82

Dergi için tıklayınız

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Dergi için tıklayınız
Page 2: Dergi için tıklayınız

TAKDİM

Sevgili Kırıkkalem Okurları,

Üniversitemizin kültür, sanat ve edebiyat faaliyetlerine küçük de olsa bir katkı yapmak isteyen

dergimizin bahar sayısından sonra şimdi de güz sayısıyla karşınızda olmaktan mutluluk duymakta-

yız.

Varoluş amacını, bizzat insan olarak olanaklarımızı görmek ve onları yeşertmek olarak belirledi-

ğimiz dergimizin bu sayısında, öncelikle bir söyleşi ile karşılaşacak; ardından da başta şiir, hikâye ve

deneme olmak üzere anı, gezi yazısı, mensur şiir, makale, kitap, film ve dizi tanıtımı gibi farklı türle-

ri örneklendiren elliden fazla yazıyı okuma fırsatı bulacaksınız.

Önceki sayıya gösterilen ilgi, başlangıç olmasına rağmen çok iyiydi. Dergimizin bu sayısına ise

en az on beş ayrı bölümde okuyan elliden fazla öğrencimiz, çok sayıda yazısıyla katkıda bulundu.

Bu durum hiç şüphesiz dergimize olan ilginin giderek artmakta olduğunu gösterdiği gibi öğrencile-

rimizin dergimizi benimseyip sahiplenmiş olduğunu da gösterir. Bu husus ise bundan sonra verilecek

emeklerin boşa gitmeyeceğini bir kere daha sezdirmesi bakımından son derece sevindiricidir.

Bu sayıda öncelikle yıllar önce üniversitemize kültür-sanat faaliyetlerine kıymetli katkılarda bu-

lunan ve Kırıkkalem dergisinin çıkarılmasında öncü rolü üstlenmiş olan edebiyat eleştirmeni ve

gazeteci Ömer Lekesiz Beyefendi ile yapılmış, edebiyat ve eleştiri üzerine yetkin görüşleri içeren bir

söyleşiye yer verilmiştir.

Söz konusu söyleşiden sonra Efe Sıddık Tekinaslan, insan-mevsim ilişkisini ve mevsimin yarat-

tığı ruh hâlini ortaya koyan “Sarı Mevsim” isimli hikâyesiyle yer alıyor. Daha sonra Mehmet Sek-

men, “Tezgâh” hikâyesiyle tipik ticarethane olmaktan öte sahici insanî ilişkilerin yaşatılmaya çalışıl-

dığı bir çay ocağındaki küçük bir değişimin neden olduğu duygu durumunu ortaya koyuyor. Özden

Savaş, “Beni Yaz” isimli hikâyesinde hak etmiş olmanın insan için önemini öne çıkarıyor. Adaletin

her şeyi yerli yerine koymak, değerleri israf etmemek olduğunu hikâyeleştiriyor. Seval Koçoğlu,

“Şiire Düşman Bir Eleştirmen ve İşlediği Şiir Cinayetleri” isimli üst kurmaca hikâyesiyle, okurun

alışkanlıklarını kırmayı amaçlayan yabancılaştırma estetiğinin güzel bir örneğini veriyor. Ali Osman

Özcan “Köyün Delisi” isimli hikâyesiyle idealist bir öğretmenin yaşamından bir kesitle içinde oldu-

ğumuz ancak farkında olmadığımız çağımızın normallik standardının ne olduğunu ortaya koymaya

çalışıyor ve bizim aslında “normal”lere değil, “deli”lere, yani yaptığı işe kendisini içtenlikle ve bü-

tünüyle adayabilen insanlara ihtiyacımızın olduğunu sezdiriyor. Mustafa Öztürk ile Büşra Koç, insa-

nın ancak sevdiğinde insan olabileceğini örneklendiren birer hikâyesiyle yer alıyor.

Günümüz okurunun başta değişen dil ve dünya görüşü olmak üzere farklı nedenlerden dolayı Di-

van şiirimiz karşısında çok ilgili bir tavra sahip olmadığını biliyoruz. Bunun için de özellikle Divan

şiirimizin metinleri, çoğunlukla sadece uzmanlar tarafından okunup anlaşılabilecek birer metin gibi

değerlendiriliyor. Araştırma Görevlisi İsmail Yıldırım, bu sayımızda yer alan “Mihrî Hâtun’un

Mürâca’a Tarzında Kaleme Aldığı Bir Gazeli Üzerine Şerh Denemesi” isimli denemesiyle, bir gaze-

lin nasıl şerh edilebileceğinin seviyeli bir örneğini veriyor ve Divan şiirimizin bize ait olan bir kültür

hazinesi olarak genç okurlarımız tarafından değerlendirmeyi beklediğini sezdiriyor. Muhittin Silsü-

pür, “Neden Dilimize ve Kültürümüze Bu Kadar Yabancıyız?” başlıklı denemesiyle dil, kültür ve

insan ilişkisine dikkati çeken ve özellikle dilimize neden ihtimam göstermemiz gerektiğine dair dü-

şüncelerini ve temennilerini ortaya koyuyor.

Modern teknolojideki gelişmeler, yaşamımızı kolaylaştırdığı kadar, çok hareketli bir yaşam şek-

linin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Hareketli yaşam ise beraberinde gelen hızlı değişimle

birleşerek insanlarda bıkkınlığın eşlik ettiği geniş bir yorgunlukla kayıtsızlığın ortaya çıkmasına yol

açmıştır. Moderniz ama yorgun ve bıkkınız çoğunlukla. Özellikle gençlerimiz. “Yirmilerde Yaşlan-

mak” isimli denemesinde Fatma Özcan, günümüz insanının geniş motive kaybından dolayı çok er-

ken yaşlarda canlılığını yitirdiğini gözlemliyor ve dikkat edildiğinde hiç ama hiç kayıtsız kalınama-

yacak olan bir duruma parmak basıyor.

Son olarak, dergimizin hazırlanması esnasında desteğini esirgemeyen meslektaşlarımla ismini

burada anamadığımız ama dergimize metinleriyle katkıda bulunan kıymetli öğrencilerimize teşekkür

eder, bir sonraki sayımıza kadar okuyup yazarak yaşamanızı dilerim.

Genel Yayın Yönetmeni

Doç. Dr. Oğuz Öcal

Page 3: Dergi için tıklayınız

İÇİNDEKİLER

ÖMER LEKESİZ'LE EDEBİYAT VEELEŞTİRİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ 4

SARI MEVSİMEfe Sıddık Tekinarslan 8

TEZGÂHMehmet Sekmen 10

BENİ YAZÖzden Savaş 12

ŞİİRE DÜŞMAN BİR ELEŞTİRMEN VE İŞLEDİĞİ ŞİİR CİNAYETLERİSeval Koçoğlu 13

AŞKIM DAĞLARDA YAŞARİsmail Aykanat 15

KÖYÜN DELİSİAli Osman Özcan

GÖNLÜMCEMustafa İlker Kara 18

HUZUREVİNDE BAYRAMMustafa Öztürk 19

ÖZ-BENTuğba Yavuz 20

YARDIM ÇIĞLIKLARIBüşra Koç 21

BİR KUŞ OLSAM!Efe Sıddık Tekinarslan

YAŞAM TARZIMIZDA DEĞİŞİMYrd. Doç. Dr. Gülten Bulduker 24

NEDİR SIFIR?Ayşegül Mazıcı 25

MİHRÎ HÂTUN'UN MÜRÂCA'A TARZINDA KALEME ALDIĞI BİR GAZELİ ÜZERİNE ŞERH DENEMESİİsmail Yıldırım 26

NEDEN DİLİMİZE VE KÜLTÜRÜMÜZE BU KADAR YABANCIYIZ?Muhittin Silsüpür 28

ATTİLA İLHAN'I ANLAMAKMeltem Yıldız 30

DÜNYADA KLASİK GİTARIN GELİŞİMİBarış İpekçiler

ZAMANA VURAN DALGALAR ÜZERİNEGüzel Zeynep Süphandağ 32

TÜRKİYE'DE EDEBİYAT TOPLULUKLARI Canan Odabaşı 34

MODERN TÜRK EDEBİYATININ ANA ÇİZGİLERİ 1860-1923Ömer Ambarkütükoğlu 35

KIZILAY'DA BİR GÜNDoğa Kılıç 37

16

23

31

Sahibi

Prof. Dr. Ekrem Yıldız

Kırıkkale Üniversitesi Rektörü

Genel Danışman

İsmail Altan Akgün

Kırıkkale Üniversitesi Genel Sekreter V.

Genel Yayın Yönetmeni

Doç. Dr. Oğuz Öcal

Yayın Danışmanları

Prof. Dr. Muhittin Eliaçık

Prof. Dr. Ahmet Doğan

Yayın Kurulu

Doç. Dr. Aysun Sungurhan

Yrd. Doç. Dr. Zübeyde Şenderin

Yrd. Doç. Dr. Gülten Bulduker

Arş. Gör. Havva Özer Hafçı

Arş. Gör. İsmail Yıldırım

Yazışma Adresi

Kırıkkale Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

[email protected]

[email protected]

Basım Yeri ve Grafik-Tasarım

Erduran Ofset Matbaa

Ovacık Mah. Zafer Cad. Zafer İşh. No.35/14

0318 218 09 14 KIRIKKALE

[email protected]

Dergi yazılarının sorumluluğu

yazarlarına aittir.

Yayın kurulu, gönderilen yazılar

üzerinde gerektiğinde

değişiklikler yapabilir.

Ocak 2016, Sayı: 10Kültür, Sanat ve Edebiyat DergisiKırıkkale Üniversitesi

Page 4: Dergi için tıklayınız

ŞİMDİMelisa Budak 64

ŞEKİLDEN ŞEKİLE MUTLULUKKübra Topkaya 64

MİNNETTARIMKübra Atlı 65

ŞİİRCENeslihan Erdoğan 65

FİRAKÖzlem Akyüz 66

MİNYON RUHLARCaner Çevirgen 66

GEÇMİŞİ AŞMAKNilüfer Alıcı 67

DUYGU ÇIKMAZITuğçe Karakaş 67

KARARSIZErkan Aydemir 67

DÖNÜŞ YOKÖmer Faruk Atay 68

ESKİDENMikail Şengül 68

GÜZEL BİR KIRIKKALE SABAHIMustafa Sarper Alap 69

GÖZLERİNŞengül Gündoğan 69

HAYAT BUDUREsra Kelleci 70

SOKAK ÇIKMAZIÇiğdem Acar 70

ANNEM GİBİ SEVDİM SENİİbrahim Yeşil 71

OLAN MI, OLMASI GEREKEN Mİ?İsa Cengiz 71

BEN UNUTTUM ÇOCUKLUĞUMUCansu Kaynar 72

KIRIK DÖKÜK AŞKAslıhan Girgin 73

İSİMSİZLERÇağla Özgenç 73

ŞEHİT NEDİR?Kübra Topkaya 74

BU ÇAĞZahide Yasemin Kamar 75

DENİZE DÜŞEN AŞKRabia Özmen 76

VİCDANSamet Duru 77

MAVİ BİR DÜŞ, GÖKYÜZÜ MİSALİMünire Sultan Taşkan 78

İYİ HUYLU KAMBURKübra Atlı 79

HÂK ÂŞIĞIMuhammet Ali Işık 80

PAHALIYDIN BANAVolkan Şengel 38

HİÇBİR ŞEYE KATILMIYORUM!Ulaş Keskin 39

KENDİNE GEL EY AHSEN-İ TAKVİMAli Osman Özcan 40

YAŞASIN SORGULAYAMAYAN MERAKSIZ BAŞARILI BİREYLER!Hacer Dağlı 41

İYİ Kİ VARSIN HOCAMHüseyin Coşgun 42

YAĞMURLU CUMARTESİHilal Demirel 44

BİR ÖĞRENCİ İLE BİR ŞEHİRRamazan Ünver 45

SENİ UNUTTUĞUMDA BENİ DE UNUTACAKTI YÜREĞİMAtilla Dilmaç

YİRMİLERİNDE YAŞLANMAKFatıma Özcan 47

GEÇMİŞTEN ROL ÇALANLAR48

O GECELERHatice Nur Ünlü 49

SİYAH BEYAZ BİR MASAL: VESİKALI YÂRİMMustafa Demir 50

DEĞERLİ HAZİNEMİZ: SUKübra Öçal 51

ÖLÜM: ACI AMA GERÇEKEsra Karabeyeser 52

ÇIRPINMADAN YAŞANACAK HAYAT NEREDE VAR?Özge Ünal

DEĞİŞMEYEN GELENEKGamze Aslan 54

KAYIP KIZŞengül Gündoğan 55

YUSUF'UN HİKÂYESİEbubekir Alazcıoğlu 56

KALBİNİN SESİKader Öztürk 57

BİR AĞAÇ KADAR OLGUN OLMAK “OKUMAK”Serra Aslantaş 58

DEĞİŞTİMZuhal Cankuş 59

SARARAN HAYATLARNeslihan Güneş 60

VAR OLAN AYDINLIKSongül Erbil 61

BİR HAYALİM VAR!Ebubekir Alazcıoğlu 62

ANNEMRecep Başbuğa 62

AZ EŞYA, ÇOK HUZURAyşegül Mazıcı 63

SÖZDE YALNIZLIKFulya Kaya 63

46

Volkan Şengel

53

Page 5: Dergi için tıklayınız

4

ÖMER LEKESĠZ'LE EDEBĠYAT VE

ELEġTĠRĠ ÜZERĠNE SÖYLEġĠ

Tek kiĢinin kolay kolay altından kalkamaya-

cağı, emek ürünü beĢ ciltlik Yeni Türk Edebiya-

tında Öykü adlı çözümlemeli öykü antolojinizle

önemli bir boĢluğu doldurdunuz. Bu çalıĢmanın

yeni ciltlerini okuyabilecek miyiz? Ayrıca ilerisi

için baĢka ne gibi projeleriniz var?

Güzel görüşleriniz için teşekkür ederim. Önemli

olan çalışmanın başkalarınca yeni faydaların üretil-

mesine hizmet etmesidir. Bu manada Yeni Türk

Edebiyatında Öykü de hem yerli öykü tarihine mah-

sus araştırma yapanların, hem edebiyat okurlarının

hem de eleştiride yetkinleşmek isteyenlerin işine

yaraması bakımından işlevini yerine getirmiş gibidir.

Bu da benim o yorucu çalışmadan memnuniyet

duymamın, mutmain olmamın nedenidir.

Devamı, yani 1980 sonrasının öykücülüğüne

mahsus yeni bir cildi ya da ciltleri olmayacak.

Edebiyata yaklaşık otuz yılımı verdim. Yeni Türk

Edebiyatındaki Öykü‟yle ve diğer kitaplarımdaki

müstakil bahisleriyle edebiyata olan borcumu ödedi-

ğimi düşünüyorum.

Bu nedenle son on yıldır, edebiyatı da (özellikle

şiir yönüyle) kuşatacak şekilde, plastik sanatlar dâhil

genel olarak sanatla (ve elbette bir manada eleştiri-

siyle) alakadar olmaya başladım. Bu süre içerisinde

Doğu ve Batı sanatlarının farklarını somut örnekleri

bizzat görerek keşfedebilmek için çok sayıda iç ve

dış gezi yaptım. Ahlat mezar taşlarından, Fiuge-

res‟teki Salvador Dali Müzesi‟ne kadar Rabbimiz

görmemi, gerekli birikime nasip etti.

Bu yönelişim nedeniyle, eskiden tüm çalışma

zamanlarımı kuşatan edebiyat da ilgi yüzdesi açısın-

dan kendi hak ettiği yere çekildi.

Batı‟da sanat denildiğinde öncelikle mimari anla-

şılır. Musiki, resim, heykel onu izler.

Edebiyatın yeri ise performans sanatları dediği-

miz tiyatrodan bile sonraya düşer. Aslında bu bizim

dünyamız için de geçerlidir. Fakat biz kültürel de-

ğişmeler yoluyla kendi sanatlarımızla mahsus kodla-

rımızı kaybettik. Elimizde sadece, siyasî iktidarların

yasaklamasını da kabul etmediğinden, kendi başımı-

za hükmedebileceğimiz söz sanatları kaldı. Bu ne-

denle edebiyat bizde hâlâ büyük bir yer işgal ediyor.

Bunu ayrıca ele almak, sosyolojisini yapmak ihtiya-

cındayız.

Derin bir hikâye birikimine sahibiz. Dünya

öyküsüyle karĢılaĢtırdığımızda Türk öyküsünün

durumu hakkında neler söylersiniz?

Belki farkında değiliz ama edebiyatta modern-

leşme süreci dediğimiz şeyin bizdeki etkisi en az

Batı‟daki etkisi kadardır. Deyim yerindeyse bu bağ-

lamda dünyadaki yeniliklerden hiç uzak olmamışız.

Örneğin, Çehov, Maupassant ve Edgar Allan

Poe‟nun öyküde müstakil bir çıkışı, tür olarak onun

istiklalini sağladıkları dönemde, onlarla neredeyse

eş-zamanlı olarak bizde de Nabizade Nazım, Ömer

Seyrettin ve Memduh Şevket Esendal aynı şeyleri

sağlamışlar.

Dolayısıyla dünya öykücülüğü dendiğinde, asla

diğer milletlerden geride değiliz. Bilakis, hikâyenin

bizim ontolojik kabullerimizdeki yeri nedeniyle

hikâyeye onlardan yer yer daha fazla yönelmiş, onun

hakkını verebilmiş durumdayız.

Bu bağlamda günümüz öyküsünün geliĢimini

nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüz öyküsünün gelişimi de bence aynı hat

üzerinde sürüyor. Ayrıca yeni zamana mahsus bir

edebiyat dilinin, anlatma tarzının varlığı da bunu

zorunlu kılıyor.

Çünkü görselliğin egemen olduğu bir zamanda

yaşıyoruz. Sinema ve fotoğraf Poe‟nun ya da Esen-

dal‟ın zamanından bugün çok daha etkin ve herkesi

kendi içine çeken bir değer ifade ediyor.

Dolayısıyla yerli öykücülük de bununla bağlantılı

olarak plastik bir dile evrilirken, aynı zamanda gör-

selliğe de yasalanarak dokunsal bir anlatımı zorlu-

yor.

Öte yandan bu asır malum, hız asrı olarak tanım-

lanıyor. Öykü metinleri çok yoğunlaşmakla, hacim

Page 6: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

5

olarak da kısalmakla o hıza ayak uyduruyor. Ayrıca

bunları sosyal medyadaki sınırlı ifadelerden, fotoğ-

raf ve video paylaşımlarından izlemek de mümkün.

Bilindiği gibi her şey hikâyeye dâhildir; öykü de

hikâyesiz kurulamaz.

Ġnsan sanata ne zaman, hangi durumda ihti-

yaç duyar? Genelde edebiyatın, özelde öykü

okumanın kiĢiye getirileri nelerdir?

Aristoteles‟ten beri şunu biliyoruz: Sanat bir zevk

işidir ve bu zevk insanın doğuştan gelen öğrenme

sevgisine bağlıdır. Edebiyat da bu zevke mahsus

yollardan bir yoldur.

Öykü okumanın kişiye sağladığı şey de neticede,

hayatta bir araya gelemeyeceği, farklı alanlarda,

iklimlerde yaşayan kişilerin maruz kaldıkları ya da

bilinçli olarak yaşadıkları halleri, olayları, duyguları

ve duyuşları öğrenerek tümel manada insanlığın ve

insanın hakikatine ulaşmaktır.

Bu bilgiye öykü yoluyla ulaşmak, genel zevkteki

bir tür kendisine mahsus incelmeye denk gelir. Diye-

lim ki sizin zevk telakkiniz, eğitiminiz, terbiyeniz

bunu öykü üzerinden sağlar da bir başkası buna si-

nema üzerinden ulaşır.

Son yıllarda sanat yazılarınızın yanında siya-

setle ilgili yazılar da kaleme alıyorsunuz. Bir eleĢ-

tiren olarak düĢündüğünüzde, toplumsal mesele-

ler karĢısında sanatçının tavrı nasıl olmalıdır?

Eskiden sanatçıların da eleştirmenlerin de birer

fildişi kulesi olurmuş. Bizim zamanımızda bu yok

çünkü sanatla ilgilenmek ve sanatçı olmak masayı

sokağa kurmayı, kendi rasadını evrensel bir alanda

gerçekleştirmeyi zorunlu kılıyor.

Ancak bu tutumda, kendi asil siya-setini üretme

çabası ile siyaset üzerinden nemalanmaya çalışma

soytarılığını birbirlerinden iyiden iyiye ayırmak

gerekiyor.

Bu bakımdan iyi sanatçılar dünyanın hemen her

yerinde kültürel, sosyal ve ekonomik konularda kötü

gidişata karşı çıkmışlar, doğru sandıkları görüşleri

gerek sözlü olarak, gerekse doğrudan sanatları yo-

luyla ortaya koymuşlardır.

Bizim zamanımızdaki durum bu açıdan daha da

hassastır. Ülkemiz ve milletimiz bir ateş çemberin-

den geçiyor. İç ve dış bozguncular, ellerinde ateş

toplarıyla evimizi yakmak için kapımıza kadar da-

yanmışlar, hatta bir kısım ateşi evimizin içine dü-

şürmüş durumdalar. Böylesi zamanlarda sanatçılar

dâhil kim olursa olsun, bir köşeye çekilip türkü söy-

le-yemezler. Dolayısıyla evim yanarken ben de türkü

söyleyemiyorum. Siyasî yazı yazmam bu nedenle bir

mecburiyeti ifade ediyor.

Edebiyat eleĢtirmenleri niçin daha çok aka-

deminin dıĢından çıkmaktadır? Bu eksikliği neye

bağlıyorsunuz? Bizdeki eleĢtirmenin ve eleĢtiri-

nin durumu hakkında neler söylemek istersiniz?

Öncelikle eleştiri bilgisel ve zaman-sal manada

ağır bedel ödemeyi gerektiriyor. Bencilliğin tavan

yaptığı bir zamanda siz başkalarının bilgisini edin-

meye ve onu yorumlamaya uğraşıyorsunuz. İkincisi

bunları doğru yapabilmek için geniş bir yelpazede

okuma yapıyor ve genel bir birikime ulaşıyorsunuz.

Üçüncüsü, ilgilendiğiniz konuda yeni olan ne varsa

onu takip etmek, ona dokunmak ya da onu okumak

zorunda kalıyorsunuz.

Bunlar, belli bir işi maaş karşılığında yapmak du-

rumunda olan birilerinin ödeyecekleri bedeller de-

ğildir. Ancak ilgilendikleri konulara sevdalı olan

serden geçtiler bunu yapabilirler.

Öte yandan bizde eleştiri kurumlaşmak suretiyle

ortaya çıkmamıştır; eleştiri yapıla yapıla, deyim

yerindeyse el yordamıyla bu kurum zaman içinde

oluşturulmuştur.

Buradan baktığınızda ise eleştirinin öğretilebilir

bir şey olmadığını, bilakis yapılarak erişilen bir yet-

kinlik olduğunu görürsünüz. Diğer bir söyleyişle,

tıpkı felsefenin öğrenilen, öğretilen değil, doğrudan

doğruya yapılan bir şey olduğunu keşfetmek gibidir

eleştiri.

Akademisyenlerin işi ve hareket alanları ise sa-

bittir. O sabitlikle eyleyeceğini eyler ve maddî karşı-

lığı neyse onu alır. Oysaki ne sanat ne de eleştiri

ilgisi maddî bir karşılıkla, sınırlı bir zamanla bağ-

daşmaz.

Günümüzde hazırlanan öykü antolojilerinde

bile Mustafa Kutlu, Hüseyin Su gibi güçlü öykü-

cülere yer verilmeyip kendi dünya görüĢüne uy-

gun, edebiyat dünyasına yeni girmiĢ, öykü istik-

Page 7: Dergi için tıklayınız

6

rarı henüz belli olmamıĢ yazarlara yer verilebili-

yor. Ülkemizde sanat kimlerin tapulu malı, böyle

bir hâkim yapının varlığından söz edebilir miyiz?

Bu bağlamda, tapulu bir maldan değilse de kültü-

rel hegemonyanın güçlü varlığından söz edilebilir.

Yönetim sistemleri maalesef halkı kendi çıkarları

doğrultusunda yönlendirmek için kültür, sanat ve

edebiyatı da belirlemeye her zaman büyük heves

duymuşlardır ve hâlâ da duymaya devam ediyorlar.

Bu maksatla kendi kültür politikalarını üretecek

kişi ya da kişilerden oluşturdukları bir çeteyle söz

konusu duruma, sabit bir istikamet vermeye çalışı-

yorlar.

Kültürel hegemonya dediğimiz şey bu kişi ya da

kişilerin sistem tarafından onanmış ortak çabaların-

dan oluşuyor. Bize de maalesef Tanzimat‟tan beri

böylesi bir hegemonya var, söylediğiniz husus da

buna bağlı olarak gerçekleşiyor.

Son on beş yılda yaşadığımız siyasî gerilimlerin

önemli bir nedeni de işte bu hegemonya mensup

olanların hareket alanının daralmasıyla, mevcut ya-

pısının sarsılmasıyla doğrudan bağlantılıdır.

Bu hegemonya erinde geçinde yıkılacak ama ga-

rip bir paradokstur onun yerine de yeni bir hege-

monya oturacak.

Aslına bakarsanız hegemonyanın her türü olum-

suzdur ancak toplumsal hayat ve dolayısıyla siyaset

bu tür yapıları zorunlu kılıyor.

Umalım ki, olumsuzluğu ayyuka çıkmış olan

mevcut hegemonya yıkıldığında, yerine oturacak

olan, en azından yerli ve millî olabilsin.

Bir eleĢtirmen olarak sanatın/sanatçının ense-

sinde olmak nasıl bir duygu? Edebiyat dünyasın-

da sizi neler sevindiriyor, neler üzüyor?

Aslına bakarsanız ne geçmişte edebiyat eleştirisi,

ne de şimdi sanat eleştirisi yaparken kimsenin ense-

sinde olmak gibi bir düşüncem, derdim olmadı. Da-

ha net bir ifadeyle söyleyecek olursam, eleştiri yaz-

mak ve onunla bir şeylere vaziyet etmek, istikamet

vermek gibi bir meselem de olmadı.

Eseri anlamak ve onunla ilgili doğru kanaatler

oluşturmak bidayetinden beri benim tek meselem

oldu. Bu çabanın içinden tuttuğum kayıtları, bir in-

celeme, eleştiri, makale formuyla, karınca kararınca

bildiklerimin bir zekâtı olarak paylaşmam ise beni

doğal olarak eleştirmenliğe taşıdı. Bu benim talep

ettiğim şey değildir, bana giydirilmiş olan bir şeydir

ki ben de buna karşı çıkmadım, istesem de zaten

karşı çıkamazdım.

Edebiyat dünyasında beni yenilikler sevindiriyor,

gericilikler, hazımsızlıklar, köylülükler üzüyor. Ede-

biyata can nefesi üfleyen yeni bir öykü, şiir gördü-

ğümde heyecanlanıyorum ama yeteneksizlerin ken-

dilerini edebiyatın merkezinde sayarak, başarama-

dıkları şeye karşılık bir benlik savaşı yaratmalarına

da çok üzülüyorum. Bu nedenle örneğin, ne zaman

böyle bir savaşa tanık olsam, şu ortamda iyi öykü ve

şiir olsaydı savaş olmazdı demekten kendimi alıko-

yamıyorum.

Sanatçılar eserleriyle yaĢama arzusu taĢır,

eleĢtirmenler de eserleriyle aynı arzuyu okurları-

na taĢıyabilir mi?

Bu sorunuza ancak kendi adıma cevap verebili-

rim ve derim ki eleştirmende de “yazmasaydım öle-

cektim” gibi bir saplantı zaittir. Aslında bu sanat,

edebiyat ilgisinin tümü için geçerlidir ama modern

anlayışta sanatçı bir tür yaratıcı, sırları olan bir dev,

hatta yarı tanrı gibi konumlandırılmaya çalışıldığın-

dan, doğal olarak söz konusu hakikat de perdeleni-

vermektedir.

Ben felç olduğu yani kalem tutamadığı için öl-

müş bir öykücü görmediğim gibi, bir elini kaybet-

mekle eser üretemediği için ölmüş bir heykeltıraş ya

da trafik kazasında bir ayağını kaybettiği için tiyatro

yapamadığından anında öteki dünyayı boylamış bir

tiyatrocu da görmedim. Bilakis sanat yetenekleri

bittiğinde ya da buna mahsus araçlarını kaybettikle-

rinde de sanatçı olan veya olduğunu sanan herkesin

paşa paşa yaşadıklarını gördüm.

Yaşama arzunun duyumu ve başkasına taşınması

da bu minvalde değerlendirilebilir. Gerçekte sanat

yoluyla aktardığımız duygular ve yaşam biçimleri-

dir. Çünkü sanat sadece bir şeyler söylemez aynı

zamanda bir şeyleri yapmamıza neden olur. Ancak

bu sadece sanata mahsus bir durum değildir, bir vaiz

de bunu sağlayabilir. Dolayısıyla tesir ve müessir

açısından sanatı özelleştirmeye bence hiç gerek yok-

tur.

Tarık Buğra eleĢtiriyi “DüĢman Kazanma Sa-

natı” olarak ifade ediyor. Bu konuda siz neler

söylemek istersiniz? EleĢtirilerinizle çok düĢma-

nınız oldu mu?

Merhum Tarık Buğra sadece doğruyu söyleme-

miş, eleştirinin nasıl anlaşıldığını da iyi belirlemiş.

Eleştirilerimle düşman kazandığımı hiç düşünmedim

ama kimi düşmanlıklara maruz kaldığımı da yadsı-

yamıyorum. Bunun yobazlıktan, hazımsızlıktan,

kültürsüzlükten ve daha da önemlisi yeteneksizlikten

beslendiği bildiğim için, böylesi düşmanlıklara fazla

itibar ettiğimi söyleyemem. Dikensiz gül dağıtmak,

güzelleme yapmak, şabloncu eleştiri benim miza-

Page 8: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

7

cımla ve edebiyat ahlakımla bağdaşmazdı, kendi

işime baktım ve söylediğim sözün arkasında dura-

bilmeyi ilke edindim. Hâl böyle olunca o düşmanlık-

ların da etkisi kendiliğinden sıfırlanmış oldu.

Üniversiteyi içeriden de iyi bilen bir kiĢi ola-

rak üniversite gençliğini nasıl görüyorsunuz?

Sizce üniversite gençliği nasıl olmalıdır?

Doğan her çocuk anne ve babasının en iyi özel-

liklerinin bir toplamı olarak doğar ve dolayısıyla her

çocuk kendi anne ve babasından daima ileridedir.

Yakın zamanda görüştüğüm üstün yetenekli bir

pedagog yeni neslin, sadece teknolojik bilgiyle de-

ğil, bağışsal olarak yepyeni bir zekâ ile donanımlı

olduğunu ve bu manâda dünyayı dönüştürebilecek

yeni bir dip dalganın içten içe geliştiğini söyledi.

Benim kanaatlerimde bu yöndedir. Diğer bir söy-

leyişle yeni nesilden çok umutluyum. Şimdi bir kıs-

mı üniversite okuma aşamasına gelmiş olan bu nes-

lin üstünlüklerinden bizlerin de nasiplenmemiz ge-

rekir diye düşünüyorum. Çocuğum benden ileridey-

se (ki ileridedir) ben ona öğrenci olmaya talip de

olabilmeliyim.

Üniversite gençliği nasıl olmalıdır, sorunuza ve-

rebileceğim bir cevap yok çünkü böylesi bir cevap

bir yanıyla koşullandırmaya, şartlandırmaya, sınır-

landırmaya, despotluk gösterisine dayanır. Böylesi

bir çabanın yerine üniversite gençliğine, yerlilik

değerleri ve millî hasletler iyi kazandırılırsa onlar

kendi istikametlerini doğru tayin edebilecektir diye

düşünüyorum.

Sizin hayat verdiğiniz Kırıkkalem dergisine

yeniden nefes üflüyoruz dersek neler dersiniz.

Bundan hareketle edebiyat dergilerinin iĢlevi ve

günümüz edebiyat dergileri konusunda neler

söylersiniz?

İyi yapıyorsunuz derim. Çünkü meyve fidanın

hakkı meyve vermektir. Asıl, meyve vermediğinde

sıradanlaşır.

Sizler bu ağacın meyvesisiniz, üstelik de nar

meyvesi... Birliğiniz başka birliktelikleri de içkin

olmalı sanıyorum; kabuğunuz üstün bir çeşitliliğin

habercisi olmalı diye umuyorum, temenni ediyorum.

Ve elbette Kırıkkalem ekibi olarak hepinizi kutluyo-

rum, tebrik ediyorum.

Bizler yeni kurulan bir üniversitenin yapılandır-

ma sorunlarıyla uğraştığımız için öğrencilerle gere-

ğince ilgilenemedik. Bundan hep üzüntü duymu-

şumdur. İyi ki o zamanlar Öğrenci İşleri Dairesinin

Başkanı olan Sevgili İsmail Altan Akgün vardı. Ye-

tenekli ve hevesli öğrencileri o bir araya getirdi; biz

de işin hukukî kısmını, danışmanlığını üstlendik ve

Kırıkkalem doğmuş oldu.

Her dergi söyleyecek sözü olan, en azından buna

inanan bir ekip tarafından çıkartılır. Bu yapı ve iddia

günümüz için de geçerlidir. Bu bakımdan, edebiyat

dergilerini merkez ya da taşra dergisi, profesyonel

ya da amatör diye ayırmadan önemsemek ve izlemek

gerekir.

Bize zaman ayırdığınız için Kırıkkalem dergisi

adına çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Başta Rektörümüz Ekrem

Yıldız‟a, birlikte mesai yaptığım arkadaşlarıma ve

hocalarımıza selamımı iletmeme de vesile olursanız

çok sevinirim.

Ömer Lekesiz

1958‟de Akdağmadeni/Yozgat‟ta doğdu. İlk ve

orta öğrenimini Yozgat‟ta tamamladı. 1979 yılında

Ankara Meslek Yüksek Okulu Kamu Sevk ve İdare-

si Bölümü‟nü bitirdi. Ankara‟da Yem Sanayi Türk

A.Ş.‟de iki dönem, memur, şef ve ticaret müdürü,

Kırıkkale Üniversitesi‟nde daire başkanı ve genel

sekreter yardımcısı, Kırıkkale, Mersin ve İstanbul‟da

özel kuruluşlarda yönetici olarak çalıştı. Kayıtlar,

Hece ve Hece Öykü dergilerinin kurucuları arasında

yer aldı. Net ortamında Edebistan.com adlı elektro-

nik dergiyi kurdu, editörlüğünü üstlendi. Kanal 7‟de

Sözgelimi adlı haftalık kültür-sanat-edebiyat prog-

ramını hazırlayıp sundu ve Yeni Şafak Kitap Eki‟nin

yayın danışmanlığını yaptı. Halen Yeni Şafak‟ta

köşe yazısı yazan Lekesiz, TRT Türk Gündem Kül-

tür Sanat Programı‟nın danışmanlığını yapıyor ve

Süleymaniye‟de sahafiye işletiyor. Edebiyat hayatı-

na, Mavera dergisinde başlayan yazarın eleştiri,

öykü, deneme, inceleme yazıları ve söyleşileri, ku-

rucuları arasında yer aldığı dergilerin dışında Yedi

İklim, İlim ve Sanat, Yom Sanat, Dergâh, Kafdağı,

Düzyazı Defteri, İmge Öyküler, Eşik Cini, Varlık,

Notos, İtibar, Dünyanın Öyküsü, İSMEK El Sanatla-

rı dergileriyle, Yeni Şafak, Vakit, gazetelerinde,

Yeni Şafak Kitap ve Star Kitap eklerinde yayınlandı.

Yeni Türk Edebiyatında Öykü adlı çalışmasıyla

Türkiye Yazarlar Birliği 2001 Yılı Edebi Tenkit

Ödülü‟nü kazandı. Yazarın; Mimlerin Abecesi, Ha-

san Aycın Çizgilerinden Örneklerle Çizgi Sanatında

Dil ve Mesaj, Sevgilinin Evi, Şirazeden Şirazeye,

Öykü İzleri, Yeni Türk Edebiyatında Öykü, Öyküce

Konuşmalar, Hüseyin Su Kitabı Kuramdan Yoruma

Öykü Yazıları, Ateşten Kelimeler, Minarenin Kılıfı,

Sanat Bizim Neyimize, Sanat ve... isimleriyle yayın-

lanmış kitapları mevcuttur.

Page 9: Dergi için tıklayınız

8

SARI MEVSĠM

Efe Sıddık Tekinarslan Türkçe Öğretmenliği

Yüksek Lisans Öğrencisi

Bir rüzgâr vurur insanın yüzüne. Ağaçlardan dü-

şer yapraklar sallana sallana, hasret kaldığı toprağa

kavuşmak istercesine. Solmuş, buruşmuş bazıları,

tıpkı yaşlı bir insan gibi. Kırılan dallar kendini bıra-

kıverir yere, ağaç diplerine. Yaz sevincinin arkasın-

dan hüzün gelir bu mevsimde. Kuşlar üşür, insan

üşür, tabiat üşür… Herkesi bir telaş almıştır bu sarı

mevsimde. Kuşları yazı yaşayan diyarlara göçme

telaşı, insanları zemheri soğuklara hazırlanma telaşı

sarar. Herkes apar topar bir yolculuğa çıkar gibi

bavullarını hazırlar. Ayrılık daha da anlam kazanır

bu günlerde. Yuvadan ayrılık, yârdan ayrılık, yara-

dan ayrılık, diyardan ayrılık. Zira boşuna değildir bu

ayrılıklar. Bir başka bahara kavuşmak içindir tüm bu

terk edilişler. Suskun, bitkin, yorgun, solgun, küskün

bir yüreğin çırpınışlarıdır bu kayboluşlar.

Sonbaharla beraber değişen sadece doğa değildir.

İnsanlar da ayak uydurur bu sarı mevsime. İlk başta

ince kıyafetler kaldırılır ulaşılması zor, üst raflara.

Yaz renkleri ve açık tonlar yerini sonbaharın gittikçe

koyulaşan renklerine bırakır. Sonbaharda sever insan

sarıyı, kahverengiyi. Bu mevsimde fark eder mahzun

yüreğinden kopup gidenleri, kaybettiklerini, ömrün-

den bir senenin daha gittiğini. Sancılıdır geçişler,

uzun bir soluk gerektirir. Gidişler acı verir, yaz mev-

siminin “Elveda” deyişi doğayı hüzne boğar. Sonra

yağmurlar yağar savrulan yaprakların üzerine. Son-

bahar yağmurları gökyüzünün gözyaşlarıdır. Gece-

leyin önce kaldırımlara düşer tane tane, sonra bir

sokak direğinin ışığında fark edilir ve en son sırılsık-

lam eder mahcup insanı. Geride bırakılan güzel gün-

lere duyulan özlemdir bu yağmurlar. Kavuşamayış-

ların habercisi bu mevsim, yaz aylarının yaşattığı

birçok güzel hatırayı toprağa gömer. Çay bahçele-

rinde doyum olmayan çay sohbetlerini, parklarda

oyna-yan çocukların seslerini, mahallelerdeki pamuk

şekeri satıcılarını unutturur bize. İçinde gülümseyiş-

lerin olduğu fotoğraflar kalmıştır geride. Gitmiştir

sevilenler, uzaklara çok uzaklara gitmiştir. Sular

dökülmüştür sevilenlerin arkasından, el sallanmıştır.

Puslu otobüs camlarından bakar gidenler. İçinden

tekrar kavuşmayı dileyerek, “Allah‟a ısmarladık”

diyerek, iki damla da gözyaşı dökerek gider.

Sabah güneşini bekleyen coşkulu insan siyah bu-

lutlarla karşılaşınca durağanlaşır. Hayaller bir başka

baharda çıkmak üzere saklanır. Bilhassa yalnızlığın

malûm olduğu bu mevsimde derin düşünceler sarar

insanı. Geçmişini hatırlar, gerçekleştiremediği ha-

yallerine “ah” eder, “tüh” eder ve sonra “olsun be”

deyip gelecek için temiz bir sayfa açar. Bir kibrit

alıp yel değmeyen bir köşede yakar pişmanlıklarının

dolu olduğu sayfaları. Dillerden düşen şarkılar eşlik

eder bu sayfalar tutuşup çıra misali çıtır çıtır yanar-

ken. Titrek bir keman sesinin insanın içini sızlatan

tonlarına bırakır kendini. Yüreği bir çift gözde rehin

kalmıştır kimilerinin. Mısralarca şiirler yazılır o

gözlerin güzelliğini anlatan. Bir tren garında ayrılık-

ların hesabı sorulur. Ölüp gidenlerin isimleri hatırla-

nır bankta oturulurken. Katran karası bir ağrı sapla-

nır üşüyen kalplere. Artık uzaklardan gelen trenlerin

dumanları daha da belirginleşmiştir sonbahar havala-

rında. Bu havalarda çaylar daha demli ve daha sıcak

içilir. Dili damağı yanar insanın yüreğiyle beraber.

Geçmişe dalar, geçmişini arar buğulu gözler. Ço-

cukken oynadığı oyunları, parmak uçları donarak

yaptığı kardan adamları, kolunun kırılmasına neden

olan ama yine de tırmanmaktan kendini alamadığı

meyve ağaçlarını hatırlar. Bir insanın canını en çok

ne acıtır? Bir elma ağacından düşüp kırdığı sol kolu-

nun ağrısı mı yoksa bir hayırsızın hunharca yağma-

ladığı kırık kalbinin sancısı mı? Üzeri küllenen bu

paramparça hatıralar sonbaharla beraber yeniden

alevlenir. Gitmek gerekir bazen ama hatıraları geride

bırakıp arkaya dönüp bakmadan, sessizce, yiğitçe...

Berrak sular yerini bulanık düşlere bırakır. Suyla

beraber insanın dimağı da bulanıklaşır. Karmaşık

silsilelerle dolu ömür, her geçen gün sona doğru

yaklaşır. Ömür bahçelerinde koşmaya dermanı kal-

mayan insanlar sağa sola savrulup teker teker bırakır

kendini sonbahar rüzgârlarının ılık ama insanı üşü-

ten ellerine. Ölümdür sonbahar ölümlüdür de. Bu

ölüm aslında kutlu dirilişin ilk adımıdır. Her bitişin

yeni bir başlangıcı müjdelediği zamandır sarı mev-

sim. Lale ölür, sümbül ölür, morunu kaybeden me-

nekşe ölür, göz kamaştıran aydınlığıyla yaz ölür.

Hayat yolunda yoğrulan insan ölür. Geleceği sarıp

sarmalayan umutlar ölür. Ta ki ilkbaharda ilk tomur-

cuk patlayana kadar.

Asildir sarı mevsim, öne eğdirir başları. Gururu,

kibri sevmez; tüm canlıları silkeler, kendine getirir.

