Upload
others
View
12
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AydınlıkBU SAYIDA
22KİTAP
TANITILIYOR
10 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 24
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 858
Yazar Suat Duman’la ‘Cinayet Mevsimi’kitabı ve polisiye roman üzerine...
“Ne yazık ki Türkiye’dehayatın kendisi polisiyedir”
Önce düşler gelir
Mitten gerçeğe,gerçekten mite ırkçılık
Bilim kurgu okurunaNoir ziyafet
Çağdaşlaşmanın itici gücü
“var olabilme” mücadelesi
İnsan öyküleriyleTürkiye’nin halleri…
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdür Yardımcısı Ümit Yaşar Gö-
züm'ün geçtiğimiz günlerde AA muhabirine yaptığı açıklama çeşitli gazeteler
ve internet sitelerinde yer aldı. Gözüm, “Türkiye'de son yıllarda yayıncı-
lığın sektörleşmesine yönelik önemli adımlar atıldığını, bunun etkisinin
de çok açık bir şekilde görülmeye başlandığını” söyledi. Açıklamada ba-
sılan kitaplar, yeni açılan kitabevleri ve yayınevlerine dair ayrıntılı bilgi-
ler var. Rakamlarla buralardaki artışa değinilmiş. Ayrıntılı biçimde ak-
tarılan veriler sevindirici. Fakat haberin aktarımında kullanılan bir ara
başlık var ki bizleri düşündürdü. “Sektörün kalbi İstanbul, Ankara ve İz-
mir”. Yayıncılık ve kitap dağıtımındaki yaygın artışa sevinemiyoruz böy-
le olunca. Çünkü sorun tam da burada başlıyor. Anadolu'da birçok ili-
mizde kitaplara ulaşımda ciddi sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Kitabevle-
rinin azlığı çok canımızı sıkmayacak kütüphaneler yeterli düzeyde olsa.
Ama biliyoruz ki kütüphanelerde de yetersizlikler var. Kaldı ki söz konu-
su kütüphane olunca İstanbul, Ankara ve İzmir bile tartışmaya dahil edi-
lebilir. Diyeceğimiz o ki, rakamlar yanıltmasın. Biz yine de “Anadolu'dan
Kitabevi” köşemizde sizleri zengin bir kitaplığa ulaşabileceğiniz sayılı me-
kanlardan haberdar etmeye devam edelim en iyisi.
� � �
Aydınlık Kitap ekibi olarak okurlarımıza müjdemiz var. Yaz sonrası için
yeni dönem hazırlıklarına şimdiden başladık. Bayramdan sonra Aydın-
lık Kitap ekibine yeni isimler katılacak. Şimdi yaz tatili, bayram tatili der-
ken yayıncılık alanı biraz durgun. Önümüzdeki üç sayıyı, yirmi dört ye-
rine on altı sayfa çıkaracağız. Bayramdan sonra hem yeni ekibimiz hem
de dolu dolu yirmi dört sayfayla devam edeceğiz.
Haftaya buluşmak dileğiyle...
Rakamlaryanıltmasın
İÇİNDEKİLER SUNU
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
“Ömrün Yazı”, Berat AlanyalıBerat Alanyalı’nın inanılmaz güzellik ve zenginlikteki dili ile yazdığı ustalıklı öyküler. Di-lindeki renk ve yetkinlik Türkçe’nin olanakları renk dürbününün yarattığı görsel çeşitle-meler gibi insanı heyecanlandırıyor. O kadar da değil, düş, gerçek, ve fantazma arasında-ki gidiş gelişler insanı şaşırttığı kadar dünyasını da renklendiriyor.
“Asi Destanı”, Sabahattin YalkınSabahattin Yalkın benim gibi yazdıklarını yayımlamaya geç başlamış has bir şair. Çok sev-diğim şairlerin en önde gelenlerinden. Biz Antakyalılar için adeta kutsallık taşıyan, derinve uzun ömürlü kültürümüzün taşıyıcısı Asi; mitoloji, eski zamanlar, eşsiz coğrafya ve ba-rışı ve bütünleşmeyi çok önceden bulmuş insanlar üstüne destan parçaları... İnsan olduğumuzasevindiğimiz anları anımsatan yetkinlik.
“Asi...Asi”, Ayla KutluBir şehrin, bir ırmağın geniş zamanlara yayılmış öyküsüyle birlikte kurgusal bir ailenin yüzyirmi yılllık, dört kuşaklık yaşamı çok zengin ve şiirli bir Türkçe ile anlatılıyor. Asi bir ya-nıyla uygarlık taşıyan, öbür yanıyla isyancı bir kimliktir... Adının iki kez tekrarlanması dabu yüzden.
“Küçük Prens”, Antoine de Saint-ExuperyKüçük Prens her yaştan insanın bıkmaksızın okuyacağı bir insanlık destanı. Her okuyuştabir parça daha zenginleştiğini algılatan, bıkılmayan bir şarkı gibi, hep canlı kılan, insanı ke-derden arındıran, kötülükten sakındıran, çocuk dünyasını sürekli algılatan bir başyapıt. Oku-dukça soluğu tazelenen bir dostluk atmosferi.
“Bütün Şiirleri”, Yorgo SeferisNobel ödüllü ve yirminci yüzyılın en büyük şairlerinden Seferis; duygu derinliği zaman za-man algılanamayacak boyuta kadar inen bir şair. Özelikle yazanlar ve yazma aşkı duyanlarişin eşsiz bir esin kaynağı. Bir başucu kitabı... Yerinde yıllarca kalabilecek güçte üstelik.
ÖneriYorum
AYLAKUTLU
1)
2)
3)
4)
5)
Haftanın Portresi: Alim Şerif Onaran s. 4
Bilim kurgu okuruna Noir ziyafet s. 9
Mitten gerçeğe, gerçekten mite ırkçılık s. 10
Yeni Çıkanlar s. 11
Çocuk: Önce düşler gelir s. 12
Sahaf: Lozan’ın tanığından Lozan dersleri s. 13
Alıntı Test-Bulmaca s. 14
10 A�USTOS 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı
Çağdaşlaşmanın itici gücü“var olabilme” mücadelesi s. 5
Kapak: “Ne yazık ki Türkiye’de hayatın kendisi polisiyedir” s. 6/7
Zamanın silgisi de olmasa o büyük iyilikseverler,yaptıkları kötülükleri halka nasıl unuttururlar! s. 8
ŞENOL Ç[email protected]
Gazeteci Celal Başlangıç ülkemizin yakın
dönem tarihini, portreler yani “hayat rö-
portajları” üzerinden yazmaya “Hayatın
Rengi Gökkuşağı” ile devam ediyor.
“Sinemacılar, Tiyatrocular, Müzis-
yenler”, “Gazeteciler, Foto Muhabirleri,
Belgeselciler”, “Çizgiler, Desenler, De-
ğerler” başlıkları altında 44 “insan öykü-
sü’nün yer aldığı kitapta, bu öyküler ara-
cılığıyla; tanıdığımız, bildiğimiz ya da ilk
kez tanışacağımız insanların “hayatlarıy-
la yaptıkları tanıklıklar” üzerinden Tür-
kiye’nin ve Türkiye’de yaşamanın halleri
anlatılıyor…
Bu kitap, insan öykülerini derlediği ilk
kitap olan “Hayata Söylenmiş Şarkılar”ın
da bir nevi devamı niteliğinde…
Kimler yok ki kitapta; Moğollar’ın
davulcusu Engin Yörükoğlu, Fikret Otyam,
tiyatrocu Haldun Dormen, yönetmen
Reis Çelik, Haluk Levent, Ara Güler,
Mehmet Esen, Mümtaz Sevinç, Rahmi
Dilligil, Tuncer Necmioğlu, Semir As-
lanyürek, Vecdi Sayar, Ali Öz, Ergun
Hiçyılmaz, Mehmet Soyer, Yunus Tonkuş
ve daha niceleri…
Kitabı okurken, bir yandan geniş bir
yelpazede birçoğunu bildiğimiz isimleri hiç
duymadığınız, bilmediğiniz yanlarıyla ya-
kından tanıma fırsatına sahip olurken; di-
ğer yandan da adını ilk kez duyduğunuz in-
sanları ilginç öyküleri aracılığıyla tanışma
şansını yakalayacaksınız. Bu tanışma öyle
sıcak, dostane olacak ki ilk kez duyulan
isimlerin öykülerinde belki kendi yaşa-
mınızdan, belki ülkemizin yakın tarihinden
kesitlerle bir de bakmışsınız 40 yıllık dost
olmuşsunuz…
Ç�ÇEK AR�F’�N BAVULUNDAK�UMUTYılmaz Güney’in Cannes Film Festivali’ne
seçilen “Umut” filminin, havaalanında, Arif
Keskiner’in; nam-ı diğer “Çiçek Arif”in ba-
vulunda gizlice çıkarılışının öyküsüyle baş-
lıyor “Hayatın Rengi Gökkuşağı”. 2010 yı-
lında yitirdiğimiz Moğollar’ın davulcusu
Engin Yörükoğlu’yla devam ediyor. Gru-
bun isminin konuluş hikayesinden Paris
günlerine, dağılıştan yeniden bir araya
gelişe… “Durmadan yürüyen genç kalır”
sözü belki de Moğollar’ın 1960’lardan gü-
nümüze taşıdıkları müzik yaşamlarını an-
latmaya yetiyor…
Sonra Dr. Ercan Kesal’ın sinemaskop
düşleri, ardından “ışıyarak yok olan aktör”
Erkan Yücel… 12 Mart’ın işkencehane-
lerinde acıya, işkenceye mizahla oyunla di-
renen “tiyatrocu bize bir gösteri yap!” di-
yen işkencecilere yasaklanan “Hitler Re-
jimi’nin Korku ve Sefaleti”nden bölümler
oynayan, arkadaşlarına taklitler yapıp,
oyunlar oynayarak moral veren, kısaca yat-
tığı hücreyi de gittiği köyü de bir anda ti-
yatro salonuna çeviren, demiryolu işçisi bir
babanın en küçük çocuğu…
Tiyatrocu olmaya karar verdiğinde
annesinin “yazıklar olsun, sürüneceksin”
sözleriyle karşılaşan Haldun Dormen,
Mersin’de çalıştığı tesisten dayak yiyerek
atılan ve yolu kesinkes İstanbul’a düşen
Haluk Levent, ezgilerini “Kafdağı”ndan
aşıranların serüvencisi müzisyen İberya
Özkan, Sivas’ta yakılarak katledilen Ne-
simi Çimen’in balet ve müzisyen oğlu
Mazlum Çimen, Cihangir’de bir konakta
dünyaya gelen tiyatrocu Mehmet Esen,
uğursuz bir ocak ayında sırtına saplanan
bıçakla yaşama veda eden oyuncu Müm-
taz Sevinç, bütün yaşamı tiyatro olan,
Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi
Dilligil’in onur savaşı, bulduğu gazete
parçalarını annesine çuvaldızla diktirip ga-
zete kitapçıkları yaptıran “film gibi bir yö-
netmen” Reis Çelik’in Ardahan’dan İs-
tanbul’a yola çıkışıyla başlayan macerası,
doktor olmak için geldiği İstanbul’da ti-
yatrocu olan ve elli yıl boyunca yasaklar-
la, gözaltılarla, tutuklamalarla, tiyatro
kapatmalarla dolu bir hayat süren Tuncer
Necmioğlu, neredeyse bir yüzyıla tanık Ara
Güler, “okuryazar” gazeteci Ergun Hiç-
yılmaz, kâbesi insan olan büyük usta Fikret
Otyam, “akordeonla grev kışkırtan” bel-
geselci Nedim Hazar ve daha nicesi…
Kitap, yukarıda adını saydığımız ve
sayamadığımız insanların hayat hikayele-
rini anılarıyla tanımamızı sağlarken, mes-
leklerine giden yolu da büyük bir ustalık-
la aralıyor; kuru bir biyografik anlatım ye-
rine, ilginç anı ve notlarla örerek, bir yan-
dan da dönemin özellikleriyle gözler önü-
ne seriyor…
Başlangıç’a göre “Hayatın Rengi Gök-
kuşağı”nda yer alan portrelerin toplamı bir
yandan yaşadığımız çağın, diğer yandan da
yaşadığımız coğrafyanın aracısız tanıklığı…
(Hayatın Rengi Gökkuşağı, CelalBaşlangıç, Everest Yayınları, 248 s.)
HAFTANIN PORTRES�
Türkiye’de sinemanın okullaş-
masında öncü rol oynayan Alim
Şerif Onaran Türkiye’nin ilk sinema
profesörü olma ünvanına sahip.
