Upload
goekcan-sahin
View
258
Download
11
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Kuğu Kılıcı serisinin görkemli finali
Citation preview
KUĞU KILICI
3333
ALACAKARANLIK
EFENDİLERİ
YAZAR
Gökcan Şahin
EDİTÖR
Ozancan Demirışık
KAPAK TASARIMI
Gökcan Şahin
YAYIN TARİHİ
Şubat 2010
Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com
adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan
kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
ÖNDEYİŞ
GEÇMİŞE KISA BİR BAKIŞ
Yıl 1985. İç Anadolu’da orta halli bir köyün çobanı, sıradan bir günde
köy ahalisinden topladığı malları otlatırken tuhaf bir manzarayla karşılaştı.
Her zamanki güzergâhının üzerinde bir toprak kayması olmuş, zeminde
koca bir yarık açılmıştı. Cahil çoban, merakına engel olamayıp mağara
biçimindeki yarığa girdi ve Kuğu Kılıcı macerasını başlattı. Koca bir metal
küp, önce çobanın, sonra bir maden mühendisinin, sonra da ABD’nin
gözdesi haline geldi. Amerika, o zamanki hükümetle gizli bir anlaşma
yaparak bu köyde bir araştırma yerleşkesi kurdu. Küpün içinden çıkan şey
tüm dünyayı değiştirebilirdi: Yüksek teknolojiyle üretilmiş, tamamen insan
görünümlü biyonik robotlar!
Amerika bunu herkesten, hatta yerleşke içinde çalışan Türk
mühendislerden bile saklayarak müthiş bir araştırmaya girişti. Robotların
devreleri, üretim prensipleri, elektronik devrelerin özellikleri, sinirsel
iletimleri, hafıza yongaları, kısaca her şeyleri çözülmeye çalışıldı. İlk etapta
bu konuda başarı sağlanamayınca, en azından robotları kendi istekleri
doğrultusunda yönetmek için çalışmalara başladılar. Robotların
bulunmasından tam 19 yıl sonra Rqu-01 ismini koydukları robota, Yunan
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
5
bir ABD muhalifini öldürme görevi verdiler. Ama yapılan büyük bir hata,
robotların en güçlüsü olan Rqu-Ex’in uyanmasına sebep oldu. Rqu-Ex, Rqu-
01’i Yunanistan’a taşıyan helikopterin peşine takıldı ve bu suikastı önlemek
amacıyla, İstanbul semalarında uçarlarken kendi helikopterinden ateş açtı.
Rqu-01 başı kanlar içinde kalmış şekilde Haliç sularına düşerken ABD’nin
tüm planları alt üst olmaktaydı.
Rqu-01, hafıza yongasının gördüğü hasardan dolayı, hiçbir şey
hatırlayamadan Haliç kıyısına çıktı. Ki, robot olduğunu bile bilmiyordu.
Haliç kıyısında Eyüp komiserlerinden Koray Çağlayan’a rastlamasa ne
yapacağını bile bilmiyordu.
Koray, adını dahi hatırlayamayan, yüzü parçalandığı için oldukça
çirkin görünen bu adama Acı adını verdi ve olabildiğince iyi davrandı, hatta
bir kebapçıda iş buldu. Acı, kimliğiyle ilgili bunalıma girdiği için
kebapçıdaki işini bıraktı ve Koray’ın tavsiyesiyle sorgulara girmeye başladı.
Bir sorgu sırasında büyük bir uyuşturucu çetesinin açığa çıkmasını sağladı
ve çeteyi devirmek için yapılan bir operasyona katıldı. Çetenin liderini kendi
elleriyle yakaladı ve Zehir Haluk denilen adamın aslında bir robot
olduğunu, onun aracılığıyla kendisinin de aslında bir robot olduğunu
öğrendi. Robotların ne kadar kötü işlere bulaşabileceğini anladığında
yerleşkeden kaçmış olan tüm robotları bulması gerektiğini anladı.
Daha sonra Silivri’deki bir kaçak dövüş arenasında başka bir robotun
izini buldu. Bu, Rqu-Ex’ten başkası değildi. Düşündüğünün tersine kötülük
için değil iyilik için savaşıyordu. Daha sonra öğrenecekti ki diğer tüm
robotlar da iyiliğin yolundaydı. Amerika’nın nihayet üretmeyi başardığı
kopya robotlar hariç… Tekirdağ-İstanbul sınırına yakın ‘Akdağ’ adlı bir tatil
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
6
sitesinde gerçek robotlar ve kopya robotlar arasında amansız bir savaş
yaşandı. Acı ve Rqu-Ex’in başını çektiği Kuğu Kılıcı robotları kayıp
vermeden galip gelmeyi başardı.
Asıl adının Udel Ser Venter olduğunu anladığımız Rqu-Ex bunun
basit bir engel olduğunu biliyor ve mutlak görevlerini şöyle tarif ediyordu:
“Yedi milyon yıl önce yaratıldık ve insanları nihai sondan korumak
için görevlendirildik. Binlerce yılda bir yaşanan bir vakadan insanlığın
mümkün olduğu kadar az zarar görmesi için elimizden geleni yapmak
uğruna yaşıyoruz.”
BÖLÜM BİR
KARA GÜNEŞ
1
Daha Zo-Moran doğmamışken, alnına hayat ışığı değmemişken, yer
ateş, gök su iken bir kavim dağıldı yeryüzüne. Gücüyle fili boğan, aklıyla
ejderi yoran bir kavim. Anaların her biri on ikişer çocuk doğurdu. Altı kız, altı
oğlan. O altı kız da on ikişer çocuk doğurdu, altı kız, altı oğlan. Kırk nesil
geçti, yeryüzü doldu taştı. Kavim dağları tepeleri aştı. Buz dinlemedi, ateş
dinlemedi, açlık dinlemedi, hastalık dinlemedi, ayağının izi her karış
toprağına değdi yeryüzünün. Gel zaman git zaman kişioğlu gaflete düştü,
saygı duymadı yaşadığı toprağa. Yerin Ruhu kızdı buna. Uzun süreli
uykusundan uyandı ansızın. Baktı, her tarafı kemirilmiş, meyve veren
ağaçlar kalmamış, ürün veren toprak çöl olmuş, deniz denizlikten, gök
göklükten çıkmış. Yerin Ruhu çok üzüldü, çok sinirlendi. Üstünden silkeleyip
atmak istedi bu kavmi. Beceremedi. Gücü yoktu o kadar. Son çare Gün
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
8
Ana’ya gitti. Dedi ki, beni bu kavimden kurtar Gün Ana. Sen onlara ışığını
vermezsen hepsi ölür gider, ben de kurtulurum bu eziyetten.
Gün Ana her şeyi biliyordu aslında. Ama hep umut doluydu onların
düzeleceğinden, hep zaman vermişti kavme bu yüzden. Lakin demek ki
umutlar boşunaydı, zaman vermeler zararaydı. Kabul etti Yerin Ruhu’nun
isteğini. Dedi, seni kurtaracağım, ama bir aile bırakacağım ki yok olup
gitmesinler. Yine çoğalıp yayılabilsinler, ama bundan ders alıp bir daha seni
incitmesinler. Seni bir daha incitirlerse yine alacaklar derslerini. Kabul etti
Yerin Ruhu. Gün Ana yaşamın ışığını kesti, yeryüzünü kararttı ve zamanla
bir aile dışında tüm kavim yok oldu. Bu zaman onlar için uzundu ama Gün
Ana ve Yerin Ruhu için çok kısaydı. Yerin Ruhu Gün Ana’ya minnetini sundu
ve güzel uykusuna döndü. Gün Ana da ışığını özgürce saldı tekrar. Kişioğlu
dersini almıştı elbet.
Anakan Destanı 12/7
2
Akdağ Sitesi İstanbul – Tekirdağ sınırına yakın bir yerde, İstanbul
tarafında kalan bir tatil sitesidir. Tek veya çift katlı müstakil yazlıklardan
oluşan bu site, güney sahillerinde yazlık alamayan ama tatillerini doyasıya
yaşamak isteyenlerin uğrak yerlerinden biridir. Kışın sadece birkaç ev
sahibinin kaldığı sitede yaz ayları oldukça kalabalık bir insan topluluğu
konaklar. Site elli konutluk mütevazı bir yerdir, adı pek duyulmamıştır,
çünkü müşterileri genelde sabittir ve yeni gelenler de tavsiyeler aracılığıyla
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
9
buradan haberdar olurlar. Akdağ Sitesi ev ve toprak sahiplerinden oluşan
bir kurul tarafından yönetilir ve sorunlar kolayca halledilir. Sitedeki aileler
çoğunlukla birbirlerini tanırlar ve kimin ne olduğu sitedeki tek bakkalın
sahibi başta olmak üzere birkaç kişilik dedikodu timi tarafından herkese
duyurulur. Bu durum asla aşırıya kaçmaz; sınırlar bellidir ve herkes
memnundur bu durumdan. Sonuç olarak Akdağ Sitesi oldukça cana yakın
insanların buluştuğu huzurlu bir ortamdır ve yeni gelenler tarafından çok
sevilir.
Elif ile Murat da burayı beğenen çoğunluğun içindeydiler. Daha ilk
görüşlerinde sitenin tam onlara göre bir yer olduğunu anlamışlardı. Akdağ
Sitesi’nde geçirecekleri bu iki haftalık tatil onlar için aynı zamanda balayı
anlamına geliyordu. Çünkü daha on günlük evliydiler. Birbirlerini çok
severek, ailelerinin de rızasıyla sorunsuz ve mutlu bir şekilde evlenmişlerdi.
Murat otuz sekiz yaşında, liselere ders veren bir tarih öğretmeni, Elif ise
otuz üç yaşında ortaokullara ders veren bir fen bilgisi öğretmeniydi. Ortak
bir arkadaşları aracılığıyla tanışmışlar, birbirlerine âşık olmuşlar ve uzun
sayılabilecek bir flört döneminden sonra evlenmeye karar vermişlerdi.
Murat dediğim dedik, sert ve asi bir adamdı; ama Elif’in dominant ve güçlü
karakteri onu dengeliyordu. Sonuç olarak her şeye karşı dik durabilecek
demir kadar sağlam bir aile olmuşlardı. Belki iki öğretmen maaşıyla
ekonomik olarak istedikleri yerde değillerdi, ama içlerindeki güç bunu da
baskılıyordu.
Şimdi, bu şirin tatil sitesinde eşyalarını kiraladıkları eve
yerleştirmişler, gezmeye çıkmışlardı. Murat, her zaman güzelliğinden gurur
duyduğu karısının beline elini dolamış, Elif de başını sevgilisinin güçlü
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
10
göğsüne yaslamıştı. Yüzlerinde gülücüklerle, iç açıcı yeşillikler ve bahçeli
küçük evlerin arasındaki dar bir sokakta yürüyorlardı.
“Bu kadar güzel bir yer tahmin etmemiştim,” dedi Elif.
“Ben de canım. Sema teyze abartmamış demek ki. Öyle coşkuyla
anlatıyordu ki burayı.”
“Evet, iyi ki gelmişiz. Pahalı bir güney tatilinden daha güzel olacak.”
“Kesinlikle.” Bu kısa diyalog yerini sessizliğe ve mis gibi deniz
kokusunu alan nefeslere bıraktı.
3
Amerika Birleşik Devletleri Büyük Okyanus üzerinde nükleer silah
denemesi yaptı. Rusya başta olmak üzere pek çok ülkenin tepkisini çeken bu
deneyler konusunda Amerika kendi iç güvenliğini savunuyor.
The Independent 07.06.11
4
“Deniz kokusu harika,” dedi Elif aldığı derin bir nefesten sonra.
“Hadi denize gidelim,” dedi Murat. “Daha sahili görmedik.”
“Eve dönüp mayolarımızı giymemiz gerekecek.”
“Yoruldun mu?”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
11
“Yoo, dönelim hadi, ben de merak ettim denizi şimdi.”
Ve döndüler. Saat öğleyi çoktan geçmişti. Sahile gitmeleri ikiyi
bulacaktı. Böylece güneşin yakıcılığından da kısmen korunacaklardı.
Eve vardılar, mayolarını giydiler, havlularını aldılar ve sahilin yolunu
tuttular. Sitenin ana caddesini takip ederek denize yöneldiler. Bu cadde
diğer yerlere göre daha kalabalıktı. İkişerli, üçerli gruplar halindeki gençler
neşeyle gülüşüyor, çocuklar bisikletleriyle turluyorlardı. Murat cadde
üzerindeki bakkala uğrayarak deniz kenarında yemek için üç paket bisküvi,
bir litrelik kola ve iki plastik bardak aldı. Bu sırada bakkalcının samimi
sorularına muhatap olmaktan kaçamadı. Aslında kaçmak da istemedi.
Bakkalcı, saçları ağarmış, göbekli, tombul, güler yüzlü bir adamdı. Yaptığı
işten çok memnun olduğu her halinden anlaşılıyordu. Siparişleri uzatması
bile şehirdeki kimi soğuk bakkallardan çok farklıydı. Dolayısıyla bu pozitif
elektrikten kurtulması kolay olmadı. Sonunda iyi günler dileyerek sahil
yolculuğuna kaldıkları yerden devam ettiler.
Beş dakika sonra kumların üzerine havlularını seriyorlardı. Kumsal
oldukça genişti. Onlarca kişi olmasına rağmen aşırı kalabalık
görünmüyordu. Deniz dalgasızdı, hava sıcaktı, gökte tek bir bulut bile
yoktu. Denizde yüzen insanlar ve birkaç tekneyle renklenmese, tüm görüş
alanları mavi olacaktı.
Elif ve Murat güneş kremlerini sürdükten sonra havlularının üzerine
uzandılar. Önce biraz güneşlenmek ve uzanarak yürüyüşün yorgunluğunu
atmak, sonra da denize girip bolca eğlenmek niyetindeydiler.
“Buranın tek kötü yanı ne biliyor musun?” dedi Murat gözlerini
açmadan.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
12
“Neymiş?”
“İki hafta Independent okuyamayacağım.”
“Dert ettiğin şeye bak. İki hafta da İngilizceden uzak kal, ne olacak?”
“Sadece İngilizce için değil ki, alıştım gazeteme. Okumadan rahat
edemiyorum.”
“Bağımlılık yaratmış sende Murat. Geçer ama, merak etme.”
Murat yıllardır İngiltere’nin The Independent gazetesini okurdu.
Üniversite yıllarından gelen bir alışkanlıktı bu. Önce İngilizce gazete
okumanın dil açısından faydalı olduğu duymuş, yabancı gazete satan bir
dükkândan Independent almıştı. Sonra haber okumanın tadından
vazgeçememişti. O gün bu gündür haftada iki kez alırdı. Bir ara ekonomik
kriz nedeniyle gazetenin zarar ettiğini duyunca yüreği ağzına gelmişti
Murat’ın, ama neyse ki hâlâ yayın hayatına devam ediyordu.
“Ne düşünüyorsun aşkım?” dedi Elif, cevap gelmeyince.
“Son aldığım gazeteyi gözümün önüne getiriyorum. En son hangi
haberi okumuştum diye.”
“Hangi habermiş?”
“Daha bulamadım, bulunca söylerim.”
“Peki,” dedi Elif gülümseyerek. Yine tuhaflığı tutmuştu Murat’ın.
O sırada, gözleri kapalı olduğu halde gözlerine gelen ışığın
azaldığını fark ettiler. Murat güneşin önüne bulut geldiğini düşünerek
umursamadı, ama her zaman olağanüstü dikkatiyle öne çıkan Elif az önce
etrafta hiç bulut olmadığını düşünüp merakla gözlerini açtı. Evet, etraf biraz
daha gölgeli gibiydi. Tek elini gözüne siper ederek güneşe kısık gözle
baktı.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
13
Hayır, güneşin önünde bulut falan yoktu. Ama Elif havanın biraz da
olsa karardığından emindi.
“Murat?”
“Efendim canım.”
“Ya sence de hava kararmadı mı biraz?” Murat gözlerini açtı, etrafa
baktı.
“Evet, bana da öyle geldi,” dedi. “Bulut gelmiştir diye düşündüm.”
“Ama bulut falan yok, Allah Allah!”
Plajdaki diğer insanlardan bazıları da etrafa şaşkınca bakıyordu. Kimi
başını kaldırıp bir kez güneşe bakıp normal işlerine geri dönüyordu, kimi
yanındakine bir şeyler soruyordu.
Murat da dudak büküp boş vermek üzereydi ki havanın bir kademe
daha karardığına şahit oldu.
“Sen de fark ettin mi?” dedi Elif heyecanla.
“Evet,” dedi Murat. “Ne oluyor? Güneş tutulması falan yoktu bugün,
değil mi?”
“Hayır, zaten güneşin tutulduğu yok.”
Güneşe baktı yine. Deminki kadar gözünü rahatsız etmemişti sanki.
Normalde güneşe birkaç saniyeden fazla bakmak göze kalıcı zararlar
verebilirdi, ama o sırada gökyüzündeki güneş sanki ışığını kısmış gibiydi.
İnsanların fısıldaşmaları aniden artmıştı, herkes bir tuhaflık
olduğunun farkındaydı. Denizde simitleriyle yüzen çocuklar bile güneşe
bakıyorlardı.
“Havada görünmeyen bir sis tabakası falan mı var acaba?” diye
sordu Elif.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
14
“Bilmiyorum ama tuhaf bir atmosfer olayı olmalı. Hiç böyle bir şey
görmemiştim. Öğlenin ortasında akşamüstü havası yaşıyoruz.”
5
Çin ve Rusya hükümetleri Amerika Birleşik Devletleri’nin son nükleer
denemelerinden sadece bir ay sonra yeni hidrojen ve nükleer bombalarını
denedi. Hint Okyanusu’nda gerçekleştirilen denemeler doğal hayatı olumsuz
etkileyebileceği gerekçesiyle çevreciler tarafından protesto ediliyor.
The Independent 02.07.11
6
Akdağ Sitesi’ndeki elli evin kırk altısı, 10 Temmuz 2011 itibariyle
doluydu. Elif ve Murat’ın da yerleşmesiyle ertesi gün bu sayı kırk yedi
olmuştu. Yani site hemen hemen tam kapasitedeydi ve yaklaşık yüz elli
kişinin tatil ihtiyacını karşılıyordu.
11 Temmuz’un o öğleden sonrası Akdağ’ın sahilinde kırk kişi ya
güneşlenmekte, ya da denizin tadını çıkarmaktaydılar. Ama saat 14.20
itibariyle gerçekleşen tuhaf olay nedeniyle hepsi yaptıklarından kısa
süreliğine vazgeçip neler olduğunu anlamaya çalıştılar. Ama kimse en ufak
bir fikir üretemedi. Güneşin ışığı aniden azalmış, ortalık olması gerekenden
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
15
daha karanlık bir hale gelmişti. Güneşin önüne devasa gri bulutların
geçmesiyle aynı orantıda karanlıktı hava. Deniz daha lacivert görünüyordu,
hava daha serin ve hafiften rüzgârlıydı. Denizden çıkanlar üşüyerek
havlularına koşuyorlardı. En ufak çocuklar bile durumun farkındaydılar.
Annelerine havanın neden karardığını soruyorlardı. Annelerin ise
kendilerine bile verebilecek cevapları yoktu.
Sahil sessizleşmişti, herkesin gözü güneşteydi. İnsanlar sanki bir
şeyler olmasını bekliyordu.
Oldu da.
Güneşin sol tarafından bir ışık uzantısı çıktı. Solucan gibi kıvrıldı,
kırbaç gibi aniden şakladı ve yok oldu. Alevden bir iplik gibiydi bu şey. Bir
ucu güneşe bağlı kalıyor, sanki güneşten kaçmak için kıvrılıyor ama
sonunda pes edip yok oluyordu. Daha birkaç saniye geçmemişti ki aynı şey
bu kez sol tarafında meydana geldi. O iplik yok olmadan üst tarafından bir
tane daha çıktı, sonra altından, tekrar sağ ve sol taraftan. Aynı anda
kıvranan birkaç iplik, güneşi tombul bir böceğe benzetmişti.
“Güneş patlaması mı bu?” dedi Elif fısıltıya yakın bir sesle.
“Bilmiyorum. Olabilir. Ama bu kadar belirgini görülmemiştir
herhalde.”
Elif bir sevgi içgüdüsüyle Murat’a yaklaştı. Güneş de sanki buna
öfkelenmiş gibi alevden ipliklerini daha uzağa sarkıtmaya başladı. İplikler
artık o kadar çoğalmıştı ki, küçük çocukların resimlerindeki ‘etrafa çizgiler
saçan güneş’e benzemişti. Tek farkı bu çizgilerin hareketli olmasıydı.
Bu sırada güneşin rengi sarıdan turuncuya dönüyordu yavaş yavaş.
Işığı azalıyor, etraf daha da kararıyordu. Gökyüzünün uzak köşelerinde
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
16
birkaç yıldız görebilmek bile mümkündü. Deniz dalgalanmaya başlamış,
rüzgâr şiddetlenmişti, suyun rengi daha da koyulaşıyordu.
İnsanlar yine mırıldanıyorlar, içlerine sinen tuhaf korkuya karşı,
birbirleriyle konuşarak teselli bulmaya çalışıyorlardı. Güneşe bir şeyler
oluyordu ve bu, hiç de hayra alamet değildi.
Mırıldanmalar konuşmalara, konuşmalar da ufak tartışmalara döndü.
Birileri “kıyamet geldi,” diyor, birileri deli gibi koşuşuyordu.
İnsanlar eşyalarını toplamaya başlamıştı. Evlerine ulaşmak sanki
daha güvenliymiş gibi bir an önce gitmek istiyorlardı. Ama bu
sorgulanamazdı elbette. İnsanoğlunun temel içgüdülerinden biri evlerinde
kendilerini daha güvende hissetmektir. Elif de bu içgüdü dolayısıyla
Murat’a eve gitmeyi teklif etti. Murat gözünü güneşten ayırmıyor, kaşları
çatılmış halde düşünüp duruyordu. Elif’in sözlerine ilk anda tepki vermedi.
“Canım, herkes gidiyor, hadi hava çok soğuk oldu,” dedi Elif.
“Tamam canım, gidelim.”
Yine de gözlerini güneşten ayırmamaya çalışarak Elif’in eşyaları
toplamasına yardım etti. Bakkaldan aldıkları bisküvileri yeme fırsatı bile
bulamamışlardı.
Denizdeki son insanlar da hızla çıkıyorlardı, çünkü hava o kadar
kararmıştı ki güneşin batışı sırasında ancak böyle olabilirdi. Su iyice
dalgalanıyordu. Rüzgâr da somutlaşmaya başlamış, tatilcilerin şemsiyelerini
uçurmaya çalışıyordu.
Havlularını omuzlarına attılar, terliklerini giydiler ve denize sırtlarını
döndüler. O anda hava aniden zifiri karanlık oldu. Az da olsa ışık veren bir
lambanın kapatılması kadar aniydi. Hemen güneşe döndüler ve şok edici
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
17
manzarayla karşılaştılar. Gökyüzü kapkaranlıktı, yıldızlar net bir şekilde
görünüyordu. Güneş gökteydi ama artık güneş denilemezdi. Etrafa hâlâ
alev iplikleri saçsa da aydınlık saçacak bir enerjisi kalmamış gibi
görünüyordu. Kurumaya yüz tutmuş, yuvarlak bir lav tabakası gibi çatlaklar
şeklinde ateş akıntıları görünen kapkara bir küreye dönüşmüştü. O alev
kıvılcımlarının hareketleri olmasa güneşin orada olduğu bile belli
olmayacaktı.
Güneşin bu halini gören herkes önce donakaldı. Gökyüzüne
kilitlenen gözler dehşetle bakıyorlardı. Sonra yavaş yavaş inen gözler
birbirini buldu. Birbirlerinin beyazlamış yüzlerini gören insanlar sanki
durumu yeni kavramış gibi çığlıklar atmaya ve panikle koşuşturmaya
başladılar. Elif de bunu yapmamak için kendini zor tutuyordu. Ama o
güçlüydü, güçlü olmalıydı.
Murat hâlâ güneşe bakmaktaydı, ama boğazına bir şey takılmış gibi
hissediyordu. Denilenler gerçekti. Kıyamet gelmişti işte. Bunlar
insanoğlunun son saatleri olmalıydı. Yapacak tek şey vardı: Herkes gibi
paniğe kapılmak ve kaçmak.
7
Yağmur ormanları hâlâ yanıyor! Üç haftadır süren yangınlar
dünyanın ciğerleri olarak nitelendirilen yağmur ormanlarının üçte birini
şimdiden yok etmiş durumda. Yangının bir türlü kontrol altına alınamaması
yetkilileri korkutuyor. İnsanlık tarihinin en büyük orman yangınına şahit
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
18
olduğumuz şu günlerde bu felaketin küresel ısınmayı daha da
arttıracağından korkuluyor.
The Independent 06.07.11
8
Soluk soluğa yazlığa ulaştılar. Murat titreyen eli nedeniyle kapıyı
açmakta zorlandı. Sonunda içeri girip ışığı yaktılar ve derin bir nefes aldılar.
Eve girince rahatlamanın saçma olduğunu kendileri de biliyorlardı; ama
insanoğlunun genlerine işlenmiş bu içgüdüyü bir çırpıda reddetmeleri
imkânsızdı. Murat hemen oturma odasına gidip televizyonu açtı. Karşıdaki
koltuğa rahatsız bir şekilde oturdu ve bir haber kanalı bulmaya çalıştı. Elif
de hemen yanına oturmuş ve gözlerini televizyona dikmişti.
Murat, durumu son dakika olarak veren bir haber kanalı bulmakta
gecikmedi. Siyah saçlı, güzel bir kadın spikerin konuşması, haberin yayına
yeni girdiğini gösteriyordu:
“Sayın seyirciler, olağanüstü bir son dakika haberiyle karşınızdayız.
Güneşin olağandışı bir şekilde kararması olayını uzmanlarla konuşup bir
çözüme ulaşmaya çalışacağız. Ama önce bu olayın nasıl geliştiğini anbean
kaydeden bir kameradan görelim. Muhabirimiz Seda Şimşek, Taksim’de,
son yapılan elektrik zamlarıyla ilgili halkın nabzını tutmaya çalışırken
aniden gerçekleşen olayın her anını kaydetti. Şimdi o görüntüleri
yayınlıyoruz.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
19
Spikerin yüzü kayboldu ve ondan daha güzel sarışın genç bir kızın
Taksim’deki görüntüsü geldi. Genç muhabir orta yaşlı, takım elbiseli bir
adamı çevirmişti.
“Beyefendi, yeni gelen yüzde yirmilik elektrik zammı hakkında ne
düşünüyorsunuz?”
“Ne diyim ki kızım? Ben devlet memuruyum. Bize yılda verilen zam
yüzde beşi, onu geçmez, ama elektriğe her yıl yüzde elli zam yaparlar…”
Adam ezberlemiş gibi seri bir şekilde bunları söylerken etrafın
aniden gölgelenmesi dikkat çekiciydi. Adam bir an duraklayıp güneşe
baktı, sonra konuşmasına devam etti.
“Memuru, emekliyi, işçiyi hiç düşünmeden hareket ediyorlar. Sonra
tasarruf yapın, az harcayın diye nutuk çekiyorlar. Kemer sıka sıka buramıza
kadar geldi.”
“Hükümetin enerji politikasını doğru bulmuyorsunuz yani?” dedi
muhabir.
“Bulmuyorum tabii. Fakirin ekmeğiyle oynamak hangi politikaya
yakışır? Bu nasıl politika? Suya da zam yaptılar geçen ay. Neymiş, suyu
tasarruflu kullanalım diyeymiş. Tamam da biz mi bitirdik suyu? Onca
nehrimiz varken barajlar yapacaklarına faturayı bize kesiyorlar.”
Anlaşılan adam çileden çıkmıştı. Konuştukça konuşuyordu. Onun
sesini daha da kararan gökyüzü kesti. Etrafta hızla yürüyen insanlar birden
durakladılar. Güneş belirgin şekilde daha az ışık veriyordu. Üstelik bulut
falan da yoktu.
“Bu arada tuhaf bir durumla karşı karşıyayız,” dedi muhabir. “Henüz
öğle saati olmasına rağmen hava kararmaya başladı.”
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
20
Sakin konuşmaya çalışıyordu, ama heyecanlandığı anlaşılıyordu.
“Allah Allah,” dedi muhabirin röportaj yaptığı memur. Kamera bir
süre güneşi görüntüledi. Tekrar aşağı yönelmek üzereyken güneşin sağ
tarafından çıkan kıvılcım göründü ve kameraman kamerayı güneşe
sabitledi. Arkadan muhabirin sesi duyuluyordu.
“Sanırım güneşle ilgili bir olay yaşanıyor. Alışık olmadığımız bir
şekilde güneşten fışkıran alevleri görüyoruz.”
Bir süre sadece insanların uğultuları duyuldu. Güneşten çıkan
kıvılcımlar gitgide artıyordu. Kısa bir süre aynı şekilde devam etti ve aniden
güneşin sağ üst köşesinde kara bir leke oluştu.
“Evet, güneşte bir leke görünüyor,” dedi muhabir, sesindeki
heyecanı artık gizlemeye çalışmıyordu.
Bir dakika içinde leke büyüyerek tüm küreyi içine aldı ve birkaç
kırmızı alev çatlağından başka bir şey bırakmadı.
“Görüldüğü üzere güneş kapkara oldu. Tuhaf bir gök olayına şahit
olmaktayız. İnsanlar merakla gökyüzünü seyrediyorlar. Hava kapkaranlık,
yıldızlar bile rahatlıkla görünüyor.”
O sırada insan çığlıkları duyulmaya başlamıştı. Koşuşturma sesleri
muhabirin mikrofonundan Murat’ların yazlığına doluşuyordu.
“Burada büyük bir panik havası var.”
Kamera bir dakikalığına güneşi görüntülemekten vazgeçip caddeye
baktı. Bazı insanlar gözlerini yukarı dikmiş, olanları merakla izlemekle
yetinirken, bazıları bağırarak koşuşturuyorlardı. Röportaj yaptıkları memur
da yok olmuştu. Çoğu kişinin elinde cep telefonu görmek mümkündü.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
21
İnsanlar bu anı birileriyle paylaşmaya çalışıyorlardı. Bunu sadece
kendilerinin görmediğinden emin olmak istermiş gibi…
“Sanırım söylenecek fazla bir şey yok,” dedi muhabir kendisine
dönen kameraya. “Tarihi bir ana tanıklık ettiğimizi düşünüyorum. Ve bu
olayın yorumunu uzmanlara bırakıyorum.”
Görüntü burada sona erdi. Siyah saçlı spiker göründü.
“Olaya canlı tanıklık eden muhabir arkadaşımız Seda Şimşek’in
gözünden bu tuhaf fenomene şahit olduk. Şimdi canlı yayın konuklarımız
jeoloji profesörü Sayın Erdem Taştan ve Kandilli Rasathanesi’nden Doçent
Doktor Kemal Sarpoğlu. Hoş geldiniz efendim.”
Spiker yavaşça sağına döndü ve iki konuk ekranda belirdi. İkisi de
elli yaşını geçkin, saçları ağarmış insanlardı.
“Sayın Sarpoğlu, bu olağandışı olayı nasıl yorumluyorsunuz?”
“Şimdi,” dedi spikere daha yakın oturan adam elindeki kalemle
oynayarak. “Astronomide güneş patlamaları olarak adlandırılan bir olay
vardır. Bakın, güneş aslında dev bir mıknatısa benzetilebilir. Çok güçlü bir
manyetik alana sahiptir ve bazen bu güçlü manyetik alan güneş lekeleri
denen karanlık bölgelerin oluşmasına sebep olur. Bu bölgeler siyahtır,
çünkü güneşin normal yüzey sıcaklığına göre yaklaşık bin beş yüz derece
daha soğuktur. Yine bu manyetik alandan dolayı gerçekleşen güneş
patlamaları vardır. Güneş belli zamanlarda fazla manyetik enerjisini bir çeşit
patlama ile dışarı atar. Bu patlamalar güneş lekelerinin olduğu yerlerde
oluşur. Ani bir ışın ve atom saçılmasıdır diyebiliriz.”
“Bu olayın da bir güneş patlaması olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
22
“Şu an için bunu kesin olarak söylemek mümkün değil. Güneş
patlamaları asla tüm yüzeyde gerçekleşmemiştir, güneş lekeleri de bu
kadar büyük alana yayılmamıştır. Şu anki durumda güneşin bize bakan
tarafı tamamen kararmış gibi görünüyor.”
“Peki bu güneş patlamalarının dünyaya doğrudan bir etkisi var mı?”
