386
PAUL KARL FEYERABEND 13 Ocak 1924'te Viyana'da doğdu. Avusturya asıllı ABD'li filozof. Bilimsel gelişmenin ancak yeni kuramların eskilerini yadsımasıyla sağlanabileceğini ileri sürmüş, bu bağlamda "anarşist" olarak nitelediği bir metodoloji geliştirmiştir. Viyana Müzik Akademisi’nde öğrenimini tamamlayarak 1951'de buradan doktor unvanını aldı. 1951-56 arasında Viyana Bilimler ve Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde ardından 1958’e değin Bristol Üniversitesi'nde ders verdi. 1958’de AB D'ye göç etti. 1959'dan sonra Berkeley'deki California Üniversitesi'nde ve Zürih’te öğretim üyeliği yaptı. 1994’te öldü. Feyerabend çalışmalarını bilim felsefesi üzerinde yoğunlaştırdı. Göreci ve adcı bir tutumu benimsedi; bu alanda özellikle Kari Popper’in de etkisiyle eleştirel görüşler öne sürdü. Bilimsel bir açıklamada kullanılan terimlerin anlamlarının yeni açıklamalarla zamanla değişebileceğini ileri sürerek, açıkladığı olguyu değişmez ve evrensel kabul eden hipotetik-tümdengelim yönteminin geçersizliğini göstermeye çalıştı. Her yeni kuramın, açıklanan olguyu belli bir ölçüde değiştirdiğini, eski kuramı yadsıdığını savunan Feyerabend, eski kuramdan yeni kurama geçiş döneminin uzun sürdüğünü, bunun da düşünce sistemlerinde doğ- matik bir tutuma yol açtığını ileri sürdü. Eski kuramların bilim alanında kalıcı izler bıraktığı gibi, günlük dilin terimlerine de belirli anlamlar yüklediğini belirtti. Bu bağlamda anlama yetisini ele aldı ve bu yeti üzerindeki günlük söylemi, sara nöbetlerini "cin tutma"ya bağlayan ortaçağ açıklamalarına benzetti. "Cin tutma" günümüzde beynin belli bir durumuyla özdeşleştiriliyorsa, bu "cin tutma" gibi bir durumun olmadığı anlamına gelirdi; böylece ortaçağa özgü bakış açısı yadsınıyordu. Feyerabend bu yolla zihin ile beyni özdeşleştirerek alışılmış kuramların dışına çıktı, zihin kavramı üzerine kurulu anlayışı yıkmaya çalıştı. Feyerabend'in, bilim kuramına ilişkin ilk çalışmalan arasında Exp- lanation, Reduction and Empirism (1962; Açıklama, İndirgeme ve Deneycilik), Problems of Microphysics (1962; Mikrofıziğin Sorunları), Problems of Empiricism (1965-70; Deneyciliğin Sorunları) adlı makaleleri sayılabilir. Kitap halinde yayımlanmış yapıtları ise şunlardır: Against Method (1975; Yönteme Karşı / yazar tarafından gözden geçirilmiş yeni basımından yeni çeviri yakında Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanacak), Science in a Free Society (1978; Özgür Bir Toplumda Bilim, Çev.: Ahmet Kardam, Ayrıntı Y., 1991), Philosophical Papers (1981; Felsefe Yazıları), Farewell to Reason (1987; Akla Veda), Three Dialogues on Knowledge (1991; Bilgi Üzerine Üç Diyalog) ve Killing Time. An Autobiography (1994; Vakit Öldürmek. Otobiyografi).

PAUL KARL FEYERABEND 13 Ocak 1924'te Viyana'da doğdu ... · 1973) ve W.T. Jones, The Sciences and the Humanities, University of California Press 1965. Jones bilimler ile beşeri

  • Upload
    others

  • View
    13

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

PAUL KARL FEYERABEND 13 Ocak 1924'te Viyana'da doğdu. Avusturya asıllı ABD'li filozof. Bilimsel gelişmenin ancak yeni kuramların eskilerini yadsımasıyla sağlanabileceğini ileri sürmüş, bu bağlamda "anarşist" olarak nitelediği bir metodoloji geliştirmiştir.Viyana Müzik Akademisi’nde öğrenimini tamamlayarak 1951'deburadan doktor unvanını aldı. 1951-56 arasında Viyana Bilimler veGüzel Sanatlar Enstitüsü’nde ardından 1958’e değin BristolÜniversitesi'nde ders verdi. 1958’de AB D'ye göç etti. 1959'dan sonraBerkeley'deki California Üniversitesi'nde ve Zürih’te öğretim üyeliğiyaptı. 1994’te öldü.Feyerabend çalışmalarını bilim felsefesi üzerinde yoğunlaştırdı. Görecive adcı bir tutumu benimsedi; bu alanda özellikle Kari Popper’in deetkisiyle eleştirel görüşler öne sürdü. Bilimsel bir açıklamada kullanılanterimlerin anlamlarının yeni açıklamalarla zamanla değişebileceğiniileri sürerek, açıkladığı olguyu değişmez ve evrensel kabul edenhipotetik-tümdengelim yönteminin geçersizliğini göstermeye çalıştı. Heryeni kuramın, açıklanan olguyu belli bir ölçüde değiştirdiğini, eskikuramı yadsıdığını savunan Feyerabend, eski kuramdan yeni kuramageçiş döneminin uzun sürdüğünü, bunun da düşünce sistemlerinde doğ-matik bir tutuma yol açtığını ileri sürdü. Eski kuramların bilimalanında kalıcı izler bıraktığı gibi, günlük dilin terimlerine de belirlianlamlar yüklediğini belirtti. Bu bağlamda anlama yetisini ele aldı vebu yeti üzerindeki günlük söylemi, sara nöbetlerini "cin tutma"yabağlayan ortaçağ açıklamalarına benzetti. "Cin tutma" günümüzdebeynin belli bir durumuyla özdeşleştiriliyorsa, bu "cin tutma" gibi birdurumun olmadığı anlamına gelirdi; böylece ortaçağa özgü bakış açısıyadsınıyordu. Feyerabend bu yolla zihin ile beyni özdeşleştirerekalışılmış kuramların dışına çıktı, zihin kavramı üzerine kurulu anlayışıyıkmaya çalıştı.Feyerabend'in, bilim kuramına ilişkin ilk çalışmalan arasında Exp-lanation, Reduction and Empirism (1962; Açıklama, İndirgeme veDeneycilik), Problems of Microphysics (1962; Mikrofıziğin Sorunları),Problems of Empiricism (1965-70; Deneyciliğin Sorunları) adlımakaleleri sayılabilir. Kitap halinde yayımlanmış yapıtları iseşunlardır: Against Method (1975; Yönteme Karşı / yazar tarafındangözden geçirilmiş yeni basımından yeni çeviri yakında AyrıntıYayınları tarafından yayımlanacak), Science in a Free Society (1978;Özgür Bir Toplumda Bilim, Çev.: Ahmet Kardam, Ayrıntı Y., 1991),Philosophical Papers (1981; Felsefe Yazıları), Farewell to Reason(1987; Akla Veda), Three Dialogues on Knowledge (1991; Bilgi ÜzerineÜç Diyalog) ve Killing Time. An Autobiography (1994; VakitÖldürmek. Otobiyografi).

Ayrıntı: 107 İnceleme dizisi: 55

Akla Veda

Paul Feyerabend ¥

İngilizceden çeviren Ertağru/ BaşerYayıma hazırlayan Tuncay Birkan

Kitabın özgün adı Farewell to Reason

Verso/1988 basımından çevrilmiştir.

© Verso

Bu kitabın tüm yaym haklan Ayrıntı Yaymlarfna aittir.Kapak illüstrasyonu Cary Wolinsky

Kapak düzeniErsin Çalışkan ,

Basıma hazırlık Renk Yapımevi (ö 212) 516 94 15

Baskı ve ciltMart Matbaacılık Sanatları Ltd. Şti. (0 212) 212 03 39

Birinci basım Şubat 1995

ISBN 975-539-086-3

AYRINTI YAYINLARI Piyer Loü Cad. 17/2 34400 Çemberli^ - İstanbul Tel.: (0 212) 518 76 19 Fax: (0 212)516 45 77

Paul Feyerabend

AKLA VEDAÖZELBİL

AYUNT1

İ N C E L E M E D İ Z İ Ş

ŞENLİKLİ TOPLUM tvan tiüchV. basım

YEŞİL POLİTİKA Jonathon

Pomflte. basım

MARKS, FREUD VE GÜNLÜK

HAYATIN ELEŞTİRİSİ Brvce Browni2. basım

KADINLIK ARZULARI Günümüzde

Kadın Cinselliği flosaftxf Cowa/d9.

basım

FREUD’DAN LACAN'A PSİKANALİZ

Saffet Murat Tt/fafiukendi

NASIL SOSYALİZM? HANGİ YEŞİL?

NE İÇİN SANAYİ?Rudotf fîa/rarTükendiANTROPOLOJİK AÇIOAN ŞİDDET Der David Riches

ELEŞTİREL AİLE KURAMI Mark Poster

İKİBİN’E DOĞRU Raymond Williams

DEMOKRASİ ARAYIŞINDA KENT

KürşatBumin

YARİNSanayi Toplumu Yol Aynmında Efeşliri

ve Gerçek Ütopya Robert Havemann

OEVLETE KARŞI TOPLUM Plerre Ciastres

RUSYA'DA SOVYETLER (1905-1921)

QskarAnw&fa

BOLŞEVİKLER VE İŞÇİ DENETİMİ

1917den 1921'e Devletve Karşı DevrimMaurice Brinlon

EDEBİYAT KURAM!Terry Eagleton

İKİ FARKLI SİYASET Levent Kök&ÖZGÜR EĞİTİM Joe/ Spring

EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ Paulo FrejfafTukendi

SANAYİ SONRASI ÜTOPYALAR SonsFrantel

İŞKENCEYİ DURDURUN!insan Haklan veMarksizm Tan&rAkçam

ZORUNLU EĞİTİME HAYIR! CattıeriM Baker/Tükendi

SESSİZ YIĞINLARIN GÖLGESİNDE YA DA TOPLUMSALIN SONU Jean Baudriiîard/Tükendi

ÖZGÜR BİR TOPLUMDA BİLİM Paul Fey&rabend

VAHŞİ SAVAŞÇININ MUTSUZLUĞU

Siyasal Antropoloji Araştırmaları Pierre CiastresCEHENNEME ÖVGÜ Gündelik Hayatta

Totalitarizm Gûndöz VassaSA. basım

OTORİTE Richard Sennett

TOTALİTARİZM S/mon Tormey

İSLAM’IN BİLİNÇALTINDA KADIN Fetna Ayt Sabbah/2. basım

MEDYA VE DEMOKRASİ John Keane/2. basım

ÇOCUK HAKLARI Der: Bob Franklin

ÇÖKÜŞTEN SONRASosyalizmin GeleceğiDer: Robin BlackburnDÜNYANIN BATILILAŞMASI GeleğenimizinBirâmekleşmesinin Aniarm, Önemi ve Sorunları Üstüne Bir Deneme Serge Latouche

TÜRKİYE'NİN BATILLAŞTIRILMASI CengizAktar

SINIRLARI YIKMAKFeminist, Yeşil Bir Sosyalizme DoğruMaryMeflor

KAPİTALİZM, SOSYALİZM, EKOLOJİ Yönelim Bozuklukları/Arayışlar AndrâGorz

AVRUPAMERKEZCİLİK Bir ideotopnin Eleştirisi SamirAminAHLÂK VE MODERNLİK floss Poole

GÜNDELİK HAYAT KILAVUZU Sı/san Wfflis

SİVİL TOPLUM VE DEVLETAvrupa’da Yeni Yaklaşımlar Der:John Keane

TELEVİZYON: ÖLDÜREN EĞLENCE Gösteri Çağında Kamusal Söylem Net Postman

MODERNLİĞİN SONUÇLARI Anthony Gtddens

DAHA AZ DEVLET/DAHA ÇOK TOPLUMÖzgûrlük/EkofojUAnarşizm

RdfCantzen

GELECEĞE BAKMAK

21. Yüzyıl İçin Katılımcı EkonomiMichael Albert • Robin Hahnel

MEDYA. DEVLET VE ULUS Siyasal Şiddet ve Kolektif Kimlikler PhSip SchlesinQer

MAHREMİYETİN DÖNÜŞÜMÜ Modem Toplumlarda Cinsefflc. Aşk ve Erotizm Anthony Giddens

TARİH VE TİN

Özgürleşme FefeefesiÜzerhe Bir fnceteme Jbe/Kove/

ÖZGÜRLÜĞÜN EKOLOJİSİ Hiyerarşinin Oltaya Çıkışı ve Çözülüşü Murray Bookchin

DEMOKRASİ VE SİVİL TOPLUM Avuca Sosyalzmlnn Açmazfarr. Toplumsal ve Sryasal Öcüdann Denetlenmesi Sorunu ve Demokrasi Beklentileri üzerine John KeaneŞU HAİN KALPLERİMİZKadınlar Erkeklere Neden Teslim Olurlar?Rosalind Coward

AKLA VEDA Pauf Feyerabend

BEYİN İĞFAL ŞEBEKESİ Uluslararası Renamcrttk Armand MatreiartİKTİSADİ AKLİN ELEŞTİRİSİ AndröGorz

H A Z I R L A N A N K İ T A P L A R

GÜÇLÜ DEMOKRASİYeni Bir Çağ İçin Kalıtıma SiyasetBenjamin BarberMODERNLİĞİN SIKINTILARI Chartes TaylorBİR VAROLUŞ ESTETİĞİ OLARAK ETİK töctoetFöucauk

KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞI Jean BaudridardYÖNTEME KARŞI Paul Feyerabend

TUHAF HAVASınırlar Çağında Küitör, BiBm ve Teknoloji Andrew floss

POSTVKXÖ:WtZM VE TÜKETİM KÜLTÜRÜ MJrefealfwrstoneTAHAKKÜM VE DİRENİŞ SANATLAR!J.C. ScottDEMOKRASİ VE KAPİTALİZM Mülkiyet. Topluk*ve Modem Toplum Döşöncestnin ÇeTtşkderi Samuef Bowies • Herbert Ginüs

AĞIR ÇEKİM

Değişen EıfceklMer/Değîşen Erkekler

Lynne Segaİ

CİNSEL ŞİOOETYaşayanbnrVYaşatartarm Antabmfcvıyla

Alberto Godenzi

ALTERNATİF TEKNOLOJİ Teknik

Değişmenin Politik Boyutları David Oickson

ATEŞ VE GÜNEŞ

Platon Sanatçıdan Niçin Dışladı?iris Murdoch

İÇİNDEKİLER

— SUNUŞ ............... . ............................................................................................ 9

I. GÖRECİLİK ÜZERİNE NOTLAR .................................................. . ...... 30A. Pratik görecilik (fırsatçılık).............................................................32B. Politik sonuçlar.................................................................................54C. Herodot ve Protagoras......................................................................58D. Protagoras’ ta doğruluk ve gerçeklik.............................................66E. Demokratik görecilik.........................................................................72F. Doğruluk ve gerçeklik : Tarihsel bakış...........................................82G. Epistemik görecilik............................................................................95H. Bazı eleştirilere cevaben...................................................................99I. Hayata dönüş....................................................................................107

II. AKİL, KSENOFANES VE HOMEROSTJN TANRILARI .............. 115

III. BİLGİ VE TEORİLERİN ROLÜ......................................................131A. Varoluş..................................................................... .................131

B. Bilgi.............................. ............................................................133

C. Bilgi biçimleri.............................................................................140

D. Felsefe ve “akılcılığın doğuşu”...................................................145

E. Teorilerin yorumlanması üzerine................................................150

IV. YARATICILIK ............................................................ : ....................... 159A. Taklit olarak bilim ve sanat.........................................................159

B. Yaratıcı bir girişim olarak bilim ve sanat.....................................163

C. Einstein’ m yaratıcılık argümanı.................................................164

D. Bireysel yaratıcılık düşüncesinin altındayatan insan anlayışı.....................................................................171

E. Bütünlüğe dönüş.........................................................................174

V. FELSEFE, BİLİM VE SANATLARDA İLERLEME .......... 177A. İlerlemenin iki türü....................................................................177B. Aralarındaki farklar....................................................................182C. Sanatlarda ilerleme.....................................................................183D. Felsefe.......................................................................................190E. Bilimlerde durum................................................................... .....192- Yazı hakkındaki bir tartışma üzerine..............................................196

V. BİLGİNİN KOFLAŞTIRILMASI: POPPER’İN İNDİRİMLİ FELSEFE TURLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER ........... 200A. Eleştirel akılcılık......................................................!.................201

B. Yanlışlama ve gerçekçilik.......................................................209C. Kuantum Teorisi.........................;..........................................220D. Tarihsel sonuç.......................................................................228

VII MACH’IN ARAŞTIRMA TEORİSİ VEEINSTEIN’LA İLİŞKİSİ.............................................................236

- Giriş...................................................................................... ....236A. Mach’m araşnrmada ilkelerin kullanımı üzerine düşünceleri237B. Einstein’da ilkelerin kullanımı................................................238C. Bazı geçersiz Mach eleştirileri.................................................241D. Mach' ın tümevarım, duyumlar ve bilimin

ilerlemesi üzerine düşünceleri................................................244E. Einstein ın akıldışı pozitivizmi, Mach’ın

diyalektik akılcılığı..................................................... .........250

F. Atomlar ve görelilik...................................................................261G. Çıkarılacak dersler.................................................;................265-Ek, 1988 ........................................................................................266

VIII. ARİSTOTELES’İN KONTİNYUM VE MATEMATİKTEORİSİ ÜZERİNE BAZI (GÖZLEMLER....................................267

IX. GALİLE VE DOĞRULUĞUN TİRANLIĞI ................................... 299 Ek.....................................................................................................318

X. PUTNAM’IN KI YASLAN AM AZLIKÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ..............................................................320

XI. KÜLTÜREL ÇOĞUL(CU)LUK MU YOKSAYENİ YAVUZ BİRÖRNEKLİK Mİ?...............................................330

XII. AKLA VEDA ......................... . ............................................................ 338 A. Döküm.......................................................................................338B. Bilimin yapısı............................:...............................................339C. Vaka incelemeleri.....................................................................344D. Bilim-birçok gelenekten biri....................................................358E. Akıl ve pratik.............................................................................367

»I

F. Özgür bir toplumun öğeleri......................................................370G. İyi ve kötü..................................................................................373H. Akla veda...................................................................................380

SUNUŞ

Bu kitapta topladığım denemeler kültürel çeşitlilik ve kültürel değişim

konularını tartışıyor. Çeşitliliğin hayırlı, tektipliğin ise sahip olduğumuz

neşe, coşku ve (düşünsel, duygusal, maddi) kaynakları zayıflatan bir şey

olduğunu gösterme iddiasındalar.

Bu tür bir bakış açısına karşı çıkan güçlü gelenekler vardır. İnsanların

kendi hayatlarını çeşitli şekillerde düzenleyebileceklerini kabul ederler;

ancak bunun bir sınırı olması gerektiğini eklemeyi de unutmazlar. Bu

sınırlar onlara göre, insani eylemleri düzenleyen ahlâk kuralları ile insanın

doğadaki konumunu tayin eden fiziksel yasalar tarafından çizilir.

Platon’dan Sartre’a filozoflar, Pisagor’dan Monod’ya bilimadamları

elimizde bu tür kural ve yasalar bulunduğunu iddia ederek buna rağmen

çe-

şitliliğin (değerler, inançlar, teoriler çeşitliliğinin) nasıl olup da hâlâsürebildiğinden yalanmışlardır.

17. yüzyılın sonlan ile 18. yüzyılın hemen başlarından itibaren buyakınmalar vahim bir şekilde artmıştır. Şimdi sağda solda “çağdaşkültür”ün “bunalım”da olduğunu duyuyoruz. Dediklerine bakılırsa“[çağdaş kültür] insan ve dünya hakkındaki geleneksel hümanistgörüşlerle, bilimin değerden yoksun mekanik tasvirleri arasında ortayaçıkan derin bir çelişkiyle” ikiye aynldığı gibi, be- şçri bilimler, felsefe,sanat ve toplumsal düşünce de bir “kültürel başıbozukluk” (cacophony),ya da “felsefi illet” tarafından için için kemirilmektedir. Bazıeleştirmenler öyle uç boyutlarda bir parçalanma hissediyorlar ki, örneğinJürgen Habermas yakınlarda “neue Unübersichtljchkeit”dan, yani “yenibir dökümlenemezlik” halinin ortaya çıktığından söz ediyor: kamusalhayatı bir sel gibi kaplamış üslûplar, teoriler, bakış açıları ortasındainsanın kendine bir yol bulması imkansızlaşmıştı^1

Yakınmaların adeta dünyadan habersiz görünmesi çok şaşırtıcı.“Kültür”ün zaman zaman şu ya da bu düzeyde bir dağınıklık gösterdiğidoğrudur. Ama bu eğilim yeni bir şey olmadığı gibi her zaman onudengeleyen başka güçlü eğilimler vardır: örneğin günümüzde okullarbaşka okullann arkasına dolaşıyor, onları yutuyor, soğuruyor; farklıalanlardan bilimadamlan disiplinler arası yeni alanlar yaratıyor (örnek:sinerji çalışmalan; moleküler biyoloji), büyük “birleştirici” modeller(evrim; bütüncülük; zihin-gövde sorununun ikici çözümleri; dilbilimselspekülasyonlar) birtakım önemli ayrımları bulanıklaştmyor; sinema,bilgisayar; sanat, rock müzik, yüksek enerji fiziği (krş. AndrewPickering’in büyüleyici çahşması, Constructing Quarks, Chicago

1. “Bunalım" ve “derin çelişki" için bkz. Roger Sperry, Science and Moral Priority, NewYork 1985, s.6. Bilimler ile beşeri bilimler arasındaki çatışma için krş. C.P. Snow, The TwoCultures and the.Scientific Revolution, Cambridge 1959 (İki Kültür, çev. A. Usluata, Varlık Y.,1973) ve W.T. Jones, The Sciences and the Humanities, University of California Press 1965.Jones bilimler ile beşeri bilimler arasındaki çatlağı "çağdaş kültürün bunalımı” diyeadlandırır. "Kültürel başıbozukluk” deyimi. Precis dergisinin Columbia ÜniversitesiMimarlık Fakültesi'ndeki bir postmodernizm tartışmasını konu alan bir sayısında; “illet”,K.R. Popper'in The Open Society and its Enemies (2. Cilt, New York 1966, s.369) kitabındageçer (Açık Toptum ve Düşmanlan, /-//, çev. M. Tunçay-H. Rızatepe, Remzi K„ 1989.Habermas’ın gözlemleri Die Neue Unübersichtlichkeit, Frankfurt 1985, içinde bulunabilir.

1985) 15. yüzyıl Rönesansını andırır bir havada ticari ilkeleri, sanatsalilhamı ve bilimsel keşfi bir araya topluyor. Diyeceğim, evet parçalanmavar, ama yeni ve güçlü tektipleşmeler de var.

Daha da şaşırtıcı olanı bu eleştirilerde gözlenen perspektif yokluğudur.“Çağdaş kültür”ün ya da “dünya kültürünün bu-- nalımı”ndanbahsettiklerine bakmayın, demek istedikleri Batı akademik ve sanatsalhayatıdır. Ama Batı iktisadı, bilimi ve teknolojisinin yaygınlaşmasındanibaret olan şu Batılı “ilerleme” ve “kalkmma”nın düzenli olarakgenişlemesi ile kıyaslandığında sözü edilen profesörler arası ağız dalaşlarıya da Batı sanatındaki akrobatlıklar (contortions) solda sıfır kalır.Kapitalist toplumlar olduğu kadar sosyalist toplumları da karakterize edenuluslararası bir olgudur bu; ideolojik, politik ve ırksal farklardanbağımsızdır ve giderek daha çok sayıda halk ve kültürü etkisi altına al-maktadır. Burada bizim entelektüellerimiz arasında dönen tartışma veanlaşmazlıkların esamesi okunmuyor. Burada dayatılan, ihraç edilen veyeniden dayatılan şey, güçlü grup ve kurumların entelektüel, politikdesteğini ardına almış tektip bir görüşler ve pratikler manzumesidir.2

Bugün Batılı yaşam biçimleri dünyanın en ücra köşelerine bile girmiş vedaha 20-30 yıl öncesine kadar onların varlığından habersiz halkların âdetve alışkanlıklarını değişikliğe uğratmıştır. Kültürel farklar ortadankayboluyor, yerel

2. Bunlar arasında en etkili grup, (Daniel Bell ve John Kenneth Galbraith’in de aralarındabulunduğu) bazı yazarlara göre giderek artan bir prestij ve güç toplayan yeni bir sınıf, yeni birbilimsel-teknolojik elittir. Bakunin, bilimsel bilginin önemine vurgu yaparken aynı zamandabizi, “tüm rejimlerin en aristokratı, en despotu, en kurnaz ve en seçkincisi olan bilimsel aklıniktidarı”na karşı da uyarmıştı (Bakunin on Anarchy, ing. çev. Sam Dalgoff, New York 1972,s.319). Bugün onun korktuğu başımıza geldi. Hattâ daha da kötüsü bilgi bir metaya dönüştü,meşruluğu yasa koyucunun meşruluk kararnamesi vermesine bağlandı: “bilim bugün herzamankinden çok daha eksiksiz bir şekilde hâkim güçlerin boyunduruğuna girmiş görünüyorve ... bu güçler arası çatışmalarda temel bahislerden biri olma tehlikesiyle karşı karşıya”, J.F.Lyotard, The Post-modern Condition, A Report on Knowledge, Minneapolis 1984, s.8{PostmodernDurum, çev. Ahmet Çiğdem, Ara Y., 1990) Toplumu yöneten elit çoğu zaman, E.P.Thompson’un “soykırımcılık” dediği şeyi, yani toplu imhaya yönelik bir soyut araştırma veteknolojik gelişme planını destekler: E.P. Thompson ve diğerleri, der., Exterminism and ColdWar, Londra 1982, s.1 vd., özellikle s.20. Ayrıca krş. Noam Chomsky, “Intellectuals and theState", Towards a New Cold War içinde, New York 1986, ve Bulletin of Atomic Scientists, 1985,içinde yeniden basılmış, Ulusal Laboratuvarların işlevleri hakkındaki tartışmalar.

11

J

zanaatlar, gelenekler ve kurumlar yerlerini Batılı nesneler, gelenekler veörgütlenme biçimlerine bırakıyor. Aşağıda Amerikan ParazitolojiDerneği’nın Yıllık Açılış Konuşması’ndan aldığım bir bölüm bu sürecinmükemmel bir tasvirini yapıyor:

Sanayi öncesi mahalli cemaatlerin özü çeşitlilikleri ve yöreye uyum-larıdır. Her biri varlığını özgül doğal ortamlara borçludur ve kendinehas kültürel, davranışsal bir ifade geliştirmiştir. İnsani, toplumsalyaşam biçimlerindeki bu zengin çeşitlilik hepsi de kendine has belirliçevresel kısıtlar barındıran aynı çeşitlikteki doğal ortamlara getirilmişbir cevaptır.Oysa sınai teknolojik gelişmeyi karakterize eden neredeyse tabantabana zıt, güdümlü, görece tektip, son derece basitleştirilmiş birçevredir; tipik bir biçimde türler oldukça geniş bir alan üzerinde insandahil birkaç evcilleştirilmiş hayvana, kazara ıslah edilmiş birkaçbitkiye ve hayvan yemine indirgenmiştir. . . Dünyadaki tüm siyasi veiktisadi sistemlerde sanayi toplumlarım karakterize eden şey yüksekbir çevresel fakirleşme ve geniş alanlara yayılmış bir ho-mojenleşmedir (Donald Heyneman, Journal of Parasitology, 70 (1),

. 1984, s.6).

François Jacob’un özlü deyişiyle, “bir birörneklik ve donukluk tehdidialtındayız” (The Possible and the Actual, Seattle ve Londra 1982, s.67).Bizzat Batı uygarlığı bile sahip olduğu zenginliği öylesine yitiriyor ki 18Nisan 1983 tarihli International Herald Tribune’ de Amerikalı bir yazarşöyle demek durumunda kalıyor: “aynılık bir sis gibi ülkenin [ABD]üzerine çöküyor.” Bizim kültür eleştirmenlerini çok rahatsız eden oçatışmalar bu devasa doğal, toplumsal ve teknolojik tektipleşmeeğiliminin yanında iyiden iyiye silikleşiyor.

Bu eğilim, şimdiye kadar ona destek vermiş tarafların değerleriaçısından bakıldığında bile hayırlı sayılamaz. Ekolojik sorunlar var.Dünya ölçekli, belgelerle ortaya konmuş, ne olduğu iyice belli ve birçokinsanın kendi kişisel deneyimiyle yakından bildiği sorunlar (nehirlerin,okyanusların, havanın, yeraltı sularının kimyasal ve radyoaktifkirlenmesi; ozon tabakasının delinmesi; hayvan ve bitki türlerindeki feciazalma; toprakların çölleşmesi ve bitki örtüsünün yok olması). Açlık,hastalık ve

yoksulluk gibi birçok sözüm ona “Üçüncü Dünya sorunu” Batı uy-garlığının önlenemez yükselişinin çare bulmaktan çok neden olduğusorunlar görünümünde.3 Bu eğilimin manevi etkileri bu kadar gözeçarpmıyor, ama hiç de daha az acılı oldukları söylenemez. Birçok toplumiçin bilgi edinmek hayatın bir parçasıydı; edinilen bilgi bir işe yarıyor, kişive grupların kaygılarını yansıtıyordu. Yerel öncelik ve sorunlardankopartılmış “nesnel” bilgi, okuryazarlık ve okulun getirdiği dayatmalarvaroluşu epistemik dayanaklarından yoksun bıraktı, onu kısırlaştırıpanlamsızlaştırdı. Bunun başını çeken de yine, okulu hayattan ayıran vehayatı skolastik kurallara tâbi kılan Batı olmuştur.4

Bu tür konular üzerinde çalışan çeşitli bilginler, yerli kültürlerintemsilcileri ve uluslararası kuruluşlar birçok yaşam tarzı bulunduğu;bizimkinden farklı kültürlerin birer hata değil belirli, özgül çevrelerdegeliştirilmiş incelikli bir uyum sürecinin ürünleri olan insan kültürleriolduğu; ve onların iyi bir hayatın sırlarını ıskalamak bir yana, yakalamışoldukları sonucuna vardılar. Hattâ silahların kontrolü gibi son dereceteknik sorunlar bile bütünüyle “nesnel” değildir, çepeçevre “öznel” yanikültürel öğelerle kuşatılmıştır.5 Yukarda bir kısmını aktardığım metinde“İnsan dünyasında”, diyor François Jacob;

3. Genel bir değerlendirme için bkz. John H. Bodley, Victim of Progress, Menlo Park, Kaliforniya1982. Sağlık ve açlık gibi somut örnekler Grazia Borrini tarafından incelenir, "Health andDevelopment - A Marriage of Heaven and Hell?”,A. Ugaldo, der., Studies in Third World Society, içinde, Austin, Teksas 1986. M. Rahnema (“From"Aid" to “Aids” -a Look at the Other Side of Development”, Stanford 1983, el yazması metin), ogüne kadar doğal ve toplumsal afetlere karşı etkin bir koruma sağlamış bağışıklık sistemlerinindayatılan Batı teknolojisi karşısında nasıl çöktüğünü anlatır. F.A. von Hayek’in, uzun biruyarlanma süreci içinde olgunlaşmış toplumların sorunlarla başa çıkma konusunda, en gelişmişteori ve donatımlara sahip entelektüellerden daha donanımlı olduğu yolundaki uyarısı, “akılcımüdahalelerin etkilerini saptamak üzere geliştirilmiş bilgisayar modelleri tarafından fena haldedoğrulanmıştır -bu müdahalelerin hepsi de toplumu öncekinden daha beter hale getirmiştir. F.A.von Hayek, Missbrauch und Verfall der Vernunft, Salzburg 1979.

4. Krş. M. Rahnema, “Education for Exclusion or Participation?”, el yazması, Stanford 16Nisan 1985. Batıdaki durum için bkz. Ivan lllich, Deschooling Society, New York 1970 (OkulsuzToplum, çev. Bedirhan Üstün, Verso Y., 1985) '5. Facing the Threat of Nuclear Weapons (Seattle ve Londra 1983, s.36 vd.) adlı kitabında, ABDhükümetinin silahların kontrolü ve ulusal güvenlik konularındaki danışmanı Sidney Drell,“müzakere hedefi” olarak dört şey sayar.

doğal çeşitliliği . . . besleyen kültürel çeşitliliktir; bu. insanoğlunun farklıhayat koşullarına daha iyi uyum göstermesine, dünyadaki kaynaklan dahaiyi kullanmasına imkan verir. Ancak bu bahiste şimdi bir birörneklik vedonukluk tehdidi altındayız. İnsanoğlunun inançlarına, gelenek vegöreneklerine, kuramlarına kazandırdığı olağanüstü çeşitlilik her günadım adım ortadan kayboluyor. Halkların kimi zaman fiziksel anlamdaölerek yok olması kimi zamansa sanayi uygarlığıyla gelen yaşammodelinin etkisine kapılarak dönüşüme uğraması şeklinde birçok kültürortadan çekiliyor. Eğer tek bir teknolojik, kırma-dilli (pidgin-speaking),tektip bir yaşam tarzıyla sıvanmış, yani çok sıkıcı bir dünyada yaşamakistemiyorsak dikkatli olmalıyız. Hayal gücümüzü daha iyi kullanmakzorundayız. (Jacob, s.67).

Bu kitapta topladığım denemeler böyle bir bakış açısına, ona karşıçıkan felsefeleri eleştirerek destek veriyor.

Özellikle, Batının yayılışım entelektüel açıdan saygın kılmakta sık sıkkullanılan iki ideyi eleştiriyorum -Akıl ve Nesnellik.

Bir usûlün ya da bakış açısının nesnel (olarak doğru) olduğunusöylemek, onun insanlann beklenti, düşünce, tutum ve istekleri ne olursaolsun geçerli olduğunu iddia etmektir. Günümüz bi- limadamı veentelektüellerinin çalışmaları hakkında öne sürdükleri en temeliddialardan birisidir bu. Ancak nesnellik fikri bilimden hem daha eskidir,hem de bağımsızdır. Ne zaman bir ulus, kabile ya da uygarlık kendihayat tarzı ile (maddi ve manevi) evrenin yasaları arasında bir özdeşlikkurar, orada nesnellik fik-

Bunlardan üçüncüsü şöyledir: “Anlaşmaya varılan maddelerin ülkeler [ABD ve SSCB]tarafından her ikisinin de birbirinden çok farklı olan kendi teknolojik, bürokratik üslûp veyapılarına göre karar verecekleri çeşitli indirimler, ayıklamalar yaparak yürürlüğesokulmasına irin vermek. Her ne kadar söz konusu indirimlerin iki taraf açısından daâdilâne olması şartsa da, aynı zamanda bunlar asimetrik de olabilmelidir. O açıdangörüşmelerin oldukça esnek tutulması gerekir.” Rudolf Peirels (Bird of Passage, PrincetonUniv. Press 1985, s.287) benzeri şeyler söyler: “çok açık bir şey var ki iki tarafın da coğrafive stratejik durumları birbirinden farklı; sahip olduktan istihbarat örgütleri, nükieer silahlarve onları kullanma biçimleri birbirine hiç benzemiyor; o yüzden tarafların göreli gücükonusunda bir değerlendirme yapmak epeyce spekülatif bir şey olur”: iki ulus arasındayaşamsal çıkarlar üzerinde dönen bir alışveriş “nesnel” ve şematik bir tarzda yürütülemez.

rinden bahsedildiğini görürüz, nerede farklı nesnel görüşlere sahipfarklı kültürler karşı karşıya gelir, orada onun boy gösterdiğine tanıkoluruz. Böyle bir karşı karşıya gelme durumuna gösterilen tepkilerfarklı farklıdır, ben üçünden söz edeceğim.

Birincisi inatçılıktır (persistence): Kendi yaşam tarzımız doğ-rudur ve değiştirmeyeceğizdir. Barışçı kültürler değişimden, te-mastan kaçınarak kurtulmaya çabalarlar. Örneğin Pigmeler ve Fi-lipinler’de Mindoralar Batılı işgalcilerle savaşmadılar, ama onlaraboyun da eğmediler; yaptıkları basitçe onların nüfuz alanlarınındışında durmaktı. Daha savaşçı kavimler kendi İyi anlayışlarınauymayanların kökünü kazımak için savaştılar ve öldürdüler. EricVoegelin bu konuda, “Tevrat” , diye yazıyor, “Kenan Diyarındakitüm gayri-Musevilerin, özellikle de şehirlerde oturanların kökününkurutulmasıyla ilgili kana susamış fantezilerle doludur. Gayri-Musevilerin soykırımını öngören yasa . . . onların Yehova dışındakitanrılara inanıyor olmalarının iğrençliğinden, kötülüğünden ilhamalıyordu: Tesniye’de anlatılan İsrail savaşları dini savaşlardır.Yehova’ya inanmayan herkesin görüldüğü yerde yok edilmesi içinsavaş kavramı Tesniye’nin bir yeniliğidir....” (Order and History,Cilt 1, Israel and Revelation, Louisiana State University Press. 1956,s.375 vd.). Batı uygarlığının temsilcileri, inşancıl sloganlara o kadardüşkün olsalar da, bu tür kavramları her zaman geri çevirmezler.

İnatçılık bütüncü (fiziksel ve sosyal) bilimlerdeki -evrensel ya-salar yerine tarihsel süreçlere vurgu yapan, “gerçekliğin” gözlemciile gözlenen şey arasındaki (çoğu kez bölünmez) etkileşimden doğ-duğunu kabul eden bir yönseme şeklinde özetleyebileceğimiz- songelişmeleri de karakterize eden bir özelliktir. Çünkü bu yönsemeyiteşvik eden yazarlar (Bohm, Jantsch, Maturana, Prigogine, Varela,“evrimci epistemoloji” taraftarları ve diğerleri), onun nasıl da mo-dellerine uyduğunu göstererek kültürel çeşitliliği etkisiz bir elemanhaline sokuyorlar. Kişisel ve toplumsal tercihlerin önünü açmak ye-rine teorik şatolarına çekilip oradan, şeylerin geçmişte niçin öyleolmuş olduklarını, bugün niçin böyle olmakta olduklarını ve ge-lecekte niçin şöyle olacak olduklarını açıklamayı tercih ediyorlar. Obildik nesnelcilikten başka bir şey değil bu, ilaveten devrimci vegüya-insancıl bir dille paketlenmiş o kadar.

m

/

İkinci tepki fırsatçılıktır : çatışan kültürler(in önde gelen şah-siyetleri) birbirlerinin kuramlarını, gelenek ve göreneklerini,inançlarını inceler ve bunlar arasında cazip bulduklarını alır ya dakendi bünyelerine uyarlarlar. Karmaşık bir süreçtir bu. Tarihselduruma, tarafların tutumlarına, korku, ihtiyaç ve beklentilerinebağlıdır; kültürlerin kendi içlerinde iktidar mücadelelerine yol açabilir,ortamdaki -kimi hataları büyütürken kimi hataları geçiştiren- öylesinedeğişikliklerden bile etkilendiği olur. Durum ne olursa olsun, fırsatçıbir düzlemde yaşanan kültürel karşılaşmalar birtakım genel kurallarabağlanamaz. Kültürel fırsatçılık bireyler, küçük gruplar ve topyekünuygarlıklar tarafından yaşandı (ve halen de yaşanıyor). Eski Mısıruygarlığı uzmanı Henry Breasted’in “İlk Enternasyonalizm” adınıverdiği, Bronz Çağı sonlarındaki Antik Yakın Doğu’yu doldurankavim, krallık ve kabilelerin durumu verilebilecek örneklerden biridir.Bölgedeki kavim, krallık ve kabileler çoğu zaman birbiriyle savaşhalindeydi. Fakat malzeme, dil, endüstri, üslûp, ve mimar, denizci,fahişe gibi özel hünerleri olan insan, hattâ tanrı alışverişini desürdürdüler (ayrıntılar için bkz. T.B.L. Webster, From Mycenae toHomer, New York 1964). Başka bir örnek Moğol İmparatorluğudur.Marko Polo, Cengiz Han’ın ardıllarının yabancı şeylere olaninanılmaz düşkünlüklerine ve onları kendi ihtiyaçlarına uyarlamaktagösterdikleri ustalığa tanıklık eder. Cengiz Han da yabancı gelenek vegöreneklerin önemini kavramış biridir, kendi göçebe âdet vealışkanlıklarını evrenselleştirmek amacıyla elegeçirilen kentlerinyakılıp yıkılmasını isteyen danışmanlarına karşı çıkar. Günümüzdenilginç bir örnek Karen Blixen’in anlattığı Kenya’daki Yerlilerdir (bkz.Isak Dinesen, Out of Africa, New York 1985, s.54 vd.). “Çok çeşitliırk ve kabilelerle içli dışlı olmalarından ... dolayı”, “tektip birtoplulukta ve bir dizi sabit fikirle yetişmiş kenar mahalleli birkentliden ya da bir taşralıdan daha fazla dünya [insanıdırlar]”.

Üçüncü tepki göreciliktir: âdetler, inançlar, kozmolojiler yalnızcakutsal, haklı ya da doğru değildir; bunlar bazı toplumlar için yararlı,geçerli, doğru, başkaları için ise yararsız, hattâ tehlikeli, geçersiz veyanlıştır. Birinci Bölüm’de açıklayacağım gibi gö-

reciliğin birçok biçimi vardır, kimileri daha sezgisel ve ham, kimilerioldukça entelektüel. Ve entelektüel görecilik biçimlerinieleştirenlerin sandığından da daha yaygın bir tutumdur. Örneğin Batıhayat tarzlarından uzak durmaya çalışmış Pigmeler’in dogmatikdeğil göreci oldukları söylenebilir -tabii onların bu tür ayrımlarıumursadıklarını varsayarsak (bkz. C.M. Turnbull, “The Lessons ofthe Pygmies”, Scientific American 208 (1), 1963).

Birçok tarihçiye bakılırsa Yunanlılar kültürel çeşitlilikle başaçıkmada farklı bir yöntem daha bulmuşlardı. Doğru Yol’u YanlışYol’dan ayırmaya çalışırken, ne sorgusuz sualsiz inanılan ge-leneklere ne de ad-hoc uyarlamalara bel bağlamışlardı; bel bağ-ladıkları yöntem argümandı.

Bir kere argüman o dönem için yeni bir buluş değildi. Tarihin herdöneminde ve tüm toplumlarda argüman vardır. Fırsatçı yaklaşımiçinde önemli bir rol oynar: bir fırsatçının soracağı soru, yabancışeylerin kendi hayatını nasıl iyileştireceği ve daha başka ne gibideğişikliklere yol açacağıdır. Zaman zaman “ilkeller” de kendileriniakılcılık yoluna çekmeye çalışan antropologlar karşısında inisiyatifiele almak için argümana başvururlar.

Bu konuda E.E. Evans-Pritchard, “Okuyucu, Zandelerinkâhinlerinin gücü konusundaki tüm iddialarını tam anlamıyla boşaçıkaracak bir argüman düşünsün”, diye yazıyor (Witchraft, Oraclesand Magic Among the Azande, Oxford 1937, s.319 Yd.), “bu argümanZande düşünme tarzına çevrildiğinde onların yekpare inanç yapısınıdesteklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü mistiknosyonları mantıksal bir şebekeyle öylesine tutarlı, öylesine sıkı birşekilde dokunmuş ve düzenlemiştir ki öyle kolay kolay duyudeneyimleriyle çelişmezler, hattâ aksine her deneyim onları doğrulargibidir.” “Şunu söyleyebilirim ki”, diye devam eder Evans-Pritchard(s.270), “bu [yani gündelik kararlar vermek için kâhinlere başvurma]bana, hayatını idame ettirme konusunda bilebildiğim tüm diğeryollar kadar doyurucu geldi”. Dil, sanat ya da ritüel gibi argüman daevrenseldir; fakat yine dil, sanat ya da ritüel gibi onun da çeşitlibiçimleri vardır. Bir tartışmada karara varmada bazı taraflar içinbasit bir jest ya da anlamsız bir ses yeterli olabilirken bazılarınınikna olması için uzun ve renkli aryalara ihtiyaç vardır. Diyeceğim,eski Yunan filozofları bu ko-

nuda kafa yormaya başlamadan çok önce argüman zaten yerleşik birşeydi. Bu anlamda Yunanlılar genel anlamda argümandan çok, içindegeçtiği ortamdan bağımsız ve sonuçlarının evrensel olduğuna inanılanözel ve standart bir argüman tarzı bulmuşlardır. Yani antik dönemdekikadim, geleneklerden bağımsız hakikatler fikri (denilebilirse maddinesnellik nosyonu), kültürel çeşitlilik sorununa toslamış ve dönem içingörece daha yeni bir fikir olan geleneklerden bağımsız hakikateulaşma yollan olduğu fikriyle (for- mel nesnellik nosyonu) yerdeğiştirmiştir. Akılcı olmak ya da aklı kullanmak şimdi bu yollarıkullanmak ve bu şekilde ulaşılan, sonuçları kabullenmek anlamınageliyordu.

Formel nesnellik nosyonunun da ötekine benzer sorunları vardır.Bunda şaşılacak bir yan yok -“formel” usûller bazı dünyalar içinanlamlıdır, bazıları için ise aptalca. Örneğin, her seferinde ardındandaha kapsamlı açıklamaların sökün ettiği sonu gelmez bir eleştirisürecine rağbet etmek, niteliksel ve niceliksel olarak sınırlı birevrende işlemez. Maddi güvenlik ve manevi doyum sağlayan yaşambiçimlerini bozduğu düşünülerek, ahlâki gerekçelerle bilereddedilebilir: Bazı halklar sürekli yeni fikirler peşinde koşmak yerineistikrarlı bir dünyada sefa sürmeyi tercih eder. Mevcut görüşleriçürütmek için yollar arama ve bunlan ciddiye alma yönündeki birtalep ancak çürütme evrelerinin tıpkı depremler gibi nadir ve uzunaralıklarla geldiği bir dünyada düzenli bir gelişmeye yol açar; Ancakböyle bir dünyada bir çürütme dönemiyle diğeri arasında teorilerimiziinşa edebilir, geliştirebilir ve onlarla barış içinde bir aradayaşayabiliriz. Fakat eğer teoriler, pek çok toplumsal konuda olduğugibi bir “anomaliler okyanusu”nda yüzüyorsa tüm bunlarimkansızlaşacaktır (krş. benim Philosophical Papers, Cambridge,Mass. Cilt 1, 6. Bölüm, l. Kesim). Temel inançları ya da araştırmasonuçlarım nesnelleştirme alışkanlığı, bir tür karşılıklı tamamlayıcılıkdüşüncesi taşıyan bir dünyada ya da sıcak toplumsal ilişkiler üzerinekurulu toplumlarda bir saçmalığa dönüşür. Ve yaşlı bir kadının “birtanrıçanın yuvarlak, tatlı boynuna” (İlyada, 3. 386 vd.) sahip diye tarifedildiği bir dünyadan çelişkisizlik beklenemez. Sonuç açık: Kültürelçeşitliliği formel hakikat nosyonuyla halledip bir kenara koymakmümkün değildir, çünkü bu çeşitlilikte bahsedilen türden birçokhakikat

nosyonu vardır. Belirli, tek bir formel nosyon üzerinde ısrar edenlermuhtemeldir ki belirli, tek bir dünya kavrayışını savunanlar kadarçeşitli sorunlarla (kendi tarif ettikleri anlamda) karşılaşacaklardır.

