35
1 DİZİN Okumak iyi de neden Sunuş Söz Ses Sana Anlatmak Zorundayım Neden sanat? Ne olabilir, nedir peki sanat?

Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

1

DİZİN

Okumak iyi de neden

Sunuş

Söz

Ses

Sana Anlatmak Zorundayım

Neden sanat?

Ne olabilir, nedir peki sanat?

Page 2: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

2

OKUMAK İYİ DE NEDEN?

Sunuş

Bugün1 bir „bahçenin ortası‟nda2; okuma edimini, bahçeye girmek, bahçeden bahçeye geçmek, sonra bir ormanda bulmak kendini ve belki de sonunda yolunu yitirmek3 olarak tanımlayan Ayfer Tunç‟un Leyla Erbil hakkında güzelim yazısını okurken bulduğumda kendimi, hem de tam onun dediği gibi; sayfalar, satırlar, sözcükler arasında yolumu iyice yitirmişken, daha şimdiden, daha güze de o kadar varken, yukarıdan kavruk, sararmış yapraklar tek tük dökülürken üzerime, iki, belki de daha çok kişi oldum, birim ikime, ikim ötekilerime, herkesim herkesime dikmiş gözlerini bakarken, ne kadarsam o kadarımın usundan geçen şey tek bir soruydu: ne yapıyorum ben? Hayır. Zor bir soru değildi bu. Okuyordum ve herkesim herkesime işte bunu kolayca söyleyebildi. Kaç kişiysem o anda tümümüzün birden yaptığı şey okumaktı, okumak eylemi içinde olmaktı. Kuşkusuz ne soru, ne de bu yalın yanıt hiçbirimizi doyuramazdı ve doyurmadı da. Asıl soru arkada ve gizliydi çünkü. Neden? Tek bir soru sözcüğü. Neden? Ne yani, neden ne peki? Bu soru sözcüğünün arkasına yerleştirilecek ve onu tümleyecek eylem soruyu da, yanıtı da biçimleyecektir. Neden „ne yapmak‟? Yani, neden „okumak‟? Neden okuyorsunuz? İçimde sayısını şaşırdığım ikiz, tıpkılanmış benler, dönüp birbirlerine bu soruyu soradursunlar, yanıtın hiç kolay olmadığı, gerçekte bu sorunun dört dörtlük bir yanıtının olamayacağı da o an içime doğdu sanki. Kimin kim olduğunu ve gerçek benimin hangi benzerim olduğunu, bir aslımın olup olmadığını iyice karıştırmış, ipin ucunu da kaçırmışken, bu sorunun ardına bir düşeyim ben dedim kendime, kendini Pasifik‟e atan Ishmael gibi4. Daha der demez pişman olmuştum ya, geçti, çok geçti. Çünkü asılların benzerlerle karıştığı bu hengamede soruyu sorun hangimizdi, ipi tutan kimdi, pişman olan neydi soruları da anlamsızlaşmıştı çoktan. Peki, o zaman? Başa gelen çekilecekti. Neden okumak sorusuna değil ama neden okuduğum sorusuna bunca yılın iyi ya da kötü okuru olarak bir yaklaşım getirebilir, dilim döndüğünce açıklamaya çalışabilirdim bunu.

Gerçekten zorumuz ne? Neden okuyalım? Neden okuruz? Kuşkusuz bu soru yeryüzünde herkesi ilgilendiren bir soru değil. Hadi biraz daha alçakgönüllü davranayım. Biz bir avuç insanız aslında. Azınlığız. Buna bir tutku diyebiliriz hiç değilse biz azınlıklar açısından. Biz azınlıklar, neden okumadan yapamazlar? Şimdiden yanıtımı söyleyeyim: bilmiyorum. Bilmiyorum, çünkü bunun bir amacı yok gibi geliyor bana. Kendi üzerime gidip sıkı bir sorgulama yaptığımda, uydurduğum bir dizi gerekçe, amaç niyetine ortalığa salıverdiğim herze, dönüp önümde dikiliyor, ee, sonra diyor, başka?..

Okumayla ele geçirilmiş bir imparatorluk tacı var mı bilmiyorum. En azından benim bu yeryüzünde egemeni olduğum bir karış toprak sağlamadı bana okuma eylemim. Eğer bunu istiyor olsaydım, okumaktan vazgeçmeliydim daha çok. Hem de hiç zaman

1 31 Temmuz 2007 Çarşamba

2 İstanbul Moda’da Fenerbahçesi; ‘Senin sesinde ne var biliyor musun/Bir bahçenin ortası var’(Cemal

Süreya) 3 Ayfer Tunç (2007)

4 Hermann Melville’in Moby Dick’teki anlatıcısı

Page 3: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

3

yitirmeden… Öte yandan nasıl da geniş, nasıl da büyük ve görkemli, krallığımın dünyası benim. Hayır. Ben bir şey yapmadım. Kendiliğinden oldu bu. Okuya okuya, kitaptan kitaba, bahçeden bahçeye, geçe gide, aka dura, günler ve geceler ve aylar ve yıllar ve bir yaşam boyunca. Bulunduğum yerin, şu ayaklarımın üzerine bastığı yeryüzü parçasının özgür, kendinden bile kurtulmuş ilk ve son kralı oldum ben, okuyarak her şey olduğumu ve okuyarak hiç bir şey olduğumu gördüm. Ya da gördüğümü sandım. Ne yani? Yanılmış olsam da, birken ikiliğe sıçramış, yerinden oynamış, kendimden taşıp kendime bakmışım ya. Böyle olmasa, oradaki taş kadar uyum ve yeterlilik içinde olsaydım, kendime dönüp de ne olduğuma bakma girişiminde bulunmasaydım, daha mı mutlu olacaktım? Mutlu olmak ya da olmamak türünden bir sorum mu olacaktı? Peki soruyorum; rica ediyorum, söyler misin bana, sence mutluluk nedir? Doyurucu bir açıklama bekliyorum. Lütfen.

Sevgili azınlık üyesi, beni okuduğuna göre (biraz da acıyorum sana) azınlığın da azınlığı üyesi dostum, sevdiğim kişi, sözü daha başlangıçta geçirmişken elime uzatma fırsatını kullanacağımdan hiç kuşkun olmasın. Seni öyle seviyorum ki sıkıntıdan, şu an, patlıyor olman umurumda değil. Üstelik bunu sana sevgimin kanıtı olarak alsan iyi olacak.

Şaka bir yana. Bizim gibiler özel bir oymak (isterseniz kabile, klan, aile, vb. deyin) oluştururuz. Herkese sorulan bazı sorular bizim gibilere öyle kolayından sorulmaz, sorulmamalı en azından. Örneğin, okumayı öyle doğal ve başka türlüsü düşünülemez bir insan etkinliği olarak görürüz ki, niye okuyorsun?‟, sorusu karşısında böyle abus bir soru sorulabilmesine şaşırabiliriz olsa olsa ve eğer susup kalmazsak, verebileceğimiz biricik yanıt, „bilmem‟, olur. Sonra mı? Kitaplar dolusu gerekçe iş işten geçtikten sonra akıp gider bilincimizden. İş İşten Geçti‟ mi dedim? Yani, Le jeux son faits5, yani Sartre. Adam ölmüştü, yani romanın kahramanı, geri dönmeye kalkmıştı, ama iş işten geçmişti artık. Hiiç, öylesine takıldı işte usuma. Lise yıllarım. 60‟lar. Özlem Kitabevi. Naci İpek. Urfa.

„Ne iş yaparsın?‟ İster mühendis, ister hekim, ister sanayici, ister dokuma işçisi, isterse posta memuru olsun, bizden, yani bizim türümüzden, yani okuyanus‟lardan biri bu densiz soru karşısında, önce bir bocalar, sonra biraz çekinerek, „okurum‟, der. Güldürmeyin adamı, güldürmeyin bu çoğunluğu, milyarları güldürmeyin. Hiç „okumak‟ iş olur mu? Milyarlar durduk yerde bir yaş daha kocadılar biz fıttırık azınlık yüzünden . Ne yapıyormuş, ne? Okuyormuş… Hah hah ha! Aziz Nesin‟in kulakları çınlamış mıdır bir yerlerde. Adam mühendislik yapıyor, bununla geçiniyor, ama ne iş yapıyorsun, diye sorduklarında bu usuna gelmiyor, okuyorum, diyor yalın bir tutumla. Türkçenin sıcak magması Cemal Süreya (evet, yine o) ne diyordu: „Asker, su ver, asker/Ben asker değilim,

nişanlıyım‟6.

Okumak bir yaşama biçimi. Bana sorarsan okumadan yaşanamaz. Hayır, canlılık belirtileri alınır verilir kuşkusuz, ama bunun ne olduğunu kimse bilemez. Hangi yapının yapıtaşıyım, bunun için yapıyı görmek, yapıtaşı olmaktan çıkmak gerek. Bu nasıl olabilir? Sanatla, sanatın üzerinden… Ben şimdilik, kusura bakmayın, okumayla diyorum. Okumak bize kendi bağlamımızı, dolayısıyla kendi yerimizi bağlam içinde görme olanağı sağlar. İşte bunu deneylemiş birisinin yaşamak dediğimiz şeyden okumayı elemesi anlaşılır bir davranış olamaz. Deliler evine (tımarhaneye) hoş geldiniz öyleyse.

İzin verin, burada okumanın erkkurucu ya da bozucu işlevlerine girerek, Foucault‟vari bir kazı yapmayayım. Bir yerden sonra, bu uğraşıların sonunda, ancak

5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları

6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri, İstanbul, Yapı Kredi yayınları

Page 4: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

4

bulmayı umduğumuz şeyi buluruz. Bunu da nice sonra az çok anlamış gibiyim. Kuyruğumun peşinde bir yavru kedi gibi o denli çok dolandım ki… Neyse, geçelim bunu.

Daha pes etmedin mi sevgili dostum, fırlatıp atmadın mı bu yazıyı elinden. Öyleyse, sürdürüyorum, sınıyorum sabrını, Eyüb‟ü unutma, sonunda ödül, en azından cennet senin, ama şimdi sabırlı olmalı, bana katlanmalısın. Çünkü sen ölmedikçe ben yazacağım. Gördüğün gibi niyetim kötü. Bunun sonu kıyım, cinayet. Yazım, senin yaralanışından, kanayışından güç alıyor. Sen ölmezsen ben yazamam belki de. Derdim, seni yıldırmak, üzmek, kırıp geçirmek, senin taklidini yapmak, sesini, bedenini yansılamak, senin kalkıp öfkeyle yüzüme tükürmeni sağlamak, derdim seni yerinden oynatmak, şişmansan eğer koca göbeğini de ve naralar attırmak sana. Yüzüm kızararak söylüyorum, biliyorum bunu yapamam, bunlar büyük sözler. Benim söylemek istediğim, yazmak dediğin, okumakla aynı şey, taşı alır yerinden, alır, koyar başka yere, koyar mı koyar, işte hepsi bu: dünya eskisi gibi değil, değişmiştir. Onun için uzatacağım. Canına okuyacağım senin. İlgili ilgisiz her şeyi yığarak üst üste, bildiğin, bildiğimizi sandığımız her şeyin altını üstüne getirmeye çalışarak, zorlayarak hayatı… Sahi, hayatı zorlamak ne ki?

İçinde yaşadığım dünya sormuştu bana: „ Ne iş yaparsın?‟

Ben, biraz bocalayıp şöyle yanıtlamış olmalıyım: „ Bi…bilmem. Yani… Üniversite

diplomamı soruyorsanız… Evet, orada ne olduğum, ne işe yarayacağım yazıyor sanırım.

Bunu bir zamanlar birileri vermişti bana.‟

Bu „ne işe yarayacağımın‟ belgesiyle kendim arasında doğrudan ilişkiyi hiçbir zaman tam kavrayamasam da, başkaları ellerinin tersiyle beni bir yana itip bu belgeyle iletişim kurdular. Ben de…karşı çıkmadım. Ne halleri varsa görsünler, deyip sürdürdüm okumamı.

Şimdi yine bir ayraç (parantez) açıyorum, bu da ne, demeden önce okur musun? Aşağıya göz atar mısın şöyle bir, kuşbakışı? Bir dizi, bitmez tükenmez başlık katarı görüyorsun değil mi? Bunlar benim okuma üzerine ele almak istediğim bir tür imler diyebilirim ve bir sıraları yok, geçerlilikleri bile gerçekte. Orada bulunuşları tümüyle rastlantısal ve ben bile anımsamıyorum kimi başlıkları niçin koyduğumu oraya. Sana yalan söyleyecek değilim. E, o zaman gel, her kimsen, her neysen ya da, katkı ver şu işe. Birlikte yazalım; daha şimdiden yüreğime yılgınlıkların, ak bayraklı teslim oluşların oklarını saplayan bu girişimin, saçma sapanlıkları örtbas edilemeyecek metinlerini. Vallahi, bir omuz versen iyi olur. Bana çok da güvenme derim. Hiçbir şey öğrenemedimse şu dünyada, söz verip ardından yan çizmeyi, ihanetin en dipsizini öğrendim en azından. Seni yarı yolda bırakırım. Onun için, gel beni dinle… Yine de sen bilirsin.

Ayracı da kapadık. Daha. Kime sorsan, en okumazına, yeminlisine sorsan, okumak iyidir, der. İyiyse, o zaman,

diye uzatmaya gerek yok. Bunu da öğrendim kuşkusuz. Önüne gerekçelerden öyle bir bazalt duvar yükselir ki, Allah Allah, okumak bir tansık, olanaksız bir şey gibi görünür, bu gerekçelerin dayanağı koşullarda okuyabildiğini söyleyen ya yalan söylüyordur ya da olağanüstü yetenekleri olan biridir. Böyle birinden de her „melanet‟ beklenebilir üstelik. Belki ileride bu konulara değinebiliriz, ama şu „iyi‟ kavramı üzerinde durmalı biraz. Koca felsefe tarihinin üstesinden gelemediği bir meseleyi şıpınişi çözümleyeceğimi sanmıyorsun umarım. Yapacağım, felsefenin şu bıktırıcı sorusunu yinelemek olacak: iyi iyi de, iyi ne peki? Uyanık okurum çoktan ayrımsadı batağa battığımı ve çırpındıkça daha daha battığımı. Seni özel olarak selamlıyorum, uyanık okurum benim, belki de senin gibi

Page 5: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

5

uyanık bir okurum yok, belki de senin gibi uyanık bir okura özlemle terk edeceğim bu „kahpe‟ dünyayı.

Biliyor musun, Tolstoy‟un yapıtı, hem de tümü içinde olmak üzere, insan olarak Tolstoy‟dan çok daha kolay. Tolstoy bir insan olarak bilmece, hem de çözümsüz bir bilmece. 117 yıl önce, 61 yaşında, 20 Mayıs 1889 tarihinde günlüğüne şunları yazıyor: „Neyin iyi olduğunu bilmek için de kişinin mutlaka bir dünya görüşüne, bir inanca sahip

olması gerekir‟7. Dünya görüşü iyinin güvencesi olabilir mi, ya inanç? Bu kaotik dev neyi kastediyordu dünya görüşü ya da inanç derken. Gelin de çıkın işin içinden. Havlu atmam yakındır. Neyin iyisi, hangi niteliklerin, niceliklerin, nasıl bir iyi bu, hangi zamanın, zamansızlığın mı yoksa, bu iyi diyen kim, ya karşı çıkan? Ben derim ki, toplumsal uzlaşmanın ve o uzlaşmanın arkasındaki geleneğin ve o geleneğin arkasındaki birikmiş, yine birikmiş ve yine birikmiş emeğin temellerine, varsaymacasına, benimseyişlerine bakalım. Başka türlü var olamayacaktık. Sezgilerim bunu fısıldıyor kulağıma.

