22
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com 1 Nasıl din ile devlet birbirinden ayrılmışlarsa, bilim ile devlet de birbirinden ayrılmalıdır. Paul Feyerabend 1 Gen jokeyleri, koyuna insan, domatese sığır genlerini suni yöntemlerle iliştirmenin sonuçlarını Tanrı gibi görebildiklerini iddia etmektedir. Prof. Abigail Salyers, Microbiological Review 2 KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ EMRİNE SOKULAN SAHTE BİLİM/ NEO-DARWİNİZM GÜDÜMLÜ GENETİK MÜHENDİSLİĞİ İÇİNDEKİLER 1- NEO DARWİNİZM’İN EMPERYALİZMİN EMRİNDEKİ FELSEFESİ 2- KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ GÜDÜMÜNDE GENETİK MÜHENDİSLİĞİ UYGULAMALARI 3- TÜRKLERİ HEDEF ALAN SİYASİ TEZGÂH: TÜRKLERLE İLGİLİ GEN ARAŞTIRMALARI 4- TÜRKİYE’NİN ETNİK YAPISIYLA İLGİLİ GERÇEK BİLGİLER 5- IRKÇILARA DA NEO-DARWİNCİLERE DE DESTEK SAĞLAYAN GÜÇLER AYNI GÜÇLERDİR 1 Evrenin her parçası bütünle başka türlüsü mümkün olmayacak bir tarzda bütünleşmiştir, bütünü bütünüyle tahrip etmeksizin herhangi bir şeyi değiştirmek mümkün değildir. Kopernik Canlıların yapıtaşları olarak nitelenen DNA 3 , canlı varlıkların yaşamasını ve biyolojik gelişmesini yönetmek için gerekli bilgileri taşıdığı düşünülen moleküllerdir 4 . Bilim dünyası onu “kimyasal bir iplik” benzetmesiyle tanımlar. DNA’nın bilgi taşıyan bölümüne gen 5 adı verilir. Genler, vücudun büyük bölümünü oluşturan moleküller olan proteinlerin üretimine ilişkin bilgiyi taşırlar. Biyolojik hayatımıza ilişkin bilgi içerdiği anlaşılan DNA, organizmanın belirli bir programa göre gelişmesini yöneten genler toplamı olarak görülmektedir. Bilim insanları bu anlayış çerçevesinde, her genin bir protein ürettiği inancından yola çıkarak, insanda 100 bin gen olması gerektiğine inanıyordu. (Oysa Genom Projesi 20 bin gen olduğunu ortaya çıkardı 6 . Böylece her genin tek bir protein ürettiği inancı çöktü.) Bu gibi henüz yeterince test edilmemiş ön bulgular, tahminlerle harmanlandı ve bilime günümüze kadar egemen olan determinist 7 düşüncenin hazır kalıbında şekillendirilerek, ortaya bir kuram çıkarıldı. Söz konusu kuramda, bütün diğer canlılarla beraber insan da, hiçbir şekilde denetleyemediği miz “seçici güç” olan genler tarafından yönetilen “pasif bir nesne” 8 olarak görülmektedir. Söz konusu anlayışa göre, hayatımız -canlı olarak her ne varsa hepsi - genlerin yönetimi altındadır. Buradan hareketle, genleri dışarıdan yönetmek ve değiştirmek İBRAHİM OKUR

Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

1 1

Nasıl din ile devlet birbirinden ayrılmışlarsa,

bilim ile devlet de birbirinden ayrılmalıdır.

Paul Feyerabend1

Gen jokeyleri, koyuna insan, domatese sığır

genlerini suni yöntemlerle iliştirmenin sonuçlarını

Tanrı gibi görebildiklerini iddia etmektedir.

Prof. Abigail Salyers, Microbiological Review2

KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ EMRİNE SOKULAN SAHTE BİLİM/

NEO-DARWİNİZM GÜDÜMLÜ GENETİK MÜHENDİSLİĞİ

İÇİNDEKİLER

1- NEO DARWİNİZM’İN EMPERYALİZMİN EMRİNDEKİ FELSEFESİ

2- KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ GÜDÜMÜNDE GENETİK MÜHENDİSLİĞİ UYGULAMALARI

3- TÜRKLERİ HEDEF ALAN SİYASİ TEZGÂH: TÜRKLERLE İLGİLİ GEN ARAŞTIRMALARI

4- TÜRKİYE’NİN ETNİK YAPISIYLA İLGİLİ GERÇEK BİLGİLER

5- IRKÇILARA DA NEO-DARWİNCİLERE DE DESTEK SAĞLAYAN GÜÇLER AYNI GÜÇLERDİR

1

Evrenin her parçası bütünle başka türlüsü

mümkün olmayacak bir tarzda bütünleşmiştir,

bütünü bütünüyle tahrip etmeksizin herhangi bir

şeyi değiştirmek mümkün değildir.

Kopernik

Canlıların yapıtaşları olarak nitelenen DNA 3 , canlı varlıkların

yaşamasını ve biyolojik gelişmesini yönetmek için gerekli bilgileri taşıdığı

düşünülen moleküllerdir 4 . Bilim dünyası onu “kimyasal bir iplik”

benzetmesiyle tanımlar. DNA’nın bilgi taşıyan bölümüne gen5 adı verilir.

Genler, vücudun büyük bölümünü oluşturan moleküller olan proteinlerin

üretimine ilişkin bilgiyi taşırlar. Biyolojik hayatımıza ilişkin bilgi içerdiği

anlaşılan DNA, organizmanın belirli bir programa göre gelişmesini yöneten

genler toplamı olarak görülmektedir. Bilim insanları bu anlayış

çerçevesinde, her genin bir protein ürettiği inancından yola çıkarak,

insanda 100 bin gen olması gerektiğine inanıyordu. (Oysa Genom Projesi 20

bin gen olduğunu ortaya çıkardı6. Böylece her genin tek bir protein ürettiği

inancı çöktü.) Bu gibi henüz yeterince test edilmemiş ön bulgular, tahminlerle

harmanlandı ve bilime günümüze kadar egemen olan determinist 7

düşüncenin hazır kalıbında şekillendirilerek, ortaya bir kuram çıkarıldı. Söz

konusu kuramda, bütün diğer canlılarla beraber insan da, hiçbir şekilde

denetleyemediğimiz “seçici güç” olan genler tarafından yönetilen “pasif bir

nesne”8 olarak görülmektedir. Söz konusu anlayışa göre, hayatımız -canlı olarak

her ne varsa hepsi- genlerin yönetimi altındadır.

Buradan hareketle, genleri dışarıdan yönetmek ve değiştirmek

İBRAHİM OKUR

Page 2: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

2 2

suretiyle hayatı ve insanı mükemmelleştirmenin mümkün olduğunu düşünenler

ortaya çıktı. Günümüzde bu, büyük finans güçlerinin savunduğu bir ideoloji

haline gelmiştir. Bu anlayışın söz konusu çevreler tarafından destek bulmasının

nedeni insanlığın geleceği ya da bilime yönelik karşı konulmaz tutku değildir.

Öncelikle, yeni yatırım alanları bulmak, küresel egemenliğin temellerini

sağlamlaştırmak, gücü tarım alanına yaymak, yapıyı kalıcı hale getirmek

amaçlanmaktadır. Çünkü kapitalizmin geçerliliğini ve anlamını koruması için

yıllık kazançların yatırılacağı yeni yatırım alanları bulmak zorunludur. Aksi

takdirde iktisadi faaliyetler anlamını kaybetmektedir.

ABD’de yerleşik küresel finans çevrelerinin günümüz bilimini

soktuğu bu kanala GENETİK MÜHENDİSLİĞİ deniyor. Bir başka şekilde ifade

edilecek olursa, Mendel’in9 genetiğiyle Darwinizm evlendirilmiş ve Neo-

Darwinizm ortaya çıkmıştır. Bu “izm”leştirilmiş sözde bilim anlayışının

iddiasına göre, genlerin yapısı çözümlendiğinde, hayata ilişkin her şeyi

açıklamak mümkün olacaktır. Emperyalizm, Darwinizm’i yüz yıl boyunca

hizmetinde kullandı. Şimdi sahnede Neo-Darwinizm var.

O halde neden böyle düşündüğümüzü açıklamalıyız.

Darwin, Türklerin Kökeni adlı kitabını ilk yayınladığında, görüşlerini

Newtoncu bir yaklaşımla anlatmıştı. O zamanlar Newton’u taklit etmek

adeta bir zorunluluk olarak görülüyordu. Herhangi bir fikrin bilimsel

geçerliliği olabilmesi için Newton’un izinden gitmek gerektiği

düşünülüyordu. Darwin’in büyük ilgi görmesinin nedeni de kuramını

açıklarken Newton’un yaklaşımlarını taklit etmesidir. Bu sayede onun

kuramı, Newton mekaniği ile eşdeğerde, ya da mekaniğin biyolojideki

karşılığı sayılmıştır. O zamanlar Newton’u taklit etmek o kadar yaygındı ki,

sosyal bilimciler de aynı tavır içine girmişlerdi.

Neo-Darwincilerin genetik biliminin felsefi temeli Prof. Richard

Dawkins tarafından Gen Bencildir adlı kitabında yer alan şu cümleyle

ifadesini bulmuştur10: “Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi,

genlerimiz tarafından yaratılmış makinalar olduğumuzdur. Başarılı Şikago

gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey rekabetçi bir dünyada,

milyonlarca sene boyunca hayatta kalmayı başarabilmişlerdir.” Tavuk mu

yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan çıkar, sorusuna Dawkins’in cevabı

şudur: Tavuk, yumurtanın yeni bir yumurta yapmak için kullandığı

makinadır. Bu anlayışa göre insan da tavuklar gibi aynı işlevi yerine

getirmektedir.

İnsanı, genleri tarafından yönetilen “robotlar” olarak gören

Richard Dawkins, bu görüşlerini “inançla” işler ve sonunda bir kitap

yayınlar. Kitabın adı Tanrı Yanılgısı’dır. Kitapta, “Darwinizm Emreder”,

başlıklı bir bölüm yer alır. Burada şöyle der Dawkins 11 : “Din çok

savurgandır, bir o kadar da ölçüsüzdür ve Darwinci seçilim, devamlılık arz

eden bir süreç zarfında israfı saptar ve yok eder. Doğa tıpkı cimri bir

muhasebeci gibi adeta bir kuruşun hesabını yapar. Zamanı titizce kollar ve

her türlü israfı sert ve acımasızca cezalandırır. Darwin’in açıkladığı üzere,

‘doğal seçilim, her gün ve her saat dünya bütünündeki her değişikliği,

hatta en zayıf olanı bile dikkate alır; kötü olanı çürüğe çıkarır, güzel olan

Page 3: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

3 3

her şeyi korur ve ayıklar; tüm organik varlıkların gelişiminde, her nerede

ve her ne zaman bir fırsat yakalarsa, sessiz ve acımasız bir görev

üstlenir.’… Her an, her saniye gözümüze çarpmasa da merhametten yoksun

faydacılığın (utilitarianizm12) borusu ötmektedir.” Yazarın Kör Saatçi adlı

bir kitabı daha var. Orada şöyle diyor13: “Ancak Darwin sayesindedir ki,

entelektüel açıdan tatmin olmuş bir Tanrıtanımaz olabiliyoruz.”

Bizim bu tebliğde anlattıklarımız da Tanrıtanımaz fakat paraya ve

güce taparlarla ilgilidir. Konumuzu bu yöne yaymadan önce Prof. Dr. R. D.

Lewontin’in DNA Doktrini/İdeoloji Olarak Biyoloji adını taşıyan kitabından

da söz etmeliyiz. Bu çalışmada, konunun, ufkun elverdiği ölçüde

olabildiğince ileri götürüldüğünü öğreniyoruz. Şöyle deniyor14 : “Genler

bireyleri, bireyler toplumu meydana getirirler, bunun için de genler toplumu

yaratırlar. Eğer bir toplum diğerinden farklı ise, bu bir toplumdaki bireylerin

genlerinin diğer toplumunkinden farklı olmasındandır. Ne kadar saldırgan,

yaratıcı veya müziğe yatkın olduklarına göre farklı ırkların genetik olarak

farklı oldukları düşünülmektedir.”

Bu bağlamda, kültür de genlere bağlanır ve bizi biz yapan ne varsa

hepsi moleküllerin içine yerleştirilir ve genlerin yanında MEM

“moleküllerinden” söz edilir. Sonuçta insan, bilgisayar gibi, 0 ve 1’den ibaret

bir şifre dizilimine indirgenmiştir. Genler kültüre şöyle bağlanır15: “Genler

bireyleri meydana getirir, bireylerin özgün tercihleri ve davranışları vardır,

tercihlerin ve davranışların toplamı kültürü meydana getirir. Bunun içindir

ki, moleküler biyologlar, bir insanın DNA dizilimini keşfetmek için gerekli en

fazla parayı harcamamız için bizi zorlamaktadırlar. Genlerimizi oluşturan

molekül dizilimini bildiğimiz zaman insan olmanın da *gerçekte+ ne demek

olduğunu bileceğimizi söylemekteler.”

DNA’nın insan hayatının sırrını taşıdığı inancı, Genom Projesi’nin16

test edeceği gizemleri tanıtan “büyük sayıda” popüler ve yarı popüler

kitabın ortaya çıkmasına yol açtı. Söz konusu kitaplarda, Genom Projesi,

“bugünün en önemli bilimsel sorumluluğu” olarak tanıtıldı. Proje

sonuçlandığında “kendimizi felsefi olarak kavramamızda değişiklik olacağı”

vurgulandı. İnsanın gen dağılımını bilmekle, insan olmanın “gerçekte” ne

olduğunu anlayacağımıza peşinen hükmediliyor. Konu o derece abartılı bir

hale gelmiştir ki, konuyla ilgili bilimsel bir kongrenin açış konuşmasında,

bir biyolog, bu proje sayesinde, elde yeteri kadar büyük bir bilgisayar

bulunması halinde, eğer bir organizmanın DNA dağılımını tam olarak

bilirsek, organizmanın “hesaplanabileceğini”17 bile öne sürdü. Bu cümle,

bizi sadece bir robot olarak gören doktrinin aldığı son şekildir. Çünkü

robotun ne yapabileceğinin hesaplanabileceğini, farklı veriler yükleyerek

farklı hareketlere yönlendirilebileceğini öngörmektedir. Nitekim henüz

ortada bir şey yokken, Genom Projesi’ne muazzam bir bütçe ayrılmasına

kamuoyunda geniş destek bulmak amacıyla ciddi bilim dergisi sayılan

dergilerde, alkolizme, işsizliğe, evcilliğe, şiddete, uyuşturucu bağımlılığına

neden olan genlerin bulunacağına ve insanı mükemmelleştirmek için

çarenin genlerle oynamak olduğuna dair yazılar yayınlandı.

