12
*Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. 211. Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları vurulup düşenleri Yüzlerini Mekke'ye çevirir öyle kor toprağa başlarını Aaah ki uzaklarındayız senin Nasıl da geliyor kokun Nasıl da acımış bileklerin İyileşiyor evimiz hadi dayan hadi büyü hadi yeşer Hadi biraz daha Bir kılıç daha çek Bir mızrak daha sür Senin için yazdığımı bil bilme ne olur* muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK Allah cümle-leri-mizden razı olsun !

muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

  • Upload
    others

  • View
    10

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

*Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. 211.

Ne yandan gelirse gelsin

Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları

Okşar onları vurulup düşenleri

Yüzlerini Mekke'ye çevirir öyle kor toprağa başlarını

Aaah ki uzaklarındayız senin

Nasıl da geliyor kokun

Nasıl da acımış bileklerin

İyileşiyor evimiz hadi dayan hadi büyü hadi yeşer

Hadi biraz daha

Bir kılıç daha çek

Bir mızrak daha sür

Senin için yazdığımı bil bilme ne olur*

muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2

KüllüK Allah cümle-leri-mizden razı olsun !

Page 2: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 1 KÜLLÜK

DANIŞMAN: DOÇ. DR. FATİH USLUER

Habib Ağır:

İ. Hakkı Ünlü :

İbrahim Topaloğlu :

Kübra Öztemel:

Mahmut Coşkun :

Mordefter :

Nurullah Parlakoğlu:

Osman Kocabaş :

Süleyman Turgut :

Emre Ergin :

Kübra Çiftçi :

Ali Altıntaş :

İki Durak

Konunun Başını Kaçıran Kadın

Erken Kalkmış Bir Niyetin Feryadı

Anlat Mısralarında

Güneş Ölürken

Bu Bir Şiir Değil

Tekrar

Yarım Kalan Bir İstanbul Tablosu

Eski Günlere Mektup

Şehrin Ölümü

Suskun Saatler

Görülmüştür

İÇİMİZDEKİLER :

Habib Ağır

İki Durak

bir gök gürültüsüyle başlayan karanlık kaldırımlarda yürüyorum bir an sonsuzluğa çıkan yolu görüyorum o sessiz mezarlara çıkan yolu bir yıldırım düştü gözlerinden gözlerime geceyi aydınlatan bir ışık bir yıldırım sanki gözlerin bakışların karmakarışık siyahlık bir gözlerinde bir de gecelerde var nasıl aydınlatmışsa yıldırımlar geceyi bakınca gözlerine, unuttuğum cümleyi bir karanlığa söylüyorum bir de hep yarım kalan tarafıma sonra karışıveriyorum karanlığa sen olmadığın zamanlar aydınlatıveren karanlığı; yıldırımların düşmesiyle başlayan aydınlığın içinde kalıyorum anlık aydınlıklar yaşıyorum yavaş yavaş aydınlanıyor ruhum senin gözlerine bakmayı bırak gözlerini düşünüyorum

Page 3: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 2 SAYI 2

İ. Hakkı Ünlü

Konunun Başını Kaçıran Kadın

*başlarken Dilemma ile bezeli dudaklarının narı yaktı beni Kovmadın kapından, kalmamı da istemedin.+ * Hüzün renkli güz ve bir yük treni omuzlarımdan kalkan Ve aklımı kurcalayan peygambersiz bir kıtanın Ortadoğuya laneti.+ *Nuri Pakdil’in Kudüs’ü düşündüğü bir saati vardı, Ben de düşünürüm kendimi her vakit elimde değildir ki (!)+ *İçtiği slime benzedi sonunda paradoks tenli kadın Yıldırımla meçhulü kucakladı bir sıtma titreyişi Ne vakit Gökler ağlasa onun ruhuydu ıslanan.+ *Bir sus payı daha çekti içine kadın Ve iç çekişlerine gelemedi yırtıldı parçalı bulutlu ruhu. Ciğerlerini de tütün niyetine sarıp içebilirdiniz kadının, Üzerine bulaşan Ankara griliğinden sonra Hangi şehir kabullenebilirdi onu? Ha ben ha kadın.+ *Yasalar ve yazılı kurallar sığ kafalarda ‘Bir de biz burada Göğe yakın uçan kuşları sevmeyiz’ Ne siz ne de o ironik şaha kalkışlarınız önemli bu durumda.+ *Bunca deccal sessizliği kabullenmekte mi saklıydı huzur Üzerine yakıştıramadığın kanlı matemindi çağıran geceyi Paris’in adıyla kirlettiler Beyrut’u Ve sen yine sesini çıkarmadın.+ *Derken öptü kadın naif gülüşünü hatırlayamadığı güzün Bu durumda işlerin kolaylaşması gerekmez mi? Ama kadın sevemedi ölümle biten hayatları babasından sonra Hazır çorbamsı insanlarla doluydu yaşadığı(!) şehir Cıvık, kolay, düzenli yaşayan ve bir türlü ölemeyen Hepsinin tadı aynı; çoğu zaman küf, az biraz toprağımsı.+ Ne yazık ki bu şiir deniz kokmuyor Ve kadın denizi özleyemiyor. *Emeviye Camiinde buluşmalıyız bu kez, savaş bitmedi farz et Ve düşün ki göçten dönmüştür kırlangıçlar Göğe yakın uçmalıyız unutma, O sevse yetmez mi bizi? Bir çift kanat bulmalıyız balmumundan da olsa. Korkar mısın bilirsen, İkarus’un başaramadığını? Davran gecikmeyelim, Ebabiller yetişir bize yolda. Ne var ki insanların kanatları yoktur, Yok mudur?+

