25
BUNALIMI VE DEMOKRASi I. Doç. Dr. Ahmet DA VUTOGLU Marmara Üniversitesi Üyesi devriminin ikiyüzüncü zamanda da sona ermesine denk siyasi sistem olarak demokrasinin, ekonomik sistem olarak da ka- pitalizmin rasyonel mutlak zaferinin ilan edilmesine yol "Tarihin Sonu" tezi ile en somut ve bürünen bu tarihi sürecin nihai belirleyicisi inanan bir özne yordu. Bu nedenledir ki, tarihi sürecin iç ritmini anlamaktan çok, zaferin kendi zemi- nini ve söylemini Yeni Dünya Düzeni bu özne-merkezli uluslar belirleme ürünü Ancak son on içinde tarihin sürecinin tek bir irade ile bir kez daha ortaya koydu. Tarihin sona ermesi ve rasyonel egemen sona gerilim kimi alanlarda ve bölgelerde daha da yeni gerilim da kendini göstermeye Uluslar hukuk-reel- politik, kuzey-güney, evrensel,..yerel gibi gerilim alarilan zamanla daha da ve bir nitelik

KÜRESELLEŞME, ZİHNİYET - İSAMktp.isam.org.tr/pdfdrg/D074282/2000/2000_DAVUTOGLUA.pdfKüreselleşme, Zilıniyet Bunalımı ve Demo/ırasi 89 tepki olarak gelişen ve demokrasinin

  • Upload
    others

  • View
    14

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • KÜRESELLEŞME, ZİHNİYET BUNALIMI VE DEMOKRASi

    I. GİRİŞ

    Doç. Dr. Ahmet DA VUTOGLU Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi

    Fransız devriminin ikiyüzüncü yıldönümünün aynı zamanda soğuk savaş yapılanmasının da sona ermesine denk gelmiş olması, siyasi sistem olarak demokrasinin, ekonomik sistem olarak da ka-pitalizmin dayandığı rasyonel mekanizmaların mutlak zaferinin ilan edilmesine yol açmıştı. Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" tezi ile en somut ve iddialı şekline bürünen bu bakış açısı tarihi sürecin nihai belirleyicisi olduğuna inanan bir özne yaklaşımını yansıtıyordu. Bu nedenledir ki, yaşanan tarihi sürecin iç çelişkilerinin ritmini anlamaktan çok, ulaşılan zaferin kendi meşruiyyet zemi-nini ve söylemini oluşturmaya çalışıyordu. Yeni Dünya Düzeni kavramı bu özne-merkezli bakışın uluslar arası ilişkieri belirleme çabasının ürünü olmuştur.

    Ancak son on yıl içinde yaşananlar tarihin akış sürecinin tek bir irade ile belirlenmeyeceğini bir kez daha ortaya koydu. Tarihin sona ermesi ve rasyonel mekanizmaların egemen olmasıyla sona ereceği düşünülen gerilim alanları kimi alanlarda ve bölgelerde daha da derinleşirken, yeni çelişkilerin oluşturduğu farklı gerilim alanları da kendini göstermeye başladı. Uluslar arası hukuk-reel-politik, kuzey-güney, batı-batıdışı, evrensel,..yerel gibi gerilim alarilan zamanla daha da yaygınlaşan ve belirginleşen bir nitelik kazandılar.

  • 88 İslam ve Demokrasi

    Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezi ile bu gerilim alanlanndan birini stratejik bir pragmatizmin aracı olarak kul-lanması da görünüşte "Tarihin Sonu" tezinin sonunu getirmekle birlikte, aslında özne-merkezlilik açısından aynı metodolajik sa-kıncalan bünyesinde taşıyordu. Tarihi akışın nihai belirleyicileri-nin, tasnife göre değişen ve Doğu karşısındaki medeniyet düzlemi bakımından Batı, Güney karşısındaki ekonomi-politik hegemonya diizlemi bakımından kuzey merkezli ve Atlantik eksenli bir alan olduğu kanaatine dayanan bu projeksiyonlar, yeterince sorgulan-maksızın kabul edilen bir meşruiyyet söyleminin evrenselleşmesinin aracı olarak kullanıldılar.

    Bu çerçevede, gerek uluslar arası ilişkilerdeki gerilim alanla-nnda söz konusu olan insiyatifkullanımlarının gerekse ulusal dü-zeylerdeki siyasi otoritelerin me·şruiyyet söyleminin merkezine oturan demokrasi, ihtiva ettiği felsefi ve sosyolojik arka plan iti-barıyla değil, sağladığı stratejik meşruiyyet ile değer bulmaya 'başladı. Belli bölge ve ülkelerde, mesela Doğu Avrupa'da, destek-lenen siyasi katılım ve demokrasi talepleri başka bazı bölge ve ül-kelerde, mesela Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da, bölgesel ve ulusal istikrar için tehlikeli olarak görüldü. Huntington'un bir başka ça-lışmasına da başlık olan kavramsallaştırmasından hareket eder-sek, Demokrasi'nin Üçüncü Dalgası'nın1 belli kıyılara ulaşması felsefi ve sosyolojik olmaktan çok, stratejik gerekçelerle uygun gö-rülmüyordu.

    Son yıllarda yoğunlaşan İslam ve Demokrasi tartışmalan böy-lesi bir stratejik pragmatizmin konjunktürel gölgesini barındırmaktadır. Üçüncü demokı·asi dalgasının İslam dünyası kıyılanna vurmasını stratejik çıkarları açısından uygun görmeyenler, İslam'ın demokrasi ile bağdaşamayacağını, bunun da en çarpıcı delilinin demokrasinin hiç bir İslam ülkesinde yerleşememiş ol-ması olduğunu vurgulamaktadırlar. Bu yaklaşım sahipleri, İslam dünyasındaki siyasi rejimierin çoğunun seküler-ideolojik nitelikli totaliter yapılar ya da Batı destekli keyfi-kabilevi krallıklar oldu-ğunu ve her ikitüründe İslam'a sembolik meşruiyyet kaynağı ol-maktan öte bir değer vermediklerini unutmaktadırlar. Bu tavra

    1 S. Huntington, The Third Waue: Democratization in the Late Twentieth Century, (University ofüklohama Press, 1991)

  • Küreselleşme, Zilıniyet Bunalımı ve Demo/ırasi 89

    tepki olarak gelişen ve demokrasinin siyasal katılım yoluyla sağladığı denetim ve özgürlük alanını seküler totalitarizme karşı te-mel güvence olarak gören yaklaşımlar da İslam ile demokrasi ara-sındaki uyumu mutlaklaştıran bir tavra yönelmişlerdir.

    Gerek İslam ile demokrasi arasındaki mutlak çelişkiyi gerekse mutlak uyumu göstermeye çalışan yaklaşımlar bu anlamda aynı metodolojik çıkınazla karşı karşıyadırlar. Temelde bireylere belli bir varoluş bilinci sağlayan bir inanç sisteminin belli bir siyasi, sosyal ve ekonomik rnekanizmaya mutlak anlamda indirgenebil-mesi de, o mekanizma ile mutlak bir kategorik ayırım ile zıttaşması da mümkün değildir. Ancak ve ancak bu inanç sisteminden beslenen zihniyetin ve sosyal normların temel parametrelerinin böylesi bir mekanizmanın temel varsayımlan ile uyumlu olup ol-madığı tartışılabilir. Bu da içinde tarihi zaman-mekan boyutunu da kapsayan ve yapısal-konjunktürel olmaktan çok, felsefi-zihni temele dayanan daha geniş kapsamlı bir tahlili gerekli kılar.

    II. ZİHNİYET VE KİMLİK BUNALIMI ÇERÇEVESiNDE DEMOKRASİSÖYLENU

    Demokrasiyi felsefi ve yapısal özellikleriyle statik bir meşruiyyet referansı olarak görenlerin aksine, demokrasi bugün belki de tarihte karşılaştığı en önemli ve dinamik süreçlerden birini yaşamaktadır. Sınırlı ve ulusal siyasi birimlerin iç yapılanmasının öte-sine geçerek evrensel düzeyde uluslar arası hukuku da kapsaya-cak şekilde yeni bir nitelik kazanmaya çalışan demokı·asi, bu sü-recin getirdiği bunalımlan da doğı·udan yansıtan bir değişim ya-şamaktadır. Bu anlamda Avrupa'da ulus-devlet oluşumlarının ekonomik, siyasi ve kültürel/din'i sacayağını oluşturan kapitalizm, demokrasi ve sekularizm arasındaki doğrusal bağlar çözülmekte ve iç çelişkiler bu üçlü sacayağının pozitivizm ve İlerlemeci tarih anlayışı çerçevesinde irtibatlanan iç dokusunu zayıflatmaktadır.