“Aslında evet. Bu patlamalardan yayılan manyetik parçacıklar
dünyanın atmosferine girdiklerinde bazı etkilerde bulunabiliyorlar.
Manyetik dalgalarda parazitler, uyduların yörüngelerinde küçük sapmalar
bunun örnekleri. Hatta çok şiddetli patlamalar yeryüzündeki elektronik
aletlere de etki edebiliyor.”
“Peki bu denli büyük bir patlamanın olası sonuçları ne olabilir?”
“Korkarım eğer bu olay devasa bir güneş patlamasıysa dünyadaki
tüm elektronik sistemler çok kısa bir süre sonra devre dışı kalacaktır. Bütün
uyduların iletişimi kesilecek, elektronik ve manyetik mekanizmalar zarar
görecektir. Özellikle iletişim konusunda çok büyük sıkıntıların olacağını
düşünüyorum.”
“Bu, ne kadar zaman içinde olabilir?”
“Normalde ışınların dünyaya ulaşması sekiz dakika kadar bir süre
alır. Etki süresini de dikkate alırsak…”
Bir anda televizyon sustu. Işıklar kapandı. Elektrikler gitmişti. Elif ve
Murat bir süre daha siyah ekrana bakmayı sürdürdüler ve aynı anda
birbirlerine döndüler.
“Sanırım,” dedi Murat, “sahilde kıyamet geliyor diyenler haklıydı.”
“Nerden çıkardın bunu? Eğer bu bir güneş patlamasıysa elbet sona
erecektir.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
23
“Hiç sanmıyorum.”
“Neden?”
“Sana bir şey göstermem lazım, bir dakika bekle burada.”
Elif dakikalardır yaşadığı şaşkınlıktan sonra ilk kez farklı bir duyguyu
tattı: merak. Nereye gitmişti Murat? Ne gösterecekti? Bunun cevabı
gecikmedi. Birazdan kocası tekrar yanındaydı. Elinde el feneri ve bir kitap
tutuyordu.
“Dünya sonunda isyan etti,” dedi Murat.
“Neden bahsettiğini anlamıyorum, açık konuşsana.”
“Bak, bu kitap eski Afrika kabilelerinin destanlarını anlatıyor. Geçen
hafta almıştım, biliyorsun.”
“Evet, biliyorum da…”
“Kitapta Anakan Destanı diye bir Dogon efsanesi var. Dogonlar’ı
biliyorsundur, gizemli bir Afrika kabilesi.”
“Eee?”
“Destanı aynen okuyorum.” Murat sayfaları çevirdi ve aradığı yeri
bulunca okumaya başladı. “Daha Zo-Moran doğmamışken, alnına hayat
ışığı değmemişken, yer ateş, gök su iken bir kavim dağıldı yeryüzüne.
Gücüyle fili boğan, aklıyla ejderi yoran bir kavim. Anaların her biri on ikişer
çocuk doğurdu. Altı kız, altı oğlan. O altı kız da on ikişer çocuk doğurdu,
altı kız, altı oğlan. Kırk nesil geçti, yeryüzü doldu taştı. Kavim dağları
tepeleri aştı. Buz dinlemedi, ateş dinlemedi, açlık dinlemedi, hastalık
dinlemedi, ayağının izi her karış toprağına değdi yeryüzünün…”
Destanın bundan sonrası bu kavmin yeryüzüne verdiği zararları,
Yer’in Ruhu’nun onları Gün Ana’ya şikâyet etmesini ve Gün Ana’nın ışığını
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
24
esirgeyerek kavmi cezalandırmasını ve tek bir aile kalana dek herkesin yok
olmasını anlatıyordu.
“Gördüğün gibi bu efsane bizim şimdiki durumumuza ne kadar
uyuyor… Son zamanlarda insanoğlunun dünyayı nasıl tükettiği ortada.
Üstelik Independent’te okuduğum haberlere göre Amerika, Çin, Rusya, İran
ve daha bir sürü devlet okyanuslarda çeşitli silah denemeleri yapıyorlar.
Yağmur ormanlarının da hâlâ alevler içinde olduğunu biliyorsun. Biz
dersimizi almadık ve destanda yaşananlar bir daha yaşanacak. Güneş
söndü ve insanoğlu yok olacak. Belki tek aile kalması bir abartma olabilir,
ama destanın aynısı yaşanacak olursa dünyada pek fazla insanın kalacağını
sanmıyorum.”
“Kıyamet gerçekten geldi!” dedi Elif durumu kabullenerek. “Bizim
yüzümüzden.”
Ayağa kalktı, pencereden dışarıya baktı. Saat dört bile olmamışken
gece yarısı karanlığındaydı sokaklar. Hâlâ koşturan insanlar vardı dışarıda.
Bağıran, çağıran, kıyametin geldiğini haykıran insanlar… Hiçbir yerde
elektrik yoktu, telefonların çalışmadığından da emindi Elif. Hemen iki adım
ötede bir adam öfkeyle telefonunu yere fırlatmış, küfürler ederek
uzaklaşmıştı.
Daha bu sabah her şey ne kadar normaldi. Herkes her zamanki
saatinde uyanmış, işi olanlar işine gitmiş, tatilde olanlar denizlere koşmuş,
yaz okuluna kalan öğrenciler çantalarıyla yollara düşmüş, sevgilisiyle
buluşan gençler birbirlerine kimi doğru, kimi yalan aşk sözcükleri fısıldamış,
bakkallar ekmek satmış, çocuklar dondurma almış, anneler yedirmiş,
babalar çalışmış, askerler savaşmış, müezzinler ezan okumuştu.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
25
Oysa saatler, hatta dakikalar içinde herkesin bir şekilde beklediği
ama bir türlü içten inanamadığı kıyamet gelivermişti. Üstelik bu ne bir
göktaşı, ne eriyen buzullar, ne çöken kıtalar, ne foton kuşağı, ne on ikinci
gezegen, ne de uzaylı istilasıydı. Bu Güneş’in öfkesiydi.
Hava gitgide serinliyordu. Güneş ışık vermedikçe daha da
soğuyacak, her yer buz tutacaktı. Sonunda kutuplar kadar soğuk olacaktı
tüm Dünya.
Bir daha hiçbir elektronik alet çalışmayacaktı, tüm uydu iletişimi,
internet, elektrikli sistemler yok olmuştu. İnsanoğlu bir saat içinde yüz yıl
geriye gitmişti.
Sadece insanlar için değil tüm canlılar için büyük bir felaketin
yaklaştığı belliydi. Güneş olmazsa hayat olmazdı, bitkiler büyümezdi,
hayvanlar bitkileri yiyemezse yaşayamazlardı. Bu zincirin insanlara
dayanması da uzun sürmezdi.
Murat Elif’in yanına geldi, elini sevgiyle tuttu. “Daha ölmedik,” diye
fısıldadı kulağına. “Biz toprağa gömülmedikçe umut tükenmez. Bu kara
güneş bile tüketemez.”
Bu söze karşılık verir gibi kapıdan iki tıklama geldi. Elif yanlış duyup
duymadığını anlamak için Murat’a bir bakış attı.
Kapı iki kez daha tıkladı. Elif’e, “Burada kal,” deyip el fenerinin
ışığıyla kapıya yürüdü Murat. Gözetleme deliğinden hiçbir şey
görünmüyordu.
“Kim o?”
“Kapıyı açar mısınız? Çok önemli.”
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
26
Bu cehennemî kargaşada kim gelip böyle bir şey söyleyebilirdi ki?
Murat bir an tereddüt etse de açtı kapıyı. Arkasından Elif’in de geldiğini
hissetmişti.
Siyah melon şapkalı, eski püskü giysili, toprak kokulu bir adamdı
gelen. Uzun boylu ama zayıftı. Şapkasının altında sadece ağzı görülüyordu
şimdilik.
Adam elini kaldırdı ve şapkasını çıkardı. İnce telli, dağınık ve uzunca
saçlarının çevrelediği kemikli bir yüz göründü.
“Ben Flemis Permosi,” dedi. “Siz de Murat Arıkan ve Dize Elif
Demirsoy olmalısınız.”
BÖLÜM İKİ
ALACAKARANLIK
1
Gün Ana’nın cezasından hemen önce; hem canlı, hem cansız bir
kavim geldi yeryüzüne. Kişioğlu gibi topraktan ve sudan değil, demirden ve
çürümüş ağaçtan yapılmışlardı. Ruhları yoktu ama düşünceleri vardı,
kalpleri yoktu ama kudretleri vardı. Gün Ana kararınca yeraltındaki
zincirlerinden kurtulan yenik tanrılar, onlarla paylaşmak istemedi dünyayı.
Ve Yerin Ruhu’nun gördüğü en büyük savaş başladı.
Anakan Destanı 19/4
2
Nüfus kâğıdında ‘Mert Doğan’ yazan, yakınlarının ‘Acı’, suç
dünyasının ‘Acımasız’ olarak bildiği kel kafalı, çirkin yüzlü, sol kolu bin tane
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
28
yara almışçasına oyuk oyuk ve bedeni tüysüz bir kas yığını olan adam,
gözlerini karanlığa açtı.
Kâbus görmemişti, rüya da görmemişti. İkisini de kendini bildi bileli
-yaklaşık yedi yıldır- görmüş değildi. Belki de bir robotun rüya görmesine
gerek duymamıştı eski zaman mühendisleri. Uyku süresince dinlenip şarj
olmaları yeterliydi. Acı, zamanda bir tuhaflık olduğunu düşünüp saatine
baktı. 16.30’u gösteriyordu eski model, kurmalı kol saati. Gözlerini
kırpıştırarak yatağında doğruldu.
Saat dört buçukta hava bu kadar karanlık? Allah Allah…
Beyninde bin tane alarm çalıyor gibiydi. Bir an nerede olduğu bile
gelmedi aklına. Sonra anılar, uyuşmuş bir bacağa giden kan gibi hızla aktı
zihnine. Akdağ Sitesi’ndeydi. Tatil yapıyordu. Saat öğlen birde kısa bir öğle
uykusuna yatmıştı. Ama bu uyku kısa olmaktan çoktan çıkmış olmalıydı ki
hava çoktan kararmıştı.
Durumun en mantıklı açıklaması saatin bir ara durmuş olduğuydu.
Acı, uyanamayıp geceyi bulmuş olmalıydı.
İki eliyle gözlerini hafifçe ovuşturdu ve minik site evinin tuvaletine
yürüdü. Holün ışığını yakmak istedi ama ampul karşılık vermedi. Elektrikler
de kesilmiş olmalıydı. Neyse ki yürürken hiçbir şeyi yıkıp dökmeyecek
kadar iyi tanıyordu evini. Üstelik gözünün karanlığa alışması birkaç
saniyelik işti. Tuvalete varınca refleks olarak oranın da ışık düğmesine bastı.
Sonra “doğru ya,” anlamında bir of çekerek içeri girdi.
Artık yeterince net gören gözleriyle aynada kendisine baktı. Üzeri
çıplaktı, altında siyah bir şort vardı. Aynadaki suratı her zamanki gibi pek
bir şey vaat etmiyordu. Musluğu çevirdi.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
29
En azından sular kesik değil.
Gıcırdayan musluktan akan su, gözlerindeki uyku zerreciklerini alıp
götürdü. Havluyla kurulanmaya gerek görmedi. Kollarını şöyle bir gerip
çıtırdattı. Normal insanlarda eklemler arası sıvıdaki baloncukların
patlamasıyla gelirdi bu ses. Onun için de pek farkı yoktu. Yine eklemleri
vardı, yine sıvısı vardı, yine baloncuğu vardı. Patlaması biraz daha şiddetli
oluyordu o kadar. O da malzeme farkının doğal sonucuydu.
Televizyonu açmak geçti aklından ama elektrik aklına gelince bu fikri
derhal kovdu. Karnı guruldayınca mutfağa yöneldi. Normalde hafif hafif
mırıldanan buzdolabı şimdi bir ölü gibiydi. Kapısını açıp birkaç dilim salam
kaptı, tezgâhtaki ekmeğin arasına sıkıştırıp ağzına götürdü.
Gözü mutfağın duvar saatine kaydı. Ağzındaki lokmayı çiğnemeyi
istemsizce durdurdu. Burası üçe on var’ı gösteriyordu ve saniyeler hareket
etmiyordu. Pili bitmiş olmalıydı.
Bir tuhaflık var bu işte…
Acı tezgâhın üzerindeki cep telefonunu aldı eline. Kapalıydı.
Üstündeki düğmeye basılı tuttu. Hareket yoktu. Daha yeni şarj etmişti…
Bu kadarı da fazla.
Acı mutfağın penceresine yürüdü, tülü kenara çekip dışarı baktı.
Hava gayet karanlıktı. Yalnızca hafif bir kızıllık vardı etrafı aydınlatan.
“Ne oluyor lan?” dedi fısıltıyla.
Ekmeği tezgâha koydu, odada üzerine bir tişört geçirdi, anahtarını
alıp dışarı fırladı.
Hava biraz serin mi ne.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
30
3
Sokakta in cin top oynuyordu. Gerçi sitenin en kuytu sokağıydı. Bu
kısımda kalan birkaç tatilci dışında kimsenin uğramadığı bir yerdi. Issızlıkta
bir tuhaflık yoktu yani.
Evlerdeki cılız sarı ışıklar, insanların mumla aydınlanmaya
çalıştıklarını gösteriyordu. Etraftaki arabalar bir garipti ama. Yolun
ortasında durmuş sahipsiz bir-iki arabanın yanı sıra, park ettikleri yerden
çıkacakken vazgeçilmiş gibi yarısı dışarıda duran pek çok araba göze
çarpıyordu. İnsanlar sanki panikle kapılarını çarpıp arabalarından
uzaklaşmışlardı.
Sokağın ortasına doğru çıkıp gökyüzüne baktı Acı. Göğün güneybatı
yüzündeki manzarayla şok oldu. Kızıl kıvılcımlar yayan kara bir lav topu
vardı. Öfkeyle kırbaçlarını şaklatırken göğü bir anlığına kızıla boyuyor,
sonra tekrar karartıyordu.
Sağ elini saçsız başına götürerek gökyüzünü baştan aşağı süzdü. Ay
ortada yoktu. Gerçi ortada olsa da güneşin ışığını yansıtamıyordu ki. Nasıl
görünecekti?
“Hasiktir!” diye sövdü yere, göğe, güneşe, aya, yıldızlara, kendine,
herkese. “Hasiktir. Kara Güneş Vakası bu! Kıyamet bu!”
Güçlü olmaya ölesiye alışmış biri kendini bir böcek kadar güçsüz
hissediyordu şimdi. Ağzından bildiği tüm küfürler fark ettirmeden
dökülüyor, yarı mekanik kalbi kanını daha gönülsüz pompalıyordu.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
31
Gözleri de güneş gibi karardı, dizlerindeki bağlar gücünü yitirdi.
Zihni önceki yıla gitti. Yine bu sitedeki büyük robot savaşının
sonrasına…
4
“Nedir şu dünyayı kurtarma meselesi?” dedi Acı, elindeki birayı
indirerek. Udel’le baş başa Eyüp’teki dairesinin balkonunda oturuyor, Haliç
manzarasına karşı bira içiyorlardı. Büyük robot savaşından sonra Acı’nın sıkı
dostu, hatta kardeşi olmuştu Udel Ser Venter. Ki bu yalan sayılmazdı.
Terminatör lakabıyla kaçak dövüş yaparken kulağına kardeşi olduğunu
fısıldamasaydı o an orada oturmak yerine bir hurdalıkta çürüyor olabilirdi.
“Nereden geldi böyle birdenbire aklına?” dedi Udel. Saçları hâlâ zift
siyahıydı ve gecenin karanlığıyla bütünleşiyordu.
“Daha sonra anlatırım demiştin, unutma. Üstünden bir ay geçti.”
“Doğru,” diye nefesini verdi Udel. “Doğuş amacını senden saklama
niyetim yok zaten.”
“Dinliyorum öyleyse.” Birası sol elindeydi. Robot savaşında tüm
derisini ve organik kaslarını yitiren kolu kendini tamamen iyileştirmişti, ama
sıradan bir iyileşmeden öyle uzaktı ki, Acı kolunu göstermemek için
dışarıda sürekli uzun kollu şeyler giyiyor ve parmaksız deri eldivenler
takıyordu. Bir nevi yeni bir Acımasız imajı oluşturmuştu. Ayrıca kendine
güçlü bir motosiklet almış, İstanbul sokaklarını onunla fetheder olmuştu.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
32
“7.152.267 yıl önceydi,” diye başladı Udel. “Gelmiş geçmiş en
gelişmiş insan kavmi tarafından yaratıldık. Kırk bir zeki robottuk ve
hepimizin emrinde tam bin asker-robot vardı.”
“Asker-robot mu?”
“Türkçeleştirince bunun gibi bir şey oluyor.”
“Hayır, kelimeye takılmadım. Mantığı nedir bu asker-robot
olayının?”
“Asker-robotlar bizim uzaktan kontrol edebildiğimiz uzuvlarımız
gibiydiler. Şu an uzaktan kumandayla çalışan herhangi bir alet gibi. Ama
biz düşüncelerimizle kolumuzmuş, bacağımızmış gibi rahatlıkla kontrol
edebiliyorduk onları. Bizim gibi iki bacağı, iki kolu, bir başı olan savaş
makineleriydiler ama biyonik bileşen içermiyorlardı. Deriyle falan
kaplanmamışlardı, kan dolaşımları yoktu ve düşünme gücünden
yoksunlardı. Tek amaçları bizim yönlendirmelerimizle hareket etmekti, o
yüzden bir yapay zekâya gerek görülmemiş olmalı.”
“Tamam, buraya kadar anladım,” dedi Acı. “Kırk bir bin kişilik koca
bir robot ordusuymuşuz. Peki ne yapıyorduk? İnsanlığı neyden, nasıl
koruyorduk? Ayrıca bu asker-robotlar gerek duyulmadıklarında nerede
kalıyorlardı?”
“Dur yahu, her şeyi aynı anda anlatamam.”
“Peki, bir köşesinden başla.”
“Kara Güneş Vakası’yla girelim o zaman. Bak şimdi… Kara Güneş
denilen bir olay belli aralıklarla tekrarlanır ve insanlığı tehdit eder. Bir nevi
tekrarlanan bir kıyamettir. En son 30.036 yıl önce oldu. Sonraki ne zaman
olur bilmiyorum. Onun geleceğini bize haber veren şey Küp’tü işte.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
33
“Evet, bunu söylemiştin. Küp bizi uyandırıyor diye.”
“Küp bazı belirtileri analiz ederek Kara Güneş Vakası’nı kısa bir süre
öncesinden anlayabiliyordu. Ve biz Kuğu Kılıcı Robotları’nı hazırlanmamız
için uyandırıyordu. Yüzlerce kez yaşadık bunu. Küpün içinde kırk bir ana
robot için bölmeler var. Felaketi atlatınca bir dahaki sefere uyanmak üzere
oraya giriyorduk. Bir nevi kış uykusuna yatıyorduk.”
“Kuğu Kılıcı dedin de, bu Amerikan’ların uydurduğu bir isim değil
miydi? SwanSword meselesi?”
“Aslında hayır. Kuğu Kılıcı bizi üreten insanların kırk bir robota ve
Küp’e verdikleri ortak isimdi. Ama Küp’ten yayılan bir çeşit enerji bu ismi
Amerikalıların beynine yerleştirmiş olmalı. Onlar da daha iyi bir isim
bulamayacaklarını düşünüp koymuşlar.”
“Hımm,” dedi Acı ve birasından bir yudum daha çekti. Onu
yaratanlara, sarhoş olma hissini eklemeyi unutmadıkları için şükrediyordu.
“Her neyse,” diye devam etti Udel. “Kara Güneş Vakası, Güneş’in
bazen olağanüstü aktivite göstererek bir süreliğine ısı ve ışık vermeyi
durdurması. Yani Güneş, tutulmaya benzer şekilde kararıp bir süre öyle
kalıyor. Bu da insanlığın sonunu getirecek kadar şiddetli sonuçlara yol
açıyor…”
“Bitkiler kuruyordur böyle bir durumda,” diye araya girdi Acı.
“Sonra… Hayvanlar bitkileri yiyemeyince ölüyor, insanlar da sonra yiyecek
bulamıyorlar tabii. Dünya soğuyup insanların yaşayamayacağı bir sıcaklığa
geliyor. Düşündükçe çok şey geliyor aklıma. Güneş olmadan insanlık pek
uzun yaşayamaz. Peki siz nasıl koruyorsunuz insanlığı? Onlar için yeraltı
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
34
şehirleri mi kazıyorsunuz? Küp sizi uyardığı için yiyecek mi stokluyorsunuz?
Ya da insanlığı mı uyarıyorsunuz kıyamet yaklaşıyor diye...”
“Sen de bizdendin unutma,” diye güldü Udel.”
“Doğru ya,” dedi Acı.
“Aslında dediklerin kısmen doğru, kısmen yanlış. Çünkü daha tüm
bilgiyi vermedim. Kara Güneş Vakası’nın tek etkisi dünyanın soğuması falan
değil. Bitkiler ölüyor, tamam ama aslında Güneş tamamen kurumuyor. Az
da olsa kenarlardan ve patlamalar yardımıyla ışığını ve ısısını gönderiyor.
Yani genel bir alacakaranlık durumu diyebiliriz. Bu durumda az ışıkla
yaşayabilen bitkiler hayatta kalabiliyor. Dünya da düşündüğün kadar
soğumuyor. Ayrıca Dünya’nın iç ısısını da unutmamak lazım.”
“Hımm, insanların kıçı kolay kolay donmuyor yani.”
“Gayet güzel donuyor,” diye güldü Udel, “ama topluca öldürecek
kadar değil.”
“Öyle olsun… İnsanlığı yok edecek kadar şiddetli olan şey nedir
peki?”
“Alacakaranlık Efendileri.”
5
Soğuktan tir tir titrediğini fark edip düşünce yumağından
kurtulduğunda sahilde olduğunu fark etti. Beyninde aylar öncesine
giderken burada da sahile kadar yürümüştü demek ki. Gökyüzüne kaydı
bakışları, fark yoktu. Etrafına bakınca buranın tam olarak ıssız olmadığını
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
35
fark etti. Beş kişilik bir grup, banklara oturmuş hararetle tartışıyor, diğer
banklarda ise genç sevgililer belki de son kez birlikteliklerinin keyfini
çıkarıyorlardı. Bir ayyaş bağıra çağıra yanlarından geçip gitti, iki bisiklet
vızıldadı, dalgalar hışırdadı, ağaçlar çıtırdadı.
Acı ellerini çıplak kollarına sürterek ısınmaya çalıştı ve henüz bir
felaket işareti vermeyen dalgalı denize son kez göz atıp arkasına döndü.
Sitenin en kuytu yerindeki evine yollandı hızlı adımlarla. Robot savaşından
kalma anılar gün yüzüne çıkmak için zorluyorlardı, ama Acı bu duruma
taviz vermedi.
Sitenin ıssız ve sokak lambalarının aydınlığından yoksun olduğu için
karanlığa boğulmuş sokağında koşar adımlarla yürürken sol tarafındaki bir
evin arka bahçesi dikkatini çekti. İki sarı şey göz kırpmıştı sanki.
Evine doğru hızla yürürken ona eşlik eden hava moleküllerini
şaşırtarak aniden durdu Acı. Bahçenin alçak çitlerine yaklaştı. Bu evde de
titrek bir mum ışığı vardı ama en ufak bir konuşma sesi duyulmuyordu.
İçeridekiler belki de mum ışığında son kez doya doya sevişiyorlardı.
Kendisinin hiç yaşamadığı bir şeydi bu, ama hiç umursamamıştı şimdiye
kadar. Robotlar için cinsellik gereksizdi. Buna rağmen biliyordu ki insanlar
onlara da bu zevki bahşetmişlerdi. Ereksiyon olabiliyordu ama bu
dürtüsünü hiçbir zaman eyleme dökmemişti. Hiçbir kadınla yakınlaşmamış,
en cılız cinsel çekim duygusundan bile uzak durmuştu. O tehlike adamıydı
ve başka hiçbir şeye yoğunlaşmamalıydı.
İki sarı ışık tekrar göz kırptı ve Acı ‘o’nu o anda fark etti.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
36
Bahçenin arkasına zincirlenmiş koca bir tüy yumağı vardı orada.
Karanlıkta görülmesi gerçekten çok zordu ama gözleri ele veriyordu onu.
İşte şimdi ağzını kocaman açarak esnemiş ve kendini iyice göstermişti.
Acı şaşkınlıkla nefes verince ağzından buhar yayıldı. Hava her geçen
dakika soğuyordu.
Şaşkınlığının sebebi açılan ağzın müthiş büyüklüğüydü. Kendi
bedeninin yarısını ağzına alabilirdi bu çeneler. Yaratığın başı yerden bir
metre kadar yüksekteydi ama bu, uzanmış hali olabilirdi. Ayağa kalktığında
ne hale geleceğini Tanrı bilirdi.
Acı yaratığın dikkatini çekmeden mümkün olduğunca yaklaştı.
Bedeninin bir kısmını bahçedeki çalılıktan göremiyordu, ama gördüğü
kısmı da bir fikir edinmesi için gayet yeterli olmuştu. Devasa bir bedene
sahip köpek biçimli bir yaratıktı bu. Rengi seçilmiyordu ama epey ton farkı
olan çizgiler vardı üzerinde. Başını kaldırmış şekilde oturuyordu ve
boynunda kalın bir halat vardı. Halatın diğer ucu göremediği bir yere bağlı
olmalıydı.
“Yoksa,” diye fısıldadı. “Sen bir Alacakaranlık Efendisi misin?”
6
“Alacakaranlık Efendileri mi?” dedi Acı yüzünü buruşturarak. “Hiç
duymadım.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
37
“Yedi milyon yıllık bir terim aslında,” dedi Udel yeni bir bira açarken.
“Alacakaranlık Efendileri insanlığın başına gelebilecek en korkunç
şeylerdir.”
“Meraklandırma konusunda üstüne yok.”
“H.P. Lovecraft okudun mu hiç?”
“Ne alaka şimdi?”
“Yahu, sen konuşmanın kontrolünü bana bırak, sürekli soru sorup
akıcılığı bozuyorsun,” dedi Udel. Güya sitem ediyordu ama sesi gayet
yumuşak ve mizahiydi.
“Bir kitabına başlamıştım,” dedi Acı. “Cthulhu’nun Çağrısı. Ama
bitiremedim.”
“Tam üstüne bastın. Lovecraft, Cthulhu diye bir efsane yarattı.
Nereden nasıl duydu bilemiyorum ama Alacakaranlık Efendileri durumuna
çok iyi uyan tarafları var.”
“Yanlış hatırlamıyorsam Cthulhu diye bir adam çağırınca yeryüzüne
çıkacak yaratıklarla ilgiliydi.”
“Doğru sayılır, ama Cthulhu bir adamdan çok, başka bir boyutun
olağanüstü çirkin yaratığı. Daha doğrusu o yaratıkların patronu. Lovecraft’a
göre milyonlarca yıl önce yeryüzüne geldi ve bir kötülük krallığı kurdu ama
lanetlenip bir adayla beraber okyanusa gömüldü. Doğru zamanda ortaya
çıkıp krallığını tekrar kurmak istiyor.”
“Tamam, gerçekten etkileyici bir hikâye. Konuyla ilgisi ne peki?”
“Cthulhu diye bir şey gerçekte yok ama onun emrindekilere benzer
korkunç yaratıklar… Nasıl desem, her seferinde alt edip bir nevi yerin
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
38
dibine gömdüğümüz habis boyutların yaratıkları, periyodik olarak geri
dönüyorlar. Kara Güneş Vakası’ndan hemen sonra…”
Acı bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı ama yine kapattı. Elindeki
birasından bir yudum daha aldı. “Şaka mı yapıyorsun?” dedi.
“Sence?”
“Hayır.”
“Şimdi zihnini kapatan bir kapıyı kırdık. Her şeyi daha ayrıntılı
anlatabilirim. Toeskia dediğimiz sıkışmış bir boyut var. Bulunduğumuz
evrenden taşmış bir cep gibi. Daha az düzenli bir uzantı evreni. O
evrendeki dünya, dediğim yaratıklara ev sahipliği yapıyor. Tamamen vahşi
ve ölüm kusan bir dünya…”
“Toeskia…” diye fısıldadı Acı kendi kendine.
“Her Kara Güneş Vakası o cebi buradan ayıran fermuarın açılmasına
sebep oluyor. İnsan aklının alamayacağı derecede korkunç şeyler
yeryüzünde beliriyorlar. Sonra da deli gibi etrafa saldırıp soykırım
yapıyorlar. Eğer yok edilmezlerse Kara Güneş Vakası bittiğinde dahi bu
dünyada kalıyorlar ve burayı da kendi dünyalarına benzetmeye çalışıyorlar.
Eski güçlü insanlar onlara karşı koyabilmek için Kuğu Kılıcı ordusunu
yarattılar. Kırk bir bin askerle tüm dünyaya dağılıp yıllar süren bir ava
çıkıyorduk. İnsanların olabildiğince az zarar görmesini sağlıyorduk. Kayıplar
veriyorduk ama galip gelememe gibi bir şansımız yoktu. Çok zeki
değillerdi, organize olamıyorlardı, önlerine gelene saldırıyorlardı. Dünya
çapında bir vahşi hayvan avıydı bizimkisi.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
39
“Milyonlarca yıl bu şekilde devam etti. Nice insan nesilleri gelip
geçti, nice tufanlar oldu, nice kıyametler koptu ama biz her zaman
görevimizi yaptık.”
“Şimdi her şey yerine oturuyor,” dedi Acı. “Demek her şey bu
yaratıkları yok etmek içindi. O yüzden bu kadar büyük bir fizik gücüne
sahibiz. Her şeyin bir sebebi var…”
“Haklısın.”
“Demek eksile eksile sekiz robota düştük. İki tanesini de şimdi
kaybettik. Sadece altı…”
“Aynen öyle. Aslında doksan bin yıl önceki olaya kadar önemli bir
eksiğimiz yoktu. Yedi milyon yılda asıl robotlardan dokuz, asker-
robotlardan on bir bin kayıp vermiştik sadece. Yerlerine yenilerini yapacak
teknoloji yoktu henüz ama bu kadarla da idare edebiliyorduk. Ama Zo-
Moran denen şerefsiz ortaya çıktı.”
“Zo-Moran mı?”
“O zamanki çekik gözlülerin imparatoruydu. Tuhaf güçleri vardı.
Hayvanları etkisi altına alabiliyordu. Hedefi tüm dünyayı kendi hâkimiyetine
almak ve çekik gözlü olmayan tüm ırkları dünya üzerinden silmekti.”
“Günümüzün Hitler’iymiş desene.”
“Hitler onun yanında melek kalır. Öyle bir katliam yaptı ki, dünyanın
sadece yüzde biri kadar nüfusu olan çekikler bir anda yüzde elliye
yükseldi.”
“Geri kalan dünyanın yarısını yok mu etti yani?”
“Evet, iki milyar insan öldürdüğünü tahmin ediyoruz.”
“Nasıl yaptı ki bunu? Yüzde birlik nüfustan nasıl bir ordu çıkardı?”
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
40
“Ordusu Alacakaranlık Efendileri’ydi.”
“Nasıl yani?”
“Güneş kararıp biz savaşa hazırlanırken o da kendi planlarını
yapıyormuş. Kendi bölgesinde ortaya çıkan tüm yaratıklara hâkim oldu.
Nasıl bir zihinsel güce sahipse, hepsini komutasına alıp ordu kurdu.
Uçabilen yaratıklara ejderha adını verip tüm dünyaya saldı. Yer yaratıkları
ile sınırlarını yavaş yavaş ama güçlü bir şekilde genişletti. Her önüne geleni
katletti. Bize karşı bile savaştırdı, üstelik yaratıklar onun emrinde gayet
ustaca dövüşmeyi öğrenmişlerdi. Bizi pusuya düşürebiliyor, az sayıda
yakalayabiliyor veya topluca yok edebiliyorlardı.”
“Anlıyorum,” dedi Acı kel kafasını kaşıyarak. “Onu yok edene kadar
birçok kayıp verdiniz… yani verdik.”
Udel acı acı salladı başını.
“Peki asker-robotlar ne oldu?”
“Sadece birkaç yüz tane kaldılar, onları da otuz bin yıl önceki son
savaşta kaybettik. Zaferi elde ettiğimizde sekiz robot kalmıştık. İnsanlar
tekrar yeryüzüne yayılmaya başlayınca küpe girdik ve Anadolu’nun
topraklarına gömdürdük kendimizi. Talihsiz bir şekilde ortaya çıkışımızı
biliyorsun zaten.”