Öyle sanıyorum doğal bağlamlarla toplumsal (kültürel) bağlamların özdeş sayılması birçok soruna yol açıyor. Her ne kadar gündelik yaşantımızı kolaylaştırsa da bu… Bunu „görelilik‟ kavramını çok da yabana atamayacağımızı belirtmek için söyledim. Ama göreliliğin uç noktalarda nasıl baştan çıkarıcı bir „karnaval‟a dönüşebileceğini de kestiriyorum ve ürkütücü bu. Demek ki, herkesin keyfine, rengine, yıldız burçlarına da terk edemeyiz şu biricik dünyamızın yorumlanışını. Çünkü saltık görelilik aynı zamanda yorumsuzluk da demek… Gelin uzlaştığımız şeyin değerini, olağanüstü kurucu ve süreklilik sağlayıcı gücünü teslim edelim. Başlangıçtaki atalarımız bunu her nasılsa becermişler işte. Asıl onsuz kolayca hiçe dönüşebiliriz, belki de bu varsayım üzerinden hala „‟Nasılsın?

Sağol iyiyim. Ya sen?‟ türünden bir söyleşme olanaklı olabiliyor. Gördüğün gibi, iyi hakkında söyleyebileceğim bir şey yok. Öyleyse, kitap okumak

iyidir, derken ne denmek istediğini, bunu gönülden benimsesem bile, açıklama yeteneğinden yoksunum. Bu açık en azından…

Felsefeye, ağırlıklı olarak güzelduyuyla (estetik) ilgiliydi, bulaştığım dönemde Kant‟ın oyun kuramı çekmişti ilgimi. Oyunun oyunluğu nedensizliğiyle bağlantılıydı. Schiller de mi buradan yola çıkıyordu acaba? Çok oldu tabii, unutmuşum. Her neyse… Şimdi en büyük mavramı sallıyorum sevgili okurum, sıkı dur. Okumak bir oyun, bir nedeni yok, elle tutulur, avuca gelir, günümüzde geçerli bir nedenden söz ediyorum, yanlış anlama. Bunu da söyleyen, özellikle anlatıyı oyuna indirgeyen yaklaşımlardan hiç hazzetmemiş benim üstelik, tarihin garip cilvesi olarak. Benim için her tür anlatı, aracıdır, öyle olmuştur. İnsan boşuna konuşmamıştır (saçmalarken bile). Peki burada bir çelişki yok mu? Var mı yok mu bunu irdelemeyi de sana bırakıyorum, biraz oyalanırsın, keyifli bile olabilir bu.

İşte bu seni özgür kılacak. Özgürce seçtiğin, iradene, isteğine bağlı olduğu için okuma eylemin ve bu eyleminin yöneldiği nesne anlam, değer kazanacak. Bir de böyle bak. Sana binlerce yıldır söylenegelmiş binlerce ve binlerce sayfa dolusu okumanın ve kitabın erdemi, iyiliği üzerine sözü aktarmayacağım, istesem bile olanaksız bu, laf aramızda anlamsız da.

Anadan doğma, çırılçıplaksın. Kağıt kokusu alıyor burnun. Parmağının ucu ötekinin bedenine, kitabın bedenine dokunuyor. Tüm varoluşu parmağının ucunda yoğunlaşmış, birikmiş olarak duyuyorsun. Ve o kitabın senin bedenine değişi de senin üzerinden geçen tüm bir evrene ilişkin bir yoklamadır kuşkun olmasın. Bu beden bedene dokunuş, şimdi her

7 Tolstoy, Lev Nikolayeviç; Günlükler, İstanbul, Anka yayınları

Page 6: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

6

şeyi yeni baştan anlamaya ve anlatmaya hazırdır. Okumak bu yüzden hoştur, anlamlıdır (anlamlı bulunur), çekicidir. Onu böyle yapan gerekmeyişi, zorunsuzluğudur. Kaçınılmaz olmadığından nereye gitsen ışığı hep yüzüne düşer. Oyun da böyledir işte. Oyun içinde çocukların (yetişkinin de) yüzünde ışık dolaşır. Neden oyun sorusunun, biliyorum, sayısız disiplinlerce verilmiş yine sayısız yanıtı vardır. Bu yanıtlar bizi doyuruyor, yetiyorsa benim dediklerim boş söz elbette. O zaman, akıllı uslu, yararlı okumalardan, yüce kitaptan, kuramsal açıklamalarla destekli yükümlülüklerden kaçamayız. Eh, o zaman görevler, temsiller ve silahlar, dolayısıyla savaşlar kaçınılmazdır. Her şey gibi kitaplar da erk içindir artık. Ama hayır, bir kez daha hayır, diyebilir miyim izninle?

Kimi şeylerin açıklanmaya gereksinimleri yoktur belki de. Olamaz mı yani? Çünkü neyseler odurlar zaten. Bunun, ben yazmama karşın, tam ne demek olduğunu şu an kestiremiyor olsam da, yani demek istediğim, özgür bırak kendini kardeşim, okumana bir neden arama, bu arayışın sonu çıkmaz, çünkü her neden başka bir neden gerektirir, sonunda neden aramaktan yorulur, satarım anasını dersin, nedeninin de, okumasının da, kitabının da… Yaşamak varken gürül gürül (?) dışarıda, selülöze gömülmüş bir kıtıpiyoz mu olmak, derdin? Geçiniz!.. Aklıma gelmişken, bizim Adana taraflarında; Allahına, kitabına… diye başlayan sövgülerimiz de vardır.

Ne denli teslim de olsak, dipten derinden özgürlüğümüze düşkünüzdür. Hiç kendini dayatamayacak şeye, yani kitaba afralanır, ezilmemizin, silinişimizin hıncını böyle bir olumsuz tepkiye yığarız. Hiçbir doğru dürüst kitap yoktur ki, senin kişiliğini yok etmeyi, seni sindirmeyi amaçlamış olsun, arkasında duran insanlara karşın hem de. Öyleyse, kişiliğinin sorunu kitap değil, öteki; bırak kitapla hesaplaşmayı, onu senin ya da bir başkasının yerine koymayı. O zaman bak nasıl değişecek birçok şey. Kendini dayatmayan şeye ancak özgürlüğüyle ve güçle bağlanabilir insan (dediğimiz ecinni).

Bu sunu bitmeyecek. Görünen o. Kara mara da görünmeyecek. Siz tayfaların hevesi de kursaklarınızda kalacak. Ama elimde değil, ne yapayım.

Sanırım, yinelersem şunu dedim ben. Kitap okumanın yeterli, yüzde yüz geçerli bir dayanağı yoktur. Kitap okumak, kitap okumaktır. Özel, somut bir yaşama deneyimi, biçimidir. Bir şey yapmaktır. Yaşamı bir de bununla, böyle yaşamaktır. Yinelenemeyecek, biricik bir eylemdir. Gerçekte yaşam da böyledir. Tadını bilen bilir. Ve tümü de budur işte. Okuyan, kendini bu tatlı yelin ezgisine teslim ettiğinde, alacağı zevki de görünür kılmış olur. Okumak onda birikir. Bunu istemese bile. Okumayan ne yapar. Onun da yaşam deneyimleri vardır. O da yaşar kuşkusuz. Yalnızca okumadığı için neyin yoksunu ve yoksulu olduğunu asla bilemeyecektir. Çünkü matematiğin kuralı gereği de böyledir bu: bir eksiktir. Bu bire ne yükleyeceğinizi de bırakın ben söylemeyeyim artık. Siz ne koyuyorsanız ondan oluşur bu eksi bir.

Şimdi sana muştumu veriyorum. Kurtuldun, yalnızca okumaktan değil, benden de, beni buraya değin okuduğuna göre her ikimizden de. Ne mutlu sana! Ama son bir açıklama yapayım izninle. Aşağıdaki sonu şimdiden belirsiz denemelerde, okumak, bir girdi olarak, saltık bir veri olarak ele alınmıştır. Toplumdan ve onun tarihinden, coğrafyasından soyutlanmıştır. Okuma eylemi deneysel bir olgu olarak betimleniyor olsa da, göze görünmez kuramsal çerçeveler içinde, koşul-dışı ya da üstü bir nesne olarak örneklenmiş, varsayılmıştır. Okumanın gündelik yaşam uygulamalarına, koşullarına girecek olursak, kendimizi bu „zevk‟ içerisinde tepeden tırnağa günaha bulanmış, cennetten kıçımıza yediğimiz esaslı tekmeyle çoktan dünya bataklığına fırlatılmış olarak görmememiz için

Page 7: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

7

çok az neden kalır geriye. Ne olsa kitap bir boş zaman işi, uğraşıdır, boş zamanı olanlar, bunu bulabilenler içindir, günde 12 saat çalışan çoğunluklar için değil. Hem biliyorsun boş zaman ayartılma zamanıdır. Ne de olsa kitap bir kaynak bulma işidir, asgari ücretlerin içine sığmaz asla. Temel gereksinimlere gelince, ütopya mı acaba sözünü ettiğim şey. Kültürün temel, zorunlu bileşeni olduğu bir insan dünyasını ufukta görebilen biri var mı? O zaman, diyorum, şeytan bu dünyanın lüksü, ayrıcalığıysa, okumak da bu değirmene taşınan sudur yargısı, belki de çok yanlış olmayacak.

Hep söylenmesi gereken bir tümce daha vardır ya, bir şey daha. Bu yaşıma değin okuyabildiğim o bir damla değil, okuyamadığım, ama okuyacağıma

hep inandığım, hala da inandığım, okuyamadığım okyanustur bu küçük girişimin, bu metinlerin dokusunu, özünü, çıkış ve belki de eğer bir yerlere varabilirlerse, varış noktalarını oluşturan şey. Daha çok budur ve ne yazık ki budur. Trajedi de buradadır işte. Her şeyi bilir, bilmezlikten gelir, bilmiyormuş gibi yaşarsınız.

Ağustos 2007, İstanbul

Page 8: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

8

Söz

Belki de her şeyin temelinde bu var: söz. Ağızdan kaçırılmış ilk sözle mi başladı her şey: „Ol‟.

Sonunda olan oldu. Üzerine bir bardak soğuk su içen oldu mu yedinci günde bilmiyorum, ama

bana soğuk su yetişmiyor, bardak bardak içiyorum o gün bugün. Bu Irak için, bu Filistinli çocuk

için, bugün gazetede dağıtılan yiyeceklere umutsuzca bakan fotoğraftaki, bu Hiroşima için, bu

kedinin ağzındaki yavru serçe için, bu… Ömrüm oldukça soğuk suya talim edeceğim kesin.

Uzatmaya gerek yok.

Biraz düşününce anlıyorum, sözün arkasında çok şey var. Bilimsel söylem var örneğin.

Bilimsel uzmanlıklar sözü masaya yatırmış, enine boyuna kesip biçmişler, nice kuram üretmişler,

bunları gündelik yaşamın içinde sınamışlardır. Söz deyince sesbirimlerden örülü yalın

anlambirimden söz ediyorum, de Saussure‟den8 öğrendiğimce, onun yazılı karşılığından değil.

Yazı büyük olmakla birlikte bir başka öykü ve söz denli yaşamsal değil. Yani önce söz vardı,

yazı arkadan geldi, imleme çabasının seçeneklerinden biri oldu. Belki en etkilisi oldu.

Köken varsayımları, karşılaştırmalar vb. tüm çalışmalar da söz üzerinden, sözle yapıldı

zaten. Öyle yaygın bir aracı oldu ki kendisi görünmedi, ama gösterdi. Gösterdiğiyle kendisi hiçbir

zaman, ta ilk sözden başlayarak asla örtüşmedi. Bunu güvenle söyleyebilirim. Öyle olsaydı, o büyük

yarılma; „toplum‟ ve onun „kültürü‟ olmayacaktı. Hadi uygarlık diyelim buna, bu eğer söz

gönderdiğine işaret etmekle yetinse, daha ötesine ilişkin bir umut taşımasa, yani söz

bilinemeyenin sözünü vermese, ötesine gönderme yapmasaydı olanaksız olacaktı. Söz her zaman

kendi önünü, kendi gerçekleşme biçimini aşmış, olana değil, ötesine, hatta olmayana işaret

etmiştir. Kaymanın, çoğalmanın, uzlaşmanın, ayrışmanın kaynağı söz bu yüzden… Sözle birlikte

kendimi anlatılabilir bir nesne olarak ayrıştırabildim, görebildim, buna „ben‟ dedim, başlangıçta

düşünen değil, başlangıçta seslenen, anlatan ben. Arkası çorap söküğü gibi geldi zaten. Eğer ben

bensem, ben olmayan da sen‟din, dışarıda, ötede olan, benim gibi anlatabilen, sözü kullanabilen,

öyleyse oradaki ben olabilen. Senle ben burada duruyorsak, varsak zaten „biz‟iz, biz var demektir.

Anlatmak için, söz için; tek‟in, bütünün, hayvanın avlanması, parçalanması, bölünüp paylaşılması

gerek. Bu bağlamdır, mağaradır, hep birlikte aynı yönde devrilmek, aynı sesle ulumak, ama daha

fazlası, bu büyük rahim içinde, bu büyük güven içinde, onun egemenliği, sınırları, yurdu içerisinde

onaylı onaysız ayrılık, kopuş, farklılaşmadır da. Her zaman aslında ayrı‟laşmadır. Vedadır, kopuştur

anneden. Korunma içgüdümüz bize tersini gelenek olarak aktarsa da, bizi bir arada tutana işaret

etse de her an, tetikte. Oysa kendimize yetseydik, kedimize birebir eşit olsaydık, söze gerek

olmazdı, zamana da ve tarihe de.

Bakın, söz dediğim öyle yalınkat bir şey değil. Söz balonunun içinde tüm bir geçmiş, kavrayış,

tüm tartışmalarımız da var. Mutluysak söz yüzünden, mutsuzluğumuz da… Söze dönüştüremediğin

bir duygunun gerçekliğinden ne kadar güvenli olabilirsin? Anlatılmamış şey yoktur. Bunu

öğrenebilmek okuma edimim sonucunda öğrendiğim en iyi şeylerden biri gibi geliyor şimdi bana.

Sıklıkla matematiğin, mühendisliklerin sağlam, güvenli evrenlerini sözün kaypaklığının karşısına

koyar, iyi ki, deriz, iyi ki söze ve onun gelgitine, burgacına, yanıltıcılığına, hainliklerine kanmadık,

kalmadık, iyi ki yasalar ve onların evrensel geçerli doğrulukları, somut gerçeklikleri var. Ne kadar

şanslıyız, rastlantıların yıkıcılığından bizi koruyan tartışmasız güvenli korunaklarımız olduğu için.

Ah, bütün bunları, bütün bu matematikleri, bilimleri, yasaları söze başvurarak, sözle, söz

üzerinden anlatmasaydık (konuşarak ya da yazarak) bunu deyip koltuğunda kaykılanlara hak

verebilirdim. Ben de böyle olsun isterdim sevgili „das Man‟9. Keşke böyle olsaydı. Ama sözün ustası

matematiktir tam da. Simgeler dili öyle gelişmiş, anlatısı öyle kurallara bağlanmıştır ki, bazen

düşünmeden edemem, bir üst-dil, dillerin dili, sözün sözü mü diye. Anımsa, söz yalnızca her şeyi

ama her şeyi anlatmakla kalmamış, kendini de anlatmıştır zaman zaman, kendine de bakmıştır, öyle

8 Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri

9 Ortalama, niteliksiz insan (Heidegger)

Page 9: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

9

ya sözün kendini kavraması için kendinden kopması da gerekmiştir. Yoksa bunamış, saçmalarken

yakalayabilirdik onu. Nerelere kadar uzanmış, cesaretini hangi sınırlarda sınamış, ışığını nerelerde

yıkımla yüzleştirmiş, karanlığı ne kadar koyultmuş, neyin sorumluluğunu nerelere değin üstlenmiş…

Yine anımsa, bütün kıyımların, çocukların bile ölümlerinin sorumlusu sözdür. Söz güngörmemiş

çocuğun ölümünü, belki de acı çekerek dile getirmiş, anlatmış, daha başlarken bir görüş, varsayım

ortaya atmıştır. Söz, çocuğun ölümünü yorumlamıştır. Bu çocuğun ölümü, bu çocuğun ölümüdür,

demekle yetinmemiştir. Demek ki, söze bağlı olarak yaşam dediğimiz şey siyasetten başka bir şey

değildir. Öyleyse söz hiçbir zaman anlama düşmez, indirgenemez, anlamıyla örtüşmez, anlamdışına,

anlamsıza kaçan yanı siyasaldır (politik). Bütün sanat, bu yüzden işte sözden, anlatmaktan,

siyasadan, yorumdan, yani tek‟in iki olmasından, birin, ben ve sen olarak ikileşmesinden gelir.