Ağaç dalları eğilir, çiçeklerin boynu bükülür ve daha

nice canlı eğer başını çaresizce. Sonbahara saygıla-

rından olsa gerek itiraz etmezler bu duruma, sesleri-

Page 10: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

9

ni çıkarmazlar. Bazı zamanlar öfkelenir sarı mevsim,

ele avuca sığmaz. Bin bir zahmetle yapılan saçları

darmadağın eder. Bazen şımarıklık edip etrafı dağı-

tır, kahverengi yaprakları süpürür, çok kızarsa her

şeyin yerini değiştirir. Sakin olamaz, öfkesinin sebe-

bini kimseler bilmez. Bir kenara otursa ve anlatsa

bile anlayan olur mu? Omzuna bir el uzanıp ona

“anlat nedir derdin?” diye sorsa cevap verir mi?

Kimse anlayamaz onu, o da bu fanilikte anlaşılmayı

hiç istemez. Nadir de olsa susar, sakinleşir. Özellikle

yerini yağmura bıraktığı vakitlerde biraz durgunla-

şır, nefes alır.

Vitrinlerin camları tozlanır sarı mevsimde. İnce

ruhlu insan bu mevsimde yalnız yürür sokaklarda.

Vitrinlerde görür kendini, üzerindeki tozları, alnın-

daki kırışıklıkları, saçındaki akları fark eder. Yıllar-

ca kendini boştan yere yıprattığını düşünür. Hayatta

hiçbir şeyin değişmeyeceğini, değiştiremediklerin-

den öğrenmiştir. Geç de olsa bazı şeyleri kabullen-

mesi gerektiğini anlar. Başkalarını mutlu edeyim

derken kendinden parça parça kopup gidenlerin ek-

sikliğini hisseder. Değmemiştir yapılan fedakârlık-

lar, boşa gitmiştir. Hep aynı yarayı kavlatmış, aynı

yarayı kanatmıştır sevdiğim dedikleri. Çare nerede

gizlidir? Neden hep acıdır yaşam kavgalarının sonu?

Neden eksiktir bazı şeyler ve neden hep dört yanlış

bir doğruyu götürür? Bir cümlede hep gizli özneler

mi vardır? Kim olduğunu bilmediğimiz üçüncü tekil

şahıslar mı yıkar, tüketir insanı? Sarı mevsim gibi,

ince ruhlu insanı da anlayan olmamıştır. Yine de

yitirmemiştir umutlarını, sarı mevsim kadar karam-

sar olmamıştır. Kaleminin ucunu sivriltip sivriltip

yazmaya devam etmiştir. Elden bir şey gelmeyince

oluruna bırakmıştır, zamana bırakmıştır. Yazdığı

satırları bir cam şişeye koyup ay ışığının vurduğu

denize atmıştır gece karanlığında, belki bir kevser

havuzunda bu satırları bulan olur ümidiyle. Sarı

mevsimde gücenen insan, poyraza teslim eder ken-

dini. Bazen teslim olmanın da bir erdem olduğunu

kabul eder.

Ebemkuşağı renkler özlenir sonbaharda. Ama sis-

ler ve puslar arasından gözükmez bu renkler. Her

renk tabiatın altına gizlenir. Toprak bitecek zanne-

den yılan, kuyusundan çıkıp son kez yalar toprağı.

Çatallı diliyle dokunur ince taşlı toprağa. Kışın gele-

ceği haberini almıştır doğadan. Uykuya dalmadan

önce son görevini de tamamlar Kırlangıçlar sürüler

hâlinde uçuşur gökyüzünde. Bir ressam edasıyla

değişik resimler çizer. Hareketlilik her yerde kendini

göstermektedir. Ağaçlardan ballar akar sarı mevsim-

de. Elinizi dokunduğunuzda yapışır, başparmakla

işaret parmağı arasında test edilir yapışkanlığı. Bu

ballar toplanır tutkal olur. Ayvalar sararır sonbahar-

da, öksürüğe iyi gelen ayva yaprakları toplanır avuç

avuç. Çocukluğunu hatırlar insan, bağlarda pekme-

zin kaynadığını, dağlardan gelen pekmez toprağının

yumuşaklığını hisseder. Odun ateşinde kaynayan

pekmezi parmağıyla yaladığı günleri özler.

Yeni bir hayatın başlangıcıdır sarı mevsim. Boz-

kır tarlaların yeşereceğinin, güzel günlerin geleceği-

nin habercisidir, zifiri karanlıkların arkasından do-

ğacak güneşin dünyanın sabrını sınamasıdır. Yeni-

den doğacaktır canlılar ve yeniden “merhaba” diye-

cektir. Yeşiller gelecektir uzaklardan, kırmızılar,

maviler, beyazlar…

Page 11: Dergi için tıklayınız

10

TEZGÂH

Mehmet Sekmen Hukuk Fakültesi

Sabah ezanıyla beraber gözlerini açmıştı ihtiyar.

Abdestini almış, usul usul caminin yolunu tutmuştu.

Yaşına rağmen, tam olarak beyazlamamakta ısrar

eden sakallarını okşuyordu. Bunca yıldır, bir tek

sabah namazını bile tek başına kılmamış; kar kış

demeden caminin yolunu tutmuştu. Ama bu sene

ayakları hep geri geri gidiyordu. Yıllardır başını

secdeye koyduğu cami yıkılmıştı. Yenisi yapılana

kadar da kim ölür kim kalır bilinmezdi.

Camiden içeri adımını attığında, kendisini Al-

lah‟a adamış bir vaziyette, takkesini kıvırcık saçları-

nın üzerinden başına takmıştı. Tekbirini almış nama-

za durmuştu. Fakat bir türlü dünyayla bağını kese-

miyordu. Çay ocağını açtı açalı aynı tezgâhı kullan-

mıştı. Artık tezgâh da kendisi gibi eskimişti ve de-

ğişmesi şarttı. Ki bu sabah ustalar değiştirmeye ge-

leceklerdi, öyle anlaşmışlardı. Bari bir iki saatte

işlerini bitirseler de milleti mağdur etmesek dedi

ihtiyar. Dedi demesine lakin ardından: Hasbinallah,

namazın ortasında düşündüğümüz şeye bak deyip

kendisini tekrar namazın ahengine bıraktı.

Namaz bitmiş, ihtiyar çay ocağının yolunu tut-

muştu. Sevgilisiyle randevusuna yetişmeye çalışan

bir genç kadar hızlıydı adımları. Ya ne olacaktı san-

ki? Bütün ömrünü o çay ocağına adamış, yaşıtları

evlenip çoluk çocuğa karışırken o, bu çay ocağının

temellerini atmak için memleket memleket dolaş-

mıştı. Başarmıştı da. Küçücük bir mekâna dünyaları

sığdırmış; bir bardak çayını içen, bir bardak daha

içebilmek için ertesi günü bekler hâle gelmişti. Yıl-

lar geçmiş bütün esnafı çaylayan adam gitmiş; yeri-

ne küçücük mekânın müdavimlerine dahi çayını

verirken yetişmekte zorlanan ihtiyar gelmişti. Hava

aydınlanmaya yüz tutmak üzereyken mekânının

kapısını açıp selamını verdikten sonra, kendisiyle

beraber yıllanmış, hayat arkadaşı olan tezgâhına

baktı. Bunca yıl kendisinden başka bir Allah‟ın kulu

o tezgâhın ardına geçememişti. Ne buranın müdavi-

mi olan hocalar ne de ömrü en fazla dört yıl olan

üniversite öğrencileri… Hiçbiri cesaret edip de o

tezgâhın ardına geçememişti.

Şimdi değişecekti o tezgâh. Bir gün, kendisinin

bu dünyadan göçtüğünde tezgâhın ardına geçecek

kişinin değişeceği gibi… İhtiyar kapıyı ardından

kilitlemiş, ustalar gelene kadar hatimine devam et-

mek için kitab-ı kadimi eline alıp her zamanki masa-

sına oturmuştu. Zaten kırk yıldır hangi alışkanlığın-

dan vazgeçmişti ki? İşte ilk taviz vereceği an gelip

çatmıştı. Tezgâhı değiştirmek için ustalar gelmiş

kapıyı tıklıyorlardı. İhtiyar başını kaldırmış, kaldığı

yeri işaretleyip kitabı kapatmıştı. Açmasam mı kapı-

yı dedi, hafif bir tebessümle. Yapmadığı iş miydi

sanki? Kimler girmek istemişti de bu kapıdan, kim-

lere açılmamıştı bu kapı. Kimler yaka paça atılma-

mıştı ki bu kapıdan? Gerçi nasibi olanı kapıdan kov-

san bacadan girer. Nasipsiz olana neylesin bu ihti-

yar? Sadece onun huysuzluğundan değildi tabiî bü-

tün olanlar. Bazıları da haddi aşıyordu. İhtiyarın da

en sevdiği şey değil miydi had bildirmek? Tövbe

yahu! Ah nefsim ne çektim senin elinden. Ben kim

had bildirmek kim. Haddimizi bilerek ruhumuzu

verebilecek miyiz ki, başkasına had bildirelim? Daha

fazla ağırdan alırsa kapı açma işini, ustalar çekip

gidecekler; işler uluorta yerde kalacaktı.

Ustaların verdiği selamdan tutun da, işlerini biti-

rene kadar yaptıkları her şeyde bir iğneleme bulu-

yordu sanki ihtiyar. Hele tezgâhın köşesine balyozu

vuruşları yok muydu? Sanki o balyoz belinin ortası-

na inmişti. Çöküp kalmıştı yanındaki sandalyeye.

Ustalar olmasa yaşına başına bakmadan ağlayacaktı.

On yıl daha yaşlanmış hissetti kendini. Kalbi daral-

mış, elini kalbinin üstüne bastırıp durmuştu. Ne var-

dı sanki yenileyecek, yıkılana kadar dursaydı keşke

dedi. Lakin iş işten geçmişti. Eski tezgâh yerine,

lüks bir tezgâh gelip konmuştu köşe başına.

***

Öğle ezanı okunmaya yakın çayı demlemeye baş-

lamıştı ihtiyar. Ezan bitmiş, çay demlenmiş;

mekânın müdavimleri ihtiyarın çayını içmek için

birer ikişer gelmeye başlamıştı. Hepsi hayırlı olsun

ile başlayıp güle güle eskitirsin inşallah ile biten

cümleler kuruyordu. Fakat hiçbirinin gözü yeni tez-

gâhı bir türlü tutmamıştı. Çaylarını yudumlarken

hepsi kara kara yeni tezgâha nasıl alışacaklarını dü-

şünüyorlardı.

Zaten ihtiyar da bir türlü alışamıyor, eli ayağı

birbirine dolaşıp duruyordu. Hiç huyu olmamasına

rağmen, üst üste üç kere bardak kırmıştı. La havle

deyip mekânındaki küçücük namaz yerinin yolunu

tuttu. Eline sandalyelerden birini aldı. Fakat boş

gözlerle baktıktan sonra sandalyeyi aldığı yere geri

koymuştu. Hay aksi! Tezgâh yenilenince giriş yerine

de küçük bir kapı yaptırmıştı. Artık namaz kılmaya

Page 12: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

11

giderken eline tahta sandalyeyi alıp “Çaatttt!” diye

bir daha bırakamayacaktı. E bu millet ihtiyarın na-

maza durduğunu nerden anlayacaktı artık? Şimdiden

bin pişman olmuştu. Yok, canım diyordu, seccadesi-

nin başına geçip takkesini başına takarken. Allah

ömür verirse ben bu tezgâhı eski hâline getiririm. Bu

ne böyle yeni gelin tezgâhı gibi. Tövbe estağfurullah

deyip namaza durmuştu.

Takkesini katlayıp cebine koyarken gençler de

her zamanki yerini almış; hayırlı olsunları ardı ardı-

na sıralamışlardı. Yüzleri gülüyordu hepsinin. İhti-

yar dün geceden beri ilk kez tebessüm etmiş, gençle-

rin gülücüklerini karşılıksız bırakmamıştı. Vakit

ikindiyi bulunca artık herkes yeni tezgâha alışmıştı.

Espriler üst üste geliyordu: “İhtiyar tezgâhı da yap-

tırdığına göre artık emekliye ayrıl gençlerin önünü

aç!” diyeni mi dersiniz yoksa “Millet parayı bulunca

önce arabayı sonra karıyı değiştirir, bizim ihtiyar da

anca tezgâhı değiştirir.” diyeni mi? “İnsan denen

canavar zamanla her şeye alışır.” demiş ya Dosto-

yevski, işte tam da öyle. Müdavimler hemen alışı-

vermişti yeni tezgâha. Bir tek ihtiyar alışamamıştı.

Yabancı geliyordu her şey. Evladı gibi gördüğü por-

selen demlikleri bile, tezgâhın yabancısıydı sanki.

Neşesi bir türlü yerine gelmiyordu.

Hocalar akşama doğru evlerinin yolunu tutunca

mekânda sadece gençler kalmıştı. Onları da: “Siz

yerinize yurdunuza geçin, ben de eksik kalan işleri

halledeyim” deyip yolladıktan sonra dükkânın kapı-

sını kilitlemişti. Sandalyesine oturmuş öylece tez-

gâha bakıyordu. Kim bilir kaç saat oturmuştu o san-

dalyede. Ne açlık ne susuzluk, hiçbir şey hissetmi-

yordu. Daldığı düşüncelerden kurtulduktan sonra

abdestini tazeleyip namaza durdu. İhtiyar namaz

kılmazdı; o, namazı eda ederdi. “Namazı kıldın mı?”

diye soranlara: “Ben sizin gibi kıl mıyım da namazı

kılayım. Eda ettik çok şükür.” derdi. Yine eda edi-

yordu namazını. Fakat bu sefer bitmek bilmemişti

namazı. Secdeyi gözyaşlarıyla ıslatıp durdu. Es-

selâmu aleyküm ve rahmetullah demiş ve namazı

bitirmişti nihayetinde. Takkesini başından çıkarma-

dan geldi ve sandalyesine tekrar oturdu.

***

Değişen sadece tezgâh mıydı? Tezgâhın ömrü bi-

tiyordu da insanın ömrü bitmeyecek miydi? Neyse

dedi ihtiyar elini kitab-ı kadime uzatırken. Ruhunu

dinlendirmesi gerekiyordu, yoksa içini kemiren bu

düşüncelerden kurtulamayacaktı.

Kitabı işaretlemiş olduğu yerden açtı. Gözlükle-

rini her zamanki yerinden aldı. Uzunca bir besmele

çekti. Kalbi sıkışmaya başlamıştı. Hiç olmazdı, ner-

den çıkmıştı şimdi bu? Önemsemedi ihtiyar. Ölüm

bu herkese gelecekti. Ona da gelecekti. Fakat o yal-

nız öleceğini hiç düşünmemişti. Kalbi daha bir sı-

kışmaya başladı ihtiyarın. Gözlerini kitab-ı kadime

biraz daha yaklaştırdı. Yaklaştırdı… Yaklaştırdı!

Başı usulca masaya düşmüştü.

İhtiyarın ağzından çıkan son kelam, dört elif mik-

tarı uzamış bir Yâsin oldu.

Page 13: Dergi için tıklayınız

12

BENĠ YAZ

Özden Savaş Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Doktora Öğrencisi

“Beni yaz.” diyordu ikinci kez, henüz yazar ola-

mayan sevgilisine. “Beni yaz, bu kez defterlerine.”

Bu cümlede ne de çok şey saklıydı. Acaba o, bu

cümlenin içinde barındırdığı yoğunluğu kavrayıp da

mı böyle söylemişti, yoksa her sevgilinin duyduğu

kıskançlığı kalemden kâğıda, yürekten defterlere

akan sözcüklere mi duymuştu? Öyle ya, başka kim-

den, neden sakınabilirdi ki onu? Paylaştığı başka bir

şey yoktu ki! O da haklıydı. Bir insan içinden geçen-

lerden kıskanılabilirdi en çok, yaptıklarından değil.

Gülümsedi, henüz yazar olamayan sevgili. Görünüş-

te boş boş baktı ama çok şey düşündü iki saniyelik

zaman diliminde. “Acaba, dedi içinden, hak ediyor

musun yazılmayı? Hayatımda geçiciysen yazının

kalıcılığına mı sığınıyorsun? Yoksa sözcüklerime

eklediğimde seni, onlarla bütün olup beni artık pay-

laşmak zorunda kalmayacağını mı sanıyorsun? Belki

de ispat etmemi istiyorsun sevgimi seni yazarak,

önemsediğim, yazmaya değer gördüğüm her şey

gibi. Bir ihtiyaç olabilir mi satırlara dökülmek ya da

gururunun okşanması mı başkası tarafından anlatıl-

mak? Belki de „ben de önemliyim, senin gibi‟ de-

mek, değerli olduğunu düşündüğü herkese.”

Ve daha bir sürü şey. Kaçırdı bakışlarını, bakışla-

rından. Kuş olup uçtu bir yere, bir tavana, bir koltu-

ğa, bir duvara, bir oraya, bir buraya. Öbürü, ona

bakıyordu cümlesinin tesirini görebilmek için. Tesiri

mi? Hayır. “Yazacağım.” cevabını duymak için.

Oysa diğeri, bunun nasıl ağır bir yük olduğunu dü-

şündü. Düşündü, düşündü çıkamadı işin içinden.

Yük, hafiflemedi düşünerek, sanki daha da arttı. “En

iyisi, dedi yine içinden, zamana bırakmalı bu hak

edişliği. Yazmak kolay bir iş değildir, hele de hak

etmeyeni. Bazen onu da yazar insan, sonra pişman

olursa işte o zaman kötü. Bir yazar için en kötüsü

yazdığından pişman olmak, olmalı.” diye düşündü

bu kez henüz yazar olamayan. “Yırtıp atmak iste-

memeli, kendisinden çıkmış olanı. Her yazılan mah-

remidir onun, bir o kadar da yabancısı. Ne kadar

onunsa bir o kadar başkasının.” Bunları düşündü,

yine çıkamadı işin içinden. “Yazsam ne olacak, dedi,

yazmasam ne? O ki şimdi benimlesin, ben-desin, işte

tam şurada gözbebeğimdesin ya da tam şurada başı-

mın üstündesin, muradımsın, var edenden dilediğim-

sin. Sonrası? Sonrasını neylesin insan? Zamanın

sonrasında herkes el, her şey yabancı olmaz mı ki

zaten?”

Yıllarca aynı yastığa baş koyanların, hayatın yo-

ruculuğuna karşı sırt sırta verenlerin gün gelip bir-

birlerinin ruhunu parçaladıklarını görmenin iç karar-

tıcı tecrübesiyle irkildi; çok geçmedi, duruldu. Uzak

diyarlardan gelen, uzak kültürlü, bilmediği bir dilin

sahibi, kara tenli sevgilisine baktı. Onun yorgun

gözlerine dokundu gözleriyle. Yüreğini gözlerine

koydu, onunla okşadı gece karası, hafif dalgalı, çok

sevdiği saçlarını. Sonra ney‟e can veren dudaklarını,

hemcinslerininkine göre küçük, kibar ellerini. O an

ömrüne ömür mü katıldı, eksildi mi zamandan bile-

medi. Ona ne vakit baksa böyle olurdu. İçinde, bir

anne dizinde kızını uyuturdu, bir baba bisikletten

düşen oğlunun kanayan dizlerine üflerdi, bir vapur

koynuna alırdı sabah işe geç kalanları, şair günlerdir

boş kalan mısraı için aradığı sözcüğü bulurdu, yıl-

lardır görmediği kardeşine kavuşurdu bir gurbetçi,

kendisini terk eden sevgilinin geri döndüğünü gö-

rürdü âşık, sular akardı gürül gürül kurak toprağa,

bir peri kızı dolanırdı etrafta şarkı söyleyerek, âlem

huzura gark olurdu, hele de göz eşini bulursa. Eli

değerse saçlarına, bir de dudakları, kimsesiz çocuk

kalmazdı sokaklarda ya da ağlayan bir anne, her

ülkü ulaşırdı zafere, secdede dilenen her dilek olur-

du, her beyaz külfet değil; nur olurdu saçlarda, her

şarkı ayakta alkışlanırdı, daha bir yeşil olur ovalar,

daha bir güzelleşirdi gelinler.

Tuttu ellerinden sevgilisinin. “Tamam.” dedi.

“Tamam, seni yazacağım.”

Page 14: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

13

ġĠĠRE DÜġMAN BĠR ELEġTĠRMEN VE ĠġLEDĠĞĠ ġĠĠR

CĠNAYETLERĠ

Seval Koçoğlu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yüksek Lisans Öğrencisi

Aziz okuyucular;

Yıllardır yaptığı eleştirileriyle pek çok genç şai-

rin şiir vadisindeki yollarını tepeden koca koca kaya-

lar yuvarlayarak tıkayan bir eleştirmen(!) ve onun

bir tahlili bugünkü yazımızın konusudur. Söz konusu

metin, Çağdaş Edebiyat dergisinin 14. sayısında yer

aldı. Hatırlarsanız Çağdaş Edebiyat dergisi ilk sayı-

sında okuyucularına şu vaatte bulunmuştu: “Edebi-

yatın bir sanat dalı olduğu gerçeğini göz ardı etme-

den bilimsel yöntemler uygulanarak geliştirilebile-

ceğini ve bu yolla zamanı aşan kalıcı eserler üretile-

bileceğini saygıdeğer okurlarımıza ispat edeceğiz.”

Bu misyonu neden tekrar etme lüzumu gördüm he-

men izah edeyim. Çağdaş Edebiyat dergisi klasik

eser ortaya koymanın yolunu edebî eserlerin birta-

kım tekniklerle geliştirilme-sinde görüyor ama her

nedense Feridun Gökçe‟nin işin gelişme kısmını

nasıl budadığını görmüyor. Feridun Gökçe yazarken

kalem yerine tırpan kullanır. Bu yüzden onun adeta

kadrolu yazarı olduğu bir derginin gelişme yahut

geliştirme iddiasında olması son derece yersizdir. Ya

da yazıları yazı işleri sorumluları tarafından okun-

muyor. Aslında bu ihtimal bizce akla yatkındır -ki

haksız da sayılmazlar-. Diyeceksiniz ki madem yaz-

dıklarının kendi etrafınca bile bir kıymeti olduğuna

inanmıyorsunuz da neden onun hakkında bir yazı

kaleme alıyorsunuz? Şunu evvelce belirtmeliyim ki

daha önceden yaşanmış son derece tatsız bir hadise-

den sonra (bu hadisenin ne olduğunu daha sonraki

yazılarımda yeri gelince nakledeceğim) onunla ilgili

tek satır yazmak içimden gelmiyordu hatta yemin-

liydim. Fakat yakın bir ahbabımın şiirlerini bastığı

genç bir şairin başına gelenleri duyunca sözümde

duramadım. Geçen hafta şair, bir toplantıda Feridun

Gökçe ile tanıştırılmış. Feridun Gökçe ona kimleri

okuduğunu, kendisini kimlere daha yakın bulduğu-

nu, şiir üzerine neler düşündüğünü, bizim şiir tari-

himiz ile ilgili neler bildiğini sormuş. Genç şairimiz

terbiyeli bir talebe gibi dili döndüğü kadar cevap

vermeye çalışmış. Feridun Gökçe cevaplardan pek

memnun olmamış, sıkıştırdıkça sıkıştırmış çocuğu.

En sonunda genç şairin sinirleri bozulmuş ve ağzına

ne gelirse söylemeye başlamış. Bu duruma şaşıran

Feridun Gökçe çocukcağıza onu imtihan etmek ya

da hor görmek gibi bir niyetinin olmadığını söyle-

miş. Güya bir iyi niyet belirtisi olarak da Çağdaş

Edebiyat‟ta onun bir şiirini değerlendirebileceğinin

sözünü vermiş. Genç şair buna pek sevinmiş. Ta ki

yazı çıkana kadar…

Yayınevi sahibi arkadaşımın anlattıklarından son-

ra şair için üzüldüm. Daha yolun başında böyle in-

safsızlığa uğramasını doğru bulmuyorum. Bu yüz-

den köşemde Feridun Gökçe‟nin değerlendirmesi-

ni/eleştirisini ele alacağım.

Önce biraz kısaca şairden bahsedelim. Timur

Özer edebiyat fakültesi mezunu bir arkadaşımız.

Şiire merakı ortaokul yıllarına dayanıyor. Üretken de

bir şair. Yazdıklarının kalıcı olacağına inanıyorum.

Ünlü edebiyatçıların hayatlarını anlatan bir belgesel

yapmak istiyor, bunun üzerinde çalışıyor.

Şiir anlayışına da kısaca değinecek olursak önce-

likle çağının problemlerini yansıttığını belirtmemiz

gerekecek. İçinde yaşadığı dünyanın giderek bozul-

masına kayıtsız kalamamış. Rahatsızlığını bir şair

duyarlığıyla dile getiriyor.

Feridun Gökçe‟nin, bir kısmını aldığı şiir (Şiirin

tamamına yer vermeden bahis konusu yapmak tam

da ona göre.) “Yüzsüz Umut” adını taşıyor. Yazıdan

bir parça, bakalım:

“…bireysel sanatlar içinde sanatçısını en çok ele

veren şiirdir. Şiiri edebiyattan ayrı bir sanat dalı gibi

göstermeyi aşırı bir gayret olarak yorumlamadan

önce özgünlüğe her sanattan daha çok ihtiyaç duy-

masını hatırlatmak isterim. … Şiirin kendi yolunu

çizen yetişkin tavrına en çok saygı göstermesi gere-

kenler şairlerken, kendi yazdığı şiiri tanımayan, da-

hası yazdıkları kendilerine izah edildiğinde hayrete

düşen şairlerin varlığına da artık gülüp geçilmemeli-

dir. Çünkü mühim bir sanatın çocuk oyuncağı haline

getirilmesi masum bir hata değildir, endişe vericidir.

Şiir, birçoklarınca tanrı ilhamı olarak kabul edilir.

Bu ilhamın değer taşıyan bir sanat eserine dönüştü-

rülmesi de elbette sanatçının/ şairin yeteneği nispe-

tindedir. Sanatçının sanat gayesi varsa kaygısı da

olmalıdır… Bir heykeltıraş heykelini uzun uzun

anlatamaz. İzleyiciye bırakır, eser yaratıcısını terk

etmiştir artık. Eserinin üzerindeki örtüyü kaldırmak

da izleyiciye/okuyucuya düşer. …Timur Özer‟in

şiirinden bir bölüm:

Page 15: Dergi için tıklayınız

14

Hiç olmazsa şu çirkin şehirler için affedilseydik

Işıklar yutuyorken karanlık ruhumuzu

Kapıyı çalan masal kurtlarına ardına kadar açılan

kanatlardan geçip

Bir cinayet planına dâhil olarak yumuk yumuk el-

lerimizle

Masumiyeti oracıkta tepeleyiverdik

Hiç olmazsa şu çirkin şehirler için affedilseydik

Açıkça görüldüğü gibi Timur Gökçe de şiir adına

bir İsa çilesi yüklenmiş. Bu çileye sebep ne olmuştur

ya da şairin bütün insanların yüküne aracılık dene-

melerini nasıl yorumlamak gerekir?

Modern insan türünün kendine kurduğu dev öğü-

tücüler -şehirler-, ruhları un ufak etmiştir. Doğal

şartlarını terk eden insan yaşam olanaklarını geniş-

letmiş, türünün devamını garanti altına almıştır.

Ama kurduğu düzen sadece ayrıcalıklı olana hizmet

etmiş, güçsüz çoğunluğun aristokrat/kilise/burjuva/

iktidar sahibi azınlık tarafından paryalaştırılmasına

sebep olmuştur. Bin yılların paradoksu haline gelen

bu durum aslında sanat için de verimli bir kaynak

şeklini almıştır. Sanatçı kendini tutsaklaştıran, insan

yanını yok sayan olgulardan hem şikâyet eden hem

de bu olgulardan beslenen bir canlıya dönüşmüş-

tür… Günümüz sanatçılarının birçoğunda var olan

geç dönem ergenlik hali sıkıntılarına Timur Gökçe

de rastlıyoruz. Bu uçsuz bucaksız bunalımı emerek

beslenen şairler kendilerini kapattıkları üç artı bir

evlerinde günün birinde kederden değilse bile hava-

sızlıktan öleceklerini öngöremedikleri için bir pence-

re açmayı dahi akıllarına getiremediklerini bu şiirin

geri kalanından öğreniyoruz. Ama şiirden yakala-

yamadığımız ipuçları yüzünden bu yazının şiir yo-

rumundan ziyade şiir polisiyesine dönüşme tehlike-

sine karşı okuyucuya da uyarmak isterim. Yorumla-

mada kolaylık sağlaması için fayda-zarar bilançosu

gibi bir tablo hazırlamak zorunda kaldım. Gerçi pek

eğlendirici olduğunu da söylemeliyim.

Şairin söyledikleri:

Estetik anlayıştan yoksun şehir, ruhun kirlenişi,

yalanın itibar kazanması, cinayet ihbarı, masumi-

yetin kaybı

Şairin sakladıkları:

Tüm şehir halkı sorumlu mudur? Genelden özele

bilgi akışı sağlanacak mı? Cezası var mı? Kurban

kim? Geri kazanma stratejisi belirlendi mi?

Şair çağının İsa‟sı olacağını kolaylıkla kabul ede-

ceği ve bu sayede yükseleceğini varsayıyor olabilir

ama Rönesans‟ın Da Vinci‟si olmayı talep etmek

sanatına daha çok yakışacaktır. … Son olarak şunu

da söylemeliyim: “Çirkin şehir yoktur, çok bina

vardır.”

İşte böylesine alaycı bir tavır tepeden bakmanın

doruğunda yaşayan bir insanın zehri değil de nedir?

Edebiyata yakışmayan, sevgili gençlerimizi sanattan

soğutan bu yıkıcı tutumlar Feridun Gökçe‟nin nere-

deyse her sayıda yaptığı bir idman hâline geldi. Üs-

telik şiirle şairle ilgili eleştiri yapmayıp da insanın

atasından başlayıp Rönesans‟tan çıkması da son

derece tuhaftır. Eleştiri diye bilinen tür şiir ya da şair

hakkında yazılır. E bu esnada da genç sanatçıların

biraz yüreklendirilmesinde ne kötülük var? Her şair

gece gündüz şiir okumalı mı? Ne zaman vakit bulup

da yazacak peki? Bunlar Gerçeklikten son derece

uzak. Bir de şehirlere, yapılara saplantılı bir yakla-

şımının olduğunu diğer yazılarından da biliyoruz

Feridun Gökçe‟nin. Bunda acaba kendisinin pek de

başarılı bir mimar olamamasının bilmem payı var

mı?

Umarım bu yazımız kendisi için bir ihtar yerine

geçer ve artık genç arkadaşlarımıza daha hassasiyet-

le yaklaşmaya çalışır. (Salim Tezer)

Çağdaş Edebiyat Dergisi 15. sayı 39. sayfadan:

(Feridun Gökçe‟nin “Estetik ve İdeal” adlı köşesin-

den)

İşlerimin (özellikle de mimarlık fakültesindeki

derslerimin) yoğunluğundan bu ayki yazımı kısa

notlar halinde yazıyorum. İlgililere/cevap bekleyen-

lere ulaşacağını tahmin ediyorum.

-Şiir eleştirisi boşuna bir uğraştır, yorumlama

esastır.

-Edebi dergiler cami avlusu değildir, lütfen baka-

bileceğiniz kadar şairiniz olsun.

-Estetik tüm sanatların birincil amacıdır. Her sa-

natçı bilmekle sorumludur, isyan sonra gelir.

-Değerlendirme yazıları ölçüsüz övgüyle değil

nesnel bir yaklaşımla yapılır.

-Şiiri hâlâ kafiyeli slogan yığını sanmak son de-

rece demode bir anlayıştır.

-Edebiyat bölümü öğrencileri çok (gerçekten çok

ama) okuyup az yazmayı, ünlü yazar ve şairlerin

hayatlarından belgesel yapmayı orijinal bir fikir

saymamayı bir erdem olarak kabul etmelidirler.

-Edebiyatın bir ilişkiler yumağı halindeki seyri

artık azamî derecede sıkıcıdır.

-Değerlendirmelerdeki tavrım taraflı değil-

dir.(Fakat eksik olabileceği hakkını saklı tutarım.)

-İyi bir şiiri öldürmeye kimse kıyamaz ama bazen

şairler şiiri intihar için teşvik ederler.

-Uzun ve babacan cümleleriyle meşhur yazarlar

bana Servet-i Fünûn‟daki İtalyan edebiyatı göçmeni

terza rimayı hatırlatır. Yani, yazılmasına yazıldı ama

ne gerek vardı?

Page 16: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

15

AġKIM DAĞLARDA YAġAR

İsmail Aykanat Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yüksek Lisans Öğrencisi

aşkım şehirde bilinir

dağlarda yaşar

onun evi kuşlardır

ellerimden girilir aşkıma

oysa alışkanlık töresinde kapalı eylüllere

tut ki sevdin beni

eskimez sevdalar üzre dokudun geçmişimi

okudun ezber ettin hayy ile huy arasında

kararan gözlerimi

aşkım şehirde bilinir

dağlarda yaşar

nice bin yıl özenle sakladım seni

sevda çiçeğim

beni nisan bilsin yağmurlar

sana hazırladım

umarsız aşkların en güzelini

ölümler büyüttün gülüşlerinde

senden sonra benim adım aşk olsun

sürme gözlüm

vatanımsın sen benim

ben gurbetinim senin sılamda bile

tahammül şiiriyim söz yokuşunda

neden yokluğun durur penceremde

neden ölüm ülkesisin kasidemizde

biz ki sessiz bir şelaleyiz kitaplarda

ve kitaplar gizli bir sessizliktir

yalnızlık ve sevda tılsımıdır ayrılıklarda

aşkım şehirde bilinir

dağlarda yaşar

onun evi kuşlardır

yemiş yüklü dallardır

benimse gözlerimde semenderler gezinir

Page 17: Dergi için tıklayınız

16

KÖYÜN DELĠSĠ

Ali Osman Özcan Türkçe Öğretmenliği

Mütemadiyen içilen sigaraların sararttığı beyaz

duvarlar, tahta iskemleden oluşan mütevazı köy

kahvesinde bugün de diğer günlerden farklı değildi.

Köşede yaşlılığın etkisiyle bazen uyuyup bazen uya-

nan Ahmet amcanın dahi uyuyup uyanma vakitleri

arasında bir değişiklik olmamıştı. Pir-i fâni dedelerin

yavaş yavaş kahveye geldiği sıralarda genç olanlar

her zamanki gibi çapalarını biraz kuru soğan, katık

ve yufka ekmekten oluşan çıkınlarını sırtlarına at-

mış, tarlaya doğru yol almaktaydılar.

Geçtiği her duraktan izler taşıdığı hissini uyandı-

ran -üzerindeki bir karış tozla- köy otobüsü, toprak

yolda arkasını toza toprağa bulayarak tarlaya git-

mekte olan gençlerin yanından geçti ve köy meyda-

nında durdu. Yanından geçtikleri kızın yanakların-

dan fışkıran pembemsi ışıkla adeta kendinden geç-

miş bulunan yeni muallim, pos bıyıklı şoförün sesiy-

le daldığı hayallerden uyanıverdi.

Son durak hemşerim…

Ufak bavulunu alarak köy kahvesine doğru iler-

leyen muallim, o sırada üstü başı dağınık fakat elin-

de birçok kitapla dağ tarafına doğru ilerleyen adamı

gördüğünde bu manzaraya pek anlam veremedi.

Adamın söylediklerine kulak veren muallimin hay-

retten ağzı açık kalıverdi.

***

Muallimin köy kahvesine girdiği anda açık olan

camdan dolayı cereyan eden kapı sert bir şekilde

kapanıverdi. Bir anda tüm gözlerin kendisine çevril-

diği muallim, şaşkınlığın etkisiyle kısık bir sesle

selam vererek bulduğu ilk iskemleye oturuverdi.

Hızla çarpan kapının etkisiyle uyanan Ahmet amca

uykusuna tekrar döndüğünde kahvede her şey yine

eski sıradanlığına dönüvermişti. Çaylar içiliyor,

kâğıtlar ve taşlar daha istekli bir şekilde masalara

vurulmaya devam ediyordu. Bu arada muallim hâlâ

gördüğü kızın etkisinden kurtulamamış, efsunlara

dalıvermişti. Şehrin o göz alıcı dünyası içinde göre-

meyeceği kadar masum olan kızı düşündükçe duda-

ğının köşesinde hafiften gülümsemeler oluşmaktay-

dı.

Sade yeleği ve sekiz köşe kasketiyle kendisine

doğru gelen kahveci, elindeki çayı masaya bıraktık-

tan sonra sorgulayıcı bir ses tonuyla:

“Hoş gelmişsin. Buraların yabancı-sısın galiba.”

dedi.

Biraz doğrulup ceketini ilikledikten sonra seve-

cen bir ses tonuyla konuşmaya başlayan muallim;

isminin Furkan olduğunu, Ankara‟da fakülte oku-

duktan sonra tayininin buraya çıktığını söyleyiver-

di. Muallim olarak gittiği yerde bilgiden mahrum

kalmış insanlar tarafından iyi bir şekilde karşılana-

cağını düşünen muallim, kahvecinin muallim oldu-

ğunu öğrendikten sonra değişen yüz ifadesine baka-

rak burada işlerin istediği gibi gitmeyeceğini anlayı-

verdi. Bu arada dışarıda gördüğü o adam hâlâ mual-

limin aklındaydı.

Kahvecinin çırağı önde muallim arkada lojmanın

yolunu tuttukları zaman güneş bir anne şefkati gibi

son ışıklarını saçmaktaydı. Senelerdir pek de kulla-

nılmadığı göze çarpan lojmana yerleşen muallim,

yol yorgunluğundan dolayı üzerindeki elbiseleri dahi

çıkarmadan kendisini yatağa bırakıverdi. Şimdi zih-

nini gördüğü o güzel kız ve saçı başı dağınık adam

meşgul etmekteydi. Bir de ilk etapta çok da önem

vermediği kahvecinin sözleri…

Duvardaki örümcek ağlarına bakarken muallimin

dudaklarından saçı başı dağınık adamın -kahveci

çırağından öğrendiğine göre köyün delisinin- oku-

duğu mısralar dilinden dökülüverdi.

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!

Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!…

Daha sonrasında kahvecinin sözlerini düşündü

muallim.

Bana bak muallim! Burada insanların senin oku-

duğun şehir yerindeki gibi gününü gün edip hayatın

tadını çıkaracak kadar ne vakti ne de parası vardır.

Burada gördüğün her insanın evinde en az on boğaz

var. Şimdi bu yaşlı başlı adamlar çıkıp çalışsın da

bebeler mektepte a, be, ce ile mi vakit harcasınlar?

Tarlada, bağda, bahçede çalışacaklar ki karınları

doysun. Mektep karın doyurur mu sana soruyorum

muallim, söyle!

Bu ne tezattı ya Rabbim! Bir yanda okulu, bilgiyi

önemsemeyen insanlar, bir yandan da deli diye tabir

edilen adamın dilinden dökülen mısralar…

Ertesi gün erkenden uyanan muallim, okullar

açılmadan eksikleri tamamlamak için okulu dolaş-

Page 18: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

17

maya başladı. Neler hayal etmişti fakat şuan karşı-

sında derme çatma bir bina bulunmaktaydı. Olsun,

biliyordu ki gerçekler hayaller kadar güzel olamı-

yordu. Köyün girişindeki kız müstesna…

Okulu dolaşıp yapılacaklar listesini çıkardıktan

sonra muallim lojmana döndü. Lojmanın önünde

elinde kahvaltı tepsisiyle bekleyen nur yüzlü ton ton

nineyle karşılaşan muallim, yapılan bu ikram karşı-

sında çok mutlu oldu. Ton ton ninenin ellerini öp-

meye çalıştı. Fakat nine elini öptürmedi. Yanlış bir

şey yapmaktan korkan muallimin hâlini gören yaşlı

nine, şefkat yüklü bir ses tonuyla:

-Asıl elleri öpülesi sizlersiniz. Karanlığı aydınlı-

ğa kavuşturacak, ruhlara sinmiş olan cahillik kalıntı-

larını süpürecek muallimler. Ben okuma yazma bil-

mem oğlum fakat bildiğim bir şey vardır. Okuyacak-

sın. Din de ilk olarak böyle emretmemiş miydi?

Tarlada tapanda çalışmak nereye kadar oğlum? Zih-

ni çalıştırmadıktan sonra beden nereye kadar daya-

nır? Bakma sen insanların evdeki boğazları kim

doyuracak demesine. Ben bilirim ki dağda bir ceylan

doğsa, ovada onun için ot biter. Yaratan elbet rızkını

da verecektir. Sen çalış ve ne olur senden öncekiler

gibi hemen pes etme. Şüphesiz ki peygamber de

taşlanmış, horlanmış ve hakir görülmüştü. Ancak

sabredenler muzaffer olacaktır. Rabbim yardımcın

olsun.

Günler hızlı bir şekilde geçmekteydi. Köye geleli

bir ayı geçen muallim, köyde her şeyin aynı dura-

ğanlıkta geçmesine şaşırıp kalmaktaydı. Oysa şehir

böyle miydi?

***

Her gün aynı saatte dağa doğru giden köyün deli-

si bu sefer takip edildiğini fark etmişti. Adımlarını

sıklaştıran köyün delisi her zaman gittiği ağacın

dibine oturuverdi. Delinin hızına yetişmekte zorluk

çeken muallim nefes nefese dağa tırmandığında göz-

lerine inanmakta zorluk çekti. Koca ova, uçsuz bu-

caksız bir şekilde ayaklarının altına serilivermişti.

İleride ufukla birleşen çarşaf gibi denizin, pamuk ve

tütün tarlalarının oluşturduğu renk cümbüşü karşı-

sında kendisinden geçen muallim, bir an için oraya

neden çıktığını unutuvermişti. Kendine geldiğinde

ağacın altında kitap okuyan deliye doğru yaklaştı ve

yanına oturuverdi. Köyün delisi hep dışlanmış ve

hep ezilmiş olduğundan artık kendini insanlardan

uzak tutuyordu. Yine aynı şeyi yapmayı denedi fakat

bu sefer kendisine bir el uzatılmış ve merhaba ben

Furkan diyordu. Başta tereddüt eden deli daha fazla

dayanamayarak:

-Bilal, Deli Bilal deyiverdi.

Hâl hatır soran muallim, Bilal‟in hiç de denildiği

gibi deli olmadığına kanaat getirdi. Bilal‟e dönerek:

-Sana neden deli diyorlar Bilal? Ben senin deli

olmadığını düşünüyorum, dedi.