    Ulus-devlet oluşumu sürecinde ticari ve sina! kapitalizmin feo-dalitenin sınırlayıcı kalıplarını kırmasına koşut bir tarzda özgür-lükçü ve katılımcı özellikleriyle yükselişe geçen demokrasi, bugün yeni-sömürgeci bir karakter arzeden tekelci dünya sisteminin or-taya çıkardığı kuzey-güney dengesizliği ile hesaplaşmak zorunda

  • 90 İslam ve Demollrasi

    kalmaktadır. Ulusal kapitalizriıin gelişmesine paralel olarak bire-yin özgürlük ve katılım alanını sahip olduğu mülkiyete orantılı olarak kademelİ bir şekilde genişleten demokrasi bugün evrensel-leşen kapitalizmin güney ülkelerini sıkboğaz eden eşitsizlikçi ya-pılanmasının açmazlarını bünyesinde barındırmaktadır. Kuzey-güney dengesizliğini artıran evrensel kapitalist mekanizmalar ile demokrasinin meruiyyet sağlayacağı söylemi arasındaki uçurum gittikçe açılmaktadır. Özetle, 13. yüzyıldan başlayarak 17. yüzyıla kadar uzanan tarih dilimi içinde kademelİ bir şekilde tarih sahne-sine çıkan ve yirıninci yüzyılda küresel bir olgu haline gelen ulus-devlet oluşumu ve bu oluşuma dayalı uluslar arası sistem bugün önemli bir yeni değişim dalgasının tesiri altına girmiş bulunmak-tadır.

    Bu değişim dalgası ile birlikte modernitenin felsefi varsayımları yeniden sorgulanmaya başlanmıştır. Akıl-bilim-ilerleme saca-yağına dayalı aydınlanma felsefesinin temel önerıneleri, özellikle bireyin ontolojik güvenlik ve özgürlük alanları açısından, ciddi bir yeniden değerlendirıne süreci ile karşı karşıyadır. 19. yüzyıldaki beklentilerin aksine, aklı kullanarak geliştirilen bilimin getirdiği ilerleme, insanoğlunun mutlak bir ontolojik güvenlik ve özgürlük alanına kavuşmasını sağlamamıştır. Aksine, bilimsel gelişmelerle ivme kazanan teknolojik tahrip gücü ve ekolojik dengesizlikler in-sanoğlunun ontolojik güvenlik alanını küresel ölçekte tehdit eder-ken, yine teknolojik imkanlarla olağanüstü bir güce kavuşan ulus-devlet ötesi küresel mekanizmalar bireyin özgürlük alanını ciddi şekilde daraltmaktadır.

    Bunun sonucunda da ulusal stratejiler ile uluslar arası etkile-şim alanı arasındaki uçurum gittikçe açılmaktadır. Herhangi bir ülkenin stratejik çıkarları gereği nükleer teknoloji kullanımı ko-nusunda atacak herhangi bir adım, bu adımla şu veya bu şekilde hiçbir hesabı olmayan toplumların ve bireylerin güvenlik ve varo-luş alanlarını tümüyle yok edebilecek sonuçlar doğurabilmektedir.

    Öte yandan büyük kolaylıklar sağlayan küresel ölçekli araçlar ve mekanizmalar aynı zamanda özgürlük alanını daraltan ve güç merkezlerinin denetim kapasitesini bireyler aleyhine genişleten etkilere yol açmaktadır. Bu durum bilim ve teknolojinin değer bo-yutunu ve ahlaki denetim sorununu da beraberinde getirmekte-

  • Küreselleşme, Zilıniyet Bunalımı L'e Demalırasi 91

    dir. Bilim ve teknolojinin kendi oluşturduğu mekanizmaları ve araçları denetleyecek ahlak! bir alt yapı ve değer sistemi geliştirme konusundaki yetersizliği geniş kapsamlı bir felsefi bunalım alanı oluşturmuş bulunmaktadır. Öte yandan felsefi, bilimsel ve kültürel alanda kilisenin sınırlayıcı karakterine karşı özgürlükçü ve rasyonel bir atılım sağlayan ve bu anlamda kimi çevrelerce de-mokrasinin ön şartı olarak görülen sekularizm ile demokrasi ara-sındaki tutarlılık bağları da çözülmektedir.

    ID. ALTERNATiF TEPKİLER VE DEMOKRASi YORUMLARI

    Ulus-devletin egemenlik alanı ile küresel mekanizmaların etki alanı arasındaki farklılaşma ve bunun birey üzerindeki etkileri sıradan bir bireyin ulus-devletin iç siyasi yapısı ve uluslar arası sis-tem ile kurduğu ilişkinin mahiyet ve meşruiyyet alanını büyük bir değişime uğratmaktadır. Demokrasi de gerek felsefi alt yapısı ge-rekse kurumsal çerçevesi itibariyla bu gelişmelerin etkisi altındadır.

    Bireyin devlet ve uluslar arası sistem ile olan ilişkisinde yaşanan bunalım, ölçek büyümesi ve sonuçları açısından, Yunan şehir devlet yapılarından imparatorluk yapılarına geçişi sağlayan Bü-yük İskender döneminde görülen bunalıma benzemektedir. Bu açıdan, Büyük İskender'le birlikte organik şehir devletlerinden büyük ölçekli imparatorluk yapılarına geçiş küçük çaplı bir küre-selleşmedir ve bu küçük çaplı küreselleşmeye gösterilen tepkilere benzer felsefi tepkilere bugün de şahit olmaktayız.

    Şehir devletlerinin organik yapısında sahip olduğu güç ve et-kinlik alanını, BüyÜk İskender'in büyük ölçekli imparatorluk ya-pısında kaydeden bireyin zihniyet ve kimlik düzeyinde karşı kar-şıya kaldığı felsefi bunalım üç tür farklı tepkinin doğuşuna yol aç-mıştı. Bugün de, küreselleşme ile birlikte yaşanan değişim ve bu-nalım, benzer tepkilerin doğuşuna yol açmakta ve demokrasi bu tepkilerden etkilenerek yeniden biçimlenmektedir:

    1. Küreselci Stoik Tepki: Büyük İskender'in imparatorluk yapısında daha önce şehir devleti içinde sahip olduğu kimlik ve

  • 92 İslam L'e Denıollrasi

    organik zihniyet biçimini kaybeden ve büyük ölçekli yeni yapı içinde sıradan ve edilgen unsw·lar haline gelerek bireyselleşen şehir devleti vatandaşlarının ilk tepkisi, bu yeni durumu anlamlan-dıracak daha geniş ölçekli ve kapsamlı felsefi arayışlar içine gir-mek olmuştu. Makedonya'dan Hindistan'a kadar uzanan bütün imparatorluk alanını kuşatacak evrensel bir zihniyet ve kimlik aratışı, şehir devletinin yerel ve organik zihniyet ve kimlik yapısından daha evrensel tanımlamalara geçişi gerekli kılıyordu. Sto-acılık bu arayışa çözüm üretirken doğanın ruhu, evrenin özü ve doğal hukuk gibi tanımlamalada daha kuşatıcı bir zihniyetin önü-nü açmaya çalışıyordu; çünkü yerel medeniyeti havzalannı aşan birleştiren büyük ölçekli bir siyasi hakimiyet ancak ve ancak ev-rensel geçerliliği olan mutlak gerçeklik fikri ile bütünleştiği za-man meşruiyyet kazanabilirdi.

    Bu felsefi tepkinin siyasi değeri işte tam bu noktada kendini : gösteriyordu. imparatorluk yapısı içinde bulunan farklı insan top-luluklannın ortak ve payiaşılabilir değerlere kavuşturularak siya-si meşruiyyet bunalımının aşılabilmesi ancak böylesi kapsayıcı bir söylem ile aşılabilirdi. Bir Mekadonyalı ile bir İranlının, bir Yu-nanlı ile bir Mezopotamyalı'nın, bir Hintli ile bir Mısırlı'nın ortak bir siyasi otoriteye itaat edebilmesi evrenselleşme potansiyeli olan yeni bir siyasi ve felsefi söylemi gerekli kılıyordu.

    Stoik tepkinin Roma'daki tezahürleri de aynı kaygıyı taşımıştır. Roma İmparatorluğu'nun hızla yayılması sürecinde Roma va-tandaşları ile Pax Romana tabiileri arasındaki farklılaşma ister istemez bir zihniyet, kimlik ve meşruiyyet bunalımını beraberinde getiriyordu. Gerek Seneca'nın gerekse Roma imparatoru Marcus Aurelius'un Stoacı çerçevelerle kurmaya çalıştığı küreselci alt ya-pı aslında Pax Romana'nın yaşadığı siyasi bunalımı aşma çabasının bir ürünüydü. Seneca'nın daha sonra Orta Çağ Hıristiyan dü-şüncesindeki "Çifte Kılıçlar Teorisi"ne ve modern sekularizme felsefi alt yapı sağlayacak olan ve 'insan birinin aynı anda hem ev-rensel insanlık topluluğunun hem de Roma siyasi biriminin üyesi olduğunu ve bu çerçevede çift yönlü bir otorite altında bulunduğu' görüşü, varoluş bilinci ile siyasi üyelik bilinci arasında yeni bir anlamlılık ilişkisi kurma çabasının ürünü idi. Bu çaba başarısız kaldığı zaman Roma da kaçınılmaz bir çözülüş sürecinin içine gir-

  • Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi 93

    miş oldu. Bununla birlikte Roma birikimi üzerinde yükselen feo-dal ve modern siyasi üniteler hep bu iki gerçeklik alanı arasındaki anlamlılık ya da kategorikayının ilişkisini tartışagelmiştir. Aşağıda ele alacağımız gibi sekularizmin ve demokrasinin en ciddi problematiği de bu anlamlılık ilişkisinin yeniden tanımlanması meselesi dir.