1924 yılında Manisa’nın Kula il-
çesinde dünyaya gelen Onaran, ilk
ve ortaöğrenimini İzmir’de tamam-
ladıktan sonra Ankara SBF'de öğ-
renimini sürdürdü. Uzun yıllar İç-
işleri Bakanlığı ve Emniyet Teşkila-
tı’nda görev yaptıktan sonra akade-
mik çalışmalarına kaldığı yerden
devam etti. “Sinematografik Hürri-
yet” başlıklı çalışmasıyla hukuk dok-
toru, “Muhsin Ertuğrul’un Sine-
ması” teziyle sinema tarihi doçenti,
“Lütfi Ömer Akad’ın Sineması”
başlıklı eseriyle de profesör oldu. Bu
çalışmaların üçü de daha sonra ki-
tap olarak basıldı.
Bu çalışmalarının dışında başlı-
ca eserleri: “Lütfi Ö. Akad” (1990),
“Sesli Sinema Tarihi” (1977), “Si-
nemaya Giriş” (1986), “Sessiz Si-
nema Tarihi” (1994), “Türk Sine-
ması” (1994), "20. Yüzyılın Son Beş
Yılında Türk Sineması” (2005).
Onaran sinemanın akademik
alandaki gelişimine büyük katkı
sundu. Ankara Üniversitesi, İzmir
Dokuz Eylül Üniversitesi, Marma-
ra Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi
ve son olarak Mimar Sinan Üniver-
sitesi eğitim verdiği okullardır. Bu
üniversitelerin Sinema-Televizyon
bölümlerinin kurumsallaşmasında
emeği geçti.
Alim Şerif Onaran, sinema ala-
nındaki çalışmalarının yanı sıra
“Binbir Gece Masalları” çevirisiyle
de bilinir. Toplam on altı kitaptan
oluşan bu büyük eser günümüzde
Onaran’ın çevirisyle okurla buluş-
maya devam ediyor.
Alim Şerif Onaran(1924 – 2000)
“Sinematografik Hürriyet” ba�l�kl� çal��mas�yla hukukdoktoru, “Muhsin Ertu�rul’un Sinemas�” teziyle sinematarihi doçenti, “Lütfi Ömer Akad’�n Sinemas�” ba�l�kl�
eseriyle de profesör oldu. Bu çal��malar�n üçü de dahasonra kitap olarak bas�ld�
Öyküler arac�l���yla; tan�d���m�z,bildi�imiz ya da ilk kez tan��aca��m�z
insanlar�n “hayatlar�yla yapt�klar�tan�kl�klar” üzerinden Türkiye’nin ve
Türkiye’de ya�aman�n hallerianlat�l�yor…
İnsan öyküleriyleTürkiye’nin halleri…
10 A�USTOS 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
5Aydınlık KİTAP
Çağdaşlaşmanın iticigücü “var olabilme”
mücadelesi
EMPERYALİZME DİRENEN İKİ DEVLET: TÜRKİYE VE İRAN
CANSU YİĞİT
Batı toplumları özelinde coğrafi keşifler ile
başlayan süreçte yaşanan iktisadi dönüşüm
Aydınlanma, Rönesans ve Reform gibi ha-
reketlerle fikri zemine oturmuş ve bu iktisa-
di ve fikri dönüşüm 1648 İngiliz Devrimi, 1789
Fransız Devrimi gibi atılımlarla siyasi ve sos-
yal hayatın da değişiminin itici gücü olmuş-
tur. En genel ifade ile tarım toplumundan sa-
nayi toplumuna geçiş diye adlandırabilece-
ğimiz bu iktisadi ve toplumsal dönüşüm ken-
dine yeni temsil araçları geliştirmiş, bu çer-
çevede “modern” yaşam biçimi oluşturmuş-
tur. Sanayileşmeye dayalı yeni iktisadi yapı-
nın beraberinde getirdiği pazar arayışı Batı-
yı Doğu ile “ilgilenmeye” itmiş ve bu ilgi Doğu
toplumlarına söz konusu değişime ait yeni-
liklerin, aktarılması sürecini başlatmıştır.
ÇA�DA�LA�MANIN KAYNAKLARIBatının 18. yüzyıl itibari ile artan pazar ihti-
yacı Doğuda kendini sömürge olma tehlike-
siyle göstermiştir. Bu anlamda geç
de olsa çağdaşlaşmasını tamamla-
yarak Avrupa devletleri arasına gi-
rebilmiş Rusya ile yapılan savaş-
larda alınan yenilgiler İran’ın, Ba-
tının gücünün farkına varmasını
sağlamış ve bu güç ile mücadele
edebilmenin yolları aranmıştır.
İşte Osmanlı Devleti’nde olduğu
gibi İran’da da çağdaşlaşma fikri
Batı karşısında var olabilme mü-
cadelesi olarak gündeme gelmiş-
tir. Henüz tam sömürge olmayan
bu ülkelerde yenileşme isteğinin temel nedeni
devleti güçlendirme, merkezileşme ve yabancı
baskılarına karşı koyabilme olduğu için Batı
tarzı yenileşme çabaları ilk önce askeri ku-
rumlarda kendini göstermiştir.
İran’da yenileşme-dönüşme isteği, Ba-
tı’daki gibi toplumsal bir sınıfa dayanmadığı
için süreklilik gösterememiş çoğu zaman de-
ğişen bürokratlarla birlikte yenileşmenin hızı
da farklılık göstermiştir. Toplumsal sınıf des-
teğinin eksikliği, zaman zaman değişime kar-
şı toplumda direnç odaklarının ortaya çık-
masına da yol açmıştır.
Celal Metin tarafından kaleme alınan
“Emperyalist Çağda Modernleşme”nin kay-
nakçası göz önüne alındığında uzun soluklu
bir çalışmanın ürünü olduğu açıktır. Modern
İran üzerine Türkçe eser sayısının azlığını dik-
kate aldığımızda ise çalışmanın önemi daha
da artmaktadır. Celal Metin eserinde Türk ve
İran çağdaşlaşma süreçlerinin düşünsel kay-
naklarını ve önderlerini karşılıklı olarak in-
celemekte ve Türk yenileşme hareketlerinin
İran yenileşmesine özellikle düşün alanında
etkilerini tartışmaktadır.
TÜRK VE �RAN ÇA�DA�LA�MASÜREÇLER�NDEK� PARALELL�K19. yüzyılın sonlarında emperyalizmin artan
baskısı altında hükümdarların ve bürokratların
yeterince önlem almadığını düşünen ya da em-
peryalist müdahaleye davetiye çıkardığına ina-
nan muhalif gruplar hem yeni bir ideolojik
söylem hem de yeni bir yönetim arayışına gi-
riştiler. Hem Türkiye’de hem de İran’da
meşrutiyetin ilan edilmesi ile ülkenin içine sü-
rüklendiği kaosun çözüleceğine inanan ay-
dınlar ülkelerindeki siyasal baskının zorla-
masıyla yurt dışında kendilerine “yaşam ala-
nı” bulabilmiş ve buradaki uygulamalardan
özellikle İngiltere’deki parlamento yapısından
büyük oranda etkilenmişlerdi. Gittikçe daha
yüksek sesle dile getirdikleri anayasal düzen
özlemlerini laik, halkçı ve özgürlükçü bir ze-
mine oturtmakla beraber politik anlamdaki
sınırlı bilgilerinden dolayı iktidara geldikle-
rinde sancılı bir süreç yaşamışlardı.
Türk çağdaşlaşmasında önemli bir dö-
nüşümü simgeleyen II. Meşrutiyet hareketi ve
Jön Türkler, devleti içine düştüğü çıkmazdan
kurtarmak ve tüm gerici unsur-
ları tasfiye ederek devlet ku-
rumlarına yeni bir soluk getirmek
üzerine oturttukları siyasal he-
defleriyle toplumsal taban ve
kültürel iklim yaratmaya çalışmış
ve başarılı da olmuşlardı. İran
muhalefeti ise laik siyasal müca-
dele geleneğinin yoksunluğu, top-
lumsal parçalanmışlık ve Şii din
adamlarının toplum üzerindeki
etkin rolünden dolayı Jön Türk’le-
re göre daha kolay elde ettikleri
meşruti yönetimin kalıcılığını sağ-
layamamışlardı. Hem Jön Türkler hem de
İran meşrutiyetçileri arasında Rus ve İngiliz
emperyalizmine karşı Alman dengesine yas-
lanma fikri ve Japon modernleşmesinin öz-
gün modeli çok sık tartışılmıştır.
Celal Metin kitabının son bölümünü
Mustafa Kemal ve Rıza Şah’ın karşılaştırmalı
bir değerlendirmesine ayırmış. Rıza Şah,
belli bir doğrultuda devrimlerini hayata ge-
çiren Mustafa Kemal’i yakından izliyor, Mus-
tafa Kemal’de Rıza Şah’ın Türkiye’deki ye-
nilikleri İran’da uygulamasını olumlu bulu-
yordu. İki toplumun birçok benzerlikleri ol-
duğu gibi farklılıkları da azımsanmayacak öl-
çüde olduğu için yenileşmeye dönük faali-
yetleri de birbirine benzemekle birlikte top-
lumda farklı seslerin çıkmasına yol açabili-
yordu. Mustafa Kemal Türkiye’de gerici un-
surların tasfiyesinde başarılı olmuştu, ancak
Rıza Şah’ın karşısında toplumsal hayatta
hala güçlü söz sahibi olan Şii ulema vardı. Ce-
lal Metin, “Rıza Şah ile Atatürk arasında bir-
çok benzerlik sıralanabileceği gibi çok daha
fazla farklılık bulunabilir. Yine de her iki ön-
der şahsiyet tarihsel süreçte her iki ülkenin
modernleşme çabalarına damgalarını vur-
muşlardır” değerlendirmesinde bulunuyor.
(Emperyalist Çağda Modernleşme, Ce-lal Metin, Phoenix Yayınevi, 392 s.)
10 A�USTOS 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
“CİNAYET MEVSİMİ” VE “MÜRURUZAMAN CİNAYETLERİ”NİN YAZARI SUAT DUMAN:
PINAR AKKOÇ[email protected]
Son yıllarda ülkemizde polisiye kurguya
karşı ilginin arttığını gözlemliyoruz. Poli-
siye romanlar çok satanlar listelerinin ba-
şında geliyor. Yine milyonları ekrana ki-
litleyen diziler polisiye romanlardan esin-
lenme. Suat Duman iki kitabıyla bu alan-
da sesini duyuran genç yazarlardan. Du-
man’la polisiyenin edebiyattaki rolü, ka-
rakteri ve yeni basımı yapılan romanı
“Cinayet Mevsimi” üzerine konuştuk.
İlk basımı 2008’de yayımlanan “CinayetMevsimi”, kısa süre önce yeni basımınıgerçekleştirdi. Bu arada ikinci romanınız“Müruruzaman Cinayetleri” de okurla bu-luştu. Kahramanınız Mehmet Cemil, şe-hir değiştirerek Ankara’dan İstanbul’ageldi. Polisiye atmosfer yaratmak açı-sından bazı şehirlerin daha avantajlı birdekor oluşturduğu söylenebilir mi, yoksabunun pek bir önemi yok mudur?Doğrudur, bazı şehirler, biz onu hikâye-
mize mekân seçmeden çok önce, yapısal
özellikleriyle, tarihsel dokusuyla, şairlerin,
yazarların kattıklarıyla zihinlerde bir şek-
le, anlama bürünmüştür bile. Şehrin yapısal
özellikleri, öyküde atmosfer için önemli.
Fakat bir şehrin yansız, belgesel tasviri tek
başına yeterli değil gibi geliyor bana. Ro-
manlarımda mekanın yalnızca bir dekor
olarak değil, bir karakter olarak yer al-
masına çaba harcıyorum. Bunun hikaye-
yi, şehre yapıştırılmış bir fazlalık olmaktan
kurtaracağını düşünüyorum. Polisiye, şe-
hirle bütünleşmeyi gerektiren bir tür. Do-
layısıyla şehir ve karakterler beraber ne-
fes alabildikleri sürece Türkiye'nin hangi
şehrinde geçerse geçsin, Muğla, Van ya da
Adana fark etmez, sözünü ettiğiniz at-
mosferin okura kendini hissettireceğini
varsayıyorum.
Mehmet Cemil’i “Cinayet Mevsimi”ndeAnkara’da hukuk fakültesinde okuyan,yarı dedektif bir öğrenci olarak tanıdık.Cinayetleri aydınlatırken yardım aldığı in-sanlar da büyük çoğunlukla kendi arka-daş çevresinden, kantinden… Polisiyeedebiyat tarihinin en genç ve “amatör” de-dektifi diyebilir miyiz Mehmet Cemil’e?Evet, cinayetleri en başta bir oyun gibi gör-
mesi, bir film içinde yaşar gibi sürüklenip
gitmesi göz önünde tutulunca genç, hat-
ta çocuk bile diyebiliriz Mehmet Cemil’e.
Tabii yaşı itibarıyla da öyle. Gönülsüzlü-
ğü, müdahale etmekten korkması, çözme
iradesini bir türlü gösterememesi de ama-
törlüğünden kaynaklanıyor şüphesiz. De-
dektiflik hevesiyle işe koyulup, kalkıştığı
işin seyirlik bir maceranın öte-
sinde olduğunu anladıkça ama-
törlükten ilelebet kurtulama-
yacağını da içten içe hissediyor.
