25
eSKiyENi’nin tanıtım amaçlı bültenidir. Para ile satılmaz. Nisan 2011 / Sayı: 1

Mahalle Baskısı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Mahalle Baskısı

Citation preview

Page 1: Mahalle Baskısı

eSKiyENi’nin tanıtım amaçlı bültenidir. Para ile satılmaz.

Nisan 2011 / Sayı: 1

Page 2: Mahalle Baskısı

Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen Herkesin perde perde çekildiği bir akşam Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun Ağzında eriklerin aceleci tadı Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun. Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun. Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa Ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun.

Sakarya Caddesi’nde sarhoşlar Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar. Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun. Örseler acıyla düştüğü yeri Susarak büyüyen adamların sevgisi. Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun. İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını. Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam Yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun.

Sen bende, gözlerinin anne ışığıyla Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.

ŞÜKRÜ ERBAŞ

KOCAMAN BİRÇOCUĞUÖPÜYORSUN

Eski kabile yeni topraklara geleli iki yılı geçti. Bu iki yılda defalarca tadilat, sayısız konser gördük, birçok dost edindik, çok yorulduk, çok eğlendik. Önümüz bahar... Sakarya’nın en güzel zamanları başlıyor şimdi. Doğa gibi, toprak gibi, biz de yenileneceğiz, yayları gevşeteceğiz yaza girerken.

Bir süredir aklımızdaydı mahallemizle, dostlarımızla yazı üzerinden de bir şeyler paylaşmak. Nihayet toparlanabildik. Dergimize “MAHALLE BASKISI” dedik, sadece eSKiyENi’nin değil, mahallenin de postası olsun diye. İlk sayı için de “MAHALLE” temasını seçtik, en yakınımızdan başlayalım diye. Mahalle kavramı bize ne çağrıştırıyorsa kurcaladık. Mahalle baskısından girdik, anılardan çıktık, öyküler anlat-tık, eski mahallelerle yenileri karşılaştırdık, çocukluğumuza döndük, sinema, dizi sektörlerindeki mahallelerden bahset-tik, mahalle pazarlarını andık. Tema dışı olarak Ahibba ile ilgili müzik dosyası hazırladık, Oi va Voi ve Boikot ile söyleşi yaptık, biraz da güldük, eğlendik...

Velhasıl; sen, ben, bizim oğlan el yordamıyla çıktık yola. Ha-tamız çoktur elbet, sürç-i lisan affola.

Önümüzdeki ay “RENK”li alemlerde gezeceğiz. Destek veya fikir vermek, katkıda bulunmak [email protected] adresinden bize ulaşa-bilirsiniz.

Baskısız günler dileğiyle, mahalleye hoşgeldiniz…

Emel Aslan

eSKiyENi Kafe BarOrg. Tur. ve Tic. Ltd. Şti.

Sakarya Cad. İnkılâp Sok. No: 6/AKızılay - ANKARA

Tel: (0-312) 433 07 01

www.eskiyenibar.com

http://www.facebook.com/group.php?gid=57986518486 Editör: Emel AslanDüzelti: Ali SerdarKapak Fotoğrafı: Levent SongürTasarım: Deniz Karagül, Koray Özbey

Basım yeri: Primat AjansBağlar Cad. No: 15/15Kolej - ANKARA

Mahalli destek: Şükrü Erbaş,Kuvvet Yurdakul, Çağdaş Kocabıyık,Nazlı Kalkan, Murat Sevinç, Levent Öge, Pembe Akgün, Özlem Ersavaş,Tuncay Durmuş, Sertan Özer,Tunca Arıcan, Berna Bilgen Merhaba!

Page 3: Mahalle Baskısı

4

mah

alle

bas

kısı

Ku

vvet

Yu

rdak

ul

kuvv

etyu

rdak

ul@

yaho

o.co

m Kocatepe Mahallesi

Bir zamanlar Ankara’da Kocatepe Mahallesi’nde, çocuklar mutlu mesut yaşarlar, sabahtan akşama kadar oyunlar oynarlardı. Oyun-lar oynarlardı, çünkü o vakitler bir grup çocuğun dışarıda bir araya gelerek oyun oynaması henüz tarihe karışmamış, organ mafyası icat edilmemiş, “güvenlik” bir kalem olarak giderler arasına sokul-mamış, Atari sokakları boşaltmamış, Kızılırmak Sokak “Kocatepe Camisi çevre düzenlemesi” tarafından bir kolu kesilerek çolak bı-rakılmamıştı.

O vakitler Hatay Sokak’tan aşağı iki, üç katlı binalar huzurla iner, Selanik Caddesi Meşrutiyet’e güvenle kıvrılırdı. Kızılırmak Sokak, Bayındır Sokak’la mutlulukla birleşir, bu iki sokak el birliğiyle, ca-miye kadar uzanan, kocaman boş bir alanı meydana getirirlerdi. İşte bu boş alan, boşluğun ortasında ve orasında burasında ağaç-lar, en baba yiğidi dört katlı apartmanlar, o apartmanların çiçekli balkonları ve o balkonlardan eve dönmeye hiç de niyetli olmayan çocuklarını “Yemek oldu” ya da “Baban geldi” diyerek bıkmadan usanmadan çağıran anneleriyle Kocatepe Mahallesi, hani uzak-tan bakıldığında bir mahalleyi değil de, Şirinlerin köyünü ya da Asteriks’in yurdu Galya’yı hatırlatırdı.

İşte, o boş alanın bittiği yerde, Kocatepe Camisi’nin yakınlarında Apartman 80, Apartman 80’in bodrum katında annem ve babamla birlikte ben vardım. Kendi çapımda bir kahramandım. Pantolonun üstüne don giyip, annemin diktiği kırmızı pelerinimle Kocatepe Mahallesi semalarında uçardım. Sonra yayılırdı, birdenbire biz 20 çocuk pantolonlarımızın üstüne giydiğimiz donlar ve annelerimi-zin diktiği kırmızı pelerinlerimizle uçar, havada çarpışır, mahalleye düşerdik. Düşerken gülerdik.

KOCATEPEMAHALLESİÇOCUKLARI

5

Apartman 80’in Üstüne Düşen Minare

Ve o güzelim ağaçların arasından buldozerler mahalleye gir-meye başladı. Bir yerleri kazmaya, bir yerlere çakıl taşları yığmaya, bir yerlere iri taşlar dizmeye başladılar. Bir uğultu başladı. Durum ciddiydi. Evlerde yalnızca bu konu konuşu-luyordu. Kocatepe Mahallesi’nde bütün anneler bütün ba-balara aynı anda “Ne olacak?” diye soruyor, bütün babalar aynı anda iç geçiriyor ve çocuklarından televizyonun sesini açmasını istiyordu. Bütün çocuklar giderek yaklaşan derin bir kederi mi hissetmeye başlıyor, yoksa olup bitenin tuhaf heyecanıyla daha çok mu eğleniyor, birbirine karışıyordu. Uğultu sürüyordu.

Mahalledeki değişiklikler inanılmazdı, her şey sanki sırf çocukların oyunlarını daha gizemli hâle getirebilmesi için düzenleniyor gibiydi. Bir oraya bir buraya giden çakıl taşı havuzları, esrarengiz hendekler, kimi tünelimsi bölgeler or-taya çıkıp kayboluyorlardı. Saklambaçlar tadından oynan-mıyordu.

İşte o yıllarda her mahalle gibi sabahtan akşama kadar bütün çocukların oyunlar oynadığı, annelerin “Gel yemek oldu” ile “Gel baban geldi” diyerek pencerelerden seslen-diği Kocatepe Mahallesi’nde, ortasında boş bir alan, o ala-nın ortasında ve orasında burasında ağaçlar olan Kocate-pe Mahallesi’nde, Oğuz’un babası Emrah’ın babasına “Ne olacak Doğan Bey? Ev arıyor musunuz?” diye soruyor, tam o esnada Onur’un annesi, Damla’nın annesine “Mahkemesi varmış, bizi buradan çıkartamazlar” diyordu. Der demez bü-tün iş makineleri duruyordu. Mahalle bize kalıyor, uğultu diniyordu.

Bitmiyordu, biz kum tepelerinde tüf tüf savaşı yaparken Savaş’ın babası babama mahkemenin bittiğini, yıkımın devam edeceğini söylüyor, söyler söylemez iş makinele-ri çalışmaya başlıyordu. Emrah’ın annesi, Nigar Hanım, Burak’ın annesi ve giderek bütün anneler Apartman 80’in önündeki duvarın üstünde oturup, aynı anda birbirlerine “Ev kiraları nerede ne kadar?” konulu tartışmalar yapıyor, iş makineleri yer değiştiriyor, mahalleye yeni çukurlar açılı-yor, çakıl taşı tepeleri yerini başka taşların tepelerine bırakı-yordu. Sonra haber geliyor, inşaat duruyordu. Haber geliyor, inşaat başlıyordu.

5 sene sürdü…

Biz alışmıştık. Geliyorlar, duruyorlar, 6 ay sonra gidip biraz ilerde duruyorlardı. Her defasında rahatlıyorduk, her defa-sında sıkışıyorduk. Bir akşamüstü Kocatepe Camisi’nin mi-

Bütün oyunlar yayılırdı. Tüf tüf moda-sı başlar, bir ay herkes birbirine külah atar, kapak modası başlar, gazoz ka-pakları altından daha değerli hâle gelir, kar yağar, Bayındır Sokak’tan aşağı hep birlikte kayardık. Pazar sinemasının ar-dından 20 John Wayne birden dünyayı kurtarırdık. Yıkım Başlıyor

İşte biz Kocatepe Mahallesi’nde mutlu mesut yaşar, sabahtan akşama kadar oyunlar oynarken, haber geldi. “Kocate-pe Camisi çevre düzenlemesi yapılacak, bütün mahalle yıkılacak!” Yaşasın! Bu kadar mutluluk fazlaydı zaten.

Kocatepe Camisi Ankara’nın sembo-lü olacakmış. Ve fakat Ankara’nın her yerinden görünmüyormuş. Cami’nin önündeki bu gereksiz Şirinler mahalle-si ortadan kaldırılmalıymış. Sembolde bizim mahallenin ne işi varmış. Çıkar-tacaklarmış bizi, anlı şanlı bir çevre düzenlemesi yapacaklarmış. Yıkım baş-lıyormuş, biz bitiyormuşuz. Gidiyormu-şuz.

Keşke annemiz çağırsaydı, öyle dönsey-dik evimize…

Page 4: Mahalle Baskısı

6

mah

alle

bas

kısı

tün gün çalışmış olmanın gizli gururuyla uykuya da-lıyorduk. Hepimiz rüyamızda Süleyman’ın hazinesini buluyor, uyanır uyanmaz temiz birer hayal kırıklığına uğruyor, hiç oyalanmadan çıkıp, hazine aramaya başlı-yorduk. Bunca çocuğun, bunca çocuktan beklenmeyen bir disiplin içinde hazine arıyor olması, mahalledeki herkesin ilgisini çekmeye başlamıştı. Önceleri bu çaba-yı, çocuksu, sempatik ve elbette gelip geçici bulan bü-yüklerimiz giderek konuyla ilgilenmeye, bulduğumuz kimi parlak taşları birbirlerine göstermeye, bu hayale dâhil olmaya başladılar. Öyle ki, biz hazine ararken Apartman 80’in önündeki duvara oturup, onlara muh-temel bir hazinenin ipuçlarını göstermemizi bekleyen meraklı annelerin gözleri gözlerimdedir hâlâ.

Akşam olmuyordu artık. Babalar eve dönmüyordu. Ye-mek hazır değildi. Ya da bütün bunlar oluyordu da ha-ber değeri taşımıyordu. Kimse çağırmıyordu bizi. Plastik küreklerimizi taşıyamayacak kadar yorulup kendiliği-mizden dönüyorduk evlerimize. Zengin olmak için de-ğildi aradığımız hazine, hatta hazinenin bir alım gücü olduğundan bile haberdar değildik. Yeter ki yıkılmasın-dı mahallemiz. Yeter ki ayrılmayalımdı birbirimizden. Yeter ki çıkartmasınlardı bizi saklandığımız iyilikten. Ve her akşam her evde aynı soru “Buldunuz mu hazineyi?”, “Yok, daha bulamadık baba”, “Neyse üzülmeyin, yarın

narelerine baktığımda bir minarenin bizim apartmanın üstüne düşmekte olduğunu gördüm. Çılgınlar gibi eve koştum, gözyaş-ları içinde annemi dışarı çıkardım, apart-manın üstüne düşmekte olan minareyi gös-terdim. Annem gülmeye başladı. Meğerse bulut geçiyormuş öyle görünüyormuş. Belli ki bu gel gitler sinirlerimizi bozmuştu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı.

Kocatepe Mahallesi ÇocuklarıHazine Peşinde

Bir sepet dolusu çocuktuk. Savaş açtık. Bütün o makinelerin benzin depolarından şekerli su döktük. Lastiklerini indirdik. Ge-celeri buluşup, içimizde geceleyin dışarıda olmanın olağanüstü heyecanı, toplantılar yaptık. Taşları dağıttık, çukurları doldurduk. Kum tepelerini bozduk. Çok uğraştık. Belki biraz da biz geciktirmişizdir o yıkımı. Ama geciktirmişizdir sadece. Yoksa bir haber geliyor, başlıyordu makinelerin gürültüsü. Dibimizdeki canavar durmadan büyüyordu.

Bir akşam annem babama, “Her tarafı kazı-yorlar, buralarda bir tarihi eser çıksa inşaat durur dedi. İçimde bir “gong” sesi duydum. Ertesi gün mahallenin bütün çocukları, elimizde plastik kova ve küreklerle hazine aramaya başladık. “Tarihi eser”, nasıl oldu da “hazine”ye, o hazine nasıl oldu da “Sultan Süleyman’ın hazinesi”ne dönüştü bilemiyo-rum. Hazine avcılarının hüzünlü macerası böyle başladı.

Zaten mahallemiz haysiyetini çoktan kaybetmiş, orasına burasına açılan kimi hendekler marifetiyle ırzını pek çok kere-ler teslim etmişti. Biz her sabah işe giden büyüklerin ciddiyetiyle evden çıkıyor, bir hendeğe doluşuyor, düzenli olarak hazine arıyorduk. Durmadan kazıyor, sığdığımız sepeti derinleştiriyorduk. Akşam yorgun argın, toz toprak içinde eve dönüyor, bü-

Fotoğraflarda Kocatepe Camisi’nin çeşitli açılardan

görünemeyişi görülüyor

Ku

vvet

Yu

rdak

ul

kuvv

etyu

rdak

ul@

yaho

o.co

m

7

bulursunuz”.

Yarın da bulamadık.

Gönül, Apartmanı Yıkıyorlar

Yoktu işte, yoktu. Süleyman hazinesini bizim mahal-leye gömmemişti! Bıraktık biz de aramayı. Küstük Süleyman’a. Kimse konuyu açmadı bir daha. Giderek konu açacak kimse de kalmadı. Herkes taşınmaya baş-ladı. Senelerce sabahtan akşama kadar birlikte oyunlar oynamış, birlikte kim bilir kaç kez dünyayı kurtarmış arkadaşların, yüklenmekte olan bir kamyonun önünde son konuşmaları ne tuhaftır. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, her zamanki şeylerden bahsederler. Kamyon yük-lenir, hareket eder, son kez el sallarlar birbirlerine yarın görüşecekmiş gibi. Her gidenle bir karakter eksilir ço-cukluğun filminden.

Biz ise bir türlü ev bulamıyorduk. Apartmanda yalnız kalmıştık. Bir sabah olağanüstü bir gürültüyle uyandık. O anı hiç unutamam. Babam anneme “Gönül, apart-manı yıkıyorlar” dedi. Biz bodrum katındayken üstten yıkmaya başladılar Apartman 80’i. Sağ olsun Kocate-pe Camisi çevre düzenlemesi. Vince bağlanmış koca bir gülleyle vura vura yıkıyorlardı evimizi. Duvarların

her zerresinden dökülen bir şeylerin sesi geliyordu. Biz içerdeydik. Gülle vuruyordu. Nasıl olduysa birkaç saat içinde biz de ta-şındık. Ertesi gün, sözleşmişiz gibi, yakın çevreye taşınmış üç arkadaş, yıkılmakta olan Apartman 80’in önünde kendiliğinden buluştuk. Bir kum tepesinin arkasına sak-landık. Vinçlere, iş makinelerine ve bütün olup bitene bağırmaya, küfretme başladık: “Yapmayın ulan ayıptır, yapmayın be!” Çok ağladık.

Ve Şimdi

Bu gün herkese açıktır bu çevre düzenle-mesinin yaptıkları. Kızılırmak Sineması’nın önünden koca camiyi göremezsiniz. Bayın-dır Sokak’tan, Selanik Caddesi’nden, Hatay Sokak’tan, Mithatpaşa Caddesi’nden ve ca-minin dibinden bile camiyi göremezsiniz. Çevresine ördükleri utanç duvarları görün-mez hâle getirmiştir koca camiyi. Panto-lonlarının üstüne don giyip, kırmızı pele-rinleriyle uçamayanlar için yok olmuştur. O duvarlar, duvarlardaki tabelalar, otoparkı, mağazası, kebapçısı birleşip örtmüşlerdir Şirinlerin örtemediğini.

İşte sevgili okur, elindeki dergiyi çıkaran-lar Kocatepe Mahallesi’nin şimdiki çocuk-larıdır. Ve belki de bir sepet dolusu çocuk, ellerinde plastik kova ve küreklerle yola çıkmaktadır.

Page 5: Mahalle Baskısı

8

mah

alle

bas

kısı

Mahalle bugün, içinde yaşanılan ve ol-duğu şekliyle değil de, hatıralarda yer alan ve zihinde canlandırılan hâliyle resmedilen bir kavrama dönüşmüştür. Kuşkusuz, idari bir birim olarak varlığı-nı devam ettirmektedir, fakat en azın-dan orta sınıf için sosyal bir yapı olarak varlığının, geçerliliğini yitirmeye başla-dığı söylenebilir. Bunda değişip yenile-nen orta sınıfın ve onun yine değişen tüketim biçimlerinin payı büyüktür. Düşük gelirli kesimler için ise mahalle, bir örgütlenme biçimi olarak varlığını devam ettirmektedir. Örgütlenme dedi-ğime bakmayın, bu bilinçli bir tasarım değil, yoksulluğun dayattığı, pasif ve eylemsizlik içeren bir birliktelik hâlidir sadece. Mahalle kavramına atfedilen anlamların bu kesimler için devam et-mesinin en büyük sebebi, yoksulların yoksulluk tanımlarının, üretim ve tü-ketim zinciri içindeki işlevlerinin nere-deyse hiç değişmemesidir. Kendisi için yoksulluk kavramı ortadan kalkan birey ve ailelerde mahalle kavramının anlamı da çözülüvermektedir.

Aileden sonra gelen, sosyal bağları ifa-de eden güçlü bir kavram olarak ma-hallenin, sinema ve televizyon sektörü-müzde de bıkıp usanmadan işlenen bir tema olduğunu görüyoruz. 80 dönemi öncesi Yeşilçam sinemasında yansıtı-lan hâliyle mahalle bize oldukça tanı-dık gelecektir. Bu dönemdeki mahalle yaşayışı muhafazakâr, kısıtlayıcı ve yargılayıcı olduğu hâlde, bu özellikle-rinin ön plana çıkarıldığı yapımlara sık

rastlamayız. Daha ziyade rast geldiğimiz, yoksul olmaları-na rağmen mutlu, o dönemin siyasî olaylarından tamamen yalıtılmış, herkesin birbirini tanıdığı ve zor durumlarda birbirlerini kollayan vefakâr insanların toprağı olan bir ma-halledir. Bu birleştirici unsura yapılan vurgu 80 dönemi si-nemasında kaybolmaya başlar. Bunun en büyük sebebi bu dönemde Türkiye’nin içine girdiği değişim sürecidir. Yoksul daha da yoksullaşmış, orta sınıf da kendi içinde bölünmeye başlamıştır. Bununla birlikte büyük bir zihniyet değişimi de yaşanmıştır bu dönemde. Fırsatçıların, “işini bilenler”in dönemidir bu dönem artık. Türkiye insanının geçirdiği bu değişim kendine elbette sinemada da yer bulacaktır. Özel-likle Şener Şen, Kemal Sunal ve İlyas Salman gibi aktör-lerin başrollerinde yer aldığı filmlerde mahalle, değişen Türkiye’nin resmini yansıtmada başarıyla kullanılacaktır. Her durumda birbirini kollayan mahalleli yerine artık sa-kinlerinin yine yoksul olduğu, ama güce ve paraya tapan, fırsatçı özelliklerinin ön plana çıkarıldığı bir mahalleli figü-rü ortaya çıkmıştır. Bu filmlerdeki mahalle giderek yoksul-laşan ve geleneksel ahlâk anlayışından uzaklaşan insanları anlatmak üzere, dekor işleviyle kullanılmış, üzerine artı bir anlam yüklenmemiştir.

