Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
BİZ KİMİZ? - 1
KOLEKSİYONER / Raim Özden (Deneme) - 2
ZAMANIN ÖTESİ / Muhammed Baran Aslan (Şiir) - 4
ZAMAN TAŞLARI / Elif Köroğlu (Yazı) - 5
ZAMANA YENİLDİ UCU YANIK MEKTUPLAR / Serhan Akar (Şiir) - 6
ERİYEN SAATLER / Büşra Baliç (Deneme) - 7
GÜN(D)EŞ / Damla Deniz (Şiir) - 9
ESKİMEYEN / Gürkan Karataş (Hikâye Serisi) - 10
BİLGİ / Arzen Kübra Çavuş (Şiir) - 13
KELEBEK MİSALİ / Ayşenur Tiren (Yazı) - 14
SANIRIM BU DÜNYADA / Berkay Onur Kılık (Şiir) - 16
KİLOMETRELERCE SAAT / Cansel Şentürk (Deneme) - 17
ZAMAN / Rabia Çıkmazoğlu (Şiir) - 18
SON TREN / Hüseyin Opruklu (Öykü) - 19
VADESİ BİTEN ŞİİR / Burak Baydoğan (Şiir) - 20
KELEPİRİN DEĞERİ / Ahsen Tosun (Şiir) - 20
ZAMAN OLA Kİ / İbrahim Keklicek (Yazı) - 21
ZAMANIN ÇALDIKLARI / Koray Çolak (Yazı) - 22
GEÇMİŞ VE GELECEK / Simay İneyici (Yazı) - 23
ZAMANIN DEĞERİ / Abdullahi Osman Mohammed (Anı) – 24
CEMAL SÜREYA / Aysun Atalar (Bunları Biliyor Musunuz?) – 25
ÖZDEMİR ASAF / Gürkan Karataş (Biyografi) – 26
YILDIZ TOZLARI / Büşra Baliç (Editörden Seçmeler) – 28
ERDAL YALÇIN / Raim Özden (Röportaj) – 29
BAL KIZ FEYZA / Aysun Atalar (Küçük Yıldızlar) - 31
KÜÇÜK YILDIZLAR
SORUMLUMUZ
AYSUN ATALAR
* EDİTÖRÜMÜZ
BÜŞRA BALİÇ
* YAZI İŞLERİ
SORUMLUMUZ
ELİF KÖROĞLU
* SOSYAL MEDYA
SORUMLUMUZ
GÜRKAN KARATAŞ
* GRAFİK VE TASARIM
SORUMLUMUZ
RAİM ÖZDEN
KUTUP
YILDIZI
KİMDİR? BİZ, edebiyatı sevmek ve edebiyat
yapmak için maddiyatın gereksiz olduğunu
düşünen insanlarız.
Dil, din, mezhep, ırk, siyasi görüş
ve benzeri insanları kutuplaştıran
yargılardan uzak bir şekilde yayıncılık
yapan, tek gayesi edebiyat olan bir
topluluğuz.
Her sayıda farklı bir çocuk
hastamız hakkında yazı yayınlayıp, onların
da sesi olmayı düşünen, güzel kalpli
insanların bu çocuklarımızın küçük ama
onlar için gerçekten önemli olan
hayallerini gerçekleştirmelerine vesile
olmak isteyen bir ekibiz.
Tamamen gönüllülük esası ile
çalışıp, kemik yazar kadromuz ve konuk
yazarlarımız ile iş birliği içinde hazırlamış
olduğumuz; sizlerin işe giderken metroda
veya otobüste, gün içinde “ne yapsam”
diye düşündüğünüz o boş anlarınızda, ders
aralarında, geç kalan otobüsü beklerken
sıkış tepiş olan durakta, gece yatmadan
önce uykunuz gelene dek okuyacağınız,
birlikte güzel vakit geçireceğimizi
düşündüğümüz eserler üretiyoruz.
Günden güne büyüyen, her gün
kendisini bir adım daha geliştiren
muazzam bir ekibiz.
İnsanların en değerli varlığı olan
zamanlarını bir sürü boş uğraş ile heba
ettikleri şu günlerde, sizlere iki satır
edebiyat aşılamak, yeni yazarlar ve sağlam
kalemler keşfetmenizi sağlamak için
buradayız.
Bugün adını gördüğünüzde hiç
tanımadığınız, kim olduğunu bilmediğiniz
bir yazar; geleceğin Sabahattin Ali’si,
Namık Kemal’i, Aziz Nesin’i, Orhan
Kemal’i, Peyami Safa’sı, Kemal Tahir’i
olabilir.
Elmasın ham hali, kayaların ve
toprağın arasında gizlenmiş haldedir. Onu
bulup çıkaran, işleyen bizler olmadıkça o
elmas yüzlerce yıl aynı yerinde durur ve
kimse onun farkına varmaz. Elimizdeki
yeteneklerin değerini bilmeli, bu yeni
yazarlarımıza da bir şans vermeliyiz. Biz
inanıyoruz ki içlerinden çok değerli
yazarlar, şairler, üstatlar çıkacak.
Siz de kemik yazar kadromuza
katılmak veya sadece yazınızı gönderip
konuk yazar olmak istiyorsanız lütfen
iletişim adreslerimizden bize ulaşın, yazı
işleri sorumlumuz ve editörümüzün
onayından geçtikten sonra bu güzel ailenin
bir parçası olun.
Sevgiyle.
Kutup Yıldızı.
Ellerim çatlamış birkaç yerinden. Havanın soğukluğundan değil, derimin isyan etmesinden. Ayak tabanlarım sertleşmiş hiç bilmediğim şehirlerde, hiç bilmediğim sokaklarda uzun yollar yürümekten. Gözlerimdeki ışık sönükleşmiş, sanki eskisi gibi parlamıyor, fotoğraflarda fark ettim bugün.
Çok insan gelip geçmiş yanı
başımdan. Fotoğraflarda gördüğüm
insanların çoğu yok olmuş hayattan,
hayatımdan. Sesleri kalmış kulağımda
sadece. Ne söylediklerini bile
anımsayamadığım ses tonlarından
ibaretler artık.
Göçebeyim uzun zamandır.
Sürekli yer değiştirir olmuşum.
Ailemden, odamdan, düzenimden
olmuşum. İnsanın tatil için “evine”
gitmesi ne demek hiç düşünmüş
müydün? Kendi yatağının yüksekliğine
alışamaması, odasında kendini misafir
sanması…
Küçük bir kütüphanem var
evimizde. Her eve gidişimde raflarını tek
tek yeniden düzenlediğim. Aslında
hepsinin sahibi benim, lakin eve gelen
misafirler benden daha çok görüyor
kitaplarımı. Misafirlerin benden daha
çok gördüğü bir şeyi sahiplenmek de
anlamsız geliyor düşününce. Yine de
bayılıyorum kitapları biriktirmeye.
Ödünç de olsa okuduğum kitabı
geri vermeme gibi kötü bir huyum var
benim. Çünkü o kitap için belli bir
zamanımı harcamışım, bir bağ
kurmuşum, nasıl vereyim tekrar
başkasına?
İnsanlar da aslında kitaplar gibi
bizim için. Aylar, yıllar geçtikçe
biriktirdiğimiz onlarca insan… Zamanla
bazıları kaybolur gider tozlu rafların
arasından. Kimilerini başka insanlar alır
götürür, kimilerini ecel. Kimileri yırtılır
kalp kapakçıklarından, kimileri nem
kapar bozulur en olmadık hususlardan.
Zamanın bize getirdikleri ile
bizden götürdükleri hassas bir teraziye
konulduğunda, götürdükleri her daim
ağır basar. İnsanlar sahip olduklarının
değerini ancak kaybettiğinde anlar ve
hayat, her zaman bizim bu değerin
farkında olmamızı, en azından bu
durumu güzelce bir düşünmemizi
isteyen büyük ağabeyimizdir.
Fotojenik bir insan olduğumu
düşünmedim hiç. Bu yüzden fotoğraf
çekilmeyi çok sevmeyen biriyim. Bir
süre önce biriktirmeye başladım
fotoğrafları da. Kitaplar ile fotoğraflar
arasında görünmez bir bağ olduğunu
düşünenlerdenim. Onlar da bir nevi
benim kitabım sayılırlar. Her kitabın
anlattığı bir hikâye, olay örgüsü vardır.
Bizim hayatımızın olay örgüsü de
çektiğimiz fotoğraflarda saklıdır aslında.
Gittiğimiz yerlerde neler
gördüğümüzü, hayatımızdan kimlerin
gelip geçtiğini, hangi yemeklerin tadına
baktığımızı, ne kadar eğlendiğimizi ve
birçok farklı anımızı zamanla unuturduk
çektiğimiz fotoğraflar olmasa. Ben her
anımı hatırlarım diye gaflete düşme
sakın, Alzheimer hastaları da günün
birinde öyle zannediyordu oysa…
Kalıplaşmış sorular vardır,
hani şu “5 sene sonra kendini nerede
görüyorsun?” gibisinden olanlar.
Genellikle iş mülakatlarında sorarlar bu
tarz saçma soruları. Zaten oldum olası
nefret etmişimdir mülakatlardan.