Page 4: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 3 KÜLLÜK

güneşi görünce yüzü kızaran sabahların gökyüzünden salınan şarkıların arasında kavi bir mutluluk ahdini yeniliyorum tan yerini ve sevgilinin nazını yaratan Allah’a hamd olsun. en çok sokaklara yakışır yaşamak hangi harbin hüsranı dökülmüş şakaklarımıza ah isyanın minyatürdeki şavkı sök bağrımdan ektiğin kehribar halkalarını söndür sesli harflerimi öldürülmeyen saldırgan hapse atılmayan adam kalmasın oruca niyetli hoyrat gülüşlerimizde hayretin tekdüze cümbüşlerine ıskartadan bir vurgun yedi iklim beş kıta parmaklarımız nilüfer yapraklarıyla örülen gergefler kısık ateşte örselenen putlar zorla okutulan kitapların kırmızısında kimin haddine İsmail olup İbrahim’i kurban etmek ? sürü işareti, notalı virgül ve üç nükte yan yana yağmursuz bir mevsime girmenin bir başka adı kömür tozuyla emzirilen mavzer tüfeğinin kabzasında diyorum ki her çağdaşın bahçesinde bir füze kalkanı göz kararı muasır medeniyetler seviyesi de bizimdir utandık bu asrın erkekleri ne elimiz kılıca gitti ne de bir ata bindik karanlığa tutulan ölümler televizyon kumandasıyla değişen hayatlar el yazması bir sessizlik sen, ahir zamanın nal çakılmış sayhası boynuma dolaşan kış karanfilleri mor kaküllerinden söğütlere düşlerle kurulan bir cebir söyle, ölüm gelir bulur mu bizi de bir sûr’un sayhasında boşalsın kursağımda biriken katranlar yaralarıma körelmiş arzuların kokusu sinsin çay bardağının mührü vurulsun sayfamıza

İbrahim Topaloğlu

Erken Kalkmış Bir Niyetin Feryadı

Page 5: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 4 SAYI 2

Kübra Öztemel

Anlat Mısralarında

Haydi şiir yaz bana, Mavi gözlü filistinli çocuk, Nasıl gülümsüyordun anlat mısralarında. Tane tane yaz. Her şeyi anlat bana. Atlama en küçük bir şeyi. Nasıl canın yanıyordu anlat mısralarında. Yaşayamadığım çocukluğumu anlat, Tanımak istiyorum kaçırdıklarımı. Yazdın mı şiir bana. Benzemiyor çocukluğum sana. Olmuş olan, olmamış olan. Burada rahatız, orada da rahatmıdır çocuklar? Gece yıldızlar, ay dede. Filistinde dünya da bir yerde. Çocuğum, çocukluğum... Korkmadan bakabiliyor musun gökyüzüne? Anlat bana mavi gözlü filistinli çocuk. Susma sen anlat neler yaşadığını ben dinleyim, Neler yaşamadığımı bileyim.

