Upload
others
View
1
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
K A F D A Ğ IEdebiyata «YENİ»den yolculuk...
2. SAYI
EKİMKASIMARALIK
2011
İyi insanlar, iyi atlara binip gittiler...
22
23
24
26
28
KA
FD
AĞ
IİÇİNDEKİLER
2
6
9
10
12
13
14
17
18
20
21
KAFDAĞIEdebiyata «YENİ»den Yolculuk
Fahriye OKYAY, Kültür, Sanat ve Spor KomisyonuSemiha ÖZEL YAMAN, Kültür Sanat ve Spor KomisyonuÜmit KARAKAYA, Ergazi İlköğretim Okulu
Sahibiİlçe Milli Eğitim Müdürlüğü
adınaMehmet YILDIRIM
YAYIN KURULU
Fahriye OKYAYEDİTÖR
Bu Yazı ile Yaşadığımın Tekrar Tekrar Farkına Varıyorum, Alev Şahin
Görünmez, Karya İlkim Ekiz
Anneme Mektup, Ezgi Tosun
Ben Öğretmenim, İclal Evcimen
Toprak Ana Ağlıyor, Berkan NAR
Yalnızlık, Velihan Civan
Miyase Sertbarut ile Edebiyata Yolculuk, Şule Çapraz Baran
Kulak Ver, Şengül Özbudun
Emeksiz Yemek Olmaz, İrem Işıldak
Barış, Dostluk ve Dayanışma, Mustafa Erez Kuruçay
Göz Alıcı Güzellik, Zeynep Kaya
Atatürk Demek, Dilara Demirel
Sonsuzluk ve Ölüm Arasındaki Kum Saati, Sevginur Ülger
Mümkün Değil, Büşra Yıldız
Mektup, Gamze Karataş
Yeniden Doğuş, Sena Alçiçek
KA
FD
AĞ
IİÇİNDEKİLER
30
31
32
34
36
37
38
39
42
44
47
48
49
50
54
55
Aslıhan YAZICI, Ümitköy Anadolu Lisesi
Burcu GÜNDOĞDU YORULMAZ, Türkan Azmi Köksoy İ.O.
Hatice YILDIRIM, Çiğdemtepe E.M.L.
Himmet AÇIKGÖZ, M. Rüştü Uzel Kimya M.L.
Hüseyin TAŞ, Yasemin Karakaya B.S.M.
Mevlüt SAĞLAM, Şentepe Lisesi
Neslihan YILDIRIM OKTAY, Şükûfe Nihal İ.O.
Şengül ÖZBUDUN, Barbaros İ.O.
Elif GÜRBÜZ, Celayir İ.O.
KOORDİNATÖR ÖĞRETMENLER YAYIN İLKEMİZGönderi len eser ve çal ışmalar,
yayımlansın ya da yayımlanmasın iade
edilmez. Yazıların içeriğinden yazarlar
sorumludur. Yayın kurulu yazılar üzerinde
değişiklik yapabilir. Alıntılarda «Kafdağı» adı
kullanılmalıdır. Bu dergide yayımlanan
görüş ve düşünceler Mi l l i Eği t im
Müdürlüğünün görüş ve düşüncelerini
yansıtmaz.
Unutma, Ceren Delice
Keşke, Türkü Nazlıcan Güloğlu
Hayallere Yolculuk, Meral TUNCEL
Kader, Ayşe Ünal
Bu Sabah, Himmet Açıkgöz
Rüyalarım Gerçek Olsa, Elif Öztürk
Ya da, Beyza Özköse
Yolun Yarısında, Hatice Yıldırım
Kifayetsiz Kelimeler, Ayfer Baya
Neden Atletizm, Mehmet Dulkan
İlk Işık, Günsu Kurukütük
Ufka Uzak, Çiğdem Koçyiğit
Yolculuğum, Çiğdem Kahraman
Sır Perdesi, Ataberk Bozkurt
Bayrağım Yas Tutmuş, Defne Acun
Ben Öğretmenim, Özlem Doğan
KA
FD
AĞ
IVan depreminde hayatını kaybeden öğretmenlerimiz
Onlar birer yıldızdı...
Ahmet Erdem / Bilişim Teknolojileri Öğr.
Ahmet Melih Doğan / Müzik Öğr.
Ali Çağlar / Türkçe Öğr.
Ali Yıldız / Sınıf Öğr.
Alime Paşa/ Rehber Öğr.
Alparslan Altuntaş/ Bil. Teknolojileri Öğr.
Arzu Demirtaş / Sosyal Bilgiler Öğr.
Arzu Ertaş/ Beden Eğitimi Öğr.
Ayhan Yıldırım / Sosyal Bilgiler Öğr.
Aylin Bozkurt / Almanca Öğr.
Ayşegül Kaman / Sınıf Öğr.
Betül Can / Sınıf Öğr.
Ebru Nayim/ Misafir
Elif Tunç / Biyoloji Öğr.
Emel Çatal / Sınıf Öğr.
Emel Subaşıay / Matematik Öğr.
Emel Türkoğlu/ Zihin Engelliler Sınıf Öğr.
Ercan Doğan / Okul Öncesi Öğr.
Esra Akkaya / Okul Öncesi Öğr.
Esra Lap/ Misafir
Gözde Bahar / İngilizce Öğr.
Güldane Erdal / Sınıf Öğr.
Gülşen Batar / Okul Öncesi Öğr.
Habibe Yılmaz / Okul Öncesi Öğr.
Hacer Özgür / Sınıf Öğr.
Halime Kozalak / Rehber Öğr.
Hanifi Yaldız/ Matematik Öğr.
Harun Demirtaş / Bilişim Teknolojileri Öğr.
Hasan Akbulut / İngilizce Öğr.
Hatice Haşimoğlu / Öğr.
İrfan Ataseven/ Sınıf Öğr.
Kadir Ucum/ Sosyal Bilgiler Öğr.
Leyla Bayram/ Sınıf Öğr.
Mehmet Gökhan Ay/ Bil. Teknolojileri Öğr.
Mehmet Murat İşler / Fizik Öğr.
Melahat Dönmez / Okul Öncesi Öğr.
Melike Atman / Okul Öncesi Öğr.
Mesut Özata / İngilizce Öğr.
Muhammet Yurtoğlu / Sınıf Öğr.
Muharrem Malazgirt / Sosyal Bilgiler Öğr.
Mustafa Akgün / Sınıf Öğr.
Mustafa Doğan / Beden Eğitimi Öğr.
Mustafa Özden / Sınıf Öğr.
Nesrin Yiğit / Sınıf Öğr.
Neşe Horasan / Bilişim Teknolojileri Öğr.
Nigar Gençel / Rehber Öğr.
Nilüfer Aydoğdu / Sınıf Öğr.
Nurcan Akpınar / Tarih Öğr.
Nusret Sarman / Beden Eğitimi Öğr.
Okay Yaşar / Sınıf Öğr.
Oktay Türkoğlu / Zihin Engelliler Sınıf Öğr.
Onur Ateş / Sınıf Öğr.
Orhan Edip Sevinç/ Ücretli Öğr.
Oya Havare / Sınıf Öğr.
Özcan Yıldız / Sınıf Öğr.
Özgür Subaşıay / Matematik Öğr.
Özlem Burma/ İngilizce Öğr.
Öznur Kahraman/ Okul Öncesi Öğr.
Rabia Dağıstan/ Müzik Öğr.
Rukiye Karahan / Ücretli Öğr.
Saadet Uçar / Sınıf Öğr.
Samet Kanter/ Ücretli Öğr.
Sema Ertürk / Sınıf Öğr.
Senem Aka / Misafir
Sibel Umaç / Fen ve Teknoloji Öğr.
Şöhrettin Duygu / Sınıf Öğr.
Tahir Ormanoğlu / Sınıf Öğr.
Tuğba Özbek / Türk Dili ve Edebiyatı Öğr.
Turna Arslan / Beden Eğitimi Öğr.
Ümit Erdal / Beden Eğitimi Öğr.
Ümit Kaplan/ Teknoloji ve Tasarım Öğr.
Vahit Tuna / Sınıf Öğr.
Yunus Sarısu / Sınıf Öğr.
Zehra Şelale / Sınıf Öğr.
Zeynep Tekin / Rehber Öğr.
EDİTÖR
KA
FD
AĞ
I
Hepimiz biliriz ki her nefis ölümü tadacaktır. Allah aşığı, gönüller sultanı büyük zatlar için bir şeb-i arustur ölüm, yani sevgiliye kavuşma günüdür. Bir yok oluş değil, sonsuz - baki bir hayatın kapısından geçiş ve bir nimettir. Çünkü dünyanın meşakkatinden ve vazifelerden azat edilmedir, terhis olmadır. Tohumun toprağa düşüşü, görünüşte bir çürüme, yok oluş gibi görünse de hakikatte onun yeniden filizlenmesine sebeptir. Bir tohum misali toprağa düşen insan da sonsuz- baki bir hayata filiz verir. Böyle biliriz ve böyle inanırız. Ölümün tek tesellisi, yine ölüm ve sonrasına olan inancımızdır. Yoksa hiçbir şey avutamaz bizi.
Fakat bilmek başka yaşamak başkadır. Başa gelen belalara, yaşanan ezalara, çekilen cefalara metanet göstermek zordur ama ölüm karşısında daha da zordur. Kolay değildir önümüz sıra ebediyete göçen sevdiklerimizi meçhule kalkan gemilerde uğurlamak. Rıhtımdan, siyah ufka bakar elemli gözler, yüreklerimize mermer döşer gidenler.
23 Ekim günü öğle saatlerinde 7,2 şiddetiyle sallanan ve alt üst olan Van'da binlerce can, yüreklerimizi dondurdu. 800 ya da 2 bin civarında bir ölüden bahsedilmekte. Ölümün biri de bini de birdir ama insanın “Hangisine yanalım!” diyesi gelir rakamların büyüklüğü karşısında. Ruhsuz rakamlar sadece acının büyüklüğünü dile getirmekle yetiniyorlar.
İnsanın insana -ve mahlûka- ettiği zulmü başka hiçbir canlı türü yapmamıştır ve bundan sonra da yapmayacaktır yeryüzünde. Binler canı bizden çekip alan deprem değil, beton görünümlü kumdan kalelerdi. Bu felaketin müsebbipleri, midelerini doymaz cüzdanlarını dolmaz sandıklarından olsa gerek, el birliği ile inşa etmişlerdi içlerine can yerleştirdikleri bu güvensiz binaları. Depremde yitirdiğimiz herkes için Allah'tan rahmet, kalanlarına başsağlığı ve sabır diliyoruz.
Eğitim camiası da, bu felakette en genci 23 en yaşlısı 35 yaşında 75 öğretmenini kaybetti. Seminer için gittikleri salonda, öğle yemeği yedikleri kafeteryada ya da evlerinde yakalandı öğretmenlerimiz depreme. Vatanın dört bir köşesinde ateş düştü ocaklara. Cenazeler toprağa verildi, Çanakkale'de, Eskişehir'de, Kayseri'de, İzmir'de, Karabük'te, Samsun'da, Adana'da, Aydın'da, Ankara'da, Tokat'ta, Karaman'da, Konya'da, Manisa'da, Bartın'da, Bolu'da, Antalya'da, Çorum'da, Hatay'da, Trabzon'da, Sivas'ta, Amasya'da, Malatya'da…
Kimi çocuklarını veya eşlerini yadigâr bırakırken ardında kalanlara; kimi bırakmaya kıyamadığı çocuğunu da alıp ayrıldı aramızdan. Kimi evleneli sadece üç ay olmuşken, yaşasalardı kiminin de bir hafta sonra düğünü vardı. Kimi henüz yeni atanmıştı, çiçeği burnunda bir aylık öğretmendi. Vatani görevini asker olarak yapan öğretmen de vardı, Van'a misafir olarak giden öğretmen de. Mesela deprem kaderiydi sanki Muhammed öğretmenin, 99 Düzce depreminde enkazdan sağ çıkmışken bu defa o kadar şanslı olamadı.
Her birinin hikâyesi farklı, ideali aynıydı. Şairin “ Ölecek miyim, tam da söyleyecek çağımda / Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda...” dediği gibi, tam da söyleyecek çağlarında, öğrencilerine söyleyemedikleri anlatamadıkları cümlelerin hasretiyle bir rûz-ı arusta ayrıldılar aramızdan. Şimdi ölüm, asude bir bahar ülkesidir her birine ve gönülleri buhurdan gibi yıllarca tütecek, yetişen her bir öğrencide. Onların söyleyemediklerini söylemeye, kaldıkları yerden bizler devam edeceğiz.
Dergimizin bu sayısındaki tüm çalışmaları ve emeği, emanetlerini devraldığımız ve Van depreminde kaybettiğimiz öğretmenlerimizle birlikte tüm eğitim şehidi öğretmenlerimize ithaf ediyoruz. Ruhları şad olsun…
Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,İyi insanlar iyi atlara binip gitti…
Hiçbir Ölüm Vakitli Değildir, Lakin...
Ekim ayının soğukluğuna rağmen, Erciş 23 Ekim sabahına iç ısıtan bir güneşle uyanmıştı. Eda ve ben o gün OGEP kapsamında düzenlenen seminerlerden birine katılacaktık. Deniz ise veli toplantısı nedeniyle okuluna gidecekti. Havanın güzelliğinden söz ederek kahvaltı sofrasına oturmuştuk. Üçümüzün de işi öğle vakitlerinde bitecekti ve sıcak bir Pazar gününü evde geçirmek istemiyorduk. Belki il merkezine bir gezi ya da göl kenarında yürüyüş, akşama ise birkaç saat sonra arkadaşlarıma mezar olacağını tahmin edemediğim Buse Cafe'de kaybedeceğim arkadaşlarımla keyifli keyifli kahve yudumlamak… Şimdi düşünüyorum da iki gün sonrası için, akşam için hatta iki saat sonrası için bile plan yapmak çok boş ve gereksizmiş. İnsan nefes aldığı süre içerisinde var ve ölüm iki saniyelik olağanüstü basitlikte bir olay.
Seminerden çıkmıştık ev arkadaşımla. Erciş'in meşhur Van Yolu Caddesinde güneşin tadını çıkararak yürüyorduk. Annemle konuşmadığımı anımsadım, merak ederdi beni. Anne yüreğiyle kahvaltı yapıp yapmadığımı öğrenmek isteyecekti. Aradım annemi, kahvaltı yaptığımızı seminerden çıktığımızı ve gezindiğimizi söyledim. Havanın güzel olduğunu öğrenince “Eve girmeyin, ne yapacaksınız gezinin.” dedi. Akşam için alış veriş yaptık. Hava o kadar sıcak olmuştu ki kalın giyindiğimiz için eve gidip üzerimizi değiştirip bir şeyler atıştırdıktan sonra tekrar gezmeye çıkarız diye düşündük. Diğer ev arkadaşımız Deniz'i aradık. Bizden önce eve gitmişti. Çayı demlemesini, eve gelmek üzere olduğumuzu söyledik. Saat 1 sıraları evdeydik. Mutfağa geçtik; masa başında bir şeyler yiyor, çayımızı içiyor hem de sohbet ediyorduk. Bir ara çayımı tazelemek için kalktım ve ocağı da kapattım. Tekrar yerime oturuyordum ki her şey sallanmaya başladı birden. Birbirimizin yüzüne baktık kaldık. “Deprem!” diye bağırdık. Sallantı saniyeler içinde öyle şiddetlendi ki ancak bir adım atabildim ve kapı kirişinin altına girdim. O anlara dair hatırladığım şeyler mutfak duvarlarının çatlayarak yarılması ve şangur şungur eşya sesleriydi. En son bomba patlaması gibi çok feci bir ses duydum. Bu ses ile her şey bir anda karardı. Başka bir şey hatırlamıyorum. İnsan vücudu kendini kilitliyor herhalde. Nefes almıyorsun, duymuyorsun, hatta kalbin bile atmıyor sanki artık hiçbir şey hissetmiyorsun.
Birkaç saat öncesinde beni ısıtan hatta terleten güneşin ışığının sızıntısını gördüğümde yaşadığımı anladım. “Sakin ol Alev yaşıyorsun ve bu bitecek.” diyordum kendime; ama buna yine de inanmıyordum. Sadece bitsin istiyordum. Aynı anda Eda'nın çığlıklarıyla irkildim. Sürekli “ Alev, Deniz, Alev, Deniz…” diye bağırıp duruyordu. Cevap vermek istedim ama ağzımı her açışımda sanki boğuluyordum. İçeride o kadar toz vardı ki konuşmama hatta sesimi bile çıkarabilmeme müsaade etmiyordu. Her yer kapkaranlıktı sadece küçük bir güneş huzmesi sızıyordu bulunduğum yere. Toz bulutunun dağılmasını
KA
FD
AĞ
IKONUK KALEM2
Bu Yazı ile YaşadığımınTekrar Tekrar Farkına Varıyorum
Alev ŞAHİN, Müzik ÖğretmeniErciş K.T.M.L.
bekliyor, ağzımı, burnumu ellerimle kapatıp nefesimi tutmaya, mümkün oldukça az nefes almaya çalışıyordum. Bulunduğum yer aydınlanmaya başladı ve ben hemen yanımda Deniz'i gördüm; hala şoktaydı Deniz. Eda'nın sesi kesilmiyordu. Bir daha denedim ve konuşabildim. “ Yaşıyoruz, merak etme, birilerini yolla.” dedim. Deniz'e “Hadi çıkalım buradan” dediysem de kımıldayamadığımı fark ettim. Göğsümden aşağısı tamamen beton yığınların altındaydı. Kendimi zorluyordum ama nafile hiçbir şekilde kımıldayamıyordum.
