57

Insanin ozu george thomson

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Insanin ozu george thomson
Page 2: Insanin ozu george thomson

ĐNSANIN Özü GEORGE THOMSON Çeviren: Celâl Üster 5. BASIM PAYEL YAYINLARI : 44 Sanat Kuramı Kitapları: 4 ISBN 975-388-026-X Dizgi Payel Yayınevi Dizgi operatörü Nuray Ya şar Düzelti Birgül Kılıç Baskı Özal Matbaası Kapak filmleri Ebru grafik Kapak baskısı Đpomet Matbaası Cilt Esra Mücellithanesi George Thomson 1903 yılında Londra'da do ğdu. 1926'da Cambridge Üniversitesi'ni bitiren yazar, irlanda'ya giderek orada bir süre di l üzerine incelemeler yaptı. Daha sonraları Galvvay, Cambridge ve Birmingham üni versitelerinde Yunan dili ve edebiyatı dersleri verdi. Bu arada, bazı eski Yunan klasiklerini çok ba şarılı çevirilerle ingiliz ve irlanda dillerine kazandıran Thomson, 1937 yılında öğretim üyesi olarak Birmingham Üniversitesi'ne girdi ve ö ğretim üyeli ğinden ayrıldı ğı 1970 yılına kadar bu üniversitede Eski Yunan dili ve edebiyatı alanında ilgiyle izlenen dersler verdi, Yunan dili üzerine birçok kitap hazırladı. George Thomson 1987 yılında Londra'da öl dü. (Yazar hakkında daha fazla bilgiyi bu kitabın içinde çevirmenin önsözünd e bulabilirsiniz.) Yapıtın özgün adı: The Human Essence Yayın hakkı (Copyright): George Thomson, 1974 Đngilizce ilk basım: China Policy Study Group, Londr a Türkçe yayın hakkı: Payel Yayınevi, 1976 • 1. Basım: Nisan 1976 2. Basım: Mart 1979 3. Basım: Ekim 1987 4. Basım: Ekim 1991 5. Basım: Kasım 1998 GEORGE THOMSON ĐNSANIN ÖZÜ Bilimin ve Sanatın Kaynakları ingilizce aslından çeviren CELAL ÜSTER payel PAYEL YAYINEV Đ istanbul GEORGE THOMSON'ın yayınlarımız arasında çıkan öteki kitapları: TARĐHÖNCESĐ EGE I (3. basım) TAR ĐHÖNCESĐ EGE H (2. basım) ĐLK F ĐLOZOFLAR (2. basım) A ĐSKHYLOS VE ATĐNA insanın özü, tek tek her bireyde var olan bir soyut lama de ğildir. Gerçekte, insanın özü, toplumsal ili şkilerin toplamıdır. Manc ĐÇĐNDEKĐLER Çevirmenin Önsözü 13 I. insan ve Do ğa 17 1. Ya şam ve Bilinç 2. Üretim ve Tüketim 3. Bölü şüm II. Maymundan insana Geçi ş 27 1. insan ve Yüksek Memeliler 2. ikinci i şaret Sistemi 3. i şbirli ği 4. Maymunlarda Konu şma ve Dü şünme III. Söz ve Türkü 39 1. Tümce Yapısı 2. Çalı şma Sürecinin Yapısı 3. Türkü Yapısı IV. Đlkel Bilgi 49 1. Algısal Bilgi ve Ussal Bilgi 2. Ça ğrı şım Kümeleri 3. Dilbilgisi Sınıfları 4. Totemcilik 5. ilkel Tapınma Töreni ve Mitos 6. Yaradılı ş Söylenceleri V. Do ğa Felsefesi 63 1. Kuram ve Kılgı 2. Kafa Eme ği ile Kol Eme ği 3. Yabancıla şma 4. Maddecilik ve Diyalektik 5. idealizm ve Metaf izik VI. Büyüden Sanata 77 1. Mitologya ve Sanat 2. Şiirsel Esinlenme 3. Şiir Dili 4. Bilinçli Sanat VE. Modern Bilim ve Felsefe 93 1. Modern Bilimin Ba şlangıcı 2. Yeni Metafizik 3. Yeni Diyalektik VIII. Öz ve Biçim 105 1. Bilimsel ve Sanatsal Yarat ı ş 2. ilkel Tapınma Töreni Yapısı 3. Aiskhylos 4. Senfoni ve Roman 5. Senfoni Biçimi 6. Beethoven

Page 3: Insanin ozu george thomson

IX. Aydınlar ve Emekçiler 117 1. Aydınlar 2. Anamal ın Hizmetindeki Bilim 3. Bir Meta Olarak Sanat 4. ideolojik Yeniden Biçimlen me 5. Kentsoylu Ahlâk ve Kültürü 6. Yanılsama ve Gerçeklik CLARION ŞARKICILARIMA ÇEVĐRMENĐN ÖNSÖZÜ GEORGE Thomson'ın yapıtlarının dilimize çevrili şinin yakla şık yirmi be ş yıllık bir serüveni var. ilk kez 1966 kasımında Marksizm v e Şiir yayımlanmı ştı. Thomson'ın ikinci kitabının ülkemizde yayımlanması için tam on yıl geçmesi gerekti, 1976 nisanında insanın Özü yayımlandı. Đnsanın Özü'nü 1976 kasımında Devrimci Diyalektik Üzerine, 1978 temmuzunda da Kap italizm ve Sonrası izledi. Thomson'ın ba şyapıtı sayılabilecek Tarihöncesi Ege ise 1983 nisan ında ula ştı Türk okuruna. Yazarın Đlk Filozoflar adlı kitabı 1988'de, Aiskh-ylos ve At ina 1990'da yayımlandı. Böylece George Thomson'ın yapıt larının tümü Türkçeye kazandırılmı ş oldu. insanın Özü'nün dördüncü basımının yayımlanması dol ayısıyla Thomson'ı bir kez daha tanıtmaya gerek var mı? Bence, var. Çünkü kita bın son basımı 1987 ekiminde yapılmı ş, aradan tam dört yıl geçmi ş. Genciyle ya şlısıyla yeni yeni insanlar insanın Özü'nü ilk kez alıp okuyacaklar, belki de G eorge Thomson'ı ilk kez bu kitabıyla tanıyacaklar, öteki kitaplarını merak ede cekler. Kısa bir süre önce seksen dört yıllık hayatını nokt alayan George Thomson, 1903 yılında Londra'da do ğdu. 1926'da Cambridge Üniver-sitesi'ni bitiren Thom son, irlanda'ya giderek orada bir süre dil üzerine incel emeler yaptı. Daha sonraları Calway, Cambridge ve Birmingham üniversitelerinde Y unan dili ve edebiyatı dersleri verdi. Bu arada, bazı Eski Yunan klasikler ini çok ba şarılı çevirilerle ingiliz ve irlanda dillerine kazandıran Thomson, 19 37 yılında ö ğretim üyesi olarak Birmingham Üniversitesine girdi ve ö ğretim üyeli ğinden ayrıldı ğı 1970 yılına kadar bu üniversitede Eski Yunan dili ve ede biyatı alanında ilgiyle izlenen dersler verdi, Yunan dili üzerine birçok ki tap hazırladı. 14 ÇEVĐRMENĐN ÖNSÖZÜ Thomson'm en önemli yapıtlarından birinin, 1941'de yayımladı ğı Aiskhylos ve Atina oldu ğunu söyleyebiliriz. Bu çalı şmasında, Eski Yunan'daki sanatsal geli şmeyi toplumsal geli şmeyle iç içe ele alan Thomson, öncelikle tiyatro sanatının toplumsal kökenlerini tarihsel maddeci bi r yakla şımla inceledi. 1949-1955 yıllan arasında, Eski Yunan Toplumu Üstün e incelemeler ba şlı ğı altında Tarihöncesi Ege ve tik Filozoflar adlı iki inceleme yayımladı Thomson. Tarihöncesi Ege'de, özellikle Tunç Ça ğı'na denk dü şen dönemde Ege'nin eski toplumlarının, uygarlıklarının ve kültürlerinin olu şumunu, yapısını ve evrimini ekonomik geli şme temelinde gözler önüne serdi. Sonra da epik şiiri, evrimi içinde ele alarak Î.Ö. altıncı yüzyıldaki doru ğuna kadar getirdi. Thomson, Eski Yunan Toplumu Üstüne incelemelerin ik inci kitabı olan tik Filozoflar'daysa, Eski Yunan'daki do ğa felsefesini, toplumda gerçekle şen köklü deği şiklerin dü şünsel bir ürünü olarak ele aldı ve Yakındo ğu ve Çin felsefeleriyle kar şıla ştırmalı olarak inceledi. Do ğa felsefesinin geli şiminde meta üretimi ve para dola şımının i şlevini vurgularken, ilkel dü şünceyle bilimsel bilgi arasındaki geçi ş sürecini, kölecili ğin geli şmesi ve bilimin kökenleri temelinde açıkladı. George Thomson, 1970'den sonra aslında bir bütün ol uşturan üç kitap daha yazdı. 1971'de yayımlanan Devrimci Diyalektik Uzerine'yi, 1973'de Kapitalizm ve Sonrası, ertesi yıl da insanın Özü izledi. 1974'de kaleme aldı ğı önsözde belirtti ği gibi, Thomson, insanın Özü'ndc, sanatın ve bilimin kaynaklarını inceledi. Sanatla bilimin, toplumsal gücün örgütlenmesinin birbirine ba ğımlı iki biçimi oldu ğunu ve ikisinin de çalı şma sürecinden do ğduğunu ortaya koymaya çalı ştı. Sanatla bilimin çalı şma sürecinden kaynaklandı ğı görü şü, felsefede ve tarihte oldu ğu kadar dilbilim, ruhbilim, insanbilim, müzikbi-lim ve edebiyat ele ştirisinde de birbiriyle ba ğlantılı birçok sorunu içeriyordu. Bu bakımdan, bu küçük kit ap gerçekte epey geni ş bir alanı kapsıyordu. Ama gene de, yalnızca Batı bilim ve sanatıyla, yalnızca şiir ve müzik sanatlarıyla sınırlı oldu ğu dü şünülürse, yeterince kapsamlı olmadı ğı da söylenebilirdi. Bu yüzden, George Thomson, bir «gir i ş» niteli ğindeki bu kitabını okurlara sunarken, «yakında bir bilim adamının ya d a daha iyisi bir bilim

Page 4: Insanin ozu george thomson

adamları toplulu ğunun 'insanın bilincini toplumsal varlı ğı belirler' gerçe ğinden yola çıkarak bize Do- ÇEVlRMENlN ÖNSÖZÜ 15 ğu ve Batı dü şüncesinin kapsamlı bir tarihini sunmalarını» dileme den edemiyordu. Bana kalırsa, Đnsanın Özü'nde, bilimle sanatın ilkel toplumlardaki büyüden nasıl kaynaklandı ğını, toplumdaki geli şmeyle birlikte birbirinden nasıl ayrıldı ğını, insanın do ğayla olan nesnel ili şkilerinin dı ş dünyasıyla u ğra şan bilim ile insanın öteki insanlarla olan öznel ili şkilerinin iç dünyasıyla u ğra şan sanatın toplumdaki tarihsel i şlevlerini, bilim adamıyla sanatçının dünyayı de ği ştirme ortak çabasında nasıl birle ştiklerini okuyacaksınız. Elden geldi ğince yalın bir dille yazılmı ş bu kitaptan yola çıkarak daha kapsamlı kitaplara y öneleceksiniz. Thomson'm amacı da buydu sanırım. Thomson, insanın Özü'nü, Birmingham'lı i şçilerden olu şan ve çalı şmalarını uzun yıllar sürdüren bir koroya, Clarion Şarkıcıları'na adamı ş. Gelece ğin sanatı, bütün ülkelerde bu tür toplulukların çalı şmaları arasından do ğacaktır, diyor Thomson. Sonra da, Amerikalılar için Baladı Clarion Şarkıcıları'yla birlikte söylüyor: Yurdumuz güçlü, yurdumuz genç, En büyük türküleri d aha söylenmedi... Yalanlar üstüne, aldatmalar üstüne, Kan dökmeler, linç etmel er üstüne, Vatan millet diyen söz cambazları, Ku^ku ve karanlık üstüne... Yeniden duyulacak, Yemden duyulacak yürüyü ş türkümüz, Bir halk havası kadar yalın, Koyaklarımı z kadar derin. Dağlarımız kadar yalçın, Onu yaratan halkımız kadar yi ğit. Celâl ÜSTER Eylül 1991 BiRiNCi BÖLÜM ÎNSANVEDO ĞA 1. Ya şam ve Bilinç MADDECĐ, zihni maddenin belirledi ğini savunan ki şidir. Zihin, ruh, dü şünce ve bilinç gibi adlarla tanımladı ğımız şey, gerçekte maddenin bir etkinli ğinden başka bir şey de ğildir. Dü şünce, maddi bir organizma olan beynin yerine getirdi ği bir i şlevdir. Dü şünce olmadan madde var olabilir, ama madde olmadan düşünce varolamaz. Bu nedenle, biricik nesnel gerçekli k, maddedir: Madde, insana duyumları aracılı ğıyla iletilen ve duyumlarımız tarafından sureti çıkarılan, foto ğrafı çekilen ve yansıtılan, ama aynı zamanda duyuml arımızdan bağımsız olarak varolan nesnel gerçekli ği belirten felsefi bir sınıflamadır.1 Madde, sürekli bir devinim ve de ği şim içindedir. Bütün de ği şimler devinimi gerektirir, bütün devinimler de de ği şimi: Devinim, maddenin varolu ş biçimidir. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde devinim olmaksızın madde olmamı ştır, olamaz da. Uzaydaki devinim; çegitli gök cisimlerinin üstündeki daha küçük kütlelerin mekani k devinimi; özdeciklerin ısı, elektrik akımı ya da mıknatıssal akım biçimindeki d evinimi; kimyasal ayrı şma ve birle şme; organik ya şam: t şte yeryüzündeki her bir madde atomu her an bu devin im biçimlerinden birinin ya da öbürünün ya da aynı and a birkaçının içindedir. Her tür- 1 V.î. Lenin, Maddecilik ve Görgü! Ele ştiricilik. 1908. 18 ĐNSANIN ÖZÜ lü devinimsizlik ve her türlü denge durumu ancak gö reli olabilir ve ancak belirli bir devinim biçimine ba ğlı olarak bir anlam ta şıyabilir.2 Bu, yalnızca do ğa olayları için de ğil, aynı zamanda insan toplumu ve dü şüncesi için de geçerlidir. Bütün toplumsal ve zihinsel sür eçler temelde aynı devinim ve deği şim yasalarına ba ğımlıdır. Diyalektik adını verdi ğimiz şey de, i şte bu yasaların incelenmesidir: Diyalektik, devinimin genel y asalarının, do ğanın, insan toplumu ve dü şüncesinin genel geli şme yasalarının biliminden ba şka bir şey de ğildir.31 Doğada gerçekle şen sonsuz de ği şiklikler karma şası içinde yürürlükte olan diyalektik devinim yasaları ile tarihteki olayların görünü şteki rastlantısallı ğını yöneten ve gene insan dü şüncesinin geli şme tarihi boyunca süregelen çizgiyi olu şturan ve giderek insan zihnindeki bilinçlili ğe varan diyalektik devinim yasaları gerçekte aynıdır.4

Page 5: Insanin ozu george thomson

Diyalekti ğin yasaları, çeli şme ilkesine dayanır. Her türlü devinim ve her türlü deği şme, şeylerin özünde varolan iç çeli şmelerin geli şmesinden ba şka bir şey değildir: Şeyleri devinimleri, de ği şmeleri, ya şamları ve birbirleri üzerindeki kar şılıklı etkileri içinde dü şündüğümüz zaman, hemen çeli şmelerle kar şıla şırız. Devinimin kendisi bile bir çeli şmedir. Dahası, basit mekanik yer de ği ştirme bile, ancak bir cisim aynı anda hem bir yerde, hem de bir ba şka yerde bulundu ğu; hem aynı yerde oldu ğu, hem de orada olmadı ğı için gerçekle şebilir, i şte bu çeli şmenin sürekli olarak belirmesi ve aynı anda çözülmesi, de vinimin ta kendisidir... Eğer basit mekanik yer de ği ştirme bir çeli şme içeriyorsa, maddenin daha yüksek devinim biçimleri, özellikle de organik ya şam ve organik ya şamın geli şmesi haydi haydi içeriyördür çeli şmeyi... Dolayısıyla ya şam da, şeylerin ve süreçlerin kendilerinde varolan ve durma- 2 F. Engels, Anti-Dühring. 1889. Aynı yerde. Aynı y erde. ĐNSAN VE DOĞA 19 dan beliren ve çözülen bir çeli şmedir. Çeli şme ortadan kalktı mıydı, ya şam da sona erer ve ölüm gelir.5 Her organik varlık her an aynı şeydir, hem de aynı şey de ğildir; her an dı şardan aldı ğı maddeleri özünlerken, daha ba şka maddeleri de dı şarı atmaktadır; her an bedenindeki gözeler ölmekte ve yeni gözeler olu şmaktadır; gerçekte, belirli bir süre içinde her organik varlı ğın bedeninin maddesi tepeden tırna ğa yenilenir ve yerini ba şka madde atomları alır, dolayısıyla her organik var lık her zaman hem kendisidir, hem de kendisinden ba şka bir şeydir.6 Bu nedenle, diyalektik, maddenin özünde varolan kar şıtların çatı şmasının incelenmesi olarak tanımlanabilir: Kar şıtların birli ği (zihin ve toplum da içinde olmak üzere), bütün do ğa olaylarındaki ve süreçlerindeki çeli şmeli, birbirini engelleyen, kar şıt eğilimlerin tanınmasıdır (bulgulanmasıdır). Yeryüzünd eki bütün süreçleri kendi gerçek ya şamları içinde ö ğrenmek, onları kar şıtların birli ği olarak ö ğrenmekle olasıdır. Geli şme, kar şıtların «sava şımı »dır? iç çeli şmelerin geli şmesi, maddenin bütün biçimlerinde varolan evrensel bir özelliktir. Ama her devinim ve de ği şim biçiminin kendi özel çeli şmesi vardır, i şte çe şitli bilim dalları arasındaki ayrımı do ğuran da bu özel çeli şmelerdir: Belli bir olgular alanına özgü çeli şme, belli bir bilim dalının inceleme konusunu olu şturur. Sözgelimi, matematikte pozitif ve negatif sa yılar; kimyada ayrı şım ve bile şim; toplum biliminde üretici güçler ve üretim ili şkileri, sınıflar ve sınıf sava şımı; askerlik biliminde saldırı ve savunma; felsefe de idealizm ve maddecilik, metafizik bakı ş açısı ve diyalektik bakı ş açısı. vb. Bütün bunlar ayrı bilim dallarının inceleme konular ıdır, çünkü her birinin kendi çeli şmesi ve kendi özü vardır? 3 Aynı yerde. Aynı yerde. 7 V.l. Lenin, Diyalektik Sorunu Üzerine. 1915. 8 Mao Zedung, Çeli şme Üzerine. 1937. 20 ĐNSANIN özü Cansız maddeden canlı maddeye geçi ş, belirli birtakım albüminli (proteinli) maddelerin, kendi kendini yenileme diye tanımlanabi lecek bir devinim biçimine ula şmasıyla gerçekle şmiştir: Yafam, albüminli maddelerin varolu ş biçimidir. Bu varolu ş biçimi, özünde, bu maddelerin kimyasal bile şenlerinin kendi kendilerini durmadan yenilemelerind en olu şur.9 Albüminli cisim, bir yandan çevresindeki bazı madde leri özümleyerek, öte yandan da daha önce özümlemi ş oldu ğu bazı maddeleri dı şarı atarak, yani beslenme ve boşaltım yoluyla yeniler kendi kendini, i şte organizma ile çevresindeki bu sürekli madde de ği ştoku şu, ya şamın ta kendisidir. Bu de ği ştoku ş durdu muydu, organizma da ölür. Canlı maddenin bütün belirleyici özellikleri bu kaynaktan doğar: Yaşamın öteki bütün temel özellikleri de, albüminin an a i şlevi olarak beslenme ve bo şaltım yoluyla gerçekle şen bu madde de ği ştoku şun-dan ve albüminin kendine özgü yo ğrulabilirli ğinden do ğar: uyarımlara kar şı tepki (bu, albümin ile onun

Page 6: Insanin ozu george thomson

besini arasındaki kar şılıklı ili şkinin do ğrudan do ğruya içindedir); büzülebilirlik (bu, besinin özümlenmesinin çok a şağı biçimlerinde görülür); ve büyüme olana ğı (bu, bölünme yoluyla ço ğalmanın en a şağı biçimlerini kapsar ve besinin so ğurulmasının ve özümlenmesinin onsuz gerçekle şemeyeceği iç devinimdir).10 insanın hayvanlar dünyasından do ğuşu da en azından cansız maddeden canlı maddeye geçi ş kadar önem ta şıyordu, însanda, kendisiyle çevresi arasındaki madd e deği ştoku şu, insanın bilinçli denetimi altında gerçekle şir, insan i şte burada ayrılır hayvandan. Hayvanlar çevrelerinin bilincind edirler, ama yalnızca edilgin bir biçimde ve çevrelerinin bir parçası olarak bili ncindedirler, insan ise, kendinden ayrı bir şey olarak, üretim çalı şmasındaki etkinli ğinin nesnesi olarak bilincindedir çevresinin. Dolayısıyla, nesne olarak do ğanın bilincinde oldu ğundan, özne olarak kendinin de bilincindedir: 9 ?.Engels,Anti-Dühring. 1889. Aynı yerde. ĐNSAN VE DOĞA 21 Hayvan, kendi ya şam etkinli ğiyle dolaysızca özde ştir. Kendini ya şam etkinli ğinden ayırt etmez. Hayvan, kendi ya şam etkinli ğidir. Đnsan ise, ya şam etkili ğinin kendisini isteminin ve bilincinin nesnesi yapa r, insanın bilinçli bir ya şam etkinli ği vardır.11 «Özne olan insan ile nesne olan do ğa»12 arasındaki bu çeli şme, çalı şma sürecinin özünde varolan bütün insan etkinliklerinin temelini olu şturur: Çalı şma, her şeyden önce, hem insanın, hem de do ğanın katıldı ğı ve insanın kendisi ile do ğa arasındaki maddi tepkileri kendi rızasıyla ba şlattı ğı, düzenledi ği ve denetledi ği bir süreçtir, insan, do ğa ürünlerini kendi gereksinmelerine uygun kılınmı ş bir biçimde elde edebilmek amacıyla, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini, gövdesinin do ğal güçlerini çalı ştırarak, doğanın bir gücü olan kendisini do ğanın kar şısına çıkarır.13 Bu nedenle, insanı hayvanlardan ayıran özellik, do ğa üzerindeki eyleminin do ğayı kendi bilinçli denetimine almayı amaçlamasıdır: Hayvan, kendi dı şındaki do ğayı yalnızca kullanmakla yetinir ve yalnızca kendi varlı ğı aracılı ğıyla onda de ği şikler yaratır. Oysa insan, do ğayı de ği ştirmekle, onu kendi amaçlarına hizmet eder duruma getirir, on un efendisi olur.14 Üretim çalı şması, insanın do ğa üzerindeki eyleminin bilinçli bir biçimde düzenlenmesini gerektirir. Dolayısıyla da, elbirli ğiyle çalı şmayı zorunlu kıldı ğından, insanlar arasındaki ili şkilerin bilinçli bir biçimde düzenlenmesini öngörür. Bir ba şka deyi şle, üretim çalı şması toplumsaldır: insanlar üretim sırasında yalnızca do ğayı de ğil, birbirlerini de etkilerler. Ancak belirli bir biçimde i şbirli ği yaparak ve etkinliklerini 11 K. Maıx, iktisadi ve Felsefi El Yazmaları. 1844. 12 K. Manc, Ekonomi Politi ğin Ele ştirisine Katkı. 1859. 13 K. Man., Kapital. 1867-94. F. Engels, Maymundan insana Geçijte Eme ğin Rolü. 1876. 22 ĐNSANIN ÖZÜ birbirleriyle de ği ştoku ş ederek üretimde bulunabilirler. Üretim yapabilmek için birbirleriyle belirli ba ğlar kurmak, birbirleriyle belirli ili şkiler kurmak zorundadırlar; i şte insanların do ğa üzerindeki etkileri, yani üretim, ancak bu toplumsal ba ğlar ve ili şkiler içinde gerçekle şebiliri Bu yüzden de, insan bilinci, yalnızca birey ile onu n do ğal çevresi arasındaki bir ili şki de ğil, aynı zamanda en yalın biçimlerinde bile toplum ile çevresi arasındaki ili şkinin bireyde yansıyan toplumsal bir im-gesidir. in san duyumlarının düzenledi ği kavramsal çerçeve, insanın toplumsal ili şkilerinden biçimlenmi ştir. Marx'm dedi ği gibi: insanın varlı ğını belirleyen bilinci de ğildir; tam tersine, bilincini belirleyen toplumsal varlı ğıdır.16 2. Üretim ve Tüketim insan, üretim çalı şması sırasında, kendini çevresinin kar şısına koyar, çevresini bilinçli bir biçimde denetimi altına alır ve böylec e varlı ğını sürdürmesini sağlayacak şeyleri üretir, ilk ba şta, insandan do ğaya, özneden nesneye do ğru bir devinim vardır; bunu, do ğadan insana, nesneden özneye do ğru bir tepke devinim

Page 7: Insanin ozu george thomson

izler, insan, üretti ği şeyi tüketerek, üretim sırasında tüketti ği beden gücünü yeniden kazanır ve aynı zamanda bu süreci ba şarıyla tamamlayarak, onu denetleyecek zihin gücünü arttırmı ş olur: Böylece insan dı ş dünyayı etkileyip de ği ştirirken, aynı zamanda kendi do ğasını da de ği ştirmi ş olur. Kendindeki uyuklayan güçleri geli ştirir ve kendi buyru ğuna boyun e ğmeye zorlar.11 Bu iki devinimden birincisi daha ba şından bilinçli bir devinimdir; çünkü araçların kullanılmasını gerektirir, insanın bir ar acı yapabilme- 15 K. Marx, Ücretli Emek ve Anamal. 1849. 16 K. Marx, Ekonomi Politi ğin Ele ştirisine Katkı'ya Önsöz. 1859. 17 K. Mnrx, Kapital. 1867-94. ĐNSAN VE DOĞA 23 si için, ilk önce o aracın hangi amaçla kullanılaca ğının bilincine varması zorunludur, insanın aracı do ğru dürüst kullanabilmesi içinse, üretilecek nesnenin bir dü şüncesini ya da imgesini önceden kafasında tasarlama sı gerekir, i şte insanların do ğayı etkilemeleri ile hayvanların do ğayı etkilemeleri arasındaki temel ayrım budur: Örümcek, dokumacınınkini andıran bir i ş yapar. Arıysa pete ğim yaparken birçok mimara parmak ısırtır. Ama en beceriksiz mimarı en usta arıdan ayıran özellik, mimarın kuraca ğı yapıyı gerçekle ştirmeden önce onu kafasında tasarlamı ş olmasıdır. Her çalı şma süreci, emekçinin kafasında daha ba şından varolan bir şeyin yaratılmasıyla sona erer. Emekçi, yalnızca üze rinde çalı ştı ğı maddeye bir biçim de ği şikli ği vermekle kalmaz, aynı zamanda kendi çalı şma biçiminin yasalarını belirleyen ve kendi istemini ba ğımlı kılmak zorunda oldu ğu bir amacını da gerçekle ştirmi ş o/M/'.18 Bu önceden tasarlanan imgenin iki yönü vardır. Bir yandan, daha önceki üretim uygulamasından edinilmi ş olan ve üreticinin çalı şma sürecini kendi amacını gerçekle ştirecek biçimde yürütebilmesini sa ğlayan bilgiyi kapsar. Bu onun nesnel ya da bilgisel yönüdür. Öte yandan da, daha önceki tüketim uygulamasından edinilmi ş olan ve üretimde bulunma istemini sa ğlayan iste ği kapsar. Bu da onun öznel ya da duyumsal yönüdür. Çalı şma sürecinin bu iki yönünde (amaç ve istem), bilim ile sanat arasındaki ayırımın temelini görebi liriz. 3, Bölü şüm Üretim ile tüketim arasındaki bölünmenin zorunlu kı ldı ğı toplumsal bir eylemdir bölü şüm. Hayvanlar arasında, üretim diye bir şey olmadı ğı gibi, bölü şüm diye bir şey de yoktur; tüketimi de kapsayan basit bir payla şma vardır, o kadar, tikel toplumda, üretim ile tüketimi birle ştiren halkadır bölü şüm. Toplulu ğun üyeleri, ortakla şa ürettiklerini, e şit paylara bölerek tüketirler. Paylar ister istemez eşittir, çünkü Aynı yerde. 24 ĐNSANIN özü bütün toplulu ğun ortak çabası sonucunda ancak toplulu ğun varlı ğını sürdürmesini sağlayacak ölçüde üretim yapılabilmektedir. Üretim faz lası diye bir şey yoktur daha. Daha yetkin araçların kullanılması sonucunda üretim fazlasının geli şmesi, i şbölümünün temelini olu şturur. Topluluk içinde farklı çalı şma türlerinde uzmanla şan de ği şik gruplar ürettikleri ürünleri ortak ambara verirl er. Bu ürünler oradan tek tek üreticiler arasında bölü ştürülür. Eme ğin üretkenli ği arttıkça, ortakla şalı ğı azalır. Artık kendisi için bir ürün fazlası ürete bilir emekçi. Böylelikle, hâlâ topluluk için yaptı ğı zorulu çalı şma ile kendisi için yaptı ğı fazla çalı şmayı birbirinden ayırt eder ve kendi ürün fazlasını diledi ği gibi kullanma hakkına sahip olmak ister. Böylece em ekçinin ürünü bir meta durumuna gelir. Kullanım için üretimin yerini de ği şim için üretim alır. Bu geli şmeler doru ğuna vardı ğında, niteliksel bakımdan yeni bir i şbölümü do ğar: Kafa eme ği ile kol eme ğinin ayrılması. Üretimin daha da geli ştirilmesiyle ilgili uygulayımsal ve örgütsel görevlerle u ğra- şabilmesi için toplulu ğun bir kesimi kol eme ğinin bütünüyle dı şında tutulur. Üretim araçları üzerindeki

Page 8: Insanin ozu george thomson

denetimlerinden yararlanan bu ör-gütleyiciler en so nunda bir egemen sınıf olup çıkarlar. ilkel toplum, kullanım-de ğerlerinin üretimine dayanır. Aynı biçimde, ilkel düşünce de somut, niteliksel ve özneldir. Uygar insanı ilkel insandan ayırt eden soyut dü şünme yetisi, meta üretiminin geli şmesinin bir sonucu olarak do ğmuştur. Bir tüketim nesnesi olarak meta, bir kullanım-de ğeridir; bir de ği şim nesnesi olarak meta ise, bir de ği şim-de ğeridir. De ği ştoku ş edilebilmesi için, üreticilerin zihinlerinde somut ve niteliksel özell iklerinden koparılması ve salt niceliksel bir soyutlama olarak ele alınması g ereklidir. Kullanım-de ğeri ile de ği- şim-de ğeri arasındaki bu çeli şmenin çözümü, süreç konusunda hiçbir kuramsal kavrayı şa sahip olmamalarına kar şın mallarını ilk kez pazara götürdükleri günden bu yana insanlar tarafından ba şarıyla gerçekle ştirilmi ş olan zihinsel bir i şlemi gerektirir. Böylelikle insanlar, meta de ği şiminin toplumsal uygulaması içinde, somut ile soyutu, özel ile genel i, bir şeyin dı ş görünü şü ile özünü, öznel ile nesneli birbirinden ayırt etme yet eneğini elde ederler. Bilimsel dü şüncenin geli şebilmesi için onsuz edilemeyen bir önko şuldur bu yetenek. Ama üretici, meta de ği şiminin geli şmesiyle birlikte, ürünü üzerin- 1NSANVEDOĞA 25 deki denetimini yitirir. Artık onun ne olaca ğını bilemez. Üretim ile tüketim arasındaki ba ğ, pazarda yitip gider. Üreticinin üretimde bu-lunma sındaki amaç, sonuçla sürekli olarak çeli şmeye ba şlar. Böylece, meta üreten toplumun, neden ile sonuç arasındaki ili şkiyi altüst eden ve felsefî idealizmi, metafizi ği ve bilimsel olmayan öteki dü şünce biçimlerini yaratan «düzmece bilinçlili ği» çıkar ortaya, idealist, maddenin dü şünceyi belirledi ğini kabul edece ği yerde, düşüncenin maddeyi belirledi ğini savunur. Metafizikçi, devinimi de ği şmez bir şey olarak, geri kalan her şeyi de göreli şeyler olarak kabul edece ği yerde; devinimin göreli, geri kalan her şeyin saltık oldu ğunu ileri sürer. Bunun sonucunda hakikat tersyüz edilmi ş olur. Bilim, insanın bilgisel deneyimlerini örgütleme biç imidir. Sanat ise, insanın duyumsal deneyimlerini örgütleme biçimidir. «Bilgis el» ve «duyumsal» deyimleri, düşünce ile duygu arasındaki ayırımı belirler, ilkel t oplumda ne bilim vardır, ne de sanat; yalnızca büyü vardır. Bildi ğimiz kadarıyla, bilim ve sanatın doğabilmesi için, meta üretiminin geli şmesi, kafa eme ğiyle kol eme ğinin ayrılması ve toplumun sınıflara bölünmesi gerekmi ştir. ÎKlNCt BÖLÜM MAYMUNDAN ÎNSANA GEÇÎŞ l. insan ve Yüksek Memeliler GENEL OLARAK, hayvan ya şamı, çok uzun bir zaman boyunca do ğal ayıklanma yoluyla çeşitli biçimlerden geçerek geli şti. Hayvanlar, gerek de ği şik çevrelere, gerekse içinde ya şadıkları çevredeki ardı şık de ği şikliklere do ğal ayıklanma yoluyla belirli ölçülerde uyarladılar kendilerini. Yeryüzün ün de ği şik yörelerinde deği şik iklim ko şulları vardır. Ayrıca yeryüzünün bütün yöreleri uzu n bir süreç içinde şu ya da bu ölçüde köklü de ği şikliklere u ğramı ştır. Çevre durmadan deği şti ğinden, hiçbir hayvan türü kendini çevresine tam ola rak uyarlaya-maz. i şte bu yüzden, kendini belli bir dönemin ko şullarına büyük bir ba şanyla uyarlamayı beceren bir hayvan türü, zamanla salt bu nedenden ötürü yeni ko şullar kar şısında umarsız kalabilir. Öte yandan, o zamana kada r az geli şmiş olan öteki türler yeni ortaya çıkan ko şullarda kolayca geli şip ço ğalabilir. insan hayvanların en geli şmiş sınıfı olan ve maymunları da kapsayan yüksek memelilerdendir. Öteki memeliler arasındaysa, kedi ve köpek gibi etoburlar ve at ve sı ğır gibi toynaklılar vardır. Etoburlarla toynaklılar bu soykütü ğünde ba şka bir dala ayrılarak, kendilerini çe şitli yollardan yerde ya şamaya uydurmu şlardır. Bacaklarındaki ince eklemler kaybolmu ş; dört ayak üstünde yere sa ğlam basmasını ve hızlı yürümesini ö ğrenmi şlerdir. Boynuz, tırnak, diken, uzun ve sivri di ş gibi çe şitli saldın ve savunma organları geli ştirmi şlerdir. Ot çi ğneyebilmek ya da et parçalayabilmek için di şleri çıkmı ş, uzaktan koku alabilmek için uzun burunlar olu şmuştur. Bu arada, yüksek meme- lilerin ataları sayılabilecek bir ba şka grup, a ğaçlarda ya şamayı sürdürdü ğünden, ilkel memeli hayvan yapısını bütünüyle koruyabilmi ştir. Bunların ya şama koşullan, iyi koku almaktan çok iyi görmeyi, çabukluk ve güçlülükten çok

