16
AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN http://www.akademikbakis.org 1035 MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN ÖĞRETİSİNİN ESASLARI HAKKINDA Nurettin GEMİCİ * Öz Mevlana’nın öğretisi özünde insan-ı kâmile ulaşmayı hedeflemektedir. Mevlana’nın hayatı çocukluğundan başlayarak iyi tetkik edilirse eserlerine yansıttığı yüksek fikirlerin nüvesini, hayat hikâyesinde görebiliriz. Ortaya koyduğu eserleri bugün pek çok dilde beğeniyle okunmaktadır. Her şeyden önce onun eserlerinde ortaya koyduğu şarap, cezbe, ruhen özgürleşmek ve mutluluk meselelerine yaklaşımları kendisinden önce yaşamış İslam mütefekkirlerin yaklaşımları ile farklılık arz eder. Mevlana’nın kullandığı temalar klasik dini kitaplardan da farklıdır. O, eserlerinde ele aldığı konularda katılık ve taassuba düşmemiştir. Onun hoşgörü odaklı anlayışı onu her dönemde ilgi odağı haline getirmiştir. Bu farklı yorumları içinde barındıran üslubu sebebiyle Mevlana çoğunluk tarafından kabul görmüştür. Çünkü onun şiirlerinde geçen bütün mısraları herkes kendi anlayışına göre yorumlayabilmektedir. Günümüze kadar Mevlana hakkında yapılan sayısız ilmi çalışma onun yüksek dehasının yansıması olan eserlerinin anlaşılması için gösterilen muazzam çabanın bir işaretidir. Mevlana’nın dile getirdiği hususlar genel anlamda İslam toplumunda olumlu yankı bulmuştur. Anahtar Kelimeler: Mevlana, Dünya görüşü, tasavvuf, müsamaha, doktrin, insan-ı kamil About the essence of the teachings of Mawlana Jalaluddin Rumi Abstract Rumi’s teachings in essence aims to achieve perfect human being (insanı kâmil). Rumi’s life starting from his childhood, if well examined, the core of his high ideas that reflect his works, can bee seen in his life story. The corpus created by him has been translated into innumerable languages and received enormous interest from all over the globe. First of all, his approaches to the various questions such as wine, mystical ecstasy, spiritual freedom and happiness are quite different from those of his former Islamic scholars. And the themes he referred to differ from the classics of theology. He avoided any kind of fanaticism and narrowmindedness. His toleranceoriented vision puts him in the spot in all ages because of his approach that welcomes different interpretations, in this sense Rumi is accepted by the majority. In other words, his verses are open to various interpretations depending on the worldview of the reader. Infinite number of works on Rumi is a sign of the big efforts to make sense of his corpus that is a reflection of his genius. The ideas expressed by him are generally gained a positive echo in the Islamic world. Keywords: Maulana, worldview, mystic, tolerence,-,doctrine, universal man Giriş Mevlana, Rumi künyesinden de anlaşılacağı üzere, hayatının büyük bir bölümünü bir zamanlar Doğu Roma (Bizans) imparatorluğunun hâkimiyetinde olan Anadolu’da sürdürmüştür. Tarihte bu topraklara Rum ülkesi (Diyar-ı Rum) denildiğini bilmekteyiz. Burada yaşayanlara verilen Rum unvanı en çok Mevlana’da kalıcı ve sürekli olmuş ve bu isim kendisine alem olmuştur (Levis, 2000: 9-10). Mevlana’nın künyeleriyle birlikte tam ismi etrafındaki pek çok rivayet mevcuttur. Mesela: Mevlana Hüdavandigar Celaleddin Mohammed el- Belhi el-Rumi (F. Lewis, 2000: 9 -10) Doğum yeri ise o zamanlar İran sınırları içinde yer alan Belh şehridir. Bugünkü Belh ise Afganistan’a sınırları içinde Belhî adıyla tanınan bir yerleşim yeridir (Öngören, 2000: 441-448) ve (Özkan, 2006). Mevlana mahlasının anlamı “efendimiz” olup kendisinin ulemadan bir zat oluşuna da işaret etmektedir. * Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, [email protected]

MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN ÖĞRETİSİNİN ESASLARI …isamveri.org/pdfdrg/G00012/2016_54/2016_54_GEMICIN.pdf · About the essence of the teachings of Mawlana Jalaluddin

  • Upload
    others

  • View
    6

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1035

    MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN ÖĞRETİSİNİN ESASLARI HAKKINDA

    Nurettin GEMİCİ* Öz Mevlana’nın öğretisi özünde insan-ı kâmile ulaşmayı hedeflemektedir. Mevlana’nın hayatı çocukluğundan başlayarak iyi tetkik edilirse eserlerine yansıttığı yüksek fikirlerin nüvesini, hayat hikâyesinde görebiliriz. Ortaya koyduğu eserleri bugün pek çok dilde beğeniyle okunmaktadır. Her şeyden önce onun eserlerinde ortaya koyduğu şarap, cezbe, ruhen özgürleşmek ve mutluluk meselelerine yaklaşımları kendisinden önce yaşamış İslam mütefekkirlerin yaklaşımları ile farklılık arz eder. Mevlana’nın kullandığı temalar klasik dini kitaplardan da farklıdır. O, eserlerinde ele aldığı konularda katılık ve taassuba düşmemiştir. Onun hoşgörü odaklı anlayışı onu her dönemde ilgi odağı haline getirmiştir. Bu farklı yorumları içinde barındıran üslubu sebebiyle Mevlana çoğunluk tarafından kabul görmüştür. Çünkü onun şiirlerinde geçen bütün mısraları herkes kendi anlayışına göre yorumlayabilmektedir. Günümüze kadar Mevlana hakkında yapılan sayısız ilmi çalışma onun yüksek dehasının yansıması olan eserlerinin anlaşılması için gösterilen muazzam çabanın bir işaretidir. Mevlana’nın dile getirdiği hususlar genel anlamda İslam toplumunda olumlu yankı bulmuştur. Anahtar Kelimeler: Mevlana, Dünya görüşü, tasavvuf, müsamaha, doktrin, insan-ı kamil

    About the essence of the teachings of Mawlana Jalaluddin Rumi

    Abstract Rumi’s teachings in essence aims to achieve perfect human being (insan�ı kâmil). Rumi’s life starting from his childhood, if well examined, the core of his high ideas that reflect his works, can bee seen in his life story. The corpus created by him has been translated into innumerable languages and received enormous interest from all over the globe. First of all, his approaches to the various questions such as wine, mystical ecstasy, spiritual freedom and happiness are quite different from those of his former Islamic scholars. And the themes he referred to differ from the classics of theology. He avoided any kind of fanaticism and narrow�mindedness. His tolerance�oriented vision puts him in the spot in all ages because of his approach that welcomes different interpretations, in this sense Rumi is accepted by the majority. In other words, his verses are open to various interpretations depending on the worldview of the reader. Infinite number of works on Rumi is a sign of the big efforts to make sense of his corpus that is a reflection of his genius. The ideas expressed by him are generally gained a positive echo in the Islamic world. Keywords: Maulana, worldview, mystic, tolerence,-,doctrine, universal man

    Giriş Mevlana, Rumi künyesinden de anlaşılacağı üzere, hayatının büyük bir bölümünü bir

    zamanlar Doğu Roma (Bizans) imparatorluğunun hâkimiyetinde olan Anadolu’da sürdürmüştür. Tarihte bu topraklara Rum ülkesi (Diyar-ı Rum) denildiğini bilmekteyiz. Burada yaşayanlara verilen Rum unvanı en çok Mevlana’da kalıcı ve sürekli olmuş ve bu isim kendisine alem olmuştur (Levis, 2000: 9-10). Mevlana’nın künyeleriyle birlikte tam ismi etrafındaki pek çok rivayet mevcuttur. Mesela: Mevlana Hüdavandigar Celaleddin Mohammed el- Belhi el-Rumi (F. Lewis, 2000: 9 -10) Doğum yeri ise o zamanlar İran sınırları içinde yer alan Belh şehridir. Bugünkü Belh ise Afganistan’a sınırları içinde Belhî adıyla tanınan bir yerleşim yeridir (Öngören, 2000: 441-448) ve (Özkan, 2006). Mevlana mahlasının anlamı “efendimiz” olup kendisinin ulemadan bir zat oluşuna da işaret etmektedir. * Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, [email protected]

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1036

    Mevlana, devrinde çok mamur bir belde olan Belh şehrinde 6 Rebîülevvel 604 (30 Eylül 1207) de dünyaya geldi. Mevlana ve ailesinin buralardan hicretinden kısa süre sonra Belh Moğollar tarafından harap edildi. Babası Bahaddin Veled ulemadan bir kimse olup vaʻz ü nasihatleriyle halk arasında tanınan ve sevilen bir İslam âlimiydi. Bahâeddin Veled, sadece vaiz ve mutasavvıf birisi olmayıp yaşadığı tasavvufî hayatla ilgili tecrübelerini ve seyr ü sülük esnasında görmüş ve geçirmiş olduğu halleri konu alan Farsça bir eser de kaleme almıştır (Schimmel, 1980:12). Mevlana ve ailesi yaşadıkları topraklara doğru hızla yaklaşmakta olan Moğol zulmüne uğramamak için 620 (1223) tarihinde Anadolu’ya hicret ederek Larende’ye (Bugünkü Karaman) gelmişlerdir. Buraya varışlarından kısa bir süre sonra Celaleddin’in annesi Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Mevlana’nın annesinin kabri üzerine yaptırılan sade ve mütevazı türbesini bugün de ziyaret etmek mümkündür.