-Evet deliyim. Sen de delisin muallim. Başkala-

rından farklı olana deli denmez mi? Bilip öğrenme

duygusu beni o kadar meşgul ediyor ki saatlerce

kitap okuyor ve öğreniyorum. İşte bu yüzden deli-

yim. Geldiğin günden beri izliyorum seni. Sen de

gece gündüz okuyor, yazıyor ve çiziyorsun. Merak

etme muallim, yakında sana da deli diyecekler. Ve

şunu asla unutma muallim, öğrendiğim her şeyi ken-

disine borçlu olduğum babam, her zaman “Eğer

yaptığın bir işte sana deli demiyorlarsa o işi hakkıyla

yapmıyorsun demektir.” derdi. O yüzden aldırmıyo-

rum.

Duydukları karşısında memnun olan muallimin

gözleri, Bilal‟in yanında duran çuvala takılıverdi.

Bunu gören Bilal, kitap dolu çuvalı yavaş yavaş

boşaltmaya başladı.

Necip Fazıl‟dan Ahmet Hamdi‟ye kadar her türlü

kitap mevcuttu. Muallimin dudaklarında hafif bir

tebessümle “Kim deli kim akıllı” sözleri dökülüver-

di.

Artık muallim ve Bilal sıkı dost olmuşlardı. Oku-

lun tamirini birlikte yapıyor, sonrasında da dağa

çıkarak saatlerce kitap okuyorlardı. Okuyor ve mü-

zakere ediyorlardı. Ve tabiî muallime de damga vu-

rulmuştu. Artık o da Deli Muallim idi.

Bir küheylan gibi çatlarcasına koşan zaman, su

gibi geçmiş ve okul dönemi gelmişti. Gelmişti gel-

mesine ama okula tek bir öğrenci dahi gelmemişti.

İlk hafta böylece geçti.

Okul zamanı dışında dağda kitap okumaya de-

vam eden iki deli, Beyaz Zambaklar Ülkesinde kita-

bını okumaya başladıklarında akıllarında bir ışık

yanıvermişti. Bir millet okumalı, bilinçlenmeli ve

herkes yaptığı iş ile ülkesinin kalkınmasına destek

olmalıydı. Tıpkı orada anlatıldığı gibi ayakkabıcı-

sından yumurtacısına kadar herkes, ülkesinin kal-

kınmasında rol oynamalıydı. Ve eğer onlar okula

gelmiyorsa, okul onlara gitmeliydi. Hemen çalışma-

lara başlayan muallime Bilal de yardım etmekteydi.

Tarla tarla, bağ bağ dolaşılıyor. Bulunulan her fırsat

değerlendiriliyordu. Bir yemek arası hatta su molası

dahi değerlendirilip bir şeyler anlatılıyordu. İlk etap-

ta herkes okuma ve yazma öğrenmişti. Öğretme

azmiyle yanan bu iki deli bununla yetinmeyip daha

farklı işlere girişmeye başladılar. Sıra büyüklerdey-

di. Artık ev ev dolaşılıyor, nerede bir kalabalık görü-

lürse hemen orada olunuyordu. İnsanlara okuma

yazma öğretiliyor, kendi yaptıkları işlerde nasıl çalı-

Page 19: Dergi için tıklayınız

18

şırlarsa ülkelerinin kalkınmasına katkıları olacağı

anlatılıyordu. Ve bu işi öyle içten yapıyorlardı ki en

katı gönüller dahi teslim olmaktan kaçamamıştı.

Artık herkes okula gelmeye başlıyor, şehirden dergi,

gazete, kitap sipariş ediliyordu. Bunlar tıpkı kitapta

anlatıldığı gibi insanların kazandıklarının bir kısmını

vermeleriyle alınıyordu.

Köy okuyor ve öğreniyordu. Artık yedisinden

yetmişine herkes elinde kitapla dolaşıyor. Buldukları

her fırsatta okuduklarını başkalarına aktarıyorlardı.

Köyde sadece ilkokul olduğundan il ve ilçelere

öğrenciler gönderiliyor, arkalarından mutluluk göz-

yaşları dökülüyordu.

Tüm bu olanlar karşısında muallimin aklına Bi-

lal‟i ilk gördüğü gün ve o mısralar geldi:

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!

Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!

GÖNLÜMCE

Mustafa İlker Kara Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi

Kavuşmuş olsaydık sevda limanında

Bil ki bu şiirler,

Yüzemezdi denizinde.

Bin bir çeşit aşk güvercinleri,

Uçamazdı gökyüzünde.

Gözlerimiz aşkın ebedi

Mahkûmu olsaydı,

Mahpushaneler özgürlüğün,

Başkenti olurdu.

Aşkın ihtilal metinleri,

Oralarda okunurdu.

Ellerimiz uzansaydı birbirine

Umutlar taze bir papatya gibi

Sevgi damıtırdı yeryüzünden,

Güller muhabbet içerdi,

Bülbül sesinden.

Ve biz yan yana olabilseydik,

Akmazdı mürekkebin

Gönlünden şiirler

Güneşi doğurmak için

Can atmazdı gece

Sen Leyla olamazdın,

Değiştirebilseydim gönlümce.

Page 20: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

19

HUZUREVĠNDE BAYRAM

Mustafa Öztürk Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Ramazan ayının feyz ve bereketinden nasibimizi

almak için hep bir arada yaşardık. Dostluğumuz

daha çok kuvvetlensin, yalnız kalmayalım diye…

Hepimiz ayrı ayrı şehirlerden gelerek bir çatı altında

toplanırdık. Aradaki mesafeler, yolların uzunluğu bir

araya gelmemize engel değildi. Çünkü birbirini se-

ven, sayan, birbirine gönülden bağlı dört gençtik.

Böyle olmamız, büyüklerimize saygıyı, küçükleri-

mize sevgiyi kendiliğinden oluşturuyordu. Bir araya

sadece Ramazan ayında geleceğiz diye, okulumuzun

mezuniyet töreninde sözleşmiştik. Dördümüz de

öğretmen olmak istiyorduk. Mezun olmamızın ar-

dından dördümüz de öğretmen olarak atanmıştık.

Arkadaşlarımın üçü de başka başka şehirlere tayin

edilmişlerdi. Her sene kucak dolusu sevgiyle bulu-

şurduk ve evimize doğru yüzlerimizdeki gülümse-

menin verdiği mutlulukla yürürdük.

Güle oynaya yine bir Ramazan ayını daha bir

arada geçirerek bayrama erişmiştik. Her sene bay-

ram namazından sonra pastaneden börekler, poğaça-

lar alırdık ve huzurevinin yolunu tutardık. Kahvaltı-

mızı sevgiye, şefkate muhtaç insanlar arasında yap-

mak, eşsiz bir mutluluk, bayramın asıl neden oldu-

ğunu bilmemizi sağlayan göstergelerden biriydi.

Elimizden geldiği kadarıyla yaşlı ninelerimizin,

dedelerimizin ve babaların, annelerin yalnızlık hüz-

nünü dindirmeye çalışırdık. Belki onların asıl evlat-

larının, torunlarının yerlerini tutamazdık, ama yal-

nızlıklarına, özlemlerine bir nebze de olsa ilaç olabi-

lirdik.

Bu insanlar arasında tek bir kişi aşırı derecede

dikkatimi çekmişti. Emekli öğretmen İhsan amca,

mesleğinin ilk yıllarında ailesini bir trafik kazasında

kaybetmiş. Sürekli onların yasını tutar gibi görüntü-

sü vardı. Mahzun gözlerle bana bakıp “şimdi yaşa-

saydı senin yaşlarında olacaktı, oğlum”, dedi. Gözle-

rinden iki damla yaş süzüldü, başka hiçbir şey diye-

medi. Ben ise önündeki sandalyede başımı omzuna

dayamış oturuyordum. Bir müddet ikimizin de ağzı-

nı bıçak açmadı, sadece İhsan amcanın gözyaşı dam-

laları bende çok ciddi tesir uyandırıyor, kendimi

suçlu hissediyordum. Sanki görünüşümle İhsan am-

canın yaralarını acıtmıştım. O, kendisine karşı duru-

şumu sezmiş olacak ki hemen konuştu, “Her bayram

sabahı bende çok aşırı derecede hüzün hâsıl olur”,

dedi. Bu hüzün, sadece onun için değildi, kim olsa

onun gibi olurdu. Bir an kendimi onun yerine koyup

düşündüm. Onu bir baba yerine sayarak dedim ki,

“Size hak veriyor ve çok üzülüyorum”. “Üzülme

evladım kader böyleymiş!”, dedi ve kendini biraz

olsun toparladı.

Diğer üç arkadaşım, bütün herkesin bayramını

kutlamış, herkesle sohbet etmişti. Yalnız ben İhsan

amcadan ayrılamamıştım. Sanki onda beni çeken

başka bir şey vardı. Onun durumuna acımış, üzül-

müştüm. Onun huzurevi arkadaşları da kendi yalnız-

lığına üzülüyordu, fakat İhsan amca onlardan daha

fazla üzülüyor, mahzun görünüyordu. Üç arkadaşım

ve ben yüzlerdeki üzüntüyü bir nebze de olsa dindi-

rebilmiştik. Fakat onların kalplerindeki üzüntü din-

miş miydi? Bunu elbette bilemezdik, fakat onların

yüzündeki gülümseme bana ve arkadaşlarıma bay-

ramı yaşatırdı. Zaten bayram başka neyi ifade edi-

yordu ki?

Büyüklerimizle birlikte olmak, ziyadesiyle mutlu

ederdi bizleri. Onların yanındayken zamanın nasıl

geçtiğini bilmezdik. Her bayram olduğu gibi sabah-

tan öğleye kadar o sevgiye muhtaç insanların yanın-

da dururduk.

Bu sene, yine öğleye kadar durmuştuk, zaten saa-

te hiç önem vermez, minarelerdeki ezan seslerine

göre hareket ederdik. Sabahtan gittiğimize göre üze-

rine mutlaka bir ezan okunması lazım gelmekteydi.

Ziyaretlerimizi hep önemser, zamanın uzunluğuna,

kısalığına hiç bakmazdık. Huzurevine ayırdığımız

zamanın da artık sonuna yaklaşmış olduğumuzun

farkına ezanların okunmasıyla varmıştık. Hep bir

ağızda “Allah‟a emanet olun.” dememizle yüzlerde-

ki gülümseme birden yerini hüzne bırakmıştı.

Ayrılıyor oluşumuza İhsan amca daha çok üzül-

müştü. Beni çok ama çok sevmişti; gözlerindeki

yaşlar bu sevginin açıkça tezahürü gibiydi. Benden

hiç ayrılmak istemiyordu. Tıpkı beni oğlu gibi sev-

mişti. Hüzün seliyle huzurevinin merdivenlerinden

inmiştik. İhsan amca huzurevinin büyük pencerele-

rinin arkasından bize bakakalmıştı. Bize diyorum,

aslında bana bakakalmıştı. Bayramın ikinci günü

oturduğum yerde sürekli İhsan amcayı düşünmüş-

tüm. Onun yanına duyduğum büyük özlemle bir

daha gitmek istemiştim. Nitekim isteğimin verdiği

büyük kuvvetle kendimi huzurevinin kapısının

önünde bulmuştum. Huzurevi karanlıklara, sessizlik-

lere bürünmüştü; ne bir konuşma, ne bir bağırış ne

Page 21: Dergi için tıklayınız

20

de bir tek kişinin yüzünde gülümseme vardı. Daha

dün gene buradaydım, buradaki insanlar, hayatların-

daki yalnızlığa, sevgisizliğe rağmen yine de biraz

olsun yüzlerinde gülümseme olan insanlardı.

Huzurevinden sorumlu olan bakıcı kadınlar be-

nim yüzümdeki ifadeyi hemen fark ederek söyledi-

ler: “Siz dün gelmiştiniz, hani yaşlı amcayla çok

alakadar olmuştunuz, tekrar onu ziyarete gelmiş

olmalısınız”, dediler ve hep birlikte seslerini çıkara-

rak ağlamaya başladılar. İşte ben o zaman İhsan

amcanın ahirete intikal ettiğini anlamıştım. Ve sebe-

bini öğrenmek istemiştim. Etrafa bağırıp çağırmış-

tım. Hep bir ağızdan “Sebebi sizsiniz, sizden ayrıl-

masına kalbi dayanmadı”, dediler. Dün akşam na-

mazından sonra yatağında benim adımı sayıklayarak

fenalaşmış. “Ahmet, evladım beni neden bıraktın?

Ben seni çok sevmiştim” demiş ve kalbi bana olan

isteğe daha fazla dayanamamış, hayata gözlerini

kapamış.

Ayaklarımın yürüdüğünü hissetmeyerek arkadaş-

larımın yanına gelmiştim. Çok üzgündüm, sürekli

ağlamak, feryat figan etmek istiyordum. Arkadaşla-

rım hâlimden, tavrımdan çok kötü bir şey olduğunu

anlamışlardı. Onlar sormadan İhsan amcanın öldü-

ğünü söylemiştim. Hepsi de çok üzülmüştü. Buna

rağmen üçü de beni sakinleştirmeye çalışmıştı. Kar-

deşlerim, bizim vermiş olduğumuz buluşma, ziyaret

sözü İhsan amcamızı öldürdü. Keşke yıllar önce

böyle bir buluşma sözü vermiş olmasaydık. Nereden

bilebilirdik bizlere bu kadar bağlanılacağını, bizlerin

sevgisinin can alacağını…

Bu bayram hepimizin hayatta yaşadığı en hüzün-

lü bayram olmuştu. Bu seneden itibaren artık arka-

daşlarla hiç bir araya gelmemiştik. Halen birbirimize

gönülden bağlı insanlar olduğumuzu birbirimize

gönderdiğimiz mektuplardan anlardık. Nereden bile-

bilirdik ki bayramın yas, hüzün getirip bizi ayıraca-

ğını…

ÖZ-BEN

Tuğba Yavuz Hukuk Fakültesi

Herkesi beynimde taşımak

Bir tümör olarak.

Herkese yer açmak beynimde

Kendimden çalarak.

İşte bu!

Bu, pencereme konan kuşları kaçırıyor.

Dua ederken rezil olmaktan korkmuyorum,

Zincirli benliğime iyimser bir resim çiziyorum

Özümden çalarak

Boyadan, sanattan ve renkten çalarak.

Gökyüzünü ve insanları avcumdan kaçırınca

Salon edebiyatından müteessir bir şair oluyorum.

Evet, evet korkmuyorum zincirlerimden

Nazar boncuklu çocuklar yetiştiriyorum içimde

Boyunlarına muskalar takıyorum

Şehrin sarısını yüzlerine sürüp

Sokaklara salıyorum

Çünkü biz sarı bir isyan çıkartacağız

Gökyüzünü yama yapacağız devletin köklerine

Ve annem bize dua edecek.

Page 22: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

21

YARDIM ÇIĞLIKLARI

Büşra Koç Türk Dili Edebiyatı Bölümü

Dört insan, dört hikâye ve dört büyük haber...

Büşra, elindeki kahvesini yudumlarken bir yandan

da heyecanla konuşan arkadaşını dinliyordu. Ama

gerçekten dinlemiyordu sadece dinliyor görünümü

verip kafasında kurduğu düşüncelerle boğuşuyordu.

Büşra, yirmili yaşların başında iletişim fakültesinde

okuyan hırslı bir kızdı. Bir haftadır kafasındaki dü-

şünceler yüzünden gözüne uyku girmemişti. Çünkü

üniversitelerinde bulunan hoca onlara büyük bir

ödev vermişti. Bu ödevle birlikte üniversitede daha

fazla ilerleme şansına sahip olacaktı. Tabiî ilk önce

bu ödevi layıkıyla yerine getirmesi lazımdı. Ödevleri

dikkat çekici, insanların ilgisini çekebilecek bir ha-

ber olacaktı. Arkadaşının onu dinlemediğini fark

eden genç kız sinirle kaşlarını çattı.

“Büşra, sen beni dinlemiyorsun, ben de beni din-

liyor diye sana neler anlatıyorum.”

“Kusura bakma Melis ama aklım hâlâ yapamadı-

ğım ve sunulmasına iki gün kalan ödevimde.”

Melis, karşısındaki televizyona bakarken gözleri

heyecanla irileşti.

“İşte bu! Galiba senin işine yarayacak bir şeyler

buldum.”

Büşra merakla gözlerini televizyona dikti ve he-

yecanla haberi dinlemeye başladı.

“Mültecilerin sayısı gün geçtikçe artmaya devam

ediyor. Canını kurtarmaya çalışan insanların güven-

dikleri tek liman Türkiye oluyor.”

Büşra, aklına gelen fikirle gülümsedi. İşte sonun-

da yapacağı haberi bulmuştu. Mülteciler, onun üni-

versitedeki yükselme-sinde gizli anahtardı. Ve o bu

gizli anahtarı çok güzel bir şekilde kullanacaktı.

Aradan geçen iki gün boyunca sınırda bulunan

mülteciler hakkında yoğun araştırmalar yaptı. Bu

sefer Suriye'den gelenler hakkında haber yapmak

istemiyordu. Çünkü onların hakkında yeteri kadar

haber yapılmıştı. Genç kız haberini Filistin'den göç

eden insanlar hakkında yapıp hocadan artı puan ka-

zanacaktı. Elinde bulunan kâğıtlara son kez baktı.

Bu kâğıtta bulunan isimler sayesinde olacaktı her

şey. Meryem, Betül, Fatma ve Rabia...

Gülümseyerek kapattı telefonu. Dört kadın ile tek

tek telefon görüşmesi yapmış, onları İstanbul'da

buluşmaya ikna etmişti. İşin içine yalan da katsa

mutluydu. Hem küçücük yalandan ne olurdu ki?

Onlara yaptığı haberi bütün dünyaya duyuracağını

ve herkesin dikkatini çekeceğini söylemişti. Alt tara-

fı küçük bir yalandı. Omzunu umursamaz bir şekilde

silktikten sonra yaptığı işe geri döndü.

Sonunda beklenen gün gelmişti. Büyük buluşma-

ya sayılı dakikalar kalmıştı. Dört kadın içlerindeki

sevinci adeta yüzlerine yansıtmış, heyecanla onların

bu kadar sevinmesine sebep olan kişiyi bekliyorlar-

dı. Gelen kişiyi gördüklerinde hepsi heyecanla ayağa

kalktı. Büşra, yanındaki kameranla buluşacakları

yere geldiğinde ayağa kalkan dört kadını görünce

güler yüzle onlara doğru yürüdü. Hepsiyle tokalaş-

maya hazırlanırken kadınların ona sıkıca sarılmasıy-

la şaşkınlığı gizleyemedi. Oysa kadınlar ona kurtarı-

cı gözüyle bakmış ve ona sıkıca sarılmışlardı. Genç

kız şaşkınlığını bir kenara atıp ona ayrılan yere otur-

du. Kadınların beklentili bakışlarından rahatsız olsa

da konuşmasına devam etti.

“Hepiniz hoş geldiniz. Beni kırmayıp geldiğiniz

için teşekkür ederim. Şimdi hepinizin bana tek tek

hayat hikâyenizi anlatmanızı istiyorum.”

“Bu haber ile sesimizi duyurabilecek miyiz?”

Büşra gelen soru karşısında heyecanla yutkundu.

“Tabiî zaten bu haberi herkesin duyması için ya-

pıyoruz. Hadi anlatmaya başlayın.”

Anlatmaya başlayan ilk kişi Meryem oldu.

Gökyüzündeki güneş her şeye inat gülümsüyor

izlenimi veriyordu. Buranın yakıcı havasına alışan

insanlar işe gitmek için son hazırlıklarını tamamlı-

yordu. Sanki sıradan güne hazırlanır gibi onların

hazırlanmasına yardımcı olan eşleriyle sohbet edi-

yorlardı. Meryem de kocasını hazırlayan kadınlardan

biriydi. Tek gözlü bir evde inşaat işçisi olan kocası

Muhammed ile bir yandan sohbet ediyor bir yandan

da hazırlanmasına yardımcı oluyordu. Elindeki erza-

kı kocasına uzatıp gülümsedi. Bu gülümseme o ka-

dar sahteydi ki... İçi kan ağlayan kadın güçlü oldu-

ğunu göstermek için yüzüne bu sahte gülümsemeyi

yapıştırmıştı. Sadece Meryem değil tüm kadınlar bu

sahte gülümsemeyi yapıyordu. Muhammed, karısı-

nın sahte gülüşüne üzgün bir tebessümle cevap ver-

di. Galiba o karısı kadar güçlü değildi. Tüm olanlara

karşı güçlü duramıyor, iyice zayıf insana dönüşü-

yordu. Hatta bazen yaşının verdiği olgunluktan ve

Page 23: Dergi için tıklayınız

22

erkekliğinden utanmayıp hıçkıra hıçkıra ağlamak

istiyordu. Ama bu davranışı karısının yanında yapa-

mazdı. Bunu yaparsa karısını daha fazla incitirdi.

Meryem‟e son kez baktıktan sonra rutubet kokan

evinden çıktı. Meryem, kocası çıktıktan sonra uzun

süre kapıya baktı ve acı acı gülümsedi. Daha fazla

tutamadığı gözyaşlarını serbest bıraktı. Kocası git-

mişti artık acısını rahat rahat yaşayabilirdi. Bu zalim

toprak ondan ne kadar çok şey almıştı? Zaten her

şeyin sorumlusu yaşamlarını sürdükleri toprak değil

miydi? Buram buram insan kanıyla besleniyordu bu

zalim toprak. Meryem, duyulan her saladan sonra

nefes alamıyor, ağlama krizlerine giriyordu. Diğer

insanlar her gün duyulan salalara alışmıştı. Ama

Meryem bu konuda diğerleri gibi değildi. Mer-

yem‟in alışamamasının sebebi belki de acısının taze

olmasıydı. Yorgun adımlarla banyoya doğru ilerledi.

Korkak gözlerini aynayla buluşturdu. Koyu kahve-

rengi saçları bakımsızlıktan dağılmış, açık kahve-

rengi gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Hayat ona en

kötü acıyı yaşatmıştı. Gözlerden sakındığı oğlunu

feci bir şekilde kaybetmişti. Oysa oğlu o gün ne

kadarda mutluydu. Babası ona yepyeni ayakkabılar

almış, o da çocukluk heyecanıyla kendini yeni ayak-

kabılarıyla dışarı atmıştı. Evlerinin bahçesinde bul-

duğu el bombasını oyuncak sanarak kendi feci sonu-

nu hazırlamıştı. Meryem o zaman anlamıştı. İnsanla-

rın vicdanını yavaş yavaş kaybetmesini… Mer-

yem‟in yapacağı tek şey Allah‟tan yardım dilemekti.

Ve biliyordu ki Allah masumun duasını cevapsız

bırakmazdı.

Betül, güne tatlı bir telaşla başladı. Bugün sevdi-

ği adam Ahmet ile nişanlanıyordu. Bugün heyecan-

dan yaptığı sakarlıkları saymazsak neredeyse her şey

tam sayılırdı. Tek eksik Ahmet ve ailesinin daha

gelmemesiydi. Son kez aynada kendine baktı. Mut-

luydu. Hem de oldukça fazla… O kadar yıl bekle-

mesine değmişti. Çok beklemişti ama imkânsız de-

diği gün umutlarının tükenip bittiği anda ona hediye

olarak gönderilmişti. Kapının çaldığını duyunca

heyecanla kapıya doğru koştu. Kapıyı açmasıyla

gülen yüzü ciddi bir hâl aldı. Ahmet eli yüzü kanlar

içinde karşısında duruyordu. Korkuyla attı kalbi.

Gözleriyle etrafı taradı. Babası neredeydi? Ahmet

neden bu hâldeydi? Genç adam, söze nasıl başlaya-

cağını bilemedi. Nasıl söylenirdi ki bu? İçinden de-

rin nefes aldı ve zorlukla konuştu.

“Betül, baban…”

Genç kız, kulaklarını elleriyle kapattı. Dizlerinin

bağının çözüldüğünü hissetti. Usulca kendini en

yakınındaki sandalyeye bıraktı. Gözlerini boş bir

noktaya kilitledi. Ve içini titreten o soruyu sordu.

Babası gerçekten ölmüş olabilir miydi? Etraftaki

hareketler ağır çekimde ilerliyordu. Genç kıza doğru

gelen insanlar, acıyan gözler… İyice kendine sokul-

du. Hayır! Gerçek olamazdı bu. Etrafında çoğalan

insanlar gerçekliğini daha da yüzüne vuruyordu san-

ki. Kendini kapatmayı seçti. Başını iki eli arasına

alıp çıldırmışçasına bir ileri bir geri gitmeye başladı.

İyice kapattı kendini gerçekliğe. Anılarında bir yerde

babasına rastladı işte o an. Düştüğünde elini tutan,

hatalarında kıyamayıp ona sarılan, annesinden sığın-

dığı liman. Gitmiş olamazdı. Onunla sonsuza dek

anılarında kalmalıydı. Ama etraftaki insanlar izin

vermedi buna. Kocaman ellerle sıyrıldı hayallerden.

Babası gitgide küçülmeye başladı. Ve yok oldu o

boşlukta savrulurken. O kocaman ellerin sarsıntısıy-

la uyandı birden. Ahmet karşısındaydı. Genç kızın

gözlerinde yaşlar elleri iki yana düşmüştü. Kafasını

kaldırıp gözlerinin içine baktı. O, yalan söylemezdi.

Bir umutla sordu titreyen sesiyle:

“Ölmedi dimi Ahmet? O bunu hak etmiyor.”

Ahmet, bakamadı yüzüne. Kaçırdı gözlerini. Ve

işte o zaman anladı. Zeminin ayaklarından kayıp

gittiğini hissetti. Vücudunu etkisi altına alan titre-

meye karşı koyamadı. Boğazından gelen hıçkırıklar

tüm odayı sarmıştı. Ahmet, genç kızın yanına geldi.

Etrafındaki herkesi uzaklaştırarak sıkıca sarıldı.

Genç kız sonsuza kadar sevdiği adamın yanında

kalmak istedi. Bütün acılarını inkâr edercesine…

Fatma ise güne mezarlığa gitmekle başladı. Zaten

her sabah gelirdi bu mezarlığa. Kocasını ve oğulları-

nı art arda bu zalim toprağa vermişti. Zamanla alış-

mıştı kaybetmeye. Artık insanlar ölümü normal kar-

şılar hâle gelmişti. Ağlayamıyordu artık zamanında

çok ağlamıştı. Eskisi kadar da acı çekmiyordu. Acı

çekerse bu dağ gibi kadın zamanla yıkılır ve harabe-

ye dönerdi. Biraz da olsa mutluydu. Yaşlandıkça

seviniyordu. Çünkü her yıl ölüme biraz daha yakla-

şıyordu. Az kalmıştı ailesine kavuşmasına. Buydu

bu güzel kadını ayakta tutan. Sevgiyle okşadı topra-

ğı. Herkes eninde sonunda bu toprağın altına gire-

cekti. Ailesi ondan erken ölse bile elbet bir gün bu-

luşacaklardı. Mezar taşlarını tek tek öptükten sonra

ayağa kalktı. Yorgun adımlarla evine doğru yürüme-

ye başladı. Yaşlı bedeni uzun yolculuğu kaldıramadı

ve dinlenmek adına yere oturdu. İşte o an duydu

bağırtı ve ağlama seslerini. Elini kalbine götürdü.

Dualar eşliğinde çığlığın duyulduğu yöne doğru

yürüdü. Bir kadın hıçkıra hıçkıra çıldırmışçasına

ağlıyordu. Elinde bir gömlek vardı sıkıca ona sarıl-

mıştı. Sessizce mırıldandı. “Benim kocam suçlu

değil ki?” Evet, yine Gazze‟de sıradan bir gündü.

İnsanlar, İsrail askerleri tarafından saçma sapan se-

beplerden dolayı tutuklanıyorlardı. Burası nasıl yerdi

böyle? Toprağı ölümle besleniyordu sanki. Rabia

Page 24: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

23

sıkıca sarıldı gömleğe. Biliyordu kocası gelmeye-

cekti. Uzun süre bıkmadan usanmadan bekleyecekti

ama kocası gelmeyecekti. Çünkü tutuklanan insanlar

geri dönmezdi. Geride gözü yaşlı aileler kalırdı.

Acıyla feryat etti. Birbirlerine daha yeni kavuşmuş-

lardı. Bu ayrılık o kadar erkendi ki… Yaşlı ellerin

onu sakinleştir-meye çalışmasıyla gözünü yaşlı ka-

dına dikti. Kadın zoraki gülümsemeyle ona bakıyor-

du. Bir an annesini buldu o kadında. Sıkıca sarıldı

ona. Anne güvenirliliğini hissetmek ister gibi…

Yaşlı kadında sarılarak karşılık verdi. Zaten elinden

başka ne gelirdi ki? Kadın başına bu olanları durdu-

ramazdı ki.

Büşra, boğazının düğümlendiğini hissetti. Ağla-

mak istiyordu. Kendinden tiksiniyordu. Onların ya-

şamını düşündükçe kendi söylediği yalandan utanı-

yordu. İnsanlar ne zaman bu kadar kötü varlık ol-

muştu? Düşünüyor, düşünüyor ve düşündükçe boğu-

lacak gibi hissediyordu. Büşra, onlar kadar güçlü

olamazdı. Bu acılar o kadar büyüktü ki bu acıları

taşıyamazdı. Ağlamamak için kendini zor tutarak

dört kadına sıkı sıkı sarıldı. Vedalaşırken onlara

yalan söylediğinden bahsetmek istedi. Ama kadınla-

rın ona umut dolu bakışlarından sonra doğruları

söylemekten vazgeçerek mekândan ayrıldı. Ertesi

gün vicdan azabıyla ödevini teslim etti. Böylelikle

Filistin insanları bir kez daha unutularak sıradanlaştı.

BĠR KUġ OLSAM!

Efe Sıddık Tekinarslan Türkçe Öğretmenliği

Yüksek Lisans Öğrencisi

Bir kuş olsam!

Uçsam uzak şehirlere,

İstanbul‟a Londra‟ya Paris‟e…

Sevgi götürsem gittiğim yerlere.

Birbirine sarılan insanları görsem

İp atlayan çocukları, gülen yüzleri seyretsem.

Ağaçlara, çiçeklere, herkese selam versem

Uçarken yüzüme değen ılık rüzgârı hissetsem…

Bir kuş olsam!

Dertlilere deva olsam hastalara şifa versem

Kaldırımda ağlayan annenin gözyaşlarını silsem

Gurbette kavuşmayı bekleyen insanları birleştirsem.

Ne kadar acı varsa kader defterinde

Bir silgi bulup silsem yüreğimle

Dua eden insanları görsem evinde, camide…

Kanatlarımı açıp amin desem hepsine.

Bir kuş olsam! Uçsam gökyüzünde

Ülkemin üstünde oynanan oyunları görsem

Uyandırıp insanları gerçekleri göstersem

Bu memleket hepimizin, el ele verelim desem.

Bir kuş olsam! Uçsam uzak şehirlere

Barışa, umuda, kardeşliğe…

Beyaz bir sayfa açsam tüm gönüllere

Page 25: Dergi için tıklayınız

24

YAġAM TARZIMIZDA DEĞĠġĠM

Yrd. Doç. Dr. Gülten Bulduker Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Her çağda toplumun temel taşı kabul edilen aile, bi-

reyin ilk öğrenmelerine kaynaklık eder ve onun ruhsal

gereksinimlerini karşılar. Aidiyet bilincinin oluşumu,

duygusal bağların kuruluşu da bununla ilişkilidir. Türk

ailesi, tarihî gelişim içinde kalıcı ve süregelen bir ka-

rakter göstermiştir. Sıkça kullandığımız “ev-bark sahi-

bi olmak” deyimi, bark kelimesinin günümüzdeki

uzantısıdır. “Bark” Orhun Anıtları‟nda “mabet” anla-

mına gelir. Dolayısıyla ev de kutsal bir mabet kabul

edildiğinden “bark” adını alır. Bu anlamda evlilik kişi-

lerin kutsal güvenceye kavuşmasıdır. Eski Türklerde

evliliğin kutsallaştırılması, kişilere huzurlu bir gelece-

ğe güvenle bakma teminatı vermiş; kişiler ev-bark

kurmaya özendirilmiştir. Evlilik bağıyla kurulan aile

ortamında yeni nesillere geleneklerin aktarımı sağlan-

mıştır. Türk insanı, aile değerlerinin zayıflamasıyla

birlikte başta neslin devamı olmak üzere, çocukların ve

gençlerin topluma faydalı birer insan olarak yetişme

imkânlarının yok olacağının farkındadır. Yine Orhun

Anıtları‟nda güçlü bir devlet yapısı ve onu ayakta tuta-

cak törelerin düzenlenmesinin önemi boşuna vurgu-

lanmamıştır. Türk milletinin köklü değer yargılarına ve

güçlü bir ahlâkî sisteme sahip olduğunu vurgulayan

Gökalp, büyük ulusların her birinin uygarlığın özel bir

alanında birinciliği almasına karşın Türklerin de

ahlâkta birinciliği kazandığını belirtir.

Türk ahlâkı, Türk kültür ve medeniyetinde aranma-

lıdır. Bu yüzden mazinin araştırılması büyük önem arz

etmektedir. Kendi kültürünü bilmeyen bir milletin

yabancı kültürleri anlaması ve ona göre istikrarlı bir

düzen kurmasına imkân yoktur. Sosyolojik çevrelerde

bir yaşam biçimi olarak algılanan kültürü, halkın zev-

kini yansıtan, geçmişten geleceğe aktarılan maddî ve

manevî oluşumların tümü şeklinde tanımlayabiliriz.

Köklü bir medeniyetin izlerini taşıyan Türkün mazisi

özellikle edebiyatı, mimarîsi ve yaşam koşullarına göre

biçimlenen hayat felsefesiyle büyük ve güçlü bir kültür

zenginliğini barındırır.

İslâmiyet‟in kabulüyle din değiştiren Türk halkının

sosyal yaşamı ekonomik ve kültürel yönden her ne

kadar başkalaşsa da, değişimin herhangi bir olumsuz

etkisinden söz edildiği duyulmamıştır. Selçuklu ve

Osmanlı Devleti başta olmak üzere, belli bir nizam

çerçevesinde ne denli yüksek medeniyetler kurulduğu-

na tarih şahittir. Burada kültürün, sadece maddî yönü

değil, medeniyetin yansıması olarak insanların edep ve

ahlâkî karakterlerinin yaşama biçimiyle uyumlu olması

ve ruhî buhranlara sebebiyet vermemesi bir ölçüt alı-

nabilir. Tanzimat sonrasında ise Türk aile yapısı başta

olmak üzere, Türk toplum hayatının en karışık olduğu

ve sonuçları günümüze kadar tartışılan bir süreç baş-

lamıştır. Bu dönemde “aile” ve bundan ayrı düşünüle-

meyen “kadınlar” konusu yazar ve düşünürlerin zihnini

bir hayli meşgul etmiş; aile bireyleri “sosyal çevresi”

ile beraber ele alınmıştır.

Tanzimat‟tan Cumhuriyet‟e uzanan süreçte batılı-

laşma konusunda birçok aydının ortak kanaati, her ne

kadar batıdan ilim ve teknik bilgiyi almanın kaçınıl-

maz-lığı; buna karşın öz benliğe, yani kendi toplum

hayatımıza sahip çıkmak şeklinde birleşse de pratikte

durum böyle olmamış; batılılaşma daha çok toplum

hayatında olumsuz yönleriyle tezahür etmiştir. Gö-

kalp‟e göre Tanzimatçılar, iki farklı uygarlığın yan

yana yaşayamayacağını, bir ulusun ya doğulu ya batılı

olacağını bilmedikleri için başarılı olamamıştır.

Servet-i Fünûn yazarları bu iki noktayı fark eder ve

tercihlerini batı uygarlığından yana kullanırlar. Türk‟ün

mazisini ve tüm değerlerini görmezden gelmeleri, kül-

tür ve sanat yönüyle batıyı bütünüyle örnek almak

istemeleri romanlarında açıkça görülmektedir. Tanzi-

mat ve Servet-i Fünûn dönemi eserlerinde yozlaşmış

bir hayatın sergilenmesi, sanki bu hayata dönem yazar-

larının öncülük ettiği gibi bir düşünce uyandırmaktadır.

Günümüzde yaşanan birçok olumsuzluğun kaynağı

olarak anılmaları da bu yüzdendir. Bu noktada yazarla-

rın kendi döneminin sosyal gerçeklerini veyahut da

çeşitli fantezilerle süslenmiş bir hayal dünyasını eserle-

rinde yansıtma özgürlüklerinin olup olmadığı gibi bir

soru akla geliyor: Sanat ahlâkî mesuliyeti kabul eder

mi? Sanat eserlerinde sergilenen müstehcenlik ve yoz-

laşmış hayatlar, ahlâkî bünyenin zayıflamasına sebep

olabilir mi? Bu soruları cevaplamak biraz zor olsa da

sanatın kişilerin mizacına bağlı şahsî, bünyevî bir tesi-

rinin olduğu söylenebilir; ancak zamana yayılan süreç-

te değer yargıları üzerindeki genel tesirini izlemek

mümkündür. Nitekim insanda gördüğüne alışmak gibi

bir eğilim vardır. Toplum kuralları doğal mekanizması

içerisinde işlemekte, kınanma korkusu olumsuz davra-

nışlar konusunda caydırıcı bir güç unsuru olabilmekte-

dir; ancak hızlı değişim olgusu, insanlara anormal gör-

dükleri şeyleri kısa bir süre sonra normalmiş gibi algı-

latabilir. Onun için de hızla sanayileşen ve kentleşen

ülkeler, sosyal bilimler ile güzel sanatlar sahasını ihmal

etmemelidir.

Page 26: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

25

NEDĠR SIFIR?

Ayşegül Mazıcı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Tüm sayıların farklı anlamları

Farklı uğurları varken

Sıfır neden kimsesizdir?

Bir isen özsün teksin, ikiysen güçlüsündür,

Üç tane olduğunda fazladan bir seçeneğin vardır,

Dörtse uğurlu sayınızdır belki.

Ama sıfır etkisiz eleman olmaktan öteye gidemeyen

Klasik bir sayı.

Sahi nedir sıfır?

Bir başlangıç mı, bitiş mi?

Sıfırlanmışsa bir şey bitmiştir değil mi?

Ya da tam tersi her şey yeni mi?

Ama zaten her bitiş bir başlangıç değil mi?

Bu soruların hepsi cevapsızdır belki.

Hiç sorulmamıştır da olabilir kim bilir?

Ee, ne yapmalıyız sıfırı?

Başlangıçlarla umut yükleyip sevmeli mi?

Bitişlerle yol mu vermeli?

Kaldı ortada sıfır.

Sevilmeyen biri kadar yalnız.

Nedendir bilmem ama istemediler onu.

Başlangıçlardan yoruldular belki.

Bitişleri kabullenememenin adı da olabilirdi.

Önüne diğer sayıları koyduğumuzda,

On olunca, yirmi olunca

Hele ki yüz olunca değeri paha biçilemez.

Ama tek başına ortası boş bir şekilden ibaret.

Fakat unuttukları bir şey vardı.

Değersiz olan o sıfırın istediğinde

Diğer tüm sayıları yutabileceği gerçeği.

Tıpkı sıfır gibi anlamsız buldukları çoğu şeyin,

Gün geldiğinde değer verdikleri her şeyi yuttuğu gibi.

Ne başlangıç, ne de bitiş olan;

Aslında kendi etrafında dönüp duran,

Ortası boş da olsa hayata ortadan tutunan o sıfırın,

Kendileri olduklarının farkına varmadan yaşadılar.

Page 27: Dergi için tıklayınız

26

MĠHRÎ HÂTUN‟UN MÜRÂCA‟A TARZINDA KALEME ALDIĞI BĠR

GAZELĠ ÜZERĠNE ġERH DENEMESĠ

İsmail Yıldırım Araştırma Görevlisi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Arapça bir kelime olan mürâca‟a, edebî bir

terim olarak sözlüklerde sözü döndürerek söy-

leme ve sorulu cevaplı, karşılıklı konuşma bi-

çiminde yazılmış şiir olarak tarif edilmektedir.

Klâsik Türk şiirinde karşılıklı söyleşme tarzın-

da yazılan şiirlere de “mürâca‟a şiir” denilmek-

tedir. “Dedim-dedi” kalıbıyla yazılan bu gazel-

lerde çoğu zaman konuşmada kalıbın birinci

parçası âşık, ikinci parçası sevgili için kullanı-

lır. Âşık ile maşukun karşılıklı konuşmaların-

dan oluşan bu şiirlerde âşık sorar, maşuk da

cevap verir. Ancak Mihrî Hâtun, mürâca‟a

şiirinde kalıbın kullanımında sıra değişikliği

yapmıştır. Mihrî Hâtun bir kadın şair olarak

“dedi” sözleriyle dizelere başlayıp önce sevgi-

linin isteklerini, “dedim” sözüyle dizeleri biti-

rerek âşığın düşüncelerini dile getirmiştir.

Mihrî Hâtun‟un fâ‟ilâtün fâ‟ilâtün fâ‟ilâtün

fâ‟ilün kalıbıyla kaleme aldığı 5 beyitten müte-

şekkil “ol didüm be-ser” redifli gazelini beyit

beyit anlamaya çalışalım:

Didi dilber hüsnümüñ hayrânı ol didüm be-ser

Didi her dem „aşkumuñ giryânı ol didüm be-ser

Sevgili, “Güzelliğime hayran ol; aşkımla

daima ağla” dedi. “Baş üstüne” dedim.

Bilindiği üzere Divan şiirinde sevgili, gönül

mülkünün sultanıdır. Onun ağzından dökülen

her bir sözcük âşık tarafından emir telakki

edilmiş, âşık bu düstur çerçevesinde aşkını icra

etmiştir. Sevgili, “ol” kelimesiyle birlikte kul-

landığı ifadeler aracılığıyla hem âşığa emir

vermekte hem de onun nasıl bir âşık olmasını

istediğini anlatmaktadır. Dolayısıyla sevgili,

fizikî vasıflarına hayranlık ve aşkına tam bir

itaat istemekte, âşık ise tüm bu istekler karşı-

sında baş üstüne (be-ser) diyerek emre karşılık

vermektedir. Burada Mihrî Hâtun‟un her beytin

sonunda tekrar ettiği “be-ser” ifadesi “başım,

gözüm üstüne” günümüzde de deyim olarak

kullanılmakta, şairin şiirinde kullanım alanı

olarak dikkat çekmektedir.

Didi hüsnüm gülsitânınuñ hezârân derd ile

Rûz u şeb bülbül gibi nâlânı ol didüm be-ser

Sevgili, “Güzelliğimin gül bahçesinin bin-

lerce derdiyle gece gündüz ağlayan bülbülü ol”

dedi. “Baş üstüne” dedim.

Mihrî Hâtun, mürâca‟asında klâsik şiirimi-

zin geleneksel motif, benzetme ve mazmunla-

rından sıkça faydalanmıştır. Gül ile bülbül mo-

tifi de bunlardan biridir. Gül, çeşitli vasıflarıyla

daha çok sevgilinin sembolü olarak kabul edil-

diğinden şairlerin ilham kaynağı, çiçeklerin de

sultanıdır. Bülbül ise güle aşkından dolayı âşı-

ğa benzetilmiş; gülün aşkı ile yanıp tutuştuğu

için “şeyda” (çılgın) ve “zâr” (ağlayıp, inleyen)

sıfatları verilmiştir. Gül ile bülbülün söz konu-

su vasıflarından hareketle ilk önce Arap ve İran

daha sonra Türk edebiyatında şairler, bu konu-

yu işleyen manzumeler kaleme almışlardır.