“Müruruzaman Cinayetle-
ri”nde maceraya daha gönüllü
görünse de bir cinayeti aydın-
latmakla, adaleti sağlamanın
her zaman aynı anlama gel-
meyebileceğini görmesi, olaya
profesyonel gözüyle bakması-
nı olanaksız kılıyor. Dahası
profesyonellikten midesi bu-
lanıyor.
“POL�S�YEY� AYRIMSIZ OKURUM”Ernest Mandel, ünlü incelemesi “HoşCinayet”te polisiye edebiyata dair önem-li bir sınıfsallık vurgusu getirir ve suç iliş-kilerinin toplumsal yapıdaki yerini sor-gular. Benzer bir yaklaşımın, yerli-yabancıpek çok yazarla birlikte sizin kitapları-nızda da görüldüğünü söyleyebilir miyiz?
Mandel’in bu yaklaşımı konusunda nelersöyleyebilirsiniz?Polisiye okumayı seviyorum ve neredeyse
ayrımsız okuyorum. Fakat sıra yazmaya ge-
lince tercihim üstün zekâlı katillerin ci-
nayetlerini çözmeye çalışan matematik de-
hası dedektiflerin hikâyelerin-
den yana olmuyor, ne kadar
sevsem de olamıyor. O nokta-
da yazınsal tercihim, politik
yaklaşımımdan ayrı kalamıyor.
Cinayet bir kusurdur en hafif
ifadesiyle, o nedenle kusursuz
cinayetler kurgulamayı, ede-
biyat hevesiyle bile olsa, doğru
bulmuyorum. Katilin fiilini es-
tetize ederek olumlamak be-
nim işim değil. Sınıfsal analiz-
leri yapıldı mı bilmiyorum ama
evet Agatha Christie romanları
da dahil, sosyo-ekonomik yapının çar-
pıklıkları polisiyelere istisnasız girmiştir. İn-
sanların birbirini öldürmeye başladığı
nokta, sistemin kendini en net ele verdi-
ği noktadır ne de olsa. Bana gelince, ken-
dimi kısıtlamak istemem ama politik po-
lisiyelere yatkın olduğumu söyleyebili-
rim. Fransız Leo Malet’i, Yunanlı usta Pet-
ros Markaris’i türün üstadları olarak gör-
düğümü söylemem yeterli olur sanırım.
Mehmet Cemil “Cinayet Mevsimi”nde biryandan öğrenci dünyasını, bir yandan dasık sık bindiği banliyö trenlerinde halk-tan insanları gözlemliyor. Bir dedektifinya da polisiye yazarının “sokakla” bu türtemasının önemi, yararı nedir?Mehmet Cemil bu insanları sadece göz-
lemlemiyor, onların arasında yaşıyor, on-
lardan biri. Türkiye’de yazılacak polisiye-
nin hayatın günlük akışıyla, sokakla, ma-
halleyle ve gerçeklikle sıkı bağlar kurma-
sı gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki
Türkiye’de hayatın kendisi polisiyedir. Ka-
pıların sabaha karşı sertçe vurulması için
darbe dönemlerini beklemeye gerek kal-
madı biliyorsunuz, yasal izin almadan el
koyma işlemleri yapılıyor, gerekçe olmadan
tutuklama kararları veriliyor. Adi suçlarda
da çeşitlilik ve sayısal çokluk büyük bo-
yutlarda. Sadece üçüncü sayfaların takip
edilmesiyle parlak fikirler geliştirilebilir. Bu,
işin bir yönü. Diğer taraftan sokak yalnız-
ca “vaka”yı görmek için değil, halkımızın
kimi zaman yılgın, kimi zaman kurnaz, çoğu
zamansa umutlu ve yaratıcı pratiğini gör-
mek, gözlemlemek için de yegânedir. Bana
kalırsa sokak her şeydir.
“Ne yazık ki Türkiye’de hayatınkendisi polisiyedir”
“Cinayet bir kusurdur en hafif ifadesiyle, o nedenle kusursuz cinayetler kurgulamay�, edebiyathevesiyle bile olsa, do�ru bulmuyorum. Katilin fiilini estetize ederek olumlamak benim i�im de�il.
S�n�fsal analizleri yap�ld� m� bilmiyorum ama evet Agatha Christie romanlar� da dahil, sosyo-ekonomik yap�n�n çarp�kl�klar� polisiyelere istisnas�z girmi�tir. �nsanlar�n birbirini öldürmeye
ba�lad��� nokta, sistemin kendini en net ele verdi�i noktad�r ne de olsa.”
KAPAK
10 A�USTOS 2012 CUMA 7KAPAK Aydınlık KİTAP
S�NEMAYLA TEMAS“Cinayet Mevsimi”, sinemadan, filmler-den çok söz eden bir kitap. Hatta entri-kanın çözülmesinde de sinema sanatınınbelli bir payı var. Sinemayla ilginiz ne dü-zeyde, yazarken size ne gibi avantajlar sağ-lıyor film izlemek?Doğru söylüyorsunuz, sinema ile paslaşan
bir roman oldu “Cinayet Mevsimi”. Onun
kadar olmasa da “Müruruzaman Cina-
yetleri”nde de sinema ile koltuk teması var.
Plastik açıdan, sıklıkla tersini duysak da si-
nemayı besleyenin edebiyat olduğuna ina-
nıyorum. Sinemadan uzak durmanın ola-
naksızlığı da ortada. Yaratıcı yönetmen-
lerin sinema dillerinden, hikâyelemede
başvurdukları yöntemlerden belli sonuç-
lar çıkarıyorum elbette. Yine de iyi bir fil-
min bana ve yazmakta olduğum romana
asıl katkısı, iyi bir sanat eseri görmüş ol-
manın verdiği coşkudur.
Türkiye, “Bizde polisiye roman yazılamaz,çünkü planlı-incelikli cinayet işlenmez.Adam alır gelir baltayı, önüne gelenidoğrar” noktasından, polisiye edebiyatıngeniş bir yelpaze oluşturduğu bir nokta-ya geldi. Bunu neye bağlıyorsunuz? Tür-kiye’deki hangi olumlu-olumsuz dina-mikler polisiye edebiyatı geliştirdi?Korkarım polisiye edebiyatın çok ve iyi ya-
zıldığı ülkelerde de “adam eline baltayı alı-
yor ve önüne geleni doğruyor.” Gözden
kaçansa romanı katilin değil, yazarın ka-
leme aldığı. Bazı ülkelerin katillerini bile
idealize eder hale geldik. Fakat söyledi-
ğinizde gerçeklik payı da var. Bunu da, ka-
tillerimizin düz mantıkla çalışmalarından
çok, edebiyatımızın -aslında sinemamız
için de geçerli- korku, komedi, polisiye gibi
türlerin net bir şekilde bölümlendiği bir
edebiyat olmamasına bağlıyorum. Okurun
bu türleri yabancı örnekleriyle tanıması,
yerli yazarları da baskı altında tuttu uzun
süre. Okurun esnemesi, yazarın cüreti bu
döngüyü kırmış olabilir.
ADALETE ULA�MANINEN UZUN YOLUAvukatlık yapıyorsunuz. Bir yazar olarak,suçun ve suçlunun dünyasına avukatcübbesiyle mi bakmak daha geniş ola-
naklar tanıyor size, yoksa kürsüden (ha-kim, savcı) bakmanın da başka yararla-rı var mı?Aslında bir yazar olarak herhangi bir
cübbeyle bakmayı doğru bulmuyorum.
Nesnellik, okurun kandırılmayı asla kabul
etmediği polisiye edebiyat için olmazsa ol-
mazdır. Yasanın çizdiği sınırların dışında
bir avukatlık da pek olası değil yanı sıra.
Olsa olsa politik bir tavır olarak savun-
manızı, hukukun içinde ama yasanın dı-
şında inşa etmeniz söz konusu olabilir. Bu-
nun parlak örneklerini biliyoruz. Zama-
nında Halit Çelenk’in, Çorum ve Sivas da-
valarının kahraman avukatlarının yaptık-
ları savunmaları ve avukatlık mesleğine ka-
zandırdıkları şerefi hep biliyoruz. Bu-
günlerde o kahraman mirasını Ergenekon
savunmalarında görüyoruz. Tarihsel de-
ğerdedirler, suçun ve suçlunun dünyasını
yasalar üzerinden değil politik bağlantı-
larıyla çözmüş ve çökertmişlerdir. Belki bu
nedenlerle avukatlık mesleği, hakim ve sav-
cılık mesleğine kıyasla, olguya, yazılı me-
tinlerin ötesinden de bakma olanağı veri-
yor. Kendimi bu nedenle bu tarafa daha ya-
kın hissediyorum sanırım.
Günümüz Türkiye’sinde hukuk-adaletilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?Günümüz Türkiye’sinde adalete ulaşma-
nın en uzun yolu hukuktur. Yapısal so-
runlar malûm. Mahkemeler çalışamaz
hale gelmiş durumda. Hakkının teslim edil-
mesini bekleyen yurttaş, adaleti farklı
mekanizmalarda aramaya itiliyor. İşin kö-
tüsü sistem de buna eğilim gösteriyor.
Yeni çalışmalarınız ve projeleriniz hak-kında bilgi verebilir misiniz?Yeni bir roman yazmakla meşgulüm bu-
günlerde. Henüz iki bölüm yazabildim. Bi-
raz ağır ilerlemekle beraber, diğer ro-
manlardaki dilin yinelenmesi tuzağına
düşmemek adına böylesinin daha isabet-
li olduğunu sanıyorum. Kısaca, işçi ölüm-
leriyle mücadele eden bir tersanede işle-
nen bir cinayet ve bu cinayetin düğümü-
ne dolaşan bir işçiyi merkeze alan bir hi-
kâyesi var romanın.
Teşekkürlerimizle… Ben teşekkür ediyorum.
10 A�USTOS 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Her �eyin parayla oldu�u; her �eyi, �airlerinin hayatlar� bile sat�l�k ülke… Bir yudum suyu, Allah’�nselam�n� bile al�n�r sat�l�r bir meta yapt� bu paragöz düzen. Selam veriyorsun alm�yor adam, belki bir �eyisteyeceksin diye, o kerte… Oysa iftar çad�rlar�ndan geçilmiyor en yoksul beldede bile! Hay�r hasenat
denince insan�n akl�na hep eski, masals� ça�lar�n gelmesi de bu yüzden i�te…
GÜLDEN TERAZİ
80 yaşını çoktan geçmiş olduğunu
ancak yakına geldiğinde anlayabil-
miştik; uzaktan hayli genç ve dinç gö-
rünüyordu oysa.
Omuzundaki, askerlere özgü sırt
çantasının ağırlığını hayıt dalından ya-
pılma bastona vermiş, traktörlerin
gide gele yol ettiği tarla kenarından,
bir şey arar gibi çevresine bakınarak
ağır ağır yaklaşıyordu. Geldi geldi gel-
di, sonra yumuşak bir dönüşle yoldan
içeri saptı. Boyu az dikçe bir ahlat ağa-
cının önünde durdu. Çevresini do-
landı. Aradığını bulmuşlara has gü-
lümsemeyle aydınlanmıştı yüzü. Bas-
tonunu, ağacın bilek kalınlığındaki
gövdesine dayadı. Çantasını indirdi ve
bir testere ile çeşitli boylarda kesilip
hazırlanmış dal çubukları çıkardı.
Ne yaptığını bilenlere özgü, ken-
dinden emin ve yumuşak hareketler-
le usul usul ahlatın dikenli dallarını
budamaya başladı. Sadece gövde ka-
lıncaya dek budadı, budadı, budadı.
Sonra dal çubuklarından aşı kalemleri
hazırladı ve bunları ağacın gövdesin-
de açtığı yuvalara yerleştirdi. Sonra da
eski bir bez parçasından cırdığı şerit-
lerle sıkıca sardı. Sanki sihirliydi par-
makları, ağaç bir anda çiçeklenip
meyvaya duracakmış gibi geldi bana…
DEL�CELERE DE�EN S�H�RL�PARMAKLAR
Dallarını araladığımız zeytin ağacın-
dan inip yanına vardığımızda işini çok-
tan bitirmiş, keyifle sigarasını tellen-
diriyordu. Selam verip oturduk. “Ge-
len geçen ağzını tatlandırsın” diye ner-
de bir delice (yabani) elma, armut,
erik görse aşılıyormuş. “Kaç gündür
aklımdaydı bu” dedi, “kısmet bugü-
neymiş. Birkaç yıla varmaz yersiniz
meyvasını…” Gözleri ışıl ışıl konu-
şurken. Adını sormayı akıl edemedim
nedense. Sonra da kendisini bir daha
görmedim zaten. Ama ne zaman aşı-
lanmış meyva ağacına rastlasam ak-
lıma bu yaşlı adam gelir; sanırım ki bü-
tün delicelere onun parmakları değ-
miştir.
