabuklaştırabilir misin?»

dedi.

«Bak, vurgulamak istediğim bir nokta var. Oraya bildiğimi

en iyi yoldan gelmek istiyorum. Hem zaten yavaşlatan da o.»

Hilary’ye döndü. Genç kadının içinde bir kere daha aynı

duygu uyandı. Başka bir yüzyılda, dinsel sorgu mahkemesinde

sanık gibi hissetti kendini. Clemenza izin verse, Hofjvard onu

yakalayıp sallar, salîar, sonunda ağzından istediği cevapları

alırdı. İster gerçek olsun, ister olmasın.

«Bayan Thomas,» dedi. «Sorularıma cevap verirseniz bu işi

89 —

birkaç dakikada bitireceğim. Şimdi, lütfen Bruno Frye’ı tarif

eder misiniz?»

Hilary tiksinti dolu bir sesle başladı. «Bir doksanın üzerin-

de, yüz kiloyu aşkın, adaleli, sarışın, grimsi mavi gözlü, kırk

yaşlarında, yarasız beresiz, sakatlığı olmayan, dövmesi olma-

yan, derin, gıcırtılı sesli biri.»

Frank Hovvard gülümsüyordu. Dostça bir gülümseme değil-

di yüzündeki. «Saldırganı ve Bruno Frye’ı tarif edişiniz birbiri-

nin aynı, Bir tek fark bile yok. Ve gerçekten de bize ikisinin aynı

kişi olduğunu söylemiştiniz.»

Adamın sorgu biçimi gülünç gibi gözüküyordu ama bir

Page 116: Dean R. Koontz - Fısıltılar

amacı olmalıydı. Budala birine benzemiyordu. Hilary kurulan

tuzağa daha şimdiden girdiğini hissetti. Ama hâlâ göremiyordu

tuzağı.

«Fikrinizi değiştirmek istiyor musunuz?» diye sordu Hovvard.

«Saldırganın bir başkası olması için ufacık bir ihtimal bulundu-

ğunu, Frye’a benzeyen biri olabileceğini kabul ediyor musu-

nuz?»

Hilary, «Ben aptal değilim,» dedi. «Oydu.»

«Saldırganla Frye arasında küçücük bir fark bile yok muy-

du? Küçücük bir şey?»

«Yoktu.»

«Burnunun biçiminde, çenesinin kıvrımında?»

«O bile yoktu.»

«Frye’la saldırganın aynı alın çizgisine, aynı elmacık ke-

miklerine, aynı çeneye sahip olduğundan kesinlikle emin mi-

siniz?»

«Evet.»

«Bu gece buraya gelenin Bruno Frye olduğu konusunda hiç-

bir kuşku gölgesi yok mu zihninizde?»

«Yok.»

«Buna mahkeme önünde yemin edebilir misiniz?»

«Evet, evet, evet!» Hilary usanmıştı onun bu ısrarlarından.

«Pekâlâ o halde. Mükemmel. Bu şekilde ifade verdiğiniz

takdirde korkarım kendini hapiste bulan siz olursunuz. İftira bir

suçtur.»

«Ne? Ne demek istiyorsunuz?»

Hdvvard ona sırıttı. Sırıtışı deminki gülümsemesinden bile

90 —

Page 117: Dean R. Koontz - Fısıltılar

daha düsmancaydı. «Boyan Thomos, demek istediğim şu... siz

bir yalancısınız.»

Hilary öyle şaşırmış, bu suçlamanın böyle apaçık yapılma-

sından öyle sarsılmış, odamın yüzündeki o çirkin ifodeden öyle

şoka uğramıştı kî, çabucak bir cevap düşünemedi. Ne demek is-

tendiğini bile tam kavrayamamıştı.

«Bir yalancı, Bayan Thomas. Son derece açık ve net.»

Dedektif Clemenza kahverengi koltuktan kalktı, «Frank, bu

işi usulünce mi uyguluyoruz?» diye sordu.

«Elbette,» dedi Havvard. «Tıpatıp usulüne uygun uyguluyo-

ruz. Bu kadın dışarda fotoğrafçılara poz verirken bana merkez-

den telefon geldi. Napa Bölgesi şerifinden haber almışlar.»

«Bu kadar çabuk mu?»

«Evet. Şerifin adi Peter Laurenski. Şerif Laurenski orada,

Frye’ın bağında istediğimiz araştırmayı yapmış ve ne bulmuş,

biliyor musun? Bay Bruno Frye’ın Los Angeles’e gelmediğini

bulmuş. Adam hiç evinden ayrılmamış. Bruno Frye şu anda Na-

pa Bölgesinde, kendi evinde, bir sinek kadar zararsız, oturu-

yor.»

«İmkânsız!» diye patladı Hilary. Kanepeden bir anda kalk-

mıştı.

Havvard başım iki yana salladı. «Vazgeçin artrk, Bayan Tho-

mas. Frye bizim şerif Laurenski’ye, aslında bugün Los’ Ange-

les’e gelip hafta sonunu geçirmek istediğini söylemiş. Kısa bîr

tatil. Ama işlerini zamanında toparlayamamış, planı iptal etmiş,

çalışmasını sürdürmek üzere evinde kalmış.»

«Şerif yanılıyor!» dedi Hilary. «Bruno Frye’la konuşmuş ola-

maz.»

Dedektif Howard bu sefer, «Yani Şerif Lauren«ki*ye yalancı

Page 118: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mı diyorsunuz?» dîye sordu.

«Belki... Frye’ı korumak isteyen biriyle konuşmuştur.» Hi-

lary bunu söylerken bile, olmayacak bir şeyi savunduğunun

farkındaydı.

«Hayır,» dedi Havvard. «Şerif Laurenski, Bruno Frye’ın ken-

disiyle konuşmuş.»

«Onu görmüş mü? Frye’ı gözüyle görmüş mü?» diye sordu

Hilary. «Yoksa biriyle telefonda mı konuşmuş? Kendini Frye di-

ye tanıtan biriyle.»

91 —

«Yüzyüze mi konuştu, telefonda mı konuştu, bilmiyorum.

Ama unutmayın, Bayan Thomas, bize Frye’ın çok değişik bir

sesi olduğunu söylediniz. Çok boğuk, gıcırtılı bir ses. Sizce biri-

si o sesi telefonda kolaylıkla taklit edebilir mi?»

«Eğer Şerif Laurenski bu Frye’ı iyi tanımıyorsa, kötü bir

taklide bile kanabilir. Belki...»

«Orası küçük bir kasaba. Bruno Frye gibi önemli bir ada-

mı herkes tanır. Şerif de onu yirmi yılı aşkın bir süreden beri

çok yakından tanıyor.» Höward’m sesinde zafer vardı.

Dedektif Clemenza sanki acı çekiyordu. Hilary’ye gelince,

Dedektif Hovvard kendisi hakkında ne düşünürse düşünsün,

Ciemenza’nın ona inanması gözüne nedense önemli görünmek-

teydi. Genç adamın gözlerinde oynaşan kuşku gölgesini gör-

mek onu Hcward’m tehditleri kadar çok sarstı.

Onlara arkasını döndü, gül bahçesine bakan pencereye

yürüdü, öfkesine hakim olmaya çalıştı, onu bastıramadı, tekrar

iki dedektife döndü. Hovvard’a söz söylerken çok kızgındı. Her

Page 119: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kelimesini vurgulamak için yumruğunu pencerenin alt pervazına

vuruyordu. «Bruno... Frye... buradaydı!» Gül dolu vazo sarsıl-

dı, pencerenin kenarından yere düştü. Hilary hiç aldırmadı. Gül-

ler yerlere saçılmış, sular dökülmüştü. O sözlerine devam etti.

«Devirdiği kanepe ne olacak? Kırılan porselenler? Ben fırlattım

onları ona. Ya sıktığım kurşunlar? Burada bıraktığı o kırık bı-

çak? Yırtılan elbisem? Külot çorabım?»

«Bunlar kurnazca hazırlanmış bir kurgu olabilir,» dedi Ho-

iward. «Hepsini kendiniz yapmış olabilirsiniz. Hikâyenizi destek-

lemek için.»

«Bu çok saçma.»

Clemenza, «Bayan Thomas, belki de gerçekten başka bi-

riydi,» dedi. «Frye’a çok benzeyen biri.»

Hilary bunu kabullenip sözünden dönmeyi istese bile yapa-

mazdı. Dedektif Haward ona saldırganı ve Frye’ı tekrar tekrar

tarif ettirmekle, ikisinin aynı kimse olduğu yolunda ağzından

peşpeşe onaylar koparmakla, Ciemenza’nın sunduğu kaçış yo-

lunu kullanmasını imkânsızlaştırmamışsa bile çok zorlaştırmıştı.

Hoş, zaten Hilary’nin dediğinden dönmeye, durumu yeniden dü-

şünmeye niyeti de yoktu. Haklı olduğundan emindi. «Frye’dı,»

dedi kararlı bir sesle. «Frye’dı, başkası değildi. Ben uydurma-

92 —

dım bu olanları. Durup dururken duvarlara kurşun sıkmadım.

Kanepeyi kendim devirip kendi giysilerimi kendim yırtmadım.

Tanrı aşkına, neden yapayım böyle delice bir şeyi? Böyle bir

maskaralıktan ne kazanmayı bekliyor olabilirim ki?»

«Benim o konuda bazı fikirlerim var,» dedi Hovvard. «Her-

Page 120: Dean R. Koontz - Fısıltılar

halde Bruno Frye’ı epey zamandan beri tanıyordunuz ve...»

«Size söyledim. Onu ilk defa üç hafta önce gördüm.»

«Bize doğru olmadığı sonradan anlaşılan başka şeyler de

söylediniz. Bu yüzden, Frye’ı yıllardır tanıdığınıza inanıyorum. Ya

da en azından, uzun süreden beri. İkiniz bir gönül macerası

yaşadınız...»

«Hayır!»

«...ve her ne sebeptense o sizi bıraktı. Belki bıktı sizden.

Belki bir başka kadın çıktı karşısına. Herhangi bir neden. Ben-

ce o şaraphaneye bir senaryo için araştırma yapmaya gitme-

diniz. Onunla barışmak amacıyla gittiniz. İşleri düzeltmek, öpü-

şüp barışmak niyetindeydiniz...»

«Hayır.»

«Ama o niyetli değildi. Sizi tekrar reddetti. Orada bulun-

duğunuz sırada, Bay Frye’ın kısa bir tatil için Los Angeles’e

geleceğini öğrendiniz. Kente geldiği ilk gece için herhalde bir

şey planlamaz, diye hesapladınız. Belki tek başına yemek yi-

yecek, erkenden yatacaktı. Sonradan kendisine tanıklık ede-

cek birisiyle birlikte olmayacağından oldukça emindiniz. Yani...

soruşturmada o gecenin her dakikasında nerede olduğu araştı-

rılırsa. Bu yüzden, onu ırza geçme teşebbüsüyle suçlamaya ka-

rar verdiniz.»

«Allah belânı versin, iğrenç bir şey bu!»

«Ama oyun geri tepti,» diye devam etti Hoivvard. «Frye pla-

nını değiştirdi. Los Angeles’e hiç gelmedi. Ve sizin de yalanınız

ortaya çıkmış oidu.»

«O buradaydı!» Dedektifi gırtlağından yakalayıp sarsmak,

lâf anlamasını sağlamak geliyordu içinden. «Bakın, kimseyle

aşk yaşayıp yaşamadığımı bilecek kadar yakın bir iki arkada-

şım var. Size adlarını veririm. Gidip görün onları. Bruno Frye’

Page 121: Dean R. Koontz - Fısıltılar

la aramda bir şey olmadığını söyleyeceklerdir. Hatta çoktandır

kimseyle aramda bir şey olmadığını da söyleyeceklerdir. Öze!

“hayatımı yaşayamayacak kadar meşguldüm. Her gün saatlerce

93 —

çalışıyordum. Aşka falan ayıracak zamanım yoktu. Hele de eya-

letin öbür ucunda oturan bir adamla ilişki kurmaya hiç vaktim

yoktu. Konuşun arkadaşlarımla. Onlar size söyler.»

«Arkadaşlara tanık olarak güvenilemeyeceğini bilmeyen

yoktur,» dedi Howard. «Hem zaten belki bir tek bu aşkı gizli

tutuyordunuz. Sır gibi saklıyordunuz. Kabul edin, Bayan Tho-

mas, kendi kendinizi köşeye kıstırdınız. Gerçekler ortada. Siz

Frye’ın bu gece bu eve geldiğini söylüyorsunuz. Oysa şerif

onun otuz dakika önce kendi evinde olduğunu söylüyor. St. He-

leno’ran uzaklığı buraya kuş uçuşu dört yüz milden fazla, ara-

bayla beş yüz mil tutuyor. Evine bu kadar çabuk ulaşmasına

imkân yok. Aynı anda iki yerde de olamaz, çünkü, belki bil-

miyorsunuzdur diye söyleyeyim, böyle bir durum fizik kural-

larım ciddi biçimde ihlâl ederdi.»

Dedektif Clemenza, «Frank, belki Bayan Thomas’îa bu işi

ben bitirsem iyi olur,» dedi.

«Bitirilecek ne kaldı? Her şey bitti, kapandı... kaput.» Ho-

iward suçlayan parmağını Hilary’ye uzattı. «Çok şanslı bir in-

sansınız, Bayan Thomas. Eğer Frye Los Angeles’e gelmiş ol-

saydı, bu olay mahkemeye yansısaydı, yalan ifade vermekten

suçlanırdıntz. Kendinizi hapiste bulabilirdiniz. Ayrıca bir şansı-

nız da, bizim zamanımızı böyle ziyan edenleri cezalandıracak

bir yolumuzun olmayışı.»

Page 122: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Clemenza yumuşak bir sesle, «Zamanımızın ziyan olduğun-

dan emin değilim,» dedi.

«Daha neler!» Ho’vvard, Hilary’ye ateş saçan gözlerle bakı-

yordu. «Size bir tek şey söyleyeyim. Eğer Bruno Frye hakaret

davası açarsa ben ona tanıklık etmeye hazırım.» Bunu da söy-

ledikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı, çalışma odasının kapı-

sına yöneldi.

Dedektif Clemenza ise gitmeye kalkışmadı. Besbelli Hilary’

ye söyleyecek sözleri vardı. Ama Hilary önemli sorularırı ce-

vabı verilmeden ötekinin de gitmesini istemiyordu. «Durun bir

dakika,» diye seslendi.

Howard durdu, dönüp ona baktı. «Evet?»

«Şimdi ne olacak? Şikâyetim konusunda ne yapacaksınız?»

«Siz ciddi misiniz?»

«Evet.»

94

«Arabaya dönüp Bruno Frye’la ilgini arama emrini iptal

edeceğim, sonra da iş gününü sona erdireceğim. Evime dönüp

bir iki şişe bira içeceğim.»

«Beni’ burada yalnız bırakacak değilsiniz herhalde, deği!

mi? Ya geri gelirse?»

Hövvard, «Ah, Tanrım!» dedi. «Lütfen numarayı keser misi-

niz artık?»

Hilary ona doğru birkaç adım attı. «Siz ne düşünürseniz

düşünün, Napa Bölgesi şerifi ne derse desin, ben numara yap-

mıyorum. En azından şu üniformalı polislerden bir tanesini bir

iki saat burada bırakın da çilingiri çağırıp kilitlerimi değiştire-

yim.»

Page 123: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Haward başını iki yana salladı. «Olmaz. Polislerin iş saa-

tini, vergi mükelleflerinin parasını daha fazla ziyan edersem

Ailah belâmı versin. Hem de ihtiyacınız olmayan bir koruma

için. Vazgeçin. Bitti artık. Kaybettiniz. Bunu kabul edin, Bayan

Thomas.» Odadan çıktı.

Hilary kahverengi koltuğa yürüyüp oturdu. Çok yorgundu.

Kafası karmakarışıktı. Üstelik korku içindeydi.

Clemenza, «Memur VVhitlock’la Memur Farmer’in kilitler

değişene kadar kalmalarını sağlayacağım,» dedi.

Hilary başını kaldırıp ona baktı. «Teşekkür ederim.»

Adam omuzlarını kaldırdı. Gözle görülür bir tedirginliği

vardı. «Daha fazla bir şey yapamayacağım için üzgünüm.»

Hilary, «Bu olanları ben uydurmadım,» dedi.

«Size inanıyorum.»

«Frye bu gece gerçekten buradaydı.»

«Buraya birisinin girdiğinden eminim ama...»

«Birisi değil. Frye.»

«Bu teşhis konusunu yeniden bir düşünürseniz, o zaman

vakanın üzerinde çalışmayı sürdürebiliriz ve...»

«Frye’dı.» Hilary artık kızgın değildi. Yalnızca yorgundu.

«Oydu. Başkası değil, onun ta kendisiydi.»

Clemenza ona uzun süre ilgi dolu bakışlarla baktı. Duru

kahverengi gözleri anlayış doluydu. Yakışıklı adamdı ama göze

hoş görünen yalnızca yakışıklılığı değildi. Bu insanda tarifi zor

bir sıcaklık, bir incelik vardı. Yüzünün o İtalyan çizgileri öyle

belirgin bir ilgi ve anlayışla doluydu ki, Hilary kendi başına ge-

95 —

Page 124: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ienlere onun gerçekten ilgi gösterdiğini hissetti.

Clemenza, «Zor bir olay yaşadınız,» dedi. «Sizi sarstı. Bu

anlaşılabilir bir şey. Bazen insan böyle bir şokla karşıtaşmca

gözlemleri çarpılır. Belki biraz sakinleşme fırsatı bulunca olay-

ları biraz... farklı hatırlarsınız. Yarın bir ara uğrarım. Belki o

zaman bana söyleyecek yeni şeyleriniz otur.»

«Olmayacak.» Hilary hiç kararsızlık göstermemişti. «Ama...

nezaketiniz için teşekkür ederim.»

Dedektifin gitmeye hevesli olmadığını hissediyordu. Ama

sonunda yine de gitti. Hilary çalışma odasına yalnız koldu

Bir iki dakika boyunca koltuktan kalkacak enerjiyi bula-

madı. Sanki yumuşak kumla dolu bir havuza girmiş, kurtulmak

için tüm çabasını harcıyordu.

Sonunda kalktı, masaya yürüdü, telefonu eline aldı. Niyeti

Napa Bölgesindeki şaraphaneyi aramaktı. Ama bunun bir işe

yaramayacağını düşündü. Elinde yalnızca ofis telefonu vardı.

Frye’ın ev telefonu yoktu. İstihbaratın o numarayı vereceği kuş-

kuluydu. Verse bile, numarayı çevirmek Hüary’ye yardımcı ol-

mazdı. Adamı evinden aramaya kalkışırsa yalnızca iki şey ola-

bilirdi. Bir kere, adam cevap vermeyebilirdi. Böyle bir durum-

da Napa şerifinin söylediği doğru mu, yanlış mı, kanıtlana-

mazdı. İkincisi, Frye cevap verirdi... ve Hilary’yi şaşırtırdı. Ne

olurdu o zaman? Hilary gecenin olaylarını yeniden değerlendir-

mek, dövüştüğü adamın Bruno Frye’a çok benzeyen biri oldu-

ğunu kabullenmek zorunda kalırdı. Ya da belki adam Frye’a

hiç benzemiyordu. Belki Hilary’nin gözlemlen öyle çarpılmıştı

ki, var olmayan bir benzerlik buluvermişti. İnsan gerçeklerden

uzaklaştığını, koptuğunu nereden anlardı? Nasıl başlardı deli-

lik? Yavaş yavaş, sinsice mi gelir, yoksa apansız mı ortaya

çıkardı? Hiç uyarısız! Aklını kaybetmekte olduğu ihtimalini de

Page 125: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gözönünde tutmak zorundaydı, çünkü ne de olsa... ailesinde

de vardı delilik. On yılı aşkın bir süreden beri en büyük korku-

su babası gibi ölmekti. Gözleri yuvalarından fırlamış durumda,

çılgınca sözler sayıklayarak, tabancayı havada sallayıp var ol-

mayan canavarları kovmaya çalışarak. Babasına bak, kızını al!

Öyle miydi acaba?

«Onu gördüm,» dedi yüksek sesle. «Bruno Frye’dı. Evim-

96 —

deydi- Burada. Bu gece. Hayal görmedim, kendim uydurma-

dım. Onu gördüm, lanet olsun.»

Telefon rehberini açtı, meslekler kısmından yirmi dört saat

açık olan bir çilingir aradı, numarayı çevirdi.

Hilary Thomas’ın evinden kaçtıktan sonra Bruno Frye gri

Dodge kamyonetine binip Westwood’dan uzaklaştı. Önce ba-

tıya, sonra güneye, Marino Del Rey’e yöneldi. Kentin ucunda

küçük bir >at limanıydı orası. Pahalı bahçeli apartmanlarla, bu-

tiklerle, lüks lokantalarla dolu bir yerdi. Hepsi de körfeze ba-

kardı lokantaların. Körfezin insan yapısı kanallarında binlerce

tekne bağlanmış olurdu.

Kıyıda sis bastırmaktaydı. Sanki okyanusun ortasında ko-

caman bir ateş yanıyor, dumanı geliyordu. Yer yer yoğun, yer

yer ince bir sis. Ama durmadan koyuluyordu.

Kamyoneti rıhtıma yakın yerde bir otoparkın boş köşesine

soktu, bir dakika boyunca direksiyon başında kıpırdamadan

oturdu, uğradığı başarısızlığı düşündü. Polis onu arıyor ola-

caktı. Ama uzun sürmeyecekti o arama. Bütün gece Napa’da-

ki evinden çıkmadığını anlayacakları zamana kadar sürecekti.

Page 126: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Zaten kendisini Los Angeles’de ararlarken bile tehlikede sa-

yılmazdı. Nasıl bir arabayla dolaştığını bilmiyorlardı. Hilary Tho-

mas arabayı görmüş olamazdı. Evden üç blok ileriye parket-

mişti onu Frye.

Hilary Thomas.

Gerçek adı bu değildi tabii.

Katherine. Oydu aslında. Katherîne.

«Pis kaltak,» diye söylendi yüksek sesle.

Bu kadın onu korkutuyordu. Son beş yıldır yirmiden faz-

la insan öldürmüştü ama kadın bir türlü ölü kalmıyordu. Dur-

madan hayata dönüyordu. Yeni bir vücut içinde, yeni bir isimle,

yeni bir kimlikle, kurnazca hazırlanmış yeni bir hayat hikaye-

siyle. Ama kendisi Katherine’i hangi kimliğe saklanırsa sak-

lansın, tanımakta asla zorluk çekmezdi. Kaç kere rastlamış,

kaç kere öldürmüştü onu! Ama o ölü kalmıyordu. Mezardan

nasıl dönüleceğini biliyordu. Bunu bilmesi, Bruno’yu öyle kor-

kutuyordu ki! Ama bu korkusunu ona belli etmek istemiyordu.

97

Fısıltılar — F. : 7

Ondan korkuyorsa bile, bu korkuyu belli edemezdi. Çünkü eğer

o anlarsa... derhal bastırır, mahvederdi Bruno’yu.

Ama öldürülebiliyor, dedi Frye kendi kendine. Daha önce

de başardım. Defalarca öldürdüm, onun sayısız vücutlarını gizli

Page 127: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mezarlara gömdüm. Yine öldürürüm. Belki bu sefer geri dön-

meyi başaramaz.

Kadının VVeslvvood’daki evine dönmekten bir tehlike gel-

meyeceğine inandığı anda yine onu öldürmeye çalışacaktı. Bu

sefer bir takım törensei uygulamalarda bulunacaktı. O zaman

belki kadının o doğaüstü yeniden doğma özelliği kaybolurdu.

Bruno yaşayan ölülerle ilgili hayli kitap okumuştu... vampirler,

diğer yaratıklar hakkında. Bu kadın öyle bir şey değildi... çok

kendine özgüydü. Korku verecek kadar. Ama vampirlere etkili

olan bazı uygulama yöntemlerinin ona da etkili olacağına Bru-

no inanıyordu. Yüreğini henüz çarparken çıkarmak, içine tah-

ta bir çubuk saplamak, kafasını kesmek, ağzına sarımsak dol-

durmak. Sonuç verecekti. Ah, Tanrım, vermek zorundaydı!

Kamyonetten inip yakındaki sokak telefonuna yürüdü. Nem-

li havada tuz kokusu vardı. Buna yosun kokusuyla makine

yağı kokusu da karışıyordu. Dalgalar küçük yatların bordala-

rına çarpıyor, garip bir ses çıkarıyordu. Telefon kulübesinin

pleksiglas camından tekne direkleri görünmekteydi. Ardı gel-

mez sıralar halinde. Gece sisleri içinden baş vermiş yapraksız

ağaçlar ormanı gibi. Hilary polise telefon ederken Frey da Na-

pa’ya, kendi evine telefon etti, başarısız saldırısını anlattı.

Hattın karşı tarafındaki adam onu sözünü kesmeden din-

ledi, sonunda, «Ben polisi idare ederim,» dedi.

Birkaç dakika konuştular, sonra Frye telefonu kapadı. Ku-

lübeden çıkıp sisin karanlığına kuşkulu gözlerle baktı. Kathe-

rine onu izlemiş olamazdı... ama... yine de oralarda bir yer-

deydi. Bakıyordu, bekliyordu. Bruno iri adamdı. Bir kadından

korkması gerekmezdi. Ama korkuyordu. Bu ölmeyen kadından,

şimdi kendine Hilary Thomas diyen kadından korkuyordu.

Page 128: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Kamyonete dönüp direksiyonun başında birkaç dakika da-

ha oturdu, sonunda karnının acıkmış olduğunu farketti. Ölü-

yordu açlıktan. Karnı gurulduyordu. Öğle yemeğinden bu yana

bir şey yememişti. Marina Del Rey’i biraz tanıdığı için bu çev-

rede uygun bir lokanta bulunmadığını biliyordu. Pasifik Kıyı

98 —

Otoyolu üzerinden güneye ilerledi, Cuiver Bulvarına saptı, son-

ra batıya döndü, Vista Del Mar’a varınca bir kere daha güneye

kıvrıldı. Yavaş gitmesi gerekiyordu. Sis çok yoğundu buralar-

da. Farların ışığını insanın kendi gözüne yansıtıyor, görüş uzak-

lığını on metreye indiriyordu. Kendini su altında, fosforlu bir

denizin dibinde iierliyormuş gibi hissetti. Napa telefonunu bi-

tirdikten yaklaşık yirmi dakika sonra (ve Şerif Laurenski’nin

Los Angeles polisine yardımcı olmak amacıyla Napa’da incele-

me yapmaya başladığı sıralarda) Frye da El Segundo’nun kuzey

ucunda ilginç bir lokanta buldu. Kırmızı sarı neon, ışıklar sisin

arasından parlıyor, GARRİDO’NUN YERİ yazısı görünüyordu.

Meksika lokantasıydı burası. Ama Kuzey Amerika’da sık rast-

lanan o krom-cam karışımı taklitlerden değildi. Gerçek Meksi-

ka lokantasına benziyordu. Frye yoldan saptı, lokantanın önü-

ne parketti. Kapıya yürürken üzerine İSPANYOL GÜCÜ diye

etiket yapıştırılmış bir arabanın yanından geçti. Bir başka ara-

banın üzerinde de ÇİFTLİK İŞÇİLERİ SENDİKASINA DESTEK

OLUN diye yazıyordu. Frye az sonra yiyeceği ençilada’ların ta-

dını ağzında hissetmeye başlamıştı.

İçeriye girince Garrido’nun Yeri’nin lokantadan çok bara

benzediğini gördü. Ama ortalık yine lezzetli Meksika yemekle-

Page 129: Dean R. Koontz - Fısıltılar

rinin kokusuyla doluydu. Kocaman, dikdörtgen salonun sol du-

varı boyunca uzanan eskimiş ahşap bir bar vardı. Yaklaşık bir

düzine kadar esmer adamla iki güzel senyorita, barın yüksek

taburelerine oturmuş, aralarında hızlı hızlı İspanyolca ko-

nuşuyorlardı. Orta yerde tek sıra halinde on iki kadar

masa bara paralel olarak dizilmişti. Üstlerinde kırmızı

sofra örtüleri vardı. Bu masaların hepsinde, yiyip içer-

ken konuşan, kahkahalar atan kadın ve erkekler otur-

maktaydı. Sağ duvar boyunca da loca gibi oyuklar göze çar-

pıyordu. Yuvarlak kanepeleri kırmızı deri kaplı, arkalıkları yük-

sekti. Frye onlardan birine oturdu.

Masasına gelen garson boylu bir kadındı. Eni de boyu

kadar gibiydi. Yuvarlacık, şaşılacak kadar güzel bir yüzü vardı.

Fredie Fender’in tatlı, yakınma dolu şarkısı ortalığı çınlatırken

sesini duyurabilmek için bağırarak Frye’a ne istediğini sordu,

siparişi aldı. Çift porsiyon çiliverde ve iki şişe soğuk Dos

Equis.

99 —

Frye’ın ellerinde hâlâ o deri eldivenler vardı. Onları çıkar-

dı, parmak eklemlerini oynattı.

Bıyıklı bir İspanyolla gelmiş sarışın kızın dışında, damarla-

rında İspanyol kanı taşımayan tek kişi Frye’dı burada. Bazı

kimselerin kendisine bakmakta olduğunu görüyor, ama aldır-

mıyordu.

Garson kadın birayı hemen getirdi. Frye bardağa doldurma

zahmetine girmedi. Şişeyi ağzına dayadı, gözlerini yumdu, ba-

şını arkaya attı, lıkır lıkır içti. Bir dakika dolmadan boşaltmıştı

Page 130: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şişeyi. İkincisini daha yavaş içti ama yemek geldiğinde o da

bitmişti. İki şişe daha söyledi.

Bruno Frye yemeğini oburca, tüm dikkatini tabağına yönel-

terek yedi. Başka yere bakmaya niyeti olmadığı gibi, olsa da

yapamazdı herhalde. Çevresini tümüyle unutmuştu. Başını eğ-

miş, lokmaları peşpeşe tıkıyordu ağzına. İkide bir ağzından yu-

muşak, hayvansı sevinç homurtuları çıkıyor, avurtları doluyor,

boşalıyor, yine doluyordu. Çiliverde’nin yanında bir tabak da

sıcak tortula gelmişti. Ondan lokmalar koparıp tabağındaki le-

ziz sosları sıyırdı, her şeyi soğuk bira yudumlarıyla yuttu.

Yemeğin üçte ikisine geldiği sırada garson kadın masaya

uğradı, ona yemeği beğenip beğenmediğini sordu, bu soruya

gerek olmadığını daha sorarken anladı. Adam başını kaldırıp

ona odağı ayarlanmamış bakışlarla baktı. Derinden gelen bo-

ğuk bir sesle iki dana tako, iki peynirli ençilada, pilav, fasulye

ve iki şişe daha bira istedi. Kadının gözleri iri iri açıldı, ama

adamın bu iştahı üzerinde yorum yapmama nezaketini gös-

terdi.

İkinci sipariş gelmeden Frye çiliverde’sinin son lokmasını

bitirdi. Tabağı boşalınca bile trans halinden çıkmadı. Her ma-

sada bir kâse tako cips duruyordu. Onu önüne çekti. Cipsleri

yine masalara konmuş olan sıcak sosa batırıp batırıp yemeye

başladı. Ağzında onları keyifle çıtırdatıyor, çok gürültü çıkarı-

yordu. Garson diğer yiyecekleri ve biraları getirdiğinde Frye te-

şekkür anlamında bir homurtu çıkardı, hemen peynirli ençilada’

lan atıştırmaya koyuldu. Tako’larla diğer yiyecekleri de aynı

tempoyla yiyip bitirdi. Boğa gibi boynunda bir damarın attığı

görülüyordu. Alnında da damarlar kabarmıştı. Yüzü bir ter ta-

bakasıyla kaplıydı. Saç çizgisinin hizasından boncuk boncuk

100—

Page 131: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ter damlaları çıkıyor, yüzünden aşağıya yuvarlanıyordu. Son

fasulye lokmasını bira yardımıyla yuttuğunda boş tabakları ken-

dinden uzağa itti. Bir eli bacağında, bir eli şişeye sarılmış

durumda, bir süre oturdu. Gözleri karşı tarafa görmeden ba-

kıyordu. Yavaş yavaş yüzündeki terler kurudu, Frye çalmakta

oları müziği farketti. Yeni bir Freddie Fender şarkısı başlamıştı.

Birasını yudumlarken çevredeki diğer müşterilere baktı.

Onlara ilk defa ilgi gösteriyordu. Gözleri kapıya en yakın ma-

sada oturan gruba takıldı. İki erkek, iki kadın. Kadınlar güzeldi.

Erkekler de esmerin yakışıklısıydı. Yaşları henüz yirmilerin baş-

larında gibiydi. Erkekler kızlara poz atıyor, gereğinden biraz

yüksek sesle konuşuyor, horoz gibi kasılıyor, onları etkileme-

ye çalışıyorlardı.

Frye onlarla biraz eğlenmeye karar verdi. Düşündü, bu işi

nasıl yapacağını planladı, doğacak heyecanı hayal ederek mut-

lu mutlu sırıttı.

Garson kadından hesabı istedi, cebinden biraz fazlasını

çıkarıp masaya koydu, «Üstü kalsın,» dedi. Bahşiş epey yüklüy-

dü.

Kadın parayı alıp kasaya doğru yürümeden önce gülüm-

sedi, «Çok cömertsiniz,» diye mırıldandı.

Frye deri eldivenlerini ellerine geçirdi.

Altıncı şişe bira hâlâ yarım dolu durumdaydı. Locadan çık-

tığında onu da eline aldı. Kapıya yürürken ilgisini çeken çiftin

masasındaki sandalyelerden birine ayağını takmayı başardı.

Hafif tökezledi, sonra dengesini kazandı, masada oturan dört

şaşkın gence doğru eğildi. Elindeki bira şişesini görmelerini

sağlıyor, sarhoş taklidi yapıyordu.

Page 132: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Çok alçak sesle konuştu. Lokantadaki diğer müşterilerin

duymasını, kurduğu planı anlamasını istemiyordu. Bu masadaki

iki erkekle başa çıkabileceği kesindi. Ama bir orduyla savaş-

maya hazır değildi. Çipil gözlerle masadaki iki erkeğe baktı,

sırıttı, boğuk bir fısıltıyla, «Çek şu bok sandalyeni yolun üstün-

den, budala İspanyol,» dedi.

Yabancı ona gülümsemekteydi. Sarhoşun özür dilemesine

hazırlamıştı kendini. Hakareti duyunca, kahverengi enli suratı

boş bir ifadeye büründü, gözleri kısıldı.

Daha o ayağa kalkamadan Frye öbür adama döndü. «Ken-

101

dine şu sunşın gibi bir karı buisana! Bu yağlı şırfıntılarla ne

işin var?»

Sonra dönüp hızla kapıya yürüdü. Kavga lokantanın içinde

başlamasın diye. İçin için, kıkır kıkır gülerek kapıyı itip çıktı,

sisli geceye adımını attı, hızlı adımlarla binanın köşesini dönüp

otoparka girdi, yavaşladı.

Kendi kamyonetine birkaç adım uzaklıktayken deminki

gençlerden birinin arkasından İspanyol aksanıyla seslendiğini

duydu. «Hey, dur bir dakika ulan!»

Frye döndü. Hâlâ sarhoş taklidi yapıyor, yerinde sallanı-

yordu. «Ne var?» diye sordu aptal aptal.

İki genç yanyana aurdular. Sisin içinde iki hayal gibi. Tık-

naz olanı, «Sen ne yaptığını sanıyorsun ulan?» dedi.

«Belâ mı arıyorsunuz siz?» Frye’ın sözde dili dolanıyordu.

«Cerdo!» dedi tıknaz olanı.

İncesi de, «Mugriento cerdo!» diye ona katıldı.

Page 133: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Frye bu sefer, «Tanrı aşkına o maymun dilinde konuşmayı

kesin,» dedi. «Diyecek bir şeyiniz varsa bizim dilde söyleyin.»

«Miguel sana domuz dedi,» diye açıkladı ince olanı. «Ben

de pis domuz dedim.»

Frye sırıttı, eliyle ayıp bir işaret yaptı.

Miguel adındaki tıknaz genç saldırdı. Frye hareketsiz bek-

ledi. Sanki onun gelişini görmüyormuş gibi. Miguel başını eğ-

miş, yumruklarını kaldırmış, dirsekleri yanlarına bitişik durum-

da saldırıyordu. Frye’ın demir kaslı midesine iki hızlı ve güçlü

yumruk salladı. Esmer adamın granit elleri sert, tok bir ses

çıkardı. Ama Frye iki yumruğu da yerken kılını kıpırdatmadı.

Elinde hâlâ tutmakta olduğu bira şişesini Miguel’in kafasına

indirdi. Cam patladı, müziksi sesler çıkararak beton otoparkın

tabanına yağdı. Biralar ve köpükler her iki adamın üstüne ba-

şına döküldü. Miguel korkunç bir homurtuyla dizleri üzerine

çökmüştü. Arkadaşına yakarı dolu bir sesle, «Pablo!» diye ses-

lendi. Frye yaralı adamın kafasını iki eliyle yakaladı, dizini çene

altına çarptırdı. Miguel’in dişleri çirkin bir sesle takırdadı. Frye

onu bırckınca genç adam baygın durumda yan üstü devrildi,

soluğu burnundan kan baloncuklarının gürültüyle çıkmasına yo!

açtı.

Miguel yere serilirken Pablo saldırıya geçti. Elinde bir bıçak

102 —

vardı, ince uzun bir bıçaktı. Belki sustalı. Herhalde iki yanı da

keskin. Jilet gibi. İnce adam Miguel gibi gözü kapalı saldıra-

caklardan değildi. Hızlı ama zarif hareket ediyordu. Dans eden

Page 134: Dean R. Koontz - Fısıltılar

adımlarla Frye’ın sağına geçti, bir açık yer aradı, açığı kendi

hızı sayesinde yarattı, yılan gibi hızla vurdu. Bıçak soldan sa-

ğa inerken Frye eğer geri sıçramamış olsa karnı yarılır, bar-

sakları dökülürdü. Pablo sevinç sesleri çıkararak bıçağı tek-

rar savurdu. Sonra tekrar. Soidan sağa, sağdan sola. Frye geri

çekilirken Pablo’nun bıçağı nasıl kullandığını inceliyordu. Sırtı

Dodge kamyonetin arka kapısına dayandığında ne yapacağına

karar vermişti. Pablo bıçağı kısa yay çizdirerek indirmiyor, uzun

hareketlerle savuruyordu. Her savuruşunun ikinci yarısında bir

iki saniyelik bir süre boyunca bıçak Frye’dan uzaklaşmakta olu-

yordu. Pablo o anda zayıf durumda demekti. İnce adam ölüm

vuruşunu yapmak üzere yaklaşırken avının artık kGçacak bir

yeri kalmadığından emindi. Frye bıçağın savruluşunu hesap-

ladı, tam zamanında atıldı. Bıçak uzaklaşırken Pablo’nun bile-

ğini yakaladı, sıkıp büktü, eklemini ters kıvırdı. İnce adam acıy-

la bağırdı. Bıçak zarif parmaklarından uçtu. Frye onun arka-

sına geçti, kolu kıvırdı, delikanlının suratını kamyonetin arka-

sına çarptırdı. Sonra kolu daha da kıvırdı, eli tâ omuz hizasına,

kürek kemiklerinin arasına kadar yükseltti. Sonunda bir şeyin

koptuğunu hissetti. Serbest eliyle adamın pantolonunun kıçını

yakaladı, onu havaya kaldırdı, yetmiş kilo ağırlığıyla onu kam-

yonete ikinci kere çarptırdı, sonra üçüncü, dördüncü, beşinci,

altıncı i<ere savurdu, bunu çığlıklar kesilinceye kadar sürdürdü.

Pablo’yu bıraktığında adam yere paçavra gibi yığıldı.

Miguel elleri ve dizleri üzerinde doğrulmaktaydı. Kan tükü-

rürken parlak beyaz dişlerinden bir ikisi de ağzından fırladı.

Frye ona doğru ilerledi.

«Kalkmaya mı çalışıyorsun, dostum?»

Yavaşça gülerek genç adamın parmaklarına bastı. Topu-

ğuyla parmakları ezdi, sonra geri çekildi.

Page 135: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Miguel ince bir çığlık atıp yan devrildi.

Frye onun oy\uğuna bir tekme patlattı.

Miguel bayılmadı. Ama gözlerini kapadı, Frye çekip gider

diye umdu.

Frye’ın içinden sanki elektrik akımı geçiyordu. Bir milyon

103 —

voltluk. Sinir hücrelerinde patlıyor, içinde kıv<lcımlar çıkarıyor-

du. Acı verecek bir duygu değildi ama vahşi, heyecan verici

bir deneyimdi. Tanrı elini uzatıp ona dokunmuş, en parlak ve

güzel nurunu ona aktarmış gibi.

Miguel şiş kara gözlerini açtı.

Frye, «Hevesini aldın mı kavgadan?» diye sordu.

«Lütfen,» derken Miguel’in dişsiz ağzından ıslıklar çıktı.

Frye coşkuyla ayağını Miguel’in boğazına dayadı, onu itip

sırtüstü devirdi.

«Lütfen.»

Frye ayağını adamın boğazından çekti.

«Lütfen.»

Güçlülük duygusuyla sarhoş, sevinçten uçan Frye adamın

«kaburgalarına bir tekme savurdu.

Miguel kendi çığlığıyla boğulur gibi oldu.

Frye kahkahalarla gülerek onu defalarca tekmeledi, so-

nunda kaburgaların birkaçının çatırdayarak kırıldığı duyuldu.

Miguel deminden beri erkekliği elden bırakmamaya uğra-

şırken kendini zor tutmuştu ama şimdi ağlamaya başladı.

Frye kamyonetine döndü.

Pablo arka lastiklerin orada, yerde yatıyordu. Sırtüstü. Bay-

Page 136: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gın durumda.

Frye, «Evet, evet, evet, evet, evet, evet,» diye mırıldanarak

Poblo’nun çevresinden dolaştı, genç adamın baldırlarını, diz-

lerini, oyluklarını, kalçasını ve kaburgalarını tekmeledi.

Sokaktan otoparka bir araba giriyordu. Sürücü olup biteni

görünce bulaşmak istemedi. Hemen geri vitese takıp çıktı, las-

tiklerini gıcırdatarak uçtu, gitti.

Frye, Pablo’yu Miguel’in yanına çekti, ikisini yanyana, kam-

yonetin yolundan uzak bir yere yatırdı. Kimseyi ezmek niyetin-

de değildi. İkisini de öldürmek istemiyordu. Barda bir sürü in-

san görmüştü kendisini. Polis sıradan bir sokak kavgasının suç-

lusunu bulmak için fazla uğraşmazdı. Hele de tek adama bir

grup saldırmış, o tek adamdan dayak yemişse. Ama iş cina-

yete dönüştü mü, arardı polis. Bu yüzden Frye, Miguel’in de,

Pablo’nun da sağ kalmasını istiyordu.

Neşe içinde ıslık çalarak kamyonetine binip Marina Del

Rey’e döndü, sağ taraftaki ilk benzincide durdu. Depo doldu-

104 —

ruiurken görevliye, yağa da bakmasını söyledi, sonra ön camı

yıkattı. Bir ara erkekler tuvaletine girdi. Yanına traş takımını

da almıştı. Orada on dakika kadar kaldı.

Yolculuğa çıktığında, kamyonette yatar kalkardı. Karavan

kadar rahat değildi tabii kamyonet. Akar suyu yoktu. Ama bu-

na karşılık manevra kabiliyeti daha iyi, göze daha az çarpan,

daha az dikkat çeken bir taşıttı. Karavan kullanırsa geceleri

kampinglere girmek, suya ve elektriğe bağlanmak zorunda ka-

lırdı. Tehlikeli iş. Her geçtiği yere isim bırakmak zorunda kalır-

Page 137: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dı o zaman. İz bırakırdı peşinde. Motellerde kalırsa durum yine

aynı olurdu. Sonradan polis onu aramaya kalktığında, motelin

danışma görevlileri bu iri kıyım, yapılı adamı mutlaka hatırlar-

lardı.

Benzincinin tuvaletinde eldivenlerini, sarı kazağını çıkardı,

bedenini, kol altlarını yıkadı, deodoran sıktı, tekrar giyindi. Te-

mizliğe pek meraklıydı. Her zaman iki dirhem bir çekirdek ol-

mayı severdi.

Kendini kirli hissettiği zamanlar yalnız rahatsız olmakla

kalmaz, derin bir depresyona da girerdi. Bir korku gelirdi içine.

Sanki kirli olmak, çoktan unuttuğu belirsiz anıları canlandırı-

yormuş gibi. İğrenç anılar belleğinin sınırlarına kadar gelip da-

yanır, Frye onları hatırlayamasa bile varlıklarını sezerdi. Yıkan-

maya fırsat bulamadan yattığı gecelerde, aynı kâbusu daha be-

ter görür, bağırarak uyanırdı. Rüyayı yine hatırlayamazdı ama

kendini iç bulandıracak kadar pis bir yerden, toprağın içindeki

leş kokan bir karanlıktan çıkmış gibi hissederdi.

Zaten gelecek olan bir kâbusun etkisini güçlendirmekten-

se, erkekler tuvaletinde yıkanıp paklanmak daha iyiydi. Elek-

trikli traş makinesiyle acele traş oldu, yüzüne traş losyonu sür-

dü, dişlerini fırçaladı, tuvalete girdi. Sabah bir başka benzinciye

uğrar, aynı şeyleri bir kere daha yapardı. Kıyafet de değiştirirdi

o zaman.

Benzinciye parayı verdi, daha da koyulan sisin içinde Ma-

una Del Rey’e döndü. Kamyoneti yine aynı otoparka bıraktı,

inip telefon kulübesine yürüdü, aynı numarayı tekrar çevirdi.

«Alo?»

«Benim,» dedi Frye.

«Patırtı atladı.»

105 —

Page 138: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Polis aradı mı?»

«Evet.»

Bir iki dakika kadar konuştular, sonra Frye yine kamyo-

nete döndü.

Arkadaki şilteye uzandı, el fenerini yaktı. Salt karanlık yer-

lere dayanamazdı. En azından bir nebze ışık olmadan uyuya-

mazdı. Salt karanlık olduğunda, garip bir takım yaratıkların

üzerine tırmandığını, suratında gezindiğini, elbiselerinin içine

girdiğini hayal ederdi. Ne zaman karanlıkta kalsa kulağına teh-

dit dolu, sözsüz fısıltılar gelirdi. Uyandığı zaman o fısıltıları bir

iki dakika boyunca duymayı sürdürürdü. Kan donduran fısıl-

tılar barsaklarının boşalmasına, yüreğinin temposunu bozma-

sına yol açardı.

O fısıltıların kaynağını bir bulsa, ya da kendisine ne söy-

lemek istediklerini bir anlayabilse, kâbusun neye ait olduğunu

da bilecekti. Habire gördüğü rüyayı neyin yarattığını anlayacak,

o buz gibi korkuyu çözümleyecek, kendini ondan kurtaracaktı.

İşin kötü yanı, uyanıp son fısıltıları dinlerken hiçbir zaman

dikkatini toplayıp onların analizini yapacak durumda olamıyor-

du. Panik içinde oluyordu. Tek istediği fısıltıların dinmesi, onu

rahat bırakması oluyordu.

El fenerinin ışığında uyumaya çalıştı, başaramadı. Dönü-

yor, debeleniyordu. Kafası yıldırım gibi çalışmaktaydı. Uyanık ve

ayıktı iyice.

Uykusunu kaçıran şeyin, kadınla ilgili yarım kalan iş oldu^

ğunu anlıyordu. Öldürmeye hazırlamıştı kendini. Oysa öldüre-

memişti. Tedirgindi. İçi boşalmış gibi, sanki kendisi bir bütün

Page 139: Dean R. Koontz - Fısıltılar

değil de yarımmış gibi hissediyordu.

Kadına olan açlığını, midesini doldurmakla geçiştirmeye ça-

lışmıştı. Bu da işe yaramayınca, o iki İspanyolu tepeleyerek hır-

sını almaya çabalamıştı. Cinsel güdülerini bastırmak için ye-

meklerle kavgaları kullanırdı. Böylelikle içinde tutuşan kana

susamışlıktan da zihnini çelmiş oluyordu. Seksi aslında istiyor-

du. Sert, çürüten türden seksi. Böylesine hiçbir kadının hevesi

yoktu. Bu yüzden obur gibi tıkmıyordu. Öldürmek geliyordu için-

den. Her günün dört beş saatini ağırlık kaldırarak, enerji har-

cayarak geçirirdi. Şiddet eğilimini bastırmak için. Son zaman-

larda bu yöntemlerin etkisi de azalmaya başlamıştı.

106 —

Kadın hâlâ aklındaydı.

O düzgün teni.

Kalçalarının, göğüslerinin yuvarlaklığı.

Hilary Thomas.

Hayır. O kimlik gerçek değil, bir paravandı.

Katnerine.

Asıl kimliği oydu.

Katherine. Kahpe Katherine. Yeni bir vücutta.

Gözlerini kapadığında, onun çıplak vücudunu bir yatağa

uzanmış durumda görebiliyordu. Kendi iri kaslarının ağırlığı al-

tında. Bacakları açık, kıvranıyor, burnuna namlu tutulmuş bir

tavşan gibi titriyordu. Frye kendi elini o göğüslerin, göbeğin

üzerinden kayarken de görebiliyordu. Derken öteki eli

bıçağı kaldırıyor, saplıyordu. Kadının yumuşak eti hemen tes-

lim oluyor, pırıl pırıl kanları fışkırıyordu. O gözlerdeki katıksız

Page 140: Dean R. Koontz - Fısıltılar

korkuyu ve acıyı da görebiliyordu. Kendisi göğsü oyup canlı

yüreği avuçluyor, onu hâlâ çarpar durumda yerinden çıkarmaya

çalışıyordu. Kanın o ılık, baygın kokusu bile geliyordu burnuna.

Bu hayaller kafasını doldurup tüm duyularını esir alırken ka-

sıklarının gerildiğini, uyarıldığını hissetti. O da bir bıçaktı. Onu

da batıracaktı kadına. Kendi korkularını, zayıflıklarını bir silah-

la ona aktarırken, ikinci silahia da onun gücünü, canlılığını ken-

dine alacaktı.

Gözlerini açtı.

Terliyordu.

Katherine. Kahpe.

Otuz beş yıl boyunca gölgelerde yaşamış, hep onun kor-

kusu altında acı çekmişti. Beş yıl önce Katherine kalpten öl-

müştü. Frye ömründe ilk defa özgürlüğü o zaman tatmıştı.

Ama Katherine ölümden geri dönüp duruyor, başka kadınların

kılığına giriyor, onu tekrar kontrolü altına almanın yollarını kol-

luyordu.

Frye onu kullanmak, sonra öldürmek, korkmadığını ona gös-

termek istiyordu. Artık benim üzerimde bir gücün yok, demek

istiyordu ona. Kendisi daha güçlüydü şimdi.

Bu gece.

Kadın onun bu kadar çabuk geri dönmesini beklemezdi.

Saatine baktı. On iki. Geceyarısı.

Bu saatte insanlar tiyatrodan, sinemadan evlerine dönü-

yor olurlardı. Ama biraz sonra sokaklar boşalır, evlerde ışık-

lar söner, sesler kesilirdi. Komşuların kendisini görüp polise

Page 141: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bildirmesi ihtimali de daha azalırdı.

Saat ikide Westwood’a doğru yola koyulmaya karar verdi.

108 —

Çilingir gelip ön ve arka kapıların kilitlerini değiştirdi, son-

ra Hancock Park’daki bir başka işe gitti.

Memur Farmer’la memur VVhitlock da gittiler.

Hilary yalnızdı.

Uyuyabileceğini sanmıyordu. Ama kendi yatak odasında

yatamayacağından da emindi. O odaya girdiği anda zihni ön-

ceki korku sahnelerini yaşıyordu. Frye’ın kapıyı patlatıp girişi,

şeytanlar gibi sırıtışı, yatağa yaklaşması, üzerine basması, şil-

tenin üstünden, bıçağı havada koşması... Daha önceki rüya-

larıyla karışan bu hayallerde Frye kısa zamanda değişip Hi-

iary’nin babası oldu. Bir an için sanki Earl Thomas hortlamış,

elinde bıçakla kızını öldürmeye gelmiş gibi bir duyguya kapıldı

Hilary. Ama bu odayı korkunçlaştıran yalnızca odadaki kötü

anılar değildi. Parçalanan kapının yerine bir yenisi takılmadan

orada uyuyamazdı. Onu da ancak yarın yaptırabilirdi. Maran-

gozlar geceleri çalışmazlardı. O salaşpur kapı Frye’ın saldırı-

sına dayamamıştı zaten. Bu sefer sağlam tahtadan, kilidi pirinç-

ten bir kapı taktırmalıydı. Ama eğer Frye bu gece gelir de eve

girmeyi başarırsa, bu odaya çok rahat girer, onu uyurken bas-

tırırdı... tabii Hilary uyuyabil irse.

Er geç dönecekti adam. Hilary bundan o kadar emindi

ki, ömründe hiçbir şeyden bu kadar emin olduğunu hatırlamı-

yordu.

Page 142: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Otele gidebilirdi ama onu da içi çekmiyordu. Ondan sak-

lanmak anlamına gelirdi otele gitmek. Resmen kaçmak demek-

ti. Hilary cesaretinden sessiz bir gurur duyardı. Hiç kimseden,

hiçbir şeyden kaçmamıştı. Olanca gücüyle savaşırdı hep. Şid-

det eğilimli, sevgisiz anasıyla babasından da kaçmamıştı. O

109 —

küçük Chicago apartman dairesindeki en son canavarca, kan-

lı olayların etkisinden kurtulmak için psikolojik tedaviye bile

başvurmamıştı. Delirmekten veya uyuşturucudan gelecek sa-

kinliği kabul etmemişti. Oysa öyle bir olay yaşayan insanlar

genellikle bu iki yoldan birini seçerlerdi. Hilary daha sonra

Hollyiwood’daki kariyerinde tırmanırken karşısına çıkan dizi dizi

zorluklar ve engeller karşısında da gerilemiş değildi. Önce ar-

tist olarak başlamıştı HollyM/ood kariyerine. Senaryo yazarlığı

daha sonra gelmişti. Defalarca yenilgiye uğramış, ama kendini

yine toparlamıştı. Tekrar tekrar. Sebatkâr, mücadeleci bir in-

sandı. Sonunda da kazanırdı. Bruno Frye’la olan bu garip sa-

vaşı da kazanacaktı. Tek başına mücadele etmek zorunda ka-

lacağı halde.

Polisin Allah belâsını versin!

Konuk odalarından birinde yatmaya karar verdi. Kapıyı ki-

litler, gerisine eşya yığardı. Çift kişilik yatağa çarşafları serdi,

battaniyeyi yaydı, odanın banyosuna havluları astı.

Alt kata inip mutfak çekmecelerini aradı, çeşit çeşit bı-

çaklan eline aldı, hepsinin keskinliğini, dengesini denedi. Ko-

caman et bıçağı ötekilerin hepsinden daha tehlikeli duruyordu.

Ama Hilary’nin küçücük elinde pratik değildi. Yakın dövüşte

Page 143: Dean R. Koontz - Fısıltılar

işe yaramazdı. Onu savurmak için mesafeye ihtiyaç vardı. Sal-

dırı için iyi silah olurdu ama savunmaya o kadar uygun de-

ğildi. Onun yerine sıradan bir mutfak bıçağı seçti. Çeliğinin

uzunluğu on iki santim kadardı. Sabahlığının cebine sığacak ka-

dar küçüktü. Kullanmak zorunda kalırsa yeterince zarar vere-

bileceği de açıktı.

Bıçağı bir başka insana saplama fikri içini tiksintiyle dol-

durdu. Ama hayatı tehlikede olursa bunu yapabileceğini biliyor-

du. Çocukluğunda zaman zaman şiltesinin altına bıçak sakla-

mışlığı vardı. Babasının önceden kestirilmez şiddet patlamala-

rına karşı bir sigorta olarak. Bir tek kere kullanmıştı o bıçağı.

Son gün. Earl sayıklamaya, hayaller görmeye başladığında, iyi-

ce çıldırdığında. Adam duvarlardan kurtlar çıktığını, pencere-

lerden içeriye yengeçler girdiğini görüyordu. Paranoid şizofre-

nik bir öfke içinde o küçücük daireyi cehenneme çevirmişti. Hi-

lary kendini kurtarabilmesini bıçağı olmasına borçluydu.

Bıçak elbette ki tabancayla boy ölçüşebilecek bir silah de-

110 —

ğildi. Frye üzerine atılıncaya kadar kullanamazdı onu. O za-

man da iş işten geçmiş olabilirdi. Ama artık elinde bıçaktan

başka bir şey yoktu. Üniformalı polisler çilingirin ardı sıra çıkıp

giderken .32’yi de alıp götürmüşlerdi.

Lanet clasıcalar!

Dedektif Clemenza’yla Howard gittikten sonra Hilary, me-

mur Farmer’le insanı deli eden bir tartışma yapmıştı. Silah ya-

saları konusundaydı tartışma. Şimdi aklına geldikçe hâlâ çile-

den çıkıyordu.

Page 144: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bayan Thomas, bu tabanca konusunda...»

«Ne olmuş ona?»

«Evde tabanca bulundurmak için ruhsatınız olması gerekir.»

«Onu biliyorum. Ruhsatım da var.»

«Görebilir miyim?»

«Başucu masamın çekmecesinde. Tabancayı da, ruhsatı da

orada saklarım.»

«Memur Whitlock yukarı çıkıp alabilir mi?»

«Alsın.»

Bir iki dakika sonra:

«Bayan Thomas, herhalde daha önce San Froncisco’tiö

oturuyormuşsunuz.»

«Sekiz oy yaşadım orada. Artist olmaya çalışırken bir ti-

yatroda oynadım.»

«Bu ruhsatta San Francisco adresi var.»

«Ncrth Becch’de ev kiralamıştım. Ucuz olsun diye. O sıra

fazla param yoktu. Ö mahallede yalnız bir kadınını tabancası

olması şarttı.»

«Bayan Thomas, bir kentten bir başka kente taşındığınızda

ruhsat için yeni bir başvuru formu doldurmanız gerektiğini bil-

miyor musunuz?»

«Hayır.»

«Gerçekten bilmiyor musunuz?»

«Bakın, ben film senaryoları yazarım. Tabancalardan anla-

mam.»

«Evde silah bulunduruyorsanız, silahların ruhsatı ve kul-

lanımıyla ilgili yasaları da bilmek zorundasınız,»

«Pekâlâ, pekâlâ. İlk fırsatta kaydettiririmi.»

111 —

Page 145: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yanamıyordu. Vücut da bir makineydi ne de olsa. Harikulade

bir makine. Türlü dokulardan, sıvılardan, kimyasal maddeler ve

minerallerden oluşmuş ileri bir montaj. Bir lokomotif yürek, bir

sürü de küçük motor. Bir yağlama sistemi, bir havasoğutma

sistemi, hepsini çalıştıran bir bilgisayar beyin. Zekice bir kals-

yum çerçevesine oturtulmuş kaslar... trenler gibi. Çalışabil-

mesi için pek çok şeye ihtiyacı vardı bu makinenin. En önem-

lileri de yiyecek, dinlenme ve uykuydu. Hilary bu olup bitenler-

den sonra uyuyamayacağım sanmıştı. Geceyi kediler gibi kulak-

larını dikip oturarak geçireceğine inanmıştı. Tehlike sesleri bekle-

yerek. Ama bu gece kendini bir değil, birçok bakımdan yorulmuş

buluyordu. Bilinci kendini onarıma almak için dükkânı kapa-

mayı reddetse de, bilinçaltı bunun gerekli ve kaçınılmaz oldu-

ğunu biliyordu. Konyağı bitirdiğinde uykusu öyle bastırmıştı ki

gözlerini zor açık tutuyordu.

Banyodan çıktı, deliği açtı, sular boşalırken kendini koca-

man, kaba tüylü bir havluyla kuruladı. Bıçağı yerden alıp oda-

ya geçti. Işığı yanık bıraktı, banyo kapısını biraz çekti, odanın

ışığını da yaktı. Yumuşak aydınlığın, kadife gölgelerin arasın-

da ilerleyip bıçağı başucu masasına koydu, yatağa girdi.

Kendini gevşemiş hissediyordu. Sıcaklık eklemlerinin vida-

larını gevşetmiş gibi.

Başı da biraz dönüyordu. Konyaktan.

Yüzü odanın kapısına dönük olarak yattı. Oraya kurduğu

engel güven vericiydi. Çok sağlam görünüyordu. Aşılmaz bir

şey. Bruno Frye odaya giremezdi. Kendi kendine bunu tekrar

Page 146: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tekrar söyledi. Kale kapılarını yıkan koç başıyla saldırsa, yine

giremezdi. Küçük bir ordu bile zorlanırdı bu odaya girmek için.

Tank bile giremezdi. Ya koca bir dinozor? Uyku iyice bastırı-

yordu. Masal kitaplarındaki resimlerde gördüğü o ejderha gibi

tironozorlar? Godzilla gelse yıkabilir miydi o kapıyı..?

Gece ikide Hilary uyumuştu.

İkiyi yirmi beş geçe Bruno Frye kamyoneti yavaş yavaş

Bayan Thomas’ın evinin önünden geçiriyordu. Sis artık West-

wood’a da gelmişti. Ama okyanus kıyısındaki kadar yoğun de-

ğildi. Hiçbir pencerede ışık olmadığını görecek kadar netti evin

görünümü.

114 —

İİ^i blok ilerledi, kamyoneti döndürdü, tekrar evin önünden

geçti. Öu sefer daha bile yavaş sürüyordu. Sokağa parketmiş

arabaları dikkatle inceledi. Polislerin, eve nöbetçi bırakacağını

pek sanmıyordu ama yine de tehlikeye atılmaya meraklı de-

ğildi. Arabajar boştu. Gözcü falan yoktu.

Dodge’u iki blok ileriye, iki Volvo’nun arasına parketti, sisli

karanlığın içinde yürüyerek geri döndü. Sokak lambalarının çev-

resinde hâleler vardı. Bahçenin çimenlerini geçerken çiyden

nemlenmiş otlarda pabuçları gıcırdadı. Bu ses çevrenin ne ka-

dar sessiz olduğunu daha bir vurguluyordu.

Evin yanına vardığında bir çalı bitkisinin yanına çömeldi,

arkasına baktı. Alarm falan çalmamış, kimse çığlık atmamıştı.

Peşinden onu izleyen de yoktu.

Evin arkasına dolandı, kilitli bir bahçe kapısının üzerinden

aştı. Arka bahçede başını kaldırıp yukarıya baktı, ikinci katta

Page 147: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dikdörtgen biçiminde hafif bir ışık gördü. Pencerenin boyuna

bakılırsa, herhalde bir banyo penceresiydi. Onun yanındaki da-

ha geniş pencerede de perdelerin kenarında belli belirsiz bir

aydınlık vardı.

Oradaydı.

Frye emindi.

Onu seziyor, kokusunu alıyordu.

Kahpe.

Almıp kullanılmaya hazır.

Öldürülmeye hazır.

Belki de beni öldürmeye... diye geçirdi içinden.

Ürperdi. Onu istiyordu. Ateşli bir özlem duyuyordu ona.

Ama aynı zamanda da korkuyordu.

Daha önceleri her seferinde çok kolay ölmüştü kadın doğ-

rusu. Ve her seferinde ölümden yeni bir vücut içinde geri dön-

müştü. Yeni bir kadın rolünde. Ama fazla bir mücadele verme-

den ölmüştü hep. Bu gece ise Katherine tam bir kaplan kesil-

mişti. İnsanı şoka uğratacak kadar kuvvetli, zeki ve korku-

suzdu. Bu yeni bir gelişmeydi. Frye bundan hiç hoşlanmamıştı.

Ama yine de onun peşine düşmek zorundaydı. Düşmezse,

onu ölü kalana kadar öldürmeyi sürdürmezse, huzur yüzü gör-

meyecekti.

Mutfak kapısını onun çantasından çaldığı anahtarlarla aç-

115 —

ma zahmetine girişmedi. Herhalde yeni kilitler takılmış olmalıy-

dı. Bu iş yapılmamış bile olsa, yine eve giremezdi. Salı gecesi

denediğinde, arka kapının iki kilidinden birinin, içerden anahtar

Page 148: Dean R. Koontz - Fısıltılar

takılı olduğu zaman açılmayacağını öğrenmişti. Üst kilit açılı-

yordu ama alttaki ancak drşıardbrt kilitlenmişse açılabiliyoröu.

O gece eve girememişti bu yüzden. Çarşamba gecesi yine gel-

mişti. Yani sekiz saat önce. Kadın dışarda, yemekte olduğun-

dan, anahtarlar iş görmüştü. Oysa şimdi o yine evdeydi. Kilit-

leri değiştirmemiş bile olsa, kapıları içerden kilitler, elinde anah-

tar olmasına rağmen Frye’ın girişini engellerdi.

Evin köşesine doğru ilerledi. Orada kocaman bir pencere,

gül bahçesine bakıyordu. On beş santim kenarlı karelerden

oluşmuştu pencere. Koyu renk tahta, küçük camlar. İçerinin

kitaplarla dolu bir çalışma odası olduğu görünüyordu. Cebin-

den bir kalem fener çıkardı, yaktı, ışığı içeriye tuttu. Gözlerini

kısarak pervazın kenarına baktı, sonunda yatay duran tokmağı

gördü. Feneri hemen kapadı. Yanına bir rulo yapışkan bant al-

mıştı. Şerit şerit yırtıp koparmaya başladı, tokmağa en yakın

camı yapışkan bantla iyice örttü, eldivenli eliyle bir yumruk

indirdi. Cam hemen hiç ses çıkarmadan kırıldı, yere de düş-

medi. Yapışkan bantlara yapışıp kalmıştı çünkü. Frye içeriye

uzandı, tokmağı çevirip pencereyi açtı, girdi. Küçük bir seh-

paya çarptı, onu devirip patırtı çıkarmasına ramak kaldı.

Çalışma odasının orta yerinde, yüreği çarparak duruyordu.

Evde ses dinledi. Yukardaki kadının olup biteni duyduğuna dair

bir işaret.

Yalnızca sessizlik vardı.

Gerçi ölümden geri dönmeyi, yeni bir kimlikte dünyaya

gelmeyi biliyordu ama görünüşe göre doğaüstü güçlerinin sı-

nırı o kadarla kalıyordu. Her şeyi görmediği, her şeyi duyma-

dığı ortadaydı. İşte Frye onun evine girmişti. Oysa onun henüz

bundan haberi yoktu.

Sırıttı.

Page 149: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Belindeki kından bıçağı çekti, sağ eline aldı.

Sol elinde kalem feneriyle alt kattaki her odayı yavaş ya-

vaş dolaştı. Bütün odalar karanlık ve boştu.

Merdivenlerden ikinci kata çıkarken duvara yakın yürü-

116 —

yor, belki basamaklar gıcırdar diye ortalarına basmıyordu. Ust

sahanlığa çıt çıkarmadan vardı.

Yatak odalarına baktı, soldaki son odaya varıncaya kadar

ilginç bir şey bulamadı. O odanın kapısının altından hafif bir

aydınlık geliyor gibiydi. Kalem fenerini söndürdü. Zifiri karan-

lık koridorda yalnızca son odanın eşiğindeki hafif ışık çizgisi,

kaldı. Frye kapıya yürüdü, tokmağı dikkatle yokladı. Kilitliydi.

Bulmuştu onu.

Katherine.

Hilary Thomas adında biriymiş gibi görünmeye çalışıyordu.

Kahpe. Rezil kahpe.

Katherine. Katherine. Katherine...

Bu isim kafasında yankılanırken bıçağın sapını sımsıkı kav-

radı, karanlıkta saplama hareketleri yaptı. Sanki ona saplıyor-

du bıçağı.

Koridora yüzükoyun yatıp kapının altındaki iki santimlik

aralıktan baktı. Kocaman bir mobilya belki bir dolap itilip ge-

tirilmiş, içerden kapıya dayanmıştı. Odaya sağ taraftan hafif,

belirsiz bir ışık yayılıyordu. O ışığın bir kısmı da dışarıya sız-

mıştı işte.

Frye bu görebildiği bir avuç şeyden büyük sevinç duydu,

içini bir iyimserlik duygusu kapladı. Katherine odaya girip ka-

Page 150: Dean R. Koontz - Fısıltılar

pıya barikat kurmuştu. Demek ki iğrenç kahpe korkuyordu ken-

disinden. Katherine, Bruno’dan korkuyordu!!! Mezardan nasıl;

geri gelineceğini bildiği halde, hâlâ korkuyordu ölmekten. Bel-

ki de bu sefer dönemeyeceğini, yaşayanlar arasına katılama-

yacağını sezmekteydi. Cesedi ortadan kaldırırken çok dikkatli*

olacaktı bu sefer Frye. İçinde onun ruhunu barındıran diğer

kadın vücutlarına ettiğinden daha çok dikkat edecekti. Kalbi

çıkaracaktı bir kere. İçine tahta bir çubuk saplayacaktı. Ağzı-

nı da sarımsakla dolduracaktı. Evden çıkarken kalbi ve kafayı

yanında götürmek niyetindeydi. Bu iki ganimeti ayrı ayrı, gizlr

mezarlara gömecekti. İki kilisenin bahçelerine. Vücudun gömü-

leceği yerden mümkün olduğu kadar uzağa. Besbelli Katherine

de onun bu sefer olağanüstü önlemler almak niyetinde oldu-

ğunu biliyordu. Çünkü bu sefer daha önce göstermediği bir

öfke ve amaçlılıkla karşı koymaktaydı ona.

İçerde hiç ses çıkarmıyordu.

117 —

Uyuyor muydu?

Hayır, diye karar verdi. Uyuyamayacak kadar korku için-

de olmalıydı. Herhalde elinde tabancasıyla yatakta oturuyordu.

Onu orada, kediden saklanan fare gibi düşündü, kendini

daha güçlü hissetti. Doğal bir kuvvet. İçinde nefret kapkaran-

lık kaynıyordu. O nasıl yıllarca kendisini korkudan titrettiyse,

şimdi kendisi de onu titretmek istiyordu. Ona seslenme iste-

ğini güçlükle bastırdı. Adını haykırmak geliyordu içinden... Kat-

herine... Katherine... sonra da küfürler yağdırmak geliyordu.

Kendini bin zorlukla tuttu, yüzünü ter kapladı, gözlerini yaşlar

Page 151: Dean R. Koontz - Fısıltılar

doldurdu.

Ayağa kalkıp karanlıkta sessizce durdu, seçeneklerini dü-

şündü. Kapıya yüklenebilir, kanadı kırabilir, o engeli itebilirdi

ama bu intihar demek olurdu. Onu gafil avlayacak kadar hızlı

bitiremezdi bu işleri. O da bu arada rahatça nişan alır, yarım

düzine kurşunu vücuduna gömerdi. İkinci yapabileceği şey de

beklemekti. Onun odadan çıkmasını beklemek. Bütün gece bu

koridorda ses çıkarmadan kalabilirse, olaysız geçecek saatler

onun dikkatsizleşmesine yol açardı. Sabah olduğunda kendini

güvende sanır, Frye’ın gelmeyeceğine inanırdı. Odadan çıktığı

zaman Frye onu yakalar, gerisingeri yatağa sürükler, o daha

neye uğradığını anlayamadan işi bitirirdi.

Koridoru iki adımda geçti, sırtını karşı duvara dayayıp ye-

re oturdu.

Birkaç dakika dolmadan, karanlıkta o hışırtıları, o belli be-

lirsiz minik ayak seslerini duymaya başladı yine.

Hayal, dedi kendi kendine. Yine o tanıdık korku.

Ama bacağına bir şeyin tırmandığını hissediyordu. Paça-

sının içine.

Orada bir şey yok, diye uyardı kendini.

Bir şey kolunun ağzından girdi, yukarıya doğru yürümeye

başladı. Korkunç ve bilinmez bir şey. Bir tanesi de omzundan

boynuna tırmanıyordu. Yüzüne geçti. Küçük ve öldürücü bir şey.

Ağzına doğrulmuştu. Frye dudaklarını sımsıkı kapadı. O şey

gözlerine yürüdü. Gözlerini de sımsıkı yumdu. O şey burun de-

liklerine yöneldi. Frye can havliyle yüzünü tokatladı, sıvazladı,

onu bulamadı, üzerinden atamadı. Hayır !!!

Feneri yaktı. Koridordaki tek canlı yaratık kendisiydi. Pan-

118 —

Page 152: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tolonunun paçası içinde gezinen bir şey yoktu. Kollarında, yü-

zünde de yoktu.

Ürperdi.

Feneri yanık bıraktı.

Perşembe sabahı saat dokuzda Hilary telefonun ziliyle

uyandı. Konuk odasında da bir paralel vardı. Zili yanlışlıkla en

tiz noktaya ayarlanmıştı. Herhalde evi temizleyenler yapmıştı

bunu. İsrarlı zil Hilary’m’n uykusunu deldi, fırlayıp oturmasına

neden oldu.

Arayan VVally Topelis’di. Kahvaltısını ederken sabah gaze-

tesinde geceki saldırıyı okumuştu. Şoka uğramış, kaygılanmış-

tı.

Hilary ona gazetede yazılandan daha fazla bilgi vermeden

önce yazıyı kendisine okumasını rica etti. Yazının kısa olmasına

sevindi. Bir küçük resim, birkaç sütuna birkaç santim yazı.

Altıncı sayfada. Dedektif Clemenza’nın dün gece gazetecilere

söylediği birkaç bilgi kırıntısına dayanan bir yazı. Bruno Frye’ın

adı geçmiyordu. Dedektif Frank Hovvard’ın Hiiary’yi yalancılıkla

suçladığına da değinilmiyordu. Basın olay yerine en uygun za-

manda gelmiş ve gitmişti. Yazıyı birinci sayfaya aldıracak san-

sasyonu da kıi payı kaçırmıştı.

Hilary, VValIy’ye her şeyi aniattı. VVally öfkeden deliye dön-

dü. «Allanın belâsı budala polis! Seni tanımaya biraz çaba gös-

terseydi, ne tür biri olduğunu anlasaydı, böyle bir şey uydur-

mayacağını bilirdi. Bak, yavrum, bu işi ben yoluna koyarım.

Sen kaygılanma. Hemen harekete geçiririm onları.»

«Nasıl?»

«Bazı kimseleri ararım.»

Page 153: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Kimi?»

«Emniyet müdüründen başlasam yeter mi?»

«Eh, herhalde.»

«O adam kendini bana borçlu sayar,» dedi VVally. «Beş yıl-

dır polisler yararına yıllık gösteriyi kim düzenliyor? En ünlü

Holiywood yıldızlarını o gösteriye bedava çıkmaya kim razı edi-

yor. Polis sandığına onca şarkıcıyı, komedyeni, artisti, sihir-

bazı kim bedavaya buluyor?»

119 —

«Sen mi?»

«İyi bildin. Tabii ben.»

. «Ama emniyet müdürü ne yapabilir?»

«Dosyayı yeniden açtırır.»

«Dedektiflerinden biri olayın uydurma olduğuna yemin et-

meye hazırken mi?»

«O dedektif beynini yemiş.»

«İçimde bir ses, Frank Hovvard’ın sicili kusursuz çıkacak

eliyor.»

«O zaman da insanların çalışmasını değerlendirme ölçüleri

yanlış demektir. Standardları ya çok düşük ya da baştan bo-

zuk.»

«Emniyet müdürünü buna inandırman bir hayli zor olabilir.»

«Ben çok inandırıcı konuşabilirim, kuzucuğum.»

«Ama adam sana bir iyilik borçlu olsa bile, kanıt olmadan

dosyayı nasıl tekrar açtırabilir? Belki emniyet müdürü olabilir

ama onun da kurallara uyması gerek.»

«Bak, en azından Napa Bölgesindeki şerifle konuşabilir.»

Page 154: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Şerif Laurenski de dün gece anlattığı masalı tekrar an-

latır. Frye evinde bisküvi pişiriyordu falan der.»

«O halde o şerif beceriksizin, işini ucundan tutanın teki.

Frye’ın evinde çalışanlardan biri cevap vermiş, o da onun sö-

zünü yeterli bulmuştur. Ya da yalan söylüyor. Hattâ belki bu

işe Frye’la birlikte bulaşmıştır. Şu ya da bu şekilde.»

Hilary, «Eğer emniyet müdürüne bu hikâyeyle gidersen iki-

mizi birden paranoid şizofreni muayenesinden geçirir,» dedi.

VVally bu sefer, «Eğer polisleri harekete geçiremezsem o

zaman da esrarlı bir ÖH ekibi tutarım,» dedi.

«Özel hafiye ekibi mi?»

«Tam bu işi becerecek bir ajans tanıyorum. Yaman insan-

lar. Çoğu polisten bir hayli daha iyi. Frye’ın hayatını kitap gibi

açar, içindeki bütün minik sırları ortaya çıkarırlar. Dosyayı ye-

niden açtıracak kanıtları bulurlar.»

«Pahalıya patlamaz mı?»

«Masrafı seninle paylaşırım,» dedi VValIy.

«Daha neler.»

«Bal gibi yaparım.»

«Çok cömertsin, ama...»

120 —

«Cömertlik falan değil. Sen çok değerli bir mülksün, kuzu-

cuğum. Ve ben de o mülkten hisse almış durumdayım. Bu yüz-

den ÖH ekibine ne ödesem, aslında sigorta sayılır. Yalnızca

kendi çıkarlarımı korumaya çalışıyorum.»

«Zırvalıyorsun ve kendin de farkındasın. Çak cömertsin,

Wally. Ama henüz hafiye falan tutma. Sana sözünü ettiğim öte-

Page 155: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ki dedektif, yani Clemenza bana bugün öğleden sonra uğraya-

cağını söylemişti. Yeni bir şeyler hatırlıyor muyum diye. O bana

hâlâ biraz inanıyor. Ama kafası karışık. Çünkü Laurenski benim

hikâyemde kocaman bir gedik açtı. Sanırım Clemenza o dos-

yayı yeniden açtırmak için bulabileceği her bahaneyi kullanma-

ya hazır. O gelene kadar bekleyelim. Durum hâlâ berbatsa, se-

nin ÖH’leri tutarız.»

«E... pekâlâ.» Wally’nin sesi, zorla razı olmuş gibiydi. «Ama

bu arada onlarla yine de konuşacağım. Senin eve bir adam

yollasmlar. Koruma görevlisi.»

«Wally, benim gorile ihtiyacım yok.»

«Amma da yok!»

«Geceyi güven içinde geçirdim, hem de...»

«Dinle, yavrum, ben oraya birini yolluyorum. Son sözüm

bu. Wally amcanla tartışmaya kalkma. Eve sokmazsan adam

kapının dışında saray nöbetçisi gibi bekler durur.»

«Ama ben gerçekten...»

VVally yumuşacık bir sesle, «Er geç sen de anlayacaksın

hayatta yapayalnız yapamayacağını,» dedi. «Kimse sırf kendi

buharıyla bu sefere çıkamaz. Kimse. Hiç kimse, evlât. Arasıra

herkes biraz yardımı kabul etmek zorunda kalır. Beni dün gece

aramalıydın.»

«Rahatsız etmek istemedim.»

«Tanrı aşkına, rahatsız olmazdım ki! Ben dostunum senin.

Hattâ beni dün gece rahatsız etmemekle aslında çok daha faz-

la rahatsız ettin. Yavrum, güçlü olmak, bağımsız olmak, ken-

dine güvenmek iyi şeyler. Ama aşırıya kaçırdın mı, kendini

böyle yalıtmaya ‘ kalktın mı, seni seven herkesin suratına

tokadı şaklatmış gibi olursun. Şimdi o muhafız gelince içeriye

alacak mısın?»

Page 156: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary içini çekti. «Peki.»

121 —

«Güzel. Bir saate kadar orada olur. Clemenza’yla konuşur

konuşmaz da beni ara.»

«Ararım.»

«Söz mü?»

«Söz.»

«Dün gece uyudun mu?»

«Şaşılacak şey ama,., uyudum.»

«Eğer yeterince uyumadınsa öğleden sonra biraz kestir.»

Hilary güldü. «Amma iyi anaç tavuk olurdun.»

«Belki akşama uğrar, koca bir kâse tavuk çorbası getiri-

rim. Hoşça kal, canım.»

«Güle güle, VVally. Aradığın için teşekkürler.»

Telefonu kapatıp kapıya dayalı çekmece dolabına baktı.

Olaysız geçen geceden sonra bu barikat çok saçma görünü-

yordu. Wally’nin hakkı vardı. Bu işi çözümlemenin en iyi yolu,

günde yirmi dört saat fedai tutmak, sonra da iyi bir hafiye eki-

bini Frye’m peşine takmaktı. Kendi kurduğu planlar işe yara-

mazdı. Pencerelere tahtalar çakıp da Frye’la Alamo savaşı oyu-

nu oynamaya imkân yoktu.

Yataktan kalktı, ipek sabahlığını giydi, kapıya dayalı do-

laba yürüdü. Çekmeceleri çıkarıp kenara yığdı. Dolap hafifle-

yince onu çekip kapıdan uzaklaştırdı, halıdaki eski izin üze-

rine getirdi. Sonra çekmeceleri yerlerine taktı.

Başucu masasına yürüdü, bıçağı eline aldı, ne kadar saf-

lık etmiş olduğunu düşününce gülümsedi. Bruno Frye’la gırtlak

Page 157: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gırtlağa dövüşmek! Bir manyakla bıçaklı kavgaya girişmek! Eşit-

likten bu kadar uzak bir çatışmada, nasıl olmuş da kendine

şans tanımıştı? Frye’ın kuvveti onunkinin kaç katıydı! Dün ge-

ce adamın elinden kurtulması bile büyük şans sayılırdı. Bere-

ket versin tabancası vardı. Eğer bıçakla karşı koymaya çalışsa,

adam onu parça parça doğrardı.

O bıçağı bir an önce mutfağa götürmek, koruyucu gelme-

den önce giyinmiş olmak istiyordu. Yatak odasının kapısına yü-

rüdü, kilidi açtı, kanadı çekti. Koridora adımını attığı anda Bru-

no Frye onu yakalayıp duvara çarptırınca bir çığlık kopardı.

Kafasının arkası duvara kötü bir çatırtıyla toslamıştı. Gözlerinin

arkasında dolaşan karanlığı bastırmak, ayık kalmak için kendini

zorladı. Adamın sağ eli Hilary’nin gırtlağını kavradı, onu yerine

122 —

mıhladı. Sol eliyle sabahlığın göğsünü açtı, çıplak göğüslerini

sıktı, ona kahpe dedi, orospu dedi.

Wally’yle konuştuklarını dinlemiş olmalıydı. Polisin taban-

cayı aldığını duymuş olmalıydı. Bu sefer hiç korkmuyordu Hi-

lary’den. Hilary demin VValiy’ye bıçaktan hiç söz etmemişti. Bu

yüzden Frye bıçağa hazır değildi. Hilary on iki santimlik çeliği

onun sert kaslı karnına daldırdı. Birkaç saniye boyunca adam

hiç farkına varmadı. Elini onun göğsünden aşağıya kaydırdı,

kasığını bulmaya çalıştı. Hilary bıçağı onun karnından çektiğin-

de Frye ilk acıyı duydu. Gözleri iri iri açıldı, ağzından tiz bir

çığlık kurtuldu. Hilary bıçağı tekrar sapladı. Bu sefer daha yu-

karıya soktu. Kaburgaların hemen altına. Adamın suratı birden

kül gibi kesildi. Uludu, Hilary’yi bıraktı, geriye doğru sende-

Page 158: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ledi, öteki duvara dayandı, orada asılı yağlıboya resmi yere

düşürdü.

Hilary’nin içinde şiddetli bir spazm ürpertisi dolaştı, tiksin-

ti duygusuyla karıştı. Ne yaptığını şimdi bilinçlendiriyordu. Ama

bıçağı elinden bırakmadı. Üzerine atılırsa ona tekrar saplamaya

hazırdı.

Bruno Frye başını eğip kendine şaşkınlıkla baktı. Bıçak de-

rine saplanmıştı. İnce bir çizgi halinde kan sızıyor, kazağını»

pantolonunu lekeliyor, leke büyüyordu. Hilary onun yüzündeki

şaşkınlık ifadesinin acıya, öfkeye dönüşmesini beklemedi. Dö-

nüp konuk odasına girdi, kapıyı çarpıp kapadı, kilitledi. Yarım

dakika boyunca Frye’ın yumuşak iniltilerini, küfürlerini, sarsak

hareketlerini dinledi, acaba kapıyı yıkacak gücü kalmış mıdır

diye merak etti. Ayak seslerinin koridorda uzaklaştığını, mer-

divenden indiğini duyar gibi oldu. Ama emin değildi. Telefona

koştu. Kanı çekilmiş, titreyen elleriyle kulaklığı kaldırdı, sant-

ralin numarasını çevirdi, polisi istedi.

* * *

Kahpe! Pis kahpe!

Frye tek elini sarı kazağının içine soktu, alttaki yarayı yok-

ladı. Bağırsağı delinmiş olmalıydı. Kanın çoğu oradan geliyor-

du. Yaranın iki dudağını birleştirip elinden geldiği kadar sıktı,

canının akıp vücudundan boşalmasını engellemeye çalıştı. Sı-

123 —

cak kanların eldiven dikişleri arasından girip parmaklarına bu-

Page 159: Dean R. Koontz - Fısıltılar

laştığını hissediyordu.

Acısı pek azdı. Midesinde ölgün bir yanma. Sol tarafında

elektrikli bir gıdıklanma. Kalp atışlarında hafif, ritmik bir sızı.

Hepsi o kadar gibiydi.

Ama ne olursa olsun, fena yaralanmış olduğunu biliyordu.

Her geçen saniye durumu daha kötüye götürmekteydi. Gücü

hiç kalmamıştı. O korkunç kuvveti bir anda tümüyle yok ol-

muştu.

Tek eliyle karnını tutarak, diğeriyle trabzana sarılarak mer-

divenlerden dikkatle indi. Basamaklar yükselip alçalıyor, dal-

galanıyor gibi göründü. Alt kata vardığında ter içindeydi.

Sokağa çıktığı anda güneş gözlerini kamaştırdı. Ömründe

bu kadar parlak güneş gördüğünü hatırlamıyordu. Gökyüzünü

dolduran canavar bir güneş kavuruyordu onu. Gözlerinden gi-

rip beyninin yüzeyinde küçük yangınlar başlatıyordu.

Yarasının üzerine eğilerek, küfürler savurarak kaldırımda

ilerledi, gri kamyonetin yanına vardı. Kendini çekip direksiyo-

nun başına oturdu, kapıyı kaparken ağırlığı bin kilo gibi his-

setti.

VViltshire Bulvarında ilerliyor, direksiyonu tek eliyle tutu-

yordu. Sağa, Sepulveda’ya saptı, sola döndü, bir telefon kulü-

besi aradı. Konuşulanların etraftan kolay duyulmayacağı bir

kulübe. Asfaltın her pütürüyle şakağına yumruk inmiş gibi sar-

sılıyordu. Sağdan soldan geçen arabaları, uzuyor, şişiyor gibi

görmekteydi. Sanki sihirli esnek bir madenden yapılmışlar gibi.

Onları normal görünüşlerinde görebilmek için beynini, gözle-

rini zorlaması gerekiyordu.

Yarayı ne kadar sıkarsa sıksın, kan gittikçe daha çok akı-

yordu. Midesindeki yanma da beter oldu. Kalbindeki ritmik sızı,

Page 160: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sancıya dönüştü. Ama geleceğinden emin olduğu korkunç acı

daha başlamamıştı.

Sepulveda üzerinde sonu gelmez bir yolculuk yaptıktan

sonra ihtiyacını karşılayacak telefonu bulabildi. Bir süpermar-

ket otoparkının arka köşesindeydi. Dükkâna seksen ya da yüz

metre uzak bir yerde.

Kamyoneti çarpık parketti. Telefona siper yapacak durum-

da bıraktı. Kendisini konuşurken ne sokaktan, ne de dükkân-

124 —

dan gören olacaktı. Kulübe değildi zaten buradaki. Ses geçir-

mez olduğu iddia edilen plastik davlunmaz gibi şeylerdendi.

Ama çevredeki gürültüye bir çare bulmak mümkün değildi. Ney-

se, çalışır durumdaydı bari telefon. Yeterince de uzaktaydı. Ar-

kasında yüksek bir beton sütun vardı. Marketin arazisini komşu

evlerin bahçelerinden ayıran sınırın köşesi. Sağ tarafta birkaç

yüksek çalıyla birkaç bodur palmiye siper yapıyordu. Kimse

onu göremez, yaralı olduğunu da anlayamazdı. Kimsenin burnu-

nu sokmasını istemiyordu.

Yolcu koltuğuna kaydı, o kapıdan indi. Parmakları arasın-

dan sızan kırmızı, koyu sıvıya baktığında başı döner gibi oldu,

gözlerini hemen kaçırdı. Uç adım atsa telefonun yanına vara-

caktı. Ama her adım ona bir mil gibi geliyordu.

Telefon kredi kartının numarasını hatırlayamadı. Oysa o

numarayı kendi doğum tarihi kadar iyi bilirdi. Napa Bölgesini

ödemeli aramak zorunda kaldı.

Santral zili altı kere çaldırdı.

«Alo?»

Page 161: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bruno Frye ödemeli arıyor. Kabul ediyor musunuz?»

«Bağlayın, santral.»

Bir çıt sesi oldu, kız aradan çıktı.

«Ağır yaralıyım... sanıyorum... galiba... ölüyorum,» dedi

Frye telefona.

«Ah, Tanrım, olamaz. Hayır!»

«Bir... cankurtaran çağırmak zorundayım,» diye sözlerini

sürdürdü Frye. «O zaman da... herkes gerçeği anlayacak.»

Bir dakika kadar konuştular. İkisi de korkuyordu. İkisinin

de kafası karmakarışıktı.

Birden Frye içinde bir şeyin koptuğunu hisseder gibi oldu.

Bir yay fırlamış gibi. Bir torba patlamış, içindeki su boşalıyor-

muş gibi. Acıyla bağırdı.

Napa Bölgesindeki adam da onunla birlikte bağırdı. Sanki

aynı acıyı hissetmiş gibi.

Frye, «Bir cankurtaran... Bulmam şart,» dedi.

Telefonu kapadı.

Kanlar pantolonundan ayakkabılarına doluyordu. Yere de

damlamaya başlamıştı.

Kulaklığı tekrar kaldırdı, telefonun yanındaki madenî rafa

125 —

koydu. Aynı raftan bir madeni para aldı. Cebindeki bütün bo-

zuk paralan oraya koymuştu başlangıçta. Ama parmaklan iyi

iş görmüyordu. Parayı yere düşürdü, betonda yuvarlanışına

aptal aptal baktı. Bir madenî para daha buldu, sımsıkı tuttu.

Onu kurşun bir diskmiş gibi zorlukla kaldırdı, sonunda deliğe

sokmayı başardı. Sıfırı çevirmeye uğraştı. Bu işi yapacak gücü

Page 162: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bile kalmamıştı. Adaleli kollan, koca omuzları, dev göğsü, kuv-

vetli sırtı, sert karnı, görkemli oylukları ihanet ediyordu ona.

Telefonu edemedi. Artık ayakta da duramıyordu. Yere düş-

tü, bir tek kere yuvarlandı, yüzüstü kaldı.

Hareket edemiyordu.

Göremiyordu da. Kör olmuştu.

Çok siyah bir karanlığın içindeydi.

Korkuyordu.

Tıpkı Katherine gibi kendisinin de mezardan geri dönece-

ğini düşünmeye çalıştı. Dönüp onu haklayacağım. Geri gelece-

ğim. Ama aslında buna kendi de inanmıyordu.

Orada yatarken kafası hafifler gibi oldu. Düşünceleri net-

leşti, bir an için, acaba Katherine konusunda yanıldım mı, diye

düşündü. Yoksa dirilmiyor muydu o? Kendisi hayalinde mi ya-

ratmıştı bunu? Ona benzeyen masum kadınları mı öldürüp du-

ruyordu? Deli miydi yoksa?

Üzerinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti.

Bir şeyler yürüyordu üzerinde.

Kollarında, bacaklarında.

Yüzünde de.

Bağırmaya çalıştı, yapamadı.

Fısıltıları duydu.

Hayır!

Bağırsakları boşalıverdi.

Fısıltılar yükseldi, şişti, çılgın bir koroya dönüştü, sonra da

koca bir ırmak gibi onu sürükleyip uzaklara götürdü.

Perşembe sabahı Tony Clemenza ile Frank Hovvard, Jilly

Jenkins’i buldular. Jilly Jenkins, Bobby «Angel» Valdez’in eski

bir arkadaşıydı. Bebek yüzlü katili Temmuz ayında görmüş, on-

dan beri de görmemişti. Bobby o sırada Olympic Bulvarındaki

Page 163: Dean R. Koontz - Fısıltılar

126 —

Vee Vee Gee kuru temizleme dükkânında bulduğu işten yeni

çıkmıştı. Jilly’nin tüm bildiği bu kadardı.

Vee Vee Gee, bin dokuz yüz ellilerden kalma kocaman bir

binadaydı. O sıralarda Los Angeles mimarları İspanyol tarzını

işlevsel fabrika tasarımıyla karıştırıp bir üslup yaratma peşin-

deydiler. En duygusuz mimarın bile bu iğrenç melez mimariyi

nasıl güzel bulabileceğini Tony hiç anlayamıyordu. Turuncum-

su kırmızı kiremitler üzerinde düzinelerce tuğla baca ve oluklu

maden hava borusu yükselmekteydi. Bunların aşağı yukarı ya-

rısından duman çıkıyordu. Pencere doğramaları ağır ve kalın

keresteydi. Koyu renklere boyanmış, rustik bir hava verilmeye

çalışılmıştı. Sanki burası büyük, zengin bir arazi sahibinin eviy-

miş gibi. Ama o çirkin fabrika pencerelerine teller gerilmişti.

Verandaların bulunması gereken yerlerde yükleme rampaları

vardı. Duvarlar düz, köşeler keskin, genel havası tam bir ku-

tuydu. Yani gerçek İspanyol mimarisinin zarif yuvarlak kemer-

leriyle, kavislendirilmiş köşeleriyle taban tabana zıt. Sanki bina

aslında geçkince bir fahişeydi de, o gün şık giyinmiş, kendini

leydi diye yutturmaya çalışıyordu.

«Niye yapmışlar bu işi?» dedi Tony arabadan iner inmez.

«Neyi?» diye sordu Frank.

«Bu kadar çok sayıda iğrenç bina dikmeyi. Amaçları ney-

miş?»

Frank gözlerini kırpıştırdı. «Nesi iğrenç?»

«Seni rahatsız etmiyor mu?»

«Temizleme sanayii işte. Ülkeye gerekli değil mi?»

Page 164: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ailende mimar var mı senin?»

«Mimar mı? Hayır,» dedi Frank. «Niye sordun?»

«Merak ettim.»

«Biliyor musun, bazen sözlerinde mantık yok senin.»

«Öyle diyorlar,» dedi Tony.

Binanın ön tarafındaki ofis bölümüne girip temizleme şir-

ketinin sahibi Vincent Garamalkis’i sorduklarında pek soğuk

karşılandılar. Sekreter resmen düşmanca davrandı onlara. Vee

Vee Gee şirketi, çalışma ruhsatı olmayan yabancıları işe al-

maktan ötürü dört yılda dört kere ceza ödemişti. Sekreter Tony

ile Frank’in de Göçmenlik ve Vatandaşlık müdürlüğünden gel-

diğinden emindi. Los Angeies polis kimliğini gösterdiklerinde

127 —

biraz siner gibi oldu ama yine de yardımcı olmaya yanaşmadı.

Tâ ki Tony, Vee Vee Gee’de çalışanların uyruklarına zerre

kadar ilgi göstermediklerine onu inandırana kadar. Sonunda

sekreter istemeye istemeye Bay Garamalkis’in büroda olduğu-

nu kabul etti. Tam onları patrona götüreceği sırada telefon

çaldı. Kadın bu sefer onlara yolu hızlı hızlı tarif etti, kendisi

odasında kaldı.

Çamaşırhanenin kocaman orta salonu sabun, çamaşır su-

yu ve buhar kokuyordu. Çok rutubetli bir yerdi. Sıcak ve gürül-

tülüydü. Sanayi tipi yıkama makineleri takırdıyor, vızlıyor, fo-

şurduyordu. Koca koca kurutma makineleri tekdüze hırıltılar

çıkarmaktaydı. Otomatik katlama makinelerinin çatırtısı ve

tıslaması Tony’nin dişlerinin sızlamasına neden oldu. İşçilerin

çoğu o sıra gelen yükü boşaltmaktaydılar. Aralarında İspanyol-

Page 165: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ca konuşuyorlardı. Tony ile Frank salonun bir başından öbür

başına yürürken gürültünün birazı diner gibi oldu. İşçiler ko-

nuşmayı kesmiş, iki yabancıyı kuşkulu gözlerle süzüyorlardı.

Vincent Garamalkis büyük salonun ucundaki eski masanın

başında oturmaktaydı. Bu masa bir metre yüksekliğinde bir se-

tin üzerine konmuş, patrona işçilerini tepeden görebilme ola-

nağını tanıyordu. Adam onların yaklaştığını görünce ayağa kal-

kıp setin ucuna geldi. Kısa, tıknaz bir adamdı. Başı kelleşmeye

başlamıştı. Yüzü sert hatlıydı ama gözleri o yüze uymayan yu-

muşak bakışlı, elâ gözlerdi. İki elini beline dayayıp durdu. Sanki

onlara, ‘benim düzeyime çıkamazsınız,’ diye meydan okuyordu.

Frank kimliğini çıkardı, «Polis,» dedi.

«Ya.»

Tony, «Göçmenlik Bürosu değil,» diye güvence verdi.

Garamalkis savunurcasına, «Göçmenlik Bürosundan ne di-

ye korkayım?» dedi.

Frank, «Sekreteriniz korkuyordu,» diye karşılık verdi.

Garamalkis kaşlarını çatarak baktı onlara. «Ben temizim.

Yalnız ABD vatandaşlarına ve çalışma ruhsatı olan yabancılara

iş veririm.»

«Tabii,» diye alay etti Frank. «Dünya da dörtköşedir za-

ten.»

‘Tony, «Bakın, işçilerinizin kimler olduğu bizi zerre kadar

ilgilendirmiyor,» diye söze karıştı.

128 —

«O halde ne istiyorsunuz?»

Page 166: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Birkaç soru sormak istiyoruz.»

«Ne konuda?»

«Şu adam konusunda.» Frank, Bobby Valdez’in üç fotoğ-

rafını uzattı.

Garamalkis şöyle bir baktı. «Ne olmuş ona?»

Frank, «Onu tanıyor musunuz?» dedi.

«Neden?»

- «Bulmak istiyoruz onu.»

«Niçin?»

«O bir kaçak.»

«Ne yapmış?»

Frank bu sefer, «Bakın, bu işi sizin için zorlaştırabilir veya

kolaylaştırabilirim,» deyiverdi. Tıknaz adamın aksi cevapların-

dan usanmıştı. «İster burada konuşuruz, ister merkezde. Ters-

lenmeyi seçerseniz, Göçmenliği de sokarız işin içine. Yanınızda

kaçak Meksikalı çalıştırmanız aslında bize vız gelir. Ama yar-

dımcı olmazsanız size her zararı vermeye hazırız. Anladınız mı?

Duydunuz mu iyice?»

Tony konuşmaya başladı. «Bay Garamalkis, benim babam

da İtalya’dan gelme bir göçmendi. Ülkeye belgeleri tamam ola-

rak geldi ve sonra da vatandaşlığa geçti. Ama bir ara bizim

de Göçmenlik Bürosuyla sorunlarımız oldu. Kayıtlardaki bir yan-

lışlıktan kaynaklanan bir şey. Babamı beş haftadan fazla izle-

diler. İşine de gittiler, eve de olmayacak saatlerde şaşırtıcı zi-

yaretler yaptılar. Bizden belgeler ve kayıtlar istediler. Babam

gösterdiği zaman o belgelere sahte dediler. Tehditler savurdu-

lar. Bol bol. Hattâ işler yoluna girmeden önce babama sınır

dışı emri bile çıkardılar. Babam parasının yetişemeyecegi bir

avukat tutmak zorunda kaldı, annem günlerini isteri halinde ge-

Page 167: Dean R. Koontz - Fısıltılar

çirmeye başladı. Durum anlaşılana kadar. Görüyorsunuz ya, ben

de bayılmıyorum Göçmenlik Bürosuna. Sizi zor bir duruma it-

meleri için mecbur olmadığım hiçbir şey yapmam, Bay Gara-

malkis.»

Tıknaz adam bir an Tony’ye baktı, başını iki yana salladı,

içini çekti. «Nasıl yakarlar insanı!» dedi. «Daha birkaç yıl önce

İranlı öğrenciler Los Angeles’in altını üstüne getirirken, araba-

ları tersine çevirip evleri yakmaya kalkarken, akıllarına geldi

129 Fısıltılar — F. : 9

mi onları sınır dışı etmek? Yooo! Memurlar habire benim işçi-

lerin peşindeydi çünkü. Bu benim çalıştırdığım adamlar kim-

senin evini falan yakmaz. Arabaları devirmez, polise taş atmaz.

Tek istedikleri ekmek parası. Sınırın güneyinde bulamadıkları

şey. Göçmenlik neden zamanını onları kovalamaya harcıyor,

biliyor musunuz? Söyleyeyim size. Düşündüm ve buldum. Bu

Meksikalılar karşı koymuyor, savaşmıyorlar da ondan. İranlılar

gibi siyasal ya da dinsel fanatik değil bunlar. Deli veya tehlikeli

de değiller. Göçmenlik görevlileri için bunları kovalamak daha

kolay, çünkü sözlerini dinletebiliyorlar. Ahhhh! Baştan sona yüz

karası bu sistem.»

Tony, «Bakış açınızı anlayabiliyorum,» dedi. «Eğer şu re-

simlere bir göz atarsanız...»

Ama Garamalkis onların sorularına cevap vermeye hazır

değildi henüz. Tony’nin sözünü kesti. «Dört yıl önce bana ilk

defa ceza kestiler. Normal olay. İşçilerimden bazılarının yeşil

kartı yoktu. Bazılarının kartının süresi dolmuştu. Mahkeme bi-

tince, bir daha yasanın dışına çıkmamaya karar verdim. Yeşil

kartı geçerli olan Meksikalıları alacaktım işe. Bulamazsam, o

Page 168: Dean R. Koontz - Fısıltılar

zaman da ABD vatandaşlarını alacaktım. Ama size doğrusunu

söyleyeyim mi? Budalalık ediyordum. İşi bu biçimde sürdüre-

bileceğimi sanmak budalalıktı. Bunca işçi çalıştırınca, çoğuna

asgari ücret ödemeye mecburum ben. Öyleyken bile bütçem

zorlanıyor. Oysa Amerikalı işçiler asgari ücrete çalışmıyor. Va-

tandaşlığa geçmişsen, işsizlik aylığı bile asgari ücretten çok.

Hem ondan vergi de kesilmiyor. İki ay boyunca deliye döndüm.

İşçi arıyor, burayı yönetmeye, işleri zamanında teslim etmeye

uğraşıyordum. Neredeyse kalp krizi geçirecektim. Benim müş-

terilerim genellikle oteller, moteller, lokantalar, berber dükkân-

ları falandır. Hepsi de mallarını çabuk geri isterler. Güvenilir

program isterler. Tekrar Meksikalıları işe almaya başlamasay-

dım, bu dükkânı kapardım ben.»

Frank daha fazlasını dinlemek istemiyordu. Tam ters bir

şey söyleyeceği sırada Tony elini onun omzuna koydu, yavaşça

sıktı, onu sabretmeye zorladı.

«Bakın,» dedi Garamalkis, «Devletin kaçak girenlere işsizlik

aylığı, sağlık bakım falan ödememesini anlıyorum. Ama adam-

lar zaten başka hiç kimsenin istemediği işleri yaparlarken, on-

130 —

lan tutup sınır dışı etmek çok saçma. Gülünç hattâ. Ayıp bir

şey.» Yine içini çekti, Bobby Valdez’in resimlerine baktı. «Evet,

bu adamı tanıyorum,» dedi.

«Burada çalışmış diye duyduk.»

«Doğru.»

«Ne zaman?»

Page 169: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Yaz başıydı sanırım. Mayıs. Haziranın başları.»

Frank, Tony’ye, «Polise ziyaretini atlattıktan sonra,» dedi.

Garamalkis, «O konuda bir şey bilmiyorum,» diye söze ka-

rıştı.

Tony, «Size ne isim verdi?» diye sordu.

«Juan.»

«Soyadı?»

«Hatırlamıyorum. Burada altı hafta falan kaldı. Ama adı

dosyalarda hâlâ vardır.»

Garamalkis setten indi, onları koca salonun arkasına doğ-

ru götürdü. Buharların, deterjan kokularının, kuşku dolu bakış-

ların arasından. Ön büroya vardıklarında sekreterden dosya-

lara bakmasını istedi. Kadın istenen bordroyu hemen buldu.

Bobby adres olarakLa Brea Caddesini vermişti.

Frank, «Gerçekten orada mı oturuyordu?» diye sordu.

Garamalkis omuzlarını kaldırdı. «Öyle tanık, kefil istenecek

kadar önemli bir iş değildi,» dedi.

«İşten neden çıktığını söyledi mi?»

«Hayır.»

«Nereye gideceğini?»

«Ben anası değilim.»

«Yani başka bir işe gireceğinden söz etti mi?»

«Hayır. Çekti gitti.»

«Mazquezza’yı bu adreste bulamazsak geri dönüp işçile-

rinizle konuşmak isteriz,» dedi Tony. «Belki içlerinden biri onun-

la dostluk kurmuştur. Belki hâlâ dosttur onunla.»

Garamalkis, «İsterseniz geri gelebilirsiniz,» diye karşılık

verdi. «Ama adamlarımla konuşmakta zorluk çekersiniz.»

«Neden o?»

Page 170: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Adam sırıttı. «Çoğu İngilizce bilmez.»

Tony de sırıttı. «Yo leo, escriboy hablo espanol.»

«Haa!» dedi Garamalkis. Etkilenmişti.

131 —

Sekreter onlara bordronun bir fotokopisini çekti, Tony da

Garamalkis’e gösterdiği işbirliği anlayışından ötürü teşekkür

etti.

Arabaya bindiklerinde, Frank trafiğe karışıpLa Brea. Cad-

desine doğrulurken, «Doğrusu, kabul etmek zorundayım,» dedi.

Tony, «Neyi?» diye sordu.

«Benim alamayacağım kadar çok şeyi ağzından daha ça-

buk sürede aldın.»

Tony bu iltifata şaşırmıştı. Üç aydır birlikte çalışıyorlardı

ama bu ilk defa oluyordu. Frank ilk olarak ekip arkada-

şının tekniklerinin etkili olduğunu kabul etmekteydi.

Frank sözlerini sürdürüyordu. «Keşke bende de senin

gibi bir yetenek olsaydı. Biraz. Fazla değil, ha. Bence benim

yöntemim yine de çoğu zaman daha iyi. Ama arasıra kar-

şımıza öyle biri çıkıyor ki, bana bir milyon yıl beklesem açıl-

maz, oysa sana bir dakikada içini dökmeye hazır. Evet, keşke

bende de biraz olsaydı sendeki yumuşaklık.»

«Yapabilirsin.»

«Ben mı? Asla.»

«Elbette yaparsın.»

«Senin insanlara bir yatkınlığın var,» dedi Frank. «Benim

yok.»

«Öğrenebilirsin.»

Page 171: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Olmaz. Böylesi de yeterince iyi. İkimiz meşhur klasik eki-

bi oluşturuyoruz. Biri gaddar polis, öteki iyi polis. Ama bunu

isteyerek yapmıyoruz. Bizimki zaten öyle.»

«Sen gaddar polis değilsin.»

Frank buna karşılık vermedi. Kırmızı ışıkta durduklarında,

«Söylemek istediğim bir şey daha var,» dedi. «Bundan hoşlan-

mayabilirsin.»

«Bir dene.»

«Dün geceki kadınla ilgili.»

«Hilary Thomas mı?»

«Evet. Ondan hoşlandın, değil mi?»

«Eh... tabii. Hoş bir kadındı.»

«Demek istediğim bu değil. Ondan hoştandın diyorum. Ar-

zu ladin onu.»

«Yo, hayır. Güze! kadındı ama ben hiç...»

132 —

«Bana masum numarası yapma. Ona nasıl baktığını gör-

düm.»

Kırmızı ışık yeşil oldu.

Bir blok kadar konuşmadılar.

Sonunda Tony, «Hakkın var,» dedi. «Gördüğüm her güzel

kadın ateşimi başıma çıkarmaz. Bunu bilirsin.»

«Bazen acaba hadım mısın diye merak ediyordum.»

«Hiiary Thomas... farklı. Hem yalnız görünüş olarak da de-

ğil. Çok güzel, orası tamam, ama hepsi o kadar değil. Hare-

ket edişini, davranışını beğendim. Konuşmasını dinlemek ho-

şuma gitti. Yalnız sesinin tonu değil. Ondan da fazla. İstediğini

Page 172: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ifade ediş biçimi güzel. Düşünüş tarzı güzel.»

«Ben görünüşünü beğendim,» dedi Frank. «Nasıl düşün-

düğü beni etkilemiyor.»

«Yalan söylemiyordu.»

«Duydun şerifin ne ded...»

«Belki kadın başına gelenler konusunda biraz kafası karış-

mış durumda olabilir. Ama hikâyeyi baştan sonra uydurmuş

olamaz. Herhalde Frye’e benzeyen birini gördü ve...»

Frank onun sözünü kesti. «İşte duymaktan hoşlanmayaca-

ğın şey bununla ilgili.»

«Dinliyorum.»

«Ondan ne kadar hoşlanmış olursan ol, dün gece bana yap-

tığını yapmayacaktın.»

Tony dönüp ona baktı. Anlayamamıştı. «Ne yaptım?»

«O tür bir durumda ekip arkadaşını desteklemen gerekir.»

«Anlayamadım.»

Frank’in yüzü kızardı. Tony’ye bakmıyordu. Gözleri önün-

deki yoldaydı. «Dün gece birkaç kere, ben ona soru sorarken,

sen benim tarafımı tutacağın yerde onun tarafını tuttun.»

«Frank, benim niyetim asla...»

«Önemli saydığım sorgulama yöntemimi saptırmaya çalış-

tın.»

«Ona çok sert davrandığını düşünüyordum.»

«Fikrini çok daha usturuplu ifade edebilirdin. Gözlerinle. Bir

el hareketiyle, bir dokunmayla. Her zaman öyle yapıyordun.

Ama O kadının yanında, beyaz atlı şövalye kesildin.»

«Zavallının başından çok kötü bir olay geçmişti ve...»

133 —

Page 173: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Zırva,» dedi Frank, «Başından hiçbir şey geçmemişti. Hep-

sini uydurdu.»

«Bunu hâlâ kabul etmiyorum.»

«Çünkü kafanla degii, husyelerinle düşünüyorsun.» ?

«Frank, bu doğru değil. Aynı zamanda da haksızlık.»

«Benim fazla sert davrandığım kanısındaydın da, neden be-

ni bir kenara çekip niyetimin ne olduğunu sormadın?»

«Sordum, hatırlasana, Tanrı aşkına!» Tony de kızıyor, ken-

dini tutamıyordu. «Merkezden telefon geldikten hemen sonra

sordum. Bayan Thomas terasta basınla konuşurken. Merkez

ne dedi, dedim, sen söylemedin bana.»

«Dinleyeceğini sanmıyordum da ondan. Sen o zamana ka-

dar âşık bülbüllere benzemiştin.»

«Saçmalıyorsun ve kendin de farkındasın. Sen ne kadar

iyi polissen ben de o kadar iyi polisim. Kişisel duygularımın işi-

mi engellemesine izin vermem. Ama bir şey söyleyeyim mi...

bence sen buna izin veriyorsun.»

«Neye?»

«Özel duygularının işini etkilemesine. Bazen.»

«Neler zırvalıyorsun sen?»

«Eline önemli bir haber geçtiği zaman benden saklamak

gibi bir huyun var,» dedi Tony. «Şimdi düşünüyorum da... bunu *]

ancak olaya bir kadın karışmışsa yapıyorsun. Edindiğin bilgiy-

le onun canını yıkabileceğini bildiğin zaman. Onu yıkacak, ağ-

latacak bir bilgi. Bunu benden saklıyorsun, sonra kadına bir-

denbire, en acı şekilde söyleyiveriyorsun.»

«İstediğim sonucu her seferinde elde ediyorum.»

«Ama o sonuç daha yumuşak ve daha kolay bir yolla da j

elde edilebilir.»

Page 174: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Senin yolun herhalde.»

«Daha iki dakika önce benim yolumun sonuç verdiğini ka- ‘,

bul etmiştin.»

Frank bir şey söylemedi. Önlerindeki arabalara ateş saçan

bakışlarla bakıyordu.

Tony, «Biliyor musun, Frank,» dedi. «Karın boşanırken sa-

na neler yapmış olursa olsun, seni ne kadar incitmiş olursa ol-

sun, bu sana tanıdığın her kadını incitme hakkını vermez.»

«Öyle yapmıyorum.»

134 —

«Belki bilerek yapmıyorsun. Ama bilinçaltın...»

«Bana Freud martavalları okuma.»

«Peki. Pekâlâ,» dedi Tony. «Ama suçlamaya suçlamayla ce-

vap vermek istiyorum. Sen bana dün gece profesyonelce dav-

ranmadığımı söylüyorsun. Ben de, sen profesyonelce davran-

madın diyorum. Ödeştik.»

FrankLa Brea Caddesine varınca sağa döndü.

Bir başka kırmızı” ışıkta yine durdular.

Yeşil yandı, giderek sıkışmaya başlayan trafiğin içinde san-

tim santim ilerlediler.

Bir iki dakika boyunca ikisi de konuşmadı.

Sonra Tony, «Zaafların, kusurların olsa da, epey iyi bir

polissin,» dedi.

Frank ona baktı. Şaşırmıştı.

«Ciddiyim,» dedi Tony. «Aramızda sürtüşme var hep. Çoğu

zaman birbirimizin sinirine dokunuyoruz. Belki birlikte çalışa-

mayacağız. Belki ekip ayrılsın diye başvuruda bulunacağız.

Page 175: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Ama bu yalnızca kişilik farkında kaynaklanacak. Sen insanlara

gereğinden üç kat daha sert davranıyor olsan bile, yine de yap-

tığın işi iyi yapıyorsun.»

Frank öksürüp boğazını temizledi. «Eh... sen de öyle.»

«Teşekkür ederim.»

«Yaİnızca bazen aşırı... tatlı davranıyorsun.»

«Sen de bazen itoğlunun teki oluyorsun.»

«Başka bir ekip arkadaşı ister misin?»

«Henüz bilmiyorum.»

«Ben de.»

«Ama daha iyi anlaşabilmeye başlamazsak, bunu sürdür-

mek tehlikeli olur. Birbirinde gerilim yaratan polisler, birbirinin

ölümüne neden olabilir.»

«Biliyorum,» dedi Frank. «Onu biliyorum. Bu dünyada sürü

sürü serseri, sarhoş ve eii silahlı fanatik var. İnsan ekip ar-

kadaşıyla çalışırken, sanki o da kendi vücudunun bir parçasıy-

mış gibi çalışmalı. Üçüncü bir kol gibi. Öyle olmadı mı, öldü-

rülme olasılığın artar.»

«Bu durumda birbirimize uygun olup olmadığımızı ciddi dü-

şünmemiz gerek.»

«Öyle,» dedi Frank.

135 —

Tony caddedeki binaların kapı numaralarına bakmaya baş-

ladı. «Yaklaşıyor olmalıyız.»

«Şurası galiba,» dedi Frank. Parmağıyla gösterdi.

Juan Mazquezza’nın Vee Vee Gee bordrosuna yazdığı ad-

res on altı daireli bir apartmandı. Alt katı işyeri olarak kul-

Page 176: Dean R. Koontz - Fısıltılar

lanılmaktaydı. Benzinci, küçük bir motel, araba lastiği dükkâ-

nı, geceleri kapatmayan bir bakkal. Uzaktan bakıldığında yeni

ve pahalıymış gibi görünen bina, yaklaşınca ihmal ve çürüme

belirtileri göstermeye başladı. Dış duvarlar yeni sıva istiyordu.

Çatlaklar, soyuklar vardı. Ahşap merdivenler, trabzanlar, kapı-

lar çoktan boyanmalıydı. Kapı girişindeki levhada buranın Las

Paimeras Apartmanı olduğu yazılıydı. Levhanın dikildiği direk-

lere araba çarpmış, onları yamultmuştu. Las Palmeras’ın uzak-

tan iyi görünmesinin nedeni, çevresinde ağaçlar olması, o

ağaçların kusurları saklaması, görünümü yumuşatmasıydı. Ama

bahçe de bakımsızdı aslında. Çalılar uzun süredir budanmamış,

ağaçlar bakımsız kalmıştı.

Las Palmeras’ın durumu tek kelimeyle özetlenebilirdi. Ge-

çiş dönemi. Park yerindeki arabalar da aynı izlenimi güçlendir-

mekteydi. İki tane orta kalite yeni araba vardı. Onlar bakımlıydı.

Yeni cilalandıktan belliydi. İyimserliği ölmemiş genç insan-

ların arabalarıydı. Bu insanlar arabaları başarılarının simgesi

olarak görüyorlardı. Onların yanında eski püskü bir Ford, pat-

lak lastiğinin üzerinde eğik duruyordu. Kullanılmadığı belliydi.

Sekiz yıllık bir Mercedes de Ford’un yanındaydı. O da yıkanmış,

cilalanmıştı ama biraz eskiceydi. Arka çamurluklarından birin-

de paslı bir çentik vardı. Sahibi zamanında yirmi beş bin do-

larlık arabayı alabilmiş, ama şimdi iki yüz dolarlık, masrafa geçi-

rilebilecek bir faturadan çekinir duruma gelmişti. Las Paimeras

geçiş dönemindeki insanların yeriydi. Kimi yukarı düzeylere çı-

kıyor, mesleklerinde yükseliyor, kimi de inişe geçmiş bulunu-

yordu. Kaçınılmaz düşüşe başlamadan, son saygın sınıra tutun-

muşlardı burada.

Frank yönetici dairesinin önüne parkederken Tony birden

Page 177: Dean R. Koontz - Fısıltılar

farkına vardı. Las Paimeras sözü Los Angeles sözünün bir türevi

gibiydi. Bu melekler kenti belki de dünyanın insanlara en çok

fırsat tanıyan kentiydi. İnanılmaz miktarda para el değiştirirdi,

burada. Çok kazanmanın binlerce yolu vardı. Bu kentteki basan-

__136-_

hikâyeleri günlük bir gazeteyi beslemeye yeterdi. Ama bu olu-

şan servetlerin bir de kendini mahvetme yanı vardı. Hangi uyuş-

turucuya baksanız, alması ve satması Boston’dakinden, New

York’dakinden kolaydı burada. Chicago ve Detroit’tekinden de.

Esrar olsun, haşhaş olsun, eroin olsun, kokain olsun, uyarıcılar

olsun, sakinleştiriciler olsun, ISD veya POP olsun... Keşlerin

süpermarketiydi bu kent. Seks de daha serbestti. Victoria dö-

nemi tutuculuğu ve duyarlılığı her yerden önce burada çök-

müştü. Bir nedeni, rock müziğinin burada merkezleşmesi, sek-

sin de o dünyanın ayrılmaz bir parçası olmasıydı. Ama Califor-

nia’lıların biyolojik serbestliğini hızlandıran daha başka ve da-

ha önemli etkenler de vardı. İklimin rolü vardı bir kere. O sı-

cak günler, o tropikal ışık, o birbiriyle rekabete giren rüzgârlar...