Bir insana bilgisayar başında mail
okutmak ve birbirinden gereksiz
evraklara kaşe vurup imza attırmak için
neden böyle sorulardan oluşan bir
işkence yaparlar hiç anlamam. Aylar
öncesinde, birkaç defa o stresi ben de
yaşamıştım. Yine saçma bir mülakatın
klasik saçma sorusunu sormuştu insan
kaynaklarındaki kadın. “5 sene sonra
kendini nerede görüyorsun?” Aslında bu
insanların mülakatlarda bu soruyu
sormalarındaki amaç, o şirkette uzun
vadeli bir gelecek planlayıp
planlamadığımızı öğrenmek ama bu
soru bana her zaman için saçma
gelmiştir. “Başka bir mülakatta, masanın
diğer tarafında” diye bir cevap
vermiştim hiç düşünmeden, bir anda.
İnsan kaynakları bölümüne
alınacak personelin mülakatını, aynı
bölümde çalışanlara yaptırmanın ne
kadar yanlış bir karar olduğunu
düşündüm iş aramaya devam ederken
mülakatın sonrasında…
Bu soruya cevap verdiğim için bir
hayli pişman olmuştum o gün. Hemen
atlamıştım tüm boşboğazlığımla.
Konuşmuştum öyle gelişi güzel, 5 dakika
sonrasında yaşayacağımızın bir garantisi
varmış gibi…
Son kullanma tarihi var
hepimizin ve bu gözükmeyen
barkodlarla yaşıyoruz her birimiz.
Sürekli bir erteleme eylemi içindeyiz.
Farkında değiliz ihtimallerin, farkında
değiliz geçip giden günlerin. Çok mu
gamsızız, yoksa korkmuyor muyuz
ölümden? Bir gün gelecek ansızın,
“hissedeceğiz” yeniden…
Raim Özden
*ZAMANIN ÖTESİ*
Yanmak istiyorum!
Kül gibi, toprak gibi…
Yakmalı iskeletimi
Zamanın ateşi.
Hatta kıskandırmalı hayaletleri
Hasreti
Kasveti
Kesafeti
Nefreti…
Yıkanmak istiyorum.
Varlık vesvesesinden.
Kaçmak istiyorum
Mana penceresinden.
Islanmak istiyorum
Yokluk şelalesinden.
Ve kaçmak istiyorum
Saatin akrebinden!
Muhammet Baran Aslan
Zaman taşlarI 20’li yaşlarımın ortalarına
yaklaştığım şu günlerde hayatı daha da çok
sorgular oldum. Yaptığım ve yapmadığım
her ne varsa ve en çok da geçen zamanımı
düşünüp duruyorum. Zaman geçtikçe birçok
şeyin farkına varıyor insan. Hayata, olaylara
apayrı bir pencereden bakmayı öğreniyor.
Aslında bakarsak zamanın bize öğrettiği o
kadar çok şey var ki…
Hep bir telaş içerisindeyiz günlük
hayatımızda. En çok da gelecek telaşı... Adı
üstünde henüz gelmemiş olan. Ama hep
ardımıza bakarak ilerlemeyi tercih ediyoruz.
Hep geçmişi sorguluyoruz,
değiştiremeyeceğimizi adımız gibi bilsek de
yine çok değerli olan şu anımızı bunun için
harcıyoruz. Ya da daha bir adım atmadan
atacağımız ikinci adımı düşüp duruyoruz.
Belki de Ömer Hayyam’ın tavsiyesine kulak
vermemiz gerekir:
Zaman, freni tutmayan bir araba gibi
hızını kesmeden son sürat kendi yolunda
ilerliyor. Durması için bir duvara ya da
herhangi bir yere çarpması gerekiyor ve bu
da ölüm gerçeğiyle bağdaşıyor. Biz anın
kıymetini bilmediğimiz için geçmişe
hayıflanarak bakıyoruz. Aslında her an,
geçmiş olmaya bir aday. Geleceği inşa
edebilmek için ise şu an koyduğun taşların
sağlam olması gerekir. Geleceği, kıymetini
bildiğin zaman taşları ile inşa edersin.
Ve bu taşlar ne kadar sağlamsa
geleceğin de o kadar sağlam olur.
Geçmiş ise kıymetini bildiğin zaman
taşlarının her biridir. İnşa ettiğin sağlam bir
geleceğin içinde geçmişini görebilirsin.
Leyla ile Mecnun dizisinde aksakallı
dedenin yüreğimize dokunan sesiyle
okuduğu “zaman” şiirinden bir alıntı ile
yazımı bitirmek istiyorum.
“Herkes zamanı geri alabilmek ister.
Kimi eski güzel günleri tekrar yaşayabilmek için,
Kimi, yaptığı yanlışları düzeltebilmek için.
Kimi ise sadece yaşadığını hissedebilmek için ister bunu.
Gelecekten korkanlarsa zamanı durdurmak ister.
Her şey o kadar iyidir ki;
Bunun bozulmaması için çaba gösterirler
Ama kimse şu anın değerini bilenler kadar mutlu değildir.
Geçmiş de gelecek de, onlardır.
Bazılarıysa zamanın ta kendisi gibidir
Ve her insan zamanın dünya üzerinde bıraktığı birer yara izidir.”
Elif Köroğlu
Çayda akan su gibi, çölde esen yel gibi
İşte bir günü daha kayboldu
ömrümün.
Ben ben oldukça iki günün gamını bir
çekmem.
Biri geçip giden gün, biri gelecek gün.
Gelişen ve her an değişen
günümüz şartlarında geçen her anımızın
kıymetini bilmek ne kadar da zor değil
mi? Bize ayrılan sürenin ne kadar
olduğunu bilmeden nasıl da güzel
savrulmuşçasına yaşıyoruz. Yaşadığımız
şehirden, çalıştığımız işten, okuduğumuz
okuldan hatta sevdiklerimizden dahi
şikâyet ediyoruz. Peki, hiç düşünüyor
muyuz kalbini kırdığınız o insanı ya bir
daha göremezseniz…
Neyin ne zaman bizim için bir son
olacağını bilemeyiz... Bu yüzden
zamanımızı iyi değerlendirmeliyiz.
Farkında değiliz belki ama zamanla
tüketiyoruz bazı şeyleri...
Bahsettiğim sevgi, saygı ve
benzeri kavramlar değil sadece. Mesela
anneniz son kez sizi emzirdi bir gün ve
bir daha emzirmedi, babanız son kez sizi
kucağına aldı ve bir daha alamadı, siz
son kez oyuncak istediniz ve bir daha
istemediniz fakat annenizle de babanızla
da hâlâ berabersiniz. Birlikte olmanıza
rağmen bazı şeyleri yitirirsiniz, yitiririz...
Hayat bundan ibarettir... Tüketmekten...
Son teknoloji içeren dünya
standartlarında biz her an kaybediyoruz.
Zamanımızı, sabrımızı, şefkatimizi,
takatimizi...
Hayâsızlığın kol gezdiği bir dünya
da yaşıyoruz artık... Hani demiş ya şair:
‘’Biz büyüdük ve kirlendi dünya.’’
Bizimle beraber kötülüklerde,
insanların sinir katsayıları da, birbirine
olan nefretleri de büyüdü. Kin tutan bir
toplumuz artık kimse kimseyi üzmemek
için uğraşmıyor var olan var gücüyle
savaşıyor. Biz tükeniyoruz. Zamanımız
tükeniyor...
Her şeyi düşünerek, kafamıza
sürekli bir şeyler takarak daha ne kadar
zihin sağlığımızı koruyabiliriz ki?
Zihninizi rahat bırakın. Kendinize
zaman tanıyın. Bırakın akışına. Bir gün
her an düşünürken bir gün daha az
düşünürsünüz ve sonraki gün daha da
az... Dönerse senindir klişesinden
kurtulalım artık çünkü bu zamanda geri
dönen de geride bırakılan da eskisi gibi
olmuyor. Kendi idealleriniz için
kendinizi mutlu etmek için yaşayın.
Çünkü hayat dediğimiz koca şey içine
milyonlarca anı ve insan
sığdırabileceğimiz bir serüven gibi
gözükse de her an kaybolup
gidebileceğimiz kısa bir andan ibaret
değil midir?
Bu dünyada yerinizde olmak
isteyen, sizin dert saydığınızı bir toprak
tanesi kadar bile büyük dert olarak
görmeyen, açlık, yokluk, sefaletle
savaşan milyarlarca insan var. Aç
çocuklar var. Ölen çocuklar var.
Çocuğuna ekmek götüremediği için
kendini öldüren anne ve babalar var.
Düşünün ama size ziyanlık veren eski
sevgilinizi ya da her kim ise onu değil,
işte tüm bu dediklerimi düşünün... İyi
olmaktan vazgeçmeyin. Kim size ne
yapmış olursa olsun siz doğruları
bırakmayın. Çünkü o zaman daha iyi
fırsatlar çıkar önünüze emin olun. Doğru
yoldan ayrılmamak dedikleri de işte bu
olsa gerek... Kaderinizi sevin belki de en
güzeli sizinkidir…
Salvador Dali’nin muhteşem
eserlerinden biri olan ‘’Eriyen Saatler’’
tablosunu gözünüzün önüne getirin. Geri
getirilemeyen tek şeyin zaman olduğunu
her an elimizden kayıp gittiğini ne kadar
da sanatsal bir biçimde yansıtmıştır
değil mi?