Köyümüzün Hikmet Abisi de böy-
leydi, rahmetli. Kimin tarlası olursa ol-
sun fark etmez, gözüne kestirdiği, kı-
vama gelmiş zerdaliyi, narı ya da ba-
demi aşılayıp çıkardı ağzında uzun,
usul bir türkü:
“Karanfilin moruna
Ölüyorum yoluna…”
�A�RLER�N�N HAYATLARISATILIK ÜLKEBöyle insanlar azalıyor git gide. 90’ında
ceviz dikenler; çeşme yapan, kilomet-
relerce uzaktan su getiren, kilometre-
lerce uzaklara yol götürenler birer bi-
rer çekiliyorlar göğe İsa gibi. Yaşar Ke-
mal’in o bir cümlelik güzellemesi, asıl
böyle kimseler için: “O iyi insanlar, o gü-
zel atlara bindiler çekip gittiler…”
İçme suyu pet şişelere koyup satıl-
maya başlayalı, bir tas su içebileceğimiz
sokak çeşmesi, bir bardak su isteyebi-
leceğimiz bir kapı kalmadı. İstanbul’da,
Ankara’da, İzmir’de, Adana’da, Kon-
ya’da, hasılı bütün şehirlerimizde sokak
çeşmeleri kupkuru, gözlerine mil çe-
kilmiş masal kişileri gibi âmâ. Sanki Fer-
hat’ın ab-ı hayat akıtan gürzü o kaya-
ları bu ülkenin mazisinde yırtıp yırtıp
ayırmamış! Su her yerde parayla çün-
kü. Hem de iki kere. Bir musluktan
akarken bir de lavabodan giderken.
Suyu halka parasız dağıttığı için mah-
kemeye verilen Dikili Belediye Başka-
nı da bu ülkenin gerçeği, akar ve akmaz
tüm suları yandaşların ortak olduğu ya-
bancı şirketlere peşkeş çekenler de…
Her şeyin parayla olduğu, her şeyi sa-
tılık bir ülke... Her şeyi ama! Şairleri-
nin hayatları bile… Allah’ın selamını
bile alınır satılır bir meta yaptı bu pa-
ragöz düzen. Selam veriyorsun almıyor
adam, belki bir şey isteyeceksin diye, o
kerte… Oysa iftar çadırlarından geçil-
miyor en yoksul belde bile!
Eskiden bu tür Ramazan etkinlik-
lerini “hali vakti yerinde” kimselerle,
devlet ileri gelenleri düzenlerlermiş.
Günümüzde işi belediyelerin üstlenmesi
siyaset gereği. Hayır hasenat denince in-
sanın aklına hep eski, masalsı çağların
gelmesi, alan elin veren eli, veren elin
de alan eli görmemesi gerektiği düs-
turundan. Zamanın da silgisi var öte
yandan; yoksa o büyük iyilikseverler bir
vakitler yaptıkları zulüm ve kötülükle-
ri halka nasıl unuttururlardı!
ÇE�ME DEL�S� B�R�EYHÜL�SLÂMAşılama, su, çeşme, hayır hasenat de-
yince Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Beş
Şehir”inin “Bursa’da Zaman” başlıklı
bölümünü anmadan geçmemeli. Tan-
pınar burada Evliya Çelebi’ye göre
“sudan ibaret” Bursa’nın çeşmelerini
anlatırken büyük iyilikler yanında bü-
yük kötülüklere de batıp çıkmış bir
adamdan söz eder. Bu, Şeyhülislâm Ka-
raçelebizade Aziz Efendi’dir. “Deli İb-
rahim’in hal’i ve katli esnasında o ka-
dar zalim davranan ve saltanatın ilk yıl-
larında IV. Mehmed’i bütün vezirleri
arasında azarlamaktan çekinmeyen bu
acaip ruhlu âlim, ikbali seven, fakat onu
haşin mizacı yüzünden bir türlü elinde
tutamayan bu zeki, zarif, kibar fakat ge-
çimsiz adam Bursa’nın hayatına ol-
dukça garip bir şekilde girer. Menfası-
nı değiştirttiği bu su şehrinde çeşme
yaptırmayı kendine biricik eğlence edi-
nir ve servetinin mühim bir kısmını bu-
nun için harcar.” (Beş Şehir, MEB
Yayınları, İstanbul 1989, s. 117-118).
Bu çeşme delisi Şeyhülislâm, aynı
zamanda, 17. yüzyıl tarih yazarların-
dandır. “Ravzatü’l Ebrar” adlı eseri,
dört bölümden oluşan genel bir dünya
tarihidir. Kanunî’nin cülusundan ölü-
müne kadarki olayları, dönemin vezir
ve bilginlerinin hayatlarını kaleme al-
dığı “Süleymanname”si dışında bir de
Revan ve Bağdat’ın fethini ele alan “Ta-
rih-i Feth-i Revan ve Bağdad” eseri var-
dır. Karaçelebizade Aziz Efendi tam iki
yüz çeşme yaptırmış Bursa’ya. Tanpınar,
Karaçelebizade’nin Şehirde böyle bir
hayrata ihtiyaç olmadığını düşünmeden
yaptırdığı ve halkın hâlâ “Müftü Çeş-
meleri” dediği bu yapıları ve öyküsünü
kitaplardan okuduğunda biraz şaşırmış
hatta gülmüştür de. “Fakat Bursa’ya gi-
dip de bu şehrin üstünde, günün her
ânına tılsımlı aynasını tutan su sesleri-
ni dinleyince yavaş yavaş Karaçelebi-
zade’ye hak ver”miştir. Kitaptaki bir çok
güzellemelerden birisini de ilerleyen sa-
tırlarda Karaçelebizade’ye düzen Tan-
pınar, “Zavallı Aziz Efendi!” diyor;
“Şimdi onu Bursa sokaklarında, arka-
sında Bursa vakıflarında çalışan mimar,
kalfa ve su yolcularının teşkil ettiği kü-
çük bir kalabalıkla dolaşır ve bu iki yüz
çeşmenin yerlerini bir bir işaretlerken
görüyor gibiyim. Şüphesiz ara sıra ba-
şını kaldırıyor, açık Bursa havasından
billûr renkli kavislerin birbirini kate-
deceği büyük toplanış noktalarını ve
hepsinin birden bu şehrin semasında ya-
pacağı âhenkli âlemi düşünerek bir or-
kestra şefinin ve bir iç âlem mimarının
gururuyla gülümsüyordu.” (s. 119).
Tanpınar’ın bu kitabı yazdığından
bu yana 50-60 yıldan fazla bir zaman
geçti. Bursa şimdi, o zamanlarki ha-
linden en az on kat daha büyük. Ka-
raçelebizade ve yaptırdığı iki yüz çeş-
me çoktan tarihe karışsa da, halk mu-
hayyilesi böyle şeyleri yaşatmanın bir
yolunu buluyor.
PER�YOD�K CETVEL DEL�S� B�RALLAH ADAMIAziz Efendi kadar olmasa da kendi ken-
disinin kötülüklerine batıp çıkmış bir
başka adam da Haldun Çubukçu’nun
“Allah’ın Adamı” romanında anlattığı
dağ delisi, periyodik cetvel delisi, atle-
tizm aşığı Emin Ünal.
“Allah’ın Adamı”, kırkına kadar de-
licesine bir tutkuyla -alkolizm derece-
sinde- bağlı olduğu içkiyi bir anda bı-
rakıp spora başlayan, alkolde olduğu
gibi atletizmde de başarılar kazanan, o
yaşta katıldığı birçok ulusal yarışmada
dereceler elde eden gerçek bir kişinin
romanı. Emin Ünal, Hürriyet gazete-
sinin düzenlediği “Dedeler Koşusu”nda
bir kez de birinci olur. Sadece kendi ça-
lışmasına borçlu olduğu bu birincilik-
te dünya rekorunu kılpayı kaçıran
Emin’de atletizm tutkusu, ona her şe-
yini, bütün hayatını, hatta bir oğlunu ve-
recek kadar güçlüdür.
Ama bir delidir Emin! Hatta ki-
milerine göre “zırdeli”dir! Çalıştığı
devlet dairesine içkili gelecek denli gece
gündüz sarhoş gezmek nasıl bir deli-
likse, tövbe istiğfar edip atletizme baş-
lamak da o denli deliliktir çünkü top-
lumun gözünde. “Allahın Adamı” bi-
yografik bir roman değil sadece, to-
pografik bir roman aynı zamanda. İn-
sanın dağlarını, ovalarını, vadilerini, ya-
maçlarını, uçurumlarını anlatan bir
roman.
Çubukçu’nun Emin’i seçmesi onu
ve onun çevresini iyi biliyor olmasından
çok, Emin’in anlatılmaya değer, hatta
anlatılması gerekli, bilinmeyen sessiz bir
efsane oluşundan.
Ne yazık ki, yazarın Ezel Akay’la or-
tak romanı Ergenekon tertibinin tam
üstüne gelen “Yargu” gibi, gerçek bir
anlatı şöleni olan “Allah’ın Ada-
mı”ndan da yeterince söz edilmedi. Bı-
rakalım başka gazete ve dergileri, Ay-
dınlık Kitap dahi görmedi “Allah’ın
Adamı”nı. Oysa umulur beklenirdi ki,
kapağa çıkarılsın, geniş bir röportaj ya-
pılsın Çubukçu ile.
Öyleyse, çuvaldızı biraz da kendi-
mize batıralım:
Aydınlık kültür-sanat da, Aydınlık
kitap da perdenin altına saman çöpü
koymakla meşgul…
Perdenin altına saman çöpü ko-
yarsanız, türkü dağlara çıkar!
MEC�T ÜNAL
Zamanın silgisi de olmasa o büyükiyilikseverler, yaptıkları kötülükleri
halka nasıl unuttururlar!
M. SALİH [email protected]
“Virgüllerle konuşan bir herifti, ağır birroman gibi.”
Raymond Chandler,
The Long Goodbye
11 Mayıs 2012 tarihli yazımda, Yordam Ki-
tap’ın China Miéville’in “Perdido Sokağı
İstasyonu” kitabını yayınladığını duyur-
muştum. Kitapla birlikte Steampunk ev-
renine ve edebiyatına da bir bakış atmış-
tık. Hatırlamak için yazıyı Aydınlık Ga-
zetesi’nin internet sitesinde, Kitap Eki ar-
şivinde ve Yordam Kitap’ın internet site-
sinde bulabilirsiniz. Kitapta en göze çar-
pan detayın, Miéville’in zaman zaman
inanılamayacak boyutlara ulaşan detaylı
mekân kurgulaması olduğunu bir kez
daha hatırlayalım. Bu şekilde nefes alıp ve-
rebilen bir mekân kurgusunun üstüne
çıkmayı da ancak Miéville başarabilirdi.
Kemerlerinizi bağlayın çünkü Yordam
Kitap, Mehtap Gün Ayral’ın tercümesiy-
le “Şehir ve Şehir” (The City and The City)
kitabını da dilimize kazandırdı.
KURGU KURALLARI VE ÖZNELL�K
Hem bilim kurgu hem fantastik kurgu hem
de cinayet/gizem roman türlerini barındıran
“Şehir ve Şehir” tema olarak Miéville ilgi
duyduğu bütün edebiyat alanlarını kay-
naştırıyor. Kitabın öncül konusu, cinayet
romanlarında klasikleşmiş halde bulunan,
bir sokakta öldürülen bir genç kadın-ve el-
bette ilk etapta bir hayat kadını olduğu sa-
nılması klişesiyle birlikte, cinayetin araş-
tırılması ve gitgide birbiriyle bağlaşan
daha büyük bir komploya doğru biraz ka-
ranlık, biraz noir bir yolculuğa çıkıyoruz.