Bilimin gelişmesi ve giderek büyüyen bir bilgi stoğu oluş-turmasıyla birlikte, formel nesnellik nosyonları sadece bilgi üretmekiçin değil, eldeki hazır bilgi toplamını meşrulaştırmak, yani onunnesnel olarak geçerli olduğunu göstermek için de kullanılmayabaşlandı. Bu daha başka sorunlara da yol açtı: bir anlam ifade eden(yani doğru dürüst tanımlanmış birtakım usûller öneren ya da onlarıyasaklayan) ve modem bilimin doğuşuna ve ilerlemesine yol açantüm olaylarda işleyen ve işlemiş bulunan bir genel kurallar bütünüdiye bir şey yoktur. Zamanla bilimadamları ve felsefecilercesavunulan formel şartların aynı grubun devreye soktuğu vedesteklediği gelişmelerle çeliştiği ortaya çıktı. Nitekim bu çelişkiyiçözmek için söz konusu şartlar zaman içinde adım adımgevşetilmiştir, ta ki ortada şart diye bir şey kal- mayıncaya kadar.6

Bilimadamları evrensel araştırma ilkelerinin dayanaklarını dadaha dolaysız bir tarzda boşa çıkardılar. Bilimsel argümanın birparçası olarak özne ve nesne arasındaki sınırın sorgulanacağı ve busayede bilimin gelişeceği kimin aklına gelirdi? Kuantum teorisinde,Maturana ve Varela’nm yaptığı türde fizyolojik çalışmalarda (vedaha öncesinde Mach’m algı fizyolojisi araştırmalarında) olan, tamda buydu. O “iğrenç” (Eddington) ve “teolojik” (Hoyle) nosyonun,evrenin başlangıcı nosyonunun yeniden önemli bir role soyunacağıkimin aklına gelirdi? Ama Fri- edmann’m hesaplamaları, Hobble vedaha başkalarının buluşları açıkça bu sonuca varıyor. Bilimselteorilerin, aleyhlerindeki su götürmez kanıtlara rağmen ayaktakalabileceği, bilimin bu tür durumlardan karlı çıkabileceği kiminaklına gelirdi? “Önemsiz so-

6. Bu gevşetme süreci zekice seçilmiş tarihsel örneklerle I. Lakatos tarafından anlatılır(“Falsification and the Methodology of Research Programme”, Criticism and the Growth ofKnowledge, içinde, I. Lakatos ve A. Mussgrave der, Cambridge 1970) krş. aynı yazarın“History of Science and Its Rational Reconstructions”, Boston Studies in the Philosophy ofScience, Cilt viii. Gelinen son nokta, yani içeriğin tümüyle kaybolması konusunda krş.benim Philosophical Papers, Cilt ii, 8. Bölüm, 9. Kısım ve 10. Bölüm.

nuçlarm doğrulanması” işini birkaç yerde alaya alan Einstein’mkaydettiği gelişme tam da bu şekilde olmuştu. Eski kuantum teorisiüzerine çalışmaların ya da DNA’nın yapısının keşfiyle sonuçlanacakgelişmelerin ortaya çıktığı dönemlere şöyle bir bakmak bile, biliminmantıksal olarak sağlam, katı bir argümantasyon yoluyla ilerlediğidüşüncesinin ham bir hayalden başka bir şey olmadığım gösteriyor.7

Şüphesiz o dönemlerde tanık olduğumuz, kaotik bir görünümsergileyen tüm bu usûllerde, tıpkı Demoiselles d’Avignon'da* olduğugibi, bir katılık, sağlamlık vardır -ama duruma uygun, karmaşık,değişken ve bizim akıl fukarası mantıkçı ve epist&mologlanmızın“nesnel” katılığından büyük ölçüde farklı bir katılık.8

Batı uygarlığının savunulmasında önemli bir rol oynayan ikincidüşünce Akıl (büyük “A” ile) ya da Akılcılık düşüncesidir. Tıpkınesnellik nosyonu gibi bunun da maddi ve formel biçimleri vardır.Maddi anlamda akılcı olmak, belli görüşlerden uzak durup belligörüşlerin yanında yer almak anlamına gelir. İlk Hı- ristiyanlararasındaki kimi entelektüeller için Bilinircilik renkli hiyerarşisi vekaydettiği ayrıksı gelişmeleriyle akıldışılığm doruğuydu. Bugünseakıldışı davranmak, örneğin astrolojiye, ya- ratılışçılığa ya da, dahafarklı gruplar için, zekanın irsi olduğuna inanmak anlamına geliyor.Formel anlamda akılcı olmak da yine belli bir usûlü savunmak, takipetmek demek. Burnu büyük deneyci, deneyin açıkça öyle olmadığınıgösterdiği görüşlere inanmaya devam etmeyi akıldışı bulurken, burnubüyük teorisyen her kanıt tıkırtısında kulaklarını dikip temel ilkelerigözden geçirenlerin akıldışı tutumunu gülümsemeyle seyreder. Buörnekler gösteriyor ki, “bu akılcıdır” ya da “bu akıldışıdır” gibiifadelerin araştırmayı etkilemesine izin vermenin bize pek bir yaranyoktur. Bu nosyonlar muğlaktır ve hiçbir zaman tam bir açıklığa ka-vuşturuİmamışlardır; dahası onları uygulama sahasına aktarmaya

* (Fr.) Avignonlu kadınlar. Picasso’nun bir tablosu (ç.n.)7. Bu, “keşif bağlamı” ve “doğrulama bağlamı" için geçeriidir: adına layık birdoğrulama, tıpkı adına layık bir teori ya da adına layık bir deney gibi keş-fediimelidir.8. Ayrıntılar için bkz. benim Philosophical Papers, Cilt H, 5. Bölüm, Cambridge,Mass. 1981.

kalksaydık karşımıza umulanın tersi sonuçlar çıkabilirdi: “akıldışı”usûller bizi sık sık (onları “akıldışı” olarak niteleyenlerin düşündüğüanlamda) başarıya götürürken “akılcı” usûller muazzam sorunlarayol açabiliyor. Bunlar hemen hemen her düşünce ya da usûlekolayca iliştirilebilen ve iliştirildiği anda da onları bir kusursuzlukhalesiyle kuşatan “Akıl” ve “Akılcılık” gibi topu topu iki sözcüktür.Peki, nasıl oldu da bu iki sözcük böyle inanılmaz bir kutsayıcı güçelde ettiler?

Bilgi ve eylemin evrensel olarak geçerli ve bağlayıcı standartlarıolduğu varsayımı, nüfuzu entelektüel tartışma alanının çok ötelerineuzanan bir inancın özel bir biçimidir. Sözünü ettiğimiz (yukarda bazıörneklerini vermiştik) inanç şöyle ifade edilebilir: Doğru bir yaşamtarzı vardır ve tüm dünyanın onu kabul etmesi sağlanmalıdır.Müslüman fatihlerin şevkle ileri atılmalarını sağlayan; haçlıseferlerine katılanlara kanlı savaşlarında eşlik ve yeni kıtalar arayankaşiflere rehberlik eden; giyotini yağlayan ve şimdi de Bilim,Özgürlük ve Onur yolunda sonu gelmez Marksist ve/veya libertertartışmalara yakıtlık eden bu inançtır. Kuşkusuz her hareket buinanca kendine göre bir içerik yüklemiş; birtakım güçlükler çıkıncao içeriği de değiştirmiş; kişi ya da grup çıkarları tehlikeye girdiğindede iyice saptırmaktan çekinmemiştir. Fakat böyle bir içeriğin var veevrensel olarak geçerli olduğu ve o yüzden müdahalenin normalolduğu düşüncesi hiçbir zaman, ne dün ne bugün, gücünden bir şeykaybetmedi (yukarda da işaret ettiğim gibi bu, nesnelciliğe veindirgemeciliğe karşı eleştirel bir tutum takınan kimi insanlararasında da kabul görmektedir). Bu fikrin tüm önemli konu vesorunların tek bir merkeze bağlı olduğu, tek bir dünya görüşünedestek ve yetki veren bir kral ya da kıskanç bir tanrının eline baktığıdönemlerden kalma bir fikir olduğunu söyleyebiliriz. Hattâ daha daileri giderek, Akıl ve Akılcılığın tanrı, kral ve tiranların, ve onlarınamansız yasalarının sahip olduğu türden bir hâle (aura) ile ku-şatıldığını, ve yine onlarla aynı türden birer iktidar odağı olduğunusöyleyebiliriz. İçerik gitmiştir; ama hale kalmış ve onlarıniktidarlarını sürdürmektedir.

İçeriğin olmaması korkunç bir avantajdır: belirli grupların ken-dilerine “akılcı” demesine, çok bilinen başarıların Aklın eseri ol-

m

duğunu iddia etmesine ve bu şekilde kazandığı gücü çıkarlarına aykırıgelişmeleri bastırmakta kullanmasına imkan verir. Söylemeye bilegerek yok ki bahis konusu iddiaların büyük bir kısmı düzmecedir.

Bilimlerin durumundan daha önce bahsettim: düzenli bir tarzdailerliyor olabilirler ama, burada karşılaştığımız modeller sabit değildirve evrenselleştirilemezler. Aklın bir diğer armağanı olduğu iddiaedilen Aydınlanma ise bir gerçeklik değil, bir slogandır.“Aydınlanma”, der Kant “insanın kendi başına sardığı bir beladan,toyluğundan kurtuluşudur. Toyluk insanın başka birisininyönlendirmesi olmadan kendi aklını kullanamamasıdır. Eğer toyluğunnedeni akıl noksanlığı değil bir kararlılık noksanlığıysa bu, onun kendibaşına sardığı bir bela demektir”. (“What is En- lightenment?”tanaktaran L.W. Beck, der. Kant on History, içinde, Library of LiberalArts 1957, s.3) Bugün bu anlamda bir aydınlanmayı zor buluruz.Yurttaşlar dayanaklarını kendi bağımsız düşüncelerinden değiluzmanlardan alıyor. Şimdi “akılcı olma”nın anlamı bu. Birey, aile,kasaba ve kentlerin yaşamlarının giderek artan bir bölümü uzmanlartarafından teslim alınıyor. Çok yakında insanlar, “Sen psikolog musunkardeşim?” itirazını göğüslemeden “canım sıkılıyor” bilediyemeyecekler.9 “Eğer”, diye yazıyordu kaç zaman önce Kant,“benim yerime anlayan bir kitabım, benim yerime vicdan taşıyan birpapazım, ne yiyeceğime karar veren bir hekimim vb. varsa, benimzahmete girmeme ne gerek var. Düşünmem filan gerekmez, biraz paraverdim mi başkaları bu sıkıcı işi benim yerime hemen üstlenecektir”.Şüphe yok ki bugün ve geçmişte her zaman umut veren bir akıl (küçük“a” ile) olmuştur. Tektipliğe karşı çıkan, bireylerin kendi bildiklerigibi yaşama, düşünme ye davranma haklarım savunan insanlar hepvardı. “İlkel” kabilelerin de aralarında bulunduğu birçok toplum bize,Aklın ilerlemesinin kaçınılmaz olmadığını, onun tehir edilebileceğinive hattâ böylece işlerin daha da iyi olabileceğini öğretiyor.Bilimadamlarının araştırmaya konmuş geleneksel sı-

9. Bu gelişmeyi haber veren İlginç bir bölümde (Tbeaethus, 144d8 - 145a13)Platon’un Sokrates’i Theodoros’u -diyalogdaki kişilerden biri-, yüz benzerliklerikonusunda uzman olmadığı halde ona Theaethus'un kendisine benzediğinisöylediği için eleştirir.

nırların ötesine taştığına, küçüklü büyüklü çeşitli topluluklardayurttaşların kendilerini ilgilendiren uzman kararlarını gözden ge-çirdiklerine tanık oluyoruz. Fakat dey boyutlu teknolojilerin veonlara tekabül eden kurumların neredeyse kaçınılmaz bir sonucuolarak yaşanan giderek artan güç ve iktidar merkezileşmesi yanındabunlar çok küçük nimetlerdir.

Bu da beni özgürlük sorununa götürüyor. Şimdi bize teselli verenama halen daha milyonlarca insanın mahrum bulunduğu elimizdekişu özgürlüklere ancak istisna olarak Aklayatkın (reasonable) birtarzda ulaşıldığından söz edilebilir -bir sürü şeyin hesaba karıştığı veyapıları Kleistenes’ten Mandela’ya tüm örneklerde geçerli birtakımgenel ilkelerle açıklanamayacak uzlaşmalardan, mücadelelerdendoğmuşlardır. Her hareketin kendine özgü politikaları, kendihissedişleri, kendi hayal gücü vardı; her mücadele o güçlü özgürlüksözcüğüne kendi anlamını yüklemiştir. Kuşkusuz tek tek tümmücadeleleri özetlemek ve bunlardan bir “siyasi ders” çıkarmakmümkündür -fakat somut, özgül politikalar olmadıkça sonuç hepkişiliksiz, yararsız ve aldatıcıdır, ve de gerçekçi değildir. Yinekuşkusuz tutarlı ve anlamlı bir dünya görüşünü satmak ya dadayatmak için bayat sloganlara, içi boş “ilkelere” başvurmak damümkündür. Fakat bu özgürlüğü teşvik etmeyecek, yalnızca parlaközgürlük terimleriyle paketlenmiş bir kölelik doğuracaktır.

Böylesi düşüncelerle, yerli halkların maddi ve manevi başarılarıüzerinde çalışan bilimadamlarının içgörülerini birleştirdiğimizde,bilimin doğasında kültürel çeşitliliği dışlayan hiçbir şey olmadığı sonucuna

varırız. Kültürel çeşitlilik serbest ve sınır konmamış araştırmaanlamında bilime ters düşmez, ancak “akılcılık” ya da “bilimselhümanizm” gibi felsefelere ve, kendi Nuh nebiden kalma inançlarınıkabul ettirmek için, donuk ve çarpık bir bilim imgesinden medetuman ve kimi zaman Akıl da denilen bir faile (agency) ters düşer.Ama akılcılığın tanımlanabilir, belli bir içeriği yoktur ve aklın,eskaza bu adı sahiplenmiş görünen tarafların verdiği ilkelerdenbaşka bize önerebileceği dişe dokunur bir şey yoktur. Ve şu anda tekyaptığı, birörneklik yönündeki o genel itkiye bir kalite havasıkazandırmaktır. Aklı bu itkiden kurtarmanın ve şerefi Akılcılıklakurduğu bu ortaklık ta-

rafından bütünüyle lekelendiği için de, ona elveda demenin zamanıdır.Buraya kadar anlattıklarım hikâyenin bir yönü: birçok şey Akılla

değil Akla rağmen başarılmıştır. Öteki yönü ise şu: Akıl da yapacağınıyapmıştır. Başarılan çarpıtmış, normal sınırlarının ötesine uzatmıştır,dolayısıyla, kendi adı altında üreyen aşırılıklardan en azından kısmensorumlu olduğu söylenmelidir. Aşağıdaki denemelerde geliştirdiğimargümanlar bu çarpıtıcı failin mevcudiyeti tarafmdan yaratılmış yanlışbilinci konu alıyor.

İşe Aklın temelinin dibini oyan, görecilik adındaki bir felsefeylebaşlıyorum. Tartışmanın amacına uygun olarak, yekpâre "‘görecilik”gövdesini en mütevazı, hattâ alelade denilebilecek önermelerden(bunlara bile itirazlar var!) daha iddialı ve aynı zamanda, maalesef,daha teknik Önermelere doğru bir dizi tez halinde ayrıştırıyorum.Amaç göreciliğin aklayatkm, insani ve genel olarak sanılandan dahayaygın bir tutum olduğunu göstermek.

Daha sonra II. Bölüm’de, ilk Batılı entelektüel Ksenofanes’i huzuragetiriyorum. Ksenofanes ilginç bir karakter, hoş bir kafa; şakadansakınmaz, tantanalı cümleler ve belâgattan da. Geleneğe, özellikle deHomeros’un tanrılarına yönelttiği eleştiriler Mircea Eliade, W.K.C.Guthrie, Karl Popper ve Franz Schac- hermayr gibi çeşitli yazarlartarafmdan övgüyle karşılanmıştır. Bu eleştirilerde hemen göze çarpantüm Akılcı felsefelere özgü tipik bir namussuzluktur: ne inandırıcı nede tartışılmış olan kendi tuhaf varsayımlarını koyduktan sonraonlardan farklı görüşleri savundukları için hasımlanyla alay etmek.Ksenofanes’in ilk kuşak ardılları bu zaafı fark eder. Herodot veSofokles sanki Ksenofanes hiç yaşamamış gibi tanrılar hakkındayazmaya devam eder, ilk bilimadamlanndan bazıları çalışma alan-larındaki soyut yaklaşımları eleştirirler.

Bu beni III. Bölüm’ün konusu olan bir düşünceyi, bilginin ev-rensel Hke ya da teorilere dayanması gerektiği düşüncesini tar-tışmaya götürüyor. Oldukça soyut kavramlar kullanan başarılı birçokteori olduğu inkar edilemez. Fakat böyle teoriler var diye, bilmeiddiasında olduğumuz her şeye şamil uzun erimli sonuçlar sıralamayakalkışmadan önce şu üç soruyu sormak gerekir: bu teoriler ne anlamageliyor (“nesnel gerçeklik"in belli, yaygın, ortak

özelliklerini mi betimliyorlar yoksa yalnızca doğası bizim dışımızdabelirlenen birtakım olayları öngörmemize yardımcı mı oluyorlar?);ne kadar etkilidirler (teoriler, düz anlamıyla alındığında, belki de herzaman yetersizdirler ve onlardan çı- karsandığı söylenen doğrusonuçlar belki de şu düzeltici ad hoc varsayımlar ya dayaklaşıklaştırmalar [approximations] sayesinde üretilmektedir?); venasıl kullanılıyorlar? Bu sorulara cevap verdikten sonra bir adımdaha atıp fizik, astronomi ya da moleküler biyolojideki başarılarınmantıksal olarak peşinden tıp, ulusal savunma ya da diğer kültürlerleilişkiler konusunda da onlarınkine benzer nesnellik ve soyutluktabirtakım ilkeler bulunması gerektiğini getirip getirmediğinisormalıyız.

Üçüncü sorunun -bilimsel teoriler nasıl kullanılır?- cevabı şu:teori oluşturma, uygulama ve geliştirme pratiği bir sanat, dolayısıylada tarihsel bir süreçtir. (Bir “bilgi toplamı” olarak bilimdüşüncesinin tersine) canlı bir girişim olarak bilim, tarihin bir par-çasıdır. Ders kitaplarımızı süsleyen formüller tarih nehri içindesürdürülen faaliyetlerin geçici olarak don(durul)muş parçalarıdırlar.Eğer anlamak ve sonuçlar çıkarmak istiyorsak onları yenideneritmeli ve nehre göndermeliyiz. Bu tür dönemlerin bilimselincelemelerinin tanık olduğu gibi, her önemli değişimde bunlaryeniden eritilirler. Doğa bilimleri ve sosyal bilimler ayrımı, ya daeski Naturwissenschafte ve Geisteswissenschaften ayrımı, ya dabenzeri bilim ve sanat (bilimler ve beşeri bilimler) ayrımı gibiayrımlar gerçek şeyler arasındaki değil gerçek şeylerle (sanatlar,beşeri bilimler, bilimler -hepsi de eldeki geleneklerdir ya da onlarlauğraşırlar) onlar hakkmdaki karabasanlar arasındaki ayrımlardır.

Bu karabasanlar bilgiyi anlama çabalarımız üzerinde tayin edicive elbette hiçbir biçimde bizim iyiliğimize olmayan etkiler doğurdu.Eğer gerçeklik, hem insan yaşamından bağımsız olarak geçerli, hemde içinde o yaşamın hiçbir veçhesine yer vermeyen teorilerle tarifediliyorsa her şey bir yana, insan akimın gerçekliği yakalaması nasılmümkün olmaktadır? O durumda insanın çabalarıyla sözüm ona buçabaların sonuçları arasında aşılmaz bir uçurum oluşmaz mıydı?Fakat insan aklı gerçekliği yakalar -bilimin başarıları buna tanıklıkediyor. Söz konusu uçu-

ruma köprü kurma işine Akılcı bir açıklama getirme girişimleri(tümevarım ve doğrulama teorileri; aşkın idealizm) başarısızlıklasonuçlandı. Dahası bu girişimler bilimadamlannı âdeta tümevarımmakinelerine, veri-işlemcilere çeviriyor gibiydiler. Teori şampiyonlarıhemen buna da bir çözüm buldular: bilimadamlan sanatçılarabenziyordu; yaratıcı sıçrama denilen bir dizi mucize ile yakalıyorlardıgerçekliği. IV. Bölüm sanatlar için bile bunun bir çözüm değil çözümmüsveddesi olduğunu gösteriyor. Zaten buna ihtiyaç da yoktur: bilimitarihin bir parçası olarak almak, kişisel yaratıcılık fikrinin çözmeyiamaçladığı sorunları sorun olmaktan çıkarır.

Ayrıca görünüşte bilimler ve sanatlar arasında olduğu söylenenayrımı da ortadan kaldırır. İlerleme düşüncesi konusunda vardığımsonuçlar V. Bölüm’de inceleniyor: ilerleme yargılan bilimlerde desanatlarda da göreli yargılardır.

Beni IV. Böİüm’ün sonuna kadar okuma sabrım gösteren okur,Akıl ve Akılcılığa yönelttiğim eleştirilerin, onların eski biçimleri içingeçerli olduğunu ancak Popper’in “eleştirel akılcılık”! için geçerliolmadığını söyleyecektir. VI. Bölüm bu itirazı cevaplıyor. Popper’inki gibi evrensel olarak eleştirel bir felsefenin aslında ya hiçbir esasıolmadığını -hiçbir şeyi dışarda bırakmaz- ya da alıkoymakisteyebileceğimiz kimi eylemlere set çektiğini, kimi fikirleri ortadankaldırdığını gösteriyorum. Laf salatası ya da engel -işte Popper’inönündeki iki seçenek; ve savuşturacağı eleştiriye bağlı olarak şutarafta birini, öte tarafta diğerini kullanır. Örneğin Batı kültürünün omuhteşem sarayına girmek istemeyen insanlara karşı “bir türemperyalizm”in devreye sokulmasında tereddüt göstermez (The OpenSociety and Its Enemies, Cilt 1, New York 1963, s.181.

Peki, daha iyi bir felsefe var mı? Bilgimize katkıda bulunabilecekdüşünce ve eylemleri ortadan kaldırmadan anlayışımızıgeliştirebilecek bilim felsefeleri var mı? Evet. VII. Bölüm buna birörnek veriyor: Ernst Mach’ın felsefesi. Emst Mach fizik, fizyoloji,bilim tarihi, düşünce tarihi ve genel olarak felsefeye katkıdabulunmuş bir düşünürdür. Viyana Çevresi'nin bilim imgemiziyeniden tanımlamaya girişerek korkunç bir şekilde daraltmasındanönce yaşadığı için, bu kadar geniş bir ilgi

alanında uğraş vermekte hiç zorlanmamıştır. Mach’a göre bilimtarihsel bir gelenekti. Mach, bilimlerin gelişimini açıklamak vebilimadamlarını göreve hazırlamak için soyut modellere değilhikâyelere başvurmuştur. Görelikçi uzay ve zaman teorileri oluş-turma yolunda çaba göstermiş, bu tür teoriler ortaya çıktığında on-ları alkışla karşılamış {Physical Optics' in özel görelilik teorisiniağır bir şekilde eleştiren önsözünün şimdi Mach’m oğlu Ludwig’insonradan koyduğu uydurma bir bölüm olduğu tahmin ediliyor) vekuantum mekaniğinin temel özelliklerini öngörmüştür. Çok dahaönemlisi, teori-inşası konusunda tarihsel, teorik ve psikolojikdüşüncelerden oluşan bir yaklaşım geliştirmiş ve Einstein’inaraştırma yöntemlerini açıklayıcı bir model önermiştir. Diyalektikmaddeci bir dille, Mach’ın (bilimsel) bilginin büyümesi konusunamaddeci bir açıklama getirdiğini söyleyebiliriz. Onun yaptığı buydu.Yaptığı söylenen ise bambaşka bir hikayedir. Çoğu tarihçi vefelsefeci için Mach, bilimi sıkı sıkıya basit gözlemlere bağlamayaçalışmış, haddinden fazla genel ve soyut olduğu gerekçesiylegörelilik teorisini reddetmiş, dar görüşlü bir po- zitivisttir. Aradakibu fark karanlık ve çözülmesi zor metinlerin yorumlanmasındakiesaslı güçlüklerden filan ileri gelmiyor -Mach görüşlerini açıkça vebasit terimlerle ifade etmiştir ve onları tüm önemli eserlerindebulabiliriz. Onun için, ancak onu eleştirenlerin hemen tümü adınaciddi bir ihmalden söz etmek gerekir. Mach üzerine yapılacak ciddibir çalışma bizi mükemmel bir insan ve büyüleyici bir bilimfelsefecisiyle tanıştırmakla kalmaz, ayrıca âlimliğin (scholarship)doğası üzerine ilginç bir şey de öğretir: “uzmanlar” çoğu kez nedenbahsettiklerini bilmezler ve “âlimane kanaat” denen şey çoğunlukladünyadan habersiz bir dedikodudan ibarettir.

İdeolojik olarak güdülenmiş cehaletin tek kurbanı Mach değildir.Aristoteles, Galile döneminin önde gelen Kilise te- orisyenleri veyüzyılımızda Niels Bohr da aynı kaderi paylaşır. PhilosophicalPapers, Cilt 1, 16. Bölüm’de (Cambridge, Mass.1981) Niels Bohr’u ele almıştım. VIII. Bölüm Galile’den (te-reddütsüz) Weyl’e (çok tereddütlü) kadar çeşitli bilimadamları ta-rafından kabul edilmiş kontinyum düşüncesinin Aristoteles’inkiylekarşılaştırıldığında bir geri adım olduğunu gösteriyor. IX. Bölüm

uzman bilgisinin tartışılmazlığı hakkındaki eski bir tartışma ışığında,şu sık sık alıntı yapılmış ve fazlaca tartışma konusu olmuş birmektubu -Bellarmino’nun Foscarini’ye yazdığı- çözümlüyor. VeKilisenin yaklaşımının genel olarak sanılandan daha sağlam ve dahainsanca olduğunu gösteriyor.

X. Bölüm kıyaslanamazlık olgusunun teorik geleneklere (ve onuntaraftarlarından olan Hilary Putnam’a) çıkardığı güçlükleri tartışıyor.XI. Bölüm Columbia Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin başlattığı veyayımladığı bir tartışmaya yaptığım katkının bir parçası. Söz konusutartışmanın açılış tebliği modem düşüncenin sözüm ona içindebulunduğu “kaos”tan yakınıyor ve tektip bir ideoloji çağrısıyapıyordu. Ben hem teşhise (felsefe bölümlerinde gitgide büyüyen birkaos olabilir ama dünyada kaos değil gitgide büyüyen bir tektipleşmeolduğu muhakkak) hem de çareye itiraz ediyorum. Ana iddiam şu:işbirliği için ortak bir ideolojiye gerek yoktur.

Son olarak XII. Bölüm aldığım eleştirileri cevaplarken “benim”felsefemin bir özetini de veriyor (şüphesiz benim değil, tüm dünyaüzerinde dağılmış çeşitli aklayatkm görüşlerin özet bir ifadesi bu).Çalışmalarımı öven, lanetleyen ya da üzerlerine öylesine bir şeylersöyleyen kırk denemeden oluşmuş bir derleme için Almanca yazıldı(Versuchungen, der. Hans Peter Duerr, 2 Cilt, Frankfurt 1980, 1981)ve elinizdeki kitap için çevrilerek yeniden kaleme alındı. Bu bölüm neakılcılık ne bilim ne de özgürlükle -bu tür soyutlamalar yarardan çokzarar getirmiştir- değil bireylerin yaşamlarının niteliğiyle ilgilendiğimiaçıkça ortaya koyacaktır. Herhangi bir değişiklik teklifi yapılmadanönce bu nitelik kişisel deneyimle öğrenilmelidir. Diğer bir deyişle:değişiklik teklifleri arkadaşlardan gelmelidir, ne idüğü belirsiz“düşünürler”den değil. Yüzünü hiç görmediğimiz insanların hayatlarıhakkında akıl yürütmeyi bırakmanın zamanıdır, “insanlık” ın (nefiyakalı bir genelleme!) o sıcacık bürolarında laf salatası yapaninsanlar tarafından kurtanlabileceğine inanmayı bırakmanın zamanıdır,mütevazı olmanın ve bizim fikirlerimizden yararlanacağını sandığımızinsanları eğitilmeye muhtaç cahiller, ya da iş meseleleri söz konusuolduğunda, dilenciler gibi görmeyi bırakmanın, Yoksul, Hasta veCahil için

gökten inmiş en büyük lütuf gibi çalım satmayı bırakmanın za-manıdır.

XII. Bölüm’ün kitaba da adını vermiş Başlığı iki şey söylüyor:tarihin karmaşıklığı karşısında kafası allak bullak olmuş bazı dü-şünürler akla uğurlar olsun deyip yerine onun bir karikatürünükoymuşlardır; geleneğe unut gitsin diyemediklerinden (ve halklailişkiler konusunu da ihmal etmek istemediklerinden) bu karikatüreakıl (ya da benim kullandığım terminolojiyle büyük A ile Akıl)demeye devam ettiler. Karmaşıklıktan hoşlanmayan felsefecilerarasında, dünya hakimiyeti yönündeki mücadelelerine bir parçakalite kazandırmakta sakınca görmeyen politikacılar (teknolojiuzmanlan, bankerler, vb.) arasında Aklın büyük bir süksesi vardır.Geriye kalanlar, yani pratik olarak hepimiz içinse bir felaketdemektir. Artık ona elveda diyelim.

Kitabın bölümlerini oluşturan denemelerin her biri farklı ve-silelerle yazıldı. Üslûpları farklıdır ve içerik olarak zaman zamanörtüşürler. Bazıları oldukça âlimanedir, bazıları sohbetlerden alın-mıştır, bazılarıysa kimi soruşturma ya da eleştirilere cevap ni-teliğindedir. Çoğunu kitap için yeniden yazdım ama üslûp fark-lılıklarına ve kimi tekrarlara dokunmadım. Güzel, iyi kalpli ve sonderece sabırlı arkadaşım Grazia Borrini yüksünmeden her de-nemenin birkaç şekliyle uğraşmak gibi bir incelik gösterdi. Şu dev“kalkınma” konusuyla onun sayesinde içli dışlı oldum. Onun nazikama sağlam eleştirileri olmasaydı bu kitap daha az tartışılmış, dahasoyut ve hiç şüphe yok -ne yazık ki- şu an olduğundan dahaanlaşılmaz bir kitap olacaktı.

I. GÖRECİLİK ÜZERİNE NOTLAR

Tanımadıkları ırk, kültür, âdet ya da bakış açılarıyla karşılaştıklarındainsanların tepkileri farklı farklıdır. Şaşkınlık ve merakla hementanımak, öğrenmek isteyebilirler; küçümseyebilir ve doğal birüstünlük duygusuna kapılabilirler; iğrenebilir ve açıkça nefretduyabilirler. Bir beyin ve ağızları da olduğundan, hissetmekleyetinmez konuşur, duygularını ifade eder ve onları aklamayaçalışırlar. Görecilik işte bu süreçte ortaya çıkan görüşlerden birisidir.Kültürel çeşitlilik olgusuna anlamlı bir yer bulma girişimi.

Göreciliğin uzun bir tarihi vardır; en kötü ihtimalle YakınDoğu’da, Eski Mısır uygarlığı uzmanı J. Henry Breasted’in “İlkEnternasyonalizm” adını verdiği bir döneme, Bronz Çağı son-

larına kadar uzanır. Sokrates öncesi filozofların madde-yönelimli (matter-oriented) kozmolojilerinden Sofistlerin, Plato ve Aristoteles’in siyasigörüşlerine geçiş sırasında Grekler arasında tartışma konusu olmuş ve biröğreti haline getirilmiştir. Görecilik şüpheci harekete ve onun aracılığıylaMontaigne gibi Aydınlanma öncellerine, 16. ve 17. yüzyıl seyahatnameyorumcularına ilham verecek ve tüm Aydınlanma boyunca varlığınısürdürecektir. Bugün entelektüel tiranlığa karşı bir silah ve bilimin kirliçamaşırlarını ortaya çıkarmada bir araç olarak oldukça revaçtadır. Görecidüşünce ve pratikler sadece Batı’ya özgü olmadığı gibi sırf entelektüel birlüks de değildir. Çin’de onlara rastlarız. Farklı ırk, soy, âdet ve dinlerlekarşılaştıktan ve şu yeryüzünde birçok hayat tarzı bulunduğunu farkettikten sonra Afrika Yerlileri tarafından ince bir sanat halinegetirildiklerini görürüz.'

Dağılım alanının genişliği göreciliği tartışılması zor bir konu halinesokar. Farklı kültürler onun farklı yönlerine vurgu yapar ve onları kendiilgi ve keyiflerine uygun bir biçim altında ifade eder. Hepimizinöğrenebileceği basit görecilik biçimleri olduğu gibi ancak işinuzmanlarının vâkıf olabileceği karmaşık görecilik biçimleri de vardır.Bazıları bir hissediş ya da bir tutuma yaslanır, bazıları ise bir matematikproblemine verilmiş bir cevap gibidir. Kimi zaman bir görecilikbiçiminden bile söz edemeyiz; ortada bir sözcük -“görecilik”- ve onaverilen bir tepki (hoşlanan ya da öfkelenen, ama her durumda uzayıpgiden) vardır. Ben bu zenginlikle baş edebilmek için bir tek sözcükle,“görecilik” söz-

1. “Yerlilerin böylesine önyargıdan uzak oluşu", diye yazar Kenya'da gördükleri karşısındaKaren Blixen (Isak Dinesen, Out of Africa, New York 1972, s.54), “bizim gibi, ilkel halklardakaranlık tabular bulmayı bekleyen birileri için çok çarpıcıdır. Bunun nedeni, sanıyorum, onlarınçok çeşitli ırk ve kabilelerle içli dışlı olmaları ve Doğu Afrika’da önceleri fildişi ve köletüccarlarının, bugünlerde (1930’lar) ise sürek avcıları ve göçmenlerin harekete getirdiği canlıinsan ilişkileridir. Ovalarda sürü otlatan küçük bir çobana varıncaya kadar hemen her yerli,yaşadığı bir gün boyunca bir SicilyalIyla bir Eskimo kadar birbirlerinden ve kendinden farklıkesimlerden oluşmuş eksiksiz bir kavimler resmi geçidine tanık olur: İngilizler, Yahudiler,Boerler, Araplar, Somalililer, Hintliler, Swaheliler, Ma- sailer ve Kawirondolar. Yeni fikirlere açıkolma açısından bir Yerli, tektip bir toplulukta ve bir dizi sabit fikirle yetişmiş kenar mahalleli birkentliden, bir taşralı ya da misyonerden daha fazla dünya insanıdır. Beyazlar ve Yerlilerarasındaki yanlış anlamaların pek çoğu bu olgudan kaynaklanır.”

cüğüyle önerilen birliği bir yana bırakıp bir dizi göreci bakış açısınıtartışmaya açacağım. İşe birkaç pratik gözlemle başlıyorum.

A. PRATİK GÖRECİLİK (FIRSATÇILIK)

Pratik görecilik (ki fırsatçılıkla örtüşiir) kendimizinkinden farklıgörüş, âdet ve geleneklerin hayatımızı nasıl etkileyebileceği ileilgilenir. İki boyutu vardır: muhtemelen nasıl etkileneceğimizi konuedinen “olgusal” boyutu ile nasıl etkilenmemiz gerektiğini konu edinen“normatif’ boyutu (resmi kurumlar kültürel çeşitliliği nasıl elealmalıdır?). Bu görecilik türünü tartışmak için şöyle bir tez ortayakoyuyorum:

R1: kendi görüşlerimizi destekleyen gelenekler ne kadar güçlüolursa olsun (bu görüşleri destekleyen argümanlar ne kadar güçlüolursa olsun) yabancı kültür, kurum ve fikirleri incelemek birey,grup ya da bir bütün olarak kültürler açısından yararlı olabilir.Örneğin Ka- tolikler için Budizmi incelemek, hekimler içinNeiChing'i incelemek ya da Afrikalı büyücü hekimlerle tanışmak,psikologlar için romancı ve aktörlerin bir karakteri nasıl yarattığımincelemek, genel olarak bilimadamları için bilimsel olmayanyöntem ve bakış açılarını incelemek, yararlı olabilir ve bir bütünolarak Batı uygarlığı “ilkel” halkların inanç, âdet, görenek vekurulularından çok şey öğrenebilir.

Dikkat edilmelidir ki R1 yabancı kurum ve görüşlerin in-celenmesini tavsiye etmiyor, hele hele böyle bir incelemeyi me-todolojik bir şart olarak görmek gibi bir iddiası hiç yok. Yalnızca,incelemenin belli bir statükoyu savunanlar tarafından yararlı ad-dedilebilecek sonuçları olabileceğine işaret ediyor. Yine dikkatedilmelidir ki yabancı görüş ve âdetlerin kendi bakış açısını et-kilemesine izin veren herkes bu süreç hakkında birtakım tezlerformüle etmez. İnsanlara güven duyduklarından dolayı, ya da kendileridışındaki doğayla ilişkilerini hâlâ kaybetmedikleri için (insanlarhemcinsleri kadar hayvan ve bitkilerden de öğrenmişlerdir) ya dagüçlü taklit eğilimlerinden dolayı gerçekleşir bu etkilenme. Bunedenle bir tez (Rl gibi) üzerinde yoğunlaşmak daha işin başındatartışmayı sınırlandırmak demektir: tarafların kendi gü-

dülerini söze döktüklerini ve, örneklemeler, duygudaşlık (empathy), büyügibi ya da daha başka sözsüz araçlara güvenmektense sözcükleri kullanmayıtercih ettiklerini varsayar.

R1 ’e verilen tepkiler geniş bir yelpaze oluşturur, aşağıda bunlardandördünü ele alacağız.

A. Tez reddedilir. Kendisine inananların gündelik hayatlarını dakapsayacak şekilde sımsıkı dokunmuş- bir dünya görüşünün yegâne hakikatve üstünlük kıstası olarak alındığı zaman ortaya çıkar by durum. Tesniyeyasaları, Platon’un'mükemmel devleti, Calvin’in Cenevre’si ve kimi 20.yüzyıl kültleri bu türden örneklerdir. Birçok bilimadamı kendi fikir, imalat vedünya görüşlerini buna denk bir mertebeye çıkarmak ister2 -ve bu muratlarınaermeye iyice yaklaştılar.3

2. On Human Nature (Cambridge, Mass. 1978, s.192 vd.) adlı kitabında EdwardO. Wilson şöyle yazıyor: “ . . . din . . . toplumda bir hayat enerjisi olarak yaşamaya uzun süre dahadevam edecek. Tıpkı enerjisini annesinden, yeryüzünden, alan mitolojik dev Antaeus gibi din desırf bir kenara atılmakla yenilgiye uğratılamaz. Bilimsel natüralizmin manevi zayıflığı onun bu tür aslibir enerji kaynağına sahip olmamasından ileri geliyor. Dinsel duygusal gücün biyolojik kaynaklarınıaçıklamakla birlikte [Wilson’un incelemesinde temellendirilmemiş cüretkâr bir iddia], mevcutbiçimiyle onlardan ilham alma gücü yoktur, çünkü evrim destanı bireye ölümsüzlük, topluma ilahilikmertebesini yasaklar [şüphesiz -ama insanlar bu öğeler olmadan da dolu bir hayat yaşayabilir yada yaşarlar; ilahilik mertebesinden yoksunluk derin bir saygı ve manevi doyum yoksunluğuanlamına gelmez; ama maddecilik bu anlama gelir] ve insan soyuna yalnızca varoluşsal bir anlamsunar [sunar mı?], insan bilimleriyle, uğraşanlar hiçbir zaman bir manevi dönüşüm ve kendiniteslim edişin sıcak hazzını içlerinde duyamazlar; tüm namusluluğuna rağmen bilimadamı bir rahibinyerini dolduramaz [yine de böylesi bir işleve ve bu işleve yaraşan o tarafsız nesnelliğe “teslimoluş”a sahip çıkmak için zorlu bir mücadele veriyorlar]. Onun için şu soruyu sormanın zamanı geldi:dinin gücünü alıp onu bu gücün tüm kaynaklarını ortaya döken yeni ve büyük bir girişimin [yanimaddeci bilimin] hizmetine sokmanın bir yolu var mı?” Kısaca: bilimi dinin bir zamanlar ve bugünbirçok insan nazarında olduğu kadar güçlü kılmanın bir yolu var mı?

3. Bakunin “tüm rejimlerin en aristokratı, en despotu, en kurnaz ve en seçkincisi olan bilimsel aklıniktidarı”nı önceden görmüştü (S. Dolgoff, Bakunin on Anarchy, New York 1972, s.319). Daha yakındönemden yazarlar da bunu doğruluyor. Örneğin Daniel Bell, “gelecekte tüm toplumsal prestijkompleksinin entelektüel ve bilimsel topluluklarda kök salabileceğine” inanıyor (“Notes on the Post-industrial Society 1”, The Public Interest içinde, Kış 1967), J.K. Galbraith ise “iktisadi yaşamdakigücün geçmiş dönemlerde toprakla kurduğu birlikteliğin zamanla değişerek sermaye ile birlikteliğe,ordan da son zamanlarda, bir tekno- sistem meydana getiren bir bilgi-beceri bileşimiyle birlikteliğedönüştüğünü” iddia eder (The New Industrial State, Bostan 1967). “Entelektüel ve bilimsel top-

F3 / Akla Veda 33

B. Tez reddedilir, ama yalnızca belirli alanlarda. Bu, zayıf da olsaetkileşim halinde çeşitli bölümler barındıran (din, siyaset, sanat, bilim, özelve kamusal faaliyetler, vs.) ve her bölümün sağlam ve dışlayıcı birparadigmaya göre hareket ettiği çoğulcu kültürlerde ortaya çıkar. Bireylerde buna uygun parçalara ayrılmışlardır: Bir kişi “bir Hıristiyan olarak”inançlarına güvenebilir ama “bir bilimadamı olarak” kanıtlarabaşvurmak zorundadır. Ya da Servetus'un idamı hakkında görüşleriniaçıklarken bir tarihçinin Calvin için söylediği gibi: “insan olarak zalimbiri değildi ama bir teolog olarak acımasızdı; ve Ser- vetas’un icabınabakan teolog Calvin’di”.4

luluklar” giderek yaygınlaşan bir tutumla kendilerine yönelik bir dış müdahaleyireddediyorlar -dediklerine göre, onlar önerr.li ve önemsiz meseleleri ayırma vebaşarılarının sınırlarını takdir etme konusunda en ehil kişilermiş. Doğru tarafta saftutmaya hevesli felsefi fırsatçılar ve önde gelen bilimadamlan bununla da kalmayıpbilimsel ruhun sadece bilimde değil boydan boya töm varoluşumuzda da düzen veasayişi sağlamaya muktedir olduğunu savunuyorlar. Krş. E.O. Wilson, a.g.e., B.F.Skinner, Beyond Freedom and Dignity, New York 1971; ve bir bütün olarak sorunhakkında bkz. Noam Chomsky, "Intellectuals and the State”, Towards a New Cold Wariçinde, New York 1986, s.60 vd.

4. Robert Jay Litton bu “ikileşme” olayını ölüm kampı hekimleri gibi uç bir örneküzerinde inceler: The Nazi Doctors, New York 1986 ve The Future of Immortality, NewYork 1987. özellikle 14. Bölüm. "İkileşme” Lifton’un işaret ettiğinden daha yaygındır.Verdiği beş karakteristik Özellikten {Future, s. 196} dördü birçok biyolog ve sosyalbilimci için geçerlidir; bilgimiz artacak ve insanlar bir ümit biraz daha yaşayacaklar diyehayvanları kesip doğrayan tıbbi araştırmacılar için ise beşi de. Auschwitz hekimlerinitartışırken, “mesleki kimlik etrafında dönen bu mücadelelerde", diye yazıyor Lifton(Future, s.91), “kullanılan en güçlü ve yegâne model her şeyin teknikten ibaret kılınışıydı.Bir SS doktorunun bana söylediği gibi ‘Etik Auschwitz’de kullanılan bir sözcük değildi.Doktorlar ve herkes yalnızca işin nasıl daha etkin bir şekilde yapılabileceğinden, en iyihangi tekniğin işlediğinden bahsederlerdi." Etkinlik ya da teknolojik “hoşluğu" insanikaygıların üstüne çıkarmak için bir SS subayı olmak gerekmez. 1944 KasımındaAlmanların atom bombası yapamayacağı anlaşılınca “[Amerika’da bomba yapımıylauğraşan] atom fizikçileri arasında artık bombaya gerek kalmadığı ve insanlığın halen ha-zırlamakta oldukları bir kıyametten kurtarabileceği düşüncesi belirmeye başladı. Ancakbomba çalışmalarının hemen durdurulmasını savunanlar fazla değildi. Böyle tam dabaşarının ufukta göründüğü bir anda her şeyi olduğu gibi bırakmak, bu projeyigerçekleştirmek için gecesini gündüzüne katmış insanlara öyle kolayca kabullenilecekbir şey gibi görünmüyordu" (M. Rouz6, Robert Oppenheimer, New York 1965, s.68).Ayrıntılı bilgi için Richard Rhodes’in The Making of Atomic Bomb isimli kapsamlıçalışmasına bakılabilir, New York 1986. Krş. örneğin Op- penheimer’in konuşmasında (s.761) sergilenen Hegelci ilerlemecilik. Kitap Bohr ve Szilard’ın da aralarında bulunduğubazı bilimadamlarının atom silahlarının geleneksel siyasal düşünü ıskartaya çıkardığınıanlayarak yeni alternatifler öner-

Daha da liberal bir tepki, C, farklı alanlar (kültürler) arasında fikir vetutum alışverişini teşvik eder, fakat onları bulunulan alanda (kültürde)hüküm süren yasalara tâbi kılar. Örneğin tıp alanından bazı araştırmacılarBatı dışındaki tıbbi bilgi ve tedavi şekillerinin faydalı olduğunu teslimederler, ama ardından da bu tür şeylerin aslında bilimsel araçlarlakeşfedilmiş olduğunu ve onların yardımıyla doğrulanması gerektiğinieklemeyi de ihmal etmez ve başka bir bağımsız makam tanımazlar.

Son olarak yelpazenin en “soP’undaki tepkiye göre, D, en temelvarsayımlarımız,, en sağlam inançlarımız ve en nihai argümanlarımız bile,ilk bakışta su katılmadık bir deli saçması gibi görünen bir şeyle yapılacakbir mukayeseden değişerek çıkabilir -daha da geliştirilebilir, etkisinikaybedebilir ya da tümüyle anlamsız olduğu görülebilir.

diklerini gösteriyor. Bohr tehlikenin büyüklüğünün farkındaydı ama tam da bu büyüklüğündendolayı daha büyük, dünya ölçekli bir politik açıklığa yol açabileceği ihtimalini de (Rhodes buna“bombanın tamamlayıcılığı" diyor) gözden ırak tutmuyordu. Bugün birçok bilimadamı nükleersilahlardan arınma yönünde aktif bir çaba içinde. Fakat araştırmayı yumuşama sürecinin önünekoyan bilimadamları da var. Örneğin Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı müdürü (Bulletinof the Atomic Scienticist [Kasım 1985, s.13] içinde yeniden yayımlanmış, Kongre’ye yazdığı birmektupta) atom bombası denemelerinin bütünüyle yasaklanmasına karşr çıkarak, “silahtasarım uzmanlarının, teorik düşüncelerini deneylerle test edemeyecekleri için, yürütülen silahprogramını bir bir terk edeceklerine" işaret ediyor: bilimadamlarınm bu bilim oyununu enkatıksız ve en etkili bir şekilde sürdürme ihtiyacı, barış ve hayatın devamı gibi sorunlarıhükümsüz kılar. Yıldız Sa- vaşları’na yapılan itirazlara da aynı şekilde, insan bilgisinin artmasıgerektiği hatırlatılarak cevap verildi. Livermore Laboratuvarı’nda Yıldız Savaşları’yla uğraşanözel grup “topluma uyum sağlayamamış öfkeli, bedbaht parlak gençler”den oluşur. "Tümzaman ve enerjilerini bilime ayırmışlardır. Onun dışında ne kadın ne de başka bir şeyleilgilenirler. Çok çok özel (far-out) teknik sorunlar üzerinde yoğunlaşmışlardır...” (Hugh deWitt'ten aktaran W. Broad, Star Warriors, New York 1985, s.25). Batı uygarlığı şimdi bir bütünhalinde, yeri geldiğinde etik çıkışları “safdil” ya da “bilim-dışı” çıkışlar gibi göstererek, etkinliği elüstünde tutuyor. Bu uygarlıkla “Auschwitz ruhu” arasında birçok benzerlik var. Ancak burdan(Ashis Nandi’nin M.N. Roy anısına 1980’de düzenlenen konferansta yaptığı gibi - kısaltılmış birbiçimi “The Pathology of Objectivity” adıyla The Ecologist 1981’de yayımlandı) bu uygarlığın tümönemli niteliklerinin patolojik olduğu sonucuna varmayacağım. Bunun statükonun ağır toplarıtarafından olur olmaz kullanılan “akıldışı” ya da “bilimsel temelden yoksun” suçlamasındandaha aydınlatıcı bir saptama olmadığı kesin, daha zekice olduğunu söylemek ise epeyce zorgörünüyor. Batı uygarlığı (ve bu vesileyle Auschwitz) insan hayatının mümkün birçok dı-şavurumlarından bir tanesidir ve yarattığı sorunları ona sövüp sayarak çözemeyiz.

A, B, C, D (ve daha başka tepkiler) insan soyunun tarihinde önemlibir rol oynadılar; özgürlük, hoşgörü ve akılcılığın kaderi, ayrılmaz birşekilde, nüfuz sahibi grupların ve bir bütün olarak kültürlerin sözkonusu çeşitliliğe (fikirler, âdetler, gelenekler, tutumlar arasındakiçeşitliliğe) ve dolayısıyla Rl'e nasıl bir çözüm getirdiklerine bağlıdır.Bu ve bir sonraki kesimde sadece bilim ve bilime dayalı gelişmelercephesinden yükseltilen iddiaları inceleyeceğim. “Bilim” ilekastettiğim çoğu bilimadamımn ve geniş bir bölümüyle okumuşyazmış çevrelerin anladığı anlamda teorik ve uygulamalı doğa vetoplum bilimleridir: nesnellik amacı güden, sonuçlarını gözleme(deneye) ve zorunluluk yüklü gerekçelere dayandıran, sağlam birşekilde tanımlanmış ve mantıksal olarak kabul edilebilir kurallarrehberliğinde yürütülen bir araştırma olarak bilim. Aşağıdagöstermeye çalışacağım şey, bilim ve bilime dayalı teknolojilerin (IQtestleri, bilimsel tıp ve tarım, işlevsel mimarlık ve benzerleri) diğertüm girişimleri hükümsüz kıldığı iddiasının ne değerler, ne olgular, nede yöntemler açısından savunulacağıdır.

Değerlerden söz etmek insanın varmak istediği ya da varmakgerektiğini düşündüğü hayat şeklini tanımlarken kullandığı birazdolambaçlı bir yoldur. İnsanlar hayatlarını çok farklı şekillerdedüzenlerler. Bir kültürde son derece normal gelen birtakımhareketlerin diğerinde ayıplanıp reddedilmesi beklenmedik bir şeydeğildir. Örneğin (Christina von Weizsacker’den dinlediğim yaşanmışbir olay), bir hekim Orta Afrika’da bir kabile üyesi olan hastasınınrahatsızlığının yerini tam olarak saptamak için bir röntgen filmi almakister. Hasta kabul etmez, hekime bu işi başka bir yöntemle yapmasınısöyler: “benim içimde neler olup bittiği hiç kimseyi ilgilendirmez”.Buyrun size bilme ve bilgiden hareketle hastayı mümkün en etkiliyoldan tedavi etme arzusu ile kişinin vücudunun mahremiyet vebütünlüğünü koruma arzusu arasında bir anlaşmazlık. Değerler üzerinetartışmak bu türden anlaşmazlıkları ortaya dökmek ve çözmekdemektir.

