Upload
others
View
20
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
ETİK FELSEFE VE ÇEVRE ETİĞİ
Prof. Dr. Zerrin Toprak
I. GİRİŞ YERİNE; NEDEN ÇEVRE İÇİN FELSEFE?
II. DOĞA- ÇEVRE ETİĞİ GELİŞİMİ
1. Ahlaki Duruşların Doğa Lehine Genişletilmesi Süreci2. Radikal Ekoloji
a. Derin Ekoloji- Varlık Hakları
b. Sosyal Ekoloji ve İdealizm
c. Ekofeminizm
III.ETİK SORGULAMA VE ÇEVRE ODAKLI BİLİMSEL ÇALIŞMALARDA ETİK SORGULAMA
IV. SONUÇLANDIRMAV. KAYNAKÇA
Yaşamın ve zamanın değerini bilmeyen, onu değerlendiremez,
Leonardo Da Vinci
I. GİRİŞ YERİNE; NEDEN ÇEVRE İÇİN FELSEFE?
Doğal çevrenin hızla kalitesini kaybederek tükenmesine ve yapısının bozulmasına yol
açan nedenlerin anlaşılmasına yönelik bilimsel çalışmalar sürerken, insana dayanan etik
sorgulamalar da gündeme taşınmıştır. Aslında felsefenin başlangıcını teşkil eden etik
sorgulamalarla filozoflar, ilkçağlardan bu yana toplumsal yaşamda insan için en iyi olanı
aramıştır. Doğru olduğuna inanılan fikrin yaygınlaşması için eğitim bir araç olarak
kullanılmıştır. Bugün doğaya ait sahip olduğumuz bilgileri kullanarak ve tarihi süreç içindeki
düşünürlerin öğretilerinden yola çıkarak geçmiş ile çok rahat bağlantı kurabiliriz.
Felsefe deyimi Yunanca “Philosophia” sözcüğünden gelmektedir. Tabiat, matematik
ve metafizik ilimleri tek tek felsefeyi oluşturmaktadır. Fizik ve metafizik, deneysel olarak
“aklın” kendi başına bırakıldığında neyi bilip neyi bilmediklerini ispatlamaktadır. Bugünün
düşünüş temellerinin kaynağı olan ilk ve ortaçağ filozofları, esasen doğaya bakarak
sorgulamalarını yapmıştır. İsa’dan önce VI. Yüzyılda eski Yunan uygarlıklarında yaşamış
düşünürler, felsefi düşüncenin kaynağı olarak gösterilmektedir. Çünkü aklın yer aldığı
mantıksal çıkarsamalar Yunanlı düşünürlerin eserlerinin odağında yer almıştır.
Felsefi düşünüş, belli bir doğa tasarımı içermektedir. Felsefenin Eski Yunan’daki ilk
çıkışına geri gidildiğinde, felsefenin öncelikle bir doğa felsefesi olarak ortaya çıktığı, buna
bağlı olarak da ilk filozofların “doğa filozofları” olarak anıldığı görülmektedir. Tarihin bilinen
ilk filozofları Sokrates öncesi İonyalı1 doğa bilginleri “Doğa nedir?” diye sorguladıklarında;
aslında dünyanın yapıldığı temel töz2(özdek, madde) ya da tözlerin ne olduğunun yanıtını
aramaktaydılar. Doğanın belirli ve değişmez kanunları olduğunu düşünen bilimin Miletoslu
öncüleri, doğa olaylarının oluşumunu özgür düşünce yöntemi ile ele almışlar ve birçok
bilimin temellerini atmışlardır. Bu bilim adamları ''İonya Doğa Filozofları'' veya ''Miletos
Okulu'' olarak anılmaktadır. Miletos'ta doğan Miletli Thales(M.Ö. 624–546) en eski ve en
ünlü “Doğa Filozofu” olarak bilinmektedir.
Doğa tarihi ile ilgili çalışmaları olan Carolus Linnaeus(1707–1778) ve Comte de
Buffon’a(1707–1788) göre klasik dönemin doğa tarihi çalışmalarının babası Ulisse
Aldrovandi(1522–1605) olarak gösterilmelidir.3 Tıp ve felsefe ile ilgilenen ve eski
kaynaklarda Aldrovandus olarak adı geçen Aldrovandi’nin doğaya yönelik çalışmaları,
kendisinin doğa tarihçisi olarak adlandırılmasına yol açmıştır ve 1565’li yıllarda Bologna
Üniversitesi’nin ilk Doğa Bilimleri Profesörü’dür. 14 ciltlik “Doğa Tarihi” adlı eseri olan
Aldrovandi sadece teorik yönüyle değil, 1568 yılında Bologna’da kendisi tarafından
yapılandırılan ve yönetilen halk botanik bahçesi örneğindeki gibi eylemleriyle de öne
çıkmıştır.
Bununla birlikte “çevresel etik” konusunun felsefenin belirli bir disiplini olarak
1970’li yıllarda geliştiğini söylemek durumundayız. Çevre etiği konusunun önemi ve
farkındalığı sağlamada özellikle kimyasal atıkların kamu sağlığı ile yaban hayatına olan ciddi
etkilerinin konu alındığı Rachel Carson’un “Silent Spring” adlı 1962 yılında ilk baskısı
yapılan kitabı önemli bir kaynak araştırma4 olarak gösterilmektedir. Bu yayınlar kuşkusuz
1İyonya (Ionia eski Yunancada Ἰωνία veya Ἰωνίη), Bugünkü Türkiye’nin Anatolia/Anadolu olarak tanımlanan sahil bölgesi, bu bölge tarihte Smyrna olarak bilinen İzmir’e yakındır: http://en.wikipedia.org/wiki/Ionia , erişim:12.25.2010.2 Töz, değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik; kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan anlamındaki felsefe kavramı. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan, cevher.3 http://www.dogatarihi.net/ulisse-aldrovandi/ , erişim: 02.01.20114 http://www.biologicaldiversity.org/publications/papers/Silent_Spring_revisited.pdf , erişim: 06.01.2011.
artırılabilir. XX. yüzyılın en büyük şairlerinden olan Paul Valéry’nin(1871–1945) “Bir metnin
kesin bir anlamı yoktur”( il n’ya pas de vrai sens d’un texte) görüşünü oluşturan sözcüklerden
birisiyle küçük bir oynamayla;
“Bir metin yoksa gerçek yoktur”( il n’ya pas de vrai sans d’un texte) ya da “yazılı bir
metni oluşturulmamışsa olgunun bir değeri yoktur” diyerek, doğa dengesinin bozulmasını
konu alan çalışmaların önemini vurgulamak gerekir. Bu çalışmalar sayesinde artan oranda
doğadan gelen ve doğayı bozan çevre odaklı felaketler hiç kimsenin görmezlikten
gelemeyeceği bir boyuta taşınarak kapsamlı ve çok yönlü sorgulamalarda önemli bir
işlevsellik yaratmıştır.
İnsanların yaşadıkları dünyayı kirletmeleri halinde dört unsurun (maddenin dört hali
toprak, su, hava ve ateş/okültizm) başkaldırmalarıyla karşılaşacakları öngörüsü(Hermetizm)
çeşitli tanımlamalarla tarih boyunca ifadelendirilse de, XX. yüzyıl5 biterken elimizde gören
gözlere ve düşünebilen zihinlere mesaj verebilecek düzeyde, yeni yeni ortaya çıkan çevre
sorunlarını haber verdiği kadar çözümüne de katkı yapabilecek iyi bir literatür bilgisi
oluşmuştur. Bu şekilde bir bakıma, doğanın maalesef parça parça bozulmasını gözler önüne
seren “doğanın tahrip tarihi” yazılmaktadır.
Bu makalenin içeriğini oluştururken amacım, farklı disiplinlerdeki düşünürlerin çevre
konusundaki çalışmalarında yer verdikleri bilgileri alt alta dizmek değildir. Kuşkusuz
insanların kulağından çok gözünün farkındalıkta öne çıkması, alan araştırmalarını önemli
kılmaktadır. Bilimsel çalışmaların sonuçlarının ortaya çıkardığı bilimsel destek, toplumsal ve
idari farkındalığın artmasına çok hizmet etmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi kurumsal-
toplumsal sorumluluk taşıyan doğa korumaya yönelik önlemler alınmasını hızlandırmaktadır.
Ancak sorun anlatımına odaklı değil, ekolojik çevre dengesi için felsefi düşünmenin
temellerinin içselleştirilmesini bugünlerde daha işlevsel bulduğumu ve bu doğrultuda
metnimin içeriğinin oluşturulmasına özen gösterdiğimi okuyucu ile paylaşmak isterim.
Günümüze kadar çevresel etik ile ilgili sorgulamalardan doğan sınıflandırma aşağıda genel bir
fikir vermesi açısından yer almıştır.
II. DOĞA-ÇEVRE ETİĞİ GELİŞİMİ
5 20. yüzyıl, Gregoryen takvimine göre 1 Ocak 1901'de başlayıp 31 Aralık 2000'de sona eren yüzyıldır.
Etik terimi Yunanca ethos yani töre sözcüğünden türemiştir. Etik kavramının özetle iki
yönü olduğunu söyleyebiliriz. Etik kavramının ilk olarak çağrıştırdığı duygu, iyi bir insan
olmanın gerekliliklerinin neler olduğunun ortaya konulmasıdır. Bağlantılı olarak, bireylerin
karşılıklı ilişkilerinde davranışların sınırının neler olduğunun öğrenilmesini sağlamaktadır. Bu
nedenle modern anlamda kullandığımız etik konusu içeriğinin temel ilkeleri insanlık tarihinde
genelde ahlak felsefesi içinde incelenmiştir. Zaman içinde ahlaki değerler geliştirilmiş ve
sınıflandırılmıştır.
1. Ahlaki Duruşların Doğa Lehine Genişletilmesi Süreci
İlkçağ felsefesi Helen döneminde Doğa Felsefesi, “doğaya doğa olarak” yaklaşan ve salt
doğaya odaklanılarak yapılan özgül araştırma olarak algılanmasına karşılık, ortaçağ
felsefesinde anlam daralmasına uğrayarak metafiziğin bir alt konumu durumuna düşmüştür.
Başka bir ifadeyle daha çok maddesel tasarımlardan metafizik tasarımlara doğru değişim
göstermiştir. Aralarında farklılıklar taşımakla birlikte, ilkçağ doğa filozoflarının felsefi
başlangıçlarındaki varsayım, bütün şeylerin belli bir maddi kaynaktan geldiğini düşünme olan
“felsefî maddeciliktir.6 Ortaçağın felsefe geleneklerinde antikçağın önemli filozoflarının ve
felsefe akımlarının çoğu, “şüphecilik” hariç geçerliliğini sürdürmüştür. Başka bir ifadeyle
Platon, Aristo, Stoacılık din içine saklanarak varlıklarını sürdürmüştür. Gilson bu hususu
şöyle izah etmektedir: “Yunan felsefesi olmadan ortaçağ felsefesini anlamak, hatta tasavvur
etmek imkânsızdır. Aristoteles, Platon ve Yeni –Platoncular insan düşüncesinin eğitimcileri,
yeniden eğitimcileri olmuştur... Kilise Babaları’na uzanan kökenlerden XIV. Yüzyıl sonuna
kadar Hıristiyan düşünce tarihi, doğal akıl ile imanın –var olduğu yerde- uzlaştığını
sergilemenin ve var olmadığı yerde de bunu sağlama gayretinin tarihi olmuştur”. Gilson’un
yorumuna göre; Aristototelesçilik, XII. Yüzyılın insanları için belirleyici bir tecrübe değeri
taşımaktadır. Akıl ve imanı ne tek başlarına ne de bir arada ele alabildikleri için birbirinden
ayırmaları ve birini diğerine uydurmaları gerekmiştir. Bu gayretten büyük skolâstik sentezler
doğmuştur. Skolâstiklerin neden hiç fazla uzatmadan vahyedilmiş dogmadan yüz
çevirmediklerini ve din öğretilerine bağlı kaldıklarını bu nedenle anlamak kolaydır.7
Sokrates(M.Ö. 470), Platon(M.Ö. 427–347) ve Aristo(Aristoteles M.Ö. 384–322) gibi
kilise/din babalarının eserleri, sınıfta okunabilen ve konuşulabilen düşünceler olarak
6 Yusuf Okşar, "İslam Kelamında Nedensellik ve Adetullah" Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Adana, 2008, s.17.7 Etienne Gilson, Ortaçağda Felsefe: Patristik Başlangıçtan XIV Yüzyılın Sonlarına Kadar, Çev. Ayşe Meral, İstanbul, 2007; s.730–732.
değerlendirilmiştir. Bu nedenle de , klasik “class-ic” olarak kabul edilerek günümüze kadar
sahiplenilerek gelebilmiştir. Bu dönemin eserlerinde doğanın/evrenin anlaşılmasına yönelik
sorgulamalar dinle ilişkilendirilmektedir. Benzer şekilde, Skolâstik(Scolastik) Felsefe de
”school” ile ilişkili olup okulda okutulabilen anlamına sahiptir.8 Oysa günümüzde verilere
dayanan “Bilim Dünyası” nın görüşleri geçerlidir, ortaçağ için geçerli olan din olarak ortaya
konulan bilinenlerdi. Bu husus da okullardaki eğitimin yönü açısından ihmal edilebilecek bir
konu değildir. Bu görüşten hareketle, fikirlerin raf ömrüne bakarken çok yönlü ve dikkatli
karar vermek durumundayız. Bu husus, aynı zamanda geleceğe sürdürülebilirlik adına
aktarmak istediklerimizin sınıflarda yer açarak sağlanabileceğinin hareket noktası olarak
önemsenmektedir.