Birilerinin geldiğini gördüm. Apartman görevlimiz Mülazım Abi “ Tamam bacı tamam” diyordu, “ Hadi biraz gayret et çıkacaksınız buradan.” Tam da o sırada gelen bir artçı ile dağıldı herkes. İnsanlar kendilerini dışarı atmışlardı. Bu durumu birkaç kez yaşadık. Artçıların geldiği anlarda Deniz'le birlikte başımızı kollarımızın arasına alıyor ve insanlar gelene kadar bekliyorduk. Deprem anında ölseydim keşke diyordum. Çünkü ölümü beklemek, ölmekten daha zordu.
Beni çıkarabilmek için üzerimden mutfak dolabını ve tezgâhı, beton yığınlarını attılar. Bacağımın üzerindeki beton yığını kaldırmak ise hiç kolay olmadı. Ben de ellerimle taşları atmaya çalışıyor kendimce yardım ediyordum. Tam dört kişi betonu oynatabildiler ve iki kişi kollarımdan tutarak deyim yerindeyse beni sıyırıp aldı o küçük boşluktan. Küçük bir aralıktan çektiler ve sokağa çıkardılar. Ardımdan hemen Deniz çıkarıldı. Eda koşarak bana sarıldı, ağlıyordu. Deniz de çıktığında hepimiz kucaklaştık ve ağlamaya devam ettik. Biraz kendime geldiğimde dönüp binaya baktım. Kocaman bina tuz buz olmuştu. Yaşayabilmenin sevincine işte o anda binada kalan diğer komşuların durumlarının belirsizliğinin acısı ilişti. O ana kadar hiç düşünmemiştim, düşünememiştim. Kurtulmanın sevinci henüz yarımdı. Biz üç ev arkadaşı kurtulmuştuk ama ya diğer dairelerdekiler, onlar da bizim kadar şanslı mıydılar acaba?
Durumu kavramaya çalışıyordum. Binaya doğru yürüdüm ve çıkartıldığım yere baktım. Biz giriş katta oturuyorduk. Penceremizin önüne beyaz bir araba park etmişti. Bina yıkıldığında arabanın üzerine devrilmiş ve araba ile penceremiz arasında bir boşluk oluşmuş ve bizler bu boşluktan kurtarılmıştık. O an anladım ki yaşabilmem için her şey birbirine bağlanmıştı. Bir yıldır o apartmanda oturuyorduk ve tam da oraya bir arabanın park ettiğini görmemiştik.
Kaldırıma geri döndüm ve yol kenarına oturdum. Aldığım darbenin etkisinden mi yoksa soluduğum tozlardan mı bilemiyorum ama nefes almakta zorlanıyordum. Arkadaşlarım “Kazağın paramparça Alev” dediler. Olsun vücudum tamdı. Yanımıza üst komşumuzun babası geldi. Kızı Erciş'e yeni atanmıştı ve halen enkaz altındaydı. Biz de babalar heybetlidir, ağlamazlar, güçlüdürler her zaman değil mi? Değilmiş meğer… Bu baba ağlıyordu hem de başını elleri arasına almış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “ Kızım içerde.” diyordu
3KONUK KALEM
KA
FD
AĞ
I
sürekli. O an nedense bu felaket anında iyi ki ailem yanımda değilmiş diye düşündüm. Kafamın için allak bullaktı. Neler düşündüğümü bile hatırlamıyorum ama bazı şeyler de insanın zihnine kazınıyor. “ O araba orada ne arıyordu, iyi ki ailem yanımda değildi, eşyanın ömrü insan ömründen çoktu…” gibi birçok düşünce zihnime kazındı. Araba bana kaderi çağrıştırıyor; komşularımızın bile enkaz altından çıkarılmalarını büyük bir endişeyle beklerken ya ailemde burada olsaydı diyorum, nasıl beklerdim. Bencilce gibi görünüyor ama değil ateş düştüğü yeri yakıyor hele de ailenize düşmüşse daha çok yakıyor.
Eşyanın ömrünü zihnime kazıyan ise şu olaydır. Zihnimden ailem geçerken Eda bir çift ayakkabıyla geldi. “ Ayakkabıların Alev” dedi. Deprem anında her şey nasıl alt üst oluyor bilemiyorum ama ayakkabılarım kutusunun içinde yıkıntıların üzerine öylece bırakılmış gibi duruyormuş. Eda alıp bana getirmiş. Kocaman bina tuz buz olmuş, içinde belki ölü belki yaralı onca insan varken ve bu ayakkabı hiçbir şey olmamış gibi yepyeni karşımda duruyordu. Adeta ayakkabılara kızdım sanki bana oyun oynuyorlardı. Bunca şey yaşanmamıştı sanki. Elime aldığım ayakkabıları bu düşüncelerle fırlattım attım yeniden yıkıntıların üstüne.
Havanın soğumaya başladığını, ağrılarım arttığını hissettim. Üşüyordum. Üzerimize montlar getirdiler, su getirdiler. Su ne büyük bir nimetti, büyük bir korkunun, üzüntünün, heyecanın üzerine biraz sakinleşmek için hemen su içiririz veya içeriz. Boğazım belki yumuşar diye içtiğim o bir yudum suyun tadını ise o ana kadar hiç almamıştım. “Su ne kadar da tatlıymış” dedim kendi kendime, yıllardır içiyorum ve hiç fark etmemişim. Hayat böyle bir şey işte, insan için aslında var olan her şey çok değerli ama sahip olduklarımızın kıymetini ve lezzetini kaybettiğimizde anlıyoruz. Keşke kaybetmeden bilebilsek ve yaşadığımız her andan bir lezzet alarak yaşayabilsek.
Sırtımdaki yırtık kıyafetlerden başka bir şeyim yoktu ki telefonum olsun. Sahip olduğum her şey göçüğün altındaydı. Aileme, tanıdıklarıma ulaşmalı ve sağ olduğumu söylemeliydim ama telefonum yoktu ve hiçbir numarayı hatırlayamıyordum. Kendimi o kadar zorladım ki sonunda evimizin numarasını hatırladım. İnsanlardan rastgele telefon istiyordum. Bana uzatılan telefonu çevirdiğimde karşımdaki ses annemindi. Onun “Alo”suna karşılık “Anne yaşıyorum, merak etme” diyebildim. Telefonun öbür ucundan kopan çığlıkla birlikte kendimi hıçkırıklara teslim ettim. Daha sonra telefonu babam aldı, o da “ Geliyorum kızım, merak etme.” diyebildi.
Akşam saat 8'e kadar enkazın başında bekledim. İki öğretmen arkadaşım daha sağ çıkarıldı. O ağlayan yıkılmış baba, kızı enkazdan çıkarıldığında yeniden güç buldu, üzerine bir heybet geldi, sevinçle kızına sarılıyordu.
Ayrıldım oradan, bir okulun bahçesine gittim. Okulun bahçesinde ateş
KA
FD
AĞ
IKONUK KALEM4
yakıldı. Kaybolmuş küçük bir çocuğun korkusu sesleniyordu yüreğimden. Sanki babam beni kaybetmişti ve ancak görünür bir yerlerde olursam bulacaktı. Ateşin başındaki insanlara baktım. Herkes aynıydı o gün. Aynı bakış vardı insanların yüzlerinde. Korku, acı, çaresizlik kaplamıştı insanların gözlerini. O ateşin başında gece yarısına kadar herkesle birlikte bekledim. Saatler gece yarısını geçerken bir arabanın yaklaştığını gördüm. İçinden amcam ve eniştem çıktılar. Koştum ikisine de sarıldım. Amcamın ağladığını ilk defa görüyordum, babam çıktı sonra arabadan, kucakladı beni amcam gibi babamın ağladığını da ilk kez görüyordum. “ Yaşıyorsun” diyordu, sadece. Evet, baba yaşıyorum…
Artık kendimi güvende hissediyordum. Tıpkı bir çocuk gibi… Güzel haberler için hep beraber bekledik bir süre daha. Yıkılan evimize bakmışlardı babamlar ve inanamıyorlardı o evden sağ çıktığımıza. Gerçi ben de inanamıyordum. Depremden sonraki ilk saat içinde kurtarılmışız. Bir saate yakın kalmışız enkazın altında, sanki her dakikası bir güne bedeldi.
Sabaha karşı yola çıktığımızda, Erciş'ten yanımda kalanlar sadece üzerimdeki yırtık pırtık kıyafetlerdi. O kıyafetlerle, enkazı Malatya'ya baba ocağına, annemin kucağına taşımış oluyordum. Eve geldiğimizde herkes bizdeydi. Anneciğim beni gördüğünde ne öpmeye doyabildi ne de koklamaya…
Başka yerlerde hayat sıradan devam ediyordu. Gelenler hep aynı şeyleri soruyorlardı: “ Nasıl oldu?, Neredeydin?, Nasıl çıktın?, Ölen var mı?, Ev arkadaşların yaşıyor mu? ” Aynı şeyleri defalarca anlatmak bana acı veriyordu üstelik sıkıyordu da. İçimden “ Sıkıcı sorular bunlar” demek istiyordum. “ Ama umarım sizler yaşamazsınız.”
Günler geçiyor ve ben halen kâbuslar görüyorum. Girdiğim her mekânda irkiliyorum ve “Bir deprem olsa nereden çıkabilirim, nereye saklanabilirim acaba?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Aldığım her nefes için şükrediyorum.
Apartmanımızdan, yedi öğretmen arkadaşımın cansız bedeni çıkarıldı. Ümit ve Güldane ölmeselerdi 3 Kasım'da düğünleri vardı. Depremden sadece on gün sonra... O kadar acı olaylar yaşandı ki! Deprem hayatın vazgeçilmez doğa olaylarından biri. Onunla yaşamayı öğrensek ve tedbirlerimizi ona göre alsak belki insanlarımızı kaybetmeyeceğiz.
Bu yazıyı Ankara'da bir alışveriş merkezinde yazıyorum. Bu yazıyla yaşadığımın farkına tekrar tekrar varıyorum. İçimdeki korkudan kurtulabilecek miyim bilmiyorum. Şu anda bile bu alışveriş merkezinde bir depremi kurguluyor ve kaçış yeri nereleri olabilir bunu düşünüyorum. Şunu çok iyi öğrendim, deprem öldürmüyor, binalar öldürüyor…
Beni konuk ettiğiniz ve acılarımı paylaşma fırsatı verdiğiniz için Kafdağı çalışanlarına ve okurlarına çok teşekkür ediyorum. Umarım bundan sonra bu sayfalarda güzel anıları paylaşırsınız.
5KONUK KALEM
KA
FD
AĞ
I
Kitaplarımı göğsüme bastırarak koridorda yürürken görünmez
olmayı diliyordum. Tabii bu imkansızdı… Birisi bana omuz atıp
geçince, sendeledim. En azından bir özür dileyebilirdi pekala!
İç geçirdim ve adımlarımı hızlandırdım. Her ne kadar dünyanın en
güzel yeri olmasa da sınıfımı görünce rahatlayarak nefesimi verdim. En
azından orada kimse bana omuz atmıyordu, ya da kimse beni
iteklemiyordu.
Dikkat çekmemek için sessizce sınıfa girdim. Ancak bağırsam bile
kimsenin dikkatini çekebileceğimi sanmıyordum… Can havliyle atkı ve
şapkamdan kurtuldum. Yerim olan en arka sıraya ilerledim. Kitaplarımı
masaya bıraktım ve oturdum. Önümde oturan Yasemin bana dönünce
şaşırdım.“Ödevi yaptın mı?” diye sordu ağzındaki sakızı patlatarak.
“Hangisini?” Ters ters bana baktı. Hangisinden bahsettiğini nereden
bilebilirdim ki! Herhalde aklını okumamı beklemiyordu.“Türkçe'yi,
özet çıkarılacakmış sanırım.” Dün akşam emek vererek yazdığım özeti
düşündüm.
“Evet, hazırladım.” Dedim korka korka.“Bana versene!” Takındığı
umursamaz tavır sinirlenmeme sebep oluyordu. Öfkeyle iç geçirdim ve
cevap verdim. “Hayır.”Gözlerini bir kedi misali kısıp bana dikkatle
baktı. “Anlamadım?” Kendime korkma fırsatı vermeden atıldım. “Hayır
dedim.”Önce bana birkaç saniye şaşkın şaşkın baktı, ardından sınıfa
döndü.
“Millet, inek, bana ödevini vermeyi reddediyor! Duydunuz
mu?”Tüm sınıf bakışlarını yüzüme çevirdi. Saç diplerime kadar
kıpkırmızı olduğuma emindim. Yasemin bana tekrar döndü. “Hala
vermemekte ısrarcı mısın?” sesindeki tehdit öyle barizdi ki!“Sana ödev
falan vermiyorum.” dedim. Sesim sonlara doğru hafifçe titremişti.
Aslında tüm bedenim titriyordu. Bakışlarına daha fazla maruz
kalmamak için masamın üstünde duran kalın kitabı elime aldım, titreyen
KA
FD
AĞ
IÖYKÜ6
GörünmezKarya İlkim EKİZ, 7/D
Fatih İ.O.
parmaklarım sayfayı bulmakta zorlansa da nihayet kaldığım yerden
okumaya başladım. Ancak okuduklarımın tek kelimesini bile
anlamıyordum.
Nihayet öğretmen sınıfa girdiğinde kitabımı kapatıp sıranın üzerine
koydum. Defterimi açtım ve yazı yazmaya hazırlandım.
“Evet çocuklar,” dedi Seda Hanım. “Bugün yazı yazmayacağız, biraz
konu işleyeceğiz.”
Konuyu anlatmaya başlayınca, anlattığı konuyu çok önceden
çalıştığımı ve ezbere bildiğimi fark ettim. Birkaç dakika dinledim, ancak
canım sıkıldı.
Çantamdan, kahverengi kalın kapaklı defteri çıkardım ve çizimle dolu
olan sarı sayfaları geçerek kendime boş bir sayfa buldum. Kalemimi
aldım ve sınıfı tüm ayrıntıları ile çizdim, ders anlatan Seda Hanımı,
Yasemin'i, Ceren'i, Ahmet'i, herkesi benim gördüğüm şekilde çizdim.
Çizimi tamamen bitirince başımı kaldırdım ve sınıfa göz gezdirdim.
Bakışlarım Sevinç'in sırasının altından etrafa bakınan fındık faresine
takıldı. Anlaşılan Sevinç, Pluto'yu yine yanında getirmişti.
Sonraki iki ders, sınıfın resmini farklı açılardan çizdim. Hatta
Yasemin'in başında şeytan boynuzu olan bir iki resmini bile çizdim. Fakat
bunları görebilme ihtimalinden korktuğum için çizdiklerimi sildim.
Dördüncü ders sınav olduk, sınavda yanıma oturmaya can atan birileri
mutlaka olurdu. Bu sefer yanıma oturmayı Barış başardı. Elbette yanıma
oturmayı istemelerinin benimle bir ilgisi yoktu, mesele sınav kâğıdımdı.
Zaten umurumda da olmuyordu, kaybeden benden kopya çekendi, ben
değildim. Yine de normal zamanlarda bana bir virüs gibi davranan sınıf
arkadaşlarımın (!) sınav zamanlarında yanıma oturmaya bu derece
meraklı olması şaşılacak şeydi doğrusu.
Nihayet okul çıkışı, tam kapıdan çıkarken Yasemin beni itmiş, en
7ÖYKÜK
AF
DA
ĞI
yakın arkadaşı Hazal da dağılan kitaplarıma bakıp sırıtmıştı. Neyse ki
tek parça olarak servise bindim ve kafamın üzerinden uçuşup duran kağıt
topları eşliğinde eve gittim. Yarın yine aynı kabusa uyanacağımı
düşünerek yüzümü buruşturdum.
-*-
Neredeyse çığlık atarak uyandı Kumsal. Kan ter içindeydi. El
yordamı ile su bardağını komodinin üstünden alıp kafasına dikti.“İyi
misin?” diye sordu ablası şaşkın şaşkın ona bakarak, çıkmaya
hazırlanıyor olmalıydı. “İyiyim.” diye mırıldandı nefes nefese.
Ablası ona küçümseyici bir bakış attı. Ardından çantasını alıp odadan
dışarıya çıktı. Bir kaç saniye sonra evin kapanan kapısının sesi geldi.
