55
Pano www.panodergi.com Yeni nesil kültür dergisi Nisan | üçüncü sayı

Pano

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Yeni nesil kültür dergisinin üçüncü sayısı

Citation preview

Page 1: Pano

1

Panowww.panodergi.com

Yeni nesil kültür dergisi

Nisan | üçüncü sayı

Page 2: Pano

2

4 Haberler6 Keşif: Aslı Özgen Tuncer10 Müzik İnceleme: Jim Morrison - Ayşegül Palamutçu14 Söyleşi: Bir makas hikâyesi Fırat Doger20 Belgesel: Zarok - Muhammet Beyazdağ24 Film inceleme: Gazeteci Çocuk - Dila Begüm Kocaman 28 Fotoğraf: Mustafa Seven36 Söyleşi: Video işkenceye meyilli - Elif Biradlı42 Oyun: Piksellerden gerçekçiliğe - Can Cellek46 Challenge: Haluk Mesci50 Tiyatro: Bir Küçük Tanrı: Faustus Özer Önder56 Eskiz

Editörler: Bora Sıpal, Gözde Özhan

İletişim: [email protected]

Bu ay bize katkı sağlayanlar, Aslı Özgen Tuncer, Ayşegül Palamutçu, Can Cellek, Dila Begüm Kocaman, Elif Biradlı, Fırat Doger, Haluk Mesci, Mustafa Seven, Muhammet Beyazdağ, Özer Önder,

Kapak fotoğrafı: Mustafa Seven

Her türlü hakkı saklıdır. Bu dergide yayınlanan makale, yazı, döküman, dosyalar ve fotoğraflar elektronik ortamlar da dahil olmak üzere yazılı izin alınmadan kullanılamaz.

Page 3: Pano

3

PanoPano dergi, dünyanın kültürlerini içinde bulunduran

kişilerin �kirlerini özgürce yazabilecekleri, herkese açık bir çerçeve kurma çabası olarak ortaya çıktı.

Biz inanıyoruz ki, birbirinden çok farklı disiplinlerden gelen kişiler, oluşturduğumuz bu Pano’da kendilerine özgür bir

alan yaratacak...

Pano Dergi.

Page 4: Pano

4

Fransız elektronik müzik sahnesinin en özel figürlerinden biri olan Mr. Oizo, ya da gerçek adıyla Quentin Dupieux, sinema alanında da kendine has bir dil oluşturmayı kısa sürede

başardı. Rubber, Steak gibi absürt komedinin en uç örnekleriyle karşımıza çıkan Quentin Dupieux’nun 8 Mayıs’ta yayınlanacak yeni

filmi Reality‘den bir fragman görücüye çıktı. Oyuncu kadrosunda Alain Chabat, Jonathan Lambert, Jon Heder ve Elodie Bouchez gibi isimleri bulunduran Reality, Jason isimli bir

kameramanı merkezine alıyor.

Yeniden Quentin Dupieux1987’den bu yana düzenlenen, Amerika’nın prestijli çizgi roman fuarlarından biri olan WonderCon’un bu yılki ayağı gerçekleşti. Fuardan gelen haberler arasında, DC Comics ve IDW Publishing ortaklığıyla bu yaz yayımlanacak. Star Trek/Green Lantern: The Spectrum War isimli çizgi roman oldu. Superman/Batman ve Earth 2 gibi uzun soluklu serileriyle tanınan Mike Johnson’ın yazacağı The Spectrum War’un çizimlerini de Angel Hernández üstleniyor. İlk sayısı temmuz ayında yayınlanacak.

Star Trek ve Green Lantern geliyor

Page 5: Pano

5

Ödüllü film ‘Annemin Şarkısı’nın yönetmeni Erol Mintaş, çekimlerine 2017 yılında başlanması planlanan yeni uzun metraj film projesiyle Saraybosna Film Festivali’nin ortak yapım marketi olan CineLink’e davet edildi. Seçilen sekiz proje arasında, Türkiye’den davet edilen tek proje oldu. Mintaş, Nisan’da, Saraybosna’da senaryo uzmanlarıyla yapılacak atölye çalışmalarına katılacak. Önceki yıllarda Ali Aydın’ın “Küf” filmi ve Kutluğ Ataman’ın “Kuzu” da bu markette yer almaya hak kazanmıştı.

Türkiye’den Davet Edilen Tek ProjeBuğdaysız hayat neye benzerdi sizce?

Türkiye gibi ekmeğin sofrada kral olduğu bir ülkede pek doğru bir soru olmasa da, sosyo

ekonomik şartlara göre şahane bir şeye benzediğini son zamanlarda gözlemliyoruz.

İster Caravaggio olsun, isterse Andy Warhol ya da Walt Disney, GLUTEN FREE

MUSEUM pek çok ünlü eseri fotoşopla glutensizleştiriyor. Temiz beslenmeye yönelik

#glutenfree etiketiyle Instagram’da da alıp başını giden yeni yaşam modeli, bu aksiyonla

ve daha niceleriyle, kim bilir nereye varacak.

Gluten Free Museum

Page 6: Pano

6

Page 7: Pano

7

Keşif

Aslı Özgen Tuncer

Aslı Özgen Tuncer, Altyazı dergisinde uzun süredir yazıyor. Orada filmleri eleştirdi. Bu ay da Pano’da keşfettiği en güzel kitapları, sergileri ve müziği konuştu.

Önerebileceğiniz bir kitap? Sizce bu kitap neden okunmalı?Bu soruya yanıtım muhtemelen günden güne değişim gösterir. Ancak bugünlerde önerim, Gülnur Acar-Savran’ın klasikleşmiş kitabı “Beden-Emek-Tarih: Diyalektik bir Feminizm İçin.”Bu kitabı önermemin nedenlerinden biri kitabın hâlâ güncelliğini koruyan tartışmalar üzerine bir dizi makale içermesi. Hem daha önce Pazartesi dergisinde yayımlanmış, daha kolay okunan kısa metinler içeriyor; hem de feminizm üzerine derinlikli analizler bulunuyor. Tüm bu metinler ister komşumuz olsun, ister gazetede bir köşe yazarı, ister bir haber manşeti olsun,

ister ailemizden biri gibi gündelik hayatımızda her daim karşılaştığımız erkeklik biçimlerinin farkına varmamızı sağlıyor. Bunun yanında feminizmin kendi içindeki yakıcı tartışmalara da korkusuzca dalıyor. Her yönüyle son derece zihin açıcı ve tazeliğini koruyan bir kitap.

Peki, en çok etkilendiğiniz sergi? En çok etkilendiğim sergi, geçtiğimiz aylarda Amsterdam’daki Hollanda Film Müzesi’nde ziyaret ettiğim “Jean Desmet’in Hayal Fabrikası” adlı sergi oldu. Jean Desmet yüzyıl başında yaşamış Hollandalı bir girişimci. Sinema tarihi açısından önemi ise, henüz sinemanın

ilk yıllarında potansiyelini kavrayarak, ülkenin en büyük dağıtımcı şirketlerinden birini (ilkini aslında) ve bir salon zinciri kurması. Desmet 1957 yılında öldüğünde, arkasında yüzlerce filmlik bir koleksiyon bıraktı. Bu koleksiyon yıllardır taranıyor, restore ediliyor, kataloglanıyor. 2011 yılında koleksiyonun UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmasıyla çalışmalar hızlanmıştı. En sonunda geçtiğimiz aylarda çok kapsamlı bir sergi hazırlandı. Desmet’in sinema tarihçilerini en heyecanlandıran tarafı, son derece zengin çeşitlilikte film türlerini biriktirmiş olması. Bir böceğin doğuşunu gösteren bilimsel filmlerden, bir büyücünün evinde kısılan zavallı insanları anlatan

Page 8: Pano

8

fantastik filmlere, trenle Alpleri gezdiğimiz yolculuk filmlerinden, büyüleyici masalları perdeye taşıyan en güzel çocuk filmlerine, ilk uzun metraj macera filmlerine uzanan müthiş bir zenginlikten bahsediyoruz. Film müzesindeki büyük bir salonda 10’dan fazla ekranda tüm bu türlerin en güzel örneklerini izleyebiliyordu ziyaretçiler. Aynı zamanda o dönem, sanırım 1910’larda yapılan bir Noel özel gösterim programının tamamını bir salonda yeniden gösteriyorlardı.

Önerebileceğiniz bir film? Nedir bu filmde sizi etkileyen?Bugünlerde en çok aklıma takılan ve en çok özlediğim filmlerden biri Muhteşem Güzellik. En güzeli de bu filmi, Fellini’nin Tatlı Hayat’ıyla birlikte izlemek. Çünkü bu film, doğrudan Tatlı Hayat’la diyalog halinde; onun başkahramanını yeniden düşünüyor, onun mekanlarında geziniyor, onun büyüsünün gizemini yakalamaya çalışıyor.

Muhteşem Güzellik, çok fazla konuya temas ediyor, her izleyenin başka türlü etkilendiğine şahit oldum. Ancak ben bu filmi en çok, güzel sanatlar tarihinde fazlasıyla yüceltilmiş ve gizemlileştirilmiş “güzellik” kavramının içinin nasıl boşaltıldığını göstermesini seviyorum. Bir yandan da bu kavramın arkasındaki devasa boşluğun insan üzerindeki muazzam tesirini teslim etmeyi elden bırakmamasını seviyorum. Huşu, sanırım bu filmi en güzel ifade eden kelimelerden biri olurdu. Son dönem hep minimalist sinema izliyoruz. Oysa Muhteşem Güzellik bizi bu dehlizlerden çıkarıyor; kamera kahramanların arkasına gizlenmiyor, yüzünün dibine girmiyor, yarısı kapkara kadrajlar yok. Muhteşem Güzellik’te kamera öylesine akışkan ki; sanat tarihinin en etkileyici mimari mekanlarında özgürce dolaşıyor, bazen nehrin akışını takip ediyor, bazen ilahi bir melodinin havaya yayılışını taklit ediyor. Sinemanın o muhteşem temaşa gücünü

yeniden bize hatırlattığı için müteşekkiriz bu yönetmene.