Hastanın arzusu makul bir arzu mudur? Vücudun bütünlük vemahremiyetine değer veren ve aklıselim sahibi herkesten bu değerlerçerçevesinde davranmasını bekleyen bir topluluk için evet.3

Fakat bilgi yolundan şaşma diyen ve etkinliğin her şeyden üstüngörüldüğü bir toplulukta hayır. (Batı uygarlığının geniş bir bölümü butarzda işliyor görünüyor -krş. Dipnot 4.) Etkinliğe ve uzmanlarınyönetimine değer veren ama özel durumlar için de alan bırakantoplumlarda makul görülmez ama hoş karşılanır. Fakat yerleşik toplumsalkurallar karşısında pervasızlaştığı hissedildiği anda tüm makuliyetiniyitirecek ve suçlanmaya başlayacaktır. Çeşitli yaşam tarzlarını tek birçerçevede sürmeye teşvik eden bir toplumda ise hem makuldür hem dedeğil (veya toplumun temel taleplerine uygun ya da ters düşme durumunugösteren başka ne tür sözcükler kullanılıyorsa ondan). Bazıları bu arzuyukabul ve teşvik edecek, bazıları hakaretler yağdırarak onu ileri sürenlerlealay edecektir. Kürtaj, ötenazi, genlerle oynama, suni dölleme ve farklıkültürler arası (entelektüel, politik, ekonomik, askeri) alışverişlerhakkındaki tartışmalar değerlerin düşünce, tutum ve eylemlerimizi nasıletkilediğini göstermektedir. Bunlardan birçoğu hasım tarafların konuhakkındaki mevcut tüm bilgiye ulaşmış olmalarına, artık dönüp dönüpaynı şeyi tartışıyor olmalarına rağmen sürüp gider. Burada yaşanangerilim değerler arasındadır, iyi ile kötü ya da yeterli bilgi ile yetersizbilgi (birçok tartışma işe bu tür öğeleri de katarak iyice içinden çıkılmazbir hal almasına rağmen) arasında değil; ne de akıl ile akıl dişilik arasında(değerlerin sık sık akıl çerçevesinde, onun bir parçasıymış gibisavunulmasına rağmen).6

Bu tür gerilimleri çözüme kavuşturmanın başlıca üç yolu vardır: güç, teori ve çarpışan gruplar arasında açık alışveriş.

5. Öyle anlaşılıyor ki Çin’de akupuntura ilk destek, insan vücudunu kutsal kabul ettikleri içintecavüzkâr yöntemlerle teşhis-tedaviye ve anatomiye karşı çıkan kesimlerden gelmiştir: llzaVeith, der., The Yellow Emperor's Classic of Internal Medicine, Berkeley ve Los Angeles 1966, s.2 vedevamı. (Joseph Needham bu tür eğilimlerin var olmadığı kanaatindedir.) Canlıları kesipbiçerek yapılan araştırmalar üzerine Batı'daki ilk görüşler konusunda krş. C.D. O’Malley,Andreas VesaHus of Brussels, California Univ. Press, 1965,1. Bölüm).

6. Olgular, değerler ve akliliği biribirinden ayırmak aslında zorlama bir şey. Olgular değeriçeren usûllerle oluşturulur, değerler olguların etkisiyle değişir, akıl yürütmedeki ilkeler belli birdünya düzeni varsayar (çelişkisizlik yasası zıtların varlığına izin veren saçma bir dünyadaanlamsızdır). Yalnız bu zorlamaya tartışmayı basitleştirmek için başvuruyorum. Bu benimargümanımı kısıtlayan bir şey, dolayısıyla nesnel değer yanlılarınca kabul edilebilir olmalıdır.

Güciin yolu basit ve oldukça sık tutular» bir yoldur. Tartışmayoktur; anlama çabası yoktur, gücü elinde bulunduran yaşam biçimikendi kuralını koyar ve ona ters düşen davranışı yok eder. İşgal vefetihler, sömürgeleştirme süreçleri, kalkındırma programları ve büyükbir bölümüyle Batı eğitimi bunun örnekleridir.

Teorik yaklaşımda anlama çabasına girişilir ama bu ilgili taraflarıntümünü kapsamayan bir girişimdir. Felsefeci ve bi- limadamlarının daiçinde bulunduğu özel gruplar çatışan değerleri inceler, sistemleştirir,çatışmanın çözümü için çeşitli yollar oluşturur -ve meseleyi halleder.Teorik yaklaşım kibirlidir, dünyadan bihaberdir, sığdır, eksiktir venamussuzcadır.

Kibirlidir çünkü yalnızca entelektüellerin değerli fikirleri bu-lunduğunu ve uyumlu bir dünya yolundaki tek engelin kendi saf-larındaki birtakım- çekişmeler olduğunu peşinen kabullenmiştir.Örneği Roger Sperry ilginç ve yerleşik kanılara meydan okuyankitabında7 şu tür gözlemlerde bulunur: “Dünyamızın içinde bulunduğukoşullar tüm biyosferin esenliğini de' gözeten bir değer perspektifiyledonatılmış küresel ve birleşik bir yaklaşımı gerekli kılıyor”.Halihazırda diyor Sperry, böyle birleşik bir yaklaşımın önündeki engel“çağdaş kültürün yaşadığı bunalımdır”, yani “geleneksel hümanistinsan ve dünya anlayışları ile bilimin değerden yoksun, mekanik[insan ve dünya] tasvirleri arasındaki derin çelişkidir. Çelişkiningiderilmesi için Sperry indirgemeciliğe son verecek, “sürücükoltuğuna akıl ve bilinci oturtacak” bir bilim reformu önerir. Buradançıkacak dünya görüşü “insanoğlunun . . . birlikte yaşamayı ve biranlam bulmayı denediği çeşitli mitolojik, sezgisel, mistik ya da dünyaötesi referans çerçevelerinden” farklı olmayı sürdürecektir. Ve yine“doğal bilim kozmozu” ile Batı uygarlığının saltanat sahası dışınadüşen kültürler arasında “derin bir çelişki[ler]” olacaktır. Fakat buçelişkiler artık “bunalım”a neden olmayacak ve bilim onları çözmekiçin değişikliğe uğ- ratılmayacaktır: kısaca doğa bilimleri ve beşeribilimler dışında kalan kültürler adam yerine konmayacaktır. Öndegelen birçok entelektüel aynı doğrultuda düşünüyor.8

7, Science and Moral Priority, Westport, Conn. 1985. Alıntılar s.72, 6, 32.75.8. Örneğin E.O. Wilson (a.g.e.), müesses bitimler karşısında ukarşı-disiptinler”in(s.8) ortaya çıkmasıyla beliren bilgisel uyarımı memnuniyetle karşılar. Beşeri bi-

Teorik yaklaşım, ikinci olarak, dünyadan bihaberdir. Örneğin ekolojikolarak sağlam, manevi açıdan doyurucu çeşitli hayat biçimlerinin bozulupdağılması ve yerlerini Batı uygarlığının yapaylıklarına bırakması sonucu,şimdi Üçüncü Dünya ülkelerinin karşı karşıya olduğu' birçok sorundan(açlık, aşırı nüfus, manevi bozulma) habersizdir.9 Sperry’nin bahsettiği“farklı mitolojik, sezgisel, mistik ya da dünya ötesi referans çerçeveleri”kuru hayal şatoları değildir; onlar ne vaat ettilerse yerine getirdiler; engüç ortamlarda maddi hayatın devamının ve ihtiyaç duyulan manevidoyumun güvencesi oldular.10 İlerleme ve uygarlık müjdecileri kendiyapmadıkları şeyleri yıktılar, anlamadıklarını alaya aldılar. Hayatındevamının anahtarlarının yalnızca bu baylarda olduğunu varsaymakmiyopluktur.

Üçüncü olarak şaşırabilirsiniz ama teorik yaklaşım sığdır. Zengin,özel bir değerin mayalanmasıyla oluşmuş düşünceler, algılar, eylemler,tutumlar ve jestler karmaşasını ta miniminnacık bir bebenin yüzündekianlık gülümsemeye varıncaya kadar yavan ve soyut kavramlarladeğiştirir; ve bu kuruntu mahsûlleri arasında yapılacak “akılcı” birseçimin sorunu bir karara bağlamaya yeteceğini sanır: “ . . .teorisyenler . . . "insan doğası"nı tanımlamak isteyen birisinin karşıkarşıya kalacağı derin epis- temolojik sorunları hesaba katmıyorgörünüyorlar. Geçmişte ve günümüzde insani-toplumsal yaşamınolağanüstü zenginlik ve

limler (ki akademik olarak gayet müesses bilimlerdir) birer karşı-disiplin kabul edilirken,akademik-olmayan fikir ve bakış açıları karşı-disiplin olarak görülmez.9. Krş. Sunuş, Dipnot 3 ve 4’te zikredilen eserler. Bilimci olmayan kültürler ayrıca, radikal biryenilik sergileyen bilgilerin tehlikeleri konusunda da daha açık bir anlayışa sahip olabilirler.Sayısız mit bize entelektüellerin ancak daha dün ve büyük bir mücadele vererek nihayetanladıkları bir şeyi anlatır -doğduğu ortamdan koparılmış bilgi yıkıcı eğilimler taşır ve doğanınseyri bedelsiz değiştirilemez.

10. “Yerli” toplumlarda her şeyin yolunda olduğunu ve dışardan hiçbir yardıma ihtiyaçolmadığını söylemek istemiyorum. Parazitler, salgın hastalıklar, doğuştan gelen sakatlıklar butoplumlarda dev sorunlar olarak karşımıza çıkar; Batı tıbbı bunlardan bir kısmının etkilerinihafifletmeyi başarmıştır (ayrıntılar için bkz. W.W. Spink, Infectious Diseases, Minneapolis 1978-biraz fazla iyimser bir kitap). Tıpkı kusursuz bir insan vücudu olmadığı gibi kusursuz bir toplumda yoktur. Ancak eleştirdiğim yazarlar işi çok ileri götürüyor. Yalnızca yardım gerekebileceğinivarsaymakla kalmıyor, Batı uygarlığı ve öz.ellikle de Batı bilimi doğrultusundaki her değişimipeşinen kaçınılmaz bir iyiye gidiş kabul ediyorlar ki, basitçe söylersek bu doğru değildir.

karmaşıklığı karşısında, tıpkı 19. yüzyılda yapıldığı gibi, tüm insansoyunu aynı Avrupa burjuva toplumunun değişik bir şekli gibi tanımlamayoluna gidiyorlar”.11 Sığlık bilimlere yaklaşımları konusunda dageçerlidir. Bilimsel disiplinler, okullar, yaklaşımlar ve cevaplarda tanıkolduğumuz büyük çeşitliliği konu alan çok az tartışma vardır. Varsayoksa “bilim”, tek bir yol bildiği ve tek bir sesle konuştuğu söylenenyekpare, doğa üstü bir ucube.

Dördüncü olarak teorik yaklaşım eksiktir: yürürlüğe koyma sorunuhakkında susar. Bu, teorisyenlerin konu hakkında hiçbir görüşleriolmadığı anlamına gelmiyor. Tersine son derece net görüşleri vardır.Önerdikleri şeylerin er geç Batı sanayi devletleri ve resmi kurumlartarafından kabul edileceği, oradan da ilk önce eğitime sonra da gelişmesürecine sızacağı umudundadırlar. Tıpkı ataları sömürge memurları gibi,düşüncelerinin iktidar gücüyle yürürlüğe sokulmasından hiç vicdan azabıduymazlar. Fakat onlardan farklı olarak, iktidar gücünü bizzatişletmezler; hattâ tersine akılcılıktan, nesnellikten hoşgörüden demvururlar. Demem o ki sadece saygısız, dünyadan bihaber ve sığ değil,aynı zamanda oldukça namussuz insanlardır bunlar. Neyse ki şimdi tüminsani varoluş biçimlerine derin bir saygıyı bayrak edinerek yola çıkmışve “ilkel” dünya görüşlerinin ve “arkaik” kuramların içkin gücünü ortayaçıkarmış, bilgi anlayışlarını da buna uygun olarak değiştirmiş çeşitlibilimadamlanmız var. Onların anlayışına göre, ne araştırma özel gruplarınbir ayrıcalığıdır ne de (bilimsel) bilgi insani seçkinlik göstergesi evrenselbir kıstas. Bilgi yerel ihtiyaçları karşılama, yerel sorunları çözmeamacıyla oluşturulmuş faydalı, yerel bir şeydir; dışardan değiştirilebilirama ancak ilgili tüm tarafların düşüncelerini ortaya döktüğü geniş birmüzakereden sonra. Bu bakış açısından ortodoks “bilim” tek ve yegânebilgi haznesi değil, diğer kurumlar arasında bir kurumdur. İnsanlar onadanışmak; ondan gelen bilimsel teklifleri kabul etmek ve kul-

11. R.C. Lewontin, Steven Rose ve Leon J. Kamin, Not in our Genes, New York 1984,s.245. Yazarlar sosyo-biyolojiyi eleştirirler; bireysel kararlann yerine teoriyigeçirdiğinden dolayı değil sığlığından. Ama en karmaşık bir teori bile bize ancak özgülbir değerler kümesinin geçmişte ne yaptığını anlatabilir; yeni ve öncedenkestirilemeyecek koşullar altında onların ne yapabileceğini öngöremez. Gelecektekisonuçlarını bulmak için yüzümüzü değerleri kullananlara çevirmeliyiz, yani onlardankendi kararlarını vermelerini istemeliyiz.

lanmak isteyebilir -fakat asla bunun ne kadar doğal bir şey olduğunudüşünerek ve yerel alternatifleri bir kalemde geçerek değil.12 Ortodoks bilimeait usûl ve sonuçlara oranla bu yaklaşımdan sökün eden yeni bilgi biçimlerihem daha az sığdır hem de modern dünyanın ihtiyaçlarına daha iyi cevapvermektedir.13

12. Bu usûlün de diğer usûller gibi istisnaları vardır. Geniş bir alanda patlak vermiş ve hızlayayılan bir hastalık, bu acil durumla nasıl başa çıkılacağını bildiğini düşünen ve elinde gücü olanbir kesimin süratli ve tiranca müdahalesini gerekli kılabilir. Ben bu gibi durumların birer istisnaolarak değerlendirilmesi gerektiği görüşündeyim. Mümkün olduğunca mesele üzerinde yerelmüzakereler, görüşmeler düzenlenmeli ve tehlike uzaklaştığında tekrar eski şekle dönülmelidir.Müdahale gerektirebilecek diğer durumlar zulüm ve kitle katliamlarıdır. Ama muhtemel kurtarıcılarancak kendi katı inanç ve kanaatlerine göre davranabileceklerini ve çabaları boşa çıktığında ya daişleri daha da sarpa sardırmayla sonuçlandığında ya da gelecek kuşakların vicdanında mahkumedildiklerinde birtakım “nesnel” değerlere sığınarak kendilerini kurtaramayacaklarını bilmelidirler.Truman’ın Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atma kararını bir kısmımız, Auschwitz'i isehepimiz mahkum ederiz; bunun nedeni bizim cennetlik insanlar olmamız falan değil sadece“böyle” düşünüyor olmamızdır.13. Science in a Free Society de (Londra 1978, s.29) (Özgür Bir Toplumda Bilim, çev. Ahmet Kardam,Ayrıntı Y., 1991) metinde tarif edilen türde bir alışverişi “açık alışveriş" diye adlandırdım. “. . . birkonuda kollektif karar vermenin en azından iki değişik yolu vardır”, diye yazmışım, “ben bunlarısırasıyla güdümlü alışveriş ve açık alışveriş olarak adlandıracağım. Birincisinde taraflardan bazılarıya da hepsi iyice kesinleşmiş bir geleneği benimserler ve ancak kendi standartlarına uygun düşenyanıtları kabul ederler. . . Akılcı tartışma güdümlü alışverişin özel bir biçimidir. . . Açık alışverişi isepragmatik bir felsefe yönlendirir. Tarafların benimsedikleri gelenek başlangıçta kesinleşmemiştir,alışveriş ilerledikçe gelişir. Katılımcılar biribirlerinin düşünce ve duygu biçimlerine öylesine nüfuzederler ki kendi fikirleri, algılamaları, dünya görüşleri tümüyle değişebilir -yeni ve değişik birgeleneğe katılan farklı insanlar haline gelirler. Açık alışveriş, karşı taraf ister bir kişi isterse koskocabir kültür olsun, ona saygı gösterir; oysa akılcı alışveriş ancak bir akılcı tartışma çerçevesinde karşıtarafa saygı sözü verir. Açık alışverişin ilke ve kurallarını belirleyen bir sistemi yoktur, ama böyle birsistem yaratabilir; bir mantığı yoktur, ama akışı içerisinde yeni mantık biçimleri ortaya çıkabilir."Bazı nesnelci felsefeciler şimdiden böyle bir bakış açısına oldukça yakın bir noktaya geldiler.Örneğin Habermas (Habermas, Autonomy and Solidarity, P. Dews, der., Londra 1986), “belirli tarihselkoşullar altında belirli bir toplum tipi için uygun adil kurumlar” tasarlamaya çalışan bir felsefecininyurttaşlar arasına katılması ve “ta başından beri paylaşılagelmiş bir geleneğin ufku içerisinde ha-reket etmesi" gerektiğini kabul ediyor. Yine (s.160) “ahlâk felsefecisi bellibaşlı soruların [ahlâkisöylemle ilgili] cevabını katılımcılara bırakmalı ... ya da normatif teorideki bilişsel iddialar dahabaşından itibaren katılımcının rolüne uyarlanmış olmalıdır.” Ancak Habermas hâlâ, ahlâki bakışaçısının kültürler arası tesadüfi, geçici örtüşmelerden daha öte “evrensel bir çekirdeği” olduğuna,bunun “değer şüpheciliği ve değer göreciliğinin eleştirisiyle” (s. 161) ortaya çı-

Bu anlattıklarımız tam da değerlerin yalnızca bilginin uygulanmasında

etkili olmadığını, aynı zamanda bizzat bilginin özsel öğeleri arasında yeraldığını görmemizi sağlıyor. İnsanlar, insanların huylan, alışkanlıkları,kendine özgü yanlan ve ön- yargılan hakkında bildiklerimizin çoğunu,toplumsal gelenek ve görenekler ile bireysel tercihler tarafındanşekillendirilmiş (insanlar arasındaki) çeşitli etkileşim biçimlerinden eldeederiz; bu bilgi “öznel” ve “göreli”dir. Bu bilgi insanlar ile deneyselolarak düzenlenmiş şeyler -(psikolojik testler; genetik araştırmalar; kav-rayış gücü teorileri) arasında yaşanan bir etkileşim sonucu edindiğimiz“biigr’den daha sağlıklıdır. Çünkü kişisel temasları aşındırmak yerinebesler, güçlendirir. Şüphesiz niceliksel, deneysel bilginin rakipsizgöründüğü birtakım alanlar vardır (maddelerin kullanım ve nitelikleri ileuğraşan bilim dalı gibi). Fakat bu Takipsizlik, bu zafer bir “nesnel gerçek”değildir (askeri bir zafer gibi o da savaşa katılan taraflann amaçlanaçısından bir zaferdir; örneğimizde amaç, Batı uygarlığının belirli biraşamasında tanımlandığı şekliyle teknolojik gelişmedir); olması mukadderdoğal bir şey değildir (zafer kazanılmak zorundadır -peşinen muhakkakkabul edilemez- ve ondan fayda göreceği düşünülenler tarafındandeğerlendirilmek durumundadır)'4; başansı başka "alanlarayaygmlaştınlamaz (deneylerin fiziğin kimi bölümlerinde gelişmeye yolaçmış olması onların psikolojide, fiziğin öteki bölümlerinde ya da farklıdönemlerinde nasıl bir rol oynayacağına dair hiçbir şey söylemez);zamanla değişir (maddeler hakkındaki niteliksel bilginin teknolojiketkinlik ve içerik açısından niceliksel bilgiyi çok çok gerilerde bıraktığızamanlar olmuştur -bkz. Dipnot 38, 39 ve ilgili metin); ve en etkili bilgilerdahi, eğer onları edinme yolları temel toplumsal değerlerde rahatsızlık ya

karı labileceğine inanıyor. Söylemeye bile gerek yok ki bu inancın sömürgecilik,kalkınma ya da silahlı müdahale çevresinde dönen pratik tartışmalara hiçbir etkisiolmayacaktır -öyleyse onu, yarattığı iç felsefi çekişmelerin felsefecileri daha aslisorunlara müdahale etmekten alıkoyacak kadar büyük olmasını dileyerek, kendihaline bırakabiliriz.14. Bilimsel standartlara uygun müzik aletleri ya da mekanlar ses olarak çoğu kezmüzikseverlere müthiş rahatsız edici gelmiş ve kulağı tırmalamayan bir müzik eldeetmek için zanaatkârlar tarafından ıslah edilmeleri gerekmiştir. Bugün, şüphesiz,bizzat teknolojik ses bir üstünlük kıstası haline gelmiştir.

ratıyorsa, reddedilebilirler. “Nesnel bir doğa gözlemcisi olarakyürüttüğüm faaliyet, bir insan olarak benim gücümü zayıflatsın, bumümkün mü?”,diye soruyordu Kierkegaard (Papirer, der. Heiberg,vii. Bölüm, Kesim A, 182). Yani diyeceğim, başarı ve onay (ölçütü)durumdan duruma ve o bilgi alanındaki insanların taşıdığı değerleregöre değişir.

Özetle: bilimin değer ve kullanımı ile ilgili kararlar bilimsel ka-rarlar değildir; bunlar “varoluşsal” denilen türde kararlardır; belirlibir tarzda yaşama, düşünme, hissetme, davranma kararlarıdır. Bir-çok insan hiçbir zaman bu tür kararlar vermemiştir; fakat şimdi bir-çoğu buna zorlanıyor: “kalkınmakta olan ülkeler”in insanları Batıdünyasının nimetlerini kuşkuyla karşılıyor, Batı ülkelerinde yurt-taşlar teknolojinin yambaşlarında yükselen ürünlerine kuşkuyla ba-kıyor (bu yazı Nisan 1986 Çemobil felaketinin hengâmesi arasındayazıldı). îşte bilimci bir kültürden yana olmak ya da olmamak şek-linde çıkacak bir kararın bu “varoluşsal” niteliği nedeniyledir ki,son söz bilimin ürünlerine (TV cihazları; atom bombaları; penisilin)ait değildir. Bu gibi şeyler ne tür bir hayat istediğimize bağlı olarakiyi ya da kötüdür, yardımcı ya da yıkıcıdır.

İkinci olarak olgulardan söz edeceğim. Bilimci ve bilimci olmayankültürler arasında bilimci değerlere dayandırılarak yapılacak bi-limsel bir karşılaştırmanın mutlaka birinciler lehine sonuçlanacağıhiç de kesin değildir. Soyut bilgi ve pratik becerilerin uzandığıgeniş bir alanda bilimci kültürün çeşitli üstünlükleri vardır, ka-tılıyorum. Ama daha başka öyle alanlar vardır ki bilimsel-teknolojik yaklaşımın üstünlüğünden bahsedebilmek çok zordur.Örneğin Batı dışına düşen uygarlık ve cemaatler üzerine tarihi araş-tırmalar yapan bilginler açlık, şiddet, yabancılaşma, “azgelişmişlik”ve bir zamanlar bol bol bulunan kimi mal ve hizmetlerin kıtlaşmasıgibi olguların nedenlerinin, bu kültürlerin karmaşık, hassas fakat şa-şırtıcı bir şekilde başarılı sosyo-ekolojik sistemlerinde Batı bilim veteknolojisinin yayılmasının neden olduğu bozulma ve yıkımlara da-yandırılabileceğini ortaya çıkarmışlardır.15 Ya da yeterli sayıda

15. Dipnot 9’da verilen eserlere ilaveten M. Watts’in Silent Violence adlı eserinebaşvurulabilir, Berkeley ve Los Angeles 1983.

hasta alınıp bunların Batılı en gelişmiş tıbbi yöntemlerle muayeneedildikten sonra iki ayrı grup halinde sınıflandırıldığını; daha sonrabirinci gruba onaylanmış Batılı, tıbbi (ki bu tür tek bir yöntem ol-duğunu varsayalım) bir tedavi, diğerine akupunktur gibi bilimsel ol-mayan bir tedavi uygulandığını düşünelim. Sonuçlar Batılı doktorlartarafında incelensin (gerekiyorsa hastaların uzun dönemli gözlemaltında tutulması da dahil olmak üzere). Ortaya ne çıkacak dersiniz?Acaba Batı tıbbı, Batı standartlarına göre bu tür deneylerden herseferinde daha başarılı sonuçlarla mı ayrılacak? Yoksa çoğu kez dahabaşarılı olduğu mu görülecek? Yoksa onun başarısız kaldığı ama diğeryöntemlerin başanlı olduğu birtakım alanlar olduğunu mu göreceğiz?Bütün soruların cevabı aynı: Bilmiyoruz.

Altında bilimsel maddecilik ile -kimi zaman basit kimi zamanoldukça karmaşık- deneysel tekniklerden oluşmuş bir bileşimin imzasıbulunan büyük ve şaşırtıcı başarılar olduğunu hiç kimse inkar edemez.Fakat bunlar münferit olaylardır ve hemen söz konusu bileşiminevrensel olarak yararlı, tüm diğer seçeneklerin evrensel olarak işeyaramaz olduğunu göstermezler. Nedeni basit. Elimizde testedilmemiş genellemeler yerine kanıtlar zemininde ortaya konmuşgenel bir tablo yok. Bir de buna yaşlıların bakımı, delilerin tedavisi veküçük çocukların eğitimi (duygusal eğitim dahil) gibi hepsi de genelesenliğimizin bir parçası olan konuların sanayi toplumlarmdauzmanlara bırakıldığını, oysa başka kültürlerde bunların tümüyle aileya da cemaatin işi olduğunu ekleyin; ve sağlık konusunda elimizdebelirsizlik taşımayan bir tane bile ölçüt bulunmadığını aklınıza getirin-sıhhat farklı zaman ve kültürlerde farklı farklı değerlendirilir-;bilimsel usûllerle bilimsel olmayan usûllerden hangisinin daha üstünolduğu konusunun gerçekten bilimsel bir yoldan asla incelenmediğiniaçıkça göreceksiniz. Bir kere daha bilim havarilerinin kendiimanlarına itimat telkin edecek bilimsel delillerden yoksun olduklarıanlaşılıyor. Bu, bilimi itham etmek değildir; yalnızca bir kere dahadiğer yaşam biçimleri karşısında bilimi seçmenin hiç de bilimsel birseçim olmadığını söylemektir.

Çok sık karşılaşılan bir iddia, bilimsel olmayan yaşam biçimlerigeçmişte incelenmiştir, der, bilimadamlan onlarla ilk kar-

şılaştıklarında gerekli kontrolleri yapmış ve bilime seçenek oluş-turmadıklarına karar vermişlerdir. Örneğin Kızılderili ilaçlan (ABD’de19. yüzyıl pratisyen hekimleri arasında çok yaygındı), yerlerine yeniilaç endüstrisinin daha üstün ürünleri bulunduğundan ortadankaybolmuştur.

Bu iddia hem doğru değildir hem de konuyla bir ilgisi yoktur.Doğru değildir çünkü, sözüm ona bilime dayalı pratiklerin elde ettiğibirçok zafer sistematik karşılaştırmalı araştırmaların sonucu değil,onlardan bağımsız çeşitli toplumsal gelişmeler, politik (kurumsal)baskılar ve bir iktidar oyunu sayesinde şişirilmiş komik kanıtlarınsonucudur. Yine tıp örneğini alalım. Paul Starr’a göre (The SocialTransformation of American Medicine, New York1981), daha gayrişahsi (ya da teknik terimlerle, daha “nesnel”) biryaklaşıma geçiş de dahil olmak üzere doktorların rolündeki tüm önemlideğişiklikler büyük ölçüde tıbbi bilgideki gelişmelerden değil,toplumsal gelişmelerden kaynaklanmıştır. Bu toplumsal gelişmelerneyin izlenecek doğru tıbbi usûl sayılacağı üzerinde etkili olmuş ve osayede ardında herhangi bir araştırma bulunmayan bir ilerlemegörüntüsü yaratılmıştır. Stanley Joe Reiser (Medicine and the Rise ofTechnology, Cambridge 1978), yeni teknolojilerin rolü üzerine aynıdoğrultuda bir tartışma geliştirir. Cihazların gözlemci insandan dahaiyi sonuç verdiği düşüncesi mevcut genel gayrişahsileşme(impersonality) eğilimine denk düşmüş ve o temelde kişisel ilişkiyedayalı teşhislerin peşinen elverişli olmadıkları düşünülmeyebaşlanmıştır. Sağlık alanındaki iyiye gidiş çoğunlukla, gelişmiş tıbbiuygulamalara değil, düzgün v£ yeterli beslenme, koruyucu tedbirler,çalışma şartlarının düzelmesi ve önemli hastalıkların tedavidenbağımsız olarak belirli aralıklarla nüksetmesi gibi başka nedenlerebağlıdır (ayrıntılar için bkz. R.H. Shryock, The Development ofModern Medicine, University of Wisconsin Press, Madison, Wisconsin1979, s.319 vd.).

Lewis Thomas ve Peter Medawar gibi yazarların bilimsel tıbbınbaşlangıcı olarak 1930’ları verdiğini göz önüne alırsak (krş. TheLondon Review of Books, 12 Şubat-2 Mart 1983, s.3 vd.), ya, katı birbilimsel bakış açısıyla, 20. yüzyıl öncesi tıbbının altı boş bir itibarkazanmış ve aslı astarı olmayan bir ilerleme göstermiş olduğusonucuna varmak, ya da tıbbın bilimsel olmadan da pekâlâ

başarılı olabileceğini kabul etmek zorunda kalırız. “Tıp”, diye yazıyorLewis Thomas (The Youngest Science, New York 1983, s.29), "oheybetli ilim-irfan mesleği görüntüsüne rağmen, gerçek hayatta buramburam cehalet kokan bir uğraştı”. Ön ve arka beyin loplarının kesilipçıkartılması işleminin, sonuçları hakkında az çok dişe dokunur bir şeybile bilinmediği halde, tıp kodamanlarının büyük bir bölümü arasındahızla kabul görmesi, mesleki kabul görmüş olmanın bir üstünlük nişanısayılamayacağını ve mesleki onaya dayandırılan iddiaların büyük birihtiyatla karşılanması gerektiğini gösteriyor(bkz. Elliot S. Va- lenstein,Great and, Desperate Cures, New York 1986). Tumturaklı bir şekildeilan edilerek insanların önüne sürülen sayısız usûl (19. yüzyıldakalomelin kullanılışı; daha on yıl önce, çocuklarda tiroid bezibüyümesine karşı ışın verilmesi; Halstead yöntemi) yeterli deneyseldesteğe sahip olmayan modalardan ibarettir. Doktorların itibarınınbelli bir kısmının tıbbi araştırmalarda elde edilen gerçek ve çoğu kezoldukça şaşırtıcı başarılara bağlı olduğunu reddedecek değilim(Thomas, s.35). Sülfanilamidin, penisilinin, doğum öncesi yeni veetkili teşhis yöntemlerinin gücü konusunda ne söylesek azdır. Fakattanık olduğumuz başka öyle olaylar var ki bizi, bu tür münferitbaşarılan baz alarak diğer or- todoks olmayan tıp ve eczacılıkbiçimlerinin külli ve iflah olmaz bir şekilde geçersiz olduğunu iddiaetmekten men ediyor. Her durum dönemin pratik güven havasından veteorik modalarından bağımsız olarak kendi başına incelenmeli ve kendimarifetlerine göre değerlendirilmelidir.

İddianın konuyla bir ilgisi yoktur: her gerçek bilimsel zaferde birdizi silah kullanılır (cihazlar, kavramlar, argümanlar, temelvarsayımlar). Fakat bu silahlar bilgideki ilerlemeyle birlikte de-ğişikliğe uğrar. Bu demektir ki, kapışma tekrarlandığında, sık sıkolduğu gibi sonuç aynı olmayabilir; zafer bozguna, bozgun zaferedönüşebilir. Dün aptallık abidesi olarak karşılanmış görüşler bugünbilgimizin vazgeçilmez parçalan araşma girmiştir. Dünyanındöndüğü düşüncesi bir zamanlar reddedilmişti, çünkü olgularla vedönemin en iyi hareket teorisiyle çelişiyordu; farklı, daha az deneyselve zamanı için hayli spekülatif bir dinamik teorisi bilimadamlarmıher şeye rağmen bunun doğru olabileceğine

ikna etti. İkna edebildi çünkü bu bilimadamları Aristotelesçi ön- ;celleri gibi spekülasyona karşı değillerdi. Atom teorisi gerek te- ^ orikgerekse deneysel zeminde sık sık saldırıya uğramıştı; 19. yüz- "i yılınikinci otuz yılı civarında bazı bilimadamları onun artık 1 ebediyentarihe karıştığını düşünüyordu; ama birtakım zekice ar- \ gümanlarlayeniden hayat buldu ve şimdi fizik, kimya ve biyolojinin temellerinioluşturuyor. Bilim tarihi öldüğü ilan edilen : ve daha sonra dirilen veyalnızca başka bir muzaffer dönüşü kutlamak üzere yeniden öldüğüilan edilen teorilerle doludur. Özürlü bakış açılarını gelecekte belkikullanılabilir diye saklamakta fayda vardır. Düşünce, yöntem veönyargı tarihi gelişmekte olan bir bilim pratiğinin önemli bir parçasıdırve bu pratik şaşırtıcı istikamet değişikliklerine uğrayabilir.

Teoriler için doğru olan, belki de çok daha fazla, uygulamalıbilimler ve tıp gibi, bilime dayalı sanatlar için ge- çerlidir. Tıptayalnızca nöbetleşe yer değiştiren yaklaşım tarzlarına (daha “kişisel”yaklaşım tarzı; eski uygarlıklarda önemli bir rol üstlenmiş ve yüzyılbaşında yeniden dönüş yapmış bir yaklaşım tarzı olan, sağaltıcınihilizm [therapeutic nihilism]), ve eşiti alternatifler arasında sürekligidip gelmelere (örnek: “hastalık, giderilmesi gereken bölgesel birrahatsızlıktır”a karşılık “hastalık, vücudun rahatsızlıklarla başaçıkma biçimidir ve desteklenmelidir”) rastlamıyoruz; aynı zamandahem tıbbın itibarının hem de “sağlık”, “sıhhat” gibi terimlerinbilimden bağımsız olarak değiştiklerine de tanık oluyoruz.Yürüttüğü pratiğe ve araştırma sürecine tarihi de dahil etmek, tıbbaancak kazandırır, kaybettirmez.

••

John Stuart Mill ölümsüz eseri On Liberty'de (Özgürlük Üstüne,çev. A. Ertan, Belge Y., 1985)16 daha da ileri gider. Araştırmacılarasınanmış ve eksik bulunmuş düşünceleri alıkoymalarını tavsiyeettiği gibi, ilk bakışta ne kadar saçma görünürlerse görünsünler yenive sınanmamış kavramları da dikkate almalarını söyler. İkigerekçesi vardır: “gelişkin insanlar” yetiştirebilmek için, der Mili,çeşitli görüşler olması gerekir; ve bu, uygarlığın gelişmesi içingereklidir:

16. M. Cohen der., The Philosophy of John Stuart Mill, New York 1961, s.258, 268 vd., 245 ve devamından aktarıyorum.

Avrupa uluslar ailesini rnsan soyunun durağan değil gelişen bir bö- . lümühaline getiren nedir? Bünyelerinde bir nedenden çok bir sonuç şeklindevar olduğu söylenebilecek üstün bir meziyet değil, karakter ve kültürolarak olağanüstü çeşitlilikleridir. Bireyler, sınıflar, uluslar birbirindenson derece farklıydı: her biri değerli bir yerlere açılan çok çeşitli yollardanişe koyuldular; farklı yollar izleyen bu yolcular her dönemde birbirinekarşı hoşgörüsüz olmuşlardır ve her biri diğerlerinin de onunla aynı yoldayürümek zorunda kalmasının ne mükemmel bir şey olacağını düşlemiştir,ama her şeye rağmen bu yolculuk sürecinde, ötekinin gelişmesine taşkoyma gayretlerinin sürekli bir başarı kazandığı anlar nadirdir ve her biri,sırası geldiğinde, ötekilerde gördüğü iyi bir şeyi almasını bilmiştir.Avrupa, benim gözümde o çok yönlü ve ilerici gelişmesini bütünüyleizlenen yolların çoğulluğuna borçludur.

Mili’e göre bilimlerde de görüşlerin çoğulluğuna ihtiyaç vardır -“dörtfarklı nedenden ötürü”. İlkin, bir görüş, reddedilmesini gerektiren nedenlerolsa bile hâlâ doğru olabilir. “Bunu inkâr etmek, kendimizin yanılmazolduğunu varsaymak demektir”. İkincisi, sorunlu bir görüş, “çok sıkkarşılaşıldığı gibi her zaman bir parça doğruluk barındırıyor olabilir” ve birkonudaki genel ve hâkim düşüncenin “gerçeğin tamamım” temsil ettiğidurumlar nadirdir, “ya da hiç yoktur; o yüzden gerçeğin diğer kısmınınbulunma şansı ancak karşıt düşüncelerin çarpışmasıyla ortaya çıkar”. Üçün-cüsü, bütünüyle doğru ama sınanmamış bir görüş ister istemez, “akılcıgerekçeleri pek kavranmadan ya da hissedilmeden, âdeta bir önyargıymışgibi . . . savunulacaktır”. Hattâ, dördüncüsü, ne anlama geldiği bile tamanlaşılmayacaktır; diğer düşüncelerle yapüacak bir karşılaştırma bu anlamınnerede, nelerden oluştuğunu göstermedikçe o görüşün altına imza koymak“basit resmi bir onaya” dönüşür.

Beşinci ve daha teknik bir neden de,17 bir düşünceye karşı çı-1

17, Ayrıntılar için bkz. benim Philosophical Papers, Cilt 1, s.144 vd. Burada tartıştığımızyöntembilimsel durum* insan yaratıcılığının “nesnel” sınırlan olduğunu imâ eder görünen,“genler kültürün yularını elinde tutar” (E.O. Wilson, On Human Nature, Harvard Univ.Press Cambridge, Mass. 1978, s.167) gibi ifa* deleri de boşa çıkartır. Gerçekten böylesınırlar varsa biie, bunlar ancak yokmuş gibi davranılarak keşfedilebilir. Ve bu tür birsınamanın “nesnel” bir anlamının kalmadığı herhangi bir son nokta yoktur (“Öznel olarak”insanlar, şüphesiz, kısa

karılacak tayin edici kanıtların ancak alternatif bir görüş yardımıylabulunabileceği, açıkça ifade edilebileceği olgusudur. Bir yandanteorilerin olgularla yüzleştirilmesi gerektiğini ağzına sakız edip biryandan da karşıt kanıtlar ortaya çıkıncaya kadar birtakım alternatiflerebaşvurulmasını yasaklamak, o yüzden, arabayı atın önüne koşmakolur. Ve tüm alternatiflere çamur atmak, hattâ mümkünse defterdensilmek için “bilim”i kullanmak, hakkıyla elde edilmiş bir itibarı, onukazanmış olanların kemiklerini sızlata sızlata dogmatik bir tutumu.sürdürmek için kullanmak demektir.

Bazı bilimadamları bilimi önüne çıkan her şeyi ezip geçen birbuldozer gibi görüyor. Peter Medawar (The Art of the Soluble, Londra1967, s. 114) şöyle diyor: “Bilim ilerledikçe tikel olgular açıklayıcılıkgücü ve kapsamı düzgün bir şekilde artan genel ifadeler bünyesindeözümsenir ve bu yüzden, bir anlamda, bu tür ifadeler tarafından yokedilir; öyle ki sonuçta olguların artık açıkça bilinmesine gerek kalmaz.Tüm bilimlerde adım adım tekil örneklerin yükünden, tikelintiranlığından kurtuluyoruz”. Fakat zihnimize esneklik kazandıran veyasaya-gelir (lawful) benzerlik ve görünüşlerin aşırı etkisindekalmamızı engelleyen tam da bu “tiranlık”, ya da benim gerçekyaşamın (tikeller arasında dönen bir yaşamdır bu) karmaşıklığı demeyitercih edeceğim şey değil mi? Dahası beşeri bilimlerde “açıklayıcılıkgücü artan” genel şemalara uymuyor diye bireysel görüşleri “yoketmek”, akılsızca olmak bir yana, ahlâksız ve tiranca bir tutum değilmi?

S.E. Luria o büyüleyici, öğretici ve çoğu zaman dokunaklı oto-biyografisinde (A Slot Machine, A Broken Test Tube, New York 1985,s. 123) şöyle yazıyor: “Bilimde önemli olan bugün için el altındaduran bulgu ve genellemeler toplamıdır: bilimsel keşif sürecindenalınmış zamansal bir kesit. Ben bilimin ilerlemesini, bu süreçte sadeceaktif bilgi bütününün bir parçası haline gelebilen öğelerin hayattakalma şansı bulması açısından, kendi kendini silen bir şey olarakgörüyorum”.18 “Crick ve Watson’un ortaya

zamanda kısır alternatifler arasında dolaşmaktan bıkacaklardır). Krş. Pavlov üzerinedüşüncelerim, Philosophical Papers, Cilt 1, 6. Bölüm, 9. Kesim ve 5. Bölüm, 3. Kesim.

18. Piotr Kapitza, Cambridge’deyken, laboratuvarımn ön cephesine bir timsah

koyduğu DNA modeli”, diye devam ediyor Luria, “hakkıyla ayaktakalmıştır. Diğer alternatif modeller ıskartaya çıkarılmış ve unu-tulmuştur, nasıl ateşli bir heyecanla öne sürülmüş oldukları fark etmez.DNA modelinin nasıl oluşturulduğunun . . . hikâyesi, insani olaraketkileyici olabilir ama bilimin işlemsel içeriği açısından fazla biranlam taşımaz”. Fakat bilimadamlarını etkileyen ya da onlara yönveren şey, bu “işlemsel içerik” değil, bu içerikle bilimadamlarınınkişisel merak ve istemlerinin nasıl çakıştığıdır. Örneğin Luria, “açıkseçik deneysel bir adım tarafından güçlü bir şekilde desteklenecek yada kesin bir şekilde reddedilecek ön- deyiler”e, “güçlü çıkarsamalar”ayol açan olayları tercih eder (s.l 15 vd.). “Evren ya da Yerküreninoluşumuyla ilgili ‘büyük sorunlar’ ya da atmosferin üst katlarındakikarbondioksit yoğunluğu gibi konular karşısında . . . heyecanduymadığını itiraf [eder]” (s.l 19), ve Fermi’nin de aynı gerekçelerlegenel görelilik teorisine biraz soğuk baktığını kaydeder (s.120). Bu türbir yönelime sahip insanlarla dolu bir bilim şu “zayıf çıkarsamalarlayüklü” teorik bilimden ciddi ölçülerde farklı bir bilim olacaktır (s.l19); bu bilim hataları koruyacaktır: çünkü güçlü çıkarsamalara dayalıolgular sık sık, bir dizi zincirleme zayıf çıkarsamayla dayanaksızbırakılır ya da hatalı oldukları gösterilir (takip eden zamansal kesitibaz alanların gözündeki anlamıyla). (Galile’nin yeryüzünün hareketinekarşı argümanları boşa çıkarması ve Boltzman’ın fenomenolojiktermodinamiği boşa çıkarması bu tür örneklerdendir.) O yüzden belirlibir zaman kesitinde bilimin “işlemsel içeriği” öznel merak ve istemlere(interest) göre yapılmış ve bu merak ve istemlerin bir araya getirdiğivarsayımlar temelinde yorumlanmış nesnel hamlelerin ürünüdür.İçeriğin ne kadar çektiğini anlamak ve belki de onu biraz düzeltmekiçin söz konusu merak ve istemleri anlamamız gerekir. Bu da biziMili*in modeline götürür.

Tüm bunlardan bilimsel olmayan görüşlerin ya da sınanmış veyetersiz bulunmuş bilimsel görüşlerin kullanılmasına ya da yenidencanlandırılmasına karşı hiçbir bilimsel argüman bu-

resmi asmıştı. Bunun ne anlama geldiğini soranlara şöyle cevap veriyordu: “Şey,[bu] bilim timsahı. Timsah başını çeviremez. Tıpkı bitim gibi önüne geleni hırslayiyip yutan ağzıyla sürekli ileri doğru gitmek zorundadır.” Bkz. M. Rouze, RobertOppenheimer, New York 1965, s.12.

Ilınmadığı, ama bilimsel olmayan saçmalıklar ve çürütülmüş bilimsel bilgi

kırıntıları da dahil olmak üzere her türlü düşüncenin çoğul varoluşu lehine

(inandırıcı fakat asla tüketici değil) argümanlar bulunduğu sonucuna

varabiliriz. Bu sonuç 12. ve 13. Dipnotlarla ilgili bölümlerde açıkladığımız

şekliyle yerel bilgi düşüncesine bir başka destek daha sağlar.

Bilimin diğer tüm yaşam biçimlerini hükümsüz kıldığı fikrine karşıüçüncü itiraz yöntembilim alanından yükselir: “bilim” diye kendindenbaşka her şeyi dışladığı söylenen hayali bir birim yoktur.Bilimadamları çok farklı alanlardan düşünceler almışlar, görüşleri sıksık sağduyuya ve yerleşik öğretilere ters düşmüş ve her zamanusullerini önlerindeki göreve uyarlayarak çalışmışlardır. Tek bir“bilimsel yöntem” yoktur, olan bol miktarda fırsatçılıktır; ne olsa uyar-ne olsa, yani belli bir araştırmacı ya da araştırma geleneğinin anladığıanlamda bilgiyi geliştirme ihtimali olan her şey.19 Pratikte bilim kimibilimadamı ve felsefecilerin koymaya çalıştığı sınırları sık sıkçiğneyen özgür ve sınırsız bir araştırma olarak işler. Fakat böyle biraraştırma Rl’i reddetmez; tersine R1 onun en önemli elemanlarındanbiridir. Dışlayıcı olan bilim değil bilimin bazı parçalarını ayırıpönyargı ve cehaletle donduran bir ideolojidir.