Günümüzde ise mahalle kavramı toptan bir dönüşüme uğ-ramıştır. Orta sınıfın ayrışması neredeyse tamamlanmış, küçük esnaf önemini yitirmiş, bir anlamda eski işlevini kaybetmiştir. Tüketim alışkanlıklarının değişimi ile birlikte esnafa veresiye yazdırma dönemi sona ermiş, bunun yerine taksitli alışveriş dönemi başlamıştır. Şehir merkezlerindeki mahalleler ticari merkezlere dönüşmüş, yerleşim yerleri ise her kesimden insan için şehrin dışına doğru taşınmaya baş-lamıştır. Mahallelerin gelir düzeyi açısından nispeten biraz daha heterojen yapısına nazaran, çok daha homojen yapılı yeni semtler oluşmuştur. Büyük alışveriş merkezlerini mer-kez alan, çoğunluğu güvenlikli sitelerin oluşturduğu bu yer-leşimler, yeniden şekillenen orta sınıfın yaşam alanlarına dönüşmüştür. Kısacası kapitalist tüketim biçimi değişmiş, mahallenin pratik işlevi kalmamıştır. Bu olgular öyle uzun

MAHALLENEREDE?

Çağ

daş

Ko

cab

ıyık

cagd

as.k

ocab

iyik

@ho

tmai

l.com

9

sürelerde değil, çok hızlı gerçekleşen değişimlerdir. Bu hızlı değişim içinde de, orta sınıf ayağını basacağı kavramı bul-makta gecikmez; yani nostaljiyi.

Bir orta-üst sınıf takıntısı olan nostalji kavramını tanımla-mak güç. Gerçek bir fiziksel rahatsızlığı tanımlamak üzere 17. yy.’da bir doktor tarafından üretilen bu kavram günü-müzde “geçmişe duyulan hüzün dolu özlem” anlamında kullanılıyor. Asla geri gelemeyecek, masalsı çocukluk gün-leri. Özellikle hayatının ilk gençlik dönemini aşmış, haya-tın daha çetin, mücadele dolu yüzü ile uğraşmak zorunda kalan kişilerin sarıldığı bu “eski güzel günler” kavramına senaristlerin de sarılmaması mümkün değildir. Bu sebeple, aynı “eski ramazanlar” gibi sürekli yeniden üretilen stan-dart bir nostalji aracı olarak mahalle, artık bir dönem sine-manın sahip olduğu işlevi üstlenen televizyon dizilerinde, sezon başına 3-4 farklı yapım ile karşımıza çıkmaktadır. Bu dizilerdeki mahalleler de eski Yeşilçam sinemasında sahip oldukları özelliklerin benzerlerini gösterirler. Bir başka de-yişle, diziler mahallenin bir sosyal baskı aracı olarak işlevini perdeleyip, birlik ve beraberlik gibi göze daha hoş görünen, korkunç bir kabus gibi bireyin üstüne çöken şehrin kaosu-nun ve onun aşıladığı tekinsizlik, yalnızlık ve umutsuzluk gibi yıpratıcı duygularının karşısına bir duvar örülebileceği-ni hissettiren, güvenlik duygusu aşılayan yönlerini ön pla-na çıkarmaktadırlar. Neredeyse memleketten soyutlanmış mekânlardır buralar: Ne adlî olayların yaşandığı yerlerdir bu mahalleler ne de hiçbir sakini bir gece yarısı baskınıyla derdest edilmiştir.

Oldukça zayıf olan insan hafızası için çocukluk, yani uzak geçmiş büyük boşluklarla doludur ve bu boşluklar nostalji-nin sağladığı hayaller ile doldurulmaktadır. Bugünün nos-taljik yapımlarıyla geçmişe giden bireyler de zaten mahal-leyi çocukluklarındaki gibi hatırlamaktadırlar. Yoksulluğun ve diğer problemlerin aynen bugün olduğu gibi yaşandığı geçmiş günlerde de, çocukluk ve ergenliğin kayıtsız, kendi dünyası üstüne kapalı hâli ile yaşanması, geçmişin gerçekçi

bir resminin bugün zihinde canlandı-rılamamasına neden olmaktadır. Dola-yısıyla aynı geçmiş herkesin kullanımı için bilinçli bir biçimde yaratılmaktadır.

Page 6: Mahalle Baskısı

10

mah

alle

bas

kısı

Eski Çetin’i özler olmuştuk. Yaptığı-mız yemekleri beğenmiyor, izlediği-miz filmleri eleştiriyor, söylediğimiz şarkılardan nefret ediyor, her yerde müzik terörü estiriyordu.

Bir keresinde Mahalle Milyonerleri Lokali’nde piyano başında Çetin’in “Manda yuva yapmış söğüt dalına” adlı eserini okuyordum. Şarkının te-siriyle kendimden geçmişim. O an Çetin’in kapıyı kırmasıyla piyanonun başına geçmesi bir oldu. Şuursuzca bağırıyordu. Bastonuyla piyanonun tuşlarına dokunan ellerimi dövüyor-du.

“Çalmayın bu şarkıyı! Çalmayın! Çal-mayın!”

“Gönül kapım açık çalmadan gir içe-ri.”

Başka çaremiz kalmamıştı. Sonunda Emel Sayın’ı kaçırmıştık. Emel Sa-yın bu şarkıyı söyleyince eski Çetin hemen geri geldi. Eski Çetin çok iyi niyetli bir adamdı. Mahalle milyoner-lerine sabır ve inceliklerinden ötürü kendini uzun zaman borçlu, bazen de suçlu hissetti. Sanatçı kimliğiyle sa-yemizde barıştığı için, yeni bir güfte yapacağını, güftesini tüm yukarıki ve aşağıki mahallelere ithaf edeceğini söyledi. Yapma dedik.

Dinletemedik.

Kar yağmamıştı henüz. Her mahallede bir milyoner var-dı. Tüm mahalle milyonerleri Salı akşamları Milyoner Lokal’de bir araya gelir mahalle baskısı yapardık. Rad-yoda Emel Sayın Elhan-ı Şita söylerdi. Her milyoner, mahallesini renkten renge boyayıp bir diğer mahallenin üzerine bastırırdı. Renkler birbirine karışırdı. Karafaki-den rakılarımızı koyar, ortaya çıkan ebruli baskıları sey-rederdik.

Çetin vardı bizim, aşağıki mahallenin milyoneri. Ayakla-rını ikinci katın penceresine asar, ayaklarıyla mahalleyi seyrederdi. Genellikle de evden çıkarken pencerede ası-lı unuturdu onları. İşte bundan mütevellit hep ayaksız gelirdi mahalle baskısına. Çok hassas ve kabiliyetli bir arkadaşımızdı. Pek anlamlı güfte ve besteleri vardı. Ve fakat sanatçı ruhu onu bitmek bilmez bir talihsizlikler silsilesinin peşinde sürükledi.

Mahallenin en güzel kızı Süslü Mürgân’a âşıktı Çetin. Kızın adını ‘Müjgân’ koymaya niyetlenmişler aslında, la-kin Mürgân doğduğu zaman, dönemin tek nüfus memu-runun başını kaşıyacak vakti olmadığı için kafasındaki ‘J’ harfini kaşıyamamış. ‘J’, ‘R’ nin altında saklı kalmış. Bu yüzden isminin içinde ‘J’ harfi geçen dönemin bütün çocuklarının ismi ‘R’ harfi ile kalakalmış. İşte Çetin’in talihsizliği Mürgân için yaptığı şarkıyla başladı. Bir gün kızın önünde diz çöküp “Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin...” diye serenadına başlayınca Mürgân bir ördeğe benzetildiği gerekçesiyle kırmızı çantasını Çetin’in kafasına gömdü.

“Gittiniz, gittiniz ey mürgân,Şimdi boş kaldı serteser yuvalar”

Çetin bu acı olayın tesiriyle kör oldu. Ve elem içinde yaptığı “Manda yuva yapmış söğüt dalına” adlı şarkısı tarihin en saçma şarkısı olarak kabul edilince içki ve ku-mara vurdu kendini. Çok asabi ve huysuz bir adam oldu.

HAZİN ŞARKI

Naz

lı K

alka

nna

zlik

alka

n8@

gmai

l.com

11

Yeşerecek bir dalımız kalmadı. Kimse bize her şeyin bu kadar hızlı olacağını söyle-memişti. Mutluluğumuzun bu kadar çabuk biteceğini bilseydik Milyoner Lokali’nde ya-şadığımız her merhaleyi sene gibi yaşardık, bilseydik şarkıyı Zeki Müren gibi her kelime-sinin, her hecesinin, her harfinin üzerine basa basa, ağzımızı aça aça, titreye titreye söyler-dik.

Bilemedik.

Emel Sayın’ı saldık. Milyoner Lokali tarumar oldu. Hepimiz evlerimize dağıldık.

Çetin’in ayakları pencerede asılı kaldı.

“Bizim mahalle aşağıki mahalleSizin mahalle yukarıki mahalleBizim mahalle goygoycu mahalleSizin mahalle yapıştır mahalle”

Şimdi talihin döndü Çetin!

Muazzam bir beste! Tılsımlı sözler! Hepimiz bu şarkının tesiriyle büyülenmiş gibi göbek atmaya başladık. Saadet sâri derler, anda her yanımıza bulaştı. Hemen bir saz ve söz grubu kurup hep birlikte şarkıyı ilden ile söylemeye başladık. Ben, Çetin, Emel Sayın, Fahriye Abla, Adile Tey-ze, Sarhoş Cemil, Elmalılı Hamdi, Keşanlı Ali, Kadırgalı Eşref, Şaban Oğlu Şaban.

Şarkıyı dinleyen her kulak bir daha dinlemek istedi, söyleyen her dil bir daha söylemek is-tedi, bir daha, bir daha...

Şarkının şöhreti her yanı sardı. Beste fevkalâdeydi. Fakat nakarat kısmının güftesi hiç anlaşılmıyordu. Bu yüzden şarkının es-rarına kapılan her kişi nakarat kısmını ken-di bildiği gibi söyledi. Hiç hesapta olmayan bu durum Çetin’in ve bizlerin hazin sonunu getirdi.

Umumi ve gereksiz işlerle ilgilenen Heyet-i Umumi Hezeyanat tarafından Çetin’in aleyhinde açılan davada ahalinin “Ultra prima kaçtı kovala, takatukaları kaçtı kovala” gibi manasız ve gereksiz bir söz dizisi içinde boğuşmasına sebebiyet vermek suçundan müebbet mahbusiye-tine karar kılındı.

Bir gecede mutluluğa paydos ettik.

Page 7: Mahalle Baskısı

12

mah

alle

bas

kısı

Bazı sözcükler, tarihler, günler, yüzler ya da nesneler, sı-radan anlamlarının ötesinde şeyler düşündürür insana. Muhtelif gerekçelerle. Biri, kimsenin bilmediği ve hiç bile-meyeceği bir anıyı hatırlatır; biri tamamen günlük yaşamı-nızı nasıl kurduğunuz ya da ideolojik yönelimdeki farklılık nedeniyle bambaşka çağrışımlar yapar; bir diğeriyse, bu kez herkese, anlamının ötesinde bir sıcaklık hissi verir. “Mahal-le”, galiba bu sonuncusuna denk düşer; tabii sonuna “li” eki-ni yapıştırmadığınız sürece.

Mahallenin her yaştan insana ama Türkiye’de özellikle otuz yaş ve üzerine anlattığı hikâye, mahallede yaşayan çocuk, genç ve yaşlıların olağanüstü hikâyeleri kadar çeşitli ve renklidir. Yıllar önce gösterilen ve aslında muadilleri de bulunan, üç ayrı yönetmen tarafından çekilmiş New York Öyküleri adlı bir filmin afişini anımsatır mahalle bana. Çok zarif bir apartman, her katın penceresinden süzülen ayrı renkte bir ışık, ışığın altında karakterler ve her birinin yüz ifadesi başka başka. Yüzlerde, benzemez yaşantılar. O apart-man bir mahalleydi. Çalıştığımız kurumlar, tercih ettiğimiz yemekhaneler, lokantalar, içilip sohbet edilen yerler, hem mekân hem de müdavimleriyle, birer mahalle. İnsanlar, şu ya da bu ölçüde sığındıkları pek çok mahallenin ferdi; yaşa-yanı, gözleyeni ve gözetleneni. Haliyle mahallenin, yalnızca bir ilçenin birkaç sokağından oluşan mekânsal bir tanım olmaktan öte anlamları var.

Ne hatırlatır mahalle denilen şey? Mesela bekçileri mi? Kahverengi üniforma içinde, ağzında düdük, eli kıçında bir aşağı bir yukarı yürüyen, polisten, her türlü güvenlik görev-lisinden farklı olarak insana “güvenlik” kaygısını hatırlat-

mayan adamlar. Ciddi bir olay karşısında çare-siz kalacağı her hâlinden belli, ama bir tek

kendisi bunun farkında değilmişçesi-ne sokaklarda afra tafrayla gezinen adamlar. Sanki mahalle kabadayıla-rını hatırlatıyorlardı; biraz saygı, bi-raz çekinme ve hepsi bu kadar. Ama mahalle artık bu insanları hatırlat-mıyor; yoklar. Başka “mahallerde” Amerikan şerifi kılıklı genç ve bir o kadar çaresiz insanlar sağlıyor güvenliği. Sırf bu nedenle “güven-lik”, insanlarda güvenlik kaygısı yaratıyor. Bekçi daha b i z d e n -

Mahallesi

Mu

rat

Sev

inç

mur

at.s

evin

c@po

litic

s.an

kara

.edu

.tr

.

ler ki ileride Tarkan’ı filan daha bilinçli dinleyebilsinler! Parklar konusuna hiç mi girmesek; çimenine basılmaz, çiçeği koparılmaz, güvenliği var, yani kız da “kesilemez”; ne yapacak peki mahalle o parkı. Parkın iyisi, mahallede olmayanı aslında: site parkları! Hepsinin kapısın-da bir sürü şerif, vatandaşların bir kıs-mını, onları kesmek için kuyruğa girmiş olan diğer şehirliden koruyor. Reklam-lardaki gibi: İskandinav ailesi ve ailenin bir ferdi olan köpekleri, arkada Atakule manzarası, hasır sepet ve mini kareli ör-tüleriyle yayılmış çimene piknik yapı-yor. Nasıl mutlular! Sanki bu memleketi bilmiyoruz; top yan örtüye kaçar, adamı bıçaklarlar! Riyakâr piknikçi İskandinav ailesi! Cami meselesi de biraz tehlikeli. Mahalle çocukları cumaya gidip en ar-kada durur, cemaat secdeye vardığında eğilmeyip seyreder, gülerdi; artık sıkar tabii. Hep birlikte secdeye!

Velhasıl, işte bu sayılanın hepsi mahal-ledir; hepsi olmayanlar da mahalle de-ğildir! Mahalle tüm bunları barındırdığı için, yalnızca ölçekle açıklanamayacak bir sıcaklık ve güven hissi veriyor insa-na. Henüz tam kapitalistleşmemiş bir sistemin, yeteri kadar çıkarcı olamamış insanlarının yaşadığı yer. Biraz korun-duğunu, biraz sahip çıkıldığını hissedi-yor insan, yalnızlık duygusu az da olsa hafifliyor. Bu hissi nasıl anlatmalı tam bilemiyorum, ama sanki “pide” kokusu var mahalle adı verilen yerde, on iki ay.

Yazının başında “li” ekinden söz edil-mişti ya, onu eklerseniz mahalleye, iş uzayıp çetrefilleşir. Mahalleden bağım-sız, “mahalleli” yalnızca güven duygusu vermiyor çünkü yanındakine; gözet-liyor, rahat bırakmıyor, gelene gidene karışıyor, dedikodu yapıyor ve günü gelince de, bir evden gencecik bedenler ölü ya da diri çıkarılırken, alkış tutuyor polise, penceresine bayrak asarken. O yüzden iyisi mi hiç eklemeyelim biz şu “li”yi!

Güven duygusu, samimiyet, korunma, sohbet, henüz tam olarak paragözleş-memek, biraz da kir pas; izlenme, gö-zetlenme, dedikodu vs… Yazının adında neden var diye soracak kal-dı mı?

13

di çünkü; güvenlikçi ise kapitalizmi çağrıştırıyor insana. Eve gelen mahalleden ağabeyimiz, bilmem kim amcanın oğlu tesisatçı ya da badanacı ile firma çalışanı üniformalı “yapı işçileri” arasındaki fark gibi. Ya da belki, ödediği fatu-rayı tahsil edeni görüp iki laf etmek isteyenlerle, otomatik ödeyenlerin birbirine benzememesi gibi. Biri mahalle ve o mahallede yaşayan şehirli; diğeri “kentli.” Zevzek okumuş-lar, güzelim şehrin adını da kent yaptılar ya… Bu da ayrı mesele! Bekçileri geçelim, onlar Arnavut kaldırımlı yollar-da kaldı, üzerlerine asfalt döktüler. Diğer karakterler; konu komşu, bakkal çakkal, okul mokul, park mark, cami mami… Kent olunca şehrin adı: ilki site sakini, ikincisi AVM, üçün-cüsü eğitim köyü, dördüncüsü dinlence alanı, sonuncusu ibadet yeri oldu. Hâl böyleyken, ilkiyle konuşamaz olduk. Selam bile vermiyor, geçtik hâl hatır sormayı. Diğerinde, veresiye kalmadı. Kalmayınca köşeden görüp tatlı tatlı kaç-manın da tadı yok; veresiye yerine kala kala “%50’ye varan” indirimlerle “max. 11 taksit” kaldı. Pazarlık bile yapılamıyor; ne fark kaldı çenesi kuvvetli ve tatlı dilli olanlarla nobran herifler arasında; hepsine 11 taksit: Yaşasın eşitlikçi düzen. Rahmetli babam İstanbul’da esnaf idi. Pazarlık yapanlar-la yaşadığı olağanüstü yaratıcı sohbetleri nasıl anlatmalı! Artık kent adı verilen şehirlerde insanlar arabalarına takı-lan parçayı dahi görmüyor; mahalle akü değiştirirdi; kent, akünün yerini bulamaz. Gelelim eskinin okulu şimdinin eğitim köyüne; hayatında hiç koyun görmemiş çocukların bulunduğu tuhaf bir köy. Mahallenin boş arsasında top oy-nayıp sırılsıklam gidilen, tozlu topraklı bahçesinde kızlarla, belki dokunabiliriz hayaliyle “kovalamaca” oynanan, mavi yakalıların çocuklarının en azından beş yıl beyaz yakay-la gelebildiği yer: okul. Yine var ama popüler değil, çünkü “Şekerim sınıflar çok kalabalık” ayrıca “İngilizceyi de pek öğretemiyorlar.” Ayrıca, “Bir sürü tuhaf ailenin çocuğu da geliyor”. Eh, “Bir tane çocuğumuz var, en iyisi olsun istiyo-ruz!” ya. Olsun bakalım. Mahalleden çıkınca çocuk, hayali de misketten “i-phone”a dönüştü tabii. Artık çoğunda var, ol-mayanlar da istiyor. Neden peki, bu gerzeklerin holdingi mi var? Ne oldu bir “bilyenin” peşinden koşanlara? Yine varlar da, diğerleriyle karşılaşmıyorlar, ne sitelerinde ne de diğer yerlerinde şehrin. Az daha unutuyordum: “mutlaka piyano ve kayak da öğrenmeli” çocuk; şart bu devirde. Nota bilsin-

Page 8: Mahalle Baskısı

14

mah

alle

bas

kısı

gün avare avare dolaşır, şarap parası bulduğunda içki küpüne düşer, karısını, çoluğunu çocuğunu döverdi bitmeyen öfkesiyle. Mahallenin gençlerinin arada toplanıp insanın az, Allah’ın bol olduğu kuytularda onu hizaya getirmesinin ne-deni buydu. Karı koca arasına girilmez, ama sabi sübyana göz yaşı döktüren af-fedilmezdi.

