Upload
mehmet-kygsz
View
294
Download
1
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Herbie Brennan - Peri Savaşları
Citation preview
it haki
HERBIE BRENNAN
Herbie Brennan, kitapları elliyi aşkın ülkede yayımlanan ve milyon
larca satan bir yazar.
Daha çocukken psikolojiye merak saran Brennan, bu konuda birçok
kitap okudu. Onsekiz yaşında gazetecilik kariyerine başladı, yirmidört ya
şında ise ülkesi İrlanda'nın en genç gazete editörü oldu. Daha sonra çe
şitli dergilerde görev yaptı. Ayrıca, danışmanlık, reklamcılık ve pazarlama
alanlarında çalıştı.
ilk kitabı Astral Doorıl'ays çoksatarlar arasına girdi. Bir süre sonra ilk
romanını yayımladı. Ardından zamanının çoğunu yazmaya verme kararı
aldı ve bugüne dek yetmişi aşkın kitaba imza attı.
Halen psikoloji, tinsellik, karşıl::ıştırmalı din, reenkarnasyon, ezote
riznı, kuantum fiziği ve psişik araştırmalar gibi ilgi alanları üzerine yazı
yor. İngiltere ve İrlanda'da birçok radyo programına katıldı, seminerler
verdi.
Yetişkinler için olduğu kadar çocukl::ır için de yazan Brennan, tekno
lojiyi yakından izleyerek yenilikleri kitapl::ırına yansıtıyor. Serüven oyun
kitaplarını yaratan ilk yazarlardan biri ve GrailQuest serisiyle dünya
çapında tanınıyor.
İthaki Yayınları - 316
Edebiyat - 251
(Fantastikkurgu)
Peri Savaşları
ISBN 975-273-088-4
Peri Savaşları
Faerie War.s
Herbie Breııııaıı
İngilizceden çeviren: Ulaş Apak
Yayına Hazırlayan: Ayça Sabuncuoğlu
1. Baskı İstanbul, Şubat 2005
© Herbie Brennan, 2003
© İthaki Yayınları, 2005
Bu eserin tüm hakları Kesim Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın
alınmıştır.
Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
Yayın Koordinatörü: Füsun Taş
Sanat Yönetmeni: İbrahim Çeşmecioğlu
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Yeşim Ercan
Kapak, İç Baskı ve Cilt: Kitap Matbaacılık
İthaki Yayınları Mühürdar Cad. İlter Ertüzün Sok. 4/6 81300 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 330 93 08 Faks: 0216 449 98 34 [email protected] www.ithaki.com.tr
Dağıtım: Çatalçeşme Sok. Yavuz Han No: 26 Cağaloğlu-İstanbul Tel: (0212) 512 76 00 Faks: (0212) 519 56 56
)
�
VERi SAVAŞIARI
ff erbfe 8reooao
� it h • 1ı.. I
jacks için her zaman
Bir
Henry hayatını değiştiren gün erkenden kalktı. Mu
kavvadan bir heykelcik yapıyordu ve önceki gece ya
pıştırıcının kurnması için ara vermişti. Şimdi geriye sa
dece kürdan bir şaft eklemek ve bazı süslemeler yap
mak kalmıştı, sonra uçan domuz bitmiş olacaktı. Üç
haftasını almıştı, ama bugün kolu çevirecek ve domuz
mukavvadan kanatlarını çırparak havalanacaktı. Do
muzlar uçabilir. Altında böyle yazıyordu.
Yedide yatağından kalkmış, yediyi üç geçeye kadar
giyinmiş, bir dakika sonra da yapıştırıcıya bakmıştı.
Sertleşmişti. Gece boyunca bekleyip de nasıl sertleşme
yebilirdi ki? Mukavva maketlerin sırrı buydu işte - asla
acele etme. Acele etmeden kes. Aşama aşama ilerle -
talimatlarda öyle yazıyordu: Aşama aşama ilerle. Ya
pıştırıcının sertleşmesi için uzun süre bekle. Bu üç şe
yi yaparsan, Tac Mahal kadar sağlam mukavva heykel
cikler elde etmen işten bile değildi. Şimdiden odasında
\1
fferbie Breımarı
yedi heykelciği vardı, ki bunlardan biri gerçekten Tac
Mahal'di. Ama uçan domuz şu ana kadar yaptıklarının
en iyisiydi. İçinde mukavva çarklardan ve şaftlardan bir
mekanizma vardı. Bu mekanizma domuzu kaidesinden
kaldırıyor ve kanatlarını çırpmasını sağlıyordu.
En azından yapım kılavuzunda böyle diyordu.
Henry az sonra görecekti.
Küçük parmağının tırnağını kullanarak küçük bir
delik açtı ve kürdanı içeri soktu . Bu, süslemeler sayıl
mazsa yapması gereken son şeydi, ama kürdanı tam
doğrn yere sokmak zordu. Sonm şu ki, deneyene ka
dar doğrn yer olup olmadığını anlamak mümkün de
ğildi. Denediğinde de, eğer doğrn yer olmazsa, meka
nizma parçalanabilirdi. Talimatlarda bununla ilgili kır
mızıyla yazılmış bir uyarı vardı. Yanlış yaparsan ilk ka
reye dönerdin . Ama doğrn yaparsan kral olurdun.
Doğrn yaptığını düşünüyordu.
Henry işçiliğini inceledi. Kaide, üstünde bir koldan
ve Domuzlar uçabilir yazısından başka bir şey olma
yan siyah bir küptü. Pespembe ve şişman olan domu
zun kendisi omm üzerinde çömelmişti. Kanatları o ka
dar zekice katlanmıştı ki onları göremiyordun. Maket
son birkaç aptal süsleme hariç tamamlanmıştı. Ama
onları yapmasa da olurdu. Süslemelerin mekanizmayla
bir alakası yoktu. Bu gerçeği anlayacağı andı.
Henry nefesini tuttu, ileri uzandı ve kolu çevirdi.
Domuz, mukavva kanatlarını açarak kaidesinden
zarifçe ileri ve yukarı doğm havalandı. Kaidesinin so
mma ulaştığında, gizli bir çark yerine oturarak kanatla-
'
Peri Sauaşlarr
rını çırpmasını ve havada kalmasını sağladı. Kolu ters
yöne çevirinceye kadar da öyle kalacaktı. Ama Henry
kolu ters yöne çevirmedi. Durmadan kanat çırpan yaş
lı domuzu yerinde tuttu.
Domuzlar uçabilir.
Henry yumrnğunu havada sallayıp, "Evvet!" diye
bağırdı.
Annesi mutfakta masada oturmuş, önündeki kahve
fincanına bakıyordu. Berbat görünüyordu.
"Günaydın, anne," dedi Henry neşeyle. Mısır gevre
ği rafına uzandı. Sarı renkli kasesine mısır gevreğini
dökerken, "Çalıştırdım onu," dedi. Kaseyi masaya gö
türüp süt şişesine uzandı.
Annesi koca koca açtığı, yaşlı ve bomboş bakan
gözlerini kahve fincanından kaldırıp oğluna dikti.
"Ne?" diye sordu.
"Çalıştırdım," dedi Henry yine. "Uçan domuz. Çalış
tırdım. Mekanizmanın dayanacağını hiç sanmıyordum
-mukavvadan yapılmış ne de olsa- ama işe yaradı. İs
tersen sana sonra gösteririm."
"Ah, tabii," dedi annesi. Ama ses tonu öyle rüyamsı
ve uzaktan gelirmiş gibiydi ki, Henry annesinin hala
neden bahsettiğini bilip bilmediğini merak etti. Annesi
zorla gülümseyip, "İyi olur," dedi.
Marta Atherton güzel bir kadındı. Bunu Henry bile
görebiliyordu. Saçı kırlaşmaya başlamıştı, ama FBI ve
İspanyol Engizisyonu bile bunu ona asla kabul ettire
mezdi. Herkes onu yer yer kumral saçları da olan bir
9
ff erbie 8reıma11
esmer olarak biliyordu. Biçimli hatları vardı - tam ba
lık eti değil, ama aç kalmış gibi görünmeyecek kadar.
Henry bunu seviyordu, ölü gibi göründüğünde bile.
Sabahın köründe kim ölü gibi görünmezdi ki?
Henry mısır gevreğini kaşıklarken, "Babam nerede?"
diye sordu. "Dün gece eve geldi mi?" Babası geç vak
te kadar çalıştığında bazen işyerinde kalırdı . Henry
uyuyakaldığında henüz gelmemişti, ama Henry de dün
gece erkenden uyumuştu. Bay Fogarty'de öyle yornl
muşn1 ki, uçar: domuzun son parçasını yapıştırmayı
ancak başarabilmişti.
Bir an annesinin gözlerinde bir şey gördüğünü san
dı. Gördüğünü sandığı şey boş bakışlarla beraber yok
oldu ve annesi ilgisizce, "Ah, evet. Birazdan aşağı in
mesini umuyornm," dedi.
Henry de öyle umuyordu. Babasının trene yetişme
si gerekiyordu ve acele etmekten nefret ederdi. "Bu
gün için planların nedir, anne?" Annesi yerel kız oku
lunun müdiresiydi, ama yaz tatili olduğu için okul şim
di kapalıydı.
Annesi, "Fazla bir şey yok," diye cevap verdi.
Henry anne babasının yaşına geldiğinde her sabah
zombiye dönüp dönmeyeceğini merak etti. Mısır gev
reğini bitirip biraz daha aldı, sonra meyve tabağından
bir muz almak için uzandı. Bay Fogarty ile bir meşgul
gün daha onu bekliyordu. Yavaş salınan karbonhidrat
lara ihtiyacı vardı.
Babasının ayak seslerini duydu. Başını kaldırdığın
da, sahanlıktan banyoya doğrn yürüdüğünü gördü .
ıo
Peri Saoaflarr
"Merhaba, baba!" diye bağırdığında tek aldığı cevap bir
homurdanma oldu. Banyo kapısı kapanırken Henry
koltuğunu çevirip bıçak almak için uzandı. Muzunu
kalın parçalara böldü -boyutun tadı da değiştirmesi
garipti- sonra bir de elma kesti. "Çok muzumuz var
mı?" diye sordu annesine.
"Ne?"
"Muz, anne. Çok muzumuz var mı diyorum?"
Annesi bir an ona bakakaldı, sonra, "Evet, sanırım,''
dedi.
Henry annesinin nesi olduğunu merak ederek, "Bir
tane daha alabilir miyim?" diye sordu. Bu kadarı onun
her zamanki Yaşayan Ölülerin Sabahı'ndan da fazlaydı.
Annesinin gözleri sahanlığa kaydı. Henry'nin genel
de hayır anlamına geldiğini düşündüğü aldırmaz bir ta
vırla, "İstediğin kadar alabilirsin," dedi. Ama altı üstü
ikinci bir muz için neden mesele çıkarsındı ki? O tanı
dık suçluluk parıltısını hissetti, ama yine de muzu alıp
dilimledi. Sonra ayağa kalkıp böğürtlenli yoğurt var mı
diye bakmak için buzdolabına yürüdü.
Karışımı hakkını vererek yerken, babası duş almış,
tıraş olmuş ve temiz mavi-gri çizgili iş gömleğini giy
miş halde banyodan çıktı. Birden Henry bir şeyi fark
etti. Yaşlı adam banyoya giderken kendisiyle annesinin
yatak odasından gelmemişti - misafir odası tarafından
gelmişti.
Yoksa öyle değil miydi? Henry mısır gevreğine ba
kıp kaşlarını çattı ve hatırlamaya çalıştı. Babasının mi
safir odasından geldiğini zannediyordu, ama emin de-
il
Herbie Breımaıı
ğildi. Hem adamcağız neden misafir odasında uyumak
istesindi ki? Tabii çok geç gelmiş ve uykuya dalmış
olan annesini uyandırmak istememişse o başka. Ama
babası daha önce de eve defalarca geç gelmişti ve an
nesini uyandırma konusunda hiç endişelenmemişti.
Belki de Henry yanlış görmüştü. Ne de olsa sadece bir
anlığına bakabilmişti.
Timothy Atherton mutfağa doğnı yürürken Henry,
"Merhaba, baba," diye seslendi. "Yeni maketimi çalış
tırdım."
Yolunda gitmeyen bir şey vardı ve Henry ne oldu
ğunu anlayamıyordu.
"Bu gece yine geç kalacak mısın?" Sonıyu pat diye,
biraz sert bir sesle annesi sormuştu. Belki de babası
dün gece eve geç geldiği için korkmuştu.
Babası, "Emin değilim, kalabilirim," dedi.
"Tim, yapmamız gereken - " Sonra durdu. Henry
bunun, babasının ondan tarafa uyarıcı bir bakış fırlat
ması yüzünden olduğuna yemin edebilirdi.
"Seni ararım, Martha,'' dedi babası keskin bir sesle.
Mesele söyledikleri şeyler değildi, zira aslında pek
bir şey söylemiyorlardı. Daha çok seslerinin tonuydu.
Sadece annesininki değil, ikisininki de. Henry kaşları
nı çattı. Belki de dün gece babası eve geldikten sonra
kavga etmişlerdi. Henry o sırada yedinci uykusunday
dı; yeri göğü yıkacak kadar bağırmış olsalar bile duy
mazdı. Aklı daha önce düşündüğü bir şeye gitti. Belki
de babası gerçekten misafir odasında uyumuştu . Belki
ıı
Peri Sauaşlarr
onu oraya annesi yollamıştı. Kötü olmalıydı - bildiği
kadarıyla daha önce hiç ayrı uyumamışlardı.
Henry dunıp dunırken babasının başka bir kadınla
ilişkisi olup olmadığını merak etti. Pek çok işadamının
olurdu: Sekreterleriyle yatarlardı. Belki de kavga bun
dan çıkmıştı. Birden ürperdiğini hissetti. Başka kadın
lar kötü haberdi. Çiftler başka kadınlar yüzünden bo
şanıyor/ardı .
Henry gizlice babasına baktı. Alnındaki ve gözleri
nin çevresindeki, stresten kaynaklanan çizgilerle adam
son zamanlarda daha zayıf ve yaşlı görünüyordu. Eğer
sahiden Ana'is ile yatıyorsa, bu onu mutlu etmiyordu.
Ama Ana'is ile yatıyor olamazdı - onun babası değil. O
tür bir adam değildi işte.
Annesi, "Bu akşam Charlie'yi görmeye gitmeyecek
misin?" diye sordu.
Henry bir an annesinin ona seslendiğini fark etmedi.
Sonra uyanıp, "Evet. Evet, gitmeyi düşünüyordum," dedi.
"Bayan Severs muhtemelen sana yemek verir - ge
nelde veriyor."
"Evet, düşünmüştüm ki - "
Ama annesi tekrar babasına dönmüştü bile. "Dü
şündüm de, belki de eve biraz erken gelebilirsen be
raber bir şeyler yiyebilir, ya da dışarı bir yerlere çıka
biliriz. Yemek için yani. Aisling haftasonuna kadar Mi
dilli Kulübü'nden dönmeyecek. Henry dışarı çıkıyor.
Sadece ikimiz olacağız." Yine Henry'ye döndü. "Bu
senin için sorun olmaz, değil mi? Severs'larla akşam
yemeği yiyeceğine göre?"
IJ
ff erbie Breıırıao
"Hayır," dedi Henry. "İsterseniz yatıya kalabilirim."
Sık sık Severs'larda yatıya kalırdı, an_ıa annesi onu ka
ale almadı, bu da muhtemelen kalmasını istemediği
anlamına geliyordu. Pek hoş.
Babasının saate baktığını gördü. Trenine yetişmek
için yarım saati vardı. "Bence bu mükemmel bir fikir.
Seni sonra ararım." Sesi gergindi.
Gerginlik mutfağa bir kilim gibi yayılmıştı. Henry bu
gerginliği dağıtmaya çalıştı. Neşeyle, "Vay, güzel bir sa
bah daha!" deyip pencereden gelen güneş ışığına baktı.
"Ne yazık ki bugün de Bay Fogarty'ye gitmem gerek."
"Konuşabiliriz diye düşündüm," dedi annesi. "Eee . . .
olaylar hakkında. "
Babası kısa bir süre gözlerini kapattı, sonra, "Artık
gitsem iyi olacak," dedi.
"Kahvaltını etmedin," dedi annesi hemen.
"Kahve içtim," dedi babası. Bu da doğnıydu, sade
ce bir fincan olsa da.
Annesi, "Sana bir şeyler hazırlayayım," dedi. "Ayağa
kalkarken sandalyesi karoları gıcırdattı. "Daha çok za
manın var. "
Babası düz bir sesle, "Çok zamanım yok," dedi.
"Hemen gitmezsem treni kaçıracağım." Ayağa kalktı.
Bir anlığına çok yakından birbirlerine baktılar. Sonra
babası gözlerini kaçırıp, "Gitsem iyi olacak," dedi.
Henry çabucak, "Beni Bay Fogarty'nin evine atabilir
misin, baba?" diye sordu. Annesine bakmaktan özellik
le kaçındı - nedense taraf tutmuşçasına bir suçluluk his
setti.
Peri Sacıafları
"Bay Fogarty'ye öğleden sonra gideceğini sanıyordum," dedi annesi sert bir sesle.
Henry ona bakmaksızın, "Hayır, sabahtan, anne," dedi.
"Sen de kahvaltı etmedin." "Hayır, ettim." Boş mısır gevreği çanağını gösterdi. "O yetmez." "İçine muz koydum anne," dedi Henry. "Her neyse,
Bay Fogarty ile bir şeyler yiyebilirim. Yanında birinin olmasını seviyor."
"Bay- " Babası, "Seni bırakmamı istiyorsan hemen gelmen
gerek," diye araya girdi. Henry, "Hoşçakal, anne," dedi. İncinmiş bakışlarına
aldırmayıp onu yanağından öptü. Babası annesini öpmeden evden çıktı.
Henry emniyet kemerini takarken, "Neler oluyor, baba?" diye sordu.
Babası hiçbir şey demedi, ama park yerinden fazlasıyla hızla ve pek bakmadan çıktı. Henry annesinin çoğu zaman yaptığı gibi kapıda durup onlara el sallamadığını fark etti.
Henry, gergin bir biçimde yolcu koltuğunda oturuyordu. Annesiyle babasının kavga etmesinden nefret ediyordu. Kavga esnasındaki gerginliği adeta bir bıçakla kesebilirdiniz. Babasının şu anki hali de garipti. Pek sık kavga etmezlerdi; bu yüzden bu sabahki durum daha da endişe vericiydi. Henry kendi kendine, muhte-
ıs
ff erbie 8rermaıı
melen önemli bir şey değildir, dedi, ama bu, endişesini azaltmadı. Okulda anne babaları boşanmış olan beş çocuk tanıyordu.
Babası bir şeyler söyledi, ama Henry duyamadı. Düşünmeyi bırakıp tekrar dikkatini topladı. "Ne dedin, baba?"
"Şu Bay Fogarty - nasıl biri?" "Yaşlı biri. Sen de bilirsin ... " Henry omuz silkti. Bay
Fogarty hakkında konuşmak istemiyordu. Annesi ile babası arasındaki sornmın ne olduğunu öğrenmek istiyordu.
Babası kısaca, "Hayır, bilmem," dedi. "Neden bana anlatmıyorsun?"
Henry annesi yüzünden sıkıntılıydı. "Emekli. Yetmiş, seksen - bilemiyornm. Yaşlı bir adam. Evi çok dağınık."
"Evi onun için sen mi temizliyorsun?" Bunu soran annesi olsaydı, sornnun devamı Peki
nasıl oluyor da kendi odanı hiç temizlemiyorsun?biçi
minde olurdu, ama babası sözkonusu olduğunda, duyduğunuz şeyle kastettiği şey aynı olurdu. Ya da yaklaşık. Bunları daha önce de konuşmuşlardı. Ama babasının annesi yüzünden rahatsız olduğu apaçıktı. Bir kere arabayı çok hızlı sürüyordu. "Onun gibi bir şey," dedi Henry. "Biraz topluyornm, ama bazen de sadece konuşmak istiyor." Kimi zaman da istemiyordu. Bay Fogarty nıhaftı, hayaletlere ve perilere inanıyordu, ama bundan bahsetmeye niyeti yoknı. Tuhaf olsun ya da olmasın, Bay Fogarty anında para ödüyordu ve Henry de MP3 çalar alabilmek için para biriktiriyordu.
16
Peri Saoaşları
"Ne hakkında?" "Ne?" "Ne hakkında konuşuyor? Bazen sadece konuşmak
istiyor dedin. Ne hakkında?" "Şundan bundan," dedi Henry. Babasının içinde tuttuğu bütün o öfke birden patla
dı. "Of, Allah aşkına, Henry, sana Gizlilik Anlaşması mı imzalattı? Sadece ne konularda sohbet ettiğinizi öğrenmek istiyornm. Sen benim oğlumsun. İlgileniyornm."
Henry, "Biraz yavaşlayabilir misin, baba? Yanında mirasçın var."
Babası bir an ona dik dik baktı, sonra o sabah ilk defa sırıttı ve arabadaki gerginlik aniden ortadan kalktı. Alçak sesle, "Özür dilerim, oğlum," dedi. "Gerçekten de hıncımı senden almamalıyım." Ayağını pedaldan kaldırdı.
Henry koltuğunda arkaya yaslanıp, yandan geçip giden ağaçları ve çitleri izledi.
Bay Fogarty kentin sınırındaki bir çıkmaz sokağın sonunda küçük, iki katlı bir evde yaşıyordu. Henry'nin babası sokağın köşesinde durdu ve, "İşte geldik," de-di. "Kendini çok zorlama."
"Sen de," dedi Henry. Kapı koluna uzandı, sonra durdu.
Babası, "Seninle bu akşam görüşebiliriz, oğlum," dedi. "Charlie'lere gitmenden önce."
Henry, "Anai:s ile bir ilişkin mi var, baba?" diye sordu.
1�
fferbie 8rer111a1J
• • •
Sessizlik o kadar derindi ki, arabanın motorunun sesini bastırırmış gibi oldu. Henry hiç kıpırdamadan, elini hala kapı kolunda tutarak bekledi ve babasına baktı. Babasının kızacağını düşünmüştü, ama o bunun yerine uzaklaşmış gibi göründü, sanki Kim Milyoner Ol
mak İster? yarışmasına katılıyormuş gibi. Anais ile bir ilişkin var mı?
A. Evet.
B. Hayır.
C. Artık yok.
D. Sadece iyi arkadaşız.
Bu yanıtlardan biri size 64, 000 sterlin kazandıra
cak, Bay Atherton. Ama yanlış cevap verirseniz sonu
kötü olacak.
Bir süre sonra babası, "Şimdi gitmezsen trenimi kaçıracağım," dedi.
"Hadi ama, baba," dedi Henry. "Bilmeye hakkım yok mu sence?" Tam, "Trene yetişmek için çok zamanın var," diyecekken, annesinin söylediklerini tekrarlamış olacağını düşünerek kendini frenledi. Bunun yerine, "Eğer böyle bir şey varsa anneme söylemem," diye ekledi. Bunu söylerken, sınıfta anne babası boşanmış altıncı kişi olacağını düşünüp, öğretmene anlatmamaya kendi kendine söz verdi.
Babası hala bir şey söylemiyordu. Sessizlik dayanamayacağı kadar uzayınca Henry arabanın kapısını açtı. "Tamam," dedi.
Arabadan inerken babası bir şeyler söyledi. Henry o 18
Peri Saoafları
sırada arabanın kapısını kapattığı için ne dediğini duyamadı. Kapıyı tekrar açıp eğildi.
Babası alçak sesle, "Benim Ana"is ile bir ilişkim yok. Annenin var," dedi.
19
f ki
Çayhane kalabalık bir mahalledeki, ahırdan bozma bir binanın içindeydi. Mahallenin yan sokakları o kadar dardı ki, Henry'nin babası park etmek için arabanın yarısını kaldırıma çıkarmak zornnda kaldı.
"Çıkmana yetecek yer kaldı mı?" Henry ihtiyatla kapısını açtı. "Bol bol yer var, ba
ba," dedi. Kıl payıyla da olsa dışarı çıkmayı başardı. Babası arabayı kilitlerken Henry, "Trenini kaçırmayacak mısın?" dedi.
"Boşver treni," dedi babası. Attıkları üç adım onları rahat, halı döşeli bir odaya
götürdü. Odadaki basit masaların sadece birkaçı doluydu. Pişen pastırmanın kokusu onları kapıda karşıladı. Babası öne geçip, ÖZEL yazılı bir kapının yanına koyulmuş, diğerlerinden çok uzaktaki bir masaya yöneldi. Henry küçük, boş bir araziye bakan bir pencerenin altına oturdu. Masanın ortasındaki plastik tutaca bir
20
menü kardı sıkıştırılmıştı. Babası menüye bakmadan, 'Jambon, yumurta ve sosise ne dersin?" diye sordu.
Henry midesinin kasıldığını hissetti. "Aç değilim." Babası içini çekti. "Ben hepsinden alacağım - buna
ihtiyacım var. Bir şey istemediğine emin misin? Çırpılmış yumurta? Tost? Bir fincan çay?"
Henry hafifçe gülümseyerek sadece onu susturmak için, "Bir fincan çay," dedi. Anai:s hakkında som sormamış olmayı diledi. Babasının ani değişimi fazlasıyla korkutucuydu. Henry, Anai:s hakkında bir şey bilmek istemiyordu. Sadece babasının, "Anaıs mi? Saçmalama, tabii ki hayır," diyebilmesi için sormuştu. Aslında babasının söylediği de aşağı yukarı buydu. Gel gör ki Henry annesinin başka biriyle ilişki yaşadığını da duymak istemiyordu. Annesinin ilişki yaşıyor olması da aynı derecede, belki daha da kötüydü. Ayrıca bu ilişkiyi kiminle yaşıyordu? Henry annesinin, babası dışında bir erkeğe iki kere baktığını görmemişti. Belki babası düpedüz saçmalıyordu. Belki her şeyin bir yanlış anlamadan ibaret olduğu ortaya çıkacaktı.
Kapı açıldı ve genç bir garson kız iki yumurta tabağı taşıyarak aceleyle çıktı. Yanlarından geçerken, "Merhaba, Tim," dedi.
Tim kısaca, "Günaydın, Ellen," dedi. Henry gözlerini kıstı. Anlaşılan babası buranın mü
davimiydi. Her nedense bu biraz ürkütücü geliyordu. Henry'nin, anne babası hakkında bilmediği çok fazla şey varmış gibi görünüyordu.
Garson Ellen önlüğünden bir not defteri çıkararak ıı
ff erbie 8reıman
geri döndü. Henry'den belki sekiz yaş büyük olan güzel bir esmerdi. Dar, siyah bir etek, beyaz bir bluz ve makul ayakkabılar giymişti. Ayakkabılar ona, rahatlığı göıünüşe yeğlediğini ve büyüdüğünde bile yeğleyeceğini söyleyen Charlie'yi hatırlattı.
"Her zamankinden mi, Tim?" diye sordu neşeyle. Adam başıyla onaylayınca, Henry'ye bakıp sırıttı. "Bu yakışıklı kim?"
Henry kızardı. Tim, "Oğlum Henry. Henry, bu Ellen," dedi.
"Merhaba, Henry, sen de bir kalp krizi ister misin?" "Sadece çay," diye mırıldandı Henry. Kızardığının far
kındaydı ve bu daha da fazla kızarmasına sebep oldu. "Güzel ekmeklerim var," dedi Ellen. "Bir tane ister
misin?" Henry ondan kurtulmak için, "Peki, olur," dedi. İşe yaramadı. "Sade mi kum üzümlü mü?" "Sade," dedi Henry sabırsızlanarak. "Yağlı mı top kaymaklı mı?" "Yağlı." "Çilek reçelli mi marmelatlı mı?" "Çilek." "Tamamdır," dedi Ellen. Sonunda not defterini ka-
pattı ve gitti. "İyi kız," diye yomm yaptı babası. "Buraya sık mı gelirsin, baba?" Tim omuz silkti. Belli belirsiz, "Biliyorsun ... " dedi. Henry pencereden dışarı baktı. "Bana annemden
bahsetmek ister misin, baba?"
Peri Sauaflarr
Jambon, yumurta ve sosis ısıtılmış olarak bekliyor olmalıydı, çünkü Ellen neredeyse hemen geri döndü. Diğer elinde de bir demlik vardı. Tabağı Tim'in önüne koydu. "Ekmeğin geliyor," dedi Henry'ye.
Sessizlik içinde beklerlerken aceleyle uzaklaştı ve yine hemen içinde ekmeğin, biraz tereyağının ve çilek reçeli dolu minik plastik bir kabın olduğu bir tabakla geri geldi. Henry babasının kahvaltısına bakakaldı ve aynısını istemediğine şükretti. Jambon yağlı, yumurtalar da sertti. Tam bir iğrenmeyle, kızarmış domatesin arkasına saklanmış bir böbrek olduğunu fark etti. Babasının her zaman yediği bu muydu yani?
Ellen ona ekmeğini verdi, sonra fincanları ve fincan tabaklarını koydu. Giderken, "Süt masanın üzerinde,'' dedi.
Tim önce kendi tabağına, sonra Henry'ye baktı. "Bundan biraz istemediğine emin misin?"
Henry ürperip, ekmeğini kesmek için bir bıçak almaya uzandı. Ne kadar çabuk başlarsa o kadar çabuk bitecekti. "Benimle konuşmanı istiyorum, baba."
"Evet, sanırım istiyorsundur," dedi babası.
Tim Atherton oğluna bir şey anlatmayı hiç mi hiç istemiyordu. Ama anlattı. Kahvaltısına girişti ve konuştu. Bir kere başlayınca da duramadı sanki.
"Annenle benim aramızda ... sorunlar olduğunu biliyorsun, Henry, öyle değil mi?" Henry bilmiyordu. En azından bu sabaha kadar bilmiyordu. Bunu ifade etmek için ·ağzını açacağı sırada babası, "Elbette biliyor-
ZJ
fferbie Breımaıı
sun, aptal değilsin ya," dedi. "Artık çocuk da değilsin. Belirtileri fark etmiş olmalısın. Tanrı biliyor ya, yeterince aşikardılar."
Henry için aşikar değillerdi. Büyük bir utançla, babasının gözünde bir gözyaşının belirdiğini ve sağ yanağından aktığını gördü. En kötüsü de babasının bumı fark etmemesiydi. Henry aklına söyleyecek başka bir şey gelmediği için bekledi. Sonunda babası, "Bumın için çok mu küçüksün bilmiyorum, ama ... İlişkimiz iki ay önce yokuş aşağı gitmeye başladı," dedi. "Belki iki aydan biraz fazla. Annen .. . değişmiş gibiydi. Artık kalbinin bu evlilikte olmadığı apaçık ortadaydı. Bu ... anlaşılıyor. Zor değil. İşte o zaman sana ve Aisling'e sinirlenmeye başladım. Bunun için özür dilerim, elimde değildi."
Henry, eh, bunu sen istedin, diye düşündü. Babasının ona ve Aisling'e sinirlendiğini fark etmemişti, en azından normalden daha fazla değil ve genellikle de bunu hak ettiklerinde. Gözlerini tabağından ayırmadı.
"İşte, anlarsın ya," dedi babası. Bu muydu yani? Anlarsın ya. Henry alçak sesle,
"Bana annemin başka biriyle olan ilişkisinden bahsetmelisin, baba," dedi.
Babası içini çekti. Harap olmuş ama ilginç bir biçimde rahatlamış göıiinüyordu. "İnanmak zor, öyle değil mi? Ben bile hala inanamıyorum." Sandalyesinde dikildi ve tabağını itti. Henry, donmuş yumurtalardan birini ve o iğrenç böbreği yemediğini fark etti.
Henry derin bir nefes aldı. "Adam kim?" diye sordu.
Peri Saoaşlarr
Babası ona boş boş baktı. "Hangi adam?" "Annemin ilişki yaşadığı adam." Babasının bakışının keskinliği neredeyse korkutu
cuydu. "Söyledim ya, Henry. Beni duymadın mı? Bir adam değil. Annen sekreterim Ana!s ile birlikte."
Sözcükler havada öylece asılı kalıp bir örtü gibi etrafa yayıldılar.
Babası onu bırakmayı önerdi, ama Henry yürüyeceğini söyledi. Arka sokaklara çıktı. Hepsi o kadar boştu ki ürperticiydi. Yürüdü ve düşündü. Birkaç metre genişliğindeki bir adanın üzerinde yürüyormuş ve dünya o adanın dışına çıkıldığında sona eriyormuş gibi hissediyordu. Bu adada (kendisiyle beraber ada da hareket ediyordu) babasıyla konuşmasını kafasında durmadan tekrar ediyordu.
Henry, "Bana annemin başka bir kadınla ilişki yaşadığını mı söylüyorsun?"
Babasının yüzünde merhamet uyandırıcı bir sıkıntı vardı. "Evet. Biliyornm ... bu ... bu ... "
Henry, "Ama sen ve annem - yani, çocuktan oldu," dedi. "Aisling ve ben. Eğer... işte öyleyse ... bu onu bir lezbiyen yapar. Baba, bu hiç mantıklı değil!
Babası rahatsız bir biçimde kıpırdandı. Bütün bunları Henry'nin bulduğundan bile daha acı verici bulduğu besbelliydi. "Bu kadar basit değil, Henry. Lezbiyenlik doğuştan olan bir şey değildir. Yani olabilir de, ama her zaman değildir. Ha hep ya hiç de değildir. İnsanlar hemcinslerini çekici bulduklarının yıllarca farkı-
zs
ff erbie Breımaıı
na varmayabilirler." Henry bunu pek olası görmüyordu. "Evet ama an
nemin çocuk/an oldu!" dedi yine. Babası solgun bir biçimde gülümsemeyi başardı.
"Çocuk sahibi olmak o kadar da zor değildir," dedi. Gülümsemesi yok oldu. "Ne yazık ki şüphe yok. Martha ile Ana'is . . . Martha ile Ana'is ... " Tekrar ağlamaya başlayabilirmiş gibi görünüyordu.
Henry zorladı. "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" Babası anlattı.
İş konusunda saatinizi Tim Atherton'a göre ayarlayabilirdiniz. Eğer saat dökuzda geleceğini söylerse dokuzda gelirdi. Eğer yarım saatliğine dışarı çıktığını söylerse yarım saate kadar döneceğinden emin olabilirdiniz. Ne bir dakika eksik, ne de bir dakika fazla. Dün saat beşte döneceğini söylemişti, ama randevusu acil bir durnmdan dolayı iptal olmuştu. İşyerinden uzakta kalması için bir sebep yoktu, bu yüzden üçe birkaç dakika kala döndü.
İşyeri 1980'lerde İngiltere'nin her yanına dikilen o yüksek binalardan birindeydi. Tim'in şirketi üçüncü katın tamamına yayılmıştı. Kapı görevlisi bir selam çaktı, giriş katındaki resepsiyonist şirin şirin gülümsedi. Eğer rastgele bir ziyaretçiyseniz, güvenlik kartı yerine geçen bir isim etiketi almanız gerekirdi, ama Tim doğrndan asansörlere yöneldi.
Asansörün gelmesi biraz zaman aldı, ama geldiğinde tek binen kendisi oldu. Üçüncü kata çıkması belki
ı6
Peri Saoaflarr
elli saniye aldı. Dışarıya, Newton-Sorsen şirketinin resepsiyonuna adım atıp Muriel'ı selamladı, o da karısının az önce geldiğini ve ofisinde onu beklediğini söyledi. Babası Martha'yı beklemiyordu, ama bazen alışveriş yaparken uğrardı. Elbette Ana'is ona Tim'in beşe kadar gelmeyeceğini söyleyecekti -Tim görüşmenin iptal olduğunu haber vermek için ofisi aramakla uğraşmamıştı- ama belki de ofisi terk etmeden önce Tim onu yakalayabilirdi.
Ofisine giden halı kaplı koridordan yürüdü. Jim Handley bir kapıdan çıktı ve yeni bir sunumla ilgili olarak yakasına yapıştı. Jim ile işini bitirip yolun geri kalanını yürüdüğü sırada saat üçü yedi dakika geçiyordu.
Ofisine ulaşmak için, onu çoğu sekreterin patronumı konıduğu gibi kornyan Ana'is Ward'un daha küçük ofisinden geçmesi gerekiyordu. Ana'is'in masasında olmadığını görünce biraz şaşırdı, ama çok az - koridornn ilerisinde bir kahve makinesi vardı, ya da tuvalete gitmiş de olabilirdi. Martha'nın da orada olmamasına daha çok şaşırdı. Asansörle gitmiş olsa onunla karşılaşacağını düşündü. Ama belki de arka merdivenlerden inmişti; bazen egzersiz olsun diye böyle yapardı.
Ofisini dışarı çıkarken kilitlerdi -bazı önemli belgeler vardı- bu yüzden Ana'is'in odasını katederken anahtarlarını cebinden çıkardı. Bir, en fazla iki saniye içinde anahtarı kilide soktu ve kapıyı açtı. Karısı da sekreteri de içerideydiler. Kapının sesiyle ürküp ayrıldılar. Öpüşüyorlardı.
ff erbfe Brerıııarı
Midesi bulanan Henry, "Belki de sadece ... anlarsın ya, dostça bir şeydir," dedi. "Kadınlar birbirlerini sürekli öperler."
"Sadece dostça bir şey değildi," dedi babası kararlı bir sesle.
Bir süre sonra Henry, "Daha dün mü farkına vardın?"
Boşanacakları kesindi. Babasının ona anlattıklarından sonra başka çıkar yol göremiyordu. Komik olan, babasının boşanma hakkında tek bir söz bile etmemiş olmasıydı. Hatta ayrılmaktan ya da benzer bir şeyden de. Ama bu durum akşama annesiyle konuştuktan sonra değişebilirdi. Olanları öylece görmezden gelemeyeceği açıktı. Tabii annesinin bunu geride bırakacağını ummuyorsa. Lezbiyenlik geride bırakılır mıydı? Henry o kadar derin düşüncelere dalmıştı ki, boğulacağını hissetti.
Bu sefer Bay Fogarty kapıyı öyle hızlı açtı ki, hemen ardında durduğunu sanırdınız. "Geç kaldın," de-di. "Aynca berbat görünüyorsun."
"Özür dilerim," diye mırıldandı Henry. "Babam için bir iş yapmam gerekti de."
"Konuşmak mı istersin, yoksa hemen başlar mısın?" Bay Fogarty sırım gibiydi, yaşlı bir adamın vücut hatlarına sahipti, hiç saçı yoktu ve yağışlı günlerde sağ kalçası müthiş ağrırdı. Ama yüzü granitten oyulmuşa benziyordu, gözleri de neredeyse korkutacak kadar keskindi.
Henry bu sabah yeteri kadar konuşmuştu. "Başla-ıs
mak istiyomm," dedi. "Geç kaldığıma göre." "Bana uyar," dedi Fogarty. "Bahçedeki kulübeye
artık giremiyomm. Çöpleri at ve gerisini de topla, ama çim biçme makinesine dokunma."
Bay Fogarty'nin bahçesi, üzerinde yıpranmış kelebek otlarından başka pek bir şey bulunmayan geniş, tozlu görünen bir çayırdı. Bütün bunları yüksek taş bir duvar çevreliyordu. Kulübe daha iyi günler görmüş harap, ahşap bir yapıydı. İhtiyar adam dışarıya üç tane tekerlekli boş çöp bidonu çıkarmıştı. Henry'nin büyük miktarda çöp atmasını bekliyormuş gibiydi.
Henry sırtını dikleştirdi. Ağır, pis bir iş olacaktı, ama buna üzülmüyordu. Ağır ve pis bir iş dikkatini bir süre başka yere verebilmesini sağlayacaktı. Kulübe kapısının mandalına bastırırken küçük, kahverengi bir kelebek, kelebek çalısından havalanıp kısa süreliğine minik pencerenin çıkıntısında kanat çırptı, sonra yere düştü. Bay Fogarty'nin şişman erkek kedisi Hodge aniden ortaya çıkıp kelebeği kaptı.
"Haydi, Hodge!" diye seslendi Henry. "Kelebek yeme!" Kedileri severdi, Hodge'u bile, ama kuşları ya da güzel görünen böcekleri öldürmelerinden nefret ederdi. Somn şu ki bir kere kelebek gibi bir şeye dişlerini geçirdiler mi onlardan hayvanı kendiniz öldürmeden geri alamazdınız. Sert ama pek umut barındırmayan bir sesle, "Bırak onu, Hodge!" diye bağırdı.
Sonra, Hodge'un ağzında debelenen şeyin bir kelebek olmadığını gördü.
ı9
Pyrgus Malvae'nin hayatta en değer verdiği şey Halek bıçağıydı. Babasıyla ettiği kavgadan beri çok düşük ücretlerle çalışmak zornnda kalmıştı ve kristal ağızlı bıçak da bir bahiste ona altı aylık maaşına patlamıştı.
Bu korkunç masraf Halek'ler yüzündendi. Yılda on bıçaktan fazla yapmayı reddediyorlardı ve bunlardan sekizi de kırılan ya da kullanılamayacak kadar körleşmiş eski bıçakların yerine geçiyordu. Yeni bıçaklar Halek'lerin vatanındaki kaya kristallerinin sivri, soğuk uçlarından kesilip sonra da mavi, yarı şeffaf bir pırıltı kazanana kadar cilalanıyorlardı. Zımparayla iki yanında kızıl renkte oluklar oluşturnluyor ve bıçak işlemeli bir sapla birleştiriliyordu. Sonra bıçak, bir Halek büyücüsü tarafından yüklenip kutsanıyordu.
Sonuç kesinlikle öldüren bir silahtı. Bir Halek bıçağından hafif yaralar almak diye bir
}O
Peri Saoaflarr
şey yoktu. Bıçak yaşayan bir vücuda girdiği anda -ve
bilinen bütün derileri, postları ve zırhları delip geçi
yordu- kurbanın içinde hiddetli enerjiler akar, kalbi
dururdu. İnsan olsun, hayvan olsun, öldürmeyeceği
hiçbir şey yoktu. Ama bıçağın kırılması ihtimali vardı.
Bu olursa enerjiler geri akar, onu tutan adamı öldürür
lerdi. Bu yüzden Halek bıçakları öfkeliyken değil, teh
likedeyken kullanılırdı, ama yine de zor zamanlarda
yanınızda olması daima rahatlatıcı olurdu.
Pyrgus parmaklarıyla şimdi kendisininkinin sapını
kavramıştı. Tehlikeli bir şeyin onu izlediğini hissediyor
du.
Böyle bir hisse kapılmak için tuhaf bir yerdi. Lo
man Köprüsü'ndeydi. Bu, eski dükkanları ve evleri
olan, Highgrove'un kuzeyinde, nehrin bir ucundan
öbür ucuna yayılmış geniş, gıcırdayan bir yapıydı. Ge
ce gündüz her zaman kalabalık olur, budalaları mık
natıs gibi kendine çekerdi. Bunlar fahişelerin, hırsızla
rın, yankesicilerin, gaspçıların, manitacıların, tombala
cıların, düzenbazların ve en kötüsü de açgözlü tüccar
ların kol gezdiği dükkanların ve evlerin arasında ağız
ları bir karış açık dolaşırlardı. Her tür mal satılırdı, ama
sıkı pazarlık yapmayı -ve işe yaramaz döküntüleri
ayırt etmeyi- öğrenmeniz gerekirdi. Her bir tüccar al
tın kesesini boşaltmakta en az bir hırsız kadar ustaydı.
Yukarıdan biri, "Dikkat!" diye bağırdı. Pyrgus yük
sek bir pencereden dökülen tencerenin içeriğinden
kaçınmak için çabucak yana çekildi. Bu hareketi onu
bir eczacının tentesinin altına götürdü ve izleniyor ol-
JI
Herbie 8reımaıı
ma duygusu daha da arttı. Pyrgus ihtiyatla çevresine baktı. Etrafı, çoğu yıkanmamış ve hiçbiri tanıdık olmayan binlerce' yüzle çevriliydi.
Eczacı tezgahtarı, "Biraz kargaşa boynuzu?" diye fısıldadı.
Pyrgus ona o kadar sert baktı ki, adam bir adım geriye gitti. Tezgahtar, "Özür dilerim," dedi. "Nefes aldığım için affedin." Açgözlülük tekrar hakim oldu ve yüz ifadesi yumuşadı. "Başka bir şey ister misiniz? Altın cezbedicileri? Mor bir humunkulus?"
Pyrgus adamı görmezlikten geldi ve dalgalanan kalabalığın içine yeniden girdi. İçgüdüleri artık ona bağırıyorlardı ve onlara güveniyordu. Kalabalığın içinde dirsek atarak yol açıp adımlarını hızlandırdı. Tıraşlı bir yüzü olan iriyarı bir adam lanet okuyup deri yeleğinden yakalamaya çalıştı, ama Pyrgus yana kaçtı. Tüm protestoları yok sayarak itti, dürttü ve omuz attı, sonunda köprünün diğer yanına ulaşarak nehri terk etti. Burada daha az insan vardı, ama hala izlendiğini hissediyordu. Omuz kılları diken diken, her an bir elin omzundan tutmasını bekleyerek Cheapside'a yöneldi.
Elbette ne olduğunu biliyordu. Pyrgus medeni olmayan bir saatte Lord Hairstreak'in malikanesini terk ederken yakalanmıştı. Aslında tam olarak yakalanmasa da, fark edilmişti. Muhafızları şüpheye düşüren büyük olasılıkla, malikaneyi üst kattaki bir pencereden terk ediyor olmasıydı. Ya da Kara Hairstreak'in altın anka kuşunu yanında taşıyor olması. Hairstreak bunu insanın yanına bırakacak türde biri değildi. Bu konu-
JZ
Peri Saoaşl arr
yu yargıya taşıyacak biri de. Adamları şimdi Pyrgus'ı yakalarlarsa, anka kuşunun bedelini kırık kemikler ve kanıyla öderdi.
Pyrgus insanların arasındayken mi, yoksa yalnızken mi daha güvende olduğundan emin değildi. Kalabalıklardaki sonm, dostla düşmanı birbirinden ayırt edemiyor olmanızdı. Ta ki artık çok geç olana kadar. Hairstreak'in adamları da, daha biri cesaretini toplayıp araya giremeden posasını çıkarabilirlerdi. Cheapside kalabalıktı -şehrin en seçkinlerini ve en soysuzlarını kendine çeken genelevlerle ve müzikhollerle doluydu- ve içgüdüleri, ona saldıran birini görebileceği bir yerde olsa daha iyi olacağını söylüyordu. Koku yüzünden artık hep tenha olan Seething Sokağı'na çıktı. Dar sokakta aceleyle yürüdü, sonra çabucak bir kapının altına sığındı ve bekledi.
Sokağın ucunu ve Cheapside'ın ezici kalabalığını görebiliyordu. Hiç kimse onu takip etmemişti. Tam rahatlamaya başlıyordu ki, kavşakta geniş bir siluet gördü. Adam çok iri görünüyordu, ama onun yanına gelen üç kişi daha da iriyarıydı. Beraber caddeden aşağı yürümeye başladılar.
Onu aramıyor olmaları ihtimali vardı, ama Pyrgus'ın hayatını bu ihtimale bağlamaya niyeti yoktu. Seething Sokağı'na girmenin iyi bir fikir olup olmadığını düşünmeye başladı. Dört adamı aşıp tekrar Cheapside'a çıkmasının yolu yoktu. Ama güneye giderse de bir çıkmaza doğm koşuyor olacaktı. Bu cadde kısa bir süre öncesine kadar Wildmoor Açıklığı'na çıkı-
JJ
ff erbie Breıırıaıı
yordu, ama Chalkhill ve Brimstone yeni yapıştırıcı fabrikalarını inşa edeli beri artık oraya geçiş yoktu.
Pyrgus'ın aklına bir şey geldi. En iyi macera öykülerinde kapı önlerinde sıkışıp kalan kahramanlar hep kapıyı iter ve açık bulurlardı. Sonra içeri girer, evin genç ve güzel kızını cezbeder, onu tehlike geçinceye kadar kendilerini saklamaya ikna ederlerdi. Belki de şimdi bunu denemeliydi. Kapıyı itti, ama kapalıydı.
Omuz omuza vermiş olan dört adam Seething Sokağı'nı enlemesine tamamen kaplıyorlardı. Hareketleri rastgeleymiş gibi görünse de, geçtikleri her kapıyı dikkatle kontrol ediyorlardı. Birkaç dakika içinde omm durduğu kapıyı da kontrol edeceklerdi. Pyrgus yavaşça kapıyı çaldı ve içinden evin genç ve güzel kızının kulaklarının keskin olması için dua etti. Bir an sonra bir kere daha, bu kez daha sesli çaldı. Dört adam artık öyle yakınındaydı ki, nefes alış verişlerini duyabiliyordu, ki bu onların da omm kapıyı çalışını duyabildikleri anlamına geliyordu. Adımlarını hızlandırdılar. Pyrgus öfkeyle kapıyı tekmeledi. Bel vermeyiıke, dönüp koşmaya başladı.
"Bu o!" diye bağırdı devasa adamlardan biri. Dördü de hantal hantal koşmaya başladılar.
Pyrgus hızlıydı, �ma bu sadece çıkmaz sokağın son una daha çabuk ulaşacağı anlamına geliyordu. Chalkhill ve Brimstone kötü kokulu fabrikalarını inşa ettiklerinden beri, Seething Sokağı her yanına muhafızlar ve ölümcül güç kullanımı hakkında sert uyarı notları asılmış yüksek madeni bir kapıyla son buluyor-
J4
Peri Saoaflarr
du. Pis bir yapıştırıcı fabrikasında neden bu tür bir güvenliğe ihtiyaç duydukları hakkında Pyrgus'ın hiçbir fikri yoktu, ama Chalkhill de Brimstone da Gece Perileri idi, bu da adı çıkmış, şüpheci bir soydu. Ayrıca yapıştırıcılarını elde etmelerini sağlayan gizli işlem hakkında da çok titizleniyorlardı. Kapılara asıldı, kilitliydiler. Arkasında, koşan adamların ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu.
Kapıda kilidin üstüne monte edilmiş bir konuşma bornsu vardı, ama Pyrgus'ın bir yapıştırıcı fabrikası muhafızıyla konuşmaya hiç niyeti yoktu. Arkasına bakmaya gerek görmeden kapıya sıçradı. Deri yeleğinin altına giydiği dövüş gömleği ve pantolon, tırmanırken büyük, yeşil bir böceğe benzemesine sebep oluyordu.
Sert uyarı notlarına rağmen kapının diğer yanında sadece parke taşlarıyla kaplı geniş bir açık alan ve çevresinde de fabrika binaları vardı. Fabrika yeni olmasına rağmen -açılalı daha birkaç ay olmuştu- her nasılsa eski görünüyordu. Bütün yüzeyler kirle kaplıy-· dı. Ofis binalarının ötesinde kirli, siyah bir duman salan bodur yapıştırıcı fırın bacalarını görebiliyordu. Chalkhill ve Brimstone'un Mucize Yapıştırıcısı her şeyi her şeye yapıştırırdı.
Takipçilerinin kapıya ulaşmaları an meselesiydi. Tırmanacaklarını düşünmüyordu, ama bir muhafıza onları içeri alması için rüşvet verebilirlerdi. Her halükarda oyalanmayı göze alamazdı. Tam arazide hızla koşma-
JS
ff erbie Brermarı
ya başlayacaktı ki, büyük bir fare binalardan birinden ileri atıldı. Daha iki metre ancak ilerlemişti ki, bir parke taşı patladı.
Üzerine taş ve fare parçaları yağan Pyrgus donakaldı. Chalkhill ve Brimstone, fabrikalarının etrafına ma
yınlar mı döşemişlerdi yani? Ürperdi. Neredeyse o parke taşlarının üzerinde koşacaktı.
Chalkhill ve Brimstone'un gizli tutmaya çalıştığı şey neydi? Mayın tarlası Gece Perisi şüpheciliğinden daha fazlasıydı, bir yapıştırıcı formülünü korumak için yapılacak bir şeyden ise çok daha fazlaydı. Fabrikada neler oluyordu?
Üniformalı bir muhafız pantolonunu kapatarak kapıdan çıktı. Pyrgus apaçık ortadaydı ve kımıldayamayacak kadar dehşete düşmüştü, ama adam mayının patladığı arazide oluşmuş kratere doğru bakıyordu. Yine de Pyrgus'ın olduğu tarafa bakması an meselesiydi. Nereye gidecekti? Ne yapacaktı? Hairstreak'in adamları Seething Sokağı'ndayken kapıdan geri tırmanamazdı, ama bu parke taşlarını geçmeye çalışırsa da patlayıp fare boyutunda parçalara ayrılması riski vardı.
Birden konuşma borusu gürledi. Muhafız ters ters, "Geliyorum," diye bağırdı, ama
geriye dönmedi. Kratere erişti ve ona, mayını tetikleyenin ne olduğu hakkında bir ipucu elde edebilirmiş gibi baktı. Hiç acele etmiyordu.
Pyrgus'ın olduğu yerde durması imkansızdı. Muhafız döndüğü anda onu görecekti. Hangisinin daha kötü olacağından emin değildi: Chalkhill ve Brimsto
J6
Peri Saaa,ıarr
ne'un, birinin fabrikalarına zorla girdiğini öğrendiklerinde kapılacakları öfke mi, yoksa Hairstreak'in adamlarının kayıp anka kuşunun intikamını kaba yoldan almaları mı?
Komışma bomsundan yine seslenildi, bu sefer ses daha da yüksekti. "Tamam! Tamam!" dedi muhafız sabırsızlıkla.
Pyrgus'ın aklına korku verici bir düşünce geldi. Her parke taşı mayın değildi. Fare patlamadan önce en az iki metre koşmuştu. O da koşarsa şansı yaver gidebilirdi.
Ama gitmeyebilirdi de. Aklına bir başka korkunç fikir geldi. Koşmasa, bu
mın yerine zıplasa, bir kangum gibi sıçrasa. Bu şekilde çok fazla parke taşına değmezdi ve mayın tetikleme ihtimalini azaltırdı.
Etrafa baktı ve en yakın kapıya yaklaşık dokuz metre uzaklıkta olduğunu tahmin etti. Her sıçrayışta iki metre katetse sadece beş parke taşına dokunmuş olurdu. Kaç parke taşı mayınlıydı? Bunu bilmesinin yolu yoktu, ama Chalkhill ve Brimstone'un beş parke taşından birine mayın koymuş olınası olasılığı kesinlikle pek yüksek değildi.
Yoksa yüksek miydi? Hayır, tabii ki değildi. Eğer toplamda sadece beş
parke taşına dokunursa, kapıya tek parça halinde erişme şansı yüksek, çok yüksek, çok çok yüksek olurdu. Fare patlayana kadar en az on parke taşının üzerinden geçmiş olmalıydı. Kaldı ki pek de şanslı bir fare olma-
fferbfe Breımarı
malıydı. Şanslı bir fare onbeş, yirmi, hatta belki otuz parke taşını kazasız belasız geçerdi. Pyrgus'ın kendine sorması gerekiyordu: Şanslı bir fare miydi? Ayrıca, hedeflediği kapı kilitli olacak mıydı?
Konuşma bomsu gürlüyor, gürlemeye devam ediyordu. Harekete geçmenin tam zamanıydı - bommın yaygarası kendisinin çıkaracağı sesleri gizleyecekti. Pyrgus sıçradı.
Her şey ağır çekime geçerken Pyrgus korku dolu bir büyülenme hissiyle öndeki ayağının bir parke taşına yaklaşmasını, hafifçe dokunmasını, sonra da sertçe basmasını izledi. Ürperdi, ama parke taşı patlamadı.
Ardından tekrar zıpladı ve yine korkuyla ayağının ikinci bir parke taşına tüm gücüyle inmesini izledi. .. ama bir biçimde bu taş da patlamadı. Üçüncü sıçrayışının ortasında, altındaki parke taşının diğerlerinden farklı renkte olduğunu �ördü ve ona doğm inerken gözlerini kapattı. İndi, s�ndeledi, üç -üç!- parke taşına daha bastı, ama bir şekilde yine sıçradı.
Sonra ağır çekim sona erdi, her şey bulanıklaştı ve Pyrgus birkaç saniye sonra kapının önüne vardı. Muhafız kapıya yönelmişti, inanması zordu ama parke taşlarının üzerinde nereye bastığına aldırmıyordu bile. Konuşma bomsumın sesi kesildiği için, muhafızın kendi kendine söylenmesi aniden duyulur hale gelmişti.
Pyrgus kapıyı itti. Kapı açıldı.
Badanalı duvarları olan boş bir koridordaydı. Sağ tarafta kapılar vardı ve ilkini denemesiyle beraber şan
JB
Peri Saoaffarr
sı bir anda döndü. Önünde, yapıştırıcı fabrikası işçilerine verilen türden beyaz üniformaların sıralandığı bir dolap durnyordu. Üniformaların etiketli olduğunu gördü ve aniden muhafızın mayın tarlasında nasıl rahatça yürüyebildiğini anladı. Etiketler mayınların patlamasını engelliyor olmalıydı. Tek mantıklı açıklama buydu - sıradan fabrika işçilerinin ölmesini engelleyecek bir şey olmalıydı. Üniformalardan birini alıp giydi.
Dolabın kapağını kapatıp durnmunu değerlendirmeye biraz zaman ayırdı. Etiketi olsa da olmasa da, geldiği yoldan geri dönemezdi. Dışarı çıkmanın başka bir yolunu bulması gerekiyordu.
Hala bu çıkışı arıyordu ki, Chalkhill ve Brimstone'un Mucize Yapıştıcısı'nın sırrına rastlayıverdi.
Pyrgus beyaz üniforması ve etiketiyle fabrikadaki her yere gidebildiğini ve kimsenin buna aldırmadığını fark etti. Yine de hiç kimseye bulaşmamaya ve şüphe uyandıracak bir şey yapmamaya dikkat ediyordu. Çoğunlukla ne yaptığını ve nereye gittiğini kesinlikle biliyormuş gibi kendinden emin bir havayla yürüyordu. Sonm, gerçekte bu konuda hiçbir fikri olmamasıydı ve çıkış bulmak bir yana, kendini fabrika binalarının oluşturduğu labirentin gittikçe daha derinlerine sürüklenir buldu.
Sonunda, üretim binası olması gereken yere vardı. Korkunç bir sıcaklık, iğrenç bir koku vardı; yere
kusmamak için kendini zor tutuyordu. Ama kendini kontrol etti ve etrafına baktı.
JIJ
Herbie 8reımaıı
Yerlerde kötü kokan, fokurdayan bir sıvıyla dolu bir sürü kutu ve kabuk tutmuş çapraz borular vardı. Sıralanmış ağır makineler pompaları çalıştırıyor, bu pompalar da gayretle yapışkan sıvıları odanın güney yanına, koskoca açık bir fırının içine yerleştirilmiş dev bir kazana yolluyordu. Kazanın içinde sarı-yeşilimsi renkte iğrenç, bulanık bir kütle kaynıyordu. Oda, üniformaları kalıntılarla ve terle lekelenmiş işçilerle doluydu. Bazıları makinelerle ilgileniyor, başkaları fokurdayan kutuların içindeki sıvıları karıştırıyordu. Güçlü kuvvetli görünen birkaçı da açık fırının etrafında dolaşıyordu. Bunların yüzleri fırının hararetinden kıpkırmızıydı.
Pyrgus kusma dürtüsünü bastırarak ihtiyatla ilerle-di. Ana zeminin yaklaşık beş metre üstünde bir gözlem galerisi vardı. Parmaklıkların üzerinde birkaç muhafız tembel tembel dolaşıyor, sıkıldıklarını belli eden yüz ifadeleriyle aşağı bakıyorlardı; ama platformun üzerindekilerin çoğu yüksek gözlem noktasını kutuların içindeki sıvıları incelemek için kullanan kontrol memurlarıydı. Fırının yakınındaki madeni merdivenden sürekli inip çıkan bir akıntının parçası olan bir iki işçi de bu memurların arasından geçiyordu. Pyrgus galerinin sonunda, üzerinde dikkat çekici biçimde ÇIKIŞ yazan bir kapı olduğunu görünce rahatladı.
Sıkıntıdan patlayan birkaç muhafızın ona dikkat etmeyeceğinden emin, Pyrgus işçi sürüsüne doğru yürüdü. Maksatlı bir yüz ifadesiyle, zaman zaman durnp makineleri ayarlar ya da bir kutunun içeriğini inceler-
40
miş gibi yaparak madeni merdivene doğm yol aldı. Kimse ona dikkat etmedi.
Merdivene yaklaştığında açık fırından yayılan ısı öyle bir hal aldı ki, her yanından terler boşanmaya başladı. Fırının yanındaki işçilerden bazıları üniformalarını çıkarmış, bellerine kadar çıplak halde çalışıyorlardı. Yakında asılı bir kafes dikkatini çekti. Kuş kafesinden çok da büyük değildi, ancak içinde beş küçük ama sağlıklı yavmsunu sabırla emziren küçük bir kedi vardı.
Pyrgus durdu. Hayvanları seviyordu -Hairstreak'in adamlarının peşine düşmesinin sebebi, Hairstreak'in anka kuşunu kurtarmış olmasıydı- ve Chalkhill ve Brimstone'un şirketlerine bir maskot almış olduğunu görmek güzel olsa da, yavmlar fırına rahat olmalarını imkansız kılacak kadar yakınlardı. Merdivenin başında bir an durakladı, sonra fırının yanında çalışan işçilerden birine doğm yürüdü.
Kafesi işaret ederek doğmdan, "O kediler için aşırı sıcak," dedi. "Onları fırından uzağa taşımalısınız."
Adam yüzünde acı bir ifadeyle ondan yana döndü. Kolunun tersiyle alnındaki teri sildi ve Pyrgus'ın temiz üniformasına bakıp, "Burada yenisin galiba?" diye sordu.
"Evet," dedi Pyrgus. "Ne olmuş?" "O zaman bilmiyorsun tabii, değil mi?" dedi işçi. "Neyi bilmiyomm?" dedi Pyrgus sabırsızlıkla. Ko-
nuştuğu işçi köyün delisiydi anlaşılan. Adamda, sineklerin kanatlarını koparan bir çocuğun duygusuz, kendini beğenmiş yüz ifadesi vardı.
41
ff erbie Breıman
"Artık biraz sıcak olmalarının bir şey fark etmediğini. Çünkü birazdan daha da sıcak olacaklar, öyle değil mi? En azından küçüklerden bir tanesi olacak."
Ses tonundaki bir şey Pyrgus'ın tüylerinin tatsız bir biçimde ürpermesine neden oldu. "Sen neden bahsediyorsun?"
Adam şeytanca gülümsedi. "Gizli bileşen bu, öyle değil mi? Mucize Yapıştırıcı'yı mucize yapan bu."
Pyrgus kaşlarını çatarak, "Gizli bileşen ne?" Adamın gülümsemesi genişledi. Gevrek bir sesle,
"Kedi yavrnları!" dedi. "Kedi yavnısu, her gün bir tane,
kılar yapıştıncıyı şahane! İşe girdiğinde sana bunu söylemediler mi? Canlı bir kedi yavrnsu atınca, yapıştırıcı pazardaki diğerlerinin hepsinden daha iyi yapıştırıyor. Kimse nedenini bilmiyor. Bay Brimstone bunu, bir yavrnyu nehre kadar gitmeye zahmet edemeden burada boğunca keşfetti." İleri uzanıp Pyrgus'ın burnunun kenarına vurdu. "Tabii ki bu bir sır. Eğer kedi yavrnlarından yapıldığını bilse, birçok insan bu yapıştırıcıyı kullanmazdı."
Arkasında, geldiği kapının yakınlarında belli belirsiz bir gürültü duyuldu, ama Pyrgus aldırmadı. "Yapıştırıcıya ... kedi yavrnları mı katıyorsunuz yani?"
"Günde bir tane," dedi adam gurnrla. "Az sonra bir tane daha gidecek, yani istersen izleyebilirsin. Anne kedi şu anda sessiz, ama sonrasında saatlerce miyavlıyor. Ölen yavmyu çağırıyor, salak şey. Çok güldürüyor."
Arkasındaki gürültü yaklaştı ve şiddetlendi. Pyrgus omzunun üzerinden bakınca, bir grnp muhafızın işçi-
Peri Saoaflarr
leri iterek kendisini yakalamaya geldiğini korkuyla gördü. Merdivenden yukarı baktı. Çıkış kapısıyla arasında kimse yoktu.
"Bak ne diyeceğim," dedi işçi. "Yavrnyu içeri sen atabilirsin, ne de olsa yenisin. Tüm gün boyunca yapacağın en eğlenceli iştir."
Pyrgus adamın ağzına vurdu. Adam acıdan çok şaşkınlıkla arkaya doğm sendeledi, ama dengesini kornmak için ellerini sallarken bir elini fırının sıcak yüzeyine koydu. "Aaaah!" diye bağırdı ani bir acıyla.
Pyrgus adamı yana itip asılı kafesi aldı. Bir an yerinden çıkaramadı, ama sonra zincirden kurtarmayı başardı. Anne kedi ihtiyatla ona baktı, ama yavrnlarını emzirmeye devam etti. Pyrgus kendi etrafında dönünce, merdivenle arasında iriyarı bir muhafızın durduğunu gördü.
Muhafız sırıtarak, "Hiçbir yere gitmiyorsun!" dedi. Pyrgus'ın yolunu kesmek için ayaklarını iki yana açtı.
Hedef ıskalanamayacak kadar iyiydi. Pyrgus adamın bacakarasına bütün gücüyle bir tekme savurdu ve adam iki büklüm olduğunda üzerinden atladı.
Ardından, kedi ve yavrnları da taşıyarak, koşarak merdivenleri çıktı ve ÇIKIŞ yazılı kapıya yöneldi.
4J
Dört
Silas Brimstone kapıyı kilitledi. Bunışuk yaşlı yüzünde bir sırıtış, bunışmuş yaşlı ellerinde de bir kitap vardı. Kaba mukavvalarla bağlanmış, tozlu bir cilt parşömenden ibaret olan kitap ondan bile daha yaşlı görünüyordu. Brimstone bunışuk yaşlı parmaklarını işlemeli ismin soluk altın varağın da gezdirdi. Beleth 'in Kitabı.
Beleth 'in Kitabı/ Şansına inanamıyordu. Beleth 'in Kitabı/Ezelden beri istediği her şey, ama her şey o kaba mukavvalann arasındaydı.
Tavanarasındaydı. Loş, bunaltıcı, basık tavanlı, az mobilyası olan ve yapıştırıcı fabrikasından bile pis bir odaydı bu, ama burada gerek duyduğu her şey vardı. Ah, evet, gerek duyduğu her şey vardı. Brimstone kendi kendine kıkırdadı ve kelleşen kafasındaki bir kabuğu kaşıdı. Ona istediği her şeyi getirmek için gerek duyduğu her şey vardı.
Peri Saoaflarr
Brimstone kitabı odanın çok kirli olan tek penceresine götürdü ve ışık altında açtı. Başlık sayfasında budala bir çocuğun karalamalarına benzeyen kıvrım ve çevrimlerden oluşan ağır, kara bir mühür vardı. Mührün altına uzun zaman önce ölmüş bir yazıcı şu dört sözcüğü yazmıştı:
Beleth, Cehennem'in anahtarlarına sahiptir.
"Evet," diye kıkırdadı Brimstone. "Evet! Evet! Evet!" İhtiyar, çapaklı gözleri memnuniyetle parladı.
Ezelden beri istediği her şey ve kitabın ona maliyeti sıfırdı. "Ne ikramiyeydi ama. Ne beklenmedik bir zevkti. Kaderin ne garip, ne büyük bir cilvesi. Yıllarca Beleth'in kitabını aramış, bulduğunda küçük bir servet ödeyeceğini düşünmüştü. Ama kitap ona geldiğinde, çok kolayca gelmişti - ve sıfır maliyetle! Eh, en azından sözünü etmeye değmeyecek bir maliyetle. Dul kadını evinden atıp kira bedeline karşılık değersiz eşyalarına el koyan icra memuruna ufak bir bahşiş vermesi yetmişti.
O iş ne eğlenceli olmuştu. Brimstone tahliyeyi izlemişti. Bütün tahliyelerde hazır bulunmaya çalışıyordu. Kiracıların yalvarıp yakarmaları hoşuna gidiyordu. Bu dul kadın da diğerlerinden farklı değildi, sadece biraz daha genç ve güzel görünüşlüydü, ki bu da işin zevkini arttırmıştı. Kocası öleli daha üç saat olmuştu. Beceriksiz ahmak, bir yapıştırıcı kutusuna takılıp düşmüştü. Bütün sevkiyatı berbat etmişti. Ama hep sorun
4S
ff erbie Brermarı
çıkaran biri olmuştu - gerekli kedi yavrnsunu kaynatmak istemeyen şu yumuşak kalplilerden biri. Brimstone dul kadına haberi vermek için acele etti -kötü haber götürmeye bayılırdı- sonra kadın hala şoktayken ve ağlarken kirayı sordu. Tam da şüphelendiği gibi, kocası öldüğü için kirayı ödeyemiyordu. Yirmi dakika sonra icra memurnnu getirtmişti bile.
Özellikle eğlenceli bir tahliye olmuştu. Kadın feryat etmiş, bağırmış, dövüşmüş ve ulumuştu. Hatta bir ara Brimstone'un ayaklarına kapanmış, pantolonunun alt kısmını tırmalamış, yalvarıp yakarmıştı. Brimstone yüksek sesle kıkırdamamak için kendini zor tutmuştu. Ama vakarını kornmuştu elbette. Kadına mali dürüstlük ve kiracının sorumlulukları hakkındaki "öfkeden çok acı içinde" konuşmasını yapmıştı. Tanrı aşkına, bu küçük konuşmayı yapmayı öyle seviyordu ki. İcra memurn gidişatı bildiği için o konuşmasını bitirene kadar kadını ayaklarının dibinden sürüklememişti. Müthiş. Eğer kadının küçük köpeği de olmasaydı, en iyi tahliyesi olacaktı. Hayvan ayakkabısına işemişti.
İcra memurunun adamları kadının eşyalarını ofisine getirmişlerdi. Pek de bir eşyası yoktu, ama kiracıların eşyalarına göz atmayı ve manevi değeri olabilecek her şeyi yok etmeyi severdi. Genç dul da diğerleri gibiydi - birkaç yırtık pırtık, eski püskü giysi, bir avuç iyi durumda kap kacak, bir iki ucuz takı. Ama geri kalan bütün eşyalardan daha iyi görünen ahşap bir sandık da vardı. Madeni şeritlerle çevrilmiş, bir asma kilit takılmıştı.
Peri Saoaflarr
Brimstone icra memumnun adamına şüpheyle sordu: "Bu nedir?"
"Bilmiyomm," dedi adam kum kuru. "Bunu almamamız gerektiğini, çünkü onun olmadığını söyledi. Bir amcası mı ne ona emanet etmiş. Ama yine de aldık."
"İyi yapmışsınız," dedi Brimstone. Ani bir ilgiyle asma kilide dokundu.
O asma kilit icra memurunun adamı gittikten sonra onu çok uğraştırdı. Maymuncukla açılamayacak kadar kaliteliydi ve sandığı saran madeni şerit de başta zannettiği gibi demir değil , çok daha güçlü bir şeydi. Hatta sandığın etrafında, açmaya çalışacak birinin ciddi biçimde yaralanmayı göze almasını gerektirecek çepeçevre güvenlik patlayıcıları bile vardı. Brimstone'un sandığı ciddi ciddi kurcalamadan önce bu patlayıcıyı devreden çıkarması gerekti. Tabii o zamana kadar içinde değerli bir şey olduğuna emin olmuştu. Kimse sadece kirli çamaşırlarını depolamak için bunca zahmete girmezdi.
Sandık bütün açma girişimlerine karşı koyunca, bir ateş taşı kullanmayı denedi. Taş, kilidi eriyik mucur haline getirip sandığın geri kalanına zarar vermedi. Dokunabileceği kadar soğuması neredeyse yarım saat afdı, o zaman kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Dul kadın ne saklıyordu? Altın? Mücevherat? Aile sırları? Sanat eserleri? Her ne idiyse, Brimstone onu istiyordu. Ama kapağı açıncaya dek, ne kadar istediği hakkında hiçbir fikri yoktu.
fferbie Breııııaıı
Sandığın içine baktığında gözlerine inanamadı. Kitap samanların üzerinde dumyordu. Kehribar rengi bir kurdeleyle bağlanmıştı, ama yine de solgun harfleri okuyabiliyordu: Beleth 'in Kitabı.
Brimstone sandığın içine uzanırken elleri titriyordu. Sakinleşmek için derin nefesler aldı. Sahte olabilirdi. Tanrı biliyor ya, bunlardan ortalıkta yeterince vardı -hatta kendisi bile, daha sonra hırsızdan bir farkı olmadığı ortaya çıkan satıcılardan iki tane almıştı. Ama kurdeleyi çözüp mukavvaları açtığı an bu seferkinin gerçek olduğunu anladı. Parşömen kahverengiydi ve eskidiği için lekelenmişti. Elle yazılmış yazının tarzı çok eskiydi ve mürekkebin solgunluğu da otantikti. Ama en önemlisi içerikti. Brimstone ritüelin sahici olduğumı tanıyacak kadar büyüden anlıyordu. Sonunda onu bulmuştu! Sonunda Beleth 'in Kitabı'nı bulmuştu!
Brimstone üç gün üç gece kitabı okudu. Biraz çorba dışında hiç yemek yemedi ve her türlü sert içkiyi reddetti. Bu seferlik müdahale etmeden Chalkhill'in işleri yürütmesine izin verdi. Budala herif muhtemelen bu kadar kısa zamanda fazla para kaybedemezdi ve kaybetse bile Brimstone yakında bunu telafi edecekti, ne de olsa artık Beleth 'in Kitabı elindeydi. Kitap, Cehennem'e ve servete açılan kapıydı. Beleth 'in Kita
bı' na sahip olan kişi dünyanın bütün altınlarına sahip demekti. Ne aptaldı o dul kadın. Ona emanet edilen şeyin ne olduğunu bilseydi, kirayı bin kere ödeyebilirdi. Chalkhill ve Brimstone'a sahip olabilirdi. Mor İmparator'u bile alaşağı edebilirdi! Ama bilememişti, öl-
48
müş salak kocası da bilememişti ve kitap artık Silas Brimstone'a aitti.
Tavanarasında kitabı kullanmaya hazırlandı. Onu pencerenin yanında bırakıp ayaklarını sürüye
rek batı duvarındaki dolaba yürüdü. Dolaptan bir çanta dolusu tabut çivisi, bir çekiç ve genç bir keçinin cesedini aldı. Kurban edeli dört günden fazla olduğu için biraz kokuyordu, ama tütsü yakmaya başladığında kimse buna dikkat etmeyecekti. Kalıntıları atmak için bir yana bir kova koydu, sonra bıçağını çekip keçiyi yüzmeye başladı.
Yorncu bir işti, ama Brimstone hünerliydi. Hayatı boyunca hayvan öldürmüştü ve gençliğinde bunların büyük bölümünü yüzmüştü. Post gidince çıplak cesedi kovanın içine attı ve deriyi dar şeritler halinde kesmeye başladı. Tabut çivilerini kullanarak bu şeritleri daire oluşturacak biçimde yere çaktı. Çekicin sesi tavanarasında yankılanıyordu, ama rahatsız edilmemesini emretmişti ve hizmetçiler itaatsizliğin canlarına mal olacağını biliyorlardı. Dairenin çapının üç metre olması gerekiyordu. Son çiviyi de çaktı ve işçiliğine bakmak için geri çekildi.
Keçi derisinden dairenin kötücül bir görünüşü vardı. Kimi yerlerde sanki vahşi bir hayvan yerden yukarı akıyormuş gibi bir havası vardı. Brimstone sırıtıp kesik kesik güldü. Mükemmeldi. Mükemmel. Beleth memnun kalacaktı.
Biraz dinlendikten sonra tekrar kovanın yanına gi-
49
ff erbie Breııııaıı
dip keçinin midesini kesti ve dikkatle bağırsaklarını çıkardı. Kitapta hangi hayvanın bağırsaklarını kullanması gerektiği belirtilmiyordu, ama israf etmemeli, elindekiyle idare etmeliydi: Dışarı çıkıp başka bir şey öldürmekten daha ucuza gelecekti. Tabut çivilerinin sonuncusunu kullanarak, bağırsakları odanın güneydoğu köşesindeki deriden dairenin tam dışında bir eşkenar üçgen oluşturacak biçimde mıhladı. İyiydi. Çok iyiydi.
Tekrar dolaba dönüp, kitapta belirtilene uygun şekilde yaptığı enerji ekipmanını çıkardı. Bu ekipman, her biri kendi çelik kulesinin üzerinde duran, kablolarla küçük bir kontrol kutusuna bağlanmış üç madeni yıldırım küresinden oluşuyordu. Her şey saçma denecek kadar ağırdı, ama kablolar uzun olduğu için her seferinde bir parça çekerek taşımayı başardı. Üçgenin her köşesine birer kule koydu ve kontrol kutusunu üçgenle dairenin arasına yerleştirdi. Bu cihazları yapmak ona beş bin altından fazla paraya mal olmuştu. Korkunç bir harcamaydı ve büyük bir sıkıntı olmuştu, zira her peniyi şirketten zimmetine geçirmek ve ortağı fark etmesin diye de hesap defterlerini yakmak zorunda kalmıştı. Ama Beleth'i çağırdığında bunların hepsine değecekti.
Brimstone artık heyecanlanıyor, ritüeline başlamak için sabırsızlanıyordu, ama hazırlıkların önemli olduğunu da biliyordu. Tek bir yanlış adım atarsa Beleth serbest kalabilirdi. İyi olmazdı. Saldırgan bir iblis kadar başa bela açan başka bir şey yoktu. Çocukları yerler, ekinleri mahvederler, kasırgalara ve kuraklıklara
ı;o
Peri Saua1ıarı
yol açarlardı. Alışık olduğu zayıf, çelimsiz, koca gözlü iblislerden çok daha fazla bela oluştumrlardı. Kaldı ki serbest kalmış bir iblis asla dilekleri yerine getirmezdi. Daireyi ve üçgeni dikkatle kontrol etti. İkisinin de eşit önemi vardı. Üçgen, Beleth'in gerçekte belireceği yerdi, ama daire de eğer iblis dışarı çıkarsa Brimstone'un kornnağı olacaktı. Tavanarasına karanlık basıyordu -iblis çağırmalarında sık sık olduğu gibi dışarıda bir fırtına kopmak üzereydi- bu yüzden incelemeyi yapmak için bir mum yaktı. Dairede kesinti yoktu. Üçgeni oluşturan bağırsaklar mum ışığında ıslak ıslak parlıyorlardı, ama orada da bir kesinti yoktu.
Brimstone dolaba geri gidip, gerek duyduğu diğer şeyleri aldı - mangal kömürü, madeni bir mangal, büyük bir şeytan otu yığını, kaba bir hematit taşı, birkaç mineçiçeği çelengi, iki şamdanlı mum, bir küçük şişe Rutanya brendisi, kafur ve en önemlisi, patlatıcı asa.
Şahaneydi - yarım metre uzunluğunda ve en iyi kalite bakam ağacından yontulmuş, küçük damarların bile apaçık görülebileceği kadar parlayana dek cilalanmış. Bir Kuzeyli Usta -şimdi ölmüştü, açgözlü, hırslı, küçük, kara, yaşlı kalbine lanet olsun- lütfedip inanılmaz parayı kabul etmiş, karşılığında enerjiler için kanal vazifesi görecek mikroskobik rünleri yontmuştu. Ware'lı Virgin asayı Brimstone'un kişisel harmonisine göre akort etmişti. Hepsi çok pahalıya patlamıştı, ama değmişti. Özellikle de maliyetin şirket hesap defterlerinde saklı olduğu düşünülürse.
Dairenin içine taşıdığı son şey Beleth 'in Kitabı oldu.
Si
fferbie Brermao
Brimstone her şeyi koyduğundan emin olmak için bir kez daha kontrol etti. Bir kere işleme başladıktan sonra, unuttuğu bir şeyi almak için geri dönmesi mümkün olmayacaktı. Aklınız varsa, iblis çağırdığınızda o gidinceye, siz güvende oluncaya kadar dairenin içinde kalırdınız. Bu yüzden, başlamadan önce her şeyin elinizin altında bulunduğundan emin olurdunuz.
Unuttuğu bir şey olmadığına kanaat getirince, hematit taşını alıp onunla bu sefer dairenin içine üç köşesi de daireye dokunan ikinci bir üçgen çizdi. Sonra iki büyük kara mumu şamdanlarına yerleştirdi ve birini üçgenin soluna, diğerini de sağına koydu. Her iki mumu mineçiçeği çelenkleriyle çevreledi, sonra asasını çabucak dokundurarak fitili yaktı. İyi gidiyordu, çok
iyi gidiyordu. Komyucu harfleri yazarken uzaktan şimşek çaktığı
nı duydu. Yazmak için de hematit taşını kullandı. Dairenin kenarından ihtiyatla eğilerek doğu tarafındaki zemine Aay sözcüğünü yazdı. Ardından içerideki üçgenin aşağı tarafına doğm gidip tabanına ]HS yazdı. "S" harfini tamamlarken her iki sözcüğün harfleri hafifçe parlamaya başladı, bu iyi bir işaretti.
Ardından mangalı Rutanya brendisine bulanmış kömürle doldurdu. Patlatıcı asayı yaklaştırdığında mangal harr diye alev aldı. Alevler biraz söner sönmez kafum da ekledi ve tavanarasını kuvvetli bir koku doldurdu. Derin bir nefes aldı. Başlamaya hazırdı!
Brimstone Beleth 'in Kitabı'nı alıp olabildiğince doğmldu ve gözlerini kapattı. Ölü yaprakların hışırda-
sz
Peri Saoaflarr
masını andıran bir sesle, "Ey Yüce Olan, bu tütsü bulabildiklerimin en iyisi,'' dedi. "En iyi odundan yapılmış bu mangal kömürü gibi arıtılmıştır." Bir an bekledi, sonra sözlerini sürdürdü. "Ey Yüce Olan, işte bunları kalbimin ve mhumun en derin köşesinden sana sunuyorum. Ey Yüce Olan, onları kabul et, kurbanlarım olarak kabul et."
Beleth 'in Kitabı ellerinde hafifçe parlamaya başladı. Brimstone bir süre tekdüze bir ses tonuyla Yüce
Olan hakkında konuşmayı sürdürdü, halbuki hatırlayabildiği kadarıyla Yüce Olan onun için hiçbir şey yapmamıştı. Ama Beleth 'in Kitabı bu konuda ısrar ediyordu, bu yüzden ne olur ne olmaz diye konuşması gerektiğini düşünüyordu. Bütün yazılı duaların üzerinden geçtikten ve mangala biraz daha kafur ekledikten sonra asıl işe başladı
"Prens Beleth," dedi. Büyüyü doğrudan kitaptan okuyabilmek için gözlerini faltaşı gibi açtı. "Asi ruhların efendisi, senden meskenini terk etmeni istiyomm, dünyanın her neresindeyse. Gelip benimle komışmanı istiyonım. Kötü bir koku yaymadan, düzgün bir biçime ve güzel bir yüze bürünerek gelmeni, yüksek ve anlaşılır bir sesle sana soracaklarıma teker teker cevap vermeni istiyorum - " Mesela ilk olarak nasıl daha fazla para kazanabileceğim, diye düşündü. Nasıl daha fazla güç kazanabileceğim. "Yüce Olan adına emrediyor ve buyumyornm. Ey Prens Beleth, sana emrediyor ve seni zomnlu tutuyornm; ve eğer hemen gelmezsen yemin ediyorum, sana korkunç patlatıcı asamla öyle
SJ
/
ff erbie Brerırıarı
bir vummm ki, dişlerin dökülür, tenin bumşur, kıçında çıbanlar çıkar ve geceleri terlersin, kulakların çınlar, hasta olursun, kepeklenirsin, artrit olursun, belin ağrır, ağzından durmadan salya akar, sağır olursun, burnun akar, ayak tırnakların uzamaz. Amin."
Şu ana kadarkilerin tamamı sıradandı. Sözcüğü sözcüğüne değil tabii ki, ama geçmişte bir düzine daha güçsüz iblisi çağırırken yaptıklarının benzeriydi. Şimdi olacaklar ise farklıydı. Ah evet, çok farklı.
Brimstone nefesini tuttu. Bir an sonra en uzaktaki kürenin tepesinde bir kıvılcım belirdi. Hemen sonra, yakalanmış yıldırım küreden küreye kavis çizip üst tarafta alttakinin aynısı bir üçgen oluşturdu. Havayı ağır bir ozon kokusu doldurdu ve ekipman çatırdayıp gürledi.
Brimstone bu velvelenin üstünde haykırdı: "Gel, Beleth! Gel, Beleth, gel!" Kitap artık müthiş bir biçimde parlıyor, ellerinin arasında titriyordu. Bir yerde bu kitabın bütün iblis dualarının işe yaramasını sağlayan şey olduğunu okumuştu, ona sahip olsanız da olmasanız da. Bir yerlerde var olduğu sürece, Cehennem'e giden yol, büyüleri bilen biri için hep açık olacaktı.
Dinlemeyi bıraktı. Yıldırımın çatırtısı ve gürültüsünün arkaplanında uzaktaki bir orkestranın hafif sesi duyuldu, sonra üçgenin içinde titrek bir ışık belirdi. Brimstone patlatıcı asasını kaldırıp bir tüfek gibi önünde tutnı .. "Gel, Beleth!" diye tekrarladı.
Müziğin sesi arttı ve titrek ışık Brimstone'un gözleri önünde gittikçe daha da katılaşan kukuletalı birisi-
S4
Peri Satıafları
ne dönüştü. Üçgenin içindeki yaratık neredeyse iki buçuk metre boyundaydı, cüsseliydi ve kanlı gözleri ışıldıyordu. Kukuletasını geri attı. Alnından kalın keçi boynuzları çıkıyordu.
"Yeter!" diye bağırdı Beleth.
Brimstone yutkundu. Beleth'te onu endişelendiren bir şeyler vardı. Eh, aslında Beleth'in her şeyi onu endişelendiriyordu. Daha önce de iblisler çağırmıştı, ama hepsi de küçük balıklardı. İlk defa bir prens çağırıyordu. Dudaklarını yaladı. "Ey büyük Beleth," diye başladı, "sana rica ediyornm - hayır, sana emrediyorum,
belirleyeceğim süre boyunca keçi bağırsağından üçgenin içinde kal - "
Beleth kükredi. "Emir mi ediyorsun? Sen kim oluyorsun da bana emretmeye c\.'ıret ediyorsun?" Dışarıdaki fırtına gibi gümbürdeyen birine göre şaşırtıcı derecede içe işleyen bir sesi vardı.
"Emrediyornm, belirleyeceğim süre boyunca ha-bağırsaktan üçgenin içinde kal ve - " Çoğu iblis bağırıp çağırırdı. Onlara karşı sert olmanız gerekirdi, yoksa sizi ezip geçerlerdi.
"Kes sesini!" diye gürledi Beleth. Brimstone hemen sustu. Canavarın, titrediğini göre
mediğini umdu. Belki de bütün bu iş çok da iyi bir fikir değildi, diye düşündü. Hep büyük iblisleri kontrol altında tutmanın ne kadar zor olduğuna dair söylentiler dolaşıyordu. Elbette büyük bölümü Işık Perisi propagandasıydı, ama doğruluk payı da olduğu ortaday-
ss
Herbie Brermarı
dı. Beleth bedeninin üst yarısı üçgenin sınırları dışında kalana, hatta çemberin sınırına yaklaşana kadar öne eğilince, Brimstone korkuyla donakaldı. Bunun olmaması gerekiyordu. Bunun asla olmaması gerekiyordu. Patlatıcı asasıyla Beleth'in kafasına nişan aldı.
İblis silaha bakıp gülümsedi. Brimstone, "Dikkat et, Beleth," dedi keskin bir ses
le. Dişlerinin çatırdamasını engellemek için çenesini sıkmıştı. "Sana korkunç patlatıcı asamla öyle bir vumrum ki, dişlerin - "
Beleth'in gülümsemesi genişledi ve tavanarasında tuhaf, ahenksiz bir çınlama sesi duyulmaya başladı. Brimstone'un beynine girip düşüncelerinin dumanlanmasına ve gözlerinin ardında kan kırmızısı bir perde oluşmasına neden oldu. Titreyen elindeki asa önce sarkmaya, sonra da erimeye başladı. Brimstone korku içindeyken bile uluyarak isyan etti. Bütün o para!
Beleth asanın tamamen çözülmesini izledi, sonra gözlerini Brimstone'un yüzüne dikti. "Beni tehdit etmene gerek yok."
"Gerek yok mu?" dedi Brimstone. Beleth omuz silkti. "Basit bir kurban anlaşması, is
tediğini elde etmeni sağlayacaktır." Brimstone'un yüreğine su serpildi. Her iblis bir kur
ban isterdi. "Kummlar mı? Kediler mi? Köpekler mi? Küçük, şirin kuzular mı?" diye sordu. "Yoksa bir boğa mı istiyorsun?" Boğalar pahalıydı, çok zor öldürülmeleri de cabası. Aniden aklına bir fikir geldi. "Dur bir dakika - nadir bulunan bir tür istiyorsun, değil mi?
s6
r..·
Peri Saoaşları
Tehlike altındakilerden biri mi?" "Hayır, öyle şeyler değil. Sadece dairenin dışına
çıktıktan sonra göreceğin ikinci kişiyi kurban etmeni istiyomm."