Modern bilim bu ideolojiyi söküp atma yolunda epey mesafe katetti. “Ezeli ve ebedi doğa yasaları”nın yerine tarihsel süreçleri geçirdi.Anlaşıldığı kadarıyla, zamanın bir başlangıcı olduğu gibi birzamanların “iğrenç” bir düşüncesine bünyesinde yer veren bir dünyaanlayışı yarattı. Yaşlı, kaba ve sınanmamış özne- nesne ayrımınınyerine çok daha ince ve anlaşılması o kadar kolay olmayan olgudüzenlemeleri (tamamlayıcılık) düşüncesini koydu. Öznelliğinbilimsel araştırmanın yalnızca nesnesi değil aynı zamanda eyleyiciside olması gerektiğine dikkat çekti. Poincare’nin bazı düşüncelerinitakip ederek, tüm bilimler arasında en nicelikseli gibi görünen gökcisimleri mekaniğine bile çeşitli niteliksel fikirler soktu.20 Dahası,bizimkinden farklı kültür ve uy-

19. Krş. “Was heisst das, wissenschaftlicht sein?” isimli yazımdaki (Grerız- probleme derWissenschaften, P. Feyerabend ve Chr. Thomas, der., Zürih 1985, s.385 vd.) ve bu kitabıns.231 ve devamındaki kaynak ve alıntılar.20. Zaman içinde başlangıç düşüncesi dinsel yaratılış hikâyelerine olan ya-

garlıklann olağanüstü sanat, teknoloji ve bilimlerini ortaya çıkardı veinceledi.21 9. Dipnot’ta işaret edilen eserler (ve dev “kalkınma” literatürü)ve bu keşifler beraberce gösteriyorlar ki yalnızca sanayileşmiş ülkelerdeğil tüm uluslar insanlığın bir bütün olarak yararlanabileceği çeşitlibuluşlara imza atmışlardır; onlar en küçük bir kabilenin bile Batıdüşüncesine yeni içgörüler kazandırabileceğini anlamamızı sağlıyorlar;yine onlar bazı yazarları bilim ve bilimsel akılcılığın, diğerleri arasındabir yaşam biçimi olmaktan geçtik bir yaşam biçimi bile olmadığına inan-dırmış bulunuyor.22 Burda benim açımdan en önemlisi de şu:

kınlığından dolayı “iğrenç"tir. Deyiş, büyük astronomici ve doğa felsefecisi Arthur StanleyEddington’a aittir: Nature, Cilt 127 (1931), s.450. Fred Boyle (Facts and Dogmas inCosmology and Elsewhere, The Rede Lectures, Cambridge 1982, s.2 vd.), “Musevi-Hıristiyanteologlarla birlikte tüm evrenin hiçten yaratılmış olduğuna inanan modern kozmolojiokuluna” hâlâ karşıdır. Benim görebildiğim kadarıyla, modem kozmoloji ile Kutsa) Kitap’takianlamıyla yaratılış düşüncesi arasındaki yakınlık gerçek olmaktan çok hayali bir yakınlıktır.Yine de bu hayali benzerlik hiçbir zaman araştırmaya engel teşkil etmedi.Tamamlayıcılık (complementarity) düşüncesi Niels Bohr tarafından Atomic Physics andHuman Knowledge, New York 1963, içinde açıklanır. Max Delb- rück'ün konferansları (MindFrom Matter?. Blackwell 1985,17. ve 18. Bölümler) bunun sonuçlarını tartışır; Peter Fischer(Licht und Leben, Konstanz 1985) Deibrück’ün biyolojideki tamamlayıcı görüngüler arayışını(başarısızlıkla sonuçlanmış) izah eder; David Bohm, Wholeness and the Implicate Order,Londra 1980, konuya dair kendi yorumunu verir.Öznelliğin bir araştırma aracı olarak kullanılması gerektiğine vurgu yapan Konrad Lorenz'dir(Der Abbau des Menschlichen, Münih 1983, özellikle 4. Bölüm). Gezegenlerinyörüngelerindeki sapmalarla ilgili teorideki niteliksel eğilimler konusunda çeşitli tarihselbilgiler için bkz. J. Moser, Ann, Math. Stud., Sayı 73, Princeton University Press. 1973.Tarihsel açıklamalar için bkz. C.F. von We- izsaecker (History of Nature, New York 1964), I.Prigogine (From Being to Becoming, New York 1977), H. Haken (Synergetics, New York 1983)ve diğerleri.21. Verilebilecek örneklerden biri Needham’ın Çin bilimi ve teknolojisi üzerine hacimii

Çalışmasıdır; krş. özellikle Çin tıbbı üzenre denemesi, Celestial Lances, Cambridge 1978.Science in Traditional China, Cambridge, Mass. 1981 ise Batı Biliminin diğer bilimlereoranla sahip olduğu otoriteye ilişkin bir özete ve yazarın görüşlerine yer veriyor, "ilkel"kültürler konusunda krş. Levi Strauss, The Savage Mirtd (Yaban Düşünce, çev. T. Yücel,Hürriyet V. Y., 1985) ve bu alanda artık büyük bir yekûn oluşturan çeşitli çalışmalar.Alexander Marshack (Roots of Civilization, New York 1972) ve de Santillana ve vonDechend (Hamlet's Mill, Boston 1969) Taş Devri sanatı, teknolojisi ve astronomisiyle ilgilien son yaklaşımları tartışır. Gene! bir döküm ve sosyolojik değerlendirmeler için krş. C.Renfrew, Before Civilization, Cambridge 1979.22. Bu bağlamda Konrad Lorenz biraz üstünkörü olsa da ilginç ve yerleşik kanılarameydan okuyan Kitabında (Die Acht Todsünden der Zivilisierten Mensc-

onlar yalnızca Rl'in aklayatkın bir tez (krş. Mıll’ın yukarda Kısaca verdiğimargümanları), ve ideoloji tarafından dumura uğratılmamış bilimlerin anlamlıbir parçası olduğunu göstermekle kalmıyor, ayrıca layıkıyla doğrulanmış birtez olduğunu da resmen gösteriyorlar. Diğer bir deyişle: bilimin geniş birbölümü dar bir akılcılık ya da “bilimsel hümanizm” tarafından çizilmişsınırları çiğneyerek, “uygarlaşmamış” ve “bilim dışı” kültürlerin düşünce veyöntemlerini artık dışlamayan bir araştırma haline gelmiştir: bilimsel pratikile kültürel çoğulculuk arasında anlaşmazlık konusu bir şey yoktur.Anlaşmazlık yalnızca, bölgesel ve hazırlık mahiyetindeki şeyler olarakgörülmesi gereken bulguların, bilimselliklerine halel getirmeden pratik işgörme usûlleri olarak görülmesi gereken yöntemlerin, bilimselliği de eldenbırakmadan dondurulup her şeyin kıstası haline getirilmesi halinde ortaya

hheit, Piper 1984, s.70; ilk kez 1973’te basıldı) şöyle söylüyor: “İnsanoğlunun sağlam bilgihâzinesinin ancak akılcı olarak kavranabilen, hattâ yalnızca bilimsel olarak kanıtlanabilenşeylerden oluştuğu yolundaki yanlış inancın ürkütücü sonuçları vardır. ‘Bilimsel olarakaydınlanmış’ genç kuşakları tüm kadim kültürlerin geleneklerinde ve büyük dünya dinlerininöğretilerinde taşınan muazzam bilgelik ve bilgi hâzinelerini bir tarafa atmaya kışkırtır. Tümbunların anlamsız olduğuna inanan bir insan doğal olarak, eşit ölçüde tehlikeli bir başka şeyeteslim olur, bilimin normal olarak tüm bileşenleriyle bir kültürü baştan aşağı hiçten ve akılcı birtarzda yaratmaya muktedir olduğu inancına kapılanır." J. Needham da (Time, The Refreshing River,Nottingham 1986) “Bilimsel Afyon”dan, yani “başkalarının acılarına karşı körlük”ten söz eder.“Akılcılık", diye yazıyor Peter Medawar (Advice to a Young Scientist, New York 1979, s.101) [GençBilimadamma Öğütler, Çev. Nimet Arık, Tübitak Y., 1994] “insanların sormaktan hoşlandığı birçokbasit ve çocuksu soruyu cevaplandırmakta aciz kalır: örneğin kökenler ve amaçlarla ilgili soruları,insanlar onları yeteri açıklıkta kavramış ve uzun süreden beri de cevaplandırmış olmasınarağmen, soru olmadıkları ya da sahte soru oldukları gerekçesiyle geçiştirir. Akılcıların muhtemelen-teşhis ya da tedavi edemedikleri hastalıklarla karşılaştıklarında kötü hekimlerin yaptığı gibi-‘kuruntu’ diye başından savacakları düşünsel ağrılardır bunlar." Benim bu kesimde göstermeyeçalıştığım şey, bilimin değeriyle ilgili soruların tamı tamına bu tür “kuruntusal” sorular olduklarıdır.Tüm bunları bir de E.O. Wilson’un Dipnot 2’de aktardığım, bilimsel maddeciliğin ahlâki olarakzorlayıcı ve kapsamlı bir dünya görüşünde bulunabilecek birtakım önemli boyutlardan yoksunolduğu yolundaki itirafıyla karşılaştırmanızı; ve Kant gibi filozofların bilimin bir dünya görüşü olmaözelliğini, temel bilimsel ilkelerin insan doğasında, dolayısıyla da yaşamda nasıl yuvalanmışolduğunu göstererek kurtarmaya çalıştığını hatırlamanızı isterim. (Bizim mini Kant’ımız Popper ve“evrensel epistemoloji” taraftarları da daha yavan ve bayağı bir tarzda aynı yöntemebaşvuruyorlar).

çıkar -yani iyi bilim kötü, çünkü kısır, ideolojiye dönüştürüldüğünde. (Neyazık ki birçok büyük ölçekli girişim bu ideolojiyi hasımlarma karşıelindeki başlıca entelektüel silahlardan biri gibi kullanır.) Böylece R1tartışma ve savunusunu bitirmiş oluyorum.

B. POLİTİK SONUÇLAR

Bazı sanayi toplumları demokratik -önemli konulan genel tartışmayaaçarlar- ve çoğulcudur -çeşitli geleneklerin gelişmesini teşvik ederler. Rl’egöre her gelenek bireylerin ve bir bütün olarak toplumun refahına katkıdabulunabilir. Bu demektir ki,

R2: kendini özgürlük ve demokrasiye adamış toplumlar tüm ge-leneklere eşit fırsatlar tanıyacak şekilde, yani tüm geleneklerin federalfonlardan, eğitim kuruınlanndan eşit olarak yararlanabilecekleri vetemel kararlara eşit olarak katılabilecekleri şekilde yapılanmalıdır.Burada bilim, neyin kabul edilip edilemeyeceği konusunda bir kararverme standardı olarak değil, diğer gelenekler arasında bir gelenekolarak muamele görmelidir.

Dikkat edelim ki R2 “özgürlük ve demokrasi” üzerine kurulutoplumlarla sınırlı bir tezdir. Bu benim kolay genelleştirmelere ve onlaradayalı politik eylemlere duyduğum nefreti yansıtıyor. “Öz- gürlük”ün,onsuz da gayet iyi idare eden ve sakinlerinin hiç de hayat tarzlarınıdeğiştirme niyetinde görünmedikleri bölgelere ihraç edilmesinden yanadeğilim. “İnsanlık tektir, kim ki bir yerde özgürlük ve insan haklarınaözen gösterir, o her yerde özgürlük ve insan haklarına özen göstermişdemektir” gibisinden beyanatlar -burada “özen göstermek” aktif müdahaleanlamına da geliyor olabilir- (Christian Bay, The Structure of Freedom,New York 1968, s.367) benim için yalnızca yeni bir entelektüel (liberal)küstahlık örneğidir. “İnsanlık”, “özgürlük” ve Batılı “haklar” düşüncesigibi genel ideler belli tarihsel ortamlarda ortaya çıkmışlardır; farklı birgeçmişe sahip halklar için uygun olup olmadıkları yaşayarak, onlarınkültürleriyle yoğun temaslar kurarak kontrol edilmelidir; yani uzaktanuzağa halledilecek bir şey de-

ğildir bu. Öte yandan çoğulculuk, özgürlük ve demokrasi sa-vunucularının kendi amentülerinin işaret ettiği bazı önemli sonuçlarıihmal ettiklerini düşünüyorum. R2 bu ihmal alanını tanımlıyor ve onunnasıl, hangi argümanlar temelinde giderilebileceğini gösteriyor.

Şuna da dikkat edilmelidir ki R2 sadece özel, tek bir gelenekteneşit yararlanma hakkını değil, genel olarak geleneklerin eşitliğiniöneriyor (Batı demokrasilerinde fırsat eşitliği ile genellikle birincisikastedilir; imtiyazlı gelenek bilim, liberalizm ve kapitalizmdenoluşmuş bir karışımdır). Söylemin birimleri bireyler değilgeleneklerdir. Bir işe yarayacaksa R2 kuşkusuz daha dasomutlaştırılmalıdır. Gelenekleri tanımlamak (her birliktelik birgelenek olarak alınamaz ve bir gelenek zamanla bozuşarak bir kulübedönüşebilir) ve fırsatları düzenlemek için şüphesiz belli ölçütlerolmalıdır. Fakat bu ölçütlerin, ilgili taraflardan bağımsız olarak, ayrıbir yerde önceden hazırlanıp ilan edilmesi yerine, gelenek iddiasındave fırsat eşitliği arzusunda olan grupların girişimiyle kararabağlanması daha iyi sonuç verir. Çünkü somut politik tartışmalar, (a)bir geleneğin kendi gözündeki imajına şekil veren duygu, âdet,alışkanlık ve düşüncelerde, (b) geleneklere karşı nasıl bir tutumtakınılacağına yön veren hukuki (gerek mevzuat gerekse genel örf veâdet hukukunda yer alan) düşüncelerde, (c) gelenek ve kültürlerindoğası hakkındaki genel (antropolojik, tarihsel, sağduyusal)düşüncelerde çoğu kez hiç tahmin edilmedik değişikliklere yol açar.Sürecin katılan tüm taraflar gözünde kabul görmesi için son derecegeniş bir hareket alanına ihtiyaç vardır. Ve ondan bağımsız olaraktasarlanmış siyasi programlar ve toplumsal teoriler böyle bir alansağlayamayacak kadar katıdır.

R2 fırsat eşitliği talep ediyor ve muhtemel yararlarını göz önündebulundurarak bu talebe destek sağlıyor: en acayip hayat tarzlarının bilebize söyleyebileceği bir şey olabilir. Bireyler konusunda ise bazıyazarların, yararlı olup olmadıklarından bağımsız olarak her bireyinbelirli hakları bulunduğunu ilan ederek işi epeyce ileri götürdüklerinibiliyoruz. Bizim de bir adım daha atıp, böylesi haklan geleneklere deyaygınlaştırmak istememiz normal görünüyor: örneğin hemMennonitler ve Shawneeler’den

birçok şey öğrenebileceğimizi öne sürüp hem de onların usûl vetarzlarına, toplumun geriye kalanı için hiçbir yararları olmadığı ortayaçıksa bile, saygı göstereceğimizi söyleyebiliriz.23 Onun için R1 ve R2’yeek olarak bir tez daha öneriyorum:

R3: Demokratik toplumlar tüm geleneklere eşit haklar tanımalıdır,yalnızca eşit fırsatlar değil.

Yine haklar ve hakların eşitliği nosyonlarının da daha net bir çehreyekavuşturulması gerekir. Ve yine bu iş de, ilgili tarafların katıldığı siyasibir tartışma sonucu, yasa ve teamül eleştirileri, teklifler, müzakerelersonucu yapılmalıdır, masabaşı beyin jimnastikleriyle değil. Ancak böylesidaha somut adımları beklemeden burada tezlerimizin bazı genelsonuçlarına değinebiliriz.

Örneğin R3 bir yanıyla da, demokratik toplumlarda uzmanlar ve resmikurumlar, bize ayak uydurmalısınız diye geleneklere kurumsal baskıyapmak yerine, hizmetinde oldukları geleneklere ayak uydurmalıdırlar,der. Tıbbi kurumlar toplumiardaki özel grupların dinsel tabularını sonmoda tıbbi yaklaşımların çizgisine getirmeye çalışmak yerine onlara saygıgöstermelidir. Teklifimiz hiç de tuhaf değil. Yönetim teşkilatlarındakibilimadamlan yeni bir yönetimin gelmesiyle birlikte sorunlarını dayeniden tanımlarlar (ya da yerlerini farklı inançları olan insanlarabırakırlar), savunma anlaşmalarıyla uğraşan bilimadamlanyaklaşımlarında değişen siyasi iklim ve savunma koşullanna -uygundeğişikliklere giderler, ekolojistler davranışlannda kamusal ihtiyaçlan bazalırlar, bilgisayar teknolojisiyle uğraşanlar pazardaki en küçük birkıpırtıda öncelik

23. Krş. Kant’ın insanlığa (ve onun her parçasına) hiçbir zaman bir araç olarak değil, biramaç olarak davranılması isteği: “gerek kendi şahsınızda gerekse diğer insanlarınşahsında insanlığa, basit bir araç gibi değil her zaman bir amaç gibi davranın"(Grundlegung der Metaphysik der Sitten, 1786 [B basımı], s.66 vd.) [Ahlâk MetafiziğininTemeliendirilmesi Üzerine, çev. I.Kyçuradi, Hacettepe Ünv. Y., 1982]. Bu isteğin ünlüataları vardır. 20 Haziran 1500'de ispanya'daki Katolik Hanedan, resmen köleliğireddederek yerlilerin özgür olduğunu ilan etti. Rafael Altamira bu konuda görüşlerinişöyle ifade eder: 'Tüm dünya için ne unutulmaz bir gün, çünkü ne kadar ilkel veuygarlaşmamış olurlarsa olsunlar ilk kez tüm insanların özgürlük ve vakarına hak ettiğideğerin verildiği gün olma şerefini taşıyor -daha önce bırakın herhangi bir ülkedeuygulanmış olmayı, herhangi bir yasada bile geçmemiş bir ilkedir bu” (aktaran LewisHanke, All Mankind is One, de Kalbi 974, s.7).

sıralarını değiştirirler, fizyolojik araştırmalarda canlı insan kullanımıkanunen yasaktır ya da ölünün kadavra olarak kullanılmasına yakınlarıizin vermez; yani kimin gücü varsa her zaman kendi özel şartlarını birhakmiş gibi dayatır, kabul ettirir. R3 bu uygulamalara bir düzengetirir, denilebilirse, “ahlâki bir temel” kazandırır. Ve her gerçekdemokratik toplumda içkin olan merkezkaç eğilimlerle de uyumiçindedir.

R2 ve R3 mutlak talepler değildir. Gerçekleşmeleri önerildikleriortamlara, önerenlerin elindeki araçlara (taktikler, zekâ, güç) bağlı;düzeltme ve istisnalara açık taleplerdir. Bir R3 taraftan ile karşıtıarasındaki fark, birincinin istisnaları kabul etmeyi reddetmesindedeğil, bu tür durumları istisna olarak ele almasında, tutumunumümkün olduğunca istisnasız sürdürmeye, hep hak ve fırsat eşitliğiidealine yakın durmaya çalışmasında yatar.24

R2 ve R3 hem bilimlere özgürlükten hem de bilimlerden öz-gürleşmekten yanadır: bizim demokrasilerimizde bilimin bilim- dışıgeleneklerden (akılcılık, Marksizm, teolojik okullar vs.), bilim-dışıgeleneklerin ise bilimden korunması gerekir. Bir mantık ya da Taoincelemesinin bilimadamlarına yararı olabilir -ama inceleme ihtiyacıbilimsel pratikten doğmalı, dışardan da- yatılmamalıdır. GelenekselÇin tıbbı hekimleri hastalıklar konusunda bilimsel yaklaşımlardanbirçok şey öğrenebilir -fakat yine bu öğrenme sürecinin kendince biryol tutmasına izin verilmeli, devlet kurumlan herhangi bir dayatmadabulunmamalıdır. Şüphesiz, demokratik kararlarla herhangi bir konu yada geleneğe belli (geçici) sınırlar getirilebilir; özgür bir toplum neolursa olsun, kendini, barındırdığı kurumlarm insafına bırakmamalıdır-onlan kontrol altında tutmalı ve denetlemelidir. Ancak böylesikararlar hiçbir geleneğin başrol oynamadığı (elde olmayan ya dageçici durumlar hariç) tartışmalarla alınmalı ve kullanışsız ve tehlikeliolmaya başladığı anda da kaldırılabilmelidir. Bu ve benzeri

24. Bu tespitler bazı eleştirmenlerin genelleştirme hevesleriyle yarattıkları bir sorunuçözümler. “Eğer tüm gelenekler eşit haklara sahipse", diyor bu eleştirmenler, “o zaman,yalnızca bir gelenek her türlü hakka sahip olmalıdır diyen gelenek de diğerleriyle eşithaklara sahip olacaktır -ki bu da R3’ün saçmalığını gösterir!” Fakat R3, “peşinden birtakımsonuçlar getiren” bir ilke değil; çeşitli uygulamalar sonucunda belirli bir ifadeyekavuşturulmuş ve ayrıca "peşinden herhangi bir şey getirmeyen" pratik bir iş görmeusûlüdür.

sorunları daha Önce iki kitabımda tartışmıştım; Yönteme Karşı (felsefeninmüdahalesine karşı) bilimin özgürlüğünü ele alır, Özgür Bir Toplumda

Bilim ise (bilimin müdahalesine karşı) bilim- dışı geleneklerinözgürlüğünü.

C. HERODOT VE PROTAGORAS

Âdet, gelenek, inanç ve düşüncelerin nasıl mübadele edildiklerinitartışmak yerine, bunların bir kere tesis edildikten sonra, ya da biraz dahasoyut terimlerle, bir kere geçerli olduklarına inanıldıktan sonra, insanlarüzerinde nasıl bir etkide bulunduklarını sormayı tercih edebiliriz.Bilebildiğim kadarıyla bu konuda kafa yoran ilk yazar Herodot’tur.Histories, 3. Kitap, s.38’de şöyle bir hikâye anlatır (Aubrey de Selincourtçevirisinden, Penguin Books 1954):

Darius, Pers kralı olduğu dönemde, saraya yolu düşmüş Yunanlılarıhuzuruna çağırtmış ve onlara ne karşılığında babalarının cesedini yi-yebileceklerini sormuş. Onlar da, dünyanın tüm parasını önümüzeyığsalar olmaz, demişler. Daha sonra, Yunanlıların yanında, bir ter-cüman vasıtasıyla konuşulanları onların da anlamasını sağlayarak, bukez tam da kendi ana-babalarmın cesetlerini yiyen Callatiae Kabilesiüyesi Yerlilere ne karşılığında ana-babalarının cesetlerini ya-kabileceklerini sormuş. Yerliler korku dolu bir çığlık atmışlar veondan böyle korkunç bir şeyi ağzına bile almamasını istemişler. îıısanburada geleneğin neler yapabileceğini ve Pindaros’un ona “her şeyinkralı” derken, bence, ne kadar haklı olduğunu anlıyor.

Gelenek “her şeyin kralıdır” -fakat farklı insanlar farklı krallara itaatederler:

Eğer bir insana, bu kim olursa olsun, tüm dünya kavimleri arasındanen iyisi olduğunu sandığın inanç kümesini seç desek, önündeki inançkümelerinin her birinin diğerlerine göre iyi ve kötü yanlarını iyiceölçüp biçtikten sonra, ister istemez kendi ülkesine ait olanını seçer.İstisnasız herkes içinde büyüdüğü dinin, âdet ve geleneklerin en iyisiolduğuna inanır.

Kralın hükümranlığı genellikle sadece güce değil birtakım

( haklılık zeminlerine (rights) de dayanır. Herodot aynı şeyin âdet i vegelenekler için de doğru olduğunu ima eder. Mısır’ı işgal edenCambyses tapınakları yakıp yıkar, kadim yasalarla alay eder, me-zarları açıp ölüleri yoklar ve tanrı heykeliyle eğlenmek için Hep-haestus tapınağına girer. Cambyses’in tüm bunları yapmaya gücüvardı. Ama Herodot’a göre aydın bir insan değil, “tam bir zırdeliydi;yoksa Mısır’da kadim yasa ve geleneğin kutsal saydığı her şeyesaldırmasını, her şeyle alay etmesini anlamak mümkün değildi.”(Dikkat edilirse, aynı akıl yürütmeyle, Ksenofanes’in “kadim yasa vegeleneğin kutsal saydığı her şeye” saldırması, onlarla alay etmesi dehastalıklı ve aklından zoru olan bir kafaya işaret eder; yoksa biraydınlanmaya değil. Krş. bir sonraki bölüm.) Özetle:

R4: yasalar, dini inançlar, âdet ve gelenekler tıpkı krallar gibi sınırlı bir alanda hüküm sürerler. Hükümranlıkları ikili bir otoriteye dayanır -güçlerine ve bu gücün hak sahibi bir güç olmasına: hükümleri kendi alanlarında geçerlidir.

R4, Herodot’un büyük çağdaşı Protagoras’ın görüşleriyle de uyumiçindedir. Plüton’un Protagoras diyaloğunda “Protagoras” isimli ka-rakter yaklaşımını iki yerde açıklar; ilkinde bir hikâye ile, İkincisinde“gerekçelendirerek” (324d7). Hikâyeye göre Epimetheus Tanrılar vePrometheus tarafından tüm yaratıkları uygun güçlerle donatmakla gö-revlendirilir; fakat zeki bir kişi olmayan Epimetheus insan soyuna ge-lene kadar elindeki tüm güçleri dağıtmıştır; insanoğlu maharetsiz vekorunmasız, açıkta kalır. Bu hatayı düzeltmek isteyen Prometheusinsan soyuna verilmek üzere Hephaestos ve Athena’dan ateşi ve sa-natları çalar. Artık insanoğlu neslini sürdürebilecek fakat barış içindebir arada yaşayamayacaktır.

Bu yüzden soyumuzun toptan yok olmasından korkan Zeus, insanlarabaşkalarına saygılı olma özelliği ve adalet duygusu dağıtmak ve böy- lecesitelerimize bir düzen getirmek, bir dostluk ve beraberlik bağı yaratmaküzere Hermes’i görevlendirdi.Hermes, Zeus’a bu armağanları insanlar arasında nasıl dağıtacağını sordu.“Bunları sanatlardaki gibi, örneğin meslekten olmayan birçok insana karşılıkyetişmiş bir hekim yeterlidir ilkesine göre dağıtabilir miyim? Tabi bu diğeruzmanlık alanları için de geçerli. Hem-

cinslerine saygı ve adaleti de yine bu şekilde mi dağıtayım, yoksa herkeseeşit bir şekilde mi?“Herkese” diye cevap verdi Zeus. “Herkes ondan nasibini almalı. Eğersanatlarda olduğu gibi bu erdemlerden yalnızca birkaç kişi nasiplenirseortalıkta site filan kalmaz. Dahası benim adıma şu yasayı da koy: kim kibu erdemlerden payına düşeni almaz, sitenin laneti sayılır ve ölümegönderilir” (Protagoras, 320d ve devamı; özellikle 322c ve sonrası;alıntılar Guthrie’den).

Hikâyeye göre adalet Zeus’un yasasının bir parçasıdır. Onun somut,özgül ifadeleri olan kurum, âdet ve gelenekler de yine ikili bir otoriteyedayanırlar: insani kuramların gücü ve Zeus’un gücü. “Protagoras”bunların nasıl yürürlüğe sokulduğunu şöyle açıklar:

Çocuk kendine söylenenleri anlamaya başlar başlamaz bakıcısı, annesi,özel öğretmeni ve babası, yaptığı ya da söylediği her şeyde ona bir şeyleröğretmek, “bu doğru bu yanlıştır, bu şerefli bu utanç vericidir, bu sevapbu günahtır: şunu yap şunu yapma” diyerek onu mümkün olduğunca iyibir insan olarak yetiştirmek için biribirleriyle yarışırlar. Eğer söz dinlerse,ne âlâ. Yok dinlemezse, tıpkı eğri büğrü bir kalası kalıba vurur gibi, onugözdağı ve dayakla yola getirirler (325c3 ve devamı).

Anlatılanlardan anlaşılacağı üzere Protagoras yasaların olması vemecbur tutulması gerektiğine inanıyordu. Ve yine inanıyordu ki yasa vekurumlar mutlaka yönetme iddiasında oldukları top- lumların isterlerineuyarlanmalı ve adalet o toplumlann ihtiyaç ve koşullarına “göre” tarifedilmeliydi. Ne o ne de Herodot diğer sofistler ve sonraki “göreciler” gibi,bu kimi toplumlarda geçerli kimi toplumlarda geçersiz kurum veyasaların o yüzden keyfi ve istenildiği gibi değiştirilebilir olduklarını önesürmediler. Bu noktayı vurgulamak önemli, çünkü öyle görünüyor kigöreciliği eleştiren birçok kişi peşinen böyle bir çıkarsama yapılabileceğinisanıyor: oysa yasa ve kurumlan savunarak ve onlara uyulmasınısağlayarak da göreci olmak mümkündür.

Protagoras’m felsefesinin “göreci” bileşenleri iki kaynaktan çıkış alır.İlki, bir rivayete göre, Protagoras Güney İtalya’daki pan- Helenik Thurikolonisi için özel yasalar hazırlamıştır. İkincisini ise, Platon’un uzun uzunProtagoras’a atfedilen düşünceleri tartıştığı

Theaetetus diyalogunda bulabiliriz. Bu kitaptaki tartışma, doğrudanProtagoras’la özdeşleştirilen birkaç parçadan biriyle başlar:

R5: insan her şeyin ölçüsüdür; olanların olduklarının, olmayanlarınolmadıklarının ölçüsü. (152al ve devamı).

Bir önceki kesimde, özellikle de 24. Dipnot’ta (ve ilgili metinde)işaret ettiğim gibi R5 (en azından) iki şekilde yorumlanabilir: “peşinden”doğru dürüst tanımlanmış ve belirsizlikten uzak birtakım sonuçlar“getiren” bir öncül olarak; ya da açık bir tanım vermeksizin genel birgörüş ima eden pratik bir iş görme usûlünün ifadesi olarak. İlk durumda(mantıkçıların taraf olduğu yorumdur bu) cümlenin anlamı onunuygulanmasına ya da tartışılmasına geçilmeden önce kuruludur; ikincidurumda (bilimlerde ya da başka alanlarda son derece verimlitartışmalara damgasını vurmuş olan yorumdur bu) cümleninyorumlanması onun uygulanma ya da tartışılmasının bir parçasıdır.25

R5’in açıklanış tarzı (152al-170a3) ve tartışmayı zenginleştiren birçokikincil diyalog İkincisini benimsediği izlenimini verse de Platon’ungönlünde yatan birinci yorumdur. Ama tutumu da yeteri kadar açıktır:sabitleştirip çürütebileceği bir R5 versiyonu arar ve bulur;

R5a: birine bir şey öyle görünüyorsa, ona göre öyledir (170a3 vd.).

Burada “öyle görünen şey” ile kastedilen, bir kişiye bir şekilde hitapeden (incelenmiş ya da incelenmemiş) bir kanıdır.

Platon bu yorumu baz alarak R5’i üç temel noktada eleştirir.İlk eleştiri bir gözlemle başlar (170a6 vd.): kendi kanılarına gü-

25. Aradaki fark çevirilere yansır. İlk durumda çeviri kesin terimler kullanmak zorundadır;örneğin anthropostun somut bir insan mı, genel olarak insanlık mı, yoksa idealize edilmiş,düşünen ve yargıda bulunan bir varlık mı olduğuna açıklık getirmelidir. İkinci durumda gevşekve açık-uçlu bir çeviri işin püf noktasını yakalayacaktır. Söz konusu sorunlar Kurt von Fritz’de(“Protagoras”, Schriften zur Griechischen Logik, Cilt 1, Stuttgart 1978, s.111 vd.) ve ayrıcaGuthrie'nin filolojik yorumları arasında {A History of Greek Philosophy, Cilt 3, Cambridge 1969, s.188 vd.) anlatılır. Charles H. Kahn (“The Greek Verb ‘to be' and the Concept of Being”,Foundations of Language, Cilt 3, 1966, s.251 ve devamı ve The Verb Be in Ancient Greek, Dordrecht1973, s.376) inandırıcı argümanlar eşliğinde çevirinin şöyle olması gerektiğini söyler: “İnsanolanın öyle olduğunun ölçüsüdür” (Man measures what is so [is the case] that it is so [that it isthe case])

venen az sayıda insan vardır. Büyük çoğunluk uzmanların tav-siyelerine kulak verir. Dolayısıyla R5a neredeyse herkes açısından vehakikati insani kanılarla ölçtüğü için de, Protagoras açısından yanlıştır(171c5 vd.; krş. 179b6 vd.): “Protagoras dolaysız bir şekilde kendikanısının yanlış olduğunu gösteren başkalarının kanılarına hakikatatfetmekle yanlışa düşer.”

İkinci eleştiri uzmanların güvenilir öndeyilerie bulundukları oysaişin ehli olmayanların böyle bir şey yapamadıklarıdır (178a5 vd.). Bubağlamda tıptan bir örnekle “karacahil bir kimse hekim tersini söylesede yakında ateşinin yükseleceğine inanıyor olabilir; burda her ikikanının da doğru çıkacağını söyleyebilir miyiz, yoksa yalnızca birisimi doğru çıkacaktır?” (178c2 vd.). Tabii ki birisi, der Platon -bu daR5a’nın geçersiz olması demektir.

Üçüncü eleştiri toplumun yapısıyla ilgilidir. “Toplumsal ko-nularda”, der Sokrates (172 1 vd.), “teori [yani R5a şeklinde okunanR5] bize bir devletin İyi ve Kötü, Adaletli ve Adaletsiz ya da DineUygun ve Dine Aykırı gibi yargıların söz konusu olduğu meselelerdeherhangi bir kanaati olabileceğini ve dolayısıyla da bunları yasa olarakkoyabileceğini -ki bunlar aynı zamanda onun Hakikat bildiği şeyler deolacaktır- ve doğal olarak hiçbir kimse ya da devletin bu meselelerdebir diğerinden daha bilge olmadığını” söyleyecektir. Fakat gelecektekigelişmeler bu inancın hatalı olduğunu ortaya koyabilir: bazı yasalardevleti korurken bazıları onun parçalanmasına yol açar; bazı yasalaryurttaşlara mutluluk getirirken bazıları yokluk, nefret ve felaket getirir.O nedenle Hakikat, kanı (bireysel ya da kolektif, demokratik ya.daaristokratik) zemininde aranamaz; ve R5a yanlıştır.

Bu argümanlar R5a’nın kamlar üzerine söylediklerini (kanılar on-lara sahip olanlar açısından doğrudur) yine kanılan kullanarak boşaçıkarır: uzmanlar meslekten olmayan insanlardan daha iyidir; birproblemi çözmeleri istendiğinde hepsi de aynı cevabı getirir; cevabıngelecekte doğru olduğu ortaya çıkar; insanlann büyük bir kısmı uz-manların değerlendirmelerine katılır -ve benzeri gerekçeler.

Fakat Platon bu diyaloğu yazdığı sıralarda bu kanılar po-pülerliklerini yitirecek ve birçok meslekten olmayan insanın olduğukadar birçok uzmanın da hücumuna uğrayacaktır. Örneğin Ancient Medicine'in yazan sağduyunun yerine anlaşılmaz teoriler koyan,

hastalık ve sağlığı kendi terimleriyle tanımlamaya çalışan tıp te-orisyenleriyle dalga geçer. Bir hekimden beklenen, diyordu yazar, sıhhatibozulan insanları iyileştirmesidir; o yüzden de ne istediğini hastalarınınbildiği, kullandığı sözcüklerle ifade edebilmesi gerekir {AncientMedicine, 15. ve 20. Bölümler, aşağıda Kesim F’de alın- tılanacaktır).Bazı hekimler hastalanmış bir bünyenin tamamıyla kendi kendinesağlığına kavuştuğu ve uzmanların muhtemelen bu süreci geciktirdiğiiddiasıyla tartışmaya katılmış ve halkın geniş bir kesimi de aynı kanaatevarmıştı (On the Art, 5. Bölüm). 4. Yüzyılda yazıldığı sanılan Nomos adlıküçük risale, tıp, diyordu (i. Bölüm),

. . . tüm sanatların en seçkinidir fakat onu uygulayan hekimlerin ve onları olurolmaz yargılayanların cehaleti sayesinde şimdi saygınlığı en aza inmiş sanathaline gelmiştir. Bana öyle geliyor ki buradaki yanlışın başlıca nedeni şu: tıp,şerefine leke sürüleceği korkusu hariç devletlerimizin hiçbir ceza uygulamasıgetirmek gereği duymadığı yegâne sanattır ve sicili bu konuda zaten yeterikadar kabarık olanlarsa şereflerinin lekelenmesine hiç aldırış etmezler. Böylesiadamlar tıpkı trajedilerde önemsiz rollere çıkan oyuncular gibidirler. Nasılbunlar oyuncu olmadıkları halde bir oyuncunun görünüşüne, kıyafetine vemaskesine sahipseler, işte bunlar da öyle; adma bakılırsa hekim çoktur, amagerçekte çok az hekim vardır (W.H.S . Jones çevirisi, Hippocrates, Cilt ii, LoebClassical Library, Cambridge 1967, s.263).

Aristofanes (Nub., 332 vd.; krş. Victor Ehrenberg, The People ofAristophanes, New York 1962), “şarlatan hekimleri” kâhinler,mirasyediler, “ditrambik güyaritimlinağmeüretenler” ve “göz-

densürmeyiçeken düzenbazlarca aynı grup altında sınıflandırır. Ondanmeslekten olmayan insanların sık sık ilaçlarını kendilerinin hazırladığını

öğreniyoruz (Thesmophoriazusae, 483); Plutos adlı eserinde şöyleyazıyor (407 vd.):

Bu kasabada doktor ne gezsin?Parası az, pek kazandırmıyor sanatları.

Bu dönem aynı zamanda eski kurumların adım adım yeni bir şeklesokulduğu, uzmanların kullanımıyla ilgili kararlar dahil temel politikkararların gitgide daha fazla insanın katılımıyla alındığı bir dönemdir.Bir cenaze töreninde yaptığı konuşmada

“Bizim kamu görevlilerimiz”, diyordu Perikles (Thukydides, Pe-

lepponesian War, 40, Modern Library College Basımı),

siyasetin yanında kendi özel iş-güçleriyle de uğraşırlar ve bizimnormal yurttaşlarımız, işleri başlarından aşkın olmasına rağmen,kamusal sorunlarda âdil bir yargıç gibi davranmayı ihmal etmezler,çünkü başka ka- vimlerden farklı olarak, bu ödevlerini yerinegetirmeyen birini ihtirassız değil nafile bir insan olarak gören bizAtinalılar, bizden kaynaklanmayan tüm olaylarda bir yargıyavarabiliriz; tartışmanın eylemin önündeki bir engel değil herzaman, herhangi bir aklıselim eylemin vazgeçilmez önşartıolduğunu düşünürüz. Yine yapbğımız tüm işlerde cesaret ve ihtiyatabidesi tek bir görüntü çizeriz, cesaret ve ihtiyat ikisi devarabilecekleri son noktaya varmış ve her ikisi de aynı kişidetoplanmıştır... Kısaca site olarak Yunanistan’ın okulu olduğumuzusöyleyeceğim...

Bu okulda yetişmiş Atina yurttaşları uzun bir uyarlanma sürecininürünü düşüncelere sahiptiler ve oldukça bilgili insanlardı; hiç dePlaton’un R5’i yorumlarken kullandığı deyimle münferit “öyle görme”nöbetlerine tutulmuş bir halleri yoktu. Bu gelişmeyi aktif olarakyaşamış bir Protagoras’m söz konusu ilkeyi formüle ederken daha çokikinci yorumu kastettiğini düşünemez miyiz? Tersinden söylersek,Platon’un RSa’ya karşı çıkardığı özgül düşüncelerin açıkça bu türnöbetlerden olduğu ve tam da bu yüzden bizzat Platon’un eleştirisi içinuygun bir hedef teşkil ettiği söylenemez mi? Böyle işin altını üstünühesaba kattığımızda R5’i daha esnek ve teknik bir tarzda, daha çokyukarda ikinci yorum olarak ifade ettiğim yaklaşıma uygun bir iddiayıdile getiren, örneğin şöyle bir tez olarak okuyabiliriz,

R5b- yurttaşların önüne konan yasa, âdet, gelenek ve olgularsonuçta insanlann bildirim, inanç ve algılarına dayanırlar ve buyüzden önemli meselelerin çözümünde ilgili insanlara (onlarınalgı ve düşüncelerine) başvurulmalıdır, soyut faillere ya dabilmemneredeki uzmaıüara değil.

R5b pratik ve gerçekçidir. Suni olaylar icat etmez ve sözünü ettiğidurumlar ele alman sorunlara bağlıdır. Eğer gündemde şehrin yasalanvarsa tezin ikinci kısmındaki tavsiye bize bunların tanrılar ya da yasakoyucu atalardan (geleneksel olarak yasaları ilk kez koyanlar

olarak kabul edilirler) çok yurttaşlar tarafından “ölçülmesi” ge-rektiğini söyleyecektir. Eğer “önemli meseleler” sağlık ve hastalık ise,sıhhati “ölçecek” olan, soyut teoriler arasında kaybolmuş doktor değilhasta bireydir. “Ölçme”, karmaşık bir durumla o duruma dahil olaninsanların aklından öylesine gelip geçen düşüncelerin karşılaştırıldığıbir süreç değildir artık; öğrenmeyi de içermektedir (167bl vd.).Şüphesiz bazı hastalar kafalarındaki ne olduğu belirsiz sıhhatdüşüncesine takılıp kalabilirler, ya da bazıları köle gibi gözdedoktorların dediklerini harfiyen yerine getirebilirler, fakat kitap ka-rıştıran, çeşitli doktorlara, üfürükçülere, şifa ocaklarına danışan vekendi başına bir sonuca varmaya çalışan hastalar da olacaktır. Si-yasette bazı yurttaşlar tartışmalara kulaklarını tıkayarak kendi “kolaycıhislerine” güvenebilir, bazıları kendi kararını önde gelen po-litikacıların söylediklerini dinledikten sonra verebilir. R5b’ye göretüm bu bireyler önlerine gelen sorunu “ölçmektedirler”.

Bu noktadan sonra Platon’un eleştirileri R5b için geçerli değildir.tik eleştirisi amacına ulaşmaz çünkü “kanı” burada uzmanların

kanılarına güvenmeyi de içermektedir. İkinci eleştiri uzmanlarındamgasını taşıyan bir toplulukta işlerlik kazanır -ki bu da R5b’ye tersdüşmez. Üçüncü eleştiri çöker, çünkü gelecek kuşaklar tarafındanyorumlanacağı şekliyle gelecek olaylar tıpkı bugünkü gözlemcilertarafından yorumlanan şimdiki olaylar kadar “ölç- meler”dirler:toplumsal ve siyasi konularda tam ve değişmez bir bilgi yoktur. ÖzetlePlaton’un temel eleştirisinin uzman bilgisine olan dogmatik birinançla Protagoras’ın veciz ifadesinin haksız bir şekilde daraltılmış biryorumu üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz.

Platon’un itirazları üzerine söyleyeceklerim bu kadar değil. Platon,uzmanlan her şeyin mükemmelini yapabileceklerinden dolayı işekarıştınyor değildir, esas neden onların başarılı olacaklanna olaninancıdır: çünkü uzmanlar doğruyu bilirler ve gerçeklikle te-mastadırlar. Başarı ve başansızlığın nihai ölçütü uzmanlar değil,doğruluk ve gerçekliktir. İyi düşünce, usûl ve yasalar Platon’a göre, nepopüler düşünce, usûl ve yasalardır ne de kral, halk ozanı ya dauzmanlar tarafından desteklenen şeylerdir; iyi düşünce, usûl ve yasalar"gerçekliğe uyan” ve bu anlamda doğru olan şeylerdir. Bakalım R5 bunokta hakkında neler söyleyecek.

D. PROTAGORAS’TA DOĞRULUK VE GERÇEKLİK

Olanla Öyle görünen, doğruyla yanlış, gerçek olgularla olduğusöylenen ya da > sanılan olgular arasında ayrım yapmak Pro- tagoras’ınR5’i formüle etmesinden çok önce de (çoğu kez yalnızca ima boyutundada olsa) sağduyu söyleminde yapılagelen bir şeydi. “Homeros veSofokles’te olduğu kadar en çağdaş deyimlerden birinde de geçtiği gibi,doğruyu söyleyen biri onu ‘olduğu gibi anlatır’, yalancı ise olduğundanbaşka türlü”.26

Parmenides başta olmak üzere Sokrates öncesi filozoflar bu ayrımıderinleştirerek ikiciliğe (doğru-yanlış) net bir yapı kazandırdılar. Ayrıca,var olduğu söylenebilecek her şeye tektip bir açıklama da getiriyorlardı.Bu açıklamalar diğer felsefi olmayan “olduğu gibi anlatma” şekilleriyleçatışıyordu. Filozoflara göre çatışma sağduyunun gerçeğe ulaşmakapasitesinin olmadığım gösteriyordu. Örneğin Demokritos “acı ve tatlıbirer kanıdır, renk bir kanıdır -hakikatte ise atomlar ve boşluk vardır”27

iddiasında bulunurken Parmenides “insanların yollarını” (Bl,27),“defalarca yaşanmışlığa dayalı alışkanlıkların peşinde” (B7,3) “sürüklenipgiden hem kör hem sağır, huzursuz ve kararsız” (B6, 6 vd.) “çok”unyollarını reddediyordu, Böylece sıradan insanların olduğu kadarsanatçıların, hekimlerin, generallerin, denizcilerin hayatında da önemliolaylan tarif etmekte kullanılan “bu kırmızıdır” ya da “şu hareket ediyor”gibi ifadeler itiş kakış doğruluğun saltanat sahasından çıkarılmışlardı.

Protagoras’ın bir amacı da bu tür ifadelere eski itibannı kazandırmakmışgibi görünüyor. “Sen ve ben”, der gibidir Protagoras, “ve-hekimlerimiz,sanatçılarımız, zanaatkârlanmız birçok şey biliriz ve bu bilgi sayesinde

kendi halimizde yaşarız.

26. Kahn, The Verb Be, Dordrecht 1973, s.363; krş. s.365, 369. Buradan çıkarılacaksonuçlar konusunda ayrıca bkz. Felix Heinimann, Nomos and Physics, 2. Bölüm,Basel 1945 ve Kurt von Fritz, “Nous, Noein and their Derivatives in PresocraticPhilosophy”, Classical Philology, Cilt 40,1945, s.223 ve devamı ve Cilt 41,1946, s. 12 vedevamı.27. Diels-Kranz, Fragman B9. Reinhardt'a göre (V.E. Alfieri, Atomos Idea, Floransa1953, s.127), fragmandaki nomö sözcüğü Parmenides’in nenomistai sözcüğüne (B6,8)paralel bir anlamda kullanılmıştır, ki o zaman (Heinimann, a.g.e., s.74 vd.) çeviri şuşekli alır: “çokun alışkanlık gereği inanageldiği gibi” (“being customarily believed bythe many”) (ama doğru değildir).

Şimdi bu filozoflar tutup bizim bilgimizin sünepe deneyime da yalıkanılar olduğunu söylüyor ve ‘çok’la, yani bizim gibi insanlarla bir avuçaydınlanmışı, yani kendilerini ve acayip teorilerini karşı karşıya koyuyor.Her şey iyi güzel de, bilebildiğim kadarıyla doğruluk bizimle tecelli eder,bizim ‘kanılarımız’ ve bizim 4 deneyimlerimiz’le; ve şeylerin ölçüsüsoyut teoriler değil biziz, biz ‘çok’lar”.28 Protagoras’m duyumlara buanlamda başvurduğu düşünülebilir (Theaetetus, 152bl vd.): Protagoras’agöre “duyumlar” ne Platon’un R5’i zora sokmak için inşa ettiği teknikşeylerdir (156a2 vd.) ne de Ayerci duyu verileridir; bunlar sokaktakiinsanın çevresinde olup bitenleri değerlendirirken temel aldığı şeylerdir.Şeyler bir kimse için ancak o kimse tarafından sıcak ya da soğuk olarakhissedildikleri zaman sıcak ya da soğukturlar, yoksa bir filozof elindekiteoriyle Sıcak ya da Soğuk’un (Empedokles’in soyut “elementler”indenikisi) mevcudiyetini resmen bildirdiği zaman değil. Protagoras’mmatematik üzerine düşünceleri de (bir çember bir teğete tek bir noktadadokunmaz, Aristoteles, Metafizik 998a) aynı tutumu yansıtır: pratikkavramlar insan eyleminden ayrılmış kavramları hükümsüz kılar(günümüz konstrüktivistleri de benzeri bir yol tutmuşlardır).29 Gerekönceki

28. Homeros’tan Aristoteles’e Yunan felsefi söylemindeki “çok” ibaresi üzerine krş. Hans-Dieter Voigtlander, Der Philosophe und die Vielen, Wiesbaden 1980. Protagoras s.81 vedevamında ele alınır. “Hiç kimse”, diye yazar Victor Eh- renberg (From Solon to Socrates,Methuen, Londra ve New York 1973, s.340), “cümle [R5] ya da çevirilerinin açık ve ne anlamageldiği belliymiş gibi davranamaz. Ek açıklamalar verilmesini gerektirir, yani anlamı hiçbirşekilde apaçık değildir . . . Muhtemelen Protagoras, bildiğimiz basit anlamıyla duyumdan ötebir şeyi kastediyordu. . . Temel fikri, pozitif bir içerik olarak ortada duran ve insanları ilk ve herokumalarında etki altında bırakan temel fikri metron ant- hropos'tur, yani insana verilen merkezikonumdur.” Ben şunu da ilave edeceğim: sıradan, günlük koşturmacası içindeki insana, yoksaşu soyut teoriler icat etmekle meşgul insana değil.

29. Bu yorum E. Kapp tarafından öne sürülmüştür (Gnomon, Cilt 12, 1936, s.70 vd.). Kurt vonFritz, Kapp’ın görüşlerini benimser (adı geçen makale, Dipnot 144): “Protagoras" adlımakalesinde (krş. Dipnot 25) Protagoras’ın ifadesini Ancient Medicine'in yazarının şikayetleriylekarşılaştırır ve aralarında paralellikler bulur. Bilindiği gibi bu eserde yazar hastalık ve tedaviyöntemlerini tedavi için alınması gereken somut yiyecek-içecekler Hakkında (sıcak süt? ılıksu?) ya da hastaya musallat olmuş somut rahatsızlık hakkında (ishal) tek bir kelime bile et-meksizin Sıcak, Soğuk, Nemli ve Kuru gibi soyut varlıklar cinsinden tanımlayan tıpteorisyenlerini eleştirir. Von Fritz burdan şöyle bir sonuca çıkar (s.114): Pro- tagoras’ın ifadesi,“esas olarak tutarlı bir duyumculuk, görecilik ya da öznelcilik

kesimde verdiğim argümanlar (“ölçme” koşullara bağlıdır; “kanılar”oldukça karmaşık yollardan edinilmiş olabilirler) gerekse yukardasunduğum değerlendirmeler Protagoras’ın sağduyunun doğruluğukurmakta başvurduğu yolları yeniden gündeme getirdiğini ve onlarıöncellerinin soyut iddiaları karşısında savunduğunu gösteriyor. Ancakhikâye bundan ibaret değil.

Protagoras doğruluk meselelerinde sağduyuya dönerken yanlışlıkkonusunda oldukça sağduyuya aykırı düşünceler geliştirmiştir.Euthydemus 286c ve Theaetetus 167a7 ve devamına göre Protagoras,(doğru olarak konuşma niyet ve çabası içinde olup da buna rağmen)yanlış önermede bulunmanın imkansız olduğunu düşünüyordu. Öyleanlaşılıyor ki bu öğreti Parmenides’te bulunan (B2, 8; B8, 7) ve Gorgiastarafından kullanılmış (Var Olmayan Üstüne ya da Doğa Üstüne) birdüşünceyle bağlantılıydı. Bu düşünceye göre yanlış cümleler hiçlikhakkında oldukları için hiçbir şey söylemezler: geleneksel doğrulukölçüleri olan algı ve kanı yanılmaz ölçülerdir ve farklı birey, grup ya dakavimlerin yansıttığı dünyalar onların algıladığı ve tanımladığı gibi olandünyalardır -hepsi de eşit ölçüde gerçektir. Ancak hepsi de eşit ölçüde iyi

ya da yararlı değildir (içinde yaşayanlar açısından). Hasta biri her şeyintatsız göründüğü ve o yüzden de tatsız olduğu bir dünyada yaşar (166e2vd.), fakat orada mutlu değildir. Irkçı bir toplumun üyeleri insanlarınbazılarının yaratıcı ve cömert, ba- zılarmınsa parazit ve kötü şeklindekeskin bir şekilde ikiye ayrıldığı bir dünyada yaşar -fakat hayatları pekhuzurlu değildir. Her iki örnekte de bir değişiklik arzusu ortaya çıkabilir.Peki değişiklik nasıl gerçekleşecektir?

formüle etmek amacıyia tasarlanmamıştır, daha çok Elealıların [bu filozoflara görevarlığın parçası yoktu ve değişmiyordu] ya da Herakleitos’un [ona göre yalnızcadeğişim vardı] ya da communis opinio’dan (sağduyu) iyice uzaklaşmış daha başkafilozofların tuhaf felsefeleriyle bir sağduyu felsefesini yüzleştirmek istiyordu; tıpkıbilimlerini genel felsefi ve bilimsel ilkelerden türeten bir tıp okuluyla, tamamıyladeneysel bir tıbbı yüzleştirmiş ve tıbbi teorinin ancak meslekten olmayan insanlartarafından anlaşılır olması halinde bir anlamı olabileceğini açıkça belirtmiş AncientMedicine'nın yazarı gibi." Ayrıca krş. F.M. Comford (Plato’s Theory of Knowledge, NewYork 1957, s.69): "[Theaetetus”ta okuduğumuz, 164c-165e] tüm itirazlar aslında‘algılama’ dediğimiz şeyin hafızadaki fikir ve imgelerin farkında olmayı da içerecekşekilde geniş tutulması gerektiğini ortaya koymaktadır.”

