64
KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARI (Toplu Yazılar)

KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

  • Upload
    others

  • View
    13

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN

TEMEL HALKALARI

(Toplu Yazılar)

Page 2: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

Kapitalist egemenlik sisteminin yeniden yapılanmasının

temel çizgileri

1- Kapitalist meta üretim ve egemenlik ilişkilerinin (aynı anlama gelmek üzere değer ve artı değer yasalarının) etkisinin alabildiğine genişlemesi ve derinleşmesi. Mali sermaye genişlemesi.

2- Toplumsal ve teknik (ve uluslararası) işbölümünün farklılaşması ve karmaşıklaşması.

3- Toplumsal emek ve kitleler üzerinde görece biçimsel ve dışsal egemenlik tarzından, daha içsel ve “gerçek” bir egemenlik tarzına geçiş.

4- Burjuva egemenlik sisteminin, ekonomi-politik, toplumsal, siyasal, askeri, teknolojik, enformatik, ideolojik, kültürel, psikolojik hakimiyet alanlarının her birini ayrı ayrı geliştiren, aynı zamanda biri ötekini güçlendirecek, tümünü iç içe geçirerek örgünleştirecek, daha karmaşık ve katmanlı bir biçiminin ortaya çıkması.

5- Mali sermayenin elinde daha dolaysız ve oligarşik bir güç yoğunlaşması ve merkezileşmesi.

6- Bu egemenlik biçimi, öncelikle ve esas olarak, muazzam genişleyen işçi yığınlarının, kolektif sınıf bilinci, örgütlenmesi ve eyleminin zeminini olabildiğince daraltma ve kaydırma; (bireysel ve grupsal olarak içermekle birlikte) sınıf karekterini parçalama, dağıtma ve dışlama üzerine kuruludur. (Ancak, stratejik bir perspektiften kolektif sınıf bilinç ve savaşımının daha gelişkin bir zeminini de giderek ortaya çıkarmaktadır.)

Bunları açacağız. Yöntemsel açıdan, burjuva egemenlik sistemindeki çok yönlü ve bütünsel yeniden yapılanmayı, kapitalist üretim ilişkilerinin dönüşüm süreci (etki ve hakimiyetinin hem genişlemesine hem derinlemesine artması) temelinde ele alıyoruz. Bu bize burjuva egemenlik sisteminin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel düzey ve biçimlerinin hem ayrı ayrı (her birinin özgül yanları vardır) hem de birleşik (iç içe ve etkileşim içindedirler, birbiri içinden yeniden üretilirler) ele alınması olanağını verecektir. Çünkü bunların her birisi, hem kendi özgül ilişki biçimleri içerisinden hem de diğerleriyle bağlantılı, bütünsel bir örüntü oluşturarak, kapitalist egemenlik sisteminin sürmesini ve yeniden üretimini sağlarlar.

Kaba yaklaşımlarla ayrımKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek yanlı olarak “ekonomi dışı zora” indirgeyen kaba yaklaşımların aşılması zorunludur. Bu yaklaşım, kapitalist egemenliğin, tarihsel olarak en temel ve önceki diğer toplum biçimlerinden (feodalizm vd.) ayırdedici yanlarından birinin görülmesini engeller: “Ekonomi içi zor”! Bizzat kapitalist üretim ilişkilerine içerili olan tahakkümün baskın karakteri! Geleneksel devrimci hareketin siyasal, askeri, hukuki zora karşı ortaya koyduğu direniş ve etkinliğin pek azını, genişleyen ve derinleşen kapitalist üretim ilişkileri ve buna içerili tahakküm biçimlerine karşı savaşımda gösterebilmesinin bir nedeni budur. Öyleki geleneksel devrimcilik, kapitalizmin gelişen sosyo-ekonomik egemenlik ilişkilerine karşı adeta çaresiz kalmakta ve bu, “sınıftan kaçışın” başlıca dinamiklerinden olmaktadır. Öyleyse, kapitalist egemenlik sisteminde üretim ilişkilerinin temel ve ayırdedici rolünü öncelikle ele almalıyız.

Burjuvazinin sınıf egemenliğinin ekonomik yönüne ilişkin söylediklerimiz, siyasal, askeri, hukuki zor ve egemenlik alanlarının önemsizleştiği anlamına gelmez kuşkusuz. Tam tersine, kapitalizm günümüzde, her zamankinden fazla siyasal, askeri, hukuki güç ve etkinliğe ihtiyaç duymaktadır. Devletin temel işlevi baskı aygıtı olmaktır. Yönetişim anlayışı, profesyonel ordu, özel güvenlik, toplum sathına yayılmış kontra çeteleri, psikolojik harekatlar, teknolojik denetim ve gözetleme, enformasyon-istihbarat gibi alanlarda önemli farklılaşmalar da vardır. Ancak, bu alanda da kaba yaklaşım, devleti, yalnızca temel işlevine, baskı aygıtı olmaya indirgeme biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Devrimci hareketteki yansımasını ise, kapitalizmin emekçiler nezdindeki en büyük zorluk ve tuzaklarından birine düşmek; ekonomi ile siyaset arasındaki “kopmaz bağı” koparmak; siyasal baskı ve gündemler karşısında işçi sınıfını bir yana bırakmak, işçi

Page 3: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

sınıfına yönelindiğinde ise bu kez siyaset ve militanlığı bir yana bırakmak biçiminde göstermektedir. Genelkurmay başkanı Büyükanıt’ın tanımladığı “yeni güvenlik konsepti” ise yeterince uyarıcıdır: “Bugün artık güvenliği, içinde sadece askeri değil, siyasi, hukuki, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik etmenlerin olduğu bir çerçevede tanımlamak gerekmektedir.” Öyleyse devleti, gerektiği her yerde ön plana çıkan, buna her daim hazır ve nazır doğrudan baskı işlevinin yanısıra, kapitalist üretim ilişkilerinin içsel tamamlayıcısı, etkin düzenleyicisi ve yeniden üreticisi olarak da ele almak gerekir.

Kapitalist sınıflı toplum rasgele bireyler toplamı değil, bireyler arasındaki sınıfsal egemenlik ilişkilerin işbölümü ve kurumlar yoluyla organize edilmiş biçimidir. Toplumsal ilişkiler, üretim ilişkileri temelinde, ekonomik, politik, hukuki, kültürel, ulusal, etnik, dinsel, cinsel vd. ilişkilerin bütünsel örüntüsünü kapsar. Bir toplumsal sisteme karakterini veren şey de, toplumsal ilişkilerin içeriği ve biçimidir. Toplumsal egemenlik ilişkilerininin diğer önemli kurumlaşma biçimleri olan aile, ulus, din, cemaat, eğitim sistemi, medya, “STK”lar gibi düzen kurumlarına da ilerleyen bölümlerde yer vereceğiz. Üretim ilişkileri temelinde ortaya çıkan ve onu yeniden işleyip pekiştiren bu gibi toplumsal-kültürel ilişki ve işbölümü kurumlaşmalarının en yaygın biçimleri de, yeniden yapılanarak, kendi alanları içinden egemenliğin sürmesine ve yeniden üretimine aracılık ederler. Bugün daha ziyade, dinsel-cemaatsal, etnik, grupsal, cinsel ve kültürel formlar altındaki “aidiyet ilişkileri” olarak tanımlanan bu ilişkiler de, meta üretim ve dolaşım süreçlerini genişletme ve derinleştirmenin, en ücra yerlerde dahi artı değer üretiminin araç ve mekanizmaları haline getirilmesinin engeli olmaktan çıkartılıp geliştirmenin dinamiğine çevriliyor. Devrimci hareket, geçmişte, devletin temel baskı kurumlarına karşı tavrı net olsa bile, bizzat kitlelerden gelen, kitlelerin en fazla içinde yoğrulduğu bu gibi toplumsal düzen kurumları ve egemenlik ilişkilerine karşı savaşımda yetersiz kalıyor, hatta (en sivri biçimleri dışında) büyük ölçüde bunları “doğal” görüp içselleştirebiliyordu. Bugün ise, tüm bu toplumsal düzen kurumları ve egemenlik ilişkilerinin eski biçimleri ile yeniden yapılandırılan yeni neoliberal biçimleri arasında bir gelgit yaşanmakta, fakat halen, bunların emekçilerin sisteme bağımlılığı ve sistemi kendi yaşamları içinden yeniden üretmelerindeki rolü köklü biçimde sorgulanmamaktadır. Öyleyse, egemenlik-bağımlılık ilişkilerinin bu cephesini ve yeniden yapılanmasını da, eleştirel, özeleştirel biçimde ele almalıyız.

İdeolojik-kültürel planda ise, kaba yaklaşım bu kez karşımıza, hemen her şeyi “kandırma, aldatma, uyutma, sahtekarlık”tan ibaret görmesiyle çıkar. “Kapitalizm, dev çaplı bir yalan dolan makinasına sahip olmasaydı, kapitalizm olmazdı”, doğru! Günümüzde kapitalizm, demogoji, beyin yıkama ve manipulasyonu, bilimum sosyolojik, psikolojik, kültürel vd. araştırmalarla desteklenen bir “bilim” düzeyine yükseltmiştir, bu da doğru! Ancak, tıpkı din gibi, şu veya bu düzeyde bir toplumsal zemini olmayan en güçlü propaganda ve atraksiyonların bile kitleler üzerinde önemli bir etkide bulunamayacağını bilmek gerekir. Kaldı ki, burjuvazinin neredeyse tüm bir siyasal, ideolojik, kültürel egemenliği “aldatmaca, sahtekarlık”tan ibaretse, bu kadar çok hayal kırıklığına uğrayan kitlelerin, nasıl olup da “aldatılmaya” halen bu kadar istekli olduklarının da ayrıca açıklanması gerekir. Kapitalizme karşı ahlaki tepkinin pek ötesine geçemeyen çoğu devrimcinin, “sahte, tuzak, uyutma, yozluk” diye damgalar göründüğü kapitalizmin yeni toplumsal-kültürel egemenlik ilişkilerinin, yaşam ve düşünce tarzının nasıl içine çekildiği, farkında bile olmadan bunları nasıl yeniden ürettiği bilinen bir şeydir. Toplumsal-kültürel, ideolojik, psikolojik plandaki değişen egemenlik ilişkileri de, kapitalist üretim ilişkilerindeki yapısal dönüşümden doğan, toplumsal-bireysel yaşam ve ilişkilerin de (duygu-düşünce tarzına varana dek) onu yeniden üretecek ve önünü açacak biçimde örgütlenmesini sağlayan ilişkilerdir. Öyleyse, kapitalizmin ideolojik, kültürel (medyatik, felsefi, etik, sanatsal, sportif vd.) yeniden üretimi alanındaki egemenlik ilişkilerini de, birilerinin aldatmaca-uyutmacası olmaktan önce, geleneksel toplumsal-kültürel formasyonu/dokuyu çözücü, kitleleri ve bireyleri daha etkin biçimde sisteme bağlayıcı rolleri içinden ele almak gerekir.

I-KAPİTALİST EKONOMİ ve TAHAKKÜM İLİŞKİLERİ“Görünüşte emekçiler burjuvazinin egemenliği altında öncekinden daha özgürdürler, çünkü onların varlık koşulları onlardan serbestleşmiştir, gerçekte ise elbetteki daha az özgürdürler, çünkü nesnel

Page 4: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

bir güce çok daha fazla bağımlı durumdadırlar.” (Marks, Alman İdeolojisi)

Kapitalist neoliberalizm, “özgürlük” sloganı altında, emekçileri her türlü “katılık” ve kişisel bağımlılık ilişkisinden; topraktan, küçük mülkten, himayeci-dayanışmacı geleneklerden, korumacı kurum ve yasalardan, geçimlik kullanım değerleri üretiminden, hatta sıkı devlet, din ve aile otoritesinden çözüyor. Neoliberalizm, türkçesiyle yeni-serbestleştirme politikası, en azından, geçimlik küçük üretimden çözülen yoksul köylülerde, çalışmaya başlayan kadın ve çocuklarda, hatta kürt halkında, ilk elde yanıltıcı bir özgürleşme hissi/beklentisi de yaratıyor. Fakat tümü, tüm emekçiler, kapitalist neoliberalizm ile “elbetteki daha az özgürdürler”, çünkü kendi emekleriyle ama kendi iradeleri dışında ve kendilerine düşman biçimde işleyen bir güce, sermayeye, metalaşmış emekgüçlerinden, dolayısıyla göbeklerinden ve ruhlarından, çok daha fazla bağımlı hale gelmektedirler.

1- İşgücünün genişleyen ve derinleşen ölçekte metalaştırılması.Neoliberalizm sermaye birikimi ve karlılığını sınırlayan her türlü toplumsal ilişki biçiminin zorla çözüştürülmesi ve yükseltecek tarzda yeniden yapılandırılmasıdır. Sermaye birikiminin temelinde ücretli emek üzerindeki artıdeğer sömürüsü yatar. Bu demektir ki, tüm yeniden yapılandırmaların başında toplumsal işgücünün artan ölçüde metalaştırılması; meta olarak yeniden yapılandırılması gelir. İşgücünün meta olması, sermayeye ücretli köle olması, artıdeğer üretmesidir. Emekçinin, işgücünü ücret karşılığı kapitalistlere satmak ve kendini sömürtmek zorunda olması, bunun dışında bir yaşam olanağının kalmamasıdır. Sermayenin emekçiyi kökünden kavrayarak zaptırapt altına almasıdır. Sömürülmenin olduğu gibi bağımlılığın da en ağır, en derin, en zorlayıcı, fakat aynı zamanda en gözbağlayıcı biçimidir.

Sermaye birikimi, ancak, işgücünün meta olmasını genelleştirerek, derinleştirerek, çeşitlendirerek ilerleyebilir. Bu sermaye birikiminin sürdürülebilmesinin en temel koşuludur. Sermaye, bu yüzden, öncelikle işgücünün metalaşmasını sınırlayan her türlü, geleneksel ekonomik, siyasal, toplumsal-kültürel ilişki biçimini zorla çözmektedir. Bunun için bir zamanlar en fazla kutsadığı ve tabu ilan ettiği tarımı, dini, gelenekleri, aileyi, köylüyü, memuru, öğrenciyi, kadını, çocuğu, yaşlıyı, kemalizmi, devleti, yasaları bile yerle bir etmekten kaçınmamaktadır. Metalaşmış, yani sermaye malı (değişen sermaye) olmuş, demek ki sermayeye “kökten bağımlı” hale gelmiş işgücü ilişkisi, emekçiler açısından en belirleyici ve en yaygın ilişki biçimi haline gelmiştir.

Şimdi toplumsal işgücünün alabildiğine yığınsallaşan ve derinleşen metalaştırılma sürecine daha yakından bakalım:a) Bağımlı Türkiye kapitalizminin en büyük tarihsel sınırlarından biri (işgücünün meta olmadığı ve bunu sınırlayan) küçük mülk sahipliğinin; küçük meta üretimi ve ticaretinin yaygınlığı ve toplumsal ağırlığıydı. Geleneksel geçimlik küçük köylüler, ücretsiz aile işçileri, küçük esnaf ve zanaatkarlar, kendi küçük işyerinde çalışanlar … yani işgücü meta olmayan emekçiler, yakın dönemlere kadar nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. İşgücünün meta olmadığı küçük meta üretimi ve ticaretinin, ekonomi ve siyasette azımsanmayacak, toplumsal-kültürel planda ise belirgin bir etkisi vardı. Emperyalist ve işbirlikçi burjuvazi, 12 Eylül’den başlayarak, her krizde daha da hızlanan biçimde, küçük meta üretim ve ticaretini çözmektedir. Günümüzde, artık her yıl neredeyse 1 milyon kişi, küçük meta üretim ve ticaretini terketmek zorunda kalmakta, bunların büyük bölümü mülksüzleşmekte, işgüçleri yığınsal olarak metalaşmakta, sermayeye tam bağımlı hale gelmektedir. Benzer biçimde, yoksullaşma gibi nedenlerle, nüfusun en şişkin kesimlerini oluşturan emekliler, ev kadınları, öğrenciler yığınsal olarak metalaşan işgücü haline gelmektedir. Kamu emekçileri ise, işgüçlerinin meta karekterini perdeleyen ve sınırlayan toplumsal statüleri tasfiye edilerek, özelleştirme ve güvencesiz çalıştırma yoluyla işgüçlerinin metalaşması derinleştirilerek, proleterleşme sürecindeki yerlerini almaktadır. Tümü birden, özetle, toplumsal işgücünün adeta topyekün metalaşmasını göstermektedir.

b) İşgücü meta olmakla kalmamakta, işgücünün yeniden üretimi de tamamen metalaşmaktadır. Emekgücünün yeniden üretimi, beslenme, giyinme, barınma, temizlik, elektrik, su, ulaşım, belediyecilik, eğitim, sağlık, dinlence, stres atma, eğlence vd. temel bireysel ve toplumsal

Page 5: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

ihtiyaçların karşılanmasına ilişkindir. Yine yakın dönemlere kadar işgücünün yeniden üretiminin önemli bir bölümü meta dışı kanallardan, kullanım değeri olarak sağlanabiliyordu. Örneğin temel gıda ihtiyaçlarının bir bölümü ailenin kırda kalan bölümünden erzak desteği olarak geliyor, gıda-giysi vd. ihtiyaçların bir bölümü aile içi küçük kullanım değeri olarak üretilebiliyordu. Temel gıda ürünlerinin yanısıra, elektrik, su, kitle ulaşımı gibi ihtiyaçlar subvansiyonlu ve az çok ucuz tutuluyordu. Gecekondu biçimindeki konutların en azından arazisi metalaşmış olmayabiliyordu, sonraki yıllarda da kent rantlarından küçük kırıntılara dönüşebiliyordu. Dinlence, oldukça ucuz biçimde memlekete gitmekti. Emekçiler kendi eğlencelerini de kendileri üretebiliyorlardı. Eğitim, sağlık, belediyecilik vb. temel kamu hizmetlerinin metalaşması oldukça sınırlı ve dolaylıydı (vergiler yoluyla). Başta topraktan, küçük mülkten tam kopmamış olma durumu olmak üzere, işgücünün yeniden üretiminin tam metalaşmamış olması, bir yanıyla sınıf bilincinin gelişimini zorlaştırsa da, bir yanıyla da işçiyi daha direngen yapar. Çünkü, ailesinin sağlığı, konutu, gıdası, çocuğunun eğitimi vb. az çok güvencede olan bir işçi, daha uzun süre işsiz kalmayı göze alabilir, patronuna “ailem, çocuğum bir haftada sefil olur, kirayı, ev faturalarını nasıl öderim” diye düşünmeden daha rahat diklenebilir. Günümüzde ise işgücünün yeniden üretimi neredeyse tamamen metalaşmakla kalmıyor, emekgücünün fiyatı (ücret) genel düşüş eğilimi gösterirken, emekgücünü yeniden üretme harcamaları ters orantılı biçimde artıyor. (Özellikle, konut fiyat ve kiraları, sağlık, eğitim, ulaşım, belediye hizmetleri, elektrik, su faturaları. Bugünlerde gıda fiyatları da füze gibi fırlamaya başladı. Küçük tarım ve esnafın kendine bile yetmez hale gelmesi, büyük ailelerin çözülmesi, bu türden yardımlaşmayı azaltıyor. Evde kullanım değeri üretimi ise, hem artık kadınların bunları üç kuruşa piyasaya üretmesi, hem de her şeyin her kesime göre hazır-meta biçiminin çıkması ile giderek siliniyor.) Günümüz Marksist yazını, bu gelişmeyi, Marks’ın öznel emek süreci/nesnel emek süreci ayrımını, işgücünün yeniden üretimi alanına genişleterek kavramlaştırmaktadır. Burjuvazi makinalaşma ve bilgisayarlaşma ile emek sürecinde işçiyi nesneleştiren gerçek bir hakimiyet kurmuş olsa bile, işgücünün yeniden üretimi şu veya bu düzeyde işçinin kendi öznel denetiminde kaldığı sürece bu halen “eksik ve biçimsel” bir hakimiyet olarak kalmaktadır. İşgücünün yeniden üretimin tam ve fahiş metalaştırılması (kentsel dönüşüm, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi vb.) ile birlikte, işçi bu kilit alanda da inisiyatifini, manevra yeteneğini ve direncini büyük ölçüde yitirir. “Nesnenin gücüne”, yani sermayeye, “çok daha fazla bağımlı hale gelir”, nesneleşir. Popüler bir ifadeyle, kölece çalışmaya, kölece yaşam eklenir. Bir örnek emekçiler açısından bunun ne anlama geldiğini, binbir çözümlemeden daha iyi anlatacaktır. İş kazası geçirdiği için çalışamayan ve bu yüzden kızının dershane parasını ödeyemeyen işçi, dershane sahibi tarafından mahkemeye verildi, ve hapis cezasına çarptırıldı!

c) İşgücünün metalaşmasına oylum kazandırmanın önündeki sınırlar da hızla kaldırılmaktadır. Bu durumu, en iyi 2003 yılında çıkartılan yeni esnek çalışma yasasında görebiliriz. Yeni İş Yasası, eski yasada bulunan, işçiyi sermaye karşısında zayıf taraf olarak kabul ederek; “İşçiyi koruma ve yardım ilkesi; işverene karşı nispi emredici hukuk kuralları; İhtilaf durumunda işçi lehine yorum ilkesi” gibi ilke ve kuralları (ne kadar uygulanıp uygulanmadığından bağımsız olarak) toptan kaldırdı. Yerine işveren ve işyerini koruma ve yardım ilkesi, işçiye karşı mutlak emredici hukuk kuralları, ihtilaf durumunda işveren lehine yorum ilkesini getirdi! Emeğe biçimsel ve göstermelik de olsa Anayasal olarak tanınmak zorunda kalınmış “kolektif hak” ilkesi, ve dolayısıyla işçilerin “toplumun kurucu ve üretken bir bileşeni” olarak tanınması kaldırıldı. Hak kavramının kolektif, toplumsal ve örgütsel içeriği boşaltıldı. Yerine “bireysel sözleşme” ve ancak parası olanın bireysel olarak piyasadan satın alınabileceği meta olarak “hak” kavramı getirildi. Patronun işçiyi, “performans, davranış, ekonomik zorluk..” ya da her hangi başka bir bahaneyle işten atmasını olağanüstü kolaylaştırdı ve teşvik etti. Kıdem tazminatına hak kazanma şartını 15 yıla çıkartarak, fiilen olanaksız hale getirdi. Çalışma saatlerinin üst sınırını ve fazla mesai ücreti zorunluluğunu kaldırdı. Telafi çalışması zorunluluğu getirdi. Geçici işçiliği, çağrı üzerine çalışmayı yasalaştırdı. Angaryaya kapıyı açtı. Patronun istediği zaman işçiyi tam süreliden kısmi zamanlı çalışmaya geçirebilmesini düzenledi. Anayasada var olan asgari ücretin işçi ve ailesi için belirlenmesi hükmünü, yok saydı. Patronun işletmesini ve istihdamını parçalayıp taşeronlaştırmasını kolaylaştırdı. Ücreti işçinin geçimi (yani emekgücünün yeniden üretimini de kapsayacak biçimde) ile tanımlamaktan çıkartarak,

Page 6: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

çalışılan çıplak saat karşılığı olarak ücret tanımı getirdi. Yine ücreti işçi hakkı olarak tanımlamaktan çıkartıp, “işverene maliyet” olarak yeniden tanımladı. Patrona haftalık ve aylık çalışma saati toplamı aynı kalmak şartıyla, işçiyi istediği gün ve zaman dilimlerinde çalışma serbestisi getirdi. Yalnızca ücret ödememe durumunda o da sadece bireysel iş bırakma hakkı tanırken, ücret dışı her türlü hak gaspı ve saldırı karşısında onu bile kaldırdı. Ücret ödemelerinin bankalar yoluyla yapılabilmesini düzenleyerek, işçinin borçluluk durumunda (ev kirası, tüketici kredisi vd.) ücretinin bankada bloke edilmesine olanak sağladı. Evde çalışma, çıraklık, meslek liselilerin çalıştırılması, tele çalışma gibi çok geniş bir kesimi tümüyle yasal düzenleme dışı bıraktı. Kadınların ağır ve tehlikeli işlerle, geceleri çalışması yasağını kaldırdı. İş kazası ve meslek hastalığı durumunda işverenin sorumlu tutulmamasını düzenledi. Sendikaların lütfen itirazı üzerine biraz yumuşatılarak geçirilen ya da askıya alınan kısmi zamanlı çalıştırma, ödünç işçilik ve özel istihdam büroları (modern köle tüccarlığı) düzenlemeleri ise, TÜSİAD ve 2. AKP Hükümeti programında acil gündemli olup, kısa vadede çıkarılacaktır… Bunları bir kez daha ısrarla hatırlatmamız, işgücünün meta karekterine nasıl bir oylum kazandırıldığını ortaya koymak içindir: Birincisi, Ücretin işçi hakkı değil, patron maliyeti olarak tanımlanması, işgücünün son derece çıplak ve kesin biçimde, hem de herhangi bir meta olarak tanımlanması, nesneleştirilmesidir. İkincisi, işçinin sınıfsal, toplumsal, kolektif varlığı ve hakları tümüyle inkar (ve imha) edilir, yerine “bireysel iş hukuku” ve patron açısından “sözleşme serbestisi” ilkesi geçirilir. (“Bireysel iş hukuku”nun, işyerindeki sermaye-emek ilişkilerinin de ötesinde, tüm toplumsal ilişkilerin temel düzenleyici ilkesi haline geldiğine de ayrıca dikkat etmek gerekir.) Böylece her hangi bir hukuki kolektif hak kategorisi tanınmadığından, buna dayanarak emekçi taleplerinin toplum adına piyasaya, sermayeye, işverene, ücret sistemine müdahale edemeyeceği, toplum adına konuşma ve davranma yeteneğine sahip kolektif kişilerin de burjuvazi olduğu düzenlenmiş olmaktadır. İşçi, piyasadaki herhangi bir bireysel unsura, basit meta satıcısına indirgenmektedir. Üçüncüsü, işçinin biricik “mülkiyeti” olan kendi işgücü üzerindeki “mülkiyet hakkı” giderek sınırlandırılırken, burjuvazinin meta-işgücü üzerindeki mülkiyet ve tasarruf hakkı genişletilmektedir. Çünkü, mülkiyet hakkı, kabaca, sahip olunan şeyin fiili kullanımına ilişkin karar alma otoritesi/iradesi ile sahipliğe konu olan şeyin kullanımından kaynaklanan yeni şeyler üzerinde hak iddiasında bulunmayı içerir. Bu tanım, işçinin kendi işgücü üzerindeki biricik mülkiyet hakkına uygulandığında; işgücünün ürettiği yeni değerden daha fazla pay alma hakkını tümüyle dışlamakla kalmaz, işgücünün patron tarafından nasıl kullanılacağına ilişkin irade gösterme olanağını da önemli ölçüde kısıtlar. Yani metalaşması katmerlenmiş işgücü, işçinin iradesinden ve kişiliğinden daha büyük ölçüde bağımsızlaşırken, kapitalistlerin iradesine, egemenliğine, kontrolüne daha sınırsız biçimde tabi olur. “Nesnenin gücüne”, yani sermayeye, “çok daha fazla bağımlı durumdadır.” (Burada devletin yalnızca “ekonomi dışı zor” aygıtı olmakla kalmadığını, “ekonomi içi zor”a, yani üretim ilişkilerine nasıl müdahil olduğunu, yeniden düzenlediğini, yeniden ürettiğini de en açık biçimiyle görmek mümkündür.)

d) İşgücünün meta olmasının hem alabildiğine yaygınlaşması hem de derinleşmesi, kapitalist ekonominin değer ve artıdeğer yasalarının, işgücü özgülünde de daha serbest işlemesine yol açar. Başka deyişle, meta olarak işgücü, değer ve artıdeğer yasalarının işleyişine daha kayıtsız koşulsuz tabi olur. İşsizlik ne kadar artarsa, genel ücret düzeyi otomatikman o kadar düşer. Aynı şekilde sermaye birikim hızı ne kadar yavaşlarsa, ücretler de o kadar düşer. Sermayenin vasıfsız ve eğitimsiz işgücüne ihtiyacı ne kadar azalırsa, vasıfsız işgücü o kadar değersizleşir. İşgücü piyasasına kadın ve çocuk işgücü daha yığınsal olarak girdikçe, erkek işgücü de değersizleşir. Genç işgücü girdikçe orta yaşlı işgücü değersizleşir, işsizleşir. Sektörel vd. işbölümü (gerileyen sektörlerden, yükselen yeni sektörlere sermaye akışı vb. ) değer ve artıdeğer yasaları tarafından adeta “otomatik” olarak düzenlenir. Gerileyen geleneksel sektörlerden açığa çıkan işgücü yeni, teknoloji ağırlıklı sektörlere ayak uyduramadığı için ezeli bir işsizliğe terkedilir, başlangıçta vasıflı işgücü kıtlığı çeken yeni sektörlerde ücretler yükselir, ama eğitim sisteminin seri yeni işgücü üretmesi vb. ile orada da ücretler hızla düşer. Kaldı ki vasıflı işçinin bile işini ve işgücünün değerini koruyabilmek için, piyasadan durmaksızın bireysel eğitim hizmeti satın alması gerekir… İşgücü piyasasındaki tüm çalkantılar içinde sürüklenme durumu, bir kez daha işgücünün meta olmasıyla nasıl insanlık dışı bir nesneleşme konumuna itildiğini ortaya koyar. Toplumsal işgücünün bir azınlık kesimi yukarı

Page 7: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

çıkarken genişleyen bölümü aşağı iner genişçe bir kesimi “ıskartaya çıkar”, sonra yeni bir kesim yükselişe geçerken önceki yükselenler başaşağı inişe geçer… Tüm bu felaketli, giderek hızlanan çalkantılar işçilere anlaşılmaz gizemli güçlerin eseri, hatta doğal afetler gibi görünür. En büyük toplumsal afet ise işsizliktir.

Tahakküm sömürüye içseldirKapitalist üretim ilişkilerindeki yapısal dönüşüm daha bu en temel yönüyle bir gerçeği tartışmasız ortaya koymaktadır: Kapitalist üretim ilişkileri, yalnızca sömürüyü değil, en ağır tahakküm biçimini de içerir. Burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki sömürü şiddeti artmakla kalmamakta, tahakkümü de yoğunlaşmaktadır. Dahası ve en önemlisi, kapitalist üretim ilişkilerin işçiler üzerindeki tahakkümü, yalnızca dışsal bir baskı biçiminde (işyerinde dayak, tehdit, taciz, aşağılama vd.) değil, asıl olarak içsel; işçiler tarafından içselleştirilen bir baskı olarak yaşanıyor. Uzun çözümlere girmeden kestirme ve düz bir çıkarımla: İşgücü genişleyen ve derinleşen ölçekte meta olduğuna göre; meta olarak işgücü sermaye malı ve bileşeni (değişen sermaye) olduğuna göre; fakat işgücü işçinin kendisinden (kişiliğinden vd.) ayrılamayacağına göre; sermaye bizzat işçiye içseldir! Daha uygun bir deyişle, sermaye ilişkisi/tahakkümü işçiye içseldir. İşgücünün genişleyen ve derinleşen ölçekte meta olmasına dayanan kapitalist tahakküm, yalnızca fizik olarak değil, işçinin bilincine ve ruhuna da daha derinlemesine nufuz etmekte, içselleşmekte, ve işçiler tarafından kendiliğinden yeniden üretilmektedir: Meta bilinç!

İşçinin meta-bilinci, farkına bile varmadan içine işlemiş değer yasası içerisinden düşünmesidir. Sermaye ile dolayımlanan, kendi sınıfına ve sınıf çıkarlarına yabancılaşmış bilinçtir. İşçinin patron kafasıyla düşünmesi, kendisine bile patronun gözünden ve kriterlerinden bakmaya koşullanmasıdır. “Sürekli gözetim ve denetim duygusunun içselleştirilmesi önemlidir, ama yetmez, panaptikon felsefesine uygun olarak, işçilerde her yoldaş, her işçi bir gözetmendir, iktidarın gözüdür duygusunu yaratmak gerekir… İşçilerde yaratılacak olan işsiz kalma kaygısı, korkusu, panaptikon hapishanesinin görünmeyen iktidarının ve gözetim duygusunun işçilere içselleştirilmesi yeni iş yasasının en önemli kurgusudur. Kendine olan güvenini kaybetmiş, geleceğe yönelik olarak sürekli kaygılı olan bir işçi artık kendi kendini denetleyecek, dışsal bir baskı olmadan, bir emir verilmeden daha yoğun çalışacak, dayanışmadan uzak, sadece kendisini düşünen bencil bir kimliğe kavuşturulmuştur.” (Yüksel Akkaya, Türkiye’de Kapitalizmin Restorasyon Sürecinde Sosyal Politika ve Çalışma Yasaları, Kapitalizm ve Türkiye içinde, s.26) Y. Akkaya, belli bir gerçeklik payı taşıyan işçi sınıfı betimlemesinde, bu durumu yalnızca Yeni İş Yasasına atfederken eksik kalıyor. İş yasası, üretim ilişkilerindeki dönüşümün en temel yönü, toplumsal işgücünün genişleyen ve derinleşen ölçekte bireysel meta olması temelinde ortaya çıkmış, fakat kuşkusuz altyapı-üstyapı diyalektiği ilişkisi içinde, bunun önünü daha fazla açarak, genişletmiş ve pekiştirmiştir. Tümü kapitalist üretim ilişkilerinin genişlemesine ve derinlemesine etkisini artırması, onun merkezinde de işgücünün meta olması sonucu olan, dev çaplı işsizlik, işçiler arası ölümüne rekabet, yeni proleterleşme dalgalarıyla mülksüzleşen milyonların küçük mülk zihniyet ve davranışını yaygın biçimde sınıfın içine taşıması, bireysel iş sözleşmesi ve serbest sözleşme gibi etkenler ise, bunu (işçilerin bireysel “meta” bilinciyle, değer ve artıdeğer yasası içinden düşünmesi ve davranması) genişletmekte ve pekiştirmektedir.

Meta bilinçKapitalist üretim ilişkilerinin yeniden yapılanması çerçevesindeki sorunların (ki bu sadece bir halkasıdır, devam edeceğiz) öncelikle somut konuluşu önem kazanır. Kapitalist üretim ilişkileri, metalar arasında ya da insanlarla metalar arasında ilişkiler gibi görünen, insanlar arasındaki sömürü ve egemenlik ilişkileridir. İnsanlar arasındaki ilişkilerin, metalar arasında ya da insanlarla metalar arasında ilişkiler gibi görünmesinin, ve dolayısıyla meta fetişizminin (meta tapınmacılığının) temelinde, her türlü toplumsal ilişkinin meta/sermaye ile dolayımlanması yatar. İnsanlar arasındaki tüm toplumsal ilişki biçimleri, değer ve artıdeğer ilişkilerine indirgenmektedir. İnsanın kendisiyle ilişkisi bile!

Örneğin işçinin (işini koruyabilmek için) emek sürecine, çalışma koşulları ve hakları açısından

Page 8: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

değil, patrona yeterli artı değeri sağlayıp sağlayamadığı ölçütünden bakmaya koşullanması gibi! Örneğin, işçinin diğer işçi kesimlerine ve hatta işteki arkadaşlarına, kolektif emeğin ortak çıkarları açısından değil, değer ilişkileri dolayımıyla (işgücü metası daha değersiz olan işsizlere ve vasıfsız işçi kesimlerine, işgücü metası kendisininkinden daha değerli olan vasıflı işçi kesimlerine vb.), rakip hatta düşman gözüyle bakmaya koşullanması gibi! Örneğin işçi ve emekçilerin, çalışma dışı zamanlarda da kendilerini ve birbirlerini kişilikleri, mücadeleleri ile değil meta-marka sahipliği (cep telefonu, giyinme ve saç biçimi, cinsel cazibe vb.) ile değerlendirmesi gibi!

Her günkü yaşam içerisinde son derece yaygın olan bu örnekler, işçilerin kendilerine ve birbirlerine, ancak değer ve artıdeğer ilişkileri içinden baktıkları ve farkında bile olmadan buna uygun davrandıklarını çarpıcı biçimde gösterir. Böylelikle işçiler, kendilerini ve birbirlerini daha fazla metalaştırmakta/nesneleştirmekte, sermaye ve yıkıcı işleyiş yasalarına daha fazla bağımlı/köle haline getirmekte, ve dahası, bu bağımlılık ilişkisini daha fazla içselleştirmeye koşullamaktadır. Buna, en temelinde işgücünün meta olmasının/ücretli kölelik ilişkisinin yeraldığı, “meta egemenlik ilişkileri” diyoruz. Kapitalist egemenlik sisteminin yeniden yapılanmasının en temelinde de, başta işgücünün meta olması olmak üzere, meta egemenlik ilişkilerinin alabildiğine genişlemesi ve derinleşmesi vardır.

İşçinin “meta bilinci” de, yukarıda verdiğimiz yaygın örneklerden kolayca görüldüğü gibi, kapitalist üretim ilişkileri temelinde; bu ilişkilerin işçiler tarafından içselleştirilmesi ve “doğallığında” yeniden üretilmesi temelinde yükselir. Meta bilincin, ya da işçilerin burjuva ideolojisini bu temelde içselleştiriyor olmalarının en temel göstergeleri, işçiler arasında da son derece yaygınlaşan bireyci ve birbiriyle rekabetçi düşünce-davranış biçimleri, kapitalizmi doğal ve alternatifsiz kabul etme, bütün toplumsal üretim ve gücün sermayeden geldiği yanılsaması, ve dolayısıyla sermayeye artan bağımlılığı ölçüsünde onun karşısında kendini güçsüz, değersiz görme biçiminde özetlenebilir.

Kendiliğinden bilinç, işçilerin tohum halinde sınıf sezgilerini içeren, fakat burjuva bilincin (burjuva egemenliğini doğal görmenin) baskın olduğu bilinç biçimidir. İşgücünün genişleyen ve derinleşen ölçekte meta olması başta olmak üzere, meta egemenlik-bağımlılık ilişkilerinin etkime alanının alabildiğine genişlemesi ve derinleşmesi, işçilerin sezgisel sınıf bilincini de daha fazla baskılayan ve burjuva ideolojinin etki alanını, kitlelere içerdenleşme yeteneğini genişleten bir etkide bulunmaktadır. (Bu açıdan, üretim organizasyonu -üretim ve istihdamın parçalanması ve kademelendirilmesi-, tüketim organizasyonu -ihtiyaçların manipulasyonu- ve borç-tüketici kredisi organizasyonu – mali sermaye egemenliğinin gündelik yaşama daha fazla nüfuz etme biçimleri- gibi diğer etkenleri ayrıca ele alacağız.)

İşçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıma sorunuİşçiler kendiliğinden, işgücünün kolektif olarak daha uygun koşullarda satılması mücadelesi verebilirler (sendikal bilinç). Fakat, burjuva ideolojisinin (değer yasası çerçevesi içinde düşünme ve davranmanın) ve onun en temelinde yeralan işgücünün meta olmasının (ücretli kölelik ilişkisinin) dışına kendiliğinden çıkamazlar. Marksist-Leninist örgüt ve devrim teorisinin, özünü ve ruhunu oluşturan “işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıma” öğretisi bu çözümlemenin en temel çıkarımlarından biridir. İşçi sınıfını siyasallaştırmak ve devrimcileştirmek için, onun kendiliğinden ücretli kölelik koşullarını iyileştirme/sendikal mücadelesinin dışından, siyasal, devrimci sosyalist bilinç taşınması zorunludur. Lenin kendi dönemindeki Rusya’nın koşulları (kapitalist üretim ilişkilerinin gelişme düzeyi) açısından, dışarıdan bilinci, işçiler ile patronları arasındaki işyerindeki dar ilişki biçiminin dışından taşınan devrimci siyasal bilinç olarak tanımlar. Çünkü işçilerin çalıştıkları işyeri sınırlılığındaki kendiliğinden bilinç ve mücadeleleri, işyerindeki ücretlerin ve çalışma koşullarının bir nebze iyileştirilmesinden ileriye geçmez. Günümüzde üretimin ve istihdamın parçalanması ve kademelendirilmesi çerçevesinde, işçilerin bilincinin işyerine, ufalanan ve birbirinden farklılaştırılan istihdam ilişkilerine sıkıştırılması ölçüsünde, dışarıdan siyasal ve bütünsel sınıfsal bilincinin taşınması her zamankinden daha yakıcı bir önem kazanmıştır.

Ancak günümüz kapitalist üretim ilişkilerinin genişleme ve derinleşme düzeyine uygun olarak geliştirilmesi zorunludur. Lenin döneminde kapitalist üretim ilişkilerinin gelişme düzeyi,

Page 9: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

bugünküne oranla, çok daha geri bir düzeydeydi. Toplumsal işgücü içerisinde işgücünün metalaşma düzeyi nicel ve nitel olarak göreli sınırlıydı, ücretli kölelik ilişkisi dışında oldukça geniş bir toplumsal ilişkiler alanı kalıyordu. Emekgücünün yeniden üretimi de bugünkü kadar metalaşmış değildi. İşçi sınıfının tam kopmadığı, prekapitalist dayanışmacı gelenekleri, sınıf mücadelesine uyarlayarak yeniden üretmesi de, kolektif örgütlenme ve eylem yeteneğini artıran bir diğer etkendi. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde yaslanabileceği, kendi cephe gerisi olarak kullanabildiği oldukça geniş bir toplumsal, ekonomik, kültürel, ahlaki ilişkiler alanı vardı. (Yalnızca Rusya’da değil pek çok ülkede, en büyük işçi hareketlerinin büyük sanayi kapitalizmine geçiş/geçildiği dönemlerde ortaya çıkması raslantı değildir. Bunun başlıca nedenleri, birincisi, işçilerin büyük ve görece homojen kitleler halinde büyük sanayi fabrika ve havzalarında yoğunlaşmaları, ikincisi ise, işgücünün metalaşması ve sermaye hakimiyetinin gelişmesine karşın, işçilerin halen şu veya bu düzeyde birbirleri ve kendileriyle meta dışı bir kullanım değerleri kültür ve ilişki biçimini sürdürebiliyor olmalarıdır. Meta-bağımlı ilişkilerin egemenliğine karşın kişisel bağlılık ilişkilerinin ve yiğitlik, kahramanlık, namus, şeref, fedakarlık gibi değer yargılarının gücünü şu veya bu düzeyde sürdürmesi, daha sıkı ve istikrarlı örgütlenme biçimlerine de olanak sağlıyordu. vb.)

Günümüzde ise, toplumsal işgücünün metalaştırılması, son sınırına kadar götürülmekte yaygınlaşmakta ve derinleşmektedir. Gündelik yaşamda da, meta-para egemenlik ilişkilerinin kapsamına almadığı hemen hiç bir toplumsal ilişki biçimi bırakılmamaktadır. (Kişisel ilişkilerin en kutsalı sayılan anne ile bebeği/çocuğu ilişkisi açısından bile durum bu merkezdedir. Fahişelik yapan annenin 17 aylık bebeğini tecavüz/cinsel istismar ve işkence nesnesi olarak pazarlaması belki uç bir örnektir, fakat, kadın ile erkeğin birbirleriyle ve çocuklarıyla ilişkilerinin de çok daha dolaysız ve yaygın biçimde metalaşmasının/meta-para dolayımlı hale gelmesinin muazzam yaygınlaşan örneklerinin de bundan geri kalır yanı yoktur!) Bu da yalnızca işyeri içerisinde ve işçiler ile patronları arasında değil, işçilerin kendi içlerinde ve aralarında da burjuva meta ve değer (hatta işçi sınıfının kademelendirilmesi, taşeronluk sistemi çerçevesinde artı-değer) ilişkilerinin, dolayısıyla burjuva ideolojisinin, daha yaygın ve derin biçimde yeniden üretilmesine yol açmaktadır. Öyleyse, Leninist dışarıdan bilinç taşıma öğretisi ve uygulaması, kapitalist üretim ilişkilerinin günümüzde ulaştığı gelişme düzeyine uygun olarak geliştirilmelidir. Günümüzde dışarıdan bilinç, yalnızca işyerindeki dar işçi-patron ilişkisi dışından; yani işgücünün dar anlamıyla meta olması/meta karakteri dışından taşınan bilinç değil, bir bütün olarak meta egemenlik ilişkileri/kapitalist değer ilişkileri ve yasası dışından taşınması gereken bilinçtir.