Brimstone gözlerini faltaşı gibi açtı. "Bir insan kurban mı istiyorsun yani?"
"Tam üstüne bastın!" diye gürledi Beleth. Brimstone öyle rahatladı ki yüksek sesle nefesini
verdi. "Hepsi bu muydu," dedi.
BrimstOrle terk etme izni ritüelini okurken tavanarasının kapısı çalındı. Artık her iki tarafın da uygun olarak kanıyla imzaladığı anlaşma elindeydi, ama Beleth hala üçgenin üzerinde asılıydı.
"Size rahatsız edilmek istemediğimi söylemiştim," diye haykırdı. "Defolun! Defolun!" Sesini alçalttı ve izni mırıldanmaya devam etti: " ... rica ediyomm ve çağrıda bulunuyorum: Burayı tamamen ve tereddüt etmeden terk et, geldiğin yere dön ve orada kal, ta ki - " Zihninin bir parçası, şimdi patlatıcı asası yok olduğuna göre yıldırım kutusunu nasıl kapatacağını merak ediyordu.
"Burada görmen gereken bir şey var, oğlum ... " Bu, Jasper Chalkhill'in sesiydi.
Brimstone izni okumayı bırakıp ateşe bir tutam şeytan otu attı. Üzerinden dumanlar tüten Beleth bir balon gibi patladı. Reçine iblislerde hep işe yarardı, ister sıradan ister prens olsunlar. Çıkan koku o kadar kötüydü ki, alev almış sülfür yanında parfüm gibi kalır-
ff erbie Bremıao
dı. "Geliyomm!" diye bağırdı Brimstone. Mumları aceleyle söndürüp el yordamıyla anahtarlarını arayarak dairenin dışına çıktı. Yakalanmış yıldırım arkasında çıtırdayarak küreden küreye sıçrıyordu, ama onu kapatmanın bir yolunu sonra bulurdu. Kapının kilidini açıp biraz araladı. İlk gördüğü, otuziki dişiyle sırıtan Chalkhill oldu. Dişlerine bir şeyler yapıyordu, bu yüzden ışık altında vızlayıp kıvılcım saçıyorlardı.
Chalkhill havayı koklayınca sırıtışı kayboldu. "İblis mi kovdun?"
Brimstone duymazlıktan geldi. "Ne var? Görmemi istediğin nedir?"
Chalkhill başıyla işaret etti ve sırıtış geri döndü. "Yakışıklı bir genç adam," dedi. "Fabrikada dolaşırken yakaladık."
Brimstone, Chalkhill'in yanında getirdiği kişinin kim olduğunu görmek için kapıyı biraz daha açtı.
/
Beş
Pyrgus Malvae'nin\ ardındaki gürültü o kadar artmıştı ki artık bir ayaklanmayı andırıyordu, ama o daha çok önünde olup bitenle ilgileniyordu. Gözlem platformundaki muhafızlar artık bezgin görünmüyor, her yandan onu durdurmak için koşuyorlardı. İkisi şimdiden, ÇIKIŞ yazan kapıyla arasına girmişti bile.
Pyrgus yana kaçtı, peşinden saldırıya geçen bir muhafıza çelme taktı. Diğer muhafız çok daha ihtiyatlıydı. Belinden bir sersemletme asası çıkardı, tam kapıyla Pyrgus'ın arasına geçti ve bekledi.
Pyrgus duraksadı. Platformdan ve ardındaki merdivenden koşan ayak sesleri geliyordu. Zaman lehine işlemiyordu. Sağa yönelirmiş gibi yaptı, ama muhafız hareket etmedi. Gözlerini Pyrgus'a kilitledi ve üzerinden ayırmadı. Öyle çok iriyarı bir adam değildi
-Pyrgus'tan sadece biraz daha uzundu- ve Pyrgus adil bir dövüşte hakkından gelebilirdi. Ama bu, adil bir
S9
ff erbie Brerırıarı
dövüş değildi. Muhafızın bir sersemletme asası vardı, Pyrgus'a ise kafes mani oluyordu.
Birbirlerine baktılar. Takipçiler her yandan Pyrgus'a doğnı yaklaşıyorlardı. Gözlerini muhafızdan bir saniyeliğine ayırınca, yavnıların annelerinden ayrıldıklarını, bir sıra halinde bumnlarını tele dayayıp koca, yuvarlak, güven dolu gözleriyle onu izlediklerini gördü. Pyrgus yapabileceği tek şeyi yaptı. Halek bıçağını çıkardı.
Muhafız yarı saydam bıçağı görünce gözlerini faltaşı gibi açtı. Pyrgus ile ilk defa konuştu. "Bir sersemletme asam var," dedi.
Pyrgus başıyla onayladı. "Beni onunla sersemletebilirsin de," dedi. "Ama bunu ilk seferde başarsan iyi olur, yoksa öldün demektir."
Muhafız ona bakakaldı. Bakışprı Pyrgus'ın yüzüyleelindeki bıçak arasında gidip geldi. Bıçağın kristal yüzeyinin üstünde yüklü enerjiler yılanlar gibi kıvrılıyordu. Pyrgus bıçağı önünde tuttu ve ucundan kıvılcımlar sıçrayacak biçimde salladı. "Sadece bir dokunuş," dedi. "Tek gereken bu - sadece bir küçük dokunuş." Muhafızın gözlerinde bir korku ışıltısı gördüğünü sandı ve hızlı bir karar verdi. Şu birkaç saniye içinde kaçmazsa, muhafızlar çığ gibi üzerine çullanacaklardı.
Pyrgus ileri atıldı, ama vücudunu bıçağın muhafıza dokunmasına imkan bırakmayacak biçimde çevirdi. Adam bir anlığına yerinde kaldı, sonra cesareti kırıldı ve yana sıçradı, sersemletme asası da yana savmldu. Daha dengesini tekrar kuramadan, Pyrgus çıkış kapı-
60
Peri Saoaffarı
sını geçmişti bile. Kapıyı ardından çarptı ve koridor boyunca koştu. Kaçamayacağını biliyordu. Muhafızlar arkasından
koridora doluşmaya başlamıştı bile, alarm sesleri yeri göğü inletiyordu ve ilk yapacakları şeyin çıkışları kapatmak olacağını anlamak için çok da zeki olmaya gerek yoktu. Yani bir dakika içinde yakalanacaktı, kediyle yavruları da kötücül fabrikaya geri götürüleceklerdi. Pyrgus kendi başına geleceklere pek de aldırmıyordu -daha kötü dummlardan da paçayı kurtardığı olmuştu- ama yavm kedilerin ölmesine izin v�zdi. Koşarak koridordaki bir dönemeci döndü ve bir anlığına takipçilerini gözden kaybetti. Duvarda asılı bir tabelada TUVALET yazısı ve sağa ok vardı.
Tereddüt etmeden sağa döndü. Hızlı bir bakış tuvaletin boş (ve oldukça kirli) olduğunu anlamasına yetti. Duraksadı. Muhafızların burada olduğunu fark etmeden koşmaları olasıydı, ama buna pek güvenilmezdi. Çevresinde dönüp, kanatlı kapıyı sürgüleyip sürgüleyemeyeceğine baktı, ama yaylı kapının kilidi yoktu. Dışarıda muhafızların koridor boyunca yaklaştıklarını duyabiliyordu. Kapının üstünde halka şeklinde tutacaklar görünce, bunların arasına sıkıştırabileceği süpürge ya da benzeri bir şeyler aradı, ama ne süpürge vardı ne de başka bir şey. Sesler daha da yaklaşmıştı. Geçip gidecekler miydi?
Birinin, "Tuvaleti kontrol edin!" diye bağırdığını duydu.
Her şey bitmişti. Tabii kapıya sıkıştıracak bir şeyler 61
ff erbie Breımarı
bulamazsa. Aklına bir fikir geldi, ama bir kenara itti. Sonra kafesteki yavmlara baktı ve tekrar düşündü.
Pyrgus kafesi yere koyup Halek bıçağını çıkardı. Altı ay para biriktirmiş, öyle bile ancak bir bahiste kazanabilmişti. Başka bir tane daha bulmasının imkanı yoktu. İnanılmayacak biçimde anne kedinin mırladığını duydu. "Of, kes sesini!" diye mırıldandı. Yine de onun ölmesine izin veremezdi. Halek bıçağını iki yuvarlak tutacağın arasına soktu.
Elbette ilk yüklenildiğinde parçalanacaktı. Ama parçalanırken kapıya bir karşı tepki verecekti. Tahta bu tepkinin büyük kısmını emecek, ama kapının öte yanında, ilk bir metredeki kişileri sersemletecek kadarı kalacaktı. Bu ise diğerlerinin duraksamasına sebep olacaktı. Onları durdurmayacaktı, ama Pyrgus'a zaman kazandıracaktı. Pyrgus eğilip kafesi yerden kaparken ilk muhafız dalgası kapıya çullandı. Pyrgus geriye bakyıa zahmetine katlanmadı bile, ama Halek bıçağı pafçalanırken dışarıda önce bir uluma, sonra haykırışlar ve itişme sesleri kulağına geldi. Tuvaletin diğer yanındaki küçük pencereye doğm koşturdu.
Yetişmesi için lavabonun üzerine çıkması gerekti. Bir an pencereyi açamayacağını zannetti, ama çaresizlik ona güç verdi. Pencere dik bir çatıya bakıyordu ve tam onun geçebileceği büyüklükteydi. Kafesi öne itti ve mandalı çevirdi. Kafes açıldı, ama kedi ve yavmları ona bakmakla yetindiler.
"Devam edin!" diye fısıldadı Pyrgus. "Çıkın oradan! Hemen çıkın oradan! Tanrı aşkına, siz kedisiniz, öyle
62
Peri Saoaflarr
değil mi? Kedilerin çatılarda rahatça dolaşabilmesi gerekir."
İlk muhafızlar cesaretlerini toplayıp gürültüyle içeri doluştular. Kraliçe kedi ayağa kalktı, Pyrgus'a şöyle bir baktı, ardından çatıya adım attı. Yavruları da emin adımlarla onu izlediler. Pyrgus boş kafesi uzağa fırlatıp pencereden çıkmaya başladı. Kaba eller ayak bileklerini yakaladı.
"Hiçbir yere gitmiyorsun!" diye homurdandı öfkeli bir ses.
Tekmeleyip mücadele eden Pyrgus pencereden aşağı sürüklendi. Son gördüğü şey, kafesin bir açı çizerek çatının kenarından yere doğru düşüşü oldu.
Pyrgus rahatladı. En azından yavrular artık güvendeydi ve muhafızlar da onu bir kediyi kurtardı diye öldürecek değillerdi. "Tamam, tamam!" dedi. "Sessizce geleceğim."
"Öldürelim şunu," diye mırıldandı muhafızlardan biri. Çevresine toplanmış en az bir düzine muhafız vardı. İkisi Pyrgus'ı kollarından tutmuşlardı. Üniformasında çavuş simgesi bulunan iriyarı bir adam öne çıktı. "Evet, hadi öldürelim!" diye mırıldanıp Pyrgus'ın midesini yumrukladı. Pyrgus iki büklüm oldu ve soluksuz kaldı.
"Harika bir fikir," dedi onu n1tan adamlardan biri. "Ölene kadar döver, sonra da hapsedilmeye mukavemet ediyordu deriz." Pyrgus'ın saçının bir nıtamını yakalayıp onu ayağa kaldırdı. İriyarı çavuş ona tekrar vurdu.
6J
ff erbie Brerırıarı
Pyrgus inledi ve korkunç görüntü bir anlığına karardı. Bir çınlama sesinden başka bir şey fark edemez halde çılgınca başını iki yana salladı. Ardından bilinci yerine geldi ve şimdi üç muhafızın göğsüne ve midesine yumruklar yağdırdığının farkına vardı. Kolları hala tutulduğu için kendini koruyacak bir şey yapamıyordu. Saldıranları tekmelemeye çalıştı, ama bacakları çalışmıyordu - sanki pekmez içinde hareket ediyormuş gibiydiler. Yere yığılırken, gerçekten ölene kadar dövülebileceğini düşünmeye başladı. Muhafızlarda Gece Perileri'nde görülen o kötü niyetli bakış vardı; tıpkı Chalkhill ve Brimstone'un adamlarının çoğunda olduğu gibi. Ne kadar ileri gidebileceklerini hiç bilemezdiniz.
Acı, vücudunu yakar, gözlerine kanlı bir sis perdesi inerken, yeşil yüzbaşı üniforması giymiş, siyah gözlü bir adam muhafızları iterek geldi. "Neler oluyor burada?" diye sordu öfkeyle. "O çocuğa ne yaptığınızı sanıyorsun uz?"
Pyrgus'ı yumruklayan muhafızlar çabucak geri adım attılar, onu tutan ikisi de hazırola geçti ve bu sırada onu da ayağa kaldırdılar. "Hiçbir şey, efendim. Özür dileriz, efendim."
"Kim bu? İşçilerimizden biri mi?" "İzinsiz içeri girdi ve hırsızlık yaptı, efendim - bu
onun giysisi değil," dedi muhafızlardan biri akıllıca. "Fabrikamıza girip kedimizi çaldı."
"Ayrıca beş de yapıştırıcı yavrnsu," diye tamamladı ikinci muhafız.
Peri Sauafları
Yüzbaşı kaşlarını çattı. "Siz de onu bunun için mi dövüyorsunuz?"
"Hayır, efendim. Sadece bunun için değil. Onları pencereden aşağı attı. Zavallı küçük şeyler şimdi çoktan ölmüştür."
Zavallı küçük şeyler mi? Pyrgus acı içinde kıvrandığı halde buna neredeyse gülecekti. Konuşmaya çalıştı, ama sadece bir inleme sesi çıkarabildi .
"Kes sesini!" diye fısıldadı muhafız kulağına. Yüzbaşı soğuk bir sesle, "Bırakın onu!" diye emretti. "Efendim?" "Dediğimi duydunuz. Hemen bırakın onu!" Muhafızlar onu bırakınca, Pyrgus minnetle kadife
bir karanlığa gömüldü.
Ayıldığında yüzbaşı yüzünde büyük bir endişeyle üzerine eğilmişti. "İyi misin? Bir an seni öldürdüklerini sandım."
Pyrgus ihtiyatla kımıldadı. Bütün vücudu ağrıyor ve kanıyordu, ama hiçbir yeri kırılmamış gibiydi. Herhalde ertesi sabaha her yanı çürüklerle dolu olacaktı. Çatlak, fısıltıdan pek farkı olmayan bir sesle, "İyiyim," dedi.
"Acele etme," dedi yüzbaşı. "O budalalar seni fena dövmüş."
Pyrgus otunu konuma geçmeye çabaladı. "İyiyim," dedi yeniden, sesi bu sefer daha güçlüydü. Bir tür pejmürde büroda, muhtemelen yüzbaşınınkindeymiş gibi görünüyordu. Tüm mobilya bir masa, bir dosya dolabı ve bir çift de sandalyeden ibaretti. Tahtalar fabrika-
6s
fferbie Breııııaıı
daki diğer her şey gibi kirle kaplıydı. Yüzbaşı ona yer açmak için geri çekilince Pyrgus
sallanarak ayağa kalktı, ama öyle kalamayacağını biliyordu. Sandalyelerden birini tutup oturdu. Bir mide bulantısına kapıldı ve vücudundaki acıya aldırmadan başını ayaklarının arasına sıkıştırdı. Tekrar dikleştiğinde, yüzbaşı yumuşak bir sesle, "Tamam mı? İyi misin şimdi?" dedi.
Pyrgus başıyla onayladı. "Ben Yüzbaşı Pratellus,'' dedi yüzbaşı ona. "İlk ola
rak da senden o embesiller adına özür dilemek istiyornm. Yaptıkları şey affedilmezdi."
Pyrgus yorgun bir yüz ifadesiyle ona baktı, ama bir şey söylemedi. Yüzbaşı Pratellus onu döven muhafızlardan neredeyse bir baş daha kısaydı ve cildi bu kadar kirli olmasaydı neredeyse yakışıklı sayılabilirdi.
Pratellus'un yüzündeki üzgün ifade daha da görülür bir hal aldı. "Sonın şu ki, buraya gerçekten zorla girdin, bu yüzden sana bazı somlar sormak zonındayım. Bunu anlıyorsun, öyle değil mi?"
Pyrgus başıyla onayladı. "Şu anda buna hazır mısın, yoksa biraz daha bek
lememi ister misin?" Pyrgus yutkundu. "Hayır, hazırım." Ne kadar çabuk
biterse, bu deliler hastanesinden o kadar çabuk çıkacaktı. Ve bir an önce kapattırmaya bakacağım, dedi içinden öfkeli bir ses. Artık kedilere ne yaptıklarını biliyordu ve fabrikanın açık kalmasına kesinlikle izin vermeyecekti. Hikayesini gerekirse İmparator'un ken-
66
Peri Saoaşlarr
disine anlatacaktı. Chalkhill ve Brimstone'un şu yüzbaşı gibi birkaç iyi çalışanı olabilirdi, ama yine de bu, yaptıkları şeyi haklı çıkarmazdı. Fabrika kısa bir süredir açık olsa da, yavrnlara yaptıklarını gizli tutabilmiş olmalarına çok şaşırıyordu. Böyle bir şeyin kesinlikle dışarı sızacağını düşünüyordu insan.
"Eh, sanırım isminle başlamalıyım?" "Pyrgus," dedi. "Pyrgus Malvae." "Asil bir isim!" dedi Pratellus. Pyrgus güçsüzce gü
lümsedi. "Seni gerekenden bir dakika bile fazla burada tutmamaya çalışacağım. Bana fabrikada ne yaptığını söylemek ister misin?"
Pyrgus bir an ona baktı, sonra doğrnyu söylemeye karar verdi. "Birileri beni kovalıyordu, bu yüzden kapıya tırmandım."
Pratellus yine endişeli bir ifade takındı. "Kimdi seni kovalayan?"
"Emin değilim," dedi Pyrgus. "Sanırım Kara Hairstrek'in adamları olabilir."
Pratellus dişlerinin arasından nefes aldı. "O soysuz herif! Eh, ona yakalanmama tavsiyesi almış olduğunu anlıyornm. Bu yüzden kapıya tırmandın, ha?"
"Evet, efendim." "Crambus, Pyrgus - Crambus de bana. İçimden bir
ses, bütün bunlar bittiğinde dost olabiliriz diyor." Pyrgus başıyla onayladı. Crambus Pratellus, "Yaptığının tehlikeli bir şey olduğunu biliyor musun?" dedi.
Pyrgus yine onayladı. "Artık biliyorum." "Aşırıya kaçan güvenlik önlemleri konusunda
,,
ff erbie Bremıaıı
Brimstone ile tartıştım." Pratellus bir anlığına gözlerini yukarı dikti. "Ama dinleyen kim? Bir gün biri ölecek, ya o zaman ne olacak? Ama sen ölmedin?"
"Hayır, efendim - hayır, ölmedim, Crambus." "Ve tabii ki, Kara Hairstreak'in seni yakalamasına
göz yumman çok daha tehlikeli olabilirdi." Pyrgus başıyla onayladı. Bu muhtemelen doğrny
du. Özellikle de anka kuşunu çalmışsanız. Yüzbaşı Pratellus'a anka kuşundan bahsetmemeye karar verdi.
"Yani fabrikaya bir şey yapmak için zorla girmedin? Sadece ... kaçış rotası olarak kullandın?"
"Evet." "Peki ya yavrnlar? Muhafızlar yavrnları çaldığını
söyledi." Pyrgus duraksadı, sonra, "Onları çalmadım - kur
tardım," dedi. Pratellus içini çekti. "Bir hayvanseversin demek.
Ben de öyleyim. Burada kedilere yaptıkları şeyden nefret ediyornm."
Pyrgus ani bir öfkeyle, "Öyleyse niye durdurmuyorsun?" diye sordu.
Pratellus çaresizlikle ellerini iki yana açtı. "Yasadışı değil," dedi. "İnan bana, araştırdım ve kesinlikle yapabileceğim hiçbir şey yok."
"İnsanlara anlatabilirdin!" dedi Pyrgus. "İnsanlar bir kere ne olduğunu öğrenince buna bir son verirlerdi!"
Yüzbaşı Pratellus acı acı gülümsedi. "Ne yazık ki insanlar aldırmıyorlar. Senin yaşında bunu kabul etmenin zor olduğunu biliyornm, ama doğru. Tartışma-
68
Peri Saoaflarr
yalım - yavrnlar için sonra yapabileceğimiz bir şeyler olabilir. Anlarsın, bir rapor yazmam gerekiyor. Şimdilik kedilere yufka yürekli yaklaştığını -birçok genç böyledir- ve gerçekte hepsinin bu olduğunu yazmamı ister misin? Gençlik işte tarzı bir şeyler?"
Muhtemelen en iyisi buydu. Pyrgus minnetle başıyla onayladı.
Aniden Yüzbaşı Pratellus'un yüzündeki gülümseme silindi. "Aptalın teki olduğumu düşünüyor olmalısın!" diye fısıldadı öfkeyle.
Jasper Chalkhill'in bürosu parfüm kokuyordu. Yerde cafcaflı bir halı seriliydi ve her duvardan ağır ipek perdeler sarkıyordu. Koca masanın önünde iki tane nadide kaplan kürkü ve ince işlemeli kristal kutular içinde birkaç doğu işi heykelcik vardı. Ama odadaki en egzotik şey Chalkhill'in kendisiydi. Tüylü bir şapka takmış, parlak mavi renk bir cüppe ve altın işlemeli terlikler giymişti. Yüzünden ve bacaklarından yağ kıvrımları sarkıyordu.
"Pratellus, sevgili Pratellus, ne getirdin bana?" Bu kadar cüsseli bir adam için şaşılacak bir zarafetle odayı katedip Pyrgus'ı iyice bir inceledi. "Bir oğlan! Ne düşüncelisin, Pratellus, ne düşüncelisin." Pyrgus yakından bakınca, adamın allık sürünmüş olduğunu gördü.
"Zorla içeri girmişken yakalandı, Bay Chalkhill," dedi Pratellus sevecen bir ses tonuyla. "Kedilerimizden birini ve bütün yavrnlarını çaldı. Şüphem o ki - " sesini alçaltıp arkasına baktı, sonra cümleyi tamamla-
69
fferbfe 8reı111a11
dı " - formülün peşindeydi." Chalkhill açıkça neşelendi. "Bir hırsız. Sevgili kü
çük bir hırsız! Eh, cezalandırılmalı, öyle değil mi? Ne yapalım, Pratellus? Dövsek mi? Ona sert bir ders versek mi? Ah, nasıl da eğleneceğiz!" Etrafında bir parfüm bulutuyla öne eğildi ve Pyrgus ömründe ilk defa Halek bıçağını zevkle üzerinde kullanacağı bir adam gördüğünün farkına vardı.
Pyrgus bir an, Chalkhill'in gözüne tükürmeli miyim, diye düşündü, ama, "Uzak dur benden, seni pis kokulu domuz yağı fıçısı!" diye öfkeyle tıslamakla yetindi.
"Ahhh," dedi Chalkhill, Pratellus'a gülümseyerek. "Ne canlılık! Ne gaddarlık!"
"Huysuz olduğu kesin, Bay Chalkhill. Onu bulduğumda muhafızlarımı dövüyordu. Yetişmesem kimbilir ne zarar verecekti."
Pyrgus yüzbaşıya pis pis baktı, ama hiçbir şey söylemedi. Chalkhill ve Brimstone'un tamamının yalancılarla dolu olduğunu fark etmeye başlıyordu.
"O zaman övgüye layıksınız, Yüzbaşı Pratellus," dedi Chalkhill. Pyrgus'a gülümseyince dişlerinin arasında rengarenk kıvılcımlar sıçradı. "Şimdi, küçük teriyerim, sana ne yapacağız?"
"Hemen gitmeme izin vereceksiniz!" dedi Pyrgus. "Yoksa babam - "
"Ah, babasının oğlu, ha? Ben hep annemi daha çok severdim, ama zevkler ve renkler tartışılmaz. Ne yazık ki baban beni pek etkilemedi, oğlum. Büyük mü? Bir kas yığını mı? Hiii, çok korktum." Pratellus'a döndü.
'/ICI
Peri Saoaflarr
"Şimdi, yüzbaşı, onu sorguladığınızı farz ediyomm?" "Evet, efendim, Bay Chalkhill. Kurnazmış - hiçbir
şey söylemedi. Bu yüzden size getirdim. Ona işkence yapmak istersiniz diye düşündüm."
"Ah, evet," dedi Chalkhill şevkle. "Tabii ki ona işkence yapmak istiyornm. Ama ... aşırıya kaçmadan önce belki de ona birkaç som da ben sormalıyım. Biliyor musun, birçok insan başkalarıyla konuşmayı reddederken benimle sohbet etmeye razı oluyor." Tekrar Pyrgus'a döndü. "Senin gibi iyi bir çocuğun saygıdeğer bir işyerine girmesine sebep olan nedir?"
Ani öfkesi sessiz kalmaya yönelik azmine galip gelen Pyrgus, "Saygıdeğer mi?" dedi. "Hangi fabrika yavm kedileri yapıştırıcı içinde boğar?"
Chalkhill'in gözleri anlayışla büyüdü. "Demek küçük yavmlar için üzülüyornz, öyle mi? Ama şehirde çok fazla başıboş kedi olduğunun farkında değil misin, küçüğüm? Bunların büyük bölümü korkunç, mutsuz bir hayat sürüyorlar. Hastalık ... açlık ... birkaçını öldürerek iyilik etmiş oluyomz."
"Ve kar ediyorsunuz," diye hırladı Pyrgus. "Kar etmekte bir yanlışlık yok," dedi Chalkhill ne
şeyle. "Gençler bu işlerden hoşlanmazlar, ama sanırım o çok iyi yürekli baban benimle aynı fikri paylaşacaktır. Ekmeğini kazanıyor, öyle değil mi? Karlı bir şirkette çalışıyor?" Elini kaldırdı. "Hayır, bana vaaz verme, çocuğum. Yüzbaşı çok haklı. Eğer bize burada bulunma sebebini söylemezsen, onu senden zorla almasını biliriz."
ısı
ff erbfe Brerman
"Ona sebebi söyledim!" diye bağırdı Pyrgus. Kapıya koşsam mı, diye düşündü. Chalkhill bir kaplumbağaya bile yetişemeyecek kadar şişman görünüyordu, ama Pratellus da vardı, dışarıda da iki muhafız bekliyordu. "Lord Hairstreak'in yolladığı adamlardan kaçıyordum!"
Chalkhill, Pratellus'a, "Neden ona inanmadığını anlıyomm," deyip tekrar Pyrgus'a döndü. "Lord Hairstreak benim dostumdur - can dostum. Adamlarını genç oğlanların peşine takana kadar yapacak çok daha iyi işleri var. Paphia idi, öyle değil mi?"
Pyrgus gözlerini kırptı . "Paphia mı?" "Argynnis Paphia,'' diye bağırdı Chalkhill. "Zavallı
Brimstone ile bana yıllardır hıncı vardı. İnkar etmeye çalışma - doğnıyu gözlerinden okuyabiliyonım ve sözlerime dikkat et, ağzından da alacağım." Bir elinin tersini alnına koydu. "Ama yonıctı bir gece geçirdim. Sana kendim işkence edemeyecek kadar güçsüz düştüm. Yüzbaşı Pratellus - "
"Evet, efendim?" dedi Pratellus hevesle. "Onu Brimstone'a götüreceğiz, yüzbaşı. Brimsto
ne'un iblisleri doğnıyu ağzından alacaktır."
ıız
Gördüğün ikinci kişi . . .
İlki Chalkhill idi -yazık olmuştu, bazı yönlerdenama Brimstone kapıyı açarken yabancı bir yüz gördü. Kızıl saçlı, şu sıralar gençler arasında gülünç biçimde moda olan türden yeşil kavga elbiseleri giymiş bir oğlanın yüzüydü. Chalkhill ne derse desin yakışıklı değildi, ama hatları düzensiz ve yeterince hoşnı. Brimstone yaş tahmin etmek konusunda iyi değildi, ama çocuğun ondört yaşından büyük olduğunu sanmıyordu.
Beleth için ilginç bir kurban. O budala, dalkavuk Pratellus oğlanın tam arkasında
durnyordu. İkisinin arkasında da iki odun muhafız vardı. Hepsi somurtuyordu, harikulade sihirli dişlerini sergilemeye bayılan Chalkhill hariç.
"Ah, Silas, sevgili dostum, küçük arkadaşlarının yardımına ihtiyacımız var." Chalkhill, Brimstone'un omzumm üstünden bakmaya çalışarak başını kaldırdı. Tava-
fferbie Breımaıı
narasında yakalanmış yıldırım çatırdayıp kıvılcımlar saçıyordu. "İçeride onlardan biri var mı? Yoksa pis kokulu otunla hepsini yurtlarına geri mi gönderdin?"
"Ne oluyor burada?" diye sordu Brimstone. Chalkhill ile konuşurken dikkatli olmak gerekirdi.
"Olan şu, Silas: Argynnis Paphia son teşebbüsümüzü engellemek için bu çocuğu yollamış. Neyse ki Pratellus onu iş üstünde yakaladı."
"Ne işi üstünde?" diye sordu Brimstone. Chalkhill şaşırmış göründü ve hafifçe ellerini salladı.
"Şey işi. .. şey ... son teşebbüsümüzü engelleme işi üstünde."
"Sana bunu söyledi, değil mi?" "Neyi söyledi?" Brimstone içini çekti. "Onu Argynnis'in yolladığını." "Hayır, elbette söylemedi, Silas - ne şapşal herifsin!
Her şeyi inkar etti. Elbette her şeyi inkar etti. Ama sen burada devreye giriyorsun, öyle değil mi? Sen ve küçük dostların."
"Ondan doğmyu almamı mı istiyorsun?" "Evet," dedi Chalkhill. "Pekala," dedi Brimstone. Gelişmeler ona tamamen
uygundu. Bu çocuk, daireden dışarı adım attıktan sonra gördüğü ikinci kişiydi, öyleyse bu çocuk Beleth'e kurban edilmeliydi. Brimstone bir kere onu kurban ettikten sonra, sorgulama sırasında öldüğünü ileri sürebilirdi. Chalkhill bunu kabul ederdi, kendisi de hep insan öldürüyordu. Yapıştırıcı işine girmelerinin sebeplerinden biri de buydu - fabrikanın cesetleri yok etmek için
birebir olması. Chalkhill gözlerini kırptı. "Yapacak mısın?" "Evet." "Onu küçük iblislerine teslim edecek misin?" Brimstone başıyla onayladı. Pek o kadar küçük sa
yılmazdı ama . . . "Evet." "Ona işkence etmelerini sağlayacak mısın?" "Evet." "Onlar ... " dudaklarını yaladı " ... onlar tıbbi deneyler
yapacaklar, değil mi?" Brimstone omzunu silkti. "Muhtemelen." Genelde
yaparlardı. "Ne zaman başlıyomz? Ben de yardım etmek istiyo
mm," dedi Chalkhill. Lanet olsun! Bunu düşünmeliydi. Şişko budala işe
karışmak istiyordu. Sürekli Brimstone'un iblis işlerine bumunu sokmaya çalışıyordu. Eh, Brimstone buna izin veremezdi, kesinlikle olmazdı. "Olmaz," dedi kısaca.
Chalkhill incinmiş göründü. "Olmaz mı? Olmaz mı? Neden olmazmış? Yardım etmeliyim. Ona yardım etmem gerektiğini söyle, Pratellus. Yardım etmeme izin vermezsen çocuğu alamazsın, Silas."
Brimstone sesine sıcak bir hava katmaya çalışarak, "Sevgili Jasper," dedi. "Eğlencene çomak sokmaya çalışmıyordum - bunu yapmayacağımı bilecek kadar tanıyorsun beni, değil mi? Hayır, hayır, sadece hemen
başlayamayız demek istedim. Bazı hazırlıklar yapmam gerek Doğm iblisleri çağırdığıma emin olmalıyım. Önerim şu," dedi rahat bir tavırla, "çocuğu burada be-
'llS
fferbie Breımaır
nimle bırak - Yüzbaşı Pratellus ona zarar gelmediğini görmek için burada kalabilir. Sen git biraz dinlen, istersen biraz bir şeyler iç. Sonra her şey hazır olunca Pratellus'u yollayıp seni çağırtırım, sen de eğlenceye katılırsın. Buna ne dersin?"
Nefesini tuttu. Chalkhill'in buna razı olacağından tam da emin değildi. Adam bir maml kadar IQ'su olan, kıyıya vurmuş bir balinayı andırıyor olabilirdi, ama iş zevklerine gelince kesinlikle hayvansı bir kurnazlığı vardı.
Chalkhill kaşlarını çatıyordu. "Pratellus onunla kalabilir mi?" diye sordu şüpheyle.
"Elbette!" dedi Brimstone. Chalkhill'in dişleri ışıldadı ve kıvılcımlar saçtı. "Mü
kemmel!" dedi. "Mükemmel! Dinlenme, bir içki. Her şey hazır olduğunda da Pratellus'u anında yollayacak
sın, değil mi?" "Tabii ki," dedi Brimstone nazikçe. Chalkhill etkileyici bir sesle, "O halde küçük adamı
mı maharetli ellerine bırakıyomm!" deyip hızla merdivenleri indi.
Brimstone oğlanı sıkıca bağlayıp dairenin içine yerleştirir yerleştirmez Pratellus'u ve iki muhafızı gönderdi. Üçü de en ufak bir itirazda bulunmadılar ve Brimstone neden böyle olduğunu kesinlikle biliyordu. Özellikle Pratellus ekmeğin hangi yüzünde yağ olduğunun farkındaydı. İşinde biraz kayrılmak için Chalkhill'in suyuna gidiyor olabilirdi, ama para Chalkhill'de olsa bile
ıı6
Peri Savaşları
güç Brimstone'daydı. Ne olursa olsun iyi geçinmeniz gereken Brimstone'du. Sizi işten atabilecek, çöp yığınına fırlatabilecek olan oydu. Onu çok fazla rahatsız ederseniz, rüyalarınızda peşinize düşecek bir iblis yollayabilecek olan da oydu.
Birini kurban etmesi gereken oydu. Brimstone, Beleth'in neden onu o kadar istediğini
merak ederek oğlana baktı. Artık kafasında Beleth'in bir biçimde bu durumu ayarladığından emindi. Olanlar o kadar uygun ve düzenliydi ki başka bir açıklamasıolamazdı. Oğlanın daireden dışarı adım attığı anda -hatta şimdi düşününce, adımını atmadan önce gelmesi. Gördüğü ikinci kişi olacak biçimde Chalkhill'in arkasında durması. Hatta Chalkhill'in onu sunması ve Brimstone'un onu almasına kolayca izin vermesi. Bu, Jasper'a hiç uymuyordu, hem de hiç. Beleth'in bunda parmağı olmalıydı. Bir kere bir iblis çağırınca, ona dünyaya müdahale etme fırsatı vermiş olurdunuz. Küçük iblisler sadece zarar verirlerdi, ama prensler daha kurnaz olabilirler, daha uzağa erişebilirlerdi.
Ama acaba Beleth neden bir başkasını değil de bu
çocuğu kurban olarak seçmişti? Beleth neden bir çocuk seçmişti? Neden önemli, zengin ve nüfuz sahibi biri değil? Chalkhill'in getirdiği oğlan korkutacak derecede sıradan görünüyordu. Giysileri bile pek bir şeye benzemiyordu. Pantolonunu kendisi yamamış gibiydi - pek maharetle de değil.
Brimstone bu bilmeceyi düşünmeyi bıraktı. Beleth'in neden bu oğlanı istediğini düşünmek gerçekten de ona
fferbfe Breımaıı
düşmezdi. İblis sözleşmede kendine düşeni yaptığı sü
rece. Ah evet, tek önemli olan buydu. Odada koşuştu
rup Belet/9 'in Kitabı'nı aradı ve kurban törenini anlatan
bölümü açtı. Basite benziyordu. Beleth'i her zamanki
gibi çağırıyor, sonra da kurbanın boğazını kesiyordu
nuz. Beleth hayat özünü emiyor, sözleşmeyi mühürlü
yor ve oğlanın ruhunu kendisiyle beraber Cehennem'e
geri götürüyordu. Bu kadar basitti. Beleth gidince
Brimstone'un tek yapması gereken, cesetten kurtul
maktı, bu da yapıştırıcı fıçıları tam kapasiteyle üretim
yaparken çok kolay olacaktı. Chalkhill'i daha fazla dü
şünmesi bile gerekmeyecekti. Beleth'in sözleşmesi
Brimstone'un cebine girince Chalkhill tarih olacaktı.
Dolaba gidip keskin bir bıçak aldı. Sonra geri gelip,
Beleth'i tekrar çağırmaya hazırlanmak için daireyi yeni
den güçlendirmeye başladı. Bir günde iki iblis çağırma!
Bu bir rekor olmalıydı.
Pyrgus yaşlı adamın odada güneş altındaki bir ha
mamböceği gibi koşuşturmasını izledi ve ne kadar za
manının kaldığını hesaplamaya çalıştı. Kimsenin üzeri
ni aramadığına inanamıyordu. Muhafızlar onu dövmek
le meşgul olmuşlardı. Yüzbaşı Pratellus, İyi Polis'i oy
namakla meşgul olmuştu. Chalkhill kendisine eğlence
ayarlamakla meşgul olmuştu. Bu yaşlı herifin de
-Brimstone- başka planları var gibiydi. Sonuç olarak
Pyrgus şu anda pantolonunun bir paçasındaki düğmeli
cepten çıkardığı küçük bıçakla sessizce bağları kesiyor
du. Bıçak çok keskin sayılmazdı, ama iş görürdü. Tabii
zamanı kalmışsa.
,,
Peri Saaaflarr
Brimstone'un asıl amacının ne olduğunu bilmeyi diledi. Chalkhill ondan Pyrgus'a işkence etmek için birkaç iblis çağırmasını istemişti ve bu oda da kesinlikle böyle bir çağrı yapmaya hazır gibi dumyordu - ve Pyrgus'ın kendisi de büyülü dairenin tam içindeydi. Ama daha önce hiç yakalanmış yıldırım üçgeni görmemişti ve Brimstone'un dairenin içine getirdiği o bıçağın görünüşünü de hiç sevmemişti. Yaşlı adamın, Chalkhill'in bile haberdar olmadığı kendi planları vardı. Pyrgus ayrıca bunun iyiye işaret olmadığını da kavrıyordu. Birkaç küçük iblis tarafından işkenceye uğramaktan daha kötü şeyler de vardı ve o bıçak da bunlardan biri gibi görünüyordu.
İpleri zamanında kesebilse, kaçabileceğine emindi. Brimstone yıllardır ölüymüş gibiydi. Yaşlı bir adam için yeterince canlıydı ama zayıftı. Pyrgus onu kolayca atlatabileceğini, muhtemelen bıçağı bile çok uğraşmadan alabileceğini düşünüyordu. Ama ancak elleri ve ayakları serbest kalırsa. O zamana kadar çaresizdi.
Küçük bıçakla çalışmasını hızlandırdı. Brimstone sembolleri tekrar çizdi ve mumları yaktı.
Pyrgus'a baktı. "Düzenli,'' dedi neşeyle. "Bana ne yapacaksın?" diye sordu Pyrgus ona. Sami
mi bir yanıt beklemiyordu, ama Brimstone'u komışnırabilirse zaman kazanabilirdi.
Briınstone hemen, "Kafaya takılacak bir şey değil," diy cevap verdi.
"Kafaya takılacak bir şey değil mi?" İplerin ne kadarını kestiğini anlamak korkunç zordu. Henüz parçalan
ııq
Herbie Breııııaıı
madıkları kesindi. Ama en azından Brimstone konuşuyordu.
"Değil," dedi Brimstone. "Emin ol değil. Hiçbir şey hissetmeyeceksin. Eh, hemen hemen hiçbir şey." Pyrgus'a sırtını çevirdi ve büyük bir kitap aldı. "Şimdi lütfen sesini kes - yapacak işim var."
Aman ne iyi etmişti de Brimstone'u konuşturmuştu. Pyrgus dehşetle adamın çağırma törenine başlamasını izledi.
Pyrgus üçgenin içinde beliren şeye inanamıyordu. Çoğu oğlan gibi o da iblis resimleri görmüş ve okul kitaplarından onlar hakkında bir şeyler okumuştu. Ama hepsi de küçük, en fazla bir metrelik yaratıklardı. Huysuzlardı, kabul; tehlikelilerdi de. Yeterince fazlası bir araya gelirse, o küçük, keskin dişleriyle etinizi kemiğinizden ayırabilirlerdi. Bazı cinslerinin büyü güçleri bile vardı - çiçekleri soldurabilir ve türlü hastalıklara sebep olabilirlerdi. Ayrıca hepsi de, gözlerine bakmak gibi bir aptallık yaparsanız zihninize girebilirlerdi. Ev hayvanı olarak beslemek istemezdiniz, ama aslında o kadar da korkutucu değildiler.
Ama üçgenin içindeki şey bambaşkaydı. Dev gibiydi. Çirkindi. Gürültülüydü. Pis kokuluydu.
Etrafına kötü niyet ve yalın güç saçıyordu. En kötüsü de, gülümsüyordu.
"Aha," dedi. "Oğlanı bulmuşsun." "O olacağını biliyordun," dedi Brimstone. "Biliyor
dun, öyle değil mi? Gördüğüm ikinci kişi hakkındaki o 80
Peri Saoafları
sözler -bunun kim olacağını biliyordun. " "Elbette kim olacağını biliyordum," diye homurdan
dı Beleth. "Böyle bir şeyi şansa bırakır mıyım zannediyorsun?"
"Neden o?" diye sordu Brimstone. Yaratık onu asabileştiriyor gibiydi. Ağırlığını bir o ayağına bir bu ayağına verip dumyordu.
"Sözleşmede niyetimi sana açıklamam gerektiğini belirten maddeyi bana göster," diye fısıldadı Beleth.
Brimstone hemen geri adım attı. "Merak işte, merak işte. Beni ilgilendirmez, hem de hiç. Anlaşma hala geçerli, değil mi?"
"Kanla imzalandı," dedi Beleth. "Ve sen kendi üzerine düşeni yapar yapmaz mühürlenecek. Üzerine düşen dedim de ... "
Brimstone imayı anladı. "Evet, evet, şimdi yapacağım. Bu işleri uzatmanın anlamı yok. " Bıçağı kaldırıp Pyrgus'ın üzerine eğildi. "Hareket etme, çocuğum," dedi.
Pyrgus bileklerindeki ipleri kopardı. Ayakları hala bağlı olduğundan kaçamıyordu, ama
küçük bıçağı kaldırıp Brimstone'un eline sapladı. Brimstone ciyaklayıp elindeki bıçağı düşürdü. "Beni bıçakladın!" dedi şaşkınlıkla. Eline baktı. "Kan kaybediyo-nım!"
Pyrgus yuvarlanarak ondan kaçtı ve bıçağı almaya çalıştı. Onunla Brimstone'a mı saldıracağına, yoksa ayaklarını bağlayan ipleri mi keseceğine karar verememişti. Ama bunu asla bilemeyecekti, çünkü Brimstone o yaştaki biri için inanılmaz bir hızla hareket etti ve bı-
81
ff erbie Brermaıı
çağı tam Pyrgus kavrayacakken kaptı. "Yok öyle!" diye bağırdı Brimstone. Pyrgus bağlı ayaklarını ileri savurdu ve adamı incik kemiğinden tekmeledi. Brimstone bir an kollarını sallayarak ayakta durmaya çalıştı, sonra dengesini yitirip vücudunun yarısı dairenin içinde, yarısı dışında kalacak şekilde düştü.
"Aha," dedi Beleth. "Özgürlük!" "Hayır - " diye bağırdı Brimstone. Pyrgus adamın bı
çağı yeniden düşürdüğünü fark etti. Bu sefer hata yapmadı. Ayakları bağlı halde yeniden
yuvarlandı ve bıçağı aldı. Gözlerinin ucuyla, iblisin dev vücudunun üçgenin dışına adım attığını gördü. İkisiyle birden savaşması mümkün olmadığı için Brimstone'u kaale bile almayıp bacaklarına eğildi ve onları bağlayan ipleri kesmeye başladı. Bıçak çok keskin olmalıydı, zira ipleri yağ kesermiş gibi kesiyordu.
"Uzak dur benden!" diye uludu Brimstone. Pyrgus ayağa fırladı ve Brimstone'un üstünden sıçra
yıp kapıya doğm koştu. Brimstone'un onu kilitlediğini görüp görmediğini hatırlamıyordu, ama tek şansı buydu.
İblis besbelli ki Brimstone'a, "Senin tarafındayım, aptal!" diye homurdandı. Dev gibi iki adımla odayı katetti.
Pyrgus tam kapının koluna uzanırken, pençeli koca bir el omzunu tuttu.
Vücudunu saran kuvvetli şok sanki yakalanmış yıldırım gibiydi. Her kası kaskatı kesilen Pyrgus sarsıldı. Momentumu onu ileri taşıdı, ama bütün vücudu sanki ölü sertliğine tutulmuş gibi olduğundan, ileri uçup yüzüstü yere kapaklandı. Burnundan kan boşandı ve gürültülü
8z
Peri SaOaffarr
bir gümleme kulaklarını doldurdu. Arkasında Brimstone'un çocuk gibi ağladığını duyabiliyordu. İblis kükre-di. Ardından ortalığı bir ölüm sessizliği kapladı.
Pyrgus sonsuz gibi gelen bir süre boyunca oracıkta iblisin onu öldürmesini bekleyerek yattı. Gümleme tekrar başladı ve bunun kafasının içinde olmadığını, kapıdan geldiğini fark etti. Denemek için kolunu kımıldatmaya çalıştı. Vücudu tepeden tırnağa ağrıyordu, ama kaslar tekrar çalışmaya başlamıştı. Ağzında kan tadı alarak yuvarlandı ve yavaşça otumr konuma geçti. Oda darmadağın olmuştu. Yakalanmış yıldırım aletlerinin parçaları yerlere saçılmıştı ve dairenin koca bir parçası parçalanmış, yok olmuştu. Mangaldan geriye kala kala eğri büğrü bir maden parçası kalmıştı. Brimstone şaşkın bir yüz ifadesiyle bir duvarın dibinde yatıyordu. Bir oyuncak bebek gibi oraya fırlatılmışa benziyordu. İki eliyle büyük kitabını komyordu.
Gümlemeler darbe halini aldı ve bir anda tavanarasının kapısı menteşeleri parçalanarak içeri düştü. Dört dev adam askerlere özgü bir kararlılıkla içeri daldı. Beleth anında gözden yok oldu. Brimstone çabucak ayağa kalktı. "Dışarı çıkın!" diye bağırdı. "Dışarı çıkın! Dışarı çıkın! Siz kim olduğunuzu sanıyorsunuz?"
Pyrgus bakakaldı. Bu adamların kim olduklarını sandıklarını biliyordu. Her birinde Yüce Majesteleri Mor İmparator'un amblemi vardı.
" Oğlanım nerede?" diye inledi Jasper Chalkhill. Brimstone, "Kes sesini!" diye mırıldandı. Hala olay
SJ
ff erbie Breımarı
ların gelişme hızından afallamış halde tavanarasının enkazına bakıyordu. Bir dakika önce zafer içinde en büyük planını gerçekleştirmeye hazırlanırken, bir dakika sonra umutları yıkılmıştı. Beleth gitmişti. Oğlan gitmişti. Bütün o pahalı cihazları parçalanmıştı. Yerlerine yenilerini alması haftalar alacaktı - haftalar! Ne kadar fazla para öderse ödesin, haftalar alacaktı! Ama kitap hala elindeydi. Hiç yoktan iyiydi. Ve anlaşma. Anlaşma hakkında düşünmekten aslında hoşlanmasa da. Anlaşmanın bir ceza maddesi vardı.
"Benimle konuşmanda ısrar ediyomm! Israr ediyomm, Silas! Kesinlikle, özellikle ısrar ediyomm!" Chalkhill öyle hayal kırıklığı içindeydi ki, terlikli ayaklarından birini sertçe yere vurdu.
Brimstone içini çekti. "Onu götürdüler." "Kim götürdü? Neden onları durdurmadın?" "Durdurmadım, çünkü dört kişiydiler, bense bir.
Durdurmadım, çünkü İmparator'un Muhafızları'ydılar. İşte bu yüzden durdurmadım."
Chalkhill gözünü kırptı. "İmparator'un Muhafızları mı? Mor İmparator'un Muhafızları mı?"
"Başka İmparator mu var?" dedi Brimstone. Şişko budalanın gitmesini diledi. Düşünmek, plan kurmak için zamana ihtiyacı vardı. Şimdi yapabileceği en iyi şeyin ne olduğuna karar vermesi gerekiyordu.
"Mor İmparator o çocuktan ne istiyormuş?" "Nereden bileyim? Belki de bir mektup yazıp ona
sormalısın." "Korkunç oluyorsun, Silas. Bunun benim için nasıl
84
Peri Saoaflarr
bir hayal kırıklığı olduğunu düşün." Brimstone diplomatik davranmaya karar verdi. "İki
miz için de, Jasper, ikimiz için de. Ama ne yapmamı bekliyordun - Mor İmparator'un emrine karşı mı çıksaydım?"
"Ellerinde yazılı bir emir mi vardı? İmparator'un kendisinden mi?"
"İmparator'un kendisinden miydi bilmiyornm. Belki de o kağıtları düzinelerle basıyorlardır. Tek bildiğim, bir parşömen parçasını burnuma dayayıp çocuğu götürdükleri."
"Onu okudun mu?" diye sordu Chalkhill. Brimstone ona deliymiş gibi baktı. "Neyim ben -
avukat mı? Onlar İmparator'un adamlarıydı!" Aslında şimdi, okumadığına pişman olmuştu. Bu çocuğu bu kadar özel yapanın ne olduğu hakkında bir ipucu elde edebilirdi. Önce Beleth, şimdi de Mor İmparator onu istemişti.
Brimstone oda boyunca yürüyüp Chalkhill'i kolundan yakaladı. Sesine anlayışlı ve güven verici bir hava katmak için büyük bir çaba sarfetti. "Bak, Jasper, bana burayı temizleyecek zaman ver, sonra çocuğu geri almanın bir yolunu bulurnm."
"Bulur musun?" "O çocuk işyerimize zorla girdi. Kedilerimizden bir
kaçını çaldı. Başka ne zarara yol açmış olabileceğini Tanrı bilir." Ciddi ciddi başını iki yana salladı. " Yasayı
çiğnedi, Jasper. Bu bize öncelikli hak verebilir. İmparator'un onu neden istediğini bilmiyornm, ama öncelikli
•s
ff erbie Breımao
hakkımız olabilir. Yüce Majesteleri bile yasaların üstünde değildir. Yapmanı istediğim, Jasper, bana burayı temizlemek için yarım saat vermen, sonra da Glanville ve Grayling'i büroma yollaman - "
"Avukatlarımızı mı?" Brimstone sabırla, "Evet," diye onayladı, "o Glanvil
le ve Grayling. Onlara bir dilekçe yazdıracağım - yasal
bir dilekçe." Chalkhill'in yüzüne bakıp, bunu anladığına dair bir ipucu görmeye çalıştı. "İmparatora bir dilekçe, anlarsın ya. Biraz şansın yardımıyla bir gün içinde çocuğu tekrar buraya getirebiliriz."
"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun, Silas?" "Gerçekten böyle düşünüyornm, Jasper," diye yalan
söyledi Brimstone.
Brimstone'un bürosu ortağınınkine hiç benzemiyordu. Çok daha küçük, karışık, kasvetli ve tozluydu. Bütün duvarlarda, toplamak için hayatı boyunca uğraştığı eski büyü ve iblisbilim kitapları diziliydi. Masası adeta parşömen metinlerden oluşan bir denizdi, antik ahşap zemin de şişkin klasörlerden ve dosyalardan oluşan engelli bir rotaydı. Brimstone bir Zafer Eli ile oynarken, Glanville ve Grayling içeri girdiler.
Avukatlar ikiz olmalıydılar. Her ikisi de ufak tefek, koca göbekli, pek az saçı olan adamlardı. Her ikisi de üç parçalı takım elbiseler ve iyice cilalanmış ayakkabılar giymişti. Her ikisi de yan tarafında altın şeritle kabartılmış, işlemeli "G" başharfi olan, fil derisinden birer çanta taşıyordu. Her ikisi de çerçevesiz gözlükler tak-
86
Peri Sauaşları
mıştı ve her ikisi de başarısız bir biçimde bıyık bırakmaya çalışmıştı. Boşu boşuna oturacak bir yer aradılar ve bulamayınca aynı anda içlerini çektiler.
"Jasper Chalkhill senin bizi görmek istediğini iddia ediyor," dedi Glanville.
"Bize göre bir işin olduğunu ileri sürüyor," diye onayladı Grayling.
"Anladığımız kadarıyla -önyargı gütmeden- bir oğ-lan sözkonusu," dedi Glanville.
"Bir habis," dedi Grayling. "Haksız fiil işleyen biri," diye ekledi Glanville. "Hırsız." "Meskene tecavüz eden biri." Brimstone onları susturmak için kum bir sesle, "Ve
kayıp," dedi. "Ah, evet," dedi Glanville. "Kayıp! Bildiğimiz, anladı
ğımız ve sandığımız kadarıyla, İmparator'un adamları tarafından alınmış."
Grayling kurnazca havayı koklayıp, "Kaçırılmış da denilebilir," dedi.
Glanville gülümsedi. "Ve Chalkhill onu geri istiyor." Grayling gülümsedi. "Chalkhill onu geri istiyor," di
ye tekrarladı. "Onu boşverin," dedi Brimstone. "Göz atmanızı iste
diğim bir anlaşma var." Glanville hiç rahatsız olmadan, "Anlaşma hukuku!"
diye bağırdı. "Sanırım senin uzmanlık alanın, Grayling." "Ona ikinizin de bakmasını istiyornm," diye tısladı
Brimstone. "Bana verebileceğiniz en iyi hukuki tavsiye-
•ıı
fferbie 8rerırıarı
yi istiyornm." Zafer Eli'nin başparmağına sinirli sinirli fiske vurdu ve elin parmakuçlarından kıvılcımlar çıktı. Brimstone onları aceleyle söndürdü.
"Alacaksın," dedi Glanville. "Alacaksın," dedi Grayling. Brimstone masasının çekmecesinden tek yapraktan
ibaret bir parşömen çıkarıp onlara uzattı. Glanville parşömeni aldı, okudu ve yonım yapmadan Grayling'e aktardı. Grayling biraz daha uzun süre okudu, ama sonunda yukarı baktı.
ne.
"Bağlayıcı mı?" diye sordu Brimstone. "Evet," dedi Grayling. "Evet," dedi Glanville. "Bir iblis ile yapıldı," diye dikkatlerini çekti Brimsto-
"Fark etmez," dedi Grayling. "İblis anlaşmalarının da hukuki karşılığı vardır."
Glanville elini uzatıp parşömeni aldı. "Herkesin onlardan sıyrılmaya çalıştığını ve iblislerin hukuki konularda dikkatsiz olmakla ünlü olduklarını biliyomm - "
Grayling, "Sizi öldürmeyi tercih ediyorlar," diye açıklayıp neşeyle gülümsedi.
" - ama yine de şu var ki," diye devam etti Glanville, "bu - " gözlüğünü kaldırıp parşömene yakından baktı " - Beleth bu belgeye bağlı olarak muameleleri başlatmak isterse mahkemede kesinlikle göz önünde bulundurnlacaklardır. Tabii imzanız sahte değilse ya da zorlama olduğunu ispat edemezseniz." Yardımsever bir edayla, "Yani iblis sizi imza atmaya zorlama-
"
dıysa," diye ekledi. Brimstone başını iki yana salladı. "İmzaladım. Zorla
ma olmadan." Zafer Eli biraz terlemeye başladığı için elinden bıraktı. "Bir ceza maddesi var..."
Grayling ciddi ciddi, "Dikkatimi çekti," dedi. "Öyleyse bu anlaşma henüz uygulamaya konmadı,"
dedi Glanville. Brimstone tekrar başını iki yana salladı. "Henüz de
ğil." Zafer Eli sürünerek kaçmaya başlayınca, onu bir kağıt bıçağıyla masaya mıhladı. Elin beş parmağı birden hafifçe kıpırdadı. "Sıyrılma ihtimalimin ne olduğunu bilmek istiyorum."
Grayling gözlüğünü salladı. "Sevgili Brimstone, bu, kanla imzalanmış."
"Sözcüklerin anlamı açık," dedi Glanville. "Beleth'e belirli birini kurban etmeyi kabul etmişsin, o da senin belirli bir isteğini yerine getirıneyi kabul etmiş."
"Ceza maddesi de aynı derecede açık," dedi Grayling. "Bu kişiyi bir ay içinde kurban edemezsen, bu Beleth denen yaratık senin ruhunu alacak."
"Sıyrılmak mümkün değil," dedi Glanville. "Sıyrılmak kesinlikle mümkün değil," diye onayladı
Grayling.
89
Vedi
Pyrgus ondan ü ç adım ötede yürüyen İmparatorluk Muhafızı'nın sırtından ötesini göremiyordu. Adam o kadar iriyarıydı ki, öndeki manzaranın büyük bir kısmını kapatıyordu. Her iki yanında ve arkasında ifadesiz yüzlü birer muhafız vardı. Kaçmaya çalışırsa en fazla bir buçuk adım gidebilirdi. Bu insanlar uzmandı.
Ama denemek zorundaydı. "Ayakkabıma çakıl girdi," diye seslendi yüksek ses
le. Onu çıkarabilmesi için dururlarsa, dikkatlerini dağıtmak için bir şansı olabilirdi.
Kaale almadılar. "Beni bir taşın üzerinde yürütmeye devam ederse
niz sakat kalabilirim. Subaylarınız sakatlanmış bir tutuklu teslim ettiğiniz için size teşekkür etmeyeceklerdir."
Anlaşılan bu, subaylarının ummnda bile değildi. Muhafızlar onu kaale almamaya devam ettiler.
90
Köprüye ulaştıklarında, çevresindeki dört adama altı meslektaşları daha katıldı . Miğfer maskeler ve her silah kılıfında sersemletme asaları bulunan ayaklanma elbiseleri giymişlerdi. Bu giderek ciddi bir nıtuklamaya benziyordu.
Yeni adamlar aralarına katılırken, Pyrgus bütün bunların anlamını merak etmeye başladı. İlk dördü onu nıtukladığında Brimstone ve iblisten kurtulduğu için o kadar rahatlamıştı ki, İmparator'un Muhafızları'nın neden onun ardından yollandığını hiç düşünmemişti. "Nereye götürüyorsunuz beni?" diye sordu. "Beni nereye götürdüğünüzü bilmeye hakkım var!" Boşu boşuna bir cevap bekledi, sonra acı bir sesle, "Ya da yok," diye ekledi. Fark etmezdi zaten, çünkü şu anda nereye gittikleri hakkında bayağı bir fikri vardı.
Köprüyü uygun adımla geçtiler. Kalabalık, İmparator Muhafız Alayı'nı görünce yana çekiliyor, ama tutukluya bakmak için tekrar toplanıyordu. Diğer tarafta resmi geçiş yerine varıncaya kadar ırmak yatağını izlediler. İmparatorluk kayığını beklemek için durduklarında, Pyrgus haklı olduğunu anladı . Saraya gidiyorlardı. Bu adamlar onu İmparator'a götürmek için gönderilmişlerdi.
Pyrgus içini çekti. Babası şimdi onu neden istiyordu acaba?
İmparatorluk sarayı nehrin en geniş kısmındaki bir adanın üzerindeydi. Sarayın neredeyse dört kilometrekarelik resmi bahçesi, onun etrafında da İmparator'un
91
fferbie Breımaıı
bazen domuz avlamaya çıktığı minyatür bir orman vardı. Sarayın kendisi dörtyüz yıldan uzun bir zaman önce mor taşlar kullanılarak yapılmıştı. Taşların rengi yüzyıllar boyunca havanın etkisiyle neredeyse siyaha dönmüştü, ama gündoğumu ve günbatımında hafif mor bir renkte parlıyorlardı. Renk, arkaik mimari tarz ile birleşerek binaya adeta uğursuz bir hava veriyordu. Çoğu ziyaretçi burayı korkutucu buluyordu. Pyrgus için ise sadece eviydi.
Muhafızların adımlarını takip ederek ana girişten girdi, sonra Eşikbekçisi Tithonus ayaklarını sürüyerek onları karşılamaya gelince durdu. Yaşlı adam resmi yeşil cüppesini giymişti ve bir kertenkeleye her zamankinden daha çok benziyordu.
"Onu buradan ben alacağım," dedi. "Bize onu doğrndan İmparator'a götürmemiz emre
dildi." Tithonus gülümsemeden, "Emirleriniz değişti," de
di. Gözlerini muhafıza diktiğinde, Pyrgus muhafızın iradesinin adeta eridiğini hissetti.
Adam sonunda, "Evet, efendim," diye mırıldanıp arkadaşlarına işaret etti ve hep beraber uygun adımlarla gittiler.
Pyrgus sırıtıp, "Bakıyornm hiç körelmemişsin, Tithe," dedi.
Tithonus kum kum, "Bakıyornm giyim zevkin daha da rezilleşmiş," dedi. "Babanla görüşmeden önce üstünü değişmek ister misin?"
"Sanırım şu anki giysilerimle kalacağım - beni ne 9ı
Peri Savaşları
hallere düşürdüğünü görsün." Pyrgus'ın sırıtışı kayboldu. "Neler oluyor, Tithonus? Babam niye o müfrezeyi yolladı?"
"Blue'nun işi," dedi Tithonus. "Benimle yürü. Uzun yoldan gideceğiz -sana anlatmam gereken çok şey var."
"Blue'ya ne oldu?" diye sordu Pyrgus hemen. Holly Blue kızkardeşiydi. Sarayda en çok özlediği şey oydu. "Hasta ını?"
"Tam aksine," dedi Tithonus. "Ama yine her za-manki dolaplarını çeviriyor."
Pyrgus inledi. "Babama bu sefer ne demiş?" "Lord Hairstreak ile çatıştığını. Bu doğrn mu?" "Sayılır," dedi Pyrgus. Nasıl olmuştu da öğrenmişti?
Pyrgus'tan bir yaş küçüktü, ama bir biçimde İmparatorluk Gizli Servisi'ni kıskandıracak bir casus ağı kurmayı becermişti.
" 'Sayılır'ın bu bağlamdaki anlamı nedir?" diye sordu Tithonus.
"Beni altın anka kuşunu çalarken gördü." Tithonus kısa süreliğine gözlerini kapattı. "Aman
Tanrım!" Tekrar gözlerini açtı. "Biraz olsun doğrn olmamasını umuyordum. Bunun ne sonuçları olabileceği konusunda bir fikrin var mı?"
"Ona kötü davranıyordu!" diye protesto etti Pyrgus. "Tabii ki kötü davranıyordu. Burada Kara Hairstre
ak'ten bahsediyomz. Kendi annesine bile kötü davranır. Herhalde onu da çalmamışsındır?"
Pyrgus elinde olmadan gülümsedi ve başını iki yana salladı.
Herbie Brennan
"Kuşa ne yaptın?" diye sordu Tithonus. "Serbest bıraktım. Önce besledim." Tithonus ona baktı, sonra yavaşça başını iki yana
salladı. "Önce besledin demek. Pyrgus, bir altın anka kuşuna tuzak kurmanın kaça mal olduğunu biliyor musun?"
"Hayır." "Ben de öyle düşünmüştüm. Ama Hairstreak'in nü
fuz sahibi bir adam olduğunu biliyorsundur?" "Bu ona o hayvana eziyet etme hakkı - " Tithonus içini çekerek araya girip, "Bunlara karnım
tok," dedi. "Aslında ben de seninle aynı fikirdeyim, ama sonın bu değil. Somn, Hairstreak'in Asil Ev'in bir ferdi olması - "
"Bir Gece Perisi!" "Asil bir Gece Perisi. Kayda değer politik bağlantı
ları ve daha da kayda değer politik ihtirasları var. Şimdiden bütün o itaatsiz soyun en önemli sözcüsü oldu bile."
Pyrgus sırıtıp, "İtaatsiz demişken, Comma nasıl?" diye sordu.
Tithonus soğuk bir sesle, "Lütfen dikkatimi dağıtmaya çalışma," dedi. "Özellikle de böyle kabaca. Comma, Comma işte. Bildiğim kadarıyla ölümcül bir hastalığı yok ve ötesi de beni pek ilgilendirmiyor. Hairstreak'ten bahsediyorduk. Kuşunu çalmamalıydın. Şu anda başına çorap örmeye hazırlanıyor."
Pyrgus kendinden emin bir şekilde, "Ben başımın çaresine bakarım," dedi.
94
Peri Saflaflarr
Tithonus içini çekti. "Kuşkusuz İmparator Majesteleri'ne de böyle diyeceksin. Pyrgus, kim olduğunun farkına varmanın zamanının gelmiş olabileceğini düşünüyomm. Genç bir paralı asker değilsin. Kılık değiştirmeyi ne kadar sevsen de, ne bir tüccarın oğlusun, ne de bir esnaf. Veliaht Haşmetmeapları'sın. Bu da sana, artık sarayda yaşamıyor olsan bile bazı yükümlülükler getiriyor."
"Bu ciddi, öyle değil mi?" Tithonus başıyla onayladı. "Seninle Lord Hairstreak
arasındaki bu mesele kimi çok hassas politik müzakereleri aksattı. Çoğu İnsan Veliaht'ı süslü giyimi olmaksızın tanımayabilir, ama bu, Hairstreak'in adamları için hiç de zor olmadı. Bir saat içinde ona tam bir rapor verildi. Anka kuşuna çok iyi davranmıyor olabilir, ama değerini biliyor. Kolay kolay karşılanamayacak taleplerde bulunuyor. Bu arada adamları da seni arıyor. Bu koşullar altında seni bulursa yakalamaya -ve elinde tutmaya- sonuna kadar hakkı var. Bunun neden olacağı skandalı düşünebiliyor musun? Veliaht bir Gece Perisi'nin elinde? Düşünmesi bile korkunç. Baban sana çok, çok kızdı."
Pyrgus babası konu olduğunda sık sık hissettiği gibi yüreğinin ağırlaştığını hissetti. "Bana ne yapacak?" diye sordu.
"Bunu sana kendisinin söylemesini tercih ederim," dedi Tithonus. "Aslında tam da böyle olması için kesin emir aldım. Ama sana bir tavsiyede bulunabilirim. Babana sinirlenme. Ne olursa olsun."
Herbfe 1Jreı111a11
• • •
Pyrgus babasına sinirlendi. "Evimden fırlayıp gitmedim!" diye bağırdı öfkeyle. "Sorumluluklarımdan kaçmadım! Kızkardeşimi terk etmedim, gerçi benim bakımıma ihtiyacı yok ya. Beni sen gitmek zomnda bıraktın! Hala hayvan avladığına inanamıyorum. Bir hayvanat bahçen olduğuna inanamıyorum. Hala ortaçağdan kalma - "
"Hayvanları insanlardan daha çok umursuyorsun gibi görünüyor," dedi babası soğuk bir sesle. "Ama burada sorun hayvanlar değil, ne kadar öyle olmasını istersen iste. Sorun, imparatorluğun geleceği."
Pyrgus burnundan soluyarak, "Of, bu kadar dramatikleştirme," diye tam da babasını en çok çileden çıkaracağını bildiği ses tonuyla konuştu.
İkisi taht salonunun arkasındaki serada ağır orkide kokusunu soluyordu. Mor İmparator uzun boylu bir adam değildi ama yapılıydı: Bu açıdan Pyrgus da ona çekmiş gibi görünüyordu. Ruhani sınıf gibi saçının üst kısmı tıraş edilmişti -İmparator olarak dünya çapındaki Işık Kilisesi'nin de başıydı- ve resmi kelebek dövmelerini açıkta bırakan bir gömlek giymişti. Sinirine hakim olmaya çalışırken sanki dövmeleri de titriyordu.
Bu sefer kendine hakim olmakta Pyrgus'a göre oldukça başarılı oldu. Neredeyse sakin bir sesle, "Bu bir melodram değil, Pyrgus. Bu gerçek hayat - benim olduğu kadar senin de hayatın. Sanırım Tithonus sana kim olduğunu hatırlatmıştır."
96
Peri Saoa,ıarr
"Sanırım bunu ona sen emretmişsindir." "Evet, öyle. Benim sözümden çok onun sözünü
dinlediğini biliyorum. Biz konuşana kadar aklını başına toplamanı sağlayabileceğini ummuştum, ama şimdi bunun boş bir umut olduğunu anlıyomm. Pyrgus - "
"Seething Sokağı'nda canlı kedi yavmlarından yapıştırıcı imal eden bir fabrika olduğunu biliyor muydun?" diye sordu Pyrgus öfkeyle. "Önemli iblisler çağıran Gece Perileri olduğunu biliyor muydun? Onlardan birinin beni az daha öldüreceğini biliyor muydun? Kara Hairstreak'in anka kuşu kafeslerine haftada üç kere girdiğini ve - "
"Hepimiz biliyoruz ki, Gece Perileri davranışları konusunda pek de tatmin edici değiller, ama - "
"Tatmin edici değiller mi?" diye tekrar etti Pyrgus. "Tatmin edici değiller mi? Baba, sen bu insanlarla mü
zakere ediyorsun! Onlara eşitimiz olarak davranıyorsun!"
"Onlara İmparatorluğun tebaası olarak davranıyorum, ki öyleler. Sen hoşlansan da hoşlanmasan da. İnatçı oldukları doğru - "
"İnatçı mı?" diye patladı Pyrgus. "Temsil ettiğimiz her şeyi yıkmaya çalışıyorlar!"
"Evet, öyle,'' diye kabul etti babası. "Gerçekten de öyle. İşte tam da bu yüzden onlara dikkatle yaklaşılması gerekiyor. Birkaç aydır Gece liderleriyle -aralarında Lord Hairstreak de var- müzakere ediyomm. Bu müzakereler kritik bir aşamaya ulaştı. İhtiyacım olan son şey, salak oğlumun istenmediği yerlere budalaca
9l'
ff erbie Breıırıırı
girmesi ve onlara altın bir tabak içinde yeni bir koz vermesi!"
"Annem senin yaptığın şeyi asla onaylamazdı!" diye tısladı Pyrgus.
Babası öfkeyle kendi etrafında döndü. "Anneni bu işe karıştırma! Onun neyi onaylayıp neyi onaylamayacağı hakkında hiçbir fikrin yok. Neler olup bittiğini bile bilmiyorsun! Politikaya ilgi duymanı sağlamaya çalıştım, ama tek düşündüğün o lanet olası hayvanlar ve kendin! Ah, çok duyarlısın, Pyrgus, kuşlara ve küçük yaratıklara karşı çok duyarlısın. Ama eğer uzlaşmaya varmazsak, öldürecekleri sadece kuşlar ve küçük yaratıklar olmayacak - insanlar olacak!"
Pyrgus özellikle hakaretamiz terimi kullanarak, "Gececiler zaten insanları öldürüyorlar," dedi.
Babası bir an felç olmuşçasına dondu, derken sonunda öfkesini kontrol etmeyi başardı. "Yeter," dedi. "Bu kadarı yeter. Seni buraya politika tartışmak ya da kararlarımı açıklamak için çağırmadım. Ben İmparator'um ve bu yeterli olmalı. Tahtı sen devraldığında, krallıktaki bütün sokak kedileri ve köpekleri için barınaklar kurabilirsin, ama şu anda - "
"İstediğim o değil - " "Kes sesini!" diye gürledi babası. "Bir kereliğine de
olsa dinle! Hakkında konuşacağım senin geleceğin -senin! Şimdi, dinlemek lütfunda bulunacak mısın?"
Pyrgus ona aniden öfkeyle baktı, ama bir şey demedi.
Değerli bir orkideyi farkında olmadan koparmış 98
olan babası ellerine baktı. Kalıntıları yere atıp gözlerini tekrar Pygus'a çevirdi. Yumuşak bir sesle, "Tehlikedesin," dedi.
"Blue ne olduğunu bilmiyor - " Babası alçak sesle, "Dinlemen gerekiyordu," dedi. "Özür dilerim," dedi Pyrgus. "Bu, Blue'nun verdiği bir bilgi değil. Ah, Hairstre
ak'ten kaçışını bana anlattı, ama bu doğmdan Gizli Servis'ten geliyor. İki kere kontrol edildi ve doğmlandı. Anlaşılan o ki sarayı terk ettiğinden beri hedef olmuşsun. " Pyrgus'ın sözünü kesmesini engellemek için elini kaldırdı. "Kimliğini gizli tuttuğunu biliyomm," dedi. Pyrgus'ın giysilerine tam bir iğrenmeyle bakıp, "Bir tür sokak şarkıcısı gibi yaşadığını biliyomm," dedi. "Yüzünün çok da iyi bilinmediğini takdir ediyomm. Ama casusu olan yalnızca biz değiliz. Karanlık Taraf'taki dostlarımızın da ... farklılıklarımız hakkındaki her şeyi bilmediğini zannetmek saflık olurdu. Sarayı terk ettiğini bilmediklerini düşünmek ise daha da büyük bir saflık. Bildiğimiz kadarıyla sistematik olarak seni aramaktalar. Planları şuydu - şu: Seni kaçırıp fidye istemek. Para için değil elbette, politik taleplerine razı olmamı sağlamak için. Hairstreak'in anka kuşuna yaptığın küçük baskın - "
"Baba - " diyecek oldu Pyrgus. Konuşma boyunca ilk defa olarak endişelenmişti.
Babası yumuşak bir sesle devam etti. "Aslında seni suçlamıyornm," deyip içini çekti. "Adam bir sürüngen. Herkese çok kötü davranıyor. Hizmetçi, hayvan, mü-
"
fferbie Breımaıı
rit - hiç fark etmiyor. Sanırım senin yaşında ben de tam senin yaptığını yapardım. Ama mesele şu ki onlara bir tepsi içinde başını uzatsaydın daha iyiydi. Artık seni kaçırmalarına gerek kalmadı - Hairstreak seni yasal olarak alıkoyabilir. Ve eğer anka kuşuna kötü davrandığını düşünüyorsan ... " İmparator bir an duraklayıp devam etti, "Bunu bildiğimi biliyor. İmtiyazlar elde etmek için kullanmaya çalışacaktır."
Pyrgus, "Ama beni İmparatorluğun iyiliğinden önde tutamayacağını biliyor olmalılar," diye protesto etti.
"Elbette tutabilirim," dedi babası. "Seni seviyomm."
İmparatorluk sarayının belkemiği olan geniş koridorda beraber yürüyorlardı. Pyrgus hayatında ilk defa, ayaklarının altındaki kestane rengi halının bazı yerlerde biraz yıprandığını fark etti. "Ne -?" Duraksadı. Bana ne yapacaksın? diye soracaktı, ama soruyu değişik biçimde sormaya karar verdi. "Ne yapmamı istiyorsun?"
Hizmetçiler geçerken kumsala çarpan dalgalar gibi eğiliyorlardı. "Bir süreliğine uzağa gitmeni istiyomm," dedi babası.
"Anlıyorum," dedi Pyrgus. Özel odalara yöneldiler. Kalıcı bir sessizlik tılsımı,
duyulma korkusu olmadan rahatça konuşabilmelerini sağlıyordu. Pyrgus'ın babası, "Krallık içinde gerçekten güvende olacağın hiçbir yer yok," dedi.
Pyrgus bir şey söylemedi. 100
Peri Saoaflarr
"Çevrilmen için gerekli düzenlemeleri yaptım," dedi babası.
"Benzer Dünya'ya mı?" Pyrgus da bundan şüphelenmişti.
İmparator başıyla onayladı. "Elbette yalnız gitmeyeceksin. Tithonus fazla yaşlı, ama Lulworth ve Ringlet de hizmetçilerin ve korumaların olarak senle beraber olacaklar. Blue da gitmek istedi, ama ona bunun sözkonusu bile olamayacağını söyledim, sanırım bu seni bayağı rahatlatmıştır. Pasifik Okyanusu'ndaki, başka sakini olmayan uzak bir adayı hedefliyoruz. İyi bir iklimi ve bir sürü egzotik meyvesi var, ama tabii ki kendi stoğumuzu da yolladık." Yorgun yorgun gülümsedi. "Birçok vahşi hayvan var - kendini evinde hissedeceksin. Müzakereler bittiği zaman geri gelebilirsin. En fazla bir ay filan sürecektir. Bunu küçük bir tatil gibi düşünebilirsin."
Pyrgus bir an sonra, "Ne zaman gidiyorum?" diye sordu.
Babası bir elini oğlunun omzuna koydu. "Lulworth ve Ringlet çevrildiler bile. Adada seni bekliyorlar. Geçit şapelde kuruldu. Hemen gitmeni istiyorum."
"Bir aylığına mı?" Babası başıyla onayladı. Pyrgus derin bir nefes aldı. "Kızma ama mutlaka
yapmam gereken bir şey var ... " Babası durup onu izledi. Pyrgus yutkundu. "Bir fabrika var - "
İmparator yine başıyla onayladı. "Chalkhill ve Brimstone. Keşfetmenin ne kadar süreceğini merak
101
ff erbie Brermaıı
ediyordum." Pyrgus içinde öfkenin yine yükseldiğini hissetti,
ama bu sefer babasına yönelik değildi. "Hayvanları öldürüyorlar! Onları - "
Babası elini kaldırdı. "Bunu biliyornz. Bir şeyler yapmaya çalışıyornz. Sorun şu ki yaptıkları şey tamamen yasadışı değil. Nesillerdir, kesilen hayvanlardan yapıştırıcı yapılageldi."
"Aına - " "Biliyorum, biliyorum. Bu, insancıl kesim işlemini
aşıyor. Mesele bunu kanıtlamakta." "Ben kanıtlayabilirim!" dedi Pyrgus. "Onu gördüm!
Olup bitenleri gördüm!" "Ne yazık ki onların sözüne karşılık seninki durn
mu var. Ama endişelenme, bu konuda mutlaka bir şeyler yapacağız. Avukatlarım fabrikayı kapatmanın bir yolunu bulmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Tek gerçek çözüm bu. Kendini nasıl hissettiğini biliyornm, Pyrgus, fakat bu işi bana bırakmak zornndasın. Bana bu konuda güvenecek misin?"
Pyrgus alçak sesle, "Evet, tabii ki," dedi. Kendini sabah olduğundan çok daha yaşlı hissediyordu.
Kızkardeşi Blue ve üvey ağabeyi Comma şapele gelmişlerdi bile. Blue koşup kendini Pyrgus'ın kollarına attı. "O korkunç Hairstreak'in seni öldürdüğünü düşündüm! Senden neredeyse üç gün boyunca haber alamadım!"
Pyrgus nazikçe kendini kurtardı. "Hairstreak bana 102
Peri SaoaJlarr
hiç yaklaşamadı. Beni öldürmesine ramak kalan, başka biriydi." Sözler ağzından çıktığı anda böyle dediğine pişman oldu.
Neyse ki babası duymamıştı - geçidi çalıştıran teknisyen rahip ile konuşmaya dalmıştı. Ama Blue hemen anladı. "Seni öldürmesine ramak kalan da kimdi?" diye sordu ateşli bir sesle. "Eğer babama bu konudan bahsetmek istemiyorsan, ben bir şeyler yapabilirim biliyorsun."
Pyrgus'ın bundan kuşkusu yoktu. Kimbilir kaçıncı kez, kızkardeşinin büyüdüğünde nasıl biri olacağını merak etti. Daha şimdiden, tanıdığı en müthiş insanlardan biriydi. Tithonus bile ona saygıyla yaklaşıyordu. "Bir şey yok, Blue. Sadece bir şaka."
Kızkardeşi ona şüpheyle baktı ve Pyrgus kızkardeşinin o gider gitmez, babasının muhafızları onu yakalamadan önce nerede olduğunu ve ne yaptığını sornşturacağını anladı. Ama Comma aralarına girdi. "Erkek kardeşimiz küçük şakaları pek sever, Blue - öyle değil mi, kardeşim?" dedi o çarpık, kurnaz gülümsemesiyle. "Ama şimdi belki de yolculuğuna çıkmasına izin vermeliyiz. Ne kadar çabuk giderse, o kadar çabuk güvenliğe kavuşur ... " Gözleri Jasper Chalkhill'in dişleri gibi parlıyordu.
Hararetli bir mavi ateşe tıpatıp benzeyen geçit, tapınağın oradaki sütunların arasına kurnlmuştu bile. Pyrgus gerçeği bilmese, birinin o ateşe girip de sağ çıkabileceğine hayatta inanmazdı. Ama gözle görülenin aksine, alevler aslında orada değildi. Bir biçimde varlarsa bile -ki filozoflar bundan hiç de emin değillerdi-
IOJ
fferbie Breımarı
bu varlıkları dünyalar arasındaydı. Bu yüzden, bir boyuttan diğerine geçişi gösteren görünür bir ayırıcıdan, bir sınır çizgisinden başka bir şey değildiler. Geçidin asıl gücü, bu tek noktada uzayı ve zamanı eğen korktmç pahalı makinelerin yaptığı yeniliklerden geliyordu. Peri İmparatorluğu'ndaki herkes bu teknolojinin var olduğunu biliyordu -yüzyıllardır efsanelerde bundan bahsediliyordu- ama sadece İmparatorluk Ailesi maliyetini karşılayabiliyordu. Bu nedenle, geçidin ucundaki Benzer Dünya tehlikedeki asillerin en büyük kaçış yoluydu. Onları orada kimse bulamazdı.
İmparator o sırada yanlarına gelince, son cümleyi duydu. "Comma haklı," dedi. "Ne kadar çabuk gidersen, o kadar çabuk güvende olduğunu bilirim. Aşılarını oldun mu?"
Sağlık görevlisi rahiplerden biri deri altı iğnesiyle o yana koşturdu. "Şimdi hazırız, Majesteleri." Pyrgus bir kolunu sıyırdı ve iğne derisinin içine girerken öte yana baktı. Biraz acıttı, sonra geçti.
"Gitmeye hazır mısın?" diye sordu babası. "Sanırım," dedi Pyrgus. "Yanına alman gereken bir şey yok," diye güvence
verdi babası. "Adayı isteyebileceğin her şeyle donattık ve Lulworth ile Ringlet hepsini açıp senin için hazır hale getirecekler."
"Teşekkür ederim, baba." Blue onu kucaklayıp yanağından sesli biçimde öp
tü. "Seni öyle özleyeceğim ki!" diye fısıldadı. "Güvende ol."
104
Peri Satıaflarr
Pyrgus cevap olarak güçsüzce sırıttı ve onu çabucak öptü.
"Küçük kardeşini de öpmeyecek misin?" dedi Comma. "Birbirimizi görene kadar çok uzun zaman geçebilir."
Pyrgus onu duymazlıktan gelip geçide adım attı.
ıos
Henry Atherton bir an ağzı açık, hızla gözlerini kır
pıştırıp, baktığı şeyin ne olduğunu anlamaya çalışarak
öylece kalakaldı. Hodge bir kelebek yakalamıştı elbet
te, ama Henry'nin gördüğü bir kelebek değildi. Minik,
kanatlı bir yaratıktı. Kanatlar kelebek kanadına benzi
yordu , ama vücut. . .
Henry başını iki yana salladı. Baktığı şey bir periydı�
Sornn, perilere inanmamasıydı. Perilere inanan bi
rini bile tanımıyordu. İçinden bir ses, Bay Fogarty dı
şında, dedi. Bay Fogarty perilere inanır! Bu, bir neden
le aniden durmasına neden oldu . Bay Fogarty perile
re inanıyordu . Hayaletlere ve uçan dairelere de. Bay
Fogarty dünyayı İsviçre'nin Zürih şehrindeki bir grnp
komplocu bankerin yönettiğine inanıyordu. Fakat sa
dece Bay Fogarty varlığına inanıyor diye o şey gerçek
olmazdı.
Ama Henry bir periye bakıyordu. Bir an çılgınca,
106
acaba Bay Fogarty bir biçimde bu şeyi yaratmış olabilir mi, diye düşündü. Sonra hızla kendini toparlayarak bu düşüncelerden sıyrıldı.
"Hodge, seni salak!" diye haykırdı. Kedinin üstüne atlayıp onu anne kedilerin yavmlarına yaptıkları gibi ensesinden yakaladı. Hodge acı acı miyavlayarak protesto etti ve şeyi. .. şeyi. .. ağzındaki her neyse onu bıraktı. Sonra periyi Henry düşürdü. Peri, Henry'ye suçlayarak baktı ve uzun adımlarla en fazla bir metre yürüdükten sonra dump yere oturdu. Henry kanatları ezmemeye çalışarak periyi avuçlarının içine hapsetti.
Hodge gururunu tekrar kazanmak için kendini yalarken, Henry ihtiyatla bir kere daha bakmak için ellerini açtı. Yaratık sersemlemiş görünüyordu. Başı muhtemelen Hodge'un onu çiğnemesi yüzünden bir yana kıvrılmıştı. Bir omzu üzerinde kan var gibiydi, ama tam olarak görmek güçtü.
Henry kendini, tuttuğu şeyin ne olduğunu değerlendirmeye zorladı, ama bunun aşağı yukarı imkansız olduğunu biliyordu. Bir çeşit kanatlı adamdı. Eh, aslında küçük bir çocuk. Tam olarak küçük bir çocuk da değil -Henry'ye yakın bir yaşta görünüyordu- daha çok genç bir adamdı, ama minikti. Giysileri vardı: Bir ceket ve koyu yeşil denebilecek bir pantolon - gerçek rengini anlamak güçtü. Kanatları boz renkliydi ve bir sıçrayan kelebek gibi benekliydi.
Henry yutkundu. "Kimsin sen?" Peri -bir peri olmak zorundaydı- ellerini kulakları
na götürdü ve Henry'nin tutuşundan kurtulmaya çalış-ıoıı
ff erbie Bremıao
tı. Henry çabucak başparmaklarını oynatıp çıkış yolunu tıkadı. Birazcık açtığında daha yumuşak bir sesle, "Kimsin sen?" diye sordu.
Birden, çok fazla şeyi çantada keklik gördüğünü fark etti. Bütün öykü kitaplarında periler konuşma yetisine sahiplerdi. Peki ya gerçek hayatta ne oluyordu? Bir peri neydi ki? Küçük bir insan gibi görünüyordu, ama insan olmadığı açık olduğuna göre belki de bir tür hayvandı . Perileri hayvan olarak -ya da ansızın aklına geldiği üzere böcek olarak, ne de olsa böceğe benzer kanatları vardı- düşünmek garipti, ama belki de hayvanlardı. Sadece zavallı aptal yaratıklardı. Çok nadir bulunan aptal yaratıklar. . .
Öyle değillerse bile, kim demiş İngilizce konuşurlar diye?
Bitiştirdiği avuçlarının içi karanlık gibiydi, ama sanki perinin kafasının hareket ettiğini gördü. Hiç ses çıkmadı. Henry perinin İngilizceyi anladığını varsaymaya karar verdi ve bu sefer çok yumuşak bir sesle, "Seni incitmeyeceğim," dedi. "Seni kediden ben kurtardım." Aniden gelen bir ilhamla, "Beni anlıyorsan başını salla," diye ekledi.
Peri başını Henry'nin ellerinin arasından çıkardı ve öne doğrn salladı.
"Ellerimi açtığımda uçup kaçmayacağına söz verir misin?"
Peri yine hevesle onayladı. Henry ellerini açmaya başlayınca peri yine kendini dışarı atmaya çalıştı. Henry ellerini tekrar kapatıp, "Hiçbir yere gitmiyor-
108
Peri Saoaşhırr
sun!" dedi. Periyi kulübeye taşıyıp etrafa bakındı, sonunda boş bir reçel kavanozu buldu. Yaratığı dikkatle bunun içine attı ve bir eliyle ağzını kapatıp kapağını çevirdi. İyice sıkıştırdıktan sonra kavanozu incelemek için yukarı kaldırdı. Peri boğazını tutuyor ve boğulma taklidiyle kıvranıyordu. "Ah, pekala,'' dedi Henry. "Kenarlardan uzak dur." Kapağı hayatta gevşetmeyecekti, ama çakısıyla birkaç hava deliği açtı. Peri onu seyretti ve kenarlardan uzak durdu. Akılsız bir hayvan olmadığı ortadaydı.
Şimdi ne olacaktı? İnsan bir peri yakaladığında ne yapardı?
Aklına bir fikir geldi. Onu uzaklaştırmaya çalıştı, ama fikir hemen geri geldi. Bir an sonra kendini gerçekten aptal hissederek yumuşak bir sesle, "Üç dilek yerine getiriyor musun?" diye sordu.
Peri elini kulağına götürdü. Henry dudaklarını yaladı. Bu sefer daha yüksek
sesle, "Üç dilek yerine getiriyor musun?" diye sordu yine.
Peri başıyla şevkle onayladı, sonra kapak açma taklidi yaptı.