Gördüğü rüyayı düşündü Kumsal. Kalbi hala korkudan hızlı hızlı
çarpıyordu. Ne olduğunu az çok anlamıştı. Rüyasında sınıfın en
çalışkanı olan Ege'nin bedenindeydi, daha doğrusu Ege olmuştu…
Bunun ne kadar korkunç olduğunu düşününce titredi.
Ardından Ege'nin tüm bunları her gün yaşadığı aklına geldi. Kendisi
Ege'yi fark etmezdi bile, ama ona hayatı zindan edenler de yok değildi.
Birden kendinden utandı. Bencilliğinden, umursamazlığından utandı…
Ve o gün ilk işi, sınav olmadığı halde, gidip Ege'nin yanına oturmak
oldu…
KA
FD
AĞ
IÖYKÜ8
Biricik anneciğim;
Yoktur dünyada eşin ve benzerin. Benim için çok değerlisin. Bazen
bana kızdığında ben de sana kızıyorum. Sonradan senin haklı olduğunu
anlıyorum. Her şeyi benim için yaptığını, benim için çaba sarf ettiğini
biliyorum. İşte bu yüzden seni kimsenin yerine koyamıyorum. Seni çok
seviyorum… Bunu çok iyi biliyorum.
Geçen gün arkadaşlarla sohbet ederken, bir arkadaşımızın annesinin
öldüğünü öğrendim ve çok üzüldüm. Bir an kendimi onun yerine
koydum. Korktum... Ben annesizliği kabullenemiyorken, kendime
yediremiyorken… O, buna nasıl dayanabiliyordu? Bu sorunun cevabını
öğrenmek için kendimi onun yerine koydum. Ne kadar değerli olduğunu
daha çok anladım. Seni daha çok sevmem gerektiğini de… Oysa
arkadaşım, annesini küçükken kaybettiği için yıllardır bu hüzünle
yaşıyordu… Ben bunun düşüncesi ile bir dakika bile duramazken o
yıllardır bunu küçücük kalbinde taşıyordu… İçindeki acı gözlerinden
okunuyordu adeta. Dokunsam ağlayacaktı. Nasıl ki bir ağaç susuz
kaldığında yeşeremiyorsa, dünya güneşi görmeden aydınlanamıyorsa,
annesiz kalmakta öyle olsa gerekti…
Sensiz kalma düşüncesiyle baş başa kalınca, sana olan sevgimi
anlatmak için bu mektubu yazmak geldi içimden. Anladım ki bu
duyguyu anlatmak çok zor. Bu satırları yazarken senin yanımda
olmadığını düşündüm. Yaşamımı ısıtan güneşimin, gecemi aydınlatan
yıldızımın kaybolduğunu hissettim. Bu his, boşluktu ve bana çok acı
veriyordu anne.
Sonra, sana acılarımı değil umutlarımı, sevgimi, mutluluğumu
anlatmalıyım diye düşündüm. Sana sahip olmanın mutluluğunu…
Hayatımın en değerli varlığı olduğunu bilmenin huzurunu…
Anneciğim, unutma ki seni her şeyden çok ama çok seviyorum.
9MEKTUPK
AF
DA
ĞI
Anneme MektupEzgi TOSUN, 7/B
Oğuzlar İ.O.
Bebek annesine nasıl muhtaçsa ben de o kadar muhtacım. Bir damla
suya muhtacım. Havaya muhtacım. Sevgiye, şefkate… Sıcaklığını
hissedip boy vereceğim bir dünyaya muhtacım. Bir anne bebeğini
aylarca karnında taşır ya hani; sıcaklığını, sevgisini verir tüm
duygularıyla kucaklar ya yeni doğan bebeğini… İşte toprak ana da beni
öyle kucaklar, karnında taşır, besler, büyütür, sımsıkı sarılır bana. Ben toprağın oğlu, ormanın kardeşi, yağmurun kuzeni, dünyanın
dostuyum. Kendimi bir insana benzetiyorum. Gövdem vücut, dallarım
kollarımdır. Derinlemesine yerin altına inen köklerim, işte onlar da
bacaklarımdır benim. İlkin tohumdum, bebek nasıl karnında büyürse
annesinin, toprağın karnındaydım ben de. Yeşerdim… Gün geçtikçe
uzadım. Bazen rüzgârın sinirli gününe denk geldim, kırıldım ama yine de
büyüdüm. Dallarım oldu uzadım, genişledim. Daha da büyüdüm daha da
yeşillendim ormanda. Ben yeşillendikçe, nefes oldum kötü kalpli insanların ciğerlerine.
Kalem oldum, birlikte büyüdüğümüz kıymet bilmez çocukların ellerine.
Kağıt oldum, yırtıldım ve bir çöpte buluverdim kendimi sebepsiz…
Oysa daha yazılası yerlerim vardı. Sıra oldum o birlikte büyüdüğüm
çocukların önüne. Masa oldum kalem tutan ellerinin altında... Çizildim,
örselendim, kırıldım ama sesim çıkmadı. Çok canım yandı…Sordum kendime, “suçum neydi?” diye. Sıra, masa oldum o okuyan
beyinlere, kalem oldum ilim gören ellere. Pencere oldum rüzgâra,
soğuğa direndim sizler için. Peki siz ne yaptınız? Beni gereksiz bir
madde gibi görüp attınız, yırttınız, kırdınız…En kötüsü beni çirkin
emelleriniz için yaktınız. Şimdi daha mı iyi oldu, o beton yığınları
hayatımızın tam ortasına girdi de? Çocuğunun başına bir şey geldiğinde
nasıl kahroluyorsa anne, şimdi toprak ana da kahroluyor. Ben artık
yokum ve beni yok etmeyi amaçlamış o cani beyinler olduğu sürece
kardeşlerim de olmayacak, toprak anam hep ağlayacak…Ama ben yine de çığlık atacağım. Toprak anamı ağlatmayın artık…
KA
FD
AĞ
IDENEME12
Toprak Ana Ağlıyor
Metin Emiroğlu İ.O.
Berkcan NAR, 8/A
13ŞİİRK
AF
DA
ĞI
Çekildim yalnızlığın girdabına,
Kaldım yine tek başıma.
Herkes eğlenirken dışarıda,
Ben tıkılıp kaldım kâbusuma.
Kâbusumda sen vardın,
Alıyorlardı seni elimden.
Giderken bana el salladın,
Ağlamak geldi içimden.
Ağladım sonra doyasıya,
Gittikten sonra günleri saya saya.
Adeta yarışıyordum,
Ölümle kıyasıya.
YalnızlıkVelihan CİVAN, 8/B
Konutkent İ.O.
14K
AF
DA
ĞI
MÜLAKAT
Yazarların edebiyata olan ilgilerini genelde ailesi ya da Türkçe, edebiyat öğretmenleri fark edip yönlendirirler. Sizin de edebiyata yönelmenizi ve yazar olmanızı sağlayan olay ya da kişiler oldu mu?
Orta okul ve lise yıllarımda edebiyat öğretmenlerim derste yazdığımız kompozisyonlar hakkında olumlu ya da olumsuz bir yorum yapmamışlardı. Üniversiteye geldiğimde yazılı anlatım dersine giren hocamız “oldukça etkileyici yazıyorsun, anlatımınız kuvvetli” dediğinde övülmek hoşuma gitmişti ama yazar olma duygusu uyandırmamıştı bende. Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Bir şair arkadaşım beni arayarak bir yarışmadan bahsetti ve benim de yazabileceğimi söyledi. Bir an heveslenmiştim ben de ve kendimi denemek istedim. Yarışmanın şartlarını öğrendim, sürem çok kısaydı. Ya r ı ş m a f a r k l ı k a t e g o r i l e r d e yapılıyordu, ben de çocuk edeb iya t ı görünce sürem de kısa olduğu için o alanda katılmaya k a r a r v e r d i m . Çocukluk anılarımı yazdım. Oldukça kıymetli bir jürisi vardı yarışmanın. Muzaffer İzgü de jüride yer alıyordu. Umudum yoktu ama dediğim gibi kendimi denemek istedim. Sonuçlar açıklanmıştı ve ben birincilik almıştım. Böylece yazarlık hayatım başlamış oldu. Sonraki zamanlarda dergilere çeşitli yazılar gönderdikçe mutlu oldum. Eserlerim yayınlanınca doğru yoldayım, diyerek yazmaya devam ettim.
Gazi Üniversitesi Edebiyat Bölümü mezunusunuz. Bu bölümde okumuş olmak size pek çok artı katmıştır.
Günümüzde pek çok yazar maalesef edebiyat bölümü mezunu değil. Bu bölüm mezunları üretime geçemiyor. Bunun sebebi ise üniversitelerdeki eğitim sistemi. Bizim ülkemizdeki lise kitaplarında güncel yazılar bulamazsınız, aynı sorun üniversitelerde de devam ediyor.
Miyase Sertbarut İle
Edebiyata Yolculuk Şule ÇAPRAZ BARAN, Türkçe Öğretmeni
Atatürk İ.O.
15MÜLAKATK
AF
DA
ĞI
Her şeye rağmen bu bölümde okumamın faydasını da görmedim, diyemem. Anlatım biçimlerini, yazım ve noktalama kurallarını bilmemin faydası oldu. Bunların yanında üniversitede dergileri takip ederdim. Onların da bana bir şeyler kattığını düşünüyorum.
Ülkemizde çocuk edebiyatı ayrı bir alan olarak ele alınıyor ve giderek gelişiyor. Artık yaş gruplarına göre kitaplar yazılıyor. Geçmişte ise durum çok daha farklıydı. Şimdiki çocuklar belki bizim nesillere göre çok daha şanslı.
Guliver'in Maceraları, Ömer Seyfettin, Nasrettin Hoca, Keloğlan vardı bizim zamanımızda. Bunlar elimize geçerse okurduk. Şimdi ise yayınevi ve yazar çok. Bu, hem iyi hem de kötü. Seçim sıkıntısı ortaya çıkıyor, hangisi okutulmalı gibi bir sorunla karşılaşıyoruz ama yine de şimdiki çocukları ve gençleri şanslı görüyorum.
Sizin yetişkinler için de kitaplarınız var ama çocuk edebiyatında daha çok ürün veriyorsunuz. Bu alana eğilmenizin özel bir nedeni var mı?
İlk ödülümü bu alanda aldım ve ilk ürünüm çocuk edebiyatındaydı. Bu alanda geliştikçe ürünlerimi bu alanda vermek istedim. Biraz da çocuklar için ben de bir şeyler yapmak istedim.
Yazdığınız çocukları yaşadığınızı söylemişsiniz kendi internet sitenizde. Yazdığınız her çocuğu yüreğinizde hissediyor musunuz?
Yazdığım her çocuğu hissediyorum. Yazarken empati kurarım. İlk eserimde çocukluk anılarımı yazdım, sonra etrafımda yaşananlardan yola çıktım.. Fazıl Hüsnü Dağlarca “Ben bir adayı anlatıyorsam ayaklarımın ıslandığını hissediyorum.” diyor, ben de bunu hissederek yazıyorum. Yoksul bir çocuğu anlatırken kendimi yoksul hissediyorum ya da keke, çikolataya doymuş bir çocuğu anlatırken onun doygunluğunu, bıkkınlığını hissediyorum.
Pek çok eseriniz var. Bu kadar kurgu zenginliğini nereden buluyorsunuz?
Çocukluğumu düşünüyorum, etrafımda yaşananları. Bazen parklara gidiyorum, iki çocuğun konuşması bana fikir veriyor. Haberlerden etkileniyorum, bunun üzerine yazıyorum. Başka bir kitapta okuduğum olayın bende uyandırdıklarından yola çıkıyorum. Bu şekilde farklı kurgular oluşuyor.
KA
FD
AĞ
I
Okuduğum kitaplardan etkileniyorum dediniz. Takip ettiğiniz, üslubundan etkilendiğiniz yazarlar vardır herhalde.
Orhan Kemal'in yalın anlatımını seviyorum. Çocuklar için yazmasa da diyalogları çocuksu geliyor bana. Mehmet Seyda'yı severek okuyorum. Bizim çocukların elinde çevirileri görünce zaman zaman yabancı kitaplara bakıyorum. Çocuklar okuduğu için onları, neyin heyecanlandırdığını merak ediyorum. Bunun dışında Çocuk edebiyatında ürünler veren Aytül Akal'dan yer yer etkilendiğimi söyleyebilirim. Severek okuduğum yazarlardan etkilenerek yazdığım oldu ve zamanla sonra kendi sesimi, kendi rengimi buldum.
Hikâyelerinizin, romanlarınızın yanında tiyatro eserleriniz de var. Eserlerinizin bazıları okullarda sahneleniyor ve siz de davet ediliyorsunuz. Eserlerinizi seyrederken neler hissediyorsunuz ve oynanan oyunlarda bazen ben böyle düşünmemiştim aslında, dediğiniz oluyor mu?
Oyunlarımı seyretmek benim için büyük bir mutluluk. Onları sahnelenirken görmek çok hoşuma gidiyor. Şimdiye kadar gittiğim tiyatrolarımda hiç hayal kırıklığına uğramadım. Elbette yazarken düşündüğümden çok farklı şeyler gördüğüm oluyor ancak öğretmenin ve çocukların emeğine saygı duyuyorum.
Eserlerinizin her biri sizin bir çocuğunuz gibidir. Hepsi de birbirinden kıymetlidir ama bazen bir eser yaşattıklarıyla diğerlerinden farklı olabilir. Sizi de böyle düşündüren bir eseriniz var mı?
Genetik teknolojisini, biyolojik savaşları haberlerde sık sık duyar olduk. Bunların bir kısmı gerçek. Bilim alanındaki bu gelişmeler beni heyecanlandırıyor ve düşündürüyor. Bunlar elbetteki çocukları da çok heyecanlandırıyor. İşte bu güncel sorunları ele aldığım “ Kapilant'ın Kobayları'. Bu eserim Almanca'ya da çevrildi.
Sizi yeni eserlerle görmek en büyük dileğimiz. Peki, sizin gelecekten beklentileriniz neler?
Kalıcı olmak, yazdığım eserlerin oynanması benim gelecekteki beklentilerimden bazılarıdır.
16 MÜLAKAT
Kulak ver kendine.Engin bir deniz düşlerin.Dinmez bir fırtına.FakatSessizliği devşir gürültülerden.Koy kalbinin üzerine,Sevgiyle büyüt.
Ruhsal bir dünyanın çocuklarıyız biz,İçselliğimize sığındığımız.Gökkuşağına koşar gibiUlaşamadıklarımıza koşarken yorulanFakatBir kapı çek gitsin,Bu hoyrat dünyanın bencilliğine
Bakmayı unuttuğumuz bir pencerede midir yaşam?
YoksaUmarsız bir yolculuk mu?Veysel misali“uzun ince bir yolda” yürürkenYitirdiğimiz umutlarımızlaParamparça...
Kulak ver kendine.Sorgusuz cevapların yeşerdiği tarlalarYüreğinde saklı.Dinginlik ek tarlana.Biraz sükûnet,Şükür ve minnet ek.Tarlalarda başak,Tarlalarda bereket...
17ŞİİRK
AF
DA
ĞI
Kulak VerŞengül ÖZBUDUN, Türkçe Öğretmeni
Barbaros İ.O.
KA
FD
AĞ
IDENEME18
Herkes birinci olmak istiyor, herkes madalya almak istiyor. Ama
bunu başarabilenler çok az, çünkü istemek tek başına yetersiz kalıyor.
Bu durum aynı bir yemek gibi aslında: Yemek başarınız olsun, tuz da
isteğiniz. Ne tuzsuz yemek yenir, ne de yemeksiz tuz. Keyifli bir tam
puan isterseniz ikisi de olmalı.
İsterseniz hep birlikte yemekleri tadalım, ne dersiniz?
Kimi öğrenciler vardır ki kurstan çıkıp dershaneye, oradan
okula, oradan özel derse, oradan başka bir yere koşturur dururlar. Bu
öğrencilerin yaptığı tabağa yalnızca baharat doldurmaktır, temeli
yoktur, fakat sürekli bir şeyi, olmayan bir şeyi yetiştirmeye çalışırlar.
Bakın temeli olmayan ev çöküp gidiyor, bu işin de sonu budur.
Kimi öğrenciler vardır ki sürekli sofra kurar, yeni bardak, yeni
tabak, yeni çatal koyarlar sofraya. Sürekli program yaparlar ama
uymazlar, hedef koyarlar ulaşamazlar, bunlar da sadece gözü doyurur.
Emeksiz Yemek Olmazİrem IŞILDAK, 7/B
Barbaros İ.O.
19DENEMEK
AF
DA
ĞI
Kimilerinin sofrası bozuk yemeklerle doludur. Kırık testilerden
akıp giden kirli sular masalara dökülür, çatalları küflüdür. Bu
öğrencilerin idealleri yoktur, yorgun ve bıkkın görünürler. Sofraya
bakınca gri bir kirlilik ilişir gözümüze.
Bazıları da unutkan olanlardır. Çatalı koyar, kaşığı koymaz, çayı
koyar şekeri koymaz, hiçbir işi tam değildir. Böyle olanların aklı ve
bedeni başka yerlerdedir, bu kadar eksiklik olunca lezzet de buna
dayanamamış kaçmıştır.
