162
seçme yazılar 1 Devrimci Yol Seçme Yazılar, Gökkuşağı

Devrimci Yol Seçme Yazılar

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Devrimci Yol Dergisinden Seçme Yazılar, 1

Citation preview

Page 1: Devrimci Yol Seçme Yazılar

seçmeyazılar

1

Devrimci Yol Seçme Yazılar, Gökkuşağı

Page 2: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  1  

ÖNSÖZ YERİNE

I. BÖLÜM: SİYASİ YAZILAR

1. Çıkarken 2. Seçimlerde Devrimcilerin Tavrı Ne Olmalıdır? 3. Artan Provokasyon ve Saldırılar Egemen Sınıfların Seçimler Politikasını

Açığa Çıkarıyor 4. Tek Yol Devrim 5. Hayatla Ölümû, Özgürlük Talebiyle Zulüm ve Baskıyı, İnsanca

Yaşama Özlemiyle Daha Çok Sömürme Hırsını Uzlaştırmak Mümkün mü?

6. MC Çetesinin Çabaları Boşunadır! 7. Faşizme Karşı Mücadele Konusundaki Teslimiyetçi ve Oportünist

Görüşler İflas Ediyor 8. Devrimciler, Geniş Halk Yığınlarında Oluşan Devrimci ve Anti-Faşist

Birikimleri Devrimci Bir Anlayışla Örgütleme Yollarını Aramalıdırlar

9. Faşizme Karşı Devrimci Bir Mücadele Anlayışı Zorunludur 10. MC’nin Sosyal ve Siyasal "Tedbirleri": Pahalılık, Yokluk ve Zulüm 11. Gün Mücadele Günüdür 12. Faşist Saldırı ve Tehdide Boyun Eğilemez 13. Faşizm Emekçi Halka Karşı Bir Savaş İlanıdır 14. Faşizme Karşı Mücadelede Birlik Sorunu ve Demokratik Kitle

Örgütleri Eylem Platformu 15. 12 Mart’tan Bugüne 16. Faşist Güçler Devrimci Harekete Karşı Karanlık Tertipler Peşinde 17. Devrimci Yol Dergisinin Basın Açıklaması 18. Faşist Güçlerin Tertip ve Provokasyonları ve Faşizme Karşı

Mücadelede Beliren Bazı Yanlış Eğilimler 19. Emekçi Halkın Faşizme Karşı Savunma Hakkı, Asla Elinden

Alınamaz 20. İç Politikadaki Son Gelişmeler, ABD-Türkiye İlişkilerinin

Alabileceği Muhtemel Biçimler Açısından İncelenmelidir 21. Ecevit Nereye Gidiyor? 22. Emekçi Halka Kalkan Eller Kırılmalı! 23. Kaddafi, İlhan Selçuk ve "TEK YOL DEVRİM" Üzerine 24. "Terörizm" ve "Anarşi" Değil Faşist Terör ve Faşizme Karşı

Mücadele 25. Yeni Baskı Yasaları ve Demokratik Platform 26. Burjuva Liberalleri ve İç Savaş (I) 27. Burjuva Liberalleri ve İç Savaş (II) 28. "Bireysel Terörizm" Şarlatanlıkları Üzerine

Page 3: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  2  

29. Sıkıyönetim, Gelişmeler ve Faşizme Karşı Yeni Görevler 30. Bunalım, Burjuvazinin Çıkış Yolları ve Devrimci Görevler 31. ABD-Türkiye İlişkileri ve Artan Sıkıyönetim Terörü 32. Faşizme Yardakçılık Halka İhanettir 33. Namluların Gölgesinde "Demokrasicilik" Oyunu 34. Seçim Aldatmacasına Hayır! 35. Seçimlerden Sonra Siyasi Durum ve Devrimci Mücadele 36. Yeni Bir Dönem, Yeni Mücadele Günleri 37. Muhtıra-Baskı Yasaları, Amerikan Üsleri ve Devrimci Mücadele 38. Ortadoğu ve Türkiye’de Durum ve ABD Çıkarları 39. Faşizm Halka Karşı İlan Edilen Bir Savaştır

I. BÖLÜM EKLER

1. Türkiye’de 12 Eylül Darbesi ve Devrimci Mücadele 2. Bir Değerlendirme

II. BÖLÜM: FAŞİZM ve FAŞİZME KARŞI MÜCADELE

1. Faşizm ve Faşizme Karşı Mücadele Sorunu 2. Sömürge ve Yarı Sömürge Ülkelerde ve Türkiye’de Faşizm 3. Faşizme Karşı Mücadelede Birlik Sorunu

II. BÖLÜM EKLER

1. Anti-Faşist Mücadele Karmaşık Bir Görevler Bütünüdür 2. Anti-Faşist Eylemlerimizi Ülke Çapında Bir Program Doğrultusunda

Yükseltelim

III. BÖLÜM : DEVRİM ANLAYIŞI, MÜCADELE BİÇİMLERİ VE PARTİ SORUNU

1. Partileşme Sürecine İlişkin Bazı Eleştiriler ve Parti Sorunu 2. Parti / Cephe ilişkileri-Direniş Komiteleri ve Partileşme Süreci

Page 4: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  3  

3. Örgütsel Sorunlar ve Çalışma Tarzımızdaki Bazı Hatalı Eğilimler Üzerine

4. Kızıldere’nin Yıldönümünde Geçmiş Değerlendirmelerine İlişkin Bazı Noktalar (1 )

5. Kızıldere’nin Yıldönümünde Geçmiş Değerlendirmelerine ilişkin Bazı Noktalar (2)

6. Geçmiş Değerlendirmelerine İlişkin 3 Sorun 7. Leninist Kesintisiz Devrim Teorisi 8. İdeolojik Mücadelenin Önemi ve Temel Siyasi Görevlerimiz 9. Devrimci Hareketin Bugünkü Görevleri ve Mücadele Biçimleri Sorunu 10. Öncü Savaşının Bir Taktik Evre Olarak Belirlenmesi ve Devrim

Stratejisi Kavramı 11. Suni Denge, Öncü Savaşı ve İç Savaş Üzerine 12. Direniş Komiteleri Konusundaki Tartışma, İki Farklı Devrim ve

Mücadele Anlayışı Arasındaki Bir Tartışmadır

IV. BÖLÜM: SOSYALİZM VE GEÇİŞ DÖNEMİ SORUNLARI

1. Sosyalist Sistemin Parçalanması ve Sovyet-Çin Kutuplaşmasında Tavır 2. Marksist-Leninist Geçiş Dönemi ve Geriye Dönüş Sorunu 3. Geçiş Dönemi Sorunları ve "Sosyal Emperyalizm" Safsataları

IV. BÖLÜM EKLER

1. Modern Revizyonizm ve Sovyetler Birliğinde Geri Dönüş Sorunları Üstüne

2. Revizyonizme Karşı Mücadele ve "Sosyal Emperyalizm" Teorileri 3. Revizyonizme Karşı Mücadele ve "Sosyal Emperyalizm" Teorileri

Konusunda TARTIŞMA

V. BÖLÜM: EKLER

1. Devrimci Yol Bildirgesi 2. Devrimciler Ne İçin Savaşıyorlar?

ÖNSÖZ YERİNE

Bu kitap Devrimci Yol davasının yazılı belgelerinden oluşturulmuştur. Ancak Devrimci

Page 5: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  4  

Yol yazıları kuşkusuz sadece Devrimci Yol davasının değil, aynı zamanda Türkiye tarihinde önemli bir yer tutan bir dönemin de yazılı belgeleridir; Türkiye toplumunu derinden etkileyen, aradan on yıl geçmesine rağmen etkilerini hala sürdüren, önemli bir tarihsel dönemde yaşananların ve tartışmaların, o sırada kimin nerede olduğunun, kimin neyi söylediği, neyi savunduğu ve neyi yaptığının da yazılı belgeleridir.

Devrimci Yol dergisi, Türkiye’deki sol hareketin bir yandan 12 Mart yenilgisinin diğer yandan da dünya çapındaki Çin-Sovyet çatışmasının yarattığı bir ideolojik-teorik karışıklık dönemi içinde yayınlandı. Üç yıl kadar süren bir yayın hayatı boyunca onbeş günde bir (zaman zaman aylık periyotlarla) yayınlanan dergilerdeki ve dergi eki broşürlerdeki yazılarla bu ideolojik kargaşanın, bağımsız bir devrimci hareketin yaratılması doğrultusunda aşılması hedeflendi. Aynı zamanda çok hızlı bir mücadele dönemine tekabül eden ve 1980 yılında yüzelli binin üstündeki bir okuyucu kitlesine hitap eden bu yazılar okunurken, bütün bu hususlarla birlikte, o günün genel ortamı ve koşulları da dikkate alınmalıdır.

Genel olarak Türkiye Solunda ayrılık ve tartışmaların noktalarındaki uzlaşmazlıklar yazıların uslubuna da yansımıştır. Bunun bir dereceye kadar mücadele ortamındaki katılığın bir yansıması olduğu kabul edilse bile, çoğu zaman mücadelenin gereklerine aykırı bir şekilde aşırı ve abartılı boyutlara vardırıldığı da bir gerçektir. (En katı ve uzlaşmaz tutumların, mücadele içinde birbirine nispeten daha yakın olması gereken grup ve çevreler arasında gelişmesi bunun bir kanıtıdır.)

Devrimci Yol yazıları okunurken bu ortamın bir ölçüde bu yazılara da yansıdığı görülebilir. Devrimci Yol’un o dönemdeki yayınlar içinde bu konuda dikkatli ve ılımlı bir tutum sürdürmeye çalıştığını söylersek, gerisini siz hesap edebilirsiniz.

Elbette o günkü ortamı, eski olumsuz kavga ve tartışmaları bugüne aynen taşımak doğru olmaz. Bugün eski olumsuz - rekabetçi hırçınlıklannı sürdürenlerin hala bulunmasına rağmen, biraz da dünya çapındaki gelişmelerin etkisiyle solda daha olgun ve daha uygarca bir iklimin oluşmakta olduğu da gözlenmektedır. Bu, kuşkusuz, olumlu bir gelişmedir. (Kendi yegane varlık nedenlerini başkalarının olumsuzluklarını durup dinlenmeksizin sergilemekte bulanların da bunun geçerli bir yol olamıyacağını artık anlamaları ve tutumlarını gözden geçirmeleri gerekir.)

***

Her tarihsel dönemin, öne çıkardığı ve çözümünü dayattığı sorunlarla, o dönemin siyasal ayrılık ve tartışmalarını da belirlediği bir gerçektir. Kuşkusuz, sınıf mücadelesinin somut gerçekliklerinin bir ürünü olmayan, öznel nedenlere dayanan (yanlış) tartışmalar ve ayrılıklar da, her dönemde olur. Ancak bunlar çoğunlukla hayatın kendisi tarafından - elbette zamanla- tasfiye edilir (ya da onlar zamanla biçim değiştirerek yaşanan hayatın somut gerçekliklerine uygun bir siyasi muhtevaya bürünürler.) ���Tüm bunlar 1975-80 yıllarında Türkiye’de yaşanan ayrılıklar ve tartışmalar açısından da geçerli oldu. Bir önceki dönemden kalan ayrılık ve tartışmalar kısmen sönmekle birlikte ağırlıkla ikinci plana itildi ve yaşanmakta olan olağanüstü bir dönemin sorunlarına ilişkin tartışma, ayrışma ve saflaşmalar ön plana çıktı.

Türkiye’nin 1970’li yıllarda "tarihinin en büyük bunalımını" yaşadığı çokça söylenmiştir. Bu belirleme kuşkusuz yerindedir. Türkiye’de ikinci büyük savaştan sonra

Page 6: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  5  

ABD hakimiyeti altında kurulan yeni sömürge düzeni, 70’li yıllarda ekonomisinden siyasetine kadar her yönüyle tıkanmış ve işlemez hale gelmişti. Ekonomik sorunlar çözülemiyor, enflasyonun sürekli tırmanışı durdurulamıyor, üretimin sürdürülmesi için gerekli döviz-hammadde gereksinimleri karşılanamıyordu. Demirel’in veciz deyişiyle, devlet "yetmiş sente muhtaç" haldeydi; sanayide üretim neredeyse durma noktasına gelmişti.

Sürüp giden yüksek oranlı bir enflasyonun etkisiyle orta sınıflar içinde iflasların, yoksullaşma ve mülksüzleşmenin hızlanması, kırsal yörelerden şehir merkezlerine yoğun göçler, artan işsizlikle birlikte şehirlerin kenar bölgelerinde büyük gecekondu bölgelerinin oluşması ve bütün bunlara paralel yeni- büyük toplumsal sorunlar gündeme geldi. Gelir dağılımındaki eşitsizlik üst boyutlara ulaşırken, bir yanda alabildiğine bir lüks ve zenginlik, öte yanda yoksulluk, işsizlik, açlık ve sefalet yan yana gözler önüne serildi. ���Bunalımın derinleşmesi karşısında düzenin siyasal kurumları parlamento ve partiler de çıkmazlar içine sürüklendiler. Kendi içlerinde ciddi çıkar ayrılıkları taşıyan egemen sınıflar, hepsinin çıkarlarını dengeleyebilecek politikalar ve bu anlamda istikrarlı yönetimler oluşturamadılar. 1974 sonrasındaki ilk Ecevit Hükümeti döneminde iktidar nimetlerinden kısa bir dönem yoksun kalmanın telaşıyla ve büyük tavizlerle oluşturulan MC’ler (varolanları çözmek bir yana) yeni sorunlar üretti; toplumsal kamplaşmaları, siyasal kutuplaşmaları daha da yoğunlaştırdı.

MC Hükümetleri, halk muhalefetini faşist baskı güçlerinin terörüyle sindirmeye çalıştı. Bu politika, çatışmaların toplumsal bir temel kazanarak bütün ülke sathına yayılmasına ve bir iç savaş doğrultusunda gelişmesine yol açtı. Sonuçta beş yıl içinde siyasal-toplumsal nitelikli çatışmalarda beş binden fazla insan öldü, yüzbinlerce insan yaralandı, dövüldü, evleri-işyerleri bombalanıp kurşunlandı ya da yakıldı. Mahalleler, şehirler, kasabalar hatta köyler ikiye bölündü; Çorum, Maraş, Malatya, Sivas gibi yerlerde gerçek iç savaş sahneleri yaşandı; yüzbinlerce insan yerini yurdunu terketmek, başka yerlere göç etmek zorunda kaldı. Ünlü yazarlar, gazeteciler, profesörler faşistler tarafından düzenlenen suikastler sonucu vuruldu, öldürüldü.

İşte 1975-80 yılları arasında Türkiye’de yaşananlar kısaca bunlardı ve o dönemdeki siyasi-ideolojik tartışmalar, ayrılıklar da kaçınılmaz olarak bu ortama göre şekillendi. Yaşanan bunalımın niteliği, iç savaş ve bunalım karşısında izlenmesi gereken temel politikalar, faşizm ve faşizme karşı mücadele konusu, mücadele ve örgütlenme biçimleri üstüne tartışma ve ayrılıklar gündeme geldi. Farklı bakış açılarına sahip kesimlerin yaşanan bunalıma yaklaşımları kadar çözüm önerileri ve siyasetleri de değişik oldu. ���En önemli ayrılık noktalarından biri yaşanan olayların ve bunalımın anlamı ve bu konudaki tutum sorunuydu. Bazı kesimlere göre yaşanan kriz devrimci bir kriz değildi ve gelişen olaylar sınıf mücadelesinin (ezilenlerle ezenler arasındaki mücadelenin) sonucu değil, dış güçlerin- emperyalizmin- bir kışkırtması ve tertibi sonucu ortaya çıkıyordu. Bu kesimler bunalımın derinleştirilmesini değil, burjuva reformist önlemler temelinde çözülmesini temel alan politikalar savunmuşlardır.

İlginç olan nokta, ülkemizdeki SBKP ve ÇKP yanlısı kesimlerin birbirlerine karşı bütün uzlaşmazlıklanna karşın bu temel konuda hemen hemen paralel bir çizgi izliyor olmalarıydı. ÇKP yanlısı gruplar, gelişen olayları, genelde en tehlikeli emperyalist güç haline geldiğini iddia ettikleri SSCB’nin yayılmacı politikalarına bağlıyorlardı. Onlara göre, SSCB-ABD arasında bir üçüncü Dünya Savaşı çıkmak üzereydi. Buna karşı milli ekonomi güçlendirilmeli, bunalım çözülmeye çalışılmalı ve Dördüncü Ordu Sovyet tehlikesine karşı doğuya kaydırılmalıydı! Bu anlayış faşist saldırı ve terör hareketlerine

Page 7: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  6  

karşı (genelde faşizme karşı) mücadeleyi reddeden, onu sahte solculuk ve halk düşmanlığı olarak gören bir politika yürüttü.

Karşı taraftaki (SBKP yanlısı) çevrelerin yaklaşımı ve politikaları da aşağı yukarı aynı paraleldeki bir çizgideydi. Bunalımın derinleştırilmesini değil burjuva reformist çözümlerini esas alan, faşist saldırı ve terör hareketlerine karşı her türlü direniş mücadelesini emperyalizmin oyununa gelme, provokasyona gelme olarak değerlendirerek reddeden ve olayların devletin güvenlik güçlerince önlenmesini talep etmeye dayalı bir çizgi savundular.

Bunlara karşı, Devrimci Yol, 1975-80 yıllan arasında yaşanan bunalımı somut bir şekilde çözümlemeye, bunalımın ekonomik ve sosyal nedenlerini saptamaya çalıştı. Gelişen olayları, hükümet krizlerini, yurt sathında yaygınlaşan faşist terör eylemlerini bu çözümleme ışığında değerlendirerek bu doğrultuda farklı, somut politikalar önerdi.

Örneğin, Devrimci Yol dergisinin 6. sayısının başyazısında bu konuda şu görüşlere yer veriliyordu:

.....Sistem kendisini devam ettirebilecek önlemleri almakta güçlük çekiyor. (...) Çünkü sorunlar sistemin yapısal bozukluklarından gelen köklü nedenlere dayanıyor. Egemen sınıfların yönetim zaafları onları giderek daha saldırgan bir hale getiriyor. Oligarşi klikleri arasındaki, ve oligarşiyle oligarşi dışı güçler ve emekçi halk arasındaki çatışma alabildiğine karmaşıklığı içinde alabildiğine yoğunlaşarak sürüyor ve toplumun bağrında toplumu bir iç savaşa götüren çok güçlü devrimci dinamiklerin oluşmasına neden oluyor.

Bu dinamikler toplumdaki keskinleşen çelişmelerin (...) DEVRİMCİ BİR ÇÖZÜMÜNÜN unsurlarını oluşturmaktadır. ���Mevcut koşullarda devrimcilere düşen göıev bu doğrultuyu tespit edebilmek ve böylesi bir devrimci çözümün subjektif unsurlarını oluşturmak için mücadele etmek olmalıdır: Bağımsız bir devrimci hareketin inşası yolunda toplumdaki çalkantıların yarattığı devrimci dinamikleri örgütleyerek; ernekçi yoksul halkın faşizme karşı mücadelesini örgütlendirerek ilerlemek...

Ülkemizde tüm oportünistlerin-revizyonistlerin reformcu bir iktidara bel bağlama eğilimleri yaymalarına aldanılmamalıdır. Toplumun içinde bulunduğu çelişmelerin, egemen sınıfların halka yeni tavizler tanımalarıyla, yani reformcu bir yolla çözülme olanağı yoktur. (...) Reformcu bir hükümet de işbaşına gelse faşizm sorununu gündemden kaldıramayacaktır. Sorunlar ancak köklü yollarla çözülebilecektir. Gerilimin keskin çözümlere yönelmesi kaçınılmazdır. ���Bugün yaşanan her şeye bu açıdan bakılmalıdır. (...) Devrimciler eğer kendilerine düşen görevleri yerine getirebilirlerse, ülkemizde oluşan gerilimin devrimci bir çözümüne (...) yönelmek mümkündür." ( DY, sayı: 6, Temmuz 1977)

Devrimci Yol, Türkiye’de yaşanan krizin, emperyalizme bağımlı yeni sömürge sisteminin köklü (çözümsüz) sorunlanndan kaynaklandığını; dışa bağımlı ve montaja dayalı ikameci bir ekonomi modelinin, ürettiği sürekli açıklar-dış borçlar vb. sorunları biriktire biriktire, nihayet tıkandığını; başta Kıbrıs sorunu ve ABD ambargosu olmak üzere bir dizi iç ve dış nedenin zincirleme etkisiyle 27 Mayıs ve 12 Mart’ta yaşanan bunalımlardan daha üst düzeydeki bir bunalıma sürüklendiğini; bu bunalımdan kısa vadeli çözümlerle çıkılmasının olanaksız olduğunu; kendi aralarındaki çelişkilerin de

Page 8: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  7  

yoğunlaşmasıyla giderek artan bir yönetim krizine sürüklenen egemen sınıfların, iktidarlarını halk muhalefetini zorla baskı altında tutarak yürütmeye çalıştıklarını, sivil faşist hareketin terör eylemlerinin bu amaçla örgütlendirildiğini; bu arada bir askeri faşist darbe yolunun sürekli elde hazır tutulduğunu savundu. Halk muhalefetinin yükseltilmesini ve mevcut krizin derinleştirilmesini, faşizme karşı tüm halk güçlerinin birlikteliğinin sağlanmasını ve militan bir direniş hareketinin geliştirilmesini esas alan bir politik çizgi izledi.

Olaylar, saldırılar ve çatışmalar yoğunlaştıkça, somut politika önerilerindeki ayrılıklar da daha çok önem kazandı ve sol içi tartışmalar da şiddetlendi. MC Hükümetlerinin sonuna doğru olaylar tüm yurdu kaplamış durumdaydı ve hemen her gün her tarafta ölümle ya da yaralanmayla sonuçlanan olaylar yaşanıyordu. Sola, emekçi halk kesimlerine, aydınlara, demokratlara yönelen saldırılar, solun dağınıklığı, örgütsüzlüğü ve güçlü bir politik önderlikten yoksunluğu vb. nedenlerle etkinlik sağlıyordu ve halk içinde bir direnme eğilimiyle birlikte geniş bir yılgınlık ve teslimiyet eğilimi de yaratıyordu. Önümüzde, halk içinde gelişen bu direnme eğilimine sahip çıkmaktan, onu geliştirmeye, örgütlemeye ve onunla birlikte örgütlenmeye çalışmaktan başka bir yol, başka bir umut ışığı yoktu.

Tartışmalarımız bir yanda "bunu yapmak öncü savaşını, suni dengeyi, PASS’ı vb. inkar etmektir," diyenlerle diğer yanda "bunu yapmak halktan kopuk öncü savaşçılığıdır bireysel teröristliktir, goşistlik, sahte solculuktur...Faşistlerle güvenlik güçleri karşı karşıya bırakılmalıdır," diyenlerle sürdü gitti.

***

Bugünden bakıldığında direniş komiteleri önerisine neden karşı çıkıldığını anlamak olanaksızdır. Çatışmaların ve bir kamplaşma eğiliminin toplumun tüm kesimlerine yayıldığı, ülkenin her yanını kapladığı, ülkenin pek çok yerinde devrimcilerin etkinliğindeki bölgelerin oluştuğu bir ortamda devrimci mücadelenin ve yaşamın yeni bir anlayışla örgütlenmesi gereği ortadaydı. Bu nedenle Direniş Komitelerinin, gelecekteki halk iktidar organlarının birer nüvesi olarak ele alınması, bu yolla halk kitleleri içinde daha şimdiden yeni bir yaşam biçimi, yeni bir demokrasi ve yönetim anlayışının ve kültürünün kendi öz deneyleriyle geliştirilmesi öneriliyordu.

Bu anlayışın başarıyla uygulanabildiği yerlerde, sosyalizm ve demokrasi üzerine ciltler dolusu kitaptan daha değerli olan olumlu deneyler yaratılabilmiştir. Bu anlayışın egemen kılınmadığı yerlerde ise, tam tersine, pek çok olumsuzluğun ve kargaşanın yaşanmasının önüne geçilememiştir.

Ne yazık ki, geleneksel revizyonist eğilimlerden köklü bir kopuşu ifade eden Direniş Komiteleri önerileri eski doğmatik-sağ eğilimlerin etkisi altındaki çevreler tarafından (kimi zaman sol lafızlarla) reddedilmiştir. İleri sürülen itirazlar kimi zaman, ‘Direniş Komitelerinin bir cephe örgütlenmesi olması nedeniyle ancak proletarya partisinin kurulmasından sonra, onun önderliği altında gündeme getirilmesi gerektiği’ şeklinde; kimi zaman da, ‘Direniş Komitelerinin yatay- kitle örgütlenmesi olması nedeniyle öncü savaşının reddini getirdiği’ şeklinde kabul edilmesi olanaksız teorik gerekçelere dayandırılmak istenmiştir. Partiyle cephesel örgütlenme biçimleri arasında veya kitlesel (yatay) örgütlenmelerle öncü savaşı ve "dikey" örgütlenme ve mücadeleler arasında böyle ikilemler yaratmak, farklı düzeydeki görevleri anlamsızca karşı karşıya

Page 9: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  8  

getirmekten başka bir şey değildir. Hemen her çevre kendini proletaryanın gerçek temsilcisi olarak gördüğünden bir cephe örgütlenmesinin ancak kendi önderliği altında gerçekleşebileceğini varsaymıştır. TKP çevresi ise, Direniş Komitelerine karşı, (şimdi kendilerinin de anlamsızhğını kabul ettikleri) UDC (Ulusal Demokratik Cephe) önerisini ileri sürmüşlerdi.

Bütün bu karşı çıkışların ortak özelliği devrimci mücadelenin somut-nesnel durumunu ve gereklerini hesaba katmayan öznellikti ki, bunun da, mücadeleden kopukluğun bir ürünü ve ifadesi olduğunu söylemek olanaklıdır.

Aynı durum "iç savaş" kavramı etrafındaki tartışmalarda da görülebilir. Aslında bu konuda ciddi bir tartışmadan bile söz etmek doğru sayılmayabilir. Çünkü, faşistlerle devrimci halk kesimleri arasındaki çatışmaların bir iç savaş doğrultusunda derinleştiğini vurgularken (sadece Devrimci Yol değil Abdi İpekçi gibi gazeteciler bile iç savaştan söz ederlerken) Malatya’da, Sivas’ta ve nihayet Maraş’ta gerçek iç savaş sahneleri yaşanırken sol çevrelerin büyük çoğunluğu bu konuda ciddiye alınabilecek bir görüş ortaya koymaktan kaçınmıştır. Bu kavramın kullanılışına yönelik itirazlar, bazen "varolan iç savaşın devrimci bir iç savaş olmadığı" (veya emekçi sınıflarla burjuvazi arasındaki bir savaş olmadığı) şeklindeki, bazen de "iç savaşın suni denge ve öncü savaşı kavramlarıyla çeliştiği" şeklindeki nedenlere dayandırılmak istenmiştir. Bazen de "olayların abartıldığı, halkın olaylara katılmadığı, çatışmaların Alevi-Sünni çatışmasından ibaret olduğu" şeklinde itiraz ve eleştiriler getirilmiştir. Bu yönden iç savaş kavramı etrafındaki tartışmalar, bu konudaki burjuva-liberal eğilimlerle sınırlı kalmıştır.

Diğer gerekçeler gibi olayların abartıldığı görüşünün de gerçeği yansıtmadığı ortadadır. İç savaş deyince toplumun (burjuvaların bir yanda, emekçilerin bir yanda!) ordular oluşturarak savaştığı bir durumu hayal etmenin anlamsızlığını tartışmak bile gereksizdir. Bir ülkede faşist güçler her gün devrimci öğrencilere, işçilere, öğretmenlere, aydınlara, demokratlara yönelik saldırılar düzenliyorsa, bu saldırılara karşı halk çeşitli biçimlerde direniyor ve bunun sonucu olarak ülkenin her yanında yaygın ve sürekli çatışmalar oluyorsa, bunun sonucunda 1977-78 yıllanndaki gibi günde 5-10 kişi; 1980 yazındaki gibi 15-20 kişi ölüyor, yüzlercesi yaralanıyorsa, o ülkede bir iç savaş gerçeğinin yaşandığını kabul etmemek için bir insanın yaşanan gerçeklere gözlerini sıkı sıkıya kapatmış olması gerekir. Ayrıca faşizmin önüne koyduğu programın çok daha geniş bir saldırıyı hedeflediğinden de kuşku duyulamaz. Maraş ya da 16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamlarının birer istisna ya da rastlantı olduğunu düşünmek için hiç bir neden yoktur. (Hatırlanacaktır:16 Mart’ta İstanbul Üniversitesinde topluca okula giden öğrencilerin üzerine tahrip gücü yüksek bombalar atılmış ve otomatik silahlarla ateş edilmiş, sonuçta 8 ölü, yüzlerce yaralı verilmişti. Çok daha fazla kişinin ölmemiş olması sadece bir rastlantıydı. Bu olayın yüzlerce benzeri yaşanmıştır.) Evet, eğer olanak bulsaydı faşizmin bütün Türkiye’yi bir Maraş’a, (yada milyonlarca kişinin öldürüldüğü Endonezya’ya) çevirmekten bir an bile geri durmayacağından hiç kuşku duyulamaz. Olayların çok daha geniş boyutlara ulaşamamış olmasında, faşizme karşı güçlü bir direniş hareketinin gelişmiş olması (diğer nedenlerle birlikte) önemli bir rol oynamıştır. Böyle bir program egemen güçler açısından çok riskli ve pahalı bir hale geldiği anda, elde hazır tutulan geleneksel, denenmiş ve güvenilir bir askeri faşist darbe yoluna yönelmişlerdir.

***

Page 10: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  9  

Faşizm konusundaki tartışmaların soyut bir kavram tartışmasından öteye götürülemediğini söylemek, yanlış olmaz. Faşizmin günlük yaşamın her alanında somut bir olgu olarak gündeme geldiği bir dönemde dahi, soruna bazı kitaplardaki kavramların "doğru" olarak kullanılıp kullanılmamış olması bakımından (doktrinarist!) yaklaşanlar çoğunlukta olmuştur. Bu da gene çoğunlukla faşizme karşı mücadelede tereddütlü eğilimlere, kafa karışıklığına tekabül etmiş ya da oraya götürmüş ve mücadelenin somut güncel sorunlarını çözmeye yönelik tartışmaların gelişmesini önlemiştir.

Faşizm, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki büyük bunalımların ürünü olan bir yönetim biçimi, böyle bunalımlar içinde doğup gelişen bir olgudur. I. Dünya Savaşı sonrasında, savaştan yenik çıkan Almanya ve İtalya gibi ülkelerde yaşanan bunalımlardan devrimci/demokratik bir çıkış yolu sağlanamamış, düzen, tekelci burjuvazi egemenliğinde çöküntü içindeki toplumun özellikle orta sınıflarındaki şovenizmin, gericiliğin kışkırtılmasıyla sınırsız bir şiddete ve emperyalist savaşa dayanan Faşizme yönelmiştir.

Türkiye ise emperyalist-kapitalist bir ülke değil, emperyalizme bağımlı yeni sömürge bir ülkedir; üretim ilişkilerindeki farklılıklar, bunalımın niteliği kadar bunalımdan çıkış yolunun da farklılığını getirmektedir. Egemen sınıflar içinde belirleyici bir konumda bulunan tekelci burjuvazinin kendisinin emperyalist tekellere bağımlı karakteri nedeniyle bunalımlardan emperyalist savaşa dayanan bir çıkış siyasetine yönelmesi söz konusu değildir. Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde Faşizm, emperyalizmin bir ihraç malı, onun egemenliğinin bir biçimi olarak ortaya çıkıyor. Orta sınıflar içindeki belirli bir kitle desteğine dayanan sivil faşist partiler de, devletin politik ve askeri yapısındaki güçler de emperyalizmin ve işbirlikçi yerli tekelci burjuvazinin egemenlik politikalarının bir aracı olarak işlev görüyorlar. Faşizm bu şekilde yukardan aşağı bir gelişme özelliği gösteriyor. Bu olgu Türkiye’deki bunalımların gelişme süreçlerinde açıkça gözlendi: Sivil faşist güçler, sivil dönemlerde halk muhalefetini bastırmak ve gelişmesini engellemek için resmi güçlerle birlikte kullanıldı. Bunalımın tepe noktasına gelindiğinde, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin tercihleri doğrultusunda (emekçi halk muhalefetini ezmek ve düzenin ekonomik-sosyal ve siyasal bir restorasyonunu sağlamak üzere) bir askeri faşist darbe gündeme getirildi. Böylece 12 Eylül, Türkiye’nin içine düştüğü "tarihinin en büyük bunalımından", emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin çıkarları doğrultusundaki bir çıkış yolu oldu.

Faşizm kavramını (örneğin, Mandel’in yaptığı gibi) Batı Avrupa’daki klasik biçimleriyle özdeş tutacak olursak, Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerde Faşizmin olanaksızlığını kabul etmemiz gerekir. Oysa Faşizm, emperyalizmin bir ürünü olarak sahneye çıktıktan sonra, emperyalizme bağımlı ülkelere de çarpık bir biçimde geçmektedir. Bu ülkelerde sivil kitle desteğine dayalı bir faşist hareket (klasik biçimlere benzer biçimde) egemen olsa bile bu olgu dahi emperyalizmin işgalinin bir biçimi olarak ortaya çıkacak, klasik faşist diktatörlüklerinden farklılıklar taşıyacaktır. 1930’larda Doğu Avrupa ülkelerindeki faşist yönetimler de (Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan vb.) sonuçta Alman ve İtalyan faşizmlerinin bir işgalinden başka bir şey değillerdi.

Bizim böyle bir yaklaşımı doğru bulmadığımız, Devrimci Yol (ve Devrimci Gençlik) dergilerinde yer alan Sömürge Tipi Faşizm kavramı çerçevesindeki tartışmalarda açıklanmaktadır.

Page 11: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  10  

Sömürge Tipi Faşizm kavramı, en kısa bir ifadeyle, burjuva demokratik devrim sürecini tamamlamamış, emperyalizme bağımlı (yeni sömürge) bir ülke olan Türkiye’deki yönetim (devlet) biçimini, hem Batılı burjuva demokratik yönetim biçimlerinden hem de klasik tipteki faşist yönetimlerden ayırdetmek üzere kullanılmıştır.

Emperyalizmin baskısı (gizli işgali), tekelci burjuvazinin önderliği altındaki egemen güçler ittifakının (oligarşinin) zayıflığı, ulusal sorunun çözülememiş olması, güçlü bir işçi sınıfı hareketinin ve demokratik mücadele geleneğinin bulunmayışı gibi nedenlerle, baskıcı yöntemlerin ağır bastığı yönetimler, bazen "sivil yönetimler" altında bazen de "askeri darbeler" yoluyla geçerli olabilmektedir.

Sorun, kuşkusuz bir tanımlama ya da adlandırma sorunu, Türkiye’deki devlet biçimine Sömürge Tipi Faşizm, Burjuva Demokrasisi ya da başka bir şey denip denmemesi sorunu değildi. O günkü somut koşullarda nasıl bir mücadele programı izlenecektir, tartışmaların asıl kaynağı kullanılan kavramların değişikliğinden çok bu sorun karşısındaki tavırların (politikaların) değişikliği olmuştur.

Türkiye’nin burjuva demokratik devrimini tamamlamış Burjuva Demokratik bir ülke olduğunu savunanlar, faşizme karşı mücadelede mevcut "demokratik" yönetimin korunmasını esas almışlardır. Onlar bizi sürekli faşizmin var olduğunu kabul etmekle, demokrasi mücadelesini (var olan "demokrasiyi" koruma mücadelesini) reddetmekle ("goşist"likle) suçlamışlardır. Onlara göre faşist terör hareketleri "demokrasiyi" ortadan kaldırmak için düzenlenen bir oyundu; faşist saldırılara karşılık vermek de oyuna gelmekten başka bir şey değildi.

Bize göre ise Türkiye’de demokrasi mücadelesi esas olarak, varolan sözde demokrasiyi koruma meselesi olarak değil, demokrasiyi yeniden gerçekleştirme sorunu olarak, varolan devlet yapısının (sömürge tipi faşizmin) yıkılarak yerine demokratik bir devlet yapısının kurulması sorunu olarak görülmeliydi. Bu da demokrasi sorununun bir devrim sorunu olması demekti. Ancak bir açık faşist yönetim gündeme geldiğinde ona karşı mücadelenin öne çıkarak birincil bir önem kazanması gerekirdi. Faşizme karşı mücadele bu şekilde ikili bir muhtevada kavranmalıydı ve her zaman, güncel olan, somut olarak doğru biçimde saptanmalıydı.

TİP, TSİP ve TKP çevreleriyle politik farklılıklarımızın ve tartışmalanmızın çerçevesi, özetle buydu. Bu tartışmaya Kurtuluş çevresi de katıldı. Onlar, (emperyalizm çağında) ne Türkiye’de ne de Avrupa’da burjuva demokrasisinden söz edilemeyeceğini, ancak oligarşik devlet biçiminden söz edilebileceğini (bize göre Lenin’in bir ifadesini "ekonomist ve dogmatik bir şekilde" yorumlayarak) ileri sürdüler.

Sorunun bir adlandırma ya da tanımlama sorunu olmadığını burada bir kere daha yinelemek gerekiyor. Bazen ileri sürülen görüşlerin pratikte ne anlama geldikleri, teorik olarak doğru veya yanlış olmalarından çok daha önemli olabilir. Bize göre de bu tartışmada Kurtuluş çevresindeki arkadaşların teorik hataları, görüşlerin pratikteki (bizim savunduğumuz görüşlere karşı ve TİP, TSİP ve TKP çevrelerinin tezlerinden yana) sonuçlarından daha önemli değildi. Bizi, kendilerine göre Marksist devlet teorisini bilmemekle (yani burjuva demokrasisinin de bir diktatörlük olduğunu ve bu nedenle zora dayanan bir devlet biçimi olduğunu bilmemekle!) eleştirirlerken, geleneksel sağ kesime mensup muarızlarımızı faşizme karşı mücadele konusundaki tartışmalarda dolaylı olarak desteklemiş oldular.

Page 12: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  11  

Elbette bu eski tartışmaları aktanrken, onları bu güne taşımak ve bugün de sürdürmek gibi bir amacımız yok. Bu, anlamsız olduğu kadar olanaksız da... Çünkü artık kimse "orada" (eski yerinde) değil!... Ama bunların bilinmesi de gerekli; çünkü bilginin, bilimsel düşüncenin yanlış düşüncelere karşı mücadeleden başka bir gelişme yolu yok... Geçmişi bilmek ve anlamak bugünü de daha iyi bilmeye ve anlamaya olanak verir ve kuşkusuz, daha iyi bir gelecek için geçmişi de daha iyi bilmek gerekir.

***

Ayrılıklar, elbette devrim, mücadele ve örgüt biçimleri konusundaki farklı yaklaşımların bir ifadesi ve yansımasıydı. Bu konudaki farklı yaklaşımlar asıl olarak 12 Mart öncesindeki gelişmeler içinde ortaya çıkmış, 12 Mart yenilgisi sonrasında ise değişik yeni biçimlere bürünerek devam etmiştir.

12 Mart yenilgisi en çok, Dev-Genç hareketinin içinden çıkan THKP-C, THKO ve TİKKO gibi devrimci hareketleri etkiledi. Bir yandan yenilginin yarattığı yılgınlık eğilimleri diğer yandan dünya çapındaki Çin-Sovyet kutuplaşmasının etkileri sonucu, bu örgütler bünyesinde önemli bir sağa kaçış eğilimiyle birlikte yeni ayrılıklar ortaya çıktı.

En önemli ayrım noktası şiddet unsuru üstünde çıkıyordu. Silahlı mücadele anlayışı ve 1971’deki silahlı-devrimci mücadeleyi bireysel terörizm ve maceracılık olarak değerlendirenler (Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu vb.), yeni siyasal kümeler oluşturdular. Bunlar 1975 sonrasında faşizme karşı mücadelede yukarıda değindiğimiz gibi tereddütlü bir tutum içinde oldular ancak hızla gelişen iç savaş ortamının dayatması sonucu, savundukları görüşlerle çelişen bir şekilde ve kısmen mücadeleye katıldılar.

Buna karşılık 1971’deki silahlı mücadele anlayışına sempatiyle bakan kesimler içinde de farklı anlayışlar gündeme geldi. Özellikle THKP-C hareketinin çizgisini ve M. Çayan’ın görüşlerini basit, yüzeysel bir şekilde Marksist-Leninist temellerinden kopartarak kavrayan genç unsurlar, dönemin somut koşullarını, değişik mücadele alanlarında çalışma ve örgütlenmelerin gerekliliğini ve her şeyden önemlisi Mahir’in düşüncelerinin geliştirilmesi gereken düşünceler olduğu gerçeğini bir yana bırakarak, dar silahlı eylem grupları oluşturdular ve bankalar vb. devlet kuruluşlanna yönelik bombalı eylemlere yöneldiler. Bu tür eylemler başlangıçta (75-76 yıllannda) büyük gürültüler koparırken, Türkiye’de devrimci mücadelenin giderek yükselmesi karşısında etkisini kaybederek ikinci plana düştüler.

Şiddet, onların gözünde her şeyi belirleyen bir fetiş haline dönüşmüştü. Şiddet, devrimci mücadele açısından gerektiğinde değil her zaman kullanılmalıydı. Böyle bir anlayışla Devriınci Yol’u daima pasiflikle, öncü savaşını ve Mahir’i reddetmekle vb. suçladılar.

Devrimci Yol dergisinin yayınlanmaya başlamasından yaklaşık bir yıl kadar sonra, bu kez Devrimci Yol içinde yeni bir ayrılık olayı daha gündeme geldi. İstanbul’daki gençlik hareketi içindeki bir kesim, Devrimci Yol’dan ayrılarak Devrimci Sol çevresini oluşturdu.

Ayrılığın başlangıçta ideolojik-teorik nedenlere dayanmadığı bilinmektedir. (Ayrılık

Page 13: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  12  

olayının hemen ertesinde açıklandığı gibi: Devrimci Yol’un ülke çapında yoğun bir örgütlenme çabasının içine girdiği bir dönemde, kendilerine güvenilmediği şeklinde kuşkular taşıdıklarını belirttiler; İstanbul’da kendilerinden gizli bazı örgütsel ilişkiler geliştirildiğini, bunun kendilerine karşı güvensizlik anlamına geldiğini, kendilerinin tasfiye edileceklerinden kuşkulandıklarını ifade ettiler. Bu kuşkuların yersiz olduğu anlatıldı; ama ikna edilemediler. Devrimci Yol’la ilişkilerini askıya aldıklarını söyleyip, bu durumun kadrolara açıklanmamasını istediler. Bunun mümkün olmadığı anlatıldı. Bilinen gelişmeler-sonucu ayrılık olayı gündeme geldi.) Aslında bugün bu ayrılık olayının bu şekilde kişisel ya da (sonradan kendilerinin iddia ettikleri gibi) teorik nedenlerle ortaya çıkmış olmasının hiç bir önemi ve anlamı da kalmamıştır. Çünkü başlangıçtaki nedenler ne olursa olsun, onlar zamanla Devrimci Yol’a karşı yöneltilen bütün suçlama ve eleştirileri benimseyerek bunları bıkıp usanmadan yenileyip durmayı anlamsız ve sağlıksız bir tutku, adeta bir "Devrimci Yol Düşmanlığı Siyaseti" haline dönüştürmüşlerdir.

Ancak olayın öznel nedenleri ve bugünkü görünümü ne olursa olsun, bizim açımızdan kabul edilmesi gereken bir gerçek şudur ki, Devrimci Yol hareketi, tam da yurt çapında yoğun bir örgütlenme çabasının gündeme geldiği bir dönemde, bir yönüyle bu gelişmeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkan böyle bir engeli aşamamış, öznel ya da başka nedenlerle gündeme gelen bir ayrılma eğiliminin demokratik bir kollektivite içinde tartışılarak olumlu bir şekilde çözülmesini örgütlemeyi başaramamış veya o günkü örgütsel gelişkinlik düzeyi bunu sağlamaya yetmemiştir. Bu başarısızlığın özellikle 12 Eylül’den kısa bir süre önce ve İstanbul gibi önemli bir bölgede ortaya çıkmış olması nedeniyle, gerek Devrimci Yol açısından gerekse genel olarak devrimci mücadele açısından olumsuz sonuçlar doğurduğu objektif bir gerçeklik olarak kabul edilmelidir.

***

Türkiye’nin demokratik devrim sürecini tamamlayamamış olması, en çok ulusal sorunda, Kürt sorununda ifadesini buluyor. Bu nedenle Kürt sorunu her dönemde Türkiye için önemli bir sorun olmuş, 1960 sonrasında giderek yoğunlaşarak Türkiye solunun başlıca tartışma konularından birini oluşturmuştur.

Başlangıçta sorunun ortaya konulmasında ve tartışılmasında soyut ve kuramsal bir çerçeve egemen olmuş, yetmişlerin sonuna doğru devrimci mücadelenin Türkiye’de yükselmesine paralel olarak ve onunla etkileşim içinde K. bölgesindeki mücadelenin yükselmesiyle somut bir siyasal çerçeve kazanmaya başlamıştır. Bugün ise sorun artık egemen sınıfları bile yeni siyasal çözüm biçimleri aramaya zorlayan tümüyle somut bir siyasal muhtevaya bürünmüş durumdadır.

Devrimci Yol dergilerinde yer alan yazılarda, daha çok konunun teorik ve tarihsel çerçevesi içinde kalan sorunlar tartışılmış, sömürge tespitine dayanarak ayrı örgütlenme ve ayrı devlet seçeneğini mutlaklaştıran yaklaşımlar eleştirilerek ortak örgütlenme ve ortak mücadele görüşü savunulmuş, buna rağmen Kürt halkının tercihini ayrılma hakkını kullanmaktan yana belirlemesi halinde ise ayrı örgütlenmesinin de gündeme gelmesinin kaçınılmazlığı belirtilmiştir.

Devrimci Hareketin tümüyle devre dışı kaldığı bir süreç sonunda oluşan bugünkü ortamın bu doğrultuda olduğu ortadadır. Bu nedenle bugün ortaya konulacak somut

Page 14: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  13  

siyasal çözüm ve önerilerin bu gelişmeyi de kucaklayacak bir kapsamda olması gerekli görünmektedir.

***

70’lerde sosyalist hareketleri en çok etkileyen konulardan biri de Çin-Sovyet sorunuydu. SBKP’nin 20. Kongresiyle birlikte başlayan, giderek derinleşen ve ÇKP’nin Sovyetler Birliği’ni önce modern revizyonist, sonra sosyal emperyalist ve en sonunda, en tehlikeli emperyalist güç olarak nitelemesine varan kutuplaşma Türkiye’deki sosyalist hareketin içine taşındı. Tabii aynı zamanda onların savundukları dünya görüşleri, devrim ve mücadele anlayışları, izledikleri dış politikalarla birlikte birbirlerine karşı takındıkları düşmanca tavırlar da getirildi. Böylece sosyalizm, sosyal emperyalizm, modern revizyonizm ve geçiş süreci konusundaki tartışmalar ve yeni ayrılıklar gündeme geldi.

Bize göre, gerek ÇKP gerekse SBKP görüşleri özünde aynı milliyetçi, revizyonist temele dayanıyordu. Sovyetler Birliği içte sosyalizme değil ekonomizme ve kitlelerin depolitizasyonu (yönetimden dıştalanmasına), dışta proleter entemasyonalizmine değil milli bencil çıkarların esas alınmasına dayanan politikalar yürütüyordu. ÇKP ise Sovyetler Birliği’ne karşı çıkarken (o dönemde) iradeciliğe ve milliyetçiliğe kayıyordu. Geliştirdikleri Sovyet Sosyal Emperyalizmi tezleri geçiş süreci konusundaki Marksist-Leninist tezlerin reddine dayanıyordu. Biz, Sovyetler Birliği’nin modern revizyonizmin hakimiyeti altında sosyalizmden saptığını, geriye (kapitalizme) doğru bir dönüş sürecine girdiğini kabul etmekle birlikte bunu basitçe bir kapitalist restorasyon olarak görmenin ve Sovyetler Birliği’nin (kolayca!) sosyal emperyalist olduğunu ileri sürmenin kabul edilemeyeceği görüşünü savunduk. Böyle bir değerlendirmeye dayanarak Çin’in SSCB’yi en tehlikeli emperyalist güç olarak kabul eden ve ona karşı ABD ile işbirliği yapmaya kadar varan bir politika izlemesi, (özellikle kendi politik çizgilerini Çin’in dış politikasına göre belirleyen grupların tutumları sonucunda) devrimci mücadele açısından çok ciddi olumsuzluklar doğurdu.

ÇKP tezlerindeki bu açık olumsuzluklar, tersine bir etkiyle 12 Mart yenilgisinin yarattığı ‘yenilmemek için arkayı güçlü bir yerlere dayamak’ eğilimleriyle de birleşerek Sovyetler Birliği savunusunu ve modern revizyonist eğilimleri körüklüyordu.

Bütün bunların sonucu olarak Devrimci Yol’un bu konudaki tutumu, her iki çizgiye karşı mücadeleyi esas alan bir tutum olarak ortaya çıktı, sosyal emperyalizm teorileriyle birlikte modern revizyonizm ve Sovyet politikalarının eleştirisine ağırlık verildi.

Bu konuyla ilgili tartışmada ülkemiz solundaki geleneksel hatalı tutumların bir kez daha yinelendiği görülür. Hemen herkes kendi görüşünü bir dış odağa göre belirlemek ve desteklemek yolunu arıyordu. Çin ya da Sovyet tarafını tutanlar için sorun basitti: bu ülkelerin ve komünist partilerinin resmi yayınlarını Türkçeye çevirmek yeterli oluyordu. (Bazen çeviriler de hazır geliyordu ve gerçekten "sanki Türkiye’de değil Çin’de ya da Rusya’da yaşıyor" gibiydiler!) Aktarmacılık, iki tarafa da karşı çıkanlar açısından da çoğunlukla geçerli oldu. Gene Çin’e de Sovyetler’e de karşı bir dış odak aranıp bulunmaya ve onlann görüşlerine dayanmaya çalışıldı (kimisi Arnavutluk kimisi Küba’yı yeni bir Kabe diye belledi).

Page 15: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  14  

Bu tutumun asıl nedeni kuşkusuz ki teorik zayıflık ve özgüven yoksunluğudur. Bazı "Maocu" çevreler, Japon ya da İtalyan "Maocu"larının yazdığı teorik bakımdan yanlışlıklarla dolu yazıları çevirip yayın organlarına aktarıyor, bunlarla kendi görüşlerini desteklemeye çalışıyorlardı. Bunlar tarafından Devrimci Yol’a karşı dile getirilen eleştirilerin başında da onun "enternasyonal" bir dayanağının bulunmadığı eleştirisi geliyordu.

Evet, böyle sözde enternasyonal bir dayanağa yaslanmaya çalışmadık. Ülkemiz soluna egemen olan bu nakilci ve takipçi anlayışlardan kurtulmaya, sorunlara kendi kafamızla, kendi çabalanmızla çözümler bulmaya çalıştık. Her şeyi herkesten iyi bildiğimizi iddia etmedik. Tartışma konularını bilimsel bir yaklaşımla incelemeye, doğrularla yanlışları birbirinden ayırmaya çalıştık. Aynı şekilde, zaman zaman eksik ya da hatalı değerlendirmelerde bulunsak bile bilimsel-devrimci yaklaşımı sürdürdüğümüz oranda en doğru (ya da en az hatalı) sonuçlara ulaşabileceğimize inandık.

Zaman bizim tutumumuzun doğruluğunu kanıtladı. 80’li yıllara geçilirken Çin-Sovyet kutuplaşması önce Çin’in sonra da Sovyetler’in gösterdiği çarpıcı dönüşlerle silinip gitti ve bu olgu kendilerini onlara göre tanımlayanların ayaklarının altındaki toprağın da kayıp gitmesi demek oldu. Bizim tutumumuzun ve izlediğimiz çizginin doğruluğunu ise bugün, o günkü muarızlarımız bile kabul etme açıksözlülüğünü gösteriyorlar.

Devrimci Yol’daki "sosyal emperyalizm" ve modern revizyonizm tezleriyle olan tartışmalar, söz konusu tezlerin iddiaları ile sınırlıydı. Çin ve Sovyet yanlılarının görüşlerinin geçersizliği ortaya konulmaya çalışılıyor, sosyalizm, geçiş süreci, Marksist devlet ve devrim teorisi ve sosyalist geçiş ekonomisi sorunlarına bu tartışma konuları çerçevesinde dolaylı olarak değiniliyordu. Bugün ise Çin, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmeler sonucu, sorunlar ve tartışma konuları çok daha geniş boyutlar kazanmıştır. Bu bakımdan bugünkü sorunlara geçmiş tartışmalar içinde yeterli yanıtlar aramak anlamsız bir şeydir. Kuşkusuz geçmişteki revizyonist anlayış ve uygulamaların eleştirilerinde belirli bir sosyalist demokrasi ve sosyalist ekonomi anlayışının ipuçlarını bulmak olanaklıdır. Dahası bu anlayış Direniş Komiteler teori ve pratiğiyle somutlanıp derinleştirilmeye de çalışılmıştır. Ancak bütün bunlar bugün için sadece doğru bir yaklaşımın çıkış ve başlangıç noktasını ve doğrultusunu verebilir. Bugün karşılaştığımız, ve bugüne değin gerçekleşebilen sosyalizmin ekonomik ve politik tıkanıklıklarına tekabül eden gelişmeler, dünya çapında 17 Ekim Devrimiyle başlayan bir tarihsel dönemin sonuyla birlikte kuşkusuz bir tarihsel dönemin başlangıcını da vurgulamaktadır. Teorik faaliyet, devrimci hareketin, ilerlemek için çözmek zorunda olduğu ve tarihsel olarak da çözmesi olanaklı olan sorunları kapsamak durumundadır. Bugün dünyanın herhangi bir ülkesindeki sosyalist bir hareketin ilerleyebilmesi, dünya çapındaki sosyalist uygulamaların ekonomik ve politik alanlarındaki tıkanma noktalarının aşılmasına sıkıca bağlıdır. Bu ise gerçekleşebilen sosyalist uygulamaların her bakımdan köklü ve devrimci bir eleştirisine bağlıdır. Bu yolla "nasıl bir sosyalizm", "nasıl bir sosyalist demokrasi", "nasıl bir sosyalist ekonomi", vb. soruların yanıtlarının yeniden üretilebilmesine bağlıdır.

Dünyanın herhangi bir ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de Devrimci Hareketin şimdi yeniden emekçi kitleleri peşinden sürükleyerek ilerleyebilmesi, kuşkusuz, Türkiye devriminin güncel - temel sorunlarının yanı sıra bu sorunlar karşısında da tutarlı çözüm ve görüşlerin ortaya konulmasından geçecektir. ���

Page 16: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  15  

O.MÜFTÜOĞLU CEYHAN, Eylül 1990

ÇIKARKEN...

DY, Sayı:1, 1 Mayıs 1977 BİR sorun, her zaman içinde bulunulan somut, tarihi koşullar çerçevesinde ele alınarak incelenmelidir. Çünkü onun doğru çözümü daima bu içinde bulunulan somut durum çerçevesi içinde söz konusu olabilir. Bu, Marksist diyalektiğin en özlü derslerinden bir tanesidir.

Bugün "ne yapılmalıdır" sorusu da başka türlü yanıtlanamaz.

Bugün önümüzdeki temel sorun en basit bir ifade ile "BİRLİK"tir. İşçi sınıfı ve devrimci hareketin birliği. Ancak bu tesbit yeterli değildir, her dönem için de bu birliğe giden yoldaki görevlerimizin neler olduğunu somut olarak tespit etmek gerekir. Aksi halde içinde bulunulan koşullara uymayan soyut birlik çağrıları sadece sonuç vermemekle kalmaz, birlik fikrinin yozlaşmasına da neden olur. Sınıflar mücadelesinin yeniden yükselmeye başlamasının bir sonucu olarak, 12 Mart sonrasının olağanüstü karışıklık ve dağınıklık ortamından uzaklaşıyoruz. Bir yenilgi sonrasının yılgınlık, teslimiyet, kararsızlık ve teorik bulanıklığının sağ eğilimleri güçlendiren ortamını yaşadık.

Şimdi sınıflar mücadelesinin yeniden yükselmeye başlamasıyla yenilgi sonrasının bozuma uğratıcı etkilerinden uzaklaşıldıkça yeni bir dönemin unsurları da ortaya çıkıyor. Bu, bir önceki dönemin (ayrışma eğiliminin) zıddı sayılabilecek bir saflaşma eğilimidir.

Şüphe yok ki, Devrimci Hareket açısından toparlanma ve birlik sorunu yine gündemdedir. Bu sorun işçi sınıfının siyasi iktidar mücadelesinin bir aracı olarak savaşçı partisinin yaratılması sorunudur. Bu koşullarda işçi sınıfının bağımsız siyasi hareketinin yaratılması görevi nasıl kavranmalıdır? Biz bu sorun karşısındaki görevlerimizi nasıl kavradığımızı "partileşme süreci"ni ne şekilde ele aldığımızı DEVRİMCİ YOL Bildirgesinde açıklamaya çalıştık.

Proletarya partisi ideolojik - politik ve örgütsel bir bütünlük taşır. Tek başına ideolojik birlik de yeterli değildir. Ama proletarya partisi her şeyden önce Marksist-Leninist bir ideolojik temel üzerinde yükselebilir.

İdeolojik mücadelenin önemi bu bağlam içinde kavranmalıdır. Devrimci Hareketin birliğine giden yol ideolojik birlikten geçer, ideolojik birlik ise ideolojik mücadeleden.

Page 17: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  16  

Partileşme süreci bilinçli (iradi) bir mücadele süreci olarak kavranılmalıdır. İşçi sınıfının siyasi birliğinin oluşturulması herşeyden önce bilinçli ve kararlı devrimciler tarafından yürütülecek örgütlü bir mücadele sonucunda gerçekleştirilebilir. En geniş halk yığınları içinde militan bir mücadele anlayışı ile yürütülecek örgütİü ve sistemli bir mücadele... BUGÜNÜN sorunu budur.

DEVRİMCİ YOL böyle bir anlayışa hizmet etmeye çalışan bir araç olacaktır. Böylesi bir anlayışın gerekli kıldığı görevlerden sadece bir kısmını yerine getirmeye çalışan bir araç...

Bu doğrultuda, karşı karşıya bulunduğumuz siyasi sorunlara çözümler getirmeye, Türkiye devriminin teorik sorunlarına açıklık kazandırmaya çalışacaktır.

Burada bir sorun üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Bugün ülkemizde ideolojik mücadele sorunu da gruplararası bir laf yetiştirme, bir düello olarak çarpıtılmaktadır. Bu çarpıtma içinde bulunduğumuz teorik keşmekeşi kronikleştirmektedir. Bu bakımdan olur olmaz sataşma ve karalamalarla uğraşmayacağız. Devrimciler mevcut şartlar ve objektif sosyal gelişme tarafından önemli bir siyasi muhtevaya bürünen sorunlarla uğraşırlar. Bu bakımdan öyle her önüne gelenin boş bir vaktinde eline geçirdiği kitaplardan çıkarıp ortaya attığı sorunlarla uğraşılmamalıdır. Yoksa gerçekten, "bir tek budala bir düzine akıllının içinden çıkamayacağı kadar soru sorarak ortalığı birbirine katabilir!"

Tabii böyle bir yayın bugünkü sorunlarımızın sadece bir yanıyla ilgilidir. (Gerçekte öyle olmak zorundadır da.) Kağıt üzerindeki yazılar ne kadar doğru olursa olsun orda kaldığı sürece hiçtir. Ordan ötesi ise hayatın canlı pratiğine aittir. Ve orda fikirler ancak yığınların elinde bir maddi güç haline geldiği zaman gerçek bir değer kazanırlar. O halde Devrimci Yol gerçek hayatın içinde, emperyalizme ve faşizme karşı işçi sınıfı ve emekçi halkların kurtuluş mücadelesi için savaşanlar tarafından çizilecektir.

Page 18: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  17  

Seçimlerde Devrimcilerin Tavrı Ne Olmalıdır? BUGÜNKÜ siyasal durum, oligarşinin iç çelişkileri, çeşitli burjuva partileri arasındaki ilişki ve çelişkilerin kazandığı somut durum, egemen sınıfların karşı karşıya bulunduğu bir sıra ekonomik ve siyasi sorunun çözümüne olanak tanımıyor. Bir başka ifade ile bugünkü siyasi ortamda içine düşülen çıkmazdan kurtulma ve sorunları çözme olanağı tamamen kalkmış durumdadır. ��� Tekelci burjuvazinin önde gelen isimleri (Sabancı, Koç vb.) bu sorunların çözümlerinin ertelenmesinin imkansız olması nedeni ile erken seçim talebinde bulundular. İçinde bulunduğumuz koşulların bir başka özelliği de siyasi sorunun seçim dışı bir çözümünün de olanaksız olmasıdır. ��� Şimdi egemen sınıfların içine düştüğü çıkmaza -Erbakan’ın büyük direnişine rağmen- bir erken seçimle "çare" aranıyor. ERKEN seçim burjuvazinin çıkmazlarına "çare" olabilecek midir? Bu soruyu hemen, hayır diye cevaplıyoruz. Hayır diyoruz. Çünkü, ülkemizde egemen sınıflar çaresiz sorunlarla karşı karşıyadırlar. Emperyalizme bağımlı, dışa göre şekillenmiş, dengesiz bir ekonomik yapı, onun üstünde yükselen tarihi olarak parçalanmış çıkar çatışmaları yüzünden birbirine girmiş bir gericiler koalisyonu: Bu tablo, hiç durmadan çözümsüz sorunlar doğuran bir temel oluşturmaktadır. ���Erken seçim, burjuvazinin aradığı bir siyasi istikrarı sağayabilecek bir "çare" yaratamayacaktır. Seçimlerin ülkemizin bugün karşı karşıya bulunduğu köklü ve çözümsüz sorunları halledebilecek şekilde sonuçlanması mümkün değildir. Egemen sınıfların içine girdikleri buhran, erken seçim sonrasında da derinleşerek devam edecektir.

SEÇİMLERDE devrimcilerin görevleri ne olmalıdır? Önümüzdeki seçimlere devrimci bir parti katılmıyor. Burada da altını çizerek vurgulayalım ki, bugün ülkemizde işçi sınıfının bağımsız siyasi hareketi, onun öz örgütü yoktur. Ve böyle bir hareketin yaratılması yolunda mücadele temel görevimizdir. ��� Bu tespit seçimler sırasındaki çalışmalarımızı ve tavrımızı da belirlemektedir. ��� Seçimler çeşitli burjuva klikleri arasındaki kamplaşma ve çatışmanın alabildiğine sertleşerek geliştiği bir ortam içinde yapılacak. Bu ortam içinde devrimciler işçi sınıfının bağımsız siyasi hareketini yaratma yolunda mücadelelerini yükseltmelidirler. Bu doğrultuda faşizme karşı mücadele yükseltilmeli, bütün anti - faşist halk hareketlerinin en ön safında yer alınmalı; devrimci düşünceleri emekçi halk yığınları içinde yaymak, kitleler içindeki mevcut ilişkileri derinleştirmek ve yeni bağlar kurmak için çalışılmalıdır. ��� Burada önemle hatırlanması gereken bir şey çalışmalarda geniş yığınlara yönelik genel ajitasyonla yetinmemek, kadro ilişkileri kurmaya, bilinçlendirmeye yönelik çalışmaları esas almaktır. Bu partileşme sürecinde kitle çalışmaları içinde kadro çalışmasını esas almanın bir gereği olarak kavranmalıdır. Mücadelenin, bağımsız bir siyasi hareketin, proletaryanın savaşçı örgütünün yaratılması yolunda yükseltilmesi ancak bu şekilde bir çalışma anlayışı ile mümkün olabilir. Devrimcilerin seçimler sırasında da esas meselesi budur. ��� Seçimlerde CHP ve TİP gibi ilerici demokratik görünümdeki burjuva partilerin desteklenmesi tavrı devrimciler açısından söz konusu olamaz.(*) ��� Ülkemizdeki egemen sınıf klikleri arasındaki çatışmalar CHP’nin ilerici ve demokratik bir görüntü altında egemen sınıfların mevcut siyasi iktidarlarına düzen sınırları içinde bir ‘alternatif’ olarak ortaya çıkmasına yolaçmıştır. Bugün geniş emekçi yığınlarının bu reformist ‘alternatife’ bağladıkları ‘umut’ devrimci hareket açısından, işçi sınıfının bağımsız siyasetinin emekçi yığınlar tarafından benimsenmesi sorunu

Page 19: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  18  

açısından en önemli engellerden bir tanesidir. Ülkemizdeki işçi sınıfının mesleki - sendikal örgütlerinde belirli bir etkinliğe sahip revizyonist akımların (faşizm tehlikesini ortadan kaldıracağı ve ‘ileri bir demokrasi’ getireceği gerekçesi ile) takip ettikleri CHP’yi destekleme siyaseti bu durumun önemini bir kat daha arttırmaktadır. ��� Devrimciler ne böyle "ileri demokrasi" gibi burjuva yalanları ve safsatalarıyla emekçi halkın aldatılmasına göz yumabilirler, ne de sahte bir "kurtuluş umudu" yaratılarak emekçi yığınların düzene otan tepkilerinin pasifize edilmesine... ��� Bu nedenle seçimlerde devrimciler CHP’nin ekonomik ve siyasi programının burjuva muhtevasını açıklamak için çalışmalıdırlar. Bir CHP iktidarının dahi emekçi yığınların kendi kurtuluşunu sağlamaya yetmeyeceğini, bunun işçi sınıfının ve emekçi halkın siyasi iktidarına yönelik bağımsız hareketi yoluyla gerçekleşebileceği ve yine bunun ancak DEVRİMCİ BİR YOLDAN gerçekleşebileceği yığınlara hiç usanmadan anlatılmalıdır. Ülkemizde reformist bir burjuva iktidarı döneminin yaşanması ihtimalinin söz konusu olabilmesi böyle bir ajitasyonun önemini bir kez daha arttırmaktadır. Egemen sınıflar CHP’yi bir sosyalist alternatif gibi göstererek, onun tutarsız programında bir bakıma sosyalizmi mahkum etmek istemektedirler. ��� Ne var ki, CHP’nin desteklenilmemesi ve onun burjuva muhtevasının açıklaması şeklindeki bir politika genel olarak CHP’ye oy verilmemesi çağrısı yapılması şeklinde anlaşılmamalıdır. Devrimciler CHP’ye oy verdirtmemek için özel bir gayret sarfetmeyecek, esas olarak, AP, MHP gibi faşizmin temel dayanağı otan partileri tecrit etmeye çalışacak, bu arada CHP’ye oy veren kitlelere CHP konusundaki görüşlerimizi açıklayacaklardır. ��� Bugün CHP tabanında önemli bir anti-faşist potansiyel yer almaktadır. Bu, tabandaki emekçi unsurlar arasındaki anti-faşist eğilimle birleşmeli ve onların faşizme karşı her eyleminin yanında yer almalıyız. ��� CHP yöneticileri bunu önlemek için oldukça büyük bir gayret sarfetmekte özellikle mitinglerde gençlik kollarını çeşitli bahanelerle devrimcilerin üzerine saldırtmaktadırlar. Özellikle "Halklara Özgürlük" sloganı vesile edilmektedir. Tekrar belirtelim ki, devrimciler herhangi bir anti-faşist ittifak sorunu olarak oligarşinin milli baskı siyasetine karşı mücadeleden vazgeçmezler. Kürt ulusu üzerindeki milli baskı siyaseti oligarşinin faşist siyasetlerinden en başta gelenlerinden birisidir. Anti-faşist mücadelede ittifakları parçalamamak için, halkların özgürlüğünü savunmaktan vazgeçilemez. Bu yüzden halklara özgürlük sloganının atılmasından vazgeçilemez. ��� Ancak CHP mitinglerinde ne bu sloganın ne de diğerlerinin atılması mitingin sabote edilmeye çalışıldığı şeklinde bir görüntüye meydan verecek şekilde olmamalıdır. Bundan önceki bu gibi bazı durumlarda örneğin, sürekli olarak ve tek başına bu sloganın söylenmesi böyle bir görüntüye yolaçabilmiş, CHP yöneticilerinin bu durumu bir yandan devrimcileri tecrit etmek bir yandan da egemen güçlere şirin görünmek için kullanmalarına zemin hazırlayabilmiştir. Unutulmamalıdır ki, slogan atılması işin sadece bir yanıdır. Bir kalabalık içinde devrimci sloganları haykırmak yığınların o sloganların ifade ettiği fikri kabul etmelerine yetmez. Devrimci sloganlarımızı kararlılıkla haykırmak, siyasi çalışmalarımızın sadece bir tanesidir. CHP yöneticilerince tezgahlanacak bu tür provokasyonlara gelinmemeli ve CHP tabanındaki anti - faşist ilerici unsurlarla faşizme karşı omuz omuza mücadele edilmesi için dikkatli ve sabırlı bir çalışma sürdürülmelidir. Bu yolda kime yönelirse yönelsin, bütün faşist saldırılara karşı en aktif bir şekilde karşı çıkılmalıdır. ��� Sonuç olarak seçimler, faşizme karşı yürüteceğimiz mücadelenin proletaryanın bağımsız, devrimci siyasi hareketinin yaratılması doğrultusunda yükseltileceği bir platform olarak kavranılmalıdır.

(*) İşçi sınıfının sosyalist partisi olma iddiasını taşıyan TİP gerçekte küçük burjuva reformist bir akım hüviyeti gösteriyor. Burada TİP'in incelenmesine girecek değiliz. bugünki koşullarda böyle bir partinin desteklenmesi söz konusu olamaz.

Page 20: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  19  

Artan Provokasyon ve Saldırılar Egemen Sınıfların Seçimler Politikasını Açığa Çıkarıyor

DY Sayı:2, 15 Mayıs 1977

ÖNCE, Niksar, Şiran ve Erzincan olayları,

Page 21: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  20  

Sonra KANLI BİR MAYIS KATLİAMI...

5 Haziran seçimlerine yaklaşırken ülkemiz hızla ve yeniden tam bir siyasi karışıklıklar ortamına sürükleniyor. Artan tertip ve saldırılar, yoğunlaşan baskılar, artık günlük ve sıradan bir olay haline getirilmeye çalışılan faşist cinayetlerle, tam bir iç savaş ortamı. ���Şimdi hemen herkes gerek Ecevit’in mitinglerine karşı arka arkaya Niksar, Şiran ve Erzincan’da düzenlenen saldırıların gerekse Bir Mayıs katliamının arkasında egemen güçlerin yeni bir oyununun bulunduğu kanısını paylaşıyor. Bütün bu tertip ve olayların birbirleriyle ilişkili olduğu ve aynı faşist politikanın bir parçası olduğu genel bir kanı haline geldi:

Peki, bütün bu tertip ve saldırıların amacı nedir? Ne yapılmak isteniyor? Bir faşist darbe mi, yığınların sandık başına gitmelerini engellemek ve CHP’nin iktidara gelmesini önlemek için korku ve yılgınlık havası yaratmak mı?

***

BUGÜN kanlı faşist saldırıları ve gelişen olayları sadece egemen güçlerin, CHP’nin iktidara gelmesini önlemeye çalışmaları şeklinde görmek doğru değildir. Bu, gerçekte olayların ve mücadelenin karmaşıklığını (girift yapısını) değerlendirmeyen yüzeysel ve eksik bir yaklaşım olur.

Herşeyden önce egemen güçler derken, karşımızda homojen ve uyumluluk içinde bir cephenin söz konusu olmadığı gözönünde bulundurulmalıdır. Oligarşi dediğimiz ülkemizdeki iktidarı paylaşan egemen güçler topluluğu, köklü uyuşmazlıklar nedeniyle, tarihi olarak parçalanmış durumdadır. Emperyalizmin gözde müttefiki tekelci burjuvazi siyasi iktidarını kendi gelişmesine ayak bağı olan, toprak ağaları ve tefeci tüccarlara taviz vererek sağlayabiliyor; ama ekonomik ve siyasal sorunların yoğunlaşmasıyla buhranın derinleşmesiyle tavizlere katlanamaz hale geliyor. Buna tekelci gruplararası çatışmaların da keskinleşmesi eklenince oligarşi içi çatışmaların doğurduğu siyasi krizler meydana geliyor. Ülkemiz esas olarak bu nedenle 7-8 yıldır (12 Mart’tan bu yana) siyasi istikrarsızlık ortamı içindedir.

Bunun yanında emperyalist güçleri de tek ve uyumlu bir cephe olarak düşünmemek gerekir. Ülkemizdeki çeşitli burjuva klikleri kendi çıkarları doğrultusunda emperyalist tekel grupları ile ilişkiler içerisindeler. Tabii başta ABD olmak üzere emperyalist güçler de ülkemizdeki siyasal gelişmeler karşısında farklı politik tutum ve ilişkiler içindedirler.

Şimdi, içinde bulunulan ekonomik ve siyasi sorunları çözemeyen egemen güçler bir erken seçimle çare aramaya koyulmuşken, birbirleriyle çatışmalı tüm burjuva klikleri seçim sonuçlarını ve seçim öncesi ve sonrası siyasal gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda etkileyebilmek için olanca güçlerini ortaya koyuyorlar. Bu amaçla iç ve dış tüm çıkar çevreleri, siyasi mücadele arenasında gizli-açık tüm güçleri (basını, parasal güçleri, ajanları ve gizli örgütleri) ile yerlerini alıyorlar.

İşte, ülkemizdeki siyasal gelişmeleri ve olayları yorumlarken çeşitli faşist saldırı ve tertipleri değerlendirirken, bu durum; yani seçimlerin çeşitli burjuva klikleri arasındaki mücadelenin, çatışmaların bir platformu olduğu unutulmamalıdır. Olaylar emekçi halk

Page 22: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  21  

yığınlarının egemen güçlere karşı sürdürdüğü kendiliğinden nitelikli çatışma kadar, egemen sınıf klikleri arasındaki çatışmalar da dikkate alınarak değerlendirilmelidir.