"Ah, hayır,'' dedi Henry kararlılıkla. İçinden bir ses kandırıldığını söylüyordu. Sadece küçük çocuklar üç dileğe inanırlardı, ama öte yandan perilere de sadece küçük çocuklar inanırlardı. Başını kaşıdı. Ne yapacaktı?
Belki de Bay Fogarty bilirdi. Onun Henry'ye göre büyük bir avantajı vardı: Perilerin gerçekten var olduğunu düşünüyordu. Bu muhtemelen onlar üzerine ça-
109
fferbfe 8reıınan
lıştığı anlamına geliyordu. Belki hiçbir zaman birini gerçekten görmemişti, ama yeterince kitap okursanız genelde birinde ne yapmanız gerektiğini yazardı. Henry düşündükçe, periyi Bay Fogarty'ye göstermek daha mantıklı geliyordu. Kendini bunu yapmamaya ikna edemeden reçel kavanozunu kapıp ceketinin cebine attı.
Bay Fogarty'yi mutfakta kendine bir fincan kahve hazırlarken buldu. "Bitirdin mi?"
Henry başını iki yana salladı. "Aslında başlamadım bile."
"Kahve ister misin?" "Hayır, ben - " "İyi," dedi Fogarty, "zira bu sonuncusu. Yarınki
alışveriş listesine eklenecek. Toksik Katkı Maddeli Hazır Pislik, bir kavanoz, büyük. Gıda pazarları mı? Hepsini kapatmalı."
Henry bu konuya girmek istemiyordu. "Size bir şey gösterebilir miyim, Bay Fogarty?" diye sordu.
Bay Fogarty her nedense birden uyanık durnma geçti. "Kulübede mi buldun?"
"Hayır, tam da kulübede değil. Aslında dışarıda." Dışarı çıkarmaya çalıştığı kavanoz cebine takıldı, ama sonunda çıkartmayı başardı.
Fogarty kaşlarını çatarak eğildi ve benekli kavanozun içine baktı. "Bir çeşit çocuk oyuncağı mı?" Peri hareket etti. Fogarty, "Aman Tanrım!" diye bağırıp sıçradı. Sonra sırıttı. "Çok iyiydi. Beni bir an hakikaten kandırdı. Nedir bu - uzaktan kumandalı mı?"
110
Peri Saaaffarr
"Bir peri," dedi Henry.
Karşı karşıya oturuyorlardı. İçinde peri olan kavanoz aralarındaki mutfak masasının üstündeydi.
"Konuşabiliyor mu dersin?" "Dudakları kımıldıyor, ama hiçbir şey duyamıyo
rum," dedi Henry. "Sesinin frekansı yüzünden olabilir," dedi Fogarty.
"O şeyin ses telleri gerçekten çok kısa olmalı. Çıkaracağı sesler de yarasanınki gibi yüksek frekanslı olacaktır. Hala yarasaları duyabiliyor musun?"
"Çığlıklarını mı?" diye sordu Henry. "Evet ." "Yaşlandıkça o yetiyi kaybediyorsun. Kulaklarına
bir şey oluyor. Ben elli yıldır yarasa çığlığı duyamıyorum." Tekrar periye baktı. "Sesin alçaklığından da olabilir tabii. Ciğerlerinin kapasitesi pek yüksek sayılınaz."
"Beni duyabiliyor," diye atıldı Henry. "Anlayabiliyor da."
"Ah, tabii anlayacaktır. Kuşkusuz ki küçük şeyler zekiler. Tehlikeli de."
Henry kaşlarını çattı. "Bu büyüklükteki bir şey nasıl tehlikeli olabilir ki?"
Fogarty ona ciddi ciddi baktı. "Hayvansı kurnazlık," dedi. "Seni Periler Diyarı'na çağırıp sonra da ele geçiriyorlar."
Henry'nin, kastettiğini düşündüğü şeyi kastediyor olamazdı. "Eee . .. Büyü gibi bir şeyle mi?"
Fogarty burnundan soludu. "Sayısal çoğunlukla. ili
ff erbie Breımaıı
Bazılarının Afrika arıları gibi zehirli iğneleri de var." "Sahiden Periler Diyarı diye bir yer olduğunu mu
düşünüyorsunuz?" diye sordu Henry. "Bir tür... büyü diyarı mı?"
Fogarty ona ters ters, "Neden büyüden bahsedip duruyorsun?" diye sordu. "Ben başka bir gerçeklikten bahsediyorum. Size okulda fizik öğretmiyorlar mı?"
"Aslında - " Ama Fogarty dinlemiyordu. "Einstein - onun kim
olduğunu biliyor musun?" Henry başıyla onayladı. "Einstein bizimkinin yanıbaşında bir milyar evren daha olduğunu düşünüyordu. Kuantumcuların bazıları da aynı şeyi söylüyor. Hiç Hoyle'un Farklı Eşler Teorisi'ni duymadın? Her sabah farklı bir eşin yanında uyanıyorsun çünkü yepyeni bir evrene geçiyorsun, ama bunu bilmiyorsun çünkü artık tamamen yeni anıların var." Henry'nin yüz ifadesini gördü ve, "Boşver," diye ekledi. "Demek istediğim, bu şeyin bir paralel evrenden geldiği. Ortada UFO izi var mı?"
Şaşkına dönmüş olan Henry başını iki yana salladı. Peri, reçel kavanozunun içinde bacak bacak üstü
ne atmış oturuyor, onlara bakıyordu. Konuşmalarını duyuyorsa bile bunu belli etmiyordu.
Fogarty, "Kapağı aç," dedi. "Ne? Ya dışarı uçarsa ne olacak?" "Nereye gidecek ki? Pencereler örtük ve arka kapı
da kapalı. Ayrıca kaçmaya çalışırsa sinekliğimi kullanırım." Fogarty aniden sırıttı. "Bunu duydu, değil mi? Küçük sinsi şey her sözcüğü dinliyor. Yüz ifadesine
112
Peri Saoaflarr
bak. Aptalca bir şey denersen sineklik geliyor, çocuğum. Anladın mı? Kapiş?"
Kavanozun içindeki peri başıyla onayladı. "Söylemiştim," dedi Fogarty, Henry'ye. "Kapağı aç." Henry isteksizce kapağı açıp masadaki reçel kava-
nozunun yanına koydu. Bir an sonra peri kavanozun üst kısmına çıktı ve kendini dışarı çekti. Kanatlarını fazla kullanmaması Henry'nin gözünden kaçmadı. Fogarty'yi ihtiyatla izleyerek masanın üzerine atladı.
"Şimdi, dinle," dedi Fogarty. "Sanırım ikimizin küçük bir konuşma yapması gerek, evlat. Somn şu ki sen beni duyabiliyorsun, ama ben seni duyamıyomm. Ama bunu halledebilirim. Sorun frekans ya da ses düzeyinden kaynaklanıyorsa, bir cihaz yapabilirim. Güzel görünmez, ama iş görecektir. Şimdi, bu işi zor yoldan ya da kolay yoldan yapabilirsin. Kaçmaya, uçmaya ya da başka bir şey yapmaya çalışabilirsin, ama uzağa gidemezsin. Sineklik kullanmayacağım. O sadece şakaydı - bunun için fazla değerlisin. Ama seni bir kelebek ağıyla kolayca yakalayabilirim ve yakaladığımda da o kavanoza geri gidersin. Kararın ne? Uslu duracak mısın?"
Peri başıyla onayladı. "Tamam," dedi Fogarty. "Bu fazla sürmez." Peri sırtını kavanoza dayayıp oturdu ve seyretmeye
başladı. Fogarty en üst raftan eski bir ayakkabı kutusu aldı. Kun1 karışık tellerle ve tozlu elektrik malzemeleriyle doluydu. Fogarty bunları eşeleyerek mutfak masasına bazı ıvır zıvır malzemeler çıkarttı. Henry
113
ff erbie Breıma11
bunların arasında eski bir transistörlü radyonun minik hoparlörünün de olduğunu gördü. Fogarty yarısı kullanılmış bir lehim tüpü aldı ve kapağını açıp içine baktı. "Artık kimse bunu kullanmıyor," diye söylendi. "Hep kahrolası mikroçipler ve devre tahtaları."
Henry büyülenmiş halde seyrederken, Fogarty bir ucunda hoparlör olan bir cihaz yapmaya başladı. Yaşlı elleri lekelerle kaplı olsa da inanılmayacak kadar becerikliydi. Sanki karmaşık mekanizmalara alışık gibiydi. İşin ortasında peri ayağa kalkıp masanın diğer yanına yürüdü ve Fogarty'nin gerek duyduğu parçaları ona vermeye başladı. Küçük yaratık tertibatın nasıl işleyeceğini içgüdüsel olarak kavramış gibi görünüyordu.
Son parça da yerini alınca Fogarty, "Bak bakalım lavabonun altındaki gözde pil var mı," dedi Henry'ye. "Dokuz voltluk. Küçük, kare şeklinde olacak."
Gözde ipten başka bir şey yok gibiydi, ama Henry sonunda en altta bir pil buldu. "Bu, işe yarar mı?"
Fogarty son rötuşları yaptığı için sadece göz ucuyla baktı. "Evet, tam istediğim şey." Pili Henry'den alıp uçlarına kabloları sardı. Periye başından daha büyük bir düğme mikrofonu işaret edip, "Şuna konuş," dedi.
Peri sürünerek mikrofona gitti ve önce Fogarty'ye, sonra Henry'ye baktı. Dudakları oynadığında hoparlörden teneke sesine benzer bir yükseldi. "O kediye çok sert davrandın."
Henry gözlerini kırptı. "O kedi seni yemeye çalışıyordu!" diye protesto etti. "O kedi senin bir kelebek
114
Peri Saoa,ıarr
olduğunu düşünüyordu." Yine de hafifçe sırıttı. O da kedileri çok severdi, Hodge gibi kısa boylu ve şişman olanları bile.
Tenekemsi ses, "Başa çıkabilirdim,'' diye cevap verdi.
Fogarty, "Boşverin kediyi," diye araya girdi. "Konuşacağımız daha önemli konular var. Sana dediklerimi anlayabiliyorsun, değil mi?"
"Tabii ki." "Yani İngilizce konuşuyorsun?" "Eğer konuştuğun dil oysa, evet." "Elbette konuştuğum dil o. Sen nerede öğrendin?" "Öğrenmem gerekmedi," dedi peri. Fogarty kaşlarını çattı. "Yani anadilin mi?" "Zannetmiyorum,'' dedi peri . "Bana çokbilmişlik mi taslıyorsun?" diye sordu Fo
garty. Peri ona bir sfenkse yakışacak bir bakış fırlattı. "Ne
den dile kafayı taktığını anlamıyorum. Siz beni anlayabiliyorsunuz, ben de sizi anlayabiliyorum. Yardımınıza ihtiyacım var."
"Burada casusluktan bahsetmiyomz, değil mi? Zira - " Henry sözünü kesti. "Nasıl yardım edeceğiz?" Belki
de peri karşılığında bir şey yapardı. Anne babasını düşünmeden edemiyordu. Şu üç dilek meselesini düşünüyordu. Ama Bay Fogarty'nin önünde üç dilek hakkında soru soramazdı. Anne babası hakkında da konuşamazdı.
"Geldiğim yere geri dönebilmem için." ııs
ff erbre 8reııımı
Henry duraksadı. "Yani... Periler Diyarı'na mı?" "Eğer oraya öyle diyorsanız, evet." Fogarty saldırgan bir tavırla, "Oraya siz ne diyorsu
nuz?" diye sordu. Peri her ikisinin de görebileceği şekilde omuz silk
ti. "Ona pek bir isim verdiğimi söyleyemem. Memleket, sanırım. Ya da dünya."
"Ama bu dünya değil?" "Bir çeşit paralel boyut, değil mi?" "Evet." Fogarty, Henry'ye baktı. "Söylemiştim. Bir uzaylıy
la karşı karşıyayız." Henry, "İsmin nedir?" diye sordu. "Pyrgus," dedi peri. "Pyrgus Malvae."
Bay Fogarty sürekli dil meselesine geri dönüyordu. Bu konuyla uğraşmaya kararlı gibiydi. Peri Pyrgus küçük hoparlörden duyulabilecek biçimde içini çekti. "Bakın," dedi, "işin fizik yanını fazla anlamıyornm, ama Tithonus bana bir keresinde demişti ki - "
''Tithonus kim? Lideriniz mi?" "Çocukken özel hocamdı. Bana bu dünyanın be
nimkinin bir benzeri olduğunu söylemişti. Ya da benimkinin bunun benzeri olduğunu. Ya da birbirlerinin benzerleri olduklarını - hepsi aynı kapıya çıkıyor."
"Bu da ne demek?" diye sordu Henry. "Birbirlerinin benzerleri mi?"
"Bağlı," dedi Pyrgus. "Tithonus rüya görmek gibi olduğunu söylüyor, tek farkı vücudunu geride bırak-
116
Peri Saoaflarr
mıyor olman. Rüya dünyaları çok tuhaf olabilir, ama oradaki dili hep bilirsin, öyle değil mi?"
Henry hiçbir şey anlamıyordu, ama Bay Fogarty tatmin olmuşa benziyordu. "Yani buraya o diğer dünyadan geldin?"
"Tam olarak gelmek değil," dedi Pyrgus. Yardım etmek istercesine, "Biz buna çevrilmek diyoruz. Aslında bir yere gitmiyorsun. Sadece başka bir var olma haline geçiyorsun. Ama bir yere gitmişlik hissi var," diye ekledi.
Fogarty çok doğal bir şeyden bahsedermişçesine, "Sizler yüzyıllardır çevriliyorsunuz, öyle değil mi?" di-ye sordu.
\ "Bazılarımız," dedi Pyrgus. Hoparlörden bile sesin
deki ihtiyatlılık fark ediliyordu. Henry, "Yani herkes bunun maliyetini karşılayamı
yor mu demek istiyorsun?" diye araya girdi. "Onun gibi bir şey." Pyrgus konumunu değiştirdi,
ama mikrofon sesini hala mükemmel biçimde alıyordu. "Dinleyin, siz ikinizin kim olduğunu bilmiyorum - "
Henry hemen, "Ben Henry Atherton'ım," dedi. Pyrgus'ı sevdiğine karar verdi. Küçük yaratık kıpır kıpırdı.
Pyrgus onu görmezden geldi. " - ama geri dönmeme yardım edeceğinize söz verene kadar daha fazla soruya cevap vereceğimi sanmıyorum."
Fogarty kaşlarını çatarak, "Kendi dünyana geri dönemiyor musun?" diye sordu.
Pyrgus bir şey söylemedi. llJ
ff erbie 8reıırıarı
"Sorularımıza cevap vermezsen sana nasıl yardımcı olabiliriz ki?"
Pyrgus kollarını kavuşturup tavanı seyretmeye koyuldu.
Fogarty pes etti. "Pekala, pekala, sana yardım edeceğiz. Ama hiçbir şeyi karşılıksız alamayacaksın."
"Ne istiyorsunuz - üç dilek mi?" Fogarty tehditkar bir edayla, "Onu sonra konuşu
ruz," dedi. "Sadece bedava yemek diye bir şey olmadığını bilesin dedim."
Pyrgus şüpheyle, "Size güvenebileceğimi nereden bileyim?" diye sordu.
"Etrafta sana yardım edecek başka birini görüyor musun?"
Pyrgus ona d1k dik baktı. "Demek istediğimi anlıyor musun?" Pyrgus uzun bir süre dik dik bakmaya devam edip
sonra, "Brimstone'dan kötü olamaz ya," gibisinden bir şeyler mırıldandı. Daha yüksek sesle, "Tamam, bir anlaşma yapacağız," dedi. "Sen bana yardım et, ben de geri gittiğimde sana altın göndereyim."
"Hah!" Pyrgus sinirli sinirli, "Eee, ne istiyorsun?" 'diye sordu.
"Bu boyuttayken ne kadar altın taşıyabilirim dersin?" Bunu derkenki tavrını gören Henry, "Hep bu bo
yutta değil miydin?" diye sordu. Pyrgus başını iki yana salladı. "Bu salak kanatlar da
yoktu." "Neler olup bittiğini bize anlatsan iyi olur," dedi Fogarty.
118
Peri Saoaşları
* * *
Pyrgus bir kere başlayınca hiç durmamacasına konuştu. Mantıklı olmayan ayrıntılar ve gizlediği boşluklar vardı, ama öykü büyüleyiciydi.
Işık Perileri, Benzer Dünya'yı ilk olarak neredeyse beşbin yıl önce, üç tohum tüccarı ailesi gemileri battığı için Periler Diyarı'ndaki uzak, volkanik bir adada mahsur kalınca keşfetmişti. Ada çoraktı; eğer çocuklardan biri çok garip bir şey bulmasaydı açlıktan ölebilirlerdi. Bulduğu, en ufak bir sıcaklık yaymaksızın şiddetle yanan iki bazalt sünmdu. Çocuk -ismi Arana idi- sütunların arasından yürüdü. Kendini bulduğu yer adanın geri kalanı gibi değil, bereketli, sulu ve dev bitki ve çiçeklerle dolu bir ormanla kaplıydı. Daha da heyecan verici olan, bir dev çiçekten diğerine uçabilen kanatlı bir yaratığa dönüşmüş olmasıydı.
Arana bu şaşırtıcı dünyada biraz oynadı, sonra ailesini özlemeye başladı ve alevli sütunların arasından tekrar geçecek cesareti topladı. Kendini yeniden çorak adada buldu. Kanatları yok olmuştu.
Ailesine başına geleni anlattığında inanmadılar, ama ağabeyi Landsman'i alevli sütunlara bakmak için onunla gelmeye ikna etti. Arana, Landsman onu durduramadan alevlerin içine atladı. Landsman onu kurtarmak için ileri atılınca ikisi de kendilerini yeşil diyarda kanatlı yaratıklar olmuş buldular. Landsman dev çiçek ve bitkilerle çevrili olmadığını, küçülenin kendisi olduğunu anlayacak kadar büyüktü. Kızkardeşini tekrar sütunların arasına götürdüğünde ikisi de kanatları-
119
fferbfe Breımarı
nı yitirdiler ve normal boyutlarına döndüler.
Geçidin keşfedilmesi adada mahsur kalan aileleri
kurtardı, zira çorak adada yiyecek bulamıyorlarken,
sütunların ötesindeki dünya kesinlikle yiyecekle do
luydu. Tohumlarla ilgilendikleri için zaten bitkiler
hakkında çok şey biliyorlardı, hatta geminin enkazın
dan kurtardıkları tohumları kullanarak Periler Diya
rı'ndan birkaç yeni tür bile getirdiler.
"Hangileri?" diye sordu Fogarty.
"Çançiçeği . . . yüksükotu . . . çan şeklindeki çiçeklerin
çoğu benim dünyamdan geldi. "
İlk birkaç ay Landsman yakınlarından geçen, onla
rı kurtarabilecek bir gemi görme umuduyla düzenli
olarak sütunların arasından geçiyordu , ama zaman
geçtikçe bunu giderek daha az yapar oldu . Sonunda
adada, hava şartlarından etkilenmeyecek bir yere baş
larından geç�nler hakkında yazılı bir kayıt bıraktı ve
sütunların yakınındaki bir taşa bu kaydın nerede bu
lunabileceğini anlatan koca bir yazı yazdı. Eğer adaya
bir gün birileri çıkarsa, günlüğü bulacaklarını ve aile
sinin peşinden Benzer Dünya'ya gelip onları kurtara
caklarını umuyordu.
Hiç kimse adaya çıkmadı. Landsman başlarda kay
dı altı ayda bir güncelledi, ama bunu önce yılda bire,
sonra birkaç yılda bire düşürdü. En sonunda güncel
lemeyi tamamen bıraktı. Artık orta yaşlıydı, küçük
Arana ise yetişkin bir kadın olmuştu . Ailelerin genç
fertleri sütunların diğer yanında aralarında evleniyor
ve kanatlı çocuklar doğunıyorlardı. �:eni nesiller Peri-
ııo
Herbie 8re1111a11
risi olduğunu söyledi, ama bunun ne olduğunu açıklamadı.
"Soylulan nız mı var?" "Kes sesini, Henry!" diye homurdandı Fogarty. Yapacak daha iyi bir şeyi olmayan Urticae kayıtlar-
da bahsedilen adayı bulmayı başardı. Bazalt sütunları o da bulamadı, ama onları devirmiş olabilecek eski birdepreme dair kanıtlar buldu. Çok geçmeden geçidin gerçekten de var olduğuna ikna olmuş, başka bir dünyaya açılan bir geçidin önemli politik ve askeri imkanlara kapı açabileceğini sezmişti. Ayrıca geçidin adanın doğal koşullarıyla bir ilgisi olması gerektiğine de karar vermişti. Sonraki üç yılı ailesi ve arkadaşlarını eğlendirerek, yani başka bir geçit bulma umuduyla aktif volkan bölgelerini ziyaret ederek geçirdi. Otuzüçüncü yaşgününün ertesi günü buldu da.
Periler Diyarı'nda keşfedilenlerin ikincisi olan yeni geçit, başka bir soylunun sahip olduğu -ama hiç ziyaret etmediği- bir arazideydi. Bu soylu, iris adındaki bir Işık Perisi'ydi. Urticae araziyi satın almaya çalıştı, ama iris şüphelenip satmayı reddetti. Urticae'nin Evi iris Evi'ne saldırdı ve ta bugüne kadar Gece Perileri ile Işık Perileri arasında sornn oluşturmaya devam edecek bir çatışmayı başlattı.
iris Evi savaşı kazandı. Urticae'nin kuvvetleri yenildikten hemen sonra iris bütün bu yaygaranın çıkış nedenini keşfetti. Savaşa neden olan araziyi baştan başa taradı ve sonunda doğal geçide rastgeldi. Ne olduğunu başta anlamadıysa da, soruşturma sonunda gerçe-
122
Peri Saaaşları
ği öğrendi. Bu keşfi, sonunda ailesinin kazanacağı büyük gücün ve zenginliğin temelini oluşturacaktı.
Fogarty öne eğildi. "Şu anda iki dünya arasında sadece bir geçit mi var demek istiyorsun?"
"Hayır, toplam onsekiz tane keşfedildi. Ama açık kalmıyorlar. Bazıları ilk geçitte de olduğunu sandığımız şekilde gömülüyor. Bazıları birden artık çalışmaz hale geliyor, kimse neden olduğunu bilmiyor . Zaman zaman yenileri bulunuyor. Şu anda bilinen beş tane var, Mor. .. " Pyrgus kendini durmaya zorladı, sonra, "Urticae'nin lris'e kaptırdığı dahil," diye tamamladı.
Fogarty'nin yaşlı, sert yüz hatları ifadesizdi, ama gözlerinde meraklı bir pırıltı vardı. "O nasıl o kadar uzun süre sağlam kaldı?" diye sordu. "Anlattıklarına bakılırsa binlerce yıldır mevcut olmalı."
Pyrgus duraksadı, sonra, "O ... değiştirildi," dedi. Fogarty devam etmesini bekledi, etmeyince, "Nasıl
değiştirildi?" diye sordu. "İmp - ah, bazı büyücüler bir çalışma yaptı. Yani,
bu ben doğmadan önce oldu. Geçit, eh, yüzyıllarca sıradan bir geçit olarak kaldı, ama iris Evi sonunda onu kararlı hale getiren ve çalışma şeklini değiştiren makineler yaptı. Diğer geçitler sadece birer yere çıkarlar, iki tanesi kullanılabilir durumda bile değil. Biri sualtına, biri okyanus yatağının yakınlarına, diğeri de aktif bir volkanın içine açılıyor. Gittikleri tek yer orası. Her iki dünyada da sadece oradalar. Ama iris Evi'nin geçidini istediğin herhangi bir yere açılacak biçimde ayarlayabiliyorsun."
12)
Herbie Brerırıarı
"Senin kullandığın da oydu, öyle değil mi?" Pyrgus başıyla onayladı. "Nereden anladın?" Fogarty kuru bir sesle, "Herhalde bahçemin altında,
sadece orada olan bir geçit dikkatimi çekerdi,'' dedi. "Özellikle bu sefer için açılan bir tane olmalıydı. Neden buraya gelmek istedin?"
Pyrgus duraksadı. "İstemedim. Buraya gelmemem gerekiyordu. Ne de bu boyuta inmem. Ne de kanatlar çıkarmam. iris Evi'nin geçidinde çevrilirken küçülmeni engelleyen bir filtre var, ama her nedense çalışmadı."
Fogarty burnunu büktü. "Bana sabotaja uğramışsın gibi geliyor," dedi.
fZıf
, � j
Bay Fogarty, "Anlattıklarının ne kadarına inandın?" diye sordu.
Henry gözlerini kırptı. Her sözcüğüne inanmıştı. "Doğmyu söylediğini düşünmüyor musunuz?"
"Pek değil," dedi Fogarty. "Bütün o küçülüp kanat çıkarma hikayesi...?"
"Ama küçük ve kanatları var!" diye protesto etti Henry.
"Biliyomm," dedi Fogarty. "Ama bu küçüldüğü ya da kanat çıkardığı anlamına gelmiyor. Belki de hep o haldeydi."
Fogarty'nin dağınık oturma odasındaydılar. Pyrgus Malvae'yi mutfakta neredeyse kendisi kadar büyük bir patates cipsini yer halde bırakmışlardı.
"Eğer hep o haldeyse, neden öyle olmadığını söylesin ki?"
Fogarty ciddi ciddi, "Bizi savunmasız yakalamak
ızs
fferbie Breımaıı
için," dedi. "Kelebek kanatları olan şirin, küçük ve başı dertte olan bir periden daha masum ne olabilir ki?"
"Bizi hangi konuda savunmasız yakalamak için?" diye sordu Henry.
Fogarty dudaklarını büzdü, öne eğildi, sesini alçalttı. "Yabancı istilası."
"Yabancı istilası mı?" diye tekrar etti Henry. " Ya
bancı istilası mı?" Fogarty öfkeyle, "Eh, ilk önce, böyle tepki vermeyi
bırakabilirsin," dedi. "Geçen sene kaç Amerikalının uzaylılar tarafından kaçırıldığını biliyor musun? Altı milyon!"
"Bay Fog - "
"Hem bu sadece Amerika'da. Dünya çapında kaç kişi olduğunu sen hesap et. İnan bana, bir şeyler dönüyor ve bu da onun bir parçası olabilir. Paralel bir evrenden geldiğini kabul etti bile. Bu onun ne olduğu anlamına gelir sanıyorsun - bir oyuncak ayı mı? Yeşil ve dokungaçları olsa ona ne kadar güvenirdin dersin? Ya o şey Yaratık filminde John Hurt'ün göğsünden fırlasaydı?"
Henry Yaratılıı görmemişti, ama John Hurt'ün göğsünden fırlayan bir şeyin çok korkunç olabileceğini tahmin ediyordu. Bir şey söylemek için ağzını açtı, ama Fogarty yüksek uçuşa geçmişti.
"Güvenmezdin, öyle değil mi? İhtiyatlı olurdun. Biraz düşün. Çok kötü görünüyor olsaydın, üzerinden çamur aksaydı, çok daha zararsız bir şey gibi görünerek gelmek mantıklı olmaz mıydı? Dolayısıyla, geliş-
126
Peri Saaaffarr
miş uzaylı teknolojisini -molekül değiştirici meselakullanarak şekil değiştirirsin. Ama hangi şekle bürünürsün? Peri tabii ki. Bir pen1"
"Neden?" diye sordu Henry. Bay Fogarty'yi daha önce de bu halde görmüştü ve durdurmanın tek yolu üstüne gitmekti.
"Neden? Ne neden? Neden bir peri mi? Çünkü bir peri tanıdıktır. .. " gözlerini kıstı "... ama tuhaf bir biçimde yabancıdır da. Dünyadaki bütün çocuklar resimli bir kitapta periler görmüştür, ama kaçı gerçeğini görmüştür? Perileri herkes sever -parmakuçlarını çançiçeklerine batırmış, ne kadar şirin- ama peri aynı zamanda Bana bulaşmayın, yoksa gökkuşağının öte ya
nındaki altını alamazsınız der. O şeyin altın hakkında konuştuğunu duydun, değil mi?"
Henry, "Onlar leprekanlar," dedi. Bu onu durdurdu. "Leprekanlar da ne?" "Gökkuşağının öte yanındaki altın. İrlandalı lepre-
kanlar. Sana altın sözü verirler, ama altını vermezler. Periler sadece bitkilerin büyümesine yardım ederler." Sonra Bay Fogarty tekrar konuşmaya başlamadan devam etti: "Her neyse, eğer uzaylı istilasında parmağı olsaydı, neden bize küçüldüğünü söylesindi ki?"
"Ne?" "Neden bize söylesindı? Neden normal bir peri tak
lidi yapmasındı?" "Sempatimizi kazanmak için - "
Henry sabırla, "Eğer gerçek bir peri olduğunu düşünseydik, sempatimize gerek duymazdı," dedi. "Za-
ızır
Herbfe 8rerman
ten sempati besliyor olurduk. Herkes perileri sever -bunu siz kendiniz söylediniz." Bay Fogarty bunu değerlendirirken Henry bekledi. Yaşlı adam çatlak olabilirdi, ama aptal değildi.
Sonunda Fogarty, "Ona güvenmeli miyim dersin?" Henry kendinden emin bir sesle, "Evet!" dedi. "Ona yardım etmeli miyiz dersin?" "Evet," dedi Henry, ama bu sefer kendinden o ka
dar emin değildi. Onu sinir eden, "biz" sözcüğü olmuşnı. Peri Pyrgus'a yardım etmek istiyordu. Aslında bunu fena halde istiyordu. Ama kafasının içinde küçük bir ses belki de o kadar fazla yardımı dokunamayacağını fısıldıyordu. Henry'nin hayatında başka sornnlar vardı.
Fogarty omuz silkti. "Tamam," dedi. "Hadi tekrar içeri girelim."
Fogarty çabucak, "Bir tartışma yaptık," dedi, "ve şu-na karar verdik - "
Pyrgus sözünü keserek, "O şey neydi?" diye sordu. "Hangi şey?" "Bana yiyeyim diye verdiğiniz şey." "Patates cipsi," dedi Fogarty. "Zehirli değildi, eğer
düşündüğün buysa." Pyrgus şaşkınlıkla ona baktı. "Öyle bir şey düşün
medim - sadece tadı güzeldi." "Patates cipsi," dedi Fogarty yine. "Peynir ve soğan-
lı." "Daha önce hiç yemedin mi?" diye sordu Henry.
128
Peri Sauaşlarr
Pyrgus başını iki yana salladı. "Diyarımda onlardan yok."
"Yok mu?" Henry hayret içinde kalmıştı. Bir paket cips alamayacağınız bir dünyayı hayal bile edemiyordu. "Çerez olarak ne yiyorsunuz?"
"Benekliler," dedi Pyrgus. "En sevilenler onlar. Kabarcık dumanı, herhalde. Ve dişlerin sağlamsa nantlar. Ordle dilimleri. Tabii kargaşa boynuzu da var, ama o seks için. Cheapside'da ahır retindukulusları satıyorlar."
"Şu kargaşa boynuzu - " diye başladı Henry. Fogarty, "Bunu daha sonra konuşsanız olur mu?" di
ye araya girdi. Önce Henry'ye, sonra da Pyrgus'a dik dik baktı. "Dediğim gibi, genç Henry ile ben bir tartışma yaptık ve sana şimdilik güvenmeye karar verdik - "
"Şimdilik mi?" diye sordu Pyrgus. "Şimdilik mi?" diye sordu Henry. Fogarty onları duymazlıktan geldi. "Senin olduğu
mı söylediğin kişi olabileceğine karar verdik, aslında bunu söylememene rağmen, öyle değil mi? Ama sana birkaç som daha sormamız gerekiyor ." Bekledi, Pyrgus hiçbir şey söylemeyince devam etti: "Bu girdiğin şekil, peri meselesi -küçük, kanatlı, zayıf- bunun doğal olmadığını mı söylüyorsun? Bir geçitten geldiğinde kendiliğinden mi oluyor?"
"Eğer bir filtresi yoksa," dedi Pyrgus. Kaşlarını çattı. "Ya da filtre çalışmıyorsa."
"Buna nasıl cevap vereceğin önemli," dedi Fogarty, "bu yüzden iyi düşün. Dünyadaki --dünyamızdaki-
129
fferbie Brerıııarı
her ülkenin periler hakkında efsaneleri vardır. Senin gibi büyük kanatları olan iğneli böcek insanlar. Her ülkenin vardır."
"Sorunuz nedir?" diye sordu Pyrgus. Fogarty'nin gözleri karardı. "Ateş olmayan yerden
duman çıkmaz - böyle derler, değil mi? Peri halkı hakkındaki bütün o hikayeler sırf rastlantı mı demek istiyorsun? Senin halkınla bir alakası yok mu?"
Pyrgus hayret içinde, "Hayır, öyle demek istemiyo-nım."
"Yani halkından -uzaylı olan, pek de insan olmayan halkından- birçok kişi geçitlerden akın ediyor olmalı. Filtresiz geçitlerden."
"Bay Fogarty - " diyecek oldu Henry. Bu yabancı meselesini geride bıraktıklarını sanmıştı.
Ama Pyrgus sözünü kesti. "Öyle de demek istemiyorum. Sizin dünyanıza açılan geçitleri kullanan fazla kişi yok. Neden olsun ki? Burada çok fazla yağmur yağıyor. Hem kim küçülüp kanat çıkarmak ister ki? Kedilere yem olmanın, reçel kavanozuna konulmanın eğlenceli olduğunu mu zannediyorsunuz? Sadece bir tane filtreli geçit var ve onu çalıştırmak da pahalı. Bab -ona sahip olan insanlar hep maliyetten şikayet ediyorlar, bu yüzden sadece gerçekten zorunlu olunduğunda kullanılıyor. Size dedim, şu anda kişiyi işe yarar bir yere götüren başka sadece bir geçit var. İnanın bana, kimse onun içinden geçip dünyanıza akın etmiyor. "
Fogarty, Hodge'un bir fareye saldırmak üzereyken baktığı gibi bakıyordu. "Öyleyse bütün bu periler ne-
1)0
Peri Satıafları
reden geliyor?" diye sordu zaferle. "Onlar Landsman'in ve adada mahsur kalan tohum
tüccarlarının torunları," dedi Pyrgus. Fogarty'nin yüzü asıldı. "Ah." Ama hemen kendini
toparladı. "Tamam o zaman. O halde şuna cevap ver. Peri görünümünde olmadığın zaman nasıl görünüyorsun?"
Pyrgus, "Yakışıklı," deyip sırıttı. Bir süre böyle devam etti. Pyrgus, Bay Fogarty'nin
sorularını yanıtladı ve mantıklı açıklamalar getirdi. Öğle yemeği vakti geldiğinde, Bay Fogarty, Pyrgus'ın mutfaktan çıkmasına izin vermesine yetecek kadar cevap almıştı. Hep beraber dağınık salonda yemek yediler. Henry onlara, Bay Fogarty ile kendisi için genelde yaptığı gibi fasulyeli tost yaptı. Pyrgus için haşlanmış bir fasulyeyi dilimledi, o da her parçayı elleriyle kavun yer gibi yedi. Bitirince ağzını elbisesinin koluna sildi ve Henry'ye başparmağını kaldırdı. Pyrgus, Henry'nin omzunda oturur halde, beraberce ağır adımlarla mutfağa döndüler. Pyrgus mikrofonuna doğru uçtu, Henry de bir sandalye çekti.
"Bu, patates cipsinden de güzeldi. Neydi bu?" "Haşlanmış fasulye," dedi Henry. "Mükemmel bir aşçısın, Henry," dedi Pyrgus. "O
olağanüstü sosu nasıl yaptın?" Utanarak, "Kutudan döktüm," diye mırıldandı
Henry. Fogarty, "Henry, bak bakalım dolapta küçük bir
kutu var mı?" dedi. "Bu hoparlörü taşınabilir hale ge-IJl
fferbie Brermaıı
tirmemiz gerek." Ayağa kalktı. "Boşver, ben alırım -farklı bir mikrofon aramak da istiyomm." Dolabı altüst edip, 1918 yılından kalma tütün içeren paslı bir teneke kutu buldu. "Bu, iş görür. Ah - " Kablo ve parça yığınından, şu anda hoparlöre bağlı olan düğme mikrofondan bile daha küçük olan bir yaka mikrofonu çıkardı. "Bu, işleri kolaylaştıracaktır."
Henry ve Pyrgus merak içinde seyrederken, Fogarty hoparlörün farklı parçalarını teneke kutuya tıkıştırdı ve düğme mikrofonu daha küçük olan yaka mikrofonuyla değiştirip aynı anda kabloyu da uzattı. Bitirince, "İşte,'' dedi. "Taşınabilir. Az çok." Tekrar dolaba dönüp iki paket lastiği aldı ve yaka mikrofonuna taktı. "Pekala, genç Pyrgus, ne dersin, bu büyüklükte bir şeyi sırtında taşıyabilir misin?"
Pyrgus yaka mikrofonunu inceledi. "Sanırım," dedi ihtiyatla. Kanatlarını toplayıp kollarını paket lastiklerinin arasından geçirdi ve mikrofonu sırt çantası gibi taktı. Denemek için kanatlarını tekrar açtığında, kutu kanatlarının arasında rahat bir biçimde dumyordu.
"Bir şey söyle," dedi Fogarty. Bir an sonra Pyrgus, "Ne söylememi istiyorsun?" di
ye sordu. Sesi, teneke kutudan biraz boğuk, ama yine de kolayca duyulabilir şekilde çıktı.
Fogarty çabucak, "Tamam," dedi, "sen kutuyu ve Pyrgus'ı taşı, Henry. Yapacak bir araştırmamız var!"
Henry, Pyrgus'ın, kolundan omzuna tırmanabilmesi için elini uzattı. "Nereye gidiyomz, Bay Fogarty?"
"Bahçenin diğer ucuna," dedi Fogarty. "Eğer minik IJ2
Peri hoa,ııırr
dostumuzu geri yollamanın bir yolunu bulacaksak, buraya vardığı noktayı görmek istiyomm."
Henry kendi kendine gülümsedi. Bay Fogarty sonunda Pyrgus'ın bir uzaylı istilası olmadığına karar vermiş gibi görünüyordu.
Beraberce evden çıktılar. Pyrgus, Henry'nin omzuna tünemiş, ihtiyatla kulağına tutunuyordu. Sırtındaki mikrofonun kablosu, Henry'nin bileğine tutturduğu teneke kutuya gidiyordu. Pyrgus metalik sesiyle, "Umarım o kedi hala orada değildir," dedi.
"Yakında sırtına tekmeyi yiyince dersini alır," dedi Bay Fogarty. Henry'nin hayvanlara olan merhametini paylaşmıyormuş gibi görünmeyi seviyordu.
Kulübeye varırlarken Fogarty, "Buralarda bir yerdeydi, değil mi?" diye sordu.
"Kelebek çalısının orada sanırım," dedi Henry. Pyrgus, "Aslında biraz ötesindeydi," dedi. "Tam
emin değilim, çünkü kafam karışmıştı. Yani ne buraya gelmeyi ne de kanatlı bir yaratık haline gelmeyi bekliyordum, bu yüzden biraz ortalıkta oyalandım. Sonra çalılara doğm çekildim - "
"Kelebek çalısı mı?" diye sordu Fogarty. "İsmi o ise evet, o çalı." İşaret etti. " Ona doğrn çekildin de ne demek?" "Sadece ... bilmiyomm ... sanki görünüşünden hoş
landım. Ya da kokusundan filan. Orada güvende olacağım hissine kapıldım." .
Fogarty başını iki yana salladı. "Bu çok garip. Kele-ın
ff erbfe 8re1111a11
bek çalıları kelebekleri çekerler." Kelebek çalısına doğru giderlerken, Henry çalının
üzerinde birkaç sinek olduğunu gördü ve belki başka bir tanesi daha peri çıkar diye onları dikkatle inceledi. Pyrgus ne yaptığını fark etmiş olmalıydı ki alçak sesle, "Tek başıma geldim," dedi.
Henry başıyla onayladı, ama yine de kalan kelebekleri de kontrol etti. Bütün bu işin ne kadar garip olduğunun farkına varmaya başlıyordu. Daha dün perilere inanmıyordu. Bugün ise bir tanesini gerçekten tanıyordu. Ayrıca başka perilerin de var olduğunu biliyordu. Bunlar, soyları Landsman ve arkadaşlarına dayanan, muhtemelen en başında nereden geldiklerini unutmuş olan nesillerdi. Aklına bir fikir geldi ve Pyrgus'a, "Landsman, Arana ve diğerleri ... adadaki geçitten geçtiklerinde bizim dünyamızda nereye çıktılar?"
"Bilmiyorum," dedi Pyrgus. "Şöyle ki bütün dünyaya yayılmışlar," dedi Henry.
"Bu yüzden, yayılabilecekleri bir yer olmalı. Yani, mesela bir başka küçük ada olsa hiç terk edemezlerdi."
Pyrgus yine, "Bilmiyorum," dedi. "Bunlar bana çocukken öğretildi, ama yarısını unutuyorum. Her neyse, hiç kimse ilk gelenlerin nereye çıktığı konusunda kesin bilgiye sahip değil. Unutma, bir başkası bir geçidi kullanıncaya kadar yüzlerce yıl, ilk gelenlerin tonmlarıyla temasa geçilinceye kadar da bir o kadar daha zaman geçti. O zaman da dünyamdaki halkla hiçbir ortak noktaları kalmamıştı ve geçit hakkındaki hikayeler efsanelere dönüşmüştü. Belki İngiltere'ydi."
Peri Sauafları
"İngiltere'deyiz!" dedi Henry heyecanla. Pyrgus sırıtıp, "Biliyornm,'' dedi. "Bay Fogarty söy
ledi." Henry, "Benimle dalga mı geçiyorsun?" diye sordu.
Aldırmıyordu. Pyrgus'tan hoşlanmıştı. "Öyle sayılır," dedi Pyrgus. "Ama İngiltere'nin adı
nı gerçekten duydum. Yani buraya gelmeden önce. Yani derslerimde bahsi geçmiş olmalı, ama nedenini hatırlamıyornm."
Kelebek çalısının ötesine, bodur ağaçlar ve yabani otlarla kaplı bir köşeye vardılar. Bay Fogarty bir çift çürümüş bidonu ve birkaç da paslı makine parçasını -bir otomobil yağ karteri de dahil- buraya atmıştı. Bunlar uzun otların arasından mezar taşları gibi çıkıntı yapıyorlardı.
Pyrgus hemen, "Burasıydı," dedi. "Emin misin?" "Evet,'' dedi Pyrgus. "Hurdaları görünce delirdiğimi
sandım." Başını çevirip Henry'ye özür dilercesine baktı. "Küçülmeyi beklemediğimi unutmamalısın. Neler olduğunu anlamam birkaç dakika aldı."
"Tam neresi olduğunu hatırlıyor musun?" diye sordu Fogarty. Saldırıya uğramayı beklermiş gibi çevresine baktı.
"Emin değilim," dedi Pyrgus. "Sanırım şurası olabilir." İşaret ettiği yöne yürüdüler. Daha o noktaya eriş
meden, Henry sararmış, düzleşmiş otlardan oluşan bir halka gördü. Bay Fogarty'ye, "Bu bir peri halkası mı?" diye sordu.
IJS
Herbie Breımarı
Fogarty kaşlarını çatmıştı. "Daha çok bir ekin çemberi gibi. Küçük bir tane. UFO yere konunca da buna benzer izler kalır."
Henry, "Bir UFO için yeterince büyük mü ki?" diye sordu. Artık kendisinin de kaş çattığının farkına vardı.
"Yok, çok küçük. Uzaylılar küçük UFO'lar kullanmıyorsa tabii. Ama otların rengine dikkat et. Bu bir tür radyasyon." Pyrgus'a dönüp, "Şu sizin geçit nasıl işliyor?" diye sordu.
"Emin değilim," dedi Pyrgus. "Emin değil misin?" Fogarty ona ateş püskürdü.
"Seni bir boyuttan diğerine taşıması için bu şeyi kullanıyorsun ve nasıl işlediğini bile bilmiyor musun?"
Henry havayı yatıştırmak için, "Belki de televizyon gibidir, Bay Fogarty," dedi. "Yani onu açmayı ve diğer şeyleri biliyonım, ama aslında nasıl işlediğini biliyor sayılmam."
"Ben biliyorum," dedi Fogarty. "Hem de kesinlikle. Parçalar olsaydı bir tane yapabilirdim."
"Evet ama siz böyle şeyleri bilirsiniz," dedi Henry. Kimbilir kaçıncı kere, Bay Fogarty'nin emekliye ayrılmadan önce ne tür bir mühendis olduğunu merak etti. Yapamadığı şey yok gibiydi.
Pyrgus, Henry'nin omzunun üstünden, "Enerjiyle ilgili bir şey," dedi. "Geçit, volkanik aktivite yoluyla harekete geçen bir çeşit enerji - " Duraksadı. "Aslında, bundan da emin değilim. Bütün doğal geçitler volkanların yakınında ya da en azından volkanik aktivitenin olduğu yerlerde -termal su kaynakları filan- ortaya çı-
kıyorlar. Ama benim geldiğim geçidin yakınlarında en az beşy(iz yıldır bir volkan yok. Eski volkan söndü ve onlar da galiba düzleştirdiler ya da öyle bir şey yaptılar."
Henry yardımcı olmaya çalışarak, "Belki de volkana sadece harekete geçirmek için ihtiyacın vardır," dedi. "Belki de bir kere harekete geçtikten sonra kendiliğinden açık kalıyordur."
Her ikisi de onu kaale almadılar. Pyrgus, "Filtre yakalanmış yıldırımı kullanıyor," dedi.
"Yakalanmış yıldırım mı?" Fogarty kaşlarını çattı. "Elektrik mi demek istiyorsun?"
"Bilmiyornm." "Hoparlörüne güç veren şeyin aynısı." "Bilmiyornm," dedi Pyrgus yine. "Elektrik olmalı," dedi Fogarty. "Geçit de bir tür
alan olmalı. Gördüğün alevler sıcak değil, ılık bile değil, öyle mi?"
"Hayır." "Henry, etrafa biraz bakın, garip bir şey dikkatini
çekecek mi bakalım. Pyrgus, işimize yarayabilecek her şeyi ama her şeyi hatırlamaya çalış." Sararmış otlardan oluşan halkayı daha yakından incelemek için eğildi.
Henry ihtiyatla çalılara doğrn yol alıp gözlerini dört açarak sıradışı görünebilecek şeyler aradı. Zor işti. Bulundukları köşe hem taşlarla hem de Bay Fogarty'nin attığı hurdalarla kaplıydı. Pyrgus omzundan, "Bu boyutta olmanın ne kadar tuhaf olduğunu bilemezsin, Henry, " dedi. "Hiçbir şey doğru görünmüyor ve beş
ııır
ff erbie Brerırıarı
metre ilerleyince kayboluyorsun. Sanırım otlardaki o çemberin olduğu yerden çıktım, ama emin değilim."
"Dert etme," dedi Henry. "Seni geri yollamanın bir yolunu bulacağız." Sesini çıkarmaya çalıştığı kadar kendinden emin olmayı diledi.
Daire çizip, hala otlara bakan Bay Fogarty'nin yanına döndüler. Henry tam bir şey söylemek için ağzını açmışken, yüksek sesli bir zil sesiyle sıçradı.
"Dikkat et!" diye fısıldadı Pyrgus. Fogarty cebinden ufak bir cep telefonu çıkardı, be
ceriksizce açtı ve bir bombaymış gibi kulağına götürdü. "Ne istiyorsunuz?" diye sordu. Bir an sonra, "Tamam," deyip tekrar cebine soktu. "Fazla kullanırsan beyin kanseri olursun." Henry'ye baktı. "Annen,'' dedi kısaca. "Eve gitmeni istiyor. Hemen."
Henry bir anda yıkıldı. Bütün bu heyecan içinde evde olup bitenleri unutmayı neredeyse başarmıştı.
IJ8
OD
Yüce Prenses Holly Blue Ekselansları yatak odasından çıktığında, bir rahibin dışarıdaki saray koridorunda koştuğunu görünce, yolunda gitmeyen bir şey olduğunu düşündü. Rahipler asla bir yere koşmazlardı, teknisyen rahipler bile. Düzgün adımlarla, gurnrlu bir tavırla ilerlerlerdi. Onlardan birine acilen ihtiyacınız varsa beklemeye mecburdunuz. Ama bu rahip koşuyor, tören cüppesinin etekleri kıllı baldırlarını gösterecek biçimde havalanıyordu. Köşeyi tiz bir sesle döndü. Birkaç saniye sonra ayak sesleri ana merdivenlerden yankılandı.
Blue tekrar odasına girip pencereye doğru yürüdü. Koşan rahip, bir grnp hizmetçiyi dağıtarak aşağıdaki bir kapıdan çıktı ve avluyu hızla geçerek diğer yandaki kemerli yolda gözden kayboldu. Şapele, mutfaklara, hatta sarayın ana girişine gidiyor olabilirdi. Ama neden koşuyordu?
IJ9
Herbie 8rermarı
Blue dudağını ısırdı. Şu sıralar bilmediği çok fazla şey olup bitiyordu. Pyrgus'ı bulması günler almıştı, eğer bir başkası ondan önce bulsaydı kimbilir neler olacaktı. Tamamen kendisini suçluyor değildi -Pyrgus kimi zaman inanılmayacak kadar aptal oluyordu ve bu kafasına taktığı, halktan biri gibi yaşama fikri de en aptalca fikirlerinden biriydi. Halktan biri. Titredi. Prens olarak doğması, çok fazla kişinin kendini feda etmesi sayesinde olmuştu ve Pyrgus bunu elinin tersiyle bir kenara itmeye hazırlanıyordu. Ayrıca, o sıradan bir prens de değildi. O, Veliaht'tı. Ayak takımıyla takılacağına hükmetmeyi öğreniyor olması gerekirdi. Şansına, İmparator olduğunda Blue ona tavsiyede bulunmak için her an yanında olacaktı, ama yine de ...
Gel gör ki sonm sadece Pyrgus değildi. Babasıyla Gece Perileri arasında bir şeyler oluyordu. Sadece son zamanlardaki tartışmalar değil. Başka bir şeyler vardı. Kokusunu alabiliyordu. Çok fazla gidiş geliş. Gölgelerde çok fazla komışma. Sarayda çok fazla yabancı yüz. Babasının onunla konuşmayı bırakmış olması da onu endişelendiren konulardan biriydi. Eh, tam olarak bırakmış değildi, ama eğer Blue politika konuşmak isterse, konuyu hemen değiştiriyordu. Hele hele Blue Gece Perileri'nin adını anıyorsa, kaçacak yer arıyordu. Blue ona Kara Hairstreak'in Pyrgus'ın peşinde olduğunu söylediğinde dahi, minnettar olmaktan çok sıkıntılı görünmüştü. Ama en azından harekete geçmişti, bu da bir şeydi.
Blue yavaşça pencereden geri döndü ve makyaj
Peri Saaaşlarr
masasına oturdu. Uzun süre süslü mücevher kunısuna baktı. Daha önce bunu babasına hiç yapmamıştı. Ama öte yandan yapması da gerekmemişti. Elini uzatıp tokayı tuttu. Belki de fazla ileri gidiyordu. Ama babası da ona sır vermeyi bıraktığında fazla ileri gitmemiş miydi? Ne yapsaydı ya? Tokayla oynadı, ama kapağı açmadı.
Ne zararı olacaktı ki? Güvenilmez değildi ya. Gececilere casusluk yapıyor da değildi. Bütün kalbiyle babasının iyiliğini düşünüyordu. Bunu herkes biliyordu. Babası bile biliyordu, açıktan kabul etmese de. Ayrıca o, iris Evi'nin Prensesi olarak taht için üçüncü sıradaydı. Bu, karanlıkta bırakılmaması gerektiği anlamına gelmez miydi?
Blue aniden ayağa kalktı, odayı katetti ve kapıyı kilitledi. iris Evi'nin Prensesi olsun ya da olmasın, az sonra yapacağı şey yasadışıydı ve babası öğrenirse başı gerçekten fena halde belaya girerdi. Neyse ki bu pek olası değildi.
Tekrar makyaj masasına yürüdü ve kutuyu açtı. Bir an sonra psikotronik1 örümcek koca gözlerini ışıkta kırparak dışarı süründü. Yaratığın, güneş ışığını yansıtan bir yağ parçası gibi rengarenk bir sırtı vardı. Kısa bir süre makyaj masasının etrafında amaçsızca dolanarak kızın fırçasını ve tarağını inceledi ve parfüm şişelerinin yakınında pusuya yattı. Sonra, bilerek doğmdan kıza doğm ilerledi, masanın kenarında durdu ve bekledi.
l) İnsan zihninin içeriğini, beynin işlem şeklini ve vücudun uyarıları algılama biçimini değiştiren. (Ç.N.)
141
Herbie 8remıao
Blue sepet örgülü küçük dikiş kutusuna uzandı. Bu kısmından nefret ediyordu, ama yapmak zomndaydı. Gümüş bir iğne aldı, heyecanla dudaklarını yaladı, ardından parmağının ucuna batırdı. İğneyi temizleyip dikiş kutusunun içine geri attı. Örümcek dört gözle titreyerek bekliyor gibiydi.
Blue, acıya aldırmayarak parmağını sıktı, ta ki tek bir parlak kırmızı kan damlası birikene ve masanın üstündeki böceğin yanına düşünceye kadar. Örümcek hemen damlaya doğru döndü ve emmeye başladı. Bir an sonra masanın üzeri temizlenmişti bile. Blue arkasına yaslanıp bekledi ve ince vücudunu rahatlatmaya çalıştı. Dakikalarca sabırsızlıkla bekledikten sonra -nihayet!- zihninin kenarlarında o tanıdık tırmalamayı hissetti. Bağı oluşturan kandı tabii ki. Onun kanı, onun zihni. Çok da büyük bir fedakarlık olmadığını düşünüyordu, ama o olmazsa örümcek sıradan bir böcekten farksız oluyordu.
Blue. gözlerini kapatıp zihnini açtı. Psikotronik örümceğin yabancı varlığını hemen hissetti. Tetikte, ihtiyatlı ve garip bir biçimde tanıdıktı. Zihinsel bir sarmaşık uzatıp hayvanı nazikçe okşadı. Örümcek bir yavru kedi gibi kıvrılıp titredi. Onu kabul etmeye hazırdı. Blue zihninde ona dokundu, onu tuttu, kendisiyle birleştiğini hissetti.
Bir panjur açılmış, oda ışığa boğulmuş gibi oldu. Algıları aniden genişledi. Blue nefesini tutup ani heyecanını bastırmaya çalıştı. Daha iyi görebildiği sadece odası değildi. Önce sarayın bütün üst katı, sonra tama-
mı, sonra ada, sonra -Dizginle/ dedi kendine. Bu en tehlikeli andı. Eğer
algıları genişlemeye devam ederse, birkaç dakika içinde delirecekti. Ama bunu bilmesine rağmen genişlemenin devam etmesini istiyordu. Beraberinde gelen duygu daha önce yaşadıklarının hiçbirine benzemiyordu. Onu neredeyse kendinden geçiren bir zindelikti bu. Psikotronik örümcekler işte tam da bu yüzden yasadışıydı, İmparatorluk Gizli Servisi'nde bile. Çok sayıda iyi ajan, zihinleri evrenin uzak köşelerine doğrn genişlerken kendi kendilerine mutlulukla mırıldanan sebzelere dönüşmüşlerdi.
Dizginle/ Bu konuda yetenekliydi. İçindeki merak, bilme isteği her zaman zevkin çekiminden çok daha güçlü olmuştu. Şimdi dikkatini, bütünden ve her şeyden tekrar saraya, odasına çevirmesini sağlayan bir odaklanmaya zorluyordu. Garip bir ışıkla, odayı örümceğin gözlerinden, dev mobilyalarla ve desenli doku parçalarıyla dolu çarpık düzlemler ve açılar biçiminde gördü. Zihinsel tutuşunu biraz gevşetti ve tekrar genişledi, ama fazla değil. Şimdi, sadece vücudundan kaçmış, rüzgarlı bir tünelden hızla hedefine doğm koşuyormuş gibiydi.
Bir an sonra babasının, Mor İmparator Apatura Iris'in özel dairesinde durnyordu.
Kitap dolu odada iki adam vardı: Babası ve Eşikbekçisi Tithonus. Her ikisi de gündelik giysilerini giymişlerdi ve ellerinde brendi kadehleri tutuyorlardı,
fJerbie 8reımarı
ama yüzlerindeki ifadeler bunun öylesine bir görüşme olmadığını belli ediyordu.
" - bana sinirlendi. Her ikimiz de sinirlendik," diyordu babası. "Ama en azından beni dinledi. Sanırım bunun için sana teşekkür etmem gerek."
Tithonus omuz silkti. "Artık güvende. Önemli olan bu."
"Gerçekten de öyle," diye onayladı İmparator. "Fakat ne yazık ki bu, sorunlarımızı çözmüyor."
"Hayır, efendim, ama biraz basitleştiriyor,'' dedi Tithonus yumuşak bir biçimde. Kadehini bıraktı ve dönüp doğrudan Blue'ya baktı.
Yanılsama öylesine gerçekti ki, Blue bir perdenin arkasına girip saklanmak istedi. Ama buna gerek olmadığını biliyordu. Kendini ne kadar oradaymış gibi hissederse hissetsin, fiziksel varlığı hala yatak odasındaydı. Ziyaret eden sadece bilinciydi, o da gayet görünmezdi.
"Askeri birliklerin hareketleri hakkında yeni bir istihbarat var mı?" diye sordu babası.
Blue anında alarma geçti. Askeri birlik hareketleri mi? Askeri birlik hareketleri hakkında hiçbir şey duymamıştı. Askeri birlikleri hareket ettiren kimdi? Babası mı? Öyle olsa haberi olurdu. Haberi olacağından emindi. Kaldı ki babası, kendi askerlerinden bahsediyor olsa istihbarat sözcüğünü kullanmazdı. İstihbarat, İmparatorluk Gizli Servisi'nin topladığı bilgi anlamına geliyordu. Başka birinin asker hareketleri hakkındaki bilgi.
144
Peri Saoaşlarr
Blue vücudu olmadığı halde ürperdi. Babasıyla Kara Hairstreak arasında bir şeyler olup bitiyordu. Işık Perileri ile Gece Perileri arasındaki eski anlaşmazlığı düzeltmesi umulan müzakereler. Bildiği kadarıyla bu, aylardır devam ediyordu. Şimdiye kadar, bunun her zamanki değiştokuştan ibaret olduğunu, her iki tarafın en iyi konumu elde etmek için çabaladığını, sonrasında ortalığın birkaç seneliğine yatışacağını varsaymıştı. Ama askeri birliklerin hareketi ortada çok daha ciddi bir şeylerin döndüğü anlamına geliyordu. Askeri birliklerin hareketi savaş anlamına geliyordu. Ya da en azından savaş tehdidi. Babasının kaygılı görünmesine şaşmamak gerekiyordu.
Tithonus, "Lord Hairstreak hala tüm bunların sadece manevra olduğu ve devam eden müzakerelerle bir ilgileri olmadığında ısrar ediyor. Ama alışılmış bir tatbikat olamayacak kadar fazla artış var ve takviye kuvvetler gelmeye devam ediyor."
"Kılıç şakırtısı mı?" diye sordu İmparator. "Bu şekilde kendince müzakerelerde birkaç imtiyaz daha mı koparmaya çalışıyor?"
"Muhtemelen," dedi Tithonus. "Fakat ben yine de tedbirli davranıp kendi kuvvetlerimizi alarma geçirdim."
"Gerçekten bir topyekün saldırı riskini alacağını mı düşünüyorsun?"
Tithonus kaşlarını çattı. "Pek inanılır gelmiyor. Ama kafasındaki her neyse, daha büyük bir planın parçası olabilir. Pyrgus'ı öldürmeyi planlıyordu, unutma."
ff erbre Brermao
Öldürmek mi? Blue hayalet gözlerini kırptı. Bundan haberi yoktu! Neden ağabeyini öldürmek istesindi ki? Bu ona Pyrgus'ı sadece alıkoymaktan çok daha az şey kazandırırdı. Alıkoyarsa onu pazarlık için kullanabilirdi.
Babası onun bu düşüncelerini tekrar ederek, "Bu ona ne kazandıracaktı hala anlamıyomm," dedi.
"Ben de," dedi Tithonus, "ama planladığının bu olduğu konusunda hiçbir kuşku yok."
"Belki de - " Kapı sertçe vurulunca, İmparator dump Tithonus'a gözünü dikti.
Tithonus bir şey demedi, ama kapıyı biraz araladı ve dışarıdaki birine bir şeyler mırıldandı. Blue konuşmaya kulak misafiri olmak için hareket etti, ama o kapıya erişemeden Tithonus geri çekildi ve bir şapel rahibi içeri girdi. Ürkek bir tavırla hareket edip İmparator'un önünde diz çöktü. "Majesteleri, vahim haberlerim var." Blue tam emin olmamakla beraber bunun koridorda koştuğunu gördüğü rahip olduğunu sanıyordu.
Babası ifadesiz bir yüzle bekledi. "Majesteleri, ben - " İmparator kibarca, "Hadi be adam," dedi. "Baklayı
ağzından çıkart!" Rahip, babasının gözlerine bakamıyordu. Yüksek
sesle yutkundu, duraksadı, sonra aceleyle, "Majesteleri, Veliaht Pyrgus hedefine ulaşmadı," dedi.
Bir anlığına İmparator'un yüzünde şaşkınlıktan başka bir ifade olmadı. "Sen neden bahsediyorsun?"
Peri Saoaşları
"Efendim, alışılagelmiş bir çevrime benziyordu. Siz de gördünüz. Sonın olduğuna dair hiçbir işaret - Hiçbir işaret - " Yalvarırcasına İmparator'a baktı. "Efendim, Lulworth ve Ringlet ile rntin biçimde temas kurduk. Prens Pyrgus yanlarına gelmemiş."
"Ne?" diye patladı İmparator. Tithonus keskin bir sesle, "Geçide girdiğini ben
kendim gördüm," dedi. Rahip perişan bir halde ona baktı. "Hepimiz gör-
dük, Eşikbekçisi." "Öyleyse nereye gitti?" "Bilmiyornm." Tithonus ısrarla, "Nereye gitmiş olabilir?' diye sor
du. Rahip gözlerini yine yere dikip, "Herhangi bir ye
re," diye mırıldandı.
Blue bilincini o kadar şiddetle geriye çekti ki, yatak odasındaki vücudu spazma kapıldı. Nefesini tuttu, ardından kaslarını gevşetmek için gerildi. Kalbi sıkışıyordu. Pyrgus kaybolmuştu! Psikotronik örümceği alıp mücevher kutusuna geri koydu, sonra odadan dışarı koştu.
Şapelde karmaşa hüküm sürüyordu. Düzinelerce teknisyen rahip amaçsızca oradan oraya koşuyor gibiydi. Blue hemen gözlerini geçide çevirdi. İki sütumın arasındaki alanda tanıdık alevler yoktu. Bunun yerine kirli, gri bir sis vardı. Iris Evi'nin doğal geçidinden kala kala bu kalmıştı. Bir tarafta, kısmen şapelin
fferbfe 8rerm�rı
zeminine gömülmüş halde şu anda onu işletip besleyen dev makineler vardı. Ama metalden kapakları sökülmüş, makine parçaları etrafa saçılmıştı.
Öne adım atınca histerik bir rahip karşısına dikildi. "Giriş yasak!" diye bağırdı can havliyle. "Kimse giremez - " Geç de olsa onu tanıdı ve yana çekildi. "Özür dilerim, Majesteleri. Beni affedin."
Blue tek söz etmeden adamın yanından geçti. Duygularını kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Pyrgus iyi olacaktı. Pyrgus iyiydi. Bu sadece bir hataydı, aptal bir yanlışlık ya da yanlış anlama olmuştu. Yanlış giden her neyse düzeltilecekti. Pyrgus hala güvendeydi. Etrafına bakındı, sonunda Baş Geçit Mühendisi Peacock'ı görünce doğrndan ona yürüdü. Bu daha önce de konuştuğu ve hoşlandığı bir adamdı. Teknik olarak bir rahip olsa da, mesleğinin törensel kısmıyla pek az ilgileniyordu. Onu büyüleyen, geçitle yolculuk etmenin mekanizmasıydı. Şu anda ihtiyaç duyduğu adam tam da oydu. "Neler oldu?" diye sordu Blue.
Peacock kaygılı ve şaşkın görünüyordu. "Ağabeyiniz kayıp. Geçidin hedefine asla ulaşmadı."
"Bunu biliyornm," dedi Blue. "Ne olduğunu öğrenmek istiyornm."
"Biz de bunu bulmaya çalışıyornz." Etraftaki parçaları işaret etti.
"Cihazlarda bir hata mı vardı?" Peacock duraksadı, dudağını ısırdı, sonra, "Olabilir,
ama bence sabotaj," dedi. Blue içinde büyüyen paniği bastırdı ve sesini tit-
Peri Saoafları
retmemeyi başardı. "Böyle düşünmene sebep olan nedir?"
"Eh, geçidin düzgün çalışmadığını biliyomz, zira onu gitmesi gereken yere göndermedi. Ama filtre de düzgün çalışmıyor. Daha demin kendim söktüm. Dışarıdan sorunsuz görünüyor, mtin bir test yapıldığında bile sorunsuz çıkıyor. Ama işlevini yerine getirmiyor. Filtre ve geçit mekanizması farklı şeyler - birbirlerinden tamamen bağımsız çalışıyorlar. Böyle iki büyük hatanın aynı anda olması olasılığı benim ölçülerime göre olağanüstü düşük. Bence birileri bir şeyler çevirdi."
Blue, "Filtre çalışmıyor mu?" "Bir yere kadar, Majesteleri." "Bu ne demek?" "Filtreden geçerken küçük, kanatlı bir benzere çev
rilmiş olmalı, tıpkı doğal bir geçitten geçmiş gibi," dedi ciddi bir ifadeyle. Kızın yüz ifadesini görünce çabucak, "Ama bu uzun sürmez," diye ekledi. "Filtrede onu eninde sonunda doğal boyutuna ve biçimine çevirecek kadar yük kalmış."
Blue ona bakakaldı. "Ne kadar süre?" "Söylemesi zor." " Tahmin et o zaman!" dedi Blue. "Birkaç gün ... birkaç hafta. En fazla bir ay. Söyle
mek zor." "Günler mi? Haftalar mı? Bir ay mı?" diye tekrar et
ti Blue. "Herhangi bir şey onu öldürebilir. Bir fare öldürebilir. Yusufçuk bile öldürebilir!"
fJerbfe 8rermarı
"Evet ama muhtemelen öldürmeyeceklerdir." Bu boş bir rahatlatma çabasıydı ve Blue kaale al
madı. "Biliyor musun - " Durdu çünkü babası şapele girmişti, ardında da Tithonus vardı. İkisi Baş Geçit Mühendisi'ni gördüler ve ona doğm yürüdüler. Etraflarında telaşlı rahipler korku dolu yüzlerle donup kaldılar.
"Holly Blue," dedi babası. "Odana gitmeni istiyornm. Baş Geçit Mühendisi ile konuşmam gereken - "
"Ne olduğunu biliyomm, baba," dedi Blue. "Kalmak istiyornm."
Babası bir saniyeden kısa süre tereddüt ettikten sonra Peacock'a döndü. "Hala hayatta olduğunu biliyor muyuz?"
"Hayır, efendim." "Hayatta olduğunu varsayarak, nereye gittiğini bili-
yor muyuz?" "Henüz değil, efendim. Ama bulmaya çalışıyornz." "Ne kadar sürer?" "Bir hafta kadar, efendim." "Bir hafta mı!" diye parladı İmparator. "Oğlumun
ölü mü sağ mı olduğunu öğrenmek için bir hafta bekleyemem!"
"Efendim, makinelerin içindeki her parçayı söküp incelememiz, sonra test etmemiz gerekiyor. Şanslıysak daha önce bulabiliriz, ama ... " Yüzündeki ifade buna bel bağlanmaması gerektiğini açıkça belli ediyordu.
"Biri filtreyle oynamış," dedi Blue. "Oynamış mı?" İmparator, Baş Geçit Mühendisi'ne
diklendi. "Yani bu yalnızca bir kaza değil miydi?"
ı l
Peri Saoaf ları
Peacock dikkatle, "Bir kaza olmayabilir," dedi. "Ne yazık ki bir kaza olmadığı kesin," dedi yeni bir
ses. Döndüklerinde, Kıdemli Tıbbi Rahip'in yanlarına geldiğini gördüler. Yumuşak bir yakışıklılığı olan, saçı ağarmış bir adamdı, ama şu anda gözleri kanlıydı ve yüzünde gerginlik izleri vardı. "Majesteleri, sizinle özel konuşabilir miyim?"
İkisi uzaklaşırken Blue babasını izlemek üzere hareket etti, ama babası yerinde kalmasını işaret etti. Kafa kafaya verip konuşurlarken, kız giderek artan bir asabiyetle onları seyretti. Yüzlerinden hiçbir şey okuyamıyordu. Kısa süre sonra ayrıldılar ve babası maskeye benzer bir yüz ifadesiyle geri geldi. "Holly Blue, lütfen benimle gel. Tithomıs, Comma'yı bulup dairemde bize katılması için getirmeni istiyornm."
Tithonus, "Tabii, efendim," deyip başka tek söz etmeden ayrıldı.
Blue böyle bir zamanda babasının üzerine gitmemesi gerektiğini biliyordu, ama zaten fazla beklemesi gerekmedi. Tithonus kapıya ihtiyatla vurduktan sonra içeri girdi ve ret:>mi biçimde, "Prens Comma, Majesteleri," dedi. Comma gözle görülür şekilde hilekar bir ifadeyle, sanki bir şeyle suçlanmayı bekler bir edayla içeri girdi; ama belanın kokusunu almakta becerikli olduğu için babasının yanında genellikle bu tavrı takınırdı.
"Kalmanı istiyornm, Tithonus," dedi İmparator. "Otur lütfen." Vakarla etrafındakilere baktı. "Comma,
ısı
fferbie Brermaıı
buraya gelmeni istedim, çünkü Veliaht'tan sonra taht için sırada sen varsın. Holly Blue, sen de Iris Evi'nin kanındansın, bu yüzden söyleyeceklerim seni de ilgilendiriyor." Derin bir nefes alıp içini çekti. "Tithonus, sen benim Eşikbekçimsin ve şu anki durumda tavsiyelerine her zamankinden daha fazla ihtiyacım olacak -gizli bir savaş hamlesi ile karşı karşıya olmamız ihtimali var."
Blue'nun ağzı açık kaldı. Comma'ya baktı, ama o, suratını asmış, ayakkabılarına bakıyordu. Tithonus her zamanki gibi hislerini belli etmiyordu.
İmparator, "Blue, Pyrgus'a ne kadar yakın olduğumı hissediyornm ve bunu daha nazikçe söylemenin bir yolu olsa inan öyle söylerdim," diye devam etti. "Ne yazık ki ağabeyin Veliaht yakında ölebilir - " durdu " - ölecek," diye düzeltti.
Blue çabucak, "Filtreye olanları biliyorum," diye araya girdi. "Geçit onu küçültmüş olabilir, ama o zekidir. Kimilerinin öldüğünü biliyorum, ama Pyrgus başının çaresine bakabilir, boyutu ne olursa olsun. Hem sonsuza kadar da sürmeyecek - Baş Geçit Mühendisi bana normal boyutuna döneceğini kendisi söyledi, o zamana dek saklanabilir ve - "
Babası susmasını işaret etti. "Filtre de geniş tabanlı bir suikast girişiminin bir parçası olsa da, sorun o değil. Kritik hedef asla geçit olmamıştı. Filtreyle bir yedek önlem olarak oynandığını düşünüyorum. Pyrgus zehirlendiğini fark edince yardım alamasın diye."
Blue faltaşı gibi açık gözlerle, "Zehirlendiğini öğre-ısz
Peri Satıaflarr
nince mi?" diye bağırdı. Comma ayakkabılarından başını kaldırdı. Tithonus bile çarpılmışa benziyordu.
İmparator sıkıca, "Kıdemli Tıbbi Rahip az önce bana, Pyrgus üzerinde kullanılan aşı iğnesine müdahale edildiğini haber verdi,'' dedi. "Şırınga üzerinde triptiyum izleri var."
Comma ilk defa konuşarak, "Triptiyum nedir?" diye sordu.
İmparator'un yüzündeki keder apaçıktı. Tithonus yumuşak bir sesle, "Karanlık Taraf suikastçılarının kimi zaman kullandığı bir kimyasal madde," diye araya girdi.
İmparator, "Teşekkür ederim, Tithonus, ama tam gerçeği öğrenmeye hakları var," dedi. Tekrar Blue ile Comma'ya döndü. "Kardeşinize yavaş etki eden bir toksin verildi. Madde kan akışındaki doğal ajanlara tepki veriyor ve bir bakteriye benzer biçimde yayılıyor. Başlarda semptom görülmüyor, ama bir süre sonra -birkaç günle iki hafta arasında değişebilir- triptiyum beyinde toplanıyor ve mayalanmaya başlıyor: Basınç arttıkça kişi bulantılar ve gittikçe artan başağrıları hissediyor. Sonunda - " Yutkundu. " - sonunda - " Devam edemeyerek durdu.
Blue dehşete düşmüş bir halde, "Ne?" diye sordu. "Ne olacağını bize anlatmalısın!"
İmparator gözlerini yumdu. "Sonunda kafası patlıyor," dedi.
Onbir
Pyrgus bulantıya benzer bir hisle Henry'nin gidişini seyretti. Şimdi Bay Fogarty'nin omzuna geçmişti ve yaşlı adam biraz kokuyordu, ama sonın bu değildi. Somn ... sonm ... Eh, tek bir sonın yoktu. O kadar çok sonm vardı ki, hangisini önce düşünse bilemiyordu.
Bir defa, küçük ve güçsüz olmaktan hoşlanmıyordu. Bütün hayatı boyunca, çocukken bile kendi kendine yetmişti. Şimdiyse, sırtına asılı olan büyülü çanta olmadan konuşamıyordu bile. Bu da anladığı bir büyü değildi. Bu, Benzer Dünya'ya yaptığı ilk yolculuktu ve buranın büyüsü kendi dünyasının büyüsünden tamamen farklıydı.
Ama bu sadece şu anki somndu. Chalkill ve Brimstone yapıştırıcı fabrikasını ve burada kaldığı her gün boğulacak kedi yavmlarını düşünüyordu. Babasını ve Gece Perileri ile devam eden müzakereleri düşünüyordu. En çok da, Bay Fogarty'ye geçitteki filtrenin ça-
1 1
Peri Saoaşları
lışmadığını söylediğinde adamın yaptığı yommu düşünmeden edemiyordu. Bana sabotaja uğramışsın gi
bi geliyor. Pyrgus'a da öyle geliyordu ve bunun üzerinde ne kadar düşünürse inancı da o kadar artıyordu. Som şuydu: Ona kim sabotaj yapmıştı?
Ölmesini isteyen biri olmalıydı. Pyrgus'ın bundan hiç kuşkusu yoktu. İnsanı hazırlıksız ve muhafızsız bir yere yollamak bela aramak demekti. Bay Fogarty ve Henry'ye söylememişti, ama bütün tarih kitapları Benzer Dünya'ya başlarda gelen yüzlerce, hatta binlerce ziyaretçinin, varışlarından sonraki bir saat içinde hayatlarını kaybettiklerinden bahsediyordu. Tabii ki zamanla Periler önlemler almayı öğrenmişlerdi -ki bunların en büyüğü de filtreydi- ama o zamana kadar Benzer Dünya bir ölüm tuzağı olmuştu. Neredeyse onu da bir saat içinde öldürecekti. Henry ortaya çıkmasaydı, kedi onu bir fare gibi parçalayacaktı.
Arria şimdi onun en büyük sonınu nasıl geri döneceğiydi. Bu düşünce ona kayalık bir sahile çarpan dalgalar gibi çarpıyordu. Doğal geçitler iki dünyada aynı anda mevcuttular. Geçer, etrafınızda döner, geri dönerdiniz. Daha kolay olamazdı, tabii geçidin sualtına açılmadığı varsayılırsa. Ama babasının sarayındaki değiştirilmiş geçit farklı bir biçimde işliyordu. Benzer Dünya'daki herhangi bir yerde açılacak şekilde hedef belirtebildiğiniz için Benzer Dünya'da sürekli bir mevcudiyeti yoktu. Hedeflediğiniz yerde gücü açtığınız anda belirir ve güç gittiğinde kaybolurdu.
Pyrgus düşüncelerini yoğunlaştırmaya çalıştı. B�ba-
ff erbie BreDDaD
sının planladığı gibi Güney Denizi'ndeki adaya yollansaydı, geçit, muhafızlarının her şeyin yolunda olduğumı bildirmesine yetecek kadar süre açık kalacak, sonra tekrar kapanacaktı. Daha sonra saray teknisyenleri, muhtemelen sorun çıkmadığından emin olmak için, onu her gün kararlaştırılan saatte açacaklardı.
"Sonın ne?" diye sordu Fogarty. Pyrgus bu düşüncenin, kımıldamasına neden oldu
ğunu fark etti. "Geçidi tekrar açabilirler," dedi. "Kim?" "Beni yollayan kişiler." Bay Fogarty'yi daha iyi tanı
yıncaya kadar gereksiz ayrıntıları ondan saklamaya karar vermişti.
"Ne zaman?" "Bilmiyorum. Açacaklarından emin değilim. Sade
ce, eğer gitmem gereken yere gitseydim ne olacaktı, onu düşünüyordum. Ben güvenle oraya vardıktan sonra durumumu kontrol etmek için geçidi günde bir filan açacaklardı."
"Oraya güvenle vardığını nereden bilecekler?" Pyrgus hayranlıkla ona baktı. Fogarty yaşlı olabilir
di, ama kesinlikle aptal değildi. Babası artık bir sonın çıktığını fark etmiş olmalıydı. Rahipler ve büyücüler bu sorunun tam ne olduğunu bulmaya çalışacaklardı. Yerini bulmaya ve onu geri getirmeye çalışacaklardı. Bu, güven verici olmalıydı, ama bir biçimde olamıyordu. Yanlış yere çevrilen birinin izlerinin nasıl takip edildiği -hatta bunun mümkün olup olmadığı- konusunda hiçbir fikri yoktu.
Ptri Saoaflarr
"Bu dummda bilemeyecekler," diyerek soruyu cevapladı. "Yani buraya güvenle vardığımı bilemeyecekler. Ama Pasifik Okyanusu'ndaki adaya güvenle var
madığımı bilecekler."
Söylediği ona bile kafa karıştırıcı geldi, ama Fogarty anlamış gibiydi, çünkü, "Seninkiler bir sorun çıktığını anlayıp seni aramaya mı başlayacaklar?" diye sordu.
"Evet. Bu neredeyse kesin." "Öyleyse burada yeterince durursak geçidi tekrar
mı açacaklar?" "Emin değilim. Sanırım öyle. Nereye gittiğimi bulup
bulamayacaklarına bağlı. Burada olmamam gerekiyor."
"Öyle dedin," dedi Fogarty kısaca. "Bana bak, eğer geçidi tekrar açarlarsa -nereye gittiğini bulup geçidi tekrar açtıklarını düşünelim- yine geldiğin yerde mi açılır?"
Pyrgus bu konuda düşündü. Koordinatları araştırıp bulmaya çalışacaklardı - yapabilecekleri tek şey buydu. "Evet," diye onayladı
"O çemberden gözümüzü ayırmasak iyi olur," diye mırıldandı Fogarty. Dönüp, omzunda Pyrgus, eve doğru yürüdü.
"Zaten gözümüzü ayırmadığımızı zannediyordum," diye protesto etti Pyrgus.
"Günde yirmidört saat izleyemeyiz," dedi Fogarty. "Geçidin tekrar açılırsa alarm verecek bir teçhizat kuracağım."
ff erbie 8renrmı
Henıy otobüsü Bay Fogarty'nin sokağının sonunda yakaladı ve önde oturup kasvetli bir geleceğe gözlerini dikti. Kendini. .. tuhaf hissediyordu. Artık Pyrgus ve Bay Fogarty'den uzakta olduğu için birden her şey gerçekdışı göründü. Peri diye bir şey yoktu. Daha demin bir tanesi omzunda oturduğu ... ve paket lastikleriyle tutturulmuş bir mikrofondan onunla konuştuğu halde. Hah hah, Komik Çiftlik'e bir kişi lütfen!
Baktığı her şey kapkara görünüyordu. Pyrgus meselesi dikkatini dağıtmıştı, ama şimdi her şey kafasına dank ediyordu. Oturduğu koltuk adeta havada asılı gibi hissetti. Pencerenin ötesinde kara bir telaş vardı. Kendi nefes alıp verişini duyabiliyordu. Başını her hareket ettirişinde yüzüyormuş hissine kapılıyordu. Hepsinden önemlisi terliydi ve korkuyordu.
Olanlara hala inanamıyordu. Tanrı aşkına, annesinin iki çocuğu vardı!
Henıy ayağa kalkıp otobüsün içinde yürüdüğünü fark etti. Kapının dibinde sallanarak durdu ve tutundu, onun durağına varıncaya kadar. Eğer onun durağıysa. Kafası o kadar karışıktı ki artık emin değildi. Fark etmiyordu da. Hiçbir şey kendini şimdikinden daha kötü hissetmesine neden olamazdı.
Aptallık ederek otobüsten tamamen durmadan indi, kaldırıma takıldı ve dengesini korumak için koştu. Duramadan, taksiden inen bir kadına çarptı.
"Özür dilerim," dedi Henıy. "Çok özür dilerim - siz - siz iyi misiniz?" Utançtan yüzünün kızardığını hissetti, ama en azından kadını yere devirmemişti.
ısa
Peri Saoaşlarr
"Henry?" dedi kadın tereddütle. Onu gördüğüne inanamazmış gibi bakıyordu.
Henry de inanamıyordu. Kadın, Ana!s Ward'dan başkası değildi.
Her şey belirgin bir çerçeveye oturnverdi, ama Henry nedenini anlamadan bir anda çok korktu. Orada ona bakarak durnyordu ve tek düşünebildiği, Anaıs Ward'un bir lezbiyen olamayacağıydı. Öyle olamayacak kadar kadınsı ve güzeldi.
"Henry, öyle değil mi?" dedi kadın. Henry sessizce başıyla onayladı. Hala ne söyleye
ceğine karar vermeye çalışıyordu. Anais'e baktı. Kadın annesinden daha gençti. Aslında Henry'den çok da büyük sayılmazdı.
Peki ona ne diyecekti? Ona ne diyebilirdi ki? Elleri
ni annemin üzerinden çek mi? Yüzünün yine kızarmaya başlayacağını hissetti ve kızarmaması için Tanrı'ya sessizce dua etti. Utancını gizlemek için çok aptalca bir şey buldu. Hırıltıyla derin bir nefes alıp, "Nasılsınız?" diye sordu.
Anaıs endişeyle etrafa bakındı. Önce Henry'ye, sonra caddeye, sonra da ücreti bekleyen taksi şoförüne. Ardından kendini toparlayıp, "İyiyim, Henry," dedi. Neredeyse ızdırap içinde görünüyordu. "Sen nasıl-sın?"
"İyi," dedi Henry. Gözünü kırptı. Kadın öyle ama öyle güzeldi ki. Özel dikilmiş bir
elbise, kapkara bir külotlu çorap ve yüksek topuklu IS9
ff erbie 8reooao
ayakkabılar giymişti. Büyük kahverengi gözleri ve uzun kahverengi saçları vardı. Makyajlıydı ama hoş, hafif bir makyajdı bu, aşırı değildi. Güzel kokuyordu, bir tür parfüm sıkmıştı. Henry burnunun biçimini sevmişti. Ağzının şeklini de. Kadının, kelebek kanatlarıyla nasıl görüneceğini merak etti.
Daha büyük olsaydı Ana!s gibi bir kızı beğenebileceğini, ona sinemaya gitme teklifi filan yapabileceğini düşündü. Babasının onu beğenebileceğini düşündü, babası annesinden büyük ve dolayısıyla Ana'is'ten çok
daha büyük olsa da. Ama olgun erkekler genç kadınlardan hoşlanırlardı ve genç kadınlar da bazen olgun erkeklerden. Gel gör ki öyle olmamıştı.
''.Anais ile bir ilişkin mi var, baba?"
"Benim Ana�s ile bir ilişkim yok, " demişti babası. "Annenin var. "
Pyrgus Malvae de Henry ile aynı yaşlarda olmalıydı. Onu öyle, dünyalarında her ne yapılıyorsa onu yapan, Henry gibi sıradan bir çocuk olarak düşünmek güçtü, ama durum bu olmalıydı. Ancak o bir geçitten gelmişti ve artık sıradan bir çocuk değildi. Minik insan gövdesi olan bir sıçrayan kelebekti. Bir kedi onu öldürebilirdi ve evine nasıl döneceğini bilmiyordu. Öyle birine nasıl yardım edebilirdiniz? Karısı bir başkasına aşık olan birine nasıl yardım edebilirdiniz? Ya annesi kadınlardan hoşlanan birine?
Henry'nin gözleri doldu ve ağlamaya başladı.
160
Ouffd
"İyi haberler var," dedi Grayling. "Ve kötü haberler,'' diye devam etti Glanville. Brimstone kaşlarını çatarak onları izledi. Onları ye-
re çivileyip bacaklarını testereyle kesmek istiyordu, ama bir kere konuşmaya başladılar mı hiçbir şeyin onları durduramayacağını acı tecrübelerinden biliyordu. Mahkemede bu kadar tehlikeli olmalarını sağlayan buydu. Masum insanlar, acımasız çapraz ateşlerine mamz kaldıklarında, cinayet işlediklerini kabul ederlerdi. Ama en azından adamlar ondan yanaydılar.
"İyi haber şu ki bir dava açabiliriz," dedi Grayling, gülümseyerek.
"Buna şüphe yok,'' dedi Glanville. "Oğlan Veliahtımız olabilir," diye devam etti Gray
ling, "ama hukukun önünde adi bir suçlu." "Mesken tecavüzcüsü." "Kedi hırsızı."
161
ff erbie 8reımau
"Yani bir kedi çaldı." "Ya da tam olarak, seni soydu ve bir kedi çaldı." "Hukuk bundan hoşlanmaz," dedi Glanville. "Ger-
çekten de hukuk buna müsamaha göstermeyecektir. Yargıcı gördük - "
"Gerçekten de gördük." "O da çocuğun yakalanıp mahkemeye kadar alıko
nabileceğine hükmetti." "Zarar görmüş tüzel şahsın, Chalkhill ve Brimsto
ne'un müdürü sıfatıyla senin vekillerin olarak biz ya da memurlarımız tarafından."
"Bir arama tezkeresi verdi. Yanımda." Glanville çantasından bir parşömen parçası çıkarıp havada salladı.
Brimstone, "Onu ne kadar alıkoyabiliriz?" diye sordu.
"Ah, çok uzun süreliğine," dedi Grayling. "Mahkeme müdahalesi olmadan altı ay. Sonra, onu dumşmaya götürünce, davamızı hazırlamak için bir altı ay daha alıkoyma talebinde bulunabiliriz. Toplamda bir yıl. Yeterli göründü."
"Kafi!" diye bağırdı Brimstone. Ellerini ovuştump sırıttı. Bu, güzel günlerinden biri olacak gibi görünüyordu.
"Kötü haber şu ki," dedi Glanville, "bütün bu iyi haberler kağıt üzerinde kalıyor."
"Yararsız bilgi. Desteksiz hüküm." Brimstone sinirli bir sesle, "Siz neden bahsediyor
sumız?" diye sordu. Sırıtışı kaş çatışına dönmüştü. 161
ı 1
Ptrf Saoaflarr
"Tezkere yürürlüğe konulamaz," dedi Glanville. "Şu anki dummda değersiz bir kağıt parçası."
"Değersiz," diye tekrar etti Grayling. Brimstone öne eğildi. "Neden?" diye homurdandı. Glanville parşömeni çantasına geri koyup çantayı
hızla kapattı. "Oğlan -ya da artık davalı dememiz gerekir- artık yetki alanında değil. Bu dünyayı terk etti."
Brimstone ani bir panikle, "Öldü mü?" diye sordu. Pyrgus'ın ölmesi yeterli değildi. Beleth'e kurban edilmesi gerekiyordu. Brimstone tarafından. Başka hiçbir yolla iblis sözleşmesinin maddeleri yerine getirilmiş olmazdı.
"Bildiğim kadarıyla hayır. Krallık Ailesi -takdir edersiniz ki tezkereyi onlara teslim ettik- oğlanın çevrildiğini iddia ediyor."
Grayling yardımseverce, "Benzer Dünya'ya," dedi. "Benzer Dünya, Peri Mahkemeleri'nin yetki alanına
girmiyor. Orada kaldığı sürece adaletin pençesi ona uzanamıyor."
Brimstone şüpheyle, "Gerçekten orada olduğuna emin misiniz?" diye sordu.
Glanville adeta şoke oldu. "Öyle olduğunu belirten, İmparator'un resmi mührünü taşıyan resmi bir beyanat aldık," dedi. "Bunlar Işık Perileri. Asla bir yalanı yazıya dökmezler. Sanırım, Benzer Dünya'da olduğunu söylüyorlarsa orada olduğunu rahatça varsayabiliriz."