Page 9: Insanin ozu george thomson

çevikli ği ve akıllılı ğı gerektirmekteydi. Yalnızca meyva ve yaprakla beslendikleri için di şlere büyük bir gereksinme duymuyorlardı. Bu yüzden de, burunları giderek ufalırken gözleri son derece kesk inle şti. Pençeler küçülerek yumuşak tabana gömülü yassı tırnaklara dönü ştü. Parmaklar esneklik kazandı. Küçük şeyleri kavrayabilmek ya da tutabilmek için ba şparmaklar öteki parmaklardan ters yönde geli şti. Ve bütün bu geli şmelere uygun olarak, beyin büyüyüp karma şıkla ştı. A şırı uzmanla şma tehlikesinden uzak olarak geli şen tek organ beyindir; çünkü beynin i şlevi, gövdenin öbür organlarının dı ş dünyayla olan kar şılıklı ili şkilerini denetlemektir, i şte bu nedenle, yüksek memeliler çevrelerine gittikçe daha fazla uyabilecek bir biçi mde geli ştiler. insanın en yakın akrabaları, insana benzeyen maymun lardır, insan, bunlardan, dik durması ve beyninin daha büyük olmasıyla ayrılır. D enilebilir ki, yüksek memelilerden bazılarının a ğaçlarda ya şama alı şkanlı ğını bırakıp yerde ya şamaya koyulmalanyla birlikte farklıla şmaya ba şlamı ştır insan. Etoburların ve toynaklıların ilk ataları milyonlarca yıl önce a ğaçlarda ya şama alı şkanlı ğını bırakarak yerde ya şamaya koyulmu şlardır. Ne var ki, daha sonraları aynı i şi insan çok daha yüksek bir evrim düzeyinde yapmı ş ve dolayısıyla da de ği şikli ğin sonuçlan bamba şka olmu ştur. Gördü ğümüz gibi, insan daha o zamandan bütün öteki hayvanlardan daha geli şmiş bir beyne sahipti ve yerde yürümesini ö ğrenirken öyle bir ya şama biçimi benimsedi ki, varlı ğını koruyabilmesi ancak beynini daha da geli ştirmesine ba ğlıydı. Hayvanlar do ğanın bir parçasıdır. Hayvanlar ile çevreleri arasın daki kar şılıklı ili şki bütünüyle edilgindir. Gerçi hayvanlar da do ğa üzerinde bir etki yaratırlar. Sözgelimi, otlayan sı ğır sürülerinin verdi ği zarar sonucunda belli bir yörenin bitki örtüsü de ği şime u ğrar. Ama kendine yatak açarak ilerleyen bir ırmak ne denli bilinçliyse, bir hayvan da yaptı ğı i şin o ölçüde bilincindedir. An kovanlan, ku ş yuvalan ve kunduzlann kurduklan bü ğetler de bilinçli olarak yapılmakta de ğildir. Bu tür etkinlikler, kalıtım yoluyla aktanlan içgüdüsel uyarlanma biçimleridir. MAYMUNDAN ĐNSANA GEÇiŞ 29 Ama gene de, hayvanlann en geri sımflanyla en geli şmiş sınıfla-n arasında ölçü farklılıklan vardır. Kendilerini çevrelerine uydura bilme ölçüleri de ği şiktir, insan dı şındaki yüksek memeliler öteki hayvanlara olan üstün lüklerini beyinlerinin daha büyük olmasına borçludurlar. Ötek i organlardaki uzmanla şma beyinde olmadı ğından, beyin daha fazla geli şebilmi ş ve böylece yüksek memeliler çevrelerine en fazla uyabilen hayvanlar durumuna ge lmi şlerdir. Böyle geli şebilmelerinin nedeni, a ğaçlarda ya şamaları ve dolayısıyla kendilerine hazır yiyecek ve sı ğınak bulmalan olmu ştur. insanın ilk atalan bu do ğal üstünlükleri bıraktıkları zaman, organik ya şamın evriminde hayvan ile do ğa arasındaki ili şkinin niteliksel bir de ği şikli ğe uğradı ğı yepyeni bir çı ğır açıldı. Ama di şler, kollar ve bacaklar tümden savunmasızdı; insanın ilk atalan yalnızca bunlara b ağımlı kalsalardı, kesinlikle yok olup giderlerdi. Ama beyinleri, bizimkinden küç ük de olsa, insana benzeyen maymununkinden büyüktü. Aynca, art ayaklarının üstü nde dik durduklarından, ön ayaklan ele dönü şmüştü. Beynin yol gösterdi ği ellerini kullanarak, yalnızca kendilerini do ğa ko şullarına uydurmakla kalmıyor, aynı zamanda do ğayı bilinçli bir biçimde kendi gereksinmelerine uyduruyorlardı. insan, gövdesinin olanca a ğırlı ğını ayaklanna verince, ayak par-maklannın tutup kavrama yetisi kayboldu. Ama buna kar şılık, eller serbest kaldı ve el parmakları en güç devinimleri yapabilir dunıma geldi. Hiç ku şkusuz, adım adım geli şen bir süreçti bu. insanın dik durmaya ba şlamasının yol açtı ğı ilk sonuç, yiyecek ve öteki nesneleri koparıp parçalama gibi görevlerin e llere aktarılması ve dolayısıyla çenenin görevlerinin azalması oldu. Böy lece çene giderek küçülmeye başladı ve beynin geli şmesi için daha fazla yer açıldı. Beyin geni şledikçe, elleri daha sıkı bir biçimde denetleme gücünü kazan dı. i şte insan iki ana özelli ğinin (araç kullanma ve konu şma) i şlevbi-limsel kökenini, el ile beynin bu uyumlu geli şmesinde aramalıyız. insan dı şındaki yüksek memeliler, do ğadaki sopa ve ta ş gibi nesneleri tutup kavrayabilir, dahası onlan bazı dolaysız amaçlarla az çok kullanabilirler. Gelgelelim, elle kullanılan bu nesneler ile yontma araçlan, tokmaklar, baltalar

Page 10: Insanin ozu george thomson

ve kunduracı bizleri gibi insan eliyle yapılmı ş en kaba araçlar arasında bile bir nitelik ayrımı vardır. Araç, 30 ĐNSANIN özü tüketim için de ğil, üretim için tasarlanmı ş bir emek ürünüdür.1 Bu nedenle, aracın yapılması, bir üretim aracı olarak kullanılm asından daha önemli bir etkinli ği zorunlu kılar. Çünkü aracın kullanılması belli bi r ürüne yönelik olmakla birlikte, aracın yapılması belli bir üretim e yöneliktir. Dolayısıyla, denilebilir ki, araçların kullanılması yüksek bir us düzeyini ya da konu şmadan ayn tutulamayan yeni türden bir usu gerektiri r. Artık devingen el organları ve konu şma organları, beyindeki biti şik iki alandan yönetilmeye başlar. Bu yüzden, beyinde eli devindiren alandan eli denetleyen alana bir «ta şma» olur. Çocuklar yazı yazmayı ö ğrenirken, elin devinimini denetlemek için gösterilen yo ğun bir çabayla, dillerini de kımıldatırlar, dahası kimi zaman yazdıkları sözcü ğü yüksek sesle söylerler. Ayrıca, konu şurken yeti şkinlerden çok daha fazla el kol devinimi yapar çocuklar. Bunlar i lkel özelliklerdir. Maymunlarda oldu ğu gibi ilkellerde de el kol kullanma hem çok fazlad ır, hem de çok ayrıntılı. Kimi ilkel dillerde el kol kullanma ile konu şma arasında öylesine yakın bir ili şki vardır ki, belli bir el devinimi olmaksızın sözc üklerin anlamını tam olarak dile getirmek olanaksızdır. Ger çekten de, konu şurken kendimizi izleyecek olursak, «ta şma»nın hiçbir zaman ortadan kalkmamı ş oldu ğunu görürüz. Bundan da şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: îlk insanlar ellerini kullanarak çalı şırlarken, yapılan i şin karma şıklı ğı ölçüsünde, ses organlarında tepkili devinimler ortaya çıkmakta ve çalı şmaya e şlik etmekteydi. Daha sonra bu sesli devinimler, bilinçli bir biçimde, elle yapıla n çalı şmayı yönetmenin bir aracı olarak geli ştirildi. Ve en sonunda bunlar, ellerin tepkili devi nimleriyle tamamlanan ba ğımsız bir bildiri şme düzenine dönü ştüler. 2. ikinci i şaret Sistemi Evrim süreci içinde hayvanların çe şitli ya şama biçimleri gerek yapısal, gerek i şlevsel bakımdan, kendilerini de ği şen do ğal çevrelerine uydurdular. Bu hayvan türlerini ötekilerden ayırt eden özellik, beyinleri nin büyüklü ğü ve karma şıklı ğıydı. Beyinlerinin bu üstünlü ğünden ı K. Mzrx,Grundrisse. 1857-58. MAYMUNDAN ĐNSANA GEÇiŞ 31 yararlanarak, çevrelerini daha çokyönlü ve etkili b ir biçimde de ği ştirmeyi başanyorlardı. Omurgasızlar ilk kez be ş yüz milyon yılı a şkın bir süre önce, balıklar yakla şık olarak dört yüz milyon yıl önce, sürüngünler a şağı yukarı iki yüz elli milyon yıl önce, memeliler iki yüz milyon yıla yakın bir s üre önce, insan ise yakla şık üç milyon yıl önce geldi yeryüzüne. Yukarıdaki sayı lardan da görülece ği gibi, en üst noktasında insanın bulundu ğu evrim süreci ilerledikçe yeni türlerin geli şme hızı artmaktadır, insanın do ğuşunda evrim süreci öylesine hızlı bir noktaya eri şir ki, bu ancak niteliksel bir de ği şikli ğin sonucu olarak açıklanabilir. Koşullu tepkelere ili şkin çalı şmasında Pavlov, beynin somut i şleyi şi açısından bu de ği şmenin nasıl çözümlenebildi ğim göstermi şti. Pavlov'un deyi şiyle tepke, bir uyarım kar şısında gösterilen tepkidir. A ğzımıza aldı ğımız bir lokma hemen bir salgıyla kaplanır. Lokmanı n kayganla şmasını ve böylece daha kolay yutulmasını sa ğlar salgı. Köpekler üzerindeki sistemli gözlemleri sonucunda Pavlov, a ğzımıza dokunan bir yiyece ğin, sinir telciklerinden geçerek beyne kadar giden ve yeniden a ğzımıza dönüp orada salgı bezlerini çalı ştıran bir devinimler dizisini ba şlattı ğını göstermi ştir. Tepkeler ya ko şulludur ya da ko şulsuz. Az önce verdi ğimiz örnek, bir ko şulsuz tepkedir. Ko şulsuz tepke, do ğuştan varolan bir şeydir. Bunun geli şmesi için gerekli ko şullar, her normal yaratıkta do ğuştan vardır. Örne ğin, civciv gagalamayı ö ğrenmez, bebek meme emmeyi ö ğrenmez; bunlar ko şulsuz tepkelerdir. Yiyecek a ğıza gerçekten de ğmeden de salgı çıkarılabilir. Bildi ğimiz gibi, yiyece ği yalnızca görmek ya da kokusunu duymak bile kimi z aman «a ğzın sulanması» için yeterli olabilir. Buna ko şullu tepke adı verilir. Yiyecekle özde şle ştirmeyi öğrendi ğimiz bazı şeyler ve kokular vardır. Peki, «ö ğrendi ğimiz» derken ne demek

Page 11: Insanin ozu george thomson

istiyoruz? Pavlov'un köpeklerinden birine düzenli a ralıklarla yemek verildi. Köpek bu belirli aralıklarla yemek yeme düzenine iy ice alı ştı ğında, artık yemek verilmeden önce bir zil çalınmaya ba şlandı. Bu kez salgının zil çalındı ğı zaman çıktı ğı görüldü. Ba şka bir deyi şle, uyarım görevi, deney sırasında yaratılan koşullara uygun olarak sese aktarılmı ştı. Deneyin daha sonraki a şamasında, zil çalındı, ama ardından yemek verilmedi. Bu kez, salg ılamanın kesildi ği görüldü. Gerçekte, salgıla- 32 ĐNSANIN özü ma engellenmi şti; daha do ğrusu, yeni ko şullara uygun olarak bir kar şı uyanm yaratılmı ş ve daha önce sa ğlanmı ş olan tepke bastırılmı ştı. Böylece Pavlov, düzgün bir biçimde i şleyen bir dı ş etken olmaksızın bu tür ko şullu tepkelerin gerçekle şmedi ğini göstermi ş oldu. Belli bir hayvandaki ko şullu ve ko şulsuz tepkelerin toplamı, Pav-lov'un birinci i şaret sistemi adını verdi ği türden bir organik birlik olu şturur, içinde bulundukları evrim düzeyine göre az çok geli şmiş hayvanlara özgü bir sistemdir bu. Bu sistem insanda öylesine karma şık bir duruma gelmi ştir ki, öteki tepkelerle birlikte ikinci i şaret sistemini olu şturan bütünüyle yeni türden tepkelerin temelini yaratmı ştır. Pavlov'un ö ğrencilerinden biri şöyle bir deney gerçekle ştirdi: Bir çocu ğun parmağına elektrik akımı verildi. Akım verilir verilmez ç ocuk parma ğını geri çekti. Aynı i şlem birkaç kez yinelendi. Bir süre sonra, akım veri lmeden önce bir zil çalındı. Aynı şey yinelendi ği zaman, çocuk zil sesini i şitir i şitmez geri çekti parma ğını. Daha sonra, deneyi yapan ö ğrenci, zil çalmak yerine yüksek sesle «zil» diye seslendi ve çocuk zil sözcü ğünü i şitir i şitmez parma ğını çekti. Ardından, zil sözcü ğü bir kâ ğıda yazılıp çocu ğa gösterildi; bu kez de kâ ğıda yazılı zil sözcü ğünü görür görmez parma ğını geri çekti çocuk. En sonunda çocuk o duruma geldi ki, bir zil dü şündüğü zaman bile parma ğını geri çekmeye ba şladı. Deney, bir ko şulsuz tepkeyle (elektrik akımının uyarımı kar şısında parma ğın geri çekilmesi) ba şlamı ş, bir ko şullu tepkeyle (zil sesi kar şısına parma ğın geri çekilmesi) sürdürülmü ştü. Bunların ikisi de birinci i şaret sisteminin sınırlan içinde kalıyordu ve dı ş uyarımlara kar şı gösterilmi ş edilgin tepkilerdi. Oysa daha sonra çocuk zil sözcü ğünün yüksek sesle söylenmesine, kâ ğıda yazılıp gösterilmesine dahası salt dü şüncesine de ği şik düzende bir tepki göstermi şti. Bu durumlarda, sözcü ğün kullanılması kar şısında çocuk etkin bir yoldan genelle ştirmi şti onu. Sözcük yalnızca de ği şik bir i şaret de ğildir, «i şaretlerin i şaretidir» aynı zamanda. Bu tür tepkiler ikinci i şaret sistemine girer; ikinci i şaret sisteminde belirleyici uyanm, yalnızca duyu or ganlannı etkileyen nesnel bir do ğa olgusu de ğil, toplumsal olarak öznel bir de ğer yüklenmi ş yapay bir sestir. «Zil» sözcü ğü söylenirken çıkanlan seste yalnızca ve yalnızca z ilin anla şılmasını gerektiren hiçbir özellik yoktur. Tam ters ine, her dilde «zil» için ayn MAYMUNDAN tNSANA GEÇiŞ 33 bir sözcük kullanılır. Zil sözcü ğünün biçimi gibi özü de toplumsal olarak belirlenmi ştir. «Zil» sözcü ğü zil sesinin yanı sıra zilin biçimini ve i şlevini de yansıtır; üstelik belirli bir zilin de ğil, bütün zillerin. Ba şka bir deyi şle, tek tek belirli zillerin somut niteliklerinden soyu tlanan ortak özelliklerin toplamını dile getirir. Kısacası, bir kavramı belir tir. Pavlov'un ve izleyicilerinin çalı şmaları, Lenin'in yansıma kuramına deneysel bir kanıt getirmi ştir: Her maddeci için oldu ğu kadar, akademik felsefenin yolundan saplıramadı ğı her bilim adamı için de, duyum, gerçekten de bilinç ile dı ş dünya arasındaki dolaysız ili şkidir; dı ş uyarım gücünün bilinç olgusuna dönü şmesidir.2 3. i şbirli ği ikinci i şaret sisteminin evriminin, beynin giderek büyümesiy le ilintili oldu ğu açıktır. Daha önce de belirtti ğimiz gibi, bu ilinti yüksek memelilerde açık seçik görülebilir. Bu görü şü peki ştiren daha ba şka kanıtlar da vardır. Toynaklıların büyük ço ğunlu ğu son derece çabuk büyür. Buna kar şılık etoburlar dünyaya geldiklerinde do ğa kar şısında umarsızdırlar, aylarca anababalanna bağımlı kalırlar. Yüksek memelilerden orangutan ya şamının ilk ayını sırtüstü

Page 12: Insanin ozu george thomson

yatarak geçirir, sonra yava ş yava ş yürümeyi ö ğrenir, üç ya şında kendi i şini kendi görecek duruma gelir, on-on bir ya şlannda da tam anlamıyla olgunla şır, insano ğlunun ise bir ya şını doldurmadan yürüdü ğü pek ender görülür. Yüksek memeliler öteki hayvanlardan daha geç olgunl aşırlar. Üstelik bütün organları arasında geli şmesini en geç tamamlayanı, beyinleridir. Bu oransız lık insano ğlunda daha da büyüktür. Do ğumdan epey uzun bir süre sonra tam anlamıyla olgunla şır insan beyni, ama gene de beynin geli şmesi bedenin bütün öteki parçalarından daha hızlıdır. Beynin geli şmesi, temelde, beyin zan gözelerini ve özellikle de 2 V.l. Lenin, Maddecilik ve Görgül Ele ştiricilik. 1908. 34 ĐNSANIN özü ellerle parmaklan ve dille dudakları denetleyen iki alanı birbirine ba ğlayan bir telcikler a ğının geli şmesine ba ğlıdır, insan beynindeki bu alanlar, hem beynin öteki devindirici alanlarından, hem de insan dı şındaki yüksek memelilerin beyinlerindeki aynı alanladan daha büyüktür. Đnsano ğlundaki en kalıcı ko şullu tepkeler, beynin daha tam olarak geli şmedi ği dönemde, yani bu iki alanı birbirine ba ğlayan telcikler a ğının olu şum döneminde ortaya çıkar, îlk insan, beyni dı şında, bedeninin öteki organlarını korumaktan nerdey se bütüyle yoksundu. Bunu daha önce de belirtmi ştik. Aynca yeti şkinler, epey uzun bir dönem boyunca, doğa kar şısında umarsız olan bebekleri büyütmekle u ğra şıyorlardı. Nitekim araç kullanmayı ve konu şmayı da kapsayan ortakla şa eme ğin geli şmesini zorunlu kılan ve çabukla ştıran da, bu durum olsa gerek. Koşullu tepkelerin olu şumu, bizim ö ğrenme dedi ğimiz şeyin i ş-levbilimsel açıdan bir tanımlamasıdır. Hayvan yavrusu öykünme yoluyla öğrenir. Anasının dizinin dibinden ayrılmaz, anası ne yaparsa o da aynını yap ar. Yavru hayvanın bu yetisi bilinçsizce bir yetidir ve genellikle büyüme ça ğında görülür. Hayvan, tam olarak büyüdü ğü zaman, en basit şeyleri bile eskisinden çok daha yava ş ö ğremeye ba şlar; daha önce kolayca ö ğrenebilece ği birçok şey onun ö ğrenme gücünü a şar artık. Ama burada önemli bir kuraldı şı durum vardır. Maymunlar bilinçli bir biçimde öykünürler. Hiç ku şkusuz, yüksek memeliler arasındaki bu geli şmeye, genellikle di şiler ve onların yavrularından olu şan sürülerle ya şama alı şkanlı ğı yardımcı olmu ştur. Bilinçli öykünme, insanlar arasında i şbirli ğine giden ilk adımdır. Çocuklarda açık seçik görebiliriz bunu. Çocuk, bir yeti şkinin davranı şına salt öykünmek için öykünür ilk önceleri; daha sonra zamanla o dav ranı şın hangi amaçla yapıldı ğım kavrar, öykünmeyi o amaca uygun olarak geli ştirir ve böylece i şbirli ğinde bulunmayı ö ğrenir. Buna bakarak, bilinçli öykünme yetisinin geli şmesini kendili ğinden i şbirli ğinin izleyece ği ileri sürülebilir. Oysa gerçekte böyle de ğildir. Maymunlar ba şkalarına öykünmede pek ustadırlar, ama aralarındaki i şbirli ği tümde rastlantısal ve yetersizdir. Bu nedenle, i şbirli ğinin geli şmesinin, araç kullanma ve konu şmayla yakından ili şkili oldu ğunu söyleyebiliriz, i şbirli ği olmasaydı, i şbirli ğinin aracı olan konu şma da olmazdı. Peki, i şbirli ğinin nasıl MAYMUNDAN ĐNSANA GEÇiŞ 35 bir i şlevi vardı öyleyse? Açıktır ki, birkaç beyin bir te k beyinden daha çok i şe yarar. Beyinlerini dik durmayı benimseyebilecek ölç üde geli ştirdikten sonra maymunsu atalarımız yeni bir a şamaya girdiler. Bu a şamada varlıklarını koruyabilmelerinin bir tek yolu vardı: Beyin organl arını daha da fazla geli ştirmek zorundaydılar. Ya bu organlarını geli ştirmeyi sürdürecekler ya da yok olup gideceklerdi. Nitekim kazıbilimcilerin ara ştırmaları, maymunsu atalarımızın birçok soyunun gerçekten de yok olup g itti ğini kanıtlamaktadır. Atalarımız beyinlerinin gücünün do ğal sınırlarını zorlamak ve a şmak zorunda kaldılar. Onu ortakla şa bir biçimde örgütlediler. Böylece yeni bir silah kazandılar. Çevrelerine uyabilmek için yalnızca ken dilerini de ği ştirmekle yetinmediler, aynı zamanda varlıklarını sürdürmeler ini sa ğlayacak yeni araçlar üretmeye ve böylece çevrelerini kendi gereksinmeler ine uygun olarak bilinçli bir biçimde de ği ştirmeye ba şladılar. Dolayısıyla, saptadı ğımız bu üç temel özellik (araç kullanma, konu şma ve i şbirli ğinde bulunma) gerçekte tek bir sürecin, yani

Page 13: Insanin ozu george thomson

üretim çalı şmasının birer parçasıdır. Bu süreç yalnızca insana özgüdür ve örgütlenme birimi de toplumdur. 4. Maymunlarda Konu şma ve Dü şünme Konuşma ile dü şünme artık öylesine iç içe geçmi şlerdir ki, insan bunların daha en ba ştan böyle birle şik olduklarını sanabilir. Oysa öyle de ğildir. Maymunlar, sözlü konu şma yetene ğinden yoksun olmalarına kar şın, sonuna kadar yararlandıkları geni ş bir ses alanına sahiptirler. Gerçekte maymunlar ço k gevezedirler ve çıkardıkları seslerin hiç ku şkusuz bir anlamı vardır. Ama bunlar öfke, korku, istek, doygunluk gibi edilgin ve duyum sal durumları dile getirmekten öteye gitmezler. Bu gibi yollarla canlı ve sürekli bir biçimde bildiri şirler aralarında. Bu, konu şmanın ilkel bir biçimidir, ama bütünüyle duyumsaldır ve dü şünmeyle hiçbir ba ğıntısı yoktur. Ayrıca, en sıradan kavramları bile olu şturmaktan yoksun olmalarına kar şın, doğadaki nesneleri kullanırken, sözgelimi eri şemedikleri 36 ĐNSANIN ÖZÜ bir muzu a şağıya indirmek için bir sopayı kullanırken kar şıla ştıkları basit uygulama sorunlarını çözme yetene ğine sahiptirler. Bu da, dü şünmenin ilkel bir biçimidir ve konu şmayla hiçbir ba ğıntısı yoktur. Aynı ayrılı ğı çocuklarda da görmek olasıdır. Çocuklarda da konu şma ile dü şünme ilk ba şta birbirinden ba ğımsızdır. Konu şmanın ussalla ştınlması ve dü şünmenin sözle dile getirilmesi ancak daha sonraki bir evred e gerçekle şir. Şimdi yeniden, el kol kullanma olayına dönelim. Çocu klarda iki tür el kol kullanma görülür. Birincisi, yansılama devinimidir. Çocuk, yapılmasını istedi ği eyleme öykünen bir devinimde bulunur. Örne ğin, birinin kendisini yerden kaldırıp kuca ğına almasını istiyorsa, gerçekten yerden kaldınlıyo rmuşçasına kollarını ve ayaklarını yukarı do ğru uzatır. Bu tür devinimler daha ilk ba şlarda geli şir, ikincisi, i şaret etme, gösterme devinimidir, i şaret etme devinimi bir hayli geç ortaya çıkar ve konu şmanın geli şmesinde belirleyici bir a şamadır. Çocuk, bir nesneyi göstererek dikkatleri onun üzerinde toplar. Daha sonra, bu devinimi bir sözcükle birle ştirerek o nesneyi adlandıracaktır. Böylece el devin imi sözle dile getirilir artık. Bir sonraki a şamada çocuk yansılama devinimlerini aynı biçimde sözle dile getirmeye ba şlar. Ses ile elin birle şik eylemi, kavramların olu şmasına yol açar. Yansılama devinimi maymunların arasında çok yaygınd ır. Sözgelimi, bir şempanze başka bir şempanzeden muz isteyece ği zaman, kolunu havaya kaldırıp avucunu kapatır. Bunlar duyumsal devinimlerdir, ama aynı za manda nesnel bir de ğer de ta şırlar. Sözsüz buyruklardır bunlar. Öte yandan, maym unlarda i şaret etme devinimine pek az rastlanır. Bu kanıtlara dayanarak, maymundan insana geçi şte belirleyici etkenin, araç kullanmadaki i şbirli ğinin geli şmesi oldu ğunu söyleyebiliriz, lıısanöncesi dönemde rastlanan çı ğlıklar ve el kol devinimleri ortakla şa çalı şma içinde birle ştirilmi ş ve düzenli bir duruma getirilmi ş, böylece yeni bir bildiri şme biçimi yaratılmı ştır. Duyularla algılanan dı ş dünyanın genelle ştirilmi ş bir yansımasını dile getiren sözcük, bu yeni bildiri şme biçiminin temel birimidir. Konuşmanın kökeninin emekte yattı ğını savunan kuram budur i şte: MAYMUNDAN ÎNSANA GEÇiŞ 37 tik önce, emek; ondan sonra ve sonra onunla birlikt e, konu şma: Maymun beyninin, giderek, bütün benzerli ğine kargın kendisinden daha büyük ve daha yetkin ol an insan beynine dönü şmesini etkileyen en temel uyarımlar bunlardı? F. Engels, Maymundan insana Geçi şte Eme ğin Rolü. 1876. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SÖZ VE TÜRKÜ l. Tümce Yapısı SÖZ VE MÜZĐĞĐN yapısal ilkelerinin, çalı şma sürecine de ğin uzanan ortak bir kökeni vardır. Bu bölümde bu savı tartı şaca ğız. Sözlü konu şmada, toplulu ğun tek tek bireyleri arasında bildiri şmeyi sa ğlamak için, sözcükler tümceler içinde bir düzene konur. T opluluk, ortak bir konu şma biçimi aracılı ğıyla birbirine meramını anlatabilen bireylerden olu şur, ilkel toplumlarda bile, ne denli küçük olursa olsun her t oplulu ğun kendi dili ya da

Page 14: Insanin ozu george thomson

lehçesi vardır. Bu dil ya da lehçe, o toplulu ğun kendi geli şmesinin yanı sıra yava ş yava ş do ğup geli şmiştir. Sözlü konu şmanın organik birimi, tümcedir. Tümce kurma kuralla rı, dilbilgisi bilimini olu şturur. Çocuk, konu şmayı ö ğrenirken, tümce kurma kurallarını deneysel bir biçimde ö ğrenir. Çocu ğun yürümeyi ö ğrenirken denge yasalannı bilmesine nasıl gerek yoksa, konu şmayı ö ğrenirken de dilbilgisi kurallarım kavramasına gerek yoktur. Her dilin kendine özgü bir dilbilgisi sistemi olmak la birlikte, kimi yapısal ilkeler bütün dillerde ortaktır.1 Mantık kuralların a ba ğlıdır bu ilkeler. Düzgün bir tümce, mantıksal önermeye uygundur. Elbette, do ğru düzgün konu şmasını öğrenen bir çocu ğun mantık kurallarım da özümlemi ş olaca ğını söylemek istemiyoruz. Ama gene de konu şmayı ö ğrenen bir çocu ğun, mantıksal dü şünce için kesinlikle gerekli olan zihinsel bir yeti kazandı ğını söyleyebiliriz. 1 K. Marx, Ekonomi Politi ğin Ele ştirisine Katkı. 1859. 40 ĐNSANIN özü Tümcenin yapısını incelerken, Çinlilerin «ad» (isim ) ve «eylem» (fiil) kar şılı ğı kullandıkları ve bizimkilerden daha kapsamlı bir an latım gücü ta şıyan terimleri bilmek yararlı olabilir: Çincede, ad kar şılı ğı «ad-sözcük», eylem kar şılı ğı ise «eylem-sözcük» terimleri kullanılıyor. Burada kulla ndı ğımız «ad» teriminin hem ad, hem de sıfat terimlerini kapsadı ğım da belirtmemiz gerekir. Yalın tümce kurulu şunun üç temel türü vardır, tki ayrı biçimde görülen iki devimli tümce ve bir de üç deyimli tümce: (1) «ot y eşildir», (2) «koyun yer», (3) «koyun ot yer». Birincide, iki ad kar şıtların birli ğini olu şturur. Bu iki ad arasındaki ili şki mantıksal açıdan şöyle dile getirilebilir: «ot» kavramı «ye şil» sınıflamasına sokulmu ş, «ye şil» kavramı da «ot»un bir özelli ği olarak nitelenmi ştir. [Ç.N. Ge-orge Thomson burada bir ayraç açarak, Ingilizcede ayrı bir sözcük olarak yazılan is, yani —dir ekinin göz önüne alınmayabilece ğim, çünkü birçok dilde bu ekin kullanılmadı ğını ve bunun bir ilkellik belirtisi sayılamayaca ğını söylüyor. Ayrıca yalın tümcenin bu üç türünde s özcüklerin düzeninin de önemli olmadı ğını, yalın tümcedeki sözcüklerin yerlerinin her dil de kendine göre bir düzeni olabilece ğini belirtiyor.] ikincide, bir ad ile bir eylem, bir devinim ile o devinimde bulunan arasında ki ili şki içinde birle ştirilmi ştir. Gerçekte her ikisi de bir kavram belirtmektedi r, ama eylemdeki (fiildeki) kavram bir devinim ya da süreç niteli ğini almakta ve devingen bir özellik kazanmaktadır. Üçüncüde, eylem in bu özelli ği kendini daha da açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Daha do ğrusu, aynı birle şim, eylemin deviniminin nesnesini içine almı ş ve böylece daha da geni şlemi ştir. Bu tümce örneklerinde, devinimde bulunan dilbilgisi nde özne, devinimin nesnesi de dilbilgisinde tümleç olur. Ama hiç ku şkusuz her tümcede ille de böyle olması gerekmez, ili şki tersine de çevrilebilir: «ot koyun tarafından ye ndi.» (Burada, devinimin nesnesi dilbilgisi bakımından özne olur.) Gene, bazı eylem tümceleri kullanırız ki, bunlarda en küçük bir devinim dü şüncesi yoktur: «Huzur içinde yatıyor.» Dilbilgisi sınıflamaları, özleri gere ği, biçimseldirler. Soyut düşünceyi yansıtabilmelerinin biricik nedeni, somut an lamdan yoksun olmalarıdır. Ne var ki, bütün dilbilgisi sınıflamalarının gerçek te somut bir kökene dayandıkları kesindir. Ruhbilim ve dilbilimden elde edilen bütün kanıtlar bu görü şü do ğrulamaktadır. Çocuktaki zihinsel geli şme süre- SÖZ VE TÜRKÜ 41 ci, özünde, somut dü şünce biçiminden soyut dü şünce biçimine geçi şten ba şka bir şey de ğildir, ingilizce gibi en geli şmiş dillerde bile soyut dü şünceleri yansıtan sözcükler geçmi şteki somut kökenlerinin izlerini ta şımaktadırlar, tikel dillere bakalım; en güçsüz yanlan, soyut dü şünceleri dile getirme yetene ğinden yoksun olu şlarıdır. Avustral-ya'daki bazı dillerde, «yuvarlak» ve «sert» kavramlarını kar şılayan hiçbir sözcük bulamazsınız. Bu kavramlar el kol devinimleri e şli ğinde maddî nesnelere benzetilerek dile getirilirler : «Ay gibi», «ta ş gibi.» Dolayısıyla, insanın somut dü şünceden soyut dü şünceye geçi şi konu şma aracılı ğıyla gerçekle şti ğine göre, bütünüyle biçimsel ve soyut olan konu şma

Page 15: Insanin ozu george thomson

sınıflamaları, ilk ortaya çıkı şlarında mutlaka i şlevsel ve somuttular. Bu nedenle konu şma sınıflamalarının kökenini çalı şma sürecinde aramak gerekir. 2. Çalı şma Sürecinin Yapısı Her şeyden önce, Ingilizcedeki «özne» sözcü ğünün belirsizli ğini açıklı ğa kavu şturmak zorundayız. Az önce, yalın tümce yapısını in celerken, devinimde bulunanla, yani eylemdeki (fiildeki) devinimin özne siyle devinimin yöneltildi ği nesne, yani tümleç arasındaki ayırımı belirlemek am acıyla, «özne» ve «nesne» sözcüklerini kullanmı ştık. Marx da aynı anlamda, "özne olan insan ve nesn e olan doğa»dan söz eder.2 Ama ba şka bir yerde de, a şağıda aktaraca ğımız bölümde görülece ği gibi, emekçinin etkinli ğinin nesnesini, yani üstünde çalı ştı ğı gereci, emekçinin etkinli ğinin «özne»si olarak tanımlar; burada, «özne» derke n, emekçinin çalı şmasına ya da eme ğine ba ğımlı kılınmı ş °lan §eyi söylemek istemektedir. Nitekim bu karı şıklık yapıtın Almanca aslında yoktur. Bu yüzden, aşağıdaki alıntıda, «eme ğin öznesi» emekçinin etkinli ğinin nesnesi olmaktadır. Marx, çalı şma sürecini incelerken, a şağıda gösterilen şu üç etkeni saptar: Çalıgma sürecinin temel etkenleri şunlardır: (l) insanın ki şisel et- ' Aynı yerde. 42 ĐNSANIN ÖZÜ kinli ği, yani yapılan i şin kendisi; (2) o i ğin öznesi; ve (3) o i şte kullanılan araçlar? ikinci etkeni şöyle tanımlıyor: insana, gereksinme duydu ğu şeyleri ya da varlı ğını sürdürme olanaklarını hazır olarak sunan el de ğmemiş toprak (iktisadi bakımdan, su da bunun içindedir) insandan ba ğımsız olarak vardır ve insan eme ğinin evrensel öznesidir* Üçüncü etken içinse şunu söylüyor: /S aracı, emekçinin kendisi ile çalı şmasının öznesi arasına koydu ğu ve emekçinin etkinli ğinin iletilmesini sa ğlayan bir şey ya da şeyler toplulu ğudur. Emekçi, bazı maddeleri kendi amacına hizmet eder duruma get irmek için ba şka birtakım maddelerin mekanik, fiziksel ve kimyasal özellikler inden yararlanır.5 Demek ki, araç, emekçinin etkinli ğini üstünde çalı ştı ğı gerece aktarmasını ve böylece o gereci önceden tasarlanmı ş bir biçime uygun olarak yeniden kalıba dökmesini sa ğlar: Çalı şma süreci içersinde, insan etkinli ği, üretim araçlarının da yardımıyla, üstünde çalı şılan gereçte daha ba şından tasarlanmı ş bir de ği şiklik yaratır. Süreç, ürünle tamamlanır. Ürün, bir kullanım-de ğeridir, bir biçim de ği şikli ğiyle insanın isterlerine uygun kılınmı ş do ğa gerecidir. Emek kendini öznesiyle bütünle ştirmi ştir; emek mad-dele ştirilmi ş, özne ise de ği ştirilmi ştir. Başlangıçta emekçinin devinim olarak ortaya koydu ğu şey, şimdi devinimden yoksun, dura ğan bir nitelik olarak ürün biçimini almı ştır. Demirci demiri döver, ortaya ürün olarak demirden bir kılıç çıkar.6 Bu durumda, konu şmanın çalı şma sürecindeki i şlevi de şöyle açıkla- J K. Mum, Kapital. 1867-94. Aynı yerde. * Aynı yerde. Aynı yerde. SÖZ VE TÜRKÜ 43 nabilir: Üretim araçları nasıl emekçinin üstünde ça lı ştı ğı gereç ile kendisi arasına girer ve emekçinin etkinli ğinin o gerece aktarılmasını sa ğlarsa, konu şma da emekçilerin kendi aralarında çalı şmalarını uyum içinde sürdürmelerini sağlayan bir araç i şlevi görür. i şte bu nedenle, toplumsal üretim süreci içinde do ğup geli şen sözlü konu şmanın organik birimi olan tümcenin de, çalı şma sürecinin üç bile ştirici etkenini içerdi ği söylenebilir: Öznenin (insanın) etkinli ği, insanın eyleminin nesnesi (do ğa) ve kullanılan araç. Burada, üç deyimden olu şan yalın tümcede, üçüncü deyim birincinin eylemini ikinciye iletir ya da iki deyimden olu şan yalın tümcede, biri öbürü aracılı ğıyla eylemde bulunur ya da öbürüyle kayna şır. 3. Türkü Yapısı Dilbilgisi ile müziksel biçimin ilkeleri ortak bir temele dayanır.