    Mevlana daha genç yaşta (18) hemşerisi sayılabilecek Semerkantlı âlim Şerafüddin Lala’nın kızı Gevher Hatunla evlenmiştir. (623/1226) Bu evlilikten Sultan Veled adlı oğlu dünyaya gelmiştir. Larende’de de Anadolu’daki Moğol saldırılarından dolayı kendini güvende hissetmeyen Mevlana ve ailesi 1228 yılında Konya’ya taşınmıştır. Konya’yı tercihleri tamamen şuurludur. Zira Konya, Selçukluların başkenti olması bir tarafa daha o tarihlerde bile bir ilim merkezi olma hüviyetini taşıyan ve adından herkesin söz ettiği bir şehirdi. Özellikle ilim ve irfan ehlinin hüsn ü muamele gördüğü ve tasavvufî öğretilerin kabul edilip yaşandığı bir yerdi. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled taşınmalarından üç sene sonra 628 (1231) tarihinde Konya’da vefat etmiştir. Mevlana babasının vefatından sonra onun yerine müderrislik postuna oturmuştur. Başlangıçta Mevlana Celaleddin’in tasavvufî hayatla ilgili tecrübelerinin olmadığını bilmekteyiz. Mevlana bu erken dönemde daha çok klasik ilahiyat konuları başta olmak üzere Arap şiiri ve meşhur Arap şairi Mütenebbi’nin şiirleriyle ilgileniyordu.( Schimmel, 1986: 48-49).

    Babasının en iyi öğrencilerinden olan Seyyid Burhaneddin o sıralarda Kayseri’de irşatla meşguldü. Hocası Bahaddin Veled’in ölümünü keramet yoluyla öğrendikten sonra gördüğü bir rüya üzerine Konya’ya geldi. Onun gelişiyle Mevlana’nın ilgi ve uğraşıları değişecektir. Seyyid Burhaneddin ise Konya’dan hemen ayrılmak niyetinde değildir. Onun Konya’dan hemen ayrılıp gitmemesinin sebebi hocasının oğlu Celaleddin’in eğitiminde gördüğü eksikliklerdir. Bu yüzden Celaleddin’e önce babasının kitaplarını ve daha sonra Hâkim Senai’nin sofilikle ilgili eserlerinden en önemlilerini okutmuştur. (Schimmel, 1975: 312- 313) Daha sonra Mevlana tahsilini ilerletmek için Halep ve Şam’a gitti. Mevlana’nın Halep ve Şam’da zahiri ilimleri tahsil ettikten sonra dönüşte Kayseri’ye uğramıştır. Mevlana’nın Halep ve Şam’da bulunduğu sıralarda hocası Seyyid Burhaneddin Kayseri’ye dönmüştü. Mevlana bir müddet burada kaldıktan sonra, Seyyid Burhaneddin’le tekrar Konya’ya gitmişlerdir. Seyyid Burhaneddin ilk gelişinden itibaren hesaplanırsa hemen hemen 9 yıl Hz. Mevlana’yı irşatla meşgul olmuştur. Seyyid Burhaneddin 1240 yılında Konya’dan ayrılarak Kayseri’ye döndü. Çok geçmeden 1244 yılında Kayseri’de vefat etti.

    Mevlana’nın hayatında siyasi olayların etkilerini de göz ardı etmemek lazımdır. En önemlisi de o tarihlerde Anadolu’ya yaklaşmakta olan Moğolların oluşturduğu havadır. Bütün bu gelişmeler halkta tedirginlik ve endişeye yol açmaktaydı. Mevlana’nın hayatındaki en büyük değişiklik gezgin bir derviş olan Şems-i Tebrizi ile Konya’da buluşmalarından sonra gerçekleşmiştir. Mevlana ile ilgili çalışmalarda sürekli anlatılan bu görüşme 26 Cemâziyelevvel 642 (29 Kasım 1244) tarihinde gerçekleşmiştir. (Eflâki, 1987: I, 84; II, 618)

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1037

    Şems’in kışkırtıcı soruları karşısında şaşıran Celaleddin vecde gelmiş bir derviş gibi kendinden geçmiştir. Artık o dakikadan itibaren aşk ateşi onu yakmaya başlamıştır. Ailesini ve sevdiklerini terk ederek Şems’le birlikte haftalarca inzivaya çekilip Allah sevgisi ve ilahi aşka dair hususi sohbetler ettiler. Şems-i Tebrizi, Mevlana’ya olan yakınlığının onun talebe ve sevenleri arasında sebep olduğu huzursuzluk ortamına daha fazla dayanamadı. Bir gün kimseye haber vermeksizin aniden Konya’dan ayrıldı. Bu ayrılığa, farkında olmadan Mevlana’nın veya yakın çevresinin kasten veya bilmeyerek ona yaptıkları bazı itham edici söz ve hareketler neden olduğu ileri sürülür. Şems’in bu ani kayboluşu Mevlana’nın kendisinde saklı şairlik ruhunu ortaya çıkarttı. (Schimmel, 1995: 306). Mevlana’nın musikiye meyli ve semaya başlaması, Farsça edebi beyitler söylemesi de tam bu zamana rastlar. O daha önce Arapça yazdığı bazı kısa şiirlerde de aşk ve sevgiyi konu edinmişti. Başlangıçta o şiirlerinde sevdiğinin ismini açıkça zikredemedi. Daha sonra bu çekingenliğini üzerinden atarak Şems-i Tebrizi’nin adını dile getirmeye başladı. Celaleddin Rumi, uzun araştırmalardan sonra Şems’in Şam’da olduğunu öğrendi. Bunun üzerine oğlu Sultan Veled’i, Şems’i Şam’a Konya’ya geri getirmesi için gönderdi. Şems geri dönüp Mevlana’yla Konya’da yaşamaya başladıktan sonra Mevlana’nın evlatlığı mesabesinde olan Kimya Hatun’la evlendi. Fakat bir süre sonra Mevlana’nın evinin içinde başlayan Şems karşıtlığı giderek artmış, nihayet 645 (1247)’de muhtemelen Mevlana’yı sevdiğini iddia eden bazı kişilerce onun öldürülmesine kadar varmıştır.

    Şems’in ölümüne bir türlü inanamayan Mevlana onu tekrar bulma ve ona kavuşmak ümidini asla kaybetmemiştir. Bu bitmek tükenmek bilmeyen arayışlar, onun kendisini bulup yeni bir kimliğe bürünmesine kadar devam etmiştir. Kendisiyle özdeşleştirdiği Şems’in sevgisiyle yazdığı şiirlere onun adını vermekten çekinmemiştir. Şems’in yokluğunda bir vesileyle karşılaştığı kuyumcu Selâhaddin-i Zerkûb’u kendisine arkadaş olarak seçmiş ve onunla sohbetlere başlamıştır. Selâhaddin’e olan yakınlığını arttırmak için onun kızı olan Fatma hatunu, oğlu Sultan Veled’e alarak dostluğuna bir de sıhriyet bağı eklemiştir. 1256 yılında Moğollar Konya’yı kuşatmıştı. Halk korku içindeydi. Mevlana olanlardan etkilenmiyor ve insanın ruh terbiyesine dönük yeni bir değişim ve farklı bir oluşumun nasıl sağlanabileceğini ortaya koymaya dönük bazı çalışmalara ağırlık veriyordu. Kendisini iyi yetiştirmiş bir talebesi olan Hüsâmeddin Çelebi’nin teklifiyle vecd ü istiğrakla söylediği öğretici şiirlerinden oluşan bir divanın yazılmasına müsaade etti. Hüsâmeddin Çelebi’nin Mevlana’nın bu şiirlerini yazmak için müsaade istemesinin asıl nedeni başlangıçta farklıydı. Onun düşüncesine göre öğrencilerin artık Hakîm Senaî ve Feridüddin Attar tarzı şiirler dışında da yeni bir şeyler okuması gerekiyordu. Hüsameddin’in bu aşırı ısrarıyla ortaya çıkan bu abidevî eser Divan ve Mesnevi başta olmak üzere kaleme aldığı bütün eserleri hem yaşadığı dönemde hem de kendisinden sonraki yüzyıllarda okunmuş, okutulmuş ve günümüzde bile öneminden fazla bir şey kaybetmemiştir. Bugün hala sevenleri tarafından rağbet ve ilgiyle okunmaktadır. Bu sevgi ve ilginin bir başka tezahürü olarak Mevlana’nın eserlerinin değişik dillere tercümesi yapılmıştır. Mevlana’nın ilk kaleme aldığı 18 beyit yine onun müsaadesiyle Hüsameddin Çelebi tarafından Divanının baş tarafındaki kısma konulmuştur.