Dingin hayatımızda hepimiz mutluy-duk. Kimin siyah, kimin beyaz olduğu-nu bilmemiz hepimize mutlak bir gü-ven duygusu aşılıyor, gece karanlığında bile pusulamız hep kuzeyi gösteriyordu. Hiç sağa sola sapmadan akıp giden bir hayattan daha fazlası olup olmadığını merak etmiyorduk. Arada kafasını kal-dırıp acaba diye sormaya niyetlenenler gündelik hayatın bekçisi mahalleli tara-fından gördüğü kabustan uyanması için sertçe sarsılıyordu, o kadar. Mahallenin ruhunda grilere yer yoktu çünkü.

Sonra o çıkıp geldi. Siyahtı o da, beyaz-dı. Griydi, maviydi, sanki gökkuşağının renkleri yetmemiş, Tanrı’dan daha faz-lasını istemiş, Tanrı da ona insanoğlu-nun bilmediği, keşfedilmemiş renkleri bağışlamış gibiydi. Birinden az, birinden çok, ama hepsinden bir parça… Göz de-diğimiz ruh kapılarıyla bakmak müm-kün değildi ona, onu görmek istiyorsan daha fazlasını yapmalıydın. Işığı o ka-dar kuvvetliydi ki kapılarını ardına ka-dar açmazsan ona ulaşman mümkün değildi. Kadim bir büyünün etkisine gir-miş gibi, hipnotize olmuş gibi sıyrılmış-tım bilincimden, kurallardan, yasaklar-dan… Ve sonunda onunla bir olmuştum, artık onda hangi renkler varsa bende de aynıları vardı. Siyah beyaz insanların yaşadığı o mahallede Tanrı’nın kutsadı-ğı renklerle donanmış bizlere yer yoktu artık. Grinin bilinmezliğine bile taham-mülü olmayan insanlar arasında, gözün görmediği renkleri taşıyan bizler cüz-zam hastaları gibi lanetlenmiştik.

NÖBETÇİ

Şafak 26 ve hâlâ nöbetteyim. Şöyle ağız tadıyla bir şafak sıkıştırması bile yaşatmıyorlar insana buralarda. Başka yerlerdeki tertiplerim çoktan nöbetten düşürmüşlerdir kendilerini. Cezaevin-de asker olmanın en büyük zorluğu bu.

MAHKÛM

Midem hayattan ne kadar bulanıyorsa, sana o kadar aşığım. Seni dünya kadar seviyorum, demeliyim, çünkü seni dünya-dan nefret ettiğim kadar seviyorum.

Ziyan-Hakan Günday

Her sabah gün ağardığında insanlar yeni günü karşılamak için gözlerini açıyorlar. Bizlerin hayatında güneş ışığına yer yok belki ama yılların alışkanlığını bir çırpıda terk etmek zor. O yüzden her sabah genç mahkûmlar, ihtiyar mahkûmlar, zengin mahkûmlar, gariban mahkûmlar hep birlikte yeni günü selamlamak için açıyoruz gözlerimizi. Gardiyan İsmail bile çipil gözlerini açıyor, arsız arsız. Herkesin bir beklentisi var. Bir fabrikada işçiyken para meselesi yüzünden en yakın arkadaşını bıçaklayan Selim, genç karısını görmeyi bekliyor görüş gününde. Diğerlerinin alaycı gülüşlerine aldırmadan. Tarla meselesi yüzünden komşusunu vuran Ahmet Ağa af haberi bekliyor. Pişmanlığın gölgesi düşmüyor hiç yüzüne. Gardiyan İsmail’in derdi malum, o günkü cukkayı doğrult-manın peşinde.

Ben ne bekliyorum peki? Buraya düştüğüm günden beri, be-nim beklediğim hiç değişmedi. Ne af çıkması umrumda ne ziyaretçi gelmesi. Ben bunların çok ötesindeyim artık. Her sabah içimde bir umutla alıyorum parmaklıklı pencerenin içindeki yerimi. Bazen biraz gecikiyor, o zaman karanlıklara düşüyor gölgem, görünmez oluyorum. Bazen beklediğimden erken gösteriyor yüzünü, güneş o zaman açıyor benim için, o zaman aydınlanıp yeniden insan oluyorum. O gelene kadar bu esaret dünyasına adım atmama neden olan günahımla savaşıyorum. Zamanı geri akıtıp aldığım canı sahibine iade etmek istiyorum. Ta ki o gelinceye kadar… Onun rüzgarı alıp götürüyor bütün pişmanlıkları, dişlerimi sıkıp bir küfür gibi fısıldıyorum yeni güne, “Yine olsa yine yaparım, ilk sefe-rindeki kadar acımasız olurum üstelik, çiçek bahçelerinde gezinen asker postalları kadar sert olur adımlarım, dönüp geriye bakmam bile”

Sayısız penceren vardı bir bir kapattımBana dönesin diye bir bir kapattım

Göğe Bakma Durağı-Turgut Uyar

KADIN

Eski mahallemde barınamazdım artık. İnsanların parmak-larıyla gösterip “İşte o” diye birbirlerine fısıldamalarının günahını daha fazla taşıyamazdım boynumda. Oysa sever-dim oraları. Eski Türk filmlerindekine benzer siyah-beyaz bir hayatın hüküm sürdüğünü sanırdım gizliden gizliye. Aslında siyah beyaz olduğunu sandığım hayat değil, insan-lardı. Bembeyaz saçlarıyla geniş bahçeli bir evde, kedileriyle birlikte yaşayan Müşerref teyze beyaz bir insandı örneğin. Sanki hayatında hiç hata yapmamış gibi yaşar giderdi usul usul. Düğüne, cenazeye en önce o koşar, eksiği gediği o ka-patırdı, sutyeninde sakladığı bitmek bilmez kefen parasıy-la. Şarapçı Rıza siyahtı, Müşerref Teyze’nin aksine. Bütün

Leve

nt

Ög

eog

elev

ent@

gmai

l.com

PENCERE İÇİ MAHKÛMU

15

İçerde gün sayan mı mahkûm, yoksa elde silah nöbet kulübesinde gün sa-yan mı, karışıyor bir yerden sonra. Ba-zen 60’ını çoktan geride bıraktığı için kimsenin ilişmediği, bütün gün cezaevi bahçesindeki otla böcekle uğraşan mü-ebbet mahkûmu Arif mi özgür, yoksa ben mi, bilemiyorum. En azından onun elinde 4,5 kiloluk bir otomatik tüfek yok, ayağı beton yerine toprağa basıyor. Bu bile bir şeydir değil mi? Yukarıda nöbet kulübesinde olmanın avantajı caddeden geçen liseli kızları kesmekti eskiden. Rüzgarda uçuşan saçlarına ta-kılıp hayallere dalmak güzeldi. Yeniden sivil gibi hissetmenin yolu liseli kızların göğüslerine sıkı sıkı bastırdığı kitaplar-dan geçiyordu benim için. Yeni bölük komutanı geldiğinden beri nöbetçile-rin başlarını o tarafa çevirmesi yasak. Sözde nöbetçiyiz, ama yalnızca cezaevi duvarlarını izlemeye yetkiliyiz. Cezaevi duvarında neyi izleyeceğim ben? Şu bü-tün gün pencerenin içine tüneyen uğur-suz baykuşu mu? Henüz asker olmanın raconunu öğrenmediğim, ağzımdan tek bir küfrün bile çıkmadığı ilk günlerimde ne kadar garipsemiştim bu herifi? Bü-tün gün pencerenin içine oturup etrafı gözleyen bu şerefsize yazsalardı ya bü-tün nöbetleri, bizden daha hevesli görü-nüyordu nöbet tutmak konusunda. De-delerimden öğrendim sonra. Meğer bu puşt bir kadın sevmiş. Dediklerine göre kadın da bunu. Ama kadın evliymiş. Bizim baykuş çekmiş vurmuş adamı yol ortasında, kovboy filmlerindeki gibi aynı. Almışlar, şehrin ortasında kalmış bu eski cezaevine tıkmışlar herifi. Kadın da yolun karşısındaki eve taşınmış, tel örgülerin hemen arkasına. Bütün gün adam pencerenin içinde, kadın evin önünde, bakışır dururlar şimdi. Bakış-sınlar bakalım, bana ne, şafak demiş cart curt, bu saatten sonra bana nesi?

Page 9: Mahalle Baskısı

Emel

Asl

anm

ecuk

51@

hotm

ail.c

om

HİPNOZ

16

mah

alle

bas

kısı

“Hayat” nasıl da değişip duran, biçimsiz bir şey, hiç düşündün mü? Hayat bizim çevre-mizde olup bitenden ibaret, gaz bulutu gibi. Kendi hayatlarımızın kahramanıyız her birimiz. Hissettiklerimiz, üzüldüklerimiz, sevindiklerimiz, vicdan azabı çektikleri-miz, umursamadıklarımız, güldüklerimiz, kızdıklarımız, öğrendiklerimiz hayatımızı oluşturuyor. Aklımız ermeye başlamadan başlıyor hayatımız, ama geri dönüp baktığı-mızda sadece anılarımız ve onlardan neler öğrendiğimiz kalıyor elimizde.

Hayata alışmak, hayatı öğrenmek önemli bir süreç. Kademe kademe atlayarak gi-diyoruz, aynı bilgisayar oyunu gibi. Önce sesler çıkararak iletişim kurmayı, açsak, sıkıntılıysak, mutluysak belli etmeyi, sonra konuşmayı, sonra altımıza etmemeyi, on-dan sonra kendi kendimize beslenebilmeyi öğreniyoruz. Hayatta kalabilmek için hepsi, mecburuz. Hem bu daha ne ki, sadece baş-langıç... Daha sonra “sosyal hayat” denen şey çıkıyor karşımıza. Eh, evde ana-babayla el bebek gül bebek takılmak iyiydi değil mi? Ama bitti; artık sokağa kendi başına çıkma ve kendini dış dünyada var etme zamanı. Gerçek hayata hoş geldin:

İlkokul birdeyim. Yan komşumuzun oğlunu her sabah okula gitmeden önce merdivenler-den kaçmaya çalışırken yakalıyorum. Daha yeni taşındılar. Benden iki sınıf büyük. Anne-lerimiz okula birlikte gidelim istiyor. Ama o sabahları benimle karşılaşmamak için kaçı-yor. Galiba sebebini anladım. Ben her sabah okula gitmeden önce İstiklal Marşı’nın bir kıtasını daha ezberliyor ve sabahları okul yolunda öğrendiğim yere kadar ona okuyo-rum. Tam anlamıyla kafa s*kiyorum. Neyse

ki marşımız 10 kıtadan ibaret. Yoksa hiç arkadaş olamaz, duvarları yumruklayarak haberleşemez, kibrit kutularından telefon yapa-maz, kapılardan bacalardan zorla toplanıp evlere sokulamazdık.Önyargıyı yıkmak her zaman atomu parçalamak kadar zor olma-yabilir...

Yine ilkokul dönemi. Akşamüstleri arka bahçede oynuyoruz, anne-miz izin verirse. (Benim annem arada gıcıklık yapıyor gerçi, “Her gün çıkılacak diye bir şey yok, bugün de çıkma” diyor, Hülya Koçyiğit koşuşuyla yatağa atlayıp ağlıyorum). Mahallede bakkalımız, ka-sabımız, ayakkabıcımız olduğu gibi, bir de kırtasiyemiz var. Değişik plastik oyuncaklar da satıyorlar: ayağımızın çevresinde çevirdiği-miz halhal, ucundaki sopasından tutarak kendi çevremizde çevir-diğimiz, nefis akrobatik hareketler yaptığımız fırfır, uçurtma, topaç gibi şeyler… Bu adamlar oynamaya çıktığımızda bize bu oyuncak-lardan veriyorlar, biz akşama kadar oynuyoruz, akşam oyunumuz bitince götürüp geri veriyoruz. Katlayıp, yarın yine bize vermek üzere kenara koyuyorlar. Sapıklar desem, değil. Hiçbir sarkıntılıkla-rını görmedik Allah için. Reklam yapıyorlar desem, değil. Mahalle-nin bütün çocukları beleş oynuyor zaten. Geriye tek seçenek kalıyor, gerçekten çok şahane insanlar… İyilik yap, denize at, balık bilmezse çocuk bilir…

Ramazan ayı. Sadece Ramazan’da çıkan, adını şu anda bile bilme-diğim, değişik, kek gibi bir şey satılıyor fırında. Sokakta oynarken canımız çok çekiyor. Paraları birleştiriyoruz, şimdinin parasıyla 20 kuruş mu ne eksik kalıyor. Gidiyoruz, “Amca paramız bu” diyoruz, kabul etmiyor. Biz o kadar çocuk, elimiz böğrümüzde oyunumuza

17

geri dönüyoruz. Batıp gidiyor dükkân bir süre sonra. O kadar çocu-ğun ahına can mı dayanır?Küçük şeylere gereğinden çok önem verenlerin elinden küçük iş bile gelmeyebilir...

Apartmandan bir arkadaşımıza annesi balkondan sesleniyor. Ko-miğimize gidiyor bağırırkenki o telaffuzu. Gülüşüyoruz, dalga ge-çiyoruz arkasından. Bir, iki derken, duyuyor arkadaşımız gülüşme-lerimizi. Çok kızıyor bize. “Komik mi yani bu, ayıp değil mi annemle dalga geçmek?” diyor. Yerin dibine ışınlanıyoruz. Suratımın cayır cayır yandığını hissediyorum. Bizimkisi tam b*k yemek… Çok uzun sürmüyor neyse ki küskünlüğümüz, birkaç güne barışıyoruz, yine canciğer oluyoruz. Hatasız kul olmaz; pişman olmuşsam, hatamla sev beni…

İlk kez apartmandan bir arkadaşım taşınıyor. Başka bir mahalle-ye gideceklermiş, okula orada devam edecekmiş. Çok acayip hisler içindeyim. İçim kavruluyor bir yandan, boğazıma taş, gözlerime kum oturuyor. İçten içe biliyorum ki bir daha görüşemeyeceğiz. Bir taraftan da nasıl merak ediyorum anlatamam. Taşınmak nasıl bir şey acaba? Nereye gidecekler? Dünya buradan ibaret değil miydi? Demek başka yerlerde de çocuklar okula gidiyor, arkadaş ediniyor, sokakta oynayabiliyorlar ha? O mahallelerde nasıl bir hayat var?Beni öldürmeyen merak beni yollara vurur…

Bakkala gitmek, kâle alınmak, derdini anlatmak, alacağını alıp para üstünü unutmamak, yolda tanımadığın insanlara yüz ver-meden, kazasız belasız eve dönmek (sorumluluk almak); yeni arkadaşlar edinmek, kendini anlatabilmek, onları anlayabilmek (iletişim kurmak); oyunlar oynamak, yeteneklerini keşfetmek, beceremediklerinden utanmamak (kendine güvenmek); düşen ar-kadaşına yardım etmek, oyunu bilmeyene öğretmek, arkadaşını satmamak (dayanışmak); ağacın kopmuş dalını belki tutar diye toprağa dikmek, çocukların eziyet ettiği bir hayvanı ellerinden al-mak, doyurmak (doğa sevgisi); gece saklambacında üç buçuk ata ata sotelere saklanmak (korkuların üzerine gitmek); arkadaşının başı derde girince kaçmamak, birlik olmak, dayağı görünce kaç-mak (o kadar olur); annen çağırınca hemen gitmemek, sınırları zorlamak (isyan); ceza olarak ertesi gün evde cam önünde melül

melül oturmak (kabulleniş)… İşte biz bun-ları ilk kez sokağa çıktığımız, oynadığımız, büyüdüğümüz mahallede öğrendik… Öyle çaktırmadan öğrendik ki, öğrendiğimizi kendimiz bile fark etmedik.

Bizim yüzleştiğimiz ilk dünya, mahalle-mizdi. Mahalle, gerçek hayatın küçük bir modeliydi. Hayatla nasıl başa çıkacağımızı mahallemizden öğrendik. Bizim neslimiz çocukluğunda bilgisayar oyunu bilmez, biz ilkel bir kabileydik. Sokaklarda taşları, bil-yeleri, gazoz kapaklarını birbirine vura vura öğrendik oyun oynamayı. Bilgisayar oyun-larında “shift” ile yapılan duvar atlayışla-rını, biz kolumuzla yaptık. Yeni nesil, okul dışındaki sosyal hayatla bilgisayar başında tanışıyor artık. Arkadaşlarıyla msn’den, facebook’tan iletişim kuruyor. Online oyun-lar da oynuyor, kavga da ediyor, hayvan da besliyor, bitki de yetiştiriyor, liderliğini de ilan ediyor, arkadaşlarını korumaya da çalışıyor, yenmeye de... Annesinden yarım saat daha koparabilmek için tepiniyor. Biz bunları güvenli mahallemizde, bir o kadar da güvensiz sokaklarımızda yapardık; onlar güvenli evlerinde, bir o kadar da güvensiz sanal âlemlerde yapıyorlar. Hiç fark yok, ama çok fark var.

Mahallelerimiz bizim bilgisayar oyunları-mızdı, bizi hayata hazırlayan simülasyon-lardı. Biz ellerimizle dokunarak öğrendik. Yeni neslin mahallesi ise dijital. Ama şu anki dünyaya hangimiz daha iyi uyum sağ-lıyor, inan bilmiyorum…

Page 10: Mahalle Baskısı

18

mah

alle

bas

kısı

Elindeki ölü kuşa baktı. Öylece uzanmış-tı avucuna. Uyuyordu sanki. “Kuşlar da in-sanlar gibi mi uyur acaba? Gözlerine böyle şeffaf kapaklar mı iner yumduğunda?” diye düşündü. Tuhaf başı yana yatmıştı. Arada bir tekrar açtığı avucunda, telaşından çıkan rüzgârla, kuşun incecik tüyleri hareket edi-yordu. Mahallenin çocukları kapının önünde merakla onu bekliyordu.. ne de olsa ilk kez bir ölü görüyorlardı.

Ali İhsan ağabeyi öldürecekti o gece fa-şistler, ama onu yanık teni, uzun boyu ve kocaman ela gözleriyle hatırlayacaktı. Bir de bazı yaz geceleri, balkonlarının altına, duvar-lara yazı yazmak için geldiğini arkadaşlarıy-la. Silüetinden tanırdı. Birkaç kez göz göze gelecek kadar yakınlaşmışlardı ve o, küçük yaşına rağmen durumun saklanması gere-ken bir sır olduğunu anlamış, bakışmalarıyla “gizli bir anlaşma” yapmışlardı aralarında. Aralarındaki tek sır da bu değildi üstelik. Ali İhsan ağabey Gülbahar geline âşıktı, Gülba-har gelin de Ali İhsan ağabeye.

Fırsatını yakaladığı anda annesinin ya-nına gelirdi Gülbahar gelin. Annesine hiç sevmediği kocasından, kaynanasının eziyet-lerinden, kaynının tacizlerinden söz ederdi. Taciz... Bu da sırlarla dolu bir şeydi. Kötü bir şey, bilsen de ulu orta konuşulmaması gere-ken… Yaşlı, kambur, iğrenç mahalle bakkalı-nın çikolata vererek kız çocuklarına yaptığı bir şey.

Annesine, Ali İhsan ağabeye olan aşkını hiç anlattığını duymadı Gülbahar gelinin. Hiç söylemedi. Hiç kimseye. Bunu bir tek kendisi, Gülbahar gelin, bir de Ali İhsan ağabey biliyordu. Bu da bir sırdı aralarında. Bir gün bir mektup sıkıştırmıştı avucuna Ali İhsan ağabey, sonra Gülbahar. Hep sessiz anlaşmalar yapıyorlardı. Herkes kendi sırrına sahip çıkıyordu konuşmadan. Sonra o gece, kuşu buldukları günün, konserin olduğu, annesinin hastaneye kaldırıldığı günün ge-cesinde, Ali İhsan ağabey öldü.