Protagoras’a göre değişiklikler aklıselim kişiler (wisemen) ta-rafından yaratılır (166dl vd.). Aklıselim insanlar yanlışı doğruya,görünüşü gerçekliğe çevirmezler, ama rahatsız edici, acılı ve yıl-dırıcı bir gerçekliği daha iyi bir dünya haline getirirler. Tıpkı birhekimin ilaçlar yardımıyla bir insan bireyinin içinde bulunduğugerçek ama acı verici bir durumu, aynı ölçüde gerçek ama iyi vekabul edilebilir bir duruma (aynı ya da değişmiş bireyin yaşadığı)çevirmesi gibi, aklıselim kişi de sözcükler yardımıyla (bir birey yada tüm bir sitenin yaşadığı) kötü ve tahripkâr bir durumu yararlı birdurum haline çevirir. Dikkat edilirse bu yaklaşıma göre, kullanılanusûlün başarısını değerlendirecek olan aklıselim kişi değil birey yada sitedir. Yine dikkat edilirse bu değerlendirme, tekrardanaklıselim kişi üzerinde de etkili olarak onun uzmanlık durumunundaha da ileri bir safhaya varmasına ve boylece daha iyi birdanışman haline gelmesine yol açabilir. Son olarak, demokraside“aklıselim kişi” genel meclisle temsil edilen yurttaşlartopluluğudur: meclisin söylediği bir şey hem o toplum hakkındakibir doğrudur hem de o toplumu değiştirmenin bir aracı; ve meclisinkararlarıyla yaratılan gerçeklik tersinden onun usûl ve düşüncelerinideğiştirmesinin de bir aracıdır. Bu, Protagoras’ın doğruluk vegerçeklik teorisinin bir doğrudan demokrasinin işleyişiniaçıklamakta nasıl kullanılabileceğini gösteriyor.

Protagoras’ın görüşleriyle bizim daha yakın olduğumuz felsefive bilimsel nesnelcilik türlerini karşılaştırmak ilginç sonuçlar verir.Nesnelcilik algı ve düşünceleri ne olursa olsun herkesin aynıdünyada yaşadığını iddia eder. Birtakım özel gruplar(astronomiciler, fizikçiler, kimyacılar, biyolojiciler) bu dünyayıkeşfeder, diğer birtakım gruplarsa (politikacılar, sanayiciler, diniliderler) insanları bu dünyada yaşayabileceklerine inandırır. Öncenesnel gerçeklik imalatçıları çeşitli hayalleriyle sahne alırlar, sonramadde ve toplum mühendisleri onların vardığı sonuçlarla ahalininarzu ve ihtiyaçlarını, yani Protagoras’m tanımladığı anlamdagerçekliği birleştirirler. Protagoras bu iki işlemi tek bir işlemeindirger: “gerçeklik” (nesnelcilerin diliyle konuşacak olursak)insani arzuları daha dolaysız bir şekilde doyurmaya çalışarakkeşfedilir; düşünce ve duygular birlikte iş-

lerler (ve belki de hiç ayrılmamışlardır). Teori ve pratiği, düşünce veduyguyu, doğa ve toplumu birbirinden ayıran, nesnel gerçekliği biryana, deneyim ve gündelik yaşantıyı öteki yana koyup aralarına titizbir sınır koyan nesnelcilerin işe epeyce metafizik öğe karıştırıyorolmalarına karşılık Protagoras’ın yaklaşımının oldukça mühendisçebir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Giderek biraz dahabenzeyecekleri bir gerçeklik yaratacak şekilde çevrelerinideğiştirmeye çalışan nesnelciler şüphesiz soy bir Protagorasçı gibidavranmaktadırlar, ama Pro- tagorasçı aklıselim kişi gibi değil.Aklıselim olmak için yaklaşımlarını “görelileştirmeleri” gerekir. Vebunun zaten onların mevcut pratiğinin bir parçası olduğunu gösterenbirçok işaret vardır.

Bu işaretlere nesnelcilerin bir değil birçok dünya inşa ettiklerinisöyleyerek başlayabiliriz. Şüphesiz bu dünyalardan ba- zılandiğerlerine göre daha yaygındır fakat bu, (nesnellik diye adlandırılandeğere ek olarak-bkz. Kesim B) belirli değerlerin belirli değerleretercih edilmesinden ileri gelmektedir, yoksa onların içkin birüstünlükleri olduğundan değil: ölçümle kaydedilen sonuçlar nitelikleretercih edilir, çünkü dengeli uyarlanma biçimlerine karşılık teknolojikdeğişiklik tercih edilmektedir; doğa yasaları ilahi ilkeleri hükümsüzkılar, çünkü bu yasalar daha tekdüze bir tarzda işlemektedir -vb.Çoğulculuk botanik ve reoloji (maddenin sıvı halini inceleyen bilimdalı-ç.n.) gibi adam yerine konmayan niteliksel disiplinler yanındamoleküler biyoloji gibi oldukça değer verilen deneysel girişimleri yerveren bilimleri etkisi altına alıyor. En temel bilim dalı fizik şimdiyekadar tek tip bir uzay, zaman ve madde açıklaması verememiştir. Buyüzden (tumturaklı vaadler ve suni popülerleştirmeler dışında)elimizde olan, çeşitli modeller üzerine kurulmuş ve sınırlı alanlardabaşarı gösteren çeşitli yaklaşımlardır; yani halen yürüttüğümüz pratikProtagorasçı bir pratikten başka bir şey değil.

İkincisi, özel bir modelden pratik meselelere geçiş çoğu kez sözkonusu modelde öyle değişiklikler yapılmasını gerektirir ki odurumda tümüyle yeni bir dünyadan bahsetmek daha doğrudur.Çeşitli ülkelerde endüstri sektörü araştırma işini üniversite ve mü-hendislik okullarından kendi üzerine alarak ve kendi somut ih-

tiyaçlarına uygun usûller geliştirerek bu iddiamızı doğ-rulamaktadır.Teknolojik projelerin muhtemel etkilerine dair ça-lışmalar, ekolojik incelemeler, toplumsal programlar sık sık mevcutbilimin cevapsız bıraktığı çeşitli sorunları su yüzüne çıkarır; buçalışmalara katılan araştırmacılar uzman bilgisinin sınırlılığınınüstesinden gelmek için yeni tahminlerde bulunmak, sınırları yenidenbelirlemek ya da sil baştan yeni düşünceler geliştirmek zorundakalırlar. Üçüncüsü, başta sağlık, tarım ve sosyal mühendislik alanlarıolmak üzere nesnelci yaklaşım çalıştığı alanda ancak gerçekliği kendikoyduğu modellere uymaya zorlayarak başarılı olabilir; tabii zamanlabu çarpıtılmış toplumlar da ister istemez zorla sokuldukları omodellerin özelliklerini sergilemeye başlayacaktır. Yine bu datamamen Protagorasçı bir usûldür, ama bir farkla. Pro- tagorasçıkomuta zincirini tersine çevirmiştir: müdahale edilen insanlarındeğerlendirmelerini değil müdahaleci konumdaki bi- limadamlarmındeğerlendirmelerini dikkate alır. Dördüncüsü, müdahale çoğu kezhassas amaç-araç dengesini altüst eder ve yarardan çok zarar getirir-bu şimdi “kalkınma programcıları”nın kendilerinin de farkına vardığıbir olgudur. The Constitution of Liberty (Chicago 1960, 4. Bölüm,s.54) adlı çalışmasında F.A. von Hayek, “özgürlük teorisinde iki farklıgelenek” arasında bir ayrım yapar, “biri deneysel ve sistemsiz, diğerispekülatif ve akılcıdır - biri, kendiliğinden gelişmiş ama hakkıylaanlaşılmamış gelenek ve kuramların yorumları üzerinde temellenir,diğeri sık sık denenmiş ama hiçbir zaman başarılı olamamış birÜtopya’nm inşasını amaçlar”. Sonra da niçin ilkinin İkinciye tercihedilmesi gerektiğini açıklar. Ve “görünüş” nosyonuyla anınkestirilemez doğası karşısında kısmen kavranarak kısmen farkındaolunmadan gerçekleştirilmiş uyarlanmaları anlatan Protagorasçı bakışaçısı ile bu ilk gelenek arasında çok yakın bir ilişki vardır. Eğer bir debu uyarlanma sürecinde tartışma önemli bir rol oynar ve tartışma her-kesin bir “aklıselim kişi” olarak davranma hakkı olduğuna inanan biranlayışa sahip bir özgür yurttaşlar meclisi tarafından yürütülürse,benim demokratik görecilik diye adlandıracağım bir duruma gelmişoluruz. Aşağıdaki kesimde biraz ayrıntılı bir şekilde bu toplumbiçimini tartışacağım. Ancak ona geçmeden önce tartışma nosyonuüstüne bir şeyler söylemek istiyorum.

Protagoras’a yöneltilen ana itirazlardan biri, farklı Pro- tagorasçıdünyaların çatışmayacağı, dolayısıyla da bu dünyaların sakinleriarasında bir tartışmanın imkansız olduğu şeklindedir, Dışardaki birgözlemci için bu doğru olabilir ama bir anlaşmazlık olduğunu farkederek, gözlemcinin iznini almaya gerek duymadan' bir tartışmabaşlatabilen katılımcılar açısından doğru değildir. Bir tartışmayakatılan tarafların (diyelim A ve B) tartışabilmesi için karşılıklıetkileşim sürecinden ayrılması mümkün ve tarafların bu etkileşimdeüstlendikleri rollerden bağımsız olarak değerlendirilebilir birtakımöğelerin (anlamlar, niyetler, önermeler) paylaşılıyor olması gerekmez.Bu tür öğeler olmuş olsaydı bile bir soru hâlâ cevapsız kalırdı: insanyaşamlarının dışına düşen bu öğeler nasıl oluyor da bir iddia, tez ya dainanç halinde bu yaşamlara girip tartışan taraflar üzerinde, onlarınbilinç ve eylemlerini değişikliğe uğratan bir etkide bulunabiliyorlar?Gereken şey A’mn B ile, onun da farkındaymış göründüğü ve uygundavranışlarla belli ettiği bir şeyleri paylaştığı izlenimini edinmesi;semantikçi bir C’nin A ve B’yi inceleyerek paylaşılan bu şeyler veonların karşılıklı konuşmayı nasıl etkilediği üzerine bir teorigeliştirebilmesi; ve A ve B’nin Ç’yi okuyarak söylediklerinin yerindeolduğu izlenimine varmasıdır. Gerçek düzeyde gereken ise çok dahaazdır: A ve B’nin C’yi okuyarak bulduklarını kabullenmeleri gerekmez-ama onun düşüncelerine değer veren bir meslek bulunması halinde Cyine de işine ve saygı görmeye devam edebilir. Fakat bir insanın itibarıher şeyden önce eylemlerinin başkaları üzerinde yarattığı izlenimebağlı olarak batar ya da çıkar. Daha yüksek bir makama başvurmak,eğer o makamın bir saygınlığı yoksa, yani taraflardan birinin bilincindebir başvuru makamı olarak mevcut değilse, anlamsızdır.

E. DEMOKRATİK GÖRECİLİK

R5b şeklinde okunacak bir R5, modem felsefi analiz ve “ay-dınlatmaların bizi inandırmak isteyeceğinden çok daha büyük biröneme sahiptir. İnsanlara doğayla, toplumsal kurumlarla ve bir

biriyle ilgili girişimlerinde rehberlik edebilir. Bunu açıklamak içinişe biraz tarihsel arkaplan vererek başlayacağım.

Farklı gruplar arasındaki yakın işbirliğine dayalı toplumlarınçoğunda özel bilgiler ve özel becerilerle donanmış uzmanlar vardır.Öyle anlaşılıyor ki avcılar ve toplayıcılar hayatlarını idame ettirmekiçin gereken tüm bilgi ve becerilere sahiptiler. Geniş ölçekli avcılıkve tarım zamanla işbölümüne ve daha sıkı toplumsal kontrolbiçimlerine yol açtı. Uzmanlar bu gelişme sonucunda ortaya çıkmışolmalılar: Homeros’un kahramanları savaş sanatında uzmandılar;Agamemnon gibi krallar ayrıca farklı kabileleri tek bir amaçetrafında toplamayı da biliyor; hekimler bedenleri sağaltıyor,kâhinler işaretleri yorumluyor ve kehanette bulunuyorlardı.Uzmanların toplumsal konumu her zaman yaptıkları hizmetinönemine denk düşmüyordu. Savaşçılar toplumun tehlike anındavazifeye çağrılan ama barış dönemlerinde özel bir etkileri olmayanhizmetkârları da olabilirler; toplumu kendi savaşçı ideolojilerinegöre biçimlendiren efendileri de. Bilimadamlarının bir zamanlar birtesisatçı kadar bile hükmü yoktu; bugün toplumun büyük bir kesimiolup bitenler konusunda onların gözüne bakıyor, onların görüşleriniyansıtıyor. Uzmanlar Mısır’da, Sümer, Babil ve Asurİmparatorluklarında, Hititler, Hurriler, Fenikeliler ve YakınDoğu’da yaşamış diğer kadim halklar arasında doğal karşılanırdı.Yıllar sonra ortaya çıkarılmış Taş Devri matematiği veastronomisinden bize kalan göz kamaştırıcı şeylerin gösterdiği gibi,Taş Devri’nde önemli bir rol üstlenmişlerdi. Uzman bilgisiningetirdiği sorunlara dair bilinen en eski tartışma MÖ 5. ve4. yüzyıllarda Yunanistan’da sofistler arasında ve sonraları Platonve Aristoteles’te geçer.

Bu tartışma konu çevresindeki modern sorun ve yaklaşımlarınçoğunu haber verir. Ortaya koyduğu düşünceler basit ve dobradobradır; modern entelektüel tartışmalarda görülen gereksiz teknikayrıntılarla tıknefes edilmemiştir. Hepiminiz bu yaşlı dü-şünürlerden, onların argüman ve görüşlerinden öğreneceği bir-şeyler var.

Tartışma tıp ve denizcilik gibi özel alanlardaki otorite sorununada takılıp kalmaz; iyi bir hayat ve âdil bir yönetim biçimikonusundaki soruşturmaları kapsayacak şekilde genişler: site ör-

neğin kral gibi geleneksel bir otorite tarafından mı yönetilmelidir,siyasi uzmanlardan oluşmuş bir kurul tarafından mı? Yoksa yönetimherkesin sorunu mu olmalıdır?

İki görüş belirir. Birinci görüşe göre uzman önemli bilgiler üretenve önemli becerileri olan bir kimseydi. Onun bilgi ve becerileri uzmanolmayan kimseler tarafından tartışma konusu yapılmamalı ya dadeğiştirilmemeliydi. Bu bilgi ve beceriler, toplum tarafından tamolarak uzmanların önerdiği biçimlerde devralmmalıydı. Başrahip, kral,mimar ve hekimlerin yaptıkları işi zaman zaman böyle algıladıklarıolmuştur -ve onların içinde faaliyet yürüttüğü bazı toplumların da.Ama Yunanistan’da (MÖ 5. yüzyıl, Atina) bu görüş alay konusuydu.30

ikinci görüşün temsilcileri uzmanların sonuç çıkarma sürecindeçoğu kez ufuklarını kısıtladığını söylüyordu. Tüm görüngüler yerineyalnızca belirli alanlardaki görüngüleri alıyor, hattâ onların da tümveçhelerini değil, zaman zaman oldukça dar- laşabilen kendi ilgi veçıkarlarıyla ilintili yönlerini inceliyorlardı. O yüzden uzmanlıksınırlarının ötesine geçen başka incelemeler yapılmadan uzmanlarındüşüncelerim “doğru” ya da “gerçek” -son nokta- kabul etmekbudalalıktı. Ve uzmanların mesleki amaçlarıyla toplumun amaçlarıarasında bir anlaşmazlık olup olmadığını araştırmadan söz konusudüşünceleri toplumda uygulamaya koymak, yine aynı derecedebudalalıktı. Hattâ bu konuda politikacıları bile ihmal etmemekgerekiyordu, çünkü politikacılar her ne kadar bir bütün olarak toplumlailgileniyorlarsa da, bunu parti çıkarları ve boş inanlarınınrehberliğinde, oldukça kısıtlanmış bir tarzda yapıyorlardı; başkalarının“doğru bilgi” diyebileceği bir bilgiye göre davrandıkları nadirdi.

Bu görüşü benimseyen Platon’a göre, bahsi geçen daha incearaştırmalar süper-uzmanlann, yani filozofların işidir. Filozoflarbilmenin ne demek olduğunu tanımlar ve toplum için neyin iyi ol-duğuna karar verirler. Birçok entelektüel bu otoriter yaklaşıma sıcakbakar. Bunlar sevgili insanoğlu adına göz yaşartıcı bir endişeduyabilirler, “doğruluk”tan, “akıP’dan, “nesnellik”ten, hattâ“özgürlük”ten dem vurabilirler, ama aslında tek istedikleri kendi

30. Krş. örneğin J. Burkhardt, Griechische Kulturgeschichte, Münih 1977, Cilt 4,s.118 ve devamı.

kafalarına göre dünyayı yeniden biçimlendirecekleri bir güçtür. Buhayalin, üzerinde kontrol kurmak istediği düşüncelerden daha az tekyanlı olacağını kabullenmek için hiçbir neden yok, öyleyse o dadikkatle gözden geçirilmelidir. Fakat bunu kim yapacak? Bu sefer dekonuyu havale ettiğimiz makamın kendi dar görüşlerini önümüzesürmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz?

Cevap (tartışmamız ilerledikçe açıklık kazanacağı üzere) özeltarihsel ortamlarda ortaya çıkmış demokratik yaklaşımdan gelir.“Doğal” toplumlar, üyelerinin fazla bilinçli bir planlama faaliyetiolmadan “büyümüştür”. Yunanistan’da, gerek özel alanlarda gereksegenel olarak toplum düzeyinde gündeme gelen büyük değişikliklerzamanla tartışma ve açık yeniden inşa konusu haline geldi. Periklesdönemi Atina demokrasisi her özgür insanın tartışmada sözüolabilmesine ve bir süre için herhangi, en geniş yetkilerle donatılmışbir makamda bile görev alabilmesine özen gösterdi. Bu özgünuyarlanma tipine çıkan adımların neler olduğunu bilmiyoruz ^ma;kesin olan bir şey var ki bu gelişme her açıdan hayırlıydı. Bugünbaşımızı ağrıtan çeşitli güçlüklerden anlıyoruz ki tartışma ve özelinde“akılcı müzakere” evrensel bir her derde deva değildir. Muhtemelen,saadetimize yönelmiş daha ince tehditleri kuşatamayacak kadarkabadır ve şu hayat vazifesini yerine getirmenin daha uygun yollarıvardır.31 Fakat kendini demokrasiye adamış ve ona uygun bir özgürlükve değerli hayat tarifi yapmış toplumlar, ne kadar alakasız olursa olsuntek bir düşünce kırıntısına bile kulaklarını tıkayamazlar. Siyasitartışmalar yurttaşların ihtiyaç ve arzularından başka ne hakkındadırki? Ve bu arzu ve ihtiyaçları

31. Bahsi geçen sorun daha yeni yeni anlamaya başladığımız dev bir konudur. Örneğin şubazı “Üçüncü Dünya” ülkelerinin yaşadığı sıkıntıların bu ülkelerdeki toprakların bileşimitibarıyla verimsiz olmasının ya da tarımla uğraşan kesimlerin ehliyetsizliğinin değilgüdümleyici Batı akılcılığının eseri olabileceği giderek iyice açıklık kazanıyor. Batıuygarlığının yayılma sürecinde birçok yerli halkın onuru ayaklar altına alındı, varkalmaaraçları yağmalandı. Uzun süre “ilkellerle ilgilenmenin en uygun şekli savaş, köleleştirmeve yok etmeydi. İnsancılların gangsterlerden her zaman daha iyi davrandıkları dasöylenemez. İnsan olmanın ne demek olduğu ve iyi bir hayatın nelerden oluştuğu ko-nularındaki görüşlerini yerli halklara dayatarak çoğu kez sömürgeci ecdadlarının birkıvama getirdiği yıkıma yeni katkılar sundular. Ayrıntılar için bkz. Dipnot 9'da zikrettiğimeserler.

yurttaşların kendilerinden daha iyi kim değerlendirebilir? Önce bir toplum“halkın” ihtiyaçlarına hizmet eder diye ilan verip ardından da otistuzmanlara (liberal, Marksist, Freudcu, her mezhepten sosyolog) buyrun“halk” “gerçekten” neye ihtiyaç duyuyor, neyi istiyor belirleyin demeksaçmalıktır. Şüphesiz halkın arzuları da dünyayı hesaba katmakzorundadır, yani: eldeki kaynakları, komşuların niyetlerini, silahlarını,politikalarını -hattâ geniş tabanlı, güçlü arzu ve nefretlerin bilinçdışıolabileceği ve ancak özel yöntemlerle anlaşılabileceği ihtimalini. Platon’ave onun modern ardıllarına (bilimadamlan, politikacılar, iş dünyasınınönde gelenleri) göre uzmana danışma ihtiyacı doğuran nokta işteburasıdır. Fakat temel sorunlar hakkında uzmanların da güya onlara akıldanışacak halk kesimleri kadar kafası karışıktır ve önerecekleri çözümyolları en az sağduyuda -Örtük halde- mevcut yollar kadar çeşitlidir.32 Sıksık vahim hatalar yaparlar. Dahası bir sorunun tüm nüfusu ilgilendirenveçhelerini hiçbir zaman değerlendiremezler, ilgilendikleri yalnızca onunes kaza kendi mevcut uzmanlık konumlarına denk düşen veçheleridir. Vebu konum çoğu kez yurttaşların yüz yüze olduğu sorunların çokuzağındadır. Uzmanların rehberlik ettiği ama yerlerine karar vermeyekalkmadığı yurttaşlar söz konusu miyoplukların nerden geldiğinisaptayarak onların giderilmesi için çalışabilirler.33 Jürili her duruşmauzmanların tanıklığına içkin sınır ve çelişkilere çeşitli örnekler sağlar vejüri üyelerini muğlak alanlarda akla yatkın tahminlerde bulunmakonusunda cesaretlendirir. Perikles dönemi Atina’sının (günümüzünbilimden mustarip demokrasilerinden farklıydı ve daha az yasakçıydı) si-

32. Örnek olarak Freudcuların, varoluşçuların, genetikçilerin, davranışçıların,nörofizyologların, Marksistlerin, teologların (merkezi organlardaki Katolikler; kurtuluşteolojiçiieri) kaç çeşit insan doğası tanımladıklarını, eğitim, savaş, suç, vb., konularındane kadar değişik iddialarda bulunduklarını gözünüzün önüne getirin.33. Robert Jungk nükleer güç üzerine ilginç ve kışkırtıcı kitabında (The New Tyranny,New York 1979) yurttaşların, bilimadamlarına oranla, bu konudaki bilimsel literatürüçoğu kez daha yakından takip ettiklerini ve sahip oldukları farklı, daha geniş ilgi veistemlerle (örneğin çocuklannın geleceği) henüz bi- limadamlannın el atmadıkları çeşitlisonuçları dikkate alabileceklerini kaydeder. Yurttaş inisyatiflerinin etkilerini somut birörnekte inceleyen bir çalışma için bkz. R. Meehan, The Atom and the Fault, Cambridge,Mass. 1984.

yasi düşüncelerini dile getiren bir Protagoras, demokraside yurt-taşlar, diyecektir, bu tür bir eğitimi hayatının belli bir ya da ikidöneminde almaz, yaşadığı her gün bu eğitimle doludur. Bilgilerinbir yurttaştan diğerine özgürce aktığı bir sitede -küçük ve kolayyönetilebilir Atina- yaşarlar. Bu sitede yalnızca yalamazlar, onunişlerini de yürütürler, önemli sorunları genel mecliste tartışır vezaman zaman tartışmaları yönetirler, mahkeme süreçlerine vesanatsal yarışmalara katılırlar, bugün “uygarlaşmış insanlık”ın enbüyük oyun yazarlarından birkaçı kabul edilen yazarların(Aiskhylos, Sofokles, Euripides, Aristofanes gibi yazarların hepside herkese açık, ödüllü yarışmalara katılırlardı) eserlerinieleştirirler, savaşları ya da ikinci dereceden seferleri başlatır vesona erdirirler, generallerin, denizcilerin, mimarların, gıda maddesitacirlerinin raporlarını alır, dikkatle incelerler, dış yardımlarıdüzenlerler, önemli yabancı konukları ağırlarlar, oturup zevzekSokrates’i, sofistleri dinler ya da onlarla tartışırlar -vb. Her zamanuzmanlardan yararlanırlar -ama bir danışma makamı olarak, venihai kararları hep kendileri verirler. Protagoras’a göre yurttaşlarınbu yapılaşmamış ama zengin, karmaşık, canlı ve katılımcı öğrenmesürecinden edindikleri (öğrenme yaşamdan ayrılmamıştır, onun birparçasıdır - yurttaşlar bir bilgiyi ona ihtiyaç duyan belirli ödevleriyerine getirirken kazanır, öğrenirler) bilgiler onların, en karmaşıkteknik sorunlar da dahil olmak üzere sitede yaşanan tüm olaylarıdeğerlendirmelerine yeter. Şüphesiz özel bir durumla karşı karşıyageldiklerinde (günümüzden bir örnek verecek olursak, yakındakibir nükleer reaktörde sızıntı tehlikesi gibi) yurttaşlar daha öncebilmedikleri şeylerle uğraşmak zorunda kalacaklardır -fakat alı-şılmadık konuları pratik olarak öğrenme konusunda ustalaşmalardırve en önemlisi de önlerindeki tekliflerin güçlü ve zayıf yanlarınıseçmelerine imkan veren bir perspektif duyusu geliştirmişlerdir.Şüphe yok ki yurttaşlar da hata yapacak - herkes hata yapar- vebedelini ödeyeceklerdir. Ama hatalarının cezasını çekerken daha daolgunlaşacaklardır; oysa gözden ırak uzman hatalarından, bunlarherkesin başını derde soktuğu halde, ancak birkaç ayrıcalıklı kişiders çıkarabilir. Bu bakış açısını kısaca şöyle ifade edebiliriz:

R6: bir toplum için neyin doğru neyin yanlış, neyin yararlı neyinyararsız olduğu konusunda son söz özel gruplara değil o toplumunyurttaşlarına aittir.

İşte Protagoras’ta ve Perikles dönemi Atina’sında kalıntılararasında bulduğumuz düşüncelerin kısa ve şematik bir açıklaması.Bunların anıştırdığı bakış açısına demokratik görecilik diyorum.

Demokratik görecilik bir görecilik biçimidir; farklı sitelerin (farklıtoplumların) dünyaya farklı şekillerde bakabileceklerini ve farklışeyleri kabul edilebilir bulabileceklerini söyler. Demokratiktir çünkütemel varsayımları (ilke olarak) tümüyle yurttaşlar tarafından tartışılırve karara bağlanır. Demokratik gö- reciliği herkese salık vermemiziçin çokça neden var, özellikle de Batı dünyasındaki bizlere; ama omümkün olan tek ve yegâne yaşam tarzı değildir. Birçok toplum farklıbir şekilde inşa edilmiştir ama yine de üyelerine barınacakları bir yurt,yaşamlarını sürdürecekleri araçları sağlamaktan geri kalmaz (bkz. R2üzerine tartışma ve 31. Dipnot ve ilgili metin).

Demokratik göreciliğin ilginç ataları vardır, Aiskhylos’un Ores-teia’sı gibi: Orestes babasından öç alacaktır; bu, Apollo ile temsiledilen Zeus’un yasalarına uygundur. Babasından öç almak içinOrestes’in annesini öldürmesi gerekir; bu, kan bağı akrabaların öl-dürülmesini kabullenmeyen Eumenides'i harekete geçirir. Oresteskaçar ve Athena’nm sunağına giderek ondan kendisini korumasınıister. Birbiriyle çelişen ahlâki doğruların yarattığı bu sorunu çözmekiçin Athena, Orestes’in de katılımıyla Apollon ve Eumenides arasında“akılcı bir tartışma” başlatır. Tartışmanın bir kısmı annenin kan bağıakrabası olup olmadığına ayrılmıştır. Eumenides bunu evet diyecevaplamaktadır: Orestes bir kan bağı akrabasının kanını dökmüştürve cezalandırılmalıdır. Apollon’un cevabı ise hayırdır: Anne, ceninisıcak tutar, korur ve besler; anne doğurucu bir. ocaktır ama çocuğakanını vermez (bu görüş uzun zaman sonra kabul görecektir). Bugünolsa tartışma deneylere ve uzmanların kararına başvurarakçözülecektir: uzmanlar laboratuvarlanna çekilecek, Apollon, Orestesve Athena da onların bulgularını bekleyeceklerdi. Dava Atinayurttaşlarından oluşmuş bir mahkemeye götürülür ve yurttaşlar durumhakkında görüşlerini açıklarlar. At-

hena’nın (annesiz doğmuştur) oyunu Orestes lehine kullanmasıylaoylar eşitlenir ve Orestes, Eumenides’in gazabından kurtulur. Buarada Athena, sahip oldukları dünya görüşünün gözden ka-çırılmaması gerektiğini de beyan eder: sitenin onun büyümesinisağlamış, sağlamakta olan tüm eyleyicilere ihtiyacı vardır, onlarınbir tekini bile kaybetmeyi göze alamaz. Tamam, şimdi yeni yasalarve yeni bir ahlâki sistem söz konusudur -Apollon’un temsil ettiğiZeus yasaları- ama bu yasaların kendinden önceki yasaları bir yanaitme hakkı yoktur. Bu yeni yasalara siteye girme hakkı, hükümgücünü öncelleriyle paylaşmaları şartıyla bağışlanmıştır. Buçerçevede, bir kuşak önce Herodot’un popüler yasa, gelenek vegöreneklerinin geçerli olduğu ilan edilmiş, ama onların geçerliliğibaşka eşit ölçüde önemli yasa, gelenek ve göreneklere yerbırakmak amacıyla kısıtlanmıştır. (16. Dipnot ve ilgili metindeaktardığımız Mili’in felsefesiyle aradaki benzerliğe dikkat çekmekisterim.)

Demokratik görecilik nesnel, yani düşünce, algı ve toplumdanbağımsız bir gerçeklik arayışını dışlamaz. Kendini nesnel olgularbulmaya adamış araştırmaları memnuniyetle karşılar ama onları(öznel) kamuoyunun kontrolü altında tutmayı da ihmal etmez. Oaçıdan bir sonucun nesnel olduğunu göstermenin onun herkes içinbağlayıcı olduğunu göstermek anlamına geldiğini reddeder. Nes-nelciliği gelenekler arasında bir gelenek olarak alır, toplumun temelbir yapısı olarak değil. Böyle bir muameleden kaygıya düşmek veonun önemli başarıları tuz buz edeceğinden korkmak için hiçbirneden yok. Çünkü her ne kadar nesnelciler keşfetme sürecindenbağımsız durum ve olguları keşfediyor, tasvir ediyor ve sunuyorolsalar da söz konusu durum ve olguların onların keşiflerine yolaçan tüm bir gelenekten bağımsız olmalarını garanti edemezler(krş. Kesim I). Ayrıca birçok Batılı entelektüelin en gelişmiş nesnelaraştırma biçimleri olarak gördüğü usûllerin en sıkı (ve en çokparasal destek alan) uygulamalarının bile bize evrensel ve nesnelhakikat idesinin söylediği türden bir birlik sunmakta şimdiye kadaıbaşarısız kaldıklarını da unutmayalım. Bu konuda ortalıkta dolaşantumturaklı vaadler vardır, tektip bir yapıya ulaşıldığını söyleyengabice iddialar vardır ama gerçekte tanık olduğumuz, Herodottarihinde olağanüstü parlak bir şekilde an-

latılan bölgecilikle aynı yapıda çeşitli bilgi bölgeleridir. Kimyanın veonun aracılığıyla biyolojinin sözüm ona çekirdeğini oluşturan fizik, enazından üç ana alt bölüme ayrılır: çekim kuvvetlerinin yönettiği vedizginlerini Einstein’ın genel görelilik teorisinin (ve onun üzerindeyapılan çeşitli değişikliklerin) tuttuğu en büyükler alanı; yeğin nükleergüçlerin yönettiği fakat dizginleri henüz kapsamlı bir teori tarafındanele geçirilmemiş (Gell- Mann’a göre “Büyük Birleşik Teoriler” ya da“BBT’ler” “ne büyüktür ne de birleşik; hattâ bir teori oldukları bilesöylenemez -fazlasıyla büyütülmüş modellerdir, o kadar”) en küçükleralanı; ve son olarak, kuantum teorisinin rakipsiz saltanat sürdüğü araalan. Fiziğin dışında ise henüz anın (the moment) “temel bilimi” halineçevrilmemiş, biyoloji, kimya ve jeoloji parçaları ve sağduyuyla yüklüniteliksel bilgilerimiz yer ahyor. Belli alanlardaki süreçleri tanımlayanteori ya da bakış açılarını evrenselleştirmeye kalksak, yani her birinintüm koşullar altında geçerli olduğunu varsayacak olsak ya biribiriyleçelişirler ya da bütünüyle an- lamsızlaşırlar. Dolayısıyla onları yadoğru veya gerçek gibi şeylerle bir alıp vereceği olmayan öndeyiaraçları olarak yorumlayacağız; ya da özgül sorunlar, usûller veilkelerle tanımlanmış belirli özgül alanlar “için doğru” olan teorilerolarak göreceğiz. Ya da üçüncü bir şık yaratıp, teorilerden birinin dün-yanın temel yapısını yansıttığını fakat diğerlerinin ikincil görüngülerleuğraştığını da söyleyebiliriz. Ama unutmayalım ki bu durumdadoğruluğun ölçütü deneysel araştırma olmaktan çıkıp yerinispekülasyona bırakacaktır. Çoğulculuk aynen devam eder, sadecemetafizik bir düzleme kay(dırıl)mıştır. Herodotvari sözlerle durumuşöyle özetleyebiliriz:

R7: bilimadamlan ve antropologlarımızca tanımlandığı şekliyledünya kendi özgül yasaları ve gerçeklik kavramları olan(toplumsal ve fiziksel) çeşitli bölgelerden oluşur. Toplumsalalanda kendi özel ortamlarında varlıklarını sürdürme becerisigöstermiş ve büyük uyarlanma güçleri olan görece istikrarlıtoplumlar vardır. Fiziksel alanda kendi alanlarında geçerli amaonun dışında uygulanabilirlikleri olmayan farklı bakış açılanvardır. Bu bakış açılarından bazıları daha ayrıntılıdır -bunlarbilimsel teorilerimizdir; bazılan daha basit fakat

daha geneldir -bunlar da “gerçeklik” inşası üzerinde etkili olan çeşitlifelsefi ya da sağduyusal görüşlerdir. Evrensel hakikati (hakikati bul-manın evrensel yolunu) yürürlüğe sokma girişimi toplumsal alandafelaketlere, doğa bilimlerinde asla-yerine-getirilemeyecek vaatlerle süslüboş formalizmlere yol açmıştır.

Dikkat edelim ki, R7 beni evrensel bir hakikat olarak oku-malısınız gibi bir şey söylemiyor. Özel bir gelenek (bilimsel so-nuçlardan yola çıkıp bilimsel sonuçlara varan Batı entelektüel tar-tışma geleneği) içinde ifade edilmiş, bu geleneğin kurallarına göreaçıklanmış ve savunulmuş (yeterli ya da yetersiz bir düzeyde) ve ogeleneğin tutarsız olduğunu gösteren bir bildirimdir bu. BirPigmenin ya da Lao-Tsu takipçisinin hiç ilgisini çekmez (her nekadar İkincisi, tarihsel nedenlerle onu inceleyebilirse de). Yinedikkat edelim ki, R7’yi oluşturan parçalar bilgi iddialarının özel birdeğerlendirmesine dayanır: bu değerlendirme kuantum mekaniği yada görelilik teorisinin maddi evrene dair eşit ölçüde önemli, eşitölçüde başarılı ve eşit ölçüde kabul edilebilir görüşler olduklarınıvarsayıyor. Bazı eleştirmenler (Einstein de bunlar arasındadır)durumu daha farklı değerlendirir. Onlara göre görelilik fiziği işinesasına iner oysa kuantum teorisi daha temelli bakış açılarınıneşiğinde duran, önemli ama henüz oldukça yetersiz bir başlangıçtır.Bu fizikçiler R7’yi reddeder ve halihazırda evrensel olarak geçerliteoriler bulunduğunu iddia ederler. Yukarda da söylediğim gibi bututum, nesnellik iddialarının öznel bir tartıdan geçmiş bilgiiddialarına dayandırıldığı metafizik sanıları (conjectures) işekarıştırır. Ve bu türde bir değil birçok yaklaşım vardır (ortodoksyaklaşım bunlardan biridir), yani çoğul(cu)luk bertaraf edilmemiş,(metafizik bir şekle) dönüştürülmüştür. Tartışmanın bu yönünüaşağidaki kesimde ele alacağım.

Modem demokrasilere yol gösteren felsefe demokratik görecilikdeğildir: günümüz demokrasilerinde iktidar uzak iktidarmerkezlerine tahsis edilmiştir, önemli kararlar hep uzmanlar ya da“halkın temsilcileri” tarafından alınır, “halk”ın kendisinin kararaldığı durumlar çok nadirdir. Yine de kendilerinin ve hem-cinslerinin hayatlarını geliştirmeye çalışan Batılı entelektüeller içindemokratik görecilik (yurttaş inisiyatiflerinin geliştirilebileceği)

iyi bir başlangıç noktası gibi görünüyor. Tartışmayı, muhakemeyi ve buikisi üzerine kurulu bir toplumsal yeniden yapılanmayı teşvik eder,güçlendirir. Hitap alanı sınırlı özgül bir siyasi görüştür ve “ilkel”toplumlarm görece daha sezgisel usûllerinden mutlaka daha iyi filan dadeğildir. Bununla birlikte herkesi katılmaya davet ettiği için dünyadaolmanın birçok şekli olduğunun keşfine, insanların kendilerine hitap edentarz ve usûlleri kullanma hakkı olduğu ve onlar yardımıyla daha mutlu vedaha doyurucu bir hayat yaşıyor olabilecekleri düşüncesine açılan birkapı olabilir.34

F. DOĞRULUK VE GERÇEKLİK: TARİHSEL BAKIŞ

Yukardaki kesimlerde kültürler arası etkileşimin doğası net-leştirilmeden bırakıldı. Örneğin Rl’de söz edilen incelemeler ve muhtemelkazanımlar konusunda hiçbir sınırlama getirilmedi. Kesim D’de bunundemokratik yaklaşımın özsel bir parçası olduğu gösterildi: eğer bir kabile,kültür ya da uygarlığın üyeleri alışverişten yarar sağladıkları ve o sayedehayatlarının iyileştiği izlenimindeyseler sorun çözülmüş demektir;kültürel alışveriş ona katılanlann bileceği bir iştir, dışardakilerin değil(alışverişin onlara karşı bir savaş hazırlığı olması durumu hariç).

Birçok entelektüel buna katılmadığı gibi kendi kafalarına görealışverişte bulunan insanlara olağanüstü bir avantaj gibi görünen kimişeylerin gerçekte vahim hatalar olabileceği konusunda da bizi uyarırlar.

34. Günümüz liberallerinden bazıları yabancı kültürlere var olma hakkı tanırlar, ama uluslarasıticarete dahil olmaları, kendilerini Batılı doktorların sağaltıcı ellerine bırakmaları ve Batılımisyonerlerin (bilim ya da diğer dinlerin misyonerleri) çocuklarına bilim ve Hıristiyanlığınharikalarını öğretmelerine izin vermeleri şartıyla. Fakat üyelerin biribirinden öğreneceği veböylece durmaksızın yeni bilgi ve farkındalık düzeylerine ulaşacağı barışçıl Ulusların Ortak-zenginiiği düşüncesi (örneğin) Pigmelerin paylaştığı bir düşünce değildir, Pigmeler dahaçok kendi hallerine bırakılmayı tercih ederler (C.M. Turnball, “The Lessons of the Pygmies",Scientific American 208 (1), 1963,). Karl Popper gibi akılcıların (The Open Society and ItsEnemies, Cilt 1, New York 1963, s.118) bu konuda baskı uygulanmasına diyeceği bir şeyyoktur: bu gibileri olgun insanlığa katmak “bir tür emperyalizm" ile yapılmak zorundaolabilir. Bilim ve akılcılığın başarılarının böyle bir işlemi mazur gösterecek kadar gözkamaştırıcı olduğunu da sanmıyorum.

Bu haliyle uyarının pek bir anlamı yoktur. Belli bir hata nos-yonuna ve hatanın bulunması ve telafisine yönelik belli usûlleresahip olmayan bir toplum yoktur. Fakat uyarı sahibi entelektüellerhatayı özel bir tarzda tanımladıkları için burada durum biraz fark-lıdır. Bu baylar hatayı meydana geldiği yaşam biçimine (onunstandart ve usûllerine) göre değil de toplumdan bağımsız bir “ger-çeklik”, “akılcılık” ya da “doğruluk”a kıyasla tariflerler. Bu öl-çütleri kullanarak tüm kültürleri yanılsama ve önyargı üzerine ku-rulu şeyler olarak mahkum etmişlerdir. Göreciliğin felsefi biçimleri(pratik görecilik biçimlerinden farklı olarak) bu tür hamleleri yagöreci doğruluk, gerçeklik ve akılcılık analizleri vererek ya daalternatif nosyonlar icad ederek göğüslemeye çalışır. Tahminedileceği gibi bunlar oldukça karmaşık şeylerdir. Yukarda KesimD’de bu sorunla ilgili bazı eski yaklaşımları tartışmıştım. Şimdi ekolarak birtakım tarihsel yorum ve düşünceler vermek istiyorum.

Manevi liderlerin (peygamberler, bilimadamları, filozoflar,alelade entelektüeller) kendilerine mal edip dönüştürdüğü diğerbirçok nosyon gibi doğruluk, gerçeklik ve akılcılık idelerinin dekusursuz bir pratik anlamı vardır.

Örneğin doğruyu söylemek genellikle belirli bir durumda olupbiteni anlatmak anlamına gelir; “onu olduğu gibi anlatmak” de-mektir (krş. Kesim D). Anlatması istenen kişi gerekli bilgiye sahipolmayabilir -o zaman cevabı “bilmiyorum” ya da “tam olaraksöyleyemem” olacaktır. Fakat tanığın cevap verebileceği ve bil-miyorum demesi halinde haklı olarak yalancılıkla suçlanabileceğidurumlar da vardır. Tersinden, durumların kendileri de tartışmalıolabilir: teşhis edilen şahıs asıl kişi değil onun bir ikizi olabilir,tanık gerçek bir kişiyi değil aynadaki bir görüntüyü görmüş olabilirve buna benzer. Ancak “doğruyu söyle” talebinin, tıpkı dahiyanebir sihirbazın yaratabileceği tüm yanılsamalara rağmen gerçekşeylerden bahsetmenin bir anlamı olduğu gibi, yine de bir anlamıolacaktır.

Örneğin şu anda oturduğum oda gerçek; fakat dün, düşümde, birserçeye binmiş bir fil gördüğüm oda gerçek değildi demenin biranlamı vardır. Kuşkusuz düş bir hiç demek değildir, düşü gören kişive başkaları üzerinde önemli sonuçlar doğurabilir (kral-

lar düşlerine bakarak savaş ve barış, ölüm ve kalım kararlan ver-mişlerdir). Fakat düşte görülen bir olayın gözlerimizi açtığımız dünyaüzerindeki etkileri gözlemsel bir olaydan farklıdır ve bazı kültürler bufarkı birinci tip olayın “gerçek” olmadığını söyleyerek ifade ederler.

Bu tür aynmlar yapmanın altında yatan gerçeklik nosyonu basit birtanımla açıklanamaz. Gökkuşağı tamıtamma gerçek bir şey gibigörünür. Onu görebilirsiniz, renklerini kağıda dökebilir, fotoğrafımçekebilirsiniz. Ama altından geçemezsiniz. Bu onun masa gibi bir şeyolmadığım gösterir. Bulut gibi bir şey de değildir; bulut, gözlemcininhareketine paralel olarak konum değiştirmez. Ancak gökkuşağına, sudamlacıklanndan kınlan ve yansıyan ışınlann neden olduğununkeşfedilmesiyle bulutlar/ gökkuşağı ayrımı yeniden gündeme gelir;ayrım gökkuşağının söz konusu özgüllüklerini dikkate alan ve böyleceona bulutların gerçeklik düzeyini en azından kısmen iade eden biraçıklama eşliğinde yeni bir yapı kazanır. Gerçek/gerçek-olmayan gibibüyük alt bölmeler dünyamızın karmaşıklığını kucaklayamayacak ba-sitlikte ayrımlardır. Farklı tipte birçok olay vardır ve bir olaya“gerçeklik” yüklemenin en iyi yolu ona mutlak bir “gerçeklik” değilbelli bir tip vermektir. Öyleyse bize gereken, tipler ve onlarınilişkileridir; “gerçeklik”i bütünüyle bir yana bırakabiliriz.

Sağduyu dünyasındaki görüşler (kabile sağduyusu; modem dillerdeortak nosyonların kullanımı) tam da bu şekilde inşa edilmişlerdir.Bünyelerinde ruhlar, düşler, savaşlar, fikirler, tannlar, gökkuşakları,ağnlar, mineraller, gezegenler, hayvanlar, festivaller, kader, hastalık,boşanma, gökyüzü, ölüm, korku, vs gibi şeyler bulunan, incelikli birşekilde eklemlenmiş çeşitli ontolojiler barındırırlar. Burada herkendilik (entity) karmaşık ve karakteristik bir davranış sergiler; bellibir modele uymakla birlikte durmaksızın yeni ve şaşırtıcı veçhelerortaya koyan, dolayısıyla bir formüle sığdtrılamayacak bir davranıştırbu; her kendilik o çeşitli ve zengin evreni oluşturan diğer kendilik vesüreçleri etkiler ve onlar tarafından etkilenir. Böyle bir evrende sorunneyin “gerçek”, neyin “gerçek” olmadığı değildir: hattâ bu tür sorularsahici bir soru bile sayılmazlar. Ne oldu, hangi bağlamda oldu, olaykimi nasıl yanılttı ya da yanıltmış olabilir, sorun budur.

“Gerçeklik sorunları” ancak karmaşık dünyanın bu türden bi-leşenlerinin soyut kavramlar altında toplanması ve o şekilde de-ğerlendirilmesiyle, yani filan temelde “gerçek” ya da “gerçek ol-madığının ilan edilmesiyle ortaya çıkar. Bu sorunlar daha rafine düşünmeyollarının ürünleri filan değildir; ince meselelerin kaba, incelikten yoksunfikirlerle karşılaştırılması ve doğal olarak belli bir kabalıktan yoksunbulunmaları sonucunda gündeme gelirler.

İncelikten yoksun fikirlerin niçin el üstünde tutulduğunu kimi zamanaçıklayabiliriz: birtakım özel gruplar yeni bir kabile kimliği yaratmak yada mevcut bir kimliği çeşidi bol ve zengin bir kültürel tablo karşısındakorumak ister; bu amaçla önce tablodan büyük parçalar keser, sonra yaonlar hiç yokmuş gibi davranarak ya da onları bir kötülük abidesi halinegetirerek bir yana atar. İlk usûl Musa döneminde İsrail Oğullarınıntuttuğu yoldur (tektanrıcılık), İkincisi ise İlk Hıristiyanların. BazıBilinirciler için tüm “maddi alem” (başlı başına dev bir basitleştirme)şeytanın aldatmacasından ibaretti. Kaba fikirler kimi sınırlı başarılara yolaçabilir; bu o fikirlerin taraftarlarını cesaretlendirir, tuttukları düşünmetarzlarını daha da güçlendirir (örneğin birçok bilimadamı arasındanicelikleştirme karşısında duyulan coşkulu, niteliksel değerlendirmelerkarşısında duyulan burun kıvırıcı tavrı düşünün): bir kabile ya da dinselgrubun varlığını ya da hali vakti yerinde bir mesleğin itibarını sürdürmesitehlikeye girmişse ontolojik incelikler bir lükstür.35

35. The Religion of Israel (New York 1972) isimli kitabında Yehezkel Kaufmann, eski İsrailkavminin beslendiği kültürel ortamı anlatır ve “Kutsal Kitab’ı oluşturan tüm bölümler [Musa’nıntebliğinin sebep olduğu] derin bir dönüşümün ürünü olmakla birlikte o bu dönüşümün seyriüzerine tek bir kelime etmez" (s.230) diye tariflediği bir olgu hakkında görüşlerini açıklar.“Kutsal Kitab’ın paganizmin anlam ve önemini görmezlikten gelmesi” (s.20), diye yazıyorKaufmann, “onun dinsel anlayışındaki. . . temel sorundur...” Ancak bu, aynı zamanda, söz ko-nusu dönüşümün pagan tanrılarının sadece güç kaybetmesine değil, tamamıyla ortadankaybolmasına yol açtığının ‘!en önemli göstergesidir (a.g.e.): “Kutsal Kitap hiçbir yerde butanrıların varlığını inkar etmez; onlardan haberi yokmuş gibi davranır, o kadar. GelenekselYunan dinine yöneltilen felsefi saldırıyla ve sonraki Musevi-Hıristiyan polemikleriylekıyaslandığında bu dinde (kitabi biçimiyle) mitolojiyi bastırma ya da reddetme yönünde enküçük bir kasıtlı davranış bulamayız” (s.20).