Genlerin işlevine olan inanç, sosyal farklılıkların, çeşitli toplum

Page 4: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

4 4

katmanları arasındaki uçurumların açıklanmasında da kullanılmakta

gecikmedi. Zaten Darwinizm, başından beri bu amaçla işe koşulmuştur.

Harvardlı bir psikolog olan Richard Herrnstein, doğal eşitsizliğin en önde gelen

ideologlarından biri olarak şöyle demektedir18: “Geçmişteki ayrıcalıklı sınıflar

muhtemelen ezilenlere göre biyolojik olarak fazla üstün değillerdi, bunun için

devrimin başarı şansı vardı. Sınıflar arası yapay engelleri kaldırarak toplum

biyolojik engellerin ortaya çıkmasını teşvik etti. İnsanlar toplumda doğal

yerlerini alabildikleri zaman, tanımsal olarak üst sınıflar alt sınıflardan daha

fazla kapasite sahibi olacaklardır.” Bunları söyleyen adama DNA Doktrini’nin

öğrettiği şudur: Biyolojik olarak (gen yapısı dolayısıyla) aşağı olan insanların

biyolojik olarak üstün olanlardan iktidarı almaları mümkün değildir; çünkü

genleri bu imkânı vermeyecektir. İşte size Neo-Darwinizm’in henüz tam olarak

su yüzüne çıkmamış çağdaş ideolojisi. Almanya’da dazlakların, ideolojilerini

aklamak için öne çıkardıkları yeni argüman. Batılı devletler neo-Darwinizm’e

geniş mali destek oluyor. Ama niyetleri görünür hale getirdikleri için neo-

Nazilere de kızıyor. Neo-Naziler yeniden nasıl ortaya çıktı sanılıyor? Eski

hikâyenin yeni sürümünden.

Burada birkaç cümleyle aktardığımız görüşler, bilim dünyasına

geniş çapta egemen olan görüşlerin kısa kısa ifadeleridir. Buna göre, bizler

ve bütün organizmalar kimyasallar üreten makinalarız. Bizi yönlendiren de

genlerimizin ürettiği kimyasallardır. Hafızam beni yanıltmıyorsa, on yıl

kadar önce İngiltere’de bir üniversite, aşka neden olan kimyasalın

bulunduğunu ilan etmişti. Buna Richard Hawkings’in verdiği cevabı hiç

unutmam: “Böyle söyleyemezsiniz, eğer böyle söylerseniz, bir katil yargıç

karşısına çıkarıldığında, benim kabahatim yok, benim vücudum cinayet

işlememi engelleyecek kimyasalı üretemiyor’, der. O zaman ne cevap

vereceksiniz?”

Neo-Darwinci açıklama, özelliklerimizin genlerimizin eseri

olduğunu, genlerimiz tarafından denetlendiğimizi kabul eder. Bir gen,

avantajlı veya dezavantajlıdır. Bu durum, organizmanın elenmesine ya da

seçilmesine yol açar. Oysa genler hakkında kesinleşmiş tek bilgi,

proteinleri kotladıkları ya da farklı proteinlerin sentezlerinin yapılması için

“sinyal” kotladıklarıdır19. Genlerimizde, bizi okumaya ya da hatırlamaya

karşı kabiliyetimizi etkileyen özellikler olabilir, fakat bunun anlamı okuma

kabiliyetimizin genler tarafından denetlenmesi değildir.

Neo-Darwinciliğin en büyük tehlikesi, öjenik 20 (soy arıtım) ve

ırkçılığı meşru kılacak bir takım önyargıların gelişmesine yeniden çanak

tutmasıdır. Bu konuyu ve neo-Darwinizm öncesi dönemde vardırıldığı

boyutları “Arsızlık ve Kültür/ Batının Kültürü Dış Politikamızı Nasıl

Yönlendiriyor?” adlı kitabımızda inceledik. Darwinizm genetikle

evlendirilince, milletleri, sosyal sınıfları ya da bireyleri damgalamakta

kullanmak şeklinde bir eğilim ortaya çıkmıştır21. Neo-Darwinizm, İkinci

Dünya Savaşı öncesinde Amerika’da ırk ıslah çalışmalarını tırmandıran,

determinist bir takım sözde bilginlerin geliştirdiği bir ideolojiden başka bir

şey değildir.

Page 5: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

5 5

Doğal ortamda genetik mühendisliği “kusursuz” olarak

işleyebilmektedir. Ancak neo-Darwinizm’in tetiklediği ve kâğıt üzerinde

akladığı yapay genetik mühendisliği insan ürünüdür ve son derece sınırlı

bilgilere dayanmakta ve üstelik rastgele uygulanmaktadır. Oysa en basit

bir hücrede bile 2500 kadar farklı karmaşık molekül iş görmektedir ki

bunların çoğunun işlevlerinin bilindiği söylenemez. Hücreyi çıplak gözle

göremiyoruz ama içi çok kalabalık. Şimdiye kadar yapılan bilimsel

gözlemler, organizmanın işleyişini denetleyen genleri denetleyen, aynı

ortamda başka genler olduğunu düşündürtüyor. O halde, genleri

denetleyen genleri denetleyen genler olması da gerekmiyor mu? Bu zincir

nereye kadar sürer diye düşünülüyor. Her molekülü başka molekül

yönetiyorsa, bu işin sonu nerede biter? Bittiği yerde karşımıza çıkan nedir?

Böyle bir mekanik hiyerarşi zorunlu olarak sonsuza kadar uzanmaz mı?

Oysa canlı organizmaların çok büyük bir kısmı, ancak mikroskop altında

görülebilen gayet sınırlı hacme sahip olduğuna göre, iddia edilen mekanik

hiyerarşinin canlıda nasıl organize olduğunu açıklamakta başarısız kalır22.

Aşağıda uygulamadaki örnekleri sıralayacağız ama şimdilik şu kadarını

söyleyelim ki, neo-Darwinizm ya da genetik determinizm, insanlığın

geleceğini tehdit eden birinci dereceden bilimsel sapkınlık hüviyeti

kazanmıştır. Söz konusu sapkınlığın adı biyoteknolojidir. Papa Benedict,

2006 Nisan ayında yaptığı bir açıklamada, biyoteknolojiyi ticari çıkarlarına

alet edenleri ve onların bilim dünyasındaki uzantılarını, “Tanrıyı oynamakla

suçladı” ve “Tanrı olmadan Tanrının yerini almaya çalışmak tehlikeli ve

delice bir cürettir”, dedi23. Papanın ifadesine göre bu gibi kişiler satanik24

kişilerdir. Ne var ki, küresel medya, papanın bu sözlerinin duyulmasını

engelledi.

Biz de burada, olup bitenlerin arkasındaki satanik çevrelerin

işlerine daha yakından bakmak istiyoruz. O halde şimdi, yukarıda yer

verdiğimiz aktarmalarda geçen “Şikago gangsterleri” ve “merhametten

yoksun yararcılık” deyimlerini takım çantamıza yerleştirerek konumuzun

başka bir boyutunu inceleyelim ve sözde bilimsel kuramlara dayanarak

şekillendirilen teknolojinin sofralarımıza kadar tırmanmayı başaran

ürünlerine biraz yakından bakalım.

2 Bugünün bilim adamı, tutumu ile toplumun

özgür olmasını sağlamak şöyle dursun, tam tersine

köleleştirmeye doğru sürüklemektedir.

Paul Feyerabend25

Genetik devrim, dünya açlığını gidermeyi

amaçlamamakta; insan beslenmesinde yaygın olarak

kullanılan pirinç, mısır, soya fasulyesi, buğday, hatta

sebze, meyve ve pamuğun tohumlarını kontrol altına

alarak özel şirketlerin malı haline dönüştürmeye

çabalamaktadır.

William Engdahl26

Page 6: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

6 6

Yukarıda birkaç sayfa içinde temel argümanlarını açıklamaya çalıştığımız biçime büründürülen

biyoloji, ABD’de yerleşik küçük bir azınlığın hizmetine sokulmuştur. Biyoteknoloji alanında -aşağıda

örneklerini ele alacağımız- Şikago gangsterlerinin merhametsizce sürdürdüğü oyunlar, söz konusu

gerçeği iyice su yüzüne çıkarmıştır. Pentagon’un stratejisinin “tam spektrum egemenlik” olduğunu

günümüzde bilmeyen yoktur. Arama, çıkarma, taşıma ve üretimin bütün aşamalarında petrol sektörü

üzerinden kurduğu küresel egemenliği korumak, yaymak ve kalıcılaştırmak için her şeyi yapan ABD,

aynı şeyleri tarım alanında da yapmak istemektedir. Eğer bu gerçekler Türkiye’de kamuoyu önünde

bütün açıklığıyla tartışılamıyorsa ve bu gibi konuların hiçbir zaman açıkça dile getirilmediği medya

organları varsa, bunlar düpedüz ABD hesabına çalışanlardır.

Söz konusu küresel egemen elitin en üst düzeyde maşası olan Henry Kissinger, “petrolü

kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin”, sözüyle

ABD’nin peşinde olduğu küresel egemenliğin hedeflenen kapsamını gayet açık itiraf etmiştir.

ABD’nin gıda sektörüne küresel çapta egemen olma projesi ortaya atıldığında, DNA’nın adı

bile ortada yoktu. DNA’nın organizmalardaki işlevi ve yapısıyla ilgili ilk ipuçları yayınlandıktan sonra,

aslında bilim insanlarının arasında sürmesi gereken bilimsel tartışmalar, eski alışkanlık sürdürülerek,

kısa zamanda ideolojik kalıba döküldü. Gıda üzerinden emperyalist yapılanma hesapları yapanlar, söz

konusu ideolojiyi aklama aracı değerinde büyük bir fırsat olarak gördüler.

Konunun merhametsiz Şikago elitinin çıkarlarının paraleline sokularak yeni bir sahte bilim dalı

türetildiğinin çok az kimse farkındadır. Bu noktada bilim insanları iki kampa ayrılmıştır. Birinci

guruptakiler, çıkarsız konulara ilgi gösterme ahlakına sahip, uyarıcı görevini yaparak sorumluluklarını

yerine getirmeye çalışan dürüst insanlardır. İkinci guruptakiler, konuya küresel güç odaklarının yoğun

ilgisinden yararlanarak kendine çıkar sağlamaya çalışanlardır. Genetik mühendisliğinde propaganda

aracı olarak bu tür bilim insanları kullanılmaktadır. Aslında üçüncü bir gurup daha var. Bunlar,

konunun kendi uzmanlık alanlarının dışında olduğunu öne süren “nemelazımcı” takımıdır.

Gıda sektörünü küresel çapta denetim altına alma planı, genetiği değiştirme düşüncesinden

çok öncelere, 1930’ların başlarına dayanır. ABD’nin bu hesabı, Amerikan Merkez Bankası’nın sahibi

konumundaki belli başlı ailelerin maddi destekleriyle yürürlüğe sokulmuştur. Söz konusu ailelerin

başında servetini petrole borçlu olan Rockefeller ailesi gelir. Diğer aileleri de Kurtla Yiyip Çobanla

Ağlaşanlar adlı kitabımızda tanıtmıştık. Tarım alanında ABD kökenli ilk atılımın adı “Yeşil Devrim”dir.

Günümüzde bu adı terk etmiş görünüyorlar ama adı kötüye çıktığı için –uygulandığı ülkelerde yoksulla

varlıklı arasındaki uçurum derinleştiği için- , yoksa Yeşil Devrim döneminin acı tecrübelerinden bozulan

toplumsal dengelerin getirdiği sorunlardan ders çıkarmış değiller. Hatta söz konusu anlayışa derinlik

kazandırdıkları, doğal ve toplumsal dengeleri daha da bozdukları bir gerçektir.

Bazı bilim insanlarının sonradan kaleme alınan hayat hikâyelerine bakıldığında, Rockefeller

ailesinin işin başından beri DNA üzerinde yapılan araştırmaların içinde olduğunu görmek mümkündür.

1940’larda Rockefeller Enstitüsü, DNA üzerinde çalışıyordu. Bu enstitüde görevli Oswald T. Avery adlı

bir araştırmacı, kardeşine yazdığı mektupta bakınız ne diyor27: “… Bu, nükleik asitlerin28 sadece yapısal

açıdan önemli olmakla kalmayıp hücrelerin biyokimyasal etkinliklerini ve belli özelliklerini belirlemede

de etkin biçimde görev alan maddeler oldukları anlamına geliyor… Hücrelerde öngörülebilir ve

kalıtsal değişiklikler yaratmak mümkün… Bir virüsü29 andırıyor; belki bir gen.”

Bu satırlardan bizim anladığımız şudur: “DNA’nın yapısı ortaya konmadan 10 yıl kadar önce,

DNA’nın işlevi üzerinde hiç kitap yokken, ilk kez Rockefeller Enstitüsü’nde “kalıtsal değişiklikler

yaratmak mümkün”, olduğu düşüncesi vardı. Tarih önünde bu noktanın altını çizmek gerekir. Şu

husus da çok önemlidir: Günümüzde genetik mühendisliği temel felsefesi, söz konusu Amerikan

elitinin çıkarları doğrultusunda teşvik görmektedir. Hatta öyle ki, serbest bilimsel tartışma ortamı

Page 7: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

7 7

üzerinde baskı kurarak koruma altına alınan söz konusu felsefeye muhalif olan bilim insanlarına işten

el çektirilmekte, araştırmalarına destek sağlanmamakta, ABD’de devletin halk sağlığıyla ilgili

birimlerinin başına bilime olan inancı istismar etmekte olan söz konusu ailelerin bilim insanı

kalıbındaki piyonları tayin edilmektedir.