Mahalleli o geceki konseri konuşuyordu. Livaneli ilk kez televizyonda konser vere-cekti. Tüm mahalle, faşistler bile akşamki konsere hazırlanıyordu. Ali İhsan ağabey kızkardeşi Hazal’a gömleğini ütülettiriyor, kadınlar yemeklerini, çamaşırlarını, temiz-liklerini erkenden bitirmeye uğraşıyor, bir araya geldikleri her dakika akşamki konser-den söz ediyor, televizyonu olan komşulara, “akşama çaya gelecekleri” haberini salıyor-lardı çocuklarıyla.

Ali İhsan ağabey beyaz gömleğini ve la-civert pantolonu giyinmiş sokaktan; arada bir Gülbahar’ın evinin balkonuna göz atarak, bir aşağı bir yukarı yürüyüp geçmişti o gün. Oysa Gülbahar gelin o saatlerde başka yer-deydi, fakat o bunu bilmiyordu.

Annesi akşam hastalanmış, haftalardır eve uğramayan babası dün gece de evde

olmadığı için mahallenin tek taksicisi Hayrettin amca, annesini hastaneye götürmüştü. Gece, inlemelerini duymuş, ışığı yaktığında yatağında doğrulmaya çalışan annesinin kırmızı bir kan gölünün ortasında oturduğunu görmüştü. Nedense o gece hiç korkmamış, sokağa çıkıp, arkadaki apartmanda oturan Hayrettin amcaların zi-lini çalmıştı. Mahallenin tek taksisine bindirilen annesi hastaneye yatırılmış, ertesi sabah, yıkamak için annesinin biriktirdiği dağ gibi çamaşırları yıkamaya ise Gülbahar gelin gönüllü olmuştu. Ellerinde çitileyerek, kanlı çarşafları kazanlarda, sodalı sularda kaynatarak yıkamıştı Gülbahar gelin.

Ali İhsan ağabeyle, sırtında beyaz gömleği, bacağında lacivert pantolonuyla bir aşağı bir yukarı yürürken ve kendisi bakkala ek-mek almaya gittiğinde karşılaşmışlardı. Tüm sırlarıyla, bembeyaz dişleri ve geniş ağzıyla gülümsemişti kendisine. Gülbahar gelinin kendilerinde olduğunu bilmeden, kaçamak bakışları arada bir bal-konda, geçip gitmişti yolun aşağısına doğru yeniden. Utanmasa ona dün gece olanları, Gülbahar gelinin nasıl da iyi bir insan olduğunu, ama bir o kadar da mutsuz olduğunu, sonra ona âşık olduğunu, tacize uğradığını, ailesinin bile ona sahip çıkmadığını, onu kaderine terk ettiklerini ve kendisinin Gülbahar gelin için çok üzüldüğünü, çocuk olmasına rağmen onu anlayıp, onun bu yasak aşkına hak verdiğini söyleyecekti. Utanmasa söyleyecekti.

Sıcacık avucunda hâlâ yatarken kuş ölüsü, çekmeceleri karıştırıp annesinin temizlik yapmak için yırttığı eski çarşaflardan beyaz bir bez parçasını aldı aceleyle. En beyazını, en temiz görünenini. Ne de olsa ölüye saygı gösterilmeliydi.

Dışarıdan mahallenin çocuklarının sesi geliyordu yer yer, hâlâ onu bekliyorlardı sokakta. Toprağı kazmak için somyanın altındaki sepeti çıkarıp içine baktı. Kimse görmeden keseri aldı sepetten. Hız-la, kaçar gibi çıktı evden.

Gülbahar gelin de böyle hızla çıkmış olmalıydı evden. Dar atmış olmalıydı canını sokağa. Kimseye bir şey söylemeden, söylese de bir şeylerin değişmeyeceğini bildiğinden. Herkesin kör, sağır, dilsiz olduğundan kendisine… Sessiz, ama acele çıkmıştır, belki de yalına-yak fırlamıştı sokağa.

Elinde derviş misali asasıyla, yeni bir macera aramak için dola-şırken etrafta, mahallenin çocukları sessizce onu takip etmişlerdi her zamanki gibi. O sırada önlerine çıkan kuşa da yine aynı sessizlik ve şaşkınlıkla bakakalmışlardı. Bir elinde asası diğerinde kuş, her nasılsa ölüme saygı duymayı öğrenmiş çocuklarla birlikte, mahal-lenin boş arsasına gömmeye karar verdiler kuşu. Bir cenaze töreni düzenleyeceklerdi. Daha önce hiç akıllarına gelmemişti, bu etrafı apartmanlarla, bahçeli evlerle, çocukların meyve çaldığı bahçelerle çevrili arsanın bir de mezarlık görevi göreceği.

Çerçiler gelirdi oraya, arsanın kenarındaki direğin çengeline ta-kıp kestikleri hayvanların etlerini parça parça satan kasaplar, genç-ler gelirdi; duvar diplerinde, taşlarda oturan, karşı apartmandaki sevgilileriyle bakışan, çocuklar gelirdi, sokak köpekleri, kediler… Düğünler, sünnetler yapılırdı orada, askere giden gençler uğurla-nırdı sonra, yeşil cemseleriyle jandarmalar gelirdi; mahallenin de-likanlılarını sıraya dizerlerdi o arsada. Gençlerin başları önlerine eğik, kendilerinin akranı olan, ama onlara bağırıp çağıran bu üni-formalı adamları dinlerlerdi. Kimi zaman tokat yerlerdi, çocuklar onları, olanları uzaktan izlerlerdi. Sevgililerinin uzaktan, apartman balkonlarından kendilerini gördüğünü düşünüp kıpkırmızı kesilir-lerdi eğdikleri için başlarını ve neredeyse kendi yaşlarındaki bir çocuktan tokat yedikleri için sinirden, utançtan. Mahallenin orta-sındaki arsa her şeydi, her yerdi, her mekân. Herkes sözleşmiş gibi, aynı toprağa, aynı ağaçlara, taşlara, yamalı yamalı ot öbeklerine, her seferinde başka bir mekânmışçasına muamele ederdi, o arsa türlü biçimler alırdı. Hapishane, düğün salonu, aş evi, futbol sahası, gösteri alanı ve daha neler. İşte şimdi bir kuşun mezarı olacaktı.

Beyaz bir taş aradı çocuklar. Kaymak taşı. Beyaz düz, pürüzsüz,

Pem

be

Akg

ün

kose

.pk@

gmai

l.com

Ölü Kuşlar Tarlası

19

uzunca bir taş; mezar taşlarına benzeme-liydi. Annesinin beyaz temizlik bezinden kefeni, toprağı kazmak için keserleri, kuşu gömmek içinse toprakları hazırdı. Yalnızca bir mezar taşına ihtiyaçları vardı.

Arsanın diğer ucundaki kahveden seslendi Ali İhsan ağabey; “Ne arıyorsunuz?” diye sor-du çocuklara. Yeni ütülenmiş beyaz gömleği güneşte parlıyordu. “Bembeyaz kaymak bir taş arıyoruz” dedi çocuklar. Sonra kuşu fark etti Ali İhsan ağabey; garip, acıya benzer bir şey yalayıp geçti yüzünü, gözlerine bir bulut indi. Anladı kaymak taşın neden arandığını.

“Olur böyle şeyler, yaşam kadar ölüm de gerçektir” dedi çocuklara. “Asıl mesele inan-dığı bir şey için ölmesi insanın. Ölümü göze alabilecek kadar bir şeyi sevmekte. Yani yü-rekte. Safsatalarla, boş şeylere inanmaktan bahsetmiyorum ama sizlere” derken sesini yükseltti bir yere bakarak. Arkalarını dönün-ce Cinci Hoca’yı gördü çocuklar.

Aksak ayağının üzerine basarak, şişe dibi gözlüklerini gözlerine sokacakmış gibi ite-rek, takkesini düzeltip, anlaşılmaz bir dilde, ama herkesin dua olduğunu zannettiği sırlı bir şeyler mırıldanarak uzaklaştı.

Cinci Hoca’dan mahalleli hem çok korkar hem de alaya almadan duramazdı onu. Kor-kularına karşı koymanın simgesi gibiydi ma-halleli için Cinci Hoca’yı alaya almak. Ne de olsa o, bir gün karısına kızıp, inme indirmişti öfkesiyle. Daha önce hiç görmedikleri ara-balar, mahalleliyle yaz akşamları gittikleri açık hava sinemasında izledikleri filmlerdeki gibi giyinmiş kadınlar gelip giderdi hocanın evine. Bazıları yıllardır gidip geliyordu. Suya bakıp insanın ezelden ebede başına ne gel-miş, ne gelecekmiş gördüğünü söylüyorlardı. Açıkça söylemeseler de korkuyorlardı ondan. En imansızı bile. Ondan bir tek mahallenin delisi Sema korkmazdı.

Cinci Hoca gibi sırlarla doluydu o da. Su-reti her şeye dönüşebiliyordu sanki. Bir an buhar olup uçuyor, sonra birden cisim olup önünüzde beliriyordu. Hele geceleri nereye gittiğini, nerede uyuduğunu kimse bilmezdi. Bazen günlerce ortada görünmezdi. Koca me-meleri, kısa boyu, uzun pazen eteği, yaz kış çıkarmadığı siyah boğazlı kazağıyla ve yıllar-dır ne su, ne de tarak görmüş saçlarıyla du-rup dururken karşısına çıkardı mahallelinin. Kendi kendine konuşur, soldan sağa, sağdan sola dönüp dururdu. Çığlıklar atardı birden. Çocuklara bağırmazdı, ama bazı adamlara bağırırdı, bir de Cinci Hoca’ya. “Cinci Hoca mı, Sema mı daha mübarek bir kişi belli de-ğil” derdi bazıları, çünkü her kim Sema’ya bir kötülük yapmaya kalksa, çok geçmeden ol-madık işler açılırdı başına. Bazıları kızlarına talip olan adamları götürüp dikerdi Sema’nın karşısına. Bağırırsa “Umu dunu kesmesini” söylerlerdi gönül rahatlığıyla.

Page 11: Mahalle Baskısı

Kaymak taşı bulamadılar. Yağmurdan, güneşten, rüzgârdan bi-çim değiştirmiş, iyice incelmiş, uzun bir kiremit parçasının da aynı işi görebileceğine karar verdiler.

Ölü kuşu yere serdiği beyaz örtünün üzerine bıraktı. Sonra top-rağı kazmaya başladı. Diğerleri sessizce seyrediyordu. Keseri her vuruşunda yıllardır üzerinde oynadıkları tarlanın başka bir yüzüyle karşılaştı. Üzerinde çimlerin, otların, baharda papatyaların bittiği, kimi zaman çamura bulandıkları toprak ayak diriyordu bağrında yer açmamak için. “Bu kadar sert olmasa, onca insanın yükünü taşır mıydı bunca yıl?” diye düşündü. Yerde yatan kuşun ölüsüne bir kez daha baktı. İlk buldukları andaki gibi görünmüyordu artık. Sanki her saniye günler, haftalar geçmişçesine değiştirip, dönüştür-müştü kuşun cansız bedenini. Tüyleri daha bir yapışmıştı derisine, zayıflamış, ufalmış, artık daha bir ölüye benzemişti.

Çocuklardan biri sorun çıkardı durup dururken. Keseri istedi, ar-tık o kazacaktı ölü kuşun mezarını ve o gömecekti. İnat etti. Çekiş-tirme sırasında başında bir acı hissetti inatlaşan çocuk. Elini acıyan yere koydu, inleyerek çekip parmaklarına baktı, hiçbir şey yoktu. Sonra yüzünden aşağıya doğru bir sıcaklık indi, hızla yüzünü yala-yarak aşağıya, oradan vücuduna ve toprağa düştü. Kan herkesi sus-turdu. İnatlaşan çocuk ağlamaya başladı. Uluyarak, çığlıklar atarak gruptan ayrıldı. Annesinin adını haykırdı birkaç kez, birkaç çocuk ardından gitti. Apartmanların olduğu yönde bir yerlerde gözden kayboldular. Kalanlarsa şaşkındılar! Suskun birbirlerine baktılar.

Elindeki suç aletini yere bıraktı. Toprak, ağlayan çocuğun kızgın annesi yanlarına gelene kadar kazmaya ve daha derin bir çukur açmaya izin verecekmiş gibi görünmüyordu. Bunu artık biliyordu. Kuşu aceleyle beyaz beze sardı, çukurumsu boşluğa bıraktı, üzerini toprakla örttü, ama yetmedi, iyice kapatmadı ölünün üzerini. Taşı sapladı mezarın başına; diğerleri öylece seyrediyorlardı yaptıklarını.

Sonra aceleyle ayağa kalktı. Hep birlikte ellerini açtılar. Hepsi kendi bildiği duayı okudu, ağızları kıpır kıpırdı..O ise bildiği tek du-ayı, Fatiha’yı okudu.. Bir an aralarında henüz küçük olanları, oku-ma yazma bilmeyenleri düşündü. Onların neler okuduğunu, neler söylediğini düşündü ellerini açınca. Sonra mahalledeki camiyi, caminin imamı hakkında yayılan efsaneleri… Korkudan kaç yazdır sabahları akranları camiye giderken kendisinin gitmediğini, ayak dirediğini.

Silkelendi, bir titreme geldi geçti; “Şeytan yokladı” derler ya, işte öyle. Ağlayan çocuğu, öfkeli annesini, delilikleriyle ünlü ağabeyi Seyit’i düşündü. Onlar gelmeden, onlara görünmeden ara sokaklar-dan eve dönmesi gerektiğini.

Duaları bittiğinde, bir sırrı paylaşırcasına, sessizce farklı yön-lere dağıldı çocuklar. Yolda yürürken diğerlerinin gözünde korkak durumuna düşmenin acısını hissediyordu yüreğinde. İçi sıkılıyor, ağlamak istiyordu.

Bu gece erkenden uyuması gerekecekti, eğer babası bu gece eve gelirse ve kafasını kanattığı çocuğun ailesi de gelip şikâyet ederler-se çok fena dayak yerdi. Uyursa, tıpkı o kuş gibi uyursa, babası onu kaldırmazdı yatağından dövmek için. Sabaha belki siniri geçer, bel-ki günler sonra açardı bu konuyu, günler sonra kızar, döverdi, ama ilk günkü kadar şiddetli olmazdı öfkesi. Soluğu kesilmezdi gururun-dan, çaresiz kalmaktan karşısında. Her şey daha hafif geçip giderdi, fakat o zaman da akşamki konseri izleyemezdi. Mahallelinin gün-lerdir konuşup durduğu, televizyonu olan evlere komşuların günler önce misafirliğe geleceklerini haber verdikleri, mahalle kahvesine evlerden masalar sandalyeler taşıtan konseri… Evdeki kasetlerden, adını biliyordu, sesini tanıyor şarkılarına eşlik ediyordu, ama yüzü-nü görmek başka bir şeydi. Siyah beyaz da olsa, yüzüne sesini kon-durmak, herkesin sevdiği, hayranlık duyduğu, şarkılarını söylediği bu adamın yüzünü görmek başka bir şeydi. Garip bir birliktelik duy-gusu yaratmıştı insanlarda; adını ananların, şarkısını dinleyenlerin elleri sigara paketlerine uzanıyordu. Derin, içli nefesler aldırtıyordu

tanımadıkları bu adam. Biri nasıl böyle bir şey hissettirebilirdi ki yüzlerce insana? Nasıl böyle büyülerdi? Bunları nasıl biri yapardı? Cinci Hoca’nın büyüleri bile yapamazdı onun yaptığını. O yüzden mutlaka izlemeliydi ak-şamki konseri.

Apartmanın merdivenlerini çıkarken kar-şılaştı Gülbahar gelinle; dalgındı, aşağıya inişini görmemişti, başı karnına çarpmıştı. Bakışları karşılaştığında gözlerinin yandığını hissetti, ama; ağlamadı. Oysa ne çok istiyor-du onun beyaz kollarıyla kendini sarmasını. Onun şefkatli kollarında, güven içinde olma-nın mutluluğuyla saatlerce ağlamayı. Ağla-madı. Sarılmadı. Sustu. Yalnızca dinledi.

İnsanın içine işleyen siyah kirpiklerinin gölgelediği, kocaman yeşil gözleriyle baktı Gülbahar “Hayrola?” dedi. O hiç konuşmadı. Sessizliklerden hoşlanmayan Gülbahar gelin “Ben de sana bakmaya geliyordum; çama-şırları astım, kan man, hiçbir leke kalmadı. Birkaç kap da yemek yaptım dolapta bul-duklarımla, akşama ısıtır yersiniz. Isıtabilir-sin değil mi?” dedi. Yapabileceğinden emin olunca devam etti. “Bizimkiler biraz sonra gelir, kaynanamlar yani; şansına bugün evde değillerdi. Yoksa, kapının dışına salmazlardı beni.”dedi sır verirmişçesine bir edayla. Eğil-mişti, doğruldu. “Neyse, artık ben gideyim, daha yukarıda da yapılacak işler var. Yemek de yapmam gerek, yapmazsam akşama oğlu-na dövdürtür beni” dedi uzakta bir yere baka-rak. Ali İhsan ağabeyin yüzündekine benzer bir acı yalayıp geçti yüzünü. Sonra gözleri-ni uzaklardan alıp, gerisin geriye tırmandı merdivenleri. Ayak seslerinin uzaklaştığını duydu, kapının kapandığını. Gülbahar geli-nin güzel yüzünü düşündü; o yüze tokatlar yumruklar atıldığını, o bembeyaz cildinin morardığını, sonra annesini düşündü. Kendi-sini. Demek ki tüm kadınlar dayak yiyordu! Ne kötü bir şeydi kadın olmak. Keşke erkek olarak doğsaydı. Keşke…

Cebinden anahtarları çıkartıp kapıyı açtı, evin tanıdık kokusu çarptı yüzüne. Anne-sinin yattığı odaya, silinmiş, ıslak, boş şil-teye baktı. Açık bırakılmış camdan hafif bir rüzgâr vuruyor, tülü havalandırıyordu. Anne-sinin kokusunu getiriyordu sanki. Akan kanı düşündü, nerden, nasıl geldiğini onca kanın. Bir yerini de kesmemişti oysa! Ya ölürse, diye düşündü! Ölürse kendisinin de yaşayamaya-cağını, babasıyla yalnız kalmak istemediğini. Çevrelerindeki herkes ölümden söz ediyor-du. Ölmekten, öldürülmekten, işkenceden, kardeşin kardeşi vurduğundan… Hiç anlamı-yordu insanların bunları neden yaptıklarını birbirlerine, ölümü hiç anlamıyordu, sadece ondan korkuyordu.

Kapının sesi ağzını yüreğine getirdi. Seyit’in kızgın sesi duyuluyordu sinirle yum-rukladığı kapının ardından. “Kardeşinin inti-kamını alacağını” söylüyordu. Yatağın kuru

20

mah

alle

bas

kısı

Pem

be

Akg

ün

kose

.pk@

gmai

l.com

Karanlıkta bekliyorlardı. Yalnız dışarıdan vuran ışığın aydınlığında beklediler, dışarıdan gelen sesleri dinlediler. Babasından çekinerek, sessizce odaya geri döndü, yatağın kenarına oturdu. Camdan dışa-rıda olup bitenleri görmeye çalıştı, fakat hiçbir şey görünmüyordu. Yalnızca binaların karanlık silüetleri. Arada bir görünüp telaşla kaybolan karartılar. Mahallenin ışıkları kesilmişti.