Oysa öte tarafta Aziz Pavlus, pagan tanrılarının birer şeytan olduğunu ilan eder: KorintoslularaI. Mektup x, 20.Bilinircilik karmaşık bir meseledir ve bilinirci teori ve mitler insan aklının en renkli ürünleriarasında yer alır. Bununla birlikte tüm biçimlerinde dünya derin bir uçu-

Kadim Yunanistan’da “akılcılığın doğuşu”, sözünü ettiğimiz karmaşıkdüşünce ve deneyim biçimlerini aşma, değerden düşürme ve ıskartayaçıkarma girişimlerinin çarpıcı bir örneğidir. Elimizdeki birtakımayrıntılardan anlıyoruz ki basit bir süreç değildi bu, bir tür rezonanslabirbirlerini daha da güçlendirerek büyük tarihsel değişimlere yol açacak,farklı yönlerden gelen kolların buluştuğu karmaşık bir süreçti. Değişim enaçık entelektüel dışavurumunu Anaksimandros, Herakleitos, Ksenofanesve Parmenides gibi filozofların düşüncelerinde bulur. Bu yazarlar tarihidüşüncelerinin gücüyle değil onlara eş zamanlı olarak toplumda gelişengenelleştirme ve soyutlama eğilimleri sayesinde etkilemişlerdir.Filozofların bir katkısı olmaksızın “sözcükler . . . içerik olarakyoksullaşmış, tek yanlı ve boş formüller haline gelmişlerdi.”36 BozuşmaHomeros’ta dikkate değer boyutlardadır; Hesiodos’ta iyice belirginleşmiş,İyonya doğa filozoflarında, He- kataeus gibi tarihçilerde ve ozanlarıneserlerinin (epik, trajik, lirik, komedi) belli bölümlerinde apaçık bir halalmıştı. Siyasette siyasal eylemin birimleri olarak davranan mahalliidarelerin yerini soyut gruplar (Kleistenes), ekonomide trampanın yerinipara almıştır, askeri şefler ve askerler arasındaki ilişkiler giderek daha

rumla ikiye ayrılır: krş. R.M. Grant, Gnosticism and Early Christianity, New York 1966.Görüngülerin birkaç ilkeye indirgenmesi gezegenler sistemi astronomisinde ve kısmen fiziktebaşarılı olmuştur. Tıptaki spnucu ise bir felakettir. Tıpta New- too'un gezegenlerastronomisinde yaptığı bir(tek)ieştirmeye benzer bir reform yapmayı denemiş hekimlerkonusunda görüşlerini açıklarken R.H. Shryock (The Development of Modern Medicine,'TheUniversity of Wisconsin Press 1936, s.31) şöyle yazıyor: "Sistemleştirme yanlıları,mantıklarının zayıflığı bir yana, tipik kişisel zaaflar sergiliyorlardı. Kendini beğenme, birsistemle âdeta sanatsal bir yaratıymış gibi çalım satma, yeni bir İncil olacak hevesiyle sistemkurma, ve diğer tüm görüşler karşısında ne olursa olsun onu savunma yönünde belirgin bireğilim. Bazı hekimlerin müptelası olduğu keskin mesleki münakaşalar bu tür kısırlaştırıcızaaflarla açıklanabilir. Kolayca tahmin edileceği gibi, bir felsefeci doğruysa tüm diğerleriyanlış oluyordu ve böyle bir ortamda insanlann duygularına gem vurması zordu. Tıptakidogmatizmin hoşgörü konusunda teolojideki dogmatizmden aşağı kalır yanı yoktu . . . "

36. Kurt von Fritz, Phitosophie und Sprachiicher Ausdruck bei Demokrit, Platon undAritoteles, Neudruck Darmstadt 1966, 11. Burdan çıkan sonuçlar konusunda ayrıca krş. DieEntdeckung des Geistes, Göttingen 1975 (genişletilmiş dördüncü basım) ile birlikte BrunöSnell, The Discovery of Mind, New York 1960, çeşitli yerlerde. Açıklamalar ve paralelyaklaşımlar için bkz. E.G. Forrest, The Emergence of Greek Democracy, Londra 1966.

gayri-şahsi ve tektip bir hale bürünmüş, bir bütün olarak yaşam kişisel

ilişkilerden uzaklaşmış ve kişisel ilişkilere yataklık eden koşullar ya anlamlarını

yitirmiş ya da ortadan kaybolmuşlardı. Böyle bir ortamda ilk filozofların uçuk

görüşlerinin insanlar arasında taraf bulmasında ve yeni bir eğilim

başlatabilmesinde şaşılacak bir yan yoktur.

Bu sürece başka bir destek de, birtakım ayrıntılardan yoksunkavramlardan oluşmuş cümlelerin kısa bir zaman sonra kanıtlamaadını alacak yeni tip bir hikâye oluşturmakta kullanılabileceğininkeşfedilmesinden geldi; burada doğruluk kanıtlamanın iç yapısının bir“gereği olarak” ortaya çıkıyor ve geleneksel otoritelerin onayınaihtiyaç göstermiyordu. Keşif bilginin geleneklerden ayrılabileceği ve“nesnel” kılınabileceği şeklinde yorumlandı. Kültürel çeşitlilik,sunuşta da söylediğim gibi, merak ve öğrenme arzusundan başlayıpkorku ve tiksintiye kadar uzanan çok çeşitli tepkilere; ve bu tepkileredenk düşen, her türlü yabancı ve farklıya düşman dogmatizmbiçimlerinden aynı ölçüde radikal görecilik ve fırsatçılık biçimlerinekadar bir dizi öğretiye yol açar. Kanıtlama biçimlerinin (ya da dahazayıf fakat aynı ölçüde “akılcı” muhakeme biçimlerinin) mevcudiyetibu karışıklığa bir son vermiş gibidir; öyle ya tüm yapılması gerekenkanıtlanmışın kabulü, geriye kalanın reddiydi -böylece doğrulukkültürden bağımsız bir şekilde ortaya çıkmış olacaktı.

Bu görüşün en önde gelen temsilcisi Parmenides’ti. Düşünceleriniaçıkladığı şiirinde birbirinden farklı iki usûfden, ya da onun deyişiyleiki “yol”dan bahseder. Biri “defalarca yaşanmıştan doğan, alışkanlığadayalı” (ethos polypeiron: B7, 3), yani geleneksel bilgi ve bilgiedinme biçimlerine dayalı, “ölümlülerin kanılarını” içeren yol; diğeri“insanların ayak seslerinin duyulmadığı” (yani geleneklerdenbağımsız), “uygun ve zorunlu”ya giden yol. Parmenides’e göre ikinciyol bir gelenek değil gelenekler üstü bir yoldur.37 Birçokbilimadamının da kendi faaliyetlerini aynı şekilde gördüğü anlaşılıyor.

37. Bu, Parmenides’in Düşünce ile Varlığı özdeşleştirmesinde (Diels-Kranz, Fragman B3)açıkça görülür. Bu özdeşleştirme kadim Yunanistan’da bilinen bir şeydi ama Parmenidesonu ilk kez kültürel fırsatçılığa karşı bir argüman olarak kullandı.

Bu görüş açıkça yanlıştır.Soyut nosyon ve ilkelerin pratik (ampirik) kavramlara oranla birbirine

daha kolay bağlanabileceğine katılabiliriz. Par- menides’in argümanları,nokta, çizgi, bölümlere ayırma, parça ve bütün üzerine Zeno paradoksları;ve Platon’un Parmenides di- yaloğunda geliştirdiği argümanlar somutun,tikelin hususiyetlerine hiç bulaşmadan ne mükemmel hayal şatoları inşaedilebileceğini göstermektedir. Basit fikirlerin basit yollarla birbirinebağlantılandırılabileceği olgusu, her şeyin basit şeylerden oluştuğunungösterilmesi şartıyla -üzerinde anlaşmaya varılamayan nokta da zatenbudur!-, bağlantılandırma sonucunda ulaşılan önermelere özel bir otoritekazandırabilir. İlk hekimlerden bazıları “Varlıkla uğraşmıyoruz sütle,cerahatle, sidikle uğraşıyoruz!” diyordu, birazdan alıntı yapacağımız bireleştiride. Bu yüzden yeni girişimin otoritesi fikirlerde ve onların bağ-lantılarında değil, su katılmamış yapıntıları analojilere tercih edenlerin,Parmenides gibi kaba ampirik sorunlara özel bir ilgi duymayıp bu ilgieksikliğini onlar gerçek değildir diyerek nesnelleştiren lerin (objectivise)(Parmenides B2, 6) kararlarında yatmaktadır: kanıtlama usûllerinin keşfi ,

tüm kültürel çeşitliliği bir yana itip yerine tek bir doğru hikâye koymamıştır,

yalnızca o çeşitliliği arttırmıştır. Tüm Batı düşünce tarihi bunu doğruluyor.Tekrar kötü yola sapanlar arasında ilk sırada Parmenides’in takipçileri

vardır. Tereddütlü bir şekilde de olsa sağduyuya yeniden küçük dozlardayer açtılar. Atomcular, Empedokles ve Anak- sagoras Parmenides’inVarlık fikrini kabul ediyor ama bir yandan da değişim fikrini dealıkoymak istiyorlardı. Bu amaçla her biri birtakım Parmenidesçiözellikler taşıyan (sonlu ya da sonsuz) bir dizi şey önerdiler: Leukippos veDemokritos’un atomları bölünemez ve daimi ama sayıca sonsuzdu;Empedokles’in ele-

Bazı geleneklerin yalnızca daha İyi değil, aynı zamanda diğerlerinden bütünüyle farklıve bizi bilgiye götüren yegane gelenekler olduğu inancının modern bir biçimi p.C. vander Waerden’de bulunabilir, Science Awakening, New, York 1963, s.89. Van derWaerden Babii ve Mısır matematikçilerinin çemberin alanını nasıl farklı bir şekildehesapladıklarını aktardıktan sonra şu soruyu soruyor: "Bu hesaplamanın tam ve doğrubiçimleriyle yaklaşık ya da yanlış biçimlerini Thales acaba nasıl ayırmıştı? Açıkça onlarıkanıtlayarak, onların mantıksal olarak bağlantılı bir sisteme oturup oturmadığınabakarak!”

mentleri sayıca sonlu, daimi ve bölgelere ayrılabilir fakat daha ötetözlere ayrılamaz şeylerdi (bu nedenle Empodekles’in dört elementiSıcak, Soğuk, Kuru ve Nemli, bildiğimiz herhangi bir tözdenfarklıydı); Anaksagoras ise tüm tözleri daimi kabul ediyordu. (Felsefi)teori şimdi deneyime birazcık daha yakındı -fakat dönemin bilimlerive sağduyusu ile arasındaki mesafe hâlâ çok büyüktü.

Ama bir başkaları tüm yaklaşımı reddetmekte tereddüt etmediler.Örneğin Ancient Medicine'’in yazarı deneyimi normal, tabii bir şeyolarak görmeye devam ettiği gibi, Empedokles gibi onun yerine dahasoyut fikirler koymaya çalışanlarla da eğleniyordu. “Aklım almıyor”,diye yazar 15. Bölüm’de,

techne'yi bir postülaya dayandırmak üzere eski yöntemi bırakıpyeni görüşü benimseyenler [yani, teorik ilkeler getirenler]hastalarını bu postüla doğrultusunda nasıl tedavi ediyorlar. Çünküonlar, sanıyorum, kendilerinden başka hiçbir biçim altındabulunmayan mutlak bir soğuk, sıcak, kuru ve nemli[Empedokles’in elementleri] keşfetmiş değiller. Eğeryanılmıyorsam hepimizin kullandığı aynı yiyecek ve aynıiçecekleri kullanıyor ve bunlardan kimine sıcak, kimine soğuk,kimine kuru, kimine nemli olma sıfatı veriyorlar; çünkü bir hastayasıcak bir şey al demek, hasta hemen “hangi sıcak bir şey” diye so-racağı için, abes olacaktır. Dolayısıyla ya anlamsız şeylersöylemeye devam etmek ya da bilinen maddelerden birinemüracaat etmek zorundadırlar.

Teorik spekülasyon ile hekimlerin şahsında temsil edilen ampirik tıpbilgisi arasındaki fark daha açık ifade edilemezdi. Alıntıdaki filozof dört soyut tözüyle Empedokles’tir. Konuyu daha doğrudan tartışabilmek için Thales’i ele alalım. Rivayete göre Thales’in önerdiği tek element vardı, su. Dolayısıyla Thalesçi bir doktor hastasına ya “su al” ya da “su alma” diyebilecektir. Bu açıkça “anlamsızdır” -bkz. yukardaki alıntı. Bir hekim somut şeyler söylemelidir, hastasına alması ya da kaçınması gerekenin “ne tür sulu şeyler” olduğunu anlatmalıdır, örneğin: “biraz süte batırılmış ekmek al” ya da “kesinlikle şarap içme, içebildiğin kadar ılık elma suyu iç”, vb. “Hepimizin kullandığı aynı yiyecek ve aynı içeceklere” müracaat etmeli, meslek deneyimi ve geleneğin

ona öğrettiklerine göre reçete vermelidir. Bir Thalesçi olarak reçeteninaltına, “ve doğa felsefelerindeki en son gelişmelere göre bu sudur” gibieklemeler yapabilir -ama en yumuşak deyimiyle boş laflardır bunlar.

Sağlık kavramı belki de sanıldığından çok daha fazla ampirik ya da“tarihsel” bir kavramdır. Onda, gelip geçmiş hasta ve hekim kuşaklarınıniyi bir hayatın nasıl bir şey olduğuna dair düşünceleriyle birlikte bukuşakların başlarına gelenleri de buluruz. Sağlık ve afiyet arayaninsanların âdet ve geleneklerine bağlıdır, zaman içinde değişir ve birtanıma indirgenemez. Empedokles bir tanım vermişti. Sağlık, demişti,insan vücudundaki elementlerin (yani Empedokles’in soyut tözlerinin)dengede olması, hastalık ise bu dengenin bozulması halidir. Bu, sağlıkkonusundaki düşüncelerin artmasını sağlamıştır, yoksa onları bire indirmişfilan değildir. Dahası pratisyen hekimler bu tanımı ellerinin tersiyle geriçevirdiler. Ancient Medicine’in yazarı “resme ne kadar denk düşüyorsatıbba da en fazla o kadar denk düşüyor”, diye yazar (20. Bölüm).

Ancient M edicine’in yazan ve teorisyenlerin aşırılıklarına karşı çıkanöteki ilk muhalifler (Herodot gibi) itirazlarını yazılı olarak belirtmişlerdi-onlar Batı uygarlığında kısa sürede egemenlik kuracak yazılı alışverişgeleneğinin üyeleriydiler. Tüm zanaatkârlar bu geleneğe katılmamıştı;çanak çömlekçilerden, metal işçilerinden, mimarlardan, madencilerden,ressamlardan bize kalmış yazılı bir bilgi yok. Onların ellerindeki bilgiyiancak bize bıraktıkları eserlerden ve dolaylı kaynaklardan yola çıkarakyeniden inşa edebiliriz. MIT’te bir metalürji uzmanı olan Cyril StanleySmith bu işi bir kitap ve sergiyle yaptı.38 Herodot (krş. ilk coğrafitanımlara yönelttiği eleştiriler) ve Ancient Medicine’in yazarı gibi Smith defelsefi (madde) teoriler(i) ve pratik (gereçlerle ilgili) bilgiler arasındaayrım yapar. İkincisinin nasıl ilkinden binyıllar önce ortaya çıktığını ve sıksık onlar tarafından engellendiğini

38. A Search for Structure, Cambridge, Mass. 1981. Sergiden alınma fotoğraflar çeşitlianalizlerle birlikte From Art to Science, MIT Press 1980, içinde yayımlandı. Bu konudayapılmış daha eski çalışmalar da vardır: V. Gordon Childe, The Prehistory of EuropeanSocieties, Harmondsworth 1958 ve C. Singer, E.J. Holmyard ve A.R. Hail, der., AHistory of Technology, Cilt 1 ve 2, Oxford 1954, 1956.

(19. yüzyılda Dalton’un teorisine inananların alaşımları görmezliktengelmesinde olduğu gibi) ve fiziğin kendi gerçeklik görüşünüdeğiştirmesinden sonra 20. yüzyılda nasıl onlarla harmanlanıpbirleştirildiğini anlatır. Norma Emerton form teorileriyle (zanaatkarlarınpratiğine oldukça yakındı) atomculuk (söz konusu pratiğe uzaktı)arasındaki savaşı tasvir eder ve atomcuların hep baş köşede yer verdiğiyöntemler üzerine görüşlerini açıklar.39 Bunlar hep birlikte elealındığında görülüyor ki teknoloji, tıbbın büyük bir kısmı, tarım,hayvanlar, insanlar, .toplumlar hattâ bilginin toplumsal tehlikeleri üzerinepratik bilgiler (krş. Dipnot 9) teorik spekülasyona bugün temel bilimtaraftarlarının iddia ettiğinden çok daha az şey borçludurlar ve sık sık buspekülasyonun engellemelerine maruz kalmışlardır.40

Demokritos’un atomculuğu bilgiye yeni bir şey kazandırma- mıştı;kendisinin de teslim ettiği gibi başkalarının teorik-olmayan bir yollabuldukları şeyler üzerinde bir parazit konumundaydı (Diels-Kranz B125).

Parmenidesçi yaklaşıma en açık itirazlar sofistler ve Aristoteles’tengeldi. Parmenides, argümanın doğruluğa ulaşmada gelenekler üstü bir yololduğunu öğretiyordu. Sofistler geleneğin parçası olmayan birdoğruluğun imkansız olduğunu söylerek buna karşı çıktılar; böyle birdoğruluk bulunamazdı, bulunsa bile anlaşılamazdı, anlaşılsa bileiletilemezdi. “Kanıda belirmedikçe” (vurgular benim), diyordu Gorgias,“Varlık bilinemez” (Diels- Kranz, B326).41 Erdemleri en yüce îyi’yebaşvurarak doğrulayan

39. Norma E. Emerton, The Scientific Reinterpretation of Form, Cornell University Press 1984.Ayrıca krş. Isis, Cilt 76 (1985) içinde C.S. Smith’in kitap üzerine incelemesi (özellikle s.584vd.): "Bugün kuantum ve katı hal teorilerinin, biçimin mi yoksa maddenin mi birincil olduğuüzerine Platon ve Aristo ile başlamış ve pratik (ampirik) nosyonlardan yüksek derecede teoriknosyonlara kadar uzanmış ve tekrar geriye dönmüş dev bir argümanlar silsilesinin bir halkasıolduğunu görebiliriz.”

40. Bunlar tamı tamına von Hayek'in özgürlük tartışmasında sistem-kurucuların (felsefi ya dabilimsel) spekülasyonlarıyla karşı karşıya koyduğu aynı "ampirik ve sistematikleştirilmemiş”geleneklere aittir: The Constitution of Liberty, s.54.41. Buradaki “belirme” (appear) sözcüğü dar bir anlamda, örneğin naif bir duyu- verisitaraftarının ima ettiği anlamda yorumlanmamalıdır./'Kanıda belirme”, basitçe, belli bir geleneğeait olma demektir. Hiçbir şey var olamaz, eğer varolmuş olsaydı bulunamazdı, bulunsaydıanlaşılamazdı, anlaşılsaydı iletilemezdi, diyen argümanlar Gorgias’ın Varolmayan Üstüne ya daDoğa Üstüne adlı risalesinde

Platoncular hakkında görüşlerini açıklarken Aristoteles şöyle yazar (EN1096b33 vd., vurgular benim);

Genel olarak her şeye yüklemlenebilen ve ayrı bir varlık olarak, ken-dinde ve kendisi için var olan tek bir iyi olsaydı bile, açıktır ki bu İyi,insanlar tarafından ne üretilebilir ne de edinilebilirdi. Oysa bizim ara-dığımız tam da böyle insanlar tarafından üretilebilir ya da edinilebilir birİyi... bir dokumacı ya da marangozun bu kendinde İyi’yi öğrenmeklemesleği açısından ne yarar elde edeceğini ya da insanın bir kez “İyiideasmı şöyle bir gördükten sonra” [görünüşe göre Platoncu okulun sıksık kullandığı bir ifade alaycı bir şekilde aktarılıyor] nasıl daha iyi birhekim ya da daha iyi bir general olabileceğini anlayamayız.Görebildiğimiz kadarıyla hekimin aradığı kendinde sağlık değilinsanların sağlığı, hattâ tek bir kişinin sağlığıdır. Çünkü hekim bireyisağaltır.

Aristoteles ayrıca “doğal şeylerin”, yani hayatlarımızda karşılaştığımızşeylerin, “bir kısmının ya da tamamının değişim geçirdiğine” işaret eder(Fizik, 185al2 vd.): özel bir varoluş tarza, yani sağlıklı bir insanınsergilediği canlılık hali, doğruluk ve gerçekliğin ölçüsü haline getirilir.

Son derece ilginç bir tutumla karşı karşıyayız. Aristoteles Par-menides’in akıl yürütme biçimine içsel bir eleştiri getirmez (bu türargümanları da vardır ama şu anda bizi pek ilgilendirmiyor); ne de onlarıkendi soyut ilkeleriyle karşılaştırır. Yaklaşımı tümüyle reddeder.

Düşüncenin görevi, der gibidir, günlük sıradan işlerimizi görürkenyaptıklarımızı anlamak ve mümkünse geliştirmektir; ampirik olarakerişilemez ve soyut kavramlar içeren ıssız, sahipsiz topraklarda dolaşıpdurmak değil. Haklarında yazık bilgilere sahip olduğumuz pratisyenzanaatkârlann da benzeri düşünceler taşıdıklarını yukarda görmüştük.Şimdi Yunan sağduyusunun -argüman yoluyla değil de- basitçe bu teorikreform girişimlerine itibar etmeyerek aynı fikirde birleştiğini göstermeküzere iki örnek vereceğim.

İlk örnek teolojiden. Yunan tanrıları karma tiplerdir, fakat

verilir. Bunlar bir gelenekten bağımsız olarak var olan bir Varlık’ın aslında bir varoimayan-şey olduğunu gösterir. Ayrıca Krş. Kesim E. Sofistler Varlık ile Kanı arasındakiyakın ilişkinin (Batı’da) ilk farkına varanlardı.

hepsi de insani özellikler taşırlar. İnsan yaşamlarına girmişlerdir,sadece postüle edilmiş varlıklar değillerdir, görülür, işitilir ve his-sedilirler; her yerde onlar vardır. Yunan kabilelerinin ve hattâ 5.yüzyıl Atina’sı gibi “aydınlanmış” site kültürünün bile gündelikfaaliyetleri onlar etrafında örgütlenmiştir.42 Ksenofanes, son derecedaraltılmış bir tanrısallık nosyonu ortaya atarak sadece tek bir tanrıolduğunu ve bu tanrının insani zaaflardan arınmış, tümüyle zekâ vegüç dolu bir varlık olduğunu, geleneksel tanrıların tanrısalolamayacak kadar ayak altında dolaştığını kanıtladığında bu, ozengin ve karmaşık hayat tarzının üyeleri arasında çok az bir yankıbulacaktır. Ksenofanes’in Homeros’un tanrılarını küçümsemesi nehalkın dindarlığı ne de Herodot ve Sofokles gibi aydınlanmışdüşünürlerin tutumları üzerinde etkili oldu; hattâ kimiKsenofanesçi ifadeleri benimsemiş Aiskhylos bile gelenekseltanrılara ve işlevlerinin büyük bir kısmına dokunmayacaktır.Tanrı(lar)yı teorik terimlerle kavrayan, eğlencelik kanıtlamalarakonu eden teologlarla kişisel ya da “ampirik” bir dini savunan ke-simler arasındaki mücadele bugüne kadar sürüp gelmiştir.

İkinci örnek filozofların genel kavram kullanımını yaygın biralışkanlık haline getirmedeki başarısızlıklarıdır. Gelenekte veYunan sağduyusunda bilgi her biri ortaya çıktıkları alana özgü çe-şitli usûllerle elde edilmiş çeşitli kanıların toplamıydı. Bu bilgiyisunmanın en iyi yolu listedir -gerçekten de en eski bilimsel eserlerkimi zaman uzmanlık konusu çeşitli alanlardaki olgu, parça, rast-laşma ve sorunlardan oluşturulmuş listelerdi. Platon’un Sok-rates’inin soruşturmasına aldığı cevaplar bu listelerin sağduyununda bir parçası olduğunu gösteriyor. “Bir şey sordum, birçok cevapaldım” itirazı bir sözcüğün tek bir şey demek istediğini varsayar -oysa tartışma konusu olan budur. Görüştüğü kimseler sayılar (The-aetetus) ya da arılara (Meno) birlik sıfatı vermeyi kabul ederler amaiş, bilgi ve erdemler gibi toplumsal meselelere gelince duraklarlar,bu tür şeylere teorik bir tektiplik yükleme konusunda tereddütlerivardır: Platon basit kavramları karmaşık konulara uygulamadakigüçlüğün çok iyi farkındaydı. Bu sorun da bugüne

42. Konuyla ilgili literatür ve ayrıntılar için krş. Against Method, 17. Bölüm, Londra 1975.5. Yüzyıl Atina’sında dinin rolü için bkz. T.B.L. Webster, Athenian Culture and Society,University of California Press, 1973, 3. Bölüm.

kadar canlılığını sürdürmüştür -bilimler ve beşeri bilimler arasındaki birçatlak olarak.

Matematik bu açıdan özellikle ilginç bir örnektir. Soyut düşüncenin ilksonuçlarını verdiği ve zamanla diğer alanlara yayılacak, doğru, saf venesnel bilgi paradigmasının ana üssü bu- rasıydı. Fakat bugün birçokmatematiksel yaklaşım bulunuyor ve bunlar tek bir teori altında toplanmakgibi bir eğilim de göstermiyorlar. Öklitçi olmayan geometrilerimiz veçeşitli aritmetik biçimlerimiz var; matematiği, sonlucular (finitists) amacagöre değişik biçimlerde inşa edilebilecek insani bir pratik olarak görüyor;“Cantorcular”, soyut varlıklar için tanımlayıcı olan, o yüzden de birliğeihtiyaç duyan bir bilim dalı olarak yorumluyor: özel bir matematikselsistem “doğa”ya uygulandığında Thales’in sözüm ona kaldırdığı çoğulluk(yaklaşıklaştırmaların çoğulluğu) yeniden karşımıza çıkıyor (krş. Dipnot37); her tarafta yeni yeni matematik disiplinleri doğuyor. Bugünmatematik, bütün diğer entelektüel disiplinlerden daha az kısıtlan olan vedaha çoğulcu bir disiplindir.

Tüm bu tarihsel sonuçlan şöyle özetleyebiliriz:

R8: insan arzularından bağımsız ama insani çabalarla ortaya çı-karılması mümkün nesnel gerçeklik ya da nesnel doğruluk düşüncesiözel bir geleneğe aittir; kendi üyelerinin ölçütleriyle dahi başarılankadar başansızlıklan da olan bu gelenek her zaman daha pratik (am-pirik, “öznel'’) geleneklerle kol kola ve sık sık da onlarla karışmış birhalde var olmuştur ve pratik sonuçlar vermesi isteniyorsa bu tür ge-leneklere bağlanması şarttır.

RB ampirik (tarihsel) bir tezdir. Bir ampirist ondan şöyle bir çı-karsama yapabilir:

R9: koşullardan-bağımsız doğruluk düşüncesinin sınırlı bir gerçekliğivardır. Bu tür bir doğruluğun hükmü, tıpkı R4’teki yasalar, inanç,âdet ve gelenekler gibi tüm alanlarda (geleneklerde) değil, ancakbelli alanlarda geçer.

Bu R7’yi ve önceki kesimde belirttiğimiz görüşleri güçlendirir. Yinehatırlatmak isterim ki R8 ve R9 “evrensel doğrular”

değildir; benim, Batılı entelektüeller kabilesinin bir üyesi olarakdiğer kabile üyelerine sunduğum (uygun argümanlar eşliğinde),onları nesnellik ve bazı biçimleriyle nesnel doğruluk düşüncesiningüvenirliğinden kuşku duyurmayı amaçlayan ifadelerdir.

G. EPÎSTEMİK GÖRECİLİK

R8 ve R9, kadim Yunan’da ortaya çıkmış ve zaman içinde bi-limlerin oluşmasına yol açmış yeni bilgi biçimlerinin diğer ge-lenekleri (sadece yutmaya değil) hükümsüz kılmaya muktedir, ge-leneklerden-bağımsız bir bakış açısı oluşturduğunu reddeder. Bured için verdiğim gerekçeler kısmen tarihsel kısmen antropolojik:geleneklere bağlı olmayan fikirler insani varoluşa yabancıdır, hattâ,diyebiliriz ki, içerikleri ait oldukları geleneklerin kurucu ilkelerinebağlı olduğu ya da o ilkelere “göre” belirdiği oranda bir fikir biledeğillerdir. Fikirler bu ilkelerle herhangi bir bağlantı taşımamaanlamında “nesnel” olabilirler. O zaman doğrudan doğruyadünyanın özünden çıkıyormuş gibi görüneceklerdir, oysa yalnızcabelirli bir yaklaşımın kendine has özelliklerini yansıtıyorlardı:mutlak değerlerden yana olan bir geleneğin değerleri mutlakolabilir, ama geleneğin kendisi mutlak değildir; fizik “nesnel”olabilir ama fiziğin nesnelliği olamaz. Çok yakın dönemlerde nes-nelci gelenekler nesnel olmasını geçtik öyle bile gözükmeyen bakışaçıları geliştirdiler. Görelilik teorisi yüzyıl kadar önce ölçümdenbağımsız var olduğu kabul edilen durum ve olayların ba- ğıntısalbir karakter taşıdığını ortaya koyar; kuantum teorisinde görelilikbünyesinde bize hâlâ belli bir nesnelleştirme imkanı veren sabitlerde ortadan kaybolmuştur. Dahası nesnelci gelenek uzun süredenberi rakip kamplara ya da -bilimlerde olduğu gibi- farklıvarsayımlar ve farklı yöntemler kullanan çeşitli kollara ayrılmıştır.Birtakım yaygın kabul görmemiş, hattâ “mesnetsiz” fikirlerortalıkta boy göstererek nesnelci kıtanın yasası haline gelmiş;birtakım başarılı ilkeler ise tepetaklak tarihin çöp sepetinegönderilmiştir. Böylesi gelişmeler (16-19 arası Dipnotlarda be-lirtilenlerle birlikte) bizi şöyle bir hipotez formüle etmeye itiyor:

RİO: sağlam gerekçeler temelinde doğru olduğuna inanılan her ifade(teori, bakış açısı) için onun tam karşıtının ya da daha zayıf bir al-ternatifinin doğru olduğunu gösteren argüman 1ar bulunabilir.

Hattâ daha da ileri gidebiliriz. Önceki kesimde Parmenides’inbirciliğine karşı geliştirilmiş eski argümanların iki aşama barındırdığındansöz etmiştim: deneyimle teması koruma karan ve bu karara dayanan teorikkaygılar. Herodot deneyimlerin düzenlenmesi konusunda, her biri kendinegöre bir dünya anlayışı ve dünya ile başa çıkma tarzı öneren değişikbakışlar bulunduğunun zaten farkındaydı. Ve yine farkındaydı ki ne kadarfarklı olursa olsun insanların bu dünyalardaki yaşamlan gerek maddigerekse manevi anlamda başarılı yaşamlardır. Modern antropologlar daaynı görüştedir. Sunuşta sözünü ettiğim durum hakkında bilgi verirken,“Okuyucu, Zandelerin kâhinlerinin gücü konusundaki tüm iddialarını tamanlamıyla boşa çıkaracak bir argüman düşünsün” diye yazar E.E. Evans-Pritchard,43 “bu argüman Zande düşünme tarzına çevrildiğinde onlannyekpare inanç yapısını desteklemekten başka bir işe yaramayacaktır.Çünkü mistik nosyonları mantıksal bir şebekeyle öylesine tutarlı, öylesinesıkı bir şekilde dokunmuş ve düzenlenmiştir ki öyle kolay kolay duyu de-neyimleriyle çelişmezler, hattâ aksine her deneyim onlan doğrular gibidir.”Sonuç: Zande pratikleri “akılcı”dır, çünkü argümanlarla savunulabilir.Aynı zamanda işler. Bu nokta üzerine, “Şunu söyleyebilirim ki”, diyor“Evans-Pritchard, “bu [yani gündelik kararlar vermek için kâhinlerebaşvurma] bana, hayatını idame ettirme konusunda bilebildiğim tüm diğeryollar kadar doyurucu geldi”.

9. Dipnot’ta zikrettiğim eserlerde dikkat çekilen noktalan da burayaeklediğimizde, yaşamanın ve bilgi inşa etmenin farklı

43. Witchraft, Oracles and Magic Among the Azande, Oxford 1973, s.319 ve devamı.İkinci nokta s.270’de geçer. Kehanetlerin “akılcı tartışmalar" karşısında birçoküstünlüğü vardır. Kullananı bitkin düşürmezler ve danışmanların önemli konulardasöyleyebilecek hiçbir şeyleri olmadığının anlaşılmasını sağlarlar. Oysa uzadıkça uzamışbir akılcı tartışma öylesine kaotik ve yorucu olabilir ki ka- tılanlar artık rastgele laflar ederhale gelirler. İşte o zaman tıpkı kahinler gibi, ama güçleri olmayan kahinler gibi ve hâlâkendi yazgılarının efendileri oldukları yolunda sarsılmaz bir inançla davranıyorlardı,

biçok yolu bulunduğu sonucuna çıkarız. Bu yollardan her biri, dahasonra rakip soyut teoriler halinde bölünebilecek soyut bir düşüncenindoğmasına tanıklık edebilir. Kendi uygarlığımızdan bir örnekverilecek olursa, bilimsel teoriler farklı doğrultularda çeşitli kollaraayrılır, farklı (ve zaman zaman “kıyaslanamaz”) kavramlar kullanır veolayları farklı şekillerde değerlendirirler. Neyin kanıt, neyin önemlisonuç ya da “sağlam bilimsel usûl” sayılacağı zamana, faaliyet dalma,hattâ kimi zaman bir araştırma grubundan diğerine değişen tutum veyargılara bağlıdır. Örneğin aynı konu üzerinde (elektronun yükü)çalışan Ehrenhaft ve Millikan, ellerindeki verileri farklı şekillerdekullanmış ve farklı şeyleri olgu olarak değerlendirmişlerdir. Aradakifark sonuçta giderilmesine giderilmiştir ama bilim tarihinin önemli veheyecan verici bir dönemine damgasını vurmayı da ihmal etmemiştir.Kuantum teorisinde gizli değişkenleri savunanlar ile Einstein’in teorideğerlendirme ölçütleri farklıdır. Deneysel olarak doyurucu, ma-tematiksel olarak hakkıyla formüle edilmiş kusursuz bir teoriye bileeleştiri yöneltme ya da arka çıkma olanağı veren metafizik ölçütlerdirbunlar.44 Örneğin sırtını tüm biyolojinin moleküler olduğu vebotaniğin artık kendi başına bir hakikat iddiasında bulunamayacağıgibi bir iddiaya yaslayarak, bir disiplini kendi erişilebilir kanıtlaralanının ötesindeki ampirik bir konuya el koymaya götüren ölçütlerintümü de aynı şekilde metafizik ölçütlerdir. Dolaysız deneyseldayanakları veriler üzerinden dolaşarak yapılan çıkarımlara terciheden T. H. Morgan, daha açık dışavurumları dururken kromozomlarüzerinde çalışmayı reddeder. Barbara McClintock, ta 1946’dan öncebugün trans- pozisyon* dediğimiz süreci fark etmişti. “Ancakyalnızdı, mikroorganizmalarla çalışmıyordu; klasik bir çalışma tarzıtutturmuştu ve moleküllerden uzak duruyordu.” Hızla büyüyenmoleküler biyologlar grubunun tek bir üyesi bile “onun ne söylediğinekulak vermemişti.” Psikolojide yol ayrımları çoğalıyor:

44. Aynı şekilde Kopernik, gezegenler hakkındaki mevcut teorileri eleştirmiştir, oysabunların hepsinin de “verilerle uyum içinde" olduğunu kabul ediyordu.Commerıtariolus'dan aktaran, E. Rosen, der., Three Copernican Treatises, New York1959, s.57.* Aktarım: ana babaya ait kimi özelliklerin kalıtım yoluyla yavruya geçmesi, (ç.n.)

davranışçılar ve nörofizyologlar gestalt psikolojisinde önemli bir bilgikaynağı olan iç gözleme küçümsemeyle bakıyor; klinikçi psikologlar kimizaman “sezgi” de denilen öz deneyimlerine güveniyorlar, yani kendimücehhez organizmalarının tepkilerine; daha “nesnelci” okullar ise bükonuda titizlikle formüle edilmiş deneylerden yana. Daha önce degördüğümüz gibi, tıpta klinikçi hekimlerle gövde teorisyenleri arasındabenzer türde bir anlaşmazlık ta antik döneme kadar gider. Tarih vesosyolojiye geçtiğimizde fark iyice artar: Fransız Devrimi’ni konu alansosyal tarihler arasındaki tek ortak yön isimlerle belli somut olayların vekişilerin betimlenmesidir.45 Doğaya birçok şekilde bakılabilir

45. Ehrenhaft ve Millikan’ın durumu G. Hoiton'da tartışılır, Historical Studies in PhysicalSciences, Cilt ix, R. McCormmich, L. Pyenson ve R.S. Turner der., John Hopkins Un. Press1978, s.161-214. Sutton-Boveri’nin geliştirdiği kromozomlar aracılığıyla kalıtım teorisine karşıT.H. Morgan’ın itirazları konusunda krş. E. Mayr, The Growth of Biological Thought,Cambridge 1982, s.748 ve devamı. Mayr’ln kitabı farklı kanıtlar kullanan araştırmageleneklerinin muğlak bir şekilde “aynı şey” olarak gördükleri araştırma nesneleri hakkındanasıl farklı sonuçlara çıkabileceklerine dair çeşitli örnekler getirir. O yüzden Mayr, bilim ta-rihinin tektip bir paradigmalar dizisi olarak yorumlanmasına karşı çıkar (a.g.e., s.113).McClintock’la ilgili alıntı Peter Fischer’den alınmıştır, Licht und Leben, Konstanz 1985, s. 141.Ayrıca krş. E. Fox-Keller, A Feeling of the Organism, San Francisco 1983. Paul E. Meehl,Clinical vs. Statistical Predictions, Minneapolis 1954, içinde klinikçiler-istatistikçilertartışmasının bir dökümü bulunabilir. İnsanın değerinin “nesnel" kıstaslarıyla ilgili daha genişbir tartışma için krş. R.C. Lewontin, S. Rose ve L.J. Karnin, Not in Our Genes, New York 1984ve ayrıca S. J. Gould, The Mismeasure of Man, New York 1981. Stanley Joe Reiser, Medicineand the Reign of Technology, Cambridge 1978, insan vücudunu doğrudan muayene edendoktorlarla, -Norma Emerton, The Scientific Reinterpretation of Form, Cornell University Press1984’te tarif edildiği gibi- “nesnel” testlerden yana olan vücut teorisyenleri arasındakideğişken an- tagonizmanın bir tartışmasını içerir. Ayrıca krş. C.S. Smith, A Search for Struc-ture, 5. Bölüm, MIT Press 1981.

İlya Ehrenburg (People and Life, Memoirs of 1891-1917, Londra 1961, s.8) “Fransız Devrimi"hakkında şöyle diyor (Almancadan yeniden çevrildi -PF): “Yazarların gelecek kuşaklaradevrettiği imgeler biçimselleştirilmiş şeylerdir, kimi zaman bütünüyle hakikate aykırışeylerdir... Bazan ‘Bastilie’e Hücum’dan bahsedildiğini duyarız, oysa gerçekte kimseBastille'e hücum filan etmemiştir -11 Haziran 1789, Fransız Devrimi’nin olağan günlerindenbiridir, Paris halkı bir zorlukla karşılaşmadan hapisaneye girmiş ve orada birkaç mahkumlakarşılaşmıştır. İşte bu olay Bastille'in ele geçirilmesi diye adlandırılarak sonradan bayramhaline getirilecektir.” (Bununla bilim tarihinde ve Nobel Ödüllerinin ha- zırlanışmda özeltarih, olay ve "keşifler”e yapılan vurguları bir karşılaştırın.) "Gerçek olaylar" ile onlarınstandartlaştırılmış (ya da modern) versiyonları ara-

(doğa ile insan hayatının birbirinden ayrılamayacağı ya da doğanın maddi bir

karakter taşımadığı düşünceleri gibi) ve dolayısıyla birçok şekilde

davranılabilir. Tüm bunları dikkate alarak RlO’u daha da takviye etmeyi

öneriyorum:

R l l : sağlam gerekçeler temelinde (doğru olduğuna) inanılan her ifade,teori ya da bakış açısı için, onunla uyuşmayan bir alternatifinin en azındanonun kadar, hattâ ondan da iyi olduğunu gösteren argümanlar vardır.

Rll kadim şüpheciler tarafından zihinsel ve toplumsal huzurusağlama yolunda kullanılmıştır: eğer zıt görüşlerin bile eşit ölçüdegüçlü oldukları gösterilebilirse, sıkıntıya girmeye ya da onlar uğrunasavaşlar çıkarmaya gerek yoktur (Sextus Empricus, Hypot., 1, 25 vd.).Burada sahnede özellikle ifadeler, teoriler, argümanlar ve sağlamgerekçelerin bulunuyor olmasının nedeni şüphecilerin görüşleriniortaya koydukları tarihsel durumdur: şüpheciler argümanın bizi tek birsonuca götüreceğini göstermeye çalışan filozoflara karşı çıkıyor veonun böyle bir gücü olmadığını iddia ediyorlardı. Argümanadayanmayan insani ilişki kurma biçimleri ve belki de, ortak amaç gibişeyler onların yaklaşımını daha da güçlendirecektir. Çünkü buradayalnızca düşünsel sorunlar değil hisler, vefa ve duygudaşlık, veakılcılar tarafından henüz adlandırılmamış, listesi çıkarılmamış dahanice etken söz konusudur. Rll’i çürütmek için, henüz şüphecilere vegöreciliğe yöneltilmiş itirazlar arasında rastlayamadığımız daha başkaayrıntılı deneysel/kavramsal/tarihsel analizler gerekir.

H. BAZI ELEŞTİRİLERE CEVABEN

Görecilik yaygın bir düşünce biçimidir. Doğruyu bildiğini iddiaedenlerin küstahlığı karşısında duydukları nefretle ve in-

sındaki akıllara durgunluk veren farklılıklar için krş. Georges Pernoud ve Sabine Fleisser,The French Revolution, New York 1960. Potemkin Zırhlısı üzerinde çalışırken Eisenstein,tarihin heyecanlı ve anlamlı hale gelmesi için geliştirilmek, düzeltilmek zorunda olduğunuçok iyi biliyordu. Aynı şeyi Lakatos da bilimler konusunda anlamıştı.

sanları tektip bir hayat tarzına zorlama girişimlerinin doğurduğufelaketlere bakarak bugün pek çok insan bir kişi, grup ya da kültür içindoğru olan bir şeyin bir diğeri için de mutlaka doğru olmasıgerekmediğine inanıyor. Bu pratik görecilik modern toplumların içkinçoğulluğundan, özellikle de tarihçi ve antropologların keşiflerinden güçalıyor: kadim düşünceler ve günümüzün “ilkel” kozmolojileri bizimalışkın olduğumuz şeylerden farklı olabilir, fakat hepsinde de maddi vemanevi bir esenlik yaratma kapasitesi vardır. Mükemmel olmayabilirler-hiçbir dünya görüşü mükemmel değildir- ama bizim hayat tarzlarımızlakıyaslandığında kusurlarını çoğu kez bizde olmayan birtakımüstünlüklerle telafi ettiklerini görürüz. Evrim bu konuda başka birargüman daha sunuyor: canlılar aleminde her küme, bölüm, kol ya datür kendi duyu organları, yorumlama mekanizmaları ve ekolojik do-kunulmazlarıyla büyük ölçüde kendi imalatı olan bir dünyada kendinegöre bir var olma biçimi geliştirir.46 Örümceğin dünyası ile köpeğindünyası arasında ortak çok az şey vardır ve kö- pekgillerden bir filozofkalkıp kendi düşüncelerinin nesnel olarak geçerli olduğunu iddia ederse,son derece ahmakça bir iş yapmış olur. Kadim şüpheciler ve moderntakipçileri (örneğin Montaigne) bu çeşitlilikten mükemmel bir şekildeyararlanmışlardır.

Öte yandan böyle bir durumu yeterli bulmayıp tek bir doğrulukpeşinde koşan birçok insan vardır; onlara göre doğruluk aksi haldekaotik bir malumat yığını olarak kalacak bu çoğulluğun ardında saklıolmalıdır. Garip ama aynı iştahı duyan göreciler de var. Bunlar Batıakılcılığının bulaşmadığı bakir geleneklerin çaba ve ürünleri hakkındakigörüşlerini nemalandırmak arzusundadırlar, ama bu kadarı onlarayetmez, bilgi ve doğruluğun doğası üzerine genel ve -allah korusun!-“nesnel” önermeler oluşturmak da isterler.

46. Klasik Darwincifikte canlılar eylemlerinden bağımsız olarak var olan bir dünyayauyarlanırlar. “Dış dünyanın bizzat kendisine ait birtakım dinamiklerle değiştiği vecanlıların onu izlediği yolundaki [bu] basit yaklaşım, canlının çevresi üzerindekietkilerini hesaba katmaz . . . Canlı ve çevresi gerçekte birbirinden ayrı olarakbelirlenmez. Çevre canlı varlıklara dışardan dayatılmış bir yapı değil gerçekte ovarlıkların bir yaratımıdır.” R. Levins ve R. Lewontin, The Dialectical Biologist,Cambridge, Mass. 1985, s.69, 99. Ayrıntılar için bkz. söz konusu kitabın 2. ve 3.Bölümleri.

Eğer nesnelcilik, özel bir bakış açısı olarak kabul edilebilse bile, diğergörüşler üzerinde nesnel bir üstünlük iddiasında bulunamaz, diyorsak,sorunların ve sonuçların nesnel sunuş tarzı da görecileriıı alıp kullanacağıdoğru bir tarz olamaz. Dolayısıyla adına layık bir göreci gerçeğin,doğrunun ve bilginin doğası üzerine iddialarda bulunmaktan çekinmek veözgül, somut alanlara bağlı kalmak zorundadır. Bulgularınıgenelleştirebilir ve sık sık da genelleştirecektir ama, nihayet bizzatdoğaları gereği yararlı, makul ve en önemlisi de herkes için bağlayıcıbirtakım ilkelere ulaştığını hiçbir zaman varsaymadan. Nesnelcilerletartışırken kuşkusuz nesnelci yöntem ve varsayımlar kullanabilir; ancakburada amacı (özel ya da genel durumlar hakkında) evrensel olarak kabuledilebilir doğrular teşkil etmek değil, karşıtlarını köşeye sıkıştırmakolacaktır -nesnelcileri kendi silahlarıyla vurmaya çalışmaktadır, o kadar.Göreci argümanlar her zaman ad. ho- minemL dir (insanların önyargı vetutkularına hitap eden-ç.n.); güzellikleri, kendi entelektüel düellonamusunun getirdiği sınırlar dahilinde, hitap ettikleri homines' in onlarıdikkate almalarını ve yerinde buluyorlarsa (kendilerine göre), “nesnelolarak geçerli” saymalarını sağlamalarında yatar. Bu denemede şimdiyekadar yürüttüğüm tartışmalar bu şekilde okunmalıdır.47

Örneğin R7’den Rll’e sunduğum tezler dünyanın “nesnelözelliklerini” filan ortaya koymuyor; onları formüle etmekten amacımnesnelcinin yaptığı işe güvenini sarsmak ya da canlı bir tarihsel tablo ilekonuya yabancı okurları kendi yanıma çekmek.48

47. Hume (A Treatise of Human Nature, Kitap i, Of the Understanding, D.G.C. Macnabb, der.,New York 1962, s.263 vd.) durumu şöyle tarif eder: “Akıl ilk etapta mutlak bir hüküm veotoriteyle yasalar koyan, kurallar vazeden saltanatın sahibi gibi ortalıkta boy gösterir. Oyüzden düşman ona sığınmak, onun koruması altına girmek zorunda kalır ve orada, aklınyanlışlık ve budalalığını kanıtlamak üzere akılcı argümanlara başvurarak, denilebilirse onun elive mü- hürüyle bir patent üretir. Bu patent ilk başta, kendisinden türediği aklın mevcut vedolaysız otoritesiyle doğru orantılı bir otoriteye sahiptir. Fakat aklı yalanlamaya kurulu olduğuiçin, adım adım egemen iktidarın ve onunla birlikte de kendisinin gücünü zayıflatır; ta kiaralıksız ve amansız seyreden bir zafiyet sonunda her ikisi de bir hiç haline gelinceye kadar.”