    Duy şikâyet etmede her an bu ney, Anlatır ayrılıklardan bu ney Der ki feryadım kamışlıktan gelir, Kim işitse gözlerinden yaş gelir... (Nicholson, 1989: I, 1-18).

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1038

    Bu girişle başlayan Mesnevi’nin beyit sayısı 25 000 gibi inanılmaz bir rakama ulaşmıştır. Hüsâmeddin, bu yazma işi vesileyle ayrıca Pirinin tasavvufi hayatta yaşadığı tecrübelerini ve yaşadıklarına ait sırları da öğrenmek istemişti. Fakat bu konuda Mevlana, Hüsameddin’e fazla bir şey söylemek istemedi. Hüsameddin her ne kadar ısrarcı olsa da net bir şey öğrenmeye muvaffak olamadı. Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur,

    Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla! Dilberlere ait sırların, Başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur ( Nicholson, I – 145).

    Mesnevi’nin Muhtevası ve Değeri

    Mesnevi’de geçmekte olan bütün hikâyeler, misaller ve anekdotlar, sırlarla doludur. Her hikâyede bir vesileyle Şems’e gönderme vardır. Mesnevi’nin terkibinde ilk bakışta görülen insicamsızlık onun karakteristik özelliğini oluşturur. Bir hikâye bitmeden diğeri veya aynı hikâye devam ederken bir başkası başlar. Bu sebeple Mesnevi’nin başka dillere çevrilmesinde bu ahengi tutturmak neredeyse imkânsızdır. Mevlana bu eserini bir taraftan yazdırırken diğer taraftan öğrencilerine ders vermekte ve devrinin önde gelen siyasi kişileriyle bir araya gelmektedir. Bu tür ders ve sohbetlerde geçen konuları Fîhi Mâ fîh diye adlandırdığı eserinde ele almıştır. (Konuk, 1994). Mevlana’nın hayatı onun dindarlığını doğrudan aksettirir. Öyle ki o, ihtiyaç sahibi insanlara nasıl ve ne şekilde yardım edilebileceğini gösteren metot ve usulleri çok iyi bilmektedir. Yine onun kendi hayatında bizzat fakirlere tüm samimiyetiyle sahip çıkması dikkat çekicidir. Bununla da yetinmeyerek devrinde onunla yakınlık kurmuş olan bazı devlet büyüklerine ve eşraftan olan kimselere tesir ederek onları fakirler lehine hayır işlerine sevk ettiği bilinen bir gerçektir. Konya’da çağdaşı olan bazı aydınlar onu “Mevlana, sadece bize eskilerin masallarını anlatıyor ve tasavvufla ilgili makamlardan bahseden risaleler kaleme almıyor” diye eleştirmiş ve kınamışlar, fakat o yazılarını herkesin istediği biçimde değil, kendisinin tespit ettiği çerçevede kaleme almıştır. O bütün bunların yanı sıra devrindeki pek çok ünlü şair ve mütefekkirle buluşmuştur. Bunlardan birisi olan halk şairi Yunus Emre, Mevlana daha hayatta iken Konya’da onunla karşılaşmış ve sohbetine katılmıştır. Fakat Yunus Emre’nin üslubu Mevlana’dan farklıdır. O üslup ve tarz olarak devrindeki diğer tekke şairlerinin yolundan giderek şiirlerini sade Türkçeyle ve basit bir anlatımla ele almıştır. Bu metot daha sonra kendisi gibi düşünen bazı tekke şairleri vasıtasıyla devam etmiş ve tasavvuf öğretisinin halka aktarımı böyle olmuştur.

    Mevlana’nın eserlerinde Türkçe ve Rumca şiirlerden örnekler bulunması onun eserini Farsça kaleme almasının bilinçli bir tercih olduğunu gösterir. Yaşadığı ülkenin diline hâkim olmakla beraber devrindeki Farsçanın edebi bir dil olarak üstünlüğüne ve ifade gücündeki cazibeye kapılarak eserini bu dilde yazması, onun milliyetinin İran olduğunu göstermez. Nitekim Türkçe kullanımının rağbet görmesiyle oğlu Sultan Veled’in Türkçe bir divan yazdığı bilinmektedir. Selçuklularda, Türkçe halk tarafından konuşulan bir dildi. İslam coğrafyasında Arapça daha çok dini ve ilmî eserlerin yazım dilinde hâkimdi. Farsça da hem resmi bir dil hüviyeti hem de yüksek sınıfın rağbet gösterdiği edebi eserleri kaleme alırken kullanılmaktaydı. Mevlana’nın eserlerinde dil olarak Farsçayı tercihini başka yerlere çekmek en azından onu anlamamaktır. Hayatıyla ilgili bilgilerine ilave olarak onun 672 (1273) yılının yaz aylarında rahatsızlandığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. Mevlana 5 Cemaziyülevvel 672

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1039

    (17 Aralık 1273) tarihinde vefat etmiştir. O vefat ederken dahi geride kalan dostlarına hakikat dersleri vermeye devam etmiştir. Bu onun öğretisindeki kesintisizliği de ortaya koyar.

    Eğer onlar öldüğüm gün beni Yerin derinliklerine koyarlarsa koysunlar Benim kalbim hep yerin üstünde kalmaya devam eder Sen bunu hiç düşünmezsin, Benim tabutumdan çıktığımı sen görmüyorsun, Ayrılık sözünü işittirme, Çünkü sonsuz hasret olan buluşmak ve bulmaya sahip olurum, Ah vah edip ayrılıktan şikâyet etme, Eğer birisi bana kabre kadar eşlik ederse, Muhakkak bu bana daha mutlu bir kavuşmadır, Perde arkasında hazırlanmış. (Furûzânfer, 1957: II – 209). Onun düşüncesine göre ölüm bir ayrılık değildir. O, arkadaşlarına ölümün bir ayrılık olmayıp aksine bir kavuşma olduğunu söyleyerek onları teselli etmekteydi.

    Cenaze töreninde bütün dini cemaatler yer aldılar, cenazesinin teşyii töreninde sema yapıldı. Onun türbesinin üzerine bir yeşil kubbe (el- Kubbetü’l-hadrâ) bina edildi. Oraya sadece Mevlana değil, başta babası olmak üzere Mevlevi müritleri ve kendisinden sonra gelen tarikatın pirleri de defnedildiler. Müritlere yol göstermek ve eğitmek için adıyla müsemma olan Mevlevi tarikatının başına Hüsameddin getirildi.

    Mevlana sonrası Mevleviliğin Seyri Hüsameddin’in 1289 yılında ölümünden sonra yerine müritlere yol göstericilik görevine büyük oğlu Sultan Veled geçti. O, ileride Mevlevilik diye isimlendirilecek olan tarikatın yapılanmasını tamamladı. Mevleviliğin tarikat anlamında bazı kural ve prensiplerini karara bağladı. Gerçek anlamda Mevlevi olabilmenin şartı 1001 gün çileyi tamamlamaktı. Bu çile dönemini mürit tekkede geçirmesi zorunluydu. Bu çile döneminde müride düşen bir başka görev de tekkede kendisinden istenilen bütün hizmetleri itirazsız yerine getirmekti. Mevlevilikteki bu çile anlayışı asırlarca tarikatın değişmez bir şartı olarak benimsendi.