Tecrübeli okurun aklına şu soru gele-
cektir? Bu kadar klişe, artık binlerce kez
tekrarlanmış bir cinayet kurgusuyla nereye
varılabilir ki? Eğer Miéville değilseniz hiç-
bir yere varamazsınız. Hatta kitapla ilgi-
li asla yapılmaması gereken ve fanteziy-
le de çelişen fakat kitapta bulunan, ihlal
edilen başka kurgu kurallarını da sayabi-
lirsiniz, örneğin; “zaman ve mekan hak-
kında kurguda seziye sahip olmalısınız”,
“yazarın kişisel siyasi görüşleri gözünüzün
içine sokulmamalı metin altında veril-
melidir”, “kitabı okurken size aynı konuda
yazılmış onlarca kitabı anımsatmamalıdır”,
“öyküde işlevi bulunmayan kadın karak-
terleri kullanmaktan kaçınmalısınız (fan-
tezi okurları lütfen bu kural doğrultusunda
bugüne kadar okudukları romanları tek-
rar anımsasınlar)”, “türlerin karışımı sa-
dece aksiyon içeren romanlarda işe yarar”,
“teknoloji ve mühendislik hakkında de-
taylı bir alt yapı oluşturmuyorsanız öy-
künüzde geçmemelidir”, “dönüp dolaşıp
kurgunuz, daha öykünün başında bile
ne olduğunu anladığınız büyük bir ‘sır’la
sonuçlanmamalıdır”, “yan yardımcı ka-
rakterleri defalarca yinelemenin ve biri
varken bir diğerini öyküye sokmanın ge-
reği yoktur.” Bütün bu kurgu kuralları yazı
mantığına yatkındır. Aksini yapmanız ve
ihlal etmeniz durumunda kurgunuz çö-
kecektir, tabi eğer Miéville değilseniz. Ya-
ratıcı yazarlık dersleri de veren Miéville’in
bu kitapla açıkça ortaya koyduğu, genel
geçer biçimde her yaratıcı yazarlık kur-
sunda dikte edilmeye çalışılan artık mo-
lozlaşmış ve çağının çok gerisinde kalmış
kurgu kurallarının ne kadar gereksiz ol-
duğudur. “Şehir ve Şehir”de bütün ku-
ralları birer birer elleriyle parçalarken,
“hayır, bu şekilde de güzel bir kurgu
mümkün” demektedir. Görünmeyeni ger-
çeğe bağlar, her kurgu düğümünde açığa
çıkardığı birkaç ipucuyla fikirlerini ört-
üştürür. Başka kurguları çağrıştırmasını
dahi, bilerek ve isteyerek yapar. Okuma
eylemi sırasında okuyucuda şekillenen
çağrışımları bir sonraki paragraftaki fel-
sefi çağrışımlarla kaynaştırır ve okuyu-
cusunun uyanık halde düş görmesine
müsaade eder. Teorik olarak bir bakıma
hiçbir şeyi anlatmadan pek çok şeyi an-
latabilmeyi başarır. Bu açıdan Miéville’in
bu dâhiyane kitabını herkesten önce mo-
lozlaşmış kurgu fikirlerini öğrencilerine
kusmaya çalışan özellikle ülkemizdeki ya-
ratıcı yazarlık atölyelerinin yazamayan ya-
zar öğreticilerinin okumasında fayda var.
Yazın serüveni farklılaşma ve fantezi
edebiyatını Tolkien ve müritlerinin bir-
birinin taklidi haline getirip klişeleştirdiği
acınılacak halinden uzaklara taşıma üs-
tüne kurulu yazarın söylevleri ile “Neden
olmasın?” şeklinde alelade şekilde sor-
mak arasındaki yegâne fark, başkalarının
“neden olmasın?” dediği yerde yazarın
gerçekliği de eserleriyle gözler önüne koy-
masıdır. Aynı şekilde İngiltere’de Sosya-
list İşçi Partisi üyesi olan ve aktif şekilde
siyasetle de ilgilenen, hatta Marksizm ve
uluslararası hukuk üstüne bir kitabı da bu-
lunan Miéville’den çıkartılacak bir başka
ders, siyasetin de en okunabilir, en anla-
şılabilir ve en örneklenebilir halinin kur-
guda, öykücülükte ve romancılıkta var ol-
duğudur. Alternatif bir gerçeklikte test
edilmemiş hiçbir fikir gerçeklikte uygu-
lamaya konulamaz ve yosun tutmaya, yoz-
laşmaya, ölmeye mahkûmdur.
Kitabın orijinalinde de bulunan arka
kapak yazısında “Şehir ve Şehir”in Kaf-
ka, Raymond Chandler, Philip K.
Dick’ten izler taşıdığından bahsediliyor.
Toplam ve öz kurgu anlamında katıl-
masam da mekândaki Kafkaesk gerilim,
protagonistin Dick romanından fırla-
mış tutarsızlığı ve yüzeye yerleştirilen
“pulp” kurgunun zaman zaman Chand-
ler’ı hatırlatması yadsınamaz.
EDEB�YAT KAR�YER�N�N Z�RVES�Mekân kurgusuna tekrar dönelim. Aynı
anda, alternatif şekilde aynı yerde bu-
lunan iki farklı şehri üst üste bindirmek
ve aralarında gezinmeye yol açmak teo-
rik olarak harika bir fikir gibi görünebilir.
Ancak gel görelim ki bunu uygulamaya
dökmeye başlarsanız –ki kitabı okuma-
dan şu noktada sadece böyle bir mekâ-
nı hayal etmeye başlamanızı rica ediyo-
rum- bunu inanılabilir, gerçekçi, öykü-
nüzle örtüşen ve kurgunuzda delik aç-
mayacak şekilde kurgulamak muazzam
bir emek gerektirir. Diyelim ki kurgula-
mayı başardınız, bir de bunu başka in-
sanlara anlatmayı deneyin. Bu açıdan ki-
tap hiç tartışmasız Miéville’in edebiyat
kariyerinin zirvesi ve en saygı duyulacak
yapıtı olarak görülecektir. Yazarın ka-
rakter kurgularında her zaman daha
büyük özen gösterdiği ve göz alan diya-
loglarından da bu romanında fazlasıyla
var. İnanılabilir, gerçekçi, durumla ör-
tüşen konuşmalarında, tekrar oku-
mamda nasıl yaptığını fark ettiğim (uzun
konu olduğundan tam olarak değinme-
yeceğim, temel olarak narsistik bir kur-
gunun olumlamasını gerçekleştiriyor di-
yaloglarda), cümlelerin ne kadar özen-
le seçildiğine dikkat etmek gerekir. Ge-
nel olarak Miéville’in karakterleri cüm-
leleriyle hayata geçiyorlar. Kitap hak-
kında tek eleştirim de Noir tadını sonuna
kadar yakalayarak bilim kurguyla ört-
üştürmek isterken, Miéville’in kendi
kurgu tarzına bu noktada yenik düşüp,
konuşarak değil susarak varlıklarını be-
lirginleştiren Noir karakterlerden uzak-
laşması olacaktır. Bu küçük ve belki de
benden başka kimsenin umursamayacağı
detay dışında İngilizce aslı 2009 yılında
yayımlanan, yeni kuşak fantezi ve bilim
kurgunun öncülerinden sayılan Miévil-
le’in bu kitabını kaçırmamanızı, zama-
nıyken keşfetmenizi tavsiye ediyorum.
“Perdido Sokağı İstasyonu” dilimize
tercüme edildiğinde, yeterli sayıda oku-
yucuya ulaşamaması ve bu şekilde önem-
li bir yazarın diğer kitaplarının tercü-
mesinin gün yüzü görememesi korkusu-
nu taşıyordum. Bu korkum tamamen or-
tadan kalkmış durumda. Yordam Ki-
tap’tan aldığım habere göre, yazarın di-
ğer kitapları da raflardaki yerini alacak.
“Perdido Sokağı İstasyonu”nun devam
kitabı “Scar”ı (Yara) Kasım ayına yetiş-
tirmeye çalışıyorlar. Devamında ise “Un
Lun Dun” ve “Kraken” geliyor. Yazarın
tüm kitaplarını dilimizde de okuyabile-
cek olmamız harika bir haber ve açıkça-
sı okumaya doyamadığım “Railsea”nin
tercümesini de elimde tutabilmek için sa-
bırsızlanıyorum.
(Şehir ve Şehir,China Miéville, Yordam Kitap,
Çev: Mehtap Gün Ayral, 332 s.)
10 A�USTOS 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP
Bilim kurgu okuruna noir ziyafet
China Miêville
10 A�USTOS 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
TÜRKİYE’NİN RUHUNU ARAYAN AYDIN: KEMAL TAHİR / 2
Doğu toplumlarındadinsel görevle gizlenenyağmacılık ve Devlet
Kemal Tahir, toplumun varl�k yoklu�unun Do�u’da devletlebiçimlendi�inin fark�ndad�r; ona göre en eski ve yerli kavram
devlettir. Nitekim �smet Pa�a’y� kendisine en yak�n cumhuriyetçigörmesinin nedeni de bu köklü devlet gelene�i fikridir
“… Her insan grubunun üyeleri ya bir tanr�dan, ya bir kahramandanya da bir hayvandan türemi�tir. Bu yüzden, soy miti tarihsel
dü�üncenin ilk tipidir ve en az�ndan bu bak�mdan “tarihi olmayantoplum yoktur” demek do�rudur. Asl�na bak�l�rsa, insanl�k tarihi
kökenleri aramakla ba�lam�� olmal�d�r.”
SEYYİT NEZİRHece Dergisi’nin hazırladığı “Türkiye’nin
Ruhunu Arayan Adam: Kemal Tahir” özel
sayısının (23/181) ana başlıklarını, Hece
imzalı sunudaki yaklaşım ilkesini ve sonuç de-
ğerlendirmesini geçen hafta şöyle vermiştik:
Ne ki, Kemal Tahir, bütün içtenliğine karşın,
baktıklarında “Türkiye’nin ruhunu bula-
mamıştır”. Çünkü bu toprağın insanını
“künhüne vakıf olacak şekilde anladığını söy-
lemek mümkün değildir”. Üstelik “Türki-
ye’de İslâm, her zaman yerli düşüncedir; yer-
leşmeyi / yerlileşmeyi başarmıştır. ... sosya-
lizmin yerli düşünce olması halâ imkânsız gö-
rünmektedir.” (Hece, s.11)
Hece’ye göre, Kemal Tahir düşüncesinin
“önündeki en önemli engel”, “dinin önemi-
ni inkâr etmemekle birlikte toplumu bir ara-
da tutan esas gücün Devlet olduğu inancıdır”.
Bu yargı, eski politikacılardan Ferruh Boz-
beyli’nin, “solcuları sağcılardan daha yakın bu-
luyorsunuz, niçin” sorusuna,
İsmet Paşa’nın verdiği, “çünkü
onlarda devlet fikri var” yanıtını
anımsatıyor. Gerçekten de İs-
lâm’ın Türkleri ve Türklüğü
ele geçirme süreci henüz ta-
mamlanmamış olup bin yıllık
geçmişe gider. Yine Kemal Ta-
hir için Türklerin Osmanlı’dan
önceki tarihlerinin bugün ve ge-
lecek açısından pek bir derinliği
yoktur. Tarihi Osmanlı’dan geri
götürme kaygısının olmayışını
“Devlet Ana” romanıyla da açıkça anlattı za-
ten. Bu yüzden İslâmî Osmanlıcıların kendi-
sine yakınlık duyması şaşırtıcı değil... Oysa Kâ-
zım Mirşan ve Haluk Tarcan’ın araştırmala-
rı gösteriyor ki, Türklerin devlet geleneğinin
ben diyeyim dokuz, sen de on bin yıllık, bel-
ki daha da eski bir geçmişi var.
DEVLET GELENE��N�N KÖKLER�Kemal Tahir, toplumun varlık yokluğunun
Doğu’da devletle biçimlendiğinin farkın-
dadır; ona göre en eski ve yerli kavram dev-
lettir. Nitekim İsmet Paşa’yı kendisine en ya-
kın cumhuriyetçi görmesinin nedeni de bu
köklü devlet geleneği fikridir. Devlet gele-
neğinin temelinde ise toplumu bu aygıtın bir
arada tutma yeteneği yatar. Şaban Sağlık’ın
İsmet Bozdağ’la birlikte anlamakta sıkıntı
çektiği, Kemal Tahir’de “izahı güç” dediği
“İsmet Paşa hayranlığı”nın (s. 44) esbab-ı mû-
cibesi bu kadar yalındır oysa.
Hece yazarlarından Kenan Çağan, Ke-
mal Tahir’e dayanarak, Doğu toplumların-
da devletin kutsallığını, Tanrı’nın yeryü-
zündeki vekili oluşunu, Tanrı’ya ait toprak-
ların Padişah tarafından kullarına vergi kar-
şılığında verilişini vurguluyor (s. 67). Bu dev-
let olgusunda din yapısal olarak içerilmiştir.
Bu yapıda dinin şu ya bu oluşu da ikincil bir
meseledir. Tanrı’nın ve padişahın kulları, ge-
nel kölelik olgusunu yansıtır. Toplum kendini
Tanrı’ya, onun vekiline, içinde yaşadığı her-
hangi bir toplumsal birimde, bir başa ve yaz-
gıya teslim etme gereksinimi duyar. Birey ola-
rak kendi iradesiyle farklı ya da özgür bir yö-
nelim gösteremez.
TALANIN D�NSEL ÖRTÜSÜ: C�HATBirbirinin aynı birçok toplumsal oluşum ve
birimi bir arada tutmak üzere üstbirlik oluş-
turan devlet, bu görevi ve yapısal varlığıyla,
dış talan (savaş gelirleri) ve iç talan (vergi-
ler) üzerinde yükselir. Dış talan büyüdükçe
iç talan küçülür; ayrıca gerek savaş yağma-
cılığı, gerekse hazinenin talanla büyümesi-
nin iç pazardaki paylaşımı toplumun tüm ke-
simlerinde talancı eğilimleri ve ya-
pılanmayı güçlendirir, devlete sa-
dakati pekiştirir.