Page 16: Insanin ozu george thomson

Bütün dillerde, ille de bir ad vermek gerekirse «ya nsılama ikilemeleri» denilebilecek bir sözcük türü vardır: Şakır şukur, tıngır mıngır, tak tuk, mini mini, takur tukur. Bunlar, ilk bakı şta, konu şmanın alı şılagelmi ş biçimlerine tam olarak uymazlar, ama gene de açık seçik tanımlanabi len çe şitli özellikleri vardır. Birincisi, bunlar birer yansımadır (onomato pe), yani do ğadaki sesleri veren sözcüklerdir, do ğadaki nesnelerin seslerine benzetilerek türetilmi şlerdir. Bu di onların insana özgü bir şey olduklarını kanıtlar, çünkü maymunlar do ğadaki seslere öykünmezler. Yansımanın ilk ba şlarda dil gerecinin temel kaynaklarından biri oldu ğu anla şılmaktadır, ikincisi, genellikle tek heceli bir söz cükten olu şan ve küçük bir ses de ği şikli ğiyle yinelenen tek bir ö ğeden meydana gelirler. Dilbilgisinde çekim dedi ğimiz şeyin ilkel bir biçimidir bu. Özellikle bebeklerin konu şmalarında ve ilkel dillerde yansılama ikilemelerine çok sık rastlanır. Bugünkü dillerin dilbilgisi yapılan da b unların çe şitli izlerini ta şır. Gelelim müzi ğe. Yansılama ikilemesi, şimdi inceleyece ğimiz i ş türkülerinin vazgeçilmez bir özelli ğidir. i ş türküleri kürek çekmek, yük kaldırmak, a ğ toplamak, ekin biçmek, yün e ğirmek gibi ortakla şa ya da bireysel kol eme ği çalı şmalarına yön verir ve e şlik ederler, iki bölümden olu şur i ş türküsü: Türkü 44 ĐNSANIN ÖZÜ içinde yinelenen dizeler, yani nakarat ve dü şünüp hazırlanmadan, do ğaçtan söyleniveren dizeler. Nakarat ya da heyamola, insanın çalı şma sırasındaki zorlanma anlarında çıkardı ğı ve hiç de ği ştirmeden yineledi ği anla şılmaz bir çı ğlıktır. Gerçekte heyamola, gövdenin öteki organlarının devinimlerine e şlik eden ses organlarının bir tepkesinden ba şka bir şey de ğildir. Ama yapılan devinimi düzenleyen ve kolayla ştıran bilinçli bir amacı da vardır. Heyamolanın en yalın biçimleri iki ya da üç hecelidir. Sözgelimi, kürekçiba şının belli aralıklarla «Ho-hop!» diye heyamola çekmesini, iki heceli heyamolaya örnek gös terebiliriz. Burada ilk hece hazırlayıcı bir i şarettir, ikinci hece ise zorlanma anını, küreklere asılmayı belirtir. Üç heceli heyamolalarda üçüncü hece, zorl anma anından sonraki rahatlamayı, duraklama anını belirtir; Volga kürekç i-lerinin türküsünde oldu ğu gibi: «E-yuh-nyem!» Heyamolalar arasında do ğaçtan söylenen dizeler hem açık seçiktir, hem de du ruma göre de ği şebilir. Bunlar, emekçinin yaptı ğı i ş kar şısındaki öznel tutumunu dile getirirler; sözgelimi, Güney Afrikalı ta ş kırıcıların şu türküsünde oldu ğu gibi: Bize kötü davranıyorlar, ehe! Bize hiç acımıyorlar, ehe! Kahvelerini içiyorlar, ehe! Bize hiç vermiyorlar, ehe! Demek ki, heyamolanın ilk hecesiyle ikinci hecesi a rasındaki ili şki neyse, doğaçtan söylenen dize ile heyamolanın bütünü arasında ki ili şki de odur. Heyamola nasıl yapılan i şin kendisinden do ğmuşsa, türkü de heyamoladan doğmuştur. Günümüzdeki tam olarak geli şmiş türkünün i ş türküsünden farkı, çalı şma sürecinden kopmu ş olmasıdır. Ses ve el ö ğeleri varlı ğını hâlâ sürdürmektedir, ama aracın yerini çalgı almı ştır artık. Üstelik artık türküde a ğır basan ö ğe sestir; ses tek ba şına da kullanılabilmektedir. Günümüzde söylenen tür külerin gerçekte i ş türkülerinden kaynaklandıklarını anlamak için yaln ızca yapılarına bakmak yeterlidir. Ba şlıca iki geli şme çizgisi görülür. îlkinde, do ğaçtan söyleniveren sözler uyaklı iki dize içinde to pla- söz VE TÜRKÜ 45 nırken, nakaratlar da de ği şir ve anla şılır duruma gelir. Tıpkı şu denizci türküsünde oldu ğu gibi: Madem ki Black Boller açıldı denize, Hey anam hey, durma devir herifi yere! Lostromo almı ş iste kumandayı ele: Hey anam, bırak devireyim herifi yere! Nakarat, çalı şma sürecinden koptu ğu zaman, salt biçimsel bir duruma gelir ve bir kadans niteli ğine bürünür Niye böyle kana boyalı kılıcın, Edward, Edward'ım? Niye böyle kana boyalı kılıcın,

Page 17: Insanin ozu george thomson

Niye böyle üzgünsün, oy? Sorma! Zorlu sahanıma kıyd ım. Anam, anam; Sorma! zorlu sahanıma kıydım, Şahansız kaldım, oy. (*) Böylece, en çok rastlanan şiir biçimine, ba şka bir deyi şle dörtlemeye ula şılır. Dörtleme, uyaklı iki ko şadan olu şur. Burada, nakarat ortadan kalkmı ştır artık, uyaklar kaybolan nakaratların kalıntısıdırlar, daha do ğrusu nakaratlar bütünüyle deği şerek uyak biçimini almı şlardır: Bir güzel otururmu ş şu derenin düzünde. Aşağı dere boyunda, oy. Bir güzel, Kathrine Jaffray adı nda, Nice yi ğitlerin oyna şı, oy. Bu örnek de Çin'den (I.S. dokuzuncu yüzyıl): , Evinden binlerce mil uzakta. Sarayda şu son yirmi yıldır, (*) Türicçesi: Can Yücel. 46 ĐNSANIN ÖZÜ Bir dize duymayagör o eski türküden, Gözlerin bu ğulanır, yaganr. Bu tür şiir biçimlerine dünyanın her yanında rastlamak olas ıdır. Balad biçimindeki dörtleme, müzik açısından bakıldı ğında, her birinde iki figürün bulundu ğu iki tümcecikten olu şan bir müzik tümcesi-dir. Bu iki tümcecikten birincisine sesleni ş, ikincisine de kar şılık denilebilir. Birincisi ikincisine varır, ikincisi birincisinden do ğar. Bu ikisi, i ş türkülerindeki iki bölümün, yani heyamola ile do ğaçtan söylenen dizelerin i şlevsel birli ğinden kaynaklanan biçimsel bir birlik olu şturur. Müzikbilimciler buna ikili biçim adını verir: A—B. ikinci geli şme çizgisindeyse, nakaratlar üçlü dizeler biçiminde sıralanır. Doğaçtan söylenen sözler de birinci ve ikinci nakarat dizelerinin ardından gelir: A Güney tskoçya, Güney tskaçya, güney. B Amansız biriydi kaptanımız. A Güney tskoçya, Güney tskoçya, güney. B Kaskatıydı bize verdi ği ekmek. A Güney tskoçya, Güney tskoçya, güney. Bu denizci türküsünde, ikili biçimden do ğarak geli şmekte olan üçlü biçim görülmektedir. Ve en sonunda, türkü artık çalı şma sürecinden bütün bütüne koptu ğu zaman, do ğaçtan söylenen dizelerle nakarat arasındaki ayırım i şlevsel niteli ğini yitirir ve bütünüyle biçimsel bir özellik kazan ır. Bunun sonucunda, kesin çizgileriyle belirir üçlü biçim (A—B—A): A Ah Charlie sevgilimdir benim, sevgilim, sevgi lim, Charlie sevgilimdir benim, o genç şövalye. B Bir Pazar sabahıydı, yılın ilk aylarında, Charlie geldi ğinde bizim kasabaya, o genç şövalye. A Ah Charlie sevgilimdir benim, sevgilim, sevgi lim, Charlie sevgilimdir benim, o genç şövalye. söz VE TÜRKÜ 47 Özetleyecek olursak, dildeki iki tümce türü, yani i ki deyimli tümce ile üç deyimli tümce, müzikteki iki tümce türüne, yani iki li biçim ile üçlü biçime denk düşer. Ayrıca, dil tümcesinin çalı şma sürecinin mantıksal bir biçimde düzenlenen nesnel ya da bilgisel yönüne, müzik tümcesinin de ç alı şma sürecinin ritimli bir biçimde düzenlenen öznel ya da duyumsal yönüne denk dü ştü ğü söylenebilir. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ÎLKEL BÎLGĐ l. Algısal Bilgi ve Ussal Bilgi DĐYALEKTĐK maddecili ğe göre, bilginin temeli toplumsal kılgıdır: Marxçılar, insanın dı ş dünyaya ili şkin bilgisinin do ğrulu ğunun biricik ölçütünün, insanın toplumsal kılgısı oldu ğunu savunurlar. Gerçekten de, insanın bilgisi, ancak önceden tasarladı ğı sonuçları toplumsal kılgı (maddî üretim, sınıf sava şımı ya da bilimsel deney) süreci içinde elde etti ği zaman do ğrulanmı ş olur. Bir kimse çalı şmasında ba şarılı olmak, yani önceden tasarladı ğı sonuçları elde etmek istiyorsa, dü şüncelerini nesnel dı ş dünyanın yasalarına uygun kılmak zorundadır; e ğer dü şünceleri nesnel dı ş dünyanın yasalarına uygun dü şmezse, kılgıda ba şarısızlı ğa u ğrar..'

Page 18: Insanin ozu george thomson

insan, dı ş dünyayı de ği ştirmek gibi bilinçli bir amaçla katıldı ğı toplumsal kılgı süreci içinde, deneme-yanılma yoluyla giderek dı ş dünyanın yasalarını kavrar, insanın bilgisi ilk ba şlarda şeylerin dı ş görünü şleriyle sınırlıdır. Bu, algısal bilgi a şamasıdır. Ama insan, daha fazla uygulamada bulundu ğu zaman, şeylerin özüne inmeyi ba şarır. Buna da, ussal ya da mantıksal bilgi a şaması denir. Duyularımız aracılı ğıyla edinilen izlenimlere dayanan algısal bilgiden, tam anlamıyla geli şmiş kavramlara dayanan algısal bilgiye geçi ş, bilginin geli şmesinde belirleyici bir basamaktır: ı Mao Zedung, Kılgı Üzerine. 1937. 50 ĐNSANIN özü Toplumsal kılgı süredururken, insanın kendi kılgısı nın akısı içinde insanın duyu algılamalarına ve izlenimlerine yol açan şeyler birçok kez yinelenir; sonra bilgi süreci içinde beyinde ani bir de ği şiklik (sıçrama) meydana gelir ve kavramlar olu şur. Kavramlar artık şeylerin dı ş görünü şleri, ayrı ayrı yönleri ve dı ş ili şkileri olmaktan çıkar ve peylerin özünü, bütünselli ğini ve iç ili şkilerini kavrarlar. Kavramlar ile duyusal algılamal ar arasında yalnızca niceliksel bir ayrım de ğil, aynı zamanda niteliksel bir ayrım da vardır.2 Algısal bilgiden ussal bilgiye geçi ş, bir çözümleme ve bire şim süreci içersinde gerçekle şir. Bu süreç sırasında, öze ili şkin olanı dı ş görünü şe ili şkin olandan, geneli de özelden soyutlayarak ve onları mantıksal sınıflamalara dayanan kuramsal bir sistem içinde düzenleyerek, duyusal al gılamalarımızı kavramsalla ştınnz: Bir şeyi bütünselli ği içinde tam anlamıyla yansıtabilmek, bir şeyin özünü yansıtabilmek, bir şeyi çekip çeviren yasaları yansıtabilmek için, bir kavramlar ve kuramlar sistemi olu şturmak üzere posayı atıp özü koruyarak, düzmece ola nı atıp gerçek olanı koruyarak, bir şeyden ba şka bir şeye ve dı ştan içe do ğru ilerleyerek, duyusal algılamayla elde edilen zengin verileri dü şünce aracılı ğıyla yeniden düzenlemek gerekir; algısal bilgiden u ssal bilgiye do ğru bir sıçrama gerekir.3 Algısal bilgiden ussal bilgiye geçi şi kendimizde de görebiliriz; daha önce hiç bilmedi ğimiz ya da yüzeysel olarak bildi ğimiz bir etkinlik alanında bilgi edinmeye ba şladı ğımızda bu geçi şi gözlemlemek olasıdır. Aynı şey çocuklar için de sözkonusudur. Çocuklar, konu şmaya ba şlar ba şlamaz, basit kavramlar olu şturma sürecine girerler; ama mantıksal ili şkileri kavrama, tam anlamıyla geli şmiş kavramsal dü şünce a şamasına ancak erginlik ça ğında ula şırlar. Çocuk, büyüklerinin biriktirmi ş oldu ğu bilgiyi, bu konu şmayı ve dü şünmeyi ö ğrenme süreci içinde özümler. Dolayısıyla, çocu ğun en sonunda eri şece ği düzey, içinde yaşadı ğı toplulu ğun kültürel düzeyine ba ğlıdır, ilkel dü şüncenin çocuksu olarak tanımlanması bo şuna de ğildir; çünkü butu- r\ * Aynı yerde. Aynı yerde. ĐLKEL BlLGÎ 51 nüyle algısal bilgi düzeyindedir ilkel dü şünce. Uygar dü şüncenin tersine, somut ve özneldir, soyutlama gücünden yoksundur. Toplumsa l kılgı düzeyi pek yüksek olmayan bîr döneme rastladı ğından, ilkel dü şünce, gerçeklik kar şısında bilgisel bir tutumdan çok duyumsal bir tutumu yansıtır. Bu bölümde ilkel dü şüncenin bu özelliklerini inceleyecek ve bunların uy garlı ğın özüne ne ölçüde ı şık tuttuklarını görece ğiz. 2. Ça ğrı şım Kümeleri Çocuğun ruh yapısı ile ilkel insanın ruh yapısı arasında belirgin benzerlikler bulundu ğunu hepimiz biliriz. Toplumsal insanbilimin ortaya koydu ğu gibi, çocuk konu şmayı ve dü şünmeyi ö ğrenirken, birçok temel özelli ği bakımından ilkel insanların dü şünme biçimini andıran bir zihinsel geli şme sürecinden geçer. Dillerin tarihsel geli şiminde de buna benzer kanıtlar bulunabilir. Dil çok a ğır bir süreç içinde de ği şir; hem de insanların toplumsal ili şkilerinden çok daha ağır bir süreç içinde. Bu yüzden de, dil, kendi yapıs ı içinde birer ta şıl gibi gömülü duran ve ilkel dü şünce biçimlerinin bir uzanüsı olan köhnemi ş biçimleri koruma e ğilimindedir.

Page 19: Insanin ozu george thomson

Şimdi «ça ğrı şım kümesi»ni inceleyelim, ilk kez Pavlov'un izleyic ilerinden Vigotski'nin saptadı ğı bu olgu, çocu ğun zihinsel geli şmesinin önemli bir aşamasını belirler. Burada, ilk önce, bu dü şünce biçiminin dilbilgisindeki cins sınıflamasının ve îngilizcedeki ve öbür dillerdeki benzer sınıflamaların temelini meydana getirdi ğini; sonra da, ilkeller arasında hâlâ varlı ğını korudu ğu için bu dü şünce biçiminin kökenini saptamamızın olası oldu ğunu açıklamaya çalı şaca ğız. Zihinsel geli şmesinin ilk a şamalarında çocuk «kümeler yoluyla dü şünür». Çocuk, toplumsal kılgı süreci içersinde, bazı nesneler ara sında belli belirsiz birtakım bağıntılar kurar; bu nesneler grubuna küme adı verilir . Çocu ğun belirli nesneler arasında ba ğıntı kurması ilk ba şlarda yüzeysel duyumlara dayandı ğından, gruplandırma bütünüyle öznel, dolayısıyla da geçici ve de ği şkendir. Ama kılgısının zenginle şmesiyle birlikte, çocuk, bazı nesnel ili şkileri kavramaya başlar. Bu kavrayı ş, ussal ya da biçimsel olmaktan çok, algısal ve i şlevsel- 52 ĐNSANIN özü dir. Örne ğin, sofra kurarken çatal, bıçak ve ka şıklan belli bir grup içinde düzenler. Böyle bir küme, birbiriyle ba ğıntılı bir nesneler «aile»si olarak kabul edilebilir: Herhangi bir aile adı —örne ğin, Petrov— çocuktaki ça ğrı şım kümelerine çok benzeyen bir biçimde, tek tek bireyleri bir araya g etirir. Çocuk, ça ğrıgım kümeleri yoluyla dü şündüğü geli şme aşamasında, sanki aile adlarıyla düşünüyordur. Tek tek nesnelerin evrenini, birbirinden ayrı, ama birbiriyle bağıntılı «aileler» içinde gruplandırarak düzenler. Bir kimseyi Petrov ailesinin bir bireyi olarak sını flandırmamızın nedeni, o kimse ile aynı adı ta şıyanlar arasında herhangi bir mantıksal ili şkinin bulunması de ğildir; gene, bir ça ğrı şım kümesinde de nesneler arasındaki bağıntılar soyut ve mantıksal de ğil, somut ve olgusaldır. Sorun olgular tarafından çözülür.4 Burada aile örne ğini vermemizin nedeni, ça ğrı şım kümesinin ne oldu ğunu göstermektir. Gerçekte, aile grubunun ilk biçimi ol an toteme tapan klanın, bütün bu tür ça ğrı şım kümelerinin temeli oldu ğunu söylemek de olasıdır. 3. Dilbilgisi Sınıfları Hemen ruhbilimden dilbilime geçelim, «kümeler yoluy la dü şünme» sürecinin bazı dilbilgisi sınıflamalarının temelini olu şturdu ğunu göstermeye çalı şalım. Dünyanın çe şitli yörelerindeki dillerde rastlanan ortak bir öze llik de, dilbilgisi «sımf»landır. Her ad (isim), yapısal açı dan birbirinden ayn iki ya da daha fazla sınıftan birine ba ğlıdır. Sınıflandırmanın temeli de ği şir. Sözgelimi, bazı Afrika dillerinde adlar canlı ve cansız, bazıl arında da büyük ve küçük olarak sınıflandırılır. Çincede ise, az sonra açıkl amaya çalı şaca ğımız de ği şik bir sistem görülür. Bizim dilimizin (ingilizce) ba ğlı bulundu ğu ailede «cinsler» adı verilen üç sınıf vardır: eril, di şil ve yansız (ne di şi, ne de erkek cinsten sayılan sözcük). 4 L. Vigotski, Thoughı and Language (Dü şünce ve Dil). 1962. ĐLKEL B ĐLGĐ 53 Bu sistemlerde ortaya çıkan sorun, çokluk ya da zam an gibi öteki dilbilgisi sınıflamalarının tersine, belirli bir mantıksal zor unlulu ğa dayanmamalandır. Örneğin, cins sınflamasının, cinsellik ayırımlarıy-la şu ya da bu biçimde ilintili oldu ğu açıktır. Peki, cinsellik dü şüncesi cansız nesnelerin sınflandınlmasında ne arıyor öyleyse? Sözgelimi, Fr ansızcada niçin le crayon «kur şun kalem» ve la plume «dolmakalem» diyelim? Bu ayır ımın mantıksal ya da nesnel bir temeli yoktur; bütünüyle biçimsel bir ay ırımdır. Dillerin tarihine baktı ğımız zaman, ilk ba şlarda cins sınıflamasının gerçek dünyayı ilkel dü şüncenin kavradı ğı biçimde, oldu ğu gibi yansıttı ğım görürüz. Eril sözcük, erkek yaratıklar için ya da ya ğmur ya ğdıran gökyüzü ve topra ğı sulayıp bereketini artıran ırmak gibi erkeksi i şlevleri olan şeyler için kullanılmaktaydı. Di şil sözcük ise, di şi yaratıklar için ya da toprak ve a ğaç gibi ürün veren do ğurgan şeyler için kullanılıyordu. Ne di şi, ne de erkek cinsten sayılmayan yansız sözcüklere gelince, onlar , daha olgunla şmadıkları için cinssiz sayılan ürünlere ve çocuklara yakı ştırılıyordu. Yansız sözcü ğün,

Page 20: Insanin ozu george thomson

küçültme eklerinin olu şturulmasında kullanılmasının nedeni budur. Gene, me yvamn ağaçtan ayırt edilmesinde yansız sözcük di şil sözcü ğe dönü şür: Yunancada, melon (yansız) «elma», melea (di şil) «elma a ğacı». Dolayısıyla, cins sınıflamasının ilk ba şta bir ça ğrı şım kümesi oldu ğu ve bu çağrı şım kümesinde de do ğadaki olayların cins ayrımına dayanan gruplar içind e bir araya getirilerek ilkel bilince göre bir düzene konuldu ğu sonucuna varılabilir. Şimdi de, en azından görünü şte bütünüyle de ği şik olan Çin dilindeki sınıflandırma sistemine bakalım. Ingilizcede «bir ba ş sı ğır», «bir ar şın bez», «bir parça tebe şirden söz ederiz, aynı şekilde Çincede «bir dal sokak», «bir a ğız adam» denir. «Dal» ve «a ğız» sözcükleri birer «sınıflayıcı» olarak kullanılmakta dır burada. Böyle elliyi aşkın sınıflayıcı vardır. Bunlar, adları, belirttikle ri nesneler arasındaki bazı yüzeysel benzerlikler temelinde çe şitli sınıflar içinde toplamak amacıyla kullanılır. Örne ğin, «dal» sözcü ğü sokak, ip, sıra, yılan, vb. gibi uzunluklarıyla göze çarpan nesneleri belirten adlar ın sınflayıcısı olarak kullanılır. «A ğız» sözcü ğü ise insan, domuz, kuyu, kavanoz, vb. gibi a ğzı ya da ağza benzer bir deli ği olan nesneleri belirten adları sınflandınr. Bu si stem, 54 ĐNSANIN özü geli şigüzel bir temele dayanmakla birlikte, somut bir am aca hizmet eder. Çincede bir yı ğın e şsesli sözcük vardır. [Ç.N. Burada George Thomson In gilizcedeki «rain», «rein» ve «reign» gibi söyleni şi aynı, anlamı ayrı sözcükleri örnek veriyor. Türkçeden örnek dü şününce akla şu sözcükler geliyor: yüz (sayı), yüz (çehre); kara (renk), kara (toprak parçası); çay (a karsu), çay (bitki); ya ş (ıslak), ya ş (ya şanan yıl).] i şte sınırlayıcılar bu e şsesli sözcükleri birbirinden ayırt etmek amacıyla kullanılır. Örne ğin: / zo şan «bir (yöre) da ğ», / jian şan «bir (giysi) gömlek». Bu durum sistemin sürdürül mesinin ve geli ştirilmesinin nedenini açıklıyor, ama hiç ku şkusuz kökenini açıklamıyor. Sistemin kökenini açıklı ğa kavu şturmak için, sınıflandırmanın dayandı ğı dü şünce biçimine bakmak gerekir. Nesneler duyumlara dayanan dı şsal ve öznel ili şkilere bakılarak gruplandırılmı şlardır ve iç ba ğıntıdan yoksundurlar. Kümeler yoluyla düşünmenin en ilkel biçimidir bu. (Elbette bu, Çinceni n ilkel bir dil oldu ğunu değil, yalnızca ilk ba ştaki ilkel durumundan bugünkü geli şmiş durumuna ola ğanüstü hızlı bir süreç içinde ula ştı ğını gösterir.) Dilbilgisindeki bu sınıf sistemlerinin ruhbilimsel kökenini saptadı ğımıza göre, sınıflandırmanın temelinin (cins, boy, biçim, vb.) neden bu kadar farklılık gösterdi ğini anlayabiliriz, ilkel dü şüncedeki ça ğrı şım kümeleri, tıpkı çocuk düşüncesindeki ça ğrı şım kümeleri gibi, derinlikten yoksun ve dolayısıyla da tutarsızdır. Hepsinde görülen biricik ortak özellik , sınıflandırma gereksinmesidir: insano ğlu, bir do ğa olayları a ğıyla kar şı karcıyadır, içgüdüsel insan, vah şi, kendini do ğadan ayırt etmez. Bilinçli insan ise kendini do ğadan ayırt eder. Sınıflamalar, kendini do ğadan ayırt etmenin, ba şka bir deyi şle dünyayı ve olaylar a ğındaki odak noktalarını tanımanın a şamalarıdır ve bu noktalar insanın onu tanımasına ve egemenli ği altına almasına yardımcı olurlar.5 4. Totemcilik Buraya kadar gözden geçirdi ğimiz ruhbilimsel ve dilbilimsel kanıtlar, ^ V.I. Lzmn,Hegel'in Mantık B ilimi Adlı Yapıtının Özeti. 1914-16 ĐLKEL BiLGi 55 çağrı şım kümesi dedi ğimiz şeyin, dü şüncenin geli şmesinin ilk a şamalarına kadar uzandı ğını göstermektedir, insan toplumunun ba şlangıç döneminde rastlanan ve ilkel tribüye özgü bir ideoloji olan totemcilik de varılan bu sonucu doğrulamaktadır. insan toplumunun çekirde ğini küçük bir göçebe topluluk olu şturmu ştu. Bunları insansı maymunlardan ayıran özellik, elleriyle bazı ilkel araçlar yapmaları ve ate şten yararlanmalarıydı, însan toplumu bu ilk çekirde ğin bölünmesi sonucunda geli şti. Bu göçebe topluluk, ilkin, her ikisi de dı ştan evlenme kuralına ba ğlı iki yanma bölündü. Bir yarımın erkekleri öteki yarı mın kadınlarıyla çiftle şti. Doğan çocuklar analarının ba ğlı oldu ğu yarımın üyesi sayıldılar. Daha sonra bu

Page 21: Insanin ozu george thomson

yarımlar da kendi içlerinde bölündü. Böylece, iki y arım ve dört klandan olu şan basit tribü yapısı ortaya çıktı. îlk bölünme, mızra ğın bulunması sonucunda ba şlayan örgütlü avcılı ğın geli şmesiyle ilintili olsa gerek, i şte bu a şamada ilk i şbölümünü, cinsel i şbölümünü görüyoruz: Erkekler avcılıkla u ğra şıyor, kadınlar ise erkekler gibi yer de ği ştirmeye yatkın olmadıklarından, daha önceleri herke sin ortak görevi olan yiyecek toplama i şini yerine getiriyorlardı. De ği şik hayvanların avlanması bir i şbirli ği temelinde örgütlenmi şti. Her klan belli bir hayvan ya da bitki türüyle özde şleniyor ve bu onun totemi sayılıyordu. Bu totemler, ba şlangıçtaki yiyecek bulma i şiyle ilgili görevlerini yitirdikten sonra bile varl ıklarını çeşitli biçimlerde çok uzun bir zaman korudular. Tribü , her biri kendi totemine sahip olan birçok klana ayrıldı; her tribü üyesi de , ba şkalarıyla olan ili şkilerini, gerek kendini, gerek onları belirli hayva n ya da bitki türleriyle özde şleyerek düzenledi. (Avustralya'daki tribülerden bir inin totemi kanguruydu. Bu tribünün üyelerinden birine kendi foto ğrafı gösterildi ği zaman, adam «Aa bu tıpkı ben, yani kanguru!» diye ba ğırmı ştı.) Böylece, toteme ba ğlı grupla şmalar çağrı şım kümelerinin temelini olu şturdu. Toplumsal sınıflama, zihinsel bir sınıflamaya dönü ştü. Bu nedenle, totemcilik, insan toplumunun hayvan dün yasından ayrıldı ğı ilk aşamaya kadar uzanır. O a şamada insan daha kendini gerek nesnel olarak, gerek se öznel olarak do ğadan ayırmı ş de ğildi. Nesnel bakımdan, insan öteki insanlarla toplumsal de ğil, do ğal bir ili şki içindeydi; öznel bakımdansa, insanlar arasındaki ili şkiler insanın do ğayla olan ili şkileri açısından dile getiriliyordu: 56 ĐNSANIN ÖZÜ Doğayla insanın özde şle şmesi öyle bir görünüme bürünür ki, insanların do ğayla olan sınırlı ili şkisi insanların birbirleriyle olan sınırlı ili şkilerini, birbirleriyle olan sınırlı ili şkileri de do ğayla olan sınırlı ili şkilerini belirler, çünkü tarihsel bakımdan do ğa daha pek de ği şmemiştir. Öte yandan, insanın çevresindeki bireylerle ili şki kurma zorunlulu ğunun bilincine varması, toplumda ya şadı ğının bilincine varı şının ba şlangıcıdır. Bu ba şlangıç, o aşamadaki toplumsal ya şamın kendisi kadar hayvansıdır.6 Demek ki, hem çocuktaki zihinsel geli şmede, hem de dilin do ğuşunun ilk dönemlerinde görülen ça ğrı şım kümesi, ba şlangıçta, üretimin geli şmesi sonucunda ortaya çıkacak olan insana özgü ilk ili şkilerin maymundan insana geçi şteki bilinçli bir yansımasıydı. 5. ilkel Tapınma Töreni ve Mitos insanı hayvanlardan ayıran özellik, kendi ya şam etkinli ğinin bilincinde olmasıdır, insan, kendini gerçekli ğin dolaysız bilincinden öznel olarak kurtarmasını bilir, i şte kuram ile kılgının ayrılmasının temeli de bu zih insel soyutlama i şleminde yatar. Ne var ki, bu a şamada daha kuramdan söz edilemez; yalnızca ilkel tapınma törenleri sözkonusu-dur. ilk el tapınma töreni şimdilik kılgıdır, ama emekten bilinçli olarak ayrılmı ş bir kılgı. Bu törenlerin özünü açıklamak için, en çok rastlana n belirtilerinden birine, yansılama danslarına bakabiliriz. Yansılama ya da bilinçli öykünme, insana maymunsu a talarından kalıt kalan bir özelliktir, ilk ba şlarda insan yapaca ğı i şi önceden ya da sonradan gösteri olarak gerçekle ştiriyordu. Bunun nesnel bir i şlevi vardı; insanın o i şi daha iyi yapabilmesini sa ğlıyor, yetene ğini geli ştiriyordu. Yansılama böyle do ğdu. Ortakla şa çalı şmadaki ses ve gövde devinimleri gerçek çalı şma sürecinden ayn olarak, türküyle dansı birle ştiren ba ğımsız bir etkinlik durumuna getirildi. Bu tür etkinlikler, tribü ya şamının ortak bir özelli ğidir. Totem, bir bitkiyse büyümesi ve ĐLKEL B ĐLGĐ 57 Mars ve Engels, Alman ideolojisi. 1853-46. insanlar tarafından toplanması, bir hayvansa belirl eyici özellikleri ya da yakalanması ve öldürülmesi gösteri olarak gerçekle ştirilir. Sonraları, bu törenler, totemde ki şile ştirilmi ş olan ve ya şayan klan üyelerine yardıma çağrılan klan atalarına bir yakarı ş görünümüne bürünür. Erginlik ça ğına gelen

Page 22: Insanin ozu george thomson

çocuklar için bir erginleme töreni düzenlenir; çocu klar bu yansılama töreni sırasında dü şsel bir biçimde ölüp yeniden do ğarlar ve böylece çocukluktan çıktıklarını kanıtlamı ş olurlar. Tören klanın bulundu ğu yerin uza ğında düzenlenir; törene katılanlar gözya şlarıyla gider, sevinçle dönerler. Tribü yaşamının daha ileri a şamalarında yansılama danslarının bütün do ğa olaylarına uygulandı ğını görürüz: Ekinlerin büyümesini sa ğlamak amacıyla yapılan danslar, yaz mevsiminin geli şini hızlandırmak için yapılan danslar, do ğal yıkımları önlemek için yapılan danslar, solup küçülen ayı yen iden canlandırmak için yapılan danslar. Yansılama törenlerinin dayandı ğı ruhbilimsel ilkeyi göstermek için bir örnek verelim. Yeni Zelanda'daki Maori'lerin bir patates dansı var dı. Körpe ürünlerin do ğu rüzgârlarından zarar görmesi sözkonusuydu. Bunun iç in, tarlalarda çalı şan kadınlar dans ederler, gövdeleriyle rüzgârın esi şini, ya ğmurun ya ğı şını, ekinlerin büyüyüp ye şermesini yansılarlar ve bu arada türkü söyleyerek e kinlerin de kendilerine uymasını dilerlerdi. Dansçılar ekinlerin büyümesini yansılayarak onları büyümeye zorlayacaklarına inanırlardı. Bu, gerçekte basit bir yansılama devin iminden ba şka bir şey olmayan ilkel büyünün temelidir. Dansçılar, daha algısal bi lgi a şamasında oldukları için, dı ş dünyanın kendi istemlerinden ba ğımsız nesnel yasalarla yönetildi ğini bilmezler. Ama gene de yapılan dansın bütün bütüne saçma ve bo ş bir i ş oldu ğu söylenemez, insan, çalı şma süreci içinde nasıl gerçekle şmesini istedi ği sonucu önceden kafasında tasarlarsa, yansılama dansında da gerçekle şmesini diledi ği sonucu önceden dü şsel bir biçimde yerine getirir. Bu açıdan bakıldı ğında, dansın hem öznel, hem de nesnel olarak olumlu bir de ğer ta şıdı ğı görülür. Yansılama dansı, öznel olarak, dansçıların yapılaca k olan gerçek i ş kar şısındaki tutumlarını etkiler. Dansın ekinleri kurtaraca ğı inancıyla esinlenerek, ekinlere daha büyük bir güven ve daha büyük bir 58 ĐNSANIN ÖZÜ güçle bakmaya ba şlarlar. Böylece dans onların gerçeklik kar şısındaki öznel tutumlarını de ği ştirdi ği gibi, dolaylı olarak gerçekli ği de de ği ştirir. Öte yandan da dans, nesnel olarak, hem çalı şma süreciyle ba ğıntılı, hem de ondan ayrı bir şey oldu ğu için, emekçilerin dolaysız çalı şma sürecinden uzakla şmalarını ve böylece onu nesnele ştirmelerini sa ğlar. Bu bilinçli uzakla şma eylemi, kuramın kılgıdan ayrılmasının zorunlu bir k oşuludur. Ve en sonunda, üretim tekni ğinin geli şmesiyle birlikte, yansılama dansı çalı şma süreciyle olan ba ğlarını yitirir ve tribü geleneklerinin yansıtıldı ğı bir eğlence etkinli ğine dönü şür. Yansılama danslarının bu a şamasında, epik şiir ve baladın ba şlangıcı sayabilece ğimiz koroyla söylenen şiiri görürüz. Bildi ğimiz gibi balad tek ki şi tarafından söylenir, ama ilk ortaya çıktı ğı sıralarda dans eşli ğinde söyleniyordu. Sözgelimi, Faroe Adalarından ald ı ğımız şu örnekte, yansılama ö ğesinin varlı ğını korudu ğunu görebiliriz: Karaba şı baladı söyler ve ayak vurarak tempo tutulur. Oyun cular sözleri devinimleriyle belirtecekleri için karaba şını dikkatle dinlerler. Eller bir sava ş patırtısı içinde sımsıkı kenetlenir; sevinçli bir sıçrama, utkuyu belirtir. Her dörtlü ğün sonunda bütün oyuncular koroya katılır, ama dört lü ğün öbür dizelerini ancak ün yapmı ş belli bir-iki ki şi söyler? Korolu şiirle birlikte resim ve yontu sanatları da yansılam a büyüsünden doğmuştur. Bildi ğimiz en eski örnekler (ta ş ça ğında yapılmı ş olan küçük yontular ve ma ğara duvarlarındaki resimler) büyü amacıyla gerçekle ştirilmi şti. Avustralya yerlilerinden ve Afrika'daki Bu ş-manlardan elde edilen kanıtlar da bu görü şü doğrulamaktadır, ilkel bilinçte, insanın adı gibi görü ntüsü de insanın kendisiyle özde şlenir. Öyle ki, elimde bir insanın resmi ya da heyk elcili ği varsa, o insanı avucumun içine alabilir, ona istedi ğimi yapabilirim. Bu sanatların ilk kez ilkel tapınma törenlerinden do ğup geli ştikleri yer olan Eski Yu-nan'da bile bunlar büyüyle olan ba ğlarının izlerini ta şımaktaydılar. 7 W.J. Entwisûe, European Balladry (Avrupa Baladlar ı). 1939. ĐLKEL BÎLGÎ 59 6. Yaradılı ş Söylenceleri