Brimstone gözlerini dikti. "Onu geri getirmemiz gerekiyor."
16)
tJerbie Brermaıı
"Ah," dedi Glanville. "Ah," dedi Grayling. "Ne?" diye sordu Brimstone. "Ne? Basit, öyle değil
mi? Benzer Dünya'ya birkaç kabadayı yollar ve yakasından tuttuğumuz gibi geri getiririz. Yasadışı bile değil, bana söylediklerinizden anladığım kadarıyla - yasalarımız orayı kapsamıyor."
"Saygıdeğer bir strateji," dedi Glanville. "Ama kusurhı."
" Ölümcül derecede kusurlu," dedi Grayling. "Onu nerede bulacağımızı bilmemiz mümkün değil - yani Benzer Dünya'da nerede bulacağımızı."
"Iris Evi'nin geçidi diğerlerinin aksine çok yönlü. Onu istedikleri herhangi bir yere yollamış olabilirler."
"Onları hedefini açıklamaya zorlayamaz mıyız?" diye sordu Brimstone.
Glanville, Grayling'e baktı. Grayling, Glanville'e baktı. Beraberce dönüp Brimstone'a baktılar. "Muhtemelen," dedi Grayling. "Ama direnirlerse biraz zaman alabilir. Ve bildiğimiz gibi, zaman da çok önemli."
"Iris Evi'nin mükemmel avukatları var,'' dedi Glanville. "Tezkereyi yürürlüğe koyamayacağımızı bildiklerinden, ona itiraz etmemeyi tercih ettiler."
"Sarayda casuslarım var," dedi Brimstone. "Chalkhill'in de var. İkimiz beraber çevrilme koordinatlarını bulabiliriz."
"Muhtemelen," dedi Grayling. "Ama bulsak bile peşine düşemeyiz. Iris Evi'nin elindeki, var olan tek çok yönlü geçit."
ı
Peri SaOaflarr
Brimstone düşünceli bir tavırla, "Belki de tam öyle değil," dedi.
Chalkhill'in yardımıyla bile bir randevu alması günler sürdü ve o randevu da sadece bir hizmetçiyleydi. Lord Hairstreak'in temsilcisi, Harold Dingy isminde, iriyarı, gülmeyen bir adamdı. Gümüş-gri renkte bir takım elbise giymişti ve yanında kızarmış gözlü bir endolg vardı. Her nedense hayvanat bahçesinde görüşmelerinde ısrar etmişti.
Brimstone elini uzatarak, "Sizi görmek güzel," diye yalan söyledi.
Dingy, "Bütün zevk sizin," dedi ve elini görmezlik. ten geldi.
Endolg birkaç kere Brimstone'un ayaklarının etrafında döndükten sonra, "Temiz, patron,'' dedi. "Silahı yok ve sadece alışılagelmiş büyüleri ve tılsımları var." Pis bir kilim gibi yere serildi, ve ikisini izlemeye başladı.
"Bay Chalkhill ne istediğimi size söyledi mi?" Chalkhill uzun zamandır Lord Hairstreak'in dostu
olduğunu iddia ediyordu, ama Dingy onun adı geçince etkilendiyse bile bunu belli etmedi. "Hayır." Ummnda değilmiş gibi görünüyordu.
Ne istediğini ustalıkla anlatmak zomndaydı ve Brimstone bunu gerçekten bas bas bağırarak söylemek istemiyordu. "Şu lanet olası papağanlardan uzaklaşabilir miyiz?" diye sordu.
"Papağanları severim," dedi Dingy. ı6s
Herbie Breııııaıı
Kafesinin tel örgüsünden sarkan bir papağan, "Papağanları sever," dedi.
"Ben de," diye yalan söyledi Brimstone, "ama söylemem gereken şey gizli."
Papağan kendini beğenmiş bir tavırla, "Tekrar etmemizi istemiyor," dedi.
"Pekala," dedi Dingy. "Sürüngen Evi'nde konuşuruz." Sürüngen Evi sıcak ve kuru olduğundan, Brimsto
ne'un sinüzitine hiç iyi gelmedi. Ama en azından sessizdi ve kertenkeleler dediklerinizi tekrar etmezlerdi. Endolg, ön yüzü camla kaplı kafeslerden birine tırmanıp bir kobra yılanıyla uzun uzun bakışma yarışına girişti. Dingy, Brimstone'a gözlerini dikti.
Brimstone onları duyabilecek biri olmadığına emin olmak için etrafa bakındı, sonra sesini alçalttı. "Sizinle konuşmak istediğim şey - "
"Sizi duyamıyorum," diye sözünü kesti Dingy. "Bu gizlı1" diye fısıldadı Brimstone. Dingy'ye daha
yakına gelmesini işaret etti ve adam isteksizce ona yaklaşınca, kulağına fısıldamak için eğildi. "Sizinle Kara Hairstreak'in geçidi hakkında konuşmak istiyordum."
Dingy şüpheyle, "Ne olmuş onun geçidine?" diye sordu.
Brimstone yine etrafına bakındı. "Anladığım kadarıyla Lord Hairstreak'in elinde çok yönlü bir geçit olabilir," diye fısıldadı.
Dingy bumunu bükerek, "Bunu size kim söyledi?" dedi.
166
Peri SaOafları
Brimstone bir parmağını burnunun yan tarafına koydu ve açıkgöz görünmeye çalıştı. "Kaynaklarım var," dedi. Aslında kaynağı, ortağı Chalkhill'di, adam bir gün sarhoşken bu bilgiyi ağzından kaçırmıştı. Sonm şu ki Chalkhill sarhoşken ağzından pek çok gerçekdışı şey kaçırırdı. Brimstone bunun da onlardan biri olmaması için dua etti.
"Biri sizi oyuna getirmiş," dedi Dingy. Brimstone, "Yani böyle bir geçidi yok mu?" diye
sordu, sonra kurnazca ekledi: "Şu var ki, eğer elinde böyle bir geçit varsa, onu kullanmak için çok büyük bir ücret ödemeye hazırım. Çok büyük bir ücret."
"Elinde olmaması yazık öyleyse," dedi Dingy. Endolg camdan ayrılmaya başladı. Görüşme sona ermiş gibi görünüyordu.
"Bir dakika," dedi Brimstone aceleyle. "Büyük bir ücret dediğimde bir milyon altını kastettim." O kadar para bulabilmek için şirketi ipoteklemesi gerekecekti, ama Pyrgus'ı bulamazsa ölecekti ve bulursa da krallıktaki bütün para onun olacaktı.
Dingy ifadesiz bir yüzle ona baktı. Endolg gitmeye can atıyormuş gibi pantolonunun paçasını çekiştiriyordu.
"Lord Hairstreak için," dedi Brimstone. "Senin için çeyrek milyon daha."
Dingy, "Çoklu bir geçide çok ama çok fena ihtiyacınız olmalı," dedi Dingy. "Bana sebebini anlatmak ister misiniz?"
Brimstone avantajları ve dezavantajları kafasında 16�
fferbie Breımaıı
tarttı. Bu soruyu bekliyordu, ama Kara Hairstreak'in yardakçılarından biriyle değil, kendisiyle konuşacağını varsaymıştı. Yine de bu kaba herif muhtemelen göründüğünden daha zekiydi -öbür türlü Hairstreak onu yanında çalıştırmazdı- bu yüzden yalan söylerse anlayabilirdi. Ayrıca yanında da endolg vardı. Bu yaratıklar şüpheli şeyleri yüz metreden koklamalarıyla ün salmışlardı. Elbette Hairstreak de onları bu yüzden kullanıyordu. Bugünlerde krallıkta kimsenin kimseye güveni kalmamıştı.
Bunu karşılık Hairstreak'in Mor İmparator'u hiç sevmediğini herkes biliyordu, dolayısıyla adamın oğlunun ölmesine sevinebilirdi de. Brimstone doğruyu söylemeye karar verdi. Bu o kadar garip bir duyguydu ki, bunu doğnınun bir kısmı olarak değiştirmeye karar verdi. Endolgu kandırmaya yetecek kadarını. "Veliaht Pyrgus'ı bulmam gerekiyor," dedi.
Dingy masum masum, "Niye?" diye sordu. "Kayıp mı oldu?"
"Benzer Dünya'da. Ona erişmek için bir çoklu geçide ihtiyacım var."
"Neden ona erişmek istiyorsunuz?" Briınstone gururla, "Onunla görülecek bir işim var,"
dedi. "Ne çeşit bir iş bu?" Of, lanet olsun, diye düşündü Brimstone. "Onu öl
dürmek istiyorum." Endolg heyecanla hırladı. "Buna ne dersin patron?"
diye sordu. "Veliaht'ı katletmek istiyor." 168
Peri Saoaflarr
Harold Dingy ciddi bir edayla öne eğildi. Birden gerçekten çok tehditkar göründü. "Size bir iyilik yapacağım, Bay Brimstone. Çok büyük bir para harcamaktan kurtulmanızı sağlayacak bir şey söyleyeceğim. Beni dinliyor musunuz, Bay Brimstone?"
Brimstone bir adım geri gitti. "Evet." "Size Prens Pyrgus'ı öldürmenize gerek kalmadığı
nı söyleyeceğim. Nedenini bilmek ister misiniz, Bay Brimstone?"
Brimstone zayıf bir sesle yeniden, "Evet," dedi. Hayretle Dingy'nin aniden gülümsediğini fark etti.
"Çünkü Prens Pyrgus zaten öldü! " "Bir tabut çivisi gibi," diye onayladı endolg. "Ya da
neredeyse öyle." Brimstone'un dünyası başına yıkıldı sanki. Yüzü
nün sararmış olabileceğini düşündü, ama sesini titretmemeye çalıştı. "Emin misiniz?"
Dingy sevinçle gülüyordu. "Endolgun dediği gibi."
Altın, havalandırma tılsımına rağmen ağırdı. Brimstone kutuyu kaldırmaya çalışınca sırtının koptuğunu hissetti. Yardım edecek birini tutması gerekecekti. Sonra da öldürecekti elbette - çorbasına bir şey karıştırırdı, ya da, en temizi, boğazına bir bıçak saplardı. Sessiz kalacağına emin olmanın tek yolu buydu. Kimsenin Silas Brimstone'un nereye gittiğini öğrenmeyeceğinden emin olmanın tek yolu buydu.
Mesele, çabucak gitmekteydi. Hatta hemen şimdi. Beleth şimdi kendi boyutundaydı ve sözleşmenin sü-
169
ff erbie Brerırıarı
resi dolmadan onu aramaya başlamayacaktı. O zaman da Brimstone çoktan gitmiş olacaktı. Kesinlikle bu şekilde yapmalıydı. Kayıplarının üstüne bir sünger çekip gidecekti. Ama ne kayıplardı bunlar. Fabrika, diğer girişimler, evi, kitaplarının çoğu. Kitaplar sözkonusu olunca sornn ağırlık değil, hacimdi. Birkaç tane alabilirdi - önemli olanlarını. Yeniden başlamasına yetecek kadarını. Hem altını da olacaktı, hiç yoktan iyiydi.
Tabii Beleth bir biçimde onu yakalamazsa. Bir biçimde izini bulmazsa!
Nasıl olmuştu da böyle büyük aksilikler olmuştu? Bir an veledin boğazını kesmeye hazırlanırken, bir an sonra hayatını kurtarmak için kaçıyordu. Hayatını ve
rnhunu kurtarmak için. Beleth oyalanmayacaktı. İblis prensleri asla oyalanmazlardı. Brimstone'u yakaladığı anda, Brimstone ölmüş demekti. Ruhu ya da ondan geriye kalan da, ya bir golemi sürmek veya aptal bir mezarı kornmak için kullanılacak, ya da ebediyen küçük parçalara ayrılıp beslenmeleri için iblis çocuklarına verilecekti. Korkunçtu. Düşünülemeyecek kadar korkunç.
Bürosunun kapısını açıp, "Hamal!" diye gürledi. Tabii ki tüm altınını taşıyamazdı, bir hamalın yardı
mıyla bile. Büyük kısmını geride bırakması gerekecekti. Onbinlerce altını. Yüzbinlerce altını. Hissettiği acı neredeyse fizikseldi. Baştan başlaması gerekecekti. Kimsenin onu tanımadığı bir yerde. Bağlantıları ya da dostları olmadan. Eh, aslında asla fazla dostu olmamıştı, ama işin prensibi buydu. Bağlantılar olmadan
ı;ıo
Peri Saoaşlarr
başlamak da bir kabusnı. Onu kimsenin aramayacağı, Tanrı'nın unutnığu sıradan bir tarım kasabasında, pis bir arka sokaktaki kirli, küçük bir pansiyon odasında yaşaması gerekecekti. Yeni bir iş kurduğunda bile işin asla fazla başarılı olmamasına dikkat etmesi gerekecekti. Bir kere kaybolduktan sonra asla ama asla dikkati üzerine çekmemeliydi.
Kapıda bir adam dumyordu. "Sen de ne istiyorsun?" diye sordu Brimstone. "Hamalını, efendim. Çağırdınız ya." "Çağırdım, değil mi," dedi Brimstone. "Şunu kaldı
rabilir misin?" Masasının yanında, yerde duran altın sandığını işaret etti.
Hamal odayı katedip sandığı tüy gibi hafifmişçesine omzuna aldı. Şaşkınlıkla, "Buna bir havalandırma tılsımı yapmışsınız," dedi.
"Onu aşağı indir ve faytonuma yükle - dışarıda park edilmiş siyah fayton," diye emretti Brimstone. "Halledince geri dön - ;, gülümsedi " - bahşişin için."
Adam gidince Brimstone masa çekmecesini açıp içindeki bıçak çeşitlerini inceledi. Hepsi de uzun ve jilet kadar keskindiler. Eğri uçlu, iyon çelikten, hamalın boğazını kesmek bir yana, başını koparmaya bile yetecek bir tane seçti. Sonra kapının arkasına saklanıp bekledi.
Genelde boğaz kesmekten hoşlanmazdı. Boyun toplardamarından pompalanan kan miktarı ürkütücüydü ve temizlemesi çok uzun sürüyordu. Ama bir daha bürosuna gelmesi pek olası olmadığı için bu
ıııı
ff erbie Brerman
başka birinin sonmu olacaktı. Yazıktı ama - bu büroyu hep sevmişti. Bir daha görememek çok üzücü olacaktı.
Dışarıda hamalın ayak seslerini duyunca, adam girdiği anda saldırmak için kendini hissizleştirdi. Bir küçük darbe vuracak, cesedin üzerinden geçecek, sonra daha kimse gittiğini anlayamadan binayı terk edecekti. Atlar dinlenmiş, fayton işaretsizdi -
Hamal kapının kolunu çevirdi. Brimstone bıçağı kaldırdı ve aniden aklına bir şey geldi. Kaçmasına hiç gerek yoktu! Saklanmasına gerek yoktu! Bunu nasıl gözden kaçırmıştı? Tek yapması gereken, Beleth 'in Kitabı'nı yakmaktı! Yerinde donup kaldı. Çok basitti. İblisi en başta Brimstone'un dünyasına çağıran o kitaptı. Kitabı yok ederse, Beleth'in ona erişme imkanı kalmayacaktı. Somnu kökünden çözecekti. Beleth devredışı kalınca, Brimstone sözleşmeyi kaale almayabilirdi. Çocuğu kurban etmeyi boşverebilirdi -zaten başına dert açmıştı- ve Beleth mhunu alacak diye endişelenmesine gerek kalmazdı. Altınını, işlerini, kitaplarını elinde tutabilirdi. Aynen eskisi gibi yaşamaya devam edebilirdi ve ortalık biraz yatışınca, daha zengin olup güçlenmek için yeni planlar yapabilirdi. Birden hayat yine güzelleşmişti!
Hamal bürosuna girerken Brimstone bıçağı elinden bıraktı. Adam Brimstone'un kapının ardında saklandığını görünce biraz irkildi, ama kendini toparlayıp, "Sandığı taşıtınıza koydum, efendim," diyebildi. "Bahşiş demiştiniz, Bay Brimstone ... ?"
ıırz
Peri Saoaflan
Brimstone adama sırıttı. "Bahşiş falan yok sana!" dedi neşeyle. "Gitmiyomm! Gitmiyorum!" Dans ederek adamın yanından geçti ve aşağı kata, fabrikadan dairesine ve tavanarasına giden geçide koştu. Oda, feci geçen son çağırma ayini yüzünden hala derbederdi, ama Brimstone döküntülere aldırınayıp dosdoğru dolaba koşnı ve koruma büyüsünü kaldıran şifreyi mırıldandı. Dolap kapısı, o tam elini uzatırken açıldı.
Beleth 'in Kitabı'nın yerinde yeller esiyordu. Kısa süre sonra fabrikaya döndüğünde, altın sandı
ğının da orada olmadığını gördü. Brimstone haykırmamak için kendini zor tuttu. Lanet olası hamal bahşişini kendi almıştı!
IJJ
Henry evlerinin sokağına eriştiğinde hava bulutlanmış, yağmur yağmaya başlamıştı. Yavaş yavaş, perişan halde eve yürüdü. Bay Fogarty'nin sesi bir nakarat gibi zihninde yankılanıyordu. Annen. Eve git
meni istiyor. Hemen. Hemen eve. Hemen eve. Hemen,
hemen. Annesinin, neden hemen eve gitmesini istediği konusunda gayet iyi bir fikri vardı.
Yağmumn serinletici etkisine rağmen Henry'nin yüzü yanıyordu. Yaptığına inanamıyordu. Caddede Ana"is'in önünde durup bebek gibi ağlamıştı. Derin, acı verici, anlamsız hıçkırıklar koyvermiş, arada ne için olduğunu bilemeden ağlamaklı biçimde özür dilemeye çalışmıştı.
Ana"is ona yaklaşmıştı. Bu en kötü kısmıydı. Ona yaklaşmış, onu annesi ya da bir yakınıymış gibi bağrına basmıştı. "Ah, Henry, ne oldu? Sorun ne?" Henry'nin onu tutmasına izin vermişti. Güzel koku-
Peri Saaaflarr
yordu, yumuşaktı ve sıcaktı. Ama şimdi kendini suçlu hissediyordu, sanki babasına ihanet etmiş gibi. "Bu konuda konuşmak ister misin?"
Konuşmak istemiyordu. Babasının arkasından nasıl konuşurdu? Ayrıca zaten hıçkırmaktan konuşamıyordu. Sadece orada başını Anai:s'in göğsüne koymuş halde duruyor ve ağlıyordu. Sonra onu tamamen mahveden şey olmuştu. Burnundan çıkan sümük Ana'is'in temiz, beyaz bluzuna akmış, durmadan akmaya devam etmişti. Henry engel olamamıştı. Korktınç olan, kadının telaşlanmamasıydı. Hareket bile etmemiş, sadece Henry'yi tutmaya, saçını okşamaya, sornnun ne olduğunu sormaya devam etmişti. Sanki zaten bilmiyormuş gibi.
Evleri görününce Henry hemen babasının arabasının park edilmiş olduğunu fark etti.
Annesi pencereden onu görmüş olmalıydı, zira ön kapıda karşıladı. Aynı anda hem endişeli, hem öfkeli hem de suçlu görünmeyi başarıyordu. "Nerede kaldın, Henry? Bay Fogarty oyalanmadan eve gelmeni söylemedi mi?"
Sevgilinin karşısında ağlıyordum, anne. Ama Henry cevap vermek yerine başı öne eğik, Hoşgeldiniz paspasına su damlatıp annesini iterek geçti. Bugün ona fazla hoşgeldin deneceğini sanmıyordu. Babası, yüzünde sefil bir gülümsemeyle mutfaktan çıktı. "Aiınen biraz kızdı," dedi.
Henry paltosunu çıkarıp üstünden sular damlar halde askıya astı. "Sırılsıklam olmuşsun," dedi annesi.
ıırs
fferbie Breımarı
"Zatürree olmadan üst kata çık da üstünü değiştir." Henry sırf ters gitmiş olmak için, "Sanırım bany<fl
yapacağım," dedi. Annesiyle babasının bir aile toplantısı istediklerini biliyordu.
Orada sessizce durnp annesinin yüzünden çelişkiyle duyguların geçişini seyretti ve içinde biraz suçluluk, biraz da memnuniyet alevlendi. Sonunda annesi, "Tamam, pekala, ama uzun sürmesin," dedi.
Banyo kötü bir fikirdi. Lambaya gözünü dikerek sıcak, sabunlu suyun içinde korkuyla uzandı. Şimdi her ne olacaksa iyi olmayacaktı ve artık ertelememiş olmayı diliyordu. Boşanabilirlerdi. Ondan ve Aisling'den, başka bir eve geçmelerini isteyebilirlerdi. Felaket olmayacak bir sonucun nasıl elde edilebileceğini bilmiyordu. BSB. Bütün Seçenekler Berbat. Gözlerini kapattı ve saklanmak için gidebileceği bir yer olmasını diledi.
Temiz bir kot giydi, ama bulabildiği tek gömlek Millie Hala'nın ona yaşgününde hediye ettiği aptal oduncu gömleği oldu. Gömleğe boş boş baktı, sonra üstüne geçirdi. Tanrı aşkına, bir moda defilesi yapmıyordu ya.
Kulaklarını dikmiş olmalıydılar, çünkü o merdivenden inerken her ikisi de mutfaktan fırladılar. "Buradayız, Henry," dedi babası. "Bir gelebilir misin?" Tereddüt etti, sonra canlı bir sesle, "Konuşacaklarımız var."
Henry tek söz etmeden ağır adımlarla mutfağa yürüdü.
ııı6
Peri Saoaşları
Babası idareyi almaya çalıştı. "Kızkardeşin de burada olsaydı daha iyi olurdu, ama mümkün olduğu kadar çabuk konuşmanın en iyis� olduğunu düşündük. Aisling haftasonu geri döndüğünde onu da bilgilendirebiliriz."
Eve hoşgeldin, Aisling. Annen sekreterimle kaçtı ve
ben de Avustralya ya yer ayırttım. Paspasın üzerindeki yazının gerçekten değişmesi gerekiyordu.
"Oturmak ister misin, Henry? Çay filan ister misin?" Annesi yorgun bir sesle, "Geveleme, Tim," dedi .
Henry'ye dönüp, "Anladığım kadarıyla babanla konuşmuşsun?"
Henry başıyla onaylayıp buzdolabına yürüdü. İçinde küçük bir tabağa düzgün biçimde doğranmış bir yarım elma vardı. Isırınca tadı talaş gibi geldi. Masaya gidip oturdu ve ikisine birden faltaşı gibi açık gözlerle bakmaya başladı. En azından artık ağlayacağını sanmıyordu. Bütün gözyaşlarını tüketmişti.
"Sanırım söylemek istediğim ilk şey, bunun seninle ya da Aisling'le hiçbir ilgisi olmadığı, Henry," dedi annesi. "Yani, seni ilgilendirdiği besbelli, ama bilmeni isterim ki senin .. . " Başını hafifçe ve sertçe salladı. " ... anlarsın, senin bir suçun filan yok." Gülümsemeye bile çalıştı.
Anlaşılan annesi psikoloji kitaplarına bakmıştı. Anne babalar boşanır, çocuklar bir biçimde suçlu olduklarına kafayı takarlar. Yıllar sonra bir doktora içlerini dökerler. Henry, "Kimsenin suçu olduğunu düşünmüyomm," dedi. Kendini şaşırttı. Bu sözler, olduğunu
Herbie 8re1111a11
düşündüğünden daha olgundu. Annesi gözlerini kırptı. "Eh, hayır. Tabii ki düşün
müyorsun. Sadece emin olmak istedim ki. .. " Öylece yarım bıraktı.
Zavallı babası yine burnunu soktu. Aslında annesiyle boy ölçüşemezdi, ama sonuçta oldukça önemli bir idareciydi, yani pısırık olduğu da söylenemezdi. "Mesele şu ki, Henry, böyle bir şey çok şeyi değiştirir," de-di. "Bu kaçınılmaz, insanlar ne isterse istesin - "
Henry'nin annesi alçak sesle, "Bu işi bana bırakmayı kabul etmiştin," dedi.
Henry'nin babası yalnızca bir öfke kıvılcımıyla, "Sadece endişelerini gidermeye çalışıyordum - " dedi, ama devamını getirmedi.
Henry'nin annesi, "Baban bu sabahki konuşmanızdan bana bahsetti ve biz de durumu tartıştık," dedi. "Gerçekten ne yapacağımıza karar vermeye çalıştık. Baban - " Utandı ve biraz solgunlaştı. "Baban çok anlayışlı davrandı." Gözlerini yere dikti. "Muhtemelen hak ettiğimden daha anlayışlı." Bir an sonra Henry'ye baktı ve bir solukta şöyle dedi: "Günün büyük bölümünde konuştuk ve bunun bir tek bizi ilgilendirmediğinin bilincindeyiz. Aisling var. Sen de varsın. Aisling'i önce söyledim, çünkü o daha küçük ve anlaması ihtimali daha düşük. Sen daha büyüksün, bu yüzden ... Her neyse, konu şu ki ne baban ne de ben sadece kendimizi ve kendi istediklerimizi düşünebiliriz. Eee, Aisling ve senin için en iyisini düşünmemiz gerek. Tabii ki kendimiz için de."
Peri SaOaflarr
Henry'nin kafası çalışmıyordu. Genelde anne babasının ne yapacağını çok önceden tahmin edebilirdi. Şimdi ise annesi onu boşanma davasına mı, yoksa idam mangasına mı hazırlamaya çalışıyordu, hiçbir fikri yoktu.
"Sana söylemek istediğim şu," dedi annesi. "Sana söylemek istediğim, bu konuyu ayrıntısıyla, her bakış açısından konuştuk ve sanırım söyleyeceğim ilk şey boşanmayacağımız. Bunun ikinize de haksızlık olacağını düşünüyoruz." Dudaklarını yaladı. "Ama ayrılacağımız kesin. " Besbelli tepkisini ölçmeye çalışarak Henry'ye baktı. Bir an sonra, "Endişelenmene gerek yok - hiçbir şey hemen anında olmayacak," dedi. "Her şeyi düzene koymak birkaç hafta, belki bir ay alacak. Hem tamamen ayrılacak da değiliz. Bir aile gibi zaman zaman bir araya geleceğiz, bu yüzden daha çok uzun tatiller, yurtdışı gezileri filan gibi görünecek." Hala ona bakar halde, konuşmayı kesti.
Henry donuk bir sesle, "Evi kim alacak?" diye sordu. Henry'nin annesi babasına göz attı, ama o bir şey
söylemedi. Annesi, "Baban taşınırsa daha kolay olacağını düşündük," dedi. Henry'nin tepki vermesini bekledi, vermeyince neredeyse hevesle, "Aslında mantıklı, işine daha yakın bir ev bulabilir," dedi. Zorla gülümsedi. "Ne kadar sık işyerinde uyumak zorunda kaldığını biliyorsun - onun için gerçekten çok daha kolay olacak."
Henry annesine bakakaldı. Bu dediğine sahiden de inanıyordu.
1119
fferbie 8reı111ı111
Annesi, "Bu ev okula daha yakın,'' dedi. Kendisinin ders verdiği okulu kastediyordu.
"Çocukları kim alıyor?" diye sordu Henry. "Böyle ifade etme!" diye yalvardı annesi. "Aileyi
parçalıyor değiliz ya." "Ya nasıl ifade edeyim?" İçi sersemlemişti, sanki ar
tık umrunda değil gibiydi. Sadece ne olacağını bilmek istiyordu.
Annesi içini çekti. "Sen ve Aisling burada kalırsanız daha az aksaklık olacağını düşündük. Benimle. Taşınmanız, yeni arkadaşlar edinmeniz, okul değiştirmeniz ya da öyle şeyler yapmanız gerekmeyecek. Her şey ... anlarsın ya, eskisi gibi sürecek. Babanız sık sık - sık sık ziyarete gelir." Yine zorla gülümsedi. "Hatta işyerinde olanlar yüzünden onu şimdi gördüğünüzden daha fazla görebilirsiniz."
Kötü bir ifade seçtin, anne, diye düşündü Henry. Yüksek sesle, "Anai's buraya gelecek mi?" diye sordu.
Annesi tereddüt edip yeniden babasına baktı ve sinirli sinirli dudaklarını yaladı. "Sonunda ... açık ki sadece sen ve Aisling'e uyarsa . .. eee, umuyorum Anai's ... ziyarete gelebilir, hatta bazen yatıya kalabilir. Sadece anlaşabiliyor muyuz belli olsun diye." Gözlerine bakamadığı için pencereye baktı ve, "Uzun vadede, kimbilir , '' diye ekledi.
"Yani uzun vadede Anai's bize taşınabilir?" diye sordu Henry.
"Bu mümkün,'' diye kabul etti annesi. "Ama sadece sen ve Aisling uygun görürseniz." Yine onu izliyor,
180
hala bir tepki görmeyi umuyordu. Bir an sonra, "Eğlenceli olabilir, Henry. Sanki iki anne sahibi olmak gibi," dedi. Gözlerini kırptı. "Ana1s'i seviyorsun."
Elbette Ana1s'i seviyordu. Sevmeyecek ne vardı ki? Ama iki anne sahibi olmak mı? Almayayım, teşekkürler. Bir anneyle de yeterince sonm yaşıyordu. Babasına dönüp, "Bütün bunlara razı mısın, baba?" diye sordu.
"Hoşuma gitmiyor, ama en adil yol bu gibi görünüyor," dedi babası.
En adil? Annesi onu aldatıyor, bu yüzden evi ve çocukları alıyor ve başka bir ev bulması için babasını dışarı atıyor. Sonra sevgilisi yanına taşınıyor. Babasını bunun adil olduğuna ikna etmişse, elden düşme arabalar satmalıydı.
"Senin bu konudaki fikrin nedir, tatlım?" diye sordu annesi.
Henry omuz silkti. Annesi onun fikrini umursamıyordu ki. Neden söylesindi? "Babamla ikiniz bunda anlaşmışsınız," dedi. Ayağa kalktı.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu annesi hemen. Henry uyuşmuş halde ona baktı. "Charlie'yi gör
meye," dedi. "Bayan Severs beni çaya bekliyor." O, kapıya doğm giderken anne babası birbirlerine
baktılar. "Bu konuyu Charlie'ye açmayacaksın, değil mi?" diye sordu annesi ardından.
Konuyu Charlie'ye açınca, "Annen ne?" diye sordu Charlie.
ılı
fferbie Breımaıı
"Babamın Ana'is adında bir sekreteri var. Annem onunla ilişki yaşıyor."
"Yani annen eşcinsel mi?" Henry başıyla onayladı. "Vay canına!" dedi Charlie. "Olağanüstü!" Yağmunm geçici bir sağanak olduğu anlaşılmıştı,
bu yüzden Severs'ların bahçesinde otunıyorlardı. Çocukların hiç büyümediklerini zanneden Bayan Severs onlara sosis, gevrek, patlamış mısır, reçel ve cırtlak pembe renkli bir kekten oluşan bir çay servisi yapmış, sonra da kendi hallerine bırakmıştı. Yiyeceklerin kalıntıları bahçe masasında dunıyordu, iki de boş limonata şişesi vardı. Henry ne kadar iştahlı olduğuna şaşmıştı. Olanlardan nefret ediyordu, ama artık en kötüsünü bildiği için çok garip bir rahatlama hali içindeydi.
"Annemin lezbiyen olmasının olağanüstü olduğu-nu mu düşünüyorsun?"
"Elbette. Sen düşünmüyor musun?" "Hiç bu şekilde düşünmemiştim." "Ben düşündüm," dedi Charlie. "Eşcinselliği yani -
anneni değil. Kızlar okulda o konuda çok komışuyor."
"Öyle mi?" diye sordu Henry hayretle. "Evet, tabii ki." Masum masum havaya baktı. "Hat
ta bazıları ... denediler." "Senin okulundaki kızlar mı?" "Evet." "Birbirleriyle mi?"
182
Peri Sauaflarr
"Elbette birbirleriyle - maksat bu zaten! Bunun yaşanması gereken bir dönem olduğu söyleniyor."
"Sen denedin mi?" Denemiş olamazdı. Ama bu sabah annesinin denediğine de inanamamıştı.
Charlie güldü. "Bana göre değil." Saçını arkaya attı. "Bozulmadın, değil mi?"
"Anneme mi? Evet, bozuldum." "Bu son derece modası geçmiş bir davranış,
Henry." "Umrumda değil," dedi Henry. "Babamı incitiyor." Charlie düşünceli görünüyordu. "Herhalde inciti
yordur." Sarı saçlı, mavi gözlü, kısa boylu bir kızdı. Henry okul dışında kot ve erkek gömleğinden başka bir şey giydiğini görmemişti. Kimi zaman kızın kaçık olduğunu düşünüyordu, ama iyi yanı onunla konuşulabilmesiydi. Herhangi bir konuda. Diğer iyi yanı da, söylenenleri asla etrafa yaymamasıydı. Charlie, "Ne yapacaksın?" diye sordu.
"Ben mi? Ne yapabilirim ki?" "Bilmiyorum," diye kabul etti Charlie. "Boşanacak
lar mı?" "Boşanmayacaklarını söylüyorlar," dedi Henry,
"ama onun da sırası gelecektir." "Şimdi ne yapıyorlar? Çocukların iyiliği için bir
arada mı kalıyorlar?" Gözlerini devirdi. Henry başıyla onayladı. "Onun gibi bir şey." Charlie elini Henry'nin omzuna koydu. "Özür dile
rim, Henry, bu seni gerçekten rahatsız ediyor, değil mi?" Henry dudağını ısırdı ve yine başıyla onayladı.
Herbie Breııııaıı
"Evet. Evet, ediyor." Charlie, "Benim annem ve babam boşanmıştı," dedi. Henry kaşlarını çattı. "Ne - tekrar mı bir araya gel
diler?" Bay ve Bayan Severs ona hep, hiçbir endişesi olmayan rahat bir çift gibi görünmüştü.
Charlie hafifçe gülümsedi. "Peter benim gerçek babam değil, Henry," dedi.
"Değil mi?" Charlie başını iki yana salladı. "Annem gerçek ba
bamdan ben üç ya da dört yaşındayken boşanmış. Babam eve sarhoş gelip annemi dövüyormuş. Annem çocuklann iyiliği için -aslında çocuğun- onunla kalmış. Bir gece annemin kolunu kırmış, beni de yataktan yere atmış. Acı çekmiş ve çok ağlamışım. Annem de bu kadarının yettiğine karar vermiş. Beni kaptığı gibi evi terk etmiş ve bir avukat tutmuş. Onsekiz ay sonra Peter ile tanışmış ve bu sefer işler çok daha iyi gitmiş."
Henry ağzı bir karış açık ona bakıyordu. "Bunların hiçbirini bilmiyordum."
"Hayır," dedi Charlie. "Kimse bilmiyor. Annem tekrar evlenince Peter beni resmi olarak evlat edindi, böylece hem annemin hem onun soyadım aldım. Peter iyi."
"Ama ya gerçek baban?" "Ne olmuş ona?" "Hiç görüşüyor musunuz?" Charlie başını iki yana salladı. "Hayır." "Hiç mi?"
Peri Saoaşları
"Hayır." "Şimdi nerede yaşıyor?" "Bilmiyorum." "Onu görmek istemiyor musun?" diye sordu
Henry. Charlie yine başını iki yana salladı. "Nasıl görün
düğünü bile bilmiyorum," dedi, bu bir tür başarıymışçasına. "Hatırlayamıyorum ve annem de bütün resimleri yaktı. Onun itin teki olduğunu söylüyor."
Henry ciddi ciddi, "Öyle gibi," dedi. Charlie birden neşeyle sırıttı. "Her neyse, demek
istediğim, ailesinde kabahatli biri olan sırf sen değilsin. Yalnızca, benimki uzun süre önce kayboldu. Şu var ki, Henry, sonu iyiye bağlandı. Peter, diğerleri kadar iyi bir baba. Gerçek babamdan daha iyi. Annemle ikisi mutlu sayılırlar. Bilinmez ki, belki de annenle baban arasındaki bu sorun uzun vadede iyi bir şey olur."
"Şu anda iyi bir şeymiş gibi gelmiyor," dedi Henry Dehşetle yine gözlerinin dolmaya başladığını fark etti. Öte yana dönmeye çalıştı, ama Charlie gördü.
Tam da Ana:is'in yaptığının aynısını yaptı. Kalkıp onun plastik bahçe sandalyesinin yanına geldi, kolunu omzuna doladı ve başını göğsüne bastırdı. Göğüsleri yeni yeni büyümeye başlıyordu, bu yüzden his aynı olmadı ve Henry bir biçimde ağlamasını tutabildi.
Charlie onu tutmaya devam ederek, "Rezil bir gün olmuş olmalı," dedi.
Herbie Breıırıaıı
Bir kelebek çalılara doğm düzensiz bir şekilde uçarak yanlarından geçti. Henry kımıldandı, sonra rahatladı. Günün yarısını bilmiyorsun, diye düşündü.
186 .
O od ört
Aisling cuma günü Chester diye bir midilli ve Damien Middlefield adındaki aptal bir öğretmen hakkında haberlerle geldi. Anne babası onu dinlemeyip salona götürünce ve hayatın dikensiz bir · gül bahçesi olmadığını açıklayınca şaşkına döndü. Henry sabırla mutfakta bekledi, önce biraz yoğurt, sonra iki tane şekerlemeli kek yedi, ama sonunda saat o kadar geç oldu ki yatağa gitti. Ertesi sabah Aisling'in olanları var gücüyle inkar ettiğini gördü.
"Çok büyük," dedi Henry'ye hevesle, "ama çok da nazik. Ayrıca her şeyi deniyor, çitler ne kadar yüksek olursa olsun atlamaya çalışıyor. Onu katlayıp bavuluma koymak ve buraya getirmek istedim." Harika at Chester'dan bahsediyordu. "Annemle babam bir midilli almama izin verir mi dersin? Yani, yeterince yer var. Yani kameriyeyi gönderirsek olur. Chester gerçekten satılık olabilir. Babam da Doktor Henderson'ın arazisini
Herbie 8reınıaıı
satın alırsa, bol bol otlak alanımız olur ve ben de - " "Sana ne söylediler?" diye sordu Henry. Evde yal
nızdılar. Anneleri alışverişe çıkmıştı, babaları da cumartesi olmasına rağmen işyerine gitmişti. Her ikisi de öğleden sonraya kadar geri dönmeyeceklerini belirtmişlerdi. Henry bunun maksatlı, "çocuklara meseleyi aralarında komışma fırsatı verelim" tarzı bir şey olduğundan şüpheleniyordu.
"Şey, onlara Chester'ı sormadım," dedi Aisling. "Yani ima ettim ama - "
"Of, hadi ama Aisling!" dedi Henry yorgun bir sesle. "Bir ara bu konuda konuşmamız gerekecek."
Aisling, "Hangi konuda?" diye sordu. "Annemle babam arasında olup bitenler konusun
da." Aisling neşeyle, "Annemle babam arasında ne olup
bitiyor?" diye sordu. Henry bir an onu boğmak istedi. Acımasızca, "Sana
annemin, babamın sekreteriyle bir ilişkisi olduğunu söylediler mi?" diye sordu.
"Ha, onu diyorsun," dedi Aisling. "Bir anlamı yok. Annem eşcinsel değil."
"Annem eşcinsel değil mi?" diye tekrar etti Henry. Aisling kibirle, "Hayır," dedi. "Nasıl olabilir ki? Hem
dün gece bana söyledi." "Annem sana eşcinsel olmadığını söyledi, ama Ana
ıs Ward ile ilişkisi var. Bu iki önerme arasında ufak da olsa bir çelişki dikkatini çekmedi mi?"
"Hayır," dedi Aisling. Belirsizce, kaçış yolu arayan 188
Peri Sacıafları
biri gibi etrafına bakındı. "Senin o Fogarty momğunun yanına çalışmaya gitmen filan gerekmiyor mu?"
Henry onu duymazlıktan geldi. "Sana ayrıldıklarını mı söylediler? Babamız bir yerlere gidiyor ve biz de burada annemizle mi kalacağız?"
Aisling kendinden emin bir tavırla, "Uzun sürmeyecek," dedi.
"Ne uzun sürmeyecek?" "Annemle babamın ayrı yaşaması. Annem ciddi de
ğil - erken menopoz falan. Başka bir adam değil ya. O, kadınların farklı şeyler denemekten hoşlandıkları bir yaşta. Sen bir erkeksin - anlamazsın. Bu, sona erecek ve o zaman babam geri gelecek. Ayrılmayabilirler bile. Her ikisi de ayrılmalarının çok zaman alacağını, çünkü babamın bir daire bulmasının gerektiğini söylediler. Annem ondan önce Ana1s ile ilişkisini bitirebilir."
Asla kızkardeşinin İngiltere'nin En Zekisi olduğunu düşünmemişti, ama bu kadarı onun için bile aptalcaydı. "Ve babamın da onu öylece ... affedeceğini mi düşünüyorsun?"
"Affedilecek ne var ki? Başka bir adam değil." Henry pes etti. Aisling nadiren mantıklı konuşurdu
ve bugün hiç mantıklı değildi. Ama herkes bu sornnlarla farklı yöntemlerle başa çıkardı. Açıktı ki Aisling her şeyin yoluna gireceğine, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanmak istiyordu. Değişse bile bu uzun sürmeyecekti. Sonra hayatındaki önemli şeylere dönebilirdi, babasını bir midilli almaya ikna etmek gibi. Henry,
189
ff erl>ie BreıırıaD
"Pekala," dedi. "Pekala mı?" diye sordu Aisling şüpheyle. "Pekala, bir şey olduğu yok." Ayağa kalkıp ceketi
ni giydi. "Nereye gidiyorsun?" "O Fogarty momğunun yanına çalışmaya," dedi
Henry. Her nedense bu, Aisling'i kızdırdı. "Belki evde bi
raz daha fazla kalsan bütün bunlar olmazdı!" Henry bir dakika boyunca dili tutulmuş halde kıza
bakakaldı. Lanet olası Midilli Kulübü'nde bir hafta geçirip yeni dönmüştü, evi bir otel gibi kullanıyordu ve ona evde daha fazla kalması gerektiğini mi söylüyordu? Uygun, acı ve incitici bir cevap bulamadan Aisling yine başladı. "Hem o korkunç Fogarty için ne yapıyorsun ki? Yani, karısı olmayan, yalnız yaşayan ihtiyar bir adam. Öyle biri haftada iki üç kere gelen genç bir oğlandan ne ister ki? Bu ailede eşcinsel olanın annem olduğundan emin misin, Henry?"
"Kes sesini," dedi Henry ters ters. Aisling'i kollarından tutup öyle sarstı ki, kızın başı bir oyuncak bebek gibi sallandı. "Sen... hiçbir konuda... hiçbir konuda konuşma!" Ama zihninin gerisinde bir yerlerde kızın onunla konuşmadığını, onun hakkında konuşmadığını biliyordu. Sadece kendi korkusunu bastırmak, anne babasına olanların suçunu başka birine atmak için yüksek sesle bağırıyordu.
"Pekala," diye meydan okudu kız. "Ne yapıyorsun?" Aklına gelen düşünce -Perileri kurtarıyoruz- o ka-
190
dar gülünçtü ki, neredeyse gülümsüyordu. Büyük bir çaba sarf ederek sesini sakin ve mantıklı tutmayı başardı. "Evini, kimi zaman da kulübesini temizliyornm. Pek ilgilenememiş. Sanırım seksenini aşkın."
Ama Aisling sakin ve mantıklı olabilecek bir rnh halinde değildi. "Tüm yaptığın bu mu?" diye sordu. "Sadece temizlik mi?"
"Aslında hayır . Sadece temizlik değil." Aisling'in yüzüne kesin bir zafer ifadesi yerleşti.
Ona bakarak, bekleyerek durdu. Neden olmasın, diye düşündü Henry, nasıl olsa ba
na inanmayacak. Hem ona gerçeği söylemek bir tür şiirsel adalet olacaktı. Başını çevirdi ve bu sefer gerçekten de gülümsedi. "Aslında bir peri kurtardık. Kanatlı küçük bir arkadaş, adı da Pyrgus." Sonra Aisling kendini toparlayamadan kapıya yöneldi.
Kapıyı ardından kapatırken kızın birden çığlık atarak patladığını duydu. "Asıl peri sensin, Henry!1 Kahrolası, lanet olas,ı peri sensin!"
Bay Fogarty'nin evinin önü ve arkasındaki birkaç metrekarelik alan zayıf çimlerle kaplıydı. Çimler sanki is yüzünden biraz kararmış gibi grimtırak renkteydi. Nadiren sulanmaları gerekiyordu -toprak fakir ve fena halde verimsizdi- bu da Bay Fogarty'ye uyuyordu, zira gözönünde, herkesin onu görebileceği şekilde çalışmayı sevmiyordu. Henry bir keresinde çimleri onun
1) Peri (fairy): İngiliz argosunda eşcinsel erkek. (Ç.N.)
191
ff erbie Brermarı
adına kesmeyi önermişti, ama Bay Fogarty onun bir çim biçme makinesi kullanmak için fazla genç olduğu fikrine kapılmıştı. Garip olan, ihtiyarın inanılmayacak kadar güçlü, çimlere oranla fazlasıyla büyük bir çim biçme makinesine sahip olmasıydı. Makine kulübenin arkasına doğm bir yerlerde, yağlanmış, bakımı yapılmış ve plastikle örtülmüş halde dumyordu.
Henry ön kapının zilini çaldı, sonra kapıya vurdu. Bazen Bay Fogarty'nin kapıya cevap vermesi beş dakika alabiliyordu, bazen ise hiç cevap vermiyordu, bu yüzden Henry arkadan dolaşıp mutfak penceresine vurmak zorunda kalıyordu . Ama bugün adam hemen tepki verdi.
"Gidin! " dedi Bay Fogarty'nin sesi içeriden. "Haydi - defolun!"
Henry eğilip mektup deliğini açtı. "Benim, Bay Fogarty, " dedi sabırla. Doğrulup bekledi.
Bir an sonra kapı aralandı. Fogarty bulanık gözüyle dışarı baktı. "Sen misin, Henry?"
"Evet, Bay Fogarty." Fogarty kapıyı biraz daha açıp başını dışarı çıkardı.
Caddenin her iki tarafına baktı, sonra öne uzanıp Henry'yi tuttuğu gibi içeri çekti. Kapıyı kapatırken, "Nerede kaldın?" diye tısladı. Hiç beklenmedik bir anda o yabani gülümsemelerinden birini takındı. "Tanışmanı istediğim biri var. Haydi, haydi."
Henry salona giden adamı takip etti. Evin geri kalanı gibi salon da mukavva kutular ve kitap yığınlarıyla doluydu. Bir ucundan diğerine gitmek için dikkatli
Peri Saoaflarr
adımlar atmanız gerekiyordu. Bay Fogarty komşuları içeri bakamasın diye alçaktaki pencere camlarına kahverengi kağıtlar yapıştırmaya başlamıştı, bu yüzden oda her zaman loştu. Henry bir an odada Fogarty ile kendisi dışında biri daha olduğunu fark etmedi. Sonra sol yanında bir hareket gördü ve yaklaşık onunla aynı yaşlarda kızıl saçlı bir oğlan yırtık pırtık bir koltuktan kalktı. "Merhaba, Henry," dedi.
"Merhaba ... " dedi Henry kararsızca. "Sizi tanıyor muyum?" Oğlanın neşeli, samimi yüz hatları vardı ve Henry'nin daha önce görmediği garip giysiler giymişti. Giysileri koyu renkli ve boldu. Bazı çocukların sevdiği askeri elbiseleri andırıyorlardı biraz, ama kesimleri ve renkleri farklıydı.
Oğlan elini uzatıp sırıttı . "Pyrgus," dedi. "Adım Pyrgus Malvae."
Henry, Pyrgus Malvae'nin kim olduğunu merak ederek kaşlarını çattı. Sonra gerçek ona yıldırım gibi çarptı. "Pyrgus! Bu sensin! Ama . .. ama ... " Başını çevirip Bay Fogarty'ye bakınca, onun da otuziki dişiyle sırıttığını gördü. Tekrar Pyrgus'a baktı. "Kanadın yok mu?"
Pyrgus başını iki yana salladı. "Artık yok." "Ve ... büyüksün!" "Dikkat ettin demek?" Henry uzatılan eli sıktı. Derisi şaşırtacak kadar sert
ve kabaydı. Omzunun üzerinden Bay Fogarty'ye baktı. "Nasıl becerdin?"
"Bir şey yapmadım," dedi Fogarty. "Yok oluverdi." 19�
ff erbfe 8rermarı
"Gece bir ara oldu," dedi Pyrgus. "O küçük kanatlı şey olarak uykuya dalıp normal halimle uyandım."
"Vay canına!" dedi Henry. Önündeki oğlanın daha iki gün önce omzunda oturan narin küçük yaratıkla aynı kişi olduğuna inanamıyordu.
Fogarty'nin gözleri parladı. "Diğer mesele de şu, onu Majesteleri olarak çağırman gerekiyor. El sıkıştığın kişi Prens Pyrgus."
"Ona kulak asma," dedi Pyrgus. Henry artık sırıtıyordu. "Bir prens değil misin yani?"
Pyrgus bir prens gibi görünmüyordu. Pyrgus rahatsız halde dişleri arasından nefes aldı.
"Aslında öyleyim," dedi. "Babam Mor İmparator. Ama herkes bana Pyrgus der."
"Sen eve sıvışalı beri bir sürü şey oldu," dedi Fogarty acı acı. "Pyrgus, UFO'ların insan kaçırmalarının Gece Perileri'nin işi olduğunu söylüyor."
Henry gözlerini kırptı. "Bir dakika - UFO'ların kaçırdığı insanlara nereden geldik?" Ayrıca, Gece Perile
ri de nedir?
Pyrgus, "Bay Fogarty bana sizin insanlarınızın, kova gözleri ve ince uzuvları olan küçük yaratıklar tarafından nasıl kaçırıldığını anlattı. Gece Perileri böyle yaratıklar kullanırlar - benim dünyada bunlara iblis deriz."
İblis, diye düşündü Henry. Pyrgus da çatlaklıkta Bay Fogarty'den aşağı kalmıyordu. Dikkatle, "Peki, Gece Perileri ne?" diye sordu.
"Açıklaması biraz zor," dedi Pyrgus. "Işık Perile-194
Peri Saoafları
ri'nden bir miktar farklılar." Henry boğuluyormuş gibi oldu. "Işık Perileri ne?" "Benim halkım," dedi Pyrgus neşeyle. "Dolayısıyla burada olmanın neden önemli olduğu
mı anlıyorsun," dedi Fogarty, Henry'ye. Henry, "Hayır," dedi. "Yani Pyrgus'ı geri gönderebiliriz," dedi Fogarty sa
bırla. "Onu kendi iyiliği için geri gönderecektik elbette, ama şimdi başka bir sebep daha var, öyle değil mi? Kendi dünyasına gittiğinde, babasının iblislerin kullandığı geçitleri kapattırmasını sağlayabilir. Böylece bütün bu insan kaçırma işinin sonu gelir."
"Anlıyomm," dedi Henry. Geçitler. Periler. UFO kaçırmaları. İblisler. Pencerelere yapıştırılmış kahverengi kağıtlara baktı. Demin terk ettiği akıl hastanesinden daha kötü olduğunu zannetmiyordu. "Burada bulunmam Pyrgus'ı geri gönderebilmemiz açısından önemli."
"Güzel," dedi Fogarty sabırsızlıkla. "Şimdi sana bumı nasıl yapacağımızı göstereyim."
Fogarty'nin ardından mutfağa giderlerken, Henry, "Uçan daire diye bir şey yoktur," dedi Pyrgus'a.
Pyrgus hala kaşlarını çatmış halde, "Ama Bay Fogarty bana geçen yıl altı milyon Amerikalının kaçırıldığını söyledi," dedi. "Amerikalılar insan, öyle değil mi?"
"Evet. Evet, öyleler. Ama bu olmadı. Bay Fogarty sadece olduğunu sanıyor."
Pyrgus hayretle, "Neden öyle sanıyor?" diye sordu. Kaçığın teki olduğu için, diye düşündü Henry.
llJS
fferbie Breıırıarı
"Siz ikiniz ne fısıldıyorsunuz?" diye sordu Fogarty şüpheyle. İnsanların fısıldamasından nefret ederdi.
"Hiçbir şey, Bay Fogarty," dedi Henry. Mutfak masasının üzerinde dev gibi bir plan vardı.
Henry'nin daha önce hiç görmediği türden bir makineye aitti. İki sembol "tesla bobinleri" olarak işaretlenmişti, güç kaynağına benzeyen bir çizim de bunu doğnıluyordu, ama dişli çarklar, manivelalar, tekerlekler gibi, Viktorya devri değirmeninde bile görebileceğiniz geleneksel parçalar da vardı. En garibi de "Hieronymous Makinesi" olarak yazılmış bir devre şemasıydı. Şemanın bir ucundan çıkan sarmal bir anten, Bay Fogarty'nin yanına düzgün, bitişik büyük harflerle "eloptik radyasyon" yazdığı küçük bir yıldırım yayıyordu -ya da emiyordu. Henry emin olmak için cihazı iki kere kontrol etti, ama Hieronymous Makinesi'nin hiçbir yanı güç kaynağına bağlı değildi. Bay Fogarty'ye baktı. "Nedir bu?"
"Bu, Benzer Dünyalar arasındaki ilk tamamıyla yapay geçidin tasarımı," dedi Fogarty gunırla.
Henry, Pyrgus'a, sonra tekrar plana baktı. Yeterince anlayabildiği dişli çarklar ve manivelalar dışında hiçbir kısmını anlayamıyordu. "Nasıl işliyor?" diye sordu.
Fogarty acı acı, "Sen evde otunırken, ben ve Pyrgus bunun üzerinde çalışıyorduk," dedi. "Pyrgus bana geçidi hakkında hatırlayabildiği bütün ayrıntıları anlattı ve ben de sonunda temel prensibin bir Hieronymous Makinesi olması gerektiği sonucuna ulaştım."
196
Peri Saoaşlarr
"Hieronymous Makinesi nedir?" diye sordu Henry. Fogarty ona utanmalısın der gibi baktı. "Size okul
da hiçbir şey öğretmiyorlar mı? İlk örneğinin patenti 1949'da Galen Hieronymous tarafından alındı . Alaşımların metal içeriğini tespit etmek için yaptığı küçük bir cihazdı. Biri sana bir altın külçesi satmışsa, bu cihazı kullanarak içinde gerçekten altın olup olmadığını anlayabilirdin."
"Hiç adını duymadım - Hieronymous muydu? - hiç duymadım," dedi Heqry biraz somurtarak.
"Tutmadı da ondan," dedi Fogarty. "Sornn, beş kişiden birinin çalıştıramamasıydı."
"Çok mu karmaşık?" diye sordu Henry. Fogarty başını iki yana salladı. "Hayır, açık konuma
getiriyor, alıcı telin yakınına bir numune koyuyor, sonra da sonucu tespit levhasından okuyordun. Çocuk oyuncağı. "
"O zaman mesele neydi?" "Kimse bilmiyordu," dedi Fogarty. "Ama Campbell
adındaki biri buldu. Makineyi çalıştırabilen kişilerle deneyler yaptı. Biri senden çok da büyük olmayan bir çocuktu. Çocuk makineyi çalıştırdı, ayarladı ve bir öbek numuneyi test etti. Düzgün çalıştı. Sonra Campbell onun makineyi fişe takmayı unuttuğunu fark etti ."
"Ama bu imkansız," dedi Henry. Elektronik aletlerden fazla anlamasa da, güç kaynağı olmadan çalışmayacaklarını bilecek kadar anlıyordu. Aklına bir fikir geldi. "Belki de alet statik elektrik filan topluyordu?"
"Campbell onu da test etti," dedi Fogarty. "Statik
fferbfe 8reıma11
elektrik değildi. Faz testi yapıldığında, alette hiç elektrik olmadığı ortaya çıkıyordu. Elektronik bir makine gibi görünüyor ve öyle çalışıyordu -sübaplar hareket ediyor ve dumyordu, o zamanlar sübap kullanırlardıama elektronik bir makine değildi. Başka şekilde çalışıyor olmalıydı. Tek açıklaması buydu. Sonunda makineyi çalıştıran şeyin inanç olduğunu buldular."
Henry bir saniye sonra, "Dalga geçiyorsun, değil mi?" diye sordu.
Espri anlayışı olmayan Fogarty ona ciddi ciddi baktı. "Henry," dedi, "herkes bilir ki elektronik makineler çalışır - onlara alışkınız, anlarsın ya. Hep çalışırlar. Yani bir elektronik makine gibi görünen bir şey yaparsan -ama bütün parçalarını doğm yere takarak uygun biçimde yaparsan- her halükarda çalışacaktır. Zihninle makine arasında bir şeyler olur. Tabii beş kişiden biri olan o inançsız soytarı hariç. "
Henry, Pyrgus'a gözlerini dikti. "Sana mantıklı geliyor mu?"
"Ah, evet, '' dedi Pyrgus ciddiyetle . "Büyücüler benim dünyamda bu prensibi hep kullanırlar. "
Fogarty, "Mantıklı olup olmaması önemli değil - teori sağlam," dedi. "Bu alet çalışacak. Tek yapmamız gereken inşa etmek. "
Henry yine plana baktı . "Parçaları nereden bulacaksın?"
"Burada bir sürü ıvır zıvır var," dedi Fogarty, "ve tesla bobinlerini nereden alacağımı da biliyomm. Ama Hieronymous devrelerinin, gerektiği kadar çabuk bul-
mamın zor olacağı birkaç bileşeni var." Henry masum masum, "Öyleyse onları nereden bu
lacağız?" diye sordu. Fogarty, "Onları okulundan çalman gerekecek," de
di.
O o beş
Henry eve gittiğinde büyük bir sorunla daha karşı karşıya kaldı. Annesiyle babasının ayrılacağına, herhangi bir şeyin mükemmel dünyasını bozacağına inanmayan Aisling, birden Henry'nin bir peri kurtardığını sandığına inanmaya karar vermişti.
Babası akşam yemeğinden sonra aniden, "Bu peri işi bizi endişelendiriyor," dedi.
Henry anne babasına baktı. "Hangi peri işi?" Annesi haşin bir sesle, "Şu Bay Fogarty ile olan," de
di. Aisling onlara anlatmıştı! Küçük keçi onlara anlat
mıştı! Kıza öyle bir söylemişti ki, kendisini ciddiye alacağını hiç düşünmemişti. Kız muhtemelen bir anlığına bile inanmamıştı, ama yine de anne babasına anlatmıştı. Henry omuz silkip, "Söylenecek fazla bir şey yok, " dedi.
"Eh , ben de olduğunu düşünmüyonım," dedi baba-
200
1 l 1
Peri Saaaflarr
sı. Gülümsedi. "Yani, senin gibi aklı başında bir çocuk birden perilere inanmaya başlıyor. " Gülümsemesi kayboldu. "Ama küçük bir araştırma yaptım ve artık senin Bay Fogarty hakkında birkaç şey biliyorum. Açıkçası neresinden tutsan elinde kalıyor. Perilere inanıyor, değil mi? Küçük yeşil adamların istilasına da? Ayrıca dünyaya hükmetmeye yönelik bir Yahudi komplosuna?"
"Hiç Yahudi demedi - " diye araya girmeye çalıştı Henry.
Ama babası aslında onu dinlemiyordu. "Bunun için kullanılan bir sözcük var," dedi. "Bilir misin bilmiyorum, Henry. Paranoya. Bir tür deliliktir. "
Henry paranoya sözcüğünü iyi biliyordu . Hatta Bay Fogarty'nin o tanıma çok iyi uyduğunu da biliyordu. Adamın en ilginç yönlerinden biriydi. Ama bu, Bay Fogarty'yi sizi kesip yiyecek bir Hannibal Lecter gibi biri yapmıyordu ki. Bazı konularda çok konuşuyordu ve sert bir moruktu, ama Henry onu seviyordu. "Baba, ben - "
"Diyeceğim şu ki, oğlum," dedi babası ciddi bir sesle, "sırf Bay Fogarty uçan dairelere inanıyor diye senin de inanman gerekmez. O, Yahudi aleyhtarı diye - "
"Baba, o, Yahudi aleyhtarı değil ki. " Henry'nin gördüğü kadarıyla sadece İsviçrelileri pek sevmiyordu. İsviçreliler Yahudi değildi, öyle değil mi? Henry çoğumın Protestan olduğunu sanıyordu.
" - senin Yahudi aleyhtarı olman gerekmez. O, perilere inanıyor diye senin ay ışınlarının peşinden koşa-
\
rak vakit harcaman da gerekmez. " ıoı
fferbie Breııııaıı
"Baba, peri lafını Aisling'i sinir etmek için ettim. " "Ben de öyle bir şey olduğunu düşündüm," dedi
annesi. "Yine de asıl mesele o değil, öyle değil mi? Bay Fogarty senin için pek de uygun bir . . . " Tereddüt etti. " . . . bir arkadaş sayılmaz, ne dersin, Henry?"
Henry dummu düzeltmeye çalışarak, "Anne, adamın sadece evini temizliyomm," dedi.
"Kızkardeşin işin içinde bundan fazlası olabileceğini düşünüyor," dedi annesi.
"Anne, Aisling Bay Fogarty hakkında hiçbir şey bilmiyor ki. Hem bilseydi bile pek de - "
"Ama haklı olduğu bir nokta olduğunu kabul etmelisin ," diye sözünü kesti annesi.
"Hangi noktaymış o?" diye sordu Henry. Martha Atherton burnunu büktü . "Orta yaşlı
adam . . . genç ve duyarlı oğlan. Sen bir çocuk değilsin, Henry. "
"Birincisi, Bay Fogarty orta yaşlı değil. O yaşlı. Gerçekten yaşlı, yetmişbeş ya da seksen gibi bir şey. Artık seksle ilgilenmiyor. "
"Seksten bahseden kim?" dedi annesi. "Ben seksten bahsetmedim. "
Bu, annesinin oyunlarından biriydi, ama Henry yanına kar bırakmayacaktı. "Kastettiğin bu, değil mi, anne? Endişelendiğin Bay Fogarty ile benim . . . benim - " Söyleyemiyordu bile.
"Bunun bir olasılık olduğunu kabul etmelisin. Yapman gereken - "
Bu sefer araya giren Henry oldu. "Bir olasılık değil,
ıoı
Peri Saoaflarr
anne. Ben yaşlı adamlarla ilgilenmiyomm - kızlarla ilgileniyomm!"
Henry'nin annesi oğluna soğuk bir sesle, "O çok sevdiğin Bay Fogarty'nin bir sabıka kaydı olduğunu biliyor muydun?" diye sordu.
Tartışmadan uzun süre sonra, Henry odasında uçan domuz heykelciğine bakıp, hayatında ters gidenin ne olduğunu düşündü. Kolu çevirince domuz mukavva kanatlarını çırparak düzgün şekilde havalandı. Sanki domuzu başka bir hayatta yapmış gibiydi . Sadece bir çocuk olduğu bir hayatta. Artık kendini bir çocuk gibi hissetmiyordu. Şu anda kendini, görüşmesi yasaklanan Bay Fogarty'den daha yaşlı hissediyordu.
Bir sabıka kaydı mı? Annesi daha fazlasını, hatta nereden duyduğunu söylemeyi reddetmişti, ama babası koyun gibi bakıyordu, bu yüzden Henry bu küçük bilgi parçasının, yaptığı küçük araştırmanın bir parçası olduğundan şüpheleniyordu. Henry bir anlığına bile inanmamıştı tabii. Babası da annesi gibi olayları yanlış anlayabilirdi. Bay Fogarty'nin bir sabıka kaydı olması mümkün değildi. Tanrı aşkına, adam seksenine yakın, hatta belki daha da fazlaydı. Seksenini geçkin birinin ne tür bir sabıka kaydı olabilirdi ki? Emekli maaşı defteriyle birine vurmak mı?
Ama ne anne ne de babası onu dinlemişti . Henry o eski, ikisini birbirine düşürme taktiğini denediğinde bile. Konu Fogarty olunca, bütün anlaşmazlıklarını unutup omuz omuza veriyorlardı. Henry bir daha
ff erbie 8reım�rı
onunla görüşmeyecekti. Henry spor ayakkabılarını çıkartma zahmetine bile
katlanmadan yatağına uzandı ve Bay Fogarty ile yaptığı son konuşmayı zihninde baştan oynattı.
Henry, Hieronymous Makinesi'nin parçalarını kastederek, "Öyleyse onları nereden bulacağız?" diye sordu.
Fogarty de, "Onları okulundan çalman gerekecek," diye yanıtladı.
Henry gözlerini kırpıştırıp gerçekten aptalca bir şey söyledi. "Yaz tatilinde kapalı. "
Fogarty burnunu büküp, "Bu onları çalmayı kolaylaştırır, değil mi?" dedi.
"Okulumdan bir şey çalmam!" diye protesto etti Henry. "Asla!"
"Eh, bunu ben yapamam," dedi Fogarty. "Duvara tırmanmak bir yana, yolun sonuna zor yürüyorum. Se
nin yapman gerekecek, Henry. Pyrgus da sana yardım eder. Edersin değil mi, Pyrgus?"
"Evet," dedi Pyrgus hemen. "Delirdiniz mi?" diye sordu Henry. "Ya yakalanır
sam ne olacak?" Bay Fogarty ona utandırıcı bir bakış fırlattı. "Bu böl
gedeki hırsızlık vakalarının ne kadarı çözülüyor biliyor musun? Yüzde on. Yüzde on. Onundan biri - ne dediğimi anlıyor musun? Yakalananların bile yarısı delil yetersizliğinden ya da başka bir hukuki sebepten ceza almıyor. Zaten yakalananlar da sadece aptal
ı l
olanlar. Biraz planlama ve biraz da sağduyu ile bu işi tereyağından kıl çeker gibi halledersin. Bu boş bir okul! Senden Krallık Mücevherleri'ni çalmanı istiyor değilim ya. "
"Yapmayacağım," dedi Henry. "Pyrgus'ın geri dönmesini istiyorsun, değil mi?" "Evet," dedi Henry öfkeyle. "Pyrgus'ın geri dönme-
sini istiyorum. Ama kendi okulumdan bir şeyler çalmak istemiyorum. Başka bir yerden de . "
"Bak ne diyeceğim, '' dedi Fogarty. "Sonra parçaları geri götürürüz. Yani çalmak değil , sadece ödünç almak olur. Kısa vadeli borç tarzı bir şey olur, bu kadar titiz olacaksan. "
Titiz kısmını duyunca Henry'nin tüyleri diken diken oldu, ama kendini cevap vermemeye zorladı. "Geri götürürüz de ne demek? Pyrgus gitmiş olacak ve sen de yolun sonuna kadar bile yürüyemiyorsun. Yani ben geri götürürüm. Yani okula iki kere zorla girmem gerekecek. Yapmıyorum. "
"Diyelim ki onları geri götürecek başka birini bul-dum, o zaman olur mu?"
"Kim?" diye sordu Henry. "Kimi bulacaksın?" "Bağlantılarım var," dedi Fogarty. "O zaman bağlantılarını onları çalması için kullan!"
dedi Henry ters ters. "Zaman yok," dedi Fogarty. "Pyrgus'ın da yapacak
işleri var . " Burun büktü. "Her neyse, bakıyorum parçaların alınmasına bir itirazın yok, bunu yapan sen olmadığın sürece. "
zos
ff erbie 8rermaıı
"Elbette çalmaya karşıyım - zorla girmeye de, çalmaya da. Elbette karşıyım. Yapmayacağım. "
Pyrgus, "Bak, Henry, en azından bana okulunun yerini gösterebilir misin?" diye sordu. "Ben girip ihtiyacımız olan parçaları alırım."
Henry ona gözlerini dikti. "Hırsızlık yaparak etrafta dolaşamazsın!"
"Evet, dolaşabilirim," dedi Pyrgus. "Hoşlanmıyomm, ama biri beni öldürmeye çalıştı, babamın başının belada olabileceğini düşünüyomm, kedi yavmlarını yapıştırıcıda boğan bir fabrika var ve birkaç parça çalmak bütün bunlara bir son verebilirse yaparım. Özellikle de Bay Fogarty onları geri götürme işini ayarlayabilecekse."
Henry birkaç kere ağzını açıp kapattı, ama bir şey söyleyemedi. Fogarty, "İşe yaramaz, Pyrgus," dedi.
"Nedenmiş?" "Aradığımız şeyin ne olduğunu bilmiyorsun." Pyrgus kaşlarını çattı. "Bana bir liste verebilirsin." "Tabii verebilirim," dedi Fogarty. "Ama sana bir şey
ifade etmeyecektir. Bir transistörün bile ne olduğunu bilmiyorsundur."
Bir an sonra Pyrgus, "Benim için resmini çizebilirsin," dedi.
"Çizimde pek iyi değilimdir. Ayrıca bize çok parça lazım. Henry'ye bir liste verebilirim. Henry okula gidiyor. Laboratuarda ders görüyor. Henry her şeyin nerede olduğunu ve nasıl göründüğünü biliyor. Henry olmak zomnda."
ıo6
Peri SaoaJlarr
Pyrgus yalvarırcasına Henry'ye baktı. "En azından benimle gelip parçaları gösterir misin, Henry? Asıl çalma işini ben yaparım. Yakalanırsak da seni yardımcı olmaya zorladığımı söylerim. "
Henry içini çekti. "Pekala - yapacağım. Size ihtiyaç duyduğunuz şeyleri alacağım. Bir liste yapın. "
Fogarty şevkle , "İşte tam adamı! " dedi. "Senin gelmene gerek yok, Pyrgus," dedi Henry.
"İkimizin de yakalanmasının bir anlamı yok. " Pyrgus kesin bir tavırla, "Ben de geliyomm," dedi. Henry, Bay Fogarty'ye döndü. "Bu işi ne zaman
yapmamı istiyorsunuz?" "Yarın sabah," dedi Bay Fogarty hemen. "Yarın pa
zar - ortalıkta kimse olmaz. "
Yarın hala pazardı, ama büyük bir hayal kırıklığı içinde yatağında uzanan Henry bu işi nasıl yapacağını bilemiyordu. Plana göre Fogarty ile sabah erkenden buluşup Pyrgus'ı ve listeyi alacaktı. Sonra Pyrgus ile okula yollanacaklar, etrafta kimse yoksa içeri girecekler ve Oliver Twisften fırlamış iki karakter gibi Fogarty'ye gerekli parçaları götüreceklerdi. Üçü pazar gününün geri kalanını Fogarty'nin garip makinesini inşa etmekle geçireceklerdi. Bunu gizlemek için kullanacakları bahane hazırdı: Bay Fogarty, Henry'nin bir gün fazladan çalışmasını istemişti.
Ama artık bahane işe yaramayacaktı. Henry'nin Bay Fogarty ile görüşmesi yasaklanmıştı.
Daha kötüsü, yarına bir aile pikniği planlanmıştı. ıo;ı
ff erbfe Breooao
Annesi bir ilişki yaşıyordu. Babası üzüntüden aklını kaçırmak üzereydi. Kızkardeşi bir ata aşıktı. Öyleyse yapılması gereken şey ailecek bir pikniğe çıkmak, her şey normalmiş gibi davranmaktı, çok teşekkürler. Henry gözlerini yumdu. Piknik planı varken, sıvışıp Bay Fogarty'ye gitmesi ve anne babasının fark etmeyeceğini umut etmesi mümkün değildi. Diğerleriyle beraber gidip yiyeceğinden sinek kovması bekleniyordu. Pikniğin sadece onu gözetlemenin bir yolu olduğuna giderek daha fazla ikna oluyordu.
Ama bu konuda ne yapmalıydı? Bir süre sonra spor ayakkabılarını çıkardı, odasının
kapısına gitti ve etrafı dinledi. Evde çıt yoktu. Anne babasının ayrı odalarına gittiklerini duyalı bir saatten fazla olmuştu, yani şansı varsa uyuyor olabilirlerdi. Ama uyumuyorlarsa bile tekrar çıkmaları pek olası değildi. Daha önce de Aisling'in eve geldiğini duymuştu -kızın kapı çarpma huyu vardı- ve o da artık yatmış olmalıydı .
Henry kapıyı açtı. Merdiven, geceleri aşağı düşmeden tuvalete gidilebilsin diye duvara takılmış düşük güçlü bir ampulün verdiği ışık dışında karanlıktı. Çoraplı ayaklarıyla ağır ağır merdiveni inerek trabzandan aşağı baktı. Aşağıda da ışıklar kapalıydı , ama perdelerden sızan ayışığı sayesinde yine de önünü yeterince iyi görebiliyordu. Etrafa göz gezdirdi. Misafir odasının kapısının altında ince bir ışık vardı. Babası muhtemelen kitap okuyordu, ama bir kere yattı mı sabaha kadar asla kalkmazdı. Annesinin ve Aisling'in odalarında
ıo8
Peri Satıafları
ışık yok gibi görünüyordu . Henry ayak parmaklarının ucunda merdivenden aşağı yürüdü.
Salonda bir telefon, mutfakta da paralel hat vardı. Salonu seçti, çünkü o, merdivenlerden çok daha uzaktaydı. Bay Fogarty'nin iki numarası vardı, ev ve cep telefonu. Henry ev telefonunu gündüzleri aramazdı, çünkü Bay Fogarty ona cevap vermezdi, ama Henry cep telefonunun açık olduğunu zannetmediği için yine de ev telefonunu çevirdi. Beşinci çalıştan sonra Fogarty'nin kulµk tırmalayan sesini duydu.
Henry alçak sesle, "Bay Fogarty - " dedi, sonra bir telesekreter kaydı dinlediğini fark etti.
" . . . Güney Amerika'dayım," diyordu kayıt. "Mesaj bırakmayın, çünkü bu sene geri dönmeyeceğim." Ardından bir çıt sesi ve sessizlik geldi.
Henry telefonu kapatıp, Fogarty'nin kapatmamış olması için dua ederek cep telefonunu çevirdi. Kısa bir duraklamadan sonra telefon çalmaya başladı. Henry endişeyle bekledi. Fogarty cevap vermezse çağrısı telesekretere aktarılacaktı, ama onu yarına kadar kontrol etmezdi, ki o da çok geç olurdu.
"Bu önemli olsa iyi olur," diye homurdandı Fogarty. "Yataktayım. "
Henry omzunun üzerinden baktı. Evde hala ses yoktu. "Benim, Bay Fogarty," diye fısıldadı. "Sizi yataktan kaldırdığım için özür dilerim, ama - "
"Sen de kimsin? Sesini duyamıyornm." Sesini sadece bir parça yükseltip çok net telaffuz
etmeye çalışarak, "Ben Henry," dedi Henry.
ff erbfe Breooao
"Eh, hangisindensin - CIA mi FBI mı? Burada saatin kaç olduğundan haberiniz yok mu?"
Henry bu sefer normale yakın bir sesle tekrar, "Ben Henry," dedi.
"Henry mi? Sen misin, Henry?" diye sordu Fogarty. "Sonın nedir?"
"Annem ve babam artık sizinle çalışmama izin vermiyor. Bu da demek ki - "
"Seni duyamıyorum, Henry. Fısıldıyorsun. Fısıldayan insanlara tahammül edemem. Çoğu sinsidir. "
Ne olacaksa olsun, diye düşündü Henry. Fogarty'nin onu duyduğuna emin olacağı kadar yüksek sesle, "Annem ve babam artık sizinle çalışmama izin vermiyor," dedi.
"Bunu bekliyordum," diye homurdandı Fogarty. Henry nedenini merak ettiyse de sadece, "Yarınki
şu iş var ya? Pyrgus ile beraber çıkacağımız?" diye sordu.
"Evet," dedi Fogarty çabucak. "Düşündüm de, eğer erken saatte, sabah çok er
kenden çıkarsak, kimse uyanmadan geri dönebilirim, böylece haberleri olmaz. Makineyi siz ve Pyrgus'ın bensiz inşa etmeniz gerekecek. "
"Tamam, olur. " "Sonm şu ki ," dedi Henry, "sekizde dönmüş olmam
gerek. Size geleceğim, oradan da oku - çalışacağımız yere gideceğim. Dört buçuk civarı çıkmam gerekir, her halükarda beşten önce. İhtiyatlı olmak için." Derin bir nefes aldı. "Otobüsler o kadar erken saatte ça-
ııo
Peri Saoaflarr
lışmıyor. " İşin nasıl hallolacağını bilmiyordu , ama en azından istekli görünüyordu.
Bay Fogarty, "Beşe çeyrek kala sokağınızın başına gel, alınacaksın," deyince şaşırdı.
"Alınacak mıyım?" dedi Henry. "Bir arabayla, " dedi Fogarty. "Bir arabanız yok ki, " dedi Henry. "Seni alacak olan ben değilim," dedi Fogarty.
211
Ooahr
Henry evden çıktığında hava aydınlanmaya başlamıştı, ama biraz sisli ve bayağı da soğuktu. Sokağın başına beş dakika önceden vardı, ama iki tekerleği kaldırımda duran eski, mavi bir Ford gelmişti bile . Pencereler siyaha boyalı olduğundan içeriyi göremiyordu , ama o yaklaşırken bir pencere açıldı.
"Henry Alison mısın?" "Atherton," dedi Henry:"Evet. Tamam." Direksiyondaki adam Bay Fogarty
ile aynı yaşlarda, ama çok daha ufak tefek ve kuş gibiydi. Ya saçını boyuyor ya da penık takıyor olmalıydı, çünkü saçının, yüzünü kaplayan derin kırışıklarla pek uyuşmayan Uzakdoğulu tarzı simsiyah bir rengi vardı. Bunışuk, gri bir takım elbise giymişti. "Beni Alan yolladı," dedi.
"Alan mı?" "Alan Fogarty. İsmin Henry, öyle değil mi?"
212
Peri Saflaflarr
"Evet, efendim," diye doğruladı Henry. Adam kendini tanıtmak için, "Bernie, " dedi. "Atla. " Araba toz ve fare pisliği kokuyordu. Bernie hız sı-
nırının çok altında gidiyor ve dikiz aynasını sürekli kontrol ediyordu. "Ford'ların güzel yanı güvenilirlikleridir, " dedi. "Güvenilirlikleri ve yedek parçaları. Şu sizin yabancı arabalara asla güvenmedim. Yabancı kadınlar gibidirler - güzel görünürler, ama bir şey ters giderse parçalar için bir ay ya da daha fazla beklemen gerekebilir. İngiliz malı, Dagenham'de yapılmış eski Ford ise bambaşkadır. İngiliz malı eski Ford'un parçalarını Land's End'den tut da john o' Groat's'a kadar her yerde bulabilirsin. Sorunu çözmek için cafcaflı bir tamirciye gitmen de gerekmez. Eğitim almış bir şempanze bile bir Ford'u tamir edebilir, muhtemelen de yolun kenarında. Alan eski günlerde hep Ford kullanırdı. Onlara çok güvenirdi. Başka bir arabaya razı olmazdı. Alan'a sormanız bile gerekmezdi. Hep Ford diyeceğini bilirdiniz. Bende de alışkanlık oldu. Emekliye ayrılmamızdan sonra bile hep Ford kullandım. Eh, bu elimdeki, benzini su gibi içiyor, kabul etmeliyim. Bir benzin istasyonuna yaklaştığın anda kendiliğinden giriyor. Resmen bir antika, ama yol alıyor. Herhangi bir hava koşulunda, gece gündüz. Yol alıyor. Daha fazlasını isteyemezsin, öyle değil mi? Ama ortalama ithal araba olsa . . . "
Henry başlarda konuşmayı takip etmeye çalışıyordu, ama çok geçmeden buna gerek olmadığını fark etti. Arkasına yaslandı ve Bemie'nin sözlerinin duman
JIJ
fferbie Brerırıarı
gibi üzerinde dolaşmasına izin vererek gözlerini kapadı. Korkuyordu, ama önceden korkacağını sandığı kadar değil. Belki de sabah erken saatlerdeki ışık ve boş yollar yüzündendi. Hiçbir şey gerçek görünmüyordu.
Bernie, "İşte geldik," deyip arabayı tedbirli bir tavırla Bay Fogarty'nin evinin dışına park etti. Henry inerken, ellerini direksiyondan çekmeden dosdoğm ileriye bakarak bekledi.
Bay Fogarty bu sefer kapıya hemen cevap verdi. Oldukça eksi püskü olduğu halde bir biçimde pazar günü giyilen en iyi elbise gibi görünen yünlü bir takım elbise giymişti. Henry adamın kiliseye gitmeyi mi planladığını merak etti. Pyrgus yüzünde yoğun bir beklenti ifadesiyle Fogarty'nin arkasında dumyordu.
"İşemen filan gerekiyor mu?" diye sordu Fogarty. "Hayır," dedi Henry. "Pekala, çocuklar, gidin bakalım. Gözlerinizi ve
zihninizi açık tutun. Sonrasında doğmdan buraya gelin . İyi şanslar. "
"Okula nasıl gideceğiz?" diye sordu Henry. Fogarty şaşkınlıkla ona baktı. "Bernie sizi götüre
cek, işi budur. " Henry önce Pyrgus'a, sonra tekrar Bay Fogarty'ye
göz attı. "O . . . yani şey, o bilmiyor ki. . . yani, gelirken yanımızda getireceğimiz şeyleri . . . onları nasıl açıklayacağız?"
"Elbette biliyor,'' dedi Fogarty sabırsızlıkla . "Konuyu bilmedikten sonra, şoför olmasının ne anlamı kalır ki?"
214
Peri Saoaşları
"Ama . . . ama . . . " diye protesto etti Henry. Destek bekleyerek Pyrgus'a baktıysa da, aradığı desteği bulamadı. "O . . . itiraz filan etmez mi - ?"
Fogarty gerçekten hafifçe gülümsedi. "Sen neden bahsediyorsun, Henry? Bernie mi?" Gülümsemesi kayboldu. "Bernie ile ben beraber çalıştık. "
"Evet ama o mühendislikti!' dedi Henry. "Bu ise çok farklı."
Fogarty hayretle ona bakıp, "Ben mühendis değildim," dedi.
Henry bakakaldı. Bay Fogarty her şeyi inşa edebiliyordu. Bu, Henry'nin onun hakkında öğrendiği ilk şeydi. Mekanik aletler, elektrikli aletler - yaşlı bir adam olarak bile sihirli elleri vardı. Henry hep onun gençliğinde bir tür mühendis olduğunu varsaymıştı. "Ya neydiniz?" diye sordu.
Fogarty tereddütsüz, "Banka soyguncusu," diye cevap verdi.
"Banka . . . soyguncusu mu?" diye tekrar etti Henry. "Silahlı soyguncu, " dedi Fogarty. "Bildiğini sanıyor
dum." "Hayır," dedi Henry hayretle. "Hayır. . . " "58'de içeri girdim, ama onun dışında güzel bir ha
yattı. Yeteri kadar para kazandım ve kimseye de pek zararım dokunmadı."
"Silahlı soygun mu?" diye kekeledi Henry. "Pek zararınız dokunmadı mı?"
"Bankalardı, Henry," dedi Fogarty. "Paranı bir ban-ııs
fferbie Breımarı
kaya yatır, ben de yarın bankayı soyayım, yine de geri alırdın. Ertesi gün içeri gir ve son sterlinine kadar çek. Kim zarar görüyor?"
"Banka , " dedi Henry. "Bankalarda o kadar çok para var ki, onunla ne ya
pacaklarını bilmiyorlar. Onlardan aldığım birkaç sterlinin eksikliğini asla hissetmemişlerdir. Ben de kimseye zarar vermedim," dedi Fogarty ciddi ciddi. Duraksadı, sonra, "O güvenlik görevlisi dışında, ki o da hak etmişti, kibirli herif, " diye ekledi. "Ama ölmüş filan değil. İki hafta hastanede yattı, sonra işine geri dönüp arkadaşlarına hava atmaya devam etti . " Hafifçe yarı gülümsedi. "Güzel günlerdi, Henry. Bernie şoförümdü. İçeride olmadığı zamanlar."
"Yani Bernie kaçış arabanızı mı sürüyordu?" Bu inanılmazdı.
"Harika bir kaçış şoförüdür," dedi Fogarty. "Harika bir kaçış şoförü nasıl olunur biliyor musun, Henry?"
"Hayır, '' dedi Henry. Gerçi bu şartlar altında, öğrenmenin iyi olacağını düşündü.
"Kendini saklarsın," dedi Fogarty. "Dikkati üzerine çekmezsin. Bernie kendine sıradan bir araba alır --çoğunlukla Ford, güvenilirliği yüzünden- hız sınırını asla aşmaz, sağa dönerken hep sinyal verir, asla bir başka şoföre küfretmez, alçak sesle konuşur, zarif mhludur. Polisler onu hayatta durdurmazlar. Yanlış anlama, gerektiğinde gaza da basabilirdi . Kimi zaman bizi San
Francisco Sokakları'ndaki gibi zıplatırdı. Sonra ben ve çocuklar onunla dalga geçerdik. "
ıı6
Peri Sacıaflarr
"Hangi çocuklar?" diye sordu Henry çabucak. "Bir çetem vardı," dedi Bay Fogarty. Henry'nin yüz
ifadesini görünce, "Elbette yıllardır emekliyim," diye ekledi. "Ona bakarsan Bernie de, ama o benden daha genç. Ama yine de bu tür bir iş için en iyi adamdır. Sen ve Pyrgus'ı başka kimseye emanet edemezdim. "
Pazar günü bu kadar erken saatte kentte arabayla gitmek ürkütücüydü. Bütün dükkanlar kapalı, bütün caddeler bomboştu. Bernie'nin şimdi arabalardan, Amerikalıların çayın nasıl içine ettikleri konusuna kaymış olan monologu, her şeyin daha da gerçekdışı görünmesine neden oluyordu.
Pyrgus biraz huzursuz, başı ağrıyormuş gibi görünüyordu, ama bu daha önce hiç otomobile binmediği için olabilirdi. (Binerken, "Atlar nerede?" diye sormuştu.) Henry yaşayan bir ölü kadar soğukkanlıydı. Bay Fogarty'nin eski işi ile ilgili haberler beyninde bir tür aşırı yüklenme yaratmıştı, bu yüzden barışçıl da denebilecek bir uyuşukluk içindeydi.
Henry'nin okuluna planladıklarından biraz geç saatte vardılar, ama çok da geç değil . Okulun kendisi yüksek bir duvarın arkasındaydı. Ana kapı kapalıydı.
"Köşeyi dön," dedi Henry. "Park edebileceğin bir yer var."
En az üç dakikadır konuşmayan Bernie, ona söyleneni yaptı. Araba dumnca, Henry ipleri eline alan bir sesle, "Biz arka duvara tırmanacağız," dedi. "Çok alçak ve ağaçlar var - çocuklar hep tırmanır. Okula girme-
ff erbie Brermaıı
miz ne kadar sürer bilmiyornm." "Fark etmez," dedi Bernie . "Beklerim. Alan'ın liste
si yanında mı?" Henry elini cebine vurdu. "Evet. " O kadar da uzun
bir liste değildi ve neyse ki parçalar küçüktü, yani o ve Pyrgus zorluk çekmeden taşıyabileceklerdi. Artık zaman gelmişti, sanki biri bir düğmeye basmış ve heyecanını yok etmiş gibiydi. Bunun devam edeceğini umuyordu, en azından iş bitinceye kadar. Pyrgus da rahat görünüyordu, ama Henry onun bu tür şeylere daha alışkın olduğunu düşünüyordu. Kendi dünyasında heyecan dolu bir hayat sürüyora benziyordu.
"Acele etmeyin," diye tavsiyede bulundu Bernie. "Acele ederseniz hata yaparsınız. İyi şanslar. " Tıpkı Bay Fogarty'nin evinin önündeki gibi döndü ve ellerini direksiyondan ayırmadan ön camdan ileri baktı. Ama bu sefer kontağı kapatmadığı Henry'nin dikkatinden kaçmadı.
Henry ve Pyrgus duvara kolayca tırmandılar. Diğer taraftan atlarlarken tek bir araba geçti, ama Henry sürücünün onları görmüş olamayacağından neredeyse emindi. Şimdi, kriket sahasının sınırlarını belirleyen ağaçların arasındaydılar. Sahanın ötesinde iki tenis kortu, ondan sonra da okulun arka cephesi vardı. Bina düzensiz, gri bir Viktorya devri yapısıydı. Karmakarışık çatıları ve 60'larda bir ara merkezi ısıtmaya geçildiğinden beri kullanılmayan bacaları vardı.
"Hadi ," dedi Henry. Fizik laboratuarı, ana binanın batısındaki aykırı, al-
ıı8
çak, tek katlı, ahşap bir ek binadaydı. Sosis işinde başarılı olan eski bir öğrencinin yaptığı yüklü bir para bağışıyla 1999'da inşa edilmişti. Diğer binalardan ayrı, kendi kendine yeten bir birimdi. Ayrı bir girişi ve omuz yüksekliğinden az aşağıda sıra sıra pencereleri vardı. Henry ilk defa olarak, bir hırsızın bakış açısından, binanın bir hediye olduğunun farkına vardı.
Ama tam da hediye değil. Benliğinin aptalca bir iyimserliği olan yanı, bir pencerenin, hatta bir kapının açık bırakılmış olabileceğini ummuştu, ama ·her yer sımsıkı kilitliydi.