    Bugün de aynı problematik çok daha geniş ölçekli olarak ya-şanmaktadır. Küresel ekonomi-politik mekanizmalar ile yerel kül-tür havzalan arasındaki gerilim dünyanın değişik bölgelerindeki bireylerin olağanüstü bir zihniyet ve kimlik bunalımı ile karşı karşıya bırakmakta ve her düzeyde yaşanan bir tür yabancılaşma sürecini devreye sokmaktadır. Bunun bizim için en canlı mis§Ji, Anadolu topraklanndan koparak Avrupa'nın değişik metropolle-rinde yaşamaya başlayan işçilerimizin iki-üç nesil süren bir kül-tür çatışması ile yüzleşrnek zorunda kalmış olması ve bu yüzleşmenin hala süren derin psiko-sosyal ve siyasi etkiler yapmaya de-vam etmesidir. Güneyden kuzeye yönelen insan akımı yanında iletişim alanlarında yaşanan olağanüstü potansiyel patlaması ile birlikte her kültür havzasının kendi yerelliğinde de ciddi bir değişime uğramaya başlaması, bireylerin kendi varoluş alanlarını ye-niden tanımlamaya zorlamaktadır.

    Küreselleşme, demokrasi ve Yeni Dünya Düzeni söyleminin birlikte gelişmesi bu olağanüstü dönüşümün izlerini taşımaktadır. Aynen Büyük İskerider İmparatorluğu ve Pax Romana misalle-rinde olduğu gibi bugün de küresel siyasi düzenin sürmesi, bu dü-zenin meşruiyyet zeminini yeniden dokuyacak bir felsefi söylemin oluşturulmasına ve bu yeni söylemin bu düzenin etki alanında bu-lunan toplumların ve bireylerin zihniyet ve kimlik tanımlamalannı yeniden üreterek·. meşruiyyet bunalımının aşılmasına bağlıdır. Soğuk savaş sonrası dönemde Pax Arnericana 'nın felsefi meşruiyyetini sağlamaya yönelen "Tarihin Sonu" tezi böylesi işlevsel bir öneme sahiptir.

    Demokrasi teorisi ve söylemi bu çerçevede yeni bir eksene oturtulmaya çalışılmaktadır. Ancak, gerek uluslar arası sistemin, G-7 ve BM Güvenlik Konseyi gibi kurumlarda açıkça görüldüğü gibi, bizatihi kendisinin demokratik bir yapıya sahip olmaması, gerekse demokrasinin felsefi alt yapısının yeni bir varoluş bilinci

  • 94 İslam ve Demalırasi

    ve değer sistemi oluşturacak şekilde yeniden üretilememiş olması başlı başına ciddi bir çelişki oluşturmaktadır. Bu anlamda, moder-nitenin kendi mutlaklığı içinde demokrasiyi yeniden tanımlaması şeklinde görülebilecek olan küresel demokrasi söylemi yeterince kuşatıcı bir evrensel değer sistemi oluşturamamıştır.

    Bunda Avrupa yerelliğinde ortaya çıkan sekuler düşünce biçi-minin getirdiği sınırlar da önemli bir etken olmuştur. Avrupa-merkezli sekuler düşünce bütün kültürleri kuşatıcı bir yeni açılıma öncülük edecek felsefi derinlikten yoksuniaştıkça diğer kültür-lerin anlamlılık dünyasına nüfuz etmekte güçlük çekmektedir. Bi-raz ilerde tekrar üzerinde duracağımız gibi, sekularizmi alternatif bir din haline getiren mutlakçı yorum, demokrasinin evrensel de-ğer ihtiyacını çözemediği gibi, Batı niedeniyeti ile diğer medeniyet ve kültür havzalan arasındaki bunalımı da derinleştirmektedir.

    Demokrasi bugün bütün medeniyet havzalannı kuşatan ve on-' lardan beslenen gerçek anlamda küresel bir mahiyet kazanroadıkça stoik söylemin başanya ulaşması çok güçtür. Ruandalı ya da Sornalili bir insan, birinin Amerikalı ya da Kanadalı bir insan bi-rine, bir Türk göçmenin bir Alman vatandaşına, bir Pakistanlı göçmeninde Angio-Sakson bir ingilize eşit olduğuna dair bir anto-lojik bilinç düzlemi oluşturulmadıkça, gerek uluslar arası düzlem-de gerekse ulusal katılım düzleminde gerçek anlamda eşitliğe da-yalı bir demokrasi söylemini savunabilmek çok güçtür.

    Demokrasi bugün yeni ve kuşatıcı bir ontolojik ve ahlaki bilinç alt yapısına ihtiyaç hissetmektedir. Varolan hiyerarşik ve dışlayıcı siyasi düzen anlayışını meşrulaştıran bir küreselleşme ve de-mokrasi söylemi bu ihtiyacı karşılayabilecek felsefi derinlikten yoksundur.

    2. Göreceli/Sinik Tepki: Büyük İskender'in imparatorluk yapısı içinde eski zihniyet ve kimlik bilincinin kaybedilmesinin doğurduğu ikinci tepki, bireylerin büyük ölçekli mutlak gerçeklik alanlarından ve iddialarından kaçarak kendi içine çekilmesidir. Büyük ölçekli sosyo-politik mekanizmalann sahip olduğu denetim gücünün getirdiği sınırlamalardan kaçan bireyler kendi içlerine kapanarak yerel ve göreceli gerçeklik alanlarına çekilmek suretiy-le kendi ontolojik güvenlik ve özgürlük alanlarını koruma çabası

  • Kiire.~elleşme, Zihniyet Bwıalunı ve Demokrasi 95

    içine girmektedirler. Diyojen'in Büyük İskender'e yönelik olarak söylediği "gölge etme, başka ihsan istemem" sözü sosyo-politik de-netim ve otorite gerektiren mutlak gerçeklik alanlarından kaça-rak paradigma-içi göreceli alanlara sığınma ve bu yolla otorite oluşumuna direnme tepkisinden başka bir şey değildir. Kendi fıçısından ibaret olan bir hareket ve gerçeklik alanı Diyojen için aynı zamanda özgür kalmanın da bir ön şartı gibidir.

    Bu sinik tepkinin bugünkü karşılığı totalitarizme yol açan bü-tüncül düşüncelerden kaçarak göreeeliliğin yerelliğine sığınan postmodern akımlardır. Paradigma-içi gerçeklik varsayımı para- · digrtıalar-üstü gerçeklik alanlarından daha güvenlikli ve özgür-lükçü gelmektedir. Son yıllarda yeni bir çerçeve kazanmaya başlayan post-modern demokrasi, bireylerin ve akımlann kendi görece-li gerçeklik alanlarında kalmalannı gerçek bir demokrasinin ön· şartı olarak görmektedirler.

    Bu post-modern yorumuyla demokrasi, küreselleşme eksenli stoik yorumun aksine, evrensel geçerliliği olan bir değerler bütü-nü ve bu değerler bütününü oluşturduğu bir mekanizma olmak-tan çok, farklı paradigmatik gerçekliklere yaklaşım yöntemi ol-maktadır. Bu yöntem demokrasiyi çoğulculuk ilkesi ile tutarlı hale getirerek farklı kültür ve düşünce biçimlerinin özgürlük ve varoluş alanlannı genişletmektedir. Ancak, post-modern demok-rasi anlayışı bir ~aşka açıdan da modernist çizginin öngördüğü mutlak geçerliliği olan değerler anlayışını sarsmakta ve göreceli-likle birlikte gelen bir tür iddiasıziaşmayı da doğurmaktadır.

    3. Tüketime Dayalı Hazcı (Epiküryan) Tepki: Büyük İskender'in imparatorluk yapısına geçiş şüreci içinde çıkan tepki hareketlerinden birisi de insan mutluluğunu haz kriterine indir-geyen felsefi akımdır. Siyasi mekanizmalar üzerindeki etkisini kaybeden ve meşruiyyet bağı itibariyle ciddi bir anlamsızlık buna-lımı içine giren bireyin, bu mekanizmalara yabancılaşarak bu me-kanizmaların ahlaki ve felsefi değerinden çok, kendi haz dürtüsü-nü tatmine yönelmesi, aslında, bireylerle sosyo-politik otorite ve mekanizmalar arasındaki yabancılaşmanın bir yansımasıdır. Bi-rey, güçlendikçe kendisinden uzaklaşan ve hatta kopan sosyo-poli-tik mekanizmalar içinde kendine yeni bir anlamlılık bağı bulmaya

  • 96 İsUnn ııe Demollrasi

    çalışmaktansa, sınırlı hayatını mümkün olduğunca haz yüklü bir şekilde geçirmeye yönelmektedir.

