28
Mücadelenin yayın organıdır Temmuz - Sayı: 2 ederi: 1 TL akıntıya karsı ültür ve sanatta

Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Akıntıya Karşı Sanat

Citation preview

Page 1: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

Mücadelenin yayın organıdır Temmuz - Sayı: 2 ederi: 1 TL

akıntıya karsıültür ve sanatta

Page 2: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

Elinizdeki kâğıt parçası bizim göz bebeğimiz, dergimizin ikinci sayısı…Gururluyuz…

Çünkü mailler alıyoruz, teşekkürler alıyoruz, başarı dilekleri alıyoruz ve en önemlisi de eleştiri yapılacak kadar önemseniyoruz; eleştiri alıyoruz. Biz de dostlarımızı, okurlarımızı önemsiyoruz. İnsanların kadrajlarına girebildiğimiz ölçüde bu alanda var olabileceğimizi ve mücadele hattımızı ancak bu yolla sağlam örebileceğimizi biliyoruz. Eksiklerimizi gör-meyi ve ayağımızı yere daha sıkı basmayı buyüzden önümüze hedef olarak koyuyoruz.

Birinci sayımızı dağıtmaya başladığımız andan beri çok sayıda dost edindik. “Bende sizinleyim” diyen, akıntıya kapılma hevesli olmayan, aklıyla, yüreğiyle ve kalemiyle mücadele etmeyi önüne tarif olarak koyan birçok yeni insan… Emekten, onurdan taraf olan, kişisel dürtüleri bir kenara bırakıp kolektif bir yaratının mimarı olmaktan gocunmayan birçok insan…

Eğer biz akıntıya karşı duracaksak ve akıntıya karşı kürek çekmek gibi çetrefilli bir hedefi sırtımızda taşıyorsak; bu derginin büyümesine, daha geniş bir alana ve daha geniş bir kitleye seslenmesine olanak bulmak durumundayız. İşte Akıntıya Karşı’ya ‘ bizim dergimiz ’ diyenlerin ve diyeceklerin yapması gereken budur. AKINTIYA KARŞI, hepimizin aklı, emeği, öz-verisi ile çıkmaya devam edecek ve akıntıya karşı duracak gönüllülükte olanların katkılarıyla ‘hepi-mizin’ olacaktır. Bizi yalnız bırakmayan dostlarımıza teşekkürü bir borç biliriz. Edebiyat, tiyatro, sinema, müzik, fotoğraf, resim, karikatür gibi alanlarda; yani sanatın her alanında desteğinize ihtiyacımız var. Sanattan, emekten ve insanlıktan yana olan herkese dergi ekibi olarak kapımız ardına kadar açık, bunu unutmayın.

Çalışmalarınızı bizimle paylaşmak için:

[email protected]

AKINTIYA KARŞI DERGİSİ YAYIN KURULU

Yayin Kurulu

Can EMİROĞLU

Cem GÖKMEN

İbrahim CEM

Serdar NÂZIM

İmla ve Düzeltme

Yağmur EGE

Yazarlarımız

Anıl UZUN

Burak CAN

Can EMİROĞLU

Caner ATASOY

Ege YEŞİM

Ebru ER

Hasan ERKİN

Hasret CAN

İbrahim CEM

İdil BİROL

Mehmet S. ÖZAYDİL

Onur KEREM

Serdar NÂZIM

Utku GÜNDÜZ

Dergi Tasarımı

Cem GÖKMEN

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

1

DAVET

Page 3: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

2

“Canlar’ı” ve “Motoru” Yakanlara…

lk önce Canlardan bahsedelim. 2 Temmuz 1993’te gerici-şeriatçı binlerce kişi ve devlet işbirliğiyle yakılan 33 aydın ve sanatçıdan bahsediyoruz.”Sivas Aziz’e mezar olacak!” diye bağıra çağıra gelen binlerce gerici Madımak’ı kuşatıp oteli ateşe verdiğinde “Müslüman Türkiye!” diye bağırıyorlardı.

O gün içeride yanan sadece 33 beden, 33 can değil memleketin ilerici, çağdaş geleceğiydi.

Katliamın sorumluları bugün devlet desteğiyle milletvekili, savcı, yüksek mahkeme üyeleri ve iş adamı oldular. Katliam sonrasında bilime, hayata, insana karşı olan gerici müdahale daha da arttı.

Sivas’ın hesabını sormak için; kaybettiğimiz aydınların eserlerini anlamak, yorumlamak, tartışmak ve gerektiğinde gericilerin suratlarına fırlatmak gerekiyor!

Gelelim ‘Motoru yakanlar’a!

Kutuplarda oruç ve namaz saatleri sorununu çözmeye çalışan İÜ İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Abdulaziz Bayındır’dan gece-gündüz oluşumuna ilişkin duyanları şaşkına çeviren açıklamalar geldi. Bayındır’a göre gece ve gündüz güneşe bağlı olmayan varlıklar.

Bu açıklama bir ‘öğretim üyesi’ne ait.

Şaka yapmıyorum. Ciddiyim, “Kameralar nerde lan?” diye de etrafa boşu boşuna bakmayın.

Memleketin üniversiteleri işte böyle bir gericilikle yönetiliyor! Bilim dünyasının yıllar süren onca araştırmasına, raporlarına rağmen böyle bir açıklama yapmak için ya motoru yakmış ya da dalga geçiyor olmalısınız. Bu açıklama o kadar fantastik ki üstüne birkaç bilim-kurgu veya komedi filmi çekebilirsiniz. Zaten yukarıda açıklamasına yer verdiğim muhterem insan sıkı bir evrim düşmanı.

Hangi ülkede adının önünde “Prof.” unvanını taşıyan-belli ki o da sadece adının önünde taşıyor bunu- hangi öğretim üyesi çıkıp böyle bir açıklama yapabilir?Böyle bir açıklama yapmaya kime güvenip cesaret edebilir?

Yanıtlar belli! Türkiye’de geçmişinde onlarca katliam yapıp aydınları, sanatçıları bilim insanlarını yakan gericilere güvenip bu açıklamayı babalar gibi yapar!

Tabii yapar! Memleketin Maliye Bakanı ülkesini ‘babalar’ gibi satarken onun yaptığı az bile!Artık gericilere sadece Madımak yetmiyor ki motorlarını bile yakıyorlar böyle açıklamalarla!

Not: Açıklamayı yapanlara teşekkürler. Tam da dergiye ne yazsam diye düşünürken hem elime malzeme hem de yüzüme kahkaha oldular.

Hasret Can

İ

Page 4: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

3

2 Temmuz’ da yitirdiğimiz değerli sanatçı METİN ALTIOK’ un öldürülmeden kısa bir süre önce kaleme aldığı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.

oca derya kirlenir mi hiç! Akarsu pislik tutmaz. İşte size kulağınızda yer etmiş çocukluğumdan kalma bazı sözler. O zaman-

lar bu sözlere tartışılmaz doğrular olarak bakılırdı. Ama günümüzde koca derya bakın nasıl da kirlen-di. Akarsu pislik tuttu alabildiğine. Çevre kirlen-mesi öyle büyük boyutlara ulaştı ki, bu konuda en duyarsız kişileri bile kaygıya düşürdü. Kirlilik önlem alınması gereken en yaşamsal sorunu haline geldi dünyamızın. Bugün aklı başında herkes çevreyi ko-ruma konusunda yıllar önce gösterilmesi gereken bir duyarlılığın bayraktarlığını yapıyor. Zararın neresinden dönülürse kârdır ama böylesine küçük bir kâr payıyla dönülen zarar görülmemiştir herhalde.

Çevre kirliliğini önemsemediğim ya da hafife aldığım sanılmasın sakın. Ama bu yazının konusu çevre kirlenmesi değil. Bir bakıma ondan daha vahim sonuçlar doğurabilecek olan, henüz tam fark edilememiş, bu nedenle de önlemi alınmamış başka bir kirliliktir. Geleceğe olduğu kadar, geçmişe de yönelik bu kirliliğe ben “insan kirliliği” diyorum. Düşünsel ve duygusal planda beşeri diye bildiğimiz hemen her değerin içini boşaltan ve bu değerleri anlamsızlaştıran insan kirliliği, bir yandan geçmişi silip unuttururken, diğer yandan insan ne getireceği belli olmayan karanlık bir gelecek hazırlamaktadır. Bugün toplumun büyük çoğunluğu giderek artan bu kirlenmeyle iç içe yaşıyor.

Sözünü ettiğimiz bu insan kirlenmesinin kaynağı insanın öz değerlerine yabacılaşmasıdır. Ama burada faturayı bireye kesmek insafsızlık olur. Çünkü yabancılaşmanın temelinde, insanın toplumsal yaşam içinde yürekten inandığı değerlerin geçerliliğini yitirip erimesi yatmaktadır. Yani sorun bireysel olmaktan çok toplumsal bir düzen kirliliği olarak çıkmaktadır karşımıza. İşte bu düzen kirliliği, içindeki insanı da kirletmek-

tedir. Emeğin değil paranın para kazandığı, dürüstlüğün değil sahtekârlığın prim yaptığı bir düzende, insandan saf ve temiz kalması beklenemez. Çünkü her şeyden önce, karnını bile doyuramayan, emeğine yabancılaşan insana kirlenmekten başka yol kalmamaktır.

“Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu” diyor Dostoyevski. İşte günümüzde, bize özgü ilkesiz bir pazar ekonomisinde yaşanan budur. Gerçi tanrının varlığını yadsıyan yoktur ortada. Ama mukaddesatçıların da katılımıyla gerçekleştirilen bir by-pass operasyonuyla tanrı sanki devre dışı bırakılmış gibidir. Çünkü her şey garip bir biçimde mübah olmuş, en utanılacak işler bile herkesin gözü önünde yapılmaya başlanmıştır. İşte böylesine çarpık bir çıkar ortamında aşk bile alınır satılır olmuş, insan onuruna fiyat konmuştur. Artık insanlar kaygan bir zeminde birbirlerinin ayağını yerden kesmek için itişip durmaktadır. Yani insan kirletilmiş, dahası bunun iyi olduğuna inandırılmıştır.