En son izlediğiniz TV dizisi? Bugünlerde Black Mirror izliyorum. Türkiye televizyonlarındaki dizilere bazen bakıyordum, ancak bu sezon tüm diziler tahammül edilemeyecek kadar kötü. Bakmaya çalıştım, ama devam edemedim.

Kitabınızı okuyorsunuz ve kahveniz yanınızda, o sırada en çok keyif aldığınız şarkı hangisi? Evde hep klasik müzik açık olur; daha çok barok ve ortaçağ müziği dinlemekten hoşlanıyorum. Çalışırken başka bir tür müzik maalesef dinleyemiyorum. Marin Marais diye bir besteci var, yazı yazarken de (zihin açtığı ve ilham verdiği kesin!), okurken de onu dinlemeyi çok seviyorum. Özellikle “Livre 3” olarak bilinen grup eserinden 1 ve 2 numaralı “Muzette”lerini dinlemekten hep çok keyif alıyorum.

Pano'yayaz.

Pano’nun varlığını sürdürebilmesi için desteğe ihtiyacı var.Bu sebeple yazılarınızı, �kirlerinizi ve çizimlerinizi Pano’ya asmak için;[email protected]

Muhteşem Güzellik’ten bir sahne

Page 9: Pano

9

Pano'yayaz.

Pano’nun varlığını sürdürebilmesi için desteğe ihtiyacı var.Bu sebeple yazılarınızı, �kirlerinizi ve çizimlerinizi Pano’ya asmak için;[email protected]

Page 10: Pano

10O kendisini bir keresinde şöyle tanımladı:

”Kendimi kocaman yanan bir göktaşı gibi görüyorum, kuyruklu yıldız gibi. Herkes durur beni işaret eder ve ‘Şuna bakın!’ der. Sonra pof diye gözden kaybolurum. Onlar hayatlarında böyle bir şeyi asla göremeyecekler ve beni unutamayacaklar… Asla !”

Hakkını vermek gerekir. Onun gibisi gelmedi unutulmadı ve Jim kocaman bir ilham kaynağına dönüştü. Jim Morrison beni en çok etkileyen insandır şüphesiz. Ayrıca Jim üniversitede sinema eğitimi de aldı. Deneysel filmleri vardır. Üniversiteyi bırakmak üzereyken Vietnam savaşının

çıkmasıyla, savaşa gitmemek için okuluna devam edip mezun oldu.

“Ben kertenkele kralım”Not To Touch The Earth parçasının sonunda “Ben kertenkele kralım! Herşeyi yapabilirim!” demesi ona Kertenkele Kral lakabını kazandırmıştır. Bunun sebebiyse kertenkeleler ekosistemden çıksa hayatta hiç bir değişikliğin olmayacağı hakkındaki bilgi. Yani Morrison’a göre kertenkeleler bir işlevi olmayan canlılar. Buda onlara her şeyi yapabilme özgürlüğü veriyor. Hiç bir zaman şarkıcı veya müzisyen olarak anılmak istememişti. Aslında onun tek istediği şair olmaktı. En azından

şair kişiliğinin müzikten öte olmasını. Şiirlerinden bazılarını stüdyoda kaydetti ve sahnede de okudu.Sahnede yaptığı şeyler şiir okumak ve şarkı söylemekle sınırlı kalsaydı keşke! Uçmuş halde seyircilere karşı mastürbasyon yaptığı için sahnede tutuklanan ilk ünlü olarak tarihe geçti. Dediğim gibi ” her şeyi yapabilme özgürlüğü.” Yazdığı şiirleri eleştirmenlerin kötü yorumladıklarını duyan Jim ” Anlamamışlardır” diyerek eleştirilere kısa ve öz bir şekilde cevap vermiştir. Yazmak kadar okumak da Jim Morrison için tutkuydu ve The Doors grubunun ismini Aldous Huxley ‘nin “Algı Kapıları” adlı kitabından esinlenerek koydu. Sevdiği kitapların listesini yapmak neredeyse imkânsızdır.

James Douglas Morrison, The Doors grubunun solisti Pamela Courson ‘ın biricik aşkı ve tam bir kitap kurduydu. Jim Morrison’ı tanımak ve çözmekse

oldukça zor. Bu da onu birçok kadın için âşık olunacak adam örneği yapıyor. Zeki, gizemli ve seksi!

Jim Morrison

Ayşegül Palamutçu

Page 11: Pano

11

Page 12: Pano

12

Jim Morrison (1970)

Page 13: Pano

13

Çünkü kitap ayırt etmeksizin okurmuş. Şaman kültüründen çok etkilenmiş. Beat kuşağı şairlerini aratmayan şiirleri de vardır. Ergenlik döneminde okuduğu Jack Kerouac’ın ” Yolda ” adlı kitabı çoğu insanın hayatında olduğu gibi onun da hayatında önemli bir yer edindi.Dış görünüşüne çok önem vermezdi. İlk çıkacakları televizyon şovu öncesi saçlarını nasıl yapmak istediğini soran kuaföre “Bilmem siz bilirsiniz. Ben yıkamamayı tercih ediyorum.” dediğine dair rivayetler vardır. Hayatının ve The Doors grubunun son dönemlerinde alkol nedeniyle kilo aldı ve sakal uzattı. Ayrıca, Morrison rock müzik dinlemez, genelde caz ve klasik müzik dinlerdi. Frank Sinatra ve Elvis Presley sevdiği sanatçılar arasındaydı.

Pagan nikâhıÖzel hayatı tabii ki seks, uyuşturucu ve rockn’roll üzerine kuruluydu ama hayatının büyük bir kısmını kızıl saçlı güzeller güzeli Pam ile geçirdi. Resmi olarak evlenmediler ancak Pam her yerde Pamela Morrison olarak anıldı. Araya başkaları da girmedi değil. 1970 yılında Patricia Kennealy ile bir Pagan nikâhı kıydılar. Seremoninin en önemli kısımlarından biri de birbirlerinin kanlarını içtikleri kısımdı. Bu bölüm gerçekleştikten kısa süre sonra Jim bayıldı. Jim alkol ve uyuşturucuyu bolca kullandı ancak bu kötü alışkanlıkları ilhama çevirerek yapabileceği en güzel işleri yaptı. 27 sene yaşadı. Çocuk gibiydi, aynı zamanda olgun bir adam gibiydi. Uyuşturucu ve alkolden arınmak için Pam’le

birlikte Paris’e gittiklerinde Doors’dan ayrılmış, kendini iyice salmıştı. Ölümü her yıldız gibi bir muamma. Bir rivayete göre Pam kendisine bir miktar uyuşturucu almıştı. Jim de onu yalnız bırakmamak için kullanmıştı. Sonucunda yüksek dozdan öldü. Pam cesedi uyuşturucu izi kamasın ve dedikodu çıkmasın diye 3 gün bekletti. Polis kayıtlarına geçen, Jim Morrison’ın kalp krizi geçirdiği. Jim hayatı okuduklarıyla sentezleyerek o kadar güzel yorumlamış ki, sahip olduğu bilgi birikimi, bizimle paylaştıkları onu bir şekilde hayatta tutmaya yeter. Mezarı Paris’te bir abide. Fırsatım olursa gidip orada şarap içmek istiyorum. Senin için dileyebileceğim en güzel şey sevdiğin yazarlarla uzun sohbetler ediyor olman.

MORRISON

Page 14: Pano

14

Page 15: Pano

15

Bir makas hikâyesi

Fırat Doger

Kolaj çalışmalarına İstanbul’da devam eden Fırat, çalışmalarında algı vegerçek arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmanın yollarını arıyor.

Kolaj çalışmaları modern kültürle birlikte kendini ayrıcalıklı bir konuma sürüklemiş ve

oldukça büyük bir ilgi görmeye başlamıştır. Kolaj kavramı aynı zamanda karşımıza pop-art diye de çıkmaktadır. Resim sanatında kullanılan kolaj çalışmalarında önceden hazırlanmış olan farklı yapıda bileşenler, sanatçı tarafından yorumlanarak kompozisyon oluşabilecek bir biçimde bir araya getirilerek oluşturulur. Küçüklüğümüzden bu yana belki de hepimizin eğlence amaçlı el işi, gazete kâğıtları ve sulu boya gibi malzemelerle yaptığı bir kompozisyon şeklidir. Kolaj hiçbir zaman estetik kaygısı taşımaz. Fırat Doger de kolaj

çalışmalarıyla dikkat çeken isimlerden biri. Çalışmalarına İstanbul’da devam ediyor. Çalışmalarında algı ve gerçek arasındaki gizli oyunu açığa çıkarmanın yollarını arıyor.Doger, 1980 yılında doğdu. Çocukluğundan itibaren fotoğraf çekmeye ışık ve gölgeyle oynamaya başladı. Bu sayede görmek ve bakmak arasındaki farkı keşfetti. 2009 yılında fotoğraf sanatçılığının yanında reklam fotoğrafçılığı da hayatına girdi.2014 yılına kadar birçok ünlü marka için objektifinden baktı. Markaların hikâyelerini anlattı. Moda fotoğrafları ve sporun yüksek adrenalini kadrajlarına taşıdı.Fotoğraf makinasını reklamlar için kullanmaktan yorulduğu anlarda kendi kadrajlarının

ve hikâyelerinin peşinden yürüdü. Çıktığı yollardan biri onu Paris’egötürdü. Paris’te yaşadığı süreçte objektifinin kendisine sunabileceği karelerin dışına çıkmanın yollarını aradı. Arayışının yine fotoğraflardan geçtiğini keşfetti ve Paris’te fotoğraf kolajları üzerinde çalışmaya başladı. Bir süre çalışmalarına burada sürdürdükten sonra tekrar İstanbul’a döndü ve İstanbul’da çalışmalarına devam etmektedir.