Toplumsal işgücünün genişleyen ve derinleşen, topyekün meta olması durumu, bu çerçevedeki her türlü duygu, düşünce ve davranış biçimi (kafaca ve ruhça da patronlara köleleşmek, patron kafasıyla düşünmek, çareyi patronlara yaranmak ve yalakalıkta görmek, patronların gücünü karşıkoyulmaz gibi görüp kendini alabildiğine güçsüz hissetmek, özgüvensizlik vb.) ve bu arada işçiler içinde ve arasında da hakim hale gelen meta dolayımlı ilişkilerin (rekabet, faydacılık, birbirine güvensizlik, kendinden daha güçsüz görüneni ezme vd.) dışından ve bunlara tam karşıt eksende taşınması gereken bilinçtir. Formül basittir: Devrimci siyasal-sosyalist bilinç, kapitalist meta egemenlik ilişkilerinin dışından ve tam karşıtından taşınan bilinç olduğuna göre, kapitalist üretim ilişkilerinin/değer ve artıdeğer yasasının hiç bir toplumsal yaşam ve ilişki alanını boş bırakmadan genişlemesi ve derinleşmesi, dışarıdan bilincin sınırlarını ve kırmızı çizgilerini yeniden belirlemeyi zorunlu kılar.

Kapitalizmin içi ve dışıBuradaki zorluk şudur: Eskiden, kapitalist değer ilişkilerinin kapsama alanının dışında kalan, en azından etkisinin sınırlı kaldığı, biri ondan geriye diğeri ileri dönük, iki toplumsal ilişki biçimi vardı. İşgücünün meta olmadığı ve kullanım değerleri üretiminin de belli bir rol oynamaya devam ettiği geleneksel dayanışmacı ilişki biçimleri…Ve yeni ve daha yüksek bir toplumsal ilişkiler sistemi olarak sosyalizmin somut ve esinleyici varlığı ve otoritesi… Günümüzde hem geleneksel ilişki biçimlerinin, hem de sosyalizmin maddi varlığı ile birlikte toplumsal-kültürel kazanımlarının

Page 10: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

tümüyle tasfiye edilmiş olması, alabildiğine genişlemiş ve derinleşmiş kapitalist ilişki biçimlerinin ayrımsanmasını ve deşifre edilmesini daha zor hale getirmektedir. Başka deyişle, kapitalist meta egemenlik ilişkilerinin, emekçilere içselleşme, kendini doğal ve meşru gösterme yeteneği artmıştır.

Devrimciler nezdinde de, ne yazık ki, böyledir. Siyasal kendiliğindenciliğin ötesine geçemeyen geleneksel devrimcilik biçimi, sömürü ve baskının en açık ve kaba biçimlerine karşı reflekslerini korusa da, kapitalist üretim ilişkileri içerisinden alabildiğine yaygınlaşan ve derinleşen, kitlelere de daha fazla içselleşen, tahakküm biçimleri karşısında etkisiz ve hatta çaresiz kalmaktadır. Tıpkı ücretli kölelik ve meta ilişkileri dışında her türlü toplumsal, ekonomik, kültürel dayanağı tasfiye edilen kitlelerin sermaye karşısında kendilerini dayanaksız ve güçsüz hissetmeleri gibi, kitle faaliyeti yürüten devrimciler de, kitlelerin daha fazla etkisine girdiği ve bizzat yaşamlarının içinden yeniden ürettiği burjuva-gerici bağımlılık ilişkileri, yaşam tarzı vb. karşısında kendilerini dayanaksız ve güçsüz, daha güçlü bir ifadeyle iktidarsız hissetmektedirler. Kaldı ki, her şeyi başaşağı çeviren değer yasası, buna karşı donanımsız devrimci hareket ve örgütler içinde de işlemektedir. Kısmi devrimcilik (yalnızca zamanın kullanımı açısından değil, düzen içi ilişkilerden, düşünce, davranış, ilgi ve algı tarzından kopamama, bunları devrimcilik kılıfı altında yeniden üretiyor olma anlamında), kendiliğindencilik, araçların amaçlaşması, biçim tapınmacılağı ve içeriksizlik, teknisizm, kitlelerle ilişkide belirleyenden çok belirlenen olmak, olguculuk, gündelik yaşam ve ilişkilerde, düşünce tarzında yüzeysellik, dağınıklık, sürüklenme, stratejik bilinç yoksunluğu, kapitalist değer ilişkileri ve meta fetişizmi ile sınırların iyice silikleşmesi, insanlar arasındaki kapitalist ilişki biçimlerinin (rekabet, benmerkezcilik, biçimcilik, -mış gibi yapma, kayıtsızlık, faydacılık, uyumculuk, plansızlık, parça-insan olma, işbölümünden kaynaklanan yabancılaşma, kitlelere ve toplumsal ihtiyaçlara yabancılaşma, amaçsızlaşma, nesneleşme vd.) devrimcilerin gözünde bile kendini nasıl doğallaştırabildiğini ve meşrulaştırabildiğini gösterir.

“Post-marksist” burjuva ideologları, kapitalist üretim ilişkilerinin bağlayıcılığının genişlemesi ve derinleşmesinden hareketle “kapitalizmin bir ‘dışı’ kalmadı” derler. Bu önermenin tarihsel ve diyalektik açıdan saçmalığı besbellidir, fakat bugün, yalnızca kapitalist üretim ilişkilerinin daha genişlemesine ve derinlemesine bağımlı parçası olan kitleler açısından değil, kitlelerin üzerinden ve içinden işleyen nasıl bir egemenlik sistemi ile karşı karşıya olduğunu kavrayamadığı için çıkış noktasını göremeyen çoğu devrimci açısından da, durumun algılanışı böyledir: Kapitalizmin kitleler içinden tahakküm ilişkilerini yeniden üreten, kendini doğallaştıran, karanlık -kavranılmadığı için karanlık- güçleri karşısında dayanaksızlık ve korku hissi! Sömürüye, ezilmeye, aldatılmaya karşı ahlaki tepkilerin ve aynı anlama gelmek üzere kendiliğinden bilincin pek ötesine geçmeyen geleneksel devrimcilik biçiminin tıkanma noktası işte budur: Kitlelere yabancılaşmanın, güvensizliğin, hatta düpedüz kitle korkusunun arka planında, kapitalizmin karanlık – nasıl işlediği ve etkide bulunduğu, hatta varlığı bilinmediğinden karanlık- güçlerinden; metaya dayalı fakat meta fetişizminin gizemli kıldığı toplumsal tahakküm ilişkileri ve biçimlerinden duyulan korkudur. Tıpkı, işçilerin tek tek patronlara ve yöneticilere tepki duyması, fakat kapitalizmin anlayamadıkları bütünsel işleyişi karşısında yarı büyülenmiş özenti ve çokça korku duyması gibi, bu tür bir devrimcilik de kitlelerin kendiliğinden bilincinin pek az dışına çıkabilir; tek tek olgu ve saldırılar karşısında güçlü bir direnişçilik ortaya koysa da, kapitalizmin asıl ruhunu ortaya koyan meta egemenlik ilişkileri karşısında, yarı özenti yarı korku dolu sürekli bir gelgit, kafa ve ruh karışıklığı, istikrarsızlık yaşar. Tüm bunlar bir ve aynı zamanda, kapitalizmin egemenlik sisteminin yeniden yapılanması karşısında, tıpkı işçi sınıfının geleneksel sendikal bilinç, örgütlenme ve mücadele yöntemlerinin bir zemin kaybı yaşaması gibi, geleneksel biçimsel devrimci bilinç, örgütlenme ve mücadele yöntemlerinin de önemli ölçüde etkisizleşmesine ilişkindir. Gerçek bir devrimci kopuş buradan başlar.

Ne yapmalı? Temel çıkış noktaları:1- Kolektif işçi bilinciİşçi sınıfına dışarıdan bilinç taşımak, işgüçlerinin de özgül ve temel bir bileşeni olduğu metalar dünyasının (değer yasası ve ilişkilerinin) tamamen dışından bir bakış açısını ve hareket tarzını

Page 11: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

zorunlu kılar. Marks şöyle der: “Kapitalist üretimi yenilenen aralıksız akışı içinde düşünür ve bireysel işçi ile bireysel sermayedar yerine onları bütünselliği içinde, karşı karşıya gelen sermayedar sınıfı ve işçi sınıfı olarak görürsek, durum elbette tamamen farklı görünür. Ama böyle yaptığımızda, meta üretimine bütünüyle yabancı ölçütler uyguluyor olmamız gerekir.” Lenin’in dışarıdan bilinç öğretisi de Marksizmin bu yöntemsel ilkesi üzerinde yükselir. “Proleter bilimi, yalnızca burjuva toplumuna karşı koyduğu düşüncelerinden dolayı değil, her şeyden önce yöntemi nedeniyle devrimcidir. Bütünlük kategorisinin önceliği bilimde devrim ilkesinin taşıyıcısıdır.” (Marks) Bu ne anlama gelir?

Kapitalizmin metalar dünyasının üzerine ve dışına çıkan, ona bütünsel karşıtlık temelindeki gerçek bir devrimci proleter bilincin, ancak, kapitalizmi bir bütün olarak ve tam karşıtlık ekseninde işçi sınıfını bir bütün olarak düşünerek ve temsil ederek kazanılabileceği anlamına gelir. Tek tek işçiler, işyerleri, alanlar, sektörler, işçi kesimleri ele alındığında, onlarla patronları arasındaki ilişkilerde, sermaye biçimindeki üretim araçları önceden var olduğundan, sermaye üretimin öznesi, işçiler ise önemsiz bir eklentisi gibi görünür. Bu durumda işçilerin gözünde bile sermaye büyülü ve karşı konulmaz bir güce sahipmiş gibi algılanır. Bu açıdan tek tek işyerlerindeki yalıtık örgütlenme ve kazanımlar bile, diğer işçilerle arasındaki ilişki sermaye dolayımlı, yani meta-değer yasası çerçevesinde olmaya devam ettiği sürece, işçiler arası rekabetle tıkanma ve dağılma eğiliminde olur. Kapitalizmi bir bütün ve onunla uzlaşmaz karşıtlığı içinde işçi sınıfını bir bütün olarak düşünür düşünmez ise, her hangi bir işyeri ya da alanda, öncül ve özne gibi görünen sermaye biçimindeki üretim araçlarının diğer işçilerin üretiminden başka bir şey olmadığı hemen açıklık kazanır: Bütünsel üretim sürecinin, temeli, öncülü ve biricik öznesi (tek tek işçiler değil fakat) kolektif işçi sınıfıdır, onun entegre somut emeğidir.

Burjuvazinin ekonomi-politiğinin çıkış noktası, sermayenin organize ve aracılık ettiği tek tek işçilerdir, bunun hukuki alana yansıyan biçimi de “bireysel iş hukuku” ve “sözleşme serbestisi”dir. Bu durumda üretimin, teknolojinin, bilimin vb. tüm başarıları sermayeden geliyor gibi görünür! Bu yüzden devrimciler açısından da, tek tek işçi ilişkileri, işyerleri ve alanlarda sürdürülen yalıtık çalışmalar ve bununla sınırlanan bilinç biçimleri, belli bir anda başarı kazansa bile, çok geçmeden tıkanmaya ve istikrarsızlığa yol açar. Çünkü değer yasasının ve ilişkilerinin dışına çıkamaz, buna tam karşıt eksende düşünemez. Gerçek devrimci sınıf bilincinin çıkış noktası ise, işçi sınıfının kolektif varlığı ve bütünselliğidir. Günümüzde belli bir işyerinde, alanda, sektörde, işçi kesimi içinde yürütülen çalışmada, süreklilik ve ısrar, uzmanlaşma, kök salma her zamankinden yakıcı ve olmazsa olmazdır kuşkusuz. Fakat belli bir alandaki çalışmanın istikrarı -ilk tıkanmada dağılma ve kırılmaya dönüşmemesi- bile, kolektif işçi bilincine öncelikle bu çalışmayı yürütenlerin sahip olmasını gerektirir. Her işçinin, işyerinin, alanın vb. çevresi ve bağlantılı halkalarıyla birlikte örgütlenmesi… Daha önemlisi, her işçiye, bilincin, kolektif emekçi bilinci temelinde, kendi işgücünün de bir parçası olduğu metalar dünyasının dışından taşınması. Komünist işçi çekirdeklerinin “kapitalizme dışsal ve tam karşıt bilinç” temeli de budur. Günümüzde belli bir alanda vb. yürütülen kesitsel çalışma ve/veya o alandaki kendiliğinden dinamikler temelinde ortaya çıkan işçi ilişkileri ve aktivistlerin sürekliliğinin sağlanamaması, kendiliğinden dinamiklerin sönümlenmesi ile dağılmasının en önemli nedenlerinden biri budur: Kendiliğinden dinamiklerin doğası gereği meta alanının dışına çıkamadığı gibi, işçilerle ilişki kuruş biçiminin de buna uyarlanması… Bunun üstüne çıkan, motivasyonunu stratejik bilinçten alan, her durum ve koşulda faaliyetini kesintisiz ve geliştirerek sürdüren komünist işçi çekirdeklerinin yaratılması, işgücünün de bileşeni olduğu meta-bağımlılık ilişkilerinin dışında ve tam karşıt ekseninde düşünen ve hareket eden işçilerle, öncü işçilerin bu düzleme yükseltilmesiyle mümkündür. (Bu konuya, üretim organizasyonun yeniden yapılanması bölümünde tekrar döneceğiz.)

2- İşçilerle ilişki kuruş tarzının içerik ve biçim olarak farklılaştırılmasıÜcretli emeğin en büyük engeli (sermaye ve devletten de önce), yine kendisidir. Ücretli emeğin ikili karakteri (değer/sermaye üreten soyut emek ile yararlı somut emek), değişim değeri/kullanım değeri çelişkisi biçiminde işçinin bilincine içseldir. Ücret ilişkisine artan bağımlılık, sermayeye artan fizik bağımlılık olmakla kalmaz, bu bağımlılığın bilinç biçimi ve ezik, güvensiz ruh hali olarak

Page 12: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

içselleştirilmesine; doğal, gerekli ve kaçınılmaz olarak algılanmasına yol açar. Başka deyişle, belli bir anda patronuna, çalışma ve yaşam koşullarına karşı ne kadar tepkili ve hoşnutsuz olursa olsun, işçilerin kendilerine ve birbirlerine sermaye gözünden ve “metalar” olarak bakmasına yol açar: Meta bilinç!

Bu durumu, günümüzde çok daha yaygın ve derin olarak yaşanan, işçilerin kendi çıkarlarını patronlarının çıkarlarında (rekabet gücünün korunmasında ve dolayısıyla ona daha çok artı değer üretmekte) görmeye koşullanmasında, işçiler ve işçi kesimlerinin patronlarından çok birbirlerini tehdit olarak algılamasında ve birbirinin gücünü kıracak biçimde ölümüne rekabetinde, işçilerine bir iki atraksiyon yapan patronların (haftada bir tatlı dağıtmak, hal hatır sormak, hatta yalnızca ücretleri tam ve zamanında ödemek gibi..) işçiler arasında “baba” olarak kolayca efsaneleşmesinde, geniş vasıfsız ve yarı-vasıflı işçi kesimlerinin işgücü-metalarının değersizleştirilmesi temelinde yaşadıkları özgüven yıkımında, bireycilik, bencillikte, manevi düşkünleşme, patron yalakalığı, grev kırıcılık ve lümpenleşmede vb. vb. görmek mümkündür.

Gündelik yaşam alanından da iki çarpıcı örnek verelim. Günümüzde çoğu emekçi sağlık sorunu yaşayan bebeklerini, çocuklarını, yaşlılarını, yakınlarını sağlık sorunu ağırlaşmadıkça hastaneye yatırmamakta, yatırma noktasına geldiklerinde de sağlık emekçilerine açıkça “eğer ölecekse boşuna para harcamayalım” diye açıkça sorabilmektedir. Bu durum kuşkusuz sağlığın da özelleştirilmesi ve yoksullaşma temelinde ortaya çıksa da sadece buna ilişkin değildir. Çünkü eskiden emekçiler borç harç da olsa, öleceğini bilse de bundan sakınmazdı. Bugün ise, meta-para ilişkilerin kan bağını, akrabalık ilişkilerini bile nasıl çözdüğünü ve dolayımlayıp önde gelmeye başladığını göstermektedir. Aynı şekilde günümüzde çoğu erkek emekçi filanca futbol şirketi (klübü) ve “yıldız”ının meta cilasına, kadın emekçiler ise diyelim Gülben Ergen vb.lerin meta-yaşamına (sevgililerinden, burçlarına ve doğum günlerini bile ezbere bilmeye varıncaya kadar) kendi sınıfsal sorun ve ihtiyaçlarından daha fazla ilgilidir.

Devrimcilerde ise bu durum yansımasını ya ahlaki bir tavır ve elitizm ile kitlelerden uzak durma, içe kapanma ya da, kitle çalışmasına girdiğinde ise bunu doğal kabul etme, adeta aynılaşma biçimde bulmaktadır. Kitlelerle ilişki kuruşun biçim ve içeriği bu yüzden kesinkes farklılaşmalıdır. Fizik olarak sonuna kadar içeriden, emekçilerle kaynaşan, “onlardan biri” olan, onları oldukları yerden alan, fakat bilinç ve ilişki kuruş tarzı olarak “dışarıdan” (onların meta-bilinç ve davranışlarının dışından), ileriye doğru dönüştürü bir gerilim ve eleştirellik, yeri geldiğinde sarsıcılık da taşıyan tarzda olmalıdır.

Bunun için, her şeyden önce, kapitalizmin bilimsel eleştirisine, günümüz kapitalizmi ne kadar genişleyip derinleşmiş, kitlelere de içerili hale gelmişse o kadar genişlemiş ve derinleşmiş bilimsel eleştirisine hakim olan daha gelişkin bir kavrayışa ihtiyaç vardır. Bu temeldir fakat yetmez. Dışarıdan bilinç taşıma, emekçilerin meta bilinç ve davranışlarını gündelik yaşam içinde de hızla ayrımsayan ve açığa çıkartan, emekçilerin de bunu bilince çıkarmasını ve mücadele etmesini sağlayan, ilişki kurma biçimidir. Bu, emekçileri iki de bir azarlamak ve ahlaki vaazlar çekmek hiç değildir. Fakat onların gözünde kendini doğallaştıran, bir biçimde sürüklendikleri, hatta çoğu zaman bile bile lades yaptıkları, meta bilinç, davranış ve ilişki biçimlerinin gözbağını kaldırmak ve iç yüzünü göstermek; yalnızca bizimle değil, (bu çok önemli:) kendileri ve birbiriyle de giderek, kapitalist ilişki biçimlerinin dışından ve karşıt ilişkiler geliştirebilmeleri için zorunludur: Kapitalizmin emekçilere içselleşmiş biçimleri ile de asla uzlaşmamak ve savaşılmasını sağlamak!

Çarpıcı bir örnek verelim: Tuzla Tersane havzasında ücretlerin ortalamanın bir nebze üzerinde olması, işçiler işin ezici ağırlığından ve iş kazalarının yaygınlığı ve şiddetinden hoşnutsuz olsalar da bunu sineye çekmelerine yol açmaktadır. Öyle ki, ölüm ve iş kazaları işçilerin gündelik yaşamının ve kültürünün doğallaşmış bir parçası haline gelmiştir. Günde en az 40-50 işçinin başına gelen hafif ve orta şiddette yaralanmalar, işçiler arasında kendileri ve birbirleriyle dalga geçme ve geyik konusu bile olmaktadır. Bunun arka planında kapitalist değer yasasının nasıl işlediği, ölümü ve ağır emek tahribatını bile nasıl doğallaştırdığı apaçık görmek mümkündür. Bu yüzden, diyelim ki, havzada iş kazaları üzerinden yürütülecek bir çalışma, öncelikle bunun doğal olarak görülmesi ve

Page 13: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

kabul edilmesine karşı bilinç farklılaşması yaratmayı hedeflemelidir.

Burada aslında birbirini bütünleyen, bir ve aynı süreç olan, iki yönlü bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Birincisi, işçiler ile burjuvalar arasındaki ilişkinin gerçek içeriğinin kavranmasını sağlamaktır. Marks’ın vurguladığı gibi, işçi ile patron arasında işgücünün alınıp satılma/piyasa ilişkisi biçimdir, bu ilişkinin gerçek içeriği ise artı değer sömürüsü ve buna köleliktir. (Kaldı ki, günümüzde yalnızca üretim alanında değil toplumsal yaşamın eğitim, sağlık, konut, vd. alanlarında da işçi sınıfını sermaye ile daha dolaysız karşı karşıya gelmekte, ve en temel ihtiyaçlarının asgari düzeyde karşılanması bile engellenmektedir.) Toplumun ezici çoğunluğunun yaşamını sürdürmek için sermayeye köleliliğinin doğal, hatta gerekli ve kaçınılmaz olduğu algısına, tüm taleplerin kölelik koşullarının bir nebze iyileştirilmesine, hatta o bile değil, ücretli köleliliğin sürdürülebilir olmasına indirgenmesine, bunun dışında azımsanmayacak bir işçi kesiminde şu veya bu düzeyde var olan aynı ilişkinin karşı tarafına geçip sömürülen değil sömüren olma arzusuna karşı, çok daha dolaysız, kesin ve güçlü bir savaşım verilmelidir. İkincisi, işçilerin patronlarla ilişkisinin değiştirilmesi (doğal ve meşru görme, kendi çıkarlarını patronunkine bağlı görme, boyun eğmeden –>karşıtlık ve mücadeleye), işçilerin ve işçi kesimlerinin kendileri ve birbiriyle ilişkisinin değiştirilmesi ile iç içe ilerleyebilir. Bu açıdan, tek tek dağınık (ve bizim onları “gördüğümüz” kısa zaman aralığı dışında meta bataklığı içinde eriyip giden) işçi ilişkileri yerine, gerektiğinde en basit toplumsal-kültürel biçimlerden başlayan, fakat işçilerin asıl kendi aralarında meta-dışı, kolektif emekçi temelli ilişkiler kurmasını ve geliştirmesini sağlayan yatay platformlar önem önem kazanmaktadır.

3- İşçilerin nesneleştirilmesine karşı özneleştirilmesiBuradan devam edersek. “Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür.” (Marks) İşgücünün genişleyen ve derinleşen ölçekte meta olması da, işçinin kişiliği işgücünden ayrılamayacağından, işçiyi bırakalım onlara her hangi bir “üretim girdisi” ve “maliyet unsuru” muamelesi yapan patronları, kendi gözünde bile had safhada nesneleştirir. Kolektif sınıf olarak üretim ve yaşamın gerçek öznesi olan işçileri, böylesine nesneleştirmek, herhangi bir “üretim faktörü” ve “maliyet unsuru” düzeyine alçaltmak! Kapitalizmin yol açtığı, sömürü, yoksulluk ve çevre felaketinden bile önce gelen, en büyük yıkım budur! Ve bu, günümüzde sermayenin, doğayla olduğu gibi, insanlıkla, insanın toplumsal, canlı ve özne olarak varlığıyla bağdaşmaz hale geldiği noktadır. Kapitalizmden nefret etmenin 1001 gerekçesi diye bir liste yapılacak olsa, belki de en başa bunu yazmak gerekir. Bu yüzden işçiler, şu veya bu ölçüde bildikleri, sezdikleri sömürülüyor olmaktan bile çok, nesneleştirilmeye içerlerler… O da laf mı, bunu kafalarında ve ruhlarında adeta bir travma şiddetinde yaşamaktadırlar: “Biz köle miyiz, mal mıyız, makina parçası mıyız, robot muyuz, hayvan mıyız!?” Bu yüzden işçiler, “işgücünün meta olması”, “işçinin işgücünü yöneteceği yerde sermaye malı olan işgücünün işçiyi yönetmesi” vb. gibi teorik analizleri bilmeseler de, “kölelik”, “en değersiz mal muamelesi görme”, “adam yerine konmama”, biraz anlatıldığında “ücretli kölelik” konularını anlamakta hiç zorlanmazlar. Çünkü zaten her gün en travmatik biçimde yaşadıkları budur!

İşin tuhafı, işçiler açısından “bile” doğal görülmediği gibi en tahammül edilmez bulunan bu nesneleştirilme olgusunun, devrimci sınıf faaliyetinde en fazla ihmal edilen, adeta doğal kabul edilen konu olmasıdır! Oysa kapitalizmin emek sürecini (bilgisayarlaşmayla kafa emeği dahil) ve emeğin yeniden üretim sürecini, işçilere hemen hiç bir insiyatif ve öznellik alanı bırakmadan tam nesnelleştirmesi işçilerin en tahammül edemedemedikleri şeylerden biriyse, işçilerin sermaye ve metalar dünyasından bağımsız özneleşmeleri de burjuvazinin en tahammül edemeği ve korktuğu şeydir. Bu uzlaşmaz sınıf karşıtlığının en önemli alanlarından biridir. Felsefe sözlüklerinde, özne, “amaçlı etkinlikte bulunan; bilinç, sezgi ve düş gücüne sahip olan ve bunu gerçekleştirmek için eylemlerde bulunan…” olarak tanımlanır…

4- Stratejik bilinç, planlı ve örgütlü pratikStratejik kavrayış netliği, biçimi ve parçayı kesinlikle ihmal etmeden her şeyi içerikten ve bütünden düşünme ve tasarlama yeteneği, devrimci düş gücü, planlı, hedefli ve organize faaliyet tarzı. Bunlar proleterya devrimcileri için, kendiliğindenliğin üzerine çıkmak için temeldir. Yoksa, işleri yapmış olmak için yapmak, araçların amaçlaşması, biçim fetişizmi, konjektürde sıkışıp kalmak, her

Page 14: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

tıkanmada dağılmak sık yaşanan olgulardır.

5- Militan sosyalizm ve yeraltı ruhuYeni ve daha yüksek bir sosyalizm teorisi ve pratik-güncel bilinci; daha gelişkin bir özgürlük alanı; daha ileri bir militanlık ruhu ve pratiği… Kapitalizmin “dışı” ve işçi sınıfına “dışarıdan bilinç taşıma”nın güçlendirilmesi ve geliştirilmesi gereken dayanakları aynı zamanda bunlar olmalıdır.

6- Toplumsal yaşam ve ilişkiler üzerine kafa yorma ve değiştirme isteği“Üretimin sürekli olarak devrimci biçimde değiştirilmesi, bütün toplumsal ilişkilerin kesintisiz biçimde altüst edilmesi, hiç bitmeyen bir belirsizlik ve çalkalanma, bunlar burjuva çağını kendinden önceki bütün dönemlerden ayırdeder. Sabit, donmuş ilişkiler, bunlara eşlik eden bütün saygıdeğer fikir ve düşüncelerle birlikte, tarih sahnesinden süpürülür gider; yeni oluşanlar ise, daha kemikleşmeden kadük haline gelir. Katı olan her şey buharlaşır, kutsal olan her şey saygısızca kirletilir ve insanlar nihayet yaşamlarının gerçek koşulları ve öteki insanlarla ilişkileri üzerine uyanık bir bilinçle düşünmeye zorlanırlar.” (Marks)

Teknoloji

Kapitalist “üretimin teknolojik tabanı, üretim ve emek organizasyonu, işgücü piyasası, işletme yönetimi, çalışma ilişkileri baştan sona yeniden düzenlenmektedir.” (Tülin Öngen, Küresel Kapitalizm ve Sermayenin Yeni Hegemonya Stratejileri, Petrol-İş 2003) Kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasının temel güdüleri, toplumsal artıdeğer sömürüsünün genişletilmesi ve derinleştirilmesi ile toplumsal emek üzerindeki egemenlik ve denetimin güçlendirilmesidir. İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün her düzeyde şiddetlendirilmesi, üretim ve emek süreçleri ile yaşam süreçleri üzerindeki baskı, tahakküm ve kontrolün yoğunlaşmasından bağımsız gerçekleşemez.

II- YENİ ÜRETİM TEKNOLOJİLERİ

Yeni üretim teknolojilerinin burjuvazinin egemenlik sistemindeki stratejik rolünü daha iyi kavrayabilmek için, önce, Marks’ın ortaya koyduğu, “makinanın kapitalistçe uygulanması”nın işçiler üzerindeki etkilerini kısaca hatırlayalım.

Konuya ilişkin bir Kapital okuması: “Islah olmuş hapishaneler”

Kapitalizmde makine, her şeyden önce göreli artıdeğer sömürüsünü artırmanın aracıdır. Ancak, bir ve aynı zamanda, sermayenin işçiyi, daha sıkı, nesnelleşmiş sıkı bir denetim ve disiplin altına sokma aracıdır. Makinelerin hızının artırılması, işçiye çalıştıracağı daha fazla makine verilmesi, makinelerin yapımının gittikçe geliştirilmesi, aynı zamanda, “bunlar olmadan kapitalistlerin işçiler üzerinde daha fazla baskı kurmasının olanaksızlığından” kaynaklanır. Kapitalist üretim sürecinde makineler ne kadar yetkinleşir, onların canlı bir eklentisi durumuna düşen işçiden bağımsız cansız mekanizmaların üretimdeki ağırlığı ne kadar artarsa, işçilerin üretim ve emek sürecindeki öznel inisiyatif ve dirençleri o kadar kırılır. İşçi, kendisinden binlerce kat daha güçlü ve hızlı makinelerle yarıştırılır: “Emek aracı, makine şeklini alır almaz, bizzat işçinin rakibi olur.” İşçi, makinelere ezdirilmekle de kalmaz, makinelerin bir eklentisi ve kölesi haline gelir. “Ama makine, işçinin karşısına… devamlı onu gereksiz hale getiren bir rakip gibi çıkmakla kalmaz. Aynı zamanda, o, işçiye düşman bir güçtür ve bunu, sermaye, hem bütün gücüyle ilan eder, hem de bundan yararlanır. O, grevleri, işçi sınıfının sermayenin tahakkümüne karşı bu devresel başkaldırmalarını ezmede en güçlü silahtır.” Otomatik makine “sermaye olarak ve sermaye olduğu için de kapitalistin kişiliğinde akıl ve iradeye sahip olması nedeniyle, işçinin (sömürü ve denetime karşı) gösterdiği direnmeyi en düşük ölçüye indirmek isteğiyle yüklüdür.”

Modern kapitalist fabrikanın işçiler üzerindeki en ağır prangalarından biri işte budur: Artık, “emek

Page 15: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

araçlarını kullanan işçi değildir, tersine işçiyi kullanan emek araçlarıdır. Ne var ki, bu tersine dönüş, ilk kez yalnız fabrika sisteminde teknik ve somut bir gerçeklik kazanır. Otomat haline dönüşen emek aracı, emek-sürecinde işçinin karşısına, canlı emek-gücüne egemen olan ve onu bitirip tüketen sermaye ve ölü emek şeklinde çıkar. Üretimin zihinsel güçlerinin el emeğinden ayrılması ve bu güçlerin, sermayenin emek üzerindeki kudreti haline dönüşmesi, … en sonu, makine temeli üzerinde yükselen büyük sanayi tarafından tamamlanmıştır. Fabrika işçisi için önemsiz olan her bireyin özel hüneri, bilim, dev fizik güçler, ve fabrika mekanizmasında somutlaşan ve bu mekanizma ile birlikte ‘patron’un kudretini oluşturan kitle emeği karşısında, küçücük bir miktar olarak yokolur gider.”

Kafa emeğinin kol emeğinden tam ayrışması, üretimin zihinsel güçlerinin (bilim, teknoloji vd.) üretkenlikte giderek daha baskın ve belirleyici hale gelmesi, kol emeğinin konumunu sermayenin kendi öz doğasından geliyor gibi görünen üretimin dev çaplı zihinsel güçleri karşısında zayıflatır. Aynı şekilde, üretim sürecinde de, tek tek işçilerin hüneri, makinelerin şart koştuğu dev çaplı kitle emeği içerisinde anonimleşerek erir, ve yine sermayeden geliyormuş gibi görünen bu kitle emeği karşısında önemsizleşir. Patron o zaman işçiye şöyle der: “Üretimi yapan, asıl benim kıymetli makinelerim. Senin yaptığın işin ise makinemdeki her hangi bir vida kadar kıymeti yok.” Makinelerin gücü, bu yüzden ilk elde, tek tek işçilerin bilincine, kendi güçsüzlükleri ve patronların karşı konulmaz güçleri olarak yansır.

Üretim ve emek sürecinde gereksinilen bilgi, deneyim, beceri ve fizik güç kullanımını da genişleyen ölçekte işçilerden kopartıp alan makine, “çok geçmeden, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına sokarak; ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkar.” Yetişkin erkek işgücünün değerini düşürmenin, kadın, çocuk ve göçmenleri aşırı düşük ücretlerle üretim sürecine çekmenin aracıdır. Makine böylelikle, işçi ile kapitalist arasındaki çalışma ilişkilerinde bir ‘devrim’ yapar: “Şimdi kapitalist, çocukları ve reşit olmayan gençleri de satınalmaktadır. Daha önce işçi, serbest bir kimse olarak şeklen sahip bulunduğu kendi emek-gücünü satardı, şimdi ise karısını ve çocuğunu satmaktadır. Artık o bir köle tüccarı olmuştur.”

“Makinenin kapitalist biçimde kullanılması, bir yandan, işgününün alabildiğine uzatılması için yeni ve güçlü dürtüler sağlar ve, çalışma yöntemlerini olduğu kadar toplumsal çalışma organizmasının niteliğini de bu eğilime karşı koyan bütün engelleri yıkacak şekilde kökünden değiştirirken, öte yandan da, kapitaliste, kısmen işçi sınıfının daha önce elatamadığı yeni tabakalarına yaklaşma olanağını sağlayarak, kısmen de yerlerini aldığı işçilerin açıkta kalmalarına yolaçarak, sermayenin diktasına boyuneğmeye zorunlu, bir fazla işçi nüfusu meydana getirir.”

Makine, emek üretkenliğini artırarak işçilerin tüketimine giren geçim mallarının da değerini düşürür. Makineyle hem işgücünün değeri düşürülmüş hem de göreli artıdeğer artırılmış olur: “Böylece işçinin kendisinin (işgücünün-bn) yeniden-üretim masrafları büyük ölçüde azaldığı gibi, aynı zamanda, tümüyle fabrikaya ve dolayısıyla kapitaliste olan bağımlılığı da tamamlanmış olur.”

Makinenin “üretici güçlerin gelişmesi ve, üretim araçlarında tasarruf sağlanması konularında yarattığı büyük dürtü, işçiye aynı sürede daha fazla emek harcama, emek-gücü geriliminde bir yükselme, işgününün her anını doldurma ya da, ancak kısaltılmış bir işgününün sınırları içersinde ulaşılabilecek ölçüde bir emek yoğunlaşmasına yolaçar.”

Makine, işgününün uzatılması ve çalışma yoğunluğunun/temposunun artırılmasını kızıştırmakla kalmaz, kapitaliste emeğin süresinin yanında temposunun da ölçülmesi ve denetlenmesi olanağını sağlar. Marks bu açıdan, işçiler açısından kapitalist fabrikayı “ıslah olmuş hapishaneler” olarak tanımlayan Fourier‘ye atıfta bulunur. Makinenin sermaye biçimi, işçiyi tekdüze hareketlere teknik bakımdan bağımlı hale getirmekle kalmaz, “fabrikada tam bir sistem halini alan bir kışla disiplini yaratarak denetim ve gözcülük işini ayrı bir uğraş haline getirir; ve böylece, çalışanları, işçiler ve gözcüler ya da sanayi ordusunun erleri ve çavuşları diye bölmüş olur.” Engels ise şöyle der: “Burjuvazinin proletaryayı bağladığı tutsaklık, hiçbir yerde fabrika sisteminden daha açıkça günışığına çıkmamıştır. Burada bütün özgürlükler hem yasada hem gerçekte sona erer.”

Page 16: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

Marks’ın burjuvazinin elinde makinenin ve makineleşmede her ilerlemenin işçi sınıfına karşı nasıl güçlü bir silah; sömürüyle iç içe diktatörlüğünü yoğunlaştırma silahı olduğu yolundaki belirlemeleri, ilk bakışta çok acımasız görünebilir. Ne varki, kapitalist egemenlik sistemini temellerinden kavramayan hiçbir yaklaşım ondan devrimci çıkış yolunu da bulamaz. Emperyalist ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin, günümüzde, yeni üretim teknolojilerini işçi sınıfının direncini kırmada bir üst düzeyde ve her zamankinden etkin bir silah olarak kullandığı günümüzde, bunu yok sayarak ya da üstünden atlayarak bilinçli sınıf mücadelesi yürütmek mümkün değildir. Bunun için, kapitalist sömürü/egemenlik sisteminin her bir temel halkasının ve bütününün iç çelişkilerinin/içerdiği karşıt dinamiklerin somut olarak incelenmesi gerekir.

Kitle emeği ve kolektif emekçinin ortaya çıkışı

Marks, makinalaşmanın gelişim seyrini asla tek yanlı ele almaz: “Makinenin artı-değer üretimine uygulanması, içinde taşıdığı bir çelişkiyi de birlikte getiriyor: Belli bir sermaye miktarının yarattığı artı-değerin iki öğesinden biri olan artı-değer oranı, diğer oranın, yani işçi sayısının azaltılması dışında artırılamaz. Belli bir sanayi kolunda makinenin yaygın olarak kullanılmaya başlaması üzerine, makine ile üretilen metanın değeri, aynı türden bütün metaların değerlerinin yön verici değeri haline gelmesiyle bu çelişki ortaya çıkar; kapitalisti, bilincinde olmaksızın, işçilerin nispi sayısındaki azalmayı yalnız nispi artı-emekteki bir artışla değil, mutlak artı-emekteki bir artışla telafi edebilmek için işgününü alabildiğine uzatmaya sevkeden işte bu çelişkidir.”

İşte bu yüzden sermaye, üretimde göreli azalan sayıda işçiden, mutlak ve göreli artıdeğer çıkarımını alabildiğine artırmak durumundadır: Makine kendi başına alındığında çalışma saatlerini kısaltacağı halde, sermayenin hizmetinde bunu uzatmakta; kendi başına çalışmayı hafifleteceği halde, sermayenin elinde işin yoğunluğunu artırmakta; kendi başına insanın doğal zorunluluklardan özgürleşmesi olduğu halde, sermayenin elinde insanları bu kuvvetlerin kölesi haline getirmekte; kendi başına işçilerin refahını artıracağı halde, sermayenin elinde sefilleştirmekte; kendi başına insanların çok yönlü yetilerini geliştireceği halde, sermayenin elinde köreltmektedir.

“Demek oluyor ki, kapitalist üretim tarzının, işçiye karşı, bütünüyle emek araçlarına ve ürüne kazandırdığı bağımsız ve yabancılaşmış nitelik, makine aracılığı ile tam bir uzlaşmaz çelişki halini almaktadır.”

Marks, makine ve makine sistemlerinin, bir yandan tek tek işçilerin mesleki bilgi, beceri, vasıftan gelen “her türlü direnişini kırdığını” ortaya koyarken, sınıfın kolektif gücünü artırdığını da belirtir: “Oysa makineler, yalnızca birleşmiş emek ya da ortaklaşa emekle işletilir. Demek ki, burada, emek-sürecinin ortaklaşa niteliği, emek aracının kendisinin zorladığı teknik bir gerekliliktir.”

Makineler, üretimin her bir parçasını ve aşamasını birbiriyle içsel olarak bağlantılı, bütünsel bir süreç haline getirir. Aynı şekilde emek sürecini de, tek tek işçilerin bireysel yetenek ve çabalarına bağlı olmaktan sıyrılan, ancak birleşik ve ortaklaşa yürütülebilen, toplumsal bir emek süreci haline getirir. Makinalaşmadaki her gelişme, emeğin toplumsal niteliğini ve üretkenliğini de geliştirir. Diğer taraftan büyük çaplı makineli üretim, daha büyük sayıda işçileri biraraya getirir. Tek tek işçilerin üretimdeki hüneri önemsizleşirken, dev çaplı kitle emeği tarih sahnesine çıkar, ve üretim süreçleri ancak kitlelerin bileşik emeğiyle yürütülebilir hale gelir. “Manifaktürü nitelendiren uzmanlaşmış işçiler arasındaki kademeleşmenin yerini, otomatik fabrikada, makineyi kullananlar tarafından yapılan her türlü işin bir ve aynı düzeye indirilmesi ve eşitlenmesi eğilimi alır; parça-işçiler arasında yapay olarak yaratılmış olan farklılaşmaların yerine, yaş ve cinsiyet gibi doğal farklılıklar geçer.” Geniş kitlelerin üretim sürecine çekilmesi ve büyük fabrikalarda yoğunlaşması, yani bileşik kitle emeği ile birlikte, makinelerin her türlü işi aynı düzeye indirgemesi ve birbirine eşitlemesi eğilimi, tekelci aşamada daha da belirginleştiği gibi, işçi sınıfının kolektif bilinç, örgütlenme ve mücadelesini kolaylaştıran başlıca etkenler olmuştur. Yeni teknolojilerle de bu durum genel bir eğilim olarak sürmekle birlikte, işçi sınıfının heterojenleşmesi yönünde belirgin bir farklılaşma vardır.

Dahası: Sermaye olarak en pahalı ve gelişkin makine bile, canlı emekle ilişkisi koptuğu anda

Page 17: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

değerini yitiriverir. Çünkü kapitalizmde makine, çalışma süresini ve zahmetini azaltmak, toplumsal refahı artırmak aracı değil, tam tersine işçilerden soğurulan artıdeğeri artırmanın, ve rekabet içinde diğer patrondan da kar sızdırmanın aracıdır. Marks’ın kendi döneminin bir büyük fabrika patronunun sözlerinden aktardığı gibi: “Bir tarım işçisi küreğini elinden bıraktığı anda, bir süre için, onsekiz penilik bir sermayeyi yararsız duruma getirir. Oysa adamlarımızdan birisi fabrikadan ayrıldığı anda 100.000 sterlinlik bir sermayeyi yararsız kılar.” Makineye yapılan büyük çaplı yatırımlar, kapitalistin işçilerinin çalışma süresi ve temposunu son sınırına kadar artırma güdüsünü verdiği gibi, aynı ilişkinin karşı kutbundan işçilerin “üretimden gelen gücünü” de artırır. Nitekim, büyük sanayi işçilerinin toplumsal ağırlığı ve mücadele gücü bu temelde de artmıştır.

Makineleşme, kolektif/bileşik emekçi yasası ve sosyalizm

Marks, makineli büyük çaplı üretimin kapitalist biçimi ile bunun içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki “mutlak çelişki”nin bir diğer kilit yönünü de şöyle ortaya koyar: “Büyük sanayi, niteliği gereği, bir yandan, emekte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski işbölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır… Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz bir yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüzyüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da, büyük sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile, üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin, bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim tarzını, bu yasanın normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm kalım meselesi oluyor. Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece ‘parça-insan’ haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki her hangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu halinde zorlamaktadır.”

Marks, henüz kendi döneminde ortaya çıkan, işçi çocuklarına biraz teknoloji bilgisi ile üretim aletlerinin nasıl kullanıldığını öğreten “meslek teknik okulları”nı da, bu ölüm-kalım yasasının bir görüngüsü ve “bu devrimi gerçekleştirmeye doğru atılmış bir adım” olarak görür: “İşçi sınıfı iktidara geldiği zaman- ki bu kaçınılmaz bir şeydir- hem pratik, hem teknik-teorik eğitimin, işçi sınıfı okullarında layık oldukları yeri alacaklarına hiç kuşku yoktur. Eski tip işbölümünün ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak olan böyle bir devrimci oluşumun, kapitalist üretim biçimi ve işçinin bu biçim içerisinde aldığı ekonomik statü ile taban tabana zıt olduğuna hiç kuşku yoktur. Ama belli bir üretim biçiminin içinde yatan uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişimi, bu üretim biçiminin çözülüp dağılarak yerine bir yenisinin kurulmasını sağlayan tek yoldur. ‘Kunduracı çizmeden yukarı çıkma’ sözü, el zanaatlarının bu doruğa ulaşmış bilgeliği, buharlı makineyle birlikte düpedüz saçma bir söz haline gelmiştir.”

Makineleşmenin kapitalist biçiminin ortaya çıkardığı bazı diğer çelişkiler

Makineleşmenin kapitalist biçimi, şu çelişkileri de ortaya çıkarır: Toplumsal emek üretkenliğindeki muazzam artışlar, artı-değer sömürüsü ile artı-değerin içinde yer aldığı ürünlerin kitlesini de muazzam artırır. Bu, “kapitalistler ile, kendilerine bağlı olanların (yöneticiler, rantiyeler, üst orta sınıf vd.-bn) tükettikleri maddeler bollaştığı için, toplumun bu katında da bir büyüme olur.” Toplumsal emek üretkenliğindeki büyük artışa karşın, işçilerin tüketimindeki kısıtlılık, büyüyen toplumsal üretimin artan bölümünü, lüks eşya üretimine kaydırır. İşçiler, beslenme, konut, sağlık gibi en temel yaşamsal ihtiyaçlarını bile karşılayamazken, burjuva ve üst orta sınıflar için süper lüks eşya ve fantezi mal ve hizmetlerin üretiminde ve tüketiminde patlama üstüne patlama yaşanır. Günümüzde burjuvazi ve üst orta sınıflar için lüks, israf ve fantazi üretim ve tüketim, her türlü sınırın ötesindedir.