    Sema, kısaca bir halka etrafında dönerek yapılan sesli zikirdir. Semanın usul ve esasları belirlendi. Bir nevi sanat gösterisini andıran bu zikir töreninin işleyişi kısaca şöyledir. Mürşit zikri başlatmak için üç defa “hû” çeker. Bu “Allah” kelimesinin kısaltmasıdır. Bilindiği üzere “hu” sedası zikrin başlangıcını oluşturan bir selamlamadır. Bundan başka sema dairesinin etrafını çevreleyen dört önemli unsur daha mevcuttur. Bu insanların Allah’a olan yakınlaşmasını sembolize eder. Sema en son olarak kutsi bir dua ile sona erer. Dervişler beyaz tennurelerini, keçeden sikkelerini giyip ve sol ayaklarının üzerinden bir pergel gibi dönerler. Bu sema esnasında ise sağ ellerini gökyüzüne doğru açık bir vaziyette tutarak Cenabı Hak’tan gelen lütuf ve ikramları kabul etmeye hazır olduklarını sembolize ederler. Eşzamanlı olarak da sol ellerinin ayalarını içe dönük olarak aşağıya çevirirler. Semadaki bu sağ ve sol elin tutuluş biçimi: Tanrı tarafından kendilerine verilen bu nimeti ve ikramı kendileri için alıkoyup ve bekletmeksizin dünyadaki diğer insanlara vereceklerini sembolize eder. Benzer semboller Mevlana’nın eserlerinde de görülür. O da aynı şekilde Allah’ın kendisine ihsanı olan ve onun lütf u inayeti ile yazdığı şiir ve öğretileri bunları öğrenmek isteyenlere hiçbir karşılık beklemeden aktarır. Fakat bu sözler ancak onu almaya kendini hazırlamış ve kendisini o hikmetlere açmış olan kimselerde tesir uyandırır. Mevlana, bir

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1040

    anlamda hikmetin sırlarını onu arayanlara açan ve aktaran bir bilge hüviyetindedir (Schimmel, 1953: 17).

    Mevlana’nın Öğretisinde Geçmişin İzleri

    Mevlana kendisinden önceki tasavvufa dair eserleri tanıyan ve oralarda anlatılanlara vâkıf olan birisiydi. O, bu konuda zirvede olan Gazali’yi de çok iyi tanımaktaydı. Bu sebeple Mevlana’nın eserlerinde İhya’dan çok alıntı ve uyarlamalar bulunmaktadır. Gazali’nin eserlerinde geçen pek çok hikâyeyi nazım haline çevirerek eserine alıntılamıştır.

    Bilindiği üzere ilk dönem tasavvuf hareketinin temelinde sıkı bir riyazet bulunmaktaydı. İlahi aşk diyebileceğimiz Muhabbetullâh yoluyla benlik kötülüklerden arındırılarak gerçek anlamda yakınlığa erişiliyordu. Adına sonraları tasavvuf edebiyatı denilen bu türden eserlerin İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren kaleme alındığı bir gerçektir. Bu tarzda verilmiş eserlerin sayıca artışı, meşhur mutasavvıf Hallac-ı Mansur’un 922 yılında Bağdat’ta idam edilmesinden sonradır. Hallaç’a atfedilen şiir şöyledir:

    Ey dostlarım beni öldürünüz! Çünkü benim hayatım ölümümdedir, Ve hayat benim için ölümdür, Ölümümde benim hayatım mevcuttur. (Schimmel, 1995, 35).

    Bu şiiri gerek Mesnevisinde gerekse diğer eserlerinin bazı yerlerinde konuyla ilgisine binaen alıntılamıştır. Şiirinin çekiciliği ve belirgin bir özelliği olarak anlattığı aşkın gerçekte yaşayan bir kadına veya sevilen herhangi bir varlığa mı ait olduğu konusu alegorik olarak kapalı bırakılmıştır. Mutasavvıflar, tasavvufun rağbet gördüğü ve Gazali’yle tamamen meşruiyet kazandığı V. asrın sonundan itibaren ilahi aşk konusu ve güzellik kavramlarına bakış açısı değişmiştir. Bu anlayış çerçevesinde ilahi güzellik, kâinatın her tarafında yansır ve ilahi güzelliğe ait ışık kâinatın her tarafını aydınlatmaktadır. Bu ışığı hisseden âşık hemen farklılaştığını hisseder. Dünyada insana karşı duyulan sevgi geçicidir. Zira bu sevgili erkek olsun kadın olsun ölümlü olup bir gün gelip yaşlanacak ve hayatını tamamlayarak vefat edip sevdiği kişiden ayrılacaktır. Bu ölümlülere mahsus mecazi sevgidir. İnsan sevgisi ancak bir basamaktır. Bunu geçerek devam ettiğimizde gerçek ve ilahi aşka gitme yolunda bir adım daha atmış oluruz. Bütün bu aşamaları da geçtikten sonra gerçek ilahi sevgiye ulaşılabilir. Schimmel,1999: 171). Bir Arapça deyiş bu konuyu gerçekten çok veciz olarak anlatmaktadır. “Mecazî anlatım, insanı hakikate götüren bir köprüye benzer.”

    Bütün yaratılmış varlıklar aslında bir nevi hakikati gizleyen bir örtü mesabesindedir. İnsana verilen gözler, eşyanın hakikatini görme noktasında gerçekten çok zayıf olup yetersiz kalmaktadır. Vakıflar dergisinde Halim Baki Kunter’in kaleme aldığı “Kitabelerimiz” isimli çalışmadan mezar taşlarında ölüm konusu işlenen şu rivayetler derlenmiştir. Bunların kaynaklarından çok ifade ettiği ve konuya kazandırdığı bütünlük esas alındığından ayrı bir kaynak taraması yapılarak burada geçen hadislerin sahih veya mevzu olduğu konusu ele alınmamıştır. Demirtaş Paşa’nın mezar taşı kitabelerinde geçer. Nebi Aleyhisselam buyurdu ki: Dünya’nın evveli ağlamadır, ortası meşakkat ve sonu fani olmaktır. Ahirete gelince, evveli bekadır, ortası ihtiyaçtan vareste olmaktır, Sonu da Tanrı’ya kavuşmadır. Nebiy-yi Muhtar doğru buyurdu.

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1041

    Nebi Aleyhisselam buyurdu ki: Dünya bir köprüdür (oradan) geçin gidin, onartmayın (Tamir etmeye uğraşmayın). Omur Bey’in Mezar taşı kitabesi: Müminler ölmezler. Belki Dar-ı fenadan dar-ı bekaya nakledilirler. Dünya iptidası ağlamak, ortası mihnet ve meşakkat sonu fani olmaktır. Dünya ahiretin çiftliğidir. Eğer dünyanın halkı ölmeselerdi yerleri yurtları harap olmazdı. Eğer ölümün ne zaman geleceğini bilmezsek de şunu bilmiş ol ki, sen dünyanın sonuna kadar kalamazsın. Rivayet edilmiştir. Davut aleyhisselam bunu bir kabrin başında gördü. Şöyle yazılmıştır. Bin sene saltanat sürdüm, bin memleket fethettim, bin orduyu hezimete uğrattım, bin bakire kızın bikrini izale ettim (evlendim). Sonra gördüğün bu neticeye vardım. Başka bir kitabede: Gördüm ki, zaman karışık dönüyor, ne keder devam ediyor ne sevinç, dünyada bir takım padişahlar saraylar yapmışlar, neticede ne padişahlar kalmış, ne de saraylar. Dünya fanidir, fakat büsbütün fani değil, yarın ruz-i cezada o sahibinin karşısına tekrar çıkar. (Kunter, 1942: 444- 447).

    Bazı mutasavvıflarda ölüm düğün metaforuyla izah edilmiştir. Düğündeki karakterler nasıl birbirine kavuşmayı arzulayıp özlem duyarlarsa, ilahi aşka tutulanlar da buna benzer duygular yaşarlar. Mevlana, yine bu durumu Kuran’dan iktibas ettiği şu ayetle anlatmaya çalışır. “Biz onlara işaretlerimizi gerek ufuklarda gerekse kendi öz nefislerinde göstereceğiz. (41,53)

    Bu konuyla ilgili olarak Kuran’da pek çok yerde örnekler bulunmaktadır. Bu işaret, sembol ve tecelliler bazen göğün ufuklarında bazen de insanın gönlünde, ruhunda olabilmektedir. Kuran’da geçen bu örnekler arasında aciz bir sivrisinek (2, 26) yine güçsüz bir örümcek (29, 41) mütevazı bir karınca (27, 18) veya Allah tarafından kendisine yapacağı işlerin vahiy olunduğu bir arı bile görülebilmektedir. Bütün bu misaller Yaratıcının farklı işlerdeki güç ve kudretinin bir işareti kabul edilmektedir.

    Mevlana’nın eserlerinde kullandığı bir motif de Dünya’da sanki bir hapis hayatı yaşayan ruhun Tanrı’ya dönme ve ona kavuşma özlemi duymasıdır. Mevlana’nın musiki ve semaya ilgi ve sevgisi çok belirgindi. O, dünyaya sırtını dönmüş ve varlığın en yüksek tabakalarına yükselmek uğruna sema ile meşgul olmuştur. (Schimmel, 1999: 143), (Schimmel, 2006:63-65).