Bize çalışmalarınla ne yaptığını anlatabilir misin?Çalışmalarımda algı ve gerçek arasındaki gizli oyunu açığa çıkarmanın yollarını arıyorum. İmajları manipüle ederek onlara yeni perspektifler yeni anlamlar

Page 16: Pano

16veriyorum. Geçmişte hayat buldukları dergiler, gazeteler, ansiklopedilerden, albümlerden makasımla aldığım imajlara yeni anlamlar ve okumalar yaratmak üzere onları kolajlarım da yeniden bir araya getirerek, onlara yeni bir yaşam veriyorum.

Bir sanatçı için işinin ve iş yapma şeklinin olmazsa ol-mazı nedir?Kullanmış olduğu materyallere olan sevgi ve saygısı, kendini görsel ve zihinsel olarak sürekli beslemesi, yeniliğe ve değişime açık olması.

Kolaj nedir dersek nasıl tanım-larsın?Farklı renlerin ve farklı dünyalara ait unsurların bir arada yaşama şeklidir.

Neden kolaj çalışması?Kendi kadrajlarımı ve kendi hikayelerimi oluşturmakta bana verdiği hakimiyetten dolayı kolaj yapmayı seviyorum.

Kolaj çalışmalarınla ifade et-mek istediğin nedir?Yeni anlamlar, yeni algılar oluşturmak. Birbirinden farklı parçaların nasıl bir bütün oluşturduğunu göstermenin yanı sıra, insanları gerçeklik ve algının sınırlarında dolaştırmak.

Çalışmalarının senin için dönüm noktası nedir?Bir makas almamla başladı her şey. İlk çalışmam benim için bir dönüm noktasıydı.

Çalışma tarzın zamanla nasıl değişti?İlk çalışmalarımda daha klasik

metotlar kullanmaktaydım. Kadrajlarım daha kalabalıktı. Sonra zamanla daha sade olmaya başladılar. Bütünden parçaya bir hareket varken daha sonraki dönemde yaptıklarımda bunun tersi parçadan bütüne bir hareket oldu. Sonradan yaptığım kolajlrda farklı teknikler geliştirdim. Elimdeki imajların çeşitliliği de bu teknikleri geliştirmemden faydalı oldu. Sonra gittikçe daha farklı teknikler kullanmaya başladım. Makasla yaratılmış farklı kesim tekniklerini kolajlarda daha sık kullanmaya başladım. Bu da imajlara daha fazla müdahale etmemi sağladı. Ve grafik çizgiler ortaya çıkardı. Daha radikal oynamalar yapmamı sağladı.

Page 17: Pano

17

Page 18: Pano

18

Page 19: Pano

19En çok keyif aldığın işler neler?Yaptığım bütün kolajlardan çok keyif aldım. Ama illa bir tane söylemek gerekirse ‘Baykuş’

İşlerinde hangi temaları izliyorsun?İnsan, bilinçaltı, cinsellik, popüler kültür, tarih

İşinle ilgili en unutamadığın tepki?Paris’te elimde kolajlarım galerileri gezerken bir galeriye girdim. Baya büyük ve saygın bir yerdi. Yaşça olgun bir bayan vardı. Ona kolaj çalışmalarım olduğunu ve bunları değerlendirmek istediğimi söyledim. Onun bana verdiği cevap kısa ve netti. Bu yüzyıla ait eserlerle ilgilenmediklerini söyledi. Şaşırmıştım. Ama

kolajları merak ettiğini ve görmek istediğini söyledi. Memnuniyetle dedim ve kolajları göstermeye başladım. İlk kolajı gördüğü zamanki yüzündeki heyecan ve mutluluk çok coşkuluydu. Bu an benim için güzel bir andı. Sonradan çalışmalarımın çok değerli olduğunu ve müzelerde sergilenebilecek derinlikte ve kalitede olduğunu belirtti. Benim Paris modern müzesiyle görüşmemi tavsiye etti. Bu an benim için çok güzel bir andı. Çalışmalarım ile ilgili çok güzel tepkiler almıştım bu beni motive eden önemli bir andı.

İşinle ilgili sevmediklerin veya en sevdiğin yanları?Sevmediğim, çok yaygın olmaması.

Sevdiğim; yeni oluşumlar sağlamak ve oluşturduğum kadrajlar üzerindeki özgürlük ve hâkimiyet

Müzik dersek?Ruhun gıdasıdır. Almamazlık etmeyin. Ben bütün müzikleri severim.

Bir çağrıda bulun dersek ne dersin?Sanatı ve sanatçıyı sevin. Sanatsal ve kültürel çalışmalara etkinliklere daha duyarlı olup daha aktif bir şekilde içinde olun. Her insanın içinde sanatsal bir tel olduğunu düşünüyorum. İçinizdeki bu teli keşfedin ve onunla ilgilenin. Onu besleyin. Bu ruh sağlığı ve beyin için çok önemli bir egzersizdir.

Page 20: Pano

20

Page 21: Pano

21

Vicdan filmleri

Muhammet Beyazdağ

Çocuk gelinlerin yalnızca ellerini göstererek hikâyelerinianlattıkları ‘Zarok’ belgeseliyle geçen yıl 10’dan fazla ödül kazanan Muhammet

Beyazdağ, ikinci filmi ‘Çirok’ta kamerayı bu sefer çocuk damatların ellerine çevirdi.

Zarok çocuk gelinleri anlatan bir belgesel. Şüphesiz ki çocuk

gelinler Türkiye’nin ve diğer gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerin yaşadığı en büyük problemlerinden biri. Günümüzde hala çocukların yaşadığı hak ihlallerine dikkat çekerek çocuk haklarının korunması için bireyleri sorumluluk almaya, hükümeti de göreve çağıranlardan biri de Muhammet Beyazdağ. Çocuk gelinlerin yalnızca ellerini göstererek hikâyelerini anlattıkları ‘Zarok’ (Çocuk) belgeseliyle geçen yıl 10’dan

fazla ödül kazanan Beyazdağ, ikinci filmi ‘Çirok’ta (Hikâye) kamerayı bu sefer çocuk damatların ellerine çevirdi.

İlk olarak kendinizden bize bahsedebilir misiniz? 1989 İstanbul doğumluyum. Üniversiteye kadar da burada büyüdüm. Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon Sinema mezunuyum. Hala da aynı okulumda sinema ana bilim dalında yüksek lisans yapıyorum. Üçüncü sınıftayken Zarok’u çekmiştim ve bir yıl sonra mezuniyet tez filmim olan Çirok’u çektim.

Zarok belgeselini çekmeye nasıl karar verdiniz? Çocuk gelinler ve damatlar bizim en büyük problemlerimizden bir tanesi ve birçok insanı rahatsız ettiği gibi beni de rahatsız eden bir durum. Ben de bu rahatsızlığa karşı sessiz kalmak istemedim. Bir belgesel film yapmam gerekiyordu ve bununda insanlara bir şeyler göstermesi, farkındalık yaratması gerekiyordu. Ama ben bunu sadece gelişmemiş ülkelerin problemi olarak görmüyorum. Ülkeniz gelişmiş olabilir önemli olan zihninizin de gelişmiş olması.

Page 22: Pano

22

Bu süreçte kimlerden destek aldınız? Ben küçük bir tanıtım filmi izlemiştim. Filmde bir dernek köy köy, ev ev dolaşıp kadınları ve kız çocukları erken yaşta evlilikler hakkında bilgilendiriyordu. Bu insanların verdikleri çaba beni çok etkiledi. Sonra ben de o derneğe ulaştım. Onlarda film projesi hakkında seve seve yardım edeceklerini belirttiler. Bu derneğin desteği çok büyüktü aynı zamanda fakültemden de hem manevi destek hem de çekim esnasında teknik araç desteği aldım.

Yapım sürecinde görüştüğünüz çocuk gelin-lerden/kadınlardan size verdikleri tepkiler nasıldı? Hangi şehirlerdeki kadınlarla iletişime geçtiniz? Kadınları ikna etmek zor bir meseleydi. Bu noktada da tekrar dernektekilerin yardımıyla sayesinde kadınlarla görüşme fırsatımız oldu onlarla. Kadınlar ilk etapta çok çekingendi. Fakat konuşmaya başladıktan sonra her şeyi daha rahat anlatmaya başladılar. Çünkü içlerini dökecek insanlara da ihtiyaçları vardı aynı zaman da yüzlerinin görünmemesi de onları rahatlatmıştı. Bu kadınlar her yerde. Bizimle aynı şehirde, aynı mahallede, yanı başımızda. Bu tüm ülkenin problemi.

Belgeseliniz aslında bir üçle-meden oluşuyor. Bu üçlemenin ikincisi olan ‘Çirok’ belge-selinde çocuk damatlara yer veriyorsunuz. Genelde çocuk gelinler üzerinden üretilen belgesellerin yanı sıra, çocuk

damatlara çok fazla odak-lanılmıyor. Siz bu konuya bak-maya nasıl karar verdiniz? Evet, Zarok’u çekerken ben de bunun farkına vardım. Görünmeyen bir taraf var bu evliliklerde o da çocuk damatlar. Tıpkı bir kız çocuğunun evlendirildiği gibi erkek çocukları da türlü saçma sebepler ve bahanelerle evlendiriliyor ve buna da sessiz kalmamak, bu görünmeyen tarafı da insanlara göstermek gerekiyordu.

Bu el üçlemede odaklandığınız nokta ‘el’ sizin için ne ifade ediyor? Buna odak noktası alma nedeniniz nedir? Eller birçok şeyi ifade ediyor. Ama benim için en önemlisi yaşanmış tüm hayatı ifade ediyor. Yaşanmış her şey o ellerde saklı ve onlar yüzlerden çok daha fazlasını anlatıyor. Hem insanları deşifre etmemek hem de dediğim gibi yüzlerden daha fazla anlatacakları olduğu için odak noktam ellerdi.