En sonu, “büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında emek-gücünün daha geniş bir sömürüsüyle el ele vererek, işçi sınıfının büyük bir kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasına ve böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın

Page 18: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkarlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur.” Marks, kendi döneminde büyük sanayi kapitalizminin en geliştiği İngiltere’de, üretken sanayi işçilerinin sayısını 1.5 milyon kişi, üretken olmayan ev hizmeti işçilerinin sayısını 1.2 milyon kişi olarak veriyor. Bu “şişmiş” burjuva ve üst orta sınıfların lüks, sefahat ve israfının da ötesinde, yine günümüze ışık tutan bir tarihsel eğilime işaret eder: Artı-değer üretme teknolojileri ne kadar ilerlerse, işçi sayısındaki büyük artışa karşın, üretken (artı-değer üreten) işçilerin oranı o kadar azalırken, doğrudan üretken olmayan (artı-değer üretmeyen) işçilerin oranı o kadar artar. Günümüzde finans, ticaret, bir dizi hizmet sektörlerindeki muazzam şişme, kapitalizmin onulmaz çelişkisinin, üretkenliği ne kadar yükseltmek zorundaysa, kar oranlarının o kadar düşme eğilimi göstermesinin bir diğer önemli ifadesidir.

Yeni teknolojilerin sınıf savaşımındaki güncel ve stratejik önemi

Marks’ın makinenin kapitalistçe uygulanması ve kapitalist büyük sanayiyi açımlaması bunlardan ibaret değil kuşkusuz. Ancak bu kadarı bile, günümüzdeki yeni üretim teknolojilerinin kapitalist egemenlik sisteminin en kilit halkalarından biri olarak yeri ve mücadeledeki stratejik önemine güçlü bir ön kavrayış sağlamaktadır. Günümüzde yeni üretim, iletişim, ulaşım teknolojilerinin kapitalist biçimi, hem burjuvazinin elinde işçi sınıfını sömürmek, zincire vurmak ve gözünü bağlamak için her zamankinden güçlü ve etkin olarak kullandığı en etkili silahlarından biridir, hem de “kapitalizmin alternatifsizliği”, “neoliberalizmin zorunluluğu” gibi (kitlelerde olduğu gibi solda da geniş zemin bulan) burjuva propaganda ve bilincin önde gelen yapıtaşlarından biridir. Burjuvazi, yeni bilimsel-teknolojik gelişmeleri, bugün işçi sınıfına rakip ve düşman, hatta onu “gereksizleştiren” bir güç olarak ilan etmekle kalmamakta, bu temelde işçi sınıfını “yok ve yük” saymakta; her şeyi, politikayı, bilimi, kültürü, sporu vd. dahi artı-değer üretim ve gerçekleştirme teknolojilerine indirgeyerek yabancılaştırıcılığını üst düzeye çıkarmakta, bir de üstüne bilim ve teknolojinin kapitalist biçiminin “herkesin yararına” olduğu skandal propagandasıyla, insan ve doğa cesetlerine parfüm sıkmaktadır.

Hal böyleyken, komünistlerin ve devrimcilerin, bırakalım, yeni teknolojilerin sınıf mücadelesindeki etkisini, işçi sınıfı hareketini geriletmede oynadığı rol kadar, ortaya çıkardığı yeni stratejik-taktik fırsat ve dinamikleri değerlendirmeyi, bu konuda güncel ve stratejik anti-kapitalist, devrimci sosyalist ajitasyon ve propagandadan bile imtina etmesini, anlamak imkansızdır. Emperyalist ve işbirlikçi burjuvaziye karşı, kendisini bu en güçlü ve sarsılmaz hissettiği alandan, teorik, siyasal, örgütsel, pratik, ajitasyonal-propagandif, çok yönlü ve etkin bir taarruz cephesi açılmadan sınıf mücadelesi yeni bir düzleme çıkarılamaz.

1- Kapitalist üretim tarzının karakteristiği ve yeni teknolojilerin bunu taşıdığı yeni boyut

Kolektif işçinin üretim araçlarını kullanarak insanlar için yararlı şeyler ürettiği “gerçek süreç” (somut üretim ve emek süreci), “kapitalist değerlenme sürecinde (soyut değer yani artı değer üretimi ve gerçekleştirme sürecinde) çok farklı şekilde görünür. Burada işçi üretim araçlarını değil, üretim araçları işçiyi kullanmaktadır.” “Kapitalist üretime özgü ve onun karakteristiği olan, canlı emek ile ölü emek arasındaki, değer ile değeri yaratan güç arasındaki ilişkinin bu tersine çevrilmiş, hatta çarpıtılmış” halinde özneler nesne, araçlar amaç haline gelir.

Kapitalist üretim ilişkileri işçilerin bilincine de böyle yansır, burjuva ideolojisini benimsemelerinin temelini bu oluşturur. Günümüzde bu şeyleşmiş ilişki ve bilinç, yeni teknolojiler ile insanlar arasındaki ilişkide had safhaya varmıştır. Kafa emeğini ve düşünme yeteneğini de ikame etmeye başlayan teknoloji amaç haline gelmekte, insanlar ise teknolojinin üretim ve uygulamasının aracı olmaya indirgenmektedir. Günümüzde, Türkiye’de de KOBİ’lere kadar yayılan bilgisayar temelli tasarım ve üretim teknolojileriyle, kafa emeğini de kapsayacak biçimde öznelerin nesneleştirilmesi, araçların amaçlaştırılması had safhaya varmıştır. Arçelik reklamında Robot Çelik-İşçi Rıza ilişkisindeki, nesne-özne, araç-amaç ilişkisindeki tersine dönüşün estetize edilerek kutsanması, bu kampanya ile Arçelik’in halk tarafından en sevilen ve beğenilen marka olmasından da kolayca görülebileceği gibi, insan-teknoloji ilişkisinde caniyane burjuva bilincin, kitleler içinde ne kadar yaygın ve derin olduğunu gösteren, en çarpıcı örnektir. Ancak günümüzde tekno-şeyleşmiş bilinç,

Page 19: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

yalnızca üretim süreçlerindeki kol emekçilerini büsbütün silikleştirmek ve pasifize etmekle kalmamakta, vasıflı kafa emekçilerini de teknoloji fetişizmi ve tapınmacılığı (teknolojiyi amaç, kendilerini onun kölesi haline getirme) ile sınıf bilincine sahip olmalarının en büyük engellerinden biri haline gelmektedir. Dahası, yeni teknolojilerin gündelik yaşama da sirayet etmesiyle, örneğin insanlar bilgisayar, internet, cep telefonu, i-pod vb kullanacağı yerde, bu teknolojik araçlar insanları kullanır ve güdümler hale gelmektedir. Yeni üretim ve gündelik yaşam teknolojilerinin kapitalistçe kullanım biçimi, hem işçi ve emekçilerin kendilerini güçsüz, anlamsız, değersiz, amaçsız hissetmelerine yol açmakta, hem de kapitalizmin (özellikle de yakın döneme kadar bir lokma-bir hırka felsefesi içinde kara kuru kapalı bir yaşamdan yeni yeni gözlerini açmaya başlayan geniş yığınlar açısından) kapitalizmin zehirli “cazibe”sini artırmakta, hatta onca yıkım ve sefaleti dahi “estetize ve rasyonalize edecek” bir rol oynayabilmektedir.

Günümüzde değişenin ne olduğunu anlamak için: “Üretkenlikteki bu gelişme, son çözümlemede, daima üretimde yer alan emeğin toplumsal karakterine, toplumdaki işbölümüne ve entelektüel, özellikle de doğa bilimlerindeki emeğin gelişimine bağlanabilir.” Günümüzde, toplumsal emek üretkenliğindeki büyük çaplı gelişmelerde, bilimsel-teknolojik araştırma-geliştirme ve üretime uygulanışı ile yeni üretim organizasyonları etkenleri, kesinkes temel ve her zamankinden fazla belirleyici hale gelmiştir. Artık yalnızca tek tek kol işçilerinin hüneri, belli bir fabrikadaki kitle emeği içinde eriyip önemsizleşmekle kalmamaktadır.

Birincisi, kafa emeğinin de dev çaplı toplumsallaşmasıyla (örneğin binlerce bilim insanı, çeşitli disiplinlerden mühendisler, teknisyenlerin yer aldığı dev çaplı ar-ge projeleri, sayısız ülkeden on binlerce uzmanın katılımıyla interaktif ortamda geliştirilen dev çaplı bilgisayar programları vb.) bilimsel-teknolojik ar-ge ve üretime uygulanmasında çalışan tek tek kafa emekçilerinin bilgi ve hünerleri de, bu bileşik emek içinde eriyip önemsizleşmektedir. (Bu gelişmeyi Türkiye’de bile görmek mümkündür: Vestel City’de tam 500 mühendis çalışmaktadır. Arçelik’in tüm fabrikalarındaki mühendis sayısı 1000′e yaklaşmaktadır. Bosch’un Türkiye’deki yalnızca 2 fabrikasında 400 mühendis çalışmaktadır.)

İkincisi, dev çaplı ve son derece karmaşıklaşan üretim süreçlerinin tek tek fabrikalardan taşması ve zaten yeni teknolojilerinin sağladığı olanaklarla üretimin parçalanması ve kademelendirilmesi nedeniyle, artık tek tek işyerlerindeki işçilerin kitle emeği de, bütünsel üretim sürecindeki bileşik emek içinde erimekte, önemsizleşmektedir. Başka deyişle, yalnızca bireysel kol işçilerinin emeği değil, yalnızca bireysel kafa işçisinin emeği de değil, tekil fabrika ve işyerlerindeki, giderek belli bir sektördeki işçilerin emeği de dev çaplı bileşik/kolektif emeğin içinde erimekte, kendi başına değil, ancak onun organik (veya değiştirilebilir) bir bileşeni olarak anlam taşımaktadır.

Burada artık sözkonusu olan tek tek işçiler, işyerleri, hatta sektörler ve giderek ülkeler değil, emeğin devleşen zihinsel üretici güçleri ve kitle emeğinin dünya çapında bileşik organizasyonu; kolektif işçi vardır. Gelişme bu doğrultudadır ve giderek hızlanmaktadır. Ve fakat! Kapitalist üretim ilişkileri altında kolektif somut emek dolaysız bir kaynaşma biçiminde değil, sermaye ve soyut emek/meta dolayımlıdır. Kol emeği ile üretimdeki rolü giderek ön plana çıkan kafa emeği arasındaki ilişkiler olsun, her biri büyük çaplı projelerin bir parçasının bir noktasında çalışan sayısız kafa emekçisi arasındaki ilişkiler olsun, toplumsal ihtiyaçlar ve somut emek temelinde dolaysız değil, teknolojiyi (kapitalizmde dolayısıyla farkında olmadan artıdeğer üretimini) amaç haline getirdikleri, sermaye dolayımlıdır. Başka deyişle tüm bu ilişkilere sermaye aracılık etmektedir. Bu yüzden sermaye bu aracılık sıfatıyla, emeğin bu dev çaplı bilimsel-teknolojik ve organizasyonel üretkenliğinin tüm meyvalarına el koymakla kalmaz, bu el koyuşu “meşru ve doğal” da göstermeyi başarır. Çünkü Marks’ın da ısrarla vurguladığı gibi: “Bilgi ve becerinin, toplumsal zekanın genel üretici güçlerinin birikimi, böylece, emeğe değil, sermayeye mal edilir ve bu yüzden sermayenin bir özniteliği olarak görünür.” “Emeğin toplumsal üretkenliğinin sermayenin maddi özniteliklerine aktarılması insanların kafalarına öyle sağlam kazınır ki makinelerin yararları, bilimin kullanımı, buluşlar vb. ister istemez bu yabancılaşmış biçimiyle algılanır; öyle ki tüm bunların sermayenin öznitelikleri olduğuna inanılır.” Günümüzde birincisi emeğin zihinsel üretici güçlerinin toplumsal emek üretkenliğindeki payı ve rolü çok daha ağırlıklı hale geldiği; ikincisi ise, üretim ve emeğin

Page 20: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

parçalanması ve kademelendirilmesi cevvaliyeti temelinde, sermayenin çeşitli işçi kesimleri ve emek formları arasındaki aracılık sıfatı daha da karmaşıklaştığı ve geliştiği için, bu “yanlış bilinç” (emeğin dev çaplı bilimsel-teknolojik üretkenlik artışlarının sermayenin doğasından gelen gizemli ve karşı konulmaz bir güç gibi görülmesi) işçi ve emekçilerin kafalarına, ne yazık ki, her zamankinden “daha sağlam biçimde kazınmaktadır.”

Bu yüzden, emeğin zihinsel üretici güçlerindeki (sermayeye mal olan ve sermayeden geliyor görünen) büyük gelişmeler karşısında, vasıfsız ve yarı-vasıflı kitle emeği okyanusu, işsizlik batağı ile iç içe, işgücü değerini kaybetmekle kalmaz, gücü kırılır, daha kötüsü, daha baştan kendilerini güçsüz, anlamsız, etkisiz, önemsiz, hiçleşmiş hissederler. Bu sermayenin günümüzde olağanüstü karmaşıklaşmış “böl ve yönet organizasyonu” içinde, işçinin işçiye (kol emeğinin kafa emeğine) ezdirildiği en vahşice biçimlerden biridir. (Onun ardından taşeronluk sistemi, cins ve ırk ayrımcılığı vd. gelir!) Fakat kafa emeği de bunun cezasını, geniş kesimlerinin yığınsal vasıfsızlaştırılma süreciyle, giderek vasıfsız emeğin koşullarına tabi olarak öder!

2- Yeni teknolojiler ve işçi sınıfının iç kutuplaşması

Yeni teknolojilerin işçi sınıfı üzerindeki en ağır etkilerinden biri, onu kendi içinde, artıdeğerin en yüksek olduğu kilit tasarım, üretim, organizasyon alanlarında konumlandırılmış “çekirdek işgücü” ile, tamamen güvencesiz ve işsizlikle iç içe çalışan vasıfsız “çevre işgücü” biçiminde kutuplaştırmasıdır. Günümüzde, görece yüksek ücretler ve bağlama mekanizmalarıyla çekirdek işçilerin önemli bir bölümünün işçi olduklarının pek farkında olmamaları, bir nevi “işçi aristokrasisi” özelliği göstermeleri, işçi sınıfı hareketinin önde gelen sorunlarından biridir. Çünkü taşeron, geçici vd. işçiler örgütlendiklerinde, direnişe geçtiklerinde bile, üretimin en kilit ve artıdeğer üretiminin en yüksek olduğu halkaları üzerinde etkileri zayıf kalmaktadır. Yeni teknolojiler, eski türden yüksek ve yarı vasıflı işleri geniş çaplı tasfiye ederken, klasik anlamıyla bireysel bilgi-beceri biçimiyle değilse bile, yeni türden vasıflı bir işgücü ortaya çıkarmaktadır. Tasarım, program ve analiz, üretim ve bakımda yeni teknoloji destekleri, teşhis ve yönlendirme, mikroelektroniğin bakım ve test işlemleri, elektrik, makine mühendisliği, belirleme ve sistem analistliği, artan enfermasyon ve iletişim akışının şirketlerde kullanılabilir olmasını sağlayan yönetici uzmanlar, organizasyon uzmanları gibi işler bunlar arasındadır. Yeni teknolojilerle birlikte bilgiye dayalı yönetici, organizatör, uzman ve teknik kadroların önemi büyük ölçüde artmaktadır.

Buna karşılık, yeni teknolojiler vasıflı işçi yerine bilgisayarlı kontrolü getirmiş, üretimde parçaları bütünleme işini kolaylaştırıp, uyumlu işlemlere dönüştürerek vasıflı işgücü gereksinimini azaltmıştır. Makine operatörü tarafından müdahale edilmesi gereken birçok sanayi işlemleri otomatik kontrol sistemi tarafından yerine getirilmektedir. Mikroelektroniğin programlanabilme özelliği kullanılarak vasıflı işçilerin çoğu için programlar oluşturulmakta ve geniş biçimde uygulanmaktadır. Mikroelektronik teknolojilerin güvenirliliklerinin fazla, bakımlarının kolay olması bakım onarım hizmetlerinde vasıf düzeyini düşürmektedir. Büro, işlemleri, muhasebecilik, bankacılık, bilgisayar operatörlüğü gibi işlerde vasıflı işler yeni teknolojiler tarafından yerine getirildiklerinden bu alanlarda nitelikli işgücüne gereksinim azalmaktadır. Yarı-vasıflı işler erimektedir. (Petrol-İş araştırması) Tüm bunlar, işçi sınıfının önceki dönemde belkemiğini oluşturan yarı-vasıflı işçilerin geriletilmesi ve çözülmesinde, üretim ve emek süreci üzerinde kontrolün pekiştirilmesinde, sermayenin elinde güçlü bir silah olarak kullanılmıştır.

Yeni teknolojinin gerektirdiği niteliklere sahip olmayan geniş işçi kitleleri ise işsizlik ile asgari ücret ve altında işlerde geçici, taşeron, kısmi zamanlı ve tamamen güvencesiz koşullarda çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Bu durumdan en fazla vasıfsız işlerde çalışan kadınlar, gençler, çocuklar, yaşlılar ve azınlıklar etkilenmektedirler. Türkiye’de de geleneksel küçük meta üretimi ve ticaretinin yıkımından ve giderek emek yoğun sektörlerden açığa çıkan dev çaplı vasıfsız, eğitimsiz işçi kitlesi, bu kesimin saflarını doldurmaktadır. İşçi sınıfının üst “çekirdek” kesimi ile geniş güvencesiz tabanı hem birbirinin gücünü kırmakta kullanılmakta, hem de kendi içlerinde vahşi bir rekabete sürülmektedir.

Diğer taraftan Marks’ın ışık tuttuğu “ölüm kalım yasası” günümüzde çok daha belirgin biçimde

Page 21: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

açığa çıkmaktadır. Sermaye bir yandan kar oranlarının düşme eğilimine karşı toplumsal emek üretkenliğini toplamda artırabilmek için, kafa emeği ile kol emeğini, tasarım ile uygulamayı, eğitim ile üretimi birbirine daha bir yakınlaştırmak, iç içe geçirmek, daha ileri bir sentezini gerçekleştirmek için çırpınmaktadır. Örneğin, işçinin yaptığı işlerin sayısının artması, yatay iş entegrasyonu (işin genişlemesi), işçinin değişik nitelik taşıyan işler yapması, yürütme işlevine planlama, organizasyon ve denetim de eklemek suretiyle alt düzeyde karar alma yetkisinin verilmesi (işin zenginleştirilmesi) … Örneğin, yalın üretime özgü eşzamanlı mühendislik, tam zamanında üretim, toplam kalite kontrolü, sürekli geliştirme, ekip çalışması, üretim zincirinin bütünleştirilmesi ve işbirliği gibi yeni organizasyon biçimleri ile çalışma sistemleri değişiklikler geçirmektedir. Esneklik ve verimliliğin birlikte gerçekleştirilmeye çalışıldığı bu modellerde işletmede yatay örgütlenme ve “hiyerarşik düzey sayısının en aza indirilmesi”, birimler arasında çok yönlü bağlantıların kurulması gibi düzenlemeler yer almaktadır. Ayrıca grup çalışmaları önem kazanmıştır. Nitelikli işçilerden oluşan gruplarda iş tanımları gruplar esas alınarak yapılmaktadır. Grup üyelerinin yatay işbölümü ve görev alanları geniş olup, dikey işbölümüne göre farklı işlerde çalıştırılması (iş rotasyonu) söz konusudur. Grup kalite denetimi de dahil işten bütün olarak sorumlu olmaktadır… Örneğin, istihdam öncesi eğitim ile istihdamın talep ettiği vasıflar arasında çatışmayı ortadan kaldırmak amacı ile mesleki ve teknik eğitim programlarının endüstri ve teknoloji dikkate alınarak içeriğinin belirlenmesi, endüstri ve teknoloji sürekli değiştiği için endüstri ile işbirliği yapılarak eğitim programlarının sürekli yenilenmesi, bilim ve teknoloji ağırlıklı eğitim yapılması, eğitim ile üretimin iç içe geçirilmesi… (age)

Bağımlı Türkiye burjuvazisinin de benzer yönelimleri, bu doğrultuda kanırta kanırta yol alma çabası belirgindir. Yeni TÜSİAD-AKP programında teknolojide ve eğitimde yeniden yapılanma, ar-ge belirlemeleriyle, bu çizgiler giderek daha da belirginleşmiştir. Günümüz kapitalizminin bu iç yönsemesi, gerçekte, Marks’ın ölüm kalım yasası dediği, üretim, emek ve bilginin tam kolektifleşmesi yasasının kendi yolunu giderek hızlanan ve güçlenen biçimde, “karşı konulmaz bir doğa yasasının yıkıcılığı ve felaketleriyle” nasıl açtığını, kesinkes ortaya koyar. Bu içsel eğilim, bilimsel sosyalizmin ön koşullarını da görülmemiş bir düzeyde geliştirdiği gibi, kapitalizmi yıkarak sosyalizmin önünü açacak toplumsal gücün, kolektif emekçi hareketinin stratejik dinamiklerinin de nasıl gelişmekte olduğunu ortaya koymaktadır.

Kuşkusuz bu düz bir çizgide olmayacaktır. Her eğilim, karşıt eğilimle birlikte ve iç içe varolur. Kapitalizmin “kolektif/bileşik emek/emekçi ilkesini tanımak zorunda kalması” ve bu doğrultuda attığı her adım, yaptığı her yeni uygulama, yalnızca ve yalnızca, toplumsal artıdeğer sömürüsünü genişletmek ve derinleştirmek içindir ve asla bunun sınırları dışına çıkmaz. Kapitalizmin bu çabası, işçilerin çok yönlü yetilerini geliştirmek ve onları tam gelişmiş bireyler haline getirmek için değil, tam tersine, posalarını çıkarmak, soğurulmadık tek bir bedensel ve zihinsel enerji damlası bırakmamak içindir. Bu yüzden kapitalizm bir yandan bu doğrultuda en “devrimci” adımları atmak zorunda kalırken, “öte yandan, eski işbölümünü o katılaşmış biçimi ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmaktan geri kalmaz.” Karşıtların birliği ve savaşımı: Bu iki karşıt eğilim iç içedir, hem birbirlerini genişleyen temelde yeniden canlandırırlar/üretirler, hem de dıştalarlar/engellerler. Konumuz olan kafa emeği/kol emeği ayrımı açısından da böyledir. Kapitalizm bir yandan bu ikisini birleştirmek için olağanüstü bir çaba harcıyor, diğer yandan da ikisi arasındaki ayrım ve kutuplaşmayı eskisinden de derin ve uçurumlaşmış biçimde yeniden canlandırıyor. Ancak bunun günümüzde işçi sınıfı hareketini yeni ve daha yüksek bir düzlemde örgütlemenin temel sorunlarından biri olduğu gibi, kapitalizmin de temel kriz dinamiklerinden biri olduğunu kavramak gerekir.

Türkiye’de ise işçi sınıfının iç kutuplaşması çok daha şiddetli ve derindir. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nu bile “ikili bir ekonomik yapı oluştu, buna çözüm bulamazsak başımız çok ağrıyacak” gibisinden hop oturup hop kaldıracak kadar derindir. Bağımlı Türkiye kapitalizmi, var gücüyle, göreli daha ileri bir teknoloji tabanına, buna uygun eğitim ve işgücü yapısına, arge yatırımlarına, tekno-KOBİ havuzuna vb. geçiş yapmaya çalışmaktadır. Diğer yanda ise, yalnızca geleneksel küçük üretim ve ticaret alanından değil, geleneksel emek yoğun sektörlerin yıkım ve

Page 22: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

daralmasından açığa çıkan, dev çaplı bir vasıfsız, eğitimsiz, az çok vasıflı olanların da yeni teknoloji tabanlı sektörlere geçiş yapmaları çok zor olacak bir işçi kitlesi ortaya çıkmış ve çığ gibi büyümektedir. Bunlar içinde özellikle de orta yaşlı olanlar içinde işsizlik, tüm kesimlerden hızlı artmaktadır. İşbirlikçi burjuvazi, “geleneksel sektörlerdeki işgücünün yeni sektörlere geçiş yapabilmesi için yeniden eğitilmelerini sağlamak gerek” diye ağız ucuyla söylese de, burjuvazinin “niteliği gereği”, bunun için gerekli büyük çaplı bir toplumsal seferberlik, organizasyon ve harcamalar için parmağını bile kıpırdatmayacağı, cebinden bir kuruş bile çıkarmayacağı kesindir. Gelişmenin tarihsel-stratejik yönü işgücünün ilki doğrultusunda dönüşümü olmakla birlikte, kısa ve orta vadede bu kritik durumun üzerinden atlanıp geçilemez. Çünkü bu durum, kaçınılmaz olarak ilerici veya gerici toplumsal sarsıntılara gebedir. İşçi sınıfının “iki yakasını bir araya getiren” bir önderlik geliştirmek zorunludur, yoksa önümüzdeki süreçte, işçi sınıfının içindeki kutuplaşma, daha derin, tahrip edici ve bölücü biçimler alabilecektir.

Bunun kadar vahimi, devrimci ve sol hareketin sınıf içindeki bu kutuplaşmanın pek bilincinde olmaması ve bunu giderecek politikalar üretmek yerine, derinleştirecek tarzda hareket etmesidir. Devrimci hareket, geleneksel ve ağırlıklı olarak, kırdan yakın dönemlerde göç etmiş ara sınıf kesimleri ile işçi sınıfının vasıfsız kesimleri içinde örgütlendiği gibi, kadro bileşimi de ağırlıklı olarak bu özellikleri göstermekte ve buna uyarlanmakta, bu kesimlerin ruh hali, duygu-düşünce, davranış tarzı ile yoğrulmaktadır. Bağımlı Türkiye kapitalizminin ister istemez, teknoloji tabanı ve işgücü formasyonunda bir değişikliğe yönelmiş olmasına karşın, devrimci harekette stratejik bilinç yoksunluğu temel bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı şekilde, tıpkı geleneksel işçi-emekçi kesimlerinin, görece daha ileri teknoloji tabanlı ve organizasyon biçimli işyerlerine, sektör ve bölgelere geçiş yapmakta zorlanması gibi, bu kesimlere göre şekillenmiş devrimcilerde de bu temel bir tıkanma noktası olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü, bu “geçiş”, yalnızca yeniden-eğitim sorunu olmanın ötesinde, bakış açısını, önderlik, örgütlenme ve çalışma tarzını da köklü biçimde değiştirmeyi gerektirir.

3- Yeni teknolojiler ve sanayi ve hizmet sektörlerinin dönüşümü

Yeni teknolojiler işçi sınıfının bileşiminde de, kadın ve çocuk emeğinin yaygınlaşmasının ötesinde önemli değişikliklerin zeminini yaratmaktadır. Emeğin toplumsal üretkenliğinin yükselişi, beyaz yakalıların mavi yakalılara göre sayısal ve oransal artışını hızlandırdığı gibi, beyaz yakalıların (bilimsel-teknolojik ve organizasyonel) üretkenlik artışındaki rolü ve önemi de artmaktadır. Yalnızca ar-ge uzmanları ve mühendisler değil, eskiden “idari personel” olarak bilinen her türlü kafa-büro emeği işi de, doğrudan veya dolaylı olarak daha fazla üretime, üretkenlik artırıcı süreçlere çekilmektedir.

Yeni teknolojiler, en kapsamlı değişikliğe kuşkusuz büyük modern sanayilerde yol açmaktadır. Fakat bu sektörlerde dev çaplı sermaye yoğunluğu ve katılaşmışlığı, yeni teknolojilerin etkin kullanılabilmesinin tasarım, üretim ve organizasyon-işbölümü-yönetim süreçlerinde çok temel değişiklikleri gerektirmesi gibi nedenlerle, sermaye yoğun sektörlerde yeni teknolojilerin yaygınlaşması görece daha yavaş ve sancılı olmakta, daha uzun zamana yayılmaktadır. Yalnızca büyük sermaye yoğunlukları değil, işçilerin ve daha ziyade de yöneticilerin yeni teknoloji ve organizasyon biçimlere uyum sağlaması zor olduğu gibi, genellikle kuşak değişimini gerektirmektedir. Burada, kapitalizmde bilimsel-teknolojik üretkenliğin en hızlı geliştiği günümüzde bile, bunun sorunsuz ve çelişkisiz olmadığını, kapitalizmin iç engellerinden kaynaklanan frenleme ve durgunlaşma eğilimiyle iç içe geliştiğini görürüz. Kapitalizmde ölü emeğin canlı emek üzerindeki egemenlik ve prangasının farklı bir açıdan ortaya çıkmasıdır bu: Geçmişin (mevcut sermaye birikimi ve ilişkilerinin) bugün (canlı emek ve düşünce tarzına varıncaya kadar) üzerindeki egemenliği ve gelecek açılımlarını da şu veya bu ölçüde sınırlaması, yavaşlatması. Kapitalizmde teknolojik gelişme her zamankinden hızlı olmakla birlikte, bugün üzerinde geçmişin değil geleceğin, gelecek tasarımının ve yeni ortaya çıkan toplumsal ihtiyaçların egemen olduğu bir toplum ancak sosyalizmde mümkündür.

Yeni teknolojilerin büyük sanayi işçileri üzerindeki önemli etkileri arasında, büyük fabrikalarda işçi

Page 23: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

yoğunluğu ve sayısında azalma, genel vasıfsızlaştırma eğilimi, iş yoğunluğunun artması, üretimin çeşitli aşamalarının ve destek halkalarının parçalanması ve (iç-dış) taşeronlaştırması, işçiler ve emek süreçleri üzerindeki bilgisayarlı denetim ve baskının artması; aynı işletme içindeki farklı bölüm, atelye ve hatta işçiler arasında “performans ve verimliliğin” karşılaştırılabilir hale gelmesi yoluyla işçileri birbirine yabancılaştırma ve denetlettirme ile rekabeti kızıştırma … sayılabilir. Bunlar kadar önemlisi, yeni teknolojilerin standart ve ardışık iş akış süreçleri yerine, daha çok yönlü, karmaşık ve farklı düzeylerde iş biçimlerini ortaya çıkarması nedeniyle, aynı işletme içinde ve (doğrudan veya dolaylı olarak bağlantılı) dışında çok farklı istihdam/emek grup ve düzeylerinin kullanılmasına olanak tanıması, işçileri çok yönlü olarak parçalaması ve kademelendirmesidir.

Kısa dönemde ise, yeni teknolojilerden en fazla ve hızlı etkilenen ise “hizmet sektörü” ve bu alanda çalışan işçilerdir. Hizmet sektörünün temel dalları, Dağıtım hizmetleri; ulaşım, haberleşme, toptan ticaret ve perakende ticaret, piyasa araştırması, Finans; bankacılık, sigortacılık, danışmanlık, hukuk, emlak, Sosyal hizmetler; sağlık, eğitim, posta, belediye ve hükümet hizmetleri, Kişisel hizmetler; ev hizmetleri, gıda hizmetleri, spor, onarım, turizm, eğlence hizmetleri olarak tanımlanmaktadır. Hizmet sektörü yakın zamanlara kadar, sermaye yoğunluğu ve “verimliliği” düşük, gerektirdiği işgücü vasıf düzeyi ve dolayısıyla ücretleri genellikle yüksek bir alandı. Bu yüzden bilgisayar başta olmak üzere yeni teknolojilerin en fazla etkilediği, hatta baştan aşağıya, köklü biçimde yeniden yapılandırdığı alan oldu. Yeni teknolojiler ile birlikte, hizmet sektöründeki işler geniş çaplı bir vasıfsızlaşmaya uğradı, kişisel beceriye bağlı olmaktan büyük ölçüde çıkarak, daha karmaşık işbölümü ve nesnelleşmiş emek ve kontrol süreçlerine tabi hale geldi. Yeni teknolojilerin açtığı yoldan hizmet sektörü kendi içinde olağanüstü bir çeşitlilik ve genişleme sağladı, sermayeye büyük çaplı yeni birikim ve yoğunlaşma alanları açıldığı gibi, düzensiz çalışma biçimleri ile birlikte vasıfsız, yarı vasıflı işçiler bu alanda muazzam hızlı bir artış göstermektedir.

Yeni teknolojilerle, hizmetler sektörü, bir yandan sanayiden kopup başlıbaşına kilit bir sermaye birikim alanı haline gelirken, diğer yandan da bir üst düzeyde sanayi ile kaynaşmakta; bir bütün olarak sermayenin genişleyen yeniden üretimi, bu sektörler arasında daha ileri bir iç içe geçiş ve bütünleşme ile ancak mümkün olmaktadır. Buradaki en önemli gelişmelerden biri de şudur: Üretimdeki kol emeğinden sonra tasarım-geliştirme ve kafa emeğinin de bireysel bilgi ve beceriye bağlı olmaktan çıkıp, ileri düzeyde toplumsallaşması gibi, şimdi de, hizmet sektörleri temelinde, sermayenin dolaşım sürecindeki emek de (üretilmiş artıdeğeri gerçekleştirmek için gerekli olan emek: nakliyat, iletişim, toptan ve parekende ticaret, hiper market zincirleri, her türden ve yeni pazarlama teknikleri, tüketici hizmetleri, tüketici kredileri, tanıtım, reklam, toplumsal kültürel sponsorluk faaliyetleri, imaj, marka, çok yönlü piyasa araştırmaları ve her türlü sosyal, kültürel, psikolojik alanın bu temelde kullanılması vd.) ileri düzeyde (kendi içinde karmaşıklaşan bir işbölümüyle) toplumsallaşmaktadır. Bunun nedeni yeni teknolojilerle emeğin toplumsal üretkenliğinin büyük çaplı artması ve dolayısıyla aşırı üretim krizinin kronikleşmesi ve derinleşmesi, artıdeğerin gerçekleştirilmesinin (ve bunun için durmaksızın yeni pazarlama tekniklerinin geliştirilmesi) üretilmesi kadar büyük bir önem kazanmasıdır.

Ancak ürünlerin satışı için gerekli emek de dev çaplı karmaşıklaşmak ve toplumsallaşmakla kalmamaktadır. Sermaye tıpkı emeğin toplumsal üretkenliğini artırmada temel tıkanma noktalarından biri olan tasarım ile üretim arasındaki eşitsiz gelişme ve çelişkiyi aşma çabasında olduğu gibi, temel kriz dinamiklerinden biri olan tasarım-üretim ile tüketim arasındaki eşitsiz gelişme ve çelişkiyi aşma çabasındadır (her biri, gerçekte soyut emek ile somut emek, değişim değeri ile kullanım değeri arasındaki çelişkinin ortaya çıkış biçimleridir.) Sermaye, bu yüzden, eski tarz; önce tasarım sonra üretim daha sonra pazarlama biçimindeki düz çizgisel ve ardışık genişleyen yeniden üretim süreci yerine, bu halkaların her birini birbirine geçişli ve iç içe organize eden yeni bir düzleme geçiş yapmaya çalışmakta, örneğin binlerce anketör, sosyolog, psikolog vb.nin çalıştığı sosyal-kültürel-psikolojik “tüketici” dinamikleri araştırmalarını başlıbaşına bir tasarım-üretim girdisi haline getirmeye çalışmaktadır, vb. Bu ise, tasarım ve üretim sürecinde çalışanların daha ileri bileşik emeği (yatay işbölümü platformları vd.) nin ötesinde, sermayenin yeniden üretim süreci ile dolaşım sürecinde çalışanların daha ileri bileşik emeğinin (piyasa araştırma, tasarım, reklam

Page 24: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

uzmanlarının, imaj mühendislerin birlikte çalışması vd.) de ötesinde, giderek tasarım-üretimde çalışanlar ile “tüketicilerin” birleşik emeğini gerektirmektedir. Gerçi “müşteri odaklı üretim” kavramından görüleceği gibi, kapitalistlerin kendi aralarındaki üretim ilişkilerinde, giderek siparişe göre üretim öne çıkmakta, bilinmeyen bir pazara üretmekten kaynaklanan kapitalist üretim-piyasa anarşisinden, daha planlı ve üretici ile tüketicinin daha geçişli ve entegre hale geldiği daha yüksek bir üretim tarzına geçişin dinamikleri ve zorunluluğu burada da daha belirgin biçimde görünmektedir (tabii bu durum, kapitalizmde belirsizlik ve anarşiyi büsbütün artırdığıyla kalmaktadır!) Burada da, ar-ge ve tasarım, üretim, eğitimden sonra, gerçekleştirme emeğinin de hem kendi içinde nasıl toplumsallaştığını, hem de diğerleriyle nasıl geçişli, iç içe ve tümleşik hale gelmesiyle, kolektif/bileşik emek/emekçi yasasının kendi yolunu nasıl açtığını apaçık görmek mümkündür. Gelişme, yalnızca üretim sürecindeki değil dolaşım (ki buna finans ve diğer “hizmet” dalları da dahil edilebilir) sürecindeki emeği, bir bütün olarak her tür emek formunu ve alanını kapsayacak biçimde tam ve dolaysız toplumsallaşmış, kolektif emek/emekçiye doğrudur. Bu tarihsel eğilim, aynı zamanda, toplumsal ve teknik işbölümünün ve dolayısıyla değer yasasının geniş çaplı sönümlendirilebilmesinin, olanaklarının nasıl geliştiğini de ortaya koymaktadır. Tabii sermaye, burada da, bir yandan emeğin toplumsal üretkenliğini/sömürüsünü artırarak iç çelişkilerini/krizini aşabilmek için muazzam bir çaba harcarken, diğer yandan tüm bu emek formları ve alanları arasındaki ilişkiler sermaye ve kar dolayımlı olduğundan, bunlar arasındaki işbölümü ve eşitsiz gelişmeyi, dolayısıyla iç çelişkilerini durmaksızın ve giderek şiddetlenecek biçimde yeniden ürettiği, kendi önüne çıkardığıyla kalmaktadır.

4- Yeni teknolojiler ve işçi sınıfının parçalanması ve katmanlaştırılması

Yeni üretim, iletişim, ulaşım teknolojilerinin de önemli bir etkide bulunduğu, işçi sınıfının parçalanması, dağılganlaşması, “karakter aşınması”, daha heterojen ve katmanlı hale gelmesi, işçi sınıfı hareketinin önündeki en temel sorunlardan biridir. Bu, işçi sınıfının geleceği açısından en fazla tartışılan olmakla birlikte, en eksik ve yüzeysel biçimde ele alınan bir konu olagelmiştir. Bu konuyu, dizimizin bir sonraki bölümünde daha kapsamlı ve ayrıntılı biçimde ele alacağız.

5- Yeni teknolojiler ve işçi-kontrol sistemleri

“Son teknolojik gelişmeler emek yoğun makineleşme dönemini geride bırakarak sermaye yoğun makineleşme sistemleri dönemini başlatmıştır. Makine sistemleri bir üretim sürecinde birbirini tamamlayan makinaların organik olarak birleşmesini ifade etmekte, bu sistemde üretimde enformasyon akışı, eşgüdüm ve işbölümü en üst düzeyde bilimsel yöntemlerle yapılmaktadır.” (Petrol-İş araştırması).

Yeni teknolojilerin ayırdedici yanı şunlardır: Üretim sürecindeki “ara” bağlantı ve işlerin (montaj, malzeme taşıma vd.) insanlar tarafından kurulan tek tek mekanizasyondan, giderek bütününün bağlantılı ve etkileşimli bilgisayarlı otomatik makine sistemleri tarafından yapılmasına geçilmektedir. Üretim sürecinin kontrolü de insandan bilgisayar donanımlı makinelere geçmektedir. Üretim teknolojilerinin kapitalistçe kullanımında, böylece, insanların makineleri kullanması yerine makinelerin insanları kullanmasıyla birlikte, insanların makineleri kontrol etmesi yerine makinelerin insanları ve emek süreçlerini kontrol etmesine geçilmektedir. İşçi işi başından ayrıldığında “alarm veren”, işçinin diyelim ki bir çalışma saatinin kaç saniyesinde emek-değer yaratmadan geçirdiğini hesaplayan, bilgisayar başında çalışan kafa emekçileri açısından bile üretkenliği ölçen ve rapor eden bilgisayar programları vardır! Bunlar bilgisayarlı otomasyon ve üretim süreçlerine içsel hale gelen emek-kontol sistemleridir.

Bir de, büyük işyerlerinden KOBİ’lere, okullara, oradan gündelik yaşamın tamamına yayılan bilgisayarlı-elektronik gözetim ve kontrol sistemleri vardır. Türkiye’de faaliyet yürüten, işyerlerine “personel kontrol sistemleri” kuran sayısız şirketten biri olan Barkodes şirketinin internet sitesindeki tanıtımından aktarıyoruz: “Personel Devam Kontrol Sistemleri: Personel kimlik kartlarının, giriş-çıkış anında kart okuyucu cihazlara tanıtılması ile personel hareketlerinin takip edilmesi ve işletmenin çalışma prensiplerine göre puantaj hesaplarının yapılmasına, aynı zamanda giriş-çıkış güvenliğinin sağlanmasına olanak tanıyan sistemlerdir.” Böylece işçilerin bölümler arası

Page 25: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

iletişimi bile engellenmekte ya da takibe alınmakta, işçinin işyerindeki hareketi de puanlamaya bağlanmaktadır. “Geçiş kontrol sistemleri: Personelinizin çalışma zamanını nasıl kontrol ediyorsunuz? Çalışan personeliniz saat kaçta işe gelip kaçta ayrılıyor, hangi kapılardan geçiş yapıyor, ziyaretçi kontrolü yapabiliyor musunuz, hangi saatlerde ne kadar çalışıyor, personelinizin ne kadar efektif çalıştığını kontrol edebiliyor musunuz? Geçiş kontrol sistemi, tüm bunları kayıt altına alan ve bu kayıtlardan rapor düzenleyen bir sistemdir.” Şirket, bunun orta boy işyerlerine daha uygun bir sistem olduğunu da ekliyor. “Yemekhane kontrol sistemi: Çalışan personeliniz kaçta yemekhaneye gelip kaçta çıkıyor, yemek fişlerini kendisi mi kullanıyor, öğünlerde tek bir yemek mi yiyor, yemekhane dışında yemek yiyor mu, personelizin yemek hesabı ve maliyetini takip edebiliyor musunuz?” Bir diğer personel kontrol sistemleri şirketi, Perkotek, repertuarına “bekçi devriye tur kontrol sistemleri”, “evrak takip ve kontrol sistemleri” ve “WC sınırlandırma sistemleri”ni eklemiş. Sitesinden aynen aktarıyoruz: “İşyerlerinde patronların ve yöneticilerin hedefi personelini maksimum performansla çalıştırması ve azami verim almasıdır… Giriş-çıkışlar bir biçimde kayıt altına alınabilir, peki ya personelin içerde, özellikle de WC’de geçirdiği zaman?” Şirket, 100 kişinin çalıştığı bir işyerinde, çalışanlar günde 20 dakika tuvalette “kaytarırlarsa”, patrondan ayda 733 (emek-zaman) saati “çalmış” olacaklarını “ikna edici” biçimde gösteriyor, bir de bunun parasal hesabını yaparak, “WC kontrol sistemleri” ile patrona, ayda 2 milyar tl’yi daha işçilerden kurtarmayı (çıkarmayı) vaat ediyor! Eğer hala kusmadıysanız, bir diğer personel kontrol sistemleri şirketi, Anlaş Otomasyon’dan bir örnek verelim. Bu şirket, işi daha da boyutlandırıp, patron ve şeflerin hiç müdahelesine gerek bırakmayacak şekilde, personelin yılda, ayda, haftada, günde çalışmadığı (işe gelmediği, geç geldiği, tuvalette vb. geçirdiği) süreleri hesaplayıp otomatik olarak bordroya geçirerek ücretten düşecek, belli bir sınırı aştığında ise mesela “çalışanın SSK hakedişini iptal edecek” bilgisayarlı kontrol sistemlerini patronlara pazarlıyor! Kameralı gözetim sistemlerinden ise hiç bahsetmiyoruz. Burada da asıl sorun, işyerlerinde işçilerin denetim ve takibinin daha sıkı biçimler almasından çok, işçilerin kapitalist otorite ve tahakkümü içselleştirmeye, otokontrole zorlanması, işyerindeki işçi arkadaşlarıyla konuşmaya bile çekinir hale gelmesidir.(Gündelik yaşamda da hızla yaygınlaştırılan ve derinleştirilen teknolojik gözetleme ve kontrol sorununu, siyasal egemenlik biçimlerindeki dönüşüm bölümünde ayrıca ele alacağız.)