Mihrî Hâtun da beytinde teşhis vasıtasıyla sev-

giliyi güle, âşığı da bülbüle benzetmiştir. Sev-

gili, âşığa aşkının vermiş olduğu duygu nede-

niyle ağlayıp inlemesini telkin etmekte; âşık ise

bu telkini teslimiyet içinde kabul etmektedir.

Ayrıca şair “hezârân” kelimesini tevriyeli kul-

lanarak hem bülbülleri hem de sayıca çok an-

lamına gelen binlerce ifadesini kastetmek iste-

miştir.

Didi Ka„be kûyumuñ itseñ tavâfın sıdk ile

„Îd-i vaslımuñ hemân kurbânı ol didüm be-ser

Sevgili, “Bulunduğum yeri Kâbe gibi doğrulukla

tavaf etsen, kavuşma bayramının hemen kurbanı ol”

dedi. “Baş üstüne” dedim.

Müslüman bir kulun, kutsal kabul ettiği

Kâbe‟ye gidip orayı tavaf etmek istemesi şiir-

de; âşığın, sevgilisinin mahallesine giderek

orada sevgili ile buluşması şeklinde ifade edil-

miştir. Bu imaj klâsik şiirde “Kâbe-kûy” maz-

mununu işaret etmektedir. Çünkü sevgilinin

mahallesi Kâbe hüviyetindedir. Beyitte, sevgili

âşığından saf bir gönülle kendi mahallesine

gelmesini talep etmekte, bunun netice-sinde ise

âşığın sevgiliye kavuşarak, ona kurban olma

hâdisesinin gerçekleşmesini istemektedir.

Mihrî Hâtun, telmih sanatının da yardımıyla

Kâbe‟deki hacıların bayram günü kurban kes-

Page 28: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

27

melerini, sevgiliye ulaşmanın bir yolu olarak

görmektedir. XVIII asır divan şairlerinden

Nazîm Yahya (ö. 1727) da sevgilinin mahalle-

sini Kâbe olarak görmekte; Mihrî Hâtun‟la aynı

duyguları terennüm etmektedir:

Kâ‟be-i kûy-ı yâre tâlib idim

Görmege ol makâmı râgıb idim

Didi yüz sür âsitânumda turup leyl ü nehâr

Sen de hıdmet-kârımuñ der-bânı ol didüm be-ser

Sevgili, “Eşiğimde durup gece gündüz yüz

sürer. Sen de hizmetçilerimin kapıcısı ol” dedi.

“Baş üstüne” dedim.

Şiirde sevgilinin talepleri devam etmektedir.

Sevgili, âşığından bu sefer, kapısında gece

gündüz hizmet etmesi-ni, ayrıca hizmetçilerin

de kapıcısı olmasını istemektedir. Âşık için bu

durum son derece sevindirici bir gelişmedir.

Çünkü divan şiirinde âşık, sevgilinin kapısında

kul, köle olmayı çoktan tercih etmiştir. “Padi-

şah-gedâ” yani sevgili-dilenci mazmununu

hatır-latan bu beyitte âşık, sevgilinin kapısın-da

bir dilenci konumundadır ki sevgili de zaten

bunu istemektedir. Âşık, sevgilinin bu isteğini

memnuniyetle kabul etmekte, başım üstüne

diyerek söz konusu memnuniyetini de dile

getirmektedir.

Didi ey Mihrî saña cânân gerekse cân vir

İmdi gel „aşkum yolında fâni ol didüm be-ser

Sevgili, “Ey Mihrî sana sevgili gerekse can

ver. Şimdi gel aşkımın yolunda fâni ol” dedi.

“Baş üstüne” dedim.

Âşığın dünyadaki yegâne kaygısıdır aşk.

Aşk vasıtasıyla hayatı anlamlandırır, aşkın

vermiş olduğu heyecanla vuslat yolculuğuna

çıkar. Vuslat neticesinde sevgilide kaybolan

âşık, onun yolunda fâni olmaya hazırdır. Bu bir

yokluk değil, gerçek bir varoluş, büyük bir

buluşmadır. Âşık artık sevdiğinde var olur,

sevdiğiyle yaşar. Zira o olmak, onda olmak en

büyük yakınlıktır sevgiliye. Zaten âşık da sev-

gilide yok olup, onda yaşamak ister sonsuza

kadar. Âşık da bu durumun farkında olacak ki

“baş üstüne” diyerek onda yok olmayı çoktan

göze almıştır bile.

(Mihrî Hâtun, Amasya‟da 1455-1461 yılları arasın-

da doğduğu sanılmaktadır. Sultan II. Bâyezîd (ö.

1512) devri kadın şairlerindendir. Asıl adı ve mahla-

sı Mihrî‟dir. Şiirlerinden ve ondan bahseden kaynak-

lardan anlaşıldığına göre Mihrî Hâtun, kültür düzeyi

yüksek bir ortamda büyümüş, klâsik şiire vâkıf ol-

muştur. Arapça ve Farsça‟yı hatta bunların edebiyat-

ları hakkındaki malumatı da öğrenmiştir. Mihrî‟nin

müretteb bir Divan‟ı ve mesnevî nazım şekliyle ka-

leme aldığı 461 beyitlik Tazarru‟-nâme‟si mevcut-

tur. Doğduğu yerde 1514-1515 yılları arasında öl-

müş olmalıdır).

Page 29: Dergi için tıklayınız

28

NEDEN DĠLĠMĠZE VE KÜLTÜRÜMÜZE BU

KADAR YABANCIYIZ?

Muhittin Silsüpür Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Türkçe dünya dilleri arasında Çince, İngilizce,

İspanyolca ve Hintçeden sonra en çok konuşulan

beşinci dildir. Peki, Türkçemizin değerini biliyor,

dilimize gereken hassasiyeti gösterebiliyor muyuz?

Tabiî ki hayır.

Dil milletlerin ve kültürlerin en önemli bel kemi-

ğidir, dilini kaybeden milletler önce kültürünü daha

sonra benliğini kaybederler. Tarihte birçok millet,

özellikle İngiltere, Fransa ve İspanya elde ettiği sö-

mürgelerini uzun süre ellerinde tutabilmek için işe

kendi kültürlerini o milletlere dayatmakla başlamış-

lardır.

Biz Türkler, dilimize yabancı kelime, hatta gra-

mer-yapı almada fazla ileri gitmişizdir. Önce Arap-

ça-Farsça kelimeler özellikle divan şairlerimizle

birlikte hat safhalarda alınıp kullanılmıştır. O kadar

ki bir ara Selçuklular Farsçayı devletin resmî dili

yapmaya kalktılar. Büyük âlimlerimizden olan Mev-

lana dahi ünlü Mesnevisini Farsça yazmıştır. Gerisi-

ni siz düşünün artık.

Karamanoğlu Mehmet Bey şu fermanı okutmuş-

tur “Bugünden sonra kimse sarayda, divanda, mec-

lislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil konuş-

mayacaktır.” Karamanoğlu Mehmet Beyin bu sözü

Türkçeye verdiği değeri, önemi gösteren en önemli

bir belgedir.

Mısırda kurulan ilk Türk-İslam devletlerinden

olan Tolunoğulları, Ihşidler gibi devletlerin yönetici

gurubu Türk, halkı ise Arap idi. Böyle olduğundan

devletin resmî dili Türkçe, konuşma dili ise Arap-

çaydı. Dilde ortaya çıkan bu ikilik nedeniyle bu dev-

letlerin ömürleri çok uzun süreli olamaması gayet

doğaldı.

Osmanlı İmparatorluğu‟nun son dönemlerinde

devlet içinde bulunan azınlıklar elde ettikleri ayrıca-

lıklarla kendi dillerini de kullanabilmişlerdir. Bunun

doğal bir sonucu olarak da bağımsızlıklarını kazan-

maları hiç zor olmamıştır. Sovyet Rusya hâkimiyeti

altındaki devletlerin dillerini özgürce kullanmasını

yasaklayarak kendi alfabesini ve dilini topluluk üye-

si diğer devletlerde zorunlu hâle getirerek kendi

kültürünü yaymış ve uzun süre o devletleri hâkimi-

yeti altında tutmuştur. Bu gün bakıldığında Orta

Asya Türk cumhuriyetlerinden özellikle Kazakistan

hâlâ Rus kültürü etkisindedir.

Çin Halk Cumhuriyeti, Sincan Uygur Özerk Böl-

gesi‟nde Uygur kardeşlerimizin kendi dilleriyle ko-

nuşmalarını dahi yasaklamış vaziyettedir. Onlara

kendi dilini alfabesini zorunlu tutmakta ve böylece

kültürleriyle olan bağını kopartmayı planlamaktadır.

Kültürümüzün dolaysıyla varlığımızın en önemli

nedeni, taşıyıcısı ve aktarıcısı olan dil; özellikle

aydınlarımızın yabancı hayranlığı nedeniyle, önce

Arap-Fars dillerinden etkilenmiş ve yavaş yavaş

bozulmaya başlamıştı. 1911 yılına gelindiğinde

Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem, Ziya Gökalp

gibi yazarlarımızın etkisiyle ortaya çıkan Genç Ka-

lemler hareketi ve buna bağlı olarak Ömer Seyfet-

tin‟in kaleme aldığı “Yeni Lisan” makalesi ile dili-

mize layık olduğu önem verilmeye başlanmış, dili-

mize giren yabancı kelimeler dilimizden çıkarılmaya

başlanmıştır. Fakat yabancı kökenli olduğu hâlde

artık tamamıyla Türkçeleşmiş olanlara dokunmamış-

lardı.

1960‟larda ise “Arı Türkçe” sloganıyla, bu Türk-

çeleşmiş kelimeler de yasaklanmaya kalkıldı. Ata-

türk‟ün 1930‟larda başlatıp sonradan vazgeçtiği bu

akım bir kısım ilerici aydın geçinen dilcilerimiz

tarafından uygulandı; ata sözleriyle, şiirle, şarkıyla

harmanlanmış ve derin manalar ifade edilen kelime-

ler ne yazık ki dilimizden atılmıştır. Ayrıca, ahenk-

siz, manasız ve yanlış anlamlar içeren ve maalesef

çoğu yabancı kökenli binlerce uyduruk kelime dili-

mize “Öz Türkçe” diye sokulmak istenmiştir. Bu da

dilimizin sıradanlaşmasına, değerini yitirmesine

zemin hazırlamaya başlamıştır maalesef.

Fazl-ı Ahlakiyesi mekteplerde okutulmuş şura-yı

devlet reisi, hukuk ve mülkiye hocası Kemal Paşa-

zade Sait Bey de şöyle demiştir:

Arapça isteyen Urban‟a gitsin

Acemce isteyen İran‟a gitsin

Frengiler Frengistan‟a gitsin

Biz Türk‟üz… Bize Türkçe gerek.

Atatürk, “Bana bir konuşan Türkçe yapacaksınız

ki, dünyanın neresinde olursa olsun bütün Türkler bu

dili anlayabilecekler. Türk Anavatanı Rus işgali

altındadır. Bir gün kominizim yıkılacaktır. Fakat o

Page 30: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

29

günü bekleyemeyiz. Çünkü Türk kardeşlerimiz dilini

kaybetmiş olacaklar ve biz onlara anlayabilecekleri

bir dili vermeliyiz” demiştir.

Atatürk, aydın kesimin hâlâ bol Arapça-Farsça

yazmalarına karşı çıkmış ve Türk Dil Kurumu‟nu

kurarak yabancı kökenli kelimeleri atma kampanyası

başlatmıştı. Atılan kelimelerin yerine en eski “Öz

Türkçe” kelimeler konuyordu. Fakat bu iş abartılmış

olup Atatürk bile Falih Rıfkı‟ya “Çocuk, bu böyle

olmaz, halk bizi anlamıyor” diye dert yanmıştı.

Atatürk‟ün vefatından sonra, nedense sözde ileri-

ci yazarlar Atatürk‟ün tecrübesine de boş vererek

“Arı Türkçe” kampanyası başlatıp “dil ırkçılığına”

giriştiler. Artık sadece Öz Türkçe kelimeler kullanı-

lacak, halkın diline yerleşmiş “yabancı sözcükler”

tabu olacaktı. Böylece bir kuşak, bir önceki kuşağın

yazdıklarını anlayamaz hâle geldi.

19 yüzyılın sonunda Tanzimat‟la başlayan aşırı

Batıcılık, Fransızca istilasına uğrattı dilimizi. Ame-

rika filmleriyle, McDonaldlarıyla da kültür emperya-

lizmine başlayınca bu sefer de İngilizceye yönelme-

ye başladık.

Fransızcadan çevrilenler o kadarla kaldı. (asan-

sör, kontrol, dosya, parti, rejim, kolonya, doktor,

sigara, koridor, sinema, alkol gibi) İngilizce istilası

dur durak bilmiyor. Gençlerin sohbetlerinde, selam-

laşmalarında, deyimlerinde ve günlük hayatımızda

yazılarda, şarkılarda, hatta dükkân tabelalarında!

Asıl tehlike şimdi İngilizce hayranlığımızda.

Markalarımız bile İngilizce. Sanki Türkiye İngiliz

Milletler Topluluğunun bir üyesi gibi. Güzel Türk-

çemizi kullanmaktan aciz hâle geldik ne yazık ki.

Türkiye‟de üretilen elektronik eşyalar hatta şekerle-

meler bile İngilizce isimlerle üretiliyor. Eskiden

Fransızca konuşmak kültürün göstergesi sayılırken

günümüzde İngilizce konuşmak birçok kapının

anahtarı olabiliyor. Artık iyi Türkçe bilmekten çok

iyi İngilizce konuşmamızla övünür olduk.

Televizyonların, bazı program isimlerinin yaban-

cı dillerde yazılması Türkçenin yoksullaşmasına

neden oluyor, bazı dizilerde Türkçenin yanlış özen-

siz konuşulması dilimizi olumsuz yönde etkiliyor.

Günümüzde özellikle sosyal medyanın geniş kit-

leler tarafından hızla kullanılmaya başlaması dilimi-

zin bozulmasını hızla arttırmaktadır SLM, NBR vb.

sosyal medya dilleri artık yaygın olarak kullanılmak-

ta, zengin ve köklü bir geçmişe sahip olan dilimiz

maalesef bu ve daha birçok etken yüzünden değer-

sizleştirilmektedir.

Türkçenin bozulma ve yozlaşmalardan korunma-

sı için başta devlet olmak üzere toplumun bütün

kesimlerine görev düşmektedir. Toplumun bilinç-

lendirilmesi şarttır.

Eğer topluma ulus olma niteliklerini ve bu nite-

liklerin birbirlerinden ayrılmaz bağlarla bağlı oldu-

ğunu ve bu bağlardan birinin koptuğu süreçte ulusun

dağılacağını anlatamazsak ulusal birliği sadece güçle

bir arada tutmak imkânsızlaşır.

Unutmayalım ki dilimiz kültürümüzün, ülkemi-

zin, birliğimizin, beraberliğimizin, geleceğimizin en

önemli unsurudur. Dilimize gereken önemi vermez-

sek tarih sahnesinden çekilmemiz hiç de zor olma-

yacaktır.

Günümüzde Türkçe olimpiyatları gibi yarışmalar

düzenlenerek zengin Türkçemiz uluslararası plat-

formlarda tanıtılmaktadır. Böyle daha nice organi-

zasyon düzenleyerek dilimizin uluslararası düzeyde

tanınmasını sağlamak boynumuzun borcudur.

Binlerce yıllık tarihi olan ve bu gün Çinceden

sonra dünyanın en eski dili olan Türkçemizi koru-

mak, gelecek nesillere aktarmak öncelikle biz Tür-

kologların ve bütün milletimizin ortak görevidir.

Unutmayalım ki dilimiz dünyada ne kadar çok kişi

tarafından konuşulursa o kadar çok sözü dinlenen bir

ülke hâline geliriz ve kültürümüz o derece yayılma

alanı bulur.

Page 31: Dergi için tıklayınız

30

ATTĠLA ĠLHAN'I ANLAMAK

Meltem Yıldız Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Attila İlhan'ın şiirlerini okuyan bazı insanlar “Abi

ne yaşamış bu adam” diye düşünür. Çünkü içtenlikle

yazılmış bu şiirlerin hikâyesi merak uyandırıcıdır.

Bu büyülü sözler yaşanarak, hissedilerek birisi için

mi yazılmış yoksa gelişi güzel, şiir yazmış olmak

için mi yazılmış?

Şiir yazmak için yaşamak gerektiğini düşünüyo-

rum. Çünkü aşkı anlatan bir şairin aşkı yaşamamış

olması kadar saçma bir durum yoktur. Kendisinin

hissetmediği bir şeyi başkasına hissettirmeye çalış-

ması bir sonuç vermeyecektir. Attila İlhan'ın da aynı

düşünceye sahip olduğunu şu sözlerinden anlıyorum

“Şiir; insanların yaşadıkları anlara, duygularına,

onların içeriklerine isim koyma sanatıdır.” Bu söz-

lerden de anlaşıldığı üzere her şiirinde bir yaşanmış-

lık, bir hikâye vardır. Şiirlerinde beliren kimi

hikâyelere bir göz atalım.

1- Ben Sana Mecburum

Ben sana mecburum bilemezsin

Adını mıh gibi aklımda tutuyorum

Büyüdükçe büyüyor gözlerin

Ben sana mecburum bilemezsin

İçimi seninle ısıtıyorum.

Büyük bir tutkuyla bağlı olunan, âşıkta derin izler

bırakan sevgilinin hiç bir zaman unutulamayacağı,

onun varlığının ve hayalinin aşığı sürekli meşgul

edeceği gerçek aşkın değiştirilemez bir getirisidir.

“Adını mıh gibi aklımda tutuyorum” dizesindeki

mıh kelimesinin anlamı büyük ve sağlam, birleştiği

parçadan ayrılması neredeyse imkânsız olan çividir.

Yani şairin sevgiliye olan bağlılığının hiç bir zaman

bitmeyeceği, sevgili ile arasında çok kuvvetli bir

sevgi bağı olduğu anlatılmıştır. “Büyüdükçe büyü-

yor gözlerin” yaşanılan ayrılık sürecinde sevgiliye

olan tutkunun azalmak yerine arttığı anlatılmıştır. Ve

“İçimi seninle ısıtıyorum” dizesinde ise sevgilinin

hayalinin, yeniden ona kavuşma umudunun güç ve

yaşama sevinci verdiğinden söz edilmiş.

2- Emperyal Oteli

...

Ben hiç böylesini görmemiştim

Vurdun kanıma girdin, kabulümsün.

Emperyal Oteli adlı şiirden alınan bu dizelerde

kabullenilmek zorunda kalan durum anlatılıyor.

Şiirin bütününde anlatılan aşk öyküsü bu dizede

kendiliğin-den gelişen ve aşığa itiraz etme hakkı

tanımayan bir durum olarak anlatılıyor.

3- Üçüncü Şahısın Şiiri

Gözlerim gözlerime değince

Felaketim olurdu ağlardım

Beni sevmiyordun bilirdim

Bir sevdiğin vardı duyardım

...

Aşk yakıcıdır ama karşılıksız aşk kavurucudur.

Sevgilinin bir bakışı sevenin bütün dünyasını karar-

tabilir.

“Çöp gibi bir oğlan ipince, hayırsızın biriydi fik-

rimce” dizesindeki rakip dayanılmaz derecede itici-

dir. Rakibin sevgiliye daha yakın olması ise seveni

deli eder. Kıskançlık duygusunun verdiği hissiyat

şaire bu dizleri yazdırmıştır.

“Jezabel kan içinde yatardı, limandan bir gemi

giderdi, sen kalkıp ona giderdin, benzin mum gibi

giderdin.” Şair sevdiğinin başkasına gitmesine iç-

lenmekte ve buna katlanamamaktadır. Duyduğu öfke

ile sevdiğini Tevrat'ta anlatılan kötü kadın Jezabel'e

benzetmiştir. Yaşadıkları ilişkinin ise tanrılar tara-

fından lanetlenmiş olduğunu kabul etmiştir.

4- Kimi Sevsem Sensin

Kimi sevsem sensin / Hayret

Sevgin hepsini nasıl değiştiriyor

Gözleri maviyken yaprak yeşili

Senin sesinle konuşuyor elbet

Yarım bakışları o kadar tehlikeli

Senin sigaranı senin gibi içiyor

Kimi sevsem sensin / hayret

Senden nedense vazgeçilemiyor

Eski sevdanın veya eski sevgilinin etkisinden

kurtulmak göründüğü kadar kolay değildir. Şair

kendisine yaklaşan diğer kadınları eski sevgilisine

dönüştüren bir aşka sahiptir. Sevgilisinden sonra

kimseyi sevmemiş, aşka âşık olmuştur.

“Kimi sevsem sensin/Senden ibaret.” Ve diyor ki

“Herkeste senden bir parça var ama kimse bütünüyle

sen değil.” Görüldüğü gibi şiirlere aşk hâkimdir ve

bu aşk genellikle imkânsız aşktır. Zaten Attila İlhan

gerçek aşkın imkânsız olduğuna inandığını söyler.

Ayrılığın da sevdaya dâhil olduğunun savunucusu-

dur. Bu düşünceyi ona yaşadığı aşklar kazandırmış-

tır. Bu şiirleri hissederek, yaşayarak yazmıştır. Aşk

onun şiirlerinin ve hayatının vazgeçilmez bir parça-

sıdır. Aşkı yaşamış ve aşkı anlatmıştır.

Page 32: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

31

DÜNYADA KLASĠK GĠTARIN GELĠġĠMĠ

Barış İpekçiler Güzel Sanatlar Fakültesi Müzikoloji Bölümü

Klasik gitar bugün dünyada ve ülkemizde çok

yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Bu kadar yay-

gın olarak kullanılan klasik gitarın, tarihsel süreç

içerisinde yaşadıklarından kısa bir biçimde bahset-

mek istiyorum.

Gitarın gelişimini sürdürdüğü bu yolda gitar ben-

zeri çalgıların ilk örneklerini Mısır, Hitit ve Antik

Yunan uygarlıklarına ait duvar resimleri ve taş ka-

bartmaları gibi buluntularda görmekteyiz. Rönesans

dönemine kadar olan diğer gitar benzeri çalgılardan

bazıları ise Pandora, Kithara, Lavta, Guitarra Latina

ve Guitarrra Morisca oldukları görülmektedir. Röne-

sans dönemi-ne gelindiğinde ise gitar benzeri iki

çalgı ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birisi Vihuela

bir diğeri ise günümüzde Rönesans gitarı olarak

adlandırılan dört çift telli gitardır. Klasik gitarın

Rönesans dönemindeki öncülerinden biri olan Vihu-

ela için bilinen en eski yazılı müzik örneği 1536 yılı

Luys Milan‟a ait El Maestro ismindeki tablatur kita-

bıdır. Vihuela çoğunlukla İspanya‟nın müzik haya-

tında yer alırken Rönesans gitarı tüm Avrupa‟da

kullanılmıştır.

Rönesans gitarının günümüz gitarına oranla üçte

bir boyutunda olduğu tahmin edilmektedir ve dört

çift tellidir. Yapı bakımından günümüz gitarından

farklıdır. 16. yüzyılın sonlarında bu küçük çalgı,

değişen müzik akımının da etkisiyle (Rönesans dö-

neminden Barok döneme geçiş) Yerini “beş çift telli

İspanyol gitarı”na (Barok gitar) bırakmıştır.

Barok gitar Avrupa‟da tutulmuş ve çok popüler

bir çalgı hâline gelerek hem halk hem de aristokrasi

çevresinde çok beğenilmiştir. Fakat müzikte klasik

dönemin başlamasıyla birlikte Barok gitar bu döne-

me ayak uyduramamış ve gözden düşmeye başla-

mıştır. Barok gitarın klasik dönemde de kullanılma-

sını sağlamak amacıyla ilk olarak çift teller atılmış

tek tellere düşülmüştür. Daha sonra beş tek telli gita-

ra altıncı tel eklenerek (günümüzdeki adıyla Roman-

tik gitar) ortaya çıkmış ve bu dönemde hızla yaygın-

laşmıştır. Barok gitar, Rönesans dönemi gitar benze-

ri çalgıları ile Klasik dönemin altı telli gitarı (Ro-

mantik gitar) arasında bir köprü görevi görmüştür.

Romantik dönemde gitarın gelişimine önemli

katkılar sağlayan sanatçılar arasında İtalya‟dan Ca-

rulli, Carcassi ve Giuliani‟yi, İspanya‟dan Aguado

ve Sor‟u sayabiliriz. Fakat 1850‟lere gelindiğinde

gitar ses gürlüğü nedeniyle gözden düşmeye başla-

mıştır.1860‟lı yıllarda Antonio de Torres isimli gitar

yapımcısı gitarın tasarımında yaptığı değişikliklerle

son şekline getirerek bu sorunu ortadan kaldırmıştır.

J. Arcas ve F. Tarrega gibi besteciler bu gitar için

eserler yazıp eserleri icra ederek gitarın eski popü-

lerliğine kavuşmasını sağlamıştır. 19. yüzyılı 20.

yüzyıla taşıyan besteci F. Tarrega gibi önemli ismin

arkasından öyle bir isim geliyor ki bu kişi gitar mü-

ziğine yepyeni bir soluk getiriyor. Gitara Naylon

teller takmasının haricinde yenilikçi bir yorumcu

olan Andres Segovia Rönesans, Barok ya da Klasik

dönem bestecilerinin yapmadığı bir şeyi gerçekleş-

tirdi. Dönemin gitarist olmayan bestecilerinden gitar

için eserler yazmalarını istedi. Böylece gitar repertu-

arının artmasının yanı sıra gitar tüm dünyada önceki

dönemlerle kıyaslanamayacak kadar popüler oldu.

Tarrega, Llobet, Pujol, Anido, Prat, Diaz, Bream,

Williams gibi sanatçıların ünlü ve büyük yapıtları

gitar için düzenleyerek dağarı genişlemetme gayret-

leri daha sonra Castenuovo Tedesco, Roussel,

Mompou, Villa-Lobos, Ohana, Britten, Henze, Tor-

roba, Rodrigo, Hallfter, Berio, Turina, Falla, Take-

mitsu, Ponce, Bennett, Berkeley, Walton, Martin,

Davies, Tippett, Dodgson, Arnold, Brindle, Lauro,

Poulene v.b. gibi özgür yapıtlar yazan besteciler de

katılmıştır. Türkiye‟de ise bu isimler arasında And-

rea Paleologos, Can Aybars,

İrkin Aktüze, Ziya Aydıntan, Sava Palasis, Savaş

Çekirge, Misak Toros, Ahmet Kanneci, Bekir Küçü-

kay, Kağan Korat, Kemal Belevi, Soner Uluocak,

Gökhan Yalçın ve daha nice katkısı olan gitarist,

besteci ve değerli öğretmenlerimiz bulunmaktadır.

Klasik gitarın tarihi ile ilgili yazdığım bu yazı

çok kısıtlı olup konu hakkında çok daha fazla bilgi

edinmek isteyen okuyuculara benim de bu yazımı

yazarken kaynak olarak faydalandığım Soner Uluo-

cak‟ın „Klasik Gitar Tarihi I-II-III‟ isimli kitaplarını,

Yıldız Elmas‟ın „Sorularla Gitar‟ kitabını, Gökhan

Yalçın‟ın „Halk Müziğine Dayalı Gitar Öğretimi‟

isimli yüksek lisans tezini, Ahmet Kanneci‟nin „Gi-

tar İçin Beste Yapmış Türk Bestecilerinin Eğitimi ve

Yapıtlarının Uluslararası Gitar Repertuarındaki Ye-

ri‟ isimli yüksek lisans tezlerini okumalarını tavsiye

ediyorum. Bahsetmiş oluğum bilgiler bu kitap ve

tezlerde çok daha detaylı bir şekilde ele alınmıştır.

Page 33: Dergi için tıklayınız

32

ZAMANA VURAN DALGALAR ÜZERĠNE

Güzel Zeynep Süphandağ Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yüksek Lisans Öğrencisi

Kitaplıklarımızda küçücük; hayatlarımızda ko-

caman yer kaplayan kitaplar ve onların büyülü ya-

zarları vardır: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Virginia

Woolf gibi… Elmas Şahin, Zamana Vuran Dalgalar

isimli inceleme kitabında biri Doğu‟ya biri Batı‟ya

ait bu iki ismi karşılaştırmış; şiiri ve romanı musiki

ile harmanlayan Tanpınar ile şiirle romanı birleştiren

Woolf‟un benzerliklerini gözler önüne sermiştir.

Elmas Şahin kitabın giriş bölümünde çalışmanın

içeriğini bizlere şu cümlelerle anlatır:

“Bu çalışmada, Modern İngiliz edebiyatında

„kendine ait bir oda‟nın büyüsünde kalemini dalgala-

rın yüreğine saplayan sıra dışı kadın yazarı Virginia

Woolf‟un Mrs. Dalloway‟i ile Türk edebiyatında

„zaman kırıntıları‟nı avuçlarında sıkıp yekpâre geniş

bir anın parçalanmaz akışında rüya seline kapılıp

giden hülya adamı Ahmet Hamdi Tanpınar‟ın Huzur

adlı romanları karşılaştırmalı edebiyat kuram ve

eleştirisi bağlamında incelenmektedir.”

Kitabın amacını ise şöyle açıklar:

“Ötekini övüp yüceltirken kendimizi yadsıma-

mayı, aksine kendimiz olanı anlayıp ötekinin karşı-

sında bizim olanın gerçek değerini tespit etmeyi,

ötekinin edebiyatı sayesinde daha iyi kavrarız.”

Zamana Vuran Dalgalar‟ı okurken biri İngilte-

re‟de biri Türkiye‟de başlayan iki hayatın yazarlık

serüvenlerine, ortak yanlarına ve yollarının nasıl

edebiyatla kesiştiğine tanık oluruz. Erken yaşta an-

nesini kaybeden ve aile içi sorunlar yaşayan Virgina

Woolf‟un bunalımlarla dolu hayatı ve bunun edebi-

yata yansıması; yine aynı şekilde erken yaşta anne-

sini kaybeden Ahmet Hamdi Tanpınar‟ın bunalım-

larla dolmasa da yalnız ve parasızlıkla geçen hayatı-

nın edebiyata yansıması karakterlerde vücut bulur.

Virginia Woolf, 1882‟nin Londra‟sında doğar.

Hayatını bunalımlara ve intihar girişimleriyle geçi-

ren yazar 1941 yılında ceplerinde taşlar doldurarak

kendini Ouse Nehri‟ne bırakır ve bu son intihar giri-

şiminde başarılı olarak hayata veda eder. Woolf

yazma yetisini kaybettiği ve bu ruh hâlinin sevdikle-

rine zarar verdiği kanaatindedir ki eşine bıraktığı

intihar mektubunda bile “Görüyorsun ya bunu düz-

gün yazmayı bile beceremiyorum.” ifadesini kul-

lanmıştır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, 1901‟in İstanbul‟unda

doğar. Hayatı iç hesaplaşmalarla, parasızlıkla ve

hastalıklarla geçmiştir. Nitekim kendi içinde verdiği

bu savaşa 61 yaşında yenik düşmüştür. O da tıpkı

Virginia Woolf gibi yaşamının son döneminde yaz-

ma yetisini kaybettiğini düşünür, günlüklerinden

anlaşıldığı üzere yazdıklarını beğenmez ve endişeler

içinde kıvranır.

Woolf da Tanpınar da erken yaşta annelerini

kaybetmiş, savaş görmüş sanatçılardır. Bu yaralar

sanatçıların ortak ruh hâllerinde buluşmalarını sağ-

layacaktır. Mrs. Dalloway ve Huzur bu buluşmanın

eserleri gibidir. Bilinç akışı tekniğinin en başarılı

örneklerinden sayılan bu iki roman da yaklaşık yirmi

dört saatlik bir süre içinde geçmektedir. Mrs Dal-

loway‟in Clarissa‟sı ve Huzur‟un Mümtaz‟ı her ne

kadar yazarlarına benzeseler de Woolf ve Tanpınar,

onları kendi hâllerine bırakmış, böylece bu iki eser

otobiyografiden uzaklaşıp kurguya yaklaşmıştır.

Mrs. Dalloway‟in Septimus‟ı ve Mümtaz savaş gör-

müş ve bunun etkilerini ruhlarında taşıyan karakter-

lerdir. Septimus‟ın savaşta kaybettiği arkadaşı

Evans‟ın ölüsüyle kafasında konuşmasını; Müm-

taz‟ın Suat‟ın ölüsüyle konuşmasını bu ortak ruh

hâllerine bağlayabiliriz. Virginia Woolf‟un da halü-

sinasyonlar görüp ölen annesinin hayaletiyle konuş-

tuğunu açıklamıştır eşi. Elmas Şahin bu durumu

küllerinden doğan Feniks kuşuna benzetir ve şöyle

yorumlar:

“Ne Virginia kurtulabilir bu kâbuslardan ne de

kurgu dünyasının Septimus‟ı, Evans‟ın ruhu ikinci

bir ben‟ gibi peşini bırakmaz genç adamın. Bir ba-

kıma Feniks/Simurg kuşudur. Evans, Septimus‟ın

bedeninde yeniden doğar ve onu ölüme sürükler.

Septimus da Mümtaz‟ın bedeninde yeniden doğar,

Mümtaz‟ın karşısına Suat görüntüsüyle çıkar. Suat

da Mümtaz‟ı çıldırtır, ölen Suat‟ın hayalleri Müm-

taz‟ı Septimus‟laştırır. Yıllar sonra Oğuz Atay‟ın

Tutunamayanlar‟ında Mümtaz, Turgut‟un bedeninde

küllerinden yeniden doğar. Benlik arayışı içinde

kıvranıp duran şizofren bir bireye dönüşen, benliği

parçalanıp yiten kendisine ikinci ben olarak Olric‟i

yaratan Turgut, Mümtaz‟ın bıraktığı yerden devam

eder. İkinci beni Olric ile bir başka karaktermişçesi-

ne sanki kendisinin yardımcısıymış gibi sohbet eder

kendi kendisiyle, kendi beyniyle, ikinci benine sığı-

Page 34: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

33

nıp ondan medet umar. Kısacası Feniks bu kez de

Turgut ve Olric imgeleriyle yaşama devam eder. Bu

da karşılaştırmalı edebiyata çok yönlü muazzam bir

malzeme sağlar. Çağın bireyi neredeyse her yerde

aynıdır.”

Tanpınar da Woolf da tüm karakterlerin zihinle-

rine kolayca girebilmek için üçüncü tekil şahıs anla-

tım tarzını kullanmışlardır. Esere yazar ve karakter

bakış açılarını yansıtmak için de aralara birinci tekil

ve birinci çoğul şahıslı anlatımı da serpiştirmişlerdir.

Ayrıldıkları noktalar; Woolf‟un karakterlerinin bi-

linçlerindeki her şeye odaklanmazken Tanpınar‟ın

tüm ayrıntılarıyla karakterin iç

âlemini yansıtması olmuştur, bir

karakterden başka bir karaktere

geçerken yumuşak bir geçiş

yapan Tanpınar‟dan ziyade

Woolf‟un geçişleri serttir. Ayrı-

ca Woolf azar azar herkesin

bilincini verirken Tanpınar yal-

nızca Mümtaz‟dır.

“Zaman” bu iki yazar için de

çok önemli bir kavramdır. El-

mas Şahin, Woolf‟un ve Tanpı-

nar‟ın kronometrik bir zaman

anlayışını bırakarak “iç za-

man”a bireyin zihnindeki zama-

na Proust tarzı bir bakışla yö-

neldiklerini anlatırken tüm ya-

şamı neredeyse huzursuzluklar-

la, karabasanlarla geçen Woolf için zamanın bireyin

içinde sonsuzca açan bir “ur” olduğundan bahseder.

İki yazar için de zaman gibi çok önemli olan bir

diğer kavram ise “deniz‟dir. Elmas Şahin bu duru-

mu şu cümlelerle açıklar:

“Tanpınar gibi Woolf‟un da deniz sevgisi bir

başkadır. Deniz hem rahatlatıcı ve huzur vericidir

hem de anne karnına dönüştür; yalnız, çaresiz, ko-

runmaya muhtaç olan birey için bir sığınaktır deniz.

Dış dünya tehlikelerle doludur ve en güvenilecek yer

bebekken sığındıkları bir liman olan suyla dolu ana

rahmi/karnı‟dır.”

Aynı şekilde karakterlerin de bu limanı arayışları

konu edilir romanlarında. Huzur‟da da Mrs. Dal-

loway‟de de son kısımların ucu açık bırakılır. Elmas

Şahin‟e göre ise bu durum her okuyucuda ayrı bir

anlam; ayrı bir estetik haz uyandırmaktır.

Biri İngiliz, biri Türk edebiyatının çok önemli iki

ismi olan Virginia Woolf ve Ahmet Hamdi Tanpınar

şüphesiz ki zamanlarını aşan çok büyük sanatçılar-

dır. Tomris Uyar‟ın Mrs. Dalloway‟in önsözünde

dediği gibi Woolf‟un amacı değerleri bir yana atmak

değil; değerleri arılaştırmaktır. Güncelerinde

Woolf‟tan etkilenmekten korktuğunu anlatan Tanpı-

nar kendi çizgisini bulmuş ve değerlerimizi yıkıp

yeniden yapılandırmamız gerektiğini anlatmıştır

bizlere. Mümtaz‟ın “Yeni bir hayat lazım, fakat sıç-

rayabilmek, ufuk değiştirmek

için dahi bir yere basmak lazım.

Bir hüviyet lazım” cümlesi de

bu düşünceyi destekler nitelik-

tedir.

Tanpınar‟ın güncesine yaz-

dığı “Daima birkaç ay ötede

hatta birkaç sene ötede yaşıyo-

rum. Hülyaya sarf ettiğim saat-

leri çalışmaya sarf edebilsem.”

cümlesi zamanın ötesinde bir

yazar olduğunu zamanla hep bir

derdi olduğunu, nitekim öldük-

ten sonra anlaşılmaya başlandı-

ğını da bizlere açıklar. Ancak

bu durum için dahi en güzel

açıklamayı yine kendisi yapmış-

tır. Zeynep Kerman‟ın hazırla-

dığı Edebiyat Üzerine Makaleler kitabının Bizde

Roman adlı ikinci makalesinde şöyle der:

“Son senelerde kendi edebiyatımızla alakamızın

şekli o dereceye gelmiştir ki, bir muharririmizden

biraz daha genişçe bir şekilde bahsedebilmemiz için

zavallının ölmüş olması lazım gelir. Tenkidin mersi-

ye ile beraber yürüdüğü yegâne sanat hayatı bizim-

kidir.”

Elmas Şahin‟in Zamana Vuran Dalgalar adlı ki-

tabı Tanpınar ve Woolf‟u daha yakından tanımak

yazarların ve karakterlerin aynı ve farklı ruh hâlleri-

ni görebilmek için dolu dolu bir inceleme kitabı.

Kendisinin başta da anlattığı gibi ötekinin edebiyatı-

nı görüp kendi edebiyatımızı yadsımadan ne kadar

özel olduğunu bir daha görebileceğimiz önemli bir

yapıt.

Page 35: Dergi için tıklayınız

34

TÜRKĠYE„DE EDEBĠYAT TOPLULUKLARI

Canan Odabaşı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Edebiyat topluluklarıyla ilgili Türkiye‟de şu za-

mana kadar müstakil bir çalışma yapılmamıştır. Öz-

türk Emiroğlu yurt içinde yaşayan ve edebiyat eği-

timi alan kimselerin kaynak konusunda çok fazla

sıkıntı yaşamadığını fakat yurt dışında Türkoloji

eğitimi gören insanların kaynaklara ulaşmada zor-

luklar çektiğini belirtir. Yani bu çalışma Türklere

yönelik olmasının dışında yabancı Türkologlar da

düşünülerek onlara hitaben yazılmıştır. Sadece yerli

kesime sesini duyurmadığı için geniş kaynaklardan

yararlanmıştır. Edebiyat tarihimizde yer edinen top-

lulukları, oluşumları, edebî çalışmaları, dağılışları ve

etrafında kümelendikleri süreli yayınları bildirileriy-

le birlikte incelemiştir. Herhangi bir dönem ya da

olay anlatılırken gözlem yapan diğer yazarların dü-

şüncelerine yer vererek kanısını güçlendirmiştir.

Emiroğlu kitabın giriş kısmında edebiyat toplu-

luklarının oluşumunda üç önemli etken olduğunu

belirtmiştir. Bu etkenler tarihî ve toplumsal olaylar,

siyasî akımlar ve süreli yayınlardır. Edebiyatta mey-

dana gelen her değişimin altında toplumsal ya da

siyasal etkilerin olması kaçınılmazdır. Fakat bu etki-

lerin meydana gelmesiyle birdenbire değişim olmuş-

tur diyemeyiz. Toplumsal ve siyasî etkilerle birlikte

din ve millet mozaiğinden oluşan devletteki kopma-

ları durdurabilmek için sorunları felsefî ve sosyoloji

boyutlarıyla ortaya koyup köklü çözümler getirmek

amacıyla düşünce akımları ve siyasî cereyanlar ge-

lişmiştir. (Medeniyetçilik, Batıcılık, Osmanlılık,

İslamcılık, Türkçülük, Marksizm ) Ahmet Hamdi

Tanpınar bu yaklaşımların önemini şöyle vurgular:

“Her biri cemiyetin ayrı bir realitesini karşılayan bu

ideolojilerin etrafındaki mücadele, belki de Modern

Türk Edebiyatının asıl tarihini yapar.” Aslında Tan-

pınar bu sözüyle Türk şair ve yazarlarının medeniyet

krizinin çözümüne yardım edecek adamlar olarak

görmektedir. Çünkü toplumun aydından beklentisi

ve hakları olduğunu düşünür. Bunun sonucunda bazı

edebiyatçılar pek çok alanda halkı aydınlatmaya

çalışırken bazıları da sadece dava adamı olup düşün-

celerini eserlerine yansıtır. Süreli yayınlar sayesinde

de okuyucu bir nevi mektep eğitiminden geçmiş

olur. Kitabın giriş kısmında bu konular işlenirken

birinci bölümde Türk edebiyatının halen daha nitelik

kazanmayan akım ve ekol tartışmasını gözler önüne

serer. Sanat ve edebiyattaki her hareketin bir düşün-

ce boyutu olduğunu ancak bu hareketin akım özelliği

kazanmadığını belirtir. Bu nedenle Emiroğlu etkisi

fazla olmayan sınırlı kalan oluşumlara grup (Nev

Yunaniler, Rübabcılar, Nayiler, Beş Hececiler, Şair-

ler Derneği, Yedi Meşaleciler, Mavi) orta düzeyde

etkileme gücü ve kadrosu fazla olan oluşumlara

topluluk (Servet-i Fünûn, Fecr-i Ati, Dergâh, Hisar),

söylemleri eserleri etkileme gücü ve edebiyattaki

yerleri önemli oluşumları hareket (Genç Kalemler,

İkinci Yeniciler) olarak adlandırmıştır. Birinci sorun

olan anlam kargaşasına bir açıklık getirdikten sonra

ikinci sorun olan Rübab, Şairler Derneği, Dergâh,

Hisar, Mavi gibi grup ve toplulukların edebiyat ta-

rihlerinin çoğunluğunda yer almaması sorununa

değinmiştir. Emiroğlu çalışmasında bu toplulukları

diğer topluluklar gibi aynı kefeye koyarak incele-

miştir. Hatta diğer çalışmaların aksine, bol bilgi

bulunan topluluklara oranla daha fazla yer vermiştir.