GEREK ABD emperyalizmi gerekse onun ülkemizde gözde müttefiki durumundaki yerli tekelci burjuvazi uzun bir süredir istikrarlı bir siyasi iktidar oluşturamamışlardır. l2 Mart hükümetleri biçimindeki çözümleri de kalıcı kılamadılar. CİA’sı, Kontr-Gerillası (onun sivil kolu olan Ülkü Ocakları) ve MİT’i ile bu boşluğun yarattığı sorunları çözmek için sahnededirler. Faşist terör kampanyası onların politikalarının en can alıcı noktasını oluşturur. Ecevit hükümetinin hemen ertesinde başlatılan faşist terör ve cinayetler kampanyası ile bir yandan bir açık faşizme geçiş ortamı sürekli canlı tutulabilmiş, bir yandan da yukarıdan aşağı doğru örgütlendirilen uygulamalarla faşizme daha geniş bir kitle temeli oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu suretle, bir yanda bir faşist darbe ortamı sürekli gündemde tutularak, CHP ve destekcilerini (DİSK, TİP, TSİP vb.) sözde demokrasiyi korumak için pasifize edebilmişler, faşist cinayetlerin bir seyircisi durumuna düşürerek anti-faşist devrimci mücadelenin karşısına bir engel haline getirebilmişler ve geniş emekçi yığınları uygulanılan faşist terör politikası ile baskı altında tutabilmişlerdir. Öte yandan yine bu sayede birbirleriyle çelişmeli egemen sınıf kliklerini bir arada tutarak bu cılız yapı ile siyasi iktidarlarını sürdürebilmişlerdir. ���Egemen sınıfların aradığı (iç çelişmelerini, ekonomik ve siyasi sorunları çözebilecek) istikrarlı bir siyasi iktidar, bu gün de olanak dışı görünüyor.

Gerek ABD’nin gerekse yerli tekelci burjuvazinin büyük bölümlerinin tercihi esas olarak tek başına veya MSP’siz bir sağ koalisyonla sağlanacak bir AP iktidarı. MSP’nin parçalanılması, toprak ağaları ve tefeci tüccarların AP’de toplanmaya çalışılması ve ABD’nin ve yerli tekellerin görülür - görülmez destekleri ile sağlanılmaya çalışılmasına rağmen bu sonuç bugün için "elde edilemez" durumda...

CHP bir kısım iç ve dış tekellerin desteğini sağlamasına rağmen, tekelci burjuvazinin geniş kesimleri tarafından "güvenilir" kabul edilmiyor.

Ecevit, Korutürk ile görüştükten sonra, İzmir’deki konuşmasında bir AP-CHP iktidarının gerçekleşmesi imkansız bir hayal olduğunu vurgulamaya özel bir önem verdi. Egemen güçlerin aradığı bir siyasi iktidarı oluşturma açısından salt seçimlerin getirebileceği başka bir alternatif zaten söz konusu değil.

***

EMEKÇİ halk açısından seçimler ne ifade ediyor? Bugün seçimlerin bir bütün olarak burjuvazinin aleyhine ve halkın lehine (halktan yana!) olarak değerlendirilebilecek herhangi bir sonucu söz konusu değil. (Seçimlerin egemen sınıfların bir bölümünün lehine, diğer bölümlerinin aleyhine sonuçlarından söz edilebilir ancak. Bu yüzden gelişen olayları genel olarak salt egemen güçlerin CHP iktidarını önlemeye çalışmaları açısından ele almak ve bu açıdan değerlendirmek hatalıdır.) Ama elbette ki seçim sonuçlarının emekçi halk açısından daha çok kötü ve daha az kötü sonuçlarından söz edilebilir. Örneğin, bir CHP iktidarını sağlayacak veya CHP lehine ve AP, MHP aleyhine sonuçlar, diğer sonuçlara göre, göreli olarak daha iyi, ehven-i şer olarak kabul edilebilir. Devrimciler, gündelik siyaset çerçevesinde bu sonuçlara karşı da ilgisiz değildir. Ama devrimciler tavırlarını bu noktada bir ehven-i şer mantığına dayandırmazlar. Ehven-i şer düşüncesi gündelik siyaset çevresinde sıkışıp kalma, reformist hayalleri göreli olarak destekleme anlamına gelir. Sorun, siyasi gelişmeler

Page 23: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  22  

karşısında doğru tavır almak ise bugün bu yolda esas sorun faşizme karşı halkın yanıbaşında yer almaktır.

Sınıflar mücadelesinin olanca karmaşıklığı içinde bir şey bugün açık seçik görülebiliyor. İçinde bulunulan buhran derinleşerek devam edecektir. Seçimler platformunda da (seçimler sırasında ve sonrasında) faşist terör ve cirıayet kampanyası, yalan ve demagojinin desteğinde karşı devrim güçlerinin temel politikası olmaya devam edecek. Hem de daha azgınlaşmış ve yaygınlaştırılmış bir biçimde. Niksar, Şiran, Erzincan ve nihayet kanlı Bir Mayıs Katliamı bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor.

O halde seçimler platformunda devrimci görev, faşizme karşı mücadeleyi yükseltmektir. Kitleleri yıldırmayı, baskı altında tutarak ezmeyi amaçlayan bütün faşist saldırı ve cinayetlere en aktif bir şekilde karşı konulmalıdır. Kime yönelirse yönelsin bütün faşist saldırılara örgütlü bir şekilde, en geniş emekçi yığınlarla birleşerek karşı çıkılmalıdır. Teslimiyetin çare olmadığı kitlelere kavratılmalı, faşizme karşı savaş bilinci ve kararlılığı geniş kitlelere maledilmelidir.

Bugün bağımsız bir siyasi hareketi yaratma yolundaki güncel siyasi görevlerimiz bunlardır. Örgütlü bir kadro hareketinin, devrimci bir hareketi inşa doğrultusunda ilerletilmesinin yolu budur.

***

BİR Mayıs Katliamı faşist terörün ülkemiz tarihinde görülmemiş bir seviyeye ulaştığı, karşı devrim güçlerinin işçi sınıfı ve emekçi halka ağır bir darbe indirdiği bir provokasyondur. Karşı devrim güçlerinin kazandığı bir başarı, devrimci hareket için acı bir yenilgidir. Bu olayın bugün ortaya çıkardığı en önemli durum, bu katliamı solcular arası bir çatışma olarak göstermeye çalışan faşist demagoji ve bu yenilginin yaratacağı yılgınlık ortamıdır.

Şimdi, Bir Mayıs Katliamının, kanlı faşist terörün ve diğer faşist saldırı ve cinayetlerin yaratabileceği teslimiyet ve yılgınlık eğilimlerine karşı mücadele edilmelidir. Şehitlerimizin mücadele anılarından alacağımız bir taze hınç ve inançla, emekçi yığınlara yeniden faşizme karşı devrimci mücadele azmini taşımalıyız. Bir Mayıs Katliamı üzerine yürütülen faşist demagojiyi kitleler içinde geçersiz hale getirmeliyiz. Provokasyona alet olan Marksizm dışı akımları ağır tarihi sorumlulukları ile teşhir etmeli, olay karşısında oligarşinin dilini kullanan ve onların tavrını takınan sözde solcuları mahkum etmeliyiz.

Page 24: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  23  

Tek Yol Devrim

BUGÜN ülkemiz derin bir iktisadi ve siyasi kriz içinde çalkalanıyor.

Yıllardır çeşitli egemen sınıf iktidarlarının sürdürdükleri emperyalist tahakküme dayalı sömürü ve yağma politikaları bugünkü içinden çıkılmaz batağa vardı dayandı. Halkın elindeki herşeyden bir kısmını koparıp almak demek olan devalüasyon getirilip dayatılıyor. Ekonomik sorunlar MC iktidarının dört ay daha dayanamayacağı kadar kötüleşti. Bu yüzden erken seçimler zorunlu hale geldi. Ne var ki, seçimlerin arkasındaki güçler de emekçi ve yoksul halklarımıza sömürü, zulüm ve baskıdan kurtulma umudu vaadetmiyor. Önümüzdeki günler de, bugün pahalılık, işsizlik, yoksulluk ve zulüm altında inleyen emekçi halklarımıza daha fazla sömürü, zulüm ve daha fazla pahalılık, yoksulluk ve baskıdan başka bir şey vaadetmiyor.

Page 25: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  24  

Bugün ülkemizdeki on milyonlarca emekçinin içinde bulunduğu pahalılık, işsizlik, sömürü ve zulüm düzeninden kurtulabilmek için; işçilerimizin, köylülerimizin, memur, öğretmen ve teknik elemanlarımızın, gençliğimizin ve kadınlarımızın daha mutlu bir geleceğini sağlayabilmek; sömürülmeden, ezilmeden, özgürce, korkusuzca yaşayabilecekleri bir düzene kavuşabilmek için, ülkemizin bağımsız ve demokratik bir ülke haline getirilmesi gerekir.

Bunun için;

1 ÜLKEMİZİN emperyalist ülkelerle olan sömürü ve tahakküm ilişkilerinin tümüne son verilmelidir: Tüm ikili antlaşmalar feshedilmelidir. Ülkemiz halklarının emeğinin ve yeraltı - yerüstü kaynaklarının emperyalist sömürü ve talanına son verilmeli, tüm emperyalist ülke ve kurumlara olan borçlar iptal edilmelidir. NATO, CENTO, ORTAK PAZAR, ENERJİ AJANSI gibi emperyalist kurumlardan çıkılmalıdır. Yurdumuzdaki yabancı üsler kapatılmalı ve yabancı asker ve teknik görevli adındaki ajanlar kovulmalıdır. ���2 İŞÇİLERİN üzerindeki sendikalaşmayı, sendika seçimi ve serbestçe mücadele yürütülmesini önleyen bütün baskılar kaldırılmalı, kadın-erkek ayrımı gözetmeksizin eşit işe eşit ücret ödenmelidir. Genel grev hakkı yasallaşmalı, çırakların çalışma süresi 6 saate düşürülmeli, işsizlik önlenmelidir. ���3 TOPRAK ağalarının elindeki tüm topraklara el konularak topraksız ve az topraklı yoksul köylülere dağıtılmalıdır. Yoksul köylülerin tefecilere ve bankalara olan tüm borçları iptal edilmeli, küçük üretici köylülerimizin emeğinin karşılığını alabilmelerini sağlayacak ve onlara teknik ve kredi olanakları sağlayacak, üretici kooperatiflerini geliştirecek önlemler alınmalıdır. ���4 KADINLARlN ekonomik bağımlılığını ve kadın-erkek eşitsizliğini ortadan kaldıracak maddi ortam yaratılmalı, çalışan kadınların sorunlarının çözülmesine yönelik önlemler getirilmelidir. ���5 HALKIN temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ekonomik tedbir ve yatıtrımlar gündeme getirilmelidir. Bankalar, sigorta şirketleri, tüm mali kurumlar, dış ticaret, yerli ve yabancı tekeller emekçi halk iktidarı tarafından devletleştirilmelidir. Kır ve şehirler arasındaki farklı ekonomik, sosyal ve kültürel yapıya son verilmelidir. ���6 BUGÜNKÜ devlet yapısı içindeki tüm faşist yasa ve kurumlar, MİT, Kontr - Gerilla ve onun sivil kolu olan faşist Ülkü Ocakları ve toplum polisi teşkilatları dağıtılmalıdır. Faşist işkence ve cinayet şebekelerinin elebaşıları cezalandırılmalıdır. ���7 KÜRT ulusu üzerindeki şöven, faşist baskılar kaldırılmalıdır. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin serbestisi kayıtsız şartsız tanınmalı, ulusal - demokratik kültürel özgürlükleri sağlanmalıdır. Tüm ulusal azınlıklara kendi dillerini kullanma ve kültürlerini geliştirme özgürlükleri tanınmalıdır. ���8 EĞİTİM, sağlık gibi tüm kamu hizmetleri toplumsal ihtiyaçları karşılayacak biçimde devlet tarafından gerçekleştirilmelidir. Gerici, şövenist ve bugünkü bozuk ekonomik ve sosyal düzenin eleman ihtiyacını yetiştirmeye yönelik eğitim sistemi değiştirilmeli, ekonomik ve toplumsal sistemin bütün toplumun çıkarları doğrultusunda geliştirilmesini sağlayacak devrimci bir eğitim ve kültür politikası uygulanmalıdır. Gençliğin öğrenim özgürlüğü ve can güvenliğini sağlayacak demokratik bir eğitim düzeni gerçekleştirilmelidir. Okul çağındaki çocukların çalıştırılması yasaklanmalı, temel eğitim yasal güvence altına alınmalıdır.

İŞTE emekçi yoksul halklarımızın kurtuluçu için yapılması gereken başlıca şeyler bunlardır. Bütün bunların tamamı gerçekleştirilmeden işçilerin, köylülerin ve tüm emekçilerin sömürüsüz, soygunsuz, mutlu ve aydınlık geleceğinden sözetmek imkansızdır. Ve ancak halkımızın bu temel taleplerinin tamamı yerine getirildiği takdirde insanın insanı ezmediği, halkların kardeşçe ve özgürce yaşadığı ve faşist baskı ve zulmün yok olduğu bir geleceğe yönelmek mümkündür.

Page 26: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  25  

Bütün bu talepleri ise ancak ve ancak bugünkü egemen güçler ittifakının oligarşik diktatörlüğünün yıkılması ve onun yerine bütün halkın demokratik iktidarının kurutması ile yerine getirmek mümkündür. Bütün iktidar gücü egemen sınıfların ve halk düşmanlarının değil, işçi sınıfının önderliğindeki tüm emekçi halkın elinde olmalıdır.

Bunun, yani egemen sınıfların diktatörlüğü yerine bütün bir halkın demokratik iktidarını kurmanın tek yolu ise DEVRİM’dir.

Bugün, halkımızın içinde bulunduğu sömürü, zulüm ve soygun düzeninden, emperyalist sömürü ve talandan, faşist baskı ve terörden kurtulabilmesi için, bu yüzden TEK YOL DEVRİMDİR.

İşçilerin, köylülerin ve tüm emekçi halklarımızın demokratik iktidarını, demokratik halk iktidarını kurmak için TEK YOL DEVRİM’dir ve DEVRİM ancak uzun, çetin ve dolambaçlı bir halk savaşından geçilerek, devrimci bir yoldan gerçekleştirilecektir.

Hayatla Ölümü, Özgürlük Talebiyle Zulüm ve Baskıyı, İnsanca Yaşama Özlemiyle Daha Çok Sömürme Hırsını Uzlaştırmak Mümkün mü?

DY, Sayı: 4, 15 Haziran 1977 SEÇİMLERDEN sonra bir çeşit geçiş dönemi yaşanıyor. Gelişmelerin doğrultusuna ilişkin genel bazı belirtilerin ortaya çıkmasına rağmen somut siyasal çözümler biçiminde bir netlik henüz ortaya çıkmadı. Seçimlerden önceki ikinci sayımızda, seçimlerin oligarşinin aradığı bir siyasi istikrarı sağlayabilecek şekilde sonuçlanmasının olanaksızlığı vurgulanmıştı. Şimdi parlamentonun bilinen görünümü altında oligarşi çare aramaya devam ediyor. Çeşitli burjuva klikleri ve emperyalist mihraklar seçimler sonrasındaki gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek için her türlü yöntemi kullanmak suretiyle çabalarını sürdürüyorlar. Bu arada netleşen bir olgu MSP’siz bir sağ hükümet kurmanın olanaksızlığı durumu çerçevesinde, egemen çevrelerin "umudunun" geniş ölçüde, kontrol altındaki bir CHP hükümetine yönelmiş olmasıdır. Bu durum özellikle, seçimlerden bir süre önce meydana gelen ve çarpıcı olaylarla (ordudaki tasfiyeler, suikast girişimi ihbarları v.b.) su yüzüne çıkan bir gelişmedir.

Bu gelişme ilginç bir durumu da beraberinde getirdi. Şimdi emperyalist mihraklardan Cumhurbaşkanına, iş çevrelerinden büyük tirajlı - ikramiyeli basınımıza kadar tüm iç

Page 27: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  26  

ve dış "etkili ve yetkili" çevreler "Umudumuz Ecevit" diyorlar. Tıpkı bu egemen çevrelerin ağır baskı, sömürüsü altında inleyen, düzene belirli bir tepki duyan ve fakat, siyasal gerçekleri yeteri kadar kavrayamamış, CHP’den kurtuluş bekleyen milyonlarca emekçi halkın evlat acısıyla, özgürlük umuduyla, pahalılık, işsizlik ve baskıdan kurtulma umuduyla söylediği gibi...

Egemen çevrelerin ne istedikleri hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Cumhurbaşkanı, Ecevit’e hükümet kurma görevini verirken, bir cümleyle özetleyiverdi:

"Erken seçime gidilmesini zorunlu hale getiren iç ve dış sorunları çözmek."

Bu sorunların ne olduğu ise çok iyi biliniyor. Oligarşinin karşı karşıya bulunduğu ekonomik ve siyasal sorunları çözmek ve içinde bulunulan krizi bir ölçüde de olsa hafifletebilmek: Tartışmasız emekçi halkın umduklarının tam tersi.

Bugün egemen sınıflarla emekçi halk yığınlarının çıkarlarını uzlaştırmak mümkün olmadığına göre, Ecevit ne yapabilir? ���Hayatla ölümü, özgürlük talebiyle zulüm ve baskıyı, insanca yaşama özlemiyle daha çok sömürme hırsını uzlaştırmak mümkün müdür?

MC Çetesinin Çabaları Boşunadır! Zafer Emekçi Halkın Faşizme Karşı Devrimci Mücadelesinin Olacaktır

DY, Sayı: 5, 1 Temmuz 1977 OLİGARŞİK diktatörlüğün karşılaştığı sorunların çözümünün MC ile olanaksız hale gelmesi sonucu yapılmış olan erken seçimlerin bilinen sonuçları çerçevesinde, kriz derinleşerek sürüyor. Emperyalist mihrakların ve tekelci çevrelerin önemli kesimlerinin, MC topluluğunun kendi iç tutarsızlıkları sonucu, sorunlara yeterli bir çözüm getiremeyecek olması nedeniyle, kontrollü ve bıçak üstünde bir CHP hükümetine umut bağlamalarına karşılık, MC güçleri CHP hükümetinin güvenoyu alamaması için uğraşmışlar ve başarmışlardır. 2,5 yıldır, egemen sınıflar adına, onların insafsız bir sömürü düzenini sürdürebilmeleri adına, baskı, zulüm, işkence ve cinayetlerden oluşan faşist politikaların uygulayıcılığını yüklenen MC çetesi -bir süre için de olsa- efendileri tarafından terkedilmiş bir durumun içine düşmüşlerdir. Onlar, böyle bir durumda insiyatifi kendi ellerinden çıkarmamak için direndiler, bir bakıma yapabilecekleri tek şeyi yaptılar: Kumar oynadılar. Kazasnıp kazanmadıkları ise, güvenoyu sonuçlarına göre değil, daha uzunca bir süreç içinde ortaya çıkacak.

MC çetesinin, temsil ettikleri sınıfların açık tavırlarına rağmen ve o’na "karşı" bir eylemin içine girmeleri şaşırtıcı bulunmamalıdır. Sınıfların objektif gereklere dayanan tercihleri, her zaman, sınıf siyasetçilerinin tercih ve eylemleri ile çakışmaz. Ve bazan da işte böyle, ters görünümlü gelişmelerin ortaya çıkması olanaklıdır. Bu, bir bakıma, siyasetin göreli bağımsızlığının bir ifadesidir. ���Bu durumda, şimdi, ne olacaktır? Bugünün sorusu budur. Açık olarak ortada olan bir şey var ki, -şimdi artık, AP, MHP ve MSP’den oluşan- MC topluluğunun bugünkü sorunlara bir "çare" getirebilmeleri olanağının bulunmayışı nedeniyle hükümet şansları zayıftır. Bilindiği gibi, bu olanaksızlığı yaratan temel olgu -kapitalizmin gelişmesinin ve fakat prekapitalist

Page 28: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  27  

unsurların tasfiye edilmemesinin bir sonucu olarak- ülkemizde egemen sınıf kliklerinin kendi aralarındaki çelişmelerin yoğunlaşması, yani oligarşi içi çatlamalardır. Ülkedeki krizin derinleşmesiyle, ekonomik ve siyasi sorunlar yoğunlaştıkça, sorunların belirli bir doğrultudaki çözümleri, zorlayıcı bir biçimde dayattıkça, oligarşi içindeki çatlamaların bir iktidar krizine yolaçması, yönetemez hale gelmeleri kaçınılmaz hale geliyor; sistemin olağanüstü - zorlayıcı - yöntemlere yönelmesi zorunlu hale geliyor. 12 Mart dönemi, bu durumun tipik bir örneği.

İçinde bulunduğumuz koşullarda da belirli farklılıklarla beraber böyle bir durumun sözkonusu olduğu söylenebilir. Ekonomik ve siyasi sorunların çözümü -sistemin işleyişinin devamı açısından- zorunlu bir önkoşul haline geldi. Buna karşılık bu sorunların çözümü konusunda oligarşinin içindeki kesimler arasında bir uzlaşma sağlanamıyor. Gerek büyük basından, gerekse diğer tekelci ve emperyalist mihraklardan - "Erbakansız çözüm" diye- yükselen "Atatürkçü" sesler bu çelişkiden kaynaklanıyor. Çağdaş büyük sömürü adına, "çağdışı" sömürücülüğe hayır: İşte "çağdaş Atatürkçülük!"

MC çözümünün geçerli olup olmaması, oligarşi içindeki mevcut çelişmeler nedeniyle halledilmeyen sorunların çözümlerinin ne derece zorunlu hale geldiğine bağlıdır. Eğer sistemin kendisini devam ettirebilmesi, gerçekten, ortadaki sorunların çözümüne sıkı sıkıya bağlı ise, sistemin olağanüstü zorlayıcı yollara yönelmesi kaçınılmaz demektir. Bu ise ülkemiz üzerindeki karanlığın bir kat daha artması, emekçi halkımız üzerindeki baskı, zulüm ve sömürünün bir kat daha çoğalması demektir. Bir kat daha pahalılık, işsizlik ve yoksulluk, bir kat daha zulüm, işkence ve baskı demektir. Faşist güçlerin istediği de bundan başka bir şey değildir. ���Demirel’in oynadığı kumar bu noktada düğümleniyor. O, "zorlayıcı koşulları" Erbakan’dan bazı tavizler koparabilmek için bir baskı aracı olarak kullanmayı, bu yolla geçici bir zaman için de olsa "yeni bir uzlaşma" sağlamayı, bu yolla oluşturabileceği geçici çözümlerle tercihlerin, yeniden kendisine yönelmesini sağlamayı hesaplamaktadır. Demirel’in oynadığı kumar buraya kadardır. Onun mantığına göre, burdan sonrasını zaman halleder.

Bizim hesabımız da tam bu noktada başlar. Zira zaman gerçekte bu soygun ve talan düzeninin yıkıntıları üzerinde emekçi - yoksul halkımızın güçlü kollarıyla inşa edilecek olan bağımsız ve demokratik Türkiye’nin aydınlığından başka bir şey getirmeyecektir.

Page 29: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  28  

FAŞİZME KARŞI MÜCADELE KONUSUNDAKİ TESLİMİYETÇİ VE OPORTÜNİST GÖRÜŞLER İFLAS EDİYOR

Devrimci Yol, Sayı 5, 1 Temmuz 1977

MHP’nin aldığı oylar, faşizmin belirli bir kitle temeli yaratabileceğini ortaya koyuyor. Faşist hareket bu sonuca iki temel taktiği ile ulaşmıştır: terör ve demagoji.

Faşizmin terör ve demagoji üzerine kurulan taktikleri açığa çıkarılmalı; aktif bir mücadele anlayışı ve faşist demagojinin teşhiri ile geçersiz hale getirebilmek doğrultusunda mücadele yoğunlaştırılmalıdır.

ÜLKEMİZDE geçtiğimiz 2.5 yıl içinde 12 Mart döneminden geri kalmayan bir faşist baskı ve terör dönemi yaşandı. Bu dönem çoğunu gençler, öğretmenler ve işçilerin oluşturduğu 250’yi aşkın devrimci ve yurtseverin faşist katiller tarafından öldürüldüğü, binlercesinin yaralandığı, devrimcilerin, ilericilerin ve tüm emekçi halkın ağır bir zulüm, baskı ve işkence altında tutulduğu ve şüphesiz buna uyumlu olarak olağanüstü bir seviyeye ulaşan pahalılık altındaki halkın insafsız bir sömürüye uğratıldığı bir dönem oldu.

Buna karşılık, bir bakıma bu durumun bir sonucu olarak geniş toplum kesimlerinde anti-faşist duyarlılık artmış, büyük bir anti-faşist halk potansiyeli oluşmuştur.

Geçtiğimiz dönem, bu şekildeki bir görüntü içinde, bir iç savaş görüntüsü içinde geçti. Devrimci mücadele anti-faşist bir doğrultuda gelişti.

Yapılan seçimler sonrasında, devrimci hareketin taşıdığı önemli zaaflar, örgütlenme seviyesinin düşüklüğü, 12 Mart dönemi sonrası gibi yılgınlığın yıkıcı etkilerinin güçlü

Page 30: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  29  

olduğu bir dönemde bulunulması, faşizme karşı aktif ve etkili bir mücadele siyasetinin yeterince hayata geçirilememesi gibi bazı nedenlerden ötürü faşizmin belirli bir kitle temeli sağlayabildiğini de ortaya çıkardı.

Devrimci mücadelenin anti-faşist bir doğrultuya esas olarak yükseldiği geçen 2.5 yıllık dönem, özellikle faşizme karşı mücadele konusunda önemli dersler sergilemiştir. Sınıflar mücadelesi oportünist hatalı görüşleri iflas ettiren, Devrimci görüşlerin doğruluğunu kanıtlayan dersler yaratmıştır. Hayat "parlak" "bilimsel" bir cila altındaki her türlü teslimiyetçi ve sınıf uzlaşmacısı tavrı mahkum etmiştir.

MHP’nin aldığı oylar, faşizmin belirli bir kitle temeli yaratabildiğini ortaya koyuyor. Faşist hareket bu sonuca iki temel taktiği ile ulaşmıştır: Faşist terör ve demagoji. Birbirini tamamlayan bu iki temel taktik devrimci hareket tarafından-özellikle oportünist ve teslimiyetçi görüşlerin bozgunculuğu ve devrimci hareketin örgütlenmesindeki eksiklikler nedeniyle- yeterince deşifre edilememiş; etkisizleştirilememiştir.

Faşist terör egemen sınıflar iktidarının cılızlığının bir sonucu olarak özellikle yığınları baskı ve terör altında tutma, pasifize etme amacına yönelik olarak gündeme getirilmektedir. Geniş emekçi halk yığınlarını sömüren bir azınlığın egemenliği altındaki toplumlarda egemen sınıflar genel olarak iki temel yönteme başvururlar. Halk yığınları ya kendilerine tanınan tavizler yoluyla "barışçıl" bir yönetime "razı" edilir, ya da baskı ve terör altında tutularak doğrudan bir diktatörlük altında tutulur.

Ülkemizde egemen sınıflar iktidarı zayıf bir ekonomik temel üzerinde yükselmektedir. Yönetimi toprak ağaları ve tefeci bezirganların en irileri ile birlikte bu şekildeki çelişkili bir ittifaka dayanarak elinde tutan, emperyalizmin bir uzantısı biçimindeki cılız tekelci burjuvazi, geniş yığınlara ekonomik tavizler tanıyabilecek bir özelliğe sahip değildir. Ülkemiz ekonomisi, dışa bağlı, çarpık yapısıyla sürekli bir kriz içindedir. Bu yapının zorunlu bir sonucu, egemen sınıfların geniş emekçi halk yığınları üzerinde sürekli bir baskı ve terör politikasına dayanmak durumunda olmasıdır. Sıkıyönetim terörü de, polis-jandarma terörü de MHP’li komandoların terörü de bu aynı egemen güç politikasının parçalarıdır. Hepsi de egemen sınıftarın yönetiminin birer araçları olarak gündeme getirilmektedir.

MHP’li komandoların sürdürdüğü faşist terörün ayırdedici yanı, onun faşizme belirli bir kitle temeli oluşturma amacına da hizmet etmesidir. Bir yandan faşist terör aracılığı ile toplumsal muhalefet bastırılmakta, diğer yandan yine bu yolla yaratılan ortam içinde faşist ideolojinin yaygınlaştırılması olanakları elde edilmektedir. Faşist terör bu noktada bir tehdit ve korkutma aracı olarak kullanılmaktadır; "haraç" alma yoluyla beslenerek, gittikçe yaygınlaşan işsizliğin ortaya çıkardığı lumpen unsurların örgütlendirilmesini hızlandıran bir rol oynamaktadır.

İşte, geçilen dönem içinde faşist yayılma aracı olarak yaygın bir şekilde gündeme getirilen ve oligarşik diktatörlüğün faşist karakterinden kaynaklanan "faşist terör" karşısında aktif bir anti-faşist mücadele anlayışı zorunlu idi. Ancak bu şekildeki bir aktif-savunma anlayışı faşist sürülerin saldırılarını bir çapulcu bozgununa dönüştürebilirdi. Faşizmin oyununu bozacak olan, devrimci taktik, aktif bir savunma anlayışı temeli üzerinde yükselmek zorundaydı.

Page 31: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  30  

Tüm oportünist fraksiyonlar bu anlayışın karşısına durmada birleştiler. Faşist terör ve saldınlar karşısında, faşizme karşı mücadele konusunda somut program ve taktikler oluşturma yerine faşizm konusundaki kavram tartışmalarını ısrarla ön planda tutarlarken, pratikte faşizme karşı teslimiyetten başka birşey savunmadılar ve yapmadılar.

Faşistler okulları işgal edip, faşistleştirmek için saldırıyor; oportünistler bunun bir "oyun" olduğunu, maksatlarının sıkıyönetim ilan etmek için gerekçe oluşturmak olduğunu, saldır· ganları polisle karşı karşıya bırakmak gerektiğini ileri sürüyor, devrimcilere goşist, vb. diye küfrediyorlardı. Oligarşi köpeklerini saldırtıyor, oportünistler, devrimcilerin ve halkın ellerini bağlamaya çalışıyorlar, Seydişehir’i, Tariş’i faşistlere terkediyorlardı.

"Kitle"si, "Yürüyüş"ü vb. ile tüm oportünist-revizyonist yayınlar, "provokasyona, oyuna gelmemeli" diye diye, (olay çıkmasın diye okulların kapatılmasını bile savunarak) faşizmin ekmeğine yağ süren bir teslimiyet politikasını gütmüşlerdir. Faşizme karşı mücadele bir sıkıyönetim (ya da askeri darbeyi) önleme sorunu olarak konulmuş, sürekli olarak ileriye sürülen "demokrasiyi koruma" safsataları devrimci saflarda hava bulandırmaya yarayan bir bozgunculuktan başka bir işe yaramamıştır.

Kimileri de bu işi, "önce faşizmi doğru tanımlamak lazım, bu işi benden başka kimse bilemiyor" diyerek soyut tanımlamalar üzerine abuk sabuk gevezeliklerle uğraşarak yerine getirmiştir. Marksizmin genel doğruları (çoğu kere çarpıtılarak) tekrarlanıp durulmuş; (alıntılar "teorisyen" bayların "derin" bilgilerine tanıklık ederken) ülke çapında sürüp giden faşist teröre karşılık, faşizme karşı mücadele konusunda somut bir şey söyleyemezken, oligarşi, devlet, demokrasi ve faşizm konularına getirdikleri netleşmenin(!) `Türkiye solundaki ayrışmaların temeli haline geldiğini söyleyebilecek bir böbürlenme hummasına tutulmuşlardır. "Sosyal faşizme" ve "sosyal emperyalizme" karşı mücadeleyi esas alanlarıyla birlikte sol hareketin içinde bulunduğu bu durum faşizme karşı mücadelenin tutarlı ve etkin bir şekilde sürdürülmesini önlemiştir.

Gerçekte faşist terör ve sindirme taktiği devrimci bir mücadele anlayışı ile bertaraf edilebilir. Faşist çetelerin saldırgan karakteri arkasında gerçekte inançsız, korkak ve tabansız bir çapulcu sürüsü yer alır. Bu çapulcu sürülerini örgütlendiren şey, kabadayılık özlemi ve intikam duygularıdır. Bu çapulcu saldırıları aktif bir direnmeyle karşılaştığında kolayca bir çapulcu bozgununa dönüşür. Teslimiyet ise ancak ve ancak faşizme kan verir. Korku çare değildir.

Faşizme karşı devrimci bir mücadele anlayışının karşısına dikilen oportünist-teslimiyetçi görüşler mahkum edilmelidir. Faşizme karşı mücadele oportünizme karşı mücadele ile birlikte yürütülmelidir. Faşizmin "faşist terör"den sonra dayandığı ikinci temel taktiği de "faşist demagoji"dir. Faşizm yığınların ezilmişliğini ve yoksulluğunu ifade eden sol sloganlara sahip çıkarak kitleleri etkilemeye çalışmaktadır.

Ü1kemizde kapitalizm, yukardan aşağı bir şekilde, çarpık ve dengesiz bir şekilde gelişmekte olması sonucu sürekli bir kriz içindedir. Ekonomik dengesizlik, egemen sınıf klikleri arasındaki (oligarşi içi) çatışmaların doğurduğu siyasi istikrarsızlık, pahalılığın ve işsizliğin alabildiğine artması, yığınların yoksulluğunun katmerleşmesi, vb. nedenlerle halkın düzene olan tepkilerinin yoğunlaşması ve sosyal uyanışın hızlanması, bütün bunlar sürekli bir kriz yaratmaktadır. Faşizm, klasik örneklerinde

Page 32: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  31  

hep buhran dönemlerinde ortaya çıkar ve gelişme gösterir. Buhranların yarattığı yıkıntı içinde düzene olan tepkileri faşist demagojilerinin de yardımıyla örgütleyerek kitle tabanı elde eder. Ülkemizde eksik ve olgunlaşmamış bir şekilde de olsa sürekli olarak var olan buhranın yarattığı düzene karşı olan tepkiler Devrimci Hareketin örgütlenmesindeki yetersizlik nedeniyle devrimci bir bilinçlenme doğrultusunda kanalize edilememektedir. Faşistler bu yüzden sol sloganlara sahip çıkarak yığınları kendi doğrultularına kanalize etmeye çalışmakta ve bunun için uygun bir ortam bulmaktadırlar.

Faşizme karşı mücadelenin başarıya ulaştırılabilmesi için faşist demagoji açığa çıkarılmalı, faşistlerin yaksul halk yığınlarının düzene karşı olan duygularını istismar etmelerine olanak tanınmamalı, onların tekelci buıjuvazinin ve emperyalizmin uşakları olduğu teşhir edilmelidir.

Faşizmin terör ve demagoji üzerine kurulu taktikleri açığa çıkarılmalı; aktif bir mücadele anlayışı ve faşist demagojiyi teşhir ederek geçersiz hale getirebilme doğrultusundaki mücadele yoğunlaştırılmalıdır.

Bu nokta, faşizme karşı mücadele konusunun devrim sorunu ile birlikte ele alınması gereğinin yeniden vurgulanması gerektiği bir noktadır. Faşist demagojileri açığa çıkararak geçersiz kılabilmek için, devrimci düşüncelerin geniş emekçi halk yığınları içinde yayılmasına ve emekçi halkın faşizme karşı mücadelesini örgütlendirmeye yönelik devrimci mücadelemiz hızlandırılmalıdır.

Faşizme karşı mücadelenin saptırılışının ve onun bir ‘demokrasiyi koruma" safsatasıyla sunuluşunun varıp dayandıği nokta bir CHP iktidarına beI bağlama ve bu yolla faşizmin (Geçici de olsa!) .bir tehlike olmaktan çıkması umududur.

Faşizm konusundaki tumturaklı tartışmaların arkasına gizlenen ham hayaller yıkılmalıdır. Faşizm üIkemizde yukardan aşağıya bir gelişme özelliği göstermektedir. Faşizm mevcut devlet cihazı içinden(ona sahip olan oligarşinin bir özelliği olarak) kaynaklanmakta ve kendisine yığınsal bir temel oluşturmaya çalışarak güçlenme yolları aramaktadır. Faşizm oligarşinin yönetim (egemenlik) zaafının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır: Oligarşik diktatörlük ülkemizin somut koşulları sonucu olarak faşist bir karakter taşımaktadır. Devlet aygıtı içindeki faşist kurumlar yok edilmeden, CIA, MİT, Kontr-gerilla, vb. gibi faşist yuvaların faaliyetleri sona erdirilmeden, faşizm "bir tehlike olmaktan" çıkamaz. CHP kendi sınıfsal karakteri ve "reformcu" yapısı gereği bunları yapamaz. CHP kuyrukçuluğu faşizme karşı mücadeleyi kaçınılmaz bir başarısızlığa sürükler. Faşizme karşı mücadele uzun dönemli bir mücadele olarak kavranılmalıdır.

Faşizme karşı mücadele, bağımsız Devrimci bir hareketin tüm emekçi halkın faşizme karşı mücadelesini örgütlendirmesiyle, devrimcilerin aktif bir anti-faşist direnme anlayışını bu doğrultuyu esas olarak hayata geçirmeleriyle ve oligarşik diktatörlüğün yıkılarak yerine tüm emekçi halkın demokratik iktidarının kurulmasıyla zafere ulaşacaktır.

Faşizme karşı mücadele, Devrimci mücadeleyi ilerletecek, Devrim faşizme karşı mücadeleyi zafere ulaştıracaktır.

Page 33: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  32  

DEVRİMCİLER, GENİŞ HALK YIĞINLARINDA

OLUŞAN DEVRİMCİ VE ANTİ-FAŞİST BİRİKİMLERİ DEVRİMCİ BİR ANLAYIŞLA ÖRGÜTLEME YOLLARINI ARAMALIDIRLAR

Devrimci Yol, Sayı 6, 15 Temmuz 1977 MC’yi yeniden kurabilme çabalarının sürdürüldüğü bu günlerde artık açıkça ortaya çıkan gerçek şudur ki, MC kurulsa da, kurulmasa da toplumumuz içinde bulunduğu kargaşayı yaşamaya devam edecektir. Sistem kendisini devam ettirebilecek önlemleri almakta güçlük çekiyor. Hiçbir sihirbazın değneği bu durumu bir anda değiştirebilecek güce sahip değildir. Çünkü sorunlar sistemin yapısal bozukluklarından gelen köklü nedenlere dayanıyor. "Kargaşa" toplumun içindeki çelişkileri keskinleştiren, toplumdaki kutuplaşmaları ve gerilimi artıran bir özellik gösteriyor.

Egemen sınıfların yönetim zaafları onları giderek daha "saldırgan" bir hale getiriyor. Oligarşi klikleri arasındaki ve oligarşi ile oligarşi dışı güçler ve emekçi halk arasındaki çatışma olanca karmaşıklığı içinde alabildiğine yoğunlaşarak sürüyor ve toplumun bağrında toplumu bir iç savaşa götüren çok güçlü devrimci dinamiklerin oluşmasına neden oluyor.

Bu dinamikler toplumdaki keskinleşen çelişmelerin ve gerilimin "DEVRİMCİ BİR ÇÖZÜMÜ"nün unsurlarını oluşturmaktadır.

Mevcut koşullarda devrimcilere düşen görev bu doğrultuyu tespit edebilmek ve böylesi bir devrimci çözümün subjektif unsurlannı oluşturmak için mücadele etmek olmalıdır: Bağımsız bir devrimci hareketin inşası yolunda, toplumdaki çalkantıların yarattığı devrimci dinamikleri örgütleyerek emekçi yoksul halkın faşizme karşı mücadelesini örgütlendirerek ilerlemek... ���Ülkemizde tüm oportünist-revizyonistlerin reformcu bir iktidara bel bağlama eğilimleri yaymalarına aldanılmamalıdır. Toplumumuzun içinde bulunduğu çelişmelerin egemen sınıflann halka yeni tavizler tanımalarıyla, yani reformcu bir yolla çözülme olanağı yoktur. Egemen sınıflar halka taviz verecek bir durumda değildir. Reformcu bir hükümet de işbaşına gelse faşizm sorununu gündemden kaldıramayacaktır: Sorunlar ancak köklü yollarla çözülebilecektir. Gerilimin keskin çözümlere yönelmesi kaçınılmazdır.

Bugün yaşanılan herşeye bu açıdan bakılmalıdır. Günlük politik gelişmeler içinde bu temel perspektif hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.

Devrimciler işçi sınıfının ve emekçi halkımızın davasının yegane savunucuları olarak devrimci görevlerine sahip çıkmalı, geniş emekçi halk yığınlarında oluşan anti-faşist

Page 34: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  33  

potansiyeli devrimci bir mücadele anlayışı ile örgütleme ve örgütlenme yollarını aramalıdırlar.

Devrimciler eğer kendilerine düşen görevleri yerine getirebilirlerse, ülkemizdeki oluşan gerilimin devrimci bir çözümüne, emekçi yoksul halkımızın aydınlık geleceğine yönelmek mümkündür.

Page 35: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  34  

FAŞİZME KARŞI DEVRİMCİ BİR MÜCADELE ANLAYIŞI ZORUNLUDUR

Devrimci Yol, Sayı 7, 1 Ağustos 1977 ŞİMDİ, artık erken seçim sonrasının "ne olacak?" sorusu ortadan kalktı. Olabilecek olan oldu. MC adeta bir "hilkat garibesi" gibi dirildi. Yeni bir faşist terör dalgası tüm yurdu hızla kaplarken, şu gerçek ortaya çıkmıştır ki; erken seçim faşist MC güçleri için bir "soluk" olmuştur. Mücadele erken seçimin getirdiği parlamento aritmetiğindeki yeni ögelerle birlikte- sürecektir. Bir takım nedenlerden ötürü bazı iç ve dış tekellerin tek başına bir CHP iktidarına yönelmiş olmasına rağmen, MC güçlerinin önce CHP hükümetini engelleyebilmesi ve sonra da güvenoyu alarak hükümeti kurabilmesine ilişkin soruların ötesinde önümüzdeki dönemin sorunları üzerinde durmalıyız. MC'nin yeniden kurulabilmesi olayı oligarşi içi güçler arası mücadelenin bir özel sonucu olduğu kadar sol hareketin kendi tutarsızlıklarıyla da ilgilidir. Bu gün genel olarak sağ eğilimlerin, dağınıklık ve örgütsüzlüğün egemen olduğu sol, çoğunlukla olduğu gibi, seçimler sonrasındaki siyasal gelişmeler karşısında da büyük ölçüde etkisiz, seyirci durumunda kalmıştır. İşçi sınıfı adına siyaset yaptığını iddia eden bir yığın oportünist fraksiyon bildiri ve demeçlerinde "şu şöyle olmalı, bu böyle olmalı" cinsinden, CHP'ye "akıl vermekten" öte gitmeyen bir mücadele sürdürmüşlerdir. Böylesi durumlar için halkımızın dilinde "hariçten gazel okumak" diye pek güzel bir deyim vardır. Her türlü Devrimci Mücadele anlayışını "goşistlik" karalamasının arkasına atan bu tür bir anlayışın ülkedeki siyasal gelişmelere şu veya bu şekilde bir etkide bulunamaması doğaldır. Devrimci Hareketin örgütlenme zaafları bu durumu ülkemiz solu açısından bugün için genel bir doğru haline getirmiştir. Devrimci Müdahale unsuru yaratılmadıkça, sağ oportünizmin ve ekonomizmin batağında kaldıkça kuyrukçuluk kaçınılmazdır. Bir CHP iktidarına ve Ecevit'in yaratacağı harikalara bel bağlamak; o, yeterli beceriyi gösteremeyince düş kırıklığına uğramak, olaylara seyirci kalıp, hariçten gazel okumak kaçınılmazdır. Devrimci bir mücadele anlayışına "goşistlik" diye küfreden bir oportünizmin ise, bir AP-CHP koalisyonunu bile ehven-i şer olarak görmekten öte, varacağı bir yer yoktur.

Devrimcilik ise asla bu değildir!

MC'nin yeniden kurulmasıyla birlikte içi boş "birlik" çağrıları ���"bildiri devrimciliğine son! ", "birleşelim" yaygaraları ve "Ulusal Demokratik Cephe" maskaralıkları ortalığı kapladı. Bütün bunların bir tek olumlu anlamı vardır; o da ülkemizde sınıf mücadelesinin geldiği yerde, artık oportünistliğin bile bugüne değin yapılageldiği biçimde sürdürülemez hale geldiğinin ortaya çıkmasıdır. ötesi "bildiri devrimciliğine son!" diye bir "bildiriciliğin" icadedilmesinden, "cephe" ve "birlik" kavramlarının yozlaştırılmasından başka birşey değildir.

Oysa, Devrimci bir birlik sorunu, faşizme karşı devrimci bir anti-faşist cephe sorunu, bugün gerçekten önemle üzerinde durulması gereken bir sorundur. Devrimci bir cephe sorununun, POLİTİKA gazetesinin yayın müdürünün, gazeteye gelen bildirileri alt alta toplayarak yayınlamasmdan başka bir şey olmayan "UDC" maskaralığı ile hiçbir

Page 36: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  35  

ilgisinin olmadığı ortadadır. MC, çözümü güç sorunlarla karşı karşıyadır. Demirel, MSP ve MHP'ye büyük tavizler vermekten çekinmemiştir. MC adeta bir iç savaş hiikümeti olarak kurulmuştur.

MC'nin karşı karşıya bulunduğu zorluklar sonucu onun kolayca ve kendiliğinden yıkılacağı sanılmamalıdır. Gerici bir iktidarın Devrimci bir mücadele ile altedilmesi ise herşeyden önce Devrimci bir iktidar altenatifinin yaratılmasını gerektirir. Bu olmadan, faşizme karşı mücadelenin zafere ulaşması beklenemez. Bu nedenle bugünkü koşullarda "genel grev" yoluyla mücadelenin başarıya ulaşabileceği hayallerine kapılınmamalıdır.

Bununla asla "genel grev"e taraftar olmadığımızı söylemiyoruz. Bugünkü koşullarda, geniş emekçi yığınlarını Devrimci insiyatifini geliştirecek bir genel grev, faşizme karşı mücadele açısından da önemli ve ileri bir gelişme olacaktır. Devrimciler bu önemli eylemi işçi sınıfının bağımsız siyasi hareketinin, onun devrimci partisinin inşaası doğrultusunda kavrayacak ve geliştirmek için mücadele edeceklerdir.

Yeni MC döneminin halka karşı yeni bir saldırı, tertip ve baskı dönemi olacağından kuşku duyulamaz. Faşist güçler, kriz derinleştikçe saldınlarını artıracaklardır.

Faşizme karşı doğru ve devrimci bir mücadele anlayışının etrafında tüm halk güçlerinin mücadele birliğini gerçekleştirmek zorunludur.

Faşizme karşı mücadele bir iktidar alternatifini zorunlu kılar. Faşizme karşı mücadele iktidar mücadelesinden ayrı düşünülemez. Ülkemizde anti-faşist bir iktidar alternatifı bir demokratik halk iktidarı olabilir. Bugün Devrimci mücadele böyle bir aşamada değildir. Bu durumda yapılacak olan buna bakıp bir CHP'li hükümete bel bağlamak değildir. Reformist bir harekete bel bağlama ülkemizde anti-faşist mücadelenin başarısızlığını kaçınılmaz kılar. Bugün yapılması gereken emekçi halkın iktidar mücadelesinin bir aracı olarak bağımsız bir devrimci siyasi hareketin yaratılmasını esas alarak mücadele etmektir.

Bu, Devrimcilerin faşizme karşı mücadelede SAVUNMA durumunda bulunmaları demektir. Bugün faşizme karşı mücadelede (pasif ve durağan olmayan) devrimci bir savunma çizgisi asla terkedilmemelidir. Faşist terörün etkisizleştirilmesi için, faşist demagojiyi açığa çıkararak, tüm emekçi halkın anti-faşist mücadeledeki omuz omuza mücadele ve dayanışmasını sağlamak için çaba harcamalıyız. Her mahallede, her iş yerinde, her bölgede tüm halkı birleştirmek için mücadele etmeliyiz.

Faşizmi böyle bir Devrimci mücadele anlayışıyla ezeceğiz.

MC'NİN SOSYAL VE SİYASAL "TEDBİR"LERİ:

Page 37: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  36  

PAHALILIK, YOKSULLUK VE ZULÜM

Devrimci Yol, Sayı: 8,1 Eylül 1977

YENİ MC'nin kuruluşundan bu yana gelişen olaylar; Hürriyet ve Günaydın gazetelerinin hergün manşetlerinde patlattıklan bombalar; bunu CHP'nin "güvenoyu verdiği" Korkut Özal'ın Nihat Erim'vari "anarşiyi önleme" operasyonlarını izlemesi; baskın, arama tarama ve kanlı operasyonların birbirini takipetmesi, yani devlet terörünün yoğunlaştırılması ve faşizmin namussuzca bir yalancılığından başka birşey olmayan demagojisinin artması... Bütün bunlar yeni dönemin gelişme yönünü ve özelliklerini ortaya çıkarmaktadır. İktidar çözülmesi güç sorunlarla karşı karşıyadır. Bir ''iflas" içindeki ekonomi, döviz krizi, enerji krizi, hammadde krizi ile birlikte, yokluğu, pahalılığı, zamları getirdi dayattı. Hükümet şimdi bu "sosyal tedbirleri"(!) hazırlıyor. Ekonomik gelışmelerin, pahalılık, işsizlik ve yoksulluğun artmasının sosyal hoşnutsuzluklara yol açması, yığınların düzene olan hoşnutsuzluklarının artması kaçınılmazdır. Bu yüzden ekonomik "istikrar tedbirlerine" siyasi "istikrar tedbirleri"nin eşlik etmesi "doğal" dır.

"Sosyal tedbirler" pahalılık, işsizlik, yokluktur! Emekçi halkın, işçilerin, köylülerin, memurlann bir kat daha yoksullaşması, ellerinde, ne varsa, herşeylerinden bir kısmının daha alınmasıdır.

"Siyasal istikrar tedbirleri" yoksulluğun ve sömürülmenin baskı yoluyla garanti altına alınmasıdır. Halkın elinin ayağının bağlanması, susturulmasıdır.

Milyonlarca emekçi böylesine vahşi bir soyguna nasıl sessizce razı olacak? Faşist terör ve demagojinin görevi budur. CHP bu gelişmelere karşı ne yapıyor? Sessizce "düzenin onarılmasını" seyrediyor. Korkut Özal'a "güveniyor". O, "devletin tarafsızlığını"(!) sağlamak için çalışacak.

CHP "devlete karşı çıkan, devleti yıkmak için çalışan anarşistlerin temizlenmesi"ni seyrediyor! Bizim gibi ülkelerde faşizm devlet eliyle yukardan aşağı bir şekilde örgütlenmektedir. Dimitrov "bu yüzden faşizmin çok değerli sosyal demokrat destekçiler kazandığını" söylüyordu. CHP bunu doğruluyor.

Pahalılığın, zamların, yoksulluğun ve işsizliğin artmasının "MC"yi kendiliğinden çökerteceği sanılmamalıdır. Kitleleri karşısına aldıkça iktidarını giderek daha çok ve daha açıkça zora dayayacaktır. Devlet terörü daha da yoğunlaşacaktır.

Faşizmin yenilmesi faşist terör ve demagojinin her alanda teşhiriyle, mücadelenin her alanda örgütlendirilmesiyle mümkündür.

Tüm halk güçlerinin, faşizme karşı eylem birliğini gerçekleştirmekle, tiim devrimcilerin güçlerini bir araya getirmekle mümkündür.

GÜN MÜCADELE GÜNÜ

Page 38: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  37  

Bugün, içinde bulunduğumuz siyasi durumu ve gelişme çizgisini yeniden kısaca gözden geçirmek ve hatırlamakta yarar vardır.

1977 baharında Türkiye ekonomisi, o koşullarda, mevcut MC hükümeti ile çözülemez sorunlarla yüzyüze geldi. Emperyalist güçlerin (ve KOÇ-SABANCI gibi yerIi tekellerin) taleplerine AP ve CHP’nin uymalarıyla erken seçime gitmek zorunda kalındı. Seçim sonrasında hakim sınıfların sorunlarını çözebilmek için uygun bir siyasal zemin ortaya çıkmadı. MSP’siz bir sağ hükümet kurulamıyordu. İç ve dış tekeller bir CHP iktidarını sorunlarını çözmek için uygun bir yol olarak gördüler. Buna rağmen Demirel, "sol tehlike" üzerine kurduğu bir gerilim poIitikasıyla CHP’nin hükümet olmasını önleyebildi ve siyasi iktidarı elde edebilmesi için yegane yol olan üçlü MC koalisyonunu yeniden oluşturdu. Ülke ekonomisinin çözmek zorunda olduğu sorunlara emperyalist kurumlann ve yerli tekellerin istedikleri doğrultuda önlemler getirmek için -koalisyonun tüm iç tutarsızlıklarından doğan engelleri bertaraf etmeye çalışarak- harekete geçti. Onun bu yolla yapmak için uğraştığı şey, egemen sınıflann en iyi temsilcisinin kendisi olduğunu kanıtlamak ve onlara hizmet etmeye devam edebilmektir. Şimdi hükümetin aldığı ekonomik kararlar emperyalist güçlerin (IMF tarafından dikte ettirilen) taleplerine uygun bir nitelik taşıyor. Zamlar, düşük taban fiyatları, ücretlerin ve maaşların sabit tutulması ve henüz uygulamaya konulmayan devalüasyon. Bu sözüm ona "tedbirler paketinin" anlamını açıklamak için uzun söze gerek yok. Onlar "iç talebi kısmaya yönelik tedbirler" diyorlar. Öz Türkçesi; halkın nesi varsa, yarısını elinden almak! İşçiler bir toplu sözleşme dönemini büyük ölçüde yeni arkada bırakmışken alınan bu kararlar, milyonlarca işçiye verilen kısıtlı hakların da fazlasıyla geri alınmasıdır. Taban fiyatlarını düşük tutulması, milyonlarca köylünün alın terinin bir avuç para babasına aktarılmasıdır. Hasılı on milyonlarca emekçi halkın azgın ve acımasız bir sömürüye uğratılmasıdır. Böylesi bir ekonomi politikasının kaçınılmaz olarak, bir baskı ve terör politikası ile desteklenilmesinin zorunlu olduğuna geçen sayımızda değinilmişti. Geniş kitleleri böyle açıkça karşısına almak zorunda kalan bir iktidarın zulmü artırmaktan ve giderek daha açık baskıya dayanmaktan başka bir yolu yoktur: Hükümetin programı budur.

Buna karşılık da emekçi halkın ve tüm Devrimcilerin, bu baskı ve zulme karşı, bu vahşi soygun ve sömürüye karşı, cesaret ve kararlılıkla mücadeleye atılmaktan, pahalılığa ve zamlara karşı mücadele etmekten, faşist zulme karşı direnmekten başka bir yolu yoktur.

Hükümetin baskıları karşısında CHP’nin ne yapacağı da belli olmuştur. O, bugünkü ekonomik zorlukların Hükümetin çökmesine yol açacağını bekliyor. MC partileri içindeki dürüst unsurların(!) "vicdanının sesini dinleyerek", hükümete karşı çıkacağını (halâ!) "umuyor", bekliyor! "Yarınlar bizim" türküsünü söyleyerek bekliyor.

Evet, yarınlar işçilerin, köylülerin, memurların ve gençlerindir. Ama bu geleceği kimse emekçilere hediye etmeyecektir. Bu zulüm ve soygun düzeni emekçilerin güçlü kollarının ve uzun kararlı bilinçli ve çetin bir mücadelenin sonucu yıkılacaktır. Bunun için bizim mücadele etmekten başka bir yolumuz yoktur. Bunun için, gün mücadele günüdür.

Bugün kararlılıkla ve cesaretle mücadeleye atılmak gerekiyor.

Page 39: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  38  

Milyonlarca emekçinin faşizme karşı yaşam ve ekmek ksvgasında, onun yanı başında, mücadelenin en ön safında yer almak, onunla omuz omuza dövüşmek gerekiyor. İşçilerin, köylülerin, memurların mücadelesini örgütlemek, onları geniş kitleler halinde günlük talepler için, protesto gösterileri için, faşizme karşı direnmek için örgütlemek yolunda ileri atılmalı! ���Bu, Devrimci olmanın yüktediği bir sorumluluk, halka layık olmanın gerektirdiği bir zorunluluktur.

Uyuşukluğa, pasifliğe, kararsızlığa ve tereddüte yer yoktur. Faşizmin halk düşmanı çehresi her geçen gün daha iyi açığa çıkıyor. Kitlelerin zamlara, pahalılığa ve faşizme karşı tepkilerini birleştirmek ve devrimci bir anlayışla örgütlemek gerekiyor. Zamların ve pahalılığm hesabını faşizme ödetmek gerekiyor.

Evet, halk güçlerinin yeterli bir örgütlülüğü ve bilinçliliği yoktur. Devrimciler dağınık ve bölünmüştür. Ama bütün bunlar mücadeleye atılmamıza engel değildir. Mücadele kitleleri eğitecektir.

Cesaret, kararlılık ve coşkunlukla mücadeleye atılalım. Devrimci olmanın, halka layık olmanın başka yolu yoktur...

FAŞİST SALDIRI VE TEHDİDE BOYUN EĞİLEMEZ "Yerel Seçimler"den sonra, ülkemizdeki siyasal gelişmeler hızlandı. Aslında yerel seçimlerin bu gelişmeler üzerinde önemli bir etkisi yoktur. Uzunca bir zamandan beri böyle bir gelişmenin olacağı söylenip duruyordu.

Page 40: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  39  

Ülkemizdeki siyasi gelişmelerin yönü devrimcilere önemli yeni görevler yükleyecek bir nitelik taşımaktadır. Bu yüzden, öncelikle, bugünkü siyasi gelişmeterin yönü ve niteliğini iyice kavramamız gerekecektir. Erken seçimlerden sonra Ecevit Hükümetinin güvenoyu alamadığı gün çıkan güvenoyu alamadığı gün çıkan Devrimci Yol dergisinin baş yazısında yazılanları şimdi yeniden okumakta yarar var: ". . MC çetesi -bir süre için de olsa- efendileri tarafından terkedilmiş bir durumun içine düşmüşlerdi. Onlar böyle bir durumda inisiyatifi ellerinden çıkarmamak için direndiler bir bakıma yapabilecekleri tek şeyi yaptılar: Kumar oynadılar. Kazanıp kazanmadıhları ise güvenoyu sonuçlarına göre değil; daha uzunca bir süre içinde ortaya çıkacak...

"Açık olarak ortada olan bir şey var ki -şimdi artık AP, MSP ve MHP’den oluşan- MC topluluğunun, bugünkü sorunlara bir ‘çare’ getirebilmeleri olanağının bulunmayışı nedeniyle hükümet şansları zayıftır...

"Ekonomik ve siyasi sorunların çözümü -sistemin işleyişinin devamı açısından- zorunlu bir ön koşul haline geldi. Buna karşılık bu sorunların çözümü konusunda oligarşinin içindeki kesimler arasında uzlaşma sağlanamıyor... MC çözümünün geçerli olup olmaması (söz konusu) sorunların çözümünün ne derece zorunlu hale geldiğine bağlıdır. Eğer sistemin kendisini devam ettirebilmesi gerçekten ortadaki sorunların çözümüne sıkı sıkıya bağlı ise, sistemin olağanüstü -zorlayıcı- yollara yönelmesi kaçınılmaz demektir."

(Devrimci Yol, 5 Temmuz 1977, Sayı 5, s.2) ���Bugün Demirel, oynadığı kumarı kaybetmiş görünüyor. Düzen, "kurtarıcısı" Ecevit’e kavuşmak için çaba sarfediyor. Ve şimdi görülen odur ki "düzenin kurtarıcısı" rolüne layık olduğunu, yerel seçimler sırasındaki ve öncesindeki tutumlarıyla (zamlara, devalüasyona, taban fiyatlarının düşük tutulmasına karşı çıkmayarak, ilerici eğilimli kişileri tasfiye ettirerek ve de ülkenin en güçlü işçi sendikası konfederasyonunu daha sıkı bir şekilde denetimine alarak) yeterince kanıtlamış olan Ecevit "sahneye" çıkmak üzeredir.

Bir "Ecevit hükümeti dönemi" bir çok bakımdan, devrimcilere yeni görevler yükleyen bir durum yaratacaktır. Önümüzdeki günlerde bu durumu yakmdan incelemek ve gelişmeleri doğru bir şekilde değerlendirmek gerekecektir.

Daha şimdiden faşist saldırılar birden bire şiddetlenmiştir. Bu şiddetli saldırılar bir yandan şimdiki gelişmeleri etkilemeye yönelirken bir yandan da ellerindeki mevzileri koruyabilecek bir ortam yaratmayı hedefliyor. Mevcut ortamı daha da gerginleştirmeye çalışan şiddetli saldırılar ve katliam girişimleri, faşist güçlerin bir gözdağı verme, bir meydan okuma gösterisi olarak değerlendirilmelidir. Ecevit’in kurabileceği bir hükümet döneminde de faşistler bu saldırıları sürdürecek, ellerindeki mevzileri koruyarak, sahte bir düzen altematlfi görünümünde tabanlarını güçlendirmeye çalışacaklardır. Bunun için şiddetli saldırılarla gözdağı vermeye çalışır, üzerlerine gelindiği taktirde, "ortalığı karıştırmak" tehdidinde bulunurken zaman zaman kısmi geri çekilmelerle "ellerindekileri" koruyabilecekleri bir "barışı"da savunur görüneceklerdir.

Gariptir ki iktidara aday olan Ecevit hem "böyle bir barış" savunuculuğunu yapmaya gönüllüdür hem de faşist saldırılar karşısındaki aktif bir savunma tutumuna karşı "faşizmin oyunlarına gelme" tehdidini yapacak bir anlayıştadır. "Sizin yüzünüzden hükümeti düşürecekter faşizmi getirecekler" tehdidini kullanmaya hazır (Ecevit’ten

Page 41: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  40  

başka!) daha ne kadar çok insan var!

Ecevit’e ve bütün bunlara faşizmin emekçi halka karşı ilan edilmiş bir savaş ilanı olduğunu, bu savaşta "sağdan da gelse soldan da gelse her türlü şiddete karşıyız" gibi ahmaklıklara yer olmadığını kim anlatacak? Hergün birkaç halk evladının öldürülmesi, kittelerin içine bombaların atılabilmesi, profesörlerin evlerinde kurşunlanabilmesi de anlatamadıktan sonra... ���Evet, gensoru sonuçları bile alınmadan, bu yazı erken yazılmış bir yazıdır belki. Ama, bu günde söylenebilecek olanlar bundan başka bir şey değil.

Faşist saldırılar karşısında tek bir doğru politika vardır: Faşist terör ve gözdağı politikasına teslim olmamak! Bize karşı ilan edilmiş bir savaşı kabul edip, gereğini yapmak. Faşist güçlerin üzerine giderek tüm faşist güçleri dağıtacak devrimci bir mücadele anIayışının gerekliliğini kavramak...

Faşizm Emekçi Halka Karşı Bir Savaş İlanıdır... DY, ODTÜ Özel Sayısı: 7 8 Aralık 1977 ODTÜ’de meydana gelen olaylar bütün çıplaklığıyla ortada. Herşey milyonlarca insanın gözleri önünde oluyor. ODTÜ’nün binlerce öğrencisi, binlerce öğretim üyesi, idari personeli ve işçisi, yani on binin üzerindeki insan bu olayların içinde yaşıyor. Oradaki jandarma ve polisler herşeyi görüp seyrediyorlar. Ve yine tüm bu olaylar

Page 42: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  41  

bütün bir kamuoyunun, milyonlarca insanın gözleri önünde oluyor. Koca bir demokrat kamuoyunun, CHP Genel Başkanı Ecevit’in ve CHP’nin diğer saygıdeğer üyelerinin, "özgür basın"ın, başta "koca" DİSK olmak üzere işçi sınıfının sendikal örgütlerinin, memurların, öğretmenlerin, üniversitelerimizdeki binlerce profesör ve asistanımızın gözleri önünde. Herşey bu denli açık. Gün gibi ortada! Buna rağmen bu olayların özünü gerçekten görebiliyor muyuz? Anlamını kavrayabiliyor muyuz? Ve de bu durum karşısında ne yapıyoruz? Devrimci işçi sendikaları, ilerici kuruluşlar (arada bir demeç verip protesto etmekten başka) ne yapıyorlar? Öğretmeni, memuru, işçisi, köylüsü, aydını, askeri ne yapıyor? Aslında ODTÜ’deki olayların gelişimi bugün ülkenin içinde bulunduğu durumu çok iyi bir şekilde ortaya serecek niteliktedir. İktidar ve faşist güçler onbinlerce ODTÜ’lü kitleye yıllardır "musallat" olmuşlardır. Zorla, baskıyla, hileyle, tehditle, korkutmayla, ölümle yıldırmaya çalışmaktadırlar. Eğitim yaptırmamaya çalışmaktadırlar. Böylece binlerce genci ve öğretim üyesini teslim almaya, faşistleştirmeye çalışmaktadırlar. Bunun için yapmadıklarını bırakmamışlardır. En son Hasan Tan diye bir alçak eliyle bir - iki yüz serseriyi paralı asker misali ODTÜ’ye sokmuşlar ve sözüm ona jandarma ve polisin gözetimindeki saldırılarla olaylar çıkartıp okulu kapalı tutacak ve binlerce yurtsever öğrenciyi atıp idareye hakim olarak faşist serserileri içeri dolduracaklar ve ODTÜ’yü de faşistleştireceklerdir. ODTÜ olayları, tümüyle halk düşmanlarının bu alçakça saldırılarına karşı onurlu bir direnişin öyküsüdür.

Bu olaylar sadece ODTÜ’ye, sadece üniversitelere has olaylar da değildir. Bugün ülkemizin her tarafında durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Ve bütün halkımız işçisiyle, köylüsüyle, memuruyla böyle bir saldırıyla karşı karşıyadırlar. Bu çatışmalar ülkemizde bir baştan bir başa hergün yaşanıyor. İçten içe yanan bir ateş ülkemizi sarıyor: Olaylar böylece içterı içe gelişmekte, zaman. zaman, belirli yerlerde patlama noktasına ulaşmakta; böyleçe "ortaya çıkan" olay gelişigüzel ve çarpıtılmış bir şekilde "kamuoyuna" yansıtılmaktadır. Böyle durumlarda ise hep aynı şeyler olur: Birçok kuruluş protesto demeçleri verir. Bazı "sosyalist partilerin" o gün "uyanık" olanları hakim sınıfların "oyunlarına" dikkat çekerler,..Ecevit "haşin" bir demeçle iktidarı uyarır, vs... Sonra olay unutulur ve arşivdeki yerine, Seydişehir, Tariş, Elazığ, Aşkale, Divriği, Uşak, 1 Mayıs vb. dosyaların yanına bırakılır...

Ama hayat durmuyor. Toplumsal yaşantımızın önüne geçilmez yasaları işlemeye devam ediyor. Karşı devrim güçlerinin faşist saldırıları ve ona karşı milyonlarca insanın yaşam kavgası; bu amansız mücadele kızışarak, derinleşerek, keskinleşerek sürüp gitmektedir. .Her gün ülkemizin bir tarafında bir ODTÜ, bir Aşkale, bir Elazığ, bir Tariş yeniden yaşanıyor. Şimdi Aşkale işçileri ne yapıyor? Yarın ne olacak? Elazığ’da faşist saldırılar bitti mi? Seydişehir’de, Emek’te, Aliağa’da, Yükseliş’te neler oluyor?

Bütün bu olaylar karşısında, saldırılardan yakınmak, güvenlik kuvvetlerinden, hükümetten, devletten yakınmak saçmadır. Bugün birçok yazar, bir çok yurtsever insan bu saldırılardaki gaddarlığı, alçaklığı, acımasızlığı görüyor ve hükümetten, polisten, devletten yakınıp duruyor. Eğitim Enstitülerinde olanları anlatıp, "ne yapalım?" deyip duruyorlar. "Devlet nerede?" diye feryat ediyorlar. Bu, gelişen olayların en özlü noktasını anlamamaktır. Bir savaşta düşmanın tarafsız olmadığını bağırıp durmak, düşmanın kötülüğü üzerine nutuklar atmak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Bugün ODTÜ’den Aşkale’ye, Elazığ"dan Ümraniye’ye, "1 Mayıs"’tan Seydişehir’e, Tariş’e vb. tüm geliºen olaylar tek bir can alıcı noktada birleşirler. Doğu’da yaşadıklarımız, zamlar, lokavtlar ve bunun gibi her gün yaşadığımız bütün bu olaylar egemen sınıfların emekçi halkımıza karşı bir açık savaş ilanıdır. Bunu görmek, kavramak gerekir.

Page 43: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  42  

Anlamak ve de gereğini yerine getirmek gerekir. Bize karşı ilan edilen bir savaşı kabul etmekten başka bir yolumuz yoktur.

Evet, bu bir savaştır ve bu savaşın gereği neyse o yapılmalıdır. Bağırıp - çağırıp, yakınıp durmak değil. Bu savaşta "sağ teröristler", "sol teröristler" gibi ahmakça lafazanlıklara, safsatalara da yer yoktur. ODTÜ’de 4 bin kişinin üstüne atılan bomba ve kurşunlarla, o insanların kendilerini savunmaları aynı şey değildir. Yalnızca alçaklar ya da iflah olmaz bir şaşkınlığın içindekiler, bu ikisini bir tutabilir; yalnızca onlar halka saldırana "sağ terörist", kendini koruyan halka da "sol terörist" diyerek tarafsızlık taslayabilir. Devlet üzerine boş hayaller yayan nutuklar atabilir. Bir savaşta böylesi aptallıklar ve şaşkınlıklar ancak ve ancak milyonlarca emekçinin bir avuç zorbaya teslim olmasına yol açabilir.

ODTÜ olayı, tıpkı Elazığ, Ümraniye, Aşkale gibi emekçi halklarımızın kurtuluş. yolunu gösteren böylesi özlü derslerle doludur. Bütün bunları görebiliyor muyuz? Anlayabiliyor muyuz? Eğer görebiliyorsak ve kavrayabiliyorsak, milyonlarca emekçinin özgürlüğüne - ekmeğine ve tüm insanca yaşama hakkına karşı ilan edilmiş bu savaşı kabul etmekten başka bir yolumuz olmadığını da artık anlamalıyız.

Çünkü bir avuç sömürücü zorbanın zulmü altında inlemekten, bir avuç zalime esir olmaktan kurtulmanın ve insanca yaşama hakkı elde etmenin başka bir yolu yoktur.

Bunu anlayacağız, savaşacağız ve kazanacağız.

Faşizme Karşı Mücadelede Birlik Sorunu ve Demokratik Kitle Örgütleri Eylem Platformu DY, Sayı :10 21 Ekim 1977 Halk cephesini oluşturma mücadelesi, proletarya partisini yaratma mücadelesi ile birlikte ele alınmalıdır. Birlik sorunu, öz olarak anti-faşist halk güçlerinin birleşik cephesini yaratma sorunu olarak bu temel perspektif içinde ele alınmalıdır. "FAŞİZME karşı mücadele ve birlik" sorunu seçimlerden sonra daha bir yoğun tartışılmaktadır. Bunun bir nedeni de herhalde, bir CHP iktidarı umudunu taşıyan bir kısım "sosyalist" grupçuk ya da. "particik"lerimizin. bu umutlarınrn suya düşmesinden ileri gelen umutsuzlukları olsa gerekir. Kimilerinin birlik çağrıları öyle bir telaş ifadesi olarak ortaya çıkarılıyor ki, bunu karanlıkta -korkudan- söylenen bir türküye benzetmemek elde değil. Tabii ki faşizme karşı birlik sorununun daha bir güncelleşmesinin asıl nedeni faşizmin saldırılarının genişleyerek artmasıdır. Ülkemizin her yanında geniş halk yığınları faşizmin resmi ve sivil güçleri aracılığıyla yarattığı baskıların aftındadır. Bu baskıların

Page 44: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  43  

artması ve toplumun tamamıyla faşizmin kontrolü altına alınma ve devlet aygıtının bütününü tam olarak faşistleştirme çabalarının artması, toplumun en geniş kesimlerinde bir savunma ve birlik ihtiyacının doğup gelişmesine neden olmaktadır. Faşizme karşı en geniş emekçi halk kesimlerinin birliğini yaratma sorunu -işçi sınıfını ve emekçi halkı devrimci bir önderliğe kavuşturma sorunu gibi- temel ve can alıcı bir sorun olmaya devam edecektir.

Faşizme karşı birlik sorunu gerçi herkesin çokca sözünü ettiği ve üzerinde durduğu bir konudur; ama ülkemiz solunda her konuda olduğu gibi, bu konuda da doğru ve çözüme götürebilecek bir yolun takip edilebildiğini söylemek olanaklı değildir. Oysa her konuda olduğu gibi bu konuda da doğru çözümler ve doğru sonuçlara, konuyla ilgili temel sorunların doğru sorulması ile ulaşılabilir. Tartışmanın bir yararının olabilmesi ve entellektüel ukalalıklardan öte bir anlam taşıyabilmesi için bu temel sorularla ilgili olması zorunludur. Bizde ise alışık olduğumuz şey herkesin kendi sübjektif konunuma uygun bir çıkış noktası bulabilmek için "teorik" bir kılıf bulma çabasıdır. Kuşkusuz ki en iyi çare sınıf mücadelesinin ve siyasi pratiğin somut sorunlarını daima öne çıkarmaktır. Faşizme karşı mücadele hangi siyasi hedefe yönelmelidir? Nasıl bir anti-faşist iktidar alternatifi hedeflenmelidir?