çöl rüzgârlarıyla deniz rüzgârları. Bunların erotik etkisi güç-

lüydü. Meksikalı göçmenlerin Latin nitelikleri zaten bura hal-

kının tipik bir işaretiydi. Ama belki hepsinden fazla etkili olan,

insanın California’da kendini Batı dünyasının tâ ucunda

hissetmesiydi. Bilinmeyenin sınırında. Bir esrar uçurumunun

kenarında. Gerçi kültürel sınırda bulunmak kişilerin bilinçli ola-

rak farkında olduğu bir şey değildi. Ama bilinçaltı onun her an

farkındaydı. Sevinç getiren, bazen korkutan bir duygu. Bazen

bu etkenlerin hepsi birleşir, çekingenlikleri yok eder, insanların

salgılarını harekete geçirirdi. Seks konusunda suçluluk duyma-

Page 178: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mak sağlıklı bir şeydi tabii. Ama Los Angeles’in kendine özgü

havası içinde, en garip seks uygulamaları bile daha kolay kabul

edilirken, insanların bazıları eroine tutulur gibi seks müptelası

oluyorlardı. Tony bunun örneklerini görmüştü. Bazı tipler her

şeylerini, paralarını, saygınlıklarını, şöhretlerini bu uğurda göz-

den çıkarıyorlardı. Seks ve uyuşturucuyu bir küçülme ve mah-

volma nedeni saymayanlara, Los Angeles istediği siyasal veya

radikal akımı da sunuyordu. Ayrıca insan tarifeli uçaklarla Las

Vegas’a bir saatte ulaşıyordu buradan. Tanınmış bir kumarbaz-

sanız, uçağa para bile ödemek zorunda değildiniz. Bütün bu teh-

likeleri, o anlaşılmaz servetler mümkün kılmaktaydı. Onca ser-

veti ve onca coşkun özgürlük kutlamasıyla Los Angeles hem

altın’ elma, hem zehirli elmaydı. Hem olumlu geçişi, hem olum-

suz geçişi simgeliyordu. Bazıları Las Palmeras apartmanı gibi

yerlere, yukarı çıkarken uğruyor, elmayı kapıp Bel Air’e taşı-

137 —

nıyor, Beverly Hills’e, Malibu’ya yerleşiyordu. Bazıları da ze-

hirli elmayı yiyor, aşağıya doğru inerken Los Palmeras apart-

manına uğruyor, oraya nasıl düştüklerini de bazen pek anlaya-

mıyorlardı.

Zaten apartmanın yöneticisi de kendisini buraya hangi tür

bir kaderin getirdiğini anlayamamış gibiydi. Lana Haverby adın-

da bir kadındı. Yaşı kırk dolaylarındaydı. Güneşten iyi yanmıştı.

Üzerinde bir şort ve bir açık, askılı penye bluz vardı. Kendisin-

de cinsel çekicilik bulunduğuna inandığı belliydi. Yürümesi,

durması hep poz verir gibiydi. Bacakları fena değildi ama geri

Page 179: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kalanı hayli eskimişti. Beli kendi sandığından kalındı, kalçaları,

poposu, bu giydiği kılık için fazlacaydı. Göğüsleri öyle iriydi ki,

çekici olmaktan çıkıyor, sapık bir izlenim yaratıyordu. Dar blu-

zu göğüslerinin ortasındaki derin vadiyi gösteriyor, meme baş-

larını da belli ediyordu. Ama bunları yaparken o sarkık gö-

ğüslere ihtiyaçları olan biçimi veremiyordu. Poz almadığı, poz

değiştirmediği, Frank’le Tony üzerindeki etkisini ölçmediği za-

manlarda, kafası karışmış gibi bir hali vardı. Dalgındı sanki

biraz. Gözleri her zaman net bakmıyordu. Cümlelerini yarım bı-

rakma huyu vardı. Konuşurken birkaç kere gözleri odanın ucuz

eşyalarında, havı dökülmüş halısında dolaştı. Sanki buraya na-

sıl geldiğini hiç bilemiyormuş, ne zamandan beri burada oldu-

ğunu hatırlayamıyormuş gibi. Arasıra başını yana eğiyor, san-

ki fısıldayan sesler dinliyordu. Uzaktan gelen sesler. Kendisine

bu olup biteni anlatmaya çalışan, ama yakında olmadıkları için

duyulamayan sesler.

Lana Haverby koltuğa, iki polis kanepeye oturdular. Kadın

önce Bobby Valdez’in fotoğraflarına baktı.

«Evet,» dedi. «Cok şirindi.»

Frank, «Burada mı oturuyor?» diye sordu.

«Eskiden... evet. Dokuz numara... galiba. Ama artık gitti.»

«Taşındı mı?»

«Evet.»

«Ne zaman?»

«Bu yaz. Galiba...»

«Galiba ne?» diye sordu Tony.

«Ağustosun biriydi,» dedi kadın.

Bacaklarını indirip yeniden üstüste attı, omuzlarını dikleş-

138 —

Page 180: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tirdi, göğüslerinin sarkmamasına uğraştı.

Frank, «Burada ne kadar oturdu?» diye sordu.

«Sanırım üç ay.»

«Yalnız mı oturdu?»

«Yanında kadın olup olmadığını mı soruyorsunuz?»

«Kadın, erkek veya herhangi bir kimse,» dedi Frank.

«Bir tek o. Pek tatlıydı, biliyorsunuz.»

«Adres bıraktı mı?»

«Hayır. Ama keşke bıraksaydı.»

«Niye? Kirayı falan mı taktı?»

«Yo, öyle bir şey yok. Ama onu nerede bulacağımı bil-

mek...»

Başını yana eğdi, yine fısıltıları dinledi.

«Bilmek, ne?» diye sordu Tony.

Kadın gözlerini kırpıştırdı. «Şey... yani onu ziyaret etmek

isterdim. Üzerinde çalışıyordum bir bakıma. Beni tahrik ediyor-

du. Salgılarımı artırıyordu. Onu yatağa atmaya uğraştım ama

o... biraz utangaçtı.»

Bobby Valdez’i neden aradıklarını sormamıştı. Ya da öbür

adıyla Juan Mezquezza’yı. Tony içinden, acaba utangaç ve tat-

lı dediği adamın saldırgan ve şiddet dolu bir serseri olduğunu

bilse ne yapardı, diye düşündü.

«Onu düzenli şekilde ziyaret edenler var mıydı?»

«Juan’ı mı? Farketmedim.»

Bacaklarını indirdi, ayırdı, öyle oturdu. Tony’nin ne tepki

göstereceğine baktı.

Frank, «Nerede çalıştığını söyledi mi?» dedi.

«Buraya ilk taşındığında bir temizleme şirketinde çalışıyor-

Page 181: Dean R. Koontz - Fısıltılar

du. Daha sonra başka işe geçti.»

«Ne işi olduğunu söyledi mi?»

«Hayır. Ama... iyi para kazanıyordu.»

«Arabası var mıydı?» dedi Frank.

«Başlangıçta yoktu. Ama sonra güzel bir Jaguar aldı. Çok

güzeldi.»

«Ve pahalı,» diye katkıda bulundu Frank.

«Evet. Tomarla para ödedi ona. Hem de nakit.»

«Nereden bulmuş o kadar parayı?»

«Söyledim size. Yeni işinde iyi kazanıyordu.»

139 —

«Nerede çalıştığını bilmediğinizden emin misiniz?»

«Eminim. Hiç söz etmiyordu. Ama ben Jaguar ı gomr flor-

mez anladım... burada uzun süre kalmazdı artık.» Sesinde hü-

zün vardı kadının. «Hızla yükseliyordu.» Um,.hv

Ona beş dakika kadar soru sordular ama Lana Hayerby

önemli bir şey söylemedi. Gözlemleri keskin bir lnaor’ «JY^az-

dı. Juan Mazquezza’y. hatırlıyordu, ama be legınde ne de

boşluklar vardı. Sanki aradan geçen aylar bellek bankasın, ke

mİrmj-?on9yb,İe Frank gitmek üzere kalkıklarında kadın onlardan

önce kapıya yürüdü. Jelatin göğüsleri insan, telaşlandıracak ka-

dar salınıyordu. Yirmi yaşın, aşmış kadınlarda hiç.de .yi dur-

mayan o k.ntık, parmak uçlar.na basa basa giden YuruyuŞu

uyguluyordu. Yaş. kırktı. Koskoca kad.nd.. Kendi yaşının guru-

runu vl özel güzelliklerini arayıp bulamamıştı. Yen.yetme, dye

Page 182: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yutturmaya kalkıyordu kendini. Bu işte acıklı bir durum vardı.

Kapıda durdu, açık duran kanada hafifçe yaslandı tek dizin

azıcık kırdı, ya bir dergide ya da bir takvimde gordugu pozu

taklit etti, resmen iltifat dilendi.

Frank kapıdan geçerken yan döndü, yine de onur.göğüs-

lerine değmekten zor kurtuldu. Hızlı adımlarla arabaya doğru

vürüdü hiç arkasına bakmadı. ,

Tony gülümsedi, «Gösterdiğiniz işbirliği için teşekkür ede-

riz. Bayan Haverby,» dedi. _ .

Kadın gözlerini kaldırıp ona baktı, bakışlar, bir an .çınonun

gözlerinde “deminden beri hiç odaklaşmadıg- ^dar odaklaştu

Bu bakışma sırasında kadının gözlerinde çok önemli bir şey

isMdaaV zekâ, gerçek gurur, belki de bir nebze özsaygı. Da-

£ önceki kıvılcımlardan daha iyi ve daha temiz bir şey Ben

de daha iyi bir yere taşınacağım, biliyor musunuz?» ded.. <Tıp-

k. Juan’ın yaptığı gibi. Ben başlangıçtan ben Las Pa mera in

yinS defiîldlm Bir zamanlar oldukça zengin çevrelerde do-

la?t’Tony onun anlatacakların, dinlemek istemiyordu. Ama ken-

dini tuzağa düşmüş buldu, sonra da hipnotize oldu.

«Yirmi üç ‘yaşımdayken garson olarak çalışıyordu moa

sonra ilerledim. Beatles’ların yeni başladığı zamanlardK On ye

di yıl kadar önce. Rock modası büyük bir patlama yapmıştı. Ha-

140 —

tırlıyor musunuz? O1 zamanlar güzel bir kız yıldızlarla ilişki ku-

rabilir, önemli kimseler tanıyabilirdi. Her yere büyük gruplarla

giderdik. Onlarla tüm ülkeyi dolaştım. Ne müthiş günlerdi o

günler! Canınız ne istese sizindi. Her şeyleri vardı o grupların.

Page 183: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Ve neleri varsa etrafa saçarlardı. Ben de onlarlaydım. İçlerin-

deydim. Çok ünlü insanlarla yattım. Herkesin tanıdığı, ünlü

kimselerle. Çok da tutuluyordum. Beni seviyorlardı.»

Bin dokuz yüz altmışların plakları en çok satılan rocic

gruplarını saymaya başladı. Tony bu kadının o gruplardan ka-

çıyla birlikte olduğunu, kaçını hayalinde yaşadığını anlayama-

dı. Ama kadının asla tek bir kişinin adını vermediğine dikkat

etti. Gruplarla yatıp kalkmıştı, insanlarla değil.

Bu grupçular ne oldu sonra, diye merak ederdi hep. Rock

gruplarıyla dolaşan, hayatlarının en güzel yıllarını böyle geçi-

ren o çocuk kadınlar ne olmuştu sonradan? İşte şimdi onlara

ne olabileceğinin bir örneği karşısındaydı. Çağın tanrılanyla dü-

şüp kalkan, onlara iltifatlar eden, onlarla birlikte uyuşturucu

alan, zengin ve ünlülerin spermlerine alıcılık yapan, geçen za-

manı ve onun getireceği değişiklikleri hiç düşünmeyen çocuk

kadınlar. Derken günün birinde, fazla içkiden, fazla esrardan,

fazla kokainden, hattâ belki biraz eroinden yanmış bu kadının

gözlerinin köşelerinde ilk derin çizgiler kendini belli ederdi. Gül-

me çizgileri de derinleşirdi. Dik göğüsleri sarkma belirtilerini

ortaya koyarlardı. O zaman o kadın grubun yatağından yavaş-

ça çıkarılır, ama bu sefer kendisini isteyen başka bir grup bu-

lamazdı. Eğer fahişelikten yüksünmüyorsa, daha birkaç yıl o

yolla hayatını kazanabilirdi. Ama çoğu hoşlanmazdı bu tür işten.

Onlar kendilerini fahişe olarak değil, kız arkadaş olarak görür-

lerdi. Çoğu evlenmeyi de düşünemezdi. Hayatta çok şey gör-

müş olduklarından, ev hayatına uyum sağlayamazlardı. İçlerin-

den Lana Haverby, Las Palmeras’da yönetici olarak işe gir-

mişti. Bu işi geçici sayıyordu. Yeniden güzel insanlarla ilişki

kuruncaya kadar, kira vermeden oturmanın bir yolu.

«Yani burada fazla kalacak değilim,» dedi. «Yakında gi-

Page 184: Dean R. Koontz - Fısıltılar

derim. Her an olabilir. Çok iyi şeylerin yaklaştığını hissediyo-

rum. Çok güzel titreşimler alıyorum. Anlarsınız ya!»

Durumu çok acıydı. Tony onu etkileyebilecek bir şey bulup

söyleyemedi. «Eh..., şey... size hayatta başarılar ve iyi şans-

141 —

lar dilerim,» dedi budala gibi. Yanından geçti, çıktı.

Kadının gözlerindeki o hayat kıvılcımı söndü, yine umut-

suzca poz alır durumda kaldı. Göğsü dışarda, omuzları geride.

Ama yüzü hâlâ yorgun ve çöküktü. Beli hâlâ şortunun kemerin-

den taşıyordu. Kalçaları hâlâ bu çocukça oyunlar için fazla

iriydi. «Hey,» dedi. «Canınız biraz şarap, biraz sohbet isterse...»

«Teşekkür ederim.»

«Yani..., görevde olmadığınız zaman uğramak isterseniz

çekinmeyin.»

«Uğrayabilirim,» diye yalan söyledi Tony. Sonra sesinin

sahte çıktığını hissetti, kadını eli boş bırakmamak için, «Bacak-

larınız çok güzel,» dedi.

Bu söz doğruydu. Ama kadın iltifatları zerafetle kabul et- :|

meşini bilmiyordu. Sırıttı, iki elini göğüslerine kapadı, «Genel- |

likle iltifatları memelerim toplar,» dedi.

«Eh, görüşürüz.» Tony döndü, arabaya doğruldu.

Birkaç adım attıktan sonra arkasına baktı, onun hâlâ ka-

pıya dayanmış, durmakta olduğunu gördü. Başını hafif yana

eğmişti. Cok uzaklardan gelen belli belirsiz fısıltıları dinliyor-

du yine. O sesler ona hayatının anlamını anlatmaya çalışıyordu,

ama o duyamıyordu.

Tony arabaya binerken Frank, «Seni pençelerine aldı san- I

Page 185: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dım,» dedi. «Neredeyse SWAT ekibini çağıracaktım seni kurtar-1

sınlar diye.»

Tony gülmedi. «Hazin,» dedi.

«Hangisi?»

«Lana Haverby.»

«Dalga mı geçiyorsun?»

«Yani bütün durum.»

«Salak karının biri,» dedi Frank. «Asıl sen Bobby’nin Ja-

guar alışına ne diyorsun?»

«Eğer banka falan soymadıysa, o tür parayı ancak bir tek

yoldan kazanabilir.»

«Uyuşturucu,» dedi Frank.

«Kokain, esrar, belki POP.»

«O zaman itoğlunu nerelerde arayacağımıza dair elimizde

yeni ipuçları var demektir. Sokağa çıkar, bazı bilinen satıcı-

ların kolunu bükeriz. Daha önce mal satmaktan tutuklanmış

_142 —

olanların. Hayatlarını zorlaştırırız. Kaybedecekleri şey büyükse,

Bobby’nin de yerini biliyorlarsa, bize kellesini gümüş tepside

verirler.»

Tony, «Bu arada, ben bir merkezi arayayım,» dedi.

Juan Mazquezza adına kayıtlı siyah Jaquar’ın kaydına bak-

tırmak istiyordu. Plaka numarasını arananlar listesine aldırabi-

lirlerse, o zaman sokaklardaki her üniformalı polisi Bobby’nin

peşine takmış olurlardı.

Tabii yine de onu hemen bulamayabilirlerdi. Başka bir

kentte olsa, Bobby gibi aranan bir adam uzun süre serbest ka-

lamazdı. En çok birkaç haftada görülür, tutuklanırdı. Ama Los

Page 186: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Angeles başka kentlerden farklıydı. Bir kere yüzölçümü açı-

sından, ülkenin tüm kentlerinden büyüktü. Beş yüz mil kare-

lik bir alana yayılmıştı. New York’un bir buçuk katıydı bu alan.

Boston’un on katı, Rhode Island eyaletinin tümünün yarısı ka-

dardı. Yasa dışı giren göçmenleri de sayarsanız (ki nüfus sa-

yım bürosu onları saymazdı) kentin nüfusu dokuz milyona yak-

laşıyordu. Bu cadde ve sokaklar, dar aralıklar, otoyollar, te-

peler, vadiler labirentinde zeki bir yasa kaçağı aylarca yaka-

lanmayabilirdi. Hem de herhangi bir vatandaş gibi rahatça işi-

ni sürdürerek kaçardı yetkililerden.

Tony telsizi açtı. Sabahtan beri kapalıydı telsizleri. İlk

olarak İletişim Merkezini aradı, Juan Mazquezza ile Jaguar

arabası için kayıt tarama istedi.

Onların frekansjna bakan görevli kadının yumuşak, tatlı

bir sesi vardı. Tony’nin isteklerini not ettikten sonra, o sabah

Frank’la ikisi için çağrı çıktığını haber verdi. Telsizler iki saat-

ten beri onları aramaktaydı. Şu sıra on biri kırk beş geçiyordu.

Hilary Thomas dosyası yeniden açılmıştı. Westwood’daki eve

gitmeleri gerekiyordu. Diğer polisler oraya dokuz otuzda git-

mişlerdi bile.

Tony mikrofonu elinde sallayarak Frank’a baktı. «Biliyor-

dum! Allah kahretsin, bu konuda yalan söylemediğini biliyor-

dum!» dedi.

«Henüz kuyruğunu kabartma.» Frank’ın sesi tatsız çıkı-

yordu. «Bu yeni gelişme her neyse, herhalde yine öteki sefer-

ki gibi uydurmadır.»

«Asla vazgeçmiyorsun, değil mi?»

143 —

Page 187: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Haklı olduğumu bildiğim zaman vazgeçmem.»

Birkaç dakika sonra Thomas’ın evi önünde durdular. Bah-

çe yolunda iki basın arabası, polis laboratuarının kamyoneti,

bir de siyahlı beyazlı polis arabası vardı.

İnip bahçede yürümeye başladıklarında üniformalı bir po-

lis evden çıkıp onlara yaklaştı, yarı yolda karşıladı. Tony onu

tanıyordu. Adı Warren Prevvitt’di.

«Bu çağrıya dün gece siz mi geldiniz?» diye sordu Pre-

witt.

Frank, «Evet,» dedi.

«Hayrola, günde yirmi dört saat mi çalışıyorsunuz artık?»

«Yirmi altı.»

Tony, «Bayan nasıl?» diye sordu.

«Sarsılmış durumda,» dedi Prevvitt.

«Yarası falan?»

«Boğazında birkaç çürük.»

«Ciddi şeyler mi?»

«Hayır.»

Frank, «Ne olmuş?» diye sordu.

Prevvitt, Hilary Thomas’ın daha önce anlattığı hikâyeyi

özetledi.

Frank, «Doğru söylediğine dair bir kanıt var mı?» dedi.

Prevvitt bu sefer, «Olay hakkındaki duygularınızı duydum,»

diye karşıladı bu soruyu. «Ama kanıt var.»

«Ne gibi?»

«Adam dün gece eve çalışma odasının penceresinden gir-

miş. Hem de pek kurnazca. Camı yapışkan bantla tutturmuş,

kırıldığının duyulmamasını sağlamış.»

Page 188: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Frank, «Bunu kadın kendisi de yapabilir,» dedi.

«Kendi penceresini mi kırar?»

«Evet. Niye olmasın?»

Prewitt, «Eh, dereler gibi kan döken o değildi ama,» dedi.

Tony, «Ne kadar kan?» diye sordu.

«Çok fazla sayılmaz. Ama az da değil. Holde, yerde biraz

var. Merdiven duvarında kocaman kanlı bir el izi var, basa-

maklarda damlalar var, alt holün duvarında da bir el izi daha..

Kapı tokmağı kan içinde.»

«İnsan kanı mı?» dedi Frank.

144 —

Prevvitt gözlerine kırpıştırarak ona baktı. «Ha?»

«Yine numc^a mı diye merak ediyorum.»

Tony, «Öfî, deha neler, Tanrı aşkına!» dedi. <

Prevvitt konuştu. «Laboratuarcılar daha kırk beş dakika

önce geldiler. Ama insan kanı olduğundan eminim. Hem kom-

şulardan üç kişi adamı kaçarken görmüş.»

«Ahhhh,» diye bir ses çıkardı Tony.

Frank başını eğdi, ayaklarının burnundaki çimenlere baktı.

Prevvit sözlerini sürdürüyordu. «Adam evden iki büklüm

çıkmış. Bir eliyle karnını tutarak, eğik durumda kaçmış. Bayan

Thomas da zaten onu karnından iki kere bıçakladığını söyle-

mişti. Birbirini tutuyor.»

«Nereye gitmiş?» dedi Tony.

«Bir tanık onun iki blok ilerde gri bir Dodge kamyonete bin-

diğini görmüş. Sonra sürmüş, gitmiş.»

«Piaka numarası var mı?»

Page 189: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hayır,» dedi Prevvitt. «Ama emir çıktı. Kamyonet aranı-

yor.»

Frank Howard başını kaldırdı. «Biliyor musunuz, belki de

bu saldırı dün gece bize anlattığı olayla ilgili değildir. Hani

yalancı bir kere kurt var diye bağırmış, sonra da kurt gerçek-

ten gelmiş...»

Tony bezgin bir sesle, «Biraz fazla rastlantı değil mi sen-

ce?» diye sordu.

Prelvvitt, «Hem ilişki de var,» dedi. «Kadın aynı adamın geri

geldiğine yemin ediyor.»

Frank, Tony’nin bakışlarını cesaretle karşıladı. «Ama Frye

olamaz,» dedi. «Şerif Laurenski’nin ne dediğini biliyorsun.»

Tony, «Ben de zaten Frye’dır demedim,» dedi. «Dün gece

de sana, belki Frye’a benzeyen biri, demiştim.»

«Ama o direndi...»

«O korku içinde ve isteri halindeydi,» dedi Tony. «Doğru

düşünemiyordu. Benziyor diye adamı o sanmıştır. Olabilir.»

«Beni rastlantılara dayanmakla suçlayana bak,» dedi Frank.

Sesi tiksinti doluydu.

O sırada Preivvitt’in ekip arkadaşı memur Gurney evden

çıkıp seslendi. «Hey, bulmuşlar onu.-Bayanın bıçakladığı ada-

mı!»

145

Fısıltılar — F. : 10

Page 190: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony, Frank ve Preivvitt hızla kapıya yürüdüler.

«Merkez şimdi aradı,» dedi Gurney. «Kaykaylı birkaç ço-

cuk oynarken onu bulmuşlar. Yirmi beş dakika kadar önce.»

«Nerede?»

«Tâ Sepulveda’da. Bir süpermarketin otoparkında. Kamyo-

netinin yanında, yerde yatıyormuş.»

«Ölmüş mü?»

«Buz kesilmiş.» *

«Kimliği var mıymış?» diye sordu Tony.

Gurney, «Evet,» dedi. «Tam Bayan’ın söylediği gibi. Adı:

Bruno Frye.»

* * - *

Soğuk.

Havalandırmanın sesi duvarlarda uğulduyordu. Tavana ya-

kın iki çıkıştan buz gibi rüzgârlar boşalmaktaydı.

Hilary deniz yeşili, mevsimlik bir elbise giymişti. Yazlık de-

ğildi kılığı. Ama yine de yeterince ısmamıyordu. Kollarıyla be-

denini kucaklayıp ürperdi.

Dedektif Hoivvard sol tarafta, hâlâ biraz utanıyor gibi dur-

maktaydı. Dedektif Clemenza ise sağındaydı.

Oda morga benzemekten çok bir uzay gemisinin kabinine

benziyordu. Hilary duvarların ötesinde kemik donduran son-

suz uzayın bulunduğunu hissediyordu. Havalandırmanın düzen-

li mırıltısı belki roket motorlarının sesi olabilirdi. Bir başka oda-

ya bakan pencerenin önünde durmaktaydılar. Hilary o camın

berisinde salt karanlıklar ve yıldızlar görse daha çok sevinir-

di. Morga geleceği yerde, öldürdüğü adamı teşhis edeceği yer-

Page 191: Dean R. Koontz - Fısıltılar

de, galaksiler arası bir yolculuk yapıyor olmayı gerçekten yeğ-

lerdi.

Onu ben öldürdüm, diye düşündü.

Kafasında çınlayan bu kelimeler deminkinden fazla üşü-

mesine yol açtı.

Saatine baktı.

3:18.

Dedektif Clemenza güven verircesine, «Bir dakikaya kadar

bitecek,» dedi.

Daha o konuşurken morg görevlisi bir başka odadan te-

146 —

kerlekli sedyeyi iterek camın gerisindeki odaya soktu, onların

durduğu pencerenin berisine getirdi. Sedyede bir ceset yatı-

yordu. Üzerine çarşaf örtülmüştü. Görevli çarşafı ölünün yüzün-

den çekti, sonra görsünler diye yana çekildi.

Hilary cesede baktığında başı döner gibi oldu.

Ağzı kupkuru kesildi.

Frye’ın suratı beyaz ve hareketsizdi. Ama Hilary’nin için-

de, sanki adam başını ona çevirip gözlerini açacakmış gibi çıl-

gınca bir duygu uyandı.

«Bu o mu?» diye sordu Dedektif Clemenza.

Hilary zayıf bir sesle, «Bu Bruno Frye,» dedi.

Dedektif Hdvuard, «Ama evinize girip size saldıran adam

bu mu?» diye sordu.

Hilary, «Yine o budalaca yöntemlere girmeyelim... lütfen,»

dedi.

Clemenza, «Yo, hayır,» diye atıldı. «Dedektif Hdvvard artık

Page 192: Dean R. Koontz - Fısıltılar

anlattıklarınızdan kuşku duymuyor, Bayan Thomas. Adamın

Bruno Frye olduğunu biz zaten biliyoruz. Bunu taşıdığı kimlik-

ten öğrendik. Sizden duymak istediğimiz, size saldıran, sizin

bıçakladığınız adamın bu olup olmadığı.»

Cesedin suratı artık ifadesizdi. Kaşı çatık olmadığı gibi du-

daklarında da gülümseme yoktu. Ama Hilary o suratta beliren

çarpık sırıtışı hâlâ hatırlıyordu.

«Bu o,» dedi. «Eminim. Baştan beri emindim. Uzun süre

kâbus göreceğim.»

Dedektif Hoiward başını salladı, görevli örtüyü tekrar örttü.

Hilary’nin vücudunda yeni bir saçma düşüncenin ürpertile-

ri dolaştı. Ya adam doğrulup oturur, çarşafı üzerinden atarsa?

Clemenza, «Şimdi sizi eve götürelim,» dedi.

Hilary onlardan önce odadan çıktı. Adam öldürmüş olduğu

için kendini sefil hissediyor, bir yandan da o artık öldü diye

rahatlıyor, hattâ seviniyordu.

İşaretsiz bir polis sedan’ıyla eve götürdüler onu. Arabayı

Frank kullanıyor, Tony de önde, onun yanında oturuyordu. Hi-

Jary Thomas arka kanepedeydi. Omuzları biraz sarkık, kolları

147 —

göğsünde çaprazlanmıştı. Sanki bu ılık Eylül gününde üşüyor-

du.

Tony dönüp onunla konuşmak için durmadan bahaneler

bulmaktaydı. Gözlerini ayırmak istemiyordu ondan. Hilary öyle

güzeldi ki, müzelere girdiğinde hissettiği duyguyu veriyordu

ona. Olağanüstü bir sanat eserinin karşısında hissettiği duygu-

yu.

Page 193: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary onun sorduklarına cevap veriyordu. Bir iki kere gü-

lümsemişti bile. Ama ruhsal durumu sohbet etmeye uygun de-

ğildi. Kendi düşüncelerine gömülmüş, hep yan pencereden dı-

şarıya bakıyor, genellikle sessiz duruyordu.

Evin yuvarlak bahçe yoluna girip durduklarında Frank Ho-

ıward ona döndü. «Bayan Thomas... ben... sizden özür dile-

mek zorundayım. Bunu size borçluyum.»

Tony bu itirafa pek şaşmamıştı ama Frank’ın ses tonun-

daki o içtenliğe, yüzündeki o yakaran ifadeye şaşmıştı. Zaaf

ve alçakgönüllülük pek Frank’ın özellikleri arasında sayıl-

mazdı.

Hilary Thomas da şaşırmış gibiydi. «Aa... şey... herhalde

siz yalnızca görevinizi yapıyordunuz.»

«Hayır,» dedi Frank. «Sorun orada işte. Görevimi yapmı-

yordum. Ya da en azından... doğru dürüst yapmıyordum.»

Hilary, «Bitti ama artık,» dedi.

«Özürlerimi kabul ediyor musunuz?»

«Şey... elbette.» Hilary’nin sesi tedirgindi.

«Size davranışımdan suçluluk duyuyorum.»

«Frye beni artık rahatsız etmeyecek. Herhalde önemli olan

da bu.»

Tony arabadan indi, ona kapıyı açtı. Hilary kendi kendine

inemezdi. Sedan’ın arka kapılarının iç kolları çıkarılmıştı. Ka-

fasını kaçmaya takmış suçluları engellemek için. Hem Tony

zaten onu eve kadar götürmek istiyordu.

Eve yürürlerken Tony, «Savcılıkta ifade vermeniz gereke-

bilir,» dedi.

«Neden? Onu bıçakladığımda benim evime girmişti. Zorla.

Hayatımı tehdit ediyordu.»

«Olayın özsavunma olduğu konusunda kuşku falan yok,»

Page 194: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dedi Tony hemen. «Sizin gelmeniz gerekirse, formalite icabı

148 —

olacaktır. Sizi suçlamaları ihtimali hiç yok.»

Hilary evin kapısını açtı, Tony’ye döndü, neşeyle gülümse-

di. «Dün gece bana inandığınız için size teşekkür ederim. Hele

de Napa şerifinin sözlerinden sonra.»

«O konuyu da soruşturacağız,» dedi Tony. «Bize açıklama

yapması gerek. Eğer ilgileniyorsanız, ne cevap vereceğini size

bildiririm.»

«Cok merak ediyorum.»

«Peki. Size haber veririm.»

«Teşekkür ederim.»

«Rica ederim.»

Hilary eve girdi.

Tony yerinden kıpırdamadı.

Hilary dönüp ona baktı.

Tony aptal aptal gülümsedi.

«Başka bir şey var mı?» diye sordu Hilary.

«Aslına bakarsanız, var.»

«Nedir?»

«Bir soru daha.»

«Evet?»

Tony bir kadının karşısında bu kadar utandığını hatırlamı-

yordu.

«Cumartesi gecesi benimle yemek yer misiniz?»

«Şeyy...» dedi Hilary. «Yiyebileceğimi pek sanmıyorum.»

«Anlıyorum.»

Page 195: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Yani aslında isterdim.»

«Sahi mi?»

«Ama bugünlerde sosyal yaşama ayıracak vaktim yok pek.»

«Anlıyorum.»

«VVarner Brothers’lo anlaşmayı daha yeni imzaladım. Gece

gündüz çalışmam gerek.»

«Anlıyorum.»

Tony lisenin en güzel kızı kendisini reddetmiş gibi hisse-

diyordu. Çocuk gibi.

Hilary, «Sormanız büyük nezaketti,» dedi.

«Evet. Şey. VVarner Brother işinde iyi şanslar.»

«Teşekkür ederim.»

«Şerif Laurenski’yi size bildireceğim.»

149

«Teşekkür ederim.»

Tony gülümsedi, Hilary de gülümsedi.

Tony dönüp arabaya doğru yürümeye başladı, evin kapı-

sının kapandığını duydu. Durdu, dönüp baktı.

Tam o anda minik bir kurbağa çalıların arasından sıçradı,

taş patikanın ortasına gelip oturdu, başını kaldırıp Tony’ye

baktı. Onun tâ yukarlardaki suratına bakabilmek için gözleri

yuvalarında geriye doğru devriliyordu. Ufacık yeşilimsi kahve-

rengi göğsünün hızla inip kalktığı görülmekteydi.

Tony kurbağaya baktı. «Fazla çabuk mu pes ettim?» diye

sordu.

Küçük kurbağa gıcırtılı bir ötme sesi çıkardı.

Tony bu sefer, «Ne kaybederim ki?» dedi ona.

Page 196: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Kurbağa yine gıcırdadı.

Tony, «Bence de öyle,» dedi. «Kaybedecek bir şeyim yok.»

Bu minik amfibi aşk tanrısının çevresinden dolaştı, kapıyı

tekrar çaldı. Hilary Thomas’ın gözetleme deliğinden kendisine

baktığını hissediyordu. Bir saniye sonra kapı açıldığında Tony

ondan önce davrandı.

«Çok mu çirkinim?»

«Ne?»

«ûuasimodo’ya falan mı benziyorum?»

«Ben aslında...»

«Kalabalık yerde parmağımı ağzıma sokup dişlerimi karış-

tırmam.»

«Dedektif Clemenza...»

«Yoksa polis olduğum için mi?»

«Ne?»

«Bazıları nasıl düşünür, bilirsiniz, değil mi?»

«Nasıl düşünür?»

«Polisler sosyal hayatın altındadır, derler.»

«Ben o insanlardan değilim.»

«Züppe değil misiniz?»

«Hayır, ben yalnızca...»

«Belki de beni fazla param yok diye, Westwood’da otur-

muyorum diye reddettiniz.».

«Dedektif Clemenza, ben hayatımın çoğunu parasız ge-

çirdim, doğduğumdan beri de Westwood’da oturmuyorum.»

150 —

«O halde ne kusurum var, merak ettim.» Tony başını eğip

Page 197: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şaşkın bakışlarla kendine baktı.

Hilary gülümsedi, başını iki yana salladı. «Sizin bir kusu-

runuz yok.»

«Tanrıya şükür!»

«Benim hayır dememin bir tek nedeni var. Gerçekten hiç

vaktim...»

«Bayan Thomas, ABD Başkanı bile arasıra bir akşamı ken-

dine ayırmayı başarıyor. General Motors’un başkanının bile

boş zamanı var. Papanın bile. Tanrı bile dünyayı altı günde

yaratıp yedinci gün dinlenmiş. Her an meşgul olamazsınız.»

«Dedektif...»

«Bana Tony deyin.»

«Tony, şu son iki günde başıma gelenlerden sonra, korka-

rım pek kahkaha attıramam.»

«Kahkaha attıracak biriyle çıkmak isteseydim, yanıma bir-

kaç maymun alırdım.»

Hilary yine gülümsedi, Tony’nin içinden o güzel yüzü avuç-

ları arasına almak, doya doya öpmek geldi.

Hilary, «Özür dilerim,» dedi. «Ama birkaç gün yalnız ol-

maya ihtiyacım var.»

«Bu tür bir tecrübeden sonra en ihtiyacınız olmayan şey

yalnız kalmak. Evden çıkmanız, insanlar arasına karışmanız, bi-

raz neşelenmeniz gerek. Tek böyle düşünen de ben değilim.»

Döndü, beton kaldırımı işaret etti. Kurbağa hâlâ oradaydı. Dön-

müş, onlara bakıyordu.

«Bay Kurbağa’ya sorun,» dedi Tony.

«Bay Kurbağa mı?»

«Bir tanıdığım. Çok bilge bir kişi.» Tony eğilip kurbağaya

baktı. «Çıkıp biraz neşelenmesi gerekmiyor mu, Bay Kurbağa?»

Hayvan iri göz kapaklarını ağır ağır kırptı, tam zamanında

Page 198: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gerekli sesi çıkardı.

«Çok haklısınız,» dedi Tony ona. «Benimle çıkması gerek-

mez mi sizce?»

«Skriîiooook!» dedi hayvan.

«Beni yine reddederse ne yapacaksınız ona?»

«Skriiioeook, skriîiooook!»

«Yaaa!» Tony başını sallıyordu. Memnun olmuş gibiydi

Doğruldu.

151 —

Hilary sırıtarak, «Ne dedi?» diye sordu. «Ne yapacakmış

bir daha reddedersem? Isıracak mıymış beni?»

Tony ciddi görünüyordu. «Daha beter. Duvardan geçip evi-

nize girecek, her gece yatak odanızda bağırıp duracak, siz evet

diyene kadar da vazgeçmeyecekmiş.»

Hilary gülümsedi. «Pekâlâ, teslim.»

«Cumartesi gecesi?»

«Peki.»

«Sizi yedide alırım.»

• «Ne giymem gerekir?»

«Rahat bir kılık,» dedi Tony.

«Cumartesi yedide görüşürüz.»

Tony kurbağaya döndü. «Teşekkürler, dostum.»

Hayvan kaldırımdan sıçradı, otlara, oradan çalılara dalıp

görünmez oldu.

Tony, Hilary’ye baktı. «Minnet onu utandırıyor.»

Hilary güldü, kapıyı kapadı.

Tony arabaya yürüyüp bindiğinde mutlu mutlu ıslık çalı-

Page 199: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yordu.

Frank arabayı sürerken, «Neydi o olup biten?» diye sordu.

«Randevum var,» dedi Tony.

«Onunla mı?»

«Eh, kızkardeşiyle değil herhalde.»

«Şanslı köpek.»

«Şanslı kurbağa.»

«Ha?»

«Özel bir şaka.»

İki blok kadar gittiklerinde Frank, «Saat dördü geçti,» dedi.

«Biz merkeze dönüp işleri toparlayana kadar beş olacak.»

Tony, «Bu sefer vaktinde mi çıkmak istiyorsun?» diye sor-

du.

«Bobby Valdez konusunda yarına kadar bir şey yapama-

yız nasılsa.»

«Evet. Boş verelim.»

Birkaç blok sonra Frank, «İşten çıkınca bir içkiye var mı-

sın?» dedi.

Tony ona şaşkın bakışlarla baktı. Tanıştıklarından beri

Frank ilk defa iş saatleri dışında birarada olmayı öneriyordu.

152 —

«Bir iki kadeh,» diye ekledi Frank. «Bir planın yoksa...»

«Yok. Boşum.»

«Bildiğin bir bar var mı?»

«En uygunu. Adı Bolt Hole.»

«Merkeze yakın değil ya? Bir yığın polis doluşmasın ora-

ya.»

Page 200: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bildiğim kadarıyla oraya giden tek yasa görevlisi, be-

nim. Santa Monica Bulvarı üzerinde, Century City’ye yakın.

Benim evden iki blok kadar ilerde.»

«İyi gibi,» dedi Frank. «Orada buluşuruz.»

Merkeze kadar konuşmadılar. Bu seferki sessizlik daha

öncekilere göre daha dostça bir sessizlikti... ama sessizlikti yi-

ne de.

Ne istiyor acaba, diye merak etti Tony. Ünlü Frank Ho-

iward yalnızlığı ne diye açık veriyor?

4:30’da Los Angeles adlî tabibi, Bruno Gunther Frye’ın ce-

sedi üzerinde sınırlı bir otopsi yapılmasını emretti. Cesedi yal-

nız bıçak yaraları bölgesinden açacaklardı. Ölüm nedeninin

bir tek o yaralar olup olmadığını saptamak için.

Adlî tabip otopsiyi kendisi yapmayacaktı. 5:30’da San Fran-

cisco’ya kalkan uçağa yetişmek zorundaydı. Bir konferans ve-

recekti orada. Görevi kadrodaki patologlardan birine verdi.

Ceset soğuk odada, diğer ölülerle birlikte bekliyordu. Te-

kerlekli sedyede, beyaz çarşafın altında, hareketsiz.

Hilary Thomas çok yorgundu. Her kemiği sızlıyordu. Eklem-

lerini sanki iltihaplıymış gibi hissetmekteydi. Kasları makine-

den çekilip kıyma yapılmış, sonra yine yapıştırılmışa benziyor-

du. Duygusal gerilim insanı fizyolojik çaba kadar yoruyordu an-

laşılan.

İçi de huzursuzdu. İyi bir uyku kestirmekle rahatlayamaya-

cak kadar. Koca ev ne zaman normal sesler çıkarsak, acaba biri

girdi de parkeleri mi gıcırdatıyor diye merak ediyordu. Tatlı

rüzgâr palmiyelerin dallarını kıpırdatıp pencereye değdirse, o

birinin camı kestiğinden emin oluyordu. Hiç ses çıkmazsa, bu

153 —

Page 201: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sefer de bu sessizlikte bir korku buluyordu. Sinirleri öyle ge-

rilmişti, öyle incelmişti ki, tövbekar pantolonunun dizleri bu ka-

dar incelirdi ancak.

Sinirsel gerilime en iyi ilacın iyi bir kitap olduğuna inanır-

dı. Çalışma odasındaki raflara baktı, James Clavell’in en son

cak kadar. Koca ev ne zaman normal sesler çıkarsak, acaba biri

romanını buldu. Uzakdoğu’yla ilgili, çok kalın bir roman. Ken-

dine bir bardak sek viski doldurup içine buz attı, kahverengi

koltuğa gömüldü, okumaya başladı.

Yirmi dakika sonra telefon çaldı. Tam Clavell romanına

kendini kaptırmaya başladığı sırada. Hilary açtı. «Alo?»

Cevap gelmedi.

«Alo?»

Arayan birkaç saniye dinledi, sonra telefonu kapadı.

Hilary de kulaklığı yerine koydu, bir an düşündü.

Yanlış numara mı?

Öyle olmalıydı.

Ama neden söylememişti adam?

Bazı insanlar yol yordam bilmez, dedi kendi kendine. Kaba

insanlar bunlar.

Ama ya yanlış numara değilse? Ya... başka bir şeyse?

Her gölgede bir cin aramaktan vazgeç, diye düşündü. Frye

öldü. Kötü bir olaydı, ama bitti artık. Dinlenmeye, kendini top-

lamaya ihtiyacın var. Arkana bakmayı kes, yaşamana devam

et. Yoksa kendini tımarhanede bulursun.

Tekrar koltuğa yerleştiği sırada derisi ürperdi, diken diken

oldu. Kalkıp dolaba yürüdü, yeşil, el örgüsü bir battaniye aldı,

oturup onu dizlerine sardı.

Viskiden bir yudum aldı.

Page 202: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tekrar Calvell’i okumaya başladı.

Az sonra unutmuştu telefonu.

* * *

Tony merkezdeki işleri toparladıktan sonra evine dönüp

yüzünü yıkadı, takım elbisesini çıkardı, bir blucin, bir kareli

gömlek, üzerine de bej bir keten ceket giydi, çıkıp iki blok iler-

deki Bolt Hole’a yürüdü.

Frank daha önce gelmişti. Arka localardan birinde oturu-

yordu. Üzerinde hâlâ takım elbisesi, kravatı vardı. Viski yu-

dumluyordu.

154 —

Bolt Hole ya da devamlı müşterilerin dediği gibi ‘Hole’,,

nesli tükenmekte olan barlardandı. Mahalle barı. Tipik. Son yir-

mi yıldır durmadan çatlayan, bölünen bir kültüre cevap olarak

Amerikan bar sanayii de uzmanlaşmaya başlamıştı. Özellikle

kentlerdekiler. Ama ‘Hole’ bu gidişe meydan okumayı, gelene-

ği sürdürmeyi başarmıştı. Homo barı değildi. Bekârlar barı de-

ğildi. Çapkınlar barı da değildi. Yalnız bisikletlilerin, kamyon-

cuların ya da artistlerin geldiği barlardan da değildi. Mesaisini

doldurmuş polislerin, muhasebecilerin barı da değildi. Müşteri-

leri karışıktı. O çevreyi temsil eden her tür insan geliyordu bu-

raya. Ne kimse sutyensiz geziyordu, ne rock and roll çalını-

yordu, ne de kovboy barıydı. Tanrıya şükür, habire ekranda

maç seyredilen spor barlarından da değildi. Burada yalnızca

tatlı loş ışıklar, temizlik, nezaket, rahat tabure ve localar, al-

Page 203: Dean R. Koontz - Fısıltılar

çak sesle çalan bir plak makinesi vardı. Bir de tabii sosisli

sandviçler, hamburgerler iyi fiyata güzel içkiler.

Tony locanın kanepesine, Frank’ın karşısına oturdu.

Garson sandre saçlı, Penny adlı bir kadındı. Yanaklarını

çimdiklemek geliyordu insanın içinden. Çenesi gamzeliydi. Ma-

saya uğrayıp Tony’nin saçlarını karıştırdı. «Ne arzu edersin,

Renoir?»

«Bir milyon nakit, bir Rolls-Royce, ebedî hayat ve toplum-

dan saygı,» diye karşılık verdi Tony.

«Neye razısın peki?»

«Bir şişe Coors birası.»

«İşte onu sağlayabiliriz.»

Frank, «Bana da bir viski daha,» dedi. Kadın içkileri al-

mak üzere bara gittiğinde Frank, «Sana neden Renoir dedi?»

diye sordu.

«Renoir ünlü bir Fransız ressamıydı.»

«Eee?»

«Eh, ben de ressamım. Fransız değilim, ünlü de değilim

tabii. Penny bana takılıyor.»

«Resim mi yaparsın?» dedi Frank.

«Eh, badanacı sayılmam.»

«Niye hiç sözünü etmedin?»

«Bir iki keresinde güzet sanatlarla ilgili birkaç yorum yap-

tım. Ama sen o konuya hiç ilgi göstermedin. Svvahili dilinin ku-

155 —

rallanndan söz etsem bu kadar kayıtsız davranırdın.»

«Yağlı boya mı?»

Page 204: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Yağlı boya, kara kalem ve mürekkep. Sulu boya da. Her

şeyden biraz. Ama en çok yağlı boya.»

«Ne zamandan beri yapıyorsun?»

«Çocukluğumdan beri.»

«Hiç sattın mı?»

«Satmak için yapmıyorum.»

«Ne için yapıyorsun?»

«Kendim tatmin olmak için.»

«Eserlerini görmek isterdim.»

«Müzemin saatleri pek gariptir ama bir ziyaret ayarlaya-

bileceğimizden eminim.»

«Müze mi?»

«Evim. Pek mobilyası yoktur. Ama tablolar dolu.»

Penny içkileri getirdi.

Bir süre sessiz oturdular, sonra biraz Bobby Valdez’den

söz ettiler, tekrar sustular.

Barda on altı ya da on sekiz kişi vardı. Çoğu sandviç ıs-

marlamışt!. Ortalık ızgara kokuyordu.

Sonunda Frank, «Herhalde buraya neden geldik diye me-

rak ediyorsundur,» dedi.

«Bir iki kadeh içmeye.»

«Ondan başka.» Frank içkisini salladı, buzlar takırdadı.

«Sana söylemem gereken bir iki şey var.»

«Hepsini bu sabah söyledin sanıyordum. Arabada. Vee Vee

Gee’den çıktığımızda.»

«O zaman söylediklerimi unut.»

«Söylemekte haklıydın.»

«Zırvalıyordum,» dedi Frank.

«Yo, haklı yanın vardı.»

«Sana zırvalıyordum diyorum.»

Page 205: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Peki, zırvalıyordun.»

Frank gülümsedi. «Biraz daha tartışabilirdim nezaketen.»

«Haklının hakkını vermek gerek.»

«Bu Hilary Thomas konusunda yanıldım.»

«Ondan özür diledin ya, Frank.»

«Senden de özür dilemem gerektiğini hissediyorum.»

156 —

«Gereği yok.»

«Ama sen olayı gördün. Onun doğru söylediğini anladın.

Ben hiç sezemedim. Yanlış kokuyu izledim. Hattâ sen beni doğ-

ru kokuya ittiğin halde alamadım o kokuyu.»

«Eh, ille kokudan söz edeceksek, alamadın, çünkü burnun

kırık.»

Frank gamlı gamlı başını salladı. Suratı asıldı. «VVilma’nın

yüzünden. Burnum onun yüzünden kusurlu.»

«Eski karın mı?»

«Evet. Bu sabah bana kadınlardan nefret ediyorsun de-

diğinde, aslında tam üstüne basmıştın.»

«Sana çok kötü şeyler yapmış olmalı.»

«Ne yapmış olursa olsun, benim kendime yaptıklarımı ge-

rektirmezdi.»

«Haklısın.»

«Yani... insan kadınlardan saklanamaz, Tony.»

«Doğru.»

«On ay. O evden gittiğinden beri. Boşanmamızın dört ay

öncesinden beri.»

Tony söyleyecek bir şey bulamadı. Frank’ı fazla yakından

Page 206: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tanımadığı için seks hayatı konusuna giremezdi. Ama besbel-

li koca adam dinleyecek, ilgi gösterecek birine çok ihtiyaç du-

yuyordu.

«Bir an önce havuza girip tekrar yüzmeye başlamazsam...

papaz olayım daha iyi.»

Tony başını salladı. «On ay uzun bir süre,» dedi.

Frank karşılık vermedi. İçkisine bakışı, falcıların kristal kü-

reye bakışını andırıyordu. Sanki geleceğini görmeye çalışıyor-

du orada. Besbelli VVilma’dan, boşanma olayından, bundan son-

ra ne yapacağından söz etmek istiyor, ama Tony’yi kendi dert-

leriyle yormaya cesaret edemiyordu. Çok gururluydu. Karşısın-

daki ilgi göstersin, sorular sorsun, anlayışlı sözler söylesin is-

tiyordu.

Tony, «Wilma bir başkasını mı buldu?» diye sordu, bu söz-

ler ağzından çıktığı anda da, konunun ruhuna fazla hızlı girdi-

ğini anladı.

Frank henüz işin o açısını ele almaya hazır değildi. «Beni

asıl rahatsız eden, işime bulaşması. İşimde her zaman çok

157 —

iyiydim. Hemen hemen kusursuzdum diyebilirim. Boşanana ka-

dar. Ondan sonra kadınlara bozuk çalmaya başladım, çok geç-

meden işime karşı da ekşidim.» Viskisinden koca bir yudum

aldı. «Şu kaçık Napa Şerifine de neler oluyor? Bruno Frye’ı

korumak için ne diye yalan söylüyor?»

«Er geç anlarız,» dedi Tony.

«Bir içki daha ister misin?»

«Peki.»

Page 207: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony bu barda uzun süre oturacaklarını anlamıştı. Frank

ona VVilma’yı anlatmak istiyor, içindeki zehiri boşaltmak, bir

yıldır yüreğini kemiren sıkıntıdan kurtulmak istiyor, ama bunu

ancak damla damla yapacağa benziyordu.

Los Angeles o gün ölümler açısından çok meşgul bir gün

yaşamıştı. Birçok kişi doğal nedenlerle ölmüştü tabii. Onların

cesetleri adlî tabibin neşterine yanaşmak zorunda değildi. Ama

adlî tıpta da dokuz ceset vardı o gün. İkisi trafik kazasında

ölmüştü. Onları öldüren sürücüler hakkında, suç düzeyinde ih-

malden dava açılacaktı. İki erkek kurşun yarasından ölmüştü.

Bir çocuk, sarhoş babası tarafından dövülerek öldürülmüştü.

Bir kadın kendi evinin yüzme havuzunda boğulmuş, iki genç

adam yüksek dozda uyuşturucudan ölmüştü. Bir de Bruno Frye

vardı.

Perşembe akşamı 7:10’da görevli patolog işleri yetiştirme

telâşı içinde, Bruno Gunther Frye’ın sınırlı otopsisini yaptı.

Erkek, beyaz, yaşı kırk, diye yazdı. İki bıçak yarasının bulun-

duğu yöreden başka bir yeri kesmeye gerek görmedi. Adamın

o yaralardan öldüğü çabucak belli oldu. Üst yara kritik de-

ğildi. Bıçak kas dokusunu delmiş, akciğeri sıyırmıştı. Ama aşa-

ğıdaki yara berbat bir şeydi. Mide yarılmış, pilorik damar kesil-

miş, pankreas parçalanmıştı. Adam yoğun iç kanamadan öl-

müş bulunuyordu.

Patolog kendi kestiği yerleri de, eski yaraları da dikti. Ka-

rındaki, göğüsteki kanları, kurumuş pıhtıları silip temizledi.

Ölüyü otopsi masasından sedyeye aldılar. Görevli onu so-

ğuk odaya, diğer ölülerin yanına götürdü. Tüm cesetler ora-

da, cenaze törenini ve mezara girmeyi bekliyorlardı.

158 —

Page 208: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Görevli çıktıktan sonra Bruno Frye sessiz ve hareketsiz

yatmayı sürdürdü. Ölüler arasında, vaktiyle sağken sağlar ara-

sında olamadığı kadar memnun gibiydi.

Frank Howard sarhoş oluyordu. Ceketini, kravatını çıkar-

mış, gömleğinin yaka düğmelerinden ikisini açmıştı. İkide bir

parmaklarını saçları arasından geçirdiği için saçı başı darma-

dağın olmuştu. Gözleri kanlı, enli suratı hamur gibiydi. Bazen

dili dolanıyor, ikide bir demin söylediği kelimeleri tekrarlıyor,

aynı noktaya takılıp habire onu vurguluyor, Tony usturuplu bi-

çimde, sözü sürdürmesini sağlamaya çalışıyordu. Pikap iğne-

sini plağın üzerinde takıldığı yerden ileri itercesine. Tony bir

birayı bitirene kadar Frank iki viski devirmekteydi.

İçtikçe hayatındaki kadınları anlatıyor, sarhoşluğu arttık-

ça hayatının merkez acılarına daha yaklaşıyordu... iki karısı-

nın kaybına.

Üniformalı polis olarak hayata ctıldığının ikinci yılında

Frank Howard ilk karısı Barbara Ann’la tanışmıştı. Barbara

Ann, Los Angeles’in büyük mağazalarından birinde, mücevher

reyonunda tezgâhtarlık yapan bir kızdı. Frank annesine bir he-

diye seçmeye çalışırken ona yardımcı olmuştu. Öyle hoş, öyle

ufak tefek, öyle güzel kara gözlü bir kızdı ki, Frank reddede-

ceğinden emin olduğu halde onu bir akşam birlikte çıkmaya

davet etmişti. Barbara Ann ise kabul etmişti. Yedi ay sonra

evlendiler. Barbara Ann doğuştan plancıydı. Daha düğünden

çok önce, evliliklerinin ilk dört yılı için ayrıntılı bir plan hazırla-

mıştı bile. Kendisi mağazada çalışmayı sürdürecek, ama ka-

zandığının bir kuruşunu bile harcamayacaklardı. O paralar ban-

kada birikecek, sonra alacakları evin peşinatını oluşturacaktı.

Page 209: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Frank’ın maaşından da biraz biriktirebilmek için, temiz ama

ucuz, tek odalı bir dairede oturacaklardı. Frank’ın Pontiac ara-

basını satacaklardı. Cok benzin yakıyordu çünkü. Zaten ma-

ğazaya yakın yerde oturacaklarından, Barbara Ann işe yürü-

yerek gidip gelebilecek, onun Volkswagen’i de Frank’in merke-

ze gidip gelmesine yetecekti. Pontiac’dan gelecek para, ev fo-

nunun başlangıcını oluşturacaktı. İlk altı ayın yemek listeleri

bile hazırdı. Hem de günlük. Ucuza çıkacak, besleyici yemek-

159 —

ler. Frank onun bu plancı kişiliğine bayılıyordu. Belki de kızın

genel görünüşüne hiç uymadığı için. Aslında Barbara Ann iyim-

ser, neşeli, çabuk gülen, paraya ilişkin olmayan konularda için-

den geldiği gibi hareket eden bir kadındı. Ayrıca harika bir yatak

arkadaşıydı. Sevişmeye hevesli ve o konuda çok becerikli. Fi-

ziksel konularda plancı değildi. Sevişmelerini asla planlamaz-

dı. Apansız, sürpriz olarak patlardı sevişmeler. Ve çok ihtiraslı

olurdu. Ama evin parasının yüzde kırkı hazır olmadan bir yer

satın almamayı planlıyordu. Evin kaç odalı olacağını, her oda-

nın büyüklüğünü daha.şimdiden biliyordu. İdeal evin planını da

çizmişti. Tuvalet masasının çekmecesinde saklıyordu onu. Ara-

sıra çıkarıp bakıyor, hayal kuruyordu. Çocukları çok sevdiği

bir gerçekti. Ama kendi evine yerleşip güvene kavuşmadan ön-

ce çocuk sahibi olmayı planlamıyordu. Barbara Ann her ihti-

mali hesaplamıştı planlarında... bir tek kanser dışında. Frank’la

evlendikten iki yıl iki ay sonra, bir tür lenf kanserine yakalan-

dığı teşhis edilmiş, üç ay sonra da ölmüştü.

Tony, Bolt Hole barının locasında Frank Howard’ın anlat-

Page 210: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tıklarını dinlerken, önündeki bira ısınmakta, arkadaşının dert-

lerini ilk defa birisiyle paylaşmakta olduğunun da bilincine var-

maktaydı. Barbara Ann 1958’de ölmüştü. Yirmi iki yıl önce. Ve

onun hastalığıyla, ölümüyle duyduğu acıları Frank bunca yıldır

kimseye anlatmamıştı. Bitmeyen bir acıydı içindeki. Bugün bile

ilk gücüyle yanan bir ateşti. O acıyı tarif etmek için viski üs-

tüne visk! içiyordu. Tony arkadaşının sert ifadeli yüzünün geri-

sinde saklı olan duyarlılığa, duygu derinliğine pek şaşmaktay-

dı. Bunlar Frank’ın genellikle ifadesiz bakan mavi gözlerinden

hiç belli olmuyordu.

Barbara Ann’ı kaybetmek Frank’ı zayıflatmış, kendini se-

fil hissetmesine yol açmış, ama o gözyaşlarını iradesiyle engel-

lemiş, bir kere o yaşlara teslim olursa bir daha kontrolünü ka-

zanamayacağından korkmuştu. İçinde kendine kötülük eğilim-

leri farketmekteydi. Örneğin içki içme isteği... karısı ölmeden

önce böyle bir şey hissettiğini hiç hatırlamıyordu. Arabaya bin-

diğinde aşırı hızlı ve tedbirsiz sürme isteği... oysa o zamana

kadar çok dikkatli bir sürücüydü. Bu eğilimleri farkedince, ken-

dini kendinden kurtarmak için işine sarılmış, gereğinden uzun

saatler boyunca çalışarak Barbara Ann’i unutmaya uğraşmış-

160 —

*,. Karısının kaybı içinde asla doldurulamayacak bir boşluk

oluşturmuş olmakla birlikte, zamanla o deliği bir plakayla ka-

pamayı başarmıştı. Polis örgütüne bağlılığı sayesinde.

On dokuz yıl boyunca bir işkolik olarak yaşamayı başar-

Page 211: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mıştı. Önceleri üniformalı polis olduğundan, fazla mesai yapa-

mıyordu. Artan zamanını, haftada altı gün, gece okuluna git-

mekle, kriminoloji konusunda derece almakla doldurdu. O bil-

gileri geçmiş iş tecrübelerine katarak sivil dedektifliğe yüksel-

di. Artık iş saatleri dışında da çalışma özgürlüğüne kavuşmuş-

tu. On, on iki, on dört saatlik iş günlerinde hep elindeki işi

düşünür, başka bir şey düşünmezdi. Evine gittiği zaman bile,

duş yaparken, yemek yerken, uyumaya çalışırken kafasında hep

o işlerin konuları vardı. Okuduğu kitaplar yalnızca kriminoloji

ders kitapları ve vaka etüdieriydi. On dokuz yıl boyunca, po-

lisler polisi, dedektifler dedektifi olarak yaşamını sürdürmüştü.

O süre içinde hiçbir kadına ciddi ilgi duymamıştı. Kimseyle

çıkmaya zamanı yoktu. Zaten bunun yanlış bir hareket olacağı

kanısındaydı. Barbara Ann’a bir haksızlık. Haftalarca bekâr ya-

şıyor, sonra birkaç gün üstüste paralı sekse gömülüyordu. Ne-

denini pek anlamasa da, bir fahişeyle yatmak ona pek Bar-

bara Ann’a ihanet gibi gelmiyordu. Para vermek bu işi bir ti-

caret haline getiriyordu çünkü. Gönül işi olmaktan çıkarıyordu.

Derken Wilma Compton’la tanışmıştı.

Frank arkasına yaslandı, kadının adı ağzından çıkarken

boğulur gibi oldu. Eliyle terden sırılsıklam suratını sildi, par-

maklarını saçlarının arasından geçirdi, «Bir duble viski daha

istiyorum,» dedi. Her heceyi doğru söylemeye büyük çaba har-

cıyor, öyle olunca, dili dolanmaktan daha bile sarhoş izlenimi

yaratıyordu.

«Tabii,» dedi Tony. «Bir viski daha. Ama bir iki lokma bir

şey de yememiz gerekir.»

«Aç değilim,» dedi Frank.

«Burada çok güzel cheeseburger yapıyorlar. Biraz da kı-

zarmış patates söyleyelim.»

Page 212: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bana yalnız viski.»

Tony ısrar etti, sonunda Frank cheeseburger’ieri kabul etti,

patatesi istemedi.

Penny siparişi aldı, ama Frank’ın bir viski daha istediğini

161

Fısıltılar — F. : 11

duyunca, bunun pek iyi bir fikir olmadığı kanısını belli etti.

Frank, «Buraya araba kullanarak gelmedim,» diye güven-

ce verdi ona. Her kelimeyi dikkatle telâffuz etmeye çalışıyor-

du. «Taksiyle geldim, çünkü zilzurna sarhoş olmak niyetin-

deydim. Eve de taksiyle gideceğim. Onun için de, gamzeli gü-

zel, o nefis viskilerden bir duble daha getir bana.»

Tony kıza başını salladı. «Taksi bulamazsa onu evine ben

götürürüm,» dedi.

Kız ikisine de yeni içkiler getirdi. Tony’nin önünde yarım

bardak bira durmaktaydı ama ısınmıştı. Penny onu alıp gö-

türdü.

Wilma Compton.

VVilma, Frank’tan on iki yaş küçüktü. Hoş, ufak tefek, ka-

ra gözlüydü. Bacakları ince, vücudu zarif, kalçaları biçimli, po-

posu hiç yoktu. İncecik belli, ama iri göğüslüydü. Gerçi Bar-

bara Ann kadar güzel veya hoş değildi. Onun kadar zeki ve

çalışkan, onun kadar merhametli de değildi. Ama en azından

Page 213: Dean R. Koontz - Fısıltılar

görünüşte, ölen kadına Frank’ın ilgisini canlandıracak kadar

benziyordu.

Polislerin sık sık öğle yemeği yediği bir lokantada garsonluk

yapıyordu Wilma. Frank’a altıncı kere servis yaptığında Frank

onu akşam birlikte çıkmaya davet etmiş, o da kabul etmişti.

Dördüncü çıkışlarında birlikte yattılar. VVilma’da da Barbara

Ann’daki o sevişme açlığı, o enerji, denemelere karşı o istek

vardı. Gerçi zaman zaman sırf kendi zevkini düşünüyor. Frank’

!a ilgilenmiyor gibiydi, ama Frank bu bencilliğin geçici olduğu-

na kendini inandırmayı başarıyordu. Herhalde uzun süre doyu-

rucu bir ilişkisi olmamasının sonucu, diye düşünüyordu. Hem

onu böyle kolaylıkla tahrik edebilmekten de gurur duyuyordu.

Barbara Ann’dan bu yana ilk olarak sevişmede sevgi his-

setmekteydi. VVilma’da da aynı duyguların var olduğuna ken-

dini inandırıyordu. İki ay birlikte yattıktan sonra Frank ona ev-

lenme teklif etti. Wilma hayır dedi, bir daha onunla çıkmak da

istemedi. Frank onu yalnızca lokantaya uğradığında görebili-

yordu artık.

Wilma onunla evlenmek istemeyişinin nedenlerini dürüst

ve açık biçimde anlatmıştı. Aslında evlenmeyi o da istiyor, ken-

dine uygun bir erkek arıyordu. Ama o uygun erkeğin bankada

162 —

1^1 parası ve iyi bir işi de olmalıydı. Bir polisin kendisine is-

tediği hayatı ve güvenliği sağlayamayacağını söylüyordu. İlk

evliliğ’. kocasıyla harcamalar konusunda ettikleri kavgalardan

bozulmuştu. Parasızlığın aşkı silip süpürdüğünü öğrenmişti Wil-

ma Geçirdiği tecrübe korkunçtu. Onu bir daha yaşamamaya da

Page 214: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ahdetmişti. Aşk izdivacı yapmayı büsbütün saf dışı bırakmıyor-

du ama yanısıra parasal güvence de şarttı. Bu sözlerin kulağa

sert geleceğini biliyor, ama çektiklerini bir daha çekmek iste-

miyordu. Anlatırken gözleri sulanmakta, sesi titremekteydi. Yeni

bir aşkı da parasızlık yüzünden yok etmeye cesareti yoktu.

İşin garip yanı, kadının para için evlenmekteki kararlılığı

Frank’ın ona duyduğu saygıyı azaltmadığı gibi, hevesini de din-

dirmedi. Uzun zaman yalnızlık çektiğinden, ilişkilerini sürdür-

mek istiyordu. Ne pahasına olursa olsun. Wilma’ya kendi pa-

rasal durumunu açıkladı, bankada otuz iki bin dolan olduğunu

söyleyip banka defterlerine bakması için âdeta yalvardı. Kaç

dolar maaş aldığını söyledi, genç yaşında, iyi bir emekli maa-

şıyla işinden ayrılabileceğini, bu paralarla kendine iş kurabile-

ceğini anlattı. İstediğin güvenlikse, benden iyisini bulamazsın,

dedi.

Otuz iki bin dolarla polis emeklisi maaşı Wilma Compton’a

yetmedi. «Bozuk para olarak az sayılmaz ama, evin yok, bir

şeyin yok, Frank,» dedi. Parmaklan uzun süre banka defter-

lerinin üzerinde gezindi. Sanki cinsel bir zevk alıyordu o def-

terlerden. Sonunda defterleri tekrar uzattı. «Üzgünüm, Frank.

Ama ben daha fazlasını istiyorum. Henüz gencim, olduğumdan

beş yaş daha küçük gösteriyorum. Hem korkarım otuz iki bin

bile bugün artık büyük bîr para sayılmaz. Bizi herhangi bîr

krizden kurtarmaya yetmez. Seninle ilişkimiz de... sonunda...

geçen seferki gibi iğrenç hale... gelirse...»

Frank yıkılmıştı.

«Budala gibi davrandım,» diye anlattı, yumruğunu masaya

indirdi. «Onun da tıpkı Barbara Ann gibi olduğuna kendimi inan-

dırmıştım. Bulunmaz biri. Ne yapsa, ne kadar kaba ve duygu-

suz davransa, onu bağışlayacak nedenler buluyordum. Nefis

Page 215: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nedenler. Budalalık ettim. Eşeklik ettim. Tanrım!»

Tony, «Bu davranışlarını anlamak kolay,» dedi.

«Budalalıktı.»

163 —

«Uzun süre yalnızlık çekmiştin. Barbara Ann’la geçirdiğin

o kusursuz iki yıldan sonra, bir daha öyle mutluluk bulamaya,

cağına inanmıştın, daha az bir mutluluğu da istemiyordun. Kim-

seye ihtiyacın olmadığına kendini inandırdın. Ama hepimizin

ihtiyacı vardır, Frank. Bizi sevecek insanlara hepimizin ihtiyacı

vardır. Sevgi ve arkadaşlığa duyduğumuz açlık bizim türümüz

için yiyecek ve içeceğe duyduğumuz kadar doğal. Bu ihtiyaç-

lar yıllarca içinde birikti. Barbara Ann’a benzeyen birini gö-

rünce, artık patladın. On dokuz yıllık özlemler dışarıya döküldü.

Wi!ma iyi bir kadın olsa, seni hak etse, mesele yoktu. Ama

aslına bakarsan, Wilma gibi birinin seni daha önce pençesine

geçirmediğine şaşmak gerek.»

«Enayinin biriydim.»

«Hayır.»

«Salaktım.»

«Hayır, Frank. İnsandın,» dedi Tony. «Hepsi bu kadar. He-

pimiz gibi insandın.»

Penny cheeseburger’leri getirdi.

Frank bir duble viski daha söyledi.

«Wilma fikrini neden değiştirdi, bilmek ister misin? Sonun-

da benimle evlenmeye neden razı oldu, merak ediyor musun?»

Page 216: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Tabii,» dedi Tony. «Ama önce şu yemeğini ye.»

Frank sandviçe hiç aldırış etmedi. «Babam öldü, her şeyini

bana bıraktı. Başlangıçta miras da otuz bin kadar gözüküyor-

du. Ama sonra baktım, ihtiyar yıllardır bir yığın beş binlik, on

binlik sigorta poliçesi toplamış. Vergiler çıktıktan sonra elime

doksan bin dolar kaldı.»

«Vay canına.»

«Benim eski para da eklenince, bu piyango !Wilma’ya yet-

ti,» dedi Frank.

Tony, «Belki baban yoksul ölse sana daha az zararı olur-

muş,» diye yorum yaptı,

Frank’ın kızarmış gözleri sulandı. Bir an, ağlayacakmış gibi

göründü. Ama gözlerini hızla kırpıştırdı, yaşları engelledi. Umut-

suz bir sesle, «İtiraf etmeye utanıyorum ama mirasın kaç para

olduğunu öğrenince yaşlı babama üzülmez oldum,» dedi. «Poli-

çeler cenazeden bir hafta sonra ortaya çıktı. Onları bulduğum

anda kafamda Wilma diye bir ampul yandı. Öyle mutluydum ki

164 —

yerimde duramıyordum. Babam sanki yirmi yıl önce ölmüştü.

Nasıl davrandığımı düşündükçe midem bulanıyor. Babamla iki-

miz enikonu yakındık. Ona çok daha fazla yas tutmak gerekirdi.

Tanrım, bencil itin tekiydim, Tony.»

«Geçmiş gitmiş, Frank. Geride kalmış bunlar,» dedi Tony.

«Demin de dediğim gibi, aklın başında değilmiş. Yaptıklarının

sorumluluğunu taşıyamıyormuşsun.»

Frank iki elini yüzüne kapadı, bir dakika kadar öyle oturdu.

Sarsılıyor, ama ağlamıyordu. Sonunda ellerini çekti, konuştu.

Page 217: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Wilma artık yüz yirmi beş bin dolarım olduğunu görünce be-

nimle evlenmek istedi. Sekiz ayda da dımdızlak bıraktı beni.»

Tony, «Aile malı ortaktır bizim yasalarda,» dedi. «Yarısın-

dan fazlasını nasıl alabildi?»

«Yo, boşanırken bir şey almadı.»

«Ne?»

«Tek kuruş bile.»

«Neden?»

«O zamana kadar para bitmişti.»

«Bitmiş miydi?»

«Zırnık kalmamıştı.»

«Harcadı mı?»

«Çaldı,» dedi Frank. Uykuda gibiydi.

Tony cheeseburger’ini tabağa koydu, peçeteyle ağzını sil-

di. «Galdı mı? Nasıl?»

Frank hâlâ sarhoştu ama bu sefer ağzından sözler çok

düzgün çıktı. Anlattıklarının arasında en çok önem verdiği,

yapacağı bu suçlamanın doğru anlaşılmasıydı. Wilma her şe-

yini almış, geriye bir tek gururu kalmıştı. Şimdi onu Tony’yle

paylaşmak istiyordu. «Balayımızdan döndüğümüzde, hesaplan

üstlenmek istediğini söyledi. Bütün banka işlerimize, yatırımla-

rımıza o bakacak, harcamalarımızı o düzenleyecekti. İş ida-

resi okulunda bir yatırım kursuna yazıldı, bize ayrıntılı bir bütçe

çıkardı. Bu konuda çok kararlı, çok iş kadını gibi davranıyordu.

Ben de bundan çok hoşlanıyordum, çünkü Barbara Ann’a daha

çok benzediğini düşünüyordum.»

<C>na anlatmış miydin Barbara Ann’ın bu işleri yaptığını?»

«Evet. Ah, Tanrım, evet. Ben kendime tuzak kurdum soyu-

layım diye. Gerçeği o bu işin.»

165 —

Page 218: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Birden Tony’nin iştahı kaçıverdi.

Frank titrek parmağını saçlarının arasından geçirdi. «Bak,

ondan kuşkulanmam için bir neden yoktu. Yani... bana çok

iyi davranıyordu. En sevdiğim yemekleri pişirmeyi öğrendk Eve

döndüğümde, o günü nasıl geçirdiğimi hep bilmek isterdi. Fazla

elbise, mücevher falan aldırmazdı. Para ziyanıdır, derdi. Be-

nimle evde oturmayı, televizyon seyredip çene çalmayı sevdi-

ğini, bununla mutlu olduğunu söylerdi. Ev almak için acele

etmiyordu. Öyle... rahattı ki! Eve yorgun geldiğimde sırtıma ma-

saj yapıyordu. Yatakta da... bir harikaydı. Kusursuzdu. Bir

tek... bir tek... o yemekleri pişirirken, benim anlattıklarımı din-

terken, bana masaj yapar, benimle sevişirken o bir yandan...»

«Banka hesaplarını yok ediyordu.»

«Her kuruşunu. Uzun vadeli bir mevduat sertifikasına yatı-

rılmış olan on bin dolar dışında her şeyi.»

«Sonra da çıkıp gitti mi?»

Frank ürperdi. «Bir akşam eve döndüğümde ondan bir not

buldum. ‘Nerede olduğumu bilmek istiyorsan şu numarayı ara, ,

Bay Freyborn’u iste,’ diyordu. Freyborn avukattı. Wilma onu ]

boşanma işlemleri için tutmuştu. Ben şaşırıp kaldım. Yani...

son ana kadar hiçbir şey belli etmemişti,.., Her neyse, Frey-

born bana Wilma’nın nerede olduğunu bir türlü söylemedi. İş-

lemlerin kolay olacağını, çünkü Wilma’nın nafaka falan iste-

mediğini söyledi. Tek kuruş bile istemiyordu Freybom’un de-

diğine göre. Yalnızca ayrılmak, boşanmak istiyordu. Cok sar-

sıldım. Çok. Tanrım, ne kusur ettiğimi anlayamıyordum. Bir sü-

re, kafamı çatlatırcasına düşündüm, neyin ters gittiğini bulma-

Page 219: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ya çalıştım. Belki değişirim, daha iyi bir insan olurum, onu geri

kazanırım, diye umdum. İki gün sonra çek yazmam gerektiğin-

de, hesapta üç dolar kaldığını öğrendim. Önce bankaya, sonra

yatırım şirketine gittim, karımın neden para istemediğini anla-

dım. Hepsini çoktan almıştı.»

Tony, «Bunu yanına toırakmamışsındır,» dedi.

Frank biraz viski içti. Terliyordu. Suratı nemli ve bembeyaz-

dı. «Başlangıçta aklım duruverdi... bilemiyorum... intihar psi-

kolojisine girdim galiba. Gerçi kendimi öldürmeye kalkmadım

ama yaşayıp yaşamadığım umurumda değildi. Trans halinde gi-

biydim.»

166

«Ama bu durumdan sıyrıldın.»

«Biraz. Sersemlik hâlâ tam geçmiş değil. Ama bir derece-

ye kadar sıyrıldım. Kendimden utanmaya başladım. Bana yap-

tıklarına izin verdiğim için utandım. Öyle enayilik etmiştim ki!

Kimsenin bilmesini istemiyordum. Avukatımın bile.»

«İlk yaptığın gerçek budalalık bu,» dedi Tony. «Ötekileri

anlayabiliyorum ama bu...»

«Her nedense, VVİlma’nın beni nasıl kandırdığını söylersem,

herkes Barbara Ann konusunda dediklerime de inanmazmış gi-

bi geldi. Onun da beni Wilma gibi kandırdığını düşünürler diye

korktum. Hayatımda en önemli şey Barbara Ann’ın anısının

temiz kalmasıydı. Biliyorum, şimdi göze çok çılgınca görünü-

yor... ama o sıra bana öyle geliyordu.»

Tony ne diyeceğini bilemedi.

Page 220: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Frank, «Böylece boşanma kaymak gibi gitti,» dedi. «Hesap

tartışmaları olmadı. Wilma’yı mahkemedeki birkaç dakika dı-

şında görmedim bile. O günden sonra hiç konuşmadım onun-

la.»

«Şimdi nerede? Biliyor musun?»

Frank viskisini bitirdi. Konuştuğunda sesi değişmişti. Bir

fısıltı düzeyindeydi. Hikâyenin geri kalanını bardaki müşteriler-

den saklamaya çalışıyormuş gibi değildi, ama anlatmaya gücü

kalmamış gibiydi. «Boşanma gerçekleşince onu merak ettim.

Geriye kalan mevduat sertifikasındaki parayı karşılık gösterip

bir miktar borç aldım, bir özel dedektif tuttum, nerede olduğu-

nu, ne yaptığını araştırdım. Dedektif bir hayli bilgi topladı. İl-

ginç bilgiler. Biz boşandıktan dokuz gün sonra evlenmiş. Oran-

ge bölgesinden Chuck Pozley diye biriyle. Adamın Costa Me-

sa’da elektronik kumar makineleriyle oyun oynattığı bir salonu

varmış. Serveti belki yetmiş, seksen bin dolar dolaylarında. Gö-

rünüşe göre VVilma zaten onunla evlenmeyi düşünürken bana

babamdan miras kalmış. O da önce benimle evlenmiş, beni sa-

ğıp kupkuru bırakmış, sonra paramı alıp bu Chuck Pozley’e

gitmiş. Sermayenin birazıyla kumarhanenin iki şubesini aç-

mışlar. İşleri iyiymiş.»

«Hey Tanrım,» dedi Tony.

Bu sabaha kadar Frank Hovvard’ı hiç tanımıyordu. Şimdi

ise hemen hemen her şeyi biliyordu. Bilmek istediğinden faz-

167 —

la. İyi bir dinleyiciydi Tony. Bu bir bakıma iyi, bir bakıma da

kötüydü. Daha önceki ekip arkadaşı Michael Savatino ona sık

Page 221: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sık, iyi dedektif olmasını herkesin ona güvenmesine borçlu ol-

duğunu söylerdi. İnsanlar her şeylerini anlatırlardı ona. Micha-

e!’a göre bunun nedeni de Tony’nin iyi bir dinleyici olmasıydı.

Bu çıkarcılık dünyasında iyi bir dinleyici, az bulunan, harikula-

de bir şeydi Michaei’ın dediğine göre. Tony istekle, dikkatle

dinlerdi insanları. Çünkü ressam olarak gizli desenlere merakı

vardı. İnsanlığın var oluşunda bir desen, bir amaç, bir anlam

arıyordu. Şimdi Frank’ı dinlerken bile, Emerson’un eskiden oku-

duğu bir sözü yankılanıyordu kafasında: Sfenks kendi bilme-

cesini kendi çözmek zorunda. Eğer tüm tarih bir inşamda oisa,

bireysel tecrübeyle açıklanması gerekir. Bütün kadın, erkek ve

çocuklar harikulade birer bilmeceydi. Bir gizemdi. Tony onla-

rın hikâyelerinden asla sıkılmazdı.

Frank hâlâ Tony’nin zor duyacağı kadar alçak sesle ko-

nuşuyordu. «Pozley aslında lyVilma’nın benimle ilgili neler plan-

ladığını biliyordu. Herhalde ben işteyken arasıra görüşüyorlar-

dı. Bana kusursuz zevce rolü yaparken, bir yandan pa-

ramı çalıyor, bir yandan bu Pozley ile yatıyormuş. Düşündükçe

daha öfkelendim. Sonunda durumu avukatıma anlatmaya ka-

rar verdim. Başta yapmam gerekirdi bunu.»

«İş işten geçmişti, öyle mi?»

«Aşağı yukarı öyle. Aslında dava açabilirdim. Ama boşan-

ma sırasında onu hırsızlıkla suçlamamış olduğum için mahke-

meyi karşıma alacaktım. Elimdeki parayı avukatlara dağıtacak,

sonunda da büyük ihtimalle kaybedecektim. Bu yüzden sineye

çekmeye karar verdim. İşime dalıp unutayım, dedim. Barbara

Ann’ın ölümünde olduğu gibi. Ama sandığımdan fazla yıkıl-

mıştım. İşimi de doğru dürüst yapamıyordum artık. İşimde kar-

şıma bir kadın çıkınca... bilemiyorum... galiba,., her kadında

Wilma’yı görüyordum. Ufacık bir bahane buldum mu, soru sor-

Page 222: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mam gereken kadınlara kan kusturuyordum. Çok geçmeden,

her tanığa sert davranır oldum. Erkeklere de, kadınlara da...

İpuçlarını gözden kaçırmaya, bir çocuğun bile kolaylıkla göre-

bileceği şeyleri farketmemeye başladım... ekip arkadaşımla fe-

na halde kapıştım. Ve... işte buradayım.» Sesi giderek daha

bile zayıflıyordu. Kelimeleri anlaşılmaz olmuştu. «Barbara Ann

168 —

öldüğünde, hiç olmazsa işim vardı. Dönecek bir amacım vardı.

Ama W\\mo her şeyi aldı. Paramı da, özsaygımı da. Hattâ ih-

tirasımı bile. Artık her şey vız geliyor.» Locadan çıkıp salla-

narak ayakta durdu. «İzninle,., çişe gitmem gerek.» Sendele-

yerek erkekler tuvaletine giderken yoluna çıkan herkesin açı-

ğından dolaşıyordu.

Tony içini çekti, gözlerini yumdu. Ruhen de, vücutça da

çok yorgundu.

Penny masanın yanından geçerken durdu. «Onu hemen eve

götürsen arkadaşına iyilik etmiş olursun,» dedi. «Sabaha yarı

ölü bir keçi gibi uyanacak.»

«Yarı ölü keçiler kendini nasıl hisseder?»

«Sağlıklı keçiden çok daha beter. Ölü keçiden de daha be-

ter.»

Tony hesabı ödedi, arkadaşını bekledi. Beş dakika sonra

Frank’in ceketiyle kravatını aldı, onu aramaya gitti.

Erkekler tuvaleti küçüktü. Bir pisuar, bir lavabo, bir tuva-

let. Oam kokulu dezenfektan kokuyordu her taraf.

Frank yazılarla doldurulmuş bir duvara bakıyordu. Sırtını

kapıya dayamıştı. Tony girdiğinde, avuçlarını duvara tokat gibi

Page 223: Dean R. Koontz - Fısıltılar

vurmakla meşguldü. Çıkan sesin bardan duyulmaması, müziğin

ve konuşmaların gürültüsündendi. Burada ise Tony’nin kulak-

ları patlayacak gibi oldu.

«Frank?»

Frank elini duvara vurmayı sürdürdü.

Tony onun yanına yürüdü, elini omzuna koydu, onu çekip

kendine çevirdi.

Frank ağlıyordu. Gözlerine kan oturmuş, yaşlar dolmuştu.

Yanaklarından süzülüyordu yaşlar. Dudakları şiş şiş, titriyordu.

Sessiz ağlıyordu amc. Hıçkırık falan yoktu. Sesi boğazına ta-

kılmış, çıkmıyordu.

«Ziyanı yok,» dedi Tony. «Her şey düzelecek. VVilma’ya ih-

tiyacın yok. Onsuz daha iyisin. Dostların var. Sana yardım ede-

ceğiz, bunların üstesinden geleceksin, Frank. Yalnızca izin ver

yardım etmemize. Ben ederim. Önem veriyorum. Gerçekten,

Frank.»

Frank gözlerini yumdu, ağzı sarktı, hıçkırdı. Ama hıçkırma-

169 —

sı bile sessizdi. Bir tek soluk alışı duyuluyordu. Uzandı, des-

tek aradı, Tony’nin kolu onu sardı.

«Eve gitmek istiyorum,» dedi Frank dili dolanarak. «Tek

istediğim o.»

«Peki. Seni eve götürürüm. Tutun sen.»

Savaştan çıkma silah arkadaşları gibi sarılmış durumda

bardan ayrıldılar, iki buçuk blok kadar yürüyüp Tony’nin otur-

duğu yere vardılar, genç adamın Jeep marka steyşınvagon

arabasına bindiler.

Page 224: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Yarı yola geldiklerinde Frank derin bir soluk aldı, «Tony...

korkuyorum,» dedi.

«Neden korkuyorsun?»

«Yalnız kalmak istemiyorum.» Frank yine ağlıyordu. Titre-

mesi içkiden değil, daha derinden gelme bir korkudandı.

«Yalnız değilsin,» dedi Tony.

«Yalnız... ölmekten korkuyorum.»

«Yalnız değilsin... ölecek de değilsin, Frank.»

«Hepimiz yaşlanıyoruz... çok da hızlı. O zaman... birinin

yanımda olmasını istiyorum.»

«Birini bulursun.»

«Birinin hatırlamasını, sevmesini istiyorum.»

«Üzülme,» dedi Tony buruk bir sesle.

«Beni korkutuyor.»

«Birini bulursun.»

«Asla.»

«Bal gibi bulursun.»

«Asla. Asla.» Frank gözlerini yumdu, başınt yan cama da-

yadı.

Eve vardıklarında çocuklar gibi uyuyordu. Tony onu uyan-

dırmaya çalıştı, Frank ayılamadı. Tökezleyerek, homurdanarak,

iç çekerek, Tony’nin kendisini taşıya sürükleyerek dairenin ka-

pısına götürmesine izin verdi. Tony onu kapının yanındaki du-

vara dayadı, tek eliyle ceplerini yokladı, anahtarı buldu. Ya-

tak odasına vardıklarında Frank şiltenin üstüne devrilip horla-

maya başladı,

Tony onu soydu, üzerinde bir tek külotunu bıraktı. Örtüyü

çekip Frank’ı alt çarşaf üzerine kaydırdı, üst çarşafla battani-

yeyi örttü. Frank yalnızca horluyordu.

170 —

Page 225: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony mutfağa girdi, kalem, kâğıt, biraz da seloteyp bul-

du, yazdığı yazıyı buzdolabının kapağına yapıştırdı.

Sevgili Frank,

Sabah uyandığında bana anlattıklarını hatırlayacak,

belki biraz utanacaksın. Kaygılanma. Bana söylediklerin

kesinlikle aramızda kalacak. Yarın ben de sana kendi uta-

nılacak anılarımdan bir şeyler anlatacağım, ödeşiriz. Ru-

hu temizlemeye yardımcı olmayacaksa, dostlar neye ya-

rar?

Tony.

Çıkarken kapıyı da kilitledi.

Yolda zavallı Frank’ın yalnızlığını düşünürken kendi duru-

munun da pek parlak olmadığını hatırladı. Babası hâlâ sağdı.

Ama Carlo artık sık sık hastalanıyordu. Beş yıl daha zor ya-

şardı. Peh peh on yıl, Tony’nin kız ve erkek kardeşleri ülkenin

her yanına dağılmıştı. Pek de ruhen birbirlerine yakın sayılmaz-

lardı. Arkadaşları çoktu ama... insanın yaşlıyken, ölürken ya-

nında bulunmasını isteyeceği arkadaşlar değildi onlar. Frank’

in ne demek istediğini biliyordu. İnsan ihtiyarlayıp ölüm yata-

ğına düşünce, ancak belli bir takım elleri tutarsa cesaret ala-

bilirdi. Eşinin, çocuklarının ya da anasıyla babasının eli. Ken-

di hayatı da görünüşe göre, sona erdiğinde kof ve boş gözü-

kecekti. Otuz beş yaşına gelmişti. Hâlâ genç sayılırdı gerçi.

Ama evlilik konusunu hiçbir zaman ciddi olarak düşünememiş-

ti. Birden, zamanın ellerinden akıp kaybolduğunu hissetti, Yıl-

lar öyle çabuk geçiyordu ki! Daha geçen yıl yirmi beş yaşın-

daymış gibi geliyordu ona. Oysa aradan on yıl geçmişti.

Page 226: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Belki Hilary Thomas, diye düşünerek arabayı park yerine

soktu. Çok özel bir kadın. Bunu farkedebiliyorum. Çok özel.

Belki o da beni özel bulur. Aramızda bir şeyler olabilir... ola-

maz mı?

Uzun süre arabada oturdu, karanlıklara bakarak Hilary Tho-

mas’ı düşündü, yaşlılığı, yalnız ölmeyi düşündü.

171 —

t

Gece 10:30’da. Hilary tam James Clavell’ın romanına iyice

gömülmüşken, yanıbaşına aldığı tabaktaki elmalarla peynirleri

de bitirmek üzereyken, telefon çaldı.

«Alo?»

Hatta yalnızca sessizlik vardı.

«Kim o?»

Sessizlik.

Hilary telefonu çarparak kapattı. Tehdit telefonu veya sar-

kıntılık telefonu geldiğinde öyle yapmak öğütlenirdi. Kapatmak

gerekirdi telefonu. Arayana cesaret vermemek gerekirdi. Ça-

bucak ve kararlı biçimde kapamak en doğrusuydu. Arayanın

kulağı patlamış olmalıydı ama bu Hilary’yi rahatlatmaya yetmi-

yordu.

Yanlış numara aranmadığından emindi. Bir gecede iki ke-

re olmazdı. Hem de özür dilemeksizin. Hem o sessizlikte kötü

bir nitelik vardı. Kelimesiz bir tehdit.

Oscar’a aday gösterildiği zaman bile, rehbere girmemiş te-

lefon numarası almak ihtiyacını hissetmemişti. Yazarlar ne de

olsa, artistler gibi, yönetmenler gibi ünlü kişi sayılmazdı. Se-

Page 227: Dean R. Koontz - Fısıltılar

naryo Oscar’ım kimin aldığını halk genellikle hatırlamazdı bile.

Yazarların rehbere girmemiş numara alması Hilary’ye özenti

gibi geliyordu. Ben çok önemli işlerle meşgulüm, ara-

sıra arayacak istemediğim kimselerle konuşmaya vaktim

yok, dermiş gibi. Kendisinin öyle kişilik sorunları yoktu. Reh-

berde adının bulunması da, bulunmaması kadar anonim bir tu-

tumdu.

Ama belki artık bu düşünceler geçerli değildi. Belki Bruno

Frye’la iki karşılaşması haber olunca, Hilary daha çok dikkat

çekmeye başlamış olabilirdi. Bir kadının saldırganı korkutup ka-

çırması, ikinci gelişinde de öldürmesi, hasta ruhların çok il-

gisini çekebilirdi. Manyağın biri belki de, Bruno Frye’ın başara-

madığını ben başarırım, diye düşünürdü.

Sabah ilk iş olarak telefon idaresini arayıp rehbere girme-

yen bir numara istemeye karar verdi.

Geceyarısı morgun içi, adlî tabibin bir keresinde dediği gi-

bi, mezar kadar sessizdi. Loş hollerde çıt çıkmıyordu. Labora-

172 —

tuar karanlıktı. Cesetlerin durduğu oda soğuk ve ışıksızdı. Ora-

daki tek ses, havalandırmanın uğultusuydu.

Perşembe gecesi yerini Cuma sabahına bırakırken morg-

da bir tek nöbetçi görev başındaydı. Adlî tabip odasının ya-

nındaki küçük odada oturuyordu. Adı Albert Wofwicz’di. Yirmi

dokuz yaşında, boşanmış, tek çocuklu bir adamdı. Kızının adı

Rebecca’ydı. Çocuğu karısı Becky almıştı. Şimdi ikisi de San

piego’da oturuyorlardı. Albert aslında mezar vardiyasında ça-

lışmaktan yakınmazdı. Biraz dosyalamayla meşgul olur, biraz

Page 228: Dean R. Koontz - Fısıltılar

radyo dinler, sonra yine dosyalara bakar, son çıkan Stepnen

King romanından biraz okur, vampirlerin bu sefer neler yaptı-

ğını izlerdi. Gece iyi geçerse, morga habire ceset taşınmazsa,

yakınılacak bir yanı yoktu bu vardiyanın.

Geceyarısını on dakika geçe telefon çaldı.

Albert açtı. «Morg.»

Sessizlik.

«Alo?» dedi Albert.

Hattın öbür ucundaki adam acı içinde inledi, ağlamaya

başladı.

«Kimsiniz?»

Karşıdaki ağlamaktan cevap veremiyordu.

Acıklı sesler, abartmalı isterik hıçkırıklar, Albert’in ömrün-

de duymadığı kadar garipti. «Ne derdiniz olduğunu söylerseniz

belki yardım edebilirim.»

Telefon kapandı.

Albert bir süre elindeki kulaklığa baktı, sonra omuzlarını

kaldırdı, o da telefonu kapadı.

Stepnen King romanına yeniden dönmek istedi... ama ka-

pının ötesinde sesler duyduğunu sanmaya başladı. Defalarca

dönüp baktı, orada hiçbir şey göremedi.

173 —

Dört

Cuma sabahı.

Saat dokuz.

Batı Los Angeles’deki Angels Hill Cenaze Evinden iki gö-

revli, Bruno Gunther Frye’ın cesedini almak üzere morga gel-

Page 229: Dean R. Koontz - Fısıltılar

diler. Bağlı bulundukları şirket, Sî. Helena’daki Forever View

Cenaze Eviyle işbirliği halinde çalışıyordu. Angels Hill’den ge-

lenlerden biri defteri imzaladı, ikisi birlikte cesedi soğuk oda-

dan alıp Cadillac marka cenaze arabasının arkasına yüklediler.

Frank Houvard pek akşamdan kalmaya benzemiyordu. Cildi

solgun değildi. Sağlıklı görünüyordu. Mavi gözleri de duru bak-

maktaydı. Besbeili itiraf gerçekten ruha iyi geliyordu.

Tony önce merkezde, sonra da arabada, zaten beklediği

o garip kapanıklığı hissetti arkadaşında. Onu rahatlatmak için

de elinden geleni yaptı. Zamanla Frank aralarında hiçbir şeyin

bozulmadığına inanmaya başladı. Hattâ ekip olarak, üç ay

boyunca olmadığı kadar iyi çalışıyorlardı birlikte. Öğlen olma-

dan aralarında bir tür uzlaşma gelişti kendiliğinden. Bu sa-

yede belki de bir tek organizma gibi işlev görmeyi öğrenebile-

ceklerdi. Gerçi hâlâ Tony’nin Michaei Savatino’yla tattığı ku-

sursuz uyum içinde değillerdi. Ama bu sefer, o tür derin bir

ilişkiyi geliştirme yolunda engel kalmamıştı önlerinde. Birbir-

lerine uyum sağlamaları için tek gereken şey zamandı. Birkaç

ay daha. Sonunda aralarında psişik bir bağ oluşabilir, işlerini

eskisinden çok daha iyi görebilirlerdi.

Cuma sabahı yine Bobby Valdez’le ilgili ipuçları üzerinde

çalıştılar. İlk iki ipucundan bir şey çıkmadı.

174 —

ilk moral bozucu cevap, Motorlu Araçlar bölümünden gel-

di. Besbelli Bobby, Juan Mazquezza adıyla ehliyet alabilmek

jçin sahte kimlik vermişti. Adres ise Temmuz ayında terkettiği

yerdi. Las Palmeras Apartmanı. Dosyalarda daha iki tane Ju-

Page 230: Dean R. Koontz - Fısıltılar

an lvîazquezza vardı. Biri Fresno’da oturan on dokuz yaşında

bir delikanlı, diğeri de Tustin’de oturan altmış yedi yaşında bir

adamdı. İkisinin de arabası Caiifornia plakalıydı ama Jaguar

değildi. Las Palmeras Apartmanında oturan Juan Mazquezza

ise araba kaydettirmemişti. Demek Bobby, Jaguar’ı daha baş-

ka bir takma adla almış olmalıydı. Besbelli sahte belgeler ha-

zırlayabilen usta bir yer tanıyordu.

Bu ipucu yatmıştı.

Tony ile Frank yine Vee Vee Gee Temizleme Atölyesine

döndüler, orada Bobby ile çalışmış işçilere sorular sordular.

İşten çıktıktan sonra belki biri onunla dostluğunu sürdürmüş-

tür, adresini biliyordur, diye umuyorlardı. Ama işçiler Juan’ın

tek başına bir tip olduğunu, nereye gittiğini de bilmediklerini

söylediler.

O ipucu da yattı.

Vee Vee Gee’den çıktıktan sonra, Tony’nin sevdiği bir yer-

de omlet yediler. Lokantanın salonunun dışında, bahçede de

masaları vardı. Mavi beyaz çizgili şemsiyeler altındaki masalar-

dan birine oturdular, birer salata, birer peynirli omlet söyleyip

tatlı sonbahar rüzgârının tadını çıkardılar.

Tony, «Yarın gece boş musun?» diye sordu.

«Ben mi?»

«Sen.»

«Boşum, işim yok.»

«İyi. Bir plan yaptım.»

«Ne?»

«Bir randevu.»

«Bana mı?»

«Sen randevunun yansısın.»

«Ciddi misin sen?»

Page 231: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Kıza bu sabah telefon ettim.»

«Unut gitsin,» dedi Frank.

«Sana çok iyi uyar.»

«Arabuluculuktan nefret ederim.»

175 —

«Çok güzel bir kadın.»

«İlgilenmiyorum.»

«Cok da tatlı.»

«Ben bebek değilim.»

«Bebeksin diyen oldu mu?»

«Beni birileriyle tanıştırmana ihtiyacım yok.»

«Bazen insanlar dostları için bunu yaparlar. Yapmazlar

mı?»

«Ben kendi sevgililerimi kendim bulurum.»

«İnsanın bu bayanı reddetmek için aptal olması gerekir.»

«O halde aptalım.»

Tony içini çekti. «Sen bilirsin.»

«Bak, benim dün gece o barda anlattıklarım...»

«Evet?»

«Acıyasın diye değildi.»

«Herkesin zaman zaman anlayışa ihtiyacı vardır.»

«Neden canımın bu kadar sıkkın olduğunu anlamanı iste-

dim.»

«Ben de anladım.»

«Beni salağın biri sanmanı, kötü tip kadınlara tutkun oldu-

ğumu düşünmeni istemedim.»

«Öyle bir izlenim bırakmadın zaten.»

Page 232: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ömrümde öyle yıkılmamıştım.»

«İnanıyorum.»

«Ömrümde öyle... ağlamamıştım.»

«Biliyorum.»

«Herhalde yorgundum.»

«Tabii.»

«Belki de çok içtiğim içindi.»

«Belki.»

«Dün gece çok içtim»

«Bir hayli.»

«İçki beni duygulandırdı.»

«Belki.»

«Ama artık iyiyim.»

«Değilsin diyen oldu mu?»

«Kendi randevularımı kendim ayarlarım, Tony.»

«Nasıl istersen.»

176 —

«Tamam mı?»

«Tamam.»

Dikkatlerini peynirli omletlerine çevirdiler.

Çevrede birkaç yüksek işhanı bulunduğu için kaldırımdan

parlak renkli elbiseler giymiş sekreterler gelip geçiyor, öğle ye-

meğine gidiyorlardı.

Lokantanın bahçesi çiçeklerle çevrilmişti. Havada çiçek

kokusu, vardı.

Sokağın Los Angeles’e özgü gürültüsü, Neiw York’a, Chi-

cago’ya, öbür kentlere benzemiyordu. O frenlerin susmaz se-

Page 233: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sinden, klakson bağırtılarından farklıydı. Yalnızca insanı hip-

notize eden motor uğultuları, arabaların geçerken havayı yır-

tarcasma çıkardığı ıslığa benzer sesler. Uyutucu bir gürültü.

Sakinleştirici. Kumsaldaki dalgalar gibi. Makine sesi olmasına

rağmen, garip biçimde doğal ve ilkel. Anlatılmaz bir erotik etki

de vardı bu seste. Trafik gürültüsü bile kentin bilinçaltında ya-

tan tropikal kişiliğe uyuyordu.

Bir iki dakikalık sessizlikten sonra Frank, «Adı ne?» diye

sordu.

«Kimin?»

«Ukalâlığı bırak.»

«Janet Yamada.»

«Japon mu?»

«İtalyan adı mı ki bu?»

«Nasıl bir şey?» ,

«Zeki, esprili, güzel.»

«Ne yapar hayatta?»

«Belediyede çalışır.»

«Kaç yaşında?»

«Otuz altı, otuz yedi.»

«Bana göre çok genç değil mi?»

«Sen de kırk beşsin daha, Tanrı aşkına.»

«Onu nasıl tanıdın?»

«Bir süre birlikte çıktık,» dedi Tony.

«Neden yürümedi?»

«Hiç! Sevgili olmaktan daha iyi arkadaş olabileceğimizi an-

Jadık.»

«Ondan hoşlanır mıyım sence?»

Page 234: Dean R. Koontz - Fısıltılar

177

Fısıltılar — P. : 12

«Eminim.»

«O da benden?»

«Burnunu karıştırmazsan, yemeği de ellerinle yemezsen.»

«Pekâlâ,» dedi Frank. «Onunla çıkacağım.»

«Senin için çok üzücü olacaksa, belki de unutsak daha iyi

olur.»

«Hayır. Çıkarım. Bir şey olmaz.»

«Sırf beni memnun etmek için yapmak zorunda değilsin.»

«Bana kızın telefonunu ver.»

Tony bu sefer, «Bu işte kendimi rahat hissetmiyorum,» de-

di. «Seni zorluyormuşum gibi geliyor.»

«Zorlamadın.»

«Bence onu arayıp iptal etmeli.»

«Allah kahretsin, istiyorum onunla çıkmayı!» diye patladı

Frank.

Tony sevinçle gülümsedi. «Biliyorum.»

«Bana manevra mı yaptın?»

«Sen kendin yaptın.»

Frank kaşlarını çatmaya çalıştı, beceremedi, sırıttı. «Cu-

martesi dört kişi çıkalım mı?»

«Olmaz. Kendi ayaklarının üstüne basman gerek, dostum.»

Frank bilmiş bilmiş, «Hem Hilary Thomas’ı kimseyle paylaş-

mak istemezsin,» dedi.

Page 235: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Haklısın.»

«Aranızda bir şeyler olabileceğine gerçekten inanıyor mu-

sun?»

«Sanki evlenecekmişiz gibi konuşuyorsun. Yalnızca gez^

meye çıkıyoruz.»

«Gezmek bile olsa... garip kaçmayacak mı?»

«Neden kaçsın?» diye sordu Tony.

«Eh, kadının onca parası var.»

«İşte kasıntı erkek tutumu diye buna diyorlar.»

«Bu durum işi zorlaştırmaz mı?»

«Erkeğin parası olunca, yalnızca zengin kadınlarla mı çı-

kar?»

«O başka.»

«Bir kral eğer satıcı kızla evlenmeye karar verirse, bunu

çok romantik buluruz. Ama kraliçe eğer tezgâhtar çocukla ev-

178

lenmeye kalkarsa, kendini budala durumuna düşürüyor deriz.

)En klasik türden çifte Standard işte.»

«Eh... iyi şanslar.»

«Sana da.»

«İşbaşı yapmaya hazır mısın?»

«Evet,» dedi Tony. «Haydi, gidip Bobby Valdez’i bulalım.»

«Yargıç Crater’i bulmak daha kolay.»

«Amelia Earhart’ı da.»

«Jimmy Hoffa’yı da.»

Cuma öğleden sonra.

Saat bir.

Page 236: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Ceset, Angels Hill Cenaze Evinde, mumyalama masaların-

dan biri üzerinde yatıyordu. Sağ ayağının baş parmağına telle

bağlanmış etikette Bruno Gunther Frye adı okunmaktaydı.

Teknisyen cesedi Napa Vadisine gönderilmek üzere hazır-

lamaktaydı. Önce onu kalıcı bir dezenfektanla sildi. Bağırsak-

ları ve yumuşak karın organlarını doğal vücut deliğinden çekip

çıkardı, attı. Bıçak yaralarından ve geceki otopsiden ötürü vü-

cutta pek de fazla prhtılaşmamış kan kalmamıştı. Diğer vücut

sıvıları da azdı. Ama son damlalar da çıkarıldı/yerine mumya-

lama sıvısı verildi.

Teknisyen çalışırken ıslıkla bir Dony ve Marie Osmond şar-

kısı çalıyordu.

Angels Hill Cenaze Evi cesedin makyajından sorumlu de-

ğildi. O işi St. Helena’daki cenazeci yapacaktı. Angels Hill’in

teknisyeni yalnızca gözleri bastırıp kapaklan kapayarak bir-

birine dikti, dudakları iç dikişlerle tutturdu, ağız ebedî bir gü-

lümseme ifadesinde dondu kaldı. Temjz iş yapıyordu adam.

Bu dikişleri cenazeye gelen konuklar görmeyecekti... gelen

olursa.

Sonra cesedi, içini göstermeyen beyaz bir beze sardı, ucuz

bir alüminyum tabuda koydu. Taşıma kolaylığı sağlamak için.

St. Helena’ya vardığında nasılsa daha pahalı bir tabuda alır-

lardı onu. Ailesinin, dostlarının ya da onu seven birinin seçe-

ceği bir tabuda.

Öğleden sonra saat dörtte ceset Los Angeles havaalanına

179 —

götürüldü, Monterey, Santa Rosa ve Sacramento’ya gidecek,

Page 237: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bir jetin kargosuna kondu, ikinci durakta indirilecekti oradan.

Cuma akşamı 6:30’da, Santa Rosa’daki küçük havaalanın-

da, Bruno Frye’m ailesinden kimse yoktu. Akrabası hiç yoktu

zaten. Soyunun son çocuğu oydu. Büyükbabasının bir tek kızı

olmuştu. Katherine adında, güzel bir kız. O da hiç doğurmamış-

tı. Bruno evlât edinilmiş bir çocuktu. Hiç de evlenmemişti.

Pistin kenarında bekleyen üç kişi vardı. İkisi Forever View

Cenaze Evinden gelen görevlilerdi. O şirketin sahibi, Bay Av-

ril Thomas Tannerton’du. Kendisi gelmişti alana. Yaşı kırk üç,

yakışıklıca, hafif tombul ama şişman sayılmayan, gür kızıl saç-

lı, çilli, canlı bakışlı, sık sık gülen ve gülmesini zor tutabilen

bir adamdı. Yanında yardımcısı vardı. Yirmi dört yaşında, Gary

Olmstead adlı ufak tefek bir genç. Üzerinde çalıştığı ölüler gi-

bi sessizdi genellikle. Tannerton insana kilise korosunda şarkı

söylemeye çıkmış yaramaz bir çocuğu hatırlatırken, Olmstead’

in uzun yüzü, gamlı bakışları mesleğine çok uyuyordu.

Üçüncü adam Joshua Rhinehart’dı. Bruno Frye’m avukatı

ve Frye servetinin vasiyetname sorumlusu. Altmış bir yaşın-

daydı. Görünüşü başarılı bir diplomatı ya da politikacıyı akla

getiriyordu. Saçları gür ve beyaz, arkaya doğru taranmıştı. Te-

beşir beyazı değil, sarı-beyaz da değil, pırıl pırıl bir gümüş be-

yazıydı o saçlar. Alnı geniş, burnu uzun ve gururlu, çenesi

güçlü, kahverengi gözleri zeki ve duru bakışlıydı.

Bruno Frye’ın cesedi uçaktan alınıp cenaze arabasına bin-

dirildi, St. Helena’ya götürüldü. Joshua Rhinehart da kendi

arabasıyla cenaze arabasını izliyordu.

Joshua’yı Avril Tannerton’la birlikte Santa Rosa’ya gel-

meye ne meslekî sorumlulukları, ne de kişisel bağlılığı zorlu-

yordu. Yıllardır Shade Tree bağlarının epey işini yapmıştı.

Bağcılık şirketi üç kuşaktan beri Frye ailesinin malıydı. Ama

Page 238: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Joshua uzun yıllardan bu yana artık o bağdan gelen gelire

ihtiyaç duymuyordu. Aslında bu iş ona getirdiği paradan çok

dert çıkarmaktaydı. Frye ailesinin işlerini yürütmeye devam

etmesinin tek nedeni bir minnet borcuydu. Otuz beş yıl önce

kendisi Napa Bölgesinde avukat olarak tutunmaya çalışırken,

Katherine Frye ailenin bütün işlerini ona vermişti. Bu karar

çok yardımcı olmuştu genç Joshua’ya. Dün Bruno Frye’ın öl’

180 —

düğünü duyduğunda üzüldüğü söylenemezdi. Katherine de, ev-

jrjt edindiği oğlu da, insanda sevgi uyandıran tipler değildi.

Hele dostluk uyandıran tip, hiç değillerdi. Joshua’nın Avril

Tannerton’la birlikte havaalanına gelmesinin tek nedeni, gaze-

teciler gelip de olayı bir sirk havasına sokmaya kalkarlarsa du-

rumu kontrol edebilmek içindi. Bruno Frye gerçi dengesiz bir

adamdı, çok hasta bir adamdı, hattâ belki yapı olarak kötü

bir adamdı ama Joshua’ya göre cenazesi yine de rezalet ya-

ratmadan, gururlu biçimde kalkmalıydı. Ölen adama bu kada-

rını borçlu olduğuna inanıyordu. Hem Joshua ömrü boyunca

Napa Vadisi için çok çalışmıştı. Bölge şaraplarının kalitesine

de, tanıtılmasına da hayli katkısı olmuştu. Bir adamın işlediği

suç yüzünden bölgeye kara sürülmesini istemiyordu.

Bereket versin alana bir tek gazeteci bile gelmemişti.

Akşamın ölen ışığı ve uzayan gölgeleri altında St. Helena’

ya geldiler. Joshua cenaze arabasını izlerken çevrenin doğal

güzelliğine hayran oluyordu. Otuz beş yıl önce, buraları ilk gör-

düğünde duyduğu duyguları duyuyordu yine. Çam, meşe, diş-

budak dolu dağlar mor renkteydi artık. Yalnızca doruk kısım-

Page 239: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ları aydınlıktı. O yamaçlardaki vadi ve tepeler bilinmeyen ilkel

bir dünyayı saklamaktaydı. Dağların dibindeki tepeler yine ağaç-

larla, yüksek otlarla kaplıydı. Gündüzleri sapsarı görünen kı-

sımlar şimdi kara karaydı. Köyler bitince koca bağlar başlıyor,

sonra yine bir köye geliniyordu. 1880’de Robert Louis Steven-

son anlatmıştı Napa Vadisini. «Bir yöreden sonra bir başkası,

bir üzümden sonra bir başkasıyla sınanmış. Bu başarısız, bu

daha iyi, şu üçüncüsü en iyi. Clos Vougeot’larını Lafite’lerini

böyle adım adım bulmuşlar. Şarapları şişelenmiş bir şiir.» Ste-

venson bu vadide balayım yaşayıp Silverado Yoksulları’nı ya-

zarken bağların alanı iki bin beş yüz dönüme çıkmıştı. Bu-

gün ise yedi bin beş yüz dönümdü. Dünyanın en tatlı, en az

asitli üzümlerini yetiştirirdi bu bölge. Sonoma Vadisinin tümü

kadar verimliydi. Oysa Sonoma, Napa’nın iki katı kadar bir

alandı. Koca bağların arasında şaraphaneler ve evler vardı.

Bazıları eski kiliselerden, manastırlardan bozmaydı. Bazıları

İspanyol tarzı, bazıları da modern tarz binalardı. Joshua için-

den, Tanrıya şükür, steril fabrika kurmayı ancak yeni şarap-

hanelerden birkaçı seçti, diğerleri pek benimsemedi, diye dü-

181 —

şündü. Steril fabrika göze bir hakaret, vadinin genel havasına

bir lanetti. Onun dışındaki insan yapımı eklemeler vadiye ya

güzellik getirmiş, ya da en azından, doğal güzelliğini bozma-

mıştı. Cenaze arabasının peşi sıra ilerlerken Jushua evlerin

pencerelerinde yanmaya başlayan ışıklara baktı. Yumuşacık sa-

Page 240: Dean R. Koontz - Fısıltılar

rı ışıklar, uygarlığın sıcaklığını yansıtıyordu. Şarap şişelenmiş

şiirdir, diye düşündü Joshua. Onun yetiştiği toprak da Tanrı’

nın en büyük sanat eseridir. Benim toprağım; benim yuvam!

Dünyada bunca çirkin yer varken buraya yerleşmekle ne kadar

şanslıyım!

Öbür yerlerde yaşamak, ölü gibi, bir alüminyum tabuda tı-

kılmak gibi olurdu.

Cenaze evi iki şeritli otoyolun yüz metre kadar içerisinde,

St, Helena’nın hemen güneyindeydi. Büyük, beyaz, kolonyel

bir ev, önünde yuvarlak bahçe yolu, kapısında da beyazlı ye-

şilli bir tabela. Karanlık bastırırken tek bir beyaz spot ışığı oto-

matik olarak yanıyor, o tabelayı aydınlatıyor, bahçe duvarı

üzerine yerleştirilmiş araba fenerleri de giriş yerini gösteriyor-

du.

Burada da onları bekleyen gazeteci falan yoktu. Napa ba-

sınının tatsız haberlere kendisi kadar karşı olduğunu görmek

Joshua’yı sevindirdi.

Tannerton cenaze arabasını büyük beyaz binanın arka ta-

rafına sürdü. Olmstead’le ikisi tabudu bir el arabasına kaydırdı-

lar, içeriye götürdüler.

Joshua teknisyenin çalışma odasında onları buidu.

Bu odaya neşeli bir hava vermek için çaba harcandığı bel-

liydi. Tavan akustik karolarıyla kaplanmış, duvarlar açık ma-

viye boyanmıştı. Tannerton duvardaki düğmeye dokunduğunda,

stereo hoparlörlerden sakinleştirici bir müzik sesi geldi. Karan-

lık olmayan, ağır olmayan bir müzik.

Ama Joshua’nın açısından, tüm çabalara rağmen burada

yine de ölüm havası vardı. Ortalıkta mumyalama sıvısının ko-

kuları dolanıyordu. Karanfil kokusunda bir deodoran sıkılmıştı.

Ama bu da insanın aklına olsa olsa cenaze çelenklerini getiri-

Page 241: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yordu. Yerler pırıl pırıl beyaz seramikti. Yeni silinmiş, tertemiz,

lastik pabuç giymeyenler için biraz fazla kaygandı. Tannerton’ia

Gary Olmstead lastik pabuç giymişlerdi. Ama Joshua giyme-*

182 —

misti. Yer karoları ilk bakışta bir açıklık, temizlik izlenimi: ya-

ratırken, Joshua sonradan bunun işlevsel bir amacı olduğunu

anladı. Dökülen kan ve cerahatin, diğer maddelerin paslandırıct

etkisinden kurtulmak için böyle bir taban gerekliydi bu odaya.

Tannerton’un müşterileri, yani ölenin akrabaları asla bu

odaya sokulmazdı. Çünkü bu odada ölümün acı gerçeği pek.

belirgindi. Evin ön kısmındaki salonlar ağır kırmızı kadife per-

delerle, tüylü halılarla, koyu renk lambrilerle dekore edilmiş,

oralara pirinç lambalar yerleştirilmiş, ışıklandırma sanatsal bi-

çimde yapılmıştı. O salonlarda «ebediyete intikal etmek», «Tan-

rı tarafından çağrılmak» gibi sözler daha ciddiye alınırdı. Cen-

nete, ruhun ölümsüzlüğüne inanmak daha kolaydı ön salon-

larda. Ama bu odanın temiz pırıltısı, kenarda dizili teknisyen

âletleri arasında, ölüm insanın moralini bozacak kadar klinik

bir kavram gibi görünüyordu.

Olmstead alüminyum tabudu açtı.

Avril Tannerton plastik örtüyü çekti, cesedin kasıklardan1

yukarısı ortaya çıktı.

Joshua mum sarısı cesede bakıp ürperdi. «Korkunç,» dedL

Tannerton üzerinde çok alıştırma yapılmış yasfı bir sesle,

«Sizin için zor olduğunu biliyorum,» diyerek başını salladı.

Joshua, «Hiç de değil,» diye karşılık verdi, «ikiyüzlülük

edip üzüldüm diyecek değilim. Bu adamı pek az, tanırdım, ta-

Page 242: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nıdığım kadarıyla da pek sevmezdim. Aramızda yalnızca iş

ilişkisi vardı.»

Tannerton gözlerini kırpıştırdı. «Ya. Eh... o halde belki ce-

naze işlerini müteveffanın arkadaşlarından biriyle konuşarak

yapmamızı yeğlersiniz.»

«Arkadaşı olduğunu pek sanmıyorum,» dedi Joshua.

Bir an cesede sessizce baktılar.

Joshua tekrar, «Korkunç,» dedi.

Tannerton, «Elbette,» diye onayladı. «Makyajı yapılmad»

henüz. Bir zerre bile. Ölür ölmez buraya gelse, daha iyi görü-

nürdü.»

«Ona... bir şeyler yapabilir misiniz?»

«Elbette. Ama kolay olmaz. Bir buçuk gün önce ölmüş.

Gerçi buzdolabında tutulmuş ama...»

Joshua boğuk bir sesle, «Şu yaralar,» diye mırıldandı. Göz-

183 —

leri karındaki yara izlerine takılmış, ayrılmıyordu. «Tanrım, ka-

dın bayağı parçalamış bunu.»

Tannerton, «O yaraların çoğu adlî tabibin işi,» diye düzelt-

ti. «Şu iki küçük delik de bıçak yarası.»

Olmstead beğeni dolu bir sesle, «Patolog ağzı iyi topar-

lamış,» dedi.

Tannerton, «Gerçekten,» diye ona katıldı, parmağıyla ölü-

nün kapalı dudaklcrına dokundu. «Estetik duygusuna sahip bir

adlî tabip bulmak kolay değildir.»

«Pek.çıkmaz,» dedi Olmstead.

Joshua başını iki yancı salladı. «Hâlâ inanmakta zorluk çe-

Page 243: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kiyorum.»

Tannerton, «Beş yıl önce annesini gömdüm,» diye anlattı.

«Bu adamla ilk o zaman tanıştım. Biraz... garip görünüyordu.

Ama herhalde üzüntüsündendir dedim. Çok önemli bir adamdı.

Bu bölgede toplumun başta gelenlerindendi.»

Joshua, «Soğuk,» diye katkıda bulundu. «Cok soğuk ve

içine kapanık bir adamdı. İşinde amansızdı. Rakibiyle yaptığı

savaşı kazanmak ona yetmezdi. O rakibi tümüyle mahvetmek

isterdi. Zalim bir yanı, fiziksel şiddete eğilimi olduğunu hep

hissetmişimdir. Ama ırza geçme teşebbüsü! Cinayet teşeb-

büsü!»

Tannerton, Joshua’ya baktı. «Bay Rhinehart, sözünüzü esir-

gemeyen biri olduğunuzu sık sık duymuşumdur. Bu konuda hay-

ranlık uyandıran bir ününüz var. Aklınızdan geçeni pat diye söy-

leyen, doğuracağı sonuçlara da aldırmayan birisiniz. Ama...»

«Ama, ne?»

«Ölülerden söz ederken acaba biraz...»

Joshua gülümsedi. «Evlâdım, ben dediği dedik bir ihtiya-

rım, her zaman o kadar hayranlık uyandıracak gibi de davran-

mam. Hattâ hiç davranmam. Elimdeki silah doğruluk olduğu

sürece, sağ kalanların duygularını incitmek bana vız gelir. Ço-

cukları da ağlatmışımdır, kır saçlı büyükanneleri de. Benim bu

şeytan döllerine sağken de merhametim yok. Ölünce neden da-

ha fazla saygı göstereyim?»

«Benim alışkın olduğum tür...»

«Tabii alışkın değilsindir. Ölüler hakkında saygılı konuşma-

134 —

Page 244: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yi senin mesleğin gerektiriyor. Sağlığında ne iğrençlikler yap-

mış olursa olsun. Seni suçlamıyorum. İşin bu.»

tannerton söyleyecek bir şey bulamadı. Tabudun kapağını

kapadı.

Joshua, «Şimdi kararları verelim,» dedi. «Hemen eve dö-

nüp yemeğimi yemek istiyorum... tabii iştahım kalırsa.» Cam

dolabın önündeki yüksek tabureye oturdu.

Tannerton onun önünde dolaşıp duruyordu. Çilli, kabarık

saçlı bir enerji yumağıydı. «Normal teşhir sizin için ne kadar

önemli?»

«Normal teşhir mi?»

«Yani tabudu açık tutmak, yakınlarının ölüyü seyretmesi-

ne izin vermek. Bunu yapmasak kötü bir anlamı olur mu siz-

ce?»

«Hiç düşünmemiştim,» dedi Joshua.