Page 23: Insanin ozu george thomson

Tribü gelenekleri daha sonra mitoslar biçimine dönü ştü. Gerçekte bunlar, tapınma törenine e şlik eden sözlerden ba şka bir şey de ğildi. Zamanla tapınmadan kopup uzakla ştılar, daha bütünsel ve nesnel bir duruma geldiler ve zaman ve uzam gibi soyut kavramların olu şmasına yol açtılar. ilkel dü şüncede, do ğa dünyası toplumsal dünyanın bir izdü şümüdür. Tribü nasıl ilk çekirde ğin dı ştan evlenmek kuralına ba ğlı iki yanma bölünmesi sonucunda geli şirse, evren de gökyüzü (erkek) ile yeryüzünün (di şi) ayrılıp yeniden birle şmesiyle olu şur ve varlı ğını kar şıtların (gündüz ve gece, yaz ve kı ş, ya şam ve ölüm) sürekli çalı şmasıyla sürdürür, ilkel dü şüncenin toteme tapma özelli ğine uygun olarak, dünya bir hayvan biçiminde tasarlanır . Güney Victoria'daki yerlilere göre, dünyayı kartall a karga yaratmı ştır. Kartalla karga çok uzun süren bir sava ştan sonra barı şmışlar ve insanlar onların adını ta şıyan iki yarıma bölünmü şlerdir. A şağı Darling Irma ğı'ndaki tribü üyeleri ise bu söylenceyi de ği şik bir biçimde yorumluyorlardı. Bunların ilk atalar ı ırmak boyuna vardıklarında, yanlarında iki karıları vardı . Birinin adı Kartal, ötekinin adı da Karga idi. Kartaldan dünyaya gelen erkek çocuklar kargadan do ğan kız çocuklarla evlendi ve bunların çocukları karga oldu. Kartalın kızları ise karganın o ğullarıyla evlendi ve bunlardan dünyaya gelen çocukl ar da kartal oldu. Daha sonra kartallar kanguru ve keseli sıçanlara, k argalar da deveku şu ve ördeklere bölündüler. Bu örneklerde, dünyanın yarad ı şılı tribünün olu şumuyla bir tutulmaktadır. Do ğa ile toplum birdir. Göçebe topluluklarda, tribü kampı tribünün yapısına uygun bir düzendedir. Tipik trübi kampı, bir sınır çizgisiyle iki yarım daireye bölünmü ş bir daireden olu şur. Tribünün ayrıldı ğı iki yarımı temsil eden her yarım daire de kendi içinde bölünmü ştür. Bunlar da, yarımları olu şturan klanları temsil etmektedir. Dı ştan evlenme kuralını, bir erke ğin dairenin öte yanından e ş alması biçiminde de açıklayabiliriz. Her klanın kendine özgü bir tot em türü vardır ve her totem türü kendi klanının bulundu ğu yerle sınırlıdır. Dolayısıyla., kampın biçimi, doğa dünyasının örgütlenmesini yansıtan bir kesittir. 60 ĐNSANIN özü Avusturalya tribünlerinde, totem türleri, insanlar tarafından bulundukları somut koşullara göre öznel bir biçimde gruplandınlır. Sözgel i şi, a ğaçlar dallarına yuva yapan ku şlarla, su bitkileri su ku şlanyla ba ğdaştırılır. Avusturalya tribülerinden çok daha ileri olan Amerika yerlileri nin tribüleri arasında iki belirgin geli şme görülür. Bir kere, artık totem türleri genellikle bazı nesne l do ğa ili şkilerine göre sınıflandırılmaya ba şlanmı ştır. Örne ğin, Mohikan'larda üç fratri vardır: Kurt, Kaplumba ğa ve Hindi. (Fratri, tek bir klanın bölünmesi sonuc unda do ğan klanlar toplulu ğudur.) Bu fratriler de on bir klana ayrılır: (1) ku rt, ayı, köpek, keseli sıçan; (2) küçük kaplumba ğa, bataklık kaplumba ğası, büyük kaplumba ğa, san yılan balı ğı; (3) hindi, turna ku şu, tavuk. Daha sonraları, toteme göre sınflandırma sistemi da ğılmaya ba şlar. Missouri'deki Ponka'lar iki yarım, dört fratri ve sekiz klandan k urulu bir tribüydüler. Daire biçimindeki kamplarının giri şi genellikle batıya bakardı. Dairenin birinci çeyre ğinde giri şin hemen solunda ate ş fratrisi, onun arkasında ikinci çeyrekte de rüzgâr fratrisi vardı. Dairenin üçüncü çeyre ğinde giri şin hemen sa ğında su fratrisi, onun ardında dördüncü çeyrekte ise toprak fratrisi bulunmaktaydı. Her klan çe şitli hayvanlarla özde şleniyor, ama bunlar belli bir ilkeye göre sınıflandırılmıyordu. Bu örnekte, hayvanların totem le özde şle ştirilmesi yalnızca klan düzeyindedir. Daha yüksek düzeylerde bunun yer ini soyut dört ö ğe kavramı almı ştır. New Mexico'daki Zunyi'ler yedi köy toplulu ğu ya da fratri içinde örgütlenmi şlerdi. Tek bir klandan olu şan yedinci fratri dı şında bütün öteki fratriler üçer klandan meydana gelmekteydi: (1) kuz eyde Turna Ku şu, Keklik, Ağaçkakan; (2) güneyde Tütün, Mısır, Porsuk; (3) do ğuda Antilop, Geyik, Hindi; (4) batıda Ayı, Çakal, Bahar Otu; (5) yukarıda Güne ş, Gökyüzü, Kartal; (6) aşağıda Su, Çıngıraklı Yılan, Kurba ğa; (7) ortada Papa ğan. Kuzey rüzgâr, kı ş ve sava şla; güney ate ş, ya ş ve rençberlikle; do ğu kıra ğı, güz ve büyüyle; batı da su, ilkyaz ve barı şla bir tutuluyordu. Kuzey san, güney kırmızı, do ğu beyaz, batı ise maviydi. Daha eski zamanlarda yalnızca alt ı fratri, ondan önce de

Page 24: Insanin ozu george thomson

yalnızca dört fratri vardı. Dünyanın yaradılı şı sırasında bir büyücü insanlara iki çift yumurta sunmu ştu. Birinci çift gökyüzü gibi mavi, ikinci çift top rak gibi kırmızıydı, insanlardan bazılan mavi yu- 1LKEL BiLGi 61 murtalan, bazılan da kırmızı yumurtalan seçtiler. M avi yumurtalardan karga çıktı. So ğuk kuzeye do ğru uçup gitti karga. Kırmızı yumurtalardan ise papa ğan çıkü. Papa ğan da sıcak güneye do ğru gitti. Böylece tribü iki yanma aynldı. Bir yanm kuzeyi ve kı şı, öteki yarım da güneyi ve yazı temsil ediyor ve d olayısıyla bütün zaman ve uzamı aralannda payla şmış oluyorlardı. Bu dü şünceler Meksika'daki Mayalar ve Aztek'ler arasında daha da geli şmişti. Gerçekte Zunyi'ler sistemlerinin bazı özelliklerini , kültürel ili şkiler aracılı ğıyla bunlardan almı ş olabilirler. Meksikalılar bir güne ş takvimi yapmı şladı. Bu takvim tribüyle ilgili kavramlar üzerine k urulmu ştu. Yıl, her biri yirmi günden olu şan on sekiz aya bölünmü ştü. Aynca be ş günlük bir ek, vardı. Her ay, be şer günlük dört haftaya ayrılmı ştı. Her haftanın ilk gününe dört i şaretten (tav şan, çakmak ta şı, ev, kamı ş) birinin adı verilmi şti. Bu i şaretler hem takvimin düzenlenmesinde, hem de ba şka i şlerde kullanılmaktaydı. Tavşan kuzeyi, siyahı, kı şı ve havayı; çakmak ta şı güneyi, maviyi, yazı ve ate şi; ev do ğuyu, beyazı, güzü ve topra ğı; kamı ş batıyı, kırmızıyı, ilkyazı ve suyu temsil ediyordu. Dört ana noktanın yanı sıra ü ç nokta daha vardı: Merkezdeki nokta, en tepedeki nokta ve en dipteki n okta. Tıpkı dört i şaretten olu şan takvim çevrimi gibi, dört evreden olu şan bir de evren çevrimi bulunuyordu. Evren çevriminin bitiminde dünya yok o luyor ve yeniden yaratılıyordu. Kuzeyle güney, do ğuyla batı, sıcakla so ğuk ve gündüzle gece sürekli bir sava ş içindeydiler. Her yıl düzenlenen yansılama törenle rinde iki sava şçı, toplulu ğu ve sava ş sahnesini canlandırıyordu. Takvim çevrimi de, evre n çevrimi de varlı ğını bu sürekli sava ş aracılı ğıyla sürdürüyordu. Böylece uygarlı ğın e şi ğine gelmi ş oluyoruz. Dört yatay nokta tribüyle ilgili öğeleri dile getirdi ğine göre, üç ek noktayla temsil edilen dikey uzantı da aşama sıralamasıyla ilgili ö ğeleri yansıtmaktadır. Meksikalıların dünyası üç yüzeye ayrılmı ştı: Yukarıda tannlann dünyası, ortada canlıların dü nyası, a şağıda ölülerin dünyası. Dikey ve yatay çizgilerin kesi şti ği be şinci nokta ya da merkez ise ba şkanlı ğı ya da krallı ğı temsil etmekteydi. Ba şkanlık ya da krallı ğın i şlevi, tannlar ile insanlar arasındaki ili şkileri düzenlemekti. Meksikalılardaki sistemi eski toplumdaki yaradılı ş kuramlarıyla kar şıla ştırdı ğımız zaman, bu yorum fazlasıyla do ğrulanmaktadır. 62 ĐNSANIN ÖZÜ Mısır'da kral tarafından düzenlenen bir dörtlü sist em görüyoruz. Yunanistan'da da buna benzer bir dörtlü sistem dört ö ğe, dört mevsim vb. gibi kavramların temelini olu şturuyor. Çin ve Hindistan'da da merkezde oturmakta olan kral tarafından düzenlenen bir be şli sistem vardı. Babil'de ise ilk ba şlardaki dörtlü sistem sonraları yedili sisteme dönü şmüştü; merkez gene yeryüzüyle gökyüzü arasındaki ili şkileri düzenleyen krala ayrılmı ştı. Bir de bize daha yakın bir yöreden örnek verelim. Eski irlanda'da kuzey, güney , do ğu ve batıda yer alan dört bölgenin yanı sıra, bir de be şinci bölge vardı. Yüce Kralın oturdu ğu krallık ba şkenti Tara, Meath (irlanda dilinde midhe, «orta») a dı verilen bu bölgede bulunuyordu. Bu incelemenin de gösterdi ği gibi, ilkel insanın evrene ili şkin kavramları kendi toplumsal ili şkilerinin sınırları içinde olu şmuştur. Toplumun kendi geli şmesi gibi bu kavramlar da bütün bk tarihöncesi dönem boy unca a ğır ve sürekli bir biçimde geli şmişlerdir. Ama daha sonraları, Tribü toplumunun da ğılması sonucunda, algısal bilgiden ussal bilgiye geçi şi belirleyen ve modern bilimin temel ta şlarım dö şeyen bir niteliksel de ği şme dönemi gelmi ştir, insan düşüncesinde gerçekle şen bu köklü de ği şiklik, toplum yapısında gerçekle şen aynı ölçüde köklü de ği şikliklerin (kafa eme ğinin kol eme ğinden kopması, toplulu ğun sınıflara bölünmesi ve devletin ortaya çıkması) bir yansımasıdır. BEŞiNCi BÖLÜM DO ĞA FELSEFESi l. Kuram ve Kılgı

Page 25: Insanin ozu george thomson

BiLiMSEL toplumculu ğa göre, bilginin geli şmesi, birbki ardı sıra üç a şamadan geçerek döngüsel bir devinimle ilerleyen diyalektik bk sü-reçtk. Birinci a şama, algısal bilgi a şamasıdır: Bilgi sürecinde ilk adım, dı ş dünyadaki nesnelerle ba ğ kurmaktır. Bu, algılama aşamasına girer... Bilgi deneyimle baslar. Maddeci bi lgi kuramı budur.1 ikinci a şama, ussal bilgi a şamasıdır: îkinci adım, algılamayla elde edilen verileri bir a raya getirip yemden düzenleyerek bire şime vardırmaktır. Bu, kavrama, yargıya varma ve son uç çıkarma aşamasıdır. ...Ussal bilgi algısal bilgiye dayanır, a lgısal bilgi ise ussal bilgiye vardırılmak zorundadır. Diyalektik maddeci bilgi kuramı budur.2 Üçüncü a şama, kuramdan yeniden kılgıya dönme a şamasıdır: Bilgi kılgıyla baslar; kuramsal bilgi kılgı içinde edinilir, ama son- 1 Mao Zedung, Kılgı Üzerine. 1937. : Aynı yerde. 64 ĐNSANIN ÖZÜ r a yeniden kılgıya dönmek zorundadır ... Bu, kuram ı sınama ve geli ştirme sürecidir, bütün bir bilgi sürecinin sürdürülmesidi r? insan, dı ş dünyadaki sürekli olarak de ği şen ve bilincinde yansıyan olayları ancak kendini gittikçe yükselen bir düzeyde durmada n yenileyen bu diyalektik devinim içinde kavrayabilir ve denetim altına alabi lir: Nesnel dünyadaki bütün diyalektik devinimler önünde sonunda insan bilgisinde yansıtılabilir. Toplumsal kılgıda olu şma, geli şme ve yok olma süreci sonsuzdur. Bu nedenle olu şma, geli şme ve yok olma süreci insan bilgisinde de sonsuzdur , insano ğlunun belli dü şüncelere, kuramlara, tasarılara ve izlencelere uygu n olarak nesnel gerçekli ği de ği ştiren kılgısı geli ştikçe, nesnel gerçekli ğe ili şkin bilgisi de derinle şir. Nesnel gerçeklik dünyasındaki de ği şme deviniminin sonu yoktur; dolayısıyla insanın kılgı içinde hakik ati ö ğrenmesinin de sonu yoktur.4 Tarihsel olarak bakıldı ğında, bundan önceki bölümde de gördü ğümüz gibi, algısal bilgiden ussal bilgiye geçi ş toplumun sınıflara bölünmesiyle birlikte ortaya çıkar. Kuramsal bilginin geli şmesi, ancak kol eme ğiyle u ğra şmayan bir egemen sınıfın do ğmasıyla gerçekle şebilmi ştir. Ne var ki, bu sınıf daha do ğduğu andan başlayarak kılgıdan kopup uzakla şır ve bilginin daha fazla geli şmesini köstekleme e ğilimi gösterir, insan dü şüncesinin diyalekti ği, sınıf sava şımının diyalekti ğini yansıtır. 2. Kafa Eme ği ile Kol Eme ği Yakın Do ğu'daki eski toplumun tarihi iki ana döneme ayrılır: Tunç ça ğından demir çağına, köylülerin toprak sahiplerine olan borçlarını ödemek üzere onlar için çalı ştıkları kölelik döneminden insanların bedenlerinin alınıp satıldı ğı kölelik dönemine geçi ş ve Mısır ve Mezopotamya'nın dinsel krallıklarından Yunan-Roma kent devletlerine geçi ş. ^ Aynı yerde. ** Aynı yerde. DOĞA FELSEFESi 65 Birinci dönemdeki ba ş çeli şme toprak sahipleriyle köylüler, ikinci dönemdeki b aş çeli şmeyse köle sahipleriyle köleler arasındaydı. Birinci dönemin ba şlangıcı büyük çapta tarımın geli şmesinin damgasını ta şıyordu ve uygulayımsal bulu şlar ve yenilikler bakımından, on yedinci yüzyıla ka dar olan bütün dönemlerden daha zengindi. Kol eme ğiyle kafa eme ği arasında ortaya çıkan yeni bölünmeydi bütün bu bulu şları olası kılan. Kafa emekçileri, üretimi düzenleyen ve örgütleyen şefler ve rahiplerdi. Kol emekçileri ise zanaatkarlardan ve rençperlerden olu şuyordu. Emekteki bu bölünme giderek toplumun sınıflara ayrılmasıyla sonuçlandı: Ba şlarında bir kral bulunan egemen toprak sahipleri sınıfı ile geni ş köylü ve zanaatkar yı ğınları. Ayrıca, sava ş tutsaklarından ve borçlanarak kölele şen insanlardan olu şan büyük bir köle yı ğını vardı. Daha sonra, alım-satımın yaygınla şmasıyla birlikte, yeni bir tecimen sınıfı do ğdu. Meta üretiminin daha da geli şmesini gerektiriyordu bu yeni sınıfın çıkarları. Gelgele-lim, üretim bakımından canalıcı bir önem ta şıyan sulama olanaklarını elinde tutan ve bu yüzden de o sırada yıkılamayacak kadar güçlü olan egemen sınıf meta üretiminin geli şmesine kar şı direniyordu. Üretim

Page 26: Insanin ozu george thomson

ili şkileri üretici güçlerin geli şmesine ayakba ğı olmaya ba şlamı ştı artık. Bunun sonucunda uygulayımsal ilerlemenin hızında belirgin bir dü şüş görüldü. Kuram ile kılgı arasındaki bölünme gittikçe derinle şti ve kurulu düzenin manevi bakımdan bir kutsanması olarak tanrı dü şüncesi ve dinsel inanç geli şti. Mısır ve Mezopotamya toplumunun kültürel geli şmelerini i şte bu bilgilerin ı şı ğında de ğerlendirmemiz gerekir. Bu dönemin açılmasıyla birlikte görülmeye ba şlanan uygulayımsal bulu şlar arasında tekerle ği, yelkenli gemiyi, yazıyı ve matemati ği sayabiliriz. Tekerle ğin ve yelkenli geminin bulunması ula şımda devrim yaptı ve böylece meta üretiminin geli şmesine yol açtı. Yazı ve matematik ise yalnızca gen i ş çapta meta deği şimi açısından de ğil, aynı zamanda mühendislik, mimarlık ve gökbilim açısından da büyük bir de ğer ta şıyordu. Denilebilir ki, tekerle ği ve yelkenli gemiyi bulanlar tarihte sanayinin ve bilimin öncüleriydiler. Onların bilgileri, kuram il e kılgının birli ğine dayanan gerçek bilgiydi. Ama gene de bu bilgi, yalnızca bel irli bir emek ya da zanaat türüyle sınırlı oldu ğundan, soyut dü şünce dü- 66 ĐNSANIN ÖZÜ zeyinde genel bir ilerlemeyi kapsamıyordu. Ama yazı ve matematik için sözkonusu değildi böyle bir sınırlılık. Yazının bulunması, konu şmanın evriminde yeni bir çı ğır açtı. Yazılı konu şma, özü gere ği, sözlü konu şmadan daha az kendili ğinden, daha ölçülü ve daha anla şılabilirdir. Yazılı konu şma, duyusal yönünden koparılmı ş ve böylece daha yüksek bir soyutlama düzeyine vardırılmı ş sözlü konu şmadır, insan, ancak yazının bulunmasından sonra, kendine özgü yasalarla çekip ç evrilen nesnel bir gerçeklik olarak konu şmanın bilincine varmı ş ve bu yasaları dilbilgisi kuralları içinde formüllendirmeye koyulmu ştur. Okur-yazarlık, sözlü sanatlara yeni bir niteli k kazandırmı ş ve bilimsel çözümlemeye onsuz edilemeyen bir olana k sa ğlamı ştır. Matematik ise daha da yüksek bir geli şme düzeyini belirler. Konu şmadan bütünüyle kopmuş bir dü şünce aracıdır matematik. Konu şma, insanın duyulanyla algıladı ğı verileri kavramlar olu şturarak genelle ştirmesini sa ğlar; oysa matematikçi, konu şma temelinde olu şturulmu ş genellemeleri daha da yüksek bir soyutlama düzeyine vardırarak genelle ştirir. Matematiksel dü şüncede, olguların niteliksel yönleri bütünüyle niceliksel terimlerle dile getiri lir. Bu geli şmelerin olumlu yönünden söz ettik buraya kadar. Şimdi bir de öteki yönüne bakalım. Geli şmelerin ilk ba şlardaki hızı durulduktan sonra, yeni bulu şların sayısında bir azalma görülmekle kalmadı, aynı zamanda o güne kadarki bulu şlar ya do ğal geli şmelerini sürdüremez oldular ya da verimsiz amaçlara saptırıldılar. O dönemin zanaatkarları araba tekerle ğini, çömlekçi çarkını, su dolabını bulmu şlardı, ama daha tekerlekli saban yoktu. Salt kürekl erle yönlendirildi ğinden yelkenli gemi boy ve hız bakımından kısıtlıyd ı. Tekerlekli saban ve kıçtan dümen ancak Ortaça ğda bulundu. Yazı sanatı kapalı bir beceri olup çıktı ğından, elyazmaları gereksiz karma şıklı ğından kurtulamadı. Alfabeyi bulmak, Fenikelilere ve Yunanlılara düştü. Uzun dönemler boyunca sistemli gözlemlerde bulunan Babilli rahipler güne ş tutulmasını saptamayı ba şardılar, ama bu bilgilerini düzmece astroloji bilim ini yaymak amacıyla kullandılar. Gökbilimi astrolojiden Yunan dü şünürleri kurtardı. O dönemdeki rahiplerin ilkel davranı ş biçimlerini ne ölçülere var- DOĞA FELSEFESi 67 dırdıklannı ve bunu ne amaçla yaptıklarını anlamak için Mısır krallı- ğındaki bir dinsel törene bakmak yeterlidir. Bir zamanlar tribü şeflerinin ellerinde tuttukları saygınlık, artık yen i devlet aygıtının ba şı olan krala geçmi şti. Egemen sınıf, halkın dü şünceleri üzerindeki baskısını kral aracılı ğıyla sürdürüyordu. Kral, halka, her yıl yinelenen b ir dinsel tören sırasında yeryüzünü yeniden yaratan, d oğanın ve toplumun düzenini ayakta tutan bir tanrı olarak sunuluyordu. Sözgelim i, bu törenlerden birinde, topra ğın üzerine bir alan çizilir. Kral bu alanın üstünde n dört kez geçer. Her geçi şinde pusulanın bir yönüne çevirir yüzünü. Önce A şağı Mısır'ın kırmızı

Page 27: Insanin ozu george thomson

tacını, sonra da Yukarı Mısır'ın beyaz tacını giyer ek iki kez gerçekle ştirir bu eylemi. Başka bir törendeyse kral simgesel olarak ülkenin için den geçer, ülkenin dört yöresine dokunur ve okyanusu a şarak cennetin dört yöresine ula şır. Gene, kırmızı tacı giyerek iki görevlinin arasına oturur. Görevli ler, kralın gücünün her şeye yetti ğini anlatan bir ilahi söylerler. Daha sonra, yer de ği ştirip bir kez daha söylerler ilahiyi. Sonra kralın önünde ve arkasında durarak ve gene yer deği ştirerek ilahiyi iki kez daha yinelerler. Böylelikle iki görevli de pusulanın dört yönüne dönerek kralın gücünün her şeye yetti ğini açıklar. Daha sonra beyaz tacı giyen kral törenle Horus ve Set ta pınaklarına götürülür. Orada bir rahip kendisine ok ve yay verir. Kral dört yöre ye dört ok fırlatır ve yüzünü tek tek dört yöreye çevirerek dört kez taç giyer. B öylece yeryüzünün dört bir buca ğını yönetecek güçte oldu ğunu ortaya koyar. i şte bu yüzden, o dönemin egemen sınıfında, bir yanda n uygula-yımsal bilgi alanında geni ş kapsamlı ilerlemeleri, öte yandan da bir sınıf ege menli ği aracı olarak ilkel mitos ve dinsel törenin yetkinle şti-rilmesini gördü ğümüzü söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi bilimsel, ikinc isiyse dinseldir. 3. Yabancıla şma Tribü şeflerinin ve rahiplerinin kol eme ği çalı şmasından uzakla şma-lanyla birlikte, üreticiler kol eme ğine iyiden iyiye ba ğlandılar ve ürün fazlasını haraç olarak vermek zorunda kaldılar. Bu de ği şiklik, fetihler 68 ĐNSANIN özü dı şında, çok yava ş gerçekle şti. Ürün fazlası, uzun bir zaman, kabile reisleri v e rahiplerce korunan ortak ambara üreticilerin bir ka tkısı olarak kabul edildi. Bu düşünce, hiçbir de ği şiklik olmamı ş gibi davranan, ama gerçekte bu de ği şikli ği sağlamla ştıran tribü şefleri ve rahipler tarafından desteklendi. Bunun sonucunda, ortaya eme ğin yabancıla şması çıktı. Emekçi hem yarattı ğı ürünü, hem de üretim etkinli ğini, yani insanlı ğının özünü olu şturan etkinli ği ba şkalarına teslim ediyordu. Artık emekçinin öz do ğasının asıl insanca yönü kendisinin olmaktan çıkmı ştı; yalnızca hayvanlarla ortak olan yönü kendinindi artık: «Hayvansı özellikleri insanca, insanca özellikleri de hayvansı olur.»5 Artık onun gözünde, «ya şamın temel gereksinmesi» de ğil, yalnızca bir araçtı emek: «Yaşamın kendisi bir ya şama aracı olarak belirir.»6 Yabancıla şma, köleci düzende en a şın ölçüsüne ula şır. Kölenin özgür i şçiden farkı, yalnızca eme ğine de ğil, aynı zamanda bedenine de yabancıla şmasıdır. Gerek emeği, gerek bedeni ba şkalarının malıdır. Dolayısıyla, kölenin hem eme ği, hem de bedeni, onun bir özne olarak yüz yüze geldi ği nesnel gerçekli ğin bir parçasını olu şturur. Özne nesneyi yadsıyarak dile getirir kendini ; hem de bunu, beden ile ruhun birbirine kar şıt şeyler oldu ğu yolundaki aldatıcı görü şe sarılarak yapar, insan do ğasının bölündü ğüne inanılır; bir parçası ölümlü, öbür parçasıysa ölümsüzdür. Gerçekte ruh bedenden önce gelir ve onu n efendisidir, ama bu yaşamımızda geçici olarak bedenin kölesi olmu ştur. Bundan sonraki ya şamda kavu şacaktır özgürlü ğüne. Dolayısıyla ya şam ölümdür, ölüm de ya şam. Eski Yunan'daki Orpheus ve Pytha-goras tarikatlarında ru hun gizemci ö ğretisi böyle açıklanıyordu. Bütün dinlerin kökeninde, gerçekli ğin gizemci açıdan tersyüz edilmesine rastlanır: insan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, tersyüz edilmi ş bir dünya olduklarından, teryüz edilmi ş bir dünya bilinci olan dini yaratırlar. Din, bu dünyanın genel bir kuramı, son derece kapsamlı bir özeti, halkın anlayaca ğı biçime sokulmu ş mantı ğı, manevî yüceli ği, co şkusu, ahlâkî bakımdan onaylanması, kutsal bütün- \ K. Mm, iktisadi ve Felsefi El Yazmaları. 1844. ' Aynı yerde. DOĞA FELSEFESi 69 leyicisi, avunmasının ve haklı gösterilmesinin evre nsel temelidir. Din, insanın özünün, dü şsel bir biçimde gerçekle şmesidir, çünkü insanın özünün katıksız bir gerçekli ği yoktur... Dinsel acı, hem gerçek acının dile geti rilmesi, hem de gerçek acıya kar şı bir ba şkaldırmadır. Din, ezilen yaratı ğın inleyi şidir; ruhsuz bir dünyanın ruhu, umutsuz bir insanlı ğın umududur. Din, halkın afyonudur?

Page 28: Insanin ozu george thomson

Dinlerin tarihinde biri devlette, öteki de halk ara sında görülen iki adım vardır. Devletin denetimindeki resmi tapırnlar, sın ıf sömürüsünü haklı çıkarmaya yarar. Yı ğınların ba ğrında kendili ğinden filizlenen halk tapımlarıysa, sınıf sömürüsüne kar şı bir avunma ve ba şkaldırma aracıdır. Sınıf sava şımı geli ştikçe bu iki akımın çakı ştı ğı görülür, iktidar yeni bir sınıfın eline geçince, o sınıfa ba ğlı olan tapım resmi tapım durumuna gelir ve halkçı niteli ğini yitirir. Her iki akım da özünde idealisttir. Ama resmi dinin metafizik olmasına kar şılık, halk tapıtnlarmda gizemsel bir biçimde de olsa bell i belirsiz bir diyalektik anlayı ş vardır. 4. Maddecilik ve Diyalektik Yunanistan'da tribüden devlete geçi ş, Yakın Do ğu'dakinden çok daha sonra gerçekle şti. Daha ba şından demirin kullanılmasına dayanmaktaydı. Bundan dolayı, meta üretimi çok büyük bir hızla geli şti, madeni para basıldı, Akdeniz'in dört bir yanına uzanan ve köle alımsatımı-na yol açan sö mürgeci bir yayılma ba şladı, insanın kendisi pazarda alınıp satılan bir de ği şim-de ğeri olmu ştu artık. Bu geli şmelerin itici gücü, zanaatkarların ve köylülerin de deste ğiyle toprak sahibi soyluları yıkan ve demokrasi yönetimini kura n tecimenlerden geliyordu. Kölelerin kesinlikle yararlanamadı ğı bu eski demokrasi fazla uzun ömürlü olmadı. Kölecili ğin «üretimde sıkı sıkıya yer etmesiyle»8 birlikte, tecimenlerle toprak sahipleri tüm kol eme ğini hor gören tek bir köle sahipleri sınıfında birle ştiler. Böylece, üretim ili şkileri bir kez daha üretici güçlere köstek olmaya ba şladı. ' K. Mant, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Ele ştirisine Katkı. 1844. K.. Man, Kapital. 1867-94. 70 ĐNSANIN ÖZÜ i şte eski Yunan felsefesinin do ğuşuna yol açan ko şullar bunlardı. ilk dü şünürler Thales ve Anaksimandros, Anadolu'nun Ege kı yısındaki yeni kent devletlerinin en zengini olan Miletos'tandılar. Bir tecim soylulu ğundan, yani artık tecimle u ğra şmaya ba şlamı ş bulunan bir toprak sahibi aileler toplulu ğundan geliyorlardı. Eski soylulu ğun üyeleri olarak birçok tribü gelene ğini devralmı şlardı; Yakın Do- ğu'daki eski uygarlıklarla kurdukları ba ğlardan edindikleri bazı gelenekler de vardı. Bunlar arasın da, geçen bölümde sözünü ettiklerimize benzeyen ve Thales ile Anaksimandros' un akla uygun varsayımlar olarak yeniden yorumladıkları evrenin olu şumunu açıklayan bir mitoslar yı ğını da vardı. Babil gökbilimine ili şkin bilgileri, Thales'in I.Ö. 28 Mayıs 585'teki güneş tutulmasını saptamasını sa ğlayacak yeterlikteydi. Gerçi dine açıktan açı ğa kar şı çıkmadılar, ama kutsal olanı maddenin özünde varo ldu ğuna inandıkları kendili ğinden devinim özelli ğiyle özde şleyerek, dini felsefeden ayırdılar. Onların evrenin olu şumunu açıklayan kuramları üç önermeden yola çıkar. Birincisi, ortak kökendir. Evren, Anaksimandros'un «sonsuz olan» adını verdi ği, yani ayrı şmamış olan tek bir ana tözün bölünmesiyle geli şmiştir, ikincisi, sürekli devinimdir. Ana töz durmadan dönüyordur, bu nun sonucunda ana tözün parçalan bo şlu ğa da ğılırlar ve orada dı şta bir ate ş çemberi, içte de bir hava çemberi olu ştururlar; ana tözün geri kalan parçalarıysa merkezd e toplanır ve hava çemberinin içinde toprak ile suyu olu ştururlar. Üçüncü önerme, kar şıtların çalı şmasıdır. Az önce anlattı ğımız süreç, gerçekte sonu gelmeyen bir sava şımdır. Bu süreç içinde kar şıtlar (sıcak ve so ğuk, ya ş ve kuru, hafif ve a ğır, karanlık ve aydınlık) birbiriyle çatı şır ve daha önce kendisinden kopmu ş oldukları ayrı şmamış ana tözün ba ğrında dönem dönem yeniden birle şirler. Bu sava şım mevsimlerin olu şumuna yol açan çevrimin temelini meydana getirir. B ir de, evrenin dönem dönem yok oldu ğu bir evren çevrimi vardır. Evrenle ilgili bu sezgisel diyalektik anlayı şı Engels şöyle dile getiriyor: Doğaya ya da insanlık tarihine baktı ğımızda, ilk a ğızda, sonsuz bir ili şkiler ve kar şılıklı etkilemeler yı ğınıyla kar şıla şırız. Bu yı ğının içinde hiçbir şey oldu ğu gibi ve oldu ğu yerde kalmaz; her şey devinir, de- DOĞAFELSEFESt 71 ği şir, olu şur ve yok olup gider. Eski Yunan felsefesinin bu il kel, belirsiz, ama özünde do ğru dünya kavrayı şı ilk kez açık seçik bir biçimde Herakleitos tarafından ortaya konulmu ştu. Her şey hem kendisidir, hem de kendisi de ğildir,

Page 29: Insanin ozu george thomson

çünkü her şey akı ş halindedir, durmadan de ği şmekte, durmadan olu şmakta ve yok olmaktadır? Herakleitos'a gelmeden önce, Miletos okuluna kar şı çıkan ba şka bir felsefe okulunu incelememiz gerekiyor. Pythagoras, güney Italya'daki Yunan kolonilerinden birine göç eden bir zanaatkarın o ğluydu. Orada, toprak sahibi soyluluk ile köylülük a rasındaki yeni tecimen sınıfının çıkarlarını temsil eden bir siyas al parti kurmu ştu. Pythagoras ve izleyicileri madeni para basımının geli şmesine etkin olarak katkıda bulundular. Alımsaümın gereksinmeleri dı şında, sayıları ilk kez onların inceledi ği söylenir. Pythago-ras'ın partisi aynı zamanda din sel bir mezhepti. Üyelerin denemeden ve sınamadan geçerek alındıkları bu mezhebin Orfizme benzeyen gizemci bir ö ğretisi vardı. Pythagorasçılara göre, ana töz sayıdır. Bu sayı çe şitli kar şıtlara bölünmü ştür: Tek ve çift, sınırlı ve sınırsız, iyi ve kötü, aydı nlık ve karanlık, vb. Bu kar şıtlar arasındaki çatı şma, bunların birbirleriyle birle şmeleri sonucunda çözülür. Kar şıtların ortada birle şmesini savunan Pythagorasçı ö ğreti budur. Matemati ğe, müzi ğe, gökbilime, tıbba ve siyasete uygulandı bu ö ğreti. Böylece soyluluk ile köylülük arasındaki sava şını, siyaset alanında, yeni orta sınıfın yönetimi olan demokraside çözüme kavu şturuldu. Ana tözü sayıyla özde şleyen Pythagoras, maddi evrenin kayna ğını maddi bir cisim olarak de ğil, zihinsel bir sınıflama olan idea olarak kabul e tti. Pythagoras, kar şıtlar arasındaki çatı şmanın ortada durulup devinimsizli ğe vardı ğını ileri sürerek kar şıtların çatı şmasına bir sınır koydu. Bütün bunlar idealizme gide n yolu gösteriyordu. Demokrasi en yüksek noktasına va rıp da dü şmeye ba şladıktan sona, Pythago-rasçılık tutucu bir güç olup çıktı ve kayna şma öğretisi sınıfsal uzla şmada bir formül olarak kullanıldı. Herakleitos, demokrasinin gerileme dönemine girdi ği Miletos dolaylarındaki Ephesos kentinin eski soylulu ğundan geliyordu. Onun ba- 9 F. Engels, Anû-Dühring. 1889. 72 ĐNSANIN özü kı ş açısı, ba ş çeli şmenin köle sahipleri ile köleler arasında oldu ğu yeni dönemin bakı ş açı şıydı. Herakleitos kesinlikle kar şıydı demokrasiye. Kayna şma öğretisinin kar şısına, kendi gerilim ö ğretisiyle, yani sürekli çatı şma, devinim ve de ği şme öğretisiyle çıktı. Bu ö ğretiye göre, her şey olu ş halindedir. Her şey hem kendisidir, hem de ba şka bir şey. Dünya öncesiz ve sonrasızdır. Kendi kendini düzenler dünya. Dört ö ğe ardı ardına birbirine dönü şür. Bu temel üzerinde, bir çevrimler dizisi (gündüz ve gece, yaz ve kı ş, ya şam ve ölüm), bir de dünyanın sırasıyla ate ş ve su tarafından yok edildi ği bir evren çevrimi yükselir. Burada ate şin özel bir yeri vardır. Para nasıl öteki bütün met alarla bir tutulursa, ate ş de maddenin öteki bütün biçimleriyle bir tutulur. «Nasıl bütün mallar altınla, altın da bütün mallarla de ği ştirilebilirse, ate ş de her şeyle ve her şey ate şle de ği ştirilebilir.» Lenin, Herakleitos'un «ölümsüz ate ş»inden söz ederken, «Diyalektik maddecilik ilkelerinin çok iyi bir anlatımı,» demi şti.10 5. idealizm ve Metafizik ilk Yunan felsefesinin ilkel maddecili ği Herakleitos'ta en yüksek noktasına eri şti ve en yetkin anlatımını buldu. Ama tam da bu ned enden ötürü, daha o zamandan kendi kar şıtına gebeydi. Herakleitos'un durmadan de ği şen, ama her zaman canlı kalan ate şi bir soyutlamadır. Bu ate şteki de ği şmeler o kadar düzenli ve uyumluydu ki, en sonunda hiçbir de ği şme olmadı ğını ileri süren bir görü ş çıktı ortaya. Bu görü şü ilk ortaya atan, Parmenides'ti. Pythagoras'm bir izleyicisiydi Parmeni-des, ama sonunda ustasına kar şı çıkmı ştı. Parmenides'e göre, devinme, de ği şme, çatı şma, olu şma ve yok olma hep duyuların bir yamlsamasıdır. Varolan şey (kendi deyi şiyle, Bir), duruk, bir ve de ği şmez, zamandı şı, çeli şmelerden arınmı ş ve duyusal algılamayla de ğil, ancak dü şünceyle kavranabilen bir şeydir. Bu metafizik, «katıksız varlık» ö ğretisini ortaya atan Parmenides, devinimin ve de ği şmenin gerçekli ğini tartı şmasız kabullenmi ş olan önceki dü şünürlere açıktan açı ğa meydan okudu. Parmenides'in madde ile dü şünce arasındaki gerçek ili şkiyi tersyüz eden felsefesi, para eko- '" V.Î. Lenin, Lassalle'ın Herakleitos'un Felsefesi Adlı Kitabının Özeti. 1915.