Kimilerinin yemekleri ise eşsiz güzellikte görünür göze. Fakat
tatları yoktur. Öğrenci bu yemek için çok çabalamıştır ama elinin ayarı
yoktur, stresi bolca katmıştır.
Kimi öğrenciler ise hiç sonu gelmeyen bahanelerine sığınmıştır.
Onlar da şöyle anlatırlar;” evde tuz yoktu, sonra ben bakkala gittim, en
iyi markalardan aldım da, bir de ne olsun geldi bir sürü adam aldı gitti
hepsini” Onlar da kısa sürede hikaye yazma ustalarıdır.
Biz bu yemekleri bir o kadar daha çoğaltabiliriz. Sayfalara
sığmaz...
Ama bir diğer öğrenci tipini de anlatmadan geçmeyelim derim.
Karşınızda nadir bulunan ve verimli çalışmalar sonunda elde edilmiş
tadına doyum olmaz bir yemek olacak şimdi. Bu öğrenciler her şeyi
zamanında yaparlar ve yemeklerin leziz olduğunun işareti ise hiç
unutamayacağınız kadar güzel kokularıdır. Ağzımızı sulandıracak kadar
güzel bir görüntüsü vardır, tadına gelince bize diyecek söz bırakmazlar
hep örnek verilirler hep takdir edilirler. Bunlar sadece istememiş,
istediklerini de elde etmişlerdir. Düzenlidirler, unutkan değildirler ve
tembelliğin düşüncesi akıllarının ucundan bile geçmez. Yemeğin ilk
önce temelini yapmışlardır, sonra süslemeye geçmişlerdir. Bu verimli
çalışmanın ürünü olan yemeği de önümüze koymuşlardır. Biz de çok
acıkmıştık, ne diyelim, afiyet olsun.
Hayat yüzlerce yüzü olan kitap gibidir. Sayfaları çevirdikçe
farklı yüzler bulursun. Sevinçler, kederler birbirini izler. Yapılması
gereken işler, zorluklar vardır. Her aşamasını güler yüzle
karşılamak inançla, istekle yapmak ancak yardımlaşmayla
mümkündür.
Başın sıkıştığında komşuna koşarsın kardeşinden önce. Derdini
dostunla paylaşırsın, paylaştıkça dertler azalır, sevinçler artar. El
birliğiyle yapılan iş daha çabuk ve keyifle yapılır. Dağ gibi görünen
zorluklar bir anda eriyiverir. Bir kahkaha içini ısıtır. Bedenindeki
ağrıyı hissetmezsin bile. Daha kolay üretirsin. Farklı fikirlerle işini
zenginleştirirsin. Paylaştıkça çoğalır, güzelleşirsin.
Dost yürek zenginliğidir, yaşama sebebidir. Dizine derman,
gözüne ferdir. Dostla birlikte yenen kuru soğan en lezzetli
yemektir. Birlikte yapılan işler bir eğlencedir. Birlikte üretilen ürün
birçok zekânın eseridir. Bu nedenle zengindir, derindir.”Yalnız taş
duvar olmaz” demiştir atalarımız. Sevgiden, dosttan uzak hayat da
hayat olmaz.
Gönlümüzün ışığı dostlarımızla hayat daha kolay, daha
yaşanasıdır.
KA
FD
AĞ
ISÖYLEŞİ20
Barış, Dostluk ve DayanışmaMustafa Erez KURUÇAY, 8/A
Pir Sultan Abdal İ.O.
Dağların arasından yavaş yavaş denize doğru uzanıyoruz, şehre girmek üzereyiz. Birkaç kilometre sonra yolun her iki tarafında sıralanmış palmiye ağaçları ve deniz bizi muhteşem bir şölen ile karşılıyor. İşte şehirdeyiz. Yol boyunca gördüğümüz bu göz alıcı manzara karşısında büyülenmiş gibiyiz.
Antalyada, İç Anadolu Bölgesi ile yarışırcasına çok fazla düz alan var. Göz alıcı renklerdeki çiçekler şehri daha ziyade aydınlatmış. Ferah sokaklar, rahatlığa önem verilmiş evler, her şey uyum içerisinde. Hele de daha şehrin girişinde hissettiğimiz o deniz kokusu, denizi özleyen bizi, adeta kendine tutsak ediyor.
İklim şartlarına göre düzenlenmiş Antalya evlerinin iç ve dış mimarisi şehre apayrı bir hava katmış. Akdeniz'in sıcacık güneşi insanı bazen bunaltabiliyor ya Antalyalı da bunu biliyor. Bu nedenle diğer yerlerin aksine burada insanlar evlerin içini yazın serin tutan malzemelerle döşüyor.
Antalya'ya hâkim olan şehir görünümü, ilçelerinde de aynı renk ve şekilde devam ediyor. Merkezden sonraki durağımız olan Kaş'a adım atıyoruz. Burası yöre insanının da dediği gibi cennetten bir parça sanki.
Gidiş-geliş yolu, gelen misafirleri hayranlığa düşürecek şekilde tasarlanmış boy boy koylara uzanan dağların üstünden Kaş'ı kuş bakışı izleyerek geliyorlar; İç yollar için ormanlar tercih edilmiş. Bütün evler koyların karşısına, şehrin tam ortasına yapılmış. Böylelikle insanlar hem etrafını, hem denizi hem de adaları rahatlıkla görebiliyorlar. Yazın gelen turistler için Türk kültürünü yansıtan birçok dükkânlar yapılmış. Her şey hayal gücünün de üstünde… Antalya'nın güzel insanları ve eşsiz doğası birbirine ne çok uyuyor. Burası apayrı bir şehir, Antalya tabiatla iç içe, uçsuz bucaksız denizi ile eşsiz güzellikler diyarı...
21GEZİK
AF
DA
ĞI
Göz Alıcı GüzellikZeynep KAYA, 8/D
Şehit Öğretmen Mehmet Ali Durak İ.O.
İşte yine kanımın kaynadığı, yazılarımı satırlarıma dökmek için sabırsızlandığım bir konu daha. Kalemim başka yazıyor, içim başka. Sözcük bulamıyorum bir ara. İçimde çağlayan bir ırmak. En sert haliyle gürleyen bir gökyüzü. Yağmur indi inecek! Her taraf toz bulut içinde. İçimde kocaman heybetli bir korku. Geceler karanlıktan da kara, gündüzlerin ise güneşi yok sanki…
Şimdi anlıyorum korkumun, korkaklığımın sebebini. Atatürk yokken böyle miydi hayat? Duyup konuştuğunu sanan bir halk. Artık eminim. Yağmurdan sonra güneş açar ya. Hani yedi renk gökkuşağı beliriverir. Bütün renklerin en berrak hâli ile bir yüz, bir vücut görüyorum. Kafamda sıraya girmiş cümleler, yağmur yemiş toprağın kokusu gibi etrafımı sarıyor. Beni de yaz diyor kelimeler.
Durduramıyorum kendimi, bağırmak istiyorum! Atam canım Atam, benim için sen demek dünyayı aydınlatan güneş demek. Benim için sen demek öğretmenim, kalemim demek, Atatürk demek, cumhuriyet demek vatan, bayrak demek. Atatürk demek, karış karış vatan toprağı demek. Fedakârlık demek, emek demek, barış demek. Geçmişim ve geleceğim demek. Hepimizin sırtını yasladığı başı dumanlı karlı bir dağ demek.
Atatürk demek “ Ne Mutlu Türküm Diyene” demek.KA
FD
AĞ
IDENEME22
Atatürk Demek...Dilara DEMİREL, 6/D
Hazar İ.O.
23DENEMEK
AF
DA
ĞI
Bir hastanedeyim şu an, binlerce insanın değişik hastalıklarla savaştığı bir hastane burası. O kadar telaşlı ki yüzler, her biri bir umut ışığı bulmaya çalışıyor ve birçoğu da bu sırada yitiriyor sevdiklerini.
Hastane, normal bir yer gibi gelir bizlere. Ancak öyle değil; kiminin sonsuzluğa kavuştuğu kiminin ise ilk ağladığı yer, burası. Birisi ölürken, aynı saniyede doğar diğeri; sanki planlanmış, kurulmuş bir saat gibi, bir yaşamın sona erip bir başkasının başladığı bu yerde; herkes, bir kurtulma bir yaşama çabası içerisinde… Böyle dalıp gitmişken, sedyede acıyla inleyen bir hasta ve yakınları çekti dikkatimi. Sonra da gözümün önünden geçip gittiler aniden. Feryatları adeta içime işledi… Ardından, “Çok zor, çok zor!” diye tekrarlayan sözlerle, bir doktorun sesi geldi kulağıma; ağlayan insanları görür gibi oldum. Öyle zor ve acı bir şeydir ki on dakika önce yanında olan o insanın on dakika sonra öleceğini bilmek, onunla geçirdiğin günleri düşünürken varlığını iliklerinde hissetmek…
Sonra başka bir hasta çekti dikkatimi. Yüzünde en az on iğne olan bir çocuktu bu; sanki yaşamıyordu. Şöyle bir titredim ve düşünmeye devam ettim… İnsanlar, en ufak şeyden mutsuz olabiliyor ya da mutluluğu –yalnızca- maddiyatta arayabiliyor. Halbuki asıl mutluluk ve huzur, sevdiğin insanların senin yanında –sağlıkla- nefes alıyor olmasıdır. İşte bu hastane, kendisi o kadar büyük olmasa da içerisinde, büyük dersler barındırıyor. Kimisine son dersini verirken kimisini yaşama bağlıyor. Sizler, bir gün hatta bir saat; burada günlerini, aylarını geçiren insanları izleyin. Umut arayışlarını, bıkmadan usanmadan nasıl sürdürdüklerine dikkat edin ve anlamaya çalışın hayatın bize anlatmaya çalıştığını… Her şeyden olumsuz bir çıkarımınız var ya; bu kez, ilk defa, olumlu bir şeyler çıkarın hayatın anlatmak istediklerine dair…
Bunları yazarken bir ses duydum, bir kadın bağırıyordu:
“Hayır, onu önce alırsanız benim çocuğum ölecek!”. Doktor ısrarla:
“Bunu hastayı almazsak bu da ölecek!” diyordu. Tahminlerime göre, iki hastanın da durumu acildi ama doktor, maddi durumu iyi olanı tercih ediyordu. Ertesi gün, doktora bağıran kadının yakınlarına hastalarını sorduğumda aldığım yanıt şaşırtmadı; çocuk ölmüştü… O çocuğu öldüren, hastalığı değil; fakirliğiydi.
Peki, bunları neden mi yazıyorum? Çünkü hayatta kalma mücadelemizi anlatmaya çalışıyorum.
Sonsuzluk ve ÖlümArasındaki Kum SaatiSevginur ÜLGER 7/AŞehit İbrahim Çoban İ.O.
Kalbim, neden bu kadar isyankar; duygularım, neden itaat etmiyor
bana? İçimin ateşini söndüremiyorum. Bana her baktığında hızlanıyor
kalbim; kabına sığamıyor, ruhum. Seni her gördüğümde fırtınalar
kopuyor içimde. Çok uzun sürmüyor bu heyecan. Çünkü sen
dayanamayıp terk ediyorsun ortamı. Özellikle gözlerine bakıyorum;
dönüp bir kez olsun bakmıyor gözlerime. Uzak ihtimalleri yakın
saymak, içimi rahatlatıyor. Bazen korkuyorum bu rahatlıktan; çekip
gidersen ne yaparım ben? Karşılık vermiyor kalbin kalbime ama yine de
tükenmiyor ümitlerim. Tesadüfler karşılaştırıyor bizi her seferinde.
Gözlerimi kapatıp seni düşünüyorum uzun uzun… Açtığımda tam
karşımda beliriveriyorsun. Melek misin yoksa şeytan mı? Gerçek misin
yoksa rüya mı? Mantığımın sesi:
“O seni sevmez; siz –asla- siz olamazsınız.” diyor. Bunu doğru bilsem
de seni bu kalpten atmak zor.
“Acaba sever mi beni, acaba hoşlanıyor mudur benden?” diye
soruyorum bazen kendime… Kaçamak bakışların umutlandırıyor beni;
körüklüyor içimdeki ateşi… Sönmüyor bir türlü bu ateş. Hiçbir zaman
sönmeyecek de biliyorum. Aksini, kabullenemiyorum bir türlü… Zarar
vermekten korkuyorum etrafıma. Üzmek istemiyorum seni,
başkalarını… O yüzden terk ediyorum seni . Zincirleyemediğim
duygularımı kilit altında tutmaya çalışarak gidiyorum. Seni ve bu ülkeyi,
terk etmeye zorluyorum kendimi. Olmuyor, yine başaramıyorum. Terk
edip gitmek bu kadar kolay olamaz; olmamalı da. Yenilgiyi kabul etmek
istemiyorum.
Yalnız başıma, sokaklarda yürürken hayalin beliriveriyor karşımda.
Boynuna atılıp doyasıya sarılmak, kokunu içime çekmek istiyorum ama
olmuyor; tam koşacakken bir çift ışık beliriyor gözlerimde, kaçmaya
Mümkün DeğilBüşra YILDIZ, 11/K
Yunus Emre K.T.M.L.
KA
FD
AĞ
IÖYKÜ24
çalışıyorum; olmuyor yine, başaramıyorum. Sonra o ışık, beni ezip
geçiyor. Etraf kararıyor, göremiyorum seni; tutmuyor ayaklarım;
düşünemiyorum, hayal edemiyorum gözlerini… Korkuyorum,
üşüyorum; yavaş yavaş ölüyorum… Hani ayrılmak zor geliyordu ya
yanından; şimdi, fırsatını bulmuşken uzaklaşıyorum bu diyardan.
Zihnim bulanıyor, hafızam siliniyor. Unutuyorum bakışlarını,
unutuyorum sesini… Uzun bir uykunun ardından açıyorum gözlerimi.
Karşımda bir adam; tanıdık bakışlar, tanıdık bir ses.
Hatırlayamıyorum… Adın neydi senin; daha önce karşılaştık mı?
Unuttum sanma. Seni unutmak kolay değil… Adını, bakışlarını
kalbime yazdım; silmek, mümkün değil…
25ÖYKÜK
AF
DA
ĞI
Sevgili Abiciğim,
Bir elimde fotoğraflar, bir elimde kâğıt kalem oturdum odamın en güzel
köşesinde sensizliğe yazıyorum. İşte abiciğim; bir can daha vatana feda oldu.
Kadere sitem edemem. Hakkım yok ama ne diyebilirim ki… Neden böyle
oldu, bizi nasıl bırakıp gittin anlayamadım. Üzülmedik diyemem; üzüldük,
ağladık, kahrolduk, alışamadık hâlâ yokluğuna.
Bir gün o yollardan döneceğini düşünmüştüm aslında. Böyle bir veda
beklemiyordum. Böyle ayrılığı ne sen hak ettin ne biz. Gidişini bir türlü
kabullenemedik ama asıl bizim canımızı acıtan sana doyamadan seni kara
toprakların alması. Ne bileyim işte ummazdım böyle olacağını, ummazdım
böyle gideceğini ama biliyorum senin geri dönmeyeceğini… Giderken bana
bir zarf vermiş, “Ben oku diyene kadar okuma sakın.” demiştin. Senden ömür
boyu cevap gelmeyecek biliyorum ve o zarfı açmayı düşünüyorum. O zarfı
açtığımda kimseye okutmamı istememiştin. Ne kadar kızdırsan da beni,
yapma dediğini yapmazdım ve yine aynısını yapacağım, sadece kendim
okuyacağım. Sen beni bilirsin, dalgın ve düşünceli olduğumda “Neyin var
kardeşim?” diye sıvazlardın omzumu… İşte şimdi bir şey eksik: Sen eksiksin
omzumda. Elin eksik. Evin huzuru, neşesi eksik. Sen eksiksin.
Hatırlar mısın, bazen babam çok kızardı sana, “Eve geç geliyorsun!”
diye, sen yine geç gelirdin, dinlemezdin. “Aman baba, üç günlük dünya,
gezelim eğlenelim.” derdin. Keşke burada olsan yine gezsen, eğlensen;
annemi, beni kızdırsan, kavga etsek. Özledim be abicim, her şeyi özledim.
Şimdi kuzenlerimiz seni soruyor, sesimi çıkartamıyorum. Diyemiyorum
“Kara toprak aldı.” diye. Ne demeliyim onlara “Kara toprak aldı, bir daha
gelmeyecek!” mi demeliyim? İnan ne seni anlatacak sözcük bulabiliyorum ne
soruya cevap verebiliyorum.