“Bir sonraki Kara Güneş Vakası’nı öğrenebilecek miyiz?”
“Hayır, küp artık işe yaramaz halde. Zaten bir Kara Güneş Vakası’nı
daha nasıl kaldırırız bilmiyorum. Sadece altı ana robotla tüm dünyadaki
Alacakaranlık Efendileri’ni ortadan kaldırmamız imkânsız.”
Udel bunu söyledikten sonra en derin bakışlarını Haliç sularına
gönderdi.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
41
Belki bir saat, belki bir sene sonra ağzından şu sözler çıktı:
“Umarım insanoğlu tekrar önlemini alana kadar tekrar yaşanmaz…”
7
Kara Güneş Vakası sebebiyle şaşkına dönmüş korumaları rahatlıkla
alt eden bir grup, Eyüp’te konaklayan yedi yarış atını zorlanmadan çaldı.
Peşlerine polis takılmadı, çünkü hiçbir polis aracı çalışmıyordu. Zaten polise
durumu bildiren olmadı, çünkü telefonlar kesikti. Bildirilseydi bile polisler
birbiriyle iletişim kuramazlardı, çünkü telsizler basit bir cızırtıyı bile
iletmekten acizlerdi.
8
Ama boynunda halat var? Nadir bir köpek türü olabilir mi?
İçinden bir ses uzak durmasını söylüyordu. Bu bir Alacakaranlık
Efendisi olamazdı. Hiçbir yere saldırmıyordu ve görünüşü pek de iğrenç
değildi. Evine gitmeliydi şimdi. Gitmeli, üzerine bir şeyler giymeli ve
düşünmeliydi. Uzun uzun…
Gitti.
Üstüne bir şeyler giydi.
Düşünmeye koyuldu.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
42
Şimdi yapması gereken tek şey diğerlerine ulaşmaktı. Udel’e,
Koray’a, Mehmet’e ve diğer robotlara… Peki cep telefonu çalışmazken nasıl
yapacaktı bunu? Evdeki telefonu da denemişti, işe yaramıyordu.
Motoruna atlayıp gidebilirdi. Tabii ya. Gidip bulabilirdi onları.
Hepsinin yeri yurdu belliydi. Birine ulaştı mı diğerlerine ulaşması da kolay
olurdu.
Dışarı çıktı tekrar. Daha da soğumuş havada montunun fermuarını
çekip motoruna atladı.
Yola koyulmadı motor. En ufak bir tepki vermedi. Tüm elektrik
sistemleri gitmişti. Tıpkı evdeki saat, cebindeki telefon gibi… Belli ki
elektronlar akmakta pek isteksizdiler.
Birkaç kere lanet edip indi motordan. Tekrar eve girdi.
Ne yapacaktı şimdi? Arabalar da çalışmıyor olmalıydı. Yol ortasında
kalmış arabaların durumu ortadaydı. Orada tıkılıp kalmıştı Acı. Onca
kilometre yolu yürüyemezdi.
Bekleyecekti. Onların kendisini bulmalarını bekleyecekti. Koray
burada olduğunu biliyordu. Diğerlerine de bir şekilde ulaşır ve getirirdi
elbet. Hiç olmadı Udel, beyaz kanatlarını açar, uçarak gelirdi.
Saat beş buçuk olmuştu. Şimdiye yola çıkmış bile olabilirlerdi. Sakin
olacak ve bekleyecekti.
O bir Alacakaranlık Efendisi miydi?
Hayır.
Neydi peki?
Hiçbir fikrim yok.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
43
9
Halk arasında E5 olarak bilinen, İstanbul’un doğu-batı bağlantısını
sağlayan D100 karayolu, inşa edildiği günden beri görmediği bir
manzaraya tanık oldu. Yolda kalmış birkaç gri otobüs dışında tamamen boş
olan metrobüs yolundan rüzgâr gibi koşan yedi at, batıya doğru ilerliyordu.
Üstlerindeki adamlar çelik kadar sert görünüşlüydü ve amaçları her neyse
engel tanımayacakları belliydi. Bu duruma tanık olanlar fotoğraf çekemedi,
çünkü hiçbir fotoğraf makinesi çalışmıyordu. İnternette paylaşıp hava da
atamadı, çünkü artık dünya üzerinde internet diye bir şey yoktu.
10
“Adımızı nereden biliyorsunuz?” dedi Elif bir adım daha atıp
Murat’ın yanına gelirken.
“İçeri girmeme izin verirseniz her şeyi anlatacağım.” Sesi çok kısık,
aksanı tuhaftı. Dedikleri zor anlaşılıyordu.
“Özür dilerim, pek konuşmadığım için ses tellerim… nasıl desem…”
elini boğazına götürdü, “antrenmanlı değil.”
Murat adamın yıpranmış ceketinin yan taraflarına baktı. Birden
aklına onun bir soyguncu olabileceği gelmişti. Bu panik halinden
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
44
yararlanmak istiyor olabilirdi. İçeri girip Murat’la Elif’i delik deşik etse kimin
umurunda olurdu şu anda? Hiç kimsenin.
“Merak etmeyin, sizi soymak gibi bir niyetim yok. Silahsızım.”
Ceketini kaldırarak kadife pantolonunun yan taraflarını gösterdi.
“Peki, geçin içeri,” dedi Murat. Adam sanki düşüncelerini okuyormuş
gibi tüm tedirginliklerini giderme çalışıyordu ama Murat yine de
temkinliydi. En ufak bir ters hareketinde üzerine çullanacaktı. Zaten pek
güçlü kuvvetli birine benzemiyordu.
Flemis Permosi, şapkasını çıkarmadan koltuklardan birine oturdu.
“Mutfakta mum olacaktı,” dedi Elif. İki dakika sonra iki mumun
eşliğinde karşılıklı oturuyorlardı.
Murat beynindeki sesle sıçradı.
[Sanırım bu şekilde daha sağlıklı bir iletişim kurabiliriz.]
Elif de kocaman gözlerle bakıyordu.
“Sen de duydun mu?” dedi Murat. Elif başını sallayıp yabancıya
döndü.
[Özür dilerim, uyarmam gerekirdi.]
“Sen…” diye kükredi Murat. “Sen misin konuşan?”
[Evet, sakin olun lütfen. Zihninizle de cevap verebilirsiniz bana.]
“Bana hemen ne yapmaya çalıştığını söyle,” dedi Murat işaret
parmağını tehditkârca sallayarak.
[Her zaman sinirli olmak zorunda mısınız?]
“Ben sinirli falan değilim. Sen zorluyorsun. Kimsin, ne istiyorsun,
çabuk söyle.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
45
“Murat…” diye fısıldadı Elif. Sadece bu sözcükle çok şey anlatıyordu
kocasına. Sakin olmalı ve dinlemeliydi. Çabuk tepki vermemeliydi. Vs. Vs.
“Tamam tamam,” dedi Murat ve arkasına yaslandı.
Duyuyor musun beni?
[Tahmin ettiğinizden daha iyi duyuyorum.]
Elif duyuyor mu bunları?
[Sadece benim söylediklerimi duyuyor. İkiniz arasında bir telepatik
bağ yok henüz. Ama şu an yaratmaya çalışıyorum.]
Tamam, şu an sakinim, ne istediğini söyleyebilirsin. Tabii yine de lafı
gevelemesen iyi olur.
[Henüz yeterince sakin değilsiniz. Bu arada bağı kurmak üzereyim.
Az sonra bir zihinsel konferans yapabileceğiz.]
Murat? diye düşündü Elif.
Duyuyorum seni, dedi Murat karısına bakarak. Durumun
inanılmazlığının tadını çıkarmak istercesine uzun uzun baktı.
[Artık benim aracılığımla birbirinizi duyabiliyorsunuz.]
Seni seviyorum Murat, dedi Elif, bunu düşüncelerimde de oku istedim.
Ben de seni seviyorum canım. Hem de çok.
[Tamam, arkadaşlar. Birbirinize ilan-ı aşk da ettiğinize göre bir
şeyleri açıklamanın zamanı geldi.]
İkisi de Flemis Permosi’ye odaklandılar. Şu halde bile Flemis ikisi
arasındaki cinsel dürtüyü rahatça hissedebiliyordu. Ama öfkelenmemeliydi.
En azından duygularını onlara yansıtmamalıydı. Zamanı değildi.
[Sizi bulmam pek de zor olmadı, öncelikle onu söylemeliyim. İkinizin
de isimleri aynıydı ve büyük bir tesadüf eseri birbirinizle evlenmiştiniz.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
46
Meslekleriniz ve ilgilendiğiniz konular çok farklı ama karakterleriniz pek
değişiklik göstermiyor.]
Birbirimiz arasındaki farklardan mı söz ediyorsun? dedi Murat.
[Hayır. Başka bir dünyadaki Dize Demirsoy ve Murat Arıkan
arasındaki farklardan söz ediyorum.]
Ben Dize adını pek kullanmam ki. Hatta çoğu tanıdıklarım bile Dize
ismimi bilmez, dedi Elif. Ayrıca bu başka dünya meselesi de nedir?
[Bu konuyu sonraya bırakmayı tercih ederim. Şimdi sizi nasıl
koruyacağımızı düşünelim.]
Ne koruması? dedi Murat.
[Çok yakında dünyadaki tüm insanlar yok olmanın eşiğine
gelecekler. Başka bir dünyada bunu engellemeyi başardık, ama bu dünya
için çok geç. Durumun farkına varmam çok uzun sürdü. Artık tek
yapabileceğim birkaç insanın hayatta kalmasını ve kıyamet sonrası ırkların
atası olmasını sağlamak. Bunun için de sizi seçtim.]
Buna inanmamızı mı bekliyorsun? dedi Murat.
[Dışarıya bakın… Buna inanır mıydınız?]
Tamam, inandık diyelim… dedi Elif. Neden biz?
[Öteki dünyayı kurtarırken çok yardımcı oldunuz, şimdi de
potansiyeliniz olduğunu düşünüyorum. Ayrıca sizi çok iyi tanıyorum. Diğer
insanları bu kadar kısa sürede sizin kadar tanımam imkânsız. Daha doğrusu
doğru insanlar olup olmadıklarını anlamam…]
Hepsini kabul ettik diyelim. Anladığım şu ki sen paralel evrenden
falan gelen bir adamsın. Şu an kıyamet kopuyor ve bizi kurtarmak
istiyorsun, dedi Murat ellerini de öğretmenlikten gelen alışkanlıkla
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
47
kullanarak. Sesli konuşmuyordu ama ifadeleri öyleymiş gibiydi. Tam olarak
ne istiyorsun bizden? Ne yapalım yani? Seninle soğuğa karşı korunaklı, tam
teçhizatlı bir mağaraya falan mı gelelim? Ya da nasıl olsa ölecekler diye
diğer insanların elinde ne varsa alıp çöllere mi göç edelim?
Flemis Permosi başını iki yana salladı.
[Şu an ne yapacağımızı ben de bilmiyorum. Dediğiniz türde bir
sığınağım yok maalesef. Ama inşa edebiliriz tabii. Bu sizi soğuktan korur.
Ama korkarım daha kötü şeyler de var.]
Nasıl yani?
[Bu dünyadaki insanlığın ortak bilinçaltlarına giriş yaptığımda şu an
yaşanan kıyametin ilk olmadığını gördüm. Binlerce yılda bir de olsa sürekli
tekrarlanan bir yapısı var. Ve Kara Güneş Vakası denilen bu kıyametten
sonra korkarım başka bir boyuttan yaratıklar dünyayı istilaya geliyorlar.
İnsanları onlara karşı koruyan bir şeyler olduğuna dair bir izlenim edindim
ama açık bir bilgiye ulaşamadım. Son olayda yok olmuş da olabilirler,
bilemiyorum.]
Haha, şimdi de uzaylı istilası mı? dedi Murat.
[Nereden geleceklerini tam olarak ben de bilmiyorum.]
Bizimle alay falan etmiyorsunuz değil mi? diye araya girdi Elif.
[Asla.]
Ne yapacağız o zaman?
[Gerekirse savaşacağız. Daha önce de savaştım, şimdi de savaşırım.]
Savaşmak konusunda nasıl bu kadar sakin konuşabiliyorsunuz? dedi
Elif. Kesinlikle Flemis’ten daha sakin değildi.
[Alışkanlık meselesi.]
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
48
Nasıl savaşmayı düşünüyorsun o yaratıklarla? dedi Murat. Suratı
asıktı.
İşte Murat Arıkan, diye düşündü Flemis. Az kalsın gülümseyecekti.
Bu adama hangi dünyada olursa olsun bir silah vermek ve karşısına bir
düşman çıkarmak yeterliydi. İnanılması güç bir mücadele potansiyeli
barındırıyordu içinde. Buna benzer potansiyeller pek görülmüyordu. Hatta
son elli yılda hiç rastlamadığına emindi.
Bu konuyu düşününce ilk aklına gelen Mustafa Kemal Atatürk oldu.
Kimseyle kıyaslayamayacağı bir güce sahipti. Flemis yaklaşık bir asır önce,
kalabalığın içinden Atatürk’ün zihnine odaklandığında az kalsın beyni
patlayacaktı. Sarı saçlı mavi gözlü adam, hiç kimsede görmediği bir hızla
düşünüyor, etrafına çok yüksek frekanslarda mücadele duygusu yayıyordu.
Flemis birkaç saniyelik gözlemden sonra zihnini kapamak zorunda kalmıştı.
Ve o ulu adamın çok büyük işler yapacağına emin bir şekilde ayrılmıştı
kalabalığın arasından.
Yapmıştı da. Her evrende.
[Çok hırslısın.]
Ne alaka?
Flemis birden sorusunu hatırladı Murat’ın.
[Dışarıda… Sitenin dışındaki ayçiçeği tarlalarında bir ordu var.]
Ordu mu?
[Benim ordum. Sizi korumak için eksiksiz getirdim hepsini. Son bir
yılda Dünya’yı karış karış gezerken topladığım tüm askerlerim burada.]
Adam mı topladın bizi korumak için?
[Adam değil. Sizin tabirinizle canavarlar.]
BÖLÜM ÜÇ
EFENDİLER
1
Kişioğlu, kendi kendine savaştı, dövüştü, kan akıttı, kanı aktı; ama
bilemedi ki bütün bunlar bir provadan ibarettir.
Anakan Destanı 17/3
2
Gözlerini açtığında etraf alacakaranlıktı. Bu, onun için sabah olduğu
anlamına geliyordu. Kızıl çatlaklarla dolu siyah küre gökyüzündeki yerini
almıştı demek. Her yeni gün olduğu gibi.
Bütün gücüyle esnedi, gerindi, ayağa kalktı. Göğsüne inen sakalına
tutunmuş irice bir örümceği silkeledi. Üzerindeki Huma derisinden yaptığı
giysiyi şöyle bir düzeltti. Bacaklarını açıp kollarını kaldırarak tekrar gerindi.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
50
Güne hazırdı şimdi. Her zamanki gibi sıkıcı, boğucu, delirtici ve karanlık
güne…
Kilden yaptığı bir kabın içindeki çamurlu suyu yudumladı. Su
soğuktu, mağara soğuktu, her yer soğuktu. Sıcak diye bir şey bilmiyordu
zaten. Belki üstündeki kapkalın kürk sayesinde ‘az soğuk’ kavramını
tanıyabilirdi.
Suyunu bitirince mağarasından dışarıya çıktı. Saç ve sakalının içinde
boğulmuş ufacık gözleriyle etrafı süzdü. Gri ağaçlar yerden en fazla kendi
boyu kadar yükseliyorlardı. İrili ufaklı hayvanlar birbirlerini yemek için fırsat
kollamaktaydılar. Dohod adını verdiği kanatlı bir kertenkele gökyüzünde
çığlıklar atarak geçip gitti. Çıkardığı sesten esinlenerek Suo diye
isimlendirdiği upuzun, uzuvsuz bir sürüngen aniden zıpladı, kanatlı
kertenkeleyi kapıp yere indirdi ve parmak büyüklüğündeki dişleriyle
parçalayıp karnını doyurmaya koyuldu. Dağdan inen bir Huma -altı bacaklı
bir ayıya benzetilebilirdi- ağzındaki yemeği yutmasına izin vermeden
Suo’yu tek lokmada yuttu. Sonra da dereden çıkan yüz adım uzunluğunda
başka bir yılandan koşarak uzaklaştı.
Her zamanki manzaraydı bu. Şaşılacak hiçbir şey yoktu onun adına.
Günde bin kere olurdu bu. Kimse kimseye acımazdı. Ölüm ve yemek aynı
şeydi. Kan ve tokluk, zulüm ve rahatlık, vahşet ve doğallık…
Neyse ki hiçbiri ona dokunamazdı. Hepsi onundu çünkü. Bütün bu
yaratıkların isteklerini yerine getirmekten başka bir çaresi yoktu. Nedenini
kendisi de bilmiyordu. Varlığını fark ettiği günden beri böyle olagelmişti
işte.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
51
Kendine ‘Rugor’ diyordu ve yaratıklarına zihinsel emirler verirken
hep bu ismi kullanıyordu.
[Rugor’a su!]
[Rugor’a et!]
[Rugor uçacak!]
[Rugor yüzecek!]
Bildiği bir dil yoktu aslında. Bütün bu söyledikleri imajlardan ibaretti.
Uçmak istiyorsa Dohodlar’a ya da onu taşıyabilecek diğer uçan yaratıklara
bir imge gönderiyordu. Emrettiği yaratık da gelip onu alıyordu. Hayat onun
için bu kadar basitti. Bir o kadar da sıkıcı.
Evet, sıkıcı, sıkıcı, sıkıcı! Her zaman hapsedilmiş hissederdi kendini.
İstediği yere gidebiliyordu, yaşadığı yerin uçsuz bucaksız olduğunu da
biliyordu, ama asla kendini özgür hissedemiyordu. Hiçbir şeyle mücadele
etmiyordu, hiçbir gayesi yoktu. Varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark
yoktu. Varlığını hissettirecek bir türdeşe rastlamadığı için belki de…
Şu kara güneşin doğuşuna ve batışına on binlerce kez şahit olduğu
upuzun yaşamında nice denizler aşmıştı, dağlar geçmişti, yeraltına girmiş,
yer üstünde süzülmüştü ama bir tane bile kendisine benzer yaratığa
rastlamamıştı. İki eli, iki ayağı olan birkaç tür görmüştü ama onun gibi
değillerdi. Sudaki yansımasına benzemiyorlardı, onun gibi düşünme
kabiliyetleri yoktu. Ve en önemlisi onlara da diğerleri gibi
hükmedebiliyordu.
Kendini bildi bileli hayvanları, bitkileri, doğayı gözlüyordu. Sürekli
cevap arıyordu beyni. Hayvanların benzer iki bireyin çiftleşmesinden bir
süre sonra doğduğunu gözlemişti. O zaman kendisini yaratan iki kişi daha
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
52
olmalıydı. Ama bulamamıştı onları. Bir anne babaya sahip olmalıydı, ama
yoktu işte. Mantığı bunu kabul edemiyordu.
Kim yaratmıştı onu? Nereden gelmişti? Hayvanlar neden onun
sözünü dinliyordu?
Kendisinin üstün bir varlık olabileceğini de düşünmüştü. Her şeyin
sahibi olan ve her şeyi kontrol edebilen bir şey. O zaman neden mutsuzdu
bu kadar? Her şeyin sahibiyse, yeni şeyler üretebilmesi gerekmiyor muydu?
Kendine bir arkadaş bile üretemiyordu oysaki. Ya da iradesine müdahale
edemeden ciddi anlamda savaşarak yenebileceği bir düşman.
Canı sıkılıyordu yine.
Gökyüzünde iki uçan kertenkele görünce birazcık da olsa eğlenmek
için onları dövüştürmeye karar verdi. Mağarasının üzerine tırmandı.
Kayalıklardan birine oturdu. Ve zihniyle birbirlerine saldırma emri verdi.
Yaratıkların ikisi birden sanki hayatlarının amacı buymuşçasına saldırıya
geçtiler. Tiz çığlıklar atarak tüm hızlarıyla çarpıştılar. Koyu renk kanatlı olan
Dohod’un boynuzlarından biri kırıldı. Rugor zevkle ellerini çırptı. Devam
etmelerini emretti. Boynuzu kırılan, diğerine alttan saldırdı ve tek
boynuzunu göğsüne sapladı. Geri çıkaramayınca ikisi de dengelerini yitirdi
ve yere doğru serbest düşüşe geçtiler. Rugor düşerlerse ikisinin de
öleceğini biliyordu. Göğsünden yaralanan Dohod’a kendini kurtarması için
kanatlarını tüm gücüyle çırpmasını emretti. Yaratık denileni yaptı ve yerden
birkaç metre yükseklikte diğerinden kurtuldu. Tek boynuzlu Dohod da
başını sallayarak diğer yöne uçtu. Yaralı olandan damlayan kanlar Rugor’u
daha da zevklendiriyordu. Boynuzu kırık olan tekrar saldırdı ve yaralı olanın
kanadını kırdı. Yaratık sendeledi. Düşmeden önce rakibinin sırtına pençesini
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
53
geçirdi. Bir yırtılma sesi duyuldu. Ardından yine tiz çığlıklar. Rugor bu kez
düşmelerine izin verdi.
Kavga bitmişti.
Kazanan hiçbiriydi.
Rugor yine elini çırptı. Yüzü güldü. Ama çok geçmeden ellerini
indirdi. Dudağı sarktı. Sıkılıyordu. Hem de çok.
Güneşe baktı. Ondan nefret ediyordu. Bazen tüm gücüyle taş
atıyordu ona ama çok uzaktaydı, bir türlü yetiştiremiyordu. Bir keresinde
ona gitmek istemişti, bir uçan kertenkelenin sırtına binip yükselmiş de
yükselmişti. Olmamıştı bir türlü. Tüm gücünü tüketmesine rağmen ona
ulaşamamıştı. Bağırmış, böğürmüş, lanetler okumuştu yapabildiği kadarıyla.
İşte yine karşısında ışıklı kırbaçlarını şaklatarak sessiz sessiz
duruyordu. Zaman geçtikçe yükselecek, tepeye çıkacak, sonra da diğer
taraftan inip kaybolacaktı. Rugor’un uykusu gelecekti o zaman. Mağarasına
girip uyuyacak, uyandığında yine onu görecekti.
“Ogh!”
Gördüğü şeyle aniden ayağa fırladı Rugor. En çok kullandığı şaşırma
ünlemi olan ‘Ogh’u defalarca söyledi. Güneş’e bir şey oluyordu. Üstündeki
kızıl çatlaklar büyüyor, siyah yerleri hâkimiyeti altına alıyordu. Gözlerini
kısmak zorunda kaldı. Ama bakmayı çok istiyordu. Güneş gittikçe parıldadı,
gri dünya renklendi. Rugor kör oldu. Bağırdı, çağırdı, düştü, yuvarlandı.
Gözünü bir türlü açamadı. Doğduğu günden bu yana aydınlık kavramından
öyle uzaktı ki.
Ama insan her şeye alışır. Rugor belki dakikalar belki saatler sonra
da olsa gözünü aralayabildi. Dünya değişmemişti. Görünüşte pek bir fark
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
54
yoktu, ama aydınlıktı. Alacakaranlığın yerini sarı-beyaz bir ışık yumağı
almıştı. Gökyüzü lacivert değil açık maviydi. Bazı yerlerde beyaz beyaz
lekeler vardı ve yavaş yavaş hareket ediyorlardı. Ne tuhaf bir manzaraydı
bu! Tuhaf ve yabancı.
Güneş’ten şimdi daha da çok nefret ediyordu. Canını yakmıştı,
gözünü acıtmıştı ve hâlâ Rugor’un kendisine bakmasına izin vermiyordu.
Bir taş aldı, tüm gücüyle fırlattı. Taş yüz adım ötedeki bir
Tuhuyu’nun kafasını yardı.
3
Yedi at, Akdağ Sitesi’nin girişindeki bariyerin üzerinden atlayarak
içeri girdi. Kapıdaki kulübede güvenlik görevlisi yoktu, olsa da şimşek
hızıyla geçen atlıları durdurmasına imkân yoktu.
Udel Ser Venter en öndeki simsiyah atın üzerindeydi. Acı’nın evinin
yerini çok iyi biliyordu. Çim yüzeyde koşmaya alışmış at her ne kadar arada
sırada tökezlese de onu buraya kadar sorunsuzca getirmişti.
Mehmet Dağkılıç ve Başkomiser Koray Çağlayan onun
arkasındaydılar. İkisi de at kullanma konusunda pek iyi değillerse de kısa
sürede alışmış, zorunluluğun da verdiği güçle Udel’in ardından gelmişlerdi.
Kompor Del Grel vücudunun iriliğiyle orantılı olarak en kaslı atı
seçmişti, Gron Rey Aroor cılız ve beyaz bedenine fazla iri gelen kır bir atın
üzerindeydi, Lori Yun Demer at üzerinde de bir kung fu dövüşçüsü kadar
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
55
çevikti, Eravis Zen Esis hem deri renginden, hem de üzerindeki siyah
giysiler sebebiyle atının üzerinde pek seçilemiyordu.
Art arda koşan atların yoğun tıkırtısı mumla aydınlanmaya çalışan
pek çok aileyi camlara çıkardıysa da onları görebilecek kadar hızlı davranan
olmamıştı.
Yedi atlı, Acı’nın kiraladığı yazlığın önünde durdu. Kapıya
vurmalarına gerek kalmadan Acı duruma çok ters düşse de, gülümseyerek
kapıda göründü. Elinde dumanı tüten bir Neskafe kupası vardı.
“Tam tahmin ettiğim gibi buldunuz beni. Ama aklıma atlar
gelmemişti, bisikletle gelirsiniz diye düşünmüştüm. Ya da Udel’in
kanatlarına tutunarak.”
“Neşene diyecek yok,” dedi Udel ve kardeşinin elini sıktı.
“İçeri geçin. Konuşalım durumu,” dedi Acı.
Atları bağlayıp eve girdiler.
Acı hepsine birer Neskafe doldurdu. “Üşümüşsünüzdür,” dedi.
“Sorma,” dedi Mehmet. “Yaşlandık artık. At üstünde çok rüzgâr
yedim. İnşallah hasta olmam.” Üzerinde bir battaniye vardı. Evin dolabında
bulmuşlardı.
“Neyse, burada kıyamet kopuyor, benim derdime bakın,” dedi
Neskafesinden koca bir yudum aldıktan sonra.
“Felaketi durdurmanın bir yolu yok mu?” dedi Koray. Sarı saçları
darmadağındı. Silahı, kazağının altında hafif bir çıkıntı oluşturuyordu. Acı,
diğer tarafta da aynı çıkıntıdan olduğunu fark etti. Birden fazla silah almıştı
demek.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
56
“Yedi milyon yıllık tecrübeme dayanarak söylüyorum: yok,” dedi
Udel.
“O zaman elimiz kolumuz bağlı,” dedi Koray ve oflayarak arkasına
yaslandı. Yaslanırken çıkan metalik sesten, Koray’ın şu an tam bir
cephanelik olduğunu anladı Acı. Kemerine ne bulduysa takmış olmalıydı.
Koray Acı’nın düşüncelerini okumuş gibi yaslanır yaslanmaz tekrar
öne eğildi.
“Bunları artık çıkarayım belimden, rahatsız etmeye başladılar,” deyip
beş tane silah, bir kelepçe, iki kutu biber gazı, bir düzine yedek şarjör
koydu sehpaya.
Acı’nın “Bunlar yetecek mi?” demesine kalmadan diğerleri de
üstlerindekini döktüler. Her birinden ikişer silah çıktığına göre Koray iyi
silahlandırmıştı herkesi.
“Sen de seç bunlardan,” dedi kendi döktüklerini gösterip. Koray’ın
yanında uzun süre sorgu memurluğu yaptığı halde silahlardan pek
anlamıyordu Acı. Rasgele iki Barretta aldı.
“Gerçi bu silahlar sizin güçlerinizin yanında…”
“İşe yarar,” diye araya girdi Udel. “Düşmanı uzakta yok etmek için
birebir. Daha fazla alabilseydik keşke. Özellikle taramalı olanlardan.”
Bu sözlerin üzerine herkes durumun ne kadar kötüleşebileceği
üzerine derin düşüncelere daldı.
“İstanbul’da insanlar ne halde?” diye sessizliği bozdu Acı.
“Şaşılacak şekilde sakinler,” dedi Koray. “En azından panik
yaşanmıyor pek. Doksan dokuz depreminde bundan çok daha büyük bir
panik vardı.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
57
Depremi duymuştu ama hakkında pek bir şey bilmiyordu Acı.
“O zaman somut şekilde zarar görmüştü insanlar. Binlerce bina
yıkılmıştı, etraf toz dumandı. Kimse evine giremiyordu korkudan. Herkes
okul bahçelerinde, açık alanlarda sefil olmuştu.”
“Tahmin edebiliyorum,” dedi Mehmet. “Burada değildim ama takip
ediyordum haberleri.”
“Şimdi ise insanlar sükûnetle bekliyorlar,” dedi Koray. “Sadece
bekliyorlar. Büyük bir kitlenin valiliğe ve belediyeye gittiğini duydum ama
onların da yapabileceği bir şey yok ki.”
Kısa bir sessizlikten sonra Acı kritik soruyu sordu: “Ne zaman
gelecekler?”
Kapı çaldı.
4
Murat ayağa fırladı, silahı olsa çekecekti.
“Bu sesler de ne?” dedi Elif, sanki Murat cevap verebilirmiş gibi.
[Merak etmeyin. Yedi tane at geçti.]
Atın ne işi var burada? dedi Murat pencereden dışarıyı kontrol
ederken. Bir şey göremeyince Flemis’e baktı. Adam tedirgin görünüyordu.
[Bilmiyorum… Tuhaf… Yedi at var ama iki zihinden işaret
alabiliyorum.]
Nasıl yani? Beş at sahipsiz mi?
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
58
[Hayır… Anlamıyorum… Atların zihinlerinde onları süren birileri
olduğuna dair izler var. Ama sürücüleri hissedemiyorum.]
Geldiğinden beri ilk kez ayağa kalktı. Çenesini kaşıdı.
[Benim bir bakmam lazım bu duruma. Atlar site içinde bir yerde
durdular. Siz burada bekleyin. Bir süre sizinle iletişim kuramayabilirim.]
Tamam, bir yere gitmeye niyetimiz yok zaten.
Flemis Permosi, siyah şapkasını takıp karanlığa hapsolmuş sokağa
çıktı. Murat ve Elif onu gözden kaybolana kadar pencereden seyrettiler.
5
Koray hiç düşünmeden sehpanın üzerindeki silahlardan birini aldı ve
kapıya yöneldi. Olabildiğince sessiz yürüyordu. Altı robot ve Mehmet
Dağkılıç ise nefeslerini bile tutmuşlardı.
Koray gözetleme deliğinden baktı. “Kim o?” Sesi sertti. Rahatsız
edilmekten hoşlanmamış, elinde kumanda, üzerinde atletle kapıya bakan
bir adam gibiydi.
“Adım Flemis.”
“Sizi tanıyor muyuz?”
“Ben sizi tanıyorum,” dedi dışarıdaki. “Adınız Koray Çağlayan.
Annenizin adı Esma, babanızınki Şevket. Elinizde 9x19 milimetre çapında
yarı otomatik bir Baretta var. Bu sabah tıraş olurken sağ yanağınızı kestiniz.
Çaldığınız yedi attan kır olana siz bindiniz. İçeride…”
Koray adamın makineli tüfek gibi gelen sözlerini kesip kapıyı açtı.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
59
Karşısında melon şapkalı ince bir siluet vardı sanki. Güneşin ara ara
çakan zayıf kızıl ışığında ayrıntıları görünmüyordu. Gözleri ise şapkasının
gölgesinde tamamen gizlenmişti.
“İçeri girebilir miyim?”
“Gir bakalım. Tanıdığım o kadar çok tuhaf insan var ki senin
tuhaflığın beni şaşırtmıyor.”
Flemis Permosi dışarının karanlığından içerinin karanlığına adım attı.
Koray’ın bir adım önünden oturma odasına yürüdü.
“İyi geceler beyler,” dedi. Cevap beklemeden, sesine hayal kırıklığı
tonu vererek devam etti. “Sadece altı robotsunuz demek. Kıyamet savaşı
için çok az… Her neyse. Ben sizi tanıyorum. Benim adımsa Flemis Permosi.
İnsan değilim, ne olduğumu kendim bile bilmiyorum. Kusura bakmayın.
Konuşmam bazen anlaşılır olmayabiliyor. Pek sesini çıkaran biri değilimdir.”
Udel ayağa kalktı ve Flemis’in bir karış önünde gözlerinin içine
bakarak durdu.
“Ne istiyorsun?” dedi.