Üçüncü sorun ise bazı toplulukların edebiyat dışı

bağlantılar dolayısıyla abartılı bir şekilde övülmesi-

dir. Bazıları da ideolojik farklılıklar dolayısıyla kimi

eleştirmenler tarafından görmemezlikten gelinmiştir.

Bunları örneklerle açıklayarak Garip ve İkinci Yeni

hareketleri gibi eleştirmenlerin bir kısmı tarafından

çok övülürken, en uzun ömürlü topluluk olan Hisar-

cılar bazı eleştirmenlerin hiçbir yazısında konu bile

olmamıştır. Yani bu çalışmanın amaçlarından biri de

böyle kayırmaların ortadan kaldırılmasına yardımcı

olmaktır. Dördüncü sorun bu kadar geniş bir konu-

nun nasıl sınırlandırılacağıdır. Çünkü bazı topluluk-

lar öyle hacimlidir ki bu yüzden topluluğun oluşum

ve faaliyetleri neden–sonuç ilişkisi bakımından sınır-

landırılmıştır.

Öztürk Emiroğlu dört büyük sorun üzerinde dur-

muş olsa da edebiyatımızda halen daha tartışmaya

açık konular olduğu görülür. Kitabın sadece yurt

dışındaki Türkologları kapsamış olması bütün konu-

lara tamamen açıklık getirdiği anlamına gelmemek-

tedir.

Page 36: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

35

MODERN TÜRK EDEBĠYATININ ANA ÇĠZGĠLERĠ 1860-1923

Ömer Ambarkütükoğlu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Edebiyat tarihi, bir milletin tarih içinde yetiştirdi-

ği şahsiyetleri ve onların eserlerini, tarihî süreç içeri-

sinde ve bir sistem dâhilinde inceleyen bilim dalıdır

(Karataş, 2004:135-137). Türk edebiyatında; İslam

motifi öncesinden başlayarak, günümüze kadar deği-

şim ve gelişimleri ele alan edebiyat tarihleri arasında

“Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri” adlı eser

mühim bir yere sahiptir. Osmanlı Devleti‟nin durak-

lama devrinden itibaren tarihsel vakalar ile birlikte

ortaya çıkan kişilerin hayatlarının ve edebî kişilikle-

rinin ele alındığı kaliteli üslu-

bu, yerinde teşhisleri ve aynı

zamanda olaylar ile kişiler

arasındaki ilişkiyle muhteva-

nın güçlendirildiği bir eserdir.

Kenan Akyüz tarafından

kaleme alınan bu eserin metni

ilk defa Türk kültürü üzerine

batıda yayımlanan “Philologia

Turcicae Fundamenta” isimli

kaynakta 1965 yılında Fran-

sızca bir makale olarak yer

almıştır. Türkçe tercümesi ise

aynı yıl Türkoloji Dergisi'nde

yayımlanmıştır (Cilt 2, sayı 1).

Kenan Akyüz‟ün ifadesiyle

“İçerik ve kapsam olarak bir

dergi sınırlarını çok aştığı

için” üçüncü ve sonraki baskı-

ları kitap halinde yayımlanmıştır. 1969 tarihinde

kitap olarak yapılan ilk baskısının ön sözünde kita-

bın üzerinde neden bir rakamı olduğunu şöyle açık-

lıyor:

“Bu baskının üzerindeki I rakamı inceleme alanı-

nın zaman içinde daha ilerilere doğru da uzanacağını

gösteriyor. Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar

sürecek bu uzanıştan şimdiye kadar değişik sebep-

lerle hep kaçındım. Bu sebeplerin başında şüphesiz

uzak geçmişin statikliği ve bunun sağladığı inceleme

rahatlığının ve sağlamlığının yanında yakın geçmişin

yarı, hâlin de tam diri ve hareketle dolu oluşlarının

çıkardığı türlü güçlükler yer alır.” Bunca güçlüğe

rağmen Kenan Akyüz, Cumhuriyet Dönemi Edebi-

yatı üzerine de çalışmalar yapmış ama ömrü vefa

etmediği için bu çalışmaları tamamlayamamıştır.

1969'dan günümüze değin birçok baskısı yapılan bu

kaynak yapıt 1860-1923 yılları arasını kapsamakta-

dır.

Tanzimat sonrası Türk edebiyatını ele alan yazar,

giriş bölümüyle birlikte eserini altı başlıkta incele-

miştir. Bu başlıklar ise şu şekildedir: “Giriş (1718–

1860)”, “Tanzimat Devri Edebiyatı (1860–1896)”,

“Servet-i Fünûn Devri (1896–1901)”, “Servet-i

Fünûn Dışındaki Edebiyat”, “Fecr-i Âtî Devri

(1909–1913)” ,“Millî Edebiyat Devri (1911-1923)”.

Kenan Akyüz, türleri esas alarak bir tasnif metodu

belirlemiştir. Edebî dönemleri, sırasıyla “Şiir”, “Ti-

yatro”, “Roman ve Hikâye”, “Mizah ve Hiciv”,

“Edebî Tenkit” başlıkları altında

ele almıştır. Ayrıca, eserin son

kısmını “Bibliyografya” bölümüne

ayırmıştır. Bu bölümle ilgili olarak

şu cümlelere yer vermiştir:

“Bibliyografya, Türk edebiyatı-

nın, incelememizin bu cildine giren

1860- 1923 tarihleri arasındaki

başlıca dört devri (Tanzimât, Ede-

biyât-ı Cedîde, Fecr-i Âtî, Millî

Edebiyat) esas tutularak düzen-

lenmiş ve bu devirlerin hepsini

veya çoğunu içine alan incelemeler

en başka ve ayrı bir bölümde top-

lanmıştır.”

Türlerin ele alınışı her devirde

aynı değildir. Bölümlerden Servet-

i Fünûn Dışındaki Edebiyat da

“Mizah ve Hiciv'', Fecr-i Âtî'de ise

“Mizah ve Hiciv'' ile “Edebî Tenkit” bulunmamak-

tadır.

1718-1860 yılları arasında imparatorluğun ne gibi

sıkıntılar içerisinde olduğu ve batı medeniyeti ile

olan askerî, siyasî, kültürel ilişkileri kronolojik ola-

rak anlatmıştır. Osmanlı Devleti‟nin batı medeniyeti

ile temaslarını; çağdaşlaşma, modernleşme, batılı-

laşma kavramlarıyla açıklamış, medeniyet değiştir-

menin her şeyden önce bir zihniyet değiştirme mese-

lesi olduğunun belirtildiği giriş kısmından sonra

Tanzimat Devri ve Edebiyatı gelmektedir. 1860-

1896 yılları arasında imparatorluğun içinde bulun-

duğu kötü durumdan dönemin aydınları olan; vatan

ve millet aşkıyla yanıp tutuşan, benlik tutkusu değil

de toplumun sorunlarını esas alan özgür düşünce

yapısına sahip bireylerin ekonomik, sosyal, siyasî

alanlardaki tepki ve tutumu anlatılmış, gazete başta

olmak üzere kültürel alanda batılılaşma hareketi ele

alınmıştır. Ele aldığı edebî türlerin Türk edebiyatın-

Page 37: Dergi için tıklayınız

36

da ne gibi değişimlere uğradığı ve önem sıralamala-

rına göre şair ve yazarlara değinilmiştir.

1896-1901 yılları arası “Servet-i Fünûn Devri

Edebiyatı'” olarak adlandırılarak Osmanlı Devletinin

içinde bulunduğu siyasî durum değerlendirilmiş,

sanatkârların neden bireysel konulara yöneldiği,

Avrupa'ya kaçış sebepleri ve topluluğu bir araya

getiren etken tespit edilmiştir. Sonrasında edebî tür-

lerle birlikte sanatçılara değinilmiştir. Ancak sadece

Servet-i Fünûn Devri içerisinde yer alan sanatçılara

yer verilmiştir. Servet-i Fünûn topluluğuna dâhil

olmayan sanatçılar “Servet-i Fünûn Dışındaki Ede-

biyat” adı altında değerlendirilmiş, yine edebî türler-

le birlikte sanatçıların hayatı, edebî kişiliği ve eserle-

rine yer verilmiştir.

1909-1913 yılları arasında Osmanlı Devletinin

siyasî ve sosyal açıdan içinde bulunduğu durumu

anlatılmıştır. Kuruluş tarihinden bir yıl sonra Fecr-i

Âtî sanatkârlarının üzerinde birleştikleri ortak bir

metin yayımlanır. Bu metin Türk Edebiyatı tarihinde

ilk edebî bildiri niteliği taşır. Fecr-i Âtî döneminde

şiir, tiyatro, roman ve hikâye türleri ile birlikte sa-

natkârların hayatı ve edebî kişilikleri anlatılmıştır.

1911-23 yılları arası ''Millî Edebiyat'' başlığı altında

Osmanlı Devletinin siyasî, askerî, sosyal açıdan

durumu anlatılmış. Ömer Seyfettin, Ali Canip gibi

gençlerin 1911'de Selanik'te çıkardıkları Genç Ka-

lemler Dergisi vasıtasıyla milliyetçilik cereyanı ede-

biyata da yansımıştır. Türkçülük ideolojisiyle bir

araya gelen gençlerin edebiyata verdiği yön anlatıl-

mıştır. Millî Edebiyat döneminde şiir, tiyatro, roman

ve hikâye, mizah ve hiciv, edebî tenkit türleriyle

sanatçılara değinilmiştir.

Görüldüğü üzere yazar devirleri tamamıyla sos-

yal ve siyasî zemin üzerinden aktarmıştır. Eserde

çok keskin bir devir anlayışı hâkimdir. Öyle ki dö-

nemlerin başlangıç ve bitiş tarihleri bile belirtilmiş-

tir. Teknik tasnifi bir yana bırakırsak Tanzimat‟tan

bu tarafa entelektüellerimizin düştüğü eskiyi redde-

den yani redd-i mirasta bulunan bir düşüncenin Ke-

nan Akyüz'ün edebiyat tarihinde de net bir şekilde

ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz. Çünkü Ke-

nan Akyüz'ün edebiyat tarihinde de sanki Namık

Kemal'le başlayan ve ondan sonra Naci - Ekrem,

Akif - Fikret, Necip Fazıl -Nazım Hikmet kavgaları-

nı devam ettiren, özellikle yeni tarafında konuşan

kim varsa onu haklı, karşı tarafı haksız gören bir

edebiyat tarihi anlayışının öncelendiği kanaatinde-

yim. Dolayısıyla Modern Türk Edebiyatının Ana

Çizgileri adlı edebiyat tarihinde verilen, ortaya ko-

nulan temel düşünce; Tanzimat‟tan bu tarafa bizim

eskiyi reddeden, yeniyi alkışlayan ve sürekli onu

destekleyen bir edebiyat tarihi yazıcılığının resmî,

ideolojik bir çıkarımıdır.

Page 38: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

37

KIZILAY‟DA BĠR GÜN

Doğa Kılıç Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Türkiye‟nin başkentinin de bir başkenti olduğunu

bilir miydiniz? Her türlü insanın bulunduğu, her

türlü etkinliğin yapıldığı, iyinin ve kötünün haber-

sizce aynı anda yaşandığı bir yer: Kızılay. Kızılay‟ı

nasıl bilirdiniz? Genç insanların eğlenebileceği, çe-

şitli kafeteryaların bulunduğu ve Ankara‟ya yabancı

olanların dolaşıp etkilenebileceği bir yer midir yal-

nızca? Hayır. Kızılay‟a her gün gelen insan dahi

mutlaka değişikliklerle karşılaşacak ve bu değişik-

likler onun da ruh hâlini etkileyecektir.

Yüksel Caddesi‟nden başlıyor maceramız. Kızı-

lay metrosunun yürüyen merdiveninde bizi gençler

karşılıyor. Ellerindeki bildirileri insanlara uzatırken

bir yandan dergilerini tanıtmaya çalışıyorlar. Uzatı-

lan bildiriyi alıp cebine koyanlar, onlarla sohbet

edenler, almaya tenezzül etmeyenler, alıp az ötede

yırtıp yere atarak tepki gösterenler, düşünce değişik-

liğine kapalı olduğu için bağırarak gençleri azarla-

yanlar ve daha fazlası... İlerliyoruz. Sağa döndüğü-

müzde karşımıza Dost Kitabevi‟nin önünde gitar

çalan iki Koreli çıkıyor. Çoğunluğu genç kızlardan

oluşan bir grup; bu iki gencin etrafını sarmış, hep

beraber Korece şarkılar söylüyorlar. Kimileri bu

durumdan rahatsız olsa da grup eğlenmeye devam

ediyor, ayrıca bu iki genç, kendilerine gösterilen

ilgiden memnun görünüyor. Kızılay‟ı sevdikleri

gözlerinin parıltısından belli oluyor. Yüksel cadde-

sine geri dönerek ilerlemeye çalışıyoruz. Çeşitli

gruptan insanların açtığı masaların üzerinde birçok

düşünce kitabı mevcut. Meramlarını anlatmak üzere

ilgili insan bekliyorlar. Masa görevlileri, bazı olaylar

hakkında kamuya seslenerek, çoğunluğun gücünü

göstermek amacıyla imza toplamaya çalışırken bazı

vatandaşlar takdir ediyor, bazıları ise onları yerden

yere vuruyor. Bu sırada başka bir tarafa çekiliyor

dikkatimiz. Kafeterya görevlileri fal baktırmanın

sadece beş lira olduğunu söylüyor. Vatandaşın biri

çıkıp kendisine tek kitabın da beş lira olduğunu söy-

leyince kafeterya görevlisi delikanlı, çalıştığı yerde

para kazanmak için bu işi yapmak zorunda olduğunu

söylüyor. Onun gözlerine bakarak sadece empati

yapmasını istiyor. Az ileride insanlar toplanmış, bir

top ve bir şişeyle oyun oynuyor. Oyun, insanların

topa vurarak şişeleri devirebilmeleri sonucu kazan-

malarıyla son buluyor. Tabiî oyunda bir miktar para

dönüyor. İnsanlar, oyunu oynamaya cesaret edebi-

lenleri heyecanla izliyor.

Karanfil‟e girdiğimizde karşımıza canlı müzik

için insanları kafeteryalarına çağırarak dans eden iki

neşeli kız çıkıyor. Ya da neşeli olmak zorunda olan

iki kız diyebiliriz.

İlerlediğimizde seyyar satıcılar karşılıyor bizi.

Belki de seyyar satıcı olmak zorunda olan insanlar…

Takılar, cüzdanlar, kitaplar, çalışma lambaları ve

daha fazlası. Olgunlar‟ın oraya kadar geliyoruz. Bu

noktadan sonra beş dakika önce, geçtiğimiz yerlere

geri döndüğümüzde bakınız neler oluyor. Olgunlar‟a

giden yolda bir kadın yere oturmuş, ağzı yüzü kan

revan içinde ağlıyor. Bir grup insan, kadının başına

toplanmış sadece bakmakla yetinirken birkaç kişi

kadına yardım etmeye çalışıyor. Kimse kadının ne-

den o durumda olduğunu bilmiyor. İnsanlar kaza

geçirmiş olabileceği ya da şiddet görmüş olabileceği

tahminlerin de bulunsalar da kadın konuşulanları

duymazlıktan gelerek sadece ağlıyor. İleride, önce-

kinden habersiz olan bir kadın daha var. Bağırabil-

diği kadar bağırıyor. Çevresindeki arkadaş grubu

kadını sakinleştirmeye çalışıyor. Yüksel‟e geri dön-

düğümüzde, haklarını savunmak amacıyla bir grup

kadının toplanmış olup slogan attığını görmekteyiz.

Bir üst sokakta olanlardan habersizce… Ellerinde

flamaları ve pankartları var. Dolaylı bir şekilde üst

sokaktaki kadınların haklarını da savunuyorlar diye-

biliriz.

Dost Kitabevi‟nin önüne tekrar geldiğimizde,

Koreli müzisyenlerin ayrıldığını görüyoruz. Yerleri-

ni çevreciler almış, insanlara bilgi vermeye çalışı-

yorlar. Karanfil‟e tekrar döndüğümüzde ise bir grup

toplanmış basın açıklamasıyla hak talep ediyor, bu

grubun çok yakınında bulunan başka bir grup halay

çekiyor. Güvenpark‟a gidiyoruz. Alanı geniş olduğu

için çeşitlilik fazla oluyor. Küçüklüğümüzden beri

kuşlara yem veren amcalar vardır burada. Hâlâ du-

ruyorlarmış… Buna seviniyoruz ve devam ediyoruz.

Kadın işçiler, Güvenpark‟ta yerleri temizliyor. So-

kak çok büyük; fakat onların elleri daha büyük. Er-

kekler onlara yardım ederken oradan geçen vatan-

daşlar kolaylık dilemeyi unutmuyorlar.

Güvenpark‟ta bir bankta oturuyorum. Burada

oturan insanların yanına ya bir ayakkabı boyacısı, ya

da bir çaycı gelir. Ayakkabı boyacısı ısrarla ayakka-

bınızı boyamak ister, kabul etmezseniz tozunu almak

ister. Çaycıdan çay almazsanız size çekirdek satmak

Page 39: Dergi için tıklayınız

38

için uğraşır. Onlar insanlar diğer insanlarla uğraşır-

ken, sakallı ve irice bir adam tek başına bir pankart

tutuyor. Oradan geçenler onu izlerken, adamın başı

dik ve gözleri kararlı duruyor. Bu adam buraya her

gün gelirmiş. Yolun karşısında trafik polisleri vardı.

Bu adama çok dikkatli bakarlarmış işlerini yaparken.

Üçüncü kez Yüksel‟e gittiğimizde, çılgınca şarkı

söyleyen bir adama rastlıyoruz. Adeta bize bazen

deli olmamız gerektiğini hatırlatıyor. Onun yakınla-

rında birkaç çocuk, peçete satmak için uğraşıyor.

Bazen, kendilerine çikolata aldırmak için insanlara

yalvarıyorlar. Bazen zorbalık yapıyorlar. Onlar ço-

cuk değildi aslında. Onlar hayatın yanlış yerlerine

sapmış ve kat kat erken olgunlaşmış insanlardı.

Metroya binene kadar peşimizi bırakmıyorlar.

Metroya bindiğimizde bir grup genç, gitarıyla in-

sanların kulaklarını şenlendirmek için izin istiyor.

Asabi bir bey bunu kabul etmiyor. Hoş görünümlü

bir bayan kendisine nedenini sorduğunda adam kız-

gınlıkla gençlere bakarak başını sağa sola sallayıp

öne eğiyor. Gençler, bayana kendileri açısından bir

problem olmadığını belirtmeye çalışırken başka bir

vagona geçiyoruz. Keman çalan bir kadınla karşıla-

şıyoruz bu sefer. Fakat öyle melodiler çalıyor ki,

insanın özgürlüğe bir adım daha yaklaştığını belirti-

yor adeta. Vagondaki insanlar müthiş bir neşeyle bu

hanımefendiyi dinlemekte. Yol boyunca dinliyoruz.

Kemanın sesi sayesinde huzur bulmuş bir ruh hâli ile

gözlemimizi sonlandırıyoruz.

Kızılay… Her on dakikada bir değişen, değiştiren

bir yapıya sahip bir mekân: Kızılay… Karşımıza ne

çıkacağı hiç belli olmayan bir mekân: Kızılay… Bir

günlük izlenim sonucu karşılaştığımız birçok şey…

Şimdi dinlenmek gerekir. Bütün iyiliklerinle iyi ki

varsın Kızılay. Kötülükleri at içinden…

PAHALIYDIN BANA

Volkan Şengel Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Söylesem yalan dersin

Ve yüreğimin kırıkları dağılır etrafa

Söylesem gerçeği,

İnanmadığını görür üzülürüm.

Eksilirsin belli ki benden!

Yüz gram peynirin fazla gelince üstünden alınması gibi

Çünkü pahalıydın sen!

Fazlalığın çürütür diye korkuyordum

Hem bahane oldu bana da

Soranlara pahalıydı der geçerim.

Ya sen ne dersin?

O eksikti diyebilir misin?

Elbet konuşurlar etrafında

Benden bahsedilir

Üç beş cümle kurulur ağızlarda

Sen de konuşursun, savunursun kendini?

Ama neyi?

Yalan ile gerçeği birbirine karıştırırsın.

Ve sen bunu da aşacağını sanırsın

Gözlerin hapsolduğu yerden çıkmak ister

İsyan çıkarır beynine

Kırarsın kirpiklerindeki kilidi

Açılır hemen gözlerin gökyüzüne, ne kadar da yabancı!

Daha ayırt edemezken bensizliği

Parmak uçlarından azalmaya başlamışsındır

Artık yalanla bir olup, gerçeği aldatırsın

Yaşıyor olman yalan, bensiz olman gerçek!

Fazlaydın sen, pahalıydın hem.

Bense korkuyordum.

Page 40: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

39

HĠÇBĠR ġEYE KATILMIYORUM!

Ulaş Keskin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

“Sanayi devrimi çünkü kuşların ölümüdür”.

Cinnet Modern-İsmail Kılıçarslan

“Bilişim çağı çünkü alternatif bir ölme biçimidir”.

Biz Eşit Değiliz Sevgilim-Cihan Ülsen

Kurtlar Vadisi dizisini yayına girdiği günden beri

oturup hiç takip etmedim. Geçen gün berberime

gittim. Girdim içeri, dükkânda çıt çıkmıyor. Herkes

televizyona kilitlenmiş. Kurtlar Vadisi var.

-Selamün aleyküm abi!

Kimseden cevap yok. Bir koltuğa ilişiyorum, ben

de başlıyorum seyretmeye. Polat diyor ki ben gördü-

ğüm bir şerefsizi bir daha unutmam. Herkes heyt be

diyor. Ben de heyt be diyorum. O an fark ediyor

berber beni.

-Hoş geldin kardeş. Heyt be!

Polat'ın eksik bir şeyleri var yalnız. Mesela Metin

Kaçan'ın Ağır Roman'ındaki o kabadayı modeli yok

onda. Fakat ilginç olan Kurtlar Vadisi dizisinin Tür-

kiye'nin siyasî algısını belirleyebiliyor olması. Bu

elbette sadece o diziyle ilgili bir durum değil. Yük-

selmeye olan isteğimiz tümüyle televizyon tarafın-

dan yönetiliyor. Aklımız, dilimiz, ilerlememiz... Her

şeyimiz televizyon ve dizilerine bağlı. Merak etme

melekemizi kaybettik bu yüzden. Bir düşünce geliş-

tirme ve o düşünceyi zihnimizin gücüyle sürdürmeyi

bilemiyoruz. Metin Kaçan Ağır Roman'ında mahal-

lesini sokağa karşı koruyan, kollayan, namusunu

vicdanında hisseden bir kabadayının hikâyesini anla-

tıyor bize, oysa bu dizilerin bir hikâyesi yok. Hikâye

anlatmıyorlar çünkü hikâye vicdana ait bir şeydir.

Kötücül programlar ise gayri insanî ne varsa onu

yapıyor. Kadim zamanlarda bu böyle değildi. Mese-

la Kızılderili şefi bir taşın üzerine oturur, bir hikâye

anlatır ve diğerleri de onu yürekleri titreyerek din-

lerdi. Dede Korkut'u aklımıza getirelim ya da. O

hikâyeler hayatları intizam etme gücüne sahipti.

Sahici bir şeye aittiler. Bugünse o dizileri izleyip

elimize tespih aldığımızda bir rol-model olduğumu-

zu düşünüyoruz. Kötüleşiyor, yaşadığı durumun

farkına varamayan tiplere dönüşüyoruz. Kötüleşiyo-

ruz çünkü hikâyemiz yok.

Modern zamanlar ve gelişen teknoloji hikâyele-

rimizi elimizden alıyor. Dostoyevski'den her gün

biraz daha uzaklaşıyoruz böylece. Adım adım yitiri-

yoruz yeraltımızı. Yeraltısız, mahremsiz, matemsiz,

merhametsiz yani makinalaşan bireyler hâline geli-

yoruz. Necip Mahfuz'un Midak Sokağı'nı hatırlarsı-

nız. Kahvede hikâyeler anlatarak hayatını idame

ettiren bir adam vardır. Bir gün kahveye geldiğinde

artık o kahveye bir televizyon girmiştir. Ve o adam

yavaş yavaş işini kaybeder. İşi hikâye anlatmak olan

adamın nasıl hikâyesiz kaldığının trajik çöküşü anla-

tılır romanda. Makinalaştıkça da pop imajların pop

ikonlara ve hikâyesiz bir şeye dönüştüğüne tanık

oluyoruz. Köksüzleşiyoruz ve bizi ayakta tutan,

varlığımızı yaratan ruhumuzu yitiriyoruz. Ülke ola-

rak büyük bir kültürden geliyoruz aslında. Meselâ

Selimiye Camii‟nin bir hikâyesi var. Galata'nın, Saat

Kulesi'nin, Beyazıt'ın... Peki, tüm ülkede mantar gibi

çoğalan AVM'lerin bir hikâyesi var mı? O yapıları

kuranlar insanî bir noktaya temas ediyor, bir bağ

kuruyor mu insanlığımızla bizim? Gayri insanî bü-

tün yapılar lineer düzlemde kuruluyor ve denklem-

ler, formüller, reytingler hikâyelere tercih ediliyor.

''Bana hikâye anlatma'' diye bir cümle var mesela.

Bana hikâye anlatma demek, bana hesap kitaptan,

denklemden, formülden, aldatmacadan haber ver

demektir. Tüketim toplumunu yaratanlar bu hikâye-

leri elimizden aldığı gibi aynı zamanda hikâyesiz

bireyler hâline gelmemizi de istiyor. Sürekli olarak

televizyon yarışmalarında 'tarz' konusu üzerinden

ruhumuza bir şeyler enjekte etmelerinin sebebi bu.

Bizim bir yaşamımız olmasını istemiyorlar, yaşam

tarzımız olsun istiyorlar. Elimize geçen her fırsatı

sonuna kadar iğfal ediciliklerine harcamamızı bekli-

yorlar bizden. Aslında dedikleri tam da şu: “Zaten

bütün varlığını ben bütün varlığının içini çoktan

boşalttım, bari şu arabaya bin de kendini bir şey

san.” İçi boşalan insan, kendini ancak aldığı araba

ile üzerine giydiği elbisenin markası ile doldurabile-

ceğini düşünüyor. Tüketim ideolojisinin berhava

ettiği içimizdeki boşluğu yeni satın aldığımız araba-

lar ile kapatmaya çalışıyoruz. Bu tıpkı iman boşlu-

ğunu doldurmaya çalışan post-modern bireyin 'kişi-

sel gelişim' kitaplarına sarılması gibi. Acıtıcı olansa

sistemin bu illüzyonuna gözlerimizin inanması ve

gerçek olduğunu düşünmemiz. Salâh Birsel Şiir ve

Cinayet isimli kitabında şunu söyler: “'Gerçek, in-

sanların mektuplarında daha kolay ele geçer.” Post-

modern birey artık mektup yazmıyor. Nedeni çok

açık: gerçek bir hayatımız yok, çünkü gerçekler çok-

tan elimizden alındı ve elbette mektup ile anlatabile-

ceğimiz bir hikâyemiz de yok. „İnsan kendi kendisi-

ni sessizce kaybeder. Kaybettiği başka her şeyi fark

eder de kendini kaybettiğini anlayamaz‟ diyor Søren

Kierkegaard. Evet, bu yaşadığımız durumdan çoğu-

muzun haberi bile yok. Öyle bulanık zamanlardan

Page 41: Dergi için tıklayınız

40

geçiyoruz ki daima daha hızlı mottosuyla dünyanın

ucundaki insanlarla iletişime geçebiliyoruz ama bu

iletişim hakiki bir şeye ait değil. Telefon rehberleri-

miz, facebook, twitter profillerimiz insanlarla dolu,

fakat kimse kimseyi tanımıyor. Dünyanın bir köye

dönüştüğünü söyleyenler bir noktada yanılıyor, bu

iletişim çağı insanın tabiatına aykırı bir iletişim ça-

ğına dönüştü.

Zeki Demirkubuz'un Yazgı filminde savcı ve

Musa arasında bir konuşma geçer. Musa artık hapis-

haneye aittir. Hikâyesi oradadır ve dışarı çıkmak

istemez. Çünkü sokakta onu büyük bir hikâyesizlik

ve kimsesizlik beklemektedir. Bir insanın özgürlü-

ğünü tutsak olduğu yerde bulması yani aslında

hikâyesine ait olması durumudur bu. Biz de ancak

ait olduğumuz yerde kalırsak hikâyemizi yaratabili-

riz. Ancak o zaman insanî değerlerimizi yeniden

kazanmaya başlayabiliriz. Fakat önce kendi öz varlı-

ğımızı tehdit eden asıl şeyin post-modern zamanlar

ve teknoloji olduğunu itiraf etmeli, yüksek değerle-

rimize, hikâyelerimize inanmalıyız. Yani bu yok

ediciliğe karşı gardımızı geliştirmeli ve yüksek de-

ğerlerde mevzilenmeliyiz. Zira ancak inanç sahibi

bireyler hâline gelirsek köklerimizle birlikte yeşere-

biliriz. Ancak o zaman kendimizi yeniden anlamlan-

dırır, hikâyemize döner ve çağ dünyasının yok edici-

liğine karşı durabiliriz. İnsanlığın ana gövdesindeki

barışı, merhameti, sevgiyi ve iyiliği ancak böyle

yakalayabiliriz.

Bir Kızılderili hikâyesi nasıl başlıyorsa işte ora-

dan başlayabiliriz biz de. Derler ki...

KENDĠNE GEL EY AHSEN-Ġ TAKVĠM

Ali Osman Özcan Türkçe Öğretmenliği

Balçıktan ibaret toprak idin

Bir nutfeden meydana geldin.

Nereden geliyor bu büyüklük isteğin?

Kendine gel ey ahsen-i takvim.

“Elestü bi rabbikûm” derken rabbin

“Kâlu belâ” deyip inledin

Verdiğin sözü ne çabuk terk eyledin?

Kendine gel ey ahsen-i takvim

Rabbin gönderdiği peygamberlerin,

Kimini mecnun, kimini şair belledin.

Yaratanın kudretini hiç mi görmedin?

Kendine gel ey ahsen-i takvim

Gönül, eviydi yaratan rabbin

Sen gönlü harap eyledin.

Rabbin değil şeytanın yoluna gittin

Kendine gel ey ahsen-i takvim

Rabbin yaratmış seni ahsen-i takvim

Şimdiki hâlin esfel-i safilin

Oku, ne diyor Sûre-i Tîn

Kendine gel ey ahsen-i takvim

Page 42: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

41

YAġASIN SORGULAYAMAYAN MERAKSIZ BAġARILI BĠREYLER!

Hacer Dağlı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Herhangi bir durumu, olayı anlamak için hiç

durmadan acımasızca ilerleyen zamana bırakırız,

bazen de çoktan elimizden kaçmış gitmiş geçmişle-

rimizi kurcalayarak anlamaya çalışırız. Her iki du-

rumda da doğru ya da yanlış bir sonuca illaki ulaşı-

rız, ulaştığımız sonuçların bazen izahı olmayabilir.

Bu izahı olmayan ve pek de anlam verilemeyen

durumlardan bir tanesi de merak duygusunun za-

manla ters orantılı olmasıdır. Birey büyüdükçe bazı

şeylere yönelik olan merak duygusu azalmakta, bu

azalan merak duygusu genellikle bilime ve sanata

yönelik olan merakın olduğu ortadadır. (Bireylerin

özel hayatlarına yönelik olan merakımız çok güçlü).

Beynin bilmeye yönelik sonsuz bir açlığı vardır, ne

kadar bilgi verilirse verilsin iflah olmaz bir doyum-

suzluktur bu. İnsanın fıtratında yer alan bilmeye

yönelik olan merak duygusunu, özellikle de bilime

ve sanata yönelik olan bilme isteğinin acımasızca

köreltildiği gerçeği inkâr edilemez boyuttadır. Bire-

yin fıtratında mevcut olan arzunun bir anda köreldi-

ğini söyleyemeyiz.

Çocukluğumuzu hayal meyal hatırlıyoruzdur, ha-

tırlayamıyorsak bile içinde bulunduğumuz çevrede

bebekler ve çocuklar mevcuttur. Beynimizin bilme-

ye yönelik olan açlığını bebekler ve çocuklar iyi bir

şekilde gözler önüne sermektedirler. Bir bebeğe

herhangi bir şey verildiğinde o şeyi bilmeye yönelik

olan heyecanını, merakını hâl ve tavırlarından çok

net anlayabiliriz. Eline verdiğimiz şeyi evirir çevirir,

ağzına götürür; her şekliyle onu bilmeye çalışır.

Konuşmaya başladıktan sonra bilmeye odaklı mera-

kını sorduğu sayısız sorulardan anlarız, bazen aynı

soruyu farklı yollardan defalarca tekrar ettiğini fark

ederiz, çünkü sorduğu sorunun cevabını alamamıştır,

onu aydınlatacak olan sorunun cevabını almadan

susmayacağını biliriz. Bizleri sorularıyla bıktırırlar,

lakin onlar hiç bıkmazlar sormaktan, ta ki bizler

onları cevapsız bırakana kadar, “Başım ağrıdı sus

artık!” diyene kadar, git babana sor ya da annene sor

deyip onları başımızdan savana kadar... Sonra sonra

ne mi oluyor? O güzelim çocuklar bilmeye yönelik

olan arzularını, meraklarını canlı tutmak için ebe-

veynlerine karşı verdikleri mücadeleyi daha fazla

sürdüremiyor ve yavaş yavaş sormaktan aydınlan-

maktan uzaklaşıyorlar.

Bu durum ebeveynler için büyük bir zafer, kafa-

larını şişiren çocuklarını susturmayı başardılar, onla-

rı uslu çocuklar hâline getirdiler. Çocukları sustur-

mayı meraklarını öldürmeyi iyi bildiler. Çocuklarına

emirler verdiler, ne dersem onu yap! Emirlere itaat

eden harika bireyler yetiştirdiler ve bunun için bir-

birlerini tebrik ettiler. (Annesi babası ne derse onu

yapıyor, ne kadar uslu maşallah).

Emirlere itaat eden uslu çocukların temellerini

ebeveynler attılar. Sırada eğitim sistemiyle o atılan

temelleri sağlamlaştırma var. Öğretmenlerini iyi

dinle, derslerine çalış, öğretmenlerin ne derse onu

yap, onlarla çatışma. (Düşüncelerde çatışmak dün-

yaya başka çerçevelerden bakmaktır). Öğretmenler

eğitim sistemindeki kurallara uygun bir şekilde mes-

leklerini icra ettiler ve öğrencilerine emirler vererek

bilgiyi aktardılar. “Ali ata bak! İpek ipi tut! Işıl ılık

süt iç!” İtaat ettirmeye tam gaz devam. (Bir ara bu

okuma fişlerinde modern olalım dediler ve ata bakan

Berk oldu, ipi tutan Ecem oldu). Doğru bilinen yan-

lış eğitim sistemiyle birlikte hem çocukların içinde

kalan bir gıdım merakı hem de yaratıcılıkları ellerin-

den alındı. (Yanlış eğitim yaratıcılığı, yeteneği öldü-

rür).

Nadiren de olsa birkaç birey onlara verilen bilgi

gibi görünen emirlere yönelik sorular yönelttiler

öğretmenlerine, aldıkları cevaplar ise genellikle,

sizlere nasıl anlattıysam öyle bilin, biz de böyle öğ-

rendik, doğrusu böyle olmuştur. (Onlara da öyle

anlattılar, öyle bildiler, bizlerden de bunu bekledi-

ler). Merakımızı ve yaratıcılığımızı öldürerek büyük

zaferler kazandılar ve bu bizim en büyük yenilgimiz

oldu, en büyük başarısızlığımız. İşimizde başarısız

olmamız, tepe taklak düşüp bir daha kalkamayışı-

mız, büyük kayıplarımız önemli değil. Bizler en

büyük kaybı merakımızın ve yaratıcılığımızın öldü-

rülmesiyle aldık.

İşin esprisine gelirsek, başarıyı sağlayacak olan

unsurları bizlerden çaldıktan sonra hayatta büyük

başarılar kazanmamızı istediler. Maalesef onlar ka-

dar başarılı olamadık, onlar çok mükemmeldi, hepsi

bilimde sanatta ipi göğüsledi! Onlar kadar başarılı

olamadık ve ne yazık ki bizler de onlar gibi olacağız.

Yaratıcılığı ölmüş meraksız itaat eden bireyler yetiş-

tirip onlardan büyük başarılar bekleyeceğiz, şimdi-

den heyecanlandım. Yaşasın sorgulayamayan me-

raksız başarılı bireyler!

Page 43: Dergi için tıklayınız

42

ĠYĠ KĠ VARSIN HOCAM

Hüseyin Coşgun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Aylardan Eylül. Yıl 2011. Gün ışığı erken kararı-

yor, Sert soğuk yüzümüze tokat gibi çarpıyordu.

Okuduğum lise Ankara‟nın Yenimahalle ilçesinin

Beşevler semtindeydi. Ben ise Etimesgut‟ta oturu-

yordum. On birinci sınıfa geçmiştim. Okula ilk iki

yıl trenle kırk beş dakikada gidiyordum, sabahları

tren kalabalık olsa da fazla sıkıntı olmuyordu. Yeni

eğitim dönemiyle beraber benim ve Etimesgut‟ta

oturan sınıf arkadaşım için yeni bir sıkıntı da berabe-

rinde geliyordu. Ulaşım sıkıntısı... O yıl demir yolla-

rının bakımı için trenle ulaşım kaldırılmıştı. Öyle

olunca herkes karayolunu kullanan toplu taşıma

araçlarına yöneldi. Hâliyle ben de otobüsü kullana-

cak-tım fakat oturduğum yerden doğrudan okula

giden otobüs yoktu. Biraz zorlansam da ilk günkü

derse zamanında yetişmiştim. Meslek lisesine gitti-

ğim için çoğu dersimiz mesleğe yönelik oluyordu ve

bu dersler sebebiyle aralıksız üç günümüz atölyeler-

de geçiyordu. İlk dersimiz de atölye dersleriydi.

Öğretmen gelene kadar sınıftaki öğrenciler ben dâhil

konuşarak zaman geçiriyorduk. Ders zili çaldı. Bir

çift keskin bakışlı göz bize doğru göz süzdü ve “Sı-

raya geçin!” diye seslendi. Hepimiz irkildik ve dik-

kat kesildik. Herkes sıraya geçince önce bize asker-

ler gibi “Hazır ol!” ve ardından “Sağ baştan say”

diye seslendi. Ondan sonra hepimize kim olduğumu-

zu ve bu bölüme isteyerek gelip gelmediğimizi sor-

du. Çoğu “İsteyerek geldik” dedi. Ardından öğret-

men hemen kendini tanıtarak isminin Selçuk ve on

yıldır bu okulda öğretmen olduğunu söyleyerek te-

ker teker uyacağımız kuralları sıralamaya başladı.

“Derslere zamanında gelinecek, ödevler zamanında

yapılacak, kitaplar ve defterler temiz ve düzgün ola-

cak” ve daha bir sürü kural. Aralıksız bizi iki saat

ayakta bekleterek konuşmasını sürdürdü. Zil çalınca

herkes rahat bir nefes aldı. Ertesi sabah yine okula

gitmek için otobüs durağına geldiğimizde rahat kırk

beş elli kişi otobüs bekliyordu. Otobüsler geçiyordu,

ama hepsi tıklım tıklım olduğu için hiçbiri durakta

durmuyordu ve o gün de ilk dersimiz atölye dersiydi.

Birden hocamızın derslere zamanında gelinecek

sözünü hatırladım. Sonunda eski bir otobüs, durakta

durmuştu. Zor da olsa ona binmeyi başardık otobüse

ama daha sıkıntımız bitmemişti, çünkü doğrudan

okula giden otobüs olmadığından ileride bu otobüs-

ten inip başka bir otobüsü beklememiz gerekiyordu

ve zaman da daralıyordu. Güç bela okula vardığı-

mızda ders başlayalı on beş dakika olmuştu. Kapıya

tıklayıp öğretmene “Derse geç kaldığımız için özür

dileriz” dedikten sonra öğretmenimiz “Kapının orda

bekleyin” dedi. Dediği gibi kapının orada beklemeye

başladık, yalnız değildik, bizim gibi sekiz öğrenci

daha kapının yanında bekliyordu. Beklediklerine

göre onlar da geç kalmıştı. Öğretmenimiz karşımıza

geçerek teker teker neden geç kaldığımızı anlatma-

mızı istedi. Sıra bize gelince okula iki otobüs değiş-

tirerek geldiğimizi bu sırada zaman kaybettiğimizi

söyledik. Bunun üzerine öğretmenimiz “O zaman

evden daha erken çıkın, bu son olsun” diyerek hepi-

mizi uyardı. İki gün sonra yine aynı sebepten ötürü

derse geç kaldık. Sınıfa gelince bu sefer öğretmen

bize yönelerek “İki gün önce ben size ne demiştim”

dedi. Bu sefer bir şey diyememiştik. Aynı gün bi-

zimle beraber diğer geç kalan çocuklara da hitap

ederek şınav pozisyonu almamızı söyledi, biz de

aldık. “Ben tamam diyene kadar şınav çekeceksiniz,

anlaşıldı mı?” dedi. Başladık aralıksız yirmi dakika

şınav çekmeye. Bu yirmi dakikanın ardından öğret-

menimiz nihayet “Geç kalanı bundan sonra bunun

gibi cezalar bekliyor olacak” dedi. Aradan üç hafta

geçti, bu süre içinde hiç geç kalmadık. Bir sabah

yine okula gitmek için arkadaşımla aynı otobüste

giderken trafik kilitlendi. İstanbul Yolu denilen yol-

da kaza olduğu için yol tek şerite inmişti, biz de

“Eyvah yine geç kalacağız” diye düşündük. Arkada-

şım “Yapacak bir şey yok ve durumu öğretmenimize

izah edeceğiz” dedi. Bu sefer yarım saat geç kaldık

ve derse en son biz geldik. Vardığımızda öğretme-

nimiz yine öğrencileri hazır ol vaziyette bekleterek

bir şeyler anlatıyordu. Kapıyı tıklayarak girdik, sıra-

ya geçtik. Öğretmenimiz hemen “Neden geç kaldı-

nız?” diye sordu. Biz de İstanbul Yolu‟nda kaza

olduğunu, bir kamyonun duvara çarptığını ve yolun

kapandığını bu yüzden de geç kaldığımızı söyledik.