Özledik seni, sesini, tenini, kokunu, her şeyi... Hani “Askerden gelince
KA
FD
AĞ
IMEKTUP26
MektupGamze KARATAŞ
M. Rüştü Uzel T.EM.L.
27MEKTUPK
AF
DA
ĞI
ilk işim bir iş bulup evlenmek olacak.” demiştin. Ben inanmazdım çünkü sen
benden kurtulamazdın be abiciğim. Sonra gelir öperdin ya yanaklarımdan,
dünyalar benim olurdu sanki. Hani “Erkeklere bakma!” diye kızardın bir de
“Çirkin” derdin “Sana kim bakar!” diye. Şimdi her şeyi söylemek gerekirse
vardı bana bakan biri aslında, kızma ama o senin çok sevdiğin biri, üzmüyor o
beni, bazen seni anıyoruz, seninle geçirdiğimiz o güzel günleri anlatıyorum.
Böyle ağabeyciğim, o da seni çok özledi. Hani yanında olmayınca rahat
edemezdin ya onsuz, o da şimdi mutsuz, sadece ben varım yanında ve
biliyorsun öldüğün gün doğum günümdü. Bir saat önce doğum günümü
kutlamıştın, çok mutlu olmuştum, ölüm haberini duyana kadar. Duyduğum
dakika ölüm günüm olmuştu sanki.
Ağlıyorum bu satırları yazarken. Aklımdayken söyleyeyim; sazını,
sözünü, şapkanı en önemlisi en güzel kokulu atkını sakladım. Onlara baktıkça
sen geleceksin aklıma hani kızardın ya bana “Duvara asma fotoğraflarımı.”
diye, kızma ağabeyciğim; sen yoksun ya yanımda fotoğrafların, odamda
konuşuyorum fotoğraflarınla. Bazen gülüyorum kendi kendime “Deli kız!”
derdin ya hani bana öyleyim galiba. Delilik konusunda sana çekmiştim
aslında. Düşünürdüm de bazen “Abimi kim sever?” diye, duydum ki abicim
hani bizim komşu kızı Öznur vardı. O da çok seviyormuş meğer seni, normal
bir sevgi değilmiş bu, aşıkmış sana ve bir o kadar daha çok sevenin varmış.
Hani annemin baktığı küçük kız İpek vardı ya o bile ağladı sana. Tabutta
saçının tek telini görmüş “Anne, abimi kaldır…” diye bağırdı. O dakika
bittim ben abi… O bile tanıdı seni “Kalk!” deseydik de sen kalksaydın
keşke… Dönmeyeceğini biliyorum ve sana sadece üç kelime söylemek
istiyorum: Seni çok seviyorum.
Biricik kardeşin Gamze
KA
FD
AĞ
IÖYKÜ28
“Bir varmış bir yokmuş diye başlamayacak bu öykü. Çünkü
öykünün kahramanı hoş karşılamıyor bunu. Bir zamanlar o vardı
koskoca dünyada. O ve yine O. İnsanlar ona deli gözüyle bakıyordu. Bir
zamanlar hoş sohbet, sevimli ve başarılı bir kişi olan o şimdi hiç kimse ile
konuşmayan, uykusuz, sinirli biri haline gelmişti. Aslında insanlarca
beğenilmeyen bu huyları, biraz da geçmişte yaşadıklarının eseriydi. O
doğduğunda babasını görememiş, onun sıcaklığını hissedememişti. Bir
yaşından sonraysa anne diye bir varlık kalmamıştı onun için. Ona hep
plastik kokulu sakızlar çiğneyen bakıcılar bakmıştı.
Ne zamandır hayatla oyun oynuyordu. Hayat ona bir görünüp bir
kayboluyordu, tıpkı bir serap gibi. Çoğunlukla hayat kazanıyordu. O,
bunun için susuz kalmış bir çiçek gibi solgun, yalnızdı. Mutluluğa
inanmazdı, onu sadece masallarda bilirdi. Belki de bu yüzden masallara
bu kadar düşmandı. Aslında geçmişi onu pek o kadar da
hüzünlendirmiyordu. Ama öyle hatıraları vardı ki, her hatırladığında
ruhundaki o kapanmayan yarayı kanatıyordu.
Yedi ya da sekiz yaşındaydı, hala o sigara kokan yetimhanede
kalıyordu. Hiçbir zaman beğenmediği o yemekleri yemek zorunda
olduğu bir vakitti. Tam yemeğini alıp masalardan birine geçiyordu ki,
ondan nefret eden bir arkadaşı onu itmişti ve o yere kapaklanmıştı.
Bakıcılardan biri her zamanki ürkütücü sesiyle ona bağırmıştı:
Yeniden DoğuşSena ALÇİÇEK, 6/B
Yasemin Karakaya B.S.M.
29ÖYKÜK
AF
DA
ĞI
-Mutluluk yüzü görmeyesin, okuyamayasın dilerim, okuyamazsın da
çile çekersin inşallah!
Fakat o, bakıcıya inat okuyup öğretmen olmuştu. Hem de ne
öğretmen. Çocuklara iyiyi, güzeli öğreten ve öğrencilerinin kendisini
örnek aldığı; herkes tarafından sevilen mutlu bir öğretmen.
Tam bu düşüncelerin kucağında kendini geçmişine bırakmışken,
birden kapının tıktıklarını duymuştu. Yavaş ve esrarlıydı bu tıktıklar.
“Bu sefer ben kazandım galiba.” Diye düşündü bir an. Ne
olduğunu kavrayamadığı o şey kendini kapıya doğru çekiyordu. Yavaş
yavaş kapıya doğru giderken, kapının o zayıf sesli bülbülü tekrar öttü,
sanki aceleyle onu çağırıyordu.
Kapıyı açtığında ilk gördüğü şey boşluktu, kimseler yoktu
kapıda. Tam kapıyı kapatacakken “Sürpriz!” diye bağıran bir grup çocuk
ellerinde kocaman bir pastayla önüne çıktı. Bunlar tanıdığı en iyi
çocuklardı, bir zamanlar onun öğrencileri olan çocuklar. Doğum gününü
hatırlamış, onu ziyarete gelmişlerdi.
İlk anda çok şaşırmıştı, onlarla en son yıllar önce görüşmüştü.
Ama şimdi onların kendisini hatırlaması çok hoş, çok mutluluk
vericiydi. Hatırlıyordu da işte şuradaki, köşedeki koltukta oturanı,
sınıfın ele avuca sığmayan çocuğuydu. Her bulduğu fırsatta şaka
yapardı. Onun karşısındaki de yapılan her şakaya gülerdi. Ortada oturan
ise sessiz sakin bir çocuktu. Ama derslerde en can alıcı noktalardan
sorular sorar, kendisini memnun ederdi.
Öğretmenlik işte buydu, yıllar sonra hatırlanabilmek, öğrencinin
gözünde kahraman olabilmek… Farkında olmadan girmişti bu mesleğe
ve farkında olmadan sevmişti. Şimdi içinden “iyi ki öğretmenim.”
Diyordu.
Evet, o gün gerçekten o kazanmıştı!
İçine çektiğin kadar değil o zehir,Senden arda kalanı içiyor bütün şehir.Ciğerlerinin rengi çoktandır siyaha misafir,Unutma, kirin yanında bir de temiz var.
Yapay mutluluklar mı avutacak hüznünü?Kaç dakika uyuşturabilir acının özünü?Hayaller âleminde sahte bir dünya görüntüsü,Unutma, yalanlarının yanında gerçekler de var.
Ciğerlerin içme diye bağırır, kulakların sağır,Bir kalbi kıracağına, elindeki bardağı kır.Sen yerinde sayarken ölüm seninle yarışır,Unutma, solmadan toplaman gereken çiçekler de var.
İçine çektiğin esrar içini yakar,Sardığın tütün gibi bir gün kefen seni sarar.Yaptığın her hata içkiden sonra çıkar,Unutma, koklayacağın onlarca gül bahçesi de var.
Sonsuza kadar sürmez bu ölümle dans,Kavalyen varsa ölüm kalmaz son şans,Uyan artık bu rüyadan kendini sars,Unutma, her yeni günün getirdiği bir umut da var.
Umut dururken düş kırıklıklarınla yanma,“İyi ki”ler kucak açmışken keşkelere sarılma,Rüzgâr hâlâ saçlarını savururken çöle kanma,Unutma, kapanan her kapının bir de anahtarı var.
UnutmaCeren DELİCE, 11B-2
Şentepe Lisesi
KA
FD
AĞ
IŞİİR30
31DENEMEK
AF
DA
ĞI
Sabaha açmayı bekleyen bir güldür çocuk… Çetrefil düşler
kuran insanların yarattığı bir dünyaya inat, kendi mutlu ve küçük
dünyalarını kurmayı başarmış küçük kahramanlardır onlar. Yüreği
ak, pak, yorulmadan ve durmaksızın akan bir nehirdir çocuk
Aslında biraz da yetişkindir. Her oynanan oyun, her ağlayan göz,
her kanayan diz çocuktur aslında
Hani büyüklerimiz derler ya ''Keşke tekrar çocuk
olabilsem''diye. Oysa ne gariptir ki çocukken de büyümek
istemişlerdir.. İşte onlar çocuk olmamıştır ya da olamamıştır belki.
Tarlayı ekip biçmeyi oyun sanan bir nesil annelerimiz,
babalarımız, dedelerimiz, ninelerimiz… Bayramlarda büyük
kardeşlerinin eskilerini giyen, hayal dünyalarını bezden bebeklerle
süsleyen, sofradan yarı aç, yarı tok kalkan onlar...
Hâlbuki çocuk mutluluktur. Çocukluk doya doya yaşanmalı,
Saatlerce oyun oynamalı havaya, suya, güneşe, soğuğa, sıcağa
aldırmadan. Hatalar yapılmalı, öğrenmek için daha iyiyi, daha
doğruyu... En olmayacak hayalleri kurmalı, en uzun yola çıkmalı.
Yeniden çocuk olmak zor işte. Büyümek istemesek de.
KeşkeTürkü Nazlıcan GÜLOĞLU, 8/A
Şehit Öğretmen Mehmet Ali Durak İ.O.
KA
FD
AĞ
IÖYKÜ32
Aylin, sınıf öğretmenliği mezunu, atama bekleyen bir öğretmen adayıydı. 2003 yılında mezun olmuş, mezun olur olmaz da atanma hayalleri kurmuştu. Öyle ki mezuniyet töreninde kepini havalara atarken hayallerini de o keple birlikte yollamıştı. Öyle ya Yüce Allah gökyüzünde bu anı görüyordu. Aylin bunu bilerek hayallerini dualarıyla birleştirip yılların emeğini temsil eden bu kepin içine koymuş, maviliklere doğru göndermişti.
2008 yılı Aylin için dönüm noktası olmuştu. Çünkü yıllardır girdiği sınavların sonuncusunu gördüğünü sınav sonuçları açıklanınca anlamıştı. Evet, son sınav. Yaşasın, artık sınav yok! Öğrencilerim var artık. Evet, Aylin atanmıştı. Herkesi aradı, aklına gelen herkesi. Atandım, atandım diyordu. Sınav stresiyle döktüğü gözyaşları yerini mutluluk gözyaşlarına bırakmıştı. Ne güzeldi mutluluktan ağlamak… Ailesini, arkadaşlarını hatta nişanlısını Ankara'da bırakıp gidecek olması bile üzmüyordu Aylin'i. Çünkü bu ayrılık onu öğretmenliğe kavuşturacaktı. Yıllardır gerçekleşmesini beklediği hayaline ulaştıracaktı.
Ankara'da öğretmen olan nişanlısı Ahmet, Aylin'e eşlik etmişti atandığı şehre giderken. Aylin'in içi içine sığmıyordu. O yol ne kadar da uzun gelmişti uçakla gitmelerine rağmen. Hep böyle olmaz mı? İnsan neyi sabırsızca beklerse, zaman o kadar yavaşlar. Böyle bir anı yaşıyordu Aylin de, saniyeler bile geçmek bilmiyordu onun için. İşte bu yol, hayallerinin yolu bitmek bilmiyordu…
Önce İlçe Milli Eğitim'e gidip işlemleri yaptırdılar, sonra okulu görmeye gittiler. Aylin sınıfları dolaştı, sıralara dokundu, emeklerimin karşılığını alacağım sonunda, dedi. Bu karşılığı nasıl alacağınıysa ne Aylin ne de Ahmet biliyordu. Ahmet, Aylin kadar sevinememişti. Ayrı kalmak istemiyordu ama Aylin gibi o da öğrencilerinin yanına, Ankara'ya, gitmek zorundaydı. Sevdiğini öğretmen evine yerleştirdi ve Ankara'ya onsuz döndü. Ahmet'in içi yanmıştı. Aylin'i ardından el sallarken görmek kahretmişti onu. Bu acı Ahmet'i evlilik fikrini öne
Hayallere YolculukMeral TUNCEL, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Çiğdemtepe T.E.M.L.
33ÖYKÜK
AF
DA
ĞI
çekmeye itti. Yarıyıl tatilinde hemen evlendiler ve Ahmet, Aylin'in yanına tayin istedi. Bir ev tuttular, dayadılar, döşediler. Ayrılığın sonu olmuştu bu, kim bilir belki de başlangıcı…
Aylin, Ankara'yı özlüyorum demişti, bir akşam Ahmet'e. Sesindeki titreyiş ele veriyordu hasretini. Ahmet, onu teselli edercesine bir gün memleketimize döneceğiz, sayılı gün çabuk geçer, diyordu. Böylece Aylin'i bu özlemden, buğulu gözlerden çekip almaya çalışıyordu… Aslında o da çok özlemişti memleketini. İki yıl olmuştu, dile kolay iki yıl... Az kaldı diyorlardı, özlem bitecek, az kaldı. Seneye yazın Ankara'ya tayin isteyeceklerdi. O yüzden sayılı gün diyerek teselli ediyorlardı kendilerini.
Ertesi gün Ahmet, ev sahibine kirayı verirken ev sahibi, oğlum askerden geliyor, gelir gelmez de evlenecek, o yüzden evi boşaltmanız gerekiyor, demişti. İşte yeni bir sıkıntı başlamıştı. Şimdi de ev arayışına gireceklerdi. Neyse ki apar topar buldukları bir eve taşındılar. Aylin'in annesi de gelmişti yardıma. Böylece bu bahaneyle anne kız hasret gidermişlerdi.
***
Bir Ekim sabahıydı. Kahvaltıdan sonra çay keyfi yapar gibi görünen Aylin ve Ahmet aslında çok keyifsizdi. Nedeni mi? Nedensiz. Bir kaç saat sonra Ahmet veli toplantısı için okula gitti. Aylin bu sırada evi temizledi, ertesi gün yapacağı sınavın sorularını hazırladı. Ahmet'i beklemeye koyuldu sonra, içinde anlam veremediği bir özlemle.
Ve… Bir gürültü koptu, her yer toz duman… Acı çığlıklar, kıyamet günü sanki… Koşuşanlar, kaçanlar, ağlayanlar, çaresizce çırpınışlar, haykırışlar, seslenişler… Belki annesine, yavrusuna, belki sevdiğine, belki de Aylin'e sesleniş…Deprem oluyor, deprem oluyor!… Aylin ile Ahmet'in oturduğu apartman yerle bir.
Depremden saniyeler önce… Zil çaldı, Aylin Ahmet'i sanki günlerdir özlemini çekiyormuş gibi karşıladı. Sarıldılar… Bu onların birbirlerine son dokunuşlarıydı. Cansız bedenleri iki gün sonra salı günü çıkarıldı. El ele idiler, ölüme birlikte gitmişlerdi. Aylin'in hayallerime gidiyorum dediği Van ikisi için ölüme yolculuk olmuştu. Oysaki önceden oturdukları ev sapasağlam duruyordu. Kader değil de neydi bu? Aylin ve Ahmet… Geleceklerini kurduklarına inandıkları Van'da bir çiçek gibi solmuşlardı. Emeklerinin karşılığını bir mezar taşı, bir kuru toprakla almışlardı. Aylin ve Ahmet… Onlar depremde yitirilen birçok öğretmenden sadece ikisiydi…
KA
FD
AĞ
IÖYKÜ34
Yıllar yıllar önceydi. Uçsuz bucaksız, masmavi bir deniz ülkesinde
yaşıyordum. Hep yalnızdım. Her gün erkenden kalkar, suyun üzerinde
oluşan yakamozları görebilmek için su yüzeyine çıkardım. Sonra da her
zaman yaptığım gibi mercan kayalıklarının arasına uzanır, sabahtan
akşama kadar düşüncelere dalardım. Yetişkin bir balığım; fakat ne bir
ailem ne de yakın arkadaşlarım olarak gösterebileceğim birileri var.
Evim yosunların arasında ama ne yazık ki, son birkaç yıldır eve
yüzgecimi bile atamadım. Çekindim. Çünkü o ev bana çocuklarımı, üç
ay önce köpekbalıklarına yem olan çocuklarımı, anımsatır. “Baba, baba”
diye haykıran küçük balıkçıklarım… Onlar ölmemeliydiler. Bütün
olanların sorumlusu benim.