6- Yeni teknolojiler ve kafa emeği üzerindeki etkileri

Yeni teknolojilerin ve bilgisayarın kapitalistçe kullanımının, yaygınlaştırdığı ve yığınsallaştırdığı aşırı yoğun zihin emeği üzerinde, hem deforme ve tahrip edici hem de (beden emeğininkinden beter) köleleştirici bir etkisine değinmeden geçmeyelim. Belli bir kesitteki en ağır bedensel yorgunluk bile birkaç haftalık dinlenmeyle azalır. Tabii yılların birikimli fizik yorgunluğu, sürekli psikolojik gerilim içinde çalışma ile birlikte, giderilemeyecek bedensel-psikolojik tahribata, hatta son yıllarda, artık Japonya’yla sınırlı kalmadan bir çok ülkede ve Türkiye’de de yaygınlaşan karoshiye, işbaşında küt diye ölümlere yol açmaktadır. Fakat en azından beden işçileri, işdışında ve gündelik yaşamında işteki tekdüze hareketlerini yapmaya devam etmez. Zihin emeğinin aşırı yoğunlaştırılmasından kaynaklanan zihin yorgunluğunun giderilmesi (aşırı yoğun çalışan zihinsel emeğin yeniden üretimi) ise daha zordur. Zihinleri aşırı sömürülen çoğu kafa işçisinin, iş dışı zamanlarında, sanılanın aksine birşeyler okumaya, az buçuk ciddi konular üzerine konuşmaya, kafa yormaya bile tahammül edemez hale gelmesi, son derece yüzeyselleşmesi ve kendini sürüklenmeye bırakmasının önemli bir nedeni budur. İkincisi, zihin emeğinin, bilgisayara ve hep belli bir işe/konuya odaklandığında, onu takıntı hale getirmesi, beynin “otomatiğe bağlanarak” iş dışında bile hep onu düşünmesi gibi bir özelliği vardır. (Tanıdığımız, bilgisayar başında çalışan bir çok kafa işçisinden, işyerinde uğraştıkları sorunları, işdışında da kafalarından atamadıkları gibi, gece rüyalarında bile bununla boğuştuklarını dinledik. Rüyaları bile sermayeye köleleşebiliyor!) Bu yüzden özellikle genç kafa işçileri (bunun yarattığı zihinsel-psikolojik tahribatı deneyimleyinceye kadar) açısından iş-işdışı zaman ayrımı da büyük ölçüde ortadan kalkmakta, işdışı zamanlarında bile sömürü-bağımlılık içselleştirilerek kendiliğinden yeniden üretilmektedir. Burada da kafa işçisi bilgisayarı kullanacağına, bilgisayarın kapitalist biçimi bir eklentisi/kölesi haline getirdiği kafa işçisini kullanmakta, onun işdışı zaman ve yaşamını, hatta rüyalarını bile kontrol altına almaktadır!

Page 26: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

Üçüncüsü, günde 8-10 saat ya da fazlası bilgisayar başında/sanal ortamda çalışmak, makine kodları ve sembolleri ile düşünmek ve buna uyarlanmak, gerçek yaşam ve ilişkilere yabancılaştırıcı/uyumsuzlaştırıcı, asosyalleştirici, ultra teknisistleştirici, ciddi psikolojik sorunlara yol açıcı bir etkide bulunmaktadır.

İşçi sınıfının parçalanması ve katmanlaşması

Günümüzde işçi sınıfının en ağır boyunduruklarından biri, üretim ve istihdamın ileri düzeyde parçalanması ve katmanlaştırılmasıdır.

Büyük işletmelerde, kendi içinde de mavi ve beyaz yakalı olarak bölünen çekirdek işçilerin sayısı asgari düzeyde tutulmaktadır. Çekirdek işçilerin yanında aynı fabrika içinde çok çeşitli ve düzensiz, “ikincil” işçi grupları çalıştırılmaktadır: Geçici işçiler, kısmi zamanlı işçiler, farklı alt-işveren/taşeron patronlara bağlı işçiler, dönemsel ya da parça başı çağrı üzerine çalışan işçiler, özel istihdam şirketlerinden dönemsel olarak kiralanan işçiler, stajyer işçiler… Büyük işletmelerin, kendi içinde çok sayıda tabela şirkete bölünmesi de sık başvurulan bir yöntemdir.

Büyük işletmeler, yalnızca destek hizmetlerini değil, üretimin parçalanabilir hale gelen aşamalarını, dışarıya, fason, taşeron işyerlerine kaydırmaktadır. Büyük işletmelere bağlı, sipariş üzerine veya parça başı tedarik üretimi yapan fason KOBİ’ler deryası, dış taşeronlar, evde çalışanlar da hızla genişleyen, işsizlikle iç içe “üçüncül” işçi gruplarını oluşturmaktadır.

500′den, binden fazla işçi çalıştıran büyük işletmeler sayıca artmaya devam etmekle birlikte, belli bir metanın, başından sonuna kadar tüm üretim aşamalarını kendi bünyesinde gerçekleştiren entegre sanayi işletmeleri giderek tarihe karışmaktadır. Bunların yerini, hemen her bir metanın üretim sürecinin farklı aşama, parça ve işlemlerinin farklı işyerlerinde yapıldığı; fason, fasonun fasonu… diye giden sayısız KOBİ’den geçip, evde çalışmaya kadar inen çok sayıda işyerine dağıtılmış, kademelendirilmiş üretim zincirleri/ağları almıştır.

70′li yıllara kadar, binlerce, on binlerce işçinin çalıştığı dev entegre üretim tesisleri kapitalist gelişmenin alemeti farikası sayılıyordu. Küçük ve orta boy işletmelerin belli bir ekonomideki yaygınlığı ve ağırlığı ise azgelişmişliğin göstergesi olarak kabul ediliyordu. Emperyalist kapitalizmin krizi ve üretimi parçalama olanağı veren yeni üretim, ulaşım, iletişim teknolojileri, KOBİ’lere yaklaşımını önemli ölçüde değiştirdi. 70′li yılların sonlarından itibaren, KOBİ’ler, emperyalist kapitalizmin elinde, her uluslararası kriz devresinde biraz daha ön plana çıkarılan, bir kriz tamponu ve anti-işçi sınıfı hareketi silahı haline geldi. Tekeller ve mali sermaye için KOBİ’ler, risk ve maliyetleri yukarıdan aşağıya, artıdeğeri ise aşağıdan yukarıya pompalayan volan kayışları olarak işgörmeye başladı. KOBİ’lerin işçi sınıfına karşı en temel misyonu, işçi sınıfının güç yoğunlaşmasını kırmak ve dağıtmak, onu kat kat fason-taşeron işyeri hücrelerine sıkıştırıp paralize etmektir. İşçilerin örgütlenme girişimleri ve direnişlerini de üretimin çekirdek halkalarından uzakta boğuntuya getirmek, etkisizleştirmektir.

İşçi sınıfının ileri düzeyde bölünüp parçalanması, heterojenleşmesi, çok katmanlı hale gelmesi, sol harekette az çok ve nihayet farkına varılan bir konudur. Bu konuda, halen son derece yetersiz de olsa, saha araştırmalarını da kapsamaya başlayan epey bir (siyasal, sendikal, akademik) inceleme ve tartışma yayınlanmış ve azımsanmayacak bir literatür oluşmuştur. Sorunun kısa vadede, geleneksel araç ve yöntemlerle veya işçi sınıfının kendiliğinden kıpırdanışlarıyla giderilemeyecek derinlikte olduğunu görenler açısından, “daha farklı bir şeyler yapma” gereği de genellikle kabul görmektedir. Ne var ki tüm yapılan, sınıfın mevcut nesnel ve öznel durumunu kulaktan dolma yüzeysel bilgiler, yanı sıra bir iki örgütleme girişiminin sonuçları üzerinden tekrarlayıp durmak, çözümü de dar deneyimcilik içinden, parçadan ve el yordamıyla aramaya çalışmaktır. Daha kötüsü de sınıfın bu durumunu, kendiliğindenci ve kırılgan çalışma tarzının ağlama duvarı haline getirmektir!

Sorun ancak günümüz kapitalizminin bilimsel eleştirisi temelinde köklerinden kavranabilir.

Page 27: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

Kapitalist üretim ilişkilerinin ve bundaki dönüşümün ayırdında olmayanlar, sorunun biçimsel “ele alınış”ından öteye gidemezler. Çözümleri de biçimsel olmanın ötesine geçemez. İşçi sınıfının parçalanmasına küt ve biçimsel yaklaşım açısından, “işçi sınıfında yapısal dönüşüm diye bir şey yoktur ve olamaz, yalnızca istihdam biçimlerinde değişiklikler vardır” önermesi tipiktir. İşçi sınıfının fasonlaştırma, taşeronlaştırma vb. temelinde parçalanmasını yalnızca ve basitçe bir “mekansal parçalanma”dan ibaret görmek de öyle. İşçi sınıfın parçalılığı, heterojenliği, katmanlılığı sorununu, ilk bakışta zaten farketmesi zor olmayan (istihdam biçimlerinin farklılaşması, mekansal parçalanma vb. gibi) bir iki görüngüsüyle sınırlanma, çözümü de biçimde aramaya indirgemektedir; genellikle de yalnızca yeni örgütlenme biçimleri arayışına.

“Mademki sorun işçi sınıfının çok parçalı hale gelmesidir, öyleyse çözüm de işçileri bir araya getirecek örgütlenme biçimlerinin bulunmasıdır.” Düşünce tarzı böyle olunca, sorunun ve çözümün somut içeriği üzerine düşünmeye de gerek kalmamaktadır. Ve biz de bu hataya düştük. Söz Alınterinin Kurultayı’ndan sonra, bu zorlu çalışmada yaratılan yeni işçi aktivist ve ilişkileriyle, Öncü İşçi Kurulları’nı, bir çırpıda ve biçimden kurmaya çalıştık. Kolektif İşçi Bilinci perspektifimizin varlığına karşın, içerik pratikleştirilemedi. Bu yüzden Kurullar, işçilerin aritmetik toplamından öteye gidemedi, ilişkilerde ve bilinçte iç içe bir ileri dönüşüm sağlanamadı, çok geçmeden dağıldı.

Oysa işçi sınıfının çok parçalanmışlığı, yalnızca mekansal ve istihdam biçimi farklılıklardan kaynaklanan bir fizik parçalanma sorunu değildir. Aynı zamanda (sınıf karakterinin aşınması da denilen) sınıf bilincinin ve sınıf kimliğinin parçalanması sorunudur. İşçi sınıfının kimlik ve bilinç parçalanması ise, dönüşen üretim ve emek organizasyonundaki toplumsal hiyerarşi ve ilişkilerin farklılaşması temelinde gelişmekte ve işçiler tarafından da yeniden üretilir hale gelmektedir. Değişen üretim ve emek organizasyonu çerçevesinde, yalnızca kapitalistler ile işçiler arasında değil, kapitalistlerin kendi aralarında ve işçilerin kendi aralarındaki üretim ilişkileri, hiyerarşi ve işbölümü (tabii ki özde değil fakat yapısal olarak, önemli ölçüde) farklılaşmıştır. Öyleyse öncelikle odaklanılması gereken, üretim ilişkilerindeki dönüşüm ve bu temelde ortaya çıkan bilinç parçalanması olmalıdır. O zaman, yapılması gerekenin de işçileri biçimsel ve aritmetik toplam olarak biraraya getirmenin ötesinde “bir şey” olduğu ortaya çıkacaktır.

İkincisi, işçi sınıfının durmaksızın parçalanması geçici bir durum değildir. Stratejik bir karakter taşımaktadır. 2006 yılında bağıtlanan Basel II anlaşması, Türkiye’deki KOBİ’ler için de bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Emperyalist kapitalizmin koyduğu yeni standartlara uyan KOBİ’lere daha kolay ve ucuz kredi ve teşvik öngörmektedir. Bu, Türkiye’de ihracat, katma değer ve kalifiye üretimdeki payı halen çok düşük, ezici çoğunluğu geleneksel, “verimsiz” aile işletmesi konumundaki KOBİ’lerin yanına, bir de (mali sermaye ve tekellere daha organik olarak bağımlı) teknolojik işlevsel hücre üretimi yapan KOBİ’leri ekleyecektir. Türkiye kapitalizmi, neoliberal politikalarla, 80′li yıllardan itibaren patlama üstüne patlama yapan KOBİ-yoğun Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük Sanayi Sitelerine olsun, emek-yoğun KOBİ’lere olsun, önemli ölçüde doymuş durumdadır. Bunu, son yıllarda KOBİ sayısının artış hızında belirgin yavaşlamadan da görmek mümkündür. Emperyalist ve bağımlı tekelci kapitalizm, KOBİ’ler tabanını da yeniden organize etmeye yönelmektedir.

Dünya Bankası ve Avrupa Birliği yönergeleri çerçevesindeki 2. AKP Hükümeti programı, Türkiye’de 57 bin civarında olan “nitelikli” orta boy işletmelerin sayısını, 100 bine çıkarmayı öngörmektedir. Başta üniversite öğrencileri ve yüksek vasıflı kafa emekçileri olmak üzere, vaat edici projeler getirenlere, teknolojik yatırımdan yönetim danışmanlığına, pazarlama organizasyonuna kadar yatırım ve organizasyonun ilk yıllarındaki (bir yıl boyunca tüm işçi ücretlerini ödemek dahil) neredeyse tüm maliyetini üstlenecek yeni KOBİ programları öngörülmektedir. Keza “mikro krediler” vb. ile “küçük girişimciliğin” canlandırılması, emekçilerde sınıf atlama hayalinin de canlı tutulmasını sağlayacak biçimde, yaygınlaştırılmaktadır. Kamu Yönetimi, Kamu Personel Rejimi ve Yerel Yönetimler’de yeniden yapılanma süreçleriyle, kamu emekçilerin parçalanmasının yanı sıra, işçilerin bir de “yerellikler” arasında birbiriyle rekabete sürülmesi gündemdedir. Esnek, kısmi zamanlı çalışmanın, özel istihdam bürolarının (modern köle

Page 28: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

tüccarlığı şirketleri) yaygınlaştırılacaktır, vb.

Bu, karşıt eğilimleri de içinde taşıyan stratejik bir gelişme sürecidir. İşçi sınıfının parçalanmasının, merkez kaç dağılganlığının, alt üst oluşlarının bir noktada son bulup taşların yerine oturacağını düşünmek yanılgı olur. Toplumsal, teknik, uluslararası üretim ve emek organizasyonu, işbölümü ve ilişkilerin daha belli bir biçimi oturmaya kalmadan, yeniden, yeniden dönüşümü ortaya çıkmaktadır. Bu karmaşık süreç içinde ortaya çıkacak emekçi dinamiklerini öngörmek, açığa çıkarmak ve güncel öncülüğünü yapmak bile sürecin stratejik kavranışına bağlıdır. Kendi başına kaldığında tıkanması ve dağılması bir olan her dinamik, her çalışma stratejik bir yön ve iç örüntüye sahip olmak, bunun içinden yürütülmek zorundadır. Bunun zemini aynı süreç içerisinde bulunmaktadır; üretimi ve emeği parçalayan yeni üretim ve emek organizasyonları, bir ve aynı zamanda, üretimi, emeği ve bilgiyi merkezleştirmenin, yoğunlaştırmanın araçlarıdır. Göreceğiz.

Önceki bölümlerde olduğu gibi, sorunun konuluşundan başlayalım.

1- İşçiler arasındaki ilişkilerin daha fazla sermaye ve meta dolayımlı hale gelmesiBir metanın üretiminin tüm aşamalarını veya büyük bölümünü kendi bünyesinde gerçekleştiren “Fordist” büyük fabrika modelinin, bu tür fabrikalarda yoğunlaşan ve vasıf düzeyi vb. itibarıyla görece eşitlenen büyük işçi kitlelerinin, sendikal bilinç ve kolektif mücadelesine güçlü bir zemin sunduğu sıklıkla dile getirilir. Buradan hareketle günümüz “esnek üretim” modelinde, üretimin parçalanması ve farklı istihdam biçimleri, işçi sınıfının gücünü dağıttığı gibi kendiliğinden sendikal bilince ulaşmasının temel engelleri olarak görülür. Ancak sorun, üretim ve istihdamın fizik ve biçimsel olarak parçalanmasının ötesindedir. 500′den, binden fazla işçinin çalıştığı fabrikaların sayıca artış eğiliminin sürmesine karşılık, belli bir büyük fabrikada çalışan işçilerin kendi aralarındaki ilişkilerin de sermaye ve meta dolayımlı hale gelmesidir.

“Fordist” büyük fabrika modelinde, işçilerin büyük kitleler halinde yoğunlaşma ve eşitlenme eğiliminin, işçiler arasındaki etkileşimi ve birlikte hareket etme yeteneğini artırdığı doğrudur. Fakat geçmiş dönemde, işçilerin sendikal bilinç ve kolektif mücadele yeteneğini güçlendiren, çok önemli fakat nedense hep gözden kaçırılan bir etken daha vardır. O da şudur: Bu modelde, büyük fabrika içerisinde çalışan tek tek işçilerin meta üretmemesi, ancak, tek tek işçilerin hepsinin ortak ürününün meta halini almasıdır. Başka deyişle, “fordist büyük üretim modeli”nde, aynı fabrika bünyesindeki entegre üretim zincirinin her bir aşamasındaki tek tek işçilerin yaptığı küçük küçük parça işlemler, meta karakteri taşımaz. Ürün ancak, entegre üretim zincirindeki ardışık işlemlerin tümü tamamlanıp, nihai ürün halini aldığında, meta karakteri kazanır. Bu da şu anlama gelir: En azından, aynı entegre üretim sürecinde yer alan, aynı büyük fabrikada çalışan işçiler arasındaki ilişkiler meta dolayımlı değildir; emeğin teknik/somut biçimi üzerinden, yani dolayımsızdır. Bu sayede üretim sürecindeki tek tek işçiler, ürettikleri ürünün, hepsinin ortaklaşa emeğinin toplam sonucu olduğunu, daha kolay kafalarında canlandırabilirler. Aynı şekilde, her biri kendi emeğinin, üründe cisimleşmiş toplumsal emeğin organik bir bileşeni olduğunu, üretim sürecindeki diğer tüm işçi arkadaşlarının emeğinden ayrılamaz olduğunu, emeklerinin birleşik toplumsal karakterini daha kolay kavrayabilir. Üretim sürecinde tek tek işçilerin yaptığı “parça” hatta “nokta” işler ne kadar küçülürse (bir vida sıkmak vb. gibi) ve kendi başına anlamsızlaşırsa, birleşik emek karakteri ve gücü o kadar büyür ve işçi ancak ortaklaşa emeğin organik bir bileşeni olarak kendini anlamlandırabilir. Ki bu ardışık üretim sürecinin, herhangi bir halkasında üretim durduğunda, hem önceki tüm aşamalar işlevsizleşir, hem de sonraki aşamalar zaten yapılamaz hale gelir.

Bu “modelde”, kuşkusuz işçiler emeklerine ve emeklerinin ortaklaşa ürünlerine alabildiğine yabancılaşırlar fakat konumuz açısından önemli olan nokta, birbirlerine o ölçüde yabancılaşmazlar! İşçilerin emekleri kadar çıkarlarının da ortak ve patrona karşıt olduğunu görmeleri gibi, birlikte örgütlenmelerini kolaylaştıran aynı zamanda budur. Üretim süreci boyunca gerçekleşen tüm emek sömürüsü, ancak nihai ürün biçimiyle meta karakteri kazandığından/sermayeye çevrilebildiğinden, bu, işçilerin hem “üretimden gelen güç”lerinin daha kolay farkına varmasına hem de bu gücü daha kolay kullanabilmesine olanak sağlar.

Bu durum, belli bir ürünün üretilme sürecinin farklı aşamaları, aynı tekele ait farklı fabrikalarda

Page 29: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

yapıldığında da geçerlidir. Aynı tekelci kapitaliste ait, üretim sürecininin farklı aşamalarını gerçekleştiren fabrikalar, birbirinden çok uzağa kurulmuş olsalar da bunlar arasındaki yarı mamul vb. değiştokuşu, meta değildir. Örneğin, aynı otomotiv tekeline ait çeşitli otomotiv fabrikalarının, birbirlerine ürettikleri “girdiler” meta değildir. Bu durumda, fabrikalar arasındaki girdi çıktı değiştokuşu meta değil kullanım değeri değiştokuşudur; ancak “son montaj” fabrikasından çıkan nihai ürün, üretiminde yer alan tüm fabrikaların işçilerinin ortaklaşa ürünü olarak meta karakteri kazanacaktır. Aynı ürünün üretiminde yer alan aynı tekele ait farklı fabrikalarda çalışan işçiler, bu sayede, birbirlerini hiç tanımasalar ve görmeseler bile, birbirlerinin varlığından ve üretim sürecindeki rolünden haberdardır. Ki zaten, ancak birlikte bir anlam ifade eden bu fabrikaların birinde üretim dursa, diğer tüm fabrikalardaki üretim de anlamsızlaşıverir! Bu da aynı tekel bünyesinde farklı fabrikaların işçilerinin, bağlantılı hareket etmesini, birlikte örgütlenip mücadele etmesini kolaylaştırır.

Bu dönemde, işçilerin sektörel örgütlülüğünü kolaylaştıran bir etken de hemen her sektörde başı çeken birkaç büyük tekelin kartel kurarak aralarındaki rekabeti sınırlaması ve aynı sektördeki tekeller arasındaki ticaretin (günümüzde “endüstri içi ticaret” deniyor) çok sınırlı olmasıdır. Himayeci politikalar ile iç pazarın korunması, tekellerin aşırı fiyat uygulamasıyla azami kar sağlamasını kolaylaştırdığından, aralarındaki rekabeti sınırlamalarını daha avantajlı hale getirir. Sektörler kalın duvarlarla birbirinden ayrıldığı gibi, aynı sektör içindeki kapitalistler arasındaki ticaret çok sınırlıdır. Tüm bunlar, aynı sektörde farklı büyük kapitalistlere ait büyük işletmelerde çalışıyor olsalar da işçilerin birbirine yabancılaşmasını azaltan, birlikte örgütlenme yeteneğini artıran olgulardır.

Günümüzde işçi sınıfının gücünü kıran ve kendine yabancılaştıran en temel değişimlerden biri işte bu noktada yaşanmıştır. Belli bir metanın üretim sürecinin fason/taşeron işletmelere parçalanması, aynı üretim sürecindeki işçileri mekansal olarak parçalamakla kalmaz. Aynı zamanda üretimin, farklı kapitalistlere ait farklı alt işletmelerde yapılan her bir aşamasını/ parçasını ayrı meta haline getirerek, işçileri birbirine yabancılaştırır. Başka deyişle, aynı üretim sürecindeki işçiler arasındaki ilişkileri, sermaye/meta dolayımlı haline getirir. Ki bu, işçilerin yalnızca mekansal parçalanması değil, asıl bilinç olarak parçalanmasıdır! Çünkü burada, aynı ürünün üretim sürecinin farklı aşamalarını/parçalarını farklı işletmelerde yapan işçilerin ortaklaşa emeği, gerçekte olduğu gibi işçiler arasında bir ilişki gibi değil, metalar/sermayeler arasında, dolayısıyla patronlar arasında bir ilişki gibi görünür. Belli bir ürünün, uluslararası üretim sürecinin irili ufaklı sayısız işletmeye yayılması, o ürünü üreten ortaklaşa emeğin arasında kat kat sermaye dolayımlarının girmesine yol açar. Bu da diyelimki o ürünün küçük bir parçasını fason olarak üreten bir KOBİ’de çalışan işçinin, son derece karmaşıklaşmış ve parçalanmış üretim sürecinin bütününü kavramasını, kendi emeğini bu dev çaplı ortaklaşa emeğin bir bileşeni olarak düşünebilmesini olağanüstü zorlaştırır. Bunu sermayeden gelen devasa ve karşı konulmaz bir güç gibi algılamasına yol açar.

Yeni (esnek) üretim ve emek organizasyon yöntemleriyle, aynı büyük işletme içerisinde çalışan işçilerin tekil ürünlerinin her biri de meta görünümü kazanmaktadır. Parça başına çalışan her bir “iç taşeron” patronun işçilerinin parça-ürünleri metadır. Örneğin belli bir tersanede geminin yalnızca boyasını yapan, yalnızca elektrik aksamını döşeyen, kısacası üretim ya da tamiratın farklı farklı alt aşama ya da parçalarını yapan onlarca taşeron patronun her birinin işçilerinin ürünleri, ayrı ayrı meta görünümü kazanmaktadır. Bu, yalnızca tersane, inşaat gibi, her bir gemi yapımında ya da tamiratında, her bir büyük inşaat şantiyesinde, yüzlerce dış, yüzlerce iç taşeron işçi grubunun kullanıldığı sektörlerde değil, büyük imalat fabrikalarında da aynen uygulanmaktadır. Aynı fabrika içerisinde de çalışsalar, üretimin ve destek hizmetlerinin parça başına taşeron patronlara bağlı işçi gruplarına yaptırılan her bir aşaması/parçası, meta görünümü kazanacaktır. Aynı fabrika içinde, çağrı üzerine çalıştırılan, üretimin belli bir aşaması veya parçasını yapmak için özel istihdam (modern köle tüccarlığı) şirketlerinden kiralanan işçi grupları için de geçerlidir. Demek ki aynı işletmedeki, aynı fabrikadaki, aynı mekandaki üretim sürecinde çalıştıkları halde, işçileri parçalayan şey yalnızca istihdam biçimlerinin farklı farklı olması değil, aynı zamanda tüm bu işçi grupları arasındaki ilişkilerin, sermaye/meta dolayımlı hale gelmiş olmasıdır. Aynı mekanda üretilen ürünün,

Page 30: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

farklı alt patronlara bağlı işçi gruplarına yaptırılan her bir alt aşaması/parçası ayrıca meta görünümü alarak, aynı mekandaki çalışan işçi gruplarını birbirine alabildiğine yabancılaştırmaktadır.

Eski üretim organizasyonunda, aynı büyük işletme içindeki işbölümünü karakterize eden şey, parça işçinin meta üretmiyor olması, ancak parça işçilerin hepsinin ortak ürününün meta halini almasıydı. Günümüz üretim organizasyonundaki, temel bir farklılaşmadır bu: Aynı büyük işletmede çalışan parça işçi gruplarının emekleri arası ilişki dolaysız olmaktan çıkmakta; farklı işçi gruplarının emekleri arasındaki bağ, her birinin ürettiği alt ürünün meta olmasıyla, meta dolayımlı olarak kurulmaktadır. Her bir parça işçi grubunu, bırakalım üretim sürecinin bütünündeki ortaklaşa emeği kavramalarını son derece zorlaştırmayı, aynı işletmede birlikte çalıştığı diğer işçilere en kötü biçimde yabancılaştıran, kayıtsızlaştıran, hatta husumet duymasına yol açan budur. Dikkat edilmelidir, aynı işletme içinde yalnızca istihdam biçimleri farklılaşmakla ve çeşitlenmekle kalmamaktadır; asıl olarak parça işçi grupları arasındaki ilişkiler farklılaşmaktadır. Parça işçi grupları arasındaki ortaklaşa emeğe dayanan ilişkiler de her bir işçi grubunun gözüne, kendileriyle nesneler (metalar) arasındaki ya da metalar arasındaki ilişkiler gibi görünür. Üretimin/işin parçalanması, aynı mekanda aynı işin alt parçalarını yapıyor olsalar bile, parça işçi gruplarının arasına sayısız alt patronun girmesini kolaylaştırır. Parça işleri yapan parça işçi gruplarının her biri, işin üstlendiği kısmına bakar, parasını bundan alacaktır; gerisine kayıtsızlaşır. Daha kötüsü, birbirleriyle ilişkileri meta dolayımlı hale gelen işçi gruplarının her birinin gözünde, diğer işçi gruplarının nesneleşmesi ve rakip olarak görünmesidir.

Günümüz kapitalizmi, aynı işletmede çalışan işçiler arasına meta (soyut emek) dolayımını ve dolayısıyla rekabeti sokma yöntemlerini daha da ileriye götürüyor. “İstihdam biçimi” aynı olan, hatta, diyelim ki aynı montaj bandında yanyana çalışan işçiler arasına bile, bir meta dolayımı gölgesi sokmaya çalışıyor. Örneğin Japon üretim ve emek organizasyonundan tüm dünyaya yayılan, Kaizen (sürekli iyileştirme) tekniğinde, üretim bandındaki her bir işçiyi, kendini, bir önceki işçinin “müşterisi” olarak düşünmeye zorluyor. Böylece yan yana çalışan işçileri bile, ürün üzerinde birbirlerinin yaptıkları işlemlerin “alıcısı” ve “satıcısı” olarak davranmaya zorluyor. Böylece ne oluyor, bırakalım taşeron işçi gruplarını, üretim sürecinde gerçekte meta üretmeyen her parça işçisi, kendini ve omuzbaşındaki işçi arkadaşlarını, birer mikro-meta üreticisi ve birbirinin mikro-metalarının “müşterisi ve pazarlayıcısı” olarak algılamaya zorluyor. Aynı şekilde birbiriyle çılgınca bir rekabete sürülen “kalite çemberleri” ve işçi takımlarının her biri, işin yaptıkları parçasını, kendi “metaları” olarak görmeye, birbirinin “metalarının” müşterisi ve pazarlayıcısı gibi davranmaya zorluyor. Yine aynı işletme içinde, farklı bölümlerde/birimlerde çalışan işçiler arasına da “piyasa” gölgesi sokuluyor. Böylece işçilerin emeğinin ortaklaşa niteliği büsbütün gözden gizleniyor. İşçilerin ortaklaşa emekleri, gerçekte olduğu gibi işçiler arası toplumsal ilişki olarak değil, metalar arasındaki sermaye ilişkisi gibi algılanıyor.

Aynı büyük işletmenin çeşitli bölümlerini, tabela şirketler biçiminde bölmek de aynı etkiyi yapmaktadır. Yasalar istihdam büyüklüğü oranında, patrona belli yükümlülükler getirmektedir (vergi, işçiler için sağlık hizmeti, spor tesisi vb.) Bu yükümlülükler örneğin 30+, 50+, 100+, 500+, 1000+ işçi çalıştıran işyerlerine göre artmaktadır. İşçi sınıfının işçi yoğunlaşması oranında artan ve yasalara geçen bu tarihsel kazanımları, işçilerin “yok ve yük” sayıldığı günümüzde, kapitalistlerin işyerlerini parçalamasının ya da tabela şirketlere bölmesinin, kayıt dışına tüymesinin bahanesi olmaktadır. Türkiye’de bu yüzden çoğu işyerinde istihdam 29, 49, 99, 490 küsür, 900 küsür kişi düzeyinde tutulur ya da aynı şirket 29, 49 işçi çalıştıran şirketlere parçalanır veya naylon alt şirketlere bölünür.

Aynı işyerinde yılın, ayın, haftanın, günün işçisi (“en verimli işçisi”), performansa göre ücret uygulamaları da işçileri birbirinin karşısına rakip olarak dikip, dayanışma zeminini dinamitliyor.

Bununla da kalmıyor. Emperyalist tekeller, aynı üretim sürecinin benzer ya da farklı aşamalarını/parçalarını yapan kendilerine bağlı işletmeleri de birbirine piyasa dolayımlı “müşteri” ve “pazarlamacı” gibi davranmaya zorluyor. Müşteri ne yapar? Daha kaliteli ve daha çok sayıda metayı daha ucuza almaya çalışır, beğenmezse almaz. Aynı tekele bağlı biri diğerine girdi üreten iki

Page 31: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

fabrika düşünelim. Bu durumda, aynı tekele bağlı işletmeler ve dolayısıyla işçileri de birbirine yabancılaşacak, birbirlerin sırtından kendi “verimliliklerini” artırmaya çalışacaktır. Çünkü tekelin sahibi, kendi işletmelerini de amansız bir rekabete sokmakta, karlılığı artıranı ödüllendirmekte, artıramayanı ya da “yeteri kadar” artıramayanı ise kapatmakla, başka ülkeye kaydırmakla tehdit etmektedir! Örneğin diğer büyük otomotiv tekelleri gibi, Ford da her yıl dünya çapındaki sayısız fabrikası arasında “yılın Ford işletmesi” yarışları düzenlemekte, geride kalanların yatırımlarını kısarken, birinci olanlara kıytırık teşvikler vermektedir (Son iki yılda, “yılın Fordçusu” Türkiye’deki Koç ortaklığındaki Ford-Otosan oldu!) Aynı şekilde, diyelim ki merkez işletme yeni bir ürün tasarladığı zaman, bunun üretimini ve çeşitli parçalarını dünya çapındaki bağlı işletmelerinden hangilerine yaptıracağı üzerine yeni ve daha üst “verimlilik” standartları koyarak rekabetler düzenlemektedir, vb. Tüm bunlar da aynı işletme işçileri arasında olduğu gibi, aynı tekele bağlı farklı işletme işçilerini birbirine yabancılaştırmakta ve rakip haline getirmektedir.

Günümüz kapitalizminde sektörel iç içe geçişlerin muazzam artması, yeni sektörlerin ortaya çıkması işkolu örgütlenmesinin zeminini de giderek kaydırmaktadır. Birçok işletmenin hangi işkolunda faaliyet gösterdiği bile muğlak hale gelmektedir. Bu durum, aynı konfederasyona bağlı farklı işkolu sendikalarını da birbirinin rakibi hale getirmektedir. ABD ve Avrupa’da çok sık yaşanan bu olgunun örnekleri Türkiye’de de artan ölçüde ve en uç biçimleriyle görülmeye başlandı. Örneğin bir üniversite hastanesinde tüm çalışanların sağlık işkoluna girdiğini, diyelim ki Sağlık-İş ve SES‘te örgütlenebileceğini düşünenler fena halde yanılır. Binlerce emekçinin çalıştığı bir hastanede, Belediye-İş‘ten, Tez Koop-İş‘e çok çeşitli işkolu sendikaları birbiriyle çekiştiği gibi, Birleşik Metal-İş‘e üye olabilecek emekçiler bile vardır. Birçok büyük fabrikada da durum farklı değildir. Üretimin karmaşıklığının artmasıyla, belli bir işkolu sendikası bu tür bir işyerinde yetki almayı başarsa bile, patron, işyerinin asıl işkolunun başka olduğunu ileri sürerek, örgütlenmeyi uzun bir zaman engelleyebilir, hatta düşürebilir. Bu durum, diğer taraftan mevcut bürokratik işkolu sendikaları ile olanaksız olmakla birlikte, işyerlerinde sendikal çalışmanın bile “işkolu” darlığına sıkıştırılamayacağını, sendikal çalışmanın da birleşik olması gerektiğini, her sendikanın kendi işkolu dışındaki işyerlerini, işyeri bölümlerini örgütleme yeteneği kazanması gerektiğini ortaya koyar.

İşkolu örgütlenmesinin zeminini kaydıran bir etken de günümüzde tam bir patlama yapan “endüstri içi ticarettir” (aynı sektör bağlamında uluslararası fason ve tedarik üretim ve ticareti). Bu olgu üretim ilişkilerinin uluslararasılaşması açısından da tipiktir. Sınai yatırımı başka ülkelere kaydırma olanağı artmakla birlikte abartıldığı kadar “sınırsız” değildir. Fakat belli bir kapitalist, fabrikasının tümünü kapatıp başka ülkeye taşımadan da örneğin belli bir bölümünü geçici olarak kapatıp, ilgili ürün parça ve aşamalarını başka bir ülkeden tedarik edebilir. Üretim ve ticaretin “optimum bileşimi” örnekleri de (gerektiğinde kendi fabrikasında üretilen ürünün, modelin aynısını başka bir ülkeden getirtip satabilir) artmaktadır.

2- Taşeronluk sistemi, siparişe göre üretim ve parça başı ücretMarks, parça başı ücret sistemi üzerine, günümüzde işçi sınıfının lime lime edilmesi ve çok katmanlı hale getirilmesinde çok özel bir rol oynayan fason-taşeron sistemine de ışık tutan şu önemli belirlemeleri yapar:

Parça başı ücret sisteminde “emeğin niteliği ile yoğunluğu bizzat ücret tarafından denetlendiği için, işin ayrıca gözetlenmesi büyük ölçüde gereksiz hale gelmektedir. Parça-başı ücret bu nedenle … ‘ev emeği’nin temelini attığı gibi, kademeli olarak örgütlenen sömürü ve ezme sisteminin de temelini atar. Bu sömürü düzeninin iki temel biçimi vardır. Bir yandan parça-başı ücret, kapitalist ile ücretli emekçi arasına asalakların girmesini, ‘emeğin aracıyla kiralanmasını’ kolaylaştırır. Bu aracıların kazancı, tümüyle, kapitalistin ödediği emek-gücü fiyatı ile, bunların, bu fiyatın emekçiye ulaşmasına fiilen izin verdikleri kısmı arasındaki farktan ileri gelir. Bu sisteme İngiltere’de ilginç bir ad verilmiştir: Terleme sistemi. Öte yandan parça-başı ücret, kapitaliste bir işçibaşıyla -manüfaktürlerde grup başıyla, madenlerde kömürü çıkaranlarla, fabrikalarda makineyi fiilen çalıştıran işçiyle- bir sözleşme yapma olanağı sağlar; kararlaştırılan ücret üzerinden, işçibaşı, yardımcı emekçileri bulmayı ve ücretleri ödemeyi üzerine alır. Emekçinin sermaye tarafından

Page 32: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

sömürülmesi, burada, emekçinin emekçi tarafından sömürülmesiyle uygulanır.” (Kapital, Cilt 1, sf. 567)

Günümüzde “zamana göre ücret (aylık, haftalık, günlük ücret)” yerine “parça-başı ücret” uygulaması, ilk bakışta, yalnızca konfeksiyon ve tarım gibi, makineleşme düzeyi düşük sektörlerle sınırlıymış gibi görünür. Kazın ayağı hiç öyle değildir. Kadın ve çocukların üzerine yıkılarak giderek yaygınlaştırılan, Türkiye’de de milyonları kapsar hale gelen “evde çalışma” tamamen parça-başı ücret sistemi üzerine kuruludur. Marks’ın vurguladığı gibi, parça-başı ücret sistemi günümüz kapitalizmi tarafından yeniden hortlatılmakla kalmamış, enformal çalışmanın en dehşetli, ezici, parçalayıcı ve köreltici biçimlerinden biri olan “evde çalışma”yı da hortlatmıştır.

İşçinin doğrudan başında durularak ya da makineyle denetlenmesinin olanaklı olmadığı ya da halen öznel emek sürecinin, işçinin öznel inisiyatif ve becerisinin önemli olduğu işlerde parça-başı ücret sistemi yaygın biçimde uygulanmaktadır. Çünkü parça-başı ücret, işçinin yalnızca diğer işçilerle rekabetini kızıştırmakla kalmaz, kendi kendisiyle de rekabetini son sınırına kadar zorlamasına yol açar. Parça-başı ücret, uygulandığı bir işyerinde, başlangıçta, işçiler ne kadar yoğun, hızlı ve uzun çalışırlarsa ücretleri o kadar artacağı için, “avantajlı” görünür. Fakat çok geçmeden, ücret düzeyini zamana göre ücretin de çok altına düşürmekle kalmaz, aşırı uzun ve aşırı tempoda çalışamayan işçilerin de işten atılmasına ve işe alınmamasına neden olur. Çünkü parça-başı ücret sistemi, işçilerden bazılarının ortalama ücretin üzerinde kazanmasını sağlasa da ortalama ücreti durmaksızın aşağıya çeker. Bu yüzden, modern büyük kapitalist sanayinin ilk dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de işgününün uzatılmasında, çalışma temposunun artırılmasında, ücretlerin düşürülmesinde bir kaldıraç olarak kullanılmaktadır. Dahası var.

Günümüzde kamuda ve hizmet sektöründe de yaygın olarak uygulanmaya başlanan “performansa göre ücret” uygulaması, şu ilkel parça-başı ücretin “modern” bir versiyonundan başka bir şey değildir. Örneğin hekimin baktığı hasta başına prim alması, örneğin öğretmenin ders başına ücret alması, örneğin tezgahtarın sattığı mal başına prim alması, örneğin parça haber başına çalışan “serbest” gazeteciler, örneğin futbolcunun attığı gol başına prim alması, anketörün yaptığı anket başına ücret alması, vb. Dahası var.

Günümüz işçi sınıfını lime lime eden taşeronluk sistemi de büyük ölçüde parça-başı ücret sistemi üzerinde yükselir. Belli bir taşerona bağlı olarak çalışan işçiler zamana göre (aylık, haftalık, günlük) ücret alıyorlarmış gibi görünse de taşeronun asıl patrondan aldığı götürü iş, parça iştir. Asıl patronun bu işe toplam olarak ödediği de gerçekte, genellikle parça başı ücretlerin toplamından ibarettir. Bu durumda belli bir taşerona bağlı tek tek işçiler arasında parça başı ücret rekabeti yok görünse de aynı ya da benzer parça başı götürü iş alan taşeronlar (ve bağlı işçi grupları) arasında, parça başı ücret sisteminin kızıştırdığı rekabet, aynen işler; aşırı yoğun ve uzun çalışma vb. Hatta daha büyük şiddetle işler! Çünkü birbiriyle rekabet içindeki taşeron sayısı arttıkça, taşeronlar asıl patronlardan götürü işi ancak fiyat düşürerek (gerçekte çalıştıracakları işçiler için ödenen ücretleri düşürerek) alabilirler. Tabii bundan da kendi yağlı asalak “aracılık komisyonu”nu cebe indirtikten sonra, taşeron işçilerine kalan, o işteki ortalama zamana göre ücretin çok altında bir ücrettir. Kendi aralarındaki rekabet şiddetlenen büyük patronlar, taşeronlarına verdikleri fiyatları durmaksızın düşürmekle kalmazlar, aldıkları parça işi giderek daha hızlı, daha kısa sürede çıkarmalarını buyururlar. Parça işi, sırtından asalaklık yaptıkları işçileri öldürseler de yetiştiremez hale gelen taşeronlar, parça işin de parçalarını başka taşeronlara dağıtır; böylece büyük kapitalist ile ücretli emekçi arasına giren, taşeronun taşeronu, taşeronun taşeronunun taşeronu biçimindeki asalakların ve kademelerin sayısı da artar. Çünkü parça başına taşeronluk sistemi, büyük kapitalistleri işçileri denetleme ve gözetleme derdinden kurtarır; taşeron işçi grupları, aldıkları parça işleri yetiştirmek ve daha fazla parça iş alıp ücretlerini artırabilmek için zaten kendilerini parçalarlar, yani parça başı ücret sistemi tarafından kendi kendilerini ezmeye zorlandıklarından, büyük patronlar tarafından ayrıca denetlenip zorlanmalarına gerek kalmaz. Zaten taşeron asalaklar, işçileri kan çıkarıncaya kadar kırbaçlama görevini yeterince gözü dönmüş bir hırsla yaparlar. Parça başına sistemi “bu nedenle, kademeli olarak örgütlenen sömürü ve ezme sistemini” günümüzde parça başına taşeronluk biçimiyle olağanüstü canlandırmış ve geliştirmiştir. (Parça başına taşeronluğun yanı sıra,

Page 33: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

süreklilik arzeden taşeronluk işlerinde -bir plazanın temizlik işleri, bir fabrikanın yemekhane işleri vb. gibi- taşeron sözleşmeleri belirli süre için yapıldığı için, parça başına ücret sistemi geçerliliğini sürdürür.)

Türkiye’de de eskiden daha ziyade tarım ve inşaatta yaygın olan işçi simsarlığının sanayiden hizmete tüm ekonomide dal budak salması olsun, önümüzdeki süreçte gelişiminin hızlandırılması planlanan özel istihdam büroları (modern köle tüccarlığı şirketleri) olsun, parça başı uygulamasının yaygınlaşması ve derinleşmesinin “emeğin aracıyla kiralanmasını” nasıl kolaylaştırdığının, büyük kapitalistler ile ücretli emekçiler arasına giren asalakların ve kademelerin sayısını nasıl arttığının çarpıcı göstergeleridir. Parça başı ücret sistemi, geçici süreli sözleşmeli çalışma biçimiyle, taşeronluğun büyük imalat fabrikalarının kalbine kadar girmesini kolaylaştırmaktadır.

Kaldı ki günümüzde de taşeronların önemli bölümü, işi, sektörü ve piyasayı bilen, esas patronların güvenini kazanmış genellikle vasıflı işçiler arasından çıkmaktadır. Taşeronluk sistemiyle “emekçinin emekçi tarafından sömürülmesi”, boyunduruk altına alınması ve ezilmesi sağlanmakla kalmaz. Taşeronların büyük bölümü bağımsız bir sermaye birikimi yapacak durumda olmasa da büyük patronlar taşeron ücretlerini durmaksızın düşürmek için, güvendikleri ya da işi iyi yapan işçiler içinden taşeronluğa soyunmayı da teşvik ederler. Bu da işçiler içinde sınıf atlama hayalini canlı tutan ve yaygınlaştıran etkenlerden biridir. Dahası var.