Güneş bugün batıdan ölüyor Şehrin azizleri günaha girerken Ay ışığında bir adam daha vuruluyor Bir kadın daha süzüyor annesizliği Güneş bugün batıdan ölüyor Sırtında kamburu ihtiyar yıkılıyor yola Hani ölüm hep zevksiz olacak değil ya Ramallah’da bir top sahası Ve ölen hep yaşlı olacak değil ya Sahada bir çocuk ölüyor.

Mahmut Coşkun

Güneş Ölürken

Page 6: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 5 KÜLLÜK

Mordefter

Bu Bir Şiir Değil Zaten

biz istanbulda beklerken dört duvar arasında martı sesleri ve ezanlar burada ardını beklemeden okunurlar içinizi sızlatmaya oysa ankarada bir adam mayıs akşamları elinde kitabı dolaşmaktadır sakaryanın ortasında biz istanbulda beklerken ankarada mayıs ne güzeldir öyle iğde kokmaz belki ya da akasya ankarada mayıs buram buram çay kokar kitapçılarda tahta bir masanın üzerindedir orta yaşlı yazarların elleri sigara ve yanık et kokmakta oysa adam istemez ki çizgili ceketine sinsin aklının derin odalarında dolaşırken kaybolduğunu kendi bile bilmez kağıt kokar beyninin çizgileri sayfalarca yazılmış bir kısmı aşınmış tekrardan birazı gönderilmiş biz istanbulda beklerken her seslenişinde müezzinin minarelerin taşları silkelenir biz hala bekleriz mordeftere yazacak üç beş kahkaha oysa zarfların hiçbirinde adımız yazmaz "gülüşmeler" son vapuru kaçırır eminönünde alayları kalır tırnak aralarımızda biz istanbulda beklerken terazilere koyarız gerçeği ve yalanı oysa vicdanımızın "acaba"ları onlara henüz yer bulunamadı biz istanbulda beklerken sabah ezanını dinleriz titreyerek ve ankaranın mayıs akşamlarında bir adamı düşleriz tökezler kalbimiz.

Page 7: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 6 SAYI 2

Küllerimize bakıyorum Lina, Nasıl yandık, bilmek ister misin? Biz hep gelsinler istedik, Mesihler dolaştı rüyalarımızda. Bir adım atmak bile zordu. Kolay değildi kurtulmak. Biliyordu onlar. Ve yapacaktılar. Ülkeyi yıkıp tekrar yeniden. Derken kalmadı, Paylaşılacak tek damla umut. Yangın kulesi gibi yükseldik, Evrenin ortasında manasızca. Ateşi kumla söndürdük, Dudaklarımız için bile, Suyumuz kalmamıştı. Meydanlarda kazanmıştık, Onlarsa masa başında. Bizim yerimize yenildiler. Kimse duymadı çığlığını annelerin. Bedelini çocuklar ödedi, Kavrulan her bir çiçeğin. Geri mi döneyim Lina? Tekrar mı kaybedeyim?