Bu yüzden zamanımızı verimli
kullanmamız ve olabildiğince doğru
kararlar ile hareket etmemiz gerekir.
Unutmayın zamanı durduramazsınız,
geri de döndüremezsiniz…
Son olarak da bugünümüzün
kıymetini bilmemiz gerektiğini en iyi
şekilde anlatan usta şair
Özdemir Asaf’ın yan tarafta bulunan
‘’Bugün ve Bugün’’ isimli şiirinin
dizelerine bir göz atalım:
BUGÜN VE BUGÜN
Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen de bir bak hayatına.
Daha dün doğmuşuz sanki
Yeni okula başlamışız,
Yeni sevmişiz.
Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen de bir bak hayatına
Yarın bitecek sanki her şey.
Yarın ölecek gibiyiz.
Daha doymamışız yaşamasına
Günlerimiz dün bir, bugün iki
Sakın bir şey bırakma yarına.
Yarın yok ki.
Yüzünü güneşe döküyorum,
Gün avuçlarımdan süzülüp geceye karışıyor.
Bir sahil ağıdında anlamını yitiren çağlarım,
Ve gençliğimin
Geç kalınmış zamanların hikâyelerini,
Susturulmaktan yıpranan kirpiklerimden utanıyorum.
Avuç içlerimi gecelerden topluyorum bir bir.
Kırışan yalnızlıklarım yağmurları öpüyor,
Gün, yıldız tozlarıyla siliniyor.
Bir fotoğrafın yamacında sessizliğine sığınan umudum,
Akıp giden bir şeyler var.
Çocukluğumun ağlamasından utanıyorum.
Damla Deniz
ESKİMEYEN Mutfaktan gelen ağır kızartma
kokuları evi sarmasın diye mutfak kapısını
kapatan Süleyman Nazif Efendi sıcaktan
bunalmış olacak ki camı açıp biraz nefes
almak istedi. Gergin olduğu her halinden
belliydi. Bu gece Süleyman Nazif Efendi
için önemli bir geceydi. Çocukken
oyuncak arabalarını ona göre zorlu
virajlardan oluşan dağ tepelerine benzettiği
koltukların üstünde sürerken yanında bunu
birilerinin görmesini isterdi. Belki ona da
bir arabasını verir yüksek dağların engebeli
yollarında arabalarına kaza yaptırmak
isterdi. Sonradan eşini kaybedeceği olayın
bu kadar acı olduğunu bilmediği yaşlarda
daha kendine oyun arkadaşı bulamadan
‘arkadaş’ kelimesinin nasıl yazıldığını
öğrenmek zorunda kalacağı okula
başlamıştı.
Okul yılları boyunca bir sürü güzel
şeylerle başlayan sonrasında sonu hüsranla
biten arkadaşlık deneyimleri yaşayan
Süleyman Nazif gerçek arkadaşlığı
üniversite sıralarında buldu. Bu geceki
heyecanının sebebi de uzun bir aradan
sonra üniversiteden arkadaşlarıyla
görüşmekti. Mutfakta harikalar yaratmayan
ama aç da bırakmayan öğrenci evinin
makarnasına iğrenç noktalara gidecek
kadar yeni soslar uyduran ev arkadaşı
Süleyman Nazif geçen yıllarla birlikte
kendini geliştirmiş, makarnaya sos
uydurmak yerine makarna yapmamaya
başlamıştı. Camdan dışarıyı seyrederken
arkadaşlarının eve yaklaşmakta olduğunu
fark etti. Heyecanla onlara el sallayıp sanki
evin yerini bilmiyorlarmışçasına
buradayım gibi hareketler yaptıktan sonra
kapıyı açmaya gitti.
Uzun aradan sonra birbirini gören
her arkadaş gibi samimi sarıldılar
birbirlerine. Daha sonra Süleyman Nazif
arkadaşları Hayri ve Ziya beyi içeri buyur
etti. Hayri ve Ziya Bey Türk adet ve
geleneklerine bağlı olarak ayrı ayrı
Süleyman Efendinin hatırını sordu az evvel
iyiyim dediğini duymamış gibi. Ne kadar
yakın arkadaş olsalar da muhabbetin kilit
geçen ilk dakikalarında hepsinin heyecanlı
olduğu hal ve hareketlerinden
anlaşılıyordu. Hepsi duvardaki asılı
tabloyu, Süleyman Nazif Efendi’nin tıpkı
çocukluğunda nasıl oyun oynadığını
gösterme isteğinde olduğu gibi vitrine
sıraladığı diploma, sertifika ve ödüllerini
inceliyorlardı.
Karısı öldükten sonra içine
kapanan ve dostlarından uzaklaşan
Süleyman Nazif Efendi için bu gecenin
anlamı büyüktü. Her şeyin kusursuzca
ilerlemesi için onlarca plan yapmış, bir
gece öncesinden içinde telefon
numaralarından, hasta olduğunda içmesi
gereken ama hiçbir zaman içmediği çeşitli
bitki çaylarının tarifi bulunan ve ara sıra
karaladığı şiirlerden oluşan birbirinden
alakasız sayfalardan oluşan ajandasına
neler yapacağını, marketten neler alacağını
yazmıştı. Yaptığı hazırlıkları bir an önce
sunmak için can atan Süleyman Nazif
Efendi kısır muhabbetin de etkisiyle
yerinden fırladı ve arkadaşlarını sofraya
buyur etti.
HAYRİ BEY: Yahu sen ne tuhaf bir
adamsın Süleyman. İnsan doktorunun
yasakladığı şeyleri doktorunun gözü
önünde sofraya koyup yer mi hiç?
SÜLEYMAN NAZİF: Hayri! Sen de iş
hayatıyla özel hayatı birbirine
karıştırıyorsun ama. O başka bu başka.
Başlama şimdi kolesterol falan yine.
HAYRİ BEY: Ben senin için söylüyorum
Süleyman niye kızıyorsun.
Süleyman Nazif Efendi Doktor
Hayri Bey’e ters ters baktı.
HAYRİ BEY: Peki, peki tamam kızma.
ZİYA BEY: Yahu bu yaşından sonra
sağlığına dikkat etse ne olacak? Bırak
istediğini yesin içsin.
Süleyman Nazif kendine ölümü
gelmiş gibi hissettiren bu cümleye biraz
bozulmuş olsa da yaptığı kızartmaları
yiyeceğini desteklediği için Ziya Bey’e
teşekkür etti.
SÜLEYMAN NAZİF: Beni bu dünyada
bir sen anlıyorsun Ziya. İstediğimi
yiyeceğim bu gece, Müzeyyen (söylerken
yutkundu) gibi karışma bana Doktor Hayri.
Çalışmayı bırak da tıp ilerleyebilsin.
Sessiz, ketum, içine kapanıkla eş
anlamlı ne kadar sıfat varsa söylendiğinde
aklan gelen Süleyman Nazif hayatı
boyunca dertlerini içine atmıştı. Karısının
ölümünden sonra da arkadaşlarına hiç içini
açmamıştı. Masada bir sessizlik oldu.
Yemek masasının üzerinde oluşan
gerginliği atmak için Hayri Bey ortaya
atıldı.
HAYRİ BEY: Üniversitedeyken de her
akşam senin berbat yemeklerini yerdik.
SÜLEYMAN NAZİF: Hadi oradan!
Dibini sıyırırdınız tabakların.
ZİYA BEY: Tabağı yıkaması kolay olsun
diye yapıyorduk Süleyman.
SÜLEYMAN NAZİF: Pis herifler!
Gergin hava, atılan kahkaha sonucu
camdan dışarı çıkarak çocuğu hakkında
veli toplasında iyi şeyler duymayan alt
komşunun penceresinden içeri girdi.
HAYRİ BEY: Eski zamanlardı, güzeldi.
Ya da eskiyince güzelleşti bilemiyorum.
Süleyman Nazif Efendi kimseye
anlatmayıp içinde biriktirdikleriyle alkolü
bir karışım haline getirmişti ve bu
karışımda da alkolü biraz fazla kullanmıştı.
Sonunda bir tepkime gerçekleşecekti.
SÜLEYMAN NAZİF: Müzeyyen öleli
kaç zaman oldu ama onun acısı hiç
eskimiyor. Onla geçen zaman, saniyelerle
bitti sanki. Onsuz geçen günler, asırlar
gibi. O gitti, zaman durdu. Ben de durdum.
Hani zaman evrenseldi? Tüm dünyada
günler geçiyor, mevsimler değişiyor, yıllar
geçip gidiyor ama benim saatim hep aynı
anı gösteriyor. Ben sizin saatinizi
kullanmıyorum. Ben Müzeyyen’li saat
uygulamasına geçmek istiyorum, gün
ışığından daha fazla yararlanacağım.