Ekonomik, sosyal, siyasal programın içeriği ne olmalıdır? Sınıfsal katılımı - ittifakları nedir? Bütün bunların gündemimizdeki devrimle (programı, ittifakları vb. açısından) farklı olan ve olmayan yanları nelerdir? Faşist saldırılar karşısında geniş halk kesimlerinin savunması nasıl bir örgütlenme ve mücadele anlayışı ile sağlanabilir? Cevabını aramak ve tartışmak durumunda olduğumuz bütün bu temel sorunlar karşısındaki tavır alışlar faşizme karşı mücadele konusundaki görüşlerin niteliğini belirlemektedir. ���Bugüne kadar ülkemizde, bu konularda iki farklı siyaset belirmiştir. Bunlardan birincisi faşizme karşı mücadelede mevcut sınırlı demokratik ortamın savunulması çizgisi olarak ifade edilebilir. ikinci çizgi ise ·mevcut nispi demokratik ortamın savunulması çizgisinin temel alınmasını reddeden ve bizim tarafımızdan savunulan görüştür. ("Sosyal-faşizm"e karşı mücadele v.b. görüşleri bir tarafa bırakıyoruz.) Bu iki tarklı çizginin anti-faşist iktidar alternatifi, anti-faşist mücadele programı, ittifaklar ve birlik anlayışı ve mücadele anlayışları tabiatıyla temelden farklı özellikler göstermektedir. TİP, TSİP, TKP ve KSD tarafından savunulan birinci çizgi; bir anti-faşist mücadelede bir CHP iktidarına bel bağlama çizgisidir. Siyasi programları sonuç itibarıyla bir CHP iktidarında ya da CHP’li bir koalisyonda düğümlenir. Mücadele anlayışları, faşizme karşı birlik anlayışları, ittifaklar sorununa bakışları, kendi içlerindeki tutarsızlıkları ve eklektik yönleri sonucu belirli bir çeşitlenme gösterse de üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bize göre bu çizgi faşizme teslimiyet çizgisidir. CHP’ye bel bağlama (ya da müttefik olma!) sonuçta tekelci burjuvazinin bir kanadı ile faşizme karşı ittifak aramaya götürür. Ülkemizde, faşizme karşı mücadeledeki bu siyasi çizgi faşizme karşı reformist bir mücadele anlayışıdır ve kaçınılmaz olarak yenilgiye götürür. Faşizme teslimiyet çizgisidir. Bu, onların mücadele, birlik ve örgütlenme anlayışlarında da iyice belirginleşir.

Faşizme karşı mücadele, anti-faşist bir halk iktidarını yaratma doğrultusunda, devrimci bir anlayışla kavranılmalıdır. Faşizme karşı, bir burjuva demokrasisi alternatifi durumu bugün söz konusu değildir. Demokratik halk devrimi hedeflerinden, faşizme karşı mücadele açısından geri çekilmek durumu söz konusu değildir. Ülkemizde bir anti-faºist halk iktidarı, demokratik halk iktidarı olabilir. Programı ve sınıfsal katılımı (ittifakları) açısından bu olanaklıdır. Bu sınıfsal ittifaklar açısından böyledir. Siyasal arenada ise bugün tekelci burjuvaziye yamanma konumundaki CHP’nin durumu

Page 45: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  44  

ayrıca tartışılabilir.

Anti-faşist mücadelenin ancak böylesi devrimci bir anlayışla kavranması tüm anti-faşist halk güçlerinin zaferini sağlayabilir.

FAŞİZME KARŞI BİRLİK SORUNU

FAŞİZME karşı en geniş halk kesimlerinin birliği, anti-faşist halk cephesinin oluşturulması sorunu olarak kavranılmalıdır ki bu sorunun temel çözüme ulaştırılması anti-faşist halk güçlerinin devrimci bir önderliğe ulaştırılması ile olanaklıdır. Halk cephesini oluşturma mücadelesi, proletarya partisini yaratma mücadelesi ile sıkı bir ilişki içinde, birlikte ele alınabilecek iki temel görevdir. ���Birlik sorunu, öz olarak anti-faşist halk güçlerinin birleşik cephesini yaratma sorunu olarak bu temel perspektif içinde ele alınmalı ve anti-faşist güçlerin birliği yolundaki mücadele böyle bir anlayış doğrultusunda yönlendirilmelidir.

Bugün bu doğrultudaki mücadeleler her alanda sürmektedir. Tüm halk güçlerinin devrimci bir önderliğinin olmadığı bugünkü koşullarda anti-faşist halk güçlerinin direniş birliğini oluşturma mücadelesi öncelikle tabanda faşist saldırılar karşısında halk yığınlarının savunma birliklerini oluşturma çabalarında yoğunlaşacaktır ve bugünkü süreçte bu kendisini dayatmıştır. ���Bugün bir yandan, bu ºekilde, en geniº halk kesimlerinin birleºik direniºini yaratma ve örgütlendirme çabaları sürerken diğer yanda demokratik mesleki örgütler düzeyinde "eylem birliği platformu çalışmaları" da sürdürülmektedir. Demokratik kitle örgütlerinin oluşturduğu "eylem birliği platformu" da anti-faşist halk cephesinin yaratılması mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır. "Eylem birliği platformu"nun sürdürdüğü çalışmaların bu doğrultudaki olumlu bir gelişme olduğuna şüphe yoktur.

Ülke çapındaki anti-faşist halk güçlerinin birleşik direnişini oluşturma mücadelesinin

Page 46: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  45  

bir parçası olan DKÖ eylem birliği platformu çimdi belli başlı iki yönden engellenme çabalarına ve saldırılara hedef oluyor. Bunları burada sırasıyla ele alarak inceleyelim. Birinci engel ülkemizde "ilerlemeciler" olarak tanınan "TKP" çizgisinden gelmektedir. Bu çizgi önce, yakınlara kadar sultası altına aldığı işçi sınıfının mesleki örgütü olan DİSK’i platform dışında tutmak için çaba göstermiştir ve başarmıştır. Ne idüğü belirsiz (daha doğrusu belli!) bir UDC maskaralığı icadederek herkesi kendi peşine takmak isterken herkesi kendine karşı birleştirmeyi başarabilmiştir (!) Bu şekilde, demokratik kitle örgütleri platformunun işçilerin mesleki örgütlerini de kapsayan bir geniş tabana kavuşmasını önleyen "ilerleme" siyaseti diğer yandan da eylem birliği platformunun çalışmalarını ve düzenleyeceği eylemleri de içerden köstekleme ve önlemek gayreti içine girmiştir. İGD, İKD ve TÜSDER’deki tekke şeyhliklerinde tüneyen revizyonistlerin eylem birliği çalışmalarını önlemek gayretleri onların demokratik kitle örgütleri platformunda tecrit olmalarıyla sonuçlanmıştır.

DKÖ eylem birliği platformu çalışmalarına yönelen ikinci saldırı da diğer revizyonist çizgiden PDA ve eklentilerinden gelmektedir. Platform içinde İGD ve İKD gibi revizyonist örgütlerin - hasbel kader - varlığı nedeniyle anti-faşist eylem birliği çalışmalarını "Rusya’nın Türkiye’yi iºgal çabalarına" hizmet etmekle, devrimcileri "sosyal faşistlerle" işbirliği yapmakla suçlamaya kalkmışlardır. PDA’nın saldırıları, gerçekten uygulamaya çalıştığı Çin dış politikasının nesnel içeriğine uygun düşüyor. Onlara göre Rusya’nın Türkiye’yi işgaline karşı bir güçbirliği yapmak gerekiyormuş! PDA’dan başka bir tutum beklenemezdi. Onlar kendi hayal hanelerine uygun bir dünya yaratmışlar, orada yaşıyorlar. Her olayı ve her olguyu kendi hayal dünyalarındaki "gerçeklere" uygun olarak hikaye ediyorlar. Tabii ki bizim hikayelerle uğraşacak fazla vaktimiz yoktur. Ama üç beş laf da tabanlarının zoruna PDA’nın kuyruğundan uzaklaşmaya çalışan HK vb. leri için söylenmeli. Bu gruplar, sözde ÇKP siyasetinin yanlışlığını kabul etmek zorunda kalmışlardır, ama hatalı görüşlerin temelini oluºturan dünya görüºünün etkilerinden kurtulamamışladır. PDA`nın kendilerini İ. Bilen’le işbirliği içinde göstermesinden duyduğu korku nedeniyle olmalı, her hadise de pratik olarak PDA’nın tavrını takip etmektedirler. Pratikte izledikleri siyaset, tümüyle eski "üç dünya" siyasetini reddetmeden önceki siyasetlerinin aynısıdır. Bir teorik çizgiyi kabul edip etmemek bir süs olsa gerek(!) Onlar bu şekilde davranmaya devam ettikleri sürece PDA’nın bir kuyruğu olmaktan bir adım uzaklaşamazlar. PDA’nın hayal hanesinden çaldıklarına şüphe olmayan DKÖ’lerinin İGD’nin "sosyal faşist" siyasetine hizmet ettiği v.b suçlamasına gelince; haydi canım sende...

FAŞİZME karşı birlik ve eylem birliği çalışmalarına yönelen yanlış yaklaşımlar şüphesiz ki bu ikisinden ibaret değildir. Biz bu yazımızda bu konudaki yanlış yaklaşımlardan bir tanesine daha kısaca değinmekle yetineceğiz. Bu sonuncusu, kendilerinin ifadesiyle kendisini şimdilik "soldaki partilerden.biri" olarak kabul eden "işçi sınıfının bilimsel sosyalist partisi" TİP’ten geliyor. Birlik sorununu sosyalist partilerle demokratik kitle örgütlerinin eşit oy ilkesi ile bir araya gelmeleri olarak gören TİP’in bu görüºünü Behice Boran "Yürüyüº"te ºöyle dile getirdi.

"Somut durum ne? Bir yanda siyasal partiler var, bir yanda demokratik kitle örgütleri. Güncel, ivedi sorun bu iki tür örgütlerin bir araya gelip ortak bir eylem programı üzerinde anlaşabilmeleri ve ortak eylemler düzenleyip yürütebilmeleridir." (Yürüyüº, s .130, sh. 3)

Gerçekte böyle bir güncel, ivedi sorun var mı Türkiye’de? Birlik sorunu, demokratik

Page 47: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  46  

kitle örgütleriyle sosyalist particiklerin (hatta haydi onu da kabul edelim; "işçi sınıfının bilimsel sosyalist partisinin") ilişkileri bu şekilde ele alınabilir mi? Bunlar, artık tartışılamayacak kadar açık konular.

Bugün Türkiye’deki anti-faşist mücadelenin ve devrimci mücadelenin ivedi sorunları arasında yukarıdaki gibi bir sorunun olmadığı ortadadır. Aslında yukarıdaki sorun TİP’in kendi sorunudur. TİP’in somut sorunu şudur: Bir yanda "işçi sınıfının bilimsel sosyalist partisi" olma iddiası. Diğer yanda demokratik kitle örgütleri platformunun ağır aksak giden eylem çalışmalarından bile geride kalan,somut konumu. TİP, siyasal çizgisi, dünya görüºü, mücadele anlayışı, örgütlenmesi itibariyle demokratik kitle örgütlerinin bile gerisinde kalan, (bir - iki salon toplantısından öte) yapacak bir şeyleri olmayan bir çıkmazın içinde tıkanıp kalmıştır. O halde çözüm nedir? Çıkış yolu, "işçi sınıfının bilimsel sosyalist partisi" iddiasından yelkenleri biraz ("şimdilik") indirip soldaki partilerin arasına girmek. Sonra soru: Bu partilerle DKÖ’leri nasıl bir araya gelir? Bundan sonrası artık bu soruya teoriden ve dünya pratiğinden "kanıtlar" bulmaya kalıyor! Vah, Marksizm - Leninizme, teoriye ve dünya pratiğine...

İleri sürülen kanıtlarla, şu ya da bu tuhaflık ve tutarsızlıklarla ilgilenmiyoruz. İlgilenen Yürüyüş’ü okur, görür. Şu kadarını söyleyelim ki TİP içinde bulunduğu soruna bulduğu çözümle sadece "işçi sınıfının bilimsel sosyalist partisini soldaki partilerden biri olarak görmeyi ºimdilik kabul etmekle" kalmamakta daha ötesi "işçi sınıfının partisini demokratik kitle örgütlerinden biri olarak" görmeye de "şimdilik" razı olmaktadır. Bu da belki gerçekçi bir çözümdür!

Faşizme karşı birlik sorunu, bütün halkın anti-faºist mücadelesini devrimci bir önderliğe kavuşturma mücadelesine sıkıca bağlı bir sorun olarak kavranmalı ve hayatın her alanında tüm anti-faºist halk kesimlerinin birleºik direniº mücadelesini örgütlendirip geliştirilmesi çabaları sürdürülmelidir. Siyasal örgütler düzeyindeki ilişki, dayanışma ve tartışmalar bu mücadelenin sorunlarını çözmeye yönelik ve ona bağımlı olarak ele alınabilir...

Page 48: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  47  

12 MART’TAN BUGÜNE...

ECEVİT HÜKÜMETİ, MEVCUT KRİZlN BİR İÇ SAVAŞ DOĞRULTUSUNDA DERİNLEŞMESİNE KARŞI OLİGARŞİNİN BİR "MÜDAHALESİ"DİR

Ülkemizde son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeIer gerçekten üzerinde dikkatle durulması gereken bir önem taşıyor. Siyasi gelişmelerin yönünün doğru olarak gözlenmesi ve siyasi görevlerimizin doğru olarak tespit edilmesi gerekiyor. Bu ise mevcut siyasi gelişmelerin yakından ve derinliğine incelenmesini gerektirir. Bu önümüzdeki günlerde en önemli sorunumuz olacaktır.

Bugünkü siyasi gelişmelerin doğru olarak kavranabilmesi için göz önünde bulundurulması gereken temel olgu ülkemizin emperyalizm tarafından sömürülen ekonomik, askeri, siyasi bakımlardan bağımlı ve onun gizli işgali altında bulunan yenisömürge bir üIke olmasıdır. Bu durum ülkemizi sürekli ekonomik krizlerle, siyasi istikrarsızlıklarla karşı karşıya bırakan; sürekli olarak köklü sorunlar doğuran bir temel yaratmaktadır. Ülkemizde kapitalizm özellikle 3. bunalım dönemi içindeki (bu dönemin özelliklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan) gelişmeler sonucu oldukça gelişmiştir. Buna karşılık ükemiz ekonomisi bağımsız bir kapitalist yapıya sahip değildir. Temelini esas olarak emperyalizmin bir uzantısı durumundaki "montaj sanayii" oluşturmaktadır. Hammadde (yarı mamul madde olarak) ve makina teçhizat ve teknoloji bakımlarından dışardan sürekli olarak beslenmek zorundadır, ki bu beslenmenin sağlanması tüm iç finansman kaynaklarını emdiği gibi buna ek olarak sürekli bir dış borçlanmayı gerektirmektedir. Bunun yanında feodalizm de tam olarak tasfiye edilebilmiş değildir. Ulusal sorun çözümlenmemiştir. Bütün bunlar ülkemizde burjuva demokratik devrimin tamamlanmamış olmasını getirmektedir. Böylesi bir yapı, ülkedeki egemen sınıfların, giderek güçlenen ve belirleyici bir konuma yükselen işbirlikçi yerli-tekelci burjuvazi, toprak ağaları ve tefeci tüccarların en irilerinden oluşan bir ittifak (oligarşi) şeklinde ortaya çıkmasını getirmektedir. Oligarşi kendi içinde çelişkili bir nitelik taşır. Kapitalizmin dışa bağımlı da olsa gösterdiği gelişme feodalizmin geriletilmesini gerektirmektedir. Kaynaklar ağırlıkla var olan sanayiinin ihtiyaçlarına akıtılmak zorundadır, vb. Özetle kapitalizmin gelişmesi bir yandan eski gerici ittifakın parçalanmasını, öte yandan egemenliklerini sürdürebilmek için yine onların "birleştirilmeleri" zorunluğunu doğurmaktadır. Oligarşi içi çatışmalar bir yandan ülkede siyasal istikrarsızları doğururken, yine oligarşinin

Page 49: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  48  

egemenliğinin zayıf bir temel üzerinde yükselmesi ülkedeki siyasal yapıyı ve gelişmeleri belirleyici bir şekilde etkilemekte, tayin etmektedir...

Bir ülkedeki ekonomik ve toplumsal yapının özellikleri o ülkenin siyasal yapılanışını ve siyasal gelişmeleri büyük ölçüde etkiler. Eğer egemen sınıfların durumu geniş halk yığınlarına ekonomik tavizler tanımaya olanak verecek kadar "sağlam" ve "güçlü" ise, burjuvazi mümkün olduğu kadar tavizci bir yönetim sürdürmeyi; egemenliğini tavizci ve "demokratik" yönetim metodlarına dayanarak sürdürmeyi tercih eder. Tersine, eğer burjuvazi (egemen sınıflar) zayıf ve güçsüzse geniş halk yığınlarına ciddi tavizler verecek durumda değillerse egemenliklerini faşist yönetim metodlarına dayanarak sürdürmeyi tercih edecekler, demokrasiyi "lüks" olarak görerek faşizme yöneleceklerdir.

Ülkemizde de, zayıf ve cılız olması, oligarşinin, faşist baskı ve terör yöntemlerine dayanarak, bu şekilde yığınların baskı altında tutulması ve sindirilmesi politikalarına dayanarak egemenliğini sürdürmeye çalışmasına yol açmaktadır. Bu durum aynı zamanda tekelci buıjuvazinin bütünü açısından gerekli kitle desteğinin oluşturulması ile devlet aygıtının tümünün ve bütün toplumun faşistleştirilmesi talebini de beraberinde getirmektedir.

İşte karşılaştığımız tüm temel siyasal gelişmeler, ancak ülkemizin özgül yapısının ortaya çıkardığı bu özelliklerle ilişkileri çerçevesi içerisinde doğru olarak kavranabilir.

12 MART VE SONRASI

12 Mart öncesindeki ekonomik koşullar aşağı yukarı bugünkü gibiydi. Ekonominin yapısal özelliklerinden kaynaklanan sorunlar birikmiş, olağanüstü önlemler alınmasını gerektiriyordu. Emperyalist mihraklar bugünküne benzer önlemleri dayatmıştı; (IMF’nin emirleri yönünde) yüksek oranlı bir devalüasyon gerçekleştirildi. İç talebi ve ithalatı daraltıcı tedbirler gündeme getiriliyordu. Gündeme getirilen tedbirler geniş halk yığınlarının yaşam koşullarında dayanılmaz sıkıntıları ve yoklukları getirecekti. Oysa Devrimci Mücadele giderek artan bir hızla halk kitleleri içinde genişliyordu. Daha 1970 yılı yazında Türkiye, DEV-GENÇ’in önderlik ettiği geniş işçi ve köylü hareketlerini yaşamıştı. Dayanılmaz şekilde ağırlaşan yaşam koşulları ile birlikte Devrimci Mücadele’nin hızla büyüyüp, yaygınlaşarak düzenin temellerini sarsacağı ortada idi. Ordu içinde küçük burjuva radikalizmi, sol görüşle iç içe bir şekilde örgütleniyordu. Pre-kapitalist unsurların aleyhine uygulamaların gündeme getirilmesi sonucu ortaya çıkan DP hareketi ve diğer nedenlerle yıpranan Demirel hükümetinin, oligarşinin egemenliğini sürdüremeyeceği ortadaydı. Bugünkü gibi bir reformist alternatifi geçerli kılan nedenler de olmaymca, emperyalizm 12 Mart uygulamasını gündeme getirdi. Kontr-Gerilla uzmanlarının önderliğinde bütün devrimci unsurlara karşı savaş ilan edildi. İşkencelerin cinayet ve katliamların devletin resmi politikası olarak sürdüğü bu dönemde kukla iktidar arkasında devleti esas olarak yöneten güç ABD emperyalizminin (CIA’nın) ağırlıkla ordu içinde örgütlediği Kontr-Gerilla örgütü olmuştur demek doğru olur. Bu açık faşist diktatörlük döneminde "iç düşmanlara" karşı ilan edilen bu açık savaş döneminde halk yığınlarına önderlik edebilecek olan Devrimci güçler ezilirken halk yığınları korkunç bir pahalılığın altında tam anlamıyla soyuldu. Bu ağır talan ve katliamların sessiz seyircileri haline gelen sendika ve sözde reformist parti resmen kapatılmadı.

Page 50: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  49  

12 Mart dönemi sonrasında bir çok değişikliklere ve arada kısa bir CHP koalisyonunun kurulmuş olmasına rağmen özünde fazla bir şey değişmemiştir. 12 Mart’ın sıkıyönetim terörünün yerine bu dönemde sivil faşist terörün yaygınlaştırılıp yoğunlaşması, bu kez ülkeyi gene -fakat bu kez sivil- bir iç savaş görüntüsüne sürüklemiştir. Özünde fark yoktur diyoruz, çünkü sivil faşist terorün yoğunlaşmasını sağlayan Ülkü Ocaklan ve MHP, sıkıyönetim döneminde yönetimi elinde tutan resmi faşist örgütün (şimdi bilinen adıyla Kontr-Gerilla’nın) sivil-legal örgütlenmesi, yan kuruluşu gibidir. Bütün MC hükümetleri döneminde resmi gizli güçler tarafından Ülkü Ocakları örgütlendirilmiş, Aliağa, Seydişehir, İs-Demir, Tariş gibi büyük devlet işletmeleri ve eğitim kurumları, özellikle sivil savunma uzmanlarının destekleriyle (ki bilhassa Seydişehir ve A1iağa’da çok açık görülür) bunlara işgal ettirilmiştir. (Bir örnek ODTÜ’dür. Önce I.Alyanak istifa ettirilmiş, yerine faşist Hasan Tan rektör olarak tayin edilmiş, o, "işçi" adı altında işgalci kuvvet olarak yüzlerce faşisti ODTÜ’ye doldurmuştur. Faşist işgal hareketinin başarısızlığa uğratılmasından sonra ise ODTÜ’den atılan işçilerin topluca TAR-İŞ’te işe almmaya çalışıldığı gazetelerde yazıldı. Faşistler adeta askeri birlikler gibi hareket ettirilip eğitiliyorlar. Hasan Tan da şimdi, bir kısım 12 Mart işkencecisi gibi yurt dışına kaçmıştır). MC hükümetleri dönemince faşist terör, bir hükümet politikası olarak sürdürülmüş, faşist terör demagoji ile beslenerek yığınlar içinde faşizmin ideolojik yayılması, kitle temeli güçlendirilmeye çalışılmıştır.

Faşizmin terör politikaları karşısında soldaki bir çok revizyonist grup oyuna gelmeme gibi gerekçelerle faşizme karşı çıkmama, aynı şekilde karşılık vermeme şeklinde faşizme teslimiyeti savunmuşlardır. Faşistlerle devletin güvenlik kuvvetlerini karşı karşıya bırakmayı savunmuşlar, TSİP, TİP, TKP ve Halkın Sesi gibi hainler faşist saldırılar karşısındaki halkın kendisini savunmasına bile karşı çıkacak ve halkın meşru savunma hakkına sahip çıkan Devrimcileri ihbar etmeye vardıracak kadar alçalmışlardır.

Faşizmin saldırıları geniş halk yığınları içinde güçlü bir can güvenliği talebinin, faşizme karşı savunma eğiliminin doğmasına neden olmuştur. Geniş emekçi halk yığınlarının ve devrimcilerin her türlü teslimiyet önermesini reddederek faşizme karşı aktif bir direnmeyi yaratmaları faşizmin oyunlarının bozulmasına, faşist terör ve demagojilerin bir ölçüde de olsa etkisizleşmesine yol açmıştır. Faşist güçlerle halk güçleri arasındaki mücadelenin bir iç savaş doğrultusunda derinleşmesi bir yandan da egemen sınıflar içinde bu gelişmeler karşısındaki huzursuzluklara da yol açmıştır. Bu durumun oligarşi içinde, (geniş halk yığınlarının can güvenliği özlemlerine sahip çıkan) CHP iktidarına olan eğilimlerde belirli bir rol oynadığı söylenebilir.

1973 yılındaki seçimlerden sonra oligarşinin sorunlarına bir çözüm bulunamadı. Oligarşinin yapısal olan sorunları daha da derinleşmişti. Birbiri ardı sıra devalüasyonlar yapılmaya başlandı. Bunların adına "para ayarlanması" denilerek kitlelerin tepkisi önlenmeye çalışıldı. Ancak, bu ekonomik gelişmeler hayatı alabildiğine pahalılandırdıkça, bu tür kelime oyunlarının da oligarşi için çözüm yolu olmadığı ortaya çıktı.

1971 sonrasında "sanayi" daha büyük bir hızla büyüdü. "Sanayinin" büyümesine paralel olarak da tekelci burjuvazinin hammadde, yan-mamul madde, makina-teçhizat ve teknoloji için döviz ihtiyacı, yatırımların finansmanı için kredi ihtiyacı, fabrikaların işleyebilmesı için enerji ihtiyacı arttı. 1974 yılında ortaya çıkan Kıbrıs müdahalesi bu duruma bir tüy dikti. Daha önce yerli tekelci burjuvaziye aktarılan fonların önemli bir kısmı savaş harcamalarına ve silahlanmaya ayrıldı. Kıbrıs bunalımı nedeniyle etkilenen

Page 51: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  50  

ABD-Türkiye ilişkileri silah ambargosunu doğurdu ve döviz rezervlerinin önemli bir bölümü (yerli tekelci buıjuvazinin ithalat ihtiyaçları yerine) askeri harcamalara aynldı. Savaş durumu nedeniyle ticari ilişkiler de önemli ölçüde aksadı. Yerli tekelci burjuvazi, bu sorunlarına bir çözüm bulmaya çabaladıysa da, başarılı olamadı. 1974 yılı yaz aylarmdan beri devam eden ekonomik sorunlar 1977 yılının ortalarında bir erken seçimi zorunlu kıldı.

Gelinen yer yine 12 Mart öncesi koşulların üç aşağı beş yukarı aynıydı. "Döviz dar boğazı" gene gündemdeydi. IMF gene yüksek oranlı bir devalüasyonu, ücretlerin ve maaşların sabit tutulmasını, taban fıyatlarının düşük tutulmasını, iç talebin kısıtlanmasını "öneriyor"(!)du. Bunlardan bir kısmı (özellikle kur ayarlamaları şeklinde kısmi devalüasyonlar) uygulandı. Taban fiyatları düşük tutuldu. Ve işte bu koşullarda II. MC düşürüldü. Demirel (bu kez şapkasını unutmadan!) gene gitti. Ecevit’in bazı Erim’vari demeçlerini gördükçe "tarihin tekerrürden ibaret olduğuna" inanası geliyor insanın.

ECEVİT HÜKÜMETİ, SORUNLARI, VE KONTR-GERİLLA TARTIŞMALARI

Ecevit hükümetinin güven oylaması-yapılacağı gün tekelci burjuvaıinin önde gelen sözcülerinden Abdi İpekçi şöyle yazıyordu:

"Türkiye, bir iç savaş niteliği almaya başlayan şiddet eylemleri, tükenen dövizleri, işlemeyen fabrikaları ve dayanılmaz bir hal alan pahalılığı ile tam bir kaosa gidiyordu. Kendi içindeki kabusu çözemeyen hükümet bu sorunların üstesinden gelmek şöyle dursun İstanbul’a bir Vali, Kahire’ye bir büyükelçi, TRT’ye bir genel müdür atayabilmekten bile acizdi. Ekonomi 70 sente muhtaç duruma düşmüşken, eldeki tütün ve buğday stoklarını satma becerisi gösterilemiyor ve ürünler depolarda, toprağın altında çürütülüyordu. Baskısı gittikçe yoğunlaşan ekonomik ve politik sorunlar, hiçbir karara bağlanmadan durmadan erteleniyor, ertelendikçe güçleşiyordu. Ve hemen hemen her gün devletin içerde ve dışarda saygınlığına yeni yeni darbeler indiren olaylarla karşılaşılıyordu.

Kamu görevlilerinde moral, halkta umut kalmamıştı. İşler patlama noktasma hızla yaklaşıyor ve herkes ne zaman, nereden nasıl geleceğini bilmediği bu patlamayı kaygıyla bekliyordu(..)

Türkiye’nin 1977 sonunda içine sürüklendiği ortam ve koşullar her zaman, her ülkede olmaz. Ama olduğu zaman sonucu ya askeri bir darbedir ya da kanlı bir isyan... Oysa içerde ve dışarda bir çoklarının bekledikleri bu olasılıklar şimdi kendiliğinden önlenmiştir."

Ecevit hükümeti krizin bir savaş doğrultusunda derinleşmesine karşı oligarşinin bir "müdahalesi" olarak değerlendirilebilir. ���Abdi İpekçi’nin "içerde ve dışarda bir çoklarının beklediği kanlı isyan veya bir askeri darbe olasılığının kendiliğinden ortadan kalktığı" tespiti de bir ölçüde ve kısa dönemli olarak geçerli sayılabilir. Ancak bu tespitin uzun dönemli olarak geçerli olduğunu söylemek olanaksızdır.

Öcelikle CHP iktidarının karşı karşıya bulunduğu sorunları köklü bir şekilde çözerek iktidarını uzunca bir dönem için sağlamlaştırabileceği ve bu suretle nispeten istikrarlı

Page 52: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  51  

bir döneme geçileceği düşünülmemelidir. Herşeyden önce ülkemizin (egemen sınıflar açısından) reformist görünümlü bir yönetimin kalıcı olarak sürdürülmesine uygun bir yapıya sahip olmadığına dikkat edilmelidir. Reformist bir görüntünün korunabilmesi için gerekli olan "tavizci" bir politikanın yürütülebilmesi bugünkü düzen çerçevesi içinde olanaksızdır. Ecevit’in bugünkü düzeni değiştirmeye ise (bunu yapıp yapamayacağı bir yana) kendisinin niyeti yoktur.

Bu nedenle oligarşi Ecevit hükümetlerini uzun dönemli kalıcı bir tercih olarak gündeme getirmiş değildir. Ecevit hükümetlerinin ülkemizdeki bugünkü yapısı ve özellikleri çerçevesinde ancak geçici bir çözüm olarak gündeme getirildiği, oligarşinin buna karşılık daima bir faşist iktidar alternatifini elinde tutacağı gözden uzak tutulmamalıdır! Bu alternatifin canlı tutulacağı koşulların da ortadan kalkması beklenmemelidir. Faşist terör ve demagoji ve bu yolla faşizmin kitle temelinin güçlendirilmesi sürecektir. Devlet aygıtındaki faşist örgütler ortadan kaldırılamayacaktır, vb. vb...

Ecevit yüz yüze kaldığı sorunlar karşısında ne şekilde hareket edecektir? Ecevit hükümeti bugün oligarşinin yüz yüze olduğu sorunları çözmeye yönelmiştir. Kıbrıs sorunu, ekonomik sorunlar ve şimdi birden bire alevlendirilen Kontr-Gerilla tartışmaları ile iç içe geçen "asayiş" sorunu.

Ecevit işe Kıbrıs sorunundan başlamıştır. Güvenoyu almadan bile, bu konuda çarpıcı girişimlere yönelmiştir. Zira Kıbrıs sorununun diğer (ekonomik) sorunlann kilit noktası olduğunu görmektedir. Ekonomik alanda Ecevit’in IMF’nin "önerilerine" hemen ve aynen uyması beklenemez. Zira bu Ecevit hükümetinin yüzündeki tüm reformist maskenin hemen düşmesinden başka bir sonuç veremez. Ecevit’in bir gazeteci ile yaptığı mülakatta bu konudaki bir soruya karşılık "IMF önerilerinin ancak gelişkin kapitalist ülkeler ya da faşist ülkeler için geçerli olabileceğini" söyleyerek "karşı öneriler sunabileceklerini, orta yolun bulunabileceğini sandığını" söylüyordu. Memur maaşlarının ve işçi ücretlerinin sabit tutulması, taban fiyatlarının düşük tutulması gibi taleplere Ecevit’in aynen uyması beklenmemelidir. İşçi ve memurların gelirlerinin kısmen artırılmasına yönelik uygulamaları gündeme getirmesi, yüksek oranlı devalüasyona en azından uzunca bir süre başvurmaması muhtemel görülmelidir. Bunun yanında benimsenen MC bütçesinde ithalatın kısıtlanması yolu tutulmuştur. Kamu yatırımlarının tekelci burjuvazinin ve IMF’nin istekleri yolunda "alt yapı" tesislerine yöneltilmesi ve diğer yatırımların kısıtlanması yolunun tutulması da muhtemeldir. Kısaca, Ecevit hükümetinin IMF’nin taleplerine kısmen uymak şeklinde bir politika izlemesi beklenebilir. Ecevit döviz konusundaki dış tıkanıklıkların Kıbrıs sorununda düğümlendiği noktasından hareketle bu sorunun çözümü doğrultusunda atacağı adımlarla döviz sorununun çözümü için yeni yollar açabileceğini hesaplamaktadır. Ayrıca bu şekilde ABD askeri ambargosunu da kaldırarak içerdeki askeri masrafların kısılmasını da sağlayabilecektir.

Kıbrıs sorununun özellikle ABD emperyalizmi için bu denli önem taşıması nereden ileri gelmektedir? ABD emperyalizmi son yıllarda kurtuluş savaşları karşısındaki yenilgileri ile dünya çapında gerilemektedir. Vietnam yenilgisinden sonra şimdi Ortadoğu-Türkiye-Yunanistan çemberindeki varlığı da ciddi sarsıntılar geçiriyor. Buralardaki yerini pekiştirmek için büyük çabalar sarfetmektedir. Kıbrıs sorunu ise Türkiye ile Yunanistan arasındaki açılan çatlak nedeniyle ABD açısından önemli bir sorun yaratmaktadır. Bu sorun yüzünden iki ülkeden birinin ABD nüfuzundan koparak "Sovyet blokuna" yönelebilmesi tehlikesini doğurmaktadır. ABD için Kıbrıs sorununun,

Page 53: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  52  

ABD’nin bölgedeki hakimiyetini koruyacak şekilde çözümü bu nedenle hayati bir önem taşımaktadır.

Zaten ‘"Halkın Sesi" de bu durumu tespit ettiği için Türkiye’de Kıbrıs sorununun bu şekilde çözümü için en uygun hükümet modelleri arayıp durmuştur. (Ve herhalde artık Ecevit hükümetiyle bu sorunun ABD hakimiyetini garantileyecek şekilde çözümleneceğine güveniyor olmalıdır ki artık legal partiyi de kurduklarını ilan etmişlerdir).

Ecevit hükümeti, bugünIerde artan komando saldırılarıyla birlikte bir Kontr-Gerilla tartışmalarıyla da yüz yüze gelmiştir. Bu tartışmaları özellikle bu gibi gizli çevrelerle ilişkisi üzerine fazlaca "spekülasyon"(!) yapılan Hürriyet gazetesinin günlerce "manşette" yayınlaması ilginç bir noktadır. Bu suretle yapılmak istenenin Ecevit’i şimdi tam bir ordusuz kumandan durumunda iken MİT’i, Kontr-Gerilla’yı, vb. aklamaya zorlamak olduğu söylenebilir.

Ancak Ünsal ve Genç’in açıklamaları çok önemli gerçekleri su yüzüne çıkaracak niteliktedir. Burada en önemli nokta ise, bu, devletin içindeki gizli faşist örgütlerin, Ülkü Ocakları ve MHP gibi faşist sivil örgütlerle olan ilişkilerinin açığa çıkarılmasıdır.

Bütün bu faşist örgütler temizlenmeden ülkemizde asayişten, can güvenliğinden söz edilemeyeceği ortadadır. Ecevit hükümeti bunlara karşı mücadele etmediği sürece sadece barış vaadlerinin sahteliğini kanıtlamakla kalmaz, kendi geleceğini de belirler. Oligarşi bu kez de onu halka ve devrimcilere karşı kullandıktan sonra bu güçler tarafından oluşturulan faşist alternatifle yer değiştirmek üzere alaşağı etmekten geri kalmayacaktır. Geçen sayımızda da değindiğimiz gibi kendisi gerçek bir iktidar olmak istiyorsa ve sahte değil emekçi halk için, gerçekten değerli bir barıştan yana ise tüm bu faşist güçlere karşı gerçek bir savaş vermek zorundadır. Biz böyle bir savaşta faşist güçlere karşı bütün gücümüzle sonuna kadar savaşırız. Ve bu hükümetin faşist güçlere karşı olan bütün mücadelesini destekleriz. Ve Ecevit hükümetini bu doğrultuda mücadele etmeye çağırırız.

Ne var ki, bugün CHP hükümeti ve Ecevit "sağdan da soldan da gelse bütün terörist eylemlere karşıyız" gibi gerçekleri bulandıran ifadeler kullanmakta, diğer yandan faşistlerle uzlaşmacı ve tavizci bir politika izlemeye hazırlanmaktadır. Halkın değil oligarşinin sorunlarını çözmeye çalışmaktadır. Biz Ecevit hükümetinin faşistlerle uzlaşan halkın aleyhine olan, oligarşi adına halkın ezilmesine ve sömürülmesine yönelik olan tüm eylemlerine karşı çıkacağız. Ve buna karşı halkımızın Devrimci Muhalefetini yürütüp örgütlemeye çalışacağız. Halkımızın devrimci taleplerinin gerçekleştirilmesinin tek yolunun devrim olduğunu haykıracağız.

Page 54: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  53  

Faşist Güçler Devrimci Harekete Karşı Karanlık Tertipler Peşinde

DY, Sayı: 15 21 Şubat 1978

GEÇTİĞİMİZ günlerde, emniyet müdürlüğünden yayınlanan bir "kişiye özel gizli yazı"da Devrimci Harekete ilişkin "sağlam bir istihbarat"tan söz edildiği öğrenilmiştir. Öğrendiğimize göre İstanbul kaynaklı "çok sağlam bir istihbarata" dayanılarak DGDF’ye bağlı "Devrimci Yol Grubu’nun kendilerinden olmayanlara, emniyet mensuplarına, polis karakollarına saldırılar düzenleyeceğinden’" bahsedilmektedir.

Bu şekilde bir sahte istihbaratın ortaya atılması, üstelik "Devrimci Yol" grubunun kendilerinden olmayanlara... saldırılar düzenleyeceğinden bahsedilmesi, faşist güçlerce Devrimci Harekete karşı karanlık tertiplerin düzenlenmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Böyle bir durumun çeşitli oportünist-revizyonist grupların, Devrimci Harekete karşı saldırılarının yoğunlaştığı bir döneme rastlaması, olayı iyice anlamlı bir hale sokmaktadır. Söz konusu "haberlerin" uydurma olduğunu açıklamaya bile gerek yoktur. Devrimci Yol’un DGDF’ye bağlı bir grup olduğu iddiasının saçmalığını bir tarafa bırakalım. Biz, bugüne değin sol içindeki ayrılıklar konusundaki tutumumuzu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak bir açıklıkla ortaya koyduk. Bu konuda, kendimizden olmayanlara karşı saldırılar düzenlememiz gibi bir durumun söz konusu olmadığı ortadadır. Yine daha önceleri de defalarca belirttiğimiz gibi, bizim görüşümüze göre bugün devrimci-ilerici güçler, faşist güçlerin saldırıları karşısında tam bir meşru SAVUNMA durumundadırlar. Bu durumda bizim emniyet mensuplarına ve karakollara karşı saldırılar başlatmamız diye bir şey sözkonusu olamaz. Saçma bir iddiadır.

İçinde bulundujumuz günlerde, Ecevit hükümeti bir "barış" sağlama ve "anarşiyi önleme" sorunuyla karşı karşıyadır. Faşist cinayet şebekelerinin bir kısmının tutuklandığı haberleri sık sık, bu konudaki gayretlerin bir ifadesi olarak basına aksettirilmektedir. "Hükümetimiz", bilindiği gibi "sağdan da gelse, soldan da gelse her türlü şiddet eylemine karşıdır". Şimdi Devrimci Hareket üzerinde düzenlenecek karanlık tertiplerle hükümetin bu tarafsızlığını kanıtlama şansı mı yaratılmak istenmektedir? ���Faşist güçlerin, önümüzdeki günler içinde bu türden karanlık tertipler ve haince tuzaklar tertiplemeleri olasılığına karşı, tüm devrimci halk güçlerinin tedbirli olmaları gerekir. Özellikle, Halkın Sesi ve diğer revizyonist gruplar içinden gelecek tahrikler karşısında bütün devrimciler dikkatli olmalıdır.

Page 55: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  54  

DEVRİMCİ YOL Dergisinin Basın Açıklaması: 1 Mart 1978

DY, Sayı :16 20 Mart 1978 DEVRİMCİ YOL DERGİSİ son günlerde devrimcilere ve dergimize karşı yönelen tertip, saldırı ve sahte iddialarla ilgili olarak bir basın toplantısı düzenlemiştir. Basın açıklaması aşağıdadır.

GEÇTİĞİMİZ günlerde Emniyet Genel Müdürlüğü’nce yayınlanan bir "kişiye özel" yazıda DEVRİMCİ YOL dergisinin isminden söz edilerek bazı iddialar ortaya atıldığını açıklamış ve bu olayın devrimci harekete karşı karanlık tertiplerin düzenlenmekte olduğunu ortaya koyduğuna işaret etmiştik. Bu durum nedeniyle kendisine baş vurduğumuz İçişleri Bakanı ise böyle bir şeyin olmadığını iddia etmişti.

Oysa, söz konusu açıklamamızdan hemen sonra bizim iddialarımızı doğrular nitelikte ülke çapında provokasyon ve tertipler ortaya çıkmıştır. Hürriyet gazetesi (27 Şubat tarihli) ise, bizim sözünü ettiğimiz genelgeyi sayı numarasını da vererek açıklamış ve tren yolunun bombalanması, bir başçavuşun öldürülmesi gibi Kontr- Gerilla’nın tertiplediği apaçık ortada olan olaylara bizi bulaştırmaya çalışmış ve kamuoyunu yanıltıcı, ortalığı bulandırıcı doğrultuda sahte haberler yayınlamıştır. Karanlık güçlerin sözcülüğünü yapan bazı basın organlarının bu doğrultudaki kışkırtıcı yayınları sürmektedir. Buna paralel olarak tertip ve kışkırtma niteliğinde her gün yeni olaylar yaratılmaktadır.

Hürriyet gazetesinin yayınında, genelge ile emniyet görevlileri kaynak gösterilerek devrimcilerin kendilerinden olmayanlara, ordu ve hatta adliye mensuplarına karşı saldırıya geçeceği yazılmakta; Danıştay binasının, Meclis Başkanının evinin bombalanması, bazı astsubayların esrarengiz bir şekilde yaralanıp öldürülmesi gibi olaylar devrimcilere maledilmek istenmektedir. Anlaşılan, önümüzdeki günlerde de bu türden tertipler devam edecek ve bunlar devrimcilere maledilmeye çalışılacaktır.

Bu durumla ilgili olarak zamanında kendisini uyarmamıza rağmen, gerekli önlemleri almayan ve "böyle bir şey yok" diyerek meydanı karanlık tertipçilere bırakan İçişleri Bakanı’nın ve Emniyet Genel Müdürü’nün bu gelişmelerden sorumlu olduğunu söylüyoruz.

Yine, sahte haber ve iddialar yayınlayarak bize suç atfında bulunan ve karanlık tertiplere alet olan söz konusu gazeteleri mahkemeye vereceğiz.

Bütün demokrat ve ilerici kamuoyunu, faşist güçler tarafından düzenlenen haince tuzaklara karşı mücadele etmeye çağırırız.

Bütün devrimci kişi, kuruluş ve yayın organlarını bu tertipleri açığa çıkarmak için mücadele ve bu tertiplere uşaklık eden kışkırtıcıları lanetlemeye çağırırız. Ayrıca bütün devrimcilerin bu tür kışkırtmalara kapılmaması gerektiğini önemle açıklarız.

Karanlık tertip ve saldırılara boyun eğmeyeceğiz.

Page 56: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  55  

Faşist Güçlerin Tertip ve Provokasyonları ve Faşizme Karşı Mücadelede Beliren Bazı Yanlış Eğilimler

DY, Sayı: 16 20 Mart 1978 "Ecevit, şimdi, büyük ölçülerde uygulamakta olduğu ekonomik önlemlerin, ancak baskı rejimlerinde uygulanabilir olduğunu ileri sürmüştü. Şimdi, bu tedbirler uygulanmaya başlandığına göre, adeta, Ecevit’in tespitinin gereğinin yerine getirilmesi istenmektedir. Bugün, içinde bulunduğumuz bu siyasi koşullar çerçevesinde, faşist saldırı ve tertiplerin temel yönelimi budur." (Devrimci Yol, Özel sayı 10)

Bu kadar ağır ekonomik "tedbirler", bizimki gibi ülkelerde ancak o denli ağır siyasi "tedbirler" çerçevesinde gündeme getirilebilir. Faşist MC çetesinin de, geçtiğimiz dönemde başlattığı zam kampanyasını yoğun bir zulüm kampanyası ile tamamladığı unutulmamıştır. Ecevit hükümetine yaptırılmak istenen öz olarak bundan pek farklı bir şey değildir.

Bu konuda, denilebilir ki, Ecevit hükümeti daha fazla "şansa" sahiptir. MC çetesinden farklı olarak, gündeme. getirdiği ve getireceği bütün "ekonomik ve siyasi tedbirleri" kamuoyuna belli bir "meşruiyet" görüntüsü altında sunabilmektedir. işte bu noktada, "Ecevit hükümeti, oligarşinin iç savaşa bir müdahalesidir" tespiti özel bir önem kazanmaktadır. Bu tespit, oligarşinin, Ecevit’ten yalnızca Kıbrıs ve Ambargo sorununu, ekonomik sorunları çözmesini beklemediğinin bir ifadesidir. Bu sorunların "çözüm"ünde, emekçi halkların hoşnutsuzluğunu, muhalefetini baskı altında tutabilecek "akılcı" tedbirler de gerekmektedir. İşte Ecevit’ten çözmesi istenen "asayiş sorunu"da aslında bu sorundur.

Ecevit, oligarşinin bu isteklerini nasıl yerine getirecektir? Bunu yaparken faşist MC çetesinden hiç farkı kalmayacak mıdır? "Barış güvercinli Ecevit" imajından vaz mı geçecektir? Hem oligarşiye ters düşmeden, hem de kendi "sınıflararası barış hayallerini" koruyarak bunları yerine getirmesi mümkün müdür?

Hayatın ortaya çıkardığı bu paradoksal durum, bilindiği gibi en açık şekliyle "Kontr-Gerilla tartışmaları" sırasında kendini dayatmıştır. Ecevit, oligarşiden ilk zılgıtı bu tartışmalar esnasında yemiştir. Bir zamanların Kontr-Gerilla "düşmanı" Ecevit, oligarşinin taze kanı olduktan sonra, aynı Kontr-Gerilla’yı aklamak zorunda bırakılmıştır. Çünkü oligarşi, Ecevit’in sağlamaya çalıştığı "barış" ortamını, uzun zamandır yürütülen kanlı faşist saldırı ve cinayetlerin durdurulması olarak değil, sadece bu genel saldırı savaşında başvurulan bir savaş hilesi olarak görmektedir. Ecevit’in de böyle bir bakış açısını, oligarşiye rağmen, aşması mümkün değildir.

Unutulmamalıdır ki, iktidar oligarşinin iktidarıdır. Devlet oligarşinin devletidir. Oligarşinin genel eğilimi hep iki alternatifi diri tutacak şekilde sürmüştür. Bu, MC döneminde bir CHP umudunun yaşatılması şeklinde tezahür etmiştir. Şimdi de oligarşi,

Page 57: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  56  

CHP hükümeti karşısında bir AP-MHP veya benzeri hükümet alternatiflerini sürekli gündemde tutmaya çalışacaktır. (Kuşkusuz böylesi "meşru" alternatifler bir işe yaramayınca, yani iplerin ucu elden kaçınca başka bir altematif olarak faşizmin açık icrasına başvurulabilir.) ���İşte oligarşinin bu genel eğilimi ışığında, son günlerde oldukça yoğunlaşan faşist saldırı ve cinayetlerin anlamı kavranabilir. Bugün faşist güçler, Ecevit’in kaçınılmaz olarak baş vurmak durumunda olduğu "siyasi tedbirler" koşullarında, bu tedbirleri hayata geçirmede insiyatifi ele geçirebilmek için özel bir gayret içindedirler.

Son günlerdeki gazete manşetlerine şöyle bir göz atmak, bunu anlamak için yeterlidir: Danıştay binasına patlayıcı madde atılmıştır. Yine aynı günlerde, Pendik-istanbul arasında bir banliyo trenine sabotaj yapılmış; ardından, İstanbul’da Eminönü-Adalar seferini yapan vapurda kanapelerin altında kamarotlardan biri tarafından bir saatli bomba bulunup denize atılmıştır. Aynı gün, Ankara’da, Tandoğan’daki bir Anaokulu’na patlayıcı madde konulmuştur. 3 gün sonra ise İETTnin Topkapı Garajına konulan patlayıcı maddelerden biri patlamış, bir çok otobüs hasar görmüştür. Ertesi gece de İstanbul Belediye Sarayı 2. kez bombalanmıştır. ���Bu tertiplerin ilginç bir ortak yönü de sabotajların ve sabotaj girişimlerinin çoğunun halk kitlelerinin yoğun olarak bulundukları yerlere yönelik olmasıdır. Buradaki amaç açıktır. Oligarşi, bir yandan siyasi tedbirlerin hayata geçirilmesinde insiyatifi elde tutmaya çalışırken; diğer yandan, gizli-açık faşist örgütlerine düzenlettiği bu tertiplerle devrimcileri, halk kitlelerine, halkın sorunlarıyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan, orayı burayı rasgele bombalayan halk düşmanı, şiddete tapan unsurlar olarak tanıtmak istemektedir. Amacı, halk kitlelerini devrimcilerden uzaklaştırıp, devrimcileri tecrit etmektir. Söylemeye gerek yok ki, devrimciler, uğrunda savaştıkları emekçi halk yığınlarına zarar verebilecek en ufak bir iş yapmazlar.

Bütün bu olaylar sırasında, tekelci sermayenin sözcüsü basın organları, olup biten herşeyi devrimcilere mal etmeye çalışmışlardır. Özellikle Hürriyet bu konuda bilinçli bir politika izlemiştir ve izlemeye devam etmektedir. Hürriyet gazetesinin "anarşik olaylarla" ilişkili olarak "üst düzeyde güvenlik yetkililerinin" ağzından, hiç bir yayın organının vermediği bilgilere sayfalarında yer vermesi, mevcut güvenlik örgütleri ile Hürriyet arasında organik ilişkiler olduğu kanısının kamuoyunda yerleşmesine neden olmuştur. Bu konuda en çarpıcı örnek, aslında Kontr-Gerilla örgütlenmesinin bir hücresine mensup olan emekli yüzbaşı Çevikel ve arkadaşları olayında Hürriyet’in takındığı tavırdır. Hürriyet, faşist güçlerin ve hükümetin olayı kapatma siyasetine bilinçli bir şekilde hizmet etmekte, söz konusu örgütte bir Ermeni’nin yer alması nedeniyle, "Türkiye’deki anarşik olayları gizli Ermeni örgütlerinin düzenlediğini, sağda ve solda vuruşanların eline silahları Türkiye’yi bölmek isteyen Ermeni örgütlerinin verdiği" iddiasını, tümüyle hayal mahsülü senaryolarla, ajitatif başyazılarla ileri sürerek, halkımızın kafasını ve siyasal ortamı iyice bulanıklaştırmak istemektedir. Yüzbaşı Çevikel’in İstanbul’un yarısını havaya uçuracak kadar bol miktarda TNT’yi istanbul’da gizlediği ihbar edilen yerlerde güvenlik kuvvetlerinin hiçbir şeyle karşılaşmadığı haberi, yine emniyet yetkililerinin ağzından sadece 22 Şubat tarihli Hürriyet’te yer aldı. Bir hafta geçmeden ise 2 Mart tarihli gazetelerde, askeri-sivil gizli güvenlik örgütlerince yönetilen operasyonlar sonucu, Ataköy’de bir inşaatta 1,5 ton patlayıcı madde ele geçirildiği açıklandı. Hürriyet aynı haberi bir gün önce vermişti. İçişleri ve diğer güvenlik yetkilileri bu konuda başka hiç bir açıklama yapmadılar. Ve böylece CHP hükümeti döneminde ortaya çıkarılan, kökeni Kontr-Gerilla’ya uzanan gizli bir faºist hücre, Hürriyet'in de bilinçli çabalarıyla karanlığa gömülmüş oldu. ���Hürriyet ve benzeri yayın organları, zaten ‘kitle pasifikasyonu' amacı taşıyan bu

Page 58: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  57  

karanlık tertipleri, halkı, değil sesini yükseltmek, evinden bile çıkamaz hale getirecek bir biçimde yansıtmaktadır. İşte 26 Şubat tarihli Hürriyet gazetesinin manşeti: "Dikkat! Anarşistler evlere dadandı! HER ZİL ÇALINDIĞINDA KAPINIZI AÇMAYINIZ!"

Faşist güçler bu sistemli tertipleriyle bir yandan hükümetin "meşru zeminlerde mücadele veremeyen aşırı sola" karşı tavrını bir an önce somutlaştırmasını sağlamaya; bir yandan da Ecevit’i, dizginlerini koparmış bir atın çaresiz binicisi durumunda bırakıp siyasi gelişmelerdeki insiyatifi tamamıyla ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Faşist güçlerin özelikle bu ikinci noktada başarısız olduğu söylenemez.

Ecevit hükümeti, bilindiği gibi zaten her fırsatta, "sağ ve sol arasındaki çatışmayı; çatışan tarafların her ikisine de tarafsız davranarak önlemeyi amaçladıklarını" vurgulayarak eski bir türküyü tekrarlamaktadır. Bu konudaki içtenlikterini, hükümet adına konuşan Faruk

Sükan, Turhan Feyzioğlu gibi tekelci burjuvazinin sözcüleri aracılığıyla kanıtlamaya çalışmaktadır. ���Faşist güçlerin siyaseti, Ecevit’i halkın gözünde "harcarken", aynı zamanda, devrimcileri Ecevit’e "harcatmak" şeklinde özetlenebilir. Bugünlerde yoğunlaşan faşist saldırılar, tezgahlanan provokasyonlar karşısında mücadele görevi, sadece devrimciler bakımından değil, tüm ilericiler, yurtseverler, demokratlar, CHP’liler tarafından da hayati bir önem taşımaktadır. Faşist güçlerin emekçi halk güçleri üzerindeki karanlık tertipleri açığa çıkarılmalıdır. Ama bu nasıl yapılacaktır?

Faşist saldırılara ve provokasyonlara karşı mücadele, "aman faşistlerin oyununa gelmeyelim" sızlanmasına indirgenebilir mi? Geçtiğimiz dönemde faşistler azgınca saldırılar düzenlerken, halkın ve devrimcilerin ellerini kollarını bağlamayı, faşizme karşı mücadele yerine, muhtemel bir CHP hükümetinin iş başına gelmesini beklemeyi tercih edenler, bugün aynı görevlerini CHP hükümetinin bekçiliği şeklinde sürdürmektedirler. Dün bu görevi "muhalefet" adına yapanlar, bugün "iktidar" sözcüleri olarak aynı teraneleri tekrarlamaktadırlar. Faşistlerin yaratmaya çalıştığı provokasyon ortamını gerekçe göstererek bir "provokasyon fetişizmi" yaratmakta; bugünkü koşullarda "eylemsizliğin en akıllı, en geçerli ve en ilerici eylem olduğunu" öğütlemektedirler. (Bak: Cumhuriyet, 21 Şubat 1978, "Devrimciyle Dertleşme", Uğur Mumcu). Bu bakımdan, günümüzde, provokasyonlara karşı mücadele ile birlikte "provokasyon teorileri"ne karşı mücadele de önemini korumaktadır.

Söylemeye gerek yok ki, faşistlerin hükümetin tüm uygulamalarına olanca güçleriyle ve tüm olanaklarıyla karşı çıktığı; mevcut hükümetin ise bu direnme karşısında uzlaştığı, kaypak bir tutum takındığı (örneğin Eğitim Enstitüleri sorunu) günümüz koşullarında CHP dışı sol için eylemsizliği savunmak intihar anlamına gelir. Aklı başında bir CHP’li bile bunun saçmalığını farkedebilir. Herkes görmektedir ki, CHP ve faşist güçler arasındaki uzlaşma mücadelesinde, her seferinde daha az "yarar" sağlayan CHP olmaktadır. Bu durum, faşist güçlerin karşı koyuşunu daha bir küstahtaştırmaktadır. Faşizme karşı gerçekten kin duyan bir CHP’linin bile kabul etmesi mümkün olmayan bu "eylemsizlik" önerisini devrimcilerin benimsemesi hiç düşünülemez. Devrimciler, kendilerinin tecritine, faşist saldırıların daha da artmasına neden olacak bir eylemsizlik içine giremezler. Tam tersine, faşistlerin hükümete karşı muhalefetlerini, emekçi yığınlara, sanki "düzene karşı muhalefet" ediyorlarmış gibi sahte bir görüntü altında sunmalarına; faşist demagojinin etkinlik kazanmasına fırsat vermemek için, Devrimciler her zamankinden daha sıkı bir şekilde toplumsal muhalefetin en ön

Page 59: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  58  

saflarında yer almalıdırlar.

Faşist güçlerin karanlık tertiplerini ve provokasyon girişimlerini yerle bir edelim! Provokasyonlara karşı mücadelenin faşizme karşı aktif bir mücadele çizgisi üzerinde başarıya ulaşacağını unutmayalım.

Page 60: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  59  

EMEKÇİ HALKIN FAŞİZME KARŞI SAVUNMA HAKKI ASLA ELİNDEN ALINAMAZ

Faşizm, bütün ezilenlerin can düşmanıdır. On milyonlarca emekçinin ekmeğine, özgürlüğüne ve canına yönelik kudurgan bir gericiliktir.

Faşizm, bütün emekçi-yoksul halklara karşı ilan edilmiş acımasız bir savaştır. Ve bütün devrimci halk güçleri, bütün-yoksul halklar bu azgın gericilik karşısında tam bir MEŞRU SAVUNMA durumundadırlar.

Malatya’dan İstanbul’a, Erzurum’dan Ankara’ya ülkemizin her tarafında, her gün yaşadıklarımız, bütün bunları tartışılmaz bir gerçek haline getirmiştir. Ve bugün tüm sorun, bu olgu karşısında, her gün yaşadığımız bu kudurmuş saldırganlık karşısında nasıl mücadele edilmesi gerektiğidir, ve hatta denebilir ki, bundan da öteye, bu sorunun çoktan belirginleşen doğru çizgideki pratik adımlarının nasıl atılacağıdır. Her savaş gibi, halka karşı ilan edilmiş olan ve yürütülmekte olan bu savaşın da kendine özgü kuralları vardır ve eğer bir avuç halk düşmanına milyonlarca halkın teslim olması istenmiyorsa, bu savaşm kurallarını bilmek, bunun gereklerine uymak, ve bu uğurda mücadele etmek gereklidir.

Ve bilinmelidir ki, halka karşı ilan edilen bu savaşın kurallarını, bugün, bu savaşı ilan etmiş olan faşist güçler tayin ediyor. Faşist güçler karşısında tutarlı bir mücadele çizgisinin sürdürülebilmesi için, düşmanın nasıl ve nereden saldırdığının, hangi araçlarla saldırdığının, hangi tür silahlar kullandığının ve ne yapmak istediğinin, yani bütünüyle onun stratejisinin ve taktiklerinin bilinmesi, yakından gözlenmesi gereklidir.

Faşistler devrimci güçleri yoketmek için saldırıyor. Aydınları, dürüst ve yurtsever unsurları yıldırmak-sindirmek için öldürüyor. Bir korku ve dehşet ortamı yaratmak için, bu yolla halkı sindirip teslim almak için, tertip ve saldırılar düzenliyor. Halk güçlerini bölüp parçalayarak kendisine, hakimiyet kurabilmesi için yol açmaya yönelik kışkırtmalar tertipliyor.

Bunların yanısıra, bir başka temel nokta da şudur ki; yaşanılan faşist saldırılar, ancak doğrudan doğruya ABD emperyalizmi ile ilişki halinde ele alınmalıdır. Ülkemizdeki hiçbir temel siyasi gelişme ABD’den bağımsız olarak düşünülemez. Ülkemizde faşizm olgusu da ABD emperyalizminin doğrudan denetimi altında olan, ABD emperyalizminin ülkemizdeki gizli işgali çerçevesinde kavranabilecek olan bir olgudur. Devlet içinde yerleşik faşist güçlerden söz edildiği zaman anlaşılması gereken şey de, doğıudan CIA denetimi altındaki provokasyon, saldırı ve tedhiş mekanizmalarıdır.

CIA’nın uygulayagelmekte olduğu kontr-gerilla stratejisi bilinmektedir. Bunun temel öğelerinden biri, psikolojik savaştır. Geniş yığınların şaşırtma yoluyla, bir korku ve dehşet ortamı yaratılarak yönlendirilmesi, toplumun bilincinin köreltilmesi, kitlelerin devrimci unsurlardan uzaklaştırılıp tecrit edilmesi (balığın sudan çıkarılması) ve genel kitle pasifıkasyonu. ABD emperyalizminin kontrolündeki tüm karanlık güçler, sivil-resmi, gizli-açık tüm terör ve saldırı örgütleri, Türkeş’i, Hürriyet’i, MİT’i, kontr-gerillası ile, bu amaçlarla, devrimci güçleri ve halkın devrimci uyanışını yoketmek için

Page 61: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  60  

sahnededirler; tam kapasiteyle icra-ı sanat eylemektedirler.

Bunun yanında, yine ABD emperyalizminin, dünya egemenliği sistemi içinde halkların kurtuluş mücadelelerini boğmak için, siyasal gelişmeleri kendisinin izlediği genel siyaset doğrultusunda etkilemek için çok daha karmaşık yöntemler kullandığı; kendi kontrolü altında "ayaklanmalar" tertiplediği ve karışıklıklar düzenlediği, askeri darbeler yaptırdığı da artık herkesin bildiği gerçeklerdir...

Oligarşinin çıkmazlar içinde kaldığı bir dönemde, emperyalist güçlerin onayını ve desteğini alarak iş başma gelen Ecevit hükümeti, büyük ölçüde, egemen güçlerin, emperyalist mihrakların istekleri doğrultusunda bir siyasi hat izliyor. Bu, bugünkü hükümetin, egemen güçler açısından kalıcı bir çözüm olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, bu hükümete, düzenin onarılması doğrultusunda alınması gerekli bir kısım önlemler aldırılırken, faşist bir iktidar alternatifi ve faşist bir darbe ortamı sürekli canlı tutuluyor. Çok hareketli ve kaygan bir siyasal zemin söz konusudur. Ülkemizde, emperyalizmin saldırı siyasetlerine payandalık eden faşist mihrakların, bu gelişmeler içinde, egemen güçlerin politikalarından (sahip olduğu göreli bağımsız hareket yeteneği çerçevesinde) bir adım ileri bir konumda bulunabilecekleri ve ortamı hızla bir askeri darbe veya sıkıyönetime zorlama yönünde hareket ettikleri de eklenmelidir.

Ülkemizdeki gelişmeler ve karşı-devrim güçleri ile Devrimci halk güçleri arasındaki kıyasıya savaş bu siyasal zemin üzerinde sürmektedir.

Faşist güçlerin de büyük ölçüde hükümete karşı bir mücadele içinde oldukları bir ortamda; ve emekçi halkın kendi bağımsız iktidar alternatifinin bulunmadığı bugünkü durumda; öncelikle, devrimcilerin, bu hükümeti savunma durumunda olmadığı belirtilmelidir. Bu, elbetteki, faşist güçlerle bu hükümet arasındaki mücadelede bizim tarafsız olmamız demek değildir. Devrimciler her durumda olduğu gibi bu konumda da, faşist güçlere karşı en kararlı bir şekilde ve sonuna kadar mücadele edeceklerdir. Bunun yanında mevcut krizin derinleştirilmesi doğrultusundaki devrimci mücadelelerini sürdüreceklerdir. Burada şu ayrıma dikkat çekilmelidir: Mevcut krizin devrimci bir anlayışla derinleştirilmesi ile faşist güçlerin yaratmaya çalıştıkları şekilsiz bir kargaşa ortamı, aynı şeyler değildir. Bu ikisinin karıştınlması, bir yandan faşistlerle yanyana bir konuma, bir başka yandan da oportünizme ve pasifizme yol açma tehlikesini doğurur. Mevcut krizin devrimci bir doğrultuda derinleştirilmesi; şekilsiz bir siyasal kargaşanın tam tersine, emekçi ve ezilen sınıfların tercihlerinin farklılığının berraklaştırılmasını, ideolojik-siyasal-örgütsel alanlarda bu ayrım çizgilerinin netleştirilmesini, bağımsız ve devrimci bir iktidar alternatifi hareketinin yaratılmasını, devrimci güçlerle emekçi sınıflar arasındaki bağların kuvvetlendirilmesini, vb. içerir.

Bu ayrım çizgileri, faşizme karşı aktif ve tutarlı bir devrimci savunma çizgisinin de belirleyici öğelerini vermektedir. Bütün eylemlerin; halkın faşizme karşı savunma güçlerini pekiştirecek, faşist güçlerin aleyhine, devrimci halk güçleri lehine siyasal sonuçlar yaratacak, faşizmin demagojilerini açığa çıkaracak, siyasal bulanıklık değil siyasal netleşme yaratacak, halkın panik ve yılgınlığını değil faşizme karşı mücadele azmini pekiştirecek, vb. niteliklere sahip olması gereği bu doğrultuda derinliğine kavranmalıdır.

Ülkemizde hergün yaşadığımız gerçekler, halkın faşizme karşı savunma hakkının, direnme hakkının hiçbir gerekçeyle elinden alınamayacağının, faşizme karşı DEVIRİMCİ bir mücadele

Page 62: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  61  

anlayışının gerekliliğinin ve Devrimci düşüncelerimizin doğruluğunun, yeniden yeniden kanıtlanmasından başka bir anlama gelmiyor. Buradan ötesi, mücadelenin pratik sorunlarına ilişkindir.

Page 63: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  62  

İÇ POLİTİKADAKİ SON GELİŞMELER, ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN ALABİLECEĞİ MUHTEMEL BİÇİMLER AÇISINDAN ELE ALINMALIDIR

Ortadoğu’da emperyalizmin gündeminde çözmek zorunda olduğu bir dizi çelişmenin bulunduğu bilinmektedir.

Afganistan’daki son "Sovyet yanlısı" darbe, İran’ın Afganistan’la olan ilişkilerindeki "bozukluk" ve İran’daki son "karışıklık" (ABD- SSCB ilişkilerindeki son gerginlikler ihmal edilmeden) dikkate alınır;

Yunanistan’dan Afganistan’a uzanan, Türkiye ve İran’ı da içine alan "kritik alan"daki politik gelişmeler dikkatle takip edilirse, bu durum daha bir anlaşılır olmaktadır. Yaşadığımız konjonktürde Kıbrıs sorunu ve Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin bilinen durumu; yine Kıbrıs sorunu ve ambargo dolayısıyla ABD’nin Türkiye ve Yunanistan’la olan ilişkilerindeki açmazlar; ambargo ve Türkiye-Yunanistan ilişkileri dolayısı ile NATO’nun Doğu Akdeniz’deki durumu; bunlara, bu durumlardan dolayı Sovyetler’in Türkiye ve Yunanistan’la olan ilişkilerindeki muhtemel yeni girişimleri de ilave edildiğinde; Türkiye, emperyalizmin Ortadoğu’daki varlığı açısından çözümü zorunlu bir sürü çelişkinin kördüğüm noktası olmaktadır.

Bu koşullarda emperyalizmin Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki varlığını ne pahasına olursa olsun garanti altına almak ve koruyabilmek için çok yönlü bir plan üzerinde çalışacağına şüphe yoktur.

İç politikadaki son gelişmeleri ABD-Türkiye ilişkilerinin alabileceği muhtemel biçimler açısından ele almahyız.

MC partilerinin son günlerde iç savaşa hazırlık mitingleri, komünizme karşı savaş naraları ve faşist saldırıların artırılması şeklinde sürdürdükleri kampanyaları, dış politikadaki gelişmelerin olağanüstü dengesizliği göz önüne alınarak, dış ilişkilerdeki bu dengesizliklerin ülkeye muhtemel yansımaları dikkate alınarak analiz edildiği taktirde daha iyi anlaşılabilir.

MC partileri ABD’ye yeni bir alternatif sunma gayreti içindedirler. Ecevit’in dış gezilerinde sarfettiği tüm çabalara rağmen, ABD’nin Türkiye’ye ilişkin planı tek alternatifli (Ecevit’e dayanma) bir plan olamaz. (Ortadoğu’daki gelişmeler yakından gözlenmeli: Son günlerde "büyük" basında Türkiye-İran ilişkileri; İran’dan "ithal" Kürt sorunu; Kürt sorunu içinde SSCB-ABD etkileri hakkında yazılara sık sık rastlanır oldu).

ABD’nin Türkiye’deki varlığının tek altematifli bir planla sürdürülemeyeceğini bilen MC partileri, ABD planının muhtemel diğer altenatiflerini hesaba katarak, bu alternatiflerin gündeme getirilmesi halinde uygulanabilir kılmak için koşullar yaratmak veya değişik alternatiflerin gündeme alınması için uygun ortam yaratmak yönünde bir politika izlemektedirler.

Page 64: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  63  

ECEVİT NEREYE GİDİYOR?

CHP hükümeti işçi ücretlerinin dondurulması doğrultusunda çabalar sarfediyor. Tekelci burjuvaziye, kendisinin ne büyük hizmetlerde bulunabileceğini ve ekonomiyi nasıl bir "istikrar"a kavuşturabileceğini kanıtlamak istercesine sendika patronları ile "toplumsal sözleşme" imzalıyor...

Gene CHP hükümeti, ülkedeki "siyasi istikrarı sağlama", "anarşiyi önleme" adına, sivil sıkıyönetim uygulamaları denilen baskı tedbirleri gündeme getiriyor. Tam kapasite icra-i sanat halinde olan faşist güçlere karşı tam bir hayırhah tutum içine giriyor ve hatta Ümit Erdal gibi işkenceci sapıkları terfi ettiriyor. Buna karşılık, sola karşı ("sol anarşistlere" karşı!) yeni baskı tedbirleri planlamaya uğraşıyor. Sokaklarda modern silahlarla donatılmış onbinlerce jandarma komandosuna gösteriler düzenleterek devlet otoritesinin varlığını kanıtlamaya çalışırken, otoriter devlet özlemleri yayıyor. Kürtler üzerindeki baskı-kontrol ve pasifikasyon çabalarını yoğunlaştırıyor. Bütün emekçi halk kesimleri üzerindeki baskıların adım adım artırılmasına yöneliyor. Bütün bunların anlamı nedir ve bu gelişmelerin sonu nereye varacaktır?

Gerçekten dürüst ve emekçi halklarımızdan yana duygular besleyen CHP’lilerin kendi kendilerine sordukları, bugünün sorusu budur.

Bu hükümetin hangi koşullar altında ve ne şekilde göreve getirildiği biliniyor: MC güçlerinin içinde bulunulan koşullarda, mevcut düzeni sürdüremez hale düşmeleri yüzünden iç ve dış desteklerini yitirmesi karşısında, bilinen biçimde düşürülerek yerine bu hükümet, mevcut sömürü ve zulüm düzeninin devam ettirilebilmesi için gerekli tedbirleri almak, bu düzeni tamir etmek üzere işbaşına getirilmişti. Egemen güçlerce ona verilen görev mevcut sömürü ve zulüm düzeninin işlerliğinin sürdürülebilmesi için, düzenin ayakta tutulabilmesi için alınması gereken asgari tedbirlerin alınması idi. Bu tedbirler de ekonomik yönden: Ücretlerin ve harcamaların kısıtlanması, devalüasyon ve zamlar yoluyla hayatın pahalandırılması, taban fiyatların maliyetlerin üzerine çıkmamasının sağlanması, vb. Siyasal yönden ise, özellikle bu tedbirler karşısında, halk muhalefetinin baskı altında tutulması, pasifize edilmesi... Bunu sağlamak için başlangıçta Ecevit’in geniş bir umut kredisi vardı. Bu "kredi" azaldıkça, yerini halk muhalefetini bastırmanın evrensel yöntemi olan baskı tedbirlerinin alması ise kaçınılmaz bir şeydi.

Bu açıdan bakıldığında, CHP hükümetinin kendisine verilen görevler açısından geldiği noktada anlaşılmaz bir yan yoktur.

***

Ama, bu noktaya gelinceye kadar, gerek Ecevit’in gerekse ona umut bağlayanların yapılan bunca "işi" kendi içlerine sindirebilmeleri için epey mesafe katedilmesi, ve epeyce dolap döndürülmesi gerekmiştir. Seçim meydanlarında yıllarca söyledikleri masallara ola ki kendileri de inanmışlardır. Şimdi ise, özgürlük, demokrasi, barış, ucuzluk adına(!) yapılan bunca işin kendi içlerine de sindirebilmelerine uygun bir şekilde, "yapacak başka bir şeyin olmadığını ve bunları yapmaya mecbur olduklarını(!)" hiç değilse kendilerini inandıracak şekilde rasyonalize etmeleri gerekmiştir. Faşist güçlerin tertip ve saldırıları bu dolabın döndürülmesindeki temel etken olmuştur.

Page 65: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  64  

Ecevit hükümeti kurulduktan sonra faşist güçler yoğun bir saldırı, cinayet ve katliam dönemi başlattılar. Kısa vadede bir faşist darbe olanağının olmamasına rağmen, özellikle büyük basının yardımı ile böyle bir hava yarattılar. Faşistlerin her kanlı saldırısı ve her gerici yaygara hükümet adamlarının biraz daha "geri adım atmalarını" ve biraz daha egemen güçlere yamanmalarını getirmiştir. Ecevit’in cüretkar çıkışlarıyla bu hükümetin halkla ve demokratik güçlerle olan pamuk ipliğine bağlı eski bağları bir bir koparılmıştır. Eskiden faşizme karşı mücadele vaadlerini ağzından eksik etmeyen Ecevit, "nereden gelirse gelsin, her türlü anarşiye karşıyız" gibi demagojileri bıkıp usanmadan tekrarlar hale gelmiştir.