Nurullah Parlakoğlu

Tekrar

Benim geçmiş zaman içinde yan gelip yattığıma bakma

Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim

Bir tek köşen bile ayrılmamışken bana

Var olan ve olacak olan bütün köşelerinin sahibi benim

Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim

Sen kaç köşeli yıldızsın

Sezai Karakoç / Köşe

Page 8: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 7 KÜLLÜK

Osman Kocabaş

Yarım Kalan Bir İstanbul Tablosu O, gün boyu yağan yağmurların taşlara sindirdiği soğuk hava-da siyah montuyla yürürdü her akşam. Islak sokakların kaldı-rım kenarlarında birikmiş gölcüklere sigara atanlara bakıp dalgın dalgın adımlardı. Genelde taşları seyrederek yürürdü. Gerçi bu şehirde görülmeye değer tek şey sokak taşlarıydı. Pencerelerin altı çamurlu ve üst üste bindirilmiş gibi sıkışık ruhsuz evlerle dolu bu şehrin hangi sokaklarını adımlasa aynı can sıkıcı duygularla yürüyordu. O, gerçek dünyaya yabancı olduğu gibi hayallerindeki şehirlerde yaşıyordu. Ancak bu güzel hayalleri, zalim İstanbul gerçekliği tarafından ele geçi-rilmiş ve rüyaları dahi İstanbul’un elinde kâbuslara dönmüş-tü. Bu kâbuslardan kurtulmak için zihnini işgal etmiş ve İstan-bul’u anımsatan her bir taşı teker teker kırmaya hazırdı. Ha-yatında nefret ettiği şeyler, İstanbul şahsında kimlik bulmuş ve onunla bütünleşmişti. Onun için İstanbul, yolunda gitme-yen kaderinin tek sorumlusuydu. İstanbul keffaretini ödeye-mediği günahları işlediği şehirdi. Bu sebeple şehrin her köşe-si, onun ruhuna ateşler basan bir cehennem olmuştu. Ona göre Yahya Kemal’in İstanbul’u şairin yarattığı bir hayal-di ve yaratıcısıyla beraber ölmüştü. Artık İstanbul, üzerindeki kaçınılmaz yaşlılığın çirkinliğini gizleyemiyordu. Şarkın en kudretli şairlerinin dillerini bağlayan Haliç bile bugün sadece binlerce insanın her gün üzerinden geçtiği bir coğrafya teri-miydi. Boğaz, ileride makyajlara muhtaç kalacağı suni güzel-likten önceki son parıltısını yaşıyordu. Sokaklarda bir zamanların neşeli insanlarının yerine maske gibi sessiz yüzler gezmektedir artık. Her birine acem mülkü-nün feda edildiği sokak taşları, şimdi üzerine tükürülesi duru-ma gelmişti. Şehir, yüzünde bin çeşit çıban çıkmış bir cüzzam-lıydı. Tüm güzelliklerini yitirmiş bu ihtiyar şehir, büyük bir şairin dediği gibi uzun günler sisin ardına gizlenmeye mecbur kalacaktı… Gizlensin! Kaybetmiş güzelliğine otursun sarsıla sarsıla ağla-sın. Kıskansın ve kendisine dalkavukluk yapan ve sihirli ayna gösteren şairlere muhtaç kalsın. Zaten o ressam, şairleri bu sebeple hazmedememişti. Ancak İstanbul’daki en yakın dos-tu ve tek yoldaşı da dili kudretli bir şairdi. Artık içinde İstan-bul kelimesi geçen şiirleri okumuyordu. Ona göre bir sürü şair kendi karalamalarını süslemek için İstanbul’a muhtaç

kalmıştı. Hayır, hayır! İstanbul bu itibara layık değildi. İstan-bul, şiirler yazılan İstanbul, şimdi üç beş kelimeye muhtaç olmalıydı… Eski güzelin defalarca aynaya bakıp bakıp kaybettiği cazibesi-nin arkasından ağlaması gibiydi bu şehrin sesleri. Şehir sanki sokakta oturup saatlerce inleyen, aslında niteliksiz ama her geçenin bir kere bile olsa dönüp baktığı ve acıyarak az bir para verilen bir dilenciydi. Artık İstanbul son parasını tüket-miş bir fakir gibi arayışlar içindeydi. Her semtte, eski tantana-lı günlerini torunlarına anılarını anlatan ihtiyar yapılar, artık uykuya dalmıştı. İstanbul, tüm zamanların en büyük çöplüğüydü. İçinde her türlü kıskançlığı, hırsı, öfkeyi ve bütün lanetli duyguları, haz-ları ve bunlardan türeyen her türlü çirkefliği barındırmaktay-dı. İstanbul, aldatılan bir sevgilinin öfkesi ile kendisini seven-lere zulmeden bir maşuktu. Kendisine hayran kalanlara karşı kocaman ve sahte cilveli gülümsemesiyle bir cehennem me-leği olmuştu. Ressam, İstanbul’un gittikçe kaybolduğunu biliyordu. Sis onun için bir lütuf olmuş ki şehir, onun içine saklanıyordu. Bir akşam vakti kızıl bulutlar, yükselen siyah minareler ve ışıl ışıl vapurlar ışık kemeri gibi duran köprünün altından geçerken yavaş yavaş sis, şehri şimdiki sahiplerinden alıyordu. İstanbul kayboluyordu, ebediyet uykusuna çekiliyordu ve asırlarca hükmettiği dünyaya veda ediyordu. İstanbul… O ressam, İstanbul’u zihninden silmek istemişti ilk önce. İna-nıyordu ki o kocaman mutantan şehir, doğunun eski kıskanç tanrıçası, kendi tırnaklarıyla yeşil cildini parçalayacaktı. O, her sabah uyandığında penceresinden gördüğü çatıları paslı çanak antenlerle kaplı, gözü yoran şekilsiz gri apartman yığı-nıyla ve araba çöplüğü gibi dar sokaklarıyla bu şehri, iç dün-yasına hazmetmemişti... Aslında ressamın İstanbul’u acı bir mağlubiyetin tezahürüydü. Yenilgiyi erken kabullenmiş ve bu şehre esir düşmüştü… Yakın dostunun bütün teşvik ve des-teklerine rağmen, o ressam son resmine İstanbul’da başlamış ama onu tamamlayamadan resim hayatına veda etmişti…