«Doğrusunu söylemek gerekirse, müteveffanın ne derece

iyi gözükebileceğim bilemiyorum. Angels’ Hill Cenaze Evinde

ilk mumyalamayı yaparken pek özen göstermemişler. Yüzü bi-

raz çökmüş ve büzülmüş görünüyor. Hoş değil. Hiç hoş de-

ğil. Biraz pompalamaya çalışabilirim ama o tür işler genellikle

çok iyi bir görünüm yaratmaz. Makyaja gelince... aradan ge-

çen zaman beni kaygılandırıyor. Besbelli ölümün hemen son-

rasında birkaç saat güneşte kalmış. Bulunana kadar. Sonra,

mumyalama işinden önce on sekiz saat soğuk odada beklemiş.

Şu andaki halinden epey iyi bir görünüm verebilirim tabii...

ama yüzüne canlı bir renk vermek... Bunca olaydan, aşırı ısı

farklarından sonra cilt yapısı çok değişmiş olacaktır. Makyajı,

pudrayı iyi kaldırmaz. Bence belki...»

Joshua’nın midesi kalkmaya başlıyordu. «Kapalı tabut ol-

sun,» dedi.

Page 245: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Teşhir yok mu?»

«Teşhir yok.»

«Emin misiniz?»

«Kesinlikle.»

«İyi. Durun bakayım... Elbiselerinden biriyle mi gömülme-

sini istersiniz?»

«Bu gerekli mi? Tabut açık olmayacağına göre?»

185 —

«Bizim bezden yapılmış gömülme elbiselerimizden birini

‘giydirmek benim için daha kolay.»

«O yeter.»

«Beyaz mı, lacivert mi?» .

«Beneklisi de var mı?»

«Benekli mi?»

«Ya turuncu sarı çizgilisi?»

Tannerton’un parlamaya hazır gülümsemesi, yüzündeki

yaslı ifadenin altından bir an kendini belli edecek oldu, adam

mücadele edip onu yok etti. Joshua bu adamın dost canlısı,

neşeli, içki sofrasına yakışacak biri olduğunu düşünüyordu.

Ama adamcağız mesleği nedeniyle hep ciddi ve yaslı durmak

zorundaydı. Neşesini belli ederse canı sıkılıyor, açık verdiğine

inanıyordu. Joshua onu şizofreni adayı olarak değerlendirdi.

«Beyaz olsun,» dedi.

«Ya tabut? Hangi tip...»

«Onu size bırakıyorum.»

«Pekâlâ. Fiyat sınırı?»

«Olmuşken en iyisi olsun. Serveti yeterli.»

Page 246: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Söylentilere göre iki üç milyonu varmış.»

«İki katına daha yakın olmalı,» dedi Joshua.

«Ama öyle bir yaşam sürmüyordu.»

«Öyle de ölmedi zaten.»

Tannerton bir an bunu düşündü, sonra sordu. «Dinsel tö-

ren?»

«Kiliseye gitmezdi.»

«O halde duasını ben üstleneyim mi?»

«İsterseniz.»

«Mezar başında kısa bir tören yaparız,» dedi Tannerton.

«Ben Kutsal Kitap’tan bir şey okurum. Ya da irticalen bir konuş-

ma yaparım.»

Cenaze saatini de kararlaştırdılar. Pazar günü, saat iki-

de. Bruno, kendisini evlât edinen annesi Katherine’in yanına

gömülecekti. Napa Mezarlığına.

Joshua gitmek üzere kalktığında Tannerton, «Umarım hiz-

metlerimi şu ana kadar iyi buimuşsunuzdur,» dedi. «Gerisinin

ide arızasız geçmesi için elimden geleni yapacağım.»

Joshua, «Eh, beni bir tek konuda iyice ikna ettiniz,» dedi.

186

«Yarın vasiyetnamemi değiştireceğim. Zamanım geldiğinde, ben

yakılmak istiyorum.»

Tannerton başını salladı. «Onu üstlenebiliriz.»

«Acele etme, evlât. Acele etme.»

Tanerton kızardı. «Yo, benim demek istediğim asla...»

«Biliyorum. Biliyorum. Sakin ol.»

Tannerton tedirgin bir tavırla boğazını temizledi. «Sizi...

Page 247: Dean R. Koontz - Fısıltılar

geçireyim.»

«Kapıyı kendim bulurum, zahmet etme.»

Dışarda gece çok karanlıktı. Arka kapının dışında, bir tek

ampu! aydınlatıyordu ortalığı. Onun ışığı da kadife karanlığın

ancak birkaç metre içine sokulabiliyordu.

Akşama doğru rüzgâr çıkmış, gece bastırırken de artmıştı.

Hava serindi. Tıslıyor, inliyordu.

Joshua arabasına yürüdü. Araba ışık halkasının hemen dı-

şındaydı. Kapıyı açarken, gözlendiğine dair garip bir his duy-

du. Dönüp eve baktı, pencerelerde kimseyi göremedi.

Karanlıkta bir şey kıpırdadı. On metre kadar ilerde. Üç

arabalık garajın orada. Joshua onu görmekten çok hissetti.

Gözlerini kısıp baktı. Ama artık eskisi kadar iyi göremıyordu.

Gecenin karanlığında bir gariplik bulamadı.

Rüzgâr herhalde, diye düşündü. Ağaçları, çalıları kıpır-

datmış, bir kâğıt parçasını uçurmuş olmalı.

Ama o şey tekrar kıpırdadı. Joshua bu sefer gördü onu.

Dizi halindeki çalıların önüne çömeimiş gibiydi. Ayrıntıları bel-

li olmuyordu. Bir gölgeydi yalnızca. Zifiri karanlığın önünde, bi-

raz daha açık renk, mor bir gölge. Öteki gölgeler gibi. Tek

farkı, bunun kıpırdıyor olmasıydı.

Köpek herhalde, diye düşündü Joshua. Serseri köpekler-

den. Ya da yaramazlığa kalkışmış bir çocuk.

«Kimse var mı orada?»

Cevap gelmedi,

Joshua oraya doğru birkaç adım attı, arabasından uzak-

laştı. /

Gölge hemen on, on iki adım çekildi, çok karanlık bir yerde

durdu Hâlâ çömeimiş durumdaydı. Hâlâ tetikteydi.

Köpek değil, diye düşündü Joshua. Köpek için fazla iri. Bel-

Page 248: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ki çocuk. Niyeti iyi bir şey olamaz, Serseriliğe özenen bir ço-

cuk.

187 —

«Kim var orada-[»

Sessizlik.

«Cevap ver haydi.»

Cevap gelmedi. Yalnızca rüzgârın fısıltısı. .

Jashua oraya doğru ilerleyecek oldu, birden o gölgenin teh-

likeli olduğunu içgüdüsel olarak hissetti. Çok tehlikeli. Ölüm-

cül. Böyle bir tehdit karşısında tüm istek dışı hayvansal tep-

kileri duydu. Omuriliğinde ürperti, kafa derisinde gerilme, kalo-

te çarpıntı, ağızda kuruluk, ellerin pençeleşmesi. İşitme duyusu

da deminkine göre aşırı keskinleşmişti. Joshua hafif eğildi,

omuzlarını kastı, farkında olmadan savunma pozuna geçti.

«Kim var orada?» diye tekrarladı.

Gölge olduğu yerde döndü, çalılara daldı, Avril Tannerton’

un arazisini çevreleyen bağlar arasında koştu. Joshua bir iki

saniye boyunca hafifleyen ayak seslerini duydu, hattâ soluk

seslerini bile algıladı. Ondan sonra geriye yalnız rüzgârın sesi

kaldı.

Omzunun üzerinden arkaya baka baka arabasının yanına

döndü, bindi, kapıyı kapayıp kilitledi.

Deminki karşılaşma daha şimdiden gerçek dışı, rüya gibi

görünmeye başlamıştı gözüne. Karanlıkta gerçekten biri var

Page 249: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mıydı? Biri orada bekliyor, gözlüyor muydu? Tehlikeli bir şey

var mıydı demin orada? Yoksa kendi hayali mi oyun oynuyor-

du ona? Avril Tannerton’un atölyesinde yarım saat kalan bir

insanın çıktığında garip seslerden ürkmesi, gölgelerde cana-

varlar araması belki de doğaldı. Joshua’nın kasları gevşerken

çarpıntıları da normale döndü, demin budalaca davrandığını

düşündü. Olay geçtikten sonra geriye bakınca, demin o kadar

kuvvetle hissettiği şeyin aslında karanlık ve rüzgâr yüzünden

öyle olduğuna inanmak daha kolay geliyordu.

En kötü ihtimalle bir çocuk. Serserinin biri.

Arabayı çalıştırdı. Evine dönerken Tannerton’un atölyesi-

nin yaptığı bu etkiye pek şaşıyor, hattâ olayı eğlenceli buluyor-

du.

* * *

Cumartesi akşamı tam yedide Anthony Clemenza, Hilary’

nin Westwood’dakî evinin kapısına Jeep steyşınvagonuyla gel-

di.

188 —

Hilary onu karşılamak üzere bahçeye çıktı. Zümrüt yeşili

ipek bir elbise giymişti. Kollan uzun ve dardı. Yakası epey

açık, ama bayağı değildi. On dört aydan fazladır akşam kim-

seyle çıkmamıştı. Bu işler için nasıl giyinildigini hemen hemen

unutmuştu bile. Elbisesini seçmesi iki saat sürmüştü. Okul ço-

cukları kadar kararsızdı. Tony’nin davetini kabul etmesinin ne-

deni, belki iki yıldır tanıdığı en ilginç erkek olduğu içindi. Dün-

Page 250: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yadan saklanma eğilimini yenmekte kararlı olmasının da payı

vardı tabii. VVally Topeüs’in sözleri onu etkilemişti. Özgüveni

insanlardan saklanmak için özür olarak kullandığını söylemişti

Wally ona. Bu sözde epey gerçek payı olduğunu Hilary he-

men anlamıştı.

Arkadaşlıklar kurmaktan, sevgililer bulmaktan kaçınıyor-

du. Çünkü yalnızca arkadaşlarla sevgililerin, reddederek, iha-

net ederek neden olabilecekleri acıdan korkuyordu. Ama acı-

dan kendini korurken, kendisine ihanet etmeyecek iyi insanlar-

la kurulabilecek iyi ilişkilerden de kendini yoksun bırakmış olu-

yordu. Sarhoş anne baba yanında büyürken, sevgi gösterileri-

nin peşinden genellikle öfke patlamalarının, cezaların geldiğini

öğrenmişti.

İşiyle ilgili konularda riske girmekten kaçınmazdı. Şimdi

aynı serüven duygusunu özel hayatına da sokma zamam gel-

mişti. Mavi Jeep’e doğru hızlı ve zarif adımlarla yürürken, biriy-

le çıkmanın getirebileceği duygusal rizikoların bilinciyle hafif

gergindi. Ama beri yandan, kendini çok güzel, çok kadınsı his-

sediyor, çoktan beri, tatmadığı bir mutluluğu tadıyordu.

Tony arabanın yolcu tarafına geçip kapıyı açtı, eğildi, «Kra-

liyet arabası hazır,» dedi.

«Bir yanlışlık olmalı. Kraliçe ben değilim.»

«Bana kraliçe gibi görünüyorsunuz.»

«Ben saray hizmetkârlarından biriyim.»

«Kraliçeden kat kat daha güzelsiniz.»

• «Aman kendisi duymasın. Kafanı kestirir.»

«Geç kaldı.»

«Yaa!»

«Seni görünce kafamın içi çoktan boşaldı.»

Hilary inledi.

Page 251: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Fazla mı tatlı kaçtı?» diye sordu Tony.

«Ardından biraz limon gerektiriyor.»

«Ama hoşuna gitti.»

«Evet, kabul etmek zorundayım, hoşuma gitti. İltifata kar-

şı zayıfımdır.» Hilary arabaya bindi. •

Westwood Bulvarında ilerlerken Tony, «Gücenmedin ya?»

diye sordu.

«Neye?»

«8u kötü arabaya?»

«Jeep’e kim gücenir? Konuşmasını bilir mi? Bana hakaret

edebilir mi?»

«Mercedes değil ama.»

«Mercedes de Roils değil, Roüs da Toyota değil.»

«Bu sözlerde çok Zen bir hava var.»

«Beni züppe buluyorsan, ne diye gezmeye davet ettin?»

«Züppe bulmuyorum. Ama Frank’a göre aramızda yine de

bir tuhaflık olacakmış. Sen bana göre çok daha fazla paraya

sahip olduğun için.»

«Frank konusundaki kendi tecrübelerime göre, onun başka

insanlarla ilgili gözlemlerine güvenmek akıllılık olmaz.»

«Onun da kendi sorunları var.» Tony sola, VVilshire Bulva-

rına saptı. «Ama çözmeye uğraşıyor.»

«Bu arabadan Los Angeles’te pek fazla bulunmadığını ka-

bullenmek gerek.»

«Kadınlar genellikle bana, bu ikinci araban mı diye soru-

yorlar.»

Page 252: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«İkinci olmuş olmamış, bence önemi yok.»

«Los Angeles’te insan arabasıyla ölçülür derler.»

«Öyle mi derler? O halde sen bir Jeep’sin. Ben de Merce-

des. Arabayız yani, insan değiliz. Lokantaya yemeğe gideceği-

mize, garaja, yağ değiştirmeye gitmemiz gerekir. Akla sığıyor

mu bu?»

«Hiç sığmıyor. Aslında Jeep alışımın nedeni, kış geldiğinde

üç dört kere hafta sonlarında kayağa gitmeyi sevdiğim içirt.

Dağ geçitlerinde daha güvenli oluyor.»

«Kayak öğrenmeyi hep istemişimdir.»

«Ben sana öğretirim. Birkaç hafta beklemen gerek. Ama

Mammoth’da kar çabuk yağar.»

180 —

«Arkadaşlığımızın birkaç hafta sonra hâlâ sürüyor olaca-

ğından pek eminsin.»

«Neden olmasın?» diye sordu Tony.

«Belki bu gece kavga ederiz. Lokantaya girer girmez.»

«Ne konuda?»

«Politika.»

«Bence politikacıların hepsi kendi pabuçlarını bağlamak-

tan aciz, fors peşinde tilkilerdir.»

«Bence de.»

«Ben aslında özgürlükçüyüm.»

«Ben de... biraz.»

«Kısa bir tartışma oldu.»

«Belki din konusunda kavga ederiz.»

«Katolik olarak büyüdüm. Ama artık hiçbir dinden sayıl-

Page 253: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mam.»

«Ben de.»

«Tartışma konusunda pek parlak değiliz.»

«Eh, belki de küçük konularda, önemsiz şeyler üzerinde

tartışanlardanızdır.»

«Örneğin?»

«İtalyan lokantasına gidiyor olduğumuza göre, belki sen

sarımsaklı ekmeğe bayılacaksın, ben nefret edeceğim.»

«Onun kavgasını mı edeceğiz?»

«Ya onun, ya fettueinfı’nin, ya manicotti’nin.»

«Hayır. Gideceğimiz lokantada her şeye bayılacaksın. Bek-

le de gör.»

Tony onu Santa Monica Bulvarı üzerindeki Sgvatino Lo-

kantasına götürdü. En çok altmış kişi alan, sevimli döşenmiş

bir yerdi. Altmış kişi girse bile, içerisi tenha görünüyordu.

Rahattı. İnsanın zaman kavramını kaybedeceği, garsonlar ya-

vaştan alsa bir yemeği altı saatte yiyeceği tür yerlerdendi. Işık-

landırma yumuşak ve sıcaktı. Müzik setinde Gigli, Caruso ve

Pavarottinin sesiyle aryalar, duyulacak, hoşa gidecek bir dü-

zeyde yükseliyor, ama sohbeti engelleyecek kadar da haykır-

mıyordu. Dekor biraz fazla gibiydi. Ama bir duvarı kaplayan

gösterişli tablo Hilary’ye göre harikaydı. İtalyan yaşamını gö-

rüntüleyen bir duvar resmi. Üzümler, şaraplar, spagettiler, kara

gözlü kadınlar, esmer, yakışıklı erkekler, sevimli, tombul bir bü-

191 —

yükanne, akordeon müziğiyle danseden neşeli bir grup, zeytin

ağaçları altında bir piknik, daha do bir sürü şey. Hilary öm-

Page 254: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ründe buna benzer bir şey görmemişti. Resim realist de değil,

stilize de değil, abstre de değil, empresyonist de değildi. Sür-

realizmin garip bir üvey çocuğu gibiydi. Andrevv Vvyeth’le Sal-

vador Dali birlikte yapmışlar gibi.

Lokantanın sahibi Michael Savatino’nun eskiden polis ol-

duğu anlaşılıyordu. Neşeli bir adamdı. Tony’yi kucakladı, Hi-

iary’nin elini öptü, Tony’nin karnına hafifçe vurdu, ona biraz

kilo almasını, spagetti yemesini öğütledi, yeni kapuçino maki-

nesini görmek için mutfağa girmelerinde direndi. Mutfaktan çı-

karlarken Michael’ın karısı geliyordu. Paula adlı güzel bir sa-

rışındı. Yine sarılmalar, öpüşmeler yer aldı, iltifatlar seslendi-

rildi. Sonunda Michael, Hüary’nin koluna girdi, Tony’yle ikisini

köşe localardan birine götürdü. Şarap garsonuna Biondi-Santi’

nin Brunello di Montelcino’sundan iki şişe getirmesini söyledi,

şarabın gelmesini bekledi, mantarım kendi eliyle açtı. Kadeh-

ler doldurulup şerefe kalktıktan sonra yanlarından ayrıldı. Gi-

derken Tony’ye göz kırpıyor, beğenisini belirtmeye çalışıyor,

kendi kendine gülüyor, Hilary’ye de göz kırpıyordu.

O gidince Hilary, «Çok hoş bir adama benziyor,» dedi.

«Yaman adamdır.»

«Onu cok seviyorsun.»

«Bayılıyorum. Birlikte cinayet masasında çalışırken ekip

arkadaşımdı ve kusursuzdu.»

Polislik işlerinden söz ettiler, sonra senaryo yazımı konu-

suna geçtiler. Tony ile konuşmak öyle kolaydı ki, Hilary onu

yıllardır tanıyormuş gibi hissetti. İlk birlikte çıkışta beklenen

tutukluk hiç yoktu aralarında.

Bir ara Tony, Hüary’nin duvar resmine bakmakta olduğunu

farketti. «Hoşuna gitti mi o resim?» diye sordu.

«Olağanüstü.»

Page 255: Dean R. Koontz - Fısıltılar

. «Sahi mi?»

«Sen öyle bulmuyor musun?»

«Fena değil,» dedi Tony.

«F’-Aa değil sözü çok az. Kim yapmış? Tanıyor musun?»

Bi iyi gitmeyen bir ressam. Bu lokantada elli yemek

Yılığında yapmış.»

192 —

«Yalnızca elli mi? Michael ucuza kapatmış.»

Filmlerden, kitaplardan, müzikten, tiyatrodan söz ettiler.

Yemekler de hemen hemen sohbet kadar güzeldi. Ordövr

hafifti. İki krep. Biri ricotta peyniriyle, diğeri kıyılmış biftek, so-

ğan, biber, mantar ve sarmısakia doldurulmuştu. Salatalar bol

ve gevrekti. İçine çiğ mantarlar da doğranmıştı. Antre’yi Tony

seçti. Dana Savatino. Lokantanın spesyalitesi. İnanılmaz yumu-

şaklıkla beyaz dana eti, hafif kahverengi bir sos, arpacık so-

ğanı, kızarmış kabak. Kapuçino da mükemmeldi.

Hilary yemeği bitirip saatine baktığında on biri on geçtiğini

görünce şaşırdı. Michael Savatino iltifatları toplamak üzere

masaya uğradı, sonra Tony’ye, «Bu yirmi bir oldu,» dedi.

«Hayır, yirmi üç.»

«Benim kayıtlar öyle göstermiyor.»

«Senin kayıtlar yanlış.»

Michael, «Yirmi bir,» diye direndi.

Tony de, «Yirmi üç,» diye tutturdu. «Hem yirmi üçle yirmi

dört beraber olmalı. İki kişiydik ne de otea.»

«Yoo, hayır. Bir gelişi bir sayıyoruz. Porsiyon adedi sayıl-

maz.»

Page 256: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary şaşırmıştı. «Aklımı mı kaçırıyorum, yoksa bu konuş-

malarda gerçekten mi anlam yok?»

Michael, Tony’nin inadından bezmiş gibi başını iki yana

salladı, Hilary’ye döndü. «Duvar resmini yaptığı zaman ona nakit

ödemek istedim, -kabul etmedi. Resme karşılık birkaç yemek is-

tedi. Ben yüz yemek dedim, o yirmi beş dedi. Sonunda elli ye-

mekte anlaştık. Eserini küçümsüyor, beni de çok öfkelendiriyor.»

«Tony mi yaptı bu resmi?» diye sordu Hilary.

«Size söylememiş miydi?»

«Hayır.»

Dönüp Tony’ye baktı, Tony masum masum sırıttı.

Michael, «Bu yüzden Jeep’le geziyor,» dedi. «Tepelere çı-

kıp peyzaj çalışmak istediğinde, Jeep onu her istediği yere gö-

türebiliyor.»

«Kayak sevdiği için Jeep kullandığını söylemişti.»

«O da var. Ama daha çok, resim yapmak üzere tepelere

çıkmak için. Çalışmalarından gurur duyması gerekir. Ama onu

yaptığı resimler konusunda konuşturmak, inan ki timsahın di-

193

Fısıltılar — F. : 13

sini çekmekten daha zor.»

Tony, «Amatörüm ben,» diye atıldı. «Amatörlerin sanatla-

rını anlatmasından daha sıkıcı bir şey yoktur.»

Page 257: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Michael, «O resim amatör işi değil,» dedi.

Hilary, «Kesinlikle değil,» diye ona katıldı.

Tony, «Siz benim dostlarımsınız, bu yüzden cömertçe ilti-

fat ediyorsunuz,» diye onların sözünü kesti. «Hem ikiniz de eleş-

tirmen sayılamazsınız.»

Michael, Hilary’ye, «İki tane ödül kazandı,» dedi.

Hilary, Tony’ye, «Ödül mü?» diye sordu.

«Önemli şeyler değil.»

Hilary, «Hangi sergilerde?» dedi.

«Büyük sayılmaz.»

Michael, «Hayatını ressam olarak kazanmanın hayallerini

kurar, ama bu konuda hiçbir şey yapmaz,» diye açıklamada

bulundu.

Tony, «O bir hayal de ondan.» dedi. «Ressam olarak para

kazanabileceğimi düşünmek budalalık olur.»

Michael, «Hiç denemedi ki,» dedi Hilary’ye.

Tony, «Ressamlara haftalık ücret verilmez, sağlık yardımı

verilmez, emekliliği de yoktur,» dedi.

Michael, «Ama ayda iki resim satsan, onları değerine sat-

san, polislikte kazandığından çok kazanırsın,» diye karşı çtktı.

«Peki, bir ay, iki ay, altı ay bir şey satamazsam? Kirayı kim

öder o zaman?»

Michael yine Hilary’ye döndü. «Evi tablo dolu. Hepsi üst-

üste yığılı. Bir servetin üzerine çıkmış, oturuyor, hiçbir hareket

de yapmıyor.»

Tony, «Abartıyor,» dedi.

Michael, «Vazgeçtim,» diye patladı. «Hilary, belki sen bi-

raz akıl sokarsın onun kafasına.» Masadan uzaklaşırken, «Yir-

mi bir,» diye seslendi.

Tony, «Yirmi üç,» dedi.

Page 258: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Daha sonra, Jeep’le eve dönerlerken Hilary, «Bari resim-

lerini birkaç galeriye göstersen de ilgileniyorlar mı diye sor-

san,» dedi.

«İlgilenmezler.»

«Sorabilirsin en azından.»

194 —

. «Hilary, ben o kadar usta değilim.»

«O resim bir harikaydı.»

«Lokanta duvar resimleriyle güzel sanatlar arasında dün-

ya kadar fark var.»

«O resim güzel sanatlar sınıfmdandı.»

«Senin uzman olmadığını bir kere daha vurgulamam ge-

rek.»

«Ben resim satın alırım. Hem zevk için, hem de yatırım

için,»

«Yatırım olanlarını bir galeri müdürünün tavsiyesiyle mi

alırsın?»

«Evet. Beverly Hills’deki Wyant Stevens.»

«O zaman uzman olan odur, sen değilsin.»

«Neden eserlerini ona göstermiyorsun?»

«Reddedilmeye dayanamam.»

«Bahse girerim ki seni reddetmez.»

«Resimlerimden konuşmasak olmaz mı?»

«Neden?»

«Sıkıldım.»

«Zor bir insansın.»

«Ve canı sıkkın bir insanım.»

Page 259: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Neden söz edelim?»

«Beni bir konyak içmeye içeri davet edip etmeyeceğinden

söz etsek?»

«Bir konyak içmeye, içeri gelir misin?»

«Konyak, ha?»

«Evde olan o.»

«Hangi marka?»

«Remy Martin.»

«En iyisi,» diye sırıttı Tony. «Ama... hay Allah... vakit de

geç oldu.»

«Sen gelmezsen konyağımı yalnız içmek zorunda kalaca-

ğım.» Hilary haşlanmıştı bu saçma oyundan.

«Yalnız içmen doğru olmaz,» dedi Tony.

«Alkolizmin göstergesidir.»

«Gerçekten de öyledir.»

«Benimle bir konyak içmeye gelmezsen, beni içki sorunu-

195 —

na doğru yola çıkarmış olacaksın, belki hayatım mahvola-

cak.»

«Kendimi asla affetmem.»

On beş dakika sonra kanepede yanyana oturmuş, şömine-

deki alevleri seyrederek Remy Martin yudumluyorlardı.

Hilary’nin başı pek hafiflemiş gibiydi. Konyaktan değil

ama... ona yakın oturmaktan, acaba birlikte yatacak mıyız,

diye düşünmekten. Hiçbir erkekle ilk çıkışında yatmış değildi.

O erkeği birkaç hafta, bazen birkaç ay boyunca iyice değerlen-

dirmeden bir ilişkiye atılmakta isteksiz, hattâ kuşkucuydu. Bir-

Page 260: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kaç keresinde bu kararı öyle geciktirmişti ki, adamı kaybet-

mişti. Belki o kaybettikleri, çok mükemmel sevgili ya da kalıcı

dost olabilirlerdi. Ama Tony Clemenza’yla bir akşam geçirmek,

kendini rahat ve güvende hissetmesine yetmişti işte. Az buz

yakışıklı değildi. Uzun boylu. Esmer. Özenilmemiş bir yakışık-

lılık. Ayrıca bir polisin kararlılığı ve özgüveni. Buna rağmen

yumuşak. Şaşılacak kadar yumuşak. Ve duygulu. Kendisine

dokunulmasına izin vereli, bir paylaşmaya izin vereli öyle uzun

zaman geçmişti ki! Nasıl da izin vermişti onca zamanın geçme-

sine? Kendini kolaylıkla onun kollarında hayal edebiliyordu. Bu

güzel hayaller zihnini doldururken, herhalde onun da aklından

aynı tatlı düşüncelerin geçiyor olduğu geldi aklına.

O sırada telefon çaldı.

«Allah kahretsin!» dedi Hilary.

«Aramasını istemediğin biri mi?»

Genç kadın dönüp telefona baktı. Köşe masa üzerinde,

ceviz rengi bir telefon. Zil çaldı, çaldı.

«Hilary?»

«Odur, eminim,» dedi Hilary Thompson.

«Kim?»

«Bana telefonlar geliyor...»

Zil sesi sürüp gidiyordu.

«Nasıl telefonlar?» diye sordu Tony.

«İki gündür beni biri arıyor, açtığımda konuşmuyor. Altı ya

da sekiz kere oldu.»

«Hiçbir şey mi söylemiyor?»

«Yalnızca dinliyor. Herhalde Frye’la ilgili gazete haberle-

rinden hevese gelmiş bir kaçık olmalı.»

196 —

Page 261: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Israrlı zil sesi Hilary’nin dişlerini sıkmasına yol açtı.

Kararsız bir hareketle kalktı, telefona yaklaştı.

Tony de onunla ilerledi. «Numaran rehberde var mı?»

«Haftaya yenisini alıyorum. Rehberde olmayanlardan.»

Masanın yanına vardılar, telefona baktılar. Zil tekrar tek-

lTttr çalmayı sürdürdü.

«Odur,» dedi Hilary. «Kim bu kadar uzun çaldırır başka?»

Tony kulaklığı kaptı. «Alo?»

Arayan ses çıkarmadı.

«Bayan Thomas’ın evi,» dedi Tony. «Dedektif Clemenza ko-

nuşuyor.»

Çıt.

Tony, «Kapadı,» diyerek kulaklığı yerine koydu. «Belki de

onu temelli korkuttum artık.»

«Umarım.»

«Ama rehberde olmayan bir numara almak yine de iyi fi-

kir.»

«Ya, o konuda fikrimi değiştirecek değilim.»

«Pazartesi sabahı ilk iş olarak telefon idaresini ararım, Los

Angeles Emniyetinin bu işi acele istediğini söylerim.»

«Bunu yapabiiir misin?»

«Tabii.»

«Teşekkür ederim, Tony.» Hilary kollarıyla bedenini ku-

cakladı. Üşüyordu.

Tony, «Kaygılanmamaya çalış,» dedi. «Araştırmalara göre

tehdit telefonları edenlerin çoğu bu yolla tümüyle tatmin olu-

yorlarmış. Şiddete eğilimli tipler değilmiş bunlar.»

«Çoğu, öyle mi?»

Page 262: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hemen hemen hepsi.»

Hilary’nin yüzünde incecik bir gülümseme belirdi. «O da

Yeterli değil.»

Bu telefon, geceyi bir yatakta geçirmeleri şansını tümüyle

mahvetmişti. Hilary artık boştan çıkarılmaya hazır bir ruhsal

durumda değildi. Tony ondaki değişikliği sezdi.

«Biraz daha kalmamı ister misin? Belki tekrar arar diye?»

«Çok tatlısın. Ama herhalde haklısındır. Bu adam tehlikeli

değildir. Olsaydı, telefon etmez, buraya gelirdi. Hem onu kor-

kuttun sen. Polisi hep burada, kendisini bekliyor sanacaktır.»

197 —

«Tabancanı geri aldın mı?»

Hilary başını evet anlamında salladı. «Dün kente inip kayıt

formunu doldurdum. Buraya ilk taşındığımda yapmam gere-

kirdi. Telefon eden adam çıkar gelirse, artık onu yasah olarak

çivileyebilirim.»

«Bu geee seni bir daha rahatsız edeceğini sanmıyorum as-

lında.»

«Eminim haklısındır.»

Buluştuklarından beri ilk defa birbirinin yanında tedirgin ve

tutuktular.

«Galiba gitsem iyi olacak.»

«Geç oldu,» diye ona katıldı Hilary.

«Konyak için teşekkürler.»

«O güzel yemek için teşekkürler.»

Kapıda Tony, «Yarın gece bir işin var mı?» diye sordu.

Hilary tam reddedecekken, az önce kanepede yanycına

Page 263: Dean R. Koontz - Fısıltılar

oturmanın kendisine ne güzel duygular verdiğini hatırladı. Son-

ra Wally Topelis’in münzevi olmakla ilgili uyarısı geçti aklın-

dan. Gülümsedi. «Boşum.»

«Harika. Ne yapmak istersin?»

«Sen ne istersen.»

Tony bir an düşündü. «Bütün günlük bir program olsurt

mu?»

«Eh... niye olmasın?»

«Öğle yemeğiyle başlayalım. Seni on ikide alırım »

«Hazır olurum.»

Tony onu dudaklarından hafifçe, sevgiyle öptü. «Yarına,»

dedi.

«Yarına.»

Hilary onun uzaklaşışmı seyretti, sonra kapıyı kapadı.

* * *

Bruno Frye’ın cesedi Cumartesi bütün gün Forever Cenaze

Evinde tek başına, kimsenin gözlemi altında olmaksızın yattı.

Cuma gecesi Joshua Rhinehart gittikten sonra Avril Tan-

nerton’la Gary Olmstead cesedi bir başka tabuda almışlardı.

Süslü püslü, oymalı pirinç kulplu, içi kadife ve ipek kaplamalı.

Ölünün sırtına beyaz gömme elbiselerinden birini geçirdiler, iki-

198 —

»Kolunu iki yanına uzattılar, göğsüne beyaz kadife bir örtü ört-

tüler. Etinin durumu iyi olmadığından, Tannerton onu düzelt-

meye, güzelleştirmeye zaman harcamadı. Gary Olmstead’e gö-

Page 264: Dean R. Koontz - Fısıltılar

re, ‘bir ölüyü .makyajsız ve pudrasız mezara gömmek bir tür

saygısızlıktı. Ama Tannerton bu durumdaki bir ölüye makyaj-

dan hayır gelmeyeceği konusunda onu ikna etti.

«Hem zaten şu dünyada onu son görecek olan seninle be-

nim,» dedi. «Bu gece bu kapağı kapadık mı, bir daha açılma-

yacak.»

Cuma gecesi 9:45’de tabudu kapayıp kilitlediler. Bu iş bi-

lince Olmstead evine, sessiz karısıyla sakin oğlunun yanına

döndü. Avril de üst kata çıktı. Ölü odalarının üstünde, tek ba-

şına yaşardı.

Cumartesi sabahı Tannerton erken saatte gümüş rengi

Lincoln arabasına binip Santa Rosa’ya doğru yola çıktı. Yanına

küçük bir yolculuk çantası almıştı. Pazar sabahı onda dön-

,mek niyetindeydi. Bruno Frye’ın cesedinden başka iş yoktu şu

sıra elinde. O da açık tabutta ortaya çıkarılmayacağına göre,

hafta sonunu burada geçirmenin bir anlamı yoktu. Pazar günkü

«örene kadar kimsenin kendisine ihtiyacı olmayacaktı.

Santa Rosa’da bir kadını vardı. Uzun bir dizi oluşturan ka-

dınlarının sonuncusu. Avril değişikliğe bayılırdı. Kadının adı He-

len Virtillron’du. Otuzlu yaşlarının başında, güzel bir kadındı,

incecik, dik göğüslü... Avril çok beğeniyordu onu.

Avril Tannerton’u birçok kadın çekici bulurdu. Mesleğine

rağmen; değil, özellikle mesleğinden ötürü. Tabii işinin ne ol-

duğunu öğrenince ondan soğuyanlar da vardı. Ama birçoğu ilgi

gösteriyor, hattâ heyecan duyuyordu.

Onlara çekici gelen şeyin ne olduğunu anlıyordu Avril. Bir

erkek ölülerle uğraşıyorsa, ölümün esrarengizliğinin birazı ona

bulaşıyordu bir bakıma. Çillerine, çocuksu görünüşüne rağmen,

şen gülüşüne, neşesine, açık tutumuna rağmen, bazı kadınlar

Page 265: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yine de onu esrarengiz ve muammalı buluyorlardı. Bilinçaltın-

dan, onun kollarında oldukları sürece ölmeyeceklerine inanıyor-

lardı. Sanki ölülere hizmeti ona ve yakınlarına ölümden özel bir

bağışıklık tanıyormuş gibi. Atavistik bir hayaldi bu. Tıpkı bazı

kadınların hastalıklardan korunmak amacıyla doktorla evlen-

mek istemeleri gibi.

199 —

Bu sayede Avril Tannerton bütün Cumartesiyi Santa Rosd”

da Helen Virtillion’Ia sevişerek geçirdi, Bruno Frye’ın cesedi de

boş evde tek başına yatıp durdu.

Pazar sabahı güneşin doğmasına iki saat kala, cenaze

evinde hareketler başladı... ama Tannerton yoktu ki farkına

varsın!

Penceresiz teknisyen odasının tavan ışığı yandı... Tanner-

ton yoktu ki görün!

Tabudun kilidi açıldı, kapağı kaldırıldı, teknisyen odası bir

anda öfke ve ıstırap çığlıklarıyla doldu... ama Tannerton yoktu

ki duysun!

* * *

Pazar sabahı saat onda Tony, evinin mutfağında, elinde bir

bardak greyfrut suyuyla ayakta dururken telefon çaldı. Arayan

Janet Yamada’ydı. Frank Hövvard’ın dün gece birlikte çıktığı

kadın.

«Nasıl gitti?» diye sordu Tony.

«Harika! Nefis bir akşamdı.»

Page 266: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Sahi mi?»

«Tabii sahi. Çok tatlı bir adam.»

«Frank tatlıdır.»

«Sen bana, biraz soğuk davranabilir, tanıması zor biri ola-

bilir demiştin, ama değildi.»

«Değil miydi?»

«Hem öyle de romantik ki!»

«Frank mı?»

«Başka kim olacak?»

«Frank Howard romantik mi?»

«Bugünlerde romans duygusu olan erkek kalmadı pek,»

dedi Janet. «Bazen insana öyle geliyor ki, cinsel devrimle ka-

dın hakları devreye girdiği anda eski aşklar ve şövalyece tu-

tumlar uçtu gitti. Ama Frank hâlâ insana mantosunu çıkarması

için yardım ediyor, arabanın kapısını açıyor, masada sandal-

yeyi çekiyor falan. Bir buket de gül getirdi. Çok güzel güller.»

«Onunla konuşmakta zorluk çekersin sanmıştım.»

«Yo, hayır. Ortak ilgilerimiz pek çok.»

«Neler mesela?»

200 —

«Beyzboi bir.»

«Ha, doğru! Senin beyzboi sevdiğini unutmuştum.»

«Ben tiryakişiyim.»

«Demek dün gece beyzboldan konuştunuz.»

«Yo, daha bir sürü şeyden konuştuk. Filmlerden...»

«Filmler mi? Yani Frank sinemadan mı hoşlanıyor diyor-

sun?»

Page 267: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Eski Bogart filmlerini hemen hemen satır satır biliyor. Ba-

zı sevimli diyalogları karşılıklı söyledik.»

«Ben ona üç aydır film diyorum da ağzını açmıyor,» dedi

Tony.

«Yeni filmlerin çoğunu görmemiş. Ama bu gece bir tane-

sine gidiyoruz.»

«Onunla yine mi buluşuyorsun?»

«Evet. Seni arayıp tanıştırdığın için teşekkür etmek iste-

miştim.»

«Harika bir aracı mıyım, yoksa değil miyim?»

«Ayrıca bilmeni istiyorum... bu iş yürümese bile ona iyi

davranacağım. Bana VVilma’yı anlattı. Amma kalleşlik! O kadı-

nın adamda bir takım çatlamalara neden olduğunu anladım, bu-

nu da bilmeni istiyorum. Onu fazla sarsacak değilim.»

Tony şaşırmış kalmıştı. «İlk tanıştığınız gece VVilma’yı rnı

anlattı sana?»,

«Eskiden o konuyu konuşamadığını söyledi. Ama sen ona

düşmanca duygularını nasıl yöneteceğini öğretmişsin.»

«Ben mi?»

«Dediğine göre, olup biteni kabullenmesini sen sağlamış-

sın. Ondan sonra da artık o konuyu acı duymadan konuşabili-

yormuş.»

«Benim tek yaptığım, boşalmak istediği zaman onu dinle-

mek oldu.»

«Senin harika bir insan olduğun kanısında.»

«Eee... Frank adam sarrafıdır.»

Tony az sonra, Frank’ın Janet Yamada üzerinde bıraktığı

etkiden memnun, kendisinin Hilary ile şansı olabileceğinden

umutlu, Westwood yoluna koyuldu. Hilary onu bekliyordu. Tony

bahçe yoluna saparken o da evden çıktı. Siyah pantolon, buz

Page 268: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mavisi bir bluz, ince fitilli kadife ceket giymişti. Çok şık

201 —

duruyordu. Tony ona kapıyı açarken o Tony’yi çabucak, utan-

gaç bir tavırla yanağından öptü, Tony’nin burnuna limonsu bir

parfümün kokusu geldi.

Güzel bir gün olacağa benziyordu.

Avril Tannerton geceyi uykusuz geçirmekten yorgun, Pa^

zar sabahı ona doğru evine döndü.

Tabudun içine bakmadı.

Gary Olmstead’le ikisi mezarlığa gidip mezarı saat ikideki

törene hazırladılar. Tabudu indirecek vinci falan getirtip kur-

durdular. Çiçeklerle, yeşilliklerle, orayı ellerinden geldiğince

güzelleştirmeye çalıştılar.

12:30’da cenaze evine döndüğünde Tannerton: toz beziyle

tabudun tozunu aldı. Elini köşelerden kaydırırken hayalinde

Helen Virtillion’un dik göğüsleri canlandı.

Tabudun içine bakmadı.

Saat birde Tannerton’la Olmstead cenazeyi arabaya; bin-

dirdiler.

İkisi de tabudun içine bakmadılar.

Bir buçukta Napa mezarlığına geldiler. Joshua Rhinehart*

la oranın yerlisi birkaç kişi, kendi arabalarıyla cenazeyi izleyip

geldiler. Servet sahibi, saygın bir kimse olarak Bruno» Frye’ın»

cenazesi utanç verecek kadar sönük geçiyordu.

Hava açık ve serindi. Ulu ağaçların gölgesi yolu yer yer

karartıyordu. Cenaze arabası sırayla güneşli ve gölgeli yerler-

de geçerek ilerledi.

Page 269: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Mezarlıkta tabut vince takıldı, kısa tören için on. beş ka-

dar kişi mezarın başına toplandı. Gary Olmstead üzerine çiçek-

ler yığılmış vinç makinesinin başına geçti. Avril mezarın önün-

de durup Kutsal Kitap’tan birkaç şiirsel söz okudu. Joshua Rhir

nehart onun hemen yanında duruyordu. Diğer on iki kişi açık

duran mezarın iki yanındaydılar. Bağcılarla karılarından oluşan”

bir grup hasatlarını Frye şaraphanesine sattıkları için, bu şort

görevi bir ticari sorumluluk saymış, o yüzden gelmişlerdi. Bağ-

cılar Birliğinden de gelenler vardı. Kimse ağlamıyordu.

Kimse tabudun içine bakmak gibi bir istek göstermedi;,

böyle bir fırsat da olmadı.

202 —

Tannerton okumasını bitirdi, Gary Olmstead’e bakıp ba-

şını salladı.

Olmstead kontrol kutusundaki bir düğmeye bastı, tabut

yavaşça toprağa doğru alçaitıldı.

Hilary, Tony Clemenza’yla geçirdiği bu ilk bütün gün ka-

dar eğlenceli bir gün daha yaşadığını hatırlamıyordu.

Öğle yemeği için Yamashiro Skyroom’a gittiler. Lokanta

Hollyıvvood tepelerinde, yüksek bir yerdeydi. Yemekler gerçi sı-

radan şeylerdi ama lokantanın genel havası ve o harikulade

manzara, unutulmayacak anılar vermeye yetiyordu. Gerçek bir

Japon binasıydı burası. Bir zamanlar özel mülk olan bir yerdi.

Çevresinde dört dönüm Japon bahçesi vardı. Los Angeles’in gö-

rünümü inanılacak gibi değildi. Hava çok duru olduğundan Hi-

lary tâ Long Beach’e, Palos Verdes’e kadar görebiliyordu.

Yemekten sonra Griffith Parkına gittiler. Bir saat kadar Los

Page 270: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Angeles hayvanat bahçesini gezdiler, ayılara yiyecek verdiler.

Tony hayvanların taklidini çok komik yapıyordu. Hayvanat bah-

çesinden, Griffith Parkı Gözlemevindeki göz kamaştırıcı lazerli

hologram gösterisini seyretmeye gittiler.

Daha sonra, Melrose Caddesinde, Doheny Sokağıyla La

Cienega Bulvarı arasında kalan kısımda biraz dolaştılar, an-

tikacı dükkânlarına baktılar. Bir şey satın almak niyetinde de-

ğillerdi ama bundan zevk alıyor, dükkân sahipleriyle çene ça-

lıyorlardı.

Kokteyl saati gelince fvlalibu’ya gidip Tonga Lei’de Mai

Tais içtiler. Güneşin okyanusa batışını seyrettiler, dalgaların

ritmik sesini dinlediler.

Hilary hayli zamandır Los Angeles’li olmakla birlikte, dün-

yası daha çok işi, evi, gül bahçesi, film stüdyoları, yine işi, ken-

tin birkaç pahalı lokantası ve yine işi arasında kuruluydu. Ya-

mashiro Skyroom’a da, hayvanat bahçesine de, lazer gösteri-

sine de, antikacılara da, Tonga Lei’ye de hiç gitmemişti. Bun-

ların hepsi yeniydi ona göre. Hayran turistler gibi dolaşıyordu.

Ya da daha doğrusu, uzun süre sonra cezaevinden yeni çıkmış

biri gibi.

Ama günü özel bir gün yapan yalnızca gittikleri yerler de-

203 —

ğildi. Tony’den başkasıyla gitmiş olsa, o yerler bugünkünün

yarısı kadar bile ilginç gelmezdi. Tony öyle hoş, öyle zeki, öyle

esprili, öyle enerji doluydu ki, günü parlak hale getiren oyda

aslında.

Mai Tais’leriniyavaş yavaş yudumlarken çok acıkmış ol-

Page 271: Dean R. Koontz - Fısıltılar

duklarını hissettiler. Sepulveda’ya dönüp kuzeye, San Fernan-

do vadisine saptılar, Mel’in lokantasında yemek yediler. Hilary

burayı da bilmiyordu. Fazla lüks olmayan, fiyatları uygun bir

yerdi. Çok taze ve lezzetli deniz mahsulleri sunuyordu.

Midye buğulamayı yerken sevdikleri lokantalardan söz et-

tiler. Hilary, Tony’nin kendisinden on kat fazla lokanta bildiğini

anladı. Kendisi yalnız birkaç pahalı lokantayı tanıyordu. İş ko-

nuşmak için film dünyasmdakilerin gittikleri yerleri. Sapa yer-,

lerdeki güzel lokantalar, kafeler, pop-restoranlar, onun tanıma-

ya zaman bulamadığı şeylerdi. Zengin olurken paraları nereye

harcayacağını öğrenememiş olduğunu düşünüyordu.

Mel’in midyelerinden gereğinden fazla yediler, kırmızı şa-

raptan gereğinden fazla içtiler, bunlar yetmiyormuş gibi Malez-

ya karideslerini de yalayıp yuttular. Bu arada bir hayli de be-

yaz şarap içmişlerdi.

Bu kadar çok yerken vakit bulup sohbet edebilmelerine

şaşıyordu Hilary. Ama susmadan konuşmuşlardı. Kendisi ge-

nellikle ilk birkaç seferde erkeklere karşı tutuk olurdu. Ama

Tony ile öyle olmuyordu. Her konuda onun ne düşündüğünü bil-

mek istiyordu bir kere. Mork’Ia Mindy konusunda da, Shakes-

peare oyunları konusunda da, politika konusunda da, sanat

konusunda da. İnsanlar, köpekler, din, mimari, spor, Bach, mo-

da, yemek, kadın hakları, karikatür... bir milyon konuda onun

ne düşündüğünü hemen öğrenmek çok önemli geliyordu Hi-

lary’ye. Kendi düşüncelerini de ona anlatmak istiyordu. Az son-

ra, kendi yargılarına onun tepkilerini de bilmek istedi. Yarın

şafak sökerken Tanrı dünyadaki herkesi sağır dilsiz yapacak

olsa, ancak bu tempoda konuşulurdu. Hilary sarhoştu. Şarap-

tan değil, sohbetin samimiyetinden. Bu konu ona yeniydi çün-

kü.

Page 272: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony onu eve götürüp bir gece içkisi için içeri gelmeyi ka-

bul ettiğinde, Hilary bu sefer birlikte yatacaklarından emindi.

Onu çok istiyordu. Bunu düşünmek içini ısıtıyor, yüreğinin kı-

204

pırdanmasına yol açıyordu. Onun da kendisini istediğini biliyor-

du. Gözlerinden okuyordu arzularını. Yemeği biraz sindirmeleri

şarttı tabii. Bunu düşünerek kadehteki buzların üzerine naneli

bir içki koydu.

Tam oturacakları sırada telefon çaldı.

«Yo, olamaz,» dedi Hilary.

«Dün geceden sonra seni rahatsız etti mi?»

«Hayır.»

«Bu sabah?»

«Hayır.»

«Belki o değildir.»

İkisi de telefona yürüdüler.

Hilary kararsızdı. Sonunda kulaklığı kaldırdı. «Alo?»

Sessizlik.

«Lanet olsun!» diye bağırıp telefonu öyle hızlı çarptı ki,

çatladı mı diye merak etti.

«Seni sarsmasına izin verme.»

«Elimde değil,» dedi Hilary.

«Pısırık serserinin biri. Kadınlara nasıl davranılacağını bil-

miyor. Onun gibilerini çok gördüm. Bir kadın gerçekten ona yüz

verse, bağıra bağıra kaçar.»

«Beni yine de korkutuyor.»

«Korkulacak bir şey yok. Gel kanepeye. Otur. Onu unut-

Page 273: Dean R. Koontz - Fısıltılar

maya çalış.»

Yanyana oturdular, bir iki dakika boyunca içkilerini sessiz-

ce yudumladılar.

Sonunda Hilary alçak sesle, «Lanet olsun,» dedi.

«Yarın öğleden sonra yeni numaranı bağlayacaklar. Bir da-

ha seni rahatsız edemeyecek.»

«Ama bu akşamı mahvettiği kesin. Öyle gevşemiştim ki!»

«Benim keyfim hâlâ yerinde.»

«Ama ben... şömine karşısında içki içmekten fazlasına ha-

zırlanmıştım.»

Tony ona ‘baktı. «Öyle mi?»

«Sen de öyle değil mi?»

Tony’nin gülümsemesi çok güzeldi. Çünkü yalnızca ağzın

şekil değiştirmesinden oluşmuyordu. Bütün yüzü, o ifadeli kara

gözleri de katılıyordu gülümsemeye. Hilary’nin ömründe gördü-

205

ğü en içten ve en güzel gülümseme. Sonunda Tony, «İtiraf et-

mem gerek, ben de bu içkiden fazlasını umuyordum,» dedi.

«Telefonun Allah belâsını versin.»

Tony eğilip onu öptü. Hüary dudaklarını araladı, bir an dil-

leri birleşti. Tony geri çekilip ona baktı, ellerini nadide bir

porselene dokunuyormuş gibi onun yüzünde gezdirdi. «Bence

ruhsal durumumuz yine de uygun.»

«Telefon bir daha çalarsa...»

«Çalmaz.»

Tony onu gözlerinden, dudaklarından öptü, bir elini göğ-

süne kaydırdı.

Page 274: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary arkasına yaslandı. Tony ona doğru eğildi. Hilary elini

onun koluna koymuş, sert kaslarını hissediyordu.

Tony onu hâlâ öperken boynunu tek parmağıyla okşadı,

bluzunun üst düğmelerini açmaya başladı.

Hilary elini onun bacağına koydu. Ne kadar yağsız ve kas-

lı bir adam! Beklenti duygusu içinin ürpermesine yol açıyordu.

Tony onun heyecanını hissetti, düğmeleri açmaya ara verip

ellerini göğsü üzerinden kaydırdı. Parmaklan sanki sıcak izler

bırakıyordu.

Telefon çaldı.

«Aldırma,» dedi Tony.

Hilary onun dediğini yapmaya uğraştı. Kollarını ona do-

ladı, kanepeye uzandı, onu da üzerine çekti, dudakları birleşti.

Telefon çalıyor, çalıyordu.

«Allah kahretsin!»

Doğrulup oturdular.

Zil çaldı, çaldı, çaldı.

Hilary ayağa kalktı.

«Yapma,» dedi Tony. «Onunla konuşmanın yaran olmadı.

Bir başka yol deneyeyim, bakalım ne olacak.»

Kanepeden kalkıp köşe masaya yürüdü, kulaklığı kaldırdı,

ama hiçbir şey söylemedi. Yalnızca dinledi.

Hilary onun yüz ifadesinden, arayanın da konuşmadığını

anlıyordu.

Tony sabredip yarışmayı kazanmakta azimliydi. Kolundaki

saate baktı.

Otuz saniye geçti, bir dakika oldu, iki dakika oldu.

206 —

Page 275: Dean R. Koontz - Fısıltılar

İki erkek arasındaki sinir savaşında garip ve çocuksu bir

nitelik vardı. Ama beri yandan... pek de çocuksu sayılmazdı.

Hilory’nin kollarında tüyler diken diken oldu.

İki buçuk dakika.

Ona bir saat gibi geliyordu.

Sonunda Tony kulaklığı yerine koydu. «Kapattı,» dedi.

«Bir şey söylemeden mi?»

«Tek kelime bile. Ama ilk kapatan o oldu. Bence bu önemli.

Ona kendi yaptığını yaparsam hoşlanmaz diye düşünmüştüm.

Seni korkutacağını sanıyor. Ama sen onun aramasını zaten

bekliyorsun, tıpkı onun yaptığı gibi sen de yalnızca dinliyorsun.

Başlangıçta, şaka yapıyorsun sanıyor, seni yeneceğinden emin

oluyor. Ama sen ses çıkarmadıkça, acaba bu kadın bir numara

peşinde mi, diye düşünüyor. Belki telefonun dinleniyor? Belki

polis arayan numarayı saptamaya çalışıyor? Zaten telefonu

açan sen misin acaba? Bunu düşünüyor, korkuyor, kapatıyor.»

«O mu korkuyor? Eh, bu güzel bir düşünce.»

«Bir daha aramaya cesaret edeceğini sanmıyorum. O za-

mana kadar senin numaran gelecek, iş işten geçecek.»

«Ama telefon değişene kadar ben yine diken üstünde ola-

cağım.»

Tony kollarını ona uzattı. Hilary o kollara sokuldu, tekrar

öpüştüler. Hâlâ çok güzel, çok iyiydi öpüşmeleri. Ama deminki

sınırsız ihtirası duyamıyorlardı. Aradaki farkı ikisi de anlamak-

taydılar.

Kanepeye döndüler ama bunu yalnızca içkilerini içip ko-

nuşmak amacıyla yaptılar. Gece yarımda Tony gitmek üzere

kalktığında, gelecek hafta sonunda müzeleri gezmeye karar

vermişlerdi. Cumartesi, Pasadena’daki Norton Simon müzesine

Page 276: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gidip Alman ekspresyonistlerini ve Rönesans halılarını göre-

ceklerdi. Pazar gününü de J. Paul Getty müzesinde geçirecek-

lerdi. O müze dünyanın her müzesinden zengin bir resim kolek-

siyonu bulundurduğu iddiasızdaydı. Tabii bu araöa bol bol gü-

zel yemekler yiyecekler, tatlı sohbetler edeceklerdi. Kanepede

yarıda bıraktıkları yerden tekrar başlayacaklarını ikisi de umu-

yordu.

Ön kapıda Hilary birden, onu tekrar görmek için beş gün

bekleyemeyeceğini hissetti. «Ya Çarşamba?» diye sordu.

207 —

«Ne var ki?»

«Akşam yemeğine dolu musun?»

«Herhalde dolapta bayatlamakta olan yumurtaları bir sa-

hana kırarım.»

«O kadar kolesterol dokunur sana.»

«Belki ekmeğin küflü yerlerini ayıklar, kalanını kızartırım.

iki hafta önce aldığım meyve suyunu da bitirmem gerek.»

«Vah zavallıcık.»

«Bekârlık böyledir.»

«Bayat yumurtayla küflü ekmek yemene izin veremem. He-

le de evimde nefis karışık salata ve füme balık varken.»

«Güzel ve hafif bir akşam yemeği,» dedi Tony.

«Patlayana kadar yiyip uyuklamak istemeyiz.»

«İnsan ne zaman kıpırdaması gerekeceğini bilemez.»

Hilary sırıttı. «Haklısın.»

«Çarşambaya görüşürüz.»

Page 277: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Yedide.»

«Tam yedi.»

Öpüştüler, sonra Tony uzaklaştı. Onun boş bıraktığı yere

gecenin soğuk rüzgârı doldu, Tony gitti.

Yarım saat sonra Hilary yatağında vücudunun çaresizlik

sancılarını dinliyordu. Göğüsleri dimdikti. Onun ellerine ihtiyacı

vardı. Gözlerini yumdu, onun dudaklarını hissetti. Tüm vücu-

duyla bekliyordu. Bir saat kadar yatağında dönüp durdu, so-

nunda kalktı, bir sakinleştirici ilaç yuttu.

Uykusu bastırmaya başladığında, kendisiyle sohbete dal-

dı.

Âşık mı oluyorum?

Hayır. Elbette ki hayır.

Belki de. Belki âşık oluyorum.

Hayır. Aşk tehlikelidir.

Belki onunla olunca iyi gider.

Earl’la Emma’yı unuttun mu?

Tony farklı.

Sekse ihtiyacın var. Mesele o. Seks istiyorsun.

O da var tabii.

Uyudu, rüya gördü. Rüyaların bazıları altın rengi, kenarları

bulanıktı. Bir tanesinde Tony ile ikisi çıplaktılar. Bir çayırda

208 —

yatıyorlardı. Otlar tüy gibiydi. Dünyanın tepesindeydiler. Ilık rüz-

gâr güneş ışığından ‘bile temizdi. Yıldırımın elektriğinden bile

temizdi. Dünyadaki her şeyden temizdi.

Ama kabuslar da gördü. Birinde kendisi o eski Chicago

Page 278: Dean R. Koontz - Fısıltılar

apartmanındaydı. Duvarlar üstüne kapanıyordu. Başını kaldırıp

baktı, tavan yoktu. Tepeden Earl’la Emma ona bakıyorlardı. Su-

ratları Tanrı’nın suratı kadar kocamandı. Duvarlar kapanırken

sırıtıyorlardı ona. Kaçmak için kapıyı açtığında, dev bir ha-

mamböceğiyle çarpıştı. Böcek Hilary’den büyüktü. Bir cana-

vardı. Onu diri diri yemek istiyordu.

Gecenin üçünde Joshua Rhinehart uyandı, yatağında bi-

raz dönüp debelendi. Akşam yemeğinde şarabı fazla kaçırmıştı.

Bunu pek yapmazdı. Kafası artık uğuldamıyordu ama tuvalete

gitmesi gerekiyordu. Hoş onu uyandıran yalnızca doğanın çağ-

rısı değildi. Tannerton’un çalışma odasıyla ilgili korkunç bir rü-

ya görmüştü. Rüyada birkaç ölü tabutlarından doğruluyorlardı.

Hepsi de Bruno Frye’ın kopyasıydı. Joshua binanın arkasına ka-

çıyor, ölüler peşinden geliyordu. Onu çalılar arasında arıyorlar,

ölü sesleriyle adını çağırıyorlardı.

Sırtüstü yatıp karanlıkta göremediği tavana baktı. Oda-

daki tek ses, elektronik saatin uğultusuydu.

Üç yıl önce karısı ölünceye kadar Joshua pek seyrek rü-

ya görürdü. Hele kâbus hiç görmezdi. Elli sekiz yılını böyle

geçirmişti. Ama Çora ölünce her şey değişmişti. Artık haftada

en az iki kere rüya görüyor, bunların çoğu da kötü rüya olu-

yordu. Genellikle çok önemli ve tarifsiz birinin kaybıyla ilgiliy-

di rüyalar. Kendisi o kaybettiği kimseyi umutsuzca arıyordu.

Bu rüyaların Çora ile ilgili olduğunu anlamak için elli dolarlık

ruh hekimlerine başvurmak zorunda değildi. Onsuz hayata hâlâ

alışamamıştı. Belki de hiçbir zaman alışamayacaktı. Diğer rü-

yaları da, yürüyen ölülerle ilgili oluyordu. Hepsi kendisine ben-

ziyordu ölülerin. Bunlar onun ölümlü varlığının simgeleriydi.

Ama bu gece gördükleri Bruno Frye’ın kopyasıydı. ;

Yataktan kalktı, gerindi, esnedi, lambayı yakmadan ban-

Page 279: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yoya doğruldu.

İki dakika sonra yatağına dönerken pencerenin önünde

209

Fısıltılar — F. : 14

durdu. Doğramalar ele soğuk geliyordu. Dışardan rüzgâr camı

itiyor, içeriye girmek istediğini hayvansı inleme sesleriyle belli;

ediyordu. Vadi hâlâ karanlıktı. Yalnız şaraphanelerde ışık var-

dı. Kuzeyde Shade Tree bağları görünüyordu. Tepelere doğru.

Birden gözüne şaraphanenin güneyinde sisli, beyaz bir ışık.

noktacığı ilişir gibi oldu. Bağın ortasında, Frye’ların evinin bu-

lunması gereken yerde. Frye’ların evinde ışık, ha? Orada kim-

se olmaması gerekirdi. Bruno yalnız yaşayan bir adamdı. Jos-

hua gözlerini kıstı, ama gözlüğü olmadan uzakları çok bulanık

görürdü. Işık Frye’ların evinde mi, yoksa yakındaki yönetim!

binalarından birinde mi, pek emin olamıyordu. Hattâ baktıkça

görüşü daha bulandı, ışık gördüğünden bile emin olamamaya

başladı. Hafifti ışık noktacığı. Belki de mehtabın yansımasıydı»

Başucu masasına yürüdü. Lambayı yakıp gözlerinin karan-

lığa alışmış halini bozmak istemiyordu. El yordamıyla gözlüğü-

nü aradı. Onu bulayım derken boş bir su bardağını devirdi.

Pencereye dönüp tekrar tepelere baktığında esrarengiz ışık

yok olmuştu. Joshua yine de orada uzun süre durdu. Sorum-

luluk sahibi bir bekçi gibi. Frye serveti onun sorumluluğunday-

Page 280: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dı. Vasiyetname gereğince dağıtılana kadar o serveti korumak

ona düşerdi. Evi hırsızlar, serseriler soyuyorsa, bunu bilmek:

istiyordu. On beş dakika kadar durup baktı, ışık tekrar yan-

madı.

Sonunda zayıf gözlerinin kendisini aldattığına hükmedip

yatağına döndü.

Pazartesi sabahı Tony ile Frank yine Bobby Valdez’le ilgili*

ipuçlarının peşine düştüler. Yolda Frank pür heves Janet Ya-

mada’yi anlatıyordu. Janet çok güzeldi. Janet çok zekiydi. Ja-

net çok anlayışlıydı. Janet şuydu, Janet buydu. Can sıkıyordu

artık Janet Yamada konusuyla. Ama Tony onun konuşmasına

izin verdi. Frank’ın açıldığını, normal bir insan gibi davrandığını

görmek hoştu.

İşaretsiz polis sedanını teslim alırken Tony ile Frank nar-

kotik bölümünden iki kişiyle konuşmuşlardı. Dedektif Eddie Que-

vedo ve Dedektif Cari Kammerstein’le. Onların dediğine göre

Bobby Valdez herhalde ücretsiz tasallutçu kariyerini destekle-

210 —

mek ‘Çin va kokain ya da PCP satıyor olmalıydı. Şu sıra Los

Angeles piyasasında en iyi para, bu iki yasak (ama aranan)

maldan gelmekteydi. Gerçi eroinle esrardan da vurgun vurmak

hâlâ mümkündü ama o mallar artık yeraltı eczacılığında pek o

kadar kârlı sayılmıyordu. Narkotikçilere göre, eğer Bobby

uyuşturucu kaçakçılığına bulaşmışsa, satıcı olmalıydı. Yani ila-

cı son tüketiciye satanlardan olmalıydı. Üretim ve pazarlama

zincirinin son adamlarından biri. Geçen Nisan’da kodesten çık-

tığında meteliksizdi çünkü. Üretici ya da ithalatçı olmak için

Page 281: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sermayeye ihtiyacı olacaktı, Guevedo, Tony ile Frank’a, «Sizin

aradığınız sıradan bir sokak satıcısı,» demişti. Hammerstein de,

«Öteki satıcılarla konuşun,» diye akıl vermişti. «Size isim ad-

res listesi veririz. Hepsi bu işten tutuklanmış adamlar. Çoğu her-

halde yine ticarete başlamışlardır. Henüz biz onları yakalama-

dık, o kadar. Biraz baskı yapın. Er geç içlerinden birinin so-

kakta Bobby’ye rastlamış olduğunu, inini bildiğini öğreneceksi-

niz.» öuevedo’yla Hammerstein’in verdikleri listede yirmi dört

isim vardı.

İlk altı adamın üçü evde yoktu. Öbür üçü de Bobby Val-

dez’i, Juan Mazquezza’yj ya da resimlerde görünen adamı hiç

tanımadıklarına yeminler ediyorlardı.

Listedeki yedinci isim Eugene Tucker’di. O yardımcı ola-

bildi. Baskı yapmaları bile gerekmedi.

Siyahların çoğu genelde şu veya bu ton kahverengi olur-

lardı ama Tucker gerçekten siyahtı. Enli suratı zift gibiydi. Cali

gibi kara sakalına tuz serpilmiş izlenimini veren aklar düş-

müştü. Zaten beyazlığı bir o tüyler, bir de gözlerinin akıydı, o

kadar. Siyah pantolon, siyah gömlek giymişti. Tıknaz, fıçı gö-

ğüslü, kalın kollu, kalın boyunlu bir adamdı. Antrenman olarak

demiryolu raylarını kırarmış gibi bir hali vardı.

Tucker, Hollyuvood tepelerinde, yüksek kiralı bir dairede

oturuyordu. Geniş bir daireydi. İçinde az ama zevkli eşyalar

vardı. Salonda yalnızca dört parça mobilya: bir kanepe, iki kol-

tuk, bir de sehpa. Başka şey yoktu. Stereo bile. Televizyon bile.

Hattâ lambalar bile. Gece olunca burası tavandaki ışıkla ay-

dınlanıyor olmalıydı. Ama bu dört mobilya çok yüksek kaliteye

sahipti. Her biri de diğerlerine çok iyi uyuyordu. Tucker’in Çin

antikaları konusunda zevki vardı. Kanepe ve koltuklar yeşim

v

Page 282: Dean R. Koontz - Fısıltılar

211 —

rengi kadifeyle yeni yüzlenmişlerdi ama el oyması gül ağacı-

dandılar. Belki yüz yıllık, belki daha eski. Çok ağır, iyi korun-

muş, benzersiz antikalar. Sehpa da gül ağacındandı. Etrafına

dar bir fildişi çerçeve geçirilmişti. Tony ile Frank kanepeye

oturdular, Eugene Tucker karşılarındaki koltuklardan birine tü-

nedi.

Tony elini kanepenin gül ağacı kolluğu üzerinden kaydırır-

ken, «Bay Tucker, bu bir harika,» dedi.

Tucker kaşlarını kaldırdı. «Ne olduğunu biliyor musunuz?»

Tony, «Tam yüzyılını bilemem,» diye karşılık verdi. «Ama

Çin sanatından biraz anlarım. Bu kesinlikle ucuza alınmış bir

taklit değil.»

Tucker güldü. Tony mobilyaların değerini anladr diye mem-

nun olmuştu. «Kafanızdan geçeni biliyorum,» dedi neşey-

le. «Eski bir serseri, hapisten çıkalı henüz iki yıl olmuşken bun-

ları nasıl alabiliyor, diye merak ediyorsunuz. Ayda bin iki yüz

dolar kiralık daire, Çin antikaları! Acaba tekrar eroin ticaretine

ya da başka bir kaçakçılığa mı döndüm diye soruyorsunuz ken-

di kendinize.»

Tony, «Aslında kendime sorduğum o değil,» dedi. «Bunu*

nasıl becerdiğinizi soruyorum. Ama o malları satmaktan olma-

dığını biliyorum.»

Tucker gülümsedi. «Nasıl emin olabilirsiniz?»

«Uyuşturucu kaçakçısı olup aynı zamanda Çin antikaları-

na meraklı olsaydınız bir çırpıda bütün evi döşerdiniz. Bir de-

fada bir tek parça almazdınız. Belli ki kazançlı bir iş yapıyorsu-

Page 283: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nuz, ama eski kaçakçılığınız kadar da para getirmiyor.»

Tucker yine güldü, hatta el çırpıp alkışladı. Frank’a döndü,

«Arkadaşınızın gözlemleri kuvvetli,» dedi.

Frank gülümsedi. «Tam bir Sherlock Holmes’dir.»

Tony, Tucker’e, «Merakımı giderin,» dedi. «Ne yapıyorsu-

nuz?»

Tucker öne eğildi. Kaşları birden çatılmıştı. Tek granit yum-

ruğunu havaya kaldırıp salladı, çok tehlikeli göründü. Konuşur-

ken sesi hırlar gibi çıktı. «Elbise modelleri çiziyorum.»

Tony gözlerini kırpıştırdı.

Tucker kendini koltuğa atıp yaslandı, tekrar güldü. Tony”

nin ömründe gördüğü en mutlu insanlardan biriydi. «Kadın el-

212 —

biseleri çiziyorum,» diye sürdürdü sözlerini, «Gerçekten. Adım

California moda dünyasında duyulmaya başladı bile. Gün ge-

lecek, herkes bilecek. Söz size.»

Frank ilgilenmişti. «Bize verilen bilgilere göre eroin ve

kokain toptancılığından sekiz yıllık cezanızın dört yılını yatarak

geçirmişsiniz. Kadın elbisesi çizmeye nasıl başladınız?»

«Cok berbat bir heriftim,» dedi Tucker. «Kodesteki ilk bir-

kaç ayımda daha da beter olmuştum. Başıma gelen her şey için

toplumu suçluyordum. Beyaz güç yapısını suçluyordum. Tüm

dünyayı suçluyordum. Bir tek kendi üstüme suç almıyordum.

Kendimi çok sert sanıyordum ama asiında daha büyümemiştim.

İnsan kendi hayatının sorumluluğunu kabullenmedikçe büyümüş

sayılmaz. Birçok insan bunu hiçbir zaman yapmaz.»

Frank, «Neydi sizi değiştiren?» diye sordu.

Page 284: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tucker, «Çok küçük bir şey,» dedi. «Ufacık bir şeyin insa-

nın hayatını nasıl değiştirebildiğine bazen şaşıyorum. Benimki

bir televizyon programı oldu. Los Angeles istasyonlarından biri,

saat altı haberlerinde, kentteki siyahların başarı öykülerine yer

veren beş seferlik bir dizi hazırlamıştı.»

«Ben de gördüm,» dedi Tony. «Beş yıldan eski. Ama hâlâ

hatırlıyorum.»

Tucker, «Harika bir programdı,» diye devam etti. «Siyah

adamın hiç rastlanmayan bir imajıydı. Dizi başlamadan önce,

koğuştaki herkes zırva olacak sanıyordu. Herhalde röportajcı

bir takım budalaca sorular soracak, diyorduk. Örneğin, ‘Neden

yoksul siyahların hepsi çok çalışıp birer Sammy Davis, Jr. ola-

mıyor?’ falan gibi. Ama o programda sanatçılarla, sporcularla

konuşmadılar.»

Tony o programın yaman bir gazetecilik başarısı olduğunu

hatırlıyordu. Televizyon programlarının genelde derinliği bir fin-

candaki çay kadar olurdu ama... bu öyle değildi. Röportajcı-

lar siyah iş adamlarıyla, iş kadınlarıyla konuşmuşlardı. Doruğa

varabilenlerle. Sıfırdan başlayıp milyoner olanlarla. Kimi emlâk

işinde, kimi lokanta işinde, bir tanesi de güzellik salonları işin-

de. Aşağı yukarı bir düzine insan. Hepsinin kabul ettiği bir nok-

ta, insan siyah olunca zengin olmanın daha zor olduğuydu.

Ama hepsi de, başlarken sandıkları kadar zor olmadığını söy-

lüyorlardı. Los Angeles’de, başka kentlere göre daha kolaydı.

213 —

Örneğin Alabama’ya, Mississippi’ye, Boston veya New York’a

göre. Los Angeles’deki siyah milyonerlerin sayısı, California’

Page 285: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nm geri kalanıyla tüm ABD’nin geri kalanındakilerin toplamın-

dan fazlaydı. Los Angeles’de hemen herkes hızlı yaşıyordu. Ti-

pik Güney California’lı, yalnız değişikliğe uyum sağlamakla kal-

mıyor, kendisi değişiklik yaratıyor, bundan hoşlanıyordu. Bu

sürekli tecrübe atmosferi, bölgeye az kaçık ya da çok kaçık

tipleri de çekiyordu gerçi. Ama onların yanısıra, bazı çok parlak

beyinleri, çok yenilikçi zihinleri de çektiği doğruydu. Birçok

kültürel, bilimsel ve sınayi gelişmelerin bu bölgeden çıkmasının

nedeni buydu. Güney Califomia’lıların pek azında modası geç-

miş tutumlara dayanacak sabır vardı. Bu eskimiş tutumların bi-

ri de ırk ayrımıydı. Los Angeles’de de vardı tabii siyahların far-

kı. Ama Georgia gibi bir yerde toprak sahibi siyah aile kendini

topluma sekiz kuşakta kabul ettirebiliyorsa, Güney California’

da bu iş bir kuşakta tamamlanıyordu. Televizyondaki siyah iş

adamlarından birinin dediği gibi, «Şimdi bir süreden beri Los

Angeles’in zencileri ispanyol kökenliler,» olmuştu. O bile de-

ğişiyordu artık. İspanyol kültürüne saygı başlamıştı. Kahve-

rengi tenliler de kendi başarı öykülerini oluşturuyorlardı. Rö-

portaj yapılanların çoğu bunu yöre halkının değişiklik hevesine

yorumlamıştı. Bu da buranın jeolojik yapısından kaynaklanıyor,

demişlerdi. Dünyanın en berbat fayları üzerinde yaşanıyordu

burada. Toprak insanın ayağı altında beklenmedik değişikliklere

uğruyor, titriyor, kayıp duruyordu. Süreklilik diye bir şey yoktu.

Bilinçaltı da, daha az felâket getirecek değişiklikleri daha kolay

kabul ediyordu. Tony de aynı kanıdaydı.

Eugene Tucker, «Bir düzine kadar siyahla konuştular o

programda,» dedi. «Benim koğuştaki arkadaşların çoğu yuha-

ladı, alay etti. Ama ben düşünmeye başladım. O programa çı-

kanların bazıları beyazlar dünyasında başarılı olmuşsa, neden

ben olamayacaktım? Ben de onlar kadar zekiydim. Hattâ bazı-

Page 286: Dean R. Koontz - Fısıltılar

larından daha zeki. Bu bana siyah adamın yepyeni bir imajını

vermiş oldu. Kafamda yeni bir fikir, bir ampul yandı. Los An-

geles benim evimdi. Eğer gerçekten daha büyük şans tanıyor-

sa, ben neden yararlanmıyordum? Evet, belki o adamların ba-

zıları doruklara yaltaklanarak yükselmiş olabilirlerdi. Ama in-

sanın bankada bir milyon doları oldu mu, kendi kendinin efen-

214 —

dişi olurdu artık.» Sırıttı. «Ben de böylece zengin, olmaya, karar

verdim.»

Frank hayran kalmıştı. «O kadar mı?»

«O kadar.»

«Olumlu düşünmenin gücü.»

«Gerçekçi düşünmenin,» diye düzeltti Tucker.

Tony, «Peki, neden moda desinatörlüğü?» diye sordu.

«Yatkınlık testlerine girmiştim. Moda çizimi veya sanatın,

benzer bir dalı çıktı. En çok ne çizerek zevk alacağımı düşün-

düm. Zaten baştan beri kız arkadaşlarımın kıyafetlerini seç-

mekten hoşlanırdım. Onlarla alışverişe çıkardım. Benim seç-

tiğimi giydiklerinde, başka şey giydikleri zamandan daha fazla

iltifat toplarlardı. Ben de bir üniversitenin cezaevinde açtığı

kursa yazıldım, çizim çalıştım. Tabii iş idaresi dersleri, de aldım.

Bir hayli. Şartlı salıverildiğimde bir süre bir lokantada çalıştım,,

ucuz yerde oturdum, masraflarımı kıstım. Birkaç elbise çizdim,

terzilere para verip örnek diktirdim, satmaya çalıştım. Başlan-

gıçta kolay olmadı. Hattâ çok zordu! Bir dükkândan sipariş ge-

lir gelmez bankaya gidip borç almam gerekiyordu. Çok çırpın-

dım. Ama durum giderek düzeldi. Şimdi hiç fena sayılmaz. Bir

Page 287: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yıla kadar iyi bir semtte kendi dükkânımı açacağım. Çok geç-

meden Beverly Hills’de ‘Eugene Tucker’ diye bir tabela göre-

ceksiniz. Söz size.»

Tony başını iki yana salladı. «Yaman bir insansınız.»

«Pek de değil,» dedi Tucker. «Yalnızca yaman bir zaman-

da, yaman bir yerde yaşıyorum.»

Frank, Bobby «Angel» Valdez’in resimlerini koyduğu sarı.

zarfı elinde tutuyordu. Zarfı dizine vurup Tony’ye baktı, «Gali-

ba bu sefer yanlış yere geldik.»

Tony, «Görünüşe göre öyle,» dedi.

Tucker koltuğunda öne doğru kaydı, «istediğiniz nedir?»

Tony ona Bobby Valdez’i anlattı.

Tucker, «Eh, ben artık eski çevrelerde dolaşmıyorum ama

büsbütün de kopmuş sayılmam,» dedi. «Her hafta zamanımdan

en beş yirmi saati Özgurur Vakfına bağışlıyorum.. Kent çapın-

da kampanyaları var uyuşturucuya karşı. Bir bakıma, ödenmesi

gereken borçlarım varmış gibi hissediyorum, anlıyorsunuz ya!

Biz gönüllüler çocuklarla konuşuyoruz. Bir kısmı da bilgi topla-

215

ma programında çalışıyor. SB gibi. SB’yi biliyor musunuz?»

«Satıcıları Bildir,» dedi Tony.

«Doğru. Bir telefon numarası var. Orayı arıyorsunuz, adı-

nızı vermeksizin mahalledeki uyuşturucu satıcılarını bildiriyor-

sunuz. Biz Özgurur’da milletin bizi aramasını beklemiyoruz. Sa-

tıcıların çalıştığını bildiğimiz mahallelere kendimiz gidiyoruz.

Kapı kapı dolaşıp anne babalarla, çocuklarla konuşuyoruz, ne

Page 288: Dean R. Koontz - Fısıltılar

biliyorlarsa ağızlarından almaya uğraşıyoruz. O satıcılara dos-

yalar tutuyoruz. Elimizde polisi ilgilendirecek kadar bilgi ve

kanıt birikince, dosyaları polise veriyoruz. Yani Valdez eğer

hâlâ satıcıysa, hakkında biraz bir şey bilirim belki.»

Frank, «Tony’nin görüşüne katılmak zorundayım,» dedi.

«Gerçekten yamansınız.»

«Bakın, Özgurur’da çalışıyorum diye sırtımın tıpışlanması-

na gerek yok, zaten bunu hak etmiyorum da. Sizden tebrik is-

temek değildi niyetim. Zamanımda nice çocuğu serseri ettim.

Ben onları yanlış yola saptırmasam, belki doğru dürüst bir ha-

yat yaşayacaktı o çocuklar. Yeterince çocuğa yardım edip den-

geyi sağlamam hayli uzun sürecek.»

Frank fotoğrafları zarftan çıkardı, Tucker’e uzattı.

Siyah adam alıp her birine baktı. «Tanıyorum bu iti. Hak-

kında dosya tutmakta olduğumuz otuz kişiden biri.»

Tony’nin yüreği daha hızlı çarpmaya başladı. Yaklaşan ko-

valamacayı düşünüyordu.

«Ama Valdez adını kullanmıyor,» dedi Tucker.

«Juan Mazquezza mı kullanıyor?»

«Onu da değil. Kendine Ortiz diye tanıtıyor.»

«Onu nerede bulabileceğimizi biliyor musunuz?»

Tucker ayağa kalktı. «Durun, Özgurur istihbarat merkezini

arayayım. Onlarda adres olabilir.»

«Harika,» dedi Frank.

Tucker mutfaktaki telefona doğru giderken durdu, dönüp

onlara baktı. «Bu birkaç dakika sürebilir. Oyalanmak için çiz-

diğim modellere bakmak isterseniz, çalışma odasına geçebilir-

siniz.» Salonun yan tarafındaki çift kanatlı kapıyı gösterdi.

«Tabii,» dedi Tony. «Görmeyi çok isterim.»

Frank’la ikisi çalışma odasına geçtiklerinde, orada salon-

Page 289: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dan bile az eşya buldular. Kocaman, pahalı bir çizim masası,

216 —

kenarında da lambası. Oturma yeri yastıkli yüksek bir

tabure. Onun yanında, sanatçının -malzemesinin konduğu te-

kerlekli dolap. Pencerelerden birinin yanında, mağaza vitrin-

lerine konan cinsten bir manken, başını hafif yana eğmiş, kol-

larını açmış, duruyordu. Ayaklarının dibinde çeşitli parlak renk-

li kumaşlar yığın halinde yatmaktaydı. Odada raflar, duvara

dayalı dolaplar yoktu. Çizimler ve kâğıtlar, bir duvarın dibine

sırayla istiflenmişti. Besbelli Eugene Tucker sonunda bütün evi

salondakine eş bir zevk düzeyinde döşeyebileceğinden emin,

bekliyor, arada biraz rahatsızlığa katlanıyor, ama bayağı mo-

bilyalara para harcamak istemiyordu.

Tipik Oalifornia iyimserliği, diye düşündü Tony.

Duvar dibinde karakalem ve boyanmış modeller vardı. El-

biseler ve döpiyesler ciddi kesimli ama yine de ışıl ışıl, kadın-

sıydı. Bununla birlikte uçarı değildiler. Adamın renk duy-

gusu harikaydı. Kıyafeti özel bir şey gibi gösterecek ayrıntıları

iyi buluyordu. Her modeli kesinlikle yetenek belirtmekteydi.

Tony bu iri kıyım, sert siyahın hayatını modei çizmekle ka-

zandığına inanmayı hâlâ biraz zor buluyordu. Sonra, kendi du-

rumunun da Tucker’ınkinden pek farklı olmadığını düşündü.

Gündüzleri cinayet dedektifiydi. Duygusuz, gördüğü şiddet olay-

larından katılaşmış. Ama gece olup da evinde tualin karşısına

geçince, çiziyor, boyuyor, yaratıyordu. Bir bakıma, Eugene’le

ikisi arasında bir takım benzerlikler vardı.

Tony ile Frank resimlerin sonuncusuna bakarken Tucker

Page 290: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mutfaktan döndü. «Nasıl buldunuz?» dedi.

Tony, «Harika,» dedi. «Nefis bir renk ve çizgi duygunuz

var.»

Frank, «Gerçekten İyi,» dedi.

Tucker, «Biliyorum,» deyip güldü.

Tony, «Özgurur’da Valdez’le ilgili dosya var mıymış?» diye

sordu.

«Evet ama kendine Ortiz diyor. Size söylemiştim. Jimmy

Ortiz. Derleyebildiğimiz bilgilere göre yalnız POP satıyor. Gerçi

ben başkalarını suçlayacak durumda değilim ama, bence PCP

satıcısı bu meslekteki en aşağılık adamdır. POP tam bir zehir.

Beyin hücrelerini diğerlerinin hepsinden hızlı çürütüyor. Dosya-

217 —

Ğa henüz polise verilecek kadar bilgi birikmemiş ama hâlâ üze-

rinde çalışıyoruz.»

«Adres?» diye sordu Tony.

Tucker ona bir kâğıt parçası uzattı. Üzerine adresi kendi

el yazısıyla yazmıştı. «Sunset’in bir blok güneyinde,La Ciene-

ga’dan birkaç blok uzakta, lüks ‘bir apartman,» dedi.

Tony, «Buluruz.» dedi hemen.

«Bana bu adamla ilgili anlattıklarınızı Özgurur’daki bilgi-

lerle birarada düşünürsek, asla doğru yola sapıp adam ola-

caklardan değil bu. İçeriye upuzun bir süre için tıkmak ge-

rek.»

Frank, «Ona uğraşacağız zaten,» dedi.

Tucker onlarla ön kapıya yürüdü, sonra sahanlığa çıktı.

Durdukları yerden Los Angeles çok güzel görünüyordu. «Nefis,

Page 291: Dean R. Koontz - Fısıltılar

değil mi?» diye sordu iki polise. «Harika, değil mi?»

Tony, «Çok güzel manzara,» dedi.

«Ne büyük, ne güzel bir kent.» Tucker’in sesinde gurur ve

sevgi vardı. Sanki bu kenti o yaratmıştı. «Biliyor musunuz, ye-

ni duydum, Washington’daki bürokratlar Los Angeles için bir

toplu taşımacılık projesini inceliyorlarmış. Bir sistem uydurup

.zorla gırtlağımıza tıkmak istiyorlar. Ama kuracakları hızlı tram-

vay sisteminin, kent trafiğinin yalnızca onda birini karşılayacak

çapta olanına, en az yüz milyar dolar gideceğini görünce apış-

mışlar. Batının ne kadar büyük olduğunu hâlâ anlayamıyorlar.»

Düşünceleri havalarda uçuyordu artık. Enli suratında se-

vinç ışıltıları vardı. Elleriyle işaretler yapa yapa anlatıyordu.

«Los Angeles demek mesafe demektir, bunu anlamıyorlar. Me-

safe, hareket ve özgürlük demektir. Fiziksel ve duygusal özgür-

lük. Psikolojik kıpırdama alanı. Los Angeles’te insan ne olmak-

istiyorsa olabilir. Geleceğini kendi eline alır, kendi biçimlendi-

rir. Onu başka insanlardan kurtarır. Harika bir şey bu. Bayılı-

yorum. Tanrım, nasıl da bayılıyorum!»

Tony adamın kente karşı olan duygularının derinliğinden

öyle etkilenmişti ki, ona kendi gizli rüyasını anlattı. «Ben hep

ressam olmak, sanatımla geçinmek istemişimdir. Resim yapa-

rım.»

«O halde neden polissin?» diye sordu Tucker.

«Güvenli bir maaş.»

218 —

«Allah belâsını versin güvenli maaşların.»

«Ben iyi bir polisim. İşi de oldukça seviyorum.»

Page 292: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ressamlığın iyi mi?»

«Oldukça iyi... sanıyorum.»

«O halde bir sıçrama yap,» dedi Tucker. «Be adam, sen

batı dünyasının en ucunda yaşıyorsun. İmkânların en ucunda.

Sıçra. At kendini. Nefis bir duygu. Hem aşağısı da o kadar uzak

ki, sert veya keskin bir şeye çarpmana olanak yok. Büyük ih-

timalle sen de benim bulduğumu bulacaksın. Bu iş aşağıya düş-

mek değil. Yukarıya düşüyor sanacaksın kendini!»

Tony ile Frank beton duvar boyunca park yerine yürüdü-

ler. İşaretsiz sedan kocaman bir hurma ağacının gölgesinde

bekliyordu.

Tony yolcu kapısını açarken Tucker yukardaki balkondan

ona seslendi. «Sıçra! At kendini ve uç!»

Frank arabayı sürmeye başladığında, «Yaman bir tip,»

dedi.

Tony, «Öyle,» derken bir yandan uçmanın nasıl bir duygu

verdiğini merak ediyordu.

Tucker’in verdiği adrese doğru yola koyuldular. Frank biraz

siyah adamdan, pek çok da Janet Yamada’dan söz etti. Tony’nin

kafasında hâlâ Eugene Tucker’in verdiği öğüt vardı. Arkadaşına

dikkatinin yalnızca yarısını yöneltebildi. Frank onun dalgınlığını

hiç farketmedi. Janet Yamada’dan söz ederken aslında soh-

bet etmiyor, monolog yapıyordu.

On beş dakika sonra Jimmy Ortiz’in oturduğu apartmanı

buldular. Otopark binanın altındaydı. Demir kapısı elektronik

sinyalle açılıyordu. Bu yüzden siyah Jaguar’ın içerde olup ol-

madığını anlayamadılar.

Apartmanın sağ ve sol kanatlarındaki daireler aynı hizada

değil, biri aşağıda, diğeri yukardaydı. Bina kocaman bir yüzme

havuzunun çevresini sarar biçimde kurulmuştu. Yemyeşil çi-

Page 293: Dean R. Koontz - Fısıltılar

menler vardı etrafta. Bir de spor salonu... küçük. Bikinili iki

kızla kıllı bir genç erkek havuzun içinde oturmuş martini iç-

mekte, şakalaşmaktaydılar.

Frank havuzun kenarında durdu, onlara Jimmy Ortiz’in ne-

rede oturduğunu sordu.

Kızlardan biri, «O bıyıklı şeker adam mı?» diye sordu.

219 —

Tony, «Bebek suratlı,» dedi.

«Ta kendisi.»

«Bıyık mı bıraktı?»

«Eğer aynı adamdan söz ediyorsak, evet. Nefis bir Jaguar’ı

olan.»

«Evet o,» dedi Frank,

«Sanırım şu tarafta oturuyor. Dördüncü bina, ikinci kat.

Sondaki.»

Frank bu sefer, «Evde mi?» diye sordu.

Bunu bilen yoktu.

Dördüncü binada Tony ile Frank merdivenlerden ikinci kata

çtktılar. Açık bir baJkon, katların önü sıra uzanıyor, kat sahan-

lığı olarak hizmet görüyordu. İlk üç kapının karşısında saksılar

içinde çiçekler, buraya bir üst bahçe havası vermekteydi. Son

kapı olan dördüncüsünde çiçek yoktu.

Kapısı da açıktı.

Tony’nin gözleri Fronk’ınkileri buldu, aralarında tedirgin bir

bakışma geçti.

Neden açıktı kapı?

Bobby biliyor muydu onların geleceğini?

Page 294: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Kapının iki yanına geçtiler. Beklediler. Dinlediler.

Yalnızca havuzdakiierin sesi geliyordu.

Frank kaşlarını soru sorar gibi kaldırdı.

Tony parmağıyla kapının zilini gösterdi.

Frank kısa bir kararsızlıktan sonra zile bastı.

Evin içinde ezgili bir ses çınladı.

Gözleri kapıda, cevap beklediler.

Hava birden onlara aşırı sessiz ve baskı yaratacak kadar

ağır gibi geldi. Nemli. Koyu. Şurup gibi. Tony solumakta güç-

lük çekti. Sanki ciğerlerine sıvı çekiyordu.

Zile kimse cevap vermedi.

Frank tekrar çaldı.

Yine cevap gelmeyince Tony kolunu koynuna daldırdı, omuz

askılığmdaki tabancayı aldı. Kendini pek güçsüz hissediyordu.

Midesi kabarmaktaydı.

Frank da tabancasını çıkardı, içerden ses geliyor mu

diye dikkatle dinledi, sonra kanadı itip ardına kadar açtı.

Hcide kimse yoktu.

220 —

Tony eğildi, daha iyi baktı. Salonun görünen kısmı loş ve

boştu. Perdeler kapalıydı. Işık da yakılmamıştı.

Tony, «Polis!» diye bağırdı.

Sesi balkonda yankılandı.

Zeytin ağacında bir kuş öttü.

«Ellerini kaldır, ortaya çık, Bobby!»

Sokakta bir araba klakson çaldı.

«Bobby!» diye bağırdı Frank. «Dediğimizi duydun mu? Biz

Page 295: Dean R. Koontz - Fısıltılar

polisiz. Oyun bitti artık. Ortaya çık. Haydi! Hemen!»

Aşağıda, havuzun başındakiler sessizleşmişti.

Tony’ye sanki bütün dairelerde oturanlar yavaşça pencere-

lerine doğrulmuşlar gibi garip bir duygu geldi.

Frank sesini daha da yükseltti. «Canını yakmak istemiyoruz,

Bobby!»

Tony de haykırdı. «Ne diyorsa dinle! Canını yakmaya zor-

Jama bizi. Sakin sakin çık.»

Bobby’den karşılık gelmedi.

Frank, «Burada olsa, en azından bize küfrederdi,» dedi.

Tony, «Şimdi?» diye sordu.

«Herhalde içeri gireceğiz.»

«Tanrım, nefret ediyorum bu tür pislikten. Belki takviye eki-

bi istesek iyi olur.»

«Herhalde silahlı değildir,» dedi Frank.

«Dalga mı geçiyorsun?»

«Daha önceki sabıkaları arasında silah taşımak yok. Kadın

peşine düşmedikçe pısırığın biri.»

«O bir katil.» >

«Kadınlar için. Yalnız kadınlara tehlikeli.»

Tony tekrar bağırdı. «Boby, bu senin son şansın! Allah kah-

retsin, çık oradan sakin sakin!»

Sessizlik.

Tony’nin yüreği davul gibi çarpıyordu.

«Pekâlâ,» dedi Frank. «Haydi, bitirelim şu işi.»

«Yanlış hatırlamıyorsam son bu tür olayda içeriye sen gir-

miştin.»

«Evet. Wilkie Pomeroy olayında.»

«Herhalde sıra bende,» dedi Tony.

«Hevesle beklediğinden eminim.»

Page 296: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Elbette.»

221 —

«Tüm kalbinle.»

«Kalbim ağzımda şu anda.»

«Hakla onu, kaplan.»

«Koru beni.»

«Hol koruma yapılamayacak kadar dar. Girdin mi görüşü tı-

kayacaksın.»

«Eğik dururum,» dedi Tony.

«Ördek gibi küçül. Üzerinden bakmaya çalışırım.»

«Elinden geleni yap.»

Tony’nin midesine kramplar giriyordu. Bir iki derin soluk al-

dı, sakinleşmeye çalıştı. Bunun tek etkisi, yüreğindeki çarpıntı-

yı daha da hızlandırmak oldu. Sonunda çömeldi, kendini açık

duran kapıdan içeri attı. Tabancasını öne doğru tutuyordu. Ho-

lün kaygan taşları üzerinde, çömelik durumda hızla ilerledi, sa-

lonun ağzında durdu, gözleriyle gölgeleri tarayıp bir hareket a-

radı, bir kurşunun gelip iki kaşının ortasına saplanmasını bek-

ledi.

Salonun ağır perdelerinin kanatları arasından giren şerit şe-

rit güneş ışığı orayı bir dereceye kadar aydınlatıyordu. Tony’nin

görebildiği kadarıyla buradaki bütün kabarık şekiller, kanepe,

koltuk ve masalardı. İri, pahalı ve zevksiz Amerikan mobilyala-

rıyla döşenmişti salon. Güneş ışığının ince bir şeridi kırmızı ka-

dife kanepeye rastlıyor, arkalığındaki iğrenç oyma gülü de aydın-

latıyordu.

«Bobby?»

Page 297: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Cevap gelmedi.

: «Canını yakmak istemiyoruz, Bobby.»

Yalnız sessizlik.

Tony soluğunu tuttu.

Frank’ın soluklarını da duyabiliyordu.

Başka bir şey duyamadı.

Yavaşça, dikkatle doğrulup kalktı.

Kimse ona ateş etmedi.

Duvarı yokladı, elektrik düğmesini buldu. Abajurunda boğa

güreşi resmi olan bir lamba yandı, salonun da, onun ötesindeki

yemek odasının da boş olduğunu gösterdi.

Frank arkadan yaklaştı, holdeki dolabı işaret etti.

Tony geriye doğru çekildi, yol verdi.

222 —

Frank tabancasını karnı hizasında tutarak dolabın kapısını

Page 298: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yavaşça açtı. Birkaç ince ceket, birkaç ayakkabı kutusu.

Tek kurşunla ikisi birarada avlanmamak için uzaklaştılar,

salona girip ilerlediler. İçki dolabının siyah menteşeleri gülünç

elenecek kadar iriydi. Kapak camları da sarıydı. Orta yerde yu-

varlak bir sehpa vardı. Daha doğrusu sekizgen. Kanepe ve kol-

tuklar al kırmızı kadifeyle kaplıydı. Üzerinde yaldızlı desenler, ke-

narlarında siyah püsküller. Perdeler parlak sarı ve turuncu bro-

kardı. Yeşil halıyı da hesaba katınca, burası yaşanamayacak

kadar çirkin bir yer olup çıkıyordu.

Tony içinden, ölmek için de çok saçma bir yer, dedi.

Yemek odasından geçip küçük mutfağa baktılar. Bir rezalet.

Buzdolabının ve birkaç dolabın kapakları açık duruyordu. Kon-

serve kutuları, her yana saçılmış, raflardan çekilip orta yere

atılmıştı. Çöp kutusunda da kırık camlar parlıyordu. Sarı yer ka-

rolarının üzerine vişne reçelinin kırmızı suyu akmıştı. Vişneler de

parlıyordu arada. Ocağa da çikolatalı şurup dökülmüştü. Her

yanda mısır gevrekleri göze çarpmaktaydı. Salatalık turşuları

da. Zeytinler de. Çiğ makarnalarda. Birisi parmağını hardala ba-

tırıp mutfağın boş duvarına aynı kelimeyi dört kere yazmıştı:

Cocodrilos

Cocodrilos

Cocodrilos

Cocodrilos

Fısıldaştılar.

«Ne bu?»

«İspanyolca.»

«Ne demek?»

«Timsahlar.»

«Niye timsah?»

«Bilmiyorum.»

Page 299: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Sinir bir şey,» dedi Frank.

Tony de aynı kanıdaydı. Garip bir duruma karşı karşıyay-

clılar. Ne olup bittiğini anlayamamakla birlikte, bunun sonunda

tehlike olduğunu hissediyordu. Keşke o tehlikenin hangi kapı-

dan geleceğini bilebilseydi.

Çalışma odasına baktılar. Orası da aşırı gösterişli döşenmiş-

ti. Bobby oradaki dolapta da saklanmış değildi.

223 —

İlk yatak odasıyla banyoda da normalin dışında bir şey bu-

lamadılar.

Büyük yatak odasında bir kargaşalıkla daha karşılaştılar.

Dolaplardaki bütün giyecekler çıkarılıp ortalara saçılmıştı. Kimi

yerlerde, kimi yığınlar halinde yatağın üzerindeydi. Tuvalet ma-

sası üzerinde de o tarafa fırlatılanlar yatıyordu. Hepsi değilse bi-

le çoğu artık işe yaramaz durumdaydı. Gömleklerin yakaları,

kolları yırtılmış, ceketlerin sağı solu çekilerek ayrılmıştı. Pan-

tolonların yan dikişlerinin bile söküldüğü görünüyordu. Bunu ya-

pan, kör bir öfkenin etkisinde olmalıydı. Ama öfkesine rağmen,

işini sistemli biçimde görmüştü.

Ama... kim yapmıştı?

Bobby’ye hıncı olan biri mi?

Bobby’nin kendisi mi? Neden mutfağını pisletsin, kendi giy-‘

silerini yırtsındı ki?

Timsahların bu işle ne ilgisi vardı?

Tony evi fazla hızlı taradıklarını hissedip tedirginlik duydu.

Önemli bir şeyi atladıklarından emindi. Bu gördüklerinin bir açık-

laması bilincinin kıyısında hazırdı herhalde. Ama uzanıp yaka-

Page 300: Dean R. Koontz - Fısıltılar

layamıyordu o açıklamayı.

Bitişikteki banyonun kapısı kapalıydı. Bakmadıkları bir orası

kalmıştı.

Frank tabancasını kapıya çevirdi, gözleri kapıda, Tony ile

konuştu. «Biz gelmeden buradan gitmediyse, şu banyoda olmalı.»

«Kim?»

Frank ona rahatsız bir ifadeyle göz attı. «Bobby tabii. Kim

olacak?»

«Kendi evini kendi mi mahvetti sence?»

«Eh... sen ne diyorsun?»

«Gözden kaçırdığımız bir şey var.»

«Öyle mi? Ne gibi?»

«Bilemiyorum.»

Frank banyo kapısına yaklaştı.

Tony kararsızdı. Evi dinledi.

Evin içi mezar gibiydi.

Frank, «Biri olmalı bu banyoda,» dedi,

Kapının iki yanına geçtiler.

224 —

Frank bağırdı. «Bobby, beni duyuyor musun? Orada ebedi-

yen kalamazsın. Ellerini kaldırıp çık oradan.»

Kimse çıkmadı.

Tony, «Bobby Valdez değilsen bile, kim olursan ol, oradan

çıkmak zorundasın,» diye seslendi.

On saniye. Yirmi. Otuz.

Frank tokmağı tutup yavaşça çevirdi, kanadı itti, içgüdü-

Page 301: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sel bir hareketle kendini geri attı, içerden fırlayacak kurşun

veya bıçağın önünden kaçmaya çalıştı.

Ne kurşun geldi, ne de bir hareket duyuldu.

Banyodan tek gelen, korkunç, iğrenç bir koku oldu. İdrar.

Dışkı.

Tony boğulur gibi oldu. «Tanrım!»

Frank tek elini ağzıyla burnuna kapadı.

Banyoda kimse yoktu. Yerlerde sarı sarı idrar birikintileri

ve sıvaşmış dışkılar yatıyordu. Dışkı elle alınıp lavaboya, duşun

perdesine de sürülmüştü.

Frank parmaklarının arasından, «Neler oluyor burada?» di-

ye sordu.

Banyo duvarına aynı kelime dışkıyla iki kere yazılmıştı.

Cocodrilos

Cocodrilos

Tony ile Frank hızla yatak odasının ortasına doğru geriledi-

ler, yırtık giysilere bastılar. Ama banyo kapısı artık açıldığına

göre, kokudan tam kurtulamıyorlardı. Hole çıktılar.

Frank, «Bunu kim yaptıysa, Bobby’den gerçekten nefret

ediyor,» dedi.

«Demek artık Bobby kendisi yaptı demiyorsun?»

«Niye yapsın? Akla sığmıyor. Tanrım, bundan garip şey ola-

maz. Ensemde tüyler diken diken.»

«Esrarengiz,» diye ona katıldı Tony.

Midesinin kasları gerilmiş, âdeta düğüm olmuştu. Yüreği

eve ilk girerkenki kadar çarpıyordu.

Bir an ikisi de konuşmadılar, hayaletlerin ayak seslerini

dinler gibi durdular.

Tony koridor duvarına tırmanan küçük, kahverengi bir

örümceğe baktı.

Page 302: Dean R. Koontz - Fısıltılar

225

Fısıltılar — F. : 15

%

Sonunda Frank tabancasını yerine soktu, bir mendil çıka-

rıp suratını sildi.

Tony de tabancasını kaldırdı. «Olduğu gibi bırakıp nöbetçi

dikmek yetmez,» dedi. «Fazla ileri gittik. Açıklamak gereken

çok şey gördük.»

«Doğru,» diye ona katıldı Frank. «Yardım çağırmalı, arama

belgesi getirtmeli, burayı aramalıyız.»

«Her çekmeceyi.»

«Ne bulacağız sence?»

«Allah bilir.»

Frank, «Mutfakta bir telefon vardı,» dedi.

Öne düşüp holden salona girdi, yemek odasının köşesini

dönüp mutfağa doğruldu. Tony daha yemek odasına varmamış-

tı ki Frank’in, «Ah, Tanrım,» dediğini duydu. Frank hızla mut-

faktan gerisingeri çıkmaya çalışıyordu.

«Ne oldu?»

Tony bu sözleri söylerken korkunç bir çatırtı koptu.

Frank bağırdı, yana doğru devrilirken tezgâhın ucuna sa-

rılıp ayakta kalmaya savaştı.

Page 303: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bir çatırtı daha duyuldu, dairenin duvarlarında yankılandı,

Tony bu sesin silah sesi olduğunu anladı.

Amıa demin boştu o mutfak!

Tony tabancasına uzandığında, kendisinin ağır çekim gibi,

çok yavaş hareket ettiğini, oysa çevresindeki her şeyin hız-

landırılmış projeksiyon gibi akıp geçmekte olduğunu hissetti.

İkinci kurşun Frank’in omzunu bulmuş, onu olduğu yerde

çevirmişti. Frank yere, reçel sularının, çiğ makarnaların, mısır

gevrekleri ve cam kırıklarının araşma devrildi.

Frank aradan çekilirken Tony onun arkasına doğru ilk de-

fa bakabildi, Bobby Valdez’i gördü. Musluğun altındaki dolap-

tan çıkmaya çalışıyordu. Oraya daha önce bakmayışlarının ne-

deni, insanın sığamayacağı kadar küçük görünmesindendi. Yı-

lan gibi, kıvrılarak çıkmaya çalışıyordu Bobby oradan. Dolapta

yalnız bacakları kalmıştı. Kendi yan dönmüş, tek koluyla ağır-

lığını dışarı çekmeye çalışıyor, öbür elinde de .32’lik bir tabanca

tutuyordu. Çıplaktı. Hasta bir hali vardı. Gözleri fincan gibi,

vahşi bakışlı, sulu, çukura kaçmıştı. Yüzü şok yaratacak ka-

dar solgun, dudakları kansızdı. Tony bütün bu ayrıntıları bir

226 —

saniyeden kısa zamanda gördü, duyuları salgılanan aşırı ad-

renalinle keskinleşti.

Frank yere çarparken, Tony tabancasını çekmeye çalışır-

ken, Bobby de üçüncü kere ateş etti. Kurşun kapının yanındaki

duvara saplandı, sıva parçaları kopup Tony’nin suratına çarptı.

Tony kendini arkaüstü yere attı, düşerken döndü, omzu

yere hızla çarptı, acıyla soluğunu tuttu, yuvarlanıp yemek oda-

Page 304: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sından, ateş hattından çıktı. Salondaki bir koltuğun arkasına

emekleyip tabancasını eline almayı başardı.

Bobby’nin ilk kurşunu sıkmasından bu yana altı yedi sa-

niye ancak geçmişti.

Bir ses, titrek, tiz bir tonda, «Tanrım, Tanrım, Tanrım,» de-

yip duruyordu.

Tony bunun kendi sesi olduğunu farketti. Dudağını ısırdı,

yaklaşan isteriyi önlemeye çalıştı.

Demin kendisini rahatsız eden şeyin ne olduğunu şimdi

anlıyordu. Gözden kaçırdıkları şey ortaya çıkmıştı. Bobby Val-

dez PCP satıyordu. Evin durumunu görünce buradan bir an-

lam çıkarmaları gerekirdi. Satıcıların bazen sattıkları malı ken-

dileri de kullanacak kadar budala olduğunu bilmeleri gerekirdi.

PCP hayvanlarda kullanılan bir sakinleştiriciydi. Atlara ve bo-

ğalara yaptığı etkiler bilinen şeylerdi. Ama onu insanlar alın-

ca, tepkileri hayal görmekten başlıyor, transa girmeye, beklen-

medik öfke ve şiddet patlamalarına kadar değişebiliyordu. Eu-

gene Tucker’in dediği gibi, zehirdi PCP. Beyin hücrelerini tam

anlamıyla yiyip bitiriyor, zihni çürütüyordu. Bobby de PCP et-

kisi altındayken kendi evini bu hale getirmişti. Peşinde tim-

sahların kendisini kovaladığını sanmıştı. Onlardan kurtulmak

için musluğun altındaki dolaba saklanmış, kapağı çekip ka-

patmıştı. Tony’nin oraya bakmaması, bir deliyi aramakta olduk-

larını bilinçlendirememesindendi. Evi dikkatle aramış, ruh has-

tası bir saldırganın ve katilin tepkilerini hesaba katmış, ama kar-

şılarındakinin zır deli olduğunu düşünememişlerdi. Mutfağın ve

yatak odasının durumu, duvarlardaki yazılar, banyodaki o iğ-

renç pislik, hep PCP’nin getirdiği isterinin sonuçlarıydı. Tony hiç

Page 305: Dean R. Koontz - Fısıltılar

narkotik ekiplerinde çalışmamakla birlikte biliyordu bu kada-

rını. Belirtileri doğru değerlendirmiş olsa, musluk altındaki do-

labı da arardı. Tabii evdeki başka benzer yerleri de. PCP kri-

227 —

zindeki bir insan, kendisini kovaladığını sandığı hayalî cana-

varlardan saklanmak için ufacık, karanlık, ana rahmini hatırla-

tan yerlere girmek isterdi genellikle. Ama Frank’la ikisi belirti-

leri yanlış değerlendirmiş, başlarını belâya sokmuşlardı.

Frank iki kurşun yemişti. Ağır yaralıydı. Belki ölüyordu. Bel-

ki de ölmüştü.

Yoo, olamaz!

Tony o düşünceyi kafasından kovalamaya çalıştı, bir yan-

dan da Bobby’yi altetmenin yolunu aradı.

Mutfakta Bobby gerçek bir korkuyla bağırmaya başladı.

«Hay, maıehos cccodrilos!»

Tony bunu, çak timsah var, diye tercüme etti.

«Cocotlrilos! Cooodrilos! Coecdrilos! Ah! Ah! Ahhhh!» Çığ-

lıklar kelimesiz bir acı ifadesine dönüştü.

Tony, gerçekten onu yiyorlarmış gibi ses çıkarıyor, diye

düşündü, ürperdi.

Bobby hâlâ haykırarak mutfaktan fırladı, .32Tıkle yere ateş

etti. Besbelli timsahlardan birini öldürmeye çalışıyordu.

Tony koltuğun arkasına sindi. Kalkıp nişan alırsa, tetiği çe-

kemeden avlanacağından korkuyordu.

Bobby ayaklarını timsahların çenelerinden kurtarmaya dö-

nük bir dansla yere iki el daha ateş etti.

Tony, altı kurşun etti, diye hesapladı. Üç mutfakta, üç bu-

Page 306: Dean R. Koontz - Fısıltılar

rada. Kaç tane vardı şarjörde? Sekiz mi? Belki de on.

Bobby iki üç kere daha ateş etti, kurşunlardan biri bir

yerden sekti.

Dokuz kurşun etmişti. Bir Jane daha beklemek gerekirdi.

«Coecdrilos!»

Onuncusu kapalı yerde sağır edici biçimde çınladı, kurşun

keskin bir ıslıkla yine sekti.

Tony saklandığı yerden ayağa kalktı. Bobby üç metre öte-

deydi. Tony tabancasını iki elle tuttu, namluyu adamın kılsız

göğsüne çevirdi. «Pekâlâ Bobby. Sakin ol. Bitti artık.»

Bobby onu gördüğüne şaşırmış gibiydi Besbelli PCP sar-

hoşluğundan, Tony’yi demin mutfak kapısında gördüğünü unut-

muştu.

Bobby bu sefer İngilizce olarak telaşla, «Timsahlar!» dedi.

Tony, «Timsah yok,» diye karşılık verdi.

228 —

«Kocaman.»

«Hayır. Timsah yok.»

Bobby bir çığlık attı, zıpladı, döndü, yere ateş etmeye ça-

lıştı ama tabancası boşalmıştı.

«Bobby,» dedi Tony.

Bobby titreyerek dönüp ona baktı.

«Bobby, yüzükoyun yere yat.»

«Yerler beni,» dedi Bobby. Gözleri yuvalarından fırlayacak

gibiydi. Kara irislerinin çevresinde göz akları parlaktı. Deli gibi

titriyordu. «Yerler beni.»

«Dinle, Bobby. Dikkatle dinle. Timsah yok. Hayalinden uy-

Page 307: Dean R. Koontz - Fısıltılar

duruyorsun. Hepsi senin kafanda. Duydun mu beni?»

«Tuvaletten çıktılar,» dedi Bobby titreyerek. «Banyonun de-

liğinden çıktılar. Lavabonun deliğinden de. Koskocaman. Dev

gibi. Beni ısırmaya çalışıyorlar.» Korkusu öfkeye dönüşmeye

başladı, solgun suratı kızardı, dudakları gerilip dişleri ortaya

çıktı, Bobby hırladı. «İzin vermem. Isıramazlar. Hepsini öldürü-

rüm!»

Tony ona lâf anlatamamanın çaresizliği içindeydi. Frank’ın

içerde kan kaybından ölmekte olabileceğini düşünmek de bu

çaresizliğe katkıda bulunuyordu. Bobby’nin karanlık hayallerini

kontrol altına alabilmek için o hayallerin içine girmeye karar

verdi, güven veren bir sesle konuştu. «Dinle beni. Timsahların

hepsi yine tuvalete çekildiler, gittiler. Görmedin mi gittiklerini?

Borulardan kayıp inişlerini duymadın mı? Bizim sana yardıma

geldiğimizi görünce, başa çıkamayacaklarını anladılar. Hepsi

gitti.»

Bobby ona cam gibi gözlerle baktı.

«Hepsi gittiler,» dedi Tony.

«Gittiler mi?»

«Hiçbiri sana zarar veremez artık.»

«Yalancı.»

«Hayır, doğru söylüyorum. Timsahların hepsi deliklere...»

Bobby boş tabancasını fırlattı.

Tony eğilip kendini kurtardı.

«Seni aşağılık itoğlu.»

«Dur, Bobby.»

Bobby ona doğru gelmeye başladı.

229 —

Page 308: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony çıplak adamdan uzaklaşarak geriledi.

Bobby koltuğun çevresinden dolaşmadı. Onu öfkeyle itip

devirdi. Çok ağır olduğu halde.

Tony uyuşturucu çekmiş kimselerin insanüstü güç sergi-

leyebileceğini hatırladı. Bazen dört beş polis zor başa çıkar-

dı böyleleriyle. Bu konuda bir takım tıbbî kuramlar da vardı

ama o kuramlar yetmiyordu. Tony tabancası olmasa bu adam-

dan kurtulamayacağını bilmekteydi. İlke olarak o son silah»

kullanmaya karşıydı ama... başka çaresi olmadığını görüyordu.

«Geberteceğim seni,» dedi Bobby. Elleri pençe gibi kıvrıl-

mıştı. Suratı kıpkırmızıydı. Ağzının bir köşesinde köpükler beli-

riyordu.

Tony koca sehpayı aralarına aldı. «Olduğun yerde dur, Al-

lah kahretsin!»

Bobby Valdez’i öldürmek zorunda kalmaktan nefret ediyor-

du. Bunca yıldır Los Angeles polis örgütünde çalışmış, yal-

nızca üç kişiye görev gereği ateş etmiş, her seferinde de öz

savunma amacıyla ateş etmişti. Üçü de ölmemişti adamların.

Bobby sehpanın çevresinden dolaşıyordu.

Tony de öbür tarafa kaydı.

Bobby sırıtarak, «Şimdi de timsah benim,» dedi.

«Canın! yaktırma bana.»

Bobby eğilip koca sehpanın kenarını yakaladı, kaldırıp de-

virdi. Tony duvara doğru geriledi. Bobby ona doğru atılırken

anlaşılmayan bir şeyler haykırdı, Tony tetiği çekti, kurşun Bob-

by’nin sol omzuna girdi, onu olduğu yerde çevirip dizüstü çö-

Page 309: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kertti. Ama adam inanılmaz biçimde tekrar ayağa kalktı. Sol

kolu kanlar içinde, yanına sarkmıştı. Acıdan çok öfkeyle hay-

kırarak şömineye koştu, küçük bir pirinç kürek kapıp fırlattı.

Tony eğildiği anda Bobby’nin demir çubuğu kaldırmış, kendi-

sine doğru koşmakta olduğunu gördü. Çubuk Tony’nin oylu-

ğuna saplandı, Tony acıyla bağırırken sancı kalçasına ve baca-

ğının aşağılarına doğru yayıldı. Ama bu darbe kemik kıracak

kadar sert değildi. Yıkılmadı. Biraz çöker gibi oldu. O sırada

Bobby çubuğu tekrar savurmak üzere kafasının üzerine kal-

dırmıştı. Tony çıplak adamın göğsüne ateş etti. Yakından. Bob-

by son bir çığlıkla arkaya devrildi, koltuğa çarptı, yere kaydı.

230 —

Fiskiyeli havuz gibi kanlar fışkırtıyordu. Kendi yaralı kolunu

ısırdı. Sonunda hareketsiz kaldı.

Tony soluk soluğa tabancayı kılıfına soktu, sendeleyerek

köşe sehpasmdaki telefona yürüdü, sıfırı çevirdi, santrale yerini

söyledi, nelere ihtiyacı olduğunu anlattı. «Önce cankurtaran,

sonra polis,» dedi.

«Başüstüne, efendim.»

Tony telefonu kapattı, topallayarak mutfağa yürüdü.

Frank Holward hâlâ yerdeydi. Çöplerin arasında. Sırtüstü

dönmeyi başarmış, fazlasını yapamamıştı.

Tony onun yanına çömeldi.

Frank gözlerini açtı. «Yaralı mısın?» dedi zayıf bir sesle.

«Hayır.»

«Onu vurdun mu?»

«Evet.»

Page 310: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Öldü mü?»

«Evet.»

«İyi.»

Frank’ın görünüşü korkunçtu. Suratı süt beyazı, terden

yağlı gibiydi. Gözlerinin akları sararmıştı. Sağ gözüne de fe-

na halde kan oturmuştu. Dudaklarında hafif bir morluk vardı.

Ceketinin sağ omzu ve kolu kan içindeydi. Sol elini karnındaki

yaraya bastırmış, ama solgun parmakları arasından bir hayli

kan akmıştı. Gömleği ve pantolonu sırılsıklam, yapış yapıştı.

«Ağrı nasıl?» diye sordu Tony.

«Başlangıçta berbattı. Bağırmayı kesemiyordum, Ama geç-

meye başladı. Şimdi sinsi bir yanma ve zonklama var.»

Tony’nin dikkati Bobby Valdez üzerine toplandığından,

Frank’ın çığlıklarını duyamamıştı.

«Kola turnike yapsam yararı olur mu?»

«Olmaz. Yara çok yukarda. Omuzda. Turnike yapacak yer

yok.»

«Yardım geliyor,» dedi Tony. «Telefon ettim.»

Canavar düdükleri tâ uzaktan duyulmaya başladı. Henüz

Tony’nin çağrısına cevap gelemezdi. İlk silah seslerini duyan

biri telefon etmiş olmalıydı.

Tony, «Devriyeler geliyordur,» dedi. «İnip karşılayayım. Ara-

balarında ilk yardım malzemesi vardır.»

231 —

«Beni bırakma.»

«Ama ilk yardım çantası varsa...»

Page 311: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bana ilk yardımdan fazlası gerekli. Yalnız bırakma beni.»

Yalvarıyordu Frank.

«Peki.»

«Lütfen.»

«Tamam, Frank.»

İkisi de titriyorlardı.

«Yalnız kalmak istemiyorum,» dedi Frank.

«Buradayım.»

«Doğrulup oturmaya çalıştım.»

«Yat sen.»

«Oturamadım.»

«Düzelecek.»

«Belki de felç oldum.»

«Şok geçirdin, o kadar. Biraz kan kaybettin. Zayıf düştün

tabii.»

Canavar düdükleri apartmanın dışında sona erdi.

Tony, «Cankurtaran da neredeyse gelir,» dedi.

Frank gözlerini yumdu, yüzünü buruşturdu, inledi.

«İyileşeceksin, dostum.»

Frank gözlerini açtı. «Benimle hastaneye gel.»

«Geleceğim.»

«Cankurtarana bin benimle.»

«Bırakırlar mı, bilmiyorum.»

«Zorla bin.»

«Peki. Olur.»

«Yainız kalmak istemiyorum.»

«Pe<i,» dedi Tony. «Bırakmazlarsa silah çeker, yine de

binerim.»

Frank gülümsedi. Ama o sırada sancı o gülümsemeyi yü-

zünden sildi. «Tony?»

Page 312: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ne var, Frank?»

«Benim... elimi tutar mısın?»

Tory ekip arkadaşının sağ elini tuttu. Kurşun sağ omuza

girmişti. Tony o elin iş görmeyeceğini sanıyordu. Ama soğuk

parmaklar Tony’nin elini şaşılacak bir kuvvetle kavradı.

«Biliyor musun...» dedi Frank.

232 —

«Neyi?»

«Onun dediğini yapmalısın.»

«Kimin dediğini?»

«Eugene Tucker’in. Sıçramalısın. Riski göze almalısın. Ha-

yatını kendi istediğin gibi yaşamalısın.»

«Benim için kaygılanma. Enerjini iyileşmeye sakla.»

Frank yine heyecanlandı. Başını iki yana salladı. «Hayır,

hayır, hayır. Beni dinlemek zorundasın. Bu önemli,.., sana söy-

(lemeye çalıştığım şey çok önemli. En önemli şey.»

«Peki,» dedi Tony hemen. «Sakin ol. Kendini yorma.»

Frank öksürdü, mor dudaklarında birkaç damla kan belirdi.

Tony’nin yüreği deli gibi çarpıyordu. Neredeydi lanet olası

cankurtaran? Niye bu kadar gecikiyordu bu herifler?

Frank’ın sesi bu sefer boğuk çıktı. İkide bir durup soluk

alarak konuştu. «Ressam olmak istiyorsan... o zaman ol. Henüz

gençsin... riski göze al.»

«Frank, lütfen... Tanrı aşkına, gücünü harcama.»

«Dinle beni! Daha fazla vakit... kaybetme,.. Hayat çok kı-

sa..., ziyan etme.»

«Öyle konuşmayı kes. Daha yıllarca yaşayacağım. Sen de

Page 313: Dean R. Koontz - Fısıltılar

öyle.»