Parmakuçları üzerindeki Pyrgus, "Bunlar garip pencereler, " dedi. "Bay Fogarty'nin evindeki pencereleri anlıyorum - benim dünyamdaki pencereler gibi yukarı aşağı gidiyorlar. Ama - " Aniden sessizliğe büründü .
"Ne oldu?" diye sordu Henry. Pyrgus başını iki yana salladı. "Gözlerimin ardında
ki aptal bir acı - bir şey yok. Her neyse, bu pencereler dışarı açılıyora benziyor ve büyük, madeni mandalları var. "
"Hırsız geçirmez olmaları gerekiyor," dedi Henry. "Sanmıyorum, " dedi Pyrgus. Etrafa bakındı, sonun
da arkalarındaki çimlerde yarı gömülü bir tuğla buldu ve onu kullanarak en yakın camı kırdı.
"Bunu yapamazsın!" diye çığlık attı Henry. "Yaptım bile, " dedi Pyrgus. "Ama biri duymuş olabilir! " "Öyleyse hızlı olmalıyız, " dedi Pyrgus. Elini kırık
camdan içeri soktu ve tesisatın yabancısı olduğu hal-ııq
tf erı,ie 8reımaıı
de bir an sonra pencereyi açtı. Birkaç saniye sonra da ikisi boş bir derslikteydiler.
Henry bir biçimde hırsızlığın çok zor olacağını düşünüyordu - filmlerde çok büyük bir iş olur ve kötü adamlar genelde iş üstünde yakalanırlardı. Ama bu seferki fazlasıyla kolay oldu. Bay Fogarty'nin listesindeki bütün parçaları buldu, hatta bir masanın çekmecesinde onları taşımak için iki Harrods çanta bile buldu. Hayal bile edemeyeceği kadar kısa süre sonra dışarıya çıkmış, Bernie'nin arabasına doğru gidiyorlardı.
Duvarın içteki cephesinde, tırmanmayı daha da kolaylaştıran çimenli bir tümsek vardı. Henry tümseğin tepesine ?nce ulaştı, kendini duvardan yukarı çekti, sonra hemen geri atlayıp Pyrgus'ı da aşağı sürükledi.
"Ne oluyor?" diye sordu Pyrgus. "Bernie ile konuşan bir polis var. " Henry tekrar yu
karı çıktı ve yeniden ihtiyatla duvarın ardına baktı. Bernie'nin ünlü Ford'unun arkasına bir devriye arabası park etmişti ve bir polis sürücü camından Bernie ile konuşuyordu. Henry konuşulanları bu mesafeden duyamıyordu, ama o seyrederken polis, arabasına geri gitti, Bernie ona neşeyle el salladı ve arabayı hareket ettirip gitti. Polis de devriye arabasına binip gitti.
"Neler oluyor?" diye sordu Pyrgus. "Bernie gitti, " dedi Henry. "Parçalarla Bay Fogarty'ye nasıl gideceğiz?" Henry bir an bunu düşündü, sonra, "Yürüyeceğiz,"
dedi.
ııo
Ouqedf
Harekat Odası, sarayın altındaki kaya tabakasının derinliklerindeki, değişikliğe uğratılmış bir mağaradaydı. Saldırılardan kornnaklıydı -büyülü olanlarından bile- zira çevresindeki granitin kuvars oranı normalden çok yüksekti; ama aşağı inmek askılı şaftlarla bile yirmi dakika sürüyordu. Apatura Iris sabırsızlığını gizledi. Mor İmparator'un sürekli soğukkanlı görüntüsünü kornması önemliydi, kendini öyle hissetse de hissetmese de.
Aslında hiç de soğukkanlı değildi. Pyrgus'tan hala hiçbir haber gelmemişti, canlı veya ölü olduğunu belli edecek hiçbir gelişme yoktu. Iris Evi'nin geçidi henüz sırlarını açmamıştı. Makine parçaları hala şapele saçılmış durnmdaydı. Teknisyen rahipler hala durnp dinlenmeden Pyrgus'ın nerede olabileceğini bulmaya çalışıyorlardı. Henüz bir sonuç elde edememişlerdi. Apatura bu sabah onları adamakıllı azarlamıştı, ama
zzı
ff erbie Breımaıı
bunun sadece göstermelik bir davranış olduğunun o da farkındaydı. Bütün adamlar neler olduğunu bulmaya en az onun kadar istekliydiler. Daha önce kimseyi bir geçitte kaybetmemişlerdi. Veliahtları'nın kaybolmasını kişisel bir hakaret olarak görüyorlardı. Onu geri getirebilecek birileri varsa, o da bu adamlardan başkası değildi.
Tek soru, zamanında geri getirip getiremeyecekleriydi.
Mor İmparator, Kıdemli Tıbbi Rahip'le saatlerce konuşmuş, triptiyumla ilgili her şeyi öğrenmişti. Maddenin etkisi durdurulabilirdi, ama zamanında müdahale edilebildiği takdirde. Tedavi acı verici bir iğneydi ve iyileşmesi günler alabilirdi, ama kafanızın patlamasından iyiydi .
Pyrgus'ın bu olana dek ne kadar zamanı vardı? Ne kadar? Ne kadar? Apatura, düşünmesi gereken bir düzine başka şey varken sadece bunu düşünebiliyordu. Krallık, tarihinin en tehlikeli krizine doğru tepetaklak gidiyordu ve İmparator'unun kendini, dikkatini vermek için zorlaması gerekiyordu.
Bu da muhtemelen Hairstreak'in planladığı şeydi. Apatura bütün bu işin ardında Lord Hairstreak'in olduğuna emindi, ama şimdilik bunu ispatlaması mümkün değildi. Şimdilik. Hairstreak'i motive edenin ne olduğundan da emin değildi, ama bütün olanlarda onun izi vardı. Artık Iris Evi'nin sabotaja uğradığı, bunun tek amacının da Pyrgus'ın ölmesi olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktu. Apatura bunun Hairstreak'in işine
ııı
Peri Saoaflarr
tam olarak nasıl yarayacağını henüz keşfedememişti, ama saraya erişebilen birinin yaptığı karışık plan bumm amatör bir harekat olmadığı anlamına geliyordu. Ancak Hairstreak'in erişebileceği türden kaynakları gerektiriyordu.
Sarayda hainler olmasını da gerektiriyordu. Hainler olmadan hiç kimse iris Evi'nin çoklu geçi
dine yapılanları yapamazdı. Baş Geçit Mühendisi henüz Pyrgus'ın nerede olduğunu söyleyecek bir konumda olmasa bile, artık ne olduğunu kesin olarak biliyordu. Sabotaj zeka ve becerikli bir el gerektiriyordu. Bu yüzden, ne yapılması gerektiğini bilen birinin saraya sokulması ve işi yaparken fark edilmesinin engellenmesi gerekiyordu. Sonra da işin bütün izleri yok edilmeliydi.
Ama bu, harekatın sadece yarısıydı. Daha önemli olan diğer yarısı, Pyrgus'ın zehirlenmesini garanti altına almaktı. Hem de tam yardımın ulaşamayacağı bir yere gönderildiği anda zehirlenmeliydi. Bu, depolara erişimi, aşılama işlemi hakkında bilgiyi ve mükemmel bir zamanlamayı gerektiriyordu, zira enjeksiyonu yapan tıbbi rahip oniki ampülden birini seçebilirdi. Aslında bütün iş o kadar beceriyle yürütülmüştü ki, Apatura planlama safhası dışında hiçbir yabancının parmağı olmadığından kuşkulanıyordu. Elbette bütün işin içeriden halledildiğinden şüphelenmek daha mantıklıydı.
Saray Güvenliği'nin böyle düşündüğü kesindi. Apatura, güvenliğin hiçbir dış casusun işin içinde olmadığı teorisi üzerinde durduğunu biliyordu. Apatura'nın
ZZJ
fferl>ie 8rerıımı
kendisi o kadar da emin değildi, ama o yöne eğilimli olduğu kesindi. Onu endişelendiren şey, ihanetin ulaştığı düzeydi. Bunu yapan kişinin sarayda, en güvenli kısımları dahil olmak üzere, serbestçe dolaşabilmesi gerekirdi, ki bu da yüksek düzeyde biri demekti. Apatura sarayın yüksek düzeyli bir hain barındırdığını düşünmek istemiyordu.
Filtre tamir edilmişti. Bu basit bir iş olmuştu. Baş Geçit Mühendisi ayrıca ona, birkaç saat içinde geçidin kendisinin de çalışır hale sokulabileceği konusunda güvence vermişti. Ama bu ancak Pyrgus'ın nereye gittiğini keşfetmelerinden sonra mümkün olabilirdi. O zamana kadar mekanizma devam eden analiz için sökülü kalmak dummundaydı. Bu korkunç bir sıkıntıydı ve Apatura bütün diğer sonmlarla ilgilenmek zorundayken bir de buna gücü yetmiyordu.
Şafttan inip zırh takımlarını çıkarırken, üniformalı iki muhafız hazırola geçtiler. Tamamen aydınlatılmış geçitten geçerken, iki yanına geçip onu izlediler. Başka zaman olsa onlara geri çekilmelerini işaret ederdi -konumunun resmiyetinden asla hoşlanmamıştı- ama şu anda bu küçük zahmet bile ona zor geliyordu. Ayrıca, korumalarına ihtiyaç bile duyabilirdi. Bu sarayda kendi oğlu burnunun dibinde zehirlenebiliyorsa, kimbilir daha neler olabilirdi?
Yaklaştığında, iki başka muhafız Harekat Odası'nın kapısını açtılar. Apatura görebileceği şeyden şimdiden korkarak içeri girdi.
Harekat Odası bugünlerde, sarayın çoğu yeri gibi,
Peri Saoaşlarr
tam bir arı kovanıydı. Sıra sıra kristal küreler doğrudan İmparatorluk Gizli Servisi'nin gizli kameralarına bağlanmıştı, böylece bütün resimler saniyesi saniyesine güncelleniyordu. Odanın merkezinde dev bir harekat masası vardı. Masada, doğru söz söylendiğinde üç boyutlu olarak bütün krallığın haritasına erişilebiliyordu. Şu anda haritanın sadece Gece Perileri'ni gösteren çivit renkli bayraklarla kaplı bir parçası görülebiliyordu. Genç kadınlar kürelerle masa arasında enerjik biçimde hareket ediyor, görüntüyü sürekli değiştiriyorlardı. Apatura'nın en üst düzey askeri kumandanlarından üçü şimdiden odadaydı. Eşikbekçisi Tithonus da.
Askerler o girerken hazımla geçtiler, Tithonus da onu karşılamak için aceleyle odayı katetti. "Son durum nedir?" diye sordu Apatura.
Tithonus kaşlarını çattı. "Ne yazık ki durum giderek kötüleşiyor. "
"Saldırı yakın mı?" "Muhtemelen." Tithonus sesini alçalttı. "Pyrgus'tan
haber var mı, Majesteleri?" İmparator başını iki yana sallayıp kristal kürelere
doğru yürüdü. Hepsi, Gece Perisi kuvvetlerinin yığınla toplaşması gibi görünen bir olayı değişik açılardan gösteriyordu. Apatura düşük düzey, havadan bir bakış açısını seçti ve vücudunu rahatlamaya çalıştı . Bir an sonra küre onu içine çekerken, tanıdık bir his duydu.
Neşeli bir kalabalığın tıka basa doldurduğu dev bir stadyuma bakıyordu . Siyah üniformalı askerler, davulların ısrarla çalındığı stadyumda, meşalelerle aydınla-
ff erbie Breımarı
tılmış bir yılan biçiminde düzgün bir tertiple ilerliyorlardı. Öndeki grupta Hairstreak Evi'nin işareti vardı, ama onları izleyen diğerleri başka Gece Evleri'ndendi. Çoğu eski Gece Tarafı İttifakı'nın üyeleriydi, ama endişe verici bir gelişme olmuş, başka Evler de onlara katılmıştı. Lord Hairstreak'in popülaritesi artmışa benziyordu.
İmparatorluk Gizli Servisi'nden saniyede bir gelen güncelleme, görüntüye sarsıntılı, gerçekdışı bir hava veriyordu, ama yine de Apatura giderek artan bir huzursuzlukla izliyordu. Yürüyen askerler gaddar yüzlü robotları andırıyorlardı ve disiplinleri de etkileyiciydi, kuşkusuz amaçlanan da buydu. Kollara ayrıldılar ve her biriyle beraber yürüyen büyücüler meşalelerinin rengini değiştirdiler, böylece bir gökkuşağı kalabalığı oluşturdular. Renkler dans edip dönerken, yürüyen adamlar nefes kesici bir hızla canlı bir Hairstreak Evi arması şeklini aldılar. Davul vuruşları doruğa erişirken, spot ışıkları platformdaki tek bir adamın üzerinde toplandı.
Askerler durdu , davullar susuı ve büyük topluluk tamamen sessizliğe gömüldü. Bir an sonra adam konuşmaya başladı ve ettiği sözler yükseltme büyüleriyle stadyumun her yanına yayıldı. "İşte Gece Perileri'nin kudreti! " diye bağırdı. "Düşmanlarımız kendilerini sakınsın!"
Apatura kısa süreliğine, konuşanın Kara Hairstreak'in kendisi olabileceğini düşündü, ama sonra Hairstreak'in en yakın müttefiki olan Burgonya Dükü Ha-
zı6
Peri Saoaflarr
mearis olduğunu fark etti. Hamearis halk önünde Hairstreak'e göre daha etkileyici görünüyordu ve çok daha iyi bir hatipti, muhtemelen şu anda kalabalığa onun hitap ediyor olması da bu yüzdendi. Ama bir ihtimal daha vardı. Hamearis son zamanlarda müzakerelerde ön planda olmuştu. Kürsüye çıkması bir mesaj yollamayı amaçlıyor olabilirdi: Beni ciddiye alsanız iyi
olur!
Apatura bu toplantıyı kendisinin ve seyretmek isteyen herkesin görmesinin istendiğine adı gibi emindi. Açıkça duyurulmamıştı, ama gizlemek için en küçük bir çaba da gösterilmemişti. Nispeten basit birkaç büyü, Gizli Servis kameralarının çoğunu keşfetmeye, birkaç ilave büyü de onları devredışı bırakmaya yeterdi. Ama bir tanesine bile dokunulmamıştı. Amaç ortadaydı.
Apatura geri çekilip kuru bir sesle, "Çok etkileyici," dedi. "Şimdi, asıl faaliyet nerede?"
Tithonus hemen teknisyenlerden birine işaret edince, gösteri kürelerden silinip yerini, o kadar göz alıcı olmasa da çok daha uğursuz bir görüntüye bıraktı. Krallığın ikiz aylarından sadece biri doğduğundan ışık seviyesi azdı -meşalelerle aydınlatılmış gösteriden çok daha az- ve Apatura'nın gözlerinin alışması biraz zaman aldı.
Bu sefer kolaylık sağlayan yüksek bir kamera yoktu. İnsan daha çok bir tepenin üstünde oturmuş, çimenli bir düzlüğü izliyor olduğu hissine kapılıyordu . Bu, yeni Yedinci Sistem izleme aygıtlarından biriydi .
tferbie Breımaıı
Ne kadar büyü yapılırsa yapılsın tespit edilmesi neredeyse imkansızdı, ama renk çözünürlüğü konusunda bazı sonınları vardı. Sonuç olarak görüntü beyazlamış bir havaya sahipti ve ince ayrıntılardan yoksundu . Ama yine de Apatura gördüğü şeyin ne olduğunun farkındaydı. Düzlüğe büyük bir askeri kamp yayılmıştı. Geometrik bir keskinlikle kurulmuş sıra sıra siyah çadırlar, etrafa dağılmış kamp ateşlerinin ışığında siluet halinde görülüyordu. Askerler de vardı . Binlerce , belki onbinlerceydiler, ama gösteridekiler gibi siyah üniformalar değil, savaş üniformaları giymişlerdi. Maksatlı bir havayla, sessizce hareket ediyorlardı. Ne çalan davullar ne de alkışlayan seyirciler vardı. Aslında Apatura'nın Yedinci Sistem bakış noktasına hiçbir ses gelmiyordu. Sanki alttaki bütün manzara ölümcül bir örtüye bürünmüştü.
Apatura gözlerini kapattı. Bu bölgeyi biliyordu. Burası Yammeth Cretch Düzlüğü'ydü. İzleme aygıtı Teetion Vadisi'nin başı yakınlarına yerleştirilmişti. Gece Perileri'nin merkez noktasına, devlet içinde devlet gibi olan, nüfusunun neredeyse tamamı Gece Perileri'nden oluşan ve sözde Mor İmparator'a bağlı olduklarını söyleseler de tamamen onların kontrol ettikleri o geniş krallık bölgesine bakıyordu .
Apatura yine bilincinin küreden geri çekilmesineizin verdi ve gözlerini açtı. Teetion Vadisi, Gece Krallığı ile, Işık Perileri'nin baktığı inişli yokuşlu Lilk çiftlik alanlarının arasındaki gayrıresmi sınırı oluştumyordu. Tithonus'a baktı. "Neredeyse yabancı bir ülkeden
228
Peri Saoaşlarr
gelen istila tehdidi gibi," dedi. "Öyle bir istilayla baş etmek birçok yönden daha
kolay olurdu,'' dedi Tithonus. "İç savaşlar zor olmalarıyla ünlüdürler. Kanlı da. "
"İşin oraya varacağını düşünüyor musun?" "Varmaması için dua ediyorum, Majesteleri, '' dedi
Tithonus. Ama sesinin tonu, duasının kabul olacağına pek inancı olmadığını ima ediyordu.
Kristal küreler tekrar gösteriye döndü ve Hamearis Lucina'nın gür sesi salonu doldurdu: " - Mor İmparator'a, eski yöntemlerin bizim işimizi artık görmediğini, Gece Perileri'nin artık krallıkta ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeyeceğini söyleyeceğiz, artık - "
Tithonus elini sallayıp sesi kıstı, ama bir şey dikkatini çeken Apatura tekrar açtı. " - iki haftadan fazla beklemeyeceğiz, " diyordu Hamearis, "ve eğer İmparator yanlışları düzeltmeye yanaşmazsa, bundan da az - " Son sözleri, kalabalıktan gelen gökgürültüsü gibi bir alkış ve bağırış sesiyle boğuldu.
Apatura kürelerin sesini tamamen kısıp, "Bundan sen de benim çıkardığım anlamı mı çıkardın?" diye sordu .
Tithonus, "Bir ültimatom mu?" deyip kaşlarını çattı. "Evet ," diye mırıldandı Apatura. "Lütfen en kısa za
manda Lucina'nın konuşmasının tam bir metninin daireme bırakılmasını sağla. Bunun üzerinde çalışmak istiyorum." Operasyon masasına yürüdü ve bir uzman beklemektense notayı kendisi mırıldandı. Harita hemen Yammeth Cretch'in ve onu çevreleyen Işık Perisi
Herbfe Brermao
bölgelerinin bir sureti halini aldı. Apatura en yakınındaki generaline döndü. "Kuvvetlerimi gösterir misin, Creerful?"
"Elbette, Majesteleri ," dedi Creerful . Uzanıp masanın yanındaki bir düğmeye bastı. Yammeth Cretch'in çevresindeki yerlerde bronz renkli benekler belirdi. Bazı ince ayarlardan sonra dokuları ve renk tonları, bilinen avantajlarını temsil edecek biçimde değişti.
Apatura uzun süre görüntüye baktı. Bir şeyi hatırlamaya çalışıyor, ama tam ne olduğunu söyleyemiyordu. Sonra aniden hatırlayıverdi.
"Eksik olan bir şey var," dedi yüksek sesli. "Efendim, Majesteleri?" Apatura, Tithonus'a aldırmayıp üç generale daha
yakına gelmelerini işaret etti. Masadaki görüntüyü göstererek, "Şu düzenlere bakın," dedi. "Size ne ifade ediyorlar?"
Aralarında hep fikrini ilk belirten kişi olan General Vanelke, "Savunma kuvvetlerimizin iyi konuşlandığını," dedi. "Onları kontrol altında tutuyomz. " Meslektaşlarına , aksini iddia etmeleri için meydan okurmuşçasına baktı.
Creerful da, "Ben de eksik bir şey görmüyomm, Majesteleri, " diye ekledi. Sağındaki General Ovard da onayladı.
"Kuvvetlerimizi düşünmeyi bırakın," dedi Apatura. "Kendinizi - " neredeyse "düşmanın" diyecekken, bu diplomatik gafı zamanında fark etti " - Gece Tarafı yurttaşlarımızın yerine koyun. Bir an için Hamearis
ZJO
Peri Sac"flarr
Lucina'dan duyduğumuzun gerçekten bir ültimatom olduğunu varsayın. Bir ültimatomun, onun arkasında durmaya hazır değilseniz, faydası yoktur, zararı bile vardır. Şu ana kadarki bütün belirtiler Hairstreak Evi'nin bunu güç gösterisiyle destekleyeceği yönünde. Şimdi kendinize şunu sonm, beyler: Eğer İmparatornnuzun değil de Hairstreak'in kuvvetlerine komuta ediyor olsaydınız. . . Yammeth Cretch'teki askerlerinizin düzeninden memnun olur muydunuz?"
Uzun bir sessizlik oldu , sonra General Ovard, "Tanrı aşkına, Mejesteleri - kesinlikle olmazdım! " dedi.
"Olmazdın, Ovard," diye tekrarladı İmparator. "Ne sen Creerful, ne de sen Vanelke . Sayılarda bir yanlışlık var. Bunu görüntü küresini kullanırken de düşündüm, ama o zaman bir karşılaştırma yapmam mümkün değildi. Savunma için çok fazla, ama saldın için
de çok az asker yerleştirmişler! Hesapları kendiniz yapın, beyler. Durnşları savunmaya yönelik değil - bunda hepimiz hemfikiriz. İleri hatları saldırı pozisyonu almış gibi görünüyor ve kesinlikle birkaç başarılı saldırı yapabilirler - vur kaç hareketleri, değiştirilmiş gerilla taktikleri, buna benzer şeyler. Ama Hairstreak'in az önce kuklası Hamearis Lucina vasıtasıyla verdiğini düşündüğüm ültimatomun arkasında asla duramazlar."
Tithonus alçak sesle, "Sizce blöf mü yapıyorlar, Majesteleri?" diye sordu.
"Bence eksik bir unsur var, " dedi Apatura. "Henüz keşfetmediğimiz gizli kuvvetleri olabilir mi?"
ZJI
Herbie Breımaıı
"İmkansız!" diye bağırdı Vanelke. Ovard, "İstihbaratımız mükemmel, Majesteleri,'' de
di. "Ayrıca, gördüğünüz gibi, pek bir şey gizlemeye çalıştıkları da yok."
"Gerçekten de,'' dedi Apatura, "gizlilik konusunda pek az çaba gösteriyormuş gibi görünüyorlar. Tabii ki bu da politik stratejilerinin bir parçası. Benim bilmek istediğim, sahiden varlığından tamamen habersiz olduğumuz çok miktarda kuvvetleri ve cephaneleri olup olamayacağı. "
Askerler konuşamadan Tithonus araya girdi: "Bu mümkün, ama son derece düşük bir ihtimal . Majesteleri, unutmayın ki onları şimdiki krizden çok öncesinden beri izliyoruz. "
"Gece Perileri dışında herhangi bir kaynaktan askeri yardım bekliyor olabilirler mi?"
"Nereden olabileceğini düşünemiyomm," dedi Tithonus.
Apatura'nın sorunu da tam buydu işte. Hairstreak'in kuvvetlerinin konumları politik stratejisine hiç uymuyordu. Saldırı kuvvetinde eksik bir bileşen vardı. Eğer bunu gizlemediyse -ki generalleri ve Eşikbekçisi bundan kuşkuluydular- bunu nerden alabileceğini düşünmek zordu. Fakat Hairstreak aptal değildi ve askeri danışmanları da en az İmparator'unkiler kadar iyiydiler. Öyleyse Hairstreak'in planı neydi? Eksik bileşen neredeydi?
İmparator hala bunu bulmaya çalışırken, Baş Geçit Mühendisi'nden bir mesaj aldı.
Peri Saaaşları
* * *
Apatura ile Tithonus hiç de ağırbaşlı olmayan bir biçimde koşuşturarak şapele vardılar. Apatura'nın ilk dikkatini çeken, geçidin yeniden birleştirilmiş olması oldu. Geçidin yanında Baş Geçit Mühendisi esnek bir İngiliz anahtarı ile son ayarları yapıyordu. Elleri ve yüzü yağdan kapkara olmuştu, ama kendini beğenmiş yüz ifadesini gizlemeye çalışmıyordu.
"Becerdin mi?" diye sordu Apatura. Kendini tutamadan sırıttı.
"Evet, Majesteleri. " "Lanet olası şeyin oğlumu nereye yolladığını biliyor
musun?" "Evet, Majesteleri. Benzer Dünya'ya gitmiş , ama he-
deflediğimiz adaya değil . " "Geçit yeniden düzgün çalışıyor mu?" "Evet, Majesteleri. " Apatura'nın yüzündeki sırıtış yerini ciddi bir ifade
ye bıraktı. "Pekala, Tithonus, bir ekip oluştump Pyrgus'a neler olduğunu bulalım. " Dönüp, şimdiden ilk ısınma evresine girmekte olan, hafifçe parıldayan geçide baktı. "On beş dakika sonra yola çıkıyoruz!"
Ooseki;
Henry'nin annesi ters ters, "Nerelerdeydin?' diye sordu. Mutfak masasında sandviç ekmeklerine yağ sürüyordu. Ardındaki çalışma masasında açık duran eski piknik sepetleri şimdiden meyvelerle, alkolsüz içeceklerle ve korkunç vejetaryen İskoç yumurtalarını andıran bir şeylerle doluydu.
Babası çok daha yumuşak bir sesle, "Endişelenmeye başlamıştık," dedi. Her zamanki takım elbisesi yerine pantolon, spor tişört ve eski spor ayakkabılarından oluşan haftasonu üniformasını geçirmişti. Ayrıca yüzünde gayet tanıdık olan, Henry'ye kendini çok kötü hissettiğini, ama neşeli görünmeye çalıştığını anlatan bir ifade vardı. Henry babasının da aile pikniğine çıkmayı en fazla onun kadar istediğini sanıyordu.
"Yürüyüşe çıktım," dedi Henry. Yalandı, ama aynı zamanda doğmydu da, bu yüzden kendini biraz olsun iyi hissetti. Ayrıca basitti de, yani aslının ortaya çıkma-
ZJ4
Peri Savaşları
sı ihtimali çok daha azdı. En azından Pyrgus'ı ve parçaları Bay Fogarty'ye kazasız belasız götürmüştü.
"Pikniğe çıkacağımızı biliyordun," dedi annesi. "Artık o kadar geç oldu ki, zahmete girmeye değmez."
Henry, "Daha hazır bile değilsiniz," dedi. Belki de bunu söylemek pek akıllıca olmamıştı.
Annesi, "Çünkü nerede olduğunu bilmiyorduk!" dedi. "Açıkçası, Henry, son zamanlarda. o kadar garip davranıyorsun ki, ne düşüneceğimizi bilemiyomz. "
O mu garip davranıyordu? Henry annesiyle babasına baktı, ama konuşmayı o yola saptırmamaya karar verdi. "Sadece yürüyordum," dedi. Sonra annesinin kendisini suçlu hissetmesi için kötücül bir umutla, "Düşünmem gerekiyordu," dedi.
Tam arkasından Aisling'in sesi geldi. "Sadece yürümüyordu. Bay Fogarty'yi görmeye gitti, bunu yapmamasını söylediğiniz halde. Dün gece telefonda bunu konuştuğunu duydum. "
Henry kendi çevresinde döndü. Aisling'in o aptal yüzünde kendini beğenmiş bir gülümseme vardı. Dün geceden beri biliyordu, ama Henry'nin başı daha da fazla belaya girsin diye, anne babasına söylemek için şimdiyi beklemişti.
"Bu, doğm mu?" diye sordu annesi. Ses tonundan, doğm olmadığına ikna edilmesinin pek mümkün olmadığı anlaşılıyordu.
Henry bir suçluluk dalgasını bastırırken, aklına korkunç bir düşünce geldi. Dün gece telefonda, okula zorla girmekten bahsetmiş miydi? Sanmıyordu, ama
tlerbie 8re1111a11
tam da hatırlayamıyordu. Aisling bu bombayı da mı patlatmayı bekliyordu? Derin bir nefes aldı. Bunu anlamanın tek bir yolu vardı.
Henry gözlerini yere indirdi. "Evet, doğru," dedi. Tekrar başını kaldırıp daha güçlü bir sesle, "Onun için yapmam gereken bir iş vardı, onu hayal kırıklığına uğratamazdım," dedi. Gözleri, titreyerek Aisling'e kaydı. Eğer Aisling bu sabah ne yaptığını biliyorsa, bunu şimdi söyleyecekti. Gururlu sesini hayal edebiliyordu: Ya o işin ne olduğunu biliyor musun, anne? Zorla gir
mek ve hırsızlık yapmak/
Aisling biliyorduysa bile sessizliğini korudu. "Onu hayal kırıklığına uğratmak mı?" diye tekrar et
ti annesi. "Sana söyledik -ben ve baban, ikimiz de
söyledik- bir daha onun için çalışmayacaksın. Şu an itibariyle. Gelecek ay ya da gelecek hafta itibariyle değil. Henry, bu senin iyiliğin için. O adam senin yaşındaki bir oğlan için hiç de uygun bir arkadaş değil . Ama artık mesele bu değil, öyle değil mi? Mesele şu, sana artık güvenemiyoruz bile - "
Babasının, "Çocuğun yükümlülükleri olabilir, Martha," dediğini duyan Henry şaşırdı.
"Pekala, " dedi annesi. " Yükümlülüklerini öğreneceğiz, öyle değil mi?" Henry'ye döndü. "Dostun Bay Fogarty için yapman gereken o işi bitirdin mi?"
Henry bir an ona baktı, sonra başıyla onayladı. "Evet. " Doğrucu Henry.
"Yani artık Bay Fogarty'ye karşı bir yükümlülüğün
kalmadı?"
Peri Saoaşlarr
Henry başını iki yana salladı. "Hayır. " Ki bu da doğnıydu. Bay Fogarty'ye , geçidi inşa etmekte ona yardımcı olamayacağını söylemişti, ama bu fark etmiyordu, çünkü zaten ona sadece parçaları uzatacaktı. Bay Fogarty silahlı soyguncu olsa da olmasa da, hala aletleri inşa eden kişiydi. Yardıma ihtiyacı olursa da Pyrgus oradaydı.
"Bu dunımda, '' dedi annesi, "babanın ve benim Bay Fogarty'yi bir daha görmemen konusunda yapacağımız isteğe herhangi bir itirazın olamaz. Öyle değil mi?"
"Olamaz," dedi annesine. "Öyleyse Bay Fogarty'yi bir daha görmemeyi kabul
ediyorsun?" Henry onayladı. "Evet. " "Söz vermeni istiyonım. Şeref sözü ." "Şeref sözü veriyomm,'' dedi Henry mutsuzca. "Güzel," dedi annesi çabucak. "Şimdi geriye sade-
ce cezanı kararlaştırmak kaldı. "
Cezasının iki haftalık ev hapsi olmasına karar verildi. (Annesi bir ay olmasını istedi, ama babası araya girdi.) Annesi ya da babasından biri ya da kızkardeşi Aisling -bu , aşağılanmaların en büyüğüydü ve annesi bunu biliyordu- yanında olmadığı takdirde evden çıkamayacaktı.
Ama itiraz etmedi, muhtemelen kendini çok suçlu hissettiğinden. Pyrgus'ın kendi dünyasına dönmesinde üzerine düşeni yapmış olmakla avundu.
2Jjl
ff erbie 8reım�11
Üç gün sabredebildi, sonra Bay Fogarty'ye telefon etti. Annesi bunu · yapmasını bile yasaklamıştı, ama onun söz verdiği bu değildi. Onun söz verdiği, Bay Fogarty'yi bir daha görmemekti. Ama telefon etmek de sorun yarattı, zira Bay Fogarty ev telefonuna cevap vermiyordu (her zamanki gibi) ve Henry cep telefonumı denediğinde, o da kapalıydı.
Ertesi gün yine denedi. Artık anne babası onu yakından gözetlemeyi bırakmışlardı. Tabii babası işteydi, annesi de çok geçmeden, birine ev hapsi cezası vermek hadi neyse, ama onun gardiyanıymış gibi davranmanın çok acı verici olduğunu fark etti. Aisling bile kendini beğenmiş bir bekçi köpeği gibi arkasından gitme oyununa son vermişti. Henry mutfağa gitti, kendine bir halka çörek aldı ve Bay Fogarty'nin cep telefonunu çevirdi. Hila kapalıydı.
Cuma günü de kapalıydı, cumartesi sabahı da. Henry artık giderek daha fazla risk alıyor, numarayı elinden geldiği kadar sıklıkla çeviriyordu. Fogarty telefonunu kalıcı olarak kapatmışa benziyordu. Henry telefonun sadece bozuk olduğuna kendini inandırmaya çalıştı, ama nafileydi. Her sonuç alamadan arayışında, içindeki bir aksaklık olduğu hissi güçleniyordu. Aksaklığın ne olduğunu bilmiyordu, ama hayal gücü bazı tuhaf ihtimallerin aklına gelmesini sağlıyordu.
Cumartesi öğleden sonra endişesi o kadar artmıştı ki, korkunç bir karara vardı. Bir şeref sözünden dönecekti. Gidip Bay Fogarty'yi görecekti.
Alan Fogarty irkilerek uyandı. Yatak odası masmavi bir ışıkla kaplıydı ve kulaklarında tiz bir vınlama sesi vardı. Onu almaya geliyorlardı!
Yatağında dönüp av tüfeğini almak için elini aşağı uzattı, sonra hatırladı; lanet olası silah mutfak masasının üzerinde parçalanmış, temizlenmiş ve yağlanmış ama birleştirilmemiş bir halde dumyordu, çünkü artık yaşlı bir adamdı ve yomlmuş, birleştirme işini ertesi sabaha bırakıp bir gececik olsun elinin altında bir dengeleyici olmadan uyumanın fark etmeyeceğini düşünerek yatağa gitmişti. Ama Murphy Yasası'nı unutmuştu : Eğer aksaklık çıkması ihtimali varsa, çıkacaktır. Gelip onu almak için ateşli silahının olmadığı tek geceyi seçmişlerdi.
Yatağında doğmldu. Henüz odada değillerdi, bu yüzden hala bir şansı vardı. Ama acele etmeliydi, bugünlerde bunu pek iyi beceremese de. Yaşlanmak
fferbfe Brermaıı
ölümcüldü. Otuz yıl önce olsa, muhtemelen onlarla dövüşürdü. Yirmi yıl önce olsa, şimdi yolda koşuyor olurdu. Ama bir kere sekseni geçtiniz mi, her şey yavaşlıyordu.
Bacaklarını yataktan çıkarıp ahşap döşeme tahtalarının üzerine iyice bastırdı. Acele etmeliydi, ama bunu fazla hızlı yaparsa zor dumma düşerdi. Ne zaman aniden ayağa kalksa bayılıyordu. Bir an sonra, ayağa kalkma riskini aldı. Başı biraz olsun dönmemişti - harika! Yatak odasındaki dolaba yürüyüp bir kriket sopası aldı.
Duvarlardan geçebiliyorlardı. Bu mantıklı değildi, ama bütün kitaplarda yazıyordu. Önemli olan, etkilenmemeyi becermekti, bir de hamleni onlardan önce yapmak. Kriket sopasını okşayıp pencereye yürüdü.
Bahçesinde hareket eden siluetler vardı! Perdeyi bırakıp yatak odasından dışarı seğirtti. He
nüz içeri girmemiş olmaları ihtimali yüksekti, bu da onun için bir avantajdı. İçinde bir parça, onlar içeri girmeden silahı birleştirip birleştiremeyeceğini merak ediyordu. Masa çekmecesinde bir kutu dolusu fişek vardı.
Mutfağa çabucak ulaştı. Arka kapıda, ana hatlarını buzlu camın çarpıttığı insansı bir siluet vardı. Siluet sertçe kapıya vurdu. Fogarty mutfağı katedip kapının beş sürgüsünü açtı. Sonra kilidi kancasından aldı, kilidi açtı ve sonra da kapıyı araladı.
Siluet içeri girerken, Fogarty ona kriket sopasıyla vurdu .
ı40
Peri Satıafları
• • •
Pelerini ve mor bir deri yeleği olan adam uzun boylu sayılmazdı ve Fogarty çok daha heybetli adamlar görmüştü, ama kapıdan girdiği anda, yönetenin o olduğunu anlıyordunuz.
Adam, "Neler oldu burada?" diye sordu. Fogarty bir şey söylemedi. Bunun sebebi kısmen,
boğazına sarılmış elin nefes almasını engellemesi, kısmen de kendinden biraz utanmasıydı. Bu soytarıların uzaylı olmadıkları kesindi. Siyah Giysili Adamlar ya da FBI gibi de durmuyorlardı. Giysileri hep fazla renkli, kesimleri fazla gösterişliydi. Ayrıca mor giysili adamda tanıdık görünen bir şeyler vardı.
Fogarty'nin kriket sopasıyla vurduğu adam, "Kuşkusuz ki bir yanlış anlama, Majesteleri," dedi. Adamın kolu yoldaşlarından birinin üstüne sıktığı sıkı, beyaz, katı bir kol askısıyla sarılıydı.
"Neden bu adamı boğmaya çalışıyorsun?" Bu som Fogarty'nin boğazını sıkan askere yöneltilmişti. Fogarty adamın asker olduğunu kısa saçlarından ve kıçının üstündeki tüfek harbisinden anlamıştı. Nereden gelirlerse gelsinler hepsi birbirine benziyordu ve bumın nereden geldiğini de Tanrı bilirdi. Eğer giydiği bir üniformaysa, Fogarty ona benzeyenini daha önce hiç görmemişti.
Asker hazırola geçmeye çalışarak, "Toplum için tehlikeli, efendim!" dedi. Ani hareketi Fogarty'nin nefes bornsunu neredeyse tamamen tıkıyordu.
"Sen misin, yoksa o mu?" dedi mor giysili adam.
ff erbre 8reımaıı
"Bence belki de onu serbest bıraksan iyi olur." "Elbette, Majesteleri!" dedi asker. Tek bir hareketle
Fogarty'yi bıraktı, bir adım geriye gitti, ayaklarını yere vurdu ve tekrar hazımla geçti.
Fogarty boynunu ovuşturdu. Mor giysili adamı ikinci kere Majesteleri diye çağırmışlardı. Bir çeşit kral mıydı? Ayrıca neden bu kadar tanıdık görünüyordu? Fogarty gözlerini kırptı. "Aman Tanrım," dedi, "sen Pyrgus'ın babasısın!"
Bu sözleri bir nükleer bomba patlatmış gibi bir etki yarattı . Herkes yerinde dondu kaldı. Hepsinin gözleri faltaşı gibi açıldı. Ağızları açık kaldı. Mor deri yelekli adam kendini ilk toparlayan oldu. "Ben Mor İmparator Apatura Iris'im," dedi. "Oğlum hakkında ne biliyorsun?"
Öyleyse onun için gelmişlerdi. Pyrgus geleceklerini sürekli söylüyordu - ya da en azından bunu deneyeceklerini. Tabii bu, kendi sorunlarını çözmeye çalışmasına engel olmamıştı; işte örnek bir oğul. Fogarty, "Çok geç kaldınız - geri döndü," dedi.
Mor İmparator, Fogarty'nin az önce saldırdığı zayıf adamla bakıştı. "Geri mi döndü?"
Fogarty başıyla onayladı. "Evet. " Hepsine teker teker baktı. Mutfakta beş adam vardı ve dışarıda daha fazlasının olduğuna emindi. "Ne?" diye sordu Mor İmparator'a. "Sorun nedir?"
Apatura masanın üzerindeki parçalanmış silaha baktı. "O bir silah mı?" diye sordu.
Fogarty onayladı. "Evet ."
Peri Saoaşları
"Senin silahın mı?" "Evet. " "Tekrar birleştirebilir misin?" Fogarty ona ihtiyatla baktı. "Evet. " Masaya yürü
yüp, gözlerini Mor İmparator'dan ayırmadan oturdu. Elini parçalara uzatıp onları birleştirmeye başladı.
İmparator zayıf adamı işaret edip, "Bu, Eşikbekçisi Tithonus," dedi.
Fogarty adamın koluna bakarak, "Özür dilerim," di-ye mırıldandı.
"Sadece bir kırık, " dedi Tithonus kum bir sesle. Fogarty, "İsmim Alan Fogarty," dedi. "Ne yazık ki misafirperverliğinizi zorladık, Bay Fo
garty," dedi Apatura. Sesi nazikti, ama yüzü taş gibiydi. "Ne var ki, oğlum hakkında konuşabilirsek minnettar kalırım. Lütfen onu nasıl tanıdığınızı ve neler olduğunu anlatın. "
Fogarty bu tip insanlara daha önce de birkaç kere rastlamıştı. Bunlarla, kesinlikle zornnlu olmadığınız sürece uğraşmamanız gerekirdi. Pyrgus da birkaç seneye kadar aynı olacaktı ve bu özelliğini kimden aldığını görebiliyordunuz - şimdi bile sert bir çocuktu. Neyse ki Fogarty'nin İmparator ile bir alıp veremediği yoktu. Tam tersine: Pyrgus'ı seviyordu ve Pyrgus'ın söylediği her şey onun da babasını sevdiğini belli ediyordu. Aralarında somnlar vardı elbette, ama bu sadece yaşı yüzündendi. O yaşta babasıyla sonın yaşamayan çocuk hiçbir yerde yoktu. Yaşamıyorsa, bir aksilik var demekti.
fferbie Brerıııarı
Fogarty, "Beni ilgilendirmez, ama yerinizde olsam güvenliğimi sıkılaştırırdım,'' dedi. "Sanırım biri çoetığunuza kötülük yapmaya çalışıyor."
Apatura ifadesiz bir yüzle ona baktı. "Ben de aynı sonuca vardım, Bay Fogarty. En baştan alın lütfen."
Fogarty derin bir nefes aldı ve ona her şeyi anlattı.
Pyrgus'ı geri yollamakla ilgili kısma gelince, hepsi dikkatle onu izlemeye başladı.
"Bunu nasıl yapmayı planlıyordunuz?" diye sordu Mor İmparator.
Sözünün kesilmesini sevmeyen Fogarty, "Geçit," dedi.
İmparatomn ekibinden biri, ceketine süslü bir Mor İmparator tacı işlenmiş Peacock adındaki biri aynı şekilde kısaca, "Geçit kapalıydı ," dedi.
"Sizin geçidiniz değil," dedi Fogarty. "Benimki. " Fogarty birdenbire artan heyecanı hissedebiliyordu.
Mor İmparator öne eğildi. "Yakınlarda doğal bir geçidiniz mi var, Bay ·Fogarty?"
Fogarty başını iki yana salladı. "Ben bir tane yaptım." Odayı şaşkınlık dolu büyük bir sessizlik kapladı.
Fogarty adamlara teker teker baktı. "Bu sizin için somn mu oluşturnyor?" diye sordu.
Muhtemelen omzu ağrıdığı için genelde sessiz kalan Tithonus adındaki adam, "Doğm mu anladım? Mevcut bir geçidi değiştirmek yerine sıfırdan bir tane mi yaptınız?" diye sordu.
"Evet," dedi Fogarty. Adamın ses tonundaki bir şey
Peri Sallaf ları
onu sinirlendirmişti. "Doğm anladınız." "Nasıl - " İmparator, Tithonus'un ona uyararak
baktığını görünce taktik değiştirdi. "Fevkalade yetenekli biri olmalısınız, Bay Fogarty," dedi.
Biraz, ama sadece biraz rahatlayan Fogarty, "İşimde aletler yapardım," dedi. Patlayıcılar, maymuncuklar ve alarm sistemi bozucular, ama bunu bilmelerine gerek yoktu.
"Yine de, " dedi Tithonus pürüzsüz bir ses tonuyla, "bu dünyada geçit teknolojisinin bilindiğinden haberim yoktu," dedi.
"Pyrgus bana temellerini anlattı . " "Yani ilk prensiplerden yola çıkarak hazırladınız?"
diye sordu Tithonus. "Büyütülecek bir şey değil," dedi Fogarty. "İşin ya
rısı, yapılabileceğini bilmek - sizi yanlış yöne bakmaktan kurtarıyor. "
"Eminim öyledir," dedi Tithonus. Peacock adındaki adam öne eğilmişti ve eğer Fo
garty gözleminde haklıysa, heyecandan titrememek için kendini zor tutuyordu. "Geçidinizi görebilir miyim?" diye sordu.
"Bay Peacock, Baş Geçit Mühendisimizdir," dedi Tithonus. "İşin teknik yönüyle ilgileniyor."
Peacock'ta Fogarty'nin hoşuna giden bir dürüstlük vardı. Masa çekmecesini açıp, fırçalanmış alüminyumdan küçük bir küp çıkardı.
Fogarty kübü uzatınca Peacock, "Bu nedir?" diye sordu.
fferbie 8rerırı�rı
"Geçit," dedi Fogarty. Peacock elinde evirip çevirdiği kübe bakakaldı. So
nunda gözlerini Fogarty'ye çevirdi. "Bu bir geçit değil . "
Fogarty sırıttı. "Elbette öyle. Kırmızı düğmeye bas. Ama dışarı çık - içeride kullanırsan bir şeyleri kırabilir. "
Peacock, İmparatomna baktı, o ise başıyla hafifçe onayladı. Bir an sonra hepsi dışarıya, arka bahçeye çıkmışlardı. Fogarty haklı olduğunu gördü - gölgelerde saklanan, çoğu askermiş gibi duran belki bir düzine adam daha vardı. İmparator'un belaya hazırlıklı olduğu belliydi. Fogarty bu özelliği severdi.
"Nerede . . . ?" diye sordu Peacock. Fogarty omuz silkti. "Burada herhangi bir yerde.
Evin dışında olduğu sürece fark etmez." Peacock kırmızı düğmeye bastı. Gerçeklik yarılır
ken bir yırtılma sesi geldi. Aralıktan, kristal avizelerle aydınlatılmış, halıyla kaplı bir koridor görülebiliyordu. Bir anlık şaşkın bir sessizlikten sonra Apatura, "Burası saray!" dedi.
"Orası olabileceğini düşündüm," dedi Fogarty gururla. "Sizin kendi geçidinize kilitlenmeye çalışıyordum - Pyrgus bana omm bir tür şapelde olduğunu söyledi. Saray yeterince yakın olabilir dedim."
"Bu bizim geçitlerimize hiç benzemiyor," dedi Peacock. Sesinde hayranlığa benzer bir şeyler vardı.
Fogarty haşin yüz ifadesini kommaya çalıştı. "Birkaç noktayı geliştirmiş olabilirim," dedi öylesine.
Peri Sauaşlarr
"Yeşil düğmeye basınca ne oluyor?" diye sordu Peacock.
"Geçit kapanıyor. " Peacock yeşil düğmeye bastı. Geçit ses çıkarmadan
kapandı. "Güç kaynağı nerede? Bu kübün içine koymuş olamazsınız ."
Fogarty sırıttığını fark etti, ama aldırış etmedi. Peacock da onun gibi bir mühendisti. "Küp sadece kontrol ediyor. Geçit asıl gücünü gezegenden alıyor. "
"Volkanik mi?" diye sordu Peacock. "Buralarda yok." "Bizimkiler volkanik. " Peacock, Tithonus'tan ve İm
parator'dan gelen uyarıcı bakışları görmedi, ya da aldırmadı bile. "Bizimkilerin hepsi volkanik. "
"Gezegensel rezonans," dedi Fogarty. "Bizde bunun üzerinde çalışmış Tesla diye bir adam vardı. Şimdi öldü . Gezegene elektrik vermişti - Pyrgus sizin buna, yakalanmış yıldırım dediğinizi söylüyor. Ben psikotronik bir tetikleyici kullandım. "
"Psikotronik tetikleyici ha - vay canına!" diye bağırdı Peacock. "Gezegensel rezonans fikrini biz de kurcalamıştık, ama psikotronik bir tetikleyici kullanmak aklıma bile gelmezdi. "
"Onsuz işlemez, ne kadar elektrik pompalanırsa pompalansın. "
"Biliyomm," dedi Peacock. Aynı anda hem mutlu hem de hayret içinde görünüyordu.
"Belki de bu konuşmaya başka bir zaman devam edebilirsiniz,'' dedi Apatura kum bir sesle. Peacock'ın
fferbie Brermaıı
aceleyle ettiği özürleri elini sallayarak geçiştirdi ve Fogarty'ye, "Bana bu geçidi Pyrgus'ı evine yollamak için kullandığını mı söylüyorsun?" dedi.
Fogarty rahatsız olarak, "Ah, tam olarak değil ," dedi.
" Tam olarak değil mi?" diye sordu Tithonus. Fogarty, Mor İmparator'a, "Oğlunuz sabırsız bir ço
cuk," dedi, o da acı acı onayladı . "Geçidi, onu bitirdiğim gece kendisi kullanmış. İki gece önce ben uyurken gitmiş. Bana bir not bırakmış. Gittiğini göıi.ince biraz tasalandım. Son ayarlamaları yapmış ya da denemiş filan değildim. Ama geçidi kendim denediğimde sorunsuz çalışıyordu."
"Kendin mi denedin?" "Ah, evet. Pyrgus'ın iyi olduğuna emin olana kadar
rahat edemedim. " "Peki sen deneyince ne oldu?" diye sordu İmpara
tor ihtiyatla. "Gördüğünüz şey," dedi Fogarty. "Geçitten geçip
sarayınıza girdim. Sarayı Pyrgus'ın bana anlattıklarından tanıdım."
"Ziyaretinizden haberimiz olmadı," dedi Tithonus. "Tam bir ziyaret değildi. Girdim, etrafa bakındım,
sonra da geri geldim. Burada yapılacak işlerim vardı. Sadece oğlunuzun eve ulaştığına sevinmiştim. "
Mor İmparator ona ciddi bir tavırla, "Sorun da burada, Bay Fogarty," dedi. "Oğlum eve ulaşmadı."
f
Yf rmf
Aynadaki, kısa saçlı, açık ve temiz yüz hatları olan zayıf bir oğlandı. Giysileri evde dikilmişti ve çok kasvetliydi: Beceriksizce yamanmış çamurlu , yeşil bir ceket ve gıcırdayan, topuksuz deri botlara sokuştumlmuş, insanı kaşındıran kahverengi bir pantolon. Bir fabrika işçisi ya da az para alan bir çırak olabilirdi . Holly Blue aynadaki aksini memnuniyetle inceledi. Gerçek bir kılık değiştirme her zaman, karşı büyüyle bulunabilecek ya da en beklenmeyen zamanda yok olabilecek düzensiz bir yanılsama büyüsünden daha iyiydi.
Cildi onu endişelendiriyordu. Onun yaşındaki çoğu çocuk benekli oluyordu, en çok da çıraklar; ama bunun için yapabileceği pek bir şey yoktu. Ayrıca, bu kılığı daha önce de kullanmıştı ve kimse farkına varmış gibi görünmemişti. Ama o görevler şimdiki kadar tehlikeli olmamıştı. Bunun üzerinde düşündü, sonra, ha-
ff er!Jie Breııııaıı
vanın etkisiyle yıpranmış bir görünüm vermek için hafifçe boyamaya karar verdi. Bu biraz işe yaradı.
Blue silahlarını kontrol etti. Acınacak kadar azdılar. Somn, her şeyin büründüğü kimliğe uymak zomnda olmasıydı. Hiçbir fabrika işçisinin ya da çırağın büyülü silahlara, hatta basit bir kılıca yetecek parası olamazdı. Çoğu sadece savunmaya yönelik bir sopa taşırdı, belki o bile olmazdı. Küçük bir bıçakla ve bakır bir paranın içine koyulmuş bir çığırtkanla yetinmeye karar verdi. Bıçak uygun sayılırdı -aslında olduğundan çok daha ucuz görünüyordu- ve çığırtkan keşfedilirse de, çaldığını söyleyebilirdi. Son anda aklına gelince, cebine bir kilit açma büyüsü attı. Çok yakından incelemezseniz bir muza çok benziyordu.
Aynaya son bir defa baktı, sonra kitap raflarına yürüyüp Cmdman'ın Denemelerinin ince bir cildine vurdu. Rafların bir bölümü sessiz kızak ayakları üzerinde kaydı. Blue ötedeki gizli geçide adımını atarken, ışıkküreleri yumuşak bir biçimde yandı ve raflar da yerlerine geri kaydı. Yarım saatten az bir süre sonra Northgate'in büyük kalabalığına karışmıştı.
Northgate'te ilk tiyatro beşyi.iz yıl önce açılmıştı ve semt o zamandan beri hep bir eğlence merkezi olmuştu. Ama şu anda vaat edilen eğlence, tiyatrolardan biraz daha çeşitliydi. Kıvılcım büyülü tabelalar fırıldak kulübelerin, doygunluk mağaralarının, kargaşa boynuzu kahvelerinin, simbala müziği salonlarının, gerçeklik dairelerinin ve -Blue bunu ilk defa görüyorduOrganik Fışırtı Deneyimi'nin reklamlarını yapıyordu.
ıso
Kaldırımlar gecenin bu saatinde hep olduğu gibi kalabalıktı ve sokak soytarıları kalabalıktan biraz para koparabilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Blue hokkabazların ve akrobatların, gezinen oyunculardan oluşan minik bir tiyatro topluluğunun ve canlı bir ejderhayı yiyormuş gibi görünen birinin yanından geçti. Bir yanılsamaydı elbette, ama iyi bir yanılsamaydı.
Bir kapıdan yaşlı bir fahişe çıktı. "Benimle biraz kargaşa boynuzu yemek ister misin, genç adam?"
Blue sırıtarak eliyle hayır işareti yaptı. En azından kılık değiştirmesi sınıfı geçmişti .
Alışılagelmiş bir gezinti olsa, ana caddede zaman geçirip coşkunun ve manzaranın tadını çıkarırdı. Ama bu alışılagelmiş bir gezinti değildi. Babası, Pyrgus'ı Benzer Dünya'da bulabileceğini düşünüyor olabilirdi, ama Blue bundan o kadar emin değildi. Günlerdir ağabeyiyle konuşmalarının bir parçası kafasında dönüp duruyordu.
"O korkunç Hairstreak'in seni öldürdüğünü
sandım! Senden neredeyse üç gün boyunca haber
alamadım!"
"Hairstreak bana hiç yaklaşamadı . Beni öldür
mesine ramak kalan başka biriydi. "
Şapeldeydiler, tam Pyrgus geçitten geçip kaybolmadan önceydi. Beni öldürmesine ramak kalan baş
ka biriydi. Bunu bir şaka diye geçiştirmeye çalışmıştı, ama Blue ağabeyini çok iyi tanıyordu. Bu bir şaka de-
ff erbre 8reımaıı
ğildi - bir dil sürçmesiydi. Pyrgus'ın onun bilmesini istemediği bir şey vardı. . . aslında başka kimsenin de. Yaygara yapmaktan hep çok korkardı. Ama onu öldürmesine ramak kalan başka biri vardı. Hairstreak de değil, başka biri. Bir dakika sonra biri onu yine öldürmeye çalışmış, damarlarına zehir enjekte etmiş ve Iris Evi'nin geçidini sabote etmişti. Bu bir rastlantı mıydı? Holly Blue hiç sanmıyordu.
Eşzamanlı olarak kılıç yutan bir sıra adamın yanından iterek geçti ve Garrick Caddesi'ne girdi. Bu, ilk tiyatromın bulunduğu yerdi. Bina artık çoktan yıkılmıştı, ama caddenin kendisi hala Northgate'in tiyatro bölgesinin kalbiydi. Ay ve Küre'nin cafcaflı ön cephesini ve Garrick'in kendisini geçtikten sonra eski büyücü malzeme dükkanının yanındaki dar, gösterişsiz merdivene ulaştı. İlk sahanlıkta bir gardiyan yanılsaması onu durdurdu.
Yanılsama uğursuz bir tavırla, "Boyalı Leydi ile görüşmek istemeye diret eden kim?" diye sordu.
Blue kendi kendine gülümsedi. Tipik bir gardiyan yanılsaması Lütfen adınızı ve mesleğinizi belirtin gibi bir şeyler söylerdi, ama bu, Madam Cardui'ye yetmezdi. Daha onu görmeden bile sizin üzerinizde bir etki bırakması gerektiğine inanırdı. Yanılsama özel olarak yapılmıştı. Çoğu insan standart bir kapıcıdan memnun kalacakken, bu şey kara sakallı, iki buçuk metre boyunda, torba gibi bir pantolon giymiş ve türban takmış eksiksiz bir cindi. Gözleri, alev almış kömür parçaları gibi parlıyordu.
ısı
Peri Saoaflarr
Blue alçak sesle, "Küçük Oğlan Blue,'' deyince, yaratık sahte yeşil bir duman çıkararak yok oldu. Blue bir merdiven daha çıktıktan sonra, kısmen perdeyle kaplı bir kapıyı kibarca çaldı.
Tiz bir ses, "İçeri gir, hayatım, içeri gir!" diye seslendi.
Madam Cardui'nin salonu neresinden bakılırsa bakılsın sıradışıydı. Bütün duvarlar, arada bir çözülüp mantikorlar ve tek boynuzlu atlarla dolu küçük, göz alıcı manzaralara dönüşen cafcaflı, kıvrımlı, zengin boya tabakalarıyla kaplıydı. Eşyalar, çok sayıda ipek ve kadife yastıktan ve aralarına serpiştirilmiş, üzerinde mor afyonlu nargilelerin ve lokum dolu sığ kristal kaselerin olduğu alçak masalardan ibaret gibi bir şeydi. Havada kuvvetli bir tütsü kokusu vardı; bu koku sürekli değişse de, her nasılsa hep yasemin havasını koruyordu. Şehvetli bir simbala müziği duyulabilirliğin sınırlarında inleyip mırıldanıyor, ama, simbala müziğinde hep olduğu gibi, kendini vücudunuzun ve zihninizin içine yavaş yavaş sokmayı beceriyordu.
Ama en sıradışı olan, Madam Cardui'nin kendisiy-di. Boyalı Leydi bir minder yığınının üzerine uzanmıştı, yanında da turuncu renkli cücesi ve yarı saydam İran kedisi vardı. Yanındaki masanın üzerinde minyatür makineler durmadan tıkırdıyor, egzotik bonbonlar ve garip tozlarla dolu bez keseler üretiyorlardı. Kadın çok zayıftı, yalnızca göğüsleri tiyatro günlerinde yapılmış muazzam dopingleri koruyordu. Ağır makyajının altındaki derisi damarlı ve derin kırışıklıklarla kaplıy-
fJerbie Breıırıao
dı, ama gözleri her zaman oldukları kadar kara, parlak ve buğuluydu.
Gülümseyince kızıl dişleri göründü. "Oğlan Blue," diye sıcakkanlılıkla selam verdi, "seni bu kadar kısa süre sonra yine görmek ne büyük bir zevk." Yanında bir yere vurdu. "Buraya. Burada, yanımda oturmalısın . " Blue otururken kadının cücesi şilteleri düzenlemek için seyirtti.
Blue öylesine, "Yalnız mıyız, madam?" diye sordu. Boyalı Leydi burnundan, ağır tütsü kokusundan ör
nek alırmışçasına derin bir nefes aldı. "Yalnız, ama belki de henüz tamamen mahrem değil ," dedi gösterişle. Elini gevşekçe salladı. "İcabına bak, Kitterick. "
Tumncu cüce sırıtarak kapının yakınındaki bir masaya koştu. Sedir ağacından bir sepetten küçük, kahverengi bir koni alıp yakındaki bir ışıkküresine yaklaştırdı, ta ki koninin ucu için için yanmaya başlayıncaya kadar. Sonra koniyi sığ, madeni bir tütsü tabağına koydu. Efendisine dönerken, koni bir havai fişek gibi patlayıp odaya şatafatlı bir sessizlik büyüsü yaydı.
Boyalı Leydi, "İşte!" deyip içini çekti. Doğmlup otumr konuma geçti ve gerindi. "Eh, Ekselansları," dedi canlı bir sesle, "sanırım bu, Veliaht hakkında olacak. "
Blue başıyla onayladı. "Evet, Madam Cynthia." "Sağ salim döndüğünü zannediyordum. " "Döndü," dedi Blue. "Babam onu Benzer Dünya'ya
çevirmeye karar verdi. " Madam Cardui dudaklarını büzdü. "Belki de işler
sakinleşinceye kadar en güvenli yer orası. "
Peri Sar.ıaflarr
"Ne yazık ki," dedi Blue, "biri geçidi sabote etti . " "Ah," dedi Madam Cardui. Düşünceli bir biçimde
Blue'ya baktı. "Bir suikast girişiminden mi şüpheleniyoruz, yoksa sadece kötülük yapan biri mi?"
"Suikast girişimi," dedi Blue. Zehirden bahsetmemeye karar verdi. Boyalı Leydi'ye de en az diğer muhbirleri kadar güvenirdi, ama deneyimleri ona, bilginin gerektiği kadar paylaşılmasının en iyisi olduğunu öğretmişti. "Sorun şu ki, sanırım biri onu saraya dönmeden önce de öldürmeye çalıştı."
"Hairstreak'ten bahsetmiyoruz, değil mi?" "Hayır, başka biri. " "Ve sen de bunun, geçidin sabote edilmesini ayar
layanla aynı kişi olabileceğini düşünüyorsun?" "Bunun mümkün olduğunu düşünüyomm," dedi
Blue. "Dış dünyadaki küçük macerası sırasında onu öl
dürmeye çalışanın kim olduğunu biliyor muyuz?" Blue ciddi ciddi, "Bilmiyorum," dedi. "Senin bilebi
leceğini umuyordum. " "Anlıyorum," dedi Boyalı Leydi. Yarı saydam kedi Blue'nun dizine tırmandı, kıvrıldı
ve uykuya daldı. Blue kediyi dalgın dalgın sevdi. Kürkün altında hızla çarpan kalbini, kıvrımlı bağırsaklarını ve yarı yarıya yenmiş bir farenin ana hatlarını seçebiliyordu. "Onun yerini benim için bulmayı başardın," dedi Blue. "O sırada, nerede olduğuyla ilgilenmiyordum. Şimdi ilgileniyorum. Biliyor musun?"
Madam Cardui acıyla ayağa kalktı. "Bir gün kendi-
fferbie 8re1111a11
nin bile yaşlanacağını hiç fark ettin mi?" Blue cevap veremeden, bir elini gösterişle sallayıp, "Hayır, tabii ki hayır, hayatım," diye devam etti. "Neden böyle şeyler üzerinde durasın ki? Bütün asaletine ve zekana rağmen, daha yeni yeni kadın oluyorsun. Baharın zevkini yeni çıkarmaya başlamışken neden kışı düşünesin ki?" İçini çekti. "Yaşlanmanın en kötü yanını söyleyeyim mi - acılardan, ağrılardan ve güzelliğin yok olmasından bile kötü olan yanını? Hafızan bozuluyor. Ah,
önemsiz kısımlar kalıyor. Beş yaşındayken öptüğün aptal bir çocuğu hala dünmüş gibi hatırlıyorsun. Ama geçen hafta ne yaptığını unutuyorsun. Öyle bir sıkıntı ki. Sana yardım edebileceğimi sanıyorum, ama kontrol etmem gerek."
Kadın duvarın bir kısmına doğru yürürken tumncu cüce hevesle koluna girdi. Duvar, o yaklaşırken karmakarışık bir hipnodüzene dönüştü. "Sessiz ol," diye mırıldanınca, duvar onun sesiyle beraber eski haline döndü. Bir elinin ayasını yüzeye koyunca derin bir çukur ortaya çıktı. Çukurdan bir deste oyun kartı aldı. "Müthiş destem," dedi. "Sana bir zamanlar bir sihirbazın yardımcılığını yaptığımı söylemiş miydim? Büyük Mephisto. Çok yakışıklı bir adamdı ve elleri de çok hünerliydi. Ama asla böyle bir destesi olmadı. " Jokeri bulana kadar kartları karıştırdı. "Sabit dur, Kitterick, " deyip kartı Kitterick'in kafasına soktu.
Kitterick dondu ve yüzüne boş bir ifade yerleşti. "Veliaht Pyrgus Malvae," dedi cansız bir sesle. "Mor İmparator Apatura Iris'in oğlu, Peacock Tahtı'nın vari-
2ç6
Peri Saoaşlarr
si, saç rengi kızıl, göz rengi kahverengi, boyu bir met-re - "
Kadın elini sallayarak cüceyi susturdu. "Arama Düğümü Yedi'ye geç. Bütün düşmanlarla karşılaşmaları sorgula. Süre: Altı hafta - " Duraksayıp Blue'ya baktı. "Altı hafta yeter mi?"
"Belki de iki ay daha iyi," dedi Blue. "Emin olmak için . "
Madam Cardui cücesine, "Süre sekiz hafta, " dedi. "Lord Hairstreak, " dedi Kitterick hemen. "Veliaht
Pyrgus, Hairstreak'in malikanesine zorla girmiş ve altın anka kuşunu çalmış, sonra da Hairstreak hemen tutuklanmasını emretmiş. Avcılar - "
"Hairstreak değildi," dedi Blue. "Pyrgus bunu bana kendisi söyledi. " Hairstreak bana hiç yaklaşamadı.
Beni öldürmesine ramak kalan başka biriydi. "Ama anka kuşunu almasından sonra olabileceğini zannediyomm," diye ekledi.
"İleri kay," diye emretti Madam Cardui. "Groumu," dedi Kitterick. "Ne?" Blue kaşlarını çattı. "Sanırım bir isim olabilir," diye önerdi Madam Car
dui. "Bu bir isim mi, Kitterick?" "Evet. " "Kim bu Groumu?" diye sordu Blue. "Listelenen soruları işlemeye devam et, Kitterick,"
diye emretti Madam Cardui. "Groumu, Güvenlik Muhafız Çavuşu, saç rengi si
yah, göz rengi kahverengi, boy bir seksenbeş, yaş kırk
ff erbie Brerırıarı
yıl dört ay, Veliaht Pyrgus'a ikinci ayın ilk gününde saldırmış . Jocurm, Güvenlik Muhafızı, saç rengi kahverengi, göz rengi mavi, boy bir yetmişdokuz, yaş yirmidokuz yıl bir ay, Veliaht Pyrgus'a ikinci ayın ilk gününde saldırmış. Praneworf, Güvenlik Muhafızı, saç rengi kahverengi, göz rengi mavi-gri, boy bir seksen, yaş otuzüç yıl yedi ay, Veliaht Pyrgus'a ikinci ayın ilk gününde saldırmış - "
"Pek meşgul bir günmüş, '' diye mırıldandı Boyalı Leydi.
"Datches, Güvenlik Muhafızı - "
"Bu muhafızlar ne yaptı?" diye sordu Blue çabucak. "Vücuda acı verecek biçimde saldırı," dedi Kitte-
rick. "Öldürmeye teşebbüs, sekizinci düzey." Öldürmeye teşebbüs/ Blue midesinin kasıldığını his
setti. Pyrgus'ın kastettiği bu muydu? Birinin güvenlik muhafızlarının saldırısı mı? Beni öldürmesine ramak
kalan başka biriydi. Bu bir avuç muhafız gibi değil, daha çok tek bir kişi gibi geliyordu. Tabii Pyrgus muhafızları üzerine salan her kimse onu kastetmiyorsa. Ama öyle olsa bile sadece sekizinci düzey bir saldırıydı, bu da teknik olarak öldürmeye teşebbüs olsa da, aslında sadece onu bayılana kadar dövdükleri anlamına ,geliyordu. Ciddi bir suikast teşebbüsü en azından -
"Dokuzuncu düzey," diye emretti Madam Cardui. 'Dokuzuncu düzey karşılaşmaları incele. "
Kitterick duyulur şekilde klikledi ve başını hızla çevirdi. "Pratellus," dedi. "Crambus, Güvenlik Muhafız Yüzbaşı, saç rengi siyah çizgili gri, göz rengi kahve
ıça
Perf Saflaflarr
rengi, yaş kırkdört - " Blue sözünü kesti. "Pyrgus'a ne yaptı?" Kitterick'in yüzü hareketsizleşti, sadece gözleri saat
yönünde dönmeye başladı. Ağzından, sıkışmış bir çarkınkini andıran tuhaf bir ses çıktı.
"Bu Pratellus muhtemelen kendisi bir şey yapmadı," diye açıkladı Madam Cardui. "Dokuzuncu düzey bir karşılaşma ciddi zarar verme, hatta öldürme potan
siyeline sahiptir, ama karşılaşılan kişi bunları yapan kişi olmayabilir. "
Blue kaşlarını çattı. "Anlamıyomm. " "Eh, örneğin Pratellus ağabeyinin kollarını tutarken
başka biri onu bıçaklamış olabilir. Ya da ağabeyini bir darağacına ya da başka bir idam yerine götürmüş olabilir. Ya da - ah, lütfen kendini üzme, hayatım, sadece varsayıyorum. Bütün söyleyebileceğimiz, bu cesur yüzbaşının ağabeyinin canını almaya yönelik bir teşebbüsün içinde olduğu, doğmdan sommlu olduğu değil. "
Blue biraz ters bir tavırla, "Doğmdan sorumlu olanın kim olduğunu nasıl öğreniriz?" diye sordu . Madam Cardui'nin yaşındaki insanlarla uğraşmak bazen zor oluyordu . İşleri yüıiitme biçimleri her zaman yeterince hızlı değildi.
"Kitterick, onuncu düzeye çık!" diye emretti Madam Cardui.
Kitterick yine klikledi. "Chalkhill, Jasper," dedi yüksek sesle. "Saçları boyalı, göz rengi süt mavisi , boy bir yetmiş, yaş kayda değer ıiişvetler verilerek resmi ka-
fferbie Brermarı
yıtlardan silinmiş . Brimstone, Silas, saçı dökülmüş, göz rengi kanlı mavi, boy bir yetmişsekiz, yaş doksansekiz yıl on ay. "
"Chalkhill ve Brimstone!" Madam Cardui nefes aldı. "Ağabeyini öldürmeye çalışanın kim olduğunu bulmuşa benziyornz."
"Chalkhill ve Brimstone kim, Madam Cynthia?" diye sordu Holly Blue. İsimler bir yerden tanıdık geliyordu, ama kesinlikle Asil Evler'den birinin mensubu değillerdi ve politikayla uğraşıyorlarsa bile önemli bir mevkileri yoktu.
" Ticaret yapıyorlar," dedi Madam Cardui. Bunu her nasılsa bir hastalıkmış gibi telaffuz etmişti. "Gece Perileri, elbette."
"Ticaret mi yapıyorlar?" Madam Cardui gözlerini yukarı çevirdi. "Yapıştırıcı
kavanozları satıyorlar, hayatım. " İşte ismi buradan duymuştu . Chalkhill ve Brimsto
ne'un Mucize Yapıştırıcısı - hizmetçi dairesinde görmüştü. "Aynı zamanda üretiyorlar da, değil mi?"
Mad,am Cardui ilgisiz bir tavırla, "Öyle sanıyornm," dedi. "Chalkhill'in geçmişi az çok ilgi çekici . Bir berber olarak bir miktar şöhret saldı. Sonra bir iç dekoratör oldu. Tarzı kendine özgü, ama benim için biraz fazla göz alıcıydı. Teyzesi tarafından yetiştirildi. Söylenenlere göre oldukça iyi bir kadınmış, ama anlaşılan o ki Jasper onu parası için zehirlemiş. "
Blue hemen alarma geçti. "Zehirlemiş mi? Tripti-z6o
Peri Saaaşlarr
yum kullanmış olması ihtimali var mı?" "Hiç fikrim yok. Sadece bir söylentiymiş - hiçbir
şey kanıtlanamamış. Ama bütün mülkünü miras almış ve kayda değer bir paraya satmış. Parayı çarçur etmekle meşgulken Brimstone ile tanışmış . "
"Brimstone'un geçmişi nedir?" diye sordu Blue. "Büyücülük," dedi Madam Cardui hemen. "En al
çak cinsinden, ölülerle haberleşme ve iblisçağırıcılık. Gececi arkadaşlarını bile korkutuyor. " Kitterick'in başından kartı çıkardı, cüce ona minderlerine kadar refakat etti . Kadın tekrar uzandı. "Şüphe yok, Ekselansları - bunların biri ya da her ikisi de ağabeyini öldürmeye teşebbüs etmeye muktedir. "
Blue ona baktı. Sertçe, "Bana onları nerede bulabileceğimi söylesen iyi olur, " dedi.
ı6ı
Virmibir
"Acı verdi mi?" diye sordu Blue merakla. "Başına kart sokulması?"
"Pek değil," dedi Kitterick. Madam Cardui onu kornmak için Blue'yla beraber gitmesi konusunda ısrar etmişti. "Ama kendinizi tuhaf hissetmenize neden oluyor."
"Nasıl yapıyor bunu? Bir çeşit büyüyle mi?" "Ah, hayır, Yüce Ekselansları - bir deliğim var." Sa
çını kaldırıp Blue görebilsin diye eğildi. Kafatasına giren metal şeritli bir delik vardı. "Bilgi kartların üzerine kodlanıyor - kimse şüphelenmesin diye sıradan bir deste şekline sokuluyorlar. Benim bütün yaptığım, bilgiyi oradan okumak. Biraz eğitim istiyor, ama bunun ana amacı, başında bir kart varken yere düşmemek. "
"Aman Tanrım," dedi Blue. Cheapside'da beraber yürüyorlardı. Burası şehrin
Blue'nun daha önce hiç gelmediği ve bir daha gelmek
ı6ı
Peri Saoaflarr
istediğine de emin olmadığı bir bölgesiydi. Tuhaf bir çift oluştumyorlardı. Blue hala oğlan kılığındaydı ve Kitterick de parlak tumncu renkli cildi ve giysileriyle omzuna anca geliyordu. Tıknaz olduğu halde, kommalık yapmak için fazlasıyla ufak tefek görünüyordu, ama Madam Cardui, Blue'yu onun aşırı zehirli olduğu konusunda temin etmişti. Kitterick'in bir ısırığı genelde bir atı devirmeye yeterdi, ama bu biraz zaman alabilirdi.
Artık saat çok ilerlemiş olsa da, Cheapside Northgate kadar kalabalıktı, ama Blue buradaki insanların tiyatro seyretmek kadar, hatta kargaşa boynuzu kahvesine gitmek kadar bile masumane olmayan zevkler peşinde olduklarından şüpheleniyordu. Bütün bölge kabaca bir yankesici cennetini andırıyordu. Kitterick çok dikkat çektiğinden rahat olamadıkları halde, Blue yalnız olmadığı için memnundu.
"Neredeyse geldik," dedi Kitterick. İşaret etti. "İşte orası."
Seething Sokağı'ndan bahsediyordu. Madam Cardui, Chalkhill ve Brimstone'un yapıştırıcı fabrikasının orada olduğunu söylemişti. Tabii bu saatte kapalı olacaktı, ama Boyalı Leydi hem Jasper Chalkhill'in, hem de Silas Brimstone'un ev adreslerini vermişti. Chalkhill'in fabrikanın ötesinde bfr yerde, Wildmoor Açıklığı'nda bir malikanesi vardı. Brimstone ise daha da yakında onmıyordu. Seething Sokağı'nda bir evi vardı. Blue, Kitterick'in işaret ettiği yere bakınca, bir yanında bir dövme salonu , diğer yanında bir berber olan -ikisi de kapalıydı- dar, loş bir giriş gördü. Krallıkta
fferbie Breımarı
birinin gitmek isteyeceği en son yer gibi görünüyordu. Pyrgus bu insanların işine nasıl olmuş da karışmıştı ki? Seething Sokağı yakından bakıldığında daha da az çekiciliğe sahipti. Blue'nun midesini kaldıran bir kokusu vardı. Kaldırım dardı ve kısmen parke taşlarıyla kaplıydı. Cadde ışıkları ise o kadar az ışık yayıyordu ki, büyük açıklıklar iyiden iyiye karanlıktı. Oradaki gölgelerde herhangi biri tedbirsiz kişilerin üzerine atılmak için gizleniyor olabilirdi.
Kitterick omm düşüncelerini okuyormuşçasına cebinden yanan bir meşale çıkarıp yukarı kaldırdı . "Sanırım benim önden gitmem en iyisi, Ekselansları," dedi alçak sesle. Blue kabul etti. Yine de, cüceyi izlerken saklı bıçağına heyecanla dokundu
Cadde tenhaydı ve Cheapside'ın ana caddesinden çıktıkları anda adımları kaldırım taşlarında korkutucu biçimde yankılanmaya başladı. Koku burada daha da yoğundu, ama Blue içindeki kusma isteğini bastırdı. Bir an sonra Kitterick, "Burası, " dedi. Havaya kaldırdığı meşalenin ışığı dar kapıdaki numaranın üzerinde dolaştı. "Seksen yedi. Bay Brimstone'un evi ."
Caddenin iki yanında, bazılarının öne çıkan balkonları olan eski teraslar vardı. Brimstone'un evi de bunun bir parçasıydı, ama tam bir ev değildi. Karanlıkta görmek zordu, ama iki binanın arasına sıkıştırılmış gibi görünüyordu, sanki son anda akla gelen bir düşünceyle , kullanılmayan yeri doldurmak için sokuşturulmuştu. Üç dar katı vardı ve bunların hiçbirinde tek bir ışık yoktu.
Peri Saoaşları
"Evde kimse yok gibi ," diye mırıldandı Blue . "Gerçekten öyle olup olmadığını araştırayım mı,
Ekselansları?" Blue bir an düşündü, sonra onayladı. Ne Chalkhill'i
ne de Brimstone'u görmek için bir acelesi vardı. Kurduğu kadarıyla planı, ağabeyini öldürmeye teşebbüs ettiklerine dair kanıtlar aramaktı. Bunları bulduğu anda harekete geçebilirdi. Zonmda kalırsa bu adamlardan biriyle konuşmaya hazırdı, ama eğer Brimstone evde yoksa, bu biraz etrafı karıştırmak için mükemmel bir fırsat olabilirdi. Adamın güvenlik büyüleri kullanıp kullanmadığını merak etti.
"Belki de kısa bir süre gözden uzak durmanız iyi bir fikir olur, Ekselansları. Ev kesinlikle boş gibi durnyor, ama hiç belli olmaz ve Bay Brimstone'un, krallık ailesinin kendisine ilgi duyduğunu şimdiden fark etmesini istemeyebiliriz. "
Blue, Brimstone'un, kılığının altındakini fark edeceğini hiç sanmıyordu, ama Kitterick haklıydı. Oyumın bu safhasında risk almamak daha iyi olabilirdi. Tekrar onaylayıp yeniden gölgelere çekildi. Kitterick hemen gürültüyle kapıyı çaldı.
Bir an sonra komşu evdeki biri üst kattaki pencereyi açtı ve sinirli yüzünü dışarı uzattı. "Seni tunmcu cüce, şu velveleyi hemen kesmezsen aşağı inip senin canına okurnm!"
"Bay Brimstone için bir paketim var," dedi Kitterick. Tam sakinleşmiş sayılmazdı.
"Bu saatte mi? Bu ne salaklık be?"
fferbie Breımaıı
"Özel paket. Yapıştırıcısı için bir şey." "O halde fabrikaya teslim et, seni şaşı embesil! Bu
raya gelip insanları uykularından kaldırma. " "Maalesef fabrika kapalı, efendim. En iyisi Bay
Brimstone'u görmek olur diye düşündüm." "Eh, Bay Brimstone evde yok, seni lağım faresi. İs
tediğin kadar dövün. Hadi, defol!" "Bay Brimstone sonra gelecek mi?" diye sordu Kit
terick. "Sonra mı? Sonra mı? Ben nereden bileyim sonra
gelecek mi? Dadısıymışım gibi bir halim mi var?" "Hayır, efendim. Teşekkür ederim, efendim. Artık
gideyim. Rahatsız ettiğim için özür dilerim, efendim." Kitterick ustalıkla caddeden gidiyor numarası yaptı, ama adam başını içeri sokar sokmaz geri döndü. "Ev boş, Ekselansları. Herhalde içeri gireceğiz?"
"Ah, evet ," dedi Blue. "Gerçekten de öyle ."
Brimstone'un güvenliğine düşkün olduğu kesindi. Ön kapısını bir bebek bile kırabilirmiş gibi görünüyordu, ama Blue'nun kilit açma büyüsüne dayandı ve Kitterick hünerli parmaklarıyla onbeş dakika uğraştığı halde açamadı.
"Daha önce hiç buna benzeyen büyüler görmemiştim," diye mırıldandı Kitterick. "Birbirlerine bağlılar. Birini açınca bir biçimde bir başkası kapanıyor. Çok basit bir fikir, ama bir türlü aşamıyomm. " Doğmlup Holly Blue'ya döndü. "Acaba daha güce dayalı bir yaklaşıma ne dersiniz, Ekselansları?"
ı66
Peri Saoaşlarr
"Aklındaki nedir?" diye sordu Blue ihtiyatla. "Bir dinamit lokumu koysak diyordum," dedi Kitte
rick. "Şansa bakın ki üzerimde bir tane var. " Blue kaşlarını çattı. "Gürültü dikkat çekmez mi?" "Bir sessizlik büyüsüyle eşzamanlı olarak kullanır
sak çekmez. Bir dezavantaj varsa, o da eskiden kapının ve muhtemelen duvarın bir kısmının bulunduğu yerde bir delik bırakacak olmamız. Başka bir deyişle , eğer Bay Brimstone geri dönerse, birinin zorla girdiğini hemen anlayacaktır. " Duraksadı. "Tüm evi yıkacağını sanmıyorum. " Gözlerini kırptı. "Hayır, yıkmayacağına eminim - bu eski evler sağlam inşa edilmiştir."
"Başla," dedi Blue. Kitterick bir pantolon cebinden korkutacak kadar
büyük bir dinamit lokumu çıkardı ve fitili yaktı. Fitil müthiş bir hızla kısalırken lokumu kapıya sıkıştırdı, sonra ceplerini yoklamaya başladı. "Nereye koymuştum şu sessizlik büyüsünü . . . ?"
Blue kıvılcımlar saçan alevin dinamite giderek yaklaşmasını izledi. Endişeyle dudaklarını yaladı. "Bay Kitterick - "
"Ah, işte - hayır bu değil . " "Bay Kitterick, sence - ?" "Nesneler neden ihtiyacınız olduğunda hiç koydu
ğunuz yerde olmazlar, Ekselansları? Onsuz idare etmemiz gerekebilir - Hayır, yalan söylüyorum: Buldum onu!" Bir iç cepten küçük bir koni çıkardı. "Nasıl rahatladım ama." Yere eğilip koniyi, artık dinamite varmasına sadece birkaç santim kalmış fitilin yanında
ı6ır
fferbie Bremmı
yaktı. "Umalım da büyümüz dinamitten önce patlasın . " Blue'ya dönüp gülümsedi. "Şimdi kapıyla aramıza biraz mesafe koymamızı öneriyorum. İzin verirseniz , Ekselansları?" Blue'nun koluna girdi ve beraber aceleyle Seething Sokağı boyunca koşturdular.
Daha yirmibeş metre ancak gitmişlerdi ki, arkalarındaki kapıda çok büyük bir ateş topu ortaya çıktı ve ani bir ısı dalgası Blue'nun üzerinden geçerken görünmez bir el de sırtına çarptı. Neredeyse takılıp düşüyordu, ama dengesini korudu ve tam o anda döndüğünde bir enkaz yağmurnnun düşüşünü seyretti. Ama sessizlik büyüsü dinamitten önce patlamıştı. Bir tıkırtı bile duymamıştı.
Kitterick sırıttı. "Bakalım süslü kilitleri buna dayanabilmiş mi!" dedi.
Geriye yürüdüklerinde, Brimstone'un kapısının tamamen yok olduğunu, caddenin tam öndeki kısmının ve yanlardaki evlerin de bir bölümünün ortadan kalktığını gördüler. İlerideki karanlıkta, yukarı çıkan dar bir merdiven görülebiliyordu.
"Sanırım senin burada kalman en iyisi, Bay Kitterick, " dedi Blue. "Böylece, eğer Brimstone ortaya çıkarsa beni uyarabilirsin . "
Cücenin bunu tartışmayacağını umuyordu. İçeride suça yönelik kanıt varsa, kendisi ayıklamayı tercih ederdi - Pyrgus'ın neler karıştırmış olabileceğini Tanrı bilirdi. Ama bu sefer Kitterick sadece, "Mükemmel bir fikir, Ekselansları, " dedi. "Patlama büyüyü emmiştir, yani bir sonın çıkarsa ıslık çalarım. Kendimi yo-
z68
Peri Saaaşlarr
ğunlaştırırdığımda çok kulak tırmalayıcı bir ıslık çıkarabiliriyomm."
Blue ona inanıyordu. Kitterick onu çok etkilemişti. Molozların üzerinden tırmanınca, merdivenin en alttaki basamaklarının parçalanmış olduğunu gördü, ama fazla zorluk çekmeden kendini yukarı çekmeyi becerdi ve merdivenin kalan kısmı da sağlammış gibi görünüyordu . Tırmanınca, iki kapının olduğu bir sahanlığa vardı . İlk kapıyı deneyince pis kokulu bir tuvalete, ikincisinden ise salon gibi görünen bir odaya çıktı.
Bir an tereddüt edip ışık konusunda ne yapacağını düşündü, sonra bu riske girmeye karar verdi. Kitterick'in söylediği gibi, eğer Brimstone gelirse, zorla girildiğini zaten anlayacaktı - üst kattaki birkaç ışık pek bir şeyi değiştirmeyecekti. Yine de önce odayı sendeleyerek katedip perdeleri çekti, sonra ışıkkürelerini açtı.
Oda dağınıktı ve bir kısmı eskilikten parçalanmak üzere olan mobilyalarla doluydu. Yerde halı yoktu, ahşap döşemelerin üzerine birkaç kilim serilmişse de, bunlar solgun, yıpranmış ve eskiydi. Brimstone'un bu odadayken nerede oturduğunu görebiliyordu . Boş şöminenin bir yanında, dışarı fırlamış yaylarının üzerinde bir çift şilte bulunan eski ve geniş bir koltuk vardı. Onun yanında, üzerinde boş bir kakao fincanı olan küçük bir masa vardı. Şöminenin diğer tarafında ise, içinde birkaç parçacık kömür olan bir kova dumyordu. Sağda da küçük, sepet örgülü bir ateş karıştırma maşası vardı. Kış geceleri yaşlı adamın acınacak kadar
z69
ff erbie Breııııaıı
zayıf bir ateşe sokulup eldivenli ellerini bir fincan yavan kakaoda ısıttığını zihninde canlandırabiliyordu -
Bir dakika. Bu, akla yakın değildi ki. Blue etrafına baktı. Sineklerle kaplı, yeterince ışık vermiyormuş gibi görünen ışıkkürelerinden tutun da, eski püskü mobilyalara kadar bütün oda fakirlik ve çürümüşlük kokuyordu. Ama Brimstone fakir bir adam değildi ki. Olamazdı - bir yapıştırıcı fabrikası vardı ve Madam Cardui'ye bakılırsa başka şirketlerde de hissesi vardı. Öyleyse, zengin bir adam neden bir yoksul gibi yaşamaya karar versindi? Brimstone sadece cimrinin teki miydi? Blue her nedense böyle olduğunu sanmıyordu. Bunun bir yanılsama, belki de Brimstone'un hırsızlardan konınma olarak koyduğu bir şey olması gerekiyordu. Buraya zorla giren herhangi biri hemen çalacak bir şey olmadığını düşünürdü. Çok kurnazcaydı.
Büyünün kapıyı açmasıyla tetiklendiğini varsayıyordu, ama dış sahanlıktaki bir basınç yastığı da olabilirdi. Her halükarda asıl önemli olan, kapatmanın bir yolunu bulmaktı. Blue sırayla odadaki her şeyi incelemeye başladı.
Bunun bir yanılsama olduğu konusunda haklıysa, iyi bir yanılsama olduğu kesindi. Yakından baktığında bile hiçbir şey ona, gerçek olmayabileceği konusunda en ufak bir ipucu vermiyordu. Brimstone'un koltuğu olduğunu düşündüğü şeye uzandığında, onu gördüğü gibi koklayabiliyor ve ona dokunabiliyordu da. Kirli şiltelerden birini dürtünce, küçük bir toz bulunı yayılıp öksürmesine neden oldu. Yanıldığını ve Brimsto-
zıro
Peri Saoaflarr
ne'un gerçekten cimrinin teki olduğunu düşünmeye başlamıştı ki, ezik sandığın üzerindeki sabit bir çerçevede duran küçük bir portreye vardı. Portre , yüzünde kendini beğenmiş bir ifadeyle bakan zayıf ve yaşlı bir adama, muhtemelen Brimstone'un kendisine aitti. Blue portreyi incelemek üzere eğilirken, resimdeki yaşlı adam gözünü kırptı.
Blue öyle irkildi ki kendini geriye çekti, ama başka bir şey olmayınca tekrar öne eğildi. Yaşlı adam bir kere daha göz kırptı. Blue başını geriye ve ileriye oynatınca, belli bir konumda portrenin hep göz kırparmış gibi göründüğünü keşfetti. Ama neden? Bir çocuk oyuncağına göz kırpma büyüsü koyabilirdiniz, ama bu erişkin birinin portresine koyulursa para getirecek bir yenilik sayılmazdı. Öyleyse bu portreye neden bir göz kırpma büyüsü yapılmıştı? Blue'nun giderek artan şüphesi neredeyse gülümsemesine sebep oldu.