“Yardım etmek sadece…”
“Yardıma ihtiyacımız olduğunu kim söyledi?”
Flemis başını çevirip Koray’ı işaret etti.
“Nasıl yani?” dedi Udel.
“Onun zihninde okudum. Mehmet Bey’in de tabii. Hepinizin kim
olduğunu, tüm öykünüzü biliyorum.”
Udel derin bir soluk alarak sağ kolunu kaldırdı ve zayıf adamın
boynunu tuttu. Flemis’in ayakları yerden kesildi. Geri geri giderek duvara
yapıştı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
60
“Benim zihnimi de okuyabiliyor musun?” dedi Udel. Flemis’in elleri
titriyordu, ama sesini çıkarmıyordu. “Okuyamıyorsun… Ama ben seninkini
okuyabiliyorum.”
Acı, kısa bir an Udel’in sözünü anlayamadı ama hatırlaması uzun
sürmedi. Udel dokunduğu kişinin belleğinde ne varsa görebiliyordu.
Udel gözlerini kapattı ve bilgilerin beynine akışını bekledi. Bilgiler
aniden kesilince anlık bir şaşkınlık yaşadı, ama umursamadı. Her şeyi
öğrendiğini düşünüyordu. Sonra gözlerini açtı ve şaşkın şaşkın adamı yere
indirdi. Bir adım geri çekildi.
“Bu dünyadan değil,” dedi zayıf bir sesle.
“Nasıl yani?” dedi Mehmet.
“Doğru söylüyor, bize yardıma gelmiş. Başka bir dünyadan… başka
bir evrenden…”
Arkadaşlarına dönmüştü şimdi.
“Adı, dediği gibi Flemis Permosi. 1790’da şimdi Bulgaristan olan
yerde doğmuş. Daha doğrusu bulunmuş. Gerçek annesi babası belli değil.
Orta direk bir Osmanlı ailesi tarafından yetiştirilmiş. Sıradan bir çocukluk
geçirmiş ama yaşıtlarına göre çok geç büyümüş. Bulunduktan yirmi yıl
sonra ancak ergenliğe girebilmiş. Üstelik bedenen çok zayıfmış. Çocukluğu
boyunca hiç hasta olmaması büyük mucize olarak görülüyormuş. Ne
kızamık olmuş, ne başka bir hastalık. Yirmi üç yaşında biraz daha büyük
göstermeye başlayınca Osmanlı ordusuna girmiş. Birkaç aylık askerlikten
sonra kaçarak Anadolu’da bir köye yerleşmiş. Bu küçük firarın üzerinde pek
durmamış Osmanlılar. Bir süre sonra ailesini görmeye gittiğinde bir
salgında öldüklerini öğrenmiş ve köye geri dönmüş…”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
61
Hipnotize olmuş gibi anlatıyordu bunları. Flemis de arkada ellerini
kavuşturmuş sakince dinliyordu.
“Bir toprak ağasının hizmetini görmeye başlamış köyde. Ölene kadar
emrinde kalmış. O sırada yaşı elliymiş ama otuzunda gösteriyormuş ve
uzun zamandır hiçbir yaşlanma belirtisi göstermiyormuş. 1845’te ağanın
zalim oğluna katlanamayıp köyden kaçmış ve bir süre avare dolaşmış.
Sonunda İstanbul’a yerleşmiş. Tesadüfen yardım ettiği bir adam tarafından
hediye edilen küçük bir servetle bir ev tutmuş ve orada yaşamaya başlamış.
Uzun süre idare edecek parası olduğu için kendini “kendi tuhaflığı”na
adamış. Diğer insanları gözlemiş ve neden farklı olduğunu düşünüp
durmuş. Öncelikle neredeyse hiç yaşlanmıyormuş artık. Otuz yaşlarında
sabit duruyormuş. Ayrıca insanlara uzun süre odaklanınca sanki ne
düşündüklerini anlıyor gibiymiş. Evinin balkonunda sırf insan düşüncelerine
odaklanmak için saatlerce beklemiş. Sonunda öyle bir duruma gelmiş ki o
istemese bile insanların zihninden geçenler kafasında belirmeye başlamış.
Bunun üzerine bir sürü test yapmış ve zihin okuyabildiğinden emin olmuş.
Bir süre sonra kendi zihin mesajlarını karşısındakine gönderebilmeye
başlamış. Yarım asır sürmüş bunu yapabilmesi.”
“Yarım asır,” dedi Flemis arkadan. “Evet, tam yarım asır sürdü.
İnsanlara düşüncelerimi hangi dili konuşuyor olursa olsun anlayabilecekleri
şekilde gönderebilmem, diğer tüm hayvanlarla dahi iletişim kurabilmem,
tüm bunlardan sonra görünmezlik üzerine kendimi geliştirmem tam yarım
asır sürdü.”
Bunu söyler söylemez ortadan kayboldu adam. Koray hiçbir şeye
şaşırmayacağını sanıyordu ama buna şaşırdı. Mehmet ve robotlar da onu
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
62
görebilmek için, numaranın sırrını çözebilmek için panikle baktılar
etraflarına. Çünkü o adam ortadan kaybolur kaybolmaz güvenlikte olma
hislerini kaybetmişlerdi.
“Yarım asır,” diye bir ses geldi canım kenarından. Flemis perdeyi
aralamış dışarıya bakıyordu. Kendilerine itiraf edemeseler de hepsi
rahatladı onu görünce. “Yarım asırda kendi doğal sınırlarıma ulaştım. Artık
yapmak istediğim hiçbir şey kalmadı. Görünmez olabiliyordum, düşünce
okuyabiliyordum, düşüncelerimi gönderebiliyordum ve hayvanları kontrol
edebiliyordum. Daha ne isteyecektim ki. İşte o noktada tekrar dışarı çıktım.
Evimi kendi ellerimle ateşe verip dünyayı gezmeye ve kendime benzeyen
şeyler bulmaya çıktım. Bir vampirle karşılaştım, birkaç gerçek medyumla
tanıştım, kurt adamlarla gezdim, hayaletlerle tozdum. Bir tek robot
görmemişliğim vardı, onu da şimdi gördüm.”
Perdeyi kapattı ve Udel’e baktı. “Evet, Udel Ser Venter, var mı
zihnimden kapabildiğin başka bir şey?”
“Bir dünyanın kurtarılmasına yardımcı olmuşsun, şimdi de burayı
kurtarmak istiyorsun. Ama zihninde bunu neden yaptığınla ilgili en ufak bir
bilgi bulamadım.”
“Belki de nedeni yoktur,” dedi Flemis. “Bu arada, normalde sesli
konuşmam ama robotların düşüncelerini algılayamıyorum. Eğer bu işten
sağ kurtulursak bunun üzerinde çalışacağım.”
“Bir de uzun saçlı, güzel yüzlü bir kadın imajı vardı. En son
algıladığım oydu. İsmini göremedim, sen de bilmiyorsun herhalde. Platonik
bir aşk mıdır nedir?”
Flemis dudağını ısırdı. “Konumuz kıyamet,” dedi.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
63
“O tuhaf köpek,” dedi Acı, eliyle Elif ile Murat’ın kaldığı evin tarafını
göstererek, “senin miydi?”
Omuz silkti Flemis. “Tüm hayvanlar benim.”
6
TAK!
Ani silah sesiyle herkes irkildi. Mehmet battaniyesini atarak ayağa
fırladı.
“Ne oluyor lan?” dedi Acı. Silahı elindeydi.
Koray holden dumanı tüten tabancasıyla geldi. “Galiba başlıyor,”
dedi. “Önümde aniden belirdi. Bacağıma saldırdı. Hemen vurdum.”
“Ne vurdun?” dedi Mehmet hole koşar adım giderken.
“Böcek gibi bir şey.”
“Kompor, dikkat!” diye bağırdı Eravis. Kompor’un koltuğunun
arkasından yılanvari bir yaratık yükselmişti. Eravis tek kurşunla indirdi
yaratığı.
“Geliyorlar,” dedi Udel. “İşte dünyanın sonu.”
Herkes ayaktaydı, herkes silahını kavramıştı. Mumların zayıf ışığında
yeni bir yaratığın belirmesini bekliyorlardı. Aynı anda dışarıdan çığlık
koroları yükselmekteydi.
“Onların zihnini de kontrol edemiyor musun Flemis?” dedi Udel.
Flemis bir an bekledikten sonra tek kelimelik kesin bir yanıt verdi: “Hayır.”
“Ne boka yarayacaksın o zaman sen?” diye kükredi Udel.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
64
“Benim de kendi canavarlarım var.”
“Hani neredeler?”
“Geliyorlar.”
Oturma odasının penceresi gürültüyle yıkıldı ve içeri bin kat
büyütülmüş bir kırkayak girmeye başladı.
“Bu seninkilerden değildir umarım,” dedi Udel.
“Hayır,” dedi Flemis. Bir şey daha ekleyecekti ama sözü silah
seslerinin arasında boğuldu. Kırkayak kıvrandı, kıvrandı ve hareketsiz kaldı.
“Benimkiler köpek biçimindeler,” dedi Flemis ortalık sessizleşince.
“Yetişmeye çalışıyorlar. Ama yollarına sürekli yaratık çıkıyor.”
“Lanet olsun,” dedi Mehmet. “Şimdi elinde silah olmayan binlerce
insan öldü bile. Çığlık sesleri neredeyse kesildi.”
“Şu an tüm yaratıklar dünyaya inmiş olmalı,” dedi Udel. “Her evde,
her odada, her mekânda insanlara acımadan kıyıyorlardır. İnsan kokusunu
alır onlar. Gökdelenlerin en tepesinde olanlar da ölecek, yerin bilmem kaç
metre altına sığınanlar da. Kıyamet savaşı başladı. Gazamız mübarek
olsun.”
“Âmin,” dedi Mehmet, Udel’in bu lafı nereden öğrenmiş
olabileceğini sorgulamadan.
7
Kendini çok tuhaf bir yerde buldu Rugor. Başka bir yere geldiğini
biliyordu, bunun aydınlanan güneşle ilgili olduğunu da. Gerçi şu an güneş
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
65
yine eskisi gibiydi. Karaydı, kızıl çizgileri vardı, tanıdığı bildiği güneşti. Ama
dünya? Dünya öyle değildi. Hiç görmemişti buraları. Kendi dünyasını bin
kere gezmişti, ama böyle bir yer yoktu.
Bir kere, burası sıcaktı. Çok sıcak hem de. Saçları, sakalları bile bu
sıcakta rahatsız ediyordu onu. İkincisi ise çevresinin mide bulandırıcı
farklılığıydı. Alışık olduğu bitkiler yoktu. Tanıdığı yaratıklar etrafında tek tek
beliriyordu, ama bu onun kendini çok yabancı hissetmesini
engellemiyordu.
İki yanında iki koca yükseklik vardı. Kendini içinde su olmayan bir
nehirde gibi hissetti. Ne olduklarını anlayamadığı cisimler dağınık dağınık
duruyordu bu nehirde. Zemin çok sertti. Eğilip tadına bakmıştı, ama
tanıdığı bir şey değildi bu. Toprak gibi ele gelmiyordu, kazılmıyordu, kaya
gibi pürüzlü de değildi.
Tüm bunlara şaşırırken olabilecek en iyi, en kötü, en muhteşem, en
korkunç, en ne varsa o oldu. Karşısında kendisine benzer birini buldu
Rugor. İki yandaki yükseltilerden birinin içinden çıkmış, bağıra çağıra
koşturuyordu.
Yaratıklardan biri ona saldırmaya kalkınca onu durdurdu, tüm
yaratıkları onu görmeyecekleri şekilde yönlendirdi ve peşinden koştu. Tüm
gücüyle, kalbi küt küt çarparak koştu kendisine benzeyen şeyin arkasından.
Gözlerinin alışkın olduğu karanlıkta onu gayet iyi görebilmişti. Onun da
uzun saçları vardı, o da iki ayağı üzerinde yürüyordu. Üzerinde bir şeyler
vardı ama tüy değildi. Kendisininki gibi bir tür giysi olmalıydı. Ve en
önemlisi onun zihnine ulaşamıyordu Rugor. Bir şeyler gönderir gibi
oluyordu ama emir veremiyordu. Evet, bu kesinlikle kendi türünden biriydi.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
66
Koştu, yetişti ve kolundan tuttu.
Tiz bir çığlık geldi karşılık olarak. Rugor kolunu bırakmadan yüzüne
iyice baktı. Hiç tüy yoktu. Kendisininki gibi göğüslerine inen sakallar hiç
yoktu. Ve kendisi gibi sert değil de incecik bir ses çıkarıyordu.
“İmdaaat! Bırak beni! Ne istiyorsun!” diyordu aslında ama Rugor
anlamıyordu. Onun bir kadın olduğunu da anlayamadığı gibi.
Kadın tüm gücüyle yüzünü yumrukladı. Sonra hayalarına bir tekme
geçirdi. Rugor can acısıyla kolunu bırakınca koşarak kaçmaya başladı.
Rugor, acıyla akan gözyaşlarını temizlemedi. Şimdiye kadar kazayla
düşmek dışında hiç acı çekmemişti. Hele bir canlı ona hiç dokunmamıştı.
Çok öfkelendi. Yaratıklara, ona saldırmalarını emretmek istedi. Ama
yapamadı.
Kendisi gibi birini bulmuşken kendi eliyle yok edemezdi.
Sendeleyerek tekrar peşine düştü. Ama başka birini daha görünce
kalakaldı. Sadece o değildi demek ki, başkaları da vardı. Dikkatli bakınca
ölüp gitmekte olan onlarca kişi gördü.
Bu dünya onun gibilerle doluydu!
BÖLÜM DÖRT
İNSAN NASIL ÖLÜR?
1
KALP KRİZİYLE…
Hüseyin Demirsoy, Sivas’ta mütevazı bir apartman dairesinde
yaşayan, şiire meraklı bir devlet memuruydu. Yaklaşık kırk yıllık huzurlu bir
evliliği ve bu evliliğinin meyvesi üç çocuğu vardı. İkiz kızları Şule ve Elif
Demirsoy İstanbul’da yaşıyor, oğulları Serhat ise Şırnak’ta subaylık
yapıyordu.
Hüseyin her ne kadar olabildiğince kendine iyi bakan, yürüyüşünü
düzenli olarak yapan, yiyeceklerine dikkat eden bilinçli bir adam olsa da
ailesinden kalan kötücül bir miras sonucu kalbi son birkaç senede iki kez
teklemişti. Karısı, sürekli artık emekli olmasını ve dinlenmesini söylüyordu
ama onun buna hiç niyeti yoktu. Takım elbisesini giyip sabah erkenden
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
68
evden çıkmazsa ölmüş demekti. Kalp krizlerinden sonra işe bir süre ara
verdiğinde iyice anlamıştı bunu.
Şimdi karısı Zeynep, dünyanın yıkılmasından bile daha çok
önemsiyordu kocasını. Dışarıda güneş kararmış, kıyamet söylentileri
kulaktan kulağa yayılmış, ölümün pençesi herkesin sırtına binmiş olduğu
halde tek düşüncesi kocasının kalbinin bu olaylara dayanabilmesiydi.
O ana kadar dayanmıştı da. Ama salonun avizesinden sarkan
ahtapot tipli koca bir yaratık dayanma sınırının çok üstündeydi. Ahtapot,
istediği kadar uzatabildiği bacaklarıyla karısını paramparça ederken,
Hüseyin’in sol tarafı uyuştu, sıkıştı, çırpındı.
Yaratık daha karısıyla işini bitirmemişken Hüseyin son nefesini verdi.
2
ZEHİRLENEREK…
Komiser Göktuğ Akıner, kuyruk sokumuna kadar uzanan simsiyah
saçlarını toplamaya vakit bulamamıştı. Diğer bir uzun saçlı ortağı Ege
Kandemir ise nasıl beceriyorsa yine bakımlıydı. Hiç yıpranmayan,
kirlenmeyen ve üzerine cuk oturan gri takım elbisesi ile istikrar abidesiydi.
Üstelik yarım asırlık olmasına ve saçları iyice aklaşmasına rağmen en az
Göktuğ kadar formdaydı.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
69
İki ajan, patronları Taylan Yıldırım’ın odasında kızıl-kara güneşin
kısık aydınlığında otururken kendini iyice yaşlanmış hissediyordu Göktuğ.
“Tüm şehirde sessiz bir panik var,” dedi Taylan. Odasının bir yanını
boydan boya kaplayan camdan dışarı bakıyordu. On beş katlık Yıldırım
Holding’in yedinci katındaydılar. Manzara eskisi kadar temiz olmasa da
şehri ayaklarının altında hissediyordu Taylan.
“Bunu nasıl durdurabiliriz patron? Güneşe gitmem gerekiyorsa
hazırlasınlar mekiği…” dedi Göktuğ. Parmağını vahşi yıldıza doğrultmuştu.
Taylan gülümsedi. O gün için ilkti bu.
“Bu sefer yapacak bir şey yok gibi görünüyor,” dedi. “Eğer bu
kıyametse, Birim Sıfır’ı bile aşar.”
Göktuğ ve Ege, bu fenomene zorlu bir iş üzerindeyken şahit
olmuşlardı. Yıllardır yaptıkları gibi doğaüstü bir olayı araştırıyorlardı. Asım
Sevecen adlı bir adam her sabah uyandığında yanı başında kesik bir baş
buluyordu. Adam elinden gelen her şeyi yapmış ama bunu engellemeyi
başaramamıştı. Uyanık kalmaya çalışsa bile beş dakikalığına daldığında
tanımadığı birilerinin kesilmiş ve kanı sonuna kadar çekilmiş başlarını
buluyordu. Üstelik saçları parmaklarına dolanmış oluyordu. Asım, sonunda
durumu polise haber verince olay Birim Sıfır’a iletilmişti. Çünkü adamın
tutulduğu nezarethanede bile yaşlı bir adamın başı bulunmuştu.
Göktuğ ve Ege adamı alıp yüksek güvenlikli Birim Sıfır evine
götürmüş, neler olduğunu öğrenmeye çalışmışlardı. Aynı anda kesik
başların kime ait olduğu araştırılıyordu.
Ege ve Göktuğ, Asım uyurken başında beklemeye başladılar, ama
gündüz olmasına rağmen havanın kararması her şeyi alt üst etti. Bütün
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
70
iletişim kesilince, adamı orada bırakıp Yıldırım Holding’e gitmek zorunda
kaldılar. Nitekim ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar adam uyanmamıştı. Belki
de astral bedeni bir yerlerde kurban arıyordu. Bütün bunlar çok uzak
geliyordu Göktuğ’a. Asım’ı da, kesik başları da unutmuş gibiydi. Çaresizce
güneşin eski haline gelmesini bekleyeceklerdi anlaşılan. Oysa Birim Sıfır o
güne kadar hiçbir konuda böylesine çaresiz kalmamıştı.
Taylan’ın masasının üstünde aniden top şeklinde bir şeyin belirmesi
onca şey yaşadıkları halde onların bile şaşıp kalmalarına sebep oldu. Ege
ayağa fırlayıp silahını doğrulttu. Taylan, pencereye sırtını dayadı. Göktuğ
ellerini sandalyenin kolluklarına koydu ama ayağa kalkmadı. “Hasiktir, bu
ne lan?” dedi sadece.
Ege topa iki el ateş etti. Küre kıpırdandı, şişti ve bembeyaz bir
duman yayarak tekrar eski haline döndü. Üç adam gazı soludukları an
öksürmeye bile fırsat bulamadan öte dünyaya göç ettiler.
Sonra top açıldı, içinden yüzlerce minik yaratık çıktı ve cesetlerden
en ufak parça kalmayana kadar üçünü de yiyip bitirdi.
3
DÜŞEREK…
Güneş kararırken Serkan Koroğlu Avcılar’daki evinin balkonundaydı.
Posta gazetesinin bulmacasını bitirmekle uğraşıyordu. İlçelere bakmak için
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
71
yanında bulundurduğu Türkiye haritasından yararlanarak son boşlukları da
doldurmaktaydı.
Derken felaket geldi.
Serkan, yıllar önce trafik kazasında felç olan bacaklarının titrediğini
hisseder gibi oldu. Balkonundaki koltukta kendini dikleştirdi, bir güneşe
baktı, bir sokağa. İnsanlar, zaman durmuş gibi sokak ortasında donakalmış
ellerini siper ederek gökyüzüne bakıyorlardı. Göklerin hükümdarı önce azar
azar, sonra tümden kararınca, yaz güneşinin sarı aydınlığı kendini kızılımsı
bir alacakaranlığa bıraktı.
Birkaç dakika sonra elektrikler bir daha gelmemek üzere gitti.
Sokaktan araba geçmez oldu. Yeşilköy’den yeni havalanmış bir uçak
tehlikeli bir şekilde apartmanın tam üzerinden geçip gitti. Bir patlama sesi
bekledi ama gelmedi. Ya pilot uçağı kaldırmayı başarmıştı, ya da çok
uzaklara düşmüştü. Bacaklarını kaybettiği trafik kazasını ve uçaktaki
yüzlerce yolcuyu düşününce ilk seçeneğin olması için dua etti.
Sonraki birkaç saat içinde binlerce düşünce içinde boğulur gibi oldu.
Kıyamet, ölüm, felaket sözcükleri kırılmaz bir döngüye girmişlerdi aklında.
Annesini düşündü. Sağlık ocağında hemşire olan annesini. Normalde
mesaisinin bitmesine çok vardı, ama bir an önce gelmesini her şeyden çok
istiyordu. Ölecekse, ona yıllardır tüm emeğini veren annesinin kokusuyla
ölsündü.
Dileği gerçek oldu.
Annesi kapıyı anahtarla açtı ve balkona koştu. Oğluna sıkı sıkı
sarılırken bir böğürtü sesi duyuldu. Koca bir dinozorun geğirmesi böyle bir
ses çıkarırdı herhalde. Dışarıya tuhaf bir yaratık göreceklerinden emin bir
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
72
şekilde baktılar. Kediye benzeyen bir iki tuhaf şey vardı ama o sesi
çıkarabilecek bir şey…
…Vardı.
Apartmanın çatısından sarkan hortum misali bir şey balkondan içeri
uzandı. Birbirine sarılmış anne ile oğlunu inanılmaz bir hızla dışarı çekti ve
tüm gücüyle yere çarptı.
Birbirine paralel uzanan birkaç sokaktaki tüm binaların çatısına
çöreklenmiş, dünya üzerindeki hiçbir şeye benzemeyen dev yaratık,
altındaki binaların içine uzun, ince ama güçlü dokungaçlarını daldırıp
insanları dışarı çıkarıyor, ardından yine hortumlarıyla tüm iç organlarını
çekiyordu.
Serkan ve annesi de bu ziyafetten kurtulamadılar.
4
BOĞULARAK…
Vassilious Katsouranis, Yunanistan’daki Amerikan büyükelçiliğine
yapılacak büyük bir saldırının hazırlığı içindeydi. Yunan sahil kentlerinden
biri olan Kavala’da özel teknesiyle denize açılmış, teknenin kıç tarafında
hafif rüzgâra karşı oturmuş, dinlenmesi imkânsız telsiz telefonuyla
konuşmaktaydı.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
73
“Talimatlar aynen geçerli,” dedi adamına. “Tam kırk sekiz saat sonra
harekete geçiyorsunuz. Eylemden önceki son konuşmamız bu. O zamana
kadar ortada olmayacağım ben. Ne tür aksilik olursa olsun bana ulaşmaya
çalışmayın.”
Karşı taraftan onay aldıktan sonra telefonu kapattı ve ayağa kalkıp
tüm gücüyle denize fırlattı. Ellerini bir pislikten kurtulmuş gibi çırptı ve
esneyerek kamarasına indi.
Birkaç gündür neredeyse hiç uyumuyordu. Şimdi birkaç saat
kestirmenin tam zamanıydı. Kamarasındaki rahat yatağına uzanıp gözünü
kapattığı anda gökyüzü karardı.
Birkaç saat sonra uyandığında havanın karanlık olduğunu görünce
fazla uyuduğunu düşündü. Enerjik bir hareketle yataktan fırladı. Işığı
yakmaya çalıştı ama olmadı.
Karanlıkta zar zor güverteye ulaştı. Ve adımını atar atmaz altı
pençeli, sekiz kanatlı, iki başlı tuhaf bir kuşun pençesine düştü. Birkaç
saniye sonra teknesi minik bir noktadan ibaretti.
Yatarken bile çıkarmadığı saatine gizlenmiş bıçağını çıkardı ve can
havliyle kuşun pençesine sapladı.
Kuşun pençesini açmasıyla onlarca metreden suya düştü. Doğru
pozisyonla daldığından suyun beton etkisinden kurtulsa da denizin
derinliklerinde başka bir şey onu bekliyordu.
Kitap şeklinde bir yaratıktı bu. Yaprakları suda süzülüyor, kapağı bir
açılıp bir kapanarak ilerliyordu.
Yaratık Vasilis’i fark eder etmez kapaklarını üzerine kapattı ve
boğulana kadar da açmadı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
74
5
HASTALANARAK…
Başbakan Erdoğan, kurmaylarına elektronik cihazlar tekrar işler hale
gelir gelmez bir “ulusa sesleniş” konuşması yapacağına dair talimat
vermişti. Telefonla haberleşme tamamen ortadan kalktığı için adamlar
mecburen TRT binasına kadar bisikletle gitmişlerdi. Erdoğan ise
başbakanlık konutunda herhangi bir konuda açıklama gelmesini
bekliyordu. Saatlerdir eşi Emine Erdoğan’la beraber endişeli bir bekleyiş
içindeydi. Hesabını veremeyeceği bir şey olduğunu düşünmemesine
rağmen her insan gibi ölümden ve kıyametten dehşet derecesinde
korkuyordu.
Birileriyle iletişim halinde olamamak daha da sinirlendirmişti
başbakanı. İnsanların ne durumda olduğunu, bilim adamlarının konu
hakkında ne düşündüğünü, diğer ülkelerin (özellikle Amerika’nın)
tutumunu ve din bilginlerinin görüşlerini çok merak ediyordu. Bir süre daha
bu şekilde devam ederse olağanüstü bir toplantı düzenlemesi gerekecekti.
Oysa bu toplantıyı düzenlemek bir yana evden dışarı çıkacak hali
bile olmayacaktı.
Hamamböceği büyüklüğünde bir şey belirdi Erdoğan’ın hemen
ayağının dibinde. Fener ışığında fark etmedi bile. Yaratık, başbakanın pahalı
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
75
ayakkabısına çıktı, şık pantolonunun paçasından içeri girdi ve kanını eme
eme vücuduna tırmandı.
Erdoğan onu fark ettiğinde boynuna kadar gelmişti. Böcek öyle bir
sıvı salgılıyordu ki dokunduğu noktadaki sinirleri felç ediyor, en ufak bir acı
vermeden içindeki mikrobu da vererek kanını azar azar içiyordu.
Diğer dünyadaki yaratıklardan birini en fazla birkaç gün hasta
edecek mikrop, bu dünya üzerindeki en tehlikeli şey haline gelmişti.
Erdoğan böceği yakasından fırlatır, ayakkabısının topuğuyla ezerken
aniden ateşi fırladı, başı döndü ve yere düştü.
Vücudu kaskatı olmuş, gözleri camlaşmış, kalbi durmuştu. Emine
Erdoğan durumu fark edip panikle kocasının yanına geldiğinde başka bir
böcek sırtına doğru tırmanıyordu.
6
YANARAK…
Yaşlı ve iri adam yatağı gıcırdatarak oturur vaziyete geldi.
Komodindeki masa saati 09.20’yi göstermesine rağmen hava karanlıktı.
Kendisi bir Kuzey Yarımküre ülkesi olan ABD’de yaşadığına, Kuzey
Yarımküre’de şu an yaz mevsimi olduğuna ve güneşin birkaç saat önce
doğmuş olması gerektiğine göre bir tuhaflık vardı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
76
Beynindeki hayal gücü işçileri saniyeler içinde çalışmaya başladı. Bir
gün güneş hiç doğmasa insanlar ne yaparlardı acaba? Daha önce
düşünülmüş bir konu olmalıydı bu; ama kendi tarzında anlatsa güzel bir
roman çıkar mıydı bundan?
Belki… Sonu da kimsenin beklemeyeceği bir şekilde olurdu. Mesela
güneşin bir günlük gecikmeyle ve insanlar kıyamete artık kesin olarak
inanmışlarken kendi kendine doğmasıyla biterdi kitap.
Birden gerçek hayata döndü ve durumun garipliğinin farkına vardı.
Kol saatine göre gerçekten de dokuz buçuğa geliyordu saat. Peki güneş
neredeydi?
Yataktan kalkarken karısı hafifçe mırıldanarak diğer tarafa döndü.
Adam evinin perdesini açıp gökyüzündeki şeyi görünce ağzı açık kalakaldı.
Korkunun kralı olarak bilinen Stephen King’i bile dehşete
düşürmüştü gökyüzü. Güneş doğmuştu doğmasına ama hiç de olması
gerektiği gibi değildi.
“Tabby kalk,” dedi.
Hafif bir inleme geldi cevap olarak. “Ne oldu?” anlamına geliyordu
bu.
“Kalk ve olanları gözlerinle gör.”
***
“Lanet olsun Steve, yazdıkların başımıza geliyor!” diye haykırdı
Tabitha. Stephen, elinde az önce beş kez ateşlenmiş silahıyla, neden
yaptırdığını bilmediği gizli odadaydı. Tuhaf yaratıklar belirdiği an, buraya
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
77
sığınmışlardı. Karanlıktı, küçüktü, havasızdı ama onları korumayı başaracak
gibiydi.
“Bir ‘sis’ eksikti,” diye devam etti karısı.
“Tabby, susar mısın, düşünmeye çalışıyorum!”
“Neyi düşünüyorsun, The Mist’te ne olduysa aynısı oluyor işte.”
“Niye benim suçummuş gibi konuşuyorsun?”
Tabby sustu. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Başını kocasının omzuna
koydu.
Kapının hemen dışındaki gürültü ikisini de sıçrattı. Ağzından küfür
çıkmasına engel olamadı Stephen.
“Dışarı bakacağım,” dedi.
“Hayır, sakın yapma.”
“Kapının yanındaki kitaplık devrilmiş olabilir. İçeride hapis kalıp
kalmadığımızı öğrenmem gerek. Sadece kapı açılıyor mu diye bakacağım.”
“Eğer bizde şans olsaydı kapı içeri doğru açılıyor olurdu!”
King, silahını doğrultup kapı kolunu zorladı. Ağız dolusu bir küfür
boşalttı hemen.
İçeride mahsur kalmışlardı. Üstelik burası o kadar güvenliydi ki
başka bir çıkış yoktu.
Endişeleri fazla uzun sürmedi.
Vücut sıcaklığı 7800 santigrat olan üç ayaklı bir yaratık eve adımını
attığı an, ahşap ev tutuştu.
Birkaç dakika sonra iki ünlü yazarın küllerinden başka bir şey
kalmayacaktı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
78
7
EZİLEREK…
Yaklaşık bir yıldır Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) Başkanı
olan John Crawer, o sabaha karşı gizli bir toplantının başkanlığını
yapmaktaydı. Elektromanyetik dalgalarla yeni bir zihin kontrol yönteminin
sonuçları hakkındaydı bu toplantı. Proje başkanı Edward Brown ve diğer
bilim adamları bulgularını NSA’ya sunmaktaydılar. Daha önce SwSw adlı bir
projede çalışmış olan Edward Brown, projenin iptalinden sonra zihin
kontrol (MK) bölümüne atanmıştı. Tesadüf bu ki, NSA başkanı da bir süre
SwSw projesinin başkanlığını yapmıştı.
“Dünyanın herhangi bir yerinde istenilen bir kişinin zihnini kontrol
edebilecek seviyeye ulaşmış bulunuyoruz,” dedi Profesör Brown. 1950’li
yıllardan beri sürdürdüğümüz araştırmalar nihayet kesin sonuca
ulaşmamızı sağladı. Bilindiği gibi daha önce bu konuda epey ilerleme
kaydetmiştik, ama her istenen kişiye uygulayamıyorduk. Herkese çip takma
konusu da bazı sebeplerden dolayı ertelendiği için endişeliydik. Ama artık
herhangi bir fiziksel cihaza ihtiyacımız yok.”