ABD’de devlet ile söz konusu elitler arasında sıkı bir ilişki söz konusu olduğu, elitlerin yakın

adamlarının devletin önemli karar organlarının başında bulunduğu, GDO üzerinde çalışan büyük

şirketler ne isterse ABD hükümetlerinin bugüne kadar onu yaptığı, devletin adamları gibi görünen

bazı kimselerin daha sonra söz konusu elitin kurduğu vakıfları yönettiği ya da vakıf yöneticilerinin

devlet kademelerinde önemli görevlere getirildiği, hatta kritik uluslararası kuruluşların başına yine söz

konusu elitin piyonlarının getirildiği bilinmektedir. Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret adlı

kitabında, bu konuda devletin mi özel sektörü, özel sektörün mü devleti sürüklediği belli değildir,

diyor. Yine aynı eserde, son dönem Amerikan başkanlarının biyoteknoloji şirketleriyle olan kişisel

yakınlıklarına yer veriliyor. GD-bitki ve GD-hayvan “yaratma” konusunda Reagan’la başlayan

çalışmalar, baba-oğul Bush’lar ve Clinton’la sürdürülmüştür. Obama, “tarım sanayisine, bu bakanlığın

Tarım Ticaret Bakanlığı değil, Tarım Bakanlığı olduğunu anlatacağız”, diyerek seçildiği halde, koltuğa

oturur oturmaz kurduğu Bilim Danışma Kurulu’nda biyoteknoloji şirketlerinin önde gelenlerine yer

vererek, geleneksel devlet desteğini sürdürmüş, Tarım Bakanlığı makamına bile biyoteknoloji

şirketleriyle yakın ilişkide bulunan bir valiyi getirmiştir30.

Politikacı seçim dönemlerinde ne söylemiş olursa olsun, biyoteknolojiye devlet desteği

başından beri kesintisiz sürdürülmüştür. Söz konusu destek bilime verilen olağanüstü önemle

açıklanamaz. Soğuk Savaş stratejilerinin baş mimarlarından olan George Kennan, 1948 yılında,

Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayla ABD’nin geleceğine nasıl baktığını ve nasıl bakılması

gerektiğini gayet açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir31:

“Biz dünya nüfusunun yüzde 6,3’ünü oluşturuyoruz ama zenginliğinin yarısına sahibiz. Bu

farklılık, özellikle bizler ile Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir

durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu

farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm

duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız.

Kendimizi çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz

konusunda kandırmamıza hiç gerek yok.”

Bu stratejik bakış çerçevesinde, ABD’nin yaptığı ilk iş, bilimi küçük bir elitin emrine vermek

olmuştur. İfadelerden anlaşıldığı gibi, bu çarpıklığın nedeni, “farklılık durumunu sürdürebilmektir”. Bu

amaçla, merhametsiz Şikago gangsterleri marifetiyle, insanlığın iyiliği düşünülmeksizin birçok plan

yürürlüğe sokulmuş, “Amerikan yüzyılı” inşa etmek için bir takım varsayımları sanki birer bilimsel

gerçekmiş gibi pazarlayarak, akıllarına gelen her yolu denemişlerdir.

Ülkemizde hemen hemen bütün uluslararası politika konuşmalarında, olan bitenlerin

nedeninin petrol yollarını denetlemek olduğu sık sık söylenir. Oysa bu açıklama son derece yetersiz

bir açıklamadır. Çünkü Kore’den Vietnam’a, Kamboçya’dan Filistin’e, Orta Doğu’dan Afrika burnuna

kadar her tarafta sinsi sinsi çok daha tehlikeli sonuçlara gebe projeler yürütülmektedir. İnsanlığın

vazgeçilmez temel ihtiyacı olan gıda konusunda yürütülen bu satanik proje kısaca şöyle ifade

edilebilir: Verim artışı sağlamak ve nüfusu hızla artan dünyada açlıkla mücadele etmek vaadiyle GD

tohumlarla dünya tarımını ele geçirmek.

Proje nükleer silahları mümkün hale getiren Manhattan Projesi’nden32 çok daha kapsamlı bir

insanlık suçudur. Bu adamlar, genetik mühendisliği yoluyla bitkileri ve diğer canlıları kendi nam ve

hesaplarına patentlemeye çalışıyor ve yukarıda da belirtildiği gibi, küresel egemenliği böyle kurup

Page 8: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

8 8

koruyacaklarını düşünüyorlar. Bu hesaplarını aklayan bazı sözde bilimsel iddiaları, daha doğrusu özel

olarak imal ettikleri aklama araçları var. Bunların birincisi nüfus artışı konusudur. İddialarına göre,

nüfus arttıkça yoksullaşma artacak, bu da komünizmi tetikleyecektir. Bu yüzden dünya nüfusunun

artmasının önüne geçmek gerekir. Bu fikir, ince ayardan geçirilmiş ve güncellenmiş Malthusçu33 bir

zihniyetle oluşturulmuştur. İkinci aklama araçları yine nüfusla ilgilidir. Bu adamlar, dünya nüfusunu

genetik olarak ıslah etmek istiyor. Yani Nürnberg’den34 önce ırkçılığın zirveye çıkmasına zemin

hazırlayan sözde bilimsel iki sapkınlık yeni bir çehreye büründürülerek yine karşımıza çıkarılıyor.

Eskiden soy arıtımla ıslah hedefleniyordu, Nürnberg’den sonra aynı şeyin adı değiştirildi ve Kalıtımla

(Genetik) Islah oldu. Görüldüğü gibi, zihniyet aynı zihniyettir. Sadece farklı renge boyanmıştır.

1946’da, Nürnberg Mahkemesi’nin henüz sona erdiği günlerde, bir yandan infazlar yapılırken,

Rockefeller Vakfı üyelerinden Frederick Osborn imzasıyla, Eugenics News adlı dergide “Genetik

Olarak Dünya Nüfusunu İyileştirmek” başlığıyla bir makale yayınlandı. Osborn, Soy Arıtım Derneği’nin

kurucu üyesiydi. Günümüzde pompalanan söylemlere kanarak konunun yanlışlığının zamanla

anlaşıldığı sanılabilir ama aslında konu çok daha ileri boyutlara taşınmıştır. Osborn, konuyu ileri

boyutlara taşıyanların ele başlarından biridir. Zamanla Nürnberg duruşmaları dolayısıyla yaşadığı

çekingenliği üzerinden atmış ve 1968 yılında “Geleceğin İnsan Nesli: Soy Arıtımın Modern Topluma

Tanıştırılması” adlı bir kitap yayınlamıştır. Arkasında Nüfus Konseyi başkanı John D. Rockefeller vardır.

Kitapta “soy arıtım amaçlarımızı başka bir isim altında yürütmeliyiz”, diyerek işin ambalajını

değiştirmeyi önermiştir. Böylece soy arıtım sözcüğü tedavülden kaldırılmış ve yerine “genetik”

sözcüğü monte edilmiştir. Şu sözler de aynı kişiye aittir35: “Bir gün uygun hammaddeler kullanılarak,

tamamen yeni bir insan yaratmak, kalan acınılası kalıntıları şekillendirmekten daha kolay olacak.”

Konuyu araştırırken, ilginç gördüğümüz bulgulardan biri, Yahudi asıllı olduğu için 1936’da

Almanya’yı terk etmiş olan Franz J. Kallamann adlı bir profesör. Kallamann, 1948’de faaliyete geçirilen

Amerikan İnsan Genetiği Topluluğu’nun kurucu başkanı. Bu adam, New York Psikiyatri Enstitüsü’nde

“psikiyatrik genetikçi” olarak çalışıyor. Hiç duymuş muydunuz, böyle bir mesleği? Bakınız ne tür işlere

bakıyormuş. Almanya’da soy arıtım üzerinde çalışan bu adam, Hitler’in Yahudileri hedef alması

üzerine Amerika’ya kaçmış, orada, soy arıtım idealini, genetik arıtım adı altında içeriğinde

Hitlerinkinden bir fark olmadan, tabana yaymayı sürdürmüştür. Kallamann, şizofren hastaların, kendi

nazik ifadesiyle “elenmesini” ya da kısırlaştırılmasını savunuyor ve bu konuda “esaslı bir çalışma”

yürütüyordu36. Öyle ki, sadece hasta olanları değil, onların sağlıklı çocuklarının da kısırlaştırılması

“gerektiğini” öne sürmekteydi. Bizzat kurduğu yukarıda adı geçen topluluğun diğer kurucu üyeleri de

savaş öncesinde Amerikan Soy Arıtım Cemiyeti’nin üyeleriydi. Genom Projesi’ni başlatanlar da bu

adamlardır. Söz konusu projenin kamuoyuna tanıtım aşamasından itibaren faaliyetlerin bütün

aşamaları bu gibiler tarafından kuşatılmıştır.

Bir de Margaret Sanger adlı bir profesörden söz etmek istiyoruz. Bu kadın da Rockefeller

ailesinin koruması altındadır. “Kaliteli bir insan ırkı yaratmaya çabalayanlardan” biri olan Sanger’e

göre, “uygun olan ve olmayanların doğum oranları günümüz medeniyeti için en büyük beladır”.

Sanger, “Medeniyet Ekseni” adını verdiği bir kitap yayınlamış, burada “aile lisansı” çıkarılmasını,

devletten izin almadan çocuk yapılmasına izin verilmemesini savunmuştur37. O kadar ileri derecede

bir soy arıtımcıdır ki, 1939’da Negro Projesi’ni ortaya atarken, “Zenci nüfusu yok etmek istediğimizi

kimse bilmemeli”, diye de yazmıştır. Kadın sıradan biri değildir. Rockefeller Vakfı’ndan her zaman

“cömert parasal destek” almaktaydı.

Başından beri Nazilere ilham veren ve daha sonra da onların kararlı uygulamalarının hayranı

olan bütün bu insanlar, Nürnberg’de Naziler hüküm giyerken “soy arıtım” sözcüğünü terk ettiler ve

kendilerine genetikçi demeye başladılar. Şu soru bilim tarihçilerinin mutlaka cevabını bulması gereken

bir sorudur: Bu gibi sözde bilim insanları, gerçekten bilim yaptıkları düşünüldüğü için mi Rockefeller

Page 9: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

9 9

ve diğer ailelerin desteğini alabilmişlerdir, yoksa onlardan para sızdırmak amacıyla onların amaçlarını

ambalajlamak için bir takım sözde bilimsel iddialar mı hazırlamışlardır? Galiba konunun gelişme

sürecinde her iki durum da sık sık olmaktadır.

Dünya nüfusunu denetim altına almak düşüncesi de biyoteknolojiye umut bağlanmasına

neden olmuştur. ABD’de GD-tohumlar marifetiyle, gebeliği önleyici mısır “yaratma” projesi 2001

yılında, ilgili şirketin yönetim kurulu başkanının düzenlediği bir basın toplantısıyla ortaya çıkmıştır38.

Bu mısırlar, gebe kalamayan kadınlarda görülen gebeliği önleyici antikorların mısır tohumlarına

aktarılmasına dayanır. Yani yeni yaratık, insanla karışık mısırdır. İşin sahibi olan Epicyte adlı San Diego

firması yönetim kurulu başkanı Mitch Hein, “sperm öldürücülü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir

seramız var”, diyerek buluşlarını dünyaya ilan etmiştir39.

Ölüm Tohumları adlı kitabın yazarı William Engdahl, bu önemli açıklamanın egemen küresel

medya tarafından kasıtlı olarak gözden kaçırıldığını söylüyor. Yapılan açıklamadan anlaşıldığına göre,

söz konusu “yeni yaratık” mısırı yiyen erkeklerin spermleri ölmektedir. Bu açıklamayı herhangi bir

araştırma gurubunun kendi başına bulduğu bir “gelişme” olarak görmemek gerekir. Dünya nüfusunun

denetlenmesi konusunun öteden beri nasıl inatla sürdürüldüğünü bilenler için “aranan kan bulundu”

türünden bir buluşla karşılaşmamız söz konusudur.

Dahası, gebeliği önleyen mısırdan önce bir de gebeliği önleyen sözde tetanos aşısı rezaleti

var. 90’lı yıllarda Dünya Sağlık Örgütü, Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de kapsamlı aşı kampanyaları

başlatır. Kampanya tetanos hastalığına karşı düzenlenmiştir. Ama ortada bu kadar şaşalı bir kampanyayı

gerektirecek kadar tetanos vakası olmaması şüphe çeker ve halk sağlığını düşünen birileri, geç de olsa,

ortaya çıkar ve iş işten geçtikten sonra aşıyı inceletirler. Aşı maddesinin aslında tetanosla ilgisi olmayan,

gebeliği önleyici antikorların bünyede üretilmesine yarayan bir madde olduğunu görürler. Üstelik aşı,

sadece 15 ila 45 yaş arasındaki doğurgan yaşlardaki kadınlara yapılmıştır. Olay ortaya çıkarılınca

araştırma derinleştirilir ve işin arkasından yine Rockefeller Vakfı çıkar.

Aşı uygulamasının yapıldığı yerler ABD’nin arka bahçesi durumundaki ülkelerdir. Meksika, hızla

artan nüfusuyla ABD’yi güneyinden baskı altında tutmaktadır. İstikrarsız Meksika’nın işsiz güçsüz

insanları sınırdan her türlü tehlikeyi göze alarak ABD’ye geçmekte, kaçak işçi olarak çalışmaktadır. Daha

güneyde Nikaragua, komünist gerillalarıyla ünlüdür ve Güney Amerika’ya militan devrimci ihraç

etmektedir. Çin’in milli yiyeceğinin pirinç olması gibi, mısır da Meksika’nın milli yiyeceğidir. Doğum

kontrolü için bulunmaz bir fırsattır, çünkü her sofrada başköşededir. Bu yüzden de GD-mısır yardımıyla

kısırlaştırma programının tıkır tıkır işleyeceği düşünülmüştür.