Bu akşam, artık seni anmayan İstanbulun

Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum

Ziya Osman Saba / Her Akşamki Yolumda

Page 9: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 8 SAYI 2

Dostum Hergeleviç, Bu mektubu ölüm yıldönümünde yazıyorum. Bedenini İstanbul’da bırakalı bir yıl oldu. Dostluğun ise hâlâ sıcak. Ben ise tefrika romanlar kadar kötü yaşıyorum. Berbat ama devamını merak etmeden yapamıyorum. Eski günleri özler bulu-yorum kendimi, hayır Petersburg’u değil. Petersburg bir sevi yarası benim için, rüyasızlıklar, çatlamış bir ten… Ve bir gece yarısı, öfkem, yapay şehrin sahici dumanı alnımda biriken…Hatırlarsın, hep bir şair olmak istedim, ondan cümlelerimin şiire dönmesi ve daha çok şiir düşünüyorum bu günlerde. Düşündükçe daha fazla sarsılıyor göğüs kafesim; ağlamak, anlamak kadar düğümleniyor boğazıma ve anlatabilecek tek bir kelimem bile yok.

“Anlatamadığım gerçekler duvara kırmızı düşüyor üç kez nar diyor genç kız bir acı bozkırda da büyüyor”

Evet, bu şiiri onun için yazmıştım. Sen bilmiyorsun ama onu buluşmaya çağırdım. Kabul etti. Konuşmaya kararlıydım, saya-caktım tüm duygularımı, hiç şiire bulaştırmadan. Garsona “iki çay” dedim. “Ben kahve istiyorum”, dedi. “Pek çay sevmiyorum da”. Birer çay içseydik orada belki evlenme tehdidi edecektim. Ama o çay sevmiyorum dedi, çay sevmeyen bir beni nasıl sevebilirdi ki? O günden beri çay veya sigara isterken konuştum sadece. Geri kalan her şeyi sustum. Çığlık atsam –artık- duyan olmaz kor-kusuyla sustum. Yalnızlığım kaburgalarımı zorlarken sustum. Gecede bir ateşböceği gibiyken sigaram, sustum. Suskunluklarımla kafanı şişirdim yine, yanımda olsaydın çay söylerdim sana.

Bu dünyada seni anlamaya en çok yaklaşmış insan, Çayof

Süleyman Turgut

Eski Günlere Mektup

14.04.1939

Kübra Çiftçi

Suskun Saatler

Gölgeli günlerin soğuk ve keskin ürpertisi vardı içimde… Ken-dimi dinlemekten yoruldum; gözlerime teselli vermekten… Konuşamadım! Ne söyleyebilirdim ki bu kirli kalemle… Kime ne diyebilirdim! Ben kimim? Kim değilim? Kim olmak istiyo-rum? Kurumuş yaprakların kırılganlığı vardı hiç büyümeyen çocuk ruhumda… Bir sultan kadar asil, bir sokak kedisi kadar sefil… Düştüğüm bu soğuk kaldırımdan kalkamıyorum. Hayır, elle-rimden tutulmasını beklemiyorum, istemiyorum! Yardım et-mek isteyenler aslında hep gitmek isteyenlerdi… Geçmişle hesaplaşan bir yargıcın adaleti vardı vicdanımda… Karşı koltuğa oturttuğum vicdanım… Rutubetli bir geçmiş duruyordu şimdi karşımda… Suskun. “Konuş” diyordum, ya-pamıyordu! Belli ki utanç içinde kıvranıyordu. Evet, evet o kendini iyi tanıyordu. Kimsesiz gecelerin mahmurluğu vardı gözlerimde… Uyanma-ya hasret, uyumaya müptela… Unutmanın en kolay yolu bu galiba… Gözlerim… Bitmiş bir sevdanın tozlarını silmeye çalı-şan gözlerim… Ağlak!