“Fordist” üretim ve emek organizasyonu, entegre, standart, seri üretim sürecinin hiçbir aşamasını ve parçasını, bütünden ayrılamaz kıldığından, parça başı ücret sisteminin uygulanma olanağını alabildiğine sınırlandırmıştır. Oysa günümüzün yeni teknolojileri ile, hemen her ürünün üretim sürecinin giderek daha fazla parçalanabilir kılınması, parça başı ücret sistemine kapıları tekrar ağzına kadar açmıştır. Şimdi dikkat: Siparişe göre parça başı ya da sözleşmeli üretim de kuşkusuz parça başı ücret sistemi olarak değerlendirilemezse de (çünkü kendi işyerlerinde filanca büyük işletmeye fason üretim yapıyor da olsa, kendi sermayeleri vardır, karşılığında aldıkları ücret değildir) bunun derin izlerini taşır. Burada da en tepede olup, başka işletmelere parça başı iş ya da sözleşmeli tedarik üretimi yaptıran büyük patronların, sipariş verdikleri fason işletmelerini ve bu işletmelerde çalışan işçileri ayrıca doğrudan denetleyip gözetlemelerine hiç gerek kalmaz. Zaten, üretim, kalite, süre, fiyat vd. standartlarını tek yanlı olarak içeren ve belirleyen “sipariş”, yani işin kendisi bu denetim işini fazlasıyla yapar. (Bilgisayar, internet teknolojisinin gelişmesi, doğrudan gözetimi büsbütün gereksizleştirmektedir. Eskiden yalnızca “teknik-resim çizimleri” gönderilerek verilen sipariş, şimdi en ince ayrıntısı ve hesaplara kadar belirlenebilmekte, interaktif biçimde uzaktan dakik olarak denetlenebilmektedir.) Fasoncu patronlara düşen, siparişin fiyatı tarafından belirlenen üretimi gerçekleştiren işçilerle, siparişi veren büyük patronlar arasında, bir nevi aracılık/volan kayışlığı yapmaktır. Kendi çalıştırdığı işçiler tarafından üretilen artıdeğerin büyük bölümü siparişi veren büyük patrona giden artıdeğerden az çok bir pay alabilmek için de çalıştırdığı işçileri olabildiğince ezmek, ücretlerini olabilecek en düşük düzeyde tutmak, çalışma temposu ve sürelerini ise azami düzeye çıkarmaktır. Bağımlı ülkelerden, emperyalist tekellere fason üretim yapan işletme patronlarının, çalıştırdıkları işçilerin ürettiği artıdeğerin yüzde 1′i ile yüzde 40′ı arasında bir kısmını ancak alabilmeleri, bu “aracılık” misyonunun göstergesidir. Siparişe göre fason üretim sistemi, diğer taraftan, siparişi veren ile yapan arasında, bir dizi asalak aracının, örneğin fason işbağlayıcıları, ticari organizatörlerin vb.nin de girmesine yol açmaktadır. Bunun gibi, fasonun fasonu, fasonun fasonunun fasonu biçiminde, aynı ürünün üretim sürecindeki işçilerin sömürülmesinin kat kat kademeli biçimde örgütlenmesini de sağlar.

3- Elbirliği ve işbölümüEmeğin toplumsal üretkenliğindeki muazzam artışlar, birincisi, emeğin zihinsel üretici güçlerindeki, yani bilim ve teknolojideki gelişmelerden, ikincisi ise üretim ve emek organizasyonundaki, yani emekçiler arasındaki elbirliği ve işbölümündeki gelişmelerden kaynaklanır. Bunlardan birincisini, dizimizin bir önceki bölümünde ele almıştık. Şimdi, üretim organizasyonu; elbirliği ve işbölümü üzerinde duralım.

Marks, elbirliği konusunda şunları belirtir: “Tıpkı bir süvari taburunun saldırı gücü ya da piyade

Page 34: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

taburunun savunma gücü, tek tek süvari ve piyade erlerinin ayrı ayrı saldırı ya da savunma güçlerinin toplamından büsbütün farklı olduğu gibi, işçilerin tek başlarına ortaya koyabilecekleri mekanik güçlerin toplamı da, büyük bir ağırlığı kaldırırken, bir vincin kolunu çevirirken ya da bir engeli ortadan kaldırırken olduğu gibi, birçok kişinin aynı işe birarada katıldıkları zaman oluşan toplumsal güçten farklıdır. Bu gibi durumlarda, sözkonusu olan ortaklaşa emekle alınan sonuç, tek tek bireysel emek tarafından ya hiç yaratılamazdı, ya büyük zaman harcayarak, ya da çok küçük boyutlarda elde edilebilirdi. Burada gördüğümüz şey, yalnızca elbirliğiyle çalışma yoluyla bireyin üretici gücünde bir artma değil, yepyeni bir gücün, yani kitlelerin ortak gücünün yaratılmasıdır. Birçok kuvvetin tek bir kuvvet halinde kaynaşmasından doğan bu yeni güç yanında, doğrudan toplumsal temas, birçok sanayide, tek tek her işçinin etkinliğini yükselten bedensel canlılığın rekabetine ve dürtüsüne yol açar. Böylece, birarada çalışan bir düzine insan, 144 saatlik ortaklaşa işgününde, ayrı ayrı çalışan oniki kişinin 12′şer saatlik çalışmalarından, ya da birbiri ardına oniki gün çalışan tek bir kişiden çok daha fazla ürün üretirler.”

Kapitalist için, işletmesinde biraraya getirdiği işçiler arasındaki elbirliği, hem sermayeden büyük tasarruf, hem de daha az işçiyle, daha kısa zamanda, daha çok üretim yapılmasını sağlar. Ki bu da kapitalistin artıdeğer sömürüsünü artırmakla kalmaz, sermayeden de tasarruf yapıldığı için kar oranlarını da yükseltir; burjuva jargonuyla, “verimlilik artışı”nın, Marksist kavramlaştırmayla emeğin toplumsal üretkenliğindeki artışın temel bileşenlerinden biridir.

Bir kapitalist fabrikasında 100 işçiyi biraraya getirdiğinde, bu 100 işçinin üretimdeki elbirliğiyle tek bir üretici organ gibi kaynaşmasından doğan muazzam üretkenlik artışı, 100 işçinin birbirinden bağımsız yapabileceklerinin aritmetik toplamından belki 100 kat fazladır. Ne var ki işçilerin birleşik/ortaklaşa çalışmasından doğan bu muazzam üretkenlik artışının meyvaları, kapitaliste tamamen bedavaya gelir. Çünkü kapitalist, işçilere, birbirlerinden bağımsız çalışıyorlarmış gibi, sadece tek tek bireysel emekgüçlerinin karşılığı olan bireysel ücretlerini öder, asla birleşik/toplumsal emekgücünün karşılığını değil.

“Faaliyet halindeki bir organizmanın elbirliği halinde çalışan elemanları ve üyeleri olarak, işçiler, sermayenin özel varoluş biçimleri” olarak görünürler. Bu nedenle, elbirliği halinde çalışan işçilerin geliştirdikleri üretici güç, sermayeye bedavaya mal olmakla kalmaz, sermayenin doğasından gelen dev çaplı ve gizemli bir güç gibi görünür. “İşçiler, elbirliğine sokuldukları zaman, bu güç, ücretsiz olarak gelişir ve onları bu koşulların içine sokan sermayenin kendisidir. Bu güç sermayeye bedavaya geldiği için ve öte yandan işçi de, emeği sermayeye ait olmadan önce bu gücü harekete geçiremediği için, bu, sanki sermayeye doğa tarafından bahşedilmiş bir güç olarak, yani sermayenin özünde bulunan üretici bir güçmüş gibi görünür.”

“Tek bir üretici organ halinde birleştirilmeleri ve bireysel görevleri arasındaki bağlantının kurulması işçilerin dışında ve kendilerine yabancı konular olup, işçileri biraraya getiren sermayeye ait bir iştir. Bu nedenle de, yaptıkları çeşitli işler arasındaki ilişki, onlara, kapitalistin önceden tasarladığı bir plan, pratikte gene aynı kapitaliste ait yetkinin bir uygulama şekli ve bütün çalışmalarını kendi amaçlarına uyduran bir başka insanın güçlü (insan üstü, gizemli-bn) iradesi gibi görünür.”

“Sermayenin denetimi altındaki emeğin elbirliği haline geldiği andan itibaren yönlendirme, denetleme ve düzenleme işi, sermayenin işlevlerinden biri haline gelir. Bu, sermayenin işlevi olur olmaz, sermaye, özel nitelikler kazanır. Kapitalist üretimin başlıca amacı ve yönlendirme dürtüsü, elden geldiğince fazla artı-değer sızdırmak, dolayısıyla emek-gücünü mümkün olan en geniş ölçüde sömürmektir. Elbirliği yapan işçi sayısı arttıkça, sermayenin egemenliğine karşı direnmeleri de artar ve bununla birlikte, sermayenin bu direnmenin üstesinden gelmesi için, karşı-baskı gereği de fazlalaşır. Kapitalistin uyguladığı denetim, yalnızca, toplumsal emek-sürecinin niteliğinden doğan ve bu sürece özgü özel bir işlev değil, aynı zamanda, bu toplumsal emek-sürecinin sömürülmesi işlevidir ve kökleri, sömürücü ile onun sömürdüğü işçiler arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkta bulunur.”

Her kapitalist için, işçiler arasındaki elbirliğini olabildiğince genişletmek ve yetkinleştirmek,

Page 35: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

toplumsal artıdeğer sömürüsünü artırmanın en temel dinamiklerinden biridir. Kuşkusuz, belli bir işletmede elbirliği yapan işçi sayısı arttıkça ve kitleselleştikçe, işçiler arasındaki etkileşimi geliştiren elbirliği yetkinleştikçe, “işçilerin sermayenin sömürüsüne ve egemenliğine karşı direnme yetenekleri de artar.” Bu yüzden, elbirliğinin kapitalist uygulaması ile, kapitalistlerin işçiler üzerindeki zorbalığı iç içe gider. Bu yüzden zorbalık kapitalist üretim sürecine içsel olmakla kalmaz, durum ve koşullara göre, ister en kaba ve hayvani biçimleriyle olsun ister son derece inceltilmiş biçimleriyle olsun, işçiler üzerinde devlet aygıtıyla siyasal ve işyerindeki “idari” zorbalık, kapitalizmin değişmez karakteridir.

Bu, günümüzde özellikle, teknoloji düzeyi geri, emek yoğun elbirliği üretkenliğine dayanan fason orta boy işletmelerde belirgindir. Emperyalist ve işbirlikçi tekelci burjuvazi, fason üretim sistemiyle risk ve maliyetleri KOBİ’lere yıkar, KOBİ patronlarına kendi işletmelerinde üretilen artıdeğerin küçük bir payı (2002 yılında ortalama yüzde 28) kalır ve bu pay, büyük sermayenin artan basıncıyla giderek düşme eğilimindedir. İşyerlerindeki geri teknoloji ve işbölümü düzeyiyle, KOBİ patronlarının hem büyük patronların artan isteklerini karşılaması (böylece düşen kar payıyla da olsa siparişlerin devamını sağlayabilmesi) hem de kendi iç sermaye birikimlerini sürdürebilmesi, ancak ve ancak, işyerlerindeki işçilerin üretkenliğini artıran elbirliğini genişletmeleri ile mümkündür. Bu da en azından orta boy işletmelerde işçilerin direnme ve örgütlenme eğilimlerini kaçınılmaz olarak geliştirdiğinden, özellikle orta boy fason işletmelerde, “idari” zorbalık, istisna değil kuraldır! Çünkü, fason-taşeron üretim sistemi, işçilerin üretim ve emek sürecinde posasını çıkarmayla birleşik olarak işgüçlerini yeniden üretim olanaklarını da kısıtlamanın, giderek devredışı bırakmanın sistemidir! Bu da işçiler üzerinde ustabaşı, posta başı, şef, idare amiri baskısından, öncü işçileri Organize Sanayi Bölgesinde kara listeye almaya, fabrikanın içine kadar girmiş silahlı özel güvenliğe, mafyatik biçimlere, son dönemde sıklaşan örneklerini gördüğümüz gibi, öncü işçileri silahla tehdit etmekten bazen çekip düpedüz işkence yapmaya, işyerinde bastırılamayan örgütlenme ve direnişlerde tabii devlet baskısı ve saldırılarına, bunların ardışık ve birleşik kullanımlarına kadar biçimler gösterir.

İşçi sınıfının büyüyen işletmelerdeki elbirliği zemininde artan kitlesel kolektif direniş yeteneği, özellikle tekelci aşama ve “fordist” üretim organizasyonunda da bir üst düzeye çıkmıştı. Emperyalist kapitalizm, bunu kırmak için, yeni teknolojiler ve zorbalık dışında, toplumsal işbölümünü de farklılaştırmaya yöneldi. Şimdi, toplumsal işbölümü konusuna bir göz atalım.

Kapitalist meta üretim ve ilişkilerinin de genişlemesi, derinleşmesi ve çeşitlenmesi, ancak toplumsal işbölümünün gelişmesi, karmaşıklaşması ve ayrıntılanmasıyla mümkündür. Bunların biri ötekini koşullar. Daha bu ilk adımda, kapitalist meta üretimi ve ilişkilerini, değer yasasını sönümlendirmenin, toplumsal işbölümünü sönümlendirmekle mümkün olacağı açıklık kazanır!

İşbölümü, toplam toplumsal emeğin belirli toplumsal işlevlere göre bölünmesi ve aynı zamanda farklı işlerin farklı nitelikteki emekçilere dağıtılmasıdır. İşbölümü, sanayi ile tarım arasındaki işbölümü, kafa emeği ile beden emeği arasındaki işbölümü, kadın ve erkek arasındaki işbölümü, uluslararası işbölümü, sektörler arası işbölümü, işletmeler arası işbölümü, işletme içi işbölümü, mesleki işbölümü gibi her biri diğerlerini etkileyen çok geniş bir kapsama ve biçimlere sahiptir. Kapitalizmde, toplam toplumsal emeğin bu gibi farklı çalışma alanlarına dağılım oranlarını belirleyen ve farklılaşmış üretim alanları arasındaki bağlantıyı sağlayan, “görünmez” iç bağıntı, değer yasasıdır. Tüm bu ve benzeri işbölüntülerinin belli bir dönemdeki toplam düzenleniş ve iç örüntülenme biçimi, üç aşağı beş yukarı kapitalist üretim ilişkilerinin genel çizgilerini verir.

“Toplumdaki işbölümü, çeşitli sanayi kollarının ürünlerinin satın alınması ve satılışı ile doğduğu halde, bir atelyedeki parça işlemler arasındaki bağlantı, çeşitli işçilerin emek-güçlerini, bunları ortak emek-gücü olarak çalıştıracakları bir kapitaliste satışları ile meydana gelir. İşyerindeki işbölümü, üretim araçlarının tek bir kapitalistin elinde toplanması anlamını taşır; toplumda işbölümü ise bunların, bağımsız birçok meta üreticisi arasında dağılması anlamını içerir. İşyerinde oranlılığın tunç yasası, belli görevlere belli sayıda işçinin ayrılmasını zorunlu kılar, oysa işyeri dışında, toplumda, üreticiler ile üretim araçlarının çeşitli sanayi kolları arasındaki dağılımında

Page 36: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

raslantılar ve keyfilikler büyük rol oynar… İşyerinde işbölümü, kapitaliste ait bir işleyişin yalnızca bir parçasından başka bir şey olmayan insanlar üzerinde onun tartışma götürmez otoritesi demektir. Toplumdaki işbölümü ise, rekabetin otoritesinden başka otorite, karşılıklı çıkarların yarattığı baskıdan başka zorlayıcı bir güç tanımayan bağımsız meta üreticilerini temasa getirir…”

Elbirliği, yani işçilerin emeklerinin birleştirilmesi ile, işbölümü, yani işçilerin farklı çalışma alanlarına bölünmesi, iç içe, biri ötekini geliştirerek ilerler. Belli bir işletmede çalışan işçilerin elbirliği belli bir yetkinliğe ulaşıp, üretkenlik elbirliği temelinde daha fazla artırılamaz hale geldiğinde, yeni bir işbölümünü zorunlu kılar. İşbölümü de başlıbaşına üretici güçtür. İşbölümünü geliştirerek üretkenliği artırma bir sınıra dayandığında, yani mevcut işbölümünün kendisi bir engel haline geldiğinde ise, bu kez farklı çalışma alanlarında ve biçimlerinde yer alan işçiler arası elbirliğini, yeni bir temelde geliştirmek zorunlu hale gelir. Her yeni işbölümü ise, elbirliğinin bozulması ve yeni bir temelde yeniden kurulması anlamına gelir.

Karmaşık bir ürünün, başından sonuna tümleşik üretimi gerçekleştiren, binlerce işçinin çalıştığı bir dev fabrika düşünelim. Şimdi bu ürünün çeşitli alt parçalarının ve aşamalarının, ülke ve dünya çapında yüzlerce “bağımsız” işletmede yapılmaya başlaması, kuşkusuz başlangıçtaki dev fabrikadaki dev çaplı elbirliğinin paramparça olması anlamına gelir. Buna karşılık, ürünün üretim sürecinde yer alan işletmelerin her birinde, elbirliği ayrı ayrı gelişecektir. Örneğin üretimin en küçük ve vasıfsız kısmını yapan evde çalışan kadınlar bile, ya işi veren asalak simsarın organize etmesi ile ya da kendiliklerinden, işi birinin evinde biraraya toplanarak ve yardımlaşarak yapmanın, üretkenliği artırdığını bilirler. Teknolojik yatırım yapma olanağı olmayan KOBİ patronları da kendi parçalarındaki elbirliğini, daha ucuz daha çok sayıda işçi çalıştırarak genişletmeye çalışırlar. Bu bir sınıra dayandığında alt işletmelerde elbirliği de parçalanarak, farklı işletmelere dağıtılır ve o işletmelerde yeniden gelişmeye başlar. Üretim sürecinin parçalanması ve her bir parçasında farklı işletmenin uzmanlaşması, ana kapitalistin maliyetlerini düşürüp karlılığını artırmanın ötesinde, bir bütün olarak üretim sürecinde ve onun her bir alt parçasında yer alan işçilerin üretkenliğini de artırır. Çünkü, her şey bir yana, her bir alt kapitalist, üstlendiği parça işteki, çalıştırdığı işçilerin üretkenliğini artırabilmek için, işçileri arasındaki elbirliğini geliştirmeye çalışacaktır. Fakat bir noktadan sonra, bu işbölümünün kendisi, toplamda üretkenliği artırmanın engeli haline gelir. O zaman da aynı ya da bağıntılı üretim süreçlerinde yer alan farklı işletmelerin işçileri arasında elbirliğini, bir üst düzeyde geliştirmek zorunlu hale gelir.

Örneğin, yakın zamana kadar, daha fazla artıdeğer sızdırmak dışında, üretim alt parçalarını gerçekleştiren yan sanayi işletmeleri ve tedarik üretimi yapan KOBİ’lerin yüzüne bile bakmayan ana işletmelerin, yan sanayi ve alt sanayi işletmelerine teknik ve organizasyon desteği, işçilerine eğitim desteği vermek, tasarım ve proje süreçlerine katılımlarını sağlamak zorunda kalması gibi. Örneğin, emperyalist tekellerin, dev çaplı araştırma geliştirme projeleri için ARGE birimlerinde çalışan kafa emekçilerinin emeğini birleştirmek zorunda kalması gibi. Örneğin belli bir emperyalist tekelin, dünya çapındaki bağlı işletmelerinde çalışan kafa emekçilerinin emeğini interaktif platformlarda birleştirmek zorunda kalması gibi. Örneğin, belli bir organize sanayi bölgesindeki KOBİ’lerin bile, işbirliği yapmak zorunda kalması gibi. (Bunları, bu bölümün “Ne yapmalı, bazı çıkış noktaları” kısmında açacağız.)

Elbirliği (işçilerin emeğinin birleşmesi) ile işbölümünün (toplumsal emeğin bölünmesi) iç içe ve “karşıtların birliği” olarak varolduğunu, işbölümündeki gelişmelerin elbirliğini parçalamakla kalmadığını, bir üst düzeyde yeniden kurduğunu kavramak, özellikle günümüzde yaşamsal bir önem kazanmaktadır. Toplumsal üretim ve emeğin, yalnızca parçalanmasının ve yeniden parçalanmasının görülmesi, yalnızca bunun işçi sınıfında yol açtığı parçalanma, çözülme ve yabancılaşmanın görülmesi, çok yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır.

Kuşkusuz, “toplumsal güç, yani işbölümünün koşullandırdığı çeşitli bireylerin elbirliğinden doğan on kat büyümüş üretici güç, bu bireylere kendi biraraya gelmiş özgüçleri gibi görünmez … tersine, şimdi, insanlığın gidişinden ve iradesinden o kadar bağımsız olarak bir sürü gelişim evrelerinden ve aşamalarından geçip giden, insanlığın bu irade ve gidişini yöneten yabancı bir güç gibi

Page 37: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

görünür.” (Marks, Alman İdeolojisi) Tek kelimeyle, sermayenin gücü olarak görünür! Toplumsal üretim ve emeğin, daha karmaşık ve ayrıntılı işbölümüne sokulması, işçileri birbirinden mekansal olarak koparmakla kalmamakta, birbirlerinin emek süreçlerine, dolayısıyla birbirlerine yabancılaşmalarını had safhada şiddetlendirmektedir. İşbölümündeki her bir kademenin ve halkanın, ulusal, etnik, dinsel, cinsel, vasıf, yaş, yöresel, istihdam biçimi, vd. ayrımlarla pekiştirilmesi, bu işbölümüne, insanlar arasındaki “doğal farklar”, “yetenek farkları” gibi bir hava vererek, “karşı konulmaz bir doğa yasası” gibi görünmesine yol açmakta, bu yabancılaşmayı büsbütün derinleştirmektedir. İşbölümünün hem dikey hem yatay planda olağanüstü karmaşıklaşıp ayrıntılanması, günümüzde, işçilerin kendi küçük parçalarında sıkışıp kalmalarının, devleşen toplumsal emeklerine ve işçi sınıfı kimliğine yabancılaşmalarının ve kayıtsızlaşmalarının, bu dev gücü sermayenin doğasından geliyor gibi algılayıp derin bir anlamsızlık ve özgüvensizlik, hiçleşme duygusu ile beraber bencilleşme yaşamalarının en önemli nedenlerinden biridir. Tüm bunlar doğrudur!

Ne var ki elbirliği ve işbölümünün yalnızca bu yönünü ve sonuçlarını görmek, üretim ve emeğin daha ileri düzeyde toplumsallaşmasından ve işçi sınıfının bu yeni temeldeki gelişim sürecinden hiçbir şey anlamamaktır!

İşbölümü, tümleşik elbirliğini parçalamakla kalmaz, parçalanmış olanı bir üst düzeyde tümleştirir, tek tek işyerlerinin içi ile sınırlı kalmayan, dev çaplı toplumsal elbirliği haline getirir. Eskiden belli bir işyerindeki işçiler arasında olan elbirliği, giderek, çok farklı işletmelerin, sektörlerin, ülkelerin işçileri arasındaki elbirliği haline gelmektedir. Toplumsal ve teknik işbölümündeki her ilerleme, toplumsal emeğin alt üst edilmesi ve parçalanması ile birlikte, bir üst düzeyde yeniden organize edilmesi anlamına gelir ve bu da işçi sınıfının potansiyel gücünü artırdığı gibi, bir üst düzeyde örgütlenme ve mücadelesinin dinamiklerini de yaratır. Çünkü işbölümünün derinleşmesi ve emek alanlarının, emek biçimlerinin çeşitlenmesi, üretim ve emeğin toplumsal iç örüntüsünü de geliştirir, her ürünün üretim sürecini başka ürünlerin üretim süreçlerine bağlantılı hale getirir, her bireyin emeğini giderek daha fazla başkalarının emeğiyle koşullu ve gereksinir hale getirir.

4- Yeni proleterleşme süreciGeleneksel küçük üreticilerin ve küçük esnafların, modern küçük statü sahiplerinin geniş çaplı proleterleşme süreci işçi sınıfının parçalanması ve dağılganlaşmasında önemli etkenlerden biridir. Bu genellikle sanıldığının aksine yalnızca kırdan şehire temelli göç sorunu değildir. Kırdan son dönemlerde göç edip şehirde çalışmaya başlayanların yanı sıra, şehire belli bir süreliğine ya da yılın belli dönemleri çalışmak için gelenlerin veya çalıştığı sanayi bölgesinin civarındaki köyde oturmayı sürdürüp her gün sanayi ile köyü arasında mekik dokuyan işçilerin sayısında muazzam bir artış vardır. Başka deyişle kır ile kent, tarım ile sanayi, küçük mülk sahipliği ile işçilik arasında su geçirmez bir yalıtım yoktur, bu ikisi arasında geçişli, ikisinin de belli özelliklerini eklektik biçimde taşıyan, bir ara geçiş tabakası oluşturan, oldukça geniş bir işçi kesimi vardır. Türkiye’de de milyonları kapsayan bu “ara geçişli” işçi tabakasının, önemli bir bölümü topraktan kopmamıştır, ailesi kırdadır. İşçiliği “yan gelir” ya da uzatmalı da olsa “düze çıkmak için geçici olarak dişini sıkıp katlanılacak” bir durum olarak görenleri az değildir.

Kimisi, çalıştığı işyerinde her türlü mezalime sessizce katlanıp, en yaşamsal ihtiyaçlarını da kısıp kendine de zülum ederek, üç beş yılda para biriktirerek sınıf atlamayı, değilse bile yoksulluktan kurtulmayı hayal eder. Kimisi, toplumun en büyük perişanlık ve sıkıntı içindeki kesimi olan yoksul köylülükten geldiğinden, en düşük ücretle en ağır koşullarda işçilik yapmayı bile bir toplumsal konum ve gelir yükselmesi olarak görür, durumundan en azından belli bir süre boyunca, göreli bir hoşnutluk bile yaşar. Bu yüzden, başka türlü kimsenin, hatta şehirli işsizlerin bile kabul etmeyeceği ağırlık ve riskteki çalışma koşullarına, bazen uzunca bir süre, “gönüllü” olarak katlanma eğilimi gösterirler. Yarı köylü-yarı işçi denilebilecek bir düşünce ve davranış tarzları vardır. Şehir karşılarına anlaşılmaz, yabancı ve düşman bir güç gibi çıkar. Kürdistan’daki köyünden gelip İstanbul’da taşeron işçisi olarak çalıştığı dev şantiyede, bir yıl boyunca, birkaç memleketlisi dışında konuşabildiği kimse olmayan, şantiye içindeki işçi yatakhanesinden çıkmayan, hastaneye bile kendi başına gidemeyen de vardır. Özellikle ortalama ücretin biraz üzerinde kazananlar arasında, köydeki

Page 38: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

ailesini ve eşini de unutup, kapitalizmin batakhanelerinde, alkol, uyuşturucu ve hayat kadınlarıyla kendini dağıtan da. Dayanılmaz hale gelen sömürü ve ezilmeye karşı tepkileri genellikle bireysel ya da küçük arkadaş grupları biçimiyle sınırlı kalır.

Şehirli orta sınıfların, küçük statü ve ayrıcalıklarını hızla kaybeden, vasıfsızlaşan, yığınsal işçileşme sürecinde olan kesimleri de çok farklı değildir. Bir farkları, kağıt üzerinde üniversite eğitimi almış olmaları, ve kaybettikleri küçük statü ve ayrıcalıklarına, beklenti biçiminde de olsa delice sarılmalarıdır. Çünkü bu kesimdeki işçiler için, kendilerini çarkın küçük ve önemsiz, her an değiştirilebilecek herhangi bir dişlisi olarak düşünmek, böyle olduğunu görmek, çok daha tahammül edilmez bir şeydir. Mühendisinden sağlık emekçisine, öğretmenine kadar, karşı karşıya kaldıkları sömürülme ve aşağılanma koşullarını önceleri geçici bir durum olarak görme, daha sonra ise bireysel çıkış arama çabası oldukça yaygındır.

4- Yeni proleterleşme süreci

Geleneksel küçük üreticilerin ve küçük esnafların, modern küçük statü sahiplerinin geniş çaplı proleterleşme süreci işçi sınıfının parçalanması ve dağılganlaşmasında önemli etkenlerden biridir. Bu genellikle sanıldığının aksine yalnızca kırdan şehire temelli göç sorunu değildir. Kırdan son dönemlerde göç edip şehirde çalışmaya başlayanların yanısıra, şehire belli bir süreliğine ya da yılın belli dönemleri çalışmak için gelenlerin, veya çalıştığı sanayi bölgesinin civarındaki köyde oturmayı sürdürüp her gün sanayi ile köyü arasında mekik dokuyan işçilerin sayısında muazzam bir artış vardır. Kır ile kent, tarım ile sanayi, küçük mülk sahipliği ile işçilik arasında su geçirmez bir yalıtım yoktur, bu ikisi arasında geçişli, ikisinin de belli özelliklerini eklektik biçimde taşıyan, bir ara-geçiş tabakası oluşturan, oldukça geniş bir işçi kesimi vardır. Türkiye’de de milyonları kapsayan bu “ara geçişli” işçi tabakasının, önemli bir bölümü topraktan kopmamıştır, ailesi kırdadır. İşçiliği “yan gelir” ya da uzatmalı da olsa “düze çıkmak için geçici olarak dişini sıkıp katlanılacak” bir durum olarak görenleri az değildir.

Kimisi, çalıştığı işyerinde her türlü mezalime sessizce katlanıp, en yaşamsal ihtiyaçlarını da kısıp kendine de zülum ederek, üç beş yılda para biriktirerek sınıf atlamayı, değilse bile yoksulluktan kurtulmayı hayal eder. Kimisi, toplumun en büyük perişanlık ve sıkıntı içindeki kesimi olan yoksul köylülükten geldiğinden, en düşük ücretle en ağır koşullarda işçilik yapmayı bile bir toplumsal konum ve gelir yükselmesi olarak görür, durumundan en azından belli bir süre boyunca, göreli bir hoşnutluk bile yaşar. Bu yüzden, başka türlü kimsenin, hatta şehirli işsizlerin bile kabul etmeyeceği ağırlık ve riskteki çalışma koşullarına, bazen uzunca bir süre, “gönüllü” olarak katlanma eğilimi gösterirler. Yarı köylü-yarı işçi denilebilecek bir düşünce ve davranış tarzları vardır. Şehir karşılarına anlaşılmaz, yabancı ve düşman bir güç gibi çıkar.

Şehirli orta sınıfların, küçük statü ve ayrıcalıklarını hızla kaybeden, vasıfsızlaşan, yığınsal işçileşme sürecinde olan kesimleri de çok farklı değildir. Bir farkları, kağıt üzerinde üniversite eğitimi almış olmaları ve kaybettikleri küçük statü ve ayrıcalıklarına, beklenti biçiminde de olsa delice sarılmalarıdır. Çünkü bu kesimdeki işçiler için, kendilerini çarkın küçük ve önemsiz, her an değiştirilebilecek herhangi bir dişlisi olarak düşünmek, böyle olduğunu görmek, çok daha tahammül edilmez bir şeydir. Mühendisinden sağlık emekçisine, öğretmenine kadar, karşı karşıya kaldıkları sömürülme ve aşağılanma koşullarını önceleri geçici bir durum olarak görme, daha sonra ise bireysel çıkış arama çabası oldukça yaygındır.

Burjuvazi, şu veya bu düzeyde sendikal, siyasal bilinç ve mücadele deneyimine sahip işçi kesimlerini olabildiğince sınırlamaya, tasfiye etmeye çalışmaktadır. Deneyimsizlik! Bu çok basit bir açıklama gibi görünebilir. Fakat son yıllarda yeni ve genç işçi kuşaklarının gerçekleştirdiği az çok etkili örgütlenme ve direnişlerin tamamına yakınında, şu veya bu düzeyde sendikal ve/veya siyasal bir etkinin olduğu görülürse, önemi daha iyi anlaşılır (kimi zaman bu, ilk gençliğinde faşist veya dinci çetelerden geçmiş, işçi olarak çalışmaya başladıktan sonra, orada gördüğü “örgütleme” yöntemlerini işyerinde uygulamaya çalışan bir işçi bile olabilmektedir!) Direnişlerin başını çeken öncü işçiler, ya bizzat sendikal deneyime sahip olanlardır, ya bir biçimde sendikal, siyasal bir etkileşime girmiş olanlardır (kimi zaman sendikal mücadele geçmişine sahip bir akraba bile yeterli

Page 39: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

olmaktadır), ya da neyi nasıl yapmak gereğini ciddi biçimde araştırıp öğrenmeye, ince ince tasarlamaya çalışan vasıflı işçilerdir.

Yeni işçi kuşaklarında, henüz oldukça sınırlı ve dar biçimlerde de olsa, işçi bilinci, örgütlenmesi (işyerlerinde gizli örgütlenme), eylemi yönünde bir birikim de oluşmaktadır. Fakat, esnek ve düzensiz çalışma ilişkileri, işyerlerinde yaygın sirkülasyon, mevcut düzen sendikalarının örgütlenmeye olan güvensizliği derinleştiren kokuşmuşluğu ve hepsinden önemlisi, grev ve direnişlerin nicel ve nitel olarak zayıflığı, bu birikimi çok sancılı, yavaş ve kırılgan kılmaktadır. Başka etkenler de vardır.

Yeni işçi kuşaklarının ağırlıklı olarak saflarını doldurdukları, fason, taşeron alt sözleşme ilişkileri ve kayıtdışı sektör, genellikle geleneksel ilişki biçimlerinin içinden örülmektedir. Etnik, dinsel, yerel, ailevi ilişkilerin, kapitalist sömürü ve ezme ilişkilerinin örtüsü ve pansumanı olarak kullanılması, son derece yaygındır. Metropoldekiler dahil, çoğu KOBİ’de, patronun ailesinden, akrabalarından en az birkaç kişi çalışır. Hemşerileri, yakın ahbapları, komşuları veya onların çocuklarından ise daha fazla sayıda kişi çalışır. Taşeronluk sisteminde ise, işçi simsarları ve taşeron patronların, kendi hemşerileri, köylülerini işe koşmaları son derece yaygın bir uygulamadır. Böylece işbölümü, etnografik bölünme özelliği kazanır. Çoğu organize sanayi bölgesinde ve küçük sanayi sitesinde, dinsel, etnik cemaat ilişkileri etkindir. Bu tür geleneksel ilişkilerin kapitalist üretim ilişkilerine uyarlanarak yeniden üretilmesi, gerçekte, işçileri alt kimliklerine, kültür ve yaşam tarzlarına göre bölmenin, kendilerini işçi olarak görmelerini ve sınıf bilinçlerinin gelişmesini engellemenin etkili bir yöntemi olarak kullanılmaktadır.

5- Ulusal önyargılar

“İngiltere’deki sanayi ve ticaret merkezlerinin hepsinde şimdi iki düşman kampa bölünmüş bir işçi sınıfı var: İngiliz proleterleri ve İrlandalı proleterler. Ortalama İngiliz işçisi, onun yaşam standartını düşüren bir rakip olarak İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında kendisini egemen ulusun bir üyesi hissediyor ve bu yüzden kendisini İrlanda’ya karşı ülkesinin aristokrat ve kapitalistlerinin bir aracı haline sokuyor, böylece onların kendi üzerindeki tahakkümünü güçlendiriyor. İrlandalı işçiye karşı dinsel, toplumsal ve ulusal önyargılar besliyor. İrlandalı ona aynı dilden fazlasıyla karşılık veriyor. İngiliz işçiyi İrlanda’daki İngiliz egemenliğinin yardakçısı ve budala piyonu olarak görüyor.” (Marks, 1870)

Marks, o dönemin en örgütlü proletaryası olmasına karşın İngiliz proletaryasının “güçsüzlüğünün sırrı”nı burada görmüştü. (Daha sonra Engels ve Lenin buna, İngiltere’nin o dönemin en büyük emperyalist sömürgecisi ve emek üretkenliğinin en yüksek olduğu en ileri kapitalist ülke olması temelinde ortaya çıkan, burjuva bir ruhla dolmuş “işçi aristokrasisi” olgusunu eklemişlerdir.)

Marks’ın İngiliz ve İrlandalı işçiler üzerine söyledikleri, bugün Türk ve Kürt işçiler arasındaki önyargılar ve bölünmüşlüğe de ışık tutmaktadır. Türk işçilerin şovenizm ve milliyetçiliğin etkisindeki kesimleri de, çoğunlukla taşeron ve geçici işçilik sisteminin saflarını dolduran Kürt işçileri, yaşam standartlarını düşüren bir “tehdit” ve “rakip” olarak görüyor, önyargıyla yaklaşıyor. Bunun burjuvazi ve devleti tarafından körüklenen şovenist önyargılar kadar, yeni üretim ve emek organizasyonuyla da bir ilişkisi var. Kürt işçiler genellikle büyük sanayi işletmelerine alınmıyor. Kürdistan’da yaşam standartlarının daha düşük, yoksulluk ve işsizliğin daha büyük olması, Kürt işçilerin yalnızca Kürdistan’da değil, Türkiye metropollerinde de, daha düşük ücretlerle daha ağır çalışma koşullarını, düzensiz, geçici, taşeron alt sözleşme ilişkilerini kabul etmeye zorluyor. Bu yüzden tıpkı Çolakoğlu Metalurji, tersaneler, şantiyeler de olduğu gibi, kadrolu-düzensiz işçi ayrımları ve işbölünmesi de, kadrolu işçilerin genellikle Türk; taşeron, geçici işçilerinin ise ağırlıklı olarak Kürt olmasıyla organize ediliyor, karşılıklı rekabet ve önyargıları derinleştiriliyor. Kürdistan’ı “Türkiye’nin Çin’i” yapma projesi temelinde, “bölgesel asgari ücret”le, Türkiye’de başta fason tekstil-konfeksiyon olmak üzere rekabet gücü kalmayan emek yoğun sektörlerin Kürdistan’a kaydırılmaya başlaması durumunda, daha vahim boyutlar alma olasılığını da içeriyor.

İşçi sınıfının Türk-Kürt sorunu ekseninde bölünmesinin, kapitalizmin yeni üretim ve emek

Page 40: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

organizasyonları ile bağlantısının kurulamaması, soruna tek yanlı dar siyasal yaklaşımlar, zaten Kemalizm ve üçdünyacılığın etkisini üzerinden atamayan ve yeniden üreten “sol” çevrelerde, bu bölünmeyi de yeniden üreten biçimler kazanıyor. “Üretim ve istihdamın parçalanması”, “yeni üretim ve emek organizasyonları” üzerine en ayrıntılı tahlilleri yapanların, bunun, işçi sınıfının Türk-Kürt ekseninde bölünmesi ile ilişkisi üzerine tek kelime etmemeleri, “ilginç”tir! Bu durumun, işçi sınıfı hareketinin en temel ve ezeli sorunlarından olan, “ekonomi ve politika arasındaki bölünme” ile ilgisi de açık olmalıdır.

Kapitalist egemenlik sistemenin en temel halkalarından biri de, kapitalist üretim sürecinin çok daha karmaşık ve örgün biçimlerde, uluslar arası bir nitelik kazanmasına karşın (“küresel fabrika”, “küresel meta üretim zincirleri” tarzı tanımlar yapılmaktadır) işçi sınıfı hareketinin ulusal sınırlar ve önyargılara hapsolması, neoliberalizm ile ırkçı-milliyetçiliğin biri ötekini besleyen “karşıtların birliği” olarak gelişmesidir.

6- Rekabet

“Tarım emekçileri, yevmiyeli emekçiler, zanaatkarlar, kalfalar, fabrika işçileri ve lümpen proletarya arasındaki bölünme, nüfusu geniş alanlara seyrek bir şekilde yayılmış ülkeye dağılmış olmaları ve merkezi noktaların az ve zayıf olmasıyla birlikte, çıkarlarının ortak olduğunu fark etmelerini, tek bir sınıf olduklarını anlamalarını ve kendilerini böyle inşa etmelerini halihazırda imkansız kılmaktadır. Bu bölünme ve dağılma, kendilerini en acil, gündelik çıkarlarıyla, iyi bir iş karşılığında iyi bir ücret arzusuyla sınırlamaktan başka bir şeye imkan vermiyor. Yani bu durum işçileri çıkarlarını işverenlerin çıkarlarında görmeye itiyor, böylece her bir işçi kesimini onları çalıştıran sınıfın ihtiyat ordusu yapıyor. Tarım emekçisi ve yevmiyeli emekçi arazisinde çalıştığı soylu çiftçinin çıkarlarını destekliyor. Kalfa ustasının entelektüel ve siyasal otoritesine itaat ediyor. Fabrika işçisi, fabrika sahibinin koruyucu tarifeler lehine ajitasyon için kendisini kullanmasına izin veriyor. Ve iki işveren sınıfının çıkarları çeliştiğinde, aynı mücadele çalıştırdıkları işçiler arasında da ortaya çıkıyor.” (Engels, Almanya’da Anayasa Sorunu, 1847)

Engels’in, egemen sınıfların farklı kesimleri arasındaki güç, iktidar ve paylaşım mücadelelerinin, her birinin sömürdüğü işçi sınıfı kesimleri arasında da nasıl bir bölünme ve rekabete yol açtığı üzerine söyledikleri, günümüze de ışık tutmaktadır. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve karmaşıklaşan işbölümü temelinde, işbirlikçi burjuvazinin köşe başlarını tutmuş tekelci kesimleri ile İslami kılık altında palazlanan Anadolu burjuvazisi arasındaki güç, iktidar ve paylaşım çekişmeleri, ideolojik planda “dincilik-laiklik” dalaşı gibi kemikleşen görünümler de alarak, muazzam genişlemiş, fakat son derece dağınık işçi sınıfı üzerinde benzer etkiler yapıyor. Örneğin son rejim krizi ve sarsıntılarında, işçi sınıfının en geniş vasıfsız yığınları, düzensiz ve geçici işçiler, KOBİ işçileri, taşeron işçiler ağırlıklı olarak AKP’nin “ihtiyat ordusu” durumuna düşerken; vasıflı “çekirdek” işçiler, beyaz yakalılar, proleterleşme sürecinde olan şehirli orta sınıflar, Alevi işçi ve emekçiler ağırlıklı olarak Genelkurmay’ın Cumhuriyet mitinglerindeki “ihtiyat orduları”nı oluşturdu! (Bunun, yeni toplumsal işbölümü ve yeni üretim ve emek organizasyonu çerçevesinde, işçi sınıfının çok katmanlı ve kademeli yapısı ile de ilişkisi kurulabilir.)

80′li yıllara kadar, korumacı ekonomi politikaları ve işçi sınıfının az sayıdaki büyük şehirdeki büyük sanayi bölgelerinde ve fabrikalarında yoğunlaşmış olması, her şeye karşın, işçi sınıfının iç rekabeti sınırlıyor ve örgütlenme ve mücadele gücünü artırıyordu. Günümüzde ise kapitalist üretim ilişkilerin alabildiğine genişlemesi ve derinleşmesi, kapitalistler arasındaki her düzeyde (uluslar arası, işbirlikçi burjuva kesimler arası, sektörler arası, yereller arası, büyük işletmelerin ve KOBİ’lerin kendi içlerinde ve birbiriyle, giderek her kapitalistin her kapitalistle) rekabet, işçi sınıfına da, “herkesin herkese karşı savaşı” olarak yansıyor. Marks’ın hep vurguladığı gibi, “kır işçilerinin geniş alanlara dağılmış olması direnme güçlerini kırar, yoğunlaşma ise kent işçilerinin güçlerini artırır.” “Ev sanayi denilen yerlerde bu sömürünün manüfaktürden daha arsızca olması, işçilerin direnme gücünün dağınıklıkla birlikte düşmesi” nedeniyledir. Gerçi günümüzde işçi sınıfının, tek tek işletmelerde değilse bile, sanayi ve hizmet havzalarında, organize sanayi bölgelerinde, nitelikli endüstri bölgelerinde yoğunlaşma düzeyi görülmemiş düzeydedir. Fakat

Page 41: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

üretimin uluslar arası organizasyonu vb. temelinde bu bölgelerin sayısının ülke ve dünya çapında muazzam artması, esnek, parçalı ve kademeli üretim ve emek organizasyonu, yeni proleterleşme dalgaları, dev çaplı işsizlik, vd. nedenlerle işçi sınıfının parçalılığı ve dağınıklığı alabildiğine artmakta, işçiler arasında rekabette son haddinde yaşanmaktadır.