Sabahları uyanınca çok karanlık oluyor.
Süleyman Nazif gözyaşlarını
tutamadı. İçinde biriken bu duyguların
böylesine özendiği bir gecede çıkmış
olmasına daha da üzülüp daha fazla
ağlamaya başlayan bu yaşlı adamı onun
kadar yaşlı iki adam teselli etmeye
çalışıyorlardı. Onca senelik
arkadaşlıklarında Süleyman Nazif
Efendi’yi ilk defa böyle gören Hayri ve
Ziya Bey ne yapacaklarını şaşırmış
durumda birbirlerine bakıyorlardı.
ZİYA BEY: “İnleyen nağmeler ruhumu
sardı”.
Ziya Bey İnleyen Nağmeleri
söylemeye başladı, güzel bir sesi vardı.
Daha sonra ona Hayri Bey de katıldı.
Şarkının melodisiyle kafalarını
sallayarak ve gülümseyerek söylüyorlardı
Süleyman Nazif Efendi’ye bakarak.
Süleyman Nazif gözyaşlarını silerek onlara
katıldı.
O anda arkadaşlarının yanında
olmasına şükretmeyle karışık karısının
hasretiyle tavana doğru bakarak kafasını
salladı. Daha sonra anılarıyla gülmeye,
eğlenmeye başladılar. Gecenin başındaki o
dönmeyen muhabbet yerini söz almak için
birbiriyle yarışan, kimi zaman yüksek sesle
araya girerek söz hakkı kazanmalarla
devam etti. Zaman su gibi aktı, gece yarısı
oldu. “Artık müsaadeni isteyelim
Süleyman” dediler, “saat geç oldu”.
Süleyman Efendi onları uğurladı. Hayri ve
Ziya Bey de Süleyman Nazif Efendi’yi
davet ettiler evlerine. Ne zaman isterse
gelebileceği söylendi. Sarıldılar,
birbirlerine iyi geceler dilediler ve
ayrıldılar.
Süleyman Nazif Efendi bir anda
tekrar yalnızlığına geri dönmüştü. Sanki
evin her tarafı, koltuklar, masa, vitrine
koyduğu ödülleri ona pis pis gülüyordu
dönüp dolaşıp yine elimize düştün der gibi.
Duvardaki saate baktı, durmuştu.
Süleyman Nazif Efendi sonunda anlamıştı.
Akrep ve yelkovanı hareket ettirenin saatin
içindeki dişliler olduğu sanılsa da
sevdiklerinizin size bakışlarıyla
dönüyorlardı. Keşke Müzeyyen tek bir
saniyeliğine bile yanımda olabilseydi diye
geçirdi içinden. O bir saniye yeterdi belki
geri kalan ömrümde akıp gitmeyen
zamanda sabırla beklemeyi. Her şeyin
ilacı olarak gösterilen zaman aslında
acımasızca davranan hayatın bir oyunuydu.
İşine geldiğinde hızlı geçip işine
gelmediğinde durma noktasına geliyordu.
Her şeye rağmen çok yaşlanan Süleyman
Nazif Efendi bununla baş edemeyeceğini
düşündü. Saatin pillerini çıkardı ama
yenisini takmadı…
Gürkan Karataş
*BİLGİ*
Dipdiri bedenin
Dopdolu gözlerin
Ve bitmeyen düşlerin
Her gün yeni bir yaşam
Her an yeni bir ahkâm
Ve solmayan yüzlerin
Susmayan dillerin
Görmeyen gözlerin
Ve bilmeyen sözlerin
Her bedenin arasında filizlenen ellerin
Her eylemin arasında güçlenen seslerin
Bitmeyecek miydi bu yeşillik
Gitmeyecek miydi bu azınlık
Ve bizler, sönmeyecek miydik?
Her atılan toprağın altında
Sevmeyecek miydi?
Çürüyen tenimize karışan günahlarımızı
Dualar?
Atmayacak mıydı?
Zihnimizde eriyen hatalarımızı
Yeminler?
Solmayacak mıydı bu çiçekler
Sürmeyecek miydi bu yaşam
Yanmayacak mıydı bu ruh da
Çıktı ağızdan o sözler
Kırıldı yok yere o masum yürekler
Yenildi isyana o nefisler
Biçildi yeniden düşünceler işte,
Hiçbiri yaşanmayacakmış gibi
Sanki asla son bulmayacakmış gibi
Ezilmeyecekmiş gibi dipdiri bedenin
Kurumayacakmış gibi dopdolu gözlerin
Ve sanki
Sanki bitmeyecekmiş gibi düşlerin.
Arzen Kübra Çavuş
KELEBEK MİSALİ Zaman deyince aklıma çok şey
geliyor ama bunların başında hızı ve
göreceliliği… Bununla ilgili bir hikâye
anlatacağım size.
Kelebeklerin 24 saat yaşadığını
bilmeyen yoktur. Ama o 24 saatte neler
olduğu konusunda bir fikrimiz var mı?
Bir kelebek bir gün içinde
doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor ve ölüyor.
Bize kısacık gelen bir gün onların tüm
hayatı oluyor. Bizim doğduğumuzdan,
öldüğümüz ana kadar olan süre onlar
için bir gün sadece. O zaman aklıma ilk
gelen şey belki de bize uzun gelen bu
hayat bir kelebeğin ömrü kadardır
olmuştu.
Farkında değiliz belki de
upuzunmuş gibi gelen süre aslında
kısacıktır.
“Öyle bir geçer zaman’’ boşuna
denmemiş. Nasıl geçtiğini nelerin
değiştiğini anlamak çok mümkün
olmuyor.
Bazen hiçbir şey yapmamış
sadece yerinizde saymışsınız gibi
hissedersiniz. O zamanlar eski olan ne
varsa bakın. Fotoğraflarınız, yazılarınız,
günlüğünüz, notlarınız, anılarınız…
İşte o an vay be diyebiliyorsunuz.
Vay be bunların hepsini yaşadım
mı ben?
Bu yaşıma geldim mi?
Bu kadar sene geçti mi?
Bir yolculuk oluyor kendinize,
hayatınıza, yaşadıklarınıza,
yaşattıklarınıza.
İşte o anlarda zamanın
göreceliğine şaşıp kalıyorsunuz.
Ölmek için geldiğimiz bir hayatta
zaman ecele akıyor.
Sadece hızı değil zamanın anlamı,
telafisi olmayan tek şey aynı zamanda.
Kime, neye, nasıl harcadığımız
olay.
Çünkü o şeyle, o kişiyle
uğraştığınızda bir nevi ona
dönüşüyorsunuz.
Ömür biterken, zaman geçerken,
yaş alırken anca fark edebiliyorsunuz.
İşte o anlarda dudağınızdan
dökülüveriyor ‘’keşke senin yaşında
olsaydım’’, ‘’keşke şuan ki aklımla o
zamanlara dönseydim birçok şey farklı
olurdu’’ diye…
Ya da yanlış olduğunu
düşündüğümüz şeyler, kişiler için
boşuna vakit kaybettim diyorsun.
İlla vereceksen de kendine zaman
ver!
Kendine zaman ayır!
Birine her şeyinizi verebilirsiniz ama
zamanınızı kime, ne şekilde verdiğinize çok
dikkat edin.
Al kahveni ya da çayını kendinle
baş başa kal mesela. En sevdiğin yazar
ya da şairle buluş, renkleri keşfet,
gökyüzünün mükemmel oluşunu izle, bir
saat de olsa kendine vakit ayır. Ama
öylesine değil sanki biriyle buluşur gibi
kendinle buluş, kendin için hazırlan bu
sefer, kendini anlamak için uğraş,
kendine emek ver. Çocukluğuna dön.
Sevdiklerin yanındayken onların
kıymetini bil. Üç günde tanıdığın
insanlar için verdiğin ödünü kendine
ver. İnan bana bu buluşmalar da
keşkeler olmayacak.
O zamanlarda her şeyden uzaklaş
ve kendine yaklaş. Çünkü zaman geçiyor.
Kendini anlayamadan, tanıyamadan
bitiyor.
Bir şeyler için koştururken
büyüyorsun ve nasıl geçtiğini
anlayamıyorsun.
Unutma bir zamanlar bebektin
şimdi kim bilir hangi yaştasın. Hayat
bitiyor zaman geçiyor. Kelebeğin
koskoca hayatı bir gün de bitiyorken
bizim zamanımız neler için geçiyor.
Belki de bizde farklı bir boyutta bir
günlük ömür yaşıyoruz.
Özdemir Asaf’ın da dediği gibi;
‘’Ömür dediğin üç gündür
Dün geldi geçti, yarın meçhuldür
O halde ömür dediğin
Bir gündür, o da bugündür."
Ayşenur Tiren
Yitip giden var mı ardı sıra,
Sen gibi,
Her soluduğumda.
Söndü mü son mum da,
Titriyordu zaten alevi
Kalmamıştı belli umudu da.
Son bir kez daha var olmuştu
Bu odada
Duman olup savrulmuştu;
Sonsuzluğa
Yahut sonuna.