Ölümü bekleyen yaşlı bir insanın suskunluğu vardı dudakla-rımda… Taşıdığı kelimelerin ağırlığı altında ezilen dudakla-rım… Ve utanç içinde derin bir yakarışla yöneldim O’na… Bir sabah ayazında varlığını şakaklarımda hissettiğim O’na… Yani kurtuluşa… Bir yetimin baba hasreti vardı yüreğimde… Hasretle kuşatıl-mış, alevden ibaret yüreğim… Şimdi bin bir cellâtla savaşan yüreğim… Bitkin! Gün ışığı söndüğünde değiştirdiğim maskeler vardı yüzüm-de… Maskelere özdeş yüzüm… Hangi halim gerçek? Hangi halim yalan, hangisi üzgün, hangisi mutlu, hangisi yasta, han-gisi çaresiz ve hangisi ümitvâr? Önümde yığın gibi duran yüz-leri karıştırıyorum… Sanırım artık kendimi ben bile tanıyamı-yorum! Bitmiş bir romanın zevkiyle satırlarımla birlikte ben de son buldum… Ve yağmurlu gözlerimi gözyaşlarımla kuruttum…

Page 10: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 9 KÜLLÜK

Ne olduğunu anlatalım. Dün akşam şehre bir deprem düştü. Çırpınıyordu şehir. Koskocaman bir hayvan ölüsüydü, sağ bacağı bağlanmamıştı, geriye doğru tepiyordu gökyüzünü. Öncesinde oracıkta durmuştu. Hiçbir derdi yoktu. İçinde bir fenalık, bir kötülük hissetti. Kıpırdandı. Aşağılara baktı. Şeh-rin evi iki odalı üç salonluydu, ama hiç balkonu yoktu. Kafası ise koskocamandı, bir cama sığmazdı. Yine de hava alırsan geçer demişlerdi, o da ellerini uzattı. Pencere kolundan tuttu, elleri kaydı. Hava sıcaktı. Elleri yapış yapıştı. Odasında durdu. Kapana kıstırılmış bir hayvan bedeniydi bedeni. Cam-dan dışarı baktı. Geliyorlar. Geliyorlardı. Evin içinde her tara-fı devirerek bir o yana bir bu yana koşturdu. Kapıdan sığa-yım. Kapıdan sığayım nolur diye bağırıyordu. Nefesi kesildi. Ne zamandır hareket etmediğini biliyordu. Kanı burnuna gelmişti. Kapıya da varmıştı ama. Omuzlarını şiddetle vurur-sa, kapının iki yanındaki duvar yıkılır mı diye merak etti. Geli-yorlar. Güneş orada sarı sıcak yapış yapış kahkahalarıyla hiçbirimizin beş yıl sonra dönüp lanet etmeden duramaya-cağımız bir neşe saçıyordu. Şehir geriledi geriledi. Güya kapı-dan geçecek. Tüm hıncıyla çarptı o tarafına. Omzu kırıldı. Diğer omzu da kırıldı. Orada durdu ve acıyla camdan dışarı baktı. Güneş kahkahalarını artırmış, elinin ulaştığı neresi varsa geçiyordu dalgasını. Yine de onun da bir sınırı vardı. Bunun gibi aciz, bir domuza benzer, üzerine başına kimbilir nerelerden alınmış, kimbilir kimlerin alçak bir iyi niyetlilikle hediye ettiği şeyleri geçirmiş; gündüzleri herkesin koşturma-sını garip bir suçlulukla izleyen, geceleri etrafına çam ağaçla-rına da yaptıkları gibi olur olmaz ışıklar asmalarına izin ve-ren; bir ayağı çukurda, insanların öbür ayağını sözgelimi aya bastırmak istedikleri , kalabalık ve kimsesiz bir şehir birden acıma duygusunu uyandırdı. Ama hep öyle olur, hep öyle olmaz mı, kahkahalarımızı haketmeyen birine yönlendirdiği-mizde, ve sonra bunun farkına vardığımızda, usulünce bir özür dilemeyiz de, her şeyi birden anladığımızı ve pişmanlığı-mızı güya karşıdakinin anlayacağı bir ifadeyle yüzümüze yer-