Tersini, çektiğim bütün acılara ve gözlerimden akan yaşa rağmen dilemedim, dilemem. Söz

yüzünden, sözle yazık ki hep, „atımın sol gözünden yaş akacak‟tır10. Böyle olduğunu yalnızca söz

anlatacaktır başkalarına. Sözün sözle giderileceğini, iyileştirilebileceğini düşünmekten başka

seçeneğimiz yoktur da ondan. Söze böyle düşmüş, sokağa ve tozuna böyle bulanmışken, sözün bu

denli güzel orospuları, gebe kalmış kızoğlankızları olmuşken, yapabileceğimiz biricik şey cennetten

nasıl kovulduğumuzu, nasıl düştüğümüzü, kanatlarımızı nasıl yitirdiğimizi anlatmaktır artık. Tarih

de bunu yazmıştır. Tarih biraz budur hem.

Söz kişiden, ağızdan, anlatandan ve dinleyenden güçlüdür. Odur insana egemen olan. Tersi

değil. Öyle sanırız, sanmak isteriz. İşimize gelir bu. Oysa buyruğu veren sözdür; dileyen,

arzulayan, seven, öfkeden kudurmuş, kıyan, inciten, okşayan, süzen, umut, çağrı, zevk, anımsama,

unutuş ve … Sözsüz bedenini düşün, düşle. Lütfen dene bunu. Nereye değin gidebileceğini nasıl

merak ettiğimi bilsen. Karaciğerin, dalağın, yemek borun, damar damar yüreğin, külrengi beynin,

dudakların, saçının teli için hiçbir anlam taşımaz bütün bunlar ve benzerleri. Onlar kendi başlarına

bir varlık olarak, orada öylece olup, sevmenin ya da lanetin kanıtını oluşturamazlar. Seçimi yapan

zihnimden akan düşünce de değildir, onun söze gelmişidir, dışarıya konmuşu, biçimlenmişi,

ortalıkta fırlatılmış öneri olarak tavrı, duruşudur. Sözdür cinayetin aracı. O denli özgürüz işte,

cinnetimizin sorumluluğu bize aittir, bizimdir.

İyi güzel de zembille gökten mi düştü söz?

Kıpırdamamak. Yapmamak. Sessizlik. Taşla kemikle dürtmek. Kafaya vurmak. Kan. Kırmızı.

Uyarıyı görmek. Görüntü. Karşılıksız, anlamsız, sözsüz… Yalnızca görsel im. Orada hiç (bir şey

yapmamak)/Burada (yapmak). Orada: Yok./Burada: Var. Orada: Öteki./Burada: Beriki. Orada: O,

kıpırdamayan öteki, ölü./Burada: Ben, yapan, diri. Ölüm/dirim. Öteki yaşam/beriki yaşam. Öbür

dünya/Bu dünya. Ben/O. Bizim öykümüz çok sonraların öyküsüdür.

Aralıktan yükselen ses(im), çığlık: yansılama. Düşman (hayvanın) sesinin, dağın sesinin,

kasırganın, yaprağın, adımların, elin, dişin, gözün, suyun sesinin ve benim dışımda olan her şeyin

sesinin yansılaması. Tek çığlıktan, patlayan ve gökyüzünde dağılan bir tek sesin, benim

höykürmemin bin sese dağılıp yağması, dökülmesi, ayrışması ve benzeşmesi: ayrışması ve

aynılaşması. Yankıdaki sapak, belki de çapak: Çapanoğlu.

Elimle gösteriyorum: Beş parmak, beş insan. Şimdi buradayız. Beş parmak. İkisini

kapatıyorum avucumun içinde. Üç parmak. İki parmak yok. Aslında var, gizli. Ama iki insan yok.

Gizlendiler, örtüldüler. Düşmanın, insan olmayanların ağzı yuttu onları. Onların yokluğu. Yokluk.

Ölüm. İşte beş milyon yıldır kavrayamadığımız, kavrayamayacağımız şey. Söz buradan çıktı,

dünyaya dağıldı. Bir çığlık olarak… Her şeyi anlama, ama asla ve asla anlayamama girişimi olarak.

Hiçbir söz bugüne değin, yaşam için yetmedi. Ölüme zaten yetmezdi. Bu yüzden „söz tükenmez‟11.

İnsanımsının yarılmasından, açılan boşluk, açılan derin karanlık ve karanlığın içinden

başlangıçtan beri kesintisiz yağan yağmur: söz yağmuru. Yaşam, dirim bedenin yerine geçirilmiş,

bedenin terk ettiği yere doldurulmuş sözdür. Beden bedeni tutuşturur, ama sözle aşk olur. Elim

10

Birhan Keskin: “Ve şimdi anlıyorum neden/Yaş akıyor/Atımın sol gözünden” (Ba, 2005) 11

Fethi Naci, yanılmıyorsam

Page 10: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

10

çocuğumun saçlarında konuşur. Dokunmanın arkasında bir öykü durur, bir anlatı. Söz birikmiş,

bellekte yerleşik anılar, imler, kanılar, yargılardır. Söz tüm geçmiş varlığımızın taşıdığı geleneğin

kendisidir, kalıbı değil. Yaşam da, ölüm de sözle ilgilidir, sözden gelir, söze de giderler. Bir varmış

bir yokmuş‟tur yaşam. Tümden yok olmuyorsa sözle, sözün gücüyledir. Söz yaşamı izler, ensesinde,

soluk soluğa, bir gölgeden daha bağımlı, ardı sıra, önü sıra, gerçekte yaşayan, yürüyen nedir,

kimdir, beden mi, söz mü yoksa, bir kılavuz, Azrail, yalvaç da, çıkış yoluna işaret eden, alaycı,

sinsi, bir köpek, unutturur, kanatır, yalvartır, acımasız, ölümcül: vur, indir, kes, as, öldür, kır, yok

et. Yok et, der söz, ardından yumuşak, sevgi dolu sesiyle ekleyerek: ayağa kaldırabilirsin, umut

olabilir, canla doldurabilirsin. Sevgi olanaklıdır, sevgi sözle olanaklıdır, ancak sözle. Anne anneliğe

sözle yatırılmıştır, savaş için çocuk doğurmaya, yokluğa, yoksunluğa, acının dibindeki acıyla

katılmaya, kuruyup çatlamaya, erkek sözle rüzgarlanıp açmış yelkenlerini sonuna değin, yeni

kıtalar, yeni kıyımlar, öldürümler için, kahramanın kahramanlığı söze borçludur, inanmak sözden

alır marifetini, “Kur‟an” olur, bu Tanrı sözdür demek, sana derim ki, ağzımdan çıkan, dökülen söz

benim değil, bana ait değil, benim aracılığımla konuşan O‟dur, gücüm, anlamım, seçilmişliğim ondan

gelir, ben O‟yum, bu yüzden sözümü dinleme, yalnızca bana inan yeter, inan arkamda durana, bu

ağızdan çıkan kendi şarkısı değil, bu şarkı benim şarkım değil, öyleyse kimin şarkısı, söyleyin bana,

bu beni delirtebilir? Hangi ırmaktır üzerimden geçen, hangi buzulun hiyeroglifidir yüzümdeki iz,

saçlarım hangi rüzgarın sözüyle dağılmıştır böyle?

Söz, uçucu, kaçıcı, avuçlanamaz, yakalanamaz şey. Kuş değil, onun uçuşu. Varlık değil, onun

tözü. İlk‟in, başlangıcın içinde duran, birikmiş, patlamaya, parlamaya, yakmaya hazır duran şey,

kendine üzerine düşmüş, öyle yoğunlaşmış, karadan kara delik. O tek söz, nasıl döner, nasıl burgaç,

hortum, döner, yine döner, tozu toprağı, insanı ve hayvanı, ekini ve toprağı, denizi dağı, tanla

menevişlenmiş bulutu, çocuğun gülücüğünü ve ağlayan genç kadının sesini, yalnızlığı ve iskandil

edilememiş yalnızlığı, o inanılmaz insan yalnızlığını; o tek söz, o dipsiz kuyu, emer, alır içine,

derinliklerine çeker, çağırır, dayanılmaz sesinin güzelliğine onun, söz öyle güzel bir çağrıdır

(Sisyphe12), uzanır, yatarsın ölüme, razı olursun bir tek söz için, ses olmuş, sana yönelmiş, senin

içinmiş, senden gelirmiş ve sana dönmüş, varlığını sana adamış, bağlamış bir tek söz için, ölüme ve

varsa ötesine. Söz böyle güçlüdür işte, bu kadar güçlüdür. Yutar, evreni bile yutar ve doymaz

yine. Kavrayamayacağımız en üst bağlamdır. Açık kapı odur, varsa bir kapı ve onun açılışı. Hangi

yanından baksan söz öte yandadır. İnsanoğlu sözün peşine düşmüş, umutsuz avcıdır. Hep avlanır,

düşer. Yine kalkar, çünkü sözsüz olunmaz, sözsüz yaşamak olmaz. Neyi yaşadığımızı bilmeden,

adını koymadan, söze başvurmadan, yaşayamayız.

Peki, ne diyorum ben. Söz önce miydi? Varlıktan önce miydi yani? Hayır. Varlık, söze gerek

duymadan orada uslu uslu durabilirdi, kendinde, öylece. Varlığın o büyük, rastlantısal kırılmasıdır

söze yol açan. O günden beridir rahat huzur kalmamıştır evrende. O günden beri senin akın, benim

karam, senin yaşamın bana ölümdür. Söz gezinir aramızda. Öyle hızlı kayar ki aramızdan, bu

Odradek13, birbirimize düşer, tokuşur, ama yakalayamayız onu, anlayamayız nasıl bir şey

olduğunu, var mı yok mu, gerçekten gördük mü, bir yanılsama mıydı düşünürüz uzun uzun.

Üzerimize çökmüş sistir de. Soluduğumuz havadır, içimiz dışımız sözdür, her şey onun

altındadır. Ak kar gibi örtmüştür hayatımız dediğimiz şeyi. Sözün altında ezilmiş, pusmuş,

korkmuş, sinmişizdir. İçimizi ürperten bu şeydir söz, üşümemiz ondan.

Söz budur. Ağızdan kolayca fırlatılır ortalığa. Nereye gider ucu bilinmez, nerelere uzanır?

Bir mızrak, ok, mermi, füze, atom, napalm, dehşet olur çıkar. Çığ gibi katlana, kanatlana büyür.

Yıkımımız kendi sözümüzden olur.

Sözün gölgesi olmaz, durmaz çünkü. Daha döküldüğünde ağızdan, öteki söze ulanır, atlar.

Zincir uzar. Dolanır dünyayı, zincire vurulmuş dünyayı. Sözün asi tutsaklarıyız. Sözü ancak sözle

yoksarız. Özgürlüğümüzün özü de sözdür zaten.

12

Seslerine, çağrılarına dayanılmaz deniz perileri 13

Franz Kafka’nın kısa öyküsündeki topaça benzer, belirsiz varlık

Page 11: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

11

Eee, o zaman söz her şey mi yani? Sözü uzatmaya ne gerek, sözün özü, söz dirimin olmazsa

olmazı, yaşamın vazgeçilmez koşulu.

Söz, deriz ötekine, söz sana, sözüm sözdür, söz veriyorum, bunu yapacağım, bana güven. Sözüme güvenmek zorundasın.

Page 12: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

12

Ses

Ya ses, sözün sesi... Okumak belki de başlangıçtaki sözün sesini bulmak içindir, bize her şeye

rağmen yine de yabancı gelen bugünün sesini ilk sesin üzerine oturtmak, sesi kendisiyle

buluşturmak içindir. Umutsuz bir girişimdir bu. Şiirde çıkar ortaya, görünür olur bu umutsuzluk.

Şiirdeki güzellik, altındaki bu umutsuz girişimden gelir. Yapıldığından daha hızla eksilir, çözülür

bütün ve ses yaklaştıkça uzaklaştığını anlar, görür, bilir, duyar. Sesin sese vedasıdır, sözün sesinin

sözün sesine...

Varlık titreşir, diğer varlığı titreştirir. Çünkü varlık tektir. Varlıktan varlığa dalgalanan ses

sonsuza uzanır, uzar gider. Sesler yığılır, düzenlenir, sıraya konur, sesin davranışı gözlenir, anlama

bulanır ses, sesin anlamı üzerinde oydaşma sağlanır, bunun için gözyaşı da, kan da dökülür, bu sesi

geçerli, her şey yapabilmek, tartışmasız kılabilmek için, bunun için tek, diğer teki bulur, birlikte

savaş ve aşkla uzlaşırlar, tamam derler, bu ses bunu anlatır, bu, ancak bu sesle aktarılır, imlenir…

İlk uzun çığlıktaki ilk ezgiye (nağme) kabartılır kulak. Kulak büyür, dolar, kendini yetiştirir.

Biriktirir. Kulak bir bellek yuvası oluşturur kendine. Sesleri ayrıştırır, sonra buluşturur.

Görüntüler, devinimler akar bilincin bulanık dehlizlerinde.

Bugüne gelinmiş, binbir seste uzlaşılmıştır, ama hiçbir ses diğerinin aynı değil, hiçbir kulak

da, diğerinin… Ses varsayımdır öyleyse. Herkesin böyle benimsediği varsayılmıştır. Sonrası tarih

dediğimiz şey yine.

Okumak bir sesin ardına düşmek niye olmasın. Yitirdiğimiz, annemizin rahminde kalan, o

derin sesin, vuruşun ardına düşmek... Evrenin, gökadamızın yüreğindeki o büyük ilk vuruş…

Kulağımızı buna yatırır, bunu duymaya çalışırız. Metinlerin, sözün ardına düşmemiz bu ilk ses

içindir, bu ses içindir. Bu sesin olmadığı yer, sessizlik yokluk, ölüm demektir. Sözü arıyor,

okuyorsak; sessizlikten, ölümden korktuğumuzdan. Yokluğa dayanamıyoruz, en çok buna.

Varlık değişir, dönüşür. Elektron elektrona seslenir, yıldız yıldızı çeker, bir mineral kristali

her eksenine bir başka tutku koyar, bozunum yeni doğumların kaynağı, su ırmak olur, akar ve onun

sesi varlığın eşlikçisi14 olur, canlı sesi alır, yansılar, aktarır, bozar, ses karnaval olur, tartışmalar

çatışmalar, çivisi çıkar yaşamın, her şey her şeyin yerine geçmeye başlar, Musa‟nın sesi yetişir ve

düze çıkarır sürüyü, kuzular, bu sesle en büyük korkuları olan yokluğu göze alırlar, uçurum

derinleşir, ses hemen şuracıkta umulur, her atılma parçalanma, daha uzaklaşmadır, her anlatı, her

öykü kopuş, bu sesten, bu ilk sözün ilk sesinden kopuştur, savrulma, en sarsıcı „Beni bırakma! Beni bırakma!‟ seslenişidir. Budur roman, şiir, yazı, söz, masal, fısıldanan, kulağımızın çatısı içinde

parçalanıp dağılan tiz çığlık. Ama bırakma, bırakılma varlığa içkindir, umutsuzluğumuz

kaçınılmazdır15, insanın özü böyle, bu yüzden gerçekleşir ve bu öz anlatmayla, sözle „başa, öne‟

konur, yerleştirilir. „Önce söz vardı.‟ Yaşam kesikli, kırıklıdır ve bu yüzden olabilmiştir. Döngüdür, sonsuzmuş gibi görünen döngü.