Page 30: Insanin ozu george thomson

DOĞA FELSEFESi 73 nomisinin geli şmesi sonucunda toplumsal ili şkilerin insanın kavrayı şını a şmış oldu ğu bir toplumun «düzmece bilincini» en a şırı biçimiyle dile getirmekteydi. Parrnenides ve onun Elealılar adı verilen izleyicil erinin savundukları görü şler karı şıklı ğa yol açtı ve uzun tartı şmalardan sonra maddecilik ile idealizm arasındaki açık çatı şma do ğdu bu karı şıklıktan. Maddecili ğin yanında yer alan Anaksagoras'a göre, dünya sonsu z sayıda «tohum»dan olu şmuştur. Bu tohumlar bütün kar şıtları kendi içlerinde farklı oranlarda barındırırlar. Bir de, öteki bütün tohumlardan daha güzel ve daha katkısız olan ve Zihin adı verilen bir tohum vardır. Gerçekte, gö rünürdeki olu şma ve yok olma. Zihin denilen tohumun öteki tohumlarla birle şmesi, onları birbiriyle karı ştırması ve birbirinden ayırmasından ba şka bir şey de ğildir. Bu, algısal dünyanın gerçekli ğini Eleacı mantı ğın tuzaklarına dü şmeden kanıtlama yolunda bir giri şimdi. Ama Elealılar buna şöyle kar şılık verdiler: Anaksagoras'ın tohumlan ancak Parmenides'in Bir'inin özelliklerini ta şıyorlarsa gerçek sayılabilirlerdi. Atom kuramının ba şlangıç noktasıydı bu. Demokritos'un ve Epikuros'un öncüsü olan Leukippos, Elea-lılann görü şlerinden yola çıkarak, sonsuz sayıda atomun varoldu ğu önermesinde bulundu. Bölünemeyen ve yok edilemeye n bu atomlar bo şlukta deviniyor, çarpı şıyor ve biraraya gelerek dünyayı ve bizleri olu şturuyorlardı. Bu kuram yüzyıllar sonra fizi ğin kavramsal temelini meydana getirecekti. Öte yandan, Pythagoras'ın ve Parmenides'in izinden yürüyen Platon, Idealar Kuramını ileri sürdü. Platon'a göre, maddi dünya di ye bir şey yoktur. Maddi dünya adım verdi ğimiz şey gerçekte idealin eksik ve yetersiz bir suretidir . Dünyada her şey sürekli bir de ği şme içindedir, dolayısıyla da tam olarak bilinemez. Gerçek bilgi ise yalnızca dura ğan, de ği şmez ve ölümsüz olan idealar dünyasına özgüdür. Felsefede idealizmin babası olar ak bilinir Platon. Dü şünce ile madde, ruh ile do ğa arasındaki ili şki konusunda maddecilere kar şı çıkan Platon, o günden ba şlayarak felsefenin temelini olu şturan soruyu ortaya attı: Düşünürler bu soruya verdikleri kar şılı ğa göre iki büyük kampa ayrıldılar. Ruhun doğayı belirledi ğini savunan ve dolayısıyla da son çözümlemede dünya nın su ya da bu biçimde yaratılmı ş oldu ğunu ka- 74 ĐNSANIN özü bul edenler (ve bu yaradılı ş ço ğu zaman dü şünürlerde, sözgelimi He-gel'de, Hıristiyanlıktakinden çok daha karma şık ve çok daha olanak dı şıdır) idealizm kampını olu şturdular. Do ğanın ruhu belirledi ğini kabul edenlerse, çe şitli maddecilik okullarına ba ğlıydılar.11 Bu ilk Yunan dü şünürlerinin çalı şmaları bilimsel sayılabilir mi? Elbette! Yeryüzünü bo şinançlardan ve dogmalardan arınmı ş, akılcı bir biçimde açıklamaya çalı şan bir anlayı ş yol göstermi ştir onların dü şüncelerine. Bu bakımdan, ilk Yunan dü şünürlerinin dü şünce ve görü şleri, Babil ve Mısır dü şüncesine oranla çok büyük bir ilerleme sayılmalıdır. Ama buna kar şılık, hemen bütünüyle tasarımlara dayanır; gözlem ve deneye hemen hiç önem vermez. On un içindir ki, eski Yunan düşünürlerinin çalı şmalarına bilim de ğil, do ğa felsefesi adı verilmi ştir. Platon'un ölümünden birkaç yıl sonra Yunan kent dev letleri Makedonyalı iskender tarafından istila edildi. Büyük iskender'in göz kam aştırıcı fetihleri bütün Yakın Do ğu'yu Yunan tecimine açtı. Bunun ardından, ekonomik ve kültürel geli şmede yeni bir patlama oldu: Helenistik ça ğ. Bu ça ğı sona erdiren ise Romalılar oldu. Askeri gücünün en yüksek noktasına ula şmış bulunan eski köleci devlet, Roma yönetimi altında son duraklama ve çökü ş dönemine girdi. Helenestik ça ğa damgasını vuran, Aristoteles'tir (I.Ö. 384-322). Epikuros'u saymazsak, Aristoteles'in büyük dü şünürlerin sonuncusu ve büyük bilim adamlarının ilki oldu ğunu söyleyebiliriz. Bir dü şünür olarak idealistti Aristoteles. Maddeyi biçimlendiren ve devindiren, a ma kendisi biçimden ve devinimden yoksun olan ölümsüz bir varlı ğa inanıyordu, ilk Devindirici adını veriyordu bu varlı ğa. Köle sahibi için köle neyse, ruh için beden ve z ihin için de madde oydu. Sırtım köle eme ğine dayayan ve kendi gözleri önünde da ğılmakta olan Yunan kent devletinin, uygar insana yara şır biricik toplum düzeni oldu ğunu ileri sürüyordu. Ne var ki, bu idealist dü şünce çerçevesi içersinde birçok bakımdan bir maddecinin özelliklerini gösterir Aris toteles. Platon'un

Page 31: Insanin ozu george thomson

görü şlerinin tersine, Aristoteles, A'nın B olmadı ğını, ama B olabilmenin gizilgücünü ba ğrında ta şıdı ğını, gerçek evlerden ayrı olarak «ev» diye bir şey olmadı ğını, yani bir şeyin idea'sınm ancak F. Engels, Ludwi g Feuerbach ve Klasik Alman Felsef esinin Sonu. 1886. DOĞA FELSEFESi 75 belirtti ği şeyin zihinsel bir imgesi olarak varoldu ğunu savunuyordu. Aristoteles, bir bilim adamı olarak, dirimbilim, ha yvanbilim, bitkibi-lim, ekonomi, siyaset, tarih, edebiyat ve mantık alanlar ında sistemli ara ştırmalar yaptı. Hayvanbilim alanındaki incelemelerinde, kend isinin ve ö ğrencilerinin topladı ğı örneklere dayanarak yüzlerfce hayvan türünü sınıf landırdı. Para konusunda eski ça ğlarda bir e şine daha rastlanmayan bir çözümleme yaptı. Marx, Aristoteles'ten, «dü şünceye, topluma ya da do ğaya ili şkin bu kadar çok biçimi ve bunların arasında de ğer biçimini ilk kez çözümleyen dü şünür» diye söz eder.12 Yunan-Roma döneminde do ğa felsefesi açmaza girdi. Bu dönemin dü şünürleri, toplumdaki ve do ğadaki kurulu düzeni kabullenerek, tüm çabalarını ah lâk felsefesine yönelttiler. Ne var ki, ahlâk felsefesi derken, bol bol bo ş zamanı olan, maddi gereksinmeleri köleler tarafından sa ğlanan, ki şisel dostları dı şında hiç kimsenin açılarıyla ilgilenmeyen bir insanın dü şünsel u ğra şlara adanmı ş dingin bir ya şam sürdürebilmek amacıyla kendi kendini sıkıdüzene sokmasını kastediyorlardı. Gelece ğe olan bütün güvenini yitirmi ş bir sınıfın dünya görü şüydü bu. Eski felsefenin bütün bir tarihine göz gezdirecek o lursak, felsefi dü şünceler arasındaki çatı şmanın sınıf sava şımının geli şmesi tarafından belirlendi ğini ve temel felsefi çeli şmenin, yani idealizm ile maddecilik arasındaki çeli şmenin temel toplumsal çeli şmeyi, yani köle sahipleri ile köleler arasındaki çe li şmeyi yansıttı ğını görürüm: insanların dü şüncelerindeki her farklılı ğın nesnel bir çeli şmeyi yansıttı ğı kabul edilmelidir. Nesnel çeli şmeler öznel dü şüncede yansır ve bu süreç düşüncelerin çeli şmeli devinimini olu şturur, dü şüncenin geli şmesini sa ğlar ve insan dü şüncesindeki sorunları durmadan çö- zer. 13 u K. Um, Kapital. 1867-94. " Mao Zedung, Çeli şme Üzerine. 1937. ALTINCI BÖLÜM BÜYÜDEN SANATA 1. Mitologya ve Sanat MĐTOSLAR YOLUYLA düşünme, ilkel insana özgü bir dü şünme yoludur. Algısal, öznel ve her kalıba sokulabilen bir dü şünce biçimidir. Sözgelimi, ilkel bir tribünün üyeleri ilk kez bir uçak gördükleri zaman, hemen ko skocaman beyaz bir ku ş belirir mitoslarında. Bu tıpkı bir çocuk gibi, «küm eler yoluyla dü şünmek»tir. Daha önce de gördü ğümüz gibi, bu tür dü şünce sınıflı toplumda yerini bir yandan ussal ve bilimsel dü şünceye bir yandan da dinsel dogmaya bırakır. Bu iki geli şmeden ba şka bir üçüncü geli şme daha vardır: Mitosların sanatın hammaddesi durumuna geldi ği estetik dü şünce. Marx, tamamlanmamı ş kimi notlarında, mitologya ile sanat arasındaki ba ğıntıdan şöyle söz eder: Bildi ğimiz gibi, Yunan mitologyası Yunan sanatının yalnız ca bir gereç ambarı değil, aynı zamanda temelidir... Bütün mitologya, do ğa güçlerini dü şgücünün içinde ve dü şgücü yoluyla ba ğımlı kılar, denetler ve biçimlendirir, t şte bu yüzden de, insano ğlu, do ğa güçlerini gerçekten egemenli ği altına aldı ğında, mitologya ortadan kalkar... Yunan mitologyası Yunan sanatının önko şuludur; ba şka bir deyi şle, do ğa ve toplum olayları halkın dü şgücü tarafından bilinçsizce sanatsal bir biçimde özümlenmi ştirJ Mao Zedung bu noktaya de ğinirken şunu söyler: 1 K. Marx, Gnındrisse. 1857-58. 78 ĐNSANIN özü Mitologyada (ve aynı zamanda çocuk masallarında) ra stlanan binlerce biçim deği ştirme halkın çok ho$una gider. Çünkü bunlar, dü şsel bir biçimde, insanın doğa güçlerini alt edi ğini dile getirir. Marx'm da dedi ği gibi, en güzel

Page 32: Insanin ozu george thomson

mitoslarda «ölümsüz bir çekicilik» vardır. Ama mito slar belirli ko şullarda varolan somut çeli şmeler üzerine kurulmadıkları için gerçekli ğin bilimsel bir yansıması de ğildirler. Yani mitoslarda ya da çocuk masallarında çeli şmeyi olu şturan yönler somut bir nitelik de ğil, yalnızca dü şsel bir nitelik ta şır?- Mitologya «dü şgücünün içinde ve dü şgücü yoluyla» gerçekle şir. Mi-tologyanm çözmeyi amaçladı ğı çeli şmeler gerçekdı şıdır, ilkel toplumda mitos, tapınma töreninin sözlü bölümüdür. Mitoslarda tılsımlı bir gücün varlı ğına inanılır ve bu gücün tek bir buyru ğuyla gerçeklik de ği ştiriliverir. Oysa bu bir yanılsamadır, dü şle gerçekli ğin birbirine karı ştırıldı ğı çocuksu bir aldatmacadır. Daha sonraları, sınıflı toplumda mito slar sanat içinde (örne ğin tiyatroda) yeniden düzenlenirken, yanılsama ö ğesi varlı ğını korur, ama artık nesnele ştirilmi ştir, yani oyuncular ve izleyiciler onun bir yanılsa ma oldu ğunun farkındadırlar. Sanat dünyası, bilinçli bir aldatma ca dünyasıdır. Dolayısıyla, hammaddesini algısal bilgi alanından edinmesine kar şın, sanatçının dü şüncesi daha yüksek bir düzeydedir. Sanatçının görevi, insa nları co şkusal bir kurtulu şa kavu ştuktan ve böylece gerçeklikle sava şmak için yeni bir güç kazandıkları bir düş dünyasına götürmektir. Mitosta do ğa ve toplum olayları insanlar tarafından «bilinçsiz ce sanatsal bir biçimde» özümlenmi ştir. Usta ozanların a ğzından ku şaklar boyu binlerce kez anlatılan, durmadan söylenilen mitoslar sürekli ola rak yeniden kalıba dökülmü ş ve böylece hiçbir zaman bilinçli sanat düzeyine eri şmeksizin do ğal bir yetkinli ğe ula şmışlardır. Ozan özgürce ve do ğaçtan söyler şiirini. Dinleyenlerin ilgisinden aldı ğı güçle kendini a şar. Dinleyenler ise bir dü ş dünyasına dalıp kendilerinden geçerler. Bakın, bir Rus halk ozanı n asıl türkü söylüyor: Utka öksürdü. Herkes kulak kesildi. Basını geriye a ttı, gülümseyerek çevresine söyle bir baktı. Sabırsız, istekli bakı şları görünce ba şladı türküsüne. Yava ş yava ş de ği şti ya ğlı türkücünün yüzü. Bütün kurnaz- • MaoZedung, Çeli şme Üzerine. 1937. BÜYÜDENSANATA 79 lı ğı uçup gitti. Yapmacıksız, çocuksu bir yüz oldu. Es in dolu bir ı şımayla aydınlandı. Güvercin gibi gözleri büyüyüp parlamaya ba şladı, f ki damla gözya şı belirdi içlerinde. Esmer yüzü al al oldu, sinirli g ırtla ğı dü ğümlenmeye ba şladı. Otuz yıl dö şeğinden kalkamayan Mu-rom'lu Uya ile birlikte acı çek iyor, haydut Solevey'in hakkından geli şine onunla birlikte seviniyordu. Bütün dinleyenler de türkünün kahramanı ile birlikte yasıyorlardı. Arada birinin sasmp ba ğırdı ğı, bir başkasının kahkahasının çınladı ğı oluyordu. Bir baskasınınsa, gözlerinden boşanan yaslan isteksizce sildi ği görülüyordu. Türkü bitinceye kadar hepsi gözlerini kırpmadan oturdu. Bu tekdüze, ama çok tat lı ve yumu şak havanın her notasını seviyorlardı? Evet, ozan esinlenmi ş, dinleyenlerse büyülenmi şti. Biz bir şairin esinlenmi ş oldu ğunu söyledi ğimiz zaman, bo ş bir söz söylüyoruzdur. Oysa ilkel insanlar arasında esinlenme sözcü ğü son derece anlamlıdır, ilkel ozanlar ci ğerlerini tanrının solu ğuyla doldurmu şlardır, dinleyicileri şiirin büyüsüyle kendilerinden geçirten özel bir yeti kazanmı şlardır. Bu bölümde söylemek istedi ğimiz şeyler gerçekte genel olarak bütün sanatlar için geçerlidir. Ama konuyu fazla da ğıtmamak için yalnızca şiir sanatı üzerinde duraca ğız, ilkin, şiirsel esinlenmenin toplumsal ve ruhbilimsel kökeni ni inceleyece ğiz. Sonra, şiirsel konu şma ile sıradan günlük konu şmayı kar şıla ştırıp, şiirsel konu şmanın özünü ortaya koymaya çalı şaca ğız. En sonunda da, daha önce Bölümde de ğindi ğimiz şiir biçimi sorununa dönece ğiz. 2. Şiirsel Esinlenme Sınıflar öncesi toplumda ve sınıflı toplumun ilk dö nemlerinde ozan, yalvaç ve rahiple bir tutulurdu. En az onlar kadar saygı duyu lurdu ozana. Ozanın yakarı ş ve yakınmalarında, ruhlar dünyasıyla olan ili şkisinden gelen özel bir güç vardı, ilkel ozan şiir düzerken (yukarıdaki alıntıda sözü edilen Utka gibi, bir kalabalı ğın kar şısında do ğaç- H.M. ve N.K. Chadwick'in The Growth of Literatüre ( Edebiyatın Geli şmesi) adlı yapıtından bir alıntı. 80 ĐNSANIN özü

Page 33: Insanin ozu george thomson

tan şiir söylerken) sözcükleri bilinçli bir çaba harcama dan yakalar. Sanki onun değildir sözcükler. Ozanın a ğzından bir tann ya da ruh konu şmaktadır sanki. «Cin tutmu ştur» ozanı. Tribüden devlete geçi ş evresinde ilkel bilinç tolumsal baskılara u ğrar. Bu da kendini isteri, sara ve şizofreni gibi çe şitli sinir hastalıklarında gösterir. Bu hastalıklara tutulan insanlar bilinçlerini yitir dikleri için, hastanın bedenine bir tanrının ya da bir cinin girdi ğine, hastayı cin tuttu ğuna inanılır. Ingilizcedeki «enthusiasm» (co şku) sözcü ğü de buradan gelmektedir; bu sözcük ilk ortaya çıktı ğında cin tutması olayını dile getirmekteydi. Hasta yerine göre büyücü, şaman ya da otacı (hekim) adı verilen bir kimse tara fından iyile ştirilir. Büyücü bir büyü töreni düzenler. Tören sır asında ruhun adını açıklar ve onu kurbanını salıvermeye zorlar; böylec e hastanın benli ğini saran kötü ruh kovulur. Bu büyücüler ancak özel törenlerle girilebilen gizl i derneklerde örgütlenirler. Üye adayları akıl hastalı ğına tutulmu ş ki şiler arasından seçilir. Bu dernekler kimi durumlarda demircilik gibi birtakım zanaatlarl a da ba ğıntılıdır. Ba ğlı oldukları zanaatın gizlerini dernekten olmayanlara kar şı korurlar. Genellikle gizemsel bir yanlan vardır. Geçen bölümde gördü ğümüz halk dini biçimlerini andırırlar. Törenlere katılanlar esrime nöbetine tu tulur, kendilerinden geçerler. Önderlerinin yönetiminde (ço ğu zaman bir uyu şturucu maddenin de etkisiyle) esrime nöbetine tutulur ve canlı hayvanl arı parçalamak ya da aralarından birini bo ğazlamak gibi, çılgınca i şlere kalkı şırlar. Bu tapınma törenini kutsal bir şölen izler. Kimi törenlerde de, yeraltı dünyasına i nmeyi ya da gökyüzüne uçmayı yansılayan devinimlerde bulunul ur. Tatarlar arasında düzenlenen bir Şaman töreninin nasıl yapıldı ğını dinleyelim: Konu her zaman dinseldir. Şamanın kimi zaman yeraltı dünyası ve ölüler tanrısı Erlih Han m ülkesine, kimi zaman da yakarlara, Göky üzü katlarına, dahası gö ğün en yüksek katlarından birinin tanrısı olan Olgan'ın diyarına yaptı ğı yolculukları dile getirir* Bu tür törenler gerçekte toplumun o a şamasında çok yaygın olan 4 H.M. ve N.K. Chadvvick, The Grovth of Literatüre. 1932-40. BÜYÜDEN SANATA 81 ilkel büyünün bir uzantısıdır. Törenler yansılama d ansları e şli ğinde yapıldıkları için oyunsaldırlar. Zamanla, hastaları iyile ştirmenin daha akla uygun yollarının geli şmesiyle birlikte, bu büyücülük dernekleri ilkel i şlevlerini yitirdiler ve gezginci oyuncu loncalarına dönü ştüler. Ama gene gösteriyi izleyicilere yorumlayan bir önderleri var dı; böylece eski büyücü artık ozan-oyuncu olmu ştu, i şte tiyatro sanatı buradan kaynaklandı. Eski Yunan tiyatrosunun ilkel tapınma törenlerinden do ğduğu hiç ku şkusuz daha da ayrıntılı olarak açıklanabilir. Batı Avrupa tiyatro sunun da Paskalya şenli ğiyle ilgili dinsel Ortaça ğ oyunlarından do ğduğu bilinmektedir. Do ğu tiyatrosunun kökenleri şimdiye dek ayrıntılı bir biçimde ara ştırılmı ş de ğildir, ama onun da ilkel törenlerden kaynaklandı ğı kesindir. 3. Şiir Dili Şimdi gene i ş türkülerine dönelim. Iplikçi kız çıka ğını çevirirken türkü söyler. Bunu yapmasının nedeni, yalnızca bir alı şkanlı ğı yerine getirmek de ğildir elbette. Söyledi ği türkü çıkrı ğı döndürmesini kolayla ştırır, bütün dikkatini yaptı ğı i ş üzerinde toplamasını sa ğlar. Bu, türkünün nesnel i şlevidir. Ama özneyle nesneyi birbirine karı ştıran ilkel bilinçte, türkü, iplikçi kızın kendi istemini nesneye kabul ettirmek için yararlandı ğı bir araç olarak belirir. Bir başka deyi şle, bir büyü ya da okuyup üfleme duasıdır i ş türküsü. Okuyup üfleme duası, dı ş dünyada büyü yoluyla bir de ği şiklik yaratmak amacıyla söylenen bir türküdür. Bunlar yalnızca çalı şırken söylenen türküler de ğildir. Özellikle hastalan iyile ştirirken çok sık söylenirler. Trobriand Adalarından bir örnek verelim: Geçer, geçer, Kaval kemi ğinin acısı geçer, Derinde açılan yara geçer, Karnın daki derin sızı geçer, Geçer, geçer. 82 ĐNSANIN ÖZÜ

Page 34: Insanin ozu george thomson

Bu şiirin konusu şiirsel diyebilece ğimiz bir şey de ğil. Ama biçimi şiirsel. Bu dualardaki dil ritimli, sesçil (fonetik) ve i ğretüemelidir (istiare). Bu üç ö ğe (ritim, ezgi ve i ğretileme) konu şmanın duyumsal yönünü olu şturur. Bu üç ö ğe de günlük konu şma dilinde konu şanın içinde bulundu ğu duruma göre şu ya da bu ölçüde vardır. Ama duyumsal yön a ğır bastı ğı zaman konu şma dili şiir diline dönü şür. ilkel dilleri bugünkü dilimizle kar şıla ştırırsak, benzer bir aynmla yüz yüze gelebiliriz, ilkellerin konu şmasında çok belirgin bir ritim görülür. Bu ritme el kol devinimleri ve oynak ezgili bir söyleyi ş e şlik eder. Kimi dillerde söyleyi ş o kadar müziksel ve anlam bakımından o kadar önemli dir ki, türkünün havası sözcüklerin do ğal ezgisi tarafından belirlenir. Demek ki, ilkel di llerde duyumsal yön günümüz dillerine oranla ister istemez daha a ğır basar, çünkü bilgisel yön daha o kadar geli şmemiştir. Bu saydı ğımız üç ö ğeden birincisini, yani ritmi daha önce inceledik. R itmin çalı şma sürecinden do ğduğunu Üçüncü Bölümde göstermeye çalı ştık. Aynı şey ritimden ayrı dü şünülemeyen ezgi için de geçerlidir. Şiirde ezgi ö ğesi uyak biçiminde ortaya çıkar; daha do ğrusu, ritmin akı şına uygun dü şen bir hece ya da ünlünün düzenli olarak yinelenmesi biçiminde. Avrup a dillerinin ço ğunda uyaklar yalnızca dizelerin ya da ko şaların sonlarında görülür. Ama irlanda dilinde oldu ğu gibi bazısında da dörtlü ğün ba şından sonuna dek süren ezgili bir yumak olu ştururlar. Uya ğa benzeyen öteki ezgisel uygulamalar arasında yarım uyak (asonans) ve ses yinelemesi (aliterasyon) de sayıla bilir. Geriye üçüncü ö ğe, yani i ğretileme kalıyor. Nedir i ğretileme? i ğretileme, bir nesne ya da sürecin özelli ğinin ba şka bir nesne ya da sürece aktarıldı ğı bir söz sanatıdır. Buna günlük konu şma dilinde çok sık rastlarız: Irma ğın, ma ğaranın ya da kavanozun a ğzı; masanın baca ğı; ayakkabının burnu; pınarın ba şı. Bu deyimlerden bazısı çok eski, bazısı da çok yenidir. Gerçekte birbirlerinden çok ayrı olan şeyler, aralarındaki salt algısal bir ili şkiye dayanılarak bir araya getirilir. Bütün dillerde varlı ğım sürdüren bir ça ğrı şım kümesi biçimidir bu. i ğretileme bugünkü konu şma dilinde hâlâ etkin bir ö ğedir (örne ğin, «tencere kaynıyor»), ama daha çok şiir diline özgü bir şeydir. Şair imgelerle dü şünür, i ğretilemeyi belli bir düzen içinde öyle bir usta- BÜYÜDENSANATA 83 lıkla kullanır ki, kavramsal dü şünce imgelerle örtülür. Bize, birbiriyle bağıntısız gibi görünen bir imgeler dizisi aracılı ğıyla mantıksal bir dü şünce zinciri sunar. Bu imgeler çok daha büyük bir duygus al etki yaratır, çünkü onları birbirine ba ğlayan halkaları kavramaktan çok sezinleriz. Bütün b üyük ustalar i ğretilemeyi böyle kullanır. Bu noktayı Shakespeare'i n sonelerinden bir örnek vererek açıklayabiliriz: Zamanı bildiren saatleri saydı ğım zaman, Ve yi ğit gün gömülürken korkunç geceye; Morun koy ula şıp karardı ğını gördü ğüm zaman, Kara kıvrımlar döndürürken beyazı gümüşe; Baktım ki ulu a ğaçlar yapraksız kalmı ş Bir zamanlar sürüleri sıcaktan korurken Ve yazın ye şilli ği demet demet ba ğlanmı ş, Taşınıyor teskerede sakalları apak, diken diken: Derken güzelli ğin gelir birden aklıma, Senin de zamanla çürüyüp gidece ğin; Tatlılıklar, güzellikler nasıl ölüp giderse Görünce geli şti ğini ba şka güzelliklerin, Kimse kar şı koyamaz zamanın tırpanına, Sen gidince, tek senin dölün meydan okur zamana. Önce, sone biçimiyle ilgili birkaç söz edelim. Sone , belli bir ritim ve uyak düzenine göre yazılmı ş on dört dizeden olu şur. Bu, sonenin geleneksel yapısıdır, ikinci dörtlü ğün sonunda hemen her zaman bir duraklama vardır; bu noktada sone ilk sekiz dize ve son altı dize olmak üzere ikiye b ölünür, ilk sekiz dizede belli ko şullar ya da belli bir durum ortaya konulur, son alt ı dizedeyse bu durumdan çıkan sonuçlar dile getirilir. Dolayısıyla , sonedeki bu iki bölüm, dilbilgisindeki ko şul tümcesinin birinci ve ikinci bölümlerinde [Ç .N. Hava güzel olsa, gezmeye gidilir.] ya da müzikteki sesle ni ş ve kar şılı ğa benzetilebilir. Bu, ikili biçimdir. Shakespeare'in bu sonesinde tek bir izlek (tema) üz erine çe şitle- 84

Page 35: Insanin ozu george thomson

ĐNSANIN özü BÜYÜDEN SANATA 85 meler vardır. Şair, arkada şının kendisiyle evlenmesini istemektedir; izlek budur. Ama şiir boyunca izlekin kendisinden çok çe şitlemelerdir bizim ilgimizi çeken. Şair, ilk sekiz dizenin sonunda doru ğuna varan bir dizi imge sunmaktadır. Sik, günlük konu şma havasında ba şlamakta, ama ses tonu, akıp giden ses yinelemeleriyle ve i ğretilemelerle, («gömülürken korkunç geceye») güçlendirilerek yava ş yava ş yükselmektedir. Birinci dörtlü ğün sonuna geldi ğimizde, bir de bakıyoruz ki, gençlikten ya şlılı ğa kadar bütün bir insan ömrü geçmi ş önümüzden; saatler, günler, yıllar geçmi ş, ikinci dörtlükte kırsal bir görünüm sunulmaktadır; ko-rulardaki otlaklarda, olgunla şmış ba şaklarla kaplı tarlalarda yaz güze dönü şmekte, bu dünyadan göçen ya şlı bir adam gömütüne ta şınmaktadır. (O zamanlar rençberler arasında bir gel enek vardı; hasat kaldırma sırasında ba ğladıkları son ekin demetini ölü ta şıyormu ş gibi sırtlarına alır, öyle götürürlerdi.) Böylece sonenin ilk sekiz dizes i sona ermektedir. Şair, sonenin son altı dizesinde bu ya şlılık ve ölüm simgesini mantıksal sonucuna vardırmakta ve son ko şada bir imge daha («tırpan») kullanarak gerekli der si çıkarmaktadır: Arkada şı kendisini Zamanın tırpanından ancak bir o ğul sahibi olarak koruyabilecektir. Shakespeare'in bu sonesi bir ba şka noktaya daha açıklık getiriyor. Şair, tek bir «bier» («teskere») sözcü ğüyle okurun kafasında gömme töreni ça ğrı şımı uyandırmayı ba şarmaktadır. Bu anı ştırmaya, «bier»-«beard» («teskere»-«sakal») ses yinelemesi ve sözcük oyunuyla bir akıcılık kaza ndırmaktadır. Gerçekte burada verilmek istenen anlam oldukça kapalıdır, şöyle bir parlayıp sönen bir gülümseyi ş gibidir. Ama gene de istenilen görünüm şairin ya şadı ğı dönemdeki okurların kafasında kolayca do ğmaktadır. Bugünkü okur ise bunu hiç aynmsamayabilir, çünkü rençberlerin son ba şak demj şüni tabut gibi ta şıma gelene ği günümüzde ortadan kalkmı ştır artık. Gönümüzde, bu tür anı ştırmaları bulup çıkarmak ele ştirmene dü şmektedir. Ama ele ştirmen, halkın ya şamını ne denli yakından tanırsa, bu görevi de o ölçüde ba şarıyla yerine getirebilir. Gördü ğümüz gibi, şiir dilinin bütün temel özellikleri gerçekte konu şma dilinde de bulunmaktadır. Çünkü genel olarak dilin özünde v arolan şeylerdir bunlar. Ancak bu özellikler şiirde özel bir dü şünce biçimi içinde yo ğrulmu şlardır. Bu düşünce biçimi temelde halktan kaynaklanmaktadır, ama aynı zamanda bilinçli sanatı n bir aracı olarak kullanıldı ğından son derece incelmi ştir. Şairin halktan bütünüyle uzakla ştı ğı çağdaş kentsoylu toplumunda, şiir dili ile halkın konu şma dili arasındaki birlik büyük ölçüde yitmi ştir. Varlı ğını sürdürdü ğü yerlerde de onu koruyan, şairler değil, halkın kendisidir. Anamalcılık öncesi toplumdan devralınan bir üretim biçimi içinde ya şayan köylüler arasında şair ile halk birbirine öylesine yakındır ki, bir ba kıma hemen herkes şairdir. Belki bütün köy halkı şair kadar usta de ğildir bu i şte, ama hepsi de do ğal bir atacılıkla konu şur, konu şmaları kendili ğinden şiirle şme eğilimindedir. Bir yere kadar hepsi şairdir bu insanların, irlanda'nın batı kıyısında, artık terkedilmi ş bulunan bir köyden bir örnek vermek istiyorum. Yaşlı bir kadın köyün kuyusundan kovalarını daha yeni doldurmu ş, durmu ş denize bakıyordu. Kocası ölmü ş, yedi o ğlu da, onun deyi şiyle , «toparlanıp» Massachusetts'de Springfield'e «gitmi şlerdi». Birkaç gün önce o ğullarından biri mektup yazmı ş, son günlerini rahat geçirsin diye onu da yanların a ça ğmyormuş. Gitmeye razı olursa, yol parasını da gönderecekmi ş. Ayrıntılarıyla anlattı bütün bunları, sonra da tepelerdeki tezek yı ğınına gitmek için nasıl yoruldu ğundan, tavuklarının öldü ğünden, karanlık, isli kulübesinden yakındı; dü şündeki Amerika'nın, kaldırımlarından altın toplanabilecek bir Eldorado oldu ğundan, Cork'a kadar yapması gereken tren yolculu ğundan, denizleri a şmaktan söz açtı, ama kemiklerinin ancak irlanda topra ğında dinlenebilece ğini söyledi. Konu ştukça coştu, dilinin akıcılı ğı arttı, renklendi, a ğıtla ştı neredeyse. Gövdesi de bir beşik gibi sallanırcasına sözlerine e şlik ediyordu. Sonra kovalarım aldı, gülerek bana iyi geceler diledi, uzakla şıp gitti.