Blue portre ona göz kırpıncaya kadar başını oynattı, sonra o da göz kırparak cevap verdi. Hemen, bir yanılsama yok olduğunda çıkan o kendine özgü koku yayıldı ve loş, sinek kaplı ışıkküreleri tamamen yanıp ortalığı aydınlattı. Blue doğrulup etrafa bakındı. Oda biçim değiştirmişti. Eski mobilyalar yok olmuş, yerini zevkle seçilmiş şık -ve pahalı- antikalara bırakmıştı. Çıplak döşeme tahtalarının yerini de duvardan duvara uzanan kalın ithal halılar almıştı. Brimstone'un koltuğu, kokteyller için dışarı çıkabilen bir tepsisi ve tam da ince poposunun biçimine sokulmuş şilteleri olan modern bir yaslanma koltuğuna dönüşmüştü. Ama he-
zırı
fferbie Brermaıı
men Blue'nun dikkatini çeken başka bir antika, çok iyi komnmuş kapaklı yazı masası oldu.
Masanın kilitli olacağını düşündü, ama Brimstone güvenlik için yanılsama büyüsüne bel bağlamış olmalıydı, zira kolayca açıldı. Kağıtla dolu hücreler ve çekmeceler vardı. Blue bunları sistematik olarak iyice araştırdı ve Pyrgus'a ne olduğuna dair bir ipucu verebilecek bir şeyler aradı. Umutları çabucak söndü. Bütün kağıtlar Brimstone'un işleriyle , büyük bir bölümü de Chalkhill ve Brimstone şirketiyle ilgiliydi. Şaşkınlıkla, kağıtların tamamen yasalara uygun olduğunu gördü. El altından yürütülen faaliyetlere ya da şüpheli anlaşmalara dair en ufak bir iz yoktu. Yasadışı bir yana, etiğe aykırı bir şey bile yoktu.
Blue odanın geri kalanını da üstünkörü biçimde aradı, sonra merdivene geri döndü. İkinci katın sahanlığında da iki kapı vardı. Biri düzenli, küçük bir mutfağa çıkıyordu. Blue ikinci kez bir yanılsama büyüsüne yakalanmamaya kararlı olduğundan burayı dikkatle inceledi, ama beş dakika sonra tam da göründüğü gibi olduğuna karar verdi. Tekrar dışarı çıktı, sahanlığı katetti ve ikinci kapıyı açtı.
Kapının ardında iblisler onu bekliyorlardı.
Onları görmeden önce duydu. Kendine özgü, böceğimsi bir çıtırdama ve onun altında da ıstakoz pençelerine benzer bir klik klak sesi geldi. Sonra ışıkküreleri yandı.
İlk izlenimi, odanın bir kütüphane olduğuydu, ama ıııı
Peri Saoafları
tamamı istila edilmişti. En az beş iblis gördü. Bunlar tanıdık grilerdi - ufak tefek, zayıf, koca kafalı ve dev gibi, simsiyah gözlüydiiler. Dördü erkek, biri dişiydi. Hepsi de tek parça gümüş renkli tulumlar ve kalın tabanlı gümüşi botlar giymişlerdi. Blue hemen ne olduklarını anladı - Gulyabani Devriyesi olarak bilinen bir gruptular. Onları çağırır, sonra korunmasını istediğiniz şeye dair anlaşma yapardınız. Zaman zaman bir şey kurban etmeniz gerekirdi, ama işlerini yaparlardı. Gulyabani Devriyeleri ölümcüldüler.
Blue başını hızla çevirdi -bir iblisin gözlerine bakılmaması gerektiğini herkes bilirdi- ve kapıyı çekti. Refleks bir tepkiydi. Bir işe yaramayacağını çok iyi biliyordu, ama kendini daha iyi hissetmesini sağlamıştı. Ancak fazla uzun sürmeyecekti. Birkaç saniye içinde kapının diğer yanından mavi bir ışık huzmesi geçti ve onunla beraber ilk iblis de çıktı. Blue merdivene koştu.
Tekrar ilk sahanlığa vardığında, iblislerin onu takip etmediğini fark etti. Kalbi küt küt atarak durdu ve indiği merdivene baktı. Hiçbir şey yoktu. Biraz nefesi düzene girince, birkaç basamak çıkma riskine girdi. Hala bir şey yoktu. Bu çok tuhaftı. Gulyabani Devriyeleri bir kere sizi görünce, öldürünceye ya da bir şey onları durduruncaya kadar peşinizden gelirlerdi. Ama burada onları durduracak bir şey yoktu. Bütün Devriye'nin merdivenden aşağı çığ gibi inmesi gerekirdi. Blue bir basamak daha çıktı.
İkinci sahanlığı görebilecek kadar çıktığında, iblis-
Herbie Brermarı
lerin artık orada olmadığını kesinlikle biliyordu. Nereye gitmişlerdi? Bu alışılmış bir iblis davranışı değildi. Bir şey mi onları korkutmuştu? Bir an sonra, bunu bilmesinin gerekmediğine karar verdi. Eğer gittilerse, bu onun lehineydi - artık kütüphane odasını araştırabilirdi. İhtiyatlı bir biçimde kapıyı açınca, korkuyla hepsinin yine içeride olduğunu gördü.
Bu sefer kapıyı kapatmaya bile zahmet etmeyip sadece olanca hızıyla merdivenlerden aşağı indi. İkinci bir kere şansının yaver gitmeyeceğini biliyordu. İblislerin sizi öldürmeden önce özellikle acı verici bazı tıbbi deneyler yapmak gibi iğrenç bir alışkanlıkları olduğunu da biliyordu -
Yine onu takip etmiyorlardı! Merdivenin yarısında durdu; kesinlikle hiçbir şüphe yoktu. Kapıyı açtığı anda dışarı sızmaya başlayan Gulyabani Devriyesi yine ortadan kaybolmuştu .
Gerçek ona bir yıldırım gibi çarpti. Bu da bir başka yanılsamaydı! Yanılsamalar Brimstone'un büyü uzmanlıklarından biri gibi görünüyorlardı. Gerçek bir Gulyabani Devriyesi çağırmaktan daha ucuza geliyordu ve muhafaza edilmeleri de çok daha kolaydı. Bir yanılsamaya bir şey kurban etmeniz ya da iş sırasında uyumadığına emin olmanız gerekmezdi. Sadece onu oluştumr, açar ve işini yapmasına izin verirdiniz.
Çok ihtiyatla, sahanlığa bir adım kalana kadar geri yürüdü, sonra durdu . Burada son derece dikkatli olması gerekiyordu. Kütüphanenin kapısı hala açıktı ve eğer Gulyabani Devriyesi onu görürse, birkaç saniye
içinde sahanlığa ulaşırdı. Yanılsamadaki bir iblis de sizi gerçeği gibi rahatça öldürebilirdi, çünkü yanılsama devam ettiği sürece yaratık yeteri kadar gerçekti - yalnızca yanılsama büyüsünün sınırlarının dışına çıkamazdı. Brimstone bu büyüyü yaparken korunmasını istediği bölge kütüphane odasını ve dışarıdaki sahanlığı kapsıyor, ama merdiveni kapsamıyor gibi görünüyordu.
Kapı açık olduğu için, sahanlığa ayak basmaya cesaret edemiyordu. İblisler bir kere onu görünce, yine peşinden geleceklerdi. Ama iblislere en fazla becerikli denilebilirdi ve yanılsama iblisleri de en beceriklileriydiler. Onları zekileştirmenin yolu yoktu. Yanılsaınanızı kapıyı açan her şeye saldıracak şekilde oluşturabilir, ama sizi tanıyacak, dolayısıyla rahat bırakacak biçimde oluşturamazdınız - yanılsama büyüleri buna yetmiyordu işte. Bu da, yanılsamayı devredışı bırakmanın kolay bir yolunun bulunması gerektiği anlamına geliyordu. Brimstone kütüphanesini kullanmadan önce Gulyabani Devriyesi'nin icabına bakabiliyor olmalıydı.
Kapatma anahtarı neredeydi? Kapatma anahtarı neydı? Aşağıdaki odada anahtar göz kırpan resimdi. Bu, Brimstone'un zihninin işleyiş biçimiyle ilgili biraz ipucu veriyordu. Blue bir başka resim olduğunu düşünmüyordu elbette, ama Brimstone'un anahtarı başka bir şeymiş gibi görünecek biçimde gizleyebileceğini biliyordu.
Merdivenin yanında hiçbir portre, resim ya da baş-
fferbie 8reııııaıı
ka bir şey yoktu. Duvarlar düzdü; ne bir süs, ne bir panel, ne de görünür bir şey vardı. Ama bir şey duyulabiliyordu! Basamaklardan biri gıcırdıyordu. Yukarı çıkarken bunu hayal meyal fark etmişti ve inişinde aynı basamak yine gıcırdamıştı. Buna dikkatini vermemişti tabii ki. Birçok basamak ve döşeme tahtası gıcırdardı, özellikle de bu kadar eski bir evde. Ama ya doğal bir gıcırdama değilse? Ya inşa edilmiş bir sinyalse?
Blue merdivenden aşağı adımlarını geriye doğrn izledi. Gıcırdamanın olduğu adıma ulaştığında, hala sahanlığı görebiliyordu. Basamağa birkaç kere bastı ve gıcırdama hiç yok olmadı. Çok dikkatinizi çekecek kadar yüksek değil, ama yaşlı bir adamın duyabileceği kadar gürültülüydü. Yanılsama anahtarı bu muydu? Yukarı çıktığınızda iblisleri harekete mi geçiriyordu? Yoksa iblisler hep oradaydı da, gıcırtı sadece onların devredışı bırakılacağı yeri belirlemenin bir yolu muydu?
Blue kaşlarını çatarak mantık yoluyla bir çözüme ulaşmaya çalıştı. Eğer bu gerçekten anahtar ise, sonm sadece basamağa ne kadar basınç yapılacağı olamazdı. Yukarı çıkarken basamağı gıcırdatmıştı ve bu da pekala iblisleri ortaya çıkarmış olabilirdi, ama aşağı inerken de gıcırdatmıştı ve bu kesinlikle onları devredışı bırakmamıştı. Yoksa bırakmış mıydı? Belki de aşağı inerken onları devredışı bırakmış, sonra geri çıkarken yeniden ortaya çıkarmıştı?
Bir biçimde doğrn gelmiyordu. Bunun başlıca sebebi, işi yeterince iyi yapmamasıydı. Brimstone evinin güvenli olmasını istiyordu. Bütün yanılsamalarının iş-
2;ı6
Peri Saoaşlarr
lediğine emin olmak istiyordu. Eğer bu yanılsama sadece basınç anahtarından oluşsaydı, basamakları ikişer ikişer çıkan herhangi biri onu hiç harekete geçirmez-di. Kaşlarını çattı. Basit bir basınç anahtarı olamazdı.
Göz kırpan resmi düşündü. Yanılsama, siz de göz kırp tığınızda sona ermişti. Belki. . . belki. . . belki de Gulyabani Devriyesi siz de gıcırdadığınızda kayboluyordu. Blue gıcırdatmak için basamağa adım attı, sonra cevap olarak bir gıcırdama taklidi yaptı. Bekledi, sonra hiçbir şey olmayınca basamakları yine tırmandı. İkinci sahanlıktaki kapı hala açıktı, ama içeride bir şey olup olmadığını göremiyordu. Risk alınası ve doğmdan kapıya gitmesi gerekecekti.
Bunu cesaretini kaybetmeden hızla yaptı. Kütüphane boştu .
Blue rahatlayarak içini çekti. Brimstone'u daha önce hiç görmemişse de, artık kafasında adamın çok net bir resmi vardı. Tehlikeli ve kurnaz bir yaşlı adamdı, insanlara ne yaptığına pek aldırmayan biri. Pyrgus ondan postu kurtardığı için şanslıydı.
Ama hala aralarında neler olduğunu bilmiyordu. Kütüphane büyücülük, sihirbazlık, cadılık, ölülerle haberleşme ve büyü üzerine -bazıları nadir bulunan ciltler olan- kitaplarla doluydu, ama iyice aramasına rağmen, Brimstone'un ağabeyini öldürmeye çalışmış olabileceğini gösteren hiçbir şey bulamadı.
Kütüphaneden çıkıp üçüncü kat merdivenlerini tırmandı. Bu sefer gıcırtı duymak için kulağını dört açtı ve yolunun her santimini, bir başka yanılsama tetikle-
fferbie Breıırıaıı
yicisi var mı diye inceledi. Hiç bulamadı, ama yine de son sahanlığa eriştiğinde tam anlamıyla tetikteydi. Bu sahanlığın tasarımı da aynı diğerleri gibiydi, ama katta önemli hiçbir şeye rastlayamadı . Bir kapı banyoya, diğeri de yatak odasına açılıyordu. Ne başka bir Gulyabani Devriyesi vardı, ne de bulabildiği kadarıyla başka bir tür yanılsama. Hiçbir davetsiz misafirin ikinci katı aşamaması Brimstone için yeterliymiş gibi görünüyordu.
Ama Blue hala Pyrgus hakkında bir şey bulamamıştı.
Vfrmffkf
Pyrgus boğucu bir karanlığa adım attı. Bir an her nasılsa, denizin dibine açılan geçitlerden birine girdiğini zannetti. Sonra, ağzına girenin su değil, hava olduğunu anladı, ama bu havada boğazının gerisine fena halde takılan sülfürlü bir şey vardı. Kollarını ileri uzatıp sendeleyerek öne yürüdü, ta ki elleri pürüzlü kayaya dokununcaya kadar. Sonra deli gibi öksürerek, çaresizce temiz hava bulmaya çalışarak el yordamıyla ilerledi.
Sonsuzluk kadar uzun bir zaman geçmiş gibiydi, ama sonunda öksürten dumanların en kötü kısmının geride kaldığı ve ileride sönük bir ışığın göründüğü bir yere ulaştı. Yavaşladı ve ihtiyatla ışığa doğru yol aldı. Şimdiden bir dizi incinmiş, dirseği de sıyrılmıştı ve burası (her neresiyse) hala öyle karanlıktı ki, bir yeraltı deliğine düşüp ölmesi işten bile değildi. Bu yüzden bir elini kayadan ayırmayarak, her adımını
fferbre 8rermaıı
dikkatle atarak yavaşça yürüdü. Bir geçidi ilk defa kullandığınızda hep bu sorun oluyordu: Nereye çıkacağından asla emin olamazdınız. Bay Fogarty saray şapeline çıkması gerektiğini tahmin etmişti -iyon izlerine kilitlenmekle ilgili bir şeyler- ama o bile bir hata payı olduğunu kabul etmişti. Kaldı ki Pyrgus da biraz olsun sabırsız olduğunun farkındaydı. Kontrolü henüz Bay Fogarty tamamen ayarlamadan kullanmıştı .
Önündeki ışığın parlaklığı arttı ve sonunda bir açıklık olduğu belli oldu . Pyrgus açıklığa yaklaşırken, zaten bildiği şeyin doğru olduğunu saptadı. Bir çeşit yeraltı geçiş yolundaydı. Doğal bir oluşuma benziyordu , muhtemelen bir mağara sisteminin bir parçasıydı. Işık seviyesi arttıkça, taş duvarları ve zemini görebildi. Geçiş yolunun genişlediği bir noktada tek bir sarkıt vardı.
Şimdi ışığın kaynağını görebiliyordu ve bunun kayanın tepesindeki, içinden günışığı süzülen bir açıklık olduğunun farkına vardı. Fazla büyük değildi, ama sıkışarak içinden geçebileceğini sanıyordu. Asıl sanın, oraya erişmekti.
Pyrgus kaya yüzeyini inceledi. Dik ama pürüzlüydü, bu da tırmanmasına yetecek kadar girinti olabilir demekti, ama aynı zamanda düşerse ölür de demekti. İlk defa olarak kanatlarını aradı. Uzun zaman açıklığa baktı, sonra aşırı teri gidermek için avuçlarını pantolonunun arkasına sildi ve duvara tırmanmaya girişti.
Göründüğü kadar zor değildi, ama yine de çok ya-ııo
Peri Saoaşlarr
vaşça tırmanıyor, ayaklarının çok sağlam yerde olduğuna emin olmadan bir üstteki girintiye uzanmıyordu . Açıklığın önündeki dar ve düz çıkıntıya eriştiğinde kaslarına ağrılar girmiş, nefes nefese kalmıştı. Çıkıntıda biraz otump nefeslendi, sonra açıklığı inceledi . Kayadaki bir yarığa benziyordu ve yakından bakınca sıkışıp geçebileceği kadar geniş olduğu belli oluyordu. Yukarıda yalnızca gökyüzünü görebiliyordu, bu yüzden yer seviyesinden mi, yoksa bir uçurumun ortasından mı dışarı çıkacağını hiç bilemiyordu. Ama görene kadar bu konuda endişelenmenin anlamı yoktu. Yarıktan geçmeye başladı.
Pyrgus dışarıda taşlı bir tepeliğe yuvarlandı ve hemen bir aksilik olduğunu anladı. Saray geçidinin yakınlarında değildi tabii ki, hatta sarayın yakınlarında da değildi. Aslında şehrin yakınlarında bile değilmiş gibi görünüyordu . Ama sorun o değildi. Hava kötü kokuyordu. Hala yeraltında neredeyse boğulmasına sebep olan madeni sülfürün izi vardı. Artık dışarıda olduğu için gökyüzünün renginin de yanlış olduğunu fark etti. Bazen fırtınalardan önce görülen kirli sarımtırak renkteydi, ama bir fırtınanın yaklaştığı filan yoktu - görünürde bulut bile yoktu.
Pyrgus kaşlarını çattı. Hala midesi bulanıyordu. Yakınlardaki volkanik bir kaynaktan çıkan sülfürlü dumanlar olup olmadığını merak etti. Ama artık açık havada olduğundan, en büyük endişesi dumanlar değildi. Tam olarak nerede olduğunu bulması ve en kısa yoldan saraya gitmesi gerekiyordu. Sadece kısa sü-
ısı
fferbie Breımarı
reliğine ayrı kaldığı halde, gerçekleşmiş olabilecek şeyler onu korkutuyordu. Asla politikayla fazla ilgilenmemişti, ama aptal da değildi. Biri onu öldürmeye çalışmıştı ve bildiği kadarıyla sırada babası olabilirdi. Bu son cinayet teşebbüsü politik bir hareketti ve babasının bunu bir an önce öğrenmesi gerekiyordu .
Ayağa kalkıp etrafa bakındı. Manzara tepelik, taşlık ve tanımadığı birkaç bakla benzeri bitki kümesi hariç genelde çoraktı. Şehre yürüme mesafesinde olduğundan bile şüphelenmeye başlamıştı - şehrin çevresini iyi bilirdi ve bunların hiçbiri tanıdık gelmiyordu.
Güneş alçaktaydı ve sülfür dumanları -ya da her neyseler- güneşe kızgın , ateşli bir renk tonu kazandırmıştı. Gece çökmeden tanıdık bir yere ulaşacaksa, harekete geçmesi gerekiyordu . Hızla üstündekileri kontrol etti ve Bay Fogarty'nin bıçak önerisini kabul ettiğine sevindi. Yaşlı adam ne zaman silaha ihtiyaç olacağının hiç bilinmeyeceğini söyleyip durmuştu; Pyrgus böyle alakasız bir yere gitmeyi beklemiyorduysa da, geçmişteki deneyimlerinden kendi dünyasının tehlikeli bir yer olabileceğini biliyordu. Bu bıçak bir Halek bıçağı değildi -Bay Fogarty onu mutfağında bulmuştu- ama hiç yoktan iyiydi.
Yiyecek dolu bir sırt çantası da vardı - Bay Fogarty ona "yolcu çantası" diyordu. Buna ihtiyacı olacağı aklına gelmemişti, ama Benzer Dünya'da yiyebildiğiniz şeyleri seviyordu ve çantaya gevrek, Mars çikolatalar ve bir kutu haşlanmış fasulye koymuştu. Çok daha kötü durnmda olabilirdi. Birkaç kilometre yürümesi
282
Peri Saflaşlarr
gerekiyorsa, bu hiç yürümediği bir mesafe değildi. Bir iki gece açıkta uyumak zornnda bile kalsa pek fark etmezdi. Bunu da daha önce yapmıştı.
Sırt çantasını omzuna atıp tepeyi inmeye başladı. Yaklaşık bir saat yürüdükten sonra, yanlış olan bir
şey daha olduğuna karar verdi. Manzara değişmemiş ve kızgın güneş de hala batmamıştı. Hesaplarına göre şimdi hava kararıyor olmalıydı, ama güneş ilk gördüğü andaki yerini pek değiştirmemişti. Aslında, üzerinde düşündükçe, hiç hareket etmediğine giderek emin oluyordu. Bu mümkün değildi, bu yüzden İle kadar zamandır yürüdüğü konusunda yanılıyor olmalıydı.
Pyrgus durdu. Çevresi, ilk yüzeye çıktığında nasılsa hala öyle görünüyordu. Bu aynı çevre miydi? Daireler mi çiziyordu? Bu düşünceyi bir kenara bıraktı. Bu kadar basit olamazdı. Güneş hareket etmemişti. Yani zaman geçmemişti. Kendini biraz yorgun hissediyordu , bir saat yürüdükten sonra bu beklenirdi. Bir saat yürüdüğünü hatırlıyordu. Ama eğer güneş hareket etmemişse, bir saattir yürüyor olamazdı. Dumanların zihnini etkileyip etkilemediğini merak etti. Korkutucu bir düşünceydi, ama acaba halüsinasyon görüyor olabilir miydi?
Tekrar hareket etmeye başladı. Bir ayağını diğerinin önüne attığının fazlasıyla farkındaydı. Yürüyordu . Tabii ki yürüyordu! Çantayı omzundan indirip yere koydu, sonra gözlerini ondan ayırmadan altı adım geri gitti. Çanta o uzaklaşırken olması gerektiği gibi yerinde kaldı. Yürüyüp çantayı tekrar aldı. Yürüyordu.
Z8J
ff erbie Breımarı
Tabii ki yürüyordu! Bir saattir, belki daha fazla süredir yürüyordu. Öyleyse güneş neden hareket etmemişti?
Batıya doğm, önceden yürüdüğü yönde yürümeye devam etti. Yapacak başka ne vardı ki? Ama bu gizem onu rahatsız ediyordu. Bu da sülfür kokusu -burnuna hala geliyordu- ve sarı gökyüzü gibiydi. Bir şey yanlıştı, ama bunun tam ne olduğunu anlayamıyordu.
Bir zirveye çıktı ve kendini yıkılmış bir şehre bakar buldu.
Eski binalar çorak düzlükte çüriik dişler gibi yükseliyordu. Çökmüş duvarlar geriye moloz yığınları bırakmıştı, ama bunun bir zamanlar işlek bir metropol olduğunu gösterecek kadarı ayakta kalmıştı. Bir anıtsal kapının kalıntılarını ve taş kulelerin temellerini görebiliyordu. Kaldırımları ayrılıp çatlamış bir merkezi meydan vardı. Eski caddeler ve sokaklar daha önce de gördüğü o tuhaf bitki ile yarı yarıya kaplanmıştı. Şehir enkaz halindeyken bile etkileyiciydi. Duvar taşları dev gibiydi. Bazıları tonlarca ağırlıkta olmalıydı.
Pyrgus aniden ürperdi. Periler Diyarı'nın hiçbir yerinde böyle bir şehir olduğunu duymamıştı, hele sarayının yakınlarında kesinlikle yoktu. Bu da keşfedilmemiş olduğu, muhtemelen başka bir kıtadaki uzak bir ülkede olduğu anlamına geliyordu; bu, yabancı bitkiyi de açıklardı. Evinden ne kadar uzaktaydı? Babasına erişip onu olanlar konusunda uyarması haftalar, hatta aylar alabilirdi.
O da, geri dönebilirse . . . Pyrgus'ın iyimser bir tabiatı vardı, ama yine de ger-
Peri Sauaflarr
çekçi olması gerektiğini biliyordu. Neredeyse çöl sayılacak kadar çorak bir araziden yürümüş, dumanlar yüzünden kafası karışmıştı ve nerede olduğu konusunda kesinlikle hiçbir fikri yoktu . Sırt çantasında -bir çeşit- yiyecek vardı. Dikkatli yerse bu onu iki üç gün idare ederdi, ama ondan sonra avlanması gerekecekti ve şimdiye kadar bu ıssız arazide yenilebilir bir hayvan bir yana, bir sıçan bile görmemişti.
Daha önemlisi, su da görmemişti ve yanında hiç su yoktu. Suyu olmadan bir haftadan fazla yaşayamazdı. Güneş ufka yakın olduğu için şu anda hava yeterince serindi, ama yarın öğle vakti vücudu korkutucu bir hızla nem kaybedebilirdi.
Güneşe bir göz attı. Gökyüzünde aynı yerde duruyordu, sanki zaman durmuştu.
İlk önceliği su olmalıydı. Hayatta kalmak için suya ihtiyacı vardı. O olmadan babasına asla erişemez, onu asla uyaramaz, öldürme teşebbüsünün ardında kimin olduğunu alsa bulamazdı - düşünce zincirini yarıda kesip zihnini şimdiki soruna yoğunlaşmaya zorladı. Tuhaf bitkileri sıkarak biraz nem elde edebilirdi, ama zehirli olabilecekleri için bu son çaresi olmalıydı. İhtiyacı olan, bir akıntı, gölcük ya da . . .
Bir kuyuydu! Yıkılmış şehirde bir zamanlar su kaynakları var ol
muş olmalıydı! Şehir planlamacıları yağmur suyunu toplamak için sarnıçlar inşa etmiş olabilirlerdi, ama kuyular da olmalıydı - tek kesintisiz su kaynağı onlardı. Bazıları, hatta çoğu artık muhtemelen kurumuş-
ıas
ff erbie Breıman
tu . Ama bir iki tanesinin hala su tutuyor olma ihtimali vardı. Geriye sadece onları bulmak kalıyordu.
Bayırdan aşağı yıkıntılara doğrn inmeye başladı . Şansı yaver giderse, nerede olduğu konusunda bir ipucu elde etmesini sağlayacak bir yazıta rastlayabileceği düşüncesi aklına geldi. Bir kere suya kavuşunca ve nerede olduğunu anlayınca, ne kadar uzakta olursa olsun evin yolunu bulabileceğine kuşkusu yoktu . Bir biçimde.
Şehir, yakından bakıldığında, uzaktan olduğundan daha etkileyiciydi. Birkaç yapıda, dev taşlar kesilmiş ve bir bilmecedeki gibi bir araya getirilmişti . Aralarında harç yok gibi görünüyordu, ama yine de yerlerine tam oturmuşlardı. Babasının krallığında sarayın kendisi de dahil olmak üzere birkaç dev bina olduğu halde, daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Bu yıkıntıların gerçekte ne kadar eski olduğunu merak etti. Bin yıl mı? Onbin yıl mı?
Sistematik olarak araştırmak istiyordu, bu yüzden ayakta kalmış bir anıtsal kapıdan başladı ve ana meydana çıkan caddede yavaş yavaş ilerledi. İki tür kuyu olabilirdi. Bunlardan biri şehrin tamamına su gitmesinin garantilenmesi için dev sondaj kuyuları biçiminde olmalıydı. Bunlar muhtemelen merkeze yakın bir yerlerde olacaktı. Ama başka bir tür daha vardı. Bazı aileler, özellikle de zengin olanlar, kendilerine ait su kaynakları istedikleri için evlerinin yakınına, hatta içine şaftlar batırmış olmalıydılar. İşte bu şaftların hala su tutuyor olması olasılığı, çok kullanılan belediye
ı86
Peri Saaaflarr
sondaj kuyularına göre daha fazlaydı . Konutları kaçırmamak için gözlerini dört açarak
yavaşça yürüdü. Konut bulmak önceden düşündüğü kadar kolay değildi. Burada bir zamanlar binlerce insan yaşamış olmalıydı, ama onların evleri küçük, o kadar sağlam inşa edilmemiş binalar olmalıydı - ilk yıkılanlar. Şimdi geriye kalan, dev şehir duvarlarının bazı kısımlarından, tapınak parçalarından, eski fabrikalardan , gözlemevlerinden ve benzer yapılardan ibaretti. Bu yıkık halleriyle bir bina cinsini diğerinden ayırt etmek yeterince zordu, özellikle de elinizdeki tek ipucu birkaç döşeme taşı ya da çevreleyen duvarların bir kısmı olunca.
Ama bir bölge çok şey vaat ediyor gibi görünüyordu. Buradaki binalar neredeyse tamamen yok olmuş, geriye sadece devrik taşlar ve temellerin izleri kalmıştı. Pyrgus'ın dikkatini çeken de bu temeller olmuştu, çünkü yanyana yığılmış küçük evlere aittiler. Araştırılmaya değebilecek birkaç karanlık yarık vardı. Daha da heyecan verici olanı, çatlaklarla kaplı, belki de şaftları örtüyor olabilecek iki beton parçası vardı.
İncelemek için molozlara tırmanırken, iblisler onu buldu.
Pyrgus kendisi de bir iblismiş gibi mücadele etti. Bay Fogarty'nin ona verdiği bıçağa erişme fırsatı olmadı, ama tüm gücüyle yumruklayıp tekme attı. Yaratıkların onu çılgıncasına tiksindiren bir yanı vardı. Neredeyse çırılçıplaktılar, bu yüzden iğrenç, tebeşir
ff ertıie 8rerırmı
beyazı, tüysüz vücutlarını ve ince uzun uzuvlarını görebiliyordu . Ona dokunduklarında tüyleri diken diken oluyordu.
Tek başlarına ondan küçüktüler, ama düzinelerceydiler ve molozların üzerinden akın akın yenileri yardıma geliyordu . Pyrgus hiç bu kadar fazlasını tek bir yerde görmemiş, hatta bunun olduğunu duyma
mıştı . En yetenekli Gece Büyücüsü bile aynı anda üç tanesini çağırabilirdi, düzinelercesini değil. İblisler böcek gibi çıtırdıyor, heyecanla ona doğru sıçrayarak elbiselerini çekiştiriyor, sonra da savurduğu yumruklara hedef olmamak için geri zıplıyorlardı.
Yüzlerine bakmaması gerektiğini biliyordu. Bunun yerine hassas olan ve kolayca kırılan ayaklarını tekmelemeye yoğunlaştı. Sonm, iblislerin de bunu onun kadar iyi bilmeleri ve botlarından uzak durmalarıydı.
Bir şey başını arkadan tuttu ve bir mengene gibi sıkıştırdı . İblisler küçük oldukları halde güçlüydüler. Pyrgus kurtulmaya çalışarak silkinip kıvrıldı, ama yaratık ona yapıştı. Sonra başka iblisler de elleriyle kafasını tuttular ve kısa süre sonra onu hareket ettiremez hale geldi.
"Hayıııır! " diye inledi Pyrgus. Mücadele etmeyi bırakıp, şimdi deneyeceklerini
bildiği şeye engel olmaya yoğunlaştı . Gözlerini sımsıkı kapadı ve başını tutan iblislere tersten vurmaya çalıştı. Sonra kollarını da tuttular ve işinin bittiğini anladı. Elleriyle yüzünü yoklayıp, sıkı sıkı yumduğu gözlerini zorla açtılar. Hemen aşağıya baktı, ama yaratık-
z88
Peri Saoaşl an
lar bu tepkiyi bekledikleri için başını geriye çektiler. Pyrgus kendini bir iblisin yüzüne bakar buldu. Koca kara gözler onunkilere baktı.
"Hareket etme," dedi zihninde bir ses. Bu duygu korkunçtu, beynine balçık sızıyor gibiy-
di. Felcin bütün vücuduna yayılmaya başladığını hissetti.
"Hareket etme," diye tekrarladı iblis . "Çadır çek çidar, '' diye mırıldandı Pyrgus. "Çadır
çek çidar. Çadır çek, çadır çek, çadır çek çidar. " Bu, Tithonus'un ona öğrettiği bir şeydi. Kimi zaman ritmik anlamsız sözler zihninizi, bir iblisin büyüsünden kurtulmanıza yetecek kadar kilitleyebilirdi. "Çadır çek çidar. Çadır çek çidar. Çadır çek, çadır çek - "
Zihnindeki iblis sesi, "İsmin ne?" diye sordu. İsmini düşünme! Ne yaparsan yap, ama ismini -
Bir iblis bir kere isminizi öğrenince, üzerinizdeki hakimiyeti artardı. Kimsenin, bir kere iblisler ismini öğrendikten sonra onlardan kaçabildiğini duymamıştı . Düşünme P - P - Hayır, düşünme! Çadır çek çidar.
Çadır çek çidar. Çadır çek - Düşünme - İsminin zihninin sınırlarında dolaştığını, içeri hücum etmek, uçmak, sürünmek için beklediğini hissetti. - çidar, çek
çidar, çek çidar, çek pidar, çek py - Düşünme P-P-P
P . . . Düşünme PYRGUS! Lanet, lanet, lanet olsun! En
azından Pyrgus Malvae'yi düşünme. Ah, iki kere la
net olsun/
"Benimle gel, Pyrgus Malvae," dedi zihnindeki balçık. İblisler kollarını ve başını serbest bıraktılar. İblis
z89
ff erbfe Breımao
sürüsü yolu açmak için geri çekildi. Zihninde konuşan iblis minik, ince dudaklarını gerip sivri dişlerini açığa çıkardı. Pyrgus ancak bir an sonra bunun bir gülümseme olduğunu fark edebildi. Yaratık dönüp molozların arasında yürüdü .
Pyrgus bir koyun gibi onu izledi.
zqo
Vfrmfö�
Elleri artritli olsa da, Fogarty artık pompalı av tüfeğini birleştirmeyi tamamlamıştı. Boş silahla aşağı nişan aldı ve doğnı işlediğine emin olmak için pompayı birkaç kere çekti. Tatmin edici, yağlanmış bir mandal sesi geldi.
"Oğlunuz burada değil," dedi. Mor İmparator eğilip doğnıdan Fogarty'nin gözleri
ne baktı. "Size inanıyomm, Bay Fogarty. Bana söylediğiniz her şeye inanıyonım. Hem sizin, hem de bahsettiğiniz Henry adındaki oğlanın oğlumun dostu olduğuna inanıyonım. Ama Pyrgus evine dönmedi ve sizin benim de dostum olacağınızı umuyonım." Uzun bir süre gözlerini Fogarty'den ayırmadı, sonra ekledi: "Ne nankör ne de cimri olduğumu göreceksiniz."
"Ne istiyorsunuz?" diye sordu Fogarty. "Onu bulmama yardım etmenizi," dedi Apatura. "Sizi nasıl çağırayım?" diye sordu Fogarty. "Ekse-
J91
fferbfe Bremıarı
lansları? Majesteleri? Öyle bir şey mi?" "Beni istediğiniz biçimde çağırabilirsiniz, Bay Fo
garty. Tebaamdan değilsiniz. Bana verilmiş isim Apatura Iris'tir. "
"Pekala, Bay Iris. Oğlunuzdan hoşlandım. Hem de çok hoşlandım. Küçük ama sert bir çocuk - bana kendi çocukluğumu hatırlattı. Onu bulmanıza yardım edebilirsem edeceğim. Ama bunun nasıl mümkün olacağını bilmiyornm."
İmparator rahatlamış göründü. "Bence üç ihtimal var, " dedi. "Bunlardan biri, geçidinizin bozulmuş alınası - "
"Geçidim bozulmadı," dedi Fogarty hemen. İmparator hafifçe gülümsedi. "Sadece ihtimaller,
Bay Fogarty. Bunlardan biri, ne kadar düşük olsa da, geçidinizin bozulmuş ve oğlumun saraydan bir miktar uzağa yollanmış olması. Çok daha yüksek olan başka bir ihtimal , Pyrgus'ın onu yanlış ayarlayarak aynı sonuca yol açmış olması. Daha siz denemeye bile zaman bulamadan kendisinin kullandığını söylediniz ."
"Evet, bu doğrn ," diye onayladı Fogarty. "Üçüncüsü ise, az çok varması gereken yere sağ sa
lim ulaşmış, ama kendini göstermeden önce yapması gereken bir şey olduğunu hissetmiş olması . " Tithonus'a döndü. "Gözden kaçırdığım bir şey var mı, Eşikbekçisi?"
Tithonus başını iki yana salladı. "Bildiğim kadarıyla hayır, Majesteleri. "
İmparator tekrar Fogarty'ye döndü. "Pyrgus kaza
Peri Sauaşları
eseri bir miktar uzağa gittiyse, muhtemelen saraya dönmeye çalışıyordur. Geçidin onu gerçekte nereye yolladığını bulabilirsek yararlı olacaktır. Baş Geçit Mühendisi Peacock ve teknisyenleri ile işbirliği yapıp, tam nereye gitmiş olabileceğini hesaplamaya çalışabileceğinizi düşündüm. Aynı zamanda, eğer yapması gereken bir şey olduğuna karar verdiyse, size nereye gitmiş olabileceği konusunda bize ipucu verebilecek bir şey söylemişse, bunu hatırlayabilirsiniz. "
"Sizinle gelmemi mi istiyorsunuz? Sizin dünyanıza?" "Bu mantıklı olurdu. Siz ve o Henry adındaki oğlan
- Pyrgus ona da bir şey söylemiş olabilir. " Fogarty mutfak masasındaki bir çekmeceyi açtı ve
bir kutu kurşun çıkardı. "Bu silahı dolduracağım - bu , somn olur mu?"
Tithonus sert bir biçimde yukarı baktı, ama İmparator kibarca, "Lütfen devam edin," dedi. "İnanın bana, eğer size tamamen güvenmiyor olsaydım, şimdi ya bağlı ya da ölü olurdunuz. "
Fogarty sırıtıp tüfeğe kurşun doldurmaya başladı. "Henry bir süredir buraya gelmedi, ama yakında damlayacaktır. Ona bir geçit kontrolü bırakanın. Arkamızdan gelebilir ve onunla o zaman konuşabilirsiniz. "
Apatura tereddüt etti. "Oğlumun canına kastedildi. Dünyalarımız arasındaki erişimi açmanın akıllıca olacağına emin değilim."
Fogarty'nin sırıtışı o vahşi gülümsemesine dönüştü . "Endişelenmeyin," dedi, "Henry dışında hiç kimsenin geçememesini garanti altına alacağım. "
ıcn
ff erbie 8re1111a11
"Bu bizimle geleceğiniz anlamına mı geliyor, Bay Fogarty?" diye sordu İmparator.
Fogarty fişek yatağına bir mermi aktarmak için silahın üzerindeki sürgüyü çekti. "Göreve hazırım!" dedi.
Kitterick, Holly Blue'nin yüz ifadesini okudu. "Anlaşılan başarılı olamadık, Ekselansları?"
Blue başını iki yana salladı . "Hiçbir şey yok. Hiçbir şey."
Cüce dudaklarını büzdü. "Şimdi ne yapacağız, Ekselansları? Bay Chalkhill'i mi araştıralım, yoksa size saraya kadar refakat etmemi mi tercih edersiniz?"
Blue her iki seçenekten de hoşlanmıyordu. Artık geç, çok geç olmuştu. Yornlmaya başlamıştı ve araştırmasının geri kalanında zinde olacaksa, uyuması gerekiyordu. Aynı zamanda, Brimstone'un evinde hiçbir şey bulamamış ve gecenin büyük bir bölümünü bu işe harcamış olması onu sinirlendiriyordu. Garip olan, şüpheli hiçbir şey bulamamış olmasıydı, sadece Pyrgus ile değil, hiçbir şey ile ilgili. Açtığı her çekmece, baktığı her kağıt Brimstone'un örnek bir vatandaş olduğunu gösteriyordu. Ama Madam Cardui'nin ona anlattıklarına bakılırsa, Brimstone örnek bir vatandaş değildi. Tam tersine. Bir yalancı ve iblislerle arkadaşlık eden bir düzenbazdı. Ayrıca güvenliği için çok zahmete katlanmıştı. Kapısının üzerindeki özel kilitler. Ölümcül yanılsamaları -
Donup kaldı. Bunu nasıl gözden kaçırmıştı? Nasıl olmuş da gözden kaçırabilmişti?
Peri Sauaflarr
"Ekselansları, nereye gidiyorsunuz?" diye bağırdı Kitterick.
Ama Blue çoktan molozları aşmış, merdivene çıkmıştı. "Nöbette dur!" diye bağırdı. "Fazla uzun sürmez!"
Birinci katta oturma odasına daldı. Oda aynı bıraktığı gibiydi: Yanılsama büyüsü kalkmıştı, rahat mobilyalar, bütün o masum kağıtlarla dolu olan masa, sandığın üzerindeki göz kırpan resim aynen duruyordu. Blue resme koştu ve ona, göz kırptığı açıya ulaşıncaya kadar eğildi. Blue da resme göz kırptı ve anında haklı olduğunu anladı. Yok olmuş yanılsamanın kokusu kendisini hemen belli etmişti.
Kendi etrafında döndü. İlk bakışta oda değişmemiş gibiydi. Aynı halı, aynı mobilyalar. Ama değişmiş olması gerektiğini biliyordu. Brimstone çok zekiydi. Yanılsama içine yanılsama koymuştu. İlkini keşfeden birinin, hepsinin bundan ibaret olduğunu düşünmesi gerekiyordu - ve o da bu tuzağa tamamen düşmüştü. Bu rahat odanın üstüne yapılmış ikinci bir yanılsama büyüsü olabileceği hiç aklına gelmemişti. Ama vardı işte ve onu şimdi yok etmişti. Bütün yapması gereken, ikinci yanılsamanın neyi gizlediğini bulmaktı.
Gözü, kapaklı masaya takıldı. Bulmuştu! Bulmuştu! Brimstone'un gerçek kağıtları
bunlardı! Titreyen elleriyle onları karıştırdığında, ardı ardına kirli iş ilişkilerine rastladı. Sahtekarlık. Rüşvet . Zimmete geçirme. Vergi kaçakçılığı. Yasadışı tahliyeler. Tehlikeli anlaşmalar. Böyle sürüp gidiyordu . He-
Herbie 8rermaıı
nüz Pyrgus hakkında bir şey yoktu, ama artık bulacağına emindi. Bir çekmecede Brimstone'un iblislerle ilgili işlerinin kayıtlarını buldu . İğrençti. Onlara berbat deneyleri için hayvanlar -hatta birkaç da insan- sağlamıştı. Blue hayvanlara karşı ağabeyi kadar yufka yürekli değildi, ama ayrıntılar ona bile tiksindirici gelmişti. Eğer Pyrgus bu pis kokulu eski kabus ile çatıştıysa, başının belaya girmiş olması hiç de şaşırtıcı değildi.
Blue kağıtları sistematik olarak incelemeye kendini zorladı. Bu , sabrını sonuna kadar zorladı, ama sonunda semeresini verdi. Brimstone'un kendine hatırlatma olarak aceleyle karaladığı topu topu dört sözcüklük bir yazı buldu:
Beleth kitabını tavanarasına kilitle
Bir tavanarası vardı! Bu hiç aklına gelmediği için aramamıştı da. Beleth kitabının ne olduğu konusunda hiçbir fikri yoksa da, bu not Brimstone'un oraya bir şeyler sakladığı anlamına geliyordu . Muhtemelen büyülü şeyler - Beleth bir iblis ismine benziyordu. Belki, Pyrgus da bir biçimde Brimstone'un büyüsünün içindeydi. Her neyse, arayacağı başka bir yer daha vardı.
Koşarak yukarı çıktı. Sadece gıcırdayan basamakta durup, Gulyabani Devriyesi onu öldürmeye çalışmasın diye o da gıcırdadı, sonra devam edip üçüncü kata ulaştı: Yatak odasının tavanında kapak şeklinde bir kapı olabileceğini düşündü, ama yatağın üstüne çıktı-
Peri Saflaflarr
ğı halde bunun izine rastlayamadı. Yandaki banyoya geçip onun tavanını da inceledi, ama yine bir şey bulamadı. Bu katta da mı bir yanılsama büyüsü vardı? Onbeş dakika daha tetikleyiciler aramakla uğraştı, ama nafileydi. Eğer gerçekten başka bir yanılsama büyüsü varsa, iyi gizlenmişti.
Blue düşünmek için yatağa oturdu. Burada çok fazla kaldığının farkındaydı. Her dakikanın Brimstone'un gelip onu bulması riskini arttırdığını biliyordu. Ama bir tavanarası vardı. Brimstone'un bir şeyler gizlediği başka bir yer vardı. Şu anda pes edemezdi - onu bulmak zorundaydı!
Odayı, muhtemel yanılsama tetikleyicilerini görmek için öz�llikle dikkatini vererek bir kere daha aradı. Briınstone'un giysileriyle dolu, içine girilebilen bir gardrop vardı. Dolabın içinde çirkin bir yaşlı adam kokusu olduğu için daha önce sadece şöyle bir bakmıştı. Bu sefer ise nefesini tutup gerçekten içeri adım atarak ahşap panelli duvarlara vurdu.
Gardrobun arka tarafı boştu! Buna hiç kuşkusu yoktu . Duvar boş gibi ses veriyordu. İtti, dürttü, çekti, vurdu, hatta tekmeledi, ama duvar yerinde kaldı. Ellerini gardrop raylarının üzerinde dolaştırıp gizli düğmeler ve yanılsama tetikleyicileri aradı. Yoktu, yoktu, yoktu . Bıkkınlıkla, "Off, açılsana, salak şey! " diye bağırdı. Gardrobun arka paneli sessizce geriye kaydı. Solgun ışıkküreleri, önündeki yolu aydınlattı.
Bir merdiven daha vardı. Blue duraksadı. Yukarı çıkıyordu, bunun tavanarasının gizli girişi olduğu belliy-
zcnı
Herbie Brermaıı
di. Ama aşağı, karanlık derinliklere doğm da iniyordu. Nereye gitseydi?
Bu aptalca, diye düşündü. Brimstone'un, tavanarasına bir şey gizlediğini biliyordu. Aslında başka bir yeri araştırmakla vakit kaybetmemesi gerektiğini biliyor
du. O karanlık merdivenlerden aşağı inerse, başka yanılsama büyüleriyle ya da daha kötü şeylerle karşılaşabileceğini biliyordu. Bütün bunları biliyordu, ama karşı koyamayacağını da biliyordu - aşağı giden o merdivenlerin nereye ulaştığını bilmek zomndaydı.
Blue hareket etti, sonra durdu. Bu fazla kolaydı. Son saatte bir şey öğrendiyse, bu da Brimstone'un, karşılaştığı en hilekar kişilerden biri olduğuydu. Bütün ev büyülü yanılsamalarla ve tuzaklarla doluydu, ama gardrobun arkasındaki panel -Brimstone'un gizli tavanarasına çıkan panel- en basit Açıl susam açıl kilidine sahip bir mekanik aletti. Herhangi biri bu paneli standart, yüksek sesli bir açıl sözüyle açabilirdi. Açıkçası, panelin kendisini bulmak da o kadar zor olmamıştı. Brimstone'un giysilerinin kokusu onu iğrendirmese, çok daha önce bulurdu.
Blue ardındaki askıdan bir kumaş kasket alıp merdivene attı, sonra dehşetle merdivenin içinden/geçip aşağıdaki derinliklere düşüşünü izledi. Merdiven aslında mevcut değildi, sadece bir başka yanılsamaydı.
Ona basmış olsa, aşağı düşüp ölecekti.
298
Virmidört
Tithonus tedbirli bir biçimde öksürdü. "Evet, Eşikbekçisi?" diye sordu İmparator. "Efendim, hangi geçidi kullanacağımız meselesi
var." İmparator bir şey söylemeden ona bakınca, Tithonus, "Iris Evi'nin geçidini kullanabiliriz, " diye devam etti. "Aklınızdakinin de bu olduğunu varsayıyo-nım - "
İmparator başıyla onayladı. "Evet." "Ama Bay Fogarty'nin geçidini kullanmak gibi bir
seçeneğimiz de var -kendisinin rızası ve işbirliğiyle elbette- ki bu da bize, Veliaht Pyrgus'ın onu kullandığında nereye gittiği hakkında bir kanıt sunabilir."
Bir saattir ilk defa İmparator'un yüzü güldü. "İyi düşündün, Tithonus! Şimdi sen söyleyince çok açık görünüyor, ama benim aklıma gelmemişti. " Artık av tüfeğini tavana doğru tutarak kapıda bekleyen Fogarty'ye döndü. "Bay Fogarty, yaptığınız geçidi kullanmamıza izin
Herbie Brerırıarı
verir misiniz?" Fogarty omuz silkti. "Neden olmasın ki?" dedi.
Blue işi çözdüğünü düşünüyordu, ama emin değildi . Eğer haklıysa, aktifleştirdiği tetikleyici merdivenin tekrar katılaşmasını sağlayacaktı. Değilse, merdiven yanılsama olarak kalacaktı. Başka bir kasket alıp merdivenlerin üzerine attı. Bu sefer kasket düşmedi. Yanılsamayı dengelemiş gibi görünüyordu, ama aslında anlamanın sadece tek yolu vardı. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve merdivene adım attı.
Nefesini büyük bir gürültüyle verdi. Düşmemişti. Merdiven artık gerçek ve katıydı.
Blue gözlerini açıp, bir saniye bile tereddüt etmeden aşağı inmeye başladı. Brimstone'un evi tekrar dönülemeyecek kadar tehlikeliydi. Eğer bu merdivenin nereye çıktığını bulacaksa, bu şimdi olmalıydı.
Merdiven üç kat aşağı indi, ama zemin katta sona ermedi. Hesapları doğrnysa, en az altı metre daha indi. En aşağıya ulaştığında, kendini uzun, düz bir koridorda buldu. Işıkküreleri onun varlığıyla otomatikman yanmıştı. Blue'nun iyi bir yön bulma duygusu vardı, anladığı kadarıyla koridor Seething Sokağı'nın altından Brimstone'un yapıştırıcı fabrikasına doğrn gidiyor ve muhtemelen oraya ulaşıyordu. Brimstone'un eviyle fabrika arasında neler getirilip götürüldüğünü Tanrı bilirdi. Bildiği kadarıyla, Pyrgus'ın kendisi bile bu koridordan taşınmış olabilirdi.
Geçidi izlese miydi? Sanmıyordu. Brimstone fabri-)00
Ptri Saoaşlarr
kada Pyrgus hakkında bilgi tutuyorsa bile, bunu bulmak başka bir güne kalacaktı. Hala tavanarasını bulması ve araştırması gerekiyordu. Blue tekrar merdiveni çıkmaya başladı. Birkaç dakika sonra, Brimstone'un gizli tavanarasının kapısı olması gereken kapının önünde durnyordu.
Kapıyı açtı.
Tam önlerinde, ince işlemeli kristal avizelerin aydınlattığı uzun, halı kaplı bir koridor uzanıyordu.
"Şapel değil , '' diye mırıldandı Mor İmparator, "ama yine de saray olduğu belli . "
Etrafa bakan Tithonus, "Sanırım burası doğu kanadı, kızınızın dairesinin yakınları, efendim," diye araya girdi.
"Evet, sanırım haklısın. Yani biz burada olduğumuza göre, Pyrgus da güvenle eve ulaşmış olmalı. "
Tithomıs fısıltıdan pek yüksek olmayan bir sesle, "Tabii bu Fogarty denen adam bize doğrnyu söylüyorsa," dedi.
İmparator da fısıldayarak, "İçgüdülerim ona güvenmemi söylüyor," diye cevap verdi. "Şimdilik. " Sesini yükseltti. "Hepimiz sağ salim geçtik mi?"
Baş Geçit Mühendisi Peacock canlı bir sesle, "Herkes burada, Majesteleri," dedi.
"Bay Fogarty, burası daha önce geçtiğinizde gördüğünüz yer mi?"
Fogarty havayı koklayıp, "Öyle görünüyor,'' dedi. "Oğlum bir yerlere gitmiş olabilir gibi görünüyor.
JOI
fferbie Breımau
Ama en azından kendi dünyasına· dönmüş. " Mor İmparator pelerinini topladı. Gelişmeler endişelerini gidermişti, ama hala Pyrgus'ın geçidi yanlış ayarlayıp birkaç kilometre uzakta çevrilmiş olması ihtimali vardı. Oğlu başını derde sokma konusunda bir dahiydi. "Bay Fogarty, Baş Geçit Mühendisi Peacock ile gitmenizi istiyorum. O size rahat bir daire bulunmasını sağlayacaktır. Saatin geç olduğunu, dinlenmeniz gerektiğini takdir ederim, ama umarım sabah ilk iş mühendislerimize yardım edebilirsiniz."
"Elimden geleni yaparım," dedi Fogarty kuru bir sesle. Cebinden bir kontrol çıkarıp geçidi kapattı.
· İmparator, "Eşikbekçisi Tithonus, benimle gelin,"deyip hızla merdivenlere doğm yürüdü. Özel dairesine yaklaştıkları sırada, bitkin bir hizmetçi onlara yetişip şimdi de kızının kaybolduğu haberini verdi.
Tavanarası kan kokuyordu. Yere hayvan derisinden şeritler kaba ve çirkin bir daire oluşturacak şekilde çivilenmişti. Odanın diğer yanında garip cihazlar vardı. Daha önce hiç onlara benzer bir şey görmemişti, ama yıldırımı hapseden makinelere benziyorlardı. Bazıları yan yatmış ve muhtemelen bozulmuştu. Külle dolu süslü bir tütsü ocağı vardı. Etrafa birkaç kase saçılmıştı ve biri zeminde dairenin öte yanına bir üçgen çizmişti. Bir köşede bir tutam şeytan otu vardı. Duvarlarda mistik mühürler içeren bayraklar asılıydı. Bütün oda en alçak cinsinden büyü kokuyordu.
Bir tuzak mıydı? JOZ
Perf Sal:laflıırr
Blue heyecanlı ve sabırsız olsa da, durup düşündü. Dikkatle gözden geçirdikten sonra, tuzak olmasının düşük bir ihtimal olduğuna karar verdi. Burası Brimstone'un iblis atölyesiydi. Davetsiz misafirlerden çok iyi korunmuştu ve Blue pis yaşlı büyücünün, sihrine müdahale edecek koruma ya da yanılsama büyüleri istemeyeceğini tahmin ediyordu. Aynı yerde çok fazla büyünüz olursa, bunlar tuhaf rezonanslar oluşturarak kimi zaman bütün binayı temelinden sarsabilirlerdi. Büyük ihtimalle tavanarası Brimstone'un evde, tamamen büyüden arındırılmış halde tuttuğu tek odaydı , tabii iblislerini çağırmaya başlayıncaya kadar. Yani Blue haklıysa, böyle olmalıydı. Öğrenmenin tek yolu, içeri girmekti .
İçeri girdi. Kalbi küt küt atıyordu, ama hiçbir şey olmadı. Bir
yanılsama ihtimalini tamamen kenara itemezdi elbette, ama bir biçimde bu odada olduğunu sanmıyordu. Bütün oda fazlasıyla karmaşa içindeydi, Brimstone'un dehşetli ritüellerinden birinde kötü bir aksilik olmuş gibi. Araştırmaya başladı.
Sadece bir dolap vardı ve o da basit bir koruma tılsımıyla kilitlenmişti, ama kilit açma büyüsüyle kolayca açtı - bu da Brimstone'un tavanarasını davetsiz misafirlerden korunaklı saydığının bir başka göstergesiydi. Dolap büyü donanımıyla doluydu - ateş asaları, kan kadehleri, pentagram diskler, tılsımlar, mandragorlar, hava bıçakları ve benzer şeyler. Minyatür bir humunkulus, görmeyen gözlerini ışığa doğru çevirerek ona
JOJ
fferbie Breımaıı
doğnı sürünmeye başladı, ama Blue'nun dikkatini çeken kitaplar oldu. Dolabın arka tarafına sıkıştırılmış iki kitap vardı ve biri şüphe uyandıracak şekilde bir günlük gibi dunıyordu.
Humunkulusu yana itip kitapları aldı. Küçük olan kitabın yazısız bir kapağı vardı, ama açtığında, içindeki sayfaların Brimstone'un tanıdık şatafatlı elyazısıyla dolu olduğunu gördü. Sihir günlüğü! Büyücünün sihir günlüğünü bulmuşnı! Şimdiye kadar çağırdığı bütün iblislerle , ölülerle bütün haberleşmeleriyle ilgili ayrıntılar içeriyor olmalıydı. Bir sayfayı açınca, isim sanki üzerine atladı:
Pyrgus
İşte! İşte! Kalbi çarparak, otump daha iyi bir ışıkta okuyabileceği bir yer aradı. Sonra delici bir ses kulaklarını öyle bir tırmaladı ki, neredeyse acı çekti. Bir an tavanarası konusunda yanıldığını, her nasılsa Brimstone'un konıma büyülerirıden birini harekete geçirdiğini zannetti. Sonra sesin çok aşağıdaki bir yerden geldiğini fark etti ve birden ne olduğunu anladı. Kitterick'in uyarı ıslığıydı. Biri geliyordu.
Holly Blue her iki kitabı da koltuğunun altına sıkıştırıp kaçtı .
Yirmi beş
Henry doğrndan arka tarafa gitti. Bay Fogarty sağ salim evde olsa bile, ön kapıyı açması pek olası değildi. Çimler biçilmemiş ve çiçek tarhları sulanmamıştı, yani o konuda bir değişiklik yoktu. Bir geçit görme umuduyla kelebek çalısına doğrn göz attı -Bay Fogarty'nin geçidi orada açmaya çalışacağını biliyorduama hiçbir şey yoktu.
Mutfak penceresinden, sonra da arka kapıdaki camdan içeri baktı. İçeride kimse yokmuş gibi görünüyordu. Hızla kapıya ve sonra da pencereye vurdu . Ses yankılandı, ama kimse gelmedi. Her nasılsa ev boşmuş gibiydi.
Henry elini cebine atıp uzun bir ipin ucundaki bir anahtarı çıkardı. Bunu bilmiyordun, değil mi, anne?
Arka kapıyı açıp içeri süzüldü. Güven verici bir sesle, "Benim, Bay Fogarty! " diye bağırdı. "Henry. " Bekledi. Bir keresinde anahtarı kullanıp Bay Fogarty'yi korku-
Herbie Breımarı
tunca, ihtiyar koca bir mutfak bıçağıyla üstüne saldırmıştı.
Hiç kimse görünmedi, ne Bay Fogary ne de Pyrgus. "Merhaba . . . " diye bağırdı Henry. "Merhaba . . . " İhtiyatla mutfaktan karışık oturma odasına geçti. "Bay Fogarty? Ben Henry, Bay Fogarty." Oda küf kokuyordu ve içinde kimse yoktu.
On dakika sonra evdeki bütün odaları dolaşmıştı. Bulduğu tek canlı, Bay Fogarty'nin bumşuk yatağının yanında duran yarısı yenmiş bir hamburgerin üzerindeki küf oldu.
Mutfağa geri dönünce, daha önce gözden kaçırdığı bir şeyi fark etti. Mutfak masasının üstünde, boş bir tuzluğun altındaki kahverengi bir zarf. Üstüne siyah keçeli kalemle tek bir sözcük yazılmıştı:
Henry
Henry zarfı aldı ve içinde çizgili defterden koparılmış bir kağıt parçası buldu. Kağıtta sadece Bay Fogarty'nin düzgün elyazısıyla dört sözcük vardı:
Po cbıdf djnmfsjoj cjd 6851
Henry sözcüklere bakakaldı. Bay Fogarty'nin elyazısını hep okuyabilirdiniz, bu yüzden yazanın bu olduğu konusunda kuşku yoktu, ama sözcüklerin kendileri anlam ifade etmiyordu. Bir yabancı dilde olduk-
J06
Peri Saoa1ları
larını sanmıyordu -kesinlikle okulda öğrendiği Fransızca değildiler- ama garip bir Doğu Avmpa dilinde olabilirlerdi, Sırpça gibi. Ne var ki, Bay Fogarty ne Sırpça biliyordu ne de Henry'nin bildiği kadarıyla İngilizce dışında başka bir dil. Her neyse, zaten Sırpça gibi dillerin farklı bir alfabesi yok muydu?
Bir şifreydi! Henry aniden bir şifre olduğunu anladı. Öyle olmak zomndaydı! Bay Fogarty hayatı boyunca ona hiç not bırakmamıştı, ama eğer şimdi bir tane bırakmışsa şifreli olmalıydı. Özellikle de önemli bir şeyse. Belki de Pyrgus ve geçitle ilgili bir şeydi. Fogarty asla yazılarını başkalarının okuyabileceği biçimde ortalıkta bırakmazdı - bunun için fazlasıyla şüpheciydi. Henry birden heyecanlandı.
Sonra heyecanı başladığı gibi sona erdi. Şifreyi nasıl çözecekti?
Aklına bir sürü aptalca fikir geldi. Belki Bay Fogarty'nin bir şifre kitabı vardı. . . belki bu türden şeyler banka soyduğu günlere dayanıyordu . . . belki eve gizlenmiş ipuçları vardı. . . belki rakamlar ipucuydu. . . belki. . . belki. . .
Belki başı kesilmiş tavuk gibi kanat çırpmaya bir son verip elindekilere bakmalıydı. Aşırı zor olamazdı. Bay Fogarty, Henry'nin İngiltere'nin En Zekisi olmadığını biliyordu, bu yüzden oldukça kolay olmalıydı. Belki de biraz sessiz sinema gibiydi. Rakamları boşverip sözcüklere yoğunlaş. İlk sözcük PO. Pekala, ilk sözcük bir sessiz, bir sesli harf. Kısa bir sözcüktü, sadece iki harf. Belki "bu"ydu. Eğer ilk sözcük "bu" ise,
Herbie Breıırıaıı
"O", "U"yu temsil ediyor olmalıydı. Mesajda başka "O" var mıydı? Evet, üçüncü sözcükte bir tane vardı. İyi gidiyordu.
Eğer "O", "U"yu temsil ediyorsa, "P" de "B" olmalıydı. Başka tekrar var mıydı? Hayır. Yani tüm cümle şöyle oluyordu:
BU / - - - - / - - - - - - - U -
Henry bir süre baktı, sonra pes etti. Dört sözcük, ikincisi ve dördüncüsü bilinmiyor, üçüncüsü "U"lu bir şey. Ama ne? Ne? Ne?
Aniden, durnp durnrken, Henry anladı. İlk sözcük "bu" değildi. Burada yapılan şey, harfleri kaydırmaktı. Bunun en basit yolu, bir harf kaydırmaktı : A B'ye, B C'ye, C Ç'ye dönüşürdü ve bu böyle giderdi .
Bay Fogarty'nin şifresi basit, bir harflik bir kaydırmaydı. Yani çözmek için bir harf geri kaydırmak yetecekti. P Ö'ye, O N'ye dönüşecekti. Ceketinin cebinde sızdıran bir tükenmez buldu ve aceleyle mesajın yeni halini eski halinin altına yazdı:
PO CBIDF DJNMFSJOJ CJD 6851 ÖN BAHÇE ÇİMLERİNİ BİÇ 6851
Mesaja aval aval baktı. Şifreyi çözmüştü. Şifreyi çözdüğünü biliyordu, çünkü her şey pürüzsüzce yeri-
J08
Peri Saoaşlarr
ne otumyordu. Ama mesajın bir anlamı yoktu. Ön
bahçe çimlerini biç mi? Bay Fogarty neden böyle bir talimatı şifreli olarak bıraksındı ki?
Çim biçme makinesi! Bay Fogarty ona hep çim biçme makinesine dokunmamasını söylerdi. Şimdi ise çimleri biçmesini söylüyordu. Kulübedeki çim biçme makinesiyle bir ilgisi olmalıydı.
Henry kağıdı bumştump cebine koydu, sonra arka patikadan hızla kulübeye doğm gitti. İçerisi her zamanki gibi darmadağındı. (Hodge'un peri biçimindeki Pyrgus'ı yakaladığı o gün Bay Fogarty için kulübeyi temizlemeye zaman ayıramamıştı. ) Örümcek ağları ve toz hayatında gördüğü en büyük hurda, makine parçası, bahçe aleti ve çiçek saksısı koleksiyonunun üzerini kaplamıştı. Solunda eski bir domates yetiştirme kutusu vardı. Üstünden, geçen yılın bitkilerinin bumşuk, kahverengi kalıntıları bir örümcek gibi fırlamıştı. Çim biçme makinesi kulübenin diğer ucundaydı.
Henry oraya giden yolu açtı. Çim biçme makinesine uzanırken kalbi hızla atmaya başladı. Bay Fogarty bir işler çeviriyor, besbelli ki ona bir tür mesaj ulaştırmaya çalışıyordu. Makineyi saran plastik örtüyü ihtiyatla açıp bir başka zarf aradı, ama yoktu. Çimen kutusunu çıkarıp onun içine baktı, ama kulübe karanlık olduğu için bir şey göremedi. Elini içeri daldırıp yokladı, sonra pes edip kutuyu dışarı götürdü. Işığa tutunca, onun içinde de bir şey olmadığını gördü .
Biraz daha iyi görebilmek için makineyi kulübeden dışarı sürüklemeye başladı. Altında, beton zeminde
fferbie Brennan
bir çukur vardı. Çukur ince bir kontrplak tabakasıyla kaplanmıştı,
ama Henry makineyi çekerken gevşek bir parça takılıp tabakayı hafifçe oynattı. Bu kadar tetikte olmasa, buna rağmen çukum fark etmeyebilirdi. Ama dört gözle ipucu aradığı için karanlık yarığı hemen gördü. Makineyi uzağa çekip kontrplağı kaldırdı.
Çukur tesadüfi bir kusur değildi. Doksan santime altmış santimlik, doksan santim derinliğinde düzgün, keskin kenarları olan, belli ki beton ilk yapılırken oluşnmılmuş bir dikdörtgendi. İçinde, şifreli kilidi olan madeni bir kasa vardı.
Ön bahçe çimlerini biç 6851
Henry'nin kalbi artık öyle atıyordu ki tüm vücudu titriyordu. Rakamlar işte bunun içindi - şifreli kilit için! Titreyen parmaklarıyla şifreyi girdi ve kapağı çekti.
Kapak hareket etmedi. Henry yeniden denedi ve bu sefer doğm girmeye
çok dikkat etti. 6 . . . 8 . . . 5 . . . 1 . . . Ama tam girdiğine emin olmasına rağmen kasa kilitli kaldı.
Burada neler oluyordu? Numaralar şifre olmak zonmdaydı - tek mantıklı açıklama buydu . Kaşlarını çattı. Mesaj ôn bahçe çimlerini biç 6851 değildi ki. Po
cbıdf djnmfsjoj cjd 6851 idi. Doğm halini bulmak için harfleri kaydırmak gerekiyordu. Belki numaraları da kaydırmak gerekiyordu!
JIO
Henry yeni şifreyi denedi. 5 . . . 7 . . . 4 . . . Bir nasıl geriye kaydırılırdı ki? Sıfır herhalde. O'ı da girdi ve kasa kolayca açıldı. Kasada, üst kısmında iki süslü plastik düğme bulunan cilalı bir alüminyum küp ve yanında da bir başka kağıt parçası vardı. Kağıdı aldı. On sözcük vardı, ama bu sefer şifre saçmalığı yoktu. Bay Fogarty'nin ikinci mesajı basitçe şöyleydi: DİGER TARAFA GEÇTİM. ELİNDEN GELDİGİ KADAR ÇABUK SEN DE GEL.
Henry tedbirli bir biçimde kübü aldı.
Jll
Yirmiaftr
Pyrgus kapak şeklinde bir kapı ve altında da aşağı inen merdivenler gördüğü izlenimine kapıldı, ama zihni artık işlemiyordu. Kendini kafatasının sıkı, karanlık bir köşesine itilmiş ve kafesindeki küçük, tüylü bir hayvan gibi oraya kilitlenmiş gibi hissediyordu. Gözleriyle hala görebiliyor, kulaklarıyla hala duyabiliyordu, ama her şey bir teleskopun ters ucundan bakarmışçasına uzaktaydı. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu, ne nereye gittiğinin, ne saraya geri dönmesinin, ne babasının, ne kızkardeşinin, ne de yeni arkadaşı Henry'nin. Düşünceleri pekmez içinde süıiinüyormuş gibiydi ve kenarları bulanıktı, ne zaman onları kullanmaya çalışsa, ondan kayarak kaçıyorlardı. Hafızası çökmüştü ve başı ağrıyordu. Artık buraya gelmeden önce nerede olduğundan, hatta kim olduğundan bile emin değildi. Eğer çok yoğunlaşırsa ismini hatırlayabiliyordu, ama işte o kadar.
İblisler Pyrgus'ı, sadece duvarlara yapışmış yeşilimtı-
ııı
Peri Saoa1ıarr
rak bir mantarla aydınlanıyormuş gibi görünen, büyük taşlarla döşeli bir geçitten geçirdiler. Işık seviyesi o kadar azdı ki sürekli tökezliyordu, ama iblisler fazla zorluk çekiyora benzemiyorlardı. Zihninin kenarlarından sızdıklarını ve çıtırdadıklarını duyabiliyordu . Balçık biraz geri çekilmişti, ama hfila diğerleriyle beraber orada olduğunu, kurtulmaya çalıştığına dair ilk belirtide saldırmaya hazır halde beklediğini biliyordu . Neden kurtulma ya çalışsındı ki?
Geçitten, her yana dallanan koridorlar ve tünellerle dolu bir galeriler labirentine çıktılar. Pyrgus'a çoğu birbirinin aynısı görünüyordu, ama iblisler asla tereddüt etmiyorlardı. Işığın rengi değişerek donuk mantar yeşilliği daha yumuşak bir gül rengine döndü , ama bu ışığın nereden geldiğini anlayamadı. Aynı zamanda sıcaklık da azar azar artıyor gibiydi, sonunda terlediğini fark etti. Havadaki giderek artan sülfür kokusu ona belli belirsiz tanıdık geliyordu, ama bunun nedenini hatırlayamıyordu.
Bir saatten fazla bir süre sonra labirentten çıktılar. Pyrgus'ın aklına tuhaf bir fikir geldi. İşgalci bir ordu o labirentte yolunu kaybedip aylarca dolanabilirdi. Sadece o amaç için mi yapılmıştı - iblislerin yaşadığı yeri kommak için mi? Pyrgus bilmiyordu ve gerçekte aldırmıyordu da.
İçinde bulundukları mağara öyle büyüktü ki, Pyrgus diğer tarafını göremiyordu. Önlerinde, mağaranın zemini boyunca, yukarıda gördüğü yıkık şehrin aynadaki aksi biçiminde serilmiş bir yeraltı şehri vardı. Ama bu
JIJ
fferbie Breımarı
şehir taştan değil, parlak madenlerden yapılmıştı ve çok
daha iyi durumdaydı. Cilalı yüzeyler loş kırmızı ışığı
yansıtıyordu, ama bir biçimde bütün şehir gölgedeydi.
Pyrgus sıcaklık gibi buna da aldırmıyordu. Pyrgus hiç
bir şeye aldırmıyordu.
İblisler onu loş caddelerden ana meydana doğru gö
türdüler. Pyrgus amaçsızca sürüklenen zihninde iblis
dünyası hakkında derin derin düşünüyordu. İblisler sü
rekli birilerini kaçırıp onları madeni gemilerle uzağa
götürüyorlardı. Bunu ona biri söylemişti, ama kim ol
duğunu tam hatırlayamıyordu. Amerikalılar denilen altı
milyon kişi kayıptı. İblislerin neden bu kadar fazlasını
istediğini merak etti. Belki de yiyecek olarak. Bir Ame
rikalı'nın patates cipsi kadar lezzetli olup olmadığını
merak etti.
Caddelerde iblisler vardı, ama hiçbiri durup ona
bakmıyordu.
Meydanın merkezinde dev, kule biçiminde bir bina
vardı. Yaklaşırlarken binadan madeni bir rampa çıktı.
Rampa o kadar dost canlısı ve davetkar görünüyordu
ki, Pyrgus neredeyse koşmaya başlayacaktı, ama zihni
nin kenarlarındaki balçık uzandı ve çabucak onu geri
çekti. Düşünceleri rayına oturdu. Hep beraber önemli
birini göreceklerdi. Rampaya adım attı ve ne düşündü
ğünü unuttu.
Binaya girerlerken duvarlarda makineler olduğunu
gördü. Bu ne garip şeydi böyle?
Zihninin yerine geçmiş, yavaşça sürüklenen pamuk
ta yeni bir düşünce belirdi. İblislerin kaçırdığı hiç kimse
Peri Saoaflarr
bir daha kendi dünyasına dönmüyordu. Balçık hemen o düşünceyi alıp dışarı attı. Ne aptal bir düşünceydi oöyle! İblisler sadece dost olmak istiyorlardı.
İblisler onu büyük, yüksek tavanlı bir salona (taht
salonu? Harekat Odası?) götürdüler. Burada kırmızı cüppeli bir iblis, madeni bir masaya yayılmış büyük bir harita üzerinde çalışıyordu.
Yaratık, içeri girerlerken onlara baktı. "Veliaht Pyrgus," dedi pürüzsüzce. "Bizi ziyarete gelmen ne kadar hoş. "
Pyrgus'ın zihni temizlenirken, çevresindeki her şey berraklaştı. İblis dünyası Hael'deydi. Oraya nasıl geldiği hakkında hiçbir fikri yoktu, ama tek mantıklı olan buydu. Bay Fogarty'nin geçidi onu bir biçimde buraya yollamış olmalıydı. Sülfür kokusunu ve çorak ıssızlığı, kasvetli, sert ve hareketsiz güneşi, gül rengi ışığı, madeni şehri hatırladı - Hael'de olmak zonmdaydı .
Pyrgus hiç tereddüt etmeden kızıl cüppeli iblisin üzerine atlamaya çalıştı. . . ve vücudunun hareket etmediğini fark etti.
"Kendini zorlama, Pyrgus, " dedi iblis. "Saldırgan hareketlerden kaçınırsan senin için daha iyi olur. Benim için de daha elverişli. "
Hareket edemiyordu, peki ya konuşabiliyor muydu? Buradan çıkma şansı yakalayacaksa, bilmesi gereken şeyler vardı. "İsmimi nereden biliyorsun?" diye sordu. Sözcükleri biraz ağzında yuvarlıyordu, ama onun dışında sesi düzgün çıktı.
JI�
fferbie 8reıırıarı
Kızıl iblis koca siyah gözleriyle ona baktı, ama bu sefer zihnini kontrol etme girişiminde bulunmadı. "Daha önce tanıştık."
Pyrgus gözlerini kırptı. Bu yaratığı gördüğünü hiç hatırlamıyordu.
İblis onun düşüncelerini algılayıp, "Hatırlamıyor musun'?" diye sordu. "Eh, belki bu anlaşılabilir. O sırada biraz farklı görünüyordum."
Pyrgus hayretle yaratığın her yanından genişlemeye başladığını gördü. Boyu iki metre, iki buçuk metre ve sonra daha da fazla oldu. Vücudu şişerken kızıl cüppeyi yırtıldı ve boydan boya kas tabakaları ortaya çıktı. Kafatası çarpıldı ve yüzü değişti. Alnından koç boynuzları çıkıp güçlü bir biçimde kıvrılarak başının kenarlarını sardı. "Belki bu, hatırlamana yardımcı olur?" Sesi bile değişmişti. Pürüzsüz, iyi ayarlanmış ses tonunun yerini şimdi gökgürültüsü gibi bir ses almıştı.
Pyrgus balık gibi ağzını açıp kapadı. Bu, Brimstone'un çağırdığı, babasının muhafızları gelmeden hemen önce Pyrgus'ı öldürmeye çalışan yaratıktı. "Sen - sen - "
İblis , "Prens Beleth hizmetinizde!" deyip güldü. Değişim hayret vericiydi. "Aslında böyle mi görünü
yorsun?" diye sordu Pyrgus. Beleth başını iki yana salladı. "Tabii ki hayır. Bu,
Brimstone gibi ihtiyar salaklar için sahneye koyduğumuz gösterinin bir parçası. Yanılsamalar Efendisi olduğunu düşünüyor, ama kendi gördüğü şeyi sorgulamak asla aklına gelmiyor. " Dev vücudu tekrar küçülmeye başladı, sonunda Pyrgus yine kızıl cüppeli yaratıkla
Peri Saoaflarr
karşı karşıya kaldı. Her nasılsa bu hali de boynuzlu yaratık kadar korkunıcu görünüyordu. Bu Beleth nasıl görünürse görünsün dehşetli bir düşmandı.
Beleth, "Ah, teşekkür ederim," diyerek, Pyrgus'ın düşüncelerini ne kadar kolaylıkla okuduğunu gösterdi. Masadaki haritaya, sonra da tekrar Pyrgus'a göz attı. "Sanırım yakında, bu belaya nasıl bulaştığını merak edeceksin."
Bu belaya nasıl bulaştığını zaten merak eden Pyrgus sırtından küçük bir ürpertinin yükseldiğini hissetti. Siz daha plan yaparken onları zihninizden okuyan birinden nasıl kaçardınız ki?
"Pek kolay olmaz," dedi Beleth. "Öyleyse kaçma fikrini neden bir yana bırakmıyorsun? Ben de karşılığında, zihnini meşgul eden birkaç şey hakkındaki merakını gideririm. Buna ne dersin, Prens Pyrgus? Anlaştık mı?"
Pyrgus başının ağrısının arttığını fark etti. Bir iblisle anlaşma yapma fikri hoşuna gitmiyordu, ama o anda başka ne yapabilirdi bilemiyordu. Açıktı ki fikri bir kenara bıraksa da bırakmasa da, hemen kaçması imkansızdı . Ayrıca, nasıl buraya düşmeyi becerdiğini ve birkaç başka__ şeyi merak ediyordu. Bunlardan ilki de, Brimstone'un neden onu yaratığa kurban etmeye bu kadar istekli olduğuydu.
"Eh," dedi Beleth, "önce nasıl buraya geldiğini konuşalım, Briınstone'a da birazdan geçerim - tabir caizse en iyisini en sona saklayalım. Buradasın, çünkü geçidine müdahale ettik - işte bu yüzden buradasın. Bunu yapabildiğimizi bilen çok kişi yoknır."
Jll'
Herbie Brerırıarı
Pyrgus kesinlikle bilmiyordu. Daha önce iblislerin geçitlere müdahale ettiğini düşündürecek hiçbjY şey duymamıştı. · Merak ettiği başka bir şey de - /
Beleth, "Evet, Benzer Dünya'ya çevrilmeye çalıştığın zaman hedefini saptıran da bizdik," dedi. "Doğal olarak yardım aldık. Iris Evi'nin koordinat ayarlarını bilmemiz gerekiyordu. Seni bu sefer yakalamak ise çok daha kolay oldu - dönüş koordinatlarını zaten biliyorduk, bu yüzden sadece sinyali beklemek ve sen geçerken onu saptırmak yeterli oldu."
"Ama neden?" diye sordu Pyrgus. Beleth, "Çünkü Brimstone anlaşmayı yerine getire
medi," diye sabırla açıkladı. Küçük dişlerini gösterecek biçimde gülümsedi. "Bu yüzden şimdi işi benim yapmam gerekiyor. "
"Haftada sadece yedi grot," diye gevezelik etti yaşlı kadın. "Krallığın hiçbir yerinde bu paraya bu kadar iyi bir daire bulamazsın, genç adam." Dişsiz ağzıyla sırıttı ve yüzünden çokbilmiş bir bakış geçti. "Bu kadar mahremini de bulamazsın. "
Brimstone yeni meskenine zerre hazzetmeden baktı. Mesken kepenkli bir penceresi olan pis bir odadan oluşuyordu. Köşedeki yatak haşaratlarca istila edilmiş bir saman yığınıydı. Mobilyalar çürük bir masayla tek bir ahşap sandalyeden ibaretti. Bundan sonra burada uyuyacak, yemek yiyecek -
Yaşlı kadın zihnini okuyormuş gibi, "Yemekler ücrete tabidir," diye ekledi.
J18
Peri Saaaşlarr
- ve sadece karanlık bastıktan sonra dışarı çıkacaktı. "Tutuyomm," dedi kocakarıya. Birkaç madeni para uzattı. "İşte bir aylık peşin - şimdi defol."
Kadın paralardan ikisini dişetleriyle kontrol etti ve tatmin olmuş göründü. "Teşekkürler, efendim," dedi. O çokbilmiş bakışı geri geldi. "Burada olduğunuzu kimsenin bilmeyeceğine emin olabilirsiniz, efendim. Ben nefes aldığım sürece bu olmayacak. Kiracılarımın mahremiyetini garantilerim ben. Garanti/erim." Kapıda duraksadı. "Akşam yemeğinde kemik çorbası var," dedi. "Çok besleyici. "
Kadın kapıyı kapatırken Brimstone öte yana dönüp kepengi biraz araladı. Odası açık bir lağıma bakıyordu. Kepengi tekrar kapattı. En azından birinin pencereden girmesi pek olası değildi. Masaya gitti, sandalyeye oturdu -inanılmayacak kadar rahatsızdı- ve kalan altınlarını dikkatle saydı. Eğer kemik çorbası onu öldürmezse, burada haftada yedi grot ödeyerek uzun bir süre kalabilirdi, ama sonunda saklanmayı bırakmak zorunda kaJaç_aktı.
Bunu yaptığında Beleth'in hala onu aramıyor olacağını umuyordu.
Pyrgus kendini, görünmez bir kabloyla Beleth'e bağlanmış bir balon gibi hissediyordu. Prensleri caddeleri arşınlarken iblisler secde ediyorlardı. Pyrgus en fazla iki adım geriden onu izliyordu, ama yürümekten çok havada yüzüyor gibiydi. Artık Beleth'in onun her düşüncesini okuyabildiğini bilmesine rağmen, zihni arı gibi
J19
fferbie Brermarı
çalışıyordu. Beleth onu omzunun üzerinden, "Sabırlı ol, " diye
uyardı. "Yakında hepsi açıklığa kavuşacak. Eınin ol ki sana her şeyi anlatacağım. Öyle nefis bir plan ki, birine anlatmak için yanıp tutuşuyordum. Tabii şu ana kadar etrafa yayılabileceği için bunu yapamadım. Ama artık burada tutsak olduğuna göre, sana hepsini anlatabilirim. Çok ama çok müthiş!"
Şehrin sınırlarının dışına çıktılar ve loş, madeni bir_ düzlüğe ayak bastılar. Bütün düzlük göz alabildiğine sıra sıra, hepsi de tepeden tırnağa silahlı ve zırhlı iblislerle doluydu. Ateş mızrakları, sersemletme asaları ve ro
ketatarlar taşıyorlardı. Lazerli el bombaları ve biyolojik büyü konileri takılı palaskalar kuşanmışlardı. Servo-yardımlı botları olanlar yirınibeş metre, hatta daha fazla zıplayabilirlerdi. Helikopterli sırt çantaları olanlar uçabilirlerdi. Pyrgus'ın gördüğü en korkunç savaş gücüydüler.
"Askerleri selamla," dedi Beleth. Pyrgus elinin kendi kendine hareket ederek becerik
siz bir selam çaktığını hissetti. Eli yana düşerken Beleth, "İşte plan bu," dedi.
Pyrgus dev orduya bakıp bir anlam çıkarmaya çalıştı. "Sonm çıkmasını mı bekliyorsun?" deme riskine girdi. Hael'in işgal tehdidi altında olup olmadığını merak etti.
"Öyle denilebilir," dedi Beleth. "Ama doğru ifade sorun çıkması değil. Yakında sonm çıkaracağız. Dostlarımızın yardımıyla.1 Şarkınız böyle diyor, değil mi?"
l) Ünlü bir Beatles şarkısı olan "With a Little Help from My Friends"e (Dostlarımın Yardımıyla) gönderme yapılıyor. CÇ.N.)
JZO
Peri Saaaşları
Pyrgus'ın kafasının karıştığını fark edince, "Eh, belki de bir Benzer Dünya şarkısıdır," dedi. "Bir yerden duyduğumu biliyomm. Önemli değil. Önemli olan, onyıllardır yaptığımız planların çok yakında meyve verecek olması. Periler Diyarı'nda . . . değişiklikler olacak. "
Pyrgus kesinlikle havada uçuyordu. Yere baktığında, ayaklarının yerden neredeyse onbeş santim yukarıda olduğunu görebiliyordu. Beleth onu taş yüzlü iblis saflarının arasında bir oyuncak gibi gezdiriyordu . Burada kükürt kokusu fazlasıyla güçlüydü ve ağır bir banıt kokusuyla karışmıştı, sanki savaşlar ve ordular özellikle iblislere yakışır şeylermiş gibi. Pyrgus muhtemelen de böyle olduğunu düşündü.
"Babanla aran nasıl?" diye sordu Beleth. Pyrgus sadakatle, "Çok iyi," diye cevap verdi, ama
bu pek doğm sayılmazdı. "Ben benimkini yedim," dedi Beleth. "Yaşlanmış, za-
yıflamış, yararsız hale gelmişti, ama hala koltuğunu bırakmak istemiyordu. Bu yüzden gerekli adımları attım. Tadı iğrençti -lifli, sert, kokulu . . . babalar nasıldır bilirsin- ama burada adet böyle. Bu biçimde ruhlarını kendine kattığın düşünülüyor. Mevkiye ait bir hurafe elbette, ama . . . gelenek işte. " Omuz silkti.
"Yani Hael Kralı mı oldun?" diye sordu Pyrgus. Beleth'i sürekli konuştumrsa, iblisin onun düşüncelerini okumaya zaman ayınnayacağını düşünüyordu.
"Karanlıklar Prensi, " dedi Beleth. "Unvan, Karanlık-
J21
ff erbfe Breııımı
lar Prensi'dir. Burada bir kralımız ya da imparatommuz hiç olmadı - en büyük rütbe prensliktir. Onu yediğim sırada bir düktüm. Her neyse, demek istediğim şu ki, Prens olduğumda burada birkaç değişiklik yaptığımı söyleyebilirim. Burası yüzyıllardır durgunluk devrindeydi. Ama ben planlar yaptım, Veliah\Pyrgus. Yaptığım planlan dinlemek ister misin?"
"Evet, lütfen anlat," dedi Pyrgus hevesle. Belki de sadece hayal ediyordu, ama Beleth ne kadar fazla konuşursa, Pyrgus'ın ,üzerindeki kontrolü o kadar. zayıflıyor gibiydi. Pyrgus hala bir şey yapamıyordu ve düşündüğü her şeye . korkunç dikkat etmesi gerekiyordu, ama zamanla ...
"Etki alanımı genişletmek için planlar yaptım. Böyle deniyor, değil mi? Artık hiç kimse fetih, yağma, talan demiyor, ama yine de hemen hemen aynı şey ve çok
eğlenceli. Belki de artık arkadaş olduğumuzdan, açık konuşmalıyım. Bütün Periler Diyan'nı fethetme, yağmalama ve talan etme planları yaptım. Sonra da ordumu Benzer Dünya'ya sevk edeceğim, ama bu aslında seni ilgilendirmiyor. Kısaca, Pyrgus, evrenin gelmiş geçmiş en büyük Karanlıklar Prensi olmamı sağlayacak planlar yaptım." Kara gözleri ışıldayarak konuşmayı kesti.
Bir an sonra Pyrgus teşvik edici bir tavırla, "Vay, bunu nasıl yapacaktın?" diye sordu.
"Biz iblisler Gece Perileri ile uzun zamandır ilişki içindeyiz - burada biraz yardım, orada bir kurban, zaman zaman yapılan kan anlaşması işte. Bunu biliyorsun elbette. Bilmiyor olabileceğin şu: Güçlü Gece Tarafı li-
Peri Saoaşlarr
deri erinden biriyle şahsen gizi i bir anlaşma yaptım - " "Lord Hairstreak!" diye bağırdı Pyrgus. "Tam üstüne bastın!" diye onayladı Beleth. "Ne zeki
bir genç adamsın - mükemmel bir iblis olurdun. Dediğin gibi, Lord Hairstreak. Bütün Periler Diyarı'nı kendisi fethetmeye, yağmalamaya ve talan etmeye hevesli ve ben de ona yardım etmeyi kabul ettim. Özellikle belirtmek gerekirse, Pyrgus, kadim Işık Yönetimi'ne, yani babanın Hükümetine karşı saldırıya geçtiğinde kendi kuvvetlerimi onunkilere eklemeyi kabul ettim. Bu saldırı şimdi gerçekleşmek üzere."
"Hairstreak babama savaş mı ilan edecek?" "Belki de etmeyecek. Sürpriz faktörünü yeğ nıtabilir.
Ama kesinlikle savaş başlatacak ve çevrendeki bütün bu kuvvetli çocuklar da bu savaşı kazanmasına yardım edecekler."
Bu artık Beleth'i konuşur nıtmaya yönelik bir oyun değildi. Pyrgus buz kesilmişti. Gece Perileri ile bazı sonmlar olduğunu biliyordu, ama dummun savaş tehdidi oluşturacak kadar ciddi olduğu hiç aklına gelmemişti. Beleth'in ordusu Gece Tarafı ile ittifak kumnca da, bu, babasının kazanamayacağı bir savaş olacaktı. Büyük bir gayretle, düşüncelerinin arasından yükselen paniğe hakim olmaya çalıştı. "Hairstreak babamı devirmeyi mi düşünüyor?"