Hızlı nüfus artışının Orta Doğu’da da İsrail ve ABD’nin en önemli sorunlarından olduğuna

dikkat çekmeliyiz. İsrail, nüfusu yüzde 4 oranında artan ülkelerle kuşatılmıştır. Buna karşılık nüfusu

artmamaktadır. Teknolojisinden ve küresel sermaye desteğinden başka hiçbir dayanağı yoktur. Nüfus

basıncının nelere kadir olduğuna tarih şahitlik eder. Ama teknolojinin aynı işlevi ilelebet görebileceği

henüz açık değildir. Bu bakımdan biyolojik silahlar geliştirerek komşularının nüfusunun artmasının

önüne geçmek istemesine şaşmamak gerekir. Bu amacı gerçekleştirmek isterken meşru olmayan

yollara sapmasına da şaşmamak gerekir. Hangi eylemi meşru idi ki?

Gıda sektörünü ele geçirerek, petrol yanında yeni bağımlılık alanı kurmaya çalışan Rockefeller

ailesi, Çinlilerin pirincine de göz dikti. Sadece Çin’in değil. Pirinç dünyada 2,4 milyar insanın ana

gıdasıdır. Üstelik gıdası pirince dayalı olanlar, dünyanın en yoksul kesimidir. Pirincin yüzde 90’ı Çin ve

Hindistan’da üretilir ve buralarda yaşayan insanların yüzde 80’inin günlük kalori ihtiyacı pirinçten

karşılanır. Binlerce yıldır pirinç yetiştiricileri her iklime göre 14 binden fazla pirinç türü geliştirdiler ve

bunu başarırken biyoteknolojiye hiç ihtiyaçları olmadı. Arada büyük fark var ama burada belirtmeden

geçmeyelim. ABD başkanı Clinton’un yardımcısı Al Gore’un Küresel Denge adlı kitabında, ABD’nin

Page 10: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

10 10

Filipinler’de kurduğu Uluslararası Pirinç Enstitüsü’nün gen bankasında 47 bin tür pirinç tohumu

depolandığı ifade edilmiştir40. Bunların hiçbiri GD-pirinç değildir. İnsanlığın ortak mirasıdır.

Dünyanın 1 numaralı gıdasına göz diken Amerikan eliti, insanlığın geleceğini kurtarmak için

servetini harcamaya hazır oldukları şeklinde poz takınarak bir dizi yalan ortaya attı. Onlara bu

fırsatları verenlerin paragöz bilim insanları olduğunun altını çizmeden geçemeyeceğiz. Söyleme göre,

dünyada iyi beslenemeyen çocukların A vitamini eksiğini giderecek bir pirinç “yaratmak” için

çalışıyorlardı. A vitamini safsatasını dillendirirken, genetik mühendisliğinin insanlığı kurtaracak en

büyük umut olduğu şeklinde hava oluşturmaya bakıyorlardı. Kamuoyu bu gündeme yönlendirilirken,

Rockefeller Vakfı önderliğinde, Uluslararası Pirinç Biyoteknolojisi Programı ortaya atıldı. Gerçekte

genetiği değiştirilmiş pirinç “yaratılacak” ve buna patent alınarak kendi çıkarları için kullanacaklardı.

ABD’de Tarım bakanlığında müsteşarlık yapan ve daha sonra BM Dünya Gıda Programı’na icra

direktörü olarak atanan Catherini Bertini bakınız ne diyor 41 : “Gıda güçtür! Onu davranışları

değiştirmek için kullanırız. Bazıları bunu rüşvet olarak adlandırabilir. Özür dilemiyoruz.”

“Özür dilemiyoruz”, sözü her şeyi ayan beyan ortaya dökmüyor mu? Özür dileyecek çapta

insanlardan değiller gerçekten. Projelerini yoksulluk üzerinden pazarlıyorlar ve utanmazca yalanlar

uyduruyorlar. Vakfın sözde bilim insanlarına göre, A vitamini eksikliği yeni doğan bebeklerde ölümlere

yol açıyor, körlüğün de ana nedeni; dünyada 140 milyon çocukta A vitamini eksikliği var, 500 bin

çocuk bu yüzden kör vs. Oysa dürüst bilim insanları bize, A vitamini eksiğinin pirinç yiyerek

kapanabilmesi için günde 9 kilo pirinç yemek gerektiğini söylüyor. Ne var ki, Asya’da günde ortalama

300 gram pirinç yeniyor42. Yine pirinç ağırlıklı beslenen Filipinlerde okul öncesi bir çocuk günde

sadece 150 gram pirinç tüketiyor. A vitamini eksikliği olmaması için pirincin yanında süt içmek,

karaciğer, yumurta, tavuk, tereyağı, ıspanak, havuç, kabak yemek gerekiyor. Hekimlerimize göre

günde 70 gram koyu yeşil sebze yendiği takdirde A vitamini ihtiyacı karşılanıyor. Ama pek çoğu yoksul

bir hayat süren 2,4 milyar insanı pirinç üzerinden ölünceye kadar sağmak isteyen Amerikan elitine

göre vitamin eksikliğini önlemek için yeni bir pirinç “yaratmak” gerekiyor. Durumun farkında olan

Taylandlı bir çiftçi şöyle diyor: “Bizi aldatıyorlar. Eğer yoksullar toprağa sahip olsaydı, daha iyi

beslenebilirlerdi. A vitaminine ihtiyaç yok. İhtiyaç duydukları T vitaminidir. Yani toprak vitamini.

GDO’cuların istedikleri ise P vitaminidir. Yani para vitamini. Kötü beslenme yoksulluktandır. Teknoloji

eksikliğinden değil.”

Sonunda pirinç DNA’sını, nergis çiçeği genleriyle ve bir de bakteri geniyle birleştirdiler ve yeni

bir “yaratık” yaptılar. Söz konusu yaratık, ne pirinç, ne çiçek, ne de bakteriydi. Rengi de portakala

yakındı. Bu bir kusurdu aslında ama üzerini örtmek için adını “altın pirinç” koydular.

Mısır ve pirinç gibi soya da aynı çevrelerin hedefindeki konulardandır.

Şurası da bir gerçektir ki GDO gıdalar alanında en büyük kobay Amerikan halkıdır. Onların

ardından Arjantinliler gelir. Arjantin bu payeyi borç krizi sayesinde hak etmiştir. Yetmişli yıllarda

küçük çiftliklerde besicilik yapılan, tahıl ve sebze ekimiyle geçimini sağlayan ve ürettiğinin fazlasını

ihraç etmeye çalışan bir ülkeydi. 70’lerde petrol fiyatlarının hızla artmasının ardından, 80’li yıllarda,

borç kriziyle birlikte, şartlar kökünden değişti. Hükümet Amerikan bankalarından borç alarak petrol

ithalatının sekteye uğramasını önledi. Faizler de fazla sayılmazdı. Ama ABD, petrol piyasasının

kızışması karşısında doların çökmesini önlemek için faizleri üç kat artırdı. Bu karar Arjantin için kötü

günlerin başlangıcı oldu. Önce ABD’nin ayak oyunlarıyla Carlos Menem iktidara getirildi. Bunu bir

zafer olarak değerlendiren David Rockefeller heyecanla şöyle demiştir 43 : “Sonunda serbest

girişimciliği anlayabilen bir rejimin iktidara geldiği görüşündeyim.”

Menem’in ekonomi programı aslında kendisini iktidara getiren Washington’daki dostları

tarafından hazırlanmıştı. Borç batağına düşürülen koskoca ülke, IMF’nin reçetelerine göre yeniden

yapılandırıldı. Ülkenin devlete ait dev kuruluşları özelleştirilmiş ama hepsi Amerikan şirketlerine

Page 11: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

11 11

satılmıştı. İkinci adımda, ülke tarımına göz dikildi. Menem, ABD’deki ağababalarının arzusuna uyarak

sözde bilimsel bir biyoteknoloji danışma kurulu oluşturdu. Bu kurul, önceden bildirilen isteklere

uygun olarak GD-tohumlarla ayçiçeği, pamuk, mısır ve soya fasulyesi ekimine izin verdi. Bunların

sağlıklı olup olmadığı konusu hiç tartışma konusu yapılmadı. Söz konusu kurul, işini hep gizli

görüşmelerle sürdürdü. Halkı hiçbir zaman bilgilendirmedi.

Arjantin tarım alanlarının GDO tarımına açılmasında Cargill şirketini ve George Soros’u

başrolde görüyoruz. Bu isimler ülkemizde de gündemden pek düşmeyen isimler. Ekonomi dışa

açılarak çağa ayak uydurmak söylemiyle yol alırken, serbestçe ithal edilen tarım ürünlerinin fiyatları

yüzünden Arjantin köylüsü iflas etti. Borçlarını ödeyemedikleri için liberalleşme politikasının gereği

olarak ipotekli olan tarlalar alacaklı bankalar tarafından satışa çıkarıldı. Bu araziler açık artırmaya

katılan Amerikan şirketleri tarafından cüzi fiyatlarla kapatıldılar. Topraklarını terk etmek istemeyen ve

direniş gösteren köylüler ordu kuvvetleri tarafından sürüldü. Köyler boşaldı. El değiştiren bu araziler

GDO soya fasulyesi planktonlarına dönüştürüldüler. Sadece 4 yıl içinde 10 milyon hektardan fazla bir

alana soya ekildi. Söz konusu alan 2004 yılında 14 milyon hektara çıkarıldı. Dev şirketler, bizdeki 2B’ye

benzer yöntemlerle orman alanlarını bile satın alarak tarlaya dönüştürdüler. Tek bir işçiyle binlerce

hektar arazide ekim yapabilen makinalar getirdiler. (Oysa 3 hektarlık bir araziye şeftali veya limon

dikebilmek için 70-80 işçiye ihtiyaç vardı44.) Köylüler dışlanınca süt ineği yetiştiriciliği yarı yarıya azaldı.

Ülkede süt açığı çıktı ve süt yüksek bir fiyattan Uruguay’dan getirilmeye başlandı. Soya monokültürü45

ülkenin sosyal dengelerini tam anlamıyla çökertti. 70’lerde yüzde 5 olan yoksul oranı 1998’de yüzde

30’a, 2002’de yüzde 51’e yükseldi46. Halkın yarıdan fazlası açlık sınırının altına resmen itildi. Arjantin

ne yaptıysa borcunu azaltamadı, paradoksal biçimde borçlar ödendikçe arttı.

Arjantin ekonomisi 2001’de çok daha büyük bir krize girdi. İktidarlar yeni borçlar alabilmek

adına ülkeyi her geçen gün daha fazla uydulaştırdı. Ama ne yapıldıysa ekonominin hızlı çöküşü

engellenemedi. O zamana kadar birçok kriz atlayan ülke, geldiği son aşamada dış tehditlere karşı da

savunmasız kalmıştı. Açlık tehlikesi ortaya çıktı. Ülke daha önce de çeşitli krizlere yakalanmıştı. Ama

köylüler topraklarını kendileri ektikleri için hem kendilerini hem de kentlerdeki yakınlarının imdadına

yetişerek krizlerin açlık boyutuna ulaşmasını engellemişlerdi. Ama şimdi böyle biri imkân yoktu. Ülke

çağın gereklerini yerine getirmek isterken topraklarından sürülen köylüler kentlere yığılmış, gıda

sorununu çözebilecek kendi insanı kalmamıştı. Açlık yayılınca hükümet ülkedeki toprakları işleten

yabancı şirketlerden yardım istedi. Bu şirketlerden ikisi size de tanıdık gelecektir: Cargill ve Nestle. Bu

şirketler, Arjantin’in uçsuz bucaksız tarım arazilerinde yetiştirdikleri GD-soya’nın bütün gelirini

ceplerine indiriyordu. O sıralarda “yeni yaratık” soyalarını satabilmek için dünyanın dört bir tarafında

kiralık medya organlarında beyaz önlüklü adamlarına soyanın faziletlerini anlattırıyorlardı. Oysa aynı

tarihlerde GD-soyanın kısırlık yaptığı laboratuar sonuçlarıyla kanıtlanmıştı.

Sadece kısırlık mı?

Kısaca genelleyecek olursak, GDO’lu gıdaların insanlara verdiği zarar 5 ana başlık altında

toplanabilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1. GDO gıdalar kısırlığa neden olmaktadır. Mesela GD-soyayla beslenen erkeklerin

sperm sayısında yüzde 74 oranında azalma olduğu belirlenmiştir. Bunun en çok

zararını Amerikan halkı görüyor. Çünkü üretilen soyanın yüzde 91’i Amerika’da

tüketiliyor. Ayrıca Amerika’da ekilebilir alanların üçte birinde GD-bitkiler

yetiştirilmektedir.

2. GDO gıdalar hormonal bozukluklara neden oluyor.

3. GDO gıdalar doğum sakatlıklarına neden oluyor.

4. GDO gıdalar gıda alerjisi yapıyor 47 . Yapılan araştırmalar GD-soyayla beslenen

Page 12: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

12 12

hayvanların sütüyle beslenen bebeklerde alerjik reaksiyonlar görülmektedir.

5. Kanserin nedenleri arasında da GDO’lu gıdalar üst sıralardadır. Özellikle kan kanseri

vakalarının artmasının ana nedeni olarak GDO gıdalar gösterilmektedir. GD-soyanın,

mide kanserine yol açan Tripsin maddesi içerdiği kanıtlanmıştır.

Bütün bu vakaların nedeni, vücudumuzun nasıl tepki vermesi gerektiğini bilemediği

biyoteknoloji ürünü yeni kimyasalların GD-gıdalarla birlikte yenmiş olmasıdır. Papanın dediği gibi,

birileri “Tanrı olmadıkları halde Tanrının işine karışınca” açlıktan, eksik beslenmeden çok daha büyük,

üstelik kalıtsal nitelikte risklerle karşı karşıya kalmış durumdayız. Üstelik açların ve eksik beslenenlerin

sayısı da, Arjantin örneğinde olduğu gibi, kat kat artmıştır.