Benim çocuklarımın annesi bir deniz anasıydı. Onunla hayatımı
paylaşmak istediğimde; öyle çok kınanmıştım, öyle çok aşağılanmıştım
ki, onunla evlenmemeyi bile düşünmüştüm aslında. Çocuklarımın
ölümü üzerine hayatta en güvendiğim insan da beni terk etti. Bazı olaylar
hayatımızda derin yaralar açabilir, bu yaralar gün geçtikçe ya azalır, ya
da kanamaya devam eder. İşte ben de yarası kanayanlardanım. Her gün
yaramı pansuman yaptırmaya çıkarım gün ışığına. Gökyüzünün o
masmavi çehresine bakar, saatlerce özgürlüğün tadını çıkarırım. Su
üzerinde dolaşan birçok gemi, birçok kayık görürüm bazen. Kayıkçılar
görürüm balık tutan, ağ sallayan denize. Hepsi güldürür, denizin kirli
manzarası bile güldürür beni. Ben okyanus balığıyım. Tatilmiş,
kumsalmış, plajmış oraları hiç görmedim. Görmek de istemem aslında.
Biz balıklar ezelden beri insanoğluyla pek anlaşamayız. Ama her
nedense onlar bizi çok sever. Nasıl oldu bilmem, bir Pazar sabahı yine
gökyüzünün o muhteşem görüntüsünü izlemek için su yüzeyine
çıkmıştım. Bir anlık dalgınlığımdan yararlanan balıkçı, beni bir çırpıda o
KaderAyşe ÜNAL, 8/C
Fatih İ.O.
35ÖYKÜK
AF
DA
ĞI
mavi leğenin içine atıvermiş. Gözlerimi açtığımda ise daha önce hiç
görmediğim büyük ve gösterişli betondan yapıların önünde, su dolu bir
torbanın içinde buldum kendimi. Ne yaptıysam da başaramadım,
torbadan kurtulamadım. Birkaç dakika içinde betondan yapının içinden
geçerek küçük bir dükkânın önünde durduk. Her yerde içinde su olan
küçük kutular vardı. Tek sorun bütün canlıların camdan kutularda
olmasıydı.
Sakallı, mavi gözlü, kel bir adam, gözlerini gözlerime dikerek, yaşlı
olduğumu fakat iyi para edeceğimi söyleyince acı gerçeği anlamıştım.
Günler, aylar geçti. Birçok süslü, havalı, çirkin balıkla aynı ortamda
yaşamak zorunda kaldım. Ama aradan biraz zaman geçtikten sonra,
küçük sarışın bir çocuğun beni eliyle göstererek “İşte bu olsun anne”
demesi oradan kurtulmama vesile oldu. Kurtuldum dediğime bakmayın.
O günden sonra küçük bir fanusa tıkıldım ve orada ömrümün geri
kalanını sürdürmeye mahkum edildim. Bir de zulüm üzerine zulüm
yaşadım. Her sabah bana yemek vermeyi unuttukları gibi bir de suyumu
değiştirmeyerek beni pis suda yaşamaya zorluyorlardı. Günler geçtikçe,
kalbimdeki yara da büyüyor ve aynı zamanda da deniz hasretiyle yanıp
tutuşuyordum. Yeni uyanmış, uyumaktan şişmiş olan gözlerini
ovuşturarak yanıma geldi. Elini fanusun içine daldırdı. Ben ne yapmak
istediğini anlamaya çalışıyordum. Buna fırsat vermeden beni,
kaloriferin ince, uzun parmaklarından aşağı bıraktı. Saniyeler bana bir
ömür gibi geliyordu. Yavaş yavaş gözlerim kapanıyor, yüzgeçlerim
terlemeye başlıyordu. Artık son dakikalarımın olduğunu düşünmeye
başlamıştım. Ama korktuğum gibi olmadı. Çırpınışlarıma kulak veren
evin hanımı, beni kurtarıp, denizin o hırçın suları ile beni yıllar sonra
tekrar buluşturdu.
Artık denizde yaşıyorum ve son nefesimi de denizde vereceğim.
Dokuzu beş geçe ılık bir rüzgâr esti bu sabah;O rüzgâr Atatürk'tü...Derken bir esinti başladı;Dize dize okunup Şiir oldu, anı oldu dillerde.Derin bir hüzün kapladı içimi,Bu hüzün Atatürk'tü...
Bayrak aynı bayraktı;Boynu öne eğik...Marş aynı marştı;Ama daha hüzünlü.Buruk bir acı vardı yüreğimde,O acı Atatürk'tü...
Dokuzu beş geçe ılık bir rüzgâr:O rüzgâr fırtınaydı,O rüzgâr kasırga...Anadolu'nun dağlarına, denizlerine,Sarp geçitlerine güç vermişti o rüzgâr...
Dokuzu beş geçe ılık bir rüzgâr esti...Bedenimde Kocatepe, Bedenimde Arıburnu, Conkbayırı...Bedenimde parola: “Ya istiklâl ya ölüm!” diyordu.
Bir rüzgâr esti...Bir rüzgâr esti...Bu rüzgâr cumhuriyetti.Bir acı rüzgâr esti;O acı Atatürk'tü.
Bu SabahHimmet AÇIKGÖZ, Edebiyat Öğretmeni
M. Rüştü Uzel T.E.M.L.
KA
FD
AĞ
IŞİİR36
Dün gece bir rüya gördüm, aklımdan silinmeyen… Yüreğimde parlayan bir yıldız gibi iz bırakan… Kimseye anlatmaya kıyamadım. Büyüsü, yıldızı sönmesin diye… Ben öğretmen olmuşum. Her şeyi; çileyi, sıkıntıyı bir kenara bırakıp, susayan bir insanın nehre baktığı gibi ışıltılı gözlerle bana bakan, beni takip eden öğrencilerime ders veriyormuşum. Arkadan sesler geliyor, çatışma sesleri… Bir yandan
kendimi onların üzerine kalkan yapıp korumaya çalışıyorum, bir yandan da Ruffini'nin sözleri aklımda; ''Öğretmenlik Tanrı mesleğidir.'' İşte bu sözler bana ilâç gibi geliyor. Direnç kazanıyorum ve ben öğrencilerimin solmasına izin vermiyorum.
İşte öğretmenlik bu; öğretmenlik çamuru eliyle hissederek, emekle, alnından damla damla kan terle yoğurup şekil vermek, cahil zihniyetlere inat Doğu'da eğitim vermek; canını, ömrünü yok saymaktır. Ben ülkemi yönetecek, cahillik için savaşacak, aydınlık yarınlar için çalışacak Mustafalar, Berfinler, Fadimeler yetiştirmek istiyorum. Daima Türklüğü, Atatürkçülüğü, laikliği savunan “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesilleri'' şanlı ülkemize Laz, Kürt, Çerkez, Dadaş demeden sunmak istiyorum. Öğretmenler eğitime hasret, bilgiye aç, cehaletin karanlığında çırpınan küçük yüreklere sevgi ve saygı yağmuru gibi yağmışlar, sabır ve azimle toprağı filizlendirip, o körpe dimağlarda meşale yakmışlardır. Ben öğretmen olmak istiyorum. Bilgiye hasret çorak topraklara yağmur olup yağmak istiyorum. Atatürk gibi onlara önder olmak, Mehmet Akif Ersoy gibi şairler yetiştirmek, Sinan gibi başyapıt olmak, Yunus gibi gönüllere köprü kurmak istiyorum. Onların gözünde sadece bir öğretmen değil; ana, baba, kardeş, arkadaş olmak istiyorum.
En duygulu şiirlere başlık, en güzel bestelere nakarat olmak istiyorum. Kadınlar sokak ortasında linç edilmesin diye, kızlar çocuk denilecek yaşta evlenmesin diye, hiç kimse cehaletin ve eğitimsizliğin cezasını canıyla ödemesin diye, Mehmetçikler ölmesin diye rüyamın gerçek olmasını istiyorum: Ben öğretmen olmak istiyorum.
37DENEMEK
AF
DA
ĞI
Rüyalarım Gerçek OlsaElif ÖZTÜRK, 8/B
Yeşilevler İ.O., Kompozisyon Yarışması İlçe 1.si
KA
FD
AĞ
IŞİİR38
Aşk üzerine söylenmemiş söz kalmamış dünyada,
Fakat aşkın ya gülen yüzü kalır akılda
Ya da kalbe açtığı yara…
Ya gülerek bakarsın tüm kâinata,
Ya da gözlerinde aşka dair ışıkları sönen bakışlarla semaya…
Ya o gülüşlerinin ardında gizli bir aşk saklarsın
Ya da o hırçınlığının ardında boş umutlarla çabalarsın.
Ya hiç sevmezsin bilerek
Ya da çok seversin ama bilmeyerek…
Ya susarsın içinde derin çığlıklarla
Ya da haykırırsın dünyaya, kalbindeki sevdayla…
Ya ağlarsın kan çanağına dönen gözlerinle
Ya da etkilersin herkesi, derin aşk sözlerinle…
Ya daBeyza ÖZKÖSE, 9/D
Mustafa Kemal Lisesi
21 Nisan 2011, PerşembeNisan'ın 21'i bugün, yeni yaşımın ilk günü. Bir doğum günü
çocuğunun sevincini yaşıyorum gece yarısından beri. İlk kutlamalar, sanal ortamda başlıyor saat on iki dediğinde. Benim için ilk sürpriz yan odadaki oğlumdan geliyor. İşte evlerimizi saran sanallık… Mesaj atıyor ama gelip de bir öpücük konduramıyor yanağıma. Yine de çok mutlu oluyorum ve gidip onu öpüyorum.
Hafiften bir telaş hissederek dalıyorum uykuya. Ne de olsa yeni bir yaş…
Zor daldığım uykudan sabahleyin, telefonun sesiyle uyanıyorum. Yeni yaşımın ilk sabahını yüreğimde akşamdan kalma bir telaşla karşılıyorum. Duygularım karmakarışık… Cahit Sıtkı'nın bilinen mısraları gezinmeye başlıyor zihnimde, her ne kadar dilim varmasa da söylemeye: “… Yolun yarısı eder.” Vay be! Dile kolay, yolun yarısı. “İlahî Komedya”da tanımlanan sürgünlere yolluyor beni üstat. Meğer bu güne kadar hiç böylesine hissetmemişim şiirdeki duyguları. Yolun yarısı mı yoksa yarısı zanneden şairin yanılgısı içinde miyim bilinmez ama yıllarla birlikte ömrün yavaş yavaş yitip gittiği apaçık ortada. Hani öyle büyük korkular yaşamasam da ölümden yana, bir burukluk yayılıyor içime…
Yüreğimdeki telaşa, okula yetişme telaşesi eşlik ediyor. Elimi yüzümü yıkayıp doğrulunca aynayla karşılaşıyorum. “Neden böyle düşman görünürsünüz, yıllar yılı dost bildiğim aynalar?” diyor içimdeki ses. Hazırlanmalıyım aynalara aldırış etmeden, kızımı hazırlamalıyım, geç kalmamalıyım. Aslında ömür bu telaşlarla tükeniyor, fark ettirmeden.
Kızımı okuluna bırakırken yanağına kondurduğum öpücük daha bir derinden oluyor. Ömür tükense de bu kokunun tükenmesini hiç istemiyor gönül.
Tek başınayım artık okul yolunda. Uzayan, kıvrılan yollar… Direksiyon elimin altında... Keşke hayat da bu kadar kolay baş edilir olsa.
Arabadan inişimden itibaren başlayan tebrikler arttıkça, bütün okul haberdar olmuş, hissine kapılıyorum. Hep mesafeli durduğum teknolojiye, böyle zamanları bizim yerimize hatırladığı ve hatırlattığı
39GÜNLÜKK
AF
DA
ĞI
Yolun YarısındaHatice YILDIRIM, T.D ve Edb. Öğrt.
Çiğdemtepe T.E.M.L.
için minnet duyasım geliyor. Eskiden olsa böyle mi olurdu? Birkaç kişi hatırlardı ancak. Hatırlamasını bekleyip de hatırlamayanlara kırılırdım. Gerçi teknolojiye rağmen hatırlanmamak da var ya. Sanal kırgınlıklar olmalı böyle durumlarda, sanal sitemler; bizim adımıza işleyen…
Bir teneffüs vakti öğretmenler odasında mumları yakılmış bir pasta bekliyor beni. Dedim ya bir doğum günü çocuğunun sevincini yaşıyorum, diye. Boşuna değil. Bir anda içimden pek çok dilek geçirerek üflüyorum mumları ve Ankara'yı çekilir hâle getiren dostlara şükran duygularımı sunuyorum.
Çocuk sevincimi yaşarken kimse fark etmiyor ama karmakarışık duygularla dalıp dalıp gidiyorum gün boyu. “Yalandır kaygısız olduğum yalan.” Zihnimde kapılar aralanıyor bir bir. Beni, küçücük bir köy evinde başlayan hatıralarıma götüren kapılar… Çocukluk yıllarım… Yıllar boyu beni annemin sesiyle avutan, çocuk yüreğime işleyen ninniler; beni devlerin, cinlerin, perilerin ülkesinde gezdiren, hiç aklımdan çıkmayan masallar… Babamın yolunu gözlediğim akşamlar… Koşturmacalar… Peşimde hep kardeşim… Düştüğüm, ellerimin acıdığı, dizlerimin kanadığı, pervasızca ağladığım zamanlar. Hiç aklıma gelir miydi acaba o günlerde, bir gün ağlayamamak zorunda kalacağım?
Sonra tadına doyulmayan oyunlar: Saklambaç, körebe, çelik-çomak... Ardından çember çevirmek… Öyle herkesin erişemeyeceği, bisiklete binme hayallerini gerçekleştirmek…
Ve okullu olduğum yıllar… Siyah önlük, beyaz yakalık, beyaz çorap ve saçımda beyaz kurdele… Kara tahtaya, tebeşire uçtuğum yıllar… Gözümde hep ilk öğretmenim. Değişilmez insan… Onunla tanışılan kitaplar…
Okullu yıllar… Eğlencenin okul, okulun eğlence olduğu yıllar… Ve arkadaşlar… Ben ve arkadaşlarım… Yani bugün çocuklarımıza anlatamayacağımız, bugünkünden çok farklı, bambaşka bir dünyanın çocukları… Sonra onlar, “Lâle Devri Çocukları”… Başlarında kavak yelleri esen, ilk sevdalarına aynı şarkıların eşliğinde düşen... Küçük yüreklerinde koskoca hayaller besleyen… Büyük adam olmaya niyetlenen…
Sonra geleceğe atılan ilk adımlar… Üniversiteli yıllar… Cep telefonunun henüz hayatımıza girmediği, ailelerimizden ayrılığın içimize işlediği, ama kendi ayaklarımız üzerinde durmayı öğrendiğimiz yıllar…
KA
FD
AĞ
IGÜNLÜK40
41GÜNLÜKK
AF
DA
ĞI
Yıllar sıraya giriyor tek tek zihnimde… Ziller çalıyor… Ders, teneffüs, ders, teneffüs… Üstat bırakmıyor yakamı bir türlü: “… Yolun yarısı eder.” Üstat, ömrün ortasında, Dante gibi sürgünlere gönderiyor yüreğimi…
Okuldan dönüyorum. Evde de sürprizler devam ediyor. Bir pasta daha kesiyorum. En çok kızımın hediyesine seviniyorum. Bu, ana sınıfında benim için yaptığı resim. Bir not düşmemi istiyor resmin altına: “Benim hediyem, nice yıllar annem.” Şairce geliyor sözler kulağıma, kendime pay çıkarıyorum biraz da… Aralanan bir kapıdan daha giriyorum. Annelik duygusu… Ve o duyguyu ilk yaşayışım, sonra ikinci kez... Bu duygu ömre bedel… Bu duygu hiç değişmedi ama onlar nasıl böyle değiştiler?
Herkes uykuya çekildiğinde daha da fazla üşüşüyor hatıralar başıma. Mısralar çıldırmışçasına üzerime geliyor… Başım ellerim arasında… Karmakarışık duygularda gezinip duruyorum fakat böyle olmayacak, diyorum kendi kendime. Bu dönüm noktasında bir teselli bulmalı. Kulağımda bir fısıltı: “Yalvarmak, yakarmak nafile bugün.” Ama hayır, bir teselli olmalı…
Sonunda bir şarkı yetişiyor imdadıma: “Bırak varsın geçsin yıllar,Bitsin artık bu korkular,Her yaşın ayrı bir güzelliği var.”Mat etmeliyim şairi. Evet, her yaşın ayrı bir güzelliği var üstat. Hem
benim yollarımın hiç ayrılmadığı dostlarım var, senin dostlarına inat. En çok dost duyguları hissetmek ve sevmek, sevilmek güzel… Demiyor mu bir başka şarkı: “Hayat sevince, sevilince güzel.” Aşktaki heyecanı, ayrılıktaki hüznü yitirmemek güzel… Yolun neresinde olursak olalım, biliyorum ki hayat yaşamaya değer…
Cahit Sıtkı'nın karamsar mısraları, nihayet düşerken yakamdan ben, yeniden doğum günü çocuğunun sevincine dönüyorum. Kızımla oğlumun başuçlarına gidip birer buseyle dokunuyorum yanaklarına. Güzel rüyalar görmelerini, güzel birer ömür sürmelerini diliyorum…
Yeni yaşımın ilk günü sona ererken zihnimi öyle yorulmuş hissediyorum ki artık düşünmek değil, uyumak istiyorum.