Çocuk damatlara yönelmeye nasıl karar verdiniz? Han-gi şehirlerdeki erkeklerle iletişime geçtiniz? Çocuk damatlar görünmeyen taraftı ve sessiz kalmamak gerekiyordu. Çocuk gelin ya da çocuk damat problemi değil bu insanlık problemi. Bizim de ayırt etmememiz gerekiyor kız/erkek diye. Olan çocuklara oluyor burada.

Çocuk damatlar ile görüşürken sizi en çok et-kileyen ne oldu? Sizlerin görmediği belki de

hiç bir zaman duyamayacağı insan hikâyeleri dinliyorsunuz. Anlatılan o hikâyelerden, o insanlardan etkilenmemek çok zor. Şimdi etkilendiğim hikâyeleri tek tek anlatmak yerine insanların filmi izlemesini daha doğru buluyorum.

Belgeseliniz aracılığıyla belki de Türkiye’de birçok insan için görünür olmayan/fark edilmeyen aslında en büyük sorunlardan birine değindiniz. Sizce belgesellerin bu nok-tada önemi nedir? Yaşanan sorunların çözülmesinde bir aracı rolü üstlenebilir mi? Ben belgesel filmleri vicdan ödevleri olarak görüyorum ve bu filmler bizim vicdan ödevlerimiz olmalı. Bilmemiz, görmemiz, duymamız gerek bir olgu, olay ve problem varsa özellikle belgesel filmlerin bunları bizleri tüm çıplaklığıyla göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Belgeseller bu durumları ne kadar düzeltebilir bilmiyorum ama bize tanık olmadığımız bir durumu gösterip bunun için en azından bir farkındalığa sahip olmamız gerektiğini gösteriyor ve bizlerde elimizden ne geliyorsa bunun için çaba göstermeliyiz. Ben film çekebiliyordum ve bunu yaptım. Bu filmleri izleyen insanlar da ne yapabiliyorsa onu yapmalı en azından bir adım atmalı.

Size bir çağrıda bulunun der-sem ne dersiniz? Çocuklar ne damat ne de gelin olsunlar, çocuklar her özgür çocuğun yaptığı gibi oyunlar oynasınlar.

Page 23: Pano

23

Page 24: Pano

24

Gazeteci Çocuk

Dila Begüm Kocaman

Çağdaş bir Amerikalı romancı olan Pete Dexter, 1995 yılındaThe Paperboy romanıyla eleştirmenlerden olumlu eleştiriler aldı. Çok satanlar listesine giren roman, bir sonraki yıl yazara ödül getirdi. 2012 yılında da sinemaya uyarlanan The

Paperboy, gişede bekleneni karşılayamamıştı.

Başrollerini Nicole Kid-man, Zac Efron, John Cusack ve Matthew

Mcconaughey’ın paylaştığı The Paperboy (Gazeteci Çocuk) fil-mi 2012 yılında gösterime girdi. Film şüphesiz herkesin izleme-si gereken başarılı filmlerden biri. 1969 yılında Jack Jansen üniversiteden atılmış halde Florida’daki ailesinin yaşadığı Lately kasabasına geri döner. Babası W. W. Jansen kasabanın yerel gazetesi The Moat Coun-try Times’ın sahibidir. Bu arada The Miami Time’da muhabirlik yapan Ward Jansen, Hillary Van Wetter davasını araştır-mak üzere iş arkadaşı Yardley Acheman’la kasabaya gelir. Ancak Hillary davası ile ilgilenen bir tek kendileri değildir. Genç ve güzel bir kadın olan Char-

lotte Bless de Hillary’nin suçsuz olduğuna inanır ve onu tem-ize çıkartmak için The Miami Times muhabirlerine güvenir. Ward ve Yardley iş hayatında yükselmek istediklerinden bu iddinın peşinden giderlerken, Ward’ın kardeşi Jack ise eve sıklıkla girip çıkan Charlotte’ye âşık olur. Bu olay üzerine gidil-dikçe işler karışır ve bu dörtlü beklenmedik olaylarla karşı karşıya kalır. Filmin hikâyesi böyleyken, 2012 Cannes Film Festivali Seçkisi olan filme karşı değişik eleştiriler mevcut. Bunları görünce ister istemez merak ediyoruz ancak unutul-maması gerek diğer bir şey de filmin gösterime girdiği 2012 yılında gişede büyük bir hüs-ranla karşılaşması. Durumu toparlamak isteyen dağıtım

şirketi bu yıl farklı ülkelerde filmi vizyona sokma planını hayata geçirdi. Birçok kişi böyle bir kategoriyi kabul etmese de, Gazeteci Çocuk festival filmi havasında kesinlikle! Gişe ya da eğlence için yapılmış olduğuna inanasım gelmiyor. Bu kadar yoğun, karmaşık ve havada kalmış olması. Yönetmen Lee Daniels’i “Acı Bir Hayat Öyküsü” filmiyle akademi ödüllerinde en iyi uyarlama senaryo ödülü alışıyla hatırlıyoruz. Ayrıca Dan-iel’in LGBT konusunda ve siyahi olmanın yarattığı bir durum mu bilinmez ancak renk konusun-da da ne kadar hassas olduğu ortada. Her filminde bu durum-ları kenarından kıyısından da olsa işlemiş. Türü gerilim olarak belirlenen filmde tek bir gerilim sahnesi olmaması da tartışıl-

Page 25: Pano

25

Page 26: Pano

26

ması gereken diğer konulardan biridir. Peki, bu filmin türü ne? Suç? Gizem? Hayır. Bu film ara-da kalmışlığın diğer bir örneği.Filmin genel yapısına bak-tığımızda çekimleri kimi zaman çok başarılı, kimi zaman an-lamsız ve havada kalmış. Açılış sahnesi gerçekten farklı çünkü hikâye bize direk anlatılmaya başlanıyor. Aralarda gidişatı kesmeden devam ediyor bu durum. Kurgusundaki başarıda oldukça etkileyicidir. Bazı yerle-rdeki panoramik ya da detaycı çekimler diyelim, filme olan ilgiyi daha da arttırıyor. Karak-terlerin birbirinden bağımsız tanıtılmasıyla birlikte nerede buluşacaklarını heyecanla bekli-yoruz. Fakat bu heyecan karak-terlerin tanışmasından sonra

pek devam etmiyor. Hayaller ve gerçekler arasında gidip geliy-oruz. Havada kalan sorularımız oluyor genellikle. Film ilerle-dikçe tam sıkıldık derken araya serpiştirilen ufak tefek olaylarla dikkatimizi yeniden topluyoruz ancak bu filmi tekrar en başın-daki gibi konsantre olup beğen-memize yeterli olmuyor. Filmin gerilim olarak gösterilmesinin tek nedeni sanırım şiddet ve mide bulandırıcı detaylar bütünü. Cinsellik bir sahnede abartısız ve masum gelirken bir diğer sahnede içinde şid-det barındıran iğrenç bir hale bürünebiliyor. Oyunculuklar için söylenecek pek bir şey yok, başarılılar. Çekimler, kurgu ve olaylar da öyle. Ancak bizi filme çeken ögeler olduğu kadar iten

ögelerde bulunuyor. Sıkıldığımız kadar, “hadi şimdi ne olacak” diye heyecanlandığımız da oluyor. Değişik bir filmdi. Soru-lar kaldı mı? Kaldı. Tüylerimin ürperdiği yerler oldu mu? Oldu. Güldüğüm ya da içimin acıdığı yerler? Kesinlikle! Filmde denge var mı diye soracak olursam kendime, sanırım hayır cevabını alırım. Bu film için ne izleyin derim, ne de izlemeyin. Değişik alanlara yönelmiş, farklı bakış açıları bulunduran, değişik bir filmdi. Giden iki kişiden biri güzel bir tatla ayrılabilecekken salondan, yanındaki bir diğer kişi tatmin olmamış ayrılabilir. Sanıyorum ki 2012 yılında kendi ülkesinde yaşadığı hüsranı, 2013 yılında diğer tüm ülkelerde yaşayacak.

Pano'yareklam

Pano büyüyor. Sizin de bu platformda reklamınız olabilir. Bu sayfaya reklam vermek için bizimle iletişime geç[email protected]

ver.Gazeteci Çocuk filminden bir sahne

Page 27: Pano

27

Pano'yareklam

Pano büyüyor. Sizin de bu platformda reklamınız olabilir. Bu sayfaya reklam vermek için bizimle iletişime geç[email protected]

ver.

Page 28: Pano

28

Sokaktaki fotoğraf

Mustafa Seven

Instagram’ın en çok takip edilen Türk kullanıcısı, sokak fotoğrafçısı Mustafa Seven’le konuştuk.

Kendi tanımlamanızla, Mustafa Seven kimdir? 1974’te Sivas’ta

doğdum, ben iki yaşındayken İstanbul’da yaşamaya başladık. Üniversitede sırasında bir gazetede çalışmaya başladım, fotoğrafçılık ile de bu sırada tanıştım. 18 yıl boyunca bir çok gazetede foto muhabirliği yaptım, kendime kalan tüm zamanda sokak fotoğrafçılığı üzerine çalıştım. Çocukluğumdan beri insana ve sokakta olan bitene ilgim vardı. Sokaklarda insanları, nasıl hareket ettiklerini ya da neye nasıl tepki verdiklerini gözlemlemeyi severdim. Bir sokak fotoğrafçısı olarak insanlarla ilgili hikayeler anlatmaktan keyif alıyorum.