    Mevlana’nın Dinî Referanslarının Kaynağı Hakkında Mevlana’nın İslam’a bakış açısını tanımak isteyen kişi onun eserlerini iyi tetkik eder

    ve incelerse onun bu esaslara ne kadar candan bağlı olduğunu hemen anlayabilir. Molla Cami, Mevlana’nın Mesnevi ve divanında fazlaca Kuran ayetlerini referans

    göstermesi nedeniyle Mesnevi’yi Fars dilinde yazılmış Kuran olarak tanımlamıştır. Mevlana Kuran’ın kesinlikle tahrife uğramamış bir Tanrı sözü olup İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirildiğini özellikle belirtir. Mevlana’nın teolojik telakkilerinin ve dünya görüşünün ana kaynağı hiç şüphesiz Kuran’dır. Bu onu hadisleri göz ardı ettiği anlamına gelmez. Mevlana’nın sırf Mesnevi’sinde geçen yaklaşık 700 hadis-i şerif, onun bu konuda ne kadar hassas olduğunu ortaya koyar. (Schimmel, 1999: 143) (Schimmel, 2006:63-65).

    Mevlana’da Allah Telakkisi

    Eserinin tamamında Allah’a hamd ü sena yani şükür ve övgülerin yer aldığı cümleler bulunmaktadır. Kuran’ın Bakara suresi içinde bulunan Ayetü’l Kürsi’deki El- Hayy (diri) el-

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1042

    Kayyum’a eserinin her tarafında övgüler yağdırır. Allah Hayy’dır (diridir) ve kendisinin sınırsız olan mülkünü insanlara tanıtmak bildirmek ve sevilmek istiyor. Mevlana ve diğer mutasavvıflar kutsi hadis naklederler. “Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi istedim, bu yüzden de kâinatı yarattım. Her şey Allah’ın kudretini ve güzelliğini göstermektedir. “Allah insana şahdamarından daha yakındır.” (Kuran, 50, 16) Allah sürekli yaratmaktadır. Mevlana’nın bazı beyitleri diğer din saliklerine Mezmurlar’daki Cenabı hakka şükür duasını hatırlatmaktadır. “ Yerlerin ve göklerin mülkü ona aittir.” “O her an hep yeni bir yaratma üzerinedir” (Kuran, 55, 29) Allah Teâlâ, hiç aracısız bir şekilde her şeyin yaratıcısı oluşundaki sırrı gizlemek, perdelemek maksadıyla mevcudatı yaratmıştır. (Schimmel, 2006: 69-77).

    Karıncalarla ilgili anlatılan bir hikâyeyi Mevlana doğrudan Gazzali’den almış ve nazıma çevirmiştir. Bu hikâye şöyledir: Birinci karınca divitin yazdığı yazının güzelliklerini divite atfeder. Diğeri bunu onu yazan kalemin eseri olarak düşünüyor ve üçüncüsü bunu ele izafe etmek istiyor, bu şekilde bu işi asıl meydana getirene kadar ulaşıyorlar. Bu örneklemeden yola çıkılarak işi asıl yapanın Allah olduğunu, kulların onun takdir ettiği ölçüde bu oluşta yer aldığını savunan ehl-i sünnet çizgisine uygun görüşü bir örnekle aktarıyor.

    Bütün kâinat onun dilemesiyle yaratıldı. En küçük atom parçası, ateş, su ve böcekler v.s. hepsi Allah’ın ona emretmesiyle işler yani her durumda onun emriyle harekete geçer. Sadece o emrederse ateş yakar ve Kuran’da anlatılan İbrahim kıssasından anlıyoruz ki, Nemrut’un kuvvetli odunlar üzerine kurulu mancınığına bağlı olan İbrahim için ateş serin, rahat ve hoş bir ortama dönüşmüştü. (Kuran: 8, 21) Daha sonra Cenabı Hak aynı yerdeki ateş yığınlarını gül bahçesine dönüştürmüştür.

    İnsan, fıtratına bakarak da Allah’a giden yolu bulabilir. Eğer nefsinin arzu ve isteklerini esas alarak kendisi için yaratma ve yaratılanı severse o kişi müşrik ve kâfirdir. Eğer her şeyde yaratıcın işaretini görürse o gerçekten Allah’a inanan kişidir.

    Bir Eğitimci Olarak Mevlana’nın Görüşleri

    Aslında İslam anlayışında öğretici, takdir edilen ve toplumda merkezde rol alan bir pozisyona sahiptir. Hz. Ali’ye dayandırılan bir rivayette onun şöyle söylediği rivayet edilmiştir. “Bana bir harf öğretenin [kırk yıl] kölesi olurum.”

    Bilindiği üzere peygamberler tebliğle yükümlü oldukları topluluklara aynı zamanda öğretmenlik de yapmışlardır. Tasavvufî akımların hemen hepsinde öğrenme ve öğretme işi çok ciddiye alınmış ve bununla kalmayıp okuyup yazma eylemlerinin yanında muhakkak ve kesinlikle adabı meydana getiren ahlakla bütün bunların bütünleştirilmesi bir esas olarak ortaya konmuştur. Tasavvuf kendisine hedef olarak ruh terbiyesini seçer. Fakat bu eğitim süreci yavaş sürmekle beraber insanın temizlenerek ıslahını ve üsve-i hasene yani örnek model insan olan peygamberi takip etmekle sonlanır. (Ş. Can, 1995:153-162).

    Mevlana’nın düşüncesinin temelindeki hedef yaptığımız amellerimizi ve ahlaki anlayışlarımızı dinî kurallar ve prensiplerle uyumlu hale getirmeye çalışmaktır. Bu bizi İnsan-ı Kâmile götürür. Mevlana’nın müritleri arasında bazı dindar hanımlar olduğu gibi, aynı şekilde döneminin siyasi gücünü elinde tutan insanlar da vardı. Bundan başka esnaftan ya da sade halk tabakasından insanlar da vardı.

    Mevlana’nın üslubu insanı en yüksek ilahî sırlara vâkıf kılar ve onu Tanrı’nın katına en kolay bir biçimde yükseltir. Konuları ele alış tarzı etkileyici ve tabir caizse büyüleyicidir. Birbirinden ilginç ve harika ölçüde güzel benzerliklerini vurgular ve o güne kadar

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1043

    mutasavvıfların alışılagelen girift ve anlaşılmaz şekillerde ele aldıkları biçimi esaslı bir şekilde değiştirir. Bununla da kalmayarak konunun anlaşılmasını kolaylaştıran karşılaştırmaları eserlerinde kullanmaktadır. Anlaşılır ifadelerle donatılmış sıra dışı mükemmel bir üsluba sahiptir. Öncelikli olarak ele aldığı konu; insanın dışa vuran hal ve hareketlerinin onun iç dünyasında sahip olduklarıyla uyumlu ve ahenkli olması gerektiğidir. Yani içi dışı bir olmalıdır.

    Mevlana’ya göre cihad-ı ekber; yalnız kâfirlere karşı yapılan bir mücadele ve savaş olmayıp asıl nefisle olan mücahede olarak karşımıza çıkar. “Bu nefsimiz cehennemin parçası olduğu için, parçalar da daima bütünün tabiatını taşır. Onu öldürecek ancak Hakkın ayağıdır/iradesidir. Onun yayını haktan başka kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok konur. Bu yayın ters ve eğri okları vardır. Ok gibi doğru ol, yaydan kurtul. Çünkü yaydan şüphesiz doğru oklar sıçrar. Dış savaştan dönünce, iç savaşa yöneldim. -Biz-Küçük cihattan döndük Peygamberle birlikte büyük cihattayız. Bu Kaf dağını iğneyle kazmak için Hak'tan kuvvet, başarı ve destek istiyorum. Saflar yarmayı kolay aslanlık bil. Kendini yenendir aslan.“ (Mevlana, sayfa.81/beyit no:1384-1391). İnsandaki nefis daima onu dalalete ve sapkınlığa sürüklemek ister, bu yüzden dindar müminlerin nefse çok dikkat etmeleri gerekmektedir. Çünkü insandaki asıl cihat nefse karşı uyanık olmak ve onu akıl vasıtasıyla kontrol altına almak ve dizginlemek demektir.(Schimmel, 1980: 102).