Sermaye her zaman “bir çok” sermaye olarak varolur. Sermayenin birbiriyle rekabet halinde bireysel sermayeler olarak varolması da, bir bütün olarak sermaye sistemine bağımlı olmanın ötesinde, kendilerini sömüren bireysel sermayelere de doğrudan bağımlı olan işçileri de birbiriyle rekabete sokar ve tek tek işletmeler arasında böler. “Sermayelerin rekabet savaşında, işçi gruplarının ihtiyaçlarını karşılama güçlerini kendilerini çalıştıran tikel sermayedarların başarısına bağlamaları için temel vardır. Böylece rekabette klasik bir tersine çevrilme ortaya çıkar: İşçiler arasındaki rekabet, sermayelerin rekabetinin bir biçimi olarak ve sermayenin hedeflerine ulaşmasının bir koşulu olarak görülmez; aksine sermayeler arası rekabet kendiliğinden işçiler arasındaki rekabetin bir biçimi olarak ve onların ihtiyaçlarını karşılamanın bir aracı olarak görünür. Sermayenin fiilen bir çok sermaye olarak varolması, bir ülke içinde veya dışında, farklı firmalardaki işçilerin ayrışmasının ve rekabet savaşında sermayeye verilen ödünlerin dayanaklarından biridir.” (Michael A. Lebowitz, Kapital’in Ötesi, Phoenix yay.)

Bu yüzden kapitalistler arası rekabet, her şeyi başaşağı gösteren kapitalist üretim ilişkileri temelindeki sermaye tapınmacılığının ve burjuva ideolojisinin işçiler tarafından “doğallığında” benimsenmesinin en ağır biçimlerinden birine yol açar. Bunun “maddi temeli” de, işçilerin kendi patronları diğer patronlar karşısında rekabet gücünü kaybettiğinde, işçi çıkarılacak ücretler düşecek, hatta firmanın kapanacak olması, rekabet gücü arttığında ise “bundan paylarını alacaklarını” hayal etmeleridir. Bu, çoğu işçinin, büyük işletmelerde ise bazen dışsal bir baskıya bile gerek kalmadan, en ağır sömürü koşullarına “yarı-gönüllü” biçimde katlanmalarının, hatta “kendi çıkarlarına olduğu” yanılsamasıyla benimsemelerinin ve (sömürülmelerini artırmaktan başka bir anlama gelmeyen) emek üretkenliğini artırmak için “kendiliğinden” yırtınmalarının önemli nedenlerinden biridir. Kapitalistlerin de tabii, işçiler arasındaki rekabeti kızıştırmak, adeta birbirini intihara sürükleme noktasına kadar vardırmak için başvurdukları en şeytani yöntemler, bu koşullarda işçilerin bilincinde zemin bulur. Rekabet, işçilere kendi küçük ihtiyaçlarını karşılamanın ve korumanın yolu olarak görüne dursun, gerçekte, ücretleri ve çalışma koşullarını durmaksızın beter etmenin, sömürülmelerini derinleştirmenin, birbirlerinin güçlerini kırmanın, sermayeye köleliklerini ağırlaştırmanın yoludur.

Kapitalist rekabet, sermayeye dayalı üretim tarzının iç dinamiklerini açığa çıkartır, biler ve şiddetlendirir. Başka deyişle, kapitalist rekabet, kendi başına bir amaç değil, sermayenin artıdeğer sömürüsünü, kar ve kan iştihasını artırmanın aracıdır. Fakat, kapitalist üretim ilişkilerinin her şeyi başaşağı göstermesi gibi, rekabet, bireysel sermayeye dışardan dayatılan bir zorunluluk gibi görünür ve gösterilir. Kapitalistler de, kuşkusuz, birbirlerine ve işçilere karşı uyguladıkları zoru; doğal, gerekli ve kaçınılmaz bir “meşru müdafaa” olarak göstermekte, bunu, sonuna kadar istirmar ederler. Günümüzde de, “küresel rekabette ayakta kalabilmek için…” nutuklarında, Türkiye’deki sermayenin arsızlaşan sömürüsünün işçi ve emekçilere, “doğal, meşru, gerekli ve kaçınılmaz” olarak benimsetilmesi çabasını görürüz.

Diğer taraftan, “serbest rekabeti insan özgürlüğünün nihai gelişim noktası ve serbest rekabetin reddini, bireysel özgürlüğün ve bireysel özgürlüğe dayalı toplumsal üretimin reddi olarak görmek aptallıktan ibarettir. Sözkonusu olan sadece sınırlı bir temel üzerinde özgür gelişimdir: sermaye tahakkümü temelinde. Bu türlü bireysel özgürlük, o halde, aynı zamanda bireysel özgürlüğün bütünüyle ortadan kalkması ve … nesnelerin egemen güçler haline gelmesi, bireylerin birbiriyle girdikleri ilişkilerden bağımsız nitelik kazanması.. demektir.” (Marks, Grundrisse)

Kapitalist rekabet, işçi ve emekçilerin bilincindeki ters yüz oluşu, içerik-biçim, amaç-araç arasındaki ilişkideki tersine dönüşünü de pekiştirir. Başarı, başarılmak istenen amaçtan yabancılaşır, rakipleri altetmeye indirgenir. Kapitalist rekabet fırtınası, emekçiler arasındaki ilişkilerde de, korku, kıskançlık, endişe, bencillik ve böbürlenmeyi hakim hale getirir. Bunu, bırakalım işçi ve emekçileri,

Page 42: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

devrimci ve sol harekette bile fazlasıyla görmek mümkündür. Ortalama devrimci tipinde, stratejik ve taktik devrimci amaçları doğrultusunda ne kadar yol alındığından çok, diğer siyasetlerin ne kadar altedildiği ilgi görür ve heyecan uyandırır!

En nihayet, “rekabetin özgür bireyselleğin sözde mutlak biçimi olduğu yanılsamasının kaybolmaya başlaması, rekabetin, yani sermayeye dayalı üretim biçiminin koşullarının birer ayakbağı olarak hissedilmeye ve düşünülmeye başlandığının ve dolayısıyla zaten öyle olduklarının ve gittikçe daha fazla öyle olduklarının bir kanıtıdır.” (Marks, Grundrisse)

7- Ekonomi ile siyaset arasındaki bölünme

Kapitalist egemenlik sisteminin en temel halkalarından biri de ekonomi ile siyaset arasındaki ayrım ve işbölümüdür. Ekonomi ile siyaset arasındaki ayrım; toplumsal yaşamın bu iki temel alanındaki insanlar arasındaki işbölümü, bu iki alanın her birinde uzmanlaşanların birbirinden farklılaşması ve “bağımsız” görünmesi, kapitalist sisteme özgü işbölümünün en karakteristik biçimidir. Kapitalist ekonomi ile siyaset arasındaki işbölümünün işçi sınıfına yansıyışı ise, işçi sınıfının ekonomik-sendikal alana sıkışıp kalması, siyasetin ise önüne, kendiliğinden hareket çerçevesinde yabancı ve aşılamaz bir eşik olarak çıkmasıdır.

Bu yüzden, kapitalist ekonomi ile siyaset arasındaki işbölümü, tarihi boyunca, işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareket ve ideolojinin bütünleşmesi konusundaki en büyük engellerden biri olagelmiştir. Bu ayrımın, günümüzde halen, “aydınlar siyasal mücadele verir, işçiler ekonomik-sendikal mücadele verir” oportünist ayrımını nasıl yeniden ürettiğine tanık oluyoruz. Veya özünde aynı şey demek olan, “siyasal mücadele devlet baskılarına ve devlete karşı verilen mücadeledir, ekonomik-sendikal mücadele patronlara karşı verilen mücadeledir” türünden yaklaşımları…

Kapitalist ekonomi ile siyaset arasındaki ayrım ve işbölümünün işçi sınıfına yansıması, kendisini yalnızca günde 10-12 saat ekmeği peşinde koşan işçinin olağan koşullarda politikaya yabancılığı ve kayıtsızlığında göstermekle kalmaz. (Örneğin “dincilik-laikçilik”, “Türk-Kürt” tartışmalarını umursamayan çoğu işçinin AKP’ye oy vermesinin nedeni gündelik ekonomik kaygılarıydı. Başka deyişle, o kadar ön plana çıkarılan “dincilik-laikçilik” vb kutuplaşmasının yapamadığını, “ekonomi-siyaset” bölünmesi yaptı!) Aynı zamanda, şu veya bu düzeyde siyasal mücadelede uzmanlaşmış aydın ve devrimcilerin, işçi sınıfının mücadelesine olan yabancılığı ve kayıtsızlığında gösterir. Bu bölünme, devrimci harekette de kendisini, devrimci militan siyasetin sınıftan kopuk yürütülmesinde, sınıf çalışmasına yöneldiğinde ise devrimci-militan siyasetten kopulmasında veya en fazlası, bu ikisinin, eklektik ve biçimsel olarak biraraya getirilmeye çalışılmasında (ekonomik ve siyasal mücadelenin birleştirilmesinden, yalnızca ve basitçe dar ekonomik ve dar siyasal taleplerin aritmetik ve eklektik toplamının anlaşılması vb.) durmaksızın kendisini, yeniden üretmektedir.

Günümüzde emperyalist ve bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin tahakküm gücünün alabildiğine genişlemesi ve derinleşmesi, aydınları da fazlasıyla içine çekmesi, politikaya karşı ilgisizlik ve yabancılaşma sorununu daha da derinleştirmektedir. Bu yüzden, kapitalist ekonomi ile politika arasındaki derinleşen ayrımlaşmayla birlikte artan geçişliliği de incelemek ve Leninist örgüt ve dışarıdan bilinç teorisi ve pratiğini, bu bölünmeyi yeni bir temelde aşabilecek tarzda geliştirebilmek gerekir.

Kapitalizmde üretim ve emeğin toplumsallaşması dolaylıdırKapitalizmde, işçiler, özgür üreticiler olarak gönüllükle bir araya gelip, neyin, neden, nasıl, ne kadar ve kimin için üretileceğine ortaklaşa planlamayla karar verip ortaklaşa araçlarla uygulayamazlar. Farklı işyerlerinde farklı metaları üreten işçilerin emekleri dolaysızca toplumsal değildir. Toplam toplumsal emek zamanının farklı metaların üretimine dağılımı, piyasa (değer yasası ve fiyat mekanizması) dolayımıyla gerçekleşir. Çeşitli metaları üreten, hatta aynı metanın çeşitli alt parçalarını üreten işçiler arasında doğrudan bağ yoktur, işçiler bu toplumsal bağlantının meta mübadeleleri dolayımıyla kurulduğu bir toplumsal işbölümü içinde birbirine yabancılaşırlar. Çeşitli

Page 43: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

metalar, piyasada, her birinin üretilmesi için toplumsal olarak zorunlu ortalama emek-zaman miktarına göre işlem görürler. Piyasa ilişkileri, alınıp satılan metaların uzun dönemde onların değişim değerine (üretilmeleri için zorunlu toplumsal ortalama emek-zamanı miktarı) eşitlenen, kısa dönemde ise bundan sapan fiyat mekanizması dolayımıyla düzenlenir. Bu yüzden, işçilerin kendi emeklerinin toplumsal karakteri kendi gözlerinden gizlenir. Kendi sarfettikleri emek onlara, toplam toplumsal emeğin organik bir bileşeni olarak görünmez. Kapitalist meta üretiminde zenginlik, kendileri gibi milyonlarca ve yüzmilyonlarca emekçinin ortaklaşa emeklerinin bileşik ürünü olarak değil, sermayenin ürünü olarak görünür. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet insanlar arasındaki ilişki olarak (toplumun büyük çoğunluğunun emekgüçlerini azınlığın sömürüsüne sunmak zorunda kalması) değil, insanlar ile şeyler arasındaki bir ilişki gibi görünür. Kapitalist üretim ilişkisi, insanlar arası sömürü ve tahakküm ilişkisi değil, şeyler arası bir ilişki (ücret ile metalaşmış emekgücü arasında değiştokuş) gibi görünür:

“Genel kural olarak, kullanılır mallar, yalnızca, işlerini birbirinden bağımsız olarak yürüten özel bireylerin ya da birey gruplarının emeklerinin ürünleri oldukları için meta haline geliyorlar. Bütün bu özel bireysel emeklerin genel toplamı, toplumun emeğinin tümünü oluşturuyor. Üreticiler ürünlerini değiştirinceye kadar birbirleri ile toplumsal temasa gelmedikleri için, her üreticinin emeğinin özgül toplumsal niteliği, kendisini ancak değişim işinde ortaya koyar. Başka bir deyişle, bireyin emeği, toplumsal emeğin bir parçası olarak, kendisini, ancak, doğrudan doğruya ürünler arasında, ve dolaylı olarak bunlar aracılığıyla üreticiler arasında kurulmuş olan değişim eylemi olan ilişkiler aracılığıyla açığa vurur. Bunun için, bir bireyin emeğini öteki üreticilerin emeklerine bağlayan ilişkiler, üreticilere, aslında olduğu gibi, çalışan bireyler arasında doğrudan toplumsal bir ilişki olarak değil, tersine, kişiler arasında maddi ilişkiler ve şeyler arasında toplumsal ilişkiler olarak görünür.” (Marks, Kapital, cilt 1)

“Ayrılma, sermayenin gerçek ortaya çıkış sürecidir.” (Marks, Artıdeğer Teorileri, 3. Kısım) Emekçilerin üretim araçlarından, ürettikleri ürünlerden, bu temelde yaşam araçlarından, gerçek toplumsal ihtiyaçlarından, buna dönük amaçlı faaliyetten ve (aynı ürünün üretiminde çalışanların bile) birbirlerinden ayrılması (ki buna, ekonomi ile siyasetin ayrılması, ve sayısız başka “ayrılma” biçimi eklenebilir) sermaye birikiminin koşulu olmakla kalmaz. Sermayenin genişleyen yeniden üretimi, emekçiler arasındaki her türden “ayrılmayı“, durmaksızının genişleterek, çeşitlendirerek, ayrıntılandırarak geliştirir. Sermaye, bu durmaksızın artan “ayrılmalar“ın hem sonucu hem de nedeni olarak birikimini ancak sürdürebilir. İnsanlar arasındaki toplumsal ilişkiler, insanlar arasında bu durmaksızın artan “ayrılmalar” nedeniyle, ancak, para, metalar, sermaye, devlet (ve din, ulus, medya vb.) gibi “şeyler” aracılığıyla kurulabilir hale gelir. Yine bu “ayrılma” nedeniyle, gerçekte insanların kendi toplumsal faaliyetlerinin ürünü olan, para, meta, sermaye, devlet vb., toplumun tüm emeğini, faaliyetini ve gücünü kendine maleden tapınma ve köleleştirme araçları olarak iş görür.

Sermaye, kendi kendisiyle çelişkin doğası gereği, yalnızca bir “ayrılmalar süreci” olarak işlemez. Her ayrılma/işbölümü, bir aynı ve zamanda, insanları (çeşitli emek, faaliyet ve bilgi biçimlerini, işkollarını, ülkeleri vb.) “kendine yeter” olmaktan tamamen çıkarır, giderek daha fazla birbiriyle bağlantı içine sokar, birbirinin emeğine, faaliyetine, bilgisine daha fazla ihtiyaç duyar hale getirir. Her insanın çalışmasını, etkinliklerini, bilgilerini başkalarının, giderek tüm toplumun çalışmasına, etkinliğine, bilgi birikimine bağlı ve gereksinir hale getirir. Başka deyişle sermayenin sonucu ve nedeni olduğu her “ayrılma”, işbölümünün her derinleşmesi, bir ve aynı zamanda, insanlar arasında daha ileri bir birbirini çok yönlü bütünleme, toplumsallaşma, birbirini daha fazla gereksinme sürecine tekabül eder.

Ne var ki, bu, kapitalizmde insanlar arasında ancak dolaylı; para, meta, sermaye, devlet, din, ulus, futbol fanatizmi, pop ve film yıldızları, medya vb. aracılığıyla sağlanan, dolayısıyla toplumun tüm gücünü ve yetenekler toplamını bunlardan geliyormuş gibi gösteren, bir toplumsallaşma biçimi, ya da aynı anlama gelmek üzere biçimsel bir toplumsallaşmadır. Bu yüzden, toplum, toplumsal çalışma ve yetenekler toplamı sayesinde varolduğu ve yeniden üretiminin bir parçasını oluşturduğu halde,

Page 44: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

her bireyine, kendi kişisel çıkarlarını gerçekleştirmenin bir aracı (neoliberalizmin deyişiyle “oyun alanı”) ve aynı zamanda, bunu engelleyen yabancı ve düşman bir güç gibi görünür. Üretim, emek ve bilgi ne kadar ileri düzeyde toplumsallaşırsa, bu toplumsallaşmanın ancak piyasa ilişkilerinde cisimleşen, insanları birbirinden ayıran ve yabancılaştıran bir toplumsallaşma biçimi olduğundan, bireylerin o kadar yalnızlaşması ve çaresizleşmesi, kapitalizmin medarı iftiharıdır.

Bu yazının yazılışını ele alalım. Kapitalist üretim ilişkileri ve işbölümünün “doğallığında” yol açtığı meta bilinç çerçevesinde, bu, sadece “kişisel yeteneklerimizle yaptığımız bir iş” gibi görünür. Yani, yazanla yazı arasında, şeyleşmiş bir ilişki gibi. Oysa bu yazının hazırlanması, yazıldığı bilgisayarı ya da bilgisayar parçalarını yapan işçiler, bilgisayarın çalışması için elektriği üreten işçiler, bilgisayarın durduğu bilgisayar masasını yapan işçiler, kullandığımız bilgisayar programını üretenler, internet ortamında yararlanılan kaynakları yazanlar, internet ortamını çalışması için gerekli telekomünikasyon işçileri, dışarıda fırtına uğuldarken güvenli biçimde çalışmamızı sağlayan bina ve çeşitli parçalarını yapan işçiler, çalışırken kendimizi yeniden üretebilmemiz için yiyip içtiklerimizi ve dikkatimizi yoğunlaştırmak için içtiğimiz sigaraları yapan işçiler, işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin mevcut durumu üzerine çeşitli araştırmaları yapanlar, dünyada ve Türkiye’deki sınıf mücadelesinin birikimini yaratanlar, esinleyici grev ve örgütlenme girişimlerini yaratanlar, başta Marksizm-Leninizm olmak üzere şu veya bu düzeyde özümsenmeye çalıştığımız bilimsel bilgi birikimini yaratanlar, bunların basıldığı kitapları üreten matbaa ve kağıt işçileri, tüm bunların sağlanmasındaki yoldaşlarımızın emeği, yazıda kullanılan çeşitli örnek ve açılımlarda sınıf çalışması içinde olan yoldaşlarımızın birikim ve emeği, yazınımızdaki teorik-siyasal birikimin kolektif üreticisi olan yoldaşlarımızın emeği… ve daha burada sayılması mümkün olmayan muazzam toplumsal-kolektif emek bir an bile gözden kaybedilirse, geriye “meta bilinç”ten başka bir şey kalmaz.

Bir işçinin, içinde olduğu kapitalist üretim ilişkilerinin doğurduğu yabancılaşmayı aralayarak sınıf bilinci kazanmasının ilk ve en temel adımlarından biri, bu yüzden, kendi emeğini toplam toplumsal emeğin organik bir bileşeni olarak kavramasıdır. Bu tek tek işçiler için belki küçük, fakat bunu başaran işçilerin sayısı arttıkça işçi sınıfı için büyük bir ilerleme olacaktır. Çünkü günümüzde, işçilerin bırakalım kendi emeklerini dünya çapındaki toplam toplumsal emeğin organik bir bileşeni olarak düşünebilmelerini, şu veya bu alt parçasının üretiminde yer aldıkları belli bir ürünün bütününü kafalarında canlandırmaları bile olağanüstü zorlaşmıştır. Üretim ve emeğin had safhada bölünüp parçalanmasıyla, (kapitalizmde zaten mümkün olmayan, buna karar vermeleri bir yana), neyi neden nasıl ne kadar ve kimin için, hatta hangi büyük patron için ürettiklerini uzaktan yakından bilemez hale gelmişlerdir. Çoğu işçi ne ürettiğini, bunun neye yarayacağını, hangi ürünün hangi parçası olarak kullanıldığını bile bilememektedir. Örneğin Gebze’de otomotiv tekellerine tedarik üretimi yapan plastik fabrikalarından Mecaplast’ta, direksiyonların plastik parçalarını ve otomobil camların geçtiği plastik şeritleri üretilmekte, fakat çoğu işçi ürettiğini neden ürettiğini, neye yaradığını, nerede kullanıldığını, hangi büyük otomotiv tekeline gittiğini bile bilememektedir. Örneğin otobüslerin dış yan dikiz aynaları bile, 3 ayrı işletmede (aynası, plastik kabı ve kolu ayrı KOBİ’lerde) üretiliyor. Bu işçilerin, kendi emeklerinin, bırakalım toplam toplumsal emeğin bir bileşeni olduğunu görmeleri, üretiminde yer aldıkları bir otobüs veya otomobili üreten toplam toplumsal emeğin bir bileşeni olarak görmeleri bile olağanüstü zorlaşmıştır.

Tersanelerdeki taşeron işçiler bu durumu çok çarpıcı biçimde sergilemektedir: (Yapımında çalıştığınız bir geminin tamamen bitmiş haline tanık oldunuz mu, ne hissettiniz? sorusuna karşılık) “İşçiler göremiyor ki onu. Gemi kızaktan indiği zaman genellikle işçiler o gün ya çalıştırılmaz ya da dışarıda bekletilir.” “Özellikle yatta vardır bu. Yaptığın yata giremezsin yasaklanır… Ben şuna inanıyorum. Her gemi çıktığında çok işçinin gözlerinde o var. O gemiye baktığı zaman sanki imkansızı başarmış gibi bir şeyler hissediyor. Gerçekçekten o gemi heybetli bir şekildiği indiği zaman, ben bile o kadar çalışıyorum ama, insan inanmıyor böyle bir şey yarattığına. O şekilde bir bakış açısı var. İlla ki var. Ve illa bir şeyler de uyandırıyor. Ben bu kadar şey yapabiliyorum da bunun hakkı bu değil gibi. Çünkü ben bunu çok düşündüm. Böyle bir şey yapabiliyorsak bizim çalışma şartlarımız ve aldığımız ücretler bu olmamalı. Bu insanın aklından geçiyor zaten o gemiyi

Page 45: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

gördüğü zaman.” “İki gün önce biz de böyle bir şey yaşadık. Geçen sene suya indirdiğimiz bir gemi vardı. Şu an geminin iç donanımı, herşeyi bitmiş durumda. Artık gidecek ama harikulade bir şey. Arkadaşlarla da konuştuk. Neydi ne hale geldi. Ta en başından, saçları birleştire, ekleye koskaca bir gemi ortaya çıkarmıştık. Arkadaş da ‘Alçak herifler, biz yaptık onlar sefasını sürecek’ diye tepki gösterdi. Emeğinin karşılığı ortaya koskoca bir gemi çıkıyor birileri alıyor götürüyor. Senin ona binip de dümene geçip kullanma şansın yok.”

İnsanı insan yapan, eylemlerini ve emeğinin sonuçlarını önceden kafasında tasarlayabilmesidir. Lenin‘in Ne Yapmalı’da Pisarev‘den yaptığı ünlü alıntıyı kim bilmez: “Eğer insan ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman insanı, sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sürükleyeceğini düşünemem bile.” Günümüzde, uluslararası planda, sayısız farklı işletme ve iş alanında, sayısız farklı biçimlerde emek harcayarak, doğrudan ve dolaylı olarak belli bir ürünün üretilmesine katkıda bulunan, fakat aralarındaki bağlantı sadece piyasa dolayımıyla kurulan milyonlarca ve milyonlarca işçi söz konusu olduğunda bu durum daha da yakıcılaşır. Bir parçacığını ürettiği ürünü bile, kendi emeğinin de organik bir bileşeni olduğu toplam toplumsal emeğin bileşik ürünü olarak kafasında canlandıramayan işçinin tüm dikkati, kendi ücretiyle, en fazla çalıştığı işyeri koşulları ile sınırlanır. İşçinin yalnızca kendisini, en fazla çalıştığı işyerindeki durumu düşünmekle sınırlı kalmasının, kendisininkinin yalnızca anonim bir bileşeni olduğu dev çaplı toplumsal emeği, ve dolayısıyla sınıfını umursamamasının en temel nedenlerinden biri budur.

Bu yüzden, her işçinin (kendi işi, sayısız tedarikçi fason işletmelerden birinde bir vida sıkmak, bir lehim yapmak, birkaç düğmeye basmak, malzemeleri ordan oraya taşımak olsa bile) üretiminde yer aldığı ürünün “tam ve eksiksiz tablosunu görmesi”, onda hem kendisi gibi binlerce ve milyonlarca başka işçinin bileşik emeğini ve gücünü, hem de bunun içindeki kendi katkısını duyumsaması açısından son derece önemlidir.İkincisi, her işçinin çalıştığı işyerindeki iş akışının önceki ve sonraki halkalarını, çalıştığı işyerinin ileri ve geri bağlantılarını araştırmaktan başlayarak, üretiminde yer aldığı ürünün (hammaddelerin çıkarımından nihai ürüne, naklinden pazarlamasına kadar) üretim sürecinin olabildiğince tüm aşamalarını ve halkalarını araştırıp çıkarmak, şemalarla göstermek, büyük önem taşır. Bu şemaların tam ve mükemmel olması gerekmez, örneğin üretiminin dünya çapında irili ufaklı binlerce işletmeye dağıldığı bir otomobilin üretimi açısından pek mümkün de olmaz. (Kaldı ki, ana firma, yan sanayi ve sayısız tedarikçinin yanısıra, otomobilin üretim sürecine girdi veren demir çelik fabrikalarını, demir ve bakır madeni işçilerini, petro-kimya tesislerini, kauçuk üretimini, her bir fabrikada kullanılan makineleri yapan diğer fabrikaları, hammadde ve aragirdilerin nakliyatını, bu nakliyatta kullanılan araçları,….içermelidir bu şemalar.) Ancak üretim sürecinin bütününün hiç olmazsa temel halkalarıyla, diyelim ki, yer altında yatan demir ve bakır cevherlerinin, kömür ve diğer fosil yakıtlarının, kauçuk ormanlarının, kumun vb. nasıl bir otomobile dönüştüğünü, bunun her bir halkasında çalışan işçilerin emeklerini gözünde canlandırmasını, asıl olarak da nihai ürünün nasıl dev çaplı bir birleşik toplumsal emeğin sonucu olduğunu, kendi emeğinin de bunun bir kısmı olduğunu gözünde canlandırması sağlanmalıdır. Bu çoğu zaman ciddi bir araştırmayı gerektirir, fakat bu yapılmadan, aynı üretim zincirinde yer alan farklı işyerlerindeki işçilerin birlikte örgütlenmesi gerekliliği ve istekliliği bir yana, aynı işyerinde farklı parça işlemleri yapan taşeron işçileri arasında bile güçlü bir bağ kurmak, birlikte örgütlenme ve mücadelenin anlamını kavratmak mümkün olmaz.

Üçüncüsü, daha zor olanı, işçinin kendi emeğini, yalnızca üretiminde yer aldığı belli bir ürün açısından değil, bir bütün olarak tüm ürünlerdeki, toplam toplumsal emeğin bir kısmı olarak kafasında canlandırabilmesidir. Emeğin toplumsal niteliğinin, işçiye, ürünlerin bizatihi kendinden menkul maddi niteliği gibi görünmesine, dolayısıyla sermayeden gelen bir güç gibi görünmesine yol açan sisi aralayacak olan budur. Yani, sayısız farklı ürünün ve ürün parçalarının üretiminde yer alıp, birbirinden bağımsız ve birbirine yabancı görünen işçilerin ve işçi gruplarının, emeklerinin bileşik-toplumsal-ortaklaşa niteliğini kavraması ve birbiriyle ortak çıkarları temelinde doğrudan

Page 46: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

ilişkiye geçebilmeleridir. Tek tek işçileri ve işyerlerindeki işçi gruplarını aşan birleşik örgütlenme ve mücadele yöneliminin güçlenmesi, ancak bu kolektif emekçi kavrayışı temelinde gerçekleşebilir.

Bu noktada, “İyi de ..” diye sorulabilir, “bunca çetrefilli teorik çalışmalara ve araştırmalara ne gerek var, sermayenin gücünü işçi sınıfının parçalanmasından aldığını, birlikten güç doğacağını, birleşik mücadele ve örgütlenmenin önemini herkes bilir!” Oysa ki, sorun bu kadar basit, yüzeysel ve biçimsel algılandığı içindir ki, tüm o birleşik mücadele çağrılarının da, farklı işçi gruplarını ve kesimlerini birlikte örgütleme girişimlerinin de içi boş kalmaktadır. Emeğin ve emeğinin toplumsal niteliği, günümüzde görülmemiş düzeyde gelişmesine karşın, son derece karmaşıklaşan sermaye dolayımları nedeniyle, bu, işçinin bilincine kendiliğinden yansımaz. Tersine, artan ve karmaşıklaşan meta ve sermaye dolayımları nedeniyle sermayenin gücü olarak yansır, sınıf bilincinin parçalanması olarak yansır. Günümüzde, her zamankinden fazla, (işçilerin emekleri arasındaki had safhada artan ve karmaşıklaşan meta ve sermaye dolayımları nedeniyle) metalardan ve sermayeden gelen yabancı bir güç gibi görünür, işçilerin gözünde kendi emeklerini hiçleştiren ve birbirlerinin emeğine ve birbirlerine olağanüstü yabancılaştıran ve düşmanlaştıran bir güç gibi işler.

Her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı! Günümüzde, işçilerin emekgüçlerini ve ürettikleri ürünleri meta ve değer olarak ele alarak, bunların dolayımıyla birbiriyle (parçalayıcı ve yabancılaştırıcı, rekabete sürücü) toplumsal ilişkilere girdikleri ve böylece kendi bireysel somut emeklerini türdeş insan emeğine indirgedikleri, hiçbir boşluk bırakmamacasına, olağanüstü genişleyen, çeşitlenen ve derinleşen meta üretimine dayanan bir toplumda ortaya çıkan soyut insan kültünü aralayabilmek, emeğin toplumsal örüntüsünün ve sermaye ile uzlaşmaz karşıtlığının her zamankinden fazla geliştiğini görebilmek için bile daha yüksek bir bilince ihtiyaç vardır. Yalnızca kapitalistlerle değil birbirleriyle de kapitalist üretim ilişkileri içinde olan işçilerin ve işçi gruplarının, gündelik ve kısmi mücadeleleri (çok önemli ve ihmale gelmez olmakla birlikte), bu nedenle, bu bilinci kendiliğinden doğurmadığı gibi, sürekli dağılma eğilimi gösterir.

Toplumsal emeğin, parçalanması ve yabancılaşması kadar, birbiriyle bağlanmasının ve iç örüntüsünün olağanüstü geliştiği günümüzde, ancak bu temelde ve bunu stratejik ve bilinçli bir kavrayış haline getirerek yürütülecek sınıf savaşımı başarılı olabilir: Kolektif emek ve kolektif emekçi bilinci! Tüm sınıf örgütlenme ve savaşımlarının buna bağlanması, bunu geliştirmesi ve bu temelde içeriklendirilip yürütülmesi zorunludur.

“Maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci, kendisini saran mistik tülü, üretim, özgürce biraraya gelen insanlar tarafından ve saptanmış bir plana uygun olarak bilinçli biçimde düzenlenmesi sağlanmadıkça, soyulup atılamaz.”(Marks, Kapital, 1.cilt)

“Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu ortaklaşa toplum içinde, üreticiler ürünlerini değiştirmezler; aynı biçimde, ürünler için kullanılmış emek, burada, bu ürünlerin değeri olarak, onların taşıdığı maddi nitelik olarak görünmez, çünkü şimdi, kapitalist toplumun tersine, bireysel emek artık dolaylı bir biçimde değil, toplam emeğin bir kısmı olarak doğrudan vardır.”(Marks, Gotha Programının Eleştirisi)

Devrimci sosyalizm ekseni budur. “Eziliyoruz, sömürülüyoruz” ve ahlaki tepkilerin ötesinde, sosyalizmin bilimsel olarak olanaklı, zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösteren tarihsel dinamik de budur. Bu stratejik eksen ve bilimsel kavrayış olmadığında, sosyalizm, gündelik mücadeleye eklektik ve biçimsel, soyut, çekim gücü olmayan, içi boş bir slogana indirgendiğiyle kalır. Toplumsal çalışmanın iç örüntüsü ve bütünlüğünün olağanüstü geliştiği günümüzde, özgürce ve doğrudan biraraya gelen emekçilerin üretimi ortaklaşa denetimleri altına alma koşullarının olgunlaştığı, bunun her zamankinden fazla olanaklı olduğunu, emekçiler arasında aracılık sıfatıyla bunu (ve çoğunluk için kavranmasını) engelleyen sermaye ve meta biçimini yıkmanın zorunluluğunu kavramak kadar, gündelik mücadele ve örgütlenmelerin de bu temelde içeriklendirilmesi, bu stratejik eksene bağlı yürütülmesi yaşamsaldır. İşçilerin bugün farkında bile

Page 47: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

olmadıkları, birbiriyle, birbirini bütünleyen ortaklaşa emek ilişkisini ve emeğin toplumsal niteliğinin sermaye biçimiyle uzlaşmaz karşıtlığını kavramaları, ve hem birbirleriyle ortaklaşalık ilişkilerini hem de sermayeye karşıtlıklarını bilinçli hale getirebilmeleri için yaşamsaldır. Yeni bir sosyalist işçi kuşağının yetişmesi de, işçilerin çeşitli talep ve mücadeleler için biraraya gelmesine örgünlük, istikrar ve stratejik bir ufuk kazandıracak olan bu içeriktir.

Sömürü toplumsaldırÇoğu işçi, sömürüldüğünü ve ezildiğini şu veya bu düzeyde bilse de, buna karşı tepkisi, çalıştığı işyerinin ve patronunun (ve onun şef vb. gibi temsilcilerinin) ötesine nadiren geçer. Günümüzde, işyerlerindeki işçi sirkülasyonunun artması, çoğu işçinin 25-30 yaşlarına gelmeden çok sayıda işyeri, hatta işkolu değiştirmesi, ve hepsinde benzer koşulların varolduğunu görmesi, kendisi gibi her işyerinde aynı sorunlardan muzdarip işçileri bir sınıf, her yerde işçilere aynı eziyeti yapan patronları da karşıt bir sınıf olarak tanıması olanağını artırır. Buna karşın, işçilerin, tabi oldukları sömürü ve eziyeti kişiselleştirme eğilimi gücünü korur. Diyelim ki belli bir işyerinde sendikal örgütlenme girişimi nedeniyle işten atılıp direnişe geçen işçiler, ipler koptuktan sonra, o işyerinde biriktirdikleri tüm tepkiyi yine o işyeri ve patron ve yöneticileri nezdinde özelleştirerek, kişiselleştirerek ortaya koyarlar. O işyerinde yaşadıkları sömürüyü ve zulmü, hak gasplarını, gördükleri muameleyi, yöneticilerin despotluğunu, patronlarının kendi sırtlarından yaptığı serveti ve kendilerinden kırıntıyı sakınırken lüks ve israf içindeki yaşamını teşhir ederler. Bu öfke ve tepki, kuşkusuz ki sınıf bilincinin dar işçilik bilinci biçimindeki başlangıç aşamasıdır, ancak, belli bir işyerindeki kendileriyle kendilerini çalıştıran patron arasındaki ilişkiyi özelleştirdiği ve kişiselleştirdiği için, genellikle bununla sınırlı kalır. Öyleki direnişe geçen işçiler, sınıf kardeşlerini de dayanışmaya çağırdıkları zaman, bunu da genellikle, kendi direnişlerinin desteklenmesi sınırları içinde yaparlar. Bu da, tekil direnişlerin yaygınlaşmasının, bir birleşik mücadele dinamiği olarak kavranmasının ve örgütlenmesinin önemli engellerinden biridir.

Kuşkusuz bireysel kapitalist açısından çalıştırdığı işçilerden olabildiğince çok artıdeğer çıkarmak için elinden geleni yapmak, onun bireysel çıkarınadır aynı zamanda. Bu da, işçilerde, o işyerinde tabi oldukları sömürü ve eziyetin, “özel” ve “bireysel” olduğu, patron veya yöneticilerin kişiliğinden, kişisel gözü dönmüşlüklerinden kaynaklandığı algısına yol açar. Günümüz işçi sınıfı açısından, her işyerinde karşılaşılan durumun o işyerine ve patrona özel bir durum, bir “adaletsizlik”, bir “arıza” olduğu algısı halen çok yaygındır. Günümüz kapitalizminin işçilerin iş dışı zamanında farklı işyeri ve işkollarından işçiler arasındaki etkileşimi son derece sınırlayan “serbest zamanın da atomize edici organizasyonu” bir yandan, her bir bölge ve işkolunda, işçilerine çeşitli babacanlık atraksiyonları yapan patronların bulunması diğer yandan, işçilerin kapitalist sömürü ilişkilerini “kişiselleştirici” biçimde algılamalarını kolaylaştıran diğer etkenlerdir.Bu yüzden işçilerin kapitalist sömürü ve eziyetin, kişisel değil nesnel, şu veya bu patrona, işyerine, işkoluna vb. özgü değil toplumsal ve evrensel olduğunu kavramaları büyük önem taşır. Bu, hangi işyeri, işkolu, bölge vb.de çalışıyor olursa olsun tüm işçilerin bir sınıf; ve hangi işyerinin, üretim araçlarının sahibi olursa olsun tüm patronların karşıt bir sınıf olarak kavranmasına doğru büyük bir adım olacaktır. Buradan, kapitalist toplumsal ilişkiler sistemini, burjuvazi ile proletarya arasındaki bir sömürü, tahakküm, egemenlik (ve tabii buna karşı savaşım) ilişkisi olarak kavramaya bir adım kalır. Bu önemlidir, çünkü, kapitalist sömürü ve egemenlik sistemi, tek tek patronların çalıştırdıkları işçi grupları üzerindeki sömürülerinin ve egemenliklerinin basit ve aritmetik bir toplamı olarak kavranamaz. Zaten işçilerin tek tek işyerlerinde deneyimledikleri sömürü ve zorbalıktan yola çıkarak, kapitalizmi bir bütün olarak, toplumsal bir sömürü ve zorbalık sistemi olarak kavrayamamaları bundan kaynaklanır. Tek tek işyerlerindeki deneyimler, buna doğru nicel bir birikim yaratsa da, kapitalizmi bir toplumsal sistem olarak kafada somutlayacak, nitel bilinç sıçramasına kendi başına yetmez. Tersine, tek tek patronlar ile tek tek işçiler veya işçi grupları arasındaki ilişkileri, burjuvazi ile proletarya arasındaki bütünsel ilişkinin bileşeni olarak kavramak zorunludur. Aynı şekilde, her işyerindeki, iş kolundaki vb. artıdeğer sömürüsünü, toplam toplumsal

Page 48: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

artıdeğer sömürüsünün bir bileşeni olarak kavramak gerekir.

Bir bütün olarak burjuvazinin bir bütün olarak işçi sınıfına karşıtlığı ve düşmanlığı, her zaman, tek tek patronların tek tek işçilere karşıtlığından daha büyük, daha şiddetli ve daha keskindir. Buna karşılık, tek tek işçilerin tek tek patronlara karşıtlığına göre bir bütün olarak işçi sınıfının bir bütün olarak burjuvaziye karşıtlığının çok zayıf kaldığı günümüzde, işçi sınıfı mücadeleye hükmen yenik ilan edilerek başlamış olmaktadır.

Açalım.

“Sömürü, toplumsal (toplum ölçeğinde) bir olgudur… Böylece artıdeğerin niceliği ve oranı, ilk planda, her işyerinde hüküm süren (sömürü) nicelik ve oranlarının toplamının bir sonucu olmayıp, toplumsaldır ya da toplum-ölçeklidir. .. Her bir endüstride ücretler ve karlar arasındaki ilişkiden başlayarak genel bir artıdeğer oranı saptamak… kapitalist üretimin toplumsallaşmış doğasını ve onun karmaşık işbölümünü gözden kaçırmaktır.” (Alfredo Saad-Filho, Marks’ın Değeri: Çağdaş Kapitalizm İçin Ekonomi-Politik, Yordam Kitap)

Çünkü, bütünü, parçaların toplamından ibaret gören bu Aristo mantığı, her işyerini ve işkolunu, toplumun geri kalanından, kapitalist sistemin bütününden yalıtıkmış gibi ele alır. Burjuva iktisatçıların çok sık düştüğü bu hata, ne yazık ki işçilerin ve çoğu devrimcinin de kendiliğinden bilincine hakimdir. Belli bir işyerindeki sömürü, toplumun geri kalanından yalıtık ele alındığında, kapitalist sömürünün toplumsallığının temelini oluşturan soyut emek-değer yasası (her ürünün değerinin onu üretmek için gerekli toplumsal ortalama emek-zamana göre belirlenmesi vb.) gözlerden gizlendiğinden, sömürü, somut emek ve kullanım değerleri temelinde gerçekleşiyor gibi görünür; bu nedenle de, sanki kapitalizm dışı (kapitalizm öncesi toplumlara özgü), sanki tekil patron ile işçi arasında kişisel bir ilişkiymiş/sorunmuş gibi algılanır.

Oysa, kapitalizm öncesi üretim tarzlarının aksine, kapitalist sömürü, doğrudan kişisel bağımlılık ilişkilerine dayanmaz. Çünkü, somut emek ve kullanım değerleri temeline değil, ancak toplum ölçeğinde belirlenen soyut emek ve değişim değerleri temelinde işler. Bu nedenle de, tek tek fabrika, büro, çiftlik özelinde belirlenemez. Sermaye, birbirinden bağımsız görünen çok sayıda kapitaliste ait çok sayıda farklı sermaye olarak var olmasına karşın, kapitalist artıdeğer sömürüsü, öncelikle, genel olarak sermaye düzleminde gerçekleşir. Bu demektir ki, işçiler, şu veya bu işyerinde, şu veya bu patrona çalıştıkları için değil, ve o işyerine özgü kar oranı göz önüne alınmaksızın, öncelikle ve salt işçi, ücretli emekçi oldukları için sömürülürler. Kaldı ki, belli bir işyerinde veya işkolunda çalışan işçilerin ücretleri, ürettikleri metaların fiyatları ve patronların karları, işçilerin o işyerinde fizik olarak neyi ne kadar ürettikleriyle değil, o metaların üretilmesi için gerekli toplumsal ortalama emek zamanı dolayımında ve bunun piyasa fiyatlarına çevrilmesiyle, yani tüm metalar kitlesi içindeki göreli yeriyle belirlenir ki, bu da, kredi sistemiyle vb. birlikte, belli bir işyerindeki veya işkolundaki kar oranının ve sömürü şiddetinin, bu dar sınırlar içinde değil, ancak toplum ölçeğinde (tüm işçilere karşılık tüm sermaye ölçeğinde) belirlendiği anlamına gelir.

Bireysel kapitalistlerin kendi çalıştırdıkları işçileri sömürmedeki kişisel hırs, inisiyatif ve yaratıcılıkları ne olursa olsun, kimin tarafından çalıştırıldıklarından bağımsız olarak tüm işçilerin ürettikleri toplam toplumsal artıdeğer kitlesinden, her kapitalist, toplam sermaye içindeki kendi sermaye yatırımının payı ve kolektif kapitalist olan devlet iktidarı içindeki gücü oranında pay alır. Başka deyişle, kapitalist sömürüde, toplam toplumsal emek zamanı ile toplam sermaye ilişkisi belirleyicidir, her kapitalistin bundan ne kadar pay alacağına ilişkin güç ve rekabet savaşımları ise, bu temelde belirlenir.

“Her özel üretim alanında bireysel kapitalist ve bütün olarak kapitalistler, toplam sermaye tarafından, toplam işçi sınıfının belli bir sömürü derecesi ile sömürülmelerine, yalnız genel bir sınıf sevgisiyle değil, aynı zamanda, doğrudan ekonomik nedenlerle doğrudan doğruya katılırlar. Çünkü toplam yatırılan sermaye veri kabul edildiğinde, ortalama kar oranı, toplam emek miktarının, toplam sermaye tarafından

Page 49: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

sömürülmesinin yoğunluğuna bağlıdır.” (Marks, Kapital 3. Cilt)

“Öte yandan, her özel sermaye alanı ve her bireysel kapitalist, toplam sermaye tarafından çalıştırılan toplumsal emeğin üretkenliği konusunda aynı ilgiyi duyar.” (Age) Çünkü, toplam sermayeye göre üretilebilecek toplam toplumsal artıdeğer kitlesi, yani kar oranı, emeğin toplumsal üretkenliğine (ve dolayısıyla toplumsal ortalama sömürülme derecesine) bağlıdır. Emeğin tek tek işyerlerinde ve işkollarında değil, bir bütün olarak toplum çapındaki üretkenliği, sermaye birikiminin ve üretilen artıdeğerin gerçekleştirilebilmesinin olanaklarını belirlemekle kalmaz, her bireysel kapitalistin yatırdığı sermayeye oranla toplam toplumsal artıdeğerden el koyabileceği miktar da bu genel üretkenlik/sömürü düzeyinde belirlenir. Belli bir kapitalist çalıştırdığı işçilerin emek üretkenliğini olağanüstü artıran daha ileri teknolojilere yatırım yaparak, ya da ortalamanın çok üzerinde aşırı çalıştırma ve ücretlerini ortalamanın altına bastırma gibi yöntemlerle, ortalamanın üzerinde tekelci/azami kar elde edebilir kuşkusuz, ne var ki bu bireysel kapitalistin toplam sermaye aleyhine elde ettiği bir fazla kardır, ve ancak diğer kapitalistlerin karlarını ortalamanın altına düşürme pahasına gerçekleşebilir, diğer kapitalistleri de aynı yöntemleri uygulamaya zorlar.