Bu suretle, faşist güçlerin cinayet ve saldırılarını önleme, can güvenliğini sağlama sorunu, adım adım, egemen sınıfların gündeme getirdiği "anarşiyi önleme", yani halk muhalefetini bastırma sorunu haline dönüştürülmüştür. Ecevit’in tutumu, sorunun bu şekilde çarpıtılmasına gönüllü katılmak şeklinde olmuştur. Ecevit bu şekilde gittikçe Demirelleşerek (Ecevit hükümeti kurulduktan sonra hiç değilse "faşizmin tırmanışının duracağını"(!) "önceden gören" baylara bile) kendisinin asıl görevinin sömürü ve zulüm düzeninin sürdürülmesi olduğunu anlatmayı başarabilmiştir. Ve faşist tertip ve katliamlar sayesinde(!) kendisini emperyalizmin ve işbirlikçilerinin güvencesine terketmeyi içine sindire sindire gerçekleştirmiştir.

Ama gene de, hiç belli olmaz! Bakarsınız şimdi de şu sivil sıkıyönetim uygulamaları ve sol anarşiye karşı tedbirleri gerçekleştirirken "ilkönce solu temizleyeceğim; faşizm zaten solcuların ve halkın ezilmesi için getirilir. Bu işi biz, onlardan önce yaparsak faşizme gerek kalmayacağı için faşizm tehlikesini önlemiş olacağız" gibi bir masalı anlatmaya kalkabilir. Bu şekilde halkı değil ama, örneğin bazı ilerici-solcu bayları inandıracak olursa, buna şaşmamak lazımdır!

Ecevit hükümeti, şimdi, egemen sınıflar ve gerici-faşist güçler tarafından gündeme getirildiği şekilde, "siyasi istikrarı sağlama" ve "anarşiyi önleme" işiyle uğraşıyor.

"Anarşiyi önleme" derken ne kastediliyor? Egemen sınıfların bundan anladıkları şey, sınıf mücadelesinden ve bunun şiddetlenmesinden başka birşey değildir. Sömürü ve zulmün en yoğun bir biçimde sürdüğü, sınırsız bir zenginlik ve refah içinde yaşayanlarla, acımasız bir sömürü ve sefalet içinde kahredilenlerin yan yana yaşadığı bir toplumda sınıflar savaşının giderek artan bir şekilde şiddetlenmesinin önüne nasıl geçilebilir? Sınıflar arasındaki ayrılık giderilmeden, sınıflar çatışması nasıl önlenebilir? Bunun, sınıf mücadelesinin baskı altına alınması, yani üstünün örtülmesinden (ve de onun üstü örtülemeyecek kadar sivri olan uçlarının törpülenmesinden) başka bir yolu yoktur. Ecevit hükümetinin, sorunu egemen sınıfların ortaya koydukları biçimde "anarşiyi önleme" ve "siyasi istikrarı sağlama" şeklinde benimsedikten sonra gündeme getirdiği program bundan başka birşey değildir. Sivil sıkıyönetim uygulamaları, yakın dönem açısından, sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla uygulanılacak bir dizi baskıcı politikalara doğru atılmış önemli bir adım olma özelliği taşımaktadır. ���Ecevit, tekelci buıjuvaziyi ve ABD emperyalizmini de arkasına alarak sınıflar üstü bir görüntü altındaki (sağa da sola da karşı!) bir baskı dönemine yönelmektedir. Bu gelişmelerin, kilit noktaları elinde tutan faşist güçlerden bazılarının görevlerine son verilmesinden sonra, yani 30 Ağustostan sonra, yoğunlaştırılıp genişletilmesi beklenilmelidir.

Bu doğrultudaki bütün uygulamalara kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Bütün bunlar faşistlerin emekçi halka karşı yürüttükleri savaş karşısında halkın elinin kolunun

Page 66: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  65  

bağlanması, halkın direniş mevzilerinin dağıtılmaya çalışılmasından başka birşey değildir.

Besbelli ki bugün tutulan yolla faşist güçlerle halk güçleri arasında süregelen savaş ortadan kaldırılamayacaktır. Çünkü bu savaş, bu şekilde, faşist güçlere kan vermekten başka bir anlama gelmeyen bu tür önlemlerle, ortadan kaldırılamaz. Bir savaş ya kaybedilir, ya da kazanılır. Yapılacak tek şey bu mücadelede emekçi yoksul halklarımızın safında yer almak, faşizmin azgın saldırılarına karşı bu mücadeleyi emekçi halklarımızın kazanması için savaşmaktır.

Bu alınan tedbirler ise tam tersine, faşizme kan vermekten başka bir anlama gelmez! Bu şekilde iç savaşı önleyeceğim diye ordunun devreye sokulması yoluyla, daha ileri bir aşamada ordunun doğrudan bir şekilde aracılık edeceği açık faşist hir rejime geçiş sağlamaktan başka bir anlama gelmez.

Halkın direniş mevzilerini elinden alarak, onun direniş güçlerini dağıtarak, faşizme karşı savaş azmini ve kararlılığını pasifize etmek, faşizmin önündeki tüm engelleri temizlemekten başka bir anlama gelmez.

Bu yolda atılacak her adıma karşı kesin-kararlı ve tutarlı bir şekilde mücadele etmek ve buna karşı tüm emekçi yoksul halklarımızı uyarmak vazgeçilmez-acil görevimizdir.

Page 67: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  66  

Emekçi Halka Kalkan Eller Kırılmalı!

DY, Sayı: 22 20 Eylül 1978 FAŞİST güçlerin emekçi halklarımıza karşı yürüttüğü acımasız bir yok etme ve tahakküm altına alma savaşı karşısında "biz kardeş kavgasına karşıyız", "barıştan ve kardeşlikten yanayız’" şeklindeki şamataların artık sadece burjuva liberallerine has bir ahmaklık gösterisi değil, daha ötesi, emekçi halklarımızın mücadelesinde kararsızlık, yılgınlık ve tereddüt yaratmaya yönelik bir ihanet olduğu her geçen gün daha açık bir şekilde görülebiliyor. Burjuva liberallerinin sınıflı topiumların tartışılmaz gerçeği olan sınıf mücadelesinin keskinleştiği her dönemde tekrar edip durmayı bir gelenek haline getirdikleri şu kör gözlerin bile gördüğü gerçeklere sırt dönen barış havariliğini bir tarafa bırakalım. Sözde işçi sınıfı adına bu "kardeş kavgası"nın burjuvazi tarafından önlenmesini bekleyenler devrimci değil demokrat adına bile layık değillerdir. Ve onlar bugün köklü ekonomik ve sosyal temelleri olan çatışmaya bir burjuva liberali gibi boşuna karşı çıkmaya ve onu durdurmaya uğraşırlarken ve onun durdurulmasını burjuvaziden yalvar yakar beklerlerken ülkemiz gerçeklerinin ve proleteryanın sınıf bakış açısının ne kadar uzağında olduklarını sergilemektedirler. Hükümetten bu "kardeş kavgası"nı önlemesini bekleyen, bu savaşta proletaryanın ve emekçi halkların yanında saf tutan Devrimcilere küfretmeyi kendilerine başlıca iş edinen TKP, TİKP ve TİP gibileri emekçi halklarımıza karşı ihanet içinde olanlardır. Bu revizyonistler halk saflarında kararsızlık ve tereddüt yaratmaya çalışarak emekçi halklarımızı arkadan hançerlemektedirler. Savaşı biz istemiyoruz. Savaşı emekçi halk güçleri başlatmıyor. Bugün her gören göz görüyor ki faşist güçler emekçi halklarımıza karşı acımasız bir yok etme ve tahakküm altına alma savaşı yürütüyorlar. Halkın üzerine kurşun yağdırıyor, otobüsleri, kahveleri otomatik silahlarla tarıyorlar. Kitlelerin toplu olarak bulundukları yerlere bombalar atarak toplu katliamlar tertipliyorlar. Malatya’da, Sivas’ta, Elazığ’da görüldüğü gibi halk içerisinde körüklenen bazı ayrımlardan da yararlanarak gerici ayaklanmalar düzenliyorlar. Yakıyor, yıkıyor, yağmalıyorlar. Ve herşeyi halkın gözü önünde uluorta yapıyorlar. Bütün bunları göz göre göre yapıyorlar. Bütün bunların karşısında emekçi halkın ve devrimcilerin elini kolunu bağlayıp beklemesini istemek düpedüz namussuzluktur. Devrimcilerin, halkın bütün bu saldırılar karşısında kendini meşru bir şekilde savunmasını istemelerine ve bunu yapmalarına karşı onları da anarşinin öteki sorumluları diye ilan etmeye kalkmak da gene namuslu bir insanın yapabileceği bir şey değildir.

Sivas; bütün bu gerçeklerin Malatya, Elazığ ve benzerlerinden sonra yeniden kanıtlanmasıdır sadece.

Sivas’taki olaylar Malatya ve Elazığ’da meydana gelen olaylarla tam bir bütünlük teşkil ediyor: Faşistlerin Erzurum’dan Sivas’a, Tokat’tan Elazığ’a doğru çizilecek bir çember içinde kalan bölgeyi kendileri için stratejik bir hedef ölarak seçtikleri görüiüyor. Bu alan içerisinde toplumun, egemenlik kurmalarına olanak sağlayacak olan kesimleri ile (ağalar ve büyük tüccarlar) ilişkiler kurarak, toplumun emekçi kesimleri üzerindeki baskı ve şiddetlerini arttırarak onları işsizliğe ve yokluğa-açlığa mahkum edip zorla büyük göçlere ya da sinip teslim olmaya zorlayarak bu bölgeyi kontrol altına almak istiyorlar. Yakıp yıkmalar, yağmalar, cinayetler, polis, MİT baskıları ve onlara iş vermeyip ellerinde olanları yağmalamak çabaları hep bunun için. (Alevi - Sünni çatışmaları hikayeleri bütün bunları perdeleme çabasından öte hiçbir şey değil). ���Bunu başaramayacaklar. Elazığ’da da başaramayacaklar. Malatya’da da başaramayacaklar.

Page 68: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  67  

Sivas’da da başaramayacaklar. Saldırdıkları heryerde yüzleri açığa çıkarılacak, gereken dersi alacaklar; emekçi halka kalkan eller kırılacak...

Elbette Devrimciler kendilerine düşen görevlerini gereğince yerine getirebilirlerse...

Bugün, bu konuda birçok eksiğimizin olduğu ortada olan birşeydir. Geniş emekçi yığınlarının bu gerçekleri kavrayabilmesi, bu mücadeleye seferber olabilmesi ve faşist hesapların boşa çıkarılabilmesi, faşist güçlerin saldırılarının püskürtülerek halkın nihai zaferinin gerçekleştirilebilmesi, şüphesiz uzun ve çetin bir mücadelenin işidir. Ve de öncü savaşçı bir proletarya partisinin bu mücadeleye doğru çizgideki önderliğinin gerçekleştirilebilmesi ile mümkündür. Devrimcilere düşen görev bu mücadelede bütün gücüyle, bütün varlığıyla; etiyle, dişiyle, tırnağıyla halkın yanıbaşında yer almak, mücadelenin en ön saflarında kararlılıkla savaşmak ve Devrimci Hareketimizin örgütlü mücadelesini proletaryanın öncü savaşçı partisi seviyesine bu zorlu ve çetin Devrimci Yoldan geçerek yükseltmeklir.

Page 69: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  68  

KADDAFİ, İ.SELÇUK VE TEK YOL DEVRİM ÜZERİNE

M. Soysal 1 Ağustos tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki makalesinde, Libya Devlet Başkanı M.KADDAFİ ile yaptığı görüşmelerle ilgili izlenimlerini anlatıyordu. Ecevit Hiikümeti ülkenin karşı karşıya bulunduğu büyük ekonomik "darboğaz"ı aşmak için Kaddafi’den yardım istiyor ve Soysal, bu doğrultuda, Kaddafi’ye "iki ülkenin ekonomik yakınlaşmasının gereğinden, Libya’nın kaynaklarıyla Türkiye’nin olanaklarını bir araya getirip ‘helva yapma’nın yollarından" sözediyor.

Soysal, bu teklif karşısında, Kaddafi’nin, "Bütün bunlar doğru ama bugünkü durumumuzda ben sizinle nasıl işbirliği yapabilirim? Dünya ne der bana? Amerikan emperyalizminin ortaklarıyla işbirliği yaptığımı söylemezler mi?" dediğini aktarıyor. Kaddafi, "Amerika karşısında niçin bu şekilde ezildiğimizi, niçin ondan kopamadığımızı, niçin onun gözüne girmek için çırpınıp durduğumuzu anlamadığını" söylüyor. Soysal, "Kaddafi’nin yaklaşımı karşısında, ‘gerçekçiliği’ ve ‘adım adım gidiş’i savunmanın olanağı yok" diyerek izlenimlerini şöyle tamamlıyor: "[Kaddafi] sağ elini yumruk yapıp yavaş gidişleri gülünç bulurcasına ‘tek yol devrim’ diyor. Bunu söylerken öylesine inandırıcı, öylesine içten ki, büyük çadırın altına oturup bu ilginç tartışmayı uzaktan sessizce izleyen ve hemen hepsi Türkiye’nin sağ basınını temsil eden gazeteci topluluğu bile dayanamayıp basıyor alkışı..."

M.Soysal’ın makalesinden birkaç gün sonra İlhan Selçuk da "Tek Yol Devrim" başlıklı bir makale yazdı. İ.Selçuk da, Kaddafi’nin "Ben olsam devrim yapardım" sözlerini aktararak şöyle diyor:

"Kağıt üzerinde bu sorunun yanıtı bellidir. Duvarlara da yazılıyor kurtuluş reçetesi. ‘Tek yol devrim’ özdeyişini, kentlerde, köylerde, dağbaşında okumak olasıdır. 1960’larda gazete ve dergi köşelerinde söylenenler, 1970’lerde dağa-taşa yazıldı. Ancak nasıl yapılır devrim?"

Bugün ülkemizde sağ ile sol arasında kritik bir güç dengesinin varolduğunu belirten Selçuk, "Türkiye’nin kısa veya uzun vadede ille de yeni bir hesaplaşmaya gideceğini" ileri sürerek bu koşullarda şunları öneriyor:

"1. Ecevit hükümeti devlet bürokrasisi içindeki faşist mekanizmaları temizlemek için gerekli zamanı kazanmalıdır. Bu yolda başarı, az gelişmiş ülkelerde devlet bürokrasisini kullanarak sağ dikta rejimlerini yürüten emperyalizmin tuzaklarını bozacaktır. 2. Ecevit yönetiminin sağ ile sol arasında sağladığı geçici demokratik denge içinde, hükümetin sağa kaymasını önleyecek bir taktiğin benimsenmesi gerekmektedir..."

***

"Kurtuluşun tek yolu devrimdir ama, devrimin yolu da kağıt üzerinde çekilmiş düz bir çizgi olmasa gerekir" diyen İlhan Selçuk’un önerisinin ‘nasıl bir devrim’e yönelik olduğu açık değildir. Belki bu nedenle; önerilen taktiklerin hangi hedefe yöneldiği bilinemediğinden, sözkonusu "hesaplaşma" açısından bu taktiklerin ne gibi bir rol

Page 70: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  69  

taşıdığı da bir ölçüde belirsiz kalmaktadır. Selçuk, "CHP’ye, devlet bürokrasisi içerisindeki faşist mekanizmaları temizlemesi için zaman kazandırılmasını" öneriyor...

Öncelikle bir nokta üzerinde duralım: Ülkemizdeki birçok solcu (ve işçi sınıfı partilerimiz!) uzun süre faşizme karşı mücadele anlayışını CHP’yi iktidara geçirme sorunu olarak kavramışlardır. CHP’nin iktidara gelmesiyle faşizm tehlikesi (geçici de olsa!) ortadan kalkacaktı. Bu anlayışın sakatlığının temelinde ülkemizdeki faşizmin mevcut devlet yapısından, özellikle emperyalizmin denetimi altındaki (ordu, MİT, kontr-gerilla, vb.) kurumlardan kaynaklanan niteliğinin kavranamayışı yatmaktadır. Teslim etmek gerekir ki İlhan Selçuk ve U.Mumcu gibi ilerici yazarlar, üstelik CHP döneminde altı kalın çizgilerle çizilmiş bulunan bu gerçekleri, bizim anlı şanlı "proletarya sosyalistlerimiz" ve de "işçi sınıfı partilerimiz"den daha iyi görmektedirler.

Buna rağmen İ.Selçuk CHP’nin devlet bürokrasisi içindeki faşist mekanizmaların temizlenmesi için zaman kazanması gereğinden sözederken, belli ki devlet içindeki yerleşik kurumların fonksiyonlarını değil, bu kurumlardaki bazı "görevlileri" kastetmektedir. Devletin ordu, MİT, vb. kurumlarındaki nitelik değişimlerinin ancak köklü (devrimci) çözümlerle gerçekleşebileceği gerçeği gözönünde bulundurulacak olursa, önerinin özellikle ordu ve MİT içindeki bazı görevlilerin değiştirilmesine yönelik olduğu görülmektedir: Bu görevlilerin değiştirilmesi bir sağ darbe olanağını ortadan kaldıracak..

Devrime giden yolun kağıt üzerinde düz bir çizgi olmadığı tartışılmaz bir gerçektir ama, bu önerilen yolun devrime giden bir yol olup olmadığı herhalde tartışılmalıdır!

Ecevit Hükümeti mevcut düzenin (ve devletin) içine düştüğü çıkmazların bir sonucu olarak, bizzat egemen sınıflar (ve egemen emperyalist güçler) tarafından işbaşına getirildi; mevcut düzenin ve devletin onarılması (devletin kurtarılması) görevini üstlendi. Hükümetin kuruluşundan sonraki bir dönem, hükümetin bu görevin gereklerini yeterince yerine getirebilmesi için uygun ortamın sağlanmasını gerektirmiştir. Bu hükümetten faşizmin ezilmesini bekleyen şaşkın "solcu"lar dahil herkese bu hükümetin görevinin bu düzeni sürdürmek ve istikrarı sağlamak olduğunun anlatılması gerekmiştir.

Ve de gariptir; faşist katliamlar ve cinayetler sayesinde(!) Ecevit bunu becermiştir! Her faşist saldırı ve katliam karşısında Ecevit, kendisinin sola da karşı olduğunu anlatmaya ve kanıtlamaya koyulmuş, her tertip ve katliam, hükümetin sola karşı tedbirleri ağırlaştırması için bir vesile olmuştur. (Yoksa hükümetin sola karşı olduğu kanıtlanamayabilir, faşizm gelebilirdi!!).

Bugün, bizzat Ecevit, hiikümette kalabilmenin teminatını tekelci buıjuvazinin ve ABD emperyalizminin güven ve desteğini sağlamada (daha doğrusu devam ettirmekte) görmektedir. Bugün bu hükümetin bir süre daha işbaşında kalacağının en büyük güvencesi en başta ABD emperyalizmidir, ve de emperyalizme bağımlı yerli egemen güçlerdir. Böyle bir durumda, bu hükümetten, kendisine dayandığı güçlerin elinden bir sağ darbe düzenleme olanağını alması, mevcut devlet bürokrasisi içindeki faşist mekanizmaları temizlemesi nasıl beklenebilir? Böyle bir şeyin bazı devlet görevlilerinin değiştirilmesi yoluyla elde edilemeyeceği apaçık ortada olan bir şeydir. Apaçık bellidir ki emperyalizme dayanarak ve faşizmle uzlaşarak faşizmi ortadan kaldırmak sözkonusu olamaz. Bu hükümet ancak oligarşinin izin verdiği işleri

Page 71: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  70  

yapabilir.

Bugün gelinen noktada gerek ABD emperyalizmi gerekse ükemizdeki uzantısı durumunda bulunan yerli egemen güçler bugünkü hükümeti tercih etmektedirler. Ancak bu hiçbir zaman bu güçlerin bir faşist hükümet alternatifıni elden bırakmaları anlamına gelmez. Tam tersine, bugünden açıkça görülmektedir ki egemen güçler bu hükümeti, bir faşist hükümet alternatifi ile birlikte ele almaktadır; bir açık faşist darbe ortamını sürekli canlı tutmayı tercih etmektedir. Bu bir yönüyle bugünkü hükümetin kendisine bağımlılığını pekiştirmenin, diğer yönüyle de en güvenilir alternatifi hazırda tutmanın yoludur.

CHP hükümeti, faşist nitelikli bir devlet aygıtının üstüne oturdu. Bu elbette, belirli bir çelişmeyi de içinde taşıyan bir durumdu. Bu çelişmeden kaynaklanan bir çatışma CHP’nin bütün sağ politikalarına rağmen varlığını sürdürecektir. Bu çekişme bugün CHP’nin mevcut devlet aygıtının niteliğine uygun politikaları benimsemesiyle "uyumlu" hale getirilmiştir. CHP sözde devleti yönetiyor! Devtet aygıtı, siyasi fonksiyonları MC dönemindekinden farksız, "kendi bildiği gibi" işliyor; Ecevit de hükümeti idare eder gibi yapıyor! Benzetmemiz biraz abartılı da olsa dıırum üç aşağı beş yukarı böyle. Egemenler istediği, Ecevit de oynamaya devam ettiği sürece bu uyum oyunu sürecek... Tabii, kısa vadede ABD desteğini almadan da bir faşist darbenin gündeme gelmesi olanaksız değildir. (Bunun başarı şansının olup olmadığı ayrı bir sorun). Daha önce de birçok defa söylediğimiz gibi, geçmekte olduğumuz dönem içerisinde faşist güçlerin temel taktiği hükümeti, mevcut devlet güçlerini, giderek orduyu anarşiyi önleme "işine" yöneltmek; bu gelişmede inisiyatifi ele geçirerek ve ortamını, desteğini oluşturarak bir açık faşist darbe için bir geçiş, bir basamak oluşturmaktır. Bunda da önemli ölçüde başarı kazandıkları söylenebilir.

Bu gelişmelerin en son geldiği nokta "sivil sıkıyönetim" uygulamalarıdır. Bugün polis tarafından her türlü işkence ve baskı uygulamaları, faşist katliamları takviye edecek şekilde sürdürülürken, sözde asayişi önleme uğruna, giderek artan biçimde ordu devreye sokulmaktadır. Bu gelişmelerin Latin Amerika ülkelerinde sıkça rastlanan türden sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla yürütülen baskıcı bir yönetim doğrultusundaki bir gelişme sayılması gerektiği söylenebilir ki, bu tür yönetimleri çoğunlukla açık faşist bir yönetimin izlemesi kaçınılmaz bir şeydir. Ordu üst kademesindeki görevlilerin, arada kazanılacak zaman içerisinde "değiştirilmiş" olmasının, böyle bir gelişme açısından hiçbir tayin edici anlam taşımayacağı kesindir.

Hayır, CHP hükümetinin zaman geçirilmeden alaşağı edilmesini öneriyor değiliz elbette! İşaret etmek istediğimiz şey, CHP’nin bir süre daha iktidarda kalmasıyla devlet bürokrasisi içerisindeki bazı değişimlerin öneminin abartılmasınm ve buna dayanarak CHP eliyle yürütülecek baskıcı politikalara karşı mücadeleden vazgeçmenin önerilmesinin temelden yanlış bir düşünce tarzı olduğudur.

İçinde bulunduğumuz koşullarda tüm yurtseverlere düşen görev, CHP hükümetinin bir süre daha iktidarda kalmasmı sağlama uğruna onun bütün anti-demokratik uygulamalarına, faşizmle ve emperyalizmle uzlaşma politikalarına karşı sessiz kalınması değil, tam tersiııe bütün bunlara karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütülmesidir.

"Bu ne anlam ifade eder ki, bugün hükümetin yerine daha iyisini önerecek durumda olmadıktan sonra?" diye bir soru yöneltilmesi mümkündür.

Page 72: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  71  

İster, İ.Selçuk olsun, ister aynı düşünce eğilimindeki diğer ilerici aydınlar, bize göre bu şekilde bir düşünce yapısına sahip olanların temel yanılgıları, devlet ve iktidar katındaki bürokratik değişimlere ve halk yığmlarının doğrudan taraf olmadığı "hesaplaşmalara" abartılı bir değer atfetmeleri, devrime giden yolu çizerken daima bu umudu esas almalarıdır. Ve de halk yığınlarının içindeki sıcak canh mücadelenin bağrında sağlıklı bir şekilde gelişip gürbüzleşen gerçek devrim hareketini görememeleridir. Oysa gerçek bir hesaplaşma ve halkımızın Devrimci yolu orada çiziliyor.

Faşist güçler geçtiğimiz günlerde saldırılarını özellikle aydın kesime ve doğrudan sempatizan halk kesimlerine yönelttiler. Kamuoyuna yansıyan cinayet ve katliamlarının yanısıra yoğun bir tehdit kampanyası da sürdürmektedirler. Bu şekilde yarattıkları psikolojik baskı ortamı içinde halkın ileri unsurlarını ve aydınları Devrimcilerden ayırmak-tecrit etmek için çaba sarfetmektedirler. (Bu gerçekte bir kontr-gerilla öğretisidir: Suyu kızdır -yani halka baskı uygula- balık sudan çıksın, yani halk devrimcileri kendinden uzaklaştırsın!). Bu suretle bir yandan halkı dirençsiz hale getirmenin ve daha kolay bir şekilde teslim almanın yolunu ararlarken (belki de) diğer yandan CHP hükümetinin sol anarşistlere karşı tedbirlerini daha kolayca alabileceği bir ortam yaratılmak da istenmektedir.

Bugün birçok ilerici aydın faşist saldırı ve katliamlar karşısında yer yer umutsuzluğa kapılabilmektedir. Faşistler güçlü ve örgütlüler. Geniş olanaklara sahipler. CHP hükümeti de birşey yapamıyor. Şimdi başka bir alternatif de yok. O halde birşey yapılamaz.

Böyle bir umutsuzluk ve karamsarlığın daha çok bir CHP hükümetine abartılı umutlar bağlanmasından ileri geldiğini söylemek mümkündür. Bir CHP hükümetine umut bağlanılması kadar, ondan beklenenlerin gerçekleşmemiş olması sonucu doğan karamsarlık ve umutsuzluk da yanlıştır. Bugünkü durumda ise CHP hükümetinin zaman kazanarak bürokrasi içindeki faşist mekanizmaları temizlemesini ve bir faşist darbe olanağını yoketmesini ve de yeni bir "hesaplaşma"da devlet bürokrasisinin olumlu bir rol oynama olanağını kazanmasını beklemenin, aynı yanlışın bir kez daha tekrarından başka bir anlam taşımayacağı ortadadır.

Oysa ne böyle umutlara ne de aynı dünya görüşünden kaynaklanan umutsuzluk ve karamsarlıklara kapılınmamalıdır. Gerçekte bir tek şeye; halka ve onun bağrında gelişen devrimci mücadeleye güvenmekten başka devrimci bir yol yoktur.

Bugün büyük şehirlerin beton duvarları arasına, bürolara kapanıp kalan, faşist katliam ve saldırılardan, ardı arkası gelmez cinayet ve tehditlerden ve CHP hükümetinin beceriksizliklerinden(!) yüreği karamsarlıkla dolan bütün ilerici-aydın kişiler, Ankara-İstanbul gecekondularında, Elazığ’da, Bahadın’da, Kars’ta, Artvin’de, Hozat’ta, Çeltek’te, Ardanuç’ta, Adana’nın kenar mahallelerinde bütünüyle ülkemizdeki geniş emekçi halk yığınları içinde hızla gelişip güçlenen devrimci mücadeleyi görmeli, buraların devrimci halkını tanımalıdırlar. İşte o zaman, her şeye rağmen faşistlerin kazanamayacağını görebileceklerdir. Çünkü faşizmin ve emperyalizmin çanına ot tıkayaeak olan devrim, işte buralarda, emekçi halkımızın sıcak bağrında büyüyüp gelişiyor. Ve işte biz bütün gücümüzü, bütün savaş azmimizi ve kararlılığımızı buralardan alıyoruz. Köylerde, kenar semtlerde, gecekondularda, okullarda ve fabrikalarda süregiden kıyasıya mücadeleden bağımsız bir "hesaplaşma" bir an bile

Page 73: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  72  

düşünülememelidir. Ve de bugün faşizme karşı kararlı ve tutarlı bir savaş yürütmeden herhangi bir "hesaplaşma"nın kazanılabileceği, hayal dahi edilmemelidir. Hem bu hükümetin hem de her türden başka burjuva hükümetlerin tek devrimci alternatifi buralarda doğup büyüyor. Devrime giden yol kağıt üzerinde çizilmiş düz bir çizgi değildir ama, bu yenilgiler ve başarılarla, acı, sevinç ve kavgayla dolu çetin ve uzun yol buralardan başka biryerlerden geçmiyor!

İlhan Selçuk ve aynı düşünce eğilimindeki ilerici aydınların samimiyetle devrim istediklerine şüphe yok. Ama şimdi, belki sadece "tek yol devrim" demek de yetmiyor. Bu özlü tümceyi, bir başka tümceyle, "devrim için tek yol devrimci yol" tümcesiyle de tamamlamak gerekiyor.

Page 74: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  73  

"TERÖRİZM" VE "ANARŞİ" DEĞİL FAŞİST TERÖR VE FAŞİZME KARŞI MÜCADELE

Ecevit’in konuşmaları... büyük basında yaratılan hava... bunlara paralel olarak bazı sol basında MHP’nin köşeye sıkıştığı, işinin bittiği yolundaki görüşler... darbe söylentileri ve MHP’nin sıklaşan sıkıyönetim istemleri... Türk İş’le DİSK’iıı "terörizme karşı" birleştirilmeleri...

Siyasal gelişmeler -Ecevit hükümetinin kuruluşundan bugüne kadarki gelişme çizgisinde- belirli gelişme ve değişimlerin gündeme gelmekte olduğunu gösteriyor. Ecevit’in konuşmalarında sık sık tekrarlar hale geldiği gibi yıllardır yaşanan acı oyunların sonuna mı gelinmiştir? Faşistlerin çıkardıkları "darbe" söylentileri ne ölçüde geçerlidir? Gelişmelerin içeriğini ve yönünü belirlemek gerekiyor. Hatırlanacağı üzere, hükümetin kuruluşunun hemen ertesinde Ecevit faşistlere bir "barış" çağrısı yaparak bir nevi "ateşkes" çağrısında bulunmuştu. Faşist güçlelin kabul etmedikleri bu çağrının Ecevit açısından nedeni belliydi. Gerek devlet aygıtı içinde, gerekse iç ve dış iktidar dayanağı egemen güçler indinde, yerini sağlamlaştırmış değildi ve savaşmak için kendi ifadesiyle "düzenli bir orduya" sahip değildi. (Düzensiz bir ordu ile -yani halkı arkasına alarak- savaşmak fikri ise zaten kendisine tamamen yabancıydı!). Ve yine hatırlanacağı gibi faşistler bu çağrıya kendilerine has bir şekilde -yani silahlı saldırı ve cinayetlerle- karşılık verdiler. Türkeş’in de durumu belliydi: Hükümeti düşürüp iktidarı alabilecek bir durumda değillerdi. Hem iç ve dış destekleri açısından, hem de kendi sübjektif güçleri açısından. Bu nedenle saldırıların yoğunlaştırılıp zaman ve inisiyatif kazanmaktan ve ellerinde bulundurdukları mevzileri korumaya çalışmaktan başka yolları yoktu.

Bilindiği gibi bu koşullarda, faşist tertip ve saldırılarla, Hürriyet-Tercüman gibi gazetelerin yarattığı "darbe söylentileri" ile oluşturulan bir bulanıklık ve kargaşa içinde faşist katliam ve cinayetler en yüksek boyutlara ulaştı. Yer yer bölgesel-şehirsel gerici ayaklanmalar düzenlendi. Bu saldırıların ve tertiplerin yoğunlaşması, Ecevit hükümetini destekleyen iç ve dış egemen çevrelerin politikalarının bir parçası olarak da görülmelidir: Bu yolla "ordusuz" Ecevit’in her tertip ve saldırı karşısında, mücadelenin her keskinleşme belirtisinde bir adım geri atarak sağa da sola da karşı bir "terörizmi" önleme ve "asayişi" sağlama görevlerini gönüllü üstlenmesini; muhalefet döneminde oldukça sola açık bir hale gelen tabana karşı, Ecevit’e gerektiği şekilde sağa dönüşleri gerçekleştirecek bir manevra alanı yaratılmasını ve bu şekilde kendisinden istenilen herşeyi yerine getirebilecek bir hale gelmesini emniyet altına almışlardır.

Ecevit son günlerde yaptığı konuşmalarda, yaşanılan günleri (ve herhalde izlediği politikayı) "kurtuluş savaşı"nın gelişimiyle kıyaslıyor. İşbaşına geldikleri zaman -tıpkı kurtuluş savaşının başlarında olduğu gibi- devletin ordusunun dağıtılmış olduğunu, zaferi kazanmak için ordunun toplanması gerektiğini söylüyor. Zafer ancak düzenli ordunun oluşturulabilmesinden sonra elde edilebilmiştir. Ve görüldüğü kadarıyla son gelinen nokta da, iç ve dış egemen güçlere yeterli bir güven verilerek gerekli desteğin sağlanılmış olması, devlet aygıtı -özellikle ordu ve polis- içinde belirli özel dayanak noktalarının elde edilmiş olması gibi tespitlere dayanarak "düzenli ordunun toparlandığı, gerileme döneminin sona ererek ilerleme dönemine geçildiği, yıllardır yaşanan acı olayları sona erdirecek olan zaferin elde edilmesi noktasına gelindiği

Page 75: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  74  

kanaatine ulaşmıştır.

Bazı sol basın organlarında, "MHP’nin köşeye sıkıştığı, faşist güçlerin sonunun yaklaştığı" tespitlerinin ileri sürüldüğü görülüyor. Gerek sözkonusu gelişmelerden, gerekse büyük basında bu doğrultuda yaratılan havadan faşist güçlerin ve MHP’nin işinin bitmek üzere olduğu sonuçlrınnın çıkarılması yanlıştır. Şimdi Ecevit hükümetinin devam edebilmesi için, gelişen olayların hızını bir ölçüde durdurabilecek tedbirler alması zorunlu hale gelmiştir. Faşist güçlerin bütün kamuoyunda iyice açığa çıkmış sivil saldırı ve cinayet unsurlarına yönelik operasyonların yoğunlaşması beklenebilir. Ama, MHP’nin ve faşist güçlerin bütününe yönelik girişimlerin sözkonusu olmadığı ortada olan bir şeydir. Üstelik yaratılan "terörizme karşı mücadele" havasındaki uygulamaların, solun belirli kesimlerini de içeren baskı tedbirleri olarak biçimleneceği de anlaşılıyor.

Özellikle faşist güçler tarafından "darbe" söylentilerinin yaygınlaştırıldığı görülmektedir. Önümüzdeki dönem içerisinde, olayların gelişimine paralel olarak gündeme getirilebilecek olan faşist darbe teşebbüslerinin, mevcut iç ve dış koşullar itibariyle başarı şansının bulunmadığı ortada olan birşeydir. Bir faşist darbe girişimi, egemen güçlerin bugünkü temel siyaseti olan, sağa da sola da karşı, (terörizme karşı!) baskı uygulamalarının büyük ölçüde yoğunlaştırılması için bir manivela oluşturmaktan öte bir sonuç yaratamaz.

Herşey, bugünlerde, faşist güçlerin iyice açığa çıkmış bazı cinayet unsurlarına karşı girişilecek uygulamaların solun belirli (meşru olmayan!) kesimlerini de içerecek şekilde formüle edildiğini ortaya koyuyor. "Terörizme" karşı mücadele "anarşiye" ve "şiddet eylemcilerine" karşı mücadele... Faşizme karşı mücadele hedeflerinin bu şekilde çarpıtılarak kamuoyu yaratılmasına yönelik yaygaralar her yeri kaplamıştır. Öteden beri oligarşinin sözcülüğünü üstlenen birçok oportünist akım ve Cumhuriyet gazetesi, bu doğrultudaki gelişmelere zemin hazırlayıcı bir yayın yapıyor. Her önüne gelen ortaya çıkıp marksizm adına(!) "bireysel terörizmi" mahkum eden nutuklar atmaya başlıyor. Son zamanlarda bunlara Türk-İş-DİSK arasındaki düzenlemelerle, bir kısım işçi çevreleri de katılarak bu havanın pekiştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Faşist güçlerle, devrimci halk güçleri arasında süregiden mücadelenin içeriğinin ve faşizme karşı mücadele görevlerinin çarpıtılmasına asla izin verilmemelidir! "Terörizme" ve "şiddet eylemlerine" karşı mücadele avazeleriyle, Ecevit hükümeti eliyle yürütülecek, sözde "sağa da sola da karşı"(!) baskı uygulamalarını olumlama ve destekleme anlamına gelecek tüm davranışlar, işçi sınıfı adına yapılmış ihanetlerden başka birşey değildir. Devrimciler, sadece ve sadece sınıf mücadelesinin görevlerini tereddütsüz ve her ne pahasına olursa olsun sürdürmekle yükümlüdürler. Sınıf mücadelesinin ve onun her çeşit biçimlerinin, "toplumsal barış" adına baskı altına alınmasına destek olmakla değil!

Bugün, yaşanmakta olan olayların ve faşizme karşı direniş mücadelemizin çarpıtılmasına hiçbir şekilde izin verilmemelidir. Apaçık ortadadır ki, bugün ülkemizde şiddet eylemleri ve anarşi değil, faşist saldırı ve katliamlar vardır. "Terörizm" ve ‘"sağ sol çatışması" değil, faşist güçlerin tüm emekçi halk güçlerine yönelik saldırıları ve ona karşı tüm halk güçlerinin meşru ve haklı yiğit direnişi vardır. Bu gerçeklerin çarpıtılmasına asla izin verilmemelidir.

Page 76: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  75  

Bugün her yurtseverin vazgeçilmez görevi faşizme karşı yiğitçe mücadele etmektir. Faşist saldırı ve katliamlara karşı halklarımızın direnme gücünün kırılmasına yolaçacak her davranış, faşizme hizmet etmekten başka bir anlama gelmez.

Page 77: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  76  

YENİ BASKI YASALARI VE DEMOKRATİK PLATFORM

Kurulduğu günden bu yana ekonomik krize çare arayan Hükümet "çareyi" emperyalizmin ve yerli ortaklarının her istediğini yerine getirmekte bulacağını sanmaktadır. Ne çare ki krizin sebebi zaten emperyalizmin kendisidir.

Hükümet IMF gibi emperyalist kuruluşların ve yerli tekellerin her istediğini yaparak, bırakalım krize çözüm bulmayı, krizi biraz daha derinleştirmekte, içinden çıkılmaz ekonomik açmazlar birbirini kovalamaktadır. Devalüasyonlar önü alınamaz fıyat artışlarına ve yeni devalüasyonlara sebebiyet vermekte, her geçen gün bataklığa bir adım daha atılmaktadır. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Ekonominin krizi emperyalizmden kaynaklanmaktadır; emperyalizme bağlı çarpık kapitalist düzen içinde buna çözüm yoktur. Hele hele emperyalist efendilere boyun eğmek, yalvarıp yakarmak sadece biraz daha batmayı ve boğulma noktasına doğru hızla çökmeyi getirir. Bu ekonomik çöküntü içinde emekçi halklarımızın hali nedir?

Hiç kuşkusuz yük emekçi halklarımıza taşıtılmaktadır. Hayat pahalılığı çekilmez olmaya; emekçi halklanmızın içine itildiği yoksulluk ve sefalet gün geçtikçe dayanılmaz bir zulüm halini almaya başladı.

Hükümet bugüne kadar uygulamalarıyla, sadece emperyalizmin ülkemizdeki varlığını, tekelci burjuvaziyi kurtarmak; yani egemen sınıfların, sömürücü, zalim, kan emici sınıfların çıkarlarını korumak ve garanti altına almak şeklinde bir yol izlemiştir. Hükümetin bu uygulamaları kaçınılmaz olarak halkımız üzerindeki sömürü ve baskının artmasına, fiyat artışları yoluyla bir kat daha yoksullaşmasına yol açmıştır.

Kısaca hükümet halka hiçbirşey vermemiş, ekonomiyi kurtarma operasyonlanyla halkın elinden alıp sömürücü patronlara vermiştir.

Emperyalistler ve yerli ortakları sınıf çıkarlarının korunması ve garanti altına alınmasını sadece bu hükümetin uygulamalarına mı bağlamışlardır? Hayır. Onlar hükümetten kendi çıkarları doğrultusunda daha pek çok uygulama beklemekle beraber, hiçbir zaman sadece bu hükümete bel bağlamamaktadırlar.

Örneğin, faşist saldırılar ve cinayetler, emperyalizmin ve yerli tekelci ortaklarının emekçi halklarımıza yönelmiş doğrudan saldırılarıdır. Emperyalizm ve yerli ortakları bu yolla, faşist terör yoluyla emekçi halkımızı canından bezdirip can derdine düşürerek korkutmak, soygun ve sömürüye ses çıkartamaz hale getirmek istemektedirler.

Fakat emperyalistlerin ve yerli ortakları tekelci burjuvaların bütün gayretlerine rağmen ezilen sınıfların sesini boğabilmeleri, soygunu ve sömürüyü unutturabilmeleri mümkün değildir. Emperyalizmin ve faşizrnin örgütlü, planlı, programlı saldırıları, halkın sömürü ve zulme karşı mücadelesini yok edememektedir, Emperyalizme, sömürüye ve faşist teröre karşı direniş devrimcilerin önderliğinde her geçen gün yükselmekte, emperyalizme ve yerli kuklalarına korkuIu gelecekIer hazırlamaktadır.

Page 78: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  77  

Emperyalizm ve ortakları, hükümetin bugüne kadarki uygulamalarına bakarak, bu hükümetten kendi çıkarları doğrultusunda daha pek çok uygulama beklemekte ve istemektedirler.

Tekeller bugün Ecevit’ten, zerre kadar şüphe etmeden "siyasi istikrar" dedikleri, halkın sesinin soluğunun kesilmesini, faşizme karşı direnişin dağıtılmasını, halkın tamamen esir alınmasını sağlayacak tedbirleri talep etmektedirler. Geleceğini onların güvenini hergün yeni baştan kazanabilmeye bağlamış olan Ecevit, istekleri yerine getirmeye koyulmuştur. Bu istekler yeni BASKI YASALARIDIR.

Bu baskı yasaları "anarşiye ve teröre karşı mücadele" ambalajı içinde Meclislere ve kamuoyuna sunulmuştur.

Hazırlanan yasalar bütünüyle emekçi halkımızı baskı altına almaya yöneliktir. İşçilerin sendikal haklarına tecavüz edilmektedir. Faşizme karşı, öğretmenlerin, memurların, gençlerin, ilerici, aydın ve demokratların sesini kesmeye ve örgütlenmelerini dağıtmaya yöneliktir. İlerici, devrimci, demokrat işçiler, memurlar, öğretmenler, gençler bu kanunlardan sonra en mütevazi demokratik istemler bile ileri sürme hakkına sahip olamayacaklardır.

Bu haliyle hükümetin politikası, faşist terör politlkasıyla aynı amaca hizmet etmektedir. Her iki politikanın da ipleri emperyalizmin ve yerli tekellerin elindedir. Bu politikalarla elde edilmek istenen sonuç açıktır: Önüne ne konursa onu yemeye mecbur edilecek bir halk; sesini yükseltemeyecek, köle gibi boyun eğecek bir halk... Başını kaldırmak, sesini yükseltmek isteyenin kafasına balyoz!...

Bugün gelinen noktada, uzun süreden beri vurgulayıp durduğumuz gibi, CHP hükümetinin gerici güçlerin istediği doğrultuda yeni baskı politikalarına yönelmesi, ülkemizdeki siyasal gelişmelerin yönünün yeni baskı dönemlerine ve giderek bir açık faşist rejime yöneltilmesinden, ya da o doğrultudaki gelişmelerin daha da hızlandırılmasından başka bir anlama gelmemektedir. Son gelişmeler, bu gerçeklerin daha da açık olarak görülmesini de sağlamaktadır.

Bütün bu açık gerçeklere rağmen, hala örneğin U.Mumcu ve Ö.Öymen gibi demokrat kişilerin hükümetin yeni baskı yasalarını, "istikrarı sağlayacak zorunlu önlemler" olarak olumlama çabalarını anlamak zordur. Bugünkü getirilen yeni baskı tedbirleriyle, bırakalım özledikleri "huzur ve istikrarın" sağlanmasını, faşist güçlerin eline yeni baskı araçlarının verilmekte olduğunu, ve daha da önemlisi (gerici güçlerin isteklerini yerine getirerek hükümetin geleceğinin garanti altına alınması adına) bu hükümetin alternatifi olarak daima canlı tutulan faşizmin güçlendirilrnekte olduğunu hala anlamamak ya da görmezden gelmek anlaşılabilir bir tutum değildir.

DEMOKRATİK PLATFORM

Baskı yasalarının gündeme geldiği bir dönemde, DİSK, önce TÜRK-İŞ’e "anarşiye ve teröre karşı" güçbirliği önerisinde bulundu. Bunun bilinen şekilde sonuçlanmasından sonra DİSK’in Faşizme ve Emperyalizme karşı "Demokratik Platform" önerisi gündeme geldi, ve bu doğrultuda 39 örgütün katılımıyla bir toplantı düzenlendi.

Page 79: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  78  

Demokratik kitle örgütlerinin faşizme karşı mücadelenin bir kısım görevlerini yerine getirmek üzere güçbirliği yapmaları ve bu doğrultudaki bir platformda toplanmaları olumlu bir şeydir. Ama öncelikle hatırlatılmalıdır ki, böyle bir platformun faşizme karşı mücadeleyi doğru bir perspektifle değerlendirerek geniş kitle katılımını sağlamada önemli ve ciddi işler başarabilmesi için, daha önceki "DKÖ eylem birliği" platformuna DİSK’in de (değişik bir tarzda) katılmasından daha ilerde birşey olabilmesi gerekir. Yoksa, (gene olumlu olmakla beraber) birkaç ortak açıklama ve birkaç kitlesel gösteriden öteye gidilemez. Faşizme karşı mücadelenin demokratik mücadele platformunda bile çok daha kapsamlı ve ciddi görevleri vardır. Bu çerçeve içinde faşizme karşı DİRENİŞ KOMİTELERİNİN örgütlendirilmesi için mücadele etmenin, kalıcı ve etkili bir mücadele yürütülmesinin asgari zorunluluğu olduğu unutulmamalıdır. Eğer mevcut CHP hükümetine koltuk değneği olmaktan öte birşeyler ortaya çıkması isteniyorsa, faşizme karşı mücadelenin halkın kendi iktidarının kurulması doğrultusunda devrimci bir anlayışla kavranması ve bu doğrultuda her yerde, faşizme karşı en etkili ve kalıcı kitlesel mücadele araçları ve örgütlenmeleri olarak DİRENİŞ KOMİTELERİ oluşturulması için çalışılmalıdır.

İkinci olarak, böyle bir platform çalışmasının görevlerinin abartılması ve çarpıtılarak amaçlarından saptırılması tehlikesine de dikkat çekilmelidir. Bu yolla, faşizme karşı mücadele görevlerinin bütününü böyle bir platformun yerine getirebileceği, (veya bu yolla şu mahut "solun birliği"nin gerçekleştirilebileceği) gibi abartılı yaklaşımlara düşmemelidir. Daha ötesi böyle bir abartma ve çarpıtma yoluyla, geniş emekçi halk yığınları içinde hükümetin gerici uygulamalarına ve faşizme karşı oluşan güçlü tepkilerin, mevcut düzene yeniden dönüşünü sağlayabilecek yedek kanallara yöneltilmesine hiçbir şekilde izin verilmemeli; toplumumuz içinde faşizme karşı oluşan tepkilerin devrimci bir doğrultuya kanalize edilmesi ve M-L bir partinin devrimci yol göstericiliğinde emekçi halklarımızın gerçek zaferine yöneltilmesi için çalışmaktan bir an bile geri durulmamalıdır.

Demokratik platform, ilk toplantısında, baskı yasalarına karşı mücadele kararı almıştır. Bu doğrultuda, süratle ve kararlılıkla harekete geçilmeli, Ecevit’in demagojileri açığa çıkarılmalı, ve bu yolda ülke çapında bir GENEL GREV de gündeme alınmalıdır.

Page 80: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  79  

Burjuva Liberalleri ve İç Savaş (1 )

DY, Sayı: 23, 24 Ekim 1978 Faşist güçlerin emekçi halklarımıza karşı yürüttüğü acımasız bir yok etme ve tahakküm altına alma savaşı karşışında "biz kardeş kavgasına karşıyız", "barıştan ve kardeşlikten yanayız" şeklindeki şamataların artık sadece burjuva liberallerine has bir ahmaklık gösterisi değil, daha ötesi, emekçi halklarımızın mücadelesinde kararsızlık, yılgınlık ve tereddüt yaratmaya yönelik bir ihanet olduğu her geçen gün daha açık bir şekilde görülebiliyor. Burjuva liberallerinin sınıflı toplumların tartışılmaz gerçeği o/an sınıf mücadelesinin keskinleştiği her dönemde tekrar edip durmayı bir gelenek haline getirdikleri, şu kör gözlerin bile gördüğü gerçeklere sırt dönen, barış havariliğini bir tarafa brrakalım. Sözde işçi sınıfı adına bu kardeş kavgası’nın burjuvazi tarafından önlenmesini bekleyenler devrimci değil demokrat adına bile layık değildirler. Ve onlar bugün köklü ekonomik ve sosyal temelleri olan çatışmaya bir burjuva liberali gibi boşuna karşı çıkmaya ve onu durdurmaya ıığraşırlarken ve onun durdurulmasını burjuvaziden yalvar yakar beklerlerken ülkemiz gerçeklerinin ve proletaryanın sınıf bakış açısının ne kadar uzağında olduklarını sergilemektedirler. Hükümetten bu "kardeş kavgası"nı önlemesini bekleyen, bu savaşta proletaryanın ve emekçi halkların yanında saf tutan Devrimcilere küfretmeyi kendilerine başlıca iş edinen TKP, TKİP ve TİP gibileri emekçi halklarımıza karşı ihanet içinde olanlardır. Bu revizyonistler, halk saflarında kararsızlık ve tereddüt yaratmaya çalışarak emekçi halklarımızı arkadan hançerlemektedirler. (20 Eylül 1978, Devrimci Yol, sayı 22) ÜLKEMİZİN ekonomik-sosyal yapısından kaynaklanan kriz, oligarşinin Ecevit umuduna rağmen, derinleşiyor. Emperyalizme bağımlılığın belirleyici olduğu bir ekonomik- sosyal sistem, baştanberi, sürekli yeni sorunlar üreterek bugünkü dengesiz ve çarpık bünyeyi ve onun bütün uzuvlarına yayılmış yaygın hastalıklarını ve çürümüşlüklerini meydana getirdi. Ekonomik ve mali sorunlar, içine girdiği çözümsüzlüklerden kurtarılamıyor. Yıllarca süren ağır sömürü, sürekli enflasyon, geniş yığınların büyük bir sefalet ve yokluk çemberi içine itilmesini, köylerden şehirlere büyük göçleri, geniş bir işsizler ordusunu ve çelişkilerin keskinleşmesini de birlikte getirmiştir. Ekonomik ve sosyal alandaki sorunlar, siyasal bunalımı da kaçınılmaz olarak derinleştirdi.

Bilindiği gibi, bu şekildeki köklü nedenlere dayanan buhranın siyasal planda giderek bir iç savaş doğrultusunda derinleşmesi ve mevcut MC hükümeti yoluyla sorunların çözülmesinden oligarşinin umudu kesmesi üzerine, Ecevit hükümeti işbaşına getirilmişti.

Bir bakıma gelişen iç savaşa karşı oligarşinin bir müdahalesi olarak görülmesi gereken Ecevit hükümetine rağmen, düzenin sorunlarına köklü çözümler getirilememekte, Ecevit hükümetinin getirdiği önlemler, her alanda buhrandan çıkışı sağlamaya ve nispi bir istikrara ulaşılmasına yetmemektedir. Şimdi buhranın giderek bir iç savaş doğrultusunda derinleştiği, çatışmaların yaygın bir biçimde şiddetlendiği gözleniyor.

Buhranın derinleşmesinin bir sonucu olarak çatışmaların yaygınlaşması karşısında, bu hükümetin işbaşında kalmasını, belirli bir siyasi istikrara ulaşılmasına bağlı olarak gören burjuva çevrelerde, çatışmanın "taraflarını" ortadan kaldırmak suretiyle çatışmayı

Page 81: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  80  

durdurma ve bu yolla siyasi istikrara ulaşma eğilimleri belirmektedir. "Terörizm"e karşı herkes birleşsin! "Şiddet eylemcilerine" karşı tedbirler getirilsin! Böylece istikrar gelecek!

Çatışmanın köklü ekonomik ve sosyal nedenlerini kavrayamayan bu geleneksel burjuva liberal bakış açıları, sol içindeki (şiddet eylemlerine, bireysel terörizme ve maceracılığa karşı!) çeşitli eğilimler tarafından sergilenen küçük burjuva dar kafalılıklarında da yansımaktadır. İç savaş karşısındaki bu burjuva liberal-oportünist tavırlar Ecevit hükümetinin işbaşına getirilmesinden sonra sürekli ve sistemli bir şekilde işlenilmektedir. En son faşist saldırıların sempatizan düzeyindeki unsurlara, ılımlı kesimlere (ve bu arada TİP üyelerine de) yönelmesi karşısında sözkonusu burjuva liberal düşüncelerin pompalanması çabası en yüksek düzeye ulaşmıştır. Böylece ilginç bir tarzda TİKP’den TKP’ye, TİP’den HK’ye kadar, assolistliğini Cumhuriyet Gazetesinde U. Mumcu’nun yaptığı bir koro tarafından şu sınıf mücadelesinin (ve de onun şiddetli biçimlerinin) durdurulup toplumumuzun istikrara kavuşturulabilmesi için, "terörizme" ve "şiddet eylemcilerine" karşı kutsal bir "cihad" ilan edilmiştir. Şu bireysel teröristler olmasa, toplumumuz ne güzel bir huzura kavuşacak! O halde, sağda da olsa, solda da olsa şu şiddet eylemcilerine karşı çıkılmalıdır. Üstelik Marksizm ve de işçi sınıfı adına!

"Terörizme" karşı yükselen bu savaş çağrılarının, burjuvazinin emekçi halkımıza ve devrimci halk güçlerine karşı yönelteceği "şiddet eylemlerinin" bir ön çalışması olduğuna da, hiç kuşku yoktur!

Bugün yaşanan olayların içeriği nedir? Bu olaylar karşısında her yurtsever insanın takınması gereken dürüst tavır ne olmalıdır? iç savaş sorununda Devrimcilerin izlemeleri gereken politika ne olmalıdır? ���

���

BEHİCE BORAN’IN "İŞÇİ" PARTİSİ

SON haftalarda faşistlerin eylemleri alabildiğine yoğunlaşarak akıl almaz boyutlara ulaştı. Daha önce Devrimci Yol’daki birçok yazıda açıklandığı gibi, faşist güçler bizim gibi ülkelerde birçok kere sahnelenmiş, "Kontr-Gerilla" taktiklerine uygun bir savaş yürütüyorlar. Bu, "cüretli" cinayet ve katliamları, gerici ayaklanmaları, aldatıcı - hedef şaşırtıcı aldatma eylem ve taktikleri, yıldırıcı-panik yaratıcı pasifikasyon yöntemlerini içeren bir psikolojik savaş yöntemidir. Ülkemizdeki faşistler, bu konuda eğitilmiş uzmanlarca yönetilen bir karşı - devrimci savaş yürütüyorlar. Faşist güçlerin ülkemizde sürdürdükleri savaş çoktan beri sıradan kitleleri hedefleyen toplu katliamlar ve saldırılar niteliğine bürünmüştür. Kahveleri, belediye otobüslerini otomatik silahlarla tarıyor, bombalıyorlar. Bu yolla, bir yıldan bu yana siyasal eğilimlerini dikkate almaksızın yüzlerce yurttaşı öldürüp, yaraladılar.

Son olarak, bu katliamlara, Bahçelievler katliamının da eklenmesi ve TİP üyesi gençlerin tamamen savunmasız bir durumdayken kaldıkları evde hunharca katledilmeleri üzerine, TİP ve genel başkanı Behice Boran, saldırıyı, olaylara karışmayan (!) İşçi Parti’lileri de oyuna getirerek sokağa çekmek için düzenlenmiş bir tertip olarak değerlendirdi ve oyuna gelmeyeceklerini ve de "silahlı çatışmaların işçi sınıfının politik hareketine yararı olmadığı için mücadeleyi bu yöntemlerle sürdürmeyi

Page 82: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  81  

reddettiklerini" açıkladı!

Behice Boran ve "Parti"si, faşist saldırılar karşısında olaydan "parti hareketlerinin" reklamını yapmak için yararlanmaya çabalarken, olay karşısındaki takındıkları tavırlarla utanç verici bir duruma düşmüşlerdir. Olaydan sonra TV’ye çıkan Behice Boran şunları söyleyebilmiştir.

"Hedef doğrudan doğruya partimizin kendisidir. Bir takım kuvvetler diyebileceğimiz kuvvetler (!) işçi sınıfının gerçek ciddi partisi olarak TİP’i görmektedirler.(!) İşçi sınıfının politik hareketini sindirmek ve dağıtmak için partimizi hedef almaktadırlar."

Behice Boran nerde yaşadığını ve ne söylediğini büiyor mu? Yıllardır her siyasi eğilimden yüzlerce yurtseverin katledildiği bir ülkede nihayet, kendi üyelerinin de katledilmesi karşısında, "bir takım kuvvetler diyebileceğimiz kuvvetler" dediği faşist güçlerin, kendilerine, işçi sınıfının "gerçek, ciddi partisi olarak gördükleri" için saldırdıklarını ileri sürebiliyor.

Kendi üyelerine en basit bir savunma anlayışı vermemiş olmanın hesabını vereceğine, TV’de faşistlerin "TİP’i işçi sınıfının gerçek ciddi partisi olarak gördüğünü" açıklayarak, bir "siyasi mevta" haline gelmiş TİP’e reklam yoluyla azıcık da olsa can verebileceğini sanıyor.

Yine sözkonusu olay üzerine yaptığı açıklamaların birinde Behice Boran şöyle diyordu:

"Tahrik edip bize aynı biçimde cevap verdirmeyi başaramayacaklardır. Biz, Türkiye İşçi Partisi, işçi sınıfımızın politik hareketinin temsilcisi ve öncüsüyüz. Bunun sorumluluğunun bilincindeyiz. Silahlı çıkış ve çatışmaların işçi sınıfının politik hareketine yararı olmadığı için biz mücadeleyi bu yöntemlerle yürütmeyi reddediyoruz." (abç)

Faşist güçler ülkemizin her tarafında tam bir yıldırma ve yoketme savaşı sürdürüyorlar. Öğretmenlere, işçilere, memurlara, gençlere, köylülere, aydınlara herkese karşı alçakça saldırılar düzenliyorlar. Tekelci burjuvazinin, geniş emekçi kitlelere karşı bir sindirme savaşı demek olan faşizmin saldırıları ve ona karşı emekçi halklarımızın devrimci bir direniş mücadelesinden oluşan çatışmalar tam bir ölüm kalım savaşı şeklinde ülkemizin her tarafını bir ağ gibi sarmıştır.

Bu çatışmalar, ülkemizdeki sınıf mücadelesinin kazandığı en yüksek biçimlerden biridir. Faşist güçler tarafından "işçi sınıfının gerçek ciddi partisi" olarak görülen (!) TİP ise bu çatışmaları işçi sınıfının politik hareketi (yani TİP!) için yararsız bularak hükümet tarafından önlenmesini talebediyor:

"İç politikada, ekonomik sorunların yanı sıra en başta gelen sorun terörizmin önlenmesi, can güvenliğinin sağlanmasıdır. Sekiz ayı geçen iktidar süresinde ‘ortalık birden bire güllük gülistanlık olmaz’ mazereti geçerliliğini yitirmektedir. Asayiş konusunda daha iyi sonuçlar alınmaya başlandığı iddiası da Başbakan’ın bir ‘kavli mücerret’i olarak kalmaktadır. Terörün önlenmesinin, asayişin sağlanmasının yolu (...) etkin istihbarat, iz sürmektir (...) Hükümet mutlaka bu işi başarmalı, ‘anarşi’yi kontrol altına alabilmelidir." (abç) (Yürüyüş, sayı 181)

Page 83: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  82  

Bu, katıksız bir burjuva liberalizminden başka hiçbir şey değildir. Mevcut düzenin tekelci patronları gibi, ekonomik sorunların yanısıra terörizmin de önlenerek asayişin sağlanması işini hükümetin mutlaka başarmasını dileyen birisinin, bu düzende ekonomik ve siyasal istikrar arayan burjuvalardan hiçbir farkı yoktur. İşçi sınıfı adına ekonomik ve siyasal krizin giderilmesini ve bu krizden kaynaklanan çalkantıların ("anarşinin"!) önlenmesini burjuvaziden talebetmek gerçekte işçi sınıfı adına utanılacak bir şeydir.

Üstelik, burjuvazinin sözcüleri gibi "terörizme" ve "anarşiye" karşı mücadeleden sözetmekle, günümüzdeki olayların içeriği çarpıtılmakta ve hükümetin "terörizmi ve şiddet eylemlerini önleme" adına getirmekte olduğu baskı politikalarına soldan destek olmaya çalışılmaktadır. Zaten, son olaylardan sonra da, silahlı saldırılara karşı asla oyuna gelmeyeceklerini ilan edip durmaları ve burjuvazi karşısındaki meşruiyetlerini tazelemeleri, "meşru olmayan sol"dan ayrı tutulma talebinden başka bir şey değildir.

Son olaylar karşısındaki tavrıyla Behice Boran ve partisi, gerçekte bir burjuva aydınlar kulübünden başka birşey olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Yoksa, TİP’in ve Behice Boran’ın olaydan sonra ortaya koyduğu sosyalizm adına yüz kızartıcı tavırlar herhangi bir gerçek - ciddi işçi partisi içindeki bir yönetici tarafından artaya koyulmuş olsaydı, onların gerçek işçiler tarafindan evlerine, evdeki işlerinin başına çoktan gönderilmiş olmaları gerekirdi. ���Uğur Mumcu ise, Yürüyüş dergisinin övünçle aktardığı bir yazısında, katliamın amacının şimdiye kadar terör eylemlerine açık bir biçimde karşı çıkan TİP’i ve üyelerini silahlı eyleme çekmek olduğunu betirterek, TİP’i bilimsel sosyalist bir parti olarak takdim etti. Bu, burjuva liberalizmi adına oportünizmin takdis edilmesidir. Mumcu, TİP’in sırtını boşuna sıvazlamıyor.

UĞUR MUMCU’NUN TABANCALARI

FAŞiST terörün her namuslu insan hayatını tehdit altına alan bir azgınlığa ulaştığı bir dönemde, Cumhuriyet Gazetesi ve Uğur Mumcu, faşizme karşı miicadele saflarında yer almaları gerekirken ne idüğü ve kime hizmet ettiği betirsiz (daha doğrusu belli!) bir "terörizme karşı mücadele" kampanyası yürütüyorlar. Marksizm - Leninizmin bireysel terörizme ne kadar zıt olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar; Bu yolla, faşist saldırılar karşısında tam bir meşru ve haklı bir savunma durumunda bulunan devrimcilerin her türlü anti - faşist direniş eylemini mahkum etmeye çalışıyorlar.

Bu tutumun, faşist saldırganları aklamaya, onların halk düşmanlıklarının üstünü küllemeye, yaşanılan gerçekleri bulandırmaya çalışan Hürriyet Gazetesinin tavrından hiçbir farkı olmayan bir tavır olduğu iyi bilinmelidir. Ortada bir takım teröristler var. Hem sağda, hem solda. "Anarşi"yi bunlar yaratıyorlar. Bunlar temizlenirse, bunların elindeki silahlar alınırsa herşey düzelecek.

U. Mumcu’nun sahip olduğu bakış açısı olayların nedenini nerdeyse tabancaların varlığına bağlıyor. (En mühim mesele şu silah kaçakçılığının önlenmesi meselesi!) Televizyondaki "ünlü’ konuşmasında da herkesi silaha karşı çıkmaya çağrıyordu. U. Mumcu, halkımızın, Bahçelievler’de katiedilen TİP üyeleri gibi tamamen savunmasız bir durumda kalmasını mı istiyor? (Faşistler nasıl olsa onun lafını dinlemez. Oysa halkımızın içinde - hala - U. Mumcu’nun çağrısına uyacak bazı saf kişiler bulunabilir!) Eğer bir avuç faşist köpeğin koca bir halkı teslim alması istenmiyorsa bu türlü darkafalılıklardan kurtulunmalıdır.

Page 84: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  83  

Ülkemizdeki yaşanan gerçekleri, "bireysel terörizm", "şiddet eylemcileri", "terörizme karşı mücadele" gibi burjuva safsataları ile çarpıtmaktan vazgeçilmelidir. Çünkü sorun, silahlar değil, silahların arkasındaki siyasettir. Bütün bir emekçi halkı teslim almaya yönelen silahlı zorbalarla, eline ne geçirebilirse onunla, dişiyle tırnağıyla zalimlere karşı direnen halk güçleri bir tutulabilir mi?

Daha ötesi, "bireysel terörizm"den sözettin mi, faşist saldırıların arkasındaki sömürücü sınıfları ve onların siyasetlerini gözardı ediyorsun demektir. Herşeyden önce, faşist saldırı ve katliamlar bireysel teröristlik olarak gösterilemez. Faşist güçler ‘örgütlü ve sistemli bir hareketin bir parçası olarak saldırıyorlar. Bombayı atan, silahın tetiğini çekenler tek tek kişiler olabilirler. Ama onlar örgütlüdürler. Resmi-sivil, gizli-açık, örgütleri ve partileri vardır. Örgütlü ve sistemli, bir siyasi hareketin bir parçası olarak teröre başvuruyorlar. Mücadele edilmesi, yıkılması gereken şey bu faşist terör hareketidir. Yoksa, sorunu "bireysel terörizme ve şiddet eylemcilerine karşı mücadele" olarak göstermeye kalkarsan, karşısında sadece (zaman zaman faşist hareketin kendisinin de öldürmekten çekinmediği) Cengiz Ayhan gibi 5-10 dengesiz serseriden başka kimseyi bulamazsın ve bunların bir kısmının yakalanıp hapsedilmesiyle de işlerin halledildiğini sanırsın. Oysa faşist hareket, bunların yerine yenilerini bulmakta hiçbir güçlük çekmez. Oysa Uğur Mumcu, birçok yazısında, bu olayların sınıf mücadelesi ile, faşizmle, proletarya - burjuvazi mücadelesi ile ilgisi olmadığını ileri sürmektedir. Faşistleriıı işledikleri cinayetlerin ve katliamların bir takım sapık kişilerin işi olduğunu iddia etmektedir. Faşist güçlerin, faşizmin çirkin ve insanlık dışı çehresini gizlemekten başka bir şeye yaramayan böyle bir tutumun amacını anlamak mümkün değildir. Otobüsdeki, kahvehanedeki, vapurdaki insanlar, öğrenciler, işçiler ve profesörler vurulup öldürülüyor: Bu işin faşizmle bile ilgisi olmayan insanlık dışı bir şey olduğunu söylemekle, belki "eylemi" lanetlerıiğini sanırsın, ama onu arkasındaki siyasetten soyutlarsan, sanki faşist hareketlerin insanlık dışı bir karakteri yokmuş gibi; gerçekten lanetlenmesi gerekeni korumuş olursun. O eylemlerin, geniş yığınlarda panik yaratmaya yönelik amacını deşifre edip ona karşı yürekli bir şekilde direnilmesi gerektiği ortaya konulmazsa, o insanlık dışı eylemleri örgütleyenler amaçlarına ulaşır; insanları dehşet içinde sokağa çıkaramaz hale getirebilirler, istedikleri dehşet ortamını yaratabilirler.

Demek ki sorun, asla bir "şiddet eylemciliği" ve "terörizm" sorunu olarak ele alınmamalıdır. Şiddet, her zaman, sınıflar arasındaki mücadelenin belirli -tarihsel ve toplumsal koşullarda kazandığı bir biçimdir. Bu nedenle, her şiddet eylemi, ait olduğu sınıf siyasetinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Bu antifaşist direniş eylemleri açısından da aynen geçerlidir. Herhangi bir eylem, eğer emekçi halklarımızın direniş mücadelesini güçlendiriyorsa, faşist demagojileri dağıtıp, halk güçlerine moral veriyorsa, faşistlerin taktiklerini boşa çıkarıp halkın direniş azmini güçlendiriyorsa, hangi araçla - kaç kişiyle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, halkımızın direniş mücadelesinin bir parçasıdır; bireysel terörizm değil! Önemli olan araç ve eylemin biçimi değil, eylemin siyasal içeriğidir.

Günümüzde, ülkemizde süregiden olaylar da köklü ekonomik-sosyal ve siyasal nedenİere dayalıdır. "Şiddeti" hergün yüz kere lanetlemekle ve toplumsal barışa methiyeler düzmekle, barış hayalleri yaymakla hiçbir şey elde edilemeyeceği gün gibi ortadadır. Olayları bazı esrarengiz güçlerin tertiplediği bir oyun olarak görmek ve göstermek burjuva liberallerinin en çok sevdikleri şeylerden biridir. Bu gibi yöntemler, yaşanılan katı gerçekler karşısında artık hiçbir geçerliliği olmayan yüzeysel yaklaşımlar olmaktan öteye gidememektedir. Marksistler ise mücadelelerini böyle yüzeysel

Page 85: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  84  

yaklaşımlar ve "toplumsal barış" hayalleri üzerine değil sınıf mücadelesine dayanan sınıf bakış açısına göre yönlendirirler.

Ülkemizde faşist güçlerin bütün bir emekçi halkı yıldırıp-teslim almaya yönelik saldırıları ve bütün emekçi halk güçlerinin buna karşı direnişlerinden oluşan çatışmaların, ülkemizde bir iç savaş doğrultusunda derinleştiği herkesin görebildiği, bir şeydir. İktidarı alacak bir durumda bulunmamalarına rağmen, devrimcilerin bu çatışmalara karşı çıkması ve hükümetten bu "anarşiyi" önlemesini beklemesi düşünülemez.

Aslında, şiddet konusunu Marksizm açısından tartışma konusu etmek anlamsız bir şeydir. Kimse de U. Mumcu’dan Marksizmin neye karşı olduğunu neye karşı olmadığını açıklamasını beklemiyor. Bugün ülkemizde son derece önemli günler yaşandığı bir gerçektir. Sadece Marksistlerin değil, bütün yurtsever - aydın kişilerin tutarlı bir anti - faşist tutum içinde bulunması gerekiyor. Kimse, Marksizmin, "bireysel terörizme" ve "şiddet eylemciliğine" ne kadar karşı olduğu üzerine konferanslar vererek kendi evinin kapısının çalınmasını bekleme hakkına sahip olmamalıdır. Her dürüst ve yurtsever insan, gerçekten boş lafları bir yana bırakarak, bütün halkımızın faşist terör hareketi karşısındaki direnme hakkını en yürekli bir şekilde savunmalıdır. Barış hayalleri yaymaktan vazgeçmelidir.

Faşist güçler bütün bir halka karşı acımasız bir yok etme ve yıldırma savaşı yürütüyorlar. Bu savaşı ya onlar kazanacak, ya da halk kazanacak. Bu gerçeği anlamak için, Doğan Öz’leri, Bedrettin Cömert’leri ve daha dün Karafakioğlu’nu öldüren silahın namlusunu alnımıza doğrultulmuş olarak görmek mi gerekiyor?

Page 86: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  85  

Burjuva Liberalleri ve İç Savaş (2)

DY, Sayı:24, 30 Kasım 1978 EVET; mevcut düzenin ekonomik, sosyal, siyasal alanlardaki hastalıklarından, bozukluklarından kaynaklanan buhran giderek derinleştikçe ve bunun bir sonucu olarak çeşitli alanlardaki çatişmalar toplumumuzun geniş kesimlerini kaplayacak şekilde yaygınlaşıp genişledikçe, egemen güçler iktidarlarının sürmesi için çeşitti tedbirler almaya çatışıyorlar. Bu doğrultuda bir yandan geniş emekçi halk yığınları üzerindeki baskı ve sindirme politikalarını yoğunlaştırırlarken, diğer yandan da emekçi halk yığınları içindeki direnme eğilimlerini bastırmaya çalışıyorlar. Özellikle sol içindeki uzantılarının da yardımı ve aracılığıyla emekçi halk yığınları içinde sahte barış hayalleri ve, liberalleşme umutları yaymaya çalışıyorlar. Tekelci burjuvazinin terörist yıldırma politikaları karşısındaki direnme eğilimlerini köreltmeye, toplumumuzun en geniş kesimleri içinde oluşmakta olan devrimci dinamikleri bastırmaya uğraşıyorlar. Şimdilerde, soldaki oportünizmin bütün örgütlenmeleri, "terörizme ve anarşiye karşı mücadele" avazeleriyle oligarşinin bu gereksinimini yerine getirme görevini üstlenmiş gibidir. Çatışma ve çalkantıların köklü nedenlerini kavrayamayan burjuva liberallerine has "istikrar" özlemlerinin, sol hareket içindeki TİP, TKP, TİKP ve benzerlerinin oluşturduğu çok sesli bir koronun ağzından da yankılandığı görülüyor: "Hükümetimiz mevcut ekonomik ve siyasal sorunları çözmeli, iç savaş ve anarşi mutlaka önlenmeli, asayiş sağlanmalıdır." Bu suretle, burjuvazi, sol hareket içinde eşsiz bir "asayiş masası" oluşturmuş gibidir.

Bu koronun en ilginç siması ülkemizde "PDA"cılar diye bilinen "TİKP" ve "Aydınlık"çı revizyonistlerdir. Onlar TKP ve TİP gibilerinden bu konuda hiçbir temel farklılık göstermeyen siyasal oportünizmlerini, teorik olarak gerekçelendirmeye de çalışmaktadırlar.