Kendisi pek bilinmese de fikirleri yaygın olarak kullanılan Plotinus (MS 204–270) ilkçağ
filozoflarından gerek Aristo gerekse Platon’u iyi analiz edebilmiş önemli bir filozoftur.
Plotinus açıklamalarını yukarıdan aşağıya , “Biri/to hen ya da İyi/ta kalon” başlangıç noktası
olarak geliştirmiştir. Plotinus’a göre “Bir” esasen iyilik ve güzelliklerin kaynağı “Tanrıdır”,
ona daha uygun bir isim bulunamaz ve Bir’e erişebilmeye çalışmak varlığı en iyi olmaya
yaklaştırmaktadır.9 Platon tek başına Tanrı’ya erişmeye çalışmanın yetersiz kaldığını ve
eylemle desteklenmesi gerektiğini belirtmiştir. Plotinus, iyiliğin ve güzel davranışın topluma
en gerekli şey olduğunu göstermeye çalışmıştır. Onun öne çıkardığı bu duruşu, bu makale
için çevre korumacı yaklaşımlar bağlamında yorumlandığında temel bir hareket noktası
oluşturmaktadır. Hatta bireyin soyut anlamda mükemmele erişmesini, aynı anda hem
merdiven çıkıp hem de üzerindeki dış elbiselerinden soyunan kişi olarak tasvir etmiştir.10
Plotinus, Stoacıların dönemsel yeniden oluşum öğretisini kabul etmektedir. Ancak bu
görüşlerin nasıl uzlaştırılabileceğini göstermemiştir. Bu konudaki genel düşüncesi, dünyanın
her zaman var olduğu ve her zaman var olacağıdır. Duyum dünyası, bir bütün olarak
sonsuzdur, onun yalnızca parçaları değişmektedir. “ilahi zihin” ile “varlığa” işaret etmek için
sık sık “idea” terimini kullanmaktadır.
Antik çağda Sophokles’in (M.Ö 496–406) Antigone yapıtında yer alan “doğal hak”
düşüncesi ile hak kavramı ortaya konulmuştur. Doğal hak, “Tanrının değil, doğanın verdiği
bir haktır ve zamanaşımına bağlı değildir”. Doğal hak kavramı ile dil düzleminde insan
haklarına giden bir başlangıç yapıldığı düşünülmektedir”.11 Spinoza(1632–1677) doğal hukuk 8 Doç. Dr. Kubilay Aysevener, DEÜ, DESEM- felsefe kursu notlardan. Aralık 2010.9EnneadVI.9.4: http://www.iep.utm.edu/plotinus/#SSH2d.ii ve bkz http://remacle.org/bloodwolf/philosophes/plotin/enneade6.htm , erişim: 24.12.2010.10 Şerife Hanım Altuner, “Plotinus’ta Bazı Din Felsefesi Problemleri”, Süleyman Demirel Üniversitesi, Din Felsefesi Anabilim Dalı, Yükseklisans Tezi, Isparta, 2006, s. 37.11 Christian Destain, Aydınlanma, (Çev.) İsmail Yerguz, İstanbul, 2010, s. 125.
ile doğal yasa arasında ayrımı ortaya koyan düşüncelerinde bu fikirden yararlanarak,”…hiç
kimsenin iyi olduğu yargısına vardığı bir şeyden vazgeçmemesi evrensel bir doğa yasasıdır.
İnsan ancak daha büyük bir iyiliğe sahip olacağı umudu taşırsa ya da daha büyük oranda bir
zarara uğrayacağı korkusuna kapılırsa iyi dediğinden vazgeçebilir” demiştir. “İçinde herkesin
doğduğu ve yaşamının büyük bölümünü geçirdiği doğal hukukun ve doğa kurumunun hiç
kimsenin istemediği ve üstesinden gelemediği şeyler dışında hiçbir şeyi yasaklamadığını”
savunmaktadır. Bu görüşleri tamamlayan hiç kimseye kendimize yapılmasını istemediğimizi
yapmamak ve başkasının hakkına kendi hakkımız gibi saygı göstermek12 düşüncesi
Spinoza’nın savunduğu temel felsefedir.
Çevresel etik konuları, insanların doğal çevre ile olan ilişkilerinden doğmuştur.
Aslında canlı varlıkların “doğası bozan” insan kaynaklı ahlaki yetersizliğin yarattığı olumsuz
etkilerden yola çıkılmıştır. Herhangi bir konunun etik boyutunu ortaya koyan yazılar
geçmişten günümüze genelde örneklere dayandırılmaktadır. Çünkü “gerçeğe ulaşmada
birbirini takip eden diyalogları anlamak için gösterilmesi gereken dikkat, gayret ve kavrama”
baskısından bu yöntemle zihinler biraz kurtulmakta ve rahatlamaktadır.
Anlamada kolaylık sağlayan “örnekleme” metodunu kullanarak konuyla ilişkili
olduğunu düşündüğüm bir anım ile makalemin içeriğini geliştirmek istiyorum. “Siyaset ve
Yönetimde Etik” konulu, internetten toplantı anonslarına hala erişilebilir, katılımcı olduğum
bir sempozyumda “Çevre Etiği” konusunu tartışmış ve “etik davranış” ile “siyasetçi” ve
“yönetici” bağlantılarını kurmaya çalışmıştım. En önemli tartışma zeminim “kamu
yönetiminde gizlilik” konusuyla ilgiliydi. En sonunda özetlediğim kurgu, aşağıda da
değerlendirildiği gibi “çevre hakkının insan hakları dizgesinin özü olduğu”, doğaya saygısı
olmayan siyasetçilerin kimseye saygısı olamayacağıydı. Ayrıca kamu politikalarının doğaya
olumsuz etkisini gizlilik, “gözlerden bir müddet saklıyor, kötü yönetimin zamanında
anlaşılmasını engelliyor ve paydaşların davranışlarını etik sorgulama alanına geç alıyordu”.
Ancak söz konusu sempozyumun sonuç bildirisinde bu fikrim yer bulmamıştı. Çünkü
“Siyaset ve Yönetimde Etik” içeriği ile “Çevre Etiği” ilişkisi kurulamamıştı? Yine 1990’larda
“Ergonomi” konulu akademik bir toplantıda çalışmamızı ortaklaştırdığımız bir akademisyen
ile neredeyse toplantıdan “dışlanacağımızı” isteyen grup davranışlarını hala hatırlıyorum.
Belki toplantıda bulunan bir katılımcı bu yazımı okur ümidiyle, olguyu yazmadan
geçemeyeceğim. Kusurumuz veya hatamız, “ işçi sağlığı ve iş güvenliği” ile ergonomi
12 Blandine Kriegel, Klasik Siyasi Felsefe Metinleri, (Çev), Zühre İlkgelen, İstanbul, 2010, s.72-74
arasında ilişki kurarak, bu sorunun, aslında çevre koruma koşullarının sağlanamamasına
dayalı bir etik durum olduğunu Avrupa Konseyi’nden 10 yıl kadar önce söylemekti.
İnanılmaz ama toplantı katılımcıları nerdeyse Ankara’ya gitmek için yol masraflarımızın
sempozyum üzerinden karşılanması için bir abartılı bir tebliğ konusu uydurduğumuz fikrine
varmış gibiydi… Bu anıların varlığını, en iyiye ulaşmada yarışamama kabiliyetinden çok,
yeterince sorgulayamama etkisi olarak görmek gerekir. Nitekim Plotinus, âlemdeki varlıkların
iyi ve güzel olabilmek için gayret gösterdiğini ama her isteyenin istediğine ulaşamadığını,
çünkü “kapasiteleri kadar iyi” olabileceklerini ileri sürmektedir. Bu tespit ise evrensel iyiye
erişmek için uygulanması gereken ortak doğruların ortaya konulması ve izlenmesi ve
paylaşılması için uygun ortamlar geliştirilmesi gereğini yeterince açıklamaktadır.
Aslında bütün bu anlatılanlar benzeri hadiseler geçmişte yaşanmış olmalıdır ve
herhangi bir zamanda da farklı şekillerde karşılaşılabilir. Bağlantılı olarak, gerek mevcut bilgi
birikimi koşullarında ve gerekse dogmatik kalıplar içinde bilgilerimizi anlamlandırırken,
ahlaki basamaklardan ne kadar yükselerek evrensel ahlaka/etiğe erişebiliyoruz? Çoğu düşünür
zamanında anlaşılamadığını belirtmektedir ve zaten çoğu öne çıkan kayda alınmış çarpıcı
örnekleri bilim tarihinde görmekteyiz. Ancak algılama ve içselleştirme konusu, sadece
düşünsel enerji ile sınırlı değildir. Çıkar ilişkileri de bireysel ve grup odaklı kabulleri
etkilemektedir. Sadece mekanik değil zihinsel yönde de geliştiğini düşündüğümüz demokratik
ülkelerde bile, kimi araştırmacılar “iklim değişiyor” diye gelecek adına toplumu uyardıkları
için mahkemeye çağrılıp sorgulanınca, ülkem adına rahatladım demesem olmaz.
Günümüzde de “tutucu kalıplarla” biçimlendirilmiş yeni “red için red” örnekleri
sıklıkla etrafımızda adeta dans etmektedir. Sonuçta, müzakere ortamlarında karşılaştığımız
“orta çağ engizisyonu benzeri” karşı koyuş ya da duruşların, stratejik olarak da konuşmalara
“ne ilgisi var” diye başlama refleksi yarattığını okuyucuyla paylaşmak istiyorum. Bu metodik
yaklaşımı kime borçluyuz?
Demokritos’un (M.Ö. 420) nedensellik bağlantısından bahsetmesi ve meydana gelen
her şeyin bir nedene bağlantısının Aristo tarafından ortaya konulması, olguları sebep ve
sonuçları itibariyle birbirleriyle ilişkilendirmesi “nedensellik” sorgulamalarını geliştirmiştir.
Güneş çıkınca toprak ısındığını, sıcaklık (sonuç) ile güneş(neden) arasında zorunlu doğal sıkı
bir ilişki bulunduğunu insanlar biliyorlardı veya bu ilişkinin farkındaydılar. Bilim adamları-
düşünürlerce bu zorunlu ilişkiler “tabiat kanunu” olarak kabul edilmiştir. Platon( Politika ve
Yasalar) başta olmak üzere filozofların “erdemi” analiz eden çalışmalarını hatırlarsak, her bir
analiz için konunun felsefi dayanağının, aslında felsefenin klasik değerlendirme
yöntemlerinden yola çıkarak araştırıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kuşkusuz evrenin
işleyişinde insan alışkanlığının da varlığının hesaba katılmasına dikkat edilmesi (Berkeley,
David Hume) analizlerde önem taşımaktadır. Günümüzde araştırmacılar geçmişte olduğundan
daha az baskı altında mıdır? Araştırmacıların üzerine, akademik etik kodları tutturmadaki
ısrarlarından dolayı, kalabalıklar herhangi bir nedenle geldiğinde bilimsel gerekleri savunma
zorunda kalma konusu sıkıntılı gündemdir. İleride bu konuya tekrar döneceğim.