“İşte bu, kapitalistlerin kendi aralarında rekabet sözkonusu olduğunda birbirlerinin gözünün yaşına bakmadıkları halde, bütünüyle işçi sınıfı karşısında, birbirine tutkun bir mason derneği kurmalarının nedenini, matematik bir kesinlikle kanıtlamış olur.” (Marks, age)

Farklı sermayelerin organik bileşimine göre çok farklı olan kar oranları, sermayenin kar oranının düşük olduğu alanlardan çekilip yükselen alanlara akmasıyla eşitlenme eğilimi gösterir. Bu, işçi sınıfının sömürülme ve ezilme koşullarının, çalışma ve yaşam koşullarının genel bir eğilim olarak, toplum ve dünya çapında eşitlenme eğilimi gösterdiği anlamına gelir. Devletin kolektif kapitalist olarak varlığı ve sürekli yaptığı ekonomik, siyasal, askeri, hukuki müdahale ve düzenlemeler, (örneğin yüksek vasıflı belli bir işçi kesimine talebin artması bu kesimin ücretlerini yükseltir. Fakat devlet devreye girip talebin arttığı işgücünün arzını aşırı artırarak ücretleri düşürecek, düzenlemeleri- eğitim sisteminde vb.- yapmakta gecikmez…) toplam sermaye kitlesini bireysel kapitaliste karşı biraraya toplayan kredi sistemi, kapitalist üretim esasına göre işletilmeyen büyük üretim alanlarının (geleneksel küçük üreticiler vd.) tasfiyesi, rekabet ve sermayenin karlılığı düşen alanlardan hızla karlılığı yükselen alanlara kaydırılma yeteneğinin artması, nüfus yoğunlaşması… yani kar oranlarının eşitlenmesini kolaylaştıran tüm bu etkenler, aynı zamanda, sömürü derecesi ve koşullarını da, şu veya bu kapitaliste, işyerine, işkoluna, ülkeye bağlı olmaktan çıkarır, durmaksızın (dibe doğru) eşitleme eğilimi gösterir. Dahası, “işçilerin bir üretim alanından diğerine, bir üretim merkezinden bir başka üretim merkezine aktarılmalarını engelleyen bütün yasaların yürürlükten kaldırılması, emekçinin yapacağı işe (ve işyerine, işkoluna-DP) ilgisiz hale gelmesi, bütün üretim alanlarında emeğin elden geldiğince basit emeğe indirgenmesi, emekçiler arasında meslekleri ile ilgili bütün önyargıların yokedilmesi (örneğin günümüzde kamu işçileri, öğretmenlik, sağlık emekçileri, mühendisler, teknoloji işçileri vb. -DP), ve en sonu, ama özellikle, emekçinin (emekçilerin büyük çoğunluğunun bn) kapitalist üretim tarzının egemenliğinin altına sokulması” (Marks, age), tüm bunlar, kapitalist sömürüyü, hangi işyerinde veya işkolunda, bölgede vb. hangi patronlar tarafından uygulandığından görece bağımsız hale getirmektedir.

Özelleştirilen, kapatılan KİT işçileri, ya da günümüzde seyrekleşen biçimde de olsa belli bir özel işyerinde 8-10 yıl çalışan işçiler, kapının önüne koyulduklarında yaşadıkları travma bilinir. “Biz bu işyerinde kuşaklar boyu çalıştık, emeğimizle varettik, yaşamımızı ve çocuklarımızın mutluluğunu onun için feda ettik, şimdi bize reva görülene bakın!” derler. Ya da vasıfsızlaşan emekçi kesimleri, örneğin ücretli ve işsiz öğretmenler, mühendisler vb. “biz bunca yıl bunun için mi okuduk” derler. Travmatik olduğu kadar da yürek parçalayıcı ve trajiktir olan bu durum diğer taraftan, sömürü ve bağımlılık ilişkisinin, kişisel ve özel bir ilişki olarak algılanmaktan çıkarak, gerçekte olduğu gibi toplumsal sınıflar arasındaki bir ilişki olarak kavranmasının dinamiklerini geliştirir. Tüm bunlar, ilk elde işçi sınıfını aşındırıcı, dağıtıcı bir etki yaratsa da, karşıt toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiyi,

Page 50: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

tek tek işyeri, işkolu, meslek, kesim, hatta ulusallık vd. hücrelerinden sıyırarak, evrenselleştirmektedir.

Sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi

Devamla: “Sermaye kolektif bir üründür, ve ancak bir çok bireyin birleşik eylemiyle, hatta son tahlilde, ancak toplumun tüm üyelerinin birleşik eylemiyle harekete geçebilir.” (Marks, Komünist Manifesto)

Toplumsal ve teknik işbölümünün son derece karmaşıklaşması, üretim ve istihdamdaki parçalanmaya karşın tabanının genişlemesi, işyerleri ve işkolları arasındaki karşılıklı ve içsel bağıntıların artması, birçok metanın üretiminde artık tek bir mekan yerine, karmaşık üretim zincirleri ve ağlarının gerekmesi… Tüm bunlar, aslında üretim, emek ve bilginin daha ileri düzeyde toplumsallaşmasının göstergeleridir. Daha basit parçalara ayrılması ya da kaydırılması mümkün olmayan azalan sayıdaki tek bir mekandaki üretim süreci dışında, artan sayıda mal ve hizmetin toplum sathına hatta dünya sathına yayılmış karmaşık üretim zincirleri gerektirmesi, tek tek üretim birimlerinin hatta sektörlerin önemini görece azaltırken, üretimin toplumsallığını ve işçi sınıfının bütünselliği dinamiğini öne çıkartacaktır. Birçok üretim süreci karmaşık ve kademeli fason, taşeron vb. zincirleriyle, çok sayıda kapitaliste bölünmüş görünse ve bugün için işçi sınıfının küçük parçacıklar halindeki mücadelesini tamponlasa da, sayıları azaldıkça devleşen ve diğerleriyle aralarındaki farkı açan büyük sermaye gruplarının, sanayinin sayısız kolundan, finansa, ticaretten eğitim ve sağlığa, tarımdan turizme vb. entegre sermaye birikimini sürdürebilmek için, aslında giderek ve adeta, tüm işçi sınıfının doğrudan ve dolaylı, fakat entegre, birleşik, sinerjik çalışması zorunlu olmaktadır. Yalnızca Koç ve Sabancı’nın toplam cirosunun ulusal gelirin önemli bir yekununu tutması, sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin (karşıt merkezkaç dinamiklere göre) baskın dinamik olduğunun, tüm bu karmaşık ilişkiler ve dağınıklık içinden, aslında daha büyük sınıf ekseni yalınlaşmasının ilerlediğinin göstergesidir. (İşçi Sınıfının Devrimci Potansiyeli, UÇ, sayı 21, 1 Eylül 2005)

Bunun için, Türkiye’de en büyük 500 sanayi işletmesinin, toplam toplumsal üretim ve katma değer içindeki, ilk 50 sanayi işletmesinin de en büyük 500 içindeki payının onyıllardır süregiden artış eğilimine bakmak yeter. İSO 500 araştırmasına göre, 2006 yılında, en büyük 500 sanayi işletmesinin Türkiye toplam sanayi katma değeri içindeki payı yüzde 51,2; Türkiye toplam imalat sanayi katma değeri içindeki payı yüzde 59,6′dır. Bu rakamlar sermaye yoğunlaşmasının ulaştığı, ve her yıl geriye kalan ile farkı daha da açan muazzam boyutlarına işaret eder. En büyük 500 sanayi tekeli, tüm Türkiye sanayisinde, 300 binden fazla sanayi işletmesinde üretilen toplam katma değerin yarısından fazlasını üretmekte, daha doğru bir ifadeyle, Türkiye sanayiinde üretilen toplam toplumsal artıdeğer kitlesinin yarısından fazlasına el koymaktadır.

Bu yoğunlaşma düzeyini daha iyi anlamak için, iki göstergeye daha bakalım. En büyük 500 sanayi tekeli içinde, ilk 50’sinin, istihdamdaki payı yüzde 33, üretimdeki payı yüzde 52, katma değer payı yüzde 56.4, kar kitlesindeki payı yüzde 47, ihracattaki payı yüzde 56. Başka deyişle en büyük 50 sanayi işletmesindeki sermaye yoğunlaşması, geri kalan 450 büyük sanayi işletmesinin toplamıyla aşağı yukarı aynı düzeyde. Burada, sermaye yoğunlaşmasının bir diğer ifadesi olan, çalıştırılan işçi başına düşen sermaye kitlesinin muazzam büyümesini, dolayısıyla bu işletmelerdeki emeğin devleşen toplumsal üretkenliğini de görmek mümkün. Aynı sermaye yoğunlaşması farklılığı, ilk 500 ile ikinci 500 büyük sanayi işletmesinin karşılaştırılmasından da görülecektir: İkinci 500 büyük sanayi işletmesinin, Türkiye sanayi katma değeri içindeki payı yüzde 4,2, Türkiye imalat sanayi katma değeri içindeki payı yüzde 4,9′dur. İlk 500 ile ikinci 500 arasındaki katma değer farkı, dolayısıyla sermaye yoğunlaşması farkı, tam 12 kattır! Aynı yoğunlaşma sürecini çalıştırılan işçi sayılarından da görmek mümkündür: İlk 500 için, toplam 534 bin işçi (işletme başına ortalama bin işçiden fazla), ikinci 500 için, toplam 185 bin işçi (işletme başına ortalama 370 işçi, yani önemli bir bölümü irice KOBİ).

Aynı yoğunlaşma sürecini, bu kez uluslar arası sermaye yoğunlaşması bağlamında, emperyalist sermayeli veya ortaklı işletmelerin oranından görmek de mümkündür: İlk 500 içinde 140 yabancı

Page 51: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

sermayeli işletme, ikinci 500 içinde ise 70 yabancı sermayeli işletme vardır. En büyük 500 içinde yabancı sermayelilerin sayısı, 1993′te 58 iken 1998′de 72, 2004′te 95, 2006′da 140′a yükselmiştir. İmalat sanayiinde ise, emperyalist sermaye yoğunlaşması çok daha belirgindir. 10 ve daha fazla işçi çalıştıran orta ve yüksek teknolojili imalat sanayii işletmeleri içinde, emperyalist sermayeli olanların katma değer payı yüzde 45′e ulaşmıştır. Emperyalist sermaye yoğunlaşmasının ve uluslararası dikey bütünleşmenin bir göstergesi olarak, en büyük 500 sanayi işletmesi içinde, emperyalist sermayeli olanların istihdamdaki payı yüzde 28, üretimdeki payı yüzde 33, katma değer payı yüzde 38, kar payı yüzde 41, ihracattaki payı yüzde 46.

Dünya çapında bakıldığında ise, dünyanın en büyük emperyalist tekellerinin her birinin ciro ve karlarının, Türkiye’deki en büyük 500 tekelin ciro ve karlarının toplamından daha büyük olduğu görülür. Sermaye birikimine içsel olan sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi dinamikleri, küresel planda en büyük emperyalist mali sermaye grupları ve emperyalist tekellerin, ulusal planda ise en büyük bağımlı mali sermaye grupları ve tekellerin, geri kalanla farkı geometrik olarak açması yönündedir.

En büyük 500 sanayi işletmesine ilişkin ayrıntılı veriler İSO’nun her yıl açıkladığı istatistiklerden, finans ve hizmet sektörleri dahil en büyük 500 şirket verileri ise Capital 500′den izlenebilir. Burada, bu verilerin altını ısrarla çizmemizin nedeni, günümüzde üretim ve istihdamın olabildiğince parçalanması eğiliminin, büyük sanayi işletmelerinin ve üretimin (ve emeğin ve bilginin) toplumsallaşmasının en önemli göstergelerinden biri olan sermaye yoğunlaşmasının önemini azaltmadığına, tam tersine artırdığı ve olağanüstü hızlandırdığına işaret etmektir.

Daha büyük sermaye kitlelerinin azalan sayıda tekelci sermaye grubu elinde toplanması anlamına gelen sermaye merkezileşmesi sürecindeki gelişmeler de benzerdir. Koç grubu, en büyük 10 sanayi tekelinin 5′inin sahibi ya da ortağıdır. Koç grubu, en büyük 500 sanayi işletmesi içindeki 15 işletmesiyle, toplam üretim içinde yüzde 22, en büyük 500 içindeki özel sektör işletmelerinin toplam katma değerindeki payı yüzde 18.5, ihracatta yüzde 22′dir. Sanayideki sermaye merkezileşmesi şu verilerden de izlenebilir: En büyük 30 sermaye grubu, çoğunluğu 500 veya binden fazla işçi çalıştıran, tüm kilit sanayi kollarındaki kilit halkaları tutan, (tamamı ilk ve ikinci 500 sanayi işletmesinde yer alan) toplam 579 büyük fabrikanın sahibidir. Koç Grubu 61 büyük fabrikanın, Sabancı Grubu 50 büyük fabrikanın, Ülker Grubu 42, Anadolu Grubu 41, Zorlu Grubu 34, Sanko 31, Eczacıbaşı 25, İş Bankası 24, OYAK 23 büyük fabrikanın sahibi ya da ortağıdır.

Aynı yoğunlaşma ve merkezileşme sürecini, finans, ticaret, medya, hizmet ve tarım alanlarının her birinde olağanüstü hızlanmış biçimiyle izlemek mümkündür. Ekonominin bütünündeki yoğunlaşma ve merkezileşme ise, bu alanların her birindeki ve kilit alt dallarındaki en büyük işletmeleri bünyesinde kaynaştıran en büyük 30 civarındaki bağımlı sermaye grubu nezdinde, sermayenin toplam döngüsü içinde tek tek alanlardaki yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin aritmetik toplamının çok ötesine geçen, geometrik bir güç yoğunlaşmasını ortaya çıkarmaktadır. Aynı şey, dünya çapında bağımlı ülkelerin en büyük sermaye gruplarının kendilerine olan bağımlılığını pekiştiren, en büyük empeyalist tekeller ve mali sermaye grupları için geçerlidir.

Bağımlı kapitalist ekonominin bütünü açısından bakıldığında, sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi çok daha muazzam boyutlardadır. 30-40 kadar en büyük tekelci sermaye grubu, başta enerji, telekominikasyon, otomotiv, elektronik, petro-kimya, demir-çelik, inşaat, limanlar, tersaneler olmak üzere tüm kilit sınai faaliyet kollarıyla birlikte, finans (bankacılık, sigortacılık, borsa vd. ), toptan, parekande ve uluslar arası ticaret, nakliyat, medya, turizm, eğitim, sağlık, spor, kültür-sanat ve diğer hizmet kolları, tarımı bünyelerinde “kaynaştırmış” durumdadır. İş Bankası ve Koç Holdingin dünyanın en büyük 500 şirketi sıralamasına, Koç Grubunun 3, Sabancı Grubunun 2 olmak üzere toplam 11 şirketin Avrupa’nın en büyük 500 şirketi sıralamasına girmesi bağımlı sermayenin uluslar arası yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin ulaştığı boyutları göstermektedir. Nitekim, yurtdışına da yatırımları artan bu gruplar, bünyelerinde birleştirdikleri her faaliyet kolundaki kilit halkalarda, emperyalist tekeller ve mali sermayesi ile daha ileri düzeyde bir

Page 52: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

(aşağıdan) dikey bütünleşme içerisine girmektedirler.

İşçi yoğunlaşması

Sınıf savaşımı açısından çıkartılacak ilk sonuçlardan biri, en büyük sanayi tekellerindeki işçi yoğunlaşmasının, teknolojik ilerleme ve üretim parçalanması ile birlikte genel bir azalma eğilimine karşın, stratejik önemini koruması ve koruyacak olmasıdır. Kaldı ki, burada sorun hangi işletmede ne kadar işçi çalıştığından çok, dev çaplı sermaye yoğunlaşmasıyla, işçi başına düşen sermaye kitlesinin geometrik olarak artması, dolayısıyla emeğin toplumsal üretkenliğindeki muazzam artıştır. Başka deyişle, bu işletmelerdeki işçilerin sınıf savaşımındaki kilit ve stratejik rolünün, işçi yoğunlaşmasındaki genel azalma eğilimine karşın, azalmaması, tam tersine artmasıdır. Örneğin bir Tofaş ve Renault’da toplam 9 bin civarındaki işçinin üretimi durdurması veya yavaşlatması, sadece otomativ sektöründe, otomotiv yan sanayi ve tedarikçileri düşünüldüğünde 100 bin civarında işçinin çalıştığı işletmelerdeki üretimi doğrudan, ekonominin bütünü düşünüldüğünde doğrudan veya dolaylı olarak bağlantılı en az bir milyon işçinin çalıştığı işletmelerin üretimini etkiler. Bununla kalmaz, bağlı kolları arasında üretim organizasyonunu dünya çapında planlı işbölümüyle yapan emperyalist tekellerin merkezini de etkiler. Emperyalist tekellerin, belli bir ülkedeki fabrikalarında grev ve direnişler artınca, ücretler yükselince, üretimi başka bir ülkedeki fabrikasına kaydırması kuşkusuz mümkündür. Ancak, özellikle yeni ürün ve model geliştirme ve üretiminde bu bir çırpıda gerçekleşemeyeceği gibi, ciddi maliyet artışlarına da yol açar.

Burjuva iktisatındaki, ana firmada çalışan işçi başına, aynı sektörde doğrudan ileri ve geri bağlantılı işletmelerde kaç işçinin istihdam edildiği türünden göstergeler, gerçekte sermaye yoğunlaşması ve entegrasyonunun (dikey ve yatay bütünleşme süreci) , yani üretimin daha ileri düzeydeki toplumsallaşmasının göstergesi olarak okunabilir. Örneğin “Türkiye otomotiv sektöründe, ana firmada çalışan işçi başına, doğrudan bağlantılı işletmelerin ilk halkasında, 10 işçi istihdam ediliyor” denildiğinde, bu 1′e 10 oranını, aynı zamanda, sermaye yoğunlaşması ve bütünleşmesiyle iç içe, emeğin yoğunlaşması ve bütünleşmesinin düzeyi olarak okumak gerekir. Dolayısıyla sermaye yoğunlaşması arttıkça, ana firmadaki işçi başına sermaye kitlesi geometrik olarak artmakla kalmaz, “ana firmadaki işçi başına”, onunla doğrudan ve dolaylı olarak bağlantılı üretim yapan işletmelerdeki işçi çarpanı/oranı ve sayısı, geometrik olarak artar. Bu, sermaye yoğunlaşmasıyla, emeğin toplumsal üretkenliğinin ve tüm toplum (ve dünya) sathına yayılmış toplam toplumsal emeğin bütünleşmesinin iç içe süreçler olduğunu gösterir.

Büyük sanayi işletmelerindeki işçi yoğunlaşması, mutlak önemini koruduğu ve göreli önemini artırdığı gibi, başta nakliyat (limanlar, havayolları, deniz ve kara taşımacılığı vd.) perakende ticaret (büyük alışveriş merkezleri, hiper ve gros market zincirleri), büro emeği (her birinde 2-3 bin kişinin çalıştığı dikey fabrikalar biçimindeki plazalar vd.) olmak üzere hizmet sektöründe ve giderek tarımda da (büyük çiftlikler, plantasyonlar), yeni bir işçi yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimi, belirgin biçimde kendini göstermektedir.

Çalıştırılan işçi sayısına göre çeşitli büyüklük kategorileri; 100+, 250+, 500+, 1000+ işçi çalıştıran büyük işletmelerde ve işletme zincirlerindeki, işçi yoğunlaşmasının kilit ve stratejik önemi (üretim ve istihdamdaki tüm bölme parçalama eğilimlerine karşın) azalmadığı gibi artmaktadır. (200-300 civarında işçi çalıştırdığı halde, kendi alt dalında mutlak tekel konumunda olan işletmeler de vardır.) Bu yalnızca, otomativ ana firmalarındaki dev çaplı montaj hatlarının, demir-çelik ve petro-kimya tesislerindeki üretimin teknolojik ve/veya ekonomik olarak halen bölünmesinin mümkün olmamasından, alan ekonomilerinin yükselişine karşın bir çok sektör ve büyük işletmede ölçek ekonomilerinin önemini korumasından kaynaklanmaz. Aynı zamanda ve asıl olarak, tekelci kapitalist rekabette de, göreli artı değer üretiminin, dolayısıyla sermaye yoğunlaşması ve uzmanlaşmasının kilit öneminin olağanüstü artmasından kaynaklanır.

Bu ise, büyük işletmelerde çalışan işçilerin emek üretkenliğindeki dev çaplı artışla birlikte, buralarda yoğunlaşan ve KOBİ’ler deryasında adacık gibi kalan işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının son mevzilerinin de hızla tasfiye olmasına, ve çalışma koşulları ve ücretlerin giderek KOBİ işçilerine yaklaşmasına yol açmaktadır. Bu bırakalım yakın zamana kadar işçi sınıfının

Page 53: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

“ayrıcalıklı” ve “aristokratik” özelliklere sahip olduğu düşünülen büyük sanayi-imalat fabrikalarını, büyük Ar-ge ve tasarım birimlerinde yoğunlaşmış en yüksek vasıflı ve en yüksek ücretli kesimlerin çalışma koşullarını ve ücretlerini hızla aşağı doğru çekmektedir. Örneğin, bir TOFAŞ işçisi, 10-15 yıl öncesine kadar, işçilerin deyişiyle “Bursa’da istediği kızı alır, istediği evi kiralar, senet imzalamadan istediği kadar borçlanabilir”di. Toyota‘nın otomobil montajındaki emek üretkenliğini büyük çaplı artıran yalın üretim organizasyonunu ve platform teknolojisini geliştirmesi, ve bunun otomotiv tekelleri arasında kızışan rekabetle evrenselleşmesi ile, otomotiv ana firmalarındaki montaj hatlarında çalışan işçiler de, çalışma ve ücret koşullarından, kısmi iş güvencesinden kaynaklanan “ayrıcalık” ve “statülerini” önemli ölçüde yitirmeye başladı. Birkaç yıl öncesinde, Toyata, bu kez, tasarım sürecinde ve tasarımla üretimin entegrasyonunda kaydettiği yeni tekniklerle, yeni bir otomobil modelinin tasarım ve üretimini 3-4 yıldan 2 yıla çekince, büyük otomotiv ve yan sanayi fabrikalarında çalışan işçilerin ücret ve çalışma koşulları (bu kez maliyet ve ücretlerin en yüksek olduğu tasarım ve test birimlerini de içerecek biçimde) ikinci ve daha sert bir düşüş dalgası yaşamaya, tasarımın ve testin bazı alt aşamaları da bağımlı ülkelerdeki şubelere kaydırılmaya başlandı. Yalnızca Renault‘nun Fransa’daki, yeni model tasarımlarının yapıldığı Teknocentre’ında, son 1 yılda tam dört yüksek vasıflı işçinin aşırı artan çalışma stresi nedeniyle intihar etmesi, genel eğilimi gösteren yeterli örnektir. Fiat‘ın bazı yeni model tasarım aşamaları ve üretimini devrettiği Tofaş da, yeni model üretimini önümüzdeki 1 yıl içinde 2 yıla çekebilmek için tam 290 mühendis ve uzmanın çalıştığı bir Arge birimi kurmuştur ve burada da, çalışma koşulları ve gerilimi, montaj hattından bile daha korkunç düzeydedir. Toyota’nın tasarımda ve tasarım ile üretimin birleştirmesinde emek üretkenliğini ve göreli artı değer üretimini artıran yeni hamlesinin ardından, son bir yıl içinde büyük otomotiv ana firma ve yan sanayilerinde, çalışma temposunun ve sürelerinin büyük çaplı artması ve ücretlerin düşmesine karşı, dünya çapında, ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İtalya’daki otomotiv tekellerinin merkezlerinden, Çin, Rusya, Hindistan, Güney Kore, Güney Afrika, Brezilya, Meksika, İran’a kadar bir grev ve direnişler dalgası yaşanması ve devam etmesi, bunun çarpıcı bir göstergesidir.

Büyük işletmelerde çalışma temposunun olağanüstü artmasına karşılık ortalama işçi ücretleri ile kayıtlı KOBİ’lerdeki ortalama işçi ücretleri, bununla kayıtsız enformal sektördeki ortalama işçi ücretleri arasındaki makas, aşağıya doğru kapanma eğilimi göstermektedir.

Stratejik bir sonuç olarak, yalnızca özelleştirilen büyük KİT’lerde çalışan işçiler (örneğin Koç ve Shell, Türkiye’nin en büyük ve en karlı sanayi tekeli olan Tüpraş’ı aldıktan sonra, 1 yıla kalmadan, işçi sayısını azaltma, yüksek karlı bulmadıkları bölümlerini kapatma, çalışma temposunu artırma ve ücretleri ve hakları budama operasyonuna başlamışlardır) açısından değil, bir bütün olarak büyük işletmelerde çalışan işçiler, KOBİ’ler deryasında adacık gibi kalan, “ayrıcalık” ve “statülerini” giderek yitirmektedirler. Önemlidir. Çünkü, Türkiye’de 80 sonrasında, özellikle de 90′ların ikinci yarısından sonra, komünist ve devrimci hareket, sermaye yoğun stratejik öneme sahip büyük işletme işçilerinin yanına bile yaklaşamaz hale gelmiştir. Bunda, şu veya bu düzeyde sınıf çalışması yürüten sol ve devrimci siyasetlerin, öncelikli bölge, sektör ve işletmeler gibi stratejik bir sınıf çalışması eksen ve planlamasından yoksun olması; sınıf çalışması yürüten kadro bileşiminin ağırlıklı olarak emek yoğun sektörlerden, fason, taşeron kesimlerden devşirilmesi ve bunun kültür ve alışkanlıklarına uyarlanılmış olması; büyük ve sermaye yoğun işletme işçilerinin elde kalan kazanım ve göreli “ayrıcalıklarını” koruma çabası ve büyüyen işten atılma (işsizlik ile KOBİ ve enformal sektör uçurumuna fırlatılma) korkusuyla, bir tür “örgütlenmesi mümkün olmayan, burjuvalaşmış işçi aristokrasisi” gibi algılanmaları, önemli etkenler olmuştur. Örneğin Türkiye’deki sermaye yoğunlaşmasının ve büyük sermaye yoğunluklu işletmelerde işçi yoğunlaşmasının önde gelen alanlarından olan Gebze, İkitelli, Kıraç, Torbalı, Manisa, Eskişehir gibi büyük fabrikaların yoğun olduğu sanayi bölgelerinde çeşitli girişimlerine karşın solun ve devrimci hareketin bir türlü dikiş tutturaması bunun bir göstergesidir.

Ancak günümüzde, sermaye yoğun büyük işletme işçilerinin ücret, çalışma ve yaşam koşullarındaki belirgin irtifa kaybı eğilimi, buna yönelmenin, daha doğrusu bu yönelimi pratikleştirmenin olanaklarını artırmaktadır. Dolayısıyla, devrimci sınıf savaşımında “ne yapmalı”nın en temel

Page 54: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

halkalarından biri, bu yönelimi engelleyen iç ve dış engellerin stratejik bir kavrayış, taktik bir planlama ve ısrarlı bir pratik yönelim ile üstesinden gelinmesidir. Kadro bileşim ve donanımı, alışkanlıkların gücü ve tek yanlı algı koşullanmaları ve şekillenişten kaynaklanan büyük zorluklar ne olursa olsun, bu stratejik yönelimin uygulanabilmesinin zorunlu kıldığı stratejik bilinç farklılaşması, kadro planlaması ve pratik irade ile bunun yolu açılmak zorundadır.

Eş zamanlı mühendislik

Bunun kadar önemli stratejik, ve dahası enternasyonal örgütlenme dinamiği de, yeni teknolojilerin olanaklı kıldığı “eş zamanlı mühendislik” olgusudur. Eş zamanlı mühendislik, tasarım, üretim, finansman, pazarlama planlama ve organizasyonunu, artık dünya çapında eş zamanlı olarak gerçekleştirmek zorunda olan emperyalist tekellerin, dünya çapında kendine doğrudan ve dolaylı olarak bağlı tüm işletmelerde, tasarım, geliştirme, üretim, pazarlama ve finans mühendislerini ve uzmanlarını, dikey ve yatay olarak bütünleştirilmiş intra net ortamları içerisinden, sık sık uluslar arası toplantılar ve eğitim çalışmaları ile (hem her bir alandakileri uluslar arası olarak kendi içinde hem de tasarım, üretim, finans, pazarlama gibi alanlar arasında) eş zamanlı ve birleşik olarak çalıştırmasıdır. Örneğin Ford veya Daimler Crhsyler, yeni bir ürün tasarlama, geliştirme, üretme, pazarlama ve finansmanının dünya çapında planlama ve organizasyonunun, yani üretimin ileri ve uluslar arası ölçekte toplumsallaşmasının zorunlu bir sonucu olarak, dünya çapında ve sayısız ülkedeki kendine doğrudan bağlı tüm işletmeler ve başlıca tedarikçilerde, çalışan kafa emekçilerini uluslararası planda birbirine doğrudan bağlı, eş güdümlü ve bileşik olarak çalıştırmaktadır.

Eş zamanlı mühendislik, yani üretim, emek ve bilginin daha ileri ve daha dolaysız biçimde bütünleşmesi ve toplumsallaşmasının bu yeni biçimi, yalnızca otomotivde değil, üretimlerini dünya çapında organize eden bir çok sermaye yoğun sanayi sektöründe , yanısıra, yine dünya çapında entegrasyon düzeyi yüksek, finans, hizmet, perakande ticaret (McDonalds vbye varana kadar) uygulamadadır ve hızla yaygınlaşmaktadır. Örneğin Adidas, tasarım ve pazarlama merkezindeki ve dünya çapındaki fason üretim ve tedarik fabrikalarındaki, 850 büyük mağazasındaki, 15 bin franchising usulu mağazasındaki sayısız uzman ve mühendisi, intra net ortamında sık sık bir araya getirmekte, diğer sektörlerde olduğu gibi özellikle yeni ürün tasarım, geliştirme, üretim ve pazarlama süreçlerinde dünya çapında uzman ve mühendislerin dolaysız temas içinde doğrudan bileşik çalışması, çok daha ileri bir yoğunluk kazanmaktadır. Aynı şey, örneğin, Türkiye’de de büyük çaplı yatırımları olan Carrefeour gibi, uluslar arası hiper market zincirleri için, Citibank (Akbank’ın yüzde 20 ortağı) gibi emperyalist bankalar için de geçerlidir. Üretimin dünya çapında daha dolaysız toplumsallaşmasının yeni ve ileri biçimlerinden biri olan “eş zamanlı mühendislik”, aynı zamanda, işçi sınıfının, hem en yüksek göreli artıdeğer üretimi yapan en kilit ve çekirdek güçlerinin, dünya çapında bileşik örgütlenmesinin zemini (ve asıl olarak çok daha gelişkin bir sosyalizmin ileri bir dinamiğini) sunar. Kuşkusuz, bugün büyük sermaye yoğun işletmelerinin montaj-imalat bölümlerinde bile doğru dürüst bir devrimci siyasal-sendikal çalışma yürütmek istisnai iken, emperyalist tekellerin her ülkedeki işletmelerinin en kilit alanındaki kafa emekçilerinin (kaymak tabakası!) uluslar arası sendikal-siyasal doğrudan etkileşim, örgütlenme ve mücadelesi gibi bir stratejik hedef, “çok uçuk” görünebilir. Ne var ki, bu “uçukluk”, bugünkü ufkumuzun aşırı darlığına görelidir; asıl kavranması gereken ise gelişmenin stratejik dinamikleri ve olanaklarıdır.

Her iki uzmanlaşma biçimi de, ekonomide artan dikey bütünleşmenin biçimleridir. Sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, ekonomideki işbölümü, uzmanlaşma ve standartizasyon ile iç içe işleyen bir süreçtir. Başka deyişle, sermayeler arası uzmanlaşma, sermaye yoğunlaşmasının bir diğer adıdır. Çünkü belli bir ürünün üretimi genişledikçe, üretim araçlarının ve işgücünün uzmanlaşması artmakla kalmaz, artırılan ürün için gerekli tedarik üretimini yapanlar ve servis sağlayıcılar içinde daha büyük uzmanlaşma olanakları ortaya çıkar. Dolayısıyla, sermaye yoğunlaşması, yalnızca en büyük sermaye gruplarının ve tekellerin, toplam toplumsal emek zamanından ve sömürüsünden ne kadar pay aldığını ve bu paydaki artışı gösteren aritmetik bir sorun değil, aynı zamanda ve asıl olarak, ekonominin bütünündeki entegrasyon (dikey ve yatay bütünleşmeyle ile üretici güçlerin toplumsallaşma) düzeyinin en temel göstergesidir.

Page 55: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

Sermaye yoğunlaşması, işbölümünü derinleştirir, uzmanlaşmayı daha ileri düzeye götürür, ve ülkeler, işkolları ve diğer işletmeler arasında da daha ileri uzmanlaşmayı, dolayısıyla ekonominin bütünündeki bağlantılar örüntüsünü genişletir, çeşitlendirir ve geliştirir. Sermaye yoğunlaşması, sermayeler arasında işbölümü ve uzmanlaşma, bu türden işletme ve işkollarında, üretimin adeta ekonominin tüm geri kalanıyla birlikte örülmesini ve diğerleri üzerindeki kontrolünü de geliştirir.

Nitekim günümüzde, yeni bir birikim eşiğine dayanan en büyük işbirlikçi tekelci sermaye grupları, faaliyet kollarını daraltarak, her biri stratejik olarak belirledikleri daha az faaliyet kolunda güçlerini yoğunlaştırmak durumunda kalmaktadırlar. “Oyun alanının dünya” olmasının metazori bir sonucudur bu. Tıpkı sermaye yoğunlaşmasının sermayeler arasında uzmanlaşmaya ve dolayısıyla sermayeler arasındaki bağlantıların artmasına yol açması gibi, burada da tersinden, daha az sayıda faaliyet kolunda tüm gücünü yoğunlaştırabilmek için, en büyük sermaye gruplarının her birinin azalan sayıda faaliyet kolunda uzmanlaşması, daha büyük ve dev çaplı sermaye yoğunlaşmasına yol açmaktadır.

Dikey bütünleşme, yalnızca “ortaklık” ve “birleşmeler” ile gerçekleşmez. İşbölümü ve uzmanlaşmanın en tipik biçimlerinden biri de, bir fason tedarik işletmesinin tek bir ana firmaya üretim yapmasıdır. Bu durumda, her bir işletme ayrı kapitalistlerin mülkiyeti ve arada piyasa dolayımı görünmekle birlikte, tedarikçinin ürettiği girdilerin fiyatı, zamanı, kalite standartları vb, dolayısıyla çalışma koşulları tümüyle ana firma tarafından belirlendiği için, gerçekte, tedarikçi firma özerk değil, ana firmayla aşağıdan bütünleşmiş, adeta onun teknik bir birimi olarak işler. Bu durumda iki firma arasındaki piyasa kuralları halen ilişkiyi dolayımlar görünmekle birlikte, gerçekte piyasanın ve değer yasasının alanı daraltılmış olur. Belli bir işkolundaki büyüyen yoğunlaşma ve uzmanlaşma içerisindeki bir tekelin, sayısız başka firmaya ara girdi üretmesi ve/veya sayısız başka firmadan ara girdi alması, benzer bir durumun çok daha karmaşık ve gelişmiş bir biçimine işaret eder. Tekelci işletmenin, girdi aldığı ve/veya verdiği ileri ve geri bağlantılanmalarının en azından ilk halkalarıyla da “eş zamanlı mühendislik” uygulaması, yanısıra bu bağlı firmalara teknolojik ve işgücü eğitimi vd. doğrudan “destek” vermek zorunda kalması da, bu doğrudan bütünleşme sürecine işaret eder. Bu durumda, çeşitli işletmelerin mülkiyetlerinin birbirinden ayrışmasına karşın, teknik ve idari bütünleşme ve merkezileşme süreçleri söz konusudur.

Çok sayıda irili ufaklı firmanın çok sayıda irili ufaklı firmaya, hem girdi hem çıktı ürettiği, eskiden “çoklu bütünleşme” veya “dallı budaklı bütünleşme” denilen, günümüzde çok yaygınlaşan biçimiyle “ağ tarzı bütünleşme” ise, bütünleşmenin çok daha karmaşık ve birleşik örüntülü bir biçimidir. Örneğin Fiat’ın, ortaklıklarla denetim altında tuttuğu çok sayıda ülkedeki kolları arasında, yalnız yönetimdeki merkezileşmeden değil, her birinin ötekilere girdi çıktı üretiminden kaynaklanan teknik bütünleşme de vardır. Tofaş, yalnızca İtalya’daki Fiat’ın merkez fabrikalarından kendi bünyesinde üretemediği bazı parça ve girdileri almakla kalmaz, ana firmaya çok sayıda girdi de üretir. Bununla kalmaz, Tofaş’ın yatırımında da rol oynadığı Kuzey Afrika ve Kafkasya’daki otomotiv fabrikalarından da buralarda daha ucuza üretilen bir dizi girdiyi alır ve buralarda üretilemeyen bir dizi girdiyi verir. Bununla da kalmaz, General Motors,Fiat’ın önemli bir hissesini ele geçirerek yönetiminde söz sahibi olduğundan, General Motors’un dünya çapındaki tüm fabrikaları ile Fiat’ın dünya çapındaki, özellikle aynı bölgelerdeki fabrikaları ve teknomerkezleri arasında benzer bir ilişki vardır. Ve tabii, dünya çapında sayısız yan sanayi firmasının ve tedarikçinin de bunlarla bütünleşmiş olması… Böyle bir çok yönlü üretim örüntüsü için ortaklık ilişkisi de gerekmez. Örneğin birbirine rakip olan en büyük emperyalist tekelleri arasında da karşılıklı girdi-çıktı örüntüsü arttığı gibi, ortak dev çaplı ar-ge laboratuvarı yatırımları da gelişmektedir (buna “ortaklaşa rekabet”, “işbirliği içinde rekabet” deniyor. Örneğin ABD merkezli otomotiv tekelleri, en büyük rakipleri olarak görünen Japon otomotiv tekellerinden aldıkları girdilere yüksek bir bağımlılık içindedir.) Tüm bu gelişmeler açısından, üretim ve emeğin daha ileri toplumsallaşması ve dolayısıyla birleşik mücadelesinin dinamikleri açık olmalıdır.

Önemli bir nokta da, fason, taşeron işletmelerde çalıştırılan işçilerin ürettiği artıdeğerin, yüzde 60′ı ile yüzde 99′u arasındaki bir kısmına, bunların bağımlı üretim veya hizmet ürettiği emperyalist ve işbirlikçi tekellerin (artıdeğerin aşağıdan yukarıya pompalanması) el koymasıdır. Başka deyişle

Page 56: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

fason, taşeron vd. bağımlı işletme işçileri, yalnızca kendi patronları tarafından değil, ondan çok daha fazla “daha ve en tepedekiler” tarafından sömürülmektedir. Fason ve taşeron işçilerin tepkisi kendi patronlarına odaklanıyor olsa da, sermaye içi kademelenme çerçevesindeki “daha ve en büyük” patronların yalnızca sömürülmelerinden giderek daha büyük pay almakla kalmadıklarını, asıl bu piramidin daha ve en tepesindekilerin karlılığı korumak ve sermaye yoğunlaşmasını ve merkezileşmesiyle iç içe sermaye birikimlerini sürdürmek için KOBİ’lerdeki “vahşi sömürüyü” koşulladığını ve çıplak gözle görünenden oldukça farklı olarak KOBİ’lerdeki sömürünün de asli aktörünün bunlar olduğunu kavratmak önemlidir. Bu, fason taşeron patronların “üstünden atlanacağı” veya “onlarla uğraşmaya değmeyeceği” filan anlamına gelmez kuşkusuz. Fakat, artıdeğer üretiminin ileri düzeyde toplumsallaştığı ve merkezileştiği günümüzde ana firma ile fason vd. firma işçilerinin birleşik mücadelesinin yanısıra, belli bir ana firma ya da ticari organizatöre çalışan tüm fason, taşeron işletme işçilerinin birleşik mücadele dinamiğini geliştirmek açısından önemlidir.

Üretim ve emeğin yeni ve dahi ileri toplumsallaşma biçimleri

Günümüz kapitalizminde, sermayenin yalnızca ve tek yanlı olarak merkez kaç eğilimini, üretimin durmaksızın parçalanmasını görenler, “işçi sınıfının atomize olduğu, kolektif mücadele yeteneğini yitirdiği” türünden sonuçlar çıkarmak için acele ederler. Diyalektik özürlü bu tür yaklaşımlar, birbirinden yalıtıkmış gibi görünen ağaçlara bakıp ormanı, su üstündeki dağılıp giden kabarcıklara bakıp stratejik dip akıntılarını görmemekle maluldur. Bunlara göre, “parçalanma parçalanmadır, bütünleşme de bütünleşme!” Biri varsa diğeri var olamaz! Oysa nasıl ki (bir diğer karşıtların birliği çifti olarak) rekabet tekelleşmeyi doğurur ve tekelleşme de daha şiddetli bir tekelci rekabete yol açarsa; üretimin parçalanması da üretimin daha ileri düzeyde toplumsallaşmasını (parçalar arasındaki bağlantılanma örüntüsünün artması vd.) doğurur. Sermayenin merkez kaç saçılma eğilimi ile bir üst düzeyde merkezileşme eğilimi, üretimin durmaksızın parçalanması eğilimi ile yeni ve daha yüksek bir düzeyde bütünleşme eğilimi aynı -diyalektik- sürecin iki yüzüdür. Sermaye aynı zamanda merkez kaç bir eğilime sahip olmayıp yalnızca merkezileşme hareketinden ibaret olsaydı, çok geçmeden çökerdi! Diğer taraftan sermaye durmaksızın yeni ve daha yüksek bütünleşmeler hareketi içinde olmayıp yalnızca saçılıp dursaydı, sermaye olmazdı! Bir ve aynı zamanda, hem birbirini dıştalayan hem de genişleyen temelde yeniden üreten bu iki karşıt eğilim, sermaye birikiminin kendi kendisiyle çelişik bir süreç olduğunun ifadesidir! Kapitalizmin özsel çelişkisi olarak, üretimin toplumsal içeriği ile mülk edinişin özel biçimi arasındaki karşıtların birliği ve savaşımı ilişkisinin en çarpıcı görünümlerinden biridir. Üretimin (ve emeğin) saçılması ve daha ileri düzeylerde toplumsallaşması eğilimlerini, iç içe, genişleyerek yükselen bir sarmal döngü, bir tarihsel süreç olarak kavramak gerekir. Üretim ne kadar yoğunlaşırsa, toplumsal emek üretkenliği ne kadar yükselirse, kar oranlarının düşme eğilimi o kadar şiddetlenir. (Marks’ın dahiyane diyalektik ifadesiyle, “kar oranları artı değer sömürüsü arttığı için düşer”!) Sermaye, dünya çapında genişleyip saçılarak kar oranlarını rahatlatmaya çalışır. Fakat kar oranları, bu saçılmışlık temelinde daha fazla artırılamaz hale geldiğinde, toplumsal emek üretkenliğini (parçaların içsel entegrasyonunu yükselterek) bir bütün olarak ve yeni bir düzlemde artırma zorunluluğu bir daha kapıyı çalar! Üretimin (ve emeğin) yeni ve daha yüksek bir toplumsal örgünleşmesine geçmesi, kendini zorla sermayeye kabul ettirir.

Fakat madem ki hemen herkes “üretim ve istihdamın parçalanması eğilimi”nin tek yanlı mutlaklaştırılması üzerinden nihilist ahkamlar kesip duruyor, biz ısrarla “üretim ve istihdamın yeni ve daha yüksek düzeyde bütünleşmesi eğilimi”ni gözler önüne sermeye devam edelim.