    Bugün de benzer bir durum geçerlidir. Siyasi, sosyal ve ekono-mik mekanizmaların küreselleşme olgusuna paralel olarak gittik-çe daha da güçlenerek denetim gücünü artırması ve transnasyonel özellikleriyle yerel devlet yapılarını da tümüyle etkilerneye başlaması, bireylerin bu mekanizmalan etkileme ve yeniden düzenle-me çabasından uzaklaşarak kendi kişisel mutluluk arayışlarına yönelmeye sevketmektedir. Bu transnasyonel mekanizmaların kendi çıkarlarını azamlleştirmek üzere ürettiği tüketim eksenli küresel kültür, mutluluğu tüketim çapı ve biçimi ile özdeşleştiren yeni-hazcı bir yaklaşımın yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Birey-sel mutluluğun belli tüketim kalıplarına indirgenmesi, temel fel-sefesini bireyin özgür ve rasyonel tercihlerine indirgeyen demok-rasinin de algılanış biçimini belirlemektedir.

    Bu çerçevede demokrasi ile kapitalizm arasındaki tarihi bağ, tüketim kültürü üzerinden yeniden kurulmaktadır. Böylece de-mokrasinin küreselleşmesi ile kapitalizmin simgesel tüketim bi-çimleri ve ürünlerinin yaygınlaşması arasında yüzeysel bir ilişki kurulmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde Coca Cola'nın eski demir perde ülkelerine girişi, MacDonalds, Kentucky Fried Chic-ken ve Pizza Hut gibi seri yemek alışkanlıklarının yerel yemek kültürlerini tasfiye etmeye başlaması, Michael Jackson'un konser-lerinin eski sosyalist toplumlarda geniş ölçekli dalgalanmalar oluşturması, belli müzik türlerinin evrensel yarı-tanrı simgeler üretmesi demokrasinin yaygınlaşmasının yansımaları olarak su-nulmaya başlanmıştır. -

    Son yıllarda McWorldism olarak isimlendirilen bu yaklaşım biçimi demokrasinin ontolojik ve ahlaki temellerinden çok, bazı toplumlarda görülen tüketim kalıpları ile ilgili sonuçlarını öne çıkarmakta ve bu sonuçları demokrasinin yüzeysel bir anlatım biçi-mi olarak kullanmaktadır. Bu kullanım aynı zamanda stoik tepki-de göstermeye çalıştığımız yeni dünya düzeni arayışının ortak davranış biçimlerini de yansıtması bakımından küresel ekonomi-politik güç merkezleri tarafından sürekli gündemde tutulmakta-dır. Demokrasinin böylesi yüzeysel bir yorumu ve bu yorumun be-raberinde getirdiği sathi küresel kültür belli bir ekonomi-politik

  • Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demo/ırasi 97

    hegemonyanın sürmesini sağlayabilir; ancak, gerçekten evrensel nitelikli yeni bir açılıma öncülük edemez.

    IV. BATI'DA VE isLAM DÜNYASI'NDA DEMOKRASiNİN TEMEL MESELELERi

    ı. Ben-idraki, Varoluş Alanı ve Demokrasi: Bugün de-mokrasinin gerek zihniyet gerekse uygulama düzeyindeki en te-mel meselelerinden. birisi, bireyin ontolojik varoluş bilinci ile sos-yo-politik varoluş bilinci arasındaki anlamlılık ilişkisidir. Demok-rasi nihayetinde ulusal düzeyde vatandaş statüsünesahip bireyle-rin, uluslar arası düzeyde de bütün farklı toplum ve devletlerin karar alma sürecine eşit katılımını öngördüğüne göre, bu ~ireylerin ve toplumların varoluş düzlemlerini kuşatıcı bir varlık telakkisi ile anlamlandırmadıkça demokrasinin felsefi temellerini oluşturabilmek mümkün değilçlir. Ontolojik eşitlik ve hürriyet an-layışına dayanmayan bir varlık telakkisi ile ortaya konmaya çalışılan bir "demokratik" değer ve sistem, nihayetinde kendi özünde büyük bir çelişki taşımaya devam edecektir. Batı demokrasileri bu çerçevede biri uluslar arası diğeri de ulusal düzeyde olmak üzere iki temel çelişki ile karşı karşıyadır.

    Bu anlamda ontolojik hürriyetsizliğe dayanan kölelik ve outo-lojik eşitsizliğe dayanan metik kurumları ile nüfusun neredeyse yüzde doksanını varlık kategorisi itibarıyla "demokratik" değerlerin dışında tutan Atina demokrasisi günümüzde de gizli bir model olarak etkisini sürdüTınektedir. Demokrasinin en etkin küresel değer olduğu bugünkü uluslar arası sistemin uluslar arası kurum-

    • 1

    larında dünya nüfusunun büyük çoğuuluğunu dışlayan tam bir Atina demokrasisi anlayışı hakimdir. Gerek uluslar arası sistemin siyasi güç odağını oluşturan BM Güvenlik Konseyi yapılanması, gerekse uluslar arası sistemin ekonomik güç odağını oluşturan G-7 yapılanması insanoğlunun ontolojik eşitliğini öngören değer-bağımlı bir felsefeden çok, ekonomi-politik eşitsizliği ontolojik eşitsizliğe dönüştüren güç-bağımlı bir anlayışı ön plana çıkmaktadır .

    . Batı-dışı toplumları dışlayan bir medeniyet ben-idrakinin ürü-nü olan bu yapılanma sadece ekonomik güç faktörü dolayısıyla Ja-

  • 98 İslam ve Demolzrasi

    ponya'ya ve demografik güç faktörü dolayısıyla da Çin'e uluslar arası kurumların karar verme mekanizmalarına katılma şansı ta-nımaktadır. Başka bir deyişle siyasi, ekonomik ya da demografik güç faktörlerinin devreye girmemesi durumunda demokrasinin evrensel bir değer ifade ettiğini iddia etmek güçleşmektedir. İkinci temel mesele olarak ele alacağımız gibi, güç-bağımlı mekaniz-malara dayalı anlayışların bizatihi değer olduklannı ya da değerüretici bir konumda bulunduklarını varsaymak değer-güç ve de-ğer-mekanizma ilişkiler açısından mümkün değildir.

    Varoluş ve güç alanları arasındaki bu çelişki ulusal düzeydeki vatandaşlık kavramında da kendini göstermektedir. İnsan bireyi ile vatandaş kavramı arasındaki farklılaşma demokrasinin gerek uluslar arası gerekse ulusal düzeyde aşmakta güçlük çektiği bir ikilem oluşturmaktadır. Bunun ulusal düzeydeki en çarpıcı misali de Batı ülkelerinde demografik ağırlığı ve baskısı gittikçe artan yabancıların statülerinin demokratik değeri meselesidir. İngiltere'de Hint, Fransa'da Kuzey Mrika ve Almanya'da Türk kökenli insanların ontolojik varoluşlarının ne tür bir sosyo-politik değer ifade ettiği net olarak çözülmeden evrensel bir demokrasi havari-liğine kalkışmak büyük bir çelişki oluşturmaktadır. İkinci sınıfinsan kavramının evrensel insan tabiatı anlayışı ile tecviz edilmesi mümkün olmadığına göre, ortada demokrasilerin bizatihi değer üretebildikleri varsayımını tartışmaya açmak zarüreti vardır.

    David Held, Demokrasi Modelleri isimli eserinde önerdiği Kozmopolitan Demokrasi2 modeli ile Batı demokrasilerinin bu bu-nalımını aşmaya çalışıyorsa da, böylesi bir bunalımın çok geniş kapsamlı bir felsefi yenilenme gerçekleşmeksizin aşılabilmesi çok güçtür. Gerek uluslar arası gerekse ulusal düzeyde gözlenen bu çelişkiler temelde Batı insanının ben-idraki ile ilgilidir ve Gal-tung'un kavramıyla co-equality anlayışına, yani bütün insanların eşit olduğu iddiasına rağmen, bazı insanların daha fazla eşit ka-bul edilmesine dayanmaktadır.

    Batı insanının zihniyet oluşumunu mekan, zaman, bilgi, in-san-tabiat, insan-insan ve Tanrı-insan ilişkileri açısından incele-

    2 D. Held, Models of D_emocracy, (Cambridge: Polity, 1996), s. 358-359.

  • Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demohrasi 99

    yen Galtung'un3 Batı-merkezli mekan ve tarih anlayışına yöneltti-ği eleştirel yaklaşım bir başka soruyu daha gündeme getirmekte-dir: Demokrasi gerek felsefi temeli gerekse uygulama alanlarındaki özne-nesne ilişkisi bakımından insanlığın ortak bir tecrübesi olabilir mi, yoksa sadece Batı toplumlanmn tecrübesi olarak kala-cak mıdır?