Boğazını temizledi ve perdeye yansıtılmış insan beynini işaret
ederek konuşmaya devam etti.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
79
“İnsan bilinci denilen şeyin bir elektromanyetik alan olduğunu
biliyoruz. Tüm düşünceler elektriksel sinyallerden öte bir şey değil. Uzun
zamandır dışarıdan bir etki ile bu dalgaların içine sızmaya ve düşünceleri
dilediğimiz gibi kontrol etmeye çalışıyoruz. Uydu aracılığıyla ya da deri
altına gömülen çiplerle bu mümkün olsa da kesin ve garantili bir yöntem
sunmuyordu. Şimdi geliştirdiğimiz yöntem ise bu elektromanyetik alan
silsilesine bir seferlik casus dalgalar gönderip, ardından her seferinde
ondan faydalanmak. Yani örneğin bir cep telefonundan tek seferlik
yayabileceğimiz dalgalarla bu virüs dalga’yı beyine enjekte edeceğiz. Ve
ondan sonra kişi ömrü boyunca ne istiyorsak onu yapacak. Örneğin, yeni
üretilecek her ultrason cihazına bu dalgayı gönderecek vericiyi eklersek,
tüm çocuklar daha doğar doğmaz elimizde…”
Bir anda ışıklar söndü, perdeye yansıtılmış görüntü yok oldu. Elektrik
kesintisinin hiç de olağan olmadığı ortamda ani bir panik baş gösterdi.
Korumalar, başta NSA başkanı olmak üzere önemli kişilerin etrafında bir
koruma alanı oluşturdular. Biraz sonra, binadaki tüm güvenlik sistemleri
bozulduğu ve kapılar kapalı kaldığı için mahsur kaldıklarını anlayacaklar,
birkaç saat sonra ise binlerce tonluk sümüğümsü bir yaratığın, binanın
tepesinde aniden belirmesiyle, çöken yapının altında her biri pelteye
dönecekti.
BÖLÜM BEŞ
SONUN BAŞLANGICI
1
Elif, çaresizce pencereden ıssız yolu seyrediyordu. Hava soğumaya
başladığından, üzerine bir hırka almıştı.
“Annemleri çok merak ediyorum,” dedi.
Koltukta, ellerini dizlerine dayamış, düşünceli düşünceli yerdeki
kilime bakan Murat mırıldanarak cevapladı: “Ben de.”
“Sence sağ kalacak mıyız?”
“O adamın söylediklerine bakacak olursak kalacağız. Ama hiçbir
şeyden emin değilim artık.” Başını kaldırmıştı. Göz göze geldiler Elif’le.
İkisinin de gözleri nemliydi.
“Adam bir mucize,” dedi Elif gözlerini dışarıya çevirirken.
“Düşüncelerle oynuyor resmen.”
“Evet, ama güvenilir mi, bilmiyoruz.”
“Neden güvenmeyelim ki? Zaten öleceğiz. En fazla onun elinde
ölürüz.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
81
Murat cevap vermedi. Düşünmekten beyni yorulmuştu adeta. Oysa
beyin yorulmaz derlerdi. Şimdi hiçbir şey düşünmemek, hatta mümkünse
gidip yirmi dört saat aralıksız uyumak istiyordu.
Sessiz dakikaların ardından mutfakta büyük bir gürültü koptu.
“Tepsi düştü galiba,” dedi Elif. Sakin konuşmaya çalışmıştı ama sesi
de dizleri gibi titriyordu.
“Ben bir bakayım, sen burada kal,” dedi Murat. Çoktan ayağa
fırlamıştı. Mutfak kapısına vardığında yanına mum almayı unuttuğunu fark
etti. Gerçi pek gerek yoktu. Kızıl alacakaranlığa gözleri çoktan alışmıştı.
Gündüz kadar net olmasa da her şey görülüyordu.
Ve o görünen şeylerin arasında ‘olmaması gereken’ bir şey vardı.
“ELİF KAAÇ!” diye bağırdı tüm gücüyle ve fayansta ayağı kayarak
kendini mutfak dışına attı. Kapıyı arkasından kapayıp hemen kenara
çekilmese çoktan ölmüştü, zira arkadan saldıran şey kapıyı
menteşelerinden söküp diğer duvara yapıştırdı.
Murat donakalmamak için elinden geleni yaptı ama canavara
uzunca bir süre bakmadan edemedi.
Önce hiçbir şeye benzetemedi. Devasa bir ayçiçeği çekirdeğine altı
tane uzun ince bacak konulmuş ve iğrendirici tüyler eklenmişti. Boyu bir
kaplandan küçük değildi.
“Koca bir çekirge,” diye fısıldadı. En çok benzetebildiği şey buydu.
Zaten her an üzerine zıplayacakmış gibi bir hali vardı.
Murat, gözlerini yaratıktan ayırıp oda tarafına baktığında Elif’i
kapıdan kocaman gözlerle bakarken gördü. Kaçmadığı için duyduğu öfke
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
82
ve ölüm korkusunun birleşmesiyle iki adımda yanına ulaştı ve dış kapıya
çekti karısını.
Çekirge tek zıplayışta hemen arkalarında belirdi. Murat kapıyı tüm
gücüyle açtı ve karşısında üzerine doğru zıplamakta olan kocaman bir
köpek görmesiyle Elif’i tuttuğu gibi son bir refleksle kenara çekilmesi bir
oldu.
Köpek ve çekirge aynı anda zıpladılar ve birbirlerine girdiler. Köpek,
inanılmaz büyük olan ağzıyla çekirgenin bir bacağını koparıp fırlattı. İki
pençe darbesiyle diğer iki bacak da gitti. Çekirge yere yığılırken köpek
üzerine basıp çıtırtı seslerinin eşliğinde başını koparıp fırlattı.
İki beladan biri gitmişti, ama Murat hiç de kurtulmuş gibi
hissetmiyordu kendini. Köpek işini bitirir bitirmez kendisine dönünce Elif’e
sıkı sıkı sarıldı ve gözlerini yumdu. “Seni seviyorum,” diye fısıldadı karısına,
son sözleri olacağından emin bir şekilde.
2
Flemis Permosi, Acı, Udel Ser Venter, Koray Çağlayan, Mehmet
Dağkılıç ve diğer dört robottan oluşan grup; Acı’nın yazlığının geniş
bahçesindeydiler. Etraflarında çember oluşturmuş beş devasa köpeğin
nefesleri hafif buğular oluşturuyordu.
“İnsanlık yok olacak,” dedi Udel. “Artık kurtuluş yok.”
“Nasıl yani? Savaşmayacak mıyız?” dedi Acı.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
83
“Savaşacağız tabii,” dedi Udel. Aniden kasıldı ve çığlık attı. Üstündeki
gömleği elleriyle parçalayıp attı. Sırtından kanlar boşanıyordu. Bu sahneyi
ilk defa gören Flemis tek kaşını kaldırmış izliyordu. Koray’ın zihninden
bunun bir “Kan Meleği”ne dönüşme merasimi olduğunu öğrenmişti bile.
Kan lekeli beyaz kanatlar tamamen açıldığında, “hepimiz ölene
kadar savaşmaktan vazgeçmeyeceğiz,” diye devam etti. “Ama bu,
yenileceğimiz gerçeğini değiştirmez.”
“Sadece bu siteyi koruyalım,” dedi Flemis. “Bir kale haline getirelim.
Sitedeki birkaç aileyi, vaka sona erene kadar hayatta tutabilirsek yeni bir
insan nesli oluşturabiliriz.”
Herkes birbirine baktı. Galiba tek işe yarar çözüm buydu. Flemis
tepkileri beklemeden devam etti: “Ayköpeklerini sınırları korumak için
kullanabilirim. Tabii önce site içindeki tüm yaratıkları temizlememiz gerek.
Robotların dağılıp tüm evleri kontrol etmesini ve sağ kalmayı başaran kim
varsa bir araya toplamasını öneriyorum.”
“Kabul,” dedi Udel. “Ben hemen gidiyorum. Zaman kaybetmememiz
lazım.” Bu tüm robotlar için emir niteliğindeydi. Dağılacak, yaratıkları yok
edecek, sağ kalanları toplayacaklardı.
“Hepsini buraya getirin,” dedi Flemis. “Ayköpeklerim onları
koruyacaktır. Benim ziyaret etmem gereken başka bir yer var.”
“Biz ne yapalım?” dedi Koray. İki elindeki silahları gösterdi.
“Siz burada kalın,” diye atıldı Acı. “Koray, cesaret gösterisinin zamanı
değil, biliyorsun.”
Koray başını salladı ve silahları indirdi.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
84
Udel uçtu, Acı ve robotlar dört bir yana dağıldı, Koray ve Mehmet
bahçedeki hasır sandalyelere çöktüler, Flemis şapkasını düzeltip geniş ama
yavaş adımlarla dışarı çıktı.
3
[Korkmayın, size bir şey yapmayacak.]
Murat aniden gözlerini açtı. Elif de bunu duymuş olmalıydı ki
şaşkınca kendisine bakıyordu. İkisi birden köpeğe döndüler. Oturmuş, sarı
gözlerle sakin sakin onları izliyordu.
Bir süre kıpırdamaya ikisi de cesaret edemedi. Sonra Murat Elif’e
sarılmış kollarını gevşetti. Elif kocasından ayrılıp üzerindeki hırkayı düzeltti.
“Ne düşünüyorsun?” dedi.
“Galiba gizemli adam hayatımızı kurtardı,” dedi Murat.
[Birazdan yanınızdayım.]
“Buraya geliyormuş.”
“Duydum.”
“Hayatımda bu kadar büyük bir köpek görmemiştim.”
“Bence bir kurt türü bu.”
“Kurtlar bile bu kadar büyük olamaz. Baksana hole zor sığıyor.”
“Ayrıca arka bacakları gereğinden fazla kaslı.”
“Sence kıyamet, şu çekirge tipli yaratıkların insanları yemesiyle mi
olacak?” dedi Murat.
Elif gülümsedi. “Gerçekten de çekirgeye benziyor ha.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
85
[Çok daha beterleri var.]
“Sen nerden biliyorsun?” dedi Elif. Murat, bunun kendisine
söylenmediğini anlamıştı.
[Şu an yoluma çıkanlardan… Size ulaşmamı güçlendiriyorlar. Sakın
dışarı çıkmaya kalkmayın.]
Zaten öyle bir niyetleri yoktu.
Bir iki dakika sonra melon şapkalı adam kapıda belirdi. Köpeği
okşadı ve kenara çekilmesini sağladı. İlk defa görmüş gibi uzun uzun süzdü
Murat’ı. Bu Murat’ın ne kadar tuhafına gitse de diğer tuhaflıklarının
yanında ufak bir ayrıntı olarak kalabilirdi.
[Murat Bey ve Dize Hanım… A pardon, Elif’i kullanıyordunuz değil
mi? Bence Dize daha güzel ama neyse… Murat Bey ve Elif Hanım, sizi
güvenli bir yere götürmeme izin verin.]
“Güvenli derken?”
[Bu site içinde bir yer. Sağ kalan insanları toplayacağız. Dünya’daki
tüm insanlar yok olurken burası yeni bir Nuh’un Gemisi olacak.]
Bunu bir zafer edasıyla söylemesi Murat’ı korkutmuştu ama tüm
gücüyle bu korkuyu sezdirmemeye çalıştı.
Yeni evli çift, Flemis Permosi ve ayköpeğinin eşliğinde dışarı çıktılar.
Elif yoldaki manzarayı görür görmez bir çığlık attı.
Asfalt leşle kaplanmıştı adeta. Çoğu tuhaf yaratıklar olsa da
evlerinden kaçmaya çalışan insanların parçalanmış, morarmış, yanmış,
solmuş cesetlerini de görebiliyorlardı.
[Hızlı gitmemiz gerekiyor. Lütfen etrafınıza bakmamaya çalışın.]
“Demesi kolay,” diye haykırdı Elif.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
86
[Sizin iyiliğinizi düşünüyorum, lütfen…]
“Tamam, özür dilerim, ben…”
[Düşüncelerinizi anlıyorum, merak etmeyin.]
Eliyle yolu işaret etti. Murat ve Elif el ele yola koyuldular. Elif baştaki
ani şoku ve mide bulantısını yavaş yavaş üzerinden attı. İnsan her şeye
alışıyordu.
4
“Dünyadaki tüm sistemlerin yok olduğuna inanabiliyor musun?”
dedi Mehmet. Dakikalardır ağızlarından çıkan ilk sözcüklerdi bunlar.
“Şu an menzil dışını düşünemiyorum doğrusu,” dedi Koray.
“Bütün siyasi çatışmalar, bütün kavgalar, bütün anlaşmazlıklar
bugün sona erdi. Amerika’nın ‘dünya devleti’ hayali suya düştü. Irak’taki
petrolün hiçbir önemi kalmadı. Türkiye’deki bor minerallerinin de öyle. Ne
ekonomik kriz kaldı, ne ekonomi. Borsa öldü, bütün kâğıt işleri öldü.
Soykırımmış, darbeymiş, Kürt sorunuymuş, Türk sorunuymuş, hepsi
önemini kaybetti.”
“İyi bir şey olmuş gibi konuşuyorsun,” dedi Koray sahte bir
gülümseyişle.
Mehmet onu duymamış gibi devam etti: “Devlet denen şey yok
artık. Bütün sınırlar açık. İşsizlik sona erdi, çünkü iş denen kavram da sona
erdi. Götü kalkık pezevenkler patronluk taslayamaz şu an. Herkesin eşit
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
87
olduğu bir durum bu. Çünkü herkes ölüyor. Parayla götlerini silenler de
ölüyor, o para için götünü satanlar da.”
“Şimdi de çok sert gidiyorsun,” dedi Koray.
“Zamanında Hobbes’un, John Locke’ın, Jean Jasques Rousseau’nun
bahsettiği “doğa durumu”ndayız şu anda. Herkes eşit, iktidar yok, mülkiyet
yok, sınıf yok, egemenlik yok, toplum sözleşmesi denen bir şey yok. Bir nevi
mağara hayatı. Demek ki Karl Marx’ın dediği yönetenlerin diğerlerini ezdiği
yönetim biçiminin sona ermesi böyle olacakmış. Ne proletarya
diktatörlüğü, ne sosyalizm, ne komünizmle… Koca bir yaratık istilasıyla.”
“Anlaşıldı, sen iyice uçtun. Felsefenin dibine vurdun be abi.”
“Yapacak başka bir şey mi var oğlum?”
“Valla şu an bir yerden tuhaf bir şeyler çıkacak diye tetikte olmaya
çalışıyorum. Sen…”
“Benim de korunma yöntemim budur belki genç adam. Bazı şeyleri
kafaya takmayacaksın. Öleceksek öleceğiz. Bu kadar basit. Sence bu itler
bizi koruyamaz mı?” Yere uzanmış, hiçbir şeyle ilgili görünmeyen üç
ayköpeğine bakıyordu.
“Bilmiyorum,” dedi Koray. “Onlar koruyamazsa silahlarımız var.”
“Silahlara çok güveniyorsun.”
“Şimdiye kadar bir yamuk yaptıklarını görmedim.”
“Şimdiye kadar doğaüstü bir şeylerle savaştın mı peki?”
“Hepsi özünde aynı,” dedi Koray. “İster insan olsun, ister cehennem
zebanisi, şu silahtan çıkan kurşunu yiyince susarlar.”
“Umarım öyle olur,” dedi Mehmet. Aslında imkânsız şeyleri ummak
gibi bir huyu yoktu.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
88
“Mesela şu köpek. Uzanmış öylece duruyor. İstesem silahı kafasına
doğrultur, buradan kafasını uçururum.” Silahını kaldırmış, yaratığın tam
kafasına nişan almıştı. “Puff,” diye bir ses çıkardı ağzından.
Ayköpeği aniden doğrulunca ikisi de irkildi. Etraflarındaki diğer iki
köpek de önce uzandıkları yerden kalkmış, sonra kaslı bacaklarının
üzerinde insan gibi doğrulmuşlardı. Bu halde üç metreden uzunlardı. Ve
güçlü adımlarla Koray ile Mehmet’e doğru geliyorlardı.
“Ne oluyor lan bunlara?” dedi Koray. İki elindeki tam otomatik
silahları kavradı ve biraz daha yaklaşmalarını bekledi.
“Bunlarda bir tuhaflık var. İndiriyorum,” dedi başkomiser.
“Flemis’in kontrolünden mi çıktılar acaba?” dedi eski maden
mühendisi.
“Bilmiyorum ama hiç dost canlısı görünmüyorlar.”
Karşıdan gelen köpek aniden hırlayıp atılınca Koray’ın elindeki iki
silah ve Mehmet’teki tabanca aynı anda patladı. Koray tüm mermileri ardı
ardına yaratığın kafasına sıktı. Köpek önce bana mısın demedi, ama
mermilerden biri gözüne girince ciyaklamaya benzer bir ses çıkararak
sendeledi ve öne doğru düştü. Son anda çekilmeselerdi yüzlerce kiloluk
ağırlığın altında pestile döneceklerdi.
Köpeğin biri halledilmişti ama diğer ikisi bekleyerek zaman
kaybedecek kadar saf değildi. İki yandan saldırıp pençeleriyle iki adamı
yere yıktılar. Mehmet omuriliğinde dehşet verici bir acı hissetti. Koray’ın
kafatası beyniyle bütünleşmiş gibiydi. Ağrıdan bayılmasına ramak vardı.
Koray elindeki silahları düşürmek gibi bir hata yapmamıştı ama ne
yazık ki şarjörü dolduracak zamanı da olmamıştı. ayköpeğinin çenesi
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
89
bacağında kilitlendi. Felç edici bir acı daha duydu. Köpek adamı hızlıca
sürükledi ve bahçenin dışına çıkardı. Nereye gittiğini bile görmeden önce
bayıldı, ardından köpeğin duvara çarpmasıyla beyin sarsıntısından hayatını
kaybetti.
Mehmet Dağkılıç bir bakıma daha şanslıydı. Omuriliği kırılmış,
omurgalarından biri tam kalbinin ortasına batmıştı. Ölmesi birkaç saniyesini
aldı. Köpek tarafından sürüklenirken artık o bedende bir ruh yoktu.
5
Flemis Permosi, Elif ve Murat’la boş sokakta yürümeye devam
ediyordu. Önlerindeki ayköpeği henüz bir düşmana rastlamamıştı. Elif
bunun Flemis’in bir mucizesi mi olduğunu, yoksa yaratıkların mı
tükendiğini bilmiyordu. Bunu zihninden defalarca sormasına rağmen
melon şapkalı adamdan bir yanıt gelmedi. Flemis o kadar monoton ve
sessiz yürüyordu ki orada olduğundan bile bakmadan emin olamıyordu
Elif.
“Düşüncelerimizi almıyor mu?” diye sordu Murat’a.
“Bilmiyorum, transa geçmiş gibi görünüyor,” diye dudak büktü
Murat. Onun da zihni epey meşguldü anlaşılan.
Flemis, sitenin en uç kısmındaki bahçesi epey büyük bir evin önünde
durdurdu onları.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
90
[Burası,] dedi kısaca. Demir bahçe kapısını açtı. Çimleri yeni biçilmiş
bahçe de ev de boş görünüyordu. Şöyle bir etrafına baktı. [Kimse
getirilmemiş,] dedi, [Siz ilk oldunuz.]
“Burada da kan izleri var,” diye inledi Elif. Hasır sandalyelerin hemen
önünden itibaren çizgi şeklinde uzayıp giden izi gösteriyordu.
[Birkaç yaratık öldürdük,] dedi Flemis hemen. [Görünüşleri sizi
rahatsız etmesin diye arka tarafa götürdük.]
“İnsan ölmedi değil mi burada?”
[Hayır hayır, merak etmeyin. Burası sizin için en güvenli yer.]
Etraflarında beliren üç ayköpeğini gösterdi. [İşte muhafızlarınız.]
Elif ne düşüneceğini pek bilmiyordu. Kendisinin kontrolü dışında bir
şeyler oluyordu ve bunun sona ermesini beklemekten başka çaresi yoktu.
Kocasına kenetlendi ve derin bir nefes alırken ondan yayılan ‘saf güven’i
içine çekti.
[Sanırım içeri girmek istersiniz. Dışarısı iyice soğudu.]
Öyle bir şekilde zihinlerine gönderildi ki bu sözler, emirden geri kalır
yanı yoktu. Kilitli olmayan kapıdan itaatkârca içeri girdiler. Flemis arkasını
dönüp geniş bahçeye doğru şöyle bir baktı ve gözlerini kapadı. Bütün
gücüyle konsantre olmaya çalıştı.
6
Kompor Del Grel uzun saçları ve sakalları, iri bedeni ve güçlü
yürüyüşüyle bir Viking savaşçısından farksızdı. Bu küçücük site içinde bile
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
91
bu kadar çok yaratıkla karşılaşması dünyanın ne büyük bir felaketin altında
ezildiğini gösteriyordu. Daha yola çıkar çıkmaz gergedan benzeri bir şey,
burnundan dumanlar fışkırtarak üzerine saldırmıştı. Kompor canavarın
boynuzundan tutup arkaya savurmuştu. Tamam etkisiz hale getirilmeleri
kolaydı, ama öyle çoklardı ki sırf İstanbul’dakileri yok etmeye çalışsa bin
sene uğraşması gerekirdi.
Evlerin kapılarını (ufak bir ittirmeyle) tek tek kırarak yaşayan insan
aramaya koyuldu. İlk yedi evde parçalanmış cesetler dışında bir şey yoktu.
Sekizincide tuhaf bir inleme sesi geldi. İnsan sesi olduğundan emin
olamasa da içeri girdi.
Kapının hemen önünde bir ceset vardı. Orta yaşlı bir kadın dışarı
kaçmaya çalışırken karnını delip sırtından çıkan bir ‘şey’ tarafından
öldürülmüştü.
Kadını incelerken o ‘şey’in hedefi olabileceği aklına gelmedi
Kompor’un. Kapının arkasından fırlayan yaratık bir saniye içinde karnına
çarptı. Öyle sert ittirdi ki metal kaburgaları birbirine çarptı. Karnının derisi
ve altındaki kaslar delindi, yaratığın dişleri -ya da her neyse- metal
kaburgalarını da delip geçmeye çalışırken inanılmaz bir gıcırtı çıkardı.
Kompor bu ani darbeyle arkaya savruldu ve açık kapıdan dışarı uçtu.
Göğsünden içeri girmeye çabalayan şeyin kuyruğundan tuttu ve geri
çekti Kompor. Üzerinden kovayla dökülmüş gibi kan aktı. Kaslı karnı ve
göğsü yok olmuş, metalik gri kemikleri ortaya çıkmıştı. Yaratığı sıkarak
öldürdükten sonra diz çöktü. Gözleri kararıyordu.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
92
Bu yara onu uzun bir süre saf dışı bırakacaktı. Belki de yirmi dört
saat kendine gelemeyecekti. Ama hiç sırası değildi ki bunun! Şimdi
bayılmamalıydı. Ona en ihtiyaç duyulduğu sırada bu olmamalıydı.
Başını göğsünden kaldırdığında burnunun dibinde parmak
büyüklüğünde dişler gördü. Hırıldayan şeyin ağzından iri salya damlaları
düşüyordu.
Bu Flemis’in köpeği değil miydi? O zaman neden böyle tehditkâr…
Kompor düşüncelerini tamamlayamadan, köpeğin güçlü çenesi
tarafından kafası koparılmıştı bile. Başı yerde yuvarlanırken gözünün
önünde beliren son görüntü Gron Rey Aroor’un zayıf, beyaz (hatta yarı
şeffaf) ve boş bakan gözleriydi. Köpeğin ilk kurbanı kendisi değildi!
7
Lori Yun Demer ve Eravis Zen Esis, sitenin doğu kanadını kontrol
ediyorlardı. On beş evi kontrol etmiş, tek bir canlı bulamamışlardı. İnsanlar
yerine karşılarına sürekli yeni yaratıklar çıkıyordu. Direk saldıran yaratıklar
kolay avdı ama bir tanesi hiç de öyle olmadı. Sakin sakin duran bir Renault
araba aniden hareket etti ve iki robotun üzerine son hızıyla geldi.
Arabaların çalışmadığını ikisi de ve bu onları daha da savunmasız
kılmıştı. Eravis, güçlü kollarıyla arabayı tamponundan yakalamayı başarmış,
Lori de bir uçan tekmeyle ön camını hedeflemişti. Camın kırılmasını
beklerken yüzey tuhaf bir şekilde içeri gömüldü.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
93
Lori tekrar ayağa kalkarken araba şekil değiştirdi ve sümüğümsü bir
şeye dönüştü. O an bu şeyin ne olduğunu anladılar. Diğer dünyanın
bukalemunuydu bu. Sadece renk değil şekil de değiştirebilen, çok gelişmiş
bir bukalemun.
Bu keşiften sonra yaratığın etkisiz hale getirilmesi iki robot için çok
da zor olmadı. Koray’ın verdiği silahları çıkarıp tüm mermileri üzerine
boşalttılar. Yaratık uzun süre kıvrandıktan sonra kendini koyuverdi ve
kanalizasyon deliğinden aşağı akıp gitti.
Her ne kadar pek umutları kalmasa da aramaya devam etmeleri
gerekiyordu. En az birkaç insan bulmaları lazımdı. Kendini korumayı
başarmış birileri mutlaka olmalıydı.
Evler arasında dolanırken Eravis aniden Lori’yi durdurdu. Diğer
sokakta bir ayköpeğinin Kompor’un başını kopardığına şahit oldular.
İki robot Kompor’a doğru koşmaya başlar başlamaz arkalarından bir
şeyin geldiğini duydular. Asfaltta takır takır ses çıkaran bir şey. Lori arkasına
bakmayı başardığında bunun başka bir ayköpeği olduğunu fark etti. Ayağa
kalkmış, devasa bir şey olmuştu.
Bu arada diğer ayköpeği de işi biten Kompor’u bırakmış, canlı iki
robotu fark etmişti. Eravis, cansız yatan Gron Rey’i görünce büyük bir
tuzağa düştüklerini anladı.
İki yaratığı silahla uzaktan halletmeyi düşündü ama tüm mermilerini
sümük-canavara harcamış, boş silahları da atmışlardı.
Ayköpekleri'nden biri adeta ışınlanır gibi yanı başlarına geldi ve
Eravis’i kolundan tuttuğu gibi yirmi metre ötedeki çöp kutusuna fırlattı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
94
Zenci robot, kutuya çarptığında karşısındaki gücün ömründe rastlamadığı
kadar büyük olduğunu idrak etmişti.
Onların Türk destanlarındaki yenilmez İt-barak’lar olduğunu
bilmiyordu. Onların hiç yemek yemeden binlerce yıl yaşayan ‘kara
şeytanlar’ olduğunu bilmiyordu. Onların ok-mızrak batmayan, kılıç-silah
tanımayan, milyonlarca yıl önce T-rex’lerle oyuncak gibi oynayan,
efsanelerde ejderleri paspas gibi yere seren, sonsuz kudretin timsali
Ayköpekleri olduğunu bilmiyordu.
İki ayköpeği, iki yenilmez robotu toplam dört saniyede yok etti. Ve
dört ayak üstünde inip diğer hedeflerine yöneldi.
8
Udel, Acı’nın yanına indiğinde kucağında ufak bir kız çocuğu vardı.
“Şans eseri buldum,” dedi. “Kendini çatı katındaki bir sandığa kapatmış.
Annesi babası maalesef…”
“Anladım,” dedi Acı, ağlayan küçük kızı kucağına alırken. Üç
yaşından büyük değildi. “Ben diğerlerine bakmaya gidiyorum. Bence sen
onu korumaya bak. İstersen eve git.”
“Tamam, zaten kimseyi bulamadım ben. Sen çok daha hızlı
davranabilirsin.”
Udel göz kırptı ve kanatlarını açıp havalandı. Acı, soğuktan titreyen
çocuğa sıkıca sarıldı ve evine doğru hızlı adımlarla yola koyuldu. Elindeki
“umut”tu. Umudu korumak zorundaydı.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
95
Eve yaklaşırken pencerede iki gölge gözüne çarptı. Birbirine sarılmış
iki gölge. Gülümsedi. Sağ kalan başka insanlar da vardı demek ki. Bir
camdakilere baktı, bir elindeki bebeğe… Yeni dünyanın ilk ve tek ailesi
olabilirlerdi.
Daha da hızlandırdı adımlarını. Küçük kız durmadan annesini
sayıklamasa her şey çok daha iyi olacaktı.
“Tamam canım, seni eve götürüyorum,” diye teselli etmeye
çalışıyordu Acı onu.
Boştaki eliyle demir bahçe kapısını açtı. Ve onu iki ayköpeği
karşıladı. Acı köpekleri umursamadan geçmeye çalışsa da buna izin
vermiyorlardı. Tam karşısında öfkeyle hırlıyorlardı. Kucağındaki çocuk da
korkuyla canı çıkarcasına bağırıyor, işi daha da zorlaştırıyordu. Flemis
neredeydi? Niye çekmiyordu bunları önünden?
Hâlâ orada olup olmadıklarını görmek için pencereye baktı. Kimse
yoktu, içeri girmiş olmalıydılar. Oysa Flemis içerideyse ona haber
verebilirlerdi.
Tek şansı kalmıştı. “Flemis,” diye bağıracaktı tüm gücüyle. Nefesini
bu amaçla kuvvetli bir şekilde içine çektiği anda köpeklerden biri yan
taraftan sert bir pençe darbesi savurdu. Acı’nın beklediği son şeydi bu.
Kucağında ufacık bir çocuk varken böyle bir hareket çok acımasızca olurdu
çünkü.
Ama olmuştu işte beklenmeyen… Çocuk ellerinden kayıp gitmiş, Acı
müthiş bir kuvvetle sol tarafına savrulmuş, çimlerin üzerinde üst üste
taklalar atıp kanlar içinde kalmıştı. Yuvarlanırken dahi kızı düşünüyor, sırf
onu kurtarmak için bir an önce ayağa kalkması gerektiğini kendine telkin
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
96
ediyordu. Bunu yaptı da. Yuvarlanmasını kontrol ettiği anda çevik bir
hareketle ayağa fırladı ve bahçe kapısına tüm gücüyle koştu. Deli gibi baktı
etrafına. Nefes nefese… Nabız nabza… Ama yoktu. Umut ortadan
kaybolmuştu.
Köpekler ağır adımlarla üstüne geliyordu. Ve birinin dişleri kanlıydı.
Durdu ve üzerine kanlı bir topak tükürdü. Parçalanmış bir bebeğin
kalıntılarıydı bu. Kol, bacak, baş, gövde ve elbiseler birbirine girmiş, kanla
yoğrulmuş ve üzerine fırlatılmıştı.
Acı şaşırdı, üzerine çarpıp çimlere düşen topağa sadece bir an baktı,
gözleri büyüdü, biyonik mi mekanik mi olduğundan emin olamadığı kalbi
çaresizlikten deli gibi atar oldu. Olamazdı, küçük masum bir çocuk bu hale
gelemezdi.
Öfke öyle ani geldi ki, başka bir benlik bedenini ele geçirmiş gibi
hissetti. Dişlerini öyle sıktı ki, çelikten yapılsa fark etmezdi yine kırılırdı.
Köpeğin üstüne koştu. Sol eliyle kulağından tuttu ve kendini yukarı
çekti. Ata biner gibi üzerine çullandı. Boynuna sarıldı ve insanüstü gücüyle
sıkmaya başladı. Köpek böğürdü. Onu üzerinden atmak için silkindi. Ama
Acı’nın gücü, yaşadığı acının gücüyle birleşti ve hayatının amacı
düşmemekmiş gibi tutundu köpeğe.
“Flemis!” diye yemin ediyordu aynı anda. “Seni bulduğum yerde
beynini söküp eline vereceğim.”
Köpek öksürdü, nefes borusunu sıkıştıran çelik ellerden bir türlü
kurtulamadı, sendeledi, bahçe duvarlarını yıkıp yola çıktı, arabalardan
birinin üzerine binip paramparça etti, yolun karşısındaki evin bahçesine
girdi, duvarına sürtündü, ama ne yaparsa yapsın kurtulamadı Acı’dan.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
97
Fazla gelişmiş akciğerleri dakikalarca oksijen alamayınca pes etti ve
devasa köpek yere düştü.
Öfkesi dinmekten çok uzak olan Acı, yaratığın sırtından iner inmez
aniden beliren melon şapkalı adamla baş başa kaldı. Flemis, ona tiksinti
dolu gözlerle bakıyordu.
“Bırak beynimi elime vermeyi, ben istemedikçe bir metre yakınıma
gelecek kişi evrenlerin hiçbirinde var olmadı,” dedi. “Arkadaşın da bunu
onaylardı.”
Yan sokaktan hantal hantal gelen ayköpeği ağzıyla bir şey taşıyordu.