Çevre etik ilişkisi yaşamın hareketliliğinden kaynaklanmıştır. Felsefi yaklaşım olarak
yukarıda da belirtildiği gibi 1970’li yıllarda “çevre etiği” doğrudan işlenmiştir. Kuşkusuz,
özellikle 1960’lı yıllarda endüstrileşme, teknoloji ile bağlantılı ekonomik kalkınma hamleleri,
kentleşme ve nüfus artışının doğal çevre üzerine olan etkileri gözle görünür hale geldiğinde
ahlak felsefesi de gündeme girmiştir. Aslında 1930’ların ekonomik kriz yılları da
ekonomistlerin kıt kaynak, yenilenebilir, yenilenemez kaynak olgusunu gözden geçirmeye
başladığı dönemler olarak değerlendirilmektedir. İktisat ilminin, “ahlak felsefesi” içinde
incelenmesi de bu etki-tepki ilişkilendirmesini kolaylaştırmıştır.
Farklı filozoflarca geliştirilmiş farklı cevaplarla yaşamın sürdürülebilirliğinin
sorumluluğunda insanın aldığı rol, çevresel etiğin değişik yönlerini karşımıza getirmiştir.
Aslında felsefe ile yapılmak istenen de klasik rolünün etkilerini yeniden denemek yada
sorgulamaktır. Sokrates “Bir şeyi daha iyi kullanmak için onunla ilgilenmemiz gerekir”
derken, Aristo ise; “Bir şeyi bilmemiz için varlık nedenini ortaya koymak gerekliliğini”
sorgulamıştır. Kant(1724–1804) zaman ve mekânın özne ile ilişkisini kurup, vaktiyle
oluşmuş bir bilginin değişebilirliğini göstermiştir. Neticede felsefenin tarihten gelen
geliştirilmiş tartışma yöntemleri bizi iyiye, doğruya ve güzele ulaştırmada uyarıcı, yol
gösterici rol üstlenebilir. Dolayısıyla yeniden ve yeniden işlenebilir.
Günümüze kadar çevresel etik ile ilgili fark ediş ve sorgulamaların gelişimine bağlı
olarak sınıflandırma yapılabilir. Genel olarak ahlaki duruşlar insanın yararına
değerlendirilirken, insanın yararlandığı hayvanlar ve bitkiler de yine onun yararı için
“gözetilmektedir”. Bu şekilde “varlıkların hakkı” kavramına bir geçiş yapılmıştır. Ancak
sürdürülebilir yüksek çevre kalitesi hedefi için toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel
yapısı bu yeni kabule uygun hale getirilmelidir. Çevre adına yapılacak fedakârlıklarda rol ve
sorumluluklar nasıl gelişecektir. Ülkelerin sorumlulukları için neler yapılabilir.
Ahlâk fenomeni (bilgi) felsefi açıdan incelendiğinde,13 içeriği ve ahlâk düşünüşü
çağlara, toplumlara göre değiştiği görülmektedir. Toplumun yapısındaki değişmelere bağlı
olarak, davranış biçimleri üzerindeki ahlâk değerlendirmeleri de değişmektedir. Ahlâk
kuralları çağdan çağa, toplumdan topluma değişmektedir. Ahlâksal tavır ise insanın içinde
bulunduğu toplumsal çevre ile ilgilidir. Bu çevre ilkel bir insan için kabile çevresi, bağlı
bulunduğu soy soptur. Uygar insan için bu çevre ulusa, devlete hatta uluslararası bir platforma
uzanmaktadır.
Kant’ın(1788), erkek merkezli hak tanımı özetle, “bireyin diğer bireylerle bağdaşabilir
özgürlüğü” temeline dayanmaktadır.14 Aldo Leopold’un(1946), çevre etiği ile ilgili hak
kavramına bakışına göre; biyolojik toplumun bütününü ve devamlılığını koruma isteği,
“hakkı” doğurur, eğer bu istek bundan başka bir şeye yönelirse o istek artık hak olmaktan
çıkmaktadır. “Doğal kaynakların hakları” gibi yeni boyutlara ulaşmasını sağlayacağımız etik,
kendi sınırlarını da zorlayarak birçok darboğazın aşılmasına katkıda bulunabilecektir.
Ahlâk, ilgi alanını hakla sınırlandırmayı öğrenmiştir. Kabul edilen hak kavramı ile
bağlantılı olarak doğru, iyi, güzel ve adil olanı ayırmayı bize bırakır. Ahlâk ve ödevin
sınırlarını, nasıl olması gerektiği sorusu ile genişletebildiğimiz ölçüde, insan davranışının
normlar boyutu olan ahlâkın kısırlılığı aşılır ve bu anlamda “etik yapı”, mükemmelliği
yakalayabilir.15 İnsan merkezli ideoloji çerçevesinde doğa yönüyle etik bir boşluk
bulunmaktadır. Bu boşluk, doğal dengenin sağlanmasına ilişkin olarak, insanların tanı
gecikmesini aşarak zamanla “doğanın kendi düzeninde var olan” değeri benimsetecek hak
tanımlamaları ile giderilecektir.
Klasik hümanistik ahlâk, eko-sistemi bilinmeyen bir âlem olarak ele almaktadır.
Biyolojik hakları elde etmek zordur ve biyolojiye, ahlâki haklar zorla kabul ettirilmiştir. Öte
yandan ekonomik gelişme eko-sisteme dayanmaktadır. Bu bağlamda temiz hava, temiz su,
orman politikası, yenilenebilir ve yenilenemez nitelikli tüm kaynakların korunmasıyla ilgili
bütün mevzuat düzenlemeleri eko-sistem düzeyinde bütüncül bir uygulama ile bağlantılıdır.
13 Kant, fenomen mefhumunu toptan yeni bir kavrayışa taşımıştır. Fenomen artık görünüş değil “beliriş” olarak tanımlanmaktadır. Böylece fenomonolojiye geçilmiştir: Gilles Deleuze, Kant Üzerine Dört Ders, Çev. Ulus Baker, İstanbul, 2007, s. 24-25.14 Bkz eko-feminizm bölümü.15 Birol Ertan, “Doğal Kaynakların Hakları”, Sosyal Demokrat Değişim, S: 9, 1997, s. 118-127; Birol Ertan, “Cansız Varlıkların Hakları Olabilir mi? En Azından Tartışabilir miyiz?”, Birikim, S: 102, 1997, s. 54-60.
Bir bakıma 1776 yılına gelinceye kadar ahlak felsefesi içinde incelenen İktisat, geleceğini
yine geçmişinde mi aramaktadır?16
Pragmatik olarak tamamen bizden kaynaklanan nedenler tartışılırken ne yapacağımıza
karar verebiliriz. Hümanizm, eko-sisteme saygı için gerekli araçlardan biridir. Bu araçlara
sahip olduğumuzda, eko-sistemi korumak için gerekli tedbirleri almayı düşünebiliriz. Aslında
çevre değerlerine saygı insana saygıyı da kapsar ve bir bakıma saygının başlangıcıdır. Başka
bir ifadeyle insana saygı, çevre değerlerine de saygının bir açılımıdır. Dolayısıyla çevrenin
odağında etkileyen olarak insan olsa da, diğer varlıklarla aynı mekânı(oikos)17
paylaşmaktadır. Oikos, bir ailenin evi olabileceği gibi bir şehir ve hatta bir ülke anlamına
gelebilir. Ekonomi kelimesi içerisindeki oikos, açıkça kurucusu ve yöneticisi insan olan bir
evdir. Buna karşılık “ekolojik” kelimesi, insanların hayvanlar ve bitkiler ile beraber tüm
yaşam alanını kaplayan ortak bir ev yani “oikos” içinde yaşadığımıza dikkatimizi
çekmektedir. Bu oikosun kendine ait bir iç düzeni vardır. Bu düzen ev içindeki yaşamın
gelişmesi ve evriminden sorumludur. Açıkça bilinmektedir ki, “doğa evi” ve onun ilkeleri,
insanlık tarafından oluşturulmamıştır, o halde insanlar tüm diğer canlılarla birlikte bu evde
misafir durumundadır.
Bu söz konusu düzen, Yunanca “logos” kelimesinden gelen “lojik” eki ile
gösterilmektedir. Heraklitos’un (M.Ö. 6. yüzyıl) felsefesinde “logos” tüm varlıkların ve
dolayısıyla tüm evrenin prensibidir. Logos kavramı, geniş bir kavram olan ekolojinin
tanımlanmasında yer alır. Ekoloji, doğanın kendi kendini organize etmesinin bilimidir. Bu
prensiplere göre yeni düzenler, ekosistemler, türler, bitkiler, maddeler vb. evrim geçirmekte
ve eskiler yok edilmektedir. Bu prensiplerin tamamına “logos” denilmektedir. Varlıkların
hakkını, bu bütünlükte uygulayacak olan da kuşkusuz insandır.
2. Radikal Ekoloji
İnsan merkezli çevre korumacı yaklaşımlar, doğanın bozulmasının önüne
geçemeyeceğinden, ideolojik olarak yetersizdir. En iyimser bir yaklaşımla ancak sona
varmayı geciktirebilir. Bu nedenle insanın çıkarlarına dayalı bir çevre korumacı ideoloji ile
doğanın korumasını sağlamak sürdürülebilir değildir. Hayvanlar ve bitkilerin, bütün canlıların
dâhil olduğu bir dünya evinin kurallarını oluşturmalıyız. Bu düşünüş derin ekoloji ifadesiyle,
eko-denge adına radikal bir düşünce sistemini oluşturmuştur.
16 Zerrin Toprak, Çevre Yönetimi ve Politikası, İkinci Baskı, İzmir, 2004, s. 3-817 Malte Faber vd., “Towards and Open Future: Ignorance, Novelty and Evolution”, Ecological Economics-Concept and Methods, Edward Elgar Publishing Limited, Cheltenham, 2004, s. 27.
a. Derin Ekoloji- Varlık Hakları
Ekoloji terimi, Alman bilim adamı Ernst Haeckel tarafından 1889 yılında Eski Yunanca
Oikos (ev) ve Logos (bilim) sözcüklerinden türetilmiştir. Haeckel ekoloji terimini açıklarken,
insana ait bütün bilgilerin ekonomi ile ilgisini belirterek, hayvanların organik ve inorganik
çevresiyle olan bütün ilişkilerinin açığa çıkarılması anlatımını kullanmıştır. Bu anlatıma
hayvanların ve bitkilerin birbirleriyle dostça ve düşmanca doğrudan veya dolaylı bütün
ilişkileri dâhildir. Bu ilişkiler bir bakıma Darvin’in işaret ettiği gibi “varlığını devam ettirme
mücadelesi” döngüsüdür.18
Elton, 1927 yılında bitki ve hayvan topluluklarına ait kavram ve bulguları “Hayvan
Ekolojisi” adlı kitabı ile bir araya getirmiştir. Elton’a göre canlılar tek tek değil; aralarındaki
beslenme ilişkilerine göre tür grupları halinde ele alınmalıydı. Elton ilk defa türlerin
birbirleriyle evrimsel uyumuna ve sistem içindeki değişimlere ağırlık vermiştir. İngiliz
biyologu Tansley, 1935 yılında “eko-sistem” sözcüğünü, canlıların birbirleriyle ve
çevreleriyle olan ilişkilerinin dinamik bir sistem yarattığı anlamında kullanmıştır.19
Bugün ekosistemi, insana hizmet amacının bir aracı olarak değil, ancak kendi başına bir
değer olarak gören “derin ekoloji” olarak adlandırılan düşünüş, insani değerlerin başka
varlıklar için de söz konusu olup olamayacağı fikrine dayanmaktadır.20 Öteki canlı varlıkları
etik dizgemizin sınırları dışında tutmak ne felsefi, ne toplumsal olarak kabul edilebilir
olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır. Başka bir anlatımla, etik alanında nesneyi özne
yapabildiğimiz, onu özneleştirdiğimiz oranda ona bir etik değeri yüklemiş olmaktayız.21
“Doğal kaynakların hakları” gibi yeni boyutlara ulaşmasını sağlayacağımız etik kurgu,
insan merkezli ideolojiye karşı henüz tam bir hâkimiyet sağlamış değildir. Bu çerçevede
doğanın korunması yönüyle etik bir boşluk bulunmaktadır. Bu boşluk, doğaya ilişkin olarak,
insanların tanı gecikmesini aşarak getirecekleri(zaten var olan) haklar ile giderilecektir.