AYDINLIK REVİZYONİSTLERİNİN ASAYİŞ PROGRAMI

ANTİ-revizyonistlik konusunda şarlatanlığ hiçbir zaman elinden bırakmayan PDA’cı revizyonistler, ülkemizdeki siyasi gelişmeler ve iç savaş sorunu konusunda TKP ve TİP’lilerden temelde hiçbir farkı olmayan gerici bir siyasi tavır içerisindedirler. Onlar da, tıpkı diğerleri gibi "Bu hükümetin anarşi ve kargaşalığı önlemesi gerektiğini, devrimcilerin de buna yardımcı olması gerektiğini" ileri sürmektedirler. Doğu Perinçek çeşitli yazılarında, "Ülkemizdeki çatışmaların durdurulması gerektiğini, ülkenin bir iç savaşa gittiğini; bu iç savaşın önlenmesi gerektiğini, faşistlerle çatışmalara girerek buna engel olanların (!) sahte solcular olduğu"nu ileri sürmektedir.

Perinçek, Aydınlık Gazetesindeki "İç Savaş" başlıklı yazısında(*) bu konu ile ilgili görüşlerini açıklamaya çalışıyor ve ülkemizdeki gelişen olaylar konusunda şöyle yazıyordu:

"Türkiye’nin bir ‘iç savaşa’ gittiğini söyleyenler son günlerde artmaya başladı. Bu yılın başından beri siyaset meydanında can verenlerin sayısı 700’ü bulmuştur. Demek ki, ayda yüze yakın insan siyasi cinayetlerin kurbanı olmaktadır. Bu da küçük çapta bir savaşın varlığını gösteriyor. Üstelik aynı saflarda birleşmesi gereken halkın, faşistler ve sahte solcular tarafından kamplara bölünmesi ve birbirine kışkırtılması olayı da yeni

Page 87: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  86  

boyutlara ulaşmaktadır. (...) Daha da tehlikelisi, bu bölünmeler Doğu bölgesinde milliyet ve mezhep ayrılıjı üzerine oturtulmaktadır. Birçok şehirde iktidar mahalle mahalle şu veya bu renkten alikıran başkesenlerin eline geçmektedir."

Bütür bu gelişmelerin, ülkemizdeki sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden ileri gelmediğini, ezenlerle ezilenler arasındaki bir mücadele olmadığını ileri süren D. Perinçek, iki süper devlet tarafından başlatılan bu gerici iç savaşın öntenmesi için çalışılrrıası gerektiğini söylemektedir.

Revizyonist yazar, kendi gerici fikirlerini kanıtlayabilmek için ülkemizde gelişen mücadelelerin içeriğini ve iç savaş konusundaki Marksist görüşleri çarpıtıp bulanıklaştırmaya çalışmaktadır. Her iç savaşın devrimci bir iç savaş olmadığını ileri sürerek, ülkemizdeki mücadelelerin sınıflar mücadelesinin keskinleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan, ezenlerle ezilenler arasındaki bir mücadele olmadığını; sadece "dış güçlerin kışkırtması" sonucu meydana geldiğini ileri sürmektedir.

Böyle bir bakış açısının, işçi sınıfının devrimci dünya görüşüne ait olamayacağı ortada olan bir şeydir. Bütün bu çatışmaların sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını reddetmek ve bunun da temelinde ülkemizdeki emperyalizme kökten bağımlı sömürü ve soygun düzeninin yattığını kabul etmemek katıksız bir burjuva yutturmacasından başka bir şey değildir.

D. Perinçek ise, tıpkı burjuva siyasetçileri gibi "anarşi" diye ifade ettiği olayların kökünde iki süper devletin hegemonya mücadelesinin yattığını ileri sürmektedir. "Kontr-Gerillacıların bir kısmı ‘sahte solcu’ ve ‘maceracı’ kılığına girmekte, bir kısmı da ‘ütkücü’ kılığına girerek birbirlerinl vurmakta ve 45 milyonluk Türk milletini bölmeye çalışmaktadırlar. Türkiye, bu şekilde dış güçlerin kışkırttığı blr gerici iç savaşa gitmektedir!" Bu, burjuva uşaklarının kendi gerici çizgilerini yutturmak için uydurduğu aptalca masala inanmak mümkün müdür? Okullardan fabrikalara, büyük şehirlerin kenar bölgelerinden en ücra köylere kadar topfumumuzun bütün kesimlerini saran, gerici faşist güçlerle devrimci halk güçleri arasındaki bu derece yaygın mücadeleler ülkemizdeki sınıflar mücadelesinden bağımsız olarak sadece bir takım gizli ajanların düzenlediği bir oyun olarak gösterilebilir mi? PDA’cı yazar TİP’in kırk yıllık "provokasyon teorisini" iki süper devlet safsatalarıyla süsleyerek yeniden yutturmaya çalışıyor.

Faşist güçlerin emekçi halklarımıza yönelik saldırılarının ve gizli-açık saldırı örgütlerinin arkasında ABD emperyalizminin yer aldığı tartışmasız ortada olan bir şeydir. Emperyalizme bağımlı bir yeni sömürge olan Türkiye gibi bir ülkede faşist hareketin, başka türlü olması zaten beklenemez. Emperyalizme bütünüyle bağımlı bir nitelik taşıyan mevcut düzen, ekonomik - sosyal - siyasal alanlarda devamlı olarak zincirleme sorunlar üreten bir nitelik taşımaktadır. İçerde, tekelci burjuvazinin egemenliği, emperyalizme bağımlılığından dolayı zayıf temeller üzerine kuruludur. Geniş emekçi yığınlar, sürekli olarak ağır bir sömürüye uğramaktadır. Bu yüzden, kendi içinde de çıkar çatışmaları içindeki iç ve dış egemen güçler koalisyonundan oluşan oligarşi, hakimiyetini sürdürebilmek için, devlet hünyesinde oluşturulmuş resmi faşist güçler ve onların desteğiyle örgütlenmiş sivil faşist saldırı örgütleri aracılığıyla yürütülen, geniş emekçi halk yığınları üzerindeki sürekli bir baskı ve yıldırma politikasına ihtiyaç duymaktadır. İşte, ülkemizde faşizmin kaynağı budur. Bu anlamda 12 Mart döneminin resmi devlet terörü ile, 12 Mart sonrasında daha bir ön plana çıkan

Page 88: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  87  

sivil faşist terör arasında fark yoktur. Ve işte, ülkemizde meydana gelen olaylar, emperyalizmin ve yerli tekelci burjuvazinin emekçi halk yığınları üzerindeki egemenliklerini sürdürmek amacıyla, özellikle halkın ileri kesimlerine yönelik olarak örgütlediği faşist saldırılarla; halkın buna karşı örgütlü veya örgütsüz topluca veya tek tek çeşitli biçimler altındaki direnişlerinden oluşmaktadır. Bir başka ifadeyle, ülkemizde bugün yaşadığımız gerçek, faşist güçlerin bütün bir emekçi halkı sindirmek ve tümüyle hakimiyeti altında tutmak için yürüttüğü savaş ve buna karşı halkın devrimci güçlerinin direnişinden başka bir şey değildir. Bütün bunların, ezenlerle ezilenler arasındaki bir mücadele olmadığına, sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmadığına ve "dış güçler"in düzenlediği bir "oyun" olduğuna, (bu eski burjuva masalarına!) inanacak mıyız?

Revizyonist yazar, "aynı safta birleşmesi gereken halkın bölünmesi ve bu bölünmelerin yer yer mezhep ve milliyet ayrılığı üzerine oturması"na işaret ederek, bugünkü mücadelenin ve ���"anarşi"nin ezenlerle ezilenler arasındaki bir mücadele olmadığını kanıtlamaya çalışmaktadır.

Bir iç savaş söz konusu olduğunda, halkın bölünmesinden şikayet etmek tamamen saçma bir şeydir. Mücadelenin sınıfsal yönünün ağır bastığı bir aşamada (ki doğrudan bir emperyalist müdahaleye karşı ulusal bir savaş sözkonusu olmadıkça mücadelenin sınıfsal yönünün ağır bastığı devrimci iç savaş aşamasında bulunuluyor demektir.)(*) mücadele, kaçınılmaz olarak, ulusun iki kesimi arasındaki bir mücadele olarak ortaya çıkacaktır. Bunun ise, ülkedeki bütün ezilenlerin (halkın) bir tarafta toplanacağı, diğer tarafta da sömürücülerin toplanacağı bir saflaşma şeklinde ortaya çıkacağı ortada olan bir şeydir. Her zaman egemen sınıflar ideolojik olarak kendi saflarına çektikleri, kontrolleri altında tuttukları ve örgütledikleri halkın bir kesimini diğer kesimine karşı savaştırırlar. Bu her iç savaşın, kaçınılmaz bir gerçeğidir. Zenginlerin kendilerinden oluşan bir ordu ile ona karşı (45 milyonluk!) halkın teşkil edeceği bir ordu arasında yürütülecek bir devrimci iç savaş düşünmek, sınıflar mücadelesi konusunda Marksist teoriye yabancılığın bir ifadesi değilse, devrimci teorinin bilinçli bir çarpıtması sözkonusudur. (Ki, PDA’nın kaşarlanmış revizyonist yazarları için doğrusunun bu ikincisi olduğuna şüphe yoktur.)

Bugün ülkemizdeki mücadelenin böyle bir saflaşma üzerine kurulu olmadığı ortada olan bîr şeydir. Bunu, mücadele ve çatışmaların özünün ezenlerle ezilenler arasındaki bir mücadele temeli üzerinde yükseldiği gerçeğini örtbas etmek için kullanmaya kalkmak, sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Faşistler bugün, özellikle lumpen proletarya denen ayak takımı üzerinde etkili olablimekle birlikte toplumun gerici ideolojinin etkisi altındaki kesimleri üzerinde de belirli bir etkinliğe sahiptirler. Bugün için emekçi kesimler arasında sınırlı kalan etkilerinin, mücadele şiddetlendikçe ve düzenin her yönüyle uğramakta olduğu çöküntüler derinleştikçe, şu veya bu nedenle devrirnci saflara çekilemeyen halk kesimlerinin sarsıntıya uğramış unsurlarının, faşist hareketin etkisi altına girmesiyle daha da genişlemesi olanaksız değildir. Bu gibi durumlarda, "ezenlerle ezilenler arasındaki bir mücadele değil" diye, kendilerine iç savaşı önleme görevi verenler için, en iyisini, "burjuvaziye sığınmalarını meşrulaştırmak isteyen alçaklar" diyerek, (Doğu Perinçek gibileri için söylenebileceklerin en iyisini) Lenin söylemektedir:

"Bugün ancak iflah olmaz bir budala, Rusya’da meydana gelmekte olan (ve dünyanın başka yerlerinde başlıyor ve olgunlaşıyor olan) şeyin proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği bir iç savaş olduğunu anlamakta yanılgıya düşebilirdi. İleri sınıfın (işçi sınıfının)

Page 89: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  88  

bir kısmının gerici güçlerin safında kalmadığı bir sınıf mücadelesi hiçbir zaman olmamıştır ve olması da mümkün değildir. Bu durum iç savaş için de geçerlidir. Geri işçilerin bir kısmı -uzun ya da kısa dönemli olarak- burjuvaziye yardım etmek zorunda bırakılmışlardır. Fakat bunu, ancak kendilerinin burjuvaziye sığınmalarını meşrulaştırmak isteyen alçaklar (mazeret olarak) kullanabilirler."(**)

iflah olmaz bir burjuva uşağı olan PDA yazarı, iç savaşı önleme görevini benimsemesinin bir başka mazereti olarak saflaşmaların yer yer milliyet ve mezhep ayrılıkları üzerine oturmasını da göstermeye çalışmaktadır. Gerçekte, burjuvazi ve faşist güçler, emekçi halk yığınlarının bilinçlerini karartmak ve halkın belli bir kesimini arkalarına alabilmek için sahte ve ikincil çelişmeler etrafındaki saflaşmaları körüklemekten geri durmamaktadırlar. Onlar, toplumun sürüklendiği çalkantı ve buhranın bir sonucu olarak sınıflar mücadelesi temelindeki ayrışma ve saflaşmaları çarpıtmaya ve bunun yerine sahte ve ikincil çelişmeleri ön plana çıkarmaya çalışmaktadırlar. Gerici faşist güçler, bunun için toplumumuzda temel çelişmeye bağımlı olarak var olan ikincil derecedeki çelişmelerden ve bunların yer yer ekonomik ve sosyal plandaki krizin derinleşmesinin bir sonucu olarak açığa çıkmasından ve toplumun bütünüyle duyarlı bir hale dönüşmesinden yararlanmaya çalışmakta ve bu doğrultuda bir çok tertip ve şaşırtmaya başvurmaktadırlar. Faşist güçlerin ve burjuvazinin, yer yer oportünistlerin bu konudaki hatalı tavırlarından da yararlanarak, bu konudaki amaçlarına bazı yerlerde ulaşabilmeleri, elbetteki bugün Türkiye’de süregiden mücadelenin sınıfsal özünün örtbas edilmesi için kullanılamaz. Sadece devrimcilerin, faşist güçlerin bu konudaki halkı şaşırtma tertip ve oyunlarına karşı (bugüne kadar olduğu gibi) kararlı ve bilinçli bir mücadele yürütmeleri gerektiğini ortaya koyar, o kadar.

"İç savaş dendiği zaman, daha çok bir ülkenin ezilen sınıflarıyla ezen sınıflar arasındaki savaş anlaşılır. Türkiye’nin bugünkü gidişatı, acaba bazı düşüncesizlerin sandığı gibi böyle bir iç savaş mıdır?"

diyen revizyonist Aydınlık yazarı, bu soruya olumlu cevap verilemeyeceğini, çünkü böyle bir iç savaşın halk hareketinin yükselmesinin sonucu olarak ortaya çıkması gerekirken, bugün halk hareketinin bir durgunluk içinde olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, devrimci bir iç savaşın olması için, gelişmelerin,

"Grevler, yürüyüşler, protesto gösterileri, siyasi grevler, toprak mücadeleleri derken, emekçilerin zindanlara doldurulması, jandarmanın halka ateş açması ve sonuç olarak, çivi çiviyi söker kuralının gündeme gelmesi ve kitlelerin gerici şiddeti altetmek için devrimci şiddete başvurması"

şeklindeki bir rotaya uygun olarak cereyan etmesi gerekmektedir! Türkiye’deki gelişmelerin tarih kitaplarından öğrendiği bu senaryoya uygun olarak cereyan etmediğini ileri sürerek bu nedenle bu olayları durdurarak "asayiş ve istikrarı" sağlama konusunda burjuvaziyle omuz omuza "sahte solcu"lara karşı savaş açmak gerektiği sonucuna varmaktadır.

Bugün "halk hareketiniri 1970 yıllarına göre bir durgunluk içinde olduğunıı" ileri sürerek burjuvazinin asayiş programının gönüllü uşaklığına yazılan bu revizyonistlerin, 1970’lerde de, "esas mücadeleyi yürütenlerin işçi ve emekçi sınıflar değil de asker-sivil aydın zümre olduğu"nu vaaz etmekle meşgul olduğu hatırlanacak olursa,

Page 90: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  89  

sahtekarlıktarı kendiliğinden ortaya çıkar.

Aslında bugün halk hareketlerinin 1970’lere göre daha gerilerde olduğu, hiçbir şekilde ciddiye alınabilir bir iddia sayılamaz. Halkın mücadelelere katılımı 1970’lere oranla kıyaslanamayacak ölçüde genişlemiş ve yükselmiştir. İkincisi, protesto hareketlerinin ve gösterilerin, grevlerin eskisi kadar bile olmadığını ileri sürmek (gerçeğe aykırı olduğunu bir tarafa bırakalım) tamamen anlamsız bir şeydir. Mücadelenin bugünkü geldiği noktada 1970’lerdeki örneğin taban fiyatlar, vb. için yürütülen köylü yürüyüşleri çoktan aşılmıştır. Sınıf mücadelesinin kendisi, bu gibi barışçıl kitle gösterilerini gündeminin birinci meselesi olmaktan çoktan çıkarmıştır. Bugün örneğin burjuvazinin faşist örgütleri aracılığıyla yürüttüğü saldırılara karşı devrimci bir direniş hareketi içinde yer almak işçilere ve köylülere sınıf mücadelesinin programlayıp sunduğu en önde gelen bir sınıfsal görev haline gelmiştir.

Öte yandan, mücadelelerin önce, PDA yazarının sıraladığı gibi bir senaryoya uygun olarak seyretmemiş olması, ülkenin her yanını saran çatışmalara karşı çıkmak ve iç savaşı durdurarak asayişi sağlama görevine talip olmak için, tutarlı bir mazeret sayılamaz. Böyle bir gelişme, değil bizimki gibi uzun bir halk savaşı sürecinden geçmek zorunda olan ülkeler, Rus devrimi için bile geçerli değildir. Rus devrimi için Lenin şöyle yazıyordu:

"Başkaldırmanın bütün ülkeyi kucaklayan uzun bir iç savaş yani halkın iki kesimi arasındaki silahlı bir mücadele şeklinde daha yüksek ve daha karmaşık bir biçim kesinlikle doğal ve kaçınılmazdır. Böylesine bir iç savaş, oldukça uzun aralıklarla çok az sayıda büyük çarpışmalar ve bu aralıklar sırasında çok sayıda küçük çatışmalar dizisinden başka bir şey olarak anlaşılamaz."(*)

Kaldı ki, ülkemizdeki iç savaşın Rus devriminden çok daha karmaşık ve çok daha farklı bir rota izleyeceği tartışmasız ortadadır.

Aslında Aydınlık’ın revizyonist yazarlarının bütün bunları bilmediği de düşünülemez. Ne var ki onlar, gündemlerine aldıkları, "burjuvazinin asayişini sağlama" görevini mazur gösterme uğruna her türlü hokkabazlığı yapmaktan geri durmamaktadırlar. Onlar liberallerle, TİP’li, TKP"li revizyonistlerle omuz omuza, "sahte solcular"a ve "bireysel terörcüler"e karşı; "sınıf mücadelesinin şiddetli biçimlerini ortadan kaldırarak" burjuvazinin huzur ve asayişini sağlamak uğrundaki, aşağılık savaşlarını herşeye rağmen ve sadakatle yürütmeye devam edecek; ve bu sayede burjuvazinin koltuğu altında huzur içinde yaşayabileceklerdir.

"Güç bir okuldur iç savaş okulu; müfredat programının içinde zorunlu olarak karşı-devrimin zaferleri, azgın gericilerin hiçbir kayıt tanımayan küstahlığı, eski hükümetin isyancılara karşı vahşi misillemeleri, vs. de yer alır. Fakat milletlerin bu çok acılı okula girmiş olmalarından yakınanlar, ancak iflah olmaz kakavanlarla içi geçmiş mumyalardır. Çünkü ezilen sınıflara iç savaşı nasıl sürdüreceklerini, devrimi nasıl zafere götüreceklerini öğreten bir okuldur bu..." (Lenin, DUKH, sh. 33) ���

DÜZENİN EKONOMİK SORUNLARI NASIL ÇÖZÜLÜR?

PDA’cı hainler gerçi bu iç savaşı önlemek için sınıf mücadelesini yükseltmek

Page 91: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  90  

gerektiğini de savunur görünerek ihanetlerinin üstünü örtmeye de çalışmaktadırlar; ama, gerçekte, sadece siyasi istikrarı sağlama talebiyle yetinmemekte; aynı zamanda kuşkusuz siyasi istikrarsızlıkların temelini oluşturan ekonomik sorunların çözülmesi için burjuvaziye destek olmayı da önermektedirler. Onlar gerçekte sınıf mücadelesinin şiddetli biçimlerinin önlenmesi anlamına gelen "iç savaşı önleme" taleplerine uygun olarak; aynı zamanda ekonomik istikrarın sağlanması, Türkiye ekonomisinin sorunlarının çözülerek buhranın önlenmesi taleplerini de kendi programlarına koymaktan çekinmiyorlar.

PDA’cı burjuva uşakları, tıpkı TİP’li, TKP’li hainler gibi Türkiye ekonomisinin içine girdiği sorunların Ecevit hükümetince çözülmesi ve buhranın derinleşmesinin önlenmesi talebinde bulunuyorlar. Onlara göre bunu istemek mevcut sömürü düzeninin sorunlarının çözülmesini ve istikrara kavuşmasını talep etmek değil de "emperyalizmin sömürüsüne karşı çıkarak milli ekonominin güçlenmesini ve emperyalizmin buhranının derinleşmesini talep etmek" demektir(!)

Onlar; bu tarz bir suçlama karşısısıda kendileıini şöyle savunuyorlardı:

"Bir de kalkıp proleter devrimcilerin (yani PDA’cıların) buhrana karşı ve istikrardan yana oldukları iftirasını atıyorlar. Emperyalizmin buhranı nereden çıkıyor? Sermaye fazlasından değil mi?... İşte ezilen ülkelerin milli ekonomilerini güçlendirmeleri, bu sermaye ihracına, eşit olmayan değişime ve emperyalist yayılmaya karşı mücadeledir (...)

Ezilen bir ülkede emperyalist sömürüye karşı çıkmanın bir adı da o ülkenin milli ekonomisinin güçlenmesini desteklemektir. Milli ekonominin güçlenmesini desteklemek V. Koç’ların işçi sınıfını daha fazla sömürmesini desteklemek anlamına gelmez..." (Halkın Sesi, sayı 143)

Tam bir revizyonist-ekonomist mantıkla Türkiye’deki milli krizin önlenmesi gerici talebini mazur göstermeye çalışırken, kelime oyununa, demagojiye sığınılmaktadır. Tartışılması gereken konu Türkiye’deki milli krizin ve onun bir parçasını ve temelini oluşturan ekonomik krizin derinleşmesi sorunudur. D. Perinçek ise biz buhrana karşı değiliz, savunduğumuz görüşler emperyalizmin buhranını derinleştirir, o da emperyalizmin en zayıf halkasında devrime yol açar diyerek konuyu değiştirmeye çalışarak, yarı sömürge ülkelerde ekonominin sorunlarının çözülmesini ve ekonominin güçlendirilmesini talep etmek suretiyle, bu ülkelerde milli krizin derinleşmesine karşı çıktığını örtbas etmeye çalışmaktadır. Emperyalizmin buhranının derinleştirilmesi adına söylenenler ise, bütünüyle revizyonist-ekonomist görüşlerdir:

Ezilen ülkelerin ekonomisi güçlenecek. Sermaye birikimleri artacak. Emperyalistler de sermaye ihraç edemeyecekler ve de emperyalizmin buhranı derinleşecek. O halde ne yapmalı? Hep beraber İran’ı, Şili’yi, Mısır’ı, Türkiye’yi kalkındıralım! Bunun "diğer adı" ezilen bir ülkede emperyalist sömürüye (revizyonistçe) karşı çıkmaktır!

Hatırlanacaktır ki, bu eski bir masaldır! SBKP revizyonistleri nicedir bu "kapitalist olmayan yol" masalını anlatır dururlar. "Anti-revizyonizm" şampiyonluğunu elinden bırakmayan PDA’cı baylarımız ise, bu aynı revizyonist teoriyi bu kez "üç dünya teorisi"nin bir icabı olarak piyasaya sürmekte hiçbir sakınca görmemektedirler.

Page 92: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  91  

Bir yarı sömürge ülkenin desteklenmesi, sosyalist ülkelerin dış politikası açısından bile ancak koşutlu olarak kabul edilebilecek bir şeydir. Hatırlanacağı üzere Üçüncü Enternasyonal, sömürge ülkelerdeki emperyalizme karşı gelişmekte olan milli hareketlerin desteklenebilmesini, o milli-demokratik hareketlerin gerçekten devrimci olması koşuluna bağlamıştır. (DUKH, sh. 358) Oysa, üç dünya teorisi uyarınca, bütün üçüncü dünya ülkelerinin desteklenmesi görevi, hem de o ülkelerde devrimi gerçekleştirmekte görevli olan devrimcilerin temel görevlerinin arasına sokulmaya çalışılmaktadır.

Bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde, emperyalist sömürüye karşı çıkmanın asıl anlamı o ülkeleri gerçek bağımsızlıklarına kavuşturmak için savaşmaktır. Bunun için de her şeyden önce emperyalizmin işbirlikçilerinin iktidarına son vermek için mücadele etmek gerekir. Bu mücadele ise, kaçınılmaz olarak içerdeki egemen sınıflar iktidarına karşı bir iç savaş sürecinden geçer. Ve gene kaçınılmaz olarak böyle bir iç savaş ülkedeki milli krizin, yani ekonomik-sosyal ve siyasal alanlardaki krizin derinleşmesine paralel olarak yükselip derinleşebilir. Buhrana karşı olup olmama konusunda tartışma konusu olan şey emperyalizmin buhranı sorunu değil, emperyalizmin hegemonyası altındaki ülkenin (devrimci iç savaşın kaçınılmaz olarak üzerinde yükseleceği) milli krizidir. Ve TİKP revizyonistlerinin sözüm ona "emperyalist sömürûye karşı çıkmanın bir başka adı" diye veya "emperyalizmin buhranını derinleştirme" amacıyla(!), emperyalizme bağımlı ülke devrimcilerinin temel görevi haline sokmaya çalıştıkları şey de, işte bu milli krizin derinleşmesinin önlenmesi; onun bir parçası olan siyasi istikrarsızlığın ve "anarşi"nin (ve de iç savaşın) önlenmesine paralel olarak, milli ekonominin güçlendirilmesi ve bu doğrultudaki sorunların çözülmesi için mücadele edilmesidir. Bunun, bir yarı sömürge ülkedeki işçi sınıfının devrim yapma görevinin ertelenmesi talebinden başka bir anlama gelmediği, tartışma götürmez şekilde ortadadır.

Onların bu konudaki gerici sosyal şoven fikirlerini Stalin’e maletmeye çalıştıkları da bilinmektedir.

Geçen yıl H. Birliği ve H. Kurtuluşu ile H. Sesi arasında bu konu ile ilgili bir tartışma sürdürülmüş, H. Birliği ve H. Kurtuluşu’nun, H. Sesi’nin ülkedeki buhrana karşı çıkarak istikrarı savunduğu şeklinde özetlenebilecek suçlamaları karşısında H. Sesi; Stalin ile, Buharin arasındaki "devrimin emperyalizmin en zayıf halkasında gerçekleşeceği" tezi üzerine olan bir tartışmayı gündeme getirmiştir. Bu konu üzerinde de burada kısaca duralım.

Bu tartışmada Stalin, Buharin’in "devrimin emperyalizmin en zayıf halkasında gerçekleşeceği" tezini, "devrimin en zayıf iktisat sisteminde gerçekleşeceği" biçiminde kavramasının yanlışlığına işaret etmekte; (daha önce Lenin’in Buharin’in tezlerine karşı ileri sürdüğü görüşlere paralel olarak) "emperyalizmin en zayıf halkası" ifadesi ile "en zayıf iktisat sistemi" ifadesi arasına bir eşit işareti konulamayacağını belirtmekteydi. Bu suretle devrimin en zayıf milli iktisat sisteminde gerçekleşeceği şeklindeki görüşün yanlışlığını ileri sürmekteydi. Bu tartışmadaki Stalin’in görüşlerini kendi oportünist tezlerini doğrulamak için kullanmaya kalkan D. Perinçek, bunun için basit laf oyunlarına baş vurmaktadır. Stalin’in "devrimin en zayıf iktisat sisteminde gerçekleşeceği şeklindeki Buharin’in tezinin yanlışlığı" görüşünden hareketle; neredeyse, "devrimin en güçlü iktisat sisteminde gerçekleşeceği" şeklindeki bir saçmalığı Stalin’e maletmeye kalkışmaktadır.

Page 93: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  92  

Evet, Stalin’in ortaya koyduğu gibi "devrimin emperyalizmin en zayıf halkasında gerçekleşeceği" tezi ile "devrimin en zayıf milli iktisat sisteminde gerçekleşeceği" tezi arasına eşit işareti konamaz. Bu doğru olsaydı, devrim örneğin Rusya’da gerçekleşemezdi; en geri bir Afrika ülkesinde gerçekleşirdi. Ama buradan kalkarak "devrimin en zayıf milli iktisat sisteminde gerçekleşeceği tezinin doğru olmadığı" ifadesi ile, "devrimin en güçlü milli iktisat sis eminde gerçekleşeceği, bu nedenle milli ekonomilerin güçlendirilmesi gerektiği" tezleri arasına eşit işareti çekmenin hokkabazlıktan başka birşey olmayacağı ortadadır. Eğer bu doğru olsaydı Vietnamlı veya Angolalı devrimcilerin ülkelerinin milli ekonomilerini Rus ekonomisi kadar güçlendirmeye çalışacaklarına (!), devrim yapmakla çok yanlış bir şey yapmış oldukları sonucuna varmak gerekirdi(!!).

Aslında devrimin nerede gecçekleşeceği, veya emperyalizmin en zayıf halkasının neresi olacağı tartışması ayrı bir şeydir ve bu tartışmadan, "milli ekonomilerin güçlendirilmesi" tezi ile ilgili bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Emperyalizmin en zayıf halkasının nerede oluşacağı sorunu, ülkelerin ekonomik gelişkinliklerinden daha başka sorunlara bağlıdır.

Bugünkü söz konusu tartışma ise daha farklı bir sorun üzerinedir. Bizim gibi bir ülkedeki ekonominin önündeki sorunları çözme talebi, bir başka ifadeyle mevcut düzenin ekonomik sorunlarını çözerek krizin giderilmesi talebi proletarya tarafından ileri sürülebilir mi, sürülemez mi? Sorun budur. "Ben komprador ekonomisini değil milli ekonomiyi güçlendirmeye çalışıyorum" demesine rağmen, bu konuda PDA oportünitlerinin savundukları şey buna olumlu cevap vermekten başka bir şey değildir.

Bu konuda, H. Sesi’nin 119. sayısında "MC Türkiye Ekonomisini Nereye Getirdi?" başlıklı bir yazıda Türkiye ekonomisinin çözülmesi gereken sorunlarına değinilmiştir.

Yazıda, MC’nin uyguladığı iktisadi politikaların, Türkiye ekonomisini, büyük bir döviz sorunu ile karşı karşıya bıraktığı; bu yüzden, dış kredi musluklarının açtırılması talebinin hakim sınıf kesimlerinin en büyûk talebi haline geldiği anlatıldıktan sonra şöyle yazılıyordu:

"Dış kredi musluklarının açtırılması ise, bugün büyük ölçüde Kıbrıs sorununun çözülmesine bağlıdır. MC hükümeti bu sorunu sürüncemede bırakırken, kapıları ardına kadar Rusya’ya açmıştır. Amerika ve Avrupa ülkelerinin son zamanlarda yoğunlaştırdıkları ekonomik ambargo bu siyasete duydukları tepkinin ifadesidir. Bugün dışa bağımlı olan Türkiye ekanomisinde görülen buhranın en temel sebebi, batılı ülkelerin uyguladığı işte bu ambargodur. ���(...) ���Kıbrıs meselesinin çıkmazdan kurtarılması; bol miktarda uzun vadeli, düşük faizli kredi sağlanması; Türkiye’nin DÇM’lere duyduğu ihtiyacın azaltılması; dolayısıyla imalat ve fiyat artışlarının hafifletilmesi; piyasanın istikrara kavuşturulması; bu sayede büyük çaplı devalüasyonlardan kaçınılması; işte hakim sınıfların istedikleri bunlardır. Bu talebler hakim sınıfların en geniş kesimlerini, Kıbrıs’ta taviz verebilecek bir CHP - AP koalisyonu, bu olmadığı taktirde Ecevit başkanlığındaki bir CHP hükümeti fikrinde birleştirmektedir. Hakim sınıflar içinde bu eğilimi ilk ifade edenler, Vehbi Koç ve Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TUSİAD) çevresinde birleşmiş olan büyük sermayedarlardı." (Halkın Sesi, sayı 119)

Belirtilen sorunların çözümünün talep edildiği ve bu doğrultuda mücadele edileceği

Page 94: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  93  

fikri bu yazıda açık açık yer almamaktadır. Ancak H. Sesi bütün o dönem boyunca bu tespitler ışığında, bir AP - CHP koalisyonu talebini sürekli olarak gündeme getirmiştir.

Sürekli olarak, "batı ile ilişkileri düzeltecek" siyasal çözümler talep etmiş, bir AP - CHP koalisyonunun Kıbrıs meselesini çözebilecek yegane çözüm olması fikrinden hareketle, AP - CHP koalisyonunun en geçerli siyasal çözüm olduğunu ileri sürmüştür. (Tabii "uygun" gerekçe de her zaman var: Kıbrıs’ta barışa karşı mısınız? Yoksa Rusya’ya teslim olmamızı mı istiyorsunuz?!) Daha sonra da bir CHP hükümeti bu nedenle desteklenmiş ve CHP’den bu doğrultuda (batı ile ilişkileri düzeltecek!) uygulamalar talep edilmiştir. "Aydınlık"ın bütün temel siyaseti de bu tespitler doğrultusunda olmuştur. Bu doğruftuda 7 Ekim tarihli Aydınlık’ta gene D. Perinçek şöyle yazmıştı:

"Ecevit, geçen baharda ne zaman dış meseleyi çözmek için bir adım atsalar, anarşinin tırmandırıldığına dikkat çekmişti. ���(....) ���"Kıbrıs meselesini çözemeyen bir hükümet anarşi meselesini de çözemez. ���(.... ) ���"Eccvit, batı i!e ilişkileri düzelttikçe ve Kıbrıs meselesinin çözümü için olumlu adımlar attıkça Türkeş’in ayağının altındaki toprak kaymaktadır."

"Kıbrıs meselesinin çözümü" ve "batı ile ilişkilerin düzeltilmesi"; bunların ne anlama geldiği yukarda H. Sesi’nin 119. sayısından yaptığımız alıntıda yeterince açıklanmaktadır. Tekelci burjuvazinin TÜSİAD’ın, V. Koç’un ve Sabancı’nın bunları niçin talep ettiği de açıklıkla anlatılmıştı. Bu noktadan sonra, herhalde, "ben komprador ekonomisini değil, milli ekonomiyi güçlendirmeyi savunuyorum" gibi iddialar laf olsun diye söylenmiş şeyler olmaktan öteye gidemez.

"Milli ekonomiyi güçlendirme ve mevcut ekonomik sistemin açmazlarının giderilmesi" talebi, kuşkusuz "iç savaşı önleme" talebiyle "uyumlu" ve "tutarlı" taleplerdir. Çünkü, gerçekten "anarşi" başka türlü önlenemez. Siyasi istikrar, ekonomik istikrar olmaksızın gerçekleşemez. Perinçek’in ifadeleri ile söylersek, Kıbrıs meselesini çözüp, batı ile ilişkileri düzeltip, kredi musluklarını açtıramayan bir iktidar "anarşi" meselesini de çözemez. Bu yüzden, ekonomik krizin giderilmesi için mücadele talebi, asayiş programının zorunlu bir parçası sayılmalıdır.

Şimdi, bu konuda, bizim açımızdan, anlaşılmayan bir nokta kalmıştır; TİKP revizyonistleri, bu asayiş programının içinde "sahte soleular"dan başka bir de "revizyonistler"e karşı da savaşmak gerektiğinden bahsediyorlar. Revizyonistler derken TKP ve TİP’i kastettiklerine göre, iç savaşı önlemek ve asayişi sağlamak için niçin onlara karşı da savaşmayı önerdiklerini anlamak mümkün değildir. Zira, TİP’li ve TKP’li revizyonistler de bu "asayiş programı"nı savunma konusunda hiç de kendilerinden aşağı kalmamaktadırlar. TİP’in eski-yeni tüm teorisyenleri, Yürüyüş’te hükümetimizin ekonomik sorunları ve asayiş meselesini mutlaka çözmesi gerektiği üzerine dehşetli tahliller döktürmektedirler. "Bireysel terörizme" karşı savaş konusunda ise PDA’cı baylarımızı bile geride bırakacak kadar azimle mücadele ettikleri inkar edilemez. "TKP"liler ise, "hükümetimizin kardeş kavgasını önlemesini" istemekte ve "iç savaş tehlikesini önlemede oldukça kararsız davranmış" olmasından şikayetçi olmakta (Ürün, s.51), "bireysel terörizme’" karşı da Ecevit’in yönettiği koroya güçleri yettiğince katılmaktadırlar.

Hal böyleyken, TİKP’ci bayların, anarşiyi önleyerek mevcut düzenin asayiş ve huzurunu sağlamak için, "sahte sotculara ve anarşistlere karşı" TKP’li ve TİP’li burjuva uşaklarıyla kolkola savaşacaklarına, "iç savaşı önlemek için sahte TKP’li revizyonistlere

Page 95: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  94  

karşı mûcadele etmek gerektiği"den sözedip durmalarını anlamak mümkün değildir!

Bu "asayiş programı"nın kendilerini burjuvazinin uşaklığına adayanlarca savunulmasına bir diyeceğimiz yoktur. Yeter ki bu, "mevcut düzenin sorunlarını çözme" görevi, bu düzeni yıkmakla görevli proletaryaya onun devrimci dünya görüşü olan Marksizm - Leninizme maletmeye kalkışılmasın!

Türkiye ekonomisinin sorunları, aslında, sol içindeki burjuva uşaklarının yardımlarına rağmen (!) kolay kolay çözülemeyecek kadar karmaşıklaşmıştır. Emperyalizme bütün temel unsurlarıyla bağımlı bir düzen yıllardır çözümsüz sorunları üreterek bugünkü keşmekeşi ortaya çıkarmıştır.

İkincisi, sorun sadece ekonomik düzeydeki tıkanıklıklar da değildir. Mevcut düzenin ürettiği sorunlar çoktan siyasal ve sosyal alanlardaki "kargaşa"ya sıçramıştır. Burjuva partileri kendi aralarında ve kendi içlerinde sayısız kliklere bölünmüşlerdir ve bu nedenle 1970’lerden bu yana istikrarlı hükümetler oluşamamaktadır. Sorun sosyal alandaki betirtileriyle de incelendiğinde gene aynı şekildedir. Geniş emekçi halk yığınları acımasız bir açlık ve yoksulluk altına itilmişlerdir. İşsizlik en üst boyutlara ulaşmaktadır. Köylerden şehirlere büyük göçler, şehirlerin kenarlarında üstelik sınırsız bir zenginlik ve ihtişamın yanı başında, her türlü sosyal olanaktan yoksun dev köyler yaratmaktadır. Toplumun eski - durağan yapısı her yönüyle sarsıntılara uğramaktadır.

Ülkeyi bir baştan bir başa saran çatışmalar (ve hatta faşizmin toplumun belirli kesimlerinde - orta sınıfların çöküntüye uğramakta olan kesimleri arasında- belli bir taban bulabilmesi bile) bu sorunlardan ve tarihi gelişmelerden bağımsız olarak düşünülemez. Bu koşullar altında, ülkedeki sosyal - siyasal çalkantılardan yakınmak, burjuvaziden istikrar talep etmek, sahte barış ve liberalleşme vaatleri yaymak bizim görevimiz değildir. Ülkenin bugünkü koşullarında sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve bunun bir ürünü olarak faşist karşı devrim güçleriyle halkın devrimci kesimleri arasındaki çatışmaların yaygınlaşması kaçınılmaz bir şeydir. Marksistter ise "kendini sınıf mücadelesine dayandırır, toplumsal barışa değil." (Lenin)

Bu çalkantıların ve mücadelenin nereye kadar gideceği, burjuvazinin geçici ve nispi bir istikrar sağlamayı başarıp başaramayacağı ve olayların hangi yönde gelişme göstereceği ayrı bir sorundur. Ama bütün ihtimaller altında, mevcut düzene ait bütün bu çalkantıları ve çatışmaları, acımasız bir sefalet ve zulüm altında inletilen emekçi halklarımızın kurtuluşuna giden devrimci bir yola, emekçi halklarımızın kendi iktidar yoluna kanalize etmek için mücadele edeceğimiz ve işçi sınıfının tutumunun bundan başka bir sey olamayacağı kesindir. ���

EK: MARKSiZM VE İÇ SAVAŞ ���(Lenin, " Gerilla Savaşı" Makalesinden) ���"Bu mücadelenin doğmasına yol açan tarihsel koşulların neler olduğunu anlayamayışımız yüzünden, onun zararlı yanlarını gidermede yeteneksiz kalıyoruz. Oysa mücadele sürüyor. Güçlü iktisadi ve siyasal nedenler yüzünden bu mücadeleyi önlemek, biziım gücümüz içerisinde değildir. ���Böyle bir itiraz, katıksız bir burjuva-liberal itirazdır, marksist bir itiraz değildir; çûnkû bir marksist, iç savaşa ya da onun biçimlerinden biri olan gerilla savsşına genel olarak anormal ve moral bozucu olarak bakamaz. Bir marksist, kendini sınıf mücadelesine dayandırır, toplumsal barışa değil. Belirli keskin siyasal ve iktisadi bunalrm dönemlerinde, sınıf mücadelesi doğrudan bir iç savaş, yani toplumun her iki kesiti arasındaki silahlı mücadeleye doğru gelişme gösterir. Böyle dönemde marksistler,

Page 96: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  95  

iç savaştan yana yerlerini almak zorundadırlar. İç savaşın herhangi bir moral suçlaması, marksist açıdan kesinkes benimsenemez.

Bir iç savaş döneminde, proletaryanın ideal partisi savaşan partidir. Bu kesinlikle itiraz götürmez. İç savaş açısından herhangi bir özel andaki iç savaşın özel bir biçiminin elverişsizliğini savunma ve tanıtlamanın olanağını kabul etmeye tamamen hazırız. Askeri elverişsizlik açısından farklı iç savaş biçimlerinin eleştirisini tümüyle kabul ediyoruz ve bu sorunda son sözü söylemesi gerekenin, her özel yöredeki sosyal-demokrasinin pratik işçilerinin olduğunu kesin olarak benimsiyoruz. Ama biz, marksizmin ilkeleri adına, iç savaşın koşullarının bir tahlilinden, anarşizm, blankicilik ve terörizm konusundaki harcıalem ve klişeleşmiş sözler yüzünden kaçınılmamasını istiyoruz, ve Sosyal-Demokrat Partinin, genel olarak gerilla savaşına katılması gibi sorunların tartışılması sırasında, Polonya Sosyalist Partisinin şu ya da bu örgütünün, şu ya da bu anda benimsendiği anlamsız gerilla eylemleri yöntemlerinin bir öcü olarak kullanılmamasını istiyoruz. ���(... )

Sosyal-Demokratların gururlu ve, böbürlenerek, biz anarşist, hırsız, soyguncu değiliz, ‘biz bunların çok üstündeyiz, gerilla savaşını kabul etmiyoruz’ dediklerini görünce kendime soruyorum: Bu adamlar ne söylediklerinin farkındalar mı? Ülkenin her yerinde kara yüzler hükümeti ile halk arasında silahlı çatışmalar ve çarpışmalar oluyor. Devrimin gelişmesinin bugünkü aşamasında, bu kesinlikle kaçınılmaz bir olgudur. Halkta kendiliğinden ve örgütsüz bir biçimde -ve işte tam da bu nedenden ötürü, çoğunca talihsiz ve istenilmeyen biçimlerde- bu olguya silahlı çatışma ve saldırı yoluyla tepki gösteriyor. Ben, örgütümüzün zayıflığı ve hazırlıksız oluşu yüzünden, belli bir yerde ya da belli bir zamanda, bu kendiliğinden mücadelede parti önderliğinden kaçınmamızı anlayabilirim. Ben, bu sorunun yerel eylem işçileri tarafından saptanması gerektiğini, ve zayıf ve hazırlıksız örgütlerin yeniden biçimlendirilmesinin kolay birşey olmadığını kavrıyorum. Ama, bu bir sosyal-demokrat teorisyen ya da yayımcının bu hazırlığını kınamadan çok, gururlu bir böbürlenme ve kendini beğenmiş bir edayla anarşizm, blankicilik ve terörizm konusunda gençliğinde papağan gibi öğrendiği tümceleri yinelediğini gördükçe, dünyanın en devrimci öğretisinin bu aşağılanması, bana dokunuyor. ���(...)

Sınıf mücadelesinin iç savaş noktasına kavuştuğu bir dönemde, sosyal-demokratlar, yalnızca bu iç savaşa katılmayı değil, aynı zamanda da önderlik rolünü oynamayı da görev edinmelidirler. Sosyal-demokratlar, örgütlerini, düşman güçlerine zarar verecek bir tek fırsatı bile kaçırmayan, bir savaşçı parti olarak gerçekten hareket edebilecek biçimde eğitmek ve hazırlamak zorundadırlar.

Page 97: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  96  

"Bireysel Terörizm" Şarlatanlıkları Üzerine

DY, Sayı:25, 22 Aralık 1978 GENİŞ emekçi halk yığınlarının sömürü ve yoksulluk altında sindirilip-susturulmasından başka bir anlama gelmeyen burjuvazinin "istikrar" programının gerçekleştirilebilmesi için, egemen güçler, değişik araçlara başvuruyorlar. Ülkemizde bunun daima temel yöntemi olan faşist terör ve baskı politikaları, diğer yöntemlerle de desteklenilerek uygulanıyor. Aslında şimdilerde, yoksul halk kesimlerinin mücadelelerini bastırabilmek için yeni "yasal" tedbirler peşinde koşan Ecevit hükümetinin kendisi de bu araçlardan bir tanesi(ülkedeki gelişmekte olan iç savaşa oligarşinin bir müdahalesi) olarak görülmelidir. Bunun yanısıra egemen güçlerin, geniş halk kesimlerini faşist terör ve baskı yöntemleriyle sindirmeye çalışırlarken, diğer yandan da sol hareketi, meşru olan ve olmayan diye ikiye ayırmaya çalıştıkları görülmektedir: Eylemci so1 ve eylemci olmayan sol... "Şiddet eylemlerini" ve "‘bireysel terörizmi" reddedenler ve etmeyenler...

"Şiddet eylemlerini" ve "bireysel terörizmi" reddederek lanetleyenlerin meşru ve yasal olduğunu, "kabul edilebilir" olduğunu ileri sürüyorlar ve meşru solun, "diğerlerini" reddederek lanetlemeleri gerektiğini söylüyorlar.

Burada dikkate değer bir nokta, burjuvazinin bu meşru olan ve olmayan so1 ayrımını yaparken, ilginç bir şekilde bu ayrımı Marksist kriterlere göre yaptığı imajını da yaratmaya çalışmasıdır. Solun "meşru ve yasal olmayan" kesiminin lanetlenmesi için, Marksizm-Leninizmin "bireysel terörcülüğe" ve şiddet eylemlerine ne kadar karşı olduğuna dair epey dil döküyorlar. Hatta (anlaşıldığı kadarıyla, bu konuda özel görevli olarak seçilmiş) "uzman" yazarlarına solun en akıllı ve en Marksist-Leninist (!) kesimlerinin de "bireysel terörizme" ve "maceracılığa" ne kadar karşı olduklarını kanıtlamak üzere makaleler yazdırıyorlar. (İşin doğrusu Lenin’i hayatlarında doğru dürüst okumamış kişilerin, M-L üzerine ahkam kesmeleri pek de eğlenceli oluyor.)

İşçi sınıfı hareketini ya da genel olarak sol hareketi kendisi için kabul edilebilir olan (meşru olan) ve olmayan şeklinde ikiye ayırmasında, burjuvazi açısından, anlaşılmayan bir yan yoktur. Elbetteki onlar, kendileri için ("ciddi" olarak!) tehlikesiz bir solu yedeklerine almakla egemenliklerinin (yani "istikrar"ın!) devamı açısından geniş olanaklara kavuşacaklardır.

Üstelik, kendilerini burjuvaziye satmak için birbirleriyle yarışan, işçi sınıfının devrimci ideolojisini burjuvazinin kabul edebileceği bir biçime sokarak tanınmaz hale getiren, halkın her türlü devrimci eylemine burjuvazinin ağzıyla küfürler yağdırmayı marifet zanneden, mevcut düzenin istikrarını temin etmek için anarşinin önlenmesini buurjuvaziden talep eden ve solun "öteki kesimine" karşı sözde Marksizm ve işçi sınıfı adına (burjuvazinin akortettiği tonda!) küfürler yağdırıp durmayı kendisine başlıca iş edinenlerin bunca bol olduğu bir ortamda, burjuvazinin bu zengin olanaklardan yararlarimaması elbetteki düşünülemezdi. Onlar bu sayede, yığınların pasifize edilmesinde ve düzenin istikrarının sağlanmasında değerli uşaklara sahip olacaklardır. Halkın ve işçi sınıfının devrimci eğilimlerini şiddetle bastırırlarken, bunlara, meşru olmayan solun lanetlenmesi için değerli hizmetler gördüreceklerdir. Ve yine bütün bunları yaparken yanlarına aldıkları bu "solcu"lar sayesinde, herhalde, pek "medeni" ve "Avrupai" olacaklardır.

Page 98: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  97  

Bu durum, ülkemizdeki devrimci mücadelenin ve özellikle anti-faşist mücadelenin önündeki en önemli engellerden bir tanesidir. Faşist çetelerin her saldırı ve katliamını burjuvazinin ideolojik saldırıları izlemekte, "bireysel terörcülüğe’", "şiddet eylemciliğine", "maceracılığa" karşı düzenlenen parlak konferanslar ortalığı kaplamaktadır. Bu, faşist güçlerin yıldırma ve sindirme hareketlerinin ayrılmaz bir parçası -tamamlayıcısı-haline getirilmiştir. Bu yolla emekçi halk yığınları içindeki faşizme karşı direnme eğilimleri köreltilmektedir. Faşist terör karşısında halkın direnme güçlerinin gelişmesinin önüne geçilmeye çalışılmaktadır. ���Bu yüzden, burjuva liberal eğilimlere karşı mücadele, bugün faşizme karşı mücadelenin bir görevi sayılmalıdır.

Sorun bu boyutta ele alındığında, iç savaş konusundaki burjuva liberal tavır ve eğilimlerin, faşizme karşı mücadele görevleri açısından çeşitlenmeleri ve yansımaları üzerinde durulmalıdır.

Burada, görünüşte burjuvaziye açıkça uşaklık ilan etmeyen, mevcut düzen içindeki bir siyasi istikrar için mücadeleyi programlaştırmayan, burjuvaziye "şiddetli küfürler" yağdırmaktan geri durmayan, ama gene de bireysel terörizme karşı şu mahut savaşa yedeklenmekten bir türlü vazgeçemeyen oportünizmin diğer örgütlenmelerinin, faşizme karşı mücadele görevleri karşısındaki kararsız ve sağ eğilimleri söz konusudur.

Egemen güçlerin siyasi istikrar programını açıktan benimseyen TKP ve TİKP eğilimlerinin dışında birçok gruplaşma vardır. HK, DHB, EB, TEP, KSD, VP, vb. vb... Bütün bu gruplaşmalar, faşizme karşı mücadele görevleri açısından bazı konulardaki olumlu sayılması gereken tutumlarının yanısıra çoğunlukla sağ-revizyonist görüşlerin etkisi altında kalmaktadırlar. Birçok konuda, karşı çıkar göründükleri revizyonizmin iki ana akımına ait tahlil ve tavırları benimseyebilmektedirler.

Özellikle HK, DHB ve benzerleri sosyal faşizm ve sosyal emperyalizm şarlatanlıklarının örtüsü arkasında oldukça sağ-revizyonist görüşler savunmaktadırlar.

Faşist terör hareketinin yarattığı ortam içinde, burjuvazinin her ideolojik saldırılarının arkasından "ötekilerin" söylediklerini ya kekeleyerek ve mırıldanarak ya da değişik cilalarla tekrarlamakta, "bireysel terörizm" üzerine U. Mumcu’yu aratmayacak "derinlikte" teorik tahliller kesmeye koyulmaktadır.

HK ve benzerleri "bireysel terörizmi reddetme" adına kitle mücadelelerine, içi boş, bir tekerleme haline getirdikleri methiyeler düzerek, mücadele biçimleri açısından oldukça sağ görüşler savunuyorlar; zaman zaman TİP, TSİP gibilerinde görülen türden provokasyon teorilerinin yoğun etkisi altında tahliller yapıyorlar.

Kuşkusuz, faşizme karşı mücadele konusundaki mücadele biçimlerine ilişkin sorunlar, devrim anlayışı ve genel olarak mücadele biçimleri konusu ile sıkıca bağlı sorunlar olması nedeniyle, onların bu konuda 1971 dönemi sonrasında benimsedikleri sağ çizgiye tekabül eden bir tutum içinde bulunmaları, PDA’cılarla birleşmenin eşiğine kadar uzanan bir döneklik eğiliminin doğal bir sonucu sayılmalıdır. Bu noktada, onlar mücadele biçimleri konusundaki sağ-revizyonist çizgilerce sergilenen tüm hatalı değerlendirmeleri aynen tekrarlamaktadırlar.

Page 99: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  98  

FAŞİST TERÖR HAREKETLERİ KARŞISINDA NASIL BİR MÜCADELE ÇİZGİSİ İZLENMELİDİR?

Bugün ülkemizde faşist güçlerin saldırıları ve devrimci halk kesimlerinin bu saldırılara karşı direnişlerinin bir sonucu olarak meydana gelen çatışmalar bütün ülke sathını ve toplumun bütün kesimlerini kaplamış durumdadır. Merkezi ve askeri bir örgütlenme düzeni içindeki faşist güçler sistemli bir yıldırma ve yoketme savaşı yürütüyorlar. Buna karşılık devrimci kesimler çoğunlukla sağlam ve yeterli bir örgütlenme gücünden yoksun bir şekilde, ve gene çoğunlukla kendiliğinden bir şekilde direniyorlar. ���Faşizme karşı mücadelede en önemli sorunlardan bir tanesi, başlıca 1. Kitlelerde geniş bir yılgınlık ve teslimiyet eğilimi yaratılması, 2. Devrimci güçlerin önde gelen unsurlarının yokedilmesi, 3. Belirli bölgelerin hakimiyet altına alınması veya mevcut hakimiyetlerinin pekiştirilmesi, 4. Bir askeri darbeye yol açacak bir ortam yaratılması gibi amaçlarla yürütülen, faşist saldırı ve terör politikaları karşısında nasıl bir mücadele çizgisi izlenmesi gerektiği sorunudur. Bu sorular karşısında doğru çözümlere ulaşabilmek için ise kuşkusuz mücadele biçimleri konusunda sağdan soldan ezberlenmiş klişeleşmiş sözleri papağan gibi tekrar etmekten öteye bir şeyler söylemek gereklidir. Bireysel terörizmin ne kadar kötü olduğu üzerine nutuklar atmakla TİP, TSİP gibilerinden farksız bir şekilde kitlelerin şahlanması, devrimin gerçekleşmesinin ve faşizmin yenilmesinin kitlelerin eseri olacağı üzerine ajitasyon çekmekle bu sorunu tartışmak hiç mümkün değildir.

HK’da bu konuya ilişkin olarak, bireysel terörizmi lanetlemek için yazılmış bir yazıda şöyle yazıyordu:

"Elbetteki Marksistler hiçbir mücadele biçimini reddetmezler. Ama önemli olan bu mücadele biçimlerinin hangi sınıf bakış açısına sahip hareketlerin nasıl ve hangi dönemde kullanılacağıdır. Mücadele biçimleri meselesini objektif hayattan kopararak ve küçük - burjuva bakış açısı ile ele alan ve kitlelerden koparak kendilerine öncü savaşçı diyen küçük-burjuva aydınları, umutsuzca maceracı eylemlere atılmakta ve onlar çoğu kere karşı-devrimin basit birer aleti durumuna düşmektedirler." (HK, Sayı:130)

Bu satırların aynısını Kitle, Yürüyüş ve Emeğin Birliği dergilerinde okumak mümkündür. Zaten aynı içerikte ve belki biraz daha düzgün ifadelerle aynı şeyler o dergilerde döne dolaşa yazılıp durulur. HK yazarları bu gibi tekerlemelerle neyi açıkladıklarını sanıyorlar? Mücadele biçimleri meselesini objektif hayattan koparmayarak (!), aktif kitle mücadelesi üzerine hamasi nutuklar çekmekten başka ne söylemektedirler? Elazığ’da, Sivas’ta, Balgat’ta, vb. faşist çetelerin saldırıları karşısında (HK ve benzerlerinin bireysel terörist, maceracı suçlamalarından kurtulmak için) ne yapmak lazımdır?

Devrimci halk güçleri bugün faşist güçler karşısında tam bir savunma durumundadırlar. Halk güçlerinin direniş mücadelesi çerçevesi içerisindeki hiçbir eylem bireysel terörcülük olarak değerlendirilemez.

HK gibileri, savunma eylemlerine karşı olmadıklarını söyleceklerdir. TİP’liler, TSİP’liler

Page 100: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  99  

bile bazen "elbette kişilerin kendilerini savunmasına bir şey denemez" gibi sözler söyleyebiliyorlar artık. Oysa sorunun özü, tek tek kişilerin kendilerini savunmaları sorunu değildir. Faşist güçlerin saldırı ve katliamları karşısında sorunu kişilerin kendilerini savunmalarına bırakmak sözkonusu olamaz. Bu noktada, devrimci hareketin durağan ve pasif olmayan, hareketli ve aktif bir savunma çizgisini benimsemesi zorunludur. Faşist güçler karşısında devrimci bir direniş hareketi ancak bu şekilde örgütlenebilir.

Faşist güçler ülke çapındaki bir askeri-siyasi çizgiye uyarlı olarak çeşitli katliamlar ve cinayetler tertipliyorlar, ayaklanmalara başvuruyorlar. Bunun karşısında etkili bir mücadele yürütebilmek için doğru bir eylem çizgisi zorunludur.

"Mücadelenin, kendisine reaksiyoner (tepkici) bir nitelik kazandıran kendiliğindenci durumdan çıkarılması zorunludur. Faşistler saldıracak, savunacağız; faşistler öldürecek, miting (tören) yapacağız, faşistler geri çekileyecek bekleyeceğiz. H. Sesi birçok kere faşistler nerede saldırırsa orada cevap verelim diye yazdı. HK, faşistlerin her saldırısında işi bırakmayı önerdi. İkisi de anti-faşist eylemi faşist saldırıların yer ve zamanına tabi kılıyor.

Bugün bunun tam tersine bu tepkici durumdan kurtulmak gerekiyor. Faşistler ülke çapındaki bir siyasetin bir parçası olarak saldırmakta ve geri çekilmektedirler. Buna tabi olmak daima onların istediği yer ve zamanda dövüşmeye mecbur olmak demektir. Elbette biz bugün savunma durumundayız. Ama bu savunma durumu stratejik anlamda kavranmalı, taktik planda statik (sabit-hareketsiz) bir savunma olarak yorumlanmamalıdır." (Devrimci Gençlik, sayı 11, Devrimci Gençlik Seçmeler, sh. 41)

Ama böyle bir savunma anlayışına uygun anti-faşist eylemler sözkonusu olduğunda. HK’cı baylardan bireysel terörist ve maceracı (hem de "öncü savaşçı") damgasını yersin!

"Mücadele biçimleri meselesini objektif hayattan kopararak ve küçük burjuva bakış açısı ile ele alan ve kitlelerden kopararak kendilerine öncü savaşçı diyen, küçük burjuva aydınları" olursun!

HK ve benzerleri faşist hareketler karşısında silahlı savunma anlayışına (TİP’lilerden farklı olarak açıkça!) karşı olmadıklarını söylüyorlar. Ama savunma dedin mi kitlelerin aktif mücadelesi üzerine kurulmalı. Kitle mücadelesinden de bütün mahallelinin tüfekleri kuşanıp, düzenli sıralar halinde düşmana karşı taarruza geçmesini anlıyorlar!

"Proleter devrimcilerin görevi ise; işte bu öfke ile ayağa kalkan kitleleri örgütlemek ve düzenli saflar şeklinde (abç) faşist diktatörlüğe karşı mücadeleye seferber etmektir.

Proleter devrimciler, bugün öne çıkmış talepler etrafında kitle mücadelelerini yükseltmeli, faşist saldırılara kitle seferberliği (abç) ve aktif kitle mücadelesi ile karşı koymalıdırlar." (HK. Sayı 92)

Faşizme karşı mücadelenin bugünkü görevleri açısından, bu anlayış katıksız bir revizyonist çizgiye tekabül etmektedir.

Page 101: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  100  

"Tekrarlamak gerekirse, bilimsel sosyalistler, bugün faşist saldırılar karşısında en geniş kesimleri somut hedefler etrafında harekete geçirici kitlesel tepkiyi en yüksek boyutlara ulaştırıcı bir yol öneriyoruz. Faşizme karşı günümüz koşullarında böylesi bir mücadele biçiminden başkasının geçerli olmadığı hergün doğrulanmaktadır."

Bu son paragrafla bir önceki arasında herhangi bir fark var mıdır? Dikkatle inceleyin, aralarında hiçbir temel fark olmayan iki paragraftan ikincisini TİP’lilerin "Genç Öncü"sündeki "bireysel terörizm"i mahkum etmek üzere kaleme alınmış (tam HK’ya layık!) bir makaleden aktardık.

Evet, faşist güçlerin terör ve yıldırma politikaları karşısında nasıl bir mücadele çizgisi izlenmelidir sorusu karşısında HK’nın (TİP’li revizyonistlerle birlikte!) ileri sürdükleri budur: "Kitleleri düzenli saflar şeklinde mücadeleye sokmak, öne çıkmış talepler (veya somut hedefler) etrafında kitte seferberliği..."

Faşizme karşı mücadelenin bugünkü görevleri açısından sağ bir çizgiye tekabül eden bu anlayış yukarda da değindiğimiz gibi EB, KSD ve DHB gibi bir çok grup tarafından da sergilenen bir anlayıştır. Bu konuya ilişkin olarak aynı anlayışı DHB’ciler de şu biçimde belirtiyorlar:

"Bireysel terörizm yolunu tutan maceracılar da ters yoldan faşizme karşı mücadeleyi baltalamaktadırlar... ���Faşizme karşı mücadelede tek (abç) etkili yolun kitlelerin aktif mücadelesi olduğu... ���Faşizme karşı tek (abç) başarılı ve devrimci mücadele yolu halk kitlelerinin devrimci kitle mücadelesini geliştirmektir... " (PDPY, Sayı 4, sh. 98)

HK ve diğerlerirıce savunulan anlayışlardaki sağ çizginin, genel olarak mücadele biçimleri konusundaki sağ ve anti-Marksist görüşlerden kaynaklandığına kuşku yoktur.

HK ve benzerleri kitle mücadeleleri deyince kitlelerin "düzenli saflar halinde" mücadeleye katılmalarını anlıyorlar. Onlara göre bir eyleme çok sayıda kişi katılırsa kitle eylemi, az sayıda kişi katılırsa bireysel terörizm olur. Örneğin bir treni 3 kişi ile kaçırırsan bireysel terörizm ve maceracılık yapmış olursun. Aynı işi 100 kişi ile yaparsan da kitle eylemi yapmış olursun, herhalde? (Belki de bu denli "bütünlüklü" teoriler savundukları ileri sürülemez ama, mücadele biçimleri üzerine TSİP’lilerden farklı bir şekilde düşünmedikleri kesindir.)

Bir eylemi çok sayıdaki kişiler yapmış olsa bile, bu siyasal muhtevası itibariyle doğru bir eylem çizgisine ters düşen bir maceracılık sayılabilir. Buna karşılık az sayıda ve tek tek kişiler tarafından yapılsa, (bugünkü koşullar açısından) eğer halkın faşizme karşı direniş mücadelesinin bir parçası ise, bireysel terörcülük ve maceracılık olarak değerlendirilemez. Önemli olan eylemin siyasal içeriğidir. Hangi siyasetin bir parçası olarak gündeme geldiğidir. Bu anlamda, tabi olduğu siyasetin doğru olup olmadığıdır, eylemin yarattığı siyasal sonuçlarıdır, halkın direnme gücünü artırıp artırmadığıdır, vb., vb.

Bu noktada HK ve benzerlerinin, bir takım küçük gruplar tarafından yapılar bazı silahlı eylemlere ilişkin, koyu bir provokasyon mantığı üzerine kurulu olan yorumlarla, abartılı değerlerıdirmelerde bulunarak kendi sağ anlayışlarını meşrulaştırmaya çalıştıkları; hertürlü silahlı devrimci mücadele anlayışının (bireysel terörizmi lanetleme

Page 102: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  101  

adına) reddini gündeme getirdikleri görülmektedir. ���Bizim aceleci dediğimiz gruplardan birisi tarafından MHP İstanbul İI Başkanının öldürülmesi olayıyla ilgili olarak şöyle yazıyorlardı:

"Böyle bir 'eylem', tam da faşist cinayet mangalarının iyice köşeye sıkıştığı bir dönemde, egemen sınıfların imdadına yetişmiştir... ���Son günlerde Kontr-Gerilla ve MİT gibi resmi cinayet mangalarının bütün katliam ve tertipleri bir bir ortaya çıkmış, işkenceci katiller ve onların elebaşları yakayı ele vermişlerdi. Gazeteler her gün yakalanan MHP’li faşist katillerin resimleriyle dolup taşıyordu... ���Ve faşist mihraklar arasındaki tepişme ve çatışmalar giderek yoğunlaşmaktaydı. Böyle bir dönemde sivil ve resmi faşist klikler saldırı ve cinayetlerini unutturmak (...) sıkıştıkları köşeden kurtulmak, kısacası durumu kendi lehlerine çevirmek istiyorlardı." (HK, Sayı 130)

Özetle, tam faşistlerin hesabı görülmek üzereyken (bu hesabı kim görecekti, nasıl görecekti, ayrı bir sorundur. Eşelerseniz, altından HK yazarlarının reformizmini çıkarırsınız) evet, tam faşistlerin hesabı görülmek üzereyken maceracılar ortaya çıkıp onları kurtardı! Burada yürütülen mantığın tartışmasını bir yana bırakalım. Bu gibi bir yaklaşımla ulaşılan sonuç, daima "öncü savaşı sadece bir safsata ve işçi sınıfına yabancı bir şeydir" gibi ifadelerle devrimci bir mücadele anlayışına saldırılar ve küfürler olmaktadır.

"Kitlelerden koparak kendilerine öncü savaşçı diyen küçük burjuva aydınları umutsuzca maceracı eylemlere atılmakta ve onlar çoğu kere karşı devrimin basit birer aleti durumuna düşmektedirler." (HK, sayı 130)

Ve yine aynı konuda alışılmış tekerlemenin dolu olduğu bir başka yazıda şöyle deniyor:

"Ve işçi sınıfı ve halk kitlelerine dayanmayan, onları seferber etmeyen her eylem kaçınılmaz olarak hakim sınıfların provokasyon tuzaklarına yaramakta, devrime zarar vermektedir." (HK, Sayı 101 )

HK yazarları,12 Mart dönemi sonrasında, yoğun bir şekilde işlenilmiş olan provokasyon teorilerinin etkisi altında kalmışlar, daha önce savundukları "sol" görüşleri terkederek sağ- ekonomist bir çizgiyi benimsemişlerdir. Ve böyle bir kafa yapısıyla PDA’cıların koltuğunun altına girmişler, uzun süre H. Sesi’ne baka baka yazılar yazmışlardır. Şimdi H. Sesi kapandı, TİKP’cilerden ayrıldılar, ama gene aynı kafa yapısıyla yazılar yazmaya devam ediyorlar. Bu sağ çizginin etkisi altında, bugün faşizme karşı mücadele konusunda en geri bir mücadele hattını savunmakta, halkın direniş mücadelesi çerçevesi içindeki aktif eylemleri ve taktik plandaki saldırıları reddetme noktasından uzaklaşamamaktadırlar. Oysa, faşist terör ve yıldırma politikaları karşısında bölgesel veya ülke çapındaki etkin direniş eylemlerinin çeşitli biçimlerinin örgütlendirilmesi zorunludur. Devrimci halk güçlerinin savunma çizgisi taktik bir savunma çizgisi değil, stratejik bir savunma çizgisi olmak zorundadır; ve bu anlamda savunma çizgisine bağlı olan taktik saldırıları da içinde barındırması kaçınılmaz olan bir şeydir.

Böyle bir devrimci mücadele çizgisinin reddi için, bazı küçük gruplarca ortaya konulan silahlı eylemlerin zaman zaman neden olduğu olumsuz durumları öne sürmek saçma bir şeydir.

Page 103: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  102  

Bazı küçük grupların, ülke çapındaki merkezi ve doğru bir siyasete tabi olmayan, rasgele eylemler düzenledikleri doğrudur. Bunlar çoğu zaman devrimci mücadele açısından hiçbir yararı olmayan sonuçlar yaratırlar. Bazen olumlu bazen de olumsuz sonuçlar doğururlar. Bunlar bütünüyle olağandır.

"Silahlı mücadele anlayışının siyasal muhtevasını anlayamayan ve onun sadece biçimsel yanını görenlerin her eylem biçiminin içinde bulunulan koşullara bağımlı olarak farklı siyasi sonuçlar yaratabileceğini, önemli olanın eylemin (patlama, vs; gibi) biçimsel yanlarını değil, yaratacağı siyasi sonuçları olduğunu göremeyenlerin (...) kendilerini zaman zaman karşı devrim güçlerinin yanı başında bulmaları kaçınılmaz bir şeydir. " (DY, Sayı 8)

Gene sadece bu türden gruplarca yapılan eylemler değil devrimci hareketin örgütlenmesinin yetersizliği nedeniyle, birçok bölgede faşistlere karşı yürütülen mücadeleler, birçok yönden elverişsiz biçimlerde sürdürülmek durumunda kalmaktadır. ���Devrimci eylemlerin, devrimci güçler lehine sonuçlar yaratabilmesi için, içinde bulunulan somut siyasal koşulların, devrimci güçlerin ve karşı devrimci güçlerin somut konumlarının, halk kitlelerinin psikolojik durumlarının hesap edilmesi gerektiğinin söylenilmesi anlaşılabilir birşeydir. Ama, bazı olumsuz durumları ve sonuçları şahit göstererek, doğru bir eylem çizgisinin, hem de burjuva liberallerine has suçlamalarla bütünüyle reddedilnıesi, tümüyle saçma bir şeydir.

Bakın Lenin, bu gibi bir tartışma içinde, soruna nasıl yaklaşıyor:

"Bu mücadelenin doğmasına yol açan tarihsel koşulların neler olduğunu anlayamayışımız yüzünden, onun zararlı yanlarını gidermede yeteneksiz kalıyoruz. Oysa mücadele sürüyor. Güçlü iktisadi ve siyasal nedenler yüzünden bu mücadeleyi önlemek, bizim gücümüz içerisinde değildir. (...)

Moral bozukluğu yaratan gerilla savaşı değildir, ama örgütlenmemiş, düzensiz, parti - dışı gerilla eylemleridir. Biz, gerilla eylemlerini suçlayarak, ona söverek bu en tartışma götürmez moral bozukluğundan birazcık olsun kendimizi kurtaramayız, çünkü suçlama ve sövme, derin iktisadi ve siyasal nedenlerden ötürü ortaya çıkmış bulunan bir olguyu, kesin olarak durdurmak gücünden yoksundur. (...)

Böyle bir itiraz katıksız burjuva liberal bir itirazdır, Markslst bir itiraz değildir; çünkü bir Marksist, iç savaşa ya da onun biçimlerinden biri olan gerilla savaşına genel olarak anormal ve moral bozucu olarak bakamaz. Bir Marksist, kendini sınıf mücadelesine dayandırır, toplumsal barışa değil. Belirli keskin siyasal ve iktisadi bunalım dönemlerinde, sınıf mücadelesi doğrudan bir iç savaş, yani toplumun iki kesiti arasındaki silahlı mücadeleye doğru gelişme gösterir. Böyle dönemde Marksistler, iç savaştan yana yerlerini almak zorundadırlar. İç savaşın herhangi bir moral suçlaması, Marksist açıdan kesinkes benimsenemez.

Bir iç savaş döneminde, proletaryanın ideal partisi savaşan partidir. Bu kesinlikle itiraz götürmez. İç savaş açısından herhangi bir özel andaki iç savaşın özel bir biçiminin elverişsizliğini savunma ve tanıtlamanın olanağını kabul etmeye tamamen hazırız. Askeri elverişsizlik açısından farklı iç savaş biçimlerinin eleştirisini tümüyle kabul ediyoruz ve bu sorunda son sözü söylemesi gerekenin, her özel yöredeki sosyal - demokrasinin pratik işçilerinin olduğunu kesin olarak benimsiyoruz. Ama biz,

Page 104: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  103  

Marksizm ilkeleri adına, iç savaşın koşullarının bir tahlilinden, anarşizm, blankicilik ve terörizm konusundaki harcı alem ve klişeleşmiş sözler yüzünden kaçınılmamasını istiyoruz." (Lenin, Gerilla Savaşı)

HK, DHB gibilerinin EB, KSD gibilerine revizyonist-oportünist demekten çok hoşlandıkları görülüyor.

Ama faşizme karşı mücadele görevleri karşısında onların söylediklerini sadece sosyal emperyalizm-sosyal faşizm safsatalarıyla süsleyerek tekrar edip durduktan sonra onlara "revizyonist" gibi suçlamalar yöneltmek haksızlık değil midir?

HK’cılar, bir zamanlar "faşizmin tırmanışı" "revizyonist teorisini" savunuyorlardı. Daha sonra bu görüşlerinin hatalı olduğunu kabul ederek özeleştiri yapmışlardı. Faşizme karşı mücadele biçimleri açısından ise o zamanki savundukları görüşlerini aynen savunmaya devam etmişlerdir. Bize göre, HK dergisi idarecileri, tıpkı faşizmin tırmanışı teorisini redderken yaptıkları gibi; bir anket de faşizme karşı mücadele görevleri konusunda düzenleyerek, bu konudaki sağ-revizyonist görüşlerini düzeltmelidirler.

Sıkıyönetim, Gelişmeler ve Faşizme Karşı Yeni Görevler

DY, Sayı:26, 5 Ocak 1979 ECEVİT hükümeti, oligarşinin sorunlarını çözmek için sürdürdüğü eylemlerini, nihayet, faşist çetelerin Maraş’ta gerçekleştirdiği alçakça katliam nedeniyle, 13 ilde sıkıyönetim ilan ederek noktaladı.

Genel olarak, egemen güçlerin bugünkü talepleri doğrultusundaki bir gelişmeyi ifade eden sıkıyönetim, kuşkusuz ki, aynı zamanda Ecevit hükümetinin faşistterör ve şantaja boyun eğmesi, teslim olması anlamına da gelmektedir. Ecevit’in bugüne kadar sürdürdüğü politikaların kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan bu gelişme, siyasal mücadelenin bugüne kadarki genel çizgisinden görece farklı, yeni bir dönemin başlangıcını da oluşturmuştur.