48. Bu benim niyetim. Şüphesiz birçok okuyucu sunduğum argümanları hatalı bulabilir. Fakatbeni ötekilerin yaptığı gibi nesnel ilkeler varsaymakla suçlayıp eleştiremez. Ben ilkeleri berbatbir şekilde kullanabilirim; yanlış ilkeler kullanabilirim; onlardan yanlış sonuçlar çıkarabilirim; herdurumda niyetim onlardan

Eğer nesnelci biri argümanlarımı inandırıcı bulursa R1 ve R7, hem debenim onlara inanıp inanmamamdan bağımsız olarak onun bakışaçısında sorun çıkaracaktır. Şimdi bu usûlü göreciliğe yöneltilenbirtakım yaygın itirazlara uygulamayı deneyeceğim.

Bunlardan ilki itirazdan çok bir lanet okumadır. “Görecilik”, diyor KarlPopper (Aufder Suche nach einer besseren Welt, Münih 1984, ş.217)“her şeyin ya da hemen hemen her şeyin ileri sürülebileceği, dolayısıylahiçbir şeyin ileri sürülemeyeceği bir konumdur ... O yüzden doğrulukanlamsızdır.” Görecilik “gevşek bir hoşgörüden gelir ve gücünhükümranlığına gider.”

Kesim C’deki alıntılar (Herodot ve Protagoras’tan) bu lanetokumanın gerek ilk, gerekse son kısmının (“gevşek hoşgörü”) doğruolmadığını gösteriyor. Herodot (Popper’in kitabının 134. sayfasında,kafasındaki görecilik karikatürünü boşa çıkaracak satırları titizlikleatlayarak alıntı yaptığı Herodot) bir göreciydi, Protagoras da. FakatHerodot âdet ve geleneklerin gücünü Öne çıkarır ve savunurken diğeriyasayı sürekli çiğneyenlerin ölümle cezalandırılmasını ister.“Anlatılanlardan anlaşılacağı üzere”, diye yazdım bu kesimde,“Protagoras yasaların olması ve mecbur tutulması gerektiğineinanıyordu. Ve yine inanıyordu ki yasa ve kurumlar mutlaka yönetmeiddiasında oldukları toplumların isterlerine uyarlanmalı ve adalet otoplumların ihtiyaç ve koşullarına ‘göre’ tarif edilmeliydi. Ne o ne deHerodot. . . bu kimi toplumlarda geçerli kimi toplumlarda geçersizkurum ve yasaların o yüzden keyfi ve istenildiği gibi değiştirilebiliroldukları [sonucuna çıkmadılar]”. Popper’in göreciler için . . doğrulukanlamsızdır” şeklindeki diğer ithamı ise, Protagoras’m bu teriminkullanımı üzerinde nasıl titizlikle durduğundan habersizdir.

Açık Toplum ve Düşmanlan' nın 2. cildine ek bir bölümde (NewYork 1966, s.369 vd.) Popper tutumunu daha ayrıntılı bir şekildeortaya koyar. Önce bir tanım verir: “Görecilik -ya da şüp-

retorik araçları olarak yararlanmak; yoksa argüman ve bilginin nesnel dayanaklarıolarak değil. Öte yandan kendisine, (kendisi için) doğru yolda hitap edilen akılcı,benim gerekçelerimi “nesnel” olarak okumak zorunda kalacak ve sonunda da birkafa karışıklığı içine yuvarlanacaktır.

hecilik deyin, nasıl isterseniz- ile kastettiğim ... ” Şu kayıtsız “nasılisterseniz”e dikkat edin: Popper’in gözünde şüphecilik ile görecilikarasında hiçbir fark yoktur. Ama tarihte büyük bir fark olduğu açık.Şüpheciler zamanlarına bir teşhis getirdiler, filozoflara ardınadüşecekleri bir amaç gösterip, ortaya bir de argüman koydular.Amaçları barıştı, teşhisleri soyut dogmalar üzerine tartışmalarınhuzursuzluk ve savaşlara yol açabileceğiydi, argümanları sağlamdayanakları olan bir ifadenin tam karşıtının bile eşit ölçüde sağlamdayanakları olabileceğiydi. Amaç hayranlık uyandırıcıdır, teşhishâlâ geçerliliğini koruyor ve argüman, önceki kesimde göstermeyeçalıştığım gibi, oldukça güçlüdür. Popper’in tanımı bunlardanhiçbirine temas etmiyor,

Popper’e göre görecilik (“ya da şüphecilik deyin, nasıl is-terseniz”), “ya nesnel doğruluk diye bir şey olmadığı için; ya böylebir şey olsa bile, doğru veya (doğru olmasa da) doğruluğa başka birteoriden şu ya da bu ölçüde daha yakın teori diye bir şey olmadığıiçin; ya da iki veya daha fazla teorinin varlığında bunlardan birinindiğerinden daha iyi olduğunu gösterecek hiçbir yol ya da araçbulunmadığı için; rakip teoriler arasındaki seçimin keyfi olduğunusöyleyen bir teoridir.”

Burada yine hem son (seçimin keyfiliği) hem de ilk kısmın (al-ternatif görüşler arasında karar verecek bir tutamağın olmaması)Platon’un Protagoras hakkında anlattıklarıyla ve antik dönem şüp-hecilerinin son kısımla ilgili argümanlarıyla çeliştiğine dikkatçekmek isterim. Bilimsel tartışmaların nesnel bir şekilde kararabağlandığı düşüncesini eleştirmek farklı teoriler arasında “kararverme araçlarının” olabileceğini inkar etmeyi gerektirmez. Hattâtersine, bu tür birçok araç bulunduğunu; bunların bizi farklı ter-cihlere götürdüğünü; burada ortaya çıkan anlaşmazlıkların sık sıkargümanla değil yaygın tercihlerin desteğindeki bir iktidar-oyunuyla çözüldüğünü; ve argümanın bir şekilde kabul edilmesiiçin yalnızca geçerli olmasının yetmediğini aynı zamanda makul,yani argüman düzlemi dışına düşen çeşitli varsayım ve tercihlerlede uyum içinde olması gerektiğini söyler.

Popper göreciliğe “teori” der. Daha önce gördüğümüz gibi bubazı görecilik biçimleri için doğru, bazıları için (benimki de dahilolmak üzere) yanlıştır. Popper bilgi(nin nesnelliği) sorunu ile te-

orilerin doğruluğu ve/veya nesnelliği sorununu özdeşleştirir. Bu görüşfiziğin bazı kısımlarında tutabilir (burada bile “zımni biigi”yerastlanmasına rağmen), fakat tarih, psikoloji ve geniş sağduyu alanınageçtiğimizde onun akıl almaz derecede dar bir yaklaşım halinegeldiğini görürüz.

“Eğer iki taraf anlaşamıyorsa”, diyor Popper (s.387), “bu onlardanbirinin ya da her ikisinin yanlış olabileceği anlamına gelir. Ama birgörecinin söyleyeceği gibi her ikisinin de eşit ölçüde doğru olabileceğianlamına gelmez.”

Bu son söylenen göreciliğe yöneltilmiş tüm düşünsel saldırılarınzaafını özlü olarak ortaya koyuyor. “Eğer iki taraf anlaşamıyorsa” -bu,hasımların temas kurduğu ve biribirlerini anladığı anlamına gelir.Diyelim ki hasımlar farklı kültürlerden. Hangi tarafın iletişim araçlarınıkullanacak ve birbirlerini anlamayı nasıl başaracaklar? Sömürgegörevlileri peşinen yerlilerin ya Efendinin Dilini öğreneceklerini ya dayine Efendinin Dili esas alınarak mütercimler vasıtasıylabilgilendirileceklerini kabul etmişti. Efendiler tarafından çizilmişdurumlar içinde işletilen Efendinin Dili sorunların formüle edilmesi,ortaya konması ve çözülmesinde tek resmi araçtı. Yerli ilişki kurmaaraçlarının, yerli dil ve sorun çözme tarzlarının bizi aynı çözüm vesonuçlara götüreceğini peşinen kabul edebilir miyiz? Ya da aynısorunlara yol açacağını? Görece eski araştırmalar ve meslekten“kalkınma programcılarının son deneyimleri bizi böyle bir varsayımakarşı uyarır. Fakat bu, karşılaşılan anlaşmazlıkların ve onlarla gelendoğru-yanlış ayrımlarının mevcut etkileşim biçimine, dolayısıylakültüre bağlı olduğu anlamına gelmez mi; bunlar alışverişin yapıldığıkültüre “göre”dir. Popper, Aydınlanma’nın ondan önceki daha zayıfaydınlatıcıları gibi, öyle görünüyor ki esas olarak yalnızca bir müzakerearacı olduğunu ve bu aracın kendi (Popper’in) koyduğu anlamda“akılcı” olduğunu (Örneğin basit mantıksal kurallara uyar) ve esasolarak konuşmadan oluştuğunu (jest ve mimiklerin bir rolü yoktur) veherkesin onu kullanabileceğini varsayıyor. Herkesi potansiyel birKantçı haline getirerek

lind unterm braunen Sud fühlt auch der HottentotDie allgemeine Pflicht und der N attır Gebot

diye yazıyordu Albrecht van Haller.49 Aynı şekilde Popper de her insanyüzünün ardında küçük ve kafası bir parça karışık bir Pop- perci görüyorve insanları kafa karışıklığına teslim oldukları için sertçe azarlıyor.Dahası bu zaten yeteri kadar dar alanda bile gö- reciliğin ne dediğinianlayamıyor: Protagoras farklı, uyuşmaz görüşlerin “eşit ölçüde doğru”olduğunu söylemez.50

Son olarak, “aynı durum hakkında” birbirini tutmayan şeyler söyleyipyine de doğru olmak niye mümkün olmasın? Farklı iki tarzdagörülebilecek bir resim (Wittgenstein’in ördek-tavşanı gibi) iki farklışekilde tanımlanabilir -bu durumda her iki taraf da doğru olacaktır.Yaşadığımız dünyanın bir ördek-tavşan resmine benzeyip benzemediğifelsefi bir kararnameyle değil araştırmayla karara bağlanacak birkonudur.

Diğer bir görecilik eleştirmeni de Hilary Putnam’dır. Reason, Truthand History’de (Cambridge 1981, s. 114) şöyle yazıyor Putnam:“Yirminci yüzyılın en etki uyandırmış iki bilim felsefesinin her ikisininde -ki bunların genel olarak bilimadamları ve felsefe dışından insanlararasında tartışmasız bir ilgi uyandırmış iki felsefe olduğu ve de tahsilligenel okur kitlesinin haklarında muh-

49. Über den Ursprung des Übels (1750 basımı), Cilt 2, s.184: "Ve kahverengi derisinin altındakiHotanto da bile evrensel ödev duygusu ve doğanın emirleri yazılıydı.” Krş. A. Lovejoy, Essaysin the History of Ideas, Baltimore 1948, s.78 ve devamı, özellikle 86 ve devamı.

50. Popper’in başarıları gibi bu hatası da yeni değildir. Aynı hataya Platon ve Aristoteles’derastlarız. Platon, Protagoras’a karşı getirdiği argümanlardan birine Protagoras'ın öğretisininşöyle bir biçimiyle başlar {Theaetus, 170a3 vd.): “Herkesin düşündüğü, der Protagoras,kendisine göre öyledir”. Sonra bu öğretiyi kabul edebilecek ancak birkaç kişi bulunabileceğineişaret eder. İnsanların büyük bir kısmı uzmanlara güvenirler. Onlara göre, doğruluk, uzmanlartarafından gösterilen bir şeydir. Dolayısıyla, kanıyı doğruluğun ve varoluşun ölçütü yapanProtagoras, bu öğretisinin yanlış olduğunu kabul etmelidir. Argüman burada biter. Argüman,"göre... dir” ya da “göre doğru”dan "... dir” ve “doğru”ya geçilmesini gerektirir, o yüzden dekendisinden, mantıksal olarak bahsedilen sonuç çıkmaz.Çelişkisizlik ilkesini tartışırken Aristoteles, bu ilkeyi çiğneyen filozofları sıralar. “Protogoras’ınöğretisi”, der (Metafizik, 1062b13 vd.), “bahsettiğimiz görüşe benzer; Protagoras basitçe, birşey bir insana nasıl görünüyorsa öyledir anlamında insanın her şeyin ölçüsü olduğunusöylemiştir. Eğer bu doğruysa aynı şey hem öyledir hem öyle değildir, hem iyidir hem kötüdürve diğer tüm zıt anlamlı cümlelerin ifade ettikleri şeyler doğrudur.” Fakat, Platon’un açıkçabelirttiği gibi, Protagoras bir kişi tarafından düşünülen şeyle o kişiye göre olan şeyi özdeşleştirirama mutlak olarak değil.

temelen az çok bir şeyler işittiği yegâne iki felsefe olduğu be-lirtilmelidir-, kendi kendini çürüten felsefeler olduklarını söylemekistiyorum.” Sözünü ettiği felsefeler Kari Popper’in temsil ettiğipozitivizm ile başkaları yanında Kuhn, Foucault ve benim temsil ettiğimtarihsel yaklaşımdır. Putnam iddiasını kanıtlamak üzerekıyaslanamazlık ve görecilik konularını tartışıyor. Kı- yaslanamazlığıX. Bölüm’de inceleyeceğiz, şimdi Putnam’m görecilikdeğerlendirmesini ele almak istiyorum.

Putnam, ‘'hiçbir bakış açısı bir diğerinden daha doğru ya dadoğrulanabilir değildir”, diyen bir görecilik türüyle işe başlar (s. 119);ve şu ya da bu görüş açısını savunmak için hiçbir neden olmadığıiddiasının kendisini nasıl savunabileceğimizi sorarak bu göreciliğieleştirir. Oysa cevap basit: herharfgi bir neden görmek ya davermeksizin bir fikri savunabilirim. Ayrıca bahsettiği görecilik benimkide değil.51

Daha sonra bağlantısal görecilik denebilecek bir yaklaşımı tartışmakonusu yapar: “doğru”, “akla yatkın” ya da “kabul edilebilir” gibiifadeler, “için doğru”, “şu şu ölçütlere göre akla yatkın” ve “bir Akültürü üyesi için kabul edilebilir” vb. gibi ifadelerle değiştirilebilirolmalıdır. “Soy bir göreci” (bu anlamda), der Putnam (s. 121), “X’inP’ye göre doğru olup olmadığının kendisinin de göreli olduğunusöylemek zorunda kalacaktır. Bu noktada yaklaşımın ne demek istediğikonusunda bile tereddüde düşmeye başlarız. . . ” Evet öyle -ama“yaklaşım”m nesnel bir bilgi değerlendirilmesi olarak okunmasışartıyla. Zaten kafalarını karıştırmak kastıyla getirilmiş retorik biraçıklama eğer nesnelcilerde bir muhatap buluyorsa hedefi tutturmuşdemektir; ve tam da bu yüzden şu “için”i es geçebilir.

Putnam ayrıca görünüşü gerçekten ayırmayan bir kültürün, iddiaetmeyi (düşünmeyi) gürültü çıkarmaktan ayıramayacağım ve o yüzdenbir kültür dahi olamayacağını iddia eder (s. 122). Felsefecilerinhayatın sorunlarıyla nasıl soyut bir tarzda ilgilendiklerini gösteren iyibir örnek. Kesim F’nin başında işaret ettiğim gibi, görünüş-gerçekliktüründen ikili dev ayrımlara yer vermeyen birçok hayat tarzı vardır;örneğin Homerosçu sağduyu

51. Science in a Free Society, Londra 1978, s.83’te o tür bir göreciliği açıkçareddediyorum.

gibi. İnsan eylemi ve dünyanın karmaşıklığının farkında olan buhayat tarzları onun yerine çeşitli daha ince ayrımlar kullanırlar.Böyle bir yerde elindeki kaba kavramsal şebekeyi kullanmayakalkacak bir Putnam onların konuşmalarının büyük bir kısmınısade gürültü diye reddetmek zorunda kalacaktır. Ama bu onun şe-kebesinin eleştirisidir, reddettiği konuşmaların değil. Ayrıca gö-recileri söz konusu ayrımla geriye püskürtmek mümkün değildir,çünkü hemen size farklı kültürlerin, hattâ aynı kültür bünyesindekifarklı okulların ayrım çizgisini farklı yerlerden geçirdiğinihatırlatacaklardır (krş. Kesim F).

I. HAYATA DÖNÜŞ

Sonuç olarak, burada anlattığım göreciliğin kavramlar değil(modern görecilik biçimlerinin büyük bir kısmı böyle olsa da) insanilişkileri hakkında olduğunu bir kere daha belirtmek isterim. Bugörecilik âdet ve üslûpları farklı kültürler ya da bireyler arasıtoslaşmalarda beliren sorunlarla uğraşır. Entelektüeller bu türdentoslaşmalarla tartışmalar zemininde uğraşmaya alışmışlardır ve buhayali tartışmaları onlar kendi söylemleri kadar soyut ve eri-şilemez hale gelinceye kadar arındırma eğilimindedirler. B öylesibir işlemde bunların birçoğu hayattan demir alıp teknik bilgi su-larına doğru uzaklaşır. Artık şu ya da bu kültür veya kişiyle ilgilerikalmamıştır; gerçeklik, doğruluk ya da nesnellik gibi fikirlerleuğraşır olmuşlardır. Ve yine artık fikirler/insani varoluş ilişkisinideğil fikirlerle fikirlerin ilişkisini sorguluyorlardır. Örneğindoğruluk nesnel bir nosyon mudur, bilimsel pratik akılcı bir pratikmidir ya da gerçeklik algıya nasıl dayanır, diye sorarlar -ki burada“doğruluk”, “bilimsel pratik” ve “algı” bilimadamlannm ve ötekisıradan insanların hayatlarında neler olup bittiğini kolayca teşhisetmemizi engelleyen çeşitli biçimler altında tanımlanmıştır(ayrıntılar için krş. Kesim D).

Tüm maharet bu tür soruların açıklanmasına hasredilir. Bu sü-reçte üretilen kelime oyunları bugün artık dünya ölçekli bir tatsızlıkhaline gelmiştir. Batılı entelektüellerin oynadığı oyunlardır bunlar;ve ayrıca Batı uygarlığının ürünlerinin hayasız kar-

navahndan gözleri kamaşmış birtakım Bafılı olmayan seyircilerin deilgisini çekmeyi başarmıştır. Bu fikirlerin düşünsel gücüyle onlarıüreten toplumların siyasal ve askeri gücünü iyice biribirine karıştırmışşu “Üçüncü Dünya” denilen ülkelerin erkek ve kadınları Batıfelsefesinin o cıvık çamuruna bulanmaya başladılar. Fakat toptanbakıldığında bu gelişme düşünsel bir Rönesans başlatmak bir yana,düşüncenin gözden düşmesine; kendi oyun parklarının ötesinigörmekten aciz birtakım felsefecilerin “Dünya Kültürünün Bunalımı”dedikleri şeye vardı. Ama ben bunalımın düşünsel ve akademik hayattadeğil bilerek ya da bilmeyerek bu hayatın imalatlarıyla beslenmiş genişölçekli bir fenomende yattığım düşünüyorum. Bu beslemeyi ortayaçıkarmak için Batı düşünsel imalatlarının sözde nesnelliğinin gerisindeyatan dev yanlışları ve gizli varsayımları saptamak zorundayız. Fakatbunları ortaya çıkarsak bile en az onun kadar önemli başka bir iş de ha-yata dönmek ve örneğin insan ve toplumlann alışılmadık durumlarlayüz yüze geldiklerinde ne tür tepkiler verdiğini inceleyerek hayatınsorunlarıyla daha dolaysız bir yolla uğraşmayı öğrenmektir.

Sunuşta da işaret ettiğim gibi, kültürler arası anlaşmazlıklardagösterilen tepkiler çeşitlidir. Bunlardan biri dogmatizmdir: bizimkidoğru, öteki hayat tarzlan yanlış, aşağılık, günahkârdır. Bazıdogmatikler hoşgörülüdür -günahkârlara acır, onlara doğru yolugösterme çalışır, olmuyorsa kendi hallerine bırakır. Bazı 16. ve 17.yüzyıl Hıristiyanlarının hoşgörüsü bu türdendi. Bazıları ise yanlışyoldakilerin Hakikati bozabileceğinden korkarak yok edilmelerini ister.Bu da Tesniye’nin yaklaşımıdır. Çoğulcu ve özgürlükçü bir retoriğinegemen olduğu demokrasilerde yaşayan modern dogmatikler daha birsaman altından su yürüten cinste güç arayışındadırlar. “Basit inançlar”ile “nesnel bilgi”yi birbirinden ayıran bilimsel akılcılık yanlıları “batılinançlar” karşısında hoşgörülüdürler ama “nesnel bilgi”yi ayrıcalıklı birkonuma getirmek için de yasa, para, eğitim ve halkla ilişkilerdenyararlanmayı ihmal etmezler. Üstelik bu konuda şaşırtıcı bir başarı dagöstermişlerdir. Kilise, ve Devletin ayrılması, resmen kabul edilmişolanlar dışındaki tüm tıbbi usûlleri yasaklayan yasalar, katı eğitimpolitikaları, bilimin savunma gibi ulusal öneme sahip

projelerle iç içe geçmesi -bunların hepsi de güçlü grupların nesneldoğruluk diye adlandırdıklarının güçlenmesine, diğer fikir ve ka-naatlerin zayıflamasına yarar.

Önceki kesimlerde dogmatizmin bir kültürel alışveriş ve/veyakültürel gelişim ilkesi olarak kullanıldığında feci sonuçlara yolaçtığını göstermeye çalıştım. Batılı gözlemciler bile bugün Batıteknolojisi ve hayat tarzlarının o zamana dek Batının ayak bas-madığı bölgelere taşınmasında yanlış bir şeyler olduğunu itirafediyor. Söz konusu bölgelerdeki yaşam mükemmel değildi; büyükboşlukları vardı (örneğin birçok hastalık etkili bir şekilde tedaviedilemiyordu) ve bünyelerinde iyi bir yaşama ters gelen birçok şeybarındırıyorlardı. Kısaca bizim şu anda Batıdaki durumumuzaoldukça benzer bir haldeydiler. Fakat doğru çözüm geleneksel âdetve alışkanlıkları toptan silmek ve yerlerine yine toptan “akılcı”usûlleri geçirmek değildi. Birçok insanın bugün “doğru” olacağınıdüşündüğü çözüm hem yerel hem de Batılı bilgileri dikkate almakve onlara bu toplulukların âdet ve geleneklerine uygun bir kullanımtarzı kazandırmaktı. Söz konusu geleneklerin bizzat onlarlayaşayanların gözüyle bakıldığında bile her zaman yararlı ol-madıkları doğrudur; fakat bunlar o insanların hayatlarının doğal birparçası, dolayısıyla da doğal başvuru noktalarıdır. Onlara itibaretmemek insanları yüce efendilerin eğitimine muhtaç köleler gibigörmek demektir.

Son söylediklerimiz açıkça dogmatik yaşam biçimleri için ge-çerlidir; ancak tevazuları, hoşgörüleri ve eleştirel duruşlarıyla gu-rurlanan felsefeler konusunda da çekinmeden aynı şeyleri söylemekmümkün. İlk bakışta bu felsefeler ideal kültürel alışverişaraçlarıymış gibi görünür. Öğretmenlerin, bilim ve akılcılık tem-silcilerinin hatalı olabileceğini; öğrenciler ya da -Batılı bilgi veyaşam tarzlarının kapısını çaldığı- yerli kültürlerin temsilcileri ta-rafından önerilebilecek daha iyi şeyler olabileceğini teslim ederler.Ne hoşgörülü, ne insani bir tutum doğrusu. Hoşgörülüdür-“eleştirel” standartlarla. Çünkü alışverişin bir tartışma biçimindeolacağını, tartışmanın belli kurallara göre yürütüleceğini ve ka-rarların oradan çıkacak sonuca göre verileceğini varsayar. İnsaniilişkiyi sözel alışverişe, sözel alışverişi tartışmaya ve son bir ha-reketle de tartışmayı açıkça formüle edilmiş konular üzerinde

mantıksal bir hata araştırmasına indirger. En başından beri “eleştirel”felsefeciler insan ilişkilerini kendi konumlarına göre, yanidüşünselleştirilmiş bir tarzda tanımlarlar. Hoşgörülerinden dolayı kendikendilerini kutlayan bu insanlar ya dünyadan bihaber ya namussuz yada (benim tahminim o ki) her ikisidirler.

Görecilik bu bihaberlik ve namussuzluktan uzaklaşır. Bir kültür içindoğru olan bir şeyin ötekiler için doğru olması gerekmez, der (benimiçin doğru olanın senin için de doğru olması gerekmez). Batıakılcılığıyla birlikte yükselişe geçen daha soyut for- mülasyonlar âdet,gelenek, fikir ve yasaların ait oldukları kültürlere “göre” olduklarınıiddia eder. Bu anlamda görecilik keyfilik demek değildir (bunu KesimC ve H’de tartışmıştık), ne de yalnızca göreciler “için geçerli”dir.Nesnelci dokudaki büyük boşlukları ortaya çıkartarak onu içerden,kendi ölçütleriyle çökertir.

Fırsatçılık görecilikle yakından bağlantılıdır; yabancı bir kültürdenalıp özümsenecek değerli şeyler olabileceğini kabul eder; işine yarayanıalır gerisine dokunmaz. Batı biliminin yayılmasında fırsatçılığın büyükrolü olmuştur.

Japon tarihinden bir örnekle bu sürecin nasıl işlediğine ışık tu-tabiliriz. 1854’te Deniz Binbaşı Perry zor kullanarak Hakodate veShimoda limanlarını Amerikan gemilerine açtı (ikmal ve ticaret). Buolay Japonya’nın askeri açıdan zayıf olduğunu ortaya çıkarmıştı. 1870başlarında aralarında Fukuzawa’mn da bulunduğu JaponAydınlanmasının temsilcileri şöyle düşündüler: Japonya bağımsızlığınıancak daha güçlü olursa koruyabilir. Ancak bilim yardımıyla dahagüçlü olabilir. Bilimden sonuç alıcı yararlar elde etmek istiyorsakuygulamayla kalmamalı, onun altında yatan ideolojiye deinanabilmeliyiz. Gelenekçi birçok Japon için bu ideoloji barbarca birideolojiydi (katılıyorum). Fukuzawa’nm takipçileri tartışmayı öyle biryere sürüklediler ki hayatta kalmak için bu barbarca usûlleri alıpkullanmak, onlara gelişmiş şeyler gibi muamele etmek ve tüm Batıuygarlığını öğrenmek artık bir zorunluluktu. Buradaki tuhaf ama tutarlıakıl yürütmeye dikkat edelim: Bilim dünyanın doğru bir tasviri olarakkabul edilmiştir ama bilimin bizzat doğru bir tasvir olmasından dolayıdeğil, böyle öğretilmesi halinde daha iyi silahlar üretilebileceğindendolayı.

“Bilimin ilerlemesi” denen şey, bu tür olaylar olmasa hemen çökerdi.52

Argüman kültürel alışverişin tüm biçimlerinde önemli bir rol oynar.Batı akılcılarının bir icadı da değildir. Fırsatçı yaklaşımın özsel birparçasını oluşturur: fırsatçı yabancı şeylerin kendi hayatını nasılgeliştirebileceğini, orada başka ne tür değişikliklere neden olacağınısormak zorundadır. Zaman zaman “ilkeller” onları akılcılık yolunaçelmeye çalışan antropologlarla konumlarını değiştirmek üzereargümana başvururlar (bkz. Dipnot 43’le ilgili kısımda verdiğimizörnek). Evet argüman tıpkı ritüel, sanat ya da dil gibi evrenseldir amayine tıpkı ritüel, dil ya da sanat gibi birçok biçim altında görülür. Birhareket ya da homurtu bizim uzun ve renkli nutuklara ihtiyaçduyacağımız bir yerde bazılarını ikna etmeye yetebilir. Luther kutsalmetinlerin yeniden yorumlanmasını önerenlerden kanıt olarak mucizelergöstermelerini istemişti; resmi yönetim kurumlan ve genel olarak halkbugün dini önderlerden, bilimadamlarından hâlâ mucizeler istiyor. Ar-gümanların çoğu katılımcıların inanç ya da tutumlarını hesaba katar.Argüman kullanan kişi belirli insan gruplarını ikna etmek amacındadırve yaklaşımlarını birinden ötekine değiştirir. İlk Batı akılcılarının icadettiği argümanın kendisi değil, kişisel öğeleri bırakın dikkate almayı,açıkça reddeden özel ve standart bir tartışma biçimidir. Buna dayanarakmucitlerimiz, sırası geldiğinde, insani arzu ve kaygılardan bağımsızolarak geçerli usûl ve sonuçlar ortaya koyabileceklerini iddiaetmişlerdir.

Kesim F’de bunun niçin hatalı bir iddia olduğunu açıkladım. Buradainsani öğe sıfırlanmamış, yalnızca gizlenmiştir. Bir sömürge subayıkralı adına konuşur, bir misyoner Tanrı ya da Papa adına. Her ikisi detaleplerine güç veren üst makamı gerektiğinde tanımlayacakdurumdaydı ve tanımlamıştır. Akılcıların da üst makamları vardır; fakatnesnelci bir edayla konuşarak, gıpta ettikleri ya da gibi olmayaçalıştıkları insanlarla ilgili tüm göndermeleri ve ellerindeki usûlleribenimsemelerinde etkili olmuş tüm kararları titizlikle ortadan kaldırarakgörüşlerinin bizzat Doğa ve

52. Konunun ayrıntılaruiçin bkz. Carmen Blacker, The Japanese Enlightenment,Cambridge 1969. Siyasi arkaplan için krş. Richard Storry, A History of ModernJapan, 3. ve 4. Bölüm, Harmondsworth 1982.

bizzat Akıl tarafından desteklendiği izlenimini yaratırlar. Kullandıklarıusûllere şöyle yakından bir bakış durumun söyledikleri gibi olmadığınıgöstermeye yeter. Başarıyı ele alalım. Bugün bir usûlün başarısı sık sıkonun nesnel geçerliliğinin işareti sayılıyor. Ama başarı ve başarısızlıkbunların tezahür ettiği kültüre bağlıdır. Şu sözüm ona “yeşil devrim”Batı pazarlama pratikleri açısından bir başarı, kendiııe-yeterliliği amaçedinmiş kültürler açısından ise kasvetli bir başarısızlıktır. Üstelik çeşitlialanlarda Batılı usûller ile yerli usûller arasında etkinlik karşılaştırmasıyapan herhangi bir “nesnel” bilimsel çalışma yoktur. Tıp bile önümüzeancak münferit başarı raporları ve Batılı olmayan tıbbi pratiklere dairyine eşit ölçüde münferit başarısızlık raporları koyabiliyor, ama okadar: genel manzara belirsizdir.

Daha karmaşık bir argüman başarının kültüre bağlı olabileceğiniama başarıya ulaşmak için kullanılan yasaların geçerliliğinin bağımsızolduğunu iddia eder: insanlar elektrik karşısında farklı farklı tutumlaralabilirler ama Maxwell eşitsizlikleri ve ortaya koyduğu sonuçlar bututum farklılıklarından bağımsız olarak geçerlidir. Bu argümanteorilerin uygulama sırasında değişmediğini varsayıyor. Fakat şu“yaklaşıklaştırma usûlleri” denilen şeylerin birçoğu eldeki teorininiddiaları üzerine bir çizik atarak yerlerine yenilerini koyar; böylecefarklı alanların farklı usûller gerektirdiğini, genel, kapsayıcı teorininöngördüğü birliğin bütünüyle formel bir şey olabileceğini kabul etmişolur.Söylenebilecek daha önemli bir şey doğa yasalarının hiç şüphe, yok kiözgül, somut bir kültürden bağımsız olarak hiçbir yerde bulunamayacağıolgusudur. Örneğin termodinamiğin ikinci yasası gibi bir yasayı bulmakiçin o yasayı sezecek, formüllendirecek, kontrol ve vazedecek -kimizaman son derece istisnai tarihsel ar- dardalıklarla birlikte özgül birtoplumsal yapılanışta kendine yer açmış- epeyce özel zihinsel birtutuma ihtiyaç vardır. Bu şimdi sosyologlar, bilim tarihçileri, hattâ birkısım felsefeciler tarafından kabul ediliyor. Eski Yunan’da, 16. ve 17.yüzyılda gelişen tipte bir bilimi başlatmak için gereken zekâ vematematik vardır ama olmamıştır. “Bilimsel devrimden önceki yaklaşıkon dört yüzyıl boyunca, Doğayla ilgili buluşlar ve bu doğa bilgisinininsanoğlunun yararına kullanılması konularında Çin uygarlığı Av-

rupa’dan çok daha etkili bir durumdaydı”, ama adı geçen devrim “gerikalmış Avrupa”da ortaya çıktı.53 Özel bir bilgi biçiminin bulunması vegeliştirilmesi son derece özgül ve tekrarlanamaz bir süreçtir. Şimdi buistisnai ve kültüre-bağımlı bir yolla bulunan (dolayısıyla kültüre-bağımlıterimlerle ifade edilen) şeylerin bizzat o yoldan bağımsız bir şekilde varolduğunu göstermeye çalışan şu argümanın bir anlamı var mı? Vardığımızsonucu feda etmeden onu keşfediliş tarzından ayırabileceğimizi kimgaranti edebilir? Bazı kavramların yerine başkalarını koysak, aralarındakifark çok çok küçük olsa bile, aynı sonuçlara varamaz, hattâ onlarıanlayamaz bir hale geliriz; tıpkı bilim tarihinin ilk evrelerini birazkarıştırdığımızda gördüğümüz gibi, farklı sonuçlara çıkar ve farklıdoğrulayıcı kanıtlar getiririz. Ama onlara nasıl ulaştığımızı unutmamızdançok sonra bile, bu sonuçların “dünyada” kalmaya devam edeceği varsayılırher nedense.

Dahası modern nesnelciler kendi fantezilerini dünyaya yansıtan yegâneinsanlar değillerdir. Kadim Yunanlılara göre Yunan tanrıları insanlarınarzularından bağımsız olarak var olur ve davranırlardı. “Oradaydılar”, okadar.54 Şimdi bize bunujı bir hata olduğu söyleniyor. Modern akılcılarıngözünde Yunan tanrıları Yunan kültürünün ayrılmaz bir parçasıydı, hayalürünü şeylerdi ve gerçekte yoklardı. Bu tekzip niye? Çünkü Homeros’untanrıları bilimsel bir dünyada var olamazlar. Bu anlaşmazlık durumundaniçin bilimsel dünya değil de tanrılar güme gitsin ki? Her ikisi de niyetolarak nesneldir ve her ikisi de kültüre-bağımlı bir yoldan ortaya çıkmıştır.Bu soruya şimdiye kadar işittiğim yegâne cevap bilimsel nesnelerintanrılardan daha yasaya-gelir bir tarzda davrandığı, daha ayrıntılı incelenipkontrol edilebileceğidir. Bu cevap, gösterilmesi gereken şeyi, yani bilimselyasaların gerçek, tanrıların gerçek olmadığı iddiasını daha baştanvarsayıyor. Ayrıca erişilebilirlik ve yasaya-gelirliği bir gerçeklik ölçütüyapıyor. Demek ki anarşistler ve ürkek kuşlar da gerçek değil. Neyse,başka yolu yok: ya hem tanrılar hem de kuarklar, varoluşlarını

53. J. Needham, Science in Traditional China, Harvard University Press, ChinaUniversity Press, Hong Kong 1981, s.3, 22 ve devamı.54. Daha fazla ayrıntı ve literatür için krş. Against Method, 17. Bölüm, Londra 1975.Ayrıca krş. benim yakında çıkacak Stereotypes of Reality, 4. ve 5. Bölüm.

farklı ortamlara borçlu ama eşit ölçüde gerçek şeylerdir diyeceğiz, yada şeylerin “gerçekliği”nden bahsetmeyi toptan bir yana bırakacak veyerine daha karmaşık, düzenleyici şemalar koyacağız (krş. KesimF’nin başı).

Hangisini seçersek seçelim bu, ille de, bilimin kültürümüzdekirolünü etkileyecek filan değildir. Zaten bilimsiz yapabileceğimizi desöylüyor değilim. Yapamayız. Bilimsel yasaların hem maddi anlamda-teknolojik ürünlerde- hem de manevi anlamda -temel kararlarınalınmasında öncülük etmesine izin verilen düşüncelerde- baş köşedeoturduğu bir çevrenin yaratılmasına katılmış, ya da göz yummuşbizler, yani bilimadamlan kadar Batı uygarlığının ortalamayurttaşları, bilimlerin hükümranlığı altındayız. Fakat toplumsalkoşullar değiştikçe bilim de değişir. 19. yüzyıl bilimi kültürelçoğulculuğun yararlarını görmezlikten gelmişti; altüst edici bir dizidevrimle aklım başına toplamış ve sosyolog ve antropologlardansıkıyı yemiş 20. yüzyıl bilimi bugün bunları görüyor ve tanıyor.Bilimi destekleyen aynı politikacı, felsefeci ve bilimadamı tam da budestekle bilimi değiştiriyor, onunla birlikte de dünyayı. Bu dünya,üzerinde hiçbir etkide bulunmadan köşe bucak, adım adım onunözelliklerini keşfe çıkmış düşünen karıncalarla dolu, dural bir varlıkdeğildir. Kaşiflerinin faaliyetlerini hem yansıtan hem de etkileyendinamik, çok-veçheli bir varlıktır. Bir zamanlar silme tanrılarladoluydu; sonra kasvetli maddi bir dünya haline geldi ve şimdi, ümitediyorum ki, madde ve hayatın, düşünce ve duygunun, yenilik vegeleneğin hepimizin yararına el ele verdiği daha barışçıl bir dünyayadoğru değişecek.

II. AKIL, KSENOFANES VE HOMEROS ’UN TANRILARI

Akılcılık ve bilim, küremizin gitgide daha büyük bir bölümünü işgalediyor. Eğitim onları “uygar” ulusların çocuklarının beyinlerine çakaçaka doldurmakla meşgul, kalkınma “ilkeller”in ve “azgelişmiş”toplumlarm onlardan yararlanabilmelerine özen gösteriyor, siyasalbağlaşmalardan bağımsız ve uluslararası bir girişim olarak yürüyen silaharaştırmaları onları gerçek iktidar merkezleriyle tanıştırıyor, en küçükbir proje bile kabul görmek istiyorsa bilimsel standartlara uymakzorunda. Bu gidişatın birtakım avantajları yok değil -ama ciddi kusurlarıda var. Örneğin “kalkm(dır)ma” şu anda çare bulmaya çalıştığı birkıtlığı çoğu kez kendisi yarattı, birçok insanın hayatını sürdürmesinisağlayan kurum ve kültürleri tahrip etti. Bazı eleştirmenler bilimin yet-

kilerinin daha fazla genişletilmesine karşı çıkarken bu kusurlarıdüşünmektedirler. Bu insanlar hayat meselesine önem veriyor. Açlığı,hastalığı, korkuyu ortadan kaldırmak istiyorlar ama bilime dayalıteknolojilerin tehlikelerinin de farkındalar; barıştan yanalar vebizimkinden farklı kültürler için bağımsızlık istiyor ve bilimselakılcılığın bu amaçlan sağlayabileceğine inanmıyorlar.

Haldeki gidişattan kaygı duyan başka ve daha batınî eleştirmenler devar. Bunlar, genel koruyucu sağlık tedbirleri ya da nükleer savaş ihtimaligibi avami konular düzeyine inmeye pek tenezzül etmezler. Kadın,erkek, çocuk, köpek, ağaç ya da kuşlar gibi canlı şeylerin gündelikvaroluşlan onları pek ilgilendirmez. İlgi ve kaygı duydukları şey özelgruplar tarafından yürütülen faaliyetler ve bunların etki gücüdür. Bu güç,derler, bilimlerin genişlemesiyle birlikte büyük bir sıkıntıya düşmüştür;örneğin bugün beşeri bilimler öteki bilimlere oranla çok daha az saygıgörüyor ve “mit” nüfuzunun büyük bir kısmını yitirdi. Ardından pozitifteklifler gelir: sanatlara ve beşeri bilimlere daha çok para ay- nlmalı,insan hayatının mitik boyutları canlandınlmalı!

Bu teklifler suni kategorilerle donanmış saf düşünce ile insan hayatınıbir bütün olarak kucaklayan ve ona anlamını veren şiirsel tahayyül ya damit arasında keskin bir ayrım olduğunu varsayar. Ve bizzat ayrımınkendisinin akılcı bir ayrım olduğunu gözden kaçırır. Yani bueleştirmenler akılcılığı bizzat aklın en ön safa yerleştirdiği kategorilerzemininde eleştirdiklerinin farkında değiller. Homeros akıl ve miti,(soyut) teori ile (ampirik) sağduyuyu, felsefe ile şiiri ayırmaz. Modernbatını düşünürlerin aklındaki “mitler”, “şiirsel tahayyül” sakın ocanlandırmak istedikleri geçmişten, zenginleştirmek istediklerihayatlardan ışık yılı uzaktaki mistifikasyonlar olmasın? Ve akılcıyaklaşımlann yerleştirdiği ay- nmlara başvurmadan bu dünya ahvali vebanndırdığı fikir ve kurumlar karşısında nasıl bir tutum takınabiliriz? Oeski şeylere sevgi duyan entelektüellerle karşılaştıkça kendi kendimesorduğum sorular bunlar. Bir cevap bulma umuduyla tarihe bir gözatmak ve geleneği eleştiren ilk “akılcı” düşünürlerin nasıl bir yoltuttuklarım, tespitlerinin nasıl kabul bulduğunu incelemek istiyorum.Özellikle de Ksenofanes’in döneminin gelenekleri üzerine söylediklerinitartışacağım.

Ksenofanes ilk Batılı entelektüellerdendi. Ardıllarının birçoğu gibikibirli, çenesi düşük bir adamdır. Fakat onlardan farklı, oldukça sevimlibir yanı da vardır. Dört dörtlük argümanlar vermemiş -Aristoteles’in onu“biraz kaba” bulması ( agroikoteros: Met. 986b27) ve okuyuculardan onutümüyle bir yana bırakmalarını istemesi bu yüzdendir- fakat etkili hatlarortaya koymuştur. Eski efsaneler şakıyarak Yunanistan ve İyonya arasındamekik dokur ama onları eleştirmeyi, alaya almayı da ihmal etmez. “O,yani 6. yüzyılda bir Yunanlı, geleneksel efsaneleri eski uyduruk şeylerdiyerek reddetme cesareti gösterdi!”, diye yazar Hermann Frankel (Wegeund Förmen Frühgriechischen Denkens, Münih 1968, s.341). Ağıt vedestan gibi eski anlatı biçimlerini hâlâ kullanıyordu. Frankel’in göndermeyaptığı fragman (Diels- Kranz numaralandırmasıyla Fragman Bl) şöyleseslenir:

Temiz taş döşeme, eller ve kadehler temiz hizmetkâr taptaze çelenkler oturtuyor başlara.Keskin belesan kokusu küçük bir şişe geziyor elden ele ince lezzetler kımıldıyor tepside bizi bekleyen ve som keyif vaadeden farklı bir şarap yumuşak, güzel kokulu bakıyor yanıbaşımızda testide.Ve tam ortada kutsal kokular yayan bir buhur, beride soğuk su, lezzetli, diri, dupduru.İşte o sultan sofrasında altın sarısı ekmek tepeleme bal, tepeleme peynir.Ve tam orta yerde tepeden tırnağa çiçek kaplı bir sunak ve şen şarkılar çınlıyor evin dört köşesinde.Fakat tanrısını seven insanlara yakışan önce niyaz etmektir tertemizsözcükler ve yerinde hikâyelerde, ardından hep birlikte tanrılar şerefine bir parça şarap dökülür yere ve “tanrım aklıselimimi alma, bana güç kuvvet ver,

yüzümü kara çıkarma” diye dua edilir (her şeyden önce gelen kaygıdır bu).Tüm bunlardan sonrabir de şölenin bitiminde eve gitmek için

sadece ihtiyarların bir köleye ihtiyaç duyması şartıyla canının çektiği kadar içmek aşırı bir davranış değildir.Bir insan kafayı parlattıktan sonra, ne büyük şeyler başardığını, nasıl erdemlerinden ödün vermediğini, hâlâ hatırlayabiliyorsa,

Gerek yok anlatmasına Titanlar, Devlerve hattâ kentaurlar arasındaki savaşları

- atalarımızın uydurmaları, tya da kentteki çatışmaları - hiçbir yaran yok bunların.Fakat hiçbir zaman tanrılara saygıda kusur etmemeli insan.

Şiir ilginç özellikler sergiliyor. Önce ortam: insanların tannlanandığı ve aşın içmediği, birtakım sınırlar getirilmiş bir şölen. Al- kaeusgibi ozanlar içmek için içmeye övgüler dizer ve Lidyalıları taklit edenler“işi öyle ileri götürüp içlerinden bazılan sarhoşluktan güneşin nedoğduğunu ne de battığını görebilecek” haldeyken (Athenaeus’un 3.Fragman sonundaki ifadesi) Ksenofanes, sofra arkadaşlarına, eve gitmekiçin sadece yaşım başını almışların bir köleye ihtiyaç duyacağı şekilde,tevazu içinde içmelerini tavsiye eder. Fragmanı açıkça bu gözlemlereborçluyuz: MÖ 1. yüzyılda yaşamış Attalealı Athenaeus fragmanın tıbbiaçıdan yararlı bilgiler verdiğini fark ederek onu beslenme ve perhizhakkmdaki kitabına almıştır.

İkinci ilginç özellik konuşmalann içeriğindedir: bunlar destanlarakonu olmuş işler ya da savaşlardan bahsetmez; konuşanların kişiseldeneyimlerini aktarırlar -“ne büyük şeyler ba- şardıklannı, nasılerdemlerinden ödün vermediklerini” anlatırlar. Ksenofanes’e göre bukonular ne Homeros’un (ki Homeros demokratik Atina’da bile resmieğitimin temelini oluşturuyordu: bkz. T.B.L. Webster, Athenian Cultureand Society, University of California Press 1973, 3. Bölüm) ne de atletizmçılgınlığının bir adım öteye götürdüğü şeylerdi:

Bir insan, diyelim ki ayağına tez, geçiyor kiminle yanşa girse diyelim şu Pisa sularına bitişik Olimpos Dağı’ndaki

tanrının korusundabeş kişilik oyunda herkesten üstün; diyelim güreşiyor ya da o zorluboksörlük işinde usta, ya da şu Pankreas dediğimiz müthiş kapışmada bir numara- çevresinde büyük bir şeref bahşedilecektirona.Savaş ve oyunlarda baş köşeye buyur edilecektir cebinden beş kuruş çıkmadan yiyecektir canının istediğini

armağanlara boğulacak, mal mülk kapıları açılacaktır önüne ve tüm

bunlar binicilikte usta birisi için de geçerlidir, yani benden üstün

olmayan birisi için.

Benden üstün değil diyorum, çünkü benim erdemim, insanların ve tez

ayaklı atların bedensel kuvvetinden kat kat daha yeğdir.

Hayır, kaba kuvveti, yararlı başarılardan üstün tutan bu geleneğin bir anlamı

yok

Bir anlamı yok onu daha fazla alkışlamanın.

Ne kazancı olabilir sitenin usta bir boksöre bakmaktan, ya da beşli oyunda usta

birini ya da iyi bir güreşçiyi ya da tüm yarışmalar arasında en gözde tutulan

atletizmde sivrilmiş dört dörtlük bir koşucuyu beslemekten.

Pisa’daki bir yarışma sitenin keyfine çok az bir keyif katar çünkü yarışmayla

kentin ambarları dolmaz.

“Bu insanların (atletlerin) aç gözlülükle yiyip içmeleri bizi şaşırtmıyor”,diye yazar Athenaeus (yine bu fragmanı da onun sayesinde okuyabiliyoruz).“Oyunlara katılan herkes çok yemek yemeye ve çok idman yapmayaçağrılıyordu.” Onları örnek almanın, onlara hürmet etmenin siteye hiçbiryaran yok, der Ksenofanes de.

Ancak Ksenofanes zamanının kültürel eğilimlerine karşı çıkmaklayetinmez. Günümüz düşünürlerinin büyük bir kısmına göre, aynı zamandaonların temellerini de açığa çıkartır ve eleştirir. Hepsinden önemlisi deinsanlara benzeyen, tarihin akışına etki eden destan kahramanları gibi zalim,öfke dolu ve intikamcı tanrılar olduğu düşüncesini eleştirir. İşte bu eleştiri,sonraki Ksenofanes hayranlarının söylediğine göre, akılcılığın doğumuna yolaçmıştır. Doğru mu bu? Ksenofanes’in geleneksel düşünce biçimlerineyönelttiği eleştiriler gerçekten birçok felsefecinin inandığı kadar nüfuz edicive bereketli şeyler mi? Gerçekten bunlar bizi tannların insani özelliklertaşıyan ve bu dünyada faaliyet gösteren varlıklar olduğunu söyleyen eskidüşünceyi terk etmek zorunda bırakıyor mu?

Bilindiği gibi Ksenofanes’in “argümanı” çok kısadır. Şu düşüncelerden oluşur:

Hepsini Tanrılara yüklediler Homeros ve Hesiodos Ne kadar ayıp ve kusur varsainsanlar yanında:Çalma, zina etme ve birbirini kandırma...