Uzun süre hiçbir şey yapmadan, karanlıkta, bir boşlukta salla-nıyormuş gibi çıt çıkarmadan, öylece yatıp kalmışlardı. Babasının derin iç geçirişinden ve ardından duyulan horultusundan uyudu-ğunu anlıyordu. Bunca şey olurken uyuyabilmesine şaşırıyordu. İnsanların acılarına karşı duyarsızlığı onu her defasında üzüyordu. Safi bedenden oluşan bir adam…

Sabaha kadar sürdü siren sesleri, askerlerin bir o yana bir bu yana koştururken çıkardıkları ayak sesleri. Mahallelinin azalan feryatları, gittikçe daha derinden duyulan ağlamaları… Ve gün ağarıyordu usulca. İnsana ait sesler kesildi. Sokaktan geçen birkaç köpeğin dalaşması, sığırcıkların, kumruların sabahı haber verişi duyuluyordu. Her şey yeniden uykuyu çağırıyordu. Neler olup bit-tiğini anlaması için sabah olmalı, babası işe gitmeli, o ise sokağa çıkmalıydı. Mahalledeki çocuklardan ana babalarından çalınıp, ez-berlenmiş cümleleriyle olayları anlatmalarını dinlemeliydi. Ancak böyle öğrenebilirdi neler olup bittiğini. Üzerinde çok durmadan iz-leyemediği konseri düşündü yeniden; Ali İhsan ağabeyi, Gülbahar gelini, annesini, ölü kuşu, babasını, sabahı, kendisini dövmek için ant içen Seyit’i, dışarı ona görünmeden çıkması gerektiğini, uyku-yu. Uyudu.

İçi acıyordu. Ağlamak istiyordu. Çığlık atmak. Gitmek istiyordu yine. Kaçmak. Hep kaçmak. Acının olmadığı yerlere gitmek. Oku-duğu kitaplardaki masal ülkelerine. Beyaz gömleğiyle kopmuş ko-lunu, ölü kuş gibi yana yatmış elini getirmeye çalışıyordu gözü-nün önüne. Tarlaya saçılmış insan eti parçalarını. Tarladaki direğin çengeline takılıp parça parça satılan hayvan etlerini. Beyaz örtüsü-nün içindeki ölü kuşu. Beyaz hastane yatağındaki annesini. Beyaz bulutları. Gülbahar gelinin beyaz bileklerini. Dün ağabeyinin başı-na gelecekleri bilmeden, onun beyaz gömleğini ütüleyen Hazal’ı. Bembeyaz dişlerini, kocaman gülüşünü. “Bir tek kolunu bulmuşlar, onu da elindeki yüzükten tanımışlar, oradan anlamışlar Ali İhsan ağabey olduğunu” diyordu hâlâ çocuklar. Yüzlerine, heyecanla, kor-kuyla parlayan gözlerine bakarken, sürekli bunu söylemelerinin bir sebebi olmalı diye düşündü.

Seyit yüzüne okkalı tokatlarını indirirken canı hiç acımadı. Öy-lece durmuş, Gülbahar gelini düşünüyordu. Üzerinde beyaz geceli-ğiyle, yalın ayak sokağa fırlayışını getirdi gözünün önüne. Beline kadar inmiş dağınık siyah saçlarını, kirpiklerinin ıslandığını, yeşil gözlerinden akan yaşları, çaresizliğini… “Kargaşadan yararlanıp as-kerin biriyle kaçmış” diyordu mahalleli. Kimi “kırklara karıştığını”, bir başkası “pavyona düştüğünü”. Cinci Hoca; “Alkarısının çağırdı-ğını… Kimi cinlerin güzel gelinlere aşık olduğunu”; kimi artık Deli Sema’yla yaşamaya başladığını, akşam olunca kumru olup uçtuk-larını semaya. “Dün gece gökte beyaz, duvağa benzer, kuşa benzer bir şeyin görünüp kaybolduğunu”…

Ali İhsan ağabeyle Gülbahar gelinin el ele tutuşmuş, o masal ülkesine doğru yürüdüklerini gördü. Gülmeye başladı. Seyit gülme-sine sinirlenip bir iki tokat daha indirdi hışımla. Sonra durup baktı, şaşkın. Ürktü. Sırtını dönüp yere tükürdü, bir iki de küfür savurdu, ardından gitti. O hâlâ gülüyordu, Gülbahar gelinle Ali İhsan ağabe-yinin sırrını bir tek o biliyordu. Gülüyordu. Gülerken gözlerinden ılık yaşlar iniyordu. Katıla katıla gülüyordu. Katıla katıla ağlıyordu. Hem ağlıyor hem gülüyordu.

tarafına uzandı, Gülbahar gelinin özenle katladığı yatak örtüsünü bırakıldığı yerden çekip, üzerine örttü usulca, bekledi. Bekledi.

Bir süre sonra yeniden sessizliğe büründü ev, yalnızca duvar saatinin tik takları duyu-luyordu. Üzerine garip bir ağırlık çökmüştü. Ölü kuşu düşündü yeniden. Annesini. Ak-şam olmak üzereydi, gözkapakları ağırlaştı, ölü kuşun gözlerini düşündü. Şeffaf gözka-paklarını.Yana düşen tuhaf başını, kendisini, uyurken nasıl göründüğünü. Derin, yumu-şacık bir soluk aldı. Ilık bir his çöktü üzerine; kollarının yerinde duran kanatları fark etti. Sanki hep oradalarmışçasına havalandığını hissetti. Uçuyordu. Evi, eşyaları, odayı ilk kez böyle tepeden görüyordu. Açık duran camda tülün hareketlenmesini bekledi; şi-şen tülün aralığından geçip dışarı çıktı. Karşı apartmana doğru uçtu, duvara çarpmamak için yükselirken, aşağıda oynayan çocukları gördü. Mahallelinin apartman bahçelerine kurdukları tandırlardan duman tütüyordu. Taze yufka ve bazlama kokuları karışıyordu havaya.

Bahçelerin üzerinden uçtu, asfalttan, ca-minin, okulun, kahvenin etrafından. Tarlaya vardı, ölü kuşun yattığı yeri görmeye çalıştı. Beyaz bezin bir parçası çarptı gözüne. İşte orada yatıyordu. Şaşırdı! Eğer o bezin içinde yatıyorsa kendisi kimdi! Belki de yatmıyor-du, çünkü artık o, kuş olmuştu. Ölmemişti. Hep kuştu belki de! Kendisini bunca zaman insan sanan bir kuş! Bu yüzdendi belki de içindeki hep gitmek isteği. Hep kuş olmayı dilemesi onca zaman.

Daireler çizmeye devam etti mezarın ba-şında. Tekrar tekrar. Bir türlü daha uzağa gidemediğini fark etti. Kitaplarda okuduğu yerlere uçmalıydı oysa. O masal ülkelerine. Oysa görünmez bir el aşağı doğru çekiyor-du şimdi onu. Yerse karanlıktı. Karanlık onu kendine çekiyordu. Gittikçe. Gittikçe. Derin, siyah bir sessizlikte kayboldu.

O müthiş gürültüyü duyduğunda, ne olduğunu anlamamanın da verdiği şaşkın-lıkla kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarparak fırladı yataktan. Duvarlar, camlar titriyordu sarsıntıdan. Başı döndü, midesinin bulan-dığını hissetti. Bir yere tutundu karanlıkta. Gürültü de sarsıntı da geçip gitmişti hemen. Tutunduğu yerde kaldı bir süre. Evin içindeki sesleri dinledi. Babasının hareketlerini duy-du. Saatin tik taklarını. Kısa bir sessizlikten sonra dışarıdan gelen sesleri. Apartmanın merdivenlerindeki telaşlı ayak seslerini, çarpılan kapıları, çocuk ağlamalarını. Bir ses geldi dışarıdan.

-Kahve! Kahveye bomba atmış faşistler!Ardından duyulan silah sesleri, çığlıklar,

feryatlar, siren sesleri. Salonun ışığını yakmaya yeltendi, babası

onu durdurdu. Nedense evde kimse yokmuş görüntüsü vermeye çabalıyordu birilerine.

21

Page 12: Mahalle Baskısı

22

mah

alle

bas

kısı

Baharı bekleyen pazarlarHiç bitmeyecekmiş gibi görünen ka-labalık yaz günlerinin sonunda ya-vaş yavaş sakinliğe bürünen ilçenin pazarında tezgâhlar azalmış, mahalle pazarı durulmuş. Yazın çevre köyler-den, ilçelerden gelen pazarcılarla ma-halle sokaklarına sığmayan büyük pazarın yerinde, şimdi ilçenin kendi sakinlerinin tezgâhlarının kurulu ol-duğu iki sokak kalmış. Alışveriş için pazara gelmiş mahalleli de pazarcılar da ilçeye doluşan o kalabalığı özle-miş gibiler. Belli ki çok değil daha on sene önce tüm yöre halkının temel geçim kaynağı olan tarımın yerini alan turizmin alışkanlıkları değiş-tirmesi uzun sürmemiş. Topraktan kopup ticarete, turizme sarılan halk üreticiden tüketiciye dönüşürken, pa-zarda da yerli üreticiler tek tek yok olmuş. Yıllarca yaz mevsiminin kala-balığından, gürültüsünden, kirliliğin-den şikâyet eden yöre halkı; sokak-ları, pazarı, mahalleyi ve mahalleliyi şenlendiren baharı ve yazı özlemle

Mahallenin boş sokaklarını haftada bir kez şenlendirip, o günün sıradanlığına yeni anlamlar ekleyen, çoluk ço-cuk, konu komşu gezilen mahalle pazarları birer birer betondan, soğuk ve klostrofobik organize pazar yerlerine hapsolurken, yüzyılların sokak geleneklerinden birinin daha ardından bakar olduk.

Evrimini büyük şehirlerde sürdüren insanoğluyla ma-halle pazarlarının evrimi de aynı yönde ilerledi. Semt pazarlarına dönüşerek şehirlileşen, semtlileşen pazarlar, insanın büyükşehirdeki evriminin bir yansıması olarak karşımıza dikiliverdi. Sokaklardan koparak çok katlı ya-pıların içine sokulan insanlar, gündelik yaşamlarının bu kentli alışkanlıklarını sürdürürken mahalle pazarlarının da organize beton yapılara sokulması şaşırtıcı olmadı.

Tabii ki sokaklarda hâlâ sesleriyle, renkleriyle gerçek pa-zarlar var. Nefes alan, büyüyen, küçülen, hareket eden; organlarının insanlar, meyveler, sebzeler, tezgâhlar ol-duğu canlı pazarlar. Biz de, hâlâ vakit varken, farklı coğ-rafyalarda birbiriyle hiç tanışmamış yaşamların, alış-kanlıkların canlanıp ete kemiğe büründüğü; her pazarın mahallesine, her insanın mahallesinin pazarına benze-diği gerçek pazarların peşinden yollara düştük.

MAHALLE PAZARI

Özl

em E

rsav

aşoz

lem

ersa

vas@

gmai

l.com

23

bu ortak kaygısı: “Ne var ki, şimdi de güzel bizim pazarı-mız! Yazın hiç kimseyi tanımıyorum, bütün sokaklar sa-tıcı, turist doluyor. Annem de salmıyor zaten beni yazın pazara. Ama kış geldi mi hep tanıdıklarımız geliyor, ben de istediğim gibi gidiyorum tezgâhların başına. Bir kere-sinde Veli amca arabasını tamire götürdü de ben baktım tezgâha bir saat.” “Doğru söylüyorsun”, diyorum. Benim yolumu da gitti-ğim yerlerdeki pazarlara düşüren, mahalle pazarında dolaşan çocukluktan kalma zamanlar değil mi zaten?

Kadınsız pazarlarHayal etmesi zor da olsa kadınların uğramadığı bir ma-halle pazarı düşünün. Eskiden gürül gürül insanların aktığı, tezgâhların kokularının seslere karıştığı bu kasa-banın pazar yerinde artık yalnızca on-onbeş tezgâh ve isteksizce pazar yerine gelmiş bir avuç erkeğin tenha kalabalığı kalmış. Ege’nin bereketinden eser yok.

Hayatın kararlarında sözlerini, sokaklarında yüzlerini göremediğimiz kadınları, nüfusunu sürekli göçle kay-beden kasabayı, işi-gücü kalmamış, sıkıntıyla ve sorun-larıyla kahvehaneleri dolduran, kuralları koyan erkek kalabalığının tüm izlerini taşıyan mahalle pazarına gi-riyorum. Bir tezgâhtaki, pazarcıyla alıcı arasındaki tanı-şık gündelik muhabbete yaklaşıp bir iki sebzeyi elimle

bekler olmuş. “Topraktan kopunca karnımızı doyurmak için insana mec-bur kaldık. Yabancılar gelip dükkân, pansiyon açmaya başlayınca hepimiz tarlayı bahçeyi satıp bu işlere giriştik. Mahallede pazar kurulması için kom-şu köylerden, ilçelerden pazarcıların gelmesi gerekiyor artık, onlar da ba-harla birlikte gelir; aynı bizim bura-ların, insanların aklına yazın gelmesi gibi.”

Baharla birlikte binbir çeşit meyve-nin, sebzenin tezgâhlarda çiçek gibi açtığını, ellerinde fotoğraf makine-leriyle gezen yerli yabancı turistlerin pazarlarını öve öve bitiremediğini, yakındaki şehirlerin insanlarının bile kendi mahalle pazarlarını bırakıp her şeyin en tazesini buldukları bu paza-ra geldiklerini anlatan mahalleli, pa-zarlarının bu halini gördüğümüz için, biraz mahcup biraz da zamansız mi-safirliğimize kızmış gibiydiler. İlko-kul talebesi küçük çocuğun dilinden daha samimi döküldü mahallelinin

Page 13: Mahalle Baskısı

24

mah

alle

bas

kısı

şehirlerde kalmış, peşlerinden büyü-yenler de gitmiş, tarla-bahçedekilerin değeri düşmeye devam etmiş… En so-nunda, tarihinde başkentlik görmüş, içine hanlar, kervansaraylar yapılmış eski beldedeki görkemli pazarlıklar, pazarlar da insanların ardından önce mahalleden sonra bel-deden ayrılıp uzakla-ra gitmiş…

Masallı pazarlarCoşkunun, hoşgö-rünün, neşenin tüm pazarı kap-ladığını, kaygıyla karışık bir telaşla gördükten sonra bu havanın muhafaza edilmesi için gösteri-len özeni fark etmek de çok uzun sürmedi. Mahalledeki herkesin paylaştığı bu pazar ru-hunun derinlerinde toprağa ve doğaya duyulan naif bir minnetin yattığını bilmek bambaşka bir merak uyandırdı: Hangi ritüelin devamını yaşıyorduk?

Sonradan bu mahalleye yerleşmiş olan kasaba okulunun öğretmeni, çok eski zamanlardan, henüz insanın do-ğayı, yenilmesi gereken bir düşman olarak görmediği yıllardan kalan ruhların dolaştığı bu yörede asırlar-dır, toprağın en adil paylaşımı yaptı-ğına inanıldığını söyledi.

Ürünün azaldığı, bereketin düştüğü yıllarda bu insanlar, yeterince iyiliğin tarafında olmadıklarından, düşün-celerine fesat uğradığından toprağın bereketinin düştüğüne üzülürler. Toprağa ve doğaya minneti taparak veya kurban vererek değil, toprağı her sürdüklerinde, ekim zamanların-da, hasat zamanlarındaki ortak çaba-yı bir şenliğe çevirerek, sadece güzel duyguların ve iyi niyetlerin uğradığı toprak bayramını hiç bıkmadan, yo-rulmadan kutlarlar... “Ben de ilk za-manlar alışamadım bu insanlara”, diye ekledi gülerek. Ben de güldüm aynı ifadeyle. Ne de olsa öğretmen de ben de, ruhunu değil aklını yitir-mekten korkan şehir çocuklarıydık.

yokluyorum. Bir anlık boşlukta esas soruyu soruyorum hızlıca: “Peki kadınlar nerede?” Alışveriş yapan kırk yaş-larındaki kasabalı ve sebze tezgâhının başında ıspanak tartan pazarcı arasında kısa bir bakışma ve suskunluk-tan sonra cevabı pazarcı veriyor: “Evlerinde!” Belli ki onun da hoşuna gitmiyor, bu erkekten geçilmeyen pazar yeri.

Alışveriş yapan kasabalının cevap vermesini umarak “Neden?” diyorum, tüm merakımı ses tonumda açığa vurarak. Ben bu soruyu sorana kadar bu durumu belli ki hiç garip bulmamış ve sorgulamamış olan adamın canı epey sıkılıyor. Israrlı cevap bekleyen bakışlarımdan bir an önce sıyrılıp gitmek ister gibi vücudunu benim olma-dığım tarafa doğru çevirirken üçüncü bir soruya maruz kalmak istemezcesine kısaca özetliyor nedeni: “Pazarın çevresinde kaç tane kahve var bacım, görmüyor musun? Kadınlara uygun değil, rahatsız olurlar burada.”… Bu seferki sessizlik benimle adam arasında… Pazarcı şaşır-mamdan memnun, yine belli ediyor hoşnutsuzluğunu kafa sallayarak. Ben bir iki adım uzaklaşmış adama doğ-ru dönüp “E, siz de bu kahvelerde oturmuyor musunuz bütün gün?” diye soruveriyorum aniden. Belli ki adam benden rahatsız oluyor. Kendi kendine bir şeyler mırıl-danıyor giderken: “… Kahve dolu burası… Cık cık cık...” kısmını duyabiliyorum yalnızca.

Mahalleden çıkıp, kasabayı ilçeye bağlayan son otobüse biniyorum. Kaderi, mahalle kahvesi tarafından belir-lenmiş pazarını; yaşamı, kahvehane ahalisi tarafından çizilen kadınlarını; kahvesinin, pazarına galip geldiği ka-sabayı, doğru soruları bulup da soramadığım kasabayı geride bırakıyorum.

Uzaklaşan pazarlarPazarların kalabalıkları, insanları, göç edenlerin gidiş yollarını takip ettiğini söyleyebiliriz artık. Eskiden bel-denin tam ortasında kurulan Perşembe Pazarı, bir za-man sonra 7 km uzaklıktaki, hızla gelişen komşu belde-ye en yakın mahalle olan ve yeni evlerin yapıldığı Yenice Mahallesi’ne taşınmış. Komşu beldenin ilçe olmasıyla da bizim pazar biraz daha uzaklarda, ilçe merkezindeki pa-zarla kurulmaya başlamış.

Belde halkı ekip biçtikleriyle, ürünleriyle, tezgahlarıyla, çantalarıyla hâlâ Perşembeleri kurulan pazarlarının pe-şinden ilçeye gider olmuşlar. Eski pazarın mahallelisi bu duruma biraz içerlese de, nüfusunun çoğunu bu ilçeye göç verdiklerinden, eş-dost akrabayla görüşme vesilesi olarak görüp teselli bulmuşlar.

Tarihi boyunca ticaret yolları üstünde bulunmuş, önem verilmiş, kitaplarda adı geçmiş olan bu beldenin ne za-man ticaret yollarının bu kadar dışında kalıverdiğini, yılların mahalle pazarı kaçar gibi beldeden ilçeye taşına-na kadar kimse anlamamış. Demiryolu uzaktan geçmiş, tarla-bahçenin değeri düşmüş, okumaya giden çocuklar

Özl

em E

rsav

aşoz

lem

ersa

vas@

gmai

l.com

25

kap-kacaklar hayvanlara yüklenilir, en güzel kıyafetler giyilir, köyler, mahalleler sıra sıra yayla yollarına düşer-di. Şarkıyla türküyle çıkılırdı yaylalara. Dönüş de aynı olurdu, en yaşlımız dönüş zamanını belirler, toparlanıp köye dönüş başlardı şarkıyla, türküyle…”

Pazar çantalarını doldurmuş, kahvenin bahçesine oturmuş mahallelinin heyecan ve gururla anlattıkları hikâyeler devam ederken, bendeki merak yerini çoktan coşkuya bırakmıştı.

Görünen o ki, pazarlara, mahallelere, göçlere, inanışlara, yasaklara, korkulara, şehirlere, sevinçlere nerede rast-layacağımızın belirsizliği, pazarı ararken masalı, kadını ararken korkuyu karşımıza çıkardı. Sanırım bu yüzden, hayatın bizimle başlamadığını, bizimle de bitmeyeceği-ni söyleyen hikâyeleri aramaya devam etmek, en umut-lu son olacaktır.