Nasıl oldu da üşüdüm bir anda
Bu odada
Nasıl oldu da geçti vakit,
Daha dün koydular
Anamın koynuna
Soran olmadı belki
Naram duyulmadı belli
Boşa mı ağlamak var,
Bu odada
Gözyaşım kurumuş sanki
Var mı artık yağmaya yanaklarıma sebebi
Sahi bu beyaz ne üstümde
Ruhum bu kadar lekesiz mi?
Kimedir bu saflığın temsili
Karanlığa boğun beni
Geceyle bir sorun her sualimi
Gerçi kim ki bu koca
Ne için bu kandırmaca
Tabi ya!
Onca gün bince ay çokça yıl
Bir katil saklandı
Bu odada
Aslında her bakışında
Biraz daha kaçıştı,
Biraz daha alıştı gözlerin,
Bu sahte oyuna
Biraz daha kovaladı akrep
Her yarımda kavuşurcasına
En sevdiği maktul yelkovana
Sanırım bu odada
Hissediyorum
Boynuma kavuşuyor elleri
O da nefes alıyor mu ben gibi
Keşkeler kokuyor her soluğunda
Meçhul son nihai
Bu oda da
Zaman işte;
Ölüm gibi
Gece ayazında
Güneşi görmek gibi…
KİLOMETRELERCE SAAT Zaman, yüzünüzü güldürenlerle
yelkovanın hızına yetişemediğiniz lakin bir şeyleri beklerken de akrebi zorla ittiğiniz bir kavramdır kendimce. Farkında olmamıza rağmen asla kıymetini bilmemekte inat eder hayatımızı sanki bir kez daha yaşayabilecekmişçesine erteleriz “an”ları, o anların kazandıracağı güzel “anı”ları. Günlerimiz hep bir yerlere yetişmekle geçer. İşe, okula veya kaçacak son otobüse. Bu koşuşturmanın içinde kendimizi kaybeder, elimize geçen fırsatları değerlendirmek için bile durup mola vermeyiz. “Nasıl olsa bir kez daha olur!” düşüncesi ile kaldığımız yerden devam ederiz vaktimizi çarçur etmeye.
Her zaman yapılması gereken işlerimiz vardır. Önceliği kendimize vermek yerine -bizi eleştirmelerinden korktuğumuz için- hep geri planda bırakırız kısacık ömre sahip benliğimizi. Hayattan keyif almaktan vazgeçip bizi nasıl bir yarış atına çevirdiğini normalce karşılar, kaldığımız yerden davam ederiz. Fakat bir vakit geçer, yaşlanır, dönüp geçmişe uzaktan göz gezdiririz. İyi ki sayımız kadar belki ondan da fazla keşkelerimize bir boyun büküklüğüyle selam veririz.
Bunların haricinde zamanını beklemeye adayan insanlar da vardır. Saatle bütünleşmiş, akrebi kalbine yelkovanı beynine eşlemiş. Kimisi eşini, kimisi dostunu, kimisi ise hastane kapısında yakınını bekler. Birileri bu soluksuz geçen bekleyişin sonunda kötüyü haber alıp dünyası yıkılırken diğeri dünyasına kavuşur. Bundandır ki zamanın iyiliği veya kötülüğü görecelidir.
Değeri kişiden kişiye değişir, asla tam anlamıyla nitelendirilemez kalitesi. Fakat bir nebze de olsa insan elindedir dakikaları iyileştirmek. Olumsuzlukları kenara bırakıp dolu tarafından bakarak, belki bir kediyi okşayarak belki de güzel günleri düşleyerek...
En bol bulunan aynı zamanda en hızlı tükenen zenginliğimizdir zaman. Sürekli devreder ölümden doğuma. Her seferinde yeni, temiz sayfalar açılır. Büyüyerek her gününüze yeni şeyler eklemeye başlarsınız. İlk adımını attı, koştu, güldü, konuştu... Kanatlar altında bu günleri güvenle geçirirsiniz. Daha sonra anne elini tutarak yürümeyi öğrenen çocuk olarak tek başınıza koşuyor olursunuz. Bundan sonra size bir şeyler öğretecek olan anneniz değil zamanla yaşadıklarınız, size kattığı deneyimlerdir. Sıkça düşmenize sebep olabilir fakat kendinizi ayağa kaldıracak gücü, yaranızı iyileştirecek yardımı da dokunur. Böylece öğretmeniniz de olmuş olur aslında zaman. Hayatımızda birçok role bürünür biz farkına varamasak da. İnanılır ki bu rollerin tümü, daha iyiye varabilmek içindir güvenlice...
Son olarak zaman her şeyin ilacıdır kimilerince. Benim ilacımsa 2548 kilometrelik bir yolun süreceği saattir bu söyleme göre. Zafere ulaşmanın, sona yaklaşmanın kolay olmayacağını bilirim. Fakat en zor zamanlardan geçerek, bıkmadan usanmadan bekleyerek kazandıklarımız değil midir en kıymetli zaferlerimiz?
Cansel Şentürk
Zaman;
Ellerinin arasından kayan
Kum taneleri gibi
Çok gibi görünüyor
Ama tükeniyor
Hayatta kalmak için
Boğuştuğun dalgalar gibi
Yukarı çıkmaya çalıştıkça
Seni en derine çekiyor
Düşünmeyen ve tereddüt etmeyen
Kimliksiz bir hırsız gibi
Elindeki her şeyi alıyor
Ve ne yaparsan yap geri vermiyor
Yardım ettiğini, rahatlattığını
Hissettiren bir sigara gibi
Kendini sevdiriyor
Zarar veriyor.
Rabia Çıkmazoğlu
SON TREN Bağbozumunun erken olacağı
yazdan belliydi. Dışarıda ağaçlar sonbaharlık giysilerini çoktan giymişti. “Kalkıyorrr!” anonsu ile paslı demir kapılar gıcırtıyla kapanırken kartal çığlığı kadar keskin düdüğün üç kez acı acı ötmesiyle, ekşi ter ve uyuşuk insan taşıyan demir yığını tekmelenmiş yağ tenekesi gibi tangır tungur gürültüyle hareket etti.
Vücudunun bir parçası gibi duran şapkasının gölgelediği yüzüne koyu bir kederin gölgesi düşmüş yetmiş yaşlarında bir adam iki büklüm oturuyordu. Yüzünde susuz kalmış toprak gibi çatlaklar oluşmuştu. Telaşsızlığına bakılırsa kalkıştan yarım saat önce yerini çoktan aldığı belliydi.
Yaşlı adamın karşısında oturan genç kadın yanındaki kızının sabırsız davranışları karşısında mahcup bir tavırla “Yolculuk nereye bey amca?” diye sorunca, yüzüne oturmuş hüznü dağılır gibi oldu yaşlı adamın. Bir an başını öne düşürüp ne diyeceğini bilemez halde bekledi. Sorunca böyle, gözleri bulutlanıp “Sorma” der gibi iç çekerek baktı. Sonra kolayca çözülen yumak gibi anlatmaya başladı. Konuşmaya hasret uzak bir akraba gibiydi sesi. Birden aklına bir şey gelmiş gibi gözlüğünü çıkardı. Yerinde duramayan kız “Anneee!” dedi neşeli sesiyle, “Dedem neden bize hiç gelmiyor?”
Kadın ne cevap vereceğinin şaşkınlığı ile dudağını büzerek işaret parmağını kondurdu dudağına. Yaşlı adam yolcuların kirli nefesiyle buğulanmış pencerenin kirli camını titreyen eliyle silerken, birden aklına gelmiş gibi ceketini iç cebinden çıkardığı fotoğrafı gösterdi, sonra boğazını temizler gibi yapıp “Torunum” diyebildi yorgun sesiyle.
O anda üç yıl önce yeni evlenmiş oğlunun evine yalnızlıktan kurtulmak için yerleşirken gelininin düşmüş yüzü geldi gözünün önüne. “Ayarladım” demişti oğlu, “Pazartesi tamam”. Uzun uzun düşünmüştü yola koyulmadan. Evin içindeki bakışların üzerine çöken ağırlığını çok fazla hisseder olmuştu ne zamandır. Haber gelince “Yer boşaldı” diye ışıltılı gözlerle vermişti oğlu müjdeyi. Gelininin yüzü gülüyordu ilk defa. Zaman zaman ona da hak vermiyor değildi. Oğluna da kolay değildi böyle… O da istemezdi böyle olmasını, hele erkenden çekip gitmeseydi karısı. İşte bu yüzden ses etmeden “Olur” demişti. “Giderim”. Zaman her şeyin ilacıydı. Keşke daha önce gitseymişim diye geçirdi içinden. Tabi ya, başkalarının hayatını zehir etmeye ne hakkı vardı.
Trenden inince yorgun bir su gibi kalabalığı yara yara giderken, yerleşeceği yeni yuvasının heyecanını taşıyordu. Ne çok şey yitirmişti biriktirdiklerinden, biriktirdikçe azalmıştı her şey. Ne zaman sonra yalnızlık kuyusuna ulaştığında işaret parmağıyla zile ürkek ürkek bastı. Beklerken öyle, zaman bir lastik gibi uzadıkça uzadı. Bastı… Bastı…
Zaman durmuştu kalbinden önce.