Eko-sistem; aynı kaderi paylaşan, denizde ve karada yaşayan bitki ve hayvanları içeren
bir canlılar topluluğudur. Eko-sistem hayata devamlılık ve destek vermektedir. Ekolojistler
eko-sistemi; türlerin hayatta kalma istekleri için “organizma ihtiyaçlarının karşılanması”
anlamında objektif olarak yeterli toplumlar şeklinde kabul etmektedir. Objektif süreçteki bu 18 Ernst Haeckel, Edward J. Kormondy, “Concepts of Ecology”, Englewood Cliffs, N. J. Prentice-Hall, 1969, s.VIII’ten aktaran Matthew Edel, Foundations of Modern Economics Series, Prentice-Hall, Inc. Englewood Cliffs, New Jersey, 1973, s.6.19 Mine Kışlalıoğlu ve Fikret Berkes, Çevre ve Ekoloji, TÇVY, İstanbul, 1989, s.37.20 Günseli Tamkoç (der.), Derin Ekoloji, İzmir, 1994, s.2–16.21 Yaman Örs, “Etik Açısından Doğal Çevremiz”, İnsan Çevre Toplum, Edit. Ruşen Keleş, 2. Baskı, Ankara, 1997, s.361–371.
hükme karşılık sübjektif olarak, ahlâkçılara göre ise; eko-sistemler “görevleri” ile ilgili olarak
yeterli toplumlardır. Onlara göre, doğa için ahlâkın yapabileceği bir şey yoktur, yalnız
insanlar ahlâki sübjeler ve görevin objeleridir. Başka bir ifadeyle sadece insanların sübjektif
ve objektif yönden fonksiyonları vardır. Buna karşılık çevre etiğinin amacı, ahlâki
yükümlülüklerin sınırlarını yeniden tanımlamaya çalışma ve bu anlamda ilkelerini koyma22
olarak belirtilmektedir. Bütün ahlâk ilimleri hayatta uygun bir saygı arar, fakat insan hayatına
saygı bütün hayata saygı için sadece bir yan hazırlık olarak değerlendirilmektedir. Sonunda
ahlâk ilminin bahsettiği şey, insan ve insanın ilgisi dışında kalan yeni bir şeyleri görmektir.
Kapsamlı bir çevre etiği, değerlerini ve fonksiyonlarını dünyamızda bulacaktır. Bütün
ahlâki görüşler ise yaşam için uygun birer yol göstericidirler. Bu ekolojik anlayış, biyoloji ve
ahlâkın alışılmamış bir işbirliğini gerektirmektedir. İnsan tercihlerinin ötesinde, doğanın
değeri yoktur, görüşü doğru/bilimsel bir yaklaşım değildir. Bu nedenle “meta-ekolojiye”
yönelmek durumundayız23 fikri geliştirilmektedir.
Özetle, “saygı sözcüğü”, bitki ve hayvanlara saygıyı da gerektirmektedir. Bitkiler ve
hayvanlar şikâyet edemez ve hakları insanlar tarafından korunmayı gerektirmektedir. Bu
nedenle de, dünyadaki canlılara için nasıl bir sorumluluk anlayışı gereklidir sorgulamasıyla
gelen stratejiler günümüzde öncelikli bir konuna sahiptir.
b. Sosyal Ekoloji ve İdealizm
Sosyal sorunlar ve toplumsal baskıların ekoloji üzerine etkileri, çevre sorunlarının
nedeni ve sorumlularının “bulunup ortaya çıkarılması” amacını karşılamaya yönelik, sosyal
ekolojik analizler kullanılmaktadır. Çevre sorunlarının büyük bir kısmı ekonomik gelişme için
yapılan ekonomik faaliyetlerden kaynaklanırken, ekonomik gücü olmayanlar aynı zamanda
sorunlu alanlarda oturan ve daha çok zarar görendir. Ayrıca toplumsal algılar da çevre
sorunlarının giderilmesinde dikkate alınması gereken bir husustur. Marksist analizlerde de
üretimin eşitlik, özgürlük ve mülkiyet gibi konularda toplum aleyhine gelişen
paradoksallıklar24 ortaya konulmaktadır. Bu görüşlere göre özetle, her “özel işte” sadece
toplumsal yararlılıklar değil, bireylerin özgür iradeleriyle sıkı sıkıya bağlı insan haklarının
kurucu referansları da iptal edilmektedir.
22 Holmes Rolston III, “Challenges in Environmental Ethics” The Environment in Question, Edit.David E.Cooper&Joy A.Palmer, London, 1992, s.135-146.23 Rolston, a.g.m., s.144.24 Etienne Balibar, Marx’ın Felsefesi, (Çev.) Ömer Laçiner, 4. Baskı, İstanbul, 2010, s. 99-101.
Bu tanımlamalar bir dizi sorgulamaları beraberinde getirmektedir. Yukarıda
kullanılan “iyi, doğru, kötü ve yanlış” sözcüklerinin herkes için ne anlama geldiği konusunun
tereddütlü ve yoruma bağlı olmaktan çıkarılması önem taşımaktadır. Öncelikle etik değerler
kişiye bağlı (sübjektif) olmamalıdır. Herkes doğruluğunda oydaşmalıdır. Esasen etik
standartlar oluşturma gerekliliği, sübjektif olmaması nedeniyledir. Aksi takdirde etik
sorgulamaları müzakere etmek gereği ortaya çıkmazdı. Farklı kültürel ve sosyal altyapıya
sahip kişilerin farklı etik kurallarından söz ediyorsak, ülkesel çoğunluk aynı etik kuralda
birleşemiyorsa, aslında tartışılan konu, küresel ölçekte henüz “ahlaki değerler” düzeyinde
demektir.
Sosyo-kültürel analizlerden hangilerini etik sorgulamaya taşımalıyız? Ahlaki değerleri
bir “piramit” içinde farklı seviyelere yerleştirmek gerekirse, sosyo-kültürel değerleri(kız
çocuklarını okutmamak gibi evrensel ahlaki ölçülerin dışında değilse) ülkesel hatta ülke
içinde bölgesel farklılıkları nedeniyle tabana koymamız ve herkese kabul ettirmek için
tartışmamamız gerekir. Zirve ise “etik değerlere” ayrılmalıdır. Zirve değerlerin tüm dünyaya
“çevre koruma-kullanma dengesi, kişisel haklar ve özgürlükler, dayanışma, varlık hakkı” gibi
kazandırılması için üzerinde çalışılarak, uluslararası kurallaştırmanın sağlanması,
yaygınlaştırılması için iyi bir yöntemdir.
Bir olgunun etik dışı kurgusu ülke içinde veya dışından açıkça görülse de toplumsal
uygulamaların ısrarla sürdürüldüğü otoriter ve totaliter baskıcı rejimlerde etik olmayan
duruşların yaygınlığı, sözde hukuki yapılar oluşturulmak suretiyle, “haklılık” varlığı kuşkusuz
iddia edilemez. Etik kabullerin yaygınlaştırılmasında toplumsal çıkarlara odaklı-hukuki
sistemin zorlayıcı varlığı etkili olmaktadır. Aksi de gelişebilir ve siyasi çıkarlara odaklı ve
etik olmayan bir çizgiye topluluklar taşınabilir.
Bazen gerçekler, “göründüğü gibi” gelişmeyebilir. Etik düşünme ve davranma belki
bir ideoloji olarak düşünülmesi gereken statüye sahiptir.25 Bu kabul ise etik kurgunun,
bilindiği gibi belirli kalıplar içinde hareket etmeyi önermesi ve evrensel kabullerle
desteklenen gelişmeler ile bağlantılı olmasına dayanmaktadır.
c. Eko feminizm
25 Darcy Nickell ve Harold A. Herzog, Jr., Ethical Ideology and Moral Persuasion: Personal Moral Philosophy, Gender, and Judgments of Pro- and Anti- Animal Research Propaganda, Volume 4, Number. 1, The White Horse Press, Cambridge, UK., 1996, s.54-55.
Sosyal ekoloji gibi eko feminist düşünce de sosyal hakimiyetler ve dünyanın doğasındaki
hakimiyetler ile ilişkiler ağına işaret etmektedir. Felsefenin ahlak, iktidar ve güç ilişkiler
ağındaki sorgulamalarına feminist bakış açısından ekoloji de eklenmiş ve tanınmış feminist
yazarlar tarafından çok yönlü değerlendirilmiştir. Eko-feminizm, erkeklere odaklı ve onun
kontrolündeki kadını ezen faaliyetlerin benzerinin, doğayı tüketme için yapıldığına işaret
etmektedir. Irk, sınıf, cinsiyet farklılığı ve doğa üzerinden işleyen sömürü düzeni sorgulanmış
ve çözümlemeler yapılmıştır. Kadınların ezilmişliği ile doğa koruma ilişkisi neden
kurulmuştur?
İnsanlık tarihi içinde “dünyaya sürgün nedeni” gösterilen ve kadın ile bağlantı kuran dini
menkıbelerle başlatılarak bugüne kadar getirilen kadın aleyhine söylemler, ülkelerin idari ve
toplumsal yapılarının sahip oldukları gelişmişlik ve demokrasi algısına göre az çok
biçimlendirilmiştir. Kadının toplum içindeki din etkisiyle değişken haline gelen “konumu” ile
“olması gereken yeri” tartışmaları bu çalışmaların kaynağını oluşturmaktadır. Tarihi süreç
içinde etik çizgide gelişmesi gerekirken, karşılaşılan kötü örnekler nedeniyle kadının
statüsünün eskinin de gerisine düşeceği korkusu, eğitim ve iktidar ilişkilerinde farklı cinslerin
eşit eğitimi ve eğitimde süreklilik konusunu canlı tutmaktadır.
Kamusal hayatta kadını görünür kılmak ve kalıcılık tartışmaları devam ederken,
sürdürülebilir çevre konularına “kadın ve çevre” de eklenmiştir. Kadının çevre korumacı
yaklaşımlardaki rol ve sorumlulukları öne çıkarılmış, en azından düşünülmesi sağlanmıştır.
Eski Yunan’da aşağılanan ve dışta bırakılan kadına ayrılmış geleneksel ahlak düzeninin dışına
taşılarak özellikle Val Plumwood (1939–2008) ile geliştirilmiş evrensel etik bir çizgi içinde
desteklenecek zemin yaratılmıştır.
Haklar kavramı sürecinde hiçbir zaman gerekli önemin verilmediği bir konu kadına
bakış açısıdır. Olympe de Gouges (1748–1793), sürekli toplumsal bütünlükte dışta bırakılan
kadını, Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları çalışmasında kaleme almış ve sonunda giyotin altında
can vermiştir. Olympe de Gouges, “Kadının darağacına çıkma hakkı olduğuna göre Meclis
kürsüsüne çıkmaya da hakkı olmalıdır” diyordu.26 Kadına karşı yüzyıllardır bitmeyen kinin
kaynağı nedir? Nasıl beslenmektedir? Zorba güçlerce kadına karşı zor kullanmaya odaklı,
bahane ve destek kuvvet hep olagelmiştir. Kadınlara karşı geliştirilen ve kadının doğumla
sürüklediği bu güç toplamda toplumundan ivme kazanmaktadır.
26 Destain, a.g.e., s. 128.
Kant’ın “kadını” dışta bırakan hak kavramının içeriğinden bahsetmek yerinde
olacaktır. Aslında Kant ortaya koyduğu orijinal çözümlemeler kadar itici ve birbirine zıt
çelişkili açıklamalarıyla kendisinden sonraki kuşaklara kelimelerin anlamlandırılmasına bağlı
olarak yorumlanabilecek düşünceler listesi bırakmıştır. Bu yönüyle Kant’ın güçlü zekâsının
yarattığı eleştirel felsefesi birçok filozof ve düşünüre yeni ufuklar açmıştır.27 Kant’ın hak
kavramının taşıdığı maalesef tutarsız ve çelişkili yorumlamaları, düşünürlerin onun
çalışmalarını haklı olarak “birbirleriyle uzlaşamayan görüşler” tanımlaması içinde
değerlendirmelerine yol açmıştır.28 Ancak, içeriğinin ülkelere göre şiddeti değişerek
gelişmesi, herkes tarafından “uçuk” bulunmadığını gösteren fenomendir.