«Çok çabuk geçiyor yıllar... çok çabuk. Hiç vakit yok.»

Frank’ın soluğu boğazına tıkandı, parmaklan Tony’nin elini

daha sıkı kavradı.

«Frank? Ne oldu?»

Frank bir şey söylemedi. Ürperdi. Sonra ağlamaya başladı,

Tony, «Şu ilk yardım çantasına bakalım,» dedi.

«Beni bırakma. Korkuyorum.»

«Bir dakika sürer.»

«Beni bırakma.» Yanaklarından yaşlar süzülüyordu.

«Tamam. Buradayım. Birkaç saniyeye kadar gelirler.»

«Ah, Tanrım,» dedi Frank sefil bir sesle.

«Ama acı artarsa...»

«Acım... çok değil.»

«Öyleyse ne oldu? Niye bağırdın?»

«Utandım... Kimse duysun... istemiyorum.»

«Neyi?»

«Kontrolü,.., kaybettim..., altıma yaptım.»

233 —

Tony ne diyeceğini bilemedi.

«Gülmelerini istemiyorum,» dedi Frank.

«Kimse sana gülecek değil.»

«Ama, Tanrım..., bebekler gibi... altıma çişimi yaptım.»

«Yerde bunca pislik varken kim görecek?»

Frank güldü, gülmenin yarattığı acıdan yüzünü buruşturdu,

Tony’nin elini daha da sıktı.

Bir canavar düdüğü daha. Birkaç blok öteden. Hızla yak-

Page 314: Dean R. Koontz - Fısıltılar

laşıyordu.

«Cankurtaran,» dedi Tony. «Bir dakikada dönerim.»

Frank’ın sesi her saniye biraz daha zayıflıyordu. «Korkuyo-

rum, Tony.»

«Lütfen, Frank. Lütfen korkma. Buradayım. Her şey düze-

lecek.»

«Beni birinin... hatırlamasını istiyorum,» dedi Frank.

«Ne demek istiyorsun?»

«Ben gidince... birisi yaşadığımı hatırlasın.»

«Daha uzun süre buradasın.»

«Kim hatırlayacak beni?»

«Ben,» dedi Tony boğuk bir sesle. «Ben hatırlayacağım.»

Yeni canavar düdüğü bir blok öteye kadar gelmişti artık.

Frank, «Biliyor musun, belki de kurtulurum,» dedi. «Acı bir-

den kesildi.»

«Öyle mi?»

«Bu iyi bir şey, değil mi?»

«Tabii.»

Düd,ük sesi kesilirken lastikler gıcırdıyordu.

Frank’ın sesi öyle zayıflamıştı ki, Tony duyabilmek için

eğilmek zorunda kaldı. «Tony..1. tut beni.» Tony’nin elini tu-

tan el gevşedi, soğuk parmaklar açıldı. «Tut beni, lütfen. Tan-

rım. Tut beni, Tony... olur mu?»

Tony bir an için onun yaralarını daha beter etmekten kork-

tu, ama sonra, artık bir şeyin değişmeyeceğini sezdi. Yere,

çöplerle kanların arasına oturdu, kolunu Frank’ın sırtı altına

kaydırıp onu oturur pozda doğrulttu. Frank yavaşça öksürdü,

sol eli karnından kaydı, yara ortaya çıktı. İğrenç, onarılmaz bir

delikten bağırsaklar dışarı sarkıyordu. Bobby tetiği çektiği an-

da ölmeye başlamıştı Frank. Kurtulma umudu zaten yoktu.

Page 315: Dean R. Koontz - Fısıltılar

234 —

«Tut beni.»

Tony onu becerebildiğince kollarına aldı, bir babanın kor-

kan oğluna sarılması gibi sarıldı, yavaşça salladı, güven verici

mırıltılar döküldü ağzından. Frank’ın öldüğünü anladıktan sonra

bile o mırıltılar sürüp gitti. Tony onu yavaşça sallıyor, sallıyor-

du.

* * *

Pazartesi öğleden sonra saat dörtte telefon şirketinin ada-

mı Hilary’nin evine geldi. Hilary ona beş paralelin yerlerini gös-

terdi. Adam işe başlayacağı sırada telefon çaldı. Mutfaktaydı-

lar.

Hilary arayanın yine o isimsiz adam olacağından korktu,

cevap vermedi. Ama telefoncu ona merakla baktı. Beşinci zil-

de Hilary korkusunu yendi, kulaklığı kaptı. «Alo?»

«Hilary Thomas mı?»

«Evet.»

«Ben Michael Savatino. Savatino Lokantasından.»

«Hatırlatmanıza gerek mi var? Harika lokantanızı da, si-

zi de hiçbir zaman unutmayacağım. Nefis bir yemek yedik.»

«Teşekkür ederim. Çok uğraşıyoruz. Bakın, Bayan Tho-

mas. ..»

«Lütfen bana Hilary deyin.»

«Hilary olsun o halde. Bugün Tony ile hiç konuştunuz mu?»

Hilary adamın sesindeki gerilimi o anda farketti. Birden an-

Page 316: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ladı. Tony’nin başına korkunç bir şey geldiğini tıpkı bir kâhin

gibi sezdi. Bir an soluğu kesildi, görüş alanının çevresinde sisli

bir karanlık belirdi.

«Hilary? Orada rrasın?»

«Dün geceden beri konuşmadım onunla. Ne oldu?»

«Seni telaşlandırmak istemem. Bir patırtı olmuş...»

«Ah, Tanrım.»

«Ama Tony’ye bir şey olmamış.»

«Emin misiniz?»

«Yalnızca birkaç çürük.»

«Hastanede mi?»

«Hayır, hayır. Bir şeyi yok.»

Hilary’nin göğsündeki sıkışma biraz gevşer gibi oldu.

235 —

«Nedir sorun?» diye sordu.

Michael ona olayı birkaç cümleyle özetledi.

Ölen Tony de olabilirdi. Hiiary’nin dizleri çözülüyordu.

«Tony çok sarsıldı,» dedi Michael. «Pek çok. Frank’la ikisi

birlikte çalışmaya başladıklarında pek geçinemiyorlardı. Ama

durum düzeliyordu. Son birkaç gündür birbirlerini daha iyi ta-

nıdılar. Hattâ çok yakınlaştıiar.»

«Nerede Tony şimdi?»

«Evinde. Silahlı çatışma bu sabah on bir otuzda olmuş.

Tony ikiden beri evinde. Ben az öncesine kadar yanındaydım.

Kalmak istedim, ama o beni lokantaya dönmeye zorladı. Onun

da gelmesini söyledim, gelmedi. Kabul etmiyor ama şu anda

birine çok ihtiyacı var.»

Page 317: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ben giderim ona,» dedi Hilary.

«Böyle demeni umuyordum.»

Hilary duş yaptı, giyindi. Telefoncu işi bitirmeden on beş

dakika önce hazırdı. Ömründe bu kadar uzun bir on beş dakika

hatırlamıyordu.

Arabayı Tony’nin evine doğru sürerken, onu ağır yaralı

sandığında ne gibi bir duyguya kapıldığını hatırladı. Midesi ağ-

zına gelmişti. Korkunç bir kayıp duygusu doldurmuştu benli-

ğini.

Dün gece yatağına yattığında, Tony’yi sevip sevmediğini

tartışıyordu kendi kendine. Çocukluğunda çektiği fiziksel ve

psikolojik acılardan sonra, insanların kötülüğünü bu kadar öğ-

rendikten sonra... sevebilir miydi? İnsan birkaç gün önce ta-

nıdığı birini sevebilir miydi? O tartışma hâlâ çözümlenmiş,

sonuçlanmış değildi. Ama şu anda Tony Clemenza’yı kaybet-

mekten çok korktuğunu, ömründe hiç kimsenin kaybından bu

‘kadar korkmadığını anlamış bulunuyordu.

Apartmana varınca mavi Jeep’in yanına parketti.

Tony iki katlı binanın üst katında oturuyordu. Bir başka

dairenin balkon kapısına rüzgâr çıngıraklarından asılmıştı. Se-

si hafif rüzgârda pek hüzünlüydü.

Tony kapıyı açıp onu görünce şaşırdı. «Herhalde Michael

aradı seni,» dedi.

«Evet. Niye sen aramadın?»

236 —

«Sana benim enkaz haline geldiğimi söylemiş olmalı. Gör-

düğün gibi... abartmış.»

Page 318: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Senin için kaygılanıyor.»

«Ben idare ederim.» Tony zorla gülümsedi. «İyiyim.»

Frank Howard’ın ölümüne tepkisini azımsamaya çalışıyor-

du ama Hilary onun yüzündeki hortlak görmüş gibi ifadeyi, göz-

lerindeki karanlığı farketti.

Onu kucaklayıp avutmak geldi içinden. Ama kendisi.nor-

mal koşullar içinde bile insanlara nasıl davranmak gerektiğini

çok iyi bilen biri değildi, nerede kaldı böyle bir durumda. Hem

zaten avutulmayı önce o istemeliydi. Henüz hazır değildi bu-

na.

«Başa çıkarım,» diye diretti Tony.

«Yine de... girebilir miyim?»

«Aa, tabii. Özür dilerim.»

Tek yatak odalı bir bekâr dairesinde oturuyordu. Ama sa-

lonu geniş ve havadardı. Tavanı yüksek, kuzeye bakan pence-

releri aydınlıktı.

Hilary, «Ressamlara göre bir kuzey ışığı,» dedi.

«Burayı bu yüzden tuttum.»

Salondan çok ressam stüdyosuna benziyordu içerisi. Du-

varlarda Tony’nin göz alıcı resimlerinden birkaçı asılıydı. Du-

var diplerine başka tualler dayanmıştı. Toplam altmış yetmiş

tablo vardı odada. İki sehpada çalışmalar bitmemişti. Ayrıca

kocaman bir çizim masası, bir de malzeme dolabı vardı. Raf-

larda iri sanat kitapları duruyordu. Normal bir salona verilen

tek ödün, iki kısa kanepeyle iki küçük sehpa, iki lamba, bir de

ortaya konan büyük sehpaydı. Bunların hepsi sevimli bir köşe

oluşturacak biçimde dizilmişti. Döşeniş garipti ama odada sı-

cak bir atmosfer vardı.

Tony kapıyı kaparken, «Sarhoş olmaya karar verdim,» de-

di. «Zom olmaya. Tam ilk içkimi bardağa koymuşken sen kapıyı

Page 319: Dean R. Koontz - Fısıltılar

çaldın. Bir şey ister misin?»

«Ne içiyorsun?»

«Buzlu viski.»

«Benimki de aynısı olsun.»

Tony mutfakta içkileri hazırlarken Hilary resimlere daha

bir dikkatle baktı. Bazıları ültra-realist’ti. Ayrıntılar çok ince, çok

237 —

zekice yakalanmış, çok kusursuz ifade edilmişti. Realizm açı-

sından, fotoğrafa yaklaşıyordu bu resimler. Bazıları da sürre-

alist’ti. Ama.Dali’ye, Ernst’e, Miro’ya ve Tanguy’a benzemeyen

yeni ve hakim bir yaklaşımla yapılmışlardı. Daha çok Rene Mag-

ritte tablolarını hatırlatıyorlardı. Hele de Magritte’in Arnheim

ve Hazır Buket tablolarını. Ama Magritte eserlerinde böylesine

ince detayları hiçbir zaman kullanmamıştı. Tony’nin resimlerin-

de sürrealist unsurları bu kadar çarpıcı ve benzersiz kılan da

bu gerçek niteliğiydi.

Tony elinde iki kadeh viskiyle mutfaktan geldi, Hilary ka-

dehlerin birini aldı. «Çalışman eşsiz ve heyecan verici,» dedi.

«Öyle mi?»

«Michael’ın hakkı var. Resimlerin sen bitirir bitirmez satı-

lır.»

«Böyle düşünmek güzel bir şey. Tatlı bir hayal.»

«Onlara bir şans tanışan...»

«Daha önce de dediğim gibi, çok iyisin... ama uzman de-

ğilsin.»

Tony her zamanki Tony değildi. Sesi ifadesiz, odun gi-

biydi. Çökmüş, depresyona girmiş bir hali vardı.

Page 320: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary onu hayata döndürmek için biraz iğneledi. «Kendini

çok akıllı buluyorsun,» dedi. «Oysa değilsin. Konu resimlerine

gelince, aptalsın. İmkânları göremiyorsun.»

«Ben bir amatörüm.»

«Zırva.»

«Oldukça iyi bir amatörüm.»

«Bazen insanı çileden çıkarıyorsun.»

«Resimden konuşmak istemiyorum.»

Tony stereo seti açtı. Ormandy yönetiminde Beethoven ça-

lınıyordu. Geçip odanın köşesindeki kanepelerden birine oturdu.

Hilary peşinden gitti, yanına oturdu. «Neden konuşmak is-

tiyorsun?»

«Sinemadan,» dedi Tony.

«Doğru mu söylüyorsun?»

«Belki de kitaplardan.»

«Öyle mi?»

«Ya da tiyatrodan.»

238

«Aslında bugünkü olaylardan konuşmak istiyorsun.»

«Hayır. O en son isteyeceğim şey.»

«Onu konuşmaya ihtiyacın var. İstemiyor olsan bile.»

«Onu unutmaya, kafamdan silmeye ihtiyacım var.»

«Kafanı kuma sokup saklanmak istiyorsun. Kabuğunun içi-

ne sığabileceğini sanıyorsun.»

«Evet, öyle.»

«Daha geçen hafta ben bütün dünyadan saklanmak ister-

ken sen beni dışarı çıkarmak istiyordun. Sarsıcı bir deneyimden

Page 321: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sonra bir insanın içine kapanmasının sağlıklı bir şey olmadığını

söylüyordun. En iyisi duygulan başkalarıyla paylaşmaktır, diyor-

dun.»

«Yanılmışım,» dedi Tony.

«Haklıydın.»

Genç adam gözlerini yumdu, bir şey söylemedi.

«Gitmemi istiyor musun?» diye sordu Hilary.

«Hayır.»

«İstiyorsan giderim. Gücenmem.»

«Lütfen kal.»

«Peki. Neden konuşacağız?»

«Beethoven’den ve viskiden.»

«Peki, imaları da anlarım.»

Yanyana sessizce oturdular. Gözlerini kapamış, başlarını

arkaya dayamış, müziği dinliyor, viskilerini yudumluyorlardı. Gü-

neşin ışığı amber rengine dönüştü, sonra turuncu oldu. Yavaş

yavaş odayı gölgeler doldurdu.

* # #

Pazartesi sabahı erken saatte Avril Tannerton, birisinin

zorla Forever View’ya girmiş olduğunu anladı. Bunu bodruma

indiği zaman farketti. Bodrum pencerelerinden birinin camına

dikkatle flaster yapıştırılmış, sonra vurularak kırılmış, kıran kişi

içeriye uzanıp tokmağa ulaşarak pencereyi açmıştı. Küçük bir

pencereydi aslında. Tepedeydi. Ama iri bir insan bile, yeterin-

ce kararlıysa, girebilirdi oradan.

Avril o anda evde bir yabancı bulunmadığından emindi. Ay-

rıca bu camın Cuma gecesi kırılmadığını da biliyordu. Öyle ol-

sa, burada bir saat boyunca tabanca ve av tüfeklerini temiz-

Page 322: Dean R. Koontz - Fısıltılar

239 —

lerken farkederdi. Silahlar en yeni merakıydı onun. Yabancı bi-

rinin güpegündüz ya da kendisi evdeyken bu işe kalkışacağını

da sanmıyordu. Yani Pazarın gündüz veya gecesinde olmuş ola-

mazdı. Geriye bir tek Cumartesi gecesi kalıyordu. Kendisi He-

len Virtillion’un yanındayken. O gece bu evde Bruno Frye’ın ce-

sedi tek başınaydı. Hırsız da bunu anlamış ve yararlanmış ol-

malıydı.

Hırsız.

Akla sığıyor muydu bu?

Hırsız, ha?

Ne giriş katındaki salonlarda, ne de ikinci kattaki özel

evinde bir eksiklik görmüş değildi. Bir şey çalınmış olsa, Pa-

zar sabahı döner dönmez farkına varırdı. Tabancaları hâlâ ça-

lışma odasındaydı. Değerli madenî para koleksiyonu da. Böyle

şeyleri hırsız kesinlikle alırdı.

Bodrumun sağ tarafında, kırık pencereye yakın yerde, iki

bin dolarlık pahalı âletler duruyordu. Elektrikle çalışan türden.

El âletleri de vardı arada. Çok kaliteli şeylerdi. Kimi duvarlar-

daki çivilere asılmış, kimi Avril’in özel olarak yaptırdığı raf-

lara sıralanmıştı. Hiçbirinin eksiltmediğini bir bakışta gördü.

Çalınan bir şey yoktu.

Kırılan, dökülen de yoktu.

Hangi hırsız bir eve, sırf bakmaya girerdi?

Avril yerdeki birkaç küçük cam kırığına, flasterlere baktı,

gözlerini bodrumun çevresinde gezdirip durumu düşündü, son-

ra birden, bir şeyin gerçekten alınmış olduğunu farketti. Yirmi

Page 323: Dean R. Koontz - Fısıltılar

beşer kiloluk alçılardan üç torba. Gary Olmstead’Ie ikisi geçen

ilkbaharda evin ahşap giriş terasını sökmüş, tuğlalarla yeni te-

rası ustaca örmüşlerdi. Bu iş beş hafta sürmüş, sonunda üç

torba alçı artmıştı. Onu geri vermemiş, saklamışlardı. Avril’in

niyeti gelecek yaza arkaya da bir balkon yapmaktı. Şimdi o

üç torba alçının yerinde olmadığını görüyordu.

Hırsız neden pahalı tüfeklere, değerli madenî paralara, di-

ğer para edecek eşyalara hiç bakmasın da üç torba ucuz alçı

alıp gitsin?

Tannerton kafasını kaşıdı. «Garip,» diye mırıldandı.

240 —

Alacakaranlıkta on beş dakika oturup Beethoven dinle-

yen, Hilary’nin arada getirdiği ikinci kadehi de içen Tony, so-

nunda kendini Frank Howard’dan söz eder buldu. Hilary’ye açıl-

maya karar vermiş değildi. Bu kararı konuşmaya başladıktan

sonra verdi. Birden kendini ilk cümlenin ortasında buldu, on-

dan sonra da kelimeler akıp döküldü ağzından. Yarım saat bo-

yunca susmadan konuştu, yalnızca içkisinden bir yudum ala-

cak kadar ara verdi. Frank’ı ilk gördüğündeki izlenimini, ara-

larındaki sürtüşmeyi, iş sırasındaki tatsız veya gülünç olayları,

Bolt Hole’daki sarhoşluk gecesini, Janet Yamada ile çıkması

olayını, son zamanlarda Frank’la ne kadar iyi anlaştığını anlattı.

Sonunda, Bobby Valdez’in evinde olanları anlatırken sesi ka-

rarsız çıkıyor, ancak duyuluyordu. Gözlerini kapadığında o pis-

lik içindeki mutfağı capcanlı görebildiği belliydi. Ölmekte olan

bir dostu kollarında tutmanın nasıl bir şey olduğunu Hilary’ye

anlatırken titriyordu. Cok üşüyordu Tony. Eti, kemiği, yüreği

Page 324: Dean R. Koontz - Fısıltılar

(buz kesiliyordu. Dişleri birbirine vurmaya başlamıştı. Kanepeye

gömülmüş, mor gölgeler arasında otururken Frank Holward için

ilk damla gözyaşını akıttı. Yaş damlası buz gibi tenini yakacak

kadar sıcaktı.

O ağlarken Hiiary onun elini tuttu, sonra da sarıldı ona.

Tıpkı onun Frank’a sarılması gibi. Elindeki küçük kokteyl peçe-

tesiyle yüzünü kuruladı, yanaklarını, gözlerini öptü.

Önce yalnızca avuttu onu. Tony’nin de tek ihtiyacı buydu.

Ama sonra, ikisi de farkedemeden kucaklaşmanın niteliği de-

ğişti. Tony ona sarıldı, kimin kimi avuttuğu belli olmaz hale

geldi. Tony’nin elleri Hilary’nin sırtında yukarı aşağı kayıp du-

ruyordu. Hayranlık duyuyordu o güze! sırtın kavislerine. Blu-

zun altındaki vücudun o esnek ve diri düzgünlüğüne de. Hi-

lary’nin elleri de onun üzerinde geziniyor, o da o sert kaslara

hayranlık duyuyordu. Tony’nin ağzının köşelerini öptü, o da

onun dudaklarının tümünü öptü. Dilleri dokunduğunda öpüş-

meleri ateşli bir havaya girdi, ikisi de daha hızlı solumaya baş-

ladılar.

Neler olup bittiğini aynı anda anladılar, oldukları pozda

dondular. Yasını tutmaya yeni başladıkları o dostu hatırlamış-

lardı. Şu anda o çok ihtiyaç duydukları şeyi birbirlerine verir-

lerse, bir cenazede kıkır kıkır gülmek gibi bir şey olacaktı. Gü-

241

Fısıltılar — F. : 16

Page 325: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nah işlemenin eşiğinde hissettiler kendilerini.

Ama arzuları öyle güçlüydü ki, sonunda kuşkularını yen-

di. Önce tutuk, sonra hevesle öpüştüler, birbirinin dokunuşla-

rına cevap verdiler. Tony birlikte sevgiyi ve neşeyi aramakta

bir kötülük olmadığını hissetti. Sevişmek ölülere saygısızlık de-

ğildi. Belki ölümün haksızlığına bir tepki olabilirdi. Bastırılmaz

arzuları birçok şeyin sonucuydu. O şeylerin biri de sağ olduk-

larını, capcanlı olduklarını kanıtlama isteğiydi.

Sözsüz bir anlaşmayla kanepeden kalkıp yatak odasına

geçtiler.

Tony çıkarken salonun ışığını yaktı. Yatak odasına ancak

oradan ışık geliyordu. Soluk, loş bir ışık. Altın bir ışık. O ışık da

seviyordu Hilary’yi. Onu okşuyor, sütlü bronz tenine bir par-

laklık katıyor, kuzguni saçlarını, iri gözlerini ışıldatıyordu.

Yatağın yanında durup sarıldılar, öpüştüler. Sonra Tony

onu soymaya başladı. Bluzunun düğmelerini açtı, çıkardı, sut-

yenin kopçalarını çözdü. Hilary omuzlarını kaldırıp askıların

çıkmasına yardımcı oldu. Göğüsleri çok güzeldi. Yuvarlak, dol-

gun ve dik. Meme başları iri ve kalkıktı. Tony eğilip onları öptü.

Hilary onun başını avuçları arasına aldı, yüzünü kendininkine

doğru kaldırdı, dudakları birleşti. Hilary içini çekti. Tony onun

kemerini açarken elleri titriyordu. Blucinin fermuarını indirdi,

pantolon uzun bacaklarından aşağıya kaydı, Hilary adımını atıp

onun içinden çıktı.

Tony diz çöktü. Niyeti külotu indirmekti. Birden Hüary’nin

ön santim boyundaki yara izini gördü. Sol tarafında. Karnının

kenarından başlıyor, kıvrılarak arkaya doğru gidiyordu iz. Ame-

liyat izi değildi. Doktorun özenle açtığı bir kesiğin izine -benze-

Page 326: Dean R. Koontz - Fısıltılar

miyordu. Tony daha önce de eski kurşun ve bıçak yaralarının

izlerini görmüştü. Gerçi ışık iyi sayılmazdı, ama bunun da ta-

banca veya bıçak yarası olduğundan emindi. Eski bir yara.

Hafif bir şey de değildi. Onun böyle bir acıyı çekmiş olması,

Tony’nin içinde onu koruma isteği uyandırdı. O yarayla ilgili

Yüzlerce soru sormak istiyordu ama sırası değildi. İzi öptü, Hi-

ilary’nin gerginleştiğini hissetti. Yaranın onu utandırdığını anlı-

yordu. Ona güzelliğinin bozulmadığını, tersine, bu iz de olma-

sa, inanılmaz bir fiziksel kusursuzluğa erişeceğini söylemek is-

tiyordu.

242 —

Ama onu avutmanın yoiu sözler değil, hareketlerdi. Külotu

indirdi, Hilary onun içinden de çıktı. Tony ellerini yavaşça o gü-

zel bacaklardan yukarıya kaydırdı. Baldırlara, oyluklara. Aya-

ğa kalktığında elleri Hilary’nin kalçalarmdaydı. Dudakları tek-

rar birleşti, bu seferki öpüşme saniyelerce, hattâ belki dakika-

larca sürdü, sonra bitti. Hilary, «Haydi,» diye fısıldadı.

Örtüleri çekip yatağa girdi, Tony de soyundu. Çıplak ola-

rak yanına uzandı, onu kollarına aldı.

Birbirlerinin vücudunu elleriyle keşfettiler, açılarına, doku-

larına şaşkınlık ve hayranlık duydular.

Bir süre sonra Tony kendini eriyip onunla birleşiyormuş gi-

bi hissetti. Tek bir yaratık oluyorlarmış gibi. Yalnız fiziksel ve

cinsel anlamda değil, ruhsal anlamda da. Mucizevi, psikolojik

‘bir ozmozla bileşiyorlardı. Onun sıcaklığından sarhoş, ona sa-

hip olacağından heyecanlıydı ama en çok da Hilary’yi Hilary

yapan o küçücük hareketlerden, benzersiz mırıltılardan etkile-

Page 327: Dean R. Koontz - Fısıltılar

niyordu. Tony kendini yepyeni, egzotik bir uyuşturucu almış gibi

hissetti. Sezgileri kendi beş duyusunun ötesine doğru geniş-

ledi. Yalnız kendi gözleriyle değil Hilary’nin gözleriyle de gö-

rüyormuş, onun elleriyle de dokunuyormuş, onun diliyle de ta-

diyormuş gibi oldu. İki zihin birleşti. İki kalp, atışlarının tem-

posunu uydurdu.

Sıcak öpüşler, onun her yanını öpme isteği getiriyordu. Hi-

lary belini arkaya doğru kavislendirdi, iki eliyle çarşaflara sa-

rıldı, onun kendisini sevmesinin tadını çıkardı. Bir ara dirsek-

leri üzerinde doğruldu, «Ah, Tony! Evet, evet!»

Derin derin, hızlı hızlı soluyordu. Duyduğu zevk aşırı yo-

ğunlaştığında ondan uzaklaşmaya çalışıyor, bir an geçmeden

kendini yine ona doğru atıyor, danasını istiyordu. Soluk solu-

ğa doruğa vardı. Sonra yorgun argın kendini yastıklara attı.

Tony doğruldu, onun göğüslerini, göbeğini öptü. Hilary’nin

içini yeni bir arzu dalgası dolduruyordu. «Evet, evet, evet. Sev-

gili Tony!»

«Çok güzelsin.»

Tony aşkın bu kadar güzelini hiç tatmamıştı. Gözleri kenet-

lendi, bir an sonra Tony kendini onun gözlerine değil de, ruhu-

nun içine bakıyormuş gibi hissetti. Hilary gözlerini kapadı, Tony

de kapadı. Kapayınca o harikulade bağın çözülmemiş olduğunu

anladı.

243 —

Başka kadınlarla da sevişmişti. Ama Hilary Thomas’a ya-

kın olduğu kadar yakın olamamıştı onlara. Bu birleşme çok

özeldi. Bunu uzun sürdürmek, onu da bu yolculuğa yanında

Page 328: Dean R. Koontz - Fısıltılar

götürmek istiyordu. Ama bu sefer, her zamanki sevişmelerindeki

özkontrole sahip değildi. Kendini tutamıyor, fazla hızlı gidi-

yordu.

Hilary ona sımsıkı sarıldı, kulağına tekrar tekrar adını fısıl-

dadı. Heyecan dinerken Tony’nin içini kavurucu bir ihtiyaç duy-

gusu doldurdu. Onu artık asla bırakamayacağını, onsuz kala-

mayacağını anlıyordu.

Daha sonra yatakta yanyana, elele yatıp yürek çarpıntıla-

rının yavaş yavaş normale dönmesini beklediler.

Bu yaşantı Hilary’yi fiziksel ve duygusal olarak tüketmiş-

ti. Çok sayıda doruğa varıp aşmak sarsmıştı onu. Daha önce

hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Her orgazmı bir yıldırımı andı-

rıyor, tâ içine düşüyor, her dokusunu etkiliyor, sanki vücudun-

da bir akım dolaşıyordu. Ama Tony ona cinsel zevkten fazla-

sını vermişti. Başka bir şey daha hissetmişti Hilary. Yeni bir

şey. Harikulade, güçlü, anlatılamayacak bir şey.

Bazı kimseler buna aşk derlerdi herhalde. Ama kendisi bu

rahatsız edici sözü kabullenmeye henüz hazır değildi. Çocuklu-

ğundan bu yana uzun süre «aşk» ve «acı» kelimelerini zihnin-

de birbirine bağlayarak yaşamıştı. Tony Clemenza’ya âşık ol-

duğunu ya da onun kendisine âşık olduğunu kabullenemiyor,

buna inanmaya cesaret edemiyordu. Çünkü inanırsa kendisini

savunmasız bırakacaktı.

Buna karşılık, Tony’nin kendisine bilerek acı vereceğine de

inanmıyordu. Earl gibi değildi o. Babasına hiç benzemiyordu.

Daha önce tanıdığı hiç kimseye benzemiyordu. Bir şefkatli yanı,

bir merhameti vardı. Hilary onun kollarında kendini son derece

güvende hissetmekteydi. Belki de bir şansını denemeliydi Tony’

yle. Belki uğrunda bu riske girmeye değecek adam oydu.

Ama her şeyi göze aldıktan sonra işler iyi gitmezse neler

Page 329: Dean R. Koontz - Fısıltılar

hissedeceği geldi aklına. Ağır bir darbe olurdu. Belki topariana-

mazdı bir daha.

Sorundu bu.

244--

Cevabı kolay değildi.

Şu anda düşünmek istemiyordu bunu. Onun yanında yat-

mak, birlikte yarattıkları mutluluğun tadını çıkarmak istiyordu.

Sevişmelerini hatırlamaya başladı. Kendisini zayıf düşüren

o erotik duyguları. Bazıları hâlâ terketmemişti vücudunu.

Tony yan dönüp ona baktı, uzanıp boynunu, yanağını öp-

tü. «Ne düşündüğünü bilmek isterdim.»

«Düşüncelerim çok değerli.»

«O halde daha çok bilmek isterdim.»

«Daha da değerli. Düşünce de değil pek. Anılar.»

«Neyle ilgili?»

«Demin yaptıklarımızla.»

«Biliyor musun, beni şaşırttın sen,» dedi Tony. «Öyle saf

ve kusursuz, öyle meleksi görünüyorsun ki! Ama içinde atak

bir damarın var.»

«Evet, bazen vardır.»

«Çok atak.»

«Vücudumu beğendin mi?»

«Çok güzel bir vücut.»

Bir süre saçma sapan konuştular. Sevgililerin tipik konuş-

maları. Hülyalı mırıltılar. Öyle gevşemişlerdi ki her şey eğlen-

diriyordu onları.

Derken Tony alçak, ama daha ciddi bir sesle, «Seni asla

Page 330: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bırakmayacağımı biliyorsundur herhalde,» dedi.

Hilary kendisi hazırsa onun bir söz vermeyi planladığını

sezdi. Ama sorun oradaydı. Hilary hazır değildi henüz. İlerde

hazır olup olmayacağını da bilmiyordu. Tony’yi istiyordu. Tan-

rım, nasıl da istiyordu! Birlikte yaşamalarından daha heyecan-

lı, daha güzel bir şey düşünemiyordu. Ama o kendisini iste-

mediği anda doğacak acılardan, hayal kırıklığından çok korku-

yordu. Chicago’da Earl ve Emma’yla geçen o korkunç yılları

geride bırakmıştı ama öğrendiği acı dersleri unutamazdı. Söz

vermekten korkuyordu.

İmalı sorudan kaçınmak için işi şakaya vurdu «Hiç mi

bırakmayacaksın beni?»

«Hiç.»

«Beni koluna takıp polis işi yapman garip kaçmayacak

mı?»

245 —

Tony onun gözlerinin içine baktı, ne dediğini anlayıp an

lamadığım saptamaya çalıştı.

Hilary sinirli bir sesle, «Beni aceleye itme, Tony,» dedi

«Zamana ihtiyacım var. Birazcık zamana.»

«İstediğin kadar zaman senin.»

«Şu anda öyle mutluyum ki yalnızca zırvalamak istiyorum

Ciddi olmanın sırası değil.»

«Ben de zırvalayayım.»

«Neden söz edelim?»

«Senin her şeyini bilmek istiyorum.»

«O ciddi bir şey, zırva değil.»

Page 331: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bak, ne yapalım... sen yarı ciddi ol, ben yarı zırva ola

yım. Sırayla değişiriz.»

«Peki. İlk soruyu sor.»

«En sevdiğin kahvaltı nedir?»

«Mısır gevreği,» dedi Hilary.

«En sevdiğin öğle yemeği?»

«Mısır gevreği.»

«En sevdiğin akşam yemeği?»

«Mısır gevreği.»

«Dursana bir dakika...» dedi Tony.

«Ne oldu?»

«Kahvaltı konusunda herhalde ciddiydin. Ama iki zırva

cevabı arka arkaya söyledin.»

«Bayılırım ben mısır gevreğine.»

«Şimdi bana iki ciddi cevap borçlusun.»

«Sor.»

«Doğduğun yer?»

«Chicago.»

«Orada mı büyüdün?»

«Evet.»

«Annen baban?»

«Annemle babamın kim olduğunu bilmiyorum. Ben yumur-

tadan çıktım. Ördek yumurtasından. Bir mucize. Sen de oku-

muşsundur. Chicago’da bu olaydan adını alan bir Katolik kili-

sesi bile var. Ördek Yumurtası Azizesi Kilisesi.»

«Gerçekten çok zırva.»

«Teşekkür ederim.»

246 —

Page 332: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Annen baban?» diye sordu Tony tekrar.

«Bu haksızlık. Aynı şeyi iki kere soramazsın.»

«Kim demiş?»

«Ben.»

«O kadar mı kötüydü?»

«Ne?»

«Annenle babanın yaptıkları.»

Hilary bu sorudan kaçınmaya çalıştı. «Kötü bir şey yap-

tıklarını da nereden çıkardın?»

«Sana annenle babanı daha önce de sormuştum. Çocuk-

luğunu da. Bu sorulardan hep kaçındın. Konuyu ustaca, kay-

dırarak değiştirdin. Farkına varmadığımı sandın ama... ben

sezdim.»

Hilary’ye ömründe gördüğü en delici bakışlarıyla bakıyordu.

Hemen hemen ürkütücü bakışlarla.

Hilary içini göremesin diye gözlerini kapamak zorunda

kaldı.

«Anlat bana,» dedi Tony.

«Alkolikti onlar.»

«İkisi de mi?»

«Evet.»

«Durum kötü müydü?»

«Hem de nasıl!»

«Şiddet?»

«Evet.»

«Peki sonra?»

«Şimdi bundan konuşmak istemiyorum.»

«Sana iyi gelebilir.»

Page 333: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hayır. Lütfen, Tony. İMutluyum. Bana onları... anlattırır-

san... mutluluğum kaçar. Şu ana kadar çok güzel bir akşam

oldu. Mahvetme.»

«Er geç dinlemek istiyorum.»

«Peki. Ama bu gece olmasın.»

Tony içini çekti. «Pekâlâ. Dur bakayım... En sevdiğin te-

levizyon sjması?»

«Kurbağa Kermit.»

«İnsan olarak?»

«Kurbağa Kermit.»

247 —

«Bu sefer insan dedim.»

«Bence Kermit ekrandaki herkesten daha insan.»

«İyi bir gözlem. Ya yara izi?»

«Kermit’te yara izi mi var?»

«Senin yara izin.»

«Seni tiksindiriyor mu?» Hilary yine sorudan kaçmaya çalı

şıyordu.

«Hayır,» dedi Tony. «Seni daha da güzelleştiriyor.»

«Öyle mi?»

«Öyle.»

«Seni yalan makineme bağlamama izin verir misin?»

«Burada yalan makinen mi var?»

«Elbette.» Hilary uzanıp onun ufaltmış cinsel organına dokun-

du. «Yalan makinemin çalışma biçimi basittir. Yanıltıcı bilgi ver-

mesine olanak yoktur. Fişi alıyoruz, B prizine takıyoruz.»

«B prizi mi?»

Page 334: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary aşağıya kayıp ona dudaklarını değdirdi. Tony ken-

dini kontrol edemez oldu.

Hilary doğrulup sırıttı. «Yalan söylemiyormuşsun.»

«Yine söylüyorum, olağanüstü atak bir kızsın.»

«Beni yine istiyor musun?»

«İstiyorum.»

«Ya zihnimi?»

«O da anlaşmaya dahil.»

* * *

Hilary’nin Earl’la Emma’ya olan nefreti şu anda bile, sağ-

lıklarında olduğu kadar yoğundu. Tony’ye duygularını sözle açık-

layamaması, onu sevdiğini söyleyememesi onların yüzündendi.

O zincirleri kırmak için ne yapması gerektiğini merak ediyordu.

Bir süre yatakta birbirlerine sarılıp yattılar. Sessizdiler.

Söylenecek bir şey de yoktu.

On dakika sonra, gecenin dört buçuğunda Hilary, «Eve

dönmeliyim aslında,» dedi.

«Kal.»

«Dahasını başarır mısın?»

«Tanrım! Elbette ki hayır. Bittim ben. Sana sarılmak isti-

yorum yalnızca. Burada uyu.»

248

«Kalırsam uyumam.»

«Sen danasını başarır mısın?»

«Ne yazık ki hayır, sevgilim. Ama yarına yapmam gereken

Page 335: Dean R. Koontz - Fısıltılar

işler var. Senin de var. Aynı yatakta birarada dinlenemeyecek

kadar heyecanlandırıyoruz birbirimizi. Böyle dokunmayı, ko-

nuşmayı sürdürürsek uykuya karşı gelmiş oluruz.»

Tony, «Eh... geceyi birlikte geçirmeyi de öğrenmemiz ge-

rek,» dedi. «Nice geceler geçireceğiz aynı yatakta. Sence de

öyle değil mi?»

«Hem de pek çok. İlk gecesi en kötüsüdür. Yenilik geçin-

ce uyum sağlarız. Ben yatağa bigudilerle, yüzümü kremleyerek

“girerim.»

«Ben de yatakta puromu içerek Johnny Carson programını

seyrederim.»

«Ne yazık!» dedi Hilary.

«Ama tabii yeniliğin geçmesi biraz zaman alır.»

«Biraz,» diye ona katıldı Hilary.

«Mesela elli yıl kadar.»

«Ya da altmış.»

Hilary’nin gitmesini on beş dakika kadar ertelediler, ama

sonunda kalkıp giyindi. Tony ayağına blucinini çekti.

Salonda, kapıya doğru yürürlerken Hilary durdu, duvardaki

resimlerden birin© baktı, «En iyi resimlerinden altı tanesini

Wyant Stevens’e göstermek istiyorum,» dedi. «Beverly Hills’

deki ajana. Senin işlerini alır mıymış, bir sormak istiyorum.»

«Almaz.»

«Bir denemek istiyorum.»

«Orası en iyi galerilerden biri.»

«Neden tabandan başlayalım?»

Tony ona baktı... ama sanki başkasını görüyormuş gibiydi.

Sonunda, «Belki de sıçramam gerek,» dedi.

«Sıçramak mı?»

Tony, Eugene Tucker’in o tutku dolu öğüdünü anlattı. Es-

Page 336: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kiden cezaevlerinde yatarken şimdi moda desinatörü olan ada-

mın öğüdünü.

«Tucker haklı,» dedi Hilary. «Buna sıçrama bile denmez.

İşinden istifa falan ediyor değilsin ki! Yalnızca şöyle bir kola-

çan ediyorsun ortalığı.»

249 —

Tony omuzlarını kaldırdı. «VVyant Stevens beni reddeder...,

ama ona bunu yapma fırsatı tanımakla pek bir şey kaybet-

miş olmam herhalde.»

«Seni reddetmez. Seni en iyi temsil ettiğine inandığın altı

resim seç bana. Wyant’tan ya bugün ya da en geç yarın ran-

devu alırım.»

«Sen seç, hem de şimdi seç,» dedi Tony. «Yanına al, gö-

tür. Stevens’i görebildiğin zaman ona göster.»

«Eminim ki seninle tanışmak isteyecektir.»

«Resimleri beğenirse, o zaman isteyecektir benimle tanış-

mayı. Zaten beğenirse seve seve gider tanışırım onunla.»

«Tony, doğrusu...»

«Adam sana, bunlar güzel ama yetenekli bir amatörün ça-

lışmaları derken ben bunu kulağımla duymak istemiyorum.»

«Cok zor bir insansın.»

«Tedbirliyim.»

«Öyle kötümsersin ki!»

«Gerçekçiyim.»

Salonda yığılı altmış tablonun hepsine bakmaya vakti yok-

tu Hilary’nin. Dolaplarda daha elli tanesinin saklı olduğunu, ay-

rıca yüz kadar da mürekkep çizimiyle bir o kadar suluboya-

Page 337: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nın, sayısız karakalem ezkizlerin bulunduğunu duyunca daha

da şaşırdı. Hepsini görmek istiyordu. Ama yorgun olmadığı,

zevkini çıkarabileceği bir zamanda görmek istiyordu. Salonun

duvarlarına asılmış on iki resimden altısını seçti. Bir zarar gel-

mesin diye resimleri eski çarşaflara sardılar. Tony acımadan

yırtıyordu çarşafları.

Gömleğini, ayakkabılarını giydi, tabloları arabaya kadar ta-

şıdı, bagaja koydu.

Hilary bagajı kapayıp kilitledi, dönüp birbirlerine baktılar.

Veda etmeyi ikisi de istemiyordu.

Sokak lambasının ışık halkasında durmaktaydılar. Tony onu

terbiyeli terbiyeli öptü.

Gece serin ve sessizdi. Yıldızlar vardı.

«Neredeyse şafak sökecek,» dedi.

Hilary, «Benimle, ‘İki Uykulu Kişi’ şarkısını söyler misin?»

diye sordu.

«Hiç şarkı söyleyemem.»

250

«Belli olmaz.» Hilary ona yaslandı. «Deneylenme bakılırsa,

ne yaparsan iyi yapıyorsun.»

«Ataksın, dedim ya.»

«Öyle olmaya çalışıyorum.»

Tekrar öpüştüler, sonra Tony ona sürücü kapısını açtı.

Hilary, «Bugün işe gitmeyecek misin?» diye sordu.

«Hayır... Frank’tan hemen sonra,., gidemem. Aslında ra-

por yazmam gerek. Ama o da bir saat falan sürer ancak. Bir-

kaç gün izin kullanacağım. İzin haklarım çok birikti.»

Page 338: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Öğleden sonra telefon ederim.»

«Bekliyorum.»

Hilary gecenin boş sokaklarında yola koyuldu. Birkaç blok

uzaklaştığında açlıktan karnı guruldamaya başladı, evde kah-

valtılık hiçbir şey bulunmadığını hatırladı. Telefoncu gider git-

mez bakkala gitmeyi planlamıştı. Ama Michael Savatino arayın-

ca aklı başından gitmiş, hemen Tony’nin evine koşmuştu. Bir

sonraki köşeden sola döndü, geceleri kapatmayan bir markete,

yumurta ve süt almaya gitti.

Tony, Hilary’nin bu tenha yollarda eve varması on dakika-

dan fazla sürmez diye hesaplıyordu. Yine de sağ salim vardı-

ğını öğrenmek için telefonu on beş dakika sonra etti. Ama hat-

ta zil sesi alamadı. Kulağına yalnızca o zeki makinelerin diline

benzeyen bibip sesleri, arı vızıltıları geldi. Sonra bir iki çıt sesi

duyuldu, sonra da hattın boş düştüğünü belli eden tıslama gel-

di. Tony kupatıp tekrar çevirdi. Her numarayı doğru çevirmeye

özen gösterdi. Telefon yine çalmadı.

Eve bağlanan yeni numarayı doğru aldığından emindi. Hi-

lary ona telefon şirketinin formundan okuyarak yazdırmıştı. Ora-

da bir yanlışlık olmasına olanak yoktu.

Santrali arayıp sorunu anlattı. Santral da o numarayı çal-

dırmaya uğraştı, başaramadı.

«Prizden mi çekilmiş?» diye sordu Tony.

«Öyle gözükmüyor.»

«Ne yapabilirsiniz?»

«Numarayı arızaya kaydettirebilirim. Servis bölümümüz

bakar.»

251 —

Page 339: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ne zaman?»

«Sahibi yaşlı veya sakat biri mi?»

«Hayır.»

«O zaman normal servis programına alınır. Sabah sekiz-

den sonra bir elemanımız düzeltir.»

«Teşekkür ederim.»

Tony kulaklığı yerine koydu. Yatağın kenarında oturmak-

taydı. Demin Hilary’nin yattığı buruşuk çarşaflara baktı, sonra

bakışları telefon numarasını yazdığı kâğıda döndü.

Bozuk muydu?

Belki öğleden sonra telefon bağlanırken bir yanlışlık yapıl-

mış olabilirdi. Mümkündü. Ama pek sık olabilecek şeylerden de

değildi. Hemen hemen hiç olmazdı öyle şey.

Birden aklına Hilary’ye musallat olan o isimsiz telefonlar

geldi. Böyle bir şeye kalkışan erkekler genellikle zayıf, etkisiz,

cinsel gücü olmayan kimselerdi. Normal ilişki kuramayan, te-

cavüze kalkışamayacak kadar da çekingen olan kimseler. Ge-

nellikle. İstisnası hemen hemen hiç çıkmazdı. Ama ya bu se-

ferki manyak, binde bire giren tehlikeli tiplerdense?

Tony bir elini midesine koydu. İçi bir tuhaf oluyordu.

Los Angeles kumarcıları, Hilary Thomas’ın bir hafta içinde

birbiriyle ilişkisi olmayan iki saldırıyla karşılaşması ihtimali üze-

rinde bahse girecek olsalar, bunun olamayacağına servetler

yatırılırdı. Ama öte yandan, Tony polis örgütünde çalıştığı sü-

re içinde nice olmayacak şeylerin tekrar tekrar olduğunu gör-

müştü. Beklenmeyeni beklemeyi çok erken öğrenmişti bu mes-

lekte.

Bobby Valdez’i düşündü. Çıplak. O ufacık mutfak dolabın-

dan çıkışını. Gözleri vahşi. Elinde tabanca.

Page 340: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Pencerenin dışında henüz şafak sökmemişti. Bir kuş öttü.

Sesi tizdi. Hayvan daldan dala uçarken o ses bir yükselip bir

alçalıyordu. Peşinde aç ve amansız bir şey kovalıyordu sanki

o kuşu.

Tony’nin alnını ter kapladı.

Yatağın kenarından kalktı.

Hilary’nin evinde bir şeyler oluyordu. Bir terslik vardı. Kor-

kunç bir terslik.

* * *

252 —

Yolda markete uğrayıp süt, yumurta, tereyağ gibi şeyler

alan Hilary evine ancak yarım saatte vardı. Karnı açtı. Üzerin-

de tatlı bir yorgunluk vardı. Maydanozlu ve peynirli bir omlet

yapıp yemeyi hevesle bekliyordu. Sonra da en azından altı sa-

at kesintisiz uyumak niyetindeydi. Mercedes’i garaja sokama-

yacak kadar yorgundu. Onu yuvarlak bahçe yolunda bıraktı.

Otomatik sulama fıskiyeleri durmadan çimlere su saçıyor,

ıslık sesleri çıkarıyordu. Hafif bir rüzgâr tepedeki palmiye dal-

larını hışırdatmaktaydı.

Hilary eve ön kapıdan girdi. Salon’ kapkaranlıktı. Ama çı-

karken eve geç döneceğini düşündüğünden holün ışığını yanık

bırakmıştı. Girince alışveriş torbalarını tek eline geçirdi, kapıyı

kapayıp iki kere kilitledi.

Salonun ışığını yakıp holden iki adım uzaklaştığında bura-

nın saldırıya uğramış olduğunu farketti. İki masa lambası par-

Page 341: Dean R. Koontz - Fısıltılar

çalanmıştı. Jaluziler yırtılıp mahvedilmişti. Vitrinin camı bin

parça halinde halının üzerindeydi. İçindeki o pahalı porselen

koleksiyonundan da geriye pek bir şey kalmamıştı. Değersiz

parçacıklar haline gelmişti hepsi. Kanepeyle koltuklar kesile-

rek yırtılmış, sünger ve pamuk parçaları her yana saçılmıştı.

Tahta sandalyelerin duvarlara defalarca vurularak parçalan-

dığı belliydi. Duvarlarda izler vardı. O güzelim antika köşe ma-

sasının ayakları kırılmış, bütün çekmeceleri çıkarılmış, dipleri

tekmeyle parçalanmıştı. Tablolar hâlâ asıldıkları yerlerdeydi

ama hepsi de şerit şerit kesilmiş, mahvolmuştu. Şömineden kül-

ler avuç avuç alınmış, yerdeki Edivvard Fields halısına sıvanmış-

tı. Bir tek sağlam şey kalmamıştı geriye. Şöminenin paravanı bi-

le tekmelenip çarpıtılmış, saksılardaki çiçekler toprağından çı-

karılıp yolunmuştu.

Hilary’nin önce gözleri kamaşır gibi oldu, sonra duyduğu

şok yerini öfkeye bıraktı. Sıkilı dişleri arasından, «Hayvanlar,»

diye mırıldandı.

Bu odadaki her eşyayı seçip alırken ne mutlu dakikalar ya-

şamıştı. Bir servet harcamıştı onlara. Ama onu asıl rahatsız

eden, kaybettiği para değildi. Çoğu zaten sigortalıydı bu eşya-

ların. Hilary aslında onarılamayacak duygusal bir kayıpla karşı

karşıyaydı. Hayatında sahip olduğu ilk güzel şeylerdi bunlar.

253 —

Kaybetmek acı veriyordu. Gözlerinin uçlarında yaşlar parılda-

maya başladı.

Duyuları uyuşmuş durumda, inanmaya inanmaya enkazın

ortasına doğru yürüdü, hayatının tehlikede olabileceğini ondan

Page 342: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sonra akı! etti. Durdu, dinledi. Ev sessizdi.

Omurgasında buz gibi bir ürperti dolaştı. Bir an ensesinde

bir soluk hisseder gibi oldu.

Dönüp arkasına baktı. Kimse yoktu.

Holdeki dolap demin kapalıydı. Hâlâ da kapalıydı. Bir an

o kapağa korkuyla baktı, açılmasını bekledi. Ama orada sak-

lanan biri varsa bile, çoktan çıkardı dışarı.

Çılgınlık bu, diye düşündü. Aynı şey iki kere olamaz. Ola-

maz. Akıl almıyor. Olabilir mi?

Arkasından bir ses geldi.

Hilary bir çığlıkla dönüp kolunu kaldırdı, kendini bir sal-

dırgana karşı savunmaya hazırlandı.

Saldıran kimse yoktu. Salonda kendisi hâlâ yalnızdı.

Ama yine de duyduğu sesin parkelerden, kirişlerden gelme

masum bir ses olmadığından emindi. Bu evde yalnız olmadığını

hissediyor, birinin varlığını seziyordu.

Yine o ses.

Yemek odasında.

Bir çıtırtı. Bir küçük çınlama. Birisi kırık camlara basarak

yürüyormuş gibi.

Sonra bir adım daha.

Yemek odası yuvarlak kemerli kapının ardındaydı. Hilary’

nin durduğu yerden yedi metre kadar ötedeydi. Mezar gibi de

karanlıktı.

Bir adım daha. Cıt-cın.

Gerilemeye başladı. Sesin kaynağından yavaşça uzaklaşı-

yor, giriş kapısına doğru çekiliyordu. Kapı bir mil uzaktaymış

gibi geliyordu ona. Keşke girerken kilitlemeseydim, diye dü-

şündü.

Yemek odasının zifiri karanlığından bir adam çıktı, kemerin

Page 343: Dean R. Koontz - Fısıltılar

altında durdu. İri yarı bir adam. Uzun boylu, geniş omuzlu. Bir

an duraklayıp salonun pırıl pırı! aydınlığına adımını attı.

«Yoooo!» dedi Hilary.

Afallamıştı. Geri çekilmeyi kesti. Yüreği ağzına gelir gibi

254 —

oldu, ağzı kurudu, başını elinde olmadan sallamaya başladı:

Hayır, hayır, hayır.

Adamın elinde kocaman keskin bir bıçak vardı. Hilary’ye

sırıttı. Bruno Frye’dı.

Tony sokakların boş oluşuna şükrediyordu. Gecikmeye da-

yanamazdı. Geç kalmış olmaktan korkuyordu zaten.

Arabayı hızla sürdü, Santa Monica Bulvarı üzerinde kuzeye

doğru uçtu, sonra batıya, Wilshire’a döndü. Beverly Hills sını-

rına vardığında Jeep’in hızı saatte yetmiş mil dolaylarındaydı.

Motor homurdanıyor, camlar, ön panelin gevşek tokmakları tir

tir titriyordu. Tepenin dibindeki trafik ışığı kırmızıydı. Tony frene

basmadı. Kornaya yüklenip kavşağı geçti, drenaj deliğinin çu-

kurunda sarsıldı. Bu hızla gelirken çukur uzaktan belli olmu-

yordu. Bir an kendini havada buldu, tokaladığı kayışa rağmen

kafasını tavana çarptı. Jeep asfalta güm diye düştü, türlü ça-

tırtılar duyuldu, lastikler garip sesler çıkardı. Tony sola doğru

kaydığını hissetti. Dönüyordu araba. Lastiklerden dumanlar çı-

kıyordu. Bir an, kontrolü kaybedeceğinden korktu, sonra direk-

siyona hakim olmayı başardı. Kendini tepenin yarısında bul-

duğu zaman oraya nasıl vardığını hatırlamıyordu.

Hızı saatte kırk mile düşmüştü. Tekrar altmışa çıktı. Da-

ha fazla zorlamamaya karar verdi. Az bir yolu kalmıştı. Bir

Page 344: Dean R. Koontz - Fısıltılar

elektrik direğine toslar da ölürse Hilary’ye yardım edemezdi.

Yol kurallarına aldırış etmiyordu. Virajları açıktan alıyor,

geliş şeridine kayıyordu. Karşıdan araba gelmediğine şükretti.

Trafik ışıkları ona komplo kurmuş gibi hep kırmızıydı. Kaderin

cilvesi. Ama o hiçbirine yüz vermedi. Trafik cezası almak umu-

runda bile değildi. Durduran olursa polis kimliğini gösterirdi.

Kendisini durduran devriyeleri de yanına alacaktı. Böyle bir şey

olmayacağını umdu. Zaman kaybına yol açardı çünkü. En azın-

dan bir dakika giderdi.

İçinde bir duygu, bir dakikanın Hilary için ölüm kalım me-

selesi olduğunu söylüyordu.

Bruno Frye’ın kemerli kapıdan salona girişine bakarken

255 —

Hilary aklını kaçırdığını düşündü. Bu adam ölmüştü. Gümüştü!

Kendisi onu iki kere bıçaklamış, çıkan kanları gözüyle görmüş,

sonra onu morgda da görmüştü. Buz gibi, sarı-gri, cansız. Üs-

telik bir de otopsi yapılmıştı. Ölüm sertifikası imzalanmıştı. Ölür-

ler doicsşrmczdı! Ama bu adam mezardan dönmüş, karanlık ye-

mek odasından aydınlık salona geliyordu. İstenmeyen konuk.

Koca bıçak bir elinde ışıldıyor, geçen hafta yarım bıraktığı işi

bitirmek niyetinde olduğu belli oluyordu. Oysa onun şu anda

burada bulunmasına imkân yoktu.

Hilary gözlerini yumdu, iradesiyle onu yok etmeye çalıştı.

Bir saniye sonra kendini zorlayıp gözlerini açtığında adamın

hâlâ orada olduğunu gördü.

Yerinden kıpırdayamadı. Kaçmak istiyordu ama tüm eklem-

leri... kalçaları, dizleri, bilekleri kaskatı kesilmiş, kilitlenmişti.

Page 345: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Onları kıpırdatacak gücü yoktu. Kendini ihtiyar kocakarı gibi

dermansız hissediyordu. Eklemlerini kıpırdatmayı başardığı an-

da yere yığılacağından emindi.

Konuşamıyordu. Sesi çıkmıyor, ama için için çığlıklar atı-

yordu.

Frye araları beş metre kalınca durdu. Bir ayağı koltuklar-

dan fırlamış pamukların ortasına basıyordu. Yüzü solgundu.

Tir tir titriyordu. İsteri eşiğinde olduğu belliydi.

Ölüler isteriye kapılır mıydı?

Delirmiş olmalıyım, diye düşündü Hilary. Başka açıklama

yoktu. Aklını kaçırmıştı. Ama kaçırmadığını da biliyordu.

Hortlak!!! Ama hortlaklara inanmazdı ki o! Hem ruhların

saydam olması, maddesiz olması, en azından ışığı biraz olsun

geçirmesi gerekmez miydi? Hayaletler şu adam kadar somut

olabilir miydi? Bunun kadar inandırıcı ve ürkütücü olabilir miy-

di?

«Kahpe,» dedi adam. «Pis kahpe!»

O boğuk, peşten, gıcırtılı sesi tanımamaya olanak yoktu.

Hilary delice, ama o ses telleri çürümeye başlamış olma-

lıydı, diye geçirdi aklından. Boğazı türlü salgılarla tıkanmış ol-

malıydı.

İçinden çılgın bir kahkahanın yükseldiğini hissetti, onu

kontrol altına almaya uğraştı. Gülmeye başlarsa hiç duramaya-

bilirdi.

256 —

«Beni öldürdün,» dedi adam korkunç bir sesle. Hâlâ is-

terinin eşiğindeydî.

Page 346: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hayır. Olamaz, hayır.»

«Evet, öldürdün!» Bu çığlığı atarken bıçağı da havada sa-

vuruyordu. «Beni öldürdün! Yalan söyleme. Biliyorum. Bilmi-

yor muyum sandın? Ah, Tanrım,> kendimi öyle garip, öyle yal-

nız, öyle boş hissediyorum ki!» Öfkesine gerçek bir acının ka-

rıştığı ortadaydı. «Bomboş ve korku içinde. Hepsi senin yü-

zünden.»

Aradaki birkaç metrelik mesafeyi yavaşça aldı, yerdeki dö-

küntülerin üzerinden dikkatli adımlarla geçti.

Hilary bu ölünün gözlerinin boş bakmadığını, gözbebek-

lerini süt gibi kataraktların kaplamış olmadığını görüyordu. Ma-

vimsi gri, çok canlı gözleri vardı. Bebeklerinde buz gibi bir öf-

ke parlıyordu.

Frye yaklaşırken, «Bu sefer ölü kalacaksın,» dedi. «Geri

dönmeyeceksin artık.»

Hilary gerilemeye çalıştı. Bir tek kararsız adım. Dizleri ne-?

redeyse boşalacaktı. Ama düşmedi. Demek gücü sandığından

fazlaydı.

Frye, «Bu sefer her tedbiri alacağım,» dedi. «Gerçi dön-

me şansı tanımayacağım sana. O kopası yüreğini yerinden çı-

karacağım.»

Hilary bir adım daha attı. Ama önemi yoktu. Kurtulamazdı.

Kapıya varıp çifte kilidi nasıl açardı? Buna kalkışırsa adam bir

saniyede tepesine biner, bıçağı iki küreğinin arasına saplayı-

verirdi.

«Yüreğine tahta çubuk saplayacağım.»

Merdivenlere atılıp yukardaki tabancayı almaya kalkışsa,

geçen seferki gibi şans yardım etmezdi herhalde. Adam onu

ikinci kata varmadan yakalardı.

«Kafanı keseceğim!»

Page 347: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hemen hemen tepesine dikilmişti artık. Bir kol boyu uzak-

taydı.

Hilary’nin kaçabileceği bir yer yoktu. Saklanabileceği bir

yer de yoktu.

«Dilini keseceğim. Ağzına sarmısak dolduracağım... öbür

257

Fısıltılar — F. : 17

dünyadan dönebilmek için tatlı dil kullanıp kimseyi kandırama-

yasın diye.»

Hilary kendi yüreğinin davul gibi vuruşlarını duyuyordu. Kor-

kudan soluk bile alamaz olmuştu.

«Gözlerini oyup çıkaracağım.»

Hilary yine dondu. Kıpırdayamıyordu. Bir santim bile.

«Gözlerini çıkarıp ezeceğim. Dönüş yolunu bulamayasın di-

ye.»

Frye bıçağı başının üzerine kaldırdı. «Ellerini keseceğim.

Elle yoklayarak dönüş yolunu bulamayasın diye.»

Bıçak havadaydı. Hilary’nin zaman kavramı ölmüştü. Sivri

uç onu hipnotize ediyordu.

«Hayır!»

Çeliğin ucunda ışıklar yansımakta, parıldamaktaydı.

«Kahpe.»

Derken bıçak inmeye başladı. Dosdoğru suratına. Işıklar çe-

Page 348: Dean R. Koontz - Fısıltılar

likten yansıdı, yaklaştı, yaklaştı... upuzun, düzgün, öldürücü bir

yay çizdi.

Hilary alışveriş torbasını elinde tutmaktaydı. Hiç düşün-

meden, içgüdüsel bir hareketle kaldırdı. İki eliyle kavrayıp yu-

karıya, inen bıçağa doğru savurdu, darbeyi durdurmaya savaştı.

Bıçak yiyeceklere saplandı, süt kartonunu deldi.

Frye öfkeyle kükredi.

İçinden sütler damlayan torba Hilary’nin elinden uçtu, yere

düştü, içinden yumurtalar, dökülmüş sütler, tereyağlar saçıldı.

Bıçak da ölü adamın elinden fırlamıştı. Onu almak zorun-

daydı.

Hilary merdivenlere atıldı. Kaçınılmaz sonucu ancak biraz

ertelemeyi başarmıştı. Bunun farkındaydı. İki üç saniyeydi ka-

zancı. Kendini kurtarmaya yetmezdi.

Kapı çalındı.

Hilary şaşırarak merdivenlerin dibinde durdu, dönüp arka-

sına baktı.

Frye elinde bıçakla doğrulmuştu.

Bakışları karşılaştı, Hilary adamın gözlerinde bir kararsız-

lık kıvılcımı gördü.

Frye ona doğru ilerledi. Özgüveni deminkine göre biraz

azalmış gibiydi. Ürkek bakışlarla hole ve ön kapıya baktı.

258 —

Kapı tekrar çalındı.

Hilary, tek eli trabzanda, adım adım yukarıya doğru geri-

lerken avazı çıktığı kadar, «İmdat!» diye bağırdı.

Dışardan bir erkek, «Polis!» diye seslendi.

Page 349: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony’nin sesi.

«Polis! Açın kapıyı!»

Hilary onun neden geldiğini anlayamıyordu. Ömründe ken-

disini bu kadar sevindiren bir ses duyduğunu da hatırlamıyor-

du.

Frye polis kelimesini duyar duymaz durdu, önce Hilary’ye,

sonra kapıya baktı, tekrar Hilary’ye döndü, şansının ne kadar

olduğunu hesapladı.

Hilary hâlâ bağırıyordu.

Kapının camı bir anda parçalandı, Frye şaşırarak yerinde

sıçradı. Cam kırıkları hole saçılıyordu.

Hilary merdivenlerdeki yerinden holü göremiyordu ama

Tony’nin kapının yanındaki dar camı kırdığını anlamıştı.

«Polis!»

Frye ona baktı. Hilary ömründe böyle nefret dolu bir bakış

görmemişti. Bu bakışlar adamın yüzüne deli bir ifade veriyordu.

«Hilary!» diye haykırdı tony.

Frye, «Yine döneceğim,» dedi.

Sonra arkasını dönüp salondan yemek odasına doğru

koştu. Besbelli mutfak kapısından çıkmak niyetindeydi.

Hilary hıçkırıklar içinde birkaç basamağı indi, ön kapıya

atıldı. Tony kırık camdan ona sesleniyordu.

* * *

Tony tabancasını kılıfına sokarak arka bahçeden mut-

fağa girdi.

Hilary orta tezgâhın yanında durmaktaydı. Tezgâhın üze-

rinde, elini dayadığı yerden birkaç santim uzakta bir mutfak

bıçağı vardı.

Page 350: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony kapıyı kaparken, «Gül bahçesinde kimse yok,» dedi.

«Kilitle.»

«Efendim?»

«Kapıyı kilitle.»

Tony kilitledi.

259 —

«Her yere baktın mı?» diye sordu Hilary.

«Her köşeye.»

«Evin duvar diplerine?»

«Baktım.» ,

«Fidanlar arasına?»

«Her birine.»

«Şimdi?»

«Merkezi arayıp iki devriye isteyeceğim. Rapor yazsınlar.»

«İşe yaramaz,» dedi Hilary.

«Belli olmaz. Belki komşulardan biri daha önceden bura-

larda dolanan birini görmüştür. Ya da biri onu kaçarken gör-

müştür.»

«Ölüler kaçmak zorunda mı? Bir hayalet istediği zaman

görünmez olamaz mı?»

«Sen hayaletlere inanıyor olamazsın.»

«Belki de hayalet değildi,» dedi Hilary. «Belki yürüyen ölü-

lerdendi. Hep rastlanan yürüyen ölülerden.»

«Ona da inanıyor olamazsın.»

«Acaba?»

«Fazla mantıklı bir insansın.»

Hilary gözlerini kapayıp başını iki yona salladı. «Artık neye

Page 351: Dean R. Koontz - Fısıltılar

inandığımı bilemiyorum.»

Sesinde Tony’y’ı korkutan bir titreşim vardı. Yıkılmanın eşi-

ğindeydi Hilary.

«Ne gördüğünden kesinlikle emin misin, Hilary?»

«Oydu!»

«Nasıl olabilir?»

«Frye’dı.» Hilary Direnmekte kararlıydı.

«Perşembe günü onu morgda gördün.»

«O zaman ölmüş müydü?»

«Elbette ölmüştü.»

«Kim diyor?»

«Doktorlar. Patologlar.»

«Doktorların yanıldığı çok görülmüştür.»

«İnsanların ölüp ölmediği konusunda mı?»

«Arada sırada gazetelerde görürsün. Adamın öldüğünü sa-

nırlar, ölüm sertifikasını imzalarlar, ama ceset cenazecinin sed-

yesi üzerinde doğrulup oturuverir. Oluyor. Pek sık değil, kabul

260 —

ediyorum. Her gün rastlanan bir şey değil. Milyonda bir oldu-

ğunu ben de biliyorum.»

«On milyonda desek daha doğru olur.»

«Ama oluyor.»

«Bu olayda olamaz.»

«Onu gördüm! Şuracıkta. Bu gece.»

Tony yaklaştı, onu yanağından öptü, elini tuttu. Eli buz

gibiydi. «Bak, Hilary, o öldü. Senin açtığın bıçak yaralarından

öldü. Kan kaybından. Onu koca bir kan gölünün ortasında bul-

Page 352: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dular. Onca kanı kaybetti, sonra da kızgın güneş altında kaldı.

Saatlerce. Sağ kalmasına olanak yok.»

«Belki sağ kaldı.»

Tony onun elini dudaklarına götürdü, solgun parmaklarını

öptü. Alçak sesle, ama kesin bir ifadeyle, «Olamaz,» dedi. «O

kadar kan kaybedince kesinlikle öldü Frye.»

Hilary’nin hafif bir şok geçirmekte olduğuna inanıyordu.

Bu yüzden duyuları kısa devre yapmıştı herhalde. Anıları bir-

birine karışmıştı. Bu saldırıyı geçen haftakiyle karıştırıyordu.

Bir iki dakikaya kadar kendini kontrol etmeyi sağlayınca her

şey netleşecekti zihninde. Bu gece eve giren adamın Bruno

Frye olmadığını anlayacaktı. Tek gereken onu biraz okşamak,

güven vermek, ölçülü bir sesle konuşmak, sorularını mantıklı

biçimde cevaplamak, kendine gelmesini beklemekti.

Hilary, «Belki de Frye’ı o kan gölünün ortasında bulduk-

larında ölmemişti,» dedi. «Belki komadaydı.»

«Adli tabip otopsi yaparken anlardı.»

«Belki otopsiyi o yapmadı.»

«Yapmadıysa, yapan doktor anlardı.»

«Belki o gün çok işleri vardı. Cok ceset geliyordu. Otopsiyi

yapmadan bir rapor çırpıştırmaya karar verdiler.»

«İmkânsız,» dedi Tony. «Adli tıpta profesyonel standardı

en yüksek kimseler çalışır.»

«En azından bir incelesek olmaz mı?»

Tony başını salladı. «Tabii. Onu yaparız. Ama unuttuğun

bir şey var. Frye en azından bir tane cenazecinin de elinden

geçti. Büyük ihtimalle iki cenazecinin. Katan kanı da boşaltıl-

.mış, yerine mumyalama sıvısı doldurulmuş olmalı.»

«Emin misin?»

261 —

Page 353: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«St. Helena’ya sevkedilmeden önce ya mumyalanmış ya

da yakılmış olmak zorunda. Yasa öyle emrediyor.»

Hilary bunu bir an düşündü, sonra, «Ama bu olay on mil-

yonda bir rastlanan o garip olaylardansa?» dedi. «Ya yanılıp

ölü sandılarsa onu? Ya adli tabip otopsiyi gerçekten kaytar-

dıysa? Ya Frye cenazecinin sedyesi üzerinde doğrulup otur-

duysa?»

«Boşuna uğraşıyorsun, Hilary. Öyle bir şey olsa duyardık.»

Hilary bunu da enine boyuna düşündü. Mutfağın yer ka-

rolarına bakıyor, alt dudağını kemiriyordu. Sonunda, «Napa

Bölgesindeki Şerif Laurenski’den ne haber?» dedi.

«Henüz ondan cevap alamadık.»

«Neden?»

«Kaytarıyor. Telefonlara çıkmıyor, mesaj bırakınca da ara-

mıyor.»

«Bu işin ilk sandığımız kadar basit olmadığını oradan an-

lamıyor musun?» diye sordu Hilary. «Eğer bir komplo varsa,

Napa şerifi de içinde demektir.»

«Ne tür bir komplo düşünüyorsun?»

«Ben... bilemiyorum.»

Tony hâlâ alçak sesle, sakin konuşarak, sonunda onun da

mantığı göreceğinden hâlâ emin bulunarak, «Frye’la Laurens-

ki arasında, belki şeytanın kendisinin bile katıldığı bir komplo

mu düşünüyorsun?» diye sordu. «Azraili atlatmaya dönük bir

komplo! Mezardan dönüşü garantileyen iğrenç bir komplo. Bun-

lar bana hiçbir şey ifade etmiyor. Sana ediyor mu?»

«Hayır,» dedi Hilary tedirgin bir sesle. «Zerre kadar man-

Page 354: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tık yok bunda.»

«İyi. Bunu duyduğuma sevindim. Mantık var deseydin se-

nin için kaygılanmaya başlayacaktım.»

«Ama... Allah kahretsin, karşımızda olağanüstü bir olay

var. Olağanüstü. Bana sanki Şerif Laurenski de bu oyuna da-

hilmiş gibi geliyor. Ne de olsa, geçen hafta Frye’ı korudu. Onu

korumak için yalan söyledi. Şimdi de sizden kaçıyor, çünkü yap-

tıklarını nasıl açıklayacağını bilemiyor. Kuşkulu bir davranış

değil mi bu sence? Adam kötü bir şeye bulaşmış gibi görünmü-

yor mu?»

«Hayır,» dedi Tony. «Adam bana çok utanan bir polis gibi

262 —

görünüyor. Yasa adamı olarak büyük bir hata yaptı. O yöreden

tanınmış bir kimseyi korudu, çünkü o adamın tecavüz ve cina-

yet gibi bir şeye kalkışacağını aklı almadı. Çarşamba gecesi

Frye’ı bulamadı, fakat bulmuş gibi yaptı. Aradığımız adamın

Frye olamayacağından emindi. Ama yanılmıştı. Şimdi de ken-

dinden utanıyor.»

«Sen böyle mi düşünüyorsun?» diye sordu Hilary.

«Merkezdekiler de böyle düşünüyor.»

«Eh, ben öyle düşünmüyorum.»

«Hilary...»

«Bu gece ben Bruno Frye’ı gördüm!»

Tony’nin umduğu gibi aklı başına geleceği yerde daha kö-

tüye gidiyordu. Yürüyen ölüler, garip komplolar hayaline daha

fazla kapılıyordu.

«Hilary, sen Bruno Frye’ı görmedin. O buraya gelmedi. Bu

Page 355: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gece gelmedi. Öldü o. Öldü ve gömüldü. Bu gece buraya ge-

len adam bir başkasıydı. Sen hafif bir şok geçiriyorsun. Kafan

karışıyor. Bu da normal bir şey. Ama...»

Hilary elini ondan kurtarıp geri çekildi. «Kafamı karışık de-

ğil. Frye buradaydı. Yine döneceğini söyledi.»

«Daha bir dakika önce bana, anlattığın hikâyede mantık

olmadığını söylemiştin. Söylemedin mi?»

Hilary isteksiz bir sesle, «Evet,» dedi. «Öyle söyledim. Man-

tık yok. Ama böyle oldu!»

«İnan bana, âni şokların insanları nasıl etkilediğini bilen

biriyim. Sen gözlemleri ve anıları çarpıtıyor ve...»

«Bana yardım edecek misin, yoksa etmeyecek misin?»

«Elbette yardım edeceğim.»

«Nasıl? Ne yapacağız?»

«İlk önce saldırıyı haber vereceğiz.»

«Bu pek garip kaçmayacak mı?» Hilary’nin sesi ekşiydi.

«Onlara ölmüş bir adamın beni öldürmeye çalıştığını söylediğim

zaman beni birkaç günlüğüne bir yere kapatmaya kalkışmaya-

caklar mı? Psikolojik muayene bitene kadar? Sen beni başka

herkesten çok daha iyi tanıyorsun, buna rağmen sen bile de-

lirdiğimi düşünüyorsun.»

«Delirdiğini düşünmüyorum.» Tony onun ses tonundan çok

263 —

tedirgin oluyordu. «Yalnızca kafanın dağınık olduğunu düşünü-

yorum.»

«Allah kahretsin!»

Page 356: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bu normal bir şey.»

«Allah kqhretsin!»

«Hilary, dinle beni. Çağırdığımız polisler geldiğinde onlara

Frye’dan söz etme. Sakinleş, kendini topla...»

«Kendimi topladım!»

«...ve saldırganın nasıl biri olduğunu hatırlamaya çalış. Si-

nirlerin rahatlarsa, kendine birazcık şans tanırsan, ne kadar çok

şey hatırlayabildiğine kendin de şaşacaksın. Sen de anlayacak-

sın onun Bruno Frye olmadığını.»

«Oydu.»

«Belki ona benziyor olabilir ama...»

«Frank Havvard’ın geçen gece yaptığını yapıyorsun.» Hilary

öfkelenmişti.

Tony sabırlı davrandı. «Geçen gece en azından sağ bir

adamdan söz ediyordun.»

«Sen de güvendiğim diğer insanlar gibisin.» Sesi çatlak

çıkmıştı.

«Sana yardım etmek istiyorum.»

«Palavra.»

«Hilary, bana arkanı dönme.»

«İlk dönen sen oldun.»

«Seni seviyorum.»

«O halde göster bana.»

«İşte, buradayım ya! Daha ne kanıt istiyorsun?»

Hilary, «Bana inan,» dedi. «En iyi kanıt o olur.»

Tony ondaki güven ihtiyacını hissetti, bunun nedenini, geç-

mişte güvendiği ve sevdiği kimselerle kötü tecrübeler geçir-

miş olduğuna yorumladı. Büyük ihanetlere uğramış, fena hal-

de incinmiş olmalıydı. Çünkü sıradan hayal kırıklıkları onu şu

andaki kadar duyarlı bir hale getiremezdi. Hâlâ eski olayların

Page 357: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yaralarını taşıdığı için şimdi fanatik bir güven ve sadakat bek-

liyordu. Tony onun anlattıkları konusunda birazcık kuşku gös-

terdiği anda hemen ondan uzaklaşmaya başlamıştı. Oysa Tony

onun yalan söylediğini iddia etmemiş, suçlamamıştı onu. Ama...

lanet olsun... o hayallere katılmanın, onu cesaretlendirmenin

264 —

sağlıklı bir şey olmadığını da biliyordu. Yapılacak en iyi şey,

suyuna gitmek, onu yavaş yavaş gerçeğe döndürmeye çalış-

tnaktı.

«Frye bu gece buradaydı,» diye diretti Hilary. «Oydu, baş-

kası değildi. Ama polise bunu söyleyecek değilim.»

«İyi.» Tony rahatlamıştı.

«Çünkü polisi çağırmayacağım.»

«Ne?»

Hilary hiçbir açıklama yapmadan ona arkasını döndü, mut-

faktan çıktı.

Tony harap olmuş yemek odasında onun peşinden yürür-

ken, «Olayı bildirmek zorundasın,» dedi.

«Hiçbir şey yapmak zorunda değilim.»

«Polise bildirmezsen sigorta şirketi paraları ödemez.»

«Onu sonra düşünürüm.» Hilary yemek odasından salona

geçti.

Tony oradaki döküntüler arasında onu izlemeye başladı.

Merdivenlere doğru gidiyorlardı. «Bir şey unutuyorsun,» dedi

genç adam.

«Neymiş?»

Page 358: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ben dedektifim.»

«Eee?»

«Şimdi olayı bildiğime göre, rapor etmek benim görevim.»

«Rapor et o zaman.»

«Raporun bir bölümü de sonra ifaden olmak zorunda.»

«Beni işbirliğine zorlayamazsın. Yapmam.»

Merdivenin dibine varmışlardı. Tony uzanıp onun kolunu

yakaladı. «Dur bir dakika. Lütfen dur.» .

Hilary ona döndü. Korkusunun yerini kızgınlık almıştı. «Bı-

rak beni.»

«Nereye gidiyorsun?»

«Yukarıya.» ‘

«Ne yapacaksın?»

«Bavul hazırlayıp otele gideceğim.»

«Benim evimde kalabilirsin.»

«Benim gibi deli bir kadının evine kamp kurmasını istemez-

sin.» Sesinde alay vardı.

«Hilary, böyle yapma.»

265 —

«Belki fittirir, seni uyurken öldürürüm.»

«Seni deli sanıyor değilim.»

«Ha, doğru ya. Aklım karıştı sanıyorsun. Biraz çatlak. Ama

tehlikeli değil.»

«Ben sana yardım etmeye çalışıyorum.»

«Çok garip bir yardım etme yolu seçmişsin.»

«Ebediyen otelde kalamazsın.»

Page 359: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«O yakalanınca evime dönerim.»

«Ama resmi bir şikâyette bulunmazsan onu kimse arama-

yacak ki!»

«Ben arayacağım.»

«Seni mi?»

«Ben.»

Bu sefer Tony de öfkelenmeye başlamıştı. «Ne biçim bir

oyun peşindesin sen... Hilary Thomas, kadın dedektif!»

«Özel hafiyeler tutabilirim.»

«Ya, öyle mi?» dedi Tony öfkeyle. Bu tutumuyla onu ken-

dine daha da düşman edeceğinin farkındaydı ama artık sabırlı

davranamayacak kadar çileden çıkmıştı.

«Öyle,» diye karşılık verdi Hilary. «Özel hafiye tutarım.»

«Kimi? Philip Marlovve’u mu? Jim Rcckhord’u mu? Sam

Spade’i mi?»

«Bazen pek alaycı olabiliyorsun.»

«Sen zorluyorsun beni. Alaycılığım seni bu psikozdan kur-

taracak.»

«Ajanım çok iyi bir özel hafiye bürosu tanıyor.»

«Bak, söylüyorum sana, bu onlara göre bir iş değil.»

«Parayı aldılar mı her işi yaparlar.»

«Her işi değil.»

«Bunu yaparlar.»

«Bu Los Angeles polisinin işi.»

«Polis vaktini boşa ziyan edip bilinen ev hırsızlarını, ırza

geçenleri falan arayacak...»

«ö da çok etkin, standard bir soruşturma tekniği,» dedi

Tony.

«Ama bu sefer sonuç vermeyecek.»

«Neden? Saldırganı ölmüş biri sandığın için mi?»

Page 360: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Evet, öyle.»

266 - -

«Yani polis ölü hırsızlarla saldırganları arayarak mı vakit

ziyan etsin?»

Hilary ona öfke ve tiksinti karışımı bir bakışla baktı, sonra

konuştu. «Bu olayı çözmenin yolu, Bruno Frye’ın nasıl geçen

hafta ölü olduğu halde bu hafta diri olduğunu anlamak.»

«Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, Tanrı aşkına?»

Tony artık Hilary için enikonu kaygılanmaya başlamıştı. Bu

mantıksız inadı korkutuyordu onu.

«Ne dediğimi biliyorum,» dedi Hilary. «Ne gördüğümü de bi-

liyorum. Hem az önce Bruno Frye’ı bu evde yalnız görmekle kal-

madım, sesini de duydum. Aynı garip, genizden gelen ses. Oydu.

Başkası değildi. Hem gözümle gördüm, hem de kafamı nasıl

keseceğini, ağzıma nasıl sarımsak dolduracağını dinledim. Be-

ni vampir falan sanıyormuş gibi.»

Vampir.

Bu kelime Tony’yi fena halde sarstı. Geçen Perşembe Bru-

no Frye’ın Dodge kamyonetinde buldukları bir takım şeylerle

ilişkiliydi çünkü. Hilary o eşyaları kamyonette bulduklarını bile-

mezdi. Bilmesine olanak yoktu. Tony bile unutmuştu o konu-

yu... şu ana kadar. Vücudunda bir ürperti dolaştı.

«Sarmısak mı?» diye sordu. «Vampir mi? Hilary, neden

söz ediyorsun sen?»

Genç kadın kendini onun pençesinden kurtarıp hızlı adım-

larla yukarı çıktı.

Tony peşinden koştu. «Neymiş bu vampir meselesi?»

Page 361: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary cevap vermeden, dönüp ona bakmadan basamak-

ları çıkmayı sürdürürken, «Ne ilginç olay, değil mi?» dedi. «Be-

ni vampir sanan bir ölü saldırdı bana. Amma iş! Artık çıldır-

dığımdan iyice emin olmuşsundur. Çağır deli arabasını. Ken-

dine bir kötülük etmeden deli ceketini giydirsinler şu zavallı ka-

dına. Onu hemen duvarları yastıkiı bir odaya kapatın. Kapıyı

kilitleyip anahtarını da atın.»

Üst kat holünde, Hilary yatak odasına doğru dönerken Tony

ona yetişti, tekrar kolunu yakaladı.

«Bırak beni!»

«Adam ne söyledi, anlat bana.»

«Ben otele gidiyorum. Sonra da bu işi kendi kendime çö-

zeceğim.»

267 —

«Söylediği her kelimeyi bilmek istiyorum.»

«Beni durduramazsın. Bırak kolumu.»

Tony ona lâf anlatabilmek için bağırmak zorunda kaldı.

«Vampirlerle ilgili ne dediyse bilmem gerek, Allah kahretsin!»

Hilary’nin gözleri onunkileri buldu. Tony’nin korkularını ve

kaygılarını sonunda görebilmişti herhalde. Kolunu çekmekten

vazgeçti. «Nesi önemli bunun bu kadar?»

«Vampir konusu.»

«Neden?»

«Anlaşıldığına göre Frye böyle konulara tutkun biri.»

«Nereden biliyorsun?»

«Kamyonetinde bazı şeyler bulduk.»

«Nasıl şeyler?»

Page 362: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hepsini hatırlamıyorum. Bir deste tarot iskambili, bir Oui-

|a tahtası, bir düzineden fazla istavroz...»

«Gazetelerde böyle bir şey yoktu.»

«Resmi bir basın bülteni yayınladık,» dedi Tony. «Zaten

biz eşyaları bulup envanterini çıkarana kadar o günkü gazete-

ler baskıya girmişti. Olay. ertesi güne sarkacak kadar önemli

görünmemişti onlara. Ama... o kamyonette daha neler vardı,

söyleyeyim sana. Her kapının tepesine, minik keten torbalar

içinde sarmısaklar selloteyple yapıştırılmıştı. Uçları sivriltil-

miş iki tahta çubuk vardı. Vampirlerle, yürüyen ölülerle ilgili

yarım düzine de kitap vardı.»

Hilary ürperdi. «Bana yüreğimi yerinden çıkaracağını, ona

tahta kama saplayacağını söyledi.»

«Tanrım.»

«Gözlerimi de çıkaracakmış. Öbür dünyadan dönmek için

yolumu göremeyeyim diye. Öyle dedi. Kendi kelimeleri bunlar.

Beni öldürse bile öbür dünyadan geri dönerim diye korkuyor-

du. Deliler gibi saçmalıyordu. Ama beri yandan... kendisi dön-

dü işte mezardan... öyle değil mi?» Hilary’nin ağzından sert bir

gülme sesi kurtuldu. İçinde hiç neşeden eser bulunmayan bir

gülme. İsteriye daha yakın bir gülme. «Ellerimi de kesecekti.

Dönüş yolunu el yordamıyla bulamayayım diye.»

Tony adamın bu tehditleri yerine getirmeye ne kadar yak-

laşmış olduğunu anlayınca içi bulanır gibi oldu.

«Oydu,» dedi Hilary. «Anlıyorsun artık, değil mi? Frye’dı.»

?£8 —

«Makyaj olabilir mi?»

Page 363: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ne?»

«Birisi kendini Frye’a benzetmeye çalışmış olabilir mi?»

«Niye yapsın bunu?»

«Bilmiyorum.»

«Ne kazanır ki?»

«Bilmiyorum.»

«Beni saçma ipuçlarına sarılmakla suçluyordun. Bu se-

nin ipucu saçmadan da öte. Bir serap. Bir sıfır.»

«Ama makyaj yapmış biri olabilir mi?» diye direndi Tony.

«Olamaz. Yakından farkedilmeyecek makyaj yoktur. Vücu-

du da Frye gibiydi. Boyu, kilosu, kemik yapısı... aynı kaslar.»

«Ama ya makyaj yapmış biri, Frye’ın sesini taklit ederek...»

«O zaman işin kolaylaşırdı,» dedi Hilary soğuk bir sesle.

«Kurnaz bir taklit ve makyaj, ne kadar amaçsız ve saçma olur-

sa olsun, benim yürüyen ölü iddiamdan daha kolay kabul edi-

lecek bir şey. Ama sesinden söz ettin, işte o da kuramındaki

gedik oluyor. O sesi kimse taklit edemez. Usta bir taklitçi belki

bogukluğunu, aksanını, cümle kuruş biçimini becerir... ama o

korkunç hışırtıyı, gıcırtıyı çıkarmasına olanak yok. İnsanın öy-

le konuşması için ya gırtlağında bir anormallik olmalı ya da

ses telleri mahvolmuş olmalı. Frye bozuk bir ses sistemiyle

doğmuş. Ya da çocukken ciddi bir gırtlak zedelenmesi geçirmiş.

Belki ikisi birden oimuş. Her neyse, bu gece benimle konuşan

Bruno Frye’dı, zeki bir taklitçi değildi. Son kuruşum üstüne

bahse girebilirim.»

Tony onun hâlâ öfkeli olduğunu görebiliyordu. Ama isteri-

ye tutulduğuna, kafasının karıştığına artık pek o kadar inana-

mıyordu. Hilary’nin kara gözleri çok net bakmaktaydı. Kısa,

doğru cümlelerle konuşuyordu. Kendine hakim bir kadın hali

vardı.

Page 364: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony zayıf bir sesle, «Ama Frye öldü,» dedi.

«Buradaydı.»

«Nasıl olabilir?»

«Daha önce de söylediğim gibi, niyetim bunu anlamak.»

Tony kendini imkânsız olasılıklarla dolu bir zihin odasına

girmiş gibi hissetmekteydi. Sherlock Holmes’den bir olay geldi

aklına. Holmes, Doktor VVatson’a şöyle diyordu: «Hafiyelikte bü-

269 —

tün ihtimalleri çürütüp elinde bir tek ihtimalle kaldığın zaman,

o ihtimal ne kadar saçma veya imkânsız görünürse görünsün,

doğru olmak zorundadır.»

İmkânsız bir şey mümkün olabilir miydi?

Ölü bir adam kalkıp yürüyebilir miydi?

Saldırganın savurduğu tehditlerle Bruno Frye’ın kamyone-

tinde bulunan eşyalar arasındaki o açıklanmaz bağlantıyı dü-

şündü, sonra Sherlock Holmes’i düşündü, sonunda, «Pekâlâ,»

dedi.

Hilary, «Pekâlâ, ne?» diye sordu.

«Pekâlâ, belki Frye’dı.»

«Oydu.»

«Şu ya da bu şekilde... Tanrı bilir nasıl... belki bıçak yara-

sından ölmedi. İmkânsız gibi gözüküyor ama herhalde bu ihti-

mali de dikkate almak zorundayım.»

«Ah, hayranlık uyandıracak kadar açık fikirlisin,» dedi Hi-

lary. Hâlâ öfkesi dinmemişti. Hâlâ gücenikti. Tony’yi kolay ba-

ğışlayacağa benzemiyordu.

Tekrar geriledi, kolunu ondan kurtardı, büyük yatak odası-

Page 365: Dean R. Koontz - Fısıltılar

na girdi.

Tony onu izledi.

Beyni uyuşmuş gibi hissediyordu. Hiçbir şeyin imkânsız

olmadığını kabul etmenin insanlar üzerindeki etkisiyle ilgili ola-

rak Sherlock Holmes bir şey söylememişti.

Hilary dolaptan bir bavul çıkardı, yatağın üstüne koydu,

giysileri içine doldurmaya başladı.

Tony başucu telefonuna yürüdü, kulaklığı eline aldı. «Hat

kesik. Dışardan telleri kesmiş olmalı. Olayı komşunun telefo-

nundan haber vermek zorundayız.»

«Haber vermiyorum.»

«Kaygılanma,» dedi Tony. «Durum değişti artık. Senin hi-

kâyeni ben de destekleyeceğim.»

Hilary kesin bir sesle, «Artık çok geç,» dedi.

«Ne demek istiyorsun?»

Genç kadın cevap vermedi. Bir bluzu askısından öyle hırsla

çekti ki, askı dolabın dibine yuvarlandı.

Tony, «Hâlâ otellere saklanıp özel hafiye tutmayı planlı-

yor olamazsın, değil mi?» diye sordu.

270 —

«Evet, öyle. Onu planlıyorum.» Hilary bir yandan bluzu kat-

lıyordu.

«Ama sana inanıyorum dedim.»

«Ben de artık çok geç dedim. Artık farketmez.»

«Neden bu kadar zorluk çıkarıyorsun?»

Hilary cevap vermedi. Katlanmış bluzu bavula koydu, bir

başka giysi almak üzere dolaba döndü.

Page 366: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Dinle beni,» dedi Tony. «Ben yalnızca birkaç mantıklı

kuşkumu ifade ettim. Böyle bir durumla karşılaşan herkesin du-

yacağı kuşkular. Yürüyen ölü gördüm diyen ben olsam, sen

de aynı kuşkuları duyardın. Rolleri değişsek, ben senden kuş-

ıkucu olmanı beklerdim. Sana kızmazdım. Sen niye bu kadar

duyarlısın?»

Hilary elinde iki bluzla dolaptan ayrıldı, birini katlamaya

başladı. Tony’ye hiç bakmıyordu. «Sana güvendim... her şe-

yimle,» dedi.

«Güvenini boşa çıkarmadım.»

«Başkaları gibisin.»

«Bu gece benim evde olanlar... biraz özelliği olan şeyler

değil miydi?»

Hilary cevap vermedi.

«Bu gece hissettiklerini... yalnız vücudunla değil, kalbinle

ve zihninle hissettiklerini, her erkekle hissettiğinin aynısı gibi

mi görüyorsun?»

Hilary onu kayıtsızlığıyla dondurmaya çalıştı. Sonra iki blu-

zu bavula koyup bir üçüncüsünü aldı. Ama elleri titriyordu.

Tony, «Benim için özeldi ama,» dedi. Onu yola getirmekte

kararlıydı. «Bu gece kusursuzdu. Olabileceğini hiç sanmadığım

kadar. Seks gibi değildi. Birleşmek. Paylaşmak. İçimde hiçbir

kadının ulaşamadığı bir yere girdin. Giderken benim bir parça-

mı da alıp götürdün. Ruhumun, kalbimin bir parçasını. Hayatı-

mın önemli bir kısmını. Artık ömrüm boyunca, sen yanımda de

ğilsen kendimi hep yarım hissedeceğim. Seni böyle bırakaca-

ğımı sanıyorsan, büyük bir sürprizle karşılaşacaksın demektir.

Benden kaçmayasın diye canla başla savaşacağım, küçük ha-

nım.»

Hilary bluzu katlamaktan vazgeçmişti. Bluz elinde duruyor,

Page 367: Dean R. Koontz - Fısıltılar

önüne bakıyordu.

271 —

Ömründe hiçbir şey Tony’ye onun şu anda ne düşündü-

ğünü öğrenmek kadar önemli gözükmemişti.

«Seni seviyorum,» dedi.

Hilary gözlerini elindeki bluzdan ayırmaksızm cevap verir-

ken sesi titriyordu.

«Verilen sözler hiç tutulur mu? İki kişi arasındaki vaatler

yerine getirilir mi? Bu tür vaatler? Birisi ‘seni seviyorum,’ dediği

zaman, bunu inanarak mı söyler? Kendi annemle babam bir an

beni şımartırken bir an sonra çürütene kadar döverse, kime I

güvenebilirim? Sana mı? Neden güveneyim? Yine hayal kırık-1

lığıyla, acıyla bitecek değil mi? Yalnızken daha iyiyim. Kendimi

iyi kollarım. Bir şey olmam. İncinmekten bıktım. Usandım ar-i

tık! Sözler verip risklere girmeyeceğim. Yapamam. Hiç yapa-

mam.»

Tony yürüdü, onu iki omzundan yakaladı, kendisine bakma-!

ya zorladı. Hilary’nin alt dudağı titredi, göz pınarlarında yaşlar

parıldadı, ama gözyaşlarını tuttu.

Tony, «Sen de benim için aynı şeyleri duydun,» dedi. «Bu-

nu biliyorum. Hissediyorum. Eminim. Bana arkanı dönmen, hikâ-

yenden kuşku duydum diye değil. Onunla ilgisi bile yok. Beni

seveceksin diye korkup arkanı dönüyorsun. Âşık olmaktan kor-

kuyorsun. Annenle baban yüzünden. Sana yaptıkları yüzünden.

Yediğin dayaklar yüzünden. Bana henüz anlatmadığın bir yığın

şey yüzünden. Kötü geçen çocukluğun seni duygusal bir sakat

haline getirdiği için duygularından kaçıyorsun. Ama beni sevi-

Page 368: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yorsun. Sen de biliyorsun bunu.»

Hilary konuşamadı. Başını hayır anlamında iki yana salla-

yıp duruyordu.

«Hayır deme bana,» dedi Tony. «Birbirimize ihtiyacımız var,

Hilary. Benim sana ihtiyacım var, çünkü ömrüm boyunca hiç-

bir konuda riske girmeyi göze alamadım. Ne para, ne meslek,

ne sanat konusunda. İnsanlara karşı her zaman açık oldum. De-

ğişen ilişkilere karşı. Ama değişen durumlara karşı öyle ola-

madım. Seninleyken... sen varsın diye, ilk olarak bordro-

nun güvencesinden bir iki adım uzaklaşmaya razıyım. İlk defa

hayatımı resimle kazanmayı ciddi olarak düşünüyorum.

Eskiden olduğu gibi suçluluk duymuyor, kendimi tembel hisset-

miyorum. Babamın parayla, sorumlulukla ilgili nutukları kula-

272 —

ğımda çınlamıyor eskisi gibi. Ressam olarak yaşayacağım ha-

yatı düşündükçe, ailemin çektiği parasal krizleri yeniden ya-

\ şamaya başlamıyorum. Yiyecek ihtiyacı, konut ihtiyacı kol gez-

[ miyor tepemde. Onlardan sıyrılmayı başardım sonunda. Gerçi

\ henüz işimden çıkıp o sıçramayı yapmaya hazır değilim. Tanrı

korusun! Henüz hiç hazır değilim. Ama sen var olduğun için

artık kendimi bir ressam olarak gözümün önüne getirebiliyo-

rum. Bunu ciddi olarak kafamda kuruyorum. Bir hafta önce as-

ta yapamayacağım bir şeydi bu.»

Yaşlar Hilary’nin yanaklarından aşağı süzülmeye başla-

mıştı. «Öyle iyisin ki,» dedi. «Çok duygulu, harikulade bir sa-

natçısın.»

«Senin de bana bir o kadar ihtiyacın var,» diye devam etti

Page 369: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony. «Ben olmazsam etrafına biraz daha kalın bir kabuk öre-

ceksin. Yalnız kalacaksın, için acıyla dolacak. Sen riske gire-

bilmeyi her zaman başarmışsın... para konusunda, meslek ko-

nusunda. Ama bunu insanlar konusunda yapamıyorsun. Göre-

miyor musun? Bu bakımdan birbirimizin tersiyiz biz. Birbirimizi

tamamlıyoruz. Öğretecek o kadar çok şeyimiz var ki birbirimi-

ze! Büyümemize yardımcı olacağız. Bir tek kişinin iki yarısıy-

mışız gibi. İkinci yarılarımızı bulduk biz. Ben seninim. Sen de

benimsin. Ömrümüz boyunca savrulup durmuş, karanlıkta bo-

şuna çevreyi yoklamış, birbirimizi aramışız.»

Hilary elindeki san bluzu fırlattı, kollarını onun boynuna

doladı.

Tony de onu kucakladı, tuzlu dudaklarını öptü.

Bir iki dakika sarılıp kaldılar. İkisi de konuşamadı.

Sonunda Tony, «Gözlerime bak,» dedi.

Hilary başını kaldırdı.

«Öyle kara gözlerin var ki!»

«Söyle bana,» dedi Tony.

«Ne söyleyeyim?»

«’Ne duymak istiyorsam onu.»

Hilary onun dudaklarının köşelerini öptü.

Tony, «Söyle bana,» diye direndi.

«Seni... seviyorum.»

«Bir daha.»

«Seni seviyorum, Tony. Seviyorum. Gerçekten.»

273 —

Page 370: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Fısıltılar — F. : 18

«Çok mu zor oldu?»

«Evet. Benim için zor.»

«Sık sık söyledikçe kolay gelmeye başlar.»

«Çok alıştırma yapacağım.»

Bir yandan gülüyor, bir yandan ağlıyordu.

Tony göğsünde bir balon şişiyormuş gibi baskı yaratan se-

vinci hissediyordu. Neredeyse mutluluktan patlayacaktı. Geçir-

diği uykusuz geceye rağmen içi enerji doluydu. Bir zerre uy-|

kuşu yoktu. Kollarında tutmakta olduğu çok özel kadının tü-/

müyle farkındaydı. Sıcaklığının da, tatlı kavislerinin de, alda-

tıcı yumuşaklığının da, zihninin ve vücudunun sağlamlığının da,

tükenmekte olan parfümünün de, temiz saçlarıyla teninin o tatlı

hayvansı kokusunun da.

«Birbirimizi artık bulduğumuza göre her şey iyi olacak,»

dedi.

«Bruno Frye işini çözene kadar değil ama. Ya da her kim-

se o. Her neyse. Onun kesinlikle ölüp gömüldüğünden emin ola-

na kadar hiçbir şey düzelmeyecek.»

Tony, «Birbirimize dayanırsak bu işten sağ salim kurtulu-

ruz,» dedi. «Ben varken seni ele geçiremez. Bu konuda söz

veriyorum.»

«Ben de sana güveniyorum. Ama... yine de... ondan çok

korkuyorum.»

«Korkma.»

«Elimde değil,» dedi Hilary. «Hem sanki korkmak sağlıklı

bir şeymiş gibi geliyor.»

Page 371: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony alt katın nasıl harap olduğunu düşündü, kamyonette

bulunan tahta çubuklarla sarmısak torbalarını düşündü, sonun-

da Hilary’nin haklı olduğuna karar verdi. Bruno Frye’dan kork-

mak sağlıklı bir şeydi.

Yürüyen ölüden!

Hilary ürperdi, o ürperti Tony’ye de bulaştı.

274 —

İKİNCİ BÖLÜM

Yaşayanlar ve Yasayan Ölüler

İyilik fısıltıyla konuşur.

Kötülük haykırır.

BİR TİBET ATASÖZÜ

İyilik haykırır.

Kötülük fısıldar.

BİR BALİN ATASÖZÜ

/

Beş

Salı sabahı, sekiz günde ikinci kere, Los Angeles yine sal-

landı. Deprem orta şiddetteydi. Caiifornia Teknoloji Enstitüsü-

ne göre Richter ölçeğinde 4.6 olarak kaydedilmiş, yirmi üç sa-

Page 372: Dean R. Koontz - Fısıltılar

niye sürmüştü.

Hiçbir hasar yoktu. Depreme değinen Los Angeles’liler ge-

nellikle bu işi şaka yollu yapıyorlardı. Kimisi, Arapların petrol

olacaklarına karşılık ülkenin bir kısmını alıp götürmeye çalış-

tığını söylüyordu. O gece televizyonun güldürü programında

Johnny Carson, bu depreme Dolly Parton’un bilmeyerek yol aç-

tığını, sabah yatağından birdenbire kalkınca ortalığın sallan-

maya başladığını söyleyecekti. Ama bölgeye yeni yerleşenler

için o yirmi üç saniye hiç de komik değildi. Ayaklarının altında

titreyip duran bir toprağa alışacaklarını da hiç sanmıyorlardı.

Oysa bir yıl sonra onlar da kendi deprem esprilerini geliştire-

ceklerdi.

Gerçek büyük deprem gelene kadar.

Hiç seslendirilmeyen, hep bilinçaltında yatan bir korku var-

dı o büyük depreme karşı. Depremlere son verecek deprem.

California’lıiarın küçük sarsıntılarla alay etmeleri bu yüzdendi.

İnsan bir felâketin üstünde oturuyorsa, dünyanın kalleşliğini çok

uzun süreden beri düşünüyorsa, sonunda korkudan felç olurdu.

Tüm rizikolara rağmen hayat devam etmeliydi. Büyük deprem

yüz yıldır gelmemişti ne de olsa. Belki de hiç gelmezdi. Doğu

kıyısında kardan ve soğuktan ölenlerin sayısı, burada deprem-

den ölenlerden çok daha fazlaydı. Florida’nın kasırgaları ara-

sında, Ortabatı bölgesinin hortumları arasında yaşamak da

San Andreas fayı üzerinde yaşamak kadar tehlikeliydi. Dünya-

nın her ülkesinde atom ya var olduğuna ya da elde edilmeye

277 —

çalışıldığına göre, yerkürenin öfkesi pek silahların öfkesi kadar,

Page 373: Dean R. Koontz - Fısıltılar

insanların hışmı kadar ürkütücü gelmiyordu. Califomia’iılar da

depremi gerçek perspektifine oturtabilmek için hafife almak,

muhtemel felâkette bir tür mizah bulmak, bu yerde yaşamanın

üzerlerinde bir etki bırakmadığı konusunda gösteriş yapmak

zorunda kalıyorlardı.

Ama o Salı günü de tıpkı diğer deprem günleri gibi, daha

fazla insan otoyollarda hız sınırını aştı, işine veya eğlencesine

daha çabuk ulaşmaya çalıştı. Ailesine, dostlarına, sevgilisine

kavuşmak için telaş etti. Hiçbiri de Pazartesine göre daha hızlı

yaşamakta olduğunun farkına varmadı. Daha çok sayıda erkek,

karısına boşanmak istediğini söyledi. Daha fazla kadın koca-

sını terketti. Daha çok kişi evlenmeye karar verdi. Daha çok

insan hafta sonunda Las Vegas’a gitmeyi planladı, Fahişelere

daha çok iş çıktı. Herhalde karı kocalar arasında da seks hız-

landı. Evlenmemiş sevgililer arasında da. Tecrübesiz yeniyet-

meler arasında da. Depremlerin bu erotik etkisi konusunda ke-

sin kanıtlar yoktu. Ama yıllar boyunca hayvanat bahçelerini in-

celeyen zoologlar, türlü maymunların, goril, şempanze ve oran-

gutanların, depremlerden sonra uzun uzun ve ihtirasla sevişti-

ğini gözlemlemişti. İnsanoğlunun en azından üreme açısından

bu ilkel kuzenlerinden pek de farklı olmayacağını varsaymak

mantığa o kadar aykırı düşmüyordu.

Çoğu Califomia’iılar kendilerini deprem diyarına uyum sağ-

lamış görürler, bundan gurur duyarlardı. Ama hiç farkında ol-

madıkları bir psikolojik stres hep onları etkilemeyi, değiştirmeyi

sürdürürdü. Yaklaşan bir felâketin korkusu, bilinçaltlarında so-

nu gelmeyen bir fısıltıydı. İnsanların davranışını, kişiliğini pek

çok bakımdan sinsice etkileyen bir fısıltı.

Tabii bu da nice fısıltının arasında yalnızca bir tanesiydi.

Hilary anlattığı hikâyeye polislerin gösterdikleri tepkiye hiç

Page 374: Dean R. Koontz - Fısıltılar

de şaşmadı. Bu konunun kendisini rahatsız etmesine izin ver-

memeye çalıştı.

Tony komşulardan birinin evinden telefonu ettikten sonra,

oradan beş dakika bile geçmeden, yani sabahki depremden

yaklaşık otuz beş dakika önce, iki üniformalı polis, siyahlı be-

278 —

yazlı arabayla Hilary’nin evine geldiler. Tepede ışık dönüyor,,

ama canavar düdüğü çalmıyordu. Resmi görevljlerin o tipik sık-

kın ve terbiyeli tavrıyla anlatılanları kayda geçirdiler, evin ad-

resini not ettiler, yabancının eve nereden girdiğini saptadılar

(yine çalışma odasının penceresi), salondaki zarar ziyanın ta-

nımını yaptılar, raporun hazırlanması için gerekli diğer bilgileri

derlediler. Hilary saldırganın eldiven giymiş olduğunu söyledi-

ğine göre, laboratuar ekibiyle parmak izi uzmanlarını çağırmak

zahmetine girişmediler.

Hilary kendisine saldıran adamın bir hafta önceki Perşem-

be günü öldürdüğü adam olduğunu söylediği zaman ilgilen-

diler. Bu ilgileri, suçlunun doğru teşhis edilip edilmediğiyle il-

gili değildi. O konuda daha hikâyeyi duyar duymaz kararlarını

vermişlerdi. Onlara göre bu saldırganın Bruno Frye olması ih-

timali sıfırdı. Ona saldırıyı tekrar tekrar anlattırdılar, arasıro

sözünü sorularla kestiler. Ama asıl saptamaya çalıştıkları, ka-

dının gerçekten mi yanıldığı, isteriye kapılıp aklının mı karış-

tığı, yoksa bilerek yalan mı söylediğiydi. Bir süre sonra, zaval-

lının şoktan ötürü biraz sapıtmış olduğuna karar verdiier. Bes-

belli içeri giren adam da Bruno Frye’a benziyor olmalıydı.

Polislerden biri, «Bize verdiğiniz tarifle işe başlayacağız,»

Page 375: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dedi.

Öteki, «Ama ölmüş bir adam için arama emri çıkaramayız,»

dedi. «Herhalde bunu anlıyorsunuzdur.»

Hilary kararından dönmek niyetinde değildi. «Bruno Frye’

di,» dedi.

«Ama o noktadan yola çıkmamıza olanak yok. Bayan Tho-

?mas.»

Tony saldırganı gözüyle görmemiş olmasına rağmen Hi-

lary’nin hikâyesini elinden geldiği kadar destekledi ama ne ileri

sürdüğü savlar, ne de polis örgütünde çalışması etkiledi dev-

riyeleri. Terbiyeli terbiyeli dinlediler, bol bol başlarını salladılar,

yine de düşüncelerini değiştirmediler.

Sabah depreminden yirmi dakika sonra Tony ile Hilary ka-

pıya çıkıp siyah beyaz poiis arabasının gidişini seyrettiler.

Hilary çaresizlik içinde, «Ya şimdi?» diye sordu.

«Şimdi o bavulu bitir, benim eve gidelim. Ben merkezi arar

Harry Lubbock’la bir konuşurum.»

279 —

«O da kim?»

«Patronum. Dedektif Lubbock. Beni oldukça iyi tanır. Bir-

birimize saygımız vardır. Bir konudan kesinlikle emin olmadan

çıkış yapmayacağımı bilir. Bruno Frye konusuna bir daha bak-

masını isteyeceğim ondan. Adamın geçmişiyle ilgili daha fazla

bilgi derlesin. Hem Lubbock, Şerif Laurenski’ye de biraz daha

baskı yapabilir. Kaygılanma. Şu ya da bu şekilde, bir şeyler ol-

masını sağlarız.»

Ama kırk beş dakika geçtiğinde, Tony kendi evinin mut-

Page 376: Dean R. Koontz - Fısıltılar

fağında telefonu kapatırken Lubbock’dan hiç de doyurucu ce-

vaplar alamamıştı. Lubbock onun dediği her sözü dinlemiş, Hi-

Jary’nin karşısında Bruno Frye’ı gördüğüne gerçekten inandı-

ğından da kuşku duymadığını belirtmiş, ama ölümünden gün-

ler sonra yer alan bir suç için Bruno Frye hakkında soruşturma

açmaya, arada bir bağlantı kurmaya yanaşmamıştı. Adli tabibin

yanıldığıyla ilgili on milyonda biriik ihtimale yüz vermemiş, Frye’

m hem o korkunç kanamadan, hem otopsiden, hem de morg-

daki soğuk odadan sağ çıkabileceğini düşünmeyi reddetmişti.

Anlayışlı ve sabırlı davranmıştı Harry Lubbock. Ama Hilary’nin

gözlenmelerine güvenilemeyeceği kanısında olduğu belliydi. O

gözlemlerin ya korkudan ya da isteriden çarpılmış olduğuna ina-

nıyordu.

Tony kahvaltı için kullanılan üç bar taburesinden birine, Hi-

lary’nin yanına oturdu, Lubbock’un dediklerini ona anlattı.

«İsteri, ha!» dedi Hilary. «Tanrım, nasıl da bıktım bu keli-

meden! Herkes paniğe kapıldığımı sanıyor. Herkes kendimden

geçip zırvaladığımdan emin. Oysa tanıdığım kadınlar arasında,

böyle bir durum karşısında kendini en iyi kontrol edebilecek ola-

nı benim.»

«Aynı kanıdayım,» dedi Tony. «Ben yalnızca sana olayı

Harry’nin nasıl gördüğünü anlatıyorum.»

«Allah kahretsin!»

«Haklısın.»

«Senin desteğin de bir işe yaramadı.»

Tony yüzünü buruşturdu. «Frank’a olanlar yüzünden benim

ele kendimde olmadığıma inanıyor.»

«Sana da mı isterik diyor?»

280 —

Page 377: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Yalnızca sıkkın ve üzgün olduğumu söylüyor. Biraz kafan

karışık, diyor.»

«Gerçekten öyle mi dedi?»

«Evet.»

Hilary ilk defa yürüyen ölülerden söz ettiğinde Tony’nin de

kendisine tam bu sözleri söylediğini hatırlayarak, «Belki de hak

ettin bunu,» dedi.

«Belki.»

«Tehditleri anlattığında ne dedi Lubbock? Yüreğe tahta

çubuk saplamayı, ağza sarmısak doldurmayı falan?»

«Çarpıcı bir rastlantı olduğunu kabul etti.»

«O kadar mı? Yalnızca rastlantı mı?»

«Şimdilik konuyu öyle kabul ediyor,» dedi Tony.

«Allah kahretsin.»

«Bunu açık açık söylemedi. Ama geçen hafta benim sana

bir ara kamyonette neler bulduğumuzu söylediğimi sanıyor.

Eminim.»

«Ama söylememiştin.»

«Söylemediğimi sen biliyorsun, bir de ben biliyorum. Ama

başkaları söylediğimi sanacaklar elbette.»

«Hani sen Lubbock’la birbirinizi iyi tanıdığınızı, saygı duy-

duğunuzu söylemiştin!»

«O doğru,» diye karşılık verdi Tony. «Ama dediğim gibi, şu

ara pek kendimde olmadığıma inanıyor. Birkaç günde, bir haf-

tada toparlanıp ekip arkadaşımı kaybetme şokundan kurtula-

cağımı umuyor. O zaman senin hikâyeni desteklemekten de

vazgeçeceğimi düşünüyor. Ben vazgeçmeyeceğimden eminim,

çünkü kamyonetteki o büyücülük malzemesini senin bilmediği-

Page 378: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ni biliyorum. Hem içimde bir sezgi de var. Frye’ın her nasılsa

geri döndüğüne dair bir sezgi. Nasıl döndüğünü Tanrı bilir. Ama

Haıry’yi inandırmak için sezgiden fazlası gerekli. Kuşkucu dav-

randığı için de onu suçlayamıyorum.»

«Bu arada?»

«Bu arada cinayet masası olaya ilgi göstermiyor. Onların

alanına girmiyor çünkü. Konuta zorla girme olayı olarak ince-

lenecek.»

Hilary kaşlarını çattı. «Yani pek fazla bir şey yapılmaya-

cak.»

281 —

«Korkarım haklısın. Bu tür bir şikâyette polisin yapabilece-

ği hemen hiçbir şey yok. Bu tür olaylar genellikle çok sonra,

benzer girişimlerin birinde adamı suçüstü yakaladıkları zaman

çözülür. Eski yaptıklarını itiraf etmeye razı olursa.»

Hilary tabureden kalktı, mutfakta dolaşmaya başladı. «Bu-

rada korkunç bir şeyler oluyor. Senin Lubbock’u inandırman

için bir hafta bekleyemem. Frye geri döneceğini söyledi. Dur-

madan beni öldürmeye çalışacak. İkimizden biri ölene kadar...

kesinlikle ve geri dönemez biçimde ölene kadar. Her an, her

yerde belirebilir.»

«Bilmece çözülene kadar burada kalırsan tehlikede olmaz-

sın,» dedi Tony. «Ya da Harry Lubbock’u inandıracak bir şey

?bulana kadar. Burada güvende olursun. Frye... eğer Frye’sa...

Seni nerede bulacağını bilemez.»

«Bundan nasıl emin olabiliyorsun?» diye sordu Hilary.

«Tanrı değil ya!»

Page 379: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Değil mi?»

Tony kaşlarını çattı. «Dur bir dakika. Adamın doğaüstü

güçleri, geleceği bilme falan gibi yetenekleri olduğunu söyle-

yecek değilsindir umarım.»

«Onu söyleyecek değilim ama o ihtimali de safdışı ede-

cek değilim. Dinle. Frye’ın her nasılsa hayatta olduğunu bir

kere kabul ettikten sonra, artık neyi reddedebiliriz ki? Cinlere,

perilere, Noel Babaya bile inanabilirim artık. Benim dediğim...

belki bizi buraya kadar izlemiştir.»

Tony kaşlarını kaldırdı. «Senin evinden mi?»

«Bir ihtimal.»

«Hayır. Değil.»

«Emin misin?»

«Ben senin evine geldiğimde o kaçtı.»

Hilary dolaşmayı kesti, mutfağın ortasında durdu, kollarıyla

bedenini kucakladı. «Belki oralarda beklemiş, gözlemiştir. Ne

yapacağımızı, nereye gideceğimizi bilmek istemiştir.»

«Olacak şey değil. Oralarda oyalanmış olsa bile, polis ara-

basının geldiğini görünce kaçmış olmalı.»

«Mutlaka kaçtığını varsayamazsın,» dedi Hilary. «Karşımız-

da en iyi ihtimalle deli bir adam var. En kötü ihtimalle de, bi-

linmeyenle, büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Hangisi olur-

282

sa olsun, Frye’ın normal bir insan gibi akıl yürüteceğini varsa-

yamazsın. Aslında nedir, bilemeyiz... ama normal olmadığı ke-

sin.»

Tony ona uzun uzun baktı, sonra elini yorgun bir tavırla

Page 380: Dean R. Koontz - Fısıltılar

suratında gezdirdi. «Haklısın.»

«O halde buraya gelirken izlenmediğimizden emin misin?»

«Peşimde kimse var mı diye bakmıyordum,» dedi Tony. «Ak-

lıma bile gelmedi.»

«Benim de. Şu ana kadar. Belki de dışarda parketmiş, bu

pencerelere bakıyordur.»

Bu düşünce Tony’yi cok rahatsız etti. Ayağa kalktı. «Ama

bunu yapmak için çok gözüpek biri olmalı.»

«Gözüpek biri zaten!»

Tony başını evet anlamında salladı. «Öyle. Yine haklısın.»

Bir an durup düşündü, sonra mutfaktan çıktı.

Hilary onu izledi. «Nereye gidiyorsun?»

Tony salondan geçip ön kapıya doğruldu. «Sen burada kal,

ben etrafa bir bakayım.»

«Kalmam,» dedi Hilary kesin bir sesle. «Ben de geliyorum.»

Tony elini kapının kulpuna attığında durakladı. «Eğer Frye

dışardaysa, bizi gözetliyorsa, içerde daha güvende olursun.»

«Ama ben seni beklerken içeriye gelen sen olmazsan?»

«Ortalık güpegündüz. Bana bir şey olacağı yok.»,

«Şiadet yalnız gecelere özgü değildir,» dedi Hilary. «İn-

sanlar güpegündüz de öldürülüp duruyor. Sen polissin. Bunu

bilmen gerekir.»

«Tabancam yanımda. Kendimi kollamasını bilirim.»

Hilary başını iki yana salladı. Kararlıydı. «Burada oturup

tırnaklarımı kemirecek değilim. Gidelim.»

Kapıdan çıktılar, kat sahanlığı olarak kullanılan balkonun

parmaklığına dayanıp aşağıyı gözleriyle taradılar. Önce apart-

manın park yerini. Çoğu kat sakinleri bir saat önce çıkıp iş-

lerine gitmişlerdi. Tony’nin mavi Jeep’inden başka yedi araba

vardı. Güneş ışığı kiminin kaportasını ayna gibi parıldatıyordu.

Page 381: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony, «Bunların hepsini tanıyorum galiba,» dedi. «Burada

oturanların arabaları.»

«Emin misin?»

«Pek sayılmaz.»

283 —

«İçlerinde kimse var mı?»

Tony gözlerini kıstı. «Güneş camlarda böyle parıldarken

emin olamıyorum.»

«Daha yakından bakalım.»

Park yerine indiklerinde arabaların boş olduğunu gördüler.

Çevrede de kuşku verecek kimse yoktu.

«Tabii,» dedi Tony. «Ne kadar gözüpek olursa olsun, bi-

zim kapının eşiğinde nöbete yatacak değil. Bu binalara girip

çıkan bir tek araba yolu olduğuna göre, o yolun ağzını uzaktan

da gözleyebilir.»

Bahçeden sokağın kaldırımına çıktılar, önce kuzeye, sonra

güneye, yolun iki yanındaki ağaçların altına baktılar. Hep bah-

çeli apartmanlar vardı bu sokakta. Hepsinin yeterli park yeri

de yoktu. Bu yüzden, iş günü ve iş saati olduğu halde sokağa

bir hayli araba parkedilmişti.

Hilary, «Hepsine bakmak istiyor musun?» diye sordu.

«Zaman kaybı. Elinde dürbün varsa, bizim yolun ağzını çok

uzaktan gözleyebilir. İki yana doğru en az dörder blok tarama-

mız gerekir. Bunu yapsak bile, arada o gazlayıp uzaklaşabilir.»

«Ama öyle yaparsa onu görürüz. Durduramayız tabii. Ama

en azından bizi izlediğini biliriz, emin oluruz. Ne tür arabası ol-

duğunu da öğreniriz.»

Page 382: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Biz iki üç blok uzaktayken kaçarsa bilemeyiz,» dedi Tony.

«O olduğunu anlayacak kadar yaklaşmamış oluruz. Hem ister-

se arabadan inip yürüyerek uzaklaşır, biz gittikten sonra geri

döner.»

Hilary’ye soluduğu hava pek yoğunlaşmış gibi geliyor, içi-

ne çekmekte güçlük çekiyordu. Çok sıcak bir gün olacaktı.