"Evet." "Sonra da kendini Mor İmparator mu ilan edecek?" Beleth, "Onun gibi bir şey," deyip şefkatle gülümse
di. )Z)
Pyrgus bir an sersemledikten sonra, "Halkımız buna asla izin vermeyecektir!" dedi.
"Savaşı kaybettiklerinde vermek zomnda kalabilirler. Ama bundan hoşlanmayacaklarını öne sürmekte haklısın. Hairstreak de bunu biliyor tabii ki, bu yüzden de benden seni öldürmemi istedi."
"Hairstreak senden beni öldürmeni mi istedi?" diye tekrar etti Pyrgus.
"Kişisel bir şey değil," dedi Beleth. "Sadece politika."
Beleth'in kontrolü kesinlikle gevşiyordu. Artık Pyrgus'ın her iki ayağı da yerdeydi ve uçma hissi de yok olmaya yüz tutmuştu. Yine de, askeri alanı terk edip büyük ve loş madeni şehre tekrar giren İblis Prensi'ni istekle takip etti. Artık onun için kaçmanın, başarsa bile, bir faydası yoktu. Harekete geçmeden önce, olup bitenleri tamamen öğrenmesi gerekiyordu.
Şansına Beleth konuşmaktan memnun gibiydi. "Tabii ki burada önemli olan, senin Veliaht, yani babanın başına . . . talihsiz bir şey geldiği takdirde tahtın yasal varisi olman."
Pyrgus kaşlarını çatarak, "Savaşta ölmesi gibi mi diyorsun?" diye sordu.
Beleth şaşkınlıkla ona baktı. "Ah hayır, baban savaşta öldürülmeyecek. Bu onu şehit mertebesine yükseltirdi. Çatışmalar başlamadan öldürülmeli. Ne yazık ki sen de. "
ff erbie 8reıırı�ıı
Pyrgus bir an sersemledikten sonra, "Halkımız buna asla izin vermeyecektir!" dedi.
"Savaşı kaybettiklerinde vermek zomnda kalabilirler. Ama bundan hoşlanmayacaklarını öne sürmekte haklısın. Hairstreak de bunu biliyor tabii ki, bu yüzden de benden seni öldürmemi istedi."
"Hairstreak senden beni öldürmeni mi istedi?" diye tekrar etti Pyrgus.
"Kişisel bir şey değil," dedi Beleth. "Sadece politika."
Beleth'in kontrolü kesinlikle gevşiyordu. Artık Pyrgus'ın her iki ayağı da yerdeydi ve uçma hissi de yok olmaya yüz tutmuştu. Yine de, askeri alanı terk edip büyük ve loş madeni şehre tekrar giren İblis Prensi'ni istekle takip etti. Artık onun için kaçmanın, başarsa bile , bir faydası yoktu. Harekete geçmeden önce, olup bitenleri tamamen öğrenmesi gerekiyordu.
Şansına Beleth konuşmaktan memnun gibiydi. "Tabii ki burada önemli olan, senin Veliaht, yani babanın başına . . . talihsiz bir şey geldiği takdirde tahtın yasal varisi olman."
Pyrgus kaşlarını çatarak, "Savaşta ölmesi gibi mi diyorsun?" diye sordu.
Beleth şaşkınlıkla ona baktı. "Ah hayır, baban savaşta öldürülmeyecek. Bu onu şehit mertebesine yükseltirdi. Çatışmalar başlamadan öldürülmeli. Ne yazık ki sen de. "
J24
�
Vfrmfqedf
Blue babasını öldürmek istedi. "Çok merak ettim, genç hanım! " "Açıkçası buna hiç gerek yoktu , baba. " "Gerek yok muydu? Saatin kaç olduğundan habe
�.. rin var mı?" Bu konuda biraz haklıydı. Neredeyse şafak söke
cekti. Ama yine de hizmetçilerin önünde onunla bu şekilde konuşmasına gerek yoktu. "Bu kadar geç geldiğim için özür dilerim, baba, ama önemli bir görevdeydim. "
"Coridon'un Yüksek Rahibi'ni ziyaret etmiş olsan bile ummmda değil!" dedi Mor İmparator. "Ağabeyin kayıpken, sen başını alıp gitmeden de yeterince endişeli değil miyim sanıyorsun?"
"Aslında Pyrgus ile ilgiliydi - "
"Ummmda değil. Ne yaptığını düşündüğün ummmda değil. Bütün bu Gizli Servis işinden bıktım. Bir
fferbie Brermarı
casusmuşsun gibi yaparak ortalıkta sessizce dolaşmandan bıktım. Sen bir Diyar Prensesisin, İmparatorluk Gizli Servisi'nin kirli bir ajanı değil . "
"Baba , " dedi Holly Blue sabırla, "gerçekten bu konuyu başkalarının önünde konuşmak istemiyornm, ama getirdiğim kitaplar önemli bilgiler içeriyor. Bize Pyrgus'ın nereye gittiğiyle ilgili ipuçları sunabilirler. "
Babasını dikkatle gözledi. Blue'nun Brimstone'un evinden getirdiği kitaplara o saraya döner dönmez -aslında onları çaldığını kabul ettiği anda- el koymuştu. Ama Blue en azından Brimstone'un sihir günlüğüne bakacak zaman bulmuştu . Brimstone'un iğrenç bir iblis harekatının bir parçası olarak Pyrgus'ı öldürmeye çalıştığı konusunda kuşkusu kalmamıştı. Pyrgus'ı ilk \ ele geçirenin, Brimstone'un ortağı Chalkhill olduğu da ortaya çıkmıştı. Chalkhill ve Brimstone neler çeviriyorlardı? Geçidin sabote edilmesi onların işi miydi? Pyrgus'ın şimdi nerede olduğunu biliyorlar mıydı? Brimstone şu anda kayıp gibi göründüğü için, Blue, Chalkhill'e küçük bir ziyarette bulunmaya ve ağzından gerçeği bir biçimde sökmeye kararlıydı.
Babasının yüzünde şimşekler çaktı. "O kitaplar çalındı, genç hanım! Sen çaldın. Öz kızımın adi bir hırsıza döndüğü günü göreceğimi hiç düşünmezdim. Eşikbekçisi Tithonus sabaha onları geri verecek. Bu arada odana gitmeni, bu gülünç giysileri çıkarmanı ve doğruca yatağa gitmeni salık veririm. "
Kendi babası nasıl bu kadar aptal olabilirdi? Bu kadar çıldırtıcı . Bu kadar. . . bu kadar. . . "Baba, onları geri
Peri Saaaşları
veremezsin. Pyrgus'ı bulmamıza yardımcı olabilirler - " "Bence Pyrgus'ı arama işini ne yaptığını bilen kişi
lere güven içinde bırakabilirsin," dedi babası soğuk bir sesle. Ses tonunu biraz yumuşatarak, "Ağabeyin için endişelendiğini biliyorum, Blue, " diye ekledi. "Ama sen o gülünç maceradayken, Tithonus ve ben onun sağ salim diyara geri döndüğünü ortaya çıkardık. Onu bulmamız sadece an meselesi. "
Yani daha bulamamışlardı. Biliyordu! Biliyordu! "Baba, ben - "
"Tek söz daha istemiyorum, " dedi babası. "Tek bir söz daha istemiyorum. Uzun bir gün ve uzun bir gece geçirdim ve gerekenden çok daha fazla endişelendiın - ki bunun büyük kısmı da tamamen senin yüzünden. Odana git. "
"Ama, baba, ben - " " 'Ama'sı filan yok," diye araya girdi babası. Yarı
dönerek sanki konuşmayı kesinkes bitiriyormuş gibi kızına sırtını çevirdi, sonra her zamanki gibi dayanamadı ve tekrar dönüp, "Girdiğin bu komik kılık da ne? Aynı bir oğlan gibi göründüğünün farkında mısın?" dedi.
"Baba - " "Tek söz istemiyorum!" dedi babası. Bu sefer tekrar
geri dönmeksizin arkasını döndü. Geri dönseydi, odasına doğru giden Blue'nun alt dudağının aldığı isyankar biçim dikkatini çekebilirdi.
Chalkhill gerçekten çok zengin olmalıydı - bütün �ı;ı
Herbie Brermaıı
arazisini boydan boya kaplayan bir güzel hava büyüsü vardı. Bulutlardaki parçalanmayı Wildmoor Açıklığı'nda kilometrelerce öteden görerebiliyordunuz. Blue ana kapıya yaklaşırken sıcaklığın çok arttığını, neredeyse tropik iklim gibi olduğunu fark etti. Kapının açık olduğunu görünce şaşırdı.
Kitterick de şaşırmış görünüyordu. "Salonuma gelin . . . " diye mırıldandı.
Babasıyla kavga ettiğinin ertesi günü, sabahın geç saatleriydi. Yine Madam Cardui'den Kitterick'i ödünç almıştı ve işaretsiz bir saray uklosunda yanyana oturmuş gidiyorlardı . Bu araç Açıklık için biçilmiş kaftandı, çünkü onları her yana yayılmış dikenlerin üzerinden taşımıştı . Şimdi ise Chalkhill'in evine giden bozulmamış yolda sakin sakin uçarak, onlara bakımlı bahçeleri ve yasemin kokulu kenar süslerini takdir edecek zaman veriyordu. Malikane görüş alanına girerken Blue'nun gözü, içine sıkı sıkı dikilmiş pembe v� beyaz güllerden şaşaalı, akıcı bir yazıyla jasper yazılmış dev bir çiçek tarhına takıldı.
"Ön ismi olmalı, " diye mırıldandı Blue. Yüz ifadesi bu görgüsüzlükten hazzetmediğini belli ediyordu .
"Sanırım öyle, Ekselansları , " diye teyit etti Kitterick. "Bana 'Ekselansları' demeye bir son vermelisin, Kit
terick," dedi Blue. "Chalkhill'in kim olduğumu anlamaması önemli. "
"Elbette , Ekselansları, " diye onayladı Kitterick. "Size ne diyeyim?"
Babasının, tıpkı bir oğlan gibi görünmesine neden }28
)"'eri Saoaşlarr
olduğunu düşündüğü giysileri giymişti. Bir an düşündükten sonra, "Sluce, " dedi. "Bana Sluce de. "
"Sluce mu, Ekselansları?" Kitterick hoşnutsuzlukla burnunu oynatttı. "Biraz . . . tüccar sınıfı ismi değil mi?"
Blue kararlılıkla , "Tüccar sınıfından olmamız gere
kiyor, " dedi. Uydurdukları öykü, buraya Chalkhill'e yaşlanma sürecini gerçekten tersine çevirip cildi çocuk cildi gibi yumuşatan bir kırışık kremi sunmak için geldikleriydi. Madam Cardui, Chalkhill'in onlarla görüşmesini garanti altına alacak olanın tam da bu tür bir saçmalık olduğunu iddia etmişti. "Bütün düzenlemeler tamam mı?" diye sordu Blue.
Tunıncu cüce, "Tabii ki . . . Bay Sluce, " diye tasdik edip, duyulacak biçimde btının büktü. "İstediğiniz an hareket edebiliriz. " Çantasına vurdu ve gizemli bir şekilde gökyüzüne baktı.
Uklo evin önündeki avluya vardı ve çakıllı zemine yumuşak iniş yaptı. Blue ve Kitterick özenle yere indiler. Pencerelerin yakınlarında çalışan birkaç bahçıvan vardı, ama bunlar ziyaretçileri tamamen görmezden geldiler.
Malikane değişik tarzların bir karışımıydı. Merkez kısmı küçük bir konak görümündeydi ve eğer yalnız başına olsaydı tamamen kabul edilebilir olacaktı. Ama biri onu dev gibi, barok tarzında iki kanatla genişletmiş ve güneşte parlayan kristalimsi bir maddeyle süslü gotik kuleler eklemişti. Fazladan bir kat -belli ki son birkaç yıl içinde çıkılmıştı- yukarıya korkunç bir çaydanlık kapağı gibi yerleştirilmişti. Parlamayan bü-
JZ9
fferbie Breımarı
tün dış yüzeyler aynı pembe renge boyanmıştı. Pencer reler açık bir gökyüzü mavisi ile öne çıkarılmış ve camlarına da dans eden melek yanılsaması oluşturan bir sıvı büyüsü sıkılmıştı.
"Benim zevkime göre biraz fazla. . . beklenmedik," diye gözlemledi Kitterick.
Blue onu susturdu. "Muhtemelen içerisi daha iyidir."
Kitterick'in tüyleri ürperdi. Ön merdiveni neceftaşından yapılmış iki dev gibi
mantikor kornyordu . Pencereler gibi onlar da büyülüydü , zira Blue ve Kitterick yaklaşırken dönüp baktılar. Blue korkarak oldukça uzakta durnp yaratıklara yol verdi, ama yaratıklar yollarını kesmeye yeltenmediler. Blue durmadan titreyen pembe ön kapıdaki zilin ipini çekince, içeride çok uzak bir yerlerde hayalet bir orkestra kısa süreliğine çalarak onu ödüllendirdi. Chalkhill'in büyülere ve saçmalıklara harcadığı para miktarı muazzamdı.
Beklediler. Arkalarında kristal mantikorlar zorlukla eski konumlarına döndüler.
Kapı açıldığı zaman Blue'nun neredeyse nefesi kesildi. İlk gördüğü, çok havalı, �ahverengi saç lüleleri ve derin, siyah, duygulu gözler oMu. Oğlan uzun boyluydu. Koyu tenliydi. Yakışıklıydı. Aslında Blue'nun hayatında gördüğü en yakışıklı gençti . Resmi bir kahya üniforması giymişti, ama pantolonu kesilip şorta dönüştürülmüştü ve ayaklarında da bileğe kadar çıkan çoraplar ve yumuşak, yeşil, sivri ayakkabılar vardı.
no
\. Peri Saoafları
"Evet?" Onları gördüğüne pek de memnun görünmüyordu.
Blue gözlerini oğlanın ayaklarından kaçırdı. Cesaretle, "Benim adım Sluce Ragetus, " dedi . "Bu da Bay Kitterick. Buraya Bay Chalkhill'i görmeye geldik."
Oğlanın ne işleri olduğunu sormasını bekliyordu ve kırışıklık kremi hakkındaki hikayesini hazır etmişti. Ama oğlan sadece, "Giremezsiniz," dedi. Kitterick'e tepeden tırnağa baktı. "O, mobilyalara çarpar. "
Kapı kapanırken Blue ağzı açık bakakaldı. "Sluce Ragetus mu?" diye bağırdı Kitterick. "Bizi
içeri almamasına şaşmamalı ." Blue şaşırmış halde, "Şimdi ne yapacağız?" diye sor
du. "Ekse - Bay Sluce , arka tarafa yürümemizi önerebi
lir miyim? Madam Cardui'den öğrendiğim kadarıyla, Bay Chalkhill'in bir çeşit yüzme havuzu var. Suya girmiş, büyülü güneşinin tadını çıkarıyor olabilir. "
"Öyle elimizi kolumuzu sallayarak. . . arkaya gitmemize izin vereceklerini mi düşünüyorsun?"
"Bizi durduracak birini göremiyomm," dedi Kitterick.
Şaşırtıcıydı ama doğrnydu. Brimstone'un evinde yaşadıklarından sonra Blue, Chalkhill'in malikanesinin çevresinde sıkı güvenlik olmasını bekliyordu, ama şimdiye kadar gerçekten hiç görememişti. Onları içeri almayı reddeden kahya pek de silahlı bir muhafız sayılmazdı.
Malikanenin kenarından yürürlerken, yüksükotları
fferbie 8reıırıarı
ve çançiçeği dolu bir çiçek tarhı hafifçe hışırdadı. Patika kalp biçiminde bir kornmın içinden ve parlak pembe çemberleri olan bir kroke sahasının yanından geçti. Hedeflerine ulaştıklarında yüzme havuzunun nefes kesici olduğunu gördüler.
İlk başta Blue bunun bir tür yanılsama büyüsü olduğunu zannetti, ama daha yakından baktıkça havuzun tam da böyle yapıldığını anladı. Zenginlik ona yabancı bir kavram değilse de, bu aşırılık onu h<!-yret içinde bıraktı. Havuz tek bir parça ametist taşından -ki gördüklerinin en büyüğüydü- kesilmiş, sonra kenarları altınla süslenmiş ve köpüğü kornyan makineler yardımıyla parlak suyla doldurnlmuştu.
Blue isteksizce gözlerini havuzdan onun yanındaki, bir sürü minderle kaplı bir şezlonga uzanmış mahlukata çevirdi. Yaratık neredeyse tamamen çıplak olmasına rağmen, Blue bir an erkek mi kadın mı olduğuna karar veremedi. Tıknaz olduğu kesindi ve Madam Cardui'den bile daha aşırı şekilde makyaj yapmıştı. Kısacık banyo elbisesi altın lame ile devekuşu tüyü karışımıydı.
Blue fısıldayarak, "Bu da ne böyle?" diye sordu. "Bu," dedi Kitterick, "Bay Chalkhill. " Beraberce geri adım atıp, havuzdan görülemeye
cekleri bir yere çekildiler. "Şimdi ne yapıyornz?" diye fısıldadı Blue.
Hiçbir koşulda şaşırmıyormuş gibi görünen Kitterick, "Sanırım ona basitçe, açık açık yaklaşabiliriz ," dedi. "Ne de olsa satacak bir şeyi olan dürüst tüccarlar
,.'
Peri Saoafları
gibi görünüyonız - gezgin satış elemanları da diyebilirsiniz. Bir miktar. . . saldırgan olmamız beklenecektir. "
"Arkadan gizlice sokulmamızdan şüpheleneceğini düşünmüyor musun?"
"İşte işin püf noktası da burada, Bay :sluce. Hiçbir yere gizlice sokuluyor değiliz - açık aç�k yaklaşıyonız. "
Blue kendini incinebilir hissettiği için kızarak, "Ya sonra ne olacak?" diye sordu. Brimstone'un bundan bin kat tehlikeli olan tuzaklarıyla uğraşırken daha sakindi.
Kitterick sabırla, "Sonra," dedi, "satış tezgahımızı kurar, Bay Chalkhill ile konuşmaya başlar ve - " Ağır bir el omzuna bastırınca konuşmayı kesti.
Elini koyan adam dev değildi, ama yine de Kitterick'i gölgede bırakıyordu. Blue adamın dengeli hatları ve çiçekbozuğu bir cildi olduğunu fark etti. Koyu yeşil bir Güvenlik Muhafız Yüzbaşı üniforması giymişti. Belinden, tehlikeli görünen bir sersemletme asası sarkıyordu. İkisine dik dik baktı. "Siz ikiniz arkadan sokulup ne yapıyorsunuz?" diye sordu.
Blue yutkundu ve kendiliğinden, "Ben Sluce Ragetus," dedi. "Buraya Ba-Bay Chalkhill'i görmeye geldim." Güçsüzce, "İş için," diye ekledi.
Yüzbaşı Pratellus siyah gözleriyle onu delip geçti, Kitterick'e baktı, sonra yine Blue'ya döndü. "Ziyaretiniz için Bay Chalkhill'den izin aldınız mı?"
"Şey, hayır," dedi Blue, "ama - " "Kimlik belgeleriniz var mı?"
fferbie Breııııarı
"Şey, aslında - " diye başlayacak oldu Blue. Kitterick dönüp, omzuna bastıran eli ısırdı.
Blue yerde yatan vücuda bakıp, "Öldü mü?" diye sordu.
Kitterick başını iki yana salladı. "Hayır, ama birkaç saatliğine komada kalacak. Uyandığı zaman da muazzam bir başağrısı olacak. Aynca titremeler. Biraz topallık. Bulanık görüş. İşitme zorluğu. Yüzünde birkaç tik. Biraz mide bulantısı, iştahsızlık, arada bir halüsinasyonlar, gaz, sırtta zayıflık. Sinirlerdeki hasar birkaç sene içinde onarılır. Dinlenirse elbette . "
"Onu ne yapacağız?" "Onu şu çalıların altına sürüklememe yardım eder
seniz sevinirim. Sanırım yaklaşık bir saat boyunca yokluğu hissedilmeyecektir. O zamana kadar da Bay Chalkhill ile işimizi bitirmiş olacağız. Şu ya da bu şekilde. "
Havuzu çevreleyen taraçaya ayak basarlarken Blue'nun kalbi küt küt atıyordu. Chalkhill onları hemen gördü.
"Ziyaretçilerim var! " diye bağırdı. "Ne kadar beklenmedik. Ne kadar enteresan. " Güneş gözlüğünü çıkarıp Blue'ya baktı. "Genç bir oğlan - ne hoş . " Bakışları Kitterick'e kaydı. "Ve turnncu renkli küçük bir adam . " Çabalayarak şezlongundan kalktı. "Tam da içeri girmek üzereydim. Bana eşlik etmek ister misiniz? Çok fazla güneşte kalmak cildimi mahvediyor."
Peri SafJafları
Blue'ya bakarak duraksadı. "Tabii burada kalmayı tercih etmiyorsanız?"
"Hayır, teşekkürler," dedi Blue çabucak. "Haklısınız," dedi Chalkhill. Üzerine bir bornoz ge
çirip bağladı. "İçeri gideceğiz ve Raul bize bol şekerli buzlu çay getirecek." Gülümseyince dişleri parıldayıp ışıldadı. "O zaman bana kim olduğunuzu ve bugün burada bulunmanızı neye borçlu olduğumu söyleyebilirsiniz. "
Blue, Kitterick'e göz atınca, cücenin tırnaklarını incelediğini gördü. Blue tek başınaymış gibi görünüyordu. Chalkhill'in peşinden pembe bir piyanonun ve gribeyaz koro sandalyelerinin hakim olduğu bir odaya gittiler. Blue, "Bay Chalkhill," dedi. "Benim ismim Sluce Ragetus ve bu da Bay Kitterick. Ünlü kozmetik üreticisi Panjandrum Ürünleri'ni temsil ediyoruz. Burada olmamızın sebebi, büyücülerimizin, zamanı kalıcı olarak tersine çevirebilen bir alan oluşturan doğal takyonları temel alan yeni, şaşırtıcı bir cilt kremi geliştirmiş olmaları. " Derin bir nefes alıp sahte satış tezgahını açtı.
Blue hayali kreminin yararlarını sayarken, Chalkhill neşeyle gülerek ve heyecan dolu sesler çıkararak büyülenmiş halde onu dinliyordu. Blue, Chalkhill mucizeyi görmek ister diye, çoğu içyağından oluşan iki şişe numune getirmişti, ama bunlara gerek olmadı. "Bu krem sadece yüzüm için değil mi?" diye sordu Chalkhill.
Raul buzlu çay dolu bir tepsiyle dönerken Blue ne-
fferbie Brermaıı
şeyle, "Ah, hayır," dedi. Raul tepsiyi Chalkhill'in önündeki küçük masaya bırakırken aralarında garip bir bakışma oldu.
Raul ikinci kere giderken Chalkhill, "Çok tecrübeli bir yalancısın sen, " dedi.
Blue gözlerini kırptı. "Efendim?" Ama Chalkhill gözlerinin önünde değişiyordu. Hala aynı gülünç banyo kıyafeti ve kabarık tüylü beyaz cüppe giymiş adamdı, ama artık daha dik ve daha uzun boylu görünüyordu, gözlerine de sert bir parıltı yerleşmişti.
"Sen - neydi? Sluce Ragetus mu? O değilsin. Bir oğlan bile değilsin, ne kadar güzel giyinsen de . Büyük bir hata yapmıyorsam, o ünlü yoksul semt gezintilerinden birine çıkmış olan Soylu Prenses Ekselansları Holly Blue Iris'sin. Ah, bu kadar şaşırmış görünme . Münzevi ağabeyini tanıyamamış olabilirim, ama senin türlü türlü komik kılıklar takınarak ayak takımının arasına karışmaktan hoşlandığın iyi biliniyor. Tebaanı seni tanıyamayacak kadar aptal zannettiğini söyleme bana ." Gözlerini yukarı çevirdi, ağzına bir gülümseme yayıldı. "Hayatım, bazı çerelerde tam bir alay konususun. " Gülümsemeyi aniden kesip cüppesinin kıvrımları arasından bir Halek bıça·ğı çıkardı. "Cücene yerinde durmasını söyle, Ekselansları. Zehirli bir trinyan tarafından ısırılmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Ah, bu bıçağı kullanmakta tereddüt edeceğimi düşünüyorsan, sana bunun güçlendirilmiş bir bıçak olduğunu söyleyeyim. Bana küçük bir servete mal oldu, ama Halek'ler bunun asla kırılmayacağını garanti-
n6
Peri Saoa,ıarı
lediler. Silahların en kudretlisi diyebilirsin. " Kitterick riski alacakmış gibi baktı, ama Blue ona
uyararak bakınca ihtiyatla arkasına yaslandı. Blue, "Bay Chalkhill - " diyecek oldu.
"Ne var?" diye sordu Chalkhill . "Beni yanıldığıma ikna etmeye mi çalışacaksın? Ah hayır, Ekselansları , bu oyun tamamen bitti. Biliyorsun, bu numaraya bir son vermek beni bir miktar rahatlatacak."
"Numara mı?" dedi Blue. "Parası bol, aklı kıt aptal numarasına. Prenses Holly
Blue, al sana bir bilmece: Eğer aptal kişi parasını çabuk kaybederse, bu parayı en başta nasıl kazanmıştır? Evimi gördün. Ucuza mal olduğunu düşünmek için kör olmak gerekir. Sence bu parayı nereden buldum?" Delici, mavi gözleriyle kıza baktı.
Blue rol yapmayı bırakmaya karar verdi. Soğuk bir sesle , "Bana halanı zehirlediğini söylediler," dedi.
Chalkill gülümsedi. Artık dişleri parıldayıp ışıldamıyordu. "Ah , zavallı Matilda - annem gibiydi. Ama annemi görmeliydin. Gerçekten de halamı zehirledim -laf nasıl da yayılıyor- ama gelirimin kaynağı bu değildi. O bana sadece küçük bir miras bıraktı. Kalan hepsini Lord Hairstreak verdi. "
"Hairstreak mi!" Blue'nun nefesi kesildi. Birden sırtında bir ürperti hissetti. "Kara Hairstreak neden sana para versin ki?"
"Çünkü, " dedi Chalkhill gurnrla, "ben senin bütün o amatör, beceriksiz oyunlarına rağmen asla erişemeyeceğin mertebede biriyim. Ben Lord Hairstreak'in en
mı
Herbie Breımaıı
değerli ajanıyım. " Bundan sonraki sessizliği Kitterick bozdu. "Bize an
lattığına göre bu artık geçmişte kaldı." "Pek sanmıyorum, trinyan," dedi Chalkhill. "Üstelik
size daha fazlasını anlatmaya da niyetliyim." Dikkatini tekrar Blue'ya verdi. "Anlarsın ya, Ekselansları, hep Lord Hairstreak ile uzun süredir yakın bir dostluğum olduğunu iddia ettim. Tabii ki kimse bana inanmadı. Mükemmel bir kisveydi. İnsanlar hep o kadar çok güldüler ki, altında yatan gerçekten şüphelenmeyi hiç akıllarına getirmediler. "
Blue aşağılayarak, "Ne için bir kisve?" diye sordu . "Yapıştırıcı fabrikasındaki hissen için mi?"
Chalkhill hakikaten şaşırmış göründü. "Bunu sora sora sen mi soruyorsun? Burada bulunma sebebinin zavallı, · sevgili, kayıp ağabeyin olduğunu varsayıyon1m?"
Uzun bir an sonra Blue, "Pyrgus hakkında ne biliyorsun?" diye sordu.
"Ne mi biliyorum? Ne mi biliyorum? Bakalım . . . " Neşeli bir hayale dalmış gibi yukarıya baktı. "Tahta geçme sırasının onda olduğunu biliyorum. Biri Mor İmparator'u devirmek ve, diyelim ki, yerine geçmek isterse, ilk veliahtı da ortadan kaldırmasının işleri kolaylaştıracağını biliyorum. Ayrıca - "
"Babamı devirmeyi mi planlıyorsun?" "Ben değil, Yüksek Ekselansları - Lord Hairstreak. " Blue dili tutulmuş halde adama baktı. Her şey kor-
kutucu biçimde yerli yerine oturmaya başlıyordu - kö-
Peri Saoaşları
tü giden müzakereler, savaş tehdidi, Pyrgus'ın ortadan yok olması. . .
Ama Chalkhill yeniden konuşmaya başladı. "Şaşırmış görünüyorsun. Asıl olup biteni gizli tutmak için harcadığımız çabaya inanamazsın. İlk planımızın aptal ortağıma ağabeyini öldürtmek olduğunu biliyor musun? Sevgili ihtiyar Brimstone hep iblisleriyle oynar. Onları kontrol ettiğini zannediyor, ama yıllardır onlar onu kukla gibi oynatıyorlar, özellikle de Hairstreak için çalışanlar. Her neyse, birkaç eşkıyanın Prens Pyrgus'ı Seething Sokağı'nda kovalamasını sağladım. O bölgeyi biliyor olabilir misin?"
Blue açıklamaya zahmet etmeden taş gibi, "Evet," dedi.
"Öyleyse caddenin sonuna vardığında tek gidebileceğin yerin fabrika olduğunu biliyorsundur. Kurnazca, değil mi? Pyrgus'ı işyerimize izinsiz girmeye zorladım. Birkaç da yapıştırıcı yavrusu çaldı, ama bu bir ikramiye oldu. Bir kere fabrikaya girince, güvenlikçilerimizin onu yakalayıp bana getirmesi sadece zaman meselesiydi. "
"Bütün bunların bir anlamı var mı?" diye sordu Kitterick.
Chalkhill onu duymazlıktan geldi. "Ben de onu Brimstone'a götürdüm. Lord Hairstreak önceden iblis dostlarından birine bir insan kurban istemesi talimatı vermişti. Planımıza göre Brimstone, Pyrgus'ı tiksindirici ayinlerinden birinde öldürecekti ve biz de, aslında ben de, Brimstone'u ihbar edecektim. O duruşma ne
n9
Herbfe Breııııaıı
gösteri olacaktı ama. Herkesin dikkatini gerçekte çevirdiğimiz işten başka yöne toplayacaktı. " Önceki kişiliğinin parodisini yaparak üzüntüyle ellerini iki yana açıp içini çekti. "Ama Brimstone yüzüne gözüne bulaştırdı. Ne yazık ki ihtiyarın son kullanma tarihi çoktan geçti. Babanın muhafızları olay mahalline girince paniğe kapıldı ."
Blue yüzünü ifadesiz tutuyordu, ama içi buz gibiy-di. Muhafızların Pyrgus'ı aramasında ısrar eden kendisi olmuştu, ama şimdiye kadar ağabeyinin ne kadar kıl payı kurtulduğunu bilmiyordu. Pyrgus her zamanki gibi, başının ne kadar dertte olduğundan bahsetmemişti. İçindeki panik dalgasını bastırmaya çalışarak, "Yani geçidi sabote ettiniz ve onu zehirlediniz?" dedi.
Chalkhill omuz silkti. "Zehiri bilmiyornm, ama geçidi sabote ettiğimiz kesin. Başka ne yapabilirdik ki? Şimdi de o devreden çıktığına göre, asıl önemli işe, babana suikast yapmaya gelebiliriz. "
"Onu uyaracağımızı düşünmüyor musun?" diye sordu Blue.
Chalkhill ayağa kalkıp gülümsedi. "Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun, hayatım. Kimseyi uyaracak halin kalmadığını artık anlamış olacağını düşünmüştüm. Trinyanını hemen öldüreceğim elbette. " Titredi. "Cücelerden nefret ediyornm - o kadar küçükler ki. Seni sağ tutmayı planlıyornm, Prenses, en azından bir süreliğine . . . "
Blue kızardı, ama o cevap veremeden Kitterick alçak sesle, "Bana yaklaşamazsın, bir Halek bıçağıyla bile ," dedi.
Peri Saoaşları
"Muhtemelen haklısındır," diye onayladı Chalkhill. "Ama zaten bunu denemeye niyetim yok." Sesini yükseltti. "Şimdi, Raul!" Ellerinde obsidyan taşından esnek kılıçlar ve sersemletme asaları olan beş iri yarı muhafız odaya daldı. "İçlerinden birini zehirleyebilirsin, trinyan, ama diğerleri sen daha ağzını açacak zaman bulamadan bağırsaklarını deşerler. "
Blue önce Kitterick'e, sonra Chalkhill'e göz attı. Öylesine, "Hiç Bay Kitterick'in ıslık çalışını duydunuz mu, Bay Chalkhill?" diye sordu.
Chalkhill gözlerini kırptı. "Islık çalışını mı?" Kafası karışmış görünüyordu.
"İyi adamları çağırmak için ıslık çalışı, Bay Kitterick, " dedi Blue.
Kitterick dudaklarını büzmeye zahmet etmeden kulak tırmalayıcı bir ıslık çaldı. Islık kafasındaki yarıktan çıkıyormuş gibiydi. Anında iriyarı saray komandoları camları kırıp akın akın içeri daldılar, başkaları da kırık camlar eşliğinde iplerle dam penceresinden indiler. Ellerinde sersemletici el bombaları ve hafif roketatarlar vardı.
Blue kibarca, "Buraya yalnız geleceğimi düşünmüyordun, değil mi?" dedi.
Chalkhill bıçağını düşürdü. Bıçak, Halek'lerin verdiği garantiye rağmen, yere düşünce paramparça oldu.
Vfrmfsekfl
Henıy aval aval baktı. Bir yırtılma sesi mi duyduğunu, yoksa gerçekliğin dokusu parçalandığı için duyduğunu mu hayal ettiğini anlamaya çalışarak aptalca kalakaldı. Sonra bunun önemli olmadığını fark etti ve bunun yerine, gördüğü şeyden anlam çıkarmaya çalıştı.
Fogarty'nin kulübesinde dev bir delik görüyordu .Ama içine bir buhar motoru girmiş gibi filan değildi. Aslında deliğin tek tuhaf yanı kenarlarıydı. Dev deliğin kenarlarının dışında hala kulübenin içindekileri görebiliyordu -saksılar, aletler, raflar, büyük çim biçme makinesi- ama bunlar eriyormuş gibi eğilip bükülmüşlerdi. Her şey titrekleşmişti ve yırtılma sesi bir yana, bir biçimde her şeyin patlamak üzere olduğunu düşünmenize neden olan ince perdeli bir inleme sesi geliyordu.
Henıy yeşil düğmeye bastı.
Peri Saoafları
Delik anında kapandı. Yarım saniye boyunca ne bir yırtılma sesi ne de başka bir ses geldi. Sonra büyük bir gürültüyle toprak saksılar yere düştü, rafların içindekiler döküldü ve aletler devrildi. Bütün kulübe yıkılmak üzereymiş gibi gıcırdamaya başladı. Henry kapıya koştu.
Dışarı çıkınca durup suçluluk duygusuyla kulübeye baktı. Bütün yapı yıkılırsa, bunu Bay Fogarty'ye nasıl açıklayacaktı? Kulübe bir an gerçekten de yıkılacakmış gibi parladı ve titredi, ama sonra ortalık tekrar sakinleşti. Henry emin olmak için biraz daha seyretti, sonra her şeyin yoluna gireceğine karar verdi. Bay Fogarty'ye bir şey açıklaması gerekmeyecekti. Tabii içerideki kırıklar dışında.
Henry tekrar kırmızı düğmeye bastı. Hiçbir yırtılma sesi gelmedi. Demek sadece hayal
etmişti. Ayrıca dışarıda açılan delik, kulübenin içindeki dev deliğe göre çok daha az zarara yol açtı. Aslında gördüğü kadarıyla hiç zarar vermedi. Önündeki bir çeşit koridora benziyordu, ama kenarlar tuhaf bir erime filan olmadan öylece dünyanın geri kalanıyla birleşiyorlardı. Sanki biri Bay Fogarty'nin arka bahçesine bir koridor inşa etmiş gibiydi. Sanki.
Koridonın zemini halı kaplıydı, tavandaysa belli aralıklarla pahalıya benzeyen kristal avizeler asılıydı. Duvarlarda kapılar ve dallanan başka koridorlar vardı. Oradaki bir başka dünyaydı! Bu bir geçit olmalıydı! Pyrgus'ın betimlediği geçide hiç benzemese de, bir geçit olmalıydı! Karşısındaki, Pyrgus'ın yaşadığı dünyaydı!
MJ
fferbie Brermaıı
Henry koridora adım attı. Geçince hemen kendi etrafında döndü ve Bay Fo
garty'nin arka bahçesini önünde görünce rahatladı. Işığın tonu biraz farklıydı sanki, ama bunun dışında her şey bıraktığı gibiydi. Hiçbir şey değişmemişti. Hiçbir şey kırılmamıştı. Tek bir adım atınca geri dönecekti. Yani mesele yoktu.
Gel gör ki geçidi açık bırakması pek doğm olmazdı. Bay Fogarty, Pyrgus'ın dünyasına giden geçidi saklamak için büyük zahmete girmiş, şifreli mesajlar oluşturmuştu. Bay Fogarty en iyi ihtimalle biraz garip biriyse de , Henry geçit işini gizli tutmanın amacını anlayabiliyordu. Eğer geçidi açık bırakırsanız ve biri bulursa, daha siz ne olduğunu anlayamadan turist otobüsleri içeri akın eder, tatile gelenler doluşurdu. Pyrgus onu asla affetmezdi. Geçidi kapatması gerekiyordu .
Henry yeşil düğmeye sertçe bastı. Bay Fogarty'nin arka bahçesi yok olup yerini koridomn devamına bıraktı. Henry derin bir nefes alıp kırmızı düğmeye bastı . Büyük bir rahatlamayla geçidin tekrar açıldığını gördü. Geçidi yeniden kapatıp kübü pantolon cebine koydu. Sonra, içini kaplayan bir heyecanla bu yeni dünyayı keşfe çıktı.
Büyük, lüks bir binanın içindeydi. Yerler halı kaplıydı; mükemmel duvarlar, süslü pervazlar, goblenler, tablolar ve kesişme noktalarında süs heykelleri vardı. Burası Pyrgus'ın sarayı olabilir miydi? Bütün özellikler uyuyordu, ama tek bir şey çok garipti - her yer bomboşnı.
J4'J
Peri Saoaflarr
Henry başlarda insanlarla karşılaşmadığı için çok rahatladı, ama bir süre sonra korkmaya başladı. Boş koridorlarda dolaştı, kapıları açtığında boş odalarla karşılaştı. Ne Pyrgus'tan ne de Bay Fogarty'den bir iz vardı, ki bu da pek şaşırtıcı olmayabilirdi , zira onlar bu dünyaya geçeli ne kadar zaman olduğunu hiç bilmiyordu. Ama onlar dışında bir sarayda bulunması beklenebilecek başka insanlar da yoktu . Ne bir hizmetçi, ne bir piyade eri, ne bir kilerci, ne bir saray mensubu ne de başka bir yaşam izi.
Sanki herkes . . . yok edilmiş gibiydi . Henry bir kapı daha açınca, karşısında bir çamaşır
dolabı buldu. Kapıyı ardından kapadı, kendi etrafında döndü ve, "Merhaba . . . ?" diye bağırdı. Bekledi. Ses yoktu. "Merhaba . . . ? Merhaba . . . ? Kimse yok mu?" Sesi yankılanmıyordu -halılar ve perdeler bunu engelleyecek kadar fazlaydı- ama yine de yalnızlık hissi veriyordu. Herkes neredeydi böyle? Bu kadar büyük bir saray insan kaynıyor olmalıydı.
On dakika daha dolaştıktan sonra, daireler çizdiğinden şüphelenmeye başladı - fazlasıyla tanıdık gelen bir tek boynuzlu at resmi görmüştü. Hala tek bir canlı görebilmiş değildi. İnatla yürümeyi sürdürdü, ama içindeki tedirginlik gittikçe artıyordu.
İki koridonın kesişme noktasındayken, uzaktan bir ses duyduğunu sandı. Dinlemek için durdu. Ses yoktu. Bekledi. Hala ses yoktu. Sonra sesi yine duydu: Bir değil, birkaç ses vardı. Gülüşme sesleri.
Yüreğine su serpildi. O ana kadar bu dev gibi boş J4S
Herbie 8rermarı
sarayda ne kadar korktuğunun farkına varmamıştı. Ama artık burada insanlar olduğunu bildiği için bir biçimde sorun kalmamıştı. Bu, Pyrgus mıydı? Anlamak zordu, ama gülüşün Pyrgus için biraz ince, Bay Fogarty için ise fazlasıyla ince olduğu kanısındaydı. Ama kim olursa olsun, Henry'ye yardım ederdi. Özellikle de Henry ona Prens Pyrgus'ın arkadaşı olduğunu söylediğinde.
Sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı.
Henry daha önce hiç çıplak bir kız görmemişti. Kız dört koridorun kesişme noktasındaki, sadece sütunlarla çevrili olan çok büyük bir gömme küvetin ucunda duruyordu. Kumral saçları ve büyük kahverengi gözleri vardı ve vücudu meydandaydı. Birkaç başka kız -neyse ki giysiliydiler- kızın küvetini hazırlıyor, saçını arkaya bağlıyorlardı. Kız onlarla çok iyi tanırmış gibi rahatça sohbet ediyordu.
Henry gözlerini kızın vücudundan alamıyordu. Bakmaması gerektiğini biliyordu, ama nasıl duracağını bilmiyordu. Kızın vücudu bir oğlanın vücudundan öylesine farklıydı ki. Omuzlarına, kollarına ve bacaklarına baktı; gördükleri nefesini kesti. Utançtan yüzü kıpkırmızı olmuştu, ama hala başka yöne bakamıyordu. Kalbi küt küt atıyor, elleri titriyordu. Ayaklarının da titremeye başladığını hissetti.
Kız gömme küvetin buharlı sularına girdi. Henry ile aynı yaşta, belki bir yaş küçük gibi görünüyordu. Özellikle uzun değildi, ama Henry zarafetle yürüdü
w6
Peri Saoaşları
ğünü düşünüyordu. Muhteşem bir zarafetle yürüdüğünü düşünüyordu. Su baldırlarına, dizlerine, kalçalarına ulaştı, sonra kız atlayıp gerçekten birkaç kulaç yüzdü. Ardından kenara dönüp sadece başı suyun üzerinde kalacak şekilde arkasına yaslandı.
Henry ne yapacağını bilemiyordu. Bir röntgenci değildi. Kıza böyle bakmanın ona haksızlık olduğunu, dönüp uzaklaşması (kız iğrenç, sapık bir oğlanın onu çıplak gördüğünü düşünmesin diye sessizce uzaklaşması) gerektiğini biliyordu. Bunu yapması gerektiğini biliyordu, ama her nasılsa ayakları harekete geçmiyordu.
Bir şey yapmalıydı. Orada öylece aralıksız bakmayı sürdüremezdi. Kıza, her kimse, haksızlık ediyordu. Bakmaya son verip uzaklaşması gerekiyordu .
Henry inledi. Kızlardan biri yukarı baktı ve onu gördü .
Mor İmparator Apatura Iris, "Bundan ne somıç çıkarıyorsun?" diye sordu.
"Kesin konuşmak gerekirse, Majesteleri," dedi Tithonus, "Prenses Ekselansları bir gmp saray komandosuna kumanda etme hakkına sahipti. Soylu Prenses olarak onların başkomutanı. Tabii ki tamamen onursal bir rütbe, ama - "
Mor İmparator boşver anlamında elini salladı. "Komandolardan bahsetmiyomm," dedi. "Açıkçası, Blue bu gülünç gezintilere ille de çıkacaksa, komnmasını tercih ederim. Anlattığı hikaye hakkında ne düşündüğünü merak etmiştim."
fferbfe 8reımarı
"Suikast girişimi iddiası mı?" "İddiası mı? Yani bunun doğru olduğunu düşünmü
yor musun?" Tithonus içini çekti. "Jasper Chalkhill'in en güveni
lir bilgi kaynağı olduğunu düşünmüyorum. " "Adam bu iddiaları kendisi dile getirmiş," dedi Apa
tura. "Tabii kızımın sözüne inanmıyorsan başka." "Ah, Prenses Blue'ya inanıyorum efendim," dedi
Tithonus. "Biraz hayalperest olabilir, ama asla bir yalancı olmadı. Kaldı ki trinyan da dediklerini doğruladı. Ama Chalkhill hakkında o kadar emin değilim."
"Hairstreak'in ajanlarından biri olmadığını mı düşünüyorsun?"
"Aslında olduğunu düşünüyornm," dedi Tithonus. "İstihbarattaki adamlarımız bir süredir ondan şüpheleniyorlardı. İspat edemiyorlardı, ama - " Omuz silkip devam etti, "Sadece bütün bu sizi devirip İmparator olma planı. . . " Çaresizce ellerini iki yana açtı, başını iki yana salladı.
"Ama Pyrgus'ın canına kast edildiğini biliyoruz. Başarılı olmuş da olabilir - onu hala bulamadık. "
"Doğrn, Majesteleri, ama b u aynı zamanda Chalkhill'in Blue'ya anlattığı hikayenin zayıf yanı. Anladığım kadarıyla, Lord Hairstreak'in Pyrgus'ı öldürmeye çalışmaktaki amacının, size yapılacağı farz edilen suikastten sonra yasal olarak tahta talip olabilecek kimsenin kalmaması olduğunu iddia etmiş. Ama hem siz hem de Pyrgus ölseniz bile, tahta geçebilecek iki kişi daha var."
Peri Saoaffarr
Mor İmparator düşünceli bir tavırla ona baktı. "Comma ve Blue."
"Kesinlikle, efendim - Prens Comma, sonra da Prenses Blue. Pyrgus öldüğü anda Comma Veliaht olur. Siz öldüğünüz anda da Veliaht İmparator olur. Eğer Lord Hairstreak hakikaten tahta giden yolu açmak isteseydi, Pyrgus ve sizinle beraber Comma ve Blue'ya da suikast yapması gerekirdi. Ne bunun gerçekleşeceğine dair bir belirti var, ne de Chalkhill'in anlattıklarında bunun planladığına dair bir şey. Açıkçası, tüm hikayenin uydurnlmuş olabileceğinden şüpheleniyornm."
"Hangi amaçla?" Tithonus yine omuz silkti. "Muhtemelen kafa karış
tırmak için - zaman kötü. Başka bir ihtimal de, bütün planın Chalkhill'in kendini önemli göstermek için uydurduğu bir fantezi olması. Hairstreak'in ajanlarından biri olabilir, ama yine de çok dengesiz bir adam."
"Yani ilave güvenlik önlemlerinin gerekli olduğunu düşünmüyorsun?"
"Şu anda değil , '' dedi Tithonus. "En azından Chalkhill doğnı düzgün sorgulanıncaya kadar değil. Elbette bu da başladı bile. Gerçeği kısa zamanda öğreneceğiz."
İmparator'un dairesinde beraberdiler. Her zamanki gibi sessizlik büyüsüyle korunuyorlardı. Apatura pencereye yürüyüp düşünceli düşünceli dışarı baktı. Bir süre sonra geri dönüp, "Sanırım haklı olabilirsin, Eşikbekçisi ," dedi. "Şu anda ilave güvenlik önlemleri al-
J49
Herbie Breımarı
mak bir zayıflık işareti olarak algılanabilir. Kızım istekte bulunduğunda bu önlemleri almamakta haklıydın ve ben de Chalkhill'in sorgusundan bir şey çıkmadığı sürece bu konuda başka bir eylemde bulunmamanın daha iyi olabileceğini kabul ediyomm. "
"Teşekkür ederim, Majesteleri, " dedi Tithonus. "Şimdi, izin verirseniz - "
Kapı gürültüyle vumlunca cümlesi yarıda kaldı. "Rahatsız edilmememizi emretmiştim. " İmpara
tor'un sesi öfkesini açığa vumyordu. "Pyrgus ile ilgili bir haber olabilir," dedi Tithonus.
Kilidi açıp kapıyı araladı. Bay Fogarty onu kabaca itip içeri girdi. Gözleri cam
gibiydi ve elinde pompalı av tüfeği vardı.
Muhafızlar kabaydı, ama vahşi değildiler. Henry'yi bir dizi merdivenden aşağı indirip, geçici bir depo olarak kullanılıyormuşa benzeyen bir odaya kilitlediler. Bir an sonra Henry yerden kaldırdığı ahşap bir sandalyeye oturdu ve mutsuz bir şekilde kapıya bakmaya başladı. Çok utanıyordu ve bu sadece yakalandığı için değildi. Çok kötü bir şey yapmıştı ve bunu nasıl düzelteceğini bilmiyordu.
Suçluluk duyması kızla karşılaştığı için değildi. O tamamen masumane olmuştu - sadece gülüşmenin geldiği yöne yürümüştü. Banyo yapan bir kız olduğumı bilemezdi. Hem kız neden öyle açık bir yerde banyo yapıyordu ki? Banyo yapıyorsanız banyoya gider, kapıyı kapardınız.
Peri Saoaflarr
Yine de, onu gördüğünde başka yöne dönmeliydi. Orada öylece dunıp seyretmek yerine hemen başka yöne dönmeliydi. Seyretmek hiç adil değildi. Charlie bir keresinde, Sen banyodayken kızlar sana bakıp kıkırda
sa kendini nasıl hissederdin? demişti. Henry emin değildi, ama bundan hoşlanacağını sanmıyordu; kıkırdamalarından kesinlikle hoşlanmazdı, hele benleri varsa.
Baktığı kumral saçlı kızda hiç ben görmemişti. Sonın, kızı zihninde hala görebiliyor olmasıydı. Bu
da bir biçimde işi daha da kötüleştiriyordu. Sanki fotoğraflarını çekmiş , şimdi gizlice onlara bakıyordu. Gerçekten fotoğraf çekmiş olsaydı kız bundan nefret ederdi, ama bu yaptığının farkı neydi ki?
Dikkatini başka yöne vermek için kalkıp odada dolaştı. Oda çok büyük değildi ve içinde bol miktarda eşya vardı , bir duvara dayanmış biblolar ve eşya sandıklarıydı bunlar. Oldukça yukarıda küçük bir pencere vardı. Dışarıda, pencerenin diğer yanında ne olduğunu merak etti.
Kaçmak istiyor filan değildi, ama dışarıda ne olduğunu görmek istiyordu. Bir kutuyu duvara çekti, kutumm üzerine de bulduğu bir sandalyeyi yerleştirdi. Sandalyeyi sallayınca sağlam gibi geldi, bu yüzden pencereden dışarı bakmak için önce kutuya, sonra da sandalyeye tırmandı. Dışarıda tek görebildiği geniş, bakımlı bir bahçe olunca, pencere eşiğine tutunup ayakuçları üzerinde yükseldi.
"Sen ne yaptığını zannediyorsun?" diye sordu bir ses arkasından.
Herbie Breımaıı
Henry düşmemeyi zar zor başardı. Beceriksizce, dengesini kommaya çalışarak döndü. Odaya bir kız girmişti. Bir saniyeden az bir süre Henry onu tanıyamadı, ama sonra banyoda gördüğü kız olduğunu anladı. Artık giyinmişti, bu da çok rahatlatıcıydı. Yine de Henry kıpkırmızı kesildiğini hissetti.
Kız, "Aşağı in! " dedi sertçe. "Hemen aşağı in!" Henry yerin dibine geçmeyi dileyerek yavaşça san
dalyeden aşağı indi.
VfrmfdokaJ
Pyrgus iblisin etkisinin son kalıntılarının da zihninden çekildiğini hissetti ve içinde vahşi, kara bir öfke alevlendi. Bu yaratık hangi cüretle bir imparatoru öldürmekten böyle soğukkanlılıkla bahsedebiliyordu' Hangi cüretle Periler Diyarı'nı tehdit ediyordu? Pyrgus. Beleth'in üstüne atlayıp onu elleriyle boğmak istedi. Bunun yerine, bir kaçış ihtimali var mı diye kafesi inceledi.
Kafes yapıştırıcı fabrikasındaki kedinin ve yavnılarının kafesi gibi tasarlanmıştı, tabii büyüklüğü dışında. Ama Pyrgus'ın dimdik ayakta durabileceği kadar bü
yük değildi. Parmaklıkların arasında çömelip altındaki korkutucu , cehennemi görüntüye dik dik baktı.
Beleth'in madeni malikanesinin altındaki bir ınağaradaydı ve kafesi tavandaki bir mekanizmaya bağlı bir zincirle sarkıtılmıştı. Tam altında, erimiş kükürt dolu bir havuz kızıl bir ışık yayıyordu. Mağarada Beleth'in .
m
fferbie 8reııııaıı
yüksek sıcaklıktan komnmak için derileri pullarla ve zırhla kaplanmış, kaslı ve şişkin vücutları sayesinde havuzun yanındaki dev bir füzeye taktıkları sıcak madene dokunabilen otuz ya da daha fazla müridi çalışıyordu. Beleth'in kendisi, Brimstone'un Büyü Üçgeni'nde ortaya çıktığında kullandığı korkunç biçime dönmüştü . Koskoca, kıvrımlı boynuzlarından birinden bir fener sarkıyordu.
Çalışan iblislerin ötesinde, üzerinde minyatür bölük gmplarının savaş düzeninde birbirine yaklaştığı düz bir platform duruyordu . Buradaki teknoloji İmparator'un Harekat Odası'ndakinden çok farklıydı . Kristal küreler yerine, Pyrgus'ın şehrin dışında gördüğü zırhlı iblisleri platformun yüzeyinde yaklaşık yarım metre boyutunda gösteren üçgen projektörler vardı . İlk bakışta oyuncak bir ordu gibi görünüyorlardı , ama biraz daha bakınca ölçeği fark etmemeye başlıyor ve bir küreden bile daha etkili biçimde olayın tam ortasına çekiliyordunuz.
Beleth hayran hayran, "Saldırı! " diye kükredi. Bölükler manevra yapmak için gruplara ayrılıyor
lardı . Kabaca eşit iki gruba bölünmüşlerdi ve Pyrgus'ın gözleri önünde birbirlerine girdiler. Işın asaları kıvılcımlar saçıp cızırdadı. Korkunç ateş topları savaş meydanının bir tarafından diğerine uçtu . Her yanda füzeler patladı. Ama Beleth'in bölükleri adeta yok edilemezdiler. Alevlerin, patlamaların, parlak jilet alanlarının arasından zarar görmeden yürüyor, bir biçimde hayatta kalıp dudak uçuklatan bir vahşilikle sal-
Peri Sallaflarr
dırıya geçiyorlardı. Bu yaratıklar yakında Hairstreak'ekatılıp Mor İmparator'un kuvvetleriyle savaşacaklardı. Pyrgus'ın babasının hiç şansı yoktu.
"Gerçeği daha da eğlenceli olacak,'' dedi Beleth. "Ama bu kadar eğlenmek yeter - şimdi sana nasıl öleceğini anlatmak istiyorum. " Yeri titreterek kükürt havuzunun yanındaki madeni bir manivelaya doğru yürüdü. Artık neredeyse tam üzerinde olan Pyrgus'a baktı ve gülümsedi. "Gerçek makineler büyüleyici değil mi? Yani bütün bu yakalanmış yıldırım aletleri etkileyici, ama aslında o eski moda dişli çarkların, dişlilerin ve manivelaların üstüne yok. Onlar anlayabildi
ğin makineler. Çok seviyorum, Veliaht. Öyle tatmin edici ki. " Uzanıp manivelanın ucuna hafifçe dokundu .
Pyrgus kafesin içinde rahatsızdı. Sürekli çömeldiği için ayak kasları şikayet etmeye başlıyordu ve muhtemelen çok geçmeden acı verici spazmlar başlayacaktı. Başının ağrısı geri gelmiş, çok da şiddetlenmişti. Bu gerçekten sefil günde karşılaştığı iki sorun daha. Beleth'e söyleyebileceği zekice bir söz düşünebilmeyi diledi, ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. Fark da etmiyordu, zira Beleth konuşmaya devam ediyordu.
"Çok yavaşça öleceksin," dedi Beleth. "Çok yavaşça ve çok ama çok acı çekerek. Bu manivela başının üzerindeki makineyi harekete geçiriyor. Onu çektiğimde makine zinciri aşağı salacak ve kafesin alçalmaya başlayacak. Çok çok yavaşça çalışacak şekilde ayarlandı. Hareket ettiğinin farkına bile varacağından şüpheliyim, ama inan bana, edeceksin. Aşağı doğru."
JSS
Herbie Breımarı
Pyrgus aşağıya baktı. Kükürt havuzu kaynayıp köpürüyordu.
"Bir süre sonra," dedi Beleth, "çok çok uzun bir süre sonra yaşam senin için çekilmez olacak. Bir süre sonra kükürt dumanlarından öksüreceksin. Bir süre sonra sıcaklık yüzünden terleyeceksin. Bir süre sonra sülfür kokusu bımm deliklerini dolduracak ve gözlerin sulanmaya başlayacak. "
"Bana bak, Beleth - " dedi Pyrgus. Ama Beleth sözünün kesilmesine izin vermiyordu.
Kıkırdadı. "Dummun sadece kötüye gidebilir. Sen kükürt havuzuna yaklaştıkça sıcaklık artacak. Vücut sıvıların buharlaştıkça susuzluk çekeceksin . Cildin karıncalanıp sonra da su toplamaya başlayacak. Yavaşça, çok çok yavaşça, giderek artan şiddetli acının her saniyesinin ayırdına varmana izin vererek. Hayır, lütfen sözümü kesme - en güzel yere geliyomz. Sonunda, saatlerce süren uzun bir işkenceden sonra kükürt havuzunun kendisine erişeceksin . Yavaşça, çok yavaşça
. kafesin erimiş sülfüre dalacak. Tabanlarından itibaren aF1kbrını yakıp kül etmeye başlayacak. Sonra kafes a:;;ağı inclik<:e bileklerini, ayaklarını ve dizlerini yakıp kü l edecek. Kü kürt kan akışını durdumr, bu yüzden vücudun kademeli olarak, her seferinde birkaç miliınl.'tre yanıp kül olurken canlı kalacaksın ve bilincin yerinde olacak. Son giden başın ve beynin olacak, bu yüzden bilincini sonsuza kadar yitirmeden önce, erimi;; kükürtün boynuna doğm yükselmesini seyretmenin o m lıtlı i) dehşetini bile yaşayabilirsin." Derinden,
JS6
Peri Saua,ıarr
gırtlağından gülüp iblislerinin havuzun yanında yaptıkları koca füzenin madeni kaplamasına vurdu. "Son göreceğin şey, Kıyamet Günü Bombası olacak. "
Pyrgus kendini tutamadan, "Kıyamet Günü Bombası mı?" dedi.
Beleth, "Babanın krallığını ele geçirmemi sağlayacak silah , " deyip sırıttı. "Madeni kutunun içinde küçük bir güneşin yok etme gücü var. Onu vimanalarımdan birinden -insan arkadaşlarının tuhaf bir biçimde uçan daire dediği şeyler- atacağım. Babanın askerlerinin üç aşağı beş yukarı bir milyonunu öldürecek. Büyük bir insan gücü tasarrnfu. Tek bir ölümcül ışık patlamasıyla saraylarını yok edecek ve tüm başkentinizi yerle bir edecek. O bombaya bakarak, yakında ailenin ve arkadaşlarının kökünü kazıyacağını bilerek öleceksin. "
"Bunu neden yapıyorsun?" diye sordu Pyrgus. "Beni neden öldürmek istediğini anlayabiliyornm, ama bu uzun ve yavaş işkence niye?"
Beleth mutlulukla gülümsedi. "Bu benim yapımda var. " Elleriyle manivelayı kavradı. "Ah, bu kısmını çok seviyornm!" diye bağırdı. "Beni öyle heyecanlandırıyor ki!" Manivelayı çekti.
Ter içindeki iblisler bir anlığına çalışmayı kesip dönerek Pyrgus'ın kafesine baktılar. Makinelerden bir sürtünme sesi geldi ve Pyrgus kafesin şiddetle titredikten sonra hafifçe sallanarak düzeldiğini hissetti.
"Hareket ediyormuş gibi gelmiyor, değil mi?" diye seslendi Beleth. "Ama ediyor, inan bana. Son yolculuğuna çıktın ve çok ama çok uzun sürecek. Seni biraz
m
fferbie Breııııaıı
dan gezintinin tadını çıkarman için yalnız bırakacağım, ama gitmeden önce sana fiziksel acına eşlik edecek zihinsel bir ızdırap vermek istiyornm. Sana babanın nasıl ihanete uğradığını ve nasıl öldürüleceğini anlatmak istiyornm. Sana Peacock Tahtı'na ne olacağını ve sevgili kızkardeşinin akıbetini anlatmak istiyornm. Sana ihaneti, vefasızlığı ve iris Evi'nin kesin, tam, mutlak yok oluşunu anlatmak istiyornm. Sana Periler Diyarı'nı talan etme planlarımı anlatmak istiyornm. Sana - "
Kafesteki Pyrgus'ın başağrısı bir defa daha saldırıya geçti. Sanki kafatasının içinde basınç birikiyordu. Midesi bulandı ve bir an sevinçle Beleth'in üzerine kusabileceğini düşündü . Ama sonra bulantı yok oldu ve yerinde sadece başağrısı ve kafatasındaki basınç kaldı. Bunu asabiyetine verip tüm gücüyle unutmaya çalıştı.
Altında Beleth neşeyle konuşmaya devam ediyordu.
"Ama Ekselansları - " diye itiraz etti muhafız. Holly Blue emredercesine, "Sana git dedim," dedi.
"Başımın çaresine bakabilirim. " Muhafız kararsızca ona baktı, sonra dönüp odadan
dışarı yürüdü. Arkadaşları da akıllıca onu izlediler. Blue bakışlarını, bir sütunun arkasına saklanıp onu banyoda izlemiş oğlana çevirdi. Çok acayip giysileri olan, iyi görünüşlü bir yaratıktı, ama kesinlikle bu tür bir davranışa verilen türden bir cezayı göze alacak cesarete sahipmiş gibi görünmüyordu. "Eh," dedi soğuk bir tavırla, "hesap verecek misin?"
Henry mutsuzca, "Üzgünüm," dedi. Artık depoda JSI
Peri Sauaşlarr
değildiler. Muhafızlar onu lüks bir daireye götürmüşlerdi ve kız burada kendini evinde hissediyor gibiydi. Ayrıca buyurgandı da.
"Yaptığın şey için mi, yakalandığın için mi?" "Yaptığım şey için," dedi Henry. "Bunu istememiş
tim." Muhafızlar kıza "Ekselansları" ve "Yüce" diye hitap etmişlerdi. Bu, muhtemelen bir çeşit soylu, hatta belki bir prenses olduğu anlamına geliyordu. Çok daha dehşet verici başka bir düşünce daha aklına gelince titredi: Pyrgus'ın akrabası olabilirdi. Pyrgus bir kızkardeşi olduğunu söylememiş miydi? Henry hatırlayamıyordu, ama düşünce korkutucuydu. Eğer bu, Pyrgus'ın kızkardeşiyse, Henry bir daha arkadaşının gözlerine nasıl bakacaktı? Yabancı bir kızı dikizlemek yeterince kötüydü, ama arkadaşınızın kızkardeşini dikizlemek . . . Kendini toplamak için büyük bir çaba sarfetti. "Sadece birini arıyordum ve bir tür kazayla size rastladım."
"Kimi arıyordun?" Rahatsız bir tavırla, "Şey, herhangi biri aslında," de
di Henry. "Her yer o kadar boştu ki . " Toparlanıp, "Özel bir banyoda da değildiniz ki, " dedi. "Yani açıkta öylece - öylece durnyordunuz," deyip aptalca sustu. "Herhangi biri sizi görebilirdi. Ben sadece şanssızdım." Ne dediğinin farkına vardı ve aceleyle ekledi: "Sizi o halde gördüğüm için şanssız değildim. Yani çok hoşsunuz, güzelsiniz filan, hiçbir beniniz de yok, ama kimsenin size rastlamadığını istediğiniz bir anda size rastladığım için şanssızdım. Ama eğer size rast-
J�9
fferbie Bremıao
!anmasını istemiyorsanız, bence o şekilde ortalıkta banyo yapmasanız iyi olur. "
Blue buz gibi bir sesle, "Ah, demek gerçekte benim
hatamd ı, ha?" diye sordu. "Suçlu benim yani?" "Hayır, suçlu siz değilsiniz. Suçlu sizsiniz demedim.
Kastettiğim, eğer banyonuzu düzgün bir banyoda yapsaydınız, kazayla size rastlamazdım. Sizi herhangi biri görebilirdi ."
"Pek değil. Sarayın bu kanadının boşaltılmasını emretmiştim. Banyo yaparken hep öyle yaparım. "
Henry içinden inledi. Sarayın terk edilmiş olması bu yüzdendi demek. Prenses banyo yapıyordu. Herkesin uzak durması emredilmişti. Henry de dikkatsizce ona doğru yiirümüştü. Bütün bu utancı dışarıda tutmak için gözlerini yumdu. Tekrar açtığında, "Siz Pyrgus'ın kızkardeşi misiniz?" diye sordu.
Blue donup kaldı. Bir an sessiz durdu, sonra soru yağmuruna başladı . "Pyrgus hakkında ne biliyorsun? Nereden geliyorsun? Kimsin sen?"
"Henry Atherton," dedi Henry. Sonra da kıza her şeyi anlattı.
Blue kaşlarını çatarak pencereye yürüdü. "Pyrgus muhtemelen hala iyidir. Bunu düşünmemeye çalıştım. Duyduğumdan beri yanımda zehiri için bir panzehir taşıyorum, ama onu buluncaya kadar yapabileceğimiz bir şey yok."
"Üzgünüm," dedi Henry. "Pyrgus'a ne olduğunu bilmiyorum - kimse bana anlatmadı. Yani konuştu-
Peri hfiaflarr
ğum ilk insan sizsiniz. Nerede olduğunu bilmiyor musunuz? Saraya geri gelmedi mi?"
Blue kısaca, "Ortadan kayboldu, " dedi. "Ve onu çok geçmeden bulmazsak, o zehir ölümüne yol açacak. Olaylar biraz karışık - "
Henry kızın bir şey söylemek üzere olduğunu düşündü , ama o anda kapı gürültüyle açıldı ve isterik halde bir hizmetçi içeri daldı. "Blue Hanım - hemen gelmelisiniz! Korkunç bir şey oldu!"
"Ne var, Arına? Ne oldu?" Ama kız sakin sakin konuşabilecek dununda değil-
di. İnliyor, sarsılıyor ve sızlanıyordu , kollarını kendine dolayıp eşikte ağlamaya başladı. "Konu Majesteleri, Majesteleri! "
"Hadi gel!" Blue, Henry'nin elini kavrayıp kapıya yöneldi.
Koştular. Her yanda emirler yağdıran ve birbirlerinin yolunu
kesen muhafızlar vardı. Bunlardan biri, bir koridora girerlerken onları durdurmaya çalıştı.
Blue öfkeyle, "Kenara çekil! " diye tısladı. Muhafız ona söyleneni yaptı.
Koridorda tam bir kargaşa vardı. "Nereye gidiyoruz?" diye sordu Henry nefes nefese.
"Babamın özel dairesine. " Açık kapıya yaklaşırlarken her tarafta koşturan insan
lar gördüler. Yeşil pelerinli, uzun boylu bir adam hızla onlara doğru geldi. "Ekselansları, içeri girmemelisiniz. "
"Ne oldu, Tithonus?" diye sordu Blue. )61
Herbie 8rerma11
"Babanızla ilgili bir vaka. " "Ne tür bir kaza?" Tithonus kaza demedi, diye düşündü Henry. Tithonus yutkundu. "Babanız ağır yaralandı, Pren-
ses. Çok ağır yaralandı. " Kızın babası ölmüştü. Henry bunu hemen anladı.
Yetişkinler hep size haberi yumuşatarak vermeye çalışırlardı, ama bu, işi daha da kötüleştirmekten başka işe yaramazdı.
"Ne oldu?" diye sordu Holly Blue. "Biri zorla girdi. Bir silahı vardı - " "Babama ne oldu?" diye çığlık attı Blue. İtip geçme
ye çalıştı, ama Tithonus yolunu kesti. "Ekselansları, yapabileceğim bir şey yoktu. Her şey çok hızlı olup bitti . " Gözü Henry'ye takıldı. "Bu oğlan da kim?"
Holly Blue yüzünde giderek artan bir korku ifadesiyle Tithonus'a bakakaldı. "O . . . o ölecek mi?"
Tithonus kısa süreliğine gözlerini yumdu. "Ekselansları, " dedi resmi bir sesle, "trajik görevim size şu haberi vermek: Babanız Mor İmparator öldü . "
Blue bir an hiçbir şey söylemedi. "Sana inanmıyornm. Onu görmek istiyornm. İçeride mi?"
"Ekselansları, en iyisi onu görmemeniz. Silah - " Blue yine onu itip geçı:neye çalıştı. Tithonus yine yolunu kesti. "Çocuğum," dedi, "silah bizimkiler gibi değil ve yakından ateşlendi. Babanın yüzü - "
Tithomıs'un arkasındaki odadan mor giysili bir oğlan çıktı. Solgundu ve her an kusabilirmiş gibi görünüyordu.
Peri Saoaşlarr
Blue, "Comma!" diye bağırdı. "Ne oldu? Ne - ?" Oğlan boş boş ona baktı, sonra başını iki yana sal
ladı. Şaşkın görünüyordu. "Üzgünüm, Blue ," dedi. "Tithonus," dedi Blue. "Babamı görmek istiyornm!" Kızın ses tonundaki bir şey adamı yana çekilmeye
ikna etti. "Nasıl arzu ederseniz, Ekselansları. Ama en iyisi - "
Kız çoktan adamı itip geçmişti bile. Henry bir an bile tereddüt etmeden onu izledi.
Önce büyük, iyi döşenmiş bir oda gördü, sonra dikkati cesede toplandı. Yüzün büyük bir bölümü yakından av tüfeğiyle ateş edilmiş gibi parçalanmıştı. Müthiş bir kan kokusu vardı. Halının üzerinde bir kan gölü oluşmuştu.
"Baba, hayır!" diye inledi Blue. Bir adım öne çıktı. "Baba, baba, hayııııır! "
Kız bayılırken Henry onu yakaladı.
Hizmetçi üniforması giymiş tombul, orta yaşlı bir kadın Henry'yi uzağa götürdü. "Zavallı kız - iyileşecek - omınla ilgilenecek doktorlar var. Öyle bir şok geçirdi ki . . . " Kısa süreliğine dudaklarını büzdü, gözleri kederle donuklaştı, sonra yeniden dikkatini Henry'ye verdi. "Şimdi, genç adam, sizi daha önce görmediğim için isminizi bilmiyornm."
Henry duygusuz bir sesle, "Henry," dedi. Kendisi de olanlar yüzünden şok içindeydi. Hayatında ilk defa bir ceset görmüştü. Yüzde meydana gelen zarar bir korku filminden fırlamış gibiydi. Ama bir korku filminde koku almazdınız .
"Ah, Burgonya Dükü gibi , " dedi kadın. Fesat bir biçimde hafifçe gülümsedi. "Ama Gece Tarafı'ndan değilsiniz herhalde, değil mi?"
Henry çabucak, "Hayır," dedi, ama kadının neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikri yoktu.
Peri Saoaşları
"Ben Halayık Umber," dedi kadın. "Sarayda mı kalacaksınız, Henry Efendi?"
Olaylar birdenbire hiç ummadığı kadar karışmıştı. Derin bir nefes alıp, "Öyle sanırım," dedi.
"Sizi bir misafir odasına götüreyim. Kalacağınıza sevindim. Blue böyle bir zamanda arkadaşlarının desteğine ihtiyaç duyacak. "
Misafir odası muhteşemdi. Evindeki odasından fersah fersah iyiydi, ama Henry ortada yatak göremedi.
Halayık Umber sıkıntıyla, "Alışık olduğunuzdan farklıysa kusura bakmayın, " dedi. Henry'yi tepeden tırnağa inceledi. "Taşradansınız o halde?"
Henry başıyla onayladı. Gerçekte nereden olduğu konusuna girmemesinin iyi olacağını düşündü.
"Eh, gardropta saraya biraz daha uygun temiz giysiler bulacaksınız - kendi bedeninizi buluncaya kadar arayın ve sonm olursa beni çağırın . İç çamaşırları çekmecelerde. " Ona anaç bir biçimde sırıttı ve çıkıp kapıyı arkasından çekti.
Henry çok geçmeden bu odada bir yatak olmamasının sebebinin, bunun bir oda değil, bir daire olması olduğunu fark etti. Ana odanın bitişiğinde bir yatak odası ve onun bitişiğinde de bir banyo vardı. Banyomın zemininin ortasında, Blue'yu içinde gördüğünün bir minyatürü (ama büyük bir minyatürü) olan bir gömme küvet vardı. Küvetin çevresinde toprak kavanozlar dunıyordu. İnceleyince, bunların kokulu yağlarla dolu olduğunu gördü . Yatak odasına döndüğünde, Halayık Umber'in bahsettiği gardrobu keşfetti . Ka-
J6ç
ff erbfe Breıırıan
dının vaat ettiği gibi, farklı b�denlerde elbiselerle doluydu. Üzerine yeterince uyan yeşil bir deri yelek ve pantolon ile, bunlarla uyumlu yumuşak yeşil ayakkabılar seçti. Gardrop aynasında kendine baktığında ürpererek biraz Pyrgus gibi göründüğü hissine kapıldı, giysileri Pyrgus'ın üzerindekilere hiç benzemese de. Belki de bu sadece buraya uyum sağlayacağı anlamına geliyordu, ki bu da kötü bir şey değildi.
Belirsizce ikinci bir gömme gardrop olabileceğini düşünerek yatak odasındaki başka bir kapıyı açtı. Bumın, kapı açıldığında esrarengiz bir şekilde kendi kendine aydınlanan, penceresiz bir çalışma odası olduğumı gördü . Bir masa ve sandalye vardı, duvarlar da kitap raflarıyla kaplıydı. Zaman ayırırsa, bu kitaplardan Pyrgus'ın dünyası hakkında birçok şey öğrenebileceği aklına geldi. Ama muhtemelen sarayı keşfe çıkarsa çok daha fazlasını öğrenecekti.
Henry ana salona geri döndü, koridora açılan kapıyı açtı ve dışarı baktı.
"Ah, işte buradasınız. " Halayık Umber, Henry'nin ödünü kopardı. Koridorda onu bekliyordu anlaşılan. "Eminim şimdi yiyecek bir şeyler istersiniz. Beni takip ederseniz, size mutfaklardan bir şeyler bulurnm." Henry çıkarken , Umber beğenerek ona baktı. "Yeşil size yakışıyor. "
"Teşekkür ederim, " dedi Henry. Saray mutfakları da başlamak için diğer yerler kadar iyiydi. Ayrıca, bütün olanlara rağmen midesi kazınıyordu.
• • •
Peri Saoaflarr
Mutfaklardaki iki kocaman ocaktan yayılan sıcaklık yüzüne bir duvar gibi vurdu. İçeri girerken kendini bir dönem filmine, Dickens'tan, hatta daha önceki birinden uyarlanmış bir filme giriyormuş gibi hissetti. Ovalanmış çam masalardan tutun da, tavandaki kancalardan sarkan koyun butlarına kadar her şey eski moda görünüyordu. Yemek zamanlarında buranın bir arı kovanı olduğunu tahmin ediyordu. Şimdi bile , sohbet ederek, kupalardan bir şeyler içerek yoğun zamanın başlamasını bekleyen yirmi otuz kişi vardı.
Halayık Umber onu, koskoca bir kapta sebze kesen, aşçı üniforması giymiş şişman bir kadına götürdü. "Bu, Aşçıbaşı Lattice Brown," diye fısıldadı. "Uslu dunın, yoksa sizi zehirler. " Şaka yaptığını belli etmek için sırıttı, sonra yüksek sesle, "Açlıktan ölmek üzere olan bir oğlan için yiyecek bir şeylerin olabilir mi, Lattice?" diye sordu. "Prenses Blue'nun arkadaşı . "
Lattice bıçağı bırakıp ellerini bir beze sildi. Her hareketini iyice düşünerek yapıyordu . Kaşlarının altından Henry'ye baktı. "Demek Prenses Blue'nun arkadaşı, ha? Peki bu arkadaşın bir ismi var mı?"
Henry cevap vermek için ağzını açtı, ama Halayık Umber önce davrandı. "Adı Henry, Lattice. Adını Burgonya Dükü'nden almış, ama sadık bir Işıkçı, Gececi değil, öyle değil mi?"
"Burgonya Dükü'nün ön ismi Henry değil," dedi Lattice.
Halayık Umber kaşlarını çattı. "Evet öyle . Henry Lucina. "
Herbie 8rerm�ıı
"Hayır, değil. Hamearis . Tam isminiz Hamearis değil herhalde?" Som Henry'ye yönelmişti.
Henry başını iki yana salladı. "Hayır, hanımefendi - Henry."
Lattice Brown mutlu mutlu sırıttı . "Duydun mu, Lanta'cığım? Hanımefendi! Ne kadar terbiyeli, nazik bir genç adam. Onu burada benimle bırak, ben iyice karnını doyurnrnm. Herhalde birkaç mutfak hizmetçisi de ona arkadaşlık etmek isteyecektir, baksana ne de yakışıklı. " Henry'ye göz kırptı, o ise kızardı .
Birkaç dakika sonra çam masalardan birinde oturmuş, bir kaseden çorba içiyordu . Yanındaki bir tabakta da kalın, kıskı şeklinde, kabuklu bir ekmek vardı -"banmak için," demişti Aşçı Lattice . Neyse ki hiçbir mutfak hizmetçisi yanına gelmemişti ve diğer çalışanlar da birkaç kere merakla baktıktan sonra çabucak önceden yaptıklarına dönmüşlerdi, ki bu da genelde dedikoduydu. Henry başını aşağıda tutup dinledi. Tahmin edilebileceği üzere, ana konu İmparator'un öldürülmesiydi.
"Başı tamamen gitmiş - " "Ne, hepsi mi?" "Bert öyle dedi ve o bir muhafız. Sadece boynun
bir parçası kalmış, ama kan yokmuş. Eşikbekçisi bir dilimleyici ışın olduğunu düşünüyor - keserken dağlayan tek şey odur."
"Ben pek de öyle duymadım. Kafası kopmamış, sadece içeri göçmüş. Yeni bir çeşit Gececi silahı. "
"Evet, Gececiler olduğu kesin, hepsi de kahrolası J68
baş belaları. " "Gececiler değildi. Onlar. olmadığını biliyorsunuz." "Diyarı kim yönetecek, benim bilmek istediğim o.
İmparator öldü, Veliaht kayıp . . . " "Bu, Iris Evi'nin sonu olabilir. " Bu son sözü elinde
ki kadehe bakan yaşlı bir adam söylemişti. İki kadın ve Aşçı lattice ona sözlü olarak saldırdılar.
"Dediklerine dikkat etsen iyi olur, Luigi . " "Ücretini ödeyen Iris Evi. Bizimkini de. " "Prens Comma var - " "Küçük çakal! " "Terbiyeni takın, kızım," dedi Lattice . "Küçük bir
çakal olsa bile yine de İmparator'un oğlu. " "Evet, hem senin d e öyle bir annen olsaydı - " "Şşşt! " Aşçı Lattice konuşmanın duyulmasından en
dişeleniyorınuş gibi etrafa bakındı. "Neden susacakmışım? Herkes gerçeği biliyor. Za
vallı Comına'nın neden öyle olduğuna şaşmamalı -soysuz kan açığa çıkar, hep söylerim. "
Henry'nin, isminin Nell olduğunu sandığı bir kadın, "Zaten onu İmparator yapamazlar - fazla genç," dedi.
Lattice kendinden emin bir tavırla, "Prens Pyrgus ortaya çıkacaktır," dedi. "Ama çıkmazsa, Comma olur. O reşit olana kadar Eşikbekçisi naip olur. İşler bu biçimde yürür. Ama size söylüyornm, Pyrgus ortaya çıkacak. "
"Prens Pyrgus'a ne oldu?" diye sordu Henry. Üzerine daha fazla dikkat çekmekten endişeleniyordu, ama bir şey öğrenmek istiyorsa da somlar sorması gerekiyordu.
"Kimse bilmiyor, " dedi Lattice. "Onu o aptal geçitJ69
fferbie Breımaıı
lerden biriyle dışarı yolladılar ve asla geri gelmedi. Ya da geldiyse bile, nereye gittiğini bilmiyorlar. Ben kendiın asla bu geçit fikrini sevmedim. Salaklarla , devlerle ve kepekle dolu garip bir dünyaya gidilmez. Oranın insanları altı parmaklıymış ve derileri mavi renkliymiş , bunu biliyor muydun?"
"Hayır," dedi Henry. "Larry söyledi," dedi Aşçı Lattice. Larry'nin kim ol
duğunu açıklamadı. Nell, "İmparator'u öldürenin derisi mavi değildi,"
dedi. Yüzüne kendini beğenmiş bir ifade yerleşti. "Tom'cuğum bana söyledi ve o oradaymış ."
Luigi acı acı, "Madem oradaymış, neden adamın öldürmesini engellememiş?" diye sordu.
"Şey, olay olduğu sırada orada değilmiş," dedi Nell. "Olay olduğu sırada orada hiç muhafız yokmuş. Ama sonrasında ilk giren Tom olmuş. Her halükarda ilk girenlerden biri. Yaşlı adamın aynı senin benim gibi göründüğünü söyledi. Beş parmaklı, normal derili, kepeksiz. Ama kel ."
Birden Henry'nin midesi kasıldı. "Yani İmparator'u öldüren - " Pyrgus ne demişti ki? " - Benzer Dünya'dan biri miymiş?"
"Bilmiyor muydun? Mist ya da Misty gibi bir adı olan yaşlı bir adam. İmparator, Prens Pyrgus'ı bulmak için diğer dünyaya gitmiş ve her nedense bu yaşlı adamı da yanında getirmiş. Aşçı Lattice haklı - diğer dünyadan asla iyi bir şey gelmedi. Bana sorarsan iblisleri yeğ tutarım."
Peri Saoaşlarr
"Mist değilmiş, Fog'muş;1 Fogary aslında," dedi Luigi. "Yanında şeytani bir silah varmış. İnsan hangi akla hizmet onu yanında getirmesine izin verdiklerini merak ediyor. "
"İmparator fazlasıyla kolay güveniyor. Fazlasıyla yumuşak kalpli."
"Artık kimseye güvenmeyecek. Huzur içinde yat-sın."
Hepsi birden, "Huzur içinde yatsın!" deyip sessizliğe gömüldü.
Bir an sonra Henry zorlukla, "Fogary mi Fogarty mi?" diye sordu.
"Doğru ," dedi Luigi. "Fogarty. İmparator'u öldüren adam. İsmi Fogarty idi. Onu saray zindanlarında tutuyorlar. "
Henry masum bir sesle, "Bu zindanlar tam neredeydi?" diye sordu.
Henry en son Bay Fogarty onu okulunu soymaya yolladığında bu kadar korkmuştu. Ama şimdiki daha da kötüydü. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki bir askeri bando gibiydi. Sanki ayakları güçsüzleşmişti ve yeterince nefes alamıyordu. Kendini saray zindanlarına inen dik basamakları yürüyerek inmeye zorladı.
Aşağı vardığında bir sürprizle karşılaştı. Mutfaklar gibi eski moda, zincirli mahkumlarla dolu, karanlık, taş yataklı hücreleri ve mtubetli duvarları olan bir yer bek-
1) "Sis, pus" anlamına gelen "ınist" ve "fog" sözcükleriyle bir söz oyunu yapılıyor. (E.N.)
Jl'I
Herbie 8reı111an
liyordu. Ama gerçek bambaşkaydı. Merdivenler aydınlık bir kabul alanı ile sona eriyordu, hatta soluk mavi renkte halı bile vardı. İlerideki koridorda kimi hücre kapıları görebiliyordu ve bu kapılardan biri açıktı. Boş hücrede ranza yataklar, bir masa, birkaç da sandalye vardı. Televizyondaki polis dizilerinde gördüğü çağdaş hapishanelere çok benziyordu.
İriyarı bir muhafız onu karşılamak için bir masadan kalkıp tezgaha doğrn yürüdü . "Senin için yapabileceğim bir şey var mı?" diye sordu.
Henry içinden dua etti ve hala yeterince derin gelmeyen bir nefes aldı . "Burada Fogarty isminde bir tutuklu var mı?"
"Varsa ne olacak?" Beni sindirmesine izin vermeyeceğim, diye düşün
dü Henry. Aslında adam şüphelenmiş değildi - sadece tavrı böyleydi. Bir hapishane muhafızıysanız biraz acayip olmanız gerekirdi. Henry'ye göre marifet kendinden emin görünmekti. "Benzer Dünya'dan bir tutuklu? İmparator Majesteleri'ni öldürmekle - öldüren adam?"
Muhafız onu tepeden tırnağa inceledi, ama kendinden emin ses tonu işe yarıyor gibiydi. "Aslında öyle biri var. Sen akrabası filan mısın?" Henry'nin kalbi duracakmış gibi oldu, sonra muhafız aniden kahkahayla güldü. "Akraba, ha? Sevgili yaşlı dedeni görmeye geldin, öyle mi?"
Henry güçsüz biçimde gülümsedi. "Hayır, ama tutukluyla konuşmaya geldim. " Zor kısmı burasıydı.
Peri Saua,ıarı
"Prenses Holly Blue'nun emirleri . " "Çiten var mı?" diye sordu muhafız. Henry adama bakakaldı. "Hayır, " dedi sonunda.
Dikkatsizce tezgahın bir yanına atılmış yünlü, kahverengi bir kilim aniden hareket edip onun yerinden sıçramasına neden oldu.
"Çiten olmadan tutuklunun yanına götüremem," dedi muhafız. "Seni İmparator'un kendisi göndermiş olsa bile , huzur içinde yatsın. "
Henry anlayışlı olma yolunu denemeye karar verdi .
"Bak, ben burada yeniyim. Hiç kimse bana bir ç iteye
ihtiyacım olduğunu söylemedi. Bu seferlik izin verebilir misiniz?"
Muhafız mantıklı biçimde, "Bu benim işim deği l , .,
dedı "Neden geri dönüp Prenses'ten bir çite alınıyorsun?''
İyi bir somydu. Henry göz ucuyla yünlü kilimi gfü
dü. Tezgahta sürünerek ona yaklaşıyormuş gibi görü
nüyordu. "Somn şu ki, " dedi muhafıza, "Prenses Bhıe
şu anda rahatsız - şok yüzünden. Babasını gördü ve . . .
Eh, anlarsınız ya. Bu yüzden gerçekten rahatsız edi le
mez. İsterseniz bunu kontrol edebilirsiniz . " Başını ani
den çevirip doğrudan bakınca kilim hareket etmeyi
kesti. İki ufak göz uzun tüylerin arasından ona baktı
Muhafız alt dudağını ısırarak Henry'ye baktı. Emin
olamadan, "Seni çitesiz içeri almamam gerekiyor." ded i .
"Evet, bunu anlıyomm," dedi Henry. "Ama belki d e
imzalayabileceğim bir sorumluluk alına formu vard ır.
sonra Prenses Blue kendini biraz daha iyi h issed ince
m
Herbie Brermarı
size çiteyi getiririm. Bu iş gerçekten çok acil." Kahverengi gözlü kilim yaratık kayarak tezgahtan yere indi. Yaratık yaklaşırken Henry elinde olmadan huzursuzca ona baktı. Muhafız ise hiç dikkat etmiyordu.
Muhafız düşünceli bir edayla, "Belki de bana amacının ne olduğunu söyleyebilirsin . . . ?" dedi. "Yani, Prenses'e yardım etmek isterim, ama aynı zamanda - " Dudaklarını büzüp omuz silkti.
Henry en azından bunu bekliyordu. "Prenses bu adamın, babasını öldürmekteki amacını öğrenmek istiyor. Başka entrikalar da olabilir diye."
"Bir tutukluyu böyle şeyler hakkında sorguya çekmek için biraz genç sayılmaz mısın, ha?"
Bu somyu da bekliyordu. "Prenses adamın, karşısında benim yaşımda birini göıiince daha tedbirsiz davranabileceğini düşündü. " Kolunuzu tehlikeye attığınız sırada fazla şey söylemenin hiç de iyi bir şey olmadığını öğrendiği için bekledi. Yünlü kilim yaratık -bir tür hayvan olmalıydı- artık ayaklarına ulaşmış, bileklerinin çevresini kokluyordu.
Muhafız tezgahtan öne eğildi ve kilime baktı. "Ne diyorsun?" diye sordu.
"Hepsi kuymklu yalan, " dedi endolg. "Oğlan, doğm onu poposundan ısırsa bile farkına varmazdı."
Henry tüm gücüyle mücadele etti, ama çetin ceviz mahkumlarla uğraşma ya alışık olan muhafızlar tekmeleyen ayaklarından uzak durdular. Onu yarı süıiikleyerek, yarı taşıyarak koridor boyunca götürdüler, son-
Peri Saoa�larr
ra içlerinden biri uçtaki bir hücrenin kapısını açarken sımsıkı tuttular.
"Neden böyle yaygara yapıyorsun anlamıyornm," dedi bir muhafız. "İmparatornmuzu öldüren yaşlı ördeği görmek istiyordun. Şimdi bu şansı yakalıyorsun."
Onu hücrenin içine fırlatıp kapıyı kapattılar. Henry ayağa kalkıp öne atıldı, ama erişemeden anahtar çevrildi. "Gücünü boşa harcama," dedi tanıdık bir ses.