Kadınlarla ilgili görünür, görünmez engeller ile bir bütün olarak düşünüldüğünde
toplumsal gelişme odaklı tasarımlarda din babalarının hala güçlü etkisi görülmektedir. Kant’ın
edilgen vatandaş olarak kabul ettiği “kadın cinsi” kiliseye göz kırpılıp tam da onun istediği
gibi görmezlikten gelinmiş ve vatandaş sözcüğünün içi boşaltılıp “erkek” odaklı hale
getirilmiştir. Edilgen vatandaşlar-kadınlar, Kant’a göre “Cumhuriyetin sadece yardımcısıdır.
Çünkü edilgen vatandaşlar başka bireylerden emir almak veya onların koruması altına girmek
zorundadır”.29 Böylece toplum dendiğinde, aslında bütün çabaların etken vatandaş erkeklerin
özgürlüğü için yapıldığı açıkça görülmektedir.
Kuşkusuz bu gibi gayretleri yaygın olarak küresel düzlemde görebiliriz. Özellikle dini
eğitim veren kurumlarda felsefe kitaplarının düşünmeyi teşvik etmesi ve gelişmeye yol
göstermesi için başucu kitabı olmasına karşın, yine bu tip kurumların temsilcileri aracılığıyla
yapılan akıl dışı yorumlar zaman zaman gündeme düşmektedir. Dini sözcükleri doğru
çözümleyip algılama güçlüğü çeken etkili mevkilerdeki kimi yorumcular ilkçağ ve ortaçağ
felsefecilerinin görüşlerinin egemenliğini az çok yüzyıllara taşırken kimi bağnazlıkları da
bugünlere alıp getirmekte, dine doğrulatmakta ve toplumlara dayatabilmektedir. Aksi de
doğrudur. Engizisyon korkusuyla orta çağ dini inanışı ile paralel hale getirilmiş görüşler
aslında dini görüşler haline gelmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Belki bazı kişiler de Makyavelist
nedenlerle(çıkar ve korku etkisi) toplumdaki faaliyetlerini daha rahat sürdürebilmek için,
bizim örneklemimizde kadın için “ver ve kurtul” zihniyetini bugüne taşımışlardır. Neticede
korkak veya zalim, “destekçi gruplar” toplumlarda her zaman var olmuşlardır. Önemli olan 27 Hakan Çörekçioğlu, “Kant: Çağdaş Politik Düşüncenin Ufku” , Kant Felsefesinin Politik Evrimi; (Der) Hakan Çörekçioğlu, İstanbul, 2010, s. 1-2.28 Bkz. Susan Mendus, “Dürüst Ama Dar Kafalı Bir Burjuva mı?” Çev. Hakan Çörekçioğlu, Kant Felsefesinin Politik Evrimi; (Der) Hakan Çörekçioğlu. İstanbul, 2010, s. 126-127. 29 Mendus, a.g.e., s.129.
kadın karşıtlığının “yasal zeminlere” yerleştirilmesine giden yolun farkına varmak ve
engellemektir. Toplumun evrensel ahlaktan sapmaması için geçmişte yaşanan cadı avına,
günümüzde rastlanıldığı gibi “topuk takipçiliğine” soyunan meslekler türemesine, meşru
olmayan yasal zeminler yaratılmasına izin veya geçit vermemenin önemi görülmektedir.
Kadınlara yönelik engellemelerin aşılabilmesi için Kant’a göre kadının kendi
kendisinin efendisi olması gerekmektedir. Mamafih Kant bu önermeyi yaparken her türlü
yetenek, zanaat, güzel sanatlar ve bilime sahip olma koşullarına ihtiyaç bulunduğunu belirtmiş
ise de kadınların “eğitilmemesi gereği üzerinde” de ayrıca “önemle” durmuştur. Çoğu
düşünür tarafından itici ve sığ bulunan bu fikre göre; “erkek” türü itibariyle zaten “erkek”
olduğu için listelenen koşulları aşmıştır ya da erkeklerde varlığının aranmasına gerek
bulunmamaktadır.30 Bu durumda kadınlar zaten yarış çizgisini aşamamaktadır ve genelde en
olumlu koşullarda! Sadece seçen durumundadır, seçilememektedir.
Erasmus(1466 veya 1469 doğum -1536 ölüm), “delilerin akıllıca şeyler söylediği de
olur ancak bu genel geçer ilke kadına uymaz”31 diyerek “aklını kadınlarla bozmuşlar”
kervanına katılmaktadır. Aslında Erasmus deli olmaktan memnundur ve neden
yadsımayacağını uzun uzun anlatırken(!), söylediği “akıllıca” şeylerle özellikle de kadın dışı
konularda mütevazı mı olduğunu söylemektedir? İşin kötüsü betimlemelerinin en sonuna
kadın ve deli ilişkisini koyarak toplumun kadın lehine düşündüğünü zannederek “hata
yapmasını!” önleme çabaları, kendisinin gerçek anlamda söz konusu kervan içinde
değerlendirilebilirliğini kolaylaştırmaktadır.
Friedrich Nietzsche(1844–1900), aşçı olarak bile bir yere gelememiş kadın, nerde
sanat veya bilimde başarılı olacak32 tarzı yaklaşımlarla Platon’un tavsiyesine uygun33 bir
şekilde, kadınların dikkatini çekmeye mi çalışmaktadır?
Umberto Eco, “bir metnin aşırı yorumunu ayırt edebileceğimizi ve ettiğimizi” ısrarla
belirtmektedir. Ayrıca, yorumun potansiyel olarak sınırsız olmasının yorumun bir amacı
30 Mendus, a.g.e., s.131.31 Desiderius Erasmus, Deliliğe Övgü, (Çev). E. Murat Cengiz, İstanbul, 2007, s. 141–142.32 Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, İstanbul, 2010, s.157–162.33 Platon öğütlerinden birinde, “sevgilinize hakaret edin” diye ilgi çekmenin etkili yollarını göstermektedir. Dosteyevski ise, kanaatimce, herhalde bu öğüdün geçerliliğini denemiş(?) ve modern dünyada başarısız olmuştur: bkz. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, (Çev.) Nihal Yalaza Taluy, İkinci Bası, İstanbul, 2009, s. 136-137.
bulunmadığı ve kendi başına buyruk akıp gittiği” anlamına gelmediği ve mutlu sonla da
bitmediğini”34 sorgulamaktadır. Öte yandan anlama ve yorumlamanın farklılığı nedeniyle,
anlamanın “bilgi” ile desteklenmesi gerektiği konusu, “yorumlama hataları” alıp başını
giderken ve günümüzde bilgiye erişimin arttığı koşullarda, daha çok önem kazanmaktadır.
Aslında, bireylerin tembelliği ve aceleciliği gibi faktörler nedeniyle de bilgiyi oluşturmadan,
bilgi desteğinde anlamlandırmadan yorumlamaya giriştiğini ve anlam önemli iken, yorumun
anlamı yedeğine aldığı hususu eleştirilmektedir35. Ben bu değerlendirmeye, uygulamada daha
çok öne çıkan “ideolojik hedefler” faktörünü de ilave etmekteyim.
Modern demokratik devletlerde “kadın cinsi” bir şekilde demokratik haklara sahip
olmuşsa bile yine de cam tavanı aşması mümkün görünmemektedir. Aştığında ise arkasında
güçlü, etkin bir erkeğin desteği ya da gölgesi izlenebilmektedir. Kant’ın olmazsa olmaz
unsurları, geçerliliğini kadınlar için günümüzde de korumaktadır. Özellikle gelişmemiş
toplumlarda, kız çocuklarının eğitiminin engellenmesine odaklı “yerleşmiş” davranış biçimi,
karşı stratejileri yokuş yukarı bir mücadeleye dönüştürmüştür. Modern bir devletin en önemli
görevi, toplumun sürdürülebilirliği adına, eğitimi engellenenlerin önündeki görünür,
görünmez engelleri çekmesidir. Bu çalışmalar ulusal ve uluslar arası düzeyde çeşitli başlıklar
altında sürdürülmektedir.
Bu çalışmalar içinde konumuzla ilgili olarak, eko-feminizm aktiviteleri, son yirmi yıl
içinde toplumda kadınların dezavantajlı konumu ile doğanın tahribi arasındaki bağlantıların
kuramsallaşmasına katkıda bulunmuştur. Bazı düşünürler, eko-feminizmi kuramsal açıdan
zayıf bularak, derin ekoloji ve sosyal ekoloji ilişkilendirmesi içindeki tartışmalara alınmasının
doğru olmadığı ve çevre korumacı sorgulamaları oyaladığı fikrini ortaya koymuşlardır. Çünkü
çözümlemelerde ağırlık, doğaya tahakküm eden unsurların benzer davranışı öteden beri kadın
için de sergiledikleri olgusudur.
Aslında doğadaki varlıkların değerine odaklı derin ekolojik felsefe; örgüt, nüfus, ekonomi
ve doğa ilişkiler alanında kadını da koruma kapsamına almakta mıdır? Veya kadın doğa
korumada önemli bir rol oynamakta ve oynadığı bu önemli rol için önemliliğinin yapıtaşları
listesine doğa da eklenecek ve onu daha da “önemli” hale getirecek ve ikinci plana alınmaktan
kurtaracak mıdır? Kadın cinsine karşı doğumundan başlatılarak yapılan, en diplomatik bir
34 Umberto Eco,Yorum ve Aşırı Yorum, Türkçesi Kemal Atakay, Dördüncü Bası, İstanbul, 2008, s. 26, 36–3835 http://www.scribd.com/doc/17275935/yorum-ve-anlam-interpretation-and-meaning, erişim: 28.03.2011
anlatımla “adaletsizlikler” ve “zalim” tutumlar dünyada her gün izlenebilen bir gerçektir.
Bununla beraber, eko feminizm, derin ekolojinin felsefi radikal duruşunun bir bakıma kadın
için tekrar değerlendirilmesi olmalıdır. Yani analizler kadına ve doğaya olan tahakkümlerin
ortaklığı üzerinden değil, varlık olarak kadının toplumdaki rolünün evrensel etik çizgiye
eriştirilmesi üzerinden yapılmalıdır. Kadın konusu kendi başına incelenmeli, “doğaya” ortak
korumacı yaklaşımlarla eklemlenmemelidir. Doğaya destek verilmesi ve bu desteğin özellikle
kadınlardan gelmesi farklı bir olgudur. Kuşkusuz önemsenmelidir.
III. ETİK SORGULAMA VE ÇEVRE ODAKLI BİLİMSEL ÇALIŞMALARDA
ETİK SORGULAMA
Somut bilimsel metotlar kullanılarak en azından çok ayrıntılara girmese de temel
dayanakları itibariyle felsefenin sorunlarına yaklaşım Natüralizmin ayırıcı özelliğidir. Bu
haliyle somut, izlenebilir, elle tutulan bilginin değerlendirilmesi bugünün çağdaş
yaklaşımlarıyla benzerdir. Bununla birlikte, natüralistlere göre akıl(mind), doğal olanın
dışında değildir. Zenon (M.Ö. 335-263) Stoa Okulunun kurucusu olup, insan ruhunun en iyi
ifadesini akılda ve akıllılıkta bulduğunu savunmaktadır. Zenon'un ahlâk felsefesi ise, bir
yandan akla ve bilgiye, bir yandan da doğal düzene boyun eğmeye dayanmaktadır.
Oysa Platon, Descartes ve Kant’ın akla ilişkin örneklemeleri natüralist değildir.36
Natüralizmin bilimsel olmayan yönünde etik yaklaşım çok önemlidir. Friedrich
Nietzsche(1844–1900) tam da bu noktadan “akademisyenler veya aydınlara” seslenerek,
akademisyenlerin bağımsızlık ilanını, felsefeden kurtuluşunu hoş karşılamadığını, “kaba
insanın içgüdülerine kapıyı açıp, felsefeyi yıkan” zihniyeti felsefenin yokluğunda daha insani
olmanın(kaba insan) sağlandığı37 eleştirileriyle değerlendirmektedir. Söz konusu filozoflar ve
etraflarındaki onlarcasının geliştirdiği felsefe ile dinin uyumlu dansında “kadın motifinin”
dışta kalması, evrensel etik(haklar) konusunun önemini ve bilimin objektifliği konusunu bize
tekrar hatırlatmaktadır.