Köpek, o şeyi getirdi ve Acı’nın ayaklarının dibine bıraktı. Bembeyaz
kanatlardan ve başsız bir bedenden oluşan şeyi… Udel Ser Venter’in
ölüsünü…
“Tabii yaşasaydı…” diye tısladı Flemis. “Anla artık zavallı robot. Sizin
devriniz geçti. Bu dünya benim. Bu evren benim. Ne sen olacaksın bu
dünyada, ne de başka tek bir insan. Dize’den başka…”
Acı, Flemis’in son sözlerini söylerken bir anlığına gözünü ondan
ayırmasını fırsat bilip üzerine saldırdı. Ama tam boğazını kavrayacağı an
adam ortadan kayboldu. Udel’i getiren ayköpeğiyle baş başaydı şimdi.
9
Flemis Permosi, eve adımını atar atmaz çığlık çığlığa bağıran Elif’in
sesini duydu. Sesin ardından evin halini gördü. Tavanda kocaman bir delik
vardı ve içerisi moloz yığınına dönmüştü.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
98
“Murat,” diye bağırıyordu Elif kendisine doğru gelirken. “Murat’ı
götürdü! Kocaman bir Anka kuşu… Tavanı deldi…”
Gözyaşları yanaklarından yere damlıyordu. Dudakları çaresizlikle
titriyordu. Ama bunların hiçbiri güzelliğini bozamıyordu.
“Merak etme,” dedi Flemis. Zihinden konuşmuyordu. “Onu bulup
getireceğim. Ne pahasına olursa olsun.”
Elif’in narin ellerini tutmuş, elektriklenen zihninin yarattığı zevk
duygusunu dışarı vurmamak için kendini zorlamaktaydı. Tabii bu
dokunuşun bir amacı daha vardı. Elif’e yoğun bir güven duygusu aşılamak.
Nitekim, genç kadın aniden sakinleşti, dudakları titremeyi kesti.
Flemis, kocasını kurtaracaktı, üzülmesine gerek yoktu.
Melon şapkalı adam kadını dışarı çekti. Çatısı yıkılmış bu evde daha
fazla durmak gereksizdi.
BÖLÜM ALTI
BAŞKA BİR DÜNYANIN
KAHRAMANI
1
Adım Flemis Permosi. Her yönden sınırlanmış, tüm yetenekleri
zincire vurulmuş Homo Sapiens türünün evrimleşmiş haliyim. İnsan ve
hayvan zihinlerini okuyabilir, gelişmemiş zihinler üzerinde hâkimiyet
kurabilir (hayvanlar, canavarlar, bazı zekâ engelliler vs.), görünmez
olabilirim. Ha ayrıca görünen o ki yaşlanmıyorum, dolayısıyla ölümsüzüm.
‘A Evreni’ diye adlandırdığım bir evrende doğdum. Evlatlık gibi bir
şeydim, yani gerçek ailemi tanımıyorum. Bazen rüyalarımda Kuzor diye bir
adam görüyorum. Büyük ihtimalle babam, dedem ya da öyle bir şey. Kuzor
rüyalarımda benim yeteneklerimin aynısına sahip ama her seferinde bir
felaket oluyor ve ölüp gidiyor. Sonra ondan çıkan bir tohum görüyorum,
bana doğru geliyor ve uyanıyorum.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
100
Her zaman melon bir şapka takarım. Başımın üst kısmında kimsede
olmayan tuhaf bir çıkıntı var. Diğer bir deyişle kafatasım yukarı doğru hafif
bombeli. Bunun yeteneklerimi bana veren bir evrim mucizesi olduğunu
düşünsem de birileri görüp farklılığımı anlamasından korkarak melon
şapka takma alışkanlığı geliştirdim. Her ihtimale karşı daima saçımı da
uzatırım. Şapkamı çıkardığım zaman dahi çıkıntı pek belli olmaz bu sayede.
Birkaç yüzyıllık hayatımda sadece bir kez âşık oldum. ‘A Evreni’nde
Dize Demirsoy adlı çok güzel bir kadındı. Birim Sıfır adında bir istihbarat
ekibinde çalışıyordu ve -benim gibi- olağanüstülükleri araştırıyordu. Sahra
Dikeni adlı ayköpeğimin elimden kaçmasıyla başladı her şey. Bir fırtınada
yıkılan çitlerden atlayıp gitmişti akılsız hayvan. Aylar sonra Kocaeli’nde
olduğu haberini aldım. Sürekli masum insanları öldürüyordu. Manyetik
alanla beslendiği için cep telefonu olan adamlara saldırıyordu. Dize bir
tesadüf eseri oradaydı. Sahra Dikeni’nin ağına düşmüş bir çocuğu
kurtarmaya çalışıyordu. Son anda yetiştim ve çocuğu kurtarıp ona teslim
ettim. Ve onu görür görmez kalbim adeta tutuştu.
Dize’yi ikinci kez Sivas’ta gördüm. Bu kez kurtardığım hayat bizzat
onunkiydi. Tuhaf bir adam onunla ilgili olarak uyarmıştı beni. Çok kötü bir
yaratığın Dize’nin peşinde olduğunu söylemiş ve adresini vermişti. Onu
bulduğumda ölmesine ramak kalmıştı. Annesini, babasını, kardeşini, her
şeyini kaybetmişti. Zayıf bir insan olsa o an intihar eder ya da aklını
kaybedip akıl hastanesine düşerdi. Ama değildi. Pek çok şey görmüş,
kuvvetlenmişti. Tabii onu evime götürüp yardım etmem de etkili oldu. Biraz
zihnine dokundum ve zihnine fazla gelen acısını aldım. O gün bana
güvendi, bana âşık oldu. Çok yakınlaştık o gün. Birbirimize ait olduk.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
101
Ama gitmek zorundaydı ve gitti. Ben de peşinden… Hayır hayır, gizli
gizli takip etmedim onu. Ama bana her zaman ulaşabileceği bir mesafede
durdum. Başı belaya girerse her an yardım edebilirdim. Ettim de…
Yapılan büyük hatalar ‘A Evreni’ndeki dünyanın sonunu getirmek
üzereydi. Bir iyiler-kötüler savaşı çıkmıştı. Ben de Dize’nin yanında iyiler
safında yerimi aldım tabii. Ve kendi dünyamı kurtarmanın onurunu
yaşadım. Yedi milyar insan benim sayemde hayattalar.
Bunun karşılığında yedi milyar insan canı almaya hakkım olduğunu
düşünüyorum. Üstelik çok kutsal bir amaç için. Aşk için…
2
Evet, adım Flemis Permosi. Koca bir gezegeni kurtaran ama sevdiği
kızı kurtaramayan adamım ben. Elimden gelenden bile fazlasını yaptım
ama başaramadım. Önümüzdeki tüm engeller kalkmışken onu kaybettim.
Ve bir mecnun oldum. Ölüm bile alamadı onu benden. Aşırı gelişmiş
zihnim sürekli Dize’yi karşıma çıkarıp durdu. Artık hayattan en ufak bir keyif
almıyordum. İnsanlara iyilik yapmak gibi bir amacım zaten yoktu. Bir
ayyaştan farkım kalmamıştı. Bedenim yaşlanmasa da bir milyon
yaşındaymışım gibi hissediyordum. Kendimi gizlemek konusunda bile
dikkatsiz davranıyordum. Görünmez olup tuhaf işlere kalkışıyor,
Ayköpeklerimi gıcık olduğum adamları öldürmeye gönderiyordum.
Durumum vahimdi. Gerçekten vahim.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
102
Bir gün paralel evrenler meselesini öğrendim. Ve gizli kalmış bir
yeteneğimi daha keşfettim. Evrenler arası seyahat edebiliyordum.
Gezdim ve gezdikçe Dize’yi defalarca buldum. Hiçbiri beni tanımadı,
hiçbiri beni istemedi. Benim istediğim Dize’den bir kırıntı bile yoktu
onlarda. Ta ki ‘X evreni’ dediğim yere, yani buraya ayak basana kadar. Dize,
yine beni tanımayacaktı, yine soğuk davranacaktı, yine benim sevdiğim
Dize olmayacaktı ama bunların hepsi için, her şeye baştan başlamak için,
tekrar doğmam için, yeniden gençleşmem için, kısaca aşkımız için müthiş
bir fırsat vardı. Bu evren kozmik bir kaza sonucu milyonlarca yıl önce ikiye
bölünmüştü. Karanlık bir cep vardı bu evrende. Ve aradaki engel o kadar
zayıflamıştı ki yırtılması an meselesiydi. Bunu biliyordum, çünkü kendimi
aynı anda iki evrende gibi hissediyordum. Zihnimin ufak bir kısmı diğer
tarafın etkisi altındaydı. Ve orası inanılmaz korkunçtu. İki evrenin
birleşmesinin neye yol açacağını daha en başından anlamıştım. İşte fırsat
da burada doğuyordu.
Tüm insanlar ölecekti ve ben Dize’m ile yalnız kalacaktım. Üstelik
kendimi tekrar bir kahraman gibi tanıtabilecek, onu kendime tekrar âşık
edebilecektim.
Görünürde önümde hiçbir engel yoktu, sadece insanlığın ortak
bilinçaltındaki bir bilgi kırıntısı dışında.
İki evren bir süreliğine birleştiğinde, yani Kara Güneş Vakası
yaşandığında, koruyucu bir şeyler de ortaya çıkıyordu. Ve yaratıkları def
edip insanlığı kurtarıyorlardı. Bunun gizli bir örgüt olduğunu tahmin
ediyordum. Bu yüzden de pek fazla korkmuyordum. Bütün yaratıklar benim
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
103
emrimdeydi ve onları rahatlıkla yok edebilirdim. Ne kadar güçlü olurlarsa
olsunlar…
Robotlara, diğer evrenden gelen yaratıkları kontrol edemediğimi
söyledim. Yalandı. Onlar da diğer tüm zihinler gibi benimdi. Verdiğim
emirlerle kendilerinde olmayan zekâ ve kurnazlığı ben tamamladım.
Sitedeki herkesi ve zihnimin ulaşabildiği tüm noktalardaki insanları daha ilk
dakikada yok ettim. Ayköpeklerim sadece görünürde savaşıyorlardı onlarla.
Oyunumun devamı için gerekliydi bu. Tıpkı bir çocuğun, sahip olduğu
oyuncakları öylesine dövüştürmesi gibi…
İnsanları koruyan şeylerin, robotlar olduğunu öğrendiğimde az
kalsın kahkahalar atacaktım. Yalnızca bir avuçlardı ve ne yapacaklarını bile
bilmiyorlardı. Belki zihinlerine dokunamıyordum ama onları yenmemin çok
basit bir yolu vardı: Hepsini birbirinden ayırmak.
Dağıldılar ve sağ insan aramaya koyuldular. Ben de tek tek hakladım
hepsini. Tabii bu arada Dize ile Murat denen piçi korumaya almıştım. Hiçbir
şey görmeyecek, benim amacımı anlayamayacaklardı.
Ben dışarıdayken Anka kuşuna benzer bir yaratık tamamen planlı
olarak Murat’ı aldı ve yüzlerce metre yükseklikten beton zemine bıraktı.
Oluşan kan gölünü yaratığın gözlerinden bizzat gördüm. Sonra bir
ayköpeği Murat’ı ağzına alıp siteye geri getirdi.
Ayköpeği Murat’ı şefkatle Dize’nin önüne bırakırken aşkımın hemen
yanındaydım. Hüngür hüngür ağlarken bana sarıldı. Ona, kocasını
kurtarmak için elimden geleni yaptığımı söyledim ve ben de ağladım.
Dize’ye tekrar sarılabildiğim için ağladım, kokusunu tekrar içime
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
104
çekebildiğim için ağladım. Onu çok sevdiğim için ağladım. Onu çok
sevdiğim için…
Ve zihnine dokundum. Tıpkı, A Evreni’nde annesi ve babasının
ölümünü çabuk atlatması için dokunduğum gibi… Tıpkı bana âşık olması
için dokunduğum gibi…
Bana tekrar güvendi, beni tekrar sevmeye başladı. Zihninden
okuyordum bunu. Güvendiği tek insan yok olmuştu ve benden başka
kimsesi kalmamıştı.
Onu çok seviyordum.
Dünya bizimdi.
Koca bir dünyada tek başımızaydık artık.
Tüm âşıkların istediği gibi.
3
Güneş doğmuyordu ama her şey düzeliyordu. Ayköpekleri, sitedeki
tüm cesetleri uzaklaştırdı. Tek bir yaratığın bile içeri girmesine izin
vermedim. Dize’ye tamamen güvenli bir kale yarattım. Kendi evinde de
kalmak istemedi, Acı’nın evinde de. Bunun üzerine o yaz kimsenin
kiralamadığı, tamamen temiz bir eve yerleştirdim onu.
Sırf onun merakını tatmin etmek için her gün site dışına çıkıyor,
dışarıda bir değişiklik olup olmadığına bakıyordum. Birilerinin hayatta olup
olmadığını çok merak ediyordu çünkü. Annesini ve babasını çok merak
ediyordu.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
105
“Kimse yok,” diyordum ona. “Herkes ölmüş. Bizim dışımızda kimse
kalmamış. Tüm İstanbul’u gezdim, tek bir canlı insana rastlamadım. Her yer
ceset dolu. Her yer berbat kokuyor. Havada tek bir uçak, tek bir balon, tek
bir uçurtma yok.”
Sürekli tekrarlıyor, dünyada bizden başka kimse kalmadığına dair
telkinler veriyordum. Sonunda buna yani gerçeğe inandı ve tamamen
teslim oldu. Dünyanın kaderi bizdik. Yeni Âdem ve Havva bizdik.
Sonunda insan evriminin son aşaması gelmişti. Çocuklarımız özel
güçlere sahip olacaklardı. Onların çocukları da öyle. Homo Sapiens’in yerini
benim soyum alacaktı. Binlerce yıl sonra dünya bizim torunlarımızla dolup
taşacak, eskisinden çok daha iyi bir yer olacaktı.
Şimdilik ortalık karanlıktı ama cep tekrar kapanıyordu. Kısa bir süre
sonra güneş tekrar doğacak, güneşle beraber beni de tekrar hayata
döndürmüş olacaktı.
Burası benim evrenimdi, öyle kalacaktı. Bu fikir o kadar güçlüydü ki,
kendimi yenilmez hissediyordum. Ta ki Rugor karşıma çıkana kadar…
BÖLÜM YEDİ
BİLGE SAVAŞÇI
1
Benim adım Acı. Kanlar içinde doğdum, kanlar içinde öldüm, kanlar
içinde dirildim. 2004’te Haliç sularında doğdum, Komiser Koray Çağlayan’ın
beni bulmasıyla hayata sarıldım, Zehir Haluk’u yakalarken kim olduğumu,
Udel Ser Venter’le dövüşürken geçmişimi öğrendim ve Alacakaranlık
Efendisi Flemis Permosi tarafından öldürüldüm.
2
Ayköpeği o kadar güçlüydü ki karşı koymama olanak yoktu. Bir
tanesini boğarken tüm enerjimi harcamıştım. Diğeri kaslı çenesiyle
boynuma yapışana kadar kılımı kıpırdatamadım. Ondan sonra da yapacak
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
107
bir şey yoktu. Bedenimden ayrılan başım, ezeli dostum Udel’inki ile karşı
karşıya kaldı. Gözlerim karardı ve hayatım sona erdi.
Uyandığımda ilk düşüncem “robot cehenneminde olmalıyım,” idi.
Bulunduğum ortam bu düşünceye o kadar müsaitti ki.
Gri rengin hâkim olduğu, hayatımda görmediğim çeşit çeşit
makineyle dolup taşmış kocaman bir odadaydım. Ayakta duruyordum ama
kıpırdayamıyordum. Bedenim kablolar, kemerler ve kelepçelerle sıkı sıkıya
tutturulmuştu. Başımı eğmeye çalıştım ama boynumu kaplayan kalın metal
çember buna izin vermedi. Kendi bedenimin hiçbir noktasını göremesem
de uzuvlarımın varlığını hissediyordum.
“Uyandın mı?” dedi hırıltılı bir ses. Başımı sesin geldiği tarafa yani
soluma çevirmeye çalıştım ama boynumdaki metal onu da engelliyordu.
“Nerdeyim ben?”
“Merak etme, gizem yapacak değilim. Her şeyi kısa, öz ve hızlıca
anlatıp görevine dönmeni sağlayacağım.”
Karşımda aksakallı, siyahî, yaşlı bir adam belirdi. Kapkara gözleri
elektrikli bir canlılıkla parlıyordu.
“Burada herhangi bir komplo yok,” dedi. “Burada yalana yer yok.”
Türkçe konuşmak adama pek yakışmıyordu. Kötü bir dublaj gibi
geliyordu bana.
“Anlat o zaman,” dedim. “Neden bağlıyım burada?”
“Bu senin iyiliğin için.”
“Yalanlar başlıyor olmasın?” dedim.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
108
“Vücudunda nanorobotlar geziyor şu anda. Hasar gören tüm
sistemlerini onarmaya çalışıyorlar. Birkaç saattir buradasın ve şimdiden
bilincini kazandın. Tahminimden bile hızlı iyileşiyorsun.”
Adama teknolojiyle ilgili kelimeler kullanmak da yakışmıyordu.
Fantastik bir diyarda yaşayıp arada sırada abuk sabuk laflarla kafa karıştıran
bilge görünüşlü yaşlı bir adam tipi vardı onda.
“İyileşince ne yapacaksın bana? Ya da yapacaksınız?”
“Tek kişiyim burada. Adım Anakan. Bilmiyorum duydun mu adımı…”
Başımı iki yana sallamaya çalıştım, beceremeyince ağzımı açtım:
“Hayır duymadım.”
“Neyse boş ver, belki Anakan destanını duymuşsundur diye
düşündüm. Adım orada sıkça geçer.”
“Bir destanda adı geçecek kadar yaşlı görünmüyorsun.”
Güldü. “Düşündüğünden çok yaşlıyım.”
“Flemis gibi iki yüz küsur yaşında mısın yoksa?” dedim.
“Yedi buçuk milyon yaşındayım.”
Ben yedi milyon yüz elli iki bin yaşında olduğuma göre ona “abi”
demem gerekiyordu demek ki.
“Demek sen de robotsun,” dedim.
“Hayır, değilim. Tüm vücudum organik. Sıradan insandan hiçbir
farkım yok. Şaşkınlık evresi bittiyse konuşmaya başlayabilir miyim?”
“Elbette.”
“Adım Anakan. Zamanında Bilge Anakan ya da Bilge Savaşçı
derlerdi. Gençtik tabii o zaman.” Sırıttı ve devam etti: “Birkaç tür insan
ırkının var olduğu zamanlarda doğdum. Devlet denen bir şey yoktu. Herkes
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
109
kendi için yaşıyordu. Sahiplendiğimiz yerlerde ömür boyu yaşayıp
gidiyorduk. Mağara adamı olduğumuzu düşünüyorsun biliyorum ama öyle
değildik. Aslında şimdiki teknolojiye göre çok daha gelişmiştik. Çünkü bizi
gelişmeye zorlayan çok büyük bir savaş yaşanıyordu dünyada. Dört insan
türü egemen olmak için birbiriyle savaşıyordu. Her biri diğerini katletmek
için yeni silahlar icat ediyordu. İnsansız bombardıman uçakları bile icat
edilmişti. Ama kimsenin aklına insan yerine savaşabilecek bir şey üretmek
gelmemişti.
“Ben de babamın mesleği olan silah geliştirme işinde çalışmaya
başladım. Irkımızı savunmak gibi kutsal bir görevim vardı ve bu işi çok iyi
yapıyordum. Sonra bir gün müthiş yeteneğimi keşfettim. O an yaşanmakta
olan herhangi bir şeyi zihnimde görebiliyordum. Dünyanın diğer yerlerinde
kimin ne yaptığını tıpkı bir astral seyahat yapar gibi izleyebiliyordum. Sırf
bu özelliğim sayesinde düşmanın nereden ne zaman saldıracağını anlar
oldum. Askerlerimiz bu sayede tüm hamleleri önceden tahmin edebildi.
“Zamanla bunu geliştirip aynı anda farklı yerlerde olanları da
görebilmeye başladım. Önce iki farklı şey, sonra üç, sonra on, sonra yüz,
sonra milyon ve en sonunda dünya üzerinde yaşanan her şeyi aynı anda
görebilecek düzeye geldim. Bu özellik sana şu an anlamsız geliyor, çünkü
yaşamadan açıklamanın imkânı yok.
“Artık yeteneğimin en üst düzeyine geldiğimi düşünürken, geleceği
de görebildiğimi fark ettim. Bunu anlamam uzun sürdü ama çeşitli
denemelerle artık zaman sınırını aşabildiğime emin oldum. Peki ne kadar
geleceğe gidebilecektim? Bir gün sonrayı denedim, başardım. Sonra bir
hafta, sonra bir ay, sonra bir yıl, bir asır, bir milenyum ve bir milyon yıl. En
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
110
son bugünü görebildim işte. Tam yedi milyon yıl sonrasını. Alacakaranlık
Efendileri’ni gördüm, Flemis Permosi’yi gördüm. Ama ondan sonrası yoktu.
Başka zaman dilimlerinde de güneşin karardığını görüyordum ama bu
seferki nedense son oluyordu.
“Sonra yaşadım ve yaşadıkça gördüğüm her şey gerçekleşti. Yedi
milyon yıl sonra bile olsa bu sonu durdurmam gerektiğini düşündüm ve
geleceğe müdahale edip edemeyeceğime baktım. Evet, edebilirdim.
“Bir koruyucular ordusu kurdum. Kırk bir bin kişilik bir robot ordusu.
Robotları diğer ırklara karşı kullanan ilk insan da bendim, Homo Sapiens
dışındaki üç türün fosillerinin bile yok olmasını sağlayan da…
“Sizi ürettikten sonra bir kez daha baktım geleceğe. Yedi milyon yıl
sonrasında yine kesiliyordu ama bu kez farklı olarak sen vardın. Ürettiğim
ilk robottun ve sona kalan da sen oluyordun. Burayı gördüm, burada
boynun kesik halde durduğunu gördüm. Ve ben sana bunları
anlatıyordum. Sana dünyayı kurtarma görevi veriyordum. Ve görüntü
bitiyordu.
“Ne yaparsam yapayım daha ilerisini göremeyeceğimi anladım o
anda. Ama sen vardın ve sen tek umuttun. Ben de o gün orada olmalıydım.
İşte bugün buradayım ve gelecek yine gördüğüm gibi oldu.
“Bundan sonrasını hâlâ göremiyorum. Artık benim görevim bitti.
Gelmiş geçmiş en büyük kâhinliğim bugün sona eriyor. Sen burada
iyileşecek ve gideceksin. Dünyayı kurtarmaya.
“Son bir şey…”
Birkaç dakikalığına görüş açımdan çıktı ve kocaman bir kılıçla geri
döndü. Açık mavi kabzasında irice bir kuş motifi vardı. Kısa bir bakışla
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
111
bunun Kuğu olduğunu anladım. Yaşlı adam devasa kılıcı zar zor taşıyordu.b
Dudaklarımdan, “Kuğu Kılıcı,” sözcükleri döküldü.
Yaşlı adam biraz şaşırarak, daha çok memnuniyetle baktı ve
onayladı. “Evet, Kuğu Kılıcı… Milyonlarca yıl önce senin için yaptım. Dünyayı
kurtarmanı sağlayacak şey bu. Son tehlikeyi bununla yok edeceksin. Tüm
varlığımla inanıyorum buna. Gelecek şu an yok. Onu sen yaratacaksın… Her
neyse… Şimdi seni yalnız bırakıyorum. Hazır olduğunda kendi kendine
kurtulacaksın zincirlerinden. Sonsuzlukta görüşmek dileğiyle…”
“Dur,” dedim, “daha cevaplanmamış sorular var.”
Durdu. “Bence yok,” dedi. “Söyleyeceğim hiçbir şey kalmadı. Hiçbir
sır kalmadı.”
Ve gitti.
3
Uyudum.
4
Gözlerimi açtığımda bir gün mü yoksa bir asır mı geçtiğini
bilmiyordum. Tüm zaman algım yok olmuştu. En azından bulunduğum
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
112
durum ve karşımdaki manzara hiç değişmemişti. Gri, karmaşık,
laboratuarımsı bir odada, her yerim bağlı şekilde ayakta duruyordum.
Başımı oynatmaya çalıştım. Boynumdaki demir hâlâ oradaydı, ama o
kadar güçlü sıkmıyordu sanki. Ellerimi kıpırdattım. Bileklerim bağlıydı ama
tek hareketle iplik koparır gibi söküp attım. Serbest kalan ellerimle hemen
boynumdaki plakayı çıkardım. Sonra ağırlığımı öne verdim ve çıplak
bedenimi saran tüm bağlantılar tek tek koptu. Duvardan ayrılırken sırtımın
her noktasına hançer saplanıyormuş gibi bir acı duydum. Aslında bir şey
saplanmıyor, tam tersi saplanmış binlerce iğne sırt derimden çıkıyordu.
Arkamı döndüğümde, sırtımdan süzülen kanları umursamama
çalışarak, o Hint fakirlerinin yatağına benzeyen plakaya baktım. Buraya
getirildiğimden beri sırtıma saplı haldeki bir santimetre kadar
uzunluğundaki iğneler gri gri ışıldıyordu.
Elimi sırtıma değdirme dürtüme karşı koymaya çalışarak, buradan
nasıl çıkabileceğimi kestirmeye çalıştım. Odanın iki yanında karşılıklı iki kapı
vardı. İkisinin de üzerinde A4 boyutunda kâğıtlara yazılmış notlar asılıydı.
Birinde “Duş”, diğerinde “Çıkış” yazıyordu.
Gülümsedim. Anakan, ne istediğimi çok iyi biliyordu. Duş yazılı
kapıya doğru yürüdüm. Kendimi uykumu alamamış gibi hissediyordum
ama duş ona da iyi gelecekti. Sonra dışarı çıkıp…
Dışarı çıkıp dünyayı kurtaracaktım. Bu düşünce, hem kalp atışlarımı
hem de adımlarımı hızlandırdı. Flemis dışarıda bir yerde beni bekliyordu,
yani ölümü, yani cehennemi… Onu bekletmek bana yakışmazdı.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
113
Kapıyı açtım ve fayans kaplı banyoya girdim. Kapının arkasındaki
askıda bir havlu ve giyecekler asılıydı. Bir sorun daha çözülmüş oluyordu
böylece.
Lavabonun üzerindeki aynaya umursamadan duş bölmesine
gidecektim ki ayaklarım adeta yere çivilendi. Bir tuhaflık vardı.
Aynadaki ben değildim!
5
Artık saçlarım vardı! Yüzüm estetik ameliyatla adam edilmiş halde
değil, gayet düzgün, pırıl pırıl, sert görünüşlü ve yakışıklıydı. Ellerimi
kendimi ikna etmek istercesine saçlarımda ve yüzümde gezdirdim
dakikalarca.
Kafamın koptuğunu hatırlıyordum ama boynumda en ufak bir dikiş
izi yoktu. Vücudum eskisi gibiydi, hatta çok daha formda göründü gözüme.
Sırtımdaki iğne izleri de iyileşmişti. Tabii deliklerden sızan kan duruyordu.
O da birazdan duş alırken geçip gidecekti. Sonra da yeni giysilerimi giyip,
yeni yüzümle dünyaya dönecektim.
Bunları düşünürken, aynanın önünde bir not olduğunu gördüm.
İkiye katlanmış ve aynanın çerçevesine sıkıştırılmıştı. Şöyle yazıyordu:
“Yeni yüzünü beğendiğini umuyorum. Düşmanı şaşırtman ve
dostunu daha kolay bulman için değişim şarttı. Bu arada içindeki
nanorobotlar halen kanında dolaşıyor. Bir süre, eskisinden daha çabuk
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
114
iyileşmeni sağlayacaklar. Ama ömürleri çok uzun değil. İşerken bir acı
duyarsan, artık yoklar demektir.”
Anakan’ı sevmiştim. Her gerektiğinde, yeterli bilgiyi açık ve net
şekilde veriyordu. Ne az, ne fazla.
Duş aldım, giyindim, bana bıraktığı görkemli kılıcı duvarda asılı
olduğu yerden aldım, kınını omzuma geçirdim ve “çıkış” yazılı kapıdan
çıktım.
Dışarıdaki manzara, görmeyi tahmin edebileceğim son şeyi
sunuyordu: Bir metro istasyonu. Işığın nereden geldiği belli olmasa da
aydınlık, hiçbir girişi, çıkışı, yürüyen merdiveni, durak tabelası olmayan; ray
yerine uzanıp giden tek bir siyah çubuğun olduğu, oldukça tuhaf, tuhaf
olduğu kadar ıssız, sessiz ve hatta ürkütücü bir yerdi burası.
Trenin gelmesini beklememe lüzum yoktu, çünkü görünüşe göre o
beni bekliyordu. Rayların üzerinde minibüs büyüklüğünde bir araçtı, tren
dediğim. İki tarafından iyice kısalana kadar açılmış bir kurşun kaleme
benziyordu şekli. Önüne ve arkasına iki koni eklenmiş birkaç metre
uzunluğunda bir silindirdi işte. Penceresi falan yoktu ama silindirin bana
dönük tarafında yuvarlak bir giriş yeri vardı, içeride de iki kişilik gri bir
koltuk.
“Ne oluyor lan!” dememe kalmadan ayağımın dibinde bir kâğıt daha
gördüm. Elime aldım ve Anakan’ın o akıcı, hatta hipnotize edici el yazısını
okumaya koyuldum.
“Bunun adı Doreon. Sizin dünyanızın metro araçlarından pek farkı
yok. İkisinin de amacı aynı: bir yerden bir yere ulaşımı sağlamak. İkisi de
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
115
yerin altında gidiyor. Tabii bu biraz daha derinde, o ayrı. Şimdi Doreon’a
binecek ve kendini rahat bırakacaksın. O ne yapacağını biliyor.”
6
Ben bu kadar rahat bir ulaşım aracını ne görmüş, ne duymuştum.
Yerime oturdum ve aracın altımda inanılmaz bir hızda ve inanılmaz bir
sarsılmazlıkla hareket etmesini izledim. Dışarıdan pencere yok demiştim,
ama içerideyken her yer pencere gibiydi. Taban hariç tüm açılar cam bile
yokmuşçasına net görünüyordu. On beş yirmi dakika diye tahmin ettiğim
bir süre boyunca yolculuk ettikten sonra Anakan’ın Doreon dediği araç
durdu. Şeffaf duvarlar grileşti ve yan tarafta yuvarlak kapı açıldı. Diğerinin
kopyası olan bir istasyona ayak bastım. İşlemelerle dolu duvarları birkaç
saniye hayranlıkla inceledikten sonra (önceki istasyonda onları fark
etmemiştim bile) Anakan’dan bir not bulmak amacıyla yere indirdim
gözlerimi.
Anakan yine şaşırtmadı beni. Aynı el yazısıyla bir not daha vardı.
“Şimdi yeryüzüne doğru uzunca bir yol yürüyeceksin. Tünelin
içindeki meşalelerden birini al ve onun ışığında ilerle. Yukarıda ne
yapacağın sana kalmış.”
Notu katlayıp pantolonumun cebine koydum ve tam karşımdaki
tünele ilerledim. Elime aldığım meşaleyle beklediğimden bile uzun sürecek
bir yolculuğa ilk adımımı attım.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
116
7
Uzun, sıkıcı ve hareketsiz yolculuk boyunca, düşüncelerimden yeni
bir duygu türedi: Öfke. Ben dâhil tüm robotları yok eden, muhtemelen
Koray ve Mehmet’i de diğer insanlar gibi öldüren, amacının ne olduğunu
bile kestiremediğim Flemis Permosi’ye duyduğum keskin öfke.
Bize yardım etmek için geldiğini söylemişti güya. Udel zihnine
dokunmuş ve yalan söylediğine dair bir belirti bulamamıştı. Ona hepimiz
güvenmiştik. Akdağ Sitesi’ni kale haline getirecek ve insan neslinin devamını
o kalenin içinde sağlayacaktık. Peki neden böyle bir şey yaptı Flemis? Baştan
beri planı bizi, dolayısıyla tüm insanlığı yok etmek miydi? Öyleyse Udel
neden anlayamamıştı bunu? Kendi zihninin okunmasını da engelleyebiliyor
muydu yoksa? En mantıklı açıklama buydu. Görmemizi istediği şeyleri
Udel’in öğrenmesine izin vermiş, gerisini saklamıştı.
Diğer ihtimal peki? Sonradan herkesi öldürmeye karar vermiş olma
ihtimali… Neden böyle bir şey yapsın ki? Hayır hayır, böyle bir ihtimal
olamaz. Baştan beri bizi kandırıyordu. Ama bunun nedenini öğreneceğim.
Ne pahasına olursa olsun. Sonra da kellesini uçurup o efendisi olduğu
alacakaranlık yaratıklarına yedireceğim.