Yinelendiğini sanırız. Bir canlı ömrünün içinde de, ancak yinelenebilir. Oysa en üstteki, en büyük

çevrim henüz kendine dönmemiştir daha. İlk sözün ilk sesi kendine ulaşamamıştır, bu saltık yokluk

olurdu hem. Ama dur biraz, soluklan. Bir an için. Arkana dön de bir bak. Yürümüşsün. Buraya,

bulunduğun yere gelmişsin. Niye ki? Durduğun yerde varlığın tüm görünümleri, zenginlikleri,

rengarenk giysileriyle seni kuşattığını, donattığını, seni giydirdiğini, sende bir kabuk, bir deri

oluşturduğunu fark ettin mi? Durdun ya, varlık çullandı üzerine, seni tamamladı o durduğun an için

telli duvaklı bir gelin yaptı senden ya da bir damat. Varlık döşedi seni. Eh, durduğuna göre ne olup

bittiğini görebilirsin, değil mi? Hiç görmediğin, daha önce varlığına tanıklık etmediğin,

düşlemediğin şeyler dışardan akıp duruyor içine. Tümüne bir sesle yankı vermeli, tümünü

seslemelisin. Bu sesleri düzmeli, kesip biçmeli, ayırmalı, bunlardan sözler, söz salkımları oluşturup

bir vurgu yapmalısın olana bitene. Bu sesin geldiği ve gittiği, bu durak, bu bir an soluklanma, bitişe

14

Nina Berberova, Eşlikçi, Can yayınları, ? 15

Kierkegaard, Sartre

Page 13: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

13

veda, yeni başlangıca hazırlık, bu anlama, kavrama deneyimi: bu anlatmak niyetidir, bir girişimdir

artık. Kötü, iyi bir çok içerik çoktan üşüşmüştür bile başına. Anlamı ne? Bütün bunların, durmanın

ve kalkmanın, bitirmenin ve daha şimdi bitmişken yeniden başlamanın, başlamanın… Bir davulun sesi

bu… Davulun gergin deri üzerindeki tok gümbürtüsü… Ve tokmak hayatı nereden keseceğini

öğrenir, hangi hızda, ne zaman susarak, ne zaman çoğalarak ve buna keder ve buna sevinç ve buna

aşk diyerek… Yaşadığımızın bir anlamı varsa, durup susmalarımızdan, onu bölümlere ayırmamızdan

ve karşılaştırmalar yapmamızdan, kimi sonuçlar çıkarmamızdan gelir bu anlam. Ve yaşam eğer bir

ses, ardına düşülmüş, izlenen bir sesse eğer, biz ses avcıları bitmeyen bir uğultunun, bitmeyen bir

vuruşun, bitmeyen bir ezginin içinde umutsuz dolanıp duruyoruz demektir. Umutsuz, yitmiş dolanıp

duruyoruz demektir, Rachel‟in kayıp oğlu Ishmael16 gibi.

Sesin, seslenmenin, seslenerek çağırmanın, müziğin ne demek olduğunu öğrenmiş Odysseus,

kendini ve arkadaşlarını kalın halatlarla geminin direğine bağlıyor. Bu tatlı ezgiye, bu dişil çağrıya

dayanmak ne mümkün, ona atılmak, onda yitip gitmek, karışmak, eriyip bir düş olmak, o büyük

dinginlik, başlangıcın başlangıcında duran, her şeyden önceki, uyku, büyük uyku, anısızlığın,

geçmişsizliğin sonsuz yinelenen kayalığı, çoraklık, hatta bitimsizmiş gibi duran çöl, hatta

sessizliğin düşlenemez o sesi, yokluğun, ölümün dayanılmaz çekiciliğine bırakmak bedenini, varlığı

soyunmak, karışmak yokluğa, tatlı, zevkle, balsı, esrik, yerleşik, sınırsız hazlara, kurtulmaya

yaşamın yükünden, düşüncesinden ve kahrından onun…

Pan‟ın, bu teke çobanın tutkulu böğürüşü, Eros‟un havadaki maviyi biçen okunun ıslığı,

Mainad‟ların, bu köpürmüş kadınların çılgın haykırışları ve yuvarlanışları dağlardan vadilere,

göllere, kıyılara, su başlarına…

Binlerce dil var, beş binin üzerinde sanırım irili ufaklı. Peki kaç tane ses var. Bütün bu

dillerin ve onların yazılarının, farklı bireşim ve ses derişimlerinin, bunlardan oluşmuş anlamların,

sözcüklerin arkasında, tüm bu dağarın arkasında kaç ses durur? Bütün bunları yapan eden insanlar

fizyolojik olarak nereye değin ayrılır, nerede buluşurlar? Gırtlak dediğimiz kaç boğum. Boyun,

üzerindeki kafa, iki kulak, sesin sinirleri ve telleri… Havaya suya, coğrafyaya bağlıyabileceğimiz üç

beş ses farklılığıdır tümü. Toplasan bir avuç sestir dolanır ortalıkta, yankılanır mavi göklerin,

uçsuz bucaksız gecenin altında. Bir avuç sestir hepi topu. Ne denli benzeriz birbirimize, nasıl da

aynıyız. Bu ortak seslerdir bizi derinlerde buluşturan, bu tek ve ilk dil. Ses vermek, ses almak.

Ses aktarmak. Çinlinin seslerine bağlı sözünü yadırgar, ses temelinde ayrıştığımızı, onun bir başka

canlı türü olduğunu düşünürüz. Oysa hemen hemen benzer seslerle, ama farklılaşmış vurgular,

çevre duyarlıklarıyla yerlemlere bağlı, yüzeysel bir türlülüktür bu. Aşağıdaki, dipteki sesler

neredeyse aynıdır. Kökenseldir, varlık temellidir. Bak, görüyorsun bu otuz dolayında sesle

gelmiştir tansık. Başlangıçta neyseler bugünde öyleler, onlar içgüdülerimiz, ilk yankılarımız, ilk

yanıtlarımız, ilk yanıtlama, anlama girişimlerimizdir.

Arketip (eskil, kökensel yapılar) yaşam derlemelerini, yıllıklarını sayfa sayfa geriye doğru

çevirdiğini görüyorum. Sen kadından ve adamdan olma insan, sen; kendi derinliklerine inerken,

ortak balçığa, yaşam çorbasına, canlılığa geçişe, rastlantısal sürtünmeye ve bu sürtünmenin o

zaman duyulamamış, duyulabilmesinin ancak sonradan gelecek tarihe borçlu olunacağı, kulağın

büyüleyici tarihine, o iki molekülün, ortakyaşamı olabilir, olası kılabilmiş birleşmenin ve ötekini

özlemenin ve canlılık sezgisinin ve umudun ilk sessizliğine, üstelik tüm bunlar sonradan anlatılmış,

uydurma öykülerken, sessizlikte uyuklayan sese varıyor, ulaşıyorsun. Bunun aslında bir kıvılcım

olduğunu da anlıyorsun. Yangın milyarlarca yıldır söndürülemedi unutma. İçinde o yangını bildin.

Sese çevirdin onu, anlattın durdun. Seslendin, bedenin, sese uç veren varlığın çözüldü, çürüdü,

ama sesin sürdü, sürüyor, dalgalanıyor, uzanıyor, sınır tanımaz bir kendilik olarak, boşlukta, başka

bir varlık olarak, bir ses-varlık olarak, senden kopmuş, bana ırak düşmüş, bizim ikilenmemizin,

bizim kırılmamızın, bizim incinişimizin belgesi, kanıtı gibi.

16

Hermann Melville, Moby Dick

Page 14: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

14

Yaşam, dirim bizim onayımız, doğrulanmamız olsaydı, sesimiz, sözümüz, öykümüz olmazdı.

Yürürken yolda, nereye gittiğimi de bilir sanırken, sol ayağımdaki şu ikircim, bir yanımı yalayan,

sıvayan şu gölge, kafamın içinde beliren „acaba‟, ayağımın beni çekişi, sürükleyişi, korkmam, bunu

hiç istemeyişim, direnişim benim ve onun, direnmenin içindeki o koşu, o meraklı, istekli koşu,

bilinmeze, ölüme bu dörtnal: kötücüllük sonunda kuşkunun, aynı anda istemenin ve istememenin

çiftyanlılığı; bu bir ahlak doğurdu, bir inanç, karşıtlıklar: ölüm/dirim, kötü/iyi, melek/şeytan,

cennet/cehennem, biz/onlar. Ses yalnızca kırılmada, karşıtlıkta çıkabilir ortaya, çatışmanın,

kavganın, sürtünmenin sesi vardır. Bu koca ses, bizim tarihsel gümbürtümüz, tüm bu saltanat ve

sefalet kendi anlatılarını kurmaktan, kendilerini anlatmaktan ve sesin gerçek ya da kurmaca

gücünü dayatmaktan başka ne yapabilirdi? Bunu yaptı. Alalama, hava fişekleri, sonuçta yorgun,

bitkin düştük belki anlatmaktan, sözden ve seslerden ve bunu da anlatarak, sözle, sesle dile

getirdik. Demek, bir yandan da kendi eksenimizde dönmüş… dönmüş ve durmuşuz.

Ses sese karşıdır.17 Bir ses öteki sesten korkar, bir ses öteki sese sevdalıdır, yanıktır. Bir

ses ötekini görmek, tınısını kavramak, rengini sarınmak için önce ayırır, uzaklaştırır, yadırgar onu.

Başkalığına bürünür benim gözümde senin sesin. Sen başkalaştıkça düşerim senin üzerine,

içine, diplerine. Senin sesini ayrımsamış olmam kendi sesimi duyurmuştur çoktan bana. Kendi

sesimi dinliyorum, onu oturtuyorum öyküme, anlatmak istediğim yaşam örüntülerinin orasına

burasına, kendi sesim bir bakıyorum, yakışmış, yakışıyor bana. Kendi sesim oluyorum. Kendi sesim

oldukça ben, senin sesin daha bir başka, daha bir uzak, daha bir çekici, onsuz olunmaza dönüşüyor.

Benim sesim kendini ayırır, tanır tanımaz seninkini buldu evet, ardına düştü, izini sürdü, onunla

buluşmak, bir ve aynı şey olmak istedi. Benim olan bu ses, tek başınalığı, bu yalnızlığı, bu

yankısızlığı tek başına kaldıracak gücü bulamayacak, hem de doğasından, doğasının gidişinden

olacak bu. Senin sesin olmadan benim sesim hiç, benim sesim yok. Olanaksız. Ne tuhaf!

Ses sese karşı… Devini, sese, seslenişe tepki, yankıdır. Bir yanıttır. Varlık ona yönelmiş sese

dönüp bakar. Süzülür, varlığın anı, bakışı sese yönelir: Ben mi, der? Eğer seslendiğin bensem, benim bulunduğum yerde bir ben olması kaçınılmaz, değil mi? Bana mı seslenişin?

Keskin kulaklı okur, kitaptaki dip akıntının, belli belirsiz uçuşan hayatın kanat sesini duyar.

Kitabın özgün sesine bırakır kendini. Okurun daha derini kitaptaki sesin kendi oluşmakta olan,

yeniden kurulan sesi olduğunu da bilir. Aslında kitaba bir ses ekliyordur, kitaba kendi sesini

veriyordur. Kitap onun da sesini alır, ötekiler için. Sesler yitmez, bozulmaz, dolanır dururlar

sonsuz boşluk içinde. Dünyanın sesi bir huninin içinden boşalır kulağıma. Varlık ses olmuş, bir ses

dizisi, sesten ibaret olmuş, kendini yeniden ses olarak yazmış da, bir de bu biçimiyle, bir de bu

belirimi ile can katmak için canıma.

Bu renkler, bu yapraklar, bu beden, bu su, varoluşu çevreleyen dantela, bu benim ağzım, bu

benim ağzımdan dökülen kuşlar, bu sözcükler, tüyler, kum tanesinin denize düşürdüğü giz, bu

çocuk kanına susak ölümün elinden düşen gölgedeki uğursuzluk, bu leylanın, gecenin sessiz ve

büyük tanıklığının, bu asmada üzümün rengini birden kavrayışının, bu eflatun kokusunun, babaların

evrensel hükümdarlığındaki hüznün ve bıngıldağın, bu çocuk kalmış yanı ömrümün, bu bütün

ingmarların, hiç görmediğim ırmaklarda sürüklenen kırgın mavnaların, bu söğütboyu göçlerinin,

taşkının, bu afrikanın iğdiş edilmişliğinin, bu kardeşim benimin, bu seni seviyorumdaki, bu

altıağustosbindokuzyüzkırkbeşin, bu vınlama, tomurcuğun örsünde direnme noktası, bu ölmekten

güçlü umut, umudun bitimsiz mezarlığı üstüne üstlük, bu istanbul: deniz baskınlarına uğramış sokak

sokak, gemilerin girip çıktığı, bu ustanın içinden gelen, bu altın hilal çamuru, kendini çoktan aşmış

bir yaylı kuartet, bu hiç bilinemeyecek olanın önerisizliği, orada olmak, orada öyle durmanın, yani

savsızlığın, kahvedeki kokunun, sarıdaki cavlağın, bu bir başka türlü kalbim senin demenin, asla

anlaşılamayacak olanın, bu ırkların dişil gözü, bu da ayadaki yatargöz, nazar, bu bakışın, aşağılara

akışın, siste beliren annesizliğin, kış basmasının, bu nezihemeriç çoklaması çoğullamasının, bu

şefkatin bil bul dediğinin, bu kabuklar, bu taşlar, onların altındaki zümrütün, yılanın sürtündüğü,

17

Bach, J.S., ‘Kontrapunta tekniği’; Huxley, Aldous, Ses Sese Karşı, Çev. Mina Urgan, XXX

Page 15: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

15

çanlar, devrimlerin ekmeğe banılıp, uzun yeleli atın, doludizgin yabanılın, yılkımsılığın, tuna

boylarından geçmişliğin, bu haykuda donakalmışlığın, bırakılmışlığın, bu yalnızlığın, arap dilinde

onmaz onulmaz kavrayışın, bu kendinin, ıssızlığın, bu esirgenmiş elin…bu esirgemenin, senin

yokluğunun sesi.

Kapı zorlanarak evine girildiğinde, çürümüş sesin kokusuydu insanları allak bullak eden. Ve

ölünün diplerde bir yerlerde, dünyanın tüm seslerinden oluşan dağlar gibi yığılmış ses çöpünün

altında olduğu kestirilebilirdi. Sokaklardan, başka çöplüklerden toplanmış sesleri taşımış, almış

bulundukları yerden, götürmüş evine, raflara, odalara, yatak altlarına, koltuklara önce düzenli,

sonra rastgele bırakıvermiş, dolmuş tavanlara kadar seslerle ev, sonunda belli ki birlikte

çürümüşler, liğmelenmiş giysilerine dokunulduğunda ekşi, tuzsuz, bozuk bir ses çıkmış, yükselmiş

bedeninden. Ölümün sesi kapı aralığından taşacaktı, kente, alanlara, sokaklara yayılıp dağılacak,

bozguna uğramış ses ırmakları sarıp sarmalayacak, kucaklayacaktı bizi. Bundan kaçamazdık. Öyle

de oldu. Ses çürüdü. Çürüdük bu sesle. Perdesini yitirmiş piyano tuşları gibi bozuk, akortsuz

yankılandık. Sesimiz berilere düştü. Neredeydi yükselen ağaçların, neredeydi yaşamını uğruna

harcamanın, neredeydi bayrağın, neredeydi aşk‟olmanın, cesaretin, bir ekmeği ikiye, üçe, beşe

bölmenin alakesik, hu sesi.

Her şey sesle başladığı için sesle, sesli biterdi. Ama aralıkta kalana bakın diyorum yine de.

İki ses arasındaki boşluğa, suskuya, arkada duran ıssızlığa, sessizliğe bakın. Sesler çoğaldı,

ayaklar baş oldular ve koktular. Konuşan, çığrışan sesler bir bir yitirdiler taşıdıklarını, anlamlarını.