Bunların yanına ekosistemin uğradığı zararları da eklemeliyiz.

Birinci etken tarım ilaçlarıdır.

Sadece Arjantin’de toplam tarım alanlarının yarısı demek olan 17 milyon hektar alanda ekilen

GD-soya için uçaklarla püskürtülen kimyasal maddeler 200 milyon litredir. Glifosat olarak bilinen bu

madde doğada parçalanmıyor ve hücrelerde birikiyor48. Bütün canlılara zarar veriyor. Oysa 1 sm3

toprakta aşağı yukarı 600 milyon bakteri, 400 milyon maya, 100 bin yosun hücresi var. Bir hektarlık

tarım arazisinin üstündeki 15 santim kalınlığındaki katmanda 20 ton mikroorganizma barınıyor.

Bundan başka aynı ortamda 370 kg tek hücreli canlı, 4 ton solucan, 200 kg civarında da böcek,

örümcek, kırkayak ve benzeri canlılar barınmaktadır. Bütün bu canlı ordusu, toprağın fiziksel

özelliklerini düzeltirler, havada gaz halinde bulunan azotu, bitki köklerinde çözünebilir azot bileşikleri

haline getirirler49. Oysa zararlılara karşı kullanıldığı düşünülen ilaçlar, yararlıları da öldürüyor. Böylece

toprakta barınan faydalı canlıların sayısı azalıyor, dolayısıyla verim düşüyor. Verim düşmesin diye de

suni gübre serpiliyor. İşin çarpıcı bir yanı da GD-tohumları “yaratıp” satan dev şirketlerin aynı

zamanda tarım ilacı ve gübre tröstleri olması.

Diğer yandan monokültür tarımı yüzünden, yakın zamanlara kadar ekimi dikimi yapılan gıda

maddelerinin yüzde 70’inin günümüzde tarımı yapılamamaktadır. Bu gıdaların yetiştirilmesiyle ilgili

tecrübeli çiftçiler kente göçtüğü için insanları hayata tutunduran geleneksel bilgiler birer birer yok

olmuştur. Ayrıca bunlar, mutfakta aranır olmaktan çıktıklarından dolayı kültürde de muazzam ölçüde

kısırlaşma söz konusudur. Bu halin ortaya çıkmasının ne gibi tehlikelere kapı araladığının tarihteki en

çarpıcı örneği İrlanda’daki patates tarımıdır.

Al Gore’un Küresel Denge adlı kitabında sadece patatesle ve sadece patatesin Peru’dan gelen

tek bir türüyle beslenen İrlandalıların başına gelenler anlatılır50. Oysa patatesin anavatanında 13 bin

türü vardır. Türlerden birine ya da bir kısmına bir hastalık bulaşırsa, geride kalan binlerce tür insanları

açlıktan kurtarır. Soğuk geçen havalara dayanıklısı vardır, sıcağa dayanıklısı vardır, kuraklık veya aşırı

yağışlara dayanıklısı vardır. İrlanda köylüleri kendilerini tek bir bitkisinin tek bir türüne bağımlı hale

getirdiler. Hep birlikte, belli bir tür Peru patatesinin kendi topraklarında daha verimli olduğunu

düşündüklerinden dolayı ekim için onu seçmişlerdi. Oysa yıllardan birinde, anormal iklim olayları

görüldü. Olacak bu ya! Kış ve ilkbahar ılık geçti. Yazın ise üç ayda 64 gün yağmur yağdı. Sanki

mevsimler tersine dönmüştü. Rüzgârlarla birlikte Hollanda’dan uçup geldiği sanılan bir küf mahsule

bulaştı ve kısa zamanda bütün tarlaları mahvetti. O yıl patatesten mahsul alınamadı ve kısa zamanda

1 milyon insan açlıktan öldü. Bu tarihi tecrübeyi hiç aklıdan çıkarmamak gerekir.

Bu bölümde son olarak şunları da tebliğimize eklemek istiyoruz:

Bilimsel gelişmelerin önümüze yığdığı bilgiler, bizi sadece doğayı sömürmeye yönlendirmiyor,

tam tersine doğayla bütünleşme imkânı da sunuyor. Oysa kendini Tanrı yerine koyan küresel

egemenler, bilimi kendi değirmenlerine su taşımakla görevli görüyor ve bu yüzden, insanlık uygarlığı

yok edecek doğrultuda yol alıyor. Bu durumda her ne kadar eleştirilere kulak veren kişiler olsak da,

Page 13: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

13 13

gelişmelere seyirci kalamayız. Unutmayalım ki, doğanın insanoğlunun verdiği zararlara karşı bağışıklığı

yoktur. Doğal dengeleri yeniden oluşturmak için binlerce, belki de yüz binlerce yıl gerekecektir. Bu

yüzden, küresel egemenler marifetiyle kendi kendini yok edebilecek güce ve kapasiteye erişen

uygarlığın gerçekte ne demek olduğunu yeni baştan düşünmek zorundayız. Benden sonrası tufan

demeyenlerin itiraz edemeyeceği bir gerçek şudur: Uygarlık insanı doğadan soyutlayarak fanus

altında yaşatamaz. Depremler, fırtınalar, seller ve bütün iklim felaketleri doğayı nasıl tahrip ediyorsa,

insan aklı da çıkar amaçlı oluşturulan çeteler marifetiyle doğayı aynı biçimde pervasızca tahrip

etmektedir. Bu hal karşısında kendini kusursuz sayan insanlar bile, gelecek nesilleri ağır biçimde

tehdit eden tehlikelere karşı duyarsız kalmakla, kendi penceresinde suça esaslı biçimde iştirak etmiş

olmaktadır. İnsanlık önünde sonunda teknoloji bağımlılığından kurtulmak zorunda olduğuna dair

görüş birliğine ulaşacaktır. En iyisi bunu çok geç olmadan kavramak ve yapmaktır.

Lütfen kimse çıkıp, “ama biyoteknoloji tıp alanında insanlığa büyük hizmetler sunabilir, karşı

olmamak lazım”, diyerek topu taca atmasın. Burada, tebliğimizin başlığında yer verdiğimiz gibi,

Fayerabend’in devlet ve bilimin, tıpkı kilise ve devlet gibi, birbirinden ayrılması talebinin arkasındaki

haklı nedenleri tek bir örnek üzerinde inceledik. Genetik gibi, böyle başka örnekler de var.

Hükümetleri güden büyük tröstlerin, yedeğine aldığı hükümetlerle birlikte hareket ederek,

üniversiteleri ve bilimsel araştırmaları baskı altında tutarak bilim insanlarını parayla, fonlamayla

yemlemesinin önüne geçilmedikçe bütün umutlar suya düşer.

Konu üzerinde düşünenlere zihin açıcı bir katkı olacağını umduğumuz son bir aktarmamız

daha var. Leslie Lipson’un “Uygarlığın Ahlaki Bunalımları/ Manevi Bir Erime mi? Yoksa İlerleme mi?”

adlı kitabı şu sözlerle başlıyor51:

“Umut ve tehlike, aynı anda, geçmişte görülmemiş ölçüde büyümüş olarak, insanlığın karşısına

bu zaman diliminde çıkmıştır. Bizler yeni bir bin yılın gelişini beklerken, olasılıklar, türümüz tarihinde

hiç görülmemiş bir çeşitlilikte önümüze açıldı. Daha da önemlisi, iki uç noktada bulunan seçenekler

arasındaki karşıtlığın bu kadar açıkça görülebileceği hayal bile edilemezdi. Nitekim insan uygarlığı

geldiği bu noktada, hep birlikte yok olmak ya da hep birlikte daha iyiye doğru gelişmek arasında,

önceden hiçbir kuşağın yapmak zorunda kalmamış olduğu türden bir seçim yapmak durumundadır.”

Umut ve tehlike!

İşte bütün mesele!

3 Şimdi de aynı zihniyetin maşalarıyla birlikte Türklüğe karşı kurduğu tezgâhı inceleyeceğiz.

Kültür Savaşı adlı kitabımızda geniş olarak incelediğimiz gibi, Türklük düşmanlarının iddiasına

göre, Türkiye’de Türk yokmuş. Türklük 90 yıllıkmış. Türkçe de 90 yıllıkmış. Şu an Anadolu’da yaşayan

insanların en az 65 milyonu etnik olarak Türk değilmiş. Orta Asya’dan gelmiş olan nüfus, 2000’li yıllar

itibariyle, yuvarlak olarak 7 milyondan fazla değilmiş. Zaten Orta Asya’dan o kadar insan nasıl

gelebilsinmiş? Genetik bilimi yardımıyla yapılan araştırmalar Türkiye’de Türklerin ancak yüzde 9

olduğunu gösteriyormuş. Bu gibi sözler, yukarıda açıklamaya çalıştığımız aynı tezgâhtan çıkmaktadır.

Geçen bölümde DNA İdeoloji’nin ticari boyutunu inceledik. Oysa aynı çevreler, sözde bilimi, dünyayı

etnik yığınlar topluluğu halinde yaşayan tüketici depoları olarak yeniden örgütlemek istiyor.

Dolayısıyla küresel tezgâhın siyasi boyutunu göstermeden konuyu incelemiş sayılmayız. Konu bizi çok

yakından ilgilendiriyor da. Çünkü hedefte Türkler ve Türklükle ilgili olan her şey var.

Milliyet gazetesinin 15 Mayıs 2005 tarihli nüshasında, Washington’dan Yasemin Çongar

imzasıyla bir haber yayınlandı. Başlığı aynen şöyle: “Türk geni Anadolu’da pek yayılmadı.” Habere

göre, ABD’de dünyanın genetik geçmişini aydınlatma projesi olarak açıklanan Genografi Projesi’nin

başına geçirilen Dr. Spencer Wells adlı bir genetik paleontolog 52 varmış (Bu zatı National

Page 14: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

14 14

Geographic’de de izleme fırsatı bulduk, orada da epey reklamı yapıldı). Bay Wells şöyle buyurmuş:

“Kendinizi Türk sayabilirsiniz ama kökleriniz başka yerlere uzanabilir.” Bu zatı muhterem, öyle

yetenekli bilim adamıymış ki, “yaşayan bütün erkeklerin, 60 bin yıl önce Afrika’da yaşamış bir ortak

büyükbabası”, olduğunu “kanıtlamış”. Durumu öğrenen Yasemin Çongar, kendisinden hemen bir

randevu koparmış. Yanına varır varmaz sormuş: “Araştırma sonucunda, örneğin Orta Asya’dan

geldiğini sanan bir Türk, atalarının Afrika’dan Anadolu’ya geçtiğini öğrenebilir, öyle mi?” Dahi

genetikçi cevap vermiş: “Anadolu’da Türk dili ve Türk kültürünün yayıldığını biliyoruz. Ancak genetik

veriler, Selçuklu ile Orta Asya’dan Anadolu’ya gelenlerin Anadolu’da fazla yayılmadığını gösteriyor.”

Dikkat ederseniz, adam paleontolojiden başka şeyler de biliyor.

Bay Wells, baba tarafından Makedonyalı imiş. O kadar laf etmiş ama Makedonlar hakkında

bir araştırma yapmış mı, anlamamız mümkün olmadı. Ne de olsa adam önce kendi soyunu merak

eder. Üstelik numune almak da bedava, bir lamele tükürmesi yeterli. Bu konuyu araştırmış olsaydı,

Makedonları Yunanlı sayan, Yunanistan’ın Makedonya’ya karşı takındığı kötü tutumun gözden

geçirilmesini sağlayabilirdi. Bakalım Makedonlar Yunanlı mıymış? Ama o kendi soyunu merak edeceği

yerde Türkleri merak etmiş. Kendisine Türkler üzerinde genetik araştırma siparişi verenler kimler

acaba?

Yine Mayıs 2005’de ve yine Milliyet gazetesinde bir başka haber yer aldı. Buna göre,

İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nden Prof. Brian Sykes, Gen Araştırmaları ve Ataları Tespit Merkezi’

nde 10 binden fazla Türk’ün gen haritasının çıkarıldığını duyurmuş. İlk bakışta resmi bir kurum söz

konusuymuş gibi yazılmış ama içeriğini anlayınca bunun uyanık profesörün ticari bir şirketi olduğunu

anlıyorsunuz. İddiaya göre, bu merkezin incelediği 10 bin Türk, her biri 500 TL vererek kendi genleri

hakkında bir rapor almış. Aksine birçok gözlemimize rağmen, bazen ne kadar meraklı bir toplum

oluyoruz, şaşıyoruz. Düşünün bir kez, 500 TL yatırıyorsunuz, birkaç gün sonra size Ursula’nın ya da

Jasmin’in soyundan geldiğinizi söylüyorlar. Prof. Brian Sykes’e göre, Türk kadınları Orta Doğu’da 25-

40 bin yıl önce yaşamış olan Jasmin kabilesinden, Türk erkekleri ise aynı bölgede yaşamış Re

kabilesinden geliyormuş. Ayrıca Türklerin az da olsa bir bölümü Kuzey Yunanistan bölgesinde 45 bin

yıl önce yaşamış “Ursula” kabilesinden geliyormuş. Ne var ki sözü geçen, Ursula, Jasmin ve Re gibi

kabile adları bilim çevrelerinin çok eski çağlarda yaşamış insan topluluklarına verdikleri, tarihsel

değeri olmayan adlarmış. Bunların hepsi ayrı ayrı ilginç! Uyanık profesörü tanımak için, bir sözüne

daha yer verelim. Bay Sykes’e göre ortalama 125 bin yıl sonra erkek nesli tükenecekmiş ama insan

nesli tükenmeyecekmiş; çünkü soyun devamı için erkeğe ihtiyaç kalmayacakmış. Nasıl?