    Bu soru ayın zamanda içinde İslam dünyasımn da yer aldığı Batı-dışı toplumlann tarihi varoluş alanlan ile demokrasi felsefe-si ve uygulaması arasındaki temel meseleyi de gündeme getirmek-tedir. Demokrasinin, Hıristiyan dini geleneği reddetmekle birlikte bu geleneğin sürekliliği içinde vücud bulmuş sekularizme indir-genmesi ve bu anlamda küreselleştirilmeye çalışılması aslında de-mokrasinin ortak bir insanlık tecrübesi haline dönüşmesini de güçleştirmektedir. Batı toplumlannda yaşanan tarihi bir tecrübe-nin, ontolojik eşitlik ve hürriyete dayalı felsefi temelinden çok, bi-çimsel yönüyle Batı-dışı toplurnlara aktanlması bu toplumlan, va-roluş alanlanın yok eden bir tarihsizleşme açmazı ile karşı karşıya bırakmaktadır. Küresel kültürü sınırlı bir sekuler alana indir-geyerek demokrasinin evrensel özünü tekrar kurmaya çalışan kü-reselci stoik tepkinin önündeki en önemli engel de budur.

    Buradaki temel çelişki insanlık tarihini Batı tarihi ile özdeşleştiren ve bu anlamda bir tür özne-nesne ilişkisi çerçevesinde Ba-tı-dışı toplumlan tarihsizleştiren bir bakıs açısında yatmaktadır. Yerieşik tarih paradi~ası çerçevesinde her tür düşünce, iktisat ve siyaset tarihinin Eski Yunan'dan başlayıp Roma, Orta Çağ ve

    3 Galtung, Batı medeniyetinin prototipinin (homo occidentalis) temel zih-niyet özelliklerini bu kriteriere göre şöyle tanımlamaktadır: "Mekan: Oc-cident ve özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dünyanın merkezini oluşturur, gerisi ilk hareket ettirici olan merkezle birlikte çevreyi temsil eder; Zaman: Sosyal süreçler tek yönlüdür, aşağıdan yukarıya ilerlerler, fakat muhtemelen iyi sonuçlanan, olumlu bir Endzzıstand:a sahip aşılması gereken bunalımları da vardır; Bilgi: Dünya çok az sayıdaki boyut-lara göre anlaşılabilir, nihai olarak dünya tek boyutlu olarak görülebilir; atomculuk, tümdengelim; İnsan-tabiat: İnsan tabiatın üstündedir; İnsan-Tanrı: Tanrı veya herhangi bir ideolojiiilke insanın üstündedir; İnsan-insan: İnsan, bireyler ve uluslar olarak insanın üstündedir, bazıları diğerlerinden daha eşittirler." Galtung, J., "On the Dialectic between Crisis and Crises Perception", S. Musto and J.F. Pinkele Europeat the Crossroads, (N.Y.: Praeger, 1985), s. ll.

  • ıo.o İslam ve Demokrasi

    Hıristiyanlık tarihi çizgisinden geçerek modern ve sekuler döneme ulaştığını yegane evrensel tarihi gerçek olarak benimseyen bir yaklaşım tek ve standart bir sekularizm tasavvur etmekte ve onu da modernitenin merkezine yerleştirmektedir.

    Böylesi bir tarih tasavvuru bir Çinli, H1ntli, Afrikalı, Müslü-man ve hatta Latin Amerikalı için tarihsizleşme -ve dolayısıyla kimliksizleşme- sürecinden başka nedir? Toynbee, Batı'yı tarihin akışını belirleyen bir özne, Doğuyu ve bu çerçevede de Batı-dışı toplumları statik bir nesne olarak gören bu yaklaşım biçimini 'ben-merkezci yanılsama (egocentric illusion)"4 olarak tanımlamaktadır. Eğer Toynbee'nin tarihini kaleme aldığı otuzlu yıllarda öne sürülen projeksiyonlar gerçekleşmiş ve Batı-dışı medeniyet

    . havzalan aydınlanmacı Batı tarafından zamarila tabii bir süreç ile tasfiye edilmiş olsalardı, belki de Batı-dışı toplumların tarihsizleşmesinin yol açtığı bilinç ve kimlik kaybı farkedilmeyecek ve Batıstandartlı sekularizmin evrenselleşen demokrasinin felsefi alt ya-pısı olmasının doğurduğu çelişki su yüzüne çıkmayacaktı.

    Ama öyle olmadı. Asrın ilk çeyreğinde can çekiştiği düşünülen yerel medeniyet havzalan asrın sonuna doğru yeni bir canlanma ve tarihlleşme süreci içine girdiler ve Batı tarafından belirlenen tarihi akışın sıradan ve edilgen bir nesnesi olma özelliğini sorgu-lamaya başladılar. Konfüçyanizm'in Çin'de, Hinduizm'in Hint Ya-nmadası'nda, Budizm'in hemen hemen bütün Doğu Asya'da ve İslam'ın dünyanın en önemli jeostratejik kuşaklannda yeni bir tarihi bilinç referansı olarak gündeme gelmesi, Batı'da tarihi sü-reç içinde birlikte gelişmiş oldukları için diğer zaman ve mekanlarda da kaçınılmaz bir şekilde birlikte varolması gerektiği düşünülen demokrasi, sekularizm ve çoğulculuk arasındaki iç çe-lişkileri artırmıştır.

    Sekuler ve dini alanların evrensel-yerel zıtlığına indirgenme-sinin kültürel çoğulculuğu ve dinlerin evrensel değerlerini gözardı eden bir sonuç doğurması, gerek bilinç gerekse sosyal düzeyde ye-ni gerilim alanlarının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Güç-ek-senli çıkar çatışmaları değ·er-eksenli kültür çatışmaianna. dönüş-

    4 Toynbee, A.J., A Study of History, (Oxford University Press, N.Y., 1965), vol. 1, s. 55.

  • Küreselleşme, Zilıniyet Bunalımı ve Demohrasi HH

    türülerek örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Batı tecrübesinde bile. farklı kültürel alt yapılara dayanan sekularizmin evrensel geçerli-liği olan :mutlak bir standart olarak algılanması ve bu anlarnda ideolojileştirilerek alternatif bir inanç sistemi haline dönüşmesi, tabiatı gereği çoğulculuk ihtiva eden demokrasi ile sekularizm arasındaki çelişkilerin yoğunlaşmasına sebep olmaktadır.

    Batı tecrübesine, Batı tecrübesi içinde de dogmatikiradikal Fransız tecrübesine dayalı standart kalıplara indirgerren ve bu anlarnda rasyonel özünden kopan sekularizm, demokrasinin bir ön şartı haline getirildiğinde, bu tecrübeye yabancı Batı-dışı top-lurnların demokrasiyi içselleştirmesini de engellemektedir. Dini kaynaklı kültürel değerleri ve bu değerlerin sosyal yansımalannı bir kilise dogmasını yok edercesine tasfiye etmeye çalışan bir se-kuler anlayış bir taraftan hem farklılaşmaya dayanan demokrasi-nin iç mantığıyla, hem çoğulculuk ilkesinin en temel ön şartıyla çelişkiye düşmekte, diğer taraftan da Batı'da görülen kilise benze-ri bir yapıyı hiçbir zaman bünyesinde banndırmarnış olan kendi toplumunun tarihi tecrübesine ve kültürel yapısına yabancılaşrnaktadır. Bu de sekiller elit ile halk arasında, resmi ideolojik çer-çeveler ile kitle kültürü arasında yeni bir gerilim alanı oluşturarak demokrasinin sosyo-kültürel rneşruiyyet zeminini tahrip et-mektedir.

    İslam dünyası bu gerilim alanlannı en yoğun bir şekilde yaşamaktadır. Kapsayıcı bir varoluş telakkisine dayanması açısından herhangi bir siyasi' ve sosyal kurumsaliaşmaya indirgenmesi mümkün olmayan İslam inancı ve Müslümaniann tarihi tecrübesi özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyasi katılım anlayışı ve hesap sorula-bilirlik çerçevesinde demokrasi ile bir zıtlık içinde değildir. Aynca, sekularizrni diyalek~ik bir zıtlık içinde kendi içinden çıkaran Hıristiyanlığın aksine İslamiyet rasyonel bir siyasi zihniyet ve ku-rumsallaşmayı da dışlarnaz. Aksine, belki de tarihte metafizik te-melli bir siyasi otorite anlayışından bireylerin katılımına dayalı rasyonel bir siyasi otorite anyayışına geçiş sadece ve sadece Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir'in hilafete seçilmesi ile gerçekleşmiştir. Mucizelerle desteklenmiş insan ve fizik-üstü dini bir otoritenin insanlar arası siyasi ve sosyal otoriteye dönüşebilmesinin yegane misali budur.

  • 102 İsli'un ve Demo/ırasi

    İslam dünyasının sömürgeci dönemin izlerini de taşıyan çok yönlü bir bunalım süreci içinde bulunması İslam inancının özgür-leştirici ben-idrakini İslam medeniyetinin tarihi tecrübesi ile bü-tünleştiren bir açılımı engellemektedir. Bir taraftan Batı medeni-yeti ile üç asırdır süregelen yoğun hesaplaşma, diğer taraftan eşitlikçi ben-idraki ile telif edilemeyecek farklı kimliklere dayalı iç ça-tışmalar, İslam dünyasının yaşanmakta olan küresel bunalımı yo-rumlayacak ve bütün insanlığı kuşatacak düşünce ufukları açma-sını engellemektedir. Böylece, Müslümanlar neo-sekuler küreselci söylem ile kendi içine kapanan sinik dini söylem arasına sıkıştırılmaktadır.