Etik kavramı; geçmişte olduğu gibi günümüzü biçimlendiren ve geleceğe de fikir
verecek şekilde insanların tutum ve davranışlarının çok yönlü değerlendirilmesini
içermektedir. Dünyanın her yerinde-evrensel geçerliliği olan ilke ve kuralların bütününün etik
anlayışa insanları yönelttiği hatırlandığında, bir bakıma ahlaki kurallardaki gelişme
36 http://www.iep.utm.edu/naturali/ : 10.01.201137 Friedrich Nietzsche(2010); a.g.e, s. 121-123
sürecindeki doğruluk tartışmaları olgunlaşmış değerlerdir. Etik kabullerin varlık nedeni,
insan davranışlarına yol gösterme ve insanın keyfi davranışlarının önüne ahlaki
sorumlulukları koyarak toplumsal olarak güvenli yaşayabilme ve varlığa saygıyı sağlamaktır.
Uluslararası anlaşmalar ve sözleşmelere bu tarz değerlendirmeler olarak bakabiliriz. Etik
kurallar, insanın isteğine bağlı bir yaşam süremeyeceği veya keyfi davranamayacağı bir
dünyayı tanımlamaktadır.
Etik sorgulamalar; davranışların, cesaretlendirme ve uygulamaların etik hayatın bir
parçası olduğunu ve ne kadar kabullenildiğinin bağlantılarını göstermektedir. Bu gelişmenin
mantıksal sorgulama başlangıcı “doğruluk” sözcüğünün içerik analizine dayandırılabilir.
Michel Foucault(1926–1984) “Doğruluk ve İktidar” başlıklı söyleşisinde38 doğruluğu;
“dairesel olarak, hem kendini meydan getiren ve destekleyen iktidar sistemlerine, hem de
kendisinden sonuç olarak çıkan ve kendisini devam ettiren iktidar etkilerine bağlı” bir kural,
sınıflandırma, öne sürülüş ve işleyiş için düzenlenmiş yargı biçimlerinin bütünü ile
ilişkilendirerek anlamak gerektiğini ileri sürmüştür.
Jürgen Habermas (d. 18 Haziran 1929) ilki doğa bilimlerine tekabül eden ve araçsal
bilgiyle uğraşan, diğeri insan bilimlerine karşılık gelen ve yorumlayıcı bilgiyi konu edinen ve
üçüncüsü de eleştirel bilgiye denk gelen, özgürleşme ya da olgunlaşma üzerinde duran üç
insani ilgiden bahsetmiştir. Bu ilgiler aracılığıyla elde edilen bilgi; iletişim, güç, egemenlik ve
baskı aracılığıyla bozulmadığı sürece rasyoneldir.39 Dostoyevski(1821-1881), bugünün
insanının birçok bakımdan barbarlık dönemi insanından daha üstün görüşlü olduğunu kabul
etmekle birlikte aklın bilginin gösterdiği yoldan bir türlü gitmeye alışamadığını, sağduyu ve
bilimle ıslah edildiğinde insanın eski ve kötü alışkanlıklarını bırakıp normale döneceğini
düşünmenin abartılı olduğuna dikkat çekmiştir. İnsana gerekli olan tek şeyin hür irade
olduğu, açıkça yazmasa da bu iradenin de kimin kontrolünde olduğunun bilinmediğini “ …bu
iradeyi de kim bilir hangi şeytan…” ifadeleriyle40 yazılarında hissettirmektedir. Yine de
Platon’un yazılarında, bilmek ile bilmemek arasında “doğru düşünmek”41 diye bir şeyin
varlığına dikkat çektiğini hatırlamak yerinde olacaktır.
Aydınlanmanın temel felsefesi, hem bireyin kendisinin hem de başkalarının
özgürlüğüne önem veren bir hümanizmdir. Özgürlüğün kazanılması da her açıdan sorumluluk 38 Arnold I. Davidson, “Arkeoloji, Genealoji , Etik”, Foucault Fikir Mimarları Dizisi-24, (çev.) Veli Urhan, Yazan ve Yayıma Hazırlayan Veli Urhan, İstanbul, 2010, s. 249.39 Foucault Fikir Mimarları Dizisi-24(2010);”Aydınlanma ve Foucault”, çev.Hakan Gündoğdu”, s. 434-43540 Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (2009), s. 26-27.41 Platon(2010); Şölen-Dostluk, Çev. Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat, İstanbul, s.43-44
üstlenmektir.42 Foucault’ya göre, aydınlanmanın çelişkili sonuçları bulunmaktadır. Kişinin
kendi başına düşünme cesareti göstermesini isteyen tutum ile aydınlanmamış olandan
korkmak ve ona sınır çizmek arzusu iki önemli gerilim kaynağı olarak düşünülmektedir.
Bağlantılı olarak, aydınlanma idealleri insanları kontrolden kurtarmak isterken pratikte tam
tersi olmuş, gelişen bilgi ve teknolojilerle insanlar kontrol edilmeye, düzene sokulmaya, uysal
bedenlere, kitlelere dönüştürülmeye çalışılmıştır. Birey artık hem “betimlenebilen, hakkında
yargıda bulunulabilen, başkalarıyla kıyas edilebilen” hem de “eğitilecek, düzeltilecek,
normalleştirilecek, dışlanacak” bir şey olurken ordu, okul ve hastane gibi kurumlarda toplumu
disipline edici bir dizi teknik kullanılma tercihi, giderek iktidarın bu araçlarla toplumda etkili
olmasını sağlamaya yaramıştır.43 Bu tespitler de, verimlilik öngörüsü içinde “ordu, okul ve
hastane” öncelikli kurumsal yapılanma hedeflerine hükümetlerin neden odaklandığını veya
tekrar gözden geçirme amaçlı, stratejik eylem konusu haline getirdiğini bize açıklamaktadır.
Otorite ve iktidarın, aynı zamanda sürdürülebilirlik kontrol mekanizması yapı taşı olan
eğitim kurum ve kuruluşlarına neden etkide bulunmayı istediği anlaşılabilmektedir. Bu
şekilde bulunduğu kurumsal ağ içinden ve dışından, iktidarı elinde tutanlar ile
etkilenenlerden, ideolojik temellendirmelere göre gelebilecek telkin ve uyarılar ile tehditler
(1986 Çernobil nükleer sızıntının Ukrayna’dan Türkiye’ye etkisi olmadığına ilişkin resmi
açıklama örneğindeki gibi)44, kuşkusuz bilimsel çalışmaları bir şekilde etkileyebilecektir.
Disiplin ve cezanın dayanağının ne olması gerektiği bu noktada önem taşımaktadır.
Etik söylemin dayandığı temel değerler içinde giderek geliştirilen kişisel haklar ve
özgürlükler, ekonomik haklar ve çevre hakları birbiriyle bağlantılı olarak değerlendirilen
“haklar kullanımı” ve etik ilişkilendirme bu makalenin özüdür. Listelenen haklar
farkındalığında ilk iki sıradaki konular doğrudan insan ile ilgilidir. Çevre hakkı varlık olarak
insanı da kapsamaktadır. Nihai tahlilde, matematiksel bir yaklaşımla, “haklar toplamı değil,
çarpımından” söz edebiliriz. Neticede bir hak sıfırlanırsa, diğer haklar da aslında
“sıfırlanmaktadır” ya da kaybolmaktadır. Dayanışma hakları içinde yer alan çevre koruma ve
kullanma dengesine yönelik konular, belirtilen bu matematiksel betimleme için iyi bir örnek
oluşturmaktadır.
Etik değerlerin kişiye bağlı (sübjektif ) olmadığı ve herkesin doğruluğunda uzlaşması
gereği hatırlanmalıdır. Esasen etik standartlar oluşturma zorunluluğu, sübjektif olmaması 42 Christian Destain(2010); Aydınlanma, Çev. İsmail Yerguz, İstanbul, s. 141-14143 Foucault Fikir Mimarları Dizisi-24(2010); a.g.e., 438-43944 http://forum.kanka.net/archive/index.php/t-25835.html: erişim 07.02.2011
nedeniyledir. Aksi takdirde etik sorgulamaları müzakere etmek gereği ortaya çıkmazdı. Farklı
kültürel ve sosyal altyapıya sahip kişilerin farklı etik kurallarından söz ediyorsak, ülkesel
çoğunluk aynı etik kuralda birleşemiyorsa, aslında tartışılan konu sadece bir ülke için geçerli
ise, en azından henüz o ülke “ahlaki değerler” düzeyinde demektir. Bu kabul, tartışılan konu
dünyanın çoğunluğu tarafından kabul edilmiş ise evrensel düzeyde “etik değerini” kuşkusuz
ortadan kaldırmamaktadır.
Bir olgunun etik dışı kurgusu, ülke içinden veya dışından açıkça görülse de toplumsal
uygulamaların ısrarla sürdürüldüğü otoriter ve totaliter baskıcı rejimlerde etik kabul
edilemeyecek idari duruşların yaygınlığı, sözde hukuki yapılar oluşturularak ve bu yapılara
dayanarak, kuşkusuz yönetim lehine haklılık iddiası doğuramaz. Etik kabullerin
yaygınlaştırılmasında toplumsal çıkarlara odaklı-hukuki sistemin zorlayıcı varlığı etkili
olmaktadır. Aksi de gelişebilir ve siyasi çıkarlara odaklı ve etik olmayan bir çizgiye
topluluklar taşınabilir.
Felsefeciler tarafından nadiren incelenen bir konu olmasına rağmen kişilerin ahlaki
felsefelerini oluşturan “bireysel farklılıkların”, çatışma yaratan etik duruşları
“belirginleştirdiği” konusu önemsenmektedir. Forsyth(1980), ahlaki ideolojinin; -sosyal ve
ahlaki kaynakların değişimlerinin etkisinde kalan önemli belirgin davranışların-ahlaki
kararlara dayalı oluştuğunu göstermiştir.45 Forsyth etik karar verme sürecini oluşturan iki teori
geliştirmiştir. Bu modelde, relativizm46 ve idealizm47 olarak iki boyut etik ideolojiyi
beslemektedir.
Relativizm ahlaki kararların daima evrensel ahlaki ilkelerle uyumlu olduğuna dair
kabullerin reddedilmesinin derecelendirilmesidir. Bazı düşünürler, bireysel inanışlardaki
ahlaki kabullere dayalı etik sorgulama olasılıklarını kabul etmezken, diğerleri davranışların
45 Donelson R. Forsyth, EPQ, Journal of Personality and Social Psychology, 39, (1980)s. 175–184, 46 Felsefede Relavitizm: Günümüzde kullandığımız anlamda kurucusu eski yunanlı Protogaras olan ve genel gerçek bir gerçeklikten ziyade herşeyin insanın içinde bulunduğu ruh hali ve algılama düzeniyle bağlantılı olarak kişiden kişiye değişiklik gösterebileceğini savunan felsefe ekolu. Temel kurgu: 'rüzgar üşüyene göre sert esmektedir'. Kişiden kişiye değişmeyen nesnel bir hakikat, herkes için geçerli olan mutlak doğrular bulunmadığını, hakikatin ya da doğruların bireylere, çağlara ve toplumlara göreli olduğunu savunan anlayış; kişiden kişiye, çağdan çağa, toplumdan topluma değişmeyen birtakım doğrular, evrensel hakikatler bulunduğunu reddeden tavır. mutlak veya değişmez ya da evrensel standart ya da ölçütlerin bulunmadığını öne süren yaklaşım; bir teorinin, kendisinin dışında ve kendisinden bağımsız olan doğruluk ölçütleri sağlayamaması durumu: http://www.uludagsozluk.com/k/relativizm/ , erişim:03.11.2010.47 Felsefede İdealizm: dünyanın temellendirilmesinde en önemli görevin, bilince ya da maddi olmayan zihne yönelik bir gerçeklik kuramı geliştirmek olduğu düşüncesine dayandırılmıştır. İdealizm anlayışının temelleri Platon'un "Idealar Dünyası Kuramı" ile ortaya atılmıştır: http://www.felsefe.gen.tr/idealizm_nedir.asp erişim:03.11.2010
toplumdaki kuralların keskin hâkimiyetinden doğduğuna ve görmezlikten gelinemeyeceğine
inanmaktadır. İdealizm ise, bireysel inanışların bir derecesidir ve teoride ahlaki davranışlarda
pozitif sonuç üretme kaçınılmazdır. Objektif idealizmin kurucusu Platon'dur(M.Ö. 427–347).