Doğu toplumlarında dinsel gö-
revle gizlenen yağmacılık, özel
mülkiyet tutkusunu besleyen ve
koyulaştıran bir eğilimdir. İslâm’da
dinsel meşruiyetini cihat adı altın-
da kurumlaştırır. İslâm’ın dönüş-
türücü gücü olarak cihadın göçebe
akıncıların yağmacı kimliğiyle ör-
tüşmesi, özel mülkiyet tutkusunun
üretici emekle karşılanmasının engelidir; ter-
sine yağma ve kayırma kolaycılığıyla gideri-
lebilir (1950 sonrasında kentlerin işgal edi-
lerek kamu arazisinin yağmalanmasıyla ger-
çekleşen gecekondulaşma, dinsel örtüyle
gizlenmiş eğilimin açığa çıkışıdır).
Marx şunu çok kesin gördü: Toprağın
özel mülkiyeti Asya toplumlarının en güçlü
arzusudur. Nitekim kendi payını aldığı ve öz-
lemlerinin karşılanacağı beklentisi canlı tu-
tulduğu sürece bir kısım halk, AKP’nin ül-
keyi tüm ulusal değerleriyle dinsel örtüler al-
tında pazarlayarak emperyalizme peşkeş
çekmesini memnuniyetle karşılıyor ki, bu, ta-
rihsel olarak süregelen güdünün serbest
kalma umarının göstergesidir.
Başta II. Abdülhamit ve sonda AKP ol-
mak üzere, Batı karşısındaki en teslimiyet-
çi yaklaşımların en koyu İslâmcı yönetim-
lerce benimsendiği gerçeği son on yılda bin-
lerce veriyle kanıtlanıyorken her biri yazı-
ya yerlilik kavramıyla giren hiçbir Hece ya-
zarı bu kesenkes yerli sonuca ilişmiyor.
Haftaya buna ilişeceğiz: Hece yazarlarının
yerlilik kanonu...
Mitten gerçeğe,gerçekten mite ırkçılık
CENK ÖZDAĞ[email protected]
Travmanın ardından günah çıkarma ve arın-
ma 1939-1945 arası yıllar Avrupa merkezinde
bir travma etkisi yarattı. Bu yıllarda gerçek-
leşenler, bu yıllarda yaşananlarca yaşamla-
rı belirlenen Etiyopyalılar, Madagaskarlılar,
Çinliler, Amerika kıtasının halklarına ilkin ol-
dukça yabancıydı. Bu halkların tanık oldu-
ğu kırımlar, ayaklanmalar, asimilasyonlar ve
kitlesel imhalar nasıl daha öncede Avrupa
halkları için hiç olmadıysa, benzer şekilde II.
Dünya Savaşı yaşanırken Avrupalı’nın ken-
disini içinde bulduğu “karabasan” bu halk-
lar için boş bir kuruntudan farksızdı.
II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çı-
kan “yeni” egemenler, yaşanan travmadan
yeni bir mit yarattılar. Bu mit, bundan sonra
yaşanacaklara bir temel oluşturmanın ötesinde
insanlığın deneyimlerinin en canlı “gerçeği”ni
oluşturacaktı. “İnsan hakları”, “demokrasi”,
“totaliter rejimler”, “asimilasyon”, “toplama
kampları” gibi kavramlar yepyeni içerikler ka-
zanmış ve tarih geriye doğru işletilerek geç-
mişin “katilleri”, “despotları” yeniden yargı-
lanmak için toplumun muhake-
mesinin önüne getirilmiştir.
Avrupalı (ABD’yi de katıp
Batılı demek daha doğru ola-
caktır), o yıllarda yaşananlardan
arınmak için reddi mirasa baş-
vurmuş ve kendisine yepyeni bir
tarih yaratmıştır. Bu tarih yarat-
ma süreci geçmişte yaratılmış ta-
rihlerin inkarı ve birer eleştirisi
niteliğindedir. Bu tarihten son-
ra, Aydınlanma, Milletleşme, Fransız
Devrimi, Protestanlık, Sekülerleşme hare-
ketleri yeniden ele alınıp insafsızca eleştiril-
miştir. Eleştiriler anakroniktir (şaşzamanlı bir
bakış açısının ürünüdür). Milliyetçilik, öz-
gürlük için şiddet uygulama ve çoğunluğun
azim ve kararlılığı, faşizmle, şövenizmle,
ırkçılık ve totalitercilikle ilişkilendirilip la-
netlenmiştir. Avrupalı atalarının yaptıkla-
rından özür dileyerek, onları yargılayarak Hit-
ler’i yaratan “kurucu babaları” da cezalan-
dırarak Hitler'i yalnız bırakmamıştır. Hitler
yalnız değildir, Leibniz, Hume, Kant, Ro-
bespierre, Rousseau, Locke, Herder, Höl-
derlin, Goethe, Schelling, Hegel, Marx, En-
gels ve diğerleri hepsi beraber suçludurlar.
Avrupalı’nın geçmiş dönemin mitlerinden
kurtulma formülü insanlığın “var olmak
için tarihe müdahale” çabalarının tümünü
birden mahkum etmek olmuştur. Öyle ya, İsa
da “ilk taşı günahsız olan atsın” demişti. Gü-
nahlar niceliği ne olursa olsun eşitlenmiş, Hit-
ler insanlığın belleğindeki hapishanede ko-
ğuş arkadaşlarına kavuşmuştur.
TAR�H YARATIMINDA M�TLER VEIRKÇILI�IN KÖKENLER�Avrupalı’nın sözü edilen günah çıkarma sü-
recine katkı sunan Leon Poliakov’un “Ari
Miti - Avrupa’da Irkçı ve Milliyetçi Fikirle-
rin Tarihi” başlıklı çalışması Yakup Kaya ve
Ahmet Yıldırım’ın özenli çevirisi ve kitabı ya-
yıma hazırlayan A. Ercüment Özkaya’nın ay-
dınlatıcı notları eşliğinde Epos Yayınları
tarafından 2011 yılında yayımlandı. Kitabın
temel tezi, insan topluluklarının soy arama
çabalarının bir ürünü olarak ırkçılığın kö-
kenlerinin, Avrupa halklarının milletleşme
süreçlerinde, milliyetçi akımlarında ve ulus-
devletleri kurma süreçlerine tekabül eden
milli devrimlerinde yattığıdır. Bu açıdan ba-
kıldığında en nitelikli ırkçılık, aydınlanma dev-
riminin ürünüdür. Kitabın ideolojik ko-
numlanışı bir yana, ortaya konan emek ve
elde edilen bulgular takdire şayan.
GÜNAH KEÇ�LER�N�TARLAYA SÜRMEKYazar, ırkçılığın faturasının kesildiği günah
keçilerinin kökenlerini araştırmaktadır: “Bu
(ırkçı karşıtı) otosansürden dolayı, Batı,
sanki ırkçı olmak utancı ya da korkusu yü-
zünden, bir zamanlar öyle olduğunu asla ka-
bullenmeyecekmişe benziyor ve bu yüzden
sadece (Gobineau, H. S. Cham-
berlain vs.) küçük karakterlere gü-
nah keçisi rolü biçiliyor”. Fatu-
ranın genel olarak Cermenlere,
Almanya’ya, özel olarak da Hit-
ler’e kesilmesiyle yetinmenin yan-
lışlığını başarıyla ortaya koyan
yazar, Alman, İspanyol, Fransız,
İngiliz ve Rus tarihlerinde ırkçılı-
ğın ve ırkçılığa dayanak oluşturan
mitlerin izini sürüyor. Bu süreçte,
yazarın belki de en büyük eksiği, bu
süreçleri ekonomi-politik süreçlerden ve
“ırkçı ifadeleri” kullanan düşünürlerin kar-
şıtlarıyla kurdukları diyalogdan, genel olarak
insana bakışlarından bağımsız olarak işle-
mesidir. Bu konuda, herhangi bir kayırma gi-
rişimine ya da kayırma olarak nitelenebile-
cek yaklaşıma karşı zinde kalmaya çalışan ya-
zar, feodal dönemin mitleri ile aydınlanma
döneminin mitlerini siyasal meşruiyeti sağ-
lama biçimlerinden kopuk olarak ele alıyor,
dolayısıyla mitlerin oluşumları ve niteliği ara-
sında bir ayrım yapmadan onları tek bir çatı
altında değerlendiriyor. Yine de, bu ayrım-
ları yazarın sağladığı veriler ve yararlandığı
kaynaklarla beraber düşünüldüğünde keş-
fetmek okur açısından olanaklı olacaktır. Söz
konusu kitap, insanlığın geçmişiyle hesap-
laşma ve egemenlerin meşruiyetlerini sağ-
lama biçimi olarak mitleri kullanmalarına kar-
şı uyanık olma bağlamında önemli bir başucu
kitabıdır. Irkçılığın kökenlerine ilişkin bu zen-
gin kaynağın Türkçe’ye kazandırılması, ırk-
çılığa karşı mücadele açısından çok önemli-
dir. Kitap, insancıl bir gelecek için ırkçılık üze-
rine derli toplu bir okuma isteyenlerin ka-
çırmaması gereken bir çalışma.
(Ari Miti, Leon Poliakov, Epos Yayınla-rı, Çev: Ahmet Yıldırım/ Yakup Kaya, 412 s.)
10 A�USTOS 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Sal� Kad�nlar�
Fransızların “ikiyüzlülüğüne” sırtını dön-müş ve kendini Kara Panterler’in, Zen-gakurenler’in ve Filistinlilerin haklı mü-cadelelerine adamış bir yazar, bir anarşist,bir hırsız, bir eşcinsel, Sartre’ın deyimiy-le bir “aziz”, bir asi, bembeyaz bir zenciJean Genet... Goncourt ödüllü Faslı ya-zar Tahar Ben Jelloun, çerçevesini tüm iliş-kilerinde olduğu gibi Genet’nin belirlediğikeyifli ancak zor bir dostluğu anlatıyor.Alışkanlıkları, politik duruşu, ihanetebakışı, dostluk tanımı, edebiyat anlayışı,huysuzlukları, zaafları, diklenişi ve se-vinçleriyle bu gerçek Genet’yle geçen 12yıl Jelloun’u oldukça etkilemiş, hem deedebi hem de insani olarak şekillendir-miştir. Ne de olsa Jean Genet’yi yakındantanımak “kimsenin yara bere almadan çı-kamayacağı bir maceradır.” Anti-semitizmsuçlamalarından RAF destekçiliğine, Fi-listinli mücahitlere yönelik suikastlardanSabra ve Şatila katliamına, dönemin po-litik atmosferini de yansıtan edebiyatlaharmanlanmış bir anlatı...
Jean Jenet: Yüce Yalanc�
“Cumhuriyet Döneminde Türkiye Mat-baacılık Tarihi” kitabı, Cumhuriyet önce-si matbaacılık tarihini özetleyerek başlıyor.Ardından Kurtuluş Savaşı sırasında Ana-dolu ve İstanbul matbaalarının durumunuele alınıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarını be-lirleyen bu dönemin, savaş koşullarının ge-tirdiği yıpratıcı etkiler nedeniyle güçlü birmiras bırakmadığının altını çiziliyor. Ayrı-ca Cumhuriyet’in matbaacılık serüvenininilk önemli belirleyici etkeni olarak 1928 so-nuna tarihlenen Harf Devrimi’ni gösteri-yor. Dünyada benzeri görülmeyen bir hız-da gerçekleştirilen bu kökten değişimin so-nunda matbaalar ve yayın organları büyükbir sarsıntı geçiriyorlar. Ancak devlet des-teğini de arkasına alan matbaacılık sektö-rü bir süre sonra kendini toparlıyor. Bu dö-nemin altı çizilmesi gereken bir diğer olgusuise, devlet eliyle kurulan matbaalar... Dev-let matbaaları, hızla yeni bir ülke kurma yo-lunda ilerleyen Türkiye Cumhuriyeti Hü-kümeti’nin basım yayın alanındaki mo-torları olarak karşımıza çıkıyor.
Cumhuriyet DönemindeTürkiye Matbaac�l�k Tarihi
Stefan Zweig, ta Brezilya’ya gitse de,geride bıraktığı, yıkılmakta olan birdünyayı içinde taşıyordu. Bazen aralıkkalan pencereden esen ılık rüzgâra ka-pılıp geçip giden yılları unuttuğu olu-yordu. Utanç duygusunun bir huzurhissiyle aynı anda benliğini kapladığı za-manlar, bir umut ışığı olarak Lotte’yebakıyordu. Buralara aşinaydı sanki... İn-sana yaşadıklarını unutturacak bir yer.Ama bir gazete haberi bile yıkıp geçi-yordu içini: Viyana Belediyesi Yahu-dilerin oturduğu dairelerde gazı kesmekararı aldı. Bu konutlarda gazla intiharedenlerin artması, vatandaşın rahatı-nı kaçırdığından, gazla intihar etme,bundan böyle kamu düzenini bozmakolarak kabul edilecek. Demek kitap-larını yakan, yasaklayan ülkesinde, in-sanları öldürme hakkı olduğunu dü-şünenler, ölme hakkına bile el koyu-yordu. Ama o, hakkını saklı tutmaktakararlıydı. Nerede olursa olsun...