Henry kendi etrafında döndü. Bay Fogarty üst ranzada bacaklarını aşağı sarkıtarak oturmuştu. "Herifçioğulları kilit yapmayı iyi biliyorlar. O kilidi beni buraya attıklarından biri açmaya çalışıyornm. " Yataktan aşağı kaydı. "Seni görmeyi beklemiyordum, Henry. " Ona tepeden tırnağa bakıp burnn büktü . "Özellikle de bir leprekan kılığında. "
"Bay Fogarty, ne oldu? Ne - " Fogarty parmağını dudaklarına götürdü. "Yılın bu
zamanına göre güzel bir hava var," dedi. Ranzalara yürüyüp yatağın altından bir bloknot ve kurşunkalem çıkardı. Bir şey yazıp bloknotu Henry'ye verdi.
Burası dinleniyor olabilir, diyordu. En iyisi, önem
li şeyleri kağıda yazalım. Sonra kağıdı yiyebiliriz. Bu
arada havadan sudan konuşalım.
Henry içinden inledi, ama kurşunkalemi aldı. Bir an düşündükten sonra, Pyrgus'a ne oldu? diye yazdı.
Fogarty yüksek sesle, "Seni neden içeri tıktılar?" diye sordu. Ardından kalemi alıp, Küçük kerata geçidi
mi ben test etmeden kullandı, yazdı. "Bir çeşit kilim aleyhime tanıklık yaptı, " dedi
fferbie 8reımarı
Henry. Bloknotu geri alıp meselenin köküne indi: İm
parator'u neden öldürdünüz?
Aslında öldürdüğüme emin değilim.
"Eınin değil misiniz?" diye patladı Henry. "Buraya cinayet yüzünden tıkıldınız ve bunu işlediğinize emin değil misiniz - ?"
"Sessiz ol! " diye fısıldadı Fogarty. Korkuyla etrafa bakıp bloknotu Henry'ye geri verdi.
"Yazmıyorum," dedi Henry öfkeyle . "Bu çok önem-li. Neler olduğunu bilmem gerekiyor. Notlarla olmaz. " Olaylardan anlaşıldığı kadarıyla, notla açıklamak için uzun bir roman bile yetmeyebilirdi.
·'Pekala , " dedi Fogarty. "Ama sesini yükseltme. Yatakta yanyana oturursak fısıldayabiliriz . " Oturup Henry'ye de yanındaki yeri işaret etti.
Henry bu sefer yüksek sesle inledi, ama söz dinleyerek oturdu. Her şey not alışverişinden iyiydi. Açıkça, ama alçak sesle, "İmparator'u öldürdünüz mü?" diye sordu.
Fogarty, "Hayır," diye fısıldadı. "Onu bir av tüfeğiyle vurmadınız mı?" "Hayır." "Kim vurdu o halde?" "Bir iblis." dedi Fogarty. Henry adamı boğmak istedi. Şu anda son ihtiyaç duy
duğu şey, yaşlı adamın çatlakça inanışlarını dinlemekti. Sabırla, "Bay Fogarty," dedi, "iblis diye bir şey - "
Ama Fogarty ısrarcı bir şekilde fısıldayarak sözünü kesti. "Bak. Henry, benim tuhaf biri olduğumu düşün-
116
Peri Saaa,ıarr
düğünü biliyorum, ama bu büyük, geniş dünyada sana okulda anlattıklarından daha fazla şey olduğunu o kalın kafana soksan iyi olur. Perilere inanmıyordun, değil mi? Ta ki bir tanesini bir reçel kavanozuna atıncaya kadar. Uzayda bir delik açıp tamamen farklı bir evrene geçebileceğine inanmıyordun, değil mi? Öyleyse şimdi nerede olduğunu sanıyorsun - Blackpool mu? Benim banka soygunculuğuna başlamadan önce ne olduğumu biliyor musun?"
Henry adama boş boş baktı. Bir an sonra başını iki yana salladı. "Hayır. "
"Parçacık fizikçisi, " dedi Fogarty. "İşimde çok da iyiydim. Sence bu benim aptal olduğumu mu gösterir?"
Henry bu sefer daha bir aceleyle yine başını iki yana salladı. "Hayır, ama - "
"Peki neden parçacık fizikçiliğini bıraktım biliyor musun?"
"Hayır, an1a - "
"Çünkü bana yılda yedibin sterlin ödüyorlardı. Ye
dibin! Bu o zamanlar bile cüzi bir paraydı. Patlamış mısır satsam daha fazla kazanabilirdim, ki onun için doktora bir yana, diploman olması bile gerekmiyor. "
Henry hayretle Fogarty'ye baktı. İnanamayarak, "Siz bir fizik doktonı musunuz?" diye sordu .
Ama Fogarty hızını almıştı. "Bu yüzden, sağduyulu herhangi birinin yapacağını yaptım ve banka soygun-· culuğuna başladım. Ama asla fizik bilgimi unutmadım. Bir sürü alternatif gerçeklik vardır - bunu o yaşlı ap-
fferbie Brerırıarı
tal Einstein bile biliyordu. Bu gerçekliklerden biri de, insanların eskiden Cehennem dediği gerçekliktir. Orası iblisler ve onların UFO'larıyla doludur. Pyrgus şu anda orada kısılı, zavallı küçük bebek. "
Henry başka bir şey söylemek üzereydi, ama bumm yerine, "Pyrgus Cehennem'de mi?" diye sordu.
"Sesini yükseltme, " diye tısladı Fogarty. "Evet, Pyrgus Cehennem'de. "
"Nereden biliyorsunuz? Bunu nasıl bilebilirsiniz ki?" "İblisten öğrendim,'' dedi Fogarty. Bu iş gittikçe daha da deli saçması oluyordu. Ama
Bay Fogarty'nin tamamen emin oluşunda Henry'yi etkileyen bir şey vardı. Sadece, "İblis mi?" diyebildi.
"Beni dinle," dedi Fogarty fısıldayarak. "Sadece ağzına fermuar çek, zihnini aç ve beni dinle. İblisler, UFO uzaylıları, hepsi aynı şey. Eskiden onlara iblisler derlerdi, şimdi uzaylılar diyorlar, ama onlar hala eski dolaplarını çeviriyorlar. Pyrgus'ın oraya nasıl gittiğini bilmiyornm, ama uzaylı dünyasında olduğunu biliyornm. Şu anda. Eski moda deyişi tercih edersen, Cehennem'de. Bunu biliyorum, çünkü sarayda bir iblis var. Bilmiyordun, değil mi? Başka hiç kimse de bilmiyor. "
Henry kuşkuyla, "Siz nereden biliyorsunuz?" diye sordu.
"Çünkü iblis beni ele geçirdi. İblisler insanları ele geçirme konusunda yetenekliler, " dedi Fogarty. "Bunu yıllardır yapıyorlar. UFO raporlarını oku. Araban stop ettiğinde kendi işine bakarak boşa vakit harcarsın, uçan daire iniş yapar ve koca kafalı küçük bir yaratık
)118
Peri Sa<ıaflarr
seni kulağından yakalar. Ne olduğunu anlayamadan kafan o kadar karışır ki nerede olduğunu bilemezsin. İşte iblisler bu şekilde çalışıyorlar. Gözlerine bakarsan işin bitmiş demektir. Beynini bir kenara iter ve vücudunun kontrolünü ele geçirirler. Yetenekli bir iblis sana ne düşüneceğini söyleyebilir ."
Aksi yöndeki fikrine rağmen, merak eden Henry, "Ne oldu?" diye sordu .
Fogarty acı acı, "Bunu beklemiyordum, anlarsın ya, " dedi. "Duvarın içinden geldi ve bir anda kendimi tam gözlerinin içine bakar buldum. Sonrası iradeler savaşı oldu. İmparator'un dairesine kadar bütün o yolu bana yürüttü. Bir sebepten hiçbir güvenlik önlemi yoktu. Tüm bu süre boyunca kafamın içindeydi, bana İmparator'u öldürmem gerektiğini söylüyordu. O konuda sonm yoktu - av tüfeğim vardı. Ama ben de mücadele ediyordum elbette. Ne var ki Tithonus ve İmparator'un yanına ulaştığım sırada o üstün durnmdaydı. Onu kafamdan dışarı atmaya çalıştım, ama beceremedim işte . "
Henry korku içinde , "Yani hala orada m ı diyorsunuz?" diye sordu.
Fogarty kısaca, "Aptal olma," dedi. "O sırada bir süreliğine gözüm karardı. İşte o zaman Pyrgus'ın Cehennem'de olduğunu öğrendim."
"Bunu anlamıyornm," dedi Henry. "Bir iblis seni ele geçirdiğinde iki yönlü bir trafik
gerçekleşiyor. O senin zihnine giriyor, ama çabalarsan sen de onunkine girebiliyorsun. Bir yere kadar. Hatı-
fferbie Breııııaıı
ralarından bir kısmını buldum. Pyrgus baş iblise , Beleth adındaki birine götürülmüş. Sonra ne olduğunu bilmiyorum. "
"Pekala," dedi Henry ihtiyatla. "Peki sonra sana ne oldu?" İblis hikayesine inandığına hala emin değildi, ama inanmıyor da olmadığını fark etti. Fogarty reçel kavanozundaki periden bahsetmekle hedefi onikiden vurmuştu. Belki de iblis diye bir şey vardı. Belki de iblisler uçan daireleri kullanıyorlardı .
"Kendime geldiğimde , İmparator'u vurmuş olduğumu gördüm. Yakından. Başının yarısı gitmişti. İblis o zaman yok oldu. İşi tamamlamıştı - bana, en azından vücuduma, cinayeti işletmişti. Sonra, sornmlu tutulayım diye beni terk etti. İşte şimdi bu yüzden buradayım. "
"Endişelenmeyin, " dedi Henry. "Olanları Prenses Blue'ya bir anlatayım, sizi buradan çıkaracaktır. " Bumm doğru olması için dua etti.
"Elini çabuk tutsan iyi olur, " dedi Fogarty. "Beni sabahleyin asacaklar. "
Blue doktornn ellerini yana itip yatakta oturdu . Soğukkanlılıkla , "Artık gayet iyiyim, " dedi. Etrafına bakındı. Biri onu soyup dairesindeki bir yatağa yatırmıştı. Odada üç saray doktorn ve birkaç da hizmetçi vardı. Hepsi de endişeli görünüyordu.
En yakındaki doktor onu yatar konumda tutmaya çalışarak, "Ekselansları, " dedi, "sizin için en iyisinin yatakta kalmak olacağı tavsiyesinde bulunmak durnmundayız. Şokun emareleri -ve ciddi bir şok geçirdiniz- öyle çok ki. . . "
Ciddi bir şok. Doktor konuşmayı sürdürürken Blue, buna hep böyle diyecekler, diye düşündü. Ciddi bir şok. Babası ölmüştü ve dünya değişmişti. Ciddi bir şok. Midesinin bulandığını ve vücudundaki bütün kasların gerginlikten ağrıdığını hissetti. Ama en garibi, zihninin ayrık gibi görünmesiydi. Zihni adeta havada olması gerekenden bir metre kadar yukarıda asılıydı.
J81
Herbfe Breı111a11
Kuşkusuz ciddi bir şokun sonucu. Ama zihni ayrık kaldığı sürece başa çıkabilirdi.
Sebatla, "Siz beylerin artık gitmesini rica ediyornm," dedi. "Giyinmek istiyornm."
"Ekselansları - " Doktor kızın yüzündeki ifadeyi görünce tartışmamaya karar verdi. O ve meslektaşları birkaç kere geri çekilip eğilerek tantanalı bir biçimde çıktılar. En son çıkan doktor, "Ekselansları, ihtiyacınız olursa yatağın yanında bir uyku ilacı var," dedi . "Mavi şişede de bir kas gevşetici - gerektiğinde sadece dilinize iki damla damlatın, ama yirmidört saat içinde oniki damladan fazla kullanmayın. Gevşeticinin etkilerini tersine çevirmeniz gerekirse de kırmızı şişede bir uyarıcı var - dile bir damla yeterli olacaktır. Büyülü mum da bir unutturncudur. Yakıldıktan sonra tükeninceye ya da söndürülünceye kadar unutmanızı sağlar. Çekmecede başka unutturncu mumlar da var. Ayrıca - "
"Teşekkür ederim, Argus," dedi Blue. "Vazifeni takdire şayan biçimde yerine getirdin. "
Doktor Argus, "Teşekkür ederim, Ekselansları, " deyip sonunda uzaklaştı.
"Lütfen giyebileceğim uygun bir şeyler çıkarın. " Blue pijamalarını çıkarıp ayaklarını yere sarkıttı . Vücudu da zihni gibi hafiflemişe benziyordu, ama bu önemli değildi. Babasının neden öldüğünü, Benzer Dünya'dan gelen bu yaratığın neden onu öldürmeye karar verdiğini öğrenmesi gerekiyordu. Katilin cezasını çektiğine kesinlikle emin olması gerekiyordu - ama Tithonus'un bunun icabına zaten baktığından şüphe-
Peri Saoaffarr
leniyordu. Pyrgus da hala kayıptı. Kapı yavaşça vurulunca başını çevirdi. "Evet?" Anna tereddüt ederek, elinde bir şeyle içeri girdi.
"İyi misiniz, Blue Hanım? Bana uyandığınızı söylediler. "
"İyiyim, " dedi Blue. Anna ona haberi getiren kişiy-di. Her nasılsa onun bunu hep hatırlayacağını biliyordu. "Ne var?"
Anna kararsız bir tavırla, "Sizi rahatsız etmeli miyim bilmiyorum," dedi. "Ama bu mesele acil gibi görünüyor ve bunlardan haberdar olmak istediğinizi - " Sessizliğe gömülüp bir kağıt parçası uzattı . "Banyoda sizi gözetleyen şu genç oğlan. Anlaşıldığı kadarıyla başını daha da fazla belaya sokmuş. Her neyse, muhafızlardan biriyle size bunu yolladı . "
Blue kağıdı alıp açtı.
Beleth gitmişti, ama iblisleri hala sıcak ve sülfürlü mağarada Kıyamet Günü Bombası'nın dış kaplamasını vidalıyorlardı. Zaman zaman da, Pyrgus'ın ne yaptığını merak edermiş gibi yukarıya göz atıyorlardı.
Pyrgus hiçbir şey yapmıyordu, zira yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kafesteki çömelme pozisyonu yüzünden sırtı ağrıyor, ayakları ise daha da çok ağrıyordu, ama bir süre düzenli olarak artan acısı artık sabitlenmişti ve hissizliği giderek artıyordu, bu yüzden rahatsızlığını yok sayabiliyordu. Başındaki giderek kötüleşen basıncı ise yok sayamıyordu. Bunu, içinde bulunduğu durnmun stresine verdi.
fferbie Breıırıan
Başağrısına rağmen zihni sürekli işliyordu. Babasının henüz ölüp ölmediğini, Beleth'in iblis ordusunun işgale başlayıp başlamadığını merak etti. Kızkardeşinin hayatta olup olmadığını merak etti. Harekete geçmesi, kurtulması, Hael'den kaçıp kötülük güçlerine karşı savaşa katılması gerekiyordu. Ama kafesi güçlü, kilitleri de sağlamdı, yani yapıştırıcı fabrikasından kurtardığı yavrnlar kadar çaresizdi. Bu kurtarma o kadar önce olmuş gibi geliyordu ki.
Beleth, kafesin aşağıya doğrn hareketini hiç fark etmeyeceksin, dediğinde haklıydı . Mekanizma -İblis Prensi'nin deyimiyle düzgün mekanizma- arada bir rastgele gıcırdamak dışında hiç ses çıkarmıyordu. Ama mağaranın tavanından uzaklığını Beleth gittiği sıradaki uzaklıkla karşılaştırınca bir fark görebiliyordu. Kafes kesinlikle alçalıyordu. Yavaş yavaş, her seferinde küçük bir oranda alçalıyordu, ama düştüğüne şüphe yoktu. Altında kükürt kaynayıp köpürüyordu. İçinde bulunduğu durnmun büyük stresi başının patlayacakmış gibi olmasına neden oluyordu.
"Bu nedir?" diye sordu Henry. "Kağıtların senin payına düşen kısmı, " dedi Fo
garty. "Biri geliyor. " Henry, Fogarty'ye, sonra da elindeki buruşuk topa
boş boş baktı. Tekrar Fogarty'ye döndü. "Onları yememiz gerekiyor," dedi Fogarty. Henry kağıdı açınca, iki küçük yırtık yaprak tuttu
ğunu gördü. Bunlardan birinde kendi elyazısıyla, )84
Peri Saoaflarr
"Pyrgus 'a ne oldu?", diğerinde yine kendi elyazısıyla , "İmparator'u neden öldürdünüz?' yazıyordu . Dünyadaki en fazla suç unsum oluşturan belgeler oldukları söylenemezdi. "Ben yemeyeceğim," dedi.
Fogarty tartışacakmış gibi göründü, ama ağzı doluydu ve ayak sesleri dışarıda çok yakınlarına gelmişti bile. Kilitte bir anahtar döndü, hücrenin kapısı açıldı. İki iriyarı muhafız içeri girip iki tarafta durdular. Sonra siyah giysili daha ufak tef ek biri girdi.
Henry, "Blue!" diye bağırdı. İçine ferahlık yayıldı. Blue ona soğuk bir biçimde baktı. "Benimle gel ," de
di. Henry kendinden hoşnut bir halde, "Hadi, Bay Fo
garty," dedi. "Bu, Prenses Holly Blue. Bizi buradan çıkaracağını size söylemiştim."
Ama Blue'nun yüzünde gülümsemeden eser yoktu . "Sadece sen," dedi Henry'ye. "Babamı öldüren canavar asılana kadar burada kalacak. "
"Bu doğm mu?" diye sordu Blue. Hiddetli gözlerini onunkilere dikmişti. Elinde bir kağıt parçası tutuyordu. Henry bunun ona yolladığı not olduğunu varsaydı. "Pyrgus'ın nerede olduğunu biliyor musun?"
Henry derin bir nefes aldı. "Bu biraz karmaşık, " dedi.
Blue soğuk bir sesle, "O halde benim için basitleştirsen iyi olur," dedi. Gözlerini üzerinden hiç ayırmaksızın bekledi.
Henry, Fogarty'nin ona anlattığı iblis hikayesini tekrar etti .
fferbie Breııııaıı
Konuştukça kızın inanmazlığının giderek arttığını hissedebiliyordu. Onu suçluyor değildi - kendisi de hala Fogarty'nin anlattıklarının doğrnluğuna hiç emin değildi. Sonra aniden kızın yüz ifadesi değişti. "Beleth
mi dedin?" diye sordu aceleyle. "Evet, öyle," dedi Henry. "Bir çeşit iblis kralı, sanı
rım." Bu sözcükleri seçtiğine hemen pişman oldu, zira Noel'de sahnelenen çocuk oyunlarından fırlamış gibi durnyorlardı. "Bak, bunun deli saçması gibi geldiğini biliyornm, ama Bay Fogarty'yi çok uzun zamandır tanıyonım ve o asla - "
Ama Blue sözünü kesti. "Beleth, Brimstone'un çağırdığı iblisti - Pyrgus'ı öldürmesine ramak kalan iblis. Fogarty bu ismi nasıl bilebilir? Herhangi biri bu ismi nasıl bilebilir? Pyrgus kimseye söylemedi. Ben de sadece Brimstone'un sihir günlüğünü gördüğüm için biliyonun. Ayrıca Beleth ile ilgisi olan başka bir kitap daha vardı . . . " Susup kaşlarını çattı.
Henry rahatlayarak, "Yani bana inanıyor musun?" diye sordu.
"Emin değilim," dedi Blue. "Eğer kısa süre önce birini öldürmüşsen, bir iblisin seni kontrol ettiğini iddia etmek çok elverişli bir bahane olur. Yine de . . . "
Henry, Blue'nun ne demek istediğini anlıyordu. Eğer iblisler gerçekten varsa -ve Blue kendisi de bumı kabul ediyor gibi görünüyordu- öyleyse neden insanları ele geçirmesinlerdi ki? Bunun açıklayabileceği bir nokta olduğu aklına geldi. "İblislere inanıyorsun, öyle değil mi?"
Peri Saoaflarr
Blue şaşırarak gözlerini kırptı. "Kimse iblislere inanmaz, " dedi kısaca. " Oradadırlar işte. " Henry'nin yüz ifadesini görünce, "Kendi dünyalarında elbette," dedi. "Genellikle bu dünyaya girmeye çalışırlar. Gececiler onlarla çok işbirliği ya par."
"İnsanları ele geçirebilirler mi?" diye sordu Henry. "Zihinlerini kontrol etmek gibi?"
"Evet, tabii ki," dedi Blue. "Herkes bir iblisin gözlerine asla bakılmaması gerektiğini bilir. " Aniden konuşmanın nereye gittiğini fark etti ve çabucak, "Bu, sarayda dolaşan bir iblis olduğuna ya da onun Bay Fogarty'yi babamı öldürmeye zorladığına inandığımı göstermez," dedi.
"Hayır, ama bu mümkün, değil mi?" Blue uzun bir süre derin derin düşündükten sonra,
"Evet, mümkün," dedi.
"Daha fazla bilgiye ihtiyacımız var," diyordu Blue. "Şu iki kitaba bir kere daha bakmalıyım." Henry'nin boş boş baktığını gördü. "Pyrgus sana söyledi mi bilmiyonım, ama onun bağlantıya geçtiği Brimstone adındaki bir Gece Tarafı büyücüsü onu bu iblise kurban etmeye çalıştı. Bunu, Brimstone'un sihir günlüğünü ve Beleth hakkında başka bir kitabı çaldıktan sonra öğrendim. Ama babam - " gözlerini kırptı, ama duraksamadan devam etti " - bunu onaylamadı ve kitapları geri yolladı. Onlara sadece şöyle bir göz atabildim. "
"Kitaplar şimdi nerede?" "'
fferbie Breııııaıı
"Sanırım Tithonus'ta olabilirler," dedi Holly. "Tithonus'tan onları geri isteyebilir misin? Yani,
eğer önemli olabileceklerini açıklarsan . . . " Blue kararsızca başıyla onayladı. "Sanırım. Bir hiz
metçi yollarım. " Birkaç dakika sonra, Tithonus'un Atolmis adındaki,
sessiz bir adam olan uşağı, Eşikbekçisi'nin selamlarını sunuyordu. Uşak üniforması giymiş, bir omzuna da çadır bezinden bir çuval almıştı. Resmi biçimde, "Vahim haberlerim var, Yüksek Ekselansları, " dedi.
"Nedir, Atolmis?" diye sordu Blue sertçe. "Eşikbekçisi şu an için dairenizde kalmanızı salık
vermemi istedi, Ekselansları. Kendisi Harekat Odası'nda. Gece Tarafı'nın bütün gücüyle bir askeri saldırı başlattığına dair bir istihbarat aldık. "
Blue'nun yüzü zaten solgundu, ama Henry daha da beyazladığını fark etti. "Harekat Odası'na gitmeliyim," dedi. "Yapabileceğim bir şey olabilir."
"Eşikbekçisi dairenizde kalmanızı tercih edecektir, Ekselansları. Güvenliğiniz için endişeleniyor," dedi Atolmis ruhsuz bir sesle.
"Güvenliğim mi? Neden tehdit altında olayım ki?" Atolmis'in sanki hiç kırpmadığı büyük kara gözleri
vardı. Bu gözler şimdi Blue'ya dönmüştü. "Şanlı babanızın ölümünden beri, efendim Veliaht dönünceye kadar Naiplik görevini üstlendi. Naip olarak şu anda krallığın savunmasından sornmlu. Kısa süre öncesine kadar yanındaydım. Biz - " Sözcükleri dikkatle seçermiş gibi duraksadı. "Biz, Gece Tarafı saldırısını kont-
ı••
Peri Sauaf lan
rol altında tutma konusunda bazı zorluklar yaşıyoruz." "Ama onların sayıları çok az! " diye itiraz etti Blue.
"Benim - " Sustu. Gece Tarafı ordularının durumu hakkında ona bilgi veren, Gizli Servis'teki kaynaklarıydı, ama bunu itiraf etmek istemiyordu.
Atolmis kuru bir sesle, "Gece Tarafı'na iblis kuvvetleri katıldı, " dedi.
Blue gözlerini kırptı. "Nasıl? İblisler nasıl geliyorlar?" Periler Diyarı'nda hep büyücülerin, ölülerle haberleşenlerin ve benzerlerinin çağırdığı birkaç iblis olurdu, ama büyük bir iblis ordusunun gelmesi imkansızdı.
"Ne yazık ki bilmiyoruz, Ekselansları. Ama şimdiden Teetion Vadisi'ni geçtiler ve Lilk Düzlükleri 'nde sert bir savaş devam ediyor. İblis takviyeleri öncü birliğe katılmak için ilerliyorlar. " Derin, dikkat çekici bir nefes aldı. "Ekselansları, sadece birkaç saat içinde şehri tehdit edebilirler. Efendimin başlıca derdi, Krallık Ailesi'nin güvenliği. Onu dairenizde kalacağınız konusunda temin edebilir miyim?"
Blue ciddi bir biçimde onayladı. "Evet, Atolmis, edebilirsin."
"Teşekkür ederim, Ekselansları," dedi Atolmis. Gitmek için dönmüşken durup geri döndü ve çadır bezi çuvalından bezle sarılı bir paket çıkardı. Blue'ya uzatıp, "İstediğiniz kitaplar, Ekselansları, " dedi.
Atolmis gidince Henry, "Durum ciddiye benziyor, " dedi.
Blue ona göz attı. Burun büküp, "Malumu ilan ediJB9
fferbie 8reıırıarı
yorsun," dedi. Henry'nin yüzündeki incinmiş ifadeyi görünce çabucak, "Ama doğmdan yapabileceğimiz hiçbir şey yok ve bu olanlar Pyrgus'ı bulmanın her zamankinden de önemli olduğu anlamına geliyor," diye ekledi. Paketi saran şeridi açtı. "Hadi - bu kitaplar üzerinde çalışmama yardım edebilirsin."
Kitap, eline aldığı anda nahoş geldi. Tahtalarla ciltlenmiş, pürüzsüz, pembe ve tüysüz bir çeşit hayvan derisiyle kaplanmıştı. Deri sanki. . . sanki. . .
Bir bebek derisi olamazdı, değil mi? Henry kapıldığı panik dalgası yüzünden kitabı neredeyse elinden bırakacaktı. Sadece Blue'nun aşağılamasını düşünmek onu engelledi. Ama ne kadar yakından bakar, ne kadar fazla dokunursa, bebek derisi olduğuna o kadar emin oluyordu. Dokusu uyuyordu, dokunuşu da; çok yakından incelerseniz küçük gözenekleri bile görebiliyordunuz. Üzerine eski altın varağıyla Beleth 'in Kita
bı diye yazılmıştı. Henry titredi. Yine de, kitabı açtı. Kitap daha önce gördüklerinin hiçbirine benzemi
yordu. Bir kere kağıt garipti. Sıradan kağıda göre daha kalındı ve tuhaf bir kokusu vardı. Yüzey dokununca kaba, biraz gözenekli geliyordu. Basılmış bir kitap
JIJI
Herbie Breımarı
da değildi. Biri bütün sözcükleri elle yazmış, bütün resimleri elle çizmişti. Farklı mürekkepler kullanılmıştı, içlerinden biri de şüpheli biçimde kummuş kana benziyordu. Açtığı sayfada bir gözün, elin, ayağın, tacın, armanın ve bir dizi uzun, kıvrımlı boynuzun kaba çizimleri vardı. Çizimlerin yanlarında acayip mühürler bulunuyordu. Yüzüstü düşmekte olan Romen harfi !ya benzeyen bir tanesi.nin yanına "Eğik" yazılmıştı. Altı çapraz çizgiden oluşan başka bir tanesinin yanında "Türlü" yazıyordu. Henry hiçbirini anlayamıyordu .
Kitabı kapatıp en başından tekrar açtı. İlk sayfada siyah mürekkeple çizilmiş, çok fazla kıvrımı ve çevrimi olduğu için tam anlamıyla biri karalayıvermiş gibi görünen bir mühür vardı. Ama bir üzerinde düşünülmüşlük havası da vardı, bu yüzden Henry karalama olmadığına emindi. Mührün altında, tüylerinin diken diken olmasına neden olan dört sözcük yazılıydı: Be
leth, Cehennem 'in anahtarlarına sahiptir.
Henry tuhaf bir durumdaydı: Elinde onu gerçekten korkutan bir kitap vardı. Bir korku filminden fırlamış bir şey olduğu fikrini aklından atamıyordu. Masum genç kahramanın bir vampirin mahzeninde bunun gibi bir cilde rastladığını hayal edebiliyordu. Kitap, açarsanız, hatta dokunursanız bile, arkanızı döndüğünüz anda parlamaya başlardı. Kısa süre sonra da dalga dalga dumanlar yükselir, koca dişli ve uzun pençeli bir yaratık ortaya çıkardı.
Blue'ya göz attı. Kız Atolmis'in getirdiği diğer kitabı kucağında açmıştı. Bu, Henry'nin elindeki kitaptan
Peri Satıaflarr
çok daha küçük, çok daha az korkutucuydu. Kızın değiştokuş fikrine ne .diyeceğini merak etti, ama düşünceyi uygunsuz -ve aptalca- bularak bir kenara bıraktı. Tekrar· ellerindeki şeye baktı. En azından henüz parlamıyordu.
Henry bir yaprak daha çevirince içindekiler sayfasıyla karşılaştı. Heyecanı arttı . Şatafatlı bir elyazısıyla şunlar yazılmıştı:
Nefret ve Yıkını İşleri Hakkında ... 5 Zafer Eli Ha�da ... 22 Solomon'un Aynası ve Pirinç Kaplar
Hakkında . . . 30 Sanctum Regnum ve Bağlayıcı Anlaşmalar
Hakkında ... 36 Çağırma Ayini Hakkında . .. 39 Almadel Hakkında ... 55 Büyü Arbateli Hakkında . .. 61 Enchiridion Hakkında ... 70 Yedi Gizemli Dua Hakkında ... 80 Kara Piliç Hakkında . . . 88 Metanet Hakkında . . . 93 Bakireler Hakkında . . . 100 İpekli Giysiler ve Çeşitli Asalar Hakkında ... 109 Kitapların Gizemi Hakkında . . . 120
Hepsi Henry'ye çok ürkütücü geliyordu, ki çoğu da aslında hiç okumamanız gereken şeylerdi. Hiçbirinin de Pyrgus ile pek alakası yokmuş gibi görünüyordu.
fferbie Brenn�n
Henry en baştan başlayıp sırayla incelemeye, ilgili olmayan şeyleri atlamaya karar verdi. Beşinci sayfaya, Nefret ve Yıkım İşleri Hakkında bölümüne geçti.
İğrenç bir bölümdü ve Henry dikkatle okuma yönündeki kararlılığına rağmen, atlayarak okuduğunu fark etti. Ama sonuna geldiğinde, içinde ne Beleth ne de Pyrgus hakkında bir şey olduğuna oldukça emindi.
Bir sonraki bölümde açıklanan Zafer Eli'nin tiksindirici bir cazibesi olduğu ortaya çıktı. Bir Zafer Eli yapmak için, bir katil herhangi bir yol ayrımında asılıncaya kadar bekliyor, sonra cesedin sağ elini kesip alıyor, bir parça kefen bezine sarıyor ve iyice ezerek kalan bütün kanı akıtıyordunuz. Sonra toprak bir kavanoza koyup nitrat, tuz, uzun biberler ve zimort ekliyordunuz.
Henry kaşlarını çatıp Blue'ya, "Zimort da nedir?" diye sordu.
"Şşşt!" dedi Blue. İki hafta sonra eli dışarı çıkarıyor ve yılın en sıcak
günlerinde güneşe maruz bırakıyor, ya da eğreltiotu ve güvercinotu ile beslenen bir odun ocağında kurntuyordunuz.
"Yılın en sıcak günleri ne zaman?" diye mırıldandı Henry.
"Sessiz olsana!" dedi Blue hoşgörüsüzce. El kururken, asılmış bir adamın vücut yağının, iş
lenmemiş balmumunun, at pisliğinin ve sisaminin karışımından bir mum yapıyordunuz.
Henry, "Sisa - " diyecekken son anda sustu ve kitaJ94
Peri Saoaflarr
ba geri döndü. Mumu kummuş elin parmakları arasına sıkıştırdığınızda El hazır demekti. Şimdi tek yapmanız gereken mumu yakmaktı, evde uyuyan herhangi biri siz mumu söndürünceye kadar uyanamayacaktı.
Hepsi bu muydu yani? Bir uykusuzluk tedavisi mi? Kitap Zafer Eli'nin birkaç kere kullanıldıktan sonra bilinç kazandığı ve evde dolanıp boğacak birini aradığı konusunda temin etmesine rağmen, bunlar Henry'ye çok az şey uğrnna çok fazla çabaymış gibi geliyordu. El'i kendi güvenliğiniz için geceleri kilitli bir çekmecede tutmanız gerekiyordu.
Sonraki iki bölüme göz gezdirdi, sonra Çağırma Ayini'ni okumaya başladı. Bunun daha önceki batıl inanç saçmalıklarından tamamen farklı bir kategoride olduğunu hemen fark etti. Size nasıl Cehennem'den yaratıklar çağıracağınızı adım adım anlatan teknik bir kılavuz gibiydi. Kurabileceğiniz makineleri, alabileceğiniz önlemleri -
Henry birdenbire durdu. Aklına çok parlak bir fikir gelmişti. Hayatı boyunca aklına gelen en parlak fikir. "Blue - " dedi heyecanla.
Blue elindeki kitabı pat diye kapattı. "Bu, işe yaramaz!" dedi öfkeyle. "Pyrgus'tan bahsediyor. Bunu zaten biliyomm. Burada, Beleth'le yapılan aptal bir anlaşma ve nasıl Pyrgus'ı öldürmeye çalıştığı ve Pyrgus'ın nasıl kaçtığı hakkında boş laflar var. Ama Pyrgus'a şu anda ne olduğu ve nasıl kurtarılabileceği hakkında kesinlikle hiçbir şey yok. İşe yaramaz! İşe yaramaz! İşe yaramaz!" Hayal kırıklığıyla kitaba küçük
J9S
fferbfe 8reııııaıı
yumruklarını vurdu. Henry, "Pyrgus'ı nasıl kurtarabileceğimizi biliyo
rum," dedi.
Blue gözlerini ona dikince, Henry aniden özgüvenini kaybedip duraksadı.
"Ee?" dedi Blue sabırsızlıkla. Bir şey söylemesi gerekiyordu. Ama söylemek üze
re olduğu şeyi söyleyemiyordu - fazlasıyla çılgıncaydı. Sorun, aklına başka bir şey gelmemesiydi.
"Ee?" dedi Blue yine. Henry artık karar vermişti. "Olay şu, Çağırma Ayi
ni, Cehennem'den bir şey çağırmak için bir tür genel talimat listesi. En azından öyle olduğunu sanıyomm. Beleth'ten bahsediyor, çünkü bu Beleth 'in Kitabı, ama ayini herhangi bir şey çağırmak için kullanabilirsin. Düşündüm ki, eğer Bay Fogarty haklıysa ve Pyrgus gerçekten de Cehennem'de ise, şey, onu çağırmamız mümkün olmalı . " Duraksadı, sonra zayıf bir sesle, "Bu onu dışarı çıkaracaktır, " diye ekledi.
Blue tamamen ifadesiz bir yüzle ona bakıyordu. Ardından bir çırpıda, "Denemeye değer, " dedi.
Blue, Henry'yi bir dizi dik merdivenden kilitlenebilir bir kapısı olan boş bir kule odasına çıkardı. "Bu işi benim dairemde denersek yarıda kesilebilir, " diye açıkladı. "Ama buraya kimse çıkmaz - ve eğer beni ararlarsa, nereye gittiğimi bilemeyeceklerdir. Şimdi, bana ihtiyacımız olan şeyleri söyle, ben de gidip alayım."
�96
Peri Saoaflarr
Henry Beleth 'in Kitabı'na baktı. "Yakalanmış yıldırım makineleri var, ama onlar sadece Beleth'in kendisini çağırıyorsan gerekli. Ayrıca . . . ah - " Sustu.
"Sonın nedir?" "Bir hayvan öldürüp derisini yüzmen ve bir daire
oluşturman gerekiyor. Bunu yapabileceğime - ah, bir dakika, tercihe bağlıymış. "
"Öyleyse gerçekten ihtiyacımız olan şeyler neler?" diye sordu Blue sabırla.
Henry zemine bakınca, üzerinde halı ya da başka bir örtü olmayan çıplak tahtalardan oluştuğunu gördü. "Bu zemine bir daire çizmek için bir şeye ihtiyacımız var. Bir de üçgen. Sanırım tebeşir ya da benzeri bir şey iş görür. Mangal kömürü ve tütsü lazım - "
"Ne tür tütsü?" "Yazmıyor. Ah, bir dakika, sanırım kafuru tütsü ola
rak kullanmak gerektiğini kastediyor. Kafur. Evet, kafur. "
"Tamam." "Bir de bunu içinde yakacak bir şey. Tütsü ocağı ya
da mangal, öyle bir şey?" "Tamam." "Ayrıca mineçiçeği çelenkleri gerekli - " "Kaç tane?" Henry kitaba baktı. "İki . " "Tamam. " "İki tane şamdanlı büyük mum. Burada siyah diyor,
ama bence beyaz olmalı, çünkü biz Pyrgus'ı getirmeye çalışıyomz - siyah şeytanidir, değil mi? Televizyon-
fferbie 8reı111a11
daki eski Hammer filmlerinde kullandıkları türden bir şey." Kızın yüz ifadesini gördü. "Bunu bilmiyorsun herhalde? Her neyse, iki büyük mum. Şamdanlarında. " Kaşlarını çattı. "Rutanya brendisinin n e olduğunu biliyor musun?"
Blue başıyla onayladı . "Evet. " "Ondan küçük bir şişe lazım. Bir de hematit diye
bir şey - hiç duydun mu?" "Kantaşı," dedi Blue. "Bir parça bulabilirim. Hepsi
bu kadar mı?" Henry yine kitaba baktı. "Bir patlatıcı asa gerekli di
yor, ama sonrasını okursan bunun sadece iblisi kontrol etmek için olduğu anlaşılıyor. Pyrgus'ın bize fazla zorluk çıkaracağını sanmıyorum. "
"Eğer düzgün çalışırsa. " Henry kıza baktı. " O da ne demek?" "Eğer düzgün çalışırsa, " diye tekrar etti Blue. "Fik
rin işe yararsa. Pyrgus'ı çağırabilirsek. Yanlışlıkla Beleth'in kendisini ya da bir başka iblisi çağırmazsak. "
Henry midesinde ani bir kasılma hissetti. "Sence bu olabilir mi?"
"Olabilir ." "Yani gerçekten de patlatıcı asaya ihtiyacımız var,
ne olur ne olmaz diye?" Blue dudaklarını yaladı. "Evet, ne olur ne olmaz di
ye." "Nereden buluruz biliyor musun?" diye sordu
Henry. "Hayır. " Blue ona baktı. "Yani, daha fazla zamanı
l9•
Peri Saoaflarr
mız olsaydı muhtemelen hizmetçilerden birini yollayabilirdim . . . Ama bunu şimdi, yani kısa süre içinde yapacaksak olmaz. Hayır. "
Bir an sonra Henry, "O halde patlatıcı asa olmadan idare etmemiz gerekecek. Eminim somn çıkmayacaktır," dedi. Tekrar kitaba baktı. "Geriye bir tek şey kalıyor . . . Şeytan? Şeytan otu? Bunun ne olduğunu biliyor musun?"
"Evet, tabii ki, " dedi Blue. "Yemek pişirirken kullanılır. Mutfaklardan bulabilirim."
"Ah, hayır, bekle," dedi Henry. "Bunu çağırdığın iblisi geri göndermek için yakıyormuşsun. Pyrgus'ı geri göndermek istemiyomz - bütün amacımız bu. "
"Belki yine de bir miktar bulsak iyi olur, " dedi Blue. "Patlatıcı asamız olmadığına göre. "
"Çok iyi fikir. Evet, şeytan otu bul. Bol bol şeytan otu bul ."
Kızın ihtiyaç duydukları şeylerle dönmesi sadece onbeş dakika sürdü, ama bu, Henry'nin hayatının en uzun onbeş dakikası oldu.
Henry kitabı açıp talimatları yüksek sesle okudu, Blue da büyük bir zahmetle daireyi ve üçgeni çizdi. Mumları yerleştirirken, "Böyle mi?" diye sordu.
"Sanırım biraz daha yakına," dedi Henry. "Böyle?" Henry, "Üçgene daha yakın olmaları gerek," dedi. "Daha yakın olurlarsa üçgenin içinde olurlar," dedi
Blue. Her an mumları ona fırlatabilirmiş gibi dumyordu. J99
Herbie Breııııcııı
"Tamam, " dedi Henry. Sonunda işi bitirip, incelemek üzere geriye çekildi
ler. "Ah," dedi Henry. "Ah mı? Neden Ah diyorsun? Bir somn mu var? Ay
rıntılı talimatlarına rağmen her nasılsa hata yapmayı
mı başardım?" Dik dik Henry'ye baktı . Henry dudaklarını yaladı. "Sadece tam bir daire çiz
mişsin. " "Evet, Henry," dedi Blue. "Tam bir daire çizdim.
Bana bir daire çizmemi söyledin, ben de bir daire çizdim. Ne garip bir şey yapmışım, ama çizivermişim işte. "
"Sadece daireyi içine girmeden önce tamamlamaman gerekiyor. Yoksa doğm olmaz."
Bir an kızın ona vuracağını zannetti, ama Blue yalnızca, "Bak ne diyeceğim, mendilimle dairenin birazını sileceğim, sadece tebeşir," dedi. "Sonra dairenin içine gireriz ve sildiğim yeri tekrar çizerim. Bu olur mu?"
"Evet, " dedi Henry hemen, ama olup olmayacağı konusunda hiçbir fikri yoktu.
Bir an sonra ikisi de dairenin iç�ne girmiş, Blue'nun onlara giriş yeri açmak için sildiği yeri dikkatle tekrar çizmişlerdi. Henry dudaklarını yaladı. "Bunu hangimiz yapacak?"
"Ayini mi? Sen." "Neden ben?" "Kitabı tutan sensin , " dedi Blue. Bunu gerçekten yaptığına inanamıyordu. Arkadaşı
nı Cehennem'den kurtarmak için gerçekten bir tür ka-400
Peri Saaafları
ra büyü ayini yapmaya çalışacaktı. Bu gülünçtü. Daha da gülünç olan ise, bir sonın çıkması ve kötü bir dummla karşı karşıya kalmaları olasılığıydı. Çok kötü bir durumla hem de. Bunu yapmak istemiyordu. Ama korkup vazgeçmek de istemiyordu, Blue'nun önünde olmazdı. Yapması gereken, müthiş korkusunu yenip devam etmekti. Derin bir nefes aldı. "Tamam, sen - ah . . . "
"Eğer bana bir kere daha ah dersen . . . " diye başladı Blue. Kısa süreliğine gözlerini yumup sonra tekrar açtı. "Ne var? Şimdi nerede somn var?"
"Mangal kömüründe biraz kafur yakmamız gerekiyor, ama sana kibrit almanı söylemeyi unuttum. Ya da bir çakmak. " Ya da kav, ya da bu dünyada ateş yakmak için her ne kullanıyorlarsa, bu konuda en ufak bir fikri olmadığını fark etti.
"Neyse ki bazen kendi adıma düşünmeyi başarıyorum, " dedi Blue. Mangal kömürüne kalem boyunda ince bir çubukla dokununca kısa süre mavi bir alev çıktı, sonra mangal kömürü kızarmaya başladı. Blue bir şey söylemeden kafur ekledi.
Henry Beleth 'in Kitabı'nı açtı, yüzünü üçgenin olduğu yöne çevirdi, yapacağı şeyi bozamasın diye korkusunu buruşturup küçük bir top haline getirdi ve açılış dualarını yüksek sesle okumaya başladı.
İsmin geçtiği yere gelince, Beleth yerine dikkatle Pyrgus dedi. İşe yarasın diye içinden dua etti.
İşe yarayamazdı. Öyle gülünçtü ki. Bir dairenin içinde durarak Cehennem'den bir şey çağırmak mı?
401
fferbie Bremıarı
Daha fazla tuhaflaşılabilir miydi? Artık kimse böyle şeylere inanmıyordu. Ortaçağ'dan beri kimse böyle şeylere inanmamıştı.
Tıpkı perilere ya da başka bir dünyaya açılan geçit
lere inanmadıklan gibi, dedi kafasının içindeki bir ses .
Henry gözlerini yumdu. "Seni çağırıyorum, Be -Pyrgus - seni düzgün bir biçimde, beni memnun edecek bir şekle bürünerek Büyü Üçgeni'ne gelmeye çağırıyorum, gel ki - " Önündeki sayfaya yazılmış fazlasıyla tekrarlı talimatları okuyarak böyle devam etti.
Bir süre sonra, kafur dumanlarının ona etki etmeye başladığının farkına vardı. Blue mangalı fazla beslemişti. Henry'nin biraz başı dönmeye başladı. En azından kafur dumanları yüzünden olması gerektiğini düşünüyordu , çünkü gözlerini açtığında bütün oda garip görünüyordu. Bütün kenarlar yumuşamıştı ve her şey su altına düşmüş gibi kıvrık ve eğik görünüyordu.
Kafur dumanları yüzünden olmalıydı, çünkü artık midesi bulanıyordu ve kulakları çınlıyordu. Biraz öne eğilmiş olabileceğini düşündü, ama bakınca hala dik durduğunu gördü. Dışarıda gökgürültülü bir fırtına mı başlıyordu? Uzaklarda bir şey gümbürdüyordu, tıpkı yıldırım sesine benziyordu.
Odada çok fazla duman vardı. Blue'ya daha fazla kafur yakmamasını işaret etmeye çalıştı, ama her nedense kolu hareket etmiyordu. Kitaptan ayin sözcüklerini okumaya devam ediyordu. Ya da en azından boğazı ve ağzı ayin sözcüklerini okumaya devam edi-
Peri Savafları
yordu , çünkü geri kalan kısmının bununla alakası yokmuş gibiydi. Geri kalan kısmı kendini bayılmak, düşmek ya da kafur duvarlarından kör olmak üzereymiş gibi hissediyordu.
Tütsü dumanları üçgenin üzerinde girdaplar çizerek bir koni oluşturnyordu. Bu koni insansı bir biçim aldı.
Pyrgus öyle şiddetle öksürüyordu ki nefes almakta zorlanıyordu . Başı neredeyse çatlayacaktı. Yüzünden ve vücudundan terler boşanıyordu . Erimiş kükürt artık ayaklarından sadece birkaç santim aşağıdaydı ve sıcaklık öyle fazlaydı ki, ayakkabılarının tabanları tütmeye başlamıştı. Önce ayakkabılarının mı alev alacağı, yoksa kafesin mi aniden alçalıp onu kükürte batıracağı belli değildi. Pyrgus kafesin alçalacağına emindi. Beleth'in yavaş, kademeli ölüm hakkındaki söylevine rağmen, kafes son onbeş dakikada iki kere yarımşar metre alçalmıştı. Kafes bir kere daha böyle alçaldığında Pyrgus yanmaya başlayacaktı. Ölmeye başlayacaktı.
Buharlar ve dumanlar arasından Beleth'in geri geldiğini görebiliyordu. Herhalde gösteriyi izlemek için. Karanlıklar Prensi insanların acı çekmesini izlemeyi, çığlıklarını ve yalvarışlarını dinlemeyi seviyordu. Ama Pyrgus onu mümkün olduğu kadar az tatmin etmeye
Peri Saoaşlarr
azimliydi. Çığlık atmayacaktı. Yalvarmayacaktı. Acısını göstermeyecekti. Mümkünse erimiş kükürt yutarak hızlı bir biçimde ölmeye çalışacaktı. Eh, daha hızlı bir biçimde. Ayaklarından yukarı doğm santim santim yanmaktan iyiydi.
"Kafesin bir daha hızla alçalmasını mı umuyorsun?" diye seslendi Beleth. Bir kez daha boynuzlu biçimine bürünmüştü, bu yüzden sesi uzaktaki yıldırım gibi gürlüyordu . "Daha çabuk ölmeyi mi umuyorsun?" Yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. "Ne yazık ki hayal kırıklığına uğrayacaksın, Veliaht. Kafesinin daha hızlı alçalmasını sağladım, çünkü ölümünü izleyip sonra - "
Beleth sustu . Madeni kafesin içinde Pyrgus'ın vücudu güçlü bir rüzgara tutulmuş bir mum gibi titreşiyordu. Bir an katı görünürken, bir an sonra hayalete dönüştü. Beleth'in ağzı açık kaldı. Pyrgus artık orada değildi. Evet, oradaydı. Hayır, değildi. Eve - Pyrgus tamamen yok olmuşn1 . Daha demin orada buhar ve dumanla çevrili halde çömelmiş dummdaydı, . ama artık kafes boştu. Kesinlikle boşnı.
Beleth hırladı. Yanlış görmüyordu. Pyrgus yok olmuştu . İblis Prensi hızla dönüp tebaasına sanki bir biçimde onlar sornmluymuşlar gibi baktı. Ama mağarada çalışan iblisler de en az onun kadar hayret içindeydi.
"Nerede o?" Beleth en yakındaki iblisi tutup salladı, ta ki boynu kırılıncaya kadar. Cesedi yana fırlattı . "Prens Pyrgus nerede?" diye sordu.
Aklına bir fikir geldi. Görünmezlik! İşte buydu! Oğlan, üzerine bir görünmezlik konisi saklamıştı. Kaçma-
4oS
ff erbie 8reımırı
mıştı. Tabii ki kaçmamıştı. Kaçması imkansızdı. Pyrgus hala kafesin içindeydi! Hala hissedilebilir, hala yakıla
bilir, hala ezilebilirdi . . .
Beleth kükürt havuzuna girdi. Erimiş lav ayaklarının üstünü ılık su gibi örttü. Kafese doğm ilerlerken ayağı yüzeyin tam altındaki bir şeye takılınca sendeledi. Dev eli havayı döverken Kıyamet Günü Bombası'na çarptı. Bomba ayaklığından devrilip yuvarlanmaya başladı. Beleth ani bir korkuyla, "Hayııııır! " diye uludu.
Her şey ağır çekime geçmiş gibiydi. Kıyamet Günü Bombası santim santim havuza doğm yuvarlandı. İblis işçilerden biri onu tutmaya çalıştı, ama ıskaladı. Beleth öne fırladı, ama o da bombayı yakalayamadı. Bomba yavaşça, çok yavaşça erimiş havuza kaydı.
Beleth'in çığlığı mağarada yankılandı. Havuzun yüzeyinde dev bir kabarcık ortaya çıkıp patladı. Erimiş kükürtün içinden saf enerjiden oluşan koskoca yıldırımlar yükseldi. Derinlerde bir yerden gelen homurtu gürlemeye dönüştü. Beleth koştu, ama ne yeterince hızlı ne de yeterince uzağa koşabildi. Kükürt havuzu çok geniş bir patlamayla püskürüp onu parçalarına ayırdı. Bir saniyeden kısa bir süre sonra bütün mağara çöküp içindeki bütün canlıları gömdü.
Çok yukarılarda, madeni şehirdeki binalar önce çan gibi çınladı, sonra devrilmeye ve düşmeye başladı.
Aniden Henry'nin içinde şüphe kalmadı. Bir anda sıkılganlık duygusu yok olup yerini bir güvene bıraktı. Biraz daha dikleştiğini, sesinin biraz daha gürleştiğini
406
Peri SaVafları
hissetti . Bir enerji dalgasının -evet, kesinlikle- içinde yayılıp, sarf ettiği sözcükleri uzaya, zamana ve yabancı boyutlara taşıdığını hissetti. Beleth 'in Kitabı ellerinde titriyordu. "Gel bize, Pyrgus, gel!" Odada güç vardı. "Gel, Pyrgus, gel! "
Ama gelen yaratık Pyrgus değildi. Ayrıca üçgende hapsolmuş da değildi. Girdaplar oluşnıran tütsü dumanının arasından, kabustan fırlamış bir şeyin yaklaştığını görebiliyordu. Biçimi insan gibiydi -iki kolu, iki ayağı, bir gövdesi, bir başı vardı- ama insan bir anneden doğmuş bir şey değildi. Küçük, zayıf, soluk, gri renkliydi; koca siyah gözleri ve böcek gibi incecik uzuvları vardı.
"Gözlerine bakma!" diye bağırdı Holly Blue. Sesi uzak bir yerden geliyormuş gibiydi.
Bir bulvar gazetesindeki bulanık bir fotoğraftı. Bir uçan daire kitabının kapağındaki resimdi. Roswell'den sonra kesip biçtikleri, herkesin yalnızca lastik bir ktıkla olduğunu söylediği o şey gibiydi. UFO'larla gelen uzaylılardan biriydi. Ama Blue bir iblis olduğunu sanıyordu ve Henry onu, iblisleri çağırıyor olması gereken büyülü bir ayinle çağırmıştı. Bay Fogarty haklıydı. Başından beri haklıydı. UFO uzaylıları ve iblisler, aynı şeye verilen değişik isimlerden başka bir şey değillerdi!
"Gözlerine bakma! " Yaratığın kafası karışmışa benziyordu. Odada zik
zak çiziyor, bazen durnyor, bazen dönüyor, bazen de birkaç adım geriye gidiyordu. Küçük ağzını açtı. Buyurgan bir ses tonuyla, "İmparator'u öldür! " dedi, son-
fferbie Brermarı
ra ince, bocalayan bir sesle, "Benim peşimdeler! Hepsi
benim peşimde! " Henry yaratığın kör olabileceğini düşündü. Ellerini yiyecek dilenen bir çocuk gibi açtı. "İmpa
rator'u öldürmelisin, " diye inledi. "Yoksa Beleth beni cezalandıracak. " Görmeyen kara gözlerini kırpıştırdı. "Ama zihnimden uzak dur, ihtiyar adam! Zihnimde olmana dayanamıyornm! " Başını sertçe yana çevirip omzunun üstünden arkaya baktı. "Peşimde olan Devlet, biliyorsun. Devlet ve CIA. Hepsinin zihin kontrol makineleri var. "
Bu sözler Henry'ye unutulmayacak kadar tanıdık geliyordu. Özellikle de CIA ile ilgili kısım. Periler Diyarı'ndaki bir iblis CIA'i nereden bilsindi ki? Henry'nin zihninde bir ışık çaktı ve anladı! "Blue," diye bağırdı, "bu, Bay Fogarty'yi ele geçiren iblis! "
Yaratık bu ismi duyunca Henry'ye döndü. "Özür dilerim, Beleth," dedi sızlanarak. "Ona söylediğimi yapmadı. Zihni o kadar kaypaktı ki onu tutamadım. Yapmadı. Bütün CIA ile savaşıyordum." Sendeleyerek, kollarını öne açmış halde Henry'ye doğrn yürüdü. Blue çığlık attı. Konmaklı dairenin sınırına erişti ve biri ışığı kapatmış gibi bir anda ortadan kayboldu.
Üçgenden yüksek sesli bir inilti geldi. Henry orada Beleth'i göreceğini bilerek kendi etrafında döndü. Yüreği ağzına geldi. Yerde, çömelmiş bir şey vardı.
"Pyrgus!" diye haykırdı Blue. "Daireyi terk etme - " diye bağırdı Henry. Ama ar
tık çok geçti. Blue koşarak odayı katediyordu bile. 408
Peri Sacıaflarr
Pyrgus üçgenin içinde eğilmiş, başını ellerinin arasına almıştı. Her nedense ayakkabılarının tabanlarından duman tütüyordu. Yine inledi.
Blue ona erişip kollarını boynuna doladı. "Pyrgus! Ah, Pyrgus!" Ona sarılmış halde yan döndü. "İşe yaradı, Henry! İşe yaradı!"
Henry boşverip büyülü dairenin dışına adım attı. İblis yaratık tekrar ortaya çıkmadı. Henry üçgenin içindeki Pyrgus'a doğnı yürüdü.
"Başım!" diye inledi Pyrgus. Blue onu bırakıp ceplerinden birini karıştırdı. "Za
vallı çocuk, o konuda sana yardım edebilirim!" Cebinden bir şırınga çıkardı, kapağını açtı ve iğneyi Pyrgus'ın kalçasına batırdı. "İşte ," dedi. "Zehirlendiğini duyduğumdan beri bunu yanımda taşıyordum. Bu, panzehir - yakında iyi olacaksın. " Pyrgus'ı kollarında sallamaya devam etti.
Haklıydı da. Pyrgus, Henry'nin gözleri önünde yavaş yavaş öne arkaya sallanmayı kesti ve bir an sonra da ellerini başından çekti . Blue onu bırakıp sırıtarak geri çekildi. Pyrgus doğnılup, "Merhaba, Henry, burada ne yapıyorsun?" dedi. Aniden tek ayak üzerinde zıplayarak botlarını çıkardı. "Kahrolası kükürt! " diye tısladı.
Blue bir çırpıda, "Pyrgus, babamız öldü - öldürüldü," dedi. "Artık Mor İmparator sensin. Gece Tarafı saldırıyor ve yanlarında iblis destek kuvvetleri var. İstilaya uğnıyonız!"
Pyrgus, "Kitabı yok et! " dedi. 409
fferbie 8reımaıı
Babasının ölümüne hiç tepki göstermedi, diye düşündü Henry. Sanki zaten biliyor gibiydi.
Pyrgus yeniden, "Kitabı yok et!" dedi. Henry aniden Pyrgus'ın onunla konuştuğunu fark
etti. "Ne?" "Elindeki Beleth 'in Kitabı, öyle değil mi?" Henry elindeki kitaba baktı. Belirsizce, "Evet . . . " de
di. Sonra, bu sefer daha kendinden emin bir sesle, "Evet, o . "
"Yok e t onu!" dedi Pyrgus. Cildi Henry'nin ellerinden aldı. "Bak!" İğrenç deri kaplamayı yırttı. Altta, mavi ışık saçan ince kurtçuklar tuhaf bir devre baskısını andıran bir şeyin üzerinde geziniyorlardı. Pyrgus kitabı bütün gücüyle yere attı. "Üzerine bas!" diye emretti. "Parçala onu!"
Henry gözlerini kırparak ona baktı. "Tanrı aşkına, Henry!" diye bağırdı Pyrgus. "Benim
botlarım yok." Felci sona eren Henry kitabı ayağıyla ezdi. Devre
baskısı kolayca kırılıp ayak parmaklarına hafif bir elektrik şoku verdi. Henry kitabın kırık parçalarını alıp onları mangala attı. Anında alev alıp odaya garip, yeşil bir ışık yaydılar. Henry dönüp Pyrgus'a baktı. Arkadaşı artık bir biçimde daha uzun boylu, daha buyurgan görünüyordu.
"Şimdi Tithonus'u görmem gerek, " dedi Pyrgus. Blue da biraz ağabeyinin büyüsüne kapılmış gibi
görünüyordu. "Harekat Odası'nda olmalı," dedi. "Şimdi, babam öldüğü için Comma'nın Naibi oldu. Senin
410
nerede olduğunu kimse . . . neyse - " Omuz silkti. "Taht . .
için sırada Comma vardı. Bu yüzden sen yokken işleri -savaş ve diğer şeyler- Tithonus yürütüyor. "
Pyrgus biraz sertçe, "Artık geri döndüm," dedi. Yüzünü bir anlığına yumuşatıp hafifçe gülümsedi. "İkinize teşekkürler. " Gülümsemesi yok oldu. "Hadi gelin -hala yapacak işlerimiz var. "
Pyrgus, Henry ve Blue şafttan inince muhafızlar hayret içinde kaldılarsa da, hemen hazımla geçtiler. "Veliaht Pyrgus!" diye bağırdı bir muhafız.
Alçak sesle, "Karşında İmparatonınuz dumyor," dedi Pyrgus.
"Majesteleri, " diye düzeltti muhafız. En önde Pyrgus olmak üzere koridordan Harekat
Odası'na götürüldüler. Kapı muhafızları onlar yaklaştıklarında hazırola geçtiler. Pyrgus, Henry'ye fevkalade kendinden emin, tam anlamıyla bir imparator gibi görünüyordu. Kapı açıldı ve içeri yürüdüler.
Henry girdiği odada, derinliklerinde hareketli resimler titreşen kristal kürelerle ve yüzeyine bir manzara resmedilmiş gibi göriinen devasa bir masayla karşı karşıya kalınca bir an afalladı.
"Kesinlikle durdular," dedi bir ses. Bu sesin sahibi, Henry'nin tanımadığı, geniş omuzlu, ünifoı;malı bir adamdı. "İblisler ilerlemeyi kesti. "
"Durmuş olamazlar!" diye bağırdı başka bir ses. "Kesinlikle durdular, Tithonus," dedi Pyrgus. Tithonus yüzünde bir hayret ifadesiyle kendi etra-
411
ff erbie Brerırıarı
fında döndü. "Pyrgus!" Kendini tutup daha resmi bir biçimde, "Veliaht. Sizi görmek ne - "
"Artık Veliaht değilim," dedi Pyrgus soğuk bir sesle. "Yeni İmparatorunun hükümranlığını kabul ediyor musun?"
"Ben -, Pyrgus, tabii ki ben - Majesteleri, ben - " Pyrgus onu es geçip askeri üniformalı adamlardan
birine döndü. "General Ovard, siz yeni İmparatorunuzun hükümranlığını kabul ediyor musunuz?"
Ovard hemen, "Elbette, Mor İmparator," dedi. Pyrgus, "General Ovard, lütfen Eşikbekçisi Titho
nus'u tutuklayın." "Pyrgus!" diye bağırdı Blue. Ovard cansız bir yüzle, "Başüstüne, Mor İmparator,"
diye onayladı. Muhafızlara işaret etti, onlar da harekete geçip Tithonus'un çevresini sardılar.
"Pyrgus!" diye kekeledi Tithonus. "Majesteleri, bu da ne demek oluyor?"
Pyrgus, Tithonus ile arasında yalnızca yarım metre kalıncaya kadar ilerledi. "Sen bir hainsin, Eşikbekçisi," dedi alçak sesle.
Blue, "Pyrgus, bu Tith(}." dedi. Tithonus, "Naiplik unvanını almam gerekliydi, Ma
jesteleri ," dedi. "Siz ortada yoktunuz. Comma fazla gençti. Krallık saldırıya uğruyordu. Birinin komuta etmesi önemliydi. "
Pyrgus'ın dudaklarında buz gibi bir yan gülümseme belirir gibi oldu. "Beleth, kafesinde asılı olduğum sırada bana her şeyi anlattı, " dedi. "Senin ihanetin de da-
Peri Saoaşları
hil olmak üzere. " "İhanetim mi?" diye tekrar etti Tithonus. General
Ovard'a döndü. "Buna inanıyor olamazsın!" Gözlerini diğer askerlere çevirdi. "Creerful, Vanelke - bunun saçma olduğunu biliyor olmalısınız. " Adamlar tek söz etmeden ona baktılar.
"Götürün onu," diye emretti Pyrgus. Muhafızlar mücadele eden Tithonus'u odadan dışa
rı sürüklediler. Neredeyse, o sırada içeri giren Comma'yı da deviriyorlardı.
Comma, Pyrgus'tan Blue'ya, şöyle bir Henry'ye, sonra yine Pyrgus'a baktı. "Neler oluyor? Tithonus'a ne yapıyorlar?"
Pyrgus kısaca, "O bir haindi," dedi. "Beni öldürmeye çalışan oydu. Babamızın ölümünü planlayan oydu."
Comma gözlerini kapıya çevirdi. Aynı anda hem suçlu hem de korkmuş görünmeyi başardı. "Nereden biliyorsun?"
Pyrgus ciddi bir tavırla , "Beleth bana anlattı , " dedi. "Kaçamayacağımı, öleceğimi düşündüğü sırada acı çekmem için bana her şeyi anlattı . "
Comma çabucak, "Benim hakkımda ne söyledi?" diye sordu .
Pyrgus vakarla ona baktı. "Hiçbir şey, kardeşim. Bir şey söylemesi mi gerekiyordu?"
Comma hızla başını iki yana salladı. "Hayır. Elbette hayır. Ben - ben sadece . . . "
"Merak mı ediyordun?" diye tamamladı Pyrgus.
fferbie Breımarı
Comma kapana kısılmış bir tavşan gibi görünüyordu, ama bir şey söylemedi. Odadaki sessizlik gittikçe uzayıp, dayanılamayacak raddeye vardı.
"Neden?" Blue gerginliği sona erdirdi. "Tithonus neden bize ihanet etti? Bizi bebekliğimizden bu yana tanıyor. Babamızı ise çok eskiden beri ."
Pyrgus kısaca, "Gece Tarafı'na sempati besliyordu," dedi. "Onların kazanabileceğini düşünüyordu. " İçini çekti. "Beleth ona İmparatorluk vaadinde bulunmuştu. "
"Tithonus? İmparator?" "Çok heyecanlanma,'' dedi Pyrgus. "Beleth, Hairst
reak'e de aynı vaatte bulunmuştu. Silas Brimstone'a da. Muhtemelen bilmediğimiz yüz kişiye daha. Beleth herkese yalan söyledi - yapısı böyle . Gerçekte asıl istediği, Periler Diyarı'nı kendi adına ele geçirmekti. Ama Tithonus kilit önemdeydi. O , Eşikbekçisi'ydi, güvendiğimiz kişiydi. "
Blue başını iki yana salladı. "Buna inanamıyomm. " "Tithonus sarayda bir iblis gizliyordu," dedi Pyrgus.
"Onu Beleth'e mesaj göndermek için bir tür haberci olarak kullanıyordu. İblis istilasını böyle planladılar. "
Henry merakla, "İstila nasıl oldu da durdu?" diye sordu.
"Sen durdurdun, Henry," dedi Pyrgus. Henry, Pyrgus'a, sonra Blue'ya, sonra yine Pyrgus'a
baktı. "Ben mi?" "Beleth 'in Kitabı'nı ezince durdurdun," dedi Pyrgus.
"Kitap, Cehennem ile Periler Diyarı arasındaki geçidin ana denetleyicisiydi. Bir kere sen onu yok ettikten son-
Peri Saf.laflan
ra, diğer geçitler de devreden çıktı. " Henry korkuyla, "Ne, bu dünyayla benimki arasın
da da mı?" diye sordu. Pyrgus başını iki yana salladı. "Hayır, sadece bu
dünyayla iblis dünyası arasında. Beleth denetleme cihazını yüzyıllar önce yapıp, kimse kapatmayı aklına getirmesin diye bir kitap şekline sokmuştu. Ayinler bir şeyi çağırmak için kullanılmasını sağlayan psikotronik tetikleyicilerdi, ama kitabın asıl amacı, iblisler bu dünyaya rahatça erişebilsin diye geçitleri açık tutmaktı. "
"Aman tanrım," dedi Henry. "Henry'nin arkadaşına babamı öldürten de Titho
nus'un iblisi olmalı, " dedi Blue. Henry, "Aman!" diye bağırıp ayağa fırladı.
Diğerleri korkuyla döndüler. "Sorun nedir? Ne var?" "Bay Fogarty! " diye bağırdı Henry. "Her şey o kadar
hızlı gelişti ki onu tamamen unuttum. Onu hücrede bıraktık - asılmak üzereydi!"
"Öyleyse onu dışarı çıkartmalıyız," dedi Pyrgus. Çevrelerinde dolanıp duran yardımcılarından birine döndü. "Halledin. "
"Elbette, Majesteleri . " Elbette, Majesteleri, diye düşündü Henry. Arkadaşı
bir imparatordu. Yeni Mor İmparator. Blue inledi. "Bu benim hatamdı," dedi Henry'ye.
"Onu çıkarmamı istedin, ama ben bir katil olduğunu düşündüm. "
"Böyle düşünmen isteniyordu, " dedi Pyrgus. "Bay
fJerbie Brermaıı
Fogarty teknik olarak bir katil olabilir, ama onu bunu yapmaya zorlayan o iblisti. "
Henry, "Bay Fogarty'nin babanı teknik olarak bile öldürdüğünü sanmıyornm - bence iblisi defetmiş, " dedi.
İkisi de ona döndüler. Pyrgus ciddi bir sesle, "Neden böyle diyorsun, Henry?" diye sordu.
"Sen. . . işte, üçgende oı:taya çıkmadan hemen önce bu iblis yaratık belirdi - "
"Sana söylemeyi unuttum," diye araya girdi Blue. "Onu görünce korktum,'' dedi Henry, "ama kafası
karışmıştı ve sanırım düzgün göremiyordu. Kimi zaman Beleth ile konuştuğunu sanıyor, birine ona söyleneni yaptıramadığını söyleyip durnyordu. Ayrıca iki kere de imparator'u Öldür dedi. Sanırım bu, Tithonus'un sarayda gizlediği, Bay Fogarty'ye babanı öldürtmesi gereken iblisti. Ama sanırım Fogarty'nin zihnini ele geçirmeye çalışınca, Fogarty onu delirtti. " Hafifçe, "Bay Fogarty biraz tuhaftır," deyip sustu .
Pyrgus ciddiyetle, "O, bilge ve güçlü bir adam," de-di. "Ona yeni Eşikbekçim olmasını teklif etmeyi düşünüyornm."
Blue, "Eğer babamı öldüren arkadaşın değilse, kimdi peki?" dedi. "İblis gerçekte orada değildi, öyle değil mi?"
"Tithonus diye tahmin ediyornm, " dedi Henry. "Bay Fogarty zihnindeki iblisle savaşmakla meşguldü. Bence Tithonus, Bay Fogarty'nin cinayet işlemeyeceğini görünce, silahı alıp babanı kendisi vurdu, sonra da su-
416
Peri Sac>aflarr
çu Bay Fogarty'nin üstüne attı. Bay Fogarty'nin ona karşı bile çıkamayacak kadar kafası karışmıştı. "
Comma aniden, "Eminim öyle olmuştur," diye araya girdi. Neredeyse gülümsemeyi becerdi. "Eminim her şeyin sommlusu Tithonus'tu. Sadece Tithonus. Tek başına. "
Pyrgus tam takım, resmi Mor İmparator kıyafetiyle inanılmaz görünüyordu. Ağır cüppesi ve yüksek tacı onu olduğundan çok daha uzun gösteriyordu; gösterişli, çok renkli Peacock Tahtı da ona şaşırtıcı bir asalet kazandırıyordu. Holly Blue da yanındaki daha küçük bir tahtta anmıyordu. Bembeyaz bir elbise giymişti ve öylesine - Henry yutkunup gözlerini kaçırdı. Asil Prenses'e göz süzerek baktığı için başı zaten yeterince beladaydı. Yine de, Blue ona hafifçe teşvik edici biçimde gülümsedi.
Altın renkli bayrakların asılı olduğu taht salonu parlak giysili saray mensuplarıyla doluydu. Taş yüzlü, tam takım üniformalı bir askeri muhafız alayı, salonun merkezine doğru giden bir sünın oluşturuyordu. Henry'nin aralarından yürümesi gerekiyordu ve bu onu müthiş korkutuyordu.
Fogarty sırtına vurup, "Devam et!" diye fısıldadı. Şüpheli biçimde büyücü giysisi gibi duran bir kıyafet giymişti -işlemeli yıldızları olan bir cüppe ve sivri bir şapka- ama her nasılsa çok rahat görünmeyi beceriyordu. Göğsünde, Eşikbekçisi işareti ile süslenmiş bir kuşak vardı.
ff erbie &rerıımı
Henry öne doğm sendeledi, dengesini topladı ve tahta doğm uzun yürüyüşüne başladı. Yürürken her bir muhafız onu sırayla selamlamaya, saray mensupları da alkışlamaya başlayınca, mahcubiyetten ne yapacağını bilemedi. Yüzünün kıpkırmızı olduğunu hissetti, ama bu konuda yapabileceği bir şey yoktu. Gözlerini zeminde iki metre uzakta bir noktaya dikip yürümeyi sürdürdü.
Yıllar geçmiş gibi geldi, ama sonunda kendini tahtın önündeki merdivenlerde buldu. Bay Fogarty'nin önceden verdiği bir talimatı hatırlayarak reverans yaptı. Tekrar doğrnlurken, Pyrgus ile Blue'nun sabit bir hızla merdivenlerden yanına indiklerini gördü. Henry bu işe nasıl bulaştığını merak ederek gözlerini yumdu. Tekrar açtığında, Blue'nun yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Ama konuşan Pyrgus oldu.
Tüm salona yayılan gür bir sesle, "Diz çök!" dedi. Henry bir dizi üzerine çöktü. Bay Fogarty ona, "Kral
Arthur'un şövalyeleri gibi, " demişti, ama Henry'nin pek şövalyeye benzediği söylenemezdi. Aslında kendini bir budala gibi hissediyordu. Mahcubiyetini saklamak için yine başını eğdi.
Salona tam bir sessizlik hakim oldu. Pyrgus o yeni, olağanüstü, resmi ses tonuyla konuş
tu: "Herkes bilsin ki, Periler Diyan'na ve Mor İmparator'a cesurca ve cömertçe yaptığı hizmetler karşılığında, Benzer Dünya'nın bu vatandaşına, Henry Atherton'a, diyanmızın en eski Şövalye Örgütü olan Gri Bıçak'ın Şövalye Kumandanı unvanını veriyorum. Bu, en
Peri Saoaflarr
soylu ve değerli unvandır. Kendisi bundan sonra bu diyarda Demir Şöhret peri ismiyle bilinecektir!" Bir uşağın ona verdiği, mor bir minder üzerindeki bıçağı Henry'ye uzattı. "Tabii kendi aramızda sana Henry demeye devam edeceğiz, " diye fısıldadı.
"Teşekkürler," diye mırıldandı Henry. "Ayağa kalk, Demir Şöhret!" diye emretti Pyrgus. Henry ayağa kalkarken trampet vurnşları ve alkışlar
duyuldu. "Şimdi, ikimizin gitmesi gereken bir yer var," diye fısıldadı Pyrgus.
Seething Sokağı adındaki dar bir sokaktaydılar ve bu sefer neyse ki ilgi Henry'nin üzerine toplanmış değildi. Yanında, Henry onu ilk gördüğü zamanki gibi giyinmiş olan Pyrgus vardı. Etraflarında da, Henry'nin şu ana kadar gördüğü en güçlü askerlerden oluşan bir bölük bulunuyordu.
"İşte burası ," dedi Pyrgus. "Babam burayı politik sebeplerle kapatmamıştı, ama Gececiler artık kaçıyor, bu yüzden sanırım canımın istediğini yapabilirim. "
Caddenin ucundaki yapıştırıcı binaları Henry'ye sefil görünüyordu. Kirle kaplıydılar ve duman çıkarıyorlardı. Henry hayatında daha kasvetli binalar görmemişti. Pyrgus bir işaret verince, askerler, Henry'ye Roma mancınıklarını hatırlatan, tahta ve bükülmüş iplerden oluşan dev gibi bir makine getirdiler. Bölüğün komutanı bizzat fırlatıcı kolu geriye çevirmeye koyuldu.
"Bütün hayvanlar tahliye edildi mi?" diye sordu Py.ligus.
ff erbfe Brennan
"Evet, efendim," dedi komutan. "Ya insanlar?" "Onlar da, efendim." Pyrgus , Henry'ye döndü . "Ortaklardan birini
-Chalkhill- hapse attık. Çok uzun süre orada kalacak. Diğeri, Brimstone ise kaçıp gizlendi, ama eninde sonunda onu da bulacağız, sana söz veriyomm," dedi sertçe.
Henry dudaklarını yaladı. Dev mancınık onu büyülemişti. Dört asker kepçeye kocaman bir kaya yerleştiriyorlardı.
"Kaplama yapıldı mı?" diye sordu Pyrgus. "Bol miktarda, efendim," diye güvence verdi komu
tan. Kaya artık kepçedeydi. Askerler nefes nefese, ter
içinde geri çekildiler. Komutan ipleri germeyi tamamladı ve onları sabit tutmak için kolu sıkıştırdı. "Hazırız, İmparator!" dedi.
Pyrgus, Seething Sokağı'na, kasvetli fabrikaya doğm baktı. Alçak sesle , "Ateş," dedi.
Komutan tek bir hareketle, kolu tutan çakıldağı bırakıp geri çekildi. Mancınık şiddetle silkinirken Henry rüzgarı yüzünde hissetti. Dev kol inanılmayacak bir güçle öne fırladı. Henry kocaman kayanın kavis çizerek binalardan da yükseğe çıkmasını, sonra fabrikaya doğm meteor gibi düşmesini izledi.
Kaya ana binanın çatısının tam ortasına, tüten bir bacanın yanına çarptı ve bütün yapı kibrit çöpünden yapılmışçasına içine girdi. Bir saniye boyunca ölüm
Peri Saoaflarr
sessizliği hüküm sürdü, ardından büyülü kaplamalar harekete geçti.
Alevler diğer fabrika binalarına doğru dalga dalga yayılarak pencereleri ve duvarları parçaladı, çatıları çökertti, tuğlaları ve alev halindeki kirişleri gökyüzüne fırlattı. Çıkan gürültü sağır ediciydi. Patlayıcı büyüleri sürdükçe sürdü. Henry'nin gözü önünde bacalar devrildi, madeni kapılar bükülüp cürufa dönüştü ve kasvetli binaların dış cepheleri aniden yıkılıp, erimekte olan makineleri ortaya çıkardı. Bir süre sonra her şey sona erdi. Chalkhill ve Brimstone'un Mucize Yapıştırıcı fabrikasından geriye yalnızca, Wildmoor Açıklığı'na kadar uzanan, dumanlar içindeki çorak bir toprak parçası kalmıştı.
"Bu, kedi yavmları için," diye fısıldadı Pyrgus.
Bay Fogarty kübü nerede kullandığının önemli olmadığını söyledi -her halükarda bir geçit açacaktıama genelde dışarıda açmak daha iyiydi . Bu yüzden birbirlerine saray bahçelerinde veda etmeye karar verdiler.
"Eve göz kulak olsan iyi olur,'' dedi Fogarty. Yeni görevinin resmi üniforması olduğunu iddia ettiği, as kürküyle bezenmiş muhteşem bir cüppe gitmişti. "Zaman zaman o tarafa gelirim, ama vaktimin çoğunu burada geçireceğimi tahmin ediyorum. " Şöyle bir gökyüzüne bakıp ciddi bir tavırla, "Henüz istihbarat servislerinin hiçbiri bu dünyaya nasıl geçileceğini bilmiyor, bu yüzden bir süre rahat bırakıla bilirim, " dedi.
Herbie Breımaıı
Henry evle ilgili olarak, "Tabii, hallederim," dedi. Ailesiyle sorun çıkacaktı, ama aldırmıyordu. "Bana güvenebilirsiniz. "
Pyrgus bir elini omzuna koydu. "Ben de güvenebilirim." Henry'nin gözlerinin içine baktı. "Henry," dedi, "sana teşekkür etmek istiyomm. Hayatımı sana borçluyum."
Henry kızardı. Mahcup bir tavırla, "Ah, öyle değildi," dedi. "Yani ben . . . " Ne diyeceğini bilemeden sustu. Bir an sonra ağzından dökülenler, "Eh, sanırım gitsem iyi olacak," oldu.
"Henry?" dedi Blue. Henry cebinden kübü çıkarırken ona doğm döndü.
Bu, Henry eski giysilerine büründüğünden beri Blue'nun onunla ilk konuşmasıydı; kızın, aptalca göründüğünü mü düşündüğünü merak etti. "Evet?"
"Beni çıplak görmenin sadece şanssızlık olduğunu söylediğini hatırlıyor musun?"
Henry, Pyrgus ona teşekkür ettiği zaman kızardığından daha da fazla kızardı. Yutkunup başıyla onayladı. "Evet. Ne-ne-neden?"
Blue, "Güzel olduğumu söylerken gerçekten ciddi miydin?" diye somp utangaç bir biçimde gülümsedi.
Ottı}dört
Henry evden sadece bir gece uzak kalmasına rağmen, nerede olduğu konusunda ciddi tartışmalar bekliyordu ve bir hikaye hazırlamıştı. Charlie'yi görmeye gitmişti ve kızın ailesi onu yatıya davet etmişti. Eve telefon etmeye çalışmıştı, ama telefon düşmemişti. Yeterince inandırıcı geliyordu - tabii anne babası dün gece Charlie'nin evine telefon etmemişlerse, ki etmiş olabilirlerdi. Etmişlerse, başı dertte demekti. Hem de iki kere dertte, çünkü izleri yok etmeye çalıştığını bileceklerdi. Ama ne yapabilirdi ki? Aklına daha iyi bir hikaye gelmiyordu.
Ama eve endişeli bir halde ulaşmasına rağmen, anne babasının kendi dertlerine gömüldükleri için ona aldırmadıklarını gördü.
Henry ön kapıyı açıp, "Selam," dedi. Bu işi bir an önce bitirmeye can atıyordu . "Eve gelmediğim için özür dilerim. Telefon düşmedi. Charlie'lerde kaldım. "
fferbie Breımaıı
Bekledi. Eğer Severs'lara telefon etmişlerse, annesi şimdi yalan söylediğini anlayacaktı.
Annesi belli belirsiz kaşını çatarak mutfaktan kafasını uzattı. "Ah, Henry. " Gözlerini kırptı . "Biz de orada olduğunu düşündük. Bir buraya gelebilir misin?"
Henry içinden inledi. Annesinin, hikayesine inanması onu çok rahatlatmıştı, ama bu o korkunç mutfak konferanslarından biri olacaktı. Kısa olması için dua etti. Asıl istediği yatmaktı.
İşe gitme zamanı çoktan geçmiş olduğu halde babasının da mutfakta olduğunu görünce umudunu kaybetti. Yine büyük bir toplantı. Tek iyi yanı, Aisling'in orada olmamasıydı. Kapının tam önünde dump bekledi.
"Henry," dedi annesi - bu küçük mutlu aile toplantılarında ilk konuşan hep annesi oluyordu, "baban gidiyor."
Henry başıyla onayladı. "Biliyornm, söylediniz." Ama annesi başını iki yana salladı. "Hayır, birkaç
hafta ya da ay içinde demiyomm. Bir daire buldu." Henry'nin babasına baktı, o da güçsüz biçimde gülümsedi. "Konuyu tekrar konuştuk ve bu ızdırabı uzatmanın anlamı olmadığına karar verdik, bu yüzden bu haftasomı taşınıyor. Sana tekrar söylemek istiyomm, bumın senin, ee, konumunda hiçbir değişikliğe yol açmayacağına emin olabilirsin. Hala burada olacaksın, hala odan ve maketlerin olacak. Sen, ben ve Aisling bir aile olarak beraber olacağız ve önceden dediğimiz gibi, baban da sık sık ziyarete gelecek, yani kesinlikle - "
"Yarı yarıya," dedi Henry.
Peri Saaafları
"Annesi gözlerini kırptı. "Ne?" Henıy kararlı bir sesle, "Bence sürekli senle kalmam
doğm değil, " dedi. "Yılın altı ayını babamla geçirmek istiyomm. " Babasına döndü. "Somn olmaz, değil mi? Yerin vardır?"
"Ah - ben - evet. Tabii ki somn olmaz, " dedi babası. Yüzünde tam bir şaşkınlık vardı. "Evet, eğer istediğin - yani, eğer istediğin buysa. "
"İstediğim bu," dedi Henıy. "Bence Aisling de böyle yapmalı, ama karar onun."
"Bir dakika, Henıy," dedi annesi çabucak. "Bu birçok güçlük oluşturabilir. Okulun ve şey meselesi var. . . " Henıy konuşmadan ona bakınca sustu .
Henıy, "Eminim bir yolunu bulursun," deyip mutfaktan çıkmak için döndü. "Bunda beceriklisin. "
Uçan domuz, odasındaki şifoniyerin üstündeydi. Bir an Henıy'ye, Periler Diyarı'nda gördüğü her şeyden daha yabancı göründü. Mukavva kolu çevirince domuz kanatlarını kuvvetle çırparak temelinden havalandı.
Domuzlar uçabilir.
Henıy başını sallayıp hafifçe gülümsedi. Olanlar şaşırtıcıydı. Hayrete düşürücü . Olağanüstü . Süs bıçağını cebinden çıkardı ve hatırlayarak ona baktı. Sonra çevresine bakındı. Gardrobunun üstünde, bir ayakkabı kutusu içinde maket yapma aletlerini bulundurduğu bir raf vardı. Hiç kimse oraya bakmazdı. Gardrobu açtı ve ıvır zıvır düşerken geri çekildi, sonra ayakkabı ku-
H erbie Breımaıı
tusuna uzandı. Kapağını açarken gelen yapıştırıcı kutusu ona Seething Sokağı'nı hatırlattı.
Henry kübü cebinden çıkardı. İçinde onu yakında yine kullanacakmış gibi bir his vardı, ama şimdi onu güvenli bir biçimde saklaması gerekiyordu. Kübü ve bıçağı kun1ya koydu, sonra kun1yu gardrop rafına sakladı. Her şeye rağmen geleceğe iyimser bakıyordu.
Demir Şöhret, diye düşündü. Gri Bıçak'ın Şövalye Kumandanı.
Hem Holly Blue da ona gülümsemişti.
İ1HAKİ FANTASTİK KURGU
-Yayımlananlar-
AMBEB SERİSİ CRo�r Zelazpy) AMBER YILLIKLARI
(Amber'de Dokuz Prens - Avalon'un Tüfekleri -
Tekboynuz'un İşareti)
OBERON'UN ELİ
KAOS SARAYLARI
KIYAMETİN KOZ KARTLARI
AMBER KANI
KAOS İMGESİ
GÖLGELERİN ŞOV AL YESİ
KAOS PRENSİ
AUANTİS'İN CÖKÜSÜ (3 Kitap) (Marion Z. Bradley) AVALQN'lJN SİSLERİ (Marion Z. Bradley) BÜYÜ USTASI
YÜCE KRALİÇE
GEYİK KRAL
MEŞE AGACINDAKİ TUTSAK
DİSKDÜNYA SERİSİ CTem PratchetO BÜYÜNÜN RENGİ
FANTASTİK IŞIK
EŞİT HAKLAR/EŞİT AYİNLER
MORT
ŞİFACI
UCUBE KOCAKARILAR
PİRAMİTLER
MUHAFIZLAR
HAREKETLİ RESİMLER
DÖRT SERÜVENCİ SERİSİ fEd Greenwoo<ll KRALSIZ DİYAR
SAHİPSİZ TAHT
EJDERHANIN YÜKSELİŞİ
GEDİKSA V AŞIARI EFSANESİ (Raymond E. FejşO BÜYÜCÜ ÇIRAK
BÜYÜCÜ USTA
GÜMÜŞDİKEN
SETHANONDA KARANLIK
GEDİKSAVAŞIARININ ARDINDAN - KRQNOOR IB. E. Fejşt) KRONDOR:İHANET
KRONDOR:KİRALIK KATİLLER
TANRILARIN GÖZYAŞI
ASİLKAN PRENS
İBLİS SAVAŞIARI SERİSİ ffi. A. SAI,V ATQRE) İBLİSİN UY ANIŞI
İBLİS RUHU
KAHİNİN GÜLÜ SERİSİ fMargaret Weis - Tracy Hickman) GEZGİNİN BUYRUGU
GECENİN PALADİNİ
AKHRAN'IN KAHİNİ
KARAJ{JJ IC SERİSİ fMarvaret Weis - Traçy Hickınanl KARAKILIÇ'IN DÖVÜLÜŞÜ
KARAKILIÇ'IN YAZGISI
KARAKILIÇ'IN ZAFERİ
KARAKILIÇ'IN MİRASI
IAURA SERİSİ (Peter Freund) LAURA - AVENTERRA'NIN SIRRI
LA URA - YEDİ A Y'IN MÜHRÜ
ÖI.fJM l\APISI SERİSİ (Margaret Weis - Tracy Hickman) EJDER KANADI
ELF YILDIZI
ATEŞ DENİZİ
YILAN BÜYÜCÜSÜ
KAOSUN ELİ
LABİRENTTE
YEDİNCİ KAPI
SUANNABA EFSANESİ (Tem Brooks)
SHANNARA'NIN KILICI
SHANNARA'NIN ELFTAŞLARI
SHANNARA'NIN DİLEKŞARKISI
SHANNARA'NIN İLK KRALI
SUANNABA'NIN MİRASI SERİSİ <Ierrv Brooksl SHANNARA'NIN ÇOCUKLARI
SHANNARA'NIN DRUIDİ
SHANNARA'NIN ELF KRALİÇESİ
ZAMAN CARKI SERİSİ fRobert lordan) DÜNYANIN GÖZÜ
BÜYÜK AV
YENİDENDOGAN EJDER
GÖLGE YÜKSELİYOR
FATİH CONAN fRobert E. UowanU FİL Kın.ESİ - CONAN yn 1 TfCTARJ 1 (Robert E. Howard)
GEZGİN ORMAN <Wolfpng Hohlbein)
KD K VE BÜYÜ (Seçki)
uGuRsuz niRszy GELİYOR mr YANA <Bay Bıadhuryl
YANAN SEUİR <Wolfgang Hohlbein)
YD QIZ TOW fNeil Gajman)
i t hak i