Sözün burasında medyaya bir atıfta bu-lunmak gereği vardır. Çünkü medya bu kirlen-menin en büyük destekçisidir. Televizyon kanalları yarışma programlarıyla, 900 900’lü telefon hatlarıyla insanı küçültme ve kirletme yarışına girmişlerdir. Her gün yüz binlerce Ali’den topladıkları paranın bir kısmını verdikleri Veli’lerle halkın önünde bir kurtarıcı edasıyla çıkan bu kanallar, bir yandan milyarları bulan cirolarıyla keselerini doldururken, diğer yandan kirlenme sürecinde üstlerine düşen görevi yapmanın sinsi keyfini yaşamaktadırlar. Şu bir gerçektir ki, günümüz insanı medyaya çok gafil yakalanmış ve şimdiye kadar hiç görmediği bu tuzağa biraz da gönüllü olarak düşmüştür.

İşte burada aydına düşen görev... Boş versenize; hangi aydın, hangi görev! O aydın

İNSAN KİRLENMESİ

K

Page 5: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

4

Gümüş elbiseli bir kızOturmuş yol kenarındaUcu küt bir iğneyleKendi kuyusunu kazıyor

Öyle güzelVe öyle mutsuz kiAynaya bakıncaKendi hüznünden kendisi ağlıyor

Çocuksu gözleriniBir de yağmurlu günlerdeDudaklarından geçen gülümsemeyi görenBuraya yeni geldiğini sanıyor

Hâlbuki o getirdi yaşamı burayaÇağlar geçti Gümüş elbiseli kız ayak basalı bu topraklaraHer şey değişti etraftaBir tek insanın içine işleyenBembeyaz karanlık baki kaldı

Ne savaşlar gördü, ne kıyımlarBağrında açan çiçeklerSoldular, birer birerTalipleri birbirini kırarkenO hep aynı yol kenarında tecavüze uğradı

Âşık olduHem de kaç kereAma her defasındaAldılar sevdiğini elindenSökercesineGözyaşı ve hüzün kaldıGümüş elbiseli kıza yine

Ağladı Pir Sultan’ınaAğladı Bedrettin’ineAğladı Deniz’ineMahir’ineİbrahim’ineVe hala ağlıyor

Koynundan uzakta ölmüşNazım’ınaGizlice

Hep ağladı, hep ezildiAma korkak ta değildiKimi zaman açtı bir sır gibi sakladığı kanatlarınıKalbine koydu Promete’den armağan ateşiBaş kaldırdıArtık yeter dedi

Ah, görebilseydiniz onuBir isyan vaktiNasıl da parlıyordu gümüş elbisesiVe dosta güven, düşmene korku veren kara gözleri

Ama yırttılar kanatlarını her defasındaSöndürdüler kalbindeki ateşiDayanamadı güçlerineBüktü yeniden boynunuGeri döndü kadim görevine

Gümüş elbiseli kızHala aynı yol kenarındaAynı ucu küt iğneyleAynı kuyuyu kazıyor

Kazdığı kuyuya ne zaman düşeceğini düşünüyorBir daha kalkmamacasınaTepesinde dönen akbabalara bakıyorKorkuyor

Kör kuyunun başındaSessizceOnu kurtaracak beyaz atlı prensi bekliyorİşçi tulumu içinde

Göstermiyor umudunu kimselereOnu da çalmasınlar diye

GÜMÜŞ ELBİSELİ KIZ

Mehmet S. Özaydil

Page 6: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

5

Sanki hepsi başlarına geleceklerin farkındaymış. Kim bilir, “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” sözüne dayanarak belki de… Ya da yaşadıkları toplum üzerine yaptıkları analizin sonucunda gördüler gerçeği. Ateşi gördüler. Bir ülkenin karanlık gerçeğini ateşler içinde yaşadılar.

Kalabalık güruh büyük bir kinle, gözü dönmüşçesine saldırıyordu. Hâlbuki karşısında karıncaya bile “hor bakmayan” insanlar vardı. Sivas’a propaganda yapmaya gelmemişlerdi. Onların derdi zalim-lerleydi. Giderek kirlenen bir dünyada, temiz kalmaktı tek istekleri.

“Sevdanın güzelliğinde, Canın cana hasretinde, İnançlı yürekleriyle, Kavganın ateşlerinde, Yananlara selam olsun.”

dizelerini seslendiren ‘Ütopyalar ülkesinin ateş hırsızı’ Hasret Gültekin, bilemezdi yirmi bir yaşında doğduğu yerde can vereceğini. Ama inançlı bir yüreğin, kavganın ateşlerinde yanacağını bilirdi elbet. Kürtçe konuşmanın yasak olduğu bir ülkede Kürtçe müzik yasağını delen ilk kişi olmak, ateşi göğüslemekti. Biz onu yuvarlak çerçeveli gözlükleri, ağzında sigarası, elinde bağlaması ile hafızamıza kaydettik. Sivas’a etkinliklere geldiğinde eşi hamileydi. Oğlunun, aydınların yakıldığı bir ülkede dünya-ya gelmesini hangi baba isterdi. “…Beyaz bir gemidir ölümSiyah denizlerin hep çağırdığı batık bir gemi,Sönmüş yıldızlar gibiYitik adreslere benzer ölüm, yanık otlar gibi,Sen bu şiiri okurkenBen, belki başka bir şehirde ölürüm…”

Ölüme beş kala bile koşuşturan bir doktora, Behçet Aysan’a aitti bu dizeler. Ankara’daki evine birkaç kilometre ötedeki bir otelin merdivenlerinde en sevdiği dostlarıyla ölümü beklerken görüldü en son “Sesler ve Küller” in yazarı Behçet Aysan. Merdivenlerde umutsuzluğa kapılmış veya korkak biri değil; düşünceli ve cesur bir adam oturuyordu. Kim bilir, neler geçiyordu aklından?

“Ömrümce kendimi hep sözde buldum.Söz cehennemdi, yanıp kavruldum.Yeniden doğdum kendi külümden.Ben Anka’ydım, konuşuldum.”

Sevgisiz bir çocukluğun, acı dolu bir hayatın içinde; her şeye rağmen gülen ve güldürebilen, hayatla dalga geçebilen; hem iyi bir şair, hem iyi bir dost Metin Altıok. Şiiri insanı sevmekte bir araç olarak görmesi boşuna değil. O, dört bir yanı insan olan denizin ortasında koskocaman bir ada. Sıcak bir yaz günü soğuk ve boğucu bir hastanenin köşesinde can verdi Metin Altıok. Otelin merdivenler-inde beklerken “ Ya burada olaylar büyür de birimize bir şey olursa? O zaman ne yaparız?” diye soran dostuna “Kalanlar, ölen için şiirler yazar.” cevabını vermişti –ki Aziz Nesin yazdı nitekim.

Ateş İçinde Sivas

Page 7: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

6

Muhlis Akarsu Anadolu halkının isyancı ozanıydı. “Kula kulluk bitsin.” sözünü sık sık dile getiren ve türküleriyle halkın bağrından beslendiği besbelli olan bu ozanı ateş ile susturulabileceklerini sandılar. Oysa insanlık tarihi bunun aksini kanıtlıyordu bize. Gönlü hoş bir şekilde gitmedi Akarsu. Bu ‘keşmekeş’ bitmeden hoş olacağa da benzemiyordu gönlü.

Onlar “dönmüyor” diyince, dönmez olmuyordu. Hayatını kaybedenlerin en yaşlılarından ve Türkiye’nin en değerli aydınlarından Asım Bezirci’nin 2 Temmuz’da ateşle savaşını kazandığını bugün daha net görüyoruz. Bu toprağın insanını tanımadan; bu topraklarda yetişmiş edebiyatçıları, şairleri, ozanları bilmeden; bu halka inilemeyeceğini düşündüğü için yapmıştı pek çok çalışmasını. Rıfat Ilgaz ile yakın arkadaşlardı. O; aklın özgürleşmesini isteyen, kalemi kılıçtan keskin olan, yüzün-den gülüşü eksik olmayan bir aydındı. Bizlere Vanini’yi tanıtmıştı. Giulio Cesare Vanini… Dinsizlik ‘suç’undan dolayı yakılan, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen eski bir din adamı. Senaryolar hep aynı aslında. Kim bilir, bıraksalardı Asım’ı kaç inceleme daha yapardı. O, asla sesi kısılamayacak olanlardandı… “Nesimi der ki ey füze yapanlaracımasız zalim cana kıyanlarbırak ey yaşasın bütün insanlarbarış güvercini uçsun dünyadadostluklar kurulsun insanlar gülsünson bulsun savaşlar kimse ölmesin”

Yoksulluğa boyun eğip, kader diyenlere “ana avrat sövesi” gelen ozan Nesimi’nin Zeytinburnu’ndaki gecekondusu “dost kapısı” olarak anılıyormuş o dönem. TİP’li olduğu yıllar… Kim-ler girmemiş ki o kapıdan: Behice Boran, Tülay German, Yaşar Kemal, Can Yücel, Yılmaz Güney, Abi-din Dino … Bir ‘barış güvercini’ sorumluluğunu taşıdığını hiç unutmadan aramızdan ayrıldı. Halkın türkülerinin karşılığının para olamayacağını gösterdi. Yazarları, şairleri ve aydınları Zeytinburnu’nda bir gecekonduya toplayabildi. Dayanışma, dostluk, sevgi ve yoldaşlıktı bu…

“Sen ey denizin oğludeli rüzgârbatık gemiİnsan azıya aldı mı gemiAşkın gümüşten oltasına takılısudan yeni çıkmış balık gibigüneşin altındayken ölmeliölmek yeter mi?”