Öğretmenimiz “Kamyon duvara değil otobüse çarp-

mış, ben de o yoldan geliyorum, gördüm o kazayı”

dedi. İçimden “Madem gördün, niye on saat bize

soru soruyorsun” dedim. Öğretmenimiz daha sonra

“Ben de o yoldan geldim ama geç kalmadım” dedi,

hâlbuki o okula daha yakın yer olan Batıkent‟ten

hususi arabasıyla geliyordu. Biz ise Etimesgut‟tan

otobüsle sıkışarak güçlükle gelebiliyorduk. Yine bir

sabah bizi sınıfta hazır ol vaziyette sıraya dizerek

“Ödevlerinizi yaptınız mı?” diye sordu. Ben yapmış-

tım ama çoğu yeri eksikti. Defterime bakınca “Ne bu

diye” sinirli bir şekilde sordu. Bir şey diyememiştim.

Page 44: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

43

Çoğu ödevini yapmamıştı ve öğretmenimize yaptık

ama evde unuttuk demişlerdi. Öğretmenimiz o yalan

söyleyenlerden çok bana kızmıştı ve “Haftaya hepi-

nizin ödevine tekrar bakacayım” diye seslendi. Ara-

dan bir hafta geçti, ödev zamanı geldi çattı, öğret-

menimiz ödevimi yine aynı şekilde görünce bana

dönüp “Böyle devam edersen seni sınıfta bırakırım”

dedi. On bir yıllık öğrencilik hayatımda ilk defa bir

öğretmen beni ciddi bir şekilde sınıfta bırakmakla

tehdit ediyordu. Dediği gibi bir bıraksa babamdan

epey azar işitirdim, zaten evdekilerden “Sakın zayıf

getirme” diye tehditkâr uyarılar da alıyordum. Öğ-

retmenimiz ödevlere baktıktan sonra dersini anlat-

maya başladı. Ama söylediği söz aklımdan çıkmadı-

ğından ben derse adapte olamıyor, başımı sağ elime

yaslayıp söylediğini düşünüyordum. Benim dersi

dinlemediğimi anlayan ve kaçamak bakışlarla iki de

bir bana bakan öğretmenimiz önce bir iki öğrenciye

soru sordu. Bunlar bilemeyince iyice sinirlenen ho-

camız yine dönüp dolaşıp yine beni buldu ve benim

dersi dinlemediğimi bilerek bu sefer de bana sordu.

Kısık bir sesle “Bilmiyorum” deyince defterimi eline

alıp sallayarak sınıfa doğru bağıra çağıra hitap etti

ve defterimi başıma fırlattı. Çok sinirlenmiştim ama

bir şey de diyememiş-tim. Öğretmenimiz artık iyice

bana kafayı takmıştı, artık kötü bir örnek anlatırken

beni de anlattığı örneğin içine dâhil ediyordu. Ara-

lıksız tam bir hafta bu böyle sürdü. Artık dersleri

beni iyice sıkmaya başlamıştı. Bunu arkadaşlarım da

fark etmişti. Bu aralar başka bir eve taşınmıştık,

okula gidiyorum diye evden çıktım ama okula git-

medim. Malum hocamızın dersi vardı. Evden çıktık-

tan sonra iki saat geçti telefonum çaldı. Arayan ba-

bamdı ve annemin babaannesinin öldüğünü bu se-

beple annemin teyzemlerle köye gittiğini söyledi.

Bir yanım ninem öldüğü için üzülmüş bir yanım ise

evde kimse olmadığı için sevinmişti. Hemen anahta-

rım olduğu için eve girdim. Ertesi gün de yine okula

gidiyorum diye evden çıktım ama yine kaçtım. Bir

saat geçti telefonum çalmaya başladı. Yine babam

arıyordu, tedirgin bir şekilde “Acaba niye arıyor”

diyerek açtım. Babam “Hocan aradı ve senin okula

gelmediğini söyledi” dedi. Ben de hemen bir yalan

uydurarak babama otobüste olduğumu ve trafik ol-

duğunu bu yüzden geciktiğimi söyledim. Neyse ki

inandı. Ertesi gün okula gittim. Öğretmenimiz beni

görünce direkt odasına çağırdı. İki gündür niye gel-

mediğimi sordu. Ben de cenazemiz olduğunu söyle-

dim. Allah‟tan babam dün telefonda öğretmene “Ni-

nesi öldü, biraz ona üzüldü” demiş. Onun için öğ-

retmenimiz fazla üstüme gelmedi ve sorgulamadı.

Böylece iki tarafı da idare ederek bu kaçış olayını

ucuz atlattım.

Bir konuda okulumuzda bir konferans düzenlene-

cekti. Bunun için Selçuk hocamız sınıfımızdan bu

konferansta görevlendirilmek üzere beş kişi seçecek-

ti. Önce “Gönüllü var mı?” diye sordu, ben de biraz

gözüne girmek için el kaldırarak “Ben gönüllüyüm”

dedim, diğer dört kişi de seçildi. Cumartesi yani

konferans günü okula geldim, öğretmenimiz görev

dağılımı yaptı. Kapıda gelen misafirlerin eline ko-

lonya dökerek çikolata ikram edecektim. Bu işi dışa-

rıda yapıyordum ve mevsim kış olduğu için hava

iyice soğuktu. Diğer öğrenciler içerde görev yapı-

yordu. Tam üç saat süren konferans bitince öğret-

menimiz bize “Gidebilirsiniz” dedi. Ertesi gün ders

için sınıfa geldiğimizde öğretmenimiz beni yanına

çağırdı. Konferansta görev alan diğer dört öğrenci-

den birisi konferansta hiç çalışmadığımı söyleyerek

beni öğretmene şikâyet etmiş. Öğretmenimiz “Buna

ne diyorsun” diye sorunca ben de üç saat soğukta

ayakta beklediğimi söyleyerek “Bunu söyleyen ar-

kadaş gelsin yüzüme söylesin” dedim. Öğretmeni-

miz “Ben senin çalıştığını biliyorum, verdiğim göre-

vi layıkıyla yaptığın için teşekkür ederim” diyerek

beni sınıfa gönderdi. Selçuk hocamın bu tavrı onun

özünde iyi bir insan olduğu düşüncesini aklıma ge-

tirdi. Derslerine dikkat etmeye, verdiği ödevleri za-

manında yapmaya daha bir özen gösterir oldum.

Günlerden Perşembe. Selçuk hocamızın okulda

olmadığı gün. Teneffüste lavaboya gitmiştim. Sını-

fımızın yaramaz çocuklarından bir tanesi de lavabo-

ların kapısına ayağıyla tekme atıyordu ki ben lava-

bodayken tekme atınca kapı yüzüme çarptı ve yü-

züm şişmişti. Kalan günü hastanede geçirdim. Ertesi

gün rapor aldığımdan okula gidememiştim. Selçuk

hocamız sınıftaki diğer çocuklara bugün “O niye

gelmedi?” diye sorunca onlar da diğer çocuğa kız-

masın diye bu olayı söylememişler. İşin aslını diğer

öğretmenlerden öğrenen Selçuk hocamız sınıfa gel-

diğim zaman direk beni yanına çağırdı. Çocuktan

şikâyetçi olup okuldan attıracağımı duyunca “İnsan-

lık sende kalsın, şikâyetinden vazgeç” diye ikaz

edince şikâyetimi geri çektim. Meslek lisesi öğrenci-

si olduğumuzdan son sene staj yapmak için her öğ-

rencinin birer iş yeri bulması gerekiyordu. Bölümü-

müz elektrik olduğu için sanayilerden başka bir yer-

de bulmamız neredeyse olanaksızdı. Bir gün beni

yanına çağıran Selçuk hocam “Ne yaptın bulabildin

mi bir yer? deyince “Hayır” dedim. “Ben sana bir

yer buldum, benden haber bekle” dedi. Sevinçli bir

şekilde teşekkür ederek odadan ayrıldım. Ertesi hafta

Selçuk hocam beni yine yanına çağırarak bana “Bul-

duğu staj yerine uğradığını, ancak orasının iyi bir yer

olmadığını, bunun için de bana başka bir yer bulaca-

ğını” söyledi. “Tamam” diyerek beklemeye başla-

dım. Sonunda iyi haber gelmiş Selçuk hocam bana

Page 45: Dergi için tıklayınız

44

büyük ve temiz bir teknoloji mağazasında staj yap-

mam için yer bulmuştu. Gel zaman git zaman stajı-

mızı da tamamladık ve mezun olma zamanımız gel-

mişti. Selçuk hocamız sınıfımızı son kez toplayarak

veda konuşması yaptı. Daha sonra ben de dâhil üç

kişiyle özel olarak görüşerek nasihatlerde bulundu.

O esnada beni çağırdı ve “Efendi bir insan olduğu-

mu, bana bakınca gençliğini gördüğünü” söyleyerek

“İyi birisi olduğundan çoğu zaman insanları kırma-

mak için her şeye evet diyorsun, hayır demesini de

bil, bu senin ileriki yaşamında da etkili olacak” dedi

ve başka nasihatler de ekledi, sonra elini öpüp veda-

laştım. Bugün yirmi yaşındayım ve şöyle bir yaşa-

mıma bakıyorum da ne kadar da haklıymış ve bugün

bazı şeylere “Hayır” diyebiliyorsam onun sayesinde.

Bugün sevdiğim ve bilinçli olarak tercih ettiğim bir

bölümde, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde okuyo-

rum ve ben de ileride Selçuk hocam gibi disiplinli,

çalışkan ve ülkesini seven bireyler yetiştirmek için

ondan aldığım disiplin ve özveriyi kaybetmeden

öğretmenlik yapacağım. İyi varsın Selçuk hocam, iyi

ki varsın.

YAĞMURLU CUMARTESĠ

Hilal Demirel Türkçe Öğretmenliği

Sonbaharda ıssız bir parkta

Gözden geçirdiğini düşün hayatı

İyilikleri, kötülükleri, doğruları, yanlışları, hataları…

Düşün hepsini düşün

Sonra ver onları rüzgâra, savursun

At yükleri sırtından

Dökülen o parlak kızıl, turuncu yapraklara bak

Sonbaharın ağır ıslak havasını kokla, gri göğe bak

Yumuşak bulut kümelerine dokun hayalinde

Onların sana sunduğu armağanı; yağmuru hisset

Bir cumartesi gününde yağmurlu bir cumartesi gününde

Serbest bırak gönlündeki esirleri ver savursun, götürsün rüzgâr

Bir şarkı tuttur sonra

Hüzünlü mü değil mi sana kalmış

Gelene mi gidene mi bu şarkı sana kalmış

Leylaya mı Mecnun‟a mı sana kalmış

Ölene mi kalana mı sana kalmış

Kalmış işte yüreğindeki terazide neresi ağır basarsa oraya kalmış…

Page 46: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

45

BĠR ÖĞRENCĠ ĠLE BĠR ġEHĠR

Ramazan Ünver Spor Bilimleri Fakültesi

Kırıkkale…

Hani tercih yaparken en son sıralara eklediğin ya

da “Ankara‟ya yakın bir üniversitesi var” deyip yaz-

dığın, hani internette aratıp fotoğraflarında çok ho-

şuna giden bir şeyi göremediğin, belki de yolundan

dahi geçmediğin ve ağlayarak geldiğin şehir işte…

Kırıkkale…

Kırıkkale‟ye öğrenci olarak gelen herkesin bu vi-

layetle ilgili ayrı ayrı hikâyesi vardır. İnanıyorum

ki burada yazılmış olan her cümlenin arasına nice

öğrenci hikâyeleri yerleştirilebilir. Kimi için başarı-

larla dolu yılların geçtiği bir şehir kimi içinse aşkla-

rın, güzel arkadaşlıkların yaşandığı güzel bir iç Ana-

dolu şehri…

Trabzon‟dan çıktım yola…

Gece süren uzun ve yorucu yolculuktan sonra

üniversite kaydı için sabaha karşı 4.30 civarında

havanın çok soğuk olduğu Kırıkkale otogarında

indim. Kimsecikler yok, köşe başında duran telefon

şarj etme makinelerinde telefonumu şarj ederken

orta yaşlarda, saçları hafif beyazlamış otogar polisi

hafif bir tebessümle yanıma yanaştı, oturduk, çay

ikram etti. Konuştuk epeyce sağ olsun yardımcı

oldu.

Sabah oldu…

Güneş yüzünü gösterdi, hafif sıcak bir hava vardı,

etrafıma şöyle bir baktım. Trabzon‟da lisede coğraf-

ya dersinde söylenen “İç Anadolu‟nun bitki örtüsü

bozkırdır” sözünü ben tam olarak anlayamamıştım,

buraya gelince gördüm ve anladım. Gerçekten de en

büyük ağacın boyu benim kadardı ve hava geceleri

soğukken gündüzleri sıcaktı. Trabzon‟dan farklı

olarak nem olmadığı için bunaltıcı bir havası yoktu.

Sarı üniversitede dolmuşları…

Elimde kayıt için gerekli evraklarla birlikte üni-

versiteye nasıl gidebileceğimi sürekli birilerine so-

ruyordum; herkes “Sarı dolmuşlara bineceksin” di-

yordu. Bizim oralarda dolmuşlar genelde beyazdı.

Epey bekledikten sonra hafif solgun sarı rengi ile

magirus model bir dolmuş geldi. Dolmuşu renginden

değil, ön cama kocaman yazılmış “Kırıkkale Üniver-

sitesi” yazısından tanıdım. Dolmuşa bindim, içinde

daha önce pek duymadığım ve dinlemediğim Ankara

müzikleri çalıyordu. Otogardan çıktıktan bir süre

sonra yol kenarında bir binanın duvarında kırmızı

büyük harflerle Trabzon Fırın yazısını gördüm. Oto-

yol kenarlarındaki tarım arazilerinden geçtikten son-

ra üniversitenin kapısına geldik. Güvenlik kontro-

lünden sonra üniversitedeki İktisat Fakültesi dura-

ğında dolmuştan indim. Hava daha da sıcak olmuştu,

etrafa baktım. Sağ tarafta ufak bir tepe ve tepenin

başına mini kale surları içine dikilmiş bayrağımız,

arka tarafta ise etrafı büyük ağaçlarla çevrili, ahşap

kamelyaları olan yeşil güzel bir yapay gölet alanı

vardı. Okula kaydımı yaptırdım. Sonrasında üniver-

sitenin b kapısının hemen karşısında ve üniversiteyle

bütünleşmiş Yenişehir‟e geldim. Yenişehir; canlı

müzik yapan cafeler, çiğköfteciler, mısırcılar, kırta-

siyeler ve marketler gibi kendini Kırıkkale merkez-

den soyutlamış birçok işletmenin olduğu bir yer. Her

yer öğrenci doluydu.

Hemen kalkıyor…

Ankara‟dan kalkacak olan Trabzon otobüsüne ye-

tişmek için Yenişehir kavşağına indim. Kırıkkale-

Ankara arasında çalışan ve Yenişehir kavşağından

kalkan minibüsler sürekli “Hemen kalkıyor” denme-

sine rağmen bir türlü kalkmıyordu. Kalksa bile üni-

versitenin üstünden dönüp kalktığı yere geliyordu.

Neden Yenişehir‟e ufak bir otogar giriş ve çıkış

kontrol noktası yapmadıklarını anlamamıştım.

Hata mıydı?

Kırıkkale ile ilgili ilk günün ardında akılda kalıcı

olan ilk şey; dört bir tarafın apart işletmeleriyle dolu

olmasıydı. Fiyatlar öğrenciler için çok yüksekti.

Kiminle konuşsam ilk önce bu konudan bahsediyor-

du.

Açıkçası pişmandım. Karadeniz‟den, denizin

mavisinden, ağaçların heybetli gövdeleri üstünde

rüzgârla salınan yeşillin her tonundan, bordo mavi-

den uzaktım. Şehir yaşamsal heyecandan çok uzak-

taydı. Ya da ben şehri tam olarak bilmiyordum. Bay-

ram tatillerini memlekete gitmek için iple çekiyor-

dum… Öyle yabancıydık öyle düşmandık Kırıkka-

le‟yle…

Dört sene sonra…

Çok şey değişti Yenişehir‟de ve bende. Yanıl-

mıştım… Sevmesini, yaşamasını bilen bir öğrenci

için gayet güzel bir tercih olduğunu fark ettim. Kı-

Page 47: Dergi için tıklayınız

46

rıkkale‟de henüz daha fotoğraflanmamış, güneşin

batışının da doğuşunun da güzel ve anlamlı olduğu

yerlerin olduğunu fark ettim.

Yanılmışlıklarım…

Dört sene boyunca bu şehirde, bu semtteki arka-

daşlıklar, güzel yemekler, sanki ara sokaklı bir okul

bahçesi gibi etraftaki herkesin öğrenci olduğu sokak-

lar, yaz aylarında merkezdeki saatli kulenin oradaki

dondurmacılar, uzun yeşil ağaçlar arasından süzülen

Kızılırmak, Celal Bayar Parkı, doğum günü kutla-

maları, üniversite içindeki ring sırası, Kırıkkale rad-

yoları, Kırıkkale dolmuşları, Kırıkkale Üniversitesi

kampüsü, aşklar ve sevdalıklar, buluşmalar, bütler,

kahveyle uykusuz geçen geceler, yağmurlar, ıslan-

malar, konserler, beraber yapılan iftarlar, geç kalınca

derse almayan hocalar, merkezdeki kuruyemişçilerin

yaydığı güzel kokular, bisiklet sürmeler, okula gi-

derken yaşanan koşuşturmacalar, güneşin yüzüne

vurması, gölet alanında gecen anlar, birlikte izlenen

filmler, birlikte gidilen canlı müzikler, beraber çalı-

şılan dersler, düşmelerin, kalkmaların ve yalnızlıkla-

rın… Ailenden uzakta gerçek yetişkin bir fert olma-

nın çok ama çok anlamlı ve güzel bir şey olduğunu

bu şehir öğretir sana.

Özlersin…

Hani derler ya “Her yerin iyisi de kötüsü de var-

dır” diye. Evet… Belki de sizin için Kırıkkale Tür-

kiye‟nin en iyi, en hoş görülü, en turistik ve en yaşa-

nası yeri olmayabilir. Ancak Kırıkkale buraya yaşa-

yan her öğrenci için özlenmiş bir şehir olmuştur.

Gün gelir o solgun ve yorgun sarı rengiyle B Ka-

pısı‟ndan girişte seni bekleyen ring aracını dahi öz-

leyebilirsin. Burayı tercih eden ve şuan sitem edip

ağlayan arkadaşlar unutmasınlar ki bu şehrin yani

Kırıkkale‟nin mutlaka sizin için anlamlaştıracağı,

güzelleştireceği ve unutulmaz kılacağı anlar olacak-

tır.

Bu şehre sızlanarak, ağlayarak gelen tüm öğren-

ciler ağlayarak ve özleyerek bu şehirden ayrılmışlar-

dır. Sizlere de bu şehir adını Kırıkkale olarak değil,

ilerde mezun olunca anılarımın başkenti “Kırıkka-

lem” olarak andırtacaktır…

SENĠ UNUTTUĞUMDA BENĠ DE

UNUTACAKTI YÜREĞĠM

Atilla Dilmaç

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yine o zifiri karanlıkta kayboluyorum kendi kendime.

Ne kadar çırpınsam kendimle o kadar siyahlaşır gece.

Gözlerimin daldığı her yerde olmak nasıl bir duygu,

Kalbimin erimeyen noktasında kalakalmak peki,

Ya da her kalemi ele alışımda dökülen harflerin sen diye bağırışı?

Ankara‟nın kuru ayazında üşüyorum.

Sıkılırsın kendinden

Küçük bir çocuğun hep dilediği hiç sahip olamadığı oyuncağı kadar...

Ben çiçeklerden anladım güzel olan şeylerin çabuk solduğunu,

Ve sende gördüm bir gülüşün binlerce gülüşe meydan okuduğunu.

Anladım ki seni unuttuğumda beni de unutacaktı yüreğim.

Page 48: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

47

YĠRMĠLERĠNDE YAġLANMAK

Fatıma Özcan Hukuk Fakültesi

Dolmuştaki muhabbetten hiçbir zaman kaçamaz-

sınız. Kapalı bir yer. Orada bir şekilde bulunmak

zorundasınız. Ve kulaklıkla müzik dinleme imkânı-

nız da yoksa eli mahkûm dinlersiniz bütün o konuş-

maları. Hayat üzerine bakış açıları, siyasî görüşler,

eleştirmek için her şeyi eleştirenler ve “Karanlığa

küfredeceğine bir mum da sen yak”cılar… Her tür-

den insan vardır böyle yerlerde. Normalde dolmuşla

yolculuk yaparken, kulaklık takıp izole olmayı seve-

rim tüm o konuşmalardan. Ama bu gün her nedense

dinlemek istedim ve kendimce güzel şeyler de çıkar-

dım.

Kahramanlarımız üniversite öğrencisi bir kız ile

bir erkek. Anladığım kadarıyla kız, okuduğu asıl

bölümün yanında, ilgi duyduğu başka bir alanda bir

bölüm okuyor açık öğretimden. Ve derslere hiç ça-

lışmadığını, zaten zevk için okuduğunu, bu yüzden

de kendisine sıkıntı yapmadığını söylüyor. Buradan

itibaren konuşmayı (aklımda kaldığı kadarıyla) yazı-

yorum.

-Zevk için yaptığın bir şeyi eziyet hâline dönüş-

türmeyeceksin.

-Benim hayat felsefem bu resmen. Hayatımda bü-

tün zevk için yaptığım şeyleri eziyet hâline dönüştü-

rüyorum. Mesela geçen sene üstten ders aldım öyle-

sine. Sadece zevk olsun diye... Veremezsem de se-

neye tekrar alırım, dedim. Ama bütün sene en fazla

ona çalıştım ve işkence hâline getirdim kendim için.

-Ama bu seni çok yıpratır.

-Biliyorum, zaten çok yaşlandım.

Yaşlandım kelimesine takılı kaldı zihnim bir sü-

re. Pek klişe bir kelime belki ama çok da anlamlıydı

söyledikleri. Sonrasında ne mi oldu? İneceğim dura-

ğa geldim! Ama bu kadarlık kısım bile zihnimde bir

şeyleri uyandırmaya yetti. Acaba ben zevk için yap-

tığım hangi şeyleri kendim için eziyet hâline dönüş-

türüyordum? Başlangıçta belki sadece eğlence amaç-

lı başlıyordu, ama sonra öyle kaptırıyordum ki ken-

dimi o şeye; benim için eğlenceli bir süreç olması

gerekirken, sonuca var gücümle ulaşmaya çalıştığım

bir eylem hâline geliyordu.

Hepimizin hayatında vardır böyle anılar. Bir

şeylere hobi olsun diye, kafamız dağılsın diye baş-

lamışızdır ama geldiğimiz noktaya bakınca, başlan-

gıçtaki amacımızdan bir hayli uzaklaştığımızı görü-

rüz. Ve bu da dolmuştaki delikanlının dediği gibi ne

yazık ki daha yirmilerin başındayken bizi yaşlandı-

rır. Bu aralar kendim de dâhil olmak üzere o kadar

çok kişide görüyorum ki bunu... Çok yorgunuz, her

şeyi unutuyoruz, günlerce uyumak istiyoruz, yaşama

heyecanımızı yitirdik. Galiba yaşlanıyoruz.

Bu sadece bizimle de alakalı bir durum değil ne

yazık ki. İçinde bulunduğumuz şartlar buna zorluyor

bizi çoğu zaman. Misal, sınav haftasındayız. Ve

kimseden yüzünde gülücüklerle sizinle muhabbet

etmesini bekleyemezsiniz. Neden mi? Çünkü insan-

lar bir gün öncesinden uykusuz, o günün sınavından

dolayı mutsuz, ertesi günün sınavı nedeniyle kaygılı.

Bu hep böyledir. İstisnalar mevcut bulunmakla bera-

ber, günümüzde tüm bu “hayat meşgalesi” dediğimiz

koşuşturmaca insanımızı yormakta ve yaşlandırmak-

tadır.

Bunun bir de şu yönü var. Şu an tüm bunları öğ-

renci hâlimle yazıyorum. Yani ileride iş hayatına

atıldığımda ne gibi yorgunluklar bekliyor beni, en

ufak bir fikrim bile yok. Sadece kendimde ve etra-

fımda gözlemlediğim kadarıyla herkes ruhen ölmüş,

üzerlerine toprak atan kimse yok. Ama ileride çok

daha vahim manzaralarla karşılaşacağım belki de,

bilemiyorum.

Bütün bunları neden mi yazdım? İlk sebebim ya-

rınki sınava çalışmamak için bir bahane bulmaktı.

Ve galiba bir iki saat kazandım.

Ama asıl önemli olan, hayatımız ne kadar yoğun,

bunaltıcı ve renksiz olursa olsun, her ne işle uğraşı-

yor olursak olalım; arada bir durup da, “Ben aslında

ne için bu kadar uğraşıyorum, tüm bunlara ileride

değecek mi?” diye sorgulamak. Muhtemelen değ-

meyecek. Hem de hiçbirine. Ve yine muhtemelen bu

işleyiş böyle devam edip gidecek. Ama yine de belki

bu yazı küçük bir soru işareti olur da bazı hayatlara,

istenmeden yapılan işlerin, işkence hâline dönüştü-

rülen eğlencelerin ve bir anlamı olmayan uğraşılar-

dan arda kalan yorgunlukları bir sorgulayan olur.

Page 49: Dergi için tıklayınız

48

GEÇMĠġTEN ROL ÇALANLAR

Volkan Şengel Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Hep “Anı yaşayın, onun değerini bilin!” diye

bunaltıldık ya da biz bunaltıldığımızı sandık. Çocuk-

luk mu yoksa hayata hep iyi yönden bakmamız mıy-

dı sebep bilmiyorum. Adını ne koyarsan koy işte.

Geçmiş geçmişle özdeşleşip, farkındalık dönemimi-

ze geldiğinde göz ucuyla bakıyoruz geçmiş denen

şeye.

Geçmiş geleceğe bir adım atıyor, eski yeni der-

ken, ayağını kaydırıyoruz. Bunu bilmeden yapmak

da elde değil. Çünkü yaşanılan tüm sıkıntıları gören,

yapan, bencilce düşünen biz, o zamanlarda yanlışı-

mızı yüzümüze korkmadan söyleyen insanları da bir

tarafa atıp unutan yine biz. Yani her şey göz göre

göre.

Biz aslında sıradan kişiliklere rol çalan insanlarız.

Bizi bize sevdirmeye çalışan insanları, ön yargının

daha ne olduğunu öğrenmeden dinlemedik. Kulak

arkası küpe olamayan öğütler, denize atılan bir taşa

döndü. Bizim gibi kişilikler sevmez. İki de bir “Se-

nin hatan” diye başlayan cümleleri. Biz de içimizden

“Çok biliyorsunuz siz!” dedik. Demedik mi? Dedik

dedik. İnsanız ya biz. Hep doğruyu bilen, aklını kul-

lanan, kusursuzun adresi tam da bizdik ya zaten.

Geçmiş denen şey gelince akla, an yok oluyor

birden. Geçmişle gelecek arasında düşünüp kalmak.

Aslında bizi bunaltan, şekilden şekle sokan şey de

bu ya. Sanki bir denizanası var apartmanın girişinde.

An kayıp giden bir şey ise, kayıp giden de denizana-

sıdır. Geçmiş sen gelecekte olsan da yakar. Dedim

ya geçmişin geleceği olmak kolay değil. Kopamayız

ikisi arasından. Ya geçmişle yaşa, ya da gelecek

ile…

O toyluk dönemi geçti. Zaman, tabiî göz göre gö-

re geçmedi. Kim farkındadır ki büyüdüğünün, kim

ders alabilmiş ki hatasından? Sonraları düşünmeye

başlarız o an denen kelimeyi. “Anı yaşayın!” diye

diretilen şeyi özleriz kulaklarımızda. İşte o anda

attığımız taşları geri almak için hemen bir deniz

kenarına koşmayı isteriz.

Hatırladıkça hatalarımızı, dost meclisinde açtık

an denip geçen yaşamı. Bardaklarımızdan dolu dolu

pişmanlıklar içtik. Bazen acıttı boğazımızı buz kattık

anılara, su kattık savurduklarımıza. Saatler ilerler, o

duyulunca hissin en doruğuna çıkartan kelime geç-

miş kokan birinin ağzından dökülür yere. “Keşke”.

Keşkeli cümleler masada kim varsa onun önündeki

doyumsuz meze olur. Herkeste bir keşke… Sabaha

karşı gelir yavaş yavaş sonsuz keşkeli pişmanlıklar.

Sövülüp sayılır elbet herkese ama en önemlisi o

kadar dost toplanır, “keşke” der ama yine hataların

bir köşesi kıvrılıp en yakın bir rafa konur.

Farkındalığımız arttı büyüyünce. Bizi yıkan şey,

geçmişle gelecek arasında yaşamaktır. Kim dayana-

bilir ki buna? Geçmişin tozu kaçmaz mı geleceğe

bakan gözlerimize? Severiz biz, iki şey arasından

seçim yapmayı, üstüne üçüncü bir seçimi de sokma-

yı. Sevmek yerine sevmemek, çalışıp didinmek yeri-

ne tutabilecek ihtimaller üzerinden durmak filan.

Kim sevmez ki bunu? Ben severim.

Sıradanlaşıyor artık yaptığımız şeyler. Beyler

bayanlar biz bıraktığımız yerde değiliz artık! İnsanız

biz, değişiriz. Sıradanlaşmak ya da günlük yaptığı-

mız şeylere saplantılı kalmak. Herkes anı kurtarma-

ya bakıyor, memnuniyetlerini günlük yaşıyor ya da

gün kurtarıyor. Biz pişman olmayız. Olursak da

ancak elimize hemen eski fotoğrafları alır, parçalarız

falan. E, sonra? Geçti mi? Geçmez. O kesilenlerden

daha da ufalanır kalbimiz. Eksiliriz biraz. Dağılırız

etrafa, kimimiz halının altına saklanır, kimimiz kapı

askısına asar hislerini. Ve artık biz kendimizi eskiten

bir kişilik ve parçalardan ibaretizdir.

Geçmişin bu dönemlerinde çok eksiliriz. Düşün-

meye başlayınca yeni insanların arasında eskileşiriz.

Bana göre aslında herkes herkesin yenisi-eskisi. İkili

ilişkilerde “Ben sana göre eskiyim” demek, bu kadar

ağır mı? Ben herkesin ve kimselerin hiçbir şeyi iken

senin her şeyin olmam ne kadar da komik.

Keşkelerin içinde kalmak hissizleştirir. Bunu gö-

recek kadar geleceğe bakamazken hayata. Kürekler

dolusu keşkeler gelir üstümüze. Bir kahvenin dibi

gibi acıdır “keşke!” demek. Ne yapalım böyle yaşa-

mak lazımmış. Pişmanlıklarla, keşkelerle ahlarla

vahlarla geçiriyoruz günü. Hayatın tek kelimesi:

Keşkedir.

Son keşke fayda etmiyor sayın okur.

Senin söylediğin keşke elbet dünyanın zoruna gi-

decek. Sen iyisi mi hemen pişman ol. Bu keşkeler

tabiî ki yerini “İyi ki yaptım”a bırakmıyor. Saplantı-

lı düşünen bizler gerçeğin neresindeyiz? Bedenimize

ağır gelen şey ne zaman etten, kemikten başka bir

şey oldu? Hatanız: Meğerli cümleler kurmak için

keşkeleri öldürmekti. En acısı da bunu gören bir

Page 50: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

49

şahidin olması. O da sizdiniz. Ne dersiniz, ihbar

etseniz mi kendinizi? Meğer demek için keşke lazım

insana. Meğer o sevmemiş yerine iyi ki sevmiş olsa

mesela. Hani ellerimiz, ayaklarımız karıncalanır.

Ayaklarımızdan başlar parmaklarımıza doğru. Mese-

le başka. Aslında olay karıncalanmak falan değil.

Geçmiş gelecek ile kavga edip, bizi insanlığımızdan

mahrum bırakıyor. Sonra bir pişmanlık yürüyor

parmaklarımızdan bir “keşke” eşlik eder bana.

Zaman daha da geçer, Eylül Kasım ile bir olup

yerle bir eder seni. Sonra geçmiş gelecek olup seni

izler. Dizlerine bir sızı gelirse telaşlanma. Sen artık

geçmişin ta kendisi olmuş geleceğin artık gelmeye-

ceğini anlayacak yaştasın. Yaşlanmışsın. Ovalama

dizlerini, yağmur yağmayacak artık. Benliğin dizle-

rinden çekilecek artık. Keşke bizi terk eden yalnız o

karıncalar olaydı!

Benden son not: Hayat o kadar tatlı, pembe toz-

larla kaplı olsaydı, sizlere bunu yazarken ellerim

kara mürekkeple boyanmazdı. Boşuna dememiş,

“Eylül toparlandı gitti işte/Ekim de gider bu gidişle.”

diye Turgut Uyar!

O GECELER

Hatice Nur Ünlü

Türk Dili ve Edebiyatı

Gülüştüğümüz sokaklar gelir aklıma

Sonbahar akşamları

Gece sessizce inerdi üstümüze

Sabahları unutarak

Tutuşurduk el ele

Yıldızlar kucaklardı bizi,

Gökyüzüne uzanan merdivenlere bakardık

Sevişirdi sözcüklerimiz

Sen bir gündüz vakti gittin benden

Ben hâlâ o gecelerdeyim.

Page 51: Dergi için tıklayınız

50

SĠYAH BEYAZ BĠR MASAL: VESĠKALI YÂRĠM

Mustafa Demir Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Türk sinemasının şah eseridir “Vesikalı Yârim”.

Başrolünü Türkan Şoray ile İzzet Günay‟ın üstlendi-

ği film siyah beyaz formatta çekilmiş 1968 yapımı

bir dram filmidir. Yardımcı oyuncuları ise Ayfer

Feray, Semih Serezli, Aydemir Akbaş, Hakkı Kı-

vanç ve Selahi İçsel‟dir. Manav Halil (İzzet Günay)

bir gün arkadaşlarının ısrarıyla pavyona gider. Bura-

da klasik bir tutumla ilk görüşte hayat kadını Sabi-

ha‟ya (Türkan Şoray) âşık olur. Sabiha‟nın, Halil‟e

sigarasını yakmasını söylemesi üzerine aralarındaki

ilişki de başlar. Tanışırlar ve o gece Halil Sabiha‟da

kalır. Halil evli ve iki çocukludur. Fakat Sabiha bu-

nu bilmez. Bir gün Sabiha‟nın arkadaşı Müjgân,

Halil‟in arkadaşlarından Halil‟in evli olduğunu du-

yar. Bunu Sabiha‟ya söyler. Sabiha ilk önce inana-

maz. Sonra Halil‟in mahallesine gider ve her şeyi

öğrenir. Birkaç defa ayrılır, barışırlar.

Hayat kadını Sabiha, Halil‟le yaşadığı bu aşk-ı

memnuyu fazla sürdüremez. Halil evine, çocukları-

na, manav dükkânına gider. Sabiha ise pavyona,

içkiye, rezilliğe döner. Bu başyapıt uluslararası

alanda da yankı uyandırmış olmakla birlikte orijinal

diyaloglarıyla Türk izleyicisinin gönlüne taht kur-

muştur. Ö. Lütfi Akat‟ın bu unutulmaz eseri üzerine

hâlâ makaleler yazılıyor. Şarkılara da konu olmuş-

tur. Sabiha ile Halil‟in aşkı (Edip Akbayram – Vesi-

kalı Yârim).

Bu eserde özgürlüğünü olumlu yönde kullanan

orta tabakaya mensup olan Halil‟in seçimi anlatılır

aslında. Sabiha‟nın kaprisleriyle alevlenen aşk, Ha-

lil‟in efendiliğiyle taçlanıyor. Bu filmde Halil‟in

sahip olduklarıyla yetinmesi gerektiği, aksi takdirde

kaybolan bir adam olacağı anlatılmaktadır. Eğer

Halil yuvasına dönmeseydi Sabiha‟yla ne zaman

olursa olsun, er ya da geç ayrılırlardı. Bu filmde

Bihter Hanım‟dır aslında Sabiha; güzelliğiyle, çeki-

ciliğiyle, diliyle… Daha muhafazakâr olan Halil‟in

ailesi elbet bu ilişkiye karşı çıkacaktı. Zaten buna da

gerek kalmadı. Olaylar kendiliğinden çözüldü. Bu

filmde Halil, varlık şartlarından “zorunluluk” ile

cebelleşir adeta. Çünkü ailesine dönmeye mecbur-

dur. Disharmonik bir varlık olan Sabiha aslında ait

olduğu mevkii en iyi şekilde temsil eden bir genç

kızdır. Arkadaşı Müjgân‟ın tüm uyarılarına rağmen

yine de Halil‟i sever. O aslında burada Müjgân arka-

daşının iyiliği için yapar bunu.

Film replikleriyle unutulmaz olmuş-tur. “Önce-

den rastlaşacaktık, sonradan daha kötü olmaktansa,

madem beni seviyor, madem onsuz yapamam, ma-

dem onsuz ölürüm…”

Filme bir de romantik yönden bakalım. Realist

yönden Sabiha karaydı, yani kötüydü. Romantik

yönden bakarsak filme, Sabiha aslında sadece deli

gibi âşıktır, ailesi yoktur, tek tutacağı dalı Halil‟dir.

O aslında acınacak haldedir. Halil‟e gelince o ilk

defa kararsızdır. Yani evini seçip eskisi gibi yaşaya-

cak ya da aşkının peşinden koşup mutlu olacaktır.

Halil realistlere göre en iyisini yaptı ve kendi evini

seçti. Ya romantiklere göre?

Aslında Sabiha bize istemenin sınırsızlığını, in-

sanın isteyen bir varlık olduğunu hatırlatır. Bu ro-

mantiklere göre yol açıcıdır. Filmde dikkatimi çeken

diğer bir motif ise müziktir. Şükran Ay‟ın “Kalbimi

Kıra Kıra” adlı şarkısı muazzam sesiyle filmi iki kat

daha dramatikleştiriyor. Ya siyah beyaz çekim filme

daha bir renk katıyor. İstanbul mekân olarak başarılı

bir şekilde duruyor karşımızda.

Ve final sahnesi… Sabiha son kez Halil‟in muhi-

tine gider. Orada Halil‟i çocuklarını severken görün-

ce yıkılır, ölür adeta. Halil artık eski hayatına dön-

müştür. O sahnede Sabiha‟nın boynunu büküp git-

mesi birçok kişiyi hüzünlendirmiştir. Sabiha ki ken-

dini bıçaklayan Halil‟in üstüne yürüyenlere “Elim

kaydı.” diyerek Halil‟i korumuştur. Bu film sinema-

nın 100. yılında en iyi yüz filminden biri olmuştur…

Page 52: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

51

DEĞERLĠ HAZĠNEMĠZ: SU

Kübra Öçal Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Su nedir? Neden bizim için bu kadar önemli?

Önce bu sorulara cevap aramalıyız.

Öncelikle su doğal bir kaynaktır. Hem bizim için

hem de diğer canlılar için hayatî öneme sahiptir.

Çünkü su olmazsa ne insanlar, ne de canlılar yaşa-

yabilir. Su yeni doğan bir bebek için bir çiçek kadar

önemlidir. Bebekler doğdukları zaman hayatta kala-

bilmek için mücadele ederler. Bebeklerin büyüye-

bilmeleri için beslenme-ye ihtiyacı vardır. Bu ihti-

yaçlarını tek başına karşılayamazlar. İlk başta bebek-

ler annelerine bağlıdır. Konuşmaları için ihtiyaçları-

nı ağlayarak belli ederler. Anneler bebeklerin ağla-

ması ile onların ihtiyaçlarını karşılar. Eğer bebeğin

ihtiyaçları karşılanmazsa yaşayamaz, tıpkı bir gül

gibi boynu bükük kalır. Yaşama veda eder. Çiçek de

öyle değil midir? Çiçek de bir canlıdır. Her şey ufa-

cık bir tohumla başlar. Çiçek toprakla bütünleştiğin-

de filizlenir. Bir süre sonra büyür. Büyümesi için de

suya ihtiyacı vardır. Çiçek de bir canlıdır dedik.

Fakat çiçekler insanlar gibi değildir. İnsanlar konu-

şarak ihtiyaçlarını karşılarlar. Ama çiçekler konuşa-

maz. Suya olan ihtiyacını dile getiremez. Peki, çiçek

ihtiyacını nasıl karşılayacak? Biz çiçeği saksıya dik-

tiğimizde çiçeğin büyümesi için güneşe ve bir o

kadar suya ihtiyacı olduğunu biliriz. Çiçeğimizi

saksıya diktiğimizde çiçeği güneş olan bir yere ko-

yarız. Belirli aralıklar çiçeği sularız. Fakat bir gün

çiçeğimizi unutursak çiçek günden güne kurumaya

başlar. Çiçeğin ağzı olmadığı için “Benim suya ihti-

yacım var. Bana su verin” diyemez. Yavaş yavaş

hayata veda eder. Çiçeğimizi tam bu sırada suyla

buluşturduğumuzda çiçeğimiz yeniden canlanır.

Çiçeğin suyla buluşması yeni bir hayata atılan ilk

adım gibidir. Fuzuli‟nin Su Kasidesinden bir beyit

vermek istiyorum;

Tiynet-i pakini ruşen kılmış ehl-i âleme

İktida kılmış tarik-i Ahmed-i Muhtar‟a su

Bu beyti incelediğimizde su, Hz. Muhammed‟in

(s.a.v) yoluna uymuş ve bu hâliyle dünya halkına

temiz yaratılışını göstermiştir. Yani bu beyitten,

peygamber efendimizin âlemlere rahmet olduğunu,

suyun da insanlığa rahmet olduğunu görüyoruz.

Peygamber efendimiz, su vasıtası ile insanları saf

duruluğu ve temizliğe çağırmaktadır. Su insanların

hayatında vazgeçilmez bir yere sahiptir. Peki, suyun

bu kadar önemli olduğunu görüp de neden değerli

hazinemiz suyu israf ediyoruz ki? Bir gün su kay-

naklarımız tükenebilir ve susuz kalabiliriz. Günü-

müzde çevre kirliliği ve küresel ısınma gibi ciddi

sorunlar ile karşı karşıyayız. Küresel ısınmaya bağlı

olarak buzullarımız erimektedir. Fabrikalar su kenar-

larına kuruluyor. Fabrika atıkları suya boşaltılıyor ve

içilebilir su kaynaklarımızı kendi ellerimizle kirleti-

yoruz. Bilinçsiz olarak yaptığımız davranışlardan

dolayı en kıymetli hazine olan suyumuzu tüketiyo-

ruz. Bir gün su kaynaklarımız tükenebilir. Bir kez

olsun su kaynaklarımızın tükenmediğini düşünelim.