    Mevlana tevekkül anlayışımızı da sorgulayarak bunun hiçbir şey yapmadan her şeyi Tanrı’dan bekleyerek ona körü körüne güven duyma olmadığını belirtir. Asıl olan elinden geleni yapıp Allah’a itimat edip tevekkül etmektir. Peygamberin (a.s.) bir defasında bir bedeviye hitaben şöyle seslendiği rivayet olunmuştur: “Deveni sağlam bir yere bağla, daha sonra Cenabı Hakka tevekkül et!” Demek ki insan her konuda yapabileceğinin en iyisini ortaya koyacak ve daha sonra Mevla’sına tevekkül edip güvenecektir. Bir mümin ne kadar çok Allah’a itimat ve tevekkül ederse o müminin o kadar fazla derecede kâmil ve hikmet sahibi olduğu ortaya çıkar.

    Bundan başka sabır da çok önemlidir. Allah aslında her şeyi bir anda yaratmaya muktedir iken, insana sabrı öğretmek için kâinattaki her şeyi aşamalarla yaratmış ve gelişip neşv ü nema bulmasına zemin hazırlamıştır. Buna en iyi örnek yine insanın bizzat kendisidir. Allah, insanı, üremeyi sağlayan erkek ve kadındaki hücrelerin birleşimiyle dokuz ay sonunda dünyaya getirmiştir. İnsan, bebeklik evresinden başlayarak belli bir sıra dâhilinde periyodik gelişme göstererek bu gelişimini madden ve manen tamamlar. En son nokta olarak da insan-ı kâmile ulaşır. Bu bize yaratılıştaki basamakları ve buna neden gerek duyulduğunu gösteren en iyi delildir. Eğer insanoğlu başına gelenlerin imtihan sırrıyla alakalı olduğuna inanır ve sabrederse Mevla’sı onu muhakkak mükâfatlandıracaktır.( Schimmel, 1986: 118–123).

    İnsan ne kadar zihnî basamakların üst mertebelerine erişirse, o kadar anlaması ve olanı biteni kavraması kolaylaşacaktır. Bütün olumsuzluklara ve kötülüklere karşı panzehir hükmünde olan her durumda şükretmek ve Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükran duygularını ifade etmektir. Yine insan, havf (korku) ve reca (ümit) duyguları arasında bir hayat sürdürmelidir. Klasik tasavvufta bu Ümit ve korku insanı Allah’a yükselten ve yaklaştıran iki kanatla sembolize edilmiştir. Bundan başka İnsan-ı kâmile giden yolda önemli aşamalardan birisi fakirliktir. Bu adına fakirlik denilen yücelik insanı gerek Allah katında gerekse insanlar nezdinde yükseltir. İnsanın yeryüzüne gönderiliş sebebi mal mülk toplamak ve bu elindekilerle başkalarına güç gösterisinde bulunmak değildir. Fakrını bilmek sayesinde insanoğlu acizliğinin farkına vararak sonsuz kerem sahibi olan Rabbini daha iyi tanır ve bilir. Tasavvufta ve Mevlana’daki fakirlik hiçbir şeye sahip olmamak anlamında olmayıp dünyaya

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1044

    ait bütün ilgi ve alakalardan kendisini uzak kılmak ve fenâyı arzulamaktır. (Schimmel, 1975, 145). Allah’a giden yolda insanoğlu için olgunluğa erişmek ve pişme yolunda meşakkatlere uğramak elzemdir. Mevlana bu yolu bize kısa bir hikâyeyle şöyle anlatmaktadır. Sırtına bir aslan dövmesi yaptırmak isteyen Kazvin’li bir zat telkâra (dövmeciye) gider. —Usta, der, bana bir dövme yap, fakat canımı acıtma." Telkârî Ustası sorar: "Ne resmi istersin sana ne döveyim?" der. Adam: Talihim aslandır onun için bana bir aslan resmi döv, fakat dikkat et bu işi adam akıllı yap, der. Telkârî ustası sorar: Vücudunun neresine yapayım aslan resmini? Kazvinli: İki omuzumun arasına, der. Dövmeci iğneleri alıp işe koyulur. Adamın canı acımaya başlar. Adam feryat eder: Aman usta beni öldürdün ne yapıyorsun, diye bağırır. Usta: Aslan resmi yap dedin ya onu yapıyorum." der. Kazvinli sorar: Neresinden başladın? Usta: Kuyruğundan, diye cevap verince, Kazvinli : - "Aman iki gözüm canım ustacığım, bırak kuyruğu aslanın kuyruğunu yapacaksın diye kuyruk sokumum sızladı. Canım burnuma geldi. Aslan varsın kuyruksuz olsun. İçime fenalık geldi acıdan nerdeyse bayılacağım." der. Usta bunun üzerine aslanın başka bir tarafını yapmak üzere iğneleri batırmaya başladı. Kazvinli feryada başladı. -Şimdi aslanın neresini çiziyorsun? Usta: Kulağını çiziyorum, dedi. Kazvinli can acısıyla bağırdı: Bırak ustacığım! Allah aşkına varsın aslan kulaksız olsun, canım çok acıdı, dedi. Usta bu defa aslanın başka bir yerini çizmeye başladı. Kazvinli yine feryat etti: Bu defa aslanın neresini dövüyorsun? Dedi. Usta: Azizim şimdi aslanın karnını yapmaya çalışıyorum, dedi. Bunun üzerine Kazvinli: Aman çok fena acıdı canım, bırak iğneleri batırma varsın aslan karınsız olsun, karnı eksik olsun aslanın, deyince : Usta sinirlenerek iğneleri yere attı. —Bu benim başıma gelen, bu âlemde hiç kimsenin başına gelmemiştir. Hiç kuyruksuz, başsız, kulaksız ve karınsız aslan olur mu? Böyle bir aslanı kim görmüş, diye işi bıraktı. Dövme ustası Kazvinli’ye sabretmeyi öğrenmek ve acıya katlanmak ve tahammül göstermesini salık vermektedir. Karnı, kulağı, kuyruğu olmayan bir aslan nerede görülmüştür Tanrı bile asla böyle bir varlığı yaratmamış iken, Kardeşim dövme için sırtına saplanan iğnelere sabret ki, Böylelikle inanmayan nefsine hâkim olabilesin. (Furûzânfer, 1957: I, 2981)

    Yine burada ilgi çekici bir misalle Hz. İsa’nın doğumu vesile kılınarak acı çekmenin ve sıkıntıların insanın kemale ermesinde önemli bir motif olduğunu ispat eder ve konuyu net bir şekilde ortaya koyar. Bu örneği bundan elli yıl sonra Hıristiyan Almanya’da Üstat (Meister) Eckhardt (1260–1328) da benzer ifadelerle kullanmıştır. Johannes Eckhart (1260-1328), Eckhart von Hochheim adıyla ve daha yaygın ifadesiyle Meister Eckhart olarak bilinen Alman ilahiyatçı, filozof ve mutasavvıftır. Meister, yani üstat unvanı onun Paris’te eğitiminde elde ettiği üst dereceye işaret eder. Ona göre, ıstırap ve acı insanın girişmiş olduğu her eyleminde onu yönetir. (Schimmel, 1986, 141). Eğer acılar artarak devam etmeseydi Hz. Meryem de asla ağaca doğru yaklaşmaz ve onu ayette belirtildiği gibi sallamazdı. "Hurma

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1045

    dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün." (Kuran: 19, 25). İnsan vücudu da Hz. İsa’yı doğuran Hz. Meryem’in durumuna benzemektedir. Herkesin içinde bir İsa bulunmaktadır. Bu acı ve sancılar bizde olursa bizim İsa’mız da doğar. Eğer ağrı ve sancılarımız olmazsa, biz bu durumdan hiçbir hisse almadan ellerimiz böğrümüzde kalırız. Bizim İsa’mız da doğumu gerçekleşmediği için gelmiş olduğu yere aynı gelirken kullandığı gizemli yollardan geçerek gerisin geri geldiği yere döner. (Schimmel,1995: 231-233).

    İnsanoğlu içinde taşıdığı bu nefsinin terbiyesi noktasında riyazete dikkat etmelidir. Ayrıca zihnini kötülüklerden uzak tutup saflaştırmak ve arındırmak için bazı ameliyelere tabi tutması lazımdır. Nefsi kendi kafesinde tutmak ve dizginlemek için aşırı dikkat ve özenle harekete ederek onu sürekli murakabe altında tutma, oruç veya yemesini içmesindeki aşırılığı terk ederek ve Allah’ı zikretmesi gerekmektedir. Onun tespitlerine göre insanın nefsi, azgın serkeş bir küheylana benzemektedir. Şayet terbiye edilir ve eğitilirse insanın en iyi yardımcısı durumuna gelir. (Schimmel, 1975: 114-115).