Yine Yasemin Çongar’ın bildirdiğine göre ABD’deki Stanford Üniversitesi de Türk geni üzerinde

çalışmalar yapıyormuş. Türklere yönelik bu bilimsel (!) merakın nedeni nedir acaba? Cevap

açıkladıkları sonuçların satır aralarında saklı: Onlara göre de Türkiye’de Türk geni yüzde 9’dan

ibaretmiş. Benzer şekilde, The Wall Street Journal gazetesinin 28 Kasım 2006 tarihli nüshasında, Huge

Pope imzasıyla bir makale yayınlandı. Makale konumuzla yakından ilgiliydi ve şöyle deniyordu53:

“Roma İmparatorluğu, ‘Anadolu’ ve ‘Küçük Asya’ adlarıyla da bilinen, bugünkü Türkiye’yi içine

alıyordu. 70 milyon nüfuslu modern Türkiye isim ve dil açısından Türk olabilir ancak genetik açıdan o

kadar safkan değil. Orta Asyalı Türklerin Türkiye’ye gelişleri, esasen 13. yüzyılda sona ermiştir.

Anadolu’daki eski nüfusa toplamda yaklaşık yüzde 10 katkıları olmuş gibi görünmektedir.”

Aynı şekilde, Newsweek dergisinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında Owen Matthews imzasıyla

yayınlanan bir makalede ise Boğaziçi Üniversitesi’ne yaptırılan bir ankete dayanarak Türkiye’de Türk

oranı yüzde 20 olarak gösterildi. Doğrusu, ne de olsa üniversite “Türkiyeli”, yüzde 9-10 diyenlerin iki

katı bir sonuç bulmuş.

Dikkatimizi çeken bir başka husus, bu konuda Batı medyasında bir yazı çıktığında, bizim

medyanın bunu hemen manşete taşıması ve ülkemizde bazı bilim insanlarının, konuyu sanki biliyormuş,

Page 15: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

15 15

kendileri de araştırmış gibi medya aracılığıyla hemen ahkâm kesmeye başlayarak haberlerin bilimsel

doğruluğunu görmeden, bilmeden, hatta deneyleri tekrarlama talebinde bulunmadan hemen oracıkta

onaylamaya kalkışmaları. Türklüğü küçümseyen nitelik taşıyan haberler çok öne çıkartılıyor. Medya,

bu şekilde davrananların emrindeymiş gibi bir tutum izliyor. Bu gibilerin hemen hemen hepsi ABD

üniversitelerinden mezun, hatta aralarında liseyi bile ABD’de okumuş kimse var.

Timuçin Binder adında bir akademisyen, 2007 Aralık ayında Sabah gazetesine bir demeç

vermiş. Demecinde, Anadolu’nun 1071’den sonra Türkleştiği savına karşı çıkıyor. Ona göre, gelenler

yüzde 10–15; Türkiye’de yaşayan insanlar 40 bin yıldır bu topraklardan hiç “kıpırdamamışlar”;

Türkiye’nin genetik yapısı tarih öncesi dönemde bugünkü şeklini almış. Zatın iddiasına göre, zaten

gelenlerin Türk olduğu da belli değilmiş. Çünkü gelenler tarafından yazılan “Danişmentname” adlı

eserde Türk’ün adı bile geçmiyormuş. Yine Bay Binder’e göre, Anadolu’da halk, Özbek’e, Türkmen’e

değil, Yunan’a daha yakınmış. Herhalde, ağzındaki bakla da buydu zaten.

Bu durumda, kendini Türk “sananlarla” Kürt “sananlar” arasında bir akrabalık ilişkisi söz

konusu olabilir, diye düşünebilirsiniz. Hani Jasmin, Re gibi sanal kabileler vardı ya! Hayır, öyle yağma

yok. Yine Bay Binder’in iddiasına göre, Kürtler, Türklere İranlılardan ve Yunanlılardan daha uzakmış.

İyi mi? Bay Binder Kaliforniya Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi görmüş. Şimdi de Türkiye’de İTÜ’de

Dünya Tarihi dersleri veriyormuş. Anlaşıldığı kadarıyla sosyalist fikirlere sahip. “Bir Zamanlar

Ermeniler Vardı…” adlı bir kitapta bir makalesiyle karşılaştık.

İTÜ’de bir de papyonuyla hatırlanan profesör, Celal Şengör var. Bu zat şöyle buyurmuş:

“Türkiye’nin yüzde 90’ı etnik olarak Türk değil, hepimiz dönmeyiz.” Bu demecin tarihi 14 Haziran

2009. Peki, nereden bilmiş? Hani, kendi durumunu bilebilir, anladık da, gerisini nasıl bilmiş? Bu

konuda hiçbir açıklama yok. Biz söyleyelim: Washington’dan Londra’dan uçurulan haberleri okumuş

ve demeçleri patlatmış. Bu profesör, Türkiye’de bilim olmadığını söylüyor, kendisini ise en has bilim

adamı sayıyor. Şöyle diyor54: “Ben bir yabancı gibiyim Türkiye’de. Çünkü ben Türkiye’nin yetiştirdiği

adam değilim. Türkiye’nin bilim camiasının içinde olan bir adam değilim. Böyle bir camia da yok

zaten. Türkiye’ye gelip akıl veren bilim adamlarından tek farkım İstanbul’da oturuyor olmam.”

Bu zatın hayatını merak ettik. 1955’de İstanbul’da doğmuş. 1973’de Robert Kolej’den, 1978’

de New York Devlet Üniversitesi’nden mezun olmuş. Sonra da Türkiye’ye dönmüş. Çok zengin bir

aileden geliyormuş; öyle ki, arkadaşlarından birinin yazdığı bir makaleye göre, ailesi okula kendisini

özel şoförle gönderirmiş. Celal Şengör, Türklüğü de aşağılarda görüyor. Demeçleri genellikle bu

doğrultuda. Türkler için “çok pistiler”, diyor. Ona Bergama’daki Zeus Tapınağı’nın kaçırılması

konusunda bir soru sormuşlar. Cevabı şöyle: “Tarih bulunduğu yerde değil, anlaşıldığı yerde güzeldir”.

Zatı muhteremden Almanları üzecek tek söz çıkmıyor. Bir keresinde de depremler hakkında bir soru

sormuşlar. Cevap akla zarar: “Ben depremi çok severim. Sarsıntı anında orgazm olurum”.

Alın size profesör! Alın size onun bilimi!

Türkleri araştıran Batılı genetik çevreleri Azerileri de incelemiş. Azeriler, Ermenilere ve Kafkas

halklarına daha yakınmış. Azerbaycan’da Türk yokmuş55. Onlar başlı başına bağımsız bir halkmış.

Görüldüğü gibi, söz konusu Batılı bilim çevreleri sadece mikroskoba bakarak konuşmuyor. Öyle şeyler

söylüyorlar ki, Türkiye’nin doğusunda, Batının politikalarına uygun bilimsel (!) çözümler de

üretiyorlar. Bir örnek daha verelim:

ABD’li ve İsrailli genetikçiler, sadece Türklerin durumuyla ilgili değiller. Kürtlerle de yakından

ilgileniyorlar. İddialarına göre, Kürtlerle Yahudilerin yakın akraba olduğunu bulup çıkarmışlar. Yine

aynı “çalışkan” araştırmacılar, Filistinli Arapların, aslında sonradan Müslüman olmuş Yahudilerin

torunları olduğunu da “kanıtlamışlar”56. Çünkü Yahudilerin yüzde 70’i ile Filistinli Arapların yüzde 82’si

aynı gen havuzundan besleniyormuş. Dahası, Suriyeli Arapların durumu da aynıymış. Sizin

Page 16: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

16 16

anlayacağınız “Nil’den Fırat’a kadar” kim varsa! Ermeniler bile Yahudilerin yakın akrabasıymış. Masal

bu ya, bunu ortaya çıkaran bilimsel(!) araştırmaların sonuçları Ermenistanlı bilim adamları tarafından

da kanıtlanmış57. Şıracının şahidi bozacı.

Anlaşıldığına göre, genetik bilimi iki yönde ilerliyor. Birinci kol, doğadaki canlıların genetiğiyle

oynuyor ve bu sayede küresel egemenlerin yeryüzündeki bütün tarımsal faaliyetler üzerinde tekel

kurması için çalışıyor. Bunun yanında kısırlık yapan GDO’larla beslenmemizi planlıyor ve uyguluyor.

İkinci kol ise dünyayı yönetmek iddiasındaki fesat insanların politikaları doğrultusunda pratik sonuçlar

elde etmek üzere kalem oynatıyor. Her iki kol da insanlık için büyük tehlike.

Sesimizi nasıl duyuracağız?

Türk basınının durumu içimizi karartıyor. Çünkü söz konusu sözde bilim çevrelerinden çıkan

haberleri “Türkiye’nin gen haritası çıktı”, “belirlendi” şeklinde sunuyorlar ve ortada sanki bilimsel bir

ilerleme, bir buluş varmış gibi haber yapıyorlar. Bu durumun altını da burada özellikle çizmek

istiyoruz. Sabah gazetesinin manşetten verdiği habere bir bakınız:

Alın size bir haber daha: Bugün gazetesinin, 28 Mayıs 2009 tarihli haberine göre İsviçre’de

iGenea adlı bir şirket tarafından yapılan araştırmaya göre, Avrupa’da yaşayan halklar arasında,

genetik anlamda “en karışık ve en az saf kan” olan topluluk Türklermiş. Şirketin iddiaları bununla da

kalmıyor. Onlara göre, Türkiye’de yaşayan insanlar, sekiz farklı etnik guruba ait genleri taşıyormuş.

Şirket bu gurupların adını da veriyor: Türk, Berberî, Helenik, Germen, Slav, Arap, Yahudi, İliryalı.

Batı cephesinden bu haberleri okuyan “Türkiyeli” bilim adamlarından bazıları hemen vaziyet

aldılar ve bu gibi haberlerin kendileri tarafından zaten bilinmekte olan şeyler olduğunu ima eden

demeçler vermeye başladılar. Türkiye’de bilim maalesef işte böyle! Muhtemelen “en büyük uzman”

da Prof. Celal Şengör. Adama cevap veren, haddini bildiren çıkmadığına göre!

Bir zaman önce, ABD’den gelen bir takım kimselerin, salgın hastalık olup olmadığını

araştırmak için olduğunu öne sürerek kan örnekleri topluyordu. Güya topladıkları kanlarla bilimsel

deneyler yapacaklarmış. 23 Ocak 2012 tarihli Vatan gazetesinden öğrendiğimize göre genom

dizilimini inceleme maliyeti çok hızlı düştüğü için bu gibi araştırmalar Türkiye’de de yapılacakmış.

Gazetede yer alan yazıda “Türk” denmiyor, kendini Türk bilen insanlar” deniyor. CİA’nın bize nasıl bir

gelecek hazırlamaya çalıştığı, nasıl kimseleri maşa olarak kullandığı, bizi etnik yığınlar topluluğu

halinde yaşayan tüketici deposu olarak gördüğü çok açık görünüyor. Olaylar tıpkı, İkinci Dünya Savaşı

öncesinde bilimin ırkçığa alet edilmesi döneminde olanlarla aynı mahiyette gelişiyor. Söz konusu

politikalar bizi ayrıştırıp etnik yığınlar topluluğu haline getirmek isteyenlerin sözde bilimsel kalıba

soktuğu laflara dayalı ön hazırlıklardır.

Son olarak, AB lobisinin koç başı durumundaki TÜSİAD’in bu konudaki çıkışından da söz

etmek istiyoruz. Onlara göre, bütün bu bilimsel (!) çalışmalar, Türklerin genetik yapısının

Batılılaşmaya yatkın olduğunu göstermekteymiş. Bak, bak! Zekâya bak! Hem nalına hem mıhına.

Page 17: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

17 17

Dikkat buyurunuz! Genlerle kültür arasında kurulan ilişki ve yol açtığı olaylar, Nürnberg’de mahkûm

edilmişti. Oysa Zenginler Kulübü’nün, bu yaklaşımı kimse tarafından tartışılmadı.

Oysa sayısız bilim adamını çevresinde toplayan, üyeleri arasında üniversite sahibi olanlar bile

bulunan TÜSİAD’dan böyle bir tavır beklemezdik. Tersine, Uşaklıların Frig kökenli olduğu veya

Türkiye’de Türk’ten başka herkesin bulunduğu iddia edildiğinde TÜSİAD’çıların bir ve birkaç

üniversitesi, hemen atılıp, bu deneylerin nasıl yapıldığını, deneylerden bu sonuçlara nasıl ulaşıldığını

sormalarını ve laboratuar çalışmalarının tekrarı için harekete geçmelerini beklerdik. Laboratuarları

yok mu yoksa? Oysa sosyal bilimci diploması vermekten çok daha önemli işlere imza attıklarını

gösterebilmeleri için tam sırasıydı. TÜSİAD’çılar, Türk olduğumuz için bize AB kapılarını kapatmak

isteyenlerin suyuna giderek, mademki Türk değilmişiz, o halde genlerimizde Batılılaşmaya engel bir

durum yoktur, şeklinde bir anlamı akla getiren demeç vermekle yetindiler. Yine de yanlış anlamaları

ortadan kaldırmak için fırsat geçmiş değildir. İsterlerse düzeltirler.

4 Bakalım sözde bilimci genetikçi taifesinin söyledikleri doğrumuymuş?

Değerli akademisyenlerimizden Dr. Ali Tayyar Önder’in, 50’den fazla baskı yapan Türkiye’nin

Etnik Yapısı-Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler adlı eserinde, 1960 ve 1965 sayımlarına göre anadil

verilerine dayanarak, etnik yapının yüzdelerle ifade edildiği bir tablo bulunuyor. Bu tabloya göre,

1965 nüfus sayımında, halkın yüzde 90,1’i anadilini Türkçe olarak beyan etmiştir. Bunun yanında,

Kürtler yüzde 7,1; Araplar yüzde 1,2 Çerkezler yüzde 0,18; Lazlar yüzde 0,8 ve diğerleri toplam yüzde

0,82 kadardır. Söz konusu sayım sonuçlarına göre, kendini başka bir etnik kimlikle ifade eden ve buna

göre anadil beyanında bulunanların toplam nüfus içindeki payı yüzde 10’un biraz altında bir değerdir.

Aynı eserde yer alan bir başka tabloda ise, 1927 yılında anadili Türkçe olanların oranı, 13,6 milyonluk

nüfus içinde yüzde 86,4’tür. Aynı sayımda Kürt nüfus yüzde 8,70 olarak görülmektedir58.