Bize ne yaptığınızı 100 ke-limeyle anlatabilir misiniz? 100 kelimem varsa kısaca anlatayım :) Sokağı anlatıyorum ve yaşadığımız dönemin bir dokümanını oluşturuyorum. Çektiğim kareler ile gözlemlediğim hayatı başkalarına aktarıyorum, bir yandan da bunun güzelliği fotoğrafa bakan herkesin kendine göre yeni bir hikaye okuyabiliyor olması, çünkü fotoğraf yalnızca bir an, içinde pek çok bilgi barındırıyor ama hayal gücüne de yer bırakıyor.

Fotoğraf çekmeye ilk ne zaman ve hangi makine ile başladınız? Fotoğrafla üniversite yıllarımda tanıştım, o zamanlar Zenit marka bir kamera kullanıyordum.

Günümüzde artık hemen hemen her şey dijitalleşti. Fotoğraf makineleri de buna dâhil. Siz hangi makine ile çalışmaktan keyif alıyor-sunuz? Analog mu? Yoksa dijital mi? Dijital makinelerin sağladığı avantajlar kesinlikle azımsanamaz, bu teknolojik devrim her şeyi çok değiştirdi ve kolaylaştırdı. Artık analog makinelerin benim için nostaljik bir değeri var ama profesyonel olarak dijital makineler kullanıyorum ve kesinlikle hız ve performans olarak çok faydasını görüyorum.

Fotoğraflarınızda bir hikâye oluşturma derdiniz var mı? Zaten benim için her fotoğraf bir hikaye anlatma aracı ama

Page 29: Pano

29

Page 30: Pano

30

Page 31: Pano

31

Page 32: Pano

32

hikaye oluşturmanın doğru old-uğuna inanmıyorum. Çektiğim fotoğrafın gerçek olmasının, kurgulanmış olmaktansa gerçekte yaşanan bir anı belge-lemesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Bir sanatçı için işinin ve iş yapma şeklinin olmazsa olmazı nedir?Herhangi bir alanda ortaya bir şeyler çıkaran kişilerin kendini iyi tanımasının en önemli şey olduğunu düşünüyorum çünkü ürettiğiniz işlerin tutarlılığı olmazsa olmaz. Bu benim için fotoğraf konusunda fotografik bir dil oluşturmak ve hep aynı dili konuşan fotoğraflar çekmek demek.

Sanatınızla ifade etmek iste-diğiniz nedir? Benim anlatmak istediğim şey aslında hayatın kendisi. Sokak bunun için çok iyi bir araç çünkü sokak hayatın en perdesiz yaşandığı mekan, kuralları katı olmayan, herkesin olduğu gibi var olabildiği bir yer.

Çalışma tarzınız zamanla nasıl değişti? En belirgin olanı dijital devrim oldu sanırım. Ben bu işe başladığımda analog makineler ile, sınırlı sayıda fotoğraf üreterek, sonuçları görmeyi bekleyerek iş yapıyorduk. Bu aslında çok eğitici bir zamandı ve imkanlarımız arttığı zaman o bizi çok daha üretken yaptı.

En çok keyif aldığınız işler neler? Kültürünü iyi tanıdığım yerlerde çalışma fırsatım olduğu zaman bundan çok keyif alıyorum

ve ortaya çıkan sonuçlar da beni tatmin ediyor. Gerçekten bildiğiniz bir yeri anlatırken çok daha samimi oluyorsunuz ve bu samimiyet çektiğim karelere de yansıyor.

İşlerinizde hangi temaları izliy-orsunuz?Bu çok değişkenlik gösteriyor, değişik temalar ile çalıştığım oluyor o nedenle genel bir şey söylemem zor. Örneğin geçen yıl açtığım “Tek” isimli sergide tek başına olan insanlar üzerine bir tema kurmuştum.

İlham kaynaklarınız neler? En büyük ilham kaynağım sokak, bana o kadar çok malzeme sunuyor ki, özellikle İstanbul gittiğim şehirler arasında en çok sevdiğim. Devamlı bir ilham kaynağı.

İşlerinizle ilgili en un-utamadığınız tepkiler neler?Instagram’ı kullanmaya başladıktan sonra işlerimle ilgili anlık tepki alma fırsatı buldum. Bunun öncesinde böyle bir imkan tam olarak yoktu. Bunun çok değerli ve geliştirici olduğunu düşünüyorum, insanlar en içten ve acımasız haliyle tepkilerini belli ediyorlar, bu çok güzel bir geri bildirim sağlıyor. En unutamadığıma bir şey söylemek zor ama sürekli bu etkileşimin aktif olmasının beni çok mutlu ettiğini söyleyebilirim.

Peki, işinizle ilgili sevmedikleriniz?İşimi genel olarak çok seviyorum çünkü her zaman kendimi ifade etmek için görsel unsurlardan yardım almanın işimi kolaylaştırdığını düşünüyordum

ve şimdi fotoğraf ile kendimi ve etrafımda yaşanan hayatı anlatma şansı buluyorum. Kelimelerle aram çok iyi olmadığı için bunun değerini fazlasıyla hissediyorum.

Sizce iyi bir sokak fotoğrafçısı nasıl olmalı? Gerçek olmalı, sokağın içinden birisi olmalı. Sokağı uzaktan izleyerek iyi bir sokak fotoğrafçısı olmak mümkün değil o nedenle sokakta kamerasıyla beraber bulunabilen, oraya ait olup varlığını etrafındakilere unutturabilen kamerasını görünmez kılabilen bir fotoğrafçı iyi denilebilir.

Faces of the Earth projesi hakkında konuşalım. Neler hissediyorsunuz bu projeyle ilgili? Bu proje beni çok heyecanlandırıyor. Altında çok güçlü bir mesaj var ve farklılıklarımıza rağmen hepimizin insan olduğunu ve bunun birleşmek ve anlaşmak için yeterli bir ortak özellik olduğunu vurguluyor. Gittiğim tüm ülkelerde bu projeye de vakit ayırıyorum ve proje büyüdükçe mesajının da büyüdüğüne inanıyorum.

Müzik dersek? Ne tarz müzikler dinlersiniz? Genellikle rock müzik dinliyorum ama tabii değişkenlik gösteriyor. Bazen bir şarkıya takıp haftalarca üst üste sadece onu dinliyorum :) Bunun bazen bir türkü olduğu da oluyor.

Sizi okuyanlara bir çağrıda bulunun” dersek ne dersiniz?“Samimi olun!” derim!

Page 33: Pano

33

Page 34: Pano

34

Page 35: Pano

35

Page 36: Pano

36

Video işkenceye meyilli

Elif Biradlı

‘Stranger’ ve ‘In The Garden’ serisi ile dikkatleri üzerine çeken genç bir artist Elifiçin çalışmalarında içerik kaygısından daha çok biçim önemli. Çalışmalarındaki odak

noktası ise cinsel kimlik ve insan psikolojisi.

Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf ve Video bölümü son sınıf

öğrencisi olan Elif Biradlı, 1992 İstanbul doğumlu. Biradlı’nın en sevdiği iki şey ise kahvaltı ve bitkiler. Kendisini ‘asosyal’ olarak tanımlayan Elif, arkadaşlarıyla buluşmaktan sıkılan biri. Genelde evde Sencer’le (kedisi) vakit geçirmek onun en büyük zevki. Bizde Elifi daha yakından tanımak istedik ve sizin için keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Bize ne yaptığını 100 kelimeyle anlatabilir misin?Fotoğraf ve video çekiyorum. Genelde bu görüntüler kurgusal oluyor. Çekimlere başlama-dan önce aklımdaki kurgunun

resmini yapıyorum. Bunun dışında kostüm tasarımıyla ilg-iliyim. Fotoğraflarımda diktiğim kıyafetleri ve yaptığım maskeleri kullanıyorum. Bilinçdışı sahnel-er kuruyorum. Üretim dışında geçirdiğim zamandan bahset-mek gerekirse, dediğim gibi genelde evde vakit geçiriyorum. Şu sıra yapmaktan keyif aldığım şey evde sebzeler yetiştirmek. Kafam sürekli karışık. Alakasız yerlerde saçma şeyler düşün-mekten kendimi alamıyorum. Sanırım yüz kelime işi de aklımı karıştırdı. Kafamı mutfak ro-botunda çekilmiş gibi hissettim.

Bir sanatçı için işinin ve iş yapma şeklinin olmazsa ol-mazı nedir?Temiz, planlı ve disiplinli üretim süreci.

Sanat olarak adlandırdığımız alanların en başında gelenlerden biride fotoğraf. Bu noktada senin için neden sanat?Sebebi; özgür bir alan olması ve akla gelebilecek her şeyin bu alanda gerçekleştirilebilir oluşu. Herhangi bir kalıp ve yönteme ayak uydurmayı dikte etmemesi. Özellikle fotoğrafa odaklanmış olmam da kapsayan ve donduran bir araç oluşundan kaynaklanıyor. Dondurulmuş kurgular, aklımdan geçen bilinçdışı sahneleri saklamamı sağlıyor.

Sana göre sanatçının toplum içindeki rolü nedir?Bana göre sanatçının toplum içindeki rolü, bulmacayı hazır-layan kişi olmasıdır. Bulma-

Page 37: Pano

37

Page 38: Pano

38

Page 39: Pano

39

Page 40: Pano

40

canın türünü kendi seçer. Ben bir bulmaca hazırlayacak ol-sam, “noktaları birleştir” lerden olurdu.

Çalışma tarzın zamanla nasıl değişti?Önceleri kendi odamdan çık-mıyordum. Boş bir duvar önü, benim o anki tüm ihtiyacımı karşılayabiliyordu. Daha sonra stüdyoda ve gün ışığında çalış-maya başladım.