Her yeni dönem, kendi unsurlarına uygun yeni görevler de getirir.

Şimdi ihtiyaç olunan en önemli şeylerden bir tanesi de gündemdeki gelişmeleri ve bugünün görevlerini doğru olarak kavrayabilmektir.

BU NOKTAYA NASIL VE NİÇİN GELİNMİŞTİR?

ECEVİT hükümetinin sıkıyönetim ilan etmesi, onun kendi eliyle kendi iflasını da hazırlaması, bile bile faşist güçlerin oyununa gelerek teslim olması anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle, bu olay hem Ecevit hükümetinin bugüne kadarki politikalarının doğal bir sonucu ve devamıdır, hem de bizatihi kendisinin sonunu hazırlaması, faşist güçler karşısında teslim olması, bir anlamda kendi kendisini yenilgiye mahkum etmesi anlamına gelmektedir. Bugün gelinen yerde ne yapılması gerektiği sorusuna geçmeden, bugüne nasıl ve niçin gelindiği sorusunu kısaca gözden geçirmek (daha doğrusu bugüne gelinceye kadar tespit edilmiş olanları yeniden hatırlamak) geleceğin ve geleceğe yönelik görevlerin ipuçlarını vermesi bakımından

Page 105: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  104  

yararlı olacaktır.

Aslında, karşı karşıya kalınan bugünkü durum, hiç de beklenmeyen bir durum olarak görülmemelidir. Devrimci Yol dergisinin daha 3 Şubat 1978 tarihli sayısında, Ecevit hükümeti kurulduktan hemen sonra şöyle yazılmıştı:

"Öncelikle CHP iktidarının karşı karşıya bulunduğu sorunları köklü bir şekilde çözerek, iktidarını uzunca bir dönem için sağlamlaştırabileceği ve bu suretle nispeten istikrarlı bir döneme geçilebileceği düşünülmemelidir. Her şeyden önce ülkemizin (...) reformist görünümlü bir yönetimin kalıcı olarak sürdürülmesine uygun bir yapıya sahip olmadığına dikkat edilmelidir. Reformist bir görüntünün korunabilmesi için gerekli olan ‘tavizci’ bir politikanın yürütülebilmesi (egemen sınıflar açısından) bugünkü düzen içinde olanaksızdır. ���"Bu nedenle, oligarşi, Ecevit Hükümetini uzun dönemli kalıcı bir tercih olarak gündeme getirmiş değildir. Ecevit hükümetinin geçici bir çözüm olarak gündeme getirildiği, oligarşinin buna alternatif olarak daima bir faşist iktidar alternatifini elinde (hazır) tutacağı gözden uzak tutulmamalıdır. Faşist terör ve demagoji, bu yolla faşizmin kitle temelinin güçlendirilmesi sürecektir. Devlet içindeki faşist örgütlenmeler ortadan kaldırılamayacaktır, vb."

Gene Devrimci Yol dergisinin 1 Mayıs 1978 tarihli 17. sayısında gelişmeler şu biçimde tespit ediliyordu:

"Oligarşinin çıkmazlar içinde kaldığı bir dönemde, emperyalist güçlerin onayını ve desteğini alarak işbaşına gelen Ecevit Hükümeti, büyük ölçüde emperyalist mihrakların istekleri doğrultusunda bir siyasi hat izliyor. Bu, bugünkü Hükümetin, egemen güçler açısından kalıcı bir çözüm olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine bu hükümete düzenin onarılması doğrultusunda alınması gerekli bir kısım önlemler aldırılırken, faşist bir iktidar alternatifi ve faşist bir darbe ortamı sürekli canlı tutuluyor. Çok hareketli ve kaygan bir siyasal zemin sözkonusudur. Ülkemizde emperyalizmin saldırı siyasetlerine payandalık eden faşist mihrakların bu gelişmeler içinde (...) ortamı hızla bir askeri darbe veya sıkıyönetime zorlama yönünde hareket ettikleri de görülmektedir."

Ecevit hükümetinin kurulmasından sonra faşist terör ve katliamlar alabildiğine yoğunlaşarak sürdürülmüştür. Faşist güçlerin terör ve katliamlara dayalı saldırı siyasetlerinin, egemen güçler açısından, iki temel fonksiyonu vardı. Birincisi: bunların yardımıyla Ecevit hükümetini istedikleri doğrultuda yönlendirme ve kontrol etme olanağını elde ediyorlardı. Yaratılan darbe ortamı havasında istedikleri her şey ve en gerici uygulamalar (makul bir çıkış yolu olarak!) yaptırılabiliniyordu. Bu noktada esas olarak beklenilen, sürdürülen sağ ekonomi politikaların geniş kitlelerde uyandıracağı yoğun tepkilerin düzene karşı bir devrimci muhalefete dönüşmemesi için, "anarşi ve terörü önleme tedbirleri" adına şiddetle bastırılmasıydı. (Sivil sıkıyönetim, yeni baskı yasaları, ve nihayet düpedüz sıkıyönetim!) İkincisi: kullanıldıktan ve artık işe yaramaz hale geldikten sonra, bir kenara atılacak olan Ecevit hükümetinin yerine geçirilecek olan faşist bir hükümet alternatifini, faşist bir darbe ortamını bu sayede sürekli olarak canlı ve hazır tutmuş olacaklardı.

Sorun bu açıdan ele alındığında, sıkıyönetim ilanı, oligarşinin Ecevit hükümeti eliyle yürüttüğü politikalarının bir parçası, bu güne kadarki uygulamaların bir devamı niteliğini taşımaktadır. Ancak, buradan kalkılarak, sıkıyönetimin bundan önceki sivil

Page 106: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  105  

sıkıyönetim-yeni faşist baskı yasaları gibi uygulamaların sadece basit bir devamı olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Çünkü bu olay, Ecevit hükümetini bugüne kadarki doğrultusunda varabileceği en son noktaya (yani aynı zamanda kendi sonunun eşiğine de) getirmiştir. Ve faşist güçlerin zorladıkları, istedikleri bir gelişme olarak sıkıyönetim bir açık faşist rejime geçiş doğrultusundaki çok önemli bir gelişmeyi ifade etmektedir.

FAŞİST GÜÇLERİN SALDlRI SİYASETLERİ

ECEVİT hükümetinin kurulmasından sonra hükümeti hemen düşürme olanağına sahip olmayan faşist güçlerin (iktidar planındaki) temel taktiği, Ecevit hükümetini "anarşiyi önleme" şeklindeki oligarşinin siyasi programı doğrultusunda, bir sıkıyönetim ilanına zorlamak olmuştur. MHP bir askeri darbe gerçekleştirme olanağına sahip değildi. AP ise doğrudan bir askeri darbe yerine, Ecevit’in ve CHP’nin iyice yıpranmasına ve bu yolla kendine daha çok seçim yoluyla iktidar şansının açılmasına yolaçabilecek gelişmelerden yana bir siyaset izlemiştir. Faşizmin gizli ve açık biçimleri arasındaki bir tercih farklılığı olan bu iki siyaset, kendi bakış açılarına uygun olarak faşist terör ve katliamların sürdürülmesinde ve hükümetin bir sıkıyönetim ilanına zorlanmasında birleşmişlerdir. Çünkü böylesi bir gelişme devlet içindeki faşist örgütlenmelerin insiyatif kazanması demekti. Egemen sınıfların ve emperyalist güçlerin o günkü tercihleri ve kendi aralarındaki çeşitlenme nedeniyle hemen hükümeti devirme olanağına sahip olamayan faşist güçler, bu yolla hem zaman kazanarak güçlerini koruyacaklar, hem de kazanılan insiyatif sayesinde CHP’nin yıpratılmasıyla oligarşinin tercihini kendi yönlerine çevirme olanağını elde edebileceklerdi. Böyle bir gelişme, AP açısından CHP’nin ve Ecevit’in alabildiğine yıpranarak bütün avantajlarını yitirmesi ve kendisine yolaçılması; MHP açısından ise, faşist bir darbe yolunun açılması demekti.

Bu yüzden, Ecevit hükümetinin kurulmasından hemen sonra, faşist terör ve katliamlar alabildiğine yaygın ve pervasız bir biçimde sürdürülmeye başlanmıştır. Faşist terör ve yıldırma eylemlerinin önü sınırsız bir şekilde açılmıştır. Ardı arkası gelmeyen cinayet ve katliamlar, binlerce saldırı ve bir dizi gerici ayaklanma pervasızca sürdürülmüş, bunları tertipleyenler ve kışkırtanlar, kendilerini gizlemeye dahi gerek görmeksizin hükümetten, anarşinin önlenmesi içln tedbir alınmasını, sıkıyönetim ilan edilmesini, idarenin orduya devredilmesini istemişler, aksi taktirde daha çok kan akacağını (Türkçesi daha çok kan akıtacaklarını!) söyleyerek tehditler savurup durmuşlardır.

Bu oyunu öylesine açık ve penvasızca oynamışlardır ki, bunu görmeyen, duymayan ve yazıp, söylemeyen kalmamıştır. ���Sıkıyönetim ilanı faşist güçlerin bu oyunlarının başarıya ulaşması ve onların isteklerinin yerine getirilmesinden başka bir şey olmadığına göre, ve hatta sıkıyönetimin ilanından bir gün önce bile Ecevit faşistlerin bu oyununa gelmeyeceğini de söylemesine rağmen, niçin faşistlerin tertiplediği alçakça bir katliam nedeniyle onların istekleri yerine getirilmiştir? Niçin üç yaşındaki bebelerin, çocukların, hamile kadınların ve yüzlerce savunmasız yurttaşımızın katledilmesinin, Türkeş ve Demirel gibilerinden bu alçaklıklarının hesabı sorulacak yerde, onları memnun eden bir sıkıyönetim ilan edilmiştir? Niçin hesap sorulması gerekenler hesap sorup, daha çok ilde sıkıyönetim isteyebiliyorlar? Bütün bir halk sınırsız bir acı içindeyken, gizleyemedikleri bir keyifle televizyona çıkıp başkalarını suçlayabiliyorlar ve halkın acısıyla alay edebiliyorlar?

Burada, Ecevit’in böyle bir sonucu önlemek için ne yaptığını sormak gerekir. En son geldiğimiz noktadaki çarpıcı çelişkiler, Ecevit hükümetinin faşist güçlerin taktikleri

Page 107: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  106  

karşısında, sonuçta onlara kendi eliyle teslim olmasına yol açan siyasetinin kesin bir iflasının vurgulanmasıdır.

Zira gelinen bu yer, Ecevit hükümetinin "faşizme karşı" izlediği siyasetin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

CHP HÜKÜMETİ, FAŞİST GÜÇLERİN TAKTİKLERİ KARŞISINDA NE YAPMIŞTIR?

ASLINDA Ecevit’in, faşist güçlerin açık açık ve pervasızca oynadıkları bu kanlı oyunu bozmak için; oyuna gelmeyeceğini söyleyip durmaktan, ara sıra sağa sola tehditler savurmaktan ve sağa da, sola da karşı olduğu konusunda yeminler edip durmaktan başka hiçbir şey yapmadığı söylenebîlir. Siyasi mücadelede karşı tarafın oyunlarını bozmayı, güçlerini dağıtıp etkisizleştirmeyi hedeflemeyen bir savunma anlayışı kesin yenilgi demektir. Ecevit ise karşı tarafın daha ziyade kendisini egemen güçlere jurnallemeyi amaçlayan suçlama ve saldırıları karşısında, kendisini savunmaya çalışmaktan öteye hiçbir şey yapamamıştır. Ve böyle bir anlayışla bugüne kadar ayakta kalabilmesi bile, büyük ölçüde, emekçi halk güçlerinin oluşturduğu devrimci bir savunma anlayışının, bütün eksik ve zaaflarına ve Ecevit’e rağmen faşist güçlerin karşısırıda güçlü bir barikat oluşturabilmesi sayesinde olmuştur. Yoksa, Ecevitin ve bir yığın revizyonistin egemen kılmaya çalıştığı bir anlayışla sadece Maraş’ta değil, Malatya, Sivas, Elazığ, Ankara, özetle bütün yurtta kapılar faşist güçlere ardına kadar çoktan açılmış olacaktı.

Bu anlayış, Ecevit’in sorunu faşizme karşı mücadele sorunu olarak kavramayışından kaynaklanmaktadır. Ecevit başından beri egemen güçlerin ve emperyalist çevrelerin isteklerini yerine getirerek ve sorunlarını çözerek, onların faşizmin yerine kendisini tercih etmelerini sağlamayı hedefleyen bir politika gütmüştür. Ve bu anlayışla, faşist güçlerle barış içinde yanyana yaşamayı esas almıştır.

Bu nedenle, ülkemizdeki gelişmeler karşısında herhangi bir FAŞİZME KARŞI MÜCADELE programına sahip olmamış, sorunu daima anarşi ve terör sorunu olarak görmüştür. Egemen güçlerin ve resmi devlet görüşünün ürünü olan bu anlayışın, yaşanılan gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekte, ülkemizde, dünyada ve Avrupa’da TERÖRİZM diye ifade edilen olaylarla hiçbir ilgisi olmayan gelişmeler yaşanmaktadır.

Ülkemizin bilinen koşulları büyük soygun çetelerinin ve emperyalist güçlerin temel tercihinden kaynaklanan faşizmi gündeme getirmektedir. Ve yaşanılan her şey bu olgudan kaynaklanıyor. Bu olgu karşısında tek yurtsever tavır faşizme karşı kararlı tutarlı ve etkili bir mücadele çizgisinin izlenmesidir. Bu şekilde faşizme karşı mücadele etmeyi ve onu yenmeyi hedeflemeyen bütün siyasetler kaçınılmaz olarak yenilgiye uğrayacaklardır. CHP ve Ecevit hükümeti ise faşizme karşı mücadeleyi değil, egemen güçlerin taleplerini yerine getirerek onların faşizmi değil kendisini tercih etmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu şekilde, egemen güçlerin taleplerini yerine getirmeye çalışırken, işte böyle faşist güçlerin gerçekleştirebileceği şeyleri yerine getirme görevleriyle yüzyüze gelmiştir. İkincisi gene bu şekilde, kendisini, ancak egemen güçler istediği kadar ayakta kalmaya, egemen güçler kendi temel tercihleri olarak açık faşist rejime yöneldiklerinde bir kenara atılmaya mahkum etmiştir. Bu anlayışın sonucu olarak faşizme karşı bir mücadele yürütmeyişi de, sonuçta faşist güçlerin gelişmeleri kendi yönlerinde zorlamalarına boyun eğmek zorunda kalmasına yol açmıştır.

Page 108: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  107  

Oysa, faşizm, emperyalist ve tekelci güçlerin köklü açmazlarından kaynaklanan kudurgan bir saldırganlık, bütün bir emekçi halka karşı ilan edilmiş bir savaştan başka bir şey değildir. Böylesine bir saldırı karşısında, barış için adaklarda bulunmak, methiyeler düzmekle, bu savaş ortadan kaldırılamaz. Ya faşizme karşı çetin bir savaş vererek, onu yenerek barış sağlanır. Ya da faşizm ardı arkası gelmeyen kudurmuşçasına saldırılarla, komploları, tertip ve katliamlarıyla karşısındaki emekçi halktan yana olan her şeyi yok eder. Somut tarihi koşulların faşizmi emekçi halkların gündemine getirdiği bütün dönemlerde başka bir yol yoktur.

İşte bütün bu nedenlerle, ta başından beri egemen güçlerin isteklerini yerine getirerek faşizme karşı kendisinin tercih edilmesini sağlamayı hedefleyen; bu nedenle (ve belki de 1981 seçimlerini tek başına kazanıncaya kadar!!) faşist güçlerle barış içinde birlikte yaşamayı esas alan; egemen sınıflara güven verme amacıyla akıl almaz bir "denge" politikası sürdüren; halk düşmanları her gün televizyonlara çıkıp, bütün bir halkla alay edercesine başkalarını suçlayabiliyorlarken, onları sadece seyredebilen bir anlayışın, böyle, düşmana sefil bir şekilde teslim olmaktan başka bir sonuca ulaşması beklenemezdi.

Halk düşmanlarının her türlü yönteme başvurarak, yürüttüğü bu savaş karşısında, düşmana üç taş atıp, bir çelme takarak da olsa, yapmak istediklerini önlemeye çalışamayanların, sonuçta işte böyle, kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlamaya mecbur olmalarından başka bir sonuca ulaşmaları beklenemezdi.

YENİ BİR "12 MART DÖNEMİ"NE DOĞRU MU?

ŞİMDİ en çok tartışılan sorun, CHP hükümetinin, faşist güçlerin zorlamalarına boyun eğerek, 13 ilde sıkıyönetim ilan etmesinden sonra gelişmelerin ne yönde olacağıdır. Yeni bir 12 Mart dönemine mi gidilmektedir?

Ecevit hükümetinin kurulmasından hemen sonra yayınlanan Devrimci Yol’daki yukarda anılan yazıda, koşulların 12 Mart dönemine olan berizerliğine işaret edilerek; "Ecevit’in bazı Erim vari demeçlerini gördükçe insanın tarihin tekerrürden ibaret olduğuna inanası geliyor" deniliyordu.

Kuşkusuz, "tarihin tekerrürden ibaret olmadığı" bilinmektedir. Koşullardaki kaba benzerliklerden kalkılarak tarihsel paralellikler kurmaktan kaçınılmalıdır.

Bugünkü durumda, birçok benzerliklerin yanısıra, geleceğin oluşumunda çok önemli roller oynayacak olan, birçok değişik unsurun varlığı, "ne olacağını" araştırırken hiç unutulmamalıdır.

Sıkıyönetim ilanı bugünkü aşamada CHP’nin bundan önce sürdürdüğü uygulamaların devamı ve en son biçimidir. Sadece bu anlamda, sivil sıkıyönetim uygulamalarının bir devamıdır. 31 Temmuz 1978 tarihli Devrimci Yol’da söylenenler, bugün için de tümüyle geçerlidir:

"Ecevit hükümetinin, sorunu egemen sınıfların ortaya koydukları biçimde ‘anarşiyi önleme’ ve ‘siyasi istikrarı sağlama’ şeklinde benimsendikten sonra gündeme getirdiği program bundan başka bir şey değildir. Sivil sıkıyönetim uygulamaları, yakın dönem

Page 109: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  108  

açısından, sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla uygulanılacak bir dizi baskıcı politikalara doğru atılmrş önemli bir adım olma özelliği taşımaktadır. ���Ecevit, tekelci burjuvaziyi ve ABD emperyalizmini de arkasına alarak sınıflar üstü bir görüntü altındaki (sağa da sola da karşı!) bir baskı dönemine yönelmektedir. ���(...) ���Bu alınan tedbirler ise, faşizme kan vermekten başka bir anlama gelmez! Bu şekilde iç savaşı önleyeceğim diye ordunun devreye sokulması yoluyla; daha ileri bir aşamada ordunun doğrudan bir şekilde aracılık edeceği açık faşist bir rejime geçiş sağlamaktan başka bir anlama gelmez." (Devrimci Yol, s. 20)

Yukardaki satırların yazılmasından sadece 6 ay gibi bir zaman geçmiştir ve artık şimdi, sıkıyönetim altında, sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla sürdürülen bir baskı dönemi yaşanmaktadır Türkiye’de.

Ve artık bugün sorun, böylesi bir dönemin ne kadar devam edeceği, mevcut durumun, faşist güçlerin istedikleri doğrultuda bir açık faşist rejime doğru ne şekilde gelişeceği ve de böylesi bir gelişmenin önlenip önlenemeyeceğidir.

Şimdi kesin olarak bilinen şey, faşist güçlerin, siyasi gelişmeleri bir açık faşist rejime doğru zorlamaya devam edecekleridir. Mevcut hükümeti parlamentoda düşürme olanaklarının bugün için zayıf olduğu hesaba katılacak olursa, gelişmeleri ordunun doğrudan aracılık edeceği bir açık faşizme doğru zorlamaya çalışacaklarını söylemek mümkündür. Faşist güçler böyle bir amaç doğrultusunda yeni saldırı taktikterini gündeme getirme durumundadırlar.

Bugünden Ecevit dahil birçok kişi, faşist güçlerin sıkıyönetim bölgelerinde geri çekilerek saldırılarını sıkıyönetim bölgeleri dışına yönelteceklerinden söz ediyor. Bu şekilde daha çok ilde sıkıyönetim ilanını gerçekleştirmeye çalışabilecekleri üzerinde duruluyor. Bu mümkündür. Sıkıyönetim bölgelerinde "ordu geldiğine göre bize ihtiyaç kalmadı"(!) diyerek, ("kurnaz avcı" misali!) pusuya yatmaları ve buralardan çekecekleri cinayet çetelerini diğer bölgelerdeki emekçi halkın üzerine salmaları mümkündür.

Ancak, bugün faşist güçlerin temel taktiği bu şekilde "daha çok ilde sıkıyönetimi" sağlama sorunu değildir sadece. Faşist güçler açısından şimdi sorun, daha çok ilde sıkıyönetim sağlamaktan çok, gelişmelerin, içerik olarak kendi istedikleri doğrultuda yükseltilmesidir. Buradaki en temel sorunları da orduyu ve sıkıyönetimi doğrudan kendi arkalarına alma sorunudur. Bunu sağlayabilmek için, yeni saldırı taktiklerine ihtiyaçları olacaktır. Zira eski saldırı taktikleri, vurkaç eylemleri, gerici ayaklanmalar ve katliamlar, bu yöndeki amaçlarına ulaşmaları açısından, elverişli eylemler olmaktan çıkmıştır. Bu yüzden sıkıyönetim bölgelerinde bu anlamda sivil saldırı güçlerini, belirli oranda geri çekmeye yönelmeleri ve özellikle büyük şehirlerde gizli faşist örgütlenmeleri aracılığıyla, sansasyonel-şaşırtıcı eylemler düzenlemeye çalışmaları mümkündür. Kimin yaptığı, ne için yapıldığı belli olmayan hava alanlarının, tren istasyonlarının, otobüs ve vapurların bombalanması türünden (çoğu kere "gizli Ermeni örgütleri"ne maledilen!) gürültülü eylemlerin sahnelenmesi mümkündür. Bazı hükümet adamlarının ve sözde ilerici bazılarının "bireysel terörcü ve maceracıların tertipleyeceği provokasyonlar"dan söz ederek, adeta bu türden faşist eylemlerin perdelenmesine hizmet ettikleri bir dönemde, bu duruma işaret etmek ve faşist güçlerin yeni saldırı taktiklerini açığa çıkarmaya çalışmak, büyük önem taşımaktadır. ���Mevcut hükümetin iyice yıpratılarak düşürülme noktasında, AP ve MHP’de ifadesini bulan faşizmin gizli ve açık biçimleri arasındaki çeşitlenmelerin, gelişmelerin yönünün

Page 110: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  109  

belirlenmesi açısından önem kazanabileceğine de burada kısaca işaret etmek gerekir. ���Olaylarrn ne yönde gelişeceği kuşkusuz sadece oligarşinin ve faşist güçlerin isteklerine ve taktiklerine bağlı değildir. Faşist güçlerin taktiklerinin kavranması daha çok devrimci güçlerin mücadele çizgisinin belirlenmesi açısından önem taşır. Olayların gelişme yönünün belirlenmesi, elbetteki, çağımızda olağanüstü bir öneme ulaşan dünya çapındaki gelişmelerin oynayacağı roller kadar, devrimci halk güçlerinin müdahalelerinin oynayacağı fonksiyonlara da bağlıdır.

Page 111: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  110  

BUGÜNKÜ DEVRİMCİ GÖREVLER NELERDİR?

BUGÜNKÜ koşullarda, yaşanılan sürecin karakterinden ileri gelen ikili bir görevle karşı karşıyadır devrimci güçler. Sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla sürdürülecek baskı politikalarına karşı bugüne kadar sürdürülen mücadele, bugün sıkıyönetime karşı mücadele olarak çok daha özgül bir öneme ulaşmıştır. İkinci olarak da, son gelişmelerin güncelleştirdiği; açık faşizme karşı mücadele...

Bugün doğru mücadele çizgisi, bu iki görevin birbirleriyle olan sıkı ilişkisini kavrayabilen bir mücadele çizgisidir.

Bugün, CHP hükümeti altındaki tüm baskı politikalarına ve sıkıyönetimin bütün demokratik haklarımızı gasbetmesine karşı mücadelenin asıl anlamı ve değeri, bu mücadelenin bir açık faşist rejime geçişe karşı mücadelenin vazgeçilmez bir parçası olmasındadır. Bir başka ifadeyle tekrarlarsak; bir açık faşizme geçişe karşı mücadele, bugün mevcut sıkıyönetime karşı mücadele etmekle mümkündür. Sonuçta, çeşitli nedenlerle bir açık faşizme geçişi önleyemeyebiliriz. Bunu bilerek ve mutlaka çalışmalarımızda bunu ağırlıklı olarak hesaba katarak, sıkıyönetime karşı mücadeleyi, bir açık faşizme geçişe karşı mücadele doğrultusunda kavrayarak, bütün demokratik güçleri bu yönde seferber ederek, sonuna kadar direnilmelidir.

Bu doğrultuda en geniş güçler seferber edilmeli; faşist güçlerin çirkin yüzü ve taktikleri açığa çıkarılmalı; CHP’nin gerçekte faşist cinayet çeteleriyle saldırıya uğrayan halk güçlerini "eşit" tutan "denge" politikaları mahkum edilmeli; sıkıyönetimin faşizme kan, emekçi halka ise zulüm demek olduğu teşhir edilerek en geniş halk kitleleri faşist güçlerin karşısına dikilmelidir. Eylemde ise, faşist güçlerin saldırı taktikleri hesaba katılmalı, bu taktikleri bozmaya yönelik bir savunma çizgisi, doğru bir eylem çizgisi izlemeye mutlaka büyük bir özen gösterilmelidir.

Bütün bu gelişmeler Devrimcilerin sonuna kadar haklı olduğunu, halk güçlerinin haklı ve meşru bir savunma durumunda olduklarını ve faşist çetelerin azgın saldırılarına karşı aktif bir DİRENME anlayışını asla terkedemeyeceklerini ortaya koymuştur. Faşist güçlerle, devrimci halk güçleri arasındaki (faşistlerin Maraş’ta en çarpıcı ve kanlı örneğini sergiledikleri) ölüm-kalım savaşı, önümüzdeki gelişmelerin muhtemel bütün biçimlerinde devam edecektir. Üstelik bir açık faşist rejim yönündeki bûtün gelişmelerde, mücadelenin çok değişik ve keskin biçimlerinin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Hatta F. Türün ve Türkeş gibileri Endonezya katliamı gibi olayların olabileceğini daha şimdiden açık açık söyleyebilmektedirler. O halde, faşizme karşı elimizdeki direnme mevzilerinin terkedilmesi asla sözkonusu olamaz. Halkın bazı kesimleri içinde ‘sıkıyönetimin çatışmaları önleyerek sûkunet getireceği’ şeklindeki eğilimlerin yayılması ve bu şekilde halkın direnme mevzilerinin dağıtılmaya çalışılmasına karşı, mücadele edilmelidir. Aynı şekilde, sıkıyönetimin Ecevit"in "eşgüdümünde" olduğu ve faşlstlerin üstüne gideceği gibi aldatmacalara da asla yer bırakılmamalıdır. Ecevit’in son bir gayretle bir çıkış yolu aramaya ihtiyacı olabilir, Ama halkın yeni aldanışlara, yeni "Maraş"lara asla tahammülü kalmamıştır. Mevcut direnme güçlerimizin dağıtılması bizim için yıkım demektir. Şimdi tam tersine, yeni yeni DİRENİŞ mevzilerine ihtiyacımız her zamankinden fazladır. İşçiler, köylüler, memurlar, gençler, bütün yurtsever halk güçleri, faşizme karşı görev başına geçmelidir.

Page 112: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  111  

Fabrikalarda, okullarda, işyerlerinde, mahallelerde, her yerde yeni yeni direniş mevzileri, yeni, yeni DİRENİŞ KOMİTELERİ örgütlenmelidir.

Bu şiarlar şimdi her zamankinden daha çok geçerlidir.

Faşist güçler, sürdürdükleri alçakça saldırı ve katliamlarla, Ecevit hükümetini teslim alabilmişlerdir. Ama bizi, yani HALKl, asla teslim alamayacaklardır. Faşist güçter her zaman geçici başarılar kazanabilirler. Bu gibi durumlarda umutsuzluğa ve yılgınlığa asla yer yoktur. Faşizme karşı mücadelede başarılı olabilmek için ilk şart, bu mücadelede kolayca başarıya ulaşılabileceğini hayal etmemektir. Zafer, ancak çetin bir mücadelenin gerekli olduğunu kavrayarak ve bunun gereklerini yerine getirerek elde edilebilir. Bu yüzden, kolay çözümler, kolay çıkış yolları peşinde koşmadan, halk düşmanı azgın faşist çeteler karşısında, dişe diş bir mücadele anlayışında birleşmek gerekir. Böyle bir anlayışla oluşturulacak bir direniş mücadelesinde faşizmin her türlü saldırısı darmadağınık edilecektir.

Evet, bu bir mücadele ve birlik çağrısıdır.

Bu çağrı sadece devrimcilere değildir. Bu çağrı sadece solcu ve ilericilere değildir.

Bu çağrı, CHP’lisi, ilericisi, demokrat ve devrimcisi ile faşizme karşı bütün halk güçlerinedir.

Faşist güçlerin alçakça saldırıları karşısındaki bütün emekçi halk güçlerinin birliği ve direnişi mutlaka gerçekleştirilecektir!

Faşizm mutlaka ezilecektir!

Ve zafer mutlaka emekçi halklarımızın faşizme karşı birleşik devrimci savaşının olacaktır!

Page 113: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  112  

Bunalım, Burjuvazinin Çıkış Yolları ve Devrimci Görevler

DY, Sayı:27, 7 Nisan 1979 DEMİREL’in Ecevit’i Allende’ye benzeterek, onun da sonunun Allende’ninkine benzeyeceğini ileri sürmesi, Ecevit’in ZAM patlamalarıyla beraber gelen en önemli hadise oldu.

Bu benzetme herkesi ayağa kaldırdı. Hele arkasından da AP yanlısı bir Nakliyeciler Derneğinin öncülüğünde bir nakliyeciler grevinden söz edilmeye başlanması, ilginç tartışma ve benzetmeleri gündeme getirdi.

"Türkiye’de de, Amerikan gizli örgütlerinin, ve tekellerinin güdümünde (tıpkı Amerikan ajanı Pinochet’in Allende’yi devirmesi gibi) bir askeri darbe olabilir mi?.." Demirel, ordunun Amerikancı bir darbe yapabileceğini ifşa etmek durumuna düşünce de tevil yoluna giderek "Ben ordunun Amerika güdümünde hareket edeceğini sanmam" dedi. Ama, bunun basit bir demagojik kaytarma olduğu ortadaydı. Bizzat kendi Dışişleri Bakanı Çağlayangil, 12 Mart’ı C1A’nın tezgahladığını açıklamamış mıydı?

Buna karşılık, bazı sözde ilerici çevreler de "Türk ordusunun asla Amerikancı bir darbe yapamayacağı" şeklinde garip tepkiler gösterdiler. "Türk ordusunun Amerikancı Şili ordusuna benzemediği" üzerine, iddialarda bulundular. Bütün bu iddialar da en az Demirel’in kıvırtmacası kadar anlamsızdır.

Herkes biliyor ki bügün Türkiye, bir askeri faşist diktatörlüğün eşiğine getirilmiştir ve bu egemen güçlerin gündemdeki siyasi programlarının başında yeralmaktadır. Aslında, Demirel’in benzetmesinin ilginçliği ve bu derece tepki uyandırması da buradan ileri gelmiyor mu?

Kuşkusuz, önümüzdeki dönem içinde bir askeri faşist darbe gündeme gelmezse, bu, ordunun Amerikancı olup olmamasından değil, başka nedenlerden ileri gelecektir.

"TARİHİMİZİN EN BÜYÜK BUNALIMI"

Son zamanlarda, burjuva politikacıları, gazete yazarları, "büyük" işadamları ve çeşitli sol çevreler, özetle hemen herkes "Türkiye’nin tarihinin en büyük bunalımlı dönemini" yaşadığından söz etmektedir.

Gerçekten de, Türkiye’deki mevcut sömürü düzeni büyük bir sarsıntı (bunalım) geçirmektedir. Amerikan emperyalizminin güdümünde oluşturulmuş bu "yeni sömürge" düzeni, büyük çıkmazlarla yüzyüzedir.

Çıkmazlar, sarsıntılar, düzenin temelinde yatan çelişmelerden ve onların derinleşmesinden kaynaklanmakta; ve toplum bünyesinin bütün yönlerini; ekonomik-sosyal-siyasal alanlarını kaplamaktadır.

Page 114: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  113  

Devrimci Yol’da sıkça tekrarlandığı üzere, emperyalizmin sömürü mekanizmalarına göre şekillenmiş, emperyalist-uluslararası tekellerin ve onların içerdeki işbirlikçilerinin yararına işleyen bir sömürü ve talan düzeni, yıllardır üreterek biriktiregeldiği sorunların tam bir keşmekeşe dönüşmesiyle bugünkü "Türkiye tarihinin en bunalımlı dönemini" yaratmıştır.

Başlıca, çok yüksek bir enflasyon, döviz - işlenmiş hammadde ve finansman sorunlarını içeren ekonomik kriz, emperyalizmin genel bunalımının derinleşmesinin etkisiyle daha da şiddetlenmektedir.

Birikmiş döviz borçları bile ödenemiyor. Vadesi gelen borçları ödemek için kredi aranırken, üretimin devam edebilmesi için gerekli hammaddeyi almak için dövizin bulunamayışı üretimin- neredeyse- durması tehlikesini yaratıyor...

Ekonomik kriz, çarpık kapitalistleşmenin yarattığı-biriktirdiği toplumsal sorunları etkiliyor, karmaşıklaştırıyor: Pahalılık artışının dev boyutlara ulaşması, yatırımlardaki düşme ve işgücü kullanımındaki azalma sonucu işsizliğin yaygınlaşması, orta sınıflardaki yoksullaşma eğiliminin yükselişi; Anadolu’da, kırsal bölgelerdeki geleneksel yapıların parçalanışının ve büyük sanayi merkezlerine yoğun göçlerin yarattığı karmaşık - çok yönlü sorunlar, vb... Bütün bunlara dayalı olarak en geniş yığınlar içinde mevcut düzene karşı hoşnutsuzluk artmakta; tabana hakim olmak, "yönetmek" egemen sınıflar için giderek güçleşmektedir. Toplumun bağrındaki kutuplaşmaların bir sonucundan başka bir şey olmayan çatışmalar bütün yurt sathını ve toplumun bütün kesimlerini kaplamaktadır. ���İşte, Türkiye’de gelişen bütün önemli olaylar, bu (nesnel) temelle ilişkileri içinde ele alındığı taktirde, doğru olarak kavranılabilir ancak.

Elbetteki bütün bunlara Türkiye’deki sömürü düzeninin kendisine bütün yönleriyle bağımlı olduğu ABD emperyalizminin, dünya çapında ve bölgemizde hızla gerilemekte olduğu gerçeğini de eklemek gerekir. ABD’nin Ortadoğu’daki egemenlik zincirleri birer birer parçalanma sürecine giriyor. En son İran halkının şanlı zaferi de ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki egemenlik sistemine güçlü bir darbe olmuştur.

ABD emperyalizminin dünyadaki ve Ortadoğu’daki egemenlik sistemi, temellerinden çatırdarken, Türkiye’de oligarşik diktatörlük de sarsıntılar geçirmektedir.

İşte, Türkiye’de yaşanan "tarihinin en büyük bunalımı", özetle budur.

BURJUVAZİNİN ÇIKIŞ YOLLARI

Kuşkusuz ki, egemen güçlerin yüzyüze olduğu sorunlar, düzenin kendi başına yıkılışını sağlayamaz. Eğer emekçi halk güçlerinin devrimci mücadelesi gelişmeleri kendi yönüne dönüştüremezse, sorunlar köklü çözümlere uğratılamayabilir; ama düzenin ve burjuvazinin egemenliğinin sürdürülmesini sağlayacak siyasal çözümler bulunabilir. Bu anlamda, burjuvazi buhrandan belirli bir çıkış yolu bulabilir.

Bugün, burjuvazinin önünde iki temel "çözüm yolu"nun bulunduğu söylenebilir. Birbirini tamamlayan ve birbirine alternatif bu iki temel siyasetten biri, (çeşitli baskı politikaları ile takviyeli) bir CHP iktidarı dönemidir; diğeri de bir açık faşist

Page 115: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  114  

diktatörlük. ���Bilindiği üzere, Ecevit hükümeti 1977 başlarındaki bir dizi gelişmenin bir sonucu olarak MC’nin oligarşinin sorunlarını çözemez hale gelmesiyle, gündeme getirilmişti.

Kitlelerin (ve hatta U. Mumcu’nun) kendisine bağladığı umutları yitirmiş olmasına rağmen, Ecevit hükümeti sunduğu sayısız nimetleriyle, oligarşi indindeki geçerliliğini yitirmiş değildir. (En son DİSK, TÜRK-İŞ ve İşveren temsilcilerini bir araya getirebilmesi bile, bunun bir kanıtı değil midir?) Sol görünümlü bir hükûmet altındaki bir baskı rejimi, burjuvazi için elverişli bir çözüm olma özelliğini halâ sürdürmektedir. MC partilerinden oluşan bir çözüm bugün de geçerlik taşımıyor. Gene, bir CHP-AP koalisyonu, (ya da geniş tabanlı bir hükümet) pratik olarak mümkün görünmüyor. Bugünün Türkiye’sinde böyle bir gelişme, herhalde, çok önemli zorlamalar yaratılmadıkça gerçekleşemez.

Kuşkusuz ki, "partiler demokrasisinin"(!) sunduğu imkanların tükendiği yerde, "vatanın (siz ‘düzenin’ diye okııyun!) korkusuz bekçileri", "zinde kuvvetter"in sağladığı çözümler gündeme gelir. Zaten, sıkıyönetim, ordunun "devreye sokulması" demektir bir anlamda; bir askeri faşist diktatörlüğe geçişe yol açılması demektir. Egemen güçler bu alternatifi, sürekli elde hazır tutmaktadırlar. Birincinin tükendiği yerde ikincisi gündeme gelecektir.

ECEVİT-DEMİREL-ALLENDE

Bugünkü durumun daha bir süre devam edip etmeyeceği; bugünkü yönetimin (yani Ecevit’li sıkıyönetimin) yerini bir askeri faşist yönetime terkedip etmeyeceği sorusu geçerliğini hala sürdürmektedir.

Ülkedeki mevcut siyasal güçler, (AP, MHP, CHP...) gelişmeleri kendi doğrultularına dönüştürmeye çalışırlarken, siyasal gelişmelerin ibresi, faşizmin gizli ve açık biçimleri arasındaki çeşitlenmelerde bir sarkaç gibi sallanıp durmaktadır.

CHP ve Ecevit’in görünen tutumu; bugünkü durumu mümkün olduğunca uzatma yönündedir. Bunun için ne gerekiyorsa yapmakta, (tabii ki AIlende’ninkiyle hiç ilgisi olmayan) egemen güçlerin sorunlarını çözmeye yönelik kararlı bir siyasi çizgi izlemektedir. Egemen güçlerin izniyle düzenin kurtarılması çalışmaları sürdürülecek, sınıf mücadelesinin keskinleşen uçları (sağa ve sola karşı sürdürülecek şiddet eylemleriyle !) törpülenecek; bu sayede, kitlelerin düzene karşı yükselen tepkileri bastırılacak ve sosyal çalkantıların, çatışmaların devrimci bir iç savaş doğrultusunda "tehlikeli" bir şekilde derinleşmesi önlenebilecektir. Bu "programın" burjuvazi açısından en büyük avantajı ancak en gerici hükümetler eliyle alınabilecek "önlemlerle", bunalımın bütün yükü (alavere, dalavere Kürt Memet nöbete misali) emekçi halka yüklenirken; toplumsal muhalefetin (üstelik soldan destekli bir şekilde) kontrol edilmesine imkan tanıması, ve de devrimci muhalefetin "kıskaca" alınması yoluyla ("Bu hükümet giderse yerine daha iyisi mi gelecek?"!) geniş emekçi kitlelerin devrimci güçlerden ve devrimci mücadeleden tecridinin sağlanılabilmesidir. CHP kendi açısından, kitlelerin "umudunun" kırılmasının yaratacağı sakıncayı ilerde gidermenin bir yolunun bulunacağına inanıyor olmalıdır. (Zamanla herşey unutulur!) ���Daha önceki yazılarda, buna karşılık faşist güçlerin, gelişmeleri kendi yönlerine dönüştürebilmek için bir askeri faşist darbeyi zorlama doğrultusunda bir çaba sarfettiklerine işaret edilmiş; (Bu yolla, halktan yana ne varsa hepsinin yok

Page 116: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  115  

edileceği bir iç savaşın derinleştirilmesi yönünde büyük imkanlar elde edeceklerine inanmaktadırlar.) Adalet Partisinin ise, daha ziyade CHP’nin ve Ecevit’in iyice yıpratıldığı bir noktada bir erken seçimi zorlama eğiliminde olduğu söylenilmişti.

Demirel’in, Ecevit’i Allende’ye benzetmesi, arkasından AP’li yönelicilerin önderliğinde -tıpkı Şili’deki gibi- esnaf ve nakliyeci "direniş"lerinin gündeme getirilmesi, AP’nin bu konudaki siyasetindeki bir dönüşün ve bir askeri darbe yanlısı bir siyasete yönelişinin bir göstergesi olarak görülemez henüz. Gerçi, AP’nin, ağırlıkla MHP tarafından izlenilen bir askeri darbenin zorlanmasından ziyade, bir erken seçime yönelik tutumu değişmez bir tutum otarak görülemez. Zaten AP içinde bir açık faşist diktatörlük yanlısı güçler vardır. Hükümetin mevcut durumu uzunca bir süre devam ettirme imkanları güçlenecek olursa, AP ve Demirel, "bunalımın meşru zeminlerde çözülmesi" (!) siyasetini tereddütsüz terkederek, "yeni" siyasetlere ve bir askeri darbe kışkırtıcılığına yönelmesi muhtemel bir şeydir.(*) Ama bugün, böyle bir gelişmenin gündeme geldiğini söylemek henüz mümkün değildir.

FAŞİST GÜÇLERİN SORUNLARI

Faşist güçlerin en önemli sorunları, emekçi halktan yana ne varsa her şeyin bütünüyle yokedilmesini öngören bir açık faşist diktatörlük programını, tekelci burjuvazinin bütünüyle benimsemesini henüz sağlayamamış olmalarıdır. Şüphesiz bir açık faşist diktatörlük tekelci burjuvazi açısından yüzyüze kaldığı sorunların çözülebilmesi için en elverişli, bu yüzden de temel bir tercihtir. Ne var ki bugün, artık bir açık faşizm söz konusu olduğunda aşağıdan yukarıya doğru gelişen faşizm unsurlarını da hesaba katmak gerekir. Bu yeni unsurlar, kuşkusuz devlet yapısı içindeki faşist kurumların ve tekelci burjuvazinin siyasetlerinin doğrudan bir sonucu olarak gelişmişlerdir. Fakat göreli bir bağımsız hareket yeteneği içerisinde hareket etmekte, en son Maraş’ta bir örneğini verdikleri ölçüsüz bir vahşet sergilemektedirler. Yürütülen faşist katliamlar, cinayet ve saldırılar ve buna karşı emekçi halk güçleri içindeki çok güçlü bir direnme eğilimi, gelişmelerin bir iç savaş doğrultusunda derinleşmesinin, sonuçta bazı tekelci burjuva çevrelerin bile tereddütlerine yolaçtığı söylenebilir. Tekelci burjuvazinin faşist güçlerin ortaya koydukları (ve ara sıra Endonezya katliamlarıyla örnekledikleri) bir açık faşist diktatörlük programını onaylamakta bu denli duraksamalı davranmalarında, herhalde bu güçlü direnme hareketlerinin (onlara İran’ı hatırlatmasının da) önemli bir payı olsa gerekir. Devrimci Yol, Sayı 14, Sayfa 2’de bu konu ile ilgili olarak şöyle deniyordu:

"Faşist güçlerle halk güçleri arasındaki çatışmaların bu şekilde keskinleşerek bir iç savaş doğrultusunda derinleşmesi, bir yandan da egemen sınıflar içinde bu gelişmeler karşısındaki huzursuzluklara da yol açmıştır. Bu durumun oligarşi içindeki (geniş halk yığınlarındaki can güvenliği özlemlerine sahip çıkan) CHP iktidarına olan eğilimlerde belirli bir rol oynadığı söylenebilir." ���Kuşkusuz ki, tekelci burjuvaziyi esas olarak ilgilendiren şey kendi egemenliklerinin -yığınların tepkilerinin pasifize edilerek- güvence altına alınması sorunudur. Ve bu açıdan bakıldığında bütün devrimci muhalefet unsurlarının tamamen yok edilmesini öngören bir klasik faşist program da, zorda kaldıkları anda uygulamakta tereddüt etmedikleri bir -son- çıkış yoludur onlar için. Aşağıdan yukarıya doğru bir faşist kitle temelinin oluşturulması yönündeki siyasetleri de bu tarihsel gereksinimin bir sonucudur. ���Ama bugünkü aşamada, elde yığınları baskı ve kontrol altında tutmanın daha az riskli, daha az pahalı bir yolunun hala var olduğu bir durumda, bu program askıda kalmaktadır.

Page 117: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  116  

Ve yine bugünkü durumda, egemen güçler Ecevit Hükümetinin geçersiz kaldığı noktada da öncelikle bir askeri faşist darbe yolunu tercih edeceklerdir. - Ki bu, ülkedeki yönetim biçimi içinde geleneksel bir konuma sahiptir; yani alışılmış, denenmiş bir yoldur.- ���İşte, faşist güçlerin açmazları, tekelci burjuvazinin bugünkü tercihleri ile aşağıdan yukarı gelişen kitle hareketine dayalı klasik bir faşist program arasındaki çelişkilerde toplanıyor.

Faşist güçterin bu handikapı aşabilmek ve egemen güçlerin tercihlerini kendi yönlerine zorlamak için önce bir Ecevit hükümetinin geçerliliğini ortadan kaldırmaları gerekti. Ecevit hükümetinin kuruluşundan bu yana, buna uygun saldırı taktiklerini yürüttüklerini biliyoruz. Bunun için de askeri müdahaleyi zorlamaktan başka bir yol yoktu. "Sıkıyönetim" bunun için tek başına yeterli bir çözüm getirmediği için, bir askeri faşist darbe gerçekleştirebilmek için (çünkü bir askeri faşist darbe altında kendi açmazlarını çözmek için etkili araçlara sahip olacaklardır) yeni tertip ve saldırılara giriştiler ve büyük bir pervasızlıkla (ya da gözü dönmüşlükle) tekelci burjuva çevrelerinin en önde gelen sözcülerinden gazeteci Abdi İpekçi’yi öldürdüler. Bu olayda istedikleri türden bir yankı uyandırabildilerse de, istedikleri doğrultuda bir askeri darbeyi gene oluşturamadılar.

İpekçi’nin öldürülmesinden sonra aynı nitelikteki -kamuoyunda büyük yankılar uyandırarak hükümetin ordunun müdahalesiyle düşürülmesine yol açacak türden- eylemlerinde bir duraklama görülmektedir. Ülkenin birçok bölgesinde faşist saldırı ve katliamlar sürdürülmekte, fakat İpekçi’den sonra siyasal gelişmeleri kendi doğrultularına zorlayacak kimin yaptığı belli olmayan (!) sansasyonel saldırılar yavaşlamış görünmektedir. Bu duraksamanın, taktiklerinin yeterince deşifre olmasının bir sonucu olup olmadığı belli değildir. Ama herhalde Türkeş’in sıkça erken seçimlerden sözeder olmasına da bakarak siyasetlerinde temel bir değişiklik yaptıkları sonucunu şimdilik çıkarmamak gerekir. Yeni saldırı ve katliamlar, tertipler düzenleyerek uygun ortam ve zemini kolladıklarına hiç şüphe yoktur.

DEVRİMCİ YOL - DEVRİMCİ GÖREVLER

Kuşkusuz ki, düğümün hangi noktada çözüleceği, gelişmelerin hangi doğrultuda olacağı bugünden belirli bir şey değildir. Olaylar hiçbir zaman önceden belirlenen bir plan dahilinde gelişmez. Bizim açımızdan gerekli ve önemli olan şey de mümkün ve muhtemel gelişmeler karşısında, devrimci halk güçlerinin izlemesi gereken siyasetin ne olması gerektiğini doğru olarak belirleyebilmektir. ���Hiç tereddütsüz olarak ortada olan bir nokta, bir açık faşist diktatörlüğün kurulmasırıa yönelik (ve o doğrultuda sonuçlar yaratacak) bir siyasi çizginin, hiçbir şekilde, devrimci bir siyasi programa ait olamayacağı hususudur. Bu, yeterince açıktır. Buna karşılık bugünkü mevcut durumu (ve Ecevit’in şiddet eylemcisi sıkıyönetimini) desteklemenin söz konusu olamayacağı da, bizim için yeterince açık olan bir şeydir.

Bugün halkın çıkarlarını savunan bir devrimci mücadele anlayışı açısından, siyasal gelişmelerin, burjuvazinin bunalımdan çıkış için gündeme getirdiği çözüm yolları arasındaki açmazlarından kurtarabilecek çok yönlü devrimci müdahale araçlarına olan gereksinim ortadadır. Devrimci mücadelenin, burjuvazinin çözüm platformlarının getirdiği açmazları parçalayabilmek için çok yönlü görevleri yerine getirebilecek, etkili müdahale yöntemlerini hayata geçirebilecek araçlara ve örgütlenmelere sahip olması gerekir. Zira gündemdeki çok yönlü-kapsamlı görevler, çok yönlû devrimci mücadele

Page 118: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  117  

araçlarının gündeme getirilmesini zorunlu kılmaktadır. ���Kuşkusuz ki önümüzdeki muhtemel bütün gelişmelerde, değişmeyen temel gerçek, faşist güçlerin emekçi halklarımıza karşı azgınca saldırılarının artarak devam edeceğidir. Faşizmin kanlı saldırıları ve emekçi halklarımızdan yana ne varsa herşeyin yok edilmesi tehtidi artarak devam edecektir.

Faşizm, bütün bir halka yönelen bir savaş ilanıdır. Kimileri, bu savaşı kabul etmenin düşmanın istediği yerde savaşmayı kabul etmek olduğunu söyleyerek, burjuvaziden bu savaşı önlemesini istemeyi (ve bunu başarabilmesi için dua etmeyi!) öneriyorlar. ���Bize (yani halka) karşı ilan edilen bu savaşı kabul edip etmemek elimizde olan bir şey değildir. Çünkü faşizm ve onun bütün bir toplumu egemenlik altına almaya yönelik saldırıları geçici bir olgu değildir. Raslantısal ve yapay nedenlerle meydana gelmiş bir olgu değildir.

Faşizm, ya bütün emekçi halk güçlerinin birleşik devrimci savaşıyla ezilerek yok edilecektir ya da o, bütün devrimci halk güçlerini yok etmeye yönelik saldırılarını kaçınılmaz bir nihai hesaplaşma noktasına kadar sürdürecektir. Bu nesnel gerçeği hiçbir şey ortadan kaldıramaz. Ne Ecevit hükümetinin ne de sıkıyönetimin tarafsızlığının bir "gösterge"si olarak bazı faşist katillerin içeri atılması, ne de faşist güçlerin saldırılarındaki geçici duraklamalar ve gerilemeler...

Faşizme karşı savaşmaktan, başka bir yol yoktur.

Bu tartışılmaz gerçek, en geniş halk kesimlerine, bir ölüm kalım yasası gibi kavratılmalıdır.

En geniş halk güçlerine, faşizme karşı uzun vadeli, kararlı bir direniş savaşının gerekliliğini kavratmak; böyle bir savaşın, su ve ekmek kadar gerekli olduğu defalarca kanıtlanmış çok yönlü görevlerini örgütlemek; bir açık faşizme karşı mücadele anlayışını da içeren bir anti - faşist savaş çizgisinde birleşmesi mümkün bütün güçleri, devrimci bir direniş cephesinde birleştirmek...

Bütün bu görevlerin gerçekleştirilmesi için, karşı karşıya bulunulan bir çok güçlük vardır. Genişçe bir aydın kesim ve sol görünümlü bir hükümetin etkisi altındaki genişçe bir halk kesimi, yaşanan olayları - hala- "terör ve anarşi" olayları olarak görmektedir. Türkiye’de yaşanan olayların, Avrupa’daki genellikle terörizm diye bilinen olaylarla ilgisi olmadığını kavrayamamaktadır. Emekçi halkın genişçe bir kesiminin desteklediği bir hükümet "sağa da- sola da karşı", "anarşi ve teröre karşı" diye diye (ki bu resmi bir devlet ideolojisidir) devlet uygulamaları düzeyinde faşizme değerli bir destek oluşturmaktadır. "Reformist" bir hükümetin faşizme destek olan politikaları, onun ‘"sahte solcu" destekçileri sayesinde yeterince tecrit edilememektedir. Revizyonist görüşler sol hareket içinde genişçe bir etkinlik sağlayabilmektedir. Bu nedenle, devrimci mücadeleye katılması gereken bir kısım güçler, ülkedeki yaşanan gerçekler hakkında (iki süper devlet yıkılacak elbet ya da oligarşik devlet yıkılacak elbet gibi tekerlemelerden öteye)(**) hiçbir ciddi görüşe bile sahip olmayan ve "devrimci proletarya", "proletarya sosyalistleri" gibi şatafatlı isimler arkasındaki kırık dökük varlıklarını zoraki çabalarla korumaktan başka hiçbir hedefi - amacı olmayan grupçuklar tarafından pasifize edilmektedir... ���Ve nihayet yüzyüze olduğumuz kapsamlı siyasi görevleri yerine getirebilmemiz için Devrimci Hareket yeterince yetkinleşmiş değildir ve birçok önemli eksikliğimiz, hatalarımız vardır.

Page 119: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  118  

Ama bütün bunlar, bugün yüzyüze bulunduğumuz görevlerin yerine getirilebilmesi için çözülmesi imkansız, aşılmaz engeller değildir.

Buna inanarak, kararlılıkla ve cesaretle, faşizme karşı sonuna kadar savaşacağız ve halkımızın faşizme karşı birleşik devrimci savaşının zaferini gerçekleştirecek yolları bulacağız.

Bu, fedakarca ve yiğitçe mücadele ederek üzerinde yaşadığımız toprakları kanlarıyla sulayan yüzlerce yoldaşımıza karşı ve onların ayrılmaz bir parçası haline dönüştükleri emekçi halklarımıza karşı bir namus borcumuz, tek yaşam gerekçemizdir.

(*) Kuşkusuz böylesi bir gelişme, ülkedeki siyasal çatışma ve çalkantılara yeni boyutlar kazandıran ve mücadeleyi daha da karmaşıklaştıran önemli bir durum yaratır. ���(**) Yazılan, çizilen bir çuval yazı ortada duruyorken, bu ifade "fazla" görülebilir. Ama bu bir yığın laf arasında örneğin bir "iç savaş" sorunu konusunda üç satırlık bir teorik tahlil bile yoksa, bu ifade hiç de "fazla" görülmemelidir.

ABD - Türkiye İlişkileri ve Artan Sıkıyönetim Terörü

DY, Sayı: 28, 25 Mayıs 1979 İRAN’da faşist Şah rejiminin devrimci halk hareketiyte devrilmesiyle beraber ABD, İran’ı Ortadoğu’da çıkarlarını korumakta bir üs olarak kullanma imkanlarını yitirmiş oldu. Bu durum ABD açısından Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü ve önemini ön plana çıkartmaktadır.

Yaşadığımız dönemde yeni siyasal değişikliklerin ortaya çıkmasında en önemli faktör, ABD’nin Türkiye’ye Ortadoğu’da nasıl bir rol yüklemek istediğine bağımlı olarak ABD-Türkiye ilişkilerinde meydana gelecek gelişmeler olacaktır. Yeni dönemde ABD emperyalizminin Türkiye’deki siyasal koşulları Ortadoğu’daki politikasına hizmet edecek bir siyasal rejime doğru zorlamaları artarak yoğunlaşacaktır.

ABD, İran’da meydana gelen boşluğu doldurmak, Ortadoğu’da durumunu tahkim etmek üzere Türkiye’nin jeopolitik durumunun sunduğu bütün olanakları sonuna kadar kullanmak amacına yönetmiştir. Kısacası ABD Türkiye’yi Ortadoğu’da güvenilir, tahkim edilmiş, ileri bir üs; Bölge’de Amerikan politikasını gerçekleştirmede doğrudan bir araç haline getirmek için yoğun bir çaba sarfetmektedir.

Şu sıralarda ABD ile; Türkiye’de yeni üsler açmak, mevcutların kapasitesini ve teknik donanımını artırmak; İran’daki üslerin kapanmasıyla ortaya çıkan boşluğu doldurmak; U-2 casus uçaklarının Türkiye’de üslenmesi ve uçmalarının sağlanması konularında görüşmeler sürdürülmektedir. Bu görüşmelerin sürdürüldüğü sırada "bizimkiler" kendi aralarında: ABD’nin taleplerine karşı bir miktar askeri "yardım"la mı yetinelim, yoksa hem askeri hem ekonomik yardımı birarada mı isteyelim, diye tartışmaktadırlar.

ABD’nin yukardaki taleplerine karşı sadece bir miktar askeri malzeme satın almak için mi borç alabileceğiz, yoksa hem askeri malzeme satın almada kullanabileceğimiz hem de ekonominin çok acil hale gelmiş olan döviz ihtiyaçları için gerekli bir kısım borçlar

Page 120: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  119  

alabilecek miyiz? Bu, önümüzdeki günlerde açığa çıkacaktır.

BİR taraftan bu tartışmalar, daha doğrusu pazarlıklar sürerken, diğer taraftan, çıkarları emperyalist sömürücülerin çıkarlarıyla bütünleşmiş, yaşamlarını emperyalizmin halkımız üzerindeki sömürüsünden paylar almaya bağlamış yerli tekeller biraraya gelip bir muhtıra yayınladılar; "Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz dış kredilerle, uyguladığımız ekonomik sistem birbirine çok yakından bağlıdır. Pazar ekonomisinden gitgide uzaklaşan bir anlayışla ne batı dünyasında hak ettiğimiz yeri, ne yeterli kredileri, ne de yatırımlara gerekli dış sermayeyi bulabiliriz" diyerek, emperyalizmin her istediğini yapın yoksa biz yaptırırız demek istediler.

Ecevit tekellerin muhtırasını eleştirmiş, bunu; "... Ankara’da IMF temsilcileri hükümetle görüşürken, Fransa’da OECD temsilcileri hükümetle görüşürken ve Türkiye kendi gücüne katmak üzere yeterli yardım ve kredi sağlamanın eşiğine gelmişken sırtımızdan bıçaklanıyoruz" diyerek karşılamıştır.

Tekeller bu çıkışı, hükümeti kendi istekleri doğrultusunda biraz daha sıkıştırmak ve tehdit etmek amacıyla mı yapmışlardır; yoksa bu hareketleri, hükümetin artık kendi amaçlarına yeterince hizmet edemez bir durumda olduğunun ilanı ve bir kenara itilmesi gerektiğinin işareti mi sayılmalıdır? Bu soruların cevapları önümüzdeki günlerde açıklığa kavuşacaktır.

EKONOMiK yardım, askeri yardım, ABD’nin Ortadoğu’da durumu, üsler, NATO, vb. sorunlar, "işadamları"nın muhtırası, iç politikadaki diğer faktörler bize ABD emperyalizminin Türkiye’ye ilişkin düşüncelerinin neler olduğu sorusunu sorduruyor. Emperyalizmin en büyük tekeli, ABD politikalarını tespit eden en etkili bir tekel olan Rockefeller’in 1956 Ocak’ında Başkan Eisenhower’e yazdığı mektuptan (direktif demek daha doğru olur) iki paragrafı buraya aktaralım:

"Amerikan iktisadi yardımının yapılacağı ülkeleri üç grupta toplamayı teklif ediyorum... Birinci gruba bizimle dost olan ve bize uzun süreli, sağlam askeri paktlarla bağlanmış olan anti-komünist hükümetlerin iktidarda olduğu ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada dışişleri bakanlığıyla aynı fikirdeyim. Genişletilmiş iktisadi yardım, örneğin Türkiye’ye bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir, yani bağımsızlık eğilimini artırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere -Türkiye gibi- doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir, ama bu ancak bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır. ���Bunlarla bağıntılı olarak, özel sermaye yatırımlarını da ayarlamak gereklidir. Hükümet, özel sermaye yatırımlarını cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmasını bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla, bir çok politik amaca ulaşılabilir. Bu tip özel sermaye yatırımları zamanla bütün gayri meşru muhalefeti ve politikamıza karşı mukavemeti ortadan kaldırabilmeli veya nötralize edebilmelidir. Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan bütün şahsi teşebbüs ve menfaat çevrelerini etkilemelidir. Aynı zamanda ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardım artırılmalı ve böylece bu işadamlarının, ilgili ülkelerin ekonomisinde kilit noktalarını ele geçirmeleri, buna dayanarak, politik etkilerinin artması sağlanmalıdır." (D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Cilt: 2, 6.baskı, sh: 655)

Page 121: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  120  

Evet, işte Rockefeller’in mektubunda, ismiyle söz ettiği Türkiye gibi ülkelere ilişkin politik programından bir pasaj. (Esasında mektubun tümünün okunması faydalıdır.)

ABD emperyalizminin Rockefeller’in tespit ettiği politik programın dışında davrandığına dair en küçük bir kanıt ileri sürülemez. Aksine bugün Türkiye’de gerek iç politikada gerekse dış ilişkilerde ortaya çıkan bütün gelişmeler ABD’nin bu program doğrultusunda davrandığına dair sayısız kanıtlarla doludur.

Dışa bağımlı ekonominin krizi arttıkça emperyalistlerin "yardımı"na duyulan ihtiyaç artmakta, bu dış "yardım"lar alınamayınca da kriz derinleşmektedir. Bugün emperyalistler bu, kendilerine bağımlı ekonominin çarklarının gacırdayarak da ofsa dönebilmesi için gerekli borcu vermemekte, ekonominin zorluklarını kendi çıkarları gereği olan siyasal ve ekonomik tavizleri koparmakta bir araç olarak kullanmaktadırlar.

Ekonominin kilit noktalarını ve hayatiyet kanallarını tamamiyle ellerine geçirmiş bulunan emperyalistler, önce kendilerine mecbur ve muhtaç edip sonra ekonomik yıkım ve açlıkla tehdit ederek sömürüleri ve çıkarları gereğini onur kırıcı bir biçimde dikte ettirmektedirler.

HÜKÜMETİN, IMF ve tekellerin istediği bütün önlemleri almasına karşın ekonomik krizin hafiflemek şöyle dursun, yoğunlaşarak artması hâkim sınıfları telaşlandırıyor. Tekeller bir yandan hükümetin emperyalizmin her istediğini yapması gerektiğini, yoksa ekonominin mahvolacağını açıktan açığa haykırırken diğer yandan hükümeti, zulüm halini almış olan ağır sömürüye karşı halkın sesini boğmak, direnişini kırmak hedefine yönelen baskı tedbirlerinin artırılması doğrultusunda sıkıştırmaktadırlar. Emperyalizmin ve tekellerin bu sıkıştırma operasyonları, Başbakanı hükümetin düşürülmesiyle tehditten tutun (bağımsız bakanların hareketi), tekellerin devlet içindeki diğer etkili temsilcilerinin dayatmalarına kadar çeşitli biçimlerde gerçekleşmektedir.

ABD’nin Ortadoğu’da ABD politikası doğrultusunda davranacak bir Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç açıktır. Türkiye’de, ABD politikasını hayata geçirecek bir hükümetin toplumsal ve siyasal bütün muhalefeti bastırması, yok etmesi gereklidir. Bu ise ancak açık faşist bir rejimle mümkün olabilir.

ABD, elindeki bütün ekonomik, politik olanaklarıyla, askeri anlaşmalarıyla, yerli işbirlikçileri, açık ve gizli faşist örgütlenmeleriyle ülkemizde açık Amerikancı faşist bir rejimin üzerinde oturacağı siyasal koşulları oluşturmak doğrultusunda mücadele etmektedir. Böyle bir rejimin siyasal koşullarının oluşmasıysa halkımızın faşizme ve emperyalizme karşı direnişinin kırılması ve dağıtılmasıyla mümkündür.

ABD emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri bu yolda bugünkü hükümetle ne kadar mesafe alınabilecekse o kadar almak; bu hükümet eliyle halka daha çok baskı, daha çok terör uygulatmak; anti-faşist muhalefeti yok etmek; açık faşist bir rejim için engelleri olabildiğince bu hükümete temizletmek, yetmediği yerde ise bu hükümeti de bir kenara itmek şeklindeki bir taktik izlemek tedirler.

Ta başından bu yana yerli sömürücü azınlığın her istediğini yerine getiren; iktidarda kalmayı, oligarşinin her dediğini yaparak sağlamaya çalışan; onları kendinden başkasını tercih etmemeleri için mevcut bütün alternatiflerinden daha çok memnun

Page 122: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  121  

edebi1eceğini gösterme kaygularıyla çırpınan Ecevit’le birlikte bakalım nereye kadar yürüyecekler.

SON olarak Ecevit, oligarşinin etklli ve yetkili temsilcilerinin her dediğini yerine getirebileceğini bir kez daha kanıtlamak istercesine sıkıyönetimin uzatılması döneminde sıkıyönetimin gerekçelerinin ve kapsamının genişletilmesi ve aşamalı olarak bütün ülke sathına yayılması isteklerirıi en küçük bir itiraz ileri sürmeden benimsemiş ve uygulamaya koymuştur.

Bu, sıkıyönetim terörünün halk üzerinde yoğunlaştırılması ve kalıcı kılınması, bütün ülkenin aşamalı olarak sıkıyönetimle yönetilmesine doğru atılmış önemli bir adımdır.

1 Mayıs’a doğru gelinirken sıkıyönetim terörü ilericilere, demokratlara, devrimcilere ve tüm anti-faşist halk yığınlarına karşı yoğunlaşarak genişliyordu. 1 Mayıs’la beraber artık hiçbir gizlenme ihtiyacı duyulmadan, artık "sağ ve sol silahlı eylemcilere karşı" olma demagojilerini de bir yana bırakarak en geniş emekçi yığınları yıldırma ve tüm anti-faşist güçleri yok etme amacına yöneliyordu sıkıyönetim.

1 Mayıs törenlerine yönelen saldırılarda bu bütünüyle açığa çıkmıştır. Sıkıyönetim İstanbul’da halka karşı terör gösterisine başvuruyor ve sokağa çıkma yasağı koyup halkı 29 saat hapsediyordu. Şehri tanklarla işgal edip, yüzlerce kişiyi toplama kamplarına topluyordu. 1 Mayıs’tan önceki günlerde de başta DİSK yöneticileri olmak üzere fabrikalardan işçi temsilcilerini gözaltına alıyor, bütün demokratik dernekler basılıyor, kim bulunduysa alınıp götürülüyordu. Ankara’da ise sıkıyönetim halka ateş açıyordu.

SIKIYONETİM ilanıyla beraber, sıkıyönetim koşullarında faşist güçlerin insiyatifinin artacağını ve siyasal gelişmelerin ordunun doğrudan aracılık edeceği bir açık faşist rejime doğru zorlanacağını belirtmiştik. Sıkıyönetim koşullarında yaşanan 5 ay ve bugünkü siyasal durum bu tespitin doğruluğunu açık seçik bir biçimde ortaya koymaktadır.

Sıkıyönetimin son uzatılma kararından önce yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra Ecevit�in, oligarşinin sıkıyönetim gerekçelerinin ve kapsamının genişletilmesi ve aşamalı olarak bütün ülkeye yaygınlaştırılması isteklerine evet demesiyle yeni bir döneme girilmiştir.

BU sıkıyönetimli yeni dönem ne getirecektir? Bu dönemde ilerici, demokrat tüm anti - faşist halk güçlerinin karşısında ne gibi görevler olacaktır?

Bu dönem oligarşinin içinde bulunduğu ekonomik açmazların artarak devam edeceği ve kendi içindeki çelişkilerin keskinleşeceği bir dönem olacaktır.

Oligarşi insafsızca sömürüsünû sürdürebilmek için direnişi kırmaya, emekçi halkı bütünüyle ses çıkartamaz hale getirmeye, teslim almaya, halktan yana olan herşeyi yok edip halkı esir ve köle haline getirmeye yönelik saldırılarını artırmaktadır; Ve daha fazla baskı, daha fazla terör için çığlık çığlığa feryat etmektedir.

Ecevit hükümeti, oligarşinin cinnet halini almış olan baskı ve terör isteklerini tatmin etmek için bütün ülkeyi, bütün emekçi halkımızı askeri bir terörün ayakları altına

Page 123: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  122  

atmaktan çekinmiyor.

Bu dönemde emekçi halklarımızı daha zorlu bir mücadele bekliyor. Emperyalizmin ve yerli ortakları bir avuç sömürücü azınlığın cinnet halini almış olan baskı ve terör isteklerine karşı direnmek zorunluluğu açıktır.

Faşizme karşı mücadelede, bu yeni girilen dönemde sıkıyönetim terörüne karşı mücadele ön plana geçmektedir. Faşizme teslim olmayacaksak, faşizmin halk güçlerini ezip yok etmesine, halkı köle haline getirmesine sessizce boyun eğmeyeceksek sıkıyönetime karşı etkili ve aktif bir mücadele vermek zorunluluğu kendini bugün daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu zorlu ve uzun süreli bir mücadele olarak kavranılmalıdır. Faşizme karşı birleşebilecek bütün güçlerin birleştirilmesi ve ortak eylemin örgütlenebilmesi devrimcilerin önünde duran en acil bir görev olmaktadır.

Yeni dönemde sıkıyönetim terörüne karşı direnişi yaygınlaştırmak, yığınların muhalefetini direniş haline dönüştürmek ve bu direnişi devrimci bir yolda halk güçlerinin uzun süreli devrimci direniş savaşına doğru yükseltmek anlayışı ile mücadele etmek gereklidir.

Halk güçlerinin birliği ve devrimci yoldaki direnişiyle faşizm mutlaka yenilecektir.

Zafer mutlaka emekçi halklarımızın faşizme karşı devrimci savaşının olacaktır.

Page 124: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  123  

Faşizme Yardakçılık Halka İhanettir!

DY, Sayı:29, 18 Temmuz 1979 BURJUVAZİNİN bütün basın-yayın kuruluşlarıyla ve bütün gizli-açık örgütlenmeleriyte, faşizmin artık iyice açığa çıkmış olan iğrenç yüzünü gizleyebilmek için olağanüstü bir çaba izlediği gözlenmektedir, Gerici-faşist güçlerin bütün demagojilerini açığa çıkaracak nitelikteki bütün gerçekler, büyük bir çabayla örtbas edilmeye çalışılmaktadır.

B. Cömert’lerin, Doğan Öz"lerin, yüzlerce yurtseverin katilleri; Balgat, Piyangotepe katliamlarının, kahvelerin, halk otobüslerinin kurşunlanmasının sorumtuluları tek tek açığa çıkmaktadır. Buna rağmen bu cinayetlerin işlenmesinde "terörizm", "anarşi" yaygalarıyla ortalığı ayağa kaldıranlar, bugün bütün gerçekler tek tek açığa çıktığı halde, bu alçakça saldırıların FAŞİST güçlerle ve MHP ile ilişkisi üzerinde tek bir şey söylememektedirler. Büyük burjuva basını faşist katil çetelerini korumak için büyük bir çaba sarfetmektedir. Bir yandan "anarşi ve terörizm" yaygaraları kopartılmakta, diğer yandan da faşist güçlerin cinayet ve katliamları, iğrenç saldırıları örtbas edilmeye çalışılmakta, açığa çıkmış faşist katillere basit cezalar verilmekte ya da çoğu kere (delil yetersizliğinden!) salıverilmektedir.

Adana’da görülmekte olan MARAŞ KATLİAMI davası da aynı şekilde örtbas edilmekte, Türkeş’ler-Demirel’ler tarafından kışkırtılmış katiller birer ikişer salıverilmekte, bir yandan da bu katliamın asıl sorumlusu olan faşist cinayet çetelerinin şefi TÜRKEŞ davacı pozunda sağa sola küfürler - tehditler yağdırabilmekte, yeni cinayetler planlayabilmektedir. Yaşlı- genç, kadın - erkek yüzlerce yurttaşımızı, küçücük çocukları, hamile kadınları öldürten katil çetelerinin şefleri her gün televizyona çıkartılarak, ilerici - devrimci halk güçlerine, küfrettirilmekte; buna karşılık halkın devrimci güçlerinin, ilerici kuruluşların sesini kesmek için, gerçekleri söylememeleri, kendilerini dahi savunamamaları için, olmadık baskılar uygulanmaktadır.

Büyük basın tekelleri, özellikle de HÜRRİYET gazetesinin MHP’yi savunabilmek, faşist çetelerin cinayetlerini örtbas edebilmek için olağanüstü bir çaba sarfettiği görülmektedir. MHP’nin ağzından uydurma "manşet haberler" yaratılmaktadır. Bu basın tekeli, izlediği yayın politikasıyla, adeta MHP’nin ve tüm faşist güçlerin yayın organı olarak görülmektedir. Bir yandan "anarşi", "terör" yaygaralarıyla gerçekler çarpıtılmakta, bu sayede faşist saldırı ve katliamlar bir anlamda teşvik edilmektedir. Diğer yandan da bir açık faşist diktatörlüğe çağrılar çıkartılmaktadır.

Dergimiz baskıya hazırlandığı sırada A. ipekçi’nin faşist katilinin yakalandığı açıklanmıştır. Bu olay da onca yaygara arasında, kimin ne için yaptığı anlaşılmayan(!) bir "anarşi olayı"(!) olarak geçiştirilebilecek olursa, buna hiç şaşmamak lazımdır. ���Bütün bu olaylar karşısında sözde demokrat çevrelerin durumu ise ibret verici bir şaşkınlıktan başka bir şey değildir.