leştirir ve melun tanışıklığımızı giderecekmiş gibi yolumuza devam ederiz. Sonra akşam olur. Şehir orada kolları kırık, üzerindeki paçavralar kana bulanmış, acıyla inliyordu. Ölü-mü yakındı. Ne oluyor denildi. Bu şehrin hakkı değildi. Şehir yan gelip yatamazdı. Şehrin böyle bir hakkı olamazdı. İnsan-ların şehrin ağzına etmeye hakları vardı da, o canı yandığın-da birilerini uyandırmaktan korkmadan bağıramaz, karnı ağrısa, birilerini ezme korkusuyla ovuşturamazdı karnını. Yerde yatmış, acıyla kıvranırken, halının üzerine doğru kaçı-şan insanları; kendisini çoktan öldü sanıp , cesedini yemeye gelen karıncalar sandı. "Allah sizin belanızı versin" dedi. "Bir bekleyin, önce öleyim." Son bir hamle yaptı, sanki bir nefes daha temiz hava çekse içine yaşayacaktı. Camın tutamaçla-rından tutmayı düşündü. Omuzlarını unutmuştu, acıyla bu-ruşturdu yüzünü. Yüzü bir süre öylece, asık kaldı. Kan kay-bından üşümeye başlamıştı, artık kıvranmaya takati yoktu, hafif hafif titriyordu sadece. Bir deprem olmalı, dedi. Geli-yorlar ve ben ölmeden yakalanacağım onlara. Buraya bir deprem gerekiyor, dedi. Geliyorlardı çünkü. Ellerini açtı ve dua etti. Ettiği dua yaratıcı tarafından çok olumlu karşılandı. Önce camlar kırıldı. Şehrin yüzüne gelen temiz hava, gülüm-setti onu. Sonra, şehrin oturduğu apartman, onu avlamak için gelen, onu daha da kötü işlerine koşmak için koşturan o kişilerin ağızlarını açık bırakarak ve kaşlarını çatmalarına sebep olarak yıkıldı. İçeride şehir bir bacağıyla kendini kurta-rabilecekmiş gibi çırpınıyordu. Sonra gözlerini kapattı. Hava limanı ve terminaller ve henüz icad olmamış ışınlanma cihazları şehrin kaburgalarının arasında kalmıştı. Trenler istasyonlarda kolası içilip bir kenara sıkıştırılmış tenekelere benziyorlardı. Şehrin insanları heybelerini sırtlarına aldı ve toparlandı. Başka bir şehre doğru çok sıra halinde aheste aheste yürürken “Ölenle ölünmüyor” dediler.Olana Güneş de üzülmedi, yalnızca doğarak çıldırtabileceği daha yüz binlerce şehir bulabilirdi.

Emre Ergin

Şehrin Ölümü

Dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar

Sıyırın kahkaha sırçasını cildinizden

Omzunuzdan vaveyla heybesini atın

Boşa çıksın reislerin, kahinlerin, şairlerin kuvveti

Güler yüzlü olmak neydi onu hatırlayın

İsmet Özel / Naat

Page 11: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

Sayfa 10 SAYI 2

‘Sanki ben okyanustaymışım, onlar da keşif uçuşuna çıkmış, üstümde uçuyorlar. Beni gözlüyorlar, salınıyorlar. Düşmanın resimlerini çekiyorlar yukardan. Düşman da ben. Çevremde-ki boşluğu içinde duyuyordum, kocaman, kapkara bir dünya gibi. Hayvanmışım gibi dinledim çevreyi. Korku içinde. Ses korkusu. Gerilmiştim. Sanki her an bir şey istila edecek beni. Bir yabancı. Tarifi imkânsız bir şey.'