Eylül sonu için olağanüstü. Rutubet de fazla olacaktı Los An-

geles’e göre. Burada hava hemen her zaman kuruydu. Bugün

gökyüzü açık, masmavi parlıyordu. Yerlerden buharlar tütme-

ye başlamıştı bile. Rüzgârla taşınan ezgili kahkahalar duyulu-

yordu. Çocuklar apartman bahçelerinde, havuz kenarlarında oy-

namaya başlamışlardı.

Böyle bir günde insanın yaşayan ölülere inanmayı sürdür-

mesi oldukça zordu.

Hilary içini çekti. «Peki, nasıl anlayacağız bizi gözleyip göz-

lemediğini?»

284 —

«Emin olamayız.»

«Böyle diyeceğinden korkuyordum.»

Hilary sokağın ilerisine doğru baktı. Işıklarla gölgelerin ku-

caklaştığı yerlere. Tehlike burada güneş kılığına girmişti. Kor-

ku o güzelim palmiyelerin arasına saklanıyordu. «Paranoya so-

kağı,» diye mırıldandı.

«Paranoya kenti demek daha doğru. Bu iş bitene kadar.»

Dönüp tekrar apartmanın bahçesine girdiler.

«Ya şimdi?» diye sordu Hilary.

«Galiba ikimizin de biraz uykuya ihtiyacı var.»

Page 383: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary ömründe bu kadar yorgunluk hissettiğini hatırlamı-

yordu. Gözlerinde batma hissetmekteydi. Güneşin parlaklığı da

yakıyordu gözlerini. Ağzı tatsızdı. Dişleri kirliymiş gibi bir duygu

veriyordu. Dili sanki kürk kaplıydı. Her kası, her kemiği, her

siniri sızlıyordu. Tepeden tırnağa. Bunların yarısının fiziksel

olmayıp ruhsal olduğunu bilmek de bir işe yaramıyordu.

«Uykuya ihtiyacımız olduğunu biliyorum,» dedi. «Ama sen

gerçekten uyuyabileceğini sanıyor musun?»

«Ne demek istediğini aniıyorum. Cok yorgunum. Ama ka-

fam dur durak bilmiyor. Uyumak kolay olmayacak.»

Hilary, «Adli tabibe sormak istediğim bir iki soru var,» de-

di. «Ya da otopsiyi kim yaptıysa ona. Onlardan cevapları al-

dıktan sonra belki biraz kestirebilirim.»

«Peki. Evi kilitleyip hemen morga gidelim.»

Birkaç dakika sonra, Tony’nin mavi Jeep’i içinde uzakla-

şırken peşlerinde kimse olup olmadığına dikkat ettiler ama iz-

lenmiyorlardı. Ama tabii izlenmiyorlar demek, Frye o ağaçlı

sokakta, bir arabanın içinde onları seyretmiyor demek değildi.

Daha önce Hilary’nin evinden gelirlerken onları izlediyse, şim-

di izlemek zorunda değildi artık. Avının yerini öğrenmiş olma-

lıydı.

Hilary, «Ya biz yokken eve girerse?» diye sordu. «Ya içer-

de saklanır, bizim dönüşümüzü beklerse?»

Tony, «Kapımda çift kilit var,» dedi. «Biri paranın satın

alabileceği en sağlam kilit. Kapıyı baltayla parçalaması gere-

kir. Onun dışında tek yolu, balkona bakan pencerelerin birin-

den girmek. Evde bizi bekliyorsa, girmeden önce anlamış olu-

ruz.»

285 —

Page 384: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ya girmenin başka bir yolunu bulursa?»

«Başka yolu yok. Arka pencerelerden girmek için düz du-

vardan ikinci kata tırmanmak zorunda. Açıkta. Herkesin göre-

bileceği yerde. Kaygılanma. Evimiz güvende.»

«Belki de duvardan geçebiliyordun» Hilary’nin sesi titriyor-

du. «Bilirsin. Hayalet gibi. Ya da duman olup anahtar deliğin-

den giriyordur.»

Tony, «Böyle palavralara inanmazsın,» dedi.

Hilary başını salladı. «Hakkın var.»

«Doğaüstü güçleri yok. Dün gece senin eve girmek için

cam kırmak zorunda kaldı.»

Yoğun trafiğin arasında kent merkezine doğru ilerlediler.

Hilary’nin kemiklerine işleyen yorgunluk, zihninin kuşkuya

karşı genellikle güçlü olan savunmasını zayıflatıyordu. Frye’ın

yemek odasından çıkışını gördüğünden bu yana ilk olarak, aca-

ba onu gerçekten gördüm mü, diye düşünmekteydi.

«Deli miyim ben?» diye sordu Tony’ye.

Tony ona bir göz attı, sonra yine önündeki yola dön-

dü. «Hayır. Deli değilsin. O evi kendin o hale getirmiş olamaz-

sın. Eve giren adamın Bruno Frye’a benzediğini de kendin uy-

durmuş olamazsın. Başlangıçta bana da öyle geldiğini itiraf et-

mem gerek. Ama kafanın karışık olmadığını artık biliyorum.»

«Ama... yürüyen bir ölü... kabul edilemeyecek bir şey...

değil mi?»

«Öteki kuramı kabul etmek de bir o kadar zor. İki ayrı

manyak, ikisinde de aynı batıl inançlar, ikisi de vampirlerden

korkuyor, bir hafta içinde ikisi de gelip sana saldırıyor. Doğ-

rusu bence Frye’ın her nasılsa sağ kalmış olduğuna inanmak btı

Page 385: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ikincisine inanmaktan daha bile kolay.»

«Belki benden bulaştı sana da.»

«Ne bulaştı?»

«Delilik.»

Tony gülümsedi. «Delilik nezleye benzemez. Öksürükle,

öpüşmeyle bulaşmaz.»

«Ortak psikoz diye bir şey duymadın mı?»

Tony kırmızı ışık için frene basarken, «Ortak psikoz mu?»

286 —

diye sordu. «Parası olmayan ruh hastalarına psikanaliz yaptır-

mak için bir dernek mi bu?»

«Böyle bir zamanda espri, hd?»

«Özellikle böyle bir zamanda.»

«Ya toplum isterisi?»

«En sevdiğim eğlencelerden biri değildir.»

«Yani belki içinde bulunduğumuz durum odur.»

«Hayır. Olamaz.» dedi Tony. «Biz yalnızca iki kişiyiz. Bu

da toplum sayılmaya yetmez.»

Hilary gülümsedi. «Tanrım, öyle seviniyorum ki yanımda

olduğuna! Bu olayla tek başıma mücadele etmeyi hiç istemez-

dim.»

«Bir daha asla yalnız olmayacaksın.»

Hilary elini onun omzuna koydu.

Morga on biri çeyrek geçe vardılar.

Adli tıpta Tony ile Hilary, otopsiyi adli tabibin kendisinin

yapmadığını öğrendiler. Geçen Perşembe ve Cuma günlerinde

adli tabib San Francisco’ya, bir konferans vermeye gitmişti.

Page 386: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Otopsiyi asistanına bırakmıştı. Kadrodan birine.

Bu haber Hilary’yi umutlandırdı. Belki de Frye’ın mezar-

dan dönüşüne basit bir açıklama bulabileceklerdi. Belki asistan

baştan savmacı biriydi. Belki tembeldi. Patronun kontrolü da

olmayınca, belki otopsiyi yapmadan raporu dolduruvermişti.

Ama Ira Goldfield’i gördüğü anda bu umutlar söndü. Asis-

tan genç bir doktordu. Yaşı otuzların başlarındaydı. Yakışıklı,

mavi gözlü, sarışın biriydi. Dostça davranışlı, enerjik, akıllı,

işiyle de besbelli çok ilgiliydi. Adanmıştı işine. Onu iyi yap-

mamasına pek olanak yoktu.

Goldfield onları çam dezenfektanı kokan küçük bir top-

lantı odasına götürdü. Dikdörtgen masaya oturdular. Masanın

üstü başvuru kitaplarıyla, sayfa sayfa laboratuar raporlarıyla,

bilgisayar çıkışlarıyla doluydu.

«Tabii,» dedi Goldfield. «Hatırlıyorum onu. Bruno Gra-

ham... yo... Gunther. Bruno Gunther Frye. İki bıçak yarası.

Biri yüzeyselin biraz daha derini, öteki çok derin ve öldürücü.

Adamın karın kasları gördüğüm en iyi gelişmiş kaslardandı.»

287 —

Gözlerini kırpıştırarak Hilary’ye baktı. «Ha, evet... siz onu...

bıçaklayan bayansınız.»

Tony, «Özsavunma,» dedi.

Goldfield, «Bundan bir an bile kuşku duymadım,» diye gü-

vence verdi onlara. «Profesyonel kanıma göre, Bayan Thofnas’

in o adam karşısında saldırıyı başlatması pek zayıf bir ihtimal.

Page 387: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Cok iri bir adam. Bayan Thomas’ı çocuk gibi atardı üstünden.»

Goldfield tekrar Hilary’ye baktı. «Suç raporuna ve okuduğum

gazete haberlerine göre Frye size saldırırken bıçak taşıdığınızı

bilmiyormuş.»

«Doğru. Beni silahsız sanıyordu.»

Goldfield başını salladı. «Öyle olmak zorunda. Cüsse far-

kını dikkate alınca, kendiniz ağır biçimde yaralanmadan onu

altetmenin tek yolu da bu. Adamın pazuları, ön kolları gerçek-

ten şaşkınlık vericiydi. On on beş yıl önce vücut geliştirme

yarışmalarına girse derece alırmış. Çok şansınız varmış, Ba-

yan Thomas. Onu gafil avlamasaydınız sizi çıt diye ikiye bö-

lerdi. Hem de gerçek anlamıyla. Kolaylıkla üstelik.» Başını iki

yana salladı. Frye’ın vücudunun etkisini üzerinden atamıyordu.

«O konuda benden ne öğrenmek istemiştiniz?»

Tony, Hilary’ye baktı, Hilary omuzlarını kaldırdı. «Sizi gö-

rünce... sorumuz pek anlamsız kaçacak gibi gelmeye başladı.»

Goldfield bir birine, bir öbürüne bakarken yakışıklı yüzün-

de cesaret verici bir gülümseme vardı.

Tony boğazını temizledi. «Ben de Hilary’yle aynı görüşte-

yim. Boşuna geldik... Sizi tanıyınca öyle gözüküyor.»

Goldfield, «İçeri girdiğinizde pek ciddi ve esrarengiz bir

haliniz vardı,» diyerek güldü. «İlgim kabardı. Beni böyle havada

bırakamazsınız.»

Tony, «Durum şu,» dedi. «Buraya otopsinin gerçekten ya-

pılıp yapılmadığını öğrenmeye gelmiştik.»

Goldfield anlamadı. «Ama bunu bana sormadan önce de

biliyordunuz. Adli tabibin sekreteri Agnes size söylemiş ol-

malı.»

Hilary, «Sizden duymak istedik,» dedi.

«Hâlâ anlayamıyorum.»

Page 388: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony, «Otopsi raporu doldurulduğunu biliyorduk,» dedi.

«Ama işin gerçekten yapılıp yapılmadığından emin değildik.»

288 —

Hilary çabucak ekledi. «Ama şimdi sizi tanıyınca... artık

kuşkumuz kalmadı.»

Goidfield başını hafif yana eğdi. «Yani siz... onu kesme-

den raporu dolduruverdiğimi mi düşündünüz?» Alınmışa ben-

zemiyordu. Yalnızca şaşırmıştı.

Tony, «Bir ihtimaldir dedik... zayıf bir ihtimal de olsa,»

diye açıkladı.

«Bizim adli tabibin bölge sınırları içinde asla olamaz.»

dedi Goidfield. «Sert adamdır. Hepimizi diken üstünde tutar.

Birimiz işimizi kaytarsak, bizi çarmıha gerer.» Goldfield’in ses

tonundan, yaşlı adli tabibe büyük hayranlık duyduğu belliydi.

Hilary, «Bruno Frye’ın... ölü olduğu konusunda kafanızda

hiçbir kuşku yok, değil mi?» diye sordu.

Goldfield’in ağzı açık kalmıştı. Sanki Hilary ona amuda

kalkıp şiir okumasını söylemiş gibi! «Ölü mü? Elbette ölüydü.»

Tony, «Otopsiyi de tamamladınız,» dedi.

«Evet, onu kestim...» Goidfield birden sustu, bir iki saniye

düşündü, sonra, «Hayır, komple bir otopsi değildi,» dedi. «Yani

sizin dediğiniz anlamda değildi. Vücudun her parçasını ayırma-

dık. Çok meşgul bir gün yaşıyorduk. Hobi re ceset geliyordu.

Kadromuz da eksikti. Her neyse, Frye’ı tümüyle açmanın za-

ten gereği yoktu. Karındaki alt yara öldürücüydü ve durumu bel-

li etti. Göğsü açıp kalbine bakmak gerekmedi. Her organını

çıkarıp ayrı ayrı tartmanın da yorarı yoktu. Önce çok dikkatli

Page 389: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bir dış muayene yaptım, sonra iki yarayı daha derin kestim,

verdikleri zararı saptadım, ölüme onlardan birinin yoî açtığın-

dan emin oldum. Evinizde size saldırırken bıçaklanmamış olsa,

ölümü o kadar belirgin olmaz, daha fazla iş yapmam gerekirdi.

Ama bu olayda mahkeme açılmayacağı belliydi. Hem onu öldü-

renin alttaki yara olduğundan da eminim.»

Hilary, «Siz onu muayene ederken derin komada olma ih-

timali var mı?» dedi.

«Koma mı? Ulu Tanrım, elbette ki hayır! Tanrım, Hayır!»

Goidfield yerinden kalkıp dar odada dolaşmaya başladı. «Frye’

m nabzı, soluması, gözbebekleri, hattâ beyin dalgaları bile in-

celendi. Adam kesinlikle ölmüştü, Bayan Thomas.» Masasının

başına dönüp onlara baktı. «Ölmüş ve taş kesilmişti. Ben onu

gördüğümde, vücudunda hayatın en küçük izini sürdürecek ka-

289 Fısıltılar — P. : 19

dar bile kan kalmamıştı. İleri düzeyde lividite vardı. Yani doku-

larda kalan kan vücudun alt kısmına birikmişti. Alt kısım, öl-

düğü pozisyona göre alta gelen taraf oluyor. O kısımlarda teni

morarmıştı. Bu konuda hata da olmaz, yanılma da olmaz.»

Tony sandalyesini arkaya itip ayağa kalktı. «Zamanınızı

aldığımız için üzgünüm, Doktor Goldfield.»

Hilary de kalkarken, «Ben de işinizi iyi görmeyebileceğimzi

ima ettiğimiz için özür dilerim,» dedi.

Goldfield, «Durun hele,» diye atıldı. «Beni böyle karan-

lıkta bırakamazsınız. Nedir bütün bunların altında yatan?»

Hilary, Tony’ye baktı. Doktora yürüyen ölülerden söz et-

mekte Tony de kendisi kadar isteksizdi.

«Haydi,» dedi Goldfield. «İkiniz de budala görünmüyorsu-

Page 390: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nuz. Buraya gelişinizin nedenleri olmalı.»

Tony, «Dün gece biri Hilary’nin evine girdi ve onu öldür-

meye kalkıştı,» diye anlattı. «Bruno Frye’a fazlasıyla benziyor-

du.»

Goldfield, «Ciddi misiniz?» diye sordu.

Hilary, «Evet,» dedi. «Çok ciddiyiz.»

«Ve siz de düşündünüz ki...»

«Evet.»

«Tanrım! Onu görüp hortladığını sanmak büyük şok olmalı.

Ama bu benzerliğin rastlantı olduğunu söylemek zorundayım.

Çünkü Frye öldü. Ondan daha ölü birini görmedim.»

Goldfield’e zamanı ve sabrı için teşekkür ettiler, o da on-

ları resepsiyona kadar geçirdi.

Tony danışma masasına uğradı, sekreter Agnes’e cesedi

teslim alan cenazecinin adını sordu.

Kadın dosyaya bakıp, «Angels Hill Cenaze Evi,» dedi.

Hilary adresi defterine not etti.

Goldfield, «Galiba siz hâlâ...» diyecek oldu.

Tony, «Hayır,» dedi. «Ama beri yandan, her ipucunu izle-

mek zorundayız. Polis Akademisinde öyle öğrettiler bize.»

Goldfield kaşlarını çatıp uzun kapaklı gözleriyle onların

uzaklaşmasını seyretti.

* * *

Angels Hill Cenaze Evinde Hilary arabada bekledi, Tony

280 —

Page 391: Dean R. Koontz - Fısıltılar

içeriye girip Bruno Frye’ı hazırlayan görevliyle konuştu. Polis

kimliğiyle tek başına girerse daha çabuk bilgi alabileceğini he-

saplamışlardı.

Angels HiH büyük bir kuruluştu. Bol sayıda cenaze ara-

baları, on iki kiliseleri, kalabalık bir görevli kadroları vardı. Bü-

ro kısmında bile ışıklar dolaylı ve dinlendiriciydi. Renkler ciddi

ama zengindi. Yeri duvardan duvara halı kaplamışlardı. Dekor

insana ölümün esrarengizliği karşısında saygı ilham ediyordu.

Ama Tony’ye yalnızca bu mesleğin kârlı bir girişim olduğunu il-

ham etti.

Resepsiyoncu şirin bir sarışındı. Gri kısa bir etek, kahveren-

gi bir bluz giymişti. Sesi yumuşak, fısıltı düzeyindeydi ama için-

de cinsellikten, davetkârlıktan eser yoktu. Eğitimle oluşturul-

muş bir ses tonu kullanıyordu, içinde hüzün, saygı, anlayış ve

ilgi bulunan bir ses tonu. Tony içinden, acaba yatakta sevgili-

siyle konuşurken de bu sesi mi kullanıyor, diye düşündü, bu

düşünce ürpermesine yo! açtı.

Kız Bruno Frye’ın dosyasını buldu, ceset üzerinde çalışan

teknisyenin adını verdi. «Sam Hardesty. Sanırım Sam şu anda

hazırlama odalarından birinde. îki yeni vaka geldi de!» Sanki

cenazecide değil de hastanede çalışıyormuş gibi konuşuyordu.

«Size birkaç dakika ayırabilir mi, sorayım. Vakit ayırırsa sizi

personel salonunda bulur.»

TonyYı salona götürdü. Küçük ama güzel bir oda. Rahat

koltuklar, kül tablaları, dergiler, bir kahve makinesi, bir soda

makinesi, duvardaki bülten tahtasında spor karşılaşmalarının,

satılık arabaların duyurulan.

Tony kuruluşun kendi dergisine bakarken Sam Hardesty

içeriye girdi. Oto tamircisine ihsanı rahatsız edecek kadar ben-

zeyen bir tipti. Üzerinde önden fermuarlı, buruşuk bir beyaz

Page 392: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tulum vardı. Göğüs cebinden bir takım âletlerin uçları gözükü-

yordu. Tony onların ne âleti olduğunu bilmek istemediğine ka-

rar verdi. Genç bir adamdı. Yirmili yaşlarının sonlarında. Kum-

ral saçlı, keskin hatlıydı.

«Dedektif Ciemenza?»

«Evet.»

Hardesty elini uzattı, Tony istemeyerek sıktı, acaba birkaç

dakika önce neye elini sürdü bu adam, diye merak etti.

291 —

«Suzy vakalardan biriyle ilgili konuşmak istediğinizi söy-

ledi,» dedi Hardesty. O da sekreterin kullandığı ses tonunu

kullanıyordu.

Tony, «Anladığıma göre Bruno Frye’ın cesedini Perşembe

günü Santa Rosa’ya gitmek üzere siz hazırlamışsınız» dedi.

«Evet, öyle. St. Helena’daki bir cenaze eviyle işbirliğimiz

var.»

«Cesedi morgdan aldıktan sonra tam neler yaptığınızı ba-

na anlatır mısınız?»

Hardesty ona meraklı gözlerle baktı. «Buraya getirip ge-

rekenleri yaptık.»

«Morgdan gelirken bir yerde durmadınız mı?»

«Hayır.»

«Cesedi teslim aldıktan, havaalanında teslim ettiğiniz ana

kadar hiç yalnız kaldığı oldu mu?»

«Yalnız mı? Bir iki dakika ancak. Acele işti. Onu Cuma öğ-

leden sonra kalkan uçağa yetiştirecektik. Bakın, bana bu soru-

ların amacını söylesenize! Ne peşindesiniz siz?»

Page 393: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Emin değilim,» dedi Tony. «Ama yeterince soru sorarsam

belki ben de öğrenirim. Onu mumyaladınız mı?»

«Elbette. Mecburduk. Yolcu uçağına yüklenecekti. Yasaya

göre yumuşak organların çıkarılıp cesedin mumyalanması şart.»

«Çıkarılması mı dediniz?»

«Korkarım hoş bir konu değil,» dedi Hardesty. «Ama bağır-

saklar, mide ve diğer bazı organlar bizim için sorundur. İçleri

çürütücü sıvıyla dolu olduğundan, diğer dokulara göre çok da-

ha çabuk bozulurlar. Ceset teşhir edilirken kötü kokuları ve

utandırıcı gaz birikimlerini önlemek için, aynı zamanda da ce-

sedi muhafaza edebilmek için, o organlardan çıkarabildikleri-

mizi çıkarmak gerekir. Ucu kancalı bir teleskopik âlet kullanı-

rız. Onu vücuda anal girişten sokarız ve...»

Tony yüzündeki kanın çekildiğini hissetti, elini kaldırıp Har-

desty’yi susturdu.

«Teşekkür ederim. Sanırım bu kadarı yeter. Durumu anla-

dım.»

«Hoş bir konu değil demiştim.»

«Değil, doğru,» dedi Tony. Boğazına bir şey takılmıştı san-

ki. Avucuna öksürdü, çıkaramadı. Bu binadan kurtulana kadar

292 —

kalacaktı orada herhalde. Hardesty’ye, «Sanırım bilmek iste-

yeceğim her şeyi anlattınız bana,» dedi.

Adam kaşlarını çattı. «Ne aradığınızı bilmiyorum ama bu

Frye olayıyla ilgili garip bir durum vardı.»

«Neydi?»

«Cesedi Santa Rosa havaalanına yolladıktan iki gün sonra

Page 394: Dean R. Koontz - Fısıltılar

oldu,» dedi Hardesty. «Pazar öğleden sonraydı. Yani önceki

gün. Biri telefon etti, Bruno Frye’ı hazırlayan teknisyenle ko-

nuşmak istedi. Ben o gün buradaydım. Haftalık tatilimi Çarşam-

ba ve Perşembeleri alırım. Telefona geldim. Arayan çok öfke-

liydi. Beni suçladı, cesedi iyi hazırlamadığımı söyledi. Yalandı.

Ben yapabileceğimi yapmıştım. Ama kadavra öldükten son-

ra saatlerce güneşte kalmış, sonra da soğuk odada yatmıştı.

Vücudunda hem bıçak yaraları, hem adli tabibin otopsi kesik-

leri vardı. Bakın, Bay Clemenza, o ceset benim elim© geldiğin-

de zaten etinin durumu iyi değildi. Canlı gibi göstermemi kim-

se bekleyemezdi. Hem ben makyajdan sorumlu değildim. Onu

St. Helena’daki cenaze evine yollamıştık. Telefonda kusurun

benimle ilgili olmadığını söylemeye çalıştım, adam dinlemedi

bile.»

«Adını verdi mi?» diye sordu Tony.

«Hayır. Kızdıkça kızdı. Bana haykırıyor, bir yandan ağlıyor,

deli gibi lâf geveliyordu. Acı içindeydi. Ölenin akrabası falan

olduğunu düşündüm. Üzüntüden yarı deli biri. Ona bu yüzden

sabırlı davrandım. Ama adam isteriye kapıldı. Bana kendisinin

Bruno Frye olduğunu söyledi.»

«Ne yaptı???»

«Evet. Ben Bruno Frye’ım dedi. Kendisine yaptıklarım yü-

zünden günün birinde buraya gelip beni parça parça edeceği-

ni söyledi.»

«Başka ne dedi?»

«O kadar. Böyle konuşmaya başladığı anda delinin biri ol-

duğunu anladım, telefonu yüzüne kapadım.»

Tony damarına buzlu su verilmiş gibi hissediyordu. İçi dı-

şı buz gibi kesildi.

Sam Hardesty onun şoka kapıldığını anladı. «Ne oldunuz?»

Page 395: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Toplum isterisi sayılmak için üç kişi yeter mi diye düşü-

nüyorum.»

293 —

«Haa?»

«Bu telefon edenin sesinde bir gariplik var mıydı?»

«Onu nereden bildiniz?»

«Boğuk bir ses miydi?»

«Uğulduyordu,» dedi Hardesty.

«Çakıllı gibi, gıcırtılı mıydı?»

«Evet. Tanıyor musunuz onu?»

«Korkarım tanıyorum.»

«Kimmiş?»

«Söylesem inanmazsınız.»

«Bir deneyin,» dedi Hardesty.

Tony başını iki yana salladı. «Üzgünüm. Bu iş gizli polis

işi.»

Hardesty hayal kırıklığına uğramıştı. Yüzündeki beklenti do-

lu gülümseme soldu.

«Eh, çok yardımcı oldunuz. Bay Hardesty. Ayırdığınız za-

man için, yol açtığımı zahmet için teşekkür ederim.»

Hardesty omuz silkti. «Bir şey değil.»

Bir şey bal gibi, diye düşündü Tony. Hem de yaman bir

şey. Ama ben anlamını çözemiyorum.

Salonun dışındaki holde yolları ayrıldı. Tony birkaç adım

attıktan sonra durup döndü, seslendi. «Bay Hardesty?»

Hardesty durdu, baktı. «Evet?»

«Kişisel bir soruya cevap verir misiniz?»

Page 396: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Nedir?»

«Neden bu,.., bu tür bir mesleği seçtiniz?»

«Amcam cenaze yöneticisiydi.»

«Anlıyorum.»

«Çok neşeli adamdı. Hele çocuklarla birlikteyken. Alex Am-

ca’nın çok önemli bir sırrı bildiğine inanırdık. Bize sihirbazlık

oyunları yapardı. Ama o kadarla kalmıyor. Bence hayatını ka-

zanma yolu da sihirli ve esrarengizdi. Kimsenin bilemediği sırrı

mesleği nedeniyle keşfetmişti.»

«O sırrı buldunuz mu?»

«Evet, galiba buldum,» dedi Hardesty.

«Bana söyleyebilir misiniz?»

«Tabii. Alex Amca’nin bildiği, benim de sonradan öğrendi-

ğim, ölülere de canlı insanlara olduğu kadar ilgi ve saygı gös-

294 —

termek gerektiği. Onları toprağa gömüp zihninizden silemez-

siniz. Sağken bize öğrettikleri dersler hâlâ bizimledir. Bize yap-

tıklarını unutmayız. O olaylar bizi hâlâ etkiliyor, değiştiriyordun

Onların etkileriyle biz de daha sonraki kuşakları etkileyeceğiz.

Yani ölüler asla tam anlamıyla ölmüyor. Devam ediyorlar. Alex

Amca’nın sırrı şuydu: Ölüler de insandır.»

Tony bir an adama baktı, ne diyeceğini bilemedi. Ama son-

ra soru ağzından kendiliğinden fırladı. «Dindar mısınızdır, Bay

Hardesty?»

«Bu mesleğe başladığımda pek değildim. Ama şimdi din-

darım. Enikonu.»

«Evet, herhalde öyle olmalı.»

Page 397: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony binadan çıkıp arabaya bindi, direksiyonun başına otu-

rup kapıyı kapadı. Hilary, «Eeee?» diye sordu. «Frye’ı mum-

yalamışlar mı?»

«Daha beter.»

«Daha beter ne yani?»

«Bilmek istemezsin.»

Bruno Frye olduğunu iddia eden bir adamdan Hardesty’

ye gelen telefonu anlattı.

«Ahhh,» dedi Hilary hafif sesle. «Ortak psikoz konusun-

da dediklerimi unut. Bu kanıt işte!»

«Neyin kanıtı? Frye’ın sağ olduğunun mu? Sağ olamaz.

Ağza alınmayacak kadar iğrenç bir sürü uygulamanın dışında,

bir de üstelik mumyalanmış. Damarlarına kan yerine mumyala-

ma sıvısı doldurulmuş olan hiç kimse, en derin komayı bile

sürdüremez.»

«Ama bu telefon en azından... olağanüstü bir şeyierin ol-

duğunu gösteriyor.»

«Pek sayılmaz,» dedi Tony.

«Bunu âmirine anlatsan?»

«Yararı yok. Harry Lubbock bunu tatsız bir telefon şakası

olarak görür.»

«Ama o ses!»

«Harry’yi inandırmaya o da yetmez.»

Hilary içini çekti. «Peki... şimdi?»

«Derin derin düşünmemiz gerek,» dedi Tony. «Durumu her

295 —

açıdan incelememiz, gözden kaçmış bir şey var mı, ona bak-

Page 398: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mamız gerek.»

«Öğle yemeği yerken düşünsek? Açlıktan ölüyorum.»

«Nerede yemek istersin?»

«ikimiz de berbat durumda olduğumuza göre, karanlık ve

ıssız bir yerde.»

«Casey’in Barında bir arka loca.»

«Harika.»

Westwood’a doğru giderlerken Tony, Hardesty’yi düşünü-

yor, ölülerin nasıl bir bakıma sağ olduğunu anlamaya çalışı-

yordu.

Bruno Frye, Dodge kamyonetin arka bölümüne uzandı, bi-

raz uyumaya çalıştı.

Bu kamyonet, geçen hafta Los Angeles’e gelirken bindiği

gri kamyonet değildi. Ona polis el koymuştu. Sonra da Frye ser-

vetinin avukatlığını yapacak olan Joshua Rhinehart teslim al-

mış olmalıydı. Bu kamyonet gri değil, lacivertti. Bazı yerlerinde

beyaz çizgileri vardı. Frye dün sabah San Francisco dışındaki

Dodge bayiinden peşin parayla almıştı bunu. Güzel bir ara-

baydı.

Dün hemen hemen bütün günü yollarda geçirmiş, Los An-

geles’e gece varmıştı. Dosdoğru Katherine’in Westwood’daki

evine gitmişti tabii.

Katherine.

Yine mezardan dönen Katherine.

Pis kahpe.

Eve girmişti ama kadın orada yoktu. Sabaha karşı dön-

düğünde, tam işi bitirecekti ki... polisin neden çıkageldiğini ha-

lâ anlayamıyordu.

Son birkaç saattir kadının evinin önünden dört beş kere

geçmiş, önemli bir şey görememişti. Evde mi, değil mi, onu

Page 399: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bile anlayamamıştı.

Kafası karışıyordu. Korkuyordu da. Şimdi ne yapacağını,

onu nasıl bulacağını bilemiyordu. Düşünceleri dağılıyor, kont-

rolü güçleşiyordu. Sarhoş gibiydi. Başı dönüyor, eklemleri çö-

zülüyordu. Oysa bir şey içmemişti.

296 —

Öyle yorgun hissediyordu ki kendini! Pazar gecesinden

beri uyumamıştı. Biraz uyuyabilse, uyandığında kofası daha iyi

çalışırdı.

O zaman yine giderdi o kahpeye.

Kafasını keserdi.

Yüreğini çıkarır, tahta çubuğu saplardı.

Öldürürdü onu. Temelli.

Ama uyku... önce uyku.

Kamyonete uzandı, içeri dolan güneşe şükretti. Karanlık-

ta uyumaya korkardı.

Yanıbaşında bir istavroz yatıyordu.

İki de sivriltilmiş tahta çubuk.

Ufacık keten torbalar içindeki sarımsaklar kapıların tepe-

sine seloteyple yapıştırılmıştı.

Bunlar onu Katherine’den koruyacaktı belki... ama kâbusu

sona erdirmeyecekti. Uyurken hep görecekti o kâbusu. Ömrü

boyunca nasıl gördüyse öyle. Çığlığı gırtlağında donmuş du-

rumda uyanacaktı. Rüyanın neyle ilgili olduğunu yine hatırla-

yamayacaktı. Ama uyandığında fısıltılar duyacaktı. Anlaşılmaz

fısıltılar. Vücudunda bir şeylerin dolaştığını hissedecekti. Yüzün-

de. Ağzına, burnuna girmek isteyen şeyler... korkunç şeyler.

Page 400: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bir iki dakika içinde bu hayaller sona erecek, ama kendisi o

arada ölmüş olmayı yeğ bulacaktı.

Uykudan ödü kopuyordu ama ihtiyacı da vardı.

Gözlerini kapadı.

* * *

Casey’in Barında öğle saati yine sağır ediciydi. Her za-

manki gibi.

Ama barın beri tarafında üç yanı kapalı localar vardı. Gü-

nah çıkarma kabini gibi. Uzakta oldukları için ses oraya pek

gelmezdi.

Yemeğin ortasına vardıklarında Hilary tabağından başını

kaldırdı, «Buldum,» dedi.

Tony sandviçini tabağına bıraktı. «Neyi?»

«Frye’ın bir kardeşi olmalı.»

«Kardeşi mi?»

«O zaman her şey açıklanıyor.»

297 —

«Yani sen Perşembe günü Frye’ı öldürdün, ama dün kar-

deşi gelip saldırdı, öyle mi?»

«Böylesine bir benzerlik ancak kardeşler arasında olabi-

lir.»

«Ya ses?»

«Belki ses kalıtımsaldır. İkisinde de vardır.»

«Boğuk ses kalıtımsal olabilir. «Ama o gıcırtı? O da mı

kalıtımsal?»

Page 401: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Neden olmasın?»

«Dün kendin söyledin. Öyle bir ses, ya ses telleri mahvo-

lursa yo da kişi bozuk bir gırtlak yapısıyla doğarsa olur de-

din.»

«Demek yanılmışım. Ya da belki iki kardeş de aynı defor-

masyonla doğdu.»

«Milyonda bir ihtimal.»

«Ama imkânsız değil.»

Tony birasını yudumladı. «Belki kardeşlerin vücut biçimi,

yüz hatları, göz renkleri, sesleri benzeyebilir. Ama aynı psiko-

tik inançları da mı paylaşıyorlar?»

Hilary de birasından bir yudum aldı, düşündü, sonra konuş-

tu. «Ciddi ruhsal hastalıklar çevresel etkilerin sonuçlarıdır.»

«Eskiden öyle sanılıyordu. Ama artık bilimadamları pek

emin değiller.»

«Eh, benim kuramımın hatırına, psikotik hastalığın çevre

etkisi olduğunu varsayalım. Aynı ev içinde, aynı anne babanın

büyüttüğü çocuklar. Bunların benzer psikozlar geliştirmesi ol-

mayacak şey mi?»

Tony çenesini kaşıdı. «Belki de. Hatırladığıma göre...»

«Neyi?»

«Ben kriminoloji çalışırken anormal psikoloji konulu bir

üniversite kursuna gitmiştim,» dedi Tony. «Bazı tür psikopat-

ları tanımanın, onlara gerekli biçimde davranmanın yolları öğ-

retiliyordu. Fikir olarak güzeldi. Polis ruh hastası bir vatandaş-

la konuşurken, onun hastalığını anlar, o tür hastaların nasıl

düşüneceğini bHirse, ilişkiyi daha iyi idare etme şansı artıyor.

Bize pek çok film gösterdiler. Ruh hastalarının filmleri. Bir ta-

nesinde bir anne kız vardı. İkisi de paranoid sizofrenik. Aynı

Page 402: Dean R. Koontz - Fısıltılar

hayalleri paylaşıyorlardı.»

298 —

Hilary heyecanla, «İşte gördün mü!» diye bağırdı.

«Ama bu çok ender rastlanan bir olaydı.»

«Bizimki de öyle.»

«Emin değilim ama galiba bu türün tek örneğiydi.»

«Ama mümkün.»

«Düşünmeye değer herhalde.»

«Bir kardeş...»

Sandviçlerini alıp yine yemeye başladılar. İkisi de kendi

düşüncelerine gömülmüştü.

Birden Tony, «Allah kahretsin!» dedi. «Senin varsayımında

kocaman bir gedik açacak bir şey hatırladım.»

«Ne?»

«Herhalde geçen Cuma ve Cumartesi günlerinin gazetele-

rini okumuşsundur.»

«Hepsini değil. İnsana... kendini kurban rolünde gösteren

yazıları okumak utanç verici geliyor. Bir tek yazıyı bitirdim,

başka da okumadım.»

«Yazıda neler dendiğini hatırlıyor musun?»

Hilary kaşlarını çattı, onun ne demek istediğini anlamaya

çalıştı. Sonra birden anladı. «Ha, evet. Frye’ın kardeşi yok-

muş.»

«Ne erkek kardeşi var, ne de kız kardeşi. Kimsesi yok. An-

nesi ölünce bütün bağlar ona kalmış. Ailesinin son kişisiymis.

Soyu bitiyor.»

Hilary yine de kardeş varsayımından vazgeçmeye razı de-

Page 403: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ğildi. Bu garip olayları açıklayabilen tek varsayım oydu çünkü.

Ama o varsayımı da nasıl savunabileceğini bilemiyordu.

Yemeklerini sessizlik içinde bitirdiler.

Sonunda Tony, «Seni ondan ebediyen saklayamayız,» dedi.

«Gelip seni bulmasını da bekleyemeyiz.»

«Tuzak yemi olmak hoşuma gitmiyor.»

«Her neyse... aradığımız cevap burada değil. Yani Los

Angeles’de değil.»

Hilary başını salladı. «Ben de aynı şeyi düşünüyordum.»

«St. Helena’ya gitmemiz gerek.»

«Şerif Laurenski’yle de konuşmamız gerek.»

«Laurenski’yle de, Frye’ı tanıyan herkesle de.»

«Birkaç gün sürebilir,» diye belirtti Hilary.

299 —

«Dedim sana, izinlerim çok birikti. Ustüste koysan birkaç

hafta tutar. Ve ömrümde ilk olarak... işe dönmeye pek hevesli

değilim.»

«Pekâlâ. Ne zaman yola çıkıyoruz?»

«Ne kadar erken çıksak o kadar iyi.»

«Bugün olmaz. İkimiz de çok yorgunuz. Uykuya ihtiyacımız

var. Hem senin resimleri Wyant Stevens’e götürmek istiyorum.

Sigorta eksperi gelip evime bakmalı. Temizleme servisine de

ben yokken ortalığı düzeltmelerini söylemeliyim. Kurdun Saati

filmini Warner Brothers’la bu hafta konuşmayacaksam, en azın-

dan bir mazeret göstermem gerekir. Ya da Wally Topelis’e söy-

lerim, o bir özür bulur.»

Page 404: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ben olayın raporunu vermeliyim,» dedi Tony de. «Bu sa-

bah yapmam gerekirdi. Bana soru da sormak isteyeceklerdir

tabii. Bir polis ölünce yanındakine soru sorulur. Ya da polis

birini öldürünce. Ama sorgu faslı gelecek hafta olacaktır. Daha

önceye koysalar bile, herhalde erteletebilirim.»

«O halde St. Helena’ya ne zaman gidiyoruz?»

«Yarın,» dedi Tony. «Frank’ın cenazesi sabah dokuzda.

Ona gitmek isterim. Bakalım öğle sıralarında uçak var mı...»

«Bana uygun.»

«Çok işimiz var. Hemen başlayalım.»

«Bir şey daha var,» dedi Hilary. «Bence bu gece senin

evde kalmayalım.»

Tony masanın üzerinden uzanıp onun elini tuttu. «Seni

orada bulamayacağından eminim. Buna kalkışırsa ben yanın-

dayım, tabancam da var. Dünya vücut geliştirme şampiyonu

olsa, tabanca onu da halleder.»

Hilary başını iki yana salladı. «Hayır. Belki güvenli ama...

ben orada uyuyamam, Tony. Bütün gece uyku girmez gözü-

me. Hep ses dinlerim.»

«Nerede kalmak istiyorsun?»

«Öğleden sonra yapacağımız işleri bitirelim, sonra yolcu-

luk bavulumuzu hazırlayalım, senin evden çıkalım, izlenmedi-

ğimizden emin olarak, havaalanı civarında bir otele gidelim.»

Tony onun elini sıktı. «Peki. Sen kendini daha iyi hisse-

deceksen...»

300 —

«Evet.»

Page 405: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Eh, aşın güvenlikten bir zarar gelmez.»

• * *

St. Helena’da Perşembe öğleden sonra, saat dördü on ge-

çe, Joshua Rhinehart bürosundaki telefonu kapadı ve arka-

stna yaslandı. Kendinden pek memnundu. Şu son iki günde

epey iş başarmıştı. Koltuğu döndürüp pencereden uzaklardaki

doruklara, daha yakındaki bağlara doğru baktı.

Pazartesi gününü hemen tümüyle telefon başında geçirmiş,

Bruno Frye’ın bankerleriyle, borsa simsarlarıyla, mali danış-

manlarıyla konuşmuştu. Hepsiyle bir süre için, yani tüm mal-

ların nakte çevrilmesine kadar, servetin nasıl yönetileceği tar-

tışılmış, sonra da zamanı gelince hepsini nakte çevirmenin en

kârlı yolunun neler olacağı konuşulmuştu. Upuzun, sıkıcı ko-

nuşmalar. Çünkü ölen adamın türlü türlü banka hesapları vardı.

Çeşitli bankalarda. Ayrıca tahvilleri, hisse senetleri, emlaki,

daha da bir yığın malı mülkü vardı.

Joshua Salı sabahıyla öğleden sonranın büyük kısmını da

telefon başında geçirmiş, California’nın en başta gelen, en

saygın sanat eksperlerinden bazılarını St. Helena’ya gelip Frye

ailesinin koleksiyonuna bakmaya razı etmişti. Altmış yetmiş

yıldır birikiyordu o koleksiyon. Katherine’in kırk yıl önce ölmüş

olan babası Leo bu işe basit başlamış, el oyması bir takım

tahta eserler satın almıştı. Avrupa ülkelerinde, kullanılmış bira

ve şarap fıçıları üzerine yapılan oymalara benzer şeyler. Bun-

ların çoğu gülen, ağlayan, bakan, bağıran, kızan şeytan kafa-

larıydı. Bazıları da melek, palyaço, kurt, cin, peri, cadı ve di-

ğer yaratıkların kafaları. Leo öldüğünde bunlardan iki binin

Page 406: Dean R. Koontz - Fısıltılar

üzerinde toplamış bulunuyordu. Katherine daha babasının sağ-

lığında paylaşırdı onun bu ilgisini. O ölünce bu sefer kızı ko-

leksiyonu hayatının odak noktası haline getirmişti. Güzel şey-

ler satın almak onda bir tutku haline, daha sonra da bir mani

haline geldi. Joshua kadının yeni aldığı bir şeyi gösterirken

nasıl gözlerinin parladığını, nasıl gevezelik edip durduğunu ha-

tırlıyordu. Her odayı, her dolabı, her köşeyi güzel şeylerle dol-

durma yarışında sağlıksız bir şey bulunduğunu hissetmişti.

Ama zenginlerin zaten hep böyle eksantrik yanları, manileri

301 —

olur, hoş görülürdü. Meğer ki başkalarına bir zarar vermesin.

Kaillerine mineli kutular almıştı. Yüzyıl başına ait pey-

zajlar, Laiique kristaller, renkli camlı lamba ve pencereler al-

mıştı. Antik kameo madalyonları, daha bir yığın şeyleri vardı.

Bunları yalnız iyi bir yatırım olduğu için almıyordu. Gerçi iyi

bir yatırım olduğu su götürmezdi ama... kadının bunlara tıpkı

bir müptelânın uyuşturucuya açlığı gibi ihtiyaç duyduğu bel-

liydi. Koca evini hep bu tür şeylerle doldurmuştu. Saatlerce on-

ların tozunu alır, temizler, cilalar, bakardı hepsine. Bruno da

o telaşlı toplama merakını sürdürmüştü. Şimdi her iki ev, yani

Leo’nun 1918’de yaptırdığı da, Bruno’nun beş yıl önce yaptır-

dığı da, hep bu hazinelerle doluydu. Salı günü Joshua bu yüz-

den sanat galerilerini aramıştı. Hem San Francisco’dakileri,

Jıem de Los Angeles’dekiieri. Hepsi de uzmanlarını yollamaya

hevesliydiler. Frye kolleksiyonundan gelecek komisyon az pa-

ra değildi. Cumartesi sabahı San Francisco’dan iki, Los Ange-

Page 407: Dean R. Koontz - Fısıltılar

les’den de iki eksper gelecekti. Frye koleksiyonunun katalogu-

nu çıkarmak için birkaç günlük bîr süreye ihtiyaçları olacağı ke-

sindi. Joshua onlara otelde yer de ayırmıştı.

Öğleden sonra dördü on geçe, durumun karmaşasını çöz-

me yolunda olduğunu hissetmeye başlıyordu. Bruno’nun ölü-

münü haber aldığından bu yana ilk olarak bu miras işini

bitirmenin ne kadar bir zaman alacağı konusunda tahmin ya-

pabilecek duruma gelmişti. Başlangıçta işlerin çok karmaşık

olacağından, yıllar süreceğinden korkmuştu çünkü. Ya da en

azından birkaç ay. Ama şimdi vasiyetnameye bakınca (o vasi-

yetnameyi beş yıl önce kendisi düzenlemişti Bruno’nun tali-

matıyla), mali danışmanların da paraları nasıl kullandığını öğ-

renince, her şeyi birkaç haftada bitireceğinden emin gibiydi.

Bu iş pek çok milyonluk miraslarda rastlanmayan basitlikler

içeriyordu. Bir kere sorun çıkaracak akrabalar yoktu. İkincisi,

vergiler çıktıktan sonra geriye kalan meblağ bir tek hayır ku-

rumuna verilecekti, kurumun adı da vasiyetnamede vardı. Üçün-

cüsü, Bruno onca servetine rağmen yatırımlarını nispeten basit

tutmuş, kolayca anlaşılan borç-alacak durumunu da hep not et-

mişti. Üç haftada devşirilirdi bu iş. En fazla dört.

Karısı Cora’nın üç yıl önceki ölümünden beri Joshua ha-

yatın kısalığını daha iyi bilinçlendirmişti. Zamanını kartal gibi

302 —

korurdu. Bir tek günü bile ziyan etmekten hoşlanmazdı. Frye

mirasıyla uğraştığı günleri ise ziyan olmuş sayıyordu. Elbette

!<i sunduğu hukuk hizmetlerinin parasını alacaktı. Ama onun

yeterince parası zaten vardı. Vadide bir hayli toprağı, bir mik-

Page 408: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tar bağı çok ehil ellerde yönetiliyor, şaraphaneler onun üzüm-

lerine değer veriyorlardı. Aklından mahkemeye başvurup bu

frye işini istemediğini söylemek de geçmiyor değildi. Frye’m

bankalarından biri seve seve üstlenirdi görevi. Ya da Ken Ga-

vias’la Ron Genelli’ye devretmek vardı bu işi. Bunlar da şirke-

te yedi yıl önce giren iki genç avukattı. Ama Joshua’nın görev

bilinci, kolay yolu seçmekten alıkoyuyordu onu. Ona otuz beş

yıl önce Napa Vadisinde ilk defa şans tanıyan insan, Katherine

Frye olmuştu. O ailenin hukuk işlemlerini yapmayı kendi bor-

cuymuş gibi hissediyordu.

Üç hafta.

Ondan sonra, hoşuna giden şeyleri yapmaya daha bol va-

kit bulacaktı. Güzel kitaplar okumaya, yüzmeye, yeni satın al-

dığı uçakla gezmeye, yeni yemekler pişirmeyi öğrenmeye, ara-

sıra hafta sonu için Reno’ya gitmeye. Bugünlerde şirketin çoğu

işlerini Ken’le Roy yapıyordu zaten. Çok da başarılıydılar. Jos-

hua tam emekli olmuş sayılmasa da, kıyısına gelmiş sayılırdı.

Dinlenmek istiyor, keşke bunu Çora sağken yapabilseydim diye

hayıflanıyordu.

Dördü yirmi geçe, işlerin yolunda gitmesinden memnun,

pencereden görülen vadi manzarasından keyifli, koltuğundan

kalktı, resepsiyon salonuna geçti. Sekreteri Karen Farr, önün-

deki IBM makineyi sanki dövüyordu. İncecik bir kızdı. Solgun

tenli, mavi gözlü, tatlı sesli. Makinenin her tuşuna kendinden

beklenmeyen bir hırsla basışı öyle garip duruyordu ki!

Joshua, «Ben erkenden bir viski istiyorum bugün,» dedi

ona. «Telefon eden olursa, çok sarhoş olduğumu, konuşacak

durumda olmadığımı söylersin.»

«Onlar da derler ki, ‘Ne? Yine mi?’»

Joshua güldü. «Çok tatlı ve çekici bir küçük hanımsın. Ba-

Page 409: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yan Farr. Keskin zekân, kıvrak dilin, bugünlerde giderek ender

rastlanan, çok hoş nitelikler.»

«Sizin de İrlandalı olmamanıza rağmen bu içki merakınız

303 —

pek ilginç. Haydi, gidip için viskinizi. Ben kapıya üşüşenleri oya-

larım.»

Joshua tekrar kendi odasına girip köşedeki bara yürüdü,

bardağa buz koydu, viskiden aldı. İki yudum ancak içmişti ki

odasının kapısına vuruldu.

«Girin.»

Karen gözüktü. «Telefonda...»

«Hani içkimi rahatça içmeme izin verecektin?»

«Aksilik etmeyin,» dedi kız.

«Aksi diye adım çıkmış zaten.»

«Burada olmadığınızı söyledim. Ama ne istediklerini anla-

tınca, belki de konuşmanız daha iyi olur dedim. Biraz garip.»

«Kim arıyor?»

«Bay Preston diye biri. San Francisco’daki First Pacific

United Bankasından. Frye mirasıyla ilgili.»

«Garip olan ne?»

«Size kendisi söylese daha iyi.»

Joshua içini çekti. «Pekâlâ.»

«İkinci hatta.»

Joshua masasına geçip oturdu, telefonu aldı, «İyi günler,

Bay Preston,» dedi.

«Bay Rhinehart mı?»

«Benim. Size nasıl bir yardımda bulunabilirim?»

Page 410: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Shade Tree Bağları şubemiz Frye vasiyetnamesiyle sizin

ilgilendiğinizi söyledi.»

«Doğrudur.»

«Bay Bruno Frye’ın San Francisco şubemizde hesabı ol-

duğundan haberiniz var mıydı?»

«First Pacific United Bankasında mı? Hayır, haberim yok-

tu.»

Bay Preston anlattı. «Bir tasarruf hesabı, bir çek hesabı,

bir de kiralık kasa.»

«Çeşitli bankalarda hesapları vardı. Listesini tutmuş. Ama

sizin banka o listede yok. Bugüne kadar elime banka defteri

veya iptal edilmiş çek de geçmedi o hesaplardan.»

«Ben de bundan korkuyordum,» dedi Preston.

Joshua kaşlarını çattı. «Anlayamıyorum. Sizin bankadaki

hesapla ilgili bir sorun mu var?»

304 —

Preston bir an kararsızlık geçirdi, sonra sordu. «Bay Rhi-

nehart, Bay Frye’ın kardeşi var mıydı?»

«Yoktu. Niye sordunuz?»

«Hiç dublör falan kullanır mıydı?»

«Efendim?»

«Yani kendisine çok benzeyen birini, yakından bakınca da

o oiduğu sanılacak birini tutmuş muydu hiç?»

«Şaka mı ediyorsunuz, Bay Preston?»

«Garip geliyor, farkındayım. Ama Bay Frye varlıklı bir

adamdı. Bugünlerde terörizm bu kadar artınca, bunca deli so-

kaklara dökülünce, zenginler kendilerine fedailer tutar oldu-

Page 411: Dean R. Koontz - Fısıltılar

lar. Daha ender olarak da... çok sık değil, orasını kabul et-

mem gerek, ama arasıra güvenlik amacıyla kendi yerlerine ba-

zen dublör kullanıyorlar.»

Joshua güldü. «Güzel kentinize saygım baki ama izniniz-

le, Bay Frye’ın burada, Napa yöresinde yaşamış olduğunu söy-

lemek isterim. Burada o kadar çok suç işlenmez. Sizin büyük

kentlerde alıştığınızdan farklı bir hayat vardır buralarda. Bay

Frye’ın dublöre falan ihtiyacı yoktu. Tutmadığından da emi-

nim. Bay Preston, nedir konunun aslı, Tanrı aşkınıza?»

Preston, «Bay Frye’ın geçen Perşembe öldürüldüğünü ye-

ni duyduk,» dedi.

«Eee?»

«Hukuk danışmanlarımız da bankanın sorumlu tutulamaya-

cağını söylüyor.»

«Neden sorumlu tutulamayacağını?» Joshua’nın sesinde

sabırsızlık vardı.

«Vasiyetname avukatı olarak hesabın bloke edilmesini bi-

ze sizin söylemeniz gerekirdi. Böyle bir haber gelmezse ya

da mudinin öldüğünü duymazsak, hesabı dondurmamız için bir

neden yoktu elbette.»

«Bunu biliyorum.» Joshua arkasına yaslanmış, gözlerini

özlem dolu bakışlarla önündeki viskiye dikmişti. Az sonra du-

yacağı haberin tatsız bir şey olacağını seziyordu. Bu nedenle,

?kendisi de bir iki espri yapmaya niyetlendi. «Bay Preston,» de-

di. «Biliyorum, bankalarda işler yavaş, dikkatli ve güvenli bi-

çimde yürütülür. Ama keşke bir an önce ana konuya gelebil-

seniz.»

305 —: Fısıltılar — P. : 20

Page 412: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Geçen Perşembe, şubemizin kapanış saatine yarım saat

kala, yani Bay Frye Los Angeles’te öldürüldükten birkaç saat

sonra, şubemize Bay Frye’o çok benzeyen biri geldi, üzerinde

Bay Frye’ın özel çekleri vardı. Bir çek yazdı, bozdurdu, hesapta

yalnızca yüz dolar para bıraktı.»

Joshua doğrulup dik oturdu. «Kaç para çekti?»

«Çek hesabından altı bin dolar.»

«Offff!»

«Sonra banka defterini çıkarıp tasarruf hesabını da çekti,

beş yüz dolar bıraktı.»

«Oradan ne kadar aldı?»

«Oradan da on iki bin dolar.»

«Yani toplam on sekiz bin dolar mı?»

«Evet. Ayrıca kiralık kasasında da nesi varsa.»

«Orayı da mı boşalttı?»

«Oraya da indi. Âma tabii kasadan ne aldığını bilemeyiz,»

dedi Preston. Sonra umutla ekledi. «Belki de bir şey almamıştır

kasadan.»

Joshua şaşırıp kalmıştı. «Bankanız bunca parayı kimlik sor-

madan nasıl verir?»

«Kimliğe bakarız,» dedi Preston. «Adamın da Bay Frye’a

çok benzediğine inanmanız gerekir. Bay Frye beş yıldan beri

her ay iki üç kere gelir buraya. Çek hesabına bir iki bin dolar

yatırır. Bu yüzden arkadaşlar tanırlar onu. Hatırlarlar. Perşem-

be günü de veznedeki arkadaş onu tanımış. Kuşku duymasını

gerektirecek bir şey olmamış. Zaten üzerinde özel çekleri, ban-

ka deften de olunca...»

«Onlar kimlik sayılmaz,» dedi Joshua.

«Veznedar onu tanıdığı halde yine de kimlik istemiş. Po-

Page 413: Dean R. Koontz - Fısıltılar

litikamız büyük para çekildiğinde -bunu gerektirir zaten. Vezne-

dar da o yöntemi uygulamış. Adam bir California sürücü ehli-

yeti göstermiş. Fotoğrafı, adı tamam. Bruno Frye. Sizi temin

ederim ki bankamız bu olayda sorumsuzca hareket etmedi. Bay

Rhinehart.»

Joshua, «Veznedar hakkında soruşturma açacak mısınız?»

diye sordu.

«Soruşturma başladı bile.»

«Bunu duyduğuma sevindim.»

306 —

«Ama bir sonuç çıkmayacaktır. Veznedar bayan on altı

yıldır burada çalışır.»

«Adamın kasaya inmesine izin veren de o mu?» diye sordu

joshua.

«Hayır. O da başka bir eleman. Onu da soruşturuyoruz.»

«Bu çok ciddi bir durum.»

«Bilrniyor muyuz sanıyorsunuz?» Preston’un sesi pek acık-

lı çıkmıştı. «Bunca yıllık bankacıyım, ömrümde başıma gelme-

di. Size telefon etmeden önce yetkili mercilere haber verdim.

Eyalet VQ Federal Bankacılık yetkililerine. Bizim hukuk danış-

manlarına da.»

«Yarm oraya gelip sizin elemanlarla bir konuşmam gerek

herhalde.»

«Keşke gelseniz.»

«Saat onda desek iyi mi?»

«Hangi saat size uygunsa,» dedi Preston. «Ben bütün gün

beklerim sizi.»

Page 414: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«On diyelim o halde.»

«Olaydan ötürü çok üzgünüm. Ama tabii zararı sigorta

öder.»

«Kiralık kasadaki kayıp dışında,» dedi Joshua. «O sigorta

kapsamında değil.»

Zaten Preston’u en çok korkutan da o kasaydı. Bunu ikisi

de biliyoriardi. «Belki kasada, her iki hesaptan aldığından daha

çok parq vardı.»

«Y<3 da belki kasa boştu,» dedi Preston hemen.

«Sobana görüşürüz, Bay Preston.»

Joshua telefonu kapattı, bir süre gözlerini kulaklıktan ala-

madı.

Soıiunda viskisine uzandı.’

Briino Frye’a dublör!

Birlen aklına Pazartesi gecesi Bruno’nun evinde gördü-

ğü ışık geldi. Gözlüğünü takıp baktığı zaman sönmüştü ışık.

Bunu galerinin bozukluğuna yorumlamıştı. Oysa belki de ger-

çekten ışık vardı orada. Belki Bruno’nun bankadaki hesabını

soyan adam evini de soymaya gelmiş, orada bir şey aramıştı.

Joshua dün uğramıştı o eve. Beş dakikada şöyle bir do-

307 —

(aşmış, her şey yolunda mı diye bakmış, bir gariplik göreme-

mişti.

Bruno neden San Francisco’da gizli hesaplar açmıştı aca-

ba?

Gerçekten bir benzeri, bir dublörü mü vardı?

Kimdi? Hem neden?

Page 415: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Allah kahretsin!

Frye mirasının halledilmesi galiba sandığı kadar da çabuk

bitmeyecekti.

Salı akşamı saat altıda Tony Jeep’i kendi evinin sokağına;

saptırırken Hilary kendini bütün gün hissetmediği kadar garip

hissediyordu. Bir buçuk gün uykusuz kaldıktan sonra başla-

yan yeni uyanıklık dönemine girmişti. Vücuduyla zihni bu zor-

lama uyanıklıktan hemen yararlanmaya aynı anda karar ver-

diler. Bir kimyasal reaksiyon olmuş gibi, bedeni de, ruhu da

tazelendi, yenilendi. Esnemesi kesildi, görüşündeki bulanıklık

netleşti, yorgunluğu diner gibi oldu. Ama Hilary bunun kısa

ömürlü olacağını biliyordu. Bir iki saat içinde bu şaşırtıcı can-

lılık sona erecek, vücudu yine çökecekti. Amfetamin etkisin-

den sonraki yıkılma gibi. Ayakta durmaya hali kalmayacaktı

o zaman.

Tony’yle ikisi yapılacak şeyleri yapmışlardı. Sigorta mese-

lesini, evi temizletecek şirketi, polis raporlarını ve başka her

şeyi halletmişlerdi. Yolunda gitmeyen tek şey, Beverly Hills’

deki Wyant Sanat Galerisine uğradıklarında karşılarına çıktı.

Wyant da, asistanı Betty de yoklardı orada. Yerlerine bıraktık-

ları tombul kız Tony’nin eserlerini teslim almak istememişti.

Sorumluluğu üstlenmekten korkuyordu. Ama Hilary sonunda

onu ikna etmiş, tablolardan biri kaza sonucu çizilirse dava fa-

lan açmayacaklarını söylemişti. VVyant’a bir not yazmış, res-

sam hakkında bilgi vermişti. Oradan çıkınca Topelis ve Ortak-

ları şirketine uğrayıp, VValIy’den Warner Brothers’a bir baha-

ne bulmasını istemişlerdi. Her iş yolundaydı artık. Yarın Frank

Hovvard’ın cenaze töreni biter bitmez 11:55 uçağına atladıkları

gibi San Francisco’ya uçacaklar, oradan Napa’ya kalkan uça-

ğa yetişeceklerdi.

Page 416: Dean R. Koontz - Fısıltılar

SOS

Napa’ya varınca, St. Helena’ya gitmek için araba kirala-

yacaklardı.

Bruno Frye’ın diyarına varacaklardı böylelikle.

Ya sonra?

Tony Jeep’i parketti, kontağı kapattı.

Hilary, «Otel buldun mu diye sormayı unuttum,» dedi.

«Sen Wally’yle konuşurken sekreteri bana rezervasyon

yaptı.»

«Havaalanı yakımndakinde mi?»

«Evet.»

«Umarım iki yataklı oda tutmadın.»

«Tek ve kocaman bir yatak.»

«İyi,» dedi Hilary. «Ben uyurken sen beni kucakla.»

Tony eğilip onu öptü.

Tony için de iki çanta hazırlayıp dört çantayı arabaya in-

dirmeleri yirmi dakika sürdü. Hilary pek sinirliydi. Her an Frye’

in bir gölgeden fırlayıp çıkmasını bekliyor gibiydi.

Öyle bir şey olmadı.

Dolambaçlı yollardan havaalanına doğruldular. Hilary’nin

gözü arkalarındaki arabalardaydı.

Kimse onları izlemedi.

Otele 7:30’da vardılar. Tony şövalyelik yaptı, otel kartını

kan koca olarak ikisi adına imzaladı.

Odaları sekizinci kattaydı. Sakinleştirici mavi ve yeşil ton-

larda döşenmişti.

Görevli gidince bir an yatağın ayak ucunda durup birbir-

Page 417: Dean R. Koontz - Fısıltılar

lerine sarıldılar, yorgunluklarını sessizce paylaştılar.

Yemek için dışan çıkmaya ikisinin de hali yoktu. Tony oda

servisini aradı, yemeğin yarım saatte gelebileceğini öğrendi.

Hilary ile Tony birlikte duş yaptılar. Birbirlerini keyifle sa-

bunlayıp çalkaladılar. Ama aldıkları zevk pek de cinsel sayıl-

mazdı. İhtirasa halleri kalmamıştı. Birlikte banyo yapmak yal-

nızca dinlendirici, sevgi dolu ve tatlıydı.

Birer kulüp sandyiçiyle kızarmış patates yediler.

Yarım şişe roze şarap içtiler.

Pek az sohbet ettiler.

Kocaman banyo havlusunu abajurun üzerine örtüp ışığı ya-

309 —

nık bıraktılar... çünkü Hilary ömründe ikinci olarak karanlıkta

uyumaktan korkuyordu.

Uyudular.

Sekiz saat sonra, sabah 5.30’da Hilary kötü bir rüyadan

uyandı. Rüyada Earl’la Emma hayata dönmüşlerdi. Tıpkı Bru-

no Frye gibi. Üçü birden karanlık bir koridorda Hilary’yi kova-

lıyorlardı. Koridor giderek daralıyor, daralıyor, claralıyordu...

Tekrar uyuyamadı. Loş ışıkta yatıp Tony’nin uyuyuşunu

seyretti.

Tony 6:30’da uyandı, Hilary’ye döndü, gözlerini kırpıştırdı,

onun yüzüne, göğüslerine dokundu, seviştiler. Kısa bir süre

için Hilary, Bruno Frye’ı unuttu. Ama sonra, Frank’m cenaze-

sine gitmek üzere giyinirlerken korku yine bastırdı.

«St. Helena’ya gitmek gerçekten iyi bir fikir mi sence?»

«Gitmemiz şart,» dedi Tony.

Page 418: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Orada neler gelecek acaba başımıza?»

«Hiçbir şey. Güvende olacağız.»

«Ben o kadar emin değilim.»

«Neler olup bittiğini öğreneceğiz.»

«Mesele de orada ya,» dedi Hilary tedirgin bir sesle. «Bana

öyle geliyor ki bilmemek daha iyi.»

Katherine gitmişti.

Kahpe gitmişti,

Saklanıyordu.

Bruno lacivert Dodge kamyonette Salı akşamı 6:30’da uyan-

dı. Yine hatırlayamadığı o kâbus uyandırmıştı onu. Yine söz-

süz fısıltılar tehdit etmişti rüyasında. Bir şeyler yürüyordu üze-

rinde. Kollarında, yüzünde, saçlarında, giysilerinin içinde. Vü-

cudunun içine girmeye çalışıyorlardı. Kulaklarından, burun de-

liklerinden, ağzından. İğrenç ve korkunç bir şeyler. Bruno çığ-

lık attı, debelendi, sonunda nerede olduğunu hatırladı. Derken

fısıltılar da hafifledi, uzaklaştı, üzerinde yürüyen yaratıklar yok

oldu. Birkaç dakika boyunca yan yattı. Doğmamış bebekler gibi.

Rüyanın gerçek olmadığına seviniyor, rahatlıyor, ağlıyordu.

Bir saat sonra, Mac Donalds’da kamını doyurmuş olarak

Westwood’a doğruldu. Evin önünden belki on, on iki kere geç-

310 —

ti, sonra biraz ileriye parketti. Gölgelik bir yere. Bütün gece

evi gözledi.

Gitmişti kahpe.

Page 419: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bruno’nun yanında sarmısak torbaları, tahta kamalar, is-

tavrozlar, şişe şişe kutsanmış sular hazırdı. İki uzun, keskin

bıçağı, bir de baltası vardı. Onunla kadının kafasını kesecekti.

Cesareti de, arzusu da, kararlılığı da tamamdı.

Ama kadın gitmişti.

Onu kaçırmış olduğunu, belki günlerce, haftalarca evine

dönmeyeceğini düşününce öfkeden kuduracak gibi oldu. Kü-

fürler etti ona. Hırsından ağladı.

Derken yavaş yavaş kontrolünü kazandı. Onu kaybetmiş

değilim, dedi kendi kendine. Bulacaktı nasılsa.

Daha önce de defalarca bulmuş değil miydi?

311 —

Altı

Çarşamba sabahı Joshua Rhinehart uçağa atlayıp San

Francisco’ya gitti. Kendi öze! Cessna’sıyla uçuyordu. Saatte 173

5nii hızı olan nefis bir uçaktı. Benzini bin mile yetiyordu.

Pilotluk derslerine üç yıl önce başlamıştı. Çora öldükten

kısa bir süre sonra. Ömrü boyunca istemişti pilot olmayı. Ama

elii sekiz yaşına gelene kadar o işe ayıracak zamanı olmamıştı.

Çora beklenmedik bir zamanda elinden alınınca, ölümü yalnız

başkalarına mahsus sanmakla budalalık ettiğini anlamıştı. Ha-

yatını sanki sonu gelmeyecekmiş gibi ziyan edip duruyordu.

Ebediyen yaşayacakmış gibi. Hayal ettiği Avrupa ve Uzak Do-

ğu gezilerini mutlaka yapabilecekmiş, gönlünce eğlenmeye va-

kit ayırabilecekmiş gibi. Gezileri ve eğlenceleri hep erteleyip

durmuştu. Önce hukuk firmasının gelişmesini, güçlenmesini

beklemiş, sonra bağcılık işinin oluşmasını beklemiş, sonra...

Page 420: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ama o sıra Çora apansız ölmüştü. Onu çok özlüyor, durmadan

ertelediği şeyler için pişmaniık duyuyordu. Cora’yla ikisi çok

mutlu olmuşlardı. Mükemmel bir hayat yaşamış sayılırlardı.

Hiçbir şeye ihtiyaçları olmamıştı. Ne yiyeceğe, ne eve, ne ufak

tefek lükslere. Paraları hep yeterli olmuştu. Ama zamanları ye-

terli olmamıştı. Daha neler yapabileceklerini düşünmeden ede-

miyordu. Cora’yı geri getiremezdi artık. Ama en azından, geri

kalan yıllarında hayattan elden geldiği kadar zevk almaya ba-

kabilirdi. Pek geveze biri olmadığından, insanlara da pek gü-

venmediğinden, zevkleri genellikle yalnız yapılacak şeylerdi.

Tabii Çora yanında olsa, hepsi de daha güzel olurdu. Uçuş bu-

nun tek istisnasıydı. Cessna’sıyla göklerde uçarken kendini yal-

nız dünya dertlerinden değil, pişmanlıklardan da kurtulmuş gibi

hissediyordu.

312 —

Joshua San Francisco’ya indiğinde uçuş onu hayli dinlen-

dirmişti. Saat dokuzu biraz geçiyordu. Bir saat dolmadan First

Pacific United Bankasına vardı, Bay Ronald Preston’la el sı-

kıştı.

Preston bankanın başkan yardımcısıydı. Lüks döşenmiş bir

odada çalışıyordu. Kanepe koltuklar gerçek deriden, masalar

cilalı tik ağacından.

Preston’un kendisine gelince, ince uzun, çıt diye kınla-

cakmış gibi görünen biriydi. Teni güneş yanığıydı. İnce bir bı-

yığı vardı. Hızlı konuşuyor, konuşurken elleri durmadan hare-

ket ediyordu. Sinirliydi.

Page 421: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Ama işini bilen biriydi. Bruno Frye’ın hesaplarıyla ilgili bir

dosya hazırlatmıştı. Beş yıldır o hesaplarda ne değişiklikler

olduysa, dosyada vardı. Hesapların ilk açıldığı günden itiba-

ren. Bruno Frye’ın kiralık kasayı açtığı günlerin tarihleri de

ayrı bir liste halinde hazırdı.

Preston, «İlk bakışta, Bay Frye’ın yazdığı bütün çeklerin

kopyaları dosyada yokmuş gibi gözükebilir ama sizi temin ede-

rim ki hepsi orada,» dedi. «Fazla çek yazmadı çünkü. Hesaba

çok para girip çıkmış. Ama ilk üç buçuk yıl boyunca Bay Frye

yalnızca ayda iki çek yazmış. Son bir buçuk yılda ise, ayda

üç çek. Hepsi de aynı insanlar adına.»

Joshua dosyayı açmadı bile. «Bunlara daha sonra baka-

rım,» dedi. «Şimdi parayı veren veznedarla konuşmak İstiyo-

rum.»

Odanın köşesinde yuvarlak bir toplantı masası vardı. Çev-

resine altı rahat koltuk dizilmişti. Joshua sorgularını orada ya-

pabilecekti.

Veznedar Cynthia Willis kendine güvenen, oldukça güzel,

siyah bir kadındı. Yaşı otuzların sonlarında gibiydi. Lacivert

etek, kolalı beyaz bluz giymişti. Saçları yapılı, tırnakları mani-

kürlüydü. Tavrında gurur ve zerafet vardı. Joshua onu karşı-

sındaki koltuğa oturduğunda kadın dimdik oturdu.

Preston kendi masasının yanında, ayaktaydı. Sesi çıkmı-

yor, ama kaygılanıyordu.

Joshua yanında getirdiği zarfı açtı, St Helena’da oturan

ya da bir zamanlar oturmuş olan on beş kişinin fotoğraflarını

çıkardı, masanın üzerine yaydı. «Bayan Willis... Bu resimlerin

313 —

Page 422: Dean R. Koontz - Fısıltılar

her birine bakmanızı istiyorum. Bruno Frye’ın hangisi olduğunu

bana söyleyin. Ama hepsine baktıktan sonra söyleyin.»

Kadın resimlere bir dakika içinde bakıp bitirdi, içlerinden

iki tanesini seçti. «Bunların ikisi de o.»

«Emin misiniz?»

«Kesinlikle,» dedi kadın. «Pek zor bir test sayılmazdı. Öbür

on üç kişi ona hiç benzemiyor.»

Doğrusu başarmıştı kadın sınavı. Hem de Joshua’nın bek-

lediğinden iyi. Resimlerin çoğu bulanıktı. Işıklandırmaları iyi

değildi. Joshua teşhisi zorlaştırmak için bilerek kötü resimleri

seçmiş, getirmişti buraya. Ama Bayan Willis hiç kararsızlık

göstermemişti. Öbür on üç resmin Frye’a benzemediğini söy-

lemişti ama aslında içlerinden ‘bazıları biraz benziyordu. Jos-

hua ona benzeyebilecek kimseleri seçmişti. Hele de resim bu-

lanık olduğu zaman. Oysa bu hilelerin hiçbiri Cynthia Willis’i

şaşırtmamıştı. Frye’ın bir değil, iki resmini kullanması da öyle.

Değişik pozlarda olduğu halde.

Kadın işaret parmağıyla o iki resme vurarak, «Perşembe

öğleden sonra buraya gelen bu adamdı,» dedi.

Joshua, «Perşembe sabahı Los Angeles’te öldürüldü o,»

diye karşılık verdi.

Kadın kesin bir sesle, «İnanmıyorum,» dedi. «O konuda bir

yanlışlık olmalı.»

«Ben cesedini gördüm. Pazar günü St. Heiena’da gömdük

onu.»

Kadın başını iki yana salladı. «O halde yanlış adamı göm-

müşsünüz. Bir başkasını.»

«Ben Bruno Frye’ı beş yaşından beri tanırım,» dedi Jos-

tıua. «Yanılamam.»

Page 423: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ben de kimi gördüğümü biliyorum.» Bayan Willis terbiyeli

konuşuyor, ama inadı elden bırakmıyordu.

Preston’a hiç bakmadı. Gururlu bir kadın olduğundan, ce-

vaplarını onun isteklerine göre ayariamaya yanaşmadı. İşini

iyi yaptığını biliyordu. Patronundan korkmasına gerek yoktu. Bi-

raz daha dikleşti ve konuştu. «Bay Preston’un da kendi dilediği

gibi düşünmeye hakkı var tabii. Ama gelen adamı o görmedi.

Ben gördüm. Bay Frye’dı. Beş yıldır bu bankaya her ay iki üç

kere geliyor. Çek hesabına en az iki bin dolar yatırıyor. Bazen

314 —

uç bin. Her zaman nakit. Nakit. Bu az rastlanan bir şey. Unu-

tulmamasını sağlıyor. Bir bu, bir de görünüşü. O kasları ve...»

«Herhalde parayı hep sizin vezneye yatırmıyordu.»

«Hep değil,» diye kabullendi kadın. «Ama çoğu zaman be-

nim vezneye gelirdi. Geçen Perşembe de parayı çekenin o ol-

duğundan eminim. Eğer onu biraz tanıyorsanız, Bay Frye ol-

duğundan emin olmak için yüzünü görmeme bile gerek olma-

dığını biliyorsunuzdur, Bay Rhinehart. Gözüm bağlı da olsa,

sesinden tanırdım cnu.»

Preston konuşmalara ilk defa katıldı. «Ses taklit edile-

bilir, Bayan Willis.»

«Bu ses edilemez.»

Joshua, «Belki edilir ama... kolay olmaz,» dedi.

Kadın, «Ya gözleri?» diye ekledi. «Gözleri de sesi kadar

garip.»

Joshua ilgilenerek ona doğru eğildi. «Nesi var gözlerinin?»

«Buz gibi. Hem yalnız mavimsi gri olduğu için değil. Çok

Page 424: Dean R. Koontz - Fısıltılar

soğuk, çok katı gözler. Hem çoğu zaman sanki size bakmıyor-

muş gibi. Gözleri hep başka tarafa kayıyormuş gibi. Kafasının

içinden geçenleri okuyacaksınız diye korkuyor sanki. Ama ara-

sıra dosdoğru size baktığında, o gözleri görünce... sanki...

kafası sağlam olmayan birine bakıyormuş gibi hissediyorsunuz

kendinizi.»

Pek diplomat bir bankacı olan Bay Preston bile çabucak

bir söz katmak gereğini duydu. «Bayan Willis, eminim Bay

Rhinehart konudan ayrılmamanızı, olayın gerçeklerinden söz

etmenizi tercih edecektir. Kendi kişisel fikirlerinizi araya sokar-

sanız konuyu bulandıracak, onun da işini zorlaştırmış olacak-

sınız.»

Bayan Willis başını iki yana salladı. «Benim tek bildiğim,

geçen Perşembe gelen adamda da aynı gözler olduğu.»

Joshua bu gözlemden biraz sarsılmıştı. Çünkü kendisi de

zaman zaman Bruno’nun gözlerinin rahatsız bir ruhu yansıttı-

ğını düşünmüştü. Adamın gözlerinde korkmuş gibi, hayalet

görmüş gibi bir ifade vardı. Ama aynı zamanda katı, soğuk,

öldürücü bir buzulsu nitelik de vardı. Cynthia Willis de onu

söylüyordu.

Otuz dakika boyunca Joshua kadına birçok konuda soru-

315 —

lor sordu, bu arada Frye’ın parasını çeken adama, şubenin’

genelde büyük işlemlerde uyguladığı usullere, geçen Perşembe

neler yapıldığına, sahtekârın ne tip kimlik gösterdiğine, kadı-

nın ev hayatına, kocasına, çocuklarına, iş siciline, parasal du-

rumuna, daha bir düzine şeye değindi. Sert davrandı kadına.

Page 425: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hattâ işe yarayacağını düşündüğünde kaba bile davrandı. Bu

yeni gelişme yüzünden Frye mirası işlemlerinin haftalarca uza-

yacağına bozuluyor, esrarengiz olaya hızlı bir açıklama bulmak

istiyor, kadında bir suç bulmak için çare arıyordu ama sonun-

da hiçbir şey bulamadı. Sorgu bittiğinde, tersine, kadından hoş-

lanmış, ona güvenmeye de başlamıştı. Daha da ileri gidip on-

dan özür de diledi. Bunu pek sık yapmazdı.

Bayan Willis veznesine döndükten sonra, Ronald Preston

bu sefer Jane Symmons’u çağırdı. Bu da Frye’a benzeyen ada-

mı kasa dairesine indiren görevliydi. Yirmi yedi yaşında, kızıl

saçlı, yeşil gözlü, kalkık burunlu, kavgacı bir kadındı. Sızlar gibi

çıkan sesi ve sümsük cevapları Joshua’nın damarına bastı,

terslenmesine yol açtı. Ama o ne kadar bastırırsa kadın da

o kadar aksileniyordu. Cynthia Willis kadar iyi ifade edemi-

yordu bu kadın istediklerini. Joshua onu siyah kadını sevdiği

kadar sevmedi. Ondan özür de dilemedi. Ama onun da Bayan

Willis kadar doğru söylediğinden emindi. En azından, bu ko-

nuda.

Jane Symmons odadan çıkınca Preston, «Ee, ne düşünü-

yorsunuz?» diye sordu.

Joshua, «İkisi de bir dolandırıcılığa karışmışa benzemiyor-

lar,» dedi.

Preston rahatlamıştı ama göstermemeye çalıştı. «Bizim de-

ğerlendirmemiz de aynı oldu.»

«Bu Frye’ın yerine geçen adam ona çok benziyor olmalı.

İnanılmaz derecede.»

«Bayan Symmons çok kesin konuşan bir kadındır. Eğer

tıpkı Frye’a benziyordu diyorsa, gerçekten iyice benziyor ol-

malı.»

Joshua homurdandı. «Bayan Symmons zavallı bir şapşal.

Page 426: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Eğer tek tanık o olsaydı ne yapacağımı şaşırırdım.»

Presten şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı.

Joshua devam etti. «Ama Bayan tyVillis adlı elemanınız çok

316 —

gözlemci biri. Çok da zeki. Kibir derecesine varmayan bir öz-

saygısı var. Yerinizde olsam onu veznedarlıkta ziyan etmezdim.»

Preston hafif öksürüp boğazını temiziedi. «Şey... ıh... şim-

di ne yapacağız?»

«Kasayı görmek istiyorum.»

«Herhalde Frye’m anahtarı yanınızda değildir, değil mi?»

«?Değil. Henüz hortlayıp anahtarı bana vermedi.»

«Belki dün ben sizinle konuştuktan sonra Frye’ın eşyaları-

nın arasından çıkmıştır diye düşünmüştüm.»

«Hayır. Anahtarı onun kılığına giren sahtekâr kuilandıysa,

herhalde hâlâ ondadır.»

«Başlangıçta nasıl ele geçirdi acaba,» diye mırıldandı Pres-

ton. «Ona Bay Frye verdiyse, o zaman durum değişiyor.

Bankanın durumu da. Eğer Bay Frye paraları çekmek için bir

dublör kuilandıysa...»

«Bay Frye böyle bir komplo kurabilecek durumda değildi.

Ölmüştü o. Kasada neler bulunduğuna bakalım mı?»

«iki anahtar bulunmayınca, kasayı ancak kırmak gerek.»

«Lütfen kırdırın,» dedi Joshua.

Otuz beş dakika sonra Joshua’yla Preston bankanın kasa

dairesindeydiler. Teknisyen kırılmış kilidi çekip kutuyu kasadan

çıkardı, Ronald Preston’a uzattı, Preston da Joshua’ya verdi.

Verirken biraz donuk bir sesle konuştu.

Page 427: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Özel kabinlerden birine müşteriyi genellikle elemanımız

götürür, orada kasaya kimse görmeden bakabilmesi sağlanır.

Ama sizin kasadan bazı değerli malların yasa dışı olarak alın-

dığını iddia etme ihtimaliniz çok kuvvetli olduğundan, banka-

mız aleyhine de bu yüzden dava açılabileceğinden, kasayı ge-

nim önümde açmanızı istemek zorundayım.»

Joshua ekşi bir sesle, «Bunu istemek sizin yasal hakkınız

değil,» dedi. «Ama benim de banka aleyhine sahte bir dava

açmaya niyetim yok. Bu yüzden merakınızı gidermeye çalışaca-

ğım.»

Kutunun kapağını kaldırdı. Kasada beyaz bir zarf vardı.

Başka da bir şey yoktu. Joshua onu çıkardı, boş madeni ku-

tuyu Preston’a uzatıp zarfı yırttı, bir tek kâğıt parçasını çekti.

Daktiloyla yazılmış, tarih atılmış, imzalı bir not.

317 —

Joshua’nın ömründe okuduğu en garip yazıydı bu yazı.

Sayıklama halinde biri tarafından yazılmışa benziyordu.

25 Eylül Perşembe

Okuyanın dikkatine:

Annem Koıtherine Anne Frye beş yıl önce ölmesine

rağmen durmadan yeni yeni vücutlarda hayata dönüyor.

Mezardan dönmenin bir yolunu bulmuş, bana ulaşmaya

çalışıyor. Şuı sıra Los Angeles’de, Hilary Thomas adıyla

yaşıyor.

Bu sabah benî bıçakladı ve ben Los Angeles’de öl-

düm. Niyetimi Los Angeles’e gitmek ve o beni tekrar öl-

dürmeden davranıp onu öldürmek. Çünkü beni iki kere öl-

Page 428: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dürürse ölü kalırım. Bende onun sihirbazlık hünerleri yok.

Mezardan dönemem. Eğer beni iki kere öldürürse, döne-

mem.

Kendimi öyle boş, öyle yarım hissediyorum ki! Beni

öldürdü o. Artık bir bütün değilim.

Bu notu, belki yine o kazanır diye bırakıyorum. İkinci

kere ölünceye kadar, bu benim kendi savaşımdır, başka

kimsenin değil. Ortaya çıkıp polis koruması isteyemem.

Eğer öyle bir şey yaparsam, ne olduğumu, kim, olduğumu

herkes öğrenir. Ömrüm boyunca neyi sakladığımı herkes

anlar, beni taşa tutup öldürürler. Ama annem beni tekrar

öldürürse, o zaman herkesin ne olduğumu anlamasının

önemi kalmaz, çünkü iki kere ölmüş olurum zaten. Eğer

o beni yine öldürürse, o zaman bu mektubu bulan, onu

durdurma sorumluluğunu üstlenmeli.

Onun başını kesip ağzına sarmısak doldurma!!. Yüre-

ğini çıkarıp içine tahta kama saplamak. Kafasıyla kalbini

ayrı ayrı kiliselerin mezarlıklarına gömmeli. O vampir de-

ğil. Ama sanıyorum bu yöntemler yine de sonuç verecek-

tir. Onu bu yöntemle öldürünce, belki ölü olarak kalır.

Mezardan geri dönüyor.

Mektubun altına mürekkepli bir kalemle Bruno Frye’m im-

zasının nefis bir taklidi atılmıştı. Taklit olmak zorundaydı tabii.

Bu satırlar yazıldığı sırada Bruno Frye çoktan ölmüştü çünkü.

318r-

joshua’nın ensesi ürperdi, nedense aklına Cuma gecesi

geldi. Avril Tannerton’un yerinden çıktığında, karanlıkta teh-

Page 429: Dean R. Koontz - Fısıltılar

likeli bir şeyin varlığını hissetmişti. Cömelik durumda bekleyen

bir şeyin.

«Nedir o?» diye sordu Preston.

Joshua kâğıdı uzattı.

Preston okuduğunda pek şaştı. «Bu da neyin nesi böyle?»

«Herhalde hesapları boşaltan sahtekâr koydu bunu bura-

ya,» dedi Joshua.

«Ama böyie bir şeyi neden yapsın?»

«Belki bir numara peşinde. Bu adam her kimse, hortlak

hikâyelerine bayılıyor. Paraları çaldığını anlayacağımızdan

emindi. Bizimle biraz eğlenmek istedi.»

«Ama öyle... garip ki,» dedi Preston. «Yani... övünen bir

mektup olsa tamam... bizimle alay eden bir mektup da tamam.

Ama bu? Pek şakaya benzemiyor. Gerçi sapık bir şey, her

satırı mantığa da uymuyor, hattâ yer yer anlamsız ama... çok

içten yazılmış.»

Joshua, «Numara değilse ne sizce?» diye sordu. «Yani

Bruno Frye bu mektubu yazıp bu kasaya... öldükten sonra mı

toydu diyorsunuz siz bana?»

«Yo...; hayır. Elbette olamaz.»

«O halde?»

Bankacı başını eğip elindeki mektuba baktı. «Ancak bir

tek şey diyebilirim. Bu sahtekâr, yani Bay Frye’a bu kadar çok

benzeyen, Bay Frye gibi konuşan, Bay Frye’ın adına çıkarılmış

sürücü ehliyeti taşıyan, Bay Frye’ın bu bankada tasarruf he-

sabı bulunduğunu bilen bu adam, yalnızca Bay Frye’mış gibi

numara yapıyor değil. Gerçekten kendini Bay Frye sanıyor.»

Başını kaldırıp Joshua’ya baktı. «Bence şakacı bir hırsız bu

tür bir mektup yazmayı düşünmez. Mektupta gerçek delilik be-

lirtileri var.»

Page 430: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Joshua başını salladı. «Korkarım görüşünüze katılmak zo-

rundayım. Ama bu adam nereden çıktı? Kim bu? Ne zamandan

beri etrafta? Bruno biliyor muydu bu adamın varlığını? Dublör

gibi biri olsa, Bruno’nun Katherine Frye’a karşı o sapık korku-

sunu ve nefretini neden paylaşsın? İki ayrı adam, nasıl aynı

319 —

kâbustan, acı çekerler? Kadının mezardan döndüğüne nasıl

inanırlar? Bin türlü soru geliyor akla. Zihin durdurucu sorular.»

«Gerçekten öyle,» dedi Preston. «Size verecek cevabım

da yok. Ama bir önerim var. Bu Hilary Thomas’a ciddi bir teh-

likeyle karşı karşıya olduğu bildirilmeli.»

Frank Haward’ın cenaze töreni bitince Tony ile Hilary 11:55

uçağıyla Los Angeles’ten ayrıldılar. Kuzeye doğru uçarlarken

Hilary neşeli ve şakacı davranmaya çalıştı. Cenazenin Tony’ye

Pazartesi günkü korkunç silahlı çatışmanın anılarını geri ge-

tirdiğini görüyordu çünkü. Tony önce koltuğuna gömülüp suratı-

nı astı, ona zorla cevap verir bir havaya girdi. Ama bir süre

sonra, Hilary’nin kendisini neşelendirme konusundaki kararlı-

lığını sezdi, bu çabanın makbule geçmediğini sanmasın diye

gülümsemeye başladı, depresyonunu geçiştirdi. San Francisco’

ya tam zamanında indiler ama Napa’ya ikide kalkacak uçakta

rötar vardı. Küçük uçak üçte kalkıyordu.

Vakit öldürmek için havaalanının lokantalarından birinde

yemek yiyip yoğun trafiğin inip kalktığı pistleri seyrettiler. Lo-

kantanın kahvesi şaşılacak kadar iyiydi, zaten tek iyi şeyi de

oydu. Sandviçler lastik gibi, kızarmış patatesler de yumuşa-

mıştı.

Page 431: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Napa yolculuğunun başlama saati yaklaştıkça Hilary git-

mekten korkmaya başladı. Her geçen dakikayla korkusu daha

artıyordu.

Tony ondaki değişikliği farketti. «Ne oldu?» diye sordu.

«Tam bilemiyorum. İçimde bir duygu... belki de yanılıyo-

rum ama.... bana aslanın inine giriyormuşuz gibi geliyor.»

«Frye Los Angeles’te. Senin St. Helena’ya gittiğini bilme-

sine olanak yok,» dedi Tony.

«Yok mu?»

«Onda doğaüstü güçler olduğuna, hortlak, hayalet falan

olduğuna hâlâ inanıyor musun?»

«Hiçbir ihtimali safdışı bırakmıyorum.»

«Sonunda akla yakın bir açıklama çıkacak karşımıza.»

«Çıksa da çıkmasa da içimde o duygu var. Bir... önsezi.»

«Neyin önsezisi?»

320 —

«Daha kötü şeyler olacağının,» dedi Hilary.

Bankanın yöneticilerine mahsus özel yemek salonunda

acele bir öğle yemeği yiyen Joshua Rhinehart’ia Ronald Pres-

ton, daha sonra Preston’un odasına dönüp Federal ve Eyalet

Bankacılık yetkilileriyle buluştular. Bürokratlar can sıkıcı, ha-

zırlıksız ve etkisiz kimselerdi. Ama Joshuo onlara dayandı, so-

rularına cevap verdi, uzattıkları formları doldurdu. Frye ser-

vetinden çalınanları Federal Sigortanın karşılaması için bunu

yapmak onun göreviydi ne de olsa.

Bürokratlar gitmek üzereyken VVarren Sackett adlı bir FBI

ajanı geldi. Paralar federal lisansı olan bir mali kuruluştan ça-

Page 432: Dean R. Koontz - Fısıltılar

lındığı için olay federal polisin alanına giriyordu. Sackett uzun

boylu, dikkatli, tüm hatları heykeltraş tarafından yontulmuşa

benzeyen bir adamdı. Toplantı masasının başına, Joshua’yla

Preston’un karşısına oturdu, onların ağzından demin bürokrat-

ların başarabildiğinin iki katı kadar bilgi aldı. Hem de o form

meraklılarının harcadığı zamanın yarısı kadar bir zaman için-

de. Joshua’ya bu arada geçmişiyle ilgili soruşturma yapılaca-

ğını haber verdi, bundan korkması gerekmediğini söyledi. Hilary

Thomas’ın tehlikede olduğunu o da kabul ediyordu. Yeni doğan

bu olağanüstü durumu Los Angeles polisine haber vermeyi üst-

lendi. Böylelikle hem Los Angeles polisi, hem de FBI koruya-

caktı kadını.

Sackett terbiyeli, işini bilen, dikkatli bir adamdı ama Jos-

hua FBl’ın bu konuyu bir iki gün içinde çözüme ulaştıramaya-

cağım anladı. Bruno Frye’m taklitçisi kendiliğinden gelir de

her şeyi itiraf ederse, o başkaydı tabii. Ama onun dışında, bu

olay FBI standardlarına göre âcil bir olay sayılmıyordu. Türlü

çatlak terörist grupların, örgütlenmiş suç dünyasını oluşturan

ailelerin, rüşvet alan politikacıların bulunduğu bir ülkede, FBI’

in kaynakları birdenbire on sekiz bin dolarlık bir olaya akıtıla-

mazdı. Sackett bu iş üzerinde tam gün çalışan tek ajan ola-

caktı herhalde. İşe yavaş başlayacak, önce tüm ilgili kimsele-

rin geçmişini inceleyecekti. Ondan sonra Kuzey California ban-

kalarında uzun süren araştırmalar yapacak, Bruno Frye’m da-

ha başka gizli hesapları da var mı diye bakacaktı. St. Helena’

321

Page 433: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Fısıltılar — F. : 21

ya gelmesi bir iki gün sürecekti. İlk bir hafta veya on günde

dişe dokunur bir ipucu bulamazsa, ondan sonra belki olaya

yalnızca yarım gün ilgi gösterecekti.

Ajan sorularını sormayı bitirince Joshua, Ronald Preston’a

döndü. «Kayıp on sekiz bin doların en kısa zamanda yerine ko-

nacağını tahmin ediyorum, efendim,» dedi.

«Şey...» Preston ince bıyığını sıvazladı. «Yetkili merciin

onayını beklemek zorundayız.»

Joshua bu sefer Sackett’e döndü. «Yetki merci de herhalde

sizin onlara güvence vermenizi, benim veya herhangi bir mi-

rasçının bu parayı aşırmak için plan yapmadığımızı söylemenizi

bekleyecektir, yanılıyor muyum?»

«Bekleyebilirler,» dedi Sackett. «Ne de olsa... sık rastla-

nan olaylardan değil.»

«Ama sizin onlara o güvenceyi vermeniz bir hayli zaman

alabilir.»

Sackett, «Sizi makul bir süreden fazla bekletmeyiz,» dedi.

«En fazla üç ay.»

Joshua içini çekti. «Ben de bu miras işini çabucak hallet-

meyi umuyordum.»

Sackett omuzlarını kaldırdı. «Belki de üç ay sürmez.. Belki

çabuk çözümlenir. Kimse bilemez. Belki bir iki günde. Belki bu

Frye kılığına giren adamı bile bulurum. O zaman yetkililere

yeşil ışığı hemen yakarım.»

«Ama çabucak çözüleceğini sanmıyorsunuz.»

«Olay oldukça garip. Kendime tarihler koyup taahhütler

Page 434: Dean R. Koontz - Fısıltılar

veremem.»

Joshua bezgin bir sesle, «Allah kahretsin,» dedi.

Birkaç dakika sonra Joshua mermer holden bankanın bü-

yük kapısına doğru yürürken Bayan VViilis ona seslendi. Vez-

nedeydi kadın. Joshua yaklaştı. Bayan VViilis, «Sizin yerinizde

olsam ne yapardım, biliyor musunuz?» dedi.

«Ne yapardınız?»

«Mezarı kazardım. Gömdüğünüz adamı çıkarır, bakardım.

Çıkarın onu.»

«Bruno Frye’ı mı?»

«Gömdüğünüz o değil.» Bayan VViilis çok emindi. Dudak-

larını sıkmış, başını iki yana sallayıp duruyordu. «Hayır. Frye’ın

322 —

bir benzeri varsa bile, ortalıkta dolaşan o değil. Dublörü göm-

müşsünüz. Gerçek Bay Frye Perşembe günü buraya gelendi.

Mahkemede yemin edebilirim buna. Hayatım üzerine bahse gi-

rebilirim.»

«Ama eğer Los Angeies’de öldürülen Frye değilse, o za-

man gerçek Frye şimdi nerede? Niye kaçıyor? Neler oluyor?»

«Onu bilemem,» dedi kadın. «Tek bildiğim, gözümle gör-

düğüm şey. Kazın mezarı, Bay Rhinehart. Yanlış adamı göm-

müş olduğunuzu anlayacaksınız bence.»

Çarşamba üçü yirmi geçe Joshua, Napa kentinin hemen

dışındaki havaalanına iniş yaptı. Kırk beş bin nüfuslu Napa pek

de büyük bir kent sayılmazdı. Bağ bölgesinin havası buraya da

sinmiş olduğundan, aslından daha bile küçük görünüyordu.

Ama Joshua uzun zamandan beri St. Heiena’ntn sakin atmos-

Page 435: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ferine alışmış olduğu için Napa’yı gürültülü ve rahatsız edici

bulurdu. Ha San Francisco, ha Napa. Buradan bir an önce kur-

tulmak istiyordu.

Arabası havaalanının park yerindeydi. Sabah oraya bırak-

mıştı. Bindiğinde ne evine, ne de bürosuna gitti. Dosdoğru

Bruno Frye’ın St. Heiena’daki evine doğruldu.

Joshua bu vadinin inanılmaz güzelliğinin her zaman far-

kında olurdu ama bugün olamadı. Frye’ın evi görünene kadar

gözü hiçbir şey görmeden sürdü arabayı.

Shade Tree bağları Frye’ların aile işiydi. Bir kısmı aşağı-

daki düz arazide, ama daha çoğu yamaçlardaydı. Şaraphane,

halka açık tadma salonu, mahzenler, diğer şirket binaları hep

taş ve kızılağaç karışımı binalardı. Yerden fışkırmış gi-

biydi yapıları. Frye arazisinin batı ucunda, yamaçta. Hepsinin

yüzü doğuya bakıyordu. Sırtları dağlara dönüktü.

Tepenin üzerinde Leo Frye’ın, yani Katherine’in babasının

buralara ilk geldiğinde yaptırdığı ev duruyordu. 1918’de yapıl-

mıştı. Leo yalnızlığı seven bir tip olduğundan, evini herkesten

uzak bir yere kurmayı yeğlemişti. 1918’de Leo’nun karısı çok-

tan ölmüştü ama küçük bir kızı olduğundan yeniden evlenmeyi

düşünmüyordu. Buna rağmen on iki odalı, görkemli bir ev yap-

mıştı tepenin doruğuna. Süslü püslü bir şey. Leo’nun daha son-

323 —

ra yamacın aşağısına kurduğu şaraphaneye bakıyordu. Yalnız-

ca iki yol vardı tepedeki eve. Birincisi teleferikle. Karmaşık bir

kablolar, motorlar sistemiydi bu teleferik. Dört koltuklu bir gon-

dolü biniyor, tepeye çıkıyordunuz. İkinci yol da sarp yamaca

Page 436: Dean R. Koontz - Fısıltılar

oyulmuş bir merdivendi. Üç yüz yirmi basamak. Ancak tele-

feriğin bozuk olduğu zamanlar kullanılıyordu. Onarımı bekle-

yemeyecek kadar acele işi olanlar tarafından. Ulaşılması çok

zor bir evdi.

Joshua eyalet yolundan özel arazinin içindeki yola sapıp

Shade Tree şaraphanesine yöneldiğinde Leo Frye’la ilgili ne

biliyorsa hatırlamaya çalıştı. Pek fazla bir şey bilmediği orta-

daydı. Katherine babasından sık söz etmezdi. Leo’nun pek

dostu da yoktu.

Joshua bu vadiye 1945’de taşındığından, Leo’ya yetişeme-

miş, onun ölümünden birkaç yıl sonra buralı olmuştu. Ama duy-

dukları kafasında bir imaj oluşmasına yetmişti. Tepenin doru-

ğundaki kuş uçmaz kervan geçmez evinde yalnızlık arayan tür-

den bir zihin. Leo Frye soğuk, sert, karamsar, kontrollü, inatçı,

zeki, biraz egomanyak, otoriter bir tipti. Eski zamanların dere-

beyîerini, ortaçağın soylularını andıran biri. Hani şatolarda ya-

şayan, aşağılık insanlardan uzak kalmayı severlerden.

Babası ölünce Katherine de o evde oturmayı sürdürmüş-

tü. Bruno’yu o yüksek tavanlı odalarda, kendi yaşıtlarından

uzak bir dünyada büyütmüştü. Victoria tarzı evde, çiçekli du-

var kâğıtlarının, oymalı tavanların, ayak koyacak pufların, ör-

tülü rafların, dantellerin, bibloların arasında. Çocuk otuz beş

yaşına gelene kadar birlikte yaşamışlardı ana oğul. Derken

Katherine ölmüştü. Kalpten.

Joshua arabayı şaraphaneye sürerken binaları süzdü, göz-

lerini kaldırıp tepedeki koca eve baktı.

Yetişkin bir insanın bu kadar uzun yıllar annesiyle otur-

ması garipti. Kasabada bir takım dedikoduların, yorumların

başlamasına da şaşmamak gerekirdi. St. Helena’da herkes Bru-

no’nun kızlara hiç ilgi duymadığında görüş birliği içindeydi bir

Page 437: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kere. Arzularını arassra San Francisco’ya gittikçe tatmin ettiği

varsayılıyordu. Komşularından uzakta. Homoseksüel olup ol-

madığı pek bir skandal yaratmıyor, bura halkı bu konuda pek

tartışmıyordu. Aldırdıkları yoktu. St. Helena gerçi küçük bir

324 —

yerdi ama kibar olmaya hevesi vardı. Şarap böyle yapıyordu bu

insanları.

Ama şimdi Joshua merak etmeye başlamıştı. Yoksa bölge

halkı yanılmış mıydı Bruno konusunda? Geçen haftanın ola-

ğanüstü olayları dikkate alınırsa, adamın sırları homoseksüel-

likten çok daha karanlık, çok daha korkunç gibiydi.

Katherine’in cenazesinden hemen sonra, onun kaybından

çok sarsılan Bruno tepedeki evden taşınmıştı. Elbiseleriyle ken-

di zengin resim koleksiyonunu, madeni heykellerini, kitaplarını

almış, Katherine’den kalan her şeyi tepedeki evde bırakmıştı.

Kadının elbiseleri bile gardroplarda asılıydı hâlâ. Çamaşırları

da çekmecelerdeydi. Antika mobilyaları, tabloları, porselenleri,

kristalleri, müzik kutuları, mineli kutuları aslında açık artırmay-

la iyi fiyatlara satılabilirdi. Ama Bruno hepsinin annesinin koy-

duğu yerde durmasında direnmişti. El sürülmeden. Pencereleri

pancurları kapamış, perdeleri çekmiş, kapıları kilitlemiş, evi

kasa gibi sağlama almıştı. Manevi annesinin anısını ebediyen

yaşatmak için.

Bruno bir apartman dairesi kiralayıp kendine yeni bir ev

yaptırma planları kurarken Joshua yukardaki eşyaları bekçisiz

bırakmanın yanlış olduğuna inandırmaya çalışmıştı onu. Ama

Page 438: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bruno evin ulaşılmaz ve kilitli olduğunu, hırsızlardan korkma-

dığını söylemişti. Zaten bu vadide hırsızlık duyulmuş şey de-

ğildi. Yamaçtaki merdivenler de, şaraphane binasının ikinci ka-

tından tepedeki eve giden teleferik de Frye arazisinin tâ için-

deydi. Teleferik özel bir anahtarla çalışıyordu. Bruno ayrıca,

o evde değerli eşyalar olduğunu bir kendisiyle bir de Joshua’

nın bildiğini söylemişti. Katherine’in eşyalarına kimseyi dokun-

durmamakta kararlıydı. Joshua da sonunda ister istemez müş-

terisinin isteklerini kabul etmişti.

Joshua’nın bildiği kadarıyla tepedeki eve beş yıldır kim-

senin uğradığı yoktu. Yani Bruno oradan taşındığından beri.

Ama teleferik yine de bakımlı durumdaydı. Onu kullanan tek

kişi, bağların makinelerini ve kamyonlarını elden geçiren tek-

nisyen Gilbert Ulman’ın kendisi olduğu halde. Gil her ay iki

saatini ayırıp teleferiği de bakımlı ve yağlanmış durumda tutu-

yordu. Ya yarın ya da en geç Cuma günü Joshua’nın o telefe-

riğe binip yukardaki evi açması gerekecekti. Kapılarını, pen-

325 —

berelerini açıp havalandırmalıydı orayı. Sanat eksperleri Cu- i

martesi sabahı işe başlamadan, yoluna girmeliydi o ev.

Şu anda Joshua, Leo Frye’ın tepedeki kâşanesine zerre

kadar ilgi duymuyordu. Onun işi aşağıdaki evle ilgiliydi. Bru- J

no’nun sonradan yaptırdığı, bağlara yakın olan evle. Şarapha- 1

ne binasına yaklaşırken sola döndü, dapdar bir yoldan güneye

ilerledi. İki yanı asmalarla sınırlanıyordu yolun. Bir yokuş inip

Page 439: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bir yenisini çıkarak ilerliyordu. İki yüz metre kadar ilerde Bru-

no’nun evi, yine bağlarla çevrili olarak karşısına çıktı. Bir açık- .1

lığın ortasında, tek katlı, çiftlik evi tipinde, taş ve kızılağaç

karması bir inşaat. Frye arazisinin ünlü dokuz ulu meşesinden

biri, evin çatısını gölgelemekteydi.

Joshua arabadan inip ön kapıya yürüdü. Masmavi gökyü- I

zünde birkaç minik beyaz bulut ancak vardı. Mayacama dağ-

larının çamlıklarından doğru serin bir rüzgâr esiyordu.

Kapının kilidini açtı, içeri girdi, holde bir an durup dinledi.

Ne duymayı beklediğini kendi de bilmiyordu.

Belki ayak sesi.

Ama yalnızca sessizlik vardı.

Frye’ın çalışma odasına varabilmek için evi bir başından I

bir başına geçmek zorunda kaldı. Buranın dekoru da, Bru no’ 1

nun o garip koleksiyonculuk merakını annesinden devraldığının

kanıtıydı, Güzelim tablolar duvarlara öyle sık asılmıştı ki, bazı ]

yerlerde çerçeveleri birbirine degiyordu neredeyse. Hiçbirinin

dikkati çekme şansı kalmıyordu. Her taraf vitrinlerle doluydu.

Cam ve tunç heykeller, kristaller ve diğer eserler. Odalarda ge- j

reğinden fazla mobilya vardı. Ama her biri belli bir dönemin

paha biçilmez temsilcisiydi. Kocaman çalışma odasının rafla- .?

rina beş altı yüz kadar değerli kitap dizilmişti. Çoğu az ba-

sılmış, elde edilmesi zor ciltlerdi. Deri kaplı. Bir vitrinde beş

altı heykel, sağda solda altı tane pahalı ve kusursuz kristal kü-

re. Biri portakal kadar küçük, biri basket topu kadar büyük, I

diğerleri de ikisi arası boylardı.

Joshua pencerenin perdesini çekip açtı, içeriye biraz ışık

girmesini sağladı. Pirinç ayaklı bir lambayı yakıp on sekizinci

yüzyıl yapımı kocaman çalışma masasının başındaki koltuğa

oturdu. Cebinden bankanın kasasında bulduğu o garip mektu-

Page 440: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bu çıkardı. Fotokopiydi elindeki. FBi’m adamı Warren Sackett,

326 —

flSıl mektubu kendisi almakta diretmişti. Joshua kâğıdı açtı,

masaya koydu, yan dönüp tekerlekli daktilo masasını kendine

ekti, temiz bir kâğıt alıp makineye taktı, mektubun ilk cüm-

lesini hızla daktilo etti.

Annem Katherine Anne Frye beş yıl önce ölmesine

rağmen durmadan yeni vücutlarda hayata dönüyor.

Fotokopiyi yeni yazdığı örneğin yanına tutup harfleri kar-

şılaştırdı. Aynı daktilonun yazısıydı. Her ikisinde de ‘e’ harfinin

alt yuvarlağının içi mürekkeple dolmuş, kara çıkıyordu. Tuşla-

rın epey bir zamandan beri temizlenmemesi yol açıyordu bu-

na. Küçük harf ‘a’nın yarısı çıkmıyor, ‘d’ harfi de diğer harfler-

den biraz yukarıya çıkıyordu.

Geçen hafta San Francisco’daki bankaya giden o dub-

lörde bu evin anahtarı da olduğu belliydi. Nasıl ele geçirmişti

onu? İlk akla gelen cevap, Bruno’nun vermesiydi. Buradan da,

dublörü tanıdığı, belki ona para verdiği ortaya çıkıyordu.

Joshua arkasına yaslanıp fotokopiye tekrar baktı, kafa-

sında yeni yeni sorular fişek gibi çakmaya başladı. Bruno ne-

den dublör tutma gereğini duymuştu? Kendine bu kadar ben-

zeyen birini nereden bulmuştu? Ne zamandan beri çalıştırıyor-

du bu dublörü? Ne iş yaptırıyordu? Joshua’nın kendisi acaba

kaç kere dublörle konuşup onu Frye sanmıştı? Herhalde defa-

larca. Belki asıl Bruno’yla konuştuğundan daha sık. Bilmeye

olanak yoktu. Perşembe günü Bruno, Los Angeles’te ölürken

dublör bu evde miydi? Herhalde. Kasaya koyduğu mektubu bu

Page 441: Dean R. Koontz - Fısıltılar

odada yazdığına göre, haberi burada almış olmalıydı. Ama ölü-

mü nasıl bu kadar çabuk duyabilmişti? Bruno’nun cesedi bir

telefonun başında bulunmuştu aslında... Yoksa Bruno’nun ha-

yatta son yaptığı sey evini arayıp dublörüyle konuşmak mı ol-

muştu? Evet. Mümkün. Herhalde öyle olmalıydı. Telefon şirke-

tinin kayıtlarına bakmak gerekecekti. Ama bu iki adam ne söy-

lemişlerdi birbirlerine.., bir tanesi ölürken? Her ikisi de aynı psi-

kozun kurbanı olabilir miydi? Katherine’in mezardan döndüğü-

ne ikisi birden inanıyor olabilir miydi?

Joshua ürperdi.

Mektubu katlayıp cebine koydu.

327 —

Bu odaların ne kadar loş ve kasvetli olduğunu ilk defa

farketti. Eşyalarla, değerli süslerle tıka basa dolu, pencereleri

kalın perdeli, halıları koyu renk... Leo’nun tepedeki evinden be-

ter bir yerdi burası.

Bir gürültü. Bir başka odadan.

Joshua masanın çevresini dolaşırken dondu. Bekleyip din-

ledi. Hayal, dedi kendi kendine. Gücünü toplamaya çalıştı.

Evin içinden hızlı adımlarla geçip ön kapıya vardı. Gürültü

gerçekten de hayalindeydi. Kimse ona saldırmadı. Ama yine de

dışarı çıkıp kapıyı kapadığı, kilitlediği zaman rahatlayarak içini

çekti.

Arabasında St. Helena’daki bürosuna doğru ilerlerken ye-

rli yeni sorular geliyordu aklına. Geçen hafta Los Angeles’de

ölen kimdi aslında? Frye mı, yoksa dublörü mü? Aynı gün ban-

Page 442: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kaya giden hangisiydi? Kendisi mi, taklidi mi? Bunu kesinkes

bilmeden miras işini nasıl çözümleyebilirdi? Elinde dünya ka-

dar soru, pek az cevap vardı.

Birkaç dakika sonra arabayı bürosunun park yerine park

ederken, Bayan VViilis’in önerisini ciddiye almak zorunda oldu-

ğunu anladı. Bruno Frye’m mezarı açılmalı, oraya kimin gömül-

müş olduğu saptanmalıydı.

Tony ile Hilary, Napa’ya inip bir araba kiraladılar, dördü

yirmi geçe Napa Şerifinin bulunduğu merkez binaya vardılar.

Burası televizyon dizilerindeki şerif büroları gibi uykuda bir yer

değildi. İki genç polisle iki memur, dosyalar arasında harıl ha-

rıl çalışıyorlardı.

Şerifin resepsiyoncu-sekreteri büyük bir madeni masanın

‘başında oturmaktaydı. Önündeki pirinç levhadan adı MASHA

PELETRİNO olarak okunuyordu. Ciddi hatlı, kolalanmış bir gö-

rünüşü vardı ama sesi yumuşak, ipeksi ve dişi bir sesti. Gü-

lümsemesi de Hilary’nin beklediğinden daha sıcaktı.

Marsha Peletrino, Şerif Laurenski’nin odasına açılan ka-

pıyı itip Tony ile Hilary’nin geldiğini söylediği zaman Laurenski

onların kim olduğunu hemen anladı, * kaçınmaya da çalışmadı.

Odasından çıkıp çekingen bir tavırla ellerini sıktı. Gerçekten

utanıyor gibiydi. Geçen Çarşamba gecesi Bruno Frye’m bu ka-

328 —

sabada olduğuna dair neden tanıklık ettiğini açıklamaya pek

hevesli değildi tabii. Ama duyduğu tedirginliğe rağmen Tony ile

Hilary’yi odasına buyur etti.

Laurenski’yi görmek Hilary’yi bir bakıma hayal kırıklığına

Page 443: Dean R. Koontz - Fısıltılar

uğratmıştı. Hayalindeki koca göbekli, purosunu çiğneyip du-

ran, nefret etmesi kolay kasaba şeriflerine hiç benzemiyordu

bu adam. Bruno Frye gibi bir zengini kendi özel çıkarları için

koruyacak birine de benzemiyordu. Otuz yaşlarında, uzun boy-

lu, sarışın, temiz traşlı, güzel konuşan, dost davranışlı, işine

adanmış, hukuku bilen birine benziyordu. Gözlerinde iyi bir

insanın anlayışlı bakışları vardı. Sesi de insanı şaşırtacak ka-

dar yumuşaktı. Tony’yi hatırlatan bir yanı vardı âdeta. Bürosu

tertemiz, süsten püsten uzak, rahat çalışılabilecek bir yerdi.

Yanında çalışanlar da, polis olsun sivil olsun, bir zorbanın kö-

lelerinden çok, yararlı iş çıkaran uygar memurlardı. Hilary bu-

rada Frye olayına kolay bir çözüm bulamayacağını hissediyor-

du.

Şerifin özel odasında Tony ile ikisi, fitilli kadifeyle kaplanıp

yastıklarla yumuşatılmış kerevete oturdular. Laurenski bir san-

dalye çekip üzerine ata biner gibi ters oturdu, kollarını sandal-

yenin arkalığına dayadı.

Doğrudan konuya girerek ve kendine karşı katı davrana-

rak Hilary’n’m ve Tony’nin sempatisini çabucak kazandı.

«Bu konuda pek profesyonel davranmadığımı itiraf etmek

zorundayım korkarım,» dedi. «Merkezinizden gelen telefonları

atlatıyordum.»

Tony, «Biz de o yüzden buradayız,» dedi.

«Bu... resmi bir ziyaret mi?» Laurenski biraz şaşırmış gi-

biydi.

Tony, «Hayır,» diye açıkladı. «Ben buraya özel bir vatan-

daş olarak geldim, polis olarak değil.»

Hilary atıldı. «Son iki gündür az rastlanan, rahatsız edici

olaylar yaşıyoruz. İnanılmaz şeyler oldu. Sizin bunlara bir açık-

lama getirebileceğinizi umuyoruz.»

Page 444: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Laurenski kaşlarını kaldırdı. «Frye’ın size saldırmasından

başka şeyler mi?»

Tony, «Size anlatacağız,» dedi. «Ama daha önce... Los

329 —

Angeles emniyetine neden cevap vermediğinizi bilmek istiyo-

ruz.»

Laurenski başını salladı. Yanakları kızarıyordu. «Ne diye-

ceğimi bilemiyordum. Frye’a arka çıkmakla kendimi gülünç

duruma düşürmüştüm. Sanırım... işlerin yatışacağını umuyor-

dum.»

Hilary, «Ona niye arka çıktınız?» diye sordu.

«Çünkü... bakın,., adamın o gece evinde olduğuna ger-

çekten inanıyordum.»

«Onunla konuştunuz mu?»

«Hayır,» dedi Laurenski. Öksürüp boğazını temizledi. «O

akşam telefon geldiğinde, mesajı gece nöbetçisi Tim Larson

almış. En iyi adamlarımdan biridir. Yedi yıldır yanımda çalışı-

yor. İş bitiren tür bir genç. Los Angeles emniyeti Bruno Frye’ı

sorunca, Tim beni aramayı doğru bulmuş. Belki konuyu ben

şahsen ele almak isterim diye. Frye buraların ileri gelenlerin-

den olduğu için. Ben o gece evdeydim. Kızımın doğum günüy-

dü. Ailem o günü önemsiyordu. Ben de iş hayatımı hiç değilse

o günlük, eve sokmamakta kararlıydım. Çocuklarıma o kadar

az zaman ayırabiliyorum ki,..»

«Sizi anlıyorum,» dedi Tony. «Görevinizi çok iyi başardı-

ğınız içime doğuyor. Polislik görevini iyi yapabilmek de günde

sekiz saatten fazlasını alır.»

Page 445: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Günde on iki saate yakınını alır,» diye mırıldandı

şerif. «Her neyse, Tim o gece beni aradı, ben de kendisinin

‘incelemesini söyledim. Anlıyorsunuzdur... bir kere, pek garip

bir soru gibi geliyor ilk bakışta. Ne de olsa, Frye saygın biri.

Bir milyoner. Neden birine tecavüz etmek için her şeyini ris-

ke atsın? Bu yüzden Tim’e, kendisinin araştırmasını, bir şey

bulunca bana haber vermesini söyledim. Dediğim gibi, çok iyi

bir elemandır. Hem Frye’ı da benden iyi o tanır. Yasa adamı

elmaya karar vermeden önce, beş yıl boyunca Shade Tree bağ-

larının büro işlerinde çalışmış, O sıralar Frye’ı hemen her gün

görürmüş.»

Tony, «Demek geçen Çarşamba gecesi Frye’ı kontrol eden,

Memur Larson’du,» dedi.

«Evet. Tekrar aradığında kızımın doğum günü partisi bit-

memişti. Frye’ın evinde olduğunu, Los Angeles’te olmadığını

330 —

söyledi. Ben de bu haberi Los Angeles emniyetine bildirdim,

kendimi gülünç duruma düşürmeyi sürdürdüm.»

Hilary kaşlarını çattı. «Anlayamıyorum. Yani bu Tim Lar-

son size yalan mı söyledi?»

Laurenski bu soruya cevap vermek istemedi. Ayağa kal-

kıp dolaşmaya başladı. Kaşları çatık, gözleri yerdeydi. Sonunda

konuştu. «Tim Larson’a güvenirim. Her zaman güvendim. İyi

adamdır. En iyilerinden. Ama bu olayı anlayamıyorum.»

Tony, «Frye’ı korumak için bir nedeni var mıydı?» diye

sordu.

«Yani ikisi arkadaş mıydılar, demek istiyorsunuz. Hayır.

Page 446: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Öyle bir şey yok. Hiçbir yakınlıkları yok. Yalnızca yanında ça-

lışmış. Hattâ adamı sevmezmiş bile.»

Hilary sordu. «O gece Bruno Frye’ı gördüğünü mü iddia

ediyor?»

«Başlangıçta gördü sanmıştım,» dedi şerif. «Ama daha

sonra anladım ki, Tim o adamı sesinden, telefonda tanıyabile-

ceğini düşünmüş, devriye arabasıyla oraya kadar gitmesine ge-

rek olmadığına karar vermiş. Herhalde biliyorsunuzdur, Bruno

Frye’ın sesi çok garip, kendine özgü bir sesti.»

Tony, «O halde Larson belki Frye’ı korumaya çalışan biriy-

le konuştu telefonda,» dedi. «O sesi taklit eden biriyle.»

Laurenski ona baktı. «Tim de öyle diyor. Özür olarak onu

ileri sürüyor. Ama kabul edilecek şey değil. Kim olabilir ki te-

lefona cevap veren? Neden tecavüz ve cinayet girişimini koru-

mak istesin? Hem zaten Frye’ın sesi kolaylıkla taklit edilebile-

cek bir ses değil.»

Hilary, «O halde ne düşünüyorsunuz?» diye sordu,

Laurenski başını iki yana salladı. «Ne düşüneceğimi bile-

miyorum. Bir haftadır bunu düşünüyorum. Kendi polisime inan-

mak istiyorum. Ama nasıl inanayım? Bir fırıldak dönüyor ama

ne? İşin aslını anlayana kadar Tim’i ücretsiz izne yolladım.»

Tony, Hilary’ye baktı, tekrar şerife döndü, «Bizim anlata-

caklarımızı dinleyince Memur Larson’a inanabileceksiniz,» dedi.

Hilary, «Ama yine de bir anlam çıkaramayacaksınız,» diye

ekledi. «Biz bu işe sizden fazla bulaşmış durumdayız, yine de

neler olup bittiğini anlayamıyoruz.»

331 — -

Page 447: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Laurenski’ye Bruno Frye’ın Salı sabahı, yani ölümünden

beş gün sonra nasıl evine geldiğini anlattı.

Joshua Rhinehart, St. Heiena’daki yazıhanesinde oturuyor-

du. Önündeki masada bir bardak viski duruyordu yine. Ronald

Preston’un San Francisco’da verdiği dosya da masada açıktı,

îçinde diğer evrakın yanısıra, mikrofilm kayıtlarından büyütü-

lerek çekilmiş aylık hesap durumu fotokopileri de vardı. Frye’ın

yazdığı her çekin önden ve arkadan çekilmiş fotokopileri de

oradaydı. Frye bu hesabı, başka, iş görmediği bir kentin ban-

kasrna saklamış olduğu için, dosyanın incelenmesinden bir şey-

ler öğrenileceğini umuyordu Joshua.