Uğur Kaynar’ı Sivas’a çeken doğduğu toprak olmasıydı. Zara’ lıydı. Zara için şiirler kaleme almıştı. O, özlem dolu bir ozandı. Öldükten sonra, çantasından çıkan peçetenin üzerinde yazan dizeler onu bize daha iyi anlatır: “Öldüğümde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / işte böyle yeniyorum.”

Page 8: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

7

Koray ise çocuksu telaşıyla çevresine bakınıp, olan biteni anlamaya çalışıyordu. Hasret Gültekin ile aynı gün doğmuş, aynı gün öldü. 1 Mayıs günü dünyaya gelen ve yaşının üstünde bir olgunluğa sahip olan bu çocuk, henüz on iki yaşındaydı. Kim bilir ne planları vardı geleceğe dair, ablasıyla sarılarak ölen bu çocuğun kafasında. Ölüme mutlu mesut giden karikatürist Asaf Koçak’ı yakanlar, çizgilerinin yaşatılmasına engel olamadılar. Yaşasa kuvvetli ihtimal cezalı ve yasaklı bir karikatürist olarak mücadelesine devam ederdi. Teodor Kasap’tan beri mizahtan haz etmeyen bir toplumda karikatürist olmanın bedeli de yanmakmış.

“dünya arsızındır, fırsat pirsizin,rağbet yalancının, refah hırsızın.azap yoksulundur, gocuk yersizin,sararıp da solmak reva mı bize...”

diyen bir babanın kızıydı Edibe. Babasının kızıydı. Aşk ile kavrulan yüreği, yanıp tutuşan bedeninden büyüktü. Aslında saldırılar Aziz Nesin’e yönelikti ama onlar dostluğu ve sevgiyi ölene kadar ko-rudular. Aziz Nesin’i bırakmadılar azgın yobazlara. Yandılar, yaktırmamak için. Bize örnek bir tavır gösterdiler. Baş eğmeden nasıl yaşanır, onu gördük onların hayatlarında. Yitirilmek istenen bir halkın diline türkü olmuşlardı. Aydınlık günler için kalemlerini ellerine almışlardı. Kim bilir daha ne gibi çalışmaları olacaktı. Onların yakıldığı yıllarda dünyaya gelen bizlere bir onur bıraktılar. ‘Mazlum’olan bizler ya da yakılan canlarımız değil, bizleri yakan zavallılar. Bu yüzden bunun edebiyatını yapmayı onlara bırakıyoruz. Biz ise mücadelemize kaldığımız yerden ve daha hızlı, daha sert bir şekilde devam edeceğiz.

“Ateşe semah duranların” önünde saygıyla eğiliyoruz.

“Ve dünya yalnızca alışkanlıktan değil, sevgiyle dönsün diyor, hepinizi yüreğinizden öpüyorum.”Hasret Gültekin

Ateş İçinde Sivas

Can EMİROĞLU

Page 9: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

8

Varlığın çiseliyor üstüme Yeni çıkmışım cenaze törenimden;kafam bulanık, kollarımın arasındaki sen boşluğunu, ıslak bir dumanla kapama uğraşındayım.Açıp kollarını yaylanarak, -taa Ziganalara- yalnızlığa bir buruk türkü, yakmak isteyen bir şeyler var içimde, denize karşı;Girip toprağın altına; Sessizliğe kök salmak isteyen bir şeyler var…

Bir şeyler var içimde; kavga arifesinde bulunup da, meydanlarda kaybedilen sevgi gibi bir şeyler,anlamsız; fırtınalara duyulan özlem gibi bir şeyler,yarım, ve patavatsız…ağzımda acı kahve tadı, aklımda nikotin hasreti var.

Memleketin görür mü insan, mısır saçlı bir kızım gözlerinde?oluyor; mayıs arifesiyse, ve kaçaksan, ve boşlukta bir misket gibi yuvarlanmak-taysa dünya ,oluyor. Evsiz ateşlerinde dövülmüş, bir gazi madalyası kalbim benim; kaldırmıyor, yenilmez bir insan sevgisine, inen kanlı darbeleri. Onlarca savaşın, onlarca muharebenin, yorgunu benliğim, sözlerindeki umursamazlığı, kaldırmıyor.

Benim bardağımda, sonsuz bir çobanlık var telveler ardına gizlenmiş. Boş tarlalarda, kimsesiz gezinmek varbaşka mayıslarda hasattan hemen önce başlarını doğrultacak gelincikleri beklemek var -bir zaman kızıl yapraklarını güneşe gösterecek gelincikleri- ama mutlaka mutlaka açacak gelincikleri beklemek varSen varsın, hasretin var kalemi elime aldığımdan beri deştiğim kapanmayan boşluğun var hızla kaybolan sesin ellerin var ılık sisli geceler var şehirlere inen uyuz kurtlar var gelincik beklentisi var sen yoksun rüzgarın yakıcı ıslığı var sen yoksun sen yoksun.

HASATI BEKLERKEN

Onur KEREM

Page 10: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

9

Onların Yakamadıkları...

Page 11: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

10

PİR SULTANLAR ÖLMEZ, BİNLER YETİŞİROnların Yakamadıkları...

2 Temmuz 1993, Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin düzenlediği Pir Sultan Abdal Şenlikleriydi.

Sivas, Cumhuriyet Tarihinin görüp görebileceği en büyük katliamlarından birine tanık oldu.Öylesine korkunç bir katliamdı ki, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de bulunduğu otuz üç aydın, düşünür ve sanatçı ya yanarak ya dumandan boğularak yaşamını yitirdi.

Katliam ve Devlet ilişkisi...

Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’nin düzenleneceği çok öncesinden duyurulmuştu.Öyle ki, katliamdan günler önce halka kin ve nefret dolu bildiriler, broşürler dağıtılıyordu.Refah Partisinden AKP’ye savrulan dönemin belediye başkanı Temel Karamollaoğlu yaptığı açıklamalarla halkı bizzat katliama teşvik edi-yordu.

Temel Karamollaoğlu ve Abdullah Gül aynı dönemde Refah Partisi’ndeydiler. Karamollaoğlu, katliamdan saatler önce Madımak Oteli’nin önünde bulunan insanlara şöyle sesleniyordu;“Gazanız mübarek olsun. Bir defa şöyle bir Fatiha okuyalım. Sonra şunların ruhuna el Fatiha diyelim.”Vali Ahmet Karabilgin, Pir Sultan Abdal Heykeli’ni vinçle yerinden söktürüyor; gerici-yobaz grup ise heykeli iplerle bağlayarak cadde boyunca çığlıklar atarak sürüklüyordu.

DYP genel başkanı Tansu Çiller ise, “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir.” diyebilecek kadar küstahlaşabiliyordu.

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve koalisyon Partileri ise tüm bu olanlara seyirci kalıyorlardıDevlet-yobaz ilişkisi açık bir şekilde ortadaydı.1993’den günümüze 2 Temmuz…

Her 2 Temmuz’da olduğu gibi bu sene de Sivas’ta yitirdiğimiz aydınlarımızı anmak için toplanan parti ve derneklere gaz bombası ve tazyikli su ile müdahale edildi. Şehre girmek isteyen otobüslerde kimlik kontrolleri yapıldı, bazı oto-büslere ise giriş izni verilmedi.

Tüm bunların altında yatan neden, büyük bir korkudur. Bu hem psikolojik, hem de fizyolojik bir korkudur.

Korkuyorlar aydınlıktan, hak arama müc-adelemizden, kararlı duruşumuzdan, ödün vermeyişimizden... Korkuyor iktidar, korktukları aşikâr! O halde daha çok gitmeliyiz üstlerine, yılmadan, yorulmadankatliamı gerçekleştiren o büyük koltuk sahipler-inden hesap sormak için! Diyordu ya Pir Sultan: ”Dönen dönsün, ben dön-mezem yolumdan.” Yolumuz ve düşmanlarımız bellidir. O halde mücadele etmek gerek, sonuna kadar!

Pir Sultanlar ölmez, binler yetişir...

Ege YEŞİM

Page 12: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

11

Okan Bayülgen’in Hıncal Hoca’yla program yapacağını duyduk. ‘Yönetmenstar’ tarzında bir şey olacakmış. Yönetmen adaylarının kısa filmleriyle katılacakları bir yarışmaymış. Duyduk duymasına ama pek şaşıramadık doğrusu. Hep söyledikleri gibi “eee medya dünyası” deyip geçemedik de…

Bir tarafta o dünyanın ara sıra da olsa çatlak ses çıkaran, as programının dışında katıldığı yahut yaptığı birçok programda medyayı sözünü sakınmadan eleştirebilen, “evet, şov dünyası ama bu dünya tam bir bataklık” diyebilen ismi: Okan Bayülgen; diğer tarafta ise medyanın yarattığı ve zamanla o camianın en hatırlılarından olmuş şahsı: Hıncal Uluç…Hıncal Ağa varken Okan Bayülgen’ e söz düşmez. Hıncal Ağa varken Okan Bayülgen’den söz edilmez. Neden mi? O zaman biraz Sayın Uluç’ u tanıyalım…Hıncal Hoca, gazetecilik yaşamına Demokrat Parti bozması Hürriyet Partisi’nin yayın organı Yenigün’de spor yazıları yazarak başladı. İlerleyen yaşamında birçok gazetede, dergide ve TV programında boy gösterdi. “Çok sıkı” dostlar edindi bu süre içerisinde. Öyle ki bu dostlar yahut bu dostların onu getirdiği konum sayesinde bugün, “bu yayınlanmayacak” dediği yazı yayınlanmıyor, hatta yazarlar “ Uluç hakkında yazma” türünden tehditlerle karşı karşıya bırakılıyor. Hoca’yı bir de ‘yılın en iyi kültür programı’nda* izleyin. Medyada geçen onca yıla karşın iki cümleyi bir araya getiremeyen bir Hıncal var karşımızda. Dahası biz, hiçbir alanda yetkinliği olmadan her konuda bu kadar konuşmaya çalışan bir medyatik daha görmedik.

Gelelim etiğe, ar-namusa ve insanlığa...