Hüseyin Opruklu
VADESİ BİTEN ŞİİR
Zamanın ötesinde yaşamalıyız sevgilim
Zamanın gölgesinde değil
Biteceğinden haberdar olmalıyız sadece
Tutsağı olmamalı
En azından, yaşamaktan keyif almalıyız
Yeni tatlara limanlar açmayı
Yeni yeni yerlere gitmeyi, bilmeliyiz
Yıldızları birlikte keşfetmeliyiz misal
Batan güneşlere inat
Sarıp, saymalıyız onları
Biz her anın her saniyesinde
Hazırlıklı olmalıyız sevgilim
Çünkü günü geldiğinde
Saatler de susacak
Ölüm de çalacak kapıyı
Akrepler kovanlarını terk ettiğinde
Yeller kopacak çevremizde
Belki o an kuşlar fısıldar bize
Zamanın ötesinde ölmeyi.
Burak Baydoğan
Zaman… Üzerine çok
düşündüğümüz ama kesin cevabını hâlâ bulamadığımız karanlık bir soru! Var mısın gerçekten ya da zihnimizin farklı farklı odalarında ağırladığı soyut bir misafir misin?
Matematikten astronomiye, felsefeden fiziğe, edebiyattan arkeolojiye Hegel, Aristoteles, Herakleitos, Kant, Newton, Einstein kimler seni anlamaya çalışmadı ki! Metafiziğin dediği gibi varoluşun öncesinde de var mıydın?
Sonradan icat edildiğini söyleyen felsefe mi yoksa haklı olan? Newton’un kanıtladığı kadar homojen misin? İkizler paradoksunda Einstein’ın anlattığı kadar göreli misin? Tükeniyor musun sahiden, birikiyor da olamaz mısın? Farklı âlemlere, farklı boyutlara geçiş için doldurmamız gereken bir bakiyesin belki de ne dersin? Tek bir tane misin? Sürekli misin?
Öncesinde, şimdi ya da daha sonra hep büyük bir bilmece olarak kalacaksın bizim için! Belki diye başlayıp yoksa diyerek bağladıktan sonra, olamaz mı diye soru işaretleriyle taçlandıracağım sana dair kurduğum bütün cümlelerimi. Diyorum ya seni tanımlamaya, seni anlamaya dair boş çabaların peşini bırakıp sadece ve sadece yaşayıp geçip gitsek mi kadife koynunda…
Ya da ne bileyim işte; Einstein’ın ikizler paradoksuna kulak mı versek diyorum bazen de, ardımızda bırakıp bütün o kötülükleri sevdiklerimizle bir mekiğe doluşup uzaya gitsek! Ne güzel olur aslında değil mi?
Hayal edebiliyor musunuz? Bir düşünün; ışık hızının %99’uyla 7 yıl boyunca evrenin bakir karanlığında aydınlanırken ufkumuz, geride bıraktığımız onca kötülük durduğu yerde hem de hiç kimseye hiçbir şey yapamadan tamtamına 50 yılı devirecek bir başına.
İyiliğin zafere giden yolu sabır taşlarıyla mı örülüdür dersin? Yani şunu anlatmak istiyorum azizim; hani derler ya; zamana bırakmak gerekir, zaman her şeyin ilacıdır, zaman bütün yaraları sarar, zaman iyileştirir vs…
İşte tam da bu yönüyle zaman tanrının çıraklığına soyunmuyor mu? Küllerimizden doğurup bizi yeni baştan yaratmıyor mu? Yitip gitmenin eşiğindeyken üstelik bizi uçurumun kenarından çekip alan zamanın ta kendisi değil mi? Ne bir eksik ne bir fazla bana göre tam da aşka benziyorsun; seni yaşamam için anlamam şart değil yahut yaşadıkça anlıyorum seni…
ZAMANIN ÇALDIKLARI
Zamana bırakan zamanla bırakır sözünü kendime benimsedikten sonra, hayatımda ertelemek kelimesini terk ettim. Çoğu şeyden fedakârlık ettim zamanında, vazgeçtim güzelliklerden. Ne de büyük bir aptalım. Kıymetini bilemedim bana verilen zamanın. Kendimi fiziksel olmasa da ruhen yorulmuş hissediyorum, hevesim kalmamış gibi. Aynı zamanın içinde düşündüm.
Dedim ki kendi kendime; Bir gün ya her şeyden vazgeçersen? Ya da onlar senden vazgeçerse? Zaman insanı beklemez, ilerler, güneş doğar, ay doğar, aylar geçer, yıllar geçer, en kötüsü de sen geçersin. Ne anılırsın ne de hatırlanırsın. Artık elime bir güzellik geçtiğinden kullanıyorum şuan. Daha sonra yaparım demek yerine ya da bir plan oluşturmak yerine, nasıl yaşanması gerekiyorsa öyle yaşıyorum.
İnsanlar neden sürekli bir şeyleri erteleyip, yıllar sonrasına plan yapıyorlar? Hayatımızın garantisi yok. İnsanların diline yapışmış bir cümle, bir kalıp "Zamanım yok, zamanı değil " gibi... Bu cümleler ne de saçma. Eğer ki istekler doğrultusunda yapılıyorsa her şeyin zamanı gelmiştir. Kendini erteleme artık, ne bastırıyorsun duygularını? Koşup söylesene hoşlandığın insana, dışarıda kar yağsın, giy o en sevdiğin şortunu, küçük çocuk, tam zamanı okumaya başla beğendiğin romanı...
Şu insanlar hiç ölmeyecek gibi, o insan hayatından bir gün gitmeyecek gibi, vizyona giren bir film vizyondan kalkmayacak gibi, bu hayata tekrardan gelecek gibi, bütün güzelliklerden kaçırıp zamana bırakıyorlar kendilerini.
Şuan her ne yapıyorsan bırak ve dön bir bak kendine ne bu koşuşturma?
Zaman kavramının içerisinde kaybolup gidiyorsun, robot gibi sürdürüyorsun hayatını. Bazı şeyler geç olabilir. Anı yaşa, zamana bırakırsan zamanla bırakırsın...
Hadi ne duruyorsun? Sevdiklerine koş, onlara iyi ki varsın de, planlarını en geç yarına yap ve her zaman tek düşün, çift kişi yaşa. Umudun kırılmasın, yorgunlukların birikmesin, zamanın içinde kaybolma...
Koray Çolak
Zamanın bize getirdikleri ve bizden götürdükleri neler? Hiç oturup düşündünüz mü? Acılarınız, mutluluklarınız, yaralarınız, verdiğiniz kayıplar, kazandığınız insanlar, umutlarınız, hayalleriniz...
Önce her şey küçük bir umudun yeşermesi ile başlar içinizde. Sonra biz o umudu alır içimizde besleriz, büyütürüz. Sonra o umut yavaş yavaş hayale dönüşmeye başlar. Gözlerinizin içindeki o ışığın hiç sönmeyeceğine inanırsınız. Bir gün o hayalin gerçekleşeceği umudu ile yaşamınıza devam edersiniz. Tabi o sırada geçen zamanı hiç hesaba katmazsınız.
Size göre zaman nedir? Kimse sormazsa ne olduğunu biliyorum. Ama birisine açıklamaya kalkarsam artık bilmiyorum… Eminim ki geçip gitmiş olmasa "geçmiş" zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki, nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz yok.
Zaman denilince birçoğumuzun aklına geçmiş zaman geliyor. Yaşadıklarımız, acılarımız, aldığımız yaralar, üstesinden zor da olsa geldiğimiz sorunlar... Gelecek de "zaman" denilen bu kavramın içinde değil midir? Aklımda binlerce soru işareti... Var olduk, yaratıldık, doğduk, büyüdük. Bu süreç içerisinde hiç durup düşündünüz mü geçen zamanı? Geçmiş zamanı ve gelecekte önünüze çıkacak engelleri, mutlu olacağınız anları, belki de geceler boyu sizi ağlatacak acıları? Zamanla her şey yaşanır, gelir ve geçer. Her şey toparlanır mı? Geçip gider mi?
Zamanla her şey toparlanır mı bilmiyorum ama zamanın pek çok şeyi bir daha bir araya getirmemek üzere dağıttığına şahit oldum. Çünkü geçmiş zaman denen kavram yaşatır, sonra dağıtır. Ve gelen hiç bir şey dağıldıktan sonra düzelmez. Kimse kimsenin yerini almaz, hiç bir şey eskisi gibi olmaz. Fakat hayatınızdan geçip giden, dağılan şeylerin yerine yenisi eklenir ve bu döngü böyle devam eder.
Şimdi sizden bir şey isteyeceğim.
Boş bir kâğıda düz bir çizgi çekin.
Çizginin başı doğumunuzu, sonu da ölümünüzü göstersin.
Ve şu an bulunduğunuz yere bir çarpı koyun ve bu konuyu durup bir beş dakika düşünün.