İlk üç buçuk yıl boyunca hesap hareketliydi. Her ay iki çek

yazılmıştı hesaptan. Ne bir fazla, ne de bir eksik. Hepsi de

aynı insanların adınaydı. Rita Yancy ve Latham Hawthorne. Bu

isimler Joshua’ya hiçbir şey ifade etmiyordu.

Bayan Yancy’ye bilinmeyen bir nedenle her ay beş yüz

dolar para ödenmekteydi. Joshua’nın çek fotokopilerinden edi-

nebildiği tek bilgi, Bayan Yancy’nin Hollister-California’da otur-

duğuydu. Çünkü çeklerin hepsini bir Hollister bankasına ya-

tırmıştı.

Latham Havvthome’a ödenen çeklerin meblağları ise hep

değişiyordu. İki yüz dolardan beş altı bin dolara kadar çıkabil-

mekteydi. Ha’vvthorne’un San Francisco’da oturduğu anlaşılı-

yordu. Paraları alınca hep o kentteki VVells Fargo bankasına

yatırmıştı. Havvthorne’un çeklerinde bir mühür vardı. Üzerinde-

ki yazılar şöyleydi:

HESABA YATIRILMAK ÜZERE

Latham Ha!wthome

ANTİKA KİTAP SATIŞLARI VE

DOĞAÜSTÜ UZMANI

Page 448: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Joshua o son söze uzun süre baktı. Doğaüstü; uzmanı.

Hatvvthome bu sözle mesleğinin ne olduğunu anlatmaya çalışı-

yordu. Ya da mesleğinin yarısının. Diğer yarısı sahaflıktı çün-

332 —

^ü. Joshua bu son sözden ne anlam çıkacağını bildiğini sanı-

yor, ama tam do emin olamıyordu.

‘ Yazıhanesinin iki duvarındaki raflar hukuk kitapları ve baş-

vuru kitaplarıyla doluydu. Üç sözlüğü vardı. Kelimeyi üçünde

de aradı. Bulduğu açıklama, kendi beklediğine uygundu. Çe-

şitli doğaüstü uygulama ve törenleri, buna ek olarak da astro-

loji, el okuma, kara büyü, beyaz büyü, satanizm ve diğerleri.

Sözlüğe göre, bu işlere yarayan araç gereci satanlar, yani ko-

nuyla ilgili kitap, kostüm, kart, sihirli âletler, kutsal relikler, az

bulunan otlar, büyülü mumlar gibi şeyleri satanlar da kapsam

içine giriyordu.

Katherine’in ölümünden bu yana geçen beş yıl içinde Bru-

rıo Frye bu Latham Hatarthorne denilen adama toplam yüz otuz

toin dolardan fazla para ödemiş bulunmaktaydı. Bunların kar-

şılığında neyi satın aldığı konusunda ise çeklerde hiçbir bilgi

yoktu.

Joshua bardağına tekrar viski koydu, masasına döndü.

Frye’ın gizli banka hesaplarıyla ilgili dosyadan, ilk üç buçuk

yıl boyunca ayda iki çek yazdığı belli oluyordu. Ama son bir

buçuk yılda, bir tane daha eklenmiş, ayda üç çek yazılır ol-

muştu. Rita Yancy ile Latham Hawthome’unki yine eskisi gibi

sürüp gidiyordu, ama şimdi her ay Doktor Nicholas W. Rud-

ge’a da çek yazılmaya başlamıştı. Doktorun çekleri, Bank of

Page 449: Dean R. Koontz - Fısıltılar

America’nın San Francisco şubesindeki bir hesaba yatırılıyor-

du. Herhalde doktor da; o kentte yaşıyor olmalıydı.

Joshua, San Francisco istihbaratını çevirdi, beş dakika

dolmadan Hawthorne’un, Rudge’ın ve Rita Yancy’nin telefon

numaralarını öğrendi.

îik önce Yancy denilen kadını aradı.

Kadın ikinci zilde cevap verdi. «Alo?»

«Bayan Yancy?»

«Evet.»

«Rita Yancy mi?»

«Evet, benim.» Tatlı, hoş, ezgili bir sesi vardı. «Kim arı-

yor?»

«Adım Joshua Rhinehart. St. Helena’dan arıyorum. Müte-

veffa Bruno Frye’ın vasiyetname avukatıyım.»

Kadın cevap vermedi.

‘ — 333 —

?

«Bayan Yancy?»

«Yani öldü mü?» diye sordu kadın sonunda.

«Bilmiyor muydunuz?»

«Nasıl bilebilirdim?»

«Gazeteler yazdı.»

Page 450: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hiç gazete okumam.» Sesi değişmişti. Artık kulağa hoş

gelmiyordu. Sert ve soğuk bir ses olmuştu.

«Geçen Perşembe günü öldü,» dedi Joshua.

Kadın sessizdi.

«iyi misiniz?»

«Benden ne istiyorsunuz?»

«Vasiyetname avukatı olarak bir görevim de, serveti mi-

rasçılarına paylaştırılmadan önce bütün borçlarının ödenmiş

olduğundan emin- olmak.»

«Eee?»

«Anladığıma göre Bay Frye size her ay beş yüz dolar

ödüyormuş. Belki bir borcun taksitleridir diye düşündüm.»

Kadın yine cevap vermedi.

Soluması duyuluyordu.

«Bayan Yancy?»

Page 451: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bana bir kuruş bile borcu yoktu,» dedi sonunda.

«Yani borç ödemesi değil mi o paralar?»

«Hayır.»

«Ona bir hizmet mi veriyordunuz?»

Kararsızlık geçirdiği belliydi. Sonunda bir ‘çıt’ sesiyle tele-

fon kapandı.

«Bayan Yancy!»

Cevap gelmedi. Yalnızca şehirlerarası telefon hattının boş

hışırtısı duyuldu.

Joshua aynı numarayı tekrar çevirdi.

«Alo,» dedi kadın.

«Benim, Bayan Yancy. Galiba hat kesildi.»

Cıt.

Joshua onu üçüncü kere de aramayı düşündü ama kadının

tekrar kapayacağını tahmin etti. İşi iyi idare edemiyordu kadın.

Page 452: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Besbelli bir sırrı vardı. Bruno’yla paylaştığı bir sır. Şimdi o

sırrı Joshua’dan saklamaya çalışıyordu. Oysa tek başarabil-

diği, adamın merakını daha kızıştırmak olmuştu. San Francisco

334 —

hesabından çek alan bu üç kişiden edineceği bilgilerle dublör

konusunu çözebileceğine daha da fazla inanmaya başlamıştı.

Tabi’ onları konuşturabilirse. Belki de çabucak bitecekti bu va-

siyetname işi her şeye rağmen.

Telefonu kaparken, «Benden o kadar kolay kurtulamaya-

caksın, Rita,» diye mırıldandı.

Yarın Cessna’sına atlayıp Hollister’e uçacak, kadının kar-

şısına dikilecekti.

Bu sefer Doktor Nicholas Rudge’ın numarasını çevirdi, kar-

şısına telesekreter çıktı. Joshua mesaj bıraktı, hem bürosunun,

hem evinin numarasını verdi.

Üçüncü numarada maden buldu. Ama umduğu kadar zen-

gin bir damar değildi. Latham Ha’wthome evdeydi. Konuşmaya

da istekliydi. Genimden gelen bir sesi, belli belirsiz kibar İngi-

liz aksanı vardı.

Joshua’nın bir sorusuna karşılık, «Ona pek çok kitap sat-

tım,» dedi.

«Yalnızca kitap mı?»

«Evet, öyle.»

Page 453: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Kitap için bir hayli para.»

«Mükemmel bir müşteriydi.»

«Ama yüz otuz bin dolar para...»

«Beş yılda ama.»

«Yine de...»

«Hem birçoğu az bulunan kitaplardı. Anlarsınız.»

«O kitapları geri satın almak ister miydiniz?» Joshua’nın

niyeti adamın dürüstlük derecesini saptamaktı.

«Geri satın almak mı? Elbette. Seve seve. Kesinlikle.»

«Kaça?»

«Eh, görmeden söyleyemem.»

«Şöyle bir tahmin yapın. Kaça?»

«Bakın, eğer kitaplar hırpalanmışsa, yırtılmışsa, üzerine ya-

zılar falan yazılmışsa, o zaman iş değişir.»

«Diyelim ki pırıl pırıl durumda. Kaç verirsiniz?»

«Bay Frye’a sattığım zamanki durumdalarsa, onun verdiği-

nin biraz fazlasını vermeye hazırım. Koleksiyonundaki kitapların

çoğu bu arada değer kazandı.»

«Ne kadar?» diye bastırdı Joshua.

335 —

«Hayli inatçı birisiniz.»

«Özelliklerimden biridir. Haydi, Bay Hah/vthorne, Sizden

taahhüde girmenizi beklemiyorum. Yalnızca bir tahmin istiyo-

rum.»

«Eh, eğer ona sattığım her kitap hâlâ oradaysa, hırpaian-

Page 454: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mamışlarsa... biraz da kâr payı katarak... iki yüz bin diyebili-

rim.»

«Aynı kitapları yetmiş bin fazlasına geri mi alırsınız?»

«Kaba bir tahminle, evet.»

«Bu büyük bir değer artışı.»

«İlgi alanından ötürü,» dedi Hawthorne. «Konuya her gün

yeni insanlar ilgi gösteriyor.»

«Konu ne peki? »diye sordu Joshua. «Ne tür kitaplar top-

luyordu?»

«Görmediniz mi ?kitapları?»

«Sanırım çalışma odasındaki raflara koymuş onları. Çoğu

pek eski kitaplar. Deri ciltli falan. Bir gariplikleri olduğunu dü-

şünmemiştim. Yakından da bakmadım.»

«Doğaüstüyle ilgili,» dedi Ha!wthorne. «Ben yalnız o konu-

da kitaplar alıp satarım. Çoğu şu veya bu çağda kilise tarafın-

dan, devlet tarafından yasaklanmış kitaplardır. Günümüzün kuş-

kucu modern yayınevleri de onları yeniden basmamıştır. Dün-

yada sayıları azdır. İki yüzü aşkın devamlı müşterim var. Biri

San Jose’de oturan bir beyefendi. Yalnızca Hindu mistisizmi

üzerine kitaplar toplar. Marin yöresinden bir bayan, satanizm

konusunda kütüphane kurdu kendine. Kitapiarının bir düzine

kadarı, Latinceden başka dilde hiçbir zaman yayınlanmamış.

Seattle’da oturan bir başka bayan, ruhun vücuttan ayrılma

tecrübeleriyle ilgili ne kadar kitap varsa alır. Herkesin zevkine

cevap verebilirim. Bu ülkenin bu konudaki en saygın kitapçısı-

yım dersem, inanın ki abartmıyorum.»

«Ama herhalde bütün müşterileriniz Bay Frye kadar para

harcamıyordur bu işe.»

«Yo, elbette ki harcamıyorlar. Onun gibi iki üç kişi daha

var. Ama bir düzine müşterim de yılda on bin dolar düzeyinde

Page 455: Dean R. Koontz - Fısıltılar

alışverişler yapıyorlar.»

«İnanılır gibi değil,» dedi Joshua.

«Neden öyle diyorsunuz? Bu kişiler kendilerini büyük bir

336 —

keşfi” eşiğinde sayıyorlar. Büyük bir sırrı öğrenmek üzere ol-

duklarına inanıyorlar. Hayatın sırrını, Bazıları da başkaları üze-

rinde güç kuracak ya da büyük para kazanmalarına yol aça-

cak uygulama ve törenleri öğrenme peşinde. Bu dürtüler ya-

bana atılacak şeyler değil. Biraz yasak bilginin kendilerine is-

tedikleri şeyi sağlayacağına inanıyorlarsa, onu elde etmek için

kaç para olsa öderler.»

Joshua koltuğunu döndürdü, pencereden dışarıya baktı.

Batıdan alçak bulutlar yaklaşıyordu. Mayacama dağlarının do-

ruklarından vadiye doğru.

«Bay Frye’ı konunun tam hangi dalı ilgilendiriyordu?» di-

ye sordu Joshua.

«Bir tek. genel konuya uzaktan yakından değinen iki tür

kitap toplardı,» diye anlattı Hcfwthorne. «Ölülerle iletişim kur-

ma konusu ilgilendirirdi onu. Seanslar, ruh çağırmalar, sesler,

ektoplazmik hayaller, eter kayıtlarının amplifikasyonu, otoma-

tik yazı yazma falan gibi şeyler. Ama asıl ilgisi, yaşayan ölüler

iiteratürüneydi.»

«Vampirler mi yani?» Joshua kasada bulduğu mektubu ha-

tırlayarak konuşuyordu.

»Evet,» dedi Ha!wthorne. «Vampirler, yürüyen ölüler, o tür

yaratıklar. O konuda kitap almaya doyamıyordu. Tabii korku ro-

manlarını ya da ucuz sansasyon kitaplarını almazdı. Ciddi bel-

Page 456: Dean R. Koontz - Fısıltılar

gesel eserler toplardı. Biraz da seçkin esoterika.»

«Örneğin?»

«Esoterika faslından bir örnek olarak... Christian Marsden’

in elle yazdığı güniüğe altı bin dolar ödemişti.»

Joshua bu sefer, «Christian Marsden kim?» diye sordu.

«On dört yıl önce Marsden, San Francisco ve dolaylarında

dokuz kişiyi öldürmekten tutuklandı. Basın ona Golden Gate

Vampirî diye isim taktı. Çünkü öldürdüğü insanların kanından

içerdi.»

«Ha, evet,» dedi Joshua. Hatırlamıştı.

«Organlarını da kesip aymrdı.»

«Evet.»

«Kollarını, bacaklarını, kafalarını keserdi.»

«Ne yazık ki, ben de hatırladım. Korkunç bir olaydı.»

Kirli gri bulutlar batıdan hâlâ yaklaşıyordu.

; 337 —Fısıltılar — F. : 22

«Marsden o günlüğü b\r yıl süren cinayetleri sırasında tut-

muş,» diye anlattı Hawthorne. «Garip bir eser. Adrian Trench

adlı bir adamın kendi vücudunu çalıp hayata dönmek istediği-

ne inanıyormuş. Marsden aslında kendi vücudunu korumak zo-

runda olduğundan içtenlikle eminmiş.»

«Yani birini öldürünce de, öldüren aslında kendisi olmu-

yor, bu Adrian Trench oluyor.»

Page 457: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Günlüğüne öyle yazmış,» dedi Hdvvthome. «Marsden se-

bebini bilmediği bir inanca saplanmış. Bu Adrian Trerıch’in, baş-

ka insanların kanından yararlanarak Marsden’in vücudunu kont-

rol altında tutabildiğine.»

Joshua alaycı bir sesle, «Mahkemede delilik iddiasına gü-

zel savunma,» dedi.

«Marsden sonunda gerçekten tımarhaneye gönderildi. Altı

yıl sonra da orada öldü. Ama hapisten kurtulmak için deli nu-

marası yapıyor değildi. Adrian Trench’in ruhunun gerçekten

kendisini o vücuttan atmaya çalıştığına inanmaktaydı.»

«Şizofreni mi?»

«Herhalde,» diye kabullendi Hawthorne. «Ama Marsden’in

deli olmayıp, bir doğaüstü olayı bize yansıtması ihtimalini de

büsbütün reddedemeyiz bence.»

«Ne dediniz?»

«Diyorum ki, Christian Marsden’in ruhu belki gerçekten şu

ya da bu şekilde bir tehdit altındaydı.»

«Ciddi olamazsınız,» dedi Joshua.

«Shakespreare’den bir uyarlama yaparsak ‘yerde ve gök-

te anlamadığımız ve anlayamayacağımız pek çok şey var.’»

Pencerenin dışında, koyu gri bulutlar vadiye yaklaşmayı

sürdürüyordu. Güneş batıya, Mayacama dağlarının ardına kay-

dı, sonbahar akşamı St. Helena’ya her yerden önce ulaştı. ?

Joshua’nın bakışları altında son gün ışıkları yok olurken

avukat, «Neden Bay Frye bu Marsden’in günlüğünü bu kadar

çok istiyormuş ki?» diye sordu.

Havvthorne, «Kendisinin de Marsden’inkine benzer bir de-

neyim yaşadığına inanıyordu,» diye cevap verdi.

«Yani Bruno bir ölünün kendi bedenini çalmaya çalıştığını

mı sanıyordu?»

Page 458: Dean R. Koontz - Fısıltılar

338 —

«Hay/r. O kendini Marsden’le değil, Marsden’in kurbanla-

rla özdeşleştiriyordu. Bay Frye’a göre annesi... adı Katherine’

di sanıyorum... ölümden geri dönüp bir başkasının vücuduna gi-

rerek onu öldürmeye çalışıyordu. Marsden’in günlüğünde onun-

la nasıl başa çıkacağına dair bir ipucu bulmayı ummaktaydı.»

Joshua damarlarına buzlu su verilmiş gibi oldu. «Bruno

böyle bir şeyden bana hiç söz etmedi.»

«Yo, bunu sır gibi sakladı,» dedi Haivvthorne. «Belki de

açıkladığı tek insan benim. Doğaüstüne olan inancına anlayış

gösterdiğim için güvenirdi bana. Yine de ancak bir tek kere

açıldı. İnancı tutkuluydu. Annesinin dirildiğine gerçekten inanı-

yor, onun kendisini öldürmesinden çok korkuyordu. Ama son-

radan bana açıldığına pişman oldu.»

Joshua koltuğunda doğrulup dimdik oturdu. Şaşırmış, buz

kesilmişti. «Bay Havvthorne, geçen hafta Bay Frye Los Ange-

ties’te bir kadını öldürmeye kalktı.»

«Evet, biliyorum.»

«Onu öldürmek istemesinin nedeni, o vücutta annesinin

saklanmakta olduğuna inanmasıydı.»

«Sahi mi? Ne kadar ilginç.»

«Hay Allah! Bayım, siz onun kafasından neler geçtiğini bili-

yordunuz. Neden bir şeyler yapmadınız?»

Havvthorne soğukkanlılığını ve sükûnetini hiç bozmadı. «Ne

yapmamı istiyorsunuz ki?»

«Polise bildirebilirdiniz! Onu sorguya çekerler, tıbbî yar-

dıma ihtiyacı olup olmadığına bakarlardı.»

Page 459: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Havvthorne, «Bay Frye hiçbir suç işlememişti ki,» dedi.

«Ayrıca, siz onun deli olduğunu varsayıyorsunuz, oysa ben hiç-

bir varsayımda bulunmuyorum.»

«Şaka ediyorsunuz!» Joshua kulaklarına inanamamıştı.

«Hiç de değil. Belki de Frye’ın annesi gerçekten mezardan

dönüp onun peşine düşmüştür. Hattâ belki onu öldürmeyi ba-

şarmıştır bile.»

«Tanrı aşkına... Los Angeles’deki o kadın onun annesi de-

ğil!»

«Belki öyledir... belki de değildir,» dedi Havvthorne.

Joshua hâlâ koltuğunda oturmaktaydı, koltuk da hâlâ yere

sağlam şekilde basmaktaydı ama nedense birden dengesini

339 —

kaybediyormuş gibi hissetti. Havvthorne’u oldukça kültürlü, yu-

muşak davranıştı, kitap kurdu bir tip diye canlandırmıştı gö-

zünde. Bu mesleğe kârlı olduğu için girdiğini düşünmüştü. Belki

de yanılıyordu. Belki Latham Havvthome’un kendisi de sattığı

mallar kadar garip biriydi.

«Bay Havvthorne, besbelli çok yetenekli ve başarılı bir iş-

adamısınız. Bugünlerde rastladığım çoğu kimseden daha güzel

konuşuyorsunuz. Seansları, mistisizmi, yaşayan ölüleri ciddiye

aldığınıza inanmak zor.»

«Hiçbir şeyi hor görmem,» dedi Havvthorne. «Hattâ benim

inanmaya açık oluşum, sizin inanmama konusundaki inadınız-

dan daha az şaşırtıcı. Zeki bir insanın, bizim dünyamız dışında

Page 460: Dean R. Koontz - Fısıltılar

başka dünyaların da olduğunu, içinde yaşadığımız gerçeklerin

dışında başka gerçeklerin de bulunduğunu göremeyişini anla-

yamıyorum.»

«Dünyanın esrarengizliklerle dolu olduğunu, gerçeği ancak

kısmen bilinçlendirebildiğimizi ben de kabul ediyorum,» dedi

Joshua. «Bu konuyu sizinle tartışacak değilim. Ama aynı za-

manda, gelecekte gözlemlerimizin keskinleşeceğine, tüm esra-

rengizliklerin bilim adamları tarafından açıklanacağına inanıyo-

rum. Laboratuarlarda çalışan mantıklı adamlar yapacak bunu.

Kokulu mumlar yakıp saçma âyinler yapan doğaüstücüler de-

ğil.»

Ha!wthorne, «Benim bilim adamlarına güvenim yok,» dedi.

«Ben satanistim. Aradığım cevaplan o inançta buluyorum.»

«Şeytana tapmak mı yani?» diye sordu Joshua. Bu adam

onu hâlâ şaşırtabiliyordu.

«O çok kaba bir ifade biçimi. Ben öteki Tanrı’ya, karanlık

Tanrı’ya inanıyorum. Onun da günü geliyor. Bay Rhinehart»

Havvthorne son derece sakin konuşuyordu. Sanki havadan su-

dan söz ediyormuş gibi. «Onun İsa’yı ve tüm diğer zayıf tan-

rıları fırlatıp atmasını, yeryüzü tahtına oturmasını hevesle bek-

liyorum. Ne güzel bir gün olacak o gün! Diğer dinlere inanan-

ların hepsi ya esir edilecek ya da öldürülecek. Papazların baş-

ları kesilip köpeklere atılacak. Rahibelerin sokaklarda ırzına

geçilecek. Kiliseler, sinagoglar, tüm tapınaklar kara kalabalı-

ğın kutlamasını yaşayacak ve dünya yüzündeki her insan ona-

tapacak. Mihraplar önünde bebekler kurban edilecek, Beeise-

340 —

Page 461: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bub ebediyen hüküm sürecek. Cok kalmadı, Bay Rhinehart.

Birtakım belirtiler var. Yakındır. Hevesle bekliyorum.»

Joshua söyleyecek kelime bulamadı. Havvthorne’un bu çıl-

gın sözlerine rağmen sesi mantıklıydı hâlâ. Bağırmıyor, heye-

canlanmıyordu. En ufak bir mani ya da isteri belirtisi yoktu o

seste. Hırlasa, güriese, ağzından köpükler saçsa, Joshua da-

ha az rahatsız olacaktı. Sanki bir kokteyl partide bir yabancıy-

la tanışmış, çene çalmış, ondan hoşlanmış, ama sonradan ada-

mın lastik bir maske taktığını, altta ölümün o korkunç suratı-

nın bulunduğunu anlamış gibi hissediyordu kendini. Cadılar

bayramında giyilen kılıklar gibi. Ama tersine. Bu sefer şeytan,

normal adam kılığında. Poe’nun kâbusu gerçekleşiyor.

Joshua ürperdi.

Hawthome, «Bir buluşma ayarlayabilir miyiz?» diye sordu.

«Bay Frye’ın benden satın aldığı kitap koleksiyonuna bakmak

isterdim. İstediğiniz zaman gelebilirim oraya. Size hangi gün

uygun?»

Joshua bu adamla tanışmaya, onunla iş yapmaya hevesli

değildi. Sanat eksperleri kitapları görene kadar onu oyalamak

niyetindeydi. Belki eksperlerden biri kitaplar için iyi bir fiyat

verirdi. O zaman Latham Hawthorne’la iş görmenin gereği kal-

mazdı.

«Sizi daha sonra aramak zorundayım,» dedi Joshua. «Önce

yapılması gereken başka işlerim var. Bu miras epey zengin ve

karmaşık bir miras. Toparlayıp bitirmek birkaç hafta sürecek.»

«Telefonunuzu bekleyeceğim.»

«Kapatmadan iki şey daha,» dedi Joshua.

«Buyurun?»

«Bay Frye annesinden neden bu kadar korktuğunu hiç söy-

lemiş miydi?»

Page 462: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Havvthome, «Annesi ona ne yapmış, bilmiyorum,» dedi.

«Ama ondan bütün kalbiyle nefret ediyordu. Adını anarken bel-

li ettiği o ham, kara nefretin benzerini ömrümde görmedim.»

«Ben ikisini de tanırdım,» dedi Joshua. «Aralarında hiç o

tür bir şey görmedim. Annesine tapardı diye hatırlıyorum.»

«O halde uzun zamandır için için beslediği bir gizli nef-

ret var.»

«Ama kadın ona ne yapmış olabilir?»

341 —

«Dediğim gibi, bana söylemedi. Ama arkasında bir şey var

bunun. O kadar kötü bir şey ki, sözünü bile edemiyordu. İki şey

soracağım demiştiniz. Öteki neydi?»

«Bruno bir dublörden söz etti mi?»

«Dublör mü?»

«Kendisine benzeyen biri. O sanılacak biri.»

«O cüsseyle ve o garip sesle kendine dublör bulması hayli

zor olurdu.»

«Besbelli bulmayı başarmış. Buna neden gerek gördüğünü

anlamaya çalışıyorum.»

«Dublör size söylemiyor mu? Frye’ın kendisini niçin tut-

tuğunu biliyor olması gerekir.»

«Onu bulmakta zorluk çekiyorum.»

«Anlıyorum,» dedi Havvthorne. «Bay Frye bana bundan hiç

söz etmedi. Ama... birden aklıma geldi...»

«Evet?»

«Dublöre ihtiyaç duyma nedeni olabilecek bir şey.»

«Nedir o?» diye sordu Joshua.

Page 463: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Annesi mezardan dönüp peşine düştüğünde onu şaşırt-

mak için.»

«Tabii,» dedi Joshua alaycı bir sesle. «Nasıl da aklıma gel-

medi!»

«Yanlış anlıyorsunuz. Sizin kuşkucu biri olduğunuzu biliyo-

rum. Kadın mutlaka geri geldi demek istemiyorum. Gelip gel-

mediğini bilecek kadar fazla veri yok elimde. Ama Bay Frye

onun geri geldiğinden kesinlikle emindi. Dublör tutarak kendi-

sini bir dereceye kadar koruyacağını düşünmüş olabilir.»

Joshua bunun akla yakın olduğunu kabullenmek zorunday-

dı. «Yani siz diyorsunuz ki, bunu anlamanın en kolay yolu,

kendimi Frye’ın yerine koyup onun aklıyla düşünmeye çalışmak.

Bir paranoid şizofrenik gibi.»

«Eğer adam paranoid şizofrenik idiyse,» dedi Ha!wthorne.

«Daha önce de söylediğim gibi, ben hiçbir ihtimali hor gör-

mem.»

. «Ben de hepsini hor görürüm,» dedi Joshua. «Eh... teşek-

kürler, Bay Haıvvthorne. Hem zaman ayırdığınıza, hem de zah-

metlerinize.»

«Rica ederim. Telefonunuzu bekliyorum.»

342 —

Joshua içinden, çok beklersin, diye geçirdi.

Telefonu kapayıp ayağa kalktı, pencereye yürüdü, vadiye

baktı. Gölgeler koyuluyor, gri bulutlar artıyor, kenarları mor bir

renk alıyordu. Gece o kadar çabuk bastırıyordu ki burada! Ani

bir rüzgâr pencerenin doğramalarını sarsarken, Joshua’ya san-

ki sonbahar da yerini kışa bırakıyormuş gibi geldi. Ocak ak-

Page 464: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şamlarına çok benziyordu dışarısı.

Latham Havvthorne’un sözleri Joshua’nın kafasında bir

örümcek ağı örmekteydi. Zamanı geliyor, Bay Rhinehart. Bazı

belirtiler var. Yakındır. Çok yakını.

Aşağı yukarı son on beş yıldır dünya freni tutmaz bir ara-

ba gibi yokuş aşağı gidiyordu sanki. Bir yığın garip insanlar tü-

remişti. Bu Havvthorne gibi. Daha beterleri de vardı. Çok daha

beterleri. Bunların birçoğu siyasal liderlerdi. O meslek de ça-

kalların seçtiği bir meslekti çünkü. Başkalarına tahakküm ede-

bilmek için. Her ulustan bir yığın deli mühendis, gezegeni e!e

geçirmiş, onu mahva sürüklerken deli deli sırıtıp duruyorlardı.

Acaba dünyanın son günlerini mi yaşıyoruz, diye merak

etti Joshua. Mahşer yaklaşıyor mu?

Saçma, dedi sonra. Kendi ölümlülüğünü dünyaya yansıt-

maya çalıştığından emindi. Cora’yı kaybetti diye, yalnız kaldı

diye, yaşlanmakta olduğunu, zamanının az kaldığını farketti di-

ye. Dünyanın mahvolacağını o yüzden düşünüyordu. Oysa yak-

laşan mahşer onun kendi mahşeriydi. O ölecek, ama dünya

kalacaktı. Daha önce de vardı. Çok uzun zamandan beri. Ken-

dine güven vermeye çalıştı.

Ama yine de pek emin olamıyordu. Havada çok karanlık

akımlar var gibiydi.

Birisi kapıyı vurdu. Genç ve çalışkan sekreteri Karen Farr.

«Hâlâ burada olduğunu bilmiyordum,» dedi Joshua ona.

Kolundaki saate baktı. «Paydos saatini bir saat geçmiş.»

«Öğle yemeğinden geç dönmüştüm, şimdi de işim bitme-

di.»

«İş hayatın önemli bir parçasıdır, yavrum. Ama bütün za-

manını ona harcama. Evine git. İşleri yarın yetiştirirsin.»

«On dakikaya kadar gidiyorum zaten. Ama demin iki kişi

Page 465: Dean R. Koontz - Fısıltılar

geldi. Sizi görmek istiyorlar.»

«Kimseyle randevum yok.»

343 —

«Bunlar tâ Los Angeles’ten gelmiş. Adamın adı Anthony Cle

menza, yanındaki kadın da Hilary Thomas. Bu kadın hani...»

«Onun kim olduğunu biliyorum,» dedi Joshua. Şaşırmıştı.

«Hemen içeri yolla ikisini de.»

Masanın arkasından dolaşıp konukları odanın ortasında

karşıladı. Tutuk takdimler yer aldı, Joshua onları kanepeye

oturttu, ikisine de viski ikram etti, kanepenin tam karşısına bir

koltuk çekip kendisi de oturdu.

Tony Clemenza’da Joshua’nın hoşuna giden bir nitelik

vardı. Kendine güvenen, işini biien, ama hoş biri.

Hilary Thomas ise pırıl pırıldı. Ondan da özgüven tütüyor-

du. Sessiz bir özgüven. Üstelik de insanın içine acı verecek ka-

dar güzeidi.

Bir an kimse ne diyeceğini bilemedi. Sessiz bir beklenti

içinde birbirlerine bakıp viskilerini yudumladılar.

İlk konuşan Joshua oldu. «Geleceği bilmek falan gibi şey-

lere pek pabuç bırakmayan bir insanımdır,» dedi. «Ama, Tanrı

da biliyor ya, şu anda içime bir şeyler doğuyor. Bunca yolu sırf

geçen Çarşamba ve Perşembenin olaylarını konuşmak için gel-

miş olamazsınız. Ondan sonra başka şeyler olmuş.»

«Çok şey oldu,» dedi Tony. «Ama hiçbirinde zerre kadar

mantık yok.»

Page 466: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary, «Şerif Laurenski bizi size yolladı,» diye ekledi.

«Bazı sorularımıza siz cevap bulabilirsiniz diye umuyoruz.»

Joshua, «Ben de bir yığın cevap arıyorum,» dedi.

Hilary başını yana eğip Joshua’ya baktı. «Benim de içime

bir şeyler doğuyor. Burada da bir şey oldu, değil mi?»

Joshua viskisini alıp yudumladı. «Batıl inançlarım oisa size

derdim ki... şu dışarlarda bir yerde bir ölü... diriler arasında

geziniyor.»

Dışarda günün son ışığı da yok oldu. Vadiyi kömür grbi bir

karanlık kapladı. Soğuk bir rüzgâr pencereden içeri girmeye

uğraşıyor, tıslıyor, inliyordu. Ama Joshua’nın odasını yepyeni

bir sıcaklık doldurmuş gibiydi. Bruno Frye’ın inanılmaz dirili-

şini bilmek birbirlerine doğru çekiyordu onları.

344 —

Bruno Frye sabahın on birine kadar bir süpermarketin park

yerinde, kamyonetin arka bölümünde uyumuştu. Kâbustan

uyandığında yine onu hırçın, korkunç, ama anlamsız fısıltılar

tehdit ediyordu. Bir süre kamyonetin havasız, loş yük bölümün-

de oturdu, kollarıyla bedenini kucakladı. Kendini öyle yalnız,

öyle terkedilmiş, öyle korku içinde hissediyordu ki, çocuklar

gibi sızlanıp ağlıyordu.

Ölüyüm ben, diye düşündü. Ölü. Kahpe beni öldürdü. Re-

zil, pis kahpe kamıma bıçak sapladı.

Ağlaması yavaş yavaş geçerken aklına garip, rahatsız edi-

ci bir düşünce geldi. Ama eğer ben ölüysem... şimdi nasıl bu-

rada oturuyorum? NasH aynı anda hem sağ, hem ölü olabili-

rim?

Page 467: Dean R. Koontz - Fısıltılar

İki eliyle karnını yokladı. Acıyan bir yer yoktu. Bıçak ya-

rası da, yara izi de yoktu.

Birden düşünceleri netleşti. Zihninden kül rengi bir sis

kalkar gibi oldu, bir dakika boyunca her şey kristal gibi, çok

yüzlü bir ışık altında parladı. Acaba Katilerine gerçekten me-

zardan döndü mü, diye merak etti. Hilary Thomas gerçekten

Hilary Thomas mıydı, Katherine Anne Frye değil miydi yoksa?

Kendisi deli miydi de onu öldürmek istiyordu? Son beş yıl için-

de öldürdüğü bütün o kadınlar? Onlar gerçekten içlerinde Kat-

ilerine’] saklayan vücutlar mıydı? Yoksa gerçek insanlar mıydı

hepsi? Ölmeyi hak etmeyen masum kadınlar mıydı?

Bruno kamyonetin arkasında, şaşkın durumda oturuyor, bu

yeni ihtimalden şaşkına dönmüş durumda, ne yapacağını bile-

miyordu.

Ya her gece uykusuna giren o fısıltılar... onu korkutan o

dehşet verici fısıltılar...

Birden anladı. Eğer çocukluk anılarını büyük bir dikkatle

tararsa, o fısıltıların ne olduğunu, ne anlama geldiğini anlaya-

caktı. Yere gömülü, çift kanatlı, kocaman tahta kapıyı hatır-

ladı. Katherine’in o kapıyı açışını, kendisini arkadaki karanlığa

itişini hatırladı. Sonra da kapıyı çarparak kanayışım. Aşağıya

inen merdivenler... yerin dibine...

Hayır!

345 —

İki elini kulaklarına kapadı. Sanki o tatsız sesin anısını yok

edebilirmiş gibi.

Terler damlıyordu üzerinden. Titriyordu. Titriyordu.

Page 468: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hayır,» dedi tekrar. «Hayır, hayır, hayır!»

Kendini bildi bileli, kâbuslarındaki fısıltıların ne olduğunu

anlamak istiyordu. O fısıltıların ona ne söylemeye çalıştığını.

Anlarsa belki rüyalarından kovabilirdi onları ebediyen. Ama

şimdi anlamanın eşiğine geldiğinde, bilmenin bilmemekten da-

!ha korkunç olduğunu hissetmişti. Hatırlamaktan kaçtı. Panik

içinde kaçtı.

Kamyonetin içi yine fısıltılarla dolmuştu. Emme sesleri,

minik pıtırtılar.

Bruno korkuyla bağırdı, öne arkaya sallandı.

Garip şeyler yine üzerinde yürüyordu. Kollarına, göğsüne,

sırtına tırmanmaya çalışıyorlardı. Yüzüne ulaşmaya. Dudakları-

nın, dişlerinin arasından girmeye. Burun deliklerine sokulmaya.

İnleyerek, çabalayarak onları üzerinden atmaya çalıştı.

Eliyle tokat atıyor, itiyordu hepsini.

Ama bu hayal aslında karanlığın beslediği bir şeydi. Kam-

yonetin içinde bir hayli ışık vardı. İğrenç hayaller madde ola-

mıyor, madde kalamıyordu o zaman. Üzerinde brr şey olmadığını

görüyordu. Yavaş yavaş panik duygusu geçti, üzerine bitkinlik

çöktü.

Birkaç dakika boyunca öylece oturdu. Sırtını kamyonetin

yan duvarına dayamıştı. Suratını bir mendille sildi, soluması-

nın yavaşlamasını bekledi.

Sonunda kahpeyi tekrar arama zamanının geldiğine karar

verdi. Oralarda bir yerde olmalıydı. Bekliyordu. Saklanıyordu.

Bu kentin bir yerinde. O bir yolunu bulup kendisini öldürme-

den, kendisi onu bulup öldürmeliydi.

Deminki mantıklı an hiç yaşanmamış gibi uçup gitmişti. So-

ruları, kuşkuları unutmuştu çoktan. Katherine’in mezardan dön-

düğünden emindi yine. Kesinlikle. Onu engellemek şarttı.

Page 469: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Daha sonra, acele bir öğle yemeği yiyip kamyoneti West-

lwood’a sürdü, Hilary Thomas’ın evinin karşısına parketti. Tek-

rar yük bölümüne geçti, yan pencereden evi gözlemeye baş-

ladı.

346 —

Yuvarlak bahçe yoluna bir şirketin kamyoneti parketmişti.

İki yanında mavi üzerine altın harflerle yazılar vardı:

TEMİZLİK İŞÇİLERİ

HAFTALIK TEMİZLİK, İLKBAHAR TEMİZLİĞİ

VE PARTİLER

CAMLARI BİLE SİLERİZ

Evin içinde beycız üniformalar giymiş üç kadın çalışmaktay-

dı. İkide bir kamyonete gidip geliyorlar, saplı süpürgeleri, te-

mizlik bezlerini, çöp torbalarını taşıyıp duruyorlardı. Frye’ın dün

sabah kırdığı mobilyaların parçalarını da dışarı taşımaktaydı-

lar.

Akşama kadar baktığı halde Hilary Thomas’ın gölgesini bi-

le göremedi. Sonunda onun evde olmadığına inandı. Buranın

güvenli olduğunu kesinlikle bilmeden dönmeyeceğini anladı.

Yani kendisi ölünceye kadar.

«Ama ölecek olan ben değilim,» dedi yüksek sesle. Gözü

ihâlâ evdeydi. «Duyuyor musun beni, kahpe? Önce ben senin

hakkından geleceğim. Sen beni öldürmeden ben senin kafanı

keseceğim.»

Saat beşi geçe hizmetçiler araç gereçlerini alıp evden çık-

tılar, hepsini kamyonete yüklediler. Sonra evi kilitleyip yola ko-

yuldular.

Page 470: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Frye onları izledi.

Onu Hilary Thomas’a götürecek ipucu bu kadınlardı. Onun

nerede olduğunu biliyor olmalıydılar. Bu kadınlardan birini yal-

nız yakalayıp konuşmaya zorlayabilirse, Katherine’in nerede sak

ianmakta olduğunu öğrenirdi.

Temizlik şirketi döküntü bir arka sokakta, tek katlı bir bi-

nadaydı. Pico’dan yarım blok kadar ilerde. Frye’ın izlemekte

olduğu kamyonet binanın yanındaki park yerine girip durdu.

Orada ona benzer sekiz kamyonet daha vardı.

Frye hızla oradan geçti, bir sonraki köşeye vardı, boş kav-

şakta manevra yaptı, geri geldi. O geldiğinde üç kadın da bi-

naya giriyorlardı. Üçü de onu görmediler, bu kamyonetin bü-

tün gün Hilary Thomas’ın evi önünde duran olduğunu anlama-

dılar. Frye kaldırım kenarında durdu. Bir ağaç altını seçmişti.

347 —

O üç kadından birinin çıkmasını bekledi.

On dakika boyunca o binadan beyaz üniformalı pek çok

temizlikçi kadın çıktı ama hiçbiri Hilary Thomas’ın evindekiler

değildi. Sonunda Frye tanıdığı birini gördü. Kadın binadan çı-

kıp sarı bir Datsun arabaya yürüdü. Gençti. Yirminin biraz üze-

rinde. Düz kumral saçlarını açık bırakmış, saçlar arkadan nere-

deyse beline kadar iniyordu. Omuzlarını arkaya atmış, başı dik,

dinç adımlarla yürümekteydi. Rüzgâr üniformasının eteklerini

kalçalarına, oyluklarını yapıştırıyor, etekler kıpırdadıkça güzel

dizleri görünüyordu. Datsun’a binip park yerinden çıktı, sola

döndü. Pico’ya doğru ilerledi.

Frye kararsızdı. Acaba en iyi hedef bu kadın mı, diye dü-

Page 471: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şünüyor, ötekilerden birini beklemek daha mı iyi olur, bilemi-

yordu. Ama içinde bir duygu, bu kadının uygun olduğunu fı-

sıldamaktaydı. Dodge kamyoneti çalıştırdı, kaldırımdan uzak-

laştı.

İzlediği belli olmasın diye araya başka arabaların girme-

sine izin veriyordu. Uzun süre Datsun’un peşinden gitti. Kadın

izlendiğinin hiç farkında değil gibiydi.

Evi Culver City’de, MGM stüdyolarından biraz gerideydi.

Eski, süslü bulgalovların bulunduğu bir sokakta, eski, süslü bir

bungalovda oturuyordu. Bu evlerin bazıları pek bakımsız, pek

yıkık döküktü, ama çoğuna özen gösterildiği, işe biraz gurur

karıştığı belliydi. Yeni boyalı, pancurları sağlam, verandaları

temizdi. Arasıra renkli camlı pencerelere rastlanıyordu. Bahçe

kapılarında araba fenerleri, damlarda kiremitler. Zengin bir ma-

halle değildi burası. Ama karakteri zengindi.

Hizmetçi kadın evine vardığında ev karanlıktı. İçeriye gi-

rince ön odanın ışıklarını kendisi yaktı.

Bruno kamyonetini karşı kaldırıma parketti, farları, kon-

tağı kapadı, camı indirdi. Ortalık sessizdi. Cıt çıkmıyordu. Tek

ses rüzgârın hışırdattığı ağaçlardan gelmekteydi. Pek seyrek

araba geçiyordu. Tâ uzaklardan bir stereo müzik duyulmaktay-

dı. Bin dokuz yüz kırklardan kalma bir Benny Goodman melo-

disi. Bruno adını hatırlayamadı. Yer yer geliyordu ezgi kulağına.

Rüzgârın canı istedikçe. Direksiyon başında oturuyor, bekliyor,

dinliyor, gözlüyordu.

Altıyı kırk geçe Frye genç kadının birlikte yaşadığı bir er-

348 —

Page 472: Dean R. Koontz - Fısıltılar

kek arkadaşı veya kocası olmadığına karar verdi. Bu eve bir

erkek gelecek olsa, bu saate kadar dönerdi işinden.

Bir beş dakika daha bekledi.

Benny Goodman müziği kesildi.

Tek değişiklik bu oldu.

Altıyı kırk beş geçe Frye Dodge kamyonetten indi, eve yürü-

dü.

Bungalov dar bir arsaya kurulmuştu. İki yandaki komşu-

lara fazla yakındı. Ama en azından, ağaçlar ve çalılar vardı

arada. Hiç değilse verandayla ön kapıyı komşuların gözünden

saklamaya yarardı bunlar. Ama yine de çabuk hareket etmek

zorundaydı. Eve hızla girmeli, patırtıya yol açmamalı, kadına

bağırma fırsatı tanımamalıydı.

İki basamağı çıktı, verandaya adımını attı. Yer tahtaları bi-

raz gıcırdadı. Frye zili çaldı.

Kadın kapıyı yüzünde kararsız bir gülümsemeyle açtı.

«Evet?»

Kapıya zincir takılmıştı. Nice kapılardakiierden daha kalın

ve sağlamdı. Ama kadının sandığının yarısı kadar bile sağlam

değildi tabii. Bruno Frye kapıya ‘iki yumruk atsa yuvasından

sökerdi onu. Omzuyla yüklense yeterdi. Daha kadın gülümse-

yip «Evet?» diye sorarken, kapı içeriye doğru patlayıverdi, yon-

galar havalara uçuştu, kırılan zincirin yarısı yere küt diye çarp-

tı.

Frye içeriye sıçrayıp kapıyı arkasından kapattı. Girişini kim-

senin görmediğinden oldukça emindi.

Kadın sırtüstü yerde yatıyordu. Kapının kanadı çarpmıştı

ona. Üzerinde hâlâ beyaz üniforması vardı. Etekleri oylukları-

na kadar sıvanmıştı. Cok güzel bacakları vardı.

Frye onun yanına diz çöktü.

Page 473: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Kadın sersemlemişti. Gözlerini açtı, ona bakmaya çalıştı

ama bakışlarını odaklaması biraz zaman aldı.

Frye bıçağın ucunu onun boynuna dayadı. «Bağırırsan ke-

serim,» dedi. «Anlıyor musun?»

Kadının sıcacık kahverengi gözlerindeki şaşkınlık kaybol-

du, yerini korku aldı. Titremeye başlamıştı. Gözlerinin uçların-

da yaşlar panldadı, ama akmadı.

349 —

Frye sabırsızlanarak bıçağın ucuyla onun boğazını dürttü,

minik bir kan boncuğu göründü.

Kadın yüzünü buruşturdu.

«Bağırmak yok,» dedi Frye. «Beni duyuyor musun?»

Kadın bir çabayla, «Evet,» dedi.

«Söz dinleyecek misin?»

«Evet.»

«Burada yalnız mı oturuyorsun?»

«Evet.»

«Kocan yok mu?»

«Yok.»

«Erkek arkadaşın?»

«Burada oturmuyor.»

«Bu gece gelecek mi?»

«Hayır.»

«Bana yalan mı söylüyorsun?»

«Doğru söylüyorum. Yemin ederim.»

Page 474: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Esmerliğine rağmen rengi solmuştu.

«Bana yalan söylüyorsan güzel suratını şerit şerit yara-

rım.»

Bıçağı kaldırdı, ucunu kadının yanağına dayadı.

Kadın gözlerini kapadı, ürperdî.

«Kimseyi bekliyor musun?»

«Hayır.»

«Adın ne?»

«Sally.»

«Pekâlâ, Sally. Sana birkaç soru soracağım. Ama burada

değil. Bu durumda değil.»

Sally gözlerini açtı. Kirpiklerinde yaşlar vardı. Biri yüzün-

den aşağı yuvarlandı. Zorla yutkundu. «Ne istiyorsun?»

«Katherine’le ilgili birkaç sorum var.»

Kadın kaşlarını çattı. «Ben Katherine diye kimseyi tanımı-

yorum.»

«Sen onu Hilary Thomas diye tanırsın.»

Kadının kaslarındaki çatıklık daha derinleşti. «Westwood*

daki kadın mı?»

«Bugün onun evini temizlediniz.»

«Ama... ben onu tanımam. Hiç karşılaşmadım.»

350 —

«Orasını görürüz.»

«Doğru söylüyorum. Onun hakkında hiçbir şey bilmem.»

«Belki sandığından fazla şey biliyorsun.»

«Hayır. Gerçekten.»

«Hadi hadi.» Frye yüzündeki gülümseme ifadesini, sesin-

Page 475: Dean R. Koontz - Fısıltılar

deki dostça tonu korumak için çaba harcıyordu. «Yatak odası-

na geçelim. Orada bu işi daha kolay yaparız.»

Kadının titremesi daha da arttı. Saralı gibi sarsılıyordu. «Ba-

na tecavüz edeceksin, değil mi?»

«Hayır. Hayır.»

«Evet, edeceksin.»

Frye öfkesini zor tutuyordu. Kadın kendisiyle tartışıyor diye

hırslanmıştı. Hareket etmek istemeyişi de kızdırıyordu onu.

Keşke bıçağı karnına daldırıp istediği bilgileri onun içinden çı-

karabilseydi. Ama tabii olmazdı. Hilary Thomas’ın nerede sak-

landığını bilmek istiyordu o. Bunu öğrenmenin en iyi yolu da

bu kadını tel koparır gibi koparmaktı herhalde. Ağır bir kabloyu

insan nasıl bir öne, bir arkaya bükerek sonunda kırılmasını sağ-

larsa, tıpkı öyle. Önce tehdit, sonra suyuna gitme, biraz şid-

det, sonra dostluk ve anlayış. Bir öyle, bir böyle. Bu kadının

bildiği her şeyi kendisine anlatmaya zaten hazır olduğu aklına

bile gelmedi. Bruno’ya göre bu kadın Hilary Thomas hesabına

çalışıyordu. Yani Katherine’in hesabına. Demek ki Katherine’in

Bruno’yu öldürme planının bir parçasıydı. Masum bir yabancı

değildi. Katherine’in hizmetçisiydi. Komploya ortaktı. Belki o da

yürüyen ölülerdendi. Bilgiyi kendisinden saklayacağına, iste-

meyerek vereceğine inanıyordu.

Yumuşak bir sesle, «Sana tecavüz etmeyeceğime söz ve-

riyorum,» dedi. «Ama ben soru sorarken sırtüstü yatmanı isti-

yorum. Kalkıp kaçamayasın diye. Sırtüstü yatarsan kendimi da-

ha güvende hissederim. Eh, madem ki yatacaksın, sert yerde

yatacağına yumuşak şiltede yat. Ben yalnızca senin rahatını

düşünüyorum, Sally.»

Kadın sinirli bir sesle, «Ben burada rahatım,» dedi.

«Saçmalama. Hem biri gelirde kapıyı çalarsa... bizi duya-

Page 476: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bilir, bir terslik olduğunu anlayabilir. Yatak odası daha güven-

li. Yürü haydi. Kalk. Hoop-paa!»

Kadın ayağa kalktı.

351 —

Bruno bıçağı ona doğru tutuyordu.

Yatak odasına girdiler.

Hilary pek içki içen tip değildi ama Joshua Rhinehart’m

yazıhanesinde otururken, adamın anlattıklarını dinlerken, elin-

de viski olduğuna seviniyordu. Joshua, Tony ile Hifary’ye San

Francisco’da çalınan paralan, kasaya konan garip mektubu

anlattı, Bruno Frye’ın mezarında yatanın kim olduğundan pek

de emin olamadığını söyledi.

Tony, «Cesedi çıkaracak mısınız?» diye sordu.

«Henüz değil. Daha önce incelemem gereken birkaç konu

var. Onlar iyi sonuç verirse, elimdeki veriler yetebilir, mezarı

açmaya gerek kalmayabilir.»

Onlara Hollister’deki Rita Yancy’yi. San Francisco’daki

Doktor Nicholas Rudge’ı anlattı, sonra da Latham Havvthorne’

la telefonda neler konuştuğunu söyledi.

Sıcak odaya, viskinin etkisine rağmen Hilary kemiklerine

kadar ürperiyordu. «Bu Havvthorne kendi de tımarhanelik gibi,»

dedi.

Joshua içini çekti. «Bazen bana öyle geliyor ki bütün de-

lileri tımarhaneye kapatsak dışarda pek kimse kalmayacak.»

Tony kanepede öne doğru eğildi. «Sizce Havvthorne bu dub-

Page 477: Dean R. Koontz - Fısıltılar

lörü gerçekten bilmiyor muydu?»

«Bilmediğine inandım,» dedi Joshua. «Garip ama, inandım

adama. Belki satanizm konusunda kaçığın biri olabilir, belki

bazı konularda pek ahlâklı davranmayabilir ama bana pek sah-

tekâr gibi gelmedi. Kulağa garip gelse de, birçok bakımdan

dürüst bir adam. Ya da bana öyie geldi. Ondan öğrenilebilecek

başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Belki Doktor Rudge ve-

ya Rita Yancy daha değerli bir şeyler biliyorlardır. Ama o ko-

nuyu bir kenara bırakalım artık. Şimdi sizi dinleyeyim. Ne oldu?

Sizi St. Helena’ya kadar getiren sebep nedir?»

Hilary ile Tony sözü birbirinden devralarak son birkaç gü-

nün olaylarını anlattılar.

Hikâyeyi bitirdiklerinde Joshua bir an Hilary’ye baktı, son-

ra başını iki yana salladı. «Çok cesursunuz, küçük hanım,»

dedi.

352 —

«Hiç değilim. Korkağın biriyim. Korkudan ölecek durum-

dayım. Günlerdir o haldeyim.»

«Korkuyor olmak, korkak olmak demek değildir,» dedi Jos-

hua. «Cesaret denilen şey tümüyle korku üzerine kuruludur.

Korkak da, kahraman da, korkudan ve ihtiyaçtan ötürü ha-

rekete geçerler. Aralarındaki tek fark, korkağın korkusuna tes-

lim olması, cesur olanın ise o korkuya rağmen zaferi kazan-

masıdır. Siz korkak olsaydınız, Avrupa’ya, Hawaii’ye, öyle bir

yere, bir aylık tatile kaçmış olurdunuz. Frye bilmecesini, de za-

man çözsün, derdiniz. Ama buraya, Bruno’nun memleketine gel-

diniz. Los Angeles’dekinden daha büyük tehlikeler bekliyor ola-

Page 478: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bilir sizi burada. Bu dünyada pek fazla şeye hayranlık duymam

ama sizin cesaretinize hayran oidum.»

Hilary kızarıyordu. Tony’ye baktı, sonra gözlerini bardağına

indirdi. «Cesur olsaydım kentte kalır, ona tuzak kurardım, ken-

dimi yem olarak kullanırdım,» dedi. «Ama burada pek fazla

tehlikede değilim aslında. Adam beni Los Angeles’de aramakla

meşgul. Nereye gittiğimi bilmesine de olanak yok.»

Yatak odası.

Sally yataktan ona uyanık, korku dolu gözlerle bakıyordu.

Frye odanın içinde dolaştı, çekmecelere baktı, sonra tek-

rar onun yanına döndü.

Sally’nin boynu sanki incelmiş, gerilmişti. O bir damla kat?

zarif bir yay çizerek köprücük kemiğine kadar inmiş bulunu-

yordu.

Frye’ın kana bakmakta olduğunu gördü, tek elini kaldırıp

o damlaya dokundu, sonra lekeli parmağına baktı.

«Kaygılanma,» dedi Frye. «Çizik yalnızca.»

Sally’nin yatak odası küçük bungalovun arka tarafındaydı.

Toprak renginin tonlarıyla döşenmişti. Üç duvar beje boyanmış,

dördüncüsü ona yakışan bir duvar kağıdıyla kaplanmıştı. Halı

çikolata rengiydi. Yatağın üzerine örtülen örtüyle-perdeler kah-

verengi soyut desenlerle süslüydü. İnsanı rahatlatan bir oda.

Pırıl pırıl cilalı maun mobilyalar, abajurla gölgelenmiş ışıkta

yumuşaklık kazanıyordu. Yatağın iki yanındaki başucu masa-

larına konmuş pirinç kaideli iki lambadan geliyordu bu ışık.

353

Page 479: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Fısıltılar — F. : 23

Sally yatakta sırtüstü yatmaktaydı. Bacakları bitişik, kol-

ları iki yanında, yumrukları sıkılıydı. Beyaz üniforma hâlâ üze-

rindeydi. Etekleri diz hizasındaydı. Uzun kumral saçları başının

çevresine yelpaze gibi dağılmıştı. Çok güzeldi.

Bruno onun yanına, yatağın kenarına oturdu. «Katherine

nerede?»

Kadın gözlerini kırpıştırdı. Gözlerinin uçlarından yaşlar taş-

tı. Sessizce ağlıyor, ses çıkarmaya korkuyordu. En küçük bir

gürültü, bu adamın kendisini bıçaklamasına neden olabilirdi.

Frye soruyu tekrarladı. «Katherine nerede?»

«Söyledim ya, Katherine diye kimseyi tanımıyorum.» Sesi

titrek, tutuktu. Her kelimeyi çaba göstererek söylüyordu. Ko-

nuşurken dolgun alt dudağı titremekteydi.

«Ne demek istediğimi biliyorsun,» dedi Frye sert bir sesle..

«Benimle oyun oynama. Kendine Hilary Thomas diyor şimdi.»

«Lütfen. Lütfen... rahat bırak beni.»

Frye bıçağı onun sağ gözüne tuttu. Tam irileşen gözbe-

beğine. «Hilary Thomas nerede?»

«Ah, Tanrım!» dedi kadın titreyerek. «Bak, bayım, bu işte

bir yanlışlık var. Bir hata. Büyük bir yanlışlık yapıyorsunuz.»

«Gözünü kaybetmek istiyor musun?»

Kadının saçlarının başladığı çizgide ter damlaları belirdi.

«Yarı kör gezmek istiyor musun?» diye sordu Frye.

«Onun nerede olduğunu bilmiyorum.» Sally’nin sesi çok

acıklı çıkıyordu.

«Bana yalan söyleme.»

Page 480: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Yalan söylemiyorum. Yemin ederim doğru söylüyorum.»

Frye birkaç saniye ona baktı.

Kadının üst dudağını da ter kaplamıştı artık. Minik dam-

lalar halinde.

Bıçağı onun gözünden uzaklaştırdı.

Kadın gözle görülür şekilde rahatladı.

Frye onu şaşırttı. Öbür eliyle suratına bir tokat aşketti.

Öyle sert vurdu ki kadının dişleri takırdadı, gözleri yukarı dev-

rildi, bebekleri görünmez oldu.

«Kahpe.»

Kadının gözleri yaşlarla dolmuştu. Hafif, inleyen, miyavla-

maya benzeyen sesler çıkararak büzüldü.

354 —

«Onun nerede olduğunu bilmen gerek,» dedi Frye. «Seni

jSe o aldı.»

«O evi hep temizleriz. Bu sefer telefon edip özel bir te-

mizlik istemiş. Nerede olduğunu da söylememiş.»

«Oraya gittiğinizde evde miydi?»

«Hayır.»

«Evde kimse var mıydı?»

«Hayır.»

«İçeri nasıl girdiniz?»

«Ha?»

«Size bnahtarı kim verdi?»

«Ha, evet.» Kadın bir çıkış yolu görerek umutlanmıştı.

«Ajansı verdi. Yayın ajansı. Önce oraya uğrayıp anahtarı al-

dık.»

Page 481: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Neresiymiş o?»

«Beverly Hills’de. Onun nerede olduğunu öğrenmek isti-

yorsan ajansa gitmen gerek. Onlarla konuş. O adam bilir onu

nerede bulacağını.»

«Adı ne?»

Kadın kararsızdı. «Garip bir isim. Yazılıydı ama doğru ha-

tırlayabilecek miyim, bilemiyorum.»

Frye bıçağı tekrar onun gözüne yaklaştırdı.

«Topelis,» dedi kadın.

«Harf harf söyle.»

Sally harfleri saydı. («Bayan Thomas’ın nerede olduğunu

bilmiyorum. Ama Bay Topelis bilir. Kesinlikle bilir.»

Frye bıçağı gözden uzaklaştırdı.

Sally gepgerginken biraz gevşedi.

Frye ona baktı. Zihninin gerilerinde bir şey kıpırdandı. Bir

anı... sonra da korkunç bir bilinçlenme.

«Saçların,» dedi. «Koyu renk saçların var. Gözlerin de...

ne kadar koyu.»

«Ne oluyor?» Sally’nin sesi kaygı doluydu. Henüz güvene

kavuşmuş olmadığını bir anda anlamıştı.

Frye, «Sende de aynı saçlar ve gözler, aynı ten var,» dedi.

«Anlamıyorum. Neler olduğunu bilemiyorum. Beni korkutu-

yorsun.»

355 —

«Beni kandırabileceğini mi sandın?» Frye sırıtıyordu ona.

Bu kurnaz hileye kanmadığına çok sevinmişti.

Page 482: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Biliyordu. Anlamıştı.

«Demek çıkıp bu Topelis’e gideceğimi sandın,» dedi. «Sen

de kaçma fırsatı bulacaktın o zaman.»

«Topelis onun nerede olduğunu bilir. Bilir. Ben bilmiyorum.

Gerçekten, hiçbir şey bilmiyorum.»

Bruno, «Onun nerede olduğunu ben artık biliyorum,» dedi.

«Biliyorsan neden beni serbest bırakmıyorsun?»

Frye güldü. «Vücut değiştirdin, değil mi?»

Sally bakakaldı. «Ne?»

«Her nasılsa Thomas denilen kadının vücudundan çıktın,

bu kızı kontrolün altına aldın, değil mi?»

Sally artık ağlamıyordu. Yüzü alev alev yandığı için göz-

yaşlarını kurutmuştu.

Kahpe.

Pis kahpe.

«Beni kandıracağını mı sandın?» diye sordu Frye. Tekrar

güldü. Sevinçle. «Bana yaptığın onca şeyden sonra, seni tanı-

yamayacağımı mı sandın?»

Kadının sesinde korku titreşti. «Ah, Tanrım. Ah, ulu Tan-

rım, Tanrım. Ne istiyorsun benden?»

Bruno ona doğru eğildi, suratını onunkine yaklaştırdı, göz-

lerinin tâ içine baktı. «Oradasın, içerdesin, değil mi?» dedi.

«Derinde. Benden saklanıyorsun, değil mi? Öyle değil mi, An-

ne? Seni görüyorum, Anne. Görüyorum seni orada.»

Page 483: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Joshua Rhinehart’ın yazıhanesinin camına birkaç damla

yağmur düştü.

Gece rüzgârı uğuldadı.

Hilary, «Frye’ın neden beni seçtiğini hâlâ anlamıyorum,»

dedi. «Senaryo için araştırma yapmak üzere buraya geldiğim-

de dostça davranmıştı. Birlikte iki üç saat geçirdik. Bütün so-

rularıma cevap verdi. Hep şarap sanayiiyle ilgili konuştuk. Cid-

di bir işadamıydı. Başka hiçbir şey sezmedim. Birkaç hafta

sonra elinde bıçakla benim evimde belirdi. Kasadan çıkan mek-

356 —

tuba göre de, beni başka bir bedene girmiş olan annesi sanı-

yor. Niye ben?»

Joshua koltuğunda kıpırdandı. «Ben de size bakıp düşü-

nüyordum...»

«Neyi?»

«Belki sizi seçmesinin nedeni... Katherine’e bir nebze ben-

ziyor olmanız.»

Tony, «Bir dublör daha çıkarmayın ortaya, ne oiur,» dedi.

Joshua, «Yoo,» dedi hemen. «Benzerlik pek az.»

«İyi.» Tony sevinmişti. «Yeni bir dublöre dayanamazdım.»

Joshua ayağa kalktı, Hilary’ye yürüdü, elini uzatıp onun

çenesini tuttu, kaldırdı, yüzünü önce sola, sonra sağa çevirdi.

«Saçlar, gözler, esmer ten,» diye mırıldandı düşünceli bir sesle.

«Evet, bütün bunlar benziyor. Yüzünüzde de bana Katherinel

ilham eden ufak tefek bir şeyler var. Ne olduklarını anlayama-

yacağım kadar ufak şeyier. Az bir benzerlik. Hem o sizin kadar

güzel değildi.»

Page 484: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Joshua elini çenesinden çekerken Hilary ayağa kalktı, avu^

katın masasına yürüdü. Son bir saatten beri öğrendiklerini dü-

şünerek gözlerini masanın üzerinde gezdirdi. Düzgün biçimde

sıralanmış eşyalar üzerinde. Sumen, tel zımba, zarf açacağı,

kâğıt ağırlığı.

«Bir şey mi oldu?» diye sordu Tony.

Rüzgâr tekrar uğuldadı, yağmur damlaları pencereye tek-

rar çarptı.

Hilary onlara döndü. «Durumu bir özetleyeyim. Bakalım

doğru anlamış mıyım.»

Joshua koltuğuna dönerken, «Hiçbirimizin doğru anladığı-

nı sanmıyorum,» dedi. «Lanet olasıca olay öyle çarpık çurpuk

ki, düzgün bir sıraya sokulamıyor.»

«Ben de ona uğraşıyorum,» diye karşılık verdi Hilary. «Ga-

liba bir çarpıklık daha buldum.»

«Anlat,» dedi Tony.

«Bildiğimiz kadarıyla, annesinin ölümünden kısa bir süre

sonra Bruno onun mezardan döndüğüne inanmış. Beş yıldan

beri Latham Havvthorne’dan yürüyen ölülerle ilgili kitaplar alı-

yor. Beş yıldır Katherine’in korkusuyla yaşıyor. Sonunda beni

görüyor, annesinin kullandığı yeni vücudun ben olduğuma ka-

357 —

rar veriyor. Ama bu kararı vermesi neden bu kadar uzun sürü-

yor?»

Joshua, «İyi anladığımdan emin değilim,» dedi.

«Dikkatini biri üzerinde yoğunlaştırması neden beş koca

yıl sürüyor? Korkularını etten ve kemikten bir hede,f üzerine

Page 485: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yöneltmek için neden bu kadar çok bekliyor?»

Joshua omuzlarını kaldırdı. «Delinin biri o. Mantıklı ve an-

îaşılır biçimde davranmasını bekleyemeyiz.»

Ama Tony, Hilary’nin sorusunun altındaki gizli anlamı se-

zebilmişti. Kanepede öne kayıp kaşlarını çattı. «Ne diyeceğini

biliyorum galiba,» dedi. «Tanrım, tüylerim diken diken oluyor.»

Joshua bir birine, bir öbürüne baktı. «Yaşlılık beni geri

zekâlı yapmış galiba. Biri şu bunağa da anlatır mı lütfen?»

«Belki de annesi sandığı ilk kadın ben değilim,» dedi Hilary.

«Belki benim peşime düşmeden önce başkalarını da öldürmüş-

tür.»

Joshua ağzı açık, ona baktı. «İmkânsız!»

«Neden?»

«Beş yıldır habire kadınları öldürüyor olsa, duyardık. Ya-

kalanırdı!»

«Şart değil,» dedi Tony. «Cinayet manyakları genellikle

çok dikkatli olurlar. Zeki insanlardır. Bazıları çok ayrıntılı plan-

lar hazırlarlar... ama beklenmedik bir olayla karşılaşınca da

gerekli riskleri göze almayı şaşılacak biçimde bilirler. Onları

yakalamak her zaman o kadar kolay değildir.»

Joshua yele gibi ak saçlarını tek eliyle arkaya itti. «Ama

Bruna başka kadınları öldürmüşse... cesetler nerede?»

«St. Helena’da değil,» dedi Hilary. «Adam belki şizofrenik

olabilir ama kişiliğinin o saygın Doktor Jekyll tarafı, tanıdığı

insanlar arasındayken kontrolü hep elinde tutuyor. Öldürmek

için kesinlikle bu vadiden uzağa gider.»

«San Francisco’ya,» dedi Tony, «Anladığıma göre oraya sık

sık gidiyormuş.»

Hilary, «Eyaletin kuzeyindeki herhangi bir kente,» diye ek-

ledi. «Napa vadisinden uzak olan, kendisini tanımayan herhangi

Page 486: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bir yere.»

«Durun bir dakika,» diye atıldı Joshua. «Bir dakika, lütfen.

Başka yerlere gidip Katherine’e biraz benzeyen kadınları bul-

358 —

jnuş olsa bile, onları uzak kentlerde öldürmüş olsa bile, yine

de geride ceset bırakmış olması şart. Öldürüş biçiminde ben-

zerlik olmalı. Yetkililer arada bir bağlantı bulurlardı. Çağdaş

bir Kci’rın Deşer» Jack aramaya koyulurlardı. Bunların hepsini

haberlerde duyardık.»

Tony görüşünü açıkladı. «Cinayetler beş yıl gibi bir süre-

ye yayılmışsa, ayrı ve uzak kentlerde yer alıyorsa, polis arada

bir bağlantı kuramayabilir. Burası koskoca bir eyalet. Yüzbin-

lerce kilometrekare. Yüzlerce polis örgütü var. Aralarındaki

bilgi alışverişi de genellikle istenilen düzeyde değil. Böyle gelişi-

güzel cinayetler arasında ilişki kurmaları için bir tek şans var...

kısa süre içinde iki veya üç cinayetin aynı polis örgütü böl-

gesinde yer alması. Bir tek kentte veya ilçede.»

Hilary masadan uzaklaştı, kanepeye döndü. «Demek müm-

kün,» dedi. Kendini buz gibi hissediyordu. «Kadınları öldürüp

duruyor olması mümkün. İki, altı, on, on beş, belki de daha

fazlasını. Beş yıldır. İlk defa başına dert açan da ben oldum.»

Tony, «Yalnız mümkün değil, büyük ihtimalle öyle,» dedi.

«Öyle olduğunu varsayabiliriz derim.» Kasadan çıkar mektubun

fotokopisi, önündeki sehpada duruyordu. Oradan okudu. «’An-

nem Katherine Anne Frye beş yıl önce öldüğü halde durmadan

yeni vücutlarda hayata dönüyor.»

Page 487: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Vücutlar,» diye vurguladı Hilary.

Tony, «Kilit kelime o,» dedi. «Vücut değil. Tekil kullannu-

yor. Vücutlar, diyor. Bence buradan, adamın birkaç kere öldür-

düğünü, annesinin mezardan defalarca döndüğüne inandığını

anlayabiliriz.»

Joshua’nın suratı kireç gibiydi. «Ama eğer bu doğruysa...,

o zaman ben... St. Helena’Iıların hepsi... bir canavarla burun

buruna yaşıyormuşuz. Farkında bile değilmişiz.» \

Tony’nin yüzü asılmıştı. «Cehennem zebanisi jaramızda in-

san kılığında dolaşıyor,» diye mırıldandı.

Joshua, «O kimden?» diye sordu.

Tony, «Benim belleğim kirli çıkıdır,» dedi. «Çok az şeyi’unu-

turum. Hatırlamak istesem de, istemesem de. Bu satırları Uzun

yıllar önce, kilisede aldığım din derslerinden hatırlıyorum. Aziz-

lerden birine ait. Ama hangisiydi, unuttum. ‘Cehennem zebanisi

insan kılığında aramızda dolaşıyor. İsa’ya arkanızı döndüğünüz

\

359 —

\

bir anda o şeytan size yüzünü gösterirse korunmasız kalırsınız.

O da yüreğinizi zevkle yer, sizi parçalar, ölümsüz ruhunuzu ko-

ca bir çukura atar.»

«Latham Havvthorne gibi konuşuyorsun,» dedi Joshua.

Dışarda rüzgâr tekrar uğuldadı.

Page 488: Dean R. Koontz - Fısıltılar

* * *

Frye bıçağı başucu masasına bıraktı. Sally’nin uzanamaya-

cağı yere. Sonra iki eliyle beyaz üniformanın yakasına sarıldı,

asılıp çekti. Düğmeler hemen koptu.

Kadın korkudan felç olmuş durumdaydı. Karşı koymadı.

Yapamazdı.

Frye ona sırıttı. «Dur, dur, Anne. Şimdi ödeşeceğim senin-

le.»

Elbisenin önünü aşağıya kadar yırttı. Kadın külotu, sutyeni

ve külot çorabıyla göründü. İnce, güzel bir vücut. Frye sutyenin

yuvarlaklarını yakaladı, çekti. Kopça koptu, Frye sutyeni yere

attı.

Göğüsleri vücuduna göre oldukça iriydi. Yuvarlak, dolgun,

koyu renk başlı. Frye onları sertçe sıktı.

O boğuk, gıcırtılı sesiyle, «Evet, evet, evet, evet, evet,»

diye mırıldanıyordu. Bu tek kelime ürpertici bir şarkıya dönüş-

müştü. Şeytanca bir ilâhi gibi.

Kadının pabuçlarını da çıkardı. Önce sağ, sonra sol aya-

ğını. Fırlatıp attı. Biri tuvalet masasının aynasına çarptı, kırdı.

Dökülen camların sesi kadını şokun yarattığı katatonik du-

rumdcn kurtardı, kendini Bruno’dan kurtarmaya çalıştı. Ama

gücürü korku tüketiyordu. Etkisiz bir mücadele vermekteydi.

Frye onu zorluk çekmeden tutmayı başardı, öyle iki tokat

savurdu ki kadının ağzı açıldı, gözleri kaydı. Ağzının köşesin-

den ince bir kan süzülmeye başladı, çenesinden aktı.

Frye öfke içinde, «Seni pis kahpe!» dedi. «Seks yasak, ha?

Seks1 yapamazsın, dedin bana. Ömründe olmaz, dedin. Hiçbir

kadiri aslında ne olduğumu anlamasın diye. Bunu göze alama-

Page 489: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yacağımı söyledin. Eh, sen benim ne olduğumu zaten biliyor-

san, Anne. Sırrımı biliyorsun. Senden bir şey saklamak zorun-

da değilim, Anne. Başka erkeklerden farklı olduğumu biliyor-

sun. Organımın onlarınkine benzemediğini biliyorsun. Babamın

360 —

/

ı

kim olduğunu biliyorsun. Biliyorsun. Benim organımın da onun-

ki gibi olduğunu biliyorsun. Senden bunları saklamak zorunda

değilim, Anne. Seksim seninle olacak, duyuyor musun beni?

Duyuyor musun?»

Kadın ağlıyordu. Başını bir sağa, bir sola çeviriyor, «Ha-

yır, hayır, hayır! Ah, Tanrım!» diye inliyordu. Derken kontrolü-

nü kazandı, Frye’la gözgöze geldi, ona dikkatle baktı. Frye

ö gözlerde Katherine’i görüyordu. Kadın, «Beni dinle,» dedi.

«Lütfen dinle beni! Sen hastasın. Çok hasta bir insansın. Ak-

lın karışmış. Yardıma ihtiyacın var.»

«Kes sesini, kes sesini, kes sesini!»

Onu yine tokatladı. Deminkinden bile sert. Elini tâ geriden

savurmuş, yanağına indirmişti.

Her şiddet hareketi onu daha çok heyecanlanıyordu. Her

tokadın sesi onu tahrik ediyor, kadının kuş gibi çığlıkları, yana-

ğının kızarıp şişmesi de buna katkıda bulunuyordu. Acıdan bu-

ruşan surat, korku dolu tavşan gözler, Frye’ın şehvetini beyaz

bir aleve çevirmişti.

İhtiyaç içinde titriyor, boğalar gibi soluyordu. Gözleri iri

Page 490: Dean R. Koontz - Fısıltılar

iri açılmıştı. Ağzı öyle sulanıyordu ki, iki saniyede bir yutkun-

mak zorunda kalıyor, salyasının akmasını önlemeye çabalıyor-

du.

Sally’nin güzel göğüslerini okşadı, sıktı, acıttı.

Kadının korkusu yine dinmiş, yarı trans hali geri gelmişti.

Hareketsiz, kaskatı yatıyordu.

Bruno bir yandan, ondan nefret ediyor, canını yaktığına

aldırmıyordu. İstiyordu canını acıtmayı. Kendine yaptıklarını

ödetmek niyetindeydi ona. Hattâ kendisini dünyaya getirmiş ol-

masını ödetecekti.

Ama beri yandan, annesinin göğüslerine dokunmaktan,

onunla yatmak istemekten utanç da duyuyordu. Bu nedenle

onu okşarken habire konuşuyor, anlatıyor, kendini ona haklı

göstermeye çalışıyordu. «Sen bana, bir kadınla sevişirsem, o

kadının hemen benim insan olmadığımı anlayacağını söyledin.

Farkı görür, durumu anlar, dedin. Kadının hemen polisi ara-

yacağını, beni alıp götüreceklerini, babamın kim olduğunu an-

layınca da beni yakacaklarını söyledin. Ama sen zaten biliyor-

361 —

sun. Sana sürpriz değil, Anne. 6u yüzden, seninle olursa bir

sakıncası yok. Kimse de beni yakmaz o zaman.»

Annesi sağken ona böyle bir şey yapmak aklından bile geç-

memişti. Çok çekinirdi annesinden. Ama Katherine ilk vücutta

dirilince, Bruno özgürlüğe kavuşmuştıf artık. Ondan beri yeni

atak fikirler geliyordu aklına. Hayatını tekrar devralmasın diye

onu öldürmesi gerektiğini biliyordu. Yoksa annesi ya yine ona

tahakküm eder, ya da onu kendisiyle birlikte mezara sürüklerdi.

Page 491: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Ama beri yandan, onunla yatarsa bundan bir tehlike gelmeye-

ceğini de anlıyordu. Çünkü annesi zaten sırrı bilmekteydi. O

söylemişti Bruno’ya. On bin kere söylemişti babasının şeytan

olduğunu. Bruno’nun babasının ne iğrenç bir şey olduğunu bili-

yordu. İnsanlık dışı yaratık, ırzına geçmişti onun. İstemediği hal-

de hamile kalmıştı ondan. Hamileliği süresince üstüste korseler

giymiş, durumunu saklamaya çalışmıştı. Doğum yaklaşınca se-

yahate çıkmış, San Francisco’daki ağzı sıkı bir ebe, doğumu

yapmıştı. Daha sonra St. Helena’dakilere Bruno’yu eski bir okul

arkadaşının gayrimeşru çocuğu olarak tanıtmış, asıl annenin

doğumdan hemen sonra öldüğünü, son arzusunun da çocuğu

Katherine’in büyütmesi olduğunu söylemişti. Sonra çocuğu eve

getirmiş, onu resmen evlât edinmiş gibi davranmıştı. Birisi Bru-

no’nun kendi çocuğu olduğunu anlayacak diye korku içinde ya-

şamıştı hep. Babasının da insan olmadığını anlayacak diye. Ço-

cuğun şeytan tohumu olduğunu kanıtlayan şeylerden biri pe-

nisiydi. Şeytan penisi vardı onda, insan penisi yoktu. Farklıy-

dı. Onu saklaman gerek, demişti annesi ona. Yoksa durum

anlaşılır, seni yakarlar, demişti. Bütün bunları, daha çocuk pe-

nisin neye yaradığını bilecek yaşta değilken anlatmaya başla-

mıştı ona. Böylece kendisi de garip bir biçimde onun hem uğu-

ru, hem belâsı haline gelmişti. Katherine belâydı, çünkü me-

zardan dönüyor, Bruno’nun kontrolünü yeniden ele geçirmeye

ya da onu öldürmeye çalışıyordu. Ama uğurdu da. Çünkü o

habire mezardan dönmese, Bruno birlikte yatacak kimseyi bu-

lamayacaktı. Annesi olmasa, bekâr hayatına mahkûm olacaktı.

Onun dirilmeleri karşısında dehşet ve korku duymakla birlikte,

bir yandan da onun girdiği her yeni vücudu hevesle bekliyordu.

Bu seferki vücudun yanına diz çöküp göğüslere, kasık tüy-

lerine baktı, heyecanı canını acıtacak kadar arttı. Kişiliğinin

Page 492: Dean R. Koontz - Fısıltılar

362 —

şeytana ait olan yarısı canlanıyordu. Hayvan olan taraf hük-

metmeye başlamıştı zihnine.

Sally’nin (Katherine’in) külot çorabını yakalayıp çekti, yırt-

tı, çıkardı. Koca elleriyle bacaklarını yakalayıp açtı.

Kadın yine transtan çıktı. Birden geriledi, tekmeler attı, de-

belendi, doğrulmaya çalıştı, ama Bruno onu kolaylıkla tekrar

yatırdı. Sally yumruklar atıyor, ama etkili olmuyordu. Et-

kili olmadığını anlayınca ellerini pençe yaptı, Bruno’nun sura-

tına saldırdı, tırnaklarıyla yanağını yırttı, sonra gözlerine yö-

neldi.

Bruno geri çekildi, kendini korumak için tek kolunu kal-

dırdı. Kadın elinin tersini tırmalayınca irkildi. Sonra kendini olan-

ca ağırlığıyla onun üzerine attı, ezdi onu güçlü vücuduyla. Tek

kolunu kıvırdı, kadının boynuna bastırdı, soluğunu kesti.

» * *

Joshua Rhinehart üç viski bardağını lavaboda yıkadı. Tony

ile Hilary’ye, «Sizin bu olayda kaybedebileceğiniz şeyler benden

fazla,» dedi. «Yarın Rita Yancy’yi görmeye giderken benimle

gelsenize Hollister’e.»

Hilary, «Davet edersiniz diye umuyordum,» dedi.

Tony, «Şu anda yapabileceğimiz başka bir şey kalmadı,»

diye mırıldandı.

Joshua ellerini bir havluya kurularken, «İyi,» dedi. «Karar-

laştı öyleyse. Şimdi... bu gece için otel ayarladınız mı?»

Page 493: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Henüz değil,» dedi Tony.

«Benim’ evimde kalabilirsiniz isterseniz.»

Hilary tatlı tatlı gülümsedi. «Çok iyisiniz. Ama sizi rahatsız

etmek istemeyiz.»

«Rahatsız etmezsiniz.»

«Ama bizi beklemiyordunuz. Biz apansız...»

Joshua sabırsız bir sesle, «Küçük hanım,» dedi. «Evime

konuk gelmeyeli ne kadar uzun zaman geçti, biliyor musunuz?

Üç yıldan fazla. Ve neden üç yıldır konuğum yoktu, onu da bili-

yor musunuz? Çünkü kimseyi davet etmedim de ondan. Çok

dışa dönük bir adam sayılmam. Habire de davetiye sunmam.

Tony ile ikinizin bana yük olacağınızı hissetsem /a da canımı

sıkacağınızı düşünsem, zaten davet etmezdim. Şimdi artık aşırı

363 —

nezaketle zaman kaybetmeyelim. Size bir oda gerek. Bende oda

var. Evimde kalacak mısınız, yoksa kalmayacak mısınız?»

Tony güldü, Hilary de Joshua’ya sırıttı. «Davet ettiğiniz için

teşekkür ederiz, çok hoşumuza gider,» dedi.

«İyi,» diye karşılık, verdi Joshua.

Hilary, «Davranışlarınızdan hoşlandım,» dedi gülümseyerek.

«Çoğu kişi beni pek dobracı bulur.»

«Ama hoş bir dobracılık.»

Joshua da gülümsedi. «Teşekkür ederim. Belki de o sözü

mezar taşıma yazdırırım. ‘Burada Joshua Rhinehart yatıyor. Hoş

bir dobracı.»

Bürodan çıkarlarken telefon çaldı, Joshua durup masası-

na döndü. Doktor Nicholas Rudge, San Francisco’dan arıyor-,

Page 494: Dean R. Koontz - Fısıltılar

du.

Bruno Frye hâlâ kadının üzerindeydi. Onu şilteye çivilemiş,

kalın kolunu gırtlağına bastırıyordu.

Kadın debelendi, soluk alabilmek için mücadele etti. Yüzü

kıpkırmızı kesilmiş, kararmış, acıyla kırışmıştı.

Heyecanlandırıyordu Frye’ı.

«Benimle savaşma, Anne. Böyle savaşma benimle. İşe ya-

ramaz, biliyorsun. Sonunda benim kazanacağımı biliyorsun.»

Kadın onun korkunç ağırlığı ve gücü altında kıvrandı, belini

kavislendirip bir yana dönmeye çalıştı, Frye’ı üzerinden atama-

yınca, vücudu istek dışı adale spazmlarıyla sarsılmaya başladı.

Oksijen eksikliği kanın beyne ulaşmasını engelliyordu. Sonunda

bu adamdan asla kurtulamayacağını anlamış gibi göründü. Kur-

tulması için hiçbir umut yoktu. Yenilgiyi kabullenip hareketsiz

kaldı.

Frye kadının fiziksel olduğu kadar ruhsal açıdan da teslim

olduğuna inanarak kolunu çürümeye başlayan gırtlaktan çek-

ti, dizleri üzerinde doğrulup ağırlığını onun üzerinden kaldırdı.

Kadın ellerini boynuna götürdü, boğulur gibi bir ses çı-

kardı, elinde olmadan öksürdü.

Frye artık kendinde değildi. Yüreği çarparak, kanı kulakla-

rında uğuldayarak ayağa kalktı, yatağın yanında durdu, üzerin-

dekileri çıkarıp tuvalet masasına fırlattı.

364 —

Başını eğip durumunu değerlendirdi. Kendi görünüşü de

heyecan verdi ona.

Tekrar yatağa çıktı.

Page 495: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Kadın uysaldı artık. Gözlerinde boş bir bakış vardı.

Şeytan aracını kullandı. Hayvan gibi homurdanıyor, ağzın-

dan salyası akıyor, kadının göğüslerine damlıyordu. Boşal-

dığı zaman, hayalinde bir yaradan çıkan kanları canlandırdı.

Derin bir bıçak yarasından çıkan kırmızı taç yaprakları gibi.

Daha da heyecanlandı.

Bitmedi bir türlü. Sürdü gitti.

Bıçağı daha sonra kullanırdı.

Joshua Rhinehart masasındaki telefonun bir düğmesine

bastı. Doktor Nicholas Rudge’ın sesini hoparlöre verdi, Tony ile

Hilary’nin de konuşmaları duymasını sağladı.

Rudge, «Önce ev numaranızı denedim,» dedi. «Bu saatte

işinizde olacağınızı sanmamıştım.»

«Ben işkolik sayılırım, doktor.»

Rudge, «Onun bir çaresine bakmanız gerekir,» derken ger-

çekten kaygılanmış gibiydi. «Hayat böyle yaşanmaz. İşi hayat-

larının merkezi haline getirmiş pek çok insan tedavi ettim. İşe

karşı böylesine bir tutku insanı yıkabilir.»

«Doktor Rudge, sizin uzmanlık dalınız nedir?»

«Ruh hekimiyim.»

«Tahmin etmiştim.»

«Mirasın yöneticisi siz misiniz?»

«Evet. Herhalde ölümünü duymuşsunuzdur.»

«Yalnızca gazetelerde yazdığı kadarını.»

«Mirasın durumunu incelerken Bay Frye’ın bir buçuk yıldır

size düzenli olarak geldiğini öğrendim.»

«Ayda bir gelirdi,» dedi Rudge.

«Cinayet işleyebilecek biri olduğunu anlamış mıydınız?»

«Elbette ki hayır.»

«Bunca zaman onu tedavi ettiniz dş, şiddete eğilimi oldu-

Page 496: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ğunu anlamadınız mı?»

365 —

?

«Büyük sorunları olduğunu biliyordum. Ama kimseye teh-

like yaratacağını sanmıyordum. Şiddet yanını bana gösterme-

diğini de anlamanız gerekir. Yalnızca ayda bir kere geliyordu.

Ben haftada bir, hatta iki kere gelmesini söyledim, razı olmadı.

Kendisine yardımcı olmamı istiyor, ama aynı zamanda kendisi

hakkında öğrenebileceği şeylerden de korkuyordu. Bir süre

sonra, haftada bir gelmesi için ısrar etmekten vazgeçtim, çün-

kü büsbütün kaçacağından korktum. Birazcık tedavi bile hiç

yoktan iyidir, diye düşündüm.»

«Neden geldi size?»

«Hastalığını mı soruyorsunuz? Şikâyetlerinin neler olduğu-

nu mu?»

«Evet, onu soruyorum.»

«Bay Rhinehart, siz de avukat olarak bilirsiniz ki bu tür

bilgiler açıklanamaz. Hastanın doktora güvenini ihlâl kapsamı-

na girer.»

«Hasta öldü, Doktor Rudge.»

«Fark etmez.»

«Hastanın kendisi açısından bir hayli fark eder.»

«Bana güvenmişti.»

«Hasta ölünce, güvenmiş olması kavramının hukuksal da-

yanağı kalmıyor.»

«Hukuksal dayanağı kalmayabilir,» dedi Rudge. «Ama ma-

Page 497: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nevi geçerliliği hâlâ var. Bazı sorumluluklarım sürüp gidiyor.

Hastanın adına gölge düşürecek bir şey yapamam. İster sağ

olsun, ister ölü.»

Joshua, «Takdir edilecek bir tutum,» dedi. «Ama bu olay-

da söyleyeceğiniz hiçbir şey onun ismini kendi yaptıklarından

çok gölgeleyemez.»

«O da fark etmez.»

«Doktor, bu olağanüstü bir durum. Bruno Frye’ın son beş

yıl içinde çok sayıda kadını öldürmüş olduğunu daha bugün öğ-

rendim. Bu cinayetler yanına kâr kalmış.»

«Şaka ediyorsunuz.»

«Size ne tür şeylerin komik geldiğini bilemem, Doktor Rud-

ge. Ama ben toplu cinayet konusunda şaka yapmam.»

Rudge sessizdi.

Joshua, «Ayrıca Frye’ın tek başına hareket etmediğine inan-

366 —

mok icin Dazı nedenlerim var,» dedi. «Cinayetlerde bir suç or-

tağı olabilir. Ve o ortak şu anda sağ salim ortalıkta dolaşıyor

olabilir.»

«Bu olağanüstü bir şey.»

«Ben de öyle dedim.»

«Bu bilgileri polise aktardınız mı?»

Joshua, «Hayır,» dedi. «Bir kere, onların dikkatini çekmeye

\ yetecek düzeyde şeyler olduğunu sanmıyorum. Bulgularım beni

ve bu konuyla ilgili iki kişiyi ikna etmeye yetiyor. Ama

polis buna yetersiz kanıt diyebilir. İkincisi, olaya hangi polis

örgütünün bakması gerektiğini bilmiyorum. Cinayetler çeşitli

Page 498: Dean R. Koontz - Fısıltılar

}>ölge ve kentlerde işlenmiş. Diyorum ki, belki Frye size tek ba-

şına önemsiz gözükebilecek bir şey söylemiştir, ama benim

bulgularımla birleşince bir şeye ışık tutar. Eğer on sekiz aylık

tedaviniz sırasında benim bilgilerimi tamamlayacak bir şeyler

Öğrendinizse, o zaman polise durumu bildirecek hale gelebilirim.

Onları olayın, ciddiliğine inandırabilirim.»

«Şeyy...»

«Doktor Rudge, eğer bu hastayı korumakta inat ederse-

niz daha başka cinayetler de işlenebilir. Başka kadınlar öldü-

rülebilir. Onların ölümünü vicdanınızda taşımak ister misiniz?»

«Pekâlâ,» dedi Rudge. «Ama bunu telefonda yapamam.»

«Yarın San Francisco’ya gelirim. Ne zaman boşsanız.»

«Sabah boşum,» dedi Rudge.

«Arkadaşlarımla birlikte saat onda muayenehanenize ge-

lelim mi?»

«Olur. Ama sizi uyarıyorum, Frye’ın tedavisini açıklamadan

önce olayı daha ayrıntılı bilmek isterim,»

«Gayet tabii.»

«Ortada açık seçik bir tehlike olduğuna inanmazsam dos-

yayı gizli tutarım.»

«Yo, sizi inandırabileceğimizden yana bir kuşkum yok,» de-

di Joshua. «Ensenizdeki saçların diken diken olacağından emi-

nim. Sabaha görüşürüz, doktor.»

Joshua telefonu kapattı, Tony ile Hilary’ye baktı. «Yarın

çok işimiz var. Önce San Francisco’ya gidip Doktor Rudge’la

konuşacağız, sonra da Hollister’e gidip Rita Yancy esrarını çö-

zeceğiz.»

367 —

Page 499: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary kanepeden kalktı. «Dünyanın çevresini dolaşsak yine

yüksünmem. En azından, bazı adımlar atılıyor. İlk olarak

bu işin aslını astarını öğrenebileceğimizi hissediyorum.»

«Ben de,» dedi Tony. Joshua’ya gülümsedi. «Biliyor muşu- /

nuz, Rudge’la o konuşmanız... sorgulama konusunda yetene- /

ğiniz var sizin. İyi bir dedektif olurdunuz.»/

«Onu da mezar taşıma eklerim,» dedi Joshua. «’Burada I

Joshua Rhinehart yatıyor. Hoş bir dobracıydı, iyi dedektif ola- j

bilirdi.» Ayağa kalktı. «Açlıktan ölüyorum. Evdeki buzlukta bif-l

tekler var. Robert Modavi’nin Cabernet Sauvignon şarabından!

da şişeler dolusu var. Ne bekliyoruz?» i

* * *

I J

Frye kan içindeki yatağa ve kanlı duvara arkasını döndü:

Kanlı bıçağı tuvalet masasına koyup odadan çıktı.

Evin içi ölüm sessizliğine bürünmüştü.

Frye’ın şeytansı enerjisi de tükenmişti. Gözkapakları ini-

yordu. Uyuklar gibiydi.

Banyoya girip duşun suyunu ayarladı. Dayanabildiği kadar

sıcak. Altında durdu, kendini sabunladı, saçlarındaki, suratm-

daki, vücudundaki kanları yıkadı. Çalkalanıp tekrar sabunlandı,

ikinci kere çalkalandı.

Zihni bomboştu. Yıkanmanın ayrıntılarından başka hiçbir

şey düşünmüyordu. Kanların akıp banyo deliğine doğru gidişi,

aklına bitişik odadaki ölü kadını getirmedi. Yalnızca yıkanıp te-

mizlenmesi gereken kirdi o.

Page 500: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tek istediği, görünüşünü düzeltmek, sonra kamyonete bi-

nip birkaç saat uyumaktı. Çok yorulmuştu. Kolları sanki kur-

şundandı. Bacakları da sünger.

Duştan çıkıp büyük bir havluya kurulandı. Havluda kadı-

nın kokusu vardı. Bu koku ona iyi de, kötü de gelmedi.

Lavabo başında epey zaman geçirdi. Sabunluğun yanın-

da bulduğu fırçayla ellerini, tırnaklarını, eklemlerdeki deri kat-

larını temizledi.

Banyodan çıkıp yatak odasındaki elbiselerini almaya gider-

ken kapının arkasındaki boy aynasını gördü. Duşa girerken

görmemişti onu. Durup kendini inceledi, gözden kaçmış kan

lekesi var mı diye aradı. Tertemizdi. Yeni yıkanmış bebekler

gibi.

368 —

Küçülmüş penisine, altındaki sarkık husyelerine baktı, şey-

tanın izini görebilmek için uğraştı. Kendisinin öbür erkekler-

den farklı olduğunu biliyordu. Bu konuda zerre kadar kuşkusu

yoktu. Annesi bu durumu kimse anlar da onun şeytanın çocuğu

olduğunu öğrenir diye çok korkardı. Yarı şeytan. Anası insan,

babası kabuklu, sivri dişli, iğrenç bir hayvan. Bu korkusunu

Bruno’ya çok erken yaşlarda aktarmıştı. Bruno hâlâ korkardı

yakalanıp yakılmaktan. Ömründe kimsenin önünde çıplak kal-

mamıştı. Okulda sporlara katılmamış, cimnastik derslerine de

girmemek için özür olarak, dinsel açıdan diğer erkek çocuk-

larla birarada duş yapmaya ailece karşı olduklarını ileri sür-

müştü. Doktor muayenesi için bile çırılçıplak soyunmuş değildi.

Annesine göre onu birisi çıplak gördüğü anda, şeytanın çocu-

Page 501: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ğu olduğunu penisinden anlayacaktı. Annesinin bu konuda bu

kadar emin olması Bruno’yu da derinden derine etkilemiş bulu-

nuyordu.

Ama aynada kendine bakarken cinsel organlarında diğer

erkeklere göre bir fark göremiyordu. Annesini öldüren kalp kri-

zinden kısa bir süre sonra, San Francisco’da bir porno film

seyretmiş, normal bir penisin nasıl olduğunu görmek istemişti.

Filmdeki erkeklerin bu açıdan kendisine benziyor olması onu

şaşırtmış, aklını karıştırmıştı. Aynı tür başka filmlere de gitmiş,

kendinden dikkati çekecek kadar farklı tek erkek görememişti.

Bazılarının penisi kendininkinden büyük, bazılarınınki küçüktü.

Kimi daha kalın, kimi daha ince, kimi hafif kavisli, kimi sünnetli,

kimi de sünnetsiz. Ama bunlar ufak tefek farklar sayılırdı. Öyle

korkutan, şoka sürükleyen, temel farklar bulamadı.

Şaşkın durumda, kaygılar içinde St. Helena’ya geri dönüp

kendi kendiyle <bu bulgusunu tartışmak istedi. İlk aklına gelen,

annesinin yalan söylemiş olabileceğiydi. Ama buna hemen he-

men hiç imkân yoktu. Bruno’r.un ana rahmine nasıl düştüğünün

hikâyesini her hafta birkaç kere anlatırdı annesi. Yıllarca sür-

müştü bu böyle. O iğrenç şeytanı ve şiddet dolu ırza geçme

olayını anlatırken kadın ürperir, bağırır, ağlardı. O yaşantı ger-

çekti annesi için. Uydurup anlattığı bir masal değildi. Ama yine

de... beş yıl önce bir öğleden sonra kendisiyle başbaşa otu-

rup tartışırken, annesinin yalancı olmasından başka bir ihtimal

düşünememiş, böyle olabileceğine giderek daha çok aklı yat-

maya başlamıştı.

369 fısıltılar — F. : 24

Ertesi gün San Francisco’ya geldiğinde çok heyecanlıy-

Page 502: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dı. Otuz beş yıldır ilk defa seksi deneme riskine hazırdı. Bir ka-

dınla. Masaj salonu denilen bir yere gitmişti. Genelev olduğu

pek de saklı gizli olmayan bir yere. Kendine ince, güzel bir

sarışın masöz seçmişti. Masöz kendini Tammy diye tanıtmıştı.

Üst dişleri biraz fırlak, boynu biraz uzun olmakla birlikte, Bru-

no’nun gördüğü en güzel kadınlardan biriydi. Ya da... zama-

nından önce pantolonuna boşalmamaya çalışırken öyle düşü-

nüyordu Bruno. Çam deodoranı ve bayat seminal sıvı kokan

kabinlerden birinde Tammy’nin fiyatını kabul etti, parayı verdî,

onun kazağını, pantolonunu çıkarışını seyretti. Vücudu düzgün

ve biçimliydi. Arzu uyandırıyordu. Bruno kazık kesilmiş, direk

gibi duruyor, onunla neler neler yapabileceğini düşünüyordu.

Kadın dar yatağın kenarına oturdu, ona gülümsedi, soyunma-

sini söyledi. Bruno külotuna kadar soyundu, ama çıplak kalma

zamanı gelince riski göze alamadı. Kendini alevler içinde ya-

kılırken gözünün önüne getirdi, donup kaldı. Tammy’nin ince

bacaklarına, biçimli vücuduna bakıyor, onu istiyor, ona ihtiyaç

duyuyor, ama uzanıp almaya korkuyordu. Kadın onun kendini

çıplak göstermekteki isteksizliğini hissedip elini uzatmış, külo-

tun üzerinden ona dokunmuş, hafifçe masaj yapmış, «Se-

ni istiyorum, böylesiyle hiç karşılaşmadım,» demişti. İşte o za-

man Bruno kendisinin gerçekten farklı olduğunu anlamıştı. Ken-

di bir fark göremese de, Tammy anlamıştı farklı olduğunu. Ka-

dın külotu çekip indirmek isteyince Bruno suratına bir tokat

atıp onu arkasıüstü devirdi. Kadın kafasını duvara vurdu, Bru-

no’yu engellemek için ellerini havaya kaldırdı, bağırdı, bağırdı,.

Bruno, acaba onu öldürsem mi, diye düşündü. Gerçi şeytansı,

organını gözüyle görmemişti ama, onun insan organı olmadı-

ğını belki dokunarak hissetmiş olabilirdi. Ne yapacağına karar

veremeden, elinde demir sopa taşıyan siyah bir adam, kızın çığ-

Page 503: Dean R. Koontz - Fısıltılar

lıkları üzerine odaya daldı. Bruno kadar iriydi. Silah da ona

avantaj tanıyordu. Bruno kendisini atfedeceklerini, açıp baka-

caklarını, sonra hakaret ve işkence edeceklerini, en sonunda

da yakacaklarını anlıyor, bundan emin bulunuyordu. Ama ona ça

bucak giyinip defolmasını söylediler. Buna şaşırdı. Tammy kim-

seye Bruno’nun acayip penisiyle ilgili bir şey söylemedi. Bes-

belli farklı olduğunu biliyor, ama ne kadar farklı olduğunu an-

370

lamamış bulunuyordu. Onun şeytanın çocuğu olduğunu anlaya-

mamıştı. Bruno rahatlayarak hızla giyinip masaj salonundan

çıktı. Utanıyor, kızarıyordu ama sırrının ortaya çıkmadığına da

seviniyordu. St. Helena’ya dönüp kendisiyle bu olanı da tartıştı,

hem kendi, hem kendisi, Katherine’in haklı olduğuna, cinsel

ihtiyaç denilen şeyi kadınsız tatmin etmek zorunda olduğuna

karar verdi.

Daha sonra da Katherine mezardan dönmeye başladı, Bru-

no kendini onunla doyurabilme olanağı buldu. Annesinin ele

geçirdiği nice güzel vücutlardan yararlandı. Buna rağmen cin-

sel ihtiyaçlarının çoğunu yalnız karşılardı. Kendisiyle, öbür ken-

disiyle, diğer yarısıyla... Yine de arasıra bir kadınla olunca he-

yecan duyuyordu.

Sally’nin banyo kapısındaki aynada kendi organına hayran

bakışlarla bakarken, acaba beş yıl önce Tammy’nin o masaj

salonunda hissettiği farklılık neydi diye düşündü.

Az sonra gözleri yukarıya, sert kaslı karnına kaydı. Oradan

göğsüne yükseldi, aynadaki diğer Bruno’nun gözlerini buldu.

Kendi gözlerine baktığı zaman, çevredeki her şey silindi, ger-

Page 504: Dean R. Koontz - Fısıltılar

çeğin temelleri eriyip yeni biçimler aldı. ilaç veya alkol almadan

bir hayal dünyasına dalıvermişti. Elini uzatıp aynaya dokun-

du. Rüyada gibi yaklaştı, burnunu öbür Bruno’nun burnuna bas-

tırdı. Onun gözlerine derin derin baktı, o gözler de ona derin

derin baktılar. Bir an karşısındakinin hayal olduğunu unuttu.

Öteki Bruno gerçekti. Onu öptüğünde öpücük soğuk geldi. Bir-

kaç santim geriledi, öteki Bruno da geriledi. Dudaklarını yaladı,

o Bruno da yaladı. Sonra tekrar öpüştüler. Öbür Bruno’nun

açık ağzını yaladı, yavaş yavaş öpüş ısındı. Ama beklediği gibi

yumuşayıp güzelleşmedi. Sally-Katherine’le demin olan üç

orgazma rağmen yine arzu duyuyordu. Vücudunu öbür Bruno’

nunkine bastırdı, kalçalarını oynattı. Dudakları hâlâ değiyor,

gözleri hâlâ birbirine bakıyordu. Bir iki dakika boyunca kendini

günlerdir hissetmediği kadar mutlu hissetti.

Ama hayal birden sona erdi, gerçek çekiç gibi indi zih-

nine. Diğer benliğiyle karşı karşıya olmadığını, yamyassı bir

hayalle sevişmeye çalıştığını anladı. İki gözünün arasındaki si-

nirden bir elektrik akımı geçer gibi oldu. Aynadakinde de, ger-

çektekinde de. Vücudu büyük bir şokla sarsıldı. Duygusal bir

_ 371 -=

şoktu ama onu fiziksel olarak da etkiliyor, sarsılmasına yol açı-

yordu. Uyuşukluğu bir anda yok oldu, enerjisi geri döndü, ka-

fası çalışmaya başladı.

Kendisinin ölmüş olduğunu hatırladı. Yarısı ölmüştü artrk.

Kahpe onu geçen hafta bıçaklamıştı. Los Angeles’de. Şu anda

Bruno hem sağ, hem ölüydü.

İçinde derin bir acı kabardı.

Gözlerine yaşlar doldu.

Page 505: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bir daha kendisini kucaklayamayacağını düşündü. Hiçbir

zaman.

Artık yalnızca iki eli vardı, dört değil. Bir tek penisi vardı,

iki değil. Bir tek ağzı vardı, iki değil.

Bir daha kendisini asla öpemeyecekti. İki dil birbirini okşa-

yamayacaktı. Asla.

Yarısı ölmüştü. Ağlamaya başladı.

Geçmişte binlerce defa yaptığı gibi kendisiyle cinsel iliş-

kiyi tadamayacaktı. Elinden başka sevgilisi yoktu artık. Mastür-

basyonun zevki de sınırlıydı.

Yalnız kalmıştı.

Ebediyen.

Bir süre aynanın karşısında ağladı, geniş omuzları üzüntüy-

le sarktı. Ama yavaş yavaş o dayanılmaz elem ve kendine acı-

ma duyguları öfkeye dönüştü. Bunu yapan oydu. Katherine. Kah-

pe. Yarısını öldürmüştü Bruno’nun. Onu eksik, boş, kof durumda

bırakmıştı. Bencil, iğrenç, kötü ruhlu kahpe! Öfkesi artarken

içinden bir şeyler kırmak geldi. Çıplak durumda bungalovu do-

laştı. Salonu, mutfağı, banyoyu. Eşyaları parçaladı, kaplamaları

yırttı, tabak çanak kırdı, durmaksızın annesine, şeytan babası-

na küfürler yağdırdı, anlayamadığı dünyaya sövdü saydı.

* * *

Joshua Rhinehart’ın mutfağında Hîlary üç iri patatesi fır-

çalaya fırçalaya yıkadı, bifteklerin ızgaradan alınması yaklaştı-

ğında mikrodalgalı fırına koymak üzere hazırladı. Fiziksel işlerle

uğraşmak dinlendiriyordu insanı. Hilary çalışırken kendi ellerine

bakıyor, elindeki işten başka şey düşünmemeye çalışıyordu.

Page 506: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tüm kaygılarını zihninin gerilerine itmişti.

Tony salatayı yapıyordu. Musluğun başında, Hilary’nin ya-

372 —

nındaydı. Gömleğinin kollarını sıvamış, taze sebzeleri yıkayıp

doğruyordu.

Onlar yemeği hazırlarken Joshua da mutfak telefonundan

şerifi aradı. Laurenski’ye Frye’ın San Francisco’doki hesabın-

dan para çekilmesi olayını anlattı, dublörün Los Angeles’de Hi-

lary’yi aramakta olduğunu söyledi. Tony ile Hilary’nin az önce

yazıhanede ortaya çıkardıkları toplu cinayetler kuramını da ak-

tardı şerife. Laurenski’nin yapabileceği fazla bir şey yoktu.

Onun bölgesinde işlenmiş bir suç yoktu bildikleri kadarıyla.

Ama Frye buralarda da onların henüz bilmediği bir takım suç-

lar işlemiş olabilirdi. Dublör meselesi çözümlenene kadar yeni

suçların işlenme ihtimali de çok fazlaydı. Bu nedenle, ayrıca ge-

çen haftanın olayları Laurenski’nin itibarını biraz sarsmış oldu-

ğundan, onun yeni durumları bilmeye hakkı olduğuna Joshua

karar vermiş, Hilary de ona katılmıştı. Hilary gerçi bu telefon

görüşmesinin yalnızca yarısını duyabiliyordu ama Peter Laurens-

ki’nin şaşırıp kaldığını ve çok ilgilendiğini anlıyordu. Ayrıca şerif

mezarın açılıp cesede bakılmasını da iki kere önermişti. Jos-

hua ise önce Doktor Rudge ve Rita Yancy’yle konuşmak isti-

yordu. Tüm sorulara bu iki insandan yeterli cevap gelmezse

mezarın kesinlikle açılacağı konusunda şerife güvence verdi.

Şerifle konuşması bitince Joshua yaklaşıp Tony’nin sala-

tasının tadına baktı, marulların yeterince diri olup olmadığım

kendince değerlendirmeye çalıştı, biberler acı mı yoksa fazla

Page 507: Dean R. Koontz - Fısıltılar

mı tatlı diye kaygılandı, ızgaradaki biftekleri, elmasta kusur arı-

yormuş gibi muayene etti, Hiiary’ye patatesleri mikrodalgalı fı-

rına koymasını söyledi, ekşi kremaya hızla biraz taze nane

kıydı, iki şişe California Cabernet Sauvignon şarabı açtı. Karşı

sıradaki Robert Mondavi şaraphanesinden enikonu sek bir kır-

mızı şarap. Mutfakta çok titizlenen bir tipti. Onun bu hali Hi-

lary’yi eğlendirdi.

Avukatı bu kadar kısa sürede ne çok sevdiğine şaşıyordu.

Birkaç saat tanıdığı birinin yanında bu kadar rahat ettiği en-

derdi. Ama Joshua’nın o babacan görünüşü, o dobracı dürüst-

lüğü, o esprileri, o zekâsı, bilmeden uyguladığı o nezaketi ra-

hatlatmıştı genç kadını. Güven vermişti.

Yemek odasında yediler. Rustik döşenmiş küçük bir oda.

Duvarlar beyaz badana, bir tanesi tuğla, yerler parke, tavan

373 —

kirişli. Arasıra camlara yağmur damlaları vuruyordu.

Yemeğe otururlarken Joshua, «Bir kural var,» dedi. «Bifte-

ğin son lokması bitene kadar, şarabın son yudumu midemize

inene kadar, kahveler de içilip konyağın sonu gelene kadar hiç

kimse Bruno Frye’dan söz etmeyecek.»

Hilary, «Kabul,» diye ona katıldı.

Tony, «Kesinlikle,» diye onayladı. «Zaten kafam o konuda

çoktan doldu ve durdu. Dünyada konuşulmaya değer başka

şeyler de var.»

Joshua, «Evet,» dedi. «Ama ne yazık ki o şeylerin de çoğu

Frye hikâyesi kadar iç karartıcı. Savaşlar, terörizm, enflasyon,

cahil politikacıların geri dönüşü ve...»

Page 508: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary ekledi, «...ve sanatta, müzikte, sinemadaki son ge-

lişmeler, tıptaki ilerlemeler, cahil politikacılara rağmen haya-

tımızı güzelleştirecek olan teknolojik devrim.»

Joshua gözlerini kısıp masanın karşısından ona baktı. «Se-

nin adın Hilary mi yoksa Pollyanna mı?»

«Seninki Joshua mı yoksa Cassandra mı?»

«Cassandra felâketler geliyor derken haklıydı. Ne yazık ki

kimse ona inanmıyordu.»

Hilary buna da cevap buldu. «Kimse inanmadıktan sonra,

haklı olmanın yararı ne?»

«En büyük belânın hükümet olduğu, ‘Büyük Ağabey’in so-

nunda hepimizin canına okuyacağı konusunda başkalarını ikna

etmeye çalışmaktan çoktan vazgeçtim ben,» dedi Joshua. «Ba-

na açık seçik gerçekler gibi görünüp de başkalarının göreme-

diği diğer ufak tefek şeylerle ilgili olarak ikna etmekten de vaz-

geçtim. Çoğu insanlar budaladır, asla anlamazlar. Ama haklı

olduğumu bilmek, gazetelerde bunun kanıtlarını her gün gör-

mek yine de bana büyük bir doyum duygusu veriyor. Ben bili-

yorum ya! Bu da yeter.»

«Yaa,» dedi Hilary. «Yani başka bir deyimle, dünya yıkılsa

aldırmayacaksın, ‘ben dememiş miydim,’ demenin zevki sana

yetecek.»

Joshua, «Ay, canımı yaktın,» demek zorunda kaldı.

Tony güldü. «Ondan kork, Joshua. Unutma, kelimeleri kul-

lanmak onun mesleği.»

Kırk beş dakika boyunca pek çok şeyden konuştular, ama

374 —

Page 509: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sonra, tüm kararlarına rağmen yine Bruno Frye’dan söz etmek-

te olduklarını farkettiler. Oysa şarap henüz bitmediği gibi, kah-

veyle konyak da gelmemişti sofraya.

Bir ara Hilary, «Katherine acaba ona ne yaptı da ondan

bu kadar korkuyor ve nefret ediyor?» diye sordu.

Joshua, «Ben de Latham Haıvvthorne’a aynı soruyu sordum,»

dedi.

«Ne cevap verdi?»

«Hiç bilmiyor. Onları onca yıl birarada gördüm. Bu kadar

iyi sakladıkları o kara nefretin varlığına hâlâ inanamıyorum.

Katherine çok şımartırdı onu. Bayılırdı ona. Bruno da annesine

tapıyormuş gibi görünürdü. Kasabadaki herkes Katherine’in. o

çocuğu alıp büyütmekle azizelere yakışır sevap işlediği kanı-

sındaydı. Ama şimdi bakıyorum da, melek değil şeytan gibi gö-

rünüyor kadın gözüme.»

«Dur bir dakika,» dedi Tony. «Onu aldı mı dedin? Ne demek:

bu?»

«Ne dedimse o demek. Çocuğu bir yetimhaneye falan yol-“

lattırabilirdi. Yapmadı. Ona hem evini, hem kalbini açtı.»

Hilary, «Ama biz onu kendi oğlu sanıyorduk,» dedi.

Joshua, «Evlât edinilmiş bir çocuk,» diye açıkladı.

Tony, «Gazeteler yazmamıştı,» diye mırıldandı.

Joshua anlatmaya başladı. «Uzun yıllar önceye ait bir olay.

Bruno ömrünün kısacık bir süresi dışında tümünü Frye soy-

adıyla yaşadı. Bazen bana öyle gelirdi ki, Katherine’in kendi oğ-

lu olsa, Frye’lara bundan daha uygun olamazdı. Katherine’le

gözleri aynı renkti. Aynı soğuk, içe dönük, asık suratlı kişilik

onda da vardı. Duyduğuma göre Leo da öyleymiş zaten.»

Hilary, «Evlât edinilmişse bir kardeşi olma ihtimali var,);*

dedi.

Page 510: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Joshua, «Hayır. Yoktu,» diye karşılık verdi.

«Nasıl bu kadar emin olabilirsin? Belki ikiz kardeşi bile ola-

bilir.» Hilary heyecanlanmıştı.

Joshua kaşlarını çattı. «Yani Katherine ikizlerin tekini ev-

lât diye aldı ve bunu bilmeden mi yaptı?»

Tony, «O zaman dublörün ortaya çıkması açıklama bulu-

yor,» dedi.

Joshua’nın kaslarındaki çatıklık daha da arttı. «Ama o es-

375 —

rarengiz ikiz kardeş bunca yıldır neredeydi?»

Hilary, «Belki onu bir başka aile büyüttü,» diye akıl yürüttü.

İlk kuramını geliştirmeye heves duyuyordu. «Bir başka kentte.

Eyaletin bir başka yöresinde.»

Tony, «Ya da ülkenin bir başka bölgesinde,» dedi.

«Yani siz bana Bruno’yla kayıp kardeşinin sonunda birbir-

lerini bulduklarını mı söylemek istiyorsunuz?»

Hilary, «Olamayacak şey değil,» dedi.

Joshua başını iki yana salladı. «Belki olabilirdi ama bu

olayda olmadı. Bruno tek çocuktu.»

«Emin misin?»

Joshua, «Hiç kuşku yok ki,» dedi. «Onun doğumunda sır

falan yok.»

Hilary, «Yine de ikiz kuramı... çok güzel bir kuram,» diye

söyleniyordu.

Joshua başını salladı. «Biliyorum. Kolay bir cevap olurdu.

Ben de isterdim bu olaya kolay bir cevap bulmayı. İnanın ba-

na, kuramınızı çürütmek hoşuma gitmiyor.»

Page 511: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary, «Belki de kuram yine de geçerli,» dedi.

«Değil.»

Tony, «Anlat,» diye üsteledi. «Bruno’nun nereden geldiğini,

asıl annesinin kim olduğunu anlat bize. Belki biz senin kura-

mını çürütürüz. Belki senin sandığın kadar sağlıklı bir kuram

değildir.»

* * *

Bungalovdaki hemen her şeyi kırıp, parçalayıp, yırttıktan

sonra Bruno nihayet kontrolünü kazandı. Hayvansı öfkesi biraz

dindi, parçalama ihtiyacı öldü, daha insanca bir öfke düzeyine

düştü. Bir süre kendi yarattığı kargaşanın ortasında durdu, hızlı

hızlı soludu, terler alnında ve vücudunda parıldadj. Sonra ya-

tak odasına döndü yatağın ayak ucuna dikilip Sally’nin gaddar-

ca doğranmış vücuduna baktı. Bu kadının Katherine olmadı-

ğını yeni yeni, iş işten geçtikten sonra anlıyordu. Bu kadın an-

nesinin yeni bir vücudu değildi. Kahpe Hilary Thomas’ın vücu-

dundan çıkıp Sally’ye geçmemişti. Hilary ölmeden yapamazdı

zaten bunu. Bruno nasıl yanıldığını anlayamadı, kafasının bu

kadar karışabilmesine şaştı.

376 —

Ama yine de Sally’ye yaptıklarından ötürü bir pişmanlık

duymuyordu. Katherine değilse bile, onun hizmetçilerinden bi-

riydi. Cehennemden Katherine’e hizmet etsin diye yollanmış bi-

ri. Düşmandan yanaydı Sally. Bruno’yu öldürme komplosuna or-

taktı. Bundan emindi Bruno. Hattâ belki o da yürüyen ölüler-

Page 512: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dendi. Evet. Tabii: Bundan da emindi. Evet. Sally, Katherine’e

çok benziyordu. Tıpkı onun gibiydi. Ölü bir kadın, yeni bir vü-

cutta. Mezarda kalmak istemeyen canavarlardan biri. Bruno

ürperdi. Hilary-Katherine’in nerede saklandığını bu kadının bil-

diğinden emindi. Ama o sırrı saklamıştı. Bu yüzden de ölmeyi

hak etmişti.

Hem Bruno aslında öldürmemişti onu. Nasılsa başka bir

vücutta yine geri döneceKti. O vücudun gerçek sahibini dışarı

itip kendi devralacaktı vücudu.

Artık Sally’yi unutup Hilary-Katherine’i bulması gerekiyordu.

Hâlâ bir yerlerde onu bekliyordu kahpe.

Onu bulmalı, çabuk davranıp, o kendisini öldürmeden önce

öldürmeliydi.

Sally ona hiç değilse küçük bir ipucu vermişti. Bir isim.

Topelis denilen bu adam. Hilary Thomas’ın ajanı. Topelis her-

halde onun nerede saklandığını bilirdi.

* * *

Sofrayı toplayıp kaldırdılar, Joshua herkese biraz daha şa-

rap verdi, sonra Bruno’nun öksüz bir çocukken nasıl Frye ser-

vetinin mirasçısı olduğunu anlatmaya koyuldu. Bu bilgileri yıl-

lar boyunca, azar azar biriktirmişti. Kimini Katherine anlatmış,

kimini de St. Helena’da yaşayan başka insanlardan duymuştu.

1940 yılı Bruno’nun doğduğu yıldı. Katherine o sıra yirmi

altı yaşında olduğu halde hâlâ babasıyla oturuyordu. Leo’yla.

Tepedeki o yapayalnız evde. 1918’de, Katherine’in annesi öl-

dükten bir yıl sonra taşınmışlardı o eve. Katherine evden yal-

Page 513: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nızca San Francisco’daki koleje gitmek için, bir ara ayrılmıştı.

Sonunda da bırakmıştı okulu. Hiçbir zaman kullanmayacağı bir

yığın bayat bilgiler öğrenmek uğruna St. Helena’dan ayrılmak

istemiyorum demişti. Vadiyi de, tepedeki’ o koca evi de çok se-

verdi. Güzel kadındı Katherine. İstese pek çok hayranı, talibi

olurdu. Ama aşk konusu onun hiç ilgisini çekmiyor gibiydi. Genç

377 —

olmasına rağmen, o içe dönük kişiliğini, erkeklere karşı o soğuk

davranışlarını gören kimseler onun evde kalmış bir kız olarak

yaşlanacağından emindiler. Bu rolde çok mutlu olacağından da

emindiler.

Derken 1940 yılının Ocak ayında Katherine’e Mary Gunther

adındaki arkadaşından telefon geldi. Mary’yle kolejden arka-

daştılar. Yardıma ihtiyacı vardı Mary’nin. Bir erkek, başını belâ-

ya sokmuştu. Evleneceğiz diye söz vermiş, sonra onu oyalayıp

atlatmış, çeşitli bahaneler bulmuş, hamileliği altı ayı doldurdu-

ğunda da kaçıp yok olmuştu, Mary’nin beş parası yoktu. Ailesi

,de yoktu. En yakın arkadaşı Katherine’di. Bu yüzden Kathe-

rine’i aramış, birkaç ay sonra, bebek doğduğunda San Fran-

cisco’ya gelmesini rica etmişti. O zor günlerde yalnız kalmak

istemiyordu. Ayrıca genç anne bir iş bulup çocuğa uygun bir

yuva kurana kadar Katherine’in bebeğe bakmasını da istemişti.