Hoca’yı çapkınlıklarıyla da tanıyoruz, tanıyoruz ama bunu nasıl çapkınlık olarak adlandırabiliriz bilmiyoruz: koluna takıp bar-bar gezdirdiği iki bayan arkadaşının da fuhuştan dosyasının bulunması… Hadi bunu adlandırmayalım, kalsın. Peki ama böyle bir şeyi yapabilen Sayın Uluç, nasıl oluyor da ölen bir insanın arkasından ‘fahişe’ tarzında imalarda bulunabiliyor. Aynı ‘dünya’ yı paylaştığı birine yapıyor bunu; sadece reklamını yapmak için, düşen trendlik durumunu kurtarmak için hem de. Nasıl bir ahlak anlayışı bu? Şimdi hep Hıncal’dan bahsettik. Okuyucumuz “Okan’ın hiç mi suçu yok” diyebilir. Onun için biraz da Okan’dan bahsedelim… Biz bu programda asıl onu merak ediyoruz. Hıncal Uluç’u biliyoruz çünkü. Ne halt edeceği de üç aşağı-beş yukarı belli. Peki ama Okan Bayülgen ne yapacak? O küfrettiği medyanın en ağır topunun yanında diz kırıp oturacak ve en iyi yönetmeni mi seçecek on dört hafta boyunca? Öyle olacağa benziyor… Okan Bey ilk bölümünüzü ve sizi ekip olarak heyecanla bekliyoruz. Ayrıca bol bol dua ediyoruz: Maazallah, bakarsınız Hıncal Uluç mankenlerle çıkagelir bir gün!

*Yaşamdan Dakikalar

AKINTIYA KARŞI YORUM

Page 13: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

12

“Burada olmayan, hangi nedenle olmadığını bilmediğim büyük bir düşünür, din adamı bir insana teşekkür ederim. Ona teşekkür etmemin en önemli tarafı bu ülkeyi, bu insanları, bu dili sevdirdiği için, Orhan Pamuk’a ‘seni öldüreceğiz’ diyenlere bu ülkeyi bırakmadığı için. Bu ülkede, bu ülkeyi sevmenin bir suç olmadığını hatta gurur verici olduğunu dünya ile bütünleştirdiği için Fethullah Gülen’e teşekkür ediyorum.”

Bu güzel sözlerin sahibi Sinan Çetin… Türkçe Olimpiyatlarının finalinde kendini tutamayıp sarf ediyor bu sözleri. Hoca efendinin bu denli önemli bir isim olduğunu bilmezdik, tahmin dahi ede-mezdik. Sinan Çetin’in cüzdanın kabarıklığının nedeni artık daha iyi anlayabiliyoruz. Geçen sene karşımıza “yetmez ama evet”çi olarak çıkmıştı. 12 Eylül’ün kendisini nasıl ele geçirdiğinin farkına varması için sadece çektiği fotoğraflara bakması bile yeterdi oysa ki. 12 Eylül öncesinde Maden-İş’in grev fotoğraflarını çekmiş bir insan, sol cenahın içerisinde yer alan bir sinemacı ne zaman gitmiş de gönlünü Gülen’lere kaptırmış. Fetullah Gülen mi öğretmiş kendisine sinemayı; yoksa Atıf Yılmaz, Zeki Ökten gibi değerli insanlar mı? “Okul yaptı” düşüncesi üzerinden Gülen’i destekleyenler, Akıntıya Karşı dergisi olarak biz de okul yap-sak, bizi de desteklerler mi merak içerisindeyiz... Geçen senelerde Mustafa Altıoklar ile girdiği bir tartışmada “AKP’ye oy verdiğine” hiç pişman olmadığını dile getirmişti kendisi. Bu senenin başlarında da Tayyip Erdoğan’ı çok beğendiğini itiraf etmişti. “Akıntıya Karşı”, Sinan Çetin’den daha da fazlasını beklediğini belirtmek ister. Sanat camiasında Sinan Çetin’in bu tavrına dair bir tepki sunulamamıştır. Hatta desteklediğini söyleyen sanatçılar vardır. İşte bahsettiğimiz akıntı, tam da bu. Sinan Çetin’in, överken kelime bulamadığı bu kişiliğin Türkiye’ye gelmesinin konuşulduğu bir dönemde, bu teşekkür Sinan Çetin’i daha “başarılı” kılacaktır. Belki de çıkmayı bekleyen bir filme kaynak teklifidir bu övgüler… Akıntıya Karşı’nın sayfalarında asla göremeyeceğiniz garantisini verebiliriz. Rahatça takip edebilir-siniz…

AKINTIYA KARŞI YORUM

AKINTIYA KARŞI

Page 14: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

13

mudun yok edilmek istendiği bir siste-min içindeyiz. Tam da orada yaşıyoruz işte. Üzerinden düşmekte olduğumuz

çizgiye baktığımızda kimimiz sadece düşmeyi ve düşmemeyi görüyor kimimiz ise ölüm-kalım çizgi-sinin üzerinde seksek oynadığını fark ediyor. Bana göre mesele de burada başlıyor. “Bizim insanımız da şöyle-böyle ”dememeyi ve böylelikle klişeliğe yol açmamayı çok isterdim. İsterdim ama ben de aynı cümlelerle başlayacağım yazıma sadece bu tarz cümleleri kuran arkadaşlardan farklı olarak umutsuzluğa yol açmamakla, “Bir çıkış kapısı belirir mi? “ düşüncesi üzerine yoğunlaşmakla yetineceğim.

Çay bahçeleri gibi daha çok orta yaş ve üstü insanların gittiği yerlerde oturduğumda düzenli bir şekilde sıkılmakla meşgul oluyorum ve içimin içimi yemesine engel olamıyorum bir türlü. Neden mi? Çağdaşım olan insanların çay bahçeleri gibi yerlerde olmamalarından kaynaklanmıyor bu du-rum. Böyle açıklarsam eğer fazla basite indirgemiş olurum sorunu. Bir düşünün; sağınızda solu-nuzda eski topraklar toplanmış, havadan sudan konuşuyorlar. Genel olarak muhabbet birbirlerine hastalıklarını anlatmakla ve devamında alternatif tıpçıların masaya yumruğunu vurup rahatsızlığın teşhisini koymasıyla başlıyor. Laf dönüp dolaşıp siyasete geliyor elbette. Şu şöyle yapmış bu da bunu demiş derken memleket beş dakika içinde ameliyat masasına yatırılmış oluyor. Diyaloglar şu şekilde:

-Bu parti kesin orayı da satacak arkadaş, bak demedi deme.

-Yok canım sende… Mecliste bizim parti varken o iş biraz sıkar!

Birkaç gün sonra, yani o kurum satıldığında dönen sohbet durumun sandığımızdan daha da kötü olduğunu gösteriyor bize:

-Gördün mü, ben ne demiştim sana? Satarlar arkadaş kim karşı koyabilir ki bu adamlara! Bunlar işi kılıfına uydurmuş sakız parasına gitti canım işletme!

-Haklısın azizim ama içimizi ferah tutalım, yargı kararı bozacaktır…

Memleketim insanı yıllar boyu bu gibi konuşmaları siyaset diye yaptı durdu. O masalarda ne plan-projeler çizildi, iktidarına-muhalefetine ne muhtıralar verildi, ne küfürler söylendi, ne kavgalar edildi. Kaç kez kurtuluş savaşı başlatıldı ve Türkiye kaç kez yıkıldı-kuruldu. Bunun sayısını gerçekten tahmin bile edemeyiz; bir eski toprağın her gün ‘siyaset’ yaptığını düşünürsek.

Ancak insanımız bu kaybedilen zaman içinde “Biz nerede hata yaptık, yapıyoruz?” demedi. Siyasetin bir eleştiri, muhakeme, muhalefet ve savunma sanatı olmadığını göremedi. Zaten görülemediği için yıllar boyu birileri Erbakan, birileri Ecevit, birileri Erdoğan, birileri Kılıçdaroğlu olup durdu ya… “Şurayı elimizde tutamadık, bilmem ne şirketine kaptırdık; aman burayı da kaptırmayalım” düşüncesi şurayı kaptırdığımız gibi ‘burayı’ da kaptırmamıza neden oldu. Ama bizim insanımız bu gerçeği görmek yerine televizyonda birbirleri ile sidik yarıştıran siyasetçileri tartışmayı yeğledi ve yaptığı bir dizi hataya ‘siyaset’ konuştuğu her gün bir yenisini ekledi böylelikle kendini mücadele etmekten men etti!

Unutanlara hatırlatmak, bilmeyenlere öğretmek gerekiyor ısrarla: Siyaset bir savunma sanatı değil! Siyasette çizgileri belirgin belirgin çekip “Burası bizim olsun.” demek, elinde tutmak istediğin yeri ya da değeri düşmana verip “Al, tepe tepe kullan” demektir.

USİYASET SANATI ve TÜRKİYE

Page 15: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

14

Bu; hem insanlığın hem de Türkiye halklarının, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihine ket vurma anlamı taşımaktadır. Devrimcilerin, yüreği solda atanların, aydınlıktan taraf olanların sahiplendiği mirası; ortak bir değer olan mücadele tarihini; direnerek, saldırarak, yılmayarak, büyük bir özveriyle elde edilen zaferleri ve kazanımları önemsizleştirmektir.

Türkiye; çok çetin dönemeçlerden geçen ve birçok örnekte olduğu gibi uçurumun eşiğine gelmek şöyle dursun, oradan bizatihi atlayan bir ülkedir. Bu durum sol tarafta, ideolojik savrul-malara, yön tayini yapılmamış (hatta yapılması da, bu konjonktürde hayli zor olan) salvolara neden olmuştur. Peki, şunu sormak lazım o zaman: 12 Eylül ile ağır bir darbe almış bir solun ayakta kalamadığı yahut ayaklanıp sağlam mücadele hattı öremediği bir ülkede, o ülkenin halkı, işçisi, köylüsü mücadele etmeye yanaşır mı? Tabii ki hayır!