Yalnızca alışması değil inanması da pek kolay değildi bu tür bir yaşama. İşte tam burada fark ettim pazara gi-rerken duyduğum kaygının nedenini. Tam soracakken araya giren kahveci anlatıverdi gerisini: “Pazar zamanla-rını da toprağın bereketinin mükafatı olarak görürler, toprak küserse pazar da küser, alan-veren bulunmaz, evle-re aş girmez, kazançlar düşer, bizim mahallede pazar kuruluysa küslük-fesatlık olmaz bu yüzden…”

Bir diğer mahalleli, yanında oturana kahveciye dönüp, “Biz yalnızca tar-laya, bahçeye, pazara değil yaylaya da böyle gideriz, onu da anlatsana”, diyor, sonra dönüp kendisi başlıyor anlatmaya: “Eskiden hayvanlarımız daha çok olduğu için her yaz mutla-ka giderdik de şimdi hayvanları sattı çoğumuz, çok giden kalmadı. Burada yaz başladı mı her hanede yayla se-vinci de başlardı. Yiyecek-içecekler,

Page 14: Mahalle Baskısı

“İyi ama mahalle hakkında ne yazılabilir ki?” diye sordum çaresizce. Öyküyü yarına kadar postalamam gerekiyor ve hiçbir şey yazmadım.”

Yanımızdan kırmızı bir araba hızla geçti, ona baktık ve yo-lun karşısına geçip caddeden aşağıya, Kızılay’a doğru yürü-meye devam etik.

“Ankara’dan bahsedebilirsin”dedi, “Bir mahalleymiş gibi, ar-tık bir dizisi bile var, yakında hepimiz cümlelerimize “Lan!” ya da “Aga” diye başlayacağız.”

“Arkadaşım kedisinin adını Behzat koydu.”

“Gerçek polisler ya da insanlar öyle konuşuyorlar, diye se-viliyor dizi, mekânlar da gerçek, Ostim, Aydınlıkevler, Ata-kule...”

“Belki de Behzat hakkında yazmalıyım, onun gözünden.”

“Dizideki polisin mi?”

“Hayır, kediden bahsediyorum, kedinin mahallesi, onun gö-zünden mahalle, Ayrancı mesela, oradaki herkesin bir kedisi var.”

“Haklısın, haklısın” dedi yılgınlıkla “Hava sürekli gri, binalar da öyle, kentleşememiş köy, kedi, Ankara kedisi, nerede o eski mahalleler, muhtarla yapılan söyleşi...”

“Üstelik İstanbul’dan çok daha güvenli, bunu sakın unutma, düzenli ve trafik az.”

“Son zamanlarda kafa tokuşturma geleneği de eklendi, yani artık bunun bir gelenek olduğunu sananlar var.”

“Sence de bunlar çok sıkıcı değil mi? Ankara üstüne dönen bütün bu sohbetler, en az şehir kadar sıradan, burada ya-şamaktan mutlu olup olmadığımızı sorguluyoruz. Kısa süre öncesine kadar küçük bir kasaba olduğunu kimse unutmu-yor. Bir otistiğin yaşaması için uygun, benim için uygun

bir şehir. Alışkanlıklarıma sıkı sıkıya bağlıyım. Oysa anneannem hakkında yazmayı tercih ederim. Hafızasını kay-betmeye başladığından beri onun hak-kında daha çok düşünmeye başladım, bazılarını not aldım, fazla değil birkaç sayfa.”

“Anneannem yaşasaydı ve hafızasını kaybetseydi, ben üzülürdüm.”

“Aksine, şaşırtıcı, ne kadar kindar bir kadın olduğunu şimdi fark edebiliyo-rum. Bu hastalık ilerledikçe onun kin-darlığını elinden alıyor. Ziyaretine son gittiğimde karşısına oturup konuşmaya çalıştım. Beni tanımadı bile. Birkaç saat kasabada dolaştım. Geri döndüğümde yaşlı suratına nefret tekrar oturmuş-tu. Annem sofrayı hazırlarken ikimizin arasından geçti, anneannem onun ar-kasından baktı, sonra usulca bana dön-dü, ‘Ayfer’ dedi, böyle canlı canlı, sanki içindeki pil yeniden çalışmaya başla-mıştı, ‘bu Ayfer’ dedi annemin olduğu yere, mutfağa bakıp ‘esmer kapkara bir şey, ama bak sen bembeyazsın, be-nim kanımdansın.’ Bütün çocukluğum boyunca bunları duydum ben. Beni ve kuzenlerimi arada bir güzelce giydirir, hepimizi karşısına diker, ‘İşte benim to-runlarım, hepsi de ne kadar güzel, tıpkı ben, tıpkı ben’ diye yinelerdi.”

“İyi ama sen de neredeyse esmersin.”

“Gözleri iyi görmüyor da ondan, ço-cukken saçlarım ve tenim daha açık renkliydi, tıpkı onun gibi. Büyüyünce deli olmaktan korkuyordum. Kasabada

MAHALLEDEYENİ BİR ŞEY YOK

Tun

cay

Du

rmu

ştu

ncay

alef

@ho

tmai

l.com

26

mah

alle

bas

kısı

Deli Münevver diye tanınıyordu, sabah kahvaltısında yalnızca tuzlu kraker yer, sonra balkona çıkıp gelip geçene laf atar ‘Kız Hatice, ne o, her gün her gün gez-meye mi gidilir, biraz evinde otur. Mus-tafa şu haline bak, o pantolonun üstüne o gömlek olmuş mu ya?’ diye söylenip dururdu. Gelip geçenler, onun bu hâline alıştıklarından ses çıkarmazlar, genelde oralı bile olmayıp yürüyüp giderlerdi.”

“Bildik bir mahalle hikâyesi daha” dedi, “sıradan yaşlı bir kadın.”

“Mahalle bakkalı, yıkılan gecekondular, gecekonduda büyüyen çocuklar, otuz yıldır aynı dükkânlara sahip insanlar, bunları da düşündüm, yaşadığım bir sürü mahalleyi, hatta eSKiyENi’yi, ora-dakileri yazmaya karar vermiştim, der-giyi onların çıkarttığını söylemiş miy-dim? Fikir Çağlar’dan çıkmış. Benden dergi için öykü yazmamı da o istedi.”

“Çağlar hangisi?”

“Biliyorsun canım, rastalı saçları olan.”

“Ah! Evet, o, ne kadar da kirli görünü-yor.”

“Hiç banyo yapmadığını söylüyorlar, oraya sık giden ODTÜ’lü bir arkadaşım var, herkesle çok samimi. Merak edip ona sordum. Ayda bir ya da iki defa yı-kanıyormuş. Bir de âşık olduğu zaman-lar.”

“Âşık olduğu zaman mı?”

“Evet, âşık olduğu zaman sakallarını da kesiyormuş”

27

Page 15: Mahalle Baskısı

“Bunu da mı arkadaşın söyledi?”

“Hayır. Onunla birlikte olan kadınlardan birinden duydum.”

“Kadın mı? Çağlar eşcinsel değil mi?”

“Eşcinsel olanın adı Barış.”

“Belki sadece öyle izlenim bırakmaya çalışıyorlardır, eşcinsel müşterilerinin sayısı hiç de az değil.”

“Üstelik kendilerine kabile diyorlar, arada bir toplanıp Çağlar’ı yıkama töre-ni yapsalar ya…”

“Tamam işte, eSKiyENi de bir mahalle sayılır, onlar hakkında yaz. Alt katta çalışan çocuğun adı ne? Bana karşı hep güler yüzlü, öykünde en çok ondan bah-set.”

“O kadar para kazansaydım, ben de gü-ler yüzlü olurdum.”

“Haksızlık ediyorsun, gülümsemesi çok güzel, tabii diğerlerini bilemem, çalı-şanların hepsi oranın sahibiymiş, bu doğru mu?”

“Birkaçı hariç, içlerinde öğrenciler de var.”

“Sürekli bere takan kim?”

“Kel olanı diyorsun, ismi Tuncay, ona hiç ısınamadım, gördüğü her kadına asılıyor.”

“Sana da asıldı mı?”

“Neden soruyorsun, sana asılmadı mı? Masama oturup gereksiz bir sürü şey anlattı, üstelik tek bir soru bile sor-mamıştım. Yirmi yedi çift ayakkabısı ve bir de basılmış kitabı varmış. Diğer kel olan ise Hakan, önceden bir şirkette yö-neticiymiş.”

“Yöneticiliği bırakıp barda garsonluk yapmaya mı başlamış? Bazılarının tiyatrocu olduğunu biliyordum, ama şirket yöneticiliğini senden duydum. Hesap kitap işlerine o bakıyordur her-halde.”“Hesaplarını tonmaysterleri tutuyor,

28

mah

alle

bas

kısı

Tun

cay

Du

rmu

ştu

ncay

alef

@ho

tmai

l.com

çok uzun boylu, zayıf, uzun sakalları var. Asıl mesleği mu-hasebecilikmiş, Çağlar derginin içeriğini anlatmaya çalışır-ken biraz yanımızda oturdu. Adı Cenk, anladığım kadarıyla derginin maliyetini nasıl düşürebileceklerinden başka bir şey yok kafasında.”

“Sound check yapmayı, muhasebecilik yaparken mi öğren-miş peki?”

“Orasını bilemem, berbat bir ses sistemleri var zaten.”

“Tonmaysterlerinin yüz ifadesi ses sistemlerinden de kötü.”

“Her neyse, hâlâ mahalleyle ilgili yazacak ilgi çekici bir ko-num yok.”

“Olayları değiştir, şehri ya da insanları, eSKiyENi, mahal-leni. Kızılay’ı anlat, herkes Ulus’un buraya taşındığından bahsediyor, Ulus’tan hoşlanmayanlar ise daha yukarıya, o meşhur tepeye doğru kaçıyorlar. Mahalleler hareket ediyor, doğup büyüyüp, en sonunda biraz Ulus hâline geliyorlar. Hem bunu bir tek Ankaralılar anlar, böylece onlara kendini sevdirmiş olursun.”

“Mahalleyle ilgilendiğim falan yok, ilgilensem bile yazma-yı unuttum, gün içinde kısa aralıklarla hatırlıyorum, san-ki tekrar yapabilirmişim gibi, ama deftere karaladığım ilk cümleden sonra düşüncelerim dağılıp gidiyor. Harflerin şe-killerine bakıyorum. Bu tıpkı anneanneminki gibi anlamsız-ca yineleyen bir acı. Kocasının öldüğünü fark ediyor aniden. Kimi zaman haftada, ayda ya da bazen günde birkaç defa tekrarlıyor. Derin derin soluk almaya başlıyor. ‘Kocam öldü benim” diye bağırıyor, ‘Hani neredeler, gelmediler mi cena-zeden?’

Annem büyük bir destanı okuyormuşçasına anlatır dede-min ölümünü, bir tek o tanık olmuş gibi. Dedem 1962’de sıcak bir mayıs akşamı, teyzemin kollarında huzur içinde ölmüş. Dedem öldükten sonra anneannem, evi baştan aşa-ğıya yeniden boyatıp neredeyse bütün eşyaları değiştirmiş. O evde dedemden geriye hiçbir iz kalmasın istiyormuş. İlk iş olarak büyük bir tencere yoğurt mayalamış. Bizim evde an-neannemin yaptığı yoğurtlar çok sevilir. Ama o yoğurt, uzun süredir mayalanan ilk yoğurtmuş. Çünkü dedem henüz kanser olup yatağa düşmeden önce, kasabanın yukarısında,

bağ evinde tek başına oturan Leyla adlı bir kadını sık sık ziyarete gider, üstelik ona aldığı hediyelerin yanında, her gi-dişinde bir kâse yoğurt götürmeyi de ihmal etmezmiş. Anneannem aldatıl-dığını, üstelik yoğurtlarının da o kadına yedirildiğini öğrendikten sonra dedemle hiç konuşmamış ve yoğurt yapmayı bı-rakmış. O yüzden Leyla isminden nefret eder, aileden evlenen herkese eğer bir kız çocukları olursa ismini Leyla koy-mamaları gerektiğini tehditkâr bir ta-vırla tembihlerdi.”

“Şimdilerde yoğurt yapmayı da unuttu. O eski koltukta saatlerce oturuyor. Tek bir anı, belki kısacık, küçük bir anıyı sonsuz bir döngü içinde yaşıyor. Yüzü-ne bakıp bir şeyler anlamak zor. Ama zihniden bir görüntüler yumağı, onu öf-kelendiren ya da üzen bir şey geçtiğini sanmıyorum. Dingin bakıyor bize, bizi tanımadan ve artık yabancılar arasında yaşamaya alışmış birinin bakışı. Belki yıllar önce düşerken gördüğü soluk bir yaprağı izliyor hâlâ, ama o yaprak hiç düşmeden mavi bir boşluğun içinde, onun soluk alıp verdiği, ışığı görebildiği bir boşluğun içinde yüzüyor. Orada olup biten her şey, bizden, onun günlük ya-şamından uzak, tuvalete ya da yemek masasına gitmekten uzak, balkondaki fesleğenler ve yağmurdan ve evrenin geri kalanından uzakta olup bitiyor. Belki o yüzden, bir gün nefes almayı aniden unutup o mavi boşluğun içinde yüzmeye başlayacak.”

Dolmuş duraklarının oraya kadar gel-miştik. Kuyruğa girmiş insanlara doğru baktım, sonra onun yüzüne baktım. Son söylediklerimi dinleyip dinlemediğini anlayamadım. “İstersen bu akşam bize gel” dedi.

“Hayır“ dedim, “Gidip yazmalıyım.”

“Umarım güzel bir konu bulursun.”

“Deneyeceğim.”

“Unutma! Yarın festivale gideceğiz, kısa film gösterimi var.”

“Unutmam” dedim, “Anneannem unut-kanlığın aptallara uygun olduğunu söy-lerdi, üstelik kısa filmlere bayılırım.”

29

Page 16: Mahalle Baskısı

30

mah

alle

bas

kısı

Yeni mahallede ekmek marketten sipariş ediliyor.

Yeni mahallede internette veya playstation’da oyun oynuyorlar. Spor faaliyetleri için kursa gidiyorlar.

Yeni mahallede en iyi okul, en pahalı ve muhak-kak servisi olan özel okul.

Yeni mahallede evde bilgisayar başında oturmak-tan hepsi obez.

Yeni mahallede bunu yapsan, apartmanın hu-zurunu bozmaktan şikâyet edilirsin, köylülükle “suçlanırsın”.

Yeni mahallede yaşlılar öldükten günler sonra, kokusu ayyuka çıkınca fark ediliyorlar.

Yeni mahallede kimse birbirini yolda görse tanımıyor. Herkes kendi hücresine kapanmış, kapısını kilitlemiş.

Yeni mahallede kimse kimseye yemek götür-müyor, “güvenli” gelmediği için kimse kimsenin yaptığı yemeği yemiyor.

Yeni mahallede hepsi tek bir süpermarketten alınıyor.

Yeni mahalleler kokusuz.

Eski mahallede çocuklar bakkala ekmek almaya giderdi.

Eski mahallede çocuklar bahçede top oynar, ip atlardı.

Eski mahallede en iyi okul, eve en yakın olan dev-let okuluydu.

Eski mahallede çocuklar sokaklarda koşuşturup durmaktan çiroz gibiydi.

Eski mahallede yaz günleri ve geceleri evlerin önüne sandalyeler atılır, çay içilir, çekirdek çitle-nir, sohbet edilirdi.

Eski mahallede apartmanın yalnız yaşlılarıyla il-gilenilirdi. Yemekleri yapılır, evleri temizlenirdi.

Eski mahallede herkes birbirini tanırdı. Okuldan gelen çocuklar kapıda kalırsa, komşuya gider bek-lerdi.

Eski mahallede insanlar yaptıkları yemekten, börekten “kokmuştur” diye komşusuna da ikram götürürdü.

Eski mahallede et kasaptan, ekmek-süt bakkal-dan, sebze-meyve pazardan, yufka yufkacıdan, defter-kalem kırtasiyeden alınırdı.

Eski mahallede sokaklar simit, süt mısır, pamuk şeker, kâğıt helva kokardı.

MAHALLE MAHALLE

Özer Aydoğan-Penguen 2011/04

Çağlar Böcek

31

Familyası: Vampirgiller

Uğurlu taşı: Ponza taşı

Vazgeçilmez aksesuarı: Tarak

En sevdiği renk: “Bütün renkler hızlakirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.”

En sevdiği hayvan: Haşmet

En sevdiği roman karakteri: Gregor Samsa

En sevdiği şarkı: Gamsız HayatEn sevdiği tatil mekânı: Evinin salonu, Olimpos

En sevdiği spor: Masa tenisi, poker

Hobileri: İçki, kumar, gece hayatı

Fobileri: Su, köpek

Hakkında en çok merak edilen: “Bu çocuk saçlarını nasıl yıkıyor (mu)?”

Ayakkabısız kat ettiği en uzun mesafe: Dalyan’a

(720 km) tatile ayakkabısız gidiş-dönüş.

Hayat görüşü: İpimle kuşağım…

Page 17: Mahalle Baskısı

32

mah

alle

bas

kısı

başıma kusmuşum. Utancımdan kızın yüzüne bakamıyorum şimdi. Ne yap-mam gerek?

Cevap: O kadar rakı içtim, üstüne bir o kadar da bira içtim, sonradan arkadaş-lardan öğrendiğim kadarıyla arada üç beş de tekila, votka shot falan atmışım… Ama yine de senin derdine bi çare bu-lamadım.… Haa, ne diyeceğim sana.. Hadi sen ne halt ettiğini hatırlamıyorsun, bar orta-mına mı girdin, ortam mı sana belli de-ğil, ya o kızcağız ne yapsın. Kıza, biz bu ortamların adamıyız, çok içerim bana bir şey olmaz ayağı yaparken, ayağın kayıp düştün galiba sen… Bırak bence bu ayakları, başkası olma kendin ol, öyle çok rahat içersin, ya gel bara sahici sahici, ya da anca gidersin. Böyle de-vam edersen bir sabah kendini parkta bahçede kediyle köpekle sarılıp yatmış bulursan şaşırma, “Oha! O kadar da değil!” cümlesini ne sık kurduğumuzu arada bir düşün. Kırk yılda bir ortama girmişmiş, kırk yıldan önce de gözüm görmesin seni!

Soru: Sertan Abi, damsızım diye bara almıyorlar abi. Nasıl girebilirim?

Cevap: Giremezsin. “İcabında kozmik odaya bile girilebiliyor ama eSKiyENi’ye almıyorlar işte” dediğini duyar gibi olu-yorum da, senin bara girmen pek caiz değil kanaatimce.

Soru: Sertan Abi, Ramazan ayında bir kasa birayı komşulara çaktırmadan nasıl eve sokabilirim?

Cevap: Bünyende sokabilirsin, içip öyle eve git. Minareyi ça-larsan da kılıfını hazırla, sanki bana içeceksin, alla alla… En güzeli bünyede sokmak, bünyede…

Soru: Sertan Abi, bir tekila içince ne kadar içki içmiş olurum, hemen sarhoş olup dağıtır mıyım?

Cevap: Dervişgilin Fikri’yle Zikri, yine birgün kardeş kardeş oynuyorlarmış… Oh yavrum oh, bir tekilayla hemen sarhoş olup dağıtalım, vay be! Daha ne olduğunu bilmediğin şeyle, ne içip dağıtmaya kalkıyorsun fikirsiz Zikri! Sana sabah ak-şam üçer tane tekila yazıyorum, zihnin açılır, hesabın kuv-vetlenir, üçünü içersin, birini hesaplarsın.

Soru: Sertan abi, geçenlerde bara gittiğimde bir shot tekila, bir votka-elma, bir votka-enerji, bir de su diye yanlışlıkla arkadaşın yarım duble sek rakısını içmişim. Ertesi gün ar-kadaşlar “Ben şu kadar bira içtim, bu kadar bira içtim” diye konuşuyorlardı, o kadar içmeme rağmen ben konuya girip havamı atamadım abi. Ben kaç bira içmiş sayılırım abi?