Katherine yardım etmeyi kabul etmiş, St. Helena’daki tanıdık-

larına da geçici olarak anne olacağını söylemeye başlamıştı.

Bu olaya öyle seviniyor, öyle heves duyuyordu ki, konu komşu

Katherine’in günün birinde iyi bir anne olacağını düşünmüşlerdi.

Page 514: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tabii uygun bir erkek bulup evlenir, çocuk doğurursa.

Mary Gunther’in telefonundan altı hafta sonra, yani Kat-

herine’in San Francisco’ya gideceği tarihten altı hafta önce,

Leo ağır bir beyin kanaması geçirip şaraphanedeki fıçılar ara-

sına yuvarlandı, öldü. Katherine gerçi çok şaşırmış, çok üzül-

müştü, aile işlerini yönetmeyi öğrenmesi de şarttı ama yine de

Mary Gunther’e verdiği sözden dönmedi. Nisan ayında Mary

çocuğun doğduğunu haber verince Katherine hemen San Fran-

cisco’ya gitti. Orada iki haftadan fazla kaldı. Döndüğünde ku-

cağında minik bir bebek vardı. Bruno Gunther. Mary’nin insanı

telâşa düşürecek kadar ufak tefek, nokta gibi bebeği.

Katherine’in niyeti Bruno’yu bir yıl yanında alıkoymaktı.

Mary işlerini yoluna koyup onun sorumluluğunu taşıyacak du-

ruma gelene kadar. Ama altı ay geçtiğinde Mary’nin başının yi-

ne belâda olduğu haberi geldi. Bu seferki daha da beterdi. Bir

tür kanser. Ölüyordu Mary. Birkaç haftalık ömrü kalmıştı. En

çok bir ay. Katherine bebeği San Francisco’ya götürdü. Annesi

ömrünün son günlerini onunla birlikte geçirebilsin diye. Mary

ölüm yatağındayken bebeğin temelli Katherine’de kalması için

378 —

gerekli yasal hazırlıkları da yaptırmıştı. Kendi annesiyle babası:

ölmüştü genç kadının. Bruno’yu bırakabileceği başka yakın ak-‘

robası da yoktu. Katherine almayı kabul etmezse, çocuk yetim-

haneye gidecekti. Sonunda Mary öldü, Katherine cenaze mas-

raflarını karşıladı, Bruno’yı alıp tekrar St. Helena’ya döndü.

Çocuğu kendi öz çocuğuymuş gibi büyüttü, ona sevgiyle

kucak açtı. Evine hizmetçi veya dadılar tutabilecek durumda ol-

Page 515: Dean R. Koontz - Fısıltılar

masına rağmen yapmadı. Çocuğa kimsenin bakmasını istemi-

yor, kendi uğraşmak istiyordu. Leo da hizmetçi tutmazdı za-

ten. Katherine’de de babasının o özgür ruhu vardı. Kendi başına

iyi idare ediyordu doğrusu. Bruno dört yaşına gelince tekrar

San Francisco’ya döndü, mahkemeye başvurup Bruno’yu res-

men evlât edindi, ona Frye adını verdi.

Hilary ile Tony, Joshua’nın bu anlattıklarını olanca dikkat-

leriyle dinliyor, içinde bir gariplik, bir tutarsızlık arıyorlardı. Avu-

katın sözü bitince sandalyelerinin arkasına yaslandılar, şarap

kadehlerini ellerine aldılar.

Joshua, «St, Helena’daki bazı kimseler Katherine’i hâlâ

yeryüzü meleği diye görürler,» dedi. «Çocuğa hem sevgi, hem

de azımsanmayacak bir servet sağladığı için.»

Tony, «İkizi yok yani,» dedi.

«Kesinlikle yok.»

Hilary içini çekti. «Yani başladığımız yere döndük.»

Tony, «Ama o hikâyede beni rahatsız eden iki nokta var,»

deyiverdi.

Joshua kaşlarını kaldırdı. «Ne gibi?»

«Bugün bu kadar modernleştiğimiz halde, bekâr bir kadı-

nın bir çocuğu evlât edinebilmesini yine de elden geldiği kadar

zorlaştırıyoruz. 1940 yılında böyle bir şey hemen hemen imkân-

sız olmalı.»

Joshua, «Sanırım onu açıklayabilirim,» dedi. «Yanlış hatır-

lamıyorsam Katherine bir keresinde bana anlatmıştı. Mary iler-

de mahkemenin çocuğu Katherine’e vermek istemeyeceğini tah-

min etmiş. Bu yüzden yargıca zararsız bir yalan söylemeye ka-

rar vermişler. Katherine’i Mary’nin kuzini ve en yakın akrabası

olarak tanıtmışlar. O zamanki yasalara göre, eğer yakın bir ak-

raba çocuğu almak isterse, mahkeme otomatik olarak verirdi.»

Page 516: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony bu sefer, «Yargıç da onların bu kuzin iddiasını he*.

379 —

men olduğu gibi kabul mu etmiş?» diye sordu.

«Unutmayın ki 1940’ta mahkemeler aile işlerine karışmayı

hiç istemezlerdi. O zamanlarda Amerikalılar hükümetin rolü-

nün az olması gerektiği kanısındaydılar. Yani şimdikinden daha

sağduyulu bir çağdı.»

Hilary, Tony’ye döndü. «Kuşkulandığın bir nokta daha var

demiştin. Neydi?»

Tony yorgun bir tavırla elini yüzünden geçirdi. «İkincisini

kelimelerle ifade etmek pek o kadar kolay değil. Yalnızca bir

sezgi. Ama bu hikâye... fazla düzgün.»

Joshua, «Yani uydurma mı?» diye sordu.

«Bilemiyorum. Ne demek istediğimi gerçekten anlatamıyo-

rum. Ama benim kadar uzun süre polislik yaparsanız, bu tür

şeylere karşı bazı sezgiler gelişir insanda.»

Hilary, «Bir terslik mi seziyorsun?» diye sordu.

«Öyle sanırım.»

Joshua, «Nedir^» dedi.

«Somut bir şey değil. Dediğim gibi, hikâye fazla düzgün,

fazla ayarlanmış.» Tony şarabının kalanını içti, sonra sordu.

•«Acaba Bruno, Katherine’in kendi çocuğu olabilir mi?»

Joshua ona sersemlemiş bakışlarla baktı. Konuşabilecek

hale gelince, «Ciddi misin sen?» diye sordu.

«Evet.»

Page 517: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Yani bu Mary Gunther hikâyesini baştan sona uydurmuş,

San Francisco’ya kendi çocuğunu doğurmaya gitmiş olabilir

.mi, diye mi soruyorsun bana?»

«Onu soruyorum,» diye karşılık verdi Tony.

«Olamaz. Hamile değildi.»

«Emin misin?»

Joshua bu sefer, «Eh, ben idrar örneği alıp kurbağa testi

yapmadım tabii,» dedi. «1940 yılında daha ben bu vadiye gelip

yerleşmemiştim bile. Daha sonra, ‘45’de geldim. Savaş bitince.

Ama bu hikâyenin anlatıldığını duydum. O yıl burada yaşamış

kimseler tarafından. Şimdi diyeceksiniz ki, onlar da Katherine’

den duyduklarını tekrarlıyorlardı. Ama hamile olmuş olsa bu-

nu saklayamazdı. Hele de St. Helena gibi küçük bir yerde. Her-

kes öğrenirdi.»

Hilary, «Hamileyken şişmeyen kadınlar var,» dedi. «Küçük

380 —

jjir yüzde oluşturuyorlar, insan bakıyor da anlamıyormuş.»

Joshua, «Erkeklere ilgi göstermediğini unutuyorsunuz,» di-

ye hatırlattı. «Kimseyle çıkmazdı. Nereden hamile kalacak?»

Tony, «Belki buralı gençlerle çıkmıyordu,» dedi. «Ama yaz

sonunda, hasat mevsimi yaklaştığında buraya dışardan hasat

işçileri gelmiyor mu? Hem de kalabalık gruplar halinde gelme-

leri gerekir. Bunların da çoğu genç, yakışıklı, hayat dolu erkek-

ler değil mi?»

«Dur, dur bir dakika,» dedi Joshua. «Yine sınırı aşıyorsun.

Sen bana diyorsun ki, erkeklere hiç ilgi duymadığını “herkesin

bildiği Katilerine, birdenbire gönlünü bir ırgata kaptırdı.»

Page 518: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hiç olmamış bir şey değil.»

«Ayrıca diyorsun ki bu esrarengiz çift, ilişkilerini gizli sür-

dürmeyi başardılar. Ne kimse bastı onları, ne de dedikodu çıktı.

Bu yetmiyormuş gibi, Katherine hamileliğinde karnı şişmeyen

o binde bir kadından biri. Yoo, hayır.» Joshua ak saçlı başını

iki yana salladı. «Bu kadar rastlantı bana fazla geliyor. Kathe-

rine’in hikâyesini aşırı düzgün, fazla dengeli buldunuz ama bu

sizin senaryolara göre onunkinde daha çok gerçek havası var.»

«Haklısın,» dedi Hilary. «Bir değerli kuram daha fiyasko

verdi.» O da şarabını bitirdi.

Tony çenesini kaşıyıp içini çekti. «Evet, sanırım sözlerime

anlam katamayacak kadar yorgunum. Zırvalıyorum. Ama yine

de... Katherine’in hikâyesi biraz garip. Altında bir şey var onun.

Sakladığı bir şey. Garip bir şey.»

* * *

Sally’nin mutfağında kırılmış tabaklara basa basa ilerleyen

Bruno telefon rehberini eline alıp Topelis’in numarasını aradı.

Yazıhane Beverly Hills’deydi. Çevirdiğinde karşısına cevaplama

servisi çıktı. Normaldi.

«Acil bir durum var,» dedi Bruno sekretere. «Belki yardım-

cı olabilirsiniz demiştim.»

«Acil mi?»

«Evet. Bakın, kızkardeşim Bay Topelis’in müşterilerinden-

dir. Ailede bir ölüm olayı oldu. Kardeşimi derhal bulmam gerek.»

«Vah vah, üzgünüm,» dedi kız.

381 —

Page 519: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«İşin ters yanı, kızkardeşim kısa bir tatile çıkmış, nereye

gittiğini de bilmiyorum.»

«Anlıyorum.»

«Onunla derhal temas etmem gerek.»

«Normal olarak mesajınızı Bay Topelis’e iletirdim. Ama bu

gece kendisi dışarda. Telefon numarası da bırakmadı.»

«Onu rahatsız etmeyi zaten istemem,» dedi Bruno. «Diyor-

dum ki, onun pek çok telefonları sizden geçtiğine göre, belki

siz bilirsiniz kızkardeşimin yerini. Belki sizi arayıp Bay Tope-

lis’e mesaj falan bırakmıştır. Yerini belli eden bir şey.»

«Kardeşinizin adı ne?»

«Hilary Thomas.»

«Ha, evet! Onun nerede olduğunu biliyorum.»

«Harika. Nerede?»

«Bana mesaj falan bırakmadı ama az önce bir başkası ara-

yıp Bay Topelis’e mesaj bıraktı, Bayan Thomas’a iletilmesini

istedi. Biraz bekler misiniz?»

«Tabii.»

«Şurada bir yere yazmıştım ama...»

Bruno sabırla bekledi. Kızın kâğıtlarını karıştırdığını duyu-

yordu.

Sonunda, «İşte, burada,» dedi kız. «Wyant Stevens

diye biri aramış. Bay Topelis’den Bayan Thomas’a iletmesini

istediği mesaj şu. Tabloların acenteliğini zevkle kabul ediyoruz,

diyor. Bayan Thomas St. Helena’dan dönüp işi ona verene ka-

dar gözüne uyku girmeyeceğini söylüyor. Demek kardeşiniz St.

Helena’da.»

Bruno şoka uğramıştı.

Page 520: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Konuşamıyordu.

Sekreter, «Hangi otel veya motelde olduğunu bilmiyorum,»

dedi özür dileyen bir sesle. «Ama Napa Vadisinde fazla otef

yoktur. Onu bulmakta zorluk çekmezsiniz.»

Bruno titrek bir sesle, «Dert değil,» dedi.

«St. Helena’da kimseyi tanıyor mu kardeşiniz?»

«Ha?»

«Belki birinin evinde konuk kalıyordur demiştim.»

«Evet,» dedi Bruno. «Sanırım nerede olduğunu biliyorum.»

«Ölüm için üzgünüm.»

382 —

«Ne?»

«Ailenizdeki ölüm.»

«Haa!» dedi Bruno. Dudaklarını sinirli sinirli yaladı. «Evet,

ailede beş yıldır epey ölüm oldu. Yardımlarınıza teşekkürler.»

«Rica ederim.»

Telefonu kapadı.

St. Helena’ya gitmişti.

Kalleş kahpe geri dönmüştü oraya.

pNiçin? Tanrım, ne peşindeydi bu kadın? Ne yapmaya çalı-

şıyoK|u? Niyeti neydi?

Njyeti her neyse, Bruno’ya yararlı olmayacağı ortadaydı. O

kes indirişte.

Korlçu içinde, kendisini öldürmek için komplolar kuruldu-

ğuna inanarak, Los Angeles havaalanını arayıp kuzeye kalkan

bir uçakta rezervasyon yapmaya uğraştı. Sabaha kadar uçak

yoktu. Erken kalkanların da hepsi doluydu. Los Angeles’ten

Page 521: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ancak yarın öğleden sonra ayrılabilecekti.

Geç kalacaktı o zaman da.

Biliyordu. Seziyordu bunu.

? Karayolundan gitmeye karar verdi. Gecenin ‘başıydı daha.

Sabaha kadar tam gaz giderse, şafak sökerken St. Helena’ya

varırdı.

Hayatı buna bağlıymış gibi bir duygu vardı içinde.

Bungalovdan hemen çıktı, çıkarken ön kapıyı da ardına ka-

dar açık bıraktı. Dikkatli davranmak vız geliyordu artık. Yakın-

larda kimse olup olmadığına bile bakmadı. Bahçeyi koşarak ge-

çip karanlık sokakta kamyonetine doğru koştu.

* * *

Kahveyle konyağı çalışma odasında içtiler. Bitirdiklerinde

Joshua, Tony ile Hilary’ye konuk odasını ve odanın banyosu-

nu gösterdi. Kendi odası evin bir yanında, konuk odası öbür

yanındaydı. Geniş, güzel bir oda. Dört direkli, kocaman bir ya-

tak. Hilary buna çok sevindi.

Joshua’ya iyi geceler dileyip odanın kapısını kapadılar, son-

ra da gözsüz gece kendilerini kör kör gözetlemesin diye per-

deleri çektiler. Birlikte duş yapıp ağrıyan kaslarını rahatlatma-

383 —

ya çalıştılar. Çok yorgundular. Tek istedikleri, bir gece önce

Los Angeles otelindeki o tatlı, dinlendirici, çocuksu, seksten

uzak paylaşma duygusunu yine tatmaktı. İkisi de bir ihtiras pat-

laması beklemiyorlardı. Ama Tony’nin elleri Hilary’yi sabunlar,

Page 522: Dean R. Koontz - Fısıltılar

teni üzerinde kayarken genç kadının içinde tadına doyulmaz

ürpertiler dolaşmaya başladı. Dünya ikisi için de küçüldü, bir

iki şekille bir iki küçük sese sığdı. Duş bittiğinde yorgunlukları-

nı da, ağrıyan kaslarını da unutmuşlar, geriye bir tek arzuları

kalmıştı.

Dört direkli yatakta, tek lambanın yumuşak ışığında Tony

ona sarılıp gözlerini, burnunu, dudaklarını öptü. Sonra çe-

nesini, boynunu, göğüslerini öptü.

«Hilary,» dedi. «Benim tatlı Hilary’m.»

Birlikte aynı tempoyla sallandılar, fiziksel, duygusal, zihin-

sel ve ruhsal beraberliğe vardılar. İki yarımın bir bütün olma-

sından daha fazla, kaderi paylaşmanın katkıda bulunduğu, da-

ha önce ikisinin de tatmadığı bir noktaya vardılar. Aralarındaki

bu durumun çok özel, çok önemli, çok az rastlanan, çok güçlü

bir şey olduğunu, ömür boyu bitmeyeceğini ikisi de biliyorlardı.

En önemlisi de, Hilary bir daha yalnız kalmayacağını biliyordu.

Daha sonra birlikte, yanyana yattıklarında Tony sordu. «Ba-

na yara izini anlatacak mısın?»

«Evet. Artık anlatacağım.»

«Kurşun izine benziyor.»

«Evet, öyle. On dokuz yaşındayken, Chicago’da oturur-

ken oldu. Liseyi bitireli bir yıl olmuştu. Bir yerde daktilo olarak

çalışıyor, kendime ayrı ev tutacak parayı toplamaya uğraşıyor-

dum. Earl’ia Emma’ya odam için kira vermekteydim.»

«Earl’la Emma mı?»

«Annem ve babam.»

«Onları ilk adlarıyla mı çağırırdın?»

«Hiçbir zaman annem ve babam olarak düşünmezdim on-

ları.»

Tony anlayış dolu bir sesle, «Seni çok incitmiş olmalılar,»

Page 523: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dedi.

«Ellerine geçen her fırsatla.»

«Eğer şimdi anlatmak istemiyorsan...»

«İstiyorum,» dedi Hilary. «Birdenbire, ömrümde ilk defa, ko-

384 —

nlişmak istiyorum bunu. Konuşmak acı vermiyor. Çünkü artık

bayatımda sen varsın. Bütün kötü günleri telâfi ediyorsun »

«Ailem yoksuldu,» dedi Tony. «Ama evimizde sevgi vardı »

«Şansın varmış.»

«Senin için üzüldüm, Hilary.»

«Geçti artık. Uzun zaman önce öldüler. Onları yıllar önce

içimden atmış olmam gerekirdi.»

«Anlat bana.»

«Onlara her hafta birkaç dolar kira öderdim. Onunla biraz

daha fazla içki alırlardı. Ama daktilo olarak kazandığımın geri

kalanını biriktirmeye uğraşıyordum. Her kuruşunu. Çok bir para

değildi. Zamanla bankada birikti. Öğle yemeklerine bile para

harcamaz, aç gezerdim. Kendime bir yer tutmakta kararlıydım.

Kötü bir yer de olsa, musluğu çalışmasa da, hamamböcekleri

olsa da... yeter ki Earl’la Emma’dan uzak olsun.»

Tony onun yanağını öptü, sonra ağzının köşesini öptü.

Hilary devam etti. «Sonunda biriken para yeterli duruma

geldi. Taşınmaya hazırdım. Bir gün daha geçse, bir haftalık

daha alsam, yola koyulacaktım.»

Titredi.

Tony onu daha sıkı tuttu.

«O akşam işten eve döndüm,» dedi Hilary. «Mutfağa gir-

Page 524: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dim. Earl, Emma’yı buzdolabına yaslamıştı. Elinde tabanca var-

dı. Namluyu Emma’nın dişlerine dayamıştı.»

«Tanrım.»

«Kötü bir kriz geçirmekteydi. O krizler nasıl olur, bilir mi-

sin?»

«Tabii. Mantıksız hayaller ve korkular. Müzmin alkolikler-

de olur. Hayatta çok çıktı karşıma. Şiddet gösterebilirler. Ne

yapacakları belli olmaz.»

«Earl tabancayı onun dişlerine dayamıştı. Emma dişlerini

sımsıkı kenetlemişîi. Earl duvarlardan çıkmakta olduğuna inan-

dığı garip kurtlar ve tırtıllarla ilgili bir şeyler haykırıyordu. Em-

ma’yı suçluyordu o kurtları duvarlardan çıkarıyor diye. Durdur-

masını istiyordu. Ona lâf anlatmaya çalıştım, dinlemedi. O sıra-

da duvarlardan çıkan kurtlar ayaklarının çevresine üşüşüyor-

muş. Emma’ya çok kızdı, tetiği çekti.»

385 — Fısıltılar — F. : 25

«Tanrım.»

«Emma’nın suratının patladığını gördüm.»

«Hilary...»

«Anlatmaya ihtiyacım var.»

«Peki.»

«Daha önce hiç anlatmadım.»

«Dinliyorum.»

«Em ma’yi vurduğunda ben mutfaktan fırlayıp kaçtım. Ev-

den kaçmaya, merdivenlerden inmeye çalışırsam beni sırtımdan

vururdu, onu biliyordum. Öte tarafa, kendi odama koştum. Ka-

pıyı kapayıp kilitledim, kilide ateş edip parçaladı. Bu sefer kurt-

Page 525: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ları duvarlardan benim çıkardığıma inanmıştı. Bana da ateş et-

ti. Öldürücü bir yara değildi. Ama çok canım yandı. Yan tarafı-

na şiş sokulmuş gibi. Cok da kanadı.»

«Niye tekrar ateş etmedi? Ne oldu seni kurtaran şey?»

«Onu bıçakladım,» dedi Hilary.

«Bıçakladın mı? Bıçağı nerede buldun?»

«Odamda bir tane saklardım. Sekiz yaşımdan beri. O güne

kadar kullanmamıştım. Ama attıkları dayaklar çığrından çıkarsa,

ölmektense onları bıçaklamayı seçmiştim. O tetiği çekerken ben

de ‘bıçağı sapladım. Canı ancak benimki kadar acıdı. Ama şoka

kapıldı. Kendi kanını görünce deliye döndü. Odadan fırladı, mut-

fağa koştu. Emma’ya haykırdı. Kurtlar kan kokusu alıp üze-

rine gelmeden onları durdurmasını istedi. Emma durdurmuyor

diye bütün kurşunları ona boşalttı. Canım çok yanıyordu. Çok

da korkuyordum. Ama yine de silah seslerini saymaya çalıştım.

Silahın boşaldığına karar verince odamdan fırlayıp ön kapıya

atıldım. Ama yanında kutu kutu kurşunlar varmış. Silahı yeni-

den doldurmuş. Beni görünce mutfaktan ateş etti. Tekrar oda-

fna kaçtım. Kapının arkasına bir dolap dayadım, inşallah kan

kaybından ölmeden yardım gelir diye bekledim. Earl mutfakta

kurtlara haykırıp duruyordu. Derken pencerelerdeki dev yen-

geçlerden söz etmeye başladı. Bir yandan habire Emma’ya ateş

ediyordu. Olay bitene kadar ona sanırım yüz elli kadar kurşun

sıktı. Emma parça parça oldu. Mutfak berbat haldeydi.»

Tony boğazını temizledi. «Earl’a ne oldu?»

386 —

«Sonunda SvVAT ekibi eve girerken kendini öldürdü.»

Page 526: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ya sen?»

«Hastanede bir hafta yattım. Olayı bana hatırlatacak bir

yara iziyle çıktım.»

Tony bir süre sessiz kaldı.

Perdelerin dışında gece rüzgârı öksürdü.

«Ne diyeceğimi bilemiyorum,» dedi Tony.

«Beni sevdiğini söyle.»

«Seviyorum.»

«Söyle bana.»

«Seni seviyorum.»

«Seni seviyorum, Tony.»

Öpüştüler.

Hilary, «Hiç kimseye duymayacağımı sandığım bir sevgiyle

seviyorum seni,» dedi. «Hayatımı bir hafta içinde değiştirdin.»

«Çok güçlüsün.» Tony’nin sesinden hayranlık duyduğu bel-

liydi.

«Bana gücü sen veriyorsun.»

«Ben ortaya çıkmadan da güçlüydün.»

«Yetmiyordu. Sen bana fazlasını verdin. Genellikle... o kor-

kunç günü düşünmek bile beni yıkmaya yeter, yeniden korku-

lara kapılırım. Sanki olay dün olmuş gibi. Oysa bu sefer kork-

madım. Hiç etkilenmedim bile. Neden, biliyor musun?»

«Neden?»

«Çünkü Chicago’da olan bütün o korkunç şeyler, o günkü

ve daha önceki olaylar artık tarih oldu. Hiçbirinin önemi kal-

madı. Sen varsın. Hepsini telâfi ediyorsun. Teraziyi dengeliyor-

sun. Hattâ benden yana daha ağır basıyor artık terazi.»

«İki yanlı, biliyor musun? Sen bana ne kadar ihtiyaç duyu-

Page 527: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yorsan ben de sana o kadar ihtiyaç duyuyorum.»

«Biliyorum. Bu işi bu kadar kusursuz yapan da o.»

Yine sessizleştiler.

Hilary, «Chicago anılarının artık etkisiz kalmasının bir ne-

deni daha var,» dedi. «Yani senin varlığından başka.»

«Nedir?»

«Bruno Frye’la ilgili. Bu gece anladım ki, onunla benim

aramda çok benzerlik var. Benim Earl’la Emma’dan gördüğüm

387 —

işkenceye benzer şeyleri o da Katherine’den çekmiş galiba. Ama

o çatlamış, ben sağlam kaldım. O koskoca adam çatlamış, ben

dayanmışım. Bu bana bir anlam ifade ediyor. Çok şey ifade

ediyor. O kadar kaygılanmama gerek olmadığını, insanlara’* açıl-

maktan korkmamam gerektiğini, başıma ne geise dayanabile-

ceğimi anlatıyor.»

«Ben de sana onu dedim. Güçlüsün, sağlamsın, çivi gibi

sertsin,» dedi Tony.

«Sert değilim. Dokun bana. Sert miyim?»

«Şuran sert değil.»

«Ya buram?»

«Diri,» dedi Tony.

«Diri demek sert demek değil.»

«Hoş geliyor ele.»

«Hoş da sert demek değil.»

«Hoş, diri ve sıcak.»

Hilary ona sarıldı.

«Sert buna denir,» diyerek sırıttı.

Page 528: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ama onu tekrar yumuşatmak zor değil. Nasıl, göstereyim I

mi?»

«Evet, göster.»

Yine seviştiler.

Sevişmeleri onlara yeni bir güç ve iyimserlik verdi. Güven-

leri arttı. Bruno Frye mezardan dönmemişti. Hilary’nin peşine

düşen, yürüyen bir ölü değildi. Bu işin bir mantıksal açıkla-

ması vardı. Yarın Doktor Rduge ve Rita Yancy ile konuşunca

Frye’a benzeyen adamın sırrını çözeceklerdi. Kanıtları bulacak-

lar, polise durumu yansıtacaklardı. Dublör bulunacaktı o za-

man. Tutuklanacaktı. Tehlike bitecekti. Ondan sonra Hilary her

zaman Tony ile birlikte olacaktı. Tony de onunla. Kötü bir şey

asla olamazdı. Hiçbir şey canını yakamazdı Hilary’nin. Ne Bru-

no Frye, ne de ‘başkası. Sonunda mutluydu, güvendeydi artık.

Daha sonra, uyumak üzereyken dışarda gök gürledi, dağ-

larda yankılandı, vadide çınladı, evi titretti.

Hilary’nin kafasından garip bir düşünce geçti: Bu gök gür-

lemesi bir uyarı. Bir işaret bu. Berna dikkatii olmamı, kendime

bu kadar güvenmememi söylüyor.

388 —

Ama bu düşünceyi daha fazla sürdüremeden uyku onu

yendi, kendini boşluğa düşüyor gibi hissetti.

* * *

Frye Los Angeles’den kuzeye doğru geliyordu. Önce deniz

kıyısından ilerledi, sonra ana yola saptı. California yeni bir ben-

Page 529: Dean R. Koontz - Fısıltılar

zin krizi atlatmıştı. Yol üstündeki benzincilerin hepsi açıktı ar-

tık. Benzin boldu. Otoyol eyaletin ortasından geçen bir ana da-

mar gibiydi. Bir çift far ışığı o ana damarı gösteriyordu Frye’a.

Yolda Katherine’i düşündü. Kahpe! Ne işi vardı St. Helena’

da? Tepedeki eve mi dönmüştü yine? Eğer öyle bir şey yap-

mışsa, şaraphanenin de kontrolünü eline almış olmalıydı. Aca-

ba? Bruno’yu kendisiyle birlikte oturmaya zorlayacak mıydı?

Bruno yine onun sözünü dinlemek zorunda mı kalacaktı? Çok

önemliydi bu sorular. Anlamsız olduğu, bunlara anlamlı cevap

verilemeyeceği halde... yine de önemliydi.

Kafasının karışık olduğunun farkındaydı. Ne kadar uğraş-

sa, yine de net düşünemiyordu. Bu onu korkuttu.

Arabayı yana çekip uyusam mı, diye düşündü. Uyandığın-

da kendini toplamış olurdu.

Ama Hilary-Katherine’in St. Helena’da olduğunu hatırladı.

Herhalde kendi evinde bir tuzak kuruyordu ona. Bu ihtimal net

düşünememekten daha beterdi.

Ev acaba hâlâ benim mi, diye merak etti. Kendisi ölmüştü

ne de olsa. Ya da öyle sanıyordu herkes. Mallar er geç nakte

çevrilecekti.

Bruno neler kaybettiğini düşünürken Katherine’e çok kızdı.

Her şeyi almış, ona çok az şey bırakmıştı Katherine. Öldürmüş-

tü onu. Kendisini almıştı elinden. Onu yalnız bırakmıştı. Doku-

nacak, konuşacak kimsesi olmadan, yapayalnız. Sonra evi bile

almıştı.

Gaza yüklendi, hız göstergesi doksan miii işaret etti.

Polis onu durdurmaya kalkarsa, niyeti polisi öldürmekti.

Bıçakla. Parça parça edecekti onu. Kimse durduramazdı Bru-

no’yu. Gün doğmadan St. Helena’ya varmasını kimse engelleye-

mezdi.

Page 530: Dean R. Koontz - Fısıltılar

389 —

Yedi

Şaraphanede onu tanıyan işçiler vardı. Öldü diye biliyor-

lardı onu. İşçilere görünmemek için, arabayı şaraphaneye sür-

medi. Bir mil uzağa, ana yola parketti, kaba arazi üzerinden,

bağların içinden, beş yıl önce yaptırdığı eve yürüdü.

Parça parça bulutlar arasından gelen ay ışığı yolunu bul-

masına ancak yetiyordu.

Tepeler sessizdi. Havada bakır sülfat kokusu vardı. Küfü

Önlemek için yazın püskürtülmüştü bu ilaç asmalara. Onu bas-

tıran ozon kokusu da yağmurdan geliyordu. Şu anda bitmişti

yağmur. Daha önce de fazla yağmış olamazdı. Bir iki sağnak

belki. Yerler yumuşak ve nemliydi. Çamur değildi.

Gökyüzünün rengi yarım saat öncesine göre pek az aydın-

lanmıştı. Şafak sökmüyordu daha. Yakında doğu ufku aydın-

lanırdı.

Meydanlığa varınca çalıların dibine sindi, evin çevresindeki

gölgelere baktı. Pencereler karanlık ve boştu. Hiçbir şey kıpır-

damıyordu. Rüzgârın fısıltısından başka ses de yoktu.

Birkaç dakika gözledi evi. Kıpırdamaya korkuyor, kendisini

içerde neyin beklediğini bilemiyordu. Ama sonunda, kalbi güm-

bür gümbür atarken kendini zorladı, çalıların korumasından ay-

rıldı, eve doğru yürüdü. Ön kapıya.

Sol elindeki feneri sönük tutuyordu. Sağ elinde de bıçak

vardı. En ufak bir hareket gördüğü anda atılıp o bıçağı sapla-

maya hazırdı. Ama kendi hareketinden başka hareket yoktu.

Kapıya varınca feneri yere bıraktı, ceketinin cebinden

Page 531: Dean R. Koontz - Fısıltılar

anahtarı bulup kapıyı açtı. Feneri aldı, kapıyı ayağıyla itti. Bir

anda feneri yakıp içeriye tuttu. Bıçağı da öne almıştı.

390 —

Katherine holde yoktu.

Bruno ağır adımlarla aşırı döşeli odaları birer birer dolaştı,

dolaplara, kanepe arkalarına, vitrin arkalarına baktı.

Katherine evde yoktu.

Belki de Bruno vaktinde dönmüştü. Belki onun hazırladığı

tuzağı önleyebilecekti.

Salonun ortasında durdu. Fenerle bıçak hâlâ elindeydi. İki-

si de yere çevrikti. Durduğu yerde sallandı. Başı dönüyor, aklı

karışıyordu.

Kendisiyle konuşmaya çok ihtiyaç duyduğu o umutsuz an-

lardan birini yaşıyordu. Duygularını kendisiyle paylaşmak, kafa-

sının karışıklığını gidermek, doğru yolu bulmak için. Ama bir

daha kendisine asla danısamayacaktı. Kendisi ölmüştü çünkü

artık.

Ölmüştü.

Bruno titremeye başladı. Ağladı.

Yalnızdı. Korkuyordu. Kafası karmakarışıktı.

Kırk yıl boyunca sıradan bir adam rolü yapmış, bunu da

oldukça iyi başarmıştı. Ama artık yapamazdı. Yarısı ölmüştü.

Bu kayıptan sonra kendini toplayamazdı. Güvenemiyordu. Ken-

disine dayanmadan, diğer benliğinin öğütlerine, önerilerine da-

yanmadan, nasıl sürdürürdü bu maskaralığı?

Ama kahpe St. Helena’daydı. Bir yerlerde. Gerçi düşüne-

miyor, aklını toplayamıyordu ama bir tek şeyi çok iyi biliyordu.

Page 532: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Onu bulup öldürmek zorundaydı. Son kere ve kesin olarak.

Seyahatler için kullanılan küçük saat, Perşembe sabahı

tam yedide çalacaktı.

Tony kalkma zamanından bir saat erken uyanmıştı. Doğ-

rulup yatağın içinde oturdu, nerede olduğunu hatırladı, tekrar

yastıklara uzandı. Karanlıkta sırtüstü yatıyor, gölgeli tavana

bakıyor, Hilary’nin ritmik soluklarını dinliyordu.

Bir kâbustan kurtuimak için uyanmıştı uykusundan. Kor-

kunç rüyalar görüyordu. Cenaze evleri, mezarlar, tabutlar. Ka-

ranlık, ölüm yüklü bir rüya. Bıçaklar, Kurşunlar. Kan. Duvarlar-

dan çıkan kurtlar cesetlerin gözlerinde oynaşıyordu. Yürüyen

391 —

ölüler timsahlardan söz ediyordu. Rüyada Tony’nin hayatı beş

altı kere tehdit ediliyor, ama her seferinde Hilary ortaya çıkıp

katille arasına giriyor, Tony’nin yerine o ölüyordu. Her sefe-

rinde.

Çok rahatsız edici bir rüyaydı.

Onu kaybetmekten çok korkuyordu. Seviyordu onu. İfade

edebileceğinden çok daha fazla seviyordu. Aslında istediğini

ifade edebilen bir insandı. Ama ona olan duygularının derinliğini

ve niteliğini anlatmasına olanak yoktu. Bulunmazdı öyle keli-

meler çünkü. Bildiği kelimelerin hepsi ham, kaba, çok da ye-

tersiz kalıyordu. Hilary elinden alınırsa hayat yine sürerdi ta-

bii... ama koîay olmaz, mutlu olmaz, acısız olmazdı.

Gözleri karanlık tavanda, rüyanın kaygı yaratmaması ge-

rektiğini söyledi kendine. İşaret değildi ki bu! Kehanet de de-

ğildi. Yalnızca bir rüyaydı. Kötü bir rüya. O kadar.

Page 533: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Uzaklardan bir tren düdüğü iki kere çaldı. Soğuk, yalnız,

acılı bir ses. Tony üzerindeki örtüyü çenesine kadar çekmek

zorunda kaldı.

* * * •

Bruno, Katherine’in kendisini Leo’nun yaptırdığı evde bek-

liyor olabileceğini düşündü.

Kendi evinden çıkıp bağları geçti. Fenerle bıçak yine elin-

deydi.

Şafağın ilk ışığı göründüğünde gökyüzünün büyük kısmı

hâlâ karanlıktı. Vadi hâlâ gece uykusundaydı. Bruno tepedeki

eve gitti. Teleferikle gitmedi. Teleferiğe binmek için şaraphane-

ye gidip ikinci kata çıkmak, gondola oradan binmek zorunday-

dı. Orada görülmeyi göze alamazdı. Katherine’in casusları do-

luşmuş olmalıydı şimdi oraya. Eve gizli ulaşmak istiyordu. Bu-

nun tek yolu da merdivenleri çıkmaktı.

Hızla tırmanmaya başladı. İkişer ikişer. Ama çok geçmeden,

dikkatli davranmak gerektiği geldi aklına. Merdiven çürümek-

teydi. Bakımı teleferik kadar iyi yapılmıyordu. Yıllarca yağmu-

ru, rüzgâr:, yaz sıcağını yiyince harçları çatlamıştı. Üç yüz yir-

mi basamağın her birinden taşlar kopuyor, dökülüyordu. Birkaç

kere dengesini kaybedecek gibi oldu. Arkaüstü veya yana doğ-

392 —

ru devrilmesine ramak kaldı. Yan parmaklık çürümüş, yer ye.

Kopmuştu. Ona asılsa taşımazdı. Dikkatle, ağır ağır attı adıl-

larını. Sonunda tepenin doruğuna vardı. 7

Page 534: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Ot bürümüş çayırı geçti. Bir zamanlar özenle bakılan gül

fidanları şimdi dikenli kollarını her yana uzatmış, çiçeksiz yı-

ğınlar halindeydi.

Bruno eskimekte olan koca eve girdi, küflü, toz İaph,

örümcek ağlarıyla dolu odaları dolaştı. Evin içi antika rfıobil-

yalarla, bir sürü değerli parçayla tıka basa doluydu. Ama; teh-

likeli bir şey yoktu burada. O kadın yoktu.

Bu iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi, anlayamı^ordu

Bruno. Kahpe buraya taşınmamış, Bruno’nun yokluğunda bu-

rayı ele geçirmemişti, o bir gerçekti. İyi yanı buydu. Bruno bun-

dan ötürü rahatlık duyuyordu. Ama beri yandan... hangi ce-

hennemdeydi acaba?j

Kafasındaki karışıklık hızla artmaktaydı. Akıl yürütme ye-

teneğini saatler önce kaybetmişti zaten. Ama artık beş duyu-

suna bile güvenemiyordu. Ses duyduğunu sanıyor, evde/o sesi

kovalıyor, sonunda kendi mırıldanışlarını duyduğunu ar/lıyordu.

Küf kokusu bazen burnuna küf gibi değil de, annesinin/en sev-

diği parfüm gibi geliyordu. Çocukluğundan beri o duyarlarda

gördüğü resimlere bakıyor, ne resmi olduğunu anlayamıyor, şe-

killer, renkler birbirine giriyordu. Peyzaj olduğunu bildiği bir res-

min karşısında durdu, oradaki şekilleri de göremedi. Leke gi-

biydi her şey. Garip çizgiler, benekler, anlamsız biçimler.

Paniğe kapılmamaya çalıştı. Bunlar bütün gece uyumamış

olmasının sonuçlarıydı. Upuzun bir yolu çok kısa zamanda al-

mıştı. Yorgunluğu normaldi. Gözleri kapanıyor, yanıyordu. Her

yanı sızlamaktaydı. Boynu tutulmuştu. Uyuşa geçerdi. Uyan-

dığı zaman kafası yerine gelmiş olurdu. Kendi kendine bunu

tekrarladı. Buna inanmak zorundaydı.

Evi dipten bucağa ararken sonunda kendini tavanarasında

buldu. Eğik damlı çatı odasında. Hayatının o kadar çoğunu bu-

Page 535: Dean R. Koontz - Fısıltılar

rada geçirmişti ki! Fenerin tebeşir gibi ışığında, bu evde yaşa-

dığı sıralar kendi yatağı olan yere baktı.

Kendisi yatıyordu yatakta. Kendisi sırtüstü, gözlerini ka-

393 —

pamış, ujyur gibi yatıyordu. O gözler dikilerek kapatılmıştı tabii.

Üzerindeki beyaz gecelik de gecelik değildi aslında. Avril Tan-

netton’uin giydirdiği gömülme elbisesiydi. Çünkü ölmüştü ken-

disi, Kaihpe onu bıçaklayıp öldürmüştü. Geçen haftadan beri

ölüydü kcendisi.

Çruıno acısını ve öfkesini boşaltamayacak kadar sıkkındı.

Kocdı yaltağa yaklaştı, öbür tarafına uzandı. Kendisinin yanına.

Kenıdisi kokuyordu. Acı, kimyasal bir koku çıkarıyordu.

Çevresinde yatak örtüsü lekelenmişti. Koyu renk sıvılar ağır

ağır sjzıy/ordu çünkü vücudundan.

Bruıno bu pisliğe aldırış etmedi. Yatağın ona düşen tarafı

kuruydu.. Kendisi artık öimüş olduğu halde, bir daha asla ko-

nuşanıayyacak, gülemeyecek olduğu halde, Bruno yine de onun

yanında olmaktan mutluluk duyuyordu.

Irçaınıp kendisine dokundu. O soğuk, sert ele dokunup tuttu.

Aqı dolu yalnızlığın birazı hafifler gibi oldu.

Br^ııno kendini tam bir insan gibi hissedemedi tabii. Bir daha

asla taçrn bir insan gibi hissedemeyecekti. Yarısı ölmüştü. Ama

cesedini yanında yatarken kendini o kadar da yalnız hissetmi-

yordu.

Panncurlu çatı odasının karanlığını kırmak için feneri yanık

bırakaraı-lc uyudu.

Page 536: Dean R. Koontz - Fısıltılar

\ * * *

\

Do!c;tor Nicholas Rudge’ın muayenehanesi, San Francisco*

nun göbıeğindeki bir gökdelenin yirminci katındaydı. Hilary için-

den, bu mimar herhalde ‘deprem kuşağı’ diye bir sözü ömrün-

de duyrmamış, dedi kendi kendine. Ya da şeytanla sıkı bir an-

laşma yvapmış olmalıydı o mimar. Rudge’ın muayenehanesinin

bir duvaırı yerden tavana kadar camdı. Düşey iki ince çelik çı-

tayla üç parçaya bölünmüş bir cam pencere. O pencerenin dı-

şında seet set kurulmuş koca kent, körfez, Golden Gate köp-

rüsü ve dün geceden kalma parça parça sisler görünüyordu.

Hızlı bir okyanus rüzgârı gri bulutları dağıtıyor, mavi gök hakim

olmaya I başlıyordu. Görünüm gerçekten harikuladeydi.

Carrrı duvarlı odanın öbür ucunda altı koltuk, yuvarlak bir

sehpanırn çevresine dizilmişti. Grup tedavisi seansları burada

394 —

yapılıyordu besbelli. Hilary, Tony ve Joshua, doktorla birlikte

o koltuklara yerleştiler.

Rudge sevimli adamdı. İnsanın kendini çok ilginç ve çe-

kici hissetmesini sağlıyordu. Keldi iyice. Kafasında tek tel saç

yoktu. Ama özenle düzeltilmiş sakalı ve bıyığı vardı. Yelekli ta-

kım elbise giymiş, kravat takmış, kravata uyan bir mendili gö-

ğüs cebine yerleştirmişti ama halinde züppelikten de, banka-

cılarda görülen o iddialı havadan da eser yoktu. Kibar, güvenilir

Page 537: Dean R. Koontz - Fısıltılar

biri gibi görünüyordu, bununla birlikte rahat bir havası vardı.

Joshua doktorun duymak istediği kanıtları bir bir ortaya

seren kısa bir konuşma yaptı. Doktor bu konuşmoyı pek ilginç

bulmuşa benziyordu. Joshua ona, bir doktorun toplumu man-

yaklardan koruma sorumluluğunu anlattı. On beş dakika doldu-

ğunda, doktor bu olayda hastaya karşı sorumluluğun geçerli ol-

madığına inanacak hale gelmişti. Frye dosyasını onlara açmaya

razı oldu.

«Ama kabul etmek gerekir,» dedi, «Buraya bir tekiniz gelip

bu hikâyeyi anlatmış olsaydınız, pek inanmazdım. Profesyonel

hizmetlerime ihtiyacınız olduğunu sanırdım.»

Joshua, «Üçümüzün birden deli olabileceğimizi biz de dü-

şündük,» dedi.

Tony, «Ama o ihtimali reddettik,» diye tamamladı.

Rudge, «Eh, eğer dengesizseniz, dört kişiyiz demektir, çün-

kü beni de inandırdınız,» diye cesaretlendirdi onları.

Rudge’ın anlattığına göre son on sekiz ayda Frye’ı on sekiz

kere, tek başına, ellişer dakikalık seanslar halinde tedavi et-

mişti. İlk randevudan sonra hastanın bir konuda derin tedirgin-

liği olduğunu anlayınca ondan haftada en az bir kere gelme-

sini istemişti. Sorunun ayda birle çözümlenemeyecek kadar

önemli olduğunu hissetmişti çünkü. Ama Frye daha sık gelme

teklifine karşı direnmişti.

«Telefonda da söylediğim gibi. Bay Frye iki istek arasında

çaresizdi,» dedi doktor. «Benim yardımımı istiyordu. Sorununun

kökenine inmek, çözüme ulaşmak istiyordu. Ama aynı zamanda,

bana bir şeyleri belli etmekten korkuyordu. Kendi hakkında öğ-

renebileceği şeylerden de korkuyordu.»

«Sorunu ıneydi?» diye sordu Tony.

395 —

Page 538: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Sorunun temeli elbette ki bilinçaltında saklıydı. Bana bu-

nun için ihtiyacı vardı. Sonunda o düğümü çözebilirdik tedavi

başarılı olursa. Ama o noktaya varamadık. Bu yüzden de, size

sorununun ne olduğunu söyleyebilecek durumda değilim. Ken-

dim de bilmiyorum. Aslında sizin sorduğunuz, Frye’ın başlangıç-

ta bana neden geldiği olmalı. Yardıma ihtiyacı olduğuna niçin

karar vermişti..., onu bilmek istiyorsunuz.»

«Evet,» dedi Hilary. «O da başlamak için iyi bir nokta. Şi-

kâyetleri neydi?»

«En kötüsü... daha doğrusu Bay Frye’ın açısından en kö-

tüsü, onu her gece korkutan bir kâbustu.»

Ortadaki sehpanın üzerinde bir ses kayıt makinesi duru-

yordu. Yanında iki deste kaset yatmaktaydı. Bir tarafta on dört

kaset, öbür tarafta dört kaset. Rudge öne eğilip dört taneden

birini eline aldı.

«Tedavi seanslarım kayda alınır, kasada saklanır,» dedi.

«Bunlar da Bay Frye’ın seansları. Dün gece, Bay Rhinehart’la

telefonda konuştuktan sonra o seanslardan bazı bölümler din-

ledim, işe yarar bir şeyler bulur muyum diye baktım. Beni ikna

edebileceğiniz içime doğmuştu. Bruno Frye’ın şikâyetlerini ken-

di sesinden dinlerseniz daha iyi olur diye düşündüm.»

Joshua, «Harika,» dedi.

«Birincisi ilk seansından. İlk kırk dakika boyunca Frye he-

men hemen hiçbir şey söylemedi. Durum çok garipti. Dıştan

bakınca sakin ve kendine hakim görünüyordu. Ama korktuğu-

nu, gerçek duygularını sakladığını anlayabiliyordum. Benimle

konuşmaya korkuyordu. Onu yavaşça yoklayıp teşvik ettim. Sa-

Page 539: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bırla. Seansın son on dakikasında, ıneden geldiğini söyledi. Onu

bile, diş çeker gibi aldım ağzından. İşte, bir kısmını dinleteyim

size.»

Rudge kaseti makineye taktı, düğmeye bastı.

Hilary o çok iyi tanıdığı boğuk, gıcırtılı sesi duyunca omur-

gasında bir soğuk ürpertinin dolaştığını hissetti.

İlk konuşan Frye oldu:

«Bir sorunum var.»

«Ne tür bir sorun?»

396 —

«Geceleri.»

«Evet?»

«Her gece.»

«Yeni uyumakta zorluk mu ‘çekiyorsunuz?»

«Bir kısmı o.»

«Biraz daha açık konuşur musunuz?»

«Bîr rüya var.»

«Nasıl bir rüya?»

«Kâbus.»

«Her gece aynı kâbus mu?»

«Evet.»

«Ne zamandır devam ediyor?»

«Kendimi bildim bileli.»

«Bir yîi mı? İki yıl mı?»

«Hayır. Çok daha eskiden.»

«Beş yıl mı? On mu?»

«En azından otuz. Belki daha fazla.»

Page 540: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Aynı kötü rüyayı otuz yıldır her gece mi görüyorsu-

nuz?»

«Öyle.»

«Herhalde her gece değildir.»

«Öyle. Hiç ara yok.»

«Rüya neyle ilgili?»

«Bilmiyorum.»

«Saklamayın.»

«Saklamıyorum.»

«Bana söylemeyi istiyorsunuzckır.»

«Evet.»

«Buraya bu yüzden geldiniz. Söyleyin o halde.»

«İstiyorum:. Ama rüyanın ne olduğunu bilmiyorum.»

«Otuz yıldır her gece gördüğünüz rüyayı nasıl bilmez-

siniz?»

«Bağırarak uycnıyorum. Beni rüyanın uyandırdığını her

seferinde biliyorum. Ama onun ne olduğunu hatırlamıyo-

rum.»

«O halde her seferinde aynı rüya olduğunu nereden

biliyorsunuz?»

397 —

«Biliyorum.»

«O yetmez.»

«Neye yetmez?»

«Beni aynı rüya olduğuna inandırmaya. Tekrarlanan

bir kâbus olduğundan o kadar eminseniz, buna inanmak

için başka nedenleriniz olmalı.»

Page 541: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Size söylersem...»

«Evet?»

«Beni deli sanırsınız.»

«Deli sözünü biç kullanmam.»

«Kullanmaz mısınız?»

«Hayır.»

«Şey... rüya beni ne zaman uyandırsa, üzerimde bir

şeylerin yürüdüğünü hissediyorum.»

«Ne onlar?»

«Bilmiyorum. Hiç hatırlayamıyorum. Ama! bir şeyin

burnuma, ağzıma girmeye çalıştığını sanıyorum. İğrenç bir

şey. İçime girmeye çalışıyor. Gözlerimin kapaklarını zorlu-

yor, bana gözlerimi açtırmak istiyor. Elbiselerimin içine

giriyor. Saçlarımın arasına. Her yere. Yürüyor, yürüyor...»

Nicholas Rudge’ın muayenehanesinde herkesin gözü ses

kayıt makinesindeydi.

Frye’ın sesi hâlâ gıcırtılıydı ama şimdi bir korku da yansı-

tıyordu.

Hilary koca adamın dehşetle kırışan yüzünü görür gibiydi.

Şok etkisiyle irileşmiş gözlerini, solgun tenini, alnındaki soğuk

terleri.

Kaset devam ediyordu:

«Yalnızca üzerinizde bir şeyler yürümesi mi?»

((Bilmiyorum.»

«Yoksa başka şeyler de mi var?»

«Bilmiyorum.»

«Ne his veriyor?»

«Korkunç... iğrenç.»

«Niye içinize girmek istiyor o şey?»

398 —

Page 542: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Biimiyorumı.»

«Rüyadan sonra hep böyle hissettiğinizi söylüyorsu-

nuz, değil mi?»

«Evet. Bir iki dakika boyunca.»

«O yürüyem şeyden başka hissettikleriniz de var mı?»

«Evet. Ama o duygu değil. Bir ses.»

«Nasıl bir ses?»

«Fısıltılar.»

«Yani uykudan uyandığınızda fısıltılar duyduğunuzu

mu hayal ediyorsunuz?»

«Evet. Fısıltılar, fısıltılar, fısıltılar... her yanda.»

«Kim o insanlar?»

«Bilmiyorum.»

«Ne fısıldıyorlar?»

«Bilmiyorum.»

«Size bir şey söylemeye çalıştıklarını mı hissediyorsu-

nuz?»

«Evet. Ama anlayamıyorum.»

«Bir kuramınız, bir sezginiz var mı? Bir tahminde bu-

lunabilir misiniz?»

«Kelrmeleri duyamıyorum. Ama kötü şeyler söyledik-

lerini biliyorum.»

«Kötü şeyler mi? Ne bakıma?»

«Tehdit ediyorlar beni. Benden nefret ediyorlar.»

«Tehdit edici fısıltılar.»

«Evet.»

«Ne kadar sürüyor?»

Page 543: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Aşağı yukarı... üzerimde yürüyen şeyler kadar.»

«Bir iki dakika mı?»

«Evet. Deli gibi mi konuşuyorum?»

«Hiç değil.»

«Hadi hadi. Biraz deli gibiyim.»

«İnanın, Bay Frye, sizinkinden çok daha garip hikâ-

yeler duydum ben.»

«Bana öyle geliyor ki, eğer fısıltıların ne dediğini bil-

sem, üzerimde yürüyenlerin ne olduğunu bilsem, rüyanın

ne olduğunu da anlayacağım. Onu anlayınca da, belki bir

daha görmem o rüyayı.»

«Biz de soruna tam öyle yaklaşacağız zaten.»

«Bana yardım edebilir misiniz?»

«Bakın, bu büyük ölçüde, sîzin kendinize yardım et-

meyi ne kadar istediğinize bağlı.»

«Ah, bu durumu yenmeyi ben çok istiyorum. Gerçek-

ten.»

«O halde büyük ihtimalle yenersîniz.»

«O kadar uzun süredir bununla yaşıyorum ki... ama

hiç alışamadım. Uyumaktan çok korkuyorum. Her gece.

Hep korkuyorum.»

«Daha önce hiç tedavi gördünüz mü?»

«Hayır.»

«Neden?»

«Korktum.»

«Neden korktunuz?»

Page 544: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Neyi... ortaya çıkaracağınızdan.»

«Niye karkasınız?»

«Belki... utanç verici bir şey olabilir.»

«Beni utandıramazsınız.»

«Kendimi utanabilirim.»

«Ona kaygılanmayın. Ben sizin doktorunuzum. Dinle-

me ve yardım etmek için buradayım. Eğer siz...»

Doktor Rudge kaseti makineden çıkarıp konuştu. «Tekrar-

lanan bir kâbus. Bu pek rastlanmadık bir şey değil. Ama rüya-

nın peşinden dokunma ve işitme duyularıyla ilgili hayallerin gel-

mesi..., işte o pek sık rastlanan bir şikâyet değil.»

Joshua, «Buna rağmen adam size tehlikeli görünmedi mi?»

diye sordu.

Rudge, «Yoo, görünmedi,» dedi. «Yalnızca rüyadan korku-

yordu ve bunda da haklıydı. Uyandığında rüyanın etkilerinin

sürmesinin anlamı, rüyanın herhalde baskı altına alınmış kor-

kunç tecrübelere ilişkin olduğuna işaret eder. Bilinçaltına gö-

mülmüş tecrübelere. Ama kâbuslar genellikle psikolojik baskı-

yı boşaltmanın sağlıklı bir yoludur. Adamda psikoz belirtileri

400 •

yoktu. Rüyasının bazı parçalarını gerçekle karıştırması da yok-

tu. Konuşurken araya kesin bir sınır çizebiliyordu. Kâbusla ger-

çek hayat arasında bir ayırım çizgisi vardı kafasında.»

Tony koltuğunda öne kaydı. «Gerçeği karıştırmama konu-

sunda size öyle gözükmeye çalışmış olabilir mi?»

«Yani... beni kandırdığını mı söylüyorsunuz?»

«Olabilir.»

Page 545: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Rudge başını evet anlamında salladı. «Psikoloji somut bir

bilim değildir. Karşılaştırdığınızda psikiyatrinin somutluğa on-

dan bile daha uzak olduğunu görürsünüz. Evet, beni kandırmış

olabilir. Özellikle de onu yalnızca ayda bir kere gördüğüm için.

Kişilik değişimlerini, başka belirtileri görmemi haftalık seans-

lar ‘kolaylaştırırdı elbette.»

Hilary, «Joshua’nın az önce anlattıklarına gö^e, kandırıldı-

ğınızı sanıyor musunuz?» dedi.

Rudge acı acı gülümsedi. «Öyle gözüküyor, değil mi?»

İkinci kaseti alıp makineye taktı. Onu da önemli bulduğu

bir yere kadar sarıp hazırlamıştı. Frye ile doktor arasındaki bir

başka konuşmayı dinlemeye başladılar.

«Annenizden hiç söz etmediniz.»

«Ne olmuş ona?»

«Ben de size onu soruyorum.»

«Çok soru soruyorsunuz, öyle değil mi?»

«Bazı hastalarla konuşurken hemen hiçbir şey sormak

zorunda kalmam. Kendiliklerinden başlar, susmadan an-

latırlar.»

«Öyle mi? Ne anlatırlar?»

«Annelerine çok sık değinirler.»

«Bıkmış olmalısınız.»

«Pek bıkmam. Bana annenizden söz edin.»

«Adı Katherine’di.»

«Evet?»

«Onun hakkında söyleyebileceğim bir şey yok.»

«Herkesin annesi hakkında söyleyebileceği bir şeyler

vardır. Babası hakkında da.»

4Q-| Fısıltılar — F. : 26

Page 546: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bir dakikalık bir sessizlik oldu. Bobin dönüyor, tıslamadan

başka ses çıkmıyordu.

Rudge, «Konuşmasını bekledim.» dedi. «Şimdi başlaya-

cak.»

«Doktor Rudge?»

«Evet?»

«Sizce acaba...»

«Evet?»

«Ölüler ölü kalır mı?»

«Dindar olup olmadığımı mı soruyorsunuz?»

«Hayır. Yani sizce bir insan ölüp... sonra mezardan

dönebilir mi?»

«Hayalet gibi mi?»

«Evet. Hayaletlere inanır mısınız?»

«Yo siz?»

«Önce ben size sordum.»

«Hayır, ben inanmam, Bruno, Sen inanır mısın?»

«Henüz karar vermedim.»

«Hiç hayalet gördün mü?»

«Emin değilim.»

«Bunun annenle ne ilgisi var?»

«Bana demişti ki ölünce... mezardan geri gelecekmiş.»

«Bunu ne zaman söyledi sana?»

«O-hoa, binlerce kere. Hep söylerdi. Bunun nasıl yapı-

labileceğini bildiğini iddia ederdi. Öldükten sonra beni

kontrol edeceğini söylerdi. Yanlış bir şey yaparsam ya ria

onun istediği gibi bir hayat sürmezsem, gelip beni pişman

edeceğini söylerdi.»

«Ona inanır miydin?»

Page 547: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«....»

«İnanır miydin ona?»

«....»

«Bruno?»

«Başka şey konuşalım.»

402 —

Tony, «Tanrım!» dedi. «Katherine’in geri gelmesi fikrini ora-

dan kapmış. Kadın ölmeden önce aşılamış bu fikri ona.»

Joshuâ, Rudge’a döndü. «Ne yapmaya çalışıyormuş bu ka-

dın böyle? Ne biçim bir ilişki var bunların arasında?»

Rudge, «Sorunun temeli o,» dedi. «Ama onu hiç ortaya çı-

karamadık. Onu haftada bir buraya getirebilmeyi umuyordum,

o ise direniyordu. Sonra da öldü.»

Hilary, «Hayaletler konusunu onunla sonra yine konuştu-

nuz mu?» diye sordu.

«Evet. Bir sonraki gelişinde yine o konuyu açtı. Ölüler ölü

kalır, bunun tersine yalnız çocuklarla budalalar inanır, dedi.

Hortlak, yürüyen ölü diye bir şey olmadığını söyledi. Katherine

mezardan döneceğini söylediğinde ona hiçbir zaman inanma-

dığını bilmemi istedi.»

«Ama yalan söylüyordu,» dedi Hilary. «İnanmış ona.»

«Besbelli öyle.» Rudge üçüncü kaseti makineye taktı.

«Doktor, dininiz ne sizin?»

Page 548: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Katolik olarak büyütüldüm.»

«Hâlâ inanıyor musunuz?»

«Evet.»

«Kiliseye gider misiniz?»

«Evet. Yo sen?»

«Hayır. Her hafta âyine gider misiniz?»

«Hemen hemen her hafta.»

«Cennete inanır mısınız?»

«Evet. Ya sen?»

«İnanırım. Ya cehenneme?»

«Sen ne diyorsun o konuda, Bruro?»

«Eh, eğer cennet varsa, cehennem de olmalı.»

«Bazıları cehennem dünyadır diyor.»

«Hayır. Başka bir yer var. Alevler falan. Ve eğer me-

lekler varsa...»

«Evet?»

«O zaman şeytanlar da vardır. Kutsal Kitap var diyor.»

«Kutsal Kitabın dediklerine kelimesi kelimesine inan-

madan da iyi bir Hıristiyan olabilirsin.»

403 —

«Şeytanların çeşitli işaretlerini tanımayı bilir misiniz?»

«İşaret mi?»

«Evet, Bir kadın ya da bir adanı şeytanla bir anlaşma

yaparsa, şeytan onların üzerine bir işaret koyar. Onları

başka türtü ele geçirirse, yine işaret kayar. Sığır dağlamak

gibi.»

«Şeytanla gerçekten anlaşma yapılabileceğine inanı-

Page 549: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yor musun?»

«Ha? Yo, hayır. Zırva bunlar. Saçmalık. Ama bazı in-

sanlar inanır. Pek çak insan inanır. Ben de bunu ilginç bu-

luyorum. Onların psikolojisine hayranlık duyuyorum, Do-

ğaüstü konularını çok okurum. Buna inananları anlamak

için. Kafalarının nasıl çalıştığını bilmek isterim. Anhyorsu-

rcuzdur.»

«Şeytanların insanlara işaret koyusundan söz ediyor-

dun.»

«Evet. Son zamanda Okuduğum bir konu o. Önemli de-

ğil.»

«Bana anlat.»

«Şey... cehennemde yüzlerce şeytan var diyorlar. Belki

binlerce Her birinin âe insanlara kendi işaretini koyduğu-

nu söylüyorlar. Örneğin ortaçağda pembe çilek lekesinin

şeytan işareti olduğuna inonırlarmış. Bk başka işaret de

şaşı göz. Bir başkası, üç memeli olmak. Bazı kimseler üç

memeli doğar. Çok olan bir şey... Oysa bazıları bu şeyta-

nın işaretidir diyor. Sonra... 66S sayısı. Bu da baş şeyta-

nın işareti. Onun elde ettiği kimselerin derisine 666 sayısı

dağlanırmış. Saçlarının içine. Görünmeyen bir yere. Yani...

inananlar öyle diyor. Sonra... ikizler... O da şeytan işi.»

«İkizler şeytanın işi miymiş?»

«Balkın, beni demiyorum. Ben inanmam. Saçma bun-

lar. Ben yalnızca bazı kaçıkların nelere inandığını söylü-

yorum size.»

«Anlıyorum.»

«Eğer canınızı sıkıyorsam...»

«Hayır. Ben de konuyu senin kadar ilginç buluyorum.»

_ 404 -—

Page 550: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Rudge kaseti susturdu. «Devam etmeden önce bir şey söy-

lemek istiyorum. Onu doğaüstü konusunda konuşmaya teşvik

edişimin nedeni, zihinsel egzersiz saydığımdandı. Onun ken-

di sorununa dönmeden önce zihnini güçlendirmek için. İnanmı-

yorum dediği zaman doğruyu söylediğine inandığımı itiraf et-

mek zorundayım.»

Hiiary, «Ama inanıyormuş,» dedi. «Çok ciddiye alıyormuş.»

«Öyle görünüyor. Ama o sıra ben yalnızca onun zihnini

çalıştırdığımı sanıyordum. Başkalarının mantıksız inançlarını

incelerken, kendi sorunlarında da konuşmaya alışacaktı. Büyü-

lere inananları açıklayınca, kendi hatırlayamadığı rüyayı da

daha kolay açıklardı. Niyetim oydu. Öyle sanıyordum. Ama ya-

nılmışım. Allah kahretsin! Keşke buraya daha sık gelseydi.»

Kaseti tekrar çalıştırdı.

«İkizler şeytan işi demiştin.»

«Evet. Bütün ikizler değil tabii. Yalnızca bazı özel ikiz-

ler.»

«Örneğin?»

«Siyam ikizleri. İnsanlar bumun şeytan işi olduğuna

inanıyor.»

«Evet. Bu batıl inancın nasıl çıktığını anlayabiliyo-

rum.»

«Tek yumurta ikizleri de bazen başları zarla kaplı do-

ğuyorlar. Ender bir şey. Belki biri zarlı doğar, ama ikisi

ender. Öyle olunca, bunun şeytan işareti olduğundan emin

olabilirsiniz. Yani insanlar öyle olduğuna inanıyor.»

Rudge kaseti makineden çıkardı. «Üçünüzün başına ge-

denlerle bu nasıl ilişkili olabilir, bilemiyorum. Ama Bruno Frye’

Page 551: Dean R. Koontz - Fısıltılar

m bir dublörü var gibi göründüğüne göre, ikizler konusunu duy-

mak istersiniz diye düşündüm.»

Joshua önce Tony’ye, sonra Hilary’ye baktı. «Ama eğer

Mary Gunther’in iki çocuğu olmuş olsa, Katherine neden eve

bir tanesini getirsin? Neden yalan söyleyip bir tek bebek var

desin? Akla uymuyor.»

405 —

Tony kuşkulu bir sesle, «Bilmiyorum,» diye mırıldandı, «o

hikâye fazla düzgün demiştim sana.»

Hilary, «Bruno’nun doğum sertifikasını buldun mu?» diye

sordu.

Joshua, «Henüz ortaya çıkmadı,» dedi. «Kasalarda öyle bir

şey yoktu.»

Rudge ayırdığı kasetlerin dördüncüsünü eline aldı. «Bu da

Frye’la yaptığım son seans. Üç hafta önce. Sonunda rüyasını

hatırlaması için ona hipnotizma uygulamama razı oldu. Ama is-

teksizdi. Kuşkuluydu. Sorularımı belli konularda soracağıma

dair söz verdirdi bana. Rüyadan başka hiçbir şeyi sormayacak-

tım. Size seçtiğim kısım, o tronstayken. Zaman içinde geriye

götürdüm onu. Çok fazla değil. Bir önceki geceye. Rüyayı ye-

niden görmesini sağladım.»

«Ne görüyorsun, Bruno?»

«Annem. Ve ben.»

«Devamı et.»

«Beni çekip götürüyor.»

«Neredesiniz?»

«Bilmiyorum. Ama ben küçüğüm.»

Page 552: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Küçük mü?»

«Çocuk.»

«Annen seni zorla bir yere mi götürüyor?»

«Evet. Elimden çekiyor. Sürüklüyor.»

«Nereye götürüyor?»

«O... kapıya. Kapı. Açtırmayın ona. Bırakmayın. Dur-

durun!»

«Sakin ol. Sakim ol bakalım. Kapıyı anlat bana. Nere-

ye gidiyor kapı?»

«Cehenneme.»

«Onu nereden biliyorsun?»

«Yerde çünkü.»

«Kapı yerde mi?»

‘ «Tanrı aşkına, açtırmayın ona! Ben! yine oraya kapat-

masına izin vermeyin. Hayır! Haayııır! Girmem oraya!»

«Sakin ol. Rahat bırak kendini. Korkacak bir şey yok.

406 —

Soıkin ol, Bruno. Sakin misin?»

«E-evet.»

«Pekâlâ. Şimdi yavaşça, heyecanlanmadan, duygulan -

madan, anlat neler olduğunu. Annenle sen yerdeki bu ka-

pının önündesîniz. Şimdi ne oluyor?»

«O... o kapıyı açıyor.»

«Devam et.»

«Beni itiyor.»

«Devam et.»

«Beni kapıdan içeri itiyor.»

Page 553: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Devam et, Bruno.»

«Çarparak kapıyor... kilitliyor.»

«Seni içeri mi kilitliyor?»

«Evet.»

«İçerisi nasıl?»

«Karanlık.»

«Başka?»

«Yalnızca karanlık. Kapkara.»

«Bir şey görebiliyor olmalısın.»

«Hayır. Hiçbir şey.»

«Sonra ne oluyor?»

«Çıkmayaı çalışıyorum.»

«Evet?»

«Kapı çok ağır. Çok sağlam.»

«Bruno, bu gerçekten yalnızca bir rüya mı?»

«....»

«Bu yalnız rüya mı, Bruno?»

«Rüyamda gördüğüm şey.»

«Ama aynı zamanda bir anı mı?»

«....»

«Annen seni gerçekten çocukken karanlık bir yere mi

kapardı?»

«E-evet.»

«Bir mahzen® mi?»

«Yerin altında. Yerin içinde bir oda.»

«Ne kodlar sık yapardı bunu?»

Page 554: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Her zaman.»

407 —

«Haftada bir mi?»

«Daha sık.»

«Bir ceza miydi bu?»

«Evet.»

«Neyin cezası?»

«Bir... gibi... davranmamak... düşünmemek.»

«Nasıl yani?»

«Bir... olmamanın cezası.»

«Bir ne olmamanın?»

«Bir. Bir. Yalnızca bir. Hepsi o. Yalnızca bir.»

«Pekâlâ. Ona sonra yine döneriz. Şimdi daha sonra

ne olduğuna bakalım. Devam edip ne olduğuna bakacağız.

Sen o odada kiiitüsin. Kapıdan çıkamıyorsun. Sonraı ne

oluyor, Bruıno?»

« K- k-korkuyorum.»

«Hayır. Korkmuyorsun. Kendini çok sakin ve rahat his-

sediyorsun. Hiç korkmuyorsun. Tamam mı? Sakin değil mi-

sin?»

«H-herhalde.»

«Peki. Kapıyı açmaya çalıştıktan sonra ne oluyor?»

«Açamıyorum. En üst basamakta durup aşağıya, ka-

ranlığa bakıyorum.»

«Basamaklar mı var?»

«Evet.»

«Nereye gidiyor basamaklar?»

Page 555: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Cehenneme.»

«Aşağıya iniyor musun?»

«Hayır! Orada... duruyorum. Ve... dinliyorum.»

«Ne duyuyorsun?»

«Sesler.»

«Ne diyorlar?»

«Bunlar yalnızca... fısıltı. Anlayamıyorum. Ama... geli-

yorlar... sesler büyüyor. Yaklaşıyorlar. Basamakları çıkı-

yorlar. Sesler çok şimdi.»

«Ne diyorlar?»

«Fısıltı. Her yanımda.»

«Ne diyorlar?»

408 —

«Hiç. Anlamı yok.»

«İyi dinle.»

«Kelimeyle konuşmuyorlar.»

«Kim onlar? Kim fısıldıyor?»

«Ah, Tanrım. Dinleyin. Tanrım.»

«Kimi onlar?»

«İnsan değil. Hayır. Hayır! İnsan değil!»

«Fısıldayanlar insan değil mi?» ,

«Alın onları benden! Alın üstümden onları!»

«Niye kendini fırçalar gibi yapıyorsun?»

«Her yanıma tırmanıyorlar!»

«Üzerinde bir şey yok.»

«Her yonımdaiar!»

Page 556: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Üzerinde bir şey yok!»

«Her yanımda!»

«Ayağa kalkma, Brumo. Dur...»

«Ah, Tanrım!»

«Bruno, yat o kanepeye.»

«Tanrım, Tanrım, Tanrım, Tanrım!»

«Soma kanepeye yatmanı emrediyorum.»

«Tanrımı, yardım et bana! Yardım et!»

«Dinle beni, Bruno. Sen...»

«Onlardan kurtulmalıyım. Atmalıyım üstümden!»

«Bruno, bir şey yok. Sakin ol. Gidiyorlar işte.»

«Hayır! Dahası da geliyor! Ah! Ah! Hayır!»

«Gitti hepsi. Fısıltıları hafifliyor. Hepsi...»

«Daha» yükseldi! Fısıltılar yükseliyor! Kükrüyor fısıltı-

lar!»

«Sakin ol. Yat ve...»

«Burnuma giriyorlar! Ah, Tanrım! Ağzıma!»

«Bruno!»

Kasette garip, boğulur gibi bir ses duyuldu, sürdü gitti.

Hilary kollarıyla kendini kucakladı. Oda birden buz gibi

gelmişti ona.

Rudge anlattı. «Kanepeden fırlayıp köşeye koştu. Şuraya.

Çömeldi, ellerini yüzüne kapadı.»

409 —

Kasetten o korkunç, hışırdayan, boğulan ses hâlâ yükse-

liyordu.

Toıny, «Ama onu transtan çıkardınız,» dedi.

Page 557: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Rudge solgundu. Hatırlıyordu. «Önce çıkaramayacağımı

sandım. Rüyada kalacak sandım. Daha önce hiç başıma böyle

bir şey gelmemişti. Hipnotik tedavide çok iyiyimdir. Çok hem

de. Ama onu kaybettiğimi sandım. Bir süre geçti..., ondan son-

ra bana cevap vermeye başladı.»

Kaset hâlâ haykırıyor, hışırdıyor, soluyordu.

Rudge, «Bu duyduğunuz Frye’ın çığlığı,» dedi. «O kadar

korkuyor ki, boğazı tıkanıyor. Sesi çıkmaz oluyor. Bağırmaya

çalışıyor, ama sesi az çıkıyor.»

Joshua ayağa kalktı, eğildi, makineyi susturdu. Eli titri-

yordu. «Annesi onu gerçekten karanlık bir odaya kilitledi mi

sizce?» diye sordu.

«Evet,» dedi Rudge.

«Ve orada bir şeyler vardı.»

«Evet.»

Joshua tek elini ak saçları arasından geçirdi. «Ama... Tan-

rı aşkına, ne olabilir o şeyler? Odada ne var?»

Rudge, «Bilmiyorum,» dedi. «Daha sonraki seanslarda an-

larız diyordum. Ama onu bir daha görmedim.»

* * *

Joshua’nın Cessna Skylane uçağında Hollister’e doğru

uçarlarken Tony, «Bu konudaki görüşüm değişiyor,» dedi.

Joshua, «Nasıl?» diye sordu.

«Başlangıçta işi siyah beyaz olarak görüyordum. Hilary

kurban rolündeydi, Frye da kötü adamdı. Ama şimdi... bir ba-

tkıma... belki Frye da bir kurban.»

«Ne demek istediğini anlıyorum,» dedi Hilary. «O kasetleri

Page 558: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dinleyince... ona öyle acıdım ki!»

Joshua, «Acımak iyi, ama tehlikeli olduğunu da unutma-

malı,» diye görüşünü açıkladı.

«Ölmedi mi o?»

«Öldü mü?»

410 —

Hilary’nin yazmış olduğu bir senaryoda sahnelerden ikisi

Hollister’de geçiyordu. Bu nedenle buraya o kadar da yabancı

değildi.

Hollister ilk bakışta diğer yüzlerce California kentine pek

benzerdi. Bazı sokakları güzel, bazı sokakları çirkindi. Yeni ev-

leri de vardı eski evleri de. Palmiyeleri de, çınarları da, çiçek-

leri de. Burası eyaletin oldukça kuru bir bölgesi olduğundan,

tozu başka yerlerden fazlaydı. Ama rüzgâr çok deli esmedikçe

bu pek belli olmuyordu.

Hollister’i diğer benzer kentlerden ayıran, altında yatan

şeydi. Fay çizgileri. Yer kabuğundaki yarıklar. California’dakt

yerleşim yerlerinin çoğu arastVa kayıp deprem yaratan jeolojik

fayların yakınına kurulmuştu. Ama Hollister bir tek fay üze-

rinde değildi. Az rastlanan bir faylar kesişiminin üzerindeydi.

Büyük faylar da geçiyordu buradan, küçük faylar da. San And-

reas fayı da bunlardan biriydi.

Hareket halinde bir kentti Hollister. Yılın her gününde en

az bir depreme sahne olurdu. Bu sallanmaların çoğu tabii

Richter ölçeğinde orta veya düşük düzeydeydi. Kent hiçbir za-

man yıkılmış değildi. Ama yaya kaldırımları hep çatlak çatlak-

tı. Bir yol Pazartesi günü düzken salı günü yokuş olabilir, Çar-

Page 559: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şamba yine düzelebilirdi. Bazı günlerde zincirleme depremler

kenti yavaşça sallar, arada kısa dinlenme süreleri verirdi. Bir

iki saat gibi. Ama burada yaşayanlar bu hafif sarsıntıları pek

farketmezlerdi. Sierra dağlarında, kayak merkezlerinde yaşayan-

ların beş santimden az kar yükselten fırtınalara ilgi gösterme-

meleri gibi. Yıllar geçerken Hollister’in bazı sokakları yön de-

ğiştirmiş, eskiden düz olan caddeler kavislenmişti. Bakkal dük-

kânlarında raflar ya arkaya doğru eğik yapılıyor ya da önüne

tel çekiliyor, her sarsıntıda şişelerin, konserve kutularının dö-

külmesi önlenmeye çalışılıyordu. Bazı kimselerin oturdukları

evler bu istikrarsız toprakta habire aşağıya doğru kaymaktay-

dı. Ama kayma oranı o kadar azdı ki, telâş edecek bir şey

yoktu. Başka ev arama kaygısı içinde değildi hiç kimse. Du-

varlardaki çatlakları onarıyor, kapı altlarını düzlüyor, ellerinden

geldiği kadar uyum sağlamaya çalışıyorlardı. Hollister’li insan-

lar arasıra evlerine yeni bir oda eklediklerinde, ek inşaatın fa-

411 —

yın öbür yanına taştığını farketmezlerdi. Yıllar geçince yeni oda,

bir kaplumbağa kararlılığıyla kuzeye, güneye, doğuya ya da ba-

tıya kayar dururdu. Ev de ters yöne kayardı. Sonunda ek oda,

ana binadan ayrılırdı. Bazı binaların bodrumlarında kuyular

vardı. Kendiliğinden açılmış, dipsiz çukurlar. Bu kuyular bina-

nın altında habire genişlemekte olduğundan günün birinde evi

de yutacaktı. Ama bu olana kadar Hollister halkı yukarda ya-

şamayı ve çalışmayı sürdürüyordu. Nice insan burada yaşama-

Page 560: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ya korkardı. Hollister’lilerin deyimiyle, «İnsan gece yattığında

toprağın kendi kendine fısıldayışını dinlemek zorunda kalır»dı

burada. Ama Hollister’in çalışkan halkı kuşaklardan beri kendi

işlerine eğilip olumlu bir tutum içinde sürdürmüşlerdi yaşam-

larını.

Burası California iyimserliğinin simgesi sayılırdı.

Rita Yancy sessiz bir sokakta, köşebaşı bir evde oturu-

yordu. Önünde kocaman bir veranda bulunan küçük bir ev.

Bahçesinde sonbaharda açan beyaz ve sarı çiçekler vardı.

Joshua kapıyı çaldı. Hilary ile Tony yanındaydılar.

Kapıyı yaşlı bir kadın açtı. Kır saçlarını topuz yapmıştı.

Yüzü buruş buruştu. Ama mavi gözleri hareketli, parlaktı. Yü-

zünde dostça bir gülümseme vardı. Mavi bir ev elbisesi giy-

miş, beyaz bir önlük takmıştı. Ayağında ağırbaşlı yaşlı insan

pabuçları vardı. Ellerini bir bulaşık bezine kurulayarak, «Evet?»

diye sordu.

Joshua, «Bayan Yancy?» diye sordu.

«Benim.»

«Adım Joshua Rhinehart.»

Kadın başını salladı. «Geleceğinizi tahmin etmiştim.»

«Sizinle konuşmakta kararlıyım.»

«Galiba zor vazgeçen ya da hiç vazgeçmeyen tiplerden-

siniz.»

«İstediğimi öğrenene kadar, bu bahçede kamp kuracaklar-

danım.»

Kadın içini çekti. «Gereği kalmayacak. Dün sizinle konuş-

tuktan sonra durumu bir hayli düşündüm. Verdiğim karara ge-

lince... siz bana bir şey yapamazsınız. Hiçbir şey. Yetmiş beş

yaşma geldim. Ben yaşta kadınları hapse atmazlar. Demek si-

Page 561: Dean R. Koontz - Fısıltılar

412 —

ze hikâyeyi anlatmamda bir sakınca yok. Çünkü anlatmazsam

beni habire rahatsız edeceksiniz.»

Geri çekildi, kapıyı ardına kadar açtı, üç konuk içeri gir-

diler.

* * *

Tepedeki evin tavanarassnda, kocaman yatakta Bruno ba-

ğırarak uyandı.

Oda karanlıktı. Fenerin pili bitmişti.

Fısıltılar.

Her yanda.

Yumuşak, öpücük sesleriyle dolu, kötü fısıltılar.

Bruno’ suratına, boynuna, göğsüne, kollarına tokatlar ata-

rak üzerindeki iğrenç şeyleri kovmaya çalışırken yataktan yu-

varlandı. Yerdeki yaratıkların sayısı yatağın üstündekilerden

fazla gibi geldi ona. Binlercesi. Hepsi fısıldıyor, fısıldıyordu.

Bruno bağırdı, inledi, elini burnuna ve ağzına kapayıp onların

içine girmesini engellemeye çalıştı,

işık.

iplik gibi ışın demetleri.

Çok değildi sayısı ışıkların. Ama hiç yoktan iyiydi.

Elinden geldiği kadar hızlı, ışıklara doğru koştu. Bir yan-

dan hâlâ üzerindekileri atmaya çalışıyordu. Karşısına pencere

çıktı. Dışı pancurlarla kaplıydı. Işık pancurun tahtaları arasın-

dan giriyordu.

Page 562: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bruno bir süre pencerenin tokmağını aradı. Bulduğunda

çeviremedi. Paslanmıştı.

Bağırarak, kendine sert tokatlar atarak, sendeleyen adım-

larla yatağa döndü, yatağı el yordamıyla buldu, başucu lam-

basına uzandı, onu alıp pencereye döndü. Sopa gibi indirdi

lambayı cama. Cam kırıldı, ortalığa saçıldı. Bruno lambayı fır-

latıp attı, pancurların tokmağına uzandı, yakaladı, zorladı, par-

mağının eklemini sıyırarak çevirmeyi başardı, pancurları itip

açtı. Tavanarasına ışık dolarken rahatladı.

Fısıltılar hafifledi, azaldı.

413 —

Rita Yancy’nin salonundaydılar. Kendisi salon diyordu ora-

ya. Daha az renkli bir kelime kullanmaya yanaşmıyordu. Bu

yaştaki kadınların tipik salonuydu burası. İşlemeli perdeler, du-

varlarda çerçevelenmiş işlemeler... çoğu kuş deseni... genel

olarak bir iyi niyet ve kötü zevk havası. Püsküllü halılar, arkası

yüksek koltuklar, sehpalarda Reader’s Digest dergisinin eski

sayıları. Bir sepette yün yumakları ve şişler. Yerdeki çiçekli ha-

lı, yine çiçekli uzun yol halilarıyla korunuyordu. Kanepeye el

örgüsü bir battaniye örtülmüştü. Şömine rafındaki saat kof

bir sesle takırdıyordu.

Hilary ile Tony kanepeye oturdular. Kenara oturmuşlardı.

Sanki yaslanıp kanepe örtülerini buruşturmaya korkuyorlarmış

gibi. Hilary çevredeki bibloların tozu alınmış, pırıl pırı! cilalı

olduklarına dikkat etti. Konuklardan biri o biblolara elini sürse

Rita Yancy’nin fırlayıp toz bezi getireceğini düşündü.

Joshua koltuğa oturmuştu.

Page 563: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Bayan Yancy, en sevdiği koltuk oiduğu açıkça görülen ye-

re yerleşti. Kişiliğinin yarısını o koltuktan alıyor, koltuk da on-

dan alıyordu sanki, öyle olmalı, diye düşündü Hilary. Bu ka-

dınla bu koltuğun organik-inorganik, aitı ayaklı, kadife tenfi

bir yaratık oluşturmasını düşünmek o kadar zor değildi.

Kadın pufun üzerindeki mavili yeşilli el örgüsü battaniyeyi

eline aldı, açıp kucağına serdi.

Bir an salt bir sessizlik oldu. Saat bile susmuş gibi geldi.

Zaman durmuş gibi. Oda olduğu gibi alınıp uzaya taşınmış,

oradaki bir müzede «Dünya Antropolojisi» bölümünde sergi-

lenmeye götürülmüş gibi.

Derken Rita Yancy konuştu. Ağzından çıkan sözler Hilary’

tıin onunla ilgili yargılarını tepetakla etti. «Valla, lâfı dolaştır-

makla bir halt kazanamayız. Bütün günümü bu zırvalıkla uğra-

şarak geçirecek değilim. Meseleye gelelim. Bruno Frye’ın ne-

den bana ayda beş yüz dolar ödediğini bilmek istiyorsunuz.

Sus payıydı o para. Çenemi kapatayım diye veriyordu. Anafeı

da aynı parayı otuz beş yıl ödemişti. O ölünce çekleri Bruno

yollamaya başladı. Buna çok şaştığımı baştan söyleyeyim. Bu-

günlerde hangi evlât, anasının adını korumak için bu kadar

para öder? Hele de kadın nalları diktikten sonra. Ama o ödedi.»

414 —

Tony şaşırmıştı. «Yani siz Bay Frye’a... daha önce de an-

nesine şantaj yaptığınızı mı söylüyorsunuz?»

«Ne ad takarsanız takın. İster sus payı deyin, ister şantaj

parası.»

Tony, «Bize şu ana kadar anlattıklarınıza göre, yasa buna

Page 564: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şantaj parası der, başka bir şey demez,» diye görüşünü açık-

ladı.

Rita Yancy ona gülümsedi. «Bu kelimenin beni rahatsız et-

tiğini mi sanıyorsun? Korkar mıyım ben o kelimeden? Tir tir tit-

rer miyim? Evlât, bak sana bir şey söyleyeyim. Zamanımda bun-

dan daha kötü şeylerle suçlanmışlığım var benim. Sen şantaj

kelimesini kullanmak istiyorsan, bir itirazım yok. Şantaj, öyle

olsun. Olayı kibarlaştırmaya çalışmayalım. Ama tabii yaşh bir

kadını mahkemelere sürükleme budalalığını gösterirseniz, ora-

da aynı kelimeyi kullanmam. Uzun zaman önce Katherine Frye’a

büyük bir iyilik yaptığımı, onun da bana aylık çek yollamakta

direttiğini söylerim. Tersini kanıtlayacak bir şey yok senin elin-

de..., öyle değil mi? Zaten bu yüzden aylık olsun demiştim baş-

ta. Şantajcılar bir seferde vurup kaçar. Savcı da o paranın izini

kolayca bulur. Ama bir şantajcının vadeli para alacağına kim

inanır?»

Joshua, «Hakkınızda dava açmak gibi bir niyetimiz yok,»

diye güvence verdi ona. «Size ödenmiş olan parayı geri alma-

ya kalkacak da değiliz. Bunun bir işe yaramayacağını biliyo-

ruz.»

«İyi,» dedi Bayan Yancy. «Buna kalkışırsanız büyük müca-

dele verirdim.»

Kucağındaki battaniyeyi düzeltti.

Hilary, bu kadını hatırlamam gerek, diye düşündü. Her ay-

rıntısıyla. Günün birinde, bir filmde karakter olurdu. Bahar-bi-

ber tadı olan büyükanne.

Joshua, «Tek istediğimiz biraz bilgi,» dedi. «Miras işle-

riyle ilgili bir sorun var. İşler o yüzden bitirilemiyor. Bu yüzden

bazı sorulara cevap bulmak zorundayım. Siz bütün gününüzü

bu zırvalığa harcamayacağınızı söylüyorsunuz. Ben de Frye

Page 565: Dean R. Koontz - Fısıltılar

servetiyle aylarca uğraşmak istemiyorum. Buraya gelişim, o

işi bitirmek için gerekli bilgileri edinmek için.»

415 —

Bayan Yancy ona uzun uzun baktı, sonra Hilary ile Tony’

yi süzdü. Gözleri zeki, bakışları ölçüp biçen türdendi. Sonun-

da memnun olmuş gibi başını salladı. Sanki zihinlerini oku-

muş, okuduklarını beğenmişti. «Sanırım size inanıyorum. Pek-

âlâ. Sorun sorularınızı.»

Joshua, «İlk bilmek istediğimiz belli,» dedi. «Katherine’ie

oğlu hakkında ne biliyordunuz ki size kırk yıla yakın bir süre

yarım milyon doların üzerinde para verdiler?»

Bayan Yancy anlattı. «Onu anlamak için benim geçmişimi

biraz bilmeniz gerek. Gençliğim büyük ekonomik kriz yıllarına

rastlamıştı. Geçinebilmek için ne türlü olursa olsun bir iş ara-

dım. Hiçbir iş yoksulluk düzeyinin üzerinde para getirmiyordu.

Bir teki dışında. Bana gerçekten para kazandıracak tek işin, dün

yanın en eski mesleği olduğunu anladım. On sekiz yaşımday-

ken çalışmaya başladım. O zamanlar böyle bir toplumda be-

nim gibi kadınlardan, ‘kolay değerleri olan bir bayan’ diye söz

edilirdi. Bugün artık usturuba gerek yok. Adına ne deseniz

oluyor.» Topuzundan bir tutam kır saç kayıp sarktı. Kadın onu

alnından geriye itti, kulağının arkasına sıkıştırdı. «İş sekse ge-

lince, dünyanın ne kadar değiştiğine çok şaşıyorum.»

«Yani siz,.., fahişe miydiniz?» diye sordu Tony. Hilary’nin

de paylaştığı şaşkınlığı yansıtmıştı.

«Enikonu güzel bir kızdım,» dedi Bayan Yancy gururla. «So-

kaklarda, barlarda, otellerde çalışmak zorunda kalmadım hiç.

Page 566: Dean R. Koontz - Fısıltılar

San Francisco’nun en kibar evlerinden birinin kadrosundaydım.

Üst tabakaya hizmet verirdik. En iyi erkeklere. Kızların sayısı

ondan aşağı düşmez, genellikle on beş dolaylarında olurdu

tama hepimiz güzel ve kibardık. İyi para kazanıyordum. Tam

beklediğim gibi. Ama yirmi dört yaşıma geldiğimde, kendi evi-

mi açarsam çok daha fazla kazanabileceğimi anladım. Güzel

bir ev bulup satın aldım, biriktirdiğim tüm parayı da oranın de-

korasyonuna harcadım. Sonra güzel ve kibar kızlar buldum.

Otuz altı yıl boyunca mama olarak çalıştım. Gok klas bir yerdi

evim. On beş yıl önce emekli oldum. Altmış yaşında. Çünkü kı-

zımla damadımın oturduğu Hollister kentine gelmek istiyordum.

Torunlarıma yakın olmak için. Torunlar yaşlılığı sandığınızdan

fazla neşelendiriyor.»

416 —

Hilary arkasına yaslandı. Artık örtüleri buruşturmaya aldır-

maz olmuştu.

Joshua, «Bütün bunlar çok ilginç şeyler,» dedi. «Ama Kat-

herine Frye’la ilgisi ne?»

«Babası benim San Francisco’daki evime düzenli olarak

gelirdi,» diye cevap verdi Rita Yancy.

«Leo Frye mı?»

«Evet. Çok garip adamdı. Ben kendim hiç onunla birlikte

olmadım. Ona hizmet vermedim. Mama olduktan sonra’ yatak

işini çok azaltmıştım. Yönetimle ilgileniyordum. Ama kızların

onun hakkında anlattıklarını biliyorum. Birinci sınıf bir itti he-

rif. Kadınlarının uysal olmasını, boyun eğmesini istiyordu. On-

ları kullanırken hakaret etmekten, çirkin kelimeler kullanmak-

Page 567: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tan hoşlanıyordu. Sert adamdı... ne demek istediğimi anlıyor

musunuz? Yapmaktan hoşlandığı bir takım kötü şeyler vardı.

Bunları benim kızlarıma yapabilmek için çok yüksek para öder-

di. Her neyse, 1940 yılının Nisan ayında, Leo’nun kızı Kathe-

rine kapımda beiirdi. Onu hiç tanımamıştım daha önce. Ada-

mın bir çocuğu olduğunu bile bilmiyordum. Ama kızına benden

söz etmişti. Çocuğunu gizlice doğurabilmesi için yollamıştı kı-

zı bana.»

Joshua gözlerini kırpıştırdı. «Kızın çocuğu mu?»

«Kız hamileydi.»

«Bruno onun çocuğu muydu?»

Hilary de dayanamadı. «Ya Mary Gunther?» diye sordu.

Yaşlı kadın, «Mary Gunther diye biri yoktu,» dedi. «Kathe-

rine’le Leo’nun uydurduğu bir hayaldi o.»

Tony, «Biliyordum,» dedi. «Fazla düzgündü. Çok fazla düz-

gündü.»

Rita Yancy devam etti. «St. Helena’da kimse kızın hamile

olduğunu bilmiyordu. Birkaç kat korseyi üstüste giyip geziyor-

du. Vücudunu nasıl sıktığını bilseniz acırdınız ona. Korkunç

bir şeydi. İlk ay halini kaçırdığından başlayıp, karnının şişme za-

manı gelene kadar, her gün daha dar korseler giymiş, sonra

hepsini üstüste giymeye başlamış. Ayrıca hiçbir şey yemiyor-

muş hemen hemen. Mümkün olduğu kadar düşük kiloda kal-

—,417 — Fısıltılar — F. : 27

mak için. Çocuğu düşürmeyişine, kendisinin ölmeyişine şaş-

mak gerek.»

Page 568: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony, «Onu içeri aldınız mı?» diye sordu.

«Bunu iyi yürekli olduğumdan yaptım diyemeyeceğim,» de-

di Bayan Yancy. «İyilikleriyle övünen ihtiyar kadınlara hiç da-

yanamam. Briç oynarken ya da kiliseye gittiğimde rastlarım öy-

lelerine. Katherine’in hali yüreğime falan dokunmuş değildi.

Onu içeri alışım babasına bir şey borçlu olduğumdan da değil-

di. Hiçbir şey borçlu değildim ona. Hakkında kızlarımdan duy-

duklarıma bakılırsa, hiç de hoşlanmıyordum adamdan. Ama

Katherine geldiğinde, babası öleli altı hafta olmuştu. Onu bir

tek nedenle aldım, numara yapıp yalan söyleyecek değilim.

Yanında üç bin dolar para getirmişti. Oda, yiyecek ve doktor

masrafları için. O zaman üç bin dolar bugünkünden iyi paray-

dı.»

Joshua başını iki yana salladı. «Anlayamıyorum. Soğuk

kadın diye şöhreti vardı. Erkeklere ilgi göstermezdi. Bir sevgi-

lisi falan olduğunu da bilen yok. Baba kimdi?»

«Leo,» dedi Bayan Yancy.

Hilary alçak sesle, «Tanrım!» deyiverdi.

Joshua, «Emin misiniz?» diye sordu Rita Yancy’ye.

«Yüzde bin,» dedi yaşlı kadın. «Kendi kızıyla oynaşmaya

daha çocuk dört yaşındayken başlamış. Küçükken ağız seksi-

ne zorlamış onu. Daha sonra, büyüdüğü zaman... her şeyi yap-

mış ona. Her şeyi.»

Bruno gece iyi bir uyku çekerse kafasındaki karışıklığın

geçeceğini ummuştu. Ama şimdi o kırık tavanarası penceresi-

nin önünde dururken durumu yine altı saat öncekinin aynıydı.

Kafasında belirsiz düşünceler, kuşkular, sorular, korkular dö-

nüp duruyordu. Acı tatlı anılar, minik kurtlar gibi kıpır kıpırdı.

Gözünün önünde gümüş renkli hayaller belirip kayboluyordu.

Bunların nedenini anlıyordu Bruno. Yalnızdı. Yapayalnızdı

Page 569: Dean R. Koontz - Fısıltılar

da ondan. Yarım adamdı artık. Ortasından ikiye bölünmüştü.

Mesele oydu. Öteki yansı öldürüldüğünden beri sinirliliği gide-

rek artmış, kendine güveni azalmıştı. İki yarısı da sağken elin-

418 —

de olan güç kaynağının yerinde yeller esiyordu. Yarım bir in-

san olarak yaşamaya çalışıyor, beceremiyor, en ufak sorunlar

bile gözüne çözülmez görünüyordu.

Pencereye arkasını dönüp yatağa doğru sendeledi, yanına

diz çöktü, başını ölünün göğsüne dayadı.

«Bir şey söyle. Bir şey söyle bana. Ne yapacağımı bul-

mama yardım et. Lütfen. Lütfen yardım et bana.»

Ama ölü Bruno’nun sağ Bruno’ya söyleyeceği hiçbir şey

yoktu.

Bayan Yancy’nin salonu.

“Fıkırdayan saat.

Beyaz bir kedi yemek odasından gelip yaşlı kadının kucağı-

na sıçradı.

Joshua, «Leo’nun Katherine’le böyle bir ilişkisi olduğunu

nereden biliyorsunuz?» diye sordu. «Herhalde Leo size kendi

söylemiş olamaz.»

«Söylemedi,» dedi Riîa Yancy. «Ama Katherine söyledi.

Korkunç bir haldeydi. Yarı delirmiş gibiydi. Zamanı yaklaştığın-

da kendisini bana babasının getireceğini ummuştu. Ama adam

ölmüştü o arada. Yalnız başına ve korku içindeydi. Sağlığını

korumamış olduğundan, o korselerin falan da katkısıyla, do-

ğum sancıları bir felâket oldu. Kızlarıma haftalık muayene uy-

gulayan doktoru çağırdım. Ağzı sıkı biri olduğunu biliyordum o

Page 570: Dean R. Koontz - Fısıltılar

doktorun. Büyük ihtimalle Katherine’in de ölebileceğim söy-

ledi. Kız on dört saat, aralıksız sancı çekti. Acıya onun gibi

dayanan kimseyi görmedim. Çoğu zaman sayıklıyordu. Aklı

başına geldiğinde de, babasının kendisine yaptıklarını bana an-

latmak istiyordu. Sanırım ruhunu kurtarma peşindeydi. Ölürken

o sırrı içinde götürmek istemiyordu. Beni günah çıkarmak için

kullandı bir bakıma. Annesi öldükten kısa bir süre sonra ağız

seksine zorlamıştı babası onu. Kuş uçmaz bir yerde, tepede bir

eve taşındıklarında, kızı kendine bir seks kölesi olarak eğitme-

ye koyulmuştu. Cinsel ilişkide bulunacak yaşa geldiği zaman

gerçi adam tedbir almıştı ama yıllar geçince bir hata yapmış-

lardı işte. Kız hamile kalmıştı.»

419 —

Hilary üzerine oturduğu battaniyeyi alıp sarınmak, ürper-

tilerini dindirmeye çalışmak ihtiyacını hissetti. Earl’la Emma’nm

sağlığında yediği onca dayağa, çektiği duygusal eziyetlere, fi-

ziksel ve zihinsel işkencelere rağmen, cinsel sömürüden kur-

tulduğu için kendini şanslı sayması gerektiğini biliyordu. Earl

zaten iktidarsızdı. Hilary’yi kurtaran da bu olmuştu. Bu kâbusu

yaşamamıştı hiç değilse. Ama Katilerine Frye kurtulamamıştı.

Hilary yüreğinde o kadına karşı büyük bir anlayış hissetti.

Tony onun aklından geçenleri anlamış gibiydi. Uzanıp elini

tuttu, güven verircesine sıktı.

Bayan Yancy beyaz kediyi okşadı, kedi yumuşak bir mır-

lama sesi çıkardı.

Joshua, «Anlayamadığım bir şey var,» dedi. «Leo neden

Katherine’i daha önce yollamadı size? Yani hamile olduğunu

Page 571: Dean R. Koontz - Fısıltılar

anladığı anda? Neden kürtaj yaptırmadı? Herhalde bunu ayar-

layacak ilişkileriniz de vardı?»

«Tabii,» dedi Bayan Yancy. «Benim mesleğimde, bu işleri

yapan doktorlar tanımak şart. Leo bunu benim kanalımla ayar-

layabilirdi. Neden yapmadığını tam bilemiyorum. Ama içime öy-

le geliyor ki... Katherine’in bir kız çocuk doğuracağını umdu.»

Joshua, «Anlayamadım galiba,» dedi.

«Anlamı ortada.» Bayan Yancy beyaz kedinin tombul çe-

nesinin altını kaşıyordu. «Eğer bir kız torunu olursa, birkaç

yıla kalmaz, onu da eğitmeye başlardı. Katherine’e yaptığı gibi.

O zaman iki tane olurdu elinde. Kendi özel haremi.»

Bruno öteki benliğinden bir cevap alamayınca ayağa kalk-

tı, koca odada amaçsızca dolaşmaya başiadı. Adımları yerden

tozları kaldırıyor, tozlar pencereden giren ışıkta tembel tem-

bel uçuşuyordu.

Sonunda gözüne bir çift gülle ilişti. Yirmi beşer kiloluk.

Haftanın altı gününde ağırlık kaldırırken kullandıklarından. On

iki yaşında başlamış, otuz ‘beş yaşına kadar sürdürmüştü o

antrenmanları. Kullandığı araçların çoğu bodrumdaydı. Ama

bu gülleleri yukarıya almış, boş kaldığı zamanlar kullanmak

420 —

\

üzere saklamıştı. Kol çalıştırmak için de birkaç araç vardı bu-

rada.

Gülleleri alıp onlarla çalışmaya başladı. Korkunç omuzları,

güçlü kolları kısa zamanda o iyi tanıdığı tempoya uyum sağ-

Page 572: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ladı, Bruno terleyene kadar çalıştı.

Yirmi sekiz yıl önce, ağırlık kaldırmaya, vücut geliştirme-

ye ilk heves ettiğinde, annesi bunun mükemmel bir fikir oldu-

ğunu söylemişti. Ağırlıkla uzun saatler boyunca çalışmak, ye-

ni doğmaya başlayan cinsel enerjisini yakmaya katkıda bulu-

nuyordu. Şeytan penisini kızlara gösteremeyeceğine göre, bu

cimnastikler oyalıyordu onu. Katilerine de onaylamıştı çalış-

maları.

Daha sonra, çocuğun kasları gelişip yaman bir erkek oldu-

ğunda, Katherine onun bu kadar güçlenmesine izin verdiğine

pişman olmuştu. Kendisine karşı döner diye. O zaman ağırlık-

ları çocuğun elinden almaya çalışmıştı. Ama çocuk ağlayıp

yalvarmca, Katherine ondan korkmasına gerek olmadığına ka-

rar vermişti.

Başka türlüsü nasıl mümkün olabilirdi ki? Bruno gülleleri

kaldırdı, sonra yavaşça indirdi. Annesi bilmiyor muydu daha

güçlü olduğunu? Ne de olsa... yer altındaki kapının anahtarı

ondaydı. Kapıyı açıp çocuğu oraya itebilecek durumdaydı. O

karanlık deliğe. Kolları ne kadar güçlü olursa olsun, anne dai-

ma ondan güçlü sayılırdı.

Aşağı yukarı o sıralarda, Bruno’nun kasları güçlenmeye

yeni başladığında, annesi ona mezardan nasıl dönüleceğini bil-

diğini açıklamıştı. Öldükten sonra öbür dünyadan onu kontrol

edeceğini, kusur işlerse ya da şeytanlığını saklamakta dik-

katsiz davranırsa, dönüp onu cezalandıracağını söylemişti.

Belki bin kere uyarmıştı onu. Eğer yaramazlık yapar da anne-

sini öbür dünyadan dönmeye zorlarsa, annesi onu yerdeki o

deliğe, kapının ardına atacak, ebediyen orada bırakacaktı.

Ama şu anda ağırlıklarla çalışırken Bruno içinden, acaba

Katherine’in tehdidi blöf müydü, diye geçirdi. Gerçekten do-

Page 573: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ğaüstü güçleri mi vardı? Ölümden dönmeyi biliyor muydu? Yok-

sa yalan mı söylüyordu ona? Oğlundan korktuğu için mi yalan

söylüyordu? Fazla irilesip güçlenirse, benim boynumu kırar, mı

421 —

diyordu içinden? Bu mezardan dönme masalı, Bruno’nun onu

öldürüp kurtulabileceği fikrine karşı bir sigorta mıydı?

Bu sorular aklına geliyordu amo üzerinde uzun süre dü-

şünüp cevaplar arayabilecek durumda değildi. Beynindeki kı-

sa devrelerden bir elektrik akımı gibi geçiyordu sorular. Her

kuşku, aklına geldikten bir an sonra unutulmuş oluyordu.

Buna karşılık, korkular doğduğunda, geçmek bilmiyor, zih-

ninin karanlık köşelerinde kıvılcımlar çaktırıyorlardı. Hilary-

Katherine’i düşündü. Son dirileni. Onu bulması gerektiğini ha-

tırladı.

O gelip kendisini bulmadan önce.

Titremeye başladı.

Gülleleri elinden attı. Önce birini, sonra öbürünü. Yer tah-

taları zangırdadı.

«Kahpe,» dedi sıkılı dişleri arasından. Korkuyla. Öfkeyle.

Beyaz kedi Bayan Yancy’nin elini yalıyordu. Kadın konuş-

mayı sürdürdü. «Leo’yla Katherine, bebeği açıklayabilmek için

karmaşık bir hikâye uydurmuşlar. Bebeğin Katherine’e ait ol-

duğunu belli etmek istememişler. Bunu kabullenirlerse, sorumlu

olan erkeği de belirtmeleri gerekiyormuş çünkü. Belki genç bir I

talip. Ama Katherine’in talipleri yokmuş. Yaşlı adam ona ken-

timden başka kimsenin el sürmesini istemiyormuş. İnsan sinir

Page 574: Dean R. Koontz - Fısıltılar

oluyor. Kendini küçük kızına zorla kabul ettiren bir erkek ne

tür biri olmalı? Üstelik bu işe kız daha dört yaşındayken baş-

üamış! Ne olup bittiğini anlayacak yaşta bile değilmiş daha.»

Bayan Yancy kır saçlı başını şok ve üzüntüyle iki yana sallı-

yordu. «Yetişkin bir erkek, o kadarcık bir çocuğa bakınca na-

sıl heyecanlanır? Yasaları ben çıkarıyor olsaydım, böyle şeyler

yapanları hadım ederdim. Ya da daha beter bir ceza verir-

dim. Evet, daha beterini verirdim sanırım. Tiksindiriyor beni.»

Joshua sordu. «Neden göçmen hasat işçilerinden biri Kat-

herine’in ırzına geçti demediler? İlle masum bir kimseyi hapse

attırmak zorunda değillerdi. Polise uydurma bir tanım verirdi

Katherine. O tanıma uyan birini rastlantı sonucu bulsalar bile,

422 —

Katherine polislere adamın o olmadığını söylerdi Kimseyi suç-

lamak zorunda değildi.»

«Doğru,» dedi Tony. «O tür tecavüz olayları hiçbir zaman

çözüme ulaşmaz. Polis birini yakalasa, Katherine de adam bu-

dur dese, asıl o zaman şaşkınlık başlardı sanıyorum.»

Hilary, «Tecavüz çığlığı atmaya neden heves duymadığını

ben anlayabiliyorum,» dedi. «Çünkü küçük düşer, utanç için-

de yaşamak zorunda kalırdı. Pek çok insana göre, tecavüze

uğrayan kadın bunu hak etmiş sayılıyor.»

Joshua, «Bunun ben de farkındayım,» dedi. «İnsanların

çoğu budaladır diyen benim, unuttunuz mu? Ama St. Hetena

her zaman oldukça açık fikirli bir kasaba olmuştur. Oranın hal-

kı Katherine’i tecavüze uğradı diye suçlamazdı. En azından,

çoğu suçlamazdı. Tabii birkaç kaba insanla, biraz utançla ba-

Page 575: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şa çıkmak zorunda kalırdı, o doğal. Ama uzun vadede herkes

anlayış gösterirdi ona. Ve bana öyle geliyor ki o yolu seç-

mek, bu Mary Gunther masalını uydurmaktan çok daha akılcı

bir şey. Öyle bir yalan uydurup sonra ömrü boyunca o yalana

uymaya çalışmak korkunç!»

Kedi Bayan Yancy’nin kucağında döndü kadın onun kar-

nını okşamaya başladı.

«Leo hamileliği bir tecavüze bağlamak istemiyordu, çünkü

o zaman polisler gelirdi,» dedi Bayan Yancy. «Leo’nun polisle-

re büyük saygısı vardı. Otoriter tipti çünkü. Polisleri oldukların-

dan daha becerikli sanıyordu. Katherine’Ie birlikte uydurduk-

ları bu tecavüz masalından kuşkulanacaklarını düşünüyordu.

Dikkati kendi üzerine çekmek istemiyordu. Hele de o tür dik-

kati. Polisler gerçeği anlayacak diye ödü kopuyordu. Aile içi

cinsel ilişki suçuyla hapse girmeyi de hiç istemiyordu.»

«Katherine mi söyledi size bunu?» diye sordu Hilary.

«Evet. Deha önce de dediğim gibi, ömrü boyunca Leo’nun

sömürülerinin utancı içinde yaşamıştı. Doğum yaparken öte-

ceğini düşünüyordu. Birine anlatmak istiyordu. Herhangi biri-

ne. Hem zaten Leo da, eğer Katherine hamileliğini saklayabr-

lirse kendisinin güvende olacağını hesaplamıştı. O zaman be-

beği Katherine’in okul arkadaşlarından birinin yetimi diye yut-

turmak mümkündü.»

423 —

Hilary, «Demek onu korse giymeye babası zorlamış,» dedi.

Katherine Frye’a hiç beklemediği kadar acımaya başlamıştı.

Page 576: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Ona o acıyı sırf kendini korumak için çektirmiş. Onun fikriy-

miş.»

«Evet,» dedi Bayan Yancy. «Kız ona asla karşı gelemiyor-

muş. Her söylediğini yapıyormuş. Bu seferki de farklı olmamış.

Korse giyip perhiz yapmış. Çok acı çektiği halde. Babasının

sözünü dinlememek mümkün değilmiş onun için. Bu yüzden

yapmış. Eh, yirmi yıl boyunca adam onun ruhunu sindirmeye uğ-

raştığına göre, bunda da şaşılacak bir şey yok.»

Tony, «Koleje gitmiş ama,» dedi. «Bu da bir özgürlük he-

vesi değil mi?»

«Hayır,» dedi Bayan Yancy. «Kolej aslında Leo’nun fikriy-

miş. 1937’de yedi sekiz aylığına Avrupa’ya gitmiş, eski ülke-

sindeki mallarının son kalanlarını satmış. İkinci Dünya Sava-

şının yaklaşmakta olduğunu gördüğünden, orada parasının do-

nup kalmasını istemiyormuş. Katherine’i yanında götürmek is-

tememiş. Sanırım iş gezisini biraz eğlenceyle karıştırmak niye-

tindeymiş. Seks dürtüleri çok güçlü bir erkekti. Duyduğuma gö-

re de Avrupa genelevlerinin bazıları her türlü garip zevkler su-

nuyorlarmış. Tam onun hoşuna gidecek şeyler. Koca kart teke!

Katherine engel olacaktı keyfine tabii. Kendisi yurt dışındayken

onu da koleje yollamaya karar vermiş. San Francisco’da bir

ailenin yanında kalmasını ayarlamış. Körfez yöresinde şarap,

bira ve çeşitli içkilerin dağıtımını yapan bir şirketleri vardı o

insanların. Shade Tree şaraplarını da dağıtırlardı.»

Joshua, «Onu bu kadar uzun süre yanından ayırmakla bir

riske girmiş,» dedi.

«Besbelli kendisi o kanıda değilmiş. Haklı da çıkmış. On-

ca ay babasından uzak kaldığı halde kız babasının etkisinden

sıyrılmaya başlamamış bile. Babasının kendisine neler yaptığını

kimseye söylememiş. Söylemeyi aklından bile geçirmemiş. Ru-

Page 577: Dean R. Koontz - Fısıltılar

hu sinmiş bir kere, söylüyorum size. Köle haline gelmiş. Tam

kelimesi bu. Köle olmuş kız. Büyük çiftliklerde çalışan köleler

gibi falan değil. Zihnen ve ruhen köle olmuş. Adam Avrupa’dan

dönünce de ona koleji bıraktırmış. Alıp tekrar St. Helena’ya

424 —

götürmüş. Kız da karşı koymamış. Koyamamış. Nasıl karsı ko-

nulacağını bilmiyormuş.»

Şöminenin üzerindeki saat, saat başını çaldı İki kısa ses

salonun tavanında yankılandı. * Sa SeS

Joshua koltuğunun kenarında oturmaktaydı. Geriye kav.o

yaslandı. Yüzü solgundu. Gözlerinin altında koyu renk halka

lar belirmişti. Ak saçları artık kabarık durmuyor, cansızca sarkı-

yordu başından. Hilary onu tanıdığından beri ilk defa yaşlan-

mış bir hali vardı adamın. Büsbütün tükenmiş gibi.

Onun neler hissettiğini biliyordu Hilary. Frye ailesinin ta-

rihçesi, insanın insana zulmünün amansız bir tutanağı gibiydi.

Ne kadar deşerlerse o kadar moralleri bozuluyordu. Yürekleri

tepki göstermeden edemiyor, her yeni faciayı duyunca ruhları

biraz daha çöküyordu.

Joshua kendi kendine konuşuyormuş, kafasını toparlama-

ya çalışıyormuş gibi mırıldandı. «Demek St. Helena’ya dönüp

hastalıklı ilişkilerine bıraktıkları yerden başladılar. Ve sonunda

da bir hata yaptılar. Kız gebe kaldı... St. Helena’da hiç kimse

de anlamadı.»

Tony, «İnanılmaz,» dedi. «Genellikle basit bir yalan en iyi

yoldur, çünkü insanı tökezletmez. Mary Gunther hikâyesi öyle

Page 578: Dean R. Koontz - Fısıltılar

karışık dolaşık ki! Garip bir seçim. Bir düzine topu havaya fır-

latıp gösteri yapar gibi. Ama yine de herkese kolaylıkla yut-

turmuşlar.»

Bayan Yancy, «Pek kolaylıkla sayılmaz,» dedi. «Bir iki ku-

suru vardı tabii.»

«Örneğin?»

«Örneğin bana gelmek üzere St. Helena’dan yola çıkarken

oradakilere bu hayalî Mary Gunther’den haber geldiğini, be-

beğin doğduğunu söylemiş. Bu budalaca bir şey. Gerçekten.

Katherine onlara, San Francisco’ya çocuğu almaya gidiyorum,

demiş. Mary’nin mesajında çok şirin bir bebekten söz edildiğini

söylemiş, kız veya oğlan oluşuna değinmemiş. Zavallıcık ken-

dini korumaya çalışıyormuş. Çünkü çocuğun kız mı, oğlan mı

olacağını doğana kadar bilemezmiş tabii. Budalalık. Daha kur-

naz davranmalıydı. Tek hatası buydu. St. Helena’dan ayrılırken

çocuğun doğmuş olduğunu söylemek. Gerçi, biliyorum, sinirleri

425 —

berbat durumdaydı. Doğru düşünemiyordu, onu da biliyorum.

Leo’nun yıllarca yaptıklarından sonra, çok dengeli bir kadın ol-

ması beklenemezdi zaten. Hamile oluşu, durumu korselerle sak-

lamaya çalışması, sonra Leo’ya en ihtiyaç duyduğu sırada onun

ölmesi... herhalde bunlarda katkıda bulunmuş olmalı. Aklı ba-

şında değilmiş pek. Sağlam düşünememiş.»

Joshua, «Anlayamadım,» dedi. «Mary’nin bebeğinin doğ-

muş olduğunu söylemek neden hata oluyor? Ne gibi bir zorluk

çıkarabilir?»

Bayan Yancy bir yandan kediyi okşarken cevap verdi. «St.

Page 579: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Helena’dakilere, Mary’nin bebeği neredeyse doğacak, deme-

liydi. Henüz doğmadı ama ben San Francisco’ya, Mary’nin ya-

nında olmak için gidiyorum demeliydi. O zaman ortada bir tek

bebek var diye kendini bağlamamış olurdu. Ama bu aklına gel-

medi. Neler olacağını bilemedi. Herkese bir bebekten söz etti.

Doğmuş bir bebek. Sonra buraya gelince ikiz doğurdu.»

Hilary, «İkiz mi?» dedi.

Tony, «Allah kahretsin!» diye bağırdı.

Joshua şaşkınlıktan ayağa fırlamıştı.

Beyaz kedi gerilimi hissetti. Başını Rita Yancy’nin kuca-

ğından kaldırıp salondaki herkese teker teker baktı. Sarı göz-

leri sanki içten gelen bir ışıkla parlıyordu.

Tavanarasındaki yatak odası büyüktü ama Bruno yine de

duvarlar üzerine geliyormuş gibi hissetti. Aylaklık bu klostrofo-

bi duygusunu daha da artırdığından, çevresine bakıp yapacak

bir şey aradı.

Daha kolu yorulmadan bıkmıştı güllelerden.

Rafların birinden bir kitap aldı, okumaya çalıştı, ama aklım

toplayamadı.

Zihni hâlâ sakinieşememişti. Bir düşünceden bir düşünce-

ye uçuyor, kayıp elmaslarını arayan kuyumcular gibi döneniyor-

du.

Ölü benliğiyle konuştu.

Kıyı köşede örümcekler aradı, onları öldürdü.

Şarkı söyledi.

426 —

Arasım, neyi komik bulduğunu bilemeden güldü.

Page 580: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Biraz da ağladı.

Katherine’e küfretti.

Planlar yaptı.

Odada dolaştı, dolaştı, dolaştı.

Evden çıkıp Hilary-Katherine’i aramaya başlamak için sa-

bırsızlanıyordu. Ama güpegündüz dışarı çıkmanın delilik oldu-

ğunu da biliyordu. Katherine’in suç ortaklarının bütün St. He-

/ena’ya dağılmış olacağından emindi. Mezardan arkadaşları.

Diğer yürüyen ölüler. Öbür dünyadan kadınlar, erkekler... hep-

si yeni vücutlar içinde saklanmış. Hepsi de Bruno’yu arıyor

olacaklardı. Evet. Evet. Belki bir düzine. Gündüz çıkarsa dik-

kati çekerdi. Kahpeyi aramak için güneşin batmasını beklemek

zorundaydı. Gerçi karanlıklar hayaletlerin en sevdiği zamandı.

Hepsi ortalıkta olurdu o sıra. Hilary-Katherine’i izlemek daha

zor olurdu. Ama buna rağmen, kendisi de yararlanırdı karanlık-

tan. Kendisi onları nasıl karanlıkta göremezse, onlar da ken-

disini göremezdi. Durum böyle olunca, savaşı akıllı olan kaza-

nacak demekti. Ya o, ya Katherine. O zaman da kendi şansı

daha fazla demekti. Katherine zekiydi, kötüydü, kurnazdı ama...

Bruno kadar da zeki değildi.

Gün boyu evde kalmak daha güvenli olacaktı. Bu da ga-

ripti. Otuz beş yıl boyunca bu evde Katherine’le birlikte ya-

şarken kendini bir an bile güvende hissetmemişti. Oysa şimdi

güvenli oluvermişti bu ev. Çünkü Katherine’le suç ortaklarının

onu en son arayacağı yer burasıydı. Katherine onu yakalayıp

buraya getirmek istiyordu. Bunu biliyordu Bruno. Kesinlikle bi-

liyordu! Katherine mezardan bir tek nedenle dönmüştü: Onu

bu tepeye getirmek, bu evin arkasına, yerdeki kapının oraya

götürmek, ebediyen kilitlemek. Cezalandırmak için dönerse öy-

le yapacağını söylemişti. Unutmamıştı o sözü Bruno. Demek

Page 581: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şimdi Katherine onun bu evden uzak kalmak istediğini sana-

caktı. Bir milyon yıl düşünse aklına gelmezdi onu bu terkedilmiş

evin tavanarasında aramak.

Bu mükemmel strateji öyle hoşuna gitti ki yüksek sesle

gülmeye başladı.

Ama sonra aklına korkunç bir fikir geldi. Eğer Katherine

427 —

onu burada aramayı akıl eder de yanında birkaç arkadaşıyla ge-

lirse hepsi birden üstüne çullanırlarsa... onu götürmek iste-

dikleri yer pek de uzak değildi. Yerdeki kapı evin hemen ar-

tkasmdaydı. Katherine’le cehennem arkadaşları onu burada bu-

lurlarsa kolaylıkla oraya kadar taşıyabilir, karanlık odaya fır-

latıp atabilirlerdi. Fısıltıların arasına. Bir dakika bile sürmezdi.

Korku içinde yatağa koştu, kendisinin yanına oturdu, her

şeyin yolunda gideceği konusunda güven kazanmaya uğraştı.

* » *

Joshua yerinde duramıyordu. Bayan Yancy’nin salonunda

dolaşıp durmaktaydı.