Böyle bir ortam içinde faşist çetelerin saldırıları pervasızca sürdürülmektedir.

Son günlerde, Manisa’da, daha önceleri MHP’den istifa etmiş olan Cemil Çöllü’nün

Page 125: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  124  

öldürülmesinden sonra, başta CHP Manisa örgütünün en faal üyelerinden Neşe Gülersoy olmak üzere, yurt çapında onlarca CHP üyesi, MHP’li faşistler tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Türkeş televizyona çıkarak yeniden sağa sola tehditler - küfürler yağdırırken, hatta bütün faşistlere silah ruhsatı vermediği için hükümete saldırırken, CHP yöneticileri faşist köpekler karşısında özürler dileyip, neredeyse iki büklüm olmuşlardır. Maraş, Balgat, Piyangotepe, Mamak gibi yüzlerce katliamın sorumlularıyla; D. Öz’lerin, B. Cömert’lerin, İpekçi’lerin ve binlerce yurtseverin katilleriyle, televizyona çıkıp "diyalog" kurmuşlardır. Sözde "diyalog" adına faşist katliamlardan tek bir söz bile edememişlerdir. Kendi davaları uğrunda şehit olan insanlara bile sahip çıkamayanların düştüğü durum en hafif deyimiyle utanç vericidir.

Bütün bunların yanısıra, sıkıyönetim kuvvetleri de devrimcileri susturmak, onların halka gerçekleri açıklamasını önlemek için, akıl almaz baskılar ve yasaklar uygulamaktadır. Bildiri basmayı, dergi çıkarmayı, afiş asmayı, faşist sürülerin cinayetlerini lanetlemeyi, faşistlerin öldürdüğü devrimci ve yurtseverlerin cenaze törenlerini ve onları anmak amacıyla gazetelere ilan vermeyi, hatta KAHROLSUN FAŞİZM demeyi bile yasaklamaktadır. Bu yasaklara uymayanlar zindanlara doldurulmakta, işkencelere uğratılmaktadırlar.

Elbetteki, burjuvazinin bütün çabaları emekçi halk güçlerinin faşizme karşı direnişini bastırmaya yetmeyecektir.

Page 126: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  125  

Namluların Gölgesinde “Demokrasicilik Oyunu”

DY, Sayı:29, 18 Temmuz 1979

KURULDUĞU günden bu yana uygulayageldiği politikaların doğal, hatta kaçınılmaz bir sonucu olarak hükümet, nihayet, düşme noktasına gelip dayandı. En son, emekçi halklarımızın elinde avucunda ne varsa hepsine el koymak anlamına gelen IMF’nin koşullarını, bütünüyle kabul ederek oluşturduğu kısmi “dış destek” sayesinde ve biraz da parlamentonun tatile sokulması sayesinde sınırlı bir zaman kazanabildi. Bu sayede hükümetin ayakta kalmak için kazandığı zamanın son sınırının senato seçimlerine kadar uzanabileceği söylenebilir. Ancak tarafların, yani hükümet ve

muhalefet güçlerinin senato seçimlerine kadar, gelişmeleri kendi yönlerinde zorlamaları beklenmelidir. O halde önümüzdeki günlerin daha sıcak ve siyasal değişmeler açısından daha hassas bir döneme doğru gelişmelere sahne olacağını söylemek yanlış olmaz. CHP’nin “halkçı” (!) lideri Ecevit kendi sonuna, bütün foyasını açığa çıkararak tırmanıyor. Son yapılan devalüasyon ve zamlar emekçi halkın sofrasındaki son lokmalara da el koymaktan başka bir şey değildir. Ve bütün bunları uyguladığı için “cesaretinden”(!) dolayı “kıvanç duymakta”dır, “halkçı”(!) Ecevit! Ona, emekçi halka karşı bu “cesareti” nereden aldığını sormak lazımdır. Bir yanda bu “cesaretli” kararlar alınırken, diğer yanda da yeni yeni baskı yasaları çıkartılmakta; “Mogadişu baskınını düzenleyen Alman komandolarından daha üstün” intihar komandoları yetiştirilip sergilenerek halka gözdağı verilmeye çalışılmakta; 12 Mart dönemini aratmayan işkenceler, baskılar, tutuklamalar, yurtsever insanların katledildiği “operasyon”lar sürüp gitmekte, bütün bunlara karşılık “halkçı” ve de “özgürlükçü” Ecevit, “demokrasi” ve “özgürlük” nutukları atabilmektedir. Doğrusu bu da bir “cesaret”tir. Ecevit halka karşı fütursuzca yalan söyleyebilmektedir! Aldığı bütün kararlar sıkıyönetimin bütün baskı uygulamaları sadece faşist güçlerin işine yaramasına rağmen hala, “Türkiye’de faşizm tehlikesi yoktur” diyerek halkı kandırmaya çalışmaktadır.

Önümüzdeki senato seçimlerinde de, halkın karşısına bir kez daha aynı yalan ve demagojilerle çıkacaklarına, halkı eski yalanlarına bir kez daha inandırmaya çalışacaklarına da şüphe yoktur. Bir kere daha herkesi CHP’ye oy vermeye, aksi taktirde hükümetin düşeceğini, “özgürlükçü demokrasi”nin (!) tehlikeye düşeceğini, III. MC’nin kurulabileceğini, vb. ileri sürebileceklerdir. Bu şekilde yoksulluk ve zulüm altında inletilen halktan yeniden oy isteyebileceklerdir.

Kısacası önümüzdeki seçimlerde de bir kere daha eski “demokrasicilik oyunları” sahnelenecektir. Bir yanda sıkıyönetimin bütün baskı politikaları alabildiğine sürerken, halk güçlerinin bütün demokratik hakları ayaklar altına alınıp çiğnenirken, devrimcilerin söz - yazı - fikir özgürlüklerinin yok edildiği, bütün devrimci yayınlara yasaklar çıkarıldığı, devrimcilerin gerekçesiz yere zindanlara doldurulduğu bir ortamda, namluların gölgesinde, gene “demokrasicilik oyunu” oynanacaktır. Kısmi senato seçimierinin başka bir anlamı yoktur. Elbetteki biz, bu oyuna, bu sahtekarlığa hiçbir şekilde ortak olmayacağız. ���Fakat, solculuk adına bu oyunda figüranlık etmeye heveslenenlerin, hiç de az olmadığı görülmektedir. CHP’ye karşı doğan tepkileri seçimlerde toplayabilerek kendi cılız varlıklarını biraz şişirebilecekleri hevesleriyle,

Page 127: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  126  

“burjuva partilere alternatif gösterme” gibi iddialarla ortaya atılmaktadırlar. CHP’ye karşı doğan tepkileri bir başka reformist-revizyonist potaya aktarma çabasından başka bir şey olmayan bu çabaların, bundan önceki örneklerinde olduğu gibi, “solun gücünü gösterme” adına, solun küçük düşürülmesinden başka bir şekilde sonuçlanmayacağı açıktır.

AP ve MHP’nin önümüzdeki dönem içinde saldırı politikalarını yoğunlaştırarak sürdürecekleri anlaşılmaktadır. Özellikle seçimlerin yapılacağı illerde faşist güçlerin saldırılarının şimdiden yoğunlaşmaya başladığı gözlenmektedir. ���Faşistlerin son zamanlarda CHP’nin tabanındaki tutarlı mücadeleci unsurlara sistemli saldırılar düzenleyerek onları sindirmeye çalıştığı görülmektedir. CHP yöneticileri ise bu gibi olaylar karşısında tam bir ihanet içindedirler. Kendi insanlarına, şehitlerine bile sahip çıkamamakta, yüzlerce - binlerce yurtseverin kanına giren faşist köpeklerle, halkın karşısına geçip “diyalog” kurma şarlatanlığı yapabilmektedirler. Kendi davaları uğrunda mücadele eden, hayatını veren insanlara bile sahip çıkamayan, kendi şehitlerini bayraklaştırmasını bilmeyen bu CHP yöneticileri dünyanın en rezil, en pespaye siyasetçileri sayılmalıdır.

Onlar şimdi, yoksulluk ve zulüm altında inlettikleri ve her türlü yalan ve ihaneti reva gördükleri halktan, gene türlü yalanlarla oy isteyeceklerdir. Onlardan yaptıkları bütün ihanetlerin hesapları tek tek sorulmalıdır. Ve onlar layık oldukları dersi mutlaka en iyi bir şekilde almalıdırlar.

SENATO seçimlerine doğru, faşist saldırıların yaygın biçimler alacağı bir dönemde faşizme karşı direniş mücadelemizin yeni mevziler, yeni merhaleler kazanması için görevlerimize bir kat daha sarılmalıyız. Bütün yurt sathındaki faşist saldırılara karşı bütün emekçi halk güçlerinin yanıbaşında tutarlı, bilinçli, kararlı bir mücadele çizgisi izlemeliyiz. Faşist saldırılara maruz kalan herkese sahip çıkmalı; faşizme karşı mücadele içinde olan herkesle birleşmeye çalışmalı; bütün anti-faşist halk güçlerini faşizme karşı kararlı bir eylem çizgisinde birleştirmeye çalışmalıyız. Yükselen mücadele ortamında en geniş anti-faşist halk kesimlerinin faşizme karşı her türden mücadele ve direniş eylemlerinin ön saflarında yer almalı, bunları örgütlemeye çalışmalıyız. Önümüzdeki bütün bir mücadele dönemi, yurt çapında “direniş birlikleri” oluşturma görevlerimizin yerine getirilmesi için uygun bir zemin olarak değerlendirilmelidir.

Faşist güçlere karşı yürütülecek her türden direniş eylemlerinde özellikle doğru bir mücadele çizgisi izlemeye büyük bir özen gösterilmelidir. Eylemlerimiz faşist güçlerin saftarını daraltacak, faşizme karşı direniş saflarını genişletecek, en geniş halk kesimlerinin faşizme karşı mücadele azmini ve kararlılığını geliştirecek bir niteliğe sahip olmalıdır. Tersine, faşist güçlerin saflarını genişleten, halk güçlerinin saflarını daraltan, halk yığınlarını devrimci mücadeleden soğutan eylemler hiçbir şekilde devrimci eylemler sayılmamalıdır. Daima; açıkça en geniş emekçi halk kitlelerinin çıkarlarından yana, bilinçli, kararlı, örgütlü bir mücadele çizgisi izlemeliyiz. Bu, devrimci mücadelemizi kesin zaferine götürecek olan bir temel olmalıdır.

Bugün emekçi halklarımızın faşizme karşı direnişinde atacağımız kararlı adımlar, yarının daha zor görevlerini başarabilmemiz için bir sınav olacaktır.

Page 128: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  127  

Namluların Gölgesindeki Seçim Aldatmacasına Hayır! ���Tek Yol-Tek Alternatif, Halkın Kendi İktidarıdır

DY, Sayı:30, 3 Eylül 1979 TÜRKİYE’de seçimler platformuna girildi. 19 ilde birden uygulanan sıkıyönetim tüm yasaklamaları, baskıları, işkenceleri ile sürerken ve milyonlarca emekçiye sömürü ve zulme karşı her türlü mücadele siyaseti yasaklanmışken, kitleler paşaların izniyle, sömürücüleri seçme siyaseti ile meşgul olabilecekler! 5 milletvekilinden kaçını AP kaçını CHP kazanacak? CHP ve AP kaçar senatör çıkarabilecek? CHP oy oranını koruyabitecek mi? CHP’den kopanlar oylarını kime verecekler? Bu koşullar altında yapılacak olan Senato kısmi yenileme ve milletvekili ara seçimlerinde devrimcilerin tavrı ne olmalıdır? Bugünün sorusu budur.

1. SEÇİMLER SlKIYÖNETİMİN FAŞİST BASKI POLİTİKALARlNA KARŞl DİRENİŞİN YAYGINLAŞTIRILMASI VE HALKIN KENDİ İKTİDAR ALTERNATİFİNİN ORTAYA KONULMASI NOKTASINDAN ELE ALlNMALIDIR. Bu açıdan yaklaşıldığında, bu siyasetin hayata geçirilmesi için bugün en uygun yol SEÇİMLERİN BOYKOT EDİLMESİDİR.

Devrimcilerin “burjuva parlamentoculuğu ve seçimleri” karşısındaki tavrı mevcut koşullardaki somut siyasi görevlerine göre belirlenir. Bu somut görevler doğrultusunda belirli koşullar altında işçi-köylü adaylar göstererek seçimlere katılmak, bazı partileri ya da partiler blokunu desteklemek veya seçimleri boykot etmek sözkonusu olabilir.

Bugün için de, seçimler karşısındaki devrimcilerin tavrının belirlenebilmesi için, yaşanan somut durumda, yani sınıflar mücadelesinin bugünkü durumunda karşı karşıya bulunulan siyasal görevlerin, devrimci hareketin karşısına alması gereken somut hedeflerin gözönüne alınması gerekir. Seçimler siyaseti, tespit edilen somut siyasal görevlere tabidir.

Devrimci Yol’un daha önceki sayılarında ülkedeki siyasal durumun ayrıntılı çözümlemeleri yapılmış devrimci görevler ve somut hedefler; ortaya konulmuştur: Ülkemizde sol görünümlü bir iktidar eliyle yürütülen bir baskı dönemi yaşanmaktadır. İlanından çok öncesinden vurguladığımız gibi sıkıyönetim aynı zamanda bir açık faşist diktatörlüğe geçiş için egemen sınıflar açısından bir atlama tahtası oluşturmaktadır. Devrimcilerin görevi sıkıyönetimin bütün baskı politikalarına karşı kararlı bir şekilde mücadele etmek, halkın faşizme karşı direniş mevzilerinin daha da pekiştirilip, güçlenmesini sağlamak, devrimci bir direniş mücadelesini halkın kendi devrimci iktidarı doğrultusunda giderek yaygınlaştırıp yükseltmektir. Bütün bu görevleri aynı zamanda bir açık faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin de bir gereği olarak kavramak gerekmektedir.

“Seçimler” etraflıca bilinmekte olan bu tespitlerimizde herhangi bir değişiklik yaratmamaktadır. Tersine bu tespit ve görevlerin seçimler platformunda, daha da güncelleşmesi sözkonusudur.

Seçimler sonrasında, bir hükümet değişikliği muhtemel görülmektedir. Mevcut hükümetin (ayakta kalabilmek için önemli yeni destekler oluşturamaması halinde) düşmesiyle oluşacak muhtemel bir iktidar boşluğunda mevcut baskı rejiminin daha da yerlesmesi, burjuvazinin ve faşist güçlerin saldırılarının daha da şıddetlenmesi

Page 129: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  128  

sözkonusu olacaktır.

İşte, devrimci hareketin seçimter siyaseti (tıpkı 1 Mayıs’ta olduğu gibi) bu tespit ve görevlere göre belirlenecektir. ���O halde, seçimlerin sol görünümlü bir hükümet eliyle yürütülen, sıkıyönetimin faşist baskı politikalarına karşı direniş mücadelemizin halkın kendi iktidar alternatifinin oluşturulması doğrultusunda yaygınlaştırılıp yükseltilmesi açısından ele alınması gerektiği yeterince açık sayılmalıdır.

2. Bugünkü koşullarda bu görevlerimizin en iyi şekilde yerine getirilebilmesini sağlayabilecek seçimler siyaseti, mevcut partilerden herhangi birini desteklemek ya da "bağımsız" adaylar orlaya çıkarmak değil, SEÇİMLERİN BOYKOTU’dur.

Sözde sol ve de halktan yana(!) bir iktidar eliyle yürütülen sıkıyönetimin baskı ve yasakları altında yaptlacak olan “demokratik seçim” sahtekarlığına karşı yürütülecek bir boykot kampanyası faşist baskı politikalarına karşı geniş kitlelerin güçlü ve yaygın bir protesto hareketi olarak ortaya konulabilecektir.

Böyle bir boykot kampanyası yoluyla burjuvazinin sıkıyönetimi altındaki sahte “‘demokratik seçim” platformunun reddiyesi ve halkın kendi devrimci iktidar alternatifinin vurgulanması açısından, bugünkü koşulların son derece elverişli olduğunu söylemek gerekir. Geçtiğimiz dönem içinde, milyonlarca emekçinin gözünde seçimlerin hiçbir şeyi değiştirmediği, kim gelirse gelsin ülkenin gene büyük para babaları ve emperyalist güçler tarafından yönetildiği en geniş bir şekilde orlaya serilmiştir. Meclis’te mebus pazarları kurulmuş, Milletvekilleri alınıp satılmış, hükümetler düşürülüp, hükümetler kurulmuş, kurulan hükümetler ne derlerse desinler ülke gene bir avuç para babası ve IMF tarafından idare edilmiş, onlann emirleri doğrultusunda devalüasyonlar - zamlar yapılmış, işçiler- memurlar-köylüler açlığa ve sefalete mahkum edilmiş ve onların haklarını almak için mücadele etmelerini önlemek amacıyla sıkıyönetimler ilan ettirilmiştir.... Milyonlarca emekçi bütün bunları öfke ve nefret içinde yaşamıştır. Onlara bu aşağılık düzenden, bu aldatmacalardan, bu yokluk, sefalet ve zulümden kurtulmak için tek yolun şu parti yerine öteki partiye oy vermenin değil kendi devrimci halk iktidarının kurulması olduğunu anlatmak gerekiyor... Bunun en doğru yolu ise bütün bu haksızlıklara, bu sömürü zulüm ve baskıya ve bunların üstünde yükseldiği SEÇİM ALDATMACALARINA HAYlR demekten geçiyor.

3. Seçimlere katılmak suretiyle tespit edilmiş olan “sıkıyönetime ve onun baskı politlkalarına karşı mücadele” görevlerinin yerine getirilmesi sözkonusu olabilir mi? Bu soruya olumlu karşılık vermek mümkün değildir. Tam tersine bu koşullar altında seçimlere katılmak “demokratik sıkıyönetim” aldatmacalarına iştirak etmek anlamına gelecektir. Ülkede uygulanmakta olan faşist baskı politikalarına karşı mücadeleden vazgeçmek, onları desteklemek anlamına gelecektir. Grevci işçilerin gözaltına alındığı, öğrenciler üzerinde yoğun baskıların sürdürülerek her türlü siyasetin onlara yasaklanmaya çalışıldığı, bütün devrimci yayın organlarına yasaklar çıkarıldığı, Kürt halkı üzerindeki baskıların alabildiğine yoğunlaştırılıp yoksul Kürt halkına karşı yeni kırımların, yeni baskıların tertiplenmek istendiği, ülkenin belli başlı şehirlerinde her şeyin paşaların iznine bağlandığı, devrimcilerin bir bildiri, bir afiş basmalarına, gazetelere ilan vererek öldürülen arkadaşlarını anmalarına bile imkan tanınmadığı bir ortamda, bu seçim aldatmacalarına katılmak, burjuvazinin; faşist baskı politikalarının üstünü örtmesine ve “demokratik sıkıyönetim” aldatmacalarına yardım etmekten başka bir anlama gelmeyecektir.

Page 130: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  129  

Bugün seçimlere katılmaya karar veren birçok sol gn.ıp ve parti de zaten sıkıyönetimin faşist baskı politikalarına karşı mücadeleyi reddetmekte veya arka plana atmaktadırlar. Bu gruplar son zamanlarda “MHP-ÜGD” kapatılsın slaganını öne çıkarmaktadırlar. Elbetteki bu slogan genelde yanlış değildir. Bugün için de faşizme ve faşist baskı politikalarına karşı mücadelenin bir alt başlığını oluşturur. Ama bu seçimler platformunda bu şiarın temel bir şiar haline getirilmesi ve CHP hükümetinin eliyle uygulanan sıkıyönetimin baskı politikalarına karşı mücadelenin ikinci plana atılması oportünist bir politikadır. Bunun bir anlamı da şudur: CHP seçimlerdeki siyasetini “faşizme ve tekelci burjuvaziye vurma” şeklinde belirlemiştir. Bunu bugüne kadarki sağ ve gerici politikaları dolayısıyla kendisinden uzaklaşan “sol” oyları yeniden kendinde toplamak için, yeni bir aldatmaca taktiği olarak gündeme getirmektedir. İşte, CHP eliyle uygulanan sıkıyönetimi ve onun baskı politikalarını ikinci plana atarak bir “MHP kapatılsın” kampanyasını bugün gündeme getirenler, CHP’nin bu yeni aldatmaca siyasetini yürütebilmesi için ortam hazırlamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Bunlardan şöyle yazanlar var: “CHP seçim kampanyasında MHP’ye yüklenecektir. Proletarya sosyalistleri, kitleleri MHP ve yandaşlarına karşı harekete geçirmek için çalışmalıdırlar.” Hazret “proletarya sosyalistliğini” CHP dolmuşuna değnekçilik yapmak zannediyor! Elbetteki devrimciler faşist güçlere ve faşist cinayet çetelerine karşı mücadelelerini yoğunlaştıracak, faşist güçlerin üstüne yürüyeceklerdir. Ama CHP’nin kitleleri aldatma çabalarına izin verilmeyecek, MHP ve ÜGD gibi faşist cinayet çetelerine karşı mücadele, CHP eliyle yürütülen sıkıyönetimin baskı politikalarına karşı direniş mücadelesiyle birleştirilerek yürütülecektir.

4. “Seçimlerin boykotu” siyasetini sol oportünizm olarak suçlayarak seçimlere katılan solcu gruplar bugünkü faşist baskı politikalarına karşı mücadeleyi reddeden oportünist-teslimiyetçi bir tutum içindedirler.

Bu grupların çoğu seçimlere katılmalarını “CHP’den umudunu kesen kitlelere oy verebilecekleri bir ‘sol’ alternatifin gösterilmesi” gereğine bağlıyorlar. Bu bütünüyle, oportünist-fırsatçı bir siyasetin kesin ifadesidir. Eskiden CHP’ye oy veren bir çok kişi CHP’den umudunu kesfiği için şimdi oylarını CHP’ye vermeyecektir. O halde onlara “oy verebilecekleri” yeni bir parti göstermek gerekiyor! Oy verecek iyi parti arayan bu “şaşkın” vatandaşlar, eğer kendi particiklerine oy verecek olurlarsa, kendi “parti”lerini “alternatif” olarak gösterebileceklerdir. Bu yaklaşımın kesinlikle devrimci olmayan revizyonist bir yaklaşım olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Marksistler seçimler karşısındaki tavırlarını hiçbir zaman bu şekilde ortaya koyamazlar. Seçimlere katılma, bir taktik olarak benimsense bile, bu, ancak ve ancak parlamentodan ve seçim platformundan bir kürsü olarak yararlanmak ve bu platformun sahte kimliğlni deşifre ederek tek ve gerçek alternatifin emekçilerin kendi iktidarları olduğunu ve bunun da tek devrimci yolunun seçimlerden ve bu parlamentodan geçmediğini kitlelere kavratmak için yaparlar. Gerçek alternatif halkın kendi devrimci iktidarıdır. Bu da ancak ve ancak devrimci bir yoldan gerçekleşebilir. Seçimlerde kitlelere “oy verebilecekleri bir alternatif gösterme” amacıyla seçimlere katılanlar ise kitlelere bu seçimler yoluyla -kendileri gibi “iyi” bir partiye oy vererek onu iktidara getirme yoluyla - kurtulabilecekleri umudunu yaymaya çalışan revizyonist sahtekarlardan başkası olamaz. Bu revizyonist bakış açısının sadece, TİP gibi, parlamentarizmi temel alan, ipliği iyice pazara çıkmış revizyonistlerin değil, seçimlere katılma, “alternatif koyma” konusunda onlarla yarış eden birçok grup tarafından da benimsendiği de görülmektedir. Bu revizjonist görüş kırıntılarının özellikle devrimcilerin “seçimleri boykot” siyasetine yönelen suçlamalarda bol miktarda sergilendiği gözlenmektedir.

Page 131: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  130  

Bunlar içinde, kendilerinin bağımsız aday gösterdikleri bir iki yer dışında kitlelere alternatif gösteremediklerini belirten bazıları, “alternatif olmadığı için oy vermeyecek olan kitlelerin CHP’den kopuşunu, olumsuzluğun ifadesi” olarak değerlendirmekte, hatta daha ileri giderek oy atmamayı politikadan uzaklaşma ve faşizme hizmet olarak suçlayabilmektedirler. Bu, oportünizmin şaşkınlıkta ulaşabildiği en üst noktadır.

5. NAMLULARIN GÖLGESİNDEKİ SEÇİM ALDATMACASINA HAYIR! TEK YOL- TEK ALTERNATİF HALKIN KENDİ İKTİDARIDIR!

Evet, bu devrimci şiar, şimdi; burjuvazirıin “demokratik sıkıyönetimi” altındaki seçim aldatmacalarının ve de onun tüm “revizyonist almaşıklarının” karşısına bir kale gibi dikilmelidir.

Seçimler platformu, bu aldatmacalara ve onun arkasındaki tüm faşist baskı politikalarına karşı direnişimizi yaygınlaştırma, ve emekçi halklarımızın kendi güçlü kollarıyla kuracağı devrimci iktidarı doğrultusunda yükseltilmelidir.

Seçimlerin boykotu ve halkın kendi iktidar alternatifinin ortaya konulması şiarı, elbetteki bugünden gerçekleşecek bir şiar değildir. Bu yüzden bu şiarlar iktidara el koyma yönünde bir eylem çağrısı değil, halkın kendi iktidarı hedefini ortaya koyma amacına yönelik bir propaganda-ajitasyon şiarıdır. Bu yüzden kitlelerin önemli bir kesiminin henüz bu çağrıya katılmayacak olması, boykot çağrısının doğruluğu açısından bir anlam taşımamaktadır. Bugün için önemli ofan, ülke çapında seçimler platformunun yönetime ve onun faşist baskı politikalarına karşı direniş mücadelemizin yaygınlaştırılması platformu haline getirilmesi; bütün emekçi halklarımızın gözünde bu baskı; zulüm ve sömürü düzenine karşı gerçek halk iktidarı kavramının yayılması ve Direniş Komitelerinin bünyesinde ‘bunun somutlanması, halkın bilincinin bu doğrultuda geliştirilmesidir.

Bütün devrimcileri, yurtseverleri, ilericileri, bütün emekçi halk güçlerini, sıkıyönetim güçleri tarafından yürütülen faşist baskı ve yasaklara karşı bir protesto gösterisi olarak, SEÇİMLERİ BOYKOT ETMEYE çağırıyoruz.

Seçimlere katılmak üzere adaylığını koyan bağımsız adayları ve partileri, bu demokratik sıkıyönetim aldatmacalarını deşifre etmek ve emekçi halk güçleri üzerinde uygulanılan faşist baskı ve yasakları protesto etmek amacıyla adaylıklarını geri almaya ve seçimlerden çekilerek BOYKOT kampanyasına katılmaya çağırıyoruz.

İşçileri, köylüleri, memurları, gençleri, teknik elemanları, tüm emekçi yoksul halklarımızı seçimleri boykot ederek, hakim sınıfların tüm faşist baskı ve saldırılarına karşı direnmeye, baskı güçlerinin saldırılarını püskürterek kendi iktidarlarını kurma doğrultusunda DİRENİŞ KOMİTELERİ’nde örgütlenmeye çağırıyoruz.

Page 132: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  131  

Seçimlerden Sonra Siyasi Durum ve Devrimci Mücadele

DY, Sayı: 32, 1 Kasım 1979 14 EKİM sonuçlarının belirlenmesinin hemen arkasından, düşeceği çok daha öncelerden ortaya çıkmış olan Ecevit Hükümeti’nin, ayakta kalmak için direnme gücü bile bulamayarak çekilmesinden sonra, yeni hükümetin kurulması sorunu ortaya çıktı. Yeni hükümeti kurmakla görevlendirilen Demirel’in MSP ve MHP’nin desteği ile yeni tür bir MC denemesine mi gireceği, yoksa koşulları, yeni bir erken seçime doğru mu zorlayacağı daha bugünden açıklığa kavuşmuşdeğil. Bugünden görülebilen Demirel’in bir erken seçimi hedefleyen bir hükümet kurmaya çalıştığıdır. Bunun anlamı herhalükarda burjuvazinin siyasal plandaki bunalımının süreceğidir. 1. Öncelikle belirlenmelidir ki, kurulacak yeni hükümetin şekli, 14 Ekim seçimlerinin sonucuna göre belirlenmeyecektir: Zaten Ecevit hükümeti, seçimlerden çok önce düşme noktasına gelmişti. Ecevit hükümeti tekelci burjuvazinin sorunlarını çözme özelliğini yitirdiği için, altına konulan payandalar teker teker çekiliyordu ve bu yüzden kendisine yeni destekler oluşturamazsa, seçimlerden sonra düşmesi kesinleşmiş durumdaydı. Seçimlerde yeni olarak gerçekleşen şey, hükümetin sağ politikalarına karşı ortaya çıkan büyük ve beklenmedik tepkinin bir sonucu olarak CHP’nin yeni bir bunalımın içine girmesidir. Bu bunalımın kaynağı CHP’nin temeldeki çelişkisinde yatmaktadır. Bu, onun tabanını oluşturan geniş emekçi kesimlerin istemleri ile, merkez yönetiminde ifadesini bulan, tekelci burjuvazinin çıkarları doğrultusundaki temel politikaları (ki bu onun egemen karakterini belirler) arasındaki çelişkidir. CHP’nin “vaat ettikleri” ile “yaptıkları” arasındaki çarpıcı zıtlıklar bu çelişkinin açığa vurmasından başka bir şey değildir. Bunalımlı bir döneme rastlayan hükümet dönemi, muhalefetteki vaatler ve demagojiler yığınağı arkasında gizlenebilen bu çelişkinin keskin bir şekilde açığa çıktığı bir süreç olmuştur.

Sözde devleti kurtarma adına, ısrarla sürdürülen, halkın değil, tekelci burjuvazinin sorunlarını çözmeye yönelik sağ politikalar, sonuçta geniş emekçi halk kitlelerinin kuşkusuz devrimci bir doğrultuya kanalize edilmesi gereken büyük tepkisini ortaya çıkarmıştır.

Ecevit hükümetinin sağ politikalarına karşı 14 Ekim seçimlerinde patlayan bu tepki, bir bakıma, Ecevit hükümetinin kurulmasından önceki günlerde (Devrimci Yol, Sayı 4’te) ortaya konulan “hayatla ölümü, özgürlük talebiyle baskı ve zulümü, insanca yaşama özlemiyle daha çok sömürme hırsını uzlaştırmak mümkün müdür?” şeklinde ortaya koyduğumuz bir sorunun cevabının, kitleler tarafından açıklıkla ortaya konulmasından başka bir şey sayılmamalıdır.

Şimdi, alelacele toplanan CHP kurultayı neyi halledecektir? Diyelim ki şu veya bu şekilde bir yönetim değişikliği gerçekleşti. Bu şekilde CHP, tekelci burjuvazinin bir partisi olma niteliğini değiştirerek küçük ve orta burjuvazinin “devrimci-demokrat” bir hareketi haline mi gelecektir? Şüphesiz, CHP’nin bugünkü yaşadığı bunalımın kökünde yatan temel çelişkisi çözülemedikten sonra, CHP kurultayı, dramatik tabloların canlandırılacağı bir tiyatro sahnesi olmaktan öte bir anlam taşımayacaktır.

2. Evet, yeni hükümet şekli, seçim sonuçlarına göre belirlenmeyecektir. Şimdi “AP

Page 133: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  132  

seçimi kazandı, millet Demirel’in yeni hükümeti kurmasını istedi. Millet demek istedi ki...” gibi burjuva safsatalarından geçilmiyor. Sadece seçim yapılan 29 ilde burjuva yasalarının “seçmen” saydığı (ki 21 yaşından küçük milyonlarca genç seçmen sayılmıyor!) 6 milyon civarındaki kişiden çeşitli aşiret, tarikat ve çıkar ilişkileri içinde tutsak edilmiş 2 milyon dolayındaki bir kesimi, eskiden olduğu gibi gene AP’ye oy vermiş! Bir yığın düzenbaz ortaya çıkıyor, “millet şunu demek istedi(!); o gitsin, şu gelsin dedi (!)” diyerek kendi kafalarındakini halka maletmeye, gerçekleri çarpıtarak halkı bir kere daha şartlandırıp, kandırmaya ve de büyük çıkar çevrelerinin istemlerini halka maletmeye çalışıyorlar.

Seçimlerden önce de söylediğimiz gibi yeni bir hükümetin ne şekilde biçimleneceği, bu düzenin efendilerinin, büyük tekellerin, ABD emperyalistlerinin, kısacası iç ve dış çıkar çevrelerinin istemleri doğrultusunda belirlenecektir. Burjuvazinin siyaset sahnesinde oynanan oyununun değişmeyen patronları onlardır.

Elbetteki, bu sahnede oynanan oyundaki her şey önceden belli değildir. Oyuncuların da belirli ve sınırlı bir serbestiyeti vardır. Bu anlamda, S. Demirel yeni tür bir MC mi kuracak? Yoksa koşulları yeni bir erken seçime zorlamak için hükümet kurmaktan kaçacak mı? Şimdiden belli olan birşey değildir.

Ama işin bu yanı, oyunun özüyle ilgili değildir zaten. Düzen ve efendileri açısından (dekor, vs. gibi) biçimsel farklılıklardır. ���Bu düzenin efendileri, şimdi buhranın getireceği yeni sıkıntıları halkın sırtına yıkabilecek yeni siyasal çözümler oluşturmaya çalışıyorlar. Yeni bir devalüasyon, yenizıamlar gereklidir. Yeni bir toplu sözleşme dönemi içine girilmektedir, vb. vb... Bu gibi durumlarda ise daima emekçi halk yığınları üzerindeki baskıların -tabii ki “terörizmi” önlemek maksadıyla(!)- bir kat daha yoğunlaştırılması gündeme getirilmektedir. Özetle, bir kat daha yoksulluk, bir kat daha pahalılık, bir kat daha zulüm. Yani, gene “alavere - dalavere, Kürt Memet nöbete!”

Elbetteki bu oyun hep böyle sürüp gitmeyecektir. Bu oyunun temel açmazı halkın, bu oyunun değişmez seyrrcisi olarak görülmesindedir. Ama daha şimdiden, “seyirciler” bazı “taşkınlıklar” yapmaya başlamıştır. (Son seçimlerde bazı seyircilerin sahneye “çürük yumurta ve domates atarak” bu oyunu “sabote” etmeleri, oyuncuları ve oyunun patronlarını fena halde rahatsız etmiştir.)

3. Seçimler, ülkemizdeki devrimci mücadelenin geleceği açısından büyük potansiyellerin varlığını ortaya koymuştur. Bütün oportünistler, kendilerini burjuvazinin demagoji ve safsatatarının rüzgarlarına kaptırıyorlar. Biraz da boykotun iflas ettiğini kanıtlama kaygusuyla, AP’nin ve gerici partilerin güçlendiği, CHP’ye oy vermeyenlerin çoğunun sağ partilere oy verdiği, kitlelerin gericileştiği, sahtekarlıklarına başvuruyorlar. Bu şekilde gericileşenler, sandığa gitmeyen yüzbinieri karalamaya çalışan oportünistlerden başkası değildir.

Bütün gerici-faşist güçler de seçimlere katılmayan büyük devrimci potansiyeli örtbas etmeye çalışarak; seçimlere katılan “solcu” partilerin aldığı oyların azlığını, “solun güçsüzlüğü” şeklinde göstermeye çalışmaktadırlar. ���Oysa gerçek şudur ki; halkımız içindeki devrimci fikirler bir çığ gibi büyüyüp gelişmektedir. Seçimlerde de bu bir kere daha doğrulanmıştır. Hiçbir sahtekarlık bu gerçeğin üstünü örtemeyecektir. Hiçbir zorbalık halkın durdurulmaz gücünün önüne geçemeyecektir.

Page 134: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  133  

Önümüzde gene yeni ve zor mücadele günleri vardır. Devrimci mücadele bu çetin mücadele günlerinde daha da büyüyüp gelişecek, halkımızın zaferine giden Devrimci Yol’unda faşizmi ezip geçecektir.

Page 135: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  134  

Yeni Bir Dönem Yeni Mücadele Günleri...

DY, Sayı: 33, 3 Aralık 1979 EVET, Demirel’in yeni tür bir MC biçiminde oluşturduğu hükümetin güvenoyu da almasıyla, ülkede, sınıflar mücadelesinin gelişmesi bakımından önceki dönemlerden görece farklı yeni bir dönemin başladığı söylenebilir.

Ve daha şimdiden yoğunlaşan faşist saldırılar sonucu meydana gelen çatışmalarda, bir günde ölen insan sayısının onun üzerine çıktığı gözönüne alınacak olursa, kısaca, önümüzde halkımız için zorluklarla, acılarla dolu bir dönemin bulunduğu söylenmelidir.

Devrimciler için de, yeni mücadele günleri... 1. Bu hükümet yeni tür bir MC hükümetidir. Bu nokta öncelikle ve açıklıkla ortaya konulmalı ve birçoklarında varolan ve oportünist akımlar tarafından beslenen, yeni hükümetin MC hükümetlerinden daha iyi ve “yumuşak” politikalar izleyeceğine ilişkin şaşkınlıklara meydan verilmemelidir.

Demirel’in, MHP ve MSP’nin “dıştan” desteğiyle kurduğu hükümeti kendi asıl hedefi olan bir erken seçim koşullarının bugün için mevcut olmaması nedeniyle ve ilerde bu koşulları yaratabileceği umuduyla oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bu yüzden bu hükümetin “geçici” bir nitelik taşıdığı da söylenebilir. Ama bütün bunlar, bu hükümetin, ‘“MC uygulamaları” diyebileceğimiz temel politikalar yürüteceği gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Herşeyden önce bu hükümet halkımızın değil büyük -tekelci- sermaye gruplarının ve onların uşaklarının istekteriyte kurdurulmuştur.

Tekelci burjuvazi ise bu hükümetten neler beklediğini (ya da onu nelere memur ettiğini!) tekrar tekrar kamuoyuna duyurmaktan bile çekinmiyor. DGM’lerin çıkarılmasını, 141, 142’nin (daha çok) işletilmesini, demokratik hakların, grevlerin ve sendikal mücadelenin (daha da) kısıtlanmasını istiyorlar. Yeni zamlar, ihracat ve ithalata yeni kolaylıklar sağlanmasını talep ediyorlar. Açıkça ortaya koymaktadırlar ki özellikle yeni bir toplu sözleşme döneminde emekçi kitleler üzerinde, onların tepkilerini bastırmaya yarayacak yoğun-faşist baskı uygulamalarına ihtiyaç duymaktadırlar. Bu hükümet döneminde yapılacak olanlar kesinlikle bu doğrultuda olacaktır. Faşist köpekleri halkın üzerine salacaklar; yeni katliamlar-yeni cinayetler işletecekler; onların yetmediği yerlerde resmi devlet güçlerinin baskı ve zorbalığını artıracaklar, “anarşi ve bölücülük” naralarıyla, halkın direnme gücünü bütünüyle yok etmeye yönelik olarak devlet terörünü alabildiğine yoğunlaştırmaya çalışacaklardır.

Bu noktada Demirel’in kendi niyetleri bile fazla bir şey ifade etmez. Bir başka ifadeyle emekçi halk üzerindeki baskı politikalarının MC uygulamaları biçiminde yoğunlaştırılması, Demirel’in erken seçim hesaplarıyla kaçınabileceği bir şey değildir. (Ayrıca Demirel’in erken seçime yönelik politikasının esası da tekelci burjuvazinin taleplerini yerine getirme sağ-gerici güçleri kendi arkasına toplama yönünde olacaktır. Bugün için bir erken seçim ihtimali olmadığı için, bunu bir yana bırakıyoruz.)

2. Elbetteki, yeni hükümet döneminde her şeyin MC dönemlerindekinin aynısı olması beklenemez. Bu, yeni tür bir MC olacaktır. MSP ve MHP ile llişkilerde, onların elde

Page 136: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  135  

edecekleri olanaklarda ve nihayet onların bu hükümete karşı tavırlarında belirli farklılıklar olacaktır ve bu farklar nedeniyle MSP ve MHP’nin tutumları hükümetin geleceğini etkileyen önemli faktörler olarak ortaya çıkacaktır.

Birinci olarak, MSP’nin hükümeti dışardan (ve “kerhen”) desteklemekte olması sonucu, hükümet IMF ve ABD ile olan ilişkilerinde eskiye oranla daha serbest (yani IMF’ye ve ABD’ye daha çok bağımlı!) davranabilecektir. Ortadoğu’daki kriz şiddetlendikçe ve gelişmeler Türkiye’yi daha açık tavır alışlara zorladıkça MSP’nin "kerhenliğinin" de şiddetlenmesi beklenebilir.

İkincisi, MHP’nin AP ile ve yeni hükümet politikaları ile olan ilişkisi açısından da yeni durumlar sözkonusudur. Bilindiği gibi AP ile MHP, egemen sınıfların içinde bulunduğu krizin çözümü konusunda farklı iki siyaseti temsil etmektedirler. MHP bir açık faşist diktatörlük tercihini AP ise gizli faşizm dediğimiz parlamentonun bütünüyle ortadan kaldırılmadığı çözümleri esas almaktadır. MHP, askeri müdahalelerin zorlanmasından geçen bir iktidar stratejisini esas almakta ve bu arada faşist katliamların desteğiyle hakimiyeti altındaki bölgeleri genişletmeye (ve korumaya) çalışmaktadır.

Bu çelişki ya da farklılık, CHP hükümeti döneminde MHP'nin bir askeri darbeyi zorlama yönünde çabalamasına karşılık AP’nin Ecevit’i ve CHP’yi yıpratarak bir erken seçimi zorlamak yoluyla kendisine yeniden bir iktidar yolu açmayı esas alması şeklinde biçimlenmiştir.

MHP ile AP arasındaki, faşizmin gizli ve açık uygulamaları arasındaki bir çeşitlenme olarak ortaya çıkan bu ayrılık, CHP hükümeti döneminde CHP’nin ve hükümetin yıpratılmasına yönelik faşist saldırı ve katliamlar temelindeki bir uzlaşmaya bağlanmış durumdaydı. Şimdi, yeni hükümet döneminde Demirel’in ilerde erken seçimi hedefleyen uygulamalara yönelmesi halinde bu çelişki giderek keskinleşebilecektir.

3. Ancak bu hükümetle daha önceki MC’ler arasındaki bu ve benzeri farklılıklar, yukarıda söylediğimiz gibi, bu hükümet dönemindeki kısa vadedeki gelişmeler açısından bir değişiklik yaratmamaktadrr.

Aslında Demirel kendisi bile bazı şaşkınların boş hayallere kapılmalarını önlemek istercesine “isterlerse faşiım desinler” diyerek neler yapacaklarını ortaya sermektedir. Bunu uygulama düzeyinde de kanıtlamaktadır. Buna rağmen ilerici demokrat güçler arasında özellikle oportünistler ve reformistler aracılığıyla yeni hükümet konusunda tehlikeli bir iyimserliğin yaygınlaştırıldığı görülmektedir. Geçen seçimlerin tadına doyamamış (!) olmalıdır ki, bir çokları gözlerini yeni bir seçim hayaline dikmiştir. Ve bu hükümete yeni bir MC demeye bile dilleri varmamaktadır. Bu şaşkınlıklar süratle giderilmeli ve yeni hükümetle birlikte yükselen faşist saldırılara karşı, yeni MC eliyle gündeme getirilecek tüm saldırı politikalarına karşı en geniş halk kesimlerinin direniş mücadelesi yükseltilmelidir. Hükümetin ömrünün ne ol abileceği konusu şimdi önemli bir nokta değildir. Bugün için önemli olan, güncel olan şey, şimdi egemen sınıfların istemleri doğrultusunda bütün yoksul halk kesimlerinin üzerine yöneltilecek yoğun baskılara karşı her alanda yaygın bir direnişin ortaya konulmasıdır.

Kıyımlara, sürgünlere, zulümlere uğratılacak, demokratik hak ve özgürlüklerine, grev hakkına, yaşama hakkına saldırılacak, elindeki son lokması da alınmak istenecek en geniş halk kesimlerini faşizme karşı devrimci direniş mücadelemizin saflarına

Page 137: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  136  

kazanabilmemiz ve direniş mücadelemizi yükseltebilmemiz için, koşullar son derece elverişlidir. Mevcut somut durumun öne çıkardığı güncel sorunları kavrayarak faşist güçlerin satdırılarını geri püskürtmek için ülkenin her yerinde ve hayatın her alanında yaygın direniş mücadeleleri örgütlemek için ileri atılınmalıdır.

Resmi-sivil tüm faşist saldırılara kararlılıkla karşı koymalıyız. Her faşist saldırı hakettiği karşılığı görmelidir.

Faşist güçlerin saldırılarına uğrayan herkesle, bütün demokrat-yurtsever unsurlarla birleşmeye çalışmalıyız. Faşist güçlerin saldırdığı herkese sahip çıkmalıyız. Haksızlığa, sürgüne, zulme uğratılan herkesin yardımına koşmalıyız.

Ve faşizmin saldırı ve tehtidi karşısında herkesin yüreğindeki korku ve yılgınlıkları yok etmeli, yerine devrimci direniş mücadelemizin korkusuzluğunu ve zafere olan inancını doldurmalıyız.

Page 138: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  137  

Muhtıra - Baskı Yasaları - Amerikan Üsleri ve Devrimci Mücadele

DY, Sayı 34, Ocak 1980 İÇİNDE Türkiye’nin de bulunduğu bir kısım Ortadoğu ülkesindeki iç politik gelişmeler ve mücadeleler giderek artan bir şekilde, bütün bölgedeki gelişmelerle daha iç-içe bir şekilde ele alınması gereken bir konuma girmektedir.

İran devriminin -sıkça işaret edildiği gibi-. ABD’nin Ortadoğu’daki egemenlik sistemini köklerinden sarsmasından sonra, bölgedeki gelişmeler birdenbire hızlı bir tırmanış göstermeye başlamıştır. İran’daki son olaylar, elçilik baskını, bir ABD müdahalesi ihtimali konuları dünyayı meşgul etmekteyken, “Afganistan olayı” patlamıştır. Bölgedeki kendi egemenlik alanlarını koruma tedbirleri peşindeki ABD’nin -uzunca bir süredir Sovyetler’le “iyi ilişkiler” içindeki- Afganistan’daki girişimleri karşısında Sovyetler'in Afganistan’ı (işleri bitince geri çekilmek üzere) işgal etmesi, Ortadoğu’daki dengelerin hangi kritik noktaya ulaştığının bir kesin göstergesi otarak görülmelidir. Öte yandan, ABD emperyalizminin hakimiyeti altındaki bir ülke otan Türkiye’de (Ortadoğu’daki gelişmelere işaret ederek savaş hazırlığından sözeden bir muhtıranın gürültü-patırtısı arasında!) Türk-Amerikan Savunma İşbirliği Anlaşması, kaşla göz arasında halledilivermiştir. Türkiye’ye karşı uzunca süredir uygulanan “askeri ambargo”nun da fiili olarak tamamen sona erdiği, ‘“askeri yardım'ların başladığı ifade edilmektedir. Komutanların, Demirel’e verdiği ikinci mektupta sözü edilen askeri malzeme ve yedek parça ihtiyaçlarının süratle karşılanacağı bildirilmiştir. Bütün bunlar, elbette ki bir yandan ABD’nin kendi egemenliği altındaki ülkelerdeki konumunu güçlendirme ihtiyacının bir sonucu (ya da kanıtı) olduğu gibi, aynı zamanda ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki muhtemel gelişmeter karşısında Türkiye’ye ne gibi bir rol atfettiğini de tartışmasız bir açıklıkla ortaya koymaktadır.

Devrimci Yol’da öteden beri ABD’nin Türkiye’ye atfettiği bu rolürı, en iyi bir şekilde ancak bir Amerikancı - açık faşist diktatörlük tarafından yerine getirilebileceğine defalarca işaret edilmiş, Ortadoğu bütünlüğü içindeki gelişmeler hızlandıkça, ABD’nin Türkiye’deki politik gelişmelere bu yönde müdahalelere başvurmasının kaçınılmaz bir şey olduğuna değinilmiştir. ���25 Mayıs 1979 tarihinde çıkan Devrimci Yol’da, bu konuda şunlar yazılıdır:

“Konuya bu, (Türkiye-ABD ilişkileri) açısından yaklaşıldığında, hemen görülebilen şey, ABD’nin bölgedeki egemenlik ilişkilerini koruyup sürdürmek için uygulayacağr politikaların yürütülüşünde Türkiye’ye daha çok “gereksinme” duyacağıdır. Ortadoğu’daki mücadeleler derinleştikçe ve ABD’nin açmazları derinleştikçe Türkiye’nin devlet politikası olarak daha doğrudan bir tarzda ABD politikalarına araçlık etmesi, ABD açısından daha çok gerekli hale gelebilecektir... ABD emperyalizminin Ortadoğu politikalarının Türkiye’nin kendisine doğrudan ve açıktan destek olacak bir tavır izlemesine gereksinme duyduğu andan itibaren, ABD’nin Türkiye’de bu iş için en elverişli bir çözüm olan askeri bir faşist diktatörlük oluşturmaya yönelmesi herhalde ihtimal dışı bir gelişme sayılmamalıdır... Faşizmin açık-gizli, resmi-sivil, tüm güçleri (ise) Türkiye’nin geleneksel-resmi Amerikancı politikalarından yana açık tavır koymuşladır. (Devrimci Yol, s. 28, sh. 8, “Ortadoğu’da ABD politikaları” başlıklı yazı)

***

Page 139: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  138  

Daha ilk andan itibaren muhtıra ile, hiç değilse kısa vadede bir askeri idareye geçilmesinin amaçlanmadığı ortada idi. Bu, ilk anda yaratılan gürültü patırtı ile istenilen etki ve sonuçlar elde edildikten sonraki “demokratikleştirme operasyonları”(!) ile iyice açığa çıktı! Demirel, “kendisine bağlı olan komutanları çağırarak” dertlerini dinledi(!) ve ordunun savaşa hazırlanmasından sorumlu bir başbakan olarak, TV’de son derece “demokratik bir manzara” canlandırdı. (!) Oyunun birinci perdesi de böylece tamamlandı ve muhtıra patırtılarının yerini bu kez “savaş tamtamları” almaya başladı. Bu yazının yazıldığı sıralarda da, bazı çevrelerden özellikle bir şavaş hazırlığı havası estirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu tartışmaların önümüzdeki günlerde de sürdürüleceği anlaşılmaktadır.

Olup biten olayların tozu- dumanı arasında görülebilen şey şudur. Egemen sınıfların politik plandaki açmazları, içerde ve dışardaki gelişmeler karşısında iyice derinleşmektedir. Kuşkusuz ki gelişmelerin, egemen sınıfların ve emperyalizmin çıkarları açısından inceden inceye hesaplanmış (ve sonu mutlaka bir askeri diktatörlükle sonuçlanacak!) bir plan dahilinde cereyan etmekte olduğunu düşünmek saçmalıktır. Zaten gelişmeler öylesine derin ve kökten altüst oluşlarla doludur ki hiç bir “tanrı”nın gücü, bu gelişmeleri bir plana uydurmaya yetmez. Ama emperyalizmin ve egemen sınıfların genel çıkarları açısından bakıldığında, onların önlerindeki seçeneklerin gittikçe daraldığı da bir gerçektir. Ecevit eliyle bir “CHP - AP” koalisyonu öne sürülürken, bugün için gerçekleşme şansı görülmese bile, “sondan bir önce” başvurabilecekleri bir seçenek için, bir açık kapı oluşturmaya çalışılmaktadır.

***

Muhtıranın tartışma konusu edilen bir çok yanı vardır. Ama bir de hiç tartışma konusu edilmeyen (tartışmasız) bir başka yönü daha vardır ki; bu, onun emekçi halklarımıza karşı olan muhtevasına aittir.

Egemen sınıfların açmazları derinleştikçe saldırganlaşmaları olağandır. Nitekim “seri operasyonlarla sıkıyönetimin görevlerini başarıyla tamamlayarak ordunun asli görevine dönmesi gereği” ifade edilirken, Devrimci Hareketin asıl hedef olarak belirlendiği görmezden gelinmemelidir. Ve her türlü tertip ve saldırıya karşı hazır olunmalıdır.

Emekçi halklarımızın en ağır koşullar altında yaşadığı ve “Ana Muhalefet Partisi” Başkanı Ecevit’in”hükümete karşı muhalefet yürütmediklerini açıkça söylediği ve de baskı yasaları ile, Amerika’ya kölelik anlaşmalarını desteklediği bir ortamda, Devrimcilere düşen görevler ortadadır. En geniş halk kesimlerinin muhalefetini güçlü bir direniş hareketinin etrafında birleştirecek bir mücadele çizgisi kararlılıkla sürdürülmelidir. Direniş mücadelelerinin bütün yurt çapında yaygınlaştırılmasının koşulları vardır. Ücretleri kısıtlanmak (hatta dondurulmak) istenecek, her türlü örgütlenme ve mücadele hakları elterinden alınacak, sürgünlere - kıyımlara uğratılacak milyonlarca emekçinin devrimci mücadeleleri ile her fabrika, her okul, her işyeri oligarşinin her türlü saldırısını püskürtebilecek birer direniş kalesi haline dönüştürülecektir.

Page 140: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  139  

Ortadoğu ve Türkiye’de Durum ve ABD Çıkarları

DY, Sayı:35, Nisan 1980 İRAN ve Afganistan’daki gelişmelerden sonra, tam ABD tarafından İran’a karşı yeni bir hareket geliştirilmeye başlandığı bir sırada İran’la Irak arasındaki (ötedenberi süregelen) anlaşmazlıkların mevzi-sınır çatışmalarına dönüştüğü görüldü. Ve bu yüzden Lüksemburg’un bir milyon dolarlık yardımı ve Cumhurbaşkanı’nın bir türlü seçilemeyişi ile meşgul olan Türkiye’de ve dünyada gözler bir kere daha Ortadoğu’ya çevrildi. İran’da Kürtlerle merkezi hükümet kuvvetleri arasında çatışmalar sürüyor. ABD, Türkiye’den İran’a karşı ilan ettiği ambargoya katılmasını istedi... l. Ortadoğu’daki ABD politikaları, İran’ın ABD’den kopmasından sonra onun Ortadoğu’daki temel dayanağını oluşturan Mısır-İsrail cephesinin güçlendirilmesine yönelmiştir. Bir yandan Türkiye - Suudi Arabistan-Irak gibi ülkelerle bu cephe takviye edilmeye (ve mümkünse bir pakt altında birleştirilmesine) çalışılmakta, diğer yandan da Ortadoğu ülkeleri arasındaki çelişmelerden yararlanılarak İran’ın da katılacağı güçlü bir Arap-Filistin cephesinin oluşturulmasına engel olunmaya çalışılmaktadır. Gerek İranla Irak arasındaki çatışmalar, gerekse İran içinde ve bölgede sınıfsal ve anti-emperyalist bir temele oturmayan, dinsel ve “ulusal”, vb. nedenlere dayalı çatışmalar, ABD emperyalizminin ���Ortadoğu’daki yürüttüğü politikalarıyla tam bir uygunluk göstermektedir.

Bölge çeşitli ulusal ve mezhep ayrılıklarını bünyesinde taşımaktadır. (Sadece İran’da; Arap ve Fars kökenliler, Kürtler, Azeriler ve Belücüler yaşamaktadır. Bunların bir çoğunda Şii ve Sünni mezheplerini benimsemekten ileri gelen ayrılıklar vardır.) Irak - İran - Suriye gibi ülkelerin yönetimleri de mezhep bakımından farklılıklar göstermektedir. (İran, Irak’ın İran’daki Sünni Kürtleri kışkırttığını; Irak ise İran’ın, Irak’taki Şii’leri, Sünni yönetime karşı kışkırtıp örgütlediğini ileri sürmektedir.) Libya ile birlikte İsrail’e karşı ,”kararlılık cephesinde” yer alan ve Irak’la öteden beri çatışma halinde bulunan Suriye ise, Irak’ı; İran’a karşı tavrından dolayı Amerikancılıkla suçlamaktadır.

İran devrimi de gerçek bir halk devrimi tarafından gerçekleştirilebilecek olan şeyleri başaramamış, önderliğinin niteliğinden dolayı, ne içerdeki ne de dışarda bölge halkları ile arasında var olan sorunları çözememiştir. Irak’ta S. Hüseyin yönetimi ise uzunca bir süreden beri “Batı yanlısı” bir politikaya yönelmiştir. Ve İran’la Irak arasında meydana gelen çatışmalarda sergilenen tavırfarı onun bu politikasının bir sonucu olarak değerlendirilmektedir.

Özetle ifade etmek gerekirse, Ortadoğu ülkelerinin burjuva yönetimleri tarafından izlenilen dar-tutarsız politikaları sonucu, bölge halkları arasında var olan ayrılık unsurlarının emperyalizm tarafından kolaylıkla istismar edilebilir bir hale gefmesine yol açmakta ve bölge halkları arasında emperyalizme ve İsrail - Mısır cephesine karşı güçlü bir Filistin - Arap cephesinin kurulmasına mani olmaktadır.

2. ABD’nin Ortadoğu'da uyguladığı politikalar, kuşkusuz ki Ortadoğu’daki Amerikan çrkarlarının korunmasında Türkiye’nin de "en iyi" bir şekilde kullanılmasını da öngörmektedir. Ortadoğu’da işler gittikçe kızışırken ABD’nin, İran’a karşı uyguladığı

Page 141: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  140  

“ambargo”ya Türkiye’nin de katılmasını istemesi ve tam da bu sıralarda Suudi Arabistan ile Amerikan petrol ve silah tekelleri arasındaki “esrarengiz” bir adam olduğu söylenen Kaşıkçı’nın “zuhur etmesi” ilginç bir raslantı olmuştur. ���Gerçi Türkiye’nin (hele bugünkü yönetim şekliyle) kendisinden talep edilen şekilde İran’a karşı yürütülecek “ambargo”ya katılması pek kolay olmadığı için bu gerçekleştirilememiştir. Ama ABD’nin Ortadoğu’daki kendi çıkarlarının korunması için Türkiye’ye biçtiği rolün yerine getirilebilmesi için Türkiye ile yakından ilgilenmeye devam edeceğine hiç şüphe yoktur. Nitekim, ABD Temsilciler Meclisinin geçenlerde hazırlattığı raporda, Türkiye’nin Ortadoğu’daki Amerikan çıkarları açısından önemli bir rol oynayacağından söz edilerek, Türkiye’nin ihtiyacı olan ekonomik - askeri yardımlar konusunda olumsuz hareket edilmemesi talep edilmekteydi.

3. Dışarda bütün bu gelişmeler olurken içerde Cumhurbaşkanlığı vesilesiyle egemen sınıfların yönetim çıkmazlarının belirli bir dönüm noktasına gelip tıkandığı gözlemlenmektedir.

Bu tıkanıklığın nedeni, bugünkü koşullardaki bir Cumhurbaşkanlığı seçiminin, egemen sınıfların bunalımının çözümü için önlerindeki yollar konusunda da belirli bir tercih (en azından bir yanın ağırlık kazanması) anlamına da gelecek olmasıdır. ���Bu durum özellikle AP’nin çıkmazları ve kararsızlıkları ile de ilgilidir. Demirel; karşı karşıya bulunduğu açmazların bir sonucu olarak Cumhurbaşkanlığı seçiminin yarattığı durumu alabildiğine zorlamakta, kendi açmazlarını çözebilecek bir yol aramaya çabalamaktadır.

Demirel bizim gizli faşizm dediğimiz (parlamentonun ve onun bünyesinde oluşan hükümetlerin yönetimde etkin bir rol oynar göründüğü, fakat aynı zamanda kitlelerin düzene olan muhalefetlerinin bastırılabilmesi için resmi-sivil faşist saldırı araçlarının sonuna kadar uygulandığı) bir yönetim şeklini savunmaktadır.

Bilindiği gibi Demirel, en son bir erken seçimi hedefleyerek bugünkü yeni MC’yi oluşturmuştur. Aradan geçen uygulamalar giderek Demirel’in istediği gibi (bugün tekelci burjuvazinin buhrandan çıkış için diğer en kuvvetli tercihi olan açık faşizmin de yerini tutacak) bir güçlü iktidar oluşturabilmesi ve bu yolla egemen sınıfların iktidar krizinin çözülmesi imkanını zayıflatmakta ve hatta ortadan kaldırmaktadır.

İşte bu yüzden Demirel, Cumhurbaşkanlığı seçimini bir yönetim şekli tartışması için köprü olarak kullanmakta, güçlü bir iktidarın oluşmasını sağlayacak yönde bir “anayasa değişikliği” sorunu ortaya atılmaktadır.

Demirel’in “anayasa değişikliği”nin gerçekleştirilmesindeki büyük güçlükleri bile bile böyle bir zorlamaya başvurabilmesinde, karşısında bir AP - CHP “diyaloğu” geveleyip durmaktan başka bir şey bilmeyen “Ecevit politikası”nın da önemli bir payı olsa gerekir.

Ecevit, kendisinin bir şey yapabileceğine her halde artık kendisi de inanmamaktadır. Bütün bu gelişmeler karşısında bir AP - CHP “diyaloğu” önermekten başka bir şey bulamamaktadır. Bu politikanın anlamı ise şudur: Ecevit, hem düzenin buhrandan çıkışını, hem de kendi (yüksek!) siyasi geleceğinin “kurtuluşunun”, AP ile CHP’nin anlaşarak kitlelerin devrimci muhalefetinin bastırılmasıyla sağlanabileceğini düşünmekte ve bundan başka bir çıkış yolu da görememektedir. ���Ecevit’in ısrarla bir

Page 142: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  141  

AP-CHP diyaloğunu önerip durmayı adeta “tek politika” haline getirmesi özellikle ordu ve tekelci burjuvazi içindeki “açık faşizm” eğilimlerine karşı bir AP - CHP koalisyonu tercihini kuvvetlendirmeye yörıeliktir. ���Bunun anlamı ise şundan ibarettir: Ecevit egemen güçlere “Eğer işçileri ve yoksul halkı ezecekseniz bizimle beraber ezin, bu şekilde daha güzel ezersiniz. Bu şekilde ‘açık faşizm’ gibi çirkin ve tehlikeli ezme yollarına da lüzum kalmaz” demektedir. ���İşte Cumhurbaşkanlığı seçimleri, bütün bu “seçenekler” konusunda da belirli bir “Seçme” anlamına geldiği içindir ki, bu konulardaki kararsızlık ve bocalamaları da kaçınılmaz olarak yansıtmaktadır.

4. Şimdilerde, hemen herkes tarafından egemen sınıfların yönetim çıkmazlarının ve ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının, Türkiye’de bir askeri faşist diktatörlüğü getirip dayatmakta olduğu kabul edilmektedir. Ancak, böyle bir değerlendirme kendi başına, yaşanılan süreçteki egemen sınıfların temel politikalarını açıklamaktan uzak kalmaktadır.

Yalnızca bir açık faşizm ihtimalinden söz edildiğinde, ağırlıklı olarak hükümetin tayin edilmesinde ordunun doğrudan bir şekilde belirleyiciliği (ya da ordunun doğrudan idareyi ele alması) akla gelmektedir.

Oysa bugün yaşanılan süreçte, egemen sınıfların sorunu sadece bu çerçeve içerisinde sınırlı görülmemelidir. Bugün egemen güçler açısından ağırlıklı olarak söz konusu edilmesi gereken sorun, ordunun işçilere ve halka karşı doğrudan bir taraf olarak kullanıldığı bir iç savaş sürecinin geliştirilmesi açısından değerlendirilmelidir. Sivil faşist çetelerin, işçilerin - devrimcilerin ve halkın üzerine saldırtılmasıyla başlatılan bir iç savaş süreci, şimdi artık resmi devlet güçlerinin halka ve devrimcilere karşı daha etkin bir tarzda saldırtıldığı bir aşamaya doğru geliştirilmektedir.

Aslında bu sürecin daha şimdiden kısmen yaşanır durumda olduğunu söylemek yanlış değildir. Demirel hükümetinin kurulmasından sonra gündeme getirilen uygulamalar sonucu Ecevit tarafından başlatılan bir süreç hızla derinleştirilmekte, Demirel orduyu kendi sevk ve idaresi altında işçilerin, gençlerin, halk kitlelerinin üzerine saldırtmakta ve resmi devlet kuvvetleri giderek daha açık bir şekilde sivil faşist cinayet şebekelerinin hamiliği ve yardımcılığı görevini üstlenmektedir. ���Yaşanılan sürecin en belirgin özelliklerinden biri, artık çoğu kere resmi devlet kuvvetlerinin açıktan yer aldığı kitlesel katliamların günlük ve sıradan bir olay haline getirilmesidir.

Açmazları derinleştikçe, Tarsus'ta olduğu gibi kudurmuş köpekler gibi saldırıyorlar.

Her saldırılarını, bu zulüm ve sömürü düzeninin yıkılması doğrultusunda egemen sınıfların yeni bir açmazına dönüştürmek; ve yoksul halkımıza karşı işledikleri her alçakça cinayetin hesabını emperyalizmin ve sömürücü sınıfların bütün köpeklerinden teker teker sormak bizim de boynumuzun borcudur.

Page 143: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  142  

Faşizm, Halka Karşı İlan Edilen Bir Savaştır

FAŞİZM bir savaştır!

Faşizm, sömürücülerin tüm emekçi halka karşı ilan ettiği bir savaş ve bütün bir halkın ekmeğine, özgürlüğüne ve canına yönelen bir tehdittir.

Faşistler, bu açık gerçeği sanki her gün yeniden kanıtlamak ve bu gerçeği bir türlü görmek istemeyen şaşkınların kafasına sokmak istercesine saldırıyorlar. Azgınca ve pervasızca cinayetler işliyorlar. Bütün hayatını halkına adayan doktorları, avukatları, öğretmenleri, işçileri ve tazecik yürekleri sadece ve sadece emekçi halkı için çarpan gençlerimizi birer-ikişer acımasızca katlediyorlar... Bu saldırıların son zamanlarda, özellikle sıkıyönetimin ve yeni MC’nin kendilerine sağladığı geniş imkanlar sayesinde iyice yaygınlık kazandığı; ve CHP’nin il ve ilçe yöneticilerine yönelik saldırıların da iyice arttığı görülmektedir. Faşist saldırıların sadece devrimcilere değil, sadece CHP’lilere değil, MSP’lilere kadar uzanan en geniş kesimlere yöneldiği görülüyor.

Faşist saldırıların yaygınlaşması herşeyden önce faşistlerin yurt çapında yürüttükleri hakimiyet kurma savaşına hız verdikleri ve yeni - faşistleştirilmiş- mevziler elde etmeye çalıştıklarını ortaya koymaktadır. Faşistler bu şekilde son yıllarda devrimci hareketin gelişmesinin sonucunda kaybettikleri mevzileri sıkıyönetim ve diğer resmi güçlerin desteği ile yeniden ele geçirmeye çalışmaktadırlar.

***

Faşist saldırıların yaygınlaşması ve toplumun değişik kesimlerine yönelmesi toplumda varolan siyasal kutuplaşma ve kamplaşmanın bugüne kadar Türkiye tarihinde görülmedik boyutlara ulaşmasına yol açmaktadır. Çatışmalar yurdun ve toplumun her kesimini kaplamıştır. Faşist saldırılarla beraber korkunç bir enflasyon ve pahalılığın sonucu olarak halk muhalefeti de, devrimci mücadele ile birlikte durmadan genişlemektedir.

Bütün bunlar, kuşkusuz şimdi ortaya çıkan gelişmeler değildir. Sürekli vurguladığımız gibi, yıllardır yaşanan olaylar kaçınılmaz sonuçlarını, toplumun en geniş kesimlerini etkileyecek ve sarsacak şekilde, ortaya çıkarmaktadır. ���Bu gelişmelerin, beraberinde yeni devrimci görevler de getirdiği ortadadır; daha doğrusu bugüne kadar defalarca vurgulanmış olan devrimci görevler, şimdi bir kat daha fazla bir önem kazanmaktadır. Devrimci önderlik görevlerinin yerine getirilmesi için bütün bu gelişmeler doğru bir şekilde değerlendirilmeli; devrimci mücadelenin görevlerinin genişlediği, hedeflerinin de giderek büyüdüğü iyi kavranmalıdır.

***

Faşizmin hakimiyet kurma ve yok etme savaşına karşı emperyalizmin ve yerli uşaklarının bütün bir halkın ekmeğine, özgürlüğüne ve yaşama hakkına yönelen bu savaşa karşı, anti-faşist bir savaş kesinlikle gereklidir.

Page 144: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  143  

Faşistlerden uzaklaştırılması mümkün olan herkesi tarafsızlaştırmalı; emperyalizmin uşağı bir avuç sömürücüyü ve onların köpeklerini bütün emekçi halk kesimlerinden tecrit edebilmek için çalışmalı; faşist saldırı ve tehdite maruz kalan herkesle birleşmeli, faşistlerin halka yönelen her türlü saldırı ve baskısına şiddetle karşı çıkılmalı; döktükleri kan asla yerde kalmamalı, halka kalkan eller mutlaka kırılmalıdır...

Bu gerçekler, şimdi, çok daha geniş kitleler tarafından açıkça görülebilmekte; kitlelerin içinde varolan faşizme karşı barışçı hayaller hızla yıkılmaktadır.

***

Bütün bunlara rağmen faşizme karşı devrimci bir mücadele anlayışı konusunda zararlı ve tereddütlü eğilimlerin özellikle çeşitli oportünist gruplar tarafından hala savunulmaya çalışıldığı da ortadadır. Örneğin hala halk içinde faşizme karşı biriken tepkileri ve yükselen halk muhalefetini devrimci bir doğrultuya yönlendirme ve en geniş halk kesimlerini faşizme karşı birleştirme görevleri ile, faşist saldırılara karşı militan bir mücadelenin örgütlenmesi görevlerini birbirine zıt şeyler olarak gören anlayışlar hala savunulabilmektedir. Oysa, ancak faşist saldırı ve tehditler gerektiği gibi etkisizleştirilebildiği taktirde, faşizme karşı geniş kesimlerin tepkileri getiştirilip örgütlenebilir; faşistlerin döktükleri kan gerçekten yerde kalmaz, halka kalkan eller gerçekten kırılırsa, halkın faşizme karşı direniş azmi güçlendirilebilir. Ve yine ancak faşizme karşı en geniş kesimler birleştirilebilirse, faşizm yenilgiye uğrayabilir.

Bu devrimci anlayışa çeşitli saçma gerekçelerle karşı çıkanlar hala vardır.

Kimileri faşizme karşı olan herkesin birleşerek, kararlılıkla ve cesaretle savaşmasından başka bir yol olmadığını anlamaya yanaşmıyor; kimileri de "ortada savaşan iki ordu olmadığı için savaştan söz edilemez" diye diye, aptallıktan başka bir mana ifade etmeyen bir oportünizmi hala savunmayı sürdürüyor.

Bütün bu zararlı ve tereddütlü eğilimler yenilmelidir. Faşistler, "ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız" diye diye, devletin resmi kuvvetlerinin desteğiyle, hiçbir savaşta olmadığı kadar alçakça cinayetler işleyerek apaçık bir savaş yürütüyorlar.

Emperyalistlerin ve sömürücü büyük patronların adına halka karşı yürütülen bu savaşa karşı, karartılıkla ve cesaretle savaşmaktan başka bir yol olmadığını; faşizme teslim olmamak için, yaşamak için bu ölüm kalım savaşı neyi gerektiriyorsa onu yapmaktan başka bir yol olmadığını hiç kimse aklından çıkarmamalı ve bu gerçek herkese iyice kavratılmalıdır. ���Çünkü ancak bu şekilde faşizm yenilebilir, halk kazanabilir!

Page 145: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  144  

I. BÖLÜM EKLER Türkiye’de 12 Eylül Darbesi ve Devrimci Mücadele

Kasım 1980 12 EYLÜL 1980’deki askeri darbe ve bunun sonucu olarak Türkiye’de askeri-açık faşist diktatörlüğün kurulması ile ortaya çıkan son gelişmelerin etraflı bir değerlendirilmesine ihtiyaç olduğuna kuşku yoktur. Bu askeri darbe Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki son yıllarda iyice hızlanan gelişmeler bakımından ne anlama gelmektedir? Böyle bir gelişme genel olarak Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin ve Devrimci Hareketin gelişimini ne yönde etkileyecektir? 1- 12 Eylül darbesi emperyalist güçler ve yerli egemen sınıflar tarafından uygulattırılmakta olan ekonomik programın bir sonucudur. ���Askeri darbenin öncelikle son bir kaç yıldan bu yana emperyalist sömürücü güçler tarafından uygulattırılmakta olan -IMF patentli- ekonomik programla olan sıkı ilişkileri üzerinde durmak gerekir.

Bilindiği gibi Türkiye’deki mevcut ekonomik yapı 1975’ler sonrası iyice sarsılmaya, yıllardan beri biriktire geldiği sorunların tam bir keşmekeşe dönüşmesiyle tam anlamıyla tökezlemeye başlamıştır. Türkiye ekonomisinin bütünüyle bağımlı olduğu emperyalist güçlerin dayatmasının bir sonucu olarak ta 1975’lerden bu yana Türkiye’deki bütün hükümetler IMF tarafından belirlenen bir ekonomi politikasını yürütmüşlerdir. Artık herkes tarafından bilindiği gibi bu ekonomi politikasının esası bir yanda fiat ve para ayarlamaları (zam ve devalüasyon) diğer yanda da kitlelerin alım güçlerinin sınırlandırılmasına (ücret ve maaşların sabit tutulması) dayanmaktadır.