Şimdi bir ek daha yapmakta fayda var, 12 Eylül’ den nasiplenmek dedik ama bir yeri eksik bıraktık sanki: Türkiye solu otuz yıldır topu darbeye atarak, mazlum edebiyatı yaparak iş görmeye çalışıyorsa ortada büyük bir yanlış var demektir.

Darbe ile hesaplaşmak mı? Öyleyse müc-adele örülmeli, 12 Eylül’ün yarattığı gerici-faşist furyanın mimarları ile mağdurları yüz yüze getirilmeli, AKP gibi bir parti acilen darbe ile

hesaplaşan odak olmaktan çıkarılmalıdır. Yoksa tekil olarak darbeye bakılırsa(mazlum edebiyatı yapılmasa bile) otuz yıl sonra bu güncel siyasal atmosferde kolu-bacağı kırık bir hareketlilik yaratılmış olur. Ayrıca bunun adı da ‘darbeyle hesaplaşmak isterken darbe ürünü AKP’nin kucağına düşmek’ olur.

Başa dönecek olursak…

Türkiye’de solu güçlü bir alternatif olarak sunmak demek, umudunu kesmişlerin umudu aramaya çıkmaları demektir. Çay bahçeleri ve

kahvelerdeki siyasetin siyasallaşması demektir. İşçi sınıfının tekrar örgütlü bir güç olmasının önündeki engellerin kalkması de-mektir. Halk-lar arasındaki bağın tekrar

sınıf-mücadele ekseninde kurulması demektir.

Peki, sol ne demektir?

Sol; tüm bunlar için mücadele etmeyi seçmektir ve kararlı duracakların, pozisyonundan milim geri basmayacakların tarafıdır.

Mücadele dışında geliştirilecek her tarz ise kum havuzunda ‘devrimcilik’ oynamaktır.

Serdar Nâzım

Page 16: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

15

“Öfke bir hediyedir.”90’lı ve 2000’li yılların kitlesiyle en iç içe olan ve örgütlü protest müzik yapan grubu ya da sanatı bir ayna yerine çekiç olarak kullanan “öfke bütünü” diye-biliriz. Grup, 1990 yılında Kaliforniya, ABD’de Zack de la Rocha(solist), Tom Morello(gitar), Brad Wilk(Davul), Tim Commerford(bas gitar) tarafından kuruldu.Rage’in politik duruşu onu kendi müzik tarzı içerisinde öteki gruplardan ayrılmasını sağladı. Zack’in kelimelere olan hâkimiyeti ve rap müziğe yakınlığı; Tom Morello’nun rock müzik ve gitaristlik konusun-daki yaratıcılığı ve Wilk’in net fakat vurucu tondaki davulları bir araya gelince politik duruşunun altını dolduran agresiflikte bir müzik yapısı ortaya çıktı. Grup sol görüşe sahip olduklarını ayrıca kesin ve kırmızı çizgilerle kapital-izme karşı olduklarını ifade etmekte. Fakat bu anlayışla ortaya çıkan grubun Sony’e bağlı olan Epic Records şirketiyle anlaşması, dinleyicileri tarafından oldukça büyük bir tepki ile karşılandı. Gruptan gelen açıklama fazla kişiye ulaşmalarının çok önemli olduğu, bunu da ancak kapitalist sistemin kanalları ile yapabilecekleri yönündeydi. Grubun hayranları ise haklı olarak bir samimiyet sorgulaması yaparak grubun açıklamasına hak verdiklerini, fakat satılan her albümün şirketlerin kâr hanesine yazıldığı gerçeğinin unutulmaması ve buna cephe alınması gerektiğinin altını çizdiler. Rage bugün çok geniş bir kesim tarafından severek dinlenilmektedir. Marx’ın ifadesiyle “doğanın yarattığına karşılık insanın yarattığı her şey olan kültür”ün tüm zenginliğini kullanmaktadırlar. Zaten bu çeşitlilik onları seyircileri ile birlikte itici bir güç haline getirmiştir.Grup tepkilerini şarkı sözleri ile açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin Latin Amerika’daki gerilla hareketlerini açıkça desteklemiş ve selamlamışlardır. Ayrıca grubun solisti Zack, EZLN örgütünün aktif destekçisidir. Zapatista yanlısı oldukları için Meksika’da

yasaklandıkları bilinmektedir. Resmi internet siteler-inde dinleyicilerine okuma listeleri sunarak kitaplar tavsiye etmektedirler. Şarkı sözleri yanında grubun aktivist yönünün de vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. 93 yılında bir konserlerinde sahneye çıplak çıkarak ABD’nin müzik piyasasını denetleyen sansürcü kurumları protesto etmişlerdir. 2009 yılında X-Factor, ülkemizde de Pop-star vs. gibi, “yetenek avcılığı” yapıldığı iddia edilen İngiltere’de düzenlenen bir yarışmayı protesto etmek için grubun dinleyicileri örgütlenmiştir. Yarışma birin-cisinin paketlenip bir pazarlama ürünü olmasını ve her yıl aynı tekelleşmeyi engellemek için Rage’in albüm-lerini satın alarak tekelleşmeyi kırmışlar ve İngiltere’nin piyasacı müzik anlayışına karşın kendi enternasyo-

nal müzik tarzlarını -direnişin müziğini- galip çıkarmışlardır. O yıl bunun üzerine BBC’ye çağrılan gruba şarkılarını çalabilecekleri-ni söylemişler fakat sözlerini sansürlemeleri gerektiği uyarısında bulunmuşlardır. Grup önce “evet” diyerek

olayı kendi lehine çevirip, performans esnasında sözlerini sansürlemeden İngiltere’nin en yaygın radyo yayınlarının birinde kendi görüşünü rahatça dile getirmiştir. Radyo ise olayı engellemek için her türlü teknik imkânını kullanmıştır. Bu noktada üzerinde tartışılması ve sorgulanması gereken bir iki detay kalıyor. Rage; samimiyet testini geçmiş, sistemin içinde var olabilen ve geniş bir kitleye yayılan bir grup olmayı becermiştir. Fakat bunu sistemin unsurlarını devreye sokarak yapmıştır. Bunların kullanımı, alanı ve nüfuzu ne kadar olmalıdır ya da olmalı mıdır yoksa tamamen reddedilmeli midir? Bunun çok farklı cevapları var ve ayrı bir tartışma konusu olarak önemini koruyor. Fakat piyasacı ve paketlenmiş, ambalajlanmış sanat anlayışına karşı üretici, farklılıkları selamlayan ve dinleyicisiyle bütünleşerek güçlenen bir yapı var karşımızda. Bunu da göz ardı etmemek gerekir.

MÜZİK

Anıl UZUN

Page 17: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

16

Özgürlük, belki de uğruna en çok can verilen ve en çok arzulanan şeydir. Herkes özgür olmak ister ve bunun mücadelesini verir bir şekilde. Bazen konuşarak bazense savaşarak... Peki, “Nedir özgürlük?” ya da “Biz gerçekten özgür müyüz?” 18. yüzyılda başlayan aydınlanma çağı, esasen bu özgürlüğe kavuşmak için başlayan bir mücadelenin ürünüy-dü. İnsanlar özellikle de aydın kesim artık Kilise’nin onlara dayattıklarını, onları bağlayan akıl almaz zincirleri kırmak istiyorlardı. Özgürlüğe kavuşmanın tek yolu savaşmak değildi. Esas yolu düşünmekti belki de. Düşüncelerini bağıra çağıra söyleyerek özgürleşebilirdi insan. Tabii bu haykırışları duyan kulaklar var olduğu sürece. O dönemde yaşamış J.J. Rousseau, Kant, David Hume, John Locke gibi Almanya’da, Fransa’da, Büyük Britanya’da yaşayan düşünürler yazdıklarıyla etraflarına deyim yerindeyse ışık saçtılar. Ancak ne yazık ki toplumun bir kısmını aydınlatabildi bu ışık. Kant’a göre aydınlanma, insanoğlunun ergin olmama durumundan sıyrılmasıyla mümkündür. Bu ergin olmama durumu aynı zamanda özgürlüğü de elimizden alır. “Aydınlanma nedir?” sorusunu yanıtlarken şu cümleleriyle bu durum net bir şekilde ortaya konmuştur: “Ergin olmama durumu çok rahattır.Kesinlikle benim için olan bir kitaba,benim için diyete karar veren bir doktora sahipsem kendi kendimi zahmete sokmama da gerek kalmaz.” Oysa işte o zahmettir insanı özgür kılan. Çünkü her özgürlük yanında verilmesi gereken kararları ve yerine getirilmesi gereken sorumlulukları beraberinde getirir. Bunlar olmadan özgür olmak düşünülemez. J.J. Rousseau ise özgürlüğün kendi kabul ettiğimiz yasalara uymak olduğunu dile getirmiştir. Bu tabir özgürlüğü sınırları olmayan bir şey olarak gören zihniyete ters düşebilir. Oysa bana kalırsa özgürlük her ne kadar “sınırları aşmak”, “dilediğini dilediğin şekilde yapabilmek” sanılsa da insanoğlu için her zaman uyulması gereken belli kurallar olmalıdır. Tabii ki Rousseau’nun dediği gibi kendi rızamızla kabul ettiğimiz yasalar… İlkokullardayken bile denirdi ya kendi özgürlüğümüz başkalarının özgürlüğünün başladığı yere kadardır. Başkalarının hayatına da “ben özgürüm” tavrıyla müdahale edemeyiz çünkü “o” da özgürdür. Özgürlüğümüz sadece kendi yaşantımızı kapsar. Peki, gelelim “Biz cidden özgür müyüz?” sorusuna. Günümüz yönetim şekli olan demokrasi tanım olarak her bireyin kendi yöneticisini seçebilme hakkının olduğu, özgürlükçü bir yönetim şeklidir. Uygulamada gerçekten böyle mi? İnsanların aç ve eğitimsiz olduğu bir toplumda gerçek özgürlükten ve demokrasiden söz edilebilir mi? Aç bir insanın yegâne isteği onu yüksek medeniyetler seviyesine getirecek bir yönetici değildir. Onun isteyeceği esas şey “karnını doyurabilmek”tir -ki bu istek gayet normaldir. Bu konumdaki biri tabii ki “karnını doyurabilecek” ya da bu vaatleri veren bir yöneticiyi seçecektir. Bu durum insanların zaaflarından ve yoksunluklarından faydalana-cak politikacılar doğurabilir. Yoksul ve tek derdi bundan ötürü ailesini geçindirmek olan bir insan ne kadar özgür olabilir, sistemin ağır çarklarında ilerlemeye çalışırken ve aynı sistem onu tek bir yola sürüklemişken? Özgür bir toplum için öncelikle ekonomik durumu ve eğitim düzeyi iyi bir toplum oluşturulması gerekir. Bu şartlar sağlanırsa ancak insan özgür olabilir, belli kısıtlamalardan sıyrılıp “kendi” olabilir. Aslına bakarsanız kendi-niz olabilmektir, özgür olmak. Kendi ruhunuzu, duygularınızı, düşüncelerinizi sınırlamadan ortaya koyup “ben de buyum” diyebilmektir. Her ne kadar özgür bir ülke olarak geçinsek de gerçekte duygularımızı ve düşüncelerimizi çok da rahat dile getiremiyoruz. Çünkü genel olarak toplumda bugüne kadar gelen gelenekler ve düşünce sınırları bir kalıba sokuyor bizi. Geleneklere aykırı davranan, halka doğduğundan beri empoze edilen duygu ve düşünce kalıplarından kopmuş biri (ki bu tamamen onun seçimidir, ister doğru ister yanlış) toplumda hiçbir zaman hoş karşılanmaz. İnsanlar, başkaları da onun gibi düşünsün ve o tarzda yaşasın isterler. Özgürlüğümüzü kazanmak için ne yapacağız peki? Kalıplara uysa da uymasa da yaşayacağız ve düşüneceğiz kendi doğru bulduğumuz yolda. Kalbimizin ve aklımızın götürdüğü yere emin adımlarla yürüyeceğiz. Bu ce-sarete sahip insanlar nerede olurlarsa olsunlar, hangi devirde yaşarlarsa yaşasınlar, özgürlüğün ışıltısına elbet erişeceklerdir. Ayrıca Albert Camus’nun da dediği gibi: “Özgür olmayan bir dünya ile başa çıkmanın tek yolu, kendini öyle serbest bırakmaktır ki varlığın bile bir başkaldırı halindedir.”