KA
FD
AĞ
IDENEME42
Tarifsiz sevinçler ve acılar toplamıdır yaşamak. İç içe geçmiş duygular insan olmanın gereği. Tiyatro sembollerindeki gibi gülen, ağlayan, üzgün portreler, hayatımızın her köşesinde ve yüreğimizde.
Bebeğini kollarına verdiklerinde diner bir annenin tüm sancıları. Çocuğunun kokusunu çektiğinde içine, dünyanın tüm zorluklarına karşı durabilme cesaretini duyar yüreğinde. Kolay büyütülmez bir çocuk, özveri ister; yediğin lokmayı yavrunla paylaşmayı gerektirir. Çektiği acıyı yüreğinde duymayı, bir daha aynı sıkıntıyı yaşamasın diye savaşmayı gerektirir. Sonra kendi ayakları üstünde durmasını öğretirsin ve başarılı olmanın ne demek olduğunu. Nice emek, nice zorluk ve nice başarı, nice hedefler vardır hayatın içinde. Ulaşıldığı zannedilen dorukta saklı gizemler…
Bundan gayrı kötülükler bana ulaşamaz dediğin noktada alınan darbeler saklıdır orada. Tıpkı Van depreminde henüz iki aylık öğretmenlerimizin başına gelenler gibi. Onları da özveri ile kokularını içine çekerek büyüttü anneleri; ayakları üstünde durabilmeyi öğretti, başarının ne güzel bir şey olduğunu da. Büyüttü öğretmen yaptı, sınavlarda başarılı olup atanması için dua etti belki yıllarca. Tam muradına erdiğini sandığında yıkıldı dünyası başına. Zorluklarla yetiştirdiği yavrusunu çıkarıp beton yığınlarının arasından verdiler kucağına. İlk gün kollarına aldığı gibi değildi yavrusu, yüzündeki pembelik ve tenindeki sıcaklık yok olmuştu ve kokusuna toprak karışmıştı. Ne düşünür bir anne böyle bir anda, ne söyler, ne anlatır? Kelimelerin kifayetsizliğine sığınır, yıllar önce şairin sığındığı gibi. Öyleymiş, kifayetsiz kelimeler aciz bırakırmış insanı.
Nasıl anlatılır ki acılar? Kaybettiğimiz canların acısını paylaşabilir miyiz gerçekten? İçi acırken, tarifi imkânsız bir şekilde yanarken insan, yiten canların aileleri neler çekiyor tahmin bile edemiyor. Ateş düştüğü yeri –daha çok- yakıyor. Ne kadar yansa da yüreğimiz o annenin yüreği kadar değil, ne kadar acısa da içimiz o babanınki kadar değil. Ders almıyoruz başımıza gelenlerden; oysa yine aynı senaryoydu oynanan, yıllar önce izlediğimiz. Beğenmediğimiz o filmi, 99'dan bu yana
Kifayetsiz KelimelerAyfer BAYA
Yenimahalle İlçe M.E.M. Şube Müdürü
Bir nefeslik candır, bize emanetGün gelince sahibine teslimiyet...
43DENEMEK
AF
DA
ĞI
unutmak istedik, tıpkı geçmişte yaptığımız gibi. Zaman zaman hatırlatanlara da kulak tıkadık. Oysa duymaya bile katlanamadığımız gerçekler tekrar çaldı kapımızı; daha acı, daha acımasız ve insan olduğumuzdan utandırarak.
Yüreği aynı acıyla eşit derece kavrulmamış olanlar, devam ettiler ceplerini biraz daha fazla doldurabilme kaygısı ile çalmaya, çırpmaya. Allayıp pullayıp sattılar yaptıkları çürük binaları, kararmış yürekleri sızlamadan. Peki bizler ne yaptık, acı günleri tekrar yaşatanlar karşısında, kulaklarımızı tıkamaktan, gözlerimizi kapamaktan başka. Hiç, koca bir hiç… Mühendis olması için eğittik gençlerimizi sonra eğitimsiz müteahhitlerin eline verdik, onların emri altında çalışmaya mahkûm ettik. Ne çapraşık bir düzen, düşündükçe hayretler içinde kalmamak mümkün değil. Eğitimsiz müteahhitler tarafından yapılan çürük binalara oturma izni veren kontrolörlere ne demeli, o belediyelere ne söylemeli? Acı karşısında olduğu kadar vurdumduymazlık karşısında da kifayetsiz kelimeler… Onların çocukları yok mu diye düşünmeden edemiyor insan? Hiç mi ders almazlar yaşananlardan ve hiç mi sızlamaz vicdanları, hiç mi düşünmezler kendi çocuklarının aynı felaketi yaşama ihtimalini? Bu kadar mı kararmıştır yürekleri?
Mazereti olabilir mi çekilen acıların, hangi teselli cümlesi iyileştirir açılan yaraları ya da geri getirebilir yitirilenleri? Yapılacak tek şey var o da ders almayı bilmek. Nice zorluklarla yetiştirilen bir insanın hayatı pamuk ipliğine bağlı olmamalı, kararmış vicdanlara teslim edilmemeli. Bunun için ne düşüyorsa üzerimize, yapmak boynumuzun borcu. Planlamayı, hedef koymayı, her adımımızı sağlam atmayı, insan yetiştirmeyi öğrenmemiz gerek. Tesadüfen yetişmemeli insan ve tesadüfen yitirilmemeli. Hepsinden önemlisi kaderi şekillendirenin yine insan olduğu unutulmamalı.
Bu felaketin son olmasını ve cehaletin kaderimiz olmamasını umarak, yitirdiğimiz tüm canlara, Allah'tan rahmet diliyorum, nur içinde yatın hepiniz. İnşallah öğreneceğiz kaybetmemeyi, öğreneceğiz boşu boşuna yitirmemeyi; öğreteceğiz tüm öğrencilerimize bir hayatın ne kadar değerli olduğunu.
Yüreğimdeki gitgeller cümlelerime yansıdı biliyorum ama çaresizim mazur görün, kifayetsiz kelimeler, kifayetsiz… Umut karşısında bile…
Ülkemizde sporun gelişimi, sosyo-ekonomik gelişimle paralellik
oluşturmamaktadır. Gelişmiş ülkelerde spor ve sportif yaşamın performans
sporlarına olan katkısı, her alanda (bilimsel, kültürel, katılımsal vb.)
yansımasını göstermekte ve spor yarışmaları adeta toplumların bir bakıma
üstünlüklerini kanıtladıkları bir arena halini almaktadır.
Bazı az gelişmiş ülkeler bile olağanüstü bir gayretle, sporun her dalında
olmasa dahi, geliştirdikleri yöntemlerle bir veya birkaç sportif branşta -
Brezilya-futbol, Kenya, Etiyopya-maraton - ülkelerini olimpiyat ve dünya
şampiyonluklarına taşımakta ve daha da önemlisi bu başarıları kalıcı
kılmaktadırlar. Bu başarının sırrı üstün ve çok kabiliyetli bireylerden
oluştukları için değil, bilimsel yöntemlerle çalışarak ve çok iyi bir spor
eğitimi planlaması ile gerçekleştirmektedirler. Özellikle ekonomik ve sportif
başarıya ulaşan ülkelerin eğitimleri incelendiğinde, çocukların küçük yaştan
itibaren spor yapması için birçok yatırım yapıldığı, yöntem geliştirildiği
görülmektedir. Bu şekilde bir spor kültürü oluşturulmakta ve yetenekli
çocuklarında en üst seviyeye ulaşması için yönlendirildiği gözlenmektedir.
Her alanda olduğu gibi, sporun da temeli oyun yolu ile çocukluğumuzda
başlar. Ardından okulda Beden Eğitimi dersiyle sportif etkinlikler şeklinde
çeşitli oyunlar öğreniriz. Toplumu şekillendiren eğitimin her kademesinde,
kurumların bir kültürünün oluşması, tüm alanlarda olduğu gibi spor alanında
da elde edilecek başarının bir anahtarı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çocukların en sevdiği ders olarak düşünülen Beden Eğitimi, bir süre sonra
çocukların 'kendi kendini gerçekleştireceği' bir ders olmaktan çıkıp 'kendi
kendine yaptığı' bir ders halini almaktadır. Ortaya böyle bir problemin
çıkmasında birden fazla sorumlu ve etken bulunmaktadır.
Başarının sırrı disiplinli çalışmadır. Çoğu zaman zeki ve kabiliyetli fakat
disiplinsiz bir çalışma, kabiliyetsiz fakat disiplinli bir çalışmanın gerisinde
kalabilmektedir. Eski tarihlerden bu yana bilinen fakat uygulamasının bir o
kadar güç olan disiplini kazanmanın yolu da bir plan çerçevesinde oyun ve
Neden AtletizmMehmet DULKAN
Beden Eğitimi Öğretmeni
KA
FD
AĞ
IFIKRA44
45FIKRAK
AF
DA
ĞI
spor yolu ile insanın iradesini ve bedenini kontrol edebilmesinden geçer. Kişi
spor yolu ile temel motorik özelliklerini geliştirerek bir insanın yapabileceği
mükemmel hareketliliğe ulaşabilmektedir. Temel koordinasyonunu ve
motorik özelliklerini keşfeden birey, kendini gerçekleştirmenin mutluluğu
içinde, yaratıcı potansiyelini kullanarak sporu yapılabilirlik düşüncesiyle
değil kendisinin başarıya neler katabileceği düşüncesiyle değerlendirecektir.
Edinilen spor kültürü, pozitif düşüncenin yerleşmesini sağlayacak bir eğitim
sürecinin de tamamlayıcısı olacaktı. Bu süreçte her çocuğun kendi
özelliklerini tanıyabilmesine imkân sağlayan, spor türlerinin de temeli
sayılan atletizmi yapması önemlidir.
Burada sorulacak “Neden Atletizm?” sorusuna verilecek cevap şu olabilir:
Her çocuk farklıdır bu durum onların öğrenmesine de yansır. Çocuklarımızın,
içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olarak kendine güvenmesini, üretmesini,
paylaşmasını ve dik durmasını istiyorsak, öncelikle onların kendini
tanımasını, güçlü ve zayıf yönlerinin farkına varmasını ve bu özelliklerini
nasıl bir avantaja dönüştürebileceğini keşfetmesini sağlamalıyız. Bunun için
çocuğun, zihnen, bedenen ve ruhen gelişimini tamamlaması önemlidir. İşte
bu gelişimlerin sağlanmasında tüm sporların temeli olan atletizm vardır.
Peki, atletizm yaparak neler kazanılır? Atletizm yapanlar hızını, kuvvetini,
dayanıklılığını ne kadar yukarı veya ileri sıçrayabileceğini bilirler. Atletizm
yapmayanlar ise bu özelliklerinin farkında değillerdir.
Üstelik atletizm okul bahçesinde, salonda, sokakta, dağda, bayırda her yerde
yapılabilir. Eğlenceli atletizm, çocukların salon ve açık alanlarda hafifletilmiş
atma aletleri ile ve atlama alanlarıyla kısaltılmış mesafelerde uyguladıkları
eğlenceli veya eğlendirici aktivitelerin bütünüdür. Eğlenceli atletizmin
amacı, şampiyonlar yetiştirmek değil, çocuklara takım ruhunu aşılayarak
takımdaki bireylerin gayreti ile kazanmanın güzelliğini yaşatmaya çalışmak
olarak ifade edilebilir (Betül Bayazıt, Kocaeli Ün.Sağ.Bil.Ens.Doktara Tezi,
2006).
“Atletizmle hedeflenen bu becerilerin kazanımında neler yapılmaktadır?”
şeklindeki bir soruya da bu alanda uygulanan projeleri örnek gösterebiliriz.
1- “IAAF KİDS ATHLETİCS” (Temel düzeyde atletizmi çocuklara
tanıtarak, geliştirmeyi hedeflemektedir Okullarda çocukların kendilerini
geliştirmeleri ve bu yolla halka atletizmi sevdirmek için 8-12 yaş grubu
çocuklara yöneliktir..)
2-“TMOK ÜCRETSİZ ÇOCUK OYUNLARI” (ÜSO) (Dar gelirli aile
çocukları için düzenlenen basketbol, voleybol, Eğlenceli atletizm
Kurslarıdır MEB'e bağlı okulların 4. ve 5. sınıf öğrencilerine yönelik Spor
yolu ile çocuklarımızın çok yönlü gelişimini hedeflemektedir..)
3-“BEBESTAD” (Okullarda Atletizmi çocuklara tanıtmak ve sevdirmek
için Atletizm Federasyonu ve MEB arasında bir protokol İmzalanmış olup, bu
yolla yetenekli sporcuları belirlenme çalışmasıdır.)
Yukarıda bahsedilen proje uygulamaları, dünyanın birçok ülkesin de olduğu gibi
bizim ülkemizde de uygulanmaktadır; ancak ülkemizde birçok okul ve kurumun
destek olduğu bu çalışmalarda gelinen nokta gelişmiş ülkelere göre yeterli düzeyde
değildir. Gerek yapılan çalışmalar açısından gerekse destekleyen kurumlar
açısından varılmak istenen hedefe yönelik stratejilerde süreklilik ve devamlılık
bulunmamaktadır.
Atletizmin her alanda yapılabilmesi için geliştirilen eğitim materyalleri
bulunmakla birlikte bu malzemeler yeterli değildir. Kazanımların sağlanması
için konuların eğitici yönünün profesyonelce planlanıp, alanında deneyimli
kişilerce yaptırılması önemlidir.
Eğitim veren kurumlarda eğlenceli atletizm yolu ile rekreatif çalışmalar yaparak,
spor müfredat programlarını destekleyip, 9–12 yaş grubu çocuklarda yeni bir
farkındalık yaratmak, istenilen hedeflere ulaşmamızda en büyük yardımcımız
olacaktır.
Konuya genel bir bakış açısı ile yaklaşırsak, yarınlarımızın teminatı olan
çocuklarımızı gelecekte daha zeki, kendine güvenen ve cesur kılmak için sporu bir
yaşam şekline dönüştürecek bir eğitim programını uygulamanın, ulaşılmak istenen
hedeflere varmamızı kolaylaştıracağını söyleyebiliriz. KA
FD
AĞ
IFIKRA46
İlk IşıkGünsu KURUKÜTÜK, 10/C
Özel Gürçağ Anadolu Lisesi
Farklı hayalleri vardır her insanın, farklı amaçları. Hayal etmek, hayal
kurmak, hedef koymak ve o hedefe ulaşmak… Ama en iyisine…
Öyle bir hayal ki benimki, binlerce hayalin ilk adımı belki de. Öyle
sıradan şeyler değil yapacağım işler. Belki en ünlü matematik profesörünü
vereceğim bu ülkeye, belki de en iyi cerrahını. Kim bilir? İşte bunun için;
önce ben görmeliyim ufkun ötesini, önce ben atmalıyım aydınlığa ilk
adımı, önce ben yürümeliyim bu yolda korkmadan. Ben yürümeliyim ki
binlercesi yürüsün arkamdan.
Aslında anladınız beni. Tam da tahmin ettiğiniz gibi öğretmen olmaktan
bahsediyorum.
Çoğunuzun gördüğü gibi sıradan değil hayallerim, benim gözümle
bakmayı denerseniz eğer. Benim öğrencilerim farklı olmalı diğerlerinden;
biri diğerine benzememeli, doğadaki renkler gibi ışık saçmalı her biri ayrı
ayrı. Biri ağaç olmalı, diğeri toprak; biri gökyüzü olmalı, diğeri yağmur.
Biri diğerini tamamlamalı belki ama diğeri olmadan da anlamlı olmalı.
Güzel ülkemin güzel insanlarının ihtiyacı var her bir renge. Ancak böyle
çıkarız karanlıktan aydınlığa.
Öylesine istiyorum ki öğretmen olmayı; “öğretmen” sözcüğünü hak
etmeyenlere inat, gençleri Ata'mızın izinden ayırmaya çalışanlara inat…
Öğrencilerini dinleyen bir öğretmen olmalıyım; sevgisiz yüreklere inat…
İnanıyorum ki öğretmenlik dünyanın en değerli, en önemli
mesleklerinden birisi. Düşen bir çocuğu kaldırıp onun elinden tutmak, ona
ışığı göstermek en güzel duygu değil mi sizce de?
47DENEMEK
AF
DA
ĞI
KA
FD
AĞ
IŞİİR
Ufka uzak mıydık?
Umutlar hep yarınlarda mıydı?
Aslında biz hep dünde
Biz hep dünde kalmıştık.
Yarın yakındı
Bizdik hep karanlıktan
Perdeleri kapattık
Açmayı denemedik.
Dışarıda hayat vardı
Dökülmüş yapraklarıyla
Ağaçlar bir kenara
Güneş vardı.