Yoklukları daha bir anlam taşır oldu. İnsan sesin olmadığı yerden nem kaptı. Oradan çıktı yola. Ne

diyor, ne diyor, değil, neden susuyor, neden demiyora takıldı kafalar. Söylemediğinin altına bak,

kaldır sesi, bak bakalım neler yığılı altında, ne suskunluklar… Vazgeçilen ne, niyetlenilen cinayet

gerçekte kimin piyango biletine vuracak? Bu suskunluk tekin değil. Ürkütücü. Kahredici. Yıkıcı

hatta. Bir ses olsaydı, kendi sesimi duyardım, küçücük bir ses yeterdi buna. Bu sesin durduğu yer

var ya, sözümü yabana atma, o inat, suskunluk anı, donakalmış sesin yeri, orası ölümcüldür, ölümcül

evet. Unutma!

Ve yaşı ilerlemişti ve daha az duyar olmuştu ve özellikle bir kulağı kötüydü ve yine dünya ses

çıkarıyordu ve yine herkes konuşuyordu ve daha farklı davranılmıyordu bu nedenle ona ve bunu

kabul etmedi ve bu ona bir kusur gibi geldi ve bir eksilme gibi geldi ve bir aşağılanma gibi geldi ve

sesler artık renksizdi ve sesler artık tınısızdı ve seslerin yumuşaklığı ve seslerin ateşi ve onların

sevgisi ve onların öfkesini işitmedi ve kulağına akan tekdüze bu sesi tuttu ve kendi boyadı ve

yüreğinden geçeni döşedi bu sesin üzerine ve ne düşündüyse onu verdi dünyanın sesine ve dedi ki

sonra kendine: „olsa olsa beni yok etmek istiyordur bu sesler‟ ve o andan sonra duyduğu yalnız

kendi sesi oldu.

Page 16: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

16

Sana Anlatmak Zorundayım

Seni çok aradım ben. Sana anlatmak zorundayım. Başka bir çıkar yolunu bulamadım. İçimde

yığılıyor birikiyor düşüncelerim, içimde sesini, gövdesini buluyor, kabarıyor, yükseliyor, beynimde

kaynaşmayı, dağılıp toplanmayı, beynimin kuş sürüsü akımlarını, beynimde dolup dolup boşalmayı

duyumsuyorum, milyarlarca ayak birden yürüyüp birden duruyor, her ayaktaki dokunuşun ve her

dokunuştaki imgenin derlenip katlanışı, yuvarlanışı, tozlanışı, ağırlıkları ve gölgeleri bedenimi

yeniden biçimlendiriyor ve sonra yeniden biçimlendiriyor ve bir söz dilime değin gelmiş,

devindirmiş, dalgalandırmış, nefeslemiş, kökündeki yayda titreşip yankılanmış, bir ses olmuş, bir

yön arıyor kendine, varolmak, doğrultulmak, yankılanmak, yanıtlanmak istemiyle dikelmiş, asi, çılgın

eşini, benzerini, onu anlayacak birini arıyor.

Ben hep seni aradım. Ben derken, aslında ne demek istediğimi kestiremiyorum. Yani benim

kurucu yanım, benim istemim, arzumdan mı söz ediyorum? Sığmayan, taşan, belirsiz yanımdan mı?

Biriktirdiğimden mi, düşlediğimden mi yoksa? Ama arayış içerisindeyim, ne olduğumu bilmesem de,

bir arayışın içinde olduğumu biliyorum. Dilim ucundaki bu sözü tükürüp atmak, fırlatmak istiyor.

Dilim bunalmış, yükün altında kıvranıyor. Bu söz ona ağır geliyor, şimdiden yabancı, şimdiden fazla.

Sen öyle bir yerde durmalısın ki, ağzımdan püsküren lav seni yakalasın, yaksın tepeden

tırnağa. Erimim içinde durmalısın hep. Sıçramış sözüm sıvamalı varlığını. Kirletmeli. Seni kirletip

arınmalı ve dönmeli bana. Sözüm bu araftan geçmeli, bu cehennemi yaşamalı, yıkanıp durulmalı ve

doymuş, barışık, dingin dönmeli bana.

Seni bunun için aradım. Bir eşin benzerin yok. Yalnızca sensin anlatacaklarımı duyabilecek

olan, anlayabilecek olan. Bu bilginin bir kaynağı var mı? Neden bir tek sen anlayabilirsin beni,

sözümü? Çünkü bu bilginin kaynağında duran sensin. Senin orada, öyle duruşunla ilgili bu, senin

içinde kabaran sesle, sözle ilgili.

Midas‟ın gizini kör kuyulara salan berberiz gerçekte. Kuyunun dibinde kalmaz söz. Yel alır

götürür, başaklardan başaklara. Giz herkesin bildiği olur. Herkes bilir, Midas‟ın kulakları eşek

kulaklarıııııııııııııııııı…dır. İçinde büyüyen sözle nasıl baş edebilirdi berber. Bu giz onun bedeninden

taşacaktı kuşkusuz. Bir biçimle.

Belki yaşamımızın en büyük önermesi budur: anlatılan şey vardır. Anlatılan şey varsa eğer

bir anlatan ve bir anlayan da var demektir, önvarsayım olarak. Ne olursa olsun sana söylediğim

şey, ikimizi ortak yapar, aynı şeyin iki parçası yapar. Yüküm azalır biraz. Korkum, kuşkum. Eğer bu

sözü paylaşıyorsan benimle, yabancı değilsin, bizden birisin. Güvendeyim o zaman. Paylaştığım şey

önemli değil bir bakıma. Bu kin olabilir, bir kıyım tasarısı, bir yok etme düşü. Ama bunu senin

anlaman, görmendir önemli, anlamlı olan. O zaman yalnız değilim, o zaman ne olduğumu bilebilirim;

burada, böyle duran kişi olarak.

Kendi kendine bir şeyler mırıldanarak geçiyor genç adam. Yüzü sesini yansılıyor. Herkes

tedirgin olmuş, herkes kendiliğinden uzaklaşıyor. Bunu onaylayamazlar. Bu genç adamın varlığı

kuşkulu. Herkes için bir tehdit gibi duruyor kaldırımda. Usa sığmıyor yaptığı. Dinleyeni yok ama

anlatıyor. Biri dinlenmiyorsa baştan haksız olduğunu düşünürüz. Neden kimse dinlemiyor onu?

Neden dışarıda bırakılmış, sınırın ötesinde. Suçlu mu?

Tüm imleri yoklar, anlarız. Yalnızca ağızdan çıkan söz değil, bedenler ve onların kıvrımları.

Her şey her şeyi herkese anlatır.

Hoşnut kalmayız doğru. Anlatmadan yapamayız, ama anlattığımız her şeyde bir eksiklik,

bitmemişlik duygusu bırakmaz peşimizi. Anlatımız hep yarımdır, çünkü dönüp onun üzerine

düşünebilir, eksiklerini yakalayabiliriz. Hiçbir şey yok ki yeryüzünde daha iyi anlatılabilir olmasın.

Ama bir kez anlatılmış, söz ağızdan çıkmış, tümceler isteklere, beklentilere çoktan dönüşmüştür.

Onu ele geçirmek, yeniden biçimlemek, onarmak şansımız yoktur. O söz ötekinin de olmuştur

artık, hani şu her şeye rağmen güvenilmez, yine de seni anlayamayacak kişinin.

Anlatmanın bilinci, anlatmanın anlatması söylemdir, retoriktir, iyiden iyiye tumturaktır.

Binlerce kez duyulmuş ve usanılmış, bıkkınlık getirmişten ayrışma, kopuştur bir bakıma. Çünkü

Page 17: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

17

güneşin altında yeni söz de yoktur. Her şey bir kez olsun anlatılmıştır zaten. O zaman aynı şeyi

yedirmek, duyargaları iyice açmanın bir yolunu bulmak, kanıksamanın sağırlığını kırmak, gerçekten

işitilmek için bildiğimiz, tattığımız elmanın o güne değin tatmadığımız bir elma olarak kabul

edilmesini sağlamak gerek. Bu sağırlaşmaya karşı bir direnmedir de, bu Proust‟un yaptığı şeydir

de. Sanat duyargaları açık tutmayı olanaklı görmenin ve yaşamı bu düşünceye adamanın yolu…

Öyle geliyor ki bana, başka bir yol da yok. Çünkü tüm toplumsal edim, eylem ve kurumlarıyla,

gelenek üzerinde yükselir. Bir tek sanattır ki, anlatmanın bu özel ve biricik yolu, süreci tersine

çevirir, yaşanmamışa, henüz daha olmamışa işaret eder, düş kurabilir. Felsefe de Nermi Uygur

gibi bakarsak, öyle bakalım derim, şimdilik en azından, bir üst anlatı, bu anlatmanın yolu yordamı,

dili üzerinedir.

Yorulmaz, usanmak bilmez insan türü, bu anlatma işinde. Nedeni yaşadığıyla yetinmeyişi

olmalı. Başka bir canlı türü var mı onun gibi anlatmak için kıvranan. Dil koyabilmiş ortaya. Demek ki

dilin, bu olağanüstü yapının bile arkasında bir dürtü, bir gereksinim var. Haksızlığımızdır belki bu.

Hayır ama, bu dil, bu bitmez tükenmez anlatımız olmasa, saçma bir şey olduğumuz gerçeği bizi yok

edebilir. Hiçbir dayanağımız yok ve bunu deneyleyebiliriz. Saçmayla yüzleşmek en büyük korkumuz

olduğundan, büyük anlatıları, dinleri bile doğurmadık mı? Ne kadar anlatırsak anlatalım, hep daha

çoğu gerekecek, çünkü saçmanın panzehiri anlatmak değil. Belki de yok. Bu büyük insanlık

gevezeliği yorucu olmasına yorucu… Ancak ayrışmış, özelleşmiş, hatta kendini reddetmiş anlatıdır

ki katlanılabilir, doğru dürüst, anlamlı denebilecek bir yüzleşme sağlayabilir. Bu da

kandırmacaların en masumu, en kabul edilebilir olanıdır. Sanattan, sanatsallaşmış anlatıdan söz

ediyorum yine.

Limanlarda, tersanelerde o büyük vinçler, yük taşıyıcılar, devasa deniz tankerleri,

mühendislik harikası köprüler, gökdelenler, uzay gemileri önüme sözcüklerle geliyor, sözcüğe

dönüşerek. Ancak öyle algılayabiliyor, egemen olabiliyorum onlara. Ortak paydası evrenin,

uzlaşımsal olarak kuşkusuz, sözcükler. Anlatı ikinci doğası insanın, bunu da unutmayın.

Dünya durmadan konuşuyor. Her yerde masalar var. İrili ufaklı milyonlarca masa kuruluyor

kaldırılıyor her gün. Toplanmak ve dağılmak… Kongreler, Kongre turizmi, büyük örgütsel çatılar,

bizi dinleyen kim? Kimler, hangi çokluk, ne düzeyde? Yapılanlar ve yapılması düşünülenler üzerine.

İyi de neden yapmak yetmiyor? Karar vermek için mi? Onay mı aranan? Neden bir yandan raylar

döşenirken öte yandan bunun üzerine konuşmak zorundayız. Aslında yapmadan önce ve ondan daha

önemli olarak: konuşmak…

Yourcenar‟ın, soylu hanımına aşık olduğu için o adaya sürülmüş, duru, tertemiz kahramanı

gibi, anlatabilmek için razı olamayacağımız ne var şu dünyada? Katil cinayetini işlediği yere

dönüyor, kendini görmek istiyor ve gördüğünü ötekine anlatmak. Katil benim, cinayeti burada

işleyen benim, buradaydım, o köşeyi dönmüştü, bir başını savurması vardır onun, sinirime

dokunuyor, istemeden yaptığını biliyorum, ama dayanamadım, evet, dayanamadım, ama neden

dayanamadığımı, neden buna dayanamayacağımı, bir son vermem gerektiğini anlatmam gerek size.

Biraz zamanınız var mı, birkaç dakika…

Bu birkaç dakika hiç bitmedi. Uzadı, uzadı, yıllar, yaşamlar, kuşaklar, çağlar boyunca yayıldı.

Çok uzun bir öykü oldu. Şvayk‟ın18 diline düştü, bir cümbüş oldu hayatımız, ölümcül bir cümbüş,

ağlamayı çok isterdik, ama ağlayamadık bile. Yine savaştık, yine öldük, anlattık ve yine öldük.

Demek, korkudan, ölüm korkusundan kurtulmayı sağlamadı anlatmak, ama bu korkudan kaynaklandı.

Hiç ders almadık. Ben anlatırken sen sıranı bekledin yalnızca, anlatma sıranı. Onun heyecanı,

sıranın sana gelmesinin ve senin de anlatmanın heyecanı kavurdu içini. Bundan, anlattığımı

duymadın bile. Üstelik ben sana ne anlatabilirdim ki? Hiç.

Öyleyse, anlatma, bir kez belirdikten, gerçekleştikten sonra, yaşamın içine sızıp da, onun bir

yanı, bir parçası olmuyor. Bu önemli. Oluyor mu, olmuyor mu? Anlattım, eşiği geçtim ve yaşam artık

18

Jaroslav Haşek; Kahraman Asker Şvayk, XXXX

Page 18: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

18

eskisi gibi değil, olamaz. O zaman nerede büyük sessizlik. Hani nerede, tıp denmiş ve donmuşçalık,

haiku duruşu birden. Eğer duysaydık, eğer duysaydım senin anlattığını…

Senin anlattığın ölümü, bu ölümün annelerini, küçük kızkardeşlerini, ağır elini, kana susamış

şiddetini… Bu ölümün; duysaydım eğer, hayaletlerini, inleyişlerindeki boyun eğmişliği; ondaki

tümlenmekten vazgeçmişliği, dağılmaya bırakılmış varlığın huzurunu, bu terkedilmişliği,

fiyördlerde kutup rüzgarlarını ve uğultularını, alevi ve gürleyişleri ve parçalanan ağızları ve duman

olup bacadan göğü küle çeviren, süzülen yanık insan etinin kokusunu…

Ama ne diyorum ben? Ölüm, diyorum. Bana anlatmadan edemediğiniz, dönüp dönüp

anlattığınız şey: ölüm. Benim dönüp dönüp anlattığım şey: ölüm. Dam aktarır gibi ölüm aktarıyoruz

birbirimize. Çünkü anlatırsak onunla baş edebilir, yüzleşebilir, unutabiliriz, atabiliriz üzerimizden.

Bunu umuyoruz. Ama ben sana anlatıyorum ya, sen ötekine anlatıyorsun, herkes birbirine anlatıyor

ve sonuncusu gözlerini dikiyor yüzüme. Bana anlatması gereken bir şeyi olduğunu söylüyor gözleri.

Benim daha önce hiç duymadığım bir şeyi anlatacak Sonuncu kişi, insan, bana. Biliyorum bu

Sonuncu, Sensin. Yani sensin bana bilmediğim, kulaklarımın ilk kez duyacağı şeyi anlatmak isteyen

ve ben ne kadar dirensem de her şeye rağmen anlatacak olan. Ölümün sesi senin dudaklarından

seslenecek bana. Nasıl da güzelsin anlatırken, nasıl da biricik, nasıl da oyuncu, çekicisin. Önemlisin.

Önemine işaret ediyor her şeyin kaçınılmazcasına.