Cevap: Bak yine yaa! O nasıl içki içmektir yahu, ne içtiğini bilmiyorsun ki sen konuya giresin. Şimdi… Yaklaşık olarak bir shot tekila 9 gr, bir votka-bir şey ya da bir duble rakı 28 gr, bir kadeh şarap 12 gr, bir ellilik bira 18 gr civarında etil alkol yani sana kafa yapan şeyden içerdiğine göre hesap-layalım: 9 gr tekila + (2x28) gr votka + (28/2) gr rakı = 79 gram alkol, yani 79/18 gr bira= 4,38 tane ellilik bira kadar içmişsin. Yani bir halt içmemişsin, bir de utanmadan konu-ya giremedim, hava atamadım gibi saçma saçma konuşu-yorsun, hiç hoşlanmadığım şeyler. Bir şapşal daha vardı, bir kızla bara gitmiş de sarhoş olup üstüne başına mı kusmuş ne, o sen misin len yoksa?

Soru: Sertan Abi, kırk yılda bir hoşlandığım kızla bar orta-mına girdim. Sarhoş olup yerlerde sürünmüşüm, üstüme

SERTAN ABİ İLESIK SORULMAYAN

SORULAR

Ser

tan

Öze

rse

rtan

abi3

s@gm

ail.c

om

33

mu?

İşe geç kalma, eşek kadar adam olmuşsun, sorumluluğunu bil. En fazla haftada iki kez geç kal, diğer türlü hoş değil…

Soru: Sertan Abi, kız arkadaşım ilk kez evime gelecek. Nele-re dikkat etmeliyim?

Cevap: Hiç unutmuyorum yine bir gün, gerçi bazılarını unu-tuyorum da bazılarını unutmuyorum… Neyse işte, bir kız arkadaşım evime gelecekti, böyle aramızda da ciddi middi bişeyler var falan, evi temizlemişim, böyle dörtdörtlük yap-mışım her şeyi, hafiften müziği açmışım, böyle alkol tarzı falan şeyler içiyorum, votka, cin gibi böyle az kokan şey-ler falan, biraz heyecanlıyım, hani kızlar hemen bir kusur bulurlar ya, bir aksilik olur mu acaba diye hafif tedirginim falan, yani senin anlayacağın çiçek gibi evde, böcek gibi oturmuşum kız arkadaşımı bekliyorum. Ding ding kapı çal-dı, açtım, kapıda Gregor Samsa! Gözümün içine baka baka kapıyı bir daha çaldı: ding ding. Sonra döndü arkasını gitti, alla alla, kapattım kapıyı, tam oturdum kapı bir daha çaldı, gittim açtım, bu sefer de Milena. Oha! demeye kalmadan Milena şemsiyesini kafama bir geçirdi, şemsiyenin ucuyla da beni dürterek ding ding ding uzunca bir çaldı kapıyı ki o an uyanmışım, koşa telaşa gittim kapıyı açtım, kapıda kafa-sından duman çıkan bir kadın duruyor, 7 cevapsız aramayla beraber 5-10 dakika kapıda bekleyen, kafadan ateşli bir ha-tun seni de yakar beni de yakar kardeşim, sekizinci arama hiç olmadı.

Evine “Dünya” geliyor, binbir türlü hâli var, dikkatli olmak lazım…

Sorularınız için: [email protected]

Soru: Sertan Abi, şimdi benim hoşlan-dığım bir çocuk var. Ama onun bir kız arkadaşı var, Merve. Benim bir erkek ar-kadaşım da bu kızdan hoşlanıyor, ama kızın haberi yok. Berke diye bir çocuk da benden hoşlanıyor, ama Berke’den ben hoşlanmıyorum. Benim en yakın kız arkadaşım bu Berke’den hoşlanıyor. Berke’nin en yakın arkadaşı da benim en yakın arkadaşım olan kızdan hoşla-nıyor. Ne yapabiliriz?

Cevap: Öööff, kafam şişti… Beter olun.

Soru: Sertan Abi, iş hayatına yeni başla-dım. Barda içiyorum, sonra da paso işe geç kalıyorum abi. Durumu nasıl idare edebilirim?

Cevap: Napıyim işte, ben de iyiyim, git-tim geldim falan, yol biraz stres yarattı bende, ama şimdi evdeyim, keyfim ye-rinde, kombi su kaçırıyor da ne yaptır-sam diye düşünüyorum, evi de bir güzel dağıtmışım, toplasam da mı saklasam, toplamasam da mı saklasam diyorum… Çay yapmıştım az önce, pek güzel olma-mış, ama yine de güzel bir kahvaltı yap-tım, yüzyıldır hamburger yememiştim, o meseleyi de halletmiş oldum böylece, kombiyi de Fatih’e havale edeceğim ga-liba; çamaşırı falan da bi ara hâllederim işte… İşe de geç kaldım zaten, gidince söyleyeyim, müdürüm zaten sabah geç kaldım, akşam erken çıkayım bari di-yim de eve erken geleyim…

Hoppala yavrum yaz geldi, çarşıya kiraz geldi… Sen işe hiç gitmesen olmuyor

Page 18: Mahalle Baskısı

34

mah

alle

bas

kısı

“Sekiz yıldır kimin yaşam tarzına müdahale ettik? Kimin giyimine kuşamına müdahale ettik? Ne kadar viski, bira tüketiyorsun dedik mi? İsteyen istediği kadar içiyor. Aksırıncaya, tıksırıncaya ka-dar içiyorlar.”R. Tayyip Erdoğan - Başbakan “Hayat içkiden ibaret değil. Hayat seksten ibaret değil. Bir kısım çağdaş düşünceye sahip olduğu-nu söyleyenler sadece içki ve seksle olaylara ba-kıyorlar. Evet, onlar da bir insan için çok büyük ihtiyaçlar. Onlara da ihtiyacımız var. Onlar da bir şekilde tatmin edilecek ama Türkiye bir hukuk devleti. Bu hukuk devleti içinde de her şeyin bir ölçüsünün olmaması, özgürlüklerin sınırsız olma-dığı gibi çağdaşlığı içki kadehlerinde aramak ve orada bulmak isteyenlere ithaf olunur.”Bülent Arınç – Başbakan Yardımcısı “Allianoi diye bir şey ortaya atıldı. Bilemiyorum, ben tarihçiyim ama arkeolog değilim. Kazı yapan, tarihi eserleri çıkaran, koruyan biziz. Burada Peri Kızı adında bir heykel var, bir mozaik var, bir de sütun var. Bunlardan ibaret. Buralar zaten toprak altındaydı. Arzu edilirse, baraj ömrünü tamamla-dıktan sonra tekrar çıkarılması mümkün. Roma döneminden kaldığına göre, yıllardır demek ki toprak altında. Birkaç yüzyıl daha toprak altında kalmasının bize göre bir mahsuru yok.”Veysel Eroğlu – Çevre ve Orman Bakanı “Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşı-laşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten son-ra sonucundan şikâyet etmen makul değildir.”Prof. Dr. Orhan Çeker - Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi A.B.D. Başkanı ‘’Aslında Marmaray 29 Ekim 2013’e kalmayacak-tı, aslında Marmaray 2010’da bitirilecekti, bitebi-lirdi. Ne oldu da bitmedi söylemek zorundayım, çünkü bize gecikmek, ertelemek yakışmaz. Sürek-li ‘yok arkeolojik, yok çömlek çıktı, yok bilmem ne çıktı’ bunlarla önümüze engeller konuldu. Aziz milletim bunlar insandan çok daha mı önemli?” R. Tayyip Erdoğan - Başbakan “Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için acaba bilgisayar kullanmıyor mu, te-levizyon seyretmiyor mu?”R. Tayyip Erdoğan - Başbakan

DERİNLİKYOKSUNLUĞU

35

“Rusya ile yaptığımız görüşmeler ve nükleer ener-ji ile ilgili atacağımız adım konusunda herhangi bir askıya alma gibi düşüncemiz veya böyle bir takvim söz konusu değil. Takvim işliyor ve bir an önce programımızı gerçekleştirelim, bitirelim isti-yoruz. Riski olmayan hiçbir yatırım yok. Yani evi-nize Aygaz tüpü de o zaman koymamak gerekir veya bir doğalgaz hattı çekmemek gerekir veya ülkeden ham petrol hattının geçmemesi gerekir.” R. Tayyip Erdoğan - Başbakan “Kadına şiddet abartılıyor.”R. Tayyip Erdoğan - Başbakan “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya kiralıktır.”Süleyman Demirci – AKP Ünye Tanıtım ve Medya Başkanı “Eşitlik bir safsatadır. Fiş de prize eşit değildir.”Nurettin Özgenç - KOBİDER Genel Başkanı “Ruh hastası yahu bunlar! Sana ne benim göbe-ğimden? Nefessiz kalmaktan mı korkuyorsun? Evli barklı adamım. Gözüm dışarıda tiplerden ol-madım hiç. Sen en iyisi vazgeç o hayalden.”Emre Aköz – Sabah Gazetesi yazarı

“Ortak özellikleri çirkin olmalarıdır bu kızcağızla-rın. Hem çirkin hem pasaklı. Sorunları da budur. Bu yüzden hepsi birer “kompleks kumkuması” olup çıkmıştır... Keşke o kızı tutup şap diye öp-seydin Emre... Belli ki kimse öpmemiş... Belki de ossaat liberal kesilirdi!”Engin Ardıç – Sabah Gazetesi yazarı “Şişli, bırakın olası 7.6’yı, 9 şiddetinde bir deprem-de bile yıkılmaz!”Mustafa Sarıgül – Şişli Belediye Başkanı “Tatlıses’i yoğun bakımda ziyaret ettim, uyuyor-du. Uyandırılmamasını rica ettim. Dış görünüşüy-le bildiğimiz Tatlıses. Gözlerimle gördüm ki nab-zıyla, nefes alışıyla güzel gördüm”.Bülent Arınç – Başbakan Yardımcısı “Türkiye’de hiç kimse yazı yazdığı için, kitap çı-kardığı için bugüne kadar yargılanmadı, mahkûm olmadı.”Bülent Arınç – Başbakan Yardımcısı “Alkol testi bir başörtülüye hakarettir bana göre.”Esra Elönü – Star Gazetesi ve Haber 7 yazarı

Page 19: Mahalle Baskısı

36

mah

alle

bas

kısı

gittik. Daha çok Türkiye’nin kuzey batı kesimlerinde bulunduk. Emel: En sevdiğiniz yer neresi oldu? Özellikle bir yer var mı?Dave: İzmir hoş bir yer. İzmir’i oldukça sevdik. Bridgette: Tabii, her yerin kendine göre güzellikleri var. Metropol dediği-miz zaman, İstanbul’un yeri ayrı elbet-te. İzmir civarında da gezilip görülecek çok yer var. Tatil için çok uygun. Ankara tipik, gri bir başkent.(Bu arada Josh ses kontrol için aramız-dan ayrıldı, biz devam ettik.)Preetha: Benim için İstanbul da bir ilk olacak, Ankara’ya da hiç gelmemiştim. Türkiye benim için yeni bir deneyim.Emel: Ne zamandır birlikte müzik ya-pıyorsunuz?Bridgette: Grubun 10 yıllık bir geçmi-şi var. Kimimiz en başından beri dahil, kimimiz sonradan katıldı. Ama şu anki kadro 4-5 senedir birlikte diyebiliriz. Çoğumuzun müzik geçmişi çok eskilere, çocukluğumuza, ailelerimize dayanıyor. Müzik her zaman hayatımızda vardı.

Oi Va Voi, eSKiyENi için özel bir yere sahip. Yurtdışındaki gruplarla çalışmaya başladığımız dönemde, ilk ağırladığı-mız grup Oi Va Voi olmuştu. Onların da Ankara’ya ilk geliş-leriydi, dolayısıyla iki taraf için de heyecan verici ve eğlen-celi bir deneyimdi. Sıcakkanlı dostlarımız bu yıl 7-8 Ocak’ta, bu sefer iki günlük bir konser için eSKiyENi’ye tekrar gel-diler. Biz de dergimizin ilk sayısının ilk söyleşisini onlarla yapmak istedik. Bir taraftan yukarıda ses kontrol yapılırken Oi Va Voi’dan Josh, Steve, Bridgette, Dave ve Preetha ile kısa bir söyleşi yaptık.Emel: Geçen sene de eSKiyENi’ye konsere gelmiştiniz ve Ankara’ya ilk gelişinizdi. Geçen yılla kıyasladığınızda ne his-sediyorsunuz Ankara hakkında? Bu sene bir farklılık var mı?Josh: Geçen sene geldiğimizde Ankara’da biraz dolaşma fır-satı bulmuştuk. Sokaklarda, parklarda gezmiştik. Biraz daha kenti anlama fırsatı bulmuştuk. Ankara enteresan bir yer. Konsere gelen insanların coşkusunda değişen bir şey yok. Herkes son derece heyecanlı, coşkulu. Bizimle çok güzel iletişim kuruyorlar, eşlik ediyorlar. Ankara’da en sevdiğimiz şey bu. Ankara insanıyla aramızda özel bir bağ olduğuna inanıyoruz. Herkes çok nazik, ilgili ve saygılı. Emel: Geçtiğimiz yıl Türkiye’de epey konser verdiniz sanı-rım. Nerelere gittiniz?Josh: Geçen yaz döneminde sadece İzmir’e gittik. Ondan önce İstanbul’a gitmiştik. Yani 2010’da İstanbul, Ankara ve İzmir’e gittik. Bu yılbaşındaysa, Bursa’ya ve Eskişehir’e

AMAN TANRIM!

37

vakit geçirdiğimiz için özel zaman geçirmeye pek de ihtiyaç duymuyoruz açıkçası. Emel: Bir yıl içinde yurtdışında, İngiltere dışında kaç gün geçiriyorsunuz? Steve: Bir senede yurtdışında 50-60 gün geçiriyoruz.Bridgette: Evet, yolda geçen zamanla birlikte 50-60 günü buluyor. Emel: Size bahsetmiştim, eSKiyENi’nin aylık dergisi Ma-halle Baskısı’nın ilk sayısının teması “mahalle”. Sizin çocuk-luğunuzda nasıldı? Büyüdüğünüz yerde mahalle kültürü nasıldı? Ne gibi değişiklikler görüyorsunuz bugünle kıyas-layınca?Dave: Ben Londra yakınında bir banliyöde büyüdüm. Tipik bir kasabada, ağaçlar içinde sessiz, sakin bir çocukluk geçir-dim, sokaklarda oynayarak. Ailem hâlâ orada yaşıyor, birçok arkadaşım da. Mesafe olarak oldukça yakınız. Tabii şu anda farklılıklar var. Sokaklar arabalardan geçilmiyor. Sokaklarda pek oynayan çocuk da kalmadı. Gerçi bazı güzel parkları fa-lan muhafaza etmişler. Ama sonuç olarak her yerde olduğu gibi toplumlar değişiyor, yapılar değişiyor. Hiçbir şey aynı kalmıyor. Bu da normal bir süreç herhâlde…Emel: Çok teşekkür ederim sohbet için, çok keyifliydi. Kon-serde iyi şanslar… Dört gözle sizi dinlemeyi bekliyoruz.Bridgette: Asıl biz teşekkür ederiz. Burada olmaktan çok mutluyuz...

Emel: Oi Va Voi ismi nereden çıktı? Yidce’de “Aman Tanrım” anlamına gel-diğini biliyoruz. Bu ismi neden seçtiniz?Steve: Aslında grubun isim annesi be-nim büyükannem oldu. Ona ilk kez bir müzik grubuna gireceğimi, geçimimi müzikle sağlayacağımı söylediğimde “Oi va voi!” diye bir tepki vermişti. İsmi-miz de öyle kaldı. Emel: Böyle kalabalık bir grubun üyesi olmak nasıl bir his? Çok seyahat ediyor-sunuz, birlikte çok zaman geçiriyorsu-nuz. Nasıl, zor olmuyor mu?Bridgette: Evet, biz kalabalık ve renkli bir grubuz. Hepimizin farklı farklı ilgi alanları var. Birlikte takılmak keyifli oluyor. Sıkılmaya hiç zaman kalmıyor.Emel: Peki ya müzik dışındaki özel hayatınızda? Birlikte bir şeyler yapıyor musunuz? Tatile falan gidiyor musu-nuz?Bridgette: Yoo yo, o kadar da değil :)… Evet, bazı özel günlerde, doğum gün-lerinde, kutlamalarda falan bir araya geliyoruz, ama zaten birlikte yeterince

Page 20: Mahalle Baskısı

Daha önce Barışarock ve Rock-A festivallerine de katılan politik punk rock grubu Boikot, mart ayında Bandista ile üç konser verdi. Bunlardan biri de Eski Yeni’de gerçek-leşti. Ciao Bela, Hasta Siempre, No Pasaran, gibi hayli popüler devrim şarkılarına farklı yorumlar getiren grup 1987 yılında Madrid’de kuruldu. Müziklerinde ska, punk, sert gitar tonları, hardcore, metal çeşnisi bulunmakta-dır. 2008’de dağılan Ska-P’nin trompetçisi de şu an grup-la çalışmakta. Aynı mahallenin çocuklarıymışlar zaten. Grup elemanları ağırlıklı olarak çalışan sınıftan geliyor ve kentin banliyölerinde büyümüşler. Grubu dinlerken ska ritimleriyle bir süre dans ederken, sert gitar tonla-rıyla kafa sallayabilirsiniz. Eğer İspanyolcanız da varsa politik sözleri en coşkun halinizle avaz avaz bağırabilir-siniz. Bugüne kadar on iki albüm yayınlayan Boikot son albümünü Bosna-Hersek’te kaydetti. Bölgeye ait yerel ritimleri de kullanan grup, albüme oraya ait anonim bir şarkı da koydu. Akordeon, klarnet gibi enstrümanlar da bu albümde yer almakta. Balkan müziği ile punk’ın bi-leşiminden mürekkep albüm günümüzdeki melezlenme için iyi bir örnek teşkil etmekte.

Öncesinde konuşmak istesek de grup elemanları kibar-ca konser sonrasını tercih ettiklerini söylediler, çünkü arkadaşları da olan Bandista’nın performansını izlemek istiyorlardı haklı olarak. Konser bitiminde her iki gru-bun da keyfi iyiydi ve aşağı katta güzel bir sohbet dönü-yordu. Biz de araya girerek grupla kısa bir söyleşi yaptık.