1)Tekelci büyük sanayide büyük işletmeler arası entegre proje ve yapılanmaların ortaya çıkması:Dünya çapında büyük sanayide sermaye yoğunlaşmasının ulaştığı düzey, göreli artı değer üretimini (emeğin toplumsal üretkenliğini) yükseltmek için gerekli yatırımlarının düzeyini de geometrik olarak ve dev çaplı büyütmektedir. En büyük tekellerin bile kendi başlarına altından kalkamayacağı kadar! Tekeller arasındaki rekabetin ölüm kalım şiddetinde sürmesi ve tekelci birleşmelerle birlikte bu, tekeller arası “güç birliği” oluşumlarının da dinamiğidir. Hemen her sektörde, en büyük emperyalist tekeller bile (genellikle aynı ülke merkezli olanlar) birbirlerine karşı güçlerini

Page 57: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

yoğunlaştırabilmek için karşılıklı tırmanan, tekelci kaynaklarını, teknolojik birikimlerini, yüksek vasıflı işgüçlerini vb. bir araya toplayıp “tekelci güç öbekleşmeleri” geliştirmek zorunda kalmaktadırlar. Buna, “rekabet öncesi işbirliği” denilmektedir. Örneğin otomotiv sektöründe üç dört büyük emperyalist tekel veya bunların belli bir ülkedeki kolları, toplumsal emek üretkenliği ve göreli artı değer üretimini sıçratacak çok yüksek maliyetli ve yıllara yayılacak teknolojik ar-ge projelerini ortaklaşa yürütmektedir. Bu tür dev çaplı teknoloji projelerinde, daha yüksek tekelci işbirlikleriyle de kalmayıp, üniversiteler ve araştırma enstitüleri, yüksek düzeyde uzmanlaşmış “mükemmeliyet merkezi”, “yetenek merkezi” denilen mühendislik ve teknolojik hizmet şirketleri, büyük çaplı devlet destekleri ve fonlamalarıyla da iç içe yürütülebilmekte, çok karmaşık ve yüksek düzeyli toplumsal (en ileri üretim araçları, uzmanlıklar, emek, bilgi, bilim, teknoloji, finansman vd) üretkenlik bileşim, organizasyon ve yoğunlaşmalarını ortaya çıkarmaktadır. Tekelci entegrasyon, bir ana firmanın birden fazla irili ufaklı yan sanayi firmasını biraraya getirip ortak ar-ge projelerinin organizasyonu veya birden fazla ana firmanın belli bir yan sanayiye yoğunlaşıp kendi kalite ve üretkenlik standartları doğrultusunda geliştirmesi gibi çok farklı biçimler altında ortaya çıkmaktadır. Türkiye bu alanda, kendi ligindeki Güney Kore, Brezilya gibi ülkelerin bile epey gerisinden gelmekle birlikte, AB çerçeve programları ve Türkiye’de büyük çaplı yatırımları olan emperyalist tekellerin direktif ve yönlendirmeleriyle büyük firmalar arası entegrasyon, ortak ar-ge projesi geliştirme, ortak tasarım ve doğrulama merkezlerinin kurulması, test gibi yüksek maliyetli alanların ortak yatırımla yapılması ve kullanılması, ana sanayi-yan sanayi ilişkilerinin örgünleşmesi, üniversite-sanayi işbirliği gibi gelişmelerin ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır:

“Kalkınma ve rekabetçilik için bilimsel bilginin ticari ürüne dönüşme sürecine katkıda bulunmak üzere Teknoloji Platformları kurulması ve bu platformlar aracılığıyla sektör ve teknoloji alanı bazında uzun vadeli araştırma planlarının oluşturulması amaçlanmaktadır. TÜBİTAK olarak sektöre yönelik atılan önemli bir adıms ülke ekonomisine katkıları nedeniyle seçilen (otomotiv-bn) sektörde ortak bir sinerji oluşturup, rekabet öncesi ortak ürünleri, rekabet öncesi sektörün sorunlarının ve hedeflerinin paylaşılabileceği çalışmaları hedefleyen Otomotiv Platformu4nun oluşturulması hedeflenmiştir. Bunda da belli bir noktaya gelinmiş olup, devamında daha somut çalışmalar beklenmektedir. Bu platformun çatısı altında, sektör önde gelen firmaları rekabet öncesi işbirlikleri, ortak projeler ve test merkezleri gibi adımlar öncesi ortak eğitim, bilgilendirme, konferans veya komite çalışmalarını TÜBİTAK desteği ile yapabileceklerdir. Bu platformda sektör aktörleri; ulusal politika ve stratejiler, yapılanmalar ve mekanizmalar tanımlayabilir ve uygulaya aşamasında diğer TÜBİTAK ve mamu desteklerinden faydalanabilirler. 9-10 Mart 2007 tarihlerinde TÜSS-DE’de yapılan Otomotiv Teknoloji Platformu Oluşturma Çalıştayı’nda Platform Eşgüdüm Kurulu Üyeleri seçilmiş ve platformun misyon ve vizyonuna yönelik çalışmalar yapılmıştır.”

“Yan sanayide olumlu bir gelişme de, ana sanayiden gelen itici güçle yan sanayide oluşmaya başlayan Mühendislik Merkezleridir… Sektördeki önemli bir arge aşaması da yan sanayicilerden oluşan tedarikçilerin birleşmesi ve birinci kademe tedarikçinin (sistem üreticisi-çözüm ortaklığı) sistem entegrasyonunu, tüm üretim sürecini ve teslim sürecinin yükümlülüğünü üstlenmesi olmalıdır.” (Dursun Çiçek, TÜBİTAK Araştırma-Teknoloji Geliştirme ve Yenilik Destekleri- TEYDEB- /Otomotiv Sektörüne Yönelik Ar-Ge ve Yenilik Destekleri, TMMOB X. Otomotiv ve Yan Sanayii Sempozyumu, 25-26 Mayıs 2007, Bursa)

2-) Sektörler arası tedarik zincirlerinin entegrasyonu:Günümüz kapitalizminde artıdeğer artık tek tek işletmelerde ve sektörlerde değil, sektörler arası ve işletmeler arası meta üretim ve tedarik zincirlerinin bütününde üretilmektedir.

“Katma değer, mikro organizmaların oluşturduğu tedarik zincirlerindedir. Bu da dikey

Page 58: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

bir işbirliği örgütlenmesine tekabül eder; tedarik zinciri işbirliği. Fakat bu zincir, artık alışılagelmiş tanımıyla bir sektörün sınırlarını çoktan aşmış ve sektörler arası, sektörleri yeniden segmente eden (işbölümü-bn) bir nitelik kazanmıştır. Örneğin gıda sektöründeki kuruluşların rekabet gücüyle ilgili sorunları; tarım ve nakliye sektörüyle, perakendeci, dağıtıcı ve toptancıyla iç içedir ve bu sorunları ancak birlikte ve işbirliği içinde çözebilirler. Bu ise, siparişin alınmasından siparişin teslim edilmesine kadar, tedarikçinin tedarikçisinden başlayıp ürünün tüketildiği ortamda sonlanmasına kadar ürünün geliştirilmesi, konfigirasyonu, üretilmesi, teslim edilmesi ve servisi ile ilgili tüm ara ve ana aktivitelerin bütünden (ve merkezi olarak-bn) organize edilmesini gerektirir… Kurumsal kaynaklarımızı, mekan, insan, malzeme ve araç-gereç… tüm bu kaynakların kullanımı, sektörler arası işbirliği organizasyonları içinde gerçekleşir… Tasarruf bu zincir çapında sağlanacak etkinlikle düşürülecek maliyetlerle sağlanabilmektedir… Bu yapının tekabül ettiği süreç paradigması, çoktan-bire, birden-çoka, çoktan-çoka gibi karmaşık/kompleks/girift ilişkilerin bir matriksi olarak şekillenecektir.

Bu paradigma değişiminin örgütsel işleyişte zorladığı değişim şöyle olacaktır: İşlevler (tekil işletmelerin işbölümündeki yeri-bn) süreçlerin bir unsuru olarak algılanacaktır. Süreçler yerel tedarik zincirinin bir unsuru olarak algılanacaktır. Tedarik zincirinde oluşan risklerin teşhisi ve yönetiminin asli altyapısı, merkezi süreç kontrolüdür… Kuruluşlar risk küçültmenin en etkin aracı olan güçlü tedarik zinciri ikmal planlaması algoritmaları geliştirilmedir (tedarik zincirinin bütününde bilgisayarlı süreç kontrolü programları vb.-bn) Kuruluşlar gerek kendi örgütlenmesi içinde, gerekse de zincirdeki paydaşlarıyla olan ilişkilerini daha işbirliğine dayalı formatlarda yeniden tanımlamalıdırlar…

Bunların hepsi, firmaların iş ortakları ile önceden olmadığı kadar daha entegre ve dışa odaklı olmaları gerekliliği, firmaların iş ortakları ile hızlı, sürekli ve tek bir sistemmiş gibi etkileşim, bağlantı ve icra faaliyetleri içinde olmaları gerektiği anlamına gelir. E-iş’in etki ve uygulanabilirlik özellikleri, tedarik zinciri planlama uygulamalarına yatırım ihtiyacını artırmıştır. Yeni ölçeklenebilir tedarik zinciri çözüm platformlarıyla işletmeler, dağınık yapıdaki ve esnek yeni iş dinamiklerini yönetebilecekler. Yenilikçi, yaratıcı işbirliği tanımlamaları ve entegrasyon yeteneği firmaların işletme içi ve dışı tedarik zinciri süreçlerini otomatize etmesine imkan tanımıştır. Bu teknolojinin olası kullanıcıları, rakiplerinden önce davranabilecek, değişen şartlara doğru zamanda cevap verebilecek, canlı güncel verileri tedarik zinciri halkalarına iletebilecek, işletmelerdeki verimsizliği ve sürtünmeleri yok ederek değer yaratabilecektir.

Çözüm için kendi işletmenizin dört duvarı arasında sıkışıp kalırsanız, o işletmeleriniz sizin mezarınız olacak! Krizlerde önünü göremeyen ve çıkış yolu bulamayan tüm sektörlerde tek umut vesilesi, kurumların tedarik zincirlerini yönetebilecekleri işbirliğine dayalı platformlar inşa etmektir. İşletmelerimizi iyi yönetmek (artık-bn) yetmez! Yeni gündemimizin adı Tedarik Zinciri Yönetimidir. Artık rakibimiz bir başka kuruluş değil, bir başka tedarik zinciridir… ‘ortak iş’imizi işbirliği içinde, ortaklaşa, paylaştığımız hedef, araç ve formatlarda ve e-öğrenme ile sağlayacağımız ortak bir kültürle yönetmeliyiz; çünkü riskimiz/karımız onlarla olan ilişkimizde oluşmaktadır… Önce kendi yer aldığınız zincirde, partnerlerinizi seçip, onlarla birlikte, katma değer yaratacak bir işbirliğini kendi stratejilerinize uyumlu projeler halinde tanımlayacak ve buna uygun bir şekilde yeniden (bütünden-bn) örgütleneceksiniz!” (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği taşıyıcılığında İnter-Sektörel Yeniden Yapılanma başlıklı yazıdan)

“Bu platform, yeni ekonominin gerektirdiği ‘birlikte iş yapış’ modellerinin

Page 59: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

uygulanmasının altyapısını oluşturmaktadır… Verimlilik ve uygulama hızını artırmanın yolu, tedarik zinciri halkaları arasında bütünleşmeden geçmektedir. Bütünleşme, sadece bilgi paylaşımı değil, iş süreçlerinin de birbirleriyle ve dış dünyayla etkileşimli ve birbirinin ayrılmaz parçası olmasını gerektirmektedir. ArenaOpen, tedarikçileri, bayileri, finansal kuruluşlar, lojistik ve hizmet şirketleri ile nihai tüketicinin, bilgi, ürün, hizmet ve nakit akışında aralarındaki bütünleşmeyi sağlayan bir e-iş platformu oluşturmuştur… Artık tedarikte bir zincir değil, küresel bir model vardır. Küresel tedarik modelinde; tedarikçi ve tüketicinin de dahil olduğu tüm birimler, diğerlerinden ürün, bilgi ve ödeme almakta ve vermektedir. Arena tüm birimler arasındaki akışı bütünleştiren ve koordine eden bir platformu kurmayı hedeflemiştir.” (AreneOpen adlı, Kurumsal Kaynak Planlama yazılımları üreten ve tedarik zincirlerine uyarlayan bir şirketin, tanıtım yazısından)

Üretim ve emeğin, fason fasonun fasonu, taşeronun taşeronu biçiminde saçaklanıp saçılmasıyle iç içe, nasıl yeni ve daha yüksek bir bütünleşmeye doğru evrildiğini ikna edici biçimde sergilemek için, başka söze gerek var mı? Kimse, üretim ve emeğin daha ileri ve daha yüksek bir toplumsallaşma düzlemine çıkması ölümcül zorunluluğunu (gerçekler inatçıdır!) işbirlikçi burjuvazinin bu (etekleri tutuşmuş!) yazısından daha iyi anlatamazdı!

Üretim, emek ve bilginin yeni ve daha yüksek düzeyde toplumsallaştırma/bütünleştirme (hem ağlayıp hem giden) tarihsel zorunluluğunun yeni bir ifadesi olan “Tedarik Yönetim Sistemleri” Türkiye’de de hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Örneğin Toyota-Türkiye, uyguladığı “Toyota Üretim Sistemleri” organizasyonuyla, “iyileştirme ihtiyacı olan ve stratejik açıdan daha sonraki projelerde de çok önemli roller üstlenecek belirli sayıda yan sanayi firmasının kalite, üretim ve proses kontrol sistemlerinin geliştirilmesi ve verimliliğinin artırılması, daha geniş halkadaki yan sanayi firmasının da proje yönetimi ve üretim hazırlık sistemlerinin geliştirilmesini” sağlamaktadır. 100 bin otomobilin üretilmesi için 8 ayrı sanayi sektörü, ilk üç halkada en az 250 ayrı firma, en az 25 bin işçinin işbölümü çerçevesinde organize çalışmasının gerektiği otomotiv sanayinde, aynı şekilde Ford-Otosan da, “Tedarikçi Teknik Yardım”, “Tedarikçi Eğitim Sistemi” yöntemleriyle proje ve üretimi, yan sanayisinin birinci halkasındaki Hema, Uzel, Arfesan, Akkardan, Şesan, Birinci gibi büyük fabrikalarla merkezi-bütünden organize etmektedir. Birleşik projeler (“codesign”), bütünden üretim organizasyonları (“çözüm ortaklığı”), teknik eğitimler, yakın denetimler vb. ile daha sıkı bir entegrasyon gelişmekte, büyük tedarikçiler de aynı şeyi tedarikçinin tedarikçileri için yapmaktadır. Fakat günümüzde bu da yetmemekte, üretim zincirinin bütünden merkezi-bileşik yönetim ve organizasyon temelinde daha sıkı entegrasyonu zorunlu olmaktadır. Büyük tekeller, artık tedarikçilerini kendilerine daha fazla kar aktarmaları için kırbaçlamakla yetinememekte, her biri kendi bünyesinde “yan sanayi değerlendirme” birimleri oluşturarak, yan sanayinin isterlerine uygun gelişimi için projeler hazırlamakta, tedarikçilerle birlikte uygulamaktadır. Tedarik zincirindeki her bir parçanın “kendini kanıtlamış” tek bir imalatçı tarafından yapıldığı, uzun vadeli anlaşmalar ve daha ileri bir parçada uzmanlaşmalar sistemi temelinde entegrasyon da gelişmiştir. Yine tedarik zincirinin bütününde yalın üretim organizasyonuyla, hiç bir halkada bir günden fazla stok tutmama hedefi ve bu hedefleri yerine getiremeyen yan sanayilere ceza uygulaması Türkiye’de de yürürlüktedir. Büyük çaplı tedarik üretiminin her bir halkasında ayrı firmaların ileri derecede uzmanlaşması, zincir çapında yalın üretim uygulanması, vb. temelinde tedarik zincirleri, çok sayıda farklı firmadan oluşsa da, gerçekte “dev çaplı tek ve entegre bir üretim hattı”na benzemekte ve giderek daha fazla buna yakınlaşmaktadır. Nitekim son yıllarda, bu tür tedarik zincirlerinin temel bir halkasında, aylara yayılan bile değil bir haftalık bir üretim durmasına yol açan grev veya direnişin (veya üretim hatasından kaynaklanan bir sorunun) o ülkedeki ana firma, hatta emperyalist merkezdeki ana firmanın üretiminde büyük aksamalara yol açtığı örnekler daha sık görülmeye başlanmıştır.

Page 60: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

Günümüzde işçi sınıfının yapısı, bir 20- 30 yıl öncesine oranla çok karmaşıklaştı. Daha heterojen, çok parçalı ve çok katmanlı hale geldi. İşçi sınıfı, tarihinde hiçbir zaman tam homojen ve tek biçimli bir sınıf olmamakla birlikte günümüzde sınıfın yapısındaki artan “karmaşıklaşma”yı saptamak büyük önem taşır. Çünkü diğer her şey bir yana, bu “karmaşıklaşma”nın saptanması bile bize sınıf faaliyeti ve savaşımının geleneksel tarzda; geleneksel tekillik ve tek biçimlilikle; geleneksel “düzlük”le yürütülemeyeceğini gösterir. Nitekim sınıf faaliyet ve savaşımında geleneksel yalıtık ve tek biçimli tarz, günümüzde kendisini ilk elde sınıftaki bir dağılganlık olarak gösteren bu “karmaşıklaşma”ya toslamaktadır.

Ancak sınıfın karmaşıklaşan yapısını ve bunun bir dizi diğer faktörle birlikte bugün ortaya çıkardığı dağılganlık durumunu tek yanlı olarak mutlaklaştıran yaklaşımlar da eksik ve yanlıştır. Sınıfın yapısındaki atomizasyon ve çözülme sürecini tek yanlı mutlaklaştıran yaklaşımlar, sınıfın devrimci potansiyelini bir daha belini doğrultamayacağı biçimde yitirdiği türünden sonuçlara bile çıkabilmektedir. Yine “yeni toplumsal hareketler”, “toplumsal hareket sendikacılığı”, “sivil toplumculuk” gibi sınıf eksenini kaybeden ve/veya bulandıran yaklaşımlar da sınıfın yapısındaki karmaşıklaşma sürecindeki tek yanlı olarak, parçalanma-çözülme vb. eğiliminin mutlaklaştırılması temelinde ya da bu tür olgucu, nihilist, geriye doğru kırılan yaklaşımlarla bağlantı içinde ortaya çıkmaktadır.

Oysa sınıfın yapısı, bileşimi ve dağılımının karmaşıklaşması süreci, uzunca bir dönemdir -ve sınıfın son bir iki yılda dünya çapındaki hareketlenmelerine karşın halen- baskın görünen bu olsa da yalnızca ve basitçe bir dağılganlaşma ve çözülme eğiliminden ibaret değildir. Bu eğilim, son dönemde kendini giderek daha fazla hissettirmeye başlayan ve orta vadede daha da belirginleşecek karşıt eğilimlerle iç içe gelişmektedir. Çözülme süreci daha ziyade sınıfın geleneksel yapısı ve bileşimindeki, örneğin kamu işçi ve emekçileri, geleneksel emek yoğun sektörler içerisinde kendini gösterirken aynı karmaşıklaşma sürecinin içinde, hem bu geleneksel kesimlerin çözülmeye karşı direnişleri, hem de sınıfın en geniş yeni kesimlerinin yeni ve daha yüksek bir düzlemde, sınıf oluşumunun dinamikleri de vardır, kendini hissettirmeye başlamıştır ve giderek belirginleşecektir. Bugün bunu, dünya çapında ve biraz daha geriden gelse de Türkiye’de, örneğin taşeron, fason, evde çalışan, hizmet ve yeni gelişen teknoloji vd. sektörlerdeki işçilerin sendikal örgütlenme ve savaşım girişimlerinde, düzensiz sağlık ve eğitim emekçilerinin açmaya çalıştıkları mücadele kanallarında görmek mümkündür.Dolayısıyla sınıfın yapısı, bileşimi ve dağılımında hiçbir şeyin değişmediğini söyleyip ya da bu değişimin farkında olmayıp sınıf faaliyetini artık tıkanma ve sorundan başka bir şey üretmeyen geleneksel tekdüze tarzda götürmeye çalışanların tutumu ne kadar yanlışsa, değişimi yalnızca geriye doğru okuyanların, sınıfın karmaşıklaşan yapısında tek yanlı olarak dağılganlık ve çözülme dinamiklerini mutlaklaştıranların, oyunu bunun üzerine kurmaya çalışanların tutumu da o kadar yanlıştır. Günümüzde sınıfın geleneksel yapısının çözülmesi ile sınıfın yeni ve daha yüksek bir düzlemde oluşumu dinamikleri iç içe geliştiğinden burada diyalektik ve stratejik kavrayış, bu karmaşık sürece bu temelde taktik müdahale esastır. Çünkü sınıfın geleneksel kesimlerin süregiden sancılı ve sarsıcı çözülme durumu ile proleterleşme sürecinden geçen en geniş kesimlerinin dağınıklık ve geriliği, uzunca bir dönemdir birbirini geriye çekmekle kalmamaktadır. Son dönemde sınıfın geleneksel kesimlerin çözülmeye karşı öz savunma eylemleri ile yeni kesimlerinin mücadele içinde proleterleşmesi dinamiklerinin de iç içe geçip birbirini ileriye doğru çektiği örnekler de yaşanmaktadır. Öyleyse sınıf yapısının karmaşıklaşmasını, bunun uzunca bir süredir ve halen yarattığı çözülme ve dağılganlık durumunun üstünden tabii ki atlamadan, fakat tek başına biçimsel bir “bir araya getirme” çabasının da yeterli olmayacağını bilerek, asıl geleceğe dönük yüzünden ve dinamiklerinden kavramalıyız. Ancak böylesine bir diyalektik ve stratejik bir kavrayıştır ki bize, bazıları oluşum hatta nüve halinde kendine bir kanal arayan bu bilinçsiz dinamiklerin bilinçli yürütücüsü ve devrimci öncüsü olma olanağını kazandırır.

1- Sınıfın yapısının artan karmaşıklaşma süreci, aynı zamanda ve asıl olarak üretimin ve emeğin çok daha ileri ve karmaşık biçimlerde toplumsallaşma ve entegrasyon sürecidir. Bu açıdan teorik açıklamalara girmeye gerek kalmadan bazı güncel örneklerin ele alınması güçlü bir

Page 61: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

fikir vermeye yetecektir.

Bir THY’de grevin gündeme gelmesi ve grev kararının alınması, Türkiye’de de son dönemde ön plana çıkan önemli yatırım alanlarından biri olarak turizm burjuvalarının soğuk soğuk terlemesine yetmiştir! THY’de diyelim ki bir aylık bir grev durumunda, bundan yalnızca havayollarındaki sermaye ve karları değil turizm sektöründeki sermaye yatırımları ve karları ciddi biçimde etkilenecekti! 44 gün süren Telekom grevi ise üretimden gelen güç açısından sahip olduğu muazzam kapasitesinin çok küçük bir parçasını kullanabilmesine karşın tüm bir işbirlikçi burjvazinin ecel terleri dökmesine yetmiş, bankacılık sistemi ve borsadan, medyaya, uluslararası finans, ticaret ve tedarik ağlarına kadar aksamalara yol açmıştır. Bu telekomünikasyon, enerji, ulaşım-nakliyat başta olmak üzere stratejik sektörlerdeki az çok direngen bir grevin bile sermayenin yalnız doğrudan değil en kilit ve dolaylı olarak bağlantılı çok geniş kesimlerini durdurabileceğini ortaya koymaktadır. Nitekim Arjantin’de işsizlerin barikatlarla tedarik nakil hatlarını kesmesi, Fransa’da demiryolu ve metro işçilerinin grevi, İtalya’da ulaşım işçilerinin ardından tır şoförlerinin nakliyatı durdurması ve nakliyat hatlarını kilitlemesi, bu ülkelerde çok sayıda kilit üretim sektörünü ve bölgesini durdurmaya yetmiştir. Bir diğer örnek Avustralya’da finans akışlarının merkezi kontrolünü yapan bilgisayar merkezi sisteminde çalışan hepi topu birkaç yüz işçinin greve çıkmasıyla ülke çapında bankacılık, borsa, ticaret sisteminin kilitlenmesidir. Bir diğer örnek Finlandiya’da teknoloji ağırlıklı üretim tesislerinin büro bölümlerinde çalışan birkaç bin büro işçisinin birkaç günlük grevinin, yalnızca bu tesislerin maddi üretimini önemli ölçüde durdurmakla kalmaması, bunların tedarik üretimi yaptığı ülkedeki ve diğer ülkelerdeki Nokia gibi bir dizi emperyalist tekelin de üretimini aksatmaya başlatmasıdır. Son dönemde emperyalist tekellerin bağımlı ülkelerdeki kollarının ya da büyük fason tedarik fabrika halkalarının birindeki işçilerin üretimi durdurmasının, yalnızca o halkayı değil emperyalist tekelin kalbine kadar uzanacak biçimde, tüm bir tedarik zincirini etkilemesinin örnekleri de artmaktadır.Örnekler çoğaltılabilir. Burada önemli olan işçi sınıfının yapısındaki karmaşıklaşmanın, aynı zamanda ve asıl olarak, toplumsal emeğin ve dolayısıyla işçi sınıfının iç bağlantılanma ve entegrasyonunun olağanüstü ilerlemesi olduğunu görmektir. Yalnızca belli bir tedarik zincirinin kendi içinde değil birbirinden ilk elde bağımsız ve çok farklı görünen çok sayıda sektör, bölge ve işçi kesiminin nasıl bağlantılı ve entegre hale geldiğidir. Bu gözle bakınca işçi sınıfının karmaşıklaşan, her zamankinden heterojen, çok parçalı ve çok katmanlı hale gelen yapısı ve bileşimi çerçevesinde, ilk elde birbirinden yalıtık, kırılgan ve darmadağınık görünen çok sayıda mücadele dinamiğinin, bileşik mücadelesinin nesnel zeminini görmek kolaylaşır. Kolektif işçi bilincinin oluşumunun da tarihsel-toplumsal, nesnel dayanağını oluşturan bu dinamik, bugün dünyada ve Türkiye’de kendini hissettirmeye ya da nüve biçimlerinde görünmeye başlayan pratik mücadele içinden esinleyici örnekleri ve deneyimleri arttıkça daha da gelişecektir. Kuşkusuz bu dinamik, sınıfı durmaksızın bölüp parçalayan, dağıtan karşıt dinamiklerle iç içe işlemektedir, bu yüzden bunun işçi sınıfının geniş kitleleri tarafından bilince çıkarılması kendiliğinden olmayacaktır. Bu yüzden bugün “işçi sınıfına dışardan bilinç taşımak” aynı zamanda işçi sınıfına kolektif işçi bilincini taşımaktır, bunun bilinçli ve iradi örneklerini yaratmaktır, yeni ve daha yüksek bir sınıf savaşımının kanallarının aynı zamanda bu doğrultuda açılmasını sağlamaktır.

2- İşçi sınıfının yapısı ve bileşimindeki karmaşıklaşma süreci içerisinde işleyen stratejik dinamiklerden biri de kapitalizmin her türlü emeği birbirine eşitleme, ortalama ve basit emeğe indirgeme eğilimidir. Her türlü emeğin eşitlenmesi eğilimi, Marks’ın Kapital’de ortaya koyduğu, kapitalizmin hem teknik hem de emek-değer yasasının işleyişine dayanan, yasalarından biridir. Kendisini 3 biçimde gösterir:Birincisi, aynı sektördeki farklı dallarda veya fabrikalarda, aynı tedarik zincirinin farklı halkalarında çalışan işçilerin emeklerinin, durmaksızın o sektör veya zincirdeki ortalama emek dolayımında “normlaşmasıdır”. Bunun nedeni, modern kapitalizmin kitle üretimi ve kitle emeğine dayanmasıdır. Günümüzde büyük üretim birimlerinin ve kitle emeğinin olabildiğince parçalanması, tedarik zincirleri vb. boyunca kademelendirilmesi bu durumu değiştirmez, tam tersine geliştirir. Çünkü burada önemli olan büyük işçi kitlelerinin tek bir fabrikaya yığılması değil, her metanın üretim süreci, bir dizi küçük ve “bağımsız” görünümlü

Page 62: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

firmalardan oluştuğu durumda bile, toplamda çok büyük ve artan sayıda işçi kullanan, entegre, yukarıdan aşağı sıkı biçimde birbirine örüntülenmiş tedarik ağlarına veya zincirlerine dayanmak zorunda olmasıdır. Belli bir metanın üretim sürecinin şu veya bu aşamasında, şu veya bu parçasına katılan tüm işçilerin çok çeşitli emek formlarının, ortalama emek dolayında (ki toplumsal olarak gerekli emek-zamanın bir ifadesidir) eşitlenme eğilimi göstermesidir.

“Her işçi veya işçi grubu, bir diğer işçi veya işçi grubu için hammadde hazırlar. Birinin emeğinin sonucu diğerinin başlangıç noktasıdır. Bundan dolayı bir işçi doğrudan diğerini harekete geçirir. Çalışmanın farklı parçalarının ve bundan ötürü de işçilerin, doğrudan karşılıklı bağımlılık içinde oluşları, bunların her birinin kendi çalışmasında gerekli olandan daha fazlasını harcamamaya zorlar. Bu, bağımsız el zanaatında, hatta basit işbölümünde bulunandan tamamen farklı bir süreklilik, bir tekdüzelik, bir düzenlilik, bir nizam ve hatta emek yoğunluğu yaratır. Bir metaya harcanan emek zamanın onu üretmek için toplumsal olarak gerekli emek zamandan fazlasını içermemesi gerektiği kuralı, genel olarak metaların üretiminde dışarıdan, rekabet tarafından dayatılmış görünen bir kuraldır.” (Marks, Kapital 1. cilt)

Günümüzde çok parçalı, katmanlı ve heterojen hale gelen kapitalist kitle üretiminin bu yasası, gerçekte her zamankinden entegre ve sıkı örüntülü sektörler arası kitle üretimi ve kitle emeği temelinde, her zamankinden güçlü işlemektedir. Bu ne anlama gelir? Çok çeşitli emek kategorilerinden işçilerin yalnızca çalışma koşullarının ve bu doğrultudaki taleplerinin birbirine yakınlaşmakla kalmadığı, aynı zamanda sarfettikleri emeklerin belli bir ortalamaya doğru eşitlenme eğilimi taşıdığı anlamına gelir. Yalnızca çalışma koşulları ve taleplerinin değil, tüm emeklerin birbirine her zamankinden sıkı kilitlenmesinden doğan ortalama emekte eşitlenme eğiliminin, mücadelede güçlü bir ortaklaşma dayanağı sunduğu ve tüm o parçalılık, katmanlılık vb.nin yarattığı dağılganlık eğiliminin (ve tabii ki burjuvazinin böl, parçala, yönet taktiklerinin) içinden kendi yolunu açtığı anlamına gelir.

İkincisi, kapitalizmin her türlü, vasıflı ve karmaşık emeği durmaksızın basit emeğe indirgeme eğilimidir. Bu eğilim kendisini, hem vasıflı ile vasıfsız işçiler arasındaki makasın aşağıya doğru kapanması eğilimi, hem de çok farklı teknolojik düzeylerdeki üretim süreçlerinde yer alan işçiler arasındaki emeğin birbiriyle uyumlulaştırılması eğilimi olarak gösterir. Bilgisayarların kafa emeğinin kolektivizasyonu kadar basit emeğe doğru indirgenmesi ve kitle emeğine dönüştürülmesindeki rolü açıktır. Nanoteknolojiyle cerrah, sistem mühendisi, bilgisayar programcısı gibi en yüksek vasıflı emek formlarının bile basit emeğe doğru yakınlaşacağı öngörülmektedir. Kapitalizmin bir diğer yasası olan her türlü karmaşık ve beceri gerektiren emeği basit emeğe indirgeme, ya da kabaca vasıfsızlaştırma kendisini iki biçimde ortaya koyar. Hızlanan teknolojik gelişme ve daha ileri makinalaşma biçimleri: “Otomatik fabrikada, makinenin gözetmenleri tarafından yapılması gereken her tür işi eşitlemek ve aynı düzeye düşürmek yönünde bir eğilim doğar.” (Marks, Kapital 1. cilt) Ve diğer taraftan günümüzde eğitim sisteminin yeniden düzenlenmesi ve meslek liseleri ile yapılmaya çalışıldığı gibi görece daha vasıflı işçilerin seri ve kitlesel olarak üretilerek vasıflı emeğin değerinin basit emek düzeyine düşürülmesi… Her yeni teknolojiyle sermayenin başlangıçta yüksek ücretlerle karşılayabildiği yüksek vasıflı işçi gereksinmesi, o teknoloji kendi içinde ilerleyip yaygınlaştıkça yerini giderek daha az vasıflı ve basit fakat yığınsallaşan emek biçimlerine bırakır. Örneğin Türkiye’de 3-4 yıl öncesine kadar “az bulunur” ve ücretleri 4-7 bin ytl’ye kadar çıkan CAD-CAM işçilerinin durumu, hem daha ileri ve daha da ileri paket bilgisayar programlarının çıkması hem de meslek liselerinin artık çekirdekten yetişme CAD-CAM işçilerini seri olarak üretmeye başlamasıyla, hem ücretlerin 1-2 bin ytl civarına kadar düşmesi hem de yığınsallaşma doğrultusunda hızla değişmektedir. Nanoteknolojiyle CAD-CAM işçilerinin asgari ücrete doğru indirgenmesi bile olasılık dahilindedir. Eğitim ve sağlık emekçilerinin değişen durumu gibi pek çok başka örnek verebilir. Bu bize ne anlatır? İşçi sınıfının belli bir dönemde aristokratik özellikler sergileyen en üst katmanlarının bile bu durumunun sürgit olmayacağı, kaçınılmaz olarak konum kaybıyla iç içe yığınsal mücadele dinamiklerinin ortaya

Page 63: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

çıkacağı anlamına gelir. Sorun, sınıfın içindeki bu değişim dinamiklerini stratejik temelde okuyabilmek ve bu dinamikler içinde, başlangıçta ne kadar cılız ve küçük görünürse görünsün, geleceğin yığınsal hareketlerine önderlik geliştirmeye dönük, köklü ve öncüleşen bir konum sahibi olabilmek, stratejiyi, dinamik taktik politikalar ve önderlikle, pratiğe geçirebilmektir.

Üçüncüsü, kapitalizmin her türlü emeğin genel homojenleştirilmesine yönelik eğilimidir. Emeğin homojenleştirilmesi eğilimi, kapitalizmde değerlerin piyasa fiyatlarına çevrilmesine ilişkin oldukça karmaşık bir sürecin ürünüdür. Bu karmaşık konuya girmeyeceğiz, yalnız emeğin homojenleştirilmesinin tek tek sektör, bölge ve ülkelerde, normlaştırılan ve uyumlaştırılan emeklerin, genel ortalama emek standartı kazanmasına ilişkin bir eğilim olduğunu bilmemiz yeter. Değerlerin ortalama fiyatlara dönüşmesi sürecinde arz-talep dengesizlikleri, ekonomik krizler vb. emeğin homojenleştirilmesi sürecini de aksatır. Ne var ki, “yasaları, kendilerini yalnızca sürekli düzensizlikler arasında körlemesine işleyen ortalamalar olarak ortaya koyan bir üretim tarzı” (Marks, Kapital 3. cilt) olarak kapitalizmde, işçi sınıfının durmaksızın alt üst olması ve heterojenleştirmesi karşısında durmaksızın yalınlaşması ve homojenleşmesine dönük bir eğilim de kendi yolunu açar. İşçi sınıfının heterojenliği, çok parçalı ve çok katmanlı yapısının tek yanlı olarak mutlaklaştırılamayacağı, işçi sınıfının evrensel homojenleşmesi, yalınlaşması ve ortaklaşmasının da güçlü ve giderek güçlenen bir eğilim olarak kavramamız gerektiği anlamına gelir.

Sonuç itibarıyla işçi sınıfının heterojenleşmesi ile homojenleşmesi; çok parçalı ve çok katmanlı hale gelmesiyle yalınlaşması ve ortaklaşması eğilimleri iç içe işlemektedir. Bu birinciler uzun bir dönemdir baskınken giderek ikincilerin ön plana çıkması da söz konusu olacaktır. Bu stratejik dinamikler temelinde, fakat asıl olarak mücadele içinde, sınıf mücadelesinin diğer tüm toplumsal çelişkileri kendinde toplaması ve kendine bağlaması ile savaşımcı, militan, devrimci sosyalist normların ve ortaklaşmanın yaygınlaşması ve ilerletilmesi ile, önderlik boşluğunun doldurulması ile sağlanacaktır.

3- Bu dinamikler son dönemlerde kendini biraz daha fazla hissettirmeye başlamakla birlikte bunun düz ve kendiliğinden bir süreç olarak gerçekleşmeyecek olması, bu stratejik dinamik ve eksenlerin somut kavranışıyla birlikte sınıfın bugünkü dağınıklığını toplayacak, ona bu doğrultuda akacak kanallar açacak, daha gelişkin bir önderlik, örgütlenme ve savaşım tarzını gerektirir. Sınıfın bugünkü dağılganlık ve şekilsizlik durumunun üstünden atlanıp geçilemeyeceği gibi geleneksel tekil ve tek biçimli çalışma tarzının da bunu gerçekleştiremeyeceği açık olmalıdır.

“Devrimci faaliyetlerde tekillik ve tek biçimlilik, günümüzde kitle çalışmasının en büyük sorunlarından biridir. Tekillikten anlamamız gereken, diyelim ki belli bir alandaki faaliyetin belli bir yönelim ve hedef içerisinden birleşik ve ardışık bir iç örüntüye sahip olmaması; öncül, ardıl ve tümleyici faaliyet halkalarından yoksun ve kopuk olarak her birinin “kendinde şeyler” gibi ele alınmasıdır. Tek biçimlilikten anlamamız gereken ise, ajitasyon-propaganda, örgütlülük ve eylemlerin çok sınırlı birkaç standart biçim içerisinden yürütülmesi, bu yüzden kitleler içerisinde biri diğerini güçlendiren çok yönlü ve bütünsel bir etki yaratamamasıdır.

Kitlelerin belli ana arteller ve oldukça standartlaşmış örgütlülük ve mücadele biçimleri içinde hareket ettiği dönemlerde, devrimci faaliyetin de sınırlı birkaç biçim içerisinden yürütülmesi büyük bir sorun oluşturmuyor, buna denk düşüyordu. Günümüzde ise bir yandan kitlelerin büyüyen ve çeşitlenen ihtiyaçlarıyla birlikte mücadelede dağınıklık ve kırılganlık durumu, diğer yandan kapitalizmin kitlelere nüfuz edişte kullandığı daha karmaşık, daha kapsayıcı, çok yönlü araç ve yöntemler, birkaç biçim içerisinden yürütülen kitle çalışmasını son derece yetersiz hale getirmektedir…

Tekilci ve tek biçimli yaklaşım açısından, ajitasyon ajitasyondur, propaganda propagandadır, örgütlülük örgütlülüktür, eylem de eylem! Bu yaklaşım ancak birlikte organik bir bütün ve güç oluşturacak ajitasyon, propaganda, örgütçülük ve eylem arasına aşılamaz duvarlar çeker…

Oysa diyalektik materyalizm açısından bir yerde ne kadar iyi ajitasyon veya propaganda veya örgütçülük veya eylem yaptığımızdan çok daha zor fakat yaşamsal olan, bunların bütünlüğünün

Page 64: KAPİTALİST EGEMENLİK SİSTEMİNİN TEMEL HALKALARIdevrimciproletarya.net/wp-content/uploads/2010/01/...Temel-Halkalari.pdfKapitalist egemenlik sisteminin kavranışında, onu tek

sağlanıp sağlanamadığı, birinden ötekine geçişlerle genişleyerek yükselen bir sarmal tarzı gelişme sağlanıp sağlanamadığıdır. Asıl sorun, bunlardan birinden ötekine geçiş biçimlerinin yaratılıp yaratılamadığında düğümlenir.

Yaygın ajitasyondan biraz daha “seçme” kitle ilişkileriyle propagandaya geçebiliyor muyuz; ajitasyon ve propaganda ile belli bir etki sağladığımız yerde bunu bir kitle örgütlülüğüne çevirebiliyor muyuz; belli bir örgütlülük sağladığımız yerde daha geniş kitle dinamiklerini de kucaklayacak tarzda kitle eylemleri hazırlayabiliyor muyuz; bir kitle hareketliliği olan yerde buna örgütlülük kazandırabiliyor muyuz; yaptığımız anlamlı bir kitle faaliyetinin veya eyleminin propagandasını güçlü biçimde yapabiliyor muyuz… önemli olan budur. Ajitasyon, propaganda, örgütlülük, eylemin her biri tekil ve mutlaklaştırılmış biçimler içine sıkışıp kalırsa, kitle çalışmasında ileri bir gelişme sağlanamaz. Bu yüzden her birini tekil ve tek biçimli değil birinden ötekine geçiş biçimleriyle birlikte düşünmeli ve uygulamalıyız…

Kuşkusuz böylesine çok yönlü, geçişli bir çalışma, yalnızca bazı genel fikirleri tekrarlayıp durarak yürütülemez. Örgütçülerin politikanın üstünkörü aktarımcısı değil, özümsemiş gerçek öznesi, yerel durum ve dinamiklere doğru indiren uygulayıcısı ve zenginleştiricisi olması, buna yönelmesi gerekir…

Aynı şekilde çevre örgütler ağını da kesinlikle bir iki kalıp biçime sıkıştırmaya, biçimden düzleştirmeye kalkışmamalıyız. Bu, hele ki sınıfın günümüzdeki çok parçalı, çok katmanlı, dağılgan ve heterojen durumu açısından çevre kitle örgütlülükleri esprisine en aykırı şey olur. Çevre işçi örgütleri ağı, esnek, yatay, kademeli, çok biçimli, geçişli, dinamik olarak sınıfı farklı düzeylerden kucaklamaya uygun olmalıdır. “Fabrika ve iş yerlerini işkolu ve işyeri ayrımı yapmadan bölgesel-yerel düzeyden kucaklayacak bölge işçi temsilcileri kurulları, havza işçi birlikleri, işçi (delege-temsilci) koordinasyonları, kurultay ve alt kurultaylarda oluşan delege platformları, temsilci platformları, EKK gibi sosyalist bir öncü işçi kuşağı yaratmayı hedefleyen öncelikle sınıfın bilinçli öncülerini bir araya getirmeyi amaçlayan platformlar gibi.”

Bazıları kalıcı ve adım adım kökleşen; bazısı geçici dinamik ve ara hedefler temelinde oluşan (ve bunlardan biri misyonunu tamamlayıp dağıldığında, orda eğitilen güçlerin de katkıda bulunmasıyla, başka dinamikler ve ara hedefler temelinde artan sayıda başkalarının oluşturulduğu…) fakat hepsi işlevsel ve birbirini bütünleyen, belli bir doğrultuda hareket eden, toplamda büyüyen bir etki ve gelişme yaratan, toplamda bir iç örgüye ve yönelime sahip kitle örgütlülükleri…

Farklı işyerlerinden, işkollarından, kesimlerden, bilinç düzeylerinden, talep ve beklenti noktalarından işçileri, hem ortak kesenlerinden hem de her bir kategorisini kendi özgüllüğü içerisinden ele alabilmeliyiz. Yalnızca genel sorunlar üzerinden gitmek aşırı daraltıcı, yalnızca özgüllükler üzerinden gitmek ise aşırı dağıtıcı olur. Burada yaklaşımımız, ortak kesenler ile özgül parçalar arasında, dinamik bir geçişlilik sağlayabilmek olmalıdır: Daha genel talepler, ihtiyaçlar temelindeki genel-üst örgütlülük biçimleri ile parça-özgül talepler ve dinamikler çerçevesinde alt örgütlülük biçimleri arasında, birinden ötekine geçişlerle; kısmi dinamik ve örgütlülükleri genel bağlamlarda ve örgütlülüklerde toplayarak genel bağlamları aşağıya ve çepere doğru genişleyen alt örgütlülük ağlarına uyarlayarak ilerlemek…

Günümüzde işçi sınıfının çok parçalılığı ve dağılgan durumu çoğu yoldaşımızı eski alışkanlıkla, çevre örgütlerinde çubuğu sert biçimde, daraltıcı tek biçimciliğe bükmeye itmekte, böylece çevre örgütlülükleri de açılım sağlayamadan, kuruyup kalmakta, kitlelere dışsallaşmaktadır. Oysa sınıfın dağılganlığını, devrimci sınıf savaşımı doğrultusunda bir yön kazandırarak her bir parçasını ve kademesini bununla bağlantılandırarak toparlayacak; kitle bağlarına ve ilişkilerine istikrar kazandıracak ve adım adım özneleştirecek olan tam da esnek, çeşitli, kademeli, geçişli, dinamik örgütlülükler ağıdır.