Bu bir çekim duygusu, bir sevgi, aşk da. Anlatmak aşık olmaktır. Sensiz edilemezliğe bin

dereden su getirip gerekçe üretmenin ve yine de daha çok yetersizleşmenin, çırpındıkça batağa

saplanmanın, tuhaftır daha da çok eksiklenmenin göstergesi: sevmek budur zaten. Sevmek eksiklik

duygusundaki süreğenliktir. Dünya, bu koca dünya yetmez söz olsa, söz olup torbaya dolsa ve bir

güle dönüşüp armağan olarak sunulsa da sevilene, aslında bedenleri de ruhları da aşan o şey

yüzünden, o anlatma derdi yüzünden, aşka… Bir insan ötekinde o tanıma sığmaz varlığı sevmez,

tanıma gelmez varlık çünkü, boşluğu sever, ama daha da çok boşluğu doldurma, ona yaklaşma

girişimini ve budur anlatmayı denediği, söze dönüştürmeyi… Bir yetmemiş şey var hani, tüh, keşke böyle deseydim, dilde karşılığı bulunamamış bir imgeniz, nasıl anlatsam, ah, bir türlü tamam,

diyemediğiniz… İşte buradan gelir anlatma gereksinimi, bu boşlukta acı kızıl uç verir aşk, buradan

türemiştir buğday ve erikteki yeşil akım ve kandaki gizli aklık, umutsuzluk-

Tandır. Anlatmak ışır, ısıtır, alır geceye, karanlığın diplerine, derinliklere taşır. Cehennem ve

cennet budur. Anlatmaktan gelir. Yetmemiş hayat, ikincisine doğar her tanla, sonra bir sonrakine.

Hayat düşkırıklığımı sonrakine, izleyen hayata ular. Bu sonraki hayat, an gelir kopar gider benden,

benim cezam, sürgünüm, ateşim olur, benim cehennemim olur. Sürüklerim seni de. Benim olan bizim

cehennemimiz olur. Senden bilirim, evet, sendendir acı, bu yitiş, kopuş, bu dehşet. Cehennem

sensin, başkaları, öteki olmalı. Öyleyse cennet çok uzak değildir artık.

Önce korktuk, sonra korkumuzun kaynağını sözcüklerle evcilleştirmeye, yatıştırmaya çalıştık

var gücümüzle. Bütün öykü budur işte. Bundan susamayız, anlatmak zorundayız, bu korkuyu, senin

ilgisizliğinin bana yaşatacağı boşluk korkusunu anlamam, yatıştırmam gerek, bunun için anlatmam

gerek. Daha önce sayısız kez anlatılmış da olsa, bu korkumuz var ya, sürüyor ya, dilim kulağıma

bağlı, dönüp duracak, bu döngü, bu hortum, bu girdap, korku bulaşacak, birlikte korkmak avutacak

bizi, rahatlatacak.

Yaşam yinelenmek, sürmek zorunda… En temel güdü varlığını sürdürmek. Varlık varlığa karşı

sürer. Varlık varlığa kurt. Yaşam sürecekse, biricik çıkış yolu el sıkışmak, konuşmak, anlatmak,

uzlaşmak.

Vurmadan önce, bir dakika, dinler misin lütfen? Saldırıyı, yıkıcı, yok edici tehdidi savuşturmak, etkisiz kılmak gerek. Anlatmak gerek. Bana

bütün bunları, bütün öykümü anlatabileceğim biri gerek, beni dinleyecek biri. Eğer beni dinleyecek

biri varsa, bulunabilirse, söz, ben de onu dinleyeceğim, sonuna kadar.

Page 19: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

19

Tüm yaşamım seni aramakla geçti. Bu yükü daha fazla taşıyamam.19 Senin yüzünün aynasında

hayatımın filmini izlemeli, görmeliyim. Hayatımı senin içinden geçirmeliyim. Sendeki yansımasını

görmeli, bir hayatım olduğuna inanabilmeliyim. Söz yazı olduktan, yazı sanat olduktan, sanat roman

olduktan sonra, „hayatım roman‟.

Gerçekten hayatım roman mı? Bir hayatım var mı?

Bu sorumun bir yanıtı var mı?

Lütfen, izin ver, sana anlatmama izin ver, neyim var, neyimi nereye kadar taşımışım, nasıl

yorumlamış, nasıl uçmuş, nasıl geçmişim bu dünyadan. Gölge yapıp serinlik verebilmiş miyim?

Ben seni ne kadar aradım bilsen? Daha söyleyeceklerim var sana…

19

“Bu narı daha fazla taşıyamam”, Birhan Keskin, Ba, 2005

Page 20: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

20

Neden sanat? Sorunun kendisine bakmak istiyorum daha çok. Çünkü sorunun kaynakları da, varacağı yerler

de ötemde duruyor. Beni çok aşıyor. Böyle bir sorum olamaz benim. Olsa da öylesine…olur. Ya

benden ayrı olarak?.. Dışımda, böyle bir soru var mı? Böyle bir sorunun sorulabilirliği bir

yanılgıdan kaynaklanıyor olmasın. Bu konu kafa patlatmaya değer.

Bir kere gelmiş geçmiş tüm bağlamlarda, tüm zamanların ve uzamların sorusuysa bu,

benimsenmiş, içselleştirilmiş ve görünmez kılınmış olmalı. Kuramlar ve uygulamalar, yine de böyle

bir konuyu ortaya kavram olarak koyup enine boyuna tartıştılar kuşkusuz. Belki de en çok

tartışılan kavramlardan biri oldu sanat. Ama burada söz konusu olacak şey, gerekçesi. Neden?

Bu soru gerçekte çok saçma duruyor. Neden üretmek, neden çoğalmak, neden yemek, neden

konuşmak, vb. gibi… İpuçları insan(ımsı) etkinliği, eylemliliği içinde sanatın süzülüp ayrışma

sürecinde yatıyor belki de.

Bir yerde bulanır su. Müzelere gidersiniz. Bu sanat müzesi olduğunca, antropoloji, etnoloji,

arkeoloji müzesidir ya da bir başkası. Bir noktada kalır, şaşırırsınız, ortada duran kendi gündelik

yaşamı, yapıp etmeleri, edimi içerisinde bir insandır, ama bir insan öbeğinin de parçası olan bir

insan, gerisi verdiği yanıtlardır dünyaya. Bu yanıt taş dibekte yabanıl buğdayın havaneliyle

ezilmesi, çamur kalıplarının güneşe kurumak üzere serilmesi, aş çanağının yontulması, üstüne bir

de çentikler, çizikler, oyuklar, bezekler atılmasıdır.

İz bırakmak, ayrıştırmaktır (farklılaştırmak). Yani komşunun çanağından, kapısından,

evinden ayrıştırmak… Bana özgü olanı göstermek, bir kanıt ileri sürmek… Bu ok üzerindeki üç

çentik üç domuzsa eğer, senin okunun üzerindeki üç domuz çentiğinden ayrılması gerek. Yoksa

kendi okumu, kendi evimi, kendi bedenimi seninkinden ayıramam. Yüzümü boyarım. Bu yüzden

senden ayrılırım. Buraya değin sanat her şeyi her şey yapan şeylerden biri. Aynı zamanda hem

özgürlük, hem zorunluluk… Çünkü doğa ve doğallık, belki de tüm bir evren boşluklara katlanamıyor.

Kendi başına, ayrı varolan, böyle tanımlanmış bir insan etkinliği değil, dolayısıyla kavramsallıktan

yoksun. Bugün dönüp başlangıca baktığımızda çizgileri kesin, tartışmasız bulduğumuz sanat ve

onun ürünleri nedenleri, gerekçeleri ve sonuçları açısından saflıklarını yitirirler kaynağa

yaklaştıkça. Bulanık, çokamaçlı, çoknitelikli ürünlere dönüşürler. Ortak çanaktır bu. Ortak

çanaktaki eylemedir, karışımdır.

Diyeceğim, insan oturup da biraz sanat yapayım dememiş, estetik idea bana kalırsa Barnett

Newmann‟ın sandığı gibi, doğuştan konulmamıştır insanın içine.20 Uzmanlaşma (çanak bezeme,

yapıcılık) ile gelmiştir kavramlaşma ve sonunda kavram. Bu durumda soru boşlukta kalıyor işte.

Neden sanat sorusunun doyurucu bir açıklaması olmaz, çünkü bir nedeni yoktur, bin nedeni vardır,

aslında nedensizdir. Yaşıyor olmanın gereği olarak belirmiş bir edimdir ve henüz ayrışmamış bir

gizilgücün biçimleşme varsayımlarından, olasılıklarından biridir. Bir zaman süreğinde akan bir çizgi

olarak kavram iki uçtan yaklaşımın çağcıl buluşma, kesişme noktası olarak görünür olur. Hegelyan

dille, tinin özdeksel (maddi) kalıplarından biri olarak gerçekleşmesini sürdüren, aslına yürüyen bir

varolma biçimi, hatta biçemi. Şimdi‟den geriye göz attığımızda kavramın aldığı güncel biçimi

(formu) geçmişe, ayrışmış olsun olmasın, geçmişin her nesnesine yükleriz, kaçınılmaz olarak. Bu

öznenin, öznelin utkusu mu, yoksa handikapı mı? O zaman on bin yıl önce taşa yontulmuş kült,

sanatçının özgür tasarımı, estetik ideanın kendini dışavurumu olarak görülür, yorumlanır. Günümüz

postestetiğinin işlevselci yaklaşımlarında bu tartışmanın izlerini buluruz. Şimdi bunu

konuşmayacağız.

Sanatın başlangıcında duran bir „içağrısı‟ var mı? Tersinden söylersek, bir dışçağrı‟sı? Eğer

varsa „neden sanat‟ sorusu varlık, beden, gerekçe kazanabilirdi. Ben yok diyorum, kimse kusura

bakmasın. İçses ve dışses hep olmuş, bu sesin ne olduğundan ayrı olarak hep olmuş, bu sesler

karşılaşmış, çatışmış, katışmış, bir kapıdan çıkan öbür kapıdan girmiş, insan öteki insana, bir kuşak

sonrakine aktarmış. Sanat bir soyutlayım değil de, bitmemiş bir soyutlama süreci olarak görülse

20

Donald Kuspit, Sanatın Sonu, Çev.Yasemin Tezgiden, Metis y., 2006

Page 21: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

21

daha iyi. Somutun soyuta de(ğ)diği, soyutun somuta göz kırpışı. Kanımca, bir ırmaktır sözünü

ettiğim…

Sanat insan türünün ruhuna düşmüş bir „ses‟ (çağrı), ardı sıra dürten bir „içedoğuş‟ ya da

„vahiy‟ değil. Bunu ilk için, en başta duran, varlığın karşısında çırılçıplak hazırlıksız yakalanan için

söylüyorum. İkinci için durum değişmiş, birincinin başına gelen kolayca kımıldatıcı ilk nedene

dönüşmüştür. Bu kımıldatıcının, dürtüklenmenin dürtüleşmesi, önselleşmesi, görü alanının dışında

mitolojik bir kaynağı (ata) oluşturması ve buradan Tanrının doğuvermesi çok gecikmeyecektir. İlk,

bu durumda o günden bugüne gelen çok da inandırıcı öykünün, öykümüzün oldukça kurmaca, eğreti

de duran bir varsayımı gibi duruyor işin kötüsü. Yani ikincinin nedeni, ideası hazırdır artık, ilktir

bu, üçüncününki ise önce ikinci, dolayısı ve dolayımlanmışlığıyla ilktir ve gelir önümde durur.

Sarmal bir döngü, devini demek, eş ve ardzamanlılık eytişmesinden (senkron/diyakron diyalektiği)

dem vurmak geliyor içimden, ama susacağım. İçinden çıkamayacağım sokaklara dalmasam iyi

olacak…

Şimdi, sanatın kolay harmanlanır, açıklanabilir, ele avuca gelebilir bir „neden‟inden iyice

uzaklaştık. Diyeceğim, vahiy de bizim öykümüzün bir parçasıdır, seslenen de, Tanrı da…

Anlatımızın içerisinde yer alır. Buradan daha yüce bir şey çıktığını lütfen göz ardı etmeyiniz.

Tutunma, yaşama çabasına içkin ve başlangıçta öteki yaşam biçimlerinden (form) ayrışmamış

bir çaba, edimse sanat, amacını, gizli açık, nedensizliği denli amaçsızlığına da bağlı olarak gündelik

yaşam gizilgücüyle gerçekleştirir. Onu çeken yüce denebilecek ya da alçak, bir amaç da yoktur.

Çağıran, çeken bir şey de… Amacını, her girişim, her niyet, her edim eylemiyle birlikte oluşturmak,

ortaya koymak, serimlemek zorundadır. Daha önce asla varolmayan bir amaç eylemin nesnel

belirimi, somutlaşmasıyla, ürün olarak, gerçekte bir önerme olarak görünür olur, belirir, kendini

koyar ortaya. İnsan, taşınan öyküye bağlı kalarak, ürünü süreğenin içine, başlangıcın ve sonun

arasına, ortasına yerleştirerek, nedenlere ve amaçlara zincirleyerek yorum yapar, kendi

gerekçesinin kanıtını öne sürmüş olur. Haklıdır artık, şimdi ve burada olduğu için. Sanat, tüm

ayrışmışlığına, ayrılığına rağmen en geniş çerçeve içerisinde bir varlık kanıtından, olumsallıktan

başka bir şey değildir, tıpkı diğerleri gibi.

Öyleyse, neden sanat? Neden bir eyleme biçimiyle yetinmedik de, ikincisini, sanat yolunu

denedik üstüne. Soru yanlış, bunun anlaşılıyor olması gerek. İnsan durup da, bir de şu yolu

deneyeyim demiyor, diyemez. Bu evrim kuramını, duraklarda duruş ve yolu seçişle açıklamaya

benzer. Doğal ayıklamayı böyle tersinden okuyanlar olmasına karşın, gerçek; evrilenin seçilen

olduğu, seçmenin arkasında da seçen bir öznenin değil, tüm bir doğanın başka türlü değil de öyle

oluşunun yattığındadır. Ayıklayan bilinç değildir. Doğanın öyle oluşudur. Nitelik öyle oluşa uyma

becerisidir. Seçilen akıllanıp bilinçlendikçe, özneyle nesne yer değiştirir, sonuç nedenin önüne

geçer, her şeyi kendinden başlar açıklamaya. Sanırsınız ki görkemli özneler dizisinin tanrısal

yeteneklerinin ardı ardına dizilişidir sanatın tarihi. Bu peygamberler, yalvaçlardan gelen mitolojik

anlatı belki bir şeyleri kurtarmıştır, ama daha fazlasını yitirme pahasına. Yoksa bakış açısı bir

yana konulduğunda, bu serüvenin kendisi yeterince anlamlı, görkemli, özgündür zaten.

Sözcüklerin yeri mi yanlış yoksa? „Neden sanat?‟ sorusu yanlış duruyor ya, sözcüklerin yerini

değiştirsek, desek ki „sanat neden?‟, o zaman çok şey değişebilir. Sanki sanatın ayrışmasından,

süzülmesinden, kendi olma, özerkleşme, bağımsızlaşma sürecinden söz ediyor gibiyiz. Bu da hiç

yoktan iyi. Üstelik sürekoyan bir ayrışmadır bu, yani sanat da gebedir bana kalsa. Ne çocuklar

doğuracağını, hangi anlatım biçimlerinin uçverip yeşereceğini, geleceğin bize neler hazırladığını

bilemeyiz, belki sezgileriz, ama o kadar. Hani tüm umutlarımızı bağladığımız yokülkemizde

gündelik yaşam estetik bir değer üretebilir, „oynar gibi‟ yürüyebilir miyiz Zerdüşt21 örneği, bir şey

diyemeyeceğim.

Evrim ağacında olduğu gibi ana gövdeden ayrılmış bir dal, diğerleri gibi bir daldır sanat,

kendi de dallanabilir kuşkusuz. Gövde gelişir, büyür. Başka dallar yukarıda, aşağıda, öbür yanda

21

Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev. Turan Oflazoğlu

Page 22: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

22

uzanır, yapraklanır. Başka şeylerin yanı sıradır; demek, başka şeylerle beraberdir. Soralım o

zaman: Bir şeylerin yanında, bir şeylerin yanı sıra mı durur, yoksa onlara „rağmen‟ mi durur sanat?