Flemis ortadan kalkınca, Anakan’ın bahsettiği dostu, yani kalan son
insanı (veya insanları) bulacağım. Onu korumak için elimden ne geliyorsa
yapacağım. Nanorobotlar gidene kadar öldürebildiğim kadar yaratığı
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
117
öldüreceğim. Kara Güneş Vakası bitene, tüm yaratıklar cehennemin dibine
gidene kadar insanlığı ben koruyacağım.
8
Nanorobotlar, çabuk iyileştirmekle kalmıyor, en ufak bir yorgunluk
hissetmememi sağlıyorlardı. Belki saatlerce yürüdüm ama bedenim en ufak
bir şikâyette bulunmadı. Sonunda, sürekli olarak hafif bir eğimle tırmanan
tünel bittiğinde karşıma dimdik yukarı uzanan taş merdivenler çıktı. Tıpkı
bir yangın merdiveni gibi döne döne yükseliyordu ve geçiş yeri epey
daralmıştı. Klostrofobi sorunum olmadığı halde (hiçbir robotta yoktur
herhalde) kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum.
Basamaklar öyle uzadı ki, kendimi sonsuz uzunlukta bir kulenin
tepesine ulaşmaya çalışan bir silahşor gibi hayal etmekten alıkoyamadım.
Kulenin en tepesindeki sırra ulaşmak hayatımın amacıymış gibi.
Orada bir sır yerine bir kapak buldum. Merdivenlerin sonunda yukarı
doğru açılan taş bir kapak beni bekliyordu. Ağırdı, hem de çok ağır. Değil
normal bir insan, formsuz bir robotun bile kaldıramayacağı kadar ağırdı.
Büyük ihtimalle tonlarca ağırlığında bir kaya tarafından kapatılmıştı
merdivenler. İnsanlardan ve dolayısıyla yaratıklardan ölümüne gizlenmişti.
Anakan’ın bu kapağı nasıl açtığını merak ederek tüm gücümle ittirdim.
Boynumdaki ve şakaklarımdaki damarlar patlayacak gibi oldu, ama
sonunda birkaç santim kıpırdadı. Bir basamak çıktım ve biraz daha ittirdim.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
118
Gözlerim bile yerinden çıkacak gibiydi. Nasıl bir ağırlıkla karşı karşıyaydım
böyle!
Bir basamak daha…
Birkaç santim daha…
Bir basamak daha…
Birkaç santim daha…
Ve sonunda dışarıdaydım. Önce bir temiz hava dalgası geldi, hemen
üstüne boğucu bir toz bulutu. Kaldırdığım şeyin etrafından bir şeyler
dökülüyordu. Tepemdeki ağır şeyi bırakmadan kendimi koca deliğin dışına
attım.
Hâlâ kızıl bir alacakaranlık vardı gökyüzünde. Ne kadar zaman
geçmişti bilmiyordum ama Kara Güneş Vakası en ufak bir zayıflama
göstermemişti. Ayrıca inanılmaz kötü bir koku yayılmıştı. İnsan leşinin uzun
süre beklemesi sonucu oluşturduğu dayanılmaz koku…
Eğer burun denen organın, her türlü kötü kokuya kısa bir süre içinde
alışma huyu olmasaydı tünelden geri dönebilirdim.
Bu arada etraf tanıdık gibiydi. Üstümdeki ağır şeyi fırlatmak
üzereyken nerede olduğumun farkına vardım: Çemberlitaş.
Birkaç metre ötemde Çemberlitaş Tramvay Durağı terk edilmiş halde
duruyordu. Diğer tarafımda birkaç güvercinin hâlâ yiyecek aradığı küçük
meydan vardı… Hayır, hayır, bunlar güvercin değil, başı olmayan tuhaf bir
kuş türüydü. Eskiden burada beslenen güvercinlerin yerini almışlardı
anlaşılan. Meydanın ötesinde de arabaların kış uykusuna yattığı otopark
görünüyordu.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
119
Dışarı çıkmak için kaldırdığım şeyin ne olduğunu idrak etmem bir
soğuk duş etkisi yarattı. O an sırtımda koca Çemberlitaş’ı taşıyordum.
Bunun düşüncelerimde dile gelmesi büyüyü bozmuşçasına dengemi bir an
yitirdim ve binlerce yıllık sütun, otopark tarafına devrildi.
Düşerken çıkan gürültüyü duyacak, toz bulutunu görecek kimse
yoktu. Belki kimse beni Çemberlitaş’ı düşürmekle suçlayamayacaktı ama
yine de içim sızlamadı desem yalan olur.
Tozu solumamak için tramvay yolundan Beyazıt tarafına koştum.
Her yer çürümeye başlamış cesetlerle doluydu. Her on beş yirmi metrede
bir, yaratık cinsinden bir şey bana saldırmaya çalışıyor, dolayısıyla intihar
ediyordu.
Ölü insanları gördükçe öfkem büyüdü, öfkem büyüdükçe adımlarım
yavaşladı, yumruklarım sıkılaştı, kaşlarım çatıldı. Aklıma yapacak tek bir şey
geliyordu: Akdağ Sitesi’ne dönmek. Flemis’i bulmak için elimde başka
hiçbir şey yoktu. Ya hâlâ sitedeydi, ya da gittiği yere dair bir ipucu
bırakmıştı. Bırakmamışsa bile…
Tüm dünyayı aramam gerekse de bulacaktım onu.
O ölümsüzse ben de ölümsüzdüm.
O güçlüyse, ben de güçlüydüm.
O kaçarsa ben kovalayacaktım. Sırtımda taşıdığım Kuğu Kılıcı onun
kellesini uçuracaktı.
Beyazıt’ta boş bir tramvayın yanından geçip Laleli’ye doğru devam
ettim. Yürüyerek Akdağ’a ulaşmam saatlerimi hatta günlerimi alırdı. Daha
hızlı bir ulaşım şekli bulmalıydım ve en hızlı motorsuz taşıt bisikletti.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
120
Yakınlarda bisiklet satılan tek bir yer biliyordum: Aksaray Haşim
İşçan Geçidi. Tramvay yolundan devam edecek, Yusufpaşa’dan Eminönü
yönüne dönecektim. Haşim İşçan Geçidi’ne ulaşana kadar bir bisiklet
bulamazsam bile orada amacıma ulaşacaktım.
Hedefimi belirlediğim an, yorulmak bilmez bacaklarıma koşma emri
verdim.
9
Haşim İşçan Geçidi’ndeki tüm dükkânlar kapatılmış, kepenkleri
çekilmişti. Kara Güneş Vakası’nı gören esnaf hemen evlerine kaçışmış
olmalıydı. Kepenklerden birini tuttuğum gibi kâğıt gibi buruşturup attım.
Camı da kırıp içeriden kırmızı renkli bir Bianchi bisiklet aldım.
Vakit kaybetmeden, önce Yusufpaşa’ya, sonra Millet Caddesi
üzerinden Topkapı’ya çevirdim pedalları. E5’e çıkınca iyice hızlandım.
Cevizlibağ’dan Zeytinburnu’na yokuş aşağı maksimum hızla indim. İncirli’ye
çıkarken bisiklet zorlandı ama ben zorlanmadım. Avcılar’a ulaşmam bir
buçuk saat, Silivri’ye varmam iki buçuk saat, Akdağ Sitesi’ne ulaşmam üç
saat civarı sürdü.
Orada hem Flemis Permosi’yi, hem de son insanı buldum.
BÖLÜM SEKİZ
SON İNSAN, SON ROBOT,
SON UMUT
1
Rugor, bu dünyayı gittikçe daha çok seviyordu. Buradaki hiçbir
mekân eski dünyası gibi tekdüze değildi. Her kapıdan farklı şeyler çıkıyordu
ortaya. Kendisine benzeyen kimse kalmasa da güzeldi bu dünya.
Bir evin banyosunda kendini net bir şekilde görünce çok şaşırmıştı.
Suretini ya bir su birikintisinde ya da kendisine bakan bir yaratığın zihninde
görebilmişti o ana kadar. Oysa bu şey gerçekti. Kendisine erişmek isterken
birkaç ayna kırmıştı ama sonunda anlamıştı onun zahiri bir görüntü
olduğunu. İnsanların üzerindeki elbiselerin nasıl giyildiğini de öğrenmişti.
Evlerdeki gardıroplardan hoşuna giden şeyleri giyiyor, bir süre sonra sıkılıp
çıkarıyordu.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
122
Susayınca önce ne yapacağını şaşırmış, sonra her evde bulduğu
damacana denen su toplarını keşfetmişti. Üstlerinde bir delik vardı ve
oradan avucuna döküp istediği kadar içiyordu.
Canı yemek isteyince de emrindeki yaratıklardan birini çağırıyor,
elleriyle öldürüp yiyordu. Bu onun her zaman yaptığı şeydi zaten. Buradaki
hayvanları hatta insanları da denemişti ama hiçbirinin tadını beğenmemişti.
Her şeyi keşfetmeye çalışarak sürekli geziyordu Rugor. Burası yeni
evi olacaktı ve alışmaya çalışıyordu. Sadece insanlardan korkmuştu bu
dünyaya geldiğinden beri. Artık onlar da yoktu. Tüm yaratıklarına insan
soyunu tüketmeleri emrini vermişti sırf bu korkudan kurtulmak için.
İnsanları kontrol edememesi çok sinirini bozmuştu. Uyurken yanına
yaklaşıp kafasını kırsalar haberi olmayabilirdi. Bu fikir ona o kadar korkunç
geliyordu ki, uzun süre geceleri uyuyamamıştı. Neyse ki şimdi kendi
evindeymiş gibi hissediyordu uyurken. Yakında tamamen kendi evi
olacaktı.
Rugor her şeyi öğrenerek, keşfederek gezmeyi, gezerken de
yürümeyi severdi ama yorulduğunda durmayı sevmezdi. Altı ayaklı bir
yaratığını çağırır, üzerine biner, kendisini götürmesini emrederdi.
2
Onunla karşılaştığında Huma ismini verdiği bir altı ayaklının
üzerindeydi. Ağır ağır bir yokuşu tırmanıyordu. Etrafındaki yolda kalmış
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
123
arabalar yüzünden sürekli zikzak çiziyor olsa da şikâyeti yoktu. Karnı toktu,
uykusunu almıştı, tuvalet ihtiyacını yeni gidermişti.
Diğeri ise bir dört ayaklının üzerindeydi. Rugor’un dünyasının
yaratığı olmayan bir dört ayaklının üzerinde.
Karşı karşıya geldikleri an ikisi de durdu.
Rugor, tüm insanların yok olduğunu sanırken karşısında sapasağlam
bir adam görünce haliyle şaşırmıştı. Yaratıkları nasıl olmuş da onu es
geçmişlerdi ki? Nasıl olursa olsun kendi güvenliği için hemen yok
edilmeliydi. Zihni ile yakınlardaki tüm yaratıkları taradı. Bir kilometrelik
yarıçap içinde birkaç düzine güçlü yaratık hissetti. Hepsine derhal gelmeleri
emrini verdi.
Flemis Permosi, bu katliamdan bir insanın nasıl kurtulabildiğini
merak etti. Hatta görünüşe göre Alacakaranlık Efendileri’nden birini
kontrolü altına almış, üzerinde seyahat ediyordu. Karşısındakinin sıradan
bir insan olmadığı belliydi. Gözden kaçırdığı bir robot olabilir miydi? Hayır
hayır, öyle olsa Koray’ın veya Mehmet’in zihninden okurdu.
Dikkatli bakınca kemikli yüzüyle kendisine benzediğini fark etti.
Sakalları olmasa… Zihnine girdiğinde karanlık koca bir evren gördü. Dil
bilmiyordu bu adam, konuşmayı dahi bilmiyordu. Belki yüzlerce sene
yaşamıştı ama hemen hemen tüm yaşamı aynıydı. Küçük bir mağara gördü.
Soğuk havayı duyumsadı, buradakinden çok daha soğuğunu… Şu an
dünyayı fetheden yaratıkların sıradan bir hayat sürdüğünü fark etti. Tıpkı
bu dünyanın vahşi hayvanları gibi. Ve o dünyada hiç insan yoktu. Kendine
Rugor adını takmış bu adamdan başka… O an her şeyi idrak etti. Gerçek,
bir şimşek gibi vurdu kalbine. Rugor kendisiydi.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
124
3
Flemis, bu evrene ilk geldiği zamanları hatırladı. İlk yaptığı şeylerden
biri bu evrendeki kendisini bulmak olmuştu. Eğer kendisini bulursa hemen
öldürecek ve topladığı tüm ayköpeklerine el koyacaktı. Dünyayı ele
geçirmeyi planlarken, başka bir rakibe ihtiyacı yoktu. Çünkü, eğer buradaki
Flemis kendi eski haline benziyorsa, dünyayı kurtarmak için elinden ne
geliyorsa yapacaktı.
A Evreni’nde yaşadığı yere gitti. Orta Anadolu’nun bu en ıssız
mekânı Flemis’in hemen hemen her evrendeki mekânıydı. Ama burada
değil… En ufak bir ipucu dahi yoktu kendiyle ilgili.
Daha sonra geçmişiyle ilgili mekânları kontrol ederek, kendiyle ilgili
bilgi bulmaya çalıştı. 1860’da duvarını kazıdığı bir türbeye gitti, kazıma izini
bulamadı. Yıllarını geçirdiği köye gitti. Kendiyle ilgili tek bir ipucu yoktu.
Osmanlı arşivlerinden asker kaçaklarına dahi baktı ama tek bir veriye
ulaşamadı.
Bu evrende kendisiyle ilgili hiçbir şey olmaması şaşırtıcıydı, ama
imkânsız değildi. Daha annesinin karnında ölmüş olabilirdi. Annesi, o
doğmadan öldürülmüş olabilirdi. Çocukken düşüp kafasını kırmış olabilirdi.
Bir Osmanlı ailesi yerine bir Fransız ailesi tarafından evlat edinilmiş ve İkinci
Dünya Savaşı’nda Amerika’ya kaçmış olabilirdi. Her şey olabilirdi. Olasılıklar
sonsuzdu ve paralel evrenleri yaratan da olasılıklardı.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
125
Oysa şimdi görüyordu ki bunların hiçbiri doğru değildi. Kendisi
karşısındaydı. Rugor adında, tamamen vahşi bir adam olarak… Doğar
doğmaz bu evrenin o karanlık cebine kozmik bir hata sonucu düşmüş
olmalıydı. Belki de daha beşikteyken tesadüfen öğrenmişti evrenler arası
yolculuk yapmayı ve orada sıkışıp kalmıştı. Yine pek çok seçenek mevcuttu.
Mutlak gerçek şuydu ki, yaratıkların zihinlerini kontrol ederek şu ana kadar
hayatta kalmayı başarmıştı. Ve baştan beri korktuğu gibi şimdi
karşısındaydı. Her ne olursa olsun, yok edilmeliydi.
Flemis etrafta zihnine dokunabildiği tüm yaratıkları hissetmeye
çalıştı. Birkaç yüz metrelik bir yarıçapı kontrol edebiliyordu. Ve bunun
yeterli olduğunu düşünüyordu. Emrine karşılık verebilecek on kadar
yaratığa hemen buraya gelip Rugor’a saldırmaları emrini verdi. Onlar
başaramazsa altındaki ayköpeği rahat rahat hallederdi.
Birkaç saniye içinde çağırdığından çok daha fazla yaratık etraflarına
toplanmaya başlayınca Rugor’un gücünü küçümsemiş olduğunu fark etti.
Rugor, ömrü boyunca kendisinden çok daha fazla ihtiyaç duymuştu zihin
kontrolüne ve bu da onu çok daha güçlü kılıyordu. Belli ki menzili çok daha
genişti. Diğer dünyada, uyurken bile zihinleri kontrol altına almayı
öğrenmiş olmalıydı.
Ne kadar uğraşırsa uğraşsın yaratıkları kendi tarafına çekemeyecekti
Flemis. İşin kötüsü ayköpeği de Rugor’un etkisine girmek üzereydi.
Flemis, birden Rugor’un da kendi zihnini okumakta olduğunu fark
etti. Çünkü direk ayköpeğine yöneltmişti zihnini. Son anda ayköpeğinin
sırtından atladı. Bir saniye geç kalsa aniden doğrulan yaratığın sırtından
düşüp yere yapışacaktı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
126
Yere atlar atlamaz görünmez oldu ve bu hamle de Rugor’u şaşırttı.
“Hiç bunu denememiştin değil mi?” dedi Rugor’a, anlamayacağını
bile bile. Yaratıkların hepsinin üzerinden zihnini çekti Flemis. Orada
olduğunu hissetmemeleri gerekiyordu. Yoksa birine yem olacaktı.
Rugor şaşkın şaşkın etrafına bakmaktaydı. İlk defa kontrolün elinde
kaydığını hissediyordu. Yaratıkların hepsinin gözlerinden aynı anda bakıyor
ama rakibini göremiyordu. Kendi dünyasında çok uzun zamandır
yaşamadığı bir duyguya kapılmaktaydı: Panik.
Eğer o adamı öldüremezse bu dünyada en ufak bir huzur
duyamayacaktı. O an tam karşısında bir hareket görür gibi oldu. Sonra
hemen solunda. Deli gibi döndü soluna. Şimdi sağına geçmişti hareket. Bu
sefer sağa döndü. Uzun sakalları ter içinde kalmıştı. Sırtından da akıyordu
stres terleri.
4
“Şimdi durumu bir gözden geçirelim,” diye düşündü Flemis. “Senin
yaratıkların var, benim de görünmezliğim. Sen zihin okuyabiliyorsun ama
düşüncelerini perdeleyemiyorsun. Ben de zihin okuyorum, ayrıca
düşüncelerimi gizleyebiliyorum. Şimdi güzel bir soru geliyor: Sen mi daha
güçlüsün ben mi? Cevap basit: Ben.”
Flemis, yerde bulduğu bir sopayı iyice kavradı ve Rugor’a yaklaştı.
Sopa kafasına indiği anda, yaratıkların üzerindeki tüm etkisi de kaybolacak,
Flemis tekrar dünyanın hâkimi haline gelecekti.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
127
Tam karşısına geçti sopayla. Sonra sol tarafa saptı, arkadan indirmek
istiyordu sopayı. Rugor da tesadüfen sol tarafa dönünce sağına geçti bu
sefer. Ama Rugor da onu takip ediyormuşçasına sağa dönmüştü. Flemis,
sinirlenip sopayı adamın boynuna tüm gücüyle indirdi.
5
Rugor, gördüğü harekete göre sola ve sağa dönmüştü ama
karşısında hiçbir şey bulamamıştı. Tuhaf bir dalgalanma dışında.
Rugor zekiydi. Öteki dünyanın tehlikeleri onu zeki olmaya zorlamıştı.
Şimdi karşısındaki dalgalanmanın Flemis’in ta kendisi olduğunu anlaması
da şaşırtıcı değildi. Çünkü dikkatli bakınca havadaki dalgalanmanın
şeklinin, şapka çıkıntısı ile dahi Flemis’e ait olduğu anlaşılıyordu.
Ve şimdi tam karşısındaki dalgada yeni bir hareketlenme görüyordu.
Bir şeyi havaya kaldırır gibi. Rugor havaya uzanan tuhaf çıkıntının onu
öldüreceğini sezer sezmez kendini geriye çekti. Görünmez sopa burnunun
bir santim ötesinden geçerken oluşan hava akımı Rugor’u iki kere hapşırttı.
Bu arada Flemis şaşkınlık tuzağına düşmemiş, tekrar saldırıya
geçmişti. Sopayı tekrar savurdu ama bu kez Rugor kendini korumakla
kalmadı, sopayı tutup Flemis’in elinden çekti. Sopa Flemis’ten kurtulur
kurtulmaz tekrar görünür hale geldi. Rugor bir savaş çığlığı atarak, artık
sırrını çözdüğü Flemis’e saldırdı. Flemis geriye dönüp kaçmaya fırsat
bulamadan kafatasına inen sopanın etkisiyle şapkası uçtu. Sendeleyerek bir
iki adım attı, bayılacakken kendini zor tuttu. Ağzından kan tükürüp
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
128
Rugor’dan uzaklaşmaya çalıştı. Rugor ise cin gibi gözleriyle onun yerini
tekrar tespit etmeye çalışıyordu. Flemis zonklayan başından çok yaşamını
düşünmeye çalışarak adım adım uzaklaştı. Ama Rugor’un bir kozu daha
vardı.
6
Acı, Akdağ Sitesi tabelasının altından son hızla geçti. Sırtındaki
kılıcın ağırlığını da, saatlerdir pedal çeviren ayaklarının yorgunluğunu da
hissetmiyordu. Flemis Permosi’yi ve son insanı bulmaya odaklanmıştı.
Sitenin uzak köşesindeki, bir zamanlar kiraladığı eve doğru son hızla
çevirdi pedalları. Bu arada etrafa bakmayı da ihmal etmiyordu. Daha önce
bahçesinde ayköpeğini gördüğü evi fark etti. Flemis Permosi’nin Acı’nın
evinden önceki durağı orası olmalıydı. Belki de son insanın yaşadığı yer…
İçinden bir ses kontrol etmesi gerektiğini söylüyordu. Bisikletin arka
tekerleğini kaydırarak evin önünde durdu. Önce bahçe kapısından girdi,
sonra evin kapısını tek hareketle kırıp içeri daldı.
Ev boştu, ama bu yaz birileri tarafından kiralandığı belliydi. Bazı
eşyalar duruyordu. Sönmüş mumları görünce, Kara Güneş Vakası’ndan
hemen sonra birilerinin yaşadığını anladı. Ama herkes gibi yok olup
gitmişlerdi.
İçindeki ses bu kez yanıltmıştı onu. Hiçbir ipucu yoktu bu evde.
Tekrar dışarı çıktı ve bisiklete atlayıp kendi evine gitti. İçeri girdiğinde koca
bir moloz yığınıyla karşılaştı. Bir şey tavanı fena halde delmişti. Burayı son
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
129
gördüğünde içeride iki insan olduğunu hatırladı. Onlar ne haldeydi acaba?
Kim getirmişti onları? Flemis’in kurbanı mı olmuşlardı yoksa tavanı yıkan
şeyin akşam yemeği mi?
Belki hâlâ hayatta olan son insan onlardan biriydi, kim bilir.
7
Dize Elif Demirsoy, Akdağ Sitesi’ndeki evinde dalgın dalgın öğle
yemeğini yiyordu. Önceki gün yaptığı Spagetti’nin son tabağıydı yediği.
Son kullanma tarihi yaklaşan ketçapı üstüne boca etti ama eskiden çok
sevdiği bu lezzeti şu an pek umursamıyordu. Haftalardır bu şekilde yaşayıp
gidiyordu. Can sıkıntısı hiçbir ölçütle tarif edilemezdi. Flemis’in
kitapçılardan getirdiği kitapları ve dergileri okumaktan başka bir şey
yapamıyordu. Ne televizyon vardı, ne internet, ne sohbet edecek bir
arkadaş. Tamam, Flemis ona çok iyi bakıyordu ama hep aynı yüzü görmek,
hep aynı kişiyle konuşmak bir kadın için olabilecek en büyük işkencelerden
biriydi. Makyaj yapmıyordu artık, saçını bile yıkamaya üşeniyordu. Flemis’in
evlerden bulup getirdiği damacana içme sularından başka bir su kaynakları
da yoktu zaten.
Son zamanlarda bilim adamları en sağlıklı yaşamın mağara yaşamı
olduğunu söyleyip duruyorlardı. İşte o hesaba gelmişti durum. İstemese de
mağara hayatı yaşıyordu bu lüks yazlık evde.
Tam beş hafta olmuştu Kara Güneş Vakası insanlığın üzerine zehirli
bir battaniye gibi çökeli. Milyonlarca yıllık insan uygarlığı, bir gecede yok
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
130
olup gitmişti işte. Elif bunu düşündükçe sinirinden gülüyordu. Şaka gibiydi
bu durum. Tüm dinlerin yazdığı, Mayalar’ın öngördüğü, bin tane romana,
bin tane filme, bin tane şiire konu olmuş kıyametten kurtula kurtula o
kurtulmuştu. İnsan olduğu bile şüpheli bir adamla yalnız başına kalmıştı.
Tamam, Flemis onu hiçbir şeye zorlamıyordu; tamam, Flemis iyiydi, Murat’ı
bile kurtarmak için elinden geleni yapmıştı, her zaman nazikti, en ufak bir
kabalığını, en ufak bir öfkeli tutumunu görmemişti, hatta Elif’in delirme
aşamasına geldiği, sinir krizleri geçirdiği günlerde bile başını yaslayacak bir
dayanak olmuştu. Tuhaf bir şekilde, Elif’e huzur da veriyordu. Ama…
Tüm bunlara karşın, bir türlü engelleyemediği bir önsezi Flemis’ten
uzak durmasını söylüyordu. Dünyadaki tek çift olmalarına rağmen Elif
istemediği için ilişkiye dahi girmemişlerdi. Belki de bir gün Flemis’in
patlamasından korkuyordu. Bir akşam eve gelip “Yeter artık,” diyecek ve
ona zorla sahip olacaktı. Birkaç kez gözünün önüne gelmişti bu sahne.
Tabii bu düşünceyi hemen zihninden söküp atmıştı.
Makarnasının son lokmasını da midesine indirdi ve gözlerinden
süzülen yaşları silmeden pencereye gitti. Ve imkânsız olanı gördü.
Murat’ı. Kocasını.
8
Acı, sitenin içinde başıboş gezmeye başladı. Kendi evini baştan sona
aramış, Flemis’le ilgili bir ipucuna denk gelmemişti. Sitede başka bir evde
konaklıyor olabilirdi. Her şey bu sitede başlamıştı ve bu sitede bitecekti.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
131
Öyle güçlü bir önseziydi ki bu, karşı koymaya kalkışmadı bile. Flemis gelene
kadar buradan ayrılmayacaktı.
Bir ışık, bir umut, bir dayanak bulmak için sitede gezerken elini
pantolonunun cebine attı. Sert bir şeye değdi eli. Kart gibi bir şeye. Bu şeyi
cebinden çıkarınca bir nüfus cüzdanı olduğunu gördü. Murat Arıkan adına
düzenlenmiş bir cüzdan. Üzerindeki resim, aynada gördüğü suratın
resmiydi.
“Bu ne şimdi?” diye düşünmesine kalmadan, cebinde bir de not
olduğunu fark etti. Neredeyse kahkaha atacaktı.
Anakan’ın el yazısını görünce hiç şaşırmadı.
“Yeni kimliğini fark ettin sanırım. Yüzünü aldığın adamın adı Murat
Arıkan. Onu sizin sitede ölü olarak buldum, beynindeki tüm anıları -
ölümünden kısa bir süre içinde anılar kaybolmaz- bir hafıza yongasına
yerleştirdim ve seninkine paralel olarak bağladım. Yani artık iki kişiliklisin.
Bu görevi tamamlaman için diğer yongaya geçip Murat haline gelmen
gerekiyor. Aslında bilmen gerekmiyor ama söyleyeyim. Murat olduktan
sonra dönüş yok, çünkü robot olduğundan da, hafıza yongası
meselesinden de bihaber olacaksın. Belki bir süre sonra yavaş yavaş
gerçeklere ulaşırsın ama emin ol, gelecek için Murat olman çok daha iyi.
Şimdi tek yapman gereken zihnini serbest bırakıp diğer yongaya geçişi
sağlamak. Yani sadece düşünmek ve istemek. Bu son notumdu, ben artık
yokum. Bir şey daha… Bu kâğıdı, okuduktan sonra yok et.”
Madem Anakan öyle istiyordu, yapacaktı. Acı, zaten hafızasını
silseler memnun olacak haldeydi. Fırsat ayağına gelmişti işte. İçini yakan
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
132
tüm ölümleri unutacaktı, Koray’ın, Mehmet’in, Udel’in öldüğünü
hatırlamayacaktı, sıradan bir insan haline gelecekti.
Gözlerini kapattı, zihninde tıpkı bir trenin makas değiştirmesi gibi
hafıza yongasına giden yolu değiştirdi. Gözünü açar açmaz yere yığıldı.
9
Rugor, Flemis’i kendi gözleriyle bulamıyor olabilirdi, ama etrafı saran
yaratıklarının gözleri her yere hükmetmesini sağlayacaktı. Kendininkileri
kapadı ve etrafındaki onlarca gözü birden açtı. Veriler bir anda öyle şiddetli
geldi ki bir an beynini patlayacakmış gibi hissetti. Kısa sürede alıştı ve
mekânı her açıdan görebilmenin tadını çıkardı. Arka arkaya iki yarasanın
birleşimini andıran bir yaratıkla havadan gözlerken, etraftaki yılanımsı,
atımsı, ayımsı, akrebimsi ve bilumum çeşitte hayvanımsı varlığın gözleriyle
çevreyi taradı.
Ve onu sendeleyerek yürürken buldu. Yolun dışına çıkmış, kendini
binaların arasına atmaya çalışıyordu. Tabii ki Rugor’un her şeye hükmeden
ellerinden kurtulamayacaktı.
Yarasamsı yaratığı saldı üzerine. Hafif hafif dalgalanan hava akımına
doğru pençelerini açtı. Flemis durdu, arkasını döndü ve havadan saldıran
şeye doğru elini çaresizce kaldırdı.
[“Dur,”] diye bağırdı var gücüyle. Hem zihninden, her ses telleriyle.
Dur dediği sadece yaratık değil, ölüm, Azrail, bu dev aşk hikâyesinin sonu
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
133
olacak şeydi. Dur dediği Rugor’du, yani kendisiydi. Anladı ki, insan ne kadar
güçlü olursa olsun kendisinden güçlü olamıyordu.
10
Flemis, yıllar hatta asırlar süren ‘güçlerini fark etme’ aşamasında asla
atik ve saldırgan bir tutum izlememişti. Bu güçleri isteyip istemediğinden
bile emin değildi ki. Kullanması gerekmediği zamanlarda sandığa atılan bir
eşya gibiydi bu yetenekler. Zorunlu haller dışında, varlığını bile unutmaya
çalıştı. İnsanlara zarar vermek, dolayısıyla kendine zarar vermek, isteyeceği
son şeydi. Hele bir de varlığı anlaşılırsa… Amerika’nın, Rusya’nın, Çin’in
hatta belki de Türkiye’nin bilimsel deneylerde kullanacağı bir kobay
olacaktı. Onun yeteneklerini sonuna kadar zorlayacaklardı, belki bu kadar
uzun yaşamasının sırrını öğrenmek için dayanılmaz testlere tabi
tutacaklardı. Telepati’nin gizemini çözmek için beyninden parçalar
sökeceklerdi. Daha neler neler yapacaklardı…
Flemis, bunların olmasındansa yeteneklerini hiç kullanmamayı
yeğlerdi. Belki de bu yüzden her yeni yeteneğini fark etmesi yıllar
sürmüştü.
O ana kadar başına gelmemişti ama, hayati bir tehlike durumunda
özünde var olan farklı bir özellik açığa çıkabilir miydi? Bunun yanıtını X
Evreni’nde, Rugor denen bir Alacakaranlık Efendisi’nin saldığı uçan bir
yaratık tarafından parçalanmak üzereyken alacaktı. Cevap: Evetti.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
134
11
Flemis elini kaldırıp yaratığa tüm gücüyle “dur” dediğinde bunun
gerçekleşeceğine dair içinde en ufak bir umut yoktu. Üstelik bununla
zihinsel mesajın hiçbir alakası yoktu. Zihinsel etkinlik olarak Rugor’un çok
daha üstün olduğu aşikârdı. Ve uçan yaratık hâlâ onun etkisiyle Flemis’i
parçalamak için sabırsızlanıyordu. Oysa Flemis’in bir metre üzerinde
görünmez bir kalkan varmış gibi çırpınıp duruyordu sadece.
Flemis tuttuğu nefesi ağır ağır bıraktı ve çırpınan yaratığa şaşkınlıkla
baktı. Avucunda daha önce hiç yaşamadığı bir his vardı. Parmaklarının
ucunda bir kukla oynatıyormuş hissi…
Başparmağını çevirdi, yarasanın kanadı oynadı. Elini hafifçe geri
çekti, yaratık bir karış yaklaştı. Elini aniden ileri ittirince yaratık bir dev
tarafından Osmanlı tokadı atılmışçasına ileri uçtu. O an elindeki his
kayboldu. Yaratık yere çarpıp son nefesini vermişti.
“Telekinezi!” diye fısıldadı Flemis. Koca bir gülümseme, kemikli ve
zayıf yüzünü bir an olsun genişletti. Ama bu gülümseme, kafatasına yediği
sopa darbesinin acısını bir anda iki kat arttırdı.