Söz konusu eserde, 1992 yılında, Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılmış bir araştırmaya da

yer verilmiştir. Buna göre, Türkçeyi anadil olarak beyan edenlerin oranı yüzde 92’dir. Kürt olmadıkları

bilindiği halde Zazaların da dâhil edilmesiyle, 1992 yılı itibariyle Kürtlerin oranı sadece yüzde 6,20’dir.

Yine aynı araştırmanın sonuçlarına göre Kafkas dillerini konuşanların oranı yüzde 0,12’dir.

Türk Tarih Kurumu başkanlarından Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 1453 ve 1650 yılları arasındaki

dönemde tutulan Tahrir defterlerinin incelenmesine dayanan, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler ve

Oymaklar adlı kitabını yayınladı. Söz konusu eserde, 41 binden fazla Türk aşireti, oymağı veya

cemaatinin adı tek tek sıralanıyor, yaşadıkları yerleri bile harita üzerinde görmek mümkün. Üstelik

bunlar sadece konar göçerlerle ilgili. Yazar, şehir ve kasabalarda yaşayan yerleşikler için de ayrı bir

çalışması olduğunu söylüyor.

Soros’dan yardım aldığı bilinen TESEV adlı vakfın araştırmasında bile Türkiye’de etnik nüfus

yüzde 5,2 olarak çıkmıştır59. (TESEV başkanı Can Paker, Soros’tan yılda 2 milyon dolar aldıklarını itiraf

etmiştir60

. Artık, doğrusu kaç paraysa!) Yine aynı eserde, 1992 yılında bir kitap yayınlayarak Türkiye’yi

mesnetsiz olarak 47 etnik guruba ayıran ve halkımızı etnik mozaik olarak nitelendiren Peter Alfred

Andrews, toplam nüfus içinde Türk nüfusun oranının yüzde 86,2; buna karşılık, etnik nüfusun yüzde

13,8 olduğunu söylemektedir.

Bütün bunlara karşılık, genetik bilimi(!) bize kendinizi Türk sanabilirsiniz ama Türk değilsiniz,

diyor. Nedense? Oysa kendimizi Türk “hissetmekten” daha önemli ne olabilir? Medya da tepeden

tırnağa yalan olan ve kötü niyetli oldukları açık olan bu gibi haberleri, bilimsel bir gerçekmiş gibi

başköşeden duyuruyor. Ne tarafa yaltaklanacağını bilemeyen bazı medya organlarının başyazarları

ABD’den gelen genom sözde araştırma sonuçlarını kabullenir mahiyette defalarca yazı yazdılar.

Bunların ABD elçileriyle Kumkapı meyhanelerinde buluşanlardan olması dikkatimizden kaçmadı.

Page 18: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

18 18

Türklük düşmanlarının değirmenine su taşıyan son hamleyi YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan

yaptı. Yukarıda sıraladığımız olanca istatistik ortada dururken, Kürtçenin Türkiye’de 13 milyon insanın

konuştuğu dil olduğunu söyledi. Meslektaşlarından kimse ortaya çıkıp şimdiye kadar

üniversitelerimizde yapılmış olan hangi araştırmaya dayandığını sormadı. Ne demeli?

TÜSİAD’ın çıkışını yorumlarken dile getirdiğimiz, Frigler konusuna da burada yer verelim:

Yıllar önce, Frig mezarlarından çıkan kemik numuneleriyle, civardaki köylülerden alınan DNA

örneklerinin incelendiği, inceleme sonucunda, günümüzde tarihi Frigya topraklarında yaşayan

insanların Friglerin torunları olduğunun anlaşıldığı şeklinde bir iddia ortaya atılmıştı. Bu konu, sekiz on

yıl önce gazetelerde haber olarak işlenmiş bir konudur ve daha sonra ortaya atılan kuru sıkı iddiaların

habercisi niteliğindedir. Benzer iddialar o zamandan beri artarak günümüze kadar gelmiştir. Bu gibi

iddiaların sahipleri o kadar ileri gitti ki, artık Anadolu’da yaşayanların Türkleştirilmiş Müslüman

olduğunu öne sürüyorlar. Bu iddia, söz konusu genetik incelemeler sonucunda ortaya çıkartılmış bir

bulgu olarak sunulmaktadır. Ancak bu doğru değildir. Çünkü henüz DNA’nın ne olduğunun bilinmediği

zamanlarda Yunanistan bu iddiayı savunuyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı Trakya’da çoğunluğu

oluşturan Türklerin arasına nifak sokmak için bu iddiayı ortaya atmışlardı. Önce, “Türk’üm ama

Müslümanlığım önce gelir” diyenleri desteklemişler ve ayrıcalık tanımışlar, “Türklük ve Müslümanlık

birbirinden ayrılmaz, et ve kemik gibidir”, diyenleri ezmişlerdir. Bu yolla Müslüman’ım diyenlerle

Türk’üm diyenler şeklinde iki gurup ortaya çıkarmışlar, Türklüğe vurgu yapanları ezdikten sonra sıra

Müslüman’ım diyenlere gelmiştir. Kışkırtıcı ajanların büyük rol oynadığı akılsızca kavgalar sonucunda

Batı Trakya’da Türkler azınlığa düşmüştür. Siz Türk değilsiniz, siz Müslümansınız şeklindeki iddia Batı

Trakya’daki Türklerin azınlığa düşürülebilmeleri için Yunanistan’ın çok işine yaramıştır. Üstelik

arzuladığı sonucu alırken elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış, Batı Trakyalılar ne yaptıysa kendi

kendilerine yapmıştır.

Geçenlerde, internette bazı DTP’lilerin tutuklanmalarıyla ilgili İngilizce bir haberle karşılaştık.

Konuyu yakından incelediğimizde, haberleri olduğu haliyle değil de, kendi maksatlı yorumlarıyla

Avrupa’ya uçuranların Türkiye’de olduğunu ve kendi ifadeleriyle “Gazetecilere Yol Gösteren”,

bağımsızlık iddiasında bir iletişim ağı üzerinden haberleştiklerini fark ettik. Bu adreste yaptığımız

incelemeler sırasında konumuzu yakından ilgilendiren bir makaleyle karşılaştık. Bakınız ne diyor61:

“1915'ten sonraki politikalarla Anadolu'nun Müslüman halkları Türkleştirildi. Birkaç yüzyıl öncesine

dek Bizans'ın, Pontus-Rum'un, Friglerin torunları olanlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğiyle artık Türk

oldu. İşin ilginç tarafı, Türkçülüğü devletin resmi ideolojisi haline dönüştürüp Müslümanları

Türkleştirenlerin bir kısmı bir zamanlar Osmanlı elitleriyken, bir kısmı da liman burjuvazisi olarak

Akdeniz ülkelerinde gelişen ve İstanbul, İzmir gibi kentlerde yoğunlaşan Balkan göçmenleriydi. İttihat

ve Terakki'nin öncü kadrolarına bakıldığında bu açıklıkla görülecektir. Yani Türkçülük ideolojisinin

kurucuları "Türk" değildi… Türk milliyetçiliği, iflas etmiş bir projedir. Bu nedenle artık yalnızca kriz

üretmektedir ve varoluşunu ancak krizler sayesinde hissetmektedir. Kıbrıs krizi, Kerkük krizi, Bayrak

krizi vs. hepsi Türk milliyetçiliğinin tutunuş çabalarıdır, can çekişmeleridir.

Kendilerini bu ülkenin doğal sahibi sayan bir takım üniformalıların, iktidarını kudretlendirmek

için izlediği "milliyetçi tahrik" stratejisini, bu bağlamda milliyetçi yükselişten ayırt etmek gerekir.

Bugün yükselişte olarak görülen milliyetçilik, 28 Şubat'ın ardından güç kaybeden oligarşik-darbeci

güçlerin, girdikleri bunalımdan kurtulmak için geliştirdiği bir tahrik politikasıdır.

Resmi devlet görevlilerinin Şemdinli'de halkın üzerine bomba atmasıyla milliyetçi tahrikin

provası yapılmış ve Şemdinli olayları sonrası sistematik bir milliyetçi tahrik stratejisi izlenmiştir.

Milliyetçi yükseliş denilen tahrikin müsebbibi Genelkurmay ve Genelkurmay'ın "dinamik güçleridir…

Darbeci elitler, artmasını istedikleri toplumsal gerilim üzerinden güç devşirmeye çalışmaktadırlar.

Bugünkü darbeciler, Osmanlı'nın son dönemindeki İttihat ve Terakki'yi andırmaktadır. Darbecilerin

Page 19: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

19 19

tüm aciz girişimleri, tüm milliyetçi kışkırtmaları, Kemalist darbeci düzenin ve o düzenin dayandığı

Türkçü milliyetçi resmi ideolojinin can çekiştiğini göstermektedir…”

Şimdi soruyoruz: Bu değerlendirmeler, yandaş medyada karşılaştığımız, belli konularda yoğunlaşmış

haber bültenlerinin vermeye çalıştığı mesajın özeti niteliğinde değil midir? Ama Türkiye medyası bu gibi

konuşmalara başlamadan önce Yunanistan’dan yayın yapan bir internet adresi, bu fikirleri yayıyordu. Kim

kimi yönlendirdi de günümüzde Türkiye’yi yukarıdaki fikirlere göre hareket edenler yönetiyor?

Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Türkleri ve Türklüğü yok sayma, Türk milletinin “yapay bir

ulus” olduğu gibi iddialar, önce Avrupalı ırkçı kuramcıların, ardından Nazilerin ve Naziler mahkûm

edildikten sonra Alman solunun, sosyal demokratlarının, Yeşillerin öne sürdüğü iddialardır. Bu iddialar

ortaya atılıp ilk kez propaganda edildiğinde ne DNA ne de RNA biliniyordu. “Farslarla Fransızlar

arasında gizli akrabalık olduğu”, “Osmanlı devletini başarıya götüren devlet adamlarının hepsinin

Aryen ırkına mensup olduğu”, “Kudüs’ü geri alan Selahattin Eyyübi’nin Aryen ve Germen kökenli

olduğu”, “Kürtçenin bir İndo-Germen dili olduğu” şeklindeki iddialar, Germen ırkının üstünlüğü

iddialarının çerçevesinde dillendirilmiş iddialardır62. Bugün Türk’ten ve Türklükten söz eden faşist

olarak niteleme cüretini gösterenler Nazilerin fikirlerinin peşinden giden tescilli faşistlerdir.

Emperyalist odakların ülkemizdeki beslemeleridir.

5 Gelelim, sözde bilimsel (!) genetik yaklaşımın temelindeki tutarsızlığa!

Türk kimdir? ya da kime Türk denir?, sorusuna iki şekilde yaklaşılıyor. Birinci yaklaşımda ırk

bağlantılarından yola çıkılıyor. Son yıllarda buna genetik kodlar yaklaşımı da eklendi. Önceki yüzyılda

sistematik ırkçılar, bilimi son haddine kadar istismar ettiler. Sözde bilim niteliğinde birçok düzmece

deneye ve gerçek olmadığı sonradan açıkça anlaşılan gözlemlere dayanan kuramlar ortaya attılar.

Deney sonuçlarını maksatlı olarak çarpıttılar. Önyargılara uygun yorumlar yaparak, egemen güçlerden

her türlü desteği aldılar. Britanya, Almanya, Fransa ve ABD, devlet olarak bu şarlatanları arkaladı,

besledi ve semirtti. Böylece bugün yanlışlığı, hatta gülünçlüğü bilinen geniş bir literatür ortaya çıktı.

Stalin başta olmak üzere, Sovyetler Birliği de bu şarlatanlıklara epey destek verdi. Biyolojinin

yöntemleriyle, “komünist insanı yaratma projesi” ve “gorille insanları çiftleştirerek yemeyen içmeyen,

komünizme çok az masrafla askerlik yapacak korkusuz yaratıklar yaratma ”, projesi başlıca uğraşları

oldu. “Gorille insan arası insan yaratma” projesinin, Stalin tarafından Gürcistan’da kurulan bir

araştırma çiftliğinde sürdürüldüğü bugün biliniyor. Bu gibi konuları Batının Kültürü Dış Politikasını

Nasıl Yönlendiriyor? Arsızlık ve Kültür adlı kitabımızda incelemiştik.

Sözlerimizin arasına şunu da ekleyelim: Dün sözde bilimsel ırkçı kuramcıların arkasında,

onlara her türlü maddi manevi desteği sağlayan güçlerle, neo-Darwinci ince ayardan geçirilmiş ve

güncellenmiş ırkçılığın arkasındaki güçler aynı güçlerdir. Bu iddiamızın bütün kanıtları ortadadır.

Irkçılık İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg mahkemesinde mahkûm edildi. Ne var ki söz

konusu ideoloji geride derin kültürel izler bırakmıştı. Avrupa Birliği yetkili organları tarafından, 1997

yılında birliğe üye 15 ülkede toplam 16 bin kişiye yöneltilen sorularla yapılan ankette, ankete

katılanların yüzde seksenden fazlası, şu veya bu derecede ırkçı olduklarını ifade etti63.

Bu anketin bize işaret ettiği gerçek, ırkçılığın bir kültür olarak Batı Avrupalıların ruhuna işlediği

gerçeğidir. Bu altyapının üstüne şimdi bir de genetik araştırmaları oturtuldu. Irkçılar, bu kez eski

tecrübelerini daha sağlam basmaya çalışarak değerlendiriyorlar. Genetik şifreleri, kendilerinin üstün

insanlar olduklarını kanıtlamak için kullanmak yanında, politik bakımdan çökertmeyi hedef seçtikleri

ülkelerde yaşayan halkı birbirinden ayrıştırmak için de kullanıyorlar. Bunun örneklerini birer birer

yukarıda verdik. Bizim için ilginç olan, DNA’dan, RNA’dan anlamayan sözde akademisyenlerin Batıdan

gelen sözde bilimsel bilgileri bülbül gibi tekrarlama eğilimine girmeleridir.

Page 20: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

20 20

Türklere ve Türklüğe gelince!