En çok keyif aldığın işler neler?Özellikle sinemadan keyif al-dığımı belirtebilirim. Pedro Alm-odovar ve Jean-Luc Godard’ın filmlerini her seferinde aynı heyecanla izliyorum. Pedro Alm-odovar’ın renk paleti ve hikâyel-eri beni çok etkiliyor. Godard’ınsa en sevdiğim filmi Pierrot le fou. Bunun dışında Güney Afrika’da ikamet eden fotoğrafçı Roger Ballen’ı büyük bir ilgiyle takip edi-yorum. Çek sürrealist animatör/sanatçı Jan Švankmajer beni heyecanlandıran bir başka isim.

İşlerinde hangi temaları izliy-orsun?Kafamdan sayısız sahneler, objeler, yüzler akıyor ve tıpkı slot makinesinin kolunu çeker gibi onları durduruyorum. Eğer içime siniyorsa geliştirip, çekim-lerini yapıyorum. Şimdiye kadar olan işlerimse cinsel kimlik ve insan psikolojisi temalarına denk düşüyor.

Fotoğraf ve video arasındaki bağı nasıl tanımlarsın?İkisinin birbirinden çok farklı olduğunu düşünüyorum. Fo-toğraf ateş ediyor. Video işkenc-eye daha meyilli.

En korkunç tecrüben?Lisede Grafik Tasarım okumuştum. Daha sonra bir ajansta çalışmaya başladım. Acil yetişmesi gereken bir katalog işinde yaptığım hata sonucu 16.000 baskı çöpe gitmişti. Doğal olarak kovulmuştum. Aklıma gelen en kötüsü bu. Umarım daha kötüleri olmaz.

İşlerinle ilgili en un-utamadığın tepkiler?Fotoğrafçı Roger Ballen’a işleri hakkında bir mail atmıştım. O da benim işlerimi incelemiş ve beğendiğine dair bir cevap yazmıştı. O an bu beni çok heyecanlandırmıştı.

İlham kaynakların?Bana en fazla çocuk kitapları ilham verir. Özellikle; Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor kitabını herkese öneriyorum. Onun dışında gündelik hayattaki olaylar ve yaptığım seyahatler de üretim yapmamı tetiklemiştir.

Müzik dersek?Dinlediğim müzikte isimlerin ve türlerin taraftarlığını yaptığım söylenemez. Bu aralar en çok dinlediğim şarkılar; Delia Derbyshire -Ziwzih Ziwzih OO-OO-OO, David Bowie - Ragazzo Solo, Astronautalis - The Case of William Smith , CocoRosie - Beautiful Boyz ve Kreng- Zavel.

Seni okuyanlara bir çağrıda bulun dersek ne dersin?Ne olursa olsun mutlaka bir şeyler üretsinler.

Page 41: Pano

41

Page 42: Pano

42

Piksellerden gerçekliğe

Can Cellek

Dünyada 1 milyar kişinin farklı kanallardan oynadığı dijital oyunsektörünün 70 milyar dolar büyüklüğe ulaştı. Türkiye’de ise bu 20 milyon kişinin oynadığı

bu sektörde rakam 300 milyon dolar.

Yeni oyun konsollarının ve bilgisayar sistemlerinin gelişimi ile birlikte uzun

bir süre önce hayatımıza giren video oyun sektörü, günümüzde ilk günlerine göre çok daha hızlı bir şekilde gelişimine devam et-mektedir. Bunun en büyük ned-enlerinden biri video oyunlarının popüler kültürün bir parçası ol-ması ve oyun sektöründen elde edilen teknolojik ilerlemelerin farklı alanlarda da kullanımının yaygınlaşmasıdır. Oyun sek-töründeki gelirlerin büyük bir kısmı Ar-ge çalışmalarına giderken, bilim insanları da bu teknolojiyi bir üst seviyeye taşı-mak için oyun tasarımcıları ile birlikte çalışmaktadır. Yazımızın bu bölümünde oyun motorları hakkında biraz daha detaylı bilgi verip bu sektörde edinilen

kazanımların farklı alanlarda nasıl kullanıldığına örnekler vereceğiz.Bildiğimiz üzere günümüzde çoğu oyun verdiğimiz koşma, zıplama gibi komutları anında yerine getirebilmektedir. Bunun nedeni ‘eşzamanlı render’ de-nilen ve animasyon filmlerinden çok farklı bir teknik ile çalışan algoritmaya sahip olmasıdır. Örnek vermek gerekirse, evinizdeki ortalama bir bilgisa-yar ile Transformers 2 filmini bilgisayarınızda oyun olarak oynamaya çalışsaydınız, filmi bitirmeniz yaklaşık 16,000 yıl sürerdi, çünkü her ne kadar film izlemek de kulağa eşzamanlı gelse de filmin tek bir karesini oluşturmak saatler ya da günler süren bilgisayar hesaplama-ları sonucu oluşmaktadır. Bu

nedenle film endüstrisinde Render Farm olarak adlandırılan süper bilgisayarlardan oluşan depolar render işlemlerini gerçekleştirmektedir. Ancak tüketici olarak bizlerin render farm kurma şansı olmadığı için yukarıda bahsettiğim eşzamanlı render teknolojisi kaçınılmazdır. Şimdi iki render metodu hak-kında çok detaya inmeden bir karşılaştırma yaparak aradaki farkı daha iyi anlayalım:Yukarıdaki bilgiler ışığında eşzamanlı render konusunu biraz daha açmak gerekirse günümüzde gelinen son nok-tayı daha iyi anlayabiliriz. Eşzamanlı Render, bir sahne-deki ışığı, ışığın kırılmasını ve yansımasını, gölgeleri, doku-ların görüntüsünü, farklı ma-teryallere has özelliklerini gibi

Page 43: Pano

43

saymakla bitmeyecek birçok önemli hesaplamayı çok hızlı bir şekilde yapabilmeyi hede-fler. Önceki sayıda da belirt-tiğim üzere oyun sektörünün çilesinin teknolojik imkânlar doğrultusunda azalmış ol-ması nedeniyle foto-gerçekçi görüntülere bu işlemleri çok hı-zlı yerine getirebilen yazılım ve donanımlar sayesinde gittikçe yaklaşmaktayız. Teknolojik ve artistik açıdan mükemmele en yakın olarak değerlendirilen Beyond: Two Souls adlı oyun, bu uzun ve sancılı bir süre-cin ardından gelinen noktaya güzel bir örnektir. Bir başka örnek için Quantic Dream’in prototip çalışması olan The Dark Sorcerer kısa filmini Youtube’dan izlemenizi tavsi-ye ederim. PS4 ile eşzamanlı olarak render alınan bu kısa filmdeki kaliteyle çok kısa bir zamanda karşılaşabileceğiz.

Henüz bu kaliteye ulaşamama-mızın en büyük nedenlerinden biri, karakterlerin mimiklerinin yüzeysel kalmasıdır. Çok de-taya girmeden bu problemi yaratan teknik kısıtlamaları anlatmak gerekirse sınırlı sayıda iskelet kullanılabilmesi ve karakterlerin oyun motoru-na optimize edilmiş hallerinin kompleks mimikleri yerine ge-tirebilecek detayda olmaması ilk olarak akla gelecek teknik problemlerdir. The Dark Sor-cerer adlı çalışmada ise mimik sistemindeki kısıtlamaların üstesinden gelinebileceğinin müjdesi verilmiş oldu.Peki oyun sektörü bu kadar gelişme kaydetmişken bundan farklı alanlar niye faydalana-masın? Aklınıza gelebilecek her türlü eşzamanlı görselleştirm-eye ihtiyaç duyulabilecek çalışmalarda neden eşzamanlı render kullanılamasın? Oyun

sektöründe yakalamış old-uğumuz bu kalite göz önünde bulundurulduğunda gerçek-ten de yapılabilecekleri sınır-landırmak imkansız bir hal alıyor. Günümüzde bir çok farklı alanda eşzamanlı render kullanılmakta ve bir önceki yazımda da belirttiğim üzere oyun sektörü ile beraber çeşitli alanlardan uzmanlar bu yön-temi geliştirmek için çalışma-lara devam etmektedir.Eşzamanlı render kullanılan alanlara birkaç örnek vermek gerekirse;

1.Tıp UygulamalarıCT, MRI, PET taramaları eş-zamanlı olarak görselleştirilip ameliyat öncesi planlama vakit kaybetmeden yapılabilmek-tedir. Özellikle acil hastaların zamanla yarıştığı göz önünde bulundurulursa, bu yöntemin önemini tahmin edebilirsiniz.

Page 44: Pano

44

Aşağıdaki görselde de göre-ceğiniz üzere tıpkı bir oyun gibi kullanıcı arayüzü ve 3 boyutlu hasta verisi gör-selleştirilmiştir. Burada arayüz aracılığıyla uyguladığınız her değişiklik eşzamanlı olarak çalışmaktadır. Detaylı bilgi için http://youtu.be/dzwTW0ytDog linkini inceleyebilirsiniz.

2.AskeriAskeri alanda en yaygın kul-lanım alanlarından biri uçuş simülasyonlarıdır. Pilot adayı, uçağın hareketlerini simüle eden ve içinde kokpit bulu-nan bir kürenin içinde tıpkı evimizde oynadığımız uçuş simülasyonlarına benzer özel yazılımlar ile kaza riski ol-madan eğitim alabilir. 3.KriminolojiKriminolojide önemli vakalarda sıkça başvurulan fotogrametri tekniği, özel bir fotoğraf makine-

si ile olay yeri çekimleri yapılıp sahnenin 3 boyutlu modelini çıkarmaya yarar. 3 boyutlu model çıktıktan sonra tıpkı bir oyun oynar gibi sanal sahne içerisinde hiç bir öğeye zarar vermeden dolaşabilmenize olanak sağlar. Bu şekilde gözden kaçabilecek detaylar, üzerinden vakit geçse bile tekrar ele alınabilir.