Page 36: Insanin ozu george thomson

Okuma yazma bilmeyen, en küçük bir sanat kaygısı ta şımayan bu ya şlı kadının umulmadık co şkusunda şiirin bütün özellikleri yardı. Yalnız bir noktayı d aha belirtmek gerekir. Bu köylüler Amerika'da oturan çocuklarının gönderdi ği parayla geçiniyorlardı. Onun için bir süre sonra Amerika'yı irlanda mitolog -yasının Cennetiyle, Atlas Okyanusunun ötesindeki masalsı Gençlik Diyanyla özd eşlemeye ba şlamı şlardı. Ağaçları meyvalarla yüklü, her yerden balların, şarapların aktı ğı bir ülkeydi burası. Fenian'lann sonuncusu Usheen, Gençlik Kralı nın kızı Niamh'ın ça ğasına dayana- 86 ĐNSANIN özü mayıp oraya gitmi ş, ama yıllar sonra yurt özlemi çekmeye ba şlayınca geri dönmü ş ve irlanda topra ğına ayak basar basmaz birden ya şlanı-vermi şti. i şte kuyunun başındaki ya şlı kadının kafası bütün bu öykülerle doluydu. 4. Bilinçli Sanat Sanat nasıl büyüden do ğduysa, sanatçı da aynı biçimde ilkel büyücü-nünkine benzeyen bir toplumsal i şlevi yerine getirir, insanların manevi önderidir sanatçı. Bu dü şünce, sanatı yalnızca bir e ğlence olarak gören soyluların anlayı şına kar şı, yükselen kentsoylulu ğun şairleri ve ele ştirmenleri tarafından ileri sürülmü ştür. Goethe'ye göre, şair, esinlenme gücüne sahip oldu ğu için, başkalarının duyup da açıklayamadı ğı, büyük acı ve sevinçleri onlar adına dile getirebilir. Goet-he'nın Tasso adlı şiirinde şöyle sesleniyor şair: Yaradılı ş gözya şı vermi ş bize, acının çı ğlı ğını vermi ş, insan artık dayanamaz gibiyse, üstelik Ezgiler, sözler ba ğı şlamı ş bana, yaramı Bütün derinli ğiyle dile getireyim diye; Ve acıdan dili tutulunca insanın, b ir tanrı Çekti ğimi anlatayım diye bana dil vermi ş. Aynı dü şünceyi Belinski de şu sözlerle dile getirmi şti: Uyaklı tıngırtılar ça ğı bir daha geri gelmemek üzere gitti. Artık ucuz duygusallı ğa zerre kadar de ğer verilmiyor. Artık sanatsal bir biçimde yansıtıla n derin duygu ve dü şünceler aranıyor. Uyaklıymı ş, uyaksızmı ş.fark etmiyor. Bugün şiirde ba şarıya ula şmak için yalnızca yetenekli olmak yetmiyor, ça ğın ruhunu okuyabilmek gerekiyor. Bundan böyle şair dü şler dünyasında ya şayamaz; ça ğının, gerçeklik ülkesinin yurtta şı olmu ştur artık o. Tüm geçmi ş onda ya şamalıdır. Toplum, şairin bir e ğlendirici olmasını istemiyor; toplumun ruhsal ve dü şünsel yaşamının bir temsilcisi, en çetin soruları yanıtlayab ilen bir konu şmacı, insanlı ğın ortak acılarını ilk önce kendisinde bulup ortaya çıkaran BÜYÜDENSANATA 87 ve onları şiirsel bir biçimde yeniden dile getirerek dindiren bir hekim olmasını istiyor.5 Şimdi birbirinden epey uzak yerlerde ve apayrı ça ğlarda yazılmı ş üç şiiri inceleyerek, büyünün en geli şmiş şiirde bile hâlâ varlı ğını sürdürdü ğünü göstermeye çalı şalım. Sappho (I.Ö. 630-580) zamanının en ileri Ege kent d evletlerinden biri olan Midilli'nin tecim soylulu ğundan geliyordu. Genç kızların gitti ği bir okulun yöneticisiydi. Daha do ğrusu, Aphrodite'ye tapan genç kızların ba ğlı oldu ğu dinsel bir derne ğin önderiydi. Burada soylu kızlar evlili ğe hazırlanıyordu. Sappho'nun şiirlerinin hemen hepsi, lir ya da flüt e şli ğinde söylenen türkülerdir. A şağıdaki şiir sevgisine kar şılık görmeyen bir genç kıza adanmı ştır: Ey tahtı ı şıl ı şıl ölümsüz Aphrodite, Ulu Zeus'un düzenci kızı, Yalvarırım yüre ğimi acılarla da ğlama! Yardıma gel gene, hani eskiden Sesimi duyunca nasıl çıkıp Babanın sarayından, kanat çırpan ku şların Çekti ği yaldızlı arabana biner, Yeryüzüne inerdin bulutsu z mavilikten; Ölümsüz dudağında o aydınlık güne şle sorardın, «Gene nen var?» derdin, «nedir gene Deli gönlünü çe len? Tılsımımla kimi Ba ştan çıkarıp yollamam gerekiyor koynuna?

Page 37: Insanin ozu george thomson

Söyle, Sappho, kim seni üzen? Kaçıyorsa, kaçsın, bı rak, Yakında o senin ardına düşecek. 1 V.G. Belinski, Seçme Felsefi Yapıtlar. 88 ĐNSANIN özü Bugün almıyorsa verdiklerini, Yarın o sana arma ğanlar verecek; Seni sevmiyorsa, istemese de, er geç sevecek.» Gelece ğin varsa, şimdi gel, kurtar beni Kuşkudan, ne diliyorsa gönlüm Yerine getir, sen de katıl benimle sava şa! Bu şiirde kullanılan ölçüye (vezin) Sappho kalıbı da de nilebilir. Koro için düzenlenmi ş uzunca bir şiiri bir a ğıtın gereklerine uyarlamı ş Sappho. Şiirin içeri ğine baktı ğımızda, ba ştan sona akıp giden dü şüncenin de, ölçü düzeninden bağımsız olarak, ritimli bir devinimi oldu ğunu görüyoruz. Sappho dile ğini açıklayarak ba şlıyor söze (A); sonra buna benzer yakarı şlarını bir zamanlar Aphrodite'nin nasıl kar şıladı ğını anımsıyor (B); ve en sonunda Aphrodite'ye yeniden yakan-yor (A). Bu, üçlü biçimdir (A-B-A). Y akarı ş olumsuz, çekimser bir havayla ba şlıyor; olumlu, güvenli bir havayla sona eriyor. San ki arada olup bitenler Sappho'ya dile ğinin yerine getirilece ği inancını vermi ştir. Arada olup bitenler nedir? Tanrıçaya geçmi şi anımsatıyor Sappho: «Yardımıma gel gene, hani eskiden... nasıl...» Bir tapınma biçimiy di bu. Tanrılara yakaraca ğınız vakit, eskiden onlardan yardım gördü ğünüzü, size iyi davrandıklarını anımsatır ve böylece dile ğinizi güçlendirirdiniz. Tapınma deyince de büyü girer i şin içine; dansçıların gerçekle şmesini istedikleri bir olayı yansılama danslarıyla dü şsel bir biçimde gerçekle ştirdikleri büyü. Sappho'nun yaptı ğı da budur. Ancak şiirde bedensel devinimlerin yerini düşgücünün akı şı almı ş. Sappho, tanrıçaya gelmesi için yalvarıyor; sonra geli şini kafasında canlandırıyor, onu görüyor, sesini du yuyor; sonra da düşgücünün bu çabasıyla co şup daha bir güven kazanıyor ve yeniden yakanyor tanrıçaya. Bu, Hegelci üçlüde oldu ğu gibi devingen bir biçimde kullanılan üçlü biçimdir: Sav-kar şısav-bire şim (A-B-A). Yakarı ş biçimi ilkel tapınma törenlerine dayandı ğına göre, tanrıçanın yeryüzüne inme imgesi de buna dayanıyordun Tanrıların gökyüzü nden yeryüzüne inmeleri ve yeryüzünden gö ğe çıkmaları, Home-ros şiirlerinin temel özelliklerinden biridir. Bu özelli ğin de ilkel BÜYÜDEN SANATA 89 tapınma törenlerinden kaynaklandı ğını görmek için, Minos uygarlı ğı dönemindeki duvar resimlerine bakmak yeterlidir. Bu duvar resim lerinde tanrıça havada asılı durur, tanrıçaya tapınanlar da kollarını havaya kal dırarak selamlarlar onu. Aphrodite'ye tapınanlardan biri oldu ğuna göre Sappho da bu tür inançları payla şmış olsa gerek. Onun için Sappho'nun da bu yanılsamanı n dı şında kalamayaca ğı söylenebilir. ikinci örne ğim, Keats'den bir sone: Parlak yıldız, ben de senin gibi de ği şmez olsam! Yapayalnız, görkemiyle gecenin doru ğundan, Do ğa'nın sabırlı Deni şi gibi, Kapanmayan gözlerle bakakalmamak, Yeryüzünün kıyılarında su dokunup Dua eden ke şi şler gibi ko şuşan dalgalara, Ya da da ğlara, fundalıklara ilk ya ğan karın Yumu şak örtüsüne dalıp gitmemek— Hayır, ama gene de aynı, gene de de ği şmeden, Yaslanıp sevdi ğimin kabaran gö ğsüne, Hep onun yumu şak alçalıp yükseli şini duymak, O tatlı sallantıyla her an uyanık, Dinlemek, durmaksızın, o ılık soluyu şu. Ve hep böyle ya şamak, ya da hiç uyanmamak. Keats yirmi dört ya şında ölmeden kısa bir süre önce yazmı ş bu soneyi. 1821 Şubatında sa ğlı ğım düzeltmek için son bir çabayla italya'ya gitmek üzere ingiltere'den ayrılmı ş. Bindi ği gemi Man ş Denizinde kötü hava yüzünden Lulworth Körfezine sı ğınmak zorunda kalmı ş. Keats bu soneyi orada tamamlamı ş ve içinde

Page 38: Insanin ozu george thomson

Shakespeare'in şiirleri bulunan bir kitabın arkasına yazmı ş. Dört ay sonra da italya'da veremden ölmü ş. «Parlak yıldız, ben de senin gibi de ği şmez olsam...» Bilinçli bir istektir bu; ölmekte olan bir insanın iste ği. Şairin dü şgücü yükseklere 90 ĐNSANIN ÖZÜ doğru uçuyor. Gökyüzüne yükseliyor ve aydan ölümlü dün yamıza bakıyor. Ay, en eski zamanlardan bu yana ölümsüz ya şamın bir simgesi sayılmı ş, gizemsel bir tapınma kayna ğı olagelmi ştir. Ama herkes bilir ki, yalnız ve ıssızdır ay. Bu yüzden şair, yıldızların ölümsüzlü ğüy-le insan sevgisinin sıcaklı ğını birle ştirmeyi dileyerek yeryüzüne iniyor. Ama böyle bir şey olası de ğildir. Ölümsüz ya şam olmaz. Sanki bir dü şteymi şizcesine ansızın uyanırız; ama artık bilincimizin co şku-sal içeri ğini ve dolayısıyla da insanlara olan duygumuzu derinle ştir-mi şizdir. Dünya nesnel olarak gene aynı dünyadır, «gen çli ğin solup eriyerek öldü ğü» dünyadır. Ama bizim dünya kar şısındaki öznel tutumumuz deği şmiştir. Şairin dü şünde gökyüzüne yükselmesi ve sonra yeniden yeryüzün e dönmesi ikili yapıya uygundur. Hiç ku şkusuz, gökyüzüne yükselme dü şüncesi, şairin gözünde, salt alı şılmı ş oldu ğu için kabul edilebilecek şiirsel bir aldatmadır. Ama gerçekte, daha önce gördü ğümüz gibi, bu dü şünce halkın dü şgücünde derin kökler salmı ştır, hem de kendini belli etmeden duyulacak kadar d erin. Şiirin ritim düzeni nasıl ortakla şa çalı şmanın yankılarını ça ğnştınrsa, benzer ça ğrı şımlarla yüklü olan imgeler de bizi öyle büyüler, i şte şair, hepimizde ortak olan bu çağrı şımlardan yararlanarak, kendi ki şisel ya şantısını top-lumsalla ştınr ve böylece ona evrensel bir de ğer kazandırır. Son örne ğim, Mao Zedung'dan. Mao Zedung bu şiiri 11 Mayıs 1957'de yazmı ş. Şiir klasik biçimde yazılmı ş. Çeviride yansıtılması olanaksız olan ölçü kalıbı çok kesin kurallara ba ğlı. Her birinde dört dize bulunan iki dörtlük var. Her dize yedi heceden meydana geliyor. Yalnızca ikinci dize de ği şik; dokuz heceden olu şuyor. Uyaklar ve ses tonunun yükselip alçalı şı da belli bir kalıba uygun olarak düzenlenmi ş. Bu kalıpla (tzu) yazılan şiirler, Tan Hanedanının (Î.S. 923-935) son dönemlerine kadar uzanan halk ezgilerine d ayanıyor. Mao Zedung bu şiiri, do ğduğu yer olan Hunan eyaletinin merkezi Çang şa'da öğretmenlik yapan Li Şu-yi adlı bir kadın için yazmı ş. Li ö ğretmenin kocası Liu Çi-sun, Hunan Köylü Derne ğinin önderlerinden biriymi ş. 1933 yılında bir çarpı şmada öldürülmü ş. Mao'nun ilk karısı Yang Kay-huy da 1930 yılında Guomindang tarafından kur şuna dizilmi ş. Şiirde, ö ğretmenin kocasının adıyla Mao'nun karısının BÜYÜDEN SANATA 91 adı e şle ştiriliyor. Gerçekte birer klan adı olan Liu ve Yang , «sö ğüt» ve «kavak» anlamına geliyor. Şiirde bu adlardan yola çıkılıyor: Ben alımlı kava ğımı yitirdim, sen sö ğüdünü, Yükselir gö ğün dokuzuncu katma f imdi kavakla sö ğüt Ve sorarlar Vu Kang'a orada ne oldu ğunu Vu Kang akasya şarabı sunar onlara. Kimsesiz Çang O rakseder bu iyi canlara, Açarak yenlerini gö ğün bir ucundan ta öbür ucuna. Birden bir haber yayılır yeryüzünde. Yere serilmi ştir kovalanan kaplan. Gözyaglan dökülür bo şanan ya ğmurlarca. Göğün dokuzuncu katı en yüksek yeridir. Liu ve Yang or ada Vu Kang ve Çang O tarafından sıcak bir sevgiyle kar şılanırlar. Vu Kang kendini ölümsüzle ştirmeye kalkı şarak tanrılara kar şı gelmi ştir. Aya hapsolunmu ş ve koskoca bir akasya ağacı kesmeye mahkum edilmi ştir. Ama Vu Kang keser kesmez a ğaç yeniden büyümektedir. Bu a ğacın meyvasmdan yapılan şarap tanrıların içkisidir. Bu şaraptan içen Liu ve Yang ölümsüzlük kazanırlar. Çan g O ise, Şia Hanedanından (Î.Ö. 2205-1776) güzel bir prensestir. Ölümsüzlük i ksirini içmi ş ve ay tanrıçası olmu ştur. Ama orada yapayalnızdır ve yeryüzüne geri dönm ek istemektedir. Kaplan, Çan Kay- şek'tir. Gözya şları ise, sevinç gözya şlarıdır. ilk iki dizede iki ruhun gö ğe yükseli şi, son iki dizede ansızın yeryüzüne geri dönüş ve bo şanan ya ğmurla dengelenir. Bu, iki dörtlüklü yapıyla çeli şen üçlü bir devinim kazandırmaktadır şiire. Gökyüzüne yolculuk, Sava şan Devletler döneminin

Page 39: Insanin ozu george thomson

(I.Ö. 436-221) bir ozanı olan Çu Yuan'a kadar uzana n köklü bir kavramdır. Ama Mao'nun Li Şu-yi'ye yazdı ğı açıklamada da belirtti ği gibi, geleneksel şiirde şairin kendisidir gökyüzüne çıkan: Gökyüzüne yapılan dü şsel bir yolculu ğu dile getiren bir şiir gönderiyorum sana. Ama benim şiirim bu kalıpla yazılan eski tzu'lardan bir noktad a ayrılıyor; gökyüzüne yükselen, şairin kendisi de ğil. 92 ĐNSANIN ÖZÜ Mao Zedung ba şka bir yazısında, mitologyada görülen biçim de ği ştirmelerden «çocuksu, dü şsel ve öznel»6 diye söz etmektedir. Peki öyleyse, şiirinde mitologyaya niçin bu kadar çok yer vermi ştir? Bir şair olarak Mao Zedung, mitologyada çok sık rastlanan biçim de ği ştirmeleri insanların ba şarılarının bir simgesi olarak kullanmaktadır. Bugünkü Çin'de i şçiler ve köylüler, eskiden atalarının ancak «dü ş-gücü içinde ve dü şgücü yoluyla» boyun e ğdirebildikleri düşman güçleri gerçek ya şamda yere çalmaktadırlar. Dev akasya a ğacı, kavakla söğüdün yanında bodur kalmı ştır artık. Artık yeryüzünde acıyı sevince dönü ştüren bu utkuyla, gökyüzünden gelecek hiçbir haber boy öl -çü şemez. Gerçi bu şiirin ölçü düzeni de, mitolojik içeri ği de çok eskidir, ama bu mitolojik içeri ğin içinde yepyeni bir siyasal öz vardır: Yeryüzünde insandan daha de ğerli bir şey yoktur, insanlar var oldu ğu sürece, kendi örgütlerinin önderli ğinde her türlü mucize yaratılabilir? 6 Mao Zedung, Çeli şme Üzerine. 1937. Mao Zedung, idealist Tarih Anlayı şının iflası. 1949. YEDiNCi BÖLÜM MODERN BĐLÎM VE FELSEFE 1. Modern Bilimin Ba şlangıcı ENGELS, modern bilimin do ğuşunu şöyle anlatıyor: Modern do ğa bilimi... bütün yakın tarih gibi, Almanların (o s ıralar üstümüze çöken ulusal yıkımından sonra) Reformasyon, Fransız ların Rönesans ve italyanların da Cinquecento adını verdikleri, ama b u adların hiçbirinin tam anlamıyla dile getiremedi ği o büyük dönemle ba şlar. Bu dönem on be şinci yüzyılın ilk yarısında do ğmuştur... Bu, o güne kadar insano ğlunun tanık oldu ğu en büyük ilerici devrimdi. Dü şünce, tutku ve ki şilik bakımından büyük insanları, evre >sel-lik ve b ilgi bakımından büyük insanların yaratılmasını gerektiriyordu ve ya rattı da. Kent soylulu ğun modern yönetimini kuran insanlar, kentsoylu sınırla maların dı şında hiçbir sınırlama tanımıyorlardı. Hepsi de şu ya da bu ölçüde o zamanların serüvenci ruhuyla doluydular. O zamanların önemli ki şileri arasında, dünyayı karı ş karı ş dola şmamış, dört be ş dil bilmeyen, birkaç alanda birden ün kazanmamı ş bir kimseye rastlamak çok zordu. Leonardo da Vinci yaln ızca büyük bir ressam de ğil, aynı zamanda büyük bir matematikçi, mekanisyen ve m ühendisti. Fizi ğin de ği şik dallarında önemli bulu şları vardır. Albrecht Dürer ressam, oymacı, yontucu ve mimardı. Ayrıca daha sonraları Monta-lembert ve mod ern istihkâm biliminin yararlandı ğı birçok dü şünceyi içeren bir istihkâm sistemi bulmu ştu Dürer. Machiavelli devlet adamı, tarihçi, şair ve aynı zamanda anılmaya de ğer ilk modern askeri yazardı. Luther yalnızca Kilisenin yü zlerce yıllık pisli ğini temizlemekle kal- 94 ĐNSANIN özü madı, aynı zamanda Alman dilini de arındırdı, moder n Alman şiirini yarattı ve on altıncı yüzyılın Marseillaise'i durumuna gelen o gö rkemli ilahinin sözlerini yazdı, müzi ğini besteledi. O dönemin kahramanları, kendilerinde n sonrakilerde kısıtlayıcı ve tek yönlü etkilerine çok sık rastlad ı ğımız i şbölümünün boyunduru ğuna girmemi şlerdi daha. Ama onların en temel özelli ği, hemen hemen hepsinin ya şamlarını ve etkinliklerini ça ğdaş akımların, kılgısal sava şımların içinde sürdürmü ş olmalarıdır. Hepsi de saflarını belirlemi ş ve kimi söz ve yazıyla, kimi kılıçla, ço ğu da her ikisiyle birden sava şıma katılmı ştır, i şte onları eksiksiz insanlar yapan, bu bütünlük ve bu k i şilik gücüdür.1 Yeni bilimsel dünya görü şü Francis Bacon (1561-1626) tarafından ortaya konulmu ştu: însan, Do ğa'nın yardımcısı ve yorımlayiçi şidir, insan ancak do ğanın üzerinde çalı şarak ve do ğayı gözlemleyerek onun düzenini kavradı ğı ölçüde eylemde

Page 40: Insanin ozu george thomson

bulunabilir ve olup biteni anlayabilir. Bunun dı şında ne bilgisi, ne de gücü vardır? insanın gücü, maddi dünyaya ili şkin bilgisinden gelir, insan maddi dünyayı ancak onun yasalarını kavradı ğı ölçüde denetimi altına alabilir. Modern maddecili ğin bakı ş açısı budur. Kari Marx, Bacon'la ilgili olarak şunları yazıyordu: tngiliz maddecili ğinin ve tüm modern deneysel bilimin gerçek kurucusu Bacon'dı. Bacon'a göre, gerçek bilim do ğa bilimiydi ve do ğa biliminin en yetkin dalı da algılamaya dayanan fizikti. Homoeme-T Đ'leriyle (zerreler) anaksagoras ve atomlarıyla Demokritos, onun sık sık ba şvurdu ğu ustalardı. Bacon'm ö ğretisine göre, duyular y anılmaz, duyular bütün bilginin kay nağıdır. Bilim deneyseldir ve duyularla elde edilen verilere akılcı bir yöntemin uygulanmasından ba şka bir şey değildir. Tümevarım, çözümleme, kar şıla ştırma, gözlem ve deney akılcı yöntemin başlıca ko şullandır. Maddenin özündeki ilk ve en önemli 1 F. Engels, Do ğanın Diyalekti ğine Giri ş. 1875-76. 2 F. Bacon, Novum Organum (Yeni Araç). 1620. MODERN BlLtM VE FELSEFE 95 nitelik devinimdir; hem de yalnızca mekanik ve mate matiksel devinimin de ğil, aynı zamanda daha da büyük ölçüde itki, canlı ya şam ruhu, gerilim. ... Maddecilik, ilk yaratıcısı olan Bacon'da, belli bel irsiz bir biçimde de olsa çok yönlü geli şmenin tohumlarını ta şıyordu. Madde şiirsel duygusal bir parlaklıkla gülümsüyordu insana? Dolayısıyla, Bacon'ın dü şüncelerinin eski maddecilik ile modern maddecilik arasında dolaysız bir ba ğ kurdu ğunu söyleyebiliriz. Bu Rönesans öncülerinin bilimsel yapıtlarında kuram kılgıyla birle ştirilmi ştir. Deneysel bilimin denek ta şıdır bu. Tanrıbilimcinin ve dü şünürün gözünde, maddi dünyadaki somut olaylar, yalnızca tanrı sözüyle ya da katıksız dü şünceyle önceden saptanmı ş tartı şılmaz do ğrulan desteklemeleri bakımından önem ta şırlar. Bilim adamı ise yalnızca ve yalnızca olgulara önem verir. Hiç ku şkusuz, bilim adamı da kendi sınıfının ideolojik kısıtlamalarına bağımlıdır, ama deneylerini yaparken ister istemez bir maddeci gibi dü şünür, bir maddeci gibi davranır. Daha önce saptanmı ş olgulardan yola çıkarak bir varsayımda bulunur, so nra yeniden olgulara döner. Gerçekte bilim adamının varsayımı b ir öngörüdür; sanki şöyle demek istiyordur: «Belli ko şullar belli sonuçlan do ğurur.» Daha a şağı bir düzeyde de olsa, ku şaklar boyunca birçok zanaatkar deneme-yanılma yönte miyle çalı şarak bu yolu izlemi ştir. Gerçekten de bunun kökleri çalı şma sürecinde yatar, ilkel insan, daha önceki uygulamalann bir so nucu olarak olu şan önceden tasarlanmı ş bir imgeye uygun olarak maddeyi yeniden kalıba dök erdi. Şimdi artık bu süreç, insanın tüm evreni kavramasını sa ğlayacak biçimde bilinçli olarak yürütülmektedir: Kopernik sistemi, üç yüz yıl boyunca, do ğrulu ğuna bire yüz, bire on bin bahse giri şilebilecek bir varsayımdı, ama gene de bir varsayım dı. Ancak Leverrier, bu sistemin sa ğladı ğı verilerin yardımıyla, bilinmeyen bir gezegenin va rlı ğının zorunlu oldu ğu sonucunu çıkardı ğı ve bu gezegenin gökyüzünde bulunması gereken yeri hesapladı ğı ve Gaile de onu gerçekten bulguladı ğı zaman, Kopernik sistemi kanıtlanmı ş oldu.4 3 Manc ve Engels, Kutsal Aile. 1848. F. Engels, Lud wig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu. 1886. 96 ĐNSANIN ÖZÜ Ama o dönemde tannbilim ile felsefe arasında ve bu ikisi ile bilim arasında açık seçik bir bölünme yoktu. Gerçi tannbilim de, felsef e de eylem alanına geçmeyip salt bilmek ve açıklamak amacı güden dü şünceyle sınırlıydılar. Ama tannbilimde bu dü şünce fazladan bir de dinsel dogmayla kısıtlıydı; fe lsefedeyse özgürdü. Felsefe, genellikle dünyevi bir tannbilim olarak gö rünür; dinin toplumsal i şlevini, artık bilimsel bilgiden etkilenmeye ba şlayan ve tannyı insan biçiminde tasarlayan dü şünceye inanamayan kimselerin kabul edebilece ği bir biçimde yerine getirir. Bazı kentsoylu bilim adamlan bilimsel bakı ş açılannı kendi u ğra ştıkları özel bilim dalıyla sınırlı tutmu şlar, dinsel inançlannı sürdürmü şlerdir. Şu ya da bu türden çe şitli felsefi görü şler savunmu ştur birço ğu. Ama bunların arasından, bilinçli bir diyalektik kavrayı şa sahip olan pek az kimse çıkmı ştır.

Page 41: Insanin ozu george thomson

2. Yeni Metafizik Bilimsel dü şünce genellikle metafizi ğe kar şı sava şım içinde geli şmiştir. Metafizik terimi, ister tanrıbilimsel olsun, ister felsefi, ister maddeci, i şer idealist olsun, diyalektik olmayan bütün dü şünce sistemlerini kapsar. Engels şöyle tanımlıyor metafizik dü şünceyi: Metafizikçiye göre, şeyler ve onların zihindeki yansımaları olan dü şünceler, birbirinden kopuk, biri öbüründen sonra ve ayrı ola rak dü şünülmesi gereken, katı, dura ğan, bir kerelik inceleme konularıdır. ... Metafizik çiye göre, bir şey ya vardır ya da yoktur; bir şey aynı anda hem kendisi, hem de bir ba şka şey olamaz. ... Metafizikçi, tek tek şeyleri ele alırken aralarındaki ili şkileri gözden kaçırır; tek tek şeylerin o andaki varlı ğını dü şünürken onların meydana geli şini ve yok olusunu unutur; tek tek şeylerin dura ğanlı ğına bakarken onların devinimim gözardı eder. ...5 Metafizik dü şüncenin özünü ve kökenini daha iyi anlayabilmek içi n, Manc'ın metalara ili şkin çözümlemesine bir kere daha göz atmakta yarar v ar: ' F. Engels, Anti-Dühring. 1889. MODERN BiLiM VE FELSEFE 97 Metalann kullanım-de ğerini bir yana bırakacak olursak, geriye metaların bir tek özelli ği, yani emek ürünü olmaları kalır. Ama emek ürünü b ile elimizde bir deği şikli ğe u ğramı ştır. Onu kullanım-de ğerinden soyutladı ğımız zaman, onu bir kullanım-de ğeri yapan maddi ö ğelerden ve biçimlerden de soyutlamı ş oluruz. Artık onu bir masa, bir ev, bir iplik parçası ya da ise y arayan herhangi bir şey olarak görmeyiz. Emek ürününün maddi bir şey olarak varlı ğı ortadan kaldırılmı ştır. O artık bir marangozun, yapı ustasının ya da d okumacının emeğinin, dahası herhangi bir üretici eme ğin ürünü olarak bile görülemez. Ürünlerin yararlı niteliklerini ortadan kaldırmakla , o ürünlerin ba ğrındaki çeşitli emek türlerinin yararlı niteli ğini ve o eme ğin somut biçimlerini de ortadan kaldırmı ş oluruz. Aralarında hiçbir ayrım kalmaz; hepsi de t ek bir emek türüne, soyut insan eme ğine indirgenir.6 Değer kavramının temelini olu şturan bu zihinsel soyutlama süreci, metafizikçi düşünürün çözümleyici yöntemiyle kar şıla ştınlabilir: tikin bir evi olu şturan bütün gereçleri, sonra da onu ayırt eden biçi mi atarak, bir evin benzersizli ğini meydana getiren her şeyi birer birer çıkarıp attı ğınız zaman, elinizde yalnızca bir gövdenin kalması şaşırtıcı mıdır? Bu gövdenin sınırlarını hesaba katmadı ğınız zaman, geriye bir uzamdan ba şka bir şeyin kalmaması şaşırtıcı mıdır? Son olarak, bu uzamın boyutlarım hesa ba katmadı ğınız zaman, geriye salt nicelikten, mantıksal sınıflamad an ba şka hiçbir şeyin kalmaması şaşırtıcı mıdır? E ğer her özneyi, ister canlı olsun, ister cansız, ister insan olsun, ister nesne, kendisine yakı ştırılan tüm ilineklerden soyut-larsak, o zaman son soyutlamada geriye kalan tek şeyin mantıksal sınıflamalar oldu ğunu söylemekte haklı oluruz. ... E ğer varolan her şey, karada ve suda yaşayan her şey, soyutlama yoluyla mantıksal bir sınıflamaya ind irgenebiliyorsa, eğer bütün bir gerçek dünya böylelikle bir soyutlamal ar dünyasında, mantıksal sınflamalar dünyasında bo- ğulabiliyorsa, bunda şaşacak ne var?1 ' K. Mam, Kapital. 1867-94. ' K. Marx, Felsefenin Sefaleti. 1847. 98 ĐNSANIN özü Meta alıp satan insanlar, bu alımsatım i şleminin durmadan yinelenmesi sonucunda, değer kavramını kullanmayı bilinçli bir çabayla de ğil, yalnızca parmak hesabıyla öğrenirler. Bu kavramı yaratan sürecin bilincinde de ğildirler: «Sürecin ara aşamaları elde edilen sonuçta yok olur ve geride hiçb ir iz bırakmaz.»8 Bu yüzden, soyutlamayı, toplumsal kılgının zihindeki b ir yansıması olarak de ğil, «katıksız dü şüncemin ba ğımsız bir sınıflaması olarak görürler. Bu, «meta tapmcak-çılı ğı» ya da «düzmece bilinçlilik»tir; felsefe alanında ise kendini metafizik dü şünce olarak gösterir. Somut gerçekli ğini göz önüne almaksızın maddeyi bir soyutlama olar ak kabul eden bütün felsefi sistemler metafiziktir. Metafizik dü şünce deneye de ğil, tasarıma dayanır. Kuram kılgıdan koparılmı ştır metafizik dü şüncede. Buna kar şılık, bilimsel dü şünce, kendini metafizikten kurtardı ğı ölçüde, sezgisel olarak

Page 42: Insanin ozu george thomson

diyalektiktir; tıpkı egemenli ği altına almaya çalı ştı ğı do ğa süreçlerinin diyalektik olması gibi. Hiç ku şkusuz, bilim adamı da soyutlamalarla u ğra şır. Ama bilim adamının kuramları durmadan uygulama içinde s ınanır. Bu iki akım, yani diyalektik akım ile metafizik akım, üretici güçler ile üretim ili şkileri arasındaki çeli şmeye uygun olarak sınıflı toplumun dü şüncesindeki temel çeli şmeyi yansıtır. Metafizik, Avrupa dü şüncesinde ilk kez Parmenides'te görülür. Bundan Be şinci Bölümde söz etmi ştik. Daha sonra, Hıristiyan tanrı-bilimindeki soyut Tanrıda ve aynı ölçüde soyut insanda yeniden ortaya çıkar: Dinsel dünya, gerçek dünyanın bir yansımasından ba şka bir şey de ğildir. Meta üretimi üzerine kurulmu ş, üreticilerin genellikle birbirleriyle olan toplum sal ili şkilerinde ürünlerini birer meta ve de ğer olarak ele aldıkları ve böylece tek tek ki şisel emeklerim ba ğdaşık insan eme ği ölçütüne indirgedikleri bir toplumda, soyut insana inanan Hıristiyanlık, özellikle de onu n kentsoylu döneminin geli şmiş biçimleri olan Protestanlık, Yaradancılık, vb. en uygun din biçimidir? Dünyayı evrenin ortasında dura ğan bir toprak parçası olarak gören 8 K. Marx, Kapital. 1867-94. " Aynı yerde. MODERN BiLiM VE FELSEFE 99 Ortaça ğ bakı ş açısı, Kopernik ve Kepler'in çalı şmaları sonucunda sarsılmı ştı. Bacon izlenmesi gereken yolu gösterdi. Ama ona kula k asan olmadı. Katolik ve Protestan Kiliselerinin etkisi altındaki felsefi ve bilimsel dü şünce hâlâ metafizi ğin egemenli ğindeydi. Felsefede zihnin maddeden ayrılması, madde nin zihne indirgendi ği öznel idealizme ve zihnin maddeye indirgendi ği metafizik ya da mekanik maddecili ğe yol açtı. Fizik alanında, Demokritos ve Epikuros' un yolunu izleyen Newton (1642-1727), mekanik yasaları yla yönetilen maddi bir evren kurdu, ama onu hâlâ Tanrının hüküm sürdü ğü daha geni ş bir gerçekli ğin içine hapsetti. Dirimbilim alanında, Aristoteles'in yolun dan giden Linnaeus (1707-78), hayvan ve bitki türlerini sınıflandırdı, ama bu sın ıflamayı yaparken bunların doğduktan sonra oldukları gibi kaldıkları ve hiç de ği şmedikleri varsayımına dayandı. Dolayısıyla, eski Yunan dü şünürlerinin tersine, bu dönemin bilim adamları dünyayı organik bir olu ş ve yok olu ş süreci olarak de ğil, geli şmeden yoksun, kapalı bir mekanik sistem olarak gördüler: On sekizinci yüzyılın ilk yansının do ğa bilimi gerek bilgi bakımından, gerekse eldeki gerecin incelenmesi bakımından Eski Yunan'da n çok ileriydi. Ama bu gerecin ideolojik özümleni şi ve do ğaya genel bakı şı açısından ondan çok geriydi. Yunan dü şünürlerine göre, kaostan do ğmuş, geli şmiş ve olu şmuş bir şeydi dünya. Bu dönemin do ğa bilimcilerine göreyse, dünya kemikle şmiş, de ği şmez ve ço ğunda da bir çırpıda yaratılmı ş bir şeydi. Bilim hâlâ büyük ölçüde tanrıbilimin boyun-duru ğundaydı. Her yerde en yüksek şeyi, Do ğa'nın kendisiyle açık-lanamayacak dı ştan bir itkide arıyor ve onda buluyordu.1® 3. Yeni Diyalektik Kentsoylu felsefesinde maddecilik ile idealizm aras ındaki çatı şma, kentsoylu devriminin e şit olmayan geli şmesi sonucu daha da karma- şıkla ştı. Kentsoylu devrimi ingiltere'de 1649'da, Fransa'da 1789'da, Al manya'daysa ancak 1848'de gerçekle şti, ingiliz ve Fransız kentsoy- 10 F. Engels, Anti-Dühring. 1889. 100 ĐNSANIN özü lulu ğu iktidarı ele geçireli uzun bir zaman olmasına kar şın, Alman ve Avusturya kentsoylulu ğu hâlâ derebeyli ğin yönetimi altındaydı, ingiltere'de ana felsefe akımı idealizm ve bilinemezcilik (Berkeley, Hume) d oğrultusundaydı; Fransa'da metafizik maddecilik (Helv6tius, Dide-rot), Almanya 'da ise idealizm (Leibniz, Kant, Hegel) hüküm sürüyordu. Ama Alman idealizmind e, hem devrimci geli şimden hem de en yeni bilimsel geli şmelerden esinlenen yeni bir diyalektik anlayı ş vardı. Nitekim son kopu ş Almanya'da, ba şka bir deyi şle çeli şmelerin en keskin oldu ğu ülkede gerçekle şti. Kant (1724-1804) maddenin varoldu ğunu ve zihnimizi duyular yoluyla etkiledi ğini gördü, ama zihnin mantıksal sınıflamalardan olu ştu ğunu ileri sürdü. Ve Kant'a göre, duyusal algılamayla elde etti ğimiz verileri bu mantıksal sınıflamalar

Page 43: Insanin ozu george thomson

içinde düzene koyuyorduk, ne var ki mantıksal sınıf lamalar maddeden do ğmuyordu. Dolayısıyla da, bizim do ğada algıladı ğımız gerçekten do ğanın düzeni de ğil, zihnin do ğaya yakı ştırdı ğı bir düzendi. Nesnel gerçeklik —«kendinde şey»— bilinemezdi. Ama gene de Kant, gençlik yıllarında, kendi ekseni çevresinde dönen bir bulut yı ğınından geli şen bir güne ş sistemi varsayımını öne sürdü. Bu, daha önce, Charles Danvin'in büyükbabası Erasmus Dar-win taraf ında bitkibilim ve hayvanbilime, Rousseau (1712-78) tarafından da insa nın incelenmesine uygulanmı ş olan evrim anlayı şıydı. Rousseau'da ve Fransız Aydınlanma Ça ğının öbür düşünürlerinde insanın geli şebilirli ği ve yetkinle şebilirli ği dü şüncesi olarak görülen bu anlayı ş daha sonraları «ütopyacı» toplumculu ğa varacaktı. Hegel (1770-1831) ise, dünyanın bir ve bilinebilir oldu ğunu söyledi. Hegel'e göre bilgi, şeylerin dı ş görünü şlerindeki çeli şmelerden bunların özdeki çözümlerine ve belli bir geli şme aşamasındaki çeli şmelerden onların bir sonraki aşamadaki çözümlerine do ğru ilerleyen bir süreçtir. Her olayın geli şme süreci içinde bir iç çeli şme do ğar; o olayı bir sonraki geli şme aşamasına ilerleten i şte bu iç çeli şmedir. Yeni a şama eski a şamayı yadsır ve sonra kendi de yadsınır. Hegel'in «yadsımanın yadsınması» (olumsuz lamanın olumsuzlanması) adını verdi ği şey budur. (Gerçekte bu deyim, olumsuz yönü fazla ab arttı ğı için yetersizdir. E ğer «B» «A»yı yadsıyorsa, o zaman «A» «B»nin yadsıdı ğını olumluyordur; e ğer «A» «B»nin yadsınmasıysa, aynı za- MODERN BiLiM VE FELSEFE 101 manda «A»nın da yeniden olumlanmasıdır. Ba şka bir deyi şle, her a şama hem olumlayıcı, hem de olumsuzlayıcıdır.) Hegel, son de rece kapsamlı bir bilgiyle, bu diyalektik mantı ğı, hukuk, din, estetik ve felsefe de içinde olmak ü zere do ğa biliminin ve tarih biliminin bütün dallarına uygula dı. Gelgelelim, idealist bir düşünür oldu ğundan, maddeyi de ğil, zihni biricik gerçeklik saydı. Hegel'e göre, gerçek dünyadaki diyalektik devinim bir dü şünce süreciydi; sanki Tanrı kendi kendine dü şünüyormu şçasına «îdea»nın ya da «saltık Ruh»un gözler önüne serilmesiydi. Bundan ötürü, Hegel'in sistemi derin bir diyalektik kavrayı şa ve zengin bir bilimsel bilgiye sahip olmakla birlikte, bir bütün olarak ele alındı ğında idealist ve metafizikti. Kuram kılgıdan ayrılmı ştı. Hegel'in sistemi, bilimin geli şmesi kar şısında iyice gerilmi ş bulunan kentsoylu dü şünce sınıflamalarının i şçi sınıfı tarafından koparılmak üzere oldu ğu a şamanın özelliklerini ta şır. Hegelci diyalekti ğin tam olarak anla şılması için, diyalektik deyiminin geçmi şine bir göz atmak gerekir. «Diyalektik» (Yunancada di-a lektike) sözcü ğü, tartı şma sanatı anlamına gelir. Gerçekte, «çeli şme» ve «yadsıma» sözcükleri de tartı şmayla ilgili deyimlerdir. Peki öyleyse, şeylerin özünde varolan diyalektik niçin bir dü şünce alı şve-ri şiymi ş gibi tanımlandı? Eski dü şünürler içinde en derin diyalektik kavrayı ş Heraklei-tos'taydı, ama diyalektik bir yöntem yaratamadı Herakleitos. Bunu gerçekle ştirmek, Parmenides'in izleyicilerine dü ştü; ama onlar da, maddi dünyayı aldatıcı ya da bilinemez bir şey olarak gören idealistler olduklarından, dü şünceleri incelemenin bir aracı olarak yarattılar diyalektik yöntemi. Eski dü şünürlerin tartı şmaları çok iyi bilinen bir yöntemle yürütülüyordu. «X» ortaya bir önerme (sav) koyar, «Y» bu önermeyi yads ır (kar şısav). «Y» bu önermenin her iki yanın da kabul etti ği bir do ğruyla çeli şti ğini göstermeye çalı şır. «X», bu kar şıçıkı şa, önermesini yeni bir biçimde yeniden ortaya koyar ak (bire şim) kar şılık verir. Sav kar şısav tarafından, kar şısav da bire şim tarafından yadsınmı ştır. Böylece tartı şma içinde geli şmiş, üçüncü a şama birinci aşamayı daha yüksek bir düzeyde yeniden olumlamı ş olur. Daha sonra, önermenin üzerinde anla şmaya varılan yeni biçimi, aynı yöntemle tartı şıla- 102 ĐNSANIN özü çak ve daha da yüksek bir düzeyde yeni bir bire şime vardırılacak olan yeni bir ilk önerme durumuna gelir. Ve böylece, tartı şma içinde ortaya çıkan çeli şmelerin durmadan çözülmesiyle, daha alt düzeydeki gerçekler den daha üst düzeydeki gerçeklere do ğru ilerlenir ve en sonunda saltık do ğruya ula şılır.