Platon'a göre, dünyadaki varlıklar (bizim varlık sandığımız nesneler), gerçek varlıklar
olmayıp yalnızca bu nesnelerin ilk örnekleri (paradeigmata) olan ideaların (düşüncelerin) bir
yansımasıdır. Bu kurgulamada, düşüncenin kendisi esas varlıktır ve madde esas varlığın
yalnızca yansımasıdır. Modern biçimiyle sübjektif idealizmin kurucuları Berkeley (1685–
1753) ve Hume'dur (1711–1776). Berkeley dünyayı, insanın dış dünya hakkındaki tüm
bilgisini, onun duyumları aracılığıyla elde ettiği ve ne elde ettiği ile açıklamaktadır. Dış dünya
ancak insanın bilincinde vardır. Maddi dünya yalnızca duyumlarda vardır. Buna göre,
“Dünya” düşünebilen ve duyumsayabilen insanın düşüncesinde- bilincinde yer almaktadır.
Etik- İdeolojik yönüyle bir şeyin olumsuz sonuçlarını en aza indirmekle ilgili iken diğerlerine
göre daha fazla kazanım sağlamaktadır.
Realizm ise ikinci bir ideolojik yaklaşım olarak, ahlaki kurallar ve ilkelere vurgu
yaparak kararların doğru ve yanlış olup olmadığını tanımlamaktadır. Bu iki yaklaşımın da
birlikte kullanılması tavsiye edilmektedir. İdeali sağlama açısından “doğru olanın yapılması”
daima arzu edilen sonuca ulaşılmasına yol gösterecektir.48 Bu yaklaşım, Pareto(1848–1923)
nun tanımladığı; “bir şey için fayda veya refah yaratırken diğerleri için zarar doğurmaktan
kaçınma olarak” özetlenebilecek “pareto optimali” felsefesi ile bir bakıma paralellik arz
etmektedir.
İdealizm içinde bireysellik49 düşük bir değere sahiptir, beklenmedik ve uygun olmayan
çıktıların nedeni ise, daha çok kişilerin kendi doğru bildikleri ahlaki çizgilerinin yolunda
gitmelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Van Dun eşinde denediği diyalektik
yaklaşımlardan da yola çıkarak herkesin doğrusunun farklı olduğuna inandığını belirtmiştir.
Felsefi tartışmaların bir rekabet ortamı yaratmak için kullanılamayacağı, yani oyuncuların
hamlelerine odaklı bir satranç oyunu sayılamayacağı50 niteliğine vurgu yapılırken; eğer
normlar kişiler için reddedilemez bir değere sahip ise(a priori) “müzakerenin”, ancak o zaman
48 Donelson R. Forsyth, Ernest H. O’Boyle, Jr., Michael A. McDaniel , “East Meets West: A Meta-Analytic Investigation of Cultural Variations in Idealism and Relativism”, Journal of Business Ethics, Springer, 83, 2008, s. 814– 815, 827.49 Bireyin özgürlüğüne büyük ağırlık veren ve genellikle kendine yeterli, kendi kendini yönlendiren, görece özgür bireyi ya da benliği vurgulayan siyaset ve toplum felsefesi50 Frank Van Dun, “Argumentation Ethics And The Philosophy of Freedom” Libertarian Papers, Vol. 1, Art. No. 19 , 2009, s.6, 9.
tüm katılımcılar için sistematik ve felsefi yaklaşımlarla geliştirilebilmeye değecek bir anlam
taşıyabileceği belirtilmektedir. Genel yaklaşımlar, ahlaki duruşlar ve toplumu
yönlendirmelerin evrensel ahlaki kodlar içinde olması üzerinedir. Bu gereklilik ise
ortak/evrensel etik kuralları içeren davranış kılavuzu oluşturulması anlamına gelmektedir. Bu
kılavuzlar uluslar arası anlaşma ve sözleşmeler olarak değerlendirilebilir.
Forsyth’nin kullanımında idealizm ve realizm terimleri51, birbirini tamamlarken diğer
yaklaşımları reddederek kültürü öne çıkaran ahlaki sorgulamayı yapmaktadır. Bu anlamı ile
idealizm, teknik bir felsefi kullanım olan metafizik duruş-hem doğrulanabilen hem
yanlışlanabilen (Platon ve Berkeley) kullanımından farklılaşmaktadır. Çevrenin korunması ve
kullanırken yok etmemeyi sağlayan “yüksek çevre kalitesi” idealine erişmeyi hedefleyen erek,
bu bakımdan Forsyth felsefesine yakındır. Ayrıca, ani veya yavaş gelerek bireye, topluma ve
doğaya insan eliyle zarar veren ve zararı dehşetle hissedilen konular gerek somut gerekse
yaşanmış tecrübeler ile bağlantılı olup nedensellik (Hume) sorgulamalarına ihtiyaç
duymaktadır.
Bilim ve doğa birlikteliği, bize toplumun( bazen birey ve topluluklar bazen de yasal
karar alıcılar) her an değişebilen isteğine ve tansiyonuna göre hareket etmek bilim insanının
işi midir? sorusunu sordurmaktadır. İnsanlık tarihindeki iz bırakan olaylar analiz edildiğinde,
korku ve çıkar ilişkisi içinde sürdürülen “Makyevelist yaklaşımların” sıkça yaşandığını
anlayabiliyoruz. Bireylerin genel fayda yaratan kararlardan ziyade, ellerindeki kazanımlarla
ilgili olduğu bilinmeyen değildir. Bağlantılı olarak öncelikle bilim hatta çevre bilim, siyasi ve
idari baskı ve korkulara açık serbest bırakılması gereken bir değer midir? Sorusu tartışmayı
gerektirmektedir. Bilimsel çalışmalar kuşkusuz moral değerler ve toplumun kültür
değerlerinden bilgi desteği almaktadır.52 Bu durumda toplumun idari ve demokratik yapısını,
toplumsal ve beşeri sermayesine göre ortaya çıkan bağlantıları, yaşam sürecinde mevcut bilgi
koşullarında ilmi olan bir değerlendirmeye oturtmak gerekmektedir.
51 Metafizik veya epistemolojik yaklaşımı temel alması bakımından idealizmin iki temel biçimi vardır: Metafizik idealizm gerçekliğin idealara dayandığını, epistemolojik idealizm ise bilgi sürecinde zihnin yalnızca tinsel olanı kavrayabileceğini ya da nesnelerin gerçekliğinin algılanabilirliklerinden kaynaklandığını savunur. İlk biçimi ile idealizm dünyadaki temel tözün madde olduğunu, bunun da maddi biçimler ve süreçlerle bileneceğini ileri süren maddeciliğin, ikinci biçimi ile insan biliminin, zihnin dışında ve bundan bağımsız olarak var olan nesneleri gerçekte oldukları gibi görüp kavradığını öne süren gerçekliğin karşıtıdır. Gözlemlenebilir gerçekleri ve ilişkileri vurgulayarak metafizik görüşlere karşı çıkan olguculuk ile ateizm ve şüphecilik gibi akımlarda idealizme karşı çıkmaktadır; http://www.ydicagri.org/Sayilar/005/05egitim_felsefe_idealizm.htm , erişim:22.01.2011.52 19 Aralık 2008 - Su Stresi ve Teknolojik Yenilikler, Toplumsal Algılar İZİSYÖM Farkındalık Toplantısı 10 -:http://www.deu.edu.tr/DEUWeb/Icerik/Icerik.php?KOD=9996
Toplumdaki tarihsel gelişmeleri araştırmaya heveslenebiliriz. Ancak seçtiğimiz konu
hiç işlenmemiş veya işlenememiş olabilir. Sorgulamalarının toplum açısından “tehdit” olarak
değerlendirildiği, bu konulara ilişkin ilmi araştırmalarda sahnenin dışında kalmaya da özen
göstermek, objektifliği korumak bazen kolay olmasa da önem taşımaktadır. Objektif
olabilmek için bilimsel çalışmaların gerektirdiği olguları test etmek ve çok yönlü sorgulamak
iyi düşünme metotlarının temel felsefesini oluşturmaktadır. Karşılaşılan zorluklar, tehdit
algılamalarının toplumsal yayılımına bağlı değişecektir.
Etik duruşlar, bilim dünyasının gelişmesine hizmet eder mi? Basit tartışmalardan yola
çıkabilir miyiz? Bilimsel çalışmalar bir yönüyle toplum için yönetime doğru karar aldırmayı
sağlar. Çalışmaların etik yönüyle “çalışma konusuna ilişkin yönetimin stratejik kararlarının
verilmesinde adil, tarafsız, varlık haklarına saygı ve toplumsal bütünlüğü koruma, huzurlu
yaşam, yaşam kalitesi, barışı sağlama gibi” demokrasinin temel değerlerinin geliştirilmesine
hizmet etmesi beklenmeli midir? Kuşkusuz evet. Aksi takdirde bilimsel çalışmanın etik
olmayan amacından bahsedilebilir. Bu karanlık network ilişkileri kuşkusuz konumuz değildir.
Doğal çevrenin korunması konuları, sosyal ahlâk düzeni/etik değerler ve politika ile
yakından ilgilidir. Özellikle tarım, enerji ve sanayi sözcükleri makro ekonomik sektör
politikaları ile yerli ve yabancı yatırımlara ilişkin “mali”, “ticari” kararlar çevre korumacı
tartışmaların vazgeçilmez “kalkanları”dır. Bu nedenle “nüfus”, “kaynaklar”, “çevre”,
“kalkınma ve gelişme” ile “çıkar” sözcükleri, politik-ekonomik analizlerde yardımcı anahtar
sözcük olarak önem kazanmış ve aralarındaki ilişkiler yol göstericilik işlevini üstlenmiştir. Bu
sözcükler ise daha iyi bir yaşam sürme amacına hizmet eden çalışmaları anlatmaktadır.
Amaçların gerçekleşmesinde en temel araç, kamu hizmetinin etkin yürütülmesi ve bu
etkiyi yaygınlaştıracak mümkün olan bütün araçları etkili kullanmaktır. Bu konu yaşam
kalitesinin artırılmasına yönelik proje üreten politik felsefeyi tekrar karşımıza getirmektedir.
Politik felsefenin hareket noktaları, bilimsel çalışmaları kabulleri ve yöntem tercihleri yönüyle
etkilemektedir.
Politik felsefenin farklı boyutları olsa da ideolojik olarak liberal, sosyalist, muhafazakâr
ve anarşist düşünce, insanın iyi bir yaşam sürmesi gereğinde hemfikirdirler. Kendi politik
felsefeleri ve değerlendirmelerine göre iyi bir yaşam için uygun yapılanma önermektedirler.
Liberalizm görüşü, etimolojik olarak “özgürlük” sözcüğünden gelmektedir. 20. yüzyılda
adaletten daha ziyade özgürlük ve tolerans gözde hale gelmiştir. Bu çizgi, sosyalist ve sosyal
demokrat politikaları geliştirirken özgürlüğün yanına “sorumluluk” eklenmiştir.53 Sosyalistler,
serbest piyasa tercihine karşı(kapitalizm), üretim araçlarının kontrolü ve gelirin ya da
kaynakların yeniden dağıtımının merkezi otorite tarafından sağlanmasına odaklanmışlardır.
Muhafazakârlar(tutucu değil), tipik olarak insan tabiatı için kötümser ve şüphecidir.
Anarşi(anarchy)sözcüğü Yunancadır ve “başsız” anlamındadır. Politik anlamı, devletin
olmadığı sosyal ve politik sistemdir. Hiyerarşik ve otoriter yapılanmaların en aza inmesinden
yana olmayı karakterize etmektedir. Bütün “izm”ler tüm yönleriyle insan hayatını ve yaşamın
etkililiğini sorgularken bilimsel ve somut ahlaki çözümlemeler yapmaktadır. Nedeni ise,
bilindiği gibi aydınlanma etkisi ile geçmişte olduğu gibi her şeyi “ilahi takdir ve kabullerle”
kolaylıkla izah edememe zamanı içinde olunmasıdır.
Geleneksel etik tartışmalarından günümüze etik felsefe, insanların iyi bir yaşam
sürmesi ile ilgilidir. Günümüzün politik yaklaşımı, yukarıda da belirtildiği gibi kamusal
tercihlerin ekonomik gelişme kadar doğanın sürdürülebilirliğini en azından teoride kabul
etmiştir ve içselleştirilmesi önem kazanmıştır. Çevre korumacı felsefe, en geniş anlamı ile
“çevrecilik” (environmentalist) olarak tanımlanmaktadır. Bu politik felsefe, sadece insanın tek
başına hakları ile ilgili olmayıp dünyamızdaki diğer canlıları da kapsamaktadır.