4.MimariHepimiz mimari alanda kul-lanılan 3 boyutlu görsellere denk gelmişizdir. Ancak günümüzde bu bir üst seviyeye taşınmıştır ve daireler 3 boyutlu modellenip bir oyun motoru içerisinde ziyaretçi-nin daireyi interaktif bir şekilde dolaşabileceği hale gelmiştir. Aşağıdaki örnekte Unreal Engine 4 ile alınan bir eşzamanlı render örneği görebilirsiniz.

5.Bilimsel AraştırmalarBu alana birçok örnek verile-bilir, fakat burada incelemenizi

önereceğim “Nasa Eyes on the Solar System” projesinden bahsedeceğim. Bildiğiniz üzere içinde bulunduğumuz galaksi-nin fotoğrafları çekilmektedir. Tıpkı Google Earth’te de olduğu gibi bu fotoğraflar birleştirilip 3 boyutlu sanal gezegenler oluşturulmaktadır. Bu geze-genler ile sanal bir galaksi oluşturulup gezegenlerin gün-cel pozisyonlarını takip ede-bilmemiz sağlanmıştır.Yukarıda verdiğim örnekler günümüzde eşzamanlı render kullanan alanlardan sadece birkaçı. Çok yakında farklı kullanım alanları da yaygınlaşacak ve eşzamanlı render sistemi de hızla gelişece-ktir. Dolayısıyla oyunlar da daha gerçekçi, çeşitli alanlardaki uygulamalar da daha verimli olacaktır. Hızla gelişen teknolo-jiyi göz önünde bulundurduğu-muzda seneye bu teknolojinin nereye varacağını kestirebilmek gerçekten de çok zor.

Pano'yareklam

Pano büyüyor. Sizin de bu platformda reklamınız olabilir. Bu sayfaya reklam vermek için bizimle iletişime geç[email protected]

ver.

Page 45: Pano

45

Pano'yareklam

Pano büyüyor. Sizin de bu platformda reklamınız olabilir. Bu sayfaya reklam vermek için bizimle iletişime geç[email protected]

ver.

Page 46: Pano

46

Challenge: Haluk Mesci

Haluk Mesci

Sosyal medyada başlayan “The Film/Book List Challenge” furyasını biraz değiştirerek Pano’ya uyarladık. Bu sayıda, duayen reklamcı Haluk Mesci’nin en sevdiği 2 kitabı, 2 filmi ve

müzik zevkini konuştuk.

Hayatımın bu aşamasından geriye, gençliğime doğru

baktığımda, gerçekten sevdiğim (beğendiğim demektense sevdiğim demek daha içten geliyor bana) 2 kitabı ayırmak güç aslında. Her okuma döneminde, her yayın hasadında elime ulaşan; duyup peşine düştüğüm ve bazılarını inanılmaz tesadüflerle bulduğum ilginç kitaplar girdi hayatıma.Düşünme, duyma, yazma ve konuşma eğilimlerimi etkiledi. İnsanlararası alışverişte belirleyici oldu. Giderek mesleki birikimlerde (saplantılarda da diyebilirim, dürüst olayım) rol oynadı.Ama bu söyleşinin selameti için yine de iki kitap ayırayım,

belirteyim.Sırp yazar Milorad Pavic’in Hazar Sözlüğü (Dictionary of The Khazars) bunlardan biri. Kitap ilginç bir pazarlama numarasıyla da sürülmüş piyasaya. Aynı metnin çok minik değişiklikle bir erkek bir kadın versiyonu var. Değişikliğin nerede olduğunu söylemiyorlar ve benim gibi okurlar merak edip alıyor. Bizim açımızdan salakça ama yazar açısından tersi. Kitabı önce İngilizcesinden okudum. Sarhoşa döndüm. Her satırda bir başka yaratıcıydı. Dipsiz bir kuyu gibiydi. Bir an bile sıkılmak mümkün değildi. Adından da anlaşılacağı üzere, krallarının kararıyla Musevi inancına geçen Türk Hazarların (Koestler’in 13.

Kabile kitabında da anlattığı, kayıp Yahudi kabilesi imiş Hazarlar) fantastik öyküsünü anlatıyordu. ODTÜ’de okurken pek çok konuda zihin açan dahi hocamız rahmetli Muhan Soysal’ın bizi de bulaştırdığı bir konuydu Hazarlar…Türkçe çevirisi de çıkınca (İngilizcesiyle aynı kapaktı) iki cilt daha aldım yani.Ayrıntısına girmeden söyleyeceğim diğer kitap, yine iki cilt: Collected Fictions ve Collected Non-Fictions of Borges. Başlığı söylüyordur niye sevdiğimi. Hem içindekilerle hem bir obje olarak elimden bırakamadığım, dönüp dönüp geri geldiğim bir (iki) kitap Borges’in toplu eserleri.Sevdiğim, keyif aldığım iki

Page 47: Pano

47

Page 48: Pano

48

filme gelince, düşünmeden, The Blade Runner ve The Postman. İkincisini sevmem sizi şaşırtabilir eğer ‘Costner iş yapmayan berbat filmler yönetiyor’ ekolünden iseniz. Bence The Postman de, The Waterworld de birer kült film.Ridley Scott’un The Blade Runner’ına gelince, hayatta en çok kez seyrettiğim film. Saymayı bıraktım. Piyasaya çıktığı sıralarda berbat bir video kayıttan da olsa görmüş, uçmuştuk kardeşimle.

Replikleri bile ezberledik bu kadar seyredince. Birkaç yıl sonra Londra’da bir sinemada Director’s Cut versiyonunu da gördüm. Deckard’ın polaroid fotoğraftan Leon’un izini sürdüğü planı üreten görsel efektçilerle de tanışmıştım bir reklam filmi yapımı sırasında. Filmdeki Rachel’in Sean Young’ı benim için hala güzeldir. Android de olsa.Müzikte de ruh durumuma denk düşen albümler veya türler var. Örneğin bıkmadan

cello dinliyorum, aryalarla günler geçiriyorum. Ardından Nash’in solo albümleri, Glen Campbell’ın By the time I get to Phoenix’i veya tekrar tekrar, Türkçede yazılmış en güzel parça, İlhan Şeşen bestesi Rüzgar... Sonra blues, tabii muazzam bir evren. Ama ille birilerini ayırmam istenecek olursa, John Lee Hooker son dönem albümleriyle, Popa Chubby’nin, Paul Rose’un Hendrix ve Dylan cover’ları puan alır.

Page 49: Pano

49

Page 50: Pano

50

Page 51: Pano

51

Bir Küçük Tanrı: Faustus

Özer Önder

Johann Wolfgang von Goethe’nin eseri olan Faustus, Marlowe’un metnitemel alınarak, dramaturgi ekibi tarafından yeniden yorumlanmış. Uyarlamada Faust,

“baskıcı iktidar tarafında yer alan bir entelektüel” olarak tanımlanıyor.

Batı düşüncesi Rönesans aşamasına ulaştığında evreni anlama, tanımlama

konusunda büyük atılımlara sahne olmuştu. Öncesinde gelişen ve kıta Avrupa’sı ile İngiltere’yi kasıp kavuran Ortaçağ baskısı, yerini bireyin özgürleşme çabasına ve evrensel kural ve kanunları anlama gayretlerine bırakmıştı. Sonradan aydınlanma düşüncesinin temellerine evrilecek olan düşünceler, böylesi bir özgürlük ortamında kendini gerçekleştirme fırsatı bulabilmişti. Bireysel maceracı ruh, kıtaların keşfinde, evrenin ve mikrosistemlerin algılanmasında etkin rol oynamaktaydı.Bizim küçük tanrımız Faustus

ise, Christopher Marlowe’un metninde işte bu Rönesans ruhunun küçük bir özeti gibidir adeta. Her şeyi bilmek ister; gökteki yıldızları, yerdeki insanlığı, kahramanları, öte dünyayı… Dünya hakkındaki sınırlı bilgisini sürekli arttırmaya çalışır; bilimle, büyüyle, tanrıbilimle uğraşır. Tanrı’yı sorgularken, kendisini tanrının yerine koyar.Bildikçe böbürlenir, böbürlendikçe de daha fazla bilmek ister Faustus. Tıpkı modern olarak nitelediğimiz insanlık gibi; Faustus da üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştığı doğayı tahrip eder, onun biricik efendisi olmak ister. Bilgiyi edinmek için de ruhunu şeytana satar. Kimsenin

bilmediğini bilmek, kimsenin görmediğini görmek ister. Dokuz Eylül Üniversitesi Sahne Sanatları Deneme Topluluğu, Dr. Faustus metnine farklı bir açıdan bakıyor. “Faust Öldü” adı verilen oyun, Marlowe’un metni temel alınarak, dramaturgi ekibi tarafından yeniden yorumlanmış. Uyarlamada Faust, “baskıcı iktidar tarafında yer alan bir entelektüel” olarak tanımlanıyor. Faust, iktidarın baskıcı gücüne boyun eğmiş ve elindeki bilgiyi güç ve statü elde etme uğruna kullandığı için akıl sağlığını kaybetmiş bir entelektüel olarak resmedilmekte.Oyunun iki düzlemi var. Birinci düzlemde, baskıcı iktidarın suyundan giden ve sonrasında

Page 52: Pano

52

gelişen süreçte bu durumu kendisine yediremeyip akıl sağlığını yitiren bir entelektüel yer almakta. İkinci düzlemde ise, akıl sağlığını yitiren entelektüelin, takıntılı bir biçimde Marlowe’un klasikleşen metnini okudukça gerçeklik kazanan ve Elizabeth dönemi oyunculuk biçimi ile şekillendirilen orjinal Faustus yer almakta. Bu ikililik, iki farklı yapıyı tek bir sahne içinde eritiyor. İki Faust’a karşılık iki Mephistofeles ve genel bağlamda iki düzlem, geçmiş ile günümüz arasında bir dualite kurmayı hedefliyor.