Dinleyiciler ağırlıklı olarak İspanyol’du ve Erasmus de-ğişim programı öğrencilerinden oluşmaktaydı. Türk din-leyicilerin sayısı görece azdı. Daha önce İstanbul’a gelen grubun elemanları Türkiye’de ve Ankara’da olmaktan mutlu olduklarını, Batılı insanların önyargılarına sahip olmadıklarını belirttiler. Kısa söyleşide Orta Doğu’daki politik, sosyal ve askeri durum hakkında ne düşündükle-rini de konuştuk. Bu sürecin demokratikleşmeden ziyade Amerika’nın yeni bir planı, petrol üzerine yapılan kanlı savaşların devamı olduğu konusunda hemfikirdik. Daha sonra Türkiye’nin politik durumu hakkında konuştuk. Grup elemanlarından Grass, Türkiye’nin demokratikleş-me sürecini nasıl geliştireceği ile ilgili olarak 2006 yı-lında referandumla kabul edilen Katalonya Otonomisi’ni örnek verdi. İspanya İç Savaşı’nın en önemli öncülerinde olan Buenaventura Durruti’yi de andık. Grass, iç sava-şın ne denli vahşi ve sert olduğunu belirtti. İspanya’daki anarşist ve komünistleri konuşurken, sol hareketin ül-kede aslında ne kadar güçlü ve etkili olduğunu da tartış-tık. Kolektif sol bilincin tarihsel olarak bu denli etkili ol-duğunu bilmek grubun müziğindeki coşku ve heyecanın kaynağını anlamamızı da kolaylaştırıyor. Geçmişten ge-tirdikleri deneyimler sayesinde örgütlenme bilinçlerinin hayli yüksek olması bu grupların müziklerinde de ken-disini gösteriyor. Ülkedeki Bask mücadelesini konu alan

BOIKOT

38

mah

alle

bas

kısı

Tun

ca A

rıca

ntu

ncaa

rica

n@gm

ail.c

om

39

çalışmaların sansürlenmesine tepkilerini göstermek için farklı İspanyol müzisyenlerden oluşan bir insiyatifle 2004 yılında “Stop Censura” (Sansürü Durdurun!) isimli single çıkarttılar. Bu çalışmaya birçok önemli gruptan müzisyen destek oldu. Bunlardan bazıları şunlar: Vikin-go M.D (Narco), Gorka (Berri Txarrak), M.A.R.S (Habeas Corpus), Andreas (O´funkillo), Vicky y Aurora Power (Las niñas), Fernando Madina (Reincidentes), Juan (Sociedad Alcoholica), Alfredo (Barricada)…

Konser, Bandista’nın kulak dolduran, eğlenceli perfor-mansının ardından başladı. Farklı olarak yakında ya-yınlayacakları yeni bir parçalarını çaldılar. Boikot kon-seri boyunca, seyirciler arasında İspanyolca bilenlerin olması da yer yer bazı şarkıların beraber söylenmesini beraberinde getirdi. Çok kalabalık bir konser olmama-sına rağmen coşkulu bir dinleyici vardı. Grup eleman-larının da ruh hâlleri oldukça iyiydi. Ska ile punk’ın bileşimi gerçekten politik olduğunu bildiğiniz şarkıları dans ile öfkenin eşsiz etkisiyle çeşniliyor. Her ne kadar Türkiye’de ska için söylenemese de her iki tür de olduk-ça politiktir. Boikot seksenlerin sonuna doğru başladığı müzik yaratımında o dönemin rock tonlu gitar tınısını çok iyi kullanıyor. İspanyolca olması müziğe ayrı bir renk katıyor. Konser ve albümleri gerçekten eğlenceli ve de coşkulu. Bir dahaki gelişlerine kadar her türlü politik soytarılığa karşı: BOIKOT…

Konserde Çalınan Şarkı Listesi:

LlorarasInes

Salut y RebeldiaTekila

Insert CoinBubamaraNo CallarMentiras

De EspaldasAmanegio

Hasta SiempreJaula de cristalGrito en actoNo Pasaran

Bajo El SueloMira Acrededor

Pueblos IISkalas Hnikou

KorsakovAdagio

Page 21: Mahalle Baskısı

40

mah

alle

bas

kısı

“Ahibba İstanbullu bir rock grubudur”(CD Arka Kapağından)

Son dönemde Lazca’dan sonra bu coğrafyadaki farklı dil-lerde yapılmış rock/metal çalışmalarını daha sık duymaya başladık. Hakkârili, Kürtçe metal müzik yapan Ferec’ten sonra İstanbul-Antakya hattından Arapça müzik yapan Ahibba, “Matar u Nar” albümünü Kalan Müzik’ten geçtiği-miz günlerde yayınladı.

İyi bir albüm, öncelikle adı ile içinde şarkıların bütünlüğünü dinleyiciye yansıtmayı amaçlayandır dersek sanırım yanlış olmaz. Ahibba, albümün adı ve yukarıda yazan arka kapak tanıtımıyla neyi hedeflediğini bence oldukça iyi özetlemek-tir. İstanbul’un çokkültürlü yapısını müziğine ruhsal olarak serpiştiren grup, yerel özgünlüğünü de bütünlüklü bir şekil-de sunmayı başarmaktadır. İlk şarkının “Hicra” (Göç) olması kültürlerin ne şekilde hareket ettiğini çok iyi yansıtmak-tadır: “Vatanımızı terk ettik / Çocuklarımız yaşasın diye”. Şarkının ruhunu oluşturan elektrik gitar ve ney, hareket-sizleşmesi mümkün olmayan, nereye giderse gitsin kendini küreselin içinde çoğullaştıran yerel seslerin çokluğunu ku-laklarımıza sunmaktadır. Vatanını terk edenlerin acılarıyla yaşayan çocukların sesi sanki bu şarkı.

“Bisten Vrud” (Çiçek Bahçesi) ile bu sefer tonları iyi ayarlanmış elektrik gitarın kanunla incelikli coşkusunu du-

AHİBBAMATAR U NAR

01 Hıcra - Göç02 Bısten Vrud - Çiçek Bahçesi

03 Nebde - Yara İzi04 Bığdet - Bağdat

05 Şu Uzun Gecenin Gecesi Olsam06 Deravviya - Göçmen Kızı

07 Cemra - Köz08 Başka Bir Dünya Mümkün

09 Neşid El Tahrir - Kurtuluş Marşı10 Düş Biter

11 Vatan Hazin Falastin - Hüzünlü Vatan Filistin

Tun

ca A

rıca

ntu

ncaa

rica

n@gm

ail.c

om

41

yuyorsunuz. Geleneksel şarkının sözlerini eğer kullanılan dili bilmiyorsanız bile elinizdeki kitapçıkla beraber zihniniz-de canlandırdığınızda yine incelikli ve dokunaklı vokallerle hüznü ve aşkı beraber hissedebilirsiniz: “Güneşin nur’undan bir bilezik örüp koluna takayım”.

“Nedbe” (Yara İzi), adına uygun bir şekilde dinleyicide “aşk” yarası açmayı başarıyor: “Biliyorum gidiyorsun / Geri dönmezsin, duy beni”. Parça, reggae ritimleriyle başlayıp, elektro bağlama ile Doğu’nun dokunaklı ses dünyasına uğruyor, ardından vurmalının muzip ritimlerinden ani bir şekilde duduk ve şık vokallerle seyrine devam ediyor. İniş-li çıkışlı, hüzünlü-coşkulu bir şekilde oluşmuş şarkı adı ile uyuşan bir özelliğe sahip.

“Biğded” (Bağdat), maalesef sözlerini kitapçıkta bulama-yacağınız bir şarkı. Yapısından anladığım kadarıyla savaşı işliyor. Parça, ritmik-melodik sert gitarlar ve üflemelilerle açılıyor. Hemen ardından ise öfkeli bir konuşma ile devam ediyor. Felluce ile ilgili bir içeriğe sahip olduğunu düşünü-yorum. Şarkı albüm içindeki en sert parçalardan birisi. Fakat aralardaki Doğu ezgiler ve “öfkeli” vokallerle duygusal yapı-sını hiç yitirmiyor. Gitar solo ise gerçekten çok şık olmuş.

“Şu uzun gecenin gecesi olsam”, albümdeki üç Türk-çe parçadan biri. Geleneksel olan şarkıyı daha önce Erkan Oğur ve İsmail Demircioğlu da yorumlamıştı. Açıkçası, bu

şarkı bir nebze de olsan doksanlardaki “Anadolu Rock” denilen tür tarzında bir yoruma sahip. Anadolu Rock, aslında Taner Öngür’ün Moğolların tekrar bir araya gelmesiyle beraber Anadolu Pop kavramındaki pop’un o dönemdeki an-lamının dışına çıkmak için kullandığı bir kavram. Fakat daha sonra özellik-le Haluk Levent ile birlikte başka bir anlam kazanıyor. İlginçtir ki, bu türü tanımlamak için aslında bazı rock mü-zisyenlerin “Türkü Rock” tabirini kul-landığını duydum. Ahibba’nın yorumu oldukça başarılı, fakat bu tip yorumlara olan doygunluğumdan ötürü çok da et-kilendiğimi söyleyemem.

“Deravviya” (Göçmen Kız) da gele-neksel ve yüksek tempolu bir şarkı. Söz-lerinin çevirisi maalesef yazılmamış. Girişi çok az da olsa Orhan Gencebay’ın elektro bağlama tarzına benziyor. “Distortion”suz gitar tonları funk-ska arası olan parçanın hızlanan bölümle-rindeki ritimler orta tempolu, bağlama destekli, sert tonlu bir şekilde yazılmış.

Page 22: Mahalle Baskısı

42

mah

alle

bas

kısı

“Cemra” (Köz) çaresiz bir aşkın, “Ne-den buraları bırakıp gittin” çığlığını işle-yen şarkı albümdeki zayıf halkalardan birisi olsa da gelişme bölümündeki da-vul ve üflemelilerle sözlerindeki temaya uygun bir şekilde hareket ediyor.

“Başka bir Dünya Mümkün”, sözle-ri Ümit Olgun’a ait diğer bir Türkçe söz-lü şarkı. Açıkçası, Arapça’nın albüme ne denli özgünlük kattığını en iyi bu par-çalardan anlıyoruz. Fakat bu çalışmada “Anadolu Rock” türünün dışında daha seksen ortası-doksanlı Türkçe rock ha-vası var. Belki Objektif ile kıyaslanabilir. Fakat sanırım üzerine çok da düşünül-müş bir şarkı değil. Melodik-ritmik ya-pısının özgün olduğunu söylemem güç.

“Neşid El Tahrir” (Kurtuluş Mar-şı), Filistin’e ithaf edilmiş, albümdeki en “oryantal”, en ritmik ve özgün parça. Şarkı, Filistin halkının direnişine gönül-

den bir desteği işliyor: “Ben devrimciyim, ben Arap’ım / Ben devrimciyim, ne mutlu bana”. Darbukadan kanuna birkaç Doğu çalgısının bir arada kullanıldığı şarkı gitar soloları ve ritimleriyle de insanda bir mücadelenin parçası olma his-siyatını yaratıyor. Vokaldeki samimiyeti ise duyumsayabi-liyorsunuz. Hatta kulaklara hafiften bir Grup Yorum tınısı gelmiyor da değil.

“Düş Biter”, albümün tek fişsiz şarkısı. Düşük tempolu, akustik parçanın en dikkat çekici özelliği vokaldeki derinlik ve hüzün: “An gelir bir aşk biter / Sızı diner, bir yarım şarkı biter”. Özgünlüğünü tartışmaktansa şarkının duygusal yo-ğunluğuna girmek sanırım daha doğru olacaktır.

“Vatan-ll Hazin Falastin” (Hüzünlü Vatan Filistin), Filistin’i işleyen bir diğer şarkı. Aslında albümde bonus olan çalışma, en başarılı şarkılardan birisi. Doğu ritimlerinin, sert gitarlar ve sololarla süslendiği, sözlerin ise insanı yine bir mücadelenin parçası olmaya iten “Hüzünlü Vatan Filistin”, hüzünlenmek yerine direnmek üzere yazılmış. Güçlü ritmik yapısı, parçanın sonlarındaki üflemelilerle “yarım bir lezzet” bırakıyor insanın kulaklarında.Albüm genel olarak oldukça başarılı. Dilin ne şekilde aslın-

Tun

ca A

rıca

ntu

ncaa

rica

n@gm

ail.c

om

43

da müziğe bir özgünlük (otantiklik) kattığının iyi örnekle-rinden birisi. Rammstein nasıl ki İngilizce aslında oldukça farklı olmaktadır, aynı şekilde Türkçe sözlü parçalarda da buna benzer bir durum kulaklara çarpıyor. Otantiklik, uzun yıllardır dillerimize bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde pele-senk olan bir kavramdır. İlk başlarda bu kelimenin kullanım alanı, ilginç bulunan, farklılık arz ettiği düşünülen bazı este-tik nesnelerin tanımlanmasından ibaretti. Fakat geçtiğimiz yaklaşık beş yıllık zaman diliminde kavramın, “gerçek olan”, “özgün özelliklerini barındıran”, “eskiden beri mevcut olan özelliklerini taşıyan” (TDK tanımı) anlamına gelecek şekilde, özellikle yerel kültürlerin tanımlanmasında işlevsel olacak şekilde evrildiğini gözlemlemekteyiz. Aslında, kavram yak-laşık on yıldır kültürel çalışmalar, etnomüzikoloji, sosyal antropoloji gibi disiplinlerde derinlemesine tartışılmaktadır. Sonuçta bu tartışmalardan, otantiklik kavramının kullanıl-ması konusunda ne denli hassas davranılması gerektiğini anlıyoruz. Konumuz itibariyle, ilişkili olan tanımlardan birisi, yerel kültürlerin tasvir edilmesi ile ilgili olandır. Bu noktada, “otantik” kavramı kültürün kendi özgünlüğünü koruyor olmasına vurgu yaptığı gibi “sahiciliğine” yani bir temsiliyet olarak değil kendilik olarak özgünlüğünü koruyor olmasına da vurgu yapar. Dolayısıyla burada Ahibba, rock

müziğin motifleri ile Arap kültürünün yerelliğini Arapça sözlerle birleştire-rek yeni bir “kendilik” yaratmaktadır. Bu daha ziyade yerelin küreselle olan dansına tekabül eder. Yaklaşık son yir-mi yıldır, yerel kültürler küresel alanda kendilerine yer açarak “otantiklik” kav-ramının inceden inceye tartışılmasına zemin hazırlamışlardır.

Uzun lafın kısası, Bajar’dan sonra Ahibba’da Türkiye rock camiasında Ka-lan Müzik desteğiyle özel bir yere sahip olacaktır, eminim.

Ahibba Resmi Sitesi:http://www.ahibba.org/

Page 23: Mahalle Baskısı

44

mah

alle

bas

kısı

Pazartesi Çatlak (Tek perde tek kişilik oyun) / ARt Kat

Salı Soup Opera / ARt Kat

Çarşamba Funk Alaturka / ARt Kat

Perşembe People Like Us / ARt Kat

Cuma Eski 45’likler / Üst Kat Soup Opera / ARt Kat DJ Mert Tom (Electro-Pop) / ARt Kat (01:00’den sonra)

Cumartesi Eski 45’likler / Üst Kat DJ Mert Tom (Electro-pop / ARt Kat)

Pazar Etkinlik Günleri / Üst Kat Azizlik Vaziyetler (Değişim Atölyesi Oyuncuları) / ARt Kat

(ARt Kat’ta müzikler 22:00’da, Üst Kat’ta 21:30’da başlar.)

eSKiyENi’deHerHafta

45

14 Nisan Perşembe Neslihan Engin (Konser) / Üst Kat

15 Nisan Cuma Abarjazz (Konser) / ARt Kat

16-17 Nisan Cumartesi-Pazar Dağ Film Festivali Film Gösterileri / ARt Kat Dağ Film Festivali Söyleşileri / Üst Kat

17 Nisan Pazar Her Kafadan Bir Ses (A-Capella Konseri)/Üst Kat

23 Nisan Cumartesi Anarko Punk-Rock konserleri ve film gösterimi / ARt Kat

24 Nisan Pazar Hayali (Konser) / Üst Kat

10 Mayıs Salı Hakan Vreskala (Konser) / Üst Kat

17 Mayıs Salı Brooklyn Funk Essentials (Konser) / Üst Kat

22 Mayıs Pazar Inner Terrestrials (Konser) / Üst Kat

eSKiyENi’deBuAy

Page 24: Mahalle Baskısı

46

mah

alle

bas

kısı

FESTİVALLEROrta Doğu Teknik Üniversitesi 12. Sanat Festivali 25 Mart – 24 Nisan 2011www.kkm.odtu.edu.tr28. Uluslararası Ankara Müzik Festivali 04 – 30 Nisan 2011www.ankarafestival.com2. Ankara Dağ Filmleri Festivali 13 – 17 Nisan 2011 www.dagfilmfest.org3. Uluslararası Tango Festivali 20 – 24 Nisan 2011www.ankaratangofestival.com7. Küçük Hanımlar Küçük Beyler 24 – 29 Nisan 2011Uluslararası Çocuk Tiyatroları Festivali www.devtiyatro.gov.tr/23nisan7. Uluslararası Ankara 7-77 Karikatür Festivali 15 – 18 Nisan 2011www.nd-karikaturvakfi.org.trODTÜ Tiyatro Şenliği 29 Nisan – 08 Mayıs 2011www.odtuoyunculari.metu.edu.tr

GÖSTERİLERDevlet Halk Dansları Topluluğu Gösteri 07 Nisan 2011Resim Heykel Müzesi (Operet Sahnesi)Parasızlıkta İlk Satılacak Anılar 17 Nisan 2011Çağdaş Sanatlar MerkeziAnadolu Ateşi Evolution 20 Nisan 2011Anadolu Gösteri Merkezi

KONSERLERTiyatro Tempo Caz Konserleri 05 Nisan 2011Tiyatro TempoTSK Armoni Mızıkası 06 Nisan 2011ODTÜ Kültür ve Kongre MerkeziCSO Atilla Ademir “Keman” 07 – 08 Nisan 2011CSO Konser SalonuPianodrum 07 Nisan 2011MEB Şura SalonuBerkan Akıncı&Kübra Bilgili 08 Nisan 2011Çağdaş Sanatlar MerkeziBilkent Senfoni Orkestrası 08 Nisan 2011Bilkent Tiyatro&Konser SalonuMetin Kemal Kahraman, Cevdet Bağca, Adalılar 09 Nisan 2011Kocatepe Kültür MerkeziMavi Siyah Flamenko Topluluğu 09 Nisan 2011ODTÜ Kültür ve Kongre MerkeziAlman Polis Bandosu 09 Nisan 2011MEB Şura SalonuEmre Aydın 10 Nisan 2011MEB Şura SalonuIgnacio Rodes “Klasik Gitar” 11 Nisan 2011Çağdaş Sanatlar MerkeziSuna Kan – Cana Gürmen 12 Nisan 2011ODTÜ Kültür ve Kongre MerkeziThe Lutoslawski Quartet 12 Nisan 2011Çağdaş Sanatlar MerkeziThe Hermitage Ensemble of Soloists 12 Nisan 2011 MEB Şura SalonuCSO Ilian Garnetz “Keman” 14 – 15 Nisan 2011CSO Konser Salonu

ANKARA ETKİNLİK TAKVİMİ (NİSAN 2011)

Ber

na

Bil

gen

bern

abilg

en@

hotm

ail.c

om

.

47

The Mozart 14 Nisan 2011MEB Şura SalonuEmrehan Halıcı&Ankara Müzisyenleri 15 Nisan 2011ODTÜ Kültür ve Kongre MerkeziMnozil Brass 15 Nisan 2011MEB Şura SalonuNew York Gipsy All-Stars 16 Nisan 2011MEB Şura SalonuAhmet Kanneci 18 Nisan 2011ODTÜ Kültür ve Kongre MerkeziHasan Gökçe Yorgun, Tamara Atschba 18 Nisan 2011Çağdaş Sanatlar MerkeziTchaikovsky String Quartet 19 Nisan 2011MEB Şura SalonuPilar 20 Nisan 2011MEB Şura SalonuRitme Yolculuk:Ziv Eitan 20 Nisan 2011MEB Şura SalonuCSO – 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı 21 – 22 Nisan 2011CSO Konser SalonuWhite Nights – Music from St. Petersburg 21 Nisan 2011ODTÜ Kültür ve Kongre MerkeziOrkestra Akademik Başkent 21 Nisan 2011MEB Şura SalonuYasmin Levy 23 Nisan 2011MEB Şura SalonuCem Adrian 24 Nisan 2011MEB Şura SalonuCedric Tiberghien 25 Nisan 2011Resim Heykel Müzesi (Operet Sahnesi)Antakya Medeniyetler Korosu 26 Nisan 2011MEB Şura SalonuHacettepe Senfoni Orkestrası 27 Nisan 2011MEB Şura SalonuJazzing Flamenko 28 Nisan 2011MEB Şura SalonuDaisy Jopling Band 29 Nisan 2011MEB Şura SalonuBilkent Senfoni Orkestrası – Işın Metin 30 Nisan 2011MEB Şura Salonu

FİLM GÖSTERİMLERİBir Avuç Cesur İnsan 09 Nisan 2011Nazım Hikmet Kültür MerkeziBeyaz Perdede Göç Olgusu 12 Nisan 2011Alman Kültür MerkeziLola&Bilidikid 14 Nisan 2011Alman Kültür Merkeziİpekçi Günlükleri 16 Nisan 2011Nazım Hikmet Kültür MerkeziBaşka Dilde Aşk 17 Nisan 2011ODTÜ Kültür Kongre MerkeziGöbekli Tepe Dünya’nın İlk Tapınağı 22 Nisan 2011ODTÜ Kemal Kurdaş SalonuAnam 26 Nisan 2011Alman Kültür Merkezi

Page 25: Mahalle Baskısı

Adres: İnkılap Sokak No:6/A Kızılay AnkaraTelefon: 0.312.433.0701E-Mail: [email protected]: www.eskiyenibar.cometkinlik detayları için facebook

grubumuzu ziyaret edin.