ÖZGÜRLÜĞE DOĞRU

İdil BİROL

Page 18: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

17

izi birkaç sene öncesine götürmek istiyorum. Belleğinizi şöyle sekiz dokuz sene geriye sarın.

Hatırlayın, Tayyip Erdoğan hapse girdiğinden dolayı milletvekili olamıyordu ve o günlerde AKP’liler Tayyip Erdoğan’ın halk tarafından seçildiği halde milletvekili olamadığından yakınıyor; bunun demokratik olmadığını, halk egemenliğini yansıtmadığını söylüyorlardı. Bu so-runu çözmek için meclise bir yasa teklifi sundular. Bu yasa ile Tayyip Erdoğan meclise girip milletve-kili olabilecek ve başbakanlık koltuğunun sahibi olabilecekti. Ahmet Necdet Sezer, yasa kendisine ilk sunulduğunda “toplumun tamamıyla ilgili bir karar olmadığı, bireysel olduğu” gerekçesiyle yasayı veto etti. Fakat AKP’lilerin tekrar meclise başvurmaları sonucu cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı kabul etti. Böylece Tayyip Erdoğan’a meclisin ve başbakanlığın kapısı açılmış oldu.

Günümüze döndüğümüzde ise yine halk tarafından seçilmiş Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin, Yüksek Seçim Kurulu tarafından düşürüldüğünü görüyoruz. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından sırasıyla eski bakanlar ve AKP’nin önde gelenleri açıklamalarda bulunup “YSK’nın kararıdır. Bir şey söyleyemem.” tarzında açıklamalarda bulundu. Bu açıklamalardan en manidarı AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in - Yaprak Dökümü dizisinde her problemin ardından Ali Rıza Bey’e “Aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey.” diyen Hayriye Hanım gibi- “Sağduyulu olalım. Memleketin ağzının tadı kaçmasın.” demesi oldu. Anlaşılan Hüseyin Çelik, Yaprak Dökümü’nün iyi bir takipçisiymiş. Sıkıntılı durumlarda prob-lem çıkmaması için Hayriye Hanım’ın uyguladığı taktiği iyi öğrenmiş. Fakat bu sefer tutar mı, orası meçhul.

Konumuza dönersek… Tayyip Erdoğan meclise girerken “halkın egemenliğinden” bah-

sedenler, demokrasi naraları atanlar, her fırsatta haksızlığa uğrayanların ve ezilenlerin yanında olduğunu söyleyenler neden Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesine ses çıkartmıyor doğrusu ilginç!Demokrasi naraları atan, halkın egemenliğinden bahseden onlar değil miydi yoksa? Ya da işlerine geldiğinde mi okuyorlar demokrasi ve halk egemenliği mavalını? Halk egemenliği demişken Tayyip Erdoğan’ın seneler evvel halk egemenliğiyle ve laiklikle ilgili söylediği sözler aklıma geldi: “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”, “Ya laik olacaksın ya Müslüman.”. Bu cümleleri kuran Tayyip Erdoğan; bugün ekibiyle birlikte her fırsatta halk egemenliğinden bahsedip, AKP’nin halkın iktidarı olduğunu iddia ediyor. Üstelik laiklik ile de problemlerinin olmadığını söylüyorlar. Yani karşılarındaki insanları bir nevi koyun yerine koyup “Nasılsa her dediğimize inanıyorlar ,bugün söylediğimiz bir sözü ve değişmez sanılan bir kanıyı yarın değiştirebiliriz.” mantığıyla hareket ediyorlar. Karşılarında koyun olmayanları, boyun eğmeyenleri ise polis copuyla, tazyikli suyla bastırmaya çalışıyorlar. En son Hopa’da yaşanan olaylar, Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve bu iki olayın ardından Taksim’e çıkan gruplara polisin müdahalede bulunması da AKP’nin kendi partisine münhasır bir faşizm inşa ettiğini bize kanıtlamaktadır. Bu faşist diktayı ise ancak AKP’nin durmadan bahsini ettiği halk indirebilir.

AKP Demokrasisi ve Türkiye

S

Page 19: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

18

1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde, tüm halk Demokrat Parti’yi bir kurtarıcı, demokra-si getirecek insanlar olarak görmüştü. Nitekim bu demokrasi kahramanları; işçilere verdiği grev hakkı sözünü tutmamış, üniversite akademisyen-lerinin üzerinde baskı kurmuş, yargıyı denetimi altına almış, muhalif tüm unsurları devre dışı bırakmaya çalışmıştır. Bugün AKP’nin, Demokrat Parti’nin devamı olduğunu iddia etmesi boşuna değildir. AKP’nin bugün yaptıklarının, Demokrat Parti’nin 1950’den 1960’a kadar yaptıklarından bir farkı yoktur. Tayyip Erdoğan; işçi düşmanlığı yaparken, karşısına çıkan çiftçiye “Ananı da al git!” derken, hakkını savunan TEKEL işçilerini tehdit ederken, “Hiçbir üniversite öğrencisine dava açmam.” deyip kendisine “İşportacı Tayyip” diyen Beyoğlu Kum-panya grubuna dava açarken, liseliler şifreli sınava tepki gösterip “Hakkımızı yedirtmeyiz!” dediğinde ,“Onların karşısına 5-10 bin kişiyi çıkarırız” derken Adnan Menderes’ten farkı olmadığını hepimize kanıtlamıştır.

Tayyip Erdoğan’ın buradan çıkartması gereken önemli bir ders vardır. Demokrat Parti halk desteği ile iktidara gelmiştir. Onlar da AKP gibi %50’nin üstüne çıkmıştır. Fakat Demokrat Parti, halk desteğiyle iktidara geldiğini söylese de; halk desteğiyle dolaylı olarak asker tarafından indirilmiştir. Tabii, bunu yaparken asker NATO’ya ve CENTO’ya da selam çakmayı unutmamıştır. Bu örnek dışa bağımlılığın ülkemizde nerelere kadar ulaştığını göstermektedir.

Bugün asker, Ergenekon davalarıyla ve çeşitli yasalarla AKP tarafından tasfiye edilmiştir. AKP burada karşısına çıkabilecek potansiyel bir askeri darbeyi(dış güçlerinde etkisiyle) ortadan kaldırmak istemiş, Menderes’in yaptığı hatalardan biri olan “askeri unutmak” hatasını yapmamıştır.

Kısacası, halktan kimin bu yetkiyi verdiği bilinmediği halde “halk adına” darbe yapabil-ecek bir askeri kadro kalmamıştır. Halkımız kendi göbek bağını kendisi kesmek zorundadır. AKP’den kurtulmanın tek çıkar yolu vardır: Baskıcı Cum-huriyet Halk Partisi’nden, işportacı Demokrat Parti’den, ülkenin ilericilerini astıran Adalet Partisi’nden, gerici Milli Selamet Partisi’nden ve ülkeyi ABD ile onun sermayedarlarına satan Ana-vatan Partisi’nden de kurtulmanın tek yolu olan, halkçı ve güçlü bir devrimci partiyle sosyalizme yürümektir.

Bu yol tırmanması zor dik bir yokuş da olsa başarmaktan başka çaremiz yoktur.

Yolumuz açık olsun!