1977’lerde iktidara gelmeden önce Ecevit, bu ekonomi politikasının demokratik bir ülkede uygulanamayacağını söylüyordu. Ecevit’in bu programın demokratik bir ülkede uygulanamıyacağını söylemesinin nedeni açıktı. Bir yandan sürekli zam ve devalüasyonlar uygulanırken ücret ve maaşları sabit kalan ya da çok az artan kitleler ağır bir sefalete sürükleneceklerdi. Bu durumda kitlelerin yoğun tepkilerinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktı. Ancak gene hatırlanacaktır ki aynı Ecevit (MSP’nin muhalefeti yüzünden IMF’nın istediği bir politikayı yürütemez hale gelen MC’nin düşürülmesinden sonra) iktidara gelince, demokratik bir ülkede uygulanamayacağını söylediği IMF programını aynen uygulamaya devam etti. Bir yanda IMF politikalarını aynen uygularken diğer yandan da kitlelerin tepkilerini bastırabilecek politikalara yöneldi; yeni baskı yasaları hazırladı; önce sivil sıkıyönetim uygulamalarını gündeme getirdi ve nihayet Maraş olaylarını bahane ederek sıkıyönetim ilan etti. Aslında bu uygulamalarıyla Ecevit gerçekte kendi siyasi geleceğini de belirlemişti. Sivil sıkıyönetim uygulamalarının gündeme geldiği dönemde Devrimci Yol şöyle yazmıştı:

"Bu gelişmelerin en son geldiği yer sivil sıkıyönetim uygulamalarıdır. Bugün (bir yanda) polis tarafından her türlü işkence uygulamaları faşist katliamları takviye edecek şekilde sürdürülürken sözde anarşiyi önleme uğruna giderek artan biçimde ordu devreye sokulmaktadır. Bu gelişmelerin Latin Amerika ülkelerinde sıkça rastlanan türden sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla yürütülen baskıcı bir yönetim doğrultusundaki bir gelişme sayılması gerektiği söylenebilir ki, bu tür yönetimleri çoğunlukla açık faşist bir

Page 146: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  145  

yönetimin izlemesi kaçınılmaz bir şeydir." (Devrimci Yol, sayı 21, Ağustos 1978)

Gene Temmuz 1978’de aynı konuda şöyle yazılmıştı:

"Bu alınan tedbirler ise (...) ordunun devreye sokulması yoluyla, daha ileriki bir aşamada ordunun aracılık edeceği açık faşist bir rejime geçiş sağlamaktan başka bir anlama gelmez." (Devrimci Yol, sayı 20, Temmuz 1978) ���Özetle, bir yanda IMF’nin malum ekonomi politikası aynen uygulanarak, bir yandan da bu ekonomik uygulamalara karşı kitlelerin tepkilerinin yükselmesinin ve toplumsal patlamaların önüne geçebilmek için baskı politikaları geliştirilerek, bugünkü askeri faşist diktatörlüğün temelleri bizzat Ecevit hükümeti döneminde atılmıştır. Ecevit ve daha sonra yeni MC dönemlerinde alınan "tedbir"ler, sıkıyönetimler, baskılar, katliamların yetmediği yerde, düzenin kararlı bekçileri generaller sahneye sürülmüştür... Bu sonuç dünyada, emperyalist sömürü altında bulunan ve IMF uygulamalarını yürütmek zorunda bırakılan bütün ülkelerde hemen daima karşılaşılan bir durumdur. (1)

Şimdi her zaman olduğu gibi "iç hizmet yasası"nın bilmem hangi maddesine göre (!), gene sahneye sürülen generaller IMF politikalarının ve yerli tekelci çevrelerin şahane mümessili Turgut Özal’ın eşliğinde vatanı kurtarma adına ortalığı kırıp geçirmekte; yoksul halk kitlelerinin zam, devalüasyonlar, pahalılık, işsizlik altında ezilmesine yardımcı olmaya; bu acımasız sömürüye seslerini çıkarmadan razı olmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Grevler, toplu sözleşmeler yasaklanmış, kıdem tazminatı kısıtlanrnış, sendikalar kapatılmıştır. Cuntacı generallar bir avuç sömürücü adına kan dökmekte, asıp kesmekte ve bu şekilde mevcut düzene karşı gelişen toplumsal muhalefeti bastırıp dağıtmayı, devrimci hareket(ler)i ezmeyi kendilerine birinci görev olarak seçtiklerini açıkça ortaya koymaktadırlar.

2- 12 Eylül darbesi bunalımın gittikçe derinleşmesinin bir sonucu olarak iyice sarsılan mevcut sömürü düzeninin restorasyonunu ve yeniden disipline ederek rayına oturtulmasını hedeflemektedir.

12 Eylül öncesinde Türkiye’de bunalım toplumun bütün alanlarını kaplamış durumdaydı: Enflasyon, pahalılık, işsizlik had safhaya ulaşmıştı; ekonomik bunalımın bir sonucu olarak geleneksel toplumsal ilişkiler çürümeye - dağılmaya başlamıştı; düzenin siyasal kurumları, parlamento, partiler, hükümetler tamamen yıpranmış ve "iş" görmez hale gelmişlerdi. Düzenin içinde bulunduğu sorunlar karşısında "parlamenter demokrasinin olanakları" tamamen tıkanmış durumdaydı. ���Böyle durumlarda genellikle olduğu gibi vatanı kurtarmaya koşan cuntacı generaller, bir yandan işçilerin taleplerini bastırmaya, grev ve toplu sözleşme haklarını, kıdem tazminatı haklarını vb. kısıtlamaya, işçi sınıfının ve yoksul halkın çıkarlarını savunan devrimci hareketleri ezmeye çalışırken diğer yandan da sömürücüler için daha istikrarlı bir siyasi düzenin esasları da tepeden inme bir şekilde oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Bu cümleden olmak üzere mevcut sömürü düzeninin devam ettirilmesini sağlayabilecek "yeni" bir siyasi üst yapı oluşturmak üzere yoğun bir çaba ortaya konulduğu görülmektedir. Yeni bir anayasa tasarısının esasları zaten cuntadan bir yıl öncesinden beri dillerde (ve Amerikancı - tekelci iş çevrelerinin ellerinde!) dolaşmaktadır. Şimdi MGK tarafından yapılan resmi açıklamalarda bu yeni anayasanın esasları "resmileşmiş" durumdadır. 1961 Anayasasının 12 Mart döneminde ortadan kaldırılamamış olan bazı "demokratik" öğeleri de ortadan kaldırılmakta; Anayasa

Page 147: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  146  

Mahkemesi, Danıştay gibi kurumların fonksiyonları tamamen yok edilmekte; liderlerini kendilerinin daha kolayca değiştirebileceği iki partili bir siyasi yapı oluşturmaya yönelik siyasi partiler yasası öngörülmekte; bu suretle iktidar mekanizmasının tekelci burjuvazi tarafından daha rahat bir şekilde denetlenip yönlendirilebilmesi sağlanmaya çalışılmaktadır.

Cunta bu tür faaliyetlerini komik bir şekilde "demokrasiyi yeniden kurma" olarak lanse etmeye çalışmaktadır. "Komik" diyoruz, çünkü "demokrasi" burjuva anlamda bile ele alınsa; halkın kendi yönetim şeklini (biçimsel de olsa) kendisinin belirlemesi demektir. Oysa bunlar halkın elinde "özgürlük ve demokrasi" adına kırıntı halinde bile olsa ne varsa ortadan kaldırmaya çalışıyorlar; halkın, birkaç parababasının istediği biçimde sesi soluğu çıkmadan nasıl yönetileceğini belirlemişler (bir Amerikan uşağı, bu esasları Amerikalı gazetecilere anlatıp duruyor!) cunta, ellerindeki silahlara dayanarak, göstermelik bir anayasa oylaması ile halka anayasayı oylatacak; sonra da ne yaptıkları ne de getireceklerinin hiçbirisinin demokrasi ile uzak yakın alakası olmayan cunta; "demokratik" bir şekilde (!) demokrasi (!) yi kurmuş olacak!

"Demokrasi" ile ilişkisi(!) (2) bir yana, cuntanın bu konudaki faaliyetlerinin anlamı elbette açıktır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, Devlet iktidarı genel olarak egemen sınıflar açısından pekiştirilmeye-sıkıştırılmaya çalışılırken, özel olarak da tekelci burjuvazi tarafından daha rahat bir şekilde kontrol edilebilmesine uygun bir biçim verilmeye çalışılmaktadır. ���Buhran şiddetlendikçe buhrandan oldukça etkilenmekte olan orta sınıfların ve tekelci burjuvazi dışındaki diğer kesimlerin hoşnutsuzlukları artmaktadır. Bu kesimlerin emperyalist-tekelci çevrelerin çıkarları yönündeki politikalardan önemli ölçüde rahatsız olmaya başlamaları, bu kesimlerin de etkili olduğu (MSP’li!) koalisyonların hükmünü ortadan kaldırmıştır. Tekelci burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarları yönünde daha rahatça hareket edebilecek hükümetlerin oluşmasına imkan verecek bir yeni siyasi düzen bu yüzden "gerekli" hale gelmektedir.

Cunta "yeni" bir siyasi yapı oluşturmaya çalışırken tekelci burjuvazinin bu gereksinimleri yönünde hareket etmektedir. (Cuntanın, Erbakan ve MSP alerjisi arkasında emperyalist tekelci çevrelerin bu gereksinimlerinin yattığına da hiç şüphe yoktur.) ���MGK bildirilerinde, "idareye bütünüyle el koymalarının" amaçlarının birinin de "bozulan devlet otoritesinin yeniden sağlanması" olduğu ileri sürülüp durulmaktadır. Bununla kastedilen şey de, genel olarak egemen sınıfların sarsılan egemenliğinin pekiştirilmesi ihtiyacından başka bir şey değildir. Gerçekten de son yıllarda buhranın iyice derinleşmesinin ve devrimci mücadelenin bir sonucu olarak egemen sınıfların "otorite"si iyice bozulmuş durumdaydı. Mevcut sömürü düzeninin çıkmazları sadece ekonomik düzeyle sınırlı kalmıyor, sistem bütün yönleriyle sarsıntı geçiriyor, kitleler içinde devrimci bilincin gelişmesi ve devrimci hareketlerin yayılması sonucunda mevcut devlet mekanizmasının gelişen kitle hareketlerini kontrol altına alması gittikçe zorlaşıyordu. Düzenin bütün kokuşmuşluklarını, çürümüşlüklerini yansıtan devlet, geleneksel yapısı ve kurumları ile mevcut sömürü düzeninin devamını sağlamakta zorluk çekiyordu. İşte bu yüzden bozulan "devlet otoritesi"nin sağlanması görevi, askeri darbenin başlıca görevleri arasında sayılmaktadır. Bu, gerçekte her yönüyle çürüyen, tamamen yozlaşmış ve yıkılmaya yüz tutmuş bu sömürü düzenini zorla ayakta tutma çabasından başka bir şey değildir. MGK arka arkasına bildiriler yayınlayıp kararlar alarak tekelci burjuvazinin ne ihtiyacı varsa hepsini "yasa" haline getirmektedir. Yıllardır her türden sömürücü-gerici çevre tarafından ortaya sürülmüş ne kadar baskı tasarısı varsa, hepsini bir çırpıda kanunlaştırıp uygulamaya koymaktadır. Gözaltında bulundurma süresi 12 Eylül’den sonra, önce 30 güne, sonra da (görülen

Page 148: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  147  

ikinci bir lüzum üzerine) 90 güne çıkarılmıştır. (Yani 30 gün içindeki işkence ile yeterli sonuç alınamazsa, bu işkenceye 2 ay daha devam edilmesi "yasal güvenceye" bağlanmaktadır!) Çoğu dağlarda-köylerde yaşayan halkın can güvenliğini korumak için elinde bulundurduğu silahlara zorla - tehditle el konulmuştur. Bazı durumlarda mahkemeler, duruşmasız (sanık bulunmadan) karara bağlanabilecektir...v.s. Bunun gibi akla gelebilecek her türlü zorbalık yöntemini resmileştirmeye çalışan cunta, bu şekilde sömürücü egemen sınıfların sarsılan egemenliğini pekiştirecek önlemler almaya, çökmekte olan sömürü düzenini ayakta tutabilmek için yeni payandalar oluşturmaya çalışmaktadır. Bütün bunlar, temelleri çökmüş yıkılmakta olan bir binayı bir kaç ağaç kütüğünün desteği ile ayakta tutmak çabasından başka bir şey değildir.

3- 12 Eylül darbesi, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda bir harekettir.

Türkiye, ABD emperyalizminin ekonomik - siyasi - askeri egemenliği (gizli işgali) altındaki bir ülkedir. Böyle bir ülkedeki her hangi önemli bir siyasi gelişmenin ABD’nin özellikle Ortadoğu’daki genel çıkarları ve politikaları göz önüne alınmadan değerlendirilemeyeceği açıktır.

12 Eylül’den önce Devrimci Yol’daki değerlendirmelerde çeşitli kereler, ABD’nin Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında kendi konumunu ve egemenlik ilişkilerini koruyabilmek için yeni politikalar oluşturmaya yöneldiğine işaret edilmiş ve bunun sonucu olarak Türkiye’de bir "askeri faşist diktatörlüğün kurulmasının ABD çıkarlarına uygun düşen bir gelişme olduğu’" belirtilmişti. Örneğin, Mayıs 1979’da yayınlanan Devrimci Yol’da şöyle deniyordu:

"ABD’nin Ortadoğu’da ABD politikası (ve çıkarları) doğrultusunda davranacak bir Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç açıktır. Türkiye’de ABD’nin (Ortadoğu) politikalarını hayata geçirecek bir hükümetin toplumsal ve siyasal bütün muhalefeti bastırması ve yok etmesi gereklidir. Bu ise ancak açık faşist bir rejimle mümkün olabilir. ABD ekonomik politik olanaklarıyla, askeri anlaşmalarıyla, yerli işbirlikçileri, açık ve gizli faşist örgütlenmeleriyle ülkemizde açık Amerikancı faşist bir rejimin tizerinde oturacağı siyasi koşulları oluşturmak doğrultusunda mücadele etmektedir." (Devrimci Yol, sayı 28, Mayıs 1979)

12 Eylül darbesinin, Ortadoğu’da patlayan son İran - Irak savaşından hemen önce ve Türkiye’nin geleneksel Amerikancı dış politikasını yürüten AP azınlık hükümetinin Dışişleri Bakanı H. Erkmen’in gensoru ile düşürülmesinden hemen sonra gerçekleşmesi sadece bir "raslantı" olarak değerlendirilmese gerekir.

"Her şeyin ABD uzmanlarının öngörüleri ve planları ile önceden ayarlanan bir rota izlediğini" söylemek elbette doğru olmaz. Ancak hele cuntanın Amerikancı, NATO’cu karekteri çok iyi biliniyorken (basınımızdan öğrendiğimize göre "cuntanın beyni" Saltık paşa "bu kadar güzel basın toplantısı yapmayı" bile NATO’da öğrenmiş!) 12 Eylül hareketinin ABD ile ilişkisinin tartışmasız bir gerçek olduğuna da hiç şüphe edilemez. (3) Cuntanın Türkiye’de yaptığı herşey, işlediği her cinayet, halka uyguladığı her baskı ve zorbalık Ortadoğu’da ABD için güvenilir bir Türkiye yaratma çabası olarak da görülmelidir.

Cuntanın 12 Eylül darbesinden sonra yaptıkları da bunu açık bir şekilde

Page 149: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  148  

kanıtlamaktadır. Kuşkusuz ki olayların ve 12 Eylül darbesinin bu yönü Ortadoğu’daki gelişmelerin tırmanışına paralel bir şekilde ilerde daha çok öne çıkacak ve bu konunun daha iyi bir şekilde gözlenip değerlendirilebilmesi mümkün olabilecektir...

4- 12 Eylül darbesi ile Türkiye’deki yönetim biçimi askeri bir açık faşist diktatörlük haline dönüşmüştür.

12 Eylül darbesinden sonra, ülke yönetimi bütünüyle ordunun tepesindeki beş generalin elinde toplanmıştır. Meclis feshedilmiş, siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuş, sendikalar, (TÜSİAD gibi tekelci sermayeye ait örgütlerin dışındaki) dernekler kapatılmış, seçimle gelmiş belediye başkanlarının ve bir çok mahalle muhtarının görevlerine bile son verilmiştir... Özetle; siyasi faaliyet ve yönetim tekelci sermaye ve onun adına faaliyet yürüten generallerin dışında herkese yasaklanmıştır. (4)

Böyle bir yönetimin ancak açık bir faşist diktatörlük olarak değerlendirilebileceği herhalde tartışmasız bir konudur. Ancak, özellikle cuntanın MHP yöneticilerini ve bazı MHP’li katilleri de tutuklamakta olmasının sonucu olarak bir çok sol çevre tarafından bugünkü yönetimin faşist bir diktatörlük olarak değerlendirilmesine karşı çıkılması muhtemeldir. Bu düşünce bugün halk kitleleri içerisindeki, cuntanın faşistlere de karşı olduğu, dolayısıyla tarafsız olduğu yolundaki geri bir eğilime de tekabül etmektedir. ���Cuntanın her türlü siyasi faaliyetleri tekeline alması; bütün devrimci örgütlenmeleri-sendikaları dağıtması; toplu sözleşmeleri durdurması; onbinlerce ilerici-yurtsever-devrimci insanı ve işçi liderlerini, aydınları tutuklatarak onlarcasını işkencelerde öldürtmesi; bir çoğunu astırıp onlarcasını dağlarda - sokaklarda kurşuna dizdirip katlettirmesi gibi terörist eylemlerinin yanısıra bazı MHP’lileri de tutuklattırmasına bakarak onun bütün yaptıklarını "faşizm" kavramından ayrı bir şey olarak değerlendirmeye kalkmak kuşkusuz ki faşizmi sadece MHP ve onun etrafında gelişen sivil faşist hareketle sınırlı görmek şeklindeki eksik ve hatalı blr anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Kuşkusuz ki, Türkiye’deki askeri diktatörlük, 20. yüzyılın ilk yarısında Almanya ve İtalya gibi ülkelerde ortaya çıkan faşist diktatörlüklerden oldukça farklıdır. Ancak (daha önceleri çeşitli kereler ve etraflıca açıkladığımız gibi) faşizm kavramının, çoğunlukla gelişmiş- bağımsız kapitalist ülkelerde rastlanan ve orta sınıf tabanındaki sivil hareketlere dayanarak gelişen klasik örneklerdeki gibi devlet biçimleriyle özdeşleştirilmesi hatalı bir anlayıştır. Bu hatalı anlayışa sahip olanlar ülkemizde de faşizmi MHP ile sınırlı bir kavram olarak ele alırlar. Oysa Türkiye’de de özellikle son dönemlerde aşağıdan yukarıya doğru bir sivil faşist hareket gelişmekle birlikte, faşizm kavramı da daha ziyade egemen sınıflar yönetiminin geleneksel biçimlenişine uygun bir nitelik olarak da ortaya çıkmaktadır. (5) Bu durumda faşizm kavramının (belirleyici bir konumda bulunan tekelci burjuvazinin özelliklerinden kaynaklanan) oligarşinin bu geleneksel devlet yönetimi ilkelerinden bağımsız olarak ele alınmasını, ülkemizdeki somut duruma uymayan eksik ve hatalı bir anlayış olarak kabul etmek gerekmektedir. Cuntanın MHP’ye karşı da bazı uygulamalara girişmesini, "cuntanın faşizme de karşı olduğu" şeklinde yorumlayan çevrelerin yanılgılarının temeli de bu hatalı anlayışın bir sonucu olarak, faşizmi sadece MHP ve onun etrafında gelişen sivil faşist hareketle sınırlı bir olgu olarak değerlendirmekte yatmaktadır.

Oysa MHP etrafında gelişen sivil faşist hareket esasta tekelci burjuvazinin ve devletin resmi politika ve uygulamalarının bir sonucu olarak (ve bu politikalara paralel bir

Page 150: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  149  

şekilde) başlatılıp geliştirilmiştir. Komando kamplarının, Komünizmle Mücadele Derneklerinin örgütlendirilip geliştirilmesi, sol hareketlerin gelişmesini bastırabilmek için reaksiyoner - karşı- bir sağ hareket örgütleme şeklindeki egemen sınıf politikalarının doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 12 Eylül’den önce sürdürülen bütün faşist saldırı ve katliamlar, devlet ve ordu içindeki faşist örgütlenmelerin doğrudan desteği ile yürütülmüştür. Bugün de cuntanın devrimci halk kesimlerine yönelik saldırıları, işkencelerde onlarca kişinin öldürülüp, yüzlercesinin sakat bırakılması; sokak aralarında, dağ başlarında kurulan pusularda onlarcasının katledilmesi aynı devletin aynı görüşleri taşıyan faşist görevlileri tarafından gerçekleştirilmektedir. Bizzat MGK içinde MHP görüşlerini savunan generaller vardır.

Peki, MHP ve yandaşı faşist örgüt yöneticilerinin de 12 Eylül’den sonra tutuklanması nasıl açıklanacaktır?

Burada önem taşıyan bir kaç nokta üzerinde durmakta varar vardır.

Yukarda değindiğimiz gibi, sivil faşist güçler, egemen sınıfların devrimci hareketlerin gelişmesini önlemek ve kitleleri baskı altında tutmak şeklindeki politikalarının bir aracı olarak özellikle gizli faşizmin gündemde olduğıı dönemlerde (devlet kuvvetlerinin "yardımcısı" olarak!) "görev" yapmaktadırlar. Aynı görevlerin resmi devlet güçleri ve ordu tarafından açıkça yürütüldüğü açık faşist diktatörlük dönemlerinde ise, bu sivil saldırı çetelerine doğal olarak(!) ihtiyaç, duymamaktadırlar. (Hatırlanacağı gibi, 12 Mart’tan sonra da aynı durum sözkonusu olmuş MHP ve komando teşkilatlarının faaliyetleri, saldırıları o dönem için durdurulmuştu.) ���12 Eylül’den sonra (12 Mart döneminden farklı olarak) MHP ve yandaşı katliam örgütlerinin dağıtılması için çaba gösteriidiği şeklinde bir görüntü yaratılmasına çalışıldığı görülmektedir. Cunta bir yandan 12 Eylül’den önce sivil faşist çetelerin yaptıklarını kendi adamlarına yaptırıyor; bir yandan da MHP yöneticileri hakkında tutuklama kararı aldırıyor...

Bizce bütün bunların anlamı da çok açıktır. 12 Eylül’e kadar geçen süreçte, sivil faşist güçlere karşı halklarımızın içinde öylesine büyük bir tepki ve nefret birikmiştir ki, cunta bu faşistlere de karşı olduğu imajını yaratmadan, halkın yüreğindeki bu fırtınayı dindiremez ve asla "başarı"ya ulaşamaz. Yani gerçekte, cuntanın esas amacı ve görevi, işçi sınıfı ve halkı sindirmek ve devrimci hareketleri ezip dağıtmaktır. Bunu yapabilmek için halkın gözünde tarafsız bir görüntü yaratmak, faşistlere, MHP’ye karşı olduğu izlenimini yaratmak zorundadır. Bu şekilde anti-faşist halk kesimlerinin devrimci güçlerle yaklaşımlarını önlemeye, devrimci güçleri tecrit etmeye çalışmaktadırlar.

Cuntanın MHP’ye karşı olan uygulamaları bir yönüyle bir "savaş hilesi"nden başka birşey değildir. Çünkü bir yandan Türkeş ve adamları kamuoyunu tatmin etmek için göstermelik bir şekilde tutuklanırken, kendileri onların yapmaya çalıştıkları şeyleri onların yapabileceklerinden kat kat fazla olarak gerçekteştirmektedirter. ���Unutmamak gerekir ki, Hitler de iktidara geldiğinde, kendisinin örgûtlediği SA kıtalarını dağıtarak bir çok yöneticisini öldürtmekten çekinmemiştir... Elbette ki iki olay arasında farklı yönler çoktur. Ama bu örnek sadece, cuntanın bugüne kadar ortada görülen sivil faşist hareket hakkındaki uygulamalarına bakarak, onun faşizme karşı olduğu şeklinde bir sonuç çıkarılamayacağını yeterince kanıtlar.

Üzerinde durulması gereken bir nokta da, cunta içindeki ayrılıklarla ilgilidir. Cuntanın ordu içindeki MHP taraflılarıyla kendilerini "Kemalist" diye lanse eden kesim

Page 151: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  150  

arasındaki bir uzlaşma sonucu otuştuğu bilinmektedir. Bu "ikilik"ten kalkarak, cunta hakkında "olumlu" hayallere kapılmanın da budalalıktan başka bir şey olmadığı açıkça ortadadır. Her iki klik halka karşı her türlü melaneti işlemek için anlaşmıştardır.

Cuntanın MHP’ye karşı tutumu ile ilgili olarak, işaret edilebilecek bir nokta da şudur: Yukarda değindiğimiz gibi, MHP ve etrafında kümelenen sivil faşist örgütler ve onlar tarafından uygulanan faşist terör, tekelci burjuvazinin haldeki egemenlik siyasetlerinin bir parçası olmakla birlikte, özellikle buhranın derinleştiği son dönemlerde, bunalıma sürüklenmiş orta sınıf kesimleri içinde yayılan bir taban da bularak, sahip olduğu göreli bağımsız niteliği belirli ölçülerde gelişmiş ve aşağıdan yukarıya doğru iktidarı ele geçirme doğrultusunda, mevcut durumu zorlamaya başlamıştı. Böyle bir gelişme, son tahlilde, gene, tekelci burjuvazinin damgasını taşıyacak bir hareket olmakla birlikte, bugünkü durumda taşıdığı riskler nedeniyle tekelci burjuvazi tarafından tercih edilmemiştir. (Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin mevcut dengeleri gözlendiğinde, bu risklerin hangi boyutlara ulaştığını görmek zor değitdir: Türkiye’de faşist güçlerin ülkeyi bütünüyle hakimiyet altına almaya yönelik saldırılarına karşı ortaya çıkan direniş, iç savaşı sonunun nasıl biteceğini bilmedikleri bir olay haline getirmiştir.)

Açık MHP yanlısı bir darbenin ise, sadece toplumun en geniş kesimlerini değil, ordu içindeki -özellikle tabandaki- geniş anti - faşist kesimleri de, şiddetle harekete geçirerek kısa süre içerisinde tam bir fiyaskoyla sonuçlanması (12 Eylül’den önce de yazımızda işaret ettiğimiz gibi) açık bir şeydi. Bu durumda, tekelci burjuvazi kendisi için denenmiş ve gelenekleşmiş bir özellik taşıyan "sağ’a da, sola da karşı" (!) bir ordu müdahalesini tercih etmiş ve haldeki çıkarlarını korumak için sivil faşist çetelerini geçici bir süre için de olsa "gözden çıkarmıştır".

Bu sonuç, aslında MHP’nin kendi çabalarının bir sonucu olarak da meydana gelmiştir. Daha önce (Devrimci Yol’un 27. sayısında) değindiğimiz gibi MHP güçlerinin temel açmazları "tekelci burjuvazinin bugünkü tercihleri ile, aşağıdan yukarı gelişen kitle hareketine dayalı ‘klasik’ bir faşist program [MHP’nin kendi iktidar programı] arasındaki çelişkilerde toplanıyor"du; ve faşistler bu açmazı aşabilmek için, tekelci burjuvazinin haldeki tercihlerini kendilerine çevirecek yönde bir sürekli "çırpınış" içindeydiler. Bu amaçla "açmazlarını" çözebileceklerine inandıkları bir "askeri darbe"yi getirmek için çırpınıp durmuşlardı. Şimdi MHP kurmaylarının, uğrunda onca kan döktükleri cunta tarafından "misafir edildikleri" yerde, eski mantıklarının devamı olarak, tıpkı bir askeri darbeyi zorlamak için tekelci burjuvazinin mümtaz siması A. İpekçi’yi öldürttükleri gibi (solculara maledilebilecek...) siyasi suikastlar düzenlemenin gerekli olduğunu düşünüp düşünmediklerini; ya da, eskiden akıl hocalığı yapan hangileri ise ona dönüp "peki biz şimdi ne yapacaktık?" diye sorup sormadıklarını bilemeyiz. Ama şimdiden kesin bir şey söylemek doğru olmasa bile, Türkiye’deki sivil faşist hareketin (MHP ve Türkeş etrafında biçimlenmiş olan) bir döneminin sona ermesi pek ihtimal dışı bir gelişme sayılmamalıdır. ���Kuşkusuz tekelci burjuvazi sivil faşist hareketi bütünüyle gözden çıkarmış değildir. Zaten cunta MHP üst yöneticilerine küçük "fiskeler" vururken, faşizmin tabanı büyük ölçüde korunmaktadır. Hatta cuntanın yaptıkları, söyledikleri her şey ideolojik olarak olsun, pratik olarak olsun bu faşist temeli güçlendirici bir öz taşımaktadır.

12 Eylül öncesinde sivil faşist çetelerin sınıflar mücadelesi açısından oynadığı rol şimdi cunta tarafından devralındığına göre, cuntanın müdahaleleri Türkiye’deki sınıf mücadelelerini yeni boyutlara sıçratacaktır. Bugünkü durumun sınıf mücadelesinin ve

Page 152: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  151  

iç savaşın daha ileri boyutlarına doğru gelişmesi kaçınılmaz bir şey olarak görünmektedir.12 Eylül öncesindeki Devrimci Yol’un son sayısında işaret edildiği gibi "Bugün ordunun doğrudan müdahalesi yaşanan çatışmaları daha da derinleştirecek ve iç savaşı bugünkü yaygın boyutlarından daha ileri boyutlara, daha yaygın ve kitlesel silahlı çatışmalara doğru götürecektir."

12 EYLÜL HAREKETİ VE DEVRİMCİ MÜCADELE

Yukarda ifade ettiğimiz gibi 12 Eylül darbesinin başlıca amacı ülkede derinleşen buhranla birlikte hızla yükselen devrimci halk muhalefetinin ve devrimci hareketlerin ezilip dağıtılmasıdır. 12 Eylül darbesi ve "MGK" cuntası bu amacına ulaşabilecek midir? Emekçi-yoksul halklarımızın devrimci mücadelesi ne yönde gelişecektir?

Bu sorunun karşılığı kuşkusuz ki, cuntanın saldırılarına karşı, devrimcilerin verecekleri mücadele ile de ilgili birşeydir. Bu yüzden yukardaki soruların karşılığına geçmeden önce ülkemizdeki sol hareketlerin 1975-80 yılları arasındaki durumunun kısa bir değerlendirilmesini yapmayı gerekli görüyoruz. 12 Eylül hareketinin niteliği - amacı ve kime karşı olduğu daha ilk andan beri, en azından siyasi mücadele ile bir ölçüde ilgilenen herkes tarafından görülüp anlaşılabilmekteydi. Buna rağmen ve üstelik yakın tarihteki 12 Mart deneyine rağmen; böyle bir askeri faşist darbe hareketi içte ve dışta yoğun bir tepki ile karşılaşmadan gerçekleşmiştir. Dışarısı, yani şu ünlü "demokratik kamuoyu" (!) bir yana, ama içerde geniş anti - faşist halk kesimleri içinde, hiç değilse ilk dönemlerde cuntaya karşı tereddütlü, hayırhah bir eğilim ortaya çıkmıştır. Emekçi anti - faşist halk kesimlerinin, geçici de olsa böyle, cuntaya ilk başta rahat çalışma fırsatı veren tamamen ters bir psikolojik eğilim içine girmelerinde (objektif koşulların, burjuvazinin demagoji ve şaşırtmalarının, ideolojik - politik tarihi v.s. sebeplerin dışında!) devrimci hareketlerin, solun eksikliklerinin, yanlışlarının da payı, rolü ve "sorumluluğu" yok mudur? Emekçi halklarımız için aydın bir geleceği isteyen herkes, bu sorunun karşılığını -en başta kendisinden başlayarak- aramak zorundadır!

Öncelikle belirlemek gerekir ki, Türkiye’de olağanüstü tarihi gelişmelerin yaşandığı bir dönemde genel olarak sol hareket olumsuz çizgiler sergilemiştir. Olağanüstü boyutlara ulaşan bölünme, devrimci mücadeleyi bir kurt gibi kemirerek zayıf düşüren iç kavgalar, teslimiyetçi - oportünist eğilimlerin yanısıra, dar - rekabetçi sorumsuz eylem anlayışlarının olumsuz etkileri ve nihayet genel olarak faşizme, özel olarak da gelişi açıkça gözlenen faşist darbe hareketine karşı ortak bir mücadele çizgisi etrafındaki bir cephe birliğinin sağlanamaması temel olumsuzluk noktalarını oluşturmuştur.

Özellikle 1974 sonrası koşullarında, uluslararası solun bölünmüşlüğünün etkileri ile keskin boyutlara ulaşan bölünmelerin ve 12 Mart döneminde sol hareketin yenilgisi sonucu meydana gelen ayrışmaların devrimci mücadelenin gelişimi üzerinde derin etkileri olmuştur. ���Sol içi kavgalar başlangıçta Çin ve Sovyet yanlılarının birbirlerini "sosyal faşist - Mao’cu bozkurt" olarak değerlendiren sakat anlayışın bir sonucu olarak doğmuş; ilk başından bu yana şiddetle karşı çıkmamıza rağmen önleyemediğimiz bu sorumsuz eğilimlerin (egemen sınıfların - polisin de teşviki ve kışkırtmaları ile) yayılması neticesinde bütün gruplar arasındaki mücadelelerin bir parçası haline gelmiştir. Bölünmelerin (sakat anlayışların bir sonucu olarak) iç kavgalara dönüşmesi, bir yandan devrimci hareketleri bir kurt gibi kemirerek zayıflatırken, diğer yandan halk kitleleri içindeki düzene karşı yükselen tepkilerin devrimci harekete yönelmesini önleyerek bozucu bir rol oynamıştır. Teslimiyetçi-oportünist eğilimler özellikle

Page 153: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  152  

başlangıçta faşist saldırılara karşı direniş mücadelesinin gelişmesini önlemeye çalışmışsa da, genç devrimci hareket geliştikçe devrimci görüşler de yaygınlaşmış, oportünist görüşlerin etkinliği kırılmıştır. Buna karşılık bu sağ - oportünist eğilimler özellikle "demokrat aydın" çevreler içinde olumsuz eğilimlerin yayılmasında başlıca rolü oynamıştır. Sağ oportünizm, ülkede faşist saldırılara karşı yürütülen mücadeleyi "sol terörizm" olarak değerlendirmiş, "sol ve sağ teröre" karşı çıkılarak terörizmin - iç savaşın önlenmesini önermiş ve böylece cuntanın ideolojik - politik demagojisini oluşturan görüşlerin özellikle küçük burjuva aydın çevreler içinde belirli bir etkinlik sağlamasına yardımcı olmuştur.

Öte yandan "aktivizm", "THKP-C’nin hakiki savunuculuğu" gibi gerekçelere dayanarak bir çok küçük burjuva grup tarafından yürütülen ve sadece herhangi bir grupçuğun reklamını yapmayı amaçlayan sorumsuz eylem anlayışlarının da olumsuz - bozucu etkileri üzerinde önemle durmak gerekir. Türkiye’de devrimci mücadelenin içinde bulunduğu durumda devrimci eylemlerin temel hedefi - amacı, emekçi halk kitlelerinin devrim saflarına çekilmesi olmalıdır. Devrimci eylemin doğruluğu ve yanlışlığı da bu amaca hizmet edip etmemesiyle belirlenir. Geçtiğimiz dönem içinde devrimcilik adına faaliyet yürüten bir çok grup bu noktayı dikkate almadan, eylemlerinin siyasi sonuçlarını hesaba katmadan ve sadece kendi siyasi gruplarının ismini burjuva gazetelerinde geçirmekle sınırlı bir anlayışla hareket edebilmişlerdir.

Aynı şekilde, Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu aşamada devrimci eylemlerin halk yığınlarında olumlu psikolojik - siyasi etkiler uyandırarak onların devrim saflarına çekilmesine yol açabilmesi için, haklı bir devrimci savunma çizgisine (pasif ve durağan değil, aktif bir devrimci savunma çizgisine) uygun bir anlayışla yürütülmesi gerekirken; yine aynı rekabetçi eylem anlayışlarına sahip gruplar tarafından yürütülen ve ancak fantazi olarak değerlendirilebilecek eylemler de, halk kitlelerini devrimci mücadeleye yanaştıracak sonuçlar yaratmak yerine, tersine, kitleler içinde tedirginlik havasının yayılmasına, olayları durduracak bir otoriter yönetimi bekleme eğilimlerinin güçlenmesine yardımcı olmuştur. Keza, devrimcilik adına esnaf vb. gibi orta sınıf kategorisi içinde yer alan halk kesimlerinden zorla para toplamak, tehditle kepenk kapattırma gibi, devrimcilerin bütün çabalarına rağmen bir türlü bütünüyle önlenemeyen eylemler de sonuç olarak sadece karşı devrim güçlerinin işine gelen sonuçlar yaratmıştır. Özetle, özellikle sağ oportünist grupların ihanetleri, burjuvazinin "anarşi ve terör" demagojisinin küçük burjuva aydın çevrelerde yayılmasına hizmet etmiş, "devrimci eylem" adına ortaya konan bazı sorumsuzlukların da katkısıyla emekçi kitleler içindeki cuntaya karşı hayırhah tavırların oluşmasrna yardımcı olmuştur.

Bu noktada küçük burjuva aydın kesimler içinde etkinlik sağlayan gerici güçlerin politikalarına yedeklenme eğilimi üzerinde de durmak gerekir. Binlerce yurttaşımızı katleden faşistlerin halkımızın başına bela kesildiği; Tanilli gibi, Doğan Öz gibi, B. Cömert gibi yüreği ile beyni ile halkının yanında yer almış sevgili insanlara, yurtsever aydınlarımıza alçakça saldırılar düzenlediği bir dönemde, aydınlarımız hiç de iyi bir sınav vermemişlerdir. Bir çokları faşist saldırılar karşısında korku ve yılgınlığa kapılarak, faşistlere karşı tavır koymaktan kaçınmış; her faşist katliamdan sonra, faşizme açıkça cephe alacak yerde (kendilerinin de öldürüleceği korkusuyla) sadece faşistlerin işine yarayan soyut bir "anarşi ve terör" yaygarasına kapılmışlardır. 1979’da İpekçi’nin Milliyet’i, soyut bir "‘TERÖRİST" tipini yılın ‘"olumsuz" adamı olarak seçmişti; tarihin acı bir olayı olsa gerek, İpekçi’yi öldüren faşist yakalandığında "Ben bir bireysel teröristim" diye ifade vermişti. Bir ünlü karikatürist - Bedri - kendisine karşı

Page 154: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  153  

bir saldırı düzenlendikten sonra faşistler aleyhine çizmekten vazgeçmiştir. Böylece bütünüyle faşist saldırıları özendirici nitelikteki tavırlar içinde bulunan (ve bir çoğu yurtdışına kaçan) aydınlarımız arasında "olayların devlet tarafından önlenmesi" fikri yaygınlık kazanabilmiştir. (Bu fikirlerin, gerici güçlerin olayları -yani mücadeleyi- önlemek için yürüttükleri baskı politikaları ile nasıl bir paralellik taşıdığı şimdi her zamankinden daha açık olsa gerekir; cunta sanki bu kalem erbaplarının dileklerini yerine getirmek için, fütursuzca kan döküp - asıp kesiyor!)

Aydınlarımızın yeri emekçi halkların, işçilerin, gençlerin yanıdır. Eğer bir ülkenin aydınları, sanatçıları, emekçi halkın saflarına kazanılamazsa, faşizme karşı mücadelenin de kazanılması kolay olmaz. 1975-80 arasında elbette bir çok gurur verici örnek de vardır. (Faşistlerin saldırıları sonucu kötürüm kalarak oturduğu tekerlekli sandalye ile yurda döndüğünde "mücadeleyi ölünceye kadar sürdüreceğim" diyen bir ses hala sevinçle yüreklerimizde çarpar!) Ama bu konudaki sınırlı çabalarla, aydın çevreler içinde gerici güçlerin ideolojik baskısını tam olarak önlemek mümkün olmamıştır; ve bu olgu, cuntanın cinayetleri, işkenceleri, düpedüz hukuka aykırı zorbalıkları karşısındaki bugünkü "aydın suskunluğu"nun temellerini oluşturmuştur.

Üzerinde durulması gereken bir olumsuz nokta da kuşkusuz işçi sendikalarının içinde bulunduğu durumdur. Yıllardır işçi hareketine musallat edilmiş bulunan ekonomizm ve sendika ağalığı, giderek azalmış olsa bile, esas olarak etkinliğini sürdürmüştür. Bu durum işçi kitlelerinin faşist baskı ve saldırılara karşı harekete geçmesini önleyen bir rol oynamıştır. (Üstelik cunta işçilerin grev ve toplu sözleşme haklarına saldırırken sendika ağalığının olumsuz görüntüsünü de bir kalkan olarak, bir gerekçe olarak da kullanmıştır.) Bu olumsuzluk kuşkusuz işçi sınıfı içerisinde devrimci görüşlerin ve devrimci hareketin güçlenmesine paralel olarak giderilebilecek bir şeydir.

Nihayet, üzerinde önemle durulması gereken en önemli noktalardan bir tanesi de devrimci halk güçleri arasında genel olarak faşizme karşı özel olarak da koşulları adım adım oluşturulan faşist bir askeri darbeye karşı tutarlı bir direniş cephesinin oluşturulamamış olmasıdır. Oportünist gruplar tarafından oluşturulmuş engelleri - bozgunculukları etkisiz hale getirerek aşamamış olmamız bizim en büyük eksikliğimizi oluşturmuştur. Faşizme karşı bir direniş cephesinin geliştirilmesi doğrultusundaki çabalarımız oportünist - revizyonist gruplar tarafından oluşturulan sayısız engelle karşılaşmıştır. Çeşitli dönemlerde, faşizme karşı ortak direniş eylemleri örgütlemek için ortaya koyduğumuz çabalar saçma sapan gerekçelerle engellenmiştir. (Örneğin, 1 Mayıs’larda ortak kutlama ve eylemler bir sloganın yürüyüş sırasında atılıp atılmaması ile ilgili bir yazılı protokol (!) oluşturulamaması yüzünden (!!) ve bir başka seferinde faşist baskı ve saldırılara karşı beraberce direnileceğini ifade eden bir ortak bildirinin yayınlanması - "TDKP-İÖ"nün devrim talepleri bildiriye yazılmadığı için (!)- mümkün olmamıştır vs., vs... ) Gene daha önceleri de ifade ettiğimiz gibi, gelişi adım adım izlenen bir askeri darbeye karşı devrimci grupların arasında bir ortak siyasetin belirlenmesi de sağlanamamıştır. (Devrimci Yol, Mart 1980’de Türkiye’de bir askeri darbe ortamına girildiğini saptayarak, böyle bir gelişmeye karşı ortak bir direniş çizgisinin belirlenmesini, bir askeri darbeyi kışkırtmaya yol açacak türden eylemlerden sakınılarak, bir askeri müdahale imkanlarını daraltacak yönde geniş-etkili ve kitlesel direniş eylemlerinin yaygınlaştırılmasını önermiştir. Bu önerimiz HK, Dev-Sol gibi gruplar tarafından kendi taraftarlarına "D. Yol cunta gelecek diye mücadeleyi durduralım diyor, direnişleri engelliyor" şeklinde yorumlanarak (!) sunulmuştur.) Böyle bir ortam içinde faşizme karşı devrimci bir direniş cephesi içinde yer almaları gerektiği düşünülen bazı grupların, askeri darbenin tezgahlandığı günlerde, Devrimci Yol’un

Page 155: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  154  

direniş komiteleri konusundaki görüş ve önerilerinin "ne kadar kötü, ne kadar karşı devrimci ve ne kadar provokatif" olduğunu anlatan ortak bildiriler dağıtmakla meşgul olmalarında şaşılacak bir şey olmasa gerekir. Bütün bunları "yakınmak için" yazıyor değiliz. Yukarda söylediğimiz gibi tam bir dejenerasyona tekabül eden bu tür olumsuzlukları aşamamış olmamızı, bizim en büyük eksiklerimizden biri olarak görüyoruz. Bu tür zararlı - bozguncu eğilimler her zaman olabilir. (Oportünizmin görevi bu!) Bizim eksiğimiz bu tür eğilimlere karşı mücadeleyi yeteri kadar ciddiyetle ele almamak, hatta bunları küçümsemek olmuştur. (Küçümsemekten de çok, bize göre apaçık ortada olan şeylerin aynı şekilde herkes tarafından da görülen şeyler olduğunu düşünmüş, oportünist grupların saflarındaki insanların grup psikolojisi içindeki içine kapanıklığını ve körlüğünü ortadan kaldıramamışızdır.)

Türkiye devrimci hareketi yeni ve zor bir döneme girerken, bütün bu olumsuzlukların üzerinde ısrarla durulması gereklidir. Devrimci mücadelenin 1975-80 dönemi içinde katettiği büyük gelişmeler, ancak bu olumsuzluklar önümüzdeki dönemde aşılabildiği takdirde daha ileri boyutlara ulaştırılabilir. Geçtiğimiz dönem içerisinde, Türkiye’de yaşanan bunalım ve toplumu bütün yönleriyle kapsayan sarsıntılara paralel olarak Devrimci Mücadele büyük bir gelişme göstermiş, daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak boyutlara ulaşmıştır. Faşizme karşı teslimiyetçi çizgiler yukarda değinilen olumsuz etkileri dışında yenilmiştir. Faşist güçlerin ülkeyi bütünüyle egemenlikleri altına almaya yönelik terör - saldırı - katliam ve yıldırma kampanyaları karşısında güçlü bir direniş mücadelesi yurdun her tarafında gelişmiştir. Egemen sınıfların 12 Eylül’de resmi güçlerini bütünüyle devreye sokmaları, bir yönüyle de, bu güçlü devrimci direniş hareketi yüzünden, eski yöntemleri ve sivil faşist saldırı çeteleri ile halkı teslim alıp sindirmenin kolay olmayacağrnı anlamaları ve giderek derinleşen iç savaşın sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir yönde geliştiğini görmelerinin de bir sonucu olarak meydana gelmiştir.) Halkın devrimci muhalefeti, devrimci potansiyel, büyük ölçüde henüz örgütsüz bir durumda da olsa muazzam boyutlara ulaşmıştır. Sol hareket saflarında faşizme karşı güçlü bir birleşik devrimci direniş hareketi oluşturma fikri egemen hale gelmiştir. (Bugün her gruptan, faşizme karşı emekçi halklarımızın özgürlüğü ve kurtuluşu için sonuna kadar savaşmaya kararlı yüzlerce kişi devrimci saflarda birleşerek devrimci mücadele için büyük ve yepyeni bir güç kaynağı yaratmaktadırlar.)

Böylesine geniş boyutlara ulaşan bu olumlu gelişmelerin, devrimci mücadeleyi (bunalımdan devrimci bir çıkış yoluna doğru) daha üst noktalara sıçratabilecek şekilde geliştirilebilmesi, işaret ettiğimiz olumsuzlukların zararlı etkilerinin giderilebilmesine, devrimci hareketin eksiklerinin tamamlanabilmesine bağlıdır.

Bu konuda, bugüne kadar, hangi grubun safında bulunmuş olursa olsun, kendisini halkına ve devrime adamış herkese önemli görevler düştüğüne şüphe yoktur. Bugüne kadar hiç kimseye faydası olmadığı yeterince anlaşılmış olması gereken sakat eğilimler, düşmanca tutumlar, rekabetçi anlayışlar artık kesinlikle bir tarafa bırakılmalıdır. Devrimci hareketin, burjuvazinin amansız saldırılarıyla yüz yüze olduğu bir dönemde, süratle ve mutlaka toparlanması, halkımızı açlığa ve zulme mahkum etmeye çalışan, alçakça cinayetler işleyen cuntaya karşı güçlü bir birleşik DEVRİMCİ DİRENİŞ CEPHESİ’nin oluşturulması kesinlikle gerekli hale gelmiştir. Cuntanın her cinayeti, her saldırısı, bu yöndeki bir birlik ve mücadele çağrısı olmalıdır.

Cunta mutlaka yenilecektir. Çünkü uzun vadede başarıya ulaşma şansları ve uygulamaya çalıştıkları politikaların başarıya ulaşabilmesinin koşulları hemen hiç yok

Page 156: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  155  

gibidir.

Bunu kendileri de biraz gördükleri için olsa gerek, telaş içinde saldırmaktadırlar. Her halde bir an evvel, kısa vadeli de olsa bazı "başarılar" elde etmenin, sonucu değiştirebileceğini sanmaktadırlar. Oysa, (bugün için alternatifsiz olmaları, ilk anda, darbenin yarattığı şokun sonucu kitlelerin cuntaya karşı tepki göstermekten çekinmeleri, küçük burjuva çevrelerinin cuntaya karşı can güvenliğinin sağlanacağı, ekonomik - sosyal sıkıntıların giderileceği şeklindeki bazı beklentiler içinde bulunması gibi nedenlerle) bazı kısa vadeli başarılar elde edebilseler bile, bu, onların geleceğini değiştirmeyecektir. Darbenin yarattığı şaşkınlık süratle dağılmaktadır. Küçük burjuva kesimlerin bektentileri cuntanın varlık nedeni olan Turgut Özal’ın IMF patentli "24 Ocak kararları" doğrultusunda sönmektedir, ekonomik-sosyal sorunlar konusundaki kabiliyetlerinin sokaklardaki işportacıları kovalamakla sınırlı olduğu görülmektedir; 12 Eylül öncesinde faşist terörün yarattığı gergin havanın sivil faşist çetelerin ortadan çekilmesi sonucu yumuşaması sonucunda kitlelerde meydana gelen kısmi rahatlama, çuntanın cinayetleri -işkenceleri- katliamları ile giderek bozulmakta, onun yerini cuntanın terörist baskısı almaktadır... Sonuç olarak ilk başta cuntanın kısmen lehine olan geçici hava ve yanılsamalar dağılmakta, bunun yerine hala birçoklarının yüksek sesle söylemeye çekindiği güçlü bir muhalefet yükselmektedir. Cunta bu yüzden bütün umudunu devrimci hareketleri kısa vadede ezmeye bağlamıştır. Kısa sürede ne kadar çok adam yakalar, ne kadarını işkence ile, asarak, kurşuna dizerek öldürebilirse o kadar çabuk başarıya ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Bu yüzden telaş içinde saldırıyorlar: İki ayda onlarca yurtseveri işkence odalarında öldürdüler, 3 kişiyi astılar, onlarca kardeşimizi dağlarda, sokaklarda katlettiler; yasa, hak-hukuk vs. hiçbir şey dinlemeden asıp kesiyorlar.

Cunta, emekçi halklarımıza karşı çirkin bir hareket, adi bir saldırıdan başka bir şey değildir. Halka her türlü hakareti, her türlü zulmü uygulamaktan çekinmiyorlar. Belediye başkanlıklarını, muhtarlıkları bile halkın elinden zorla gaspederek, yerlerine emekli generalleri, emekli albayları getiriyorlar. Bu kokuşmuş sömürü düzenini, bir avuç soyguncunun saltanatını, adeta açıkça bütün bir halkı asker postalları altında ezerek, süngü zoruyla ayakta tutmaya çalışıyorlar.

Böyle bir şeyi elbetteki başaramıyacaklardır. Bunların yapmaya çalıştığını daha önce 12 Mart’çılar da denemiş, fakat bütün yaptıklarıyla devrimci mücadelenin 12 Mart öncesindekinden daha büyük bir hızla gelişmesinden başka bir sonuç yaratamamışlardır. Üstelik şimdi devrimci mücadele o dönemle kıyaslanmayacak ölçüde geniş boyutlara ulaşmıştır. Sol görüşler, emekçi halk kitleleri içinde, çeşitli devrimci grupların bünyesinde örgütlenmiş olandan da çok daha büyük bir etkinlik taşımaktadır. Cuntanın her uygulaması milyonlarca emekçinin özgürlük -bağımsızlık- demokrasi ve insanca yaşama isteğini daha da güçlendirecektir. Aklı başında herkes gibi halkını seven bütün subaylar bile, daha şimdiden cuntanın akıl almaz zorbalıklarına karşı çıkmaktadırlar. 12 Martçılar "rüzgar" ekip "fırtına" biçmişlerdi. Bunlar ise, "fırtına" ekiyorlar "kasırga" biçeceklerdir...

12 Mart dönemi, kitleler içinde hızla yükselen özgürlük ve demokrasi özlemlerine yalandan da olsa sahip çıkan Ecevit’i iktidara sürüklemişti. Şimdi ise devrimcilerin görevi, cuntanın yoksul halklarımıza karşı yürütmekte olduğu bütün saldırılara karşı, emekçi kitlelerin yüreğinde büyümekte olan özgürlük, demokrasi ve insan gibi yaşama özlemlerini, emekçi halkın kendi iktidarına doğru esen bir kasırgaya dönüştürmek için sonuna kadar savaşmaktan başka bir şey olmayacaktır. ���

Page 157: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  156  

���DİPNOTLAR

(1) Ancak buradan, askeri faşist diktatörlüğün (ekonomik uygulamalar neticesinde) kaçınılmaz ve mutlak bir sonuç olduğu manasını çıkarmamak gerekir. Ne var ki böyle bir gelişmeyi önleyebilmek için gerekli subjektif müdahaleler gerçekleştirilememiştir. Ülkedeki geniş aydın kesimleri, özellikle CHP tarafından pompalanan "anarşiyi önleme", "sağa da sola da karşı olma" gibi aptallıklarla zehirlenmiş, askeri bir darbeye karşı demokratik-devrimci bir muhalefeti etkin hale getirmek mümkün olamamıştır. Bunda kuşkusuz Devrimci Hareketin eksikliklerininin, solun-oportünizmin, revizyonizmin günahlarının belirleyici rolü olmuştur. (Ki bu konu üzerinde ayrıca duracağız.) Bütün bunların ve dış siyasi gelişmelerin de etkisiyle askeri bir darbe 1980 Eylül’ünde "kaçınılmaz" bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır.

(2) Cunta demokrasi ile alakasını kesmiş ki, MGK tarafından yayınlanan Anayasa konusundaki bildiride, eski Anayasa ve yasaların geçerli olduğunu, fakat sadece kendilerini bağlamadığını ilan etmişlerdir. (Kendi yaptıkları yasalara uymazsa, kendi yaptıkları açıklama yasa gerine geçecekmiş!) Kendisinin diğer vatandaşlara uygulanan yasalara uymayacağını alenen açıklayan bir yönetim tam da ortaçağın despotluklarına yaraşır bir yönetimdir. Öte yandan, cuntacı generaller, M. Kemal adını ağızlarından düşürmüyor. Oysa M. Kemal İstiklal Savaşı yıllarında bile hiç bir kararını, meclisin onayından geçirmeden "kanun" olarak ilan etmemiştir. Bunlar ise her dediklerinin kanun olduğunu ilan ediyorlar. Evet, her yaptıkları ile halka karşı ağır suçlar işleyen bu kişiler kendilerini, ancak bu şekilde, yaptıklarını kanun olarak ilan ederek kurtarabileceklerini sanmaktadırlar.

(3) Buna rağmen başlıca (tarihi!) görevleri emperyalist ve tekelci çevrelerin çıkarlarını gütmek olan generaller önlerine gelen herkesi "vatan hainliği", "satılmışlık" gibi sıfatlarla karalamaktan bir an bile geri durmuyorlar. Yıllardır bu ülkenin bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşan ve bir avuç Amerikan işbirlikçisi - soygun çetesi karşısında bütün bir halkın özgürlüğünü, onurunu ve insanca yaşama hakkını savunan devrimcilere savurdukları, "hain, alçak, satılmış" gibi bayağı küfürlerle herhalde kendi satılmışlıklarını, kendi Amerikancılıklarını gizleyebileceklerini sanıyorlar. Ama bugün yurtseverlik, ortaokullardaki yurttaşlık bilgisi kitapları seviyesini aşmayan bir kaç bayrak şiiri okumakla, Atatürkçülük üzerine arkası gelmez boş nutuklarla elde edilebilecek bir şey değildir. (Amerikancı tekelci çevrelerin çıkarlarını gütmenin işçi sınıfına ve devrimcilere pervasızca saldırmanın, koca bir halkı açlığa ve zulme mahkum etmenin adına "Atatürkçülük" deseniz bile, bu şekilde yurtseverlik değil, ancak "emperyalistlerin-sömürücülerin uşağı" adını hakedebilirsiniz. Bir zamanlar İran’daki Şah’ın despot generalleri gibi siz de tarihe böyle geçeceksiniz. Yurtseverlik ise şimdi, sadece milyonlarca işçinin, yoksul halkların özgürlüğünü, insanca yaşama hakkını, kendi kaderlerini özgürce belirleme haklarını savunanların sahip olabilecekleri bir sıfattır.

(4) Daha önce de belirttiğimiz gibi, 12 Eylül darbesi devletin eski Anayasal statüsünü bütünüyle dağıtmışken, MGK tarafından yayınlanan bir bildiride eski Anayasa ve yasaların geçerli olduğu, ancak kendilerinin bu yasa ve anayasa kurallarına uymayacakları açıklanmıştır. Böyle açıklamak zorundadırlar! Çünkü kendi yaptıkları, yani 12 Eylül’den beri eski yasalara göre "Anayasayı ve TBMM’yi cebren ortadan kaldırmak" suçu olarak tanımlanan TCK’nın 146. maddesinin ihlalidir. İlginçtir ki, eski

Page 158: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  157  

Anayasayı, Meclisi ve yasaları zorla ilga eden cunta, 146. maddeye dayanarak, yine Anayasayı ilga etme suçundan dolayı idam kararları çıkarmakta, adam asmaktadır!

(5) Emperyalizme bağımlı yerıi sömürge bir ülke olan Türkiye’de burjuva egemenliğinin temellerinin zayıflığından dolayı, burjuva demokrasisi ilkeleri hiç bir zaman geçerli olmamaktadır. Egemen sınıflar emekçi kitleler üzerindeki hakimiyetlerini, burjuva demokrasilerinin genel olarak geçerli olduğu yerlerde olduğu gibi işçi sınıfı ve emekçi kitlelere bazı ekonomik tavizler tanıyarak değil, kitleler üzerinde doğrudan açık baskı yöntemlerine dayanarak sürdürebilmektedirler. Çünkü belirli ekonomik tavizlerle tepkileri emilip - bastırılamamış kitlelerin (yoğunlaşıp yükselmesi kaçınılmaz olan) muhalefeti karşıssnda, sömürü düzenini rahatça sürdürme imkanı bulamayacaklardır. Başlıca bu gibi sebeplerle, gelişmiş kapitalist ülkelerde belirli buhran dönemlerinde gelişen faşizm, bizim gibi yeni sömürge niteliğindeki ülkelerde, devlet yönetiminin ağırlıklı bir özelliği, eğilimi olarak ortaya çıkmaktadır. Burjuva demokrasilerine ait hak ve özgürlükleri hiç bir şekilde tanımayan bir yönetim şekli sürekli olarak gündemde tutulmaktadır; ordu daima yönetimin asli bir unsurudur; sıkıyönetimler hep gündemdedir; daima bir genera! devlet başkanı seçilir; ülkede bazen burjuva demokrasilerine ait bazı unsurların yürürlükte olduğu, bazı hak ve özgürlüklerin (hasbelkader) kullanılabildiği; siyasi partilerin ve parlamentonun faaliyette olduğu dönemler olmakta; ama bu gibi "normal" durumlarda bile asker çoğunluğundan oluşmuş bir kurul (MGK) devletin en esrarlı- organı olarak, devlet yönetiminde tayin edici bir rol oynamakta, sıkıyönetimler- baskılar- yasaklar hiç eksik olmamaktadır; egemen sınıfların hakimiyetleri, tekelci burjuvazinin çıkarları tehlikeye düştüğü anda ise ordunun tepesindeki generaller ikide bir ülkenin idaresine doğrudan müdahalede bulunmaktadır, vb. vb... İşte 12 Eylül’den sonra ortaya çıkan askeri - cunta yönetimi de, tekelci burjuvazinin egemenliğini sürdürebilmek için gündeme getirilmiş burjuva demokrasisi çerçevesi içine girebilecek olan bütün demokratik hak ve özgürlükleri bir tarafa bırakmış ve her yönüyle açık zorbalık yöntemlerini esas almış bir yönetim şekli olarak (klasik faşist diktatörlüklerden farklı da olsa), ancak ve ancak sömürge tipi bir faşizmin açık bir uygulaması olarak değerlendirilebilir.

Evet, 12 Eylül’den önce de Türkiye’de burjuva anlamda da olsa demokrasi mevcut değildi; emekçi kitleler üzerinde gene devletin baskı ve zorbalığı hüküm sürüyordu; kitlelere siyasete katılma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmıyordu; bütün devrimci yayın organları yasaklanmıştı; insanlar fikirlerinden dolayı zindanlara atılıyor, işkence ediliyor, kurşuna diziliyordu; Fatsa örneğinde olduğu gibi, emekçi kitleler kendi yönetimlerine bilinçle sahip çıktıkları zaman, kendi "seçim" ve "demokrasi" anlayışlarına ait ne varsa bir çırpıda çiğneyip atarak nasıl azgın domuzlar gibi çılgına döndüklerini bütün dünya açıkça görmüştü: "parlamenter", "hür", "demokratik" rejim (!) sadece bütün bunların üzerindeki ince bir tül perdeden ibaretti, vb, vb... 12 Eylül hareketiyle değişen şey, bu ince "demokratik (!) örtü’nün de kalkarak Türkiye’deki egemen sınıflar iktidarının, burjuva devletinin baskı ve teröre, işkence ve zulme dayalı bir kölelik rejimi olduğu gerçeğinin iyice açığa çıkmasından başka bir şey değildir.

Page 159: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  158  

Bir Değerlendirme

Ocak 1981 BİR devrimci hareketin başarı şansı, her şeyden önce içinde bulunulan nesnel koşulların mümkün olduğu kadar doğru bir değerlendirilmesinin yapılabilmesine bağlıdır; Bu koşullara uygun doğru hedefler saptayabilmeli ve mücadele bu koşullara uygun mücadele ve örgüt biçimleri - taktikleri ile yürütülmelidir.

1. 12 Eylül darbesinin, Türkiye’deki sınıflar mücadelesi açısından önemli değişikler yarattığı ortadadır. Bunu, bundan önceki iki değerlendirme yazısında vurguladık. 1979 - 80 yılları arasında TÜRKİYE’deki sınıflar mücadelesinin, yükselen "sivil faşist terör hareketine karşı mücadele" ekseni etrafında geliştiğini söylecek olursak, 12 Eylül darbesiyle birlikte devrimci mücadele açısından yeni bir dönemin, cuntaya karşı mücadele döneminin başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Elbette sivil faşist güçlere karşı mücadele önemini bütünüyle yitirmiş değildir; ancak şimdi gücümüzün büyük bir kısmını cuntaya karşı mücadele alanlarına sevketmemiz gerekecektir. Buna, mücadelenin bir üst niteliğe doğru gelişmesi demek de mümkündür. "Koşulların değişmesi" hedefin, düşmanın değişmesi de demektir. Değişik düşmanlara karşı, değişik amaçlar için, değişik araç ve yöntemlerle savaşılır. Geçtiğimiz -12 Eylül öncesindeki - dönemde mücadele ve örgüt biçimleri kaçınılmaz olarak o dönemin koşullarına (ve sivil faşist güçlerin hakimiyet kurmaya yönelik saldırıları ile halk güçlerinin buna karşı devrimci direnişinden oluşan çatışma ve mücadelelerle) uygun olarak biçimlenmişti. Şimdi, 12 Eylül sonrası koşullarda meydana gelen değişikliklere paralel olarak mücadele biçimlerinin ve örgüt yapılarının da değişimlere uğrayacağı da ortadadır.

2. Bir örnek olarak D.Komiteleri üzerinde duralım. D. Komiteleri, sivil faşist saldırıların devlet kademelerindeki dayanaklarından aldığı güçle - hızla yayıldığı ve en geniş halk topluluklarını etkisi altına aldığı bir dönemde ortaya çıkan bir kavram, bir mücadele ve örgütlenme biçimiydi. Faşist terör hareketleri toplumda (yılgınlık, teslimiyet, tarafsızlaşma, direnme gibi) değişik ve yaygın etkiler yaratmakta idi. D. Komiteleri sivil faşist güçlerin saldırılarına karşı doğan - gelişen tepkilerin bir örgütlenme alanı olarak ortaya çıkıyordu.

Şimdi ise, 12 Eylül sonrasının, cuntanın resmi faşist güçlerinin saldırılarının öne çıktığı koşullarda, sivil faşist güçlerle devrimci halk güçleri arasındaki çatışmalarda belirli bir gerileme de gözlenmektedir. Bu durum eğer geçici ve kısa süre sonra sivil faşist saldırıların tekrar yükselmesiyle sona erecek bir olay değilse, D. Komiteleri bünyesinde örgütlenebilecek kitlesel tepkilerin de belirli bir gerilemeye uğraması kaçınılmaz bir şey olacaktır. Bu ise faşist saldırılara karşı kitlelerde oluşan tepkilerin bir örgütlenme alanı olarak D. Komitelerinin yapılarındaki kitleselliğin önemli ölçüde daralmaya uğramasırıın da kaçınılmaz olması demektir. ���Buna karşılık, sivil faşist güçlerin bugün bir ölçüde gerileyen saldırılarının yerini cuntanın saldırıları doldurmaktadır; Cunta, halka saldırmaktadır; emekçi halkın bütün ekonomik demokratik hakları zorla gasp edilmektedir; idamlar, katliam ve işkence uygulamaları, sivil faşist güçlerin saldırılarını çoktan geride bırakmış durumdadır. Öte yandan askeri diktatörlüğün saldırılarının kısa süreli ve geçici bir durum olmadığı da açıkça görülmektedir. Askeri darbe, egemen güçler tarafından mevcut sömürü düzeninin bir "son kurtuluş" yolu olarak gündeme getirilmiştir. O halde önümüzdeki dönem cuntaya karşı mücadele dönemi olacaktır. ���Ancak, bugün halk kitlelerinin cuntaya karşı kısa bir süre içinde harekete

Page 160: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  159  

geçeceğini beklemek hala mümkün değildir. (Belirli bir süre sonra cuntaya karşı tepkilerin hızla yükselmeye başlayacağı söylenebilirse de bugün için kısa vadede bunu söylemek doğru değildir.) O halde önceliklerine, amaçlarına uygun bir şekilde örgütlenerek cuntanın saldırılarına karşı etkin direniş yöntemleri geliştirilerek mücadele sürdürülecektir.

3. İlk aşamada, cuntanın saldırılarına karşı bir direniş mücadelesi yürütülecektir. 12 Eylül darbesinin ve cuntanın temel amaçları, devrimci hareketlerin ezilmesi, işçi ve emekçi kitlelerinin taleplerinin bastırılması ve sarsılan mevcut sömürü sisteminin yeniden düzenlenmesidir. O halde devrimci hareketler cuntanın saldırılarına karşı öncelikle bir yaşam mücadelesi vereceklerdir; cuntanın milyonlarca işçi ve emekçi kitlelerinin haklarını gasp etmesine karşı mücadele edeceklerdir; buhranın sarsıntıya uğrattığı düzene yeni payandalar oluşturulmasına, kitlelerin mücadele hakkının iyice yok edildiği bugünkü baskı sisteminin yasallaştırılmasına yönelik siyasi düzenlemelere karşı mücadele edeceklerdir. ���İlk aşamada amacımız cuntanın halka karşı olan iç yüzünün açığa çıkarılması ve teşhiri, kitlelerde yaratılmak istenen yılgınlık eğilimlerinin giderilmesi geniş devrimci kadroların mücadelesinin siyasi aktivitesinin devamlılığının sağlanması, baskı ve haksızlığa uğrayan halk yığınlarının cesaretlendirilerek, mücadeleye atılmasının önündeki engellerin temizlenmesi olacaktır.

4. Geniş işçi ve emekçi kitlelerin yoğun olduğu büyük-merkezi yerleşme merkezlerinde yürütülecek mücadele birinci dereceden bir önem taşımaya devam etmektedir. Buralarda oligarşinin yönetim mekanizması kuşkusuz en yoğun bir şekilde kendisini hissettirmektedir. 12 Eylül darbesinden sonra, olağanüstü boyutlara ulaşan baskı operasyonları, devrimci mücadelenin 12 Eylül öncesine göre belirli bir gerileme göstermesine neden olabilir. Buna rağmen baskı ve kontrol mekanizmalarının baskısı altında devrimci mücadelenin kesintisiz bir şekilde sürdürülmesi zorunlu bir şeydir. Buralarda büyük miktarlarda yoğunlaşmış işçi ve emekçi kitlelerin cuntaya karşı harekete geçirilmeden kırsal alanlardaki mücadelenin geliştirilmesi ve devrimci mücadelenin başarıya ulaştırılması mümkün olamaz.

Bu yüzden, şehirlerde, oligarşinin yoğun baskı, kontrol ve yıldırma operasyonları altında (ve bunlara karşı) devrimci mücadelenin sürdürülmesi ve geliştirilmesi mutlaka gereklidir. Oligarşinin arama, takip, baskı, işkence operasyonlarına karşı etkili-yeni mücadele taktiklerine ihtiyaç vardır. Mahallelere, evlere yapılan baskılara karşı etkili, baskın ekiplerinin morallerini bozup yıldıracak, şaşırtacak, yanlış alanlara sevkedecek, oyalayıp zaman kaybettirecek özel mücadele yöntemleri geliştirilmelidir. Mahallelerdeki, fabrikalardaki polis ajanları ve muhbirler mutlaka yok edilmelidir. Bütün bunlar ise çeşitli tuzak ve şaşırtma eylemlerini içeren gerilla taktiklerinin uygulanmasını gerektirmektedir. Olağanüstü baskı ve kontrol mekanizmalarının işletilmeye çalışıldığı koşullar altında varlığını ve mücadetesini sürdürebilecek birlikler halindeki dar örgüt yapılarının oluşturulmasını gerektirmektedir. Cuntaya karşı devrimci mücadelenin elverişli örgüt yapıları vasıtasıyla sürdürülüp yükseltilmesi bu şekilde mümkün olabilecektir. Hareketin şehirlerdeki yönetim kademelerinin bugün önünde bulunan en önemli görev fabrika mahallerindeki ve gecekondu bölgelerindeki geniş devrimci kadroların bu şekilde zor şartlar altında kendi varlığını sürdürebilecek ve cuntaya karşı mücadelenin gereklerini yerine getirebilecek biçimde örgütlendirilerek mücadeleye sevkedilmesidir. (Sivil faşist saldırılara karşı halk kitlelerinin tepki ve direnişlerinin bir örgütlenme biçimi olarak direniş komiteleri belirli bir gerileme gösterirken, bunun yerinin beşer onar kişilik dar gruplar halinde

Page 161: Devrimci Yol Seçme Yazılar

  160  

örgütlendirilecek olan cuntaya karşı direniş birlikleri tarafından doldurulacağını söylemek mümkündür.)

5. 12 Eylül sonrası koşullarında devrimci mücadele kırsal alanlarda da daha üst niteliklere doğru gelişmektedir. 12 Eylül’den önce devrimci mücadelenin oldukça ileri boyutlara ulaştığı bölgelere karşı girişilen yoğun baskı operasyonları sonucunda, devrimci kadroların kırlara çekilmesi kaçınılmaz olmuştur. Cunta, devrimci kuvvetleri ve halkın devrimci mücadelesini bütünüyle ezip yok etmek amacıyla takip ve imha operasyonları yürütmekte ve devrimci kadroları dağlık bölgelerde ve çok zor şartlar altında tam bir ölüm kalım savaşı vermeye zorlamaktadır. Birkaç yüz kişiden oluşan devrimci birliklerin üzerine son derece modern silahları, uçakları, helikopterleri ve onbinlerce komando askeri sevketmekte, buradaki halk kitlelerine devrimcilere yardım ettikleri için zulmedilmekte, arasıra birkaç kişi öldürülebilir ya da yakalanabilirse bunu, kendi kayıplarını saklayarak ve büyük bir zafer kazanmış gibi ilan etmektedirler. Bütün bunlar Türkiye’deki devrimci mücadelenin gelişiminde yeni bir unsur olarak kırsal bölgelerde gerilla mücadelesinin gelişmeye başlamasını da beraberinde getirmektedir. Bunun ilerisi için taşıdığı önemi emperyalizmin uluslararası deneyleri neticesinde öğrendikleri için, cunta elverişli kırsal alanlardaki devrimci mücadelenin daha başlangıcında yok edilmesi için büyük kuvvetlerini sevk etmektedir. Buna karşılık buralardaki devrimci militan kadroların, devrimci birliklerin mücadelenin bu başlangıç aşamasında en büyük görevleri de kendilerini korumak, varlıklarını en zor şartlar altında dahi olsa devam ettirmektir. Kırsal bölgelerdeki devrimci birliklerimiz mutlaka yaşamalıdır. Dağlarda, en zor şartlar altında yaşamını ve mücadelesini sürdüren her militan cuntaya karşı halkımızın zafere olan inancının tükenmez bir kaynağı olacaktır ve de önümüzdeki dönemde, yurt çapında cuntaya karşı yükselmeye başlayacak olan mücadelenin Anadolu’nun yoksul kırlık bölgelerindeki karşı konulmaz gelişiminin bir garantisi olacaktır.

6. Bazı bölgelerde cunta, hareketimizi yok etmeye yönelik görülmemiş azgınlıktaki saldırılar sonunda, kısa vadeli bazı başarılar elde edebilmektedir. (Tabii ki onun bu başarılarında bizim eski örgütsel zaaflarımızın ve eski zaaflı örgüt yapılarıyla yeni dönemin siyasi görevlerini yerine getirmeye çalışmamızın önemli bir rolü vardır.) Bu gibi sebeplerle hareketimizin bazı bölgelerdeki merkezi ilişki ve yönetim kademelerinde kopukluklar ve önemli kayıplar olmaktadır. (Son zamanlarda birçok değerli yoldaşımız polisin eline geçmiş, bir çoğu çatışmalarda hayatlarını yitirmiş ya da yaralanmışlardır.) Bu gibi durumlarda devrimci hareketimizin bütünüyle tasfiye edilmesine yönelik polis tuzaklarına, dedikodu ve spekülasyonlara karşı özellikle dikkat edilmeli ve hareketimizin devrimci mücadele çizgisine sıkı sıkıya bağlı olarak, cuntaya karşı mücadele ve örgütlenme çabaları mutlaka daha bir kararlılıkla sürdürülmelidir.

Cunta mutlaka gidecektir. Bizim mücadelemiz ise, halkımızın zulüm ve sömürüden kurtuluş mücadelesinin bir ifadesi olarak zafere kadar sürecektir.

Page 162: Devrimci Yol Seçme Yazılar

seçmeyazılar

1

Devrimci Yol Seçme Yazılar, Gökkuşağı