    Mevlana en tehlikeli insanlar grubuna, ukala tipler ve eğitilemez alık kişileri dâhil eder bunlar hakkında söylemek istediklerini Hz İsa’nın diliyle şöyle ifade eder: Meryem oğlu İsa sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri bu hale hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi: "Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!" Hz. İsa (a.s.) o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın sualine cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve: "Ey Rûhullah! Ne olur Allah için bir an dur da söyle: Senin bu kaçışın benim için bir muamma oldu! Kimden kaçıyorsun? Arkanda ne aslan, ne düşman, ne de korkulacak bir şey var" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s.): "Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan! Git bana mani olma ki, kendimi kurtarayım!" diye karşılık verdi. Bu sefer adam : "Nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu "Mesih" sen değil misin? Diye sordu. Hz. İsa (a.s.):

    "Evet, benim" diye cevap verdi. Adam devamla: "Manevi sırlara mazhar olan ve bu yüzden "Ruhullah" sıfatını alan şahs-ı manevi sen değil misin? Sen ki, ölmüş birine o duayı okuduğunda, o kimse, av bulmuş aslan gibi kabrinden sıçrayıp kalkıyordu" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s.) "Evet ölüye okuyan benim" cevabını verdi. Adam sordu: Ey güzel yüzlü İsa! Çamurdan kuş yapıp uçuran sen değil misin? Hz. İsa "Evet..." dedi. Sonra adam: "Ey temiz Ruh! İstediğin her şeyi yapabildiğin halde kimden korkuyorsun?"

    Hz. İsa (a.s.) : "Evvela ruhu, sonra cesedi yaratan Cenabı Hakk'a ve O'nun sıfatlarına yemin ederim ki, o duayı yani İsm-i Âzam'ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Yine o duayı okudum, ortasından kayalık bir dağ çatladı; ölü bir cesede okudum, dirildi; hiç bir şeyi olmayan fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duayı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum halde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lakin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi" dedi. Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hz. İsa'ya (a.s.) sordu: "İsm-i Azam" bu kadar şeye tesir edip şifa verdiği halden için ahmaklığa tesir edememiştir? Hâlbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara deva olup da buna olamayışının sebeb-i hikmeti ne olabilir? Hz. İsa (a.s.) cevap verdi:

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1046

    "Ahmaklık, kahr-ı ilahî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahî'ye uğramayan iptilalardır. İptila da bir hastalıktır; ancak sadece müptelasına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lakin ekseriya başkasını yaralar ve zarar verir. "Ahmaklık damgası Allah'ın bir mührüdür. Ona hiç kimse çare bulamaz." Kuran-ı Kerim’de iki çeşit ahmaklıktan bahsedilmektedir. Bunlardan birinci sınıf, kâfirler ve müşrikler olup, Allah Teâlâ Hazretleri bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünemez ve idrak edemezler." (Kuran: 2, 171) ( İzbudak, 1943, III, 244-246).

    İnsan kendi iradesiyle Allah’tan bu emaneti yüklenmiştir. Yani kendisine teslim edilen emanet olan şeyi aldı. Bu farklı şekillerde de değerlendirilmiş ve yorumlanmıştır. Bu emanet için iman, sevgi veya mesuliyet şeklinde açıklamalar olmuştur. Kuran’da belirtildiği üzere bu emaneti yer ve gök başta olmak üzere kimse kabul etmemiştir. “Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve Allah’a ortak koşan kadınlara azap etmek; mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul etmek için insana emaneti yüklemiştir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Ahzab suresi 72). Yine Cenabı Hak insanla ezelde bir mukavele anlaşma imzalamıştır. Bütün insanlara ruhlar âlemindeyken sormuş olduğu soru şöyledir: ” Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Bütün insanlık da buna cevaben: Evet, demişlerdir. “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir” (Kuran: 7, 172) Ayrıca Cenabı Mevla insanı yeryüzünde kendisinin halifesi olarak yaratmıştır. “Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tespih ve takdis ediyoruz.” demişler, Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.”(Kuran: 2, 30). Bu konunun Mevlana düşüncesine göre izahı için Schimmel’in eserlerine bakılabilir. (Schimmel, 2006; 89).

    İnsanın eğitim meselesinde aynı soru karşımıza çıkar. “İnsan gerçekten eğitilebilir mi? Onun bütün yaptıkları şeyler, ameller, fiiller önceden belirlenmiş mi? İnsanın gerçekten bir iradesi söz konusu mu? Mevlana’ya göre insanın kendisine verilen cüzi irade de dâhil olmak üzere hepsi Allah’ın iradesiyle ortaya çıkan işlerdendir. Çünkü Kuran’da adalet anlayışına çok bir değer verilmiş her fert işlemiş olduğu iyi veya kötü işlerden dolayı hesaba çekilecektir. Neticesinin neye mal olacağını hiç şüphesiz görecektir. “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.”(Kuran: 95, 7-8) Bir hadis-i şerifte de Peygamber (a.s.) buyurdu: “Dünya ahiretin tarlasıdır.” İnsan dünyada ne ekerse, ahirette de onu biçer.

    Mevlana’nın Aşk anlayışı

    Biz Mevlana’daki sevgiyi, aşkı İslam dininin metafizik köklerinden ayırmadan doğru anlamamız gerekmektedir. Aksi takdirde bu sevgi sadece dünyevi olana dayalı musiki ve sarhoşlukla tezahür eden bir aşk olarak telakki edilebilir. Mevlana’nın aşkı tarifi referanslarını tasavvuftan almayan herhangi bir şairle benzerlik arz eder gibi görülmesine karşın metin içinde vurguladığı ince nüanslar yüzünden ondaki aşk telakkisini anlamak zorlaşmaktadır. Ona göre aşk dünyadaki mevcut dillerden hiçbirisiyle tavsif edilemeyen sönmeyen ebedi bir

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1047

    ışıktır. Aşk öyle bir güç ve enerjidir ki, her şeyi o harekete geçirir. Sanki o bir güneş gibi her şeye hayat verir. Eğer seven ve sevilen bir araya gelirse tevhit (birleme) ortaya çıkar. Bunun yansıması olarak her ikisi tek bir bedende birleşir ve vahdeti oluşturur. Tıpkı Hallaç’ta da olduğu gibi “Ene’l-Hakk; Ben gerçeğin ta kendisiyim” diye seslenir.(Schimmel, 2006: 11).

    Mevlana da Mesnevisinde aynı şekilde şöyle seslenmektedir: Benden sadece bir isim geriye kalır, gerisi sadece O’dur. (yani Allah).(Schimmel, 1995, 35). Kuran’da ismi geçen her peygamber, sevginin aşkın gücünü anlatan bir sembolle anlatılır. Hz. Musa’yı anlatan ayetlerden olan onun asasının bir yılana dönüşerek Firavun’un sihirbazlarının sihir yoluyla oluşturdukları yılan şeklindeki sopalarını yutması örneği Mevlana’da çok değişik olarak açıklanmaktadır. Aşk da her şeyi yutan ve cansız olanlara can veren bir güç olup aynı şekilde nasıl Hz. İsa ölüleri diriltiyor ve hayata döndürüyorsa aşk içinde aynı şeyler düşünülebilir. Zira aşkta da yeniden hayat veren bir enerji, kudret, güç bulunmaktadır.

    Aşk pek çok kere acıklı tablolarla resimlerle de tavsif edilmiştir. Çünkü bu acı ve elemler aracılığıyla ruhlar aydınlanmıştır ve acının her zaman ve her şekilde sürekli tekrarlanmasının anlamı ölümden sonra yeniden hayata dönüş olarak anlaşılabilir. Bu değişiklik süratlidir. Öyle ki bir yandan acı ve öbür taraftan sevinç duyup kendinden geçerek değişik lezzetleri yaşamak şeklindedir denilebilir. Bundan dolayı Mevlana gönlün, ruhun ağlamasını sayısız denecek kadar çok olarak beyitlere dökmüştür. Akıl ancak saf temiz arı bilgilerle donatılırsa veya yakınlaşırsa o zaman sadece görünen dünyayı görür. Buna karşılık aşk gözü ise duru ve berrak bir tecelli sayesinde perdenin arkasını görebilir. Buna binaen bir karşılaştırma yapmak gerekirse aşk bir nevi çılgınlıkla tavsif olunabilir. Çünkü Mecnun aslında Leyla’nın aşkıyla uçsuz bucaksız çöllerde şaşırmadı, yolunu kaybetmedi, akıl şehrini arkasında bıraktıktan sonra buna muvaffak olmadı mı?

    Aşk insanı bütün hayatın kaynağı olan asıl geldiği memlekete doğru sevk eder. Bu sebeple âşık önce vefat edecek, sevgilisiyle buluşabilmek ve bir araya gelebilmek için kendi varlığından ve başına buyrukluktan vazgeçecektir. Çünkü ölüm yeniden diriltip gençleştirerek insanı ebedi hayatın ilk basamağına getirir.