Acaba bir şeylere rağmen durduğu da olur mu? Onunla biten bir şey olmuş mudur? Yokluğu sanatın

varlığına borçlu bir kip, bir anlatı, bir varlık? Evrenin genel olsun, özel olsun hiçbir öyküsünün

böyle sürdüğünü, aktığını sanmıyorum açıkçası. Ne olursa, ben sen‟i içermiş, bu şu‟nu kapsamış, her

şey, her şeyken hem de, her şeyin dolayımı olmuştur aynı zamanda. Niye varlık çoğu kez sonsuz

bir yinelenmeden ibaretmiş gibi görünür, sorusunun da yanıtı burada. Temel parçacıklar birbirinin

eşi de ondan. En temeldeki parçacıklar, hani şu varlığı tartışmalı sayılan işaretler, simgelerden söz

ediyorum.

Yaşamın anlatılarından biri olmaktan koparılıp, nesneleşmeden yabancılaşmaya sıçrayıp,

uzmanlaşıp, pazar ürününe, metaya dönüşüp, dolaşım ağında boygösterdiğinden bu yanadır ki

sanat, kuramsallaşmıştır da, ayrıca kurumlaşmış, meslek olmuştur. Bu noktadan başlayarak geriye

sanat kalmış mıdır, bu da ayrı soru. Kimbilir yanlışlık belki de „sanatçı‟ kavramının kendisinde. Bir

kişi sanatçı olabilir mi? Kışkırtmak istiyorum çünkü. Eğer bir kişi sanatçılaşırsa sanatı kaçırmış,

avucundan da uçurmuş demektir. Hangi derişme, ayrışma sağlar bu niteliği, neye göredir? Ortak,

birikimli beğeni nereye değin ölçer? Tartışmasız, saltıktır. Hani beğeni de oluşan bir şey olmasa…

Neyse. Sanatçı olmanın olanaksızlığını kavramış bir sanatçılık, tansık gibi görünüyor gözüme. Bu

günlük gerçekliğimizin (reel politik) olanaksızı, ters okuması olsa da, sanatın sanatçısıyla birlikte

nerelere değin erkle, toplumsal düzenin sahiplenme biçimleriyle uygun adım yürüdüğünü bilmenin

bilincini gerektiriyor. Hani sanatın özü, erke karşı duruştu? Bunu, bir, söyleyene bakın. İki, ben

esastan, temel kurgudan, doğallaştırılmıştan bahsediyorum, yani bir yanıltmadan, yanılsamadan:

„Biriciklik‟. Şimdi burada duruyorum, durmam gerek.

Tanrı bağışı sanatçı(mız) vahiyden esinlenebilir kuşkusuz. Ama bu tanrı biraz kapitalizmin

pazarını anımsatıyor bana. Ardışık üretim sonraki aşamalarda... Zaten tezi çürüten bir ironi de yok

bu açının içinde.

Sanata ilişkin kavrayışımızda kapitalizmin ve onun toplumsal süreçlerinin sandığımızdan daha

belirleyici olduğu kanısındayım. Son duraktan geriye, kapitalizmin, pazarın ötesine bakıyor, som,

özerk, kendi başına varolmuş bir etkinliği cımbızlıyoruz. Geriye doğru bir kavramsallaştırmayı

dayatıyor, geçmişe don giydiriyoruz. Başvuru değerleri bugünden, hatta gelecek beklentilerinden

alan bir geri okuması, geriye doğru okumadır bu. Müzenin tarihi bize bunu yeterince

gösterebilir22. Söylemek istediğim, pazar ekonomisinin belirlediği çerçeveler içerisinde sanat‟a

ilişkin bir görümüz var ve henüz daha tamamlanmamış bir görüdür bu. Dolayısıyla „tarihsel‟, bir

başka deyişle bağlamsal ve geçicidir bu görü. Işık odağının yeri ve ışık açısı, insan eyleminin

üzerine öyle bir düşüyor ki, gövdenin aydınlanmış bölümü, kendi başına var olabilen bir bütün

olarak, bağımsız bir etkinlik, disiplin olarak, algılanabiliyor.

Umarım anlatmak istediğim şeyin ne olduğu yeterince açıktır. Bir basamaklı yapıdan

(hiyerarşi), yüksek ve alçak olandan, az ya da çok değerli olandan söz etmiyoruz. Bir etkinlik

diğeri denli gerekli ya da gereksizdir, anlamlı ya da anlamsız. Sonra gelen adlandırır, ele geçirir.

Daha sonradan gelenlerse önlerinde bulurlar, dallı budaklı bir paradigmayı. Oyun bu alan içinde,

onun deyimleri, kavramları ile oynanacaktır.

Yani bir şeyi sanat yapan niteliği ayırmak sanıldığınca kolay değildir, hele de nedensellik

sorgulaması bağlamında. Ulamalar, aktarımlar dizisi içinde, zamanda ve uzamda, neden kolayca

sonuçken, sonuçlar bir o denli nedene dönüşebilir. Örnekçeleme, işi kolaylaştırır. Sanki parça

bütünü yansılıyor, anlatıyor gibi gelir. Sanat en iyi örnekçeleme biçimidir de üstelik. Çünkü çıkış

noktası eğretilemedir. Eğretileme onda diğer birçok insan etkinliğinde olduğu gibi, bir kaygı

kaynağı gibi durmaz. Tersine oyun, zorunsuzluk vb. niteliklerine bağlı olarak imge, çoğaltan

etkisiyle bağlayıcı, bağımlılaştırıcı bir etki de yapar. Haz kaynağıdır.

22

Artün, Ali; Haz. Müze ve Müzecilik (2 cilt), 200X, İstanbul

Page 23: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

23

O zaman neden sanat sorusunun başlangıcında „haz‟ duruyor denebilir mi? Varlığı

sürdürmeye, yaşatmaya yönelik edim „hazlandırılmıştır‟. Çünkü gündemden asla düşmemesi için

canlılık etkinliğinin yeğlenir, çekici niteliklerle bezenmesi beklenir. Seçmek ve seçilir olmakla ilgili,

üremeye dönük bu tepkileşmenin kendine açtığı sayısız kanallardan biri de sanat. Zevkli olduğunca

yinelenir olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yinelemek, ezgilemektir. Kişisel imge (model) yinelenir,

ortaya serilir. Yitirmekten ölümüne korkulan şey, boşluk, özdekle doldurulur. İmge somuttur,

özdektir (madde). Boşluk boşlukta yankı yapar, çoğalır, ortak korkudan ortak türkü, teselli çıkar.

Kişiseldir imge ama, öteki ondan pay alır, kendi boşluğuna yapılan gizli ve gizil göndermeyi sezgiler.

Artık ayinin, dansın, şarkının, resmin, sözün parçasıdır herkes. Ortasında „hiç‟in genişleyip

yayıldığı imge, sarıp sarmaladığı „beraber yaşamanın‟ kaçınılmazlığını büyütür. Kuyu derinleşir ve

derinleştikçe çeker bizi içine23. Bu sanatın biyolojik, canlılığa, dirime ilişkin nedenleri var anlamına

gelebilir belki. Ama geldiğimiz noktada, günümüz „sanat‟ kavramından öyle uzağız ki şu an.

Hem ne işe yarayacak sanata bir neden bulabilmemiz? Böylece sanat dediğimiz etkinlik,

ayrışık, değişik bir boyut, anlam mı kazanacak? Sonuçta bugün sanat kavramından belli bir şeyi

anlıyorsak nemize yetmiyor bu? Buysa anladığımız ve uzlaşıyorsak tüm insanlık, sanatın bu

kavranılışında, sorun ne? Belki de yalnızca şu: Tanımı yapılmış, bitirilmiş bir şey değil de süren,

bitmemiş, bitmeyen, bitmeyecek bir serüvenden, öyküden dem vuruyoruz. Bir kesit alıyoruz ve bu

kesit, tüm kesitler gibi yakınsar bir eğretilemedir, eğretilemelerin eğretilemesi. Sanat bir bütün

olarak da eğretilemedir: yerinden oynamış bir taş gibi. Ve bu yazı parçası ne kadarsa o kadar.

Anlayacağınız, „neden sanat‟a benim yanıtım, „neden olmasın‟. Evet, neden olmasın. İki sözcük

de taşıdıkları bilinemezle, gizle işte bu biçimde bir araya geldi, hem önümüze değin geldi ve durdu.

Yok, hayır, elbette ki durmadı. Sizin de gördüğünüz gibi. Bir araya gelmeyi sürdürüyor. Anlatı

sürüyor, anlatının anlatısı, anlatma hakkında anlatı da sürüyor. Sürecek de. Bir gün durabilir, ama

bu her şeyin birlikte durduğu gündür. Ötesi olmayan, arkası olmayan gün… Böyle bir gün, ölüm,

bitiş olacaksa, saltık olana adanmış sanatın özlemini dindirecek su da yok demektir, sanat

kusurundan, eksiğinden anlamına varacak, ulaşacak demektir. Üstelik de saltık, yaklaştıkça

uzaklaşacaktır.

Sanatsal edimin çekiciliği, vazgeçilmezliği belki de buralarda bir yerde. Çamurlu köy yoluna

saplanmış tekerlekte, tozun toprağın, bedenden sızan kanın, yenilmenin ve bir kez daha yenilip

yitirmiş olmanın kederindedir. Öykünün bitmezliğinin yıldırıcılığındadır. Bir türlü göremediğimiz

kendimizi sonunda kıstırıp köşeye görünür kılma, görür gibi olma girişimi, denemesidir de.

Bu resmi kendimi görebilmek için yaptım, bu şiiri kendimi görebilmek için yazdım ya da

baktım, okudum, düşlediğim, olmasını istediğim dünya mıydı bu, bunu anlamak, bunu yaşamak, bunu

duyumsamak istedim.24

23

Murakami Haruki; Zemberekkuşunun Güncesi, Çev.XXXXXX, 200x, İstanbul 24

Leader, Darian; Mona Lisa Kaçırıldı, Çev. Handan Akdemir, 2004, İstanbul

Page 24: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

24

Ne olabilir, nedir peki sanat?

Bu sorunun altına kimler girmemiş ki… Baumgarten yalnızca adını koymuş. Kökler daha

diplerde, derinlerde… Platon yazmış, ya daha önce? Bence bir insan etkinliğinin diğerinden ayrı

tanımlanması, yazı ötesi bir çaba olmalı.

1890‟lı yıllarda Tolstoy öfkeyle „Sanat‟ın ne olduğunu anlatmaya, vaaz vermeye kalkar. Çünkü

artık burasına gelmiştir. Gerçekte bu bir açıklamadır, duyuru, bildirimdir (deklarasyon). Karısı

Sonya (Sofiya Andreyevna) , hem bir yandan kim bilir kaçıncı kez el yazısı kopyasını alırken

metnin, sinir krizleri geçirir, çünkü bu yazının birçok bölümünden nefret etmektedir, önemli bir

bölümüne eleştirisi vardır. O estetik arabasının önüne inancı (kendince tanımlanmış bir

hristiyanlık) koyarken, nedense dinsizce bir tutumun da bir örneğini verir gibidir. Bir inanç nasıl

bu denli inançsızlık gibi görünebilir. Tolstoy‟u dinlemeli, ama yolundan asla gitmemeli, ona

güvenmemeli. Doğrusu gençlik yıllarından başlayarak, hadi evliliklerinden diyelim, Sofya Tolstoy‟un

Tolstoy‟dan kuşkulanması için oldukça geçerli nedenleri olmuştur. Tolstoy‟a, bu Savaş ve Barış‟ın, o

olağanüstü Anna Karenina‟nın yazarına asla güvenilemezdi.

Kimse başlıktaki sorunun burada açık, benimsenebilir, doğru sayılabilecek bir yanıtının

verilebileceğini ummamalı, sanmamalı. Bugüne değin yapılan çalışmalara bakılırsa, bu sorunun bir

yanıtı yok. Olamaz da. Nedeni de kolayca anlaşılabilir. Daha soru sorulduğu anda kendisi

dönüşüyor, yanıt haydi haydi dönüşüp yadsıyor kendi kendisini. Dolayısıyla soruyu dondurup,

kurmacalaştırarak verilecek yanıt da geçicilikle „zedeli‟ (malul) olacaktır her daim.

Sanırım sorun bir „eylem‟ köküne sonradan yüklenmiş „adlama‟da, nitelemede. Oluşmuş,

oluşturulmuş anlam başlangıca yükleniyor. Bu başlangıç böylelikle ideaların, saf ruhların,

suçsuzluğun kirlenmemiş cennetine benziyor kaçınılmaz bir biçimde. Sorun burada.

Sanatın tinsel, tensel dayanakları, gerekçeleri olmalı. Öyle bir konu ki kimse yanlış

konuşamaz, söyleyemez bu konuda (neredeyse). Körler fili tanımlıyor gibidir, ama sonuçta bütün

körlerin ellerinin dokunduğu bir şey vardır ortada, algıları da gerçekte yanlış değildir.

Yanlışlanabilirlik (K. Popper) yöntemiyle kavram belki sigaya çekilmiş, değerli taş hammaddesi gibi

yontula biçile çok yüzlü, anlamlı ışıl ışıl tanımlara ulaşılmıştır. Gelinen yerde, yadsıyarak içkinleştirilmiş bakış açıları kuşkusuz öne çıkmakta, noktayı koymamak gibi bir erdemlilik ve

sakınımlı bir yaratıcılıkla sanat hakkında bir kanı, bilgi sahibi olabilmekteyiz.

Sanatın kaynağında dirimsel ya da tinsel bir oydaşma, hatta ötesi bir özdeşleşme değil, bir

ayrışma, ayrı düşme yattığı açık. Bir aralık, bir açıktan akan „şey‟. Bu dirimbilimsel evrimin hani

neredeyse dayattığı şeyin ta kendisi… Kendin olduğunda kendinde yetersizleşmek, öte(ki)nin

özlemini çekmek, aramak, sormak, kendini vurmak dağa, açık denize.

Konu ancak yöntembilimsel bir düzeyde tartışılabilirmiş, gerisi yalnızca olana getirilen bir

açıklamaymış gibi görünüyor.

Bu soru, sanat nedir sorusu, aslında çok değişik soruları, sorgulamaları taşıyor bağrında.

Bununla bir malzemeyi biçimlendirmeden mi, bir özgül çabanın varlıkbilimsel (ontolojik)

gerekçesinden mi, yoksa bilgibilimsel (epistemik) bir algı yapılanmasından ya da bunun felsefece

sorgulanmasından mı söz ediyoruz, belirsiz. Daha bir çok şey eklenebilir buna. Bu nedenle zaten,

hiçbir eleştiri, hiçbir anlama girişimi sanat yapıtını tam karşılamaz, onunla örtüşmez. Böyle olsaydı

onu tıpkılamış olurdu yalnızca.

Ama kavrayışımızı zorlama pahasına dirimsel boyutta bakabilirsek olan biten son derece

yalın bir paylaşım (simbiyoz) ilişkisi, kabaca söyleyelim bir alış veriş gibi görünür. Ama bu alış

veriş var olma sorunudur, yaşamsal önemdedir. Varlığın varlıkla karşılaşma, buluşma biçimlerine,

başlangıca inmiş olduk böylece. Üstelik bir şey söyleyebilmiş değiliz daha.

Dirimbilimsel evrimde, evrimin sonucu her tür birey, ortaya çıktığı anın en uygun çözümü,

evrene verilmiş en iyi tepki, yanıt gibi durur. Durur ama burada bitmez öykü. Böyle olsaydı

evrimden söz edemezdik. Evrenin özü olan değişim, devinim bu uyarlılığa geçici damgasını, tür

daha ortaya çıktığında vurmuştur. Türün bireyi tepki biçimlerini sentezlerken onu moleküler,

Page 25: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

25

hatta atomaltı yapılarda zorlayan bir evren (özdek) baskısının soluğunu ensesinde duyumsar

(Sanki bir özneden söz ediyoruz, oysa ne birey, ne özne vardır bu eşiklerde). Yani bu uygun,

uyumlu yanıt, tepki, çözüm öylesine geçicidir ki bir an içinde o güne değin olmayan bir yanıt çoktan

sentezlenmiştir bile. Üstelik bunu hiçbir irade belirlememiş, istememiştir. Alma vermenin (bir tür

geçişkenlik, osmoz) kaçınılmaz sonucudur bu.