Bilme ArzusuFaustus karakteri, insanın doğa üzerinde kurmaya çalıştığı hâkimiyetin bir simgesidir adeta. Kültür olarak kavramlaştırdığımız bu doğaya hükmetme arzusu, Faustus karakterini, trajediye iten en önemli unsurdur. Faustus bilmek isterken, aslında Tanrı’nın yerine geçmek ister. Doğa üzerinde mutlak bir hegemonya kurmayı amaçlar ve bu iktidarı elde etmek için Şeytan ile yani insanı hırslarla birlikte olma yoluna gider.Günümüzde bilimsel bilginin zaferi, doğa karşısında üstünlük elde etmemizi sağlamıştır. Ancak, bilgi edinme yolunda gösterdiğimiz çabaların bu zafer üzerinde olumsuz yönleri de vardır. Küresel ısınmanın, kanserin, nükleer savaş riskinin ve tarihte eşi benzeri görülmemiş saldırgan davranışların sorumlusunun, bilim alanında gerçekleşen atılımlar ve şehirleşme – sanayileşme – sonucu

gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Faustus, bilmek isteyen, ama öte yandan da doğaya zarar veren insanın bir prototipidir aslında.Bu bilgiden yola çıkarak sahneye baktığımızda orijinal metinde yer alan göndermelerin, uyarlama metinde oldukça farklı bir boyutta ele alındığını ve oyunun odak noktasının yer değiştirmiş olduğunu görüyoruz. Uyarlama Faustus, “baskıcı iktidarı destekleyen eserler” kaleme aldığı için pişmanlık yaşar ve bu pişmanlığı, onu şizoid bir kişiliğe hapseder. Bilim adamı, kendisini sürekli olarak Faustus karakteri ile takıntılı bir biçimde özdeşleştirir.Uyarlama metin, orijinal metne kıyasla bir “uysallaştırma”

yoluna gitmiş. Faustus’un gördüğü sanrıları, oyun metnine takıntılı bağlılığını genel anlamda dramatik aksiyonu bu hastalık bağlamında ele alıyor uyarlama metin. Öyle ya, günümüzde melek ve şeytanla konuşan birini deli olarak niteleriz. Ancak oyunun oturduğu düzlemi günümüze getirmek için kullanılan bu yöntem, oyunun odağını farklı yerlere çekiyor.Oyunun başında doktor, akli dengesini yitiren uyarlama Faustus’un yaşadığı psikolojik buhranları aktarıyor seyirciye. Aktarılana göre deli Faustus, baskıcı iktidarın yanında olduğu için pişmanlık duygusu yaşamakta ve bu pişmanlık duygusu da onu kişilik bozukluğuna varacak

Page 53: Pano

53

bir noktaya getirmiş. Şizotipal kişilik bozukluğuna yakalanan deli Faustus, kendisini Marlowe’un Faustus’u gibi görmeye başlamıştır.Baskıcı iktidar göndermesi oyun boyunca bir daha karşımıza çıkmıyor. Onun yerine, deli Faustus’umuzun Süperego’su ile İd’i arasında amansız bir çatışmaya tanık oluyoruz. İd sürekli olarak kadın, güç, para, şöhret isterken, süperego ise pişmanlık içinde tanrıya yakarmaya çalışıyor. Melek, deli Faustus’un Süperego’su haline gelirken, Şeytan, İd kılığına bürünüyor. Kısacası oyunun sözü ideolojik bir çıkarımdan ziyade, psikolojik bir noktaya geliyor. İdeolojik çatışma üzerine başlayan oyun, bir anda form değiştiriyor ve bir daha eski formunu yakalayamıyor. Orjinal Faustus’un uşağı ve onun uşağı arasında geçen sahne, iktidar-aydın arasındaki ilişkiyi efendi-köle bağlamında değerlendirebilmemizi ve oyunun bağlamını kafamızda net bir şekilde oturtmamızı sağlayamıyor bir türlü.Oyunun aktarmak istediği ana düşüncenin değiştirilmesi yani merkezin kayması, oyun üzerine yepyeni bir dramaturjik çalışma yapılmasını ve tüm oyun gerçekliğinin, aktarılmak istenen yeni malzeme üzerine yeniden kurulmasını gerektirirdi. Oyun bu şekliyle, baskıcı iktidarın altında kalan entelektüelin yaşadığı buhranları bizlere göstermekten ziyade, Faustus’un ruhunu Şeytana satıp satmama ikileminden,

hezeyanlarından ve sanrılarından ibaret kalıyor. Öyle ki, oyun çıkışında konuştuğum seyircilerin bir kısmı oyundan, “Tanrı’ya inanmanın iyi bir şey olduğu” sonucunu çıkarmış. Elbette oyun böyle bir sonuca varmıyor. Ne var ki oyunun ele aldığı felsefi tartışma, bir türlü seyircinin zihnine giremiyor. Seyirci, yüksek temponun ve gösterişli dekorun altında kalıyor.

Dekor, Kostüm ve TasarımOyunun belki de en etkileyici kısmı, dekor ve kostümlerde karşımıza çıkıyor. Mephisto’nun yer aldığı platform, heykeller, melek ve şeytanın kostüm ve makyajları, uyarlama Faustus’un zihin dünyasını algılamak için oldukça büyük bir önem teşkil etmiş ve seyircinin ilgisini çekmeyi başarmış. Bunun yanı sıra büyü sahnesinde yaratılan atmosfer de oldukça etkileyiciydi. Ancak gösteriş ve ilgi çekme bağlamında oldukça başarılı olan dekor, yer yer işlevsellikten uzak kalıyor. Özellikle sahnenin sol üst tarafında kalan hastane odası, oyunun büyük bir kısmında kullanılmıyor. Karanlıkta kalan bu bölüm, oyun boyunca yaratılmak istenen dualite açısından büyük bir engel yaratıyor. Belki bu alan, “baskıcı iktidara boyun eğmek” dışında hiçbir psikolojik verisi olmayan ideolojik Faustus’umuz için bir bilinçaltı işlevi görebilirdi. Hem böylece uyarlama Faustus’un, değişen ideolojik ortam içinde neden ülkeyi terk etmeyip delirmiş olduğunu daha net

algılama fırsatı bulmuş olurduk.

Dramaturjik yaklaşımOyunda yer yer oyunun oynandığı coğrafyaya ve zamana ait olmayan kelimeler ve cümle kalıpları yer alıyor. Zaman zaman “lanet olsun” gibi çeviri Türkçeleri karşımıza çıkıyor. Ama bundan daha önemli bir sorun, uyarlama metinde yer alan deli Faustus’umuzun pek de deli olmamasıydı. Kalıplaşmış deli estetiği, yeni Faustus’un deliliğinde inandırıcılık problemleri yarattı. Belki de diyalog ya da tavır aracılığıyla bu inandırıcılık daha iyi sağlanabilirdi. Belki de bir bakış bile yeterdi onun deli olduğuna inanmamız için…Diğer taraftan oyunun geçtiği zaman hakkında pek bir bilgi edinemiyoruz. Faustus’un deli gömleği giymemesinden anladığımız kadarıyla oyun yakın bir zamanda geçmiyor. Şizotipal kişilik bozukluğunun 1970’lerin sonlarında şizofreniden ayrı olarak tanımlanmaya başlandığı bilgisi de, oyunun geçtiği dönem hakkında bilgi edinmemizi zorlaştıran etmenlerden.

Cinsiyet belasıŞeytanın avukatlığını yapmak gerek: deli Faustus’u sürekli ikna etmeye çalışan melek ve şeytan neden kadın? Neden yukarıdan gelen Mephisto erkek ve neden yeraltından gelen Mephisto kadın?Zorlama gibi gelse de bu soruların önemli olduğunu düşünüyorum. Oyun, efendi – köle ilişkisi bağlamında sıklıkla bu cinsiyetçi yaklaşımı

Page 54: Pano

54

sergiliyor. Dramatik aksiyon bir erkek üzerinden ilerlerken, onu vazgeçirme ya da ikna etme görevi kadınlara düşüyor. Aynı bağlamda, Faustus’un uşağının uşağı da bir kadın. Genel olarak eyleme giren erkeklerle, edilgen kadınlar var karşımızda. Bunun bilinçli olarak yapıldığını düşünmüyorum. Ama bu algının bilinçli olarak değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.En tepedekinin kadın olması ihtimalini bile düşünmek istemiyoruz. Ya da düşünemiyoruz bile. Erkek, öylesine iktidar yapısı ile bütünleşmiş ki, en tepeye sürekli olarak onu yerleştiriyoruz. Bilinçaltındaki cinsiyetçi tepkilerimiz, sürekli olarak bizi aynı yöne itiyor. Cinsiyetçi düşünüşümüzü sürekli olarak yeniden üretiyoruz.Kişisel olarak, tiyatro sahnesinde sürekli adam görmekten bıktım. Bir takım adamlar, kişisel hırsları, öfkeleri, pişmanlıkları vs. içsel duygulanımları ile sahnede bulunurken, neden kadınlar, Faust Öldü oyununda da gördüğümüz gibi, sadece ve sadece melek ya da şeytan olarak karşımıza çıkıyor. Bir kadın neden sadece anne veya yosma olmak zorunda?Düşünce sistemimizin darlığı, oyunda yer alan kadın erkek karşıtlığında da kendisini gösteriyor. Kavramları değerlendirirken ak-kara karşıtlığından bir türlü kurtulamıyoruz. Pembeler, maviler, sarılar, eflatunlar bir türlü aklımızın ucundan dahi geçemiyor. Cinsiyetin kadın ya da erkek olmadığını, kadının sadece iyi ya da kötü olmadığını evrimsel süreç umarım en yakın zamanda bizlere ispatlar. Allahtan LGBT örgütleri var da, gökkuşağını bir nebze olsun görebiliyoruz.Sonuç olarak, Faust Öldü, günahıyla, sevabıyla…

Page 55: Pano

55