Page 44: Insanin ozu george thomson

Eski felsefenin kalıtı olan bu yöntem, Hegel'in gel i ştirdi ği üçlü yöntemin (sav-kar şısav-bire şim) temelini olu şturdu. Ama Hegel de bir idealist oldu ğundan, bu yöntemi dü şüncelerin bir ilerleyi şi, «katıksız aklın» bir i şleyi şi olarak gördü. Marx, Hegelci diyalekti ğin açmazlarını şöyle sergiliyordu: Katıksız aklın devinimi nelerden olu şur? Kendini ortaya koymasından, kendine kar şı koymasından, kendini dire ştirmesinden, kendini sav, kar şısav, bire şim biçiminde formüle etmesinden; ya da bir ba şka deyi şle, kendini olumlamasından, kendini yadsımasından ve yadsımanın yadsınmasından. ... Bir kere kendini bir sav olarak ortaya koydu muydu, kendi kendine kar şı olan bu sav, bu dü şünce iki çeli şik dü şünceye bölünür: Olumlu olan ve olumsuz olan, evet olan ve hayır olan. Kar şısavın kapsadı ğı bu iki uzla şmaz ö ğe arasındaki sava şım, diyalektik devinimi olu şturur. Evetin kayıra dönü şmesi, kayırın evete dönü şmesi, evetin hem evete hem kayıra dönü şmesi, hayınn da hem kayıra hem de evete dönüşmesi sonucunda, kar şıtlar birbirini dengeler, yansız/a ştırır ve etkisiz kılar. Bu iki çeli şik dü şüncenin kayna şmasından, onların bire şimi olan yeni bir düşünce do ğar. Bu dü şünce de yeniden, ileride ba şka bir bire şimde kayna şacak olan iki çeli şik dü şünceye bölünür.11 Daha sonraları Marx, Hegel'in diyalekti ğini idealist zincirlerinden kurtardı ve Hegelci felsefenin özündeki çeli şmenin üstesinden geldi: Benim diyalektik yöntemim Hegelci yöntemden yalnızc a farklı de ğil, aynı zamanda onun tam kar şıtıdır. Hegel'de, insan beyninin ya şama süreci, ba şka bir deyi şle düşünce süreci —Hegel bunu «idea» adı altında ba ğımsı: bir özneye bile dönüştürür— gerçek dünyanın yara-danıdır ve gerçek dünya «ldea»nın bir dı ş görünü ş biçiminden ba şka 11 K. Marx, Felsefenin Sefaleti. 1847. MODERN BÎLÎM VE FELSEFE 103 bir şey de ğildir. Bana göreyse, tam tersine, idea denilen şey, insan beyni tarafından yansıtılan ve dü şünce biçimlerine dönü ştürülen maddi dünyadan ba şka bir şey de ğildir.12 Demek ki Marxçılık, tarihsel çerçevesine oturtuldu ğunda, yadsımanın yadsınması olarak tanımlanabilir.13 Eski ça ğlarda, ilkel maddecilik, Aristoteles'ten geçerek Hıristiyan tanrıbiliminin temelini meydana getiren Platoncu idealizm tarafından, diyalektik ise metafizik tarafından yad sınmı ştı. Sonradan, kentsoylulu ğun ortaya çıkı şıyla birlikte, maddecilik metafizik bir biçimde, diyalektik ise idealist bir biçimde yeniden olumlan dı. Ve en sonunda, i şçi sınıfının do ğusuyla birlikte, bütün bunlar Marxçılık tarafından yadsındı. i şçi sınıfının yeni felsefesini daha önceki bütün fel sefelerden ayırt eden canalıcı nokta, kuram ile kılgının yeniden birle şmesidir: Bugüne kadar dü şünürler dünyayı yalnızca yorumlamakla yetindiler. O ysa asıl sorun, dünyayı de ği ştirmektir}4 insan bilgisinin geli şmeleri, Marxçılı ğın ba ğrında toplanmı ş ve dünyayı deği ştirmenin bir aracı durumuna getirilmi ştir.15 Dolayısıyla, Marxçılıkta kuramın kılgıyla yeniden birle şti ğini söylerken, kuram ile kılgının, her ikisinin de birbirine yol gösterdi ği kar şılıklı bir devinim içinde bilinçli olarak geli ştirildi ğini söylemek istiyoruz: Gerçe ği kılgı içinde bulmak ve sonra gene kılgı içinde ka nıtlamak ve geli ştirmek. Algısal bilgiden yola çıkmak ve onu etkin b ir biçimde ussal bilgiye vardırmak; sonra ussal bilgiden yola çıkmak ve hem öznel, hem de nesnel dünyayı deği ştirmek üzere kılgıya etkin bir biçimde yol gösterme k. Kılgı, bilgi, sonra yeniden kılgı, yeniden bilgi. Bu süreç sonu gelmeye n döngülerle yinelenir ve kılgının ve bilginin özü her keresinde daha yüksek bir düzeye ula şır. Diyalektik maddeci bilgi kuramı budur; bilme ve yapmanın birli ğine ili şkin diyalektik maddeci kuram budur.16 12 K. Marx, Kapital. 1867-94. 13 F. Engels, Anti-Dühring. 1889. 14 K. Mars. Feuerbach Üzerine Savlar. 1845. 15 V.l. Lenin, Gençlik Birliklerinin Görevlen. 1920 . 16MaoZedung, *•;/£! Üzerine. 1937. SEKiZiNCi BÖLÜM ÖZ VE BÎÇÎM

Page 45: Insanin ozu george thomson

l. Bilimsel ve Sanatsal Yaratı ş BiLiM ADAMI DA sanatçı da dünyayı de ği ştirmeye u ğra şır. Bilim adamı, insanın doğayla olan nesnel ili şkilerinin dı ş dünyasını de ği ştirmeyi amaçlar. Sanatçı ise, insanın öteki insanlarla olan öznel ili şkilerinin iç dünyasını de ği ştirmeye çalı şır. Bilim adamı, dı ş dünyayla ilgili bilincinde bir çeli şme bulup çıkarır ve onu bilimsel bir varsayım içinde çözer. Sanatçı ise, iç dünyaya ili şkin bilincinde bir çeli şme bulur çıkarır ve onu bir sanat yapıtı içinde çöz er. Bunların her ikisi de yaratıcı eylemlerdir. Bilim a damı, bilgimizi zenginle ştirerek, do ğa üzerindeki egemenli ğimizi biraz daha peki ştirmi ş olur. Sanatçı ise, toplumsal bilincimizi daha yüksek bir düzeye vardırarak geli şmeyi ilerletir. Hiç hu şkusuz, bilim ile sanat birbirinden ba ğımsız de ğildir. Bilim adamıyla sanatçının ayrı ayrı kendi özel çalı şmalarını yürüttükleri iki de ği şik dünya, gerçekte ikisinin bir arada ya şadıkları ve çalı ştıkları toplumsal dünyanın ayrılmaz parçalarıdır. Kaldı ki, kendi özel çalı şmalarında bile, ne bilim adamı özneden kurtulabilir, ne de sanatçı nesneden. Bilim adamı, nesnel gerçekli ği bulgularken, olanca dikkatini şeylerin niceliksel yönü üzerinde yo ğunla ştırır ve katıksız matematik dünyasına varıncaya kad ar durmadan bir soyutlama düzeyinden daha yüksek bir s oyutlama düzeyine geçer. Ama bu, do ğa, yani nesne dünyası de ğil, tam tersine katıksız dü şünce, yani özne dünyasıdır; dolayısıyla bilim adamının bu alandaki çalı şması belli bir sanatsal niteli- 106 ĐNSANIN özü ği gerektirir. Sanatçıysa, öznel gerçekli ği bulgularken şeylerin niteliksel yönüne a ğırlık verir ve konu şmadan şiire, şiirden de müzi ğe geçerek en sonunda katıksız ses dünyasına varır. Ne var ki, katıksız s es dünyası, do ğa yasalarına uygun olarak niceliksel bir biçimde düzenlenmi ştir. Bilim adamı, dı ş dünyayla ilgili bilgi edinebilmek için, duyusal al gılamayla elde edilen verileri içselle ştirmek, yani onları bilincinde önceden varolan kavramsal sınıflamaların içine yerle ştirmek zorundadır ve bu süreç öznel bir etkeni gerektirir. Sanatçı ise, insanları etkileyeb ilmek için, duygularını dı şsalla ştırmak, yani onları ba şkalarının algılayabilece ği bir biçimde sunmak zorundadır. Ama bunu yapabilmek için sanatının nesn el ko şullarını özümlemesi gerekir. Bu yüzden bilimde de, sanatta da, özle biçim arasın da sürekli bir çeli şme vardır. Bu çeli şme, toplumun kendi içinde geli şmekte olan çeli şmelerin bir yansımasıdır. Bu çatı şma, toplumsal de ği şikliklerin patlak verdi ği dönemlerde öylesine kızı şır ki, geleneksel sınıflamalar darmada ğın olur. Bu bölümde iki temel sanat biçimini, bir ba şka deyi şle eski sanat ile modern sanatı inceleyece ğiz. Bu iki sanatın kendi dönemlerindeki toplumsal i lerlemeyi gerek öz, gerek biçim bakımından nasıl yansıttıklar ını göstermeye çalı şaca ğız. Önce, Homeros destanlanyla birlikte klasik Yunan şiirinin en yetkin örne ği sayılabilecek Aiskhylos tragedyasını ele alaca ğız. Sonra da modern kentsoylulu ğun romanla birlikte, yarattı ğı en yetkin sanat biçimi denilebilecek senfonik müzi ği inceleyece ğiz. 2. tikel Tapınma Töreni Yapısı Sanat, ilkel tapınma törenlerinden do ğar. Bu tapınma törenlerinin biçimi, bilinçli sanatçının elinde geli ştirilerek sanat biçimine dönü şür. Eski biçim, halkın yabancısı olmadı ğı ve kolayca benimseyebilece ği geleneksel bir yapı sağlar sanatçıya. Sanatçı, bu geleneksel yapıya yeni b ir katkıda bulunarak onu deği ştirir, geli ştirir. Böylece özle biçim arasında yeni bir birlik yaratır. Sanatsal geli şmenin diyalekti ğidir bu. Özle biçim arasındaki çeli şmeye ili şkin kavrayı şını yitiren sanatçı, ÖZVEBlÇlM 107 ya biçimcili ğe kapılır ya da do ğalcılı ğa. Sanat yapıtının özünü bir yana bırakıp salt biçimini yetkinle ştirmeye kalkı şırsa, biçimcili ğe dü şer. Öte yandan gerçekli ğin edilgin bir suretini sunmakla yetinirse, do ğalcılı ğa saplanır. Bu iki e ğilim, metafizik dü şüncenin sanat alanındaki yansımasından ba şka bir şey değildir. Oysa sanat, diyalektik de ğilse, be ş para etmez.

Page 46: Insanin ozu george thomson

Dionysos dininden kaynaklanan ilkel tapınma töreni yapısı, Atina demokrasisi çok çabuk geli şti ği için Yunan tragedyasında varlı ğını büyük ölçüde korudu ve tiyatro gösterileri dinsel niteli ğini hiçbir zaman yitirmedi. Ama sanatçılar bu oyunlarda ça ğın en ileri sınıfının demokratik, akılcı ve bireyci dü şüncelerini dile getiriyorlardı. Böylece, demokratik devrim tar afından sa ğlanan geçici denge döneminde, öz ile biçim arasında canlı bir gerilim doğdu. Modern kentsoylu müzi ğinde de missa ve kantat gibi bazı dinsel biçimlerin sürdü ğünü görüyoruz. Ama devrimci akımın güç kazanmasıyla birlikte, modem kentsoylu müzi ği de gittikçe daha çok dindı şı bir niteli ğe bürünmü ştür. Müzik biçimlerinin öteki sanat biçimlerine oranla alı şılmı ş sınırlamalardan daha fazla arınmı ş, daha de ği şken, daha esnek ve yeniliklere daha açık oldukların ı söyleyebiliriz. Kentsoylu klasik müzi ği, Ortaça ğ toplumundaki derebeylikten gelen ba şlıca üç kayna ğa yaslanıyordu. Birincisi, katı bir denetim altında bulunan kiliselerdeki dinsel törenlerdi, ikincisi, soylu derebeylerinin d üzenledikleri çe şitli saray eğlence biçimleriydi. Ortaça ğ tiyatros ınun bir uzantısı olan opera da bunlardan biriydi. Üstelik opera gösterileri genellikle tecim en ve zanaatkarlara da açıktı. Üçüncüsü, köylülü ğe ilkel toplumdan kalıt kalan zengin türkü ve dans dağarcı ğıydı; besteciler için hem halkçı, hem de ulusal nit elikte sonsuz bir kaynaktı bu. 3. Aiskhylos Her yıl düzenlenen şenliklerde en iyi oyuna ödül verilirdi. Tragedyalar , bu şenliklerin en önemli olayıydı. Her yarı şmacı «dörtlü» adı verilen dört oyun sunmak zorundaydı. Birbiri ardı sıra oynanan üç tra gedya («üçlü») ve bunları izleyen bir satirik oyun. Satirik oyun bir ta şlamaydı. Bu adı ta şımasının nedeni, oyunda bir satirler korosunun 108 ÎNSANIN ÖZÜ bulunmasıydı. Satirler, Atinalıların gözünde kaba v ahşileri temsil eden destansı yaratıklardı; gövdelerinin belden yukarısı insan, b elden a şağısı ise hayvan biçimindeydi. (Mozart'ın Sihirli F/üî'ündeki Papa-g eno'ya benzedikleri söylenebilir.) Sözgelimi, Aiskhylos'un büyük dörtlüsü Oresteia'yı alalım. Mito-logyadan alınan bu öykü, ataların ilençlemesi ve kangütme gibi birç ok ilkel özellikler ta şır, ama üçlünün sonunda bütün bunlar geçmi şe gömülür. Birinci oyunda, Troya sava şından dönen Agamemnon karısı Klytaimestra tarafında n öldürülür, ikinci oyunda, Apollon'un buyru ğuyla, Orestes anası Klytaimestra'yı öldürür. Üçüncü oyunda; Apol-lon tarafından günahlarından arındırıl dıktan ve öç alma tanrıçaları Erinys'ler tarafından cezalandırıldıktan sonra Ores tes, demokratik Atina'nın tanrıçası Athena'nın kurdu ğu bir mahkemeye çıkarılır ve yargılanır. Athena, Apollon ile Erinys'ler arasındaki çatı şmayı çözmek için onları yeni mahkemeyi birlikte denetlemeye ça ğırır. Yasaların egemenli ği ba şlamı ştır artık. Üçlünün sonunda, öykünün bir yorumu sunulur, insano ğlunun barbarlıktan uygarlı ğa geçmek için verdi ği sava şımın canlandırılmasıdır bütün öykü. Satirik oyunda, a ğabeyi Agamemnon'un yürekler acısı dönü şünün yanı sıra, Menela-os'un Troya'nın düşüşünden sonraki yolculukları romantik ve sevinçli bir hava içinde anlatılır. Aiskhylos bir demokrat ve Pytagorasçıydı. Oresteia' da öç alma tanrıçaları Erinys'ler tarafından temsil edilen a şiret töresi ile Apollon tarafından temsil edilen soylu ayrıcalı ğı arasındaki çatı şmanın, kar şıtların ortada kayna şması olarak kabul etti ği demokrasi içinde çözüldü ğüne inanıyordu. Dolayısıyla, suç, kar şı-suç ve uzla şma bölümlerinden olu şan bu üçlüde Aiskhylos, dü şüncesinin diyalektik devinimini e şsiz bir biçimde yansıtan bir dramatik biçim yaratmı ştı. Aiskhylos'tan sonra bir de ği şiklik oldu. Sophokles ve Euripides'in elinde bu dörtlü biçim bütünlü ğünü yitirdi. Gerçi şenli ğe katılan her yarı şmacı gene üç tragedya sunuyor ve bunu bir satirik oyun izliyordu , ama tragedyaların üçünde de aynı konu i şlenmiyordu artık. Elbette bu, Sophokles'in Aiskhylo s'tan daha geri bir oyun yazan oldu ğu anlamına gelmez. Tam tersine, tragedya sanatı ger çek olgunlu ğuna Sophokles'le eri şti. Aristoteles'in deyi şiyle, tragedya, «eylemin kar şıtına dönü şmesi»yle talihin tersine dönmesini dile getiriyordu . Bir ÖZ VE BlÇÎM 109

Page 47: Insanin ozu george thomson

başka deyi şle, tragedya kahramanı, asıl amacının tam tersi bir sonuç do ğuran bir eyleme giri şerek kendi yıkılı şını yaratıyordu. Bu özelli ğe Aiskhylos'un yapıünda da rastlanır, ama onu tam olarak geli ştiren Sophokles'tir. Herakleitos ile Pitagoras arasındaki ayrım neyse, S ophokles ile Aiskhylos arasındaki ayrım da odur. Aiskhylos'ta tragedyanın odak noktası uzla şmadır; Soplokles'te ise a ğırlık çatı şmaya kaymı ştır. 4. Senfoni ve Roman Senfoni orkestrası, modem kentsoylulu ğun ürünüdür. Şarkı ya da dans e şli ğinden yoksun olan orkestra müzi ği, nesnel gerçeklikle do ğrudan bir ba ğı bulunmadı ğı ve dolayısıyla da somut anlamdan yoksun oldu ğu için «soyut» bir şey olarak tanımlanabilir. Bu nedenle senfoni, gene modern ken tsoylulu ğun bir ürünü olan ve somut ya şamı dolaysız bir biçimde sundu ğu için «somut» olan romanın bir kar şıtlaması-dır. Senfoni ve roman, sanatların yansılam a danslarından do ğup geli ştikleri ayrı şma süreci içersinde iki kar şıt kutuptur. Şimdi bu süreci kısaca gözden geçirelim ve «soyut» müzi ğin kendine özgü özelliklerini aydınlı ğa çıkarmaya çalı şalım. Yansılama dansındaki ilkel birlik, hem tiyatro sana tında kullanılan, hem de ayrıca ba ğımsız olarak söylenen Yunan koral a ğıtlarında varlı ğını sürdürdü. Bir oyuncu toplulu ğu, çalgısal bir müzik e şli ğinde, şarkı söyleyip dans ediyordu. Farklıla şma sürecinin ilk a şamasında bir yandan dans, öte yandan da söz ortadan kalkü. Böylece iki geli şme çizgisi do ğdu. Birincisinde, dansın ortadan kalkması sonucunda kor onun yerini kendi çalgısının eşli ğinde tek ba şına söyleyen bir şarkıcı aldı. Burada, bir yandan, Sappho'nun Aphrodite'ye yakarı şında oldu ğu gibi tek ba şına söylenilen şarkıyı (monodi), bir yandan da epik şiiri görmekteyiz. Daha sonra, müzik e şli ğinin de ortadan kalkması sonucunda, tek ses tarafından söylenilen şarkıdan çe şitli lirik biçimler do ğdu: Bunlar Yunan epigramması, sone ve Çinlilerdeki tzu ve lu şih'tiı. Ayrıca epik şiir düzyazı öykülere dönü ştü, oradan düzyazı romans ve alegori do ğdu, bunlar da romanın ortaya çıkmasına yol açtılar. 110 ĐNSANIN özü Ikincisindeyse, söz ortadan kalktı. Dansçılar çalgı sal bir müzik e şli ğinde sözsüz olarak dans ediyorlardı. Daha sonra, dansçıl ar da kayboldu ve yalnızca «soyut» çalgısal müzik kaldı. Ne var ki, müzik, bu salt çalgısal biçimlerinde bil e, çalı şma sürecinde yatan kökleriyle olan ba ğıntısını tam olarak yitirmez, ikinci bir dildir san ki. Müzi ğin şiir ve günlük konu şmayla olan ili şkisini inceleyerek, bu noktayı da açıklı ğa kavu şturabiliriz. Günlük konu şmada duyumsal ve bilgisel ö ğeler az çok e şit bir biçimde dengelenmi ştir. Şiir dilindeyse ritim, ezgi ve fantezi gibi duyumsal ö ğeler a ğır basar. Bu ö ğeler müzik e şli ğinde söylenen şiirde daha da öne çıkar. Klasik müzikteyse, artık o denü geli şmişlerdir ki, bütünüyle sözün yerini alırlar. Ama gene de klasik müzik, kendi dilbilgisi ve söz da ğarcı ğıyla donatılmı ş oldu ğundan, son derece açık seçiktir. Bir kere, son çözü mlemede, konu şma kurallarının aynısı olan bazı biçimsel kurallara da yanır; sonra da izlekte kullanılan ö ğeler, dolaylı ya da dolaysız olarak geleneksel halk türküleri ve danslarından alınmı ştır. Sözlü imgeler şair için neyse, müzik izlekleri de besteci için odur. Dü şüncesini bütün bütüne ezgi ve ritmin egemen oldu ğu bir yoldan tüm boyutlarıyla dile getirmesini sa ğlarlar. Diyelim ki, birkaç ki şi hiç bilmedi ğimiz bir dilde canlı bir tartı şmaya giri şmiş, biz de dinliyoruz. Ayn ayrı söz alıp birbirlerini suçluyorlar, kendilerini savunuyorlar, kar şılarındakini bir kınıyor, bir yatı ştırıyorlar ve en sonunda herkes söyleyece ğini söylüyor ve tartı şma sona eriyor; bütün bu süreç boyunca, sözcüklerin anlamını kavrayamadı ğımız için, tüm dikkatimizi dilin do ğal ritim ve ezgisine, seslerdeki de ği şimlere, ses tonundaki incelip kalınla şmalara yöneltebiliriz. Ya da, bir orkestra yapıtı tek bir kafanın ürünü oldu ğuna göre, Marx'ın «katıksız aklın devinimi»ni Hegel'in nasıl tasarladı ğını anlattı ğı bölümü anımsayalım: «evetin hayıra dönü şmesi, hayınn evete dönü şmesi, evetin hem evete hem hayıra dönü şmesi, hayırın da hem hayıra hem evete dönü şmesi.» Bir yaylı çalgılar dörtlüsünün devinimini andırmıyor mu ? Bunun alanını geni şletin, çalgıların sayısını ve türlerini ço ğaltın, ortaya senfoni çıkar. Bir bakıma

Page 48: Insanin ozu george thomson

diyebiliriz ki, He-gel bize «katıksız dü şünce»nin diyalekti ğini sunduysa, Beethoven de «katıksız duygu»nun diyalekti ğini sunmu ştur. Ama gene de, dü şünce ile duygu, kar şıtların birli ğini olu şturduk- ÖZ VE BlÇlM 111 lan için birbirlerinden ayrı tutulamazlar. Burada y eniden romanla senfoni arasındaki ayrılı ğı ele alabiliriz. Daha önce de de ğindi ğimiz gibi, her ikisi de modern kentsoyluluk tarafın dan yaratılan senfoni ve romanın ortaya çıkıp geli şmesi, ancak daha üstün nitelikte çalgıların yapılması ve kitap basımının ba şlamasıyla gerçekle şebilmi ştir. Senfoni, yetmi ş, seksen kadar çalgıcıdan kurulu, yüksek düzeyde ör gütlenmi ş bir müzik toplulu ğunca gerçekle ştirilen açık bir gösteridir. Romansa daha özel ve daha dolaysız bir olaydır; i şin içinde yalnızca iki ki şi, yani yazar ile okur vardır ve bu ikisi arasındaki biricik ba ğ basılı sözcükler yoluyla kurulur. (Elbette şair de artık şiirlerini yalnızca sözlü bir biçimde aktarmaktan kurtulmu ştur, ama gene de şiir dilinin kendine özgü özelliklerini sürdürür; ok ur onları kendine göre yeniden düzenleyebilir.) Romanc ı, sanatını öyle bir ustalıkla kullanır ki, yarattı ğı ki şilerde en içten duyguları dile getirir; belki o ki şilerin bile sözle anlatamayacakları duygulardır bun lar. Romancı duygulan nasıl «basılı sözcükler» aracılı ğıyla dolaylı bir biçimde dile getiriyorsa, besteci de dü şünceleri «katıksız ses» aracılı ğıyla dolaylı bir biçimde yansıtır. Senfoni ve roman, kentsoylu devriminin aynı dönemin in, ama ayrı a şamalarının ürünüdürler. Senfoni, Fransız Devrimi'nin kentsoylu -demokratik dü şüncelerinden esinlenerek Viyana'da derebeylik düzeninin «dölyata ğında» olgunla ştı. Roman ise, o sıralar somut anlatımını ingiltere'de özgür yarı şmanın geli şmesinde bulan kentsoylu birey anlayı şının bir yansımasıydı. 5. Senfoni Biçimi Ortaça ğ müzi ğinden modern müzi ğe geçi şi belirleyen en önemli göstergelerden biri de, sesli bölümün giderek daha az yer tutmasıdır. O rtaça ğ müzi ğinde sestir egemen olan. Kantat ve operada temel birim olarak g eli şen da capo aryada ses ve çalgı ö ğeleri denge içindedir. Senfoni, az sonra ba şlayacak olan müzikli sahne yapıtının genel havasını ve tonalitesini sunan çalg ısal bir prelüd diye tanımlayabilece ğimiz opera uvertüründen geli şmiştir. Konçerto ve sonat gibi öteki biçimler ise, boyutları bakımından senfoniye oranla daha sınırlı, ama senfoniden daha sıcak ve daha liriktirler. Piyano k onçertosu aryadan 112 ĐNSANIN özü geli şmiştir ve sesin yerini piyona almı ştır. Piyano sonatındaysa piyano orkestranın da yerini alır. Denilebilir ki, konçert oda dostlarıyla söyle şiye dalan piyano, sonatta kendi kendisiyle söyle şmeye koyulur. Klasik çalgısal müzi ğin bütün biçimleri (senfoni, konçerto, sonat, dörtl ü, vb.) sonat adı verilen biçim üzerine kurulmu ştur. Sonat biçimi, temelde, klasik müzi ğin ana özelliklerinden biri olan tonalite çe şitlemelerinin ve ton deği şimlerinin sistemli bir biçimde kullanılmasına dayan ır. Sonat biçimi, onsekizinci yüzyılın ilk yansında geli şmiştir. Daha önceki besteciler, bakı şımlı (simetrik) ve dura ğan bir biçim olan ikili biçimi kullanıyorlardı. Ger çi halk müzi ğinde çok sık rastlanan üçlü biçimin de yabancısı de ğildiler, ama gene de Ortaça ğ kilisesinden kalma alı şkanlıklar arasında bulunmayan üçlü biçim onların beğenisine ters dü şüyordu. Ne var ki, bestelerinin devinimden yoksun o ldu ğu hiçbir zaman söylenemez. Birço ğunun, özellikle de J.S. Bach'ın yapıtları, motiflerin iç içe geçti ği ya da birbirini izledi ği sürekli bir devinim izlenimi yaratır; ama sanki belirli sınırlar içine hapsolmu şçasına dönüp dola şıp aynı yere gelen bir devinimdir bu. Üçlü biçimde yapıyı belirleyen ana etken, tonalited ir. Şöyle do ğmuştur üçlü biçim: ilk ba şlarda, bir kez çalındıktan sonra yinelenen tek bir izlek (tema) görülür. Gerçi ton de ği şimleri yok de ğildir, ama bunlar rastlantısal olmaktan öteye gitmez. Bu, ikili biçimdir: A-B. Daha sonra, birinci kesitin (A) içinde bir ton de ği şimi (a-b) geli şir ve bunu ikinci kesitte (B) ters yönde bir ton deği şimi (b-a) izler: Aa-Ab-Bb-Ba. Burada, üçlü biçim, s anki ikili biçimin «dölyata ğında» geli şmektedir: a-bb-a. En sonunda, tonaliteye dayanan ye ni biçim

Page 49: Insanin ozu george thomson

Haydn'ın yapıtlarında eski biçimin zincirlerinden k urtulur ve sonat ile senfonide en geli şmiş boyutlarına eri şir. Tipik bir sonat üç ya da dört bölümden olu şur. Bu bölümler gerek kendi iç yapılarında, gerekse organik bir bütünün parçaları olarak birbirleriyle olan ili şkilerinde ton de ği şimle-riyle biçimlenirler. En ayrıntılısı, birinci bölümdür. Bi rinci bölüm Sergi (A), Geli şme (B) ve Serginin Yinelenmesi (A) diye adlandırıla n üç bölmeden meydana gelir. Genellikle yinelenen birinci bölmede kar şıt iki izlek sunulur. Bu izlekler ikinci bölmede geli ştirilir ve Geli şme bölmesinde belirlenmi ş olan yeni bir biçimle üçüncü bölmede yinelenir, i şte parçalar arasındaki bu diyalektik ili şki, bölümün tümüne devingen bir nitelik kazandırır: ÖZ VE BlÇlM 113 Dramatik bir yapıt olan sonat biçiminin bütün özü, bestecinin Sergi bölmesinde bize belli bir malzeme sunmasıdır; Geli şme bölmesinde bu malzeme konusunda hiç ummadığımız ölçüde bilgi ediniriz; Serginin Yinelenmesi bö lmesinde ise, kazanılan deneyimin ı şı ğında malzemeyi yeniden de ğerlendiririz.1 Başka bir deyi şle, bu üç bölme birbiriyle sav, kar şısav, bire şim ili şkisi içindedir: A-B-A. Senfoni sonatla aynı biçimsel ilkeler üzerine kurul ur. Ancak bir ya da iki çalgı için de ğil de, bütün bir orkestra için bestelendi ğinden senfoninin boyutları daha büyüktür. Senfoni ço ğunlukla dört bölümden olu şur. A ğır bir ikinci bölümün ardından bir Menüet ya da Scherzo, ne şeli bir enterlüd gelir ve bunu da çatı şmanın görkemli bir havayla çözüme vardırıldı ğı Final (Bitiri ş) izler. Bu yüzden, sonat ve senfonideki diyalektik devinimi n, o dönemin felsefesinde görüleri diyalektik devinime uygun oldu ğunu söyleyebiliriz. Her ikisi de, on sekizinci yüzyılda Avrupa'nın dört bir yanını saran ve Fransız Devrimiyle doru ğuna ula şan kentsoylu-demokratik akımın birer yansımasıdırla r. 6. Beethoven Senfoni biçimini Haydn (1732-1809), Mozart (1756-17 91) ve Beethoven (1770-1827) yarattılar. Üçü de, o sıralar Avrupa'daki derebeyli ğin kalesi sayılan Habsburg imparatorlu ğunun ba şkenti Viyana'dandılar. Haydn, Prens Esterhazi'nin hizmetindeydi; hizmet yükümlülükleri öylesine a ğırdı ki, e ğer Prens Esterhazi iyice geri kafalı bir efendi olsaydı Haydn'ın dehas ı kesinlikle körelir giderdi. Mozart, Haydn kadar talihli de ğildi. Efendisi Salzburg Ba şpiskoposundan koptu, ömrü boyunca para sıkıntısı çekti ve yoksulluk için de öldü. Beethoven ise hiçbir zaman derebeylerinin hizmetine girmedi. O bir kents oyluydu ve övünüyordu kentsoylulu ğuyla. Bir keresinde şöyle dedi ği söylenir: «Prensler sürüsüne bereket, ama Beethoven yalnızca bir tane.» Ne var 1 A. Hopkins, Talking About Symphonies (Senfoniler Üzerine). 1961. 114 ÎNSANIN ÖZÜ ki kentsoylulu ğunun getirdi ği çeli şmelerin de iyiden iyiye farkındaydı, Beethoven. O dönemin kentsoylu-demokratik dü şünce ve inançlarını yayanlar, Farmasonlardı. Bunlar gizli bir derne ğe ba ğlıydılar. Eski Yunan ve Mısır'daki dinsel törenlerden esinlenen karma şık bir törenle üyeli ğe alınıyorlardı. Üyeler genellikle tecimenlerden, aydınlardan ve soylulu ğun alt kesimlerinden seçiliyordu. Bu derne ğe katılanlar arasında Fransa'dan Voltaire, Diderot, Condorcet ve Mirabeau'yu, Almanya'dan Goethe, Lessi ng ve Herder'i, Avusturya'dan Gluck, Haydn ve Mozart'ı sayabiliriz. Beethoven'in üye olup olmadı ğını bilmiyoruz, ama Farmasonlarla yakın ba ğları bulundu ğu ve onların dü şüncelerinden epeyce etkilendi ği açıkça görülüyor. Farmasonların dü şünceleri, «üçlüler» biçiminde simgesel olarak dile getiriliyordu: örne ğin, Özgürlük-E şitlik-Karde şlik, Do ğa-Akıl-Erdem. Bu «üçlüler»de üçüncü deyim her zaman birinciyle ikinc inin birle şmesini ya da uzla şmasını yansıtıyordu. Ba şka bir deyi şle, Özgürlük ve E şitlik Karde şlikte birle şiyor, Do ğa ile Akıl Erdemde uzla- şıyordu. Mozart'ın Sihirli Flüt adlı yapıtım anımsayalım: Sarastro Tapına ğının üç sütunu vardır; iki uçta Do ğa ve Akıl, ortada ise Erdem, Gizli derne ğin kurucuları eski Yunan felsefesini incelemi şler ve bu ö ğretinin köklerinin Pitagoras'a kadar uzandı ğını