Ne ilgisi var diyorsanız, yanıtım sanatın da bu evrimin, bu uyumlanma ve kendini aşma

eyleminin bir basamağı, bir biçimi, aracı olduğu yönündedir. Toplumları, örgütlenmeleri, yapıları

dışarıda bırakıyor değiliz. Belli bir nicelik eşiği, dönüşümün ilk kıvılcımının gerektirdiği gizilgücü

taşıyacak bir eşik gereklidir. Hoimar von Ditfurth‟a25 bir selam göndermenin sırasıdır şimdi.

Öyleyse dili belki de tüm bu anlatım biçimlerinin tepesine koymamız yerinde olur. Ama dil derken

çok geniş düşünmek, aslında duyumsal, anlaksal gösterge veritabanlarından söz etmek gerekiyor.

Hem bu da oynak, değişken, gelişken, açık yapılardan oluşmaktadır. Böyle olmak zorundadır çünkü.

O zaman sanat bir eyleme biçimi, varolma biçimi ise kendi biçemi vardır. O zaman doğal

evrime, tarihe, toplumlara, sınıflara bağlanma biçimi onun yorumuyla ilgilidir. Bir sanat ideasına mı

başvurmuş oluyorum acaba? Bu yanlış olur. Bir idea yok, idea bir ürün, üretilmiş, ancak üretilebilir

bir şeydir, çıktıdır. Olan yalnızca etkileşim, yalnızca parçacık‟ın parçacık‟la konuşmasıdır. Sanat

dediğimiz şeyi az çok kavrayabilmek için parçacık sözcüğünün yerine „tarihsel insan‟ı koymak

yeterli. Kolları sıvamış sayılabiliriz artık.

Aykırılık, farklılık sözcüğü üzerinde ne denli dursak yeridir. Ama bütün bunlar bitmez

tükenmez bir yineleme sağırlığına, kör kuyunun karanlık diplerine ve bıktırıcılığa sürükleyebilir

bizi.

Burada yine yazının yöntembilimine ilişkin bir şeyi belirtmenin sırası: bu yazının varsa anlamı

söylenmeden bırakılmış şeyde yatıyor olmalı. Okur sezgisine, okur eylemine yüklenilmektedir.

Gerçekte esinlemeler taşıyan bir çağrışımlar, anıştırmalar, olumsallıklar tarlasıdır. Değerli bir

yeri varsa susulmuş, sessiz, sözsüz bırakılmış yerleridir.

Bağlantılara, köprülere, gerekçelere, nedenselliğe vurgu yapılmayacak, bu iş önemli ölçüde

algıya bırakılacaktır. Algı, alırken biçimleyecektir tüm birikimine yaslanarak masaya bırakılmış

önermeleri.

Sınırlar bulanıktır. Kavramlar geçirgendir. Bilemeyiz bizim sanat kavramına yüklediğimiz

içeriğin özgünlük düzeyini. Tek tek her kavrayışı, olgusal bir derlemeyle bir araya getirsek bundan

çıkacak şey olgu sayısı denli çelişki, bağlı olarak derin umutsuzluktur.

Birçok düşünür ya da bilim adamının dönüp dolaşıp „gündelik yaşam‟a demirlemesi boşuna

olmamalı. Soyut kurgular, tümcül kavrama girişimleri belki kavrayışı aydınlatan açıklamalar

sağlıyor olsalar da, her şey gibi sanatın da kirli, bedenli, varlıksal bir boyutu var ve büyük

olasılıkla sanat oluşunu buna borçludur. Yani diyeceğim kusur diye bize belletilmiş, yer, toprak,

çamur diye aşağılanmış, bin bir ayrıntının bizi doğduğumuza pişman ettiği, altında boğulakaldığımız

şu gündelik akışın içinden süzülür, çıkıverir sanat. Ayrımsama ile ayrımsanmanın ince eytişmesi,

sürtüşmesinden „yeni‟ olan ya da sanılan bir yapı belirir, görünür oluverir. Geçicidir geçici olmasına

ama gündelik yaşam denli de geçici değildir. Tam burada tansığın sürdüğü noktada, bu işleyiş de

kendi kuramını üretir, üst üste ama ayrı bir uzam/zaman kavrayışı, ayrılmış bir yaşam çizgisinde

biriktirilir, deneyime, kuruma dönüşür. Toplumsallaşır. Hem gündeliğe içkin, hem ayrı yerde durur.

Herkesin değilmiş gibi görünür. Bunun böyle oluşunun nedeni toplumların erközlü oluşudur, sınıflı,

çatışkın oluşudur. Erk, bu deneyimi, aykırı kurumlaşmayı erkaracına dönüştürmek ister. Yoksa

gündeliğin çok da seçme olanağı vermeyen karşılaşmaları, buluşmaları içerisinden süzülür sanat(sal

anlatım). Erkin olduğu yerde yöneten yönetilenle bir biçimde kesişir, bu, ne denli gözden kaçırılsa,

saklansa da. Yokmuş böyle bir şey gibi davranılsa da.

Hayır, yeni bir şey söylediğim yok. Bir şeyi anlayabilmiş değilim. Uzağındayım saydam

görünün. Saydam, durugörü. Uzak olsun! Sanatın bitebileceği, olanaksızlaştığı yer olmalı orası.

25

Ditfurth, Hoimar Von; Bilinç Gökten Düşmedi, 2007, İstanbul

Page 26: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

26

Yaşamı, şu gündelik, metabolik ağır akışı, kıvrılıp bükülen ve bu arada guruldayan bağırsak

devinilerini kutsamış, onurlandırmış mı oldum böylece. O müzelere yaraşır seçkinlerin ağızlarına

layık sanatı, toza çamura mı bulamış oldum? Eh, biraz öyle oldu. Ama müze ne, kimin, peki ya kim

kim? Kim‟den ne anlamalıyız?

Yanılmıyorsam 1910‟lu yıllarda Louvre‟dan Mona Lisa‟yı çaldı marangoz mu ne, biri?26 Müzeye,

Mona Lisa‟nın bıraktığı boşluğa akın olduğu söyleniyor. O boşluk en az yapıtın kendisi denli enine

boyuna yorumlandı, anlamlandırıldı, fetişleşti. Bu ilginç, yapıt kendisi olmayan her şey de demek

aynı zamanda. Bıraktığı boşlukla, olmadığı, olamadığı şeyle onu tanımlamak, tamamlamak algımızın

belki de asal yanı, boyutu. Buyrun… Bir bu eksikti. Toplumun tinsel debelenmesi kaçınılmazcasına

sürece katılacak, kimlik belirlemede başvuru yer ve düzeyleri (referanslar) anlamsal kodları

üretecek, bu kodlar belli algı alışkanlıklarına dönüştürülecek, algı yapıları elini şakağına dayayıp,

„mirim,‟ diyecek, „ben burada derin bir…‟ Ele avuca gelir şey midir toplum tini? Ya zamanın tini? Gelip gelip tek seçenek olarak

uçurumdan atlamaya dayanmak oluyor bu. Biz de atlayalım, iş atlamada, gerisini anımsamayacağız.

Belki anımsatmış olacağız.

Sanatın ne olduğunu anlama, tanımlama girişimi bir tür „derlemecilik‟tir (koleksiyonculuk).

Canlılık, yaşama edimi („faillik‟ diyor Giddens) süredurdukça bu edim kristalleşecek. Ama

mineralbiliminde billurlaşma sürecinin (kristalizasyon) karşılaştığı sorun hep yaşanacak. Doğa set

çekecek, engelleyecek, kusurlu billurlaşmalarla gerçekleşecek süreç. Ama içsel eğilim eğer kendi

akışına kalsa olabileceği kusursuz billuru, yapıyı taşıyacak bağrında. Birlikte olmanın geometrisi

(fraktal) evrene verilmiş, olabilir en iyi yanıttır. Çünkü en az enerji yitimi gerektiren yanıttır.

Yaşam kolay elde edilmemiştir, kolay da harcanamaz. Bu gizli kodumuz, bilgimizdir. Bunu bilme

olanağımız yoktur, olmayacaktır.

Evet, anladığınız şeydir söylemek istediğimiz. Kusursuz yapı, kusursuz sanat olanaksızdır.

Çünkü kusursuzluk olanaksızdır. Kendi başına, saltık bir anlam yükü taşıyamaz. Dizge içi bir

kavramlaştırma edimi (insan etkinliği) içinde bulunduğu yapının dışından bakamaz, göremez yapının

tümünü. Yanılmıyorsam Viyana Çevresinin, Russell‟ın (Whitehead‟le) sorusu da bununla ilgiliydi.

Dizge kendi üzerine katlanıp kendiyle tam örtüşemeyeceğine göre açık kalacaktı hep, evrenin ve

varlığın koşulu da buydu. Sarmal bir gastropod kabuğu gibi büyüyen bu açıktan daha artan

oranlarda sızıp duracaktı kan, ölüm, sanat, vb.

Bir açığa, bir kadına borçlu sanat varlığını. Doğuran, iki olma yeteneğini taşıyan kadına.

Bundan daha büyük bir esini olmamıştır insanoğlunun. Bu erkeği özne ve erk iyesine

dönüştürebilmiş, erkek daha çok şakıma gereği ve fırsatı bulabilmiş, hem korkup kaçmış

(devletler, kurumlar, büyük yapılar, vb. geliştirmiş), hem de saldırmıştır (yıkım, kıya, tarih,

aşağılama, ırza geçme, vb.)

Sanatın kaynağında duran kadın („ol sebeb‟ ) sanatın öznesi değil nesnesi olabilmiştir ola ola.

Payına düşen de bu olmuştur. Yani kadın ve onun doğurganlığı olmasaydı sanat olmayacak mıydı?

Bu sorunun altında kalabilirim. Şimdilik eğilimim, olmayacağı yönünde.

26

Bkz “Leader, Darian”

Page 27: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

27

Sürü önderinden sanatçıya

Her şey kağıtla başladı

Okumak anımsamak mı?

Neden unutmalıyız?

Okumayı ölçmek: Off!

Bu soru delirtebilir: hepsini okudun mu?

Bu soru da delirtebilir: kaç kitabın var?

Delirmenin ötesine geçirebilir: kaç para?

Okumak: düş görmek

Okumak: kurcalamak

Okumak: el sıkışmak

Okumak: başkalaşmak

Çok okursam kör olur muyum?

Çok okursam aklımı yitirir miyim?

Pandora: bir gömüden beklenen

İlk tanışma

Kitabın dili: retorik

Oyunlar: aynada görülen

Kitabın kokusu var mı?

Okumak yazmak mı?

Kimi okumak

Neden Okumak

Ne okumak

Page 28: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

28

Kendini yapmak

Ontoloji

Epistemoloji

Estetik

Etik

Toplumbilim

Ruhbilim

Nefret ettiğim kitap mı yoksa sen misin?

Yanlış özdeşlikler

Çöpteki kitap

Sahaf

Antika kitap

Kitap pazarı

Ortakyaşar: kitap biti

Yer kalmadı, daha nereye kadar…

Ya kitaplar, ya ben

Aradıoğını bulmak: olanaklı mı?

Evrensel imparatorluk

Carmen‟in öteki adı: kitap

Karnavallar karnavali

Dili tatmak

Mimesis

Page 29: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

29

Kitapla görünmenin biçimleri

Organik parça yanılsaması

Tatilde okumak

Amaca göre kitap!

Biz azınlıklar: yalnızız!

Yıldırıcı yorum: kuramsal okuma

Ekonomi

Önermek

Okumanın duruşları

Okumanın karşısında duruşlar

Özdeşlik

Özdoyum

Yeterlilik

Kusursuzluk

Ulysses

Sözcükler

Büyü

Tutku

Aşılmış sınırlar

Kitapla gelen yaşam

Bedenle gelen yaşam

Kitap: nesne

Sanat yapıtının ikili doğası: kendinden taşan

Page 30: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

30

Okurken eğlenmek

Okurken bilgilenmek

Boş zaman

Sergi

Kitabın ticareti

Çok satışlılar

Okumadan eleştirmeye

Ölçütler

İyi kötüden ayrılabilir mi?

Kitap önerilebilir mi?

Nasıl seçmeli?

Bu nasıl iletişmek?

Evcilleşmek

Ahmaklaşmak

Neye yarar?

Zamanı kullanmak

Okumak iş mi?

Berthleby

Okuyan yazmalı mı?

Büyük okuyanlar

Sıradan okuyanlar

Kitaplık

Page 31: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

31

Hepsini okudunuz mu?

Zoru göze almak

Taşrada okumak

Büyük kentte okumak

Dünyanın merkezinde okurluk

Okumanın okuması

Okumanın yazılması

Öyleyse, bir neden yok

Kazanmak ama neyi?

Duyumsamak

Sezinlemek

İçleştirmek

Maske

Sığınmak

Mayınlı bölgeler

Ölüm(den korkmak)

Yaşamı örmek

Saçmayı kırmak

Şimdi ve burada mutlu olmak

Okuma üzerine yazılan

Ötekine sızmak

Röntgencilik

Vaadin peşine düşmek

Page 32: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

32

Başka dünya

Bu ülkede okumak

Okumak sorgulamak

Ezberlemek

Okumanın fiziği

Okumanın sesi

Şiir okumak: “Bir gül al eline sözgelimi…”

Roman okumak

Öykü okumak

Deneme okumak

Okuma günlüğü

Onun için okumak

Bağışlanabilir suç

Okuduğunu göstermek

Okuduğunu paylaşmak

Okumayı bitiren

Yalnızca göz mü okur?

Bedenin aktardığı

Dünyayı okumak

Dünya kitap

Okumak kendine başlar, hepsi bu

Benim yazarlarım

Page 33: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

33

Benim kitaplarım

Nasıl başlar: „Bana Ishmael deyin‟ ya da „bütün mutsuz ailelerde…‟

Nasıl biter: biter mi?

Kaç okumak?

Birdeki bin

Okumanın imgesi: kendimi okurken görmüştüm

Okumaktan kalan

Okumanın fiziği: ütopyam

Okumanın kimyası: salgılar

Zekaya ne kadar güvenebiliriz? Kimin zekası?

Aslında aradığımız, kitabın bize verdiği mi?

Onun için okumak

Bu direnmek, tutunmak…

Okuma hastalıkları

Kitap tikleri

Kitap alerjisi

Bitirmeden bırakamamak

Okuma ve Eros

Pornografi

Utançtan kalan: okumaya sarılmak

Resimli roman

Türünü seçmek

İstemediğini okumak

Page 34: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

34

Okumak anlamak mı?

Neyi anlamak?

İmgeler evreni

Parola: kitap

Yasak kitaplar

Poşetlenmiş

Kutsal söz

Tuğla gibi kitap

Kitap: nasıl bir dost?

Kitap: utandırmayan

Kitap: aşağılamayan

Kitap: hesap sormayan

Kitap: eğlence

Okuyanlar kabilesi

Geleceğin kitabı

Yakılan kitap

Avutan kitap: yalnız değiliz

Okumamak için nedenler

Her yerde ama her yerde okumak

Kitaba dokunabilir miyiz?

Polisiye okumak

Korkmak için okumak

Page 35: Okumak iyi de neden · 2020. 11. 12. · 5 Sartre, Jean-Paul; İş İşten Geçti (1969), Çev.Zübeyir Bensan, İstanbul, Varlık yayınları 6 Süreya, Cemal (2005); Bütün Şiirleri,

35

Okumayla eğitim

Okumadaki şizofreni

Bibliofobi

Depressif okuma

Hangi dilde okuma?

The Go-between

Nedir daha önemli olan?

Bir son yok ki, sonuç bölümü olsun

Ya Siz! Siz Ne düşünüyorsunuz? Lütfen kısaca yazınız.

Kaynakça

Süreya, C.(2005); Bütün Şiirleri, İstanbul, Yapı Kredi yayınları Tunç, A. (2007); ‘Karanlık Bahçenin Görkemli Agacı’ (Leyla Erbil’de Etik ve Estetik, Haz. Suha

Oğuzertem, 2007, İstanbul, Kanat yayınları)