Simay İneyici
Birkaç yıl önce Brezilyalı bir kızla tanıştım. O zamanlar Nairobi'deki elçiliklerden birinde çalışıyordu. Âşık olduk ve evlenmeye karar verdik. Skype aracılığıyla beni Brezilya'daki ailesiyle tanıştırdı. Fakat düğün gününe yaklaştıkça düşüncelerim değişmeye başladı ve düğünü ertelemeyi önerdim. O zamanlar öğrenciydim, sabit bir gelirim yoktu ve sorumluluklarıma yetişememekten korkuyordum. Kalbi kırılmıştı ama sonuç olarak altı ay ertelemeyi kabul etti. Finansal durumum iyiye gitmedi ve evlenme olasılığımız gittikçe azalıyordu. Bir yıl altı ay oldu ve bir anda benimle konuşmayı kesti. Telefonu, Facebook hesabı kapandı ve e-postalarıma cevap vermeyi kesti.
Pasaportu, mektupları ve ona ait başka şeyler de benim evimdeydi. Ondan habersiz bir hafta sonra çalıştığı yere gidip beni daha önce tanıştırdığı bir arkadaşına onun nerede olduğunu sordum. Binanın güvenlik çalışanı bana onun benimle konuşmak istemediğini söyledi. Daha önce hiç bu kadar kötü hissetmemiştim. O sürekli aklımdaydı. Şansımı tekrar denemek için bir ay sonra elçiliğe geri döndüm. Sevdiğim kızın bir süre önce işten istifa edip Brezilya'ya geri döndüğünü söylediler.
Uzun süredir onu bulmak için uğraşıyordum ve sonrasında biletimi alıp Rio de Janeiro'ya gittim. Elimde, eşyaları arasında bulduğum eski bir mektup vardı, üzerinde adresi yazıyordu. Annesinden gelmiş olan bir mektuptu. Bir taksi tutup mektuptaki adrese gittim. Oraya yabancı olduğum için taksi şoförüne beni beklemesini söyledim.
Kapıyı çaldım ve annesi kapıyı açtı. Sanki bir hayalet görmüş gibi şok oldu ve hemen kapıyı yüzüme kapattı. Birkaç dakika sonra tekrar kapıyı açtı. Gözyaşlarını tutamadığını görebiliyordum.
Bana bozuk İngilizcesiyle “Ne istiyorsun?” diye sordu. Kızını görmek istediğimi söyledim. Oturma odasına gitti ve bana başka bir adres yazılı mektup getirdi ve başka bir şey söylemeden üzerime kapıyı kapadı.
Taksi şoförüne ‘’Beni o adrese götürebilir misiniz?’’ diye sordum. Götürdüğü yer beni tamamen şok içinde bıraktı. Taksiden indim ve orada durdum. Beni bulan bu ani kederden zar zor hareket edebiliyordum. Mektuptaki adres bir mezarlıktı. Taksi şoförü içeri girdi, bir mezar buldu ve bana seslendi. Onun yanına gittim ve mezar taşının üzerinde nişanlımın adını gördüm. O intihar etmişti. Ölümü hâlâ aklımdan çıkmıyor ve kafamdan bir sürü soru geçiyordu: Ya her şey benim suçumsa, ya evliliği ertelettirmeseydim? Ortada bilmediğim başka bir şey mi vardı?"
Abdullahi Osman
Mohammed
CEMAL SÜREYA SOYADINDAKİ
“ Y ” HARFİNİ NASIL KAYBETTİ? Aşk şiirleri denince aklımıza ilk
gelenlerden olan Cemal Süreya, ikinci yeni akımın en önemli temsilcilerinden biridir. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, kız kardeşi ile üvey anne elinde büyümüştü. Üvey annesi pekiyi biri değildi hatta Süreya’yı bir keresinde zehirlemeye kalkmış.
Yazı yazmaya çok küçük yaşlarda başlayan Cemal Süreya diğer şairler gibi sessizliğe ihtiyaç duymuyordu yazmak için. Gürültü olmadan yazamıyordu. Okul yıllarında gürültülü ortamda yazı yazmaya alıştığı için sonrasında da böyle devam etmiş. Evinde sessiz ortamda yazamadığını fark edince, radyo ve televizyonun sesini açarak odaklanabiliyormuş.
Bir de Süreya olarak bildiğimiz soyadının hikâyesine bakalım.
Aslında Cemal Süreyya’dır soyadı. Bu konuyla ilgili birkaç hikâye anlatılmaktadır. Bunlardan bir tanesi Sezai Karakoç ile arasında olan bir iddiadır.
Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üniversitede sınıf arkadaşıymış. Sınıflarındaki aynı kızı içten içe severlermiş. Kıza duydukları ilgiyi birbirlerine anlatırlarmış. Hatta Muazzez için yazdıkları şiirleri birbirlerine okurlarmış. Gün geçtikçe duygularının önüne geçemez hâle gelmişler ve “Ben elde ederim, sen elde edersin” derken iddiaya tutuşmuşlar. Kaybedenin de bir bedel ödemesi gerektiğine karar vermişler. Sonunda kaybedenin soyadından bir harf silinecek demişler.
Cemal Sürey(y)a kazanırsa; Sezai Karakoç'un soyadı ''Karkoç'',
Sezai Karakoç kazanırsa; Cemal Süreyya'nın soyadı '’Süreya’' olacakmış.
Muazzez ile Sezai Karakoç çıkmaya başlar ve Cemal Süreya da artık tek ‘‘y’’ ile kalmış. İşte Süreyya'dan Süreya'ya geçiş dönemi böyle olmuştur.
İlerleyen zamanlarda Muazzez Akkaya iddia sonucu Sezai Karakoç'un kendisi ile çıktığını öğrenmiş. İlişkisinde de sorunları olan Muazzez bunu kaldıramamış, okulu bırakmış ve memleketi olan Geyve'ye gitmiş. Sezai Karakoç bu duruma çok üzülmüş ve Muazzez Akkaya'ya ithafen Mono Rosa şiirini yazmış. Şair Karakoç, 1950 yılında mülkiye'de öğrenci iken yazmıştır bu şiiri. Ancak 2002 yılına kadar yayımlanmamıştır. "Mona Roza" Türk edebiyatının en mahrem akrostiş şiiridir.
Aysun Atalar
ÖZDEMİR ASAF Özdemir Asaf şiirleri, hayatı ve
hikâyeleriyle Türk edebiyat dünyasının en önemli şairlerinden biridir. Cumhuriyet Dönemi Edebiyatının en önemli isimlerinden olan Özdemir Asaf 11 Haziran 1923’te Ankara’da doğmuş, 28 Ocak 1981’de İstanbul’da ölmüştür. Asıl adı Halit Özdemir Arun’dur. Babasının öldüğü yıl(1930) Galatasaray Lisesi’nin ilk kısmına girdi. 11. sınıfta, bir ek sınavla Kabataş Erkek Lisesi’ne geçip 1942 yılında mezun oldu. Hukuk Fakültesi’ne, İktisat Fakültesi’ne (3. sınıfa kadar) ve bir yıl Gazetecilik Fakültesi’ne devam etti. Bu arada Tanin ve Zaman gazetelerinde çalıştı ve çeviriler yaptı.
Yayımlanan ilk yazısı Servet-i Fünun - Uyanış dergisindedir. 1951’de Sanat Basımevi’ni kurarak matbaacılık yaşamına girdi. Kendi şiir kitaplarını bastı. 1955’te Yuvarlak Masa Yayınları’nı kurdu. Okuyanda derin izler bırakacak şiirler yazan kıymetli şairimiz 'R'leri söyleyemediği için dergilerde yayımlanan şiirlerinde önce Özdemir Özden ismini kullanır. Sonra Oktay Akbal'ın önerisiyle, Özden yerine babasının adı olan Asaf'ı tercih edip Özdemir Asaf olarak yaşamına devam eder. Hatta en ünlü şiiri olan Lavinia’yı da söyleyemediği harf üzerine yaşadığı bir olaydan yazmıştır. Özdemir Asaf bu şiirinin hikâyesini şöyle anlatmıştır:
“Lisede Edebiyat Hocamız İsmail Habib Sevük idi. Sınıfta herkese şiir okutur, sıra bana gelince, atlayıp yanımdakine geçerdi. Bir gün derste parmak kaldırdım ve ‘Hocam’ dedim. Sınıfta herkese şiir okutuyorsunuz, bana niçin okutmuyorsunuz?” İsmail Hoca, bu soruma şu cevabı verdi:
– Oğlum Özdemir sen, şiir değil, şiirin canına okuyorsun.
Bunun üzerine de Özdemir Asaf “Lavinia” şiirini yazar. Lavinia, Özdemir Asaf’ın şiir matinelerinde en çok okunan ve sevilen şiiridir. Gelin görün ki, bu şiirin son dörtlüğünde hiç ‘R’ harfi yoktur ve Özdemir Asaf, bu şiiri oldukça düzgün bir biçimde okumaktadır.
LAVİNİA
Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.
Aynı zamanda çok naif bir insan olan Özdemir Asaf bir gün matbaadan çıkıp Karaköy’e gitmek için taksiye biner. Taksi şoförü ona “Neğeye biğadeğ?” der. Meğer şoför de Özdemir Asaf gibi R’leri söyleyemiyormuş, Özdemir Asaf utancından “Kağaköy” diyemez, “Eminönü” der. İner. Oradan Karaköy’e kadar yürür.