Page 50: Insanin ozu george thomson

görmüşlerdi. Bu ö ğretiyi benimsemelerinin nedeni, kendi durumlarına s on derece uygun dü şmesiydi. Yüzyılın hemen ba şlarında ordularıyla Orta Avrupa'ya yürüyen Napolyon , her gitti ği yerde Devrimin savunucusu ve ulusal kurtulu ş sava şının önderi olarak kar şılandı. Napolyon'un utkularının demokratik çevreler de ne kadar büyük bir coşku uyandırdı ğını, Tolstoy'un Sava ş ve Barı ş adlı romanında bütün açıklı ğıyla görürüz. Bu romanın kahramanlarından Kont Bezuhov ( daha sonra Farmason olur) ortaya attı ğı ilerici görü şlerle saray dalkavuklarını şaşkınlık içinde bırakır. Gene o günlerde, Napolyon Jena'ya girdi ğinde, Hegel'in onu «beyaz sava ş atına binmi ş Saltık Ruh» diye yüceltti ği söylenir. Wordsworth de aynı dönemle ilgili olarak şu dizeleri yazmı ştı: Mutluluktu o şafakta ya şıyor olmak, Cennetin kendisiydi ama genç olmak. ÖZ VE BtÇlM 115 Beethoven, Viyana'daki Fransız elçisi Kont Bernadot te'un önerisi üzerine besteledi ği Üçüncü Senfonisi Eroica'yı i şte bu co şkun hava içinde Napolyon'a adamı ştı. Ama sonradan, Napolyon'un imparatorluk tacını g iydi ğini duyunca bu sunusunu geri aldı. Daha sonraki yıllarda Napolyon'a kar şı çıkan cumhuriyetçiler arasında Beethoven de vardı. Ama Hegel de içlerinde olmak üzere birçok devrimcinin inançlarından dönmesine kar şın, Beethoven savundu ğu dü şüncelerden hiçbir zaman vazgeçmedi. Yalnız kaldı, ama yılmadı. Devrimci yükseli şin gerici güçler tarafından bastırıldı ğı Viyana Kongresinden (1814-15) sonra Viyanalılar k endilerini hafif italyan operalanna verdiler. Beethoven ise derin bi r suskunlu ğa gömüldü. Ne var ki, aradan dokuz yıl geçti, en son ve en güçlü senf onisini yarattı Beethoven. Bu yapıtında, kentsoylu devrimini hemen bütün ça ğdaşlarından daha yüksek bir düzeyde kavradı ğını kanıtladı. Koral Senfoni gerek öz, gerek biçim bakımından devrimcidir. Senfoniye koronun getirilmesi bile ba şlı ba şına devrimci bir yeniliktir. Masonların dü şüncelerini dile getiren Schiller'in Ne şeye Övgü'sünün (Farmasonlara göre, ne şe ve özgürlük birbirinden ayrılmaz şeylerdi) seçilmesi de gerçekte evrensel karde şli ğe olan inancın yeniden do ğrulanmasıy-dı. Fidelio'daki Florestan'ın aryasını anımsatan a ğır bölümün ana iz-le ği, do ğruluk u ğruna her şeylerini gözden çıkaran insanların acısını dile get irir («Meine Pflicht habe ich getan»). Aynı zamanda bu bölüm, Beethoven'in, b ir zamanlar nerdeyse gerçekle şecekmi ş gibi görünen umutların artık çok uzaklarda kalı şını yansıtan son dörtlükle-rindeki havanın da habercisidir. En ö nemlisi de, final bölümünün devrimci bir Fransız mar şını anımsatan ve halk yı ğınlarının aya ğa kalktı ğını duyurarak e şsiz bir kre şendoya eri şen Alla marda bölmesi, ya şamının son yıllarında Beethoven'in, tarihin gerçek yaratıcılar ının her zaman yamlabilecek olan tek tek önderler de ğil, geni ş halk yı ğınları oldu ğunu kavradı ğını gösterir. Fransız Devrimi hiç ku şkusuz bir kentsoylu devrimiydi ve en sonunda onun özgürlük, e şitlik, karde şlik ülküsünün bir yanılsama oldu ğu anla şıldı. Ama gene de Bourbon'ların kökünü kazıyan ve Habs-burg'ların yüre ğine korku salan Fransız Devrimi Avrupa derebeyli ğini temellerinden sarstı. 1848 devrimlerini ve en sonunda da 1917 devrimini gerçekle ştiren güçleri özgür kıldı. 1907 yılında Lenin'in dedi ği 116 ĐNSANIN özü gibi, «uyandırdı ğı amansız nefretle bugün bile insanlık üzerindeki e tkisinin canlılı ğını ve gücünü gösteren»2 bir devrimdi Fransız Devri mi, î şte Beethoven de müzi ğinin canlılı ğım ve gücünü bu kaynaktan almı ştı. Gerek Aiskhyos'ta, gerekse Beethoven'de derin bir d iyalektik kavrayı ş görülür. Onların, ça ğlarının toplumsal akımını belirleyen çeli şmeleri, yapıtlarının özü ve biçimiyle açıklı ğa kavu şturabilmelerinin temelinde bu diyalektik kavrayı ş yatar. Dolayısıyla, Aiskhylos ve Beethoven'in yapıt larının daha sonraki ku şaklar için bir esin kayna ğı olmasının kalıcı bir de ğer ta şımasının gerçek nedeni, bütün ça ğlar için geçerli kesin do ğrulan dile getirmeleri de ğil, yaratıldıktan çağı son derece yo ğun bir biçimde yansıtmalandır. Eğer bu ölçüt do ğruysa, Beethoven'in daha büyük bir sanatçı oldu ğunu kabul etmek gerekir. Çünkü tıpkı Pitagoras'ın diyalekti ği gibi Aiskhylos'un diyalekti ği de gelece ğe kapalıydı. Bu, Oresteia'nm son-lannda olanca açık lı ğıyla görülür.

Page 51: Insanin ozu george thomson

Athena, demokrasiyi kurduktan sonra, halka yasalan oldu ğu gibi bırakmalarını, hiç de ği ştirmemelerini ö ğütler. Ya şamının son yıllannda Hegel de Prusya krallı ğını tarihsel geli şmenin varaca ğı en yüksek nokta olarak kabul ederek, kendi diyalekti ğine buna benzer bir sınırlama koyar. Ama Beethoven sınır tanımaz. Onun diyalekti ği, «insanın pratik duyusal etkinli ği»nin sonsuz saklı güçlerini sanatsal bir biçimde dile getirir. Bu bak ımdan Beethoven de en azından Hegel kadar öncüsüdür Manc'ın. • V.Î. Lenin, Boykota Kar şı. 1907. DOKUZUNCU BÖLÜM AYDINLAR VE EMEKÇĐLER 1. Devrimci Aydınlar TOPLUMUN düşünce ya şamı genellikle egemen güçlerin etkisi altındadır: Her dönemde, egemen dü şünceler egemen güçlerin dü şünceleridir. Ba şka bir deyi şle, toplumun egemen maddi gücü olanlar aynı zamanda toplumun egemen düşünsel gücüdür. Maddi üretim araçlarını elinde tutan lar aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının denetimini de elinde tutar. Dola yısıyla, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların dü şünceleri genellikle egemen güçlere ba ğımlıdır. Egemen dü şünceler, egemen durumda bulunan maddi ili şkilerin eksiksiz bir yansımasından ba şka bir şey de ğildir.1 Ne var ki, eski toplum yapısının parçalanmaya yüz t uttu ğu dönemlerde, egemen gücün küçük bir kesimi kendi sınıfından kopma ve ez ilenlerle birle şme yönünde bir e ğilim gösterir. Egemen gücün içinde (gerçekte bütün bir eski toplum un içinde) süregelen da ğılma süreci toplumsal sava şımın yakla ştı ğı zamanlarda öylesine ye ğin ve belirgin bir niteli ğe bürünür ki, egemen gücün küçük bir kesimi kendini onlardan koparır ve gelece ği elinde tutanlara katılır. Bu nedenle, bir zamanla r soyluların bir kesimi nasıl kentsoylu-lu ğun safına geçtiyse, bu kez de kentsoylulu ğun bir kesimi, özellikle de ' Man ve Engels, Alman ideolojisi. 1835-46. 118 ĐNSANIN özü tarihsel akımı kuramsal bakımdan bir bütün olarak k avrama düzeyine eri şmiş bulunan kentsoylu ideologların bir kesimi emekçiler in safına geçer? Bu aydınlar emekten yana güçlerin hizmetine girerle r. Çünkü geçmi şteki ba şarılan ne olursa olsun artık anamalcı toplumun gerek akla, gerekse ahlâka aykırı düştü ğünü kendi ya şamlarında somut bir biçimde görürler. 2. Anamalın Hizmetindeki Bilim Anamalcı toplumda bilim «halktan kopuk ve anamalın hizmetine ko şulmu ş bir üretici güç» durumuna gelir.3 Tekelci anamalcılık ç ağında bilimsel ara ştırmanın örgütlenmesi her zamankinden daha yüksek bir düzeye eri şmiştir. Ama a ğır basan amaç her zaman özel kârdır. Bilimsel ara ştırma gittikçe artan bir ölçüde sava şın hizmetine sokulur. Do ğa bilimleriyle u ğra şan kimseler o kadar sınırlı uzmanlık alanlarına hapsolurlar ki, insan toplumunun incelen mesi konusunda hiçbir e ğitim görmezler ve do ğa bilimini kuramsal bakımdan bir bütün olarak kavra makta büyük güçlük çekerler. Öte yandan, toplumsal ve tarihsel incelemeler de do ğa bilimlerinden kopuk bir biçimde düzenlenir, iktisat tarihten, iktisat ve tarih de siyasetten bütün bütüne koparılır. Bilimle en kü çük bir ili şkisi yokmu şçasına öğretilir tarih. Do ğa bilimleri okuyan bir ö ğrenci, toplumcu ö ğretiden bütün bütüne habersiz de olsa, do ğadaki diyalektik süreçleri bu adla bilmese bile, onları en azından sezinleme olana ğına sahiptir. Oysa sınıfsal olu şumları bile tanımayan bir kentsoylu tarihçi için diyalekti ğin yasaları hiçbir anlam ta şımaz. Kentsoylu e ğitim sisteminde do ğanın incelenmesi ile insanın incelenmesi arasındaki bu çeli şme, kentsoylu bilincinde bilimi bir üretici güç ola rak geli ştirme gereksinmesi ile anamal ve emek arasındaki ge rçek ili şkiyi gizleme gereksinmesi arasındaki çatı şmanın bir yansımasıdır. y Marx ve Engels, Komünist Partisi Bildirgesi. 1848. K. Marx, Kapital. 1867-94. AYDINLAR VE EMEKÇĐLER 119 Bazı kentsoylu bilim adamları, çalı şmalarının toplumsal sonuçlarıyla ilgilenmediklerini, aslında salt bilginin geli şmesiyle ilgilendiklerini söyleyerek, içinde bulundukları durumu haklı göster meye çalı şırlar. Ama

Page 52: Insanin ozu george thomson

toplumsal sorunların baskısı arttıkça, bu tutumu ke ndilerine olan saygılarını yitirmeden sürdürmeleri güçle şir. Öte yandan, bazıları da u ğra şları sanayi alanıyla ilintili oldu ğundan, i şçilerle ister istemez ili şkiye girerler ve böylece toplumsal sava şımın içine çeldikler. Halkın hizmetindeki kullanım-değerlerinin üretimi için çalı şan bir güç olarak bilimin emekle yeniden birle şmesinin nasıl gerçekle şebilece ğini ö ğrenirler. 3. Bir Meta Olarak Sanat «Anamalcı üretim, kafa eme ğinin bazı dallarına, sözgelimi şiir ve sanata düşmandır.»4 Bilim bir üretici güç durumuna gelirken, sanat da bir meta olup çıkar. Bu meta da bir tüketim maddesidir, ama belli bir noktada öteki metalardan farklıdır: Sanat yapıtının de ğerini, zengin koleksiyoncuların ve giri şimcilerin vurgun hesapları ve moda de ği şiklikleri gibi dı ş etkenler belirler. Derebeylik düzeninde öteki zanatkârlarla birlikte s anatçının da toplum ya şamında gösteri şsiz, ama güvenli bir yeri vardı. Sanatçı, efendisin e ba ğımlıydı gerçi, ama aralarındaki ili şki tecimsel de ğil, ki şiseldi. Meta üretiminin geli şmesi sonucunda, bu «dingin» ili şkilerin yerini «nakit ödeme» aldı. Bundan önceki bölümde de belirtti ğimiz gibi, ili şkilerdeki bu de ği şiklik, Viyanalı büyük bestecilerin ya şamlarında açıkça görülebilir. Beethoven'in zamanınd a müzik etkinliklerinin odak noktası saray salonlarından ko nser salonlarına kaymakta, efendilerin elinden çıkıp emprezaryoların eline geç mekteydi. Beethoven bu deği şikli ği bir yandan olumlu bir şey olarak kar şılarken, bir yandan da kendisinin piyasa için bir üretici durumuna geldi ğini acıyla görmü ştü: Yeryüzünde büyük bir sanat emanetçisi olmalıdır. Sa natçı yapıtlarım buraya vermeli ve kar şılı ğında kendisi için gerekli şeyleri almalı- 4 K. Maıx, Arn-De ğer Kuramları. 1860-65. 120 ĐNSANIN özü dır. Ama günümüz ko şullarında sanatçı yan-tecimen olmak zorundadır. Bun a yürek dayanır mı?5 Sanatçının anamalcı toplumdaki özgürlü ğü, piyasa özgürlü ğüdür. Tekelci anamalcılık ça ğında bu özgürlük bile kısıtlıdır. Tekelci anamalcıl ılann gözünde sanatın biricik anlamı, küçük bir seçkinler takımının e ğlencesi olmasıdır. Ayrıca yı ğınsal ileti şim araçlarını da bir kâr kayna ğı ve ahlaksal ve manevi yozla şmayı yaymanın bir yolu olarak kullanırlar. Bu kötül üğün zararlı etkileri her yerde, ama özellikle de hâlâ emperyali zmin boyunduru ğu altında bulunan ve halk kültürünün geleneksel biçimlerinin sistemli olarak yok edildi ği ülkelerde olanca açıklı ğıyla görülür. Bu durumda seçimini yapmak zorundadır sanatçı. Dile rse, bir meta üreticisi olmayı kabullenebilir ve salt daha fazla para kazan mak için çaba harcayabilir. Ama hiç ku şkusuz, böyle davrandı ğı zaman, bir sanatçı olarak tutarlılı ğını yitirecektir. Ya da tecimsel de ğerleri bir yana bırakarak, sanatsal yaratı şın kendi kendini dile getiren ba ğımsız bir eylem oldu ğunu savunabilir, bir ba şka deyi şle sanat için sanat anlayı şına sı ğınabilir. Oysa bu anlayı ş sanatçıyı tecimsel de ğerlerin pençesinden kurtarmaz. Çünkü sanat için san at anlayı şının kendisi, meta üretiminin özünde varolan bencil bire ycili ğin bir yansımasından başka bir şey de ğildir. Sırtını sanat için sanat anlayı şına yaslayan sanatçı, toplumsal sorumlulu ğunu gözardı ederek, gerçek esin kayna ğından uzakla şır. Yaratıcı gücünü yeniden elde etmek istiyorsa, esin kayna ğını halkta aramak zorundadır. Sanatçı, yarattı ğı yapıtın piyasadaki fiyatına göre de ğil de, insanlara verdi ği mutlulu ğa göre de ğerlendirilmesini ancak halkla bütünle şerek sağlayabilir. 4. Đdeolojik Yeniden Biçimlenme Meta üretiminden ve sınıfsal sömürüden kaynaklanan düşünceler kafamızda öylesine derinli ğine kök salmı ştır ki, onların gerçekte ne demeye geldiklerini anc ak zorlu bir siyasal sava şım içinde kavrayabiliriz. Bu nedenle, sosyalist dev rimden gerek önce, gerek sonra, bütün sı- 5 Beethoven, Mektuplar. AYDINLAR VE EMEKÇĐLER 121

Page 53: Insanin ozu george thomson

nıflann yani yalnızca eski sömürücü sınıfların de ğil, aynı zamanda devrimi destekleyen sınıflarla birlikte aydınların ve emekç ilerin de ideolojik bakımdan yeniden kalıba dökülmesi gerekir: Emekçiler, sınıf sava ğımı ve do ğaya kar şı sava şım içinde, bütün toplumu oldu ğu kadar kendilerini de yeniden biçimlendirir.6 Kendi örgütlerinin önderli ğinde emekçiler, aydınlara yol gösterirken, onları, topluma tam olarak katkıda bulunmalarının ancak ken dilerini yeniden kalıba dökmekle mümkün olabilece ğine inandırmalıdır: Sanat ve edebiyat isçilerimiz bu görevi yerine geti rmeli ve tutumlarını deği ştirmelidirler. Yava ş yava ş emekçilerin saflarına geçmeli ve bunu, onların arasına girerek, pratik sava şımın ta içine atılarak, Marxçılı ğı ve toplumu inceleyerek yapmalıdırlar? Aydınlar gerçi belli bir ilerleme gösterdiler, ama bununla yetinmemelidirler. Yeni toplumun gereksinmelerini tam olarak kar şılayabilmek için kendilerini yeniden kalıba dökmeyi sürdürmeli, yava ş yava ş kentsoylu dünya görü şünü atıp toplumcu dünya görü şünü benimsemelidirler. Dünya görü şünün de ği şmesi temel bir sorundur. Ama bugüne kadar aydınlarımızın ço ğunun bunu gerçekle ştirdi ği söylenemez. Aydınlarımızın ilerlemeyi sürdürecekler ini, çalı şma ve inceleme süreci içinde giderek toplumcu dünya görü şünü benimseyeceklerini umuyoruz? Bu süreç kesinlikle emekçilerin önderli ğinde yürütülmelidir. Ama bu sürecin gerçekten ba şarıyla sonuçlanması isteniyorsa, aydınlar tam olara k inandırılmak ve bu çalı şmaya kendi istekleriyle katılmaları sa ğlanmalıdır: Özgürlü ğü önderlik ve merkezî rehberlik altındaki demokrasi yle bir arada savunurken, ideolojik sorunları ya da halk arasında do ğru Mao Zedung, Halk içindeki Çeli şmelerin Do ğru Ele Alınması Üzerine. 1957. Mao Zedung, Yenan Sanat ve Edebiyat Forumunda Konu şmalar. \ 942. ° Mao Zedung, Halk l cindeki Çeli şmelerin Do ğru Ele Alınması Üzerine. 1957. 122 ĐNSANIN özü ile yanlısın ayırt edilmesiyle ilgili sorunları çöz mek için baskı önlemlerine başvurulması gerekti ğini söylemek istemiyoruz, ideolojik sorunları ya da do ğru ile yanlı ğın ayırt edilmesiyle ilgili sorunları çözmek için y önetsel buyruklara ya da baskı önlemlerine ba şvurma yolundaki bütün çabalar yalnızca etkisiz de ğil, zararlıdır da. Genelgeler yayımlayarak ya da halkı dine inanmamaya zorlayarak, dini ortadan kaldıramayız. Halkı toplumculu ğa inanmaya zorlayamayaca ğımız gibi, idealizmden vazgeçmeye de zorlayanlayız, ideolojik nitelikteki sorunları ya da halk arasındaki tartı şmalı sorunları çözmenin biricik yolu, demokratik yöntemdir; tartı şma, ele ştiri, inandırma ve e ğitme yöntemidir; zor ve baskı yöntemi de ğil? 5. Kentsoylu Ahlâkı ve Kültürü Kentsoylu ideolojide do ğru ile yanlı şın ayırt edilmesiyle ilgili sorunlar, tanrı istemine ya da insan toplumu dı şında ba şka bir ölçüte ba ğlı olarak ele alınır. Toplumcu yapıtlarda ise bu sorunlar, toplumculu ğu sürdürme ve böylece insanın sömürülmesine son verme gereklili ğine hizmet edecek biçimde de ğerlendirilir: Biz, insandı şı ve toplumdı şı kavramlara dayanan her türlü ahlâkı reddediyoruz. Bunun toprak sahiplerinin ve anamalcıların çıkarlar ı u ğruna halkı aldattı ğını, kandırdı ğını, uyutttu ğnu söylüyoruz. Bizim ahlâkımızın bütünüyle halkın çıkarlarına ba ğımlı oldu ğunu söylüyo-ruz.™ Eski toplumların ilkeleri şunlardı: ya sen ba şkalarını soyarsın ya da ba şkaları seni soyar; ya sen ba şkaları için çalı şırsın ya da ba şkaları senin için çalı şır; ya köle sahibi olursun ya da köle. ... Ben hele şu tarlamı süreyim de, ba şkaları ne halt ederse etsin; ba şkaları aç mı, çok iyi, ürünümü daha pahalıya satarı m öyleyse. Benim hekimlik, mühendislik, ö ğretmenlik ya da yazmanlık gibi bir mesle ğim olsun da, ba şkaları ne halt ederse etsin. E ğer bugün güçlü olanlara yağcılık Aynı yerde. 10 V.I. Lenin, Gençlik Birliklerinin Gö revleri. 1920. AYDINLAR VE EMEKÇĐLER 123 edip yaltaklanırsam, i şimi koruyabilir, dahası yükselebilir ve zengin olabilirim.

Page 54: Insanin ozu george thomson

Bize ahlâktan dem vurdukları zaman, ahlâk denilen şeyin birle şik düzenceden ve yı ğınların sömürücülere kar şı bilinçli sava şımından olu ştu ğunu söylüyoruz. Biz ilâhi bir ahlâka inanmıyoruz ve ahlâkla ilgili tüm masalların düzmeceli ğini gözler önüne seriyoruz. Ahlâk, insan toplumunun dah a yüksek bir düzeye vardırılması ve kendini eme ğin sömürülmesinden kurtarmasına yardımcı olma amacına hizmet Evet, biz kentsoylu ahlâkını reddediyoruz. Ama bu, kentsoylu kültürünü reddetti ğimiz anlamına gelmez. Burada, kentsoylulu ğun ikili niteli ğini göz önüne alarak, bir ayırım yapmalıyız. Bilimsel gerçek, dı ş dünyanın uygulama içinde sınanmı ş nesnel bilgisidir. Bugün modern bilim, insanların sömürünün ortadan kaldırıl abilece ğini görebilmelerini sağlamaktadır. Oysa modern bilim kentsoylulu ğun ürünüdür. Kaldı ki, toplumculu ğun kendisi «anamalcılık ko şullarında biriktirilmi ş insan bilgisinin somut temeline dayanır.»12 Emekçiler bu bilgileri r eddetmez; tam tersine, onu devralır, geli ştirir ve insanlı ğın yararına kullanılmasını sa ğlar. Sanatsal gerçek ise, duyguların iç dünyasının sanat çı tarafından dile getirilen bir anlatımıdır. Sanatsal gerçe ğin içerdi ği güzellik, iyi ve kötü, do ğru ve yanlı ş gibi kavramlar sınıftan sınıfa ve ça ğdan ça ğa de ği şir. Bu nedenle, özü gere ği özneldir sanatsal gerçek, insano ğlu, uzun bir zaman kentsoylu bilimiyle yan yana ilerleyen kentsoylu sanatı aracılı ğıyla, gelece ğe duydu ğu yeni güveni dile getirmi ş ve böylelikle bu inancını peki ştirmi ştir. Üstelik büyük kentsoylu gerçekçiler, içinde ya şadıkları toplumdaki çürümeyi ta yüreklerinde duymuşlardır: En küçük bir kusuru bile gizleyemez yırtık pırtık g iysiler, Sırmalı kürklerse, her ayıbı örter. Günahını altınla kaplat, Aynı yerde. Aynı yerde. 124 ĐNSANIN özü iz bırakmadan kırılır do ğrulu ğun mızra ğı; Paçavralara sar, bir saman çöpü bile kolayca delip geçer. (Shakespeare, Kral Lear) Büyük kentsoylu gerçekçilerin yapıtlanndaki olumlu ya da devrimci yöndür bu. Hiç kuşkusuz, onlarda, sınıflarının ve ça ğların ideolojik sınırlamalarından do ğan olumsuz ya da gerici bir yön de vardır, i şte günümüz kentsoylu toplumunda bu olumsuz yön baskın çıkar. Sanatçının yapıtı biçimse l bakımdan yetkin olabilir, ama öz bakımından tam bir çöküntü içindedir ve tüm anlamını yitirmi ştir. Halk yı ğınla-rıyla olan ba ğını kopardı ğı için ta kökünden çürümü ştür. Dolayısıyla, emekçiler, kentsoylu klasikleri kar şısındaki tutumunu saptarken, kendi çıkarlarından yola çıkmalıdır. Siyasetten ba ğımsız, tartı şılmaz bir sanat ölçütü yoktur. Ama bir sanat yapıtı salt siyasal bi r bakı ş açısıyla da do ğru değerlendirilemez. Bu ikisi, yani siyasal ölçüt ile sa natsal ölçüt birle ştirilmelidir: Bir siyasal ölçüt vardır, bir de sanatsal ölçüt. Pe ki, bu ikisi arasındaki ili şki nedir? Siyaset nasıl sanalla bir tutulamazsa, ge nel bir dünya görü şü de bir sanatsal yaratı ş ve ele ştiri yöntemiyle bir tutulamaz. Biz yalnızca soyut v e kesinlikle de ği şmez bir siyasal ölçütün de ğil aynı zamanda soyut ve kesinlikle deği şmez bir sanatsal ölçütün de kar şısındayız. Bütün sınıflı toplumlarda her sınıfın kendine özgü bir siyasal ölçütü ve sanatsal ölçütü vardır. Ama bütün sınıflı toplumlardaki bütün sınıflar sanatsal ölçüt e de ğil, siyasal ölçüte öncelik verirler. Kent-soyluluk sanat de ğeri ne kadar yüksek olursa olsun toplumcu sanat ve edebiyatını her zaman görmezlikte n gelir. Aynı biçimde, emekçiler de, geçmi ş ça ğların sanat ve edebiyat yapıtları arasında bir ayır ım yapmalı ve bu yapıtlara kar şı benimseyece ği tutumu, ancak onların halk kar şısındaki tutumlarını ve tarihsel olarak ilerici bir rol oynayıp oynamadıklarını inceledikten sonra belirlemelidir. Siyasal bakımdan açıkça gerici olan bazı yapıtlar belli bir sanat niteli ği ta şıyabilir. Ne var ki, bunların özü ne kadar gerici ve sanat niteli ği ne kadar yüksekse, halk için o kadar zararlıdır ve reddedilmeleri de o kadar zorun ludur. Çökü ş dönemindeki bütün sömürücü sınıfların sanat ve edebiyatı- AYDINLAR VE EMEKÇĐLER 125

Page 55: Insanin ozu george thomson

nın ortak bir özelli ği de, gerici siyasal özleri ile sanat biçimleri ara sındaki çeli şmedir. Bizim istedi ğimiz, siyasetle sanatın birli ği, öz ile biçimin birli ği, devrimci siyasal öz ile olabildi ğince yetkin sanat biçiminin birli ğidir.^ Emekçiler, kentsoylu klasiklerini kendi dünya görü şlerine göre yeniden yorumladıktan sonra, onların içerdi ği bütün yaratıcı ö ğeleri özümleyecek ve onları, zengin halk türküleri kalıtı da içinde olma k üzere kendi sanat gelenekleriyle kayna ştıracaklardır. Bu kayna şma sonucunda, siyasal sava şım süreci içinde gelece ğin yeni sanatı; ba şka bir deyi şle, özde toplumcu, biçimde ulusal olan yeni sanat do ğacaktır. Devrimci aydınlar bütün bunların gerçekle ştirilmesinde çok önemli bir rol oynayabilirler; yeter ki, halk yı ğmlanyla bütünle şsin-ler: Biz, sanat ve edebiyat kolumuzdaki bütün iyi şeyleri devralmalı, yararlı olan her şeyi ele ştirici bir biçimde özümlemeli ve içinde ya şadı ğımız yer ve zamanın insanlarının ya şamlarındaki sanat ve edebiyat hammaddelerinden yara ttı ğımız yapıtlarda bunları örnek almalıyız. ...Ama bu kalıt ı üstlenmek ve örnek olarak kullanmak hiçbir zaman kendi yaratıcı çalı şmamızın yerini almamalıdır. Hiçbir şey kendi yaratıcı çalı şmamızın yerini tutamaz. ... Çin'in yazar ve sanatçı ları, umut verici yazar ve sanatçılar halk yı ğınlarının arasına gitmt 'idir-ler. Her çeşit insanı, bütün sınıfları, bütün yı ğınları, ya şamın ve java- şımın bütün canlı örneklerini, sanat ve edebiyatın bütün hammad delerini gözlemek, tanımak, incelemek ve çözümlemek üzere uzun bir zaman kararl ılık ve içtenlikle halk yı ğınlarının arasına gitmeli, sava şımın ate şine atılmalı, biricik kayna ğa, en kapsamlı ve en zengin kayna ğa gitmelidirler. Ancak o zaman yaratıcı çalı şmada bulunmaya ba şlayabilirler.1* Kuram ile kılgıyı kendi ya şamında ustaca bütünle ştiren ve devrim u ğrunda canını veren Christopher Caudwell da ingiliz aydınlarına Mao Zedung, Yenan Sanat ve Edebiyat Forumunda Konu şmalar. 1942. Aynı yerde. 126 ĐNSANIN ÖZÜ AYDINLAR VE EMEKÇĐLER 127 hemen hemen aynı şeyleri söylemi şti, ingiliz aydınlarına halk adına şöyle seslenmi şti Caudwell: Zorlu ve yaratıcı olan yolu, yani sanat sınıflamala rını ve yöntemlerini yeniden biçimlendirme yolunu seçmelisiniz. Öyle ki, sanat d oğmakta olan yeni dünyayı dile getirebilsin ve onun gerçekle ştirilmesinin bir parçası olabilsin, i şte o zaman sizin sanatınızın halkçı ve canlı bir sanat o ldu ğunu söyleyece ğiz, i şte o zaman sizin ruhunuzun geçmi şten koptu ğunu, geçmi şi sürüyüp bugüne getirdi ğini ve gelece ğin gerçekle ştirilmesini zorladı ğını söyleyece ğiz.^ 6. Yanılsama ve Gerçeklik Sınıflı toplumda, özellikle de ça ğdaş anamalcı toplumda, gerçeklik ile güzellik birbirine kar şıt ve uzla şmaz şeyler olarak belirir. Gerçek olan çirkindir, güzel olan ise gerçek de ğildir. Sanatçı bu çeli şmeyi «dü şgücü içinde ve dü şgücü aracılı ğıyla» çözmeye çalı şır. Bu bakımdan büyücüye ve mitos yaratan insanlara benzer. Ama gerek büyücüler, gerekse mitos yaratanl ar yanılsama ile gerçekli ği ayırt edemezler. Oysa sanatçı kendi yanılsamasının bilincindedir. Giderek halk yı ğınlanyla kayna ştı ğında daha da köklü bir de ği şikli ğe u ğrar. Artık yalnızca kendi yanılsamasının bilincinde olmakla kalmaz, onu n toplumsal temelinin de bilincine varır. Bir toplumcu olarak, insanın bilin cinin toplumsal varlı ğı tarafından belirlendi ğini kavrar. Aynı zamanda, genellikle maddi olanın z ihinsel olanı belirlemesine kar şılık, zihinsel olanın da maddi olanı etkiledi ğini anlar.16 Dolayısıyla, artık onun gözünde sanatçının görevi, gerçeklikten kaçarak bir dü ş dünyasına sı ğınmak de ğil, emekçilerin yaratmakta oldukları yeni dünyanın gerçekli ğini tüm zenginli ğiyle onların gözleri önüne sermek ve böylece onları daha da büyük çabalar harcama co şkusuyla donatarak yeni dünyanın gerçekle ştirilmesini hızlandırmaktır: Toplumcu sanat ve edebiyat, gerçek ya şamdan çıkarılmı ş çe şitli ki- ^ Christopher Caudwell, Yanılsama ve Gerçeklik. 193 7. 16 Mao Zedung, Çeli şme Üzerine. 1937.

Page 56: Insanin ozu george thomson

siler yaratmalı ve yı ğınların tarihi ilerletmelerine yardımcı olmalıdır. Sözgelimi, açlı ğın, so ğuğun ve baskının getirdi ği acılar vardır; insanın insan tarafından sömürülmesi ve ezilmesi vardır. Her yerd e varolan bu olguları insanlar ola ğan şeyler gibi görürler. Oysa yazarlar ve sanatçılar bu tür olayları yo ğunla ştınr, bunların içindeki çeli şmeleri ve sava şımları gözler önüne serer ve yı ğınları uyandıran, co şkuyla tutu şturan, çevrelerini de ği ştirmek üzere birle şmeye ve sava şım vermeye zorlayan yapıtlar yaratırlar.1^ Böylece eski toplumun aydınları halk yı ğınlanyla birle ştikçe ve halk yı ğınları eski toplumun bilim ve sanat alanlarındaki dü şünsel ba şarılarım özümleyerek kültür düzeylerini yükselttikçe, toplumun sınıflara bölünmesi, kol eme ğiyle kafa emeği arasındaki ayrılık ve insan bilincindeki bölünme yepyeni bir birlik içinde, insanın dü şüncesinin bilgisel yönü ile duyumsal yönü arasındak i birli ği ve bu ikisinin kılgıyla olan birli ği içinde bütünle şecektir. Bunu devrimci bir ingiliz şairi şu dizelerle dile getirmi şti: O i ğrenç maske dü ştü artık, insan Boyunduruksuz, özgür, sınırsız, ama e şit. Ne sınıf, ne oymak, ne ulus Korkudan, baskıdan, ezilme kten uzak Kendi ba şına buyruk insan. (Shelley, Zincirden Kurtulan Prometheus) Mao Zedung, Yenan Sanat ve Edebiyat Forumunda Konu şmalar. 1942. PAYEL YAYINEVĐ — Cağalo ğlu Yoku şu Evren Han Kat 4, No: 63 Cağalo ğlu - istanbul Tel: (0212) 528 44 09 - (0212) 511 82 33 Fax: (0212 ) 512 43 53 Tarihöncesi Egb adıyla iki cilt olarak yayım- -son, idge ders- ladı ğımız kitabıyla tanıdı ğımız George 1903 yılında Londra'da do ğdu. 1926'da ( Üniversitesi'ni bitirdi ve Đrlanda .'v_ a*gj«,* da dil üzerine incelemeler yaptK;^teîS)|i çeşitli üniversitelerde Yunan dn; -^'f leri verdi. Bu arada eski pÇu^^^ ju«.%iii-erini Đn- giliz ve irlanda dillerime çe%ftft. J Đtınan dili üze- rine birçok kitap nlp^tac örge Thomson, 1987'de 84 ya^ınflft" ' 'n lonpraua öldü. Đnsanın 'özü juınson, sanatın ve bili» min kaynaklı liyor. Sanatla bilimin, toplumsal gücün Đj^tlenmesinin birbirine ba ğımlı ^r oldu ğunu ve ikisinin de çalı şma süreci oldu ğunu ortaya koyuyor. Bilimle sanatın arasındaki tari hsel i şlevlerini ve bilim adamıyla sanatçının dünyayı de ği ştirme ortak çabasında nasıl birle ştiklerini çok yalın bir anlatımla gözler önüne seri yor. ISBN 975-388-036-X

Page 57: Insanin ozu george thomson