Yaşlı kadın devam etti. «Katherine ikiz doğurunca, Mary

Gunther masalının artık yeterli olmayacağını anladı. St. He-

lena’daki insanları bir tek çocuğa hazırlamıştı. İkinci bebeği

nasıl açıklarsa açıklasın, kuşkulanırdı herkes. Babasıyla yap-

tıklarının duyulması... herhalde bardağı taşıran damla olurdu.

Buna dayanamazdı. İşte o zaman yıkıldı. Üç gün boyunca deli-

ler gibi zırvaladı, bağırdı, sayıkladı durdu. Doktor ona yatış-

Page 582: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tırıcı ilaçlar verdi ama ilaçlar da her zaman etkili olmuyordu.

İpe sapa gelmez lâflar ediyor, susmaksızın konuşuyordu. Po-

lis çağırıp onu tımarhaneye kapattırmayı da düşündüm. Ama

bunu yapmak istemiyordum. Gerçekten istemiyordum.»

Hilary, «Ama ruh hekimlerinin yardımına ihtiyacı varmış,»

dedi. «Üç gün bağırıp saçmalamasına izin vermek,..] iyi ol-

mamış. Hiç iyi olmamış.»

«Belki haklısın,» dedi Bayan Yancy. «Ama başka bir şey

yapamazdım. Ben lüks bir genelev işletiyordum. Polisleri an-

cak aylık rüşvetlerini almaya geldikleri zaman görmek istiyor-

dum. Polisler genellikle benimki gibi lüks yerleri pek rahat-

sız etmezler. Müşterilerimden bazıları forslu politikacı, zengin

işadamı falandı. Polisler bir baskınla onları utandırmak iste-

mezlerdi. Ama Katherine’i hastaneye yollarsam, gazetelerin işi

ele alacaklarını biliyordum. O zaman polisler de benim evi ka-

patmaya mecbur olacaklardı. Onca yayından sonra işimi sür-

dürmeme izin veremezlerdi. Asla. İmkânsızdı böyle bir şey. Ne-

yim varsa kaybederdim. Doktorum da kaygılıydı. Normal has-

428 —

talan onun fahişeleri tedavi ettiğini duyarlarsa gelmezler diye

?.’korkuyordu. Bugün artık doktorun insana kullandığı âletlerle

timsahlara vasektomi yaptığı duyulsa, herkese yine vız gelir.

Ama 1940’da insanlar daha,., kılı kırk yaran türdendi. Yani

ben de kendimi düşünmek zorundaydım. Doktoru ve kızları da

korumam gerekirdi...»

Joshua yaşlı kadının koltuğuna yaklaştı, başını eğip ona

baktı, elbisesini, önlüğünü, çoraplarını süzdü, bu büyükanne kı-

Page 583: Dean R. Koontz - Fısıltılar

lığının altındaki gerçek insanı görmeye çalıştı. «Katherine’in üç

bin dolarını kabul ettiğinizde biraz da sorumluluk almış olmu-

yor muydunuz?»

«Evime gelip çocuk doğursun diye ben mi davet ettim

onu?» dedi Bayan Yancy. «Kurduğum iş üç bin dolardan çok

daha değerliydi. Hepsini feda edecek değildim dürüstlük uğru-

na. Öyle mi yapmam gerekirdi sizce?» Kır saçlı başını inanmaz

bir ifadeyle salladı. «Eğer öyle yapmam gerektiğine inanıyorsa-

nız... siz bir hayal âleminde yaşıyorsunuz, bayım.»

Joshua ona baktı, ağzını açamadı. Açtığı anda ona bağıra-

cağından, kendini tutamayacağından korkuyordu. Katherine’le

ikizler konusunda her şeyi öğrenmeden bu evden atılmak iste-

miyordu. İkizler!

Tony, «Bakın, Bayan Yancy,» dedi. «Katherine’i eve aldık-

tan sonra, onun korseler içinde gezdiğini gördüğünüz zaman,

bebeği kaybetme tehlikesini farketmiş olmanız gerekir. Dokto-

run da bu ihtimali düşündüğünü kabul ettiniz zaten.»

«Evet.»

«Katherine’in de ölebileceğim doktor söylemişti size.»

«Eeee?»

«Ölü bir lohusa ya da ölü bebekler, kızı tımarhaneye yol-

lamak için polis çağırmakla bir. O yüzden de kapanırdı eviniz.

Ama Katherine’i yine de kapıdan çevirmediniz. Durumun teh-

likeli olduğunu anladığınız zaman bile, yine de çevirmediniz. Üç

bin doları aldınız, kızın kalmasına izin verdiniz. Bir ölüm olsa

bildirmek gerekeceğini bilmiyor olamazsınız.»

«Dert değil,» dedi Bayan Yancy. «Bebekler ölürse, bir va-

lize koyup götürür, tepelerde bir yere gizlice gömerdik. Ya do

429 —

Page 584: Dean R. Koontz - Fısıltılar

valizin içine taş koyar, Golden Gate köprüsünden denize atar-

dık.»

Joshua bu kocakarıyı saçının topuzundan yakalayıp sars-

mamak için kendini zor tutuyordu. Arkasını dönüp derin bir so-

luk aldı, tekrar dolaşmaya başladı.

Hilary yaşlı kadına, «Peki, Katherine?» diye sordu. «O öl-

se ne yapardınız?»

«Bebek ölünce ne yaparsam onu,» dedi Bayan Yancy açık

açık. «Ama tabii Katherine bavula sığmazdı.»

Joshua odanın karşı köşesinde durdu, dönüp şaşkın göz-

lerle kadına baktı. Komiklik olsun diye söylememişti bunu. Bu

sözün altındaki kara mizahın farkında bile değildi. Gerçeği söy-

lüyordu o.

«Bir terslik olursa, cesedi bir yere bırakırdık,» dedi kadın

Hilary’ye. «Benim evime gelmiş olduğunu da kimse anlamazdı.

Bu kadar ayıplar gibi bakmayın, küçük hanım. Ben katil deği-

lim. Öyle bir durum olursa ne yapacağımdan söz ediyoruz.

Aklı başında kim olsa aynı şeyi yapar. Kadın veya çocuklar

doğal bir ölümle karşılaşırsa... doğal ölümle, diyorum size. Ben

katil olsam, Katherine’i aklını oynattığı zaman yok ederdim,

iyileşip iyileşmeyeceğini bilmezken. O sıra bana bir tehdit oluş-

turuyordu. Neyi kaybetmeme yol açacağını bilmiyordum. Ama

onu öldürmeye kalkmadım. Aklımdan bile geçmedi! Krizleri sı-

rasında baktım o zavallı kıza. İsterilerini, sayıklamalarını ge-

çiştirmeye çalıştım. Sonra her şey düzeldi.»

Tony, «Bize Katherine’in bağırdığını, zırvaladığını söyle-

miştiniz,» dedi. «Sanki...»

Bayan Yancy, «O üç gün sürdü,» diye anlattı. «Kendi ca-

Page 585: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nını yakmasın diye onu yatağa bağlamak zorunda kaldık bir

ara. Ama hastalığı üç günlüktü. Belki de sinir krizi değildi. Bel-

ki geçici bir sinir zayıflamasıydı. Çünkü üç gün dolunca yeni-

den sapasağlam oldum.»

Joshua, «Ya ikizler?» dedi. «İkizlere dönelim. Asıl bilmek

istediğimiz o.»

Bayan Yancy, «Sanırım size her şeyi anlattım,» deyiverdi.

Joshua, «Tek yumurta ikizi miydiler?» diye sordu.

«Yeni doğunca belli olmaz ki! İkisi de kırmızı, ikisi de fou-

430 —

ruş buruş. Tek yumurta mı, iki yumurta mı, anlaşılmaz henüz.»

«Doktor bir test yapsa...»

«Biz orada lüks bir genelevdeydik. Bay Rhinehart. Has-

i tane değildi orası.» Kedinin çenesinin altım gıdıkladı, hayvan

ona şakacıktan pençe attı. «Doktorun öyle testler yapacak

araç gereci yoktu. Hem zaten, tek yumurta ikizi olmuş, olma-

ı mış, neden merak edecektik ki?»

Hilary, «Katherine onlardan birine Bruno adını koydu,»

,dedi.

«Evet. Onu sonradan öğrendim. Katherine’in ölümünden

sonra bana çekleri o yollamaya başladığı zaman.»

«Öteki çocuğun adı neydi?»

«Zerre kadar fikrim yok. Benim evden ayrılırken henüz iki-

sine de isim falan koymamıştı.»

Tony, «Ama doğum sertifikalarında adları yok muydu?»

diye sordu.

Bayan Yancy, «Sertifika falan yoktu,» dedi.

Page 586: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Nasıl olabilir?»

«Doğumlar kayda geçmemişti.»

«Ama yasa diyor ki...»

«Katherine doğumun kayda geçmemesinde direndi. İs-

tekleri karşısında iyi para ödüyordu. Biz de ne istiyorsa yapı-

yorduk.»

«Doktor da mı kabul etti bunu?» diye sordu Tony.

«İkizleri dünyaya getirip çenesini kapatma karşılığında bin

dolar aldı. O paranın o zamanki değeri, şimdiki değerinin bir-

kaç katıydı. Bir iki yasayı görmezden gelmesine yetecek kadar

iyi para almıştı.»

Joshua, «Bebeklerin ikisi de sağlıklı mıydı?» diye sordu.

«Zayıftılar,» dedi Bayan Yancy. «Bir deri bir kemik, iki

acınacak yaratık. Herhalde Katherine aylardır perhizde olduğu

için. Korselerin de etkisi var. Ama sağlıklı bebekler kadar ses-

li ağlayabiliyorlardı. İştahları da yerindeydi. Yeterince sağlam-

dılar. Yalnız fazla ufaktılar.»

Hilary, «Katherine sizde ne kadar kaldı?» diye sordu.

«İki haftaya yakın. O zor doğumdan sonra kendini toplaya-

bilmek için. Bebeklerin de biraz semirmesi şarttı.»

431 —

«Giderken iki çocuğu da yanına aldı mı?»

«Elbette. Ben orada kreş işletmiyordum. Gittiğine sevin- /

dim.»

Hilary, «St. Helena’ya bebeklerden yalnız birini götürdüğü-

nü biliyor muydunuz?» diye sordu.

Page 587: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Niyetinin o olduğunu anlamıştım, evet.»

«Öteki çocuğu ne yapacağını söylemiş miydi?» Bunu Jos- [ |

hua soruyordu.

«Sanırım biri evlât edinsin diye başvuracaktı.»

«Sanırım mı?» Joshua artık kendini tutamıyordu. «O den-

gesiz kadının elinde, iki küçük bebeğin ne olacağını biraz ol-)

sun merak etmiyor muydunuz?»

«İyileşmişti.»

«Zırva.»

«Bakın, onunla sokakta karşılaşsanız, bir sorunu olduğu-

nu dünyada anlamazdınız.»

«Ama... Tanrı aşkına... o görünüşün altında...»

«Bebeklerin annesiydi,» dedi Bayan Yancy gururla. «On-

lara bir kötülük etmezdi.»

«Bundan hiç de emin olamazdınız.»

«Bal gibi emindim. Anneliğe büyük saygım vardır, anne

sevgisinin kutsal olduğuna inanırım. Anne sevgisi mucizeler

yaratabilir.»

Joshua kadını tutup sarsma isteğini bir kere daha gemle-

mek zorunda kaldı.

Tony, «Katilerine onu evlât edinsinler diye kaydettiremez-

di.» dedi. «Çocuğun doğum sertifikası bile olmadığından, kendi

çocuğu olduğunu kanıtlayamazdı.»

Joshua, «O zaman da elimizde birkaç tatsız ihtimal kalı-

yor,» dedi.

Bayan Yancy başını iki yana sallayarak, «Doğrusu beni

şaşırtıyorsunuz siz,» diye patladı. «Hep en kötü ihtimale inan-

mak istiyorsunuz. Sizden kötümser insan görmedim. Bebeği

bir kapı eşiğine ‘bırakmıştır belki. Büyük ihtimalle bir yetimha-

Page 588: Dean R. Koontz - Fısıltılar

neye, bir kiliseye falan götürmüştür. Ona sevgi ve ilgi göste-

recek bir yere. Belki çocuğu yüksek sınıftan bir karıkoca ev-

432 —

lât edinmiş, ona sıcak bir yuva vermiştir, sevgi vermiştir iyi

bir egıtım, bir sürü de avantajlar vermiştir.»

Tavanarasında sıkıntı içinde, sinir içinde, tek basma kor-

ka korka geceyi bekleyen Bruno bazen uyuşmuş gibi’oturuyor

bazen sinir patlamaları gösteriyor, daha çok da ölü benliğiyle

konuşuyordu. Dağınık aklını toplayıp yeni baştan bir amaç ka-

zanmak istiyorsa da o yolda pek az aşama yapabiliyordu. Öte-

ki benliğinin gözlerine bakabilse, daha sakin, daha mutlu ola-

cağını, daha az yalnızlık çekeceğini düşündü. Eski günlerdeki

gibi. Karşılıklı oturup saatlerce birbirlerinin gözlerine baktıkları

günlerdeki gibi. Kelimesiz anlaşırlardı birbiriyle. Paylaşır, bir-

leşir, tek olurlardı. Sally’nin banyosundaki o ânı hatırladı. Ay-

nanın karşısına geçip o hayali kendi öteki benliği sandığı ânı.

O gözleri öteki benliğinin gözleri sanmıştı. Kendini çok mutlu,

çok rahat hissetmişti o zaman. Yine öyle hissetmek istiyordu.

Gerçek gözlere bakmak aynadaki hayalden daha iyi olacaktı.

O gözler artık ifadesiz olsa bile. Ama kendisi yatakta sırtüstü

yatarken gözleri sımsıkı kapalıydı. Bruno, öteki Bruno’nun göz-

lerine dokundu, gözkapaklarını soğuk buldu. Parmaklan kal-

dıramıyordu gözkapaklarını. Eliyle yoklayınca köşelerin dikil-

miş olduğunu gördü. Minik iplikler kapalı tutuyordu gözleri. O

gözleri görme heyecanı içinde yerinden kalktı, aşağıya inip ii-

let veya ince tırnak makası aradı. Ya da iğne. Tığ. O gözleri

açabilmek için.

Page 589: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Eğer Rita Yancy, Frye ikizleriyie ilgili daha başka şeyler

biliyorduysa bile, artık ne Hilary ne de Joshua konuşturamazdı

onu. Onlar bunu anlamasa bile, Tony anlıyordu. İkisinden biri

her an ters veya acı bir şey söyleyebilir, yaşlı Kadın alınıp üçü-

nü de evden kovobilirdi.

Hilary’r.in kendi çocukluk açılarıyla Katherine’in çektikleri

arasında paralellik kurduğunu, çok sarsıldığını biliyordu Tony.

Hilary, Rita Yancy’nin üç tutumuna da karşıydı. Sahte ahlâk

ilkeleri sergilemesine de, zaman zaman aslında hissetmediği bir

433 Fısıltılar — F. : 28

duygusallık ifade etmeye çalışmasına da, gerçeğe daha ya-

kın olan o şaşırtıcı katılığa da.

Joshua ise özsaygısını kaybetmiş gibi hissediyordu kendini.

Yirmi beş yıl Katherine’le çalışmış, onun hukuk işlerini üstlen-

miş olduğu halde, kadındaki gizli deliliği farkedemediği için.

Kendinden iğreniyor, her zamandan ters davranıyordu. Bayan

Yancy zaten onun nefret edeceği tür bir insan olduğu için de,

sabrı büsbütün taşıyordu.

Tony kanepeden kalktı, Rita Yancy’nin koltuğu önündeki

pufa yürüdü, oraya oturdu. Bu hareketiyle sözde kediyi okşa-

mak istediğini belli ediyordu ama aslında yer değiştirince Hilary

ile yaşlı kadının tam ortasına girmiş, Joshua’yı da arkada bı-

rakmıştı. Joshua sanki Bayan Yancy’yi yakalayıp sarsmaya

hazırmış gibi görünüyordu. Pufa oturmak, sorguyu rahat bir

havada sürdürmek için iyi bir yoldu. Tony beyaz kediyi okşar-

ken bir yandan da yaşlı kadmia çene çalmaya başladı. Kendmi

ona sevdiriyor, çekici Clemenza kişiliğini kullanıyordu. Her za-

man işine yaramıştı bu yaklaşım.

Page 590: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Sonunda kadına, ikizlerin doğumunda bir gariplik oiup ol-

madığını sordu.

«Gariplik mi?» Bayan Yancy şaşırmıştı. «Bütün olay baş-

tan sona garip değil mi sence?»

«Haklısınız. Ben sorumu yeterince iyi ifade edemedim. Do-

ğum olayının kendisinde bir gariplik var mı, demek istiyorum.

Sancılarda, doğum masasında, bebeklerde... bir anormallik,

bir gariplik...»

Bu soru belleği uyardığı anda kadının gözlerinde parlayan

şaşkınlığı gördü.

«Aslında vardı bir gariplik,» dedi Bayan Yancy.

«Durun, ben tahmin edeyim. İki bebeğin de kafası zaria

kaplıydı.»

«Doğru! Nereden bildin?»

«Şanslı bir tahmin.»

«Nah, tahmin.» Kadın ona parmağını salladı. «Sen aslında

çok zekisin ama saklamaya çalışıyorsun.»

Tony kendini zorlayıp ona gülümsedi. Zorlamak zorunday-

434 —

t yoktu °S? İnSQna 9ü,ü^eme isteği verecek hiçbir nite-

hem^’^üyS^^-^L^e^S 3*5 hemen

görmüştü tabii. Ama iki bebekte Wrî?n ^Smîs^”^?

da bir ihtimal olduğunu söyledi.» “”yon

«Katherine bunu biliyor muydu?»

«Zarları mı? O sıra bilmiyordu. Acı onu kendinden geçir-

mişti. Sonra da üç gün kendini bilmedi.»

«Daha sonra?»

Page 591: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Herhalde ona söylenmiştir,» dedi Bayan Yancy. «Böyle bir

şeyi anneye söylemek unutulmaz. Hattâ... kendim söylediğimi

hatırlıyorum. Evet, hatırlıyorum. Şimdi iyice hatırladım. Çok şa-

şırmıştı. Bilirsiniz, bazı insanlar zarlı doğan bebeğin kâhinlik

gibi ikinci görüşü olacağına inanırlar.»

«Katherine de inanıyor muydu buna?»

Rita Yancy kaşlarını çattı. «Hayır. O bunu kötü bir işaret

olarak görüyordu. Leo doğaüstüne ilgi duyduğu için Katherine

de evdeki birkaç kitabı okumuştu. O kitaplardan birinde, ikizler

zarlı doğarsa... tam anlamını hatırlamıyorum şimdi... ama iyi

bir şey değildi. Bir kötülüğü mü haber veriyordu, neydi.»

Tony, «Şeytanın işareti mi?» diye sordu.

«Evet! Oydu!»

«Demek ‘bebeklerin şeytan tarafından işaretlendiğine, do-

ğuştan lânetli olduğuna inanıyordu, öyle mi?»

«Bunu hemen hemen unutmuştum,» dedi Bayan Yancy.

Tony’nin gerisine bakıyor, salonu değil, sanki geçmiş za-

manı görüyordu.

Hilary ile Joshua geri planda, sessiz kalmışlardı. Tony on-

ların durumu anladığına seviniyordu.

Sonunda Bayan Yancy yine konuştu. «Katherine bana bu-

nun şeytanın işareti olduğunu söyledikten sonra çenesini ka-

padı. Bir daha konuşmadı. İki gün boyunca çıt çıkarmadı. Ya-

takta yatıp tavana bakıyor, hemen hemen hiç kıpırdamıyordu.

Bir konuyu derin derin düşünüyormuş gibi bir hali vardı. Son-

ra birden... çok garip davranmaya başladı. Hattâ onu yine de

tımarhaneye yollasam mı diye kaygılandım.»

435 —

Page 592: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Tony, «Yine bağırıp zırvalıyor muydu?» dedi.

«Yo, hayır. Bu seferki yalnızca konuşma. Çok çılgınca,

delice konuşmalar. Bana ikizlerin şeytanın çocukları olduğunu

söyledi. Cehennemden gelen bir şeyin kendisine tecavüz etti-

ğini anlattı. Yeşil, kabuklu, koca gözlü, çatal dilli, pençe elli

bir şey. Cehennemden Katherine onun çocuklarını tasısın diye

gelmiş. Delilik değil mi bu? Oysa doğru olduğuna yeminler edi-

yordu. O şeytanı tarif bile etti. Ayrıntılı bir tarif. İnce ince. Ya-

ratığın nasıl ırzına geçtiğini anlatırken tüylerimi ürpertmeyi de

başardı. Uydurma olduğunu bildiğim halde. Hikâye renkli ve

zengin iıayol gücüyle yüklüydü. Önce şaka sandım. Gülmek

için yapıyot sandım. Ama kız gülmüyordu. Zaten ben de bir

komiklik göremiyordum. Leo’yla ilgili söylediklerini hatırlattım

ona. O zaman bana bağırdı. Hem de nasıl bağırdı! Camlar kı-

rılacak sandım. Bunu hakaret sayıyormuş gibi davrandı. Alındı,

gücendi, özür dilememi istedi. Gülmemi tutamadım. O zaman

daha da kızdı. Leo değildi diye tutturdu. Oysa sorumlunun o

olduğunu ikimiz de biliyorduk. İkizlerin babasının şeytan oldu-

ğuna beni inandırmak için her şeyi yaptı. Çok da iyi artistti.

Ben tabii hiç inanmadım. Yok cehennemden yaratık gelmiş de

yok bilmemne. Amma zırva. Ama... acaba kendini inandırmayı

başardı mı diye merak etmeye başladım. Bu konuda öyle fa-

natik davranıyordu ki! Çocukların şeytandölü olduğu anlaşı-

lırsa, insanlar onları diri diri yakarlar diye korktuğunu söyledi.

Sırrını saklamak için yardım istedi benden. Zar meselesinden

kimseye söz etmememi istiyordu. Şeytan işaretinin bebekler-

de bacak arasında da olduğunu söyledi. Onu da sır olarak sak-

lamam için yalvardı.»

«Bacak arasında mı?» diye sordu Tony.

Page 593: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«O sıra tam deli gibi konuşuyordu,» dedi Rita Yancy. «Be-

beklerde babalarının cinsel organının aynısı var diye tutturdu.

Bacaklarının arası insan gibi değil, :edi. Benim bunu farketti-

ğimi bildiğini söyledi, kimseye anlatmamam için yalvardı. Gü-

lünçtü tabii bunlar. Bebeklerin ikisinin de pipileri normaldi. Ama

Katherine iki gün boyunca şeytan diye tutturdu. Bazen ger-

çekten isteriye kapılmış gibi görünüyordu. Sırrı saklamak için

kaç para istediğimi sordu. Ben buna para istemem dedim. Ama

436 —

Leo ve diğer gerçekleri saklamak için ayda beş yüz dolara razı

olduğumu söyledim. O zaman biraz sakinleşti.’ Yine de o şey-

tan meselesini kafasından söküp atamıyordu. Bunu inanarak

söylediğinden emin olmak üzereydim. O zaman doktoru çağı-

rıp onu muayene ettirecektim. Ama o sırada... bu konuda ko-

nuşmayı kesti. Aklı başına gelmiş gibiydi. Ya da o şakadan

usanmıştı belki. Bir daha şeytan lâfını ağzına almadı. Bir haf-

ta kadar sonra, bebekleri alıp gidene kadar, hep normal dav-

randı.»

Tony yaşlı kadının bu anlattıklarını düşünüyordu. Bayan

Yancy büyülü hayvanını okşayan bir cadı gibi kedisini okşa-

mayı sürdürdü.

«Ya peki..?» diye mırıldandı Tony. «Ya peki... ya peki..?»

Hilary, «Ya peki, ne?» dedi.

«Bilemiyorum. Parçalar yerine oturuyor gibi. Ama... öyle

çılgın bir şey ki! Belki ben bilmecenin parçalarını yanlış bir-

leştiriyorum. Bir düşünmem gerek. Henüz enim değilim.»

Bayan Yancy, «Bana soracağınız başka soru kaldı mı?»

Page 594: Dean R. Koontz - Fısıltılar

diye sordu.

«Hayır,» dedi Tony. Pufun üzerinden kalktı. «Başka bir şey

gelmiyor aklıma.»

Joshua, «Bence de öğrenmek istediğimizi öğrendik,» diye

görüşünü belirtti.

Hilary, «Beklediğimizden fazlasını,» dedi.

Bayan Yancy kediyi kucağından kaldırıp yere koydu, kol-

tuğundan kalktı. «Bu zırvalıga fazla zaman verdim. Mutfağa

gitmem gerek. İşim var. Bu sabah dört turta hamuru hazırla-

dım. Şimdi içlerini yerleştirip fırına koymam gerek. Akşam ye-

meğine torunlar geliyor. Her biri başka turta sever. Bazen yoru-

cudur torun sahibi olmak. Ama onlar olmasa..., ne yapacağımı

bilemezdim.»

Kedi pufa sıçradı, aşağıya atladı, yol halısının üzerinden

koştu, Joshua’nın yanından geçip bir sehpanın altına daldı.

Hayvan bu koşuyu bitirdiği anda ev sallandı. İki minyatür

cam kuğu raftan düştü, tüylü halının üzerinde, kırılmaksızın

sıçradılar. Duvarlardaki işlemelerden de ikisi düştü, pencere-

ler zangırdadı.

437 —

«Deprem,» dedi Bayan Yancy.

Bastıkları yer gemi güvertesi gibi ayaklarının altında yu-

varlanıyordu.

Bayan Yancy, «Kaygılanacak bir şey yok,» dedi.

Sarsıntı azaldı.

Uğuldayan toprak sessizleşti.

Ev yine hareketsiz kaldı.

Page 595: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Bakın, geçti işte,» dedi yaşlı kadın.

Ama Tony daha başka şok dalgalarının yaklaşmakta oldu-

ğunu hissediyordu. Depremle ilgisi olmayan dalgaların.

* * *

Bruno sonunda öbür benliğinin ölü gözlerini açtı, karşılaş-

tığı şey canını sıktı. Bu gözler onun tanıdığı, sevdiği o elektrik-

li, canlı, grimsi mavi gözler değildi. Bir canavarın gözleriyle

karşılaşmıştı. Şişmiş, çürümüş, patlak gözler. Akları kahveren-

gimsi kırmızı lekelerle doluydu. Çatlamış kan damarları vardı.

Kanlar birikmişti gözlere. İrisleri bulutlu, çamurlu, eskisinden

daha az maviydi. Çirkin bir çürük rengi. Koyu. Yaralı.

Ama Bruno o gözlere baktıkça iğrençliğini daha az gör-

meye başladı. Ne de olsa, kendi öbür benliğinin gözleriydi bun-

lar yine. Kendinden bir parçaydı. En iyi tanıdığı gözlerdi. Sev-

diği ve güvendiği gözler. Onu seven ve güvenen gözler. Göz-

lere değil, gözlerin içine bakıyordu. Yüzeydeki bozulmaların

altına. Geçmişte ruhunun öbür yarısıyla ilişki kurduğu yere.

Eski sihiri hissedemedi. Çünkü öbür Bruno’nun gözleri ona ge-

risingeri bakmıyordu. Ama yine de o gözlerin içine bakmak,

diğer yansıyla bütünleşmenin nasıl bir şey olduğunu hatırlatıp

can verdi ona. Kendisiyle birlikte olmanın o saf, tatlı zevkini,

doyum duygusunu hatırladı. Kendi ve kendisi bütün dünyaya

karşı. Yalnızlık korkusu çekmeksizin.

O anıya sarıldı. Anıdan başka bir şey kalmamıştı çünkü ar-

tık elinde.

Yatağın kenarında uzun süre oturdu, cesedin gözlerine

bakıp durdu.

438

Page 596: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Joshua Rhinehart’ın Cessna Turbo Skylane RG uçağı kük~

reyerek kuzeye, Napa’ya doğru uçuyordu.

Hilary aşağıdaki parçalı bulutlara, sonbahar rengine bü-

rünmüş tepelere baktı. Üstlerinde kristal mavisi gök ve uzak-

tan geçen bir askeri jetin titreşiminden başka bir şey yoktu.

Batıda gri bulutlar kuzeyden güneye kadar uzanıyordu.

Yaklaşmaktaydı bulutlar. Ortalık karardığında Napa da, tüm

Kuzey California da, kendini tehdit edici bir semanın altında

bulacaktı.

Havalandıktan sonra on dakika kadar üçü de sessiz kal-

mışlardı. Herkes kendi düşüncelerine gömülmüş durumdaydı.

Sonunda Joshua, «Aradığımız dublör o ikiz olmalı,» dedi.

Tony, «Besbelli,» diye onayladı.

Joshua, «Demek Katherine sorunu çözmek için bebekler-

den birini öldürmemiş,» dedi.

«Belli ki öyle,» diye kabullendi Tony.

Hilary, «Ama ben hangisini öldürdüm?» diye sordu. «Bru-

no’yu mu, kardeşini mi?»

Joshua, «Cesedi çıkarırız, bir şeyler öğrenmeye çalışırız,»

dedi.

Bir hava boşluğuna rastladılar. Uçak altmış metre kadar

alçaldı, sonra tekrar eski düzeyine yükseldi.

Hilary midesindeki garip duygu geçer geçmez, «Pekâlâ,

biraz konuşalım, bakalım cevaplar çıkıyor mu,» dedi. «Zaten

hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz. Katherine, Bruno’nun ikiz kar-

deşini öldürmediyse, ne yaptı onu? Bunca yıldır neredeydi?»

Joshua, «Bayan Yancy’nin sevdiği kuram her zaman iyi bir

Page 597: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ihtimal,» dedi. «Belki onu kundaklayıp bir kilise kapısına bırak-

mıştır.»

«Bilemiyorum...» Hilary’nin sesinde kuşku vardı. «Hoşu-

ma gitmiyor. Ama nedenini tam anlayamıyorum. Fazla... ka-

lıpçı fazla romantik. Allah kahretsin. Aradığım kelime bunlar

değil. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ama Katherine’in o yolu

seçmeyeceğini hissediyorum. Fazla...»

«Fazla düzgün,» dedi Tony. «Tıpkı Mary Gunther hikâyesi

gibi. İkizlerden birini terketmek, en ahlâkî yol olmasa da, en

çabuk, en kolay, en basit ve en güvenli yol. Katherine’in soru-

439 —

nunu çözmeye de yetiyor. Ama insanların çoğu hiçbir zaman

en çabuk, kolay, basit ve güvenli yolu seçmez. Hele de baskı

altındayken.»

Joshua, «Yine de, o ihtimali safdışı edemeyiz,» dedi.

Tony, «Bence edebiliriz,» diye karşı çıktı. «Çünkü ikizin

bırakıldığını, başka ailenin onu evlât edindiğini varsayarsak,

sonradan Bruno’yla nasıl buluştuğunu açıklamamız gerekecek.

İkizin doğumu kayda geçmediğine göre, asıl ailesini asla bu-

lamaz. Bruno’yu ancak rastlantı sonucu bulabilir. Rastlantıyı ka-

bul etsek bile, bu sefer de apayrı bir evde, Katherine’i hiç gör-

meden büyüyen bu çocuğun nasıl ondan bu kadar nefret et-

tiğini ve korktuğunu açıklamak şart oluyor.»

Joshua, «O kolay değil,» diye kabullendi.

«O ikizin nasıl olup da Bruno’yla aynı kişiliği, aynı para-

Page 598: Dean R. Koontz - Fısıltılar

noid korkuları geliştirdiğini de açıklamak gerek.»

Cessna kuzeye doğru yoluna devam etti.

Rüzgâr küçük uçağı sarsıyordu.

Bir dakika boyunca üçü de sessiz kaldılar. Sonra Joshua,

«Sen kazandın,» dedi. «Açıklamak olanaksız. Başka yerde ‘bü-

yüyen çocuğun nasıl Bruno’yla aynı psikoza uğradığını açık-

lamaya imkân yok. Genetik de yetmez, o kesin.»

Hilary, «O halde sen ne diyorsun?» diye sordu Tony’ye.

«Bruno’yla kardeşi aslında ayrılmadı mı yani?»

Tcny, «Katherine ikisini de St. Helena’ya, evine götürdü,»

dedi.

Joshua, «Peki, onca yıl neredeydi öteki ikiz?» diye sordu.

«Onu bir dolaba falan mı kilitledi?»

«Hayır,» dedi Tony. «Onunla herhalde çok kere karşılaştın.»

«Ne? Ben mi? Hayır. Hiçbir zaman. Bir tek Bruno.»

«Ya peki... ya peki ikisi de Bruno olarak yaşıyorduysa?

Ya bunlar... sırayla yer değişiyorduysa?»

Joshua gözlerini karşısında uzanan boş semadan ayırıp

Tony’ye baktı, kirpiklerini kırpıştırdı. «Yani bunlar çocukça bir

oyunu kırk yıl boyunca sürdürdüler mi diyorsun?» Sesinde kuş-

ku vardı.

«Oyun değil,» dedi Tony. «En azından, onlara oyun gibi

gelmemiştir. Bunu çaresiz, tehlikeli bir gereklilik saymışlardır.»

440 —

Joshua, «Anlayamadım,» dedi.

Hilary, Tony’ye, «Senin bir düşünceyi geliştirmeye çalıştı-

ğını anlamıştım,» dedi gülümseyerek. «Bayan Yancy’ye bebekle-

Page 599: Dean R. Koontz - Fısıltılar

rin başındaki zarı, Katherine’in buna tepkisini sorduğun zaman

anlamıştım.»

«Evet. Katherine’in öyle şeytandan söz edip durması. Onu

öğrenmek bana bilmecenin en büyük cevap dilimini sağladı.»

Joshua sabırsız bir sesle, «Tanrı aşkına, bu kadar esraren-

giz olma,» dedi sert sert. «Hilary ile benim anlayabileceğimiz

biçimde anlat.»

«Özür dilerim. Bir bakıma, yüksek sesle düşünüyordum.»

Tony koltuğunda kıpırdandı. «Pekâlâ, bakın. Bu biraz uzun sü-

recek. En başa dönmeliyim. Bruno hakkında söyleyeceklerimi

anlamak için Katherine’i anlamanız gerek. Daha doğrusu, be-

nim ona nasıl baktığımı. Kuramım şöyle... bu ailede delilik mi-

ras gibi üç kuşaktan beri devam ediyor ve giderek dozunu ar-

tırıyor Faizdeki paralar gibi.» Tony yine kıpırdandı. «Leo’dan

başlayalım. Aşırı otoriter bir tip. Mutlu olmak için başkalarının

kontrolünü tümüyle elinde tutmaya ihtiyacı var. İş hayatında

bu kadar başarılı olmasının nedeni bu. Ama aynı zamanda, faz-

la dostu olmamasının nedeni de bu. Kendi istediğini elde etme-

yi biliyor zerre kadar da ödün vermiyor. Leo gibi insanların

sekse yaklaşımı genellikle hayattaki öbür yaklaşımlarından

farklı olur. Yatağa girdiler mi o sorumluluğun birazından kurtul-

mak isterler. Biri kendilerine emirler versin isterler. Bir deği-

şiklik Ama yalnız yatakta. Oysa Leo öyle değil. Yatakta bile

aynı Leo. Seks hayatında bile üstte kalmak istiyor. Kadınları

dövmekten, canlarını yakmaktan, küçük düşürmekten hoşlanı-

yor onlara hakaret ediyor, tatsız şeyler yapmaya zorluyor, sert

ve sadistçe davranıyor. Bunları Bayan Yancy’den biliyoruz.»

Joshua, «Fahişelere para verip istediğini yaptırmakla ken-

di evlâdına tecavüz etmek arasında çok fark var,» dedi.

«Ama Katherine’e defalarca tecavüz ettiğini biliyoruz. Yıl-

Page 600: Dean R. Koontz - Fısıltılar

larca Demek Leo’nun gözüne o kadar farklı görünmüyordu.

Kendisine sorsan, Bayan Yancy’nin kızlarına hoyrat davrana-

bilirim çünkü parasını veriyorum, derdi. Bir süre için sahıbıyaı

ö kızların Mülkiyet hakkını biraz fazla liberal tanımlamak---

441 —

‘ama öyle savunurdu kendini. Katherine’e yaptıkları için de ay-

nı şey. Öyle bir insan, çocuğunu yine mallarından biri diye gö-

rür, ‘benim çocuğum’ der, ‘benim çocuğum’ demez. Katherine

onun gözünde bir nesne gibiydi. Kullanılmazsa ziyan olacak

bir nesne.»

Joshua, «O itle hiç tanışmadığıma memnunum,» dedi. «Bir

ıkere el sıkışmış olsam, kendimi hâlâ kirli hissederdim.»

Tony, «Benim görüşüm şu,» diye devam etti. «Katherine

çocukluğunda o eve, o gaddar ilişkiye hapsolmuş. Her şeyi ya-

pabilecek bir adamla. Bu kötü koşullarda, aklını başında tuta-

bilmesinin hiçbir yolu yokmuş. Leo çok soğuk bir adam. Çok

yalnız, çok bencil. Üstelik doymak bilmeyen, çarpık bir seks

iştahı var. Belki de... hattâ büyük ihtimalle, duygusal açıdan

rahatsız sözü onu tanımlayamaz. Gerçek anlamda deli olabi-

lir. Psikotik. Gerçekten kopmuş, ama koptuğunu saklayabilen

biri. Hayallerini demir iradesiyle kontrol edebilen tür psikopat-

lar var. Çılgın enerjilerinin çoğunu toplumun kabul edebileceği

uğraşlara yöneltiyorlar, normal diye kabul ediliyorlar. Böyle-

leri deliliğini bir tek dar alanda deşarj ediyor. Genellikle özel

bir alan. Leo’nun özel alanı da fahişeler, sonra Katherine. Onu

yalnız fiziksel olarak sömürmekle kalmadığını varsayabiliriz.

Arzulan seksi aşıyordu herhalde. Salt kontrol peşindeydi. Onu

fiziksel olarak çökerttikten sonra, duygusal, ruhsal ve zihin-

Page 601: Dean R. Koontz - Fısıltılar

sel olarak da çökertmeden rahat etmezdi. Katherine, Bayan

Yancy’nin evine, babasının çocuğunu doğurmaya geldiğinde,

o da Leo kadar delirmiş olmak zorunda. Ama besbelli baba-

daki kontrol onda da var. Kendini normal gösterebiliyor. İkiz-

ler doğunca, üç gün boyunca o kontrolü kaybediyor, sonra tek-

rar toparlanıyor.»

Hilary, «İkinci kere de kaybetmiş,» dedi.

Joshua, «Evet,» diye ona katıldı. «Bayan Yancy’ye kendi-

sine şeytanın tecavüz ettiğini anlatırken.»

«Eğer benim kuramım doğruysa, Katherine ikizleri doğur-

duktan sonra inanılmaz değişimlerden geçmiş olmalı,» dedi

Tony. «Ciddi bir psikotik durumdan, daha ciddi bir psikotik du-

ruma geçip duruyordu. Yeni bir dizi hayal, eskilerinin yerini alı-

yordu. Babasının eziyetlerine, gebe kalışına, doğa ona geliş-

442 —

meşini emrettiği halde korseler giymek zorunda kalmasına rağ-

men, yine de yüzeysel normalliğini korumayı bilmiş. Her nasıl-

sa. Ama ikizler doğunca, Mary Gunther hikâyesinin çöktüğünü

anlayınca, bu artık bardağı taşıran damla olmuş. O zaman tam

fıttırmış. Tâ ki şeytanın tecavüzü açıklamasını bulana kadar.

Leo’nun doğaüstüne ilgi duyduğunu Bayan Yancy’den öğren-

dik. Katherine de babasının bazı kitaplarını okumuş. Zarlı do-

ğan ikizlerin şeytan işareti taşıdığı da her neredense aklında

kalmış. Kendi ikizleri de öyle doğdu diye... hayaller kurmaya

başlamış. Üzerine zorla saldıran şeytansı bir yaratığın masum

kurbanı olma fikri belli ki hoşuna gitmiş. Bu hayal onu, kendi

babasının bebeklerini doğurmanın utancından kurtarmış. Bu da

Page 602: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dünyanın saklaması gereken bir şey. Ama hiç değilse bunu ken-

dinden saklamak zorunda kalmamış. Utanç duyup durmadan

özürler arayacağı bir şey değil çünkü. Normal bir kadının do-

ğaüstü gücü olan bir şeytana karşı durmasını hiç kimse bek-

leyemez. Irzına geçenin bir canavar olduğuna kendini inandıra-

bilirse, o zaman masum, bahtsız bir kurban gibi görebilir ken-

dini.»

Hilary, «Ama zaten öyleydi,» dedi. «Babasının masum kur-

banıydı. Adam kendini ona zorla kabul ettirdi... tersi olmadı

ki!»

Tony, «Doğru,» diye kabullendi. «Ama herhalde adam bir

hayli zaman harcayıp onun beynini yıkamayı da başardı. İşin

suçlusu, sorumlusu olarak Katherine’i gösterdi. Suçluluk duy-

gusunu kızın üzerine attı. Hasta insanların kendi suçluluk duy-

gusundan kurtulmasının tipik bir yoludur bu. Leo’nun otoriter

mizacına da uyuyor.»

«Pekâlâ,» dedi Joshua. «Buraya kadar dediklerini kabul

ediyorum. Belki doğru olmayabilir ama akla uyuyor. Karşımız-

daki olay için bu da büyük bir şey. Demek Katherine ikizleri

doğurdu, üç gün boyunca kendini kaybetti, sonra kontrolünü

yeniden, bu sefer yeni bir hayal sayesinde kazandı. Bir şeyta-

nın kendisine tecavüz ettiği hayali. Bunu kabul etmekle, asıl

suçlunun babası olduğunu unutabiliyordu. Unutunca özsaygısı-

nın birazını geri kazanabiliyordu. Hattâ belki ömründe kendini

bu kadar iyi hissetmemişti.»

443 —

«Evet, öyle,» dedi Tony.

Page 603: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary atıldı. «Bayan Yancy, aile içi seksi duymuş olan tek

insandı. Bu nedenle yeni hayali kabullenince, ona da işin ‘doğ-

rusunu’ anlatmak, kabul ettirmek istedi. Bayan Yancy onu kötü

bir insan, bir günahkâr sanacak diye korkuyordu. Şeytan olayını

ona ille yutturmaya uğraştı. Bu yüzden o kadar uzattı o konuş-

maları.»

Tony onun bıraktığı yerden devam etti. «Ama Bayan Yancy

ona inanmayınca, tek bilenin kendisi olmasına razı oldu. Baş-

kaları da inanmaz herhalde, dedi. Önemi yoktu tabii. Çünkü

kendisi emindi. Gerçeği bir tek o biliyordu ve gerçek de şey-

tan olayıydı. Bu sırrı saklamak, öbürünü, Leo’yla ilgili olanı sak-

lamaktan çok daha kolaydı.»

Hilary, «Leo da birkaç hafta önce ölmüştü,» diye ekledi.

«Ona olup bitenleri tekrar hatırlatacak değildi.»

Joshua bir an ellerini uçağın kontrollerinden çekip gömle-

ğine sildi. «Artık korku hikâyelerine tepki gösteremeyecek ka-

dar yaşlı ve kuşkucu biri olduğumu sanırdım. Ama bu olay avuç-

larımı terletti. Hilary’nin demin dediği çok önemli. Leo artık or-

tada yoktu ki ona hatırlatsın! Ama kendisi ikizlerin ikisini de

yanında tutmak zorundaydı yeni hayaline sarılabilmek için. O

hayalin yaşıyan kanıtlarıydı o çocuklar. Hiçbirini başkasına ev-

lâtlık veremezdi.»

«Doğru,» dedi Tony. «Onların yanında olması, hayalin ya-

şamasını sağladı. O iki sağlıkiı, normal, sapına kadar insan

bebeğe baktıkça, cinsel organlarında gerçekten bir fark gör-

müş olması gerekir. Bayan Yancy’ye söylediği gibi. Kafasında

öyle canlandırıyordu. Kanıttı bu ona göre. Bu çocuklar şeyta^-

nın çocuklarıydı. İkizler onun yeni ve rahat hayalinin kanıtıy-

dı. Bir parçasıydı. Tabii rahat diyorsam, daha önceki kâbus-

lara oranla rahat demek istiyorum.»

Page 604: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary’nin kafası uçağın motorundan daha hızlı çalışıyordu.

Tony’nin sözü nereye getireceğini anlayınca heyecanlanmıştı.

Hemen konuşmaya başladı. «Böylece Katherine ikizleri alıp

eve götürdü. Tepedeki eve. Ama Mary Gunther masalını hâlâ

canlı tutmak zorundaydı, tamam mı? Tabii. Bir kere, adına göl-

ge düşürmemeliydi. Ama bir nedeni daha vardı. Adının temize

^444 —

çıkmasından çok daha önemli. Psikoz gerçi insanın bilinçaltın-

da, ama anladığıma göre hastanın iç karmaşasını yönetebil-

mek için yarattığı hayaller hep bilincin ürünü. Yani Katherine

bilinç düzeyinde şeytan olayına inanırken, derinde, bilinçaltın-

da biliyordu ki eğer St. Helena’ya döndüğünde Mary Gunther

masalının yıkılmasına yol açarsa, ora halkı sonunda çocuk-

ların Leo’dan olduğunu anlayacak. O utançla uğraşmak zorun-

da kalırsa, o zaman kendi uydurduğu şeytan hayalini sürdü-

remez olurdu. Yeni ve rahat hayallerinin yerine yine eski, kes-

kin kenarlı hayaller geçerdi. Demek kafasında şeytan hayalini

yaşatabilmek için herkese bir tek çocuk göstermek zorundaydı.

İki çocuğa bir tek isim verdi. Her an yalnız bir tanesinin ortaya

çıkıp gözükmesine izin verdi. İkisini bir tek hayat yaşamaya

zorladı.»

Tony devam etti. «Ve sonunda iki çocuk gerçekten de ken-

dilerini bir tek insan gibi, aynı insan gibi görmeye başladılar.»

Joshua, «Durun, durun!» dedi. «Belki birbirlerinin yerine

geçebiliyorlar, halk arasında tek isimle, tek kimlikle yaşayabili-

yorlardı. Ona bile inanmak yeterince zor ama inanmaya uğra-

Page 605: Dean R. Koontz - Fısıltılar

şacağım. Fakat... yalnızken ikisinin ayrı kişilikleri olması yine

de şart.»

«Belki de şart değil,» dedi Tony. «Kendilerini iki vücutta

tek kişi olarak gördüklerinin kanıtlarıyla karşılaştık.»

«Kanıt mı? Ne kanıtı?» diye sordu Joshua.

«Kasada bulduğun mektup. Bruno o mektuba, kendisinin

Los Angeles’te öldürüldüğünü yazmış. Kardeşim öldürüldü de-

miyor. Ben, kendim öldürüldüm, diyor.»

«O mektupla hiçbir şey kanıtlayamazsın,» dedi Joshua.

«Saçma sapan bir şeydi o. Anlamı yoktu.»

Tony, «Bir bakıma anlamı var,» dedi. «Bruno’nun bakış açı-

sından, bal gibi var. Yani kardeşini ayrı bir kişi olarak görmü-

yorsa, onu kendisinin bir parçası, bir uzantısı olarak görüyor-

sa, o zaman mektup bir hayli anlamlı.»

Joshua başını iki yana salladı. «Yine de iki kişinin nasıl

olup da kendilerinin bir tek kişi olduğuna inandırabileceğini an-

layamıyorum.»

Tony, «Hep tek insanın iki kişiliğe ayrıldığını duymaya alış-

445 —

imişsin,» dedi ona. «Doktor Jekyll’le Mister Hyde. Eve’in Uç

Yüzü fiimindeki o kadın. Aynı tür bir başka kadın hakkında da

bir kitap vardı. Birkaç yıl önce en çok satılan kitaplardan bi-

riydi. Syfoil. Sybil’in tam on altı ayrı kişiliği vardı. Eğer Frye

ikizleri konusunda yanılmıyorsam, onlarda da bunun tam tersi

oldu. Bu iki kişi dörde, altıya, sekize, seksene ayrılmadılar.

Annelerinin korkunç baskısı altında bunlar... eriyip psikolojik

oiarak birleştiler ve bir tek kişi oldular. Tek kişilikli iki kişi. Tek

Page 606: Dean R. Koontz - Fısıltılar

bilinç, tek imaj... hepsi paylaşılmış. Herhalde daha önce hiç

olmadı, bir daha da olmaz. Ama burada da olmadı demek değil

tabii.»

Hilary mırıldandı. «İkisi eş kişilik geliştirmeyi, dünyada

sırayla yaşayabilmek için kaçınılmaz olarak görmüş olmalılar.

Aralarındaki en ufacık farklar bile bozardı işi.»

«Ama nasıl?» diye sordu Joshua. «Ne yaptı Katherine on-

lara? Nasıl sağladı bunun gerçekleşmesini?»

Hilary, «Herhalde hiçbir zaman emin olamayız,» dedi. «Ama

ne yapmış olabileceği konusunda benim birkaç fikrim var.»

Tony, «Benim de,» dedi. «Ama önce sen anlat.»

* * *

Akşam yaklaşırken tavanarasının penceresinden gelen ışık

sürekli azalmaya başladı. İşığın niteliği de değişti, zayıfladı.

Odanın köşelerine karanlık çöker oldu.

Gölgeler tabanda ilerlerken Bruno karanlıkta kalmaktan

korkmaya başladı. Bir düğmeye dokunup ışık yakamazdı. Ça-

lışmıyordu ışıklar. Beş yıldır tesisat onarımı görmemişti bu ev.

Annesinin ilk ölümünden beri. Fener de işe yaramazdı. Pili bit-

mişti çoktan.

Bir süre odanın mor renge dönüşmesini seyretti, panik

duygusuyla savaştı. Açık havadayken karanlıktan korkmazdı.

Ya evlerden, ya sokak ışıklarından, ya yıldızlardan, ya geçen

arabalardan biraz aydınlık gelirdi nasılsa. Ama hiç ışıksız bir

odada, fısıltılar ve üzerinde gezinen şeyler hemen ortaya çıkı-

yordu. Onu önlemesi şarttı.

Mum.

Annesi mutfağın bitişiğindeki kilerde, kutular içinde uzun

Page 607: Dean R. Koontz - Fısıltılar

446 —

uzun mumlar bulundururdu her zaman. Elektrik kesilirse diye.

Kilerde kibrit de olmalıydı. Kapağı sıkıca kapanan teneke ku-

tuda... hatırlıyordu. Buradan taşınırken o eşyaların hiçbirine

clokunmamıştı. Yalnız özel eşyalarını almış, kendi satın aldığı

sanat eserlerinin de bazılarını götürmüştü.

Eğilip öbür Bruno’nun suratına baktı, «Bir dakikalığına aşa-

ğıya iniyorum,» dedi.

Bulutlu, kan oturmuş gözler ona bakıp duruyordu.

Bruno, «ıFazla kalmam,» diye ekledi.

Kendisi hiç cevap vermedi.

«Mum getireyim de karanlıkta kalmayalım,» dedi Bruno.

«Ben bir dakikalığına gidince benim burada yalnız kalmamın bir

sakıncası yok ya?»

Öbür benliği sessizdi.

Bruno odanın köşesindeki merdivenlere yürüdü. Bu merdi-

venler ikinci kattaki yatak odalarından birine iniyordu. Pek ka-

ranlık değildi merdiven. Tavanarası penceresinden giren ışık

oraya da düşüyordu. Ama Bruno merdivenin dibindeki kapıyı

itip açınca o yatak odasını zifiri karanlık buldu ve şoka uğradı.

Pancurlar.

Tavanarasının pancurlarını, bu sabah karanlıkta uyanınca

açmıştı Ama evin tüm diğer pencereleri kapalıydı. Onları aç-

maya cesaret edememişti. Hilary-Katherine’in casusları herhal-

de tavanarası penceresinin açılmış olduğuna dikkat etmezlerdi

ama bütün evi aydınlatırsa değişikliği farkederler, koşarak ge-

lirlerdi. Şu haliyle mezar gibiydi burası.

Page 608: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Merdivende durup ışıksız odaya baktı. İlerlemeye korkuyor,

fısıltılar gelecek mi diye dinliyordu.

Ses yoktu.

Hareket de yoktu.

Tekrar tavanarasına çıkmayı düşündü. Ama o zaman so-

run çözülmüş olmazdı. Birkaç saate kadar gece bastıracak,

hiç ışık kalmayacaktı. Kilere gidip mumları almak zorunday-

jsteksizce karanlık odada bir adım ilerledi. Merdivenin di-

bindeki kapıyı açık bırakmış, oradan gelen ölgün ışıktan me-

det umuyordu. İki adım. Sonra durdu.

447 —

Bekledi.

Dinledi.

Fısıltı yok.

Kapıyı bırakıp hızla yatak odasını geçti. Eşyaları eliyte tu-

tarak ilerliyordu.

Fısıltı yok.

Odanın kapısını bulup ikinci kat holüne çıktı.

Fısıltı yok.

Kadife gibi karanlığın içinde bir an, merdivenlerin hangi

tarafta olduğunu hatırlayamadı. Sonra toparlandı, sağa yönel-

di. Ellerini öne uzatmış, parmaklarını körler gibi ayırmıştı.

Fısıltı yok.

Merdivenin tepesine vardığında neredeyse aşağıya yuvar-

lanıyordu. Bastığı yer birden yok oldu. Trabzana sarılarak kur-

tardı kendini.

Fısıltılar.

Page 609: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Trabzanı kavramış durumda, hiçbir şey görmeksizin başını

hafif yana eğdi, soluğunu tuttu.

Fısıltılar.

Peşinden geliyorlardı.

Bir çığlık atıp basamakları sarhoş gibi inmeye başladı,

trabzanı elinden kaçırdı, dengesini kaybetti, kollarını havada

değirmen gibi çevirdi, devrildi, kendini yüzükoyun halıya ka-

panmış buldu. Sol bacağı fena sancıyordu. Başını kaldırdı, fı-

sıltıların daha da yaklaşmış olduğunu farketti. Korkudan titre-

yerek kalktı, topallaya topallaya ikinci merdiveni indi, tökezle-

di, sonunda giriş katına vardı. Dönüp arkasına, karanlıklara

baktığında fısıltıların ona doğru koştuğunu duydu. Kükreyen

bir tıslama. «Hayır! Hayır!» diye bağırdı, ilk kat koridorundan

arka tarafa yürümeye çalıştı. Mutfağa doğru. Birden fısıltılar

her yanını sardı. Aşağıdan, yukardan, her yandan geliyorlardı.

O şeyler de üzerindeydi. Korkunç... yürüyen... kıpırdayan şey-

ler. Belki bir tane,.., belki çok. Hangisi olduğunu bilemiyordu.

Korkusundan duvarlara toslaya toslaya mutfağa doğru ilerler-

ken her yanına tokatlar atıyor, onları üzerinden kovmaya uğ-

raşıyordu. Birden mutfak kapısına çarptı. İki yana itilebilen ka-

pılardandı. Çarpınca açılıp onu içeri aldı. Eliyle duvarı yokla-

448 —

yarak ilerledi. Ocak. Buzdolabı. Dolaplar. Lavabo, işte kiler ka-

pısı. Yaratıklar habire üzerinde dolaşıyordu. Fısıltılar sürüp gi-

diyordu. Hışırtılı sesinin elverdiğince bağırdı, bağırdı. Kile-

rin kapısını açtığı anda iç bulandırıcı bir koku geldi burnuna.

Yine de girdi içeriye. Birden anladı. Bunca kavanozun, şişe-

Page 610: Dean R. Koontz - Fısıltılar

nin, kutunun arasında mumlan ve kibriti ne görebilecek, ne de

el yordamıyla bulabilecekti. Dönüp tekrar mutfağa yöneldi. Hâ-

lâ bağırıyordu. Hâlâ kendine tokatlar atıyor, o şeyleri suratın-

dan kovmaya çalışıyordu. Yine burnuna, ağzına girmeye uğ-

raşmaktaydılar. Dışarı açılan kapıyı buldu, işlerliğini kaybetmiş

kilitle boğuştu, sonunda açmayı başardı, kapıyı itti.

Işık.

Gri akşam ışığı Mayacama dağlarının tepesinden, batıdan

geliyordu. Işık kapıdan girip mutfağı aydınlattı.

Işık.

Bruno bir süre kapıda durdu, harikulade aydınlığın üze-

rine dökülmesinin tadını çıkardı. Her yanını ter kaplamıştı. So-

luğu kesik kesik çıkmaktaydı.

Sakinleşince kilere döndü. İğrenç koku, şişip patlamış

konserve kutularından geliyordu. Her yanı yeşil-kara-sarı küfler

kaplamıştı. Bu pisliğe değmemeye çalışarak ilerledi, mumları

buldu, kibrit kutusunu da aldı.

Kibritler hâlâ kuruydu. İşe yarardı. Emin olmak için bir

tanesini yaktı. Alevin ışığı yüreğini hafifletti.

Kuzeye uçmakta olan Cessna’nın batısında kalan gökyü-

zünde, uçağın biraz aşağısında fırtına bulutlan hâlâ okyanus

tarafından geliyordu.

«Nasıl?» dedi Joshua. «Katilerine onların bir tek insan gibi

düşünüp hareket etmesini nasıl sağladı?»

Hilary, «Dediğim gibi, herhalde asla tam emin olamaya-

cağız,» diye karşılık verdi. «Ama hayallerini ikizlerle payalaşmış

olmalı. Hem de onları eve getirdiği andan başlayarak. Annele-

rinin sözlerini anlayacak kadar büyümelerini bile beklemeden.

Yüzlerce kere, belki binlerce kere onlara şeytanın çocukları ol-

duklarını söylemiş olmalı. İkisinin de kafaları zarla kaplı doğ-

Page 611: Dean R. Koontz - Fısıltılar

449 Fısıltılar — F. : 29

duklarını söylemiş, bunun anlamını anlatmış olmalı. Cinsel or-

ganlarının başka çocuklara benzemediğini de. Herhalde insan-

lar onların ne olduğunu anlarsa, öldürüleceklerini söylemiştir

onlara. Bu konuda soru soracak yaşa geldiklerinde beyinleri

pyle yıkanmıştır ki, kuşku duyamamışlardır. Annelerinin psiko-

zunu ve hayallerini paylaşmışlardır. Gerilim içinde iki çocuk

onlar herhalde. Korku içinde. Kimse farkına varacak, onları öl-

dürecek diye korkuyorlar. Korku da baskıyı getirir. Bu kadar

baskı, psikolojilerini çarpıtmıştır. Uzun süre aralıksız uygula-

nan baskı bence iki kişiliği eritip birleştirmek için ideal bir or-

tam. Yalnız başına baskı bunu sağlamaya yetmez. Ama uy-

gun ortamı hazırlar.»

Tony, «Sabah Doktor Rudge’ın muayenehanesinde dinledi-

ğimiz kasetlerden, Bruno’nun zarlı doğma olayını bildiğini öğ-

rendik,» dedi. «Bunun hangi batıl inanca bağlandığını da bili-

yor. Teypteki sesine bakılırsa, tıpkı annesi gibi o da inanıyor

bunun şeytan işareti olduğuna. Aynı sonucu işaret eden başka

kanıtlar da var. Kasadaki mektup. Bruno orada, polise başvu-

rup korunma isteyemeyeceğini söylüyor. Çünkü o zaman ne ol-

duğum ve bunca yıldır neyi sakladığım anlaşılır, diyor. Ayrıca

insanlar o sırrı anlarlarsa beni taşa tutup öldürürler, diyor. Ken-

dini şeytanın oğlu sanıyor. Bundan eminim. Katherine’in psi-

kotik hayallerini devralmış.»

«Pekâlâ,» dedi Joshua. «Belki ikizlerin ikisi de o şeytan

masalına inanıyorlardı. Çünkü onlara inanmama şansı hiçbir

zaman tanınmamıştı. Ama yine de Katherine’in onları tek ki-

şiliğe neden ve nasıl soktuğu açıklanmış olmuyor. Psikolojik

Page 612: Dean R. Koontz - Fısıltılar

»olarak onları nasıl birleştirdiği...»

Hilary, «Sorunun niçifi’le ilgili kısmını cevaplamak daha

kolay,» dedi. «İkizler kendilerini ayrı bireyler olarak gördükleri

sürece aralarında farklar olacaktı. Küçük farklar belki... ama

olacaktı. 0 farklar çoğaldıkça, ikisinden birinin istemeyerek

olayı açığa vurması tehlikesi artıyordu. Onları aynı biçimde

davranmaya, düşünmeye, konuşmaya, hareket etmeye ittiği öl-

çüde, kendi güveni sağlamlaşacaktı.»

Tony, «Nasıl kısmına gelince,» dedi. «Unutma ki Katherine

bir zihnin nasıl çökertilip biçimlendirilebileceğini iyi biliyordu.

450

Onun zihnini de biri öyle biçimlendirmişti. Bir usta hem de. Leo.

Katherine’i kendi istediği hale getirebilmek için her yolu kullan-

mıştı. Kız da bunları ister istemez öğrenmiş olmalıydı. Psikolo-

jik ve fiziksel işkence biçimlerini. İstese ders kitabı yazabilirdi

o konuda.»

Hilary ekledi. «İkizleri tek bir kişi gibi düşündürebilmek için

onlara tek bir kişi muamelesi etmiş olmalı. Yani genel havayı

o vermiş olmalı. İkisine eşit sevgi göstermek... eğer hiç gös-

terdiyse tabii. İkisini birlikte cezalandırmak. Biri suç işlese, iki-

sine birden ceza vermek. İki vücuda, zihinleri birmiş gibi dav-

ranmak. Hattâ onlarla konuşurken bir kişiymişler gibi konuş-

ması gerek.»

Tony ekledi. «Ne zaman birinde bireysel eğilim yakala-

sa, aynı şeyi ya ikisine birden yaptırmak ya da hiçbirine yap-

tırmamak zorunda. Zamir kullanımı da çok önemli.»

Joshua, «Zamir mi?» diye sordu. Şaşırmıştı.

Page 613: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Evet,» dedi Tony. «Bu söyleyeceğim çok garip gelecek.

Belki anlamsız bile gelecek. Ama bizi her şeyden çok, konuş-

tuğumuz dil biçimlendirir. Her fikrimizi, her düşüncemizi o dil-

le ifade ederiz. Dağınık düşünmek, iyi konuşmamakla sonuçla-

nır. Ama tersi de doğru. Karışık konuşmak da akıl karıştırır,

düşünememeye yol açar. Anlambilimin temellerinden biri

bu. Demek özenle seçilen zamirlerin kullanımı Katherine’e yar-

dımcı olmuş olabilir. Örneğin ikizlerin birbiriyle konuşurken

‘sen’ kelimesini kullanmalarına asla izin verilmez. Çünkü ‘sen’

kelimesi, insanın kendinden başka biri kavramını içerir. Eğer

ikizler kendilerini tek bir yaratık gibi düşüneceklerse, araların-

da ‘sen’ zamirinin yeri yok. Bir Bruno ötekine hiçbir zaman,

‘Haydi, sen ve ben Monopol oynayalım,’ diyemez. Belki, ‘Hay-

di, ben benimle Monopol oynayayım,’ gibi bir şey söyler. ‘Biz’

zamirini de kullanmaz. O kelime de iki kişi gerektirir çünkü.

Bruno herhalde ‘ben ve kendim’ demek zorunda. İçlerinden biri

Katherine’le konuşurken kardeşi için ‘o’ da diyemez. Karışık mı

geliyor?»

«Çılgın geliyor,» dedi Joshua.

Tony, «Mesele o zaten,» diye karşılık verdi.

«Ama çok fazla. Aşırı çılgın.»

451 —

«Elbette çılgın. Plan Katherine’in planı. O da deliydi za-

ten.»

«Ama bu garip alışkanlıkları, davranış ve tutumları, bütün

o zamirleri falan onlara nasıl zorla kabul ettirir?»

Hilary, «Normal çocuklara normal kurallar nasıl kabul et-

Page 614: Dean R. Koontz - Fısıltılar

tirilirse öyle,» dedi. «Doğru bir şey yapınca ödüllendirirsin, yan-

lış bir şey yapınca do cezalandırırsın.»

«Ama çocukların Katherine’in istediği gibi anormal dav-

ranmasını, benliklerini teslim etmelerini istemek için o cezanın

gerçekten canavarca bir şey olması gerekir.»

«Canavarca bir şey olduğunu da biliyoruz zaten,» dedi

Tony. «Doktor Rudge’ın kasetindeki son seansı dinledik. Bruno

annesinin onu, yerin içindeki karanlık bir deliğe kapattığını söy-

ledi. Ceza olarak. Kelimesi kelimesine hatırlıyorum ne dedi-

ğini. ‘Bir gibi düşünüp davranmamanın cezası’. Bence tek kişi

gibi davranmıyorlar diye iki kardeşi birden kapatıyordu oraya.

Karanlık bir yere kapatıp uzun süre orada bırakıyordu. Orada

da canlı bir şey vardı. Çocukların üzerine tırmanan bir şey. O

delikte başlarına her ne geldiyse... öyle korkunçtu ki, yıllardır

her gece rüyalarında onu görüyorlar. Bunca yıl sonra hâlâ bu

kadar iz bırakabHiyorsa, bence beyin yıkamaya yetecek kadar

büyük bir cezadır. Sanırım Katherine amaçladığı şeyi uyguladı

çocuklara. İkisini eritip bir kişi yaptı.»

Joshua karşısındaki göklere bakıyordu.

Sonunda konuştu. «Bayan Yancy’nin genelevinden kendi

evine döndüğünde, asıl sorun, ikizleri daha önce söylediği

gibi tek çocuk olarak yutturmaktı. Böylece !Mary Gunther ya-

lanını da sürdürebilecekti. Ama bunun daha kolay bir yolu var.

Çocuklardan birini kilitler, evden hiç çıkarmaz, olur biterdi.

Hem daha çabuk, hem daha kolay, hem daha basit, hem de

daha güvenli.»

Hilary, «Ama Clemenza Kanununu hepimiz öğrendik,» dedi.

Joshua, «Doğru,» diye kabullendi. «Clemenza Kanunu: İn-

sanların pek azı en hızlı, en kolay, en basit, en güvenli yolu se-

çer.»

Page 615: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Hem zaten,» dedi Hilary, «Belki de Katherine bir çocuğu

452 —

sürekli kilit altına alıp ötekine hayat hakkı tanımayı kabullene-

miyordu. Kendi çektiği acılardan sonra, belki çocuklarına çek-

tirebileceklerinin de bir sınırı vardı.»

Joshua, «Bence onlara yeterince çektirdi zaten,» dedi. «De-

lirtti ikisini de!»

Hilary, «İstemeyerek ama,» dedi. «Amaeı onları delirtmek

değildi. Onlar için en iyi olanı yaptığına inanıyordu. Ama ken-

di deli olduğundan, neyin iyi olduğunu yanlış değerlendiriyor-

du.»

Joshua yorgun bir tavırla içini çekti. «Çok çılgın bir kuram

oluşturdunuz.»

Tony, «Pek sayılmaz,» dedi. «Bilinen gerçekleri tutuyor.»

Joshua başını salladı. «Ve sanırım ben de inanıyorum. Hiç

değilse büyük kısmına. Keşke bu olayın bütün kötüleri iğrenç

ve nefret etmesi kolay kimseler olsaydı. Onlara bu kadar acı-

mak bana yanlış geliyor.»

Rengi hızla koyulan gökyüzünün altında Napa’ya iniş ya-

par yapmaz şerifin bürosuna gidip her şeyi Peter Laurenski’ye

anlattılar. Adam önce onları ağzı açık dinledi. Çıldırdıklarını

sanıyormuş gibi bir hali vardı. Ama yavaş yavaş bu inanmazlığı,

yerini isteksiz, şaşkın bir kabullenmeye bıraktı. Hilary aynı tep-

kiler dizisini daha defalarca göreceklerini biliyordu.

Laurenski, Los Angeles’e telefon açtı, polis merkezini ara-

dı. FBl’ın daha önce merkezle temasa geçtiğini, San Francisco

bankasından dublörün para çekmesi olayının sorumluluğunu

Page 616: Dean R. Koontz - Fısıltılar

da Los Angeles polisine verdiğini öğrendi.

Laurenski’nin verdiği haber ise durumu değiştiriyordu. Pa-

rayı çeken dublör değil, adamın kendisiydi. Bir kendisi geçen

hafta Los Angeles’te ölmüş olduğu halde. Laurenski onlara,

kendi kanısınca Bruno’ların sırayla pek çok cinayet işledikle-

rini, beş yıldan bu yana eyaletin kuzey kesiminde kadınları

öldürmekte olduklarını da söyledi. Ama bu cinayetlere kanıt ve-

rebilecek, ölenlerin adlarını sayabilecek durumda değildi. Ka-

nıtlar yetersizdi. Kasada bulunan mektubun mantıksal yorumu-

na dayanıyordu. Tabii Leo, Katherine ve ikizlerle ilgili yeni edi-

453 —

nilen bilgilerin ışığındaki yorumuna. İkizlerin ikisinin de Hilary*

ye saldırması da vardı. İlk olayda birinin diğerini korumaya

kalkması, cinayete yataklık kapsamına giriyordu. Adamda

annesine karşı nefret öyle güçlüydü ki, onun ruhunu taşıdığına

inandığı her kadını hiç düşünmeden öldüreceği ortadaydı.

Hilary ile Joshua merkezdeki kerevete oturmuş beklerken

Tony bir başka telefonun başına geçti, Los Angeles merkezin-

deki âmirlerinden ikisiyle konuştu. Laurenski’yi desteklemesi ve

kanıtları onaylaması etkili oldu. Los Angeles yetkilileri ilk ön-

lemleri alacaklarına söz verdiler. Delinin Hilary’nin evini gözal-

tında tutacağı varsayımından hareketle, günde yirmi dört saat

gözleyeceklerdi o bölgeyi.

Los Angeles polisinin işbirliği sağlanınca şerif hemen bir

bülten çıkardı, olayın anahatlan hakkında bilgiyi bütün Kuzey

California merkezlerine iletti. Genç güzel, esmer, koyu renk

gözlü kadınların cinayete kurban gitmesiyle ilgili bilgi isteni-

Page 617: Dean R. Koontz - Fısıltılar

yordu. Beş yıllık kayıtlar taranacaktı. Özellikle kafa kesilmesi,

kan içilmesi var mı diye bakılacaktı.

Hilary şerifin memurlarına emirler yağdırmasını seyreder,

son yirmi dört saatin olaylarını düşünürken, her şeyin fazla

hızlı gittiği duygusuna kapıldı. Bir girdaba kapılmışlardı. Göre-

mediği bir uçuruma doğru gidiyorlardı belki de. Keşke uzanıp

kontrolü ele olabilse, zamanı kontrol edebilseydi. Şu Frye ola-

yını birkaç gün, rahat rahat, enine boyuna düşünmeye vakit

bulabilseydi. Bu telâşın tehlikeli olduğunu görüyordu. Bundan

emindi. Ama yasanın çarkları dönmeye başlamıştı artık. Za-

manı dizginlemeye olanak yoktu.

İlerde bir uçurumla karşılaşmayacaklarını umdu.

Saat beş buçukta Laurenski yasayı harekete geçirmiş bu-

lunuyordu. Joshua’yla ikisi telefonların başına geçip yargıç

aradılar, bir tane buldular. Yargıç Julian Harvvey çok ilgilen-

mişti Frye olayıyla. Cesedi mezardan çıkarıp incelemenin ge-

reğine de inanıyordu. İkinci Bruno Frye yakalanır da ruhsal

muayeneden geçerse, savcıya onların ikiz olduğuna dair kanıt

gerekliydi. Yargıç Harvvey mezarın kazılması emrini vermeye

hazırdı. Nitekim altı buçukta izin belgesi şerifin eline ulaştı.

Laurenski, «Mezarcılar karanlıkta kazamaz,» dedi. «Ama

454 —

şafak söker sökmez kazdırırım.» Birkaç telefon daha etti, adli

tabibi şafak vakti mezarlığa çağırdı, sonra Avril Tannerton’u

aradı, cesedi laboratuara taşıtmak için yardım istedi.

Şerifin telefonları bitince Joshua, «Herhalde Frye’ın evini

Page 618: Dean R. Koontz - Fısıltılar

aramak isteyeceksiniz,» dedi.

«Kesinlikle. Orada birden fazla kişinin yaşadığının kanıtını

istiyoruz... eğer bulabilirsek. Frye gerçekten’ başka kadınları

öldürmüşse, belki onun da kanıtını buluruz. Bence tepedeki evi

de aramakta yarar var.»

Joshua, «Yeni evi istediğiniz zaman arayabiliriz ama yu-

kardakinde elektrik yok,» dedi. «Orası için gün ışığını bekleme-

miz gerek.»

«Pekâlâ. Ama şaraphanenin oradaki eve bu gece baka-

lım.»

«Şimdi mi?» Joshua ayağa kalkmıştı bile.

Laurenski, «Hiçbirimiz yemek yemedik,» dedi. Daha ilk

haberleri dinlerken karısını aramış, eve çok geç geleceğini söy-

lemişti. «Köşedeki kafeteryada bir şeyler atıştıralım. Oradan

Frye’ın evine gideriz.»

Merkezden çıkmadan önce Laurenski gece nöbetçisine,

Los Angeles’ten haber gelir gelmez kendisine bildirmesini söy-

ledi. Bruno Frye’ın tutuklanma haberi her an gelebilirdi.

Hilary, «O kadar kolay olmayacak,» dedi.

Tony, «Bana da öyle geliyor,» diye görüşünü bildirdi. «Bru-

no kırk yıl boyunca inanılmaz bir sırrı saklamış. Deli olabilir

ama çok da zeki. Los Angeles polisi onu o kadar kolay avla-

yamaz. Epey saklambaç oynamak zorunda kalacaklar.»

Gece bastırırken Bruno tavanarasının pancurlarını yine

kapatmıştı.

Her masada mumlar vardı artık. Titreyen sarı ışıklar du-

varlarda, tavanda gölgelerin dansetmesine yol açıyordu.

Bruno çıkıp Hilary-Katherine’i araması gerektiğini biliyor-

du. Ama kalkıp dışarı çıkacak enerjiyi bulamıyordu kendinde.

Durmadan erteliyordu çıkmayı.

Page 619: Dean R. Koontz - Fısıltılar

455 —

Acıkmıştı. Dünden beri yemek yemediğini birden farkettt.

Karnı gurulduyordu.

Bir süre yatağın üzerinde, cesedin yanında oturdu, yiye-

cek getirmek konusunda bir karara varmaya çalıştı. Kilerdeki

konservelerin hepsi şişip patlamış değildi. Ama o raflardaki her

şeyin bozulmuş, zehirlenmiş olduğundan emindi. Bir saat ka-

dar düşündü, Katherine’in casuslarının göremeyeceği bir yemek

yeri bulmaya çalıştı. Her yana dağılmış olmalıydı o casuslar.

Kahpe ve casusları. Her yere. Bruno’nun kafası hâlâ dağınıktı.

Karnı çok aç olduğu halde, aklını yemek konusuna toplayamı-

yordu. Sonunda hatırladı. Bağdaki evde yiyecek vardı. Süt ge-

çen hafta boyunca bozulmuş olmalıydı. Ekmek de bayatlardı.

Ama o evin kilerinde konserveler pek çoktu. Buzdolabında pey-

nirler, meyveler vardı. Derin dondurucuda dondurma bile vardı.

Dondurmayı hatırlamak çocuklar gibi gülümsemesine yol açtı.

Hayalinde dondurmayı canlandırarak, iyi bir yemeğin ken-

disine enerji vereceğini umarak bir mum aldı, tavanarasından

indi. Dışarıya çıkınca mumu üfleyip cebine soktu. Üç yüz yirmi

basamaklık merdiveni inip bağ evine doğruldu.

On dakika sonra kendi evinde kibriti çakıp mumu tekrar

yaktı. Elektriği açarsa gereksiz yere dikkati çekecekti çünkü.

Mutfaktaki çekmeceden bir kaşık aldı, derin dondurucudan

dondurmayı çıkardı, kartonunun içinden yemeye koyuldu. Mut-

fak masasının başında, on beş dakika boyunca, keyifle don-

durma yedi.

Sonunda kaşığı kartonun içine attı, kalan dondurmayı tek-

Page 620: Dean R. Koontz - Fısıltılar

rar derin dondurucuya kaldırdı. Birden aklına, öbür eve götü-

receği konserveleri ayırması gerektiği geldi. Belki günler sü-

rerdi Hilary-Katherine’i bulup öldürmesi. Her seferinde yemek

yemeye bu eve gelmek de istemezdi. Kahpe er geç burayı göz

altına çıldırırdı. Yakalardı Bruno’yu. Ama tepedeki evde aramak

aklına gelmezdi. Bir milyon yıl düşünse akıl edemezdi onu. De-

mek yiyecekler de orada olmalıydı.

Büyük yatak odasına girdi, dolaptan irice bir bavul aldı,

içine şeftali, armut, portakal konservelerini, fıstık ezmesi ka-

vanczlarmı, iki türlü reçeli, sosis paketlerini doldurdu. Kava-

nozları kırılmasın diye ayrı ayrı kâğıtlara Ğa sarıyordu. İşi bi-

456 —

tirdiğinde bavulun fazla ağırlaşmış olduğunu gördü. Ama ken-

disi onu taşıyabilecek kadar güçlüydü.

Dün geceden beri duş yapmamıştı. Sally’nin evinde yap-

mıştı en son. Pis gezmekten nefret ederdi. Pis olmak aklına

o fısıltıları getiriyordu. Yukardaki eve dönmeden önce bir duş

yapabileceğine karar verdi. Birkaç dakikalığına çıplak ve sa-

vunmasız kalacak olsa bile. Ama banyoya gitmek üzere sa-

londan geçerken bağ yolundan yaklaşan arabaların sesini duy-

du. Gecenin sessizliğinde motorlar çok gürültü yapıyordu.

Bruno pencereye koştu, perdeyi bir santim aralayıp baktı.

İki araba. Dört far. Meydanlığa doğru geliyorlardı.

Katilerine.

Kahpe!

Kahpe ve arkadaşları. Ölü arkadaşları.

Korku içinde mutfağa koştu, bavulu kaptı, elindeki mumu

Page 621: Dean R. Koontz - Fısıltılar

söndürüp cebine soktu, arka kapıdan çıkıp çayırı koşarak aştı.

Arabalar ön tarafta dururken o asmaların arasına dalmıştı.

Çömeldi, bavulu kucakladı, ses çıkarmamaya çalışarak as-

malar arasında ilerledi. Evin çevresini açıktan dolaşıp araba-

ları görebileceği bir yere geldi. Bavulu yere koyup yanına uzan-

dı. Arabalardan inenlere bakıyor, tanıdığı birilerini gördükçe

yüreği daha hızlı çarpıyordu.

Şerif Laurenski ve bir polis. Demek polisler de yürüyen ölü-

lerdendi. Onlardan hiç kuşkulanmamıştı bugüne kadar.

Joshua Rhinehart. Yaşlı avukat da onlardandı demek!

Katherine’in cehennem arkadaşlarından.

İşte o! Ta kendisi! Kahpe! Yeni vücuduyla. Yanında da Los

Angeles’deki o adam.

Hep birlikte eve girdiler.

Bruno geride bir iz bırakıp bırakmadığını hatırlamaya ça-

lıştı. Belki mumdan damlalar. Ama onlar çoktan soğuyup sert-

leşmiş olurdu. Bir dakikalık mı, bir haftalık mı, anlayamazlardı.

Kaşığı dondurma kartonunun içinde bırakmıştı. Ama onu da

çok önceden bırakmış olabilirdi. Tanrıya şükür, duşa gireme-

mişti henüz. Yerlerdeki ıslaklık ve havlunun ıslaklığı onu ele

verirdi. St. Helena’ya dönmüş olduğunu anlarlardı hemen. Da-

ha sıkı aramaya başlarlardı.

457 —

Ayağa kalktı, bavulu kaptı, hızlı adımlarla oradan uzaklaş-

tı. Önce kuzeye, şaraphaneye doğru gitti, sonra batıya sapıp

tepedeki eve yöneldi.

Tepedeki evde aramazlardı onu. Bir milyon yıl kalsalar

Page 622: Dean R. Koontz - Fısıltılar

aramazlardı. Orada güvendeydi. O eve gitmeye korktuğunu

sanırlardı.

Tavanarasında saklanırsa, bir plan yapmaya vakit bulurdu.

Bu iş aceleye gelmezdi. Son zamanlarda pek net düşünemiyor -

du. Hele öbür yarısı öldükten sonra. Her şeyi planlamadan kah-

penin karşısına dikilmek de doğru olmazdı. Her ihtimale hazır-

lıklı olmalıydı.

Onu nasıl bulacağını biliyordu artık. Joshua Rhinehart ka-

nalıyla.

Ne zaman istese bulurdu kahpeyi.

Ama önce sağlam bir plan yapmalıydı. Tavanarasına varıp

kendisiyle konuşmaya can atıyordu.

Laurenski, Memur Tim Larson, Joshua, Tony ve Hilary eve

yayıldılar. Çekmeceleri, dolapları, kıyı köşeyi aradılar.

Başlangıçta bu evde bir değil de iki erkeğin yaşadığına

dair hiçbir kanıt bulamadılar. Bir kişinin ihtiyacından çok daha

fazla elbise vardı dolaplarda gerçi. Evdeki yiyecek stoku da

tek kişiye yetecek olandan fazlaydı. Ama bu hiçbir şeyin kanıtı

olamazdı.

Derken Hilary bir çekmecede yeni gelmiş, henüz ödenme-

miş fatura ve ihbarnameler buldu. İkisi dişçi faturasıydı. Biri

Napa’da bir dişçiden, öteki San Francisco’da bir dişçiden.

Herkes görmek üzere oraya toplandığında Tony, «Elbette!»

dedi. «İkizlerin ayrı doktorlara, özellikle de ayrı dişçilere git-

mesi gerek. İki numaralı Bruno bir dişçiye gidip dişinin dol-

durulmasını istediğinde, o dişçi daha bir hafta önce bir nu-

maralı Bruno’nun aynı dişini doldurmuşsa durumları ne olur-

du?»

Lauranski, «Bu yararlı,» diye görüşünü açıkladı. «Tek yu-

murta ikizlerinde bile aynı dişin aynı tarafı çürümez. Diş kayıt-

Page 623: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ları ayrı oldu mu, iki Bruno olduğunu kanıtlarız.»

458 —

Bir süre sonra, yatak odası dolaplarını aramakta olan me-

mur Larson tedirgin edici bir buluş getirdi. Ayakkabı kutula-

rından birinin içinde ayakkabı yerine bir düzine kadar genç ka-

dının 6x9’luk fotoğrafları vardı. Bunlardan altısının sürücü eh-

liyeti de vardı. Ayrıca on bir başka kadının da sürücü ehliyetle-

ri kutudaydı. Her resimdeki kadının ötekilerle bazı ortak yan-

ları dikkati çekiyordu. Güzel bir yüz, koyu renk gözler, koyu

renk saçlar, yüz çizgilerinde ve açılarında tarif edilmez bir or-

tak hava.

Joshua, «Katherine’e biraz benzeyen yirmi üç kadın,» dedi.

«Ulu Tanrım. Yirmi üç.»

Hilary ürpererek, «Ölüm galerisi,» diye mırıldandı.

Tony, «Neyse ki hepsi isimsiz değil,» dedi. «Ehliyeti olan-

ların adı, adresi var.»

Laurenski, «Hemen telsizle sorarız,» deyip Larson’u ara-

baya yolladı. «Ama sanırım ne cevap geleceğini biliyoruz.»

Tony, «Son beş yıl içinde yirmi üç çözümlenmemiş cina-

yet,» diye katkıda bulundu.

Şerif, «Ya da yirmi üç kaybolma olayı,» dedi.

Evde iki saat daha geçirdiler ama bu kadar önemli bir

başka şey bulamadılar. Hilary’nin sinirleri çok gergindi. Kendi

ehliyetinin de neredeyse bu kutuya gireceğini düşündükçe da-

ha gerginlesiyordu. Her çekmeceyi veya dolabı açarken, içinde

tahta kama saplanmış bir yürek bulmayı umar hali vardı. Öl-

müş bir kadının çürümekte olan kalbi. Aramaya son verildiğin-

Page 624: Dean R. Koontz - Fısıltılar

de enikonu rahatladı.

Serin geceye çıktıklarında Laurenski, «Siz üçünüz sabah

adli tıbba geliyor musunuz?» diye sordu.

Hilary, «Ben yokum,» dedi.

Tony, «Hayır, teşekkür ederim,» diye karşılık verdi.

Joshua, «Orada bir işe yaramayız biz,» dedi.

Laurenski, «Tepedeki evde saat kaçta buluşalım?» diye

sordu.

Joshua, «Hilary, Tony ve ben sabah erkenden gider, pan-

curları, pencereleri açarız,» dedi ona. «Ev beş yıldır kapalı.

Önce havalandıralım ki saatlerce içerde kalıp orama yapma-

459 —

ya dayanabilelim. Siz de adli tıpta işiniz bitince oraya gelip bizi

bulun.»

«Peki,» dedi Laurenski. «Yarın görüşürüz. Belki Los An-

geles polisi bu gece yakalar o hayvanı.»

Hilary umutla, «Belki,» dedi.

Mayacama dağlarında gök hafif hafif gürledi.

Bruno Frye gecenin yarısı boyunca kendisiyle konuştu, Hi-

lary-Katherine’in ölümünü dikkatle planladı.

Geri kalan zamanda, mum ışığında uyudu. Mumlardan in-

ce duman sütunları yükseliyor, rakseden alevler duvarlara ka-

ranlık gölgeler düşürüyor, ölünün cansız gözlerinden yansı-

yordu.

Joshua Rhinehart uyumakta zorluk çekti. Yatağında dön-

Page 625: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dü, çarşafa dolandı durdu. Gecenin üçünde bara inip kendi-

ne bir duble viski koydu, hızla içti. O bile sakinlestiremedi

onu.

Cora’yı bu geceki kadar özlediğini hatırlamıyordu.

Hilary defalarca kötü rüyalardan uyandı. Ama yavaş ge-

çen bir gece olmadı o gece. Roket hızıyla geçti. Uçuruma doğ-

ru gittiği duygusu hâlâ içindeydi. O gidişi durdurmak için de

elinden bir şey gelmiyordu.

Şafağa yakın, Tony uyanık yatıyordu. Hilary ona döndü,

yaklaştı, «Seviş benimle,» dedi.

Yarım saat boyunca kendilerini kaybettiler. Önceki sefer-

lerden daha iyi olmamakla beraber, daha kötü de olmadı. Tatlı,

ipeksi, sessiz bir beraberlik.

Daha sonra Hilary, «Seni seviyorum,» dedi.

«Ben de seni seviyorum.»

«Ne olursa olsun, en azından bu birkaç günü birlikte ya-

şadık.»

460 —

«Kadercilik yapma bana.»

«Eh... insan nereden bilebilir?»

«Önümüzde yıllar var. Upuzun yıllar. O yılları kimse elimiz-

den alamaz.»

«Ne kadar emin, ne kadar iyimsersin. Keşke seni daha

önce bulsaydım.»

«İşin en kötü kısmını aştık. Artık gerçeği biliyoruz.»

«Henüz Frye’ı yakalamadılar.»

«Yakalayacaklar,» diye güvence verdi Tony. «Seni Kat-

Page 626: Dean R. Koontz - Fısıltılar

herine sanıyor. Bu yüzden, Westwood’dan fazla uzaklaşmaya-

caktır. Geldin mi diye evini gözleyecek, ekipler de onu yaka-

layacaklardır.»

«Sarıl bana,» dedi Hilary.

«Tabii.»

«Mm m m mm. Çok güzel.»

«Evet.»

«Sarılınmak.»

«Evet.»

«Şimdiden kendimi iyi hissediyorum.»

«Her şey iyi olacak.»

«Sen benim oldukça,» dedi Hilary.

«Ebediyen o halde.»

Gökyüzü karanlık, alçak, kötü görünüyordu.

Peter Laurenski mezarlıkta, ellerini pantolonunun cepleri-

ne sokmuş, sabah serinliğine karşı omuzlarını kamburlaşttr-

mış, duruyordu.

İşçiler son yumuşak toprakları da kürek kürek atıp Bru-

no Frye’ın mezarını açmaya uğraşıyorlardı. Bir yandan çalı-

şırken bir yandan da yakınıyor, şerife sabahın bu saatinde kal-

kıp kahvaltı etmeden işe gelmenin kendilerine fazladan tek ku-

ruş getirmediğini, üstelik onlara anlayışlı davranılmadıgmı söy-

lüyorlardı ama şerif onları daha hızlı çalışmaya teşvik etmek-

ten başka bir şey yapmadı.

Yediyi kırk beş geçe Avril Tannerton’la Gary Olmstead,

Forever şirketinin cenaze arabasıyla geldiler. Yeşil çimenler

461 —

Page 627: Dean R. Koontz - Fısıltılar

üzerinden Laurenski’ye doğru yürürlerken Olmstead günün ha-

vasına uygun bir ciddiyet içindeydi ama Tannerton gülümsü-,

yordu. İçine derin soluklar çekişi, sanki sabah cimnastiğine çık-

mış gibi gösteriyordu onu.

«Günaydın, Peter.»

«Günaydın, Avril, Gray.»

«Ne kadar sürer açılması?» diye sordu Tannerton.

«On beş dakika diyorlar.»

Sekizi beş geçe işçiler çukurdan tırmanıp çıktılar, «Çek-

meye hazır mısınız?» diye sordular.

Laurenski, «Haydi, çekelim,» dedi.

Tabuda zincirler bağlanmıştı. Vinç koca ağırlığı çekip yu-

karı aldı. Tunç tabudun oymalı kulplarına topraklar yapışmıştı.

Kalıp kalıp. Ama üzeri temizdi.

Sekizi kırk geçe Tannerton’la Olmstead tabudu cenaze

arabasına yüklediler.

«Ben sizi takip ediyorum,» dedi şerif.

Tannerton ona sırıttı. «Bay Frye’ın cesedini alıp kaçmaya-

cağımıza inanmanı föterim, Peter.»

Sekizi yirmi geçe tabut mezardan çıkarılırken, Joshua Rhi-

nehart’ın mutfağında Tony ile Hilary de kahvaltı bulaşıklarını

musluğa taşıyorlardı.

Joshua, «Ben sonra yıkarım onlan,» dedi. «Önce tepeye

çıkıp evi açalım. Bunca yıldan sonra kimbilir nasıl kokuyor-

dur. Umarım Katherine’in koleksiyonu küften pek fazla zarar

görmemiştir. Bruno’yu o konuda belki bin kere uyardım, vız

geldi.» Joshua susup gözlerini kırpıştırdı. «Neler zırvalıyorum

ben? Elbette aldırmazdı. Cürüse de ona neydi? Katherine’in ko-

Page 628: Dean R. Koontz - Fısıltılar

leksiyonu çünkü o. Annesinin sevdiği şeyleri düşünecek de-

ğildi ya!»

Joshua’nın arabasına binip Shade Tree şaraphanesine git-

tiler. Karanlık bir gündü. Kirli gri renkte. Joshua arabayı işçi-

lerin otoparkına bıraktı.

Gilbert Ulman henüz işe gelmemişti. Tesisin taşıtlarının ba-

kımını yapan, teleferiğe de bakan teknisyen oydu.

462 —

Garajdaki çivide teleferiğin anahtarı asılıydı. Şaraphanenin

gece sorumlusu lannucci adlı iri kıyım bir adamdı. Anahtarı se-

ve seve getirdi Joshua’ya.

Joshua elinde anahtarla öne düştü, Tony ile Hilary’yi ikinci

kuta, teleferiğin hareket ettiği yere çıkardı. Oraya varmak için

öriçe idare bölümünden, vinikültür laboratuarından geçtiler,

so^ra iki binayı bağlayan genişçe köprüden ilerlediler. Binalar-

dan birinin iik kat tavanı yüksekti. O koca yerde fermantasyon

tankları vardı. Soğuk hava dolaşıyordu içerde. Maya gibi bir

koku duydular. Köprünün sonunda, öbür binanın güneybatı kö-

şesinde, kara demir menteşeli ağır bir çam kapıdan geçtiler,

karşı duvarı olmayan bir odaya girdiler. Çatı ileriye doğru uza-

nıyordu üstlerinde. Odaya yağmur girmesin diye. Dört kol-

tuklu teleferik oradaydı. Kıpkırmızı bir renge boyalı, bol camlı.

Patoloji laboratuarında tatsız bir kimyasal koku vardı. Dur-

madan nane şekeri emen adli tabip Doktor Amos Garnet’te de

tatsız bir koku vardı.

Odada beş kişiydiler. Laurenski, Larson, Gamet, Tannerton

ve Olmstead. Yaratılıştan mutlu olan Tannerton dışında, orada

Page 629: Dean R. Koontz - Fısıltılar

olmaktan hoşnut bir kişi daha yoktu.

«Açın,» dedi Laurenski. «Joshua Rhinehart’la randevuma

yetişmem gerek.»

Tannerton’la Olmstead tunç tabudun kilitlerini açtılar. Ara-

ya sıkışmış birkaç tabaka toprak, Gcrnet’in yere açtığı naylo-

nun üzerine döküldü. Kapağı tutup kaldırdılar.

Ceset yoktu.

İçi kadife ve ipek kaplı tabutta yalnızca yirmi beşer kilo-

luk üç torba alçı vardı. Avri! Tannerton’un bodrumundan geçen

hafta çalınan torbalar.

Hilary ile Tony teleferikte yanyana oturdular, Joshua kar-

şılarına geçti. Avukatın dizleri Tony’ninkilere değiyordu.

Hilary, Tony’nin elini tutarken gondol da harekete geçti,

yavaşça tepeye doğru yükselmeye başladı. Hilary’de yükseklik

463 —

korkusu yoktu. Ama teleferik öyle entipuften, öyle dayanıksız

görünüyordu ki, dişlerini sıkmadan edemedi. /

Joshua onun yüzündeki gerilimi görünce gülümsedi. «Kay-

gılanma. Gondol ufak görünür ama sağlamdır. Gilbert de bakı-

mını iyi yapıyor.» /

Havada ilerlerken gondol sabah rüzgârında hafif hafif sal-

lanıyordu.

Vadinin manzarası olağanüstü güzelleşti. Hilary dikkatini

ona verip gıcırdayan tellerden makaralardan uzaklaştırmaya

çalıştı.

Sonunda gondol kablonun tepesine vardı, yerine oturdu,

Joshua kapıyı açtı.

Page 630: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Üst istasyona ayak bastıkları anda korkunç bir şimşek

çaktı, alçalan gökyüzü dehşet verici bir sesle gürledi.

Joshua, Hilary ve Tony koşarak yağmurdan kaçmaya ça-

lıştılar, ön merdivenlerden verandaya, ön kapının siperine attı-

lar kendilerini.

Hilary sordu. «Burada kalorifer de yok demiştin, değil

mi?»

Joshua, «Beş yıldır kapalı,» dedi. «Ceketlerin altına kalın

kazak giyin diye o yüzden söyledim. Aslında soğuk bir gün

sayılmaz. Ama insan bu yükseklikte, bu rutubette bir süre kal-

dı mı, ilikleri donmaya başlıyor.»

Joshua ön kapıyı anahtarıyla açtı, içeri girdiler, ellerindeki

fenerleri yaktılar.

«Kokuyor burası,» dedi Hilary.

Joshua, «Küf,» diye karşılık verdi. «Ben de bundan korku-

yordum.»

Antreden hole, oradan büyük salona geçtiler. Fenerlerinin

ışıkları onlara antika mobilya antreposu gibi bir yer gösterdi.

«Tanrım,» dedi Tony. «Bruno’nun evinden beter. Yürüye-

cek yer kalmamış.»

Joshua, «Güzel şeyler satın almak onda bir tutkuydu,» di-

ye anlattı. «Yatırım diye değil. Çok beğendiğinden de değil.

Çoğu zaten dolaplara tıkılmış, saklanmış durumda. Tablo tablo

üstüne. Görüyorsunuz, salonlarda bile eşya çok fazla. Gözü

rahatsız edecek kadar.»

464 —

Hilary, «Her odada bu kalitede antikalar varsa, burada bir

Page 631: Dean R. Koontz - Fısıltılar

servet yatıyor demektir,» dedi.

\ Joshua, «Evet,» diye onayladı. «Eğer kurtlar, beyaz karın-

calar falan yememişse.» Fenerinin ışığını odada dolaştırdı.

«Onun bu koleksiyon tutkusunu hiçbir zaman anlayamamışım-

d\r. Şu ana kadar. Şimdi düşünüyorum da... Bayan Yancy’den

öğrendiklerimizi de bilerek...»

| Hilary, «Güzel şeyler toplamak, babası ölmeden önce ha-

yalında yer alan çirkinliklere bir tepki mi sence?» diye sor-

du.

«Evet,» dedi Joshua. «Leo onu yıkmış. Ruhunu ezmiş, öz-

saygısını öldürmüş. O geçmiş yıllar için kendinden tiksiniyor,

nefret ediyordu herhalde. Başka çaresi olmadığı halde. Demek

belki... kendini küçük ve değersiz hissedince, güzel şeyler ara-

sında yaşamakla ruhunu güzelleştireceğini umdu.»

Bir an sessiz durdular, aşın döşeli salona baktılar.

«Çok hazin,» dedi Tony.

Joshua bir rüyadan uyanır gibi, «Pancurları açalım da bi-

raz ışık girsin,» dedi.

Hilary, «Bu kokuya dayanamıyorum,» diyerek elini burnu-

na kapadı. «Ama camları açarsak yağmur eşyaları bozar.»

«Çok değil, on beş, yirmi santim kadar kaldıralım. Herhal-

de birkaç damla yağmur, bunca küfü yemiş eşyalara bir şey

yapmaz.»

Tony, «Halıda mantar falan bitmiş midir acaba,» dedi gü-

lerek.

Alt katı dolaşıp camları yukarı ittiler, pancurları açtılar, gri

fırtına ışığının ve yağmur kokusunun eve girmesini sağladılar.

Alt kat pencerelerinin çoğu açıldığında Joshua, «Hilary,»

dedi. «Burada bir tek yemek odasıyla mutfak kaldı. Sen ora-

lara bakarken Tony ile ben de üst katı açalım.»

Page 632: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Peki,» diye kabul etti Hilary. «Ben de hemen gelir, size

yardım ederim.»

Fenerin ışığında yemek odasına doğruldu.

Joshua’yla birlikte ikinci kat holüne ayak basan Tony,

465 — Fısıltılar — F : 30

«Püff,» dedi. «Burası daha da beter kokuyor.»

Bir gök gürlemesi evi sarstı, pencereler takırdadı, kapı-

lar sarsıldı.

Joshua, «Sen sağdaki odaya git,» dedi. «Ben sola gidiyo

rum.»

Tony yandaki ilk kapıdan girdiğinde kendini dikiş odasın-

da buldu. Eski model bir dikiş makinesi köşeye itilmiş, daha

modern, elektrikli bir makine masanın üzerine konmuş, ikisi-

nin de üzerini örümcek ağları kaplamıştı. Bir dikiş masası, bir-

kaç manken, bir tek de pencere vardı.

Tony pencereye yürüdü, feneri yere bıraktı, tokmağı çe-

virmeye uğraştı. Paslanmıştı. O uğraşırken dışarda yağmur parı-

curlarda davul çalıyordu.

Joshua fenerini soldaki odaya tuttu, yatağa, çekmeceli do-

laba, tuvalet masasına baktı. Karşı duvarda iki pencere görü-

nüyordu.

Odaya girip iki adım attı, arkasında bir hareket hissetti,

dönecek oldu, sırtında bir soğukluk, sonra bir sıcaklık duydu,

acı kaslarına yayıldı, bıçaklandığını anladı. Bıçağın sırtından

çıkarıldığını hissetti, döndü, fenerin ışığı ona Bruno Frye’ı gös-

terdi. Çılgın adamın suratı vahşi, şeytan gibi bir ifadeye bü-

rünmüştü. Bıçak kalktı, indi, buz gibi duygu Joshua’yı bir da-

Page 633: Dean R. Koontz - Fısıltılar

ha sarstı. Bıçak bu sefer sağ omzunu yarmıştı. Önden arkaya.

Bruno bıçağı çekmek için hırsla çevirmek zorunda kaldı, ası-

lıp çekti. Joshua kendini korumak için sol kolunu kaldırdı, bı-

çak ön kol kısmına saplandı. Yaşlı adamın dizleri büküldü, ye-

re yıkıldı, kendi kanı üzerinde kaydı. Bruno dönüp hole çıktı,

fenerin ışığından karanlıklara daldı. Joshua hiç bağırmamış ol-

duğunu o zaman farketti. Tony’yi uyarmamıştı. Bağırmaya uğ-

raştı. Gerçekten uğraştı... ama ilk yarası oldukça ciddiydi her-

halde. Ses çıkarmaya çalıştığında göğsüne bir sancı saplan-

dı, kaz gibi tıslamaktan fazlasını başaramadı.

* * *

Tony olanca gücüyle- pencerenin tokmağını çevirmeye uğ-

466—

yaşıyordu. Paslı demir birden gıcırdayarak döndü. Tony pen-

Şereyı kald.rd., yağmurun sesi arttı, birkaç damlası yüzüne

alt. «2ÎS Ö? Pas,anmı?t>- T°nv onu da zorladı,

açtı, pancurıarı itti, demirlerini taktı

Islanmış, üşümüştü. Evi arama işini bitirmek istiyordu Ha-

reket ısınmasını sağlardı. y

Mayacama dağlarının tepesinde bir simsek daha çaktı

Torty dikiş odasından çıkıp Bruno Frye’ın ‘bıçağıyla karşılaştı.

Hitary mutfakta arka verandaya bakan pencereleri ve pan-

curları açtı, demirlerini taktı, bir an yağmur altındaki çimen-

lere, ağaçlara baktı. Yirmi metre kadar uzakta, meydanlığın

kenarında, yerde bir kapı vardı.

Page 634: Dean R. Koontz - Fısıltılar

O kapıyı görünce öyle şaşırdı ki, önce hayal gördüğünü

sandı. Gözlerini kısıp yağmurun arasından net görmeye çalış-

tı. Kapı yok olmadı.

Çimen alanın ucunda toprak yükseliyor, bir bayır oluş-

turuyordu. Tepe bitip dağ başlıyordu orada. Kapı o yamaca

takılıydı. Ahşap kanatları taş bir çerçeveye oturtulmuştu.

Hilary pencereden çekilip kirli mutfakta ilerledi. Bu keş-

fini Tony ile Joshua’ya bir an önce haber vermek istiyordu.

Tony kendini eli bıçaklı birine karşı korumayı bilirdi. Öz-

savunma konusunda eğitim görmüştü. Bu tür olaylar daha ön-

ce de başına iki kere gelmişti. Ama bu sefer hazırlıksız ya-

kalandı. Hiç beklemiyordu bu saldırıyı.

Frye iğrenç bir sırıtma ifadesiyle bıçağı Tony’nin suratı-

na savurdu. Tony yan dönüp biraz çekilmeyi başardı ama bı-

çak yine de başının yan tarafını yırttı, kan çıkmasına yol açtı.

Acısı fena yaktı.

Tony feneri elinden düşürdü, fener yuvarlandı, gölgelerin

dansetmesine yol açtı.

Frye hızlıydı. Cok hızlı. Tony savunma pozu almaya ça-

lışırken o bir daha vurdu. Bıçak bu sefer Tony’nin sol omzu-

?467 —

nun sivri yerine battı, ceketi, kozağı deldi, kası deldi, kemik-/

ler arasına girdi, Tony’nin tüm gücünü bir anda tüketip onu

dizüstü çökertti.

Tony sağ yumruğunu kaldıracak gücü buldu, Frye’ın hus-

yelerine indirdi. Koca adam soludu, geri çekildi, çekilirken bı-

çağı Tony’nin omzundan çekti.

Hilary yukarda neler olduğundan habersiz, merdivenlerin

Page 635: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dibinden sesleniyordu. «Tony! Joshua! Gelin, bakın, ne bul-

dum!»

Frye o sesi duyunca döndü, merdivenlere koştu. Geride

yaralı, ama sağ birini bıraktığını unutmuş gibiydi.

Tony ayağa kalktı, kolu alev almış gibi sancıdı, başı dön-

dü, midesi kalktı. Duvara dayanmak zorunda kaldı.

Tek yapabileceği onu uyarmaktı. «Hilary, kaç! Kaç! Frye

geliyor!»

* # *

Hilary onlara seslenmek üzereyken Tony’nin çığlığım duy-

du. Bir an kulaklarına inanamadı. Ama sonra basamaklardaki

ağır ayak seslerini duydu. Henüz Frye görünmüyordu. Ama o

ayak sesleri ondan başka kimsenin olamazdı.

Derken Frye’ın hışırtılı, boğuk sesi duyuldu. «Kahpe, kah-

pe, kahpe,’ kahpe!»

Hilary şaşırmıştı ama şoktan donmuş değildi. Geriledi. Frye

kavisi alıp görününce de koşmaya başladı. Geç kalmıştı. Hata

yapmıştı. Ön kapıya koşması gerekirdi. Dışarı çıkıp teleferiğe

atlamalıydı. Oysa mutfak tarafına atılmıştı. Artık geri de dö-

nemezdi.

İki yana açılan kapıyı itip mutfağa daldı. Frye o sırada

son birkaç basamağı atlayarak indi, alt kat holüne ayak bastı.

Hilary’nin aklından mutfakta bir bıçak aramak geçti.

Yapamazdı. Vakit yoktu.

Arka kapıya atıldı, kilidi açtı, dışarı fırladı. O anda Frye

da mutfağa giriyordu.

Hilary’nin tek silahı elindeki fenerdi. O da silah sayılmaz-

Page 636: Dean R. Koontz - Fısıltılar

dı.

468 —

Verandayı geçti, basamakları indi, onu rüzgâr ve yağmur

karşıladı.

Frye uzakta sayılmazdı. Hâlâ, «Kahpe, kahpe, kahpe!» diye

söyleniyordu.

Hilary evin çevresini dolaşıp teleferiğe ulaşamazdı. Yeti-

şirdi adam ona, çok yakındaydı. Arayı da kapıyordu.

Islak çimenler kaygandı.

Hilary düşmekten korkuyordu.

Ölmekten de.

Tany?

Kendisine savunma sağlayabilecek tek yere koştu. Yerdeki

kapıya.

Şimşek çaktı, gök gürültüsü onu izledi.

Frye artık küfretmiyordu. Hilary ondan mutlu bir hayva-

nın hırlamasına benzer bir ses yükseldiğini duydu.

Çok yakınındaydı.

Şimdi bağıran Hilary’ydi artık.

Yamaçtaki kapıya vardı, kapının çift kanatlı, üstten ve

alttan sürgülü olduğunu gördü. Üstteki sürgüyü açtı, sonra

eğildi, alttakini de açtı. Bıçağın her an sırtına saplanmasını

bekliyordu. Öyle bir şey olmadı. Hilary kapıyı çekti, içerde mü-

rekkep gibi bir karanlık gördü.

Olduğu yerde döndü.

Yağmur damlaları yüzüne çarptı.

Frye durmuştu. İki metre ilerde, hareketsiz, bekliyordu.

Page 637: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary açık kapının eşiğinde, karanlığı arkasına almış, dur-

maktaydı. O karanlık yerde demin farkettigi merdivenden baş-

ka ne olduğunu merak ediyordu.

«Kahpe,» dedi Frye.

Ama bu sefer suratında öfkeden başka bir şey daha vardr.

Hilary, «Bırak o bıçağı,» dedi. Adamın söz dinleyip dinle-

meyeceğini bilmiyordu. Ama kaybedecek bir şeyi yoktu na-

sılsa. «Annenin sözünü dinle, Bruno. Bıçağı bırak yere.»

Bruno ona doğru bir adım attı.

Hilary gerilemedi. Kalbi deli gibi çarpıyordu.

Frye daha da yaklaştı.

469 —

Hilary titreyerek bir tek adım geriledi, karanlıkta aşağıya

inen merdivenin en üst basamağına bastı.

Tony merdivenin üst başına vardığında duvardan destek

alarak durdu, arkasından gelen bir ses duydu. Dönüp baktı.

Joshua yatak odasından emekleyerek çıkmıştı. Kan için-

deydi. Yüzü de saçları kadar beyaz görünüyordu. Gözleri bula-

nık bakıyor gibiydi.

«Ne kadar kötü?» diye sordu Tony.

Joshua solgun dudaklarını yaladı. «Yaşarım,» dedi boğuk,

garip, hışırtılı bir sesle. «Hilary. Of, Tanrı aşkına... Hilary!»

Tony duvara dayana dayana merdivenleri indi, holden mut-

fağa saptı. Frye’ın arka bahçeden sesi geliyordu.

Mutfakta Tony bir çekmece açtı, sonra bir başkasını açtı,

silah aradı.

Page 638: Dean R. Koontz - Fısıltılar

«Haydi bee, lanet olsun!»

Üçüncü çekmecede bıçakları buldu. En irisini seçti. Pas

lekeleri vardı üzerinde. Ama çok keskindi.

Sol kolu öldürüyordu onu. Sağ kolu üzerinde, beşik gibi

taşımak istiyordu sol kolunu. Ama yapamazdı. Sağ kolu Frye’

la dövüşmek için gerekliydi.

Dişlerini sıkıp kendini çelikleştirdi, sarhoş gibi sallanarak

arka verandaya çıktı. Frye’ı hemen gördü. İki kanatlı bir kapının

önünde duruyordu. Açıktı kapı. Toprağa gömülüydü.

Hilary görünürlerde yoktu.

Hilary altıncı basamağa indi. Son basamak oydu.

Bruno Frye merdivenlerin tepesinde duruyor, aşağıya bakıyor, gelmeye korkuyordu. Ona kahpe diyor, sonra çocuklar

gibi ağlıyordu. İki ihtiyaç arasında kıvrandığı belliydi. Biri onu

öldürmek, ikincisi de bu uğursuz yerden kaçmaktı.

Fısıltılar.

Hilary birden fısıltıları duydu, derisi bir anda buz kesildi.

Kelimesiz bir tıslamaydı. Yumuşak bir sesti. Ama her saniye

artıyordu. Birden bir şeyin bacağına tırmanmakta olduğunu hissetti.

Bir çığlık atıp ilk basamağı çıktı, Frye’a yaklaşmış oldu.

Eğilip bacağındaki şeyi itti. Parmağına değen o şeyi attı’ baca-

ğından.

Ürpererek feneri yaktı, döndü, ışığı arkasındaki yeraltı oda-

sına tuttu.

Hamamböcekleri. Yüzlerce kocaman, dev hamamböceği.

Odanın içi doluydu o böceklerle. Yerler, duvarlar, alçak tavan!

Sıradan hamamböceği de değildi bunlar. Çok büyüktüler. Boyları beş santim vardı. Enleri de iki buçuk santim kadardı. Kımıldayan bacakları, upuzun duyargaları titriyordu. Parlak, yeşilimsi kahverengi sırtları yapışkan ve ıslak gibi duruyordu. Sümük gibi.

Fısıltı onların durmak bilmez hareketinden geliyordu. Upu-

Page 639: Dean R. Koontz - Fısıltılar

zun bacaklarından, birbirine değen duyargalarından, habire sağa sola koşuşmalarından.

Hilary bağırdı. Merdivenleri çıkıp buradan kurtulmak istedi. Ama Frye yukarda onu bekliyordu.

Böcekler onun fenerinden ürküp gerilemişlerdi. Besbelli

yeraltı böcekleriydi bunlar. Yalnız karanlıkta yaşayabiliyorlardı. Hilary içinden, inşallah fenerin pili bitmez, diye dua etti. Fısıltılar daha da arttı.

Odaya yeni yeni böcekler doluyordu. Yerdeki bir çatlaktan çıkmaktaydılar. Onar, yirmişer, hattâ yüzer tanesi birden.

Odada bu iğrenç yaratıklardan iki bin tane vardı şu anda za-

ten. Bu yerin uzunluğu da altı metreden fazla değildi. Böcekler odanın arka kısmına birikmeye başladılar. Belki üç sıra üstüste. İşıktan korkuyor, ama her geçen saniye biraz daha cesaretleniyorlardı.

Böcek uzmanlarının bu hayvanlara hamamböceği demeyeceğini biliyordu Hilary. Bir tür yeraltı böceğiydi bunlar. Toprağın derinliklerinde yaşıyorlardı. Bilimadamiarı bunlara şık bir Latince ad takmış olmalıydı. Ama Hilary’ye göre, hamamböceğiydiler işte.

Başını kaldırıp Bruno’ya baktı.

«Kahpe,» dedi Bruno.

Leo Frye bu mahzeni ihtiyaç olur diye 1918 yıimda,

evle birlikte yaptırmıştı ama bir yanlışlık sonucu, topraktaki

fayın tam üzerine yaptırmıştı. Yerdeki yarığı onarmak için defalarca girişimde bulunulduğunu görebiliyordu Hilary. Ama her depremle yeniden açılmıştı yarık. Bu bölgede deprem de pek sık olurdu. Böcekler de cehennemden geliyordu.

Yarıktan hâlâ çıkıyor, kıvranıyor, kıpırdıyor, yığılıp birikiyorlardı. Birbirinin üzerine çıkıp beş, altı katlık bir yığın oluşturmuşlardı. Duvarları, tavanı da kaplamışlardı. Habire kıpırdıyorlardı. Hareketlerinin o buz gibi fısıltısı yumuşak bir kükremeydi âdeta.

Katherine ceza olarak Bruno’yu buraya kapatmıştı. Ka-

ranlıkta bırakmıştı. Saatlerce.

Birden böcekler Hilary’ye doğru ilerlediler. Kat kat üst üste durmanın basıncı sonunda dökülmelerine, dalga gibi yayılmalarına yol açmıştı. Fenerin ışığına rağmen tıslayarak yaklaşıyorlardı.

Page 640: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Hilary haykırdı, basamakları çıkmaya başladı. Bruno’nun

bıçağını bu iğrenç böcek ordusuna tercih etmişti.

Frye sırıtarak, «Bakalım beğenecek misin, kahpe!» dedi,

kapıyı çarparak kapattı.

Çimenlik yirmi metre kadar vardı. Ama Tony’ye bir mil gibi geldi. İslak çimenlerde kay:p düştü, yaralı omzu fena acıdı. Bir an gözlerinde parlak bir ışık çaktı, ama yatıp kalmaya razı olmadı. Kalktı. Frye’ın az ilerde kapıyı kapayıp sürgülediğini gördü. Hilary içerde olmalıydı. Kapatmıştı onu oraya.

Tony son üç metrelik yolu alırken Frye’ın dönüp kendisini

göreceğinden emindi. Ama koca adam hâlâ kapıya dönük duruyordu. Hilary’yi dinlemekteydi. Hilary haykırıyordu. Tony ona arkadan yaklaştı, bıçağı kürek kemiklerinin arasına sapladı. Frye acıyla bağırıp döndü.

Tony sendeledi, geriledi, açtığı yaranın öldürücü olduğunu umdu. Frye’la kavga etmek zorunda kalırsa kazanamayacağını biliyordu. Hele de tek kolla.

Frye can havliyle elini sırtına uzattı, saplanmış bıçağın sapını yakalamaya çalıştı. Onu çıkarmak istiyordu. Ama eli yetişmedi. Ağzının kenarından ince bir kan sızmaya başladı.

Tony bir adım daha geriledi, sonra bir adım daha.

Frye ona doğru sendeledi.

Hilary en üst basamakta duruyor, sürgülü kapıları yumruk-

luyordu. Avaz avaz haykırıp imdat istemekteydi.

Arkasındaki fısıltılar karanlık odada giderek daha yükse-

liyordu. Yüreğinin vuruşları gibi.

Arkasına bir göz atma cesaretini gösterdi, feneri oraya

tuttu. Böceklerin görünümü içini bulandırdı, öğürmesine yol

açtı. Aşağıdaki oda bel hizasına kadar böceklerle dolmuştu.

Koca bir havuz gibi. Kıpırdıyor, tıslıyorlardı. Tek bir organizma olmuşlardı sanki. Sayısız bacağı, duyargası olan bir tek canavar yaratık.

Hâlâ bağırmakta olduğunu farketti. Tekrar tekrar. Sesi kısılmaya başlamıştı. Ama duramıyordu.

Page 641: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Böceklerden bazıları ışığa rağmen basamaklara tırmanma

cesaretini gösteriyordu. İki tanesi Hilary’nin ayaklarına varmıştı. Hemen üstlerine bastı. Onların yerine yenileri geldi.

Hilary tekrar kapıya döndü, bağırmayı sürdürdü. Olanca

gücüyle yumrukladı ağır keresteyi.

Derken fener söndü. Onu yanlışlıkla kapıya çarpmıştı. Camı çatladı, ışık yok oldu.

Bir an fısıltılar söner gibi oidu, ama sonra eskisinden faz-

la yükseldi.

Hilary sırtını kapıya dayadı.

Doktor Nicholas Rudge’ın muayenehanesinde dün sabah

dinlediği kaset geldi akiına. ikizleri düşündü. Çocukken. Buraya kapatılmışken. Elleriyle ağızlarını, burunlarını kapatırken. Böcekler girmesin diye. Bu kadar çok bağırmak ikisinin de ses tellerini mahvetmişti. Saatlerce, günlerce bağırmıştı çocuklar burada.

Dehşet içinde aşağıya, karanlıklara doğru baktı, böcek

okyanusunun çevresini sarmasını bekledi.

Ayak bileklerinde birkaç tanesini hissedince hemen eğildi, onları eliyle kovaladı. Bir tanesi sol koluna tırmanıyordu. Elini oraya şaklattı, onu ezdi.

Böceklerin çıkardığı fısıltı sesi artık kulakları sağır ede-

cek düzeye ulaşmıştı. Ellerini kulaklarına kapattı.

Tavandan bir böcek düştü, Hilary’nin kafasına geldi. Hilary bağırarak onu saçları arasından çekti, fırlatıp attı.

Birden arkasındaki kapı açıldı, mahzene ışık doldu. Böceklerden oluşan dalgayı ayaklarının bir adım ilerisinde gördü. Hayvanlar gün ışığını görünce gerilediler. Tony uzanıp onu dışarı, yağmurun, o güzelim pis gri ışığın altına çekti.

Elbiselerine birkaç böcek takılmıştı. Tony onları attı.

«Tanrım,» diye mırıldanıyordu. «Tanrım, Tanrım.»

Hilary ona yaslandı.

Artık üzerinde böcek yoktu. Ama onları hâlâ hissettiğini

sanıyordu. Yürüyorlardı sanki hâlâ üzerinde.

Page 642: Dean R. Koontz - Fısıltılar

Kendini tutamıyor, şiddetle, sarsılarak titriyordu. Tony sağlam kolunu ona sardı. Alçak sesle, sakin sakin konuştu onunla. Avuttu. Sonunda Hilary bağırmayı kesti.

«Yaralısın,» dedi Tony’ye.

«Yaşarım. Resim de yaparım.»

Hilary, Frye’ı gördü. Çimenler üzerinde yüzüstü yatıyordu. Besbelli ölmüştü. Sırtında bir bıçak vardı. Gömleği kan içindeydi.

«Başka çarem yoktu,» dedi Tony. «Aslında onu öldürmek

istemedim. Acıyordum ona. Hele de Katherine’in zavallıya neler yaptığını öğrenince. Ama başka çarem yoktu.» Birlikte cesetten uzaklaştılar, çimenlerde ilerlediler. Hilary’nin bacaklarında can kalmamıştı.

«İkizleri cezalandırmak için oraya kapatmış,» dedi. «Kaç

kere acaba? Yüz kere mi? İki yüz mü? Bin kere mi?»

Tony, «Düşünme onu,» dedi. «Yaşadığımızı, birlikte olduğumuzu düşün. Hayatını ressamlıkla kazanmaya çalışan bir polis eskisiyle evlenmek ister misin, onu düşün.»

«Çok isterim herhalde.»

On beş metre ilerde, Şerif Laurenski’nin mutfaktan fırladığını gördüler. «Ne oldu?» diye seslendi onlara. «İyi misiniz?»

Tony ona cevap vermek zahmetine girişmedi. Hilary’ye,

«Önümüzde birlikte geçireceğimiz yıllar var,» dedi. «Ve bundan sonrası hep iyi olacak. Ömrümüzde ilk defa kim olduğumuzu, ne istediğimizi, nereye gitmekte olduğumuzu biliyoruz.

Geçmişi yendik. Gelecek kolay artık.»

Laurenski’ye doğru yürürlerken sonbahar yağmuru üstlerine yumuşacık dökülüyor, çimenler üzerinde fısıldıyordu.

BİTTİ