Gidip Rugor’u paramparça etme isteğiyle birkaç adım attı, ama
sonra bunun ne kadar riskli olduğunu fark etti. Yeni özelliğini yüzlerce kere
denemeden böyle bir şeye kalkışmaması gerekirdi. Tecrübeyle sabitti ki, ilk
zamanlar bir kez olan şey, yüz kez denese de olmuyor, sonra tekrar bir kez
oluyordu. Yani istikrar için çok alıştırma yapmak gerekiyordu.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
135
Şu an önceliği, Rugor’un elinden kurtulmak ve kafasındaki ağrıyı
dindirecek bir şey bulmaktı. Geri döndü ve izini kaybettireceğini
düşündüğü binaların arasına doğru yola koyuldu.
12
Rugor hiçbir zaman bir şeye şaşırıp kalan bir adam olmamıştı. Kendi
dünyasında, gezdikçe o kadar tuhaf yaratıklarla karşılaşmıştı ki şaşırma
duygusu yavaş yavaş körelmişti. Flemis’in, gönderdiği yaratığı bir kukla gibi
alıp fırlatması şaşılacak şeydi ama Rugor’u amacından saptıracak, zaman
kaybettirecek ve Flemis’i elinden kaçırtacak kadar değil.
Flemis bile gücüne Rugor’dan daha fazla şaşırmış ve ona zaman
kazandırmıştı. Şimdi kendi yaratığını, yani ayköpeğini eski sahibi üzerinde
deneme zamanıydı.
[Saldır!]
Bu kadar kolaydı emir vermek. Flemis, ayköpeğine o kadar uzun
zaman bağlı kalmıştı ki zihinsel kontrolü elinde olmasa da içgüdüsel bir
şekilde Rugor’un ona bir emir verdiğini hissetti. Hemen arkasından gelen
yaratığın titreşimlerini hissetti asfaltta.
Ve arkasını bile dönemeden yenilmez yaratığın pençe darbesiyle
vücudundaki kemikler unufak oldu. Bir pelte gibi yere yığıldı ve gözlerinin
kararmasını, ruhunu bedeninden ayıracak meleğin gelmesini bekledi.
Kaburgaları ciğerlerine batmış, her nefesinde inanılmaz bir acı veriyordu.
Bacakları tuhaf bir biçimde bükülmüş, tabir-i caizse odun parçası gibi
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
136
kırılmışlardı. Sadece kolları sağlam gibi geliyordu Flemis’e. Onlar da bu
durumda bir işe yaramayacaklardı.
Ayköpeğinin tekrar saldırmasını bekledi hatta arzuladı. Bu fiziki acı
dinsindi artık. Dize’yi bile düşünecek durumda değildi. Flemis olmadan
yirmi dört saat sağ kalamayacaktı. Bütün dünya Rugor’un olacaktı. En
azından Kara Güneş Vakası sona erene kadar. Ki o zaman bile Rugor’un
geri döneceğinin garantisi yoktu.
Ayköpeği saldırmadı, kimse saldırmadı. Birkaç dakika geçti ve Rugor
tepesinde belirdi. Elinde kafatasını patlatmaya çalıştığı sopa vardı. Zihniyle
[ölüm] diye bağırıyordu adeta.
Flemis, kendini onun ellerine bırakmak, son bir darbeyle yok olup
gitmek isterdi. Hayır! Ona bu dünyayı teslim edemezdi. Kendisine yâr
olmayan dünya kimseye yâr olmayacaktı. Bu tükenmiş, bitmiş, ölmüş
haliyle bile elinden geleni yapacaktı.
Elinden geleni…
Zihniyle hiçbir şansı olmadığına göre tek şansı eliydi. Kolunu kaldırdı
ve Rugor’un göğsüne doğru tuttu.
Rugor sopayı kaldırdı.
Flemis yeni gücünün bir kez daha işe yaraması için dua etti.
Rugor sopaya güç verdi.
Flemis bedeninin, zihninin tüm gücünü eline verdi.
Rugor sopayı indirdi.
Flemis, parmaklarının ucundaki elektriklenmeyi hissetti. Parmakları
birer ipe bağlıymış gibiydi. Ve bu ipler Rugor’un kalbine bağlıydı. Adeta
görebiliyordu ipleri.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
137
Rugor sopayı Flemis’in görünmeyen kafasına yönlendirdi.
Flemis ipleri tüm gücüyle kendine doğru çekti.
Rugor sopayı indiremeden ileri doğru çekildi. Sol kaburgası aniden
ağrıdı. Flemis’e baktı. Görünür olmuştu, gülümsüyordu ve elinde kanlı bir
kalp tutuyordu.
Rugor, Flemis’in üzerine yüklü bir çuval gibi düştü. Flemis, ikizini
üzerinden atıp rahatlamış bir şekilde kendini bıraktı. Artık huzurlu bir
şekilde ölebilirdi. Dize’yle öteki dünyada buluşmaktan başka bir isteği
yoktu.
Gerçi yapabilse son kez bu dünyada görmek isterdi tek aşkını. Son
bir kez yanında olabilseydi keşke. Onun kucağında ölseydi… Şimdi bir kuş
onu alıp sevgilisinin kucağına götürseydi…
13
Murat Arıkan müthiş bir çığlıkla sıçradı ve gözlerini kızıl
alacakaranlığa açtı. Demek ölümden sonrası da kızıl oluyordu, demek
cehennem böyle bir karanlıktan ibaretti.
Bir Anka kuşunun pençesinden betona düştüğünü hatırlıyordu en
son. Yere çarpmış mıydı, çarpmamış mıydı emin değildi. Uyandığı an ölü
olduğuna emindi, ama şimdi ondan da emin olamıyordu, çünkü bulunduğu
oda oldukça sıradan duruyordu.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
138
İçeri giren güzel kadını gördüğünde aslında cennette olabileceğini
düşündü. Karısı, sevgilisi, aşkı, her şeyi Elif iki gözü iki çeşme ama
mutluluktan uçarak geliyordu yanına.
Öyle sert sarıldı ki yarı yarıya doğrulmuş kocasına, kaburgalarının
kırılacağını sandı Murat.
“Yaşıyorsun, ölmemişsin, aşkım, canım, bitanem,” diye sıralıyordu
sevgi sözcüklerini Elif. Sarılıyor, ayrılıyor, sonra tekrar sarılıyordu. Murat
başta şaşırsa da karşılık vermeden edemiyordu. Dudakları defalarca birleşip
ayrıldı o dakika içinde.
“Buradayım işte, öldüğümü nereden çıkarttın?” dedi Murat.
“Ama cesedin gözümün önündeydi. Koca bir kuş tavanı delip
götürdü seni. Sonra da Flemis…”
“Flemis mi?”
“Evet, Flemis’in köpeklerinden biri senin cesedini getirdi.”
“Tamam, ben de hatırlıyorum bir kuş tarafından kaçırıldığımı. Hatta
kuş beni yüksekten yere fırlattı. Ama sonra bir şekilde kurtulmuş
olmalıyım.”
“Sonrasını hatırlamıyor musun?”
“Aslında hayır, ama bunun ne önemi var. Buradayım işte.”
“Senin için ne kadar ağladım biliyor musun… Kendimi kaybettim,
çıldırdım adeta.”
“Tamam canım, geçti artık,” diye teselli etmeye çalıştı Murat.
“Seni kapının önünde gördüm. Bir kâğıdı yırtıyordun delicesine.
Sonra gözünü kapattın ve yere yığıldın. Sırtında da ağır bir kılıç vardı.”
“Kılıç mı?”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
139
“Evet, kapının yanında. Getireyim mi?”
“Dur dur ben bakarım.”
Ayağa kalktı. Kalkar kalkmaz mesanesinin fena halde dolu olduğunu
hissetti.
“Ama önce bir tuvalete gitmem lazım,” dedi sırıtarak.
Hayatının en zor çişi olacağını nereden bilebilirdi ki? Murat, tuvalete
girerken karmakarışık düşüncelerle başı dönüyordu. Elif’in dediğine göre
bir süredir ortada yoktu. Ve Flemis denen adam -ki her zaman bir şüphe
duymuştu onunla ilgili- ona sahte bir ceset göstermişti. Şimdi sırtında bir
kılıçla çıkagelmiş ve kapının önünde bayılıvermişti. Bulmacada bir parça
eksikti ve onu bulmadan olayları çözmek imkânsızdı.
“Dur bakalım, elbet anlarız neler döndüğünü,” diye fısıldadı
pantolonunun fermuarını indirirken. O an bu pantolonun kendisine ait
olmadığını fark etti. Gerçi, bunca sırrın içinde ufak bir ayrıntıydı. Üstündeki
gömlek de kendisine ait değildi ayrıca.
Çişinin daha ilk damlasında dayanılması güç bir acı saplandı
kasıklarına. O ilk damla çıkar çıkmaz rahatladı. Ne olduğuna anlam
verememiş ama acısı geçtiği için rahatlamışken birkaç saniye içinde aynı
şey tekrar oldu. Sidiği tıkandı ve onu iki büklüm eden bir acı duydu. Neyse
ki bu da birkaç saniye sürdü. Bundan sonrakiler işkenceden farksızdı. Beş
dakika içinde belki on beş yirmi kere aynı şeyi yaşadı. Sonunda işi
bittiğinde gözleri kızarmış, acıyla birkaç damla gözyaşı dökmüştü. Musluğu
açtığından bir tıs sesinden başka bir şey gelmedi. Küvetin hemen yanındaki
yarısı dolu damacanayı görünce suların uzun zamandır kesik olduğunu
anladı. Damacanadaki suyu yüzüne çırpıp havluda kurulandı ve dışarı çıktı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
140
Ve gördüğü manzarayla şok oldu.
Flemis Permosi, az önce kendisinin baygın yattığı yerde, karısının
kucağına yaslanmıştı. Ve Elif onun saçını okşayarak ağlıyordu.
14
“Öldü,” dedi Murat’ı görür görmez. “Beni korumak için her şeyi yaptı
ve şimdi belki de ben zarar görmeyeyim diye öldü.”
“Buraya… buraya nasıl gelmiş?” dedi Murat.
Elif gözleriyle kapıyı gösterdi. “Bir kuş getirdi onu. Kapıyı gagaladı, o
sırada ölmemişti daha. Paramparçaydı ama ölmemişti. Gözlerinde ışık vardı,
dudağı kıpırdıyordu. Ve son bir mesaj verdi bana zihniyle.
“Ne dedi?”
“Her şey senin içindi,” dedi.
Murat, içinde yükselen kıskançlığı hemen dindirdi. Böyle bir
durumda olacak şey değildi.
Eğer Elif şu an sağsa, bunda Flemis’in payı büyüktü. Niyetini
bilmiyordu ama sonuçta iyi bir şey yapmıştı.
“Onu buraya taşıdım,” dedi Elif hızlıca. “Ölmemesini söyledim ona.
Senin de burada olduğunu söyledim. O da şaşırdı biliyor musun…
Bakışlarında hissettim bunu. Kalp atışlarında. O yalancı değildi Murat. Senin
cesedini gerçekten sen sanıyordu.”
“Tamam canım, bırak hadi. Kendim gömeceğim onu. Usulü neyse
öyle. Senin için değerli olan kişi benim için de değerlidir.”
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
141
Elif, bir süre daha bırakmadı. Sonunda hıçkıra hıçkıra ayrıldı
‘koruyucusu’ndan.
Murat, Flemis’in kanlar içindeki cesedini dışarı çıkarırken kapının
önünde kılıcı gördü.
Açık mavi, kuğu şeklinde kabzası olan devasa bir kılıçtı. Acaba
nereden gelmişti ve ne işe yarayacaktı?
İKİ HAFTA SONRA
15
Güneş’in yeterli ısı verememesi sebebiyle Akdağ Sitesi’ni kaplayan
kar tabakası bir metreyi bulmuştu. Yeryüzündeki son insanlar olan Dize Elif
Demirsoy ve Murat Arıkan, bu zor şartlarda hayatta kalmaya çalışıyorlardı.
Sığınak olarak kullandıkları ev, dört tarafı diğer yazlıklar tarafından
korunmuş, site içinde hayatta kalmaya en müsait evdi. Nitekim etraftaki
evlerin birer set görevi görerek rüzgârı kapatması içerideki sıcaklığın daha
uzun süre devamlılığını sağlıyor, yaktıkları sobanın gereğinden fazla kömür
tüketmesini engelliyordu.
Murat, bir hafta kadar önce Silivri’nin köylerine gitmiş, evlerden
birinden bir soba söküp getirmiş, daha sonra bir kömür deposundan elli
torba kömürü siteye taşımıştı. Üstüne odun takviyesi yapmış ve böylece bir
süreliğine ısınma problemi hallolmuştu. Sonra yiyecek takviyesine gelmişti
sıra. Flemis’in daha önce tedarik ettikleri bitme noktasına gelince yiyecek
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
142
bulma işini yine Murat üstlendi. Sitenin bakkalı bunun için en uygun ve
yakın mekândı. Bulduğu tüm baklagil, makarna, konserve, hazır çorba gibi
yiyecekleri eve taşımıştı Murat. Su ihtiyaçlarını da yine sitedeki bir sucudan
damacana damacana eve su taşıyarak karşılıyorlardı. İçmek için de,
yıkanmak için de aynı suyu kullanıyorlardı.
Murat’ın bütün bu fizik gücü isteyen işleri kolayca ve görünürde hiç
yorulmadan halletmesine sadece karısı değil kendisi de şaşırıyordu. Ama
oldukça memnun oldukları bir şeyi sorgulamak huyları değildi. Murat’ın
sağ salim orada olması bile mucizeyken üstelik…
“Su ısındı mı hayatım?” dedi Elif mutfaktan. Bulaşık yıkıyordu.
“Isınmış canım, buhar çıkıyor,” dedi Murat salonda, sobanın
üzerindeki güğümü bir bakışla kontrol ederek.
Elif ellerini minik bir havluya kurulayarak içeri girdi. “Ben duşa
gireyim o zaman,” deyip güğümü kaldırdı.
Murat hemen ayaklanıp yardıma koştu. “Bırak canım, çok ağır bu.
Ben taşırım banyoya. Hem benim de bir duşa ihtiyacım var,” dedi göz
kırparak.
“Tamam yakışıklı, banyoda seni bekliyorum,” dedi Elif güğümü
kocasının güçlü -gerçekten güçlü- ellerine bırakıp seksi bir şekilde göz
kırparak. Odadan çıkarken son yaptığı hareket, toplu kızıl kestane saçlarını,
davetkârca açmak oldu.
Murat, karısına hayran bir şekilde bakarken ayağı sert bir şeye çarptı.
Soba ile çekyatın arasında duvara yaslı duran Kuğu Kılıcı’ndan başka bir şey
değildi bu. Kılıç şangırtıyla yere düştü. Murat kılıca bakarken az kaldın
güğümü de düşürecekti.
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
143
“Ulan senin de ne boka yaradığını anlayamadık ki!” diye sızlandı.
“Artık seni bir yere kaldırmanın zamanı geldi kılıç efendi,” deyip güğümü
tekrar sobaya koydu.
Heybetli kılıcı aldı. Açık mavi kabzasını iki eliyle kavradı. Karşısında
bir düşman varmış gibi salladı. Sonra tekrar indirdi ve banyoya yürüdü.
“Elif,” dedi kapıdan girerken, “şu kılıcı artık kal…”
Elif, küvete çırılçıplak uzanmış, işaret parmağıyla onu çağırıyordu.
Vücudu o kadar kusursuzdu ki Murat, yeni keşfediyormuş gibi sevgilisini
baştan sona süzmeden edemedi.
Murat, kılıcı kenara bırakıp, bu reddedilemez daveti kabul etmek
üzereydi ki gördüğü şeyle afalladı.
Küvetin kenarından yukarı tırmanmakta olan fare büyüklüğünde
siyah bir şey vardı. Uzun ve eklemli bacakları örümceği andırsa da, sekiz
değil beş bacağı vardı. Şekerpareyi andıran yuvarlak bedeninin üzerinde
parlak kırmızı bir topçuk görülüyordu. Dört bacağı birbirine eşit aralıklarla
uzanıyor; beşinci bacağı ise tırmanma yönünde uzanmış, havada
titreşiyordu. Yaratıkta bir baş-gövde ayrımı yoktu. Kırmızı topçuk yaratığın
sahip olduğu tek duyu organı olabilirdi. Bedeninin rengi o kadar parlak
siyahtı ki Murat yaratığa yakından bakarken kendi yansımasını gördü.
Böcek, adamın kendisine baktığını fark etmiş gibi kısa bir an
durakladı ama hemen sonra aniden hızlanarak Elif’in uzandığı küvetin
kenarına tırmandı. Elif Murat’ın nereye baktığını merak edip gözlerini
küvetin ayak tarafına çevirince böceği gördü ve tiz bir çığlıkla kendini
geriye attı. Genç kadın böcekten olabildiğince uzaklaşmak için elinden
geleni yaparken, yaratık arka bacaklarını germiş, kırmızı tek gözünü ve
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
144
beşinci uzun bacağını Elif’e doğrultmuştu. Böcek gergin ayaklarını aniden
gevşetince bir kurbağa edasıyla sıçradı. Bütün bunlar o kadar hızlı oluyordu
ki Murat henüz bir tepki verebilmiş değildi. Lakin o andan itibaren tuhaf bir
şekilde ya düşünceleri hızlanmış ya da zaman yavaşlamıştı, çünkü karısının
çığlığı arka plana çekilirken böceğin havadaki tüm manevralarını
görebiliyordu. Beyninin bir kısmı elindeki kılıcın varlığını idrak etmiş olacak
ki Murat onu bilinçsizce kaldırdı ve böcekle karısının arasındaki havayı
sertçe yardı. Bunu yaparken ne bir hesaplama yapmıştı ne de bilinçli bir
saldırı düşünmüştü. Ağır çekimde kılıç indi, böceğin gövdesinin tam
ortasını buldu ve kesip geçti.
Böcek ikiye bölünmüş şekilde küvetin ortasına düşerken etrafa
beyaz bir sıvı fışkırtmıştı. Sıçrayan sıvının birkaç damlası Murat’ın kazağına
geldi ve dehşet verici bir hızla dumanlar çıkararak eritmeye başladı. Murat
kılıcı yere atıp hemen kazağını çıkarmaya koyuldu.
“Elif iyi misin sen?” diye bağırıyordu bu sırada.
“İyiyim, iyiyim, bana gelmedi,” dedi Elif. Küvetin böceğin beyaz
kanıyla yavaş yavaş eriyişini seyrediyordu hayretle. Murat kazağını
çıkardıktan sonra kudretli kılıcın dahi aside değdirilmiş gibi çentik şeklinde
erimekte olduğunu gördü.
“Hayatımı kurtardın Murat,” dedi Elif dalgınca. Üşümüş gibi çıplak
bedenini kollarıyla sarmıştı. Küvetten titreyerek çıktı ve kocasına sıkı sıkı
sarıldı. Murat hâlâ ikiye bölünmüş böceğe bakıyordu. Üzerine binmiş bir
yük gibi bir türlü atamıyordu dehşet duygusunu. Ya zamanında müdahale
edemeseydi, ya elinde o kılıç olmasaydı? Ya ölseydi Elif?
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
145
“Canım içeri geç sen,” dedi karısına. Elif’in omzunda hafif hafif
ağladığını işitti. Titriyordu da. Bu kez gerçekten üşümüştü. Duvardaki beyaz
renkli havluya uzanıp karısının omuzlarını örttü. Murat’ın bir mimiğiyle
banyodan çıktı.
Murat, böceğin iki parça halinde düştüğü küvete bakmak için
eğilirken zihni hâlâ Elif’in ölmüş olabileceğiyle ilgili olasılıklarla uğraşıyordu.
Küvete son bir kez baktığına şükretti, çünkü örümcek tipli yaratığın
iki parçası hızla birbirine yaklaşıyordu. Birazdan tamamen birleşecek ve
tekrar üzerlerine saldıracaktı. Murat bir küfür mırıldanıp, böceğin asidiyle
üzerinde bir çentik daha oluşmuş Kuğu Kılıcı’nı eline aldı. İyi bir açı elde
etmek için bir bacağını küvete attı ve kılıcı böceği paramparça etmesi
umuduyla indirdi.
Kılıç indi ve böceğimsi yaratığı paramparça etti. Ama büyük bir
talihsizlik sonucu son anda beşinci bacağından Murat’ın yüzüne zehrini
fışkırttı yaratık. Murat, yüzü cehennem alevine tutulmuş gibi hissetti.
Gözleri dünyanın en sert şampuanı kaçmış gibi yandı. Kılıcı yere fırlatıp
bağıra çağıra elini yüzüne götürdü. Parmaklarının, yüzünde bulduğu şey
yanmakta olan bir ten değil, kafatası şeklinde sert ve metalik bir yüzey
oldu.
Murat ne olduğunu idrak edemeden yüzünü küvetin yanındaki su
dolu kovaya daldırdı. Şu an ne kadar oksijene ihtiyacı olursa olsun,
yüzündeki yangın dinmeden başını sudan çıkartmamaya kararlıydı.
“Murat, ne oldu?” dedi arkadan korku dolu bir kadın sesi. Adam,
yüzündeki acı biraz olsun dinince başını çıkardı ve görebildiğine
şükrederek gözlerini açtı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
146
“Yüzüme,” dedi karısına dönmeden, “asit fırlattı şerefsiz.” Deli gibi
nefes alıp verirken eliyle karısına çıkmasını işaret ediyordu. Önce kendisi
aynaya bakmalı ve ne olduğunu görmeliydi. Elif’in banyodan çıkarkenki
hafif ayak seslerini işittiğinde ayağa kalktı ve aynanın karşısına geçti.
Aynada, yer yer metalik gri iskeletin gözüktüğü kıpkırmızı, adeta
erimiş suratı görür görmez aklına tek bir sözcük çaktı: Haliç.
Aynadan gözünü ayıramadı, çünkü bu korkunç görüntüden çok
daha tuhaf bir şey oluyor, demir iskelet hızla kapanıyor, kırmızı yaralar
tekrar ten rengine dönüyordu. Aynaya iyice yaklaştı. “Koray,” dedi sanki
birisi kafasının içinden. Sonra “Acı.”
“Kuğu Kılıcı, Haliç, Koray, Acı, Terminatör, Udel, Haliç, Acımasız,
Koray, SwanSword, Mehmet, Acı, Vasilis, Kan Meleği, Anakan, Acı…”
Beyni kafatasını patlatıp dışarı çıkmak istiyormuş gibiydi şimdi.
Ellerini kulaklarına götürdü, iki büklüm oldu. Kafasını yere koydu ve
gözlerini olabildiğince sıkı kapattı. Gözlerinin önüne durumla çok alakasız
bir imaj geldi: Makas değiştirmek üzere olan bir tren. Ve kendisi makinistti.
Ya düz devam edecekti, ya da makas değiştirip diğer yola sapacaktı.
Hangisini seçmeliydi? Kafasındaki seslerin hepsi makası
değiştirmesini söylüyordu ama siyahî bir ihtiyar düz devam etmesini işaret
ediyordu. Eli makas değiştirmek için bir kola asılmıştı ve bunu yeni fark
ediyordu. Eğer yaşlı adamın sözünü dinleyecekse kolu bırakmalıydı. Ama
neden bu kadar ağırdı ki kolu?
Zihnindeki ihtiyar bir şeyler söylemeye çalışıyordu, ama
duyamıyordu Murat. Son anda bir fısıltı duydu ve bu fısıltı yetti. Elif,
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
147
diyordu ihtiyar ve ısrarla düz giden yolu gösteriyordu. Murat bu söz bir
sihirmiş gibi bıraktı kolu ve tren makas değiştirmeden devam etti.
“Murat! Murat, uyan! Kendine gel bir tanem!”
Murat silkindi, fayansa dayalı başını kaldırdı ve karısına baktı.
“Ne… ne oldu bana?”
“Kendinden geçmişsin. Bakayım yüzüne. Bembeyaz olmuş Murat.”
Murat ayağa fırladı ve aynaya koştu. Yüzü gerçekten bembeyazdı ve
yine Murat’ın yüzüydü. İnanamayarak dokundu ve derin bir nefes vererek
karısına döndü.
“Bir şey yapamamış örümcek,” dedi Elif. “Ödüm koptu, asit falan
deyince.”
Birbirlerine kenetlenmiş halde, az kalsın son insanın ölüm mekânı
haline gelecek banyodan çıktılar ve sobanın ateşiyle ısınmış odaya girdiler.
“Sana bir şey söylemem gerek,” dedi Elif.
“Söyle canım,” dedi Murat karısının güzel gözlerine bakarak.
“Ben galiba… hamileyim.”
16
Yerin bilinmeyen bir derinliğindeki yaşlı bir adam, aniden ‘yeniden
görebildiğini’ fark etti. Diken üstündeki ruh halini o an bırakıp özel
tütsülerinin yardımıyla yoğunlaştı. O an ne olduğunu görmeye çalıştı. Son
insanı ve son robotu görmeye… Kısa süre sonra gördü de. Son insan ve son
robot yan yana, dudak dudağa idiler ve son insanın içinde ‘son umut’ vardı.
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
148
Geleceğe baktı yaşlı adam. Ertesi gün hava daha aydınlık olacaktı,
bir dahaki gün daha da aydınlık ve sonraki gün eskisi gibi.
Bitkiler yeniden büyüyecek, hayvanlar yeniden belirecekti, insanlar
tekrar yayılacaktı dünyaya. Gözlerini açtı ve geleceğin destanını yazmaya
koyuldu Anakan. Bir kez daha…
SON
SONSÖZ
BELKİ BİLMEK İSTERSİNİZ
Bu, Kuğu Kılıcı Serisi’nin bitimine özel bir veda yazısı. Bu, şimdiye
kadar yazmış olduğum altmış civarındaki öykü ve kısa-romanlarım arasında
kurgusal anlamda en kaliteli iş olarak düşündüğüm serinin sona erdiğini
belirten bir gong sesi. Bu, eğer beğendiyseniz seri hakkında ve özellikle
Alacakaranlık Efendileri hakkında ‘belki bilmek istersiniz’ diye düşündüğüm
şeylerden oluşan bir tür kamera arkası.
Her şeyden önce teşekkür etmem gereken bazı kişiler ve gruplar var.
Yazar olarak sırasıyla Stephen King, Brian Aldiss ve Isaac Asimov’a, bana bu
seriyi yazmamda farkında olmasalar da katkıda bulundukları için teşekkür
ediyorum. King olmasa kitap okumaktan bile aciz olacaktım, Brian Aldiss
olmasa bilimkurgu evrenine ışınlanamayacak, Isaac Asimov olmasa bir
robot öyküsü düşünemeyecektim.
İkinci olarak Alacakaranlık Efendileri üzerinde çalışırken
kulaklığımdan yayılarak bana yazma enerjisi veren müziklerin yaratıcıları
var. İlk olarak Trans-Siberian Orchestra (Alacakaranlık Efendileri’nin aşk
hikâyesinin aklıma gelmesini sağlayan şey ‘Epiphany’ şarkısıdır. Beşiktaş’tan
Zincirlikuyu’ya doğru ağır ağır akan trafikte Epiphany dinlerken aklıma
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
150
gelmişti fikir.), World Painted Blood şarkısıyla adeta Alacakaranlık
Efendileri’ni tarif eden Slayer ve son olarak o tuhaf sesiyle ve süper
müziğiyle yazmak için her bilgisayar başına oturuşumda beni gaza getiren
U.D.O. grupları… İyi ki varsınız.
***
Alacakaranlık Efendileri, benim bu kadar çok ve çeşitli karakter
kullandığım ikinci işim oldu. Diğeri daha önce Xasiork’ta e-kitap olarak
yayınlanan “Karanlık ve Aydınlık”tı ve en az bunun kadar uzundu.
Buradan bir teşekkürü de SIFIR serisindeki ortağım Ozancan
Demirışık’a borçluyum, çünkü onun yarattığı bir karakteri, gerektiğinde
sevecenlikle, gerektiğinde hunharca kullandım. O karakterin adı Murat
Arıkan’dı. Gerçi sert Birim Sıfır ajanı, benim öykümde bir tarih öğretmenine
dönüştü ama olsun. Murat Arıkan, Murat Arıkan’dır. Dize Demirsoy’u da
eğer okuduysanız SIFIR serisinden tanıyor olmalısınız. O seride bir türlü
birleşemeyen iki ortak, bu sefer evlenmiş ve mutlu olmuş gözüküyorlar.
Yaşadıkları dünyada tek başlarına kalmış da olsalar.
Karakterlere girmişken Flemis Permosi’ye değinmemek olmaz.
Öyküler üstü bir karakter olduğunu daha önce bir yerde yazdığımı
hatırlıyorum ama burada da bahsetmek istedim. Flemis Permosi’yi benim
öykülerimi okuyanlar zaten biliyorlardır. Birim Sıfır Cilt 1’deki Aytılsımı
öyküsü tamamen onunla ve kudretli yaratıkları ayköpekleriyle ilgiliydi.
Daha sonra yayınlanacak olan SIFIR: Dört isimli kitapta da bir bölüm
Flemis’e ayrılmış durumda. Ve orada da göreceğiniz gibi Flemis’le Dize ayrı
Gökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan ŞahinGökcan Şahin
151
düşünülemiyor. Daha sonraki bölümlerde de bunu göreceksiniz. Evrenler
farklı da olsa bundan dolayı Kuğu Kılıcı serisi ile SIFIR serisi sıkı bağlarla
bağlanmış durumdalar. Eğer bu öyküyü sevdiyseniz ve SIFIR’dan haberiniz
yoksa kesinlikle tavsiye ederim, eminim onu da seveceksiniz.
Flemis Permosi ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için Aytılsımı’nın
sonsözüne göz atın derim. Ayrıca acaba sizce o kötü adam mıydı, yoksa
aşkı için sonsuz evrenlerden birini feda etmekten çekinmemiş bir kurban
mıydı? Biraz düşünün bence.
Ve yepyeni bir karakter. Alacakaranlık Efendileri’nin hem kötü adamı
hem de acınacak kadar yalnız karakteri Rugor. Şimdi bu cümleyi kurarken
aklıma King’in Kara Kule serisindeki Mordred geldi. Herkes tarafından terk
edilmiş, zavallı bir yaratıktı Mordred. İnsanda hem acıma duygusu
uyandırıyordu, hem tiksinti. Onun için de bizim için de en iyisi ölmesiydi
sanırım. Benzer bir durum Rugor için de geçerli. Ölümsüz ve hapsolduğu
dünyada yapayalnız, çaresiz bir mağara adamı. Kendi türünden milyonlarca
insanın yaşadığı dünyamıza adım atınca da şaşırıyor haliyle. Ve korkuyor.
Korktuğu için de yok olmalarını istiyor. İnsanlar onun için birer
hamamböceği gibi. Onların yanı başında olduğunu bilerek uykuya
dalamıyor. Garanti veririm siz de dalamazdınız.
Acı’yı ve robotları zaten Acımasız ve Kan Meleği öykülerinden
tanıyorsunuz. Acı, serinin baş aktörü olarak bu öyküde de iyi bir iş çıkardı
ama bambaşka birine dönüşerek kendi hayatını tamamen feda etti.
Gelecekte acaba geri dönebilir mi? Mesela yüz yıl sonra Dize yaşlanıp
öldüğünde o tek başına ne yapacak? Aslında kim olduğunu merak
etmeyecek mi?
Alacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık EfendileriAlacakaranlık Efendileri
152
Gelelim Anakan’a. Eminim okurken ‘damdan düşer gibi gelen’ bir
karakter olduğunu düşündünüz onun. İnanın bana, bu gerçek hayatta o
kadar sık oluyor ki, şaşırmanız bile gereksiz. Hayatınıza giren herhangi
birinin sizin öykünüzün geri kalanıyla hiç ilgisi olmayabiliyor. Ona neden
şaşırmıyorsunuz?
***
Artık veda etme zamanı geldi sanırım. Umarım gerçekten iyi vakit
geçirtebilmişimdir size. Okumaya devam. Tekrar görüşmek umuduyla…
YAZAR HAKKINDA
Gökcan Şahin, 3 Eylül 1988’de Sivas’ta doğdu. İlköğrenim ve liseyi
İstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve
Haberleşme Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal
bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi
duydu.
Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda
elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve inceleme
yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet
sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de
yayınlandı. Henüz bir roman bitirememiş olsa da;
en yakın zamanda kaleme alıp, yayınevlerinin
kapısını çalmayı düşünüyor.
Şu sıralar Ozancan Demirışık’la birlikte,
sekiz bölümden oluşacak ve iki buçuk ayda bir
‘Buzul Dünya’ adlı sanal yayınevi üzerinden
yayınlanmakta olan SIFIR adlı doğaüstü-polisiye serisini yazıyor.