Özlem bir tarafa
Sevgi vardı …
Ufka UzakÇiğdem KOÇYİĞİT, 9/E
Mustafa Kemal Lisesi
48
DENEMEK
AF
DA
ĞI
Ne zaman yolculuğa çıksam “Han Duvarları” gelir aklıma,
uzayan kıvrılan yollar, yüreğimde binlerce hasret duygusu bir o
kadar da kavuşma duygusuyla yaşanan uzayan yollar... Hayat zaten
bir yol değil mi? Taşlı, tozlu, inişli, çıkışlı... Devası var mı hasretin
ayrılığın? Faruk Nafiz diyor ki ”On yıl var ayrıyım Kına dağından.
“ Ben saymadım, kaç yıl oldu sadece içimde yanan bir ateş var.
Sevdiklerim içime kor gibi düşüyor bazen uzanıp tutmak
istiyorum. Ne zaman aynaya baksam yüzümü “Han Duvarları”na
benzetiyorum. Garip çizgiler her çizgi bin hatıra. Bilmediğim
şehirlerin içinden geçiyorum evlerin ışıkları kaybolurken içimde
bıraktığı garip sızı hüznü ve mutluluğu birleştiren kavşaklar.
Başımı otobüsün camına dayadığımda gözümün önüne
çocukluğumu geçirdiğim küçük şirin kasabam geliyor. Bizim
mahallede oynadığım çelik çomak, sek sek, hırsız polis delice ve
özgürce sokak lambaları yanana kadar oynadığım arkadaşlarım
kim bilir nerede otobüs beni onlara götürsün istiyorum. Şimdi
çocuklar bu kadar mutlu değil, bu oyunları bilmiyor, şimdi köşe
başlarını süsleyen masum âşıklar yok. Sokaklar bomboş, duygular
mekanik. Birden içimi tarifsiz bir çaresizlik kaplıyor umutlarımı
zorluyorum geleceğe dair çocuklarıma kavgasız, savaşsız daha
güvenli bir dünya diliyorum yürekten.
YolculuğumYıldız KAHRAMAN, Türkçe Öğretmeni
Fatih İ.O.
49
KA
FD
AĞ
IÖYKÜ50
Ay ışığının altında koşuyordu tüm gücüyle, kaçıyordu. Şehrin dar sokakları arasında soluk soluğa, nereye gittiğini bilmeden koşuyordu. Belki de bu gece öğrendiği gerçekler, peşini bir daha bırakmayacaktı. Yaşamı boyunca öğretilenlerin hepsi, büyük bir yanılgının parçasıydı. İnandıkları, güvendikleri ve daha niceleri... Sokaklar, artık daha değişik görünüyordu; duyguları yüzünden gerçek ile hayali birbirinden ayıramıyordu. Evren, çok ama çok büyüktü. Aslında insan olmanın, bir kum tanesi kadar bile önemi yoktu onun için. Yaşamın ardında büyük bir sır perdesi vardı. Yolda gördüğü tüm sokak lambaları, dükkânlar, resimler ve insanlar; hepsi çok değersizdi.
Küçük sokak aralarının birinden ana caddeye vardı en sonunda. Sakinleşmeye çalıştı ve en yakın otobüs durağına ilerledi. Şehrin ışıltıları onun için bir işkenceydi, onlar bile kendisine haram olmuştu. Durağa vardığında öylesine bir yere oturdu ve beklemeye başladı. Titriyordu, nefes alıp verişi bozulmuştu ve göğsünün sol tarafı ağrımaktaydı. Bir kriz geçirmeye başladığını düşünüyordu, belki de bu geceyi bile bitiremeyecekti; ya bedeni ona ihanet edecekti, ya da güvendikleri…
Otobüs geldi ve hiç düşünmeden otobüse bindi, ceketinin cebinden kartını çıkardı, okuttu ve içeriye doğru döndü. Otobüs kısmen boştu, yolcular da gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Sonra ne halde olduğunu merak etti; gerçekten o lanetli yerden nasıl kaçtığını hatırlamıyordu. Kahverengi beyaz çizgili takım elbisesi ve gömleği çamur içindeydi. Otobüsün en arka tarafına doğru ilerlerken ceketinin iç ceplerinin birinden antika saatini çıkardı Vakit epey geç olmuştu. Saçları dağılmıştı, gözlerinin altında şişlikler oluşmuştu ve göz bebekleri büyümüştü. Ten rengi ise daha önce hiç görmediği bir şekilde değişmişti; hasta görünüyor olmalıydı. En arka koltuklardan kapıya yakın olanını gözüne kestirdi ve hızla oraya oturdu. Göğsündeki ağrı biraz hafiflemiş olsa da, ne nefes alışı düzelmişti ne de titremesi durmuştu. Arka koltukta otururken kendine hâkim olamıyordu, ineceği yere kadar geçen zaman, ona yüzyıllardan bile uzun gelmişti. Şoför de yolcular da ondan huylanmaya başlamışlardı ki ineceği durağa vardı. Sanki otobüse bineli yarım saat geçmemiş gibi, nasıl binmişse, yine o halde otobüsten indi.
Otobüs, ışıkları terk edilmiş sokaktan iyice uzaklaştı. Artık göz gözü görmez hale gelmişti. Karanlıkla beraber yağmur da bastırmıştı; buna normal bir insan şaşırabilirdi. Çünkü şehrin güney kesimlerinde yazdan kalma bir hava varken kuzey taraflarında hava adeta güneşle kavga ediyordu. Gerçi bir saat önce gördüğü şeylerden sonra bunun hiçbir anlamı yoktu.
Sır PerdesiAtaberk BOZKURT
Türk Telekom T.E.M.L.
51ÖYKÜK
AF
DA
ĞI
İşte evinin bulunduğu apartmana bu duygularla gelmişti. Yaşadığı yer, uzun bir binadaydı. Hızla, apartman kapısından kendini içeri attı ve koşarak dört katı birden çıkıp merdivenlerde hazır ettiği anahtarıyla kapıyı açtı, eve girdi ve kapıyı şiddetle kapattı. O kadar büyük bir ses çıkmıştı ki, tüm apartman bu sesle ayağa kalkabilirdi. Kapıyı iyice kilitledikten sonra, yanındaki dolabı önüne doğru çekti. Zifiri karanlık içinde, hislerine güvenerek odasına ulaştı, buradaki kapıyı da kilitledi ve ışığı yaktı. Oda son derece zarifti; en önemlisi oldukça genişti. İçeride büyük bir yatak, çalışma masası ve birçok dolap vardı. Masanın yanına gitti, sandalyesine oturdu. Başını iki elinin arasına aldı ve bu gece neler olduğunu düşündü.
Ünlü ve başarılı bir bilim adamıydı. Dünya çapında ses getirmiş birkaç önemli keşifte bile bulunmuştu. Boş zamanlarını, her zaman için, diğer ilgi alanlarına harcardı. Yeni doğan bir çocuk gibi sürekli bir şeyler öğrenirdi. Bir birey olarak, dün olduğundan çok farklıydı artık. Onu değiştiren, geliştiren bu öğrenme merakı, belki bu gecenin de mimarlarından biriydi…
Her şey birkaç gün önce başlamıştı. Öğrencilerinden birisinin ailesi, onu aramıştı. Gelecek için ümit vadeden bu genç, birkaç gündür kayıptı ve aile, polisin hiçbir şey yapamayacağından korkuyordu. Seve seve yardım etmeyi kabul etti. İlk önce gencin odasına baktı, sonra arkadaşları ile görüştü. Tıpkı bir polis gibiydi ama onun dikkat ettiği şeyler daha karanlıktı. Öğrencisinin –büyü gibi-değişik, yasaklanmış şeyler hakkında sık sık konuştuğunu, bu yüzden arkadaşları ile kavga ettiğini hatırlıyordu.
Çocuğun karanlık bir şeylere saplandığını düşünüyordu; odasında bulduğu kitaplar, arkadaşlarının görüşleri ve birçok şey, onu bu düşünceye sevk ediyordu. En sonunda, okuldaki dolabına bakmak aklına geldi; dolabın karanlık bir köşesinde, kötü bir el yazısı ile yazılmış ufak bir not buldu. Bir adres vardı kâğıtta. Üniversiteden çıkar çıkmaz arabasına atladı ve oraya gitti. İşte bu sabah başına gelenler de o adresle ilgiliydi.
Neler olabileceği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu; yalnızca, genci kurtarmayı düşünüyordu. Ailesi iyice telaşlanırken, polis, gencin kendisinin kaçmış olabileceğini düşündüğü için durumu çok da önemsemiyordu. Neden o uğursuz yere giderken polisleri çağırmamıştı ki sanki?
Oldukça eski görünen, ahşap bir evdi. İki katlıydı ve mimarisinden anlaşılacağı gibi asil bir binaydı. Bir bahçesi vardı, muhtemelen müstakil bir evdi. Ön kapısı kilitliydi fakat kendini riske atarak arka kapıyı denemeye karar
KA
FD
AĞ
IÖYKÜ52
verdi. Uzun, demir ve uçları sivri çitlerden güç belâ geçtikten sonra arka kapıya ilerledi. Şanslıydı; çünkü kapı açıktı. Mutfaktan içeri girdi; ev boştu. Örümcekler ağlarını örmüştü, fareler ise tozları süpürürcesine evin içinde koşturuyordu. Derinlerde bir yerden, sanki uğultular geliyordu. Değişik bir uğultuydu; bir koro şarkı söylüyor gibiydi. Seslerin yer altından geldiğini anlaması uzun sürmedi; hemen etrafa bakındı. Aşağıya inmesini sağlayacak herhangi bir şey var mıydı? Filmlerde gördüğü, kitaplarda okuduğu tüm yolları denedi… Kütüphanedeki kitaplar, heykeller, biblolar ve saklanmış kapılar… Hepsini inceledi. Sesi, daha da dikkatli dinledi ve bahçeden bir geçit olabileceğini düşündü. Tam bahçeye bakmak üzere atılmıştı ki dışarıda birilerinin olduğunu gördü. Ön kapıyı açmaya çalışıyorlardı. Törene geç kalmaları üzerine, bir şeyler mırıldanıyorlardı. Hemen saklandı ve eve girmekte olan gençleri gözleri ile takip etmeye başladı. Evet; gençler, bahçeye yöneldiler ve yanlarında getirdikleri kürekle, bahçenin bir köşesini kazmaya başladılar. Aslında sadece üstteki toprağı temizlemişlerdi. Küçük bir kanalizasyon kapağı vardı; açtılar ve yavaşça aşağıya indiler.
Biri arkada kalıp geçitin üstünü örttü, üstünü başını temizledi, tükürdü ve sonra evin içine girdi. Onun uzaklaştığından emin olan profesör, hemen kapağın bulunduğu yere gitti. Toprağı temizledi ve kapağı buldu. Tek başına bunu yapması zor oldu; daha sonra fark edeceği gibi üstü başı çamur olmuştu. Cebinden saatini çıkardı, hava çoktan kararmıştı. Geçitteki merdivenlerden aşağıya indi.
Kanalizasyon kapağı ile kapatılmış olsa da aşağısı farklı bir yerdi. Bir çeşit salona inmişti; çok iyi döşenmiş ve süslenmiş bir salona. Etrafta anlam veremediği garip şekiller vardı ama yine de güzel bir yere benziyordu. Korodan gelen ses yükselmişti; artık daha iyi duyuluyordu. Yavaşça çevresine bakındı ve odanın öbür ucundaki kapıyı fark etti. Kapıyı araladı ve bir çeşit balkona açıldığını gördü. Eğildi ve temkinli bir şekilde dışarı çıktı. Balkonun yan tarafında aşağı inen bir merdiven vardı. Alt katta, kırmızı cübbeler içinde bir grup; yabancı bir dilde şarkılar söylüyor, büyük ve içi boş bir halkanın önünde bekliyordu. Önlerinde, hepsinden uzun ve iri olan bir adam ise onları dinliyordu. Üst kattan aradığı genci göremiyordu o an.
İçi boş, iki üç metre çapında, taştan yapılmış olan halka bir anda parlamaya başladı. Koro tempoyu artırdıkça parlama artıyordu. Bir anda halkanın içinde şimşekler çakmaya başladı. Kendine hâkim olamadı ve daha da yaklaştı profesör. Bir ampul gibi parlayan halka, artık mavi ve yuvarlak bir çeşit daireye
53ÖYKÜK
AF
DA
ĞI
dönüşmüştü. Ardından, sanki cam gibi diğer tarafını da göstermeye başlayan bu daire, farklı bir dünyayı yansıtıyordu. Diğer taraftan, hiçbir kelimenin anlatamayacağı bir mahlûkat onlara bakıyordu. Çevresi ateşler ile çevrelenmişti ve bu taraftakilere bakıyordu. Yaratık, yavaşça o mavimsi camdan dışarıya çıkmaya başladı. Kafasını veya ona benzeyen şeyi profesöre doğru çevirdi. İşte bundan sonrasını hatırlamıyordu profesör… Göz göze geldikleri anda, yaratık, adeta zihnini ele geçirmişti; profesör, yıldızların ötesini görmüş ve kendisinin ne kadar önemsiz olduğunu fark etmişti. Evrenin o soğuk yalnızlığı ve ağırlığı omuzlarına binmişti. Muhtemelen ki profesör çığlık attığı zaman büyü bozulmuş ve yaratık o lanetli evine geri dönmüştü. Kırık anıları arasında masasında otururken bunu umut etti. O uğursuz gözler, aklından çıkmıyordu. Çekmeceden onlarca kâğıt çıkardı ve bir kalem bulup yazmaya başladı.
O gece bunlar yaşanırken ben evime dönmüştüm. Birkaç gün önce evden kaçmıştım, ailem profesöre haber vermiş. Evet; o genç bendim. Uzun bir gecenin ardından, ertesi gün profesöre haber vermek için evine gittim. Kapıda yaklaşık on dakika bekledim ama cevap gelmedi. Okula da gelmiyordu; herkes onun için endişelenmeye başlamıştı. En sonunda kendime hâkim olamadım ve profesörün evine gidip polise haber verdim.
Gördüklerini yazmıştı ve yazmaya devam ediyordu fakat ne kaldırıldığı hastanede ne de başka bir yerde bunları bitiremedi. Herkes delirdiğini düşünüyordu; belki de delirmişti. O gün profesörü alıp götürdükleri sırada tüm o kâğıtları topladım. Odanın her yerine mürekkep ve kalem saçılmıştı. O günden sonra her fırsatta profesörü ziyarette gittim. O gece neler olduğunu, başına neler geldiğini sordum. Yıllar yavaşça geçerken, en sonunda anlatmaya karar verdi. Anlattıkları karşısında dehşete düştüm ve yazılarını, o an kavradım. O gün, o lanet yere, beni kurtarmak için gitmişti. Şimdi ben de büyük gerçeği görüyorum; orada, yıldızların arasında, bir şeyler var. Tüm yazdıklarını tekrar okudum; insan aklının alamayacağı şeyler, bunlar. Bir daha kimsenin okumaması için tüm kâğıtları yaktım ve bundan profesöre asla bahsetmedim.
Profesörün kendine gelmesi, çok uzun bir zaman aldı; hayatının belli bir kısmı, ondan çalınmış oldu. Peki, o sayfayı dolabıma kim koymuştu? Bana, üzerinde garip bir adresin yazılı olduğu kâğıt gelmemişti. Profesör kâğıdı yanına aldığını fakat sonra bulamadığını söylüyor. Dün onu görmeye gittim; üstünden çok geçmesine rağmen; hala, geceleri o yaratıkça ziyaret ediliyor; hala, o günün anıları, gecelerini altüst ediyor.
Asla kurtulamayacak. Hayatının sonuna kadar...
KA
FD
AĞ
IŞİİR54
İnmiş al bayrağım yarıya,
Ölmüş kaç şehit doğuda
Analar ağlar tabut başında
Bayrağim yas tutmuş.
Bir umut arar gözler yakında,
Babasız kaç çocuk var burada.
Canını feda eden yiğitler adına,
Bayrağım yas tutmuş.
Cani katiller iş başında,
Kaç karakol bombalandı orada,
Vatanı için ölen insanlara
Bayrağım yas tutmuş.
Korku nedir, bilir mi onlar?
Acı nedir, çeker mi onlar?
Bu cansız bedenler adına ,
Bayrağım yas tutmuş.
Bayrağım Yas TutmuşDefne ACUN, 7/C
Haydar Aliyev İ.O.
55ŞİİRK
AF
DA
ĞI
Ben Öğretmenim,
Hayallerini bilgiyle yoğuran,
Yoğurduklarını sevgiyle, yumak yumak ayıran,
Kelebeklerin kozasında daima nöbet tutan,
Bir öğretmenim.
Ben Öğretmenim,
Sınıfa girdiğinde tüm derdini unutan,
Öğrencilerini evladı gibi koruyan, kollayan,
Tüm bilgisini sevgiyle şefkatle aşılayan,
Bir öğretmenim.
Ben Öğretmenim,
Vatan bayrağının altında şerefle görev yapan,
Ata'sının ışığında korkusuzca yol alan,
Cesaret ve umutla sevgiden kanat takan,
Bir öğretmenim.
Ben ÖğretmenimÖzlem DOĞAN, Türkçe Öğretmeni
Özel Gürçağ İ.O.