Bireysel haklardan toplumsal haklara yönelişte; bireysel haklar kontrollü hale
getirilirken dezavantajlı gruplar(kadınlar, gençler, engelliler vb) için sorumluluk, kültürel,
ırksal, dini ve cinsiyet orijinleriyle ilgili olarak özgürlük ile özerkliklerini evrensel etik haklar
içinde tanımlayarak politikalar geliştirmek, yabancı yerleşiklere de en azından şimdilik yerel
düzeyde vatandaş gibi hak kazandırmak ve borç yüklemek gibi pratikler, kamu politikalarının
temel işlevini oluşturmaktadır. Aslında bütün bu farklı politik felsefe ile hedeflenen
yaklaşımların ortak noktası yine bir anlamda siyasi/yönetsel ahlâk sorunu ile yakından
ilişkilidir. Etik değerler, eğer ahlâki değerlerin üst süreci ise siyasi/yönetsel etiğe ancak varlık
merkezli çevre etiği ile ulaşmak mümkündür. İnsan kaynaklı doğayı etkileyen bütün
olumsuzluklar, evrensel düzeyde etik değerlendirmesine alınmamaktadır. Aslında politik
felsefenin sorularının ne tür çalışmalarla karşılandığı önemlidir. Bu sorgulamalar genel
53 Van Dun, Sınırlı koşullar altında geliştirildiğini kabul etmek zorunda olduğumuz, etik tartışmalarının öncelikli koşulu, doğanın kanunları ve insan dünyasının kanunlarını ihmal etmemek olup, ‘Tanrı, Toplum, Bilim, Fayda ve daha ne kadar yararlı inanışlar ve bugüne kadar değişmeden gelebilmiş kurallar, varken, Libertarianism’in bizi bireylerin eşit ve özgürlüğüne odaklı radikal duruşlarıyla kör etmesine ve köşeye sıkıştırmasına fırsat vermemeli’diyerek tepkilerini dile getirmiştir: Van Dun, a.g.m., s. 32.
olduğu kadar bulunulan konumdaki bireysel ve kurumsal sorumluluklarla da
ilişkilendirilebilir. Bu sorular;
Toplum ile bireyin ilişkisi ne olmalıdır?
Sosyal alanda etik duruşlar ne olmalıdır?
Yaşanılan kurumsal devlet alanında bireyin yeri ve yaşam biçimi ne
olmalıdır?
Mevcut hakim /egemen kurumlar ile ilişkilerde oluşturulan standartlar
ne olmalıdır?
Politik felsefenin ilgilendiği iyi bir toplumsal hayat, yaşam kalitesi göstergelerinin54
iyileşmesi, oy kullanma, kamusal hayata katılım gibi konulardır. Vatandaşların yaşama
sevinci kuşkusuz çevre koruma hedefi ile yakından ilişkilidir. Politik hayata iz bırakan ve
katledilerek öldürülen kadın yöneticilerden Indira Gandhi(1917–1984)de “yoksulluk en kötü
çevre kirlenmesidir” demiştir. Ayrıca Gandhi modern çağda yer alan bütün “izm” lerin
erkeklere çalıştığını ve onların önemli olduğu varsayımına hizmet ettiğini55 , aslında kirliliğin
teknik bir sorun olmayıp “diğerlerinin” haklarının ihlali ile ilgili olduğunu belirtmiştir. Savaş
varsa hangi ekolojik proje varlığını sürdürebilir? diye sorgulamıştır.
IV. SONUÇLANDIRMA
Çevre korumacı temel felsefenin senaryosunda hükümetlerden ziyade toplumlara
hizmet eden çalışmalar yer almaktadır. Ancak çevresel sürdürülebilirlik için yine de idarenin
desteği önemlidir. Ayrıca idarenin etik kuralları kendisi için de koyması ve sorgulaması
gerektiği de bilinmektedir. Evrensel sorumluluk, komşuluk hukuku ve bütünleşik yönetim
planlaması gibi konular demokratik yönetişim çerçevesinde düşünülmektedir.
Dünya’da yüksek peyzajlar ve çevre kalitesine erişmek için ortak akıl ve adımı
sürdürülebilir kılmayı sağlamaya yönelik bu nedenle uluslararası anlaşmalar yapılmaktadır.
Ayrıca ülkelerin artık birkaç anlaşmayı “yemek seçer gibi” beğenip alarak ve bu kadarı ile
“yetinmesi de” mümkün görünmemektedir. Çünkü artık anlaşmaların birbiriyle bağlantılı ve
uyumlu beraberliği planlanmaktadır. Bu nedenle de bütünleşik evrensel ya da bölgesel idari
kurallara bağlanmış toptan bir “çevresel etik yasal paketi” bulunmaktadır ve bu etik normatif
54 Zerrin Toprak, Kent Yönetimi ve Politikası, İzmir, 2010, s. 34-3755 Indra Gandhi,Of Man and His Environment, India, New Delhi, 1992, s.16-19.
alan sürekli geliştirilmektedir. Belirlenen ilke kararlarının uygulamadaki yansımalarının
teknolojik izlenebilirliği, ülkeden bölgeye açılan evrensel yaptırımlara hatta müdahalelere
adım adım idari sistemleri yöneltmektedir. Çevre sorunlarının evrenselliği, ülkelerin
egemenliğinin toprağa bağlı olmayan zihinsel sınırlarının da nereye kadar uzandığını
düşündürürken, gelişen haklar kavramıyla birlikte ahlaki algıları değiştirmekte, etik çizgilere
doğru geliştirmekte ve dönüştürmektedir.
Özetle; Davranışlarımızı, olguların gerekliliğine mi yada soyut etik ilkelere göre mi
düzenleyeceğiz? Seçeneklerinden ilkinin tercihinde, akıl yürütmede genelde öncelik
verdiğimiz alışkanlığımızın doğada ortaya çıkan izlenebilir hastalıklı somut göstergeleri ve
“ötekileştirme”, sağlıklı kentlerdeki sürdürülebilir gelecek adına bizi korkutmalıdır. Bu
nedenle doğru bilgiyi üretmek ve yaygınlaştırmak kadar, ilginin ayakta kalmasını sağlamak
için hatırlatmak ve her zaman etik yönde yorumlamak önem taşımaktadır.
V. KAYNAKÇA
ALTUNER Şerife Hanım, “Plotinus’ta Bazı Din Felsefesi Problemleri”, Süleyman Demirel Üniversitesi, Din Felsefesi Anabilim Dalı, Yükseklisans Tezi, Isparta, 2006.
AYSEVENER Kubilay, DEÜ, DESEM- felsefe kursu notlardan. Aralık 2010.
BALIBAR Etienne, Marx’ın Felsefesi, (Çev.) Ömer Laçiner, 4. Baskı, İstanbul, 2010.
ÇÖREKÇİOĞLU Hakan, “Kant: Çağdaş Politik Düşüncenin Ufku” , Kant Felsefesinin Politik Evrimi; (Der) Hakan Çörekçioğlu, İstanbul, 2010.
DAVIDSON Arnold I., “Arkeoloji, Genealoji , Etik”, Foucault Fikir Mimarları Dizisi-24, (çev.) Veli Urhan, Yazan ve Yayıma Hazırlayan Veli Urhan, İstanbul, 2010.
DELEUZE Gilles, Kant Üzerine Dört Ders, (Çev.) Ulus Baker, İstanbul, 2007.
DESTAIN Christian, Aydınlanma, (Çev.) İsmail Yerguz, İstanbul, 2010.
DOSTOYEVSKI Fyodor Mihayloviç, Yeraltından Notlar, (Çev.) Nihal Yalaza Taluy, İkinci Bası, İstanbul, 2009.
ECO Umberto, Yorum ve Aşırı Yorum, Türkçesi Kemal Atakay, Dördüncü. Bası, İstanbul, 2008.
EDEL Matthew, Foundations of Modern Economics Series, Prentice-Hall, Inc. Englewood Cliffs, New Jersey, 1973.
ERASMUS Desiderius, Deliliğe Övgü, (Çev). E. Murat Cengiz, İstanbul, 2007.
ERTAN Birol, “Cansız Varlıkların Hakları Olabilir mi? En Azından Tartışabilir miyiz?”, Birikim, S: 102, 1997.
ERTAN Birol, “Doğal Kaynakların Hakları”, Sosyal Demokrat Değişim, S: 9, 1997.
FABER Malte vd., “Towards and Open Future: Ignorance, Novelty and Evolution”, Ecological Economics-Concept and Methods, Edward Elgar Publishing Limited, Cheltenham, 2004.
FORSYTH Donelson R. EPQ, Journal of Personality and Social Psychology, 39, 1980.
FORSYTH Donelson R., Ernest H. O’BOYLE, Jr., Michael A. MCDANIEL , “East Meets West: A Meta-Analytic Investigation of Cultural Variations in Idealism and Relativism”, Journal of Business Ethics, Springer, 83, 2008.
GANDHI Indra, Of Man and His Environment, India, New Delhi, 1992.
GILSON Etienne, Ortaçağda Felsefe: Patristik Başlangıçtan XIV Yüzyılın Sonlarına Kadar, (Çev.) Ayşe Meral, İstanbul, 2007.
GÜNDOĞDU Hakan, ”Aydınlanma ve Foucault”, Foucault Fikir Mimarları Dizisi-24, (çev.) Hakan Gündoğdu”, 2010.
KIŞLALIOĞLU Mine ve Fikret BERKES, Çevre ve Ekoloji, TÇVY, İstanbul, 1989.
KRIEGEL Blandine, Klasik Siyasi Felsefe Metinleri, (Çev), Zühre İlkgelen, İstanbul, 2010.
MENDUS Susan, “Dürüst Ama Dar Kafalı Bir Burjuva mı?” Çev. Hakan Çörekçioğlu, Kant Felsefesinin Politik Evrimi; (Der) Hakan Çörekçioğlu. İstanbul, 2010.
NICKELL Darcy ve Harold A. HERZOG Jr., Ethical Ideology and Moral Persuasion: Personal Moral Philosophy, Gender, and Judgments of Pro- and Anti- Animal Research Propaganda, Volume 4, Number. 1, The White Horse Press, Cambridge, UK., 1996.
NIETZCHE Friedrich, İyinin ve Kötünün Ötesinde, İstanbul, 2010.
OKŞAR Yusuf, “İslam Kelamında Nedensellik ve Adetullah” Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Adana, 2008.
ÖRS Yaman, “Etik Açısından Doğal Çevremiz”, İnsan Çevre Toplum, Edit. Ruşen Keleş, 2. Baskı, Ankara, 1997.
PLATON, Şölen-Dostluk, (Çev.) Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat, İstanbul, 2010.
ROLSTON III Holmes, “Challenges in Environmental Ethics” The Environment in Question, Edit.David E.Cooper&Joy A.Palmer, London, 1992.
TAMKOÇ Günseli (der.), Derin Ekoloji, İzmir, 1994.
TOPRAK Zerrin, Çevre Yönetimi ve Politikası, İkinci Baskı, İzmir, 2004.
TOPRAK Zerrin, Çevre Yönetimi ve Politikası, İzmir, 2003.
TOPRAK Zerrin, Kent Yönetimi ve Politikası, İzmir, 2010.
VAN DUN Frank, “Argumentation Ethics And The Philosophy of Freedom” Libertarian Papers, Vol. 1, Art. No. 19 , 2009.
http://en.wikipedia.org/wiki/Ionia , erişim:12.25.2010.
http://remacle.org/bloodwolf/philosophes/plotin/enneade6.htm , erişim: 24.12.2010.
http://www.biologicaldiversity.org/publications/papers/Silent_Spring_revisited.pdf , erişim: 06.01.2011.
http://www.dogatarihi.net/ulisse-aldrovandi/ , erişim: 02.01.2011.
http://www.felsefe.gen.tr/idealizm_nedir.asp erişim:03.11.2010.
http://www.iep.utm.edu/naturali/ , erişim: 10.01.2011.
http://www.iep.utm.edu/plotinus/#SSH2d.ii , erişim: 24.12.2010.
http://www.uludagsozluk.com/k/relativizm/ , erişim:03.11.2010.
http://www.ydicagri.org/Sayilar/005/05egitim_felsefe_idealizm.htm , erişim:22.01.2011.
http://www.deu.edu.tr/DEUWeb/Icerik/Icerik.php?KOD=9996, erişim: 07.02.2011
http://forum.kanka.net/archive/index.php/t-25835.html: erişim 07.02.2011
http://www.scribd.com/doc/17275935/yorum-ve-anlam-interpretation-and-meaning,erişim
28.03.2011