Acaba insanlar ile diğer canlılar su olmadan kaç gün

yaşayabilirdi. Bence bir ya da iki gün susuzluğa

dayanabilirdik. Evet, yanlış duymadınız kendi elle-

rimizle kıymetli hazinemizi kirletiyoruz. Suyumuzu

kirlettiğimiz için ne kadar sürede temiz su bulabiliriz

ki? Bir ya da iki gün susuz kalabiliyorsak yavaş

yavaş hayatımızı kaybediyoruz demektir. Bu durum

kulağa hiç de hoş gelmiyor değil mi? Yaşamımız

için bu kadar önemli olan suyumuzu korumak için

üzerimize düşen görevlerimizi yapmalıyız. Suyu

tasarruflu kullanmalıyız. Mesela basit bir tasarruf

görevini söylemeden geçemeyeceğim. Evde bulaşık-

larımız elde durulamak yerine bulaşık makinesinde

yıkayabiliriz. Çünkü bulaşıkları elimizde yıkarken

12 ton suyu boşa akıtıyoruz. Ama bulaşık makinesi-

ni kullandığımızda daha az ton su harcıyoruz. Bu

tasarruf örneğinde olduğu gibi üzerimize düşeni

yaparsak suyumuzu az da olsa bir iyilik yaparız.

Herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Eğer herkes

görevini yapmazsa doğal kaynaklarımızdan biri olan

suyu kirlenme tehlikesinden kurtaramayız. Su insan-

lığa sunulmuş en büyük nimettir ve bütün insanlığı

ortak malıdır. Ortak malımızı gereksiz yere tüket-

meyelim. Su değerlidir. Suyunu boşa harcama öm-

rünü kısaltma.

Page 53: Dergi için tıklayınız

52

ÖLÜM: ACI AMA GERÇEK

Esra Karabeyeser Tarih Bölümü

Ölümü duyduğumuzda çoğumuzun içi ürperir.

Büyük bir sessizlik kaplar bizi. Ölümü, kendimizden

çok uzakta bir yerde olarak düşünürüz. Oysaki ölüm

meleği bizim yakınımızdadır ve her an kapımızı

çalabilir. Ölüm ancak yanımıza ve yöremize sokul-

duğunda canımızı acıtır. Başkasının ölümüne kulak

kabartır geçeriz, ama yakınlarımız için öyle mi? Çok

sevdiğimiz biri öldüğü zaman, onunla birlikte biz de

ölürüz aslında. Oysa o kişi fizikî âlemde varlığını

devam ettirir. İşte ölümün insanları yaralayan tarafı

da budur.

Günlük yaşamımızda ölümün kaç kişi farkında

acaba? Takvimden düşen her yaprak bizim aleyhi-

mize işliyor. Ölüme bir gün daha yaklaşıyoruz. Ge-

çirdiğimiz her saat, hayatımızdan bir saati daha ek-

siltiyor. Alacağımız nefesin garantisi yok, ama ver-

diğimiz her nefes ömrümüzden bir nefes daha azaltı-

yor. Geçen her gün, her saat, hatta her nefes ile ahre-

te göç için hazırlanıyoruz.

Sevdiklerimiz ya da değer verdiklerimizin ölü-

müyle sarsılırız. Çünkü hayatımızın akışı bir kırıl-

maya uğrar, yaşam rutinlerimiz anlamını kaybeder.

Aslında gözümüzün önüne perdeler çekilir ölümle

birlikte. Hayatımızın baharında ya da uzun süre ça-

baladıktan sonra istediğimiz yere geldiğimiz anda

ölümü düşünür müyüz? Bence hayır. İnsanlar ölümü

hep zor anlarında ya da sıkıntı çektikleri zaman bek-

lerler, ne kadar garip değil mi?

Her oluşun her şeyin bir sonu olduğu gibi canlıla-

rın da bir sonu vardır. Ölüm bir mucizedir tıpkı do-

ğum gibi, tıpkı hayat gibi. Kimilerine göre ölüm,

sonun başlangıcıdır. Kimilerine göre tatlı bir uyku-

dur. Kimilerine göre yok olmaktır. Kimilerine göre

ise ebedi hayata adım atmanın ilk ve çetrefilli yolcu-

luğudur. Ölüm yok olmak değildir, yeniden diriliştir.

Bence bütün insanların kendine soracağı iki soru

vardır ölümle ilgili. Birincisi ölüm geldiği anda ahi-

reti mi yoksa hâlâ dünyalık işleri mi düşünürüz? Ne

mutlu ölüm denen kavramı hayatından, aklından

çıkarmayana. Mesela öncelikle okulu bitirip üniver-

siteyi kazanmak ve bir iş sahibi olmak isteriz. Sade-

ce bunlar mı isteklerimiz? Hayır, daha bitmedi. İş

hayatımızda çok daha iyi bir mertebeye sahip olmayı

da isteriz. Bazıları o mertebeye ulaşır ama ölümü

unuturlar. Hayatımız boyunca biz unutsak da etrafı-

mızda ölümü hatırlatacak birileri vardır. Aslında

onlar ölülerdir, ancak fark edersek onlar hayatları-

mızı aydınlatır, hatta ölüm bize hayata, sevdikleri-

mize, insanlara, canlılara değer vermeyi öğretir.

Rikkat sahibi olmayı öğretir.

İkincisi ise ölüm gelmeden önce ne yapmak is-

terdiniz? Bu soruya insanlar çoğu zaman ölüme ha-

zır olmak istediklerini söyleyerek cevap verirler.

Bazıları ise daha geniş düşünerek kimseye borçlu

olmadan, kırdıkları kalpleri düzelterek yani ölümden

sonraki hayata hazırlık yapmak istediklerini söyleye-

rek cevap verirler bu soruya. Bence ne mutlu onlara,

ölüm denilince aklına yaptıkları ve yapamadıkları

gelmiş olana.

Sonbahar ve kış mevsimi ölümü hatırlatır bana.

Hayatın sona erdiği an sanki. Artık yapacağımız

hiçbir şey kalmamış, ölüm şerbetini içtik artık, geri

dönüş yok. Sonra yeşilliğiyle doğaya can veren ve

içimizi huzura erdiren diriliş mevsimi ilkbaharı kar-

şılıyoruz. Yeniden diriliş için bir olanak işte. Her şey

ölüp dirilirken biz neyi bekliyoruz? Sözlerimi Cahit

Zarifoğlu‟nun şiiriyle bitiriyorum…

Ölüm başucumda

Sanki yapacağım hiçbir şey kalmamış

Uzaklar daha yakınlaşıyor daha

Ölüm başucumda

Bir melek elini uzatıyor bana

Yapayalnız bir yolculuk

Ruhların beklediği bir yer var

Orda, bir sığırgözü gibi bakıyor bana

Ölüm neden örtülerin altındasın, hadi çık

Görün bana zaman yol alıyor

Saat ah o saat

Şatom kararıyor, ay ışığında mezar

Lambayı yak anne üşüdü parmaklarım

Gidiyoruz, azar azar.

Page 54: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

53

ÇIRPINMADAN YAġANACAK HAYAT NEREDE VAR?

Özge Ünal Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

“Zorlanmadan açacak hiç bir çiçek yoktur.

Bu dünyadaki tüm güzel çiçekler zorlanarak çi-

çek açtı.

Zorlanırken, kökü toprağa doğru yöneldi.

Zorlanmadan bırakabileceği hiç sevgisi yoktu.

Çırpınmadan açabilecek bir çiçek nerede vardır?

Bu dünyadaki tüm ışıldayan çiçekler çırpına çır-

pına çiçek açtı.

Çırpınarak rüzgâr ve yağmurla çiçeğin yaprakları

sıcacık bir şekilde serpildi.

Çırpınmadan yaşanacak hayat nerede var? “ de-

mişti öğretmen Jung.

Son izlediğim Güney Kore dizisi; Scholl 2013.

Başrolde Kim Woo Bin ve Lee Jong Suk‟un oynadı-

ğı dram, komedi ve gençlik dizisi. Güney Kore‟nin

ünlü kanallarından olan KBS‟de 1999 yılından beri

yayınlanmakta olan serinin 2012 yılında yayınlanan

on altı bölümlük beşinci sezonu.

Günümüz Güney Kore‟nin gençliğinin yüzü, öğ-

renci intiharları, okul içinde şiddet, bozulan öğret-

men-öğrenci ilişkileri, okul dışında verilen özel ders-

ler ve tüm diğer lise sorunları Seungri Lisesindeki

küçük bir sınıf sınırları içinde yaşanmaktadır. Her-

kesin haylaz dediği ve gözden çıkardığı bir sınıf;

sözleşmeli, çaylak bir öğretmene ve öğretmenliği

bırakıp özel öğretmen olarak çalışan izinsiz ders

verdiği için cezalandırılıp mecburi hizmet vermesi

için bu okula gönderilen öğretmene veriliyor. Onlar-

dan bu çocukları adam etmeleri bekleniyor.

Aslında klasik bir okul dramı olsa da diğerlerin-

den daha farklı konulara ve sorunlara değinilmiş.

Eğitim sistemindeki hatalar ve öğrenciler üzerindeki

psikolojik baskıya vurgu yapan bir dizi. Dizinin asıl

konusu bu ve birçok yerde de vurgulandı.

Bollywood‟un en ünlü aktörlerinden olan Aamir

Khan‟ın meşhur filmi Üç İdiots‟u anımsattı bana.

Elbette o kadar harika değildi ama eğitim sistemini

ciddi anlamda eleştiriyordu. Kesinlikle realist bir

diziydi. Saçma sapan konular içermiyordu. Gerçek-

ten eğitim konusunda doğru olmayan birtakım krite-

re uymak zorunda kalan tek ülke olmadığımızı bana

hatırlattı. Sanırım Asya ve Afrika hâlâ çocuklara ve

gençlere verecek eğitim konusunda bilinçlenemedi.

Dizide beni en çok etkileyen karakter öğretmen

Jung. Tüm gücüyle çocukları korumaya çalışan,

çocuklar için içtenlikle endişelenen, onlara olabildi-

ğince çok ilgi gösteren ve onları bataklıktan kurtarıp

iyi birer birey yapmaya çalışan bir öğretmen. Onunla

beraber birçok yerde sorguluyorsunuz eğitim siste-

mini. Öğrencilerin hayatlarına ve tüm umursamaz-

lıklarına rağmen aslında sevgi ile ne kadar da deği-

şebileceklerini görüyorsunuz.

Diziyi izleyerek kötü olan şeylerin iyi olması için

savaşan iki cesur öğretmen ve umursamaz öğrencile-

rin zamanla nasıl değişebildiklerine siz de tanık ola-

bilirsiniz.

Page 55: Dergi için tıklayınız

54

DEĞĠġMEYEN GELENEK

Gamze Aslan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Her sabah evinden çıktıktan sonra yapacağı işleri

düşündüğü için sıkıntıya giren milyonlarca insanın

arasında aynı amaçla evden çıkmış fakat bu amacı

bir türlü gerçekleştirememiş olanlar da var. Bunların

kim olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

Memurlarımızda yıllar önce başlayan çalışmama

azmi günümüzde de ilk gün ki tazeliğini koruyor.

Tabiî ki onlar işlerini aksatmadan yapıyorlar. Bura-

daki sorun onların işlerini yapmaması değil, yapacak

bir işleri olmadığını düşünmeleri. Birbirlerini ve her

günlerini taklit etmekte onlardan becerikli kimse

yok. Hiç biri oturduğu masanın başında ne yapabili-

rim diye düşünmeye gerek duymuyor. Devletin onla-

ra sunduğu imkânın sadece verilen işleri tamamla-

mak olduğu düşüncesinden de vazgeçemiyorlar.

Hâlbuki düşünen, okuyan, devletin bir adım daha

ilerlemesi için ne yapabilirim sorusunu sorabilen

insanlara ne kadar ihtiyacımız var. Onları bu denli

eleştirmemizin nedeni ise ellerinde kendilerini aşma-

larını sağlayabilecek olanaklarının ve bolca vakitle-

rinin olması.

Ülkemizin yerinde saymasını insanların yerinde

saymasına bağlayabiliriz. Sadece onlar için değil bu

ülkede yaşayan herkes için gerekli olan şey bu;

okumak, fikir sahibi olmak, eleştirebilmek... Fakat

belirli bir yaştan sonra hepimiz bu yerinde sayan

gruba dâhil oluyoruz. Çünkü sürüye uymak her za-

man en kolaydır. Memurlarımıza bu önden baktığı-

mızda aslında hepsi sadece geleneği devam ettiriyor.

Bu gelenek bizi her geçen gün daha kötüye götürü-

yor. “Kimse yapmıyorsa ben ne yapabilirim” düşün-

cesi hepsinin ortak görüşü. Gün boyu akıllarındaki

tek şey mesai saatinin bir an önce bitmesi. Aslında

onların dersin bitmesini dört gözle bekleyen öğrenci-

lerden bir farkı yok. Her iki grup da zamanını çöpe

atmak ile olduğu yerde saymakta çok iyi. Düşündü-

ğümüz zaman fark etmeden aslında ne kadar çok şey

kaybediyoruz. Daha iyisini yapabilmek, kendimizi

geliştirebilmek varken devamlı gerilemek bizim aklı

olmayan bir varlıktan farklı olmadığımızı gösteriyor.

Bütün gününü yatarak geçiren ve ay sonunda maaşı-

nı alan memurda, yıllarca okuyup hiç bir şey öğren-

meden mezun olan öğrencinin de kendi adına ya da

devlet adına bir sorumluluk almaması içler acısı.

Bu durum böyle devam ederse ne devlet bir

adım ileri gider ne de birey. Bir şeylerin de-

ğişmesini istiyor-sak işe önce kendimizi değiş-

tirmekten başlamalıyız. Başımızı telefonlardan

kaldırıp aldırışımızın yönünü kitaplara çevir-

meli, aklımızın kilidini açmalı ve düşünmeye

başlamalıyız.

Page 56: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

55

KAYIP KIZ

Şengül Gündoğan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yüksek Lisans Öğrencisi

Bugün kendimi yine burada buldum. Ayaklarım

farkında olmadan beni buraya getirdi. Her geçen

günün ağırlığı, bedenimde yorgunluktan öte bir şey-

ler var, biliyorum. Kafamın içinde dönüp duran so-

rular, ruhumdaki kırgınlık ve kalbimdeki ağırlık,

hepsi bir girdap gibi beni gitgide içine çekiyor. De-

rin bir soluk alıyorum. Henüz dinmiş olan yağmurun

ardından, baharın bu biraz serin ama alabildiğine

rengârenk gününde mis gibi bir toprak kokusunu

içime çekiyorum.

Umut tepesi diyorum buraya. Yaşlı meşe ağacı-

nın altında, manzarayı alabildiğine gözler önüne

seren bu küçük tepe benim sığınağım. Kendi ken-

dimle konuşabildiğim, belki de beni anlayabilecek

tek yer. Yaşlı meşe ağacı kırk yıllık bir dost gibi

bana gülümsüyor. Hafif serin esen bir rüzgârla ürpe-

riyorum. Ufukta görünen büyüleyici maviye inat

sanki tüm tabiat en güzel yeşil elbisesini giymiş.

Manzaranın verdiği sarhoşluğun içinde birdenbire

gözüme küçük bir kız çocuğu takılıyor. Dağınık

kumral saçları, çiçekli beyaz elbisesi ve üşümüş

kızaran yanaklarıyla bu küçük kız, minik kahkahala-

rıyla koşup oynuyor.

Bir anda kafamda pek çok soru beliriyor. Bu kü-

çük kızın burada ne işi var? Neden böyle ıssız bir

yerde tek başına? Burada ne yapıyor? Bu serin ha-

vada üşümez mi? Ben kafamda tüm bu sorulara ce-

vap ararken, küçük kız ise alabildiğine mutlu. Kır-

larda koşarken, elbisesinin içerisindeki minik bede-

niyle, çiçeklerin içinde onlara aitmiş gibi dalgalana-

rak hareket ediyor. Zayıf kolları ile onun da bir pa-

patya ya da gelincik gibi hafifçe sallandığını görüyo-

rum. Bir ara kelebeğin peşinden ona seslenerek gi-

derken, beyaz elbisesiyle tıpkı bir kelebek gibi uça-

cakmış hissine kapılıyorum. Sanki güneşin tüm ışık-

ları, onun saçlarının gölgesinde kalan gözlerinin

içinde toplanmış gibi. Gökkuşağından yapılmış bir

ip atlıyor sanki. Uzakta görünen minik derenin sesi-

ne, kahkahaları karışıyor. İncecik sesiyle söylediği

şarkıları dinlerken, sonsuz bir iç huzuruyla gözlerimi

kapatıyorum.

Gözlerimi açtığımda küçük kız artık orada değil.

Yaşanmamış çocukluğumu, o küçük kızı, özgür

bırakıyorum orada. Umut tepesinden ayrılırken göz-

lerimden yaşlar süzülüyor, onun bana gülümseyerek

bakan ışıl ışıl gözlerini görüyorum.

Page 57: Dergi için tıklayınız

56

YUSUF'UN HĠKÂYESĠ

Ebubekir Alazcıoğlu Makine Mühendisliği Bölümü

Hikâyenin gerçekliği kadar, yazıcının sahteliğini

de hesaba katar mısınız bu hikâyeyi okurken?

Hikâyenin etkileyiciliği kadar yazıcının acizliğini de

aklınıza getirir misiniz?

Peygamberi konuşturmak çok zordur bir yazıcı

için. Peygamberin ağzından konuşmak hele, hepsin-

den zordur. Bu zorluk karşısında büküldü belim,

dilim yandı. Kendi dilimdeki pisliklere takıldı aklım,

aklımdaki pisliklere takıldı ruhum ve olmaz dedi.

Peygamberin diliyle konuşursan, kendi dilindeki

pisliği peygamber söylemiş gibi anlatmış olursun.

Kendi zihninden geçen kirleri, peygamberin zihnin-

den geçiyormuş gibi gösterirsin. Aklındaki ve zih-

nindeki nice pislikten çok daha pis bir şey bu. Bu

sebeple de asla olmaz, dedi. Uzaktan izlermiş gibi

anlat olayları. Ateşin dışından anlat, ateşin içindeki-

nin hâlini. Evladı kuyuya atılan birisi gibi değil de

evladı kuyuya atılmış birisini dinler gibi yaz. Acıdan

kör olmuş gözler seninmiş gibi değil, bir başkası-

nınmış da onun hâline üzülmüş gibi yaz. Bir başka-

sının selamını bir başkasına sen ulaştır. Selamı yol-

layan sen olma. Samimiyeti kaldır aradan. Yanar

gibi değil, ısınır gibi anlat. Boğulur gibi değil, su

içer gibi anlat. Aç karnına değil, tok karnına anlat

açlığı. Sonra durdu içimin içi ve yine olmaz dedi.

Böyle de olmaz.

İşte bu olmazların arasında gidip gelirken bir olur

sesi işitti kulağım. Kusurunu baştan söyle, anlat ki

böyle bir şeyi neden yaptığını ve anlayışlara sığın.

De ki, kalplere ulaşmak için Yusuf diliyle yazmak

lazım gelir. Yakup'un derdine ortak olmak değil,

Yakup gibi dertli olmak gerekir. Yanmış, olmuş,

etmiş değil yani; yandım, oldum, ettim demek gere-

kir. Ve eğer bir kusur sezilirse cümlelerde, bu sözü

bir peygamber söyleyemez dedirten bir cümle söy-

letmişsen peygamberin dilinden, o sözün senin ağ-

zındaki pis kokulardan geldiğini peşin peşin söyle.

Kaş yapayım derken göz çıkarma yani. Kova kadar

aklınla kuyuluk taslama. Ve bu düşüncelerle yazıldı

bu hikâye. Bilmem ki, okumaya değer bir şeyler

yazar mı yazıcı size?

Page 58: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

57

KALBĠNĠN SESĠ

Kader Öztürk Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Bazen yüreğinin öylesine derin acıdığını hisse-

der, öyle sert düşersin ki kan revan içinde kalırsın.

Görünürde hiçbir belirti yoktur acı çektiğine dair.

Neden mi? Çünkü yüreğinin elleriyle inşa ettiği kı-

rılmaz, koparılmaz masken vardır. İşte o maske sana

daima fısıldar, hatta acının en büyük boyutlarını

yaşadığın an fısıltı olmayı bırakır ve avazı çıktığı

kadar bağırır. Kalk! Düşmek senin eylemin değil,

sen güçlüsün, sen daha kötülerini de yaşadın, unut-

tun mu? Yüreğinle alay eden o güçlü hayırlarını,

aslalarını, kafa tutan aşklarını unuttun mu? Peki ya

elinden gelen her şeyi yaptığın hâlde peşini bırak-

mayan başarısızlıklar, bazen de her şey yolunda

giderken bir anda önüne çıkan şanssızlıklar… “Bu

defa bitti, bu benim sonum” dediğin her durumda

ayağa nasıl kalktığını hatırla. Başının her zaman dik

durması gerektiğini hatırla. Senin harflerin “bitti”

kelimesini yazmasın. Senin harflerin daima sana güç

veren kelimelerin kölesi olsun. İşte o kelimeler sana

öylesine hizmet etsin ki umutsuzluk, çaresizlik ba-

rınmasın yüreğinde.

Fakat şunu da asla unutma. Sen insansın ve en

farklı olansın. Mutluluk, mutsuzluk, acı, sevinç,

üzüntü, çaresizlik, vicdan, merhamet… Kalbinde

beslediğin o kadar çok duygun var ki… Senin göre-

vin ne biliyor musun? Yaşadığın her duyguyu son

damlasına kadar belki de her zerrende yaşamak.

Eğer mutluysan bunu öyle yaşa ki her zerren sana

minnettar kalsın. Ve eğer mutsuzsan, kırgınsan, yor-

gunsan, dahası umutsuzsan bunu öylesine yaşat ki

kendine kalbin senden nefret etsin. “Beni bu kadar

üzmeye hakkın var mı?” diye ses tellerin kopana

kadar haykırsın. Ve sonra yeniden mücadele etmeyi

öğrensin. Yaşadığın her darbenin ve belki de her

düşüşün sana öğreteceği bir şey var. Sana hak veri-

yorum; sevgisizlik zor, çaresizlik, umutsuzluk zor,

hatta vedaların en acısı olan ölüm en zoru…

Eğer bir gün en sert düşüşünü yaşarsan, o sert be-

tonlar en samimi olduğun an bil ki kalkabildiğinde

en büyük gücü elde etmiş olacaksın. Ve kalbin sana

en büyük dost olacak. Neden mi? Çünkü o, sana güç

veren kelimelerin sahibi, o başının daima dik olma-

sının sağlayıcısı, o etrafa her zaman güçlü bakan

gözlerinin sahibi. Çünkü o, yaşadığın en büyük acıyı

bile gülümsemeleriyle gizleyebilen maskenin sahi-

bi…

Page 59: Dergi için tıklayınız

58

BĠR AĞAÇ KADAR OLGUN OLMAK “OKUMAK”

Serra Aslantaş Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yazıma bir soru ile başlamak istiyorum: Okumak

bizim için ne ifade ediyor, neden okuyoruz? Bu so-

runun cevabını kendi milletimiz açısından düşündü-

ğümüzde okumak gerektiği için okuruz diye vermek

mümkün. Bir zorunluluk kısaca… İstek doğrultu-

sunda değildir hiçbir zaman. Avrupalılar bizden çok

okurlar. Trende, tramvayda, vapurda, otobüslerde,

parklarda kitap okuyan insanlarla karşılaşırsınız.

Japonya‟da durum böyle olduğu için kitapların, der-

gilerin, gazetelerin büyük tirajlara ulaştığını biliyo-

ruz.

Okumak ya da okumamak… İşte bütün sorunu-

muz bu! Bence bir ulusun kalkınabilmesi için anah-

tar kelime burada okumak. (Okumayı yalnızca kitap

okumak anlamında kullanıyorum).

Kendimi bildim bileli, okumaya düşkün değiliz,

şu televizyon denen şey ülkemizde yaygınlaşınca

pek çok güzel şey gibi okumak da payını aldı: Daha

üç beş yaşındaki küçükler, televizyonda bir şeyler

izlemeye başladı. Yaşları büyüyünce de doğal olarak

kitap yerine televizyona yönelmeye başladılar. Tabiî

bilgisayar oyunları da cabası.

Beni üzen diğer bir gerçek: Birçok kentte kitapçı-

ların artık gazete satan büfelere dönüşmüş olması.

Düşününce umutsuzluğa kapılıyorum. Özellikle

Avrupa ülkelerindeki kitapçıları anımsadığımda ve

insanların oraya gidip kitap alıp okumak için sıraya

girdiğini düşününce…

Hep söylediğim şey: Hem yazılı hem sözlü anla-

tımda başarının biricik olduğu şey okumaktır. Okul-

larda sadece derslerle yetinilmemeli, öğrencilere her

fırsatta kitap da okutulmalıdır.

Eğer eğitim-öğretimin amacını yalnızca öğrenci-

lere belli bilgileri kazandırmak olarak kabul edecek

olursak, gençlere yaşam boyu yol gösterecek, onları

iyiye, doğruya, güzele yönlendirecek, yaşadıkları

dünyanın dışına çıkaracak, tek düze, anlamsız bir

yaşamdan kurtaracak anahtardan yoksun bırakmış

oluruz.

Okumayan insan, yeterince bakılmayan, beslen-

meyen, olgunlaşmayan ağaçlardan farksızdır benim

için. Bir spor karşılaşmasının öncesinde ve sonrasın-

da yaşanan gerginliklerin en önemli nedeni de ka-

nımca insanların okumamasıdır. Bu televizyon ile

bilgisayar çağının gençlerini okumaya yöneltmezsek

kısır düşünceler çoğalacak; sınırlı görüşleri olan

nesiller ile birlikte hatta belki onlardan daha ilkel

davranışlar sergileyen insanlar ortaya çıkacaktır.

Okumak zorundayız hiçbir bahaneye sığınmadan

kısacası.

Page 60: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

59

DEĞĠġTĠM

Zuhal Cankuş Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Bir kâğıdın neresinden yazmaya başlanır? Bir ka-

lem nasıl parmaklarının ucunda, içindeki hisleri

anlatan bir araç olabilir? Hissettiğim şeyler nasıl olur

da beyaz bir kâğıtta ses olur, söz olur? İyi de ben

bilimsel terimler kullanmayı bilmem ki. Hem benim

kendime verecek cevaplarım olsa kafamda milyon-

larca soru olmazdı ki. Ben kim miyim? Öyle ya ben

kimim!

Merhaba benim adım yalnızlık. Ben her şeyde

hep tek başına bırakılmış; bu yüzden yorulmuş biri-

yim. Hayatla savaşırken pek çok şeyi kaçırdığım

oldu ve pek çok şeye de geç kaldığım. Okumayı

yazmayı yeni öğrendim mesela. Eskiden de okurdum

ama hiç bir kitabın arka bahçesini kazmak aklıma

gelmemişti. Bir roman karakterinin özgürlüğünü

kendi özgürlüğümle kıyaslamayı öğrenebileceğimi

tahmin bile edemezdim.

Merhaba. Benim adım sessizlik. Bir haksızlığa

uğradığımda susarım genelde. İnsanların kendi hata-

larıyla yüzleşmesini beklerim. Karşımdakinin hata-

sını kabullenecek kadar büyük bir yüreği yoksa ge-

nelde üzülürüm onun adına. Hayır, mükemmel bir

karaktere sahip falan değilim. Sadece kiminle nasıl

mücadele etmem gerektiğini bilmiyorum. Şemseddin

Sami‟nin Fıtnat‟ı gibiyim biraz, biraz da Ahmet

Mithat‟ın Canan‟ı…

Köle miyim yoksa? Hayır değilim. Peki, özgür

müyüm?

Hani dedim ya kendime verecek cevaplarım olsa

milyonlarca soru olmazdı kafamda diye… Biriyle

tanıştım. Bana sorgulamam gereken bir şeyler anlat-

tı. Sorularımın karşısına iki noktayı üst üste koyup

devamını da getirecek kadar cesur cevaplarım oluş-

maya başladı.

Bir şeyler anlattı. İlk başta ne demek istediğini

anlayamadığım için bir şeylerdi anlattıkları ama

artık onların bir adı var. Onlar; benim düşüncelerim.

Eskiden de düşünürdüm ama bir kalem alıp elime

yazmak aklıma gelmemişti. Hiç tanımadığım birinin

bana yazmayı bu kadar sevdireceğini tahmin bile

edemezdim.

Merhaba benim adım kadın. Ben milyonlarca ek-

sik etekten sadece biriyim. Giydiğim elbisenin bo-

yunu hep yaşadığım çevreye göre belirlerim. Top-

lumun tabuları, kafamın başköşesinde en önemli

yerdedir hep. Davranışlarımı buna göre belirler,

adımlarımı hep buna göre atarım.

Evet, eskiden böyleydim ama artık kendi olanak-

larımın farkındayım. Özgürlüğün bir haksızlık karşı-

sında sessizce gösterdiğin o haklı tepki olduğunun

farkındayım. Sesini yükseltmeden ve çirkinleştirme-

den hiçbir şeyi; biliyorum artık kimle nasıl savaş-

mam gerektiğini. Özgürüm! Çünkü artık biliyorum

meselenin elbisenin boyundan daha uzun olduğunu.

Ve biliyorum meselenin insanca yaşamak, okumak,

okurken irdelemek, irdelerken büyümek ve esas

olarak yazmak olduğunu.

Page 61: Dergi için tıklayınız

60

SARARAN HAYATLAR

Neslihan Güneş Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Bazen anlarsınız aslında gitmesi gereken kişinin

siz olduğunuzu, bazılarının hayatında bir fazlalıktan

ibaret olduğunuzu. Geç de olsa farkına varırsınız

bunun. Uzun yıllar geçer aradan, birileri birilerinin

hayatında ya da sizin o boşluklarla dolu hayatınızda

yer alır. Bazenler çoğalır, tıpkı o yoğun yalnızlığınız

gibi umutsuzluklar, mutsuzluklar birikir ardından

hayatınızda… Sanki hiç derdiniz yokmuş gibi bir de

bunları düşünüp harap etmeye başlarsınız kendinizi.

Önce her şeyinizi verirsiniz bu hayata ve sevdiğiniz

sevmediğiniz herkese. Oradan oraya koşturur insan

kendini önceleri, her yana yetişmeye herkese yetme-

ye çalışırsınız, çok çabalarsınız bunun için. Zamanla

kahkahalarınız azalır ardından tebessümleriz ve son

olarak da benliğinizi sahte içtenliklere bıraktığınız

gülücüklere emanet edersiniz. Umutsuzluk, karanlık

o kadar işler ki içinize sizden bir parça olmuştur

zamanla.

Bazen bakıyorum da insanlara sahte kahkahalar-

la, boş heveslerle birbirlerini kandırmakla meşguller.

Bazılarının hayatı çok tek düze, çok basit. Hiçbir şey

düşünmeden hiçbir kaygı gütmeden günler, aylar,

yıllar geçirenler tanıyorum. Düşündüğünü sanan

hayatındaki tek derdi sevgilisinin geç cevap vermesi

olan bunun için de ortalığı velveleye veren insanlar.

Amacım bu, hayatları küçümsemek değil, keder

yüklü gözlerin ne kadar da görünmez olduğunun

farkına varılması… Yürürken bazen şahit olursunuz,

o gözlerdeki kedere ya da yağmurlu bir günde ve en

çok da sonbaharı çok seviyorum diyen dillerde.

Neden hüzne, kedere en çok sonbahar yakışır bi-

lir misiniz? Hayallerin tükendiği mevsimdir. Serin-

dir. Soğuk ve karanlık kış günlerinin başlangıcıdır.

Acının ve yalnızlığın en şairane, görkemli günleridir

çünkü sonbahar. Tıpkı sararmış yapraklar gibi solar

her gün ümitleriniz, onlar gibi tek tek dökülürsünüz.

Rüzgâr bahanedir sadece, yaprağın daldan ayrılma-

sına çoktan karar verilmiştir aslında. Ufak bir yele

bakar, son bir darbenin de gelmesiyle ayrılır, dalları-

nı süslediği ağaçtan boşluğa doğru savrulur. Zaten

sararmıştır yaprak, artık kurumaya başlar. Eminim

siz de seversiniz, yol kenarındaki kurumuş yaprakla-

ra basıp çıkardığı çıtırtıyı dinlemeyi, kim sevmez ki?

Fakat onlar kırgın yüreklerin sesidir, tükenmiş umut-

ların bin bir parçaya ayrılışının sesi. Daha birçok

insan basıp geçer, zaten paramparçadır ama artık

tuzla buz olmuştur bütün ümitler. Bir süre sonra,

serinler hava, daha sonra hafif hafif yağmur serpişti-

rir aralıklarla ve bir gün sert rüzgârlar esmeye başlar,

yüzünüze çarpan ayazı hissedersiniz iliklerinizde.

Kırılanların intikamıdır bu. Geceler uzar birden gün-

ler kısalır, çok soğuktur artık gerçekler. Lapa lapa

yağmaya başlar soğuk. Kış gelmiştir size, hissizleşti-

rir bir zaman sonra sizi, hatta belki siz çoktan zaten

kaybetmişsinizdir hislerinizi. Kıştan farkınız kal-

mamıştır, soğuk ve sert… Ne büyük tezattır, uzun

karanlık kış gecelerinde gökten bembeyaz kar tane-

lerinin dökülmesi. Ancak ne fark eder ki paramparça

hayatlarda uzun sürer kışlar ve hatta bazen de hiç

bitmez.

Page 62: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

61

VAR OLAN AYDINLIK

Songül Erbil Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Güneş doğarken odanın henüz aydınlanmamış

olan karanlık kısmındaydım. Var olan bu karanlığın

izlerinin tekrar ışığa, inanca dönüşmesi bulunduğum

noktadan çok uzak duruyordu. Kararsızlığın var ile

yok arasında çırpınan gizli feryatlarını işitir gibiy-

dim. Dudaklarının arasında ne feryatlar gizlidir in-

sanların. Özgürlüğümle varım diyen insanların…

Aslında bütün bir olay inkâr mekanizmalarının kade-

ri. Işığa yönelmenin bilinci, karmaşık hayat olgu-

sunda takındığımız tavırlardır. Tıpkı gökyüzündeki

karmaşık yıldızlar gibi.

Tarih ben de dâhil insanları birey olarak toplum

içinde yaşam sürmesini istese de bizler ne şekilde o

toplumun içindeyiz. Bulunduğumuz yerden baktığı-

mızda o kadar özgür bir toplumun bulunmadığı

aşikâr .”Özgürlük ne demektir?” diye sorsak hepimi-

zin kısa da olsa bir cevabı vardır. Yorumladığımız,

ışık tutamadığımız ve düşünemediğimiz bir özgürlük

yoktur. Özgürlük kısıtlama, herhangi bir zorlamaya

bağlı olmaksızın düşünmek ve davranmak, yaşamı

anlayarak serbest olmamızdır. Evet! Yaşamaktır

özgürlük. Yaşam içinde sorumlu, zorunlu ve olanak

sahibi olmamızdır. Var olan karanlık ve aydınlık

içinde seçim yapmaktır. Güneşin ışığı, gecenin ayı

ve yıldızcıları gibi parlamak için özgür olmalıyız.

Olanaklarımızı düşünerek değerlendirmeli ve anlam-

landırmalıyız. İyi ve kötü karakterli insanlar vardır.

İyi karakterli insan özgür insandır. Kötü karakterli

insan ise insan olma değerini yitiren kişidir. Tıpkı

var olan aydınlık ve karanlık gibi. Özgürlüğünü

kavrayamayan kişiler ise hayatı boş yaşar ve onların

ruhları köleleşir. O kişiler karanlık içinde yaşar.

Karanlığın içinde yolunu şaşırırlar. Dostoyevski,

“Ev Sahibi “ adlı kitabında diyor ki : “Özgürlüğünü

bilmeyen insana onu versen, onu çuvala koyar sana

geri getirir.” Özgür insan iyi ve kötü arasından iyiyi

seçer. Özgür insan dünü ile bugünü arasında fark

olandır. Her gün başka bir şey öğrenendir. Özgür

olmayan kişi ise sabit kalır. Bir şey öğrenemez. Ay-

dın bir kişi olamaz. Aydınlık bir oda içinde karanlık-

ta kalır, var olan aydınlığın farkına varamaz. İçinde

yaşadığımız dünya canlısıyla, cansızıyla ışıksız

edemiyor. Özgürlüğümüz bizim ışığımız olduğuna

göre ondan vazgeçemeyiz. Ruhumuzun ışığını ay-

dınlanmak için iyi özgürlükte bulunmalıyız.

Güneşin doğuşundan batışına kadar odanın ay-

dınlık kısmından var olan aydınlığımız için, mutlu

olmak için, hayatı anlamamız için özgür olmalıyız.

Aydınlık bir oda içinde, odanın karanlık kısmından

baktığımız bu özgürlüğü anlamalıyız. Odanın karan-

lık kısmındaysan pencerene yaklaşıp var olan aydın-

lığa bak. Güneş bütün insanlara doğar, ama aydınlığı

perdesini açanlar görebilir. Özgür insan! Pencereni

aç, var olan aydınlığına bak!

Page 63: Dergi için tıklayınız

62

BĠR HAYALĠM VAR!

Ebubekir Alazcıoğlu Makine Mühendisliği Bölümü

Bir heyecan var yüreğimde. İnsanın hedeflere

adanması ne kadar güzel! Hatta gerçekleşmesinin

zor olduğunu bildiği bir hayalinin olması, yaşamının

farklı devam etmesine yeter de artar bile. Düşünüyo-

rum da, kurduğu hayalini düşünmek bile mutluluk

veriyor insana. Bu kadar güzel bir şey hayal kurmak,

o hayalin içinde dolaşmak…

Bir hayalim var benim de, düşünmekten mutluluk

duyduğum. Hayalimi gerçekleştirdiğim anların haya-

lini kuruyorum zihnimde. Heyecandan düşünemez

hâle geliyor bedenim. Hayalimi bu kadar çok sevi-

yorum. Beni benden alıp götürmesi hoşuma gidiyor.

Başka diyarlar da, başka bir benle tanıştırmasından

mutlu oluyorum. O anlarda yaşamanın hayali giriyor

hayalimin içine. İki hayali aynı anda yaşıyorum.

Bazen soruyorum kendi kendime, gerçekleştir-

meye hiç uğraşmasam mı hayalimi? Hayalim gerçek

olduğunda bu kadar heyecanlanamamaktan korkuyo-

rum. Hayalim bu kadar oynatırken kalbimi yerinden,

hayalimin gerçekliği de başarabilecek mi bunu?

Kalbim atmayacaksa eskisi gibi hayalim gerçek ol-

muş neye yarar! Bu yüzden hayalde kalmayı düşün-

düm hep. Hayalimin hayal etmesinin güzel anlarını

getirdim aklıma. Heyecanlandım. Bir yandan da

hayalimi gerçek olarak düşündüm. Rafların arasın-

dan kendi kitabına rast gelmek hoşuna gider her

yazarın. Kendi düşüncelerini kâğıda dökmek, zih-

ninde dolaşanlardan okuyanların haberdar olması,

kendi evinde sessizce otururken bile yazdığı kitap

sayesinde bir başka evde bağıra bağıra konuşmak

hangi yazarı heyecanlandırmaz?

Evet, bir kitap yazmak hayalim! Dünyada iz bı-

rakmak. Sessizce ölüp gitmek değil, yazdığım dü-

şüncelerle yaşamak. Dünya devam ettikçe var olmak

yani dileğim, dünyam devam ederken yazdıklarımla.

Hem dünyamı hem de dünyaları kurtarmak.

ANNEM

Recep Başbuğa Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Soğuk bir sonbahar sabahı geldim dünyaya. Gö-

zümü açtığımda sen vardın yanımda. Beni benden

çok sevdin, üstüme titredin, korktun, ağladın ve en

önemlisi canından çok değer verdin, her şeyini ver-

din bana. Gerektiğinde yemedin, içmedin, giymedin

ama bunların hepsini benim için yaptın. Benim için

her şeyi göze aldın. Sen benim için bunları yaparken

benim gözlerim kördü. Yaptıklarını göremiyordum.

Sen benim iyi olmamı isterken ben senin yaptıklarını

hiçe sayarak görmezden geldim. Gerektiğinde kız-

dın, bağırdın, her şeyi benim iyiliğim için yaptın.

Kendinden birçok şey kattın bana. Emeğinin karşılı-

ğını ödeyemem, biliyorum. İnsan kolay kolay başka-

sı için bir şey yapmaz. Kendinden ödün vermez.

Ama ben senin için kendimi unuturum. Senin bana

verdiğin hayatı ben de hiç düşünmeden sana veririm.

Annemsin, canımsın çünkü. Evet, bazen üzdüm,

kırdım seni. Ama sen bir an bile benden uzaklaşma-

dın. Tam tersine daha fazla sevdin, korudun beni,

daha fazla kol kanat açtın bana. Cennet boşuna anne-

lerin ayaklarının altındadır, dememişler. Evet, bazen

senin kalbini kırdım, yanlışlarım, hatalarım oldu

ama sen yine de evladım deyip sineye çektin bütün

bunları. Anneydin çünkü evladına nasıl kızacaktın

ki! Kızsan da nasıl kıyacaktın ki. Sen kendini yok

saydın, hayatını umursamadın bana baktın, evladım

dedin. Önce dokuz ay karnında taşıdın; sonra hiç

usanmadan, bıkmadan yedirdin, içirdin, giydirdin,

canını dişine taktın. Biz kendi derdimizle bile uğra-

şamazken sen kendi derdini unutup evladının derdiy-

le onun iyiliği için uğraştın...

Annenin sevgisi en samimi sevgidir. Koruyup

kollayandır. Hakkını asla ödeyemeyeceğimiz bir

melektir anne. Tüm anneler değerlidir. İyi ki varsın

annem.

Page 64: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

63

AZ EġYA, ÇOK HUZUR

Ayşegül Mazıcı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Eşyaların hayatımızdaki yeri nedir tartışılır açık-

çası. Çocukken kırılmasın, bozulmasın yeterdi.

Onun dışında bir önemi yoktu. Büyükler içinse işle-

rini görsün, bozulup masraf çıkarmasın o da onlara

yeterdi. Bir evde az eşya, çok insan olurdu. İnsanlar

sevilir, eşyalar kullanılırdı. Evet di‟li geçmiş zaman

kullanıyorum. Çünkü artık böyle değil.