Stefan Zweig’in SonGünleri
giderim düşer yollara gecenin içinden gidiş-
lerimkaçak gülüşüme saklıyorum seni/ardımda ellerinin küsen sıcağı/ pence-rendeki mahzun bakışına dalıyorumyine/ zımpara kâğıtları elinde/siliyorsunkalın çizgilerimi/ laciverde kesiyor gece/öfke alıyor sabahım/yaralı gidişlerindenalıyorum sesini/ kalkıyorum yerimden/incinmişsin/ dünya böyle/ en yakın git-tiğin yerden dönersin/ en yakın bildi-ğinden uzak/ içine düştüğün kederegülersin/ bir elin kalbime gider/ diğeri içi-nin sızısına/ kalsın bu dört duvar ara-sındaki bakışım sana/ elime tutuştur-duğun sevimlilik kaç kişilik/ düşüp par-çalansın gördüğüm bu tükenmişlik/ git-sem giderim/ eline aldığın vicdanına se-sim/ dur desin/ beyaz donlu bir adam ge-çirmiş urganı boynuna/ karanlıkta far-ların aydınlattığı zamana/ sen kendineyanarsın o içine aldığı evlat acısına/ enusturuplu küfürdür söylediği meydana
Gülü�ün Dü�tü
Yazdıklarına ne Allah’ın adıyla başla-yacaktı ne de göklerin ve yerin yaradı-lışıyla. Hatırlanabilen en eski başlangıç,kadının ve erkeğin birbirini gördüğüandı. Birbirini gören, birbirini isteyen ikiçift göz... Bilal Kaya her günün yeni birbaşlangıç demek olduğunu biliyorduama bilmediği her yeni başlangıcın yenibir sonu hak ettiğiydi. Yapacağı kaça-mağa kendini hazırlarken hem geçmi-şiyle; kendi kutsal kitabını yazan dede-siyle, savaşmaya giderken aşkı bulan am-casıyla, imanıyla uçkuru arasında salınanbabasıyla ve anlatılan aile hikâyeleriy-le hem de bugünüyle hesaplaşacaktır...Umut Dağıstan ikinci romanı “BoşluğunSesi”nde sonu trajediyle biten bir çap-kınlık macerası anlatıyor okura. Bunu,kadın ile erkek, aşk ile aldatma, yaşlılıkile gençlik, yaşam ile ölüm, yazı ile ha-yat arasındaki mesafenin sanılandandaha kısa olduğunu, her türlü olayın bel-ki de sadece zihinde yaşandığını his-settiren incelikli bir üslupla başarıyor.
Bo�lu�un Sesi
Tarih, felsefe, siyaset, edebiyat, ekonomi,hukuk, Osmanlı, Türkiye ve yaşam üzeri-ne.. Mahfi Eğilmez, felsefe, siyaset, ede-biyat, tarih ve yaşam gibi farklı konulardakigörüş, izlenim ve değerlendirmelerini bukitapta paylaşıyor. Yaşadığımız çağı de-rinlemesine kavramak için birer yol gös-terici olan yazıların bir bölümü ilk kez günyüzüne çıkıyor.
“Kimdir başkaldıran? Hayır diyebilenbirisi.”
-Albert Camus-“Türkiye’yi ele geçirmek zordur. Türk-
leri kolay kolay liderleri aleyhine ayarta-mazsınız. Ama bir kez Türkiye’yi ele ge-çirdiniz mi onu uzun süre elde tutabilirsi-niz. Türkler, bağlılıklarını bu kez sizin oto-ritenize bağlılık şeklinde göstereceklerdir.”
-Machiavelli-“Ben olmayınca bu güller, bu serviler
yok. / Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplaryok. / Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasa-lar yok. / Ben düşündükçe var dünya, benyok o da yok.” -Ömer Hayyam-
Kendime Yaz�lar
Babası tarafından yetiştirilen, mutsuz vesomurtkan bir kız çocuğu olan MaryLennox, hayatının ilk yıllarını Hindistan’dageçirir. Bir süre sonra koleradan annesi-ni, savaşta da babasını kaybeder. Mary isehayatta kalabilmeyi ve İngiltere’de am-casının yanına yerleşebilmeyi başarmıştır.Amcası sürekli yolculuk halindedir ve kal-dığı ev de küçük bir çocuğun yaşamasınahiç uygun değildir. Marta ve erkek kardeşiDickon ile tanıştığında, Mary’nin hayatı-nın akışı tamamen değişecektir. Girilmesiyasak olan bir bölgede terk edilmiş birbahçeye girdiğinde, ötüşü neşeli ve dost-ça olan bir kuşun sesini dinler. Bu güzelsesli kuş, içinde yaşadığı büyük evin, çıp-lak bozkırın ve soğuk görünümlü bahçe-lerin onda oluşturduğu yalnızlık hissinidaha da güçlendirir. Amcasının seyahat-te olduğu günlerden bir akşam, evinarka odalarından bir ağlama sesi gelir. İçe-ri girdiğinde karşılaştıkları ve öğrendik-leri, hayatının daha öncesine ait bir dizisırrın da çözülmesi yardımcı olur...
Gizli Bahçe
Umut Da��stan,Ayr�nt� Yay�nlar�, 176 s.
Monika Peetz, K�rm�z� Kedi Yay�nevi,Çev: Regaip Minareci , 254 s.
Beş arkadaş. Her ayın ilk Salı günü hepaynı restoranda buluşan, her yıl bir kez bir-likte ya bir yolculuğa çıkan ya da özel birşey yapan, birbiriyle taban tabana zıtbeş kadın. Bugün tanışsalar aslında ar-kadaş olmayı hiç düşünmeyecek bu beşkadın, bu yıl Judith'in ölen kocasının ya-rım bıraktığı bir işi tamamlamaya, güneybatı Fransa’daki kutsal Yakup’un Yo-lu'ndan giderek bir hac yolculuğu yap-maya karar verirler. Evli ve iki yetişkin ço-cuğu olan başarılı avukat Caroline, bir fir-mada ev eşyası tasarımı yapan, neşeli, ma-ceradan maceraya koşan Kiki, kocasıdoktor olan, dört çocuklu bıkkın ev kadınıEva, başkalarını kullanmayı seven, bir ec-zacıyla evli, lüks meraklısı Estelle vetaze dul Judith. Ve kocasının ölümündensonra Judith’in bulduğu tuhaf bir günlük.Judith’i oyalamak, avutmak için birliktebu yolculuğa çıkarlarken, hiç bekleme-dikleri bir sırla karşılaşacakları ve yolunsonunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmaya-cağı hangisinin aklına gelirdi?
Gökhan Akçura, Yap� KrediYay�nlar�, 377 s.
Frances Hodgson Burnett, Kabalc�Yay�nevi, Çev: Arda Tay, 318 s.
Tahar Ben Jelloun, Sel Yay�nc�l�k,Çev: I��k Ergüden, 165 s.
Laurent Seksik, Can Yay�nlar�,Çev: Sosi Dolano�lu, 170 s.
Burhan Gündo�an,Kora Yay�n, 128 s.
Mahfi E�ilmez,Remzi Kitabevi, 256 s.
Önce düşler gelir
İREM HALIÇ[email protected]
“Geriye kalan, kaybetmek istemediği umu-du. O da yeter… İleride görünen ışık her za-man Azrail’e çıkmaz ya…”
Müge Sandıkçıoğlu
Küçüklüğünde pastaneci, çocuk doktoru,
avukat, psikolog gibi meslekleri kendine ya-
kıştıran, sonra hepsinden bir şekilde vaz-
geçip ya da vazgeçmek zorunda kalıp diş
doktoru olan, ve “halihazırda yaşlanınca
oyuncu ve yazar olmak istiyorum” diyen bir
yazarla karşı karşıyayız. Aynı zamanda bir
anne. Diş ile düş arasında kalmış, aslında
kalmamış ikisini de çok sevmiş, ama hayat
şartları diş ile düşü kavgaya zorlayınca bir
soluklanıp “düş”e öncelik tanımaya karar
vermiş. Oturmuş yazmış, sonra da diş
çekmeye devam etmiş. Kendi deyimiyle
“hep birlikte konuşmadan dertleştiğimizi/
güldüğümüzü/ hüzünlendiğimizi duyum-
sayabilmek” için yazmış. Okurken de tam
olarak hissedeceğiniz duygu bu.
Aslında kitap çocuk ya da gençlik kitabı
değil, fakat Müge Sandıkçıoğlu öyle “genç”
ki; bu enerjiden gençlik de nasibini alsın is-
tedim. Diş çekerken canınızı yakar mı bilmem
ama, yazarken yüzünüzü güldürüyor.
“Gülay Teyzem kaşlarını ya tümden alı-
yordu, ya da kaşları yoktu, bilmiyorum. O
nedenle de kaş çiziyordu kendine. Ta-
mam, eyvallah çizsin, mecburiyetten ya da
canı istediği için... Bana mı düştü onu yar-
gılamak… Ama öyle bir çiziyordu ki! İsmail
Dümbüllü ile Adile Naşit karışımı bir ya-
rım ay şeklinde. Yani suratında sürekli bir
şaşırmış ifade. Apartmanda ölüm oluyor,
dualara geliyor; Gülay Teyze o an, ölenin
hayaletini görmüş gibi sürekli. Kahveye
çaya geliyor, Gülay Teyze ‘Aaa bu kahve
mi?’ diye şaşırmış sanki. Kapıdan uğruyor,
mesela ‘Akşamüstü bekliyorum’ diyecek,
Gülay Teyze aslında ‘Aaa bana mı gele-
ceksiniz?’ diye ünlem halinde sanki.”
İşte Müge Sandıkçıoğlu beni buradan ya-
kaladı. Okudukça eğlendim, eğlendikçe
okudum, sonlara doğru hüzünlendim, “Sos-
yal aleme günaydın demenin binbir yolu”
başlıklı son bölüme başladığımda ise yeni-
den eğleneceğime dair umudum arttı ve vir-
güllerden usanmadan okudum! “Evet bir de
bu var, komşumda da aynısı var” diye Müge
Sandıkçıoğlu’yla konuşup durdum. Siz de
aynı duruma düşeceksiniz. Çünkü hayattan
bahsetmiş, hepimizde olan hayattan. Ak-
rabalardan, kadınlardan, hayatı geciktiren-
lerden, takıntılardan, Avrupa’dan, asan-
sörden, İzmir’den, ölümden bahsetmiş. Nu-
tuk çeker gibi değil, kahve içmeye gitmişsi-
niz de laf lafı açmış, o da siz sordukça söy-
lemiş gibi. Arada kendinden ve babacığın-
dan da bahsederek. Kitap sanki dört bölüm
gibi: Edebiyat, eğlence, gerçekler ve hüzün.
Tıpkı kahveyle başlayan muhabbetin, kah-
ve bitimine kadar olan gidişatı gibi.
Kitabın arka kapağında şöyle diyor
yazar kişiliğiyle Müge Sandıkçıoğlu:
“Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir
Oda” isimli kitabında kadınlara demiş ki:
“… Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda
ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne
der diye düşünmeden yazın!” Ben “cinsi-
yetler ne der?” diye düşünmeden sadece
yazmak istedim. Ama önce ve hep para ka-
zanmak gerekti. Boş zaman bulmak zordu.
Ne zaman ki çocuklar boy attı, her şey ço-
rap söküğü gibi aktı gitti. Odam da oldu,
boş zamanlarım da. Yazmak yaşamım
oldu. Ne mi var bu kitabın içinde? Hepi-
mize dokunan anların sadece benim di-
limden yazılmış halleri var. Dün var, bugün
var, yarın var... Mizah var, hüzün var... Ço-
cukluk var, ergenlik var, olgunluk var… Do-
ğum var, yaşam var, ölüm var… “Keşke”
var, “iyi ki” var… Bu kitabın size “evet, evet
bunu ben de yaşadım/ hissettim/ hissetti-
rildim…” dedirtmesini istiyorum. Oku-
duğunuz her anda benimle sohbet eder gibi
okumanızı diliyorum.”
Biz de iyi okumalar diliyoruz.
(Diş ile Düş Arasında, MügeSandıkçıoğlu, Potkal Kitap, 100 s.)