    İslam dünyasının terörizm ile özdeşleştirerek düşman kutba yerleştirilmesi de bu gerilimi tırmandırmaktadır. Bugün hegemo-nik merkez konumundaki Batı medeniyeti gerçekten eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya düzeni kurmak istiyorsa, kendi-ben idraltini sorgulayarak eşitlikçi bir düzlemde yeniden kurmak zorundadır. İçinde İslam dünyasının da bulunduğu Batı-dışı toplumlar ise kendi geleneklerini, tarihi tecrübelerini varolan tarih-mekan düz-leminde yeniden yorumlama gerekliliği ile karşı karşıyadır. İslam dünyasının en temel meselesi ise, özgürlükçü ve eşitlikçi bir varo-luş bilincine dayanan teorik ben-idraki ile fiili durum arasındaki uçurumu kapatacak ve bu yüzden yaşanan psiko-ontolojik bunalımı aşacak bir yeniden yorumlama ve ihya çabasına yönelmelidir.

    2. Değer-Mekanizma Denkleminde Demokrasi: Demokra-sinin geçirmekte olduğu değişim süreci içinde temel sorulardan bi-risi de demokrasinin bizatih1 bir değer mi, yoksa belli bir değer sistemini hayata geçiren objektif bir mekanizma ve siyası katılım süreci mi olduğu sorusudur. Bu soru aynı zamanda zihniyet ile kurumsallaşma süreci arasındaki bağımlılık ilişkisinin tanımlanması bakımından da büyük bir önem taşımaktadır.

    Demokrasinin bizatihl bir değer olduğu ve bütün diğer alt-de-ğerlerin ve mekanizmaların bu değere izafeten meşruiyyet kazan-dığı varsayılması durumunda bu değerin dayandığı varlık ve bilgi düzlemlerini tanımlama zarureti vardır. Bu çerçevedeki temel me-sele insan tabiatı ve bu tabiatın öngördüğü bilgi meselesi ile ilgili-dir. Varlık-bilgi-değer düzlemleri arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi sosyal değer dünyasının varlık-bilgi düzlemindeki zihin

  • Küreselleşme, Zilıniyet Bunalımı ve Demokrasi 103

    dünyası ile bir tür ilişki içinde bulunmasını gerektirecektir. Bu ilişki din! tahayyülat ile sosyal mekanizmalar arasında da kaçımlmaz bir bağ oluşturmaktadır.

    Demokrasi kendi bizatihi bir değer olarak görüldüğünde, bu değerin gerek varlık-bilgi düzleminde gerekse sosyal uygulamada dayanacağı üst meşruiyyet kaynağı sekularizm, din ve çoğulculuk alanında oluşan yeni bir gerilimden etkileurneye başlamaktadır .

    . Varlık-bilgi düzlemi din! bir çerçeve içinde tammlandığı zaman demokrasinin farklı dini tahayyülatlar karşısındaki konumu bir çoğulculuk meselesi olarak gündeme gelirken, sekularizm tek bir paradigmatik varlılybilgi düzlemi olarak algılandığında alternatif bir din! bilinç kaynağı haline dönüşmekte ve kendisine dayandınlan demokrasinin değer boyutunu hem din! tahayyülatlarla hem de çoğulculuk ile çatışır konuma getirmektedir. Bu da tabiidir, çünkü insan tabiatı ile ilgili her önerme belli bir bilgi paradigma-sını yansıtacağı için görecelilik ve çoğulculuk ile bir çelişki doğuracaktır.

    Dolayısıyla, demokrasinin bizatih1 bir değer ya da değer kay-nağı olarak görülmesi bu siyasal sistemin muhatabı olari insanın zihin dünyasında bir yer edinme iddiasını da beraberinde getire-cek ve varolan dini sekuler zihniyet parametreleri karşısında bir tür tavır almayı gerekli kılacaktır. Bu da uygulanan demokratik değerlerin arka planındaki varlık-bilgi düzlemi ile süre~en gele-nek ve normlar arası:o.da bir karşılıklı etkileşim alam oluşturacaktır. Böylece demokrasinin, insamn ontolojik varoluşu ile sosyo-po-litik ve sosyo-ekonomik varoluşu arasındaki anlamlılık ilişkisini belirleyen zihniyet parametreleri etrafında yeniden biçimlenmesi-ni zorunlu kılacaktır.

    Varlık-bilgi düzleminde dayandığı değerler sistemi açısından dini-eksenli 'İsrail demokrasisinin yahudi zihniyet oluşumu ve tec-rübesinden, etnik-mezheb eksenli Angio-sakson demokrasisinin içinde Anglikan Kilisesi'ni de barındıdan İngiliz özel tecrübesin-den, sekuler-eksenli Fransız demokrasisinin 16. yüzyıl kanlı din savaşlarının ve 19. yüzyılın kendine has akıl tapınakları kuran sekuler dinlerin5 ortaya çıkardığı din-karşıtı atmosferinin getirdi-

    5 Seküler dinler için bakınız. Charlon, D.G., SeeuZar Religions in France 1815-1870, (Londra: Oxford University Press, 1963).

  • 104 İslam ve Demalırasi

    ği zihniyet parametrelerinden bağımsız gelişmiş olabileceğini dü-şünmek, gerek demokrasiye gerekse sekularizme tarih-ötesi bir anlam yüklemek olur. Demokrasinin farklı uygulamalannın kay-nağı da temelde farklı tarim tecrübelerden kaynaklanan bu zihni-yet parametreleridir.

    Demokrasi bizatihl bir değer olarak değil de, objektif bir siyası katılım mekanizması olarak görüldüğünde de bu mekanizmanın dayandığı meşruiyyet zeminini tanımlayacak bilgi-değer temeli-nin ne şekilde oluşturulacağı sorunu gündeme gelınektedir. Siyası meşruiyyet temelde özden biçime doğru giden üç ana eksende or-taya çıkar: 1. Bilgi-değer boyutu, 2. Formel-hukuki boyut ve 3. Kurumsal-prosedüre! boyut. 6

    Gerçek siyasi meşruiyyet, halk ile siyası elit ve sistem arasındaki bilgi-değer uyumundan kaynaklanan, görünmez ama etkili bir iletişimden ibarettir. Siyasi meşruiyyeti hukukilikten ayıran da budur. Siyası davranışın hukuki metin ve çerçevelere uygunlu-ğunu gösteren formel-hukuki boyut ve bu boyutun işlevsel ve sem-bolik yönünü aksettiren kurumsal-prosedüre! boyut, siyası meşruiyyet bunalımı yaşamayan toplumlarda, siyası meşruiyyetin sağladığı bu görünmez ama etkili iletişiınin bir yan ürünü olarak or-taya çıktıklan zaman bireylerin anlam dünyasında gerçek bir yere oturur. Siyasi meşruiyyet bunalımı yaşayan toplumlarda ise siyası sistem ile halk arasındaki bu iletişim eksikliği formel an-lamda hukukiliğin ya da daha zayıfbir şekliyle bürokratik-sembo-lik boyutun sathi bir şekilde siyası meşruiyyet ile özdeşleşmesi so-nucunu doğurur.

    Siyası meşruiyyet ile hukukilik arasında ortaya çıkan herhan-gi bir dengesizlik iki ihtimali gündeme getirir: Ya hukuklliği siyasi meşruiyyet olarak gören siyasi elit, meşruiyyet adına top~ lumsal değeri olmayan bu hiıkukiliği siyasi güç yoluyla dikte eder

    _ki, bu artık sadece sıradan bir mekanizma değeri taşıyan demok-rasiden otoriter bir rejime doğru kayışı beraberinde getirir. Ya da toplum dinarnizınİ siyasi meşruiyyeti sınırlayan formel hukuku aşma yönündeki baskılannı artırır ki, bu da siyasi meşruiyyet ile

    6 Bu farklı meşruiyyet boyutlarının tahlili için b~. A. Davutoğlu, Altena-tive Paradigms, (N.Y: University Press of America), s. 111-129.

  • Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demo/ırasi 105

    hukukilik arasındaki farkın gittikçe açılmasına, dolayısıyla siyasi meşruiyyet bunalımının gizlenemez hale gelmesine yol açar. Böy-lece, siyası kültür.ile kurumsallaşma arasında köprü rolü oyna-yan siyasi meşruiyyetin ortak bir bilgi -değer temelinde gerçekle-şe m ediği toplumlarda siyası kültür ile siyası kurumsallaşma ara-sındaki pergel gittikçe açılır.