Tam tersine döndü her şey. Evlerde çok eşya, az

insan var. Eşyalar insanlardan daha değerli hâle gel-

di. İşimize yaramadığında çöpe atılan eşyalar değil,

insanlar oldu. Karşısında sus pus oturup, tek odak

noktasını o yapacak kadar saygı duyduk televizyona.

Onunla birbirimizle olan sohbetlerimizi değiştik.

Her odaya birer televizyon koyduk neredeyse. Eli-

mizde tabletle dolaşır olduk. Sigaradan daha çok

bağımlı olduk belki de telefona. Değer verdiğimiz

eşyalara zarar gelmesinden daha az önemsedik birbi-

rimize verdiğimiz zararı. Eşyalar bize değil, biz eş-

yalara hizmet etmeye başladık. Masalları bile inter-

netten dinlettik çocuklara. Bir büyüğümüzden din-

lemenin verdiği o muhteşem tat dururken. Duygusal

bağ kurduk resmen teknolojiyle. İnternet kesilirse

diye ödümüz koptu. Farkına varamadık ne yazık ki,

eşyalar kaybolunca yerine yenisi gelir ama insanlar-

da durum böyle değildir. İnsanları değiştiremeyiz,

eşyaları değiştirmekse iki dakikamızı almaz bile

belki. Dünyada oluşan bu kaosun büyük bir nedeni

de insanların değil, eşyaların sevilmesiydi bence.

Kısacası sadece evlerde değil, kalbimizde de in-

sanlardan çok eşyalar oturmaya başladı. Eşyalar

insanlaştı, insanlar ise robotlaştı. Ne can sıkıcı bir

durum değil mi? Bunu değiştirmek mümkün mü?

İnsanlar gayet memnun olduğu sürece bu hâlden

sanmıyorum değişebileceğini. Ha ille de bir suçlu

aramak gerekiyorsa bu duruma teknolojiye atmaya-

lım suçu sakın. Teknoloji karşısında zayıf kalan

bizler dururken.

SÖZDE YALNIZLIK

Fulya Kaya Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Nedir yalnızlık? Kalabalıklar içerisindeyken fark

edilmemek mi? Yoksa kimsenin olmadığı sessiz bir

yerde tek başına kalmak mı? Aslında hiçbiri... Yal-

nız insan, kendini tüm dünyadan soyutlar. Herkesi

yanında ister, ama an gelir, kimse olmasın der. Yal-

nızlık mecburiyet değildir. İnsan yalnız olmak iste-

diğini için yalnız kalır. Düşüncelerinin ötesine yı-

kılmaz duvarlar örer. Herkesin o duvarın arkasında

kalmasını ister. Orayı aşanlar zaten yalnız olmaktan

çıkmış demektir. Yalnızlık bir seçimdir aslında.

Yanında milyon tane insan olsa bile, seni o duygu-

dan çekip çıkaramıyorsa, sana kol kanat geremiyor-

sa, samimiyetine inandıramıyorsa hiçbir önemi yok-

tur o kalabalığın. Kendi kendine söylenirsin. Düşün-

celerin hem canını yakar hem rahatlatır ruhunu. Za-

manla ben böyle iyiyim demeye başlarsın. Senin için

yalnızlık kelimesi, bir bakarsın hayat felsefesi ol-

muş. Duygularını, yaşamak istediklerini, insanlara

söylemek isteyip de söyleyemediklerini boş verirsin.

Bütün bunları kendi içinde yaşamaya başlarsın. O

koskoca dünyanın merkezinde sadece sen olursun.

Bundan da şikâyet etmezsin. Sevgiye ihtiyaç duydu-

ğunda kendini seversin, benliğini seversin. O kuru

kalabalık yerini sonsuz sessizliğe bırakır. Duymak

istediklerini insanlar değil rüzgâr fısıldar kulağına.

Görmek istediklerini gün ışığı gösterir sana hem de

bütün sıcaklığıyla. Örtmek istediklerini gecenin

karanlığı kaplar tüm yoğunluğuyla. Böyle de mutlu-

sundur. Varsın kimse olmasın hayatımda, ben hayal-

lerimle yaşarım dersin. Hayal ötesinden arkadaşlar

edinirsin. Onların odak noktası sadece sen olursun.

Kısaca ben yine ben olduğum sürece yalnız değilim

dersin. Kendini dinledikçe güçlenirsin. Yalnızlığın

mağlubiyetin değil, zaferin olmuştur artık. Onu da

kimsenin zedelemesine izin vermezsin. Kazanan

sensin. Sen ve yalnızlığın.

Page 65: Dergi için tıklayınız

64

ġĠMDĠ

Melisa Budak Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Zamanın akıp gitmesi ve her anımızdan bir şeyler

çalması dışında ne getirisi olabilir?

Zaman bizi hissizleştiren, hep koşuşturma içinde

kendimizi unutturan bir şey değil midir? Hayata

çoğu zaman hiç ölmeyecekmişiz gibi bakarız hep bir

şeyleri erteleyerek ya da yok sayarak. Oysaki her

anımız bizim için geri gelmeyecek bir hazinedir, anı

yaşamak çoğumuza çok zor bir şeymiş gibi gelir

çünkü anlık kararlar vermek, o anda hislerimizi be-

lirtmek zordur. Hepimiz de bir parça korkaklık giz-

lidir. Tarihin en önemli liderleri ki başta M. Kemal

Atatürk olmak üzere zamanı değerlendiremeseydi ve

yahut erteleseydi sizce kaçımız yaşıyor olurduk? Bir

milletin kaderini belirleyecek kadar büyük bir so-

rumluluk alınabiliyorsa biz neden kendi kaderimizi

belirleyecek kararlarımızı erteleyerek geçiştiriyoruz.

Şimdinin kıymetini bilmeliyiz. Geçen her dakika

ömrümüzden ve yaşayacaklarımızdan mahrum bıra-

kıyorken bizi şimdi, tam da şu an bir şeyleri düşün-

meli ve yaşamalıyız.

Dünyada her on saniyede kırk iki bebek dünyaya

geliyor, kırk iki yeni hayat ve her beş saniyede do-

kuz insan hayatını kaybediyor, iki insan açlıktan

ölüyor, her yedi saniyede bir kadın şiddete uğruyor...

Öyleyse bu zaman dediğimiz şey saniyeleriyle bize

çok şey katan aynı zamanda da bizden çok şey alan

bir şey değil midir? Biliyoruz ki o saniyeler içinde

biz de varız. Şimdi yeni doğan bir bebeğin dünyaya

bakışı gibi planlamadan umutla bakma, dünyanın

diğer ucunda ölen insanları anlama, bir kadına kal-

kan eli indirme ve çağa bakmak yerine insanlara

bakarak saniyelerimizi sevgi ve şefkatle dolu dolu

yani şimdinin gücünü bilerek ve öğreterek yaşama

zamanıdır...

ġEKĠLDEN ġEKĠLE MUTLULUK

Kübra Topkaya Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Kime sorsak “Mutluluk nedir?” diye hepsinden

farklı cevaplar alırız. İnsan sayısı kadar çok tanımı

olan bir kavramdır mutluluk. Bu da çok normaldir.

Çünkü bu kişiden kişiye değişen bir tanımdır ve

herkesin farklı bir mutluluk sebebi vardır. Bazısı için

egolarına hizmet edilmesidir, bazısı için başarıdır,

bazısına güvendir, bazısına özgürlüktür. Mutluluk bu

ya, insanına göre şekil alır. Genelde insanlar sahip

olamadıkları şeylere mutluğu yüklerler. Sahip olduk-

ları şeye bakıp şükretmek, onu da mutluluk sebebi

saymak toplumumuzda nadirdir. Mesela savaştan

yeni çıkmış bir ülkede yaşayan aç bir çocuk mutlu-

luğu karnını doyuracak bir yiyeceğe bağlarken ve

istediği gerçekleştiği takdirde onu şükretmeye layık

görürken, çok iyi şartlarda yetişmiş bir çocuk için

almak istediği yeni bir tablettir mutluluk. Ama iyi

şartlarda yetişmiş çocuk yediği yemeği mutluluk

sebebi saymaz. Babasız yetişmiş birine babadır,

soğuktan üşümüş bir teyzeye bir torba kömürdür

mutluluk. Yani kısacası insanın ihtiyacıdır mutluluk.

Peki, şu sözü işittiniz mi hiç? Mutluluk almakla

değil, vermekle olur. Bazı insanlar mutlu ettikçe

mutlu olurlar. Çünkü onların mutluluk kaynağı se-

vinçlere vesile olmaktır. Yani kendi nefsinin istekle-

rini değil de daha güzel, daha kıymetli şeylerin yeri-

ne getirilmesini sayar mutluluk diye. İşte böyle fiil-

ler insanlaşmanın anlam kazandığı noktadır. Çünkü

bu amaca hizmet eden insan farkında olmadan insan-

lığa, halen güzel şeylerin var olduğu bilincine hiz-

met ediyor demektir. Gittikçe materyalizmin etkili

olduğu bu dünyada mutluluğu maddede değil de,

tüm güzellikleri kapsayan manevî bir değerde bul-

manın adıdır mutluluk. Beklentisizce beklentileri

bulmaktır. Mutluluğa ulaşmanız dileğiyle...

Page 66: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

65

MĠNNETTARIM

Kübra Atlı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Çenesi düşük bir kız oldum ben yine. Evet, tam

da bugün! Aklımda susmak vardı yine, kesmek şu

çenemi ve kapanmak ders kitaplarına. Olmadı. Do-

kundu Meral abla ve oluk oluk kan fışkırdı yüzüne,

gözüne, yüreğine, diline. Yok, safi kan değil. Hem

öyle bildiğiniz kan da değil. O kan ki şeffaf, acı ze-

hir zıkkım. O kan ki gırtlağın dokuz boğumuna ayrı

ayrı dokuz doğurtur. Ah o kan ki ciğerlerimi boğan

dumanı bir solukta dışarı çıkartan. Çok konuştum

bugün çok. Ama az şey anlattım. Kısa kısa soluk

soluk ve boz bulanık.. Dinledi Meral abla. Öyle çok

özlemişim ki dinlenilmeyi. Cümlelerimi hızlı ve

çarçabuk kurdum üçer beşer. Biri keser böler ya da

bir an vazgeçer diye alelacele döktüm içimi karman

çorman. Dinledi Meral abla ki artık çok zor böylesi

insan bulmak.

Yokluğun koca bir dünyanın varlığıyla boğuşu-

yor biliyor musun? Beş yaşında sokakta köylü diye

dışlanmış bir çocuktum. Düşmüştüm, kanıyordu

dizlerim. Ehh çamurlu biraz da. Kanla toprak karı-

şımlı dizlerimden öpmüştün. Sonra aniden kalkıp

ukala bir tavırla “Ağlama ağlamana izin vermezsem

ağlayamazsın!” demiştin. Bugün ise 46 yaşında bir

adaşının cümlesiyle irkildim içten içe “Ölmene izin

vermezsem ölemezsin!”. Tıpkı senin gibiydi, senin

gibi bakıyor, senin gibi konuşuyordu. Ah hocam...

Karadeliği almışlar uzaydan koymuşlar tam da ci-

ğerlerime. Uzayda yuttuğu yetmezmiş gibi yutuyor

da yutuyor.

Sayın hocam. Minnettarım.

ġĠĠRCE

Neslihan Erdoğan Sosyoloji Bölümü

Şiir duygularımızı özgürce dile getirebildiğimiz,

en naif anlatım biçimimizdir. Şiir yazmak ayrı şey,

okumak ayrı şeydir. Elbette herkes şiir sevecek diye

bir iddia yoktur. Çünkü kimi şiirsiz yaşar, kimi şiir

ile bir başka yaşar. Yurdu şiir olur, dili şiirce. Mis

gibi sözler dökülür ağzından. Sanırsın kelimeler

dans ediyor. Bilmezsin aslında duygular, kelimeleri

dans ettiriyor. Çünkü bir şiiri yazdıran en önemli

şey; duygu yüküdür. Ve bu duyguları anlatabilmek-

ten geçer şiir yazmak. Kimisine göre dünyanın en

zor işi olur, kimisine göre ise dünyanın en hoş işi.

Severek yapmak lazım… Zaten şiir yazabilmek

için önce sevmeyi bilmek lazım! Bazen bir kuşu,

bazense bir kişiyi; sevmeyi bilmeli. İşte öyle bir iştir

bu şiir dedikleri. Sonra sıra aşka gelir. Ve sonra da

aşkta şiir yazmaya. Ya adam şiirce bilir ya da ka-

dın… Zaten ikisi de bilirse onlar şiir olmuş demek-

tir.

Bir söz vardır: “Sevdiğiniz kadın eğer şiirden an-

lamıyorsa, siz de kadından anlamıyorsunuz demek-

tir.” Bu söz işte burada gizlidir. Evet, belki adam

şiirden anlamayan kadına, kadın demeyebilir fakat

kadın da şiirden anlamayan adama, adam demeyebi-

lir. İşte buradaki incelik kadının naif olması ile ala-

kalıdır. Kadınlar tıpkı şiirler gibi kırılgan, ince ve bir

o kadar da hoşturlar. Bu kadın olmanın doğasından

gelir. Kadının dünyadaki biçilmiş kaftanı şiir bile

denilebilir. Eğer bir adamın yazdığı şiirleri sevdiği

kadın anlamıyorsa, kadın kendini görmemiş demek-

tir. Çünkü şiirce bilen adamın sevdiği kadın; şiirdir.

Gelecek şiirli günlere; sevgi ile…

Page 67: Dergi için tıklayınız

66

FĠRAK

Özlem Akyüz İşletme Bölümü

Yüreğinden kilometrelerce uzaktan sesleniyorum

sana, canımın içi merhaba! Sabah uykunun tam da

en derin yerinde sensizlik uyandırdı beni, gülümsedi

gözlerime. Çok vefalı bu sensizlik, bırakmıyor beni

kendi kendime.

Oturdum her zamanki yerime. Bana sen değil,

sensizlik eşlik etmekte. Çayımı dolduruyor, yudum-

luyorum. Sessizliği işte böyle yudum yudum içiyo-

rum. Düşünüyorum, sorguluyorum. Evet sorguluyo-

rum. Şu her şeye çare olan zaman bir bana mı yara-

madı? Hani çare nerde? Kimde gizlenmiş, söyle yeri

nere? Sorma bana sensizliği sorma. Ben de bilmiyo-

rum işte. Tek bildiğim özlüyorum işte seni sonsuz

bir özlemle.

Dünyama doğan güneştin, ısıtırdın içimi. Üşüyo-

rum oysa şimdi. Parmak uçlarım dönüyor, yüreğim

buz kesti. Sonbaharda mıydın yoksa sen miydin son

bahar? İlkbaharım oldu sonbahar. Yokluğunda bo-

ğuşurken yalnızlıkla sensizlik tuttu ellerimden. Sa-

rıldı bana, söz verdi bırakmayacakmış asla.

Ah ne çok olmuş sen giden gelmez şehrine gide-

li. Hatırlarım hâlâ dün gibi. Ardından öylece bakaka-

lışım, dizlerimin üstüne yığılışım... Kalbimin kana-

yışını bir türlü unutamayışım. Kim bilir ne zaman

dönersin gittiğin o şehirden, meğer seni beklerken ne

ömürler yıkmışım ben.

Dünyamı adamıştım sana, güzel gözlerinin hatı-

rına. Oysa onlar sürükledi beni uçurum kenarlarına.

Hani tutacaktın beni hayattan düşerken? Söyle iten

elle tutan el bir olur mu böyle zamansız giderken?

Cevaplamaya çalışma. Cevapları ben bile bilmiyo-

rum ki sen nerden bileceksin? Yüreğinden yüreği-

min izlerini hangi mevsimde sileceksin? Hâlâ kopa-

rırım yapraklarını takvimin, kim bilir bu sene kaçın-

cı takvimi eskittim?

Hatırla en sevdiğim renkti mavi. Gidişinle oldu

hepsi soluk bir gri. Sonsuzluktu mavi, aşktı kırmızı.

Mavi mavi yaşıyor, kırmızı kırmızı seviyordum.

Oysa şimdi hepsi değişti. Sensizlik her şeyi tarumar

etti. Sevinçlerim hüzün oldu, heyecanlarım yasım.

Göz kapaklarım acıyor, nefesim kesiliyor, derin bir

uykuya dalıyorum. Yani anlayacağın sarı sarı solu-

yor, beyaz beyaz ölüyorum.

MĠNYON RUHLAR

Caner Çevirgen Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yasaklar ülkesinin çikolata şelalesi… Dante‟nin İlahî Komedyasının hayat bulmuş başkenti… Cehenne-

min dokuzuncu katının balkon manzarası… Alın size işte günümüz dünyası… Ölen çocuklar… Savaşan

insanlar ve en kötüsü bunlardan haz alan kararmış ruhlar… Ne alıp veremediği var dünyanın bu çocuklarla.

Fotoğraf makinesini silah sanan saf yürekli çocukların gulyabanisi olan aptallar… Yüreği leke tutmayan

çocukların kalbini kana bulayanlar. Tüm bunlar bir gazete başlığı gibi geliyor bizlere artık. İnsanoğlunu sa-

vaşa, zulme, ölüme alıştıran sisteme ve onun yegâne koruyucularınadır sözümüz. Savaşın vurduğu çocuklar

tiyatrosunu kurdunuz. Mizanseni ile rol kesmenin olmadığı, tiratların atılmadığı yaşam tiyatrosu. İyi oyna-

yamayan çocukların açlıkla terbiye edildiği ve silahla öldürüldüğü bir kanlı sanat eseri. Kıyıya vuran küçük

bedenler… O bedende gizli bir acı haykırış! Daha kaç çocuğun geleceğini aptalca emellerimiz uğruna hiç

edeceğiz. Sizin bu ruh emici sisteminiz daha kaç çocuğun ruhunu içine çekip güçlenecek… Sizler kötüsü-

nüz… Bizler ise yoksulluk istemeyen çocuk kitaplarının kahramanları.

Page 68: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

67

GEÇMĠġĠ AġMAK

Nilüfer Alıcı Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi

Evet, ben geldim. Bugünkü konumuz geç-

miş. Nedir geçmiş? Yaşanılan mı, biten mi?

Yoksa geçtiğini sandığımız düşünceler, duygu-

lar, hayatlar mı? Hangisi kulağımıza daha hoş

gelirdi? Tabiî ki mutsuz olduğumuz, ağladığı-

mız, hüzünlendiğimiz, kısacası canımızı yakan

anların geçmesini isteriz. Bunun tam tersini

düşünelim bir de. Mutlu olduğumuz, kahkaha

attığımız, sevdiklerimizle geçirdiğimiz anların

ise hiç ama hiç bitmemesini, hep devam etme-

sini isteriz. Hayat böyle işte. Bazen ağlar, ba-

zen gülersin. Bazen korkarsın bazen de çık-

mazda olduğunu düşünürsün. İnsansın sonuçta.

Hep aynı şeyi yaşayamazsın ki. Geçmiş böyle

oluşur işte. Her akşamın bir sabahı, her sabahın

da bir akşamı olduğu gibi, her geçmişin bir

geleceği her geleceğin de bir geçmişi vardır.

Bunu bilelim, ama geçmişe fazla takılıp kalma-

yalım. Takılıp kalırsak bizim için hazırlanan

geleceğimizi göremeyiz, geçmişimiz hep bize

engel oluşturur. Böyle olunca da mutsuz ve

umutsuz oluruz. Ne demiştik: Mutluluk eşittir

hayat. Bunu unutmamalı, daima onu yakalaya-

mayız. Geçmişte kaybolmadan gelecekte mutlu

yaşayabilmeniz umuduyla.

.

DUYGU ÇIKMAZI

Tuğçe Karakaş Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Karmaşıklığın yol ayrımına düştünüz mü siz hiç?

O bulutlu, şüphe kokan yollardan geçip aydınlığı

gördünüz mü? Ne mutlu güneşin kızıl elmaya ben-

zeyen güzelliğini o yolda görenlere. Ya peki göre-

meyenler? Karanlığı evlat edinenler işte içinden

çıkılmaz bir hâl onlar için başlar. Boşluktadırlar

onlar her daim. Ne yol, ne iz bilirler. Tüm duyguları

kotasını doldurmuş, çoktan hazırlanıp çıkmışlardır

arayış yolculuğuna. Bilinmez o yolculuktan kim bilir

hangi mevsim dönerler. Belki de mevsimsizliği ter-

cih ederler çünkü seçim duygulara bırakılmıştır çok-

tan. İşte tam da bu noktada seçimlerin duygulara

bırakıldığı anda kalbin bir noktasında bilinmez bir

mevsim boy göstermeye başlar. Bu mevsim ya sizi

içine alıp derinlerdeki güneşle ısıtacak ya da duygu-

ların zirvesindeki o soğuk yalnızlıkla baş başa bıra-

kacak. Bu duygu, özgürlüğü elinden alınan bir genç

gibi zamanla hırçınlaşıp sizi içinden çıkılmaz bir

hâle sokacaktır.

KARARSIZ

Erkan Aydemir Sosyoloji Bölümü

Şu an değişik bir hâldeyim; mutlu gibiyim ama

alakam yok. Mutsuz da değilim. Yapacak bir dünya

işim var, ancak yerimden kalkacak gücüm dahi yok.

Düşünüyorum, düşüncelerim bir karınca misali bey-

nimi kemiriyor, fakat dilinden dökülen tek bir keli-

me dahi yok. Anne özlemi yaşayan bir çocuk gibi-

yim, ama diğer yandan teninin kokusunu içime çe-

kebileceğim bir annem dahi yok.

Page 69: Dergi için tıklayınız

68

DÖNÜġ YOK

Ömer Faruk Atay Arapça Mütercim Tercümanlık Bölümü

Hava buz gibiydi, istasyonun kaldırımlarında,

Uluyordu fırtına, bir kurt gibi

Ve sallıyordu duvardaki lambaları,

Titretiyordu içimdeki ateşi

Ne yapacaksın bu şehirde?

Hüzünlü umutlar kaplamış geceleri

Tutunamazsın bu kör sokaklarda,

Bulamazsın bu şehirde hiçbir arkadaş

Trenin sesi duyuldu uzaktan

Sordu bana bir dost,

Dönecek misin geri?

Ezip yutar seni, şehrin büyük caddeleri…

Ben uzaklaştım bu şehirden

Ve senden, gönlünün hissiz derinliklerinden

Dönemem bir daha geriye

Köyler geçti artık trenin penceresinden!

ESKĠDEN

Mikail Şengül Tarih Bölümü

Yüksek Lisans

Her şey eskiden güzeldi, eskide bir güzellik saklı

Ne kadar ileri gitsek de, o güzellikler eskide kaldı.

Bir zamanlar aşk sevgi muhabbet vardı

Bir ahlaksız furya onu elimizden aldı.

Simdi açın avuçlarınızı elinizde neyiniz kaldı

Açıldı avuçlar; kara bir leke vardı.

Gözlerde çirkin bir bakış, bakışlar kirlendi

Batıdan bir ok atıldı, doğuya hedeflendi.

Hedef tam isabet sonucunda biz varız

Bu gidişle düşman güldürmeye yararız.

Top tüfek tank hepsi gelse bu zararı veremez

Yönünü kıbleden ayıran bu hakikate eremez.

Bu devran böyle gitmez öze dönmek gerek

Özdeki sularla arınmak gerek

İşte o zaman biz biz olacağız

Bizi biz kılana ulaşacağız.

Page 70: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

69

GÜZEL BĠR KIRIKKALE SABAHI

Mustafa Sarper Alap Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Doktora Öğrencisi

Bize huzur veren ezanlardan ilkinin okunması

Sıcacık evlerden dışarı çıkarken karşılaşılan tatlı bir soğuk

Fabrikanın dumanları, o fabrikaya giden işçiler

Peş peşe sıralanmış arabaların sesi

İnsanları sevdikleriyle kavuşturacak trenin geçip gitmesi

Kuşların yavaş yavaş ortaya çıkmaları, cıvıltıları

Esnafların dükkânlarını açarlarken okudukları dualar

Kar kış demeden çalışan emekçilerin işlerine başlamaları

Koca bir şehirde birbirlerini tanımasalar dahi selamlaşan insanlar

Ürünlerini satmak için özenle vitrinlerini hazırlayan esnaflar

Annelerinin babalarının ellerini tutarak yürüyen çocuklar

Ellerindeki kâğıtları okuyarak sınava hazırlanan öğrenciler

İşlerine gitmek için bekleyen işçiler, memurlar

Mis gibi kokan poğaçaların kokuları

Şıkır şıkır sesleri gelen çay kaşıklarının sesi

Tatlı bir sessizlik...

GÖZLERĠN Şengül Gündoğan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yüksek Lisans Öğrencisi

Leylâ‟nın saçları mı yoksa gecenin gizemli karanlığındaki sır mı gözlerin?

Biraz ürkek, mahcup bakarken bilmem neler anlatır gözlerin.

Bazen sular dalgalanır içinde, bazen yakamozlar düşer üzerine,

Soramadığım gizli bir yara, çözemediğim düğüm, sırdır kara gözlerin.

Yüzünde acının ötesindeki umut, gözlerinde hüznün arkasında merhamet,

Kayboluyorum dipsiz kuyularında, ne olur tut ellerimden yardım et.

Mademki ilk uyanışım, varoluşum, gördüğüm toprak kahverengi,

Benim yolum, umudum, sonsuzluğum senin gözlerin kahverengi.

Gözlerin mi yoksa bulutlar mı beni peşinden sürükleyen,

Bakışların mı yoksa güneş mi bilmem ufukları delen?

Hapsolmuş sonsuz gökyüzü, neden suskun ve çaresiz?

Enginlerinde yok olup kaybolsam, gözlerinde bir avuç deniz.

Büyülü ormanın içinde kendime bir yol bulsam,

Doğayı, kırları, yamaçları tek bir yeşile sığdırsam.

Soramam gökkuşağına saklı sözcükler, sanki boğazımda bir düğüm,

Bakışlarının gözlerime dokunduğu o an; ben şimdi özgürüm…

Page 71: Dergi için tıklayınız

70

HAYAT BUDUR

Esra Kelleci Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Sözlere sığdıramadıkların vardır,

Hani uzansan tutamayacağın.

İçerlerde bir şeyler damlar silemezsin

Söylesen de bir türlü avunamadığın

Unutamadıkların vardır.

Silsen de yerini dolduramadıkların…

Yolunda gitmeyen şeyler vardır,

Yoluna koyamadığın.

Bıkar; küfredersin.

Sonra avuçlarını sabırla doldurur, hamd edersin.

Tükenmişliklerin içinde tüketemediklerin vardır.

Yolun başından bakıp sabırla beklediklerin…

Hayallerin vardır;

İhanet görsen de emeklerin…

Karanlıkların arasından çıkan bir ay, bir yıldız vardır.

Sabahı, yüreğini aydınlatan güneşin…

Kan damlatan harelerin vardır;

Arkasından getirdiğin handelerin…

Ezilmişlikler var derken;

Kocaman hayatı kucaklarsın.

Hayat budur, yaşam bu!

Bir ağlar, bir güler; bir kanar bir yanarsın.

Dönersin çarkta, ona bir el de sen atarsın.

SOKAK ÇIKMAZI Çiğdem Acar Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Kalbim taştan bir duvar sanki

Ne gelen var ne giden

Ne aşan var o duvarı ne yıkan

Ne süsleyen var o kalbi ne kıran

Kalbim taştan bir duvar sanki

Ne gelen var ne giden

Page 72: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

71

ANNEM GĠBĠ SEVDĠM SENĠ

İbrahim Yeşil Tarih Bölümü

Masumca sevdim seni

Yalansız dolansız hile katmadan

Kuşların kanat çırpışları kadar anlamlıydı seni sevmek

Yaşama hayata tutunmak için bir kuraldı

Ne bir araçtı seni sevmek

Ne de bir hevesti

Seni sevmek masum bir çocuğun döktüğü gözyaşlarıydı

Şimdi tutamadım diye ellerini vazgeçeceğimi mi sanıyorsun?

Seni sevmek ekmek gibi su gibi bir katık ömrüme

Papatyaların tomurcuklanması, güllerin açması kadar anlamlı

Kalabalıklar arasında bir köşede kafa dinlemek kadar huzur verici

Dalgalarla boğuşurcasına cesaret gerektiren bir şey seni sevmek

Ben seni masumca sevdim sevgili

Yorulmadan bıkmadan bekleyerek

Ben seni annem gibi sevdim sevgili

Vazgeçmeden, kıskanarak, özleyerek

Kısacası tomurcuk papatyam

Gül gibi bülbül gibi sevdim seni.

OLAN MI, OLMASI GEREKEN MĠ?

İsa Cengiz Fen Bilgisi Öğretmenliği

Kimine göre sabır ve istikrardı anahtar.

Burunlarının dibindeydi olması gereken şartlar.

Kimine göre azim ve inanmaktı anahtar.

Ama hiçbiri çalışmadı olması gerektiği kadar.

En zor anında bile eksik olmasın sükût.

Karamsar olma hayatta, kolay bulunmaz umut.

“'Ben de yaparım ne olmuş ki'” demeye dilin varmaz mı?

Yapılmış bir büyü müdür, yoksa dile gelen beddua mı?

'”Çalış, uğraş” dersen kızar, sanki söversin cahile.

İyilik edersin yine de yaranamazsın çokbilmişe.

Acelecidir insanoğlu, hızlı geçmesini ister zamanın.

Sonradan anlar kıymetini, keşke diyerek her anın.

Bizimkiler tartışırken; şu şuranın, bu buranın.

Avrupalı çıkar oldu, üzerine dünyanın.

Page 73: Dergi için tıklayınız

72

BEN UNUTTUM ÇOCUKLUĞUMU

Cansu Kaynar Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Bir insan çocuk olduğunu unutur mu?

Ben unuttum!

Elime aldığımdan beri boyalarımı,

Parlattığımdan beri ayakkabılarımı,

Ben unuttum!

Ben unuttum çocuk olduğumu:

Uyumak zorunda kaldığımda sokakta,

Karanlık köşe başlarında.

Gökyüzünde hep ay ile yıldız olsun istedim;

Karanlığımı aydınlatan tek şey onlardı benim.

Keyfine hiç ay dedeyi izlemedim.

Bazen kayan bir yıldızdı umudum.

Sadece o zaman mutlu olurdum.

Zannederdim ki gerçekleşecek dileklerim;

Çocukluk işte!

Bazen çocuk olduğumu unutuyorum.

Ben çocuksam bir annem olmalı değil mi?

Soğuk kış günleri ısıtacak ellerimi

Anne, annem.

Ben hiç anne demedim ki

Nasıl bir şarkıdır anne diyebilmek?

Geçenlerde rüyamda gördüm annemi.

İnsan görmediği birini düşleyebilir mi?

Düş demişken sizin de düşleriniz vardı değil mi?

Peki, peki düşlerinizi bana ödünç verebilir misiniz?

Bir kez olsun ben de görsem annemi.

Bir de babam var tabiî

Evet babam.

Varlığında kendimi güvende bulup,

Belki yine çocuk olurdum.

Kim bilir belki de

Varoluşu güç katardı babamın.

Bakmayın öyle üzülmeyin bana

Ben alıştım yok sayılışıma.

Aydınlanmadan kararmış geleceğin

Herhangi bir kör noktasında unutulmuşum.

Düşünmeyin siz, düşünmeyin beni

Bırakın annesi babası olmayan sokaklar

Olmayan ayakkabılarımın sıcaklığıyla

Bastığım kaldırımlar düşünsün.

Sen üzülme benim için!

Ben unuttum çocuk olduğumu.

Oyuncaklarım yok

Yalnızlığıma heyecan katacak

Bir topum da

Belki bilmem şekerlerin tadını,

Benim için üzülme

Alıştım karanlığa mahkûm yaşamaya

Ben unuttum çocuk olduğumu

Ben unuttum çocukluğumu.

Page 74: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

73

KIRIK DÖKÜK AġK

Aslıhan Girgin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Gidişinin habercisi bu yağmurlar.

Islak caddeler boyu yürürken,

İnsanlar çizip, insanlar resmeden,

Bir kadının yalnızlığı…

Gidişinde biriktirdiğim,

Mor renkli hüzünlerim,

Bir papatyanın beyaz yapraklarında şimdi.

Yani anlayacağın,

Morlar beyazlara teslim oldu şimdi.

Islak, titrek ellerimde,

Avucuma bıraktığın son busenin acısı.

Hâlâ içimi yakan o ayrılığın,

Sokaklara dökülmüş sancısı…

Dönüp dolaşıp geldim işte,

Hatıralarımızla dolu o eve.

Masada kırık bir vazo,

Gidişinden kalan.

Yarım kalan çay bardakları,

Biraz eskidi tabiî.

Kırık, dökük bir aşkla yıkandı hepsi.

Bir Zümrüdüanka‟nın kanatlarıyla in bu gece,

Gökten kırmızılığı al şarap misali…

ĠSĠMSĠZLER

Çağla Özgenç Hemşirelik Bölümü

Hasret tükenmiyor yokluğunda

Acıları törpülüyor keder

Kader kopmaz iplerle

Yakalıyor yaşamı boynundan

Gün ışığı kayboluyor derinliklerde

Paketi açılmamış mutluluklar

Bozuluyor ayrılıklarda

Çekiliyor kalp kıyısından

Varlığın dalgaları

Gecenin tenhasında

Süpürülüyor

Yol kenarlarından

Yürüyor dağınık sokaklarda isimsizler

Takılarak her taşa

Unutmuşlar sanki yaşamayı

Ya da

Küsmüşler yenildikleri zamana

Page 75: Dergi için tıklayınız

74

ġEHĠT NEDĠR?

Kübra Topkaya Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Günler kötü geçiyor artık

Her gün geliyor haberiniz

Bir fotoğrafınız yayımlanıyor

Sonra kaç yaşında? Nereli?

Sonra ağlayan çocuklarınızı gösteriyorlar

İnsanın Allah düşmanıma bile vermesin dediği

O âcizane manzaraları gösteriyor ekranlar

Şehit ne demek diye soruyor minikler

Şehidim!

Diyemiyorum ki ağlayan ananın feryadısın

Gözyaşısın, okula giden çocuğu,

Beslediği, büyüttüğü ciğer paresisin.

Sen babanın emeğisin,

Çalıştığı, baktığı, gözü gibi koruduğusun

En acı günüsün, yasısın.

Sen nişanlının çeyizisin,

Hayalleri, umutları, olmamış düğünüsün.

Karının her nöbet dönüşü yol gözlediği

Korkuyla ettiği dualarısın.

Ve şehidim!

Sen çocuğunun belki daha baba diyemediği,

Seni fotoğraflarından tanıyacak idolüsün.

Minik prensesinin kahramanısın.

Onların ilk adımı, mezuniyeti, düğünüsün...

Sen hep eksikliğini yaşayacak sevenlerinin,

Dolmayacak eksikliğisin.

Milletinin ruhuna bağışlayacağı duasın.

Düşmanının olmayan vicdanısın.

Cevap çok şehidim! Bilmeyene cevap çok!

Vatan sağ olsun diyorlar

Her gün siz gittikçe teker teker

Sağ olsa neye yarar?

Siz sağ olmadıkça karalar bağlandıkça

Ruhun şad olsun şehidim!

Boşa değil, bizler için can verdin dağlarda

Biz değer miyiz dökülen kanına?

Al bayrağımızla uğurluyoruz seni makamına

Makamın en güzel cevaptır düşmanlarına.

Page 76: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

75

BU ÇAĞ

Zahide Yasemin Kamar

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Bizler maymunlardan türedik diyor

Darwin‟in kütüğü ormana bağlı

Evrimle, devrimle üredik diyor

Gelecek muzdaki hormona bağlı

Bir yanda secdede üzgün bir dede

Bir yanda ümitsiz, bezgin bir dede

Bir yanda seksenlik azgın bir dede

Anlamak zihniyet yormana bağlı

Huyu huysuzluktur yine huylunun

Kanından piç çıktı asil soylunun

Gırtlağı sıkılan garip köylünün

Gülmesi bu yılki harmana bağlı

Beyim de sağlama almış sıratı

Sun ki armağanlar gülsün suratı

Malum topal eşek geçer kır atı

Arpayı saman karmana bağlı

Ferhat, sen delmişsin dağın birini

Gayrı rüşvet aldı aşkın yerini

Elde etmek şimdi devr-i Şirin‟i

Bir adres bir isim sormana bağlı

Dayanmaz yüreğim düştüm bu çağa

Dursa bıçak, kemik değer bıçağa

Bayım dendi sayın dendi kaçağa

Saygınlık bir dolap kurmana bağlı

Dosta vefa oldu hatırdan silmek

Kördüğüme döndü çözülen ilmek

Şimdi ün, şan, şöhret, nam alabilmek

Polisi, askeri vurmana bağlı

Page 77: Dergi için tıklayınız

76

DENĠZE DÜġEN AġK

Rabia Özmen Fen Bilgisi Öğretmenliği

İndiriyor yelkenlerini göz kapaklarım

İçinde çağlayan umutlar, gökyüzü var.

Mavi boşluğa esir kanatlar çırpınıyor seninle,

Sensizliğin matemli bir tadı var.

Öyle bir tat ki sevgilim,

Dudaklarımdan yaralar, zehri perişan yakar,

Acı bir tadı var yalnızlığımın.

Tutar ılık bir esinti, götürür Mayıs‟a, Haziran‟a beni.

Tatsız geçiyor bu gemi yolculuğu,

Akın ediyor yüreğime boşluğun.

Yaralanmış ruhumun en derinindeki varlığın,

Suretimi perişan ediyor lisanın.

Ele sığmayacak kelimeleri avuçluyorum,

Büyüyor içimde kahreylediğim gözyaşlarım.

Denizin içindeki damlacıklara karışıyorum,

Su olasım geliyor, yorgun çöllere can atıyorum.

Serap düşüyor şafaklarıma, seni görebiliyorum,

Ruhuma üflenmiş nefesi, nefesine sarabiliyorum.

Bu kuvvetle ilerliyor denizimdeki gemi,

Daha iyi görüyorum seni.

Bir kavanoza hapsedip, yok sayıyorum gururumu.

Açlığımı tok, benliğimi hiç sayıyorum.

Bir kıvılcımınla yanıyor denizlerim,

Fakat ben Ekim‟de üşüyorum.

Üşüyorum çok.

Page 78: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

77

VĠCDAN

Samet Duru Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Ne bir kadeh içkiye sığar elemim

Ne bir dal sigaraya

Kadehi çatlatır dumanı içine çeker

Beşerdir elemimin adı nedense susmamı ister

Ne gördüğünü anlatabilir ne duyduğunu anlayabilir

Dün pişmanlığıdır bu gün kederi ertesi de umudu

Dünü bu günü birbirine karıştırır

Utanmadan ertesinin arkasına sığınır

Görünce kendisinden kaçacak delik arayan

Haysiyetin, şerefin adını ağzına..

Bedenini kabuğuna ruhunu da çamuruna

Alıp ırzına geçer zavallıların

Sonra yine utanmadan der ki

Ne haysiyet kaldı ne şeref

Küçücük aklına edebine sahip çıkamazken

Derdi aşk olur, sevgi olur

Anlayamaz onları da koynuna alır

Ah dostlar ah vicdandır benim adım

Ne yatakta uyku, ne yürekte huzur

Ne ağızda tat ne de bedeninde ruh

Bırakırım o zalimin, sonunda neyin parçası ise artık

Uyku yatağından, huzur yüreğinden, ruh bedeninden

Utancından çeker gider hepsi utanır da

Bir türlü beşer şikâyet etmez hâlinden.

Page 79: Dergi için tıklayınız

78

MAVĠ BĠR DÜġ, GÖKYÜZÜ MĠSALĠ

Münire Sultan Taşkan Çorum Anadolu İmam Hatip Lisesi

Dün gece seslendiğini

Duymamıştım anne

Saçlarıma tel tel türküler yaktığını

Duymamıştım anne

Yorgun göz kapaklarımın esiri olmuş,

Rüyalara dalmıştım.

Bir ara soğuktu ellerim anne

Soğuktu bedenim...

Saçlarımdan nehirler akmıyor

Gözlerim geceyi aratmıyordu ama

Kalbimse yorgundu, sönüvermişti birden.

Vurmuyordu artık bedenime.

Ses vermiyordu sesime

Sol yanımı yokladım, acımıyordu bile

Bulut kadardım ya ben şimdi,

Uzaktaydım.

Hayali kurulmaz kentte,

Iraktaydım.

Sonbahardı mevsimimin adı soğuktu biraz.

Kurutuvermişti dalları, yaprakları...

Bazen de senden habersiz açan yoncaları

Nedensizce sevdim belki de sonbaharı

Ardında güldüğü en güzel gökkuşaklarını

Ruhumu saran tüm yanlarını

Bulutlar kadar sevdim sonbaharı

Yüreğimin atamadığı maviler kadar

Diyorum ya anne, maviler kadar

Mavi gökyüzü kadar

Öylesine...

Page 80: Dergi için tıklayınız

Ocak 2016

79

ĠYĠ HUYLU KAMBUR

Kübra Atlı Türk Dili ve Edebiyatı

Herkes içindi oysa

Paylaşılamayan didiş didiş aşk,

Sahibi çok, sahip kalanı yok

Hüzünbaz

Dâhilerin işine dâhil!

Tipik bir Karadeniz türküsü var dilimde

Ağır aksak.

Sırtımda koca bir yük,

Ama ne yük!

Çekilecek gibi değil de

İyi huylu kambur benimkisi...

Dereler kurumuş gözümde,

Atlar rutinin ötesinde değil

Hep gerisinde.

Kırmızı, kırmızı değil,

Yeşil, yeşil değil.

Çekilecek dert değil de

İyi huylu kambur benimkisi.

Kâinat hiç bu kadar huzurla dolmamıştı,

Tüm savaşlar içimde toplanmıştı.

Satırlarca zayıflamıştım.

Göğe küsmüş yeryüzünün koynunda teselli oluyordum,

Ayaklarımı toprağa gömmüştüm,

Bir gül fidesi gibi kırılmaya müsait.

Çekilecek dert değil de, iyi huylu kambur benimkisi

Page 81: Dergi için tıklayınız

80

HÂK ÂġIĞI

Muhammet Ali Işık Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Divane diye anılırım.

Huduttan hududa salınırım,

Mecnun mu bu diye soranlara

Döner belli değil mi diye darılırım.

Dergâhın şarabını içmişim.

Dostlar âlemini gezmişim

Bir gül gördüğümde;

Yârimin güzelliği diye sevmişim.

Yârsız çekilmez ki bu hayat,

Olmaz ki sevgimde hiç bayat,

Varsın alay etsin benimle;

Bâkidir sana sevdam feleğe inat.

Ben yârimi yitirdim.

Mecnun gibi gezindim.

Ne gezelersin diye soranlara;

Ben nergisimi kaybettim.

Aşkın eleği ile savrulmuşum.

Feleğin sillesi ile kavrulmuşum.

Silmeyin gamlı gözyaşlarımı;

Yârimin hediyesi diye avunmuşum.

Page 82: Dergi için tıklayınız