12 Aydınlık KİTAP ÇOCUK
TUĞÇE ATAY
Kaynak Yayınları, “Türk devriminin
yayınevi” olma iddasıyla 1982’den beri
yayın hayatı içerisinde yer alıyor. Çok sa-
yıda bilim insanı, aydının araştırma ki-
tapları bu yayınevinden çıkıyor. Yalnız-
ca araştırma-inceleme değil, edebiyat ve
felsefe alanında da birçok kitap yayım-
layan Kaynak Yayınları, çocuk kitaplı-
ğı ile de göz dolduruyor. Yayınevi, “Sos-
yalizm ve Sosyal Mücadeleler”, “Siyasi
Tarih ve Türkiye”, “Doğu Perinçek’in
Kitapları”, “Turan Dursun, İlhan Arsel,
Aydınlanma Kitapları ve Kur’an An-
siklopedisi”, “Çağdaş Edebiyat”, “Kay-
nak Çocuk Kitapları” ve M. Kemal
Atatürk'ün yazdığı, söylediği ve imza-
ladığı bütün belgeleri bir araya getiren
“Atatürk’ün Bütün Eserleri” adlı çalış-
ma şeklinde sınıflandırdığı bölümlerde,
bugüne kadar toplam 650 kitap yayım-
ladı.
Şimdilerde Kaynak Yayınları ilk ma-
ğazasıyla okurlarıyla buluştu. Ankara/
Sıhhiye, Toros Sokak’taki Kaynak Ki-
tabevi yalnızca Kaynak Yayınları’nın de-
ğil, tüm yayınevlerinin kitaplarını okurların
ilgisine sunuyor.
20 Haziran’da açılışı yapılan Kaynak
Kitabevi Ankara’lı kitapseverler tara-
fından ilgiyle karşılandı. Kitabevinin
bir bölümü okuma köşesi olarak dü-
zenlenmiş. Okuma köşesine birkaç ay
önce kaybettiğimiz Ulusal Hekim Bir-
liği’nin kurucularından ve hekim mü-
cadelesinin önderlerinden devrimci ay-
dın Tanju Topçu’nun adı verilmiş. Sakin
bir ortamda kitaplara dalmak için bire-
bir bir köşe ... Kaynak Kitabevi Sıhhi-
ye’deki yerinde aydınlanma ateşini için-
de hisseden kitapseverleri bekliyor...
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Ali Naci Karacan, bugünkü Milliyet’in
kurucusu. 20 Kasım 1922 günü başlayan
Lozan Barış müzakerelerine giden ka-
labalık Türk heyetinin içinde bulunan ga-
zetecilerden. “Lozan Koferansı ve İsmet
Paşa” kitabını 1943 yılında yazdı ve ya-
yımladı. Bugün elimizde 1993 yılında ya-
pılmış üçüncü baskısı var. Bilgi Yayın-
evi’nden çıkmış. Tarihi değerde bir kitap.
Lozan konusunda da önemli bir kaynak.
Bir anlamda el altında bulunması gere-
kiyor. Hele bugünlerde, Türkiye’nin uğ-
radığı “eli sopalı (beyzbol sopalı) diplo-
masi”den sonra daha bir dikkatle ve
ders almak amacıyla okunması gerekiyor.
En çok da hariciyeciler ve siyasetçiler ta-
rafından...
DEVR�MC� TÜRK�YE’N�NDI� S�YASET�Kitap 455 sayfadan oluşuyor. Ek’inde re-
simler de var. Müzakereleri yaşadığı
için Karacan, çok canlı anlatımlar ve di-
yaloglar aktarıyor. Konferansta ele alınan
konuların her başlığı, ayrı ele alınmış ve
sade dille ve açık ifadelerle sıkmadan an-
latılıyor. Konular çok iyi anlaşılıyor.
Diplomasi kitabından çok halk kitabı ol-
muş. Yıllar geçtikçe değeri daha da ar-
tıyor kitabın. Yaklaşık dokuz ay süren ve
İsmet Paşa’nın dik duruş sergilediği gö-
rüşmelerde, devrimci Türkiye’nin ileri-
ye yönelik siyasetini görme açısından da
ayrı bir değer ifade ediyor. İsmet Paşa gö-
rüşmelerin her safhasında İngiliz, Fran-
sız, İtalyan, ABD ve Yunan temsilcilere
“Ben buraya Mudanya’dan geliyorum.
Eski Türkiye maziye karışmıştır! Diğer
devletler gibi eşit muamele görmek isti-
yoruz. Egemenliğimizden asla taviz ver-
meyiz.” vurguları yapar. En çok vurgu-
ladığı ve taviz vermediği bir konu da “Ka-
pitülasyonlar”ın kaldırılmasıdır. Zaten bu
nedenle de görüşmelere 4 Şubat - 23 Ni-
san 1923 günleri arasında ara verilir. Tür-
kiye geri adım atmaz. Herkes gibi “barış”
istemektedir. Ancak egemenliğine halel
getirerek değil! Görüşmelerde çetin pa-
zarlıklar arasında toprak meselesi, Os-
manlı borçları, Yunanis-
tan’ın savaş tazminatı gibi
önemli konular da var-
dır. Bütün bunlardan çı-
kan diplomasi dersi: Dev-
rimci Türkiye’nin nasıl
oluştuğudur...
LOZAN’IN YAZILIF�LM�Ali Naci Bey, kitabına şu
sunuşla başlar: “Lozan
Konferansı’nı yazmak
yirmi dört yıldan beri
özlemini çektiğim bir
emeldi. Osmanlı İmparatorluğu’nu tas-
fiye ederek yeni Türk devletini kuran ta-
rihi olayın nasıl cereyan ettiği hakkında
-inanılmaz görünür- tek kitabımızın ol-
maması, gönlümdeki arzuyu kamçıla-
yarak onu memlekete karşı bir ödev ha-
line getirdi. Bu kitabı yazarken, okuyu-
cu olarak daha çok İstiklâl Savaşı yapı-
lırken henüz doğmamış ya
da henüz doğmuş olan, me-
salâ kendi oğlum (Ercü-
ment; Miliyet’in Abdi İpek-
çi dönemi sahibi, ED.) gibi,
bugünün ve yarının genç
nesillerini düşündüm. Onun
için bir efsaneyi andıran bü-
yük Türk mucizesini, bir çe-
şit hikâye, bir çeşit yazılı
film gibi anlatmaya çalış-
tım. Bu bakımdan, kitap,
Lozan Konferansı’nın resim
yerine yazı kullanılmış bir
çeşit ‘Projection’u sayılabilir.”
İsmet Paşa da eser için şun-
ları yazar: “Karacan’ın eseri, Lozan
Konferansı hayatının resmi yanı dışında
uluslararası genişbir âlemin renkli ya-
şantısını da verir.”
Lozan’ın tanığından Lozan dersleri
Kaynak Yayınları vedaha nice yayının okurlabuluştuğu mekân
KAYNAK KİTABEVİ/ ANKARA
ERCAN DOLAPÇI
10 A�USTOS 2012 CUMA 13Aydınlık KİTAPSAHAF
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(c) 2-(a) 3-(b)
SOLDAN SAĞA1. “Yakup Kadri ...” Resimdeki yazar2. “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - Tantal’�n simgesi - Anma,
hat�rlama - Becerikli, giri�ti�i her i�i ba�ar�yla sona erdirenkimse
3. H�rvatistan’da bir liman kenti - E�ya yükü, balya - Pastac�l�kve �ekercilikte kullan�lan çok ince ö�ütülmü� �eker
4. Klasik Yunan’da bir sitenin halk meydan� - �sviçre’de birnehir - Bir �eyin ön, arka, alt ve üst d���nda kalan bölümü
5. Demir’in simgesi - Toparlak kemik ucu - Toryum’unsimgesi - Dudak - Sodyum’un simgesi
6. Tekirda�’�n bir ilçesi - Ailesinin geçimini sa�layan - Otlar7. Artma, ço�alma - �talya’da bir yanarda�8. S�n�r ni�an� - Bir kan grubu - Beden e�itimi, antrenman
9. Hint prensi, mihrace - Makine Kimya Endüstrisi (k�sa) -Platin’in simgesi
10. Sak�nca, engel, uymazl�k - Yunanca’da bir harf11. Anlama, dü�ünme gücü, bilme yetisi - Bir kimseyi, bir
olay� an�msatan arma�an - Nihayet12. Berilyum’un simgesi - Belli bir ç�kar grubunun isteklerini
siyasi organlara kabul ettirmek için kurulmu� olantopluluk, dalan - Dört bir taraf - Boru sesi
13. Japonya’da buda rahibesi - Kripton’un simgesi - Tak�m(k�sa) - Yedek at
14. �talya’da bir yanarda� - Bir nota - Arnavutluk’un plakas� -“... Ayhan” (�air)
15. Tak�m - Resimdeki yazar�n bir eseri
YUKARIDAN AŞAĞIYA1. �arap sürahisi - Resimdeki yazar�n bir eseri2. “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - Yap�t - ��di� etmek3. H�rvatistan’da bir liman kenti - Sar� humma virüsü - Gelecek4. Klasik Yunan’da bir sitenin halk meydan� - “Kopya” kar��t� -
Neptünyum’un simgesi5. Argoda “esrar” - Kalça kemi�i - Aktinyum’un simgesi -
Yapraklar�ndan kokain ç�kart�lan bir bitki6. En iyi, en yüce yer - Resimdeki yazar�n bir eseri - Brom’un
simgesi7. Tanzanya’n�n plakas� - E�ek sesi - Kuzu sesi8. Göz - Bir gayret ünlemi - Ayn� cinsten bütün varl�klar�n
veya nesnelerin temel özelliklerini büyük ölçüdekendisinde toplayan örnek
9. Di�i deve - Anadolu’da kullan�lan bir dövme türü10. Ate� - �ki yan� a�açl�, do�rusal, geni� yaya caddesi -
Ayr�cal�k tan�nm�� ayr� tutulmu� - Pi�irilerek haz�rlanm��yemek
11. Çok s�k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü -Herhangi bir kas kümesinin irade d��� hareketi - Metalyüzeyler üzerindeki oyma i�lemleri için kullan�lan çelikkalem
12. Parlak, saydam k�rm�z� renkte de�erli bir ta� - Al��veri�yerleri olan sahil kenti - Kiloamper (k�sa)
13. Kutup - Boyun e�en - Osmiyum’unsimgesi - Arnavutluk’un para birimi
14. Eski bir Hindu tap�na�� tipi - Bir haberajans� - Doktor, hekim
15. Bo�a güre�i alan� - Mikrobik hastal�klarlailgili bilim dal�
Bulmacan�n do�ru yan�tlar�n�10 gün içinde fax veya mektup yoluylagönderen okurlar�m�za �BRAH�M��M�EK’in resimdeki kitab�n� arma�anedece�iz FAX: 0212 252 51 22
Yüz çevirdiği Paris’in o çamurlu sokakları onu yine mi çağı-rıyordu acaba? İğrenç alışkanlıklarının kopan zincirleri unu-tulmuş halkalarla kendisine bağlıydı da, hekimlerin sözünüettiği, o eski askerlerin artık olmayan uzuvlarındaki ağrılargibi onları mı hissediyordu? Günah ve aşırılıkları iliklerinekadar işlemişti de, kutsal sular oraya gizlenen Şeytan’ahenüz ulaşamıyor muydu? Uğruna melek gibi tertemizolmak için o kadar didindiği insanı görmek, bu kadın içinvazgeçilmez bir şey miydi? Tanrı onu, kutsal sevgiyle insanisevgiyi bir tuttuğu için bağışlamalıydı.
1 Belki de ölürdüm. Belki de ölmemek için, hiçbir işin so-nuna kadar gitmiyordum. Böyle küçük çalışmaların üstüste eklenmesiyle doluyordu zaman. Ben de kelimeleribirbirine yapıştırarak yaratıyordum zamanı. (Bunu ne-rede okumuştum acaba? Ne yapayım? Aklıma gelenle-rin içinde hangilerini okumadığımı bulmak için her şeyiokumaya girişemezdim ya.) Peki nerede kalmıştım?Yarım bıraktığım işlerin neresinde kalmıştım? Bunu dabilemez miydim? Bir liste yapmalıydım bunun için de.Aman yarabbi! Yapmam gereken en kadar çok iş vardı!
Çok şükür artık yine tek başımaydım.Başımı küçük yastığa dayadım. Sankialkol damarlarımda sınırsız, sonsuzbir dalga örneği akıyor, bütün sorun-larımın üzerini, hatta işlerin iyi oldu-ğuna dair söylediğim yalanı daörtüyor, onları alıp uzaklara götürü-yordu. Uyudum... Uyudum mu?Hayır, sanmıyorum. Ben silinmiştim,yok olmuştum.
3
a) Victor Hugo, Bir İdam Mahkumunun Son Günü
b) Honore De Balzac, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti
c) Charlotte Bronte, Jane Eyre
d) Jane Austen, Gurur ve Önyargı
e) J.W.v. Goethe, Genç Werther'in Acıları
a) Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
b) Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm
c) Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken
d) Orhan Pamuk, Sessiz Ev
e) Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli
a) Charles Bukowski, Ekmek Arası
b) Chuck Palahniuk, Tekinsiz
c) Jack Kerouac, Beat Kuşağı
d) Hans Fallada, Ayyaş
e) John Fante, Gençliğin Şarabı
2
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
10 A�USTOS 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP SAHAF