    Siyasi kurumlar ve bu kurumların dayandığı formel hukuki zemin kendileri bir meşruiyyet alanı oluşturamazlar. Aksine, siyasi kültürün dokusunu oluşturan bilgi-değer boyutunun belirle-diği siyası meşruiyyet alanı bu siyası yapılanınayı belirleyen te-mel unsurdur. Siyasi mekanizmalar ortak siyasi meşruiyyet alam-mn araçları konumundadırlar. Bu mekanizmaların kendileri birer amaç haline getirildiklerinde siyası meşruiyyet alanı etken değil edilgen bir karakter kazanır ki, diktatörlük rejimleri böylesi me-kanik bir meşruiyyet temeli üzerinde yükselir. Siyasi kültür olu-şumu ile siyası meşruiyyet arasında kurulan ilişki siyası mekaniz-malar üzerinde belirleyici bir rol üstlenmedikçe siyasi sistemin kendi kendini yenileme gücü kalmaz.

    Bu açıdan ele alındığında demokrasi bizatihl bir değerler sis-temi olarak değil de siyası kurumsallaşmada tebarüz eden objek-. tif bir mekanizma olarak görülmesi durumunda bu mekanizmamn meşruiyyetini sağlayan bilgi-değer sisteminin kimin tarafindan ve hangi hakla belirlenip yönlendirilebileceği temel soru olarak gün-deme gelmektedir: Toplumsal meşruiyyetin bilgi-değer boyutu ile demokratik mekanizmalar arasında sağlıklı bir siyası kültür bağı var ise siyası katılım gerçek değerini bulur. Ancak siyası kültür bu bağı sağlayamıyorsa, bilgi-değer boyutunu yönlendirme hakkını kendilerinde görenlerin demokratik ~ekanizmaları sıradan bi-rer araç haline indiı,erek demokrasiyi kendi çıkarlarını kollayan güç-eksenli bir meşruiyyet örtüsü olarak kullanmaları söz konusu olur.

    Bu açıdan diğer önemli bir meselede evrensel geçerliliği olan ahlaki değerler ile yapısı gereği konjunktürel taleplere de cevap verme durumunda olan demokratik mekanizmalar arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı ile ilgilidir. Ahlaki değer yargıları kişilerden ve konjlliıktürden bağımsız olarak idrak edilebildikleri ölçüde evrenselleşirler. Belli kişilere ve toplurnlara has kılınan, ya da sa-

  • 106 İslam ve Demokrasi

    de ce belli konjunktürler için geçerli görülen değer yargıları, yöne-tim açısından bizatih1 gayr-i ahlaki unsurlar barındınrlar. Top-lum içinde çifte standart olarak bilinen bu zahiri ahiakllik pür ahlaksızlıktan daha tehlikeli bir boyut içerir; çünkü, gerçek ahiaklliğin aynştınlabilmesini engeller ve objektif ahlak standart-larını ortadan kaldırır. Objektif ahlak anlayışının yok edildiği bir toplumda değer hiyerarşisinin sağlam kalabilmesi mümkün değildir. Değer hiyerarşisinin sarsılması ise öylesine bir değer anarşisi doğurur ki, insanların kendilerini koruyabilecek hiçbir referans ölçüsü kalmaz ve toplumsal bir cinnet yaşanınaya başlanır. Bu cinnet hali, yaşama hakkı ile ilgili ise Bosna'dakine benzer bir et-nik kıyıma, özel hayatın mahremiyeti ile ilgili ise bir skandallar toplumuna, güven ve ahde vefa duygusu ile ilgili ise yıkılış döne-mindeki entrikalara dayalı Bizan politikasına dönüşür.

    Demokrasinin objektif bir mekanizma olarak sağlıklı bir şekilde işletilmesi de bu rnekanizmaya değer yükleyen ortak ahiakl il-kelerin ve bu ilkelere dayalı bir siyası kültürün varlığı ile müm-kün olabilir. Demokrasiyi bir bunalım-çözüm mekanizması olarak cazip kılan en önemli unsur katılım, temsil ve hesap sorulabilirli-ğin ilke, kural ve süreçlerinin önceden tanımlanınış olması ve her-kesin bu tanırnlara göre kendi tavırlanın belirleyebilir olmasıdır. Lively, demokrasinin bir mekanizma olarak işleyişini yedi esasa bağlarken bu sürecin objektif kriterlerini ortaya koymaya çalışmaktadır:7

    1. Herkes hükmetme sürecini, yani yasama, kamu politikalan-nı belirleme, kanunları uygulama ve hükümet idaresine eşit bir şekilde katılabilmelidir;

    2. Herkes kişisel olarak karar verme mekanizmasına katkıda bulunabilmelidir;

    3. Yöneticiler yönetilenleıin denetimine açık olmalı, kendi ey-lemleri konusunda yönetilenlere hesap vermeli ve yine yönetilen-ler tarafından görevden uzaklaştırılabilmelidir;

    4. Yönetenler yönetilenlerin temsilcilerine hesap vermelidir;

    5. Yönetilenler yönetenler tarafindan seçilmelidir;

    7 Lively, J., Democracy, (Oxford: Blackwell, 1975), s. 30.

  • Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi 107

    6. Yönetenler yönetilenlerin temsilcileri tarafından seçilmeli-dir;

    7. Yönetenler yönetilenlerin genel menfaatlerine uygun dav-ranmalıdır. Dikkatle incelendiğinde bu kurallar bile ortak bir de-ğer bütününü gerekli kılar.

    Seçimlerin hangi ilke ve süreçlerle yapılacağı önceden belli ise ve taraflar bu kurallara göre ortaya çıkacak sonuca razı iseler ob-jektif bir katılım ve temsil mekanizmasının anlamı vardır. Yok eğer bu sürecin sonunda çıkan sonuç herhangi bir başka otorite tarafından yeni bir süzgeçden geçirilecek ya da seçim öncesinde olmayan kurallar ihdas edilecek olursa demokrasinin objektif bir katılım mekanizması olarak da değeri kalmaz.

    Modern demokrasi teorisyenlerinden Robert Dahi bir devletin demokratik bir şekilde idare edilmesini olmazsa olmaz iki şartırnn meşru güç kullarnın tekelini elinde bulunduran asker ve polisin sivillerin denetiminde olması; sivillerin de demokratik bir süreç ile işbaşma gelmiş olması olduğunu ifade ederken8 demokratik mekanizmalarda hür ve eşit vatandaşların katılımırnn elit-içi güç dengelerinin üstünde olması gerektiğini vurgulamaktadır. Meşru güç kullarnın tekelini elinde bulunduranların mekanizmarnn işleyiş sürecine müdahalede bulunması demokrasinin sıradan bir meşrulaştırma söylemi haline gelmesi sonucunu doğurur. Kon-junktürel güç de~gesi ve bu dengeye dayalı iktidar arayışları, ahlaki normların süiekliliğini ve bu sürekliliğin dayandığı kadim erdem arayışını tümüyle devre dışı bırakarak demokrasinin içini boşaltır. Güç nereye doğru kayıyorsa, değerler ve kişilikler de ora-ya doğru seyreder ki, böylesi bir durumda gerçek anlamda bir de-mokrasiden de erden;ıli bir siyasi katılım•sürecinden de bahsetmek mümkün olmaz.

    Bugün en.canlı misı':l.llerini Suriye ve Irak'ın Baas rejimlerinde gördüğümüz ideolojik sekularizme dayalı diktatörlükler ile, dini sadece sembolik meşruiyyet kaynağı olarak gören krallıklar ara-sında sıkışıp kalan İslam dünyası, ne İslam inancırnn öngördüğü zihniyet parametrelerini ve sahip olduğu geniş tarihi tecrübeyi

    8 Dahi, Robert, Democracy and Its Critics, (N.Y.: Yale University Press, 1989), s. 245.

  • 108 İslam ve Demokrasi

    harekete geçirebilmekte ne. de yaşamakta olduğu batılılaşma sü-recini anlamlı bir çerçeveye oturtabilmektedir. Dilli zihniyet para-metrelerini çözmek üzere kullamlan ideolojik sekularizm zamanla kendisi siyasi sistemi belirleyen ve bizatihi değer üreten bir var-lık-bilgi paradigması olarak algılanmakta ve demokrasinin yerel kültür unsurlanna dayalı zihniyet parametreleri ile buluşmasım engellemektedir. Öte yandan, birçoğunun yaşaması uluslar arası sistemik güçlerin stratejik çıkarlan için gerekli görülen krallık re-jimleri de halkın siyasi katılımını ve demokrasiyi kendileri için büyük bir tehlike olarak görmektedir.

    Bugün İslam siyasi düşüncesinin önündeki en büyük meydan okuma, İslam inancının eşitlikçi ve özgürleştirici varlık-bilgi-değer paradigmasım9 evrensel geçerliliği olan bir siyasi kültüre ve kurumsaliaşmaya nasıl dönüştürebileceği meselesidir. Batı mede-niyetinin tarihi tecrübesinin ürünü olan siyasi kültür ve kururola-nn bu zihniyet dokusu ile nasıl uyumlu hale getirilebileceği mese-lesi de siyasi meşruiyyet bunalımımn en çarpıcı sorusu olmaya de-vam edecektir.