Önce şunu açıkça ifade edelim ki, Türkler genetik zenginidir. Çünkü binlerce yıllık Türk

tarihine dış evlilik kurumu damgasını vurmuştur. Türkler, yakın akraba evlilikleri konusunda sanki

bütün çağdaş bilimsel bulgulardan haberdarmışçasına, komşu kabileden kız alırlar, komşu kabileye kız

verirlerdi. Bu kabilelerde aranan tek şey ortak kültür öğeleriydi. Tasada, kıvançta, kaderde bir olmak

önemliydi. Bütün bunlardan dolayı, Türklerin genlerini ne kadar incelerlerse incelesinler, zengin bir

çeşitlilikle karşılaşırlar. Homojenlik gösteren bir yapıyla karşılaşmaları mümkün değildir. Ayrıca

genetik zenginlik, her bakımdan geleceğin sigortasıdır. Çok büyük servetimizdir.

Milliyetçiliği ırkçılık olarak göstermek ya da ırkçı temel üzerine inşa edilmiş fikirler olarak

tanıtmak, bir çeşit manipülasyon64, halkı yönlendirme, milliyetçilikten soğutma propagandasıdır.

Herkes niyetine göre, istediği kadar sözde kanıt toplayabilir. Önemli olan bu gibi aykırılıkların

kültürümüzün rengini ne kadar etkilediğidir. Milliyetçiliği ırkçılık gibi gösterenler, Marksist, Leninist,

anarşist, kozmopolitist, liberalist ve bazı sözde İslamî çevrelerdir. Bunları konuşanların büyük bölümü

de etnik milliyetçidir ve ırkçı güdülerle hareket ederler. Milliyetçiliğin fikir önderlerinin görüşlerini

dikkate almazlar. Onun yerine kendi kendilerine kolayca yenebilecekleri, tezlerini çürütebilecekleri bir

milliyetçilik tanımı yaparlar. Milliyetçiliği kendileri tanıtır, kendileri çürütür. Bu tutumun işlerini

kolaylaştıracağını düşünürler. Unutmayalım ki, fikirleri zayıf olanların, sinsi davranmak ve dolap

çevirmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Kendine güvenen dürüst olur, dürüst davranır.

Şimdi gelelim, milliyetçilik üzerine ikinci ve gerçek yaklaşıma!

Türk milliyetçiliği, ortak tarih bilincidir, kültür birliği demektir. Genleri değil, dil, din, kültür,

vatan gibi bizi birbirimize bağlayacak olan toplumun çimentosu niteliğindeki bütünleştirici değerleri

esas alır. Genetik bağlantıları aklına bile getirmez. Bunu tecrübe bile etmemiştir. Ne demiş Büyük

Atatürk: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.”

Atatürk’ün büyük değer verdiği, Kuşadası bölgesi Kuvay-ı Milliye’cilerinden ve Rauf Orbay’ın

1922’de kurulan kabinesinde İktisat vekilliği yapan Mahmut Esat Bozkurt, 1931 Ekim ayında Vakit

gazetesinde yayınlanan bir makalesinde geçerli milliyetçilik anlayışını şöyle ifade etmiştir65: “Bir

noktayı ehemmiyetle işaret etmeliyim ki, biz milliyetçiler, insan dostluğunu, farmasonluğun yaptığı

gibi, milliyetleri inkârla, gizli gizli çalışmakla, hatta tatbikatta şahısların, bazı emperyalistlerin,

suikastçıların emellerine alet edilen bu tarikatla anlamıyoruz. Biz insanlığın dostuyuz. Biliriz ki, bir

millet yalnız yaşayamaz. Hele yirminci asırda…” Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda yerleşen ve bütün

yasal yapılanmalara yön veren, yukarıdaki sözlerde ifadesini bulan milliyetçilik anlayışı, o günkü

biçimiyle bugün de sürmektedir.

Oysa biri çıkıp, Kızılderililer Türk’tür veya Türk kökenlidir, demişse, Türk milliyetçiliğine karşı

manipüle edilmiş kimseler, “herkesi Türk yapıp çıkıyorlar”, der. Ya da Japonlarla Türkler akrabadır,

aralarında akrabalık ilişkisi vardır, dendiğinde hemen alay etmeye yeltenirler. Ama aynı çevrelerin,

bizi Yunanlı ya da Yunanlaşmış yapmak için, Türkleştirildiğimizi öne süren dış güçlerle işbirliği yaptığını

görüyoruz. Bu ne yaman çelişkidir.

Her ülke diğer ülkelerde imaj yapabilmek, diğer milletleri kendine ısındırabilmek için

olağanüstü yatırımlar yapıyor. Umarız hatırlanacaktır: On yıl kadar önce, bir Japon televizyon ekibi,

Kayseri’de yaylalarda çekim yaparken bir çobanla karşılaşır. Çoban, onları birkaç gün ağırlar, elinde

avucunda ne varsa onlara ikram eder, her şeyini paylaşır. Derken ayrılık vakti gelir. Kameraman

vedalaşma sahnelerini çekmeye başlar. Karşılıklı olarak birbirlerine el sallarlarken, bizim gönül adamı

çobanımızın gözünden yaşlar gelmeye başlar. İşte Türk budur.

Görüntüler, Japonya’da gösterildiğinde duygusallığıyla ünlü yüz milyon Japon hep birlikte

duygulanır. Müthiş bir Türkiye sempatisi gelişir. Milyarlarca dolar harcansa, o samimi gözyaşlarının

Page 21: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

21 21

kazandırdığı Türk sempatisini sağlamak mümkün değildir. O gün bugündür, Japonlar Türk’ten söz

edildiğinde hep duygulanırlar. Bu gibi işler, gen değil, duygu ve maneviyat işidir.

Son olarak şunları da eklemeden sözlerimize son vermeyelim:

Hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar, ister profesör, ister mühendis, ister hekim, ister

avukat unvanına sahip olsunlar, bilimsel kafa yapısına sahip olmak için demek ki yeterli olmuyormuş.

İnsanlar dilediğini düşünebilir, her çeşit düşünce düşüncedir ama her çeşit düşünce bilimsel düşünce

değildir. Bilimsel olmayan düşünce, öncelikle, gerçekle bağ kurmadan oluşmuş düşüncedir. Çünkü beş

duyunun desteğinden yoksun olarak oluşmuştur. Gözleme, deneye veya gündelik dildeki deyişle

tecrübeye dayanmaz. Başka ülkelerde, başta itki ve baskılar altında oluşmuş felsefe akımlarını anlatan

tercüme kitapların içinden çıkarılan kalıplardan biçilmiş elbise gibidirler. Türklüğümüzü bu bozuk

mantığa kurban etmeyelim, abartmayalım ama sıkı sıkı da koruyalım. Türklük, bizi bir arada tutan

değerlerin zihnimizde oluşan bir özetidir. Türklüğümüzü zihinlerden tasfiye etmek isteyenleri iyi

tanımalıyız.

NOTLAR 1 Paul Feyerabend, Bilim Kilisesi/Özgür Bir Toplumda Bilim, Pınar Yayınları, 1991, sayfa 162

2 F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, Bilgi+Gönül Yayınları, 2009, s. 159

3 DNA: deoksiribonükleik asit’in kısaltılmış adı. Kendini kopyalama özelliği bulunan canlıların genetik özelliklerini belirleyen

moleküllere verilen isim. 4 Edward Edelson, James Watson ve Francis Crick, Hayatın Yapıtaşları, TÜBİTAK YAYINLARI, sayfa 34

5 Gen: DNA zincirindeki belli bir uzunluktaki birimdir.

6 Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 213

7 Determinist: Determinizm, olayların önceden belirlenmiş olduğu, öyle olmalarını zorunlu tutan bir takım yasaların ya da

güçlerin olduğunu benimseyen öğretidir. Hür iradeyi ve insanı başka türlü davranabilme imkânını kabul etmez. 8 Mae-Wan-Ho, Genetik Mühendisliği (Rüya mı? Kâbus mu?), İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, sayfa 93

9 Mendel: Genetik biliminin kurucusu olan 1822-1884 arasında yaşamış olan Alman rahip

10 Richard Darwin, Gen Bencildir, TÜBİTAK Yayınları, 1995, sayfa 10

11 Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı, Kuzey Yayınları, 2007, sayfa 156

12 Utilitarianizm: kapitalizmin felsefesidir. İnsanın kazanç arayışında olduğunu, davranışlarını bu güdünün yönlendirdiğini

savunur. Buna göre hazzı en fazla çoğaltan ve acıyı en aza indiren davranış en doğru davranıştır. İnsan kendi mutluluğunu

arayan bir varlıktır. Bu felsefede dinlerin ortaya koyduğu yüce değerlere yer yoktur. 13

Richard Dawkins, Kör Saatçi, TÜBİTAK Yayınları, 2002, sayfa 8 14

Prof. Dr. R. D. Lewontin, DNA Doktrini, İdeoloji Olarak Biyoloji, Bilim Kitaplığı, 1993, sayfa 20 15

Prof. Dr. R. D. Lewontin, DNA Doktrini, İdeoloji Olarak Biyoloji, Bilim Kitaplığı, 1993, sayfa 20 16

Genom Projesi: İnsan DNA’sının şifresini çözme projesi 17

Prof. Dr. R. D. Lewontin, DNA Doktrini, İdeoloji Olarak Biyoloji, Bilim Kitaplığı, 1993, sayfa 60 18

Prof. Dr. R. D. Lewontin, DNA Doktrini, İdeoloji Olarak Biyoloji, Bilim Kitaplığı, 1993, sayfa 25 19

Mae-Wan-Ho, Genetik Mühendisliği (Rüya mı? Kâbus mu?), İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, sayfa 88 20

Öjenik: Darwin’in yeğeni Francis Galton tarafından ortaya atılan insan soyunun mükemmelleştirilmesi için sağlıklı nesiller

yetiştirmeyi, sağlıksız olanları kısırlaştırmayı savunan felsefe. 21

Mae-Wan-Ho, Genetik Mühendisliği (Rüya mı? Kâbus mu?), İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, sayfa 89 22

Mae-Wan-Ho, Genetik Mühendisliği (Rüya mı? Kâbus mu?), İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, sayfa 104 23

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, Bilgi+Gönül Yayınları, 2009, s. 324 24

Satanik: Satanizm, şeytanı yücelten, dinin koyduğu yüce değerlerin karşısında, şeytanın yücelttiği şeylerin yanında yer

almak demektir. Satanik ise satanizm ile ilgili olan demektir. 25

Paul Feyerabent, Bilim Kilisesi/Özgür Bir Toplumda Bilim, Pınar Yayınları, 1991, sayfa 11 26

Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 111 27

Edward Edelson, Hayatın Yapıtaşları-James Watson ve Francis Crick, TÜBİTAK Yayınları, sayfa 34 28

Nükleik asit: canlı hücrelerde bulunan ve görevi genetik bilgi aktarmak olan moleküllerdir. 29

Virüs: kendi başına çoğalamayan, çoğalabilmesi için canlı hücrelere girmesi gereken mikroskobik varlık. Latincede zehir

anlamına gelir.

Page 22: Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR

www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

22 22

30

Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 136 31

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 12 32

Manhattan Projesi: İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’de sürdürülen nükleer silah yapma çalışmalarına verilen ad. 33

Malthusçuluk: Malthus, gıdaların aritmetik oranda, buna karşılık nüfusun geometrik oranda arttığını savunan öğreti. 34

Nürnberg: İkinci Dünya Savaşı sonunda Nazilerin yargılandığı mahkemenin bulunduğu Almanya’nın kuzeyindeki şehir. 35

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 192 36

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 95 37

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 81 38

http://www.biotech-info.net/conception.html 39

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 284 40

Al Gore, Küresel Denge/Ekoloji ve İnsan Ruhu, Sabah Kitapları, 1993, sayfa 130 41

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, 2009, sayfa 152 42

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, 2009, sayfa 169 43

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 184 44

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 190 45

Monokültür: Çok büyük arazilere tek bir ürün ekilmesine denir. 46

F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar, sayfa 192 47

Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 217 48

Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 241 49

Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret, Kaynak Yayınları, 2010, sayfa 256 50

Al Gore, Küresel Denge/Ekoloji ve İnsan Ruhu, Sabah Kitapları, 1993, sayfa 67-68 51

Leslie Lipson, Uygarlığın Ahlâki Bunalımları, İş Bankası Yayınları, 2000, sayfa 27 52

Paleontolog: paleontoloji, dünyada hayatın tarihini yazma amacı çalışan bilim dalıdır. Paleontolog ise uzmanlığı

paleontoloji olan kimsedir. 53

11 Aralık 2007 Yeniçağ, Arslan Bulut 54

http://www.netgazete.com/News/603687/prof._dr._celal_şengorden_cok_tartisilacak_soz_turkiyenin_yuzde_90i_donme.aspx 55

ncbi.nlm.nih.gov/entrez/query.fcgi?cmd=Retrieve&db=pubmed&dopt=Abstract&lis t_uids=12596050 56

Eşref Günaydın, Yahudi Kürtler, Babil’in Kayıp Çocukları, Orta İsrail veya Kürdistan, Karakutu, 3. Baskı, 2006, sayfa 90-91 57

Eşref Günaydın, Yahudi Kürtler, sayfa 92 58

Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 41. baskı,

Fark Yayınları, Kasım 2007, sayfa 31–32 59

Ali Tayyar Önder, a. g. e sayfa 37 60

http://ulusalkanal.com.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=8090&Itemid=99999999 61

http://bianet.org/bianet/print/93435-milliyetcilik-can-cekisiyor 62

Tamer Bacınoğlu, Modern Alman Oryantalizmi, ASAM, 2001 63

İbrahim Okur, Arsızlık ve Kültür, Batının Kültürü Dış Politikasını Nasıl Yönlendiriyor?, Okursoy Kitapları, 2002, 21. bölüm 64

Manipülasyon, seçme, ekleme ya da çıkarma yoluyla bilgileri çarpıtarak insanları etkilemek demektir. 65

Mahmut Esat Bozkurt, Masonlar Dinleyiniz! Kaynak Yayın, 2005, s. 37