Sam Shepard

-Tevellüd kaç? -… -Bissürü eski kelimeyle bildiriler yazmayı biliyorsun amma!.. Biz sizler okusunlar, vatana millete hayırlı olsunlar diye.. Yaşın kaç lan? Şükür ki tahminlerinin aksine“32 farzı say bakalım?” sualine muhattap olmuyordu. Tepkisizce cevapladı: -Onbir. -Sen benimlen dalga mı geçiyorsun eşek herif? Evet, bakıldığında sorgucu memurun hacı babasından daha fazla sakalı vardı lakin akvaryumundan çıkıp düşüncenin çilesinden muzdarip olalı beri tastamam onbir yıl geçmişti. Kafakağıdına göre yaş telaffuz etmek dahi saçma geliyordu, biraz da karşıdakini sinirlendirme arzusu. Nerede başladı bu hikaye ve… nerede biter? Vatana millete hayırlı olmak deyiminin “dünyayı güzelleştirmeyen insan, insan değildir” kelamıyla ve mücadeleyle, direnmekle bir kopmaz bağı olmalı, nutuk söylemekle değil. Büyükler za-manında boş konuşmuş olamaz, hem boş kelamın yankısı kalmaz. Daima bir yanının, hayatta birşeyin eksik olduğu düşünce-siyle geçirilen yıllar ve vakalar arasında muhakeme yetene-ğini geliştirmiş, buna karşılık gözünü karartmıştı. En yüce olana itaat ederek, bütün zincirlerinden kurtulmak bilinci artık zihninden atamadığı ve de atmak istemediği bir kar-deşti ona. İlk adımda ürküp geri çekilenler, maslahat göze-tip fayda-zarar hesabı yaparak geri çekilenler… bunlarla ilgilenmiyordu, bu gibilerle bir davası yoktu. Gecenin kıyısında şehrin varoş semtlerine hüzünlüce bakıla-rak içilen çaylar, beraberinde “Pes Çi Bâyed Kerd Ey Akvâm-ı Şark” sorusu yankılanan kulaklar… Muhteşem bir maziye kanatlanmayı detaylara, sembollere indirgeyen bir atalar kültüründe aksini iddia etmek çetrefilli, zor, konjonktüre uygun da değil. Şu başı bozuk stresler imparatorluğunda ben kimim, uğradığı her kapı fedakarlığa açılan bu genç kim, siz kimsiniz?..

Bir zamanlar başkalarının gösterdiği, özümsenmemiş he-defler uğruna kılıç sallamanın salahiyetini sorgulamış, "Kendi hakikatimi tutarlı kılmayı değil, tutarlı hakikati isti-yorum" buyurmuş, kılıcını taşa vurmuş, sükut orucuna mey-letmişti, dilinde kekremsi bir tadla. Her gün gazeteleri açıp birkaç köşe yazısı okuyup yeterince bilgilendiğini düşünerek içtimai meselelerde caka satar görünmek de bir tercih, üs-telik dertsiz, tasasız, neşe içinde de faaliyete geçirilebilir. “Bir kişi bir konuda benim yerime düşünüyordur” dediği vakit insan, insanlıktan çıkmaya başladığını beyan etmez mi biraz olsun?.. serzenişi zihninin kıvrımlarından sık sık gelip geçiyordu. Birkaç dakika içerisinde gönlünden geçen ahengin yansıma-sı buydu. Önüne mazi boylu boyunca uzanmıştı, istediği anıyı kes-yapıştır usülüyle önüne getirmekteydi. Oda kördü, sorgucu memur kördü, oturduğu sandalye kördü. Aramızda kalsın, zihninden taşanların da körlüğe rastlamasını umu-yordu. Uğradığı ilk oda değildi elbette, son da olmayacaktı. Kelimeleri cümlelerin arasından anestezi uygulanmadan cımbızla çekilip yargılanacaktı, aksiyona düşen kelimeleri yargılayacaklardı, çeşitli muhtemel kamu sonuçları hakkın-da öngörülerde bulunacaklardı. “Akvam”ı değilse de “inkılab”ı cendereye koyarlardı. (Arasaz: Modern zamanlarda fikirsel safların farklılaşması ilkel zamanlardaki uyruklara benzer. Tehlikeli uyruktan olanları cezalandırmak için fırsat kollanır ve çoğunlukla o fırsat bulunur. Sosyolojinin elbet buna da verebilecek bir cevabı vardır.) Devlet-baba, baba, toplum-baba.. Kırılmıştır kemikleri ki-tapların.. Başını kaldırdı, bezgindi, yorgundu, zihninde çekiç sesleri. Sorgucu memurun yüzüne ilk kez baktı, görevini bihakkın yaptığına inancı tamdı memurun. Kapıda en başından beri dikilen iki kişi yanına gelerek ağır aksak adımlarla onu oda-nın dışına aldı. Esmer, kavruk tenli bir delikanlının çaprazın-dan çıktığı odaya doğru götürüldüğünü gördü, biraz sonra delikanlı içerdeydi. Sorgu odasının kapısı acıyla feryat ede-rek kapanmadan evvel, içeriden gelen cılız sese ve söyledi-ğine aşinaydı; “Tevellüd kaç?..”

Ali Altıntaş

Görülmüştür

Page 12: muhtemelen her dönemde bir çıkar | Sayı 2 KüllüK · *Cahit Zarifoğlu / Yaşamak s. . Ne yandan gelirse gelsin Ne yandan sarılırsa sarılsın ölümün kolları Okşar onları

ve “kuşlar da kaderle uçar”