    9 İslam medeniyetinin prototipinin temel zihniyet unsurları, Galtung'un sistemleştirmesi ile mukayeseli olarak, şu şekilde gösterilebilir: Mekan: İlk hareket ettirici bakımından yeryüzünde merkez-çevre farklılaşması mevcut değildir, çünkü "Doğu da Batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah 'ın zatı oradadır. Şüphesiz Allah nüfuzu herşeye yayılan ve herşeyi bilendir." (Kur' an-ı Kerim, IV115), ve manevi kozmolojinin merkezi, hiç-bir maddi/coğrafi merkezi kabul etmeyen imandır; Zaman: Sosyal süreç-ler tevridir, asli Hak ve Batıl özelliklerine dair bir istikrar mevcuttur, bu nedenle insanın bu dünyada imtiham anlamına gelen olumlu ve olumsuz Endzustand ihtimali mevcuttur. ilaveten, olumlu bir Endsuztand (bitiş hali) yanında, olumlu bir Anfangzustand (başlangıç hali) olmalıdır; Bil-gi: Dünya ancak, nihai anlamda çelişmeyecek şekilde epistemolojik kay-nakl!lrın birbirlerine uyumlu hale getirilmesiyle anlaşılabilir; İnsan-tabiat: Tabiat, insan antolajik olarak hayatta kalması için en uygun tabii çevre olarak Allah'ın lütfudur; İnsan-insan: Allah'ın karşısında aynı on-tolojik tabakayı paylaşan insanlar birbirleriyle eşittirler; manevi kozmo-lojide imanın merkeziliğini ortadan kaldıracak hiçbir ayrım olmamalıdır; İnsan-Tanrı: Tanrı ve insan arasında antolajik bir hiyerarşi vardır; in-san Halifetullah, yani Allah'ın yeryüzündeki vekilidir. Bu iki medeniyet ben-idrakinin teferruath bir tahlili için bkz. A. Davutoğlu, Medeniyetle-rin Ben-İdraki, Divan İlmi. Araştırmalar, 1997/1, Yıl: 2, Sayı: 3, s. 1-53.

  • Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi 109

    V. SONUÇ

    Demokrasi, günümüzdeki genel kullammıyla, siyasal sistemle-ri meşrulaştırıcı sihirli kavramların başında geliyor. Farklı siya-sal kültürlere, kurumlara ve işleyiş mekanizmalarınasahip değişik siyasal sistemler bu kavramın evrensel "değer"i ile kutsanan bir meşruluk zemini kazanma arayışı içinde bulunuyor. Her seçi-mi yüzde yüzlük oy nisbetleriyle tekrar tekrar kazanan diktatör-ler de, siyaseti halkın dışlandİğı bir elit-içi mücadele alam olarak gören bürokratik sistemler de, kendilerini "demokratik" rejimler olarak isimlendirrnek suretiyle ulusal bir meşruiyyet ve uluslar arası bir saygınlık kazanmaya çalışmaktadırlar.

    Ülkemizde son dönemde demokrasi eksenli tartışmalarda da bu pragmatik yaklaşım ön plana çıkmaktadır. Bu çerçevede statik bir iyi olarak yorumlanan demokrasi konusunda sağlanacak bir ortak zeminin toplumsal kayışı durduracağı düşünülüyor. Mesele-nin en ürkütücü yam da, bu dürtünün bizatihi kendisi. Ç~~daş si-yaset felsefesinde muhteva ve biçimiyle ilgili tartışmaların süTdü-ğü demokrasinin, topluma, ulaşılması gereken statik bir iyi olarak takdim edilmesi ve meselanin bu noktada odaklaşması siyasi dü-şünce ve kültürümüzdeki geleneksizliğin bir yansıması olarak gö-rülmeli. Batı toplumları temsili demokrasinin bunalımlarını aşmaya çalışırken, biz, kimi zaman özgürlüğümüzü, kimi zaman ka-mu güvenliğini, ıdmi zaman da insan haklarım garanti altına ala-cağım düşündüğümüz demokrasiyi kutsamakla meşgulüz.

    Aslında, demokrasi kutsanacak bir şey olarak görüldüğü za-man gerçek anlamım da yitirmeye başlar. Bugün demokrasi ile başlayan birçok siyasi söylemin otokrat:lk bir politikamn demagoji aracı halin~ gelmesi de, bu tür siyasi kavramların, muhteva tar-tışmasından yoksun olarak siyasi literatürün merkezine yerleşmiş olınasındandır. Özgürlük, güvenlik ve insan hakları gibi felsefi de-rinliği haiz kavramları tammlamaya yeterli olmayan demokrasi onu garanti altına da alamaz.

    Muhteva ile biçim arasındaki hiyerarşik ayırım farkedilemedi-ği zaman genellikle muhteva biçime feda edilir. Bugün de maale-sef değer-yüklü muhtevalarıİı, biçim-yüklü mekanizmalara göre tanımlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Demokrasinin gittikçe daha

  • 110 İslam ve Demokrasi

    fazla biçimsel bir nitelik kazanmasından şikayetçi olanlar, herşeyden önce mekanizmaları aşması gereken değerlerin muhtevasım tekrar dokumak zorundadırlar.

    Gerek ulusal gerekse uluslar arası siyasette kullamlan bu pragmatik söylemin ötesinde demokrasinin felsefi ve kurumsal düzlemde ne anlama geldiği sorusu sürekli gözardı edilmekte, herkes kendi gücünü meşrulaştıran bir demokrasi anlayışını ev-rensel bir değermişcesine savunmaya çalışmaktadır. Bu meşrulaştırıcı gizemin ötesinde demokrasi bugün evrensel anlamda da, ye-rel uygulamalarda da yeni tammlamalara ihtiyaç hisseden çok yönlü bir değişim yaşamaktadır.

    Küresel kültür ve zihniyet bunalımına paralel bir şekilde ya-şanmakta olan bu değişim bünyesinde demokrasi yorumlanın da ihtiva eden tepkilere yol açmaktadır. Küreselleşme söylemini ken- · disine eksen alan stoik tepki özüpde bunalımın teşhisinde doğru bir noktadan hareket etmekle birlikte, modernİst çerçevenin için-de mutlakçı bir neo-sekuler anlayışa bağlı kaldıkça demokrasinin kuşatıcı ve evrensel bir şekilde yeniden yorumlanma sürecini ha-rekete geçirememektedir. Bu çerçevede İslam ve Demokrasi, Bu-dizm ve Demokrasi, Konfüçyanizm ve Demokrasi, Hinduizm ve Demokrasi gibi demokrasiyi Batılı sekuler geleneğin dışında yeni-den yorumlama çabaları ön plana çıkmaktadır. ·

    Sorgulayıcı niteliği ile ufuk açıcı bir başlangıç noktası oluşturan sinik tepkinin doğurduğu post-modern demokrasi anlayışı ise, çoğulculuğu öne çıkaran tavrı ile özgürlük alarum genişletmekle birlikte aşırı göreceli yöntemlerden kaynaklanan sımrlar ile ev-rensel bir değerler bütünü oluşturmakta zorlanmaktadır. Tüketim kültürü eksenine oturan hazcı tepki ise demokrasinin somut kül-türel yansımaları gibi gösterilen ortak simgeleri küreselleştirmek suretiyle herkesin aniayıp gözleyebileceği birtakım davranış bi-çimleri oluşturmakta, ancak demokrasinin ontolojik ve normatif boyutunu ihmal eden yüzeysel bir anlayışın yaygınlaşmasına da yol açmaktadır.

    Batı-dışı toplumlar bu değişim ile birlikte ciddi bir tarihi varo-luş bilinci açmazı ile de karşı karşıyadırlar. İnsanlık birikimini Batı tecrübesine indirgeyen ve bunu küreselleşme söylemi ile

  • Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi lll

    meşrulaştıran bir yaklaşım bir taraftan yerel kültür ve medeniyet havzalarının hayat alanlarını daraltırken, diğer taraftan demok-ratik mekanizmaların yerel zihniyet dokuları ile uyum gösterme-sini engeliernektedir. .

    Son derece kapsamlı bir siyası zihniyet, kimlik ve meşruiyyet bunalımı yaşamakta olan İslam dünyası da bu tepki hareketleri-nin etki alanında kalmaktadır. Bugün artık pragmatik ve kon-junktürel yaklaşımların ötesinde, İslam inancının zihniyeti belir-leyen temel unsurları ile güçlü medeniyet birikiıni, bu küresel bu-nalımı yorumlayacak, yeniden anlamlandıracak ve çözüm oluşturacak bir bütünlük içinde ele alınmak zorundadır.

    İslam, medeniyet tarihinin son özgün merkezi olmakla birlikte Batılılaşma tecrübesini de en yoğun bir şekilde yaşamış bulunan toplumumuzun bu çift yönlü birikiıni sığ ve yıpratıcı bir kutuplaşmanın sebebi olarak değil, bütün insanlığı kuşatabilecek yeni bir medeniyet açılımının alt yapısı olarak görülmelidir. Unutulmama-lıdır ki, insanlık tarihindeki bütün medeniyet canlılıkları farklı medeniyet birikimlerinin harmanlandığı geçiş havzalarında orta-ya çıkmıştır.