    Eğer âşık aşk acısıyla, özlemle ve acıyla tamamen fena olursa, o sevilen varlık, Tanrı’yı görebilir ve onunla bütünleşebilir.( Schimmel, 1995 35). Aşağıdaki Mesnevi’de geçen kıssa bu birleşmeye giden yolu çok canlı bir şekilde anlatır: Birisi bir dostunun kapısına gelip kapıyı çaldı. Dostu ”Kapıyı çalan kim?” deyince, “Benim” diye cevap verdi. Dostu “git, şimdi zamanı değil. Böyle bir sofra, ham kişinin makamı olamaz. Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, Nifaktan ne kurtarabilir? Dedi. Adamcağız gitti, tam bir yıl dostunun ayrılığıyla yanıp yakıldı. Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi. Dostunun evinin etrafında dolaşmaya başladı. Kapıya varıp ağzından edepten dışarı bir söz çıkmasın Diye yüzlerce korku ile edepli edepli halkayı çaldı. Sevgilisi ”Kim” deyince “Gönlümü alan sevgili, sensin” diye cevap verdi. Sevgili ”Mademki bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor.(Schimmel, 2006, 200-201).

    Bu mevt ve haşirdeki sır semada yer almakta bütün yaratılmışlara yani her şeye atomdan küreye nüfuz ve tesir eder. Semadaki halkadaki herkes var olmak, fena bulmak veya

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1048

    yeniden var olmak gibi yüksek bir platformdadırlar. Mevlana bu sırrı Sema ve halka vasıtasıyla Mevlevilerin diğer tarikatlardan ayırt edilmesi için bir tanı, remiz olarak şeklinde sembolize etmiştir. (Franklin, 2000: 309-312).

    Sonuç Yerine

    Sonuç olarak Mevlana’nın öğretisinin bugün ne anlama geldiğini sorgulayacak olursak en azından şu tespitleri yapabiliriz. Mevlana’nın eserleri yaşadığımız çağda hala beğenilmektedir. Her şeyden önce eserlerinde dile getirdiği şarap, cezbe, ruhen özgürleşmek, insanı mutlu kılan şeylerin neler olabileceği gibi farklı konuların o güne kadar anlatılan ve yazılanlardan değişik olduğu ortadadır. Onun bahsettiği ve anlattığı temalar klasik dini kitaplardan farklıdır. O, eserlerinde ele aldığı konularda katılık ve taassuptan uzak kalmıştır. Onun müsamaha ile karakterize edilen yeni anlayışı onun her dönemde ilgi odağı olmasını sağlamıştır. Bu farklı yorumları içinde barındıran üslup sebebiyle farklı kesimlerden insanlar tarafından kabul görmüştür. Çünkü onun mısralarını herkes kendi anlayışına göre yorumlayabilmektedir. Bilindiği üzere sadece çok az sayıda insan bu eserleri orijinal dilinden okuyup anlayabilmektedir. Fakat bu ihtiyaç onun eserlerinden yapılan doğru tercümelerle giderilmeye çalışılmıştır. Mevlana hakkında yapılan ilmi çalışmaların fazlalığı onun eserlerini anlamaya dönük çabanın bir ürünüdür. Mevlana’nın dile getirdiği hususların temel İslam anlayışıyla çelişmediği bu yapılan çalışmalarda açıkça ortaya konmuştur.

    Mevlana, eserlerini okuyana kendisini açar ve kim o eserlere önyargısız yaklaşırsa o eserlerden istifadesi da o ölçüde fazla olur. Zaten Mevlana da eserlerinde daha önce herkese farz kılınan emir ve yasakları terk etmeksizin Allah’a giden yolda fertlerin en önde olmasını temin edecek bilgilerin öğretilmesini kendisine esas almaktadır. Onu samimi olarak okuyan herkes Rabbini ve yaratıcısını tanımasını zorlaştıran örtü ve engellerden sıyrılır ve perdeyi aralar bu sayede her şeyi doğru olarak öğrenir. Bu bilgi onda o kadar keskinleşir ki artık Allah’ın ayetlerini ve yeryüzündeki ona ait iz ve nişanelerin en küçüklerini bile görür ve bilir.

    Kaynak

    Aynî, M. Ali (1943), Mevlânâ bize ne öğretiyor, in Konya Halkevi Kültür dergisi, Mevlâna Özel sayısı, Konya, 14-20.

    Bürgel, Christoph (1974), Licht und Reigen, Auswahl aus dem Divan, Bern. Bausani, Alessandro (1965) Djalâl al-Din Rûmî” EI2 (ing.), II, 396-399.

    Can, Şefik (1995) Mevlâna, Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, İstanbul. Chittick, William C. (1991), Rûmî and Mawlaviyah, in; İslamic Spirituality Manifestations,

    Edit: Seyyed Hossen Nasr, New York. Franklin, D. Lewis (2000), Rumi Fast and Present, Fast and West, The Life, Teachings and

    Poetry of Jalâl al- Din Rumi, Oxford, 2000. Gölpınarlı, Abdülbaki (1985), Mevlâna Celâleddin, hayatı, felsefesi, eserleri, eserlerinden

    seçmeler, İstanbul.

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1049

    Hammer, Joseph von –Purgstall (1974), Bericht über den zu Kairo im Jahr 1251 (1835) in sechs Foliobänden erschienenen türkischen Kommentar des Mesnewi Dschlalaeddin Rumi, SB Österreicher Ak. D. Wiss. Phil. His. Kl. 1851, neu Hereausgegeben in Zwei Abhandlungen zur Mystik und Magie des İslam, hrsg. Von A. Schimmel, Wien, 1974.

    İzbudak, Veled (1943), Mesnevi I-IV, İstanbul, 1943.

    Kunter, Halim Baki (1942), Kitabelerimiz, Vakıflar Dergisi, II, , 444- 447. Ankara Lewis, Franklin D., (2000), Rumi, Fast and Present East and West, The Life, Teaching and

    Poetry of Jalâl al- Din Rumi, Oxford, 9 -10. Meier, Fritz, (1954), Der Derwischtanz, Asiatische Studien, 8.

    ------------- (1971) Zum 700 Todestag Mevlanas, des Vaters der Tanzenden Derwische, Asiatische Studien 28/I.

    Mevlana (1994) Fîhî mâfîh (trc. Ahmed Avni Konuk, neşr. Selçuk Eraydın), İstanbul. Nicholson, Reynold Alleyne, Rumi, Poet and Mystic, London,1950.

    -------------- (1989), The Matnawi of Jalalu’ddin Rumi, Lahore, 1989. Önder Mehmet (1998), Mevlana ve Mevlevilik, İstanbul.

    Öngören, Reşat (2004), “Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî” DİA, XXIX, 441-448. Özkan, Senail, (2006), Mevlana ve Goethe, İstanbul.

    Ritter, Helmut (1965) “Djalâl al-Din Rûmî” EI2 (ing.), II, 393-396.

    ---------- (1955), Das Meer der Seele. Gott, Welt und Mesch in den Geschichten Farîduddîn Attars. Leiden.

    Rückert, Friedrich (1819), Ghaselen, Dschelaleddin Rumi, Stuttgart. Schimmel, Annemarie, (1991) Sufism and Spiritual Life in Turkey, Islamic Spirituality

    Manifestations, Edit: Seyyed Hossen Nasr, New York. ----------------- (1964), Dschaleleddin Rumi, Aus dem Divan, Übertragen und eingeleitet.

    Stuttgart, Reclam 1964, --------------- (1999), Der İslam, im Namen Allahs, des Allbarmherzigen, München.

    ---------------- (1995) Und Muhammad ist Sein Prophet, Die Verehrung des Propheten in der islamischen Frömmigkeit, München.

    ---------------- (1992), I Am Wind You Are Fire, London. ---------------- (1986), Rumi ich bin Wind du bist Feuer, Leben und Werk des großen

    Mystikers., Köln, 1986. ---------------- (1999), Ben Rüzgarım Sen Ateş”, Mevlana Celaleddin Rumi, çev: Senail Özkan,

    İstanbul. ----------------- (1995), Mystische Dimension des Islam, München.

    ------------------ (1975), Mystical Dimensions of Islam, North Caroline, 1975.

  • AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ Sayı: 54 Mart - Nisan 2016 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

    ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN

    http://www.akademikbakis.org

    1050

    ------------------- (1980), The Triumphal Sun A study of the Works of Jalâloddin Rumi, London.

    ----------------- (1995), Die Zeichen Gottes, München. ------------------- (1954), Studien zum Begriff der mystischen Liebe im Islam, Marburg.

    Yeniterzi, Emine (2000), Jalâl al- dîn Al-Rumi A muslim Saint, Mystic and Poet, Ankara.