Şiirleri genellikle çok uzun değildir, ifade etmek istediğini yoğun duygular barındıran az kelimeden oluşan dizelerle anlatmıştır. Karşıtlıkları, benzerlikleri, çağrışımları kullanarak söz ve sözcük oyunlarına dayalı şiirlerinde yaşam görüntülerini, eşyayı, izlenimleri soyutlaştırır. Şiirlerinde sevgi, ayrılık ve ömür temalarını işlemiştir. Şiirleri günümüzde müzisyenlere de ilham kaynağı olmuştur. Feridun Düzağaç “Lavinia” adlı şiirini bestelemiş ve Duman grubu da şiirlerinden besteler yapmıştır.
Son şiirlerini önceki şiirlerine göre daha da kısa dizelerle yazarak duygu ve zekâsını daha da keskin bir şekilde göstermiştir. Son dönemlerinde kaçış, umutsuzluk ve tedirginlik temalarını işlemiştir.
Kısa dizelerle dünyaları anlatan Özdemir Asaf’ı anlatmak için kitap yazmak gerekir ama hissedebilmek için bir dörtlüğünü okumanız yeter de artar bile…
Senin içine girdiğim zaman
Dışımda kalıyorsun.
Senin dışından sana bakınca
İçime sığmıyorsun.
Özdemir ASAF
Gürkan Karataş
ERDAL YALÇIN
“TEK PARMAK ile onlarca kitap”
(www.erdalyalcin.info)
Merhabalar! Öncelikle “Erdal Yalçın”
kimdir? Kendinizden biraz bahseder
misiniz?
- Erdal Yalçın kimdir kısaca anlatayım.1975’te
dünyaya geldim! İki yaşında yakalandığım bir
ateşli hastalık sonucunda beyin felci geçirdim.
Daha sonra hastalık nedeniyle yüzde doksan
sekiz engelliyim! Hiç okula gitmedim. Okuma
yazmayı annemin sayesinde öğrendim! Allah
önce annemden daha sonra tüm ailemden razı
olsun! Onlar iyi ki var! Hiçbir zaman bana
engelli olduğumu hissettirmediler. Şimdi
üniversite okuyorsam bu önce annemin ve
sonra tüm aile bireylerinin sayesindedir. Onları
çok seviyorum. Hiç okula gitmeden 2017’de
Erzurum Atatürk Üniversitesi Bilgi Yönetimi
bölümünü kazandım! 1990’da baş rollerini
duayen oyunculardan Fatma GİRİK ve Halil
ERGÜN ile paylaştığım “Gün Ortasında
Karanlık” adlı sinema filminde oynadım!
Hali hazırda birçok kitabı olan bir
yazarsınız. Bu serüven sizin için nasıl
başladı ve şuan çalışmalarınız nasıl
gidiyor?
- Kendi kendime ne yapabilirim diye
düşündüm ve dedim ki “Erdal sen kitap
yazabilirsin!” ancak hiç kolay olmadı. İlk
kitabım için 10 ay uğraştım. İkinci kitabım
sponsorlu oldu ve üçüncü kitabımdan itibaren
kitaplarımı kendim satarak diğer eserlerimi
bastıracak maddi imkânlara erişiyorum. .
İlk kitabınızı bastırdığınız zaman neler
hissetmiştiniz?
- Çok mutlu olmuştum. Bu duygunun bir tarifi
yok.
Kitap satışlarınız sırasında birçok ünlü
isim ile tanışma fırsatı yakaladığınızı
biliyoruz. Bu ünlü isimlerin size karşı
tutumları nasıl oluyor?
- Bazen havalı, bazen ise bizden birileri
gibiler. İkimiz arasındaki tek fark onların ünlü
olması.
“Zaman” kelimesi sizin için ne ifade
ediyor?
- Öncesi ve sonrası olmayan bir kavram!
Zaman sizin için yavaş mı geçiyor, hızlı
mı? Siz bunun nedenini neye
dayandırıyorsunuz?
- Bu kişinin ruh haline göre değişkenlik
gösteren bir durum. Bazen hızlı bazen yavaş
geçiyor.
Sizce dedikleri gibi zaman her şeyin
ilacı olabilir mi? Bu konu hakkında ne
düşünüyorsunuz?
- Evet, bu söz kesinlikle doğru, katılıyorum.
En beğendiğin 3 kitap ve başarılı
bulduğun 3 yazarı öğrenebilir miyiz?
- Bence bütün eserler güzeldir. Çünkü hepsi
için harcanan bir emek var. Güzel veya değil
demek haddim değil diye düşünüyorum.
Kitap yazmaya niyeti olan taze
yazarlarımıza verebileceğiniz birkaç
öneriniz var mı?
- Mütevazı ol. Sakın “oldum” deme. Çok oku
ve son olarak iyi bir gözlemci ol
Son olarak, karşınıza çıkan tüm
engellere rağmen bunca başarının altına
imzasını atmış biri olarak,
okuyucularımıza iletmemizi istediğiniz
bir şey var mı?
- Değerli okurum, beni desteklediğin için sana
bir kalp dolusu sevgi ve saygılarımı
sunuyorum.
RÖPORTAJ: RAİM ÖZDEN
BAL KIZ FEYZA
Servisin Balı, Bal Kızı. Odasının kapısında
onu gördüğümde ilk yapmak istediğim şey
yanaklarını ısırmaktı. O kadar tatlı gözüküyordu ki
yanakları ısırsam da
tadına varamazdım.
Odasına girdim
ve konuşmasını duydum,
aman Allah’ım…
Kendisinden çok çok
büyük bir hastalıkla
mücadele eden çocuk bu
kadar mı tatlı konuşur. O
an anladım ki işte bu
çocukluktu, masumluktu.
Onun yerinde bizler olsak
belki de çoktan karalar
bağlardık. Bal kızın o
kadar güzel enerjisi var ki
sizlere kelimelerle tarif
edemem.
Şimdi bu Bal Kızı biraz tanıyalım. Adı
Feyza CAN, 5 yaşında. Ailesi Balıkesir’de yaşıyor,
tedavisi için İzmir’e gelmişler. 8 aydır Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi
Çocuk Hematolojisi Servisi’nde yatıyor. Lösemi
tedavisi görüyor.
Tanısı ALL (Akut Lenfoblastik Lösemi) ve
AML (Akut Miyeloid Lösemi) olarak koyulmuş.
Şuan tedavinin son aşamasında ve 2 hafta boyunca
ilaç alması gerekiyormuş. Ardından günlük
hayatına yeni bir başlangıç yapacak. Hastanede
oyuncaklarıyla vakit geçiriyor.
Tam bir Elsa tutkunu. Kendi gibi minik bir
çantası var hem de Elsa’lı. Sohbetimiz sırasında 23
Nisan’dan sonra doğum günü olduğunu ve
doğum günü için Elsa kostümü dileğini söyledi.
Aslında Elsa karakterinin sahip olduğu
güçlerin aksine bir yapısı var. (Elsa, buz ve kar
yaratmak gücüyle dünyaya gelmiş bir karakter)
Feyza’nın yüzünü ve mimiklerini gördüğünüzde
içinizdeki çocuk ruhunuzu bastıramazsınız, sesini
duyduğunuzda içiniz en güzel çiçek bahçesine
dönüşür.
Feyza ile
görüştüğüm gün izne
çıkıyordu. Tekrar
hastaneye dönecekti
çünkü tedavisi devam
ediyordu. Hastaneden
taburcu olduğunda
‘’evinde’’ oyun
oynamak istiyor ve
‘’evinde’’ çizgi film
izlemek istiyordu. Bal
Kız Feyza’ya ne olmak
istediğini sorduğumda,
“Sihirbaz olmak
istiyorum ama hiç
sihirbazlık numarası
bilmiyorum” dedi.
Bizlerin de Bal Kız Feyza için
yapabileceğimiz bir şeyler illa ki vardır. Sadece
maddi destek değil, hastanede daha eğlenceli zaman
geçirebilmesi için elimizden bir şeyler
gelebileceğini düşünüyorum.
Feyza için bir iki sihirbazlık numarası
öğrenerek ardından ona da öğretip hayalini
gerçekleştirmiş olabiliriz.
Bal Kız ile zaman geçirmek, onun
hayallerindeki sihirbazı olmak ya da maddi-manevi
destekte bulunmak isterseniz annesi Hüryan CAN
ile 0(544) 978 57 74 telefon numarasından iletişime
geçebilirsiniz.
Küçük Yıldızlarımızı yalnız bırakmayalım
ki parlamaya devam etsinler…
Aysun Atalar
Dergimizin bir sonraki sayısına
yazı, şiir, deneme, hikaye veya anı göndermek istiyorsan,
dergimizle ilgili bir önerin, görüşün veya yapıcı eleştirin varsa,
ya da sadece “aklıma takılan bir şey var” diyorsan
İşte bize ulaşabileceğin adresler;
instagram.com/kutupyildizidergi
twitter.com/kutupyildizicom
facebook.com/kutupyildizidergi