İbrahim CEM

Page 20: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

19

Koşun a dostlar koşunSevişik yalnızlığın Son demleri bunlarYürekte oynayan çengiyePara mı dayanırCepteki son metelikte bunlar Yetişin a dostlarSanırım kalbin motoru tekliyorYakalayın hadiYakalayamadınız mı Tren bu sefer kaçıyor

Dayanın be dostlar Ha gayret be!Dayanın kapıyaZorladınız zorladınızYoksa...Yoksa yok ölümden tecellininTarihte bir örneği daha Az kalmıştı ya dostlarSıkmıştık dişimizi ya ha bire Yalnız ölümünDamgası basılmışÖmrüme ... Tek gidişlik

Belli...Hava da bozuk amaErtelemek yok demek kiBu geçit törenini Neyse dostlarHer şey için sağ olunBenden bu kadarMüsaadenizi istiyorum… Ve ben artık gidiyorum!

BİN YILLIK YALNIZLIK

Serdar Nâzım

Page 21: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

20

Sahiplenilemeyen bir çocukluğun, karartılmış bir geçmişin romanıdır “Çocukluğun Soğuk Geceleri”. Tezer Özlü’nün öz yaşam öyküsü ile beslenen, keşfe çıkılan ve hayatın sorgulanışını konu alan bir kitap… Büyüdükçe ötekileşen ve yalnızlaşan bir kızın öyküsü… Yazar, çocukluk yıllarından bahsederken: “O yıllar öldü. O yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar.” der. Bu yüzden kitabın adı da “çocukluğumun” değildir. “O yıllar”da toplumla girişilen çatışmalar travmatik izler bırakmıştır. Çevreyle yabancılaşma roman kişisinde erken başlamıştır. Fatih Çarşamba’da yaşayan, Avusturya Kız Lisesi’nde rahibeler tarafından eğitilen bu kız, çok küçük yaşlarında tanrıyı sorgu-layarak ve reddederek başlamıştır toplumla çatışmaya. Giderek kendi özünü keşfetmeye çabalar. Pazar günleri, tüm fertlerinin banyo kuyruğuna girdiği bir ailenin parçası olmak-tan kurtulmak ister. Kitabın ilk bölümünde babasını anlatır. Her sabah aynı saatte kalkan ve düdüğünü öttüren, kendini asker sanan, tipik bir orta sınıf sıkışıklığını temsil eden milliyetçi-muha-fazakâr Türk babasıdır. Aslında o sadece babasını değil, babasının kuşağını ele alır. Radyoda İstiklal Marşı çalınca tüm aileyi hazır ola tutan, on cümlesinden biri “Vatan, Millet, Sakarya” ekseninde olan, görev ve vatan aşkıyla tutuşan, konuştukları konular “Okul, Görev, Başarı” üçge-nine hapsolmuş bir kuşağın erkekleridir onlar. Kendisinin de içerisinde bulunduğu orta sınıfı eleştirir. Orta sınıf aile yapısını, kendi ailesi üzerinden eleştirir. Anne ve babasının davranışları üzerinden küçük burjuvaları eleştirir. Her yanı eşya yığılı ve her köşesine bir şeylerin tıkıştırıldığı orta sınıf evlerinin “ağır ve bunaltıcı havasını” anlatışı okura “sahiden öyle” dedirtme-ktedir. İntihar teşebbüslerinde bulunur fakat yıllar sonra eşi ve kızıyla İstanbul’da mutlu-mesut yaşarken, alt komşusu olan Doğulu genç kadar “başarılı” olamaz. Hayat onu giderek çevresin-den soyutlamakta ve dışsallaştırmaktadır.

Topluma duyduğu öfke giderek artar. Hep evden ve ailesinden kaçmak ister. Çünkü onlar, “çocukluğun soğuk geceleri” gibidirler. Kötü geçen çocukluktan kurtulmak için, önce o evden kurtulmak gerekir. Ardından akıl hastanesi günleri başlar. Elektroşoklardan dolayı gidip gelen bilinç, onda ciddi hasarlar yaratmaktadır. Tecavüzcü doktorlar, sapık hemşireler o hastanede bir araya gelmiştir. Orada, roman kişisinin topluma

“uyum” sağlaması hedeflenmiştir. Hâlbuki akıl hasta-nesinde geçirdiği günler, onun sorgulayıcılığını arttırmıştır. Ro-man kişisi akıl hastalarının tedavi yöntemini de eleştirir. Akıl hastalarının tedavisinin “sosyalleşerek”

gerçekleşmesi gerektiğini ve çevreden koparılmamasının önemini vurgular. Kitabın bölümleri bize romanda yazarın çevre ile psikoloji arasındaki bağı kurduğunu göstermektedir. Ayrıca romanda mekânlar birer simgedir. Örneğin son bölüm “Yeniden Akdeniz” roman kişisinin hayatının düzeldiğini ifade etmektedir. Artık mutlu bir hayatı vardır. Kendi varoluşunu anlamıştır.Kitabı okurken 20. Yüzyılın içi boşaltılmış insanlarıyla, bu insanlardan oluşan toplumla çatışmayı ve verilen mücadeleyi görebiliyoruz. Roman kişisi her ne kadar yaşadığı toplumdan şikâyet etmişse de, onu yaratanın da aynı toplum olduğunu bilmektedir. Kitap içindeki yoğun ve gerçekçi tasvirler ile de Tezer Özlü’nün temel derdinin kendini anlatmak olduğunu anlayabili-yoruz.

KİTAP

AKINTIYA KARŞI

Page 22: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

21

ir önceki yazıda Molotov-Ribbentrop Paktı’na kadar gelmiştim. Bu yazıda da kaldığım yerden devam edeceğim.

Bu Paktın, batının Nazileri Sovyetlere karşı kışkırtmasına yanıt olmasının dışında da önemli anlamları var. Savaşın tanımı siyasetin başka ara-çlarla sürdürülmesidir. Sovyetler de bu paktı bu anlama uygun olarak imzalamıştır. Bu, şu anlama gelmekte; Sovyetlerin 1939’da savaşabilecek önemli bir gücü yoktu. Hele de Nazi Ordusu gibi ileri araç gereçlerle donatılmış, örgütlenmesi sağlam, kendini tam anlamıyla modern savaş mantığına uydurmuş bir orduyla...

Sovyetler bu paktla şunları hedefledi; sanayisini savaşın yaşanacağı bölgeden uzaklaştırmak(ki 1939’da Sovyet sanayi kuruluşlarının çoğu daha sonra işgal edilen bölgedeydi), tesislerini savaş araç-gereçleri üret-meye uygun hale getirmek, ordunun moderniza-syonunu sağlamak ve örgütsel gücünü artırmak, en nihayetinde de Nazilerle savaşa uygun hale gelmek... Tabii bunlar Naziler Sovyetlere saldırdığında büyük ölçüde tamamlanmıştı, ancak bazı büyük eksiklikler vardı. Diğer yandan ise Naziler Sovyetlere saldırmadan önce Batıyı bitirmesi gerektiğinin farkındaydılar ve buna uygun hareket ettiler. Ama bazı aklı evvel veyahut güdümlü tarihçiler (ki bunlar liberal tarihçiler oluyorlar), bu gerçeği görmezden gelerek sanki Sovyetler Nazilerle anlaşmak istiyormuş gibi olayları anlatmaktalar. Hem de Batılı emperyalist ülkelerin Nazileri Sovyetlere karşı kışkırtmasını göz ardı ederek... Diğer yandan ise bunu Sovyetlerin Nazilere verdiği bir taviz olarak değil Sovyetlerin Avrupa halklarının kurtuluşu yolunda attığı ilk adım olarak görmek doğru olacaktır.

Savaşın Başlangıcından Nazilerin SSCB’ye Saldırısına Kadar Yaşananlar

Savaş 1 Eylül’de Nazilerin Polonya’ya saldırmasıyla başlar. Bu, Batı bilhassa da Fransa için şoktur. Ama el mahkûm, Nazilere savaş ilan etmek zorunda kalınır. Tabii ilan edilenin bir savaş olmadığı hemen anlaşılır. Savaş sadece Fransa - Almanya sınırında her gün atılan birkaç top, keşif uçaklarının seferleri ve Nazilerin batırdığı ticaret gemileridir. Batı, Polonya’yla meşgul olan Nazilere karşı, bırakın kara saldırısını, hava bombardımanlarında bile bu-lunmaz. Hatta Polonya işgal edildiğinde bilhassa Fransız siyasetçilerinin en fazla sözünü ettiği şey; Polonyalıların korkak bir ırk olduğu ve ondan dolayı yenildiğidir.

Durumun Fransa açısından vehametini görmek için şu çok güzel bir örnektir: Savaşın başlamasından birkaç ay sonra Fransa parla-mentosunda, Ruhr bölgesindeki demiryollarının Almanya’yla ortak kullanımına dair teklif konuşulur (bu teklifi Almanya savaştan önce yapmıştır). Tam teklif kabul edilmek üzereyken bir milletvekili çıkıp Almanya’yla savaş halinde olduklarını ve bu yüzden Ren Nehri üzerindeki köprüleri yıktıklarını, böyle bir şeyin artık müm-kün olmadığını hatırlatır ve ancak bundan sonra bu teklifi tartışmayı bırakırlar.

İşin diğer kısmı ise Fransız sermayedarlar Avrupa’daki tarafsız ülkeler üzerinden Nazilerle ticaretlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu-nun yanında Fransa hükümeti komünist partiyi illegal ilan eder ve militanlarının çoğunu tutuk-lar. Bu ise zaten niteliksiz olan savaş sanayilerinin iyice niteliksizleşmesine ve yavaşlamasına sebep olur.

Kış Savaşı(SSCB’yle Finlandiya arasında) batının ikiyüzlülüğünü görmek açısından önemlidir. Sovyetler hem Fin saldırganlığına karşı hem de Leningrad’ı savunmak amacıyla Finlilerden topraklarının bir kısmının karşılığında daha kuzeydeki bu toprakların iki katı daha fazla toprak teklif ederler.

2. DÜNYA SAVAŞI VE LIBERAL İKIYÜZLÜLÜK-2

B

Page 23: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

22

Finliler bu teklifi ve yapılan diğer teklifleri red-dederler. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, bu bölgeleri zor kullanarak ele geçirme yolunu seçer. Batı ise bu olaya karşı Nazi hayranlarının iktidarda olduğu Finlandiya’yı desteklemek için yöntem aramaya başlayarak karşılık verir. Tabii bunun asıl nedeni gerek Fransız gerekse İngiliz siyas-etçilerinin bir kısmının açıkça ifade ettiği gibi, bu olay üzerinden Nazilerle birlikte Sovyetlere saldırmaktır. İngiltere ve Fransa’da sağcı çevreler kamuoyu oluşturmak amacıyla Finlandiya’ya yardım geceleri düzenlerler. Tam İngiltere ve Fransa Finlandiya’ya yardım için gidecek birlikleri hazırlamışken, Finlandiya’nın SSCB’yle barış görüşmelerine başladığını öğrenirler. Yine Sovy-etlere karşı Haçlı İttifakı suya düşmüştür. Ama lib-eral zevatımıza göre bu, Sovyetlerin işgalciliğinin kanıtıdır. Yine aynı ‘çok özgürlükçülerimiz’ faşist diktatörlüklerin yönetimde olduğu ve hukuksu-zca Sovyetlerden çalınmış olan Baltık ülkelerinin Sovyetler tarafından geri alınmasına karşı da aynı tezi ileri sürüyorlar.

Kış Savaşı ve Baltık ülkelerinin Sovyetler tarafından alınması olaylarına karşı liberal zevat tutumu bize şunu gösteriyor: Gerektiğinde olaylara bütünsel bakmasını, hatta emperyalist ülkelerin yaptığı haksızca hareketlerin güzel bir sonuca ulaşmayı amaçlayan hareketler olduğuna kanaat getirmeyi başarabilen bu zevat; iş Sovy-etlere gelince hemen bir demagojiyle işi “Sovy-etler kötüydü, aslında Nazilerden farkı yoktu” ya bağlamayı da çok iyi beceriyor. Bu durum liberal zevatın niyetini ve ikiyüzlülüğünü çok güzel gösteriyor. Norveç’in istilasına geldiğimizde ise İngiltere ve Fransa Finlandiya’ya karşı gösterdiği yardımseverliğin çok azını bu ülkeye gösteri-yor. Şöyle ki Finlandiya’ya tümenler yollamaya hazırlanan Fransa, Nazi saldırısına uğrayan Norveç’e bir bölük bile göndermiyor. İngiltere ise iş işten geçtikten sonra ve çok az birlik yolluyor. Çünkü hâlâ bu devletler Nazilerle anlaşmanın ve Sovyetlere Haçlı Seferi düzenlemenin yollarını aramaktaydılar.

Bu arayışları Nazilerin bir anda Hollanda’yı ve Belçika’yı işgale başlamasıyla yerini büyük bir paniğe ve hayal kırıklığına bırakır. Müttefikler yenilmeye başlar başlamaz Fransız subayları, Nazilere teslim olmaya ve ordularını teslim etm-eye başlar. Zaten örgütlülüğü düşük olan Fransız ordusu, moralden ve savaşma isteğinden yoksun olan subayların kontrolünde olunca hızla yenilir. Bu da Fransa’nın Nazilerle sürekli anlaşmaya çalışmasının doğal bir sonucudur. İngilizler ise gerek sayıca az olmalarından gerekse de Nazile-rin başarılı bir harekâtıyla kuşatılmaları sonucun-da İngiltere’ye çekilmek zorunda kalır.

Belçika ve Hollanda hükümetleri Nazilere teslim olur ve önemli bir kısmı Nazilere çalışmaya başlar. Fransa ise Paris’i açık şehir ilan ederek Nazilere adeta paketleyip sunar ve kısa bir süre sonra teslim olur. Teslim olmasının ardından Mareşal Petain’in başkanlığında eski parlamen-tonun çoğuyla Vichy’de hükümet kurulur. Tabii bu Nazilerin kurulmasına izin verdiği bir kukla hükümettir. Bu hükümet bütün ağır silahları Nazilere teslim eder. Hatta silahları saklamaya çalışan görevliler Nazilere ihbar edilir. Daha önceki polis ve istihbarat raporları (tabii önemli kısmı komünistlerle ilgili bu raporların) Nazilere teslim edilir. Tabii bunları liberal zevat yazmayı tercih etmez çünkü o zaman sınıflarına ve sistem-lerine ihanet etmiş olurlar.

Baktığımızda sırf bir yılda yaşanan bu olay-lara bakış açısı ve çarpıtmaları bile bu hesapta ‘çok özgürlükçü’lerin maskesini düşürmek için yeterli. Tabii biz bununla yetinemeyiz. Bizim görevimiz tarihi doğru anlamak ve ona göre konum almaktır. Bu da ilk başta medyanın ve belli popüler kültürel çevrelerin (popüler entele-ktüel çevreler de dahil olmak üzere) parlattığı şeylere ve kişilere ilah gözüyle bakmamak, tarihi bütün yönleriyle incelemek yani aklımızı özgürleştirmekle mümkündür.

Hasan ERKİN

Page 24: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

23

Bir kırık ümitsizliğimiz kaldı gecelerden bize,SendenBenden Birbirimize…

Bilinmez bir ses gibi giden, Kelimelerden, düşlerden büyük Ümitsizliğimiz, imkansızlığımız…

Yaşamaların arasından kaçamaklı,Gözlerde saklı, düşlerde yasaklıBir kırık ümitsizliğimiz kaldı gecelerden bize,Senden BendenBirbirimize…Gözlerde saklıSöylemelerde sessiz.

KALAN GİDEN - KARANLIĞIN GÖZLERİ

Şimdi yoksunDilediğim gibi düşünebilirim artık seniDilediğim gibi var edebilirim hayalimde,Korkusuzca, sorgusuzca…

Tutar ellerini ,ağlarım uzun uzunKimseler ayıplayamaz beni

Senin olan ne varsa karşımda,Duruyor artıkSevdiğin şarkıları fısıldıyorum kulağınaVe hoyrat ellerimle seniHer an biraz daha var ediyorumHer an biraz daha güzelleştiriyorum

Ebru ER

Page 25: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

24

Açar kapıyı usta,Eğilir kapıya gelen gazetesini almaya.Tam o anda,Kalbine bir sancı sıkışır:Türk olupta,Rus olarak ölmenin sancısıdır bu.Memeleketine olan hasretin sancısı.Oğluna “Memet” adını veripte,oğlunu görememenin sancısıdır.Koca çınar bir şairin ölüm sancısıdır bu.

KOCA ÇINAR - HERKESE BENZEMEZSİN

Aslında tamda şimdiNazım Usta’nın dediği gibi:Şimdi sende herkes gibisin.Ama herkese benzemezsin.

Öyle bir çekip gittin kiKimse böyle gitmemişti senden önce...

Öyle bir bakardın ki banaKimse böyle bakmamıştı senden önce...

Öyle bir ağlardın ki yanımdaKimse böyle ıslatmadı omzumu senden önce...

Çünkü sen öyle biriydin kiSenden önce kimse kalbimde bu kadar,küçük bir kız çocuğu kadarmasum olmamıştı.

Burak CAN

Page 26: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

25

yedi günlük haftanınherhangi bir günüuzanıp ömür diliyorumkalkmaya üşeniyor dizlerimdizelerime sığınıyorumsevda sağıyorumay yüzlerindenbayrak bilmez bebelerino ağacıo zamanıseni görüyorumkendimi artırıyorumbir ömür seçiyorum içimdenben seni her seneseneye de giymelik seviyorum

ARDIL -

....uyanıyorşehirrengibeyaza bulaşıyor bulutlarınkuşlar uçuşuyoruzaktabirmüzik sesiyankılanıyor kulaklarımdaveben yaşıyorum..

Utku GÜNDÜZ - Caner ATASOY

Page 27: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

AKIN

TIYA

KAR

ŞI S

ANAT

<

26

Oğul ben senin görüş gününedağları devşirerek geldim-bizim oranın dağlarını-sevincimi ırmaklarda arıtarak-bizim oranın ırmaklarında-sabah yeliyle örerek saçlarımı-bizim oranın sabah yeliyle-o şimdi özlemiştir dedimsesimi bizim oranınçiçeklerine değdirerek geldim:Nasılsın?

İşte yıllardan sonra oğulyüz yüzeyiz yine seninlearamızda duruyorsa bu telörgüsen de benim alnıma bakmalısındağılana dek birer birer bulutlargörünene dek bizim oradansenin için taşıdığım gökyüzü.Bu telörgü durduramaz çünküne senin bakışını ne benimyeter ki gözlerimiz susmasın:Nasılsın...

Oğul ben senin görüş günündeninniler söylemeyi isterdim-avutmak için uykusuz gecelerini-türküler söylemeyi isterdim-düğününe sakladığım türküleri-nice ağıtlar düğümlendi boğazımda-birer harman yangınıydı her biri-söylemeyi isterdim yasak olmasabana kendi dilimizi kullanmak.Ama bu da durduramaz oğulne senin söyleyeceğini ne benimyeter ki bir tek sözcüğe sığsın:Nasılsın!

Bir tek sözcükle alırım ellerini elime-üşüdükçe ovalayıp ısıtmak için-bir tek sözcükle basarım bağrıma seni-en öksüz saatinde kuşluk vaktinin-bir tek sözcükle duyururum öğütümü-gördüğün zulum mayanı berkitsin-bir tek sözcükle ulaşır sana dileğim-gün devrilsin ama sen devrilmeyesin-boşuna bunca zulüm,bunca yasak ve engel,onları aramıza koyanlar utansın:Nasılsın?!

Kemal ÖZER

GÖRÜŞ GÜNÜ KONUSMASI

USTALARI ANARKEN . . .

Page 28: Kültür ve Sanatta Akıntıya Karşı

O gün sanatçıları eserlerinden dolayı alkışlayanlar yoktu. Sahnedekiler de yakanlardı, seyirciler de...