Fakat ölümlüler doğduğunu sanıyorlar Tanrıların ve kendileri gibi giyimleri sesleri ve şekilleri olduğunu.Elleri olsaydı öküzlerin, atların ve arslanlarm Yahut resim ve iş yapabilselerdi elle insanlar gibi Atlar atlara, öküzler öküzlere benzer Tanrı tasvirleri çizerler ve vücutlar yaparlardı Her biri kendinin şekli nasıl ise ona göre.Habeşler kendi Tanrılarının basık burunlu ve kara,Trakyahlar da gök gözlü ve kızıl saçlı olduklarını sanmakta (fragmantam değil)

[Frg. B14,15,16] (Walter Kranz, Antik Felsefe, çev. Suad R. Baydur, Sosyal Y. 1984)

Buyrun bir de bazı modem yazarların bu satırlar hakkında nelerdediklerine bakalım. Guthrie (A History of Greek Philosophy, Cilt 1,Cambridge 1962, s.370), “yıkıcı bir eleştirimden bahseder. Aslında çok zekibir beyefendi olan Mircae Eliade “Ksenofanes’in keskin eleştirisi”neövgüler dizer (Geschichte der Religiösen Ideen, Cilt 2, Herder 1979, s.407).Ve Ksenofanes’i en önemli öncellerimden biri diye kapı kapı dolaştırdıktansonra bu fragmanı şöyle okur Karl Popper: “tanrılar hakkındaki Yunan ef-sanelerinin, onları insan şeklinde tasvir ettiklerinden dolayı, ciddiyealınamayacağının keşfi” (Auf der Suche nach einer besseren Welt, Münih1984, s.218). Ve o da “eleştiri”den dem vurur.

Ksenofanes’in tanrı hakkındaki görüşleri ya da onun “te- oloji”si şu satırlarda ortaya konur:

Tek bir Tanrı, tanrılar ve insanlar arasında en ulu,Ne kılıkça insanlara benzeyen ne düşünmece,Hep göz, hep düşünme, hep kulaktır o.Hep aynı yerde kalır hiç kımıldanmadan,Yakışmaz ona bir oraya bir buraya gitmek.Yorulmadan sarsar ruhun düşünüşüyle bütün dünyayı.

[Frg. B 23, 24,25, 26; a.g.e.\

Bu öğretinin antik çağdaki etkilerini izlemek ilginç olabilir.Bu konuda elimizde Aiskhylos’un aktardığı önemli cümleler (krş.

Guido Calogero, Studien über den Eleatismus, Darmstadt 1970,

Eki) ile şüpheci Pyrrho’nun öğrencisi Phleioslu Timon’un bir yorumubulunuyor (Diogenes Laertius’da ve küçük bir farkla SextusEmpiricus’da zikredilir, Hypot. 224 -Diels/Kranz’da A35 numarasıyla).Timon şöyle yazar:

Şu, yarısı gösteriş KsenofanesHarmanlayıp Homeros’un yanılgılarını birbirine,

bir tanrı çıkardı ortayaİnsandan uzak, her şeye eşit mesafedeAğrı sızı duymaz, hareket etmez ve bizlerden daha iyi düşünür.

Timon, Ksenofanes’in tanrısını “insandan uzak” diye niteler;gerçekte gayri-insanidir; bu Tanrıda insanbiçimciliğin ötesine geçilmişolması anlamında değil, bambaşka bir anlamda: Düşünce, GörmeKudreti, İşitme, Tasarlama gibi insani özellikler korkunç derecedearttırılmış, diğer hoşgörü, şefkat ya da acı gibi dengeleyici özellikler isetümüyle kaldırılmıştır. “Hep aynı yerde kalır hiç kımıldanmadan” -“biroraya bir buraya koşturması yakışık almayan” bir kral ya da yüksekmevki sahibi bir adam gibi. Burada gördüğümüz, beşeriliğe aşkın (ve buyüzden hayran olunması gereken?) bir varlık değil, bir parça ölümsüzHomeros’un tanrılarının kırk yıl düşünse ancak talip olabileceğindendaha korkunç doğaüstü bir ucubedir. Homeros’un tanrılarını her şeyerağmen anlayabilirsiniz; onlarla konuşabilirsiniz, etkilemeye çalışır,hattâ zaman zaman kandırırsınız; araya rahipler, adaklar, argümanlarsokarak adlarına yakışmayan eylemlerden alıkoyabilirsiniz. Homeros’untanrılarıyla rehberlik (ve sık sık da rahatsız) ettikleri dünyalar arasındakişisel ilişkiler vardır. Acayip bir şekilde abartılmış olsa da hâlâ insaniözellikler taşıyan Ksenofanes’in Tanrısı böyle ilişkilere izin vermez.Birçok entelektüelin bu doğaüstü ucubeyi “daha ulvi” bir tanrıyorumunun ilk adımı olarak coşkuyla alkışladığını görmek garip vedoğrusu biraz da korkutucu. Öte yandan gayet anlaşılır bir tutum gibi degelmiyor değil, çünkü bahsi geçen insani özellikler bugün birçokentelektüelin sahip olmakla mutluluk duyacağı özelliklerdir: her şeyiuzaktan çekip çevirme gücüyle donatılmış saf düşünce, üstün görmekudreti, üstün işitme kudreti (entelektüel dedikoduları kaçırmamakiçin?) -ve duygunun d’si bile yok.

Özetlersek: Ksenofanes geleneksel tanrılarla insanbiçimli özel-liklere sahip olduklarından dolayı eğlenir. Onların yerine önerdiğihâlâ insanbiçimli fakat gayri insani bir yaratıktır. Laf arasında (frg.34) bir de, neden bahsettiği üzerine hiçbir fikri olmadığını ifade eder(“benim tanrılar hakkında söylediklerimi ne anlamış ne de anlayacakbir kimse vardır”). Ve Popper bunu “tanrılar hakkmdaki Yunanefsanelerinin, onları insan şeklinde tasvir ettiklerinden dolayı, ciddiyealınamayacağının ke§fî”, diye niteliyor.

Şimdi eleştirel fragmanlara dönüyorum ve sorum şu: bunlarda bireleştiri ile mi karşı karşıyayız, yoksa basitçe, hüküm sürdükleribölgelerle ortak özellikleri olan yerel tanrılar düşüncesinin reddi ilemi? Cevap İkincisidir. Bu red ancak şunları varsayarsak bir eleştirihaline gelir:

(A) kültürden kültüre değişen tann kavramı (ya da daha genelkonuşursak, Doğruluk veya Varlık kavramı) hiçbir yerde geçerlideğildir ya da tersinden, uygun bir ilahi varlık kavramı (ya da uygunbir hakikat veya varlık kavramı) her yerde geçerli olmak zorundadır,ve

(B) eleştirinin muhatapları (A)’yı kabul ediyor, en azından örtükolarak. Ancak bundan sonra alay amacına ulaşır. Aksi halde ötekitaraftan biri her an şöyle diyebilir: “siz bizim tanrılarımızdan sözetmiyorsunuz, bizimkiler insan üstü güçlere sahiptir ama bizigözeten, bize benzeyen, âdet ve geleneklerimize göre yaşayan kabiletanrılarıdır. Sizin bahsettiğiniz tann kendi icadınız ve tüm diğertanrılar için ölçü yaptığınız yüksek zekâ, doğaüstü bir ucube. Amabunun bizimle hiçbir ilişkisi yok.” Hattâ alay, Timon’unnitelemesinin gösterdiği gibi tersine çevrilebilir: “Sen Ksenofanes”,diyecektir alaya alayla cevap veren, “Ho- meroş’un ününükıskanıyorsun, o yüzden onu geçmek ve tüm tanrılardan daha büyük,daha katı, sana ait ve senden bile daha zeki olan bir tann icat etmekistiyorsun.”

Modem yazarların birçoğu Ksenofanes’i (A) varsayımında bu-lunduğu için över. Bu övgüde hepsinin samimi olduğundan sözedemeyiz, çünkü hepsi de dünyanın ilahi güçler tarafından dü-zenlendiğine inanmaz. Bu yazarların aklındaki bir üst-insan değil,doğa yasası, evrensel hakikat ya da tektip madde gibi daha soyut birşeydir. Neyse, Ksenofanes’in popülerliğinin bu boyutunu

bir yana bırakarak biz, tüm insanların (A) önermesini kabul etmediğini vegerek Ksenofanes’ ten önce gerekse sonra onu açıkça reddetmiş yazarlar vekültürler olduğunu belirtelim. Örneğin Poseidon (İlyada 15, 187 vd.) şöylesöyler [Lattimore çevirisi]:

... Biz üç kardeş olduğumuz için Kronos’un dölü, Rheia’dan doğmaZeus, ben ve Hades, ölülerin kralı.Her şey aramızda üçe ayrıldı, birer bölge verildi her birimize.Kurada ben gri denizi çektim ebedi ikametgâh olarakHades’in payına sis ve karanlık düştüZeus’a geniş gökyüzü, bulutlarda oturacaktı o aydınlık havada.Fakat yer ve başı dumanlı Olimpos üçümüzündür.Onun için Zeus’la hiçbir şeyde hemfikir değilim.Bırakalım Zeus dursun durduğu yerde hissesine düşen bölgeye razı,sakin ve tüm yetkileriyle.

Bu bölüme göre doğal dünya tıpkı siyasal dünya gibi farklı (doğal)yasalara tâbi alt bölgelere ayrılır. E.M. Cornford bu bölümü tartışır veiçerdiği terimlere açıklık getirir (From Religion to Philosophy, New York1965, s.16). “Hisse” olarak çevrilen Moira (İngilizce “share”) “parça”(part), “nasip” (alloted part) demektir -“kader” (fate) ya da “baht”m(destiny) orijinal anlamı da budur. Poseidon’un itirazı insanlar gibitanrıların da birer mo- riai’len olduğunu gösterir: her tanrıya eylem alanıolarak dünyanın doğru dürüst tanımlanmış bir parçası verilmiştir. Parçalarbirbirinden ayrı olduğu gibi niteliksel olarak da farklıdırlar (gök, su,karanlık); ve varoluşlarına ancak belirli niteliklere sahip birer bölge olarakbaşlayıp daha sonra kozmoz içinde dolaşabilecek birer töz haline gelenelementleri anıştırırlar. Bir tanrının nasibi olan bölge onun statüsünü de(time) -yarı-toplum- sal bir sistem içindeki konumunu da belirler. Bustatüye kimi zaman onun dokunulmazlığı da (geras) (privilege) denir. Böl-gesi içinde tanrının hükümranlığından sual edilmez; fakat onun dabölgenin sınırları dışına taşmaması gerekir, yoksa gücendirdiklerininmukavemetiyle (nemesis) karşılaşır. Bu anlamda genel olarak dünya, farklıparçaları üzerinde farklı ilahi varlıkların hüküm sürdüğü bir toplam olarakgörülür: (B) doğru değildir.

Homerosçu dünyanın toplama yapısı yalnızca en büyükler içingeçerli değildir -en küçük birim de aynı yapıdadır. İnsan gövdesiyleinsan ruhunu tek bir birim içinde eritmiş herhangi bir kavram yoktur,sanatçılara bu tür bir birlik haline görsel (optical) bir ifade kazandırmaimkanı verecek herhangi bir temsil aracı da yoktur. Gerek kavramsalgerekse görsel olarak insanlar görece bağımsız öğelerin (ön kol, üst kol,gövde, boyun, herhangi bir şeye “bakmayan”, basitçe ait olduğu bölgeyeyerleştirilmiş bir gözü olan baş) birbirine dikilmesiyle vücut bulmuş;somut bir insanda yalnızca kısa bir süre için konaklayan ve başka biryerde ortaya çıkması hep mümkün olayların (fikirler, düşler, hisler)transit istasyonları gibi işlev gören bez bebeklere benzerler. Bizim an-ladığımız anlamda eylem bu dünyada var olmaz; kahraman, belirli birolayın olması gerektiğine karar verip sonra da onu meydana getirmez,kendisini şu değilde bu eylemler dizisinin içinde bulur ve hayatı ona göregelişir. Tüm şeyler, hayvanlar, at arabaları, siteler, coğrafi bölgeler,tarihsel art ardalıklar, bir bütün olarak kabileler bu “toplamacı” tarzdasunulur -hepsi de “öz” ya da “töz”den yoksun toplamlardır.

Aynı şey dünya görüşleri için de geçerlidir. Dinde, belli bir faydakokusu alınması şartıyla, yabancı tanrıları eldeki mevcutlara katmaktahiç tereddüt etmeyen, fırsatçı bir eklektizme tanık oluruz; aynı hikâyeninbiraz değişik biçimleri yan yana sürüp gider (bu, Herodot tarafından birilke düzeyine yükseltilmiştir, vii, 152, 3: legein ta legomena), hattâİyonya filozlarının (Thales, Anaksimandros, Anaksimenes) şu “modern”ve yeteri kadar çirozlaştırılmış düşüncelerinin bile gelenekle çeliştiğisöylenemez. Tutarlı bilgi (coherent knowledge), yani dünya vedünyadaki olaylara ait tektip, genel bir açıklama diye bir şey yoktur. Tektek ayrıntıların sıralanmasını geride bırakmış kuşatıcı, kapsayıcı hakikatdiye bir şey yoktur, farklı kaynaklardan farklı şekillerde elde edilerekmeraklısı için derlenmiş birçok bilgi (information) parçası vardır. Böylebir bilgi için en iyi sunuş tarzı listelerdir ve en eski bilimsel eserler degerçekten birkaç uzmanlık alanına ait olgular, parçalar, rastlantılar(coincidence) ve problemlerden oluşmuş listelerdir. Tanrılar eksiksizbilgiye sahiptirler fakat bu onların nazarının yüzeyin ötesine nüfuz ettiğive

olayların gerisindeki gizli birliği yakaladığı anlamına gelmez -teorikfizikçi ya da biyolog değillerdir-, sadece ellerinin altındaki listelerin eneksiksiz listeler olduğu anlamına gelir. Hattâ ilk geçerlilik nosyonlarıda bahsettiğimiz duruma uygun düşen nosyonlardır: nomos, nemein'dengelir; İlyada’da bu sözcük belirli bir bölgeye dağıtma ya da atfetmeanlamına gelir. (Ayrıntılar ve daha başka örnekler için bkz. AgainstMethod, 17. Bölüm, Londra 1975, ve yakında çıkacak olan Stereotypesof Reality.)

Özetlersek: (A) ve (B) Homerosçu dünya için geçerli değildir;Ksenofanes bu dünya görüşünü reddeder ama ona karşı herhangi birargüman vermez.

Bu noktada Ksenofanes’ten sonraki yazarlara bakacak olursak, enzekilerinden bazılarının ya onu hiç dikkate almadığı ya da ondan farklıbir yol tutturduğunu görürüz. Ksenofanes’ten derinden etkilenmiş olanAiskhylos (Calogero, a.g.e., s.293, Dipnot 16) tanrılara daha büyük vedaha gayri-maddi bir güç atfederek onları daha az insani bir şeklebüründürmekle birlikte, aynı tanrıları sitenin faaliyetlerine katmakta birsakınca görmez (Athena, Ores- teia’nın son bölümünde Atinayurttaşlarının da bulunduğu bir meclise başkanlık eder ve onlarlabirlikte oy kullanır) ve böylece onları insani kaygı ve uğraşlarayakınlaştırır. Dahası Aiskhylos’un tanrıları Homeros’un tanrılarındandaha sorumlu ve daha az keyfi bir tutum içindedir ve söz konususorumluluk ve keyfilik de yine sitenin standartlarına göredeğerlendirilimektedir; bu onları, Ho- meros ve Hesiodos’un tanrılarınaoranla, insani eylem tarzlarına çok daha yakın düşürüyordu. Ve şüpheyok ki, bunlar hâlâ eski tanrılardı ve Ksenofanes’in süper-doğaüstü-ucubesi gibi bir tane değil, birçoktular.

Sofokles daha sonra Homeros’un tanrılarının keyfiliğini yenidencanlandırdı. İnsanlar arasında gözlediği akıldışı bir talih dağılımınıaçıklamaya çalışırken bunu eşit ölçüde akıldışı ve inatçı tanrılarıneylemlerine yükler (örneğin bkz. Elektra, 558 vd.). Cümle yapısı (lexiseiromene) ve, aynı efsanenin birbirine ters düşen çeşitlemelerinehoşgörülü davranışıyla zaten biçimsel olarak toplamacı görüşü yansıtanHerodot, ilahi etkilerin varlığını

ampirik argümanlarla destekler. Toplumsal yasalar, âdet ve geleneklerüzerine yaptığı incelemelerde bölgesel geçerlilik nosyonunu kullanır.Bu nosyonu şöyle özetleyebiliriz:

Âdetler, gelenekler, yasalar, dini inançlar tıpkı krallar gibi sınırlı biralanda hüküm sürerler. Hükümranlıkları ikili bir otoriteye dayanır-güçlerine (onlara inananların gücüdür bu) ve bu gücün hak sahibi hirgüç olmasına.

Protagoras bu görüşü yasa, âdet ve geleneklerin ötesine taşıyarakonu, “ontolojik sorunlar” dahil insana ilişkin tüm sorunları kapsayacakşekilde genişletti. Bu Protagoras’ in güreciliğidir.

Protagoras’m güreciliği yukarda Kseno fanes’in alayını bir ar-gümana çeviren iki varsayımı da reddeder ve bu anlamda Ho- merosçudünya görüşünün temel ilkelerini onaylar. Bu, Protagoras veHerodot’un takipçilerinin yaşadıkları site, kavim ya da kozmikbölgelerin sınırlarına ulaştıktan sonra daha öte bir evrensel Hakikat yada kutsal, evrensel Geçerlilik Ölçütleri arayışını bir yana bırakmış, bellibir yerel düşünce demetiyle yetinmiş tembel otlakçılar olmadığımgösteriyor. Felsefeleri atalarının yaşadığı ve çağdaşlarının gözlem vedüşüncelerinin ışık tutmaya devam ettiği bir dünyanın kusursuz biryansımasıydı. Yoksa Platon’un Sokratesi’nin “Bilgi nedir?”, “Erdemnedir?” ya da “Cesaret nedir?” gibi tüm sorulan neden karşısında heplistelerle cevap veren insanlar bulsun? (bu konuda krş. Dover, GreekPopular Morality, Berkeley ve Los Angeles 1978). Fakat eğer dünyagörece bağımsız bölgelerden oluşmuş bir toplamsa, her türlü evrenselyasa varsayımı yanlış ve evrensel norm talebi tirancadır: öyleyse ancakkaba kuvvet (ya da baştan çıkarıcı bir yanılgı) farklı ahlâkları tek biretik sistemin emirlerine uydurabilir. Gerçekten de evrensel Doğa vetoplum yasaları idesi bir ölüm kalım savaşıyla birlikte ortaya çıkar:Zeus’un Titanlar ve diğer tüm tanrılar üstünde bir güç kazanmasıyla veböylece kendi yasalarını Evrenin Yasaları haline çevirmesiyle so-nuçlanacak bir savaştı bu (Hesiodos, Theogony, 644 vd.).

Evrensel hakikat ve evrensel ahlâk düşüncesi Batı düşünce (vesiyasal eylem) tarihinde önemli bir rol oynadı. Sık sık teorik öneri vepratik başarıların yargılanacağı kıstas olarak alındı; uygarlığın

dünyanın dört bir yanma amansız yayılışına saygınlık kazandırdı. Buyayılma son derece ironik bir tarzda yayılmacı kültürlerin te- cavüzkârkökenini ortaya çıkardı: Çünkü İlkeller (ya da Çinliler, ya da Japonlar,ya da Hintliler) Batılı sömürgecileri gelişmiş fikirleri ve soylualışkanlıklarından nimetlenelim diye hiçbir zaman ülkelerine davetetmediler. Göreci felsefelerin bu nerdeyse kaçınılmaz gelişmekarşısında hiçbir önemleri olmadığı eleştirisinde dile getirilen şeyşüphesiz doğrudur, ama bu yalnızca belli bir felsefi tutumun yaygınlıkkazanmasının argümanla değil güçle (ya da aldatmayla) sağlandığınısöyleyen göreci düşünceyi bir kere daha doğrular: doğal görüngülerinbölgeselliği ne felsefeciler ne bilimadamları tarafından hiçbir zamanaltedilmemiştir. Toplumsal görüngülerin bölgeselliği ise etik bir akılyürütmeyle uygun olmadığı gösterilerek değil, güç kullanarakbastırılmış ya da parçalanmıştır.

Bu ifadenin ilk kısmını biraz açarsak, fiziksel dünyaya dair tektipbir anlayış hiçbir zaman olmamıştır, bunu artık anlamak zorundayız.Elimizde sınırlı bölgelerde işleyen birtakım teoriler var, bunları tek birformül içinde yoğunlaştırmak isteyen bütünüyle formel girişimler var,bir sürü temelsiz iddia var (tüm kimyanın fiziğe indirgenebileceğigibi), yerleşik çerçeveye uymayan görüngülerin bastırılması var; birçokbilimadamının gerçek anlamda tek ana bilim dediği fizikte şu an öyle(sadece formel değil) kavramsal bir tektipleşme filan vaadetmeyen enaz üç farklı bakış açısı var (en büyüklerle uğraşan görelilik, arabölgedeki kuantum teorisi ve en küçükleri konu alan parçacıkmodelleri); algılarımız maddi evrenin dışında olup bitiyor (gövde-zihinsorunu hâlâ çözülebilmiş değil) -ta en başından beri evrensel hakikattüccarları felsefelerini açıkça tartışmak yerine kabul makbuzlarıylainsanları dolandırmayı tercih ettiler. Tek ve yegâne evrensel hakemolarak argümanı ortaya sürenler, unutmayalım saldırı altındaki ge-leneklerin temsilcileri değil bizzat bu tüccarlardı. Onlar argümanıgöklere çıkardı -ve onun ilkelerini de durmadan onlar çiğnedi.Ksenofanes’in alayı bu lastikli konuşmanın ilk, en kısa ve en açıkörneğidir.

Toplumsal alanda durum daha da kötüdür. Burda yalnızca teorilerinbaşarısızlığına değil insanların alçalmasına da tanık olu-

yöruz. Yalnızca birkaç iktisadi ve entelektüel ilerleme taraftan dünyaüzerindeki son derece çeşitli görüş ve kültürleri bir sorun olarakgörmüştür; ama güçle halledebileceği bir şeyi tartışmaya yanaşmış birpolitikacı, sömürgeci ya da kalkın(dır)macı bulmak için epey aramakzorundayız (istisnalar yok mu? var, ama nadir). Öyleyse “uygarlaşmış”toplumlann gitgide artan tektipliği güreciliğin başarısızlığını değil, olsaolsa gücün her türlü farklılığı sıfırlama kudretini gösteriyor.

Ksenofanes’in temel varsayımlarının (A ve B) bazı çağdaşlarımıztarafından hiç eleştirilmeden kabul edildiğini gösteren bir örnekletartışmamızı sonuçlandırmak istiyorum. Bu örnek bir teori ya da felsefigörüş değil, Czeslaw Milosz’un bir şiiri. Oldukça naif bir şiir ve hatalanbirkaç satırla kolaylıkla gösterilebilir. Bu, insanların hayatlarına etki edensorunlar üzerinde düşünmeyi buyana bıraktığı ve sanatkârane bir şekildebir araya getirilmiş boş ifadelerin sağduyudan bile güçlü olduğu anlamınamı geliyor? Bilemiyorum. Ksenofanes’in tuhaf görüşleri vardı -fakat birzekâ (ve humor) da sergiliyordu. Aşağıdaki şiirde böyle bir şey ara kibulasın :

BÜYÜ1 İnsan aklı güzeldir, mağrur ve yenilmezdir Ne demir parmaklıklar, ne dikenli teller, ne fırına gönderilmesi kitaplarınNe de sürgün ona karşı muzaffer olabilir.Dilde evrensel fikirler bina eder 5 Tutar yazdırır ellerimize büyük harflerle Hakikat ve Adalet Sonra yalanı ve zulmü küçük harflerle.Koyar şeylerin üstünde olması gerekeni.Umutsuzluğun düşmanı, umudun dostudur.Nedir bilmez Musevi’yi Yunanlı’dan köleyi efendiden ayıran

10 Ve açar dünya malikânesini yönetimimize.Bozulmuş sözcüklerin kirli çatışmasından Sade ve saydam sözcükler bağışlar bize.Der ki, güneşin altındaki her şey yenidir.Serer kaskatı yazısını geçmişin önümüze.

15 İşte güzel ve çiçeği burnunda FelsefeVe onun îyi’ye adanmış müttefiki şiir.Daha dün kutluyordu Doğa doğum gününü.Ve havadisler taşındı dağlara bir unikorn ve bir yankının sırtında.Onların dostlukları müthiş olacak, zamanlan sonsuz.

20 Onların düşmanları kendi yıkımlarını hazırlamaktalar.

“Bu dünya malikânesini” (10), “bozulmuş sözcüklerin kirli çatışmasıolmadan” (11), yani demokratik bir tartışma olmaksızın “yönetmeniyetindeki” (10) bölgesel-olmayan Akla karşı çıkanları “yıkım” (20)bekliyor. Doğru ama Milosz’un düşündüğü anlamda değil: Batıuygarlığının önüne çıkan, bulundukları ortamlara gayet güzel uyarlanmışirili ufaklı tüm topluluklar “kirli sözcüklerde haklarını savunmayaçalışmalarına rağmen gerçekten de “yıkım”a uğradılar. Öte yandan soyluAkıl neredeyse hiçbir zaman “mağrur ve yenilmez” (1) (invincible)değildir; peygamberler, satış memurları, politikacılar onu her zamanayaklar altına alır, aklın sözde yoldaşları niyetlerine uygun düşecek şe- •kilde onu her zaman eğer, büker ve bozarlar. Geçmiş bilimler bizi müthişve yararlı armağanlara boğdu -fakat bunu bir tek değişmez ve “yenilmez”eyleyiciyi kullanarak başarmış değillerdir. Bugünün bilimleri ticari ilkeleregöre yürüyen iş organizasyonlarıdır. Büyük kuruluşlardaki araştırmalarayön veren Hakikat ve Akıl değil getirisi, bahşişi en bol modalardır(fashion) ve bugün en büyük kafalar giderek artan bir düzeyde paranınolduğu yerde, yani askeri işler etrafında toplanıyor. Üniversitelerimizde“Hakikat” değil nüfuz sahibi okulların görüşleri öğretiliyor. JeanAmery’nin ortaya çıkardığı gibi, Hitler’in hapisanelerinde en büyükkoruyucu güç Akıl ya da Aydınlanma değil sağlam bir inançtır (İncil’e yada Marksizme). “Büyük harfli Hakikat” (5) bu dünyada gücü ve nüfuzuolmayan bir öksüzdür, ve allahtarı ki öyle; çünkü Milosz’un bu isimaltında göklere çıkardığı yaratık olsa olsa en aşağılıklarından bir köleliğeyol açabilirdi. Çünkü O farklı görüşlere tahammül edemez -onları birer“yalan” (6) olarak algılar; tüm totaliter ideolojilere özgü bir tutumladünyayı “olması gereken”in (7) yüce doruklarından, yani kendi “yanılmaz”hükümlerine göre yeniden kurma hakkı isteyerek kendini gerçek

insan yaşamlarının “üstünde” (7) bir yere koyar. Bir ulusu (kültürü,uygarlığı) diğerinden ayıran ve bize insanları, yani yüzleri olan (9)yaratıkları taşıyan yegâne şeyleri, yani pek çok düşünceyi, faaliyeti,duyguyu, yasayı, kurumu, ırksal özelliği kabul ve tanımayı reddeder.

ABD’de Kızılderililerin kültürel başarılarını, bir kere bile onlarınyakasından bakmayı denemeden tahrip etmiş ve halen yine Bâtılıolmayan kültürleri “kalkm(dır)ma” kılığında tahrip etmekle meşgultutum işte bu tutumdur. Demokratik tartışmayı “bozulmuş sözcüklerinkirli çatışmasından (11) ibaret gören işte bu kendini beğenmiş vehalinden memnun Hakikat ve Akıl inancıdır -ve epeyce de cahildir:felsefe hiçbir zaman şiirin “müttefiki” (16) olmadı, ne Platon’un“felsefe ve şiir arasındaki kadim savaş” diye adlandırdığı çok eskidönemlerde {Devlet 607b6 vd.), ne de Hakikatin bilimin araştırmahanesine yazıldığı, şiirinse duyguların ifadesine indirgendiğibugünlerde. Kendileri ve çocukları için daha yaşanır ve dahagüvenlikli bir dünya yaratmaya çalışan insanların aklı (“büyük harfli”Akıl değil, “küçük harfli” akıl) ile bu akıldışı ve cahil tahakkümdüşleri arasında ortak çok az şey vardır. Ne yazık ki sağduyuentelektüelleri cezbedemeyecek kadar orta malı bir araçtır; zaten buyüzden de entelektüeller epeyden beri onu bir yana bırakmış ve yerinekendi kavramlarını koyarak siyasal iktidara onlara uygun yeni biristikamet verme işine girişmişlerdir. Bunların nüfuzunu kırmak,iktidar makamlarından uzaklaştırmak ve bulundukları özgüryurttaşların efendileri konumundan onların en sadık hizmetkârlarıkonumuna indirmek zorundayız.

m. BİLGİ VE TEORİLERİN ROLÜ

A. VAROLUŞ

Yaşadığımız dünya, şeyler, olaylar ve süreçlerle doludur. Ağaçlar,köpekler, gündoğumları; bulutlar, gök gürültüleri, boşanmalar; adalet,güzellik, aşk; insan hayatları, tanrıların, şehirlerin ve tüm bir evreninhayatı. Sıkıcı bir gün boyunca tek bir insanın başına gelen olaylarıeksiksiz bir liste halinde derlemek ve açıklamak âdeta imkansızdır. .

Herkes aynı dünyada yaşamaz. Orman korucusunu kuşatan olaylarlaormanda kaybolmuş bir kent sakinini kuşatan olaylar aynı değildir.Olayların sadece görünümleri değil bizzat kendileri farklıdır. Bu,yabancısı olduğumuz bir kültürü ya da eski bir ta-

rihsei dönemi ziyaret ettiğimizde iyice belirginleşir. Yunan tanrıları yaşayanvarlıklardı; '‘oradaydılar”.* Oysa bugün hiçbir yerde yoklar. Ziyaret ettiğibir Afrika kabilesi hakkında E. Smith- Bowen “Bu insanlar çiftçidir” diyeyazar2: “bitkileri insanlar kadar önemli ve kendilerinden sayarlar. Dahaönce hiç çiftlik deneyimi olmayan, hattâ begonyanın, yıldız çiçeğinin, boruçiçeğinin nasıl bir şey olduğunu bile tam olarak bilmeyen birisiydim.Benim için bitkiler, tıpkı cebir gibi, farklı olduğu halde aynı, aynı olduğuhalde farklı görünme eğiliminde olan şeylerdi; kısacası matematik vebotanikle başım hep dertte olmuştu. Hayatımda ilk kez kendimi, onyaşındaki çocukların matematiği benden iyi bilmediği bir topluluktabulmuştum. Bu da yetmiyormuş gibi burada yabani veya ıslah edilmiş herbitkinin bir adı, bir kullanım biçimi vardı ve her erkek, kadın ya da çocukbu yüzlerce bitkiyi şaşmaz bir şekilde tanıyordu . . . [öğretmenim] beni şaş-kına çeviren şeyin kelimeler değil bitkiler olduğunu bir türlü an-layamıyordu.”

Kâşiflerin karşılaştığı bu tür alışılmamış durumlar, eğer bir de onlarınbildik düşünme yordamları açısından da erişilmez şeylerse, şaşkınlık hadsafhaya varır. Bükümlü diller varlıkları, belli özelliklere sahip vebirbirleriyle belli ilişkiler içinde olan şeyler olarak tarif eder: kar rüzgardasavrulur, yere düşer, fırtınada bir perde gibi yükselir. Aynı şey, diyelim kar,ayrı ayn birçok hadiseye kanşır. Oysa Delaware Yerlileri dünyaya ressamlargibi yaklaşırlar, bu hadiselerden her biri için farklı bir fırça, farklı bir renkve farklı bir fırça vuruşu kullanırlar.3 “Kar”ı ayırdetmekten geçtik, “onun”var olduğunu bile tasavvur edemezler. “Bizim muhtemelen tamamlanmış,bütünüyle olgunlaşmış sözcükler ya da söz parçalan kullanacağımız yerlerdeEskimo, tek tek her bir durum için, sırf o durumu karşılamayı amaçlayanyeni bileşimler icat eder. Kelime

1. Ulrich von Wilamowits-Mollendorf, Der Glaube der Hellerıen I, Darmstadt1955, s. 17. Ayrıca krş. W. F. Otto, Die Götter Griechenlands, Frankfurt 1970.2. E. Smith-Bowen, Return to Laughter, Londra 1954, s. 19.3. “Bitişken" (Humbotd) ya da “çok-çekimli” (Duponceau) dillerin gerçekliği temsil etmetarzları üzerine daha başka örnekler için krş. Werner Müller, In- dianische Welterfahrung,Stuttgart 1976, ve literatür. Alıntı s.21’den yapılmıştır. Yuen Ren Chao, Language andSymbolic Systems, Cambridge 1968, 7. Bölüm’de, dilsel sınıflandırmalar üzerine çok yararlıyorumlar bulabilirsiniz.

oluşturmak açısından Eskimo, sürekli olarak in statü nascendi (oluşhalinde-ç.n.) durumundadır... kelimeleri anın basıncı altında dile düşürür.”Basit karşılıklı konuşmalarda 10.000-15.000 arası takı kullanır. Konuşmaşiirdir ve şiir özel bir yetiyle donatılmış, ayrı bir eğitimden geçmişkişilerin tasarrufunda olan bir şey değil, herkese ait, kamusal bir şeydir.Uzay, zaman ve gerçeklik dilden dile değişir. Nuerlere göre, zaman insaneylemini sınırlamaz, onun bir parçasıdır ve onun ritmine tabidir: . .Nuerler . . . zamandan gerçek, geçmekte olan, beklenebilen, kazanılabilenveya benzeri bir işleme konu bir şey olarak bahsetmezler. Sanıyorum ki şuzamana karşı yarış duygusunu ya da faaliyetleri soyut bir zaman akışıiçinde koordine etme zorunluluğunu bir kere olsun yaşamamışlardır,çünkü başvuru noktaları, esas olarak -genellikle telaşsız icra edilmek gibibir özellik gösteren- faaliyetlerin bizzat kendisidir . . .”4 Hopiler için uzakbir olay ancak geçmişte kaldığında gerçektir, Batılı bir işadamı içinsegerçek olay bizzat kendisini kuşatan olayların mevcudiyeti içinde cereyaneden bir olaydır. Kültürlerin kendini serimlediği dünyaların sadeceiçerdiği olaylar değil, onları içeriş biçimleri de farklıdır.

A. BİLGİ

Belirli bir dünyada yaşayan bireyin bilgiye ihtiyacı vardır. Bulutlar,okyanus yolculuğunda ufuk hattı5, ormandaki ses kalıpları, hasta sanılanbir kişinin davranışları gibi görüngüleri ayırdetme, onları yorumlamayetisinin içinde inanılmaz büyüklükte bir bilgi birikimi yatar. İnsanların,kabilelerin, uygarlıkların hayatta kalabilmesi bu tür bir bilgiye bağlıdır.İnsanların yüzlerini oku-

4. E. E. Evans-Pritchard, The Nuer, Oxford 1940, s. 103. Hopiler için krş. B. L. Whorf,Language, Thought and Reality, MIT Press 1956, s. 63.5. J. G. Herder, “Journal meiner Reise im Jahre 1769”, Sâmtliche Werke, Cilt iv, Berlin1878, özellikle s. 356 ve devamında, gemicilerin kişisel gözlemlerini sis-tematikleştirme tarzları üzerine -bunlar deneyci bilgi ile batıl inançlar arasında ilginçbileşimler yaratırlar- düşüncelerini açıklar. Yerli halkların “ilişki ve bağıntıları eksiksizbir biçimde gözlemleyip sistematik dökümlerini yapma kaygıları” konusunda krş. C.Levi-Strauss, The Savage Mind, Chicago 1966. Alıntı s. 10’dan.

yamasaydık, hareketlerini anlayamasaydık, ruh hallerine uygun davranışlargösteremeseydik hayatlarımız tam bir hüsran olurdu.

Bu “zımni” (tacit) bilginin6 sadece bir bölümü söze dökülebilir ve böylebir girişimde, kelimelerle onlara tekabül eden eylemler arasında bagkurabilmek için de, yine aynı tür bir bilgiye ihtiyacımız vardır. Bilgi, özelgörevler icra edebilme yetisinde depolanmıştır: Dansözün eklemlerinde, deneyyapan insanın el ve gözlerinde, şarkıcının dil, boğaz ve diyaframında. Bilgi,dilsel davranışımıza içkin esneklik de dahil olmak üzere, konuşma tarzlarımızayerleşmiştir7: dilsel bilgi sabit, bozulmaz bir yapı ar- zetmez, içinde,davranışın herhangi bir aşamasını zaafa uğratacak çeşitli unsurlar(muğlaklıklar, analojiler, analojik muhakeme modelleri) barındırır.

Dil ve algı etkileşim içindedir. Her gözlemlenebilir olay betimlemesi,denilebilirse, bir “nesnel” yönden -onun belirli bir duruma “uygun düştüğünü”kabul ederiz-, bir de “öznel” girdilerden oluşur: Betimlemeyi duruma uygundüşürme süreci söz konusu durumda değişiklikler yaratır. Betimlemede eksikolan öğeler daha geri plana düşme, öne çıkarılan genel hatlar ise daha da öneçıkma eğilimi gösterir. Değişiklikler betimlemenin ortaya atıldığı ilk dönemdeilgi çekicidir; kullanımla rutin hale geldikçe kaybolur. Şu bildiğimiz“olgular”m su götürmez nesnelliği, derin bir unutkanlıkla bütünleşmiş, genetikeğilimlerle takviyeli bir eğitimin ürünüdür, derin bir içgörünün değil.8

6. Krş. M. Polanyi, The Tacit Dimension, Garden City, New York, 1966. Konunun arkaplanı için

krş. aynı yazann Personal Knowledge, Londra 1958. Oliver Sacks'ın The Man Who Mistook his

Wife fora Hat, New York 1987 (ilk baskısı 1970) kitabında belli bir zımni bilginin ortadan kalkması

halinde neler olduğu konusunda çeşitli vaka incelemeleri vardır.

7. Bu konuda krş. X. Bölüm.

8. Fenomenolojik yaklaşımı benimseyen psikologların çalışmalarında bu konuda öğretici örnekler

vardır; örneğin D. Katz’ın çığır açıcı incelemesi Die Ers- cheinungsweise der Farben, Zeitschrift fûr

Psychologie und Physiologie der Stn- neorgane, Ergânzungsband 7, Leipzig 1911. İnceleme

ortalama bir gözlemci tarafından algılandığı şekliyle renklerin niteliklerini araştırır ve, belli bir

derinliği varmış gibi görünen tayf renkleri (örneğin gökyüzünün rengi) ve sınırları tam olarak belli bir

yüzey için geçerli olan yüzey renkleri (örneğin bir elmanın rengi) ayrımını getirir. Araştırma çeşitli

güçlüklerle yürür. Birçok gözlemcinin verdiği bilgiler muğlak ve pratik olarak kullanışsızdır. Katz,

“gözlemciler hazırlanmalıdır,” der (s. 41). Gözlemci, gözlenen şeyin “doğru” tanımını (veya yaklaşık

bir ta*

Diller için doğru olan, tüm temsil biçimleri için de doğrudur.Karikatürün “nesnel” bir çekirdeği vardır -böylece onun amacınıanlayabiliriz-, fakat aynı zamanda, bizi “öznel olarak” bakmaya çağıranbir yönü de vardır, yani özel bir grubun gözleriyle, ya da özel bir görmebiçimiyle (örneğin Kokoschka’nın portreleri). Kimi zaman yeni görmebiçimi öyle özel bir önem kazanmış olabilir ki o yoksa anlama eylemi deyoktur -artık “gerçekliğin bir parçası” haline gelmiştir, ya da, tersindendüşünürsek, asıl “gerçeklik” bu “öznel” ama popüler bakış açısındanbaşka bir şey değildir. Romanlar, fabllar (açık bir ahlâki ders barındıranya da barındırmayan), trajediler, şiirler, Kutsal Aşai Rabbani gibi ayinler,kavramsal düşünceler, bilimsel tartışmalar, akademik tarihler, yenidüşünme biçimleri ve belgesel çalışmalar hep benzer bir gelişme ortayakoyar, benzer bir gelişmeyi pekiştirir ya da içe- riklendirir: olaylar özel birtarzda düzenlenir ve yapılandırılır, bu yapı ve düzenlemeler popülerlikkazanır, rutin hale gelir, bu rutini daimileştirmekle görevli entelektüelleronun nasıl ve ne tür önemli sonuçları olduğuna açıklık kazandıran bir“temel” sağlar (bilgi teorilerinin büyük bir kısmı eski ya da yeni başlayanrutinlere adanmış sonu gelmez tartışmalardan ibarettir). Uzun erimlibirçok pratik ve bakış açısının zaten kendileri tarafından şekillendirilmişbir “gerçeklik”le desteklenmekte olduğunu belirtelim.

Tarih, politika ve toplumsal bilimlerdeki dönüşümler bu açıdan sonderece dikkat çekicidir. Fransız Devrimi’ni konu alan bir toplumsal tarihlekrallar, generaller, savaşlar üzerine anlatılan hikâyeler arasında ortak olansadece isimlerdir. “Yazarların gelecek kuşaklara devrettiği imgelerbiçimselleştirilmiş, kimi zaman bütünüyle hakikate aykırı şeylerdir...Bazen ‘Bastille’e Hücum’dan bahsedildiğini duyarız, oysa gerçekte kimseBastille’e hücum filan etmemiştir -11 Haziran 1789, Fransız Devrimi’ninolağan

nımını) benimseyerek hazırlanır, ama bu tanım sorulan soru içinde gizlenmiştir.Gözlemci, soruda içerilmiş tanımın çağrıştırdığı bir görüngüden bahsetmeyebaşlar: gözlem sonucunda elde edilen “nesnellik”, böylece, "öznel” nedenlere bağlıolarak gerçekleşmiş olur. Bu tür öznel-nesnei arası gidiş gelişler gözleme bağlı tümkonularda ortaya çıkar ve belli bir gerçeklik tarifi yapar. Sanatlar konusunda krş. A.Ehrenzweig, The Hidden Order of Art, Berkeley ve Los Angeles1967; bilim tarihindeki benzeri dönemler W. Lepenies’in Das Ende der Na-turgeschichte, Münih ve Viyana 1976'da tartışılır.

günlerinden biridir, Paris halkı bir zorlukla karşılaşmadan ha- pisaneyegirmiş ve orada birkaç ftıahkumla karşılaşmıştır. İşte bu olay Bastille’inele geçirilmesi diye adlandırılarak sonradan bayram haline getirilecektir”,diye yazar İ. Ehrenburg; S. E. Luria ise şuna dikkat çeker:“büyük birtoplumsal altüst oluşa tanık olmak istisnai bir deneyimdir. Bir tarihçi içinbu tür olaylar çeşitli sebep ve sonuçların kesiştiği, dışavurduğu bir anıtemsil eder; bir gazeteci için ise merak konusu, ilginç olaylar mozaiğini.Büyük bir romancının elinde -Manzoni için Milan’daki veba salgını ya daTolstoy için Moskova’dan çekiliş- beşeri hayattaki altüst oluşlar en soyluve en çirkin yönleriyle insanlık durumunu ortaya koymak için bir ilhamkaynağı olur. Fakat olaylan bizzat yaşayan ve bu tür mürekkep yalamışsınıflara dahil olmayan insanlar açısından büyük olay, her biri mevcutkoşullar altında meseleyi halletme, durumu kurtarma bazında olup bitenküçük hadiselerin oluşturduğu bir bileşim olarak yaşanır.”9 “Mürekkepyalamış sınıfların” (onlara göre) pek bir özellikleri olmayan insanlarınyaşadığı kaotik (ve onlara göre sıradan) olaylardan nasıl “önemli tarihselgelişmeler yarattıkları ve önemsiz kişilerin süreç içinde nasıl “büyüktarihi şahsiyetler” haline geldikleri bundan daha güzel anlatılamazdı.

“Gerçeklikler” arasındaki, yaklaşım farklılıklarından doğan çatışma,yaklaşımlardan birinin popüler bir politik (ya da bilimsel, ya da dinsel)hareketin bir parçası haline gelmesiyle tek sesli bir yapı kazanır. ÖrneğinVarşova Getto Ayaklanması hak- kmdaki son tartışmaları düşünelim.Olaya katılan veya olay hakkında yorum yapan sol veya milliyetçi bakışaçısına sahip kişiler olaylan kahramanca bir atılım olarak görürler.Olaylann içinde bulunmuş fakat bu tür ideolojilere yakın durmayan Dr.Marek

9.1. Ehrenburg, People and Life, Memoirs of 1891-1917, Londra 1961, s. 8. Ayrıca krş.Rus Ekim “devrimi” sırasında Leningrad’daki durum üzerine Eh- renburg'unsöyledikleri. “Fransız Devrimi’’ni oluşturan olaylar üzerine benzeri bilgi ve söylentiler içinkrş. G. Pernoud ve S. Plaissier, The French Revolution, New York 1960.İkinci alıntı S. E. Luria, A Slot Machine, A Broken Test Tube, New York 1985, s.26’dandır.Varşova Ayaklanması Norman Davies’in “The Survivor's Voice”, The New York Reviewof Books, Kasim 20,1986, s.21 ve devamında tartışılır. Gene! durum üzerine StuartHughes’in History of Art and Science, New York 1964’te çeşitli zengin, geliştirilmişgörüşler vardır.

Edelman için ise bahse konu ayaklanmalar saçmasapan bir olay dizisiiçindeki anlamsız iniş çıkışlardan ibarettir. Başka bir örnek Galile’ninyargılanmasıdır. Kendi tarihsel ortamı içinde küçük bir olaydı bu, Galileverdiği sözü tutamamış ve birtakım yalanlarla durumu kurtarmayaçalışmıştı. Bir uzlaşma aranmış ve bulunmuştu. Sonra Galile yazmayadevam etti, İtalya dışına gümrük kaçakçılığı yapmaya devam etti.Bruno’dan daha zengin, daha kararsız ve şüphe yok ki, daha azcesaretliydi. Fakat bir kahramana ihtiyaç duyan ve bilimsel bilgiyiKilisenin Kutsal Ekmeği gibi lekesiz addeden modern bilimadamları, canderdindeki bir sahtekârın sıkıntılarını devler arası bir fikir mücadelesineçevirdiler.

Bilgi durağan da olabilir akış halinde de. Onunla herkesin paylaştığı genelbir inanç olarak da karşılaşabiliriz, tekil bireylerde bulunan bir şey olarakda. Ezberlenmiş genel kurallar biçiminde de olabilir, karşılaşılan yenidurumları yaratıcı bir şekilde ele alabilen bir yetenek şeklinde de.Hammurabi ve Drakon kanunları yazıya dökülmüştü, Tevrat uzun birzaman boyunca istenildiği zaman alıntı yapılabilen yaygın bir sözelgeleneğin parçası olarak kalmıştı, Amerikan Yerlilerinin dillerine aitgramatik “kurallar” ve “taşların üzerinde oturan ihtiyarlar meclisiüyelerinin” kararları (.İlyada 18, 503 vd.) özgül sorunlara getirilmişyaratıcı cevaplardan ibaretti. Hattâ hüküm verirken yazılı kurallara,prensiplere ve ciltler dolusu geçmiş mahkeme kararlarına dayanmakzorunda olan günümüz yargıçları bile sezgisel bilgiye ihtiyaç duyarlar.

Yazının icadı yeni bilgi tipleri yaratarak ilginç bir tartışmayı da başlatmış oldu. İlk yazı biçimlerinin konuşmayla hiçbir bağlantısı yoktu. Amacı hesap işlerine yardımcı olmak ve iş muamelelerinin kayda geçirilmesini sağlamaktı.10 Platon, yazının görece daha temel nitelikli bilgilerin korunması amacıyla kullanılmasını eleştirir. Sokrates, “Biliyor musun Phaedrus”, der {Phaedrus, 275 d2 vd.),

10. Bilgi için D. Page’in History and Homeric Iliad, Berkeley ve Los Angeles 1966,5. Bölüm ve J. Chadwick, The Decipherment of Linear B, Cambridge UniversityPress 1958, 7. Bölüm. I. G. Gelb’in A Study of Writing, University of Chicago Press1963'te genel bir döküm bulunabilir.

yazıyla resmi tamamen benzer kılan garip bir şey var. Ressamın eseri sankicanlıymış gibi karşımızda durur, fakat bir şey soracak olsan o heybetlisessizliğini hiç bozmayacaktır. Yazılı şeyler için de aynı şey geçerli; sankizeki bir varlıkmış da seninle konuşuyormuş gibidir, fakat daha fazlaöğrenmek arzusuyla anlattıkları üzerine bir şey soracak olsan ebediyen aynışeyleri geveler durur. Ve bir şey bir kere yazıya döküldü mü, yazılı metin,tipi ne olursa olsun, olur olmaz her yerde gezinmeye başlar, onu anlayanlarkadar onunla hiçbir işi olmayanların da eline geçer; yazılı metin hangiinsanların muhatap alınacağını, hangilerinin alınmayacağını bilemez. Vekötü bir muameleye uğradığında ya da haksız bir şekilde kötü amaçlar içinkullanıldığında kendisini savunmaktan veya söylediklerini desteklemektenaciz olduğu için, her zaman ana-babasının gözüne bakar.

Bu bakış açısına göre, bilgi edinme bir öğretmen, bir öğrenci ve her ikisincepaylaşılan (toplumsal) bir durum gibi öğelerden oluşan bir süreçtir: sonuç, yanibilgi, ancak bu sürece katılanlar için anlaşılır olan bir şeydir. Yazılı notlarsadece geçilen aşamaları hatırlamada yardımcı olur. Sürecin yerini doldurmagücü olmayan bu yazıların dışardan birine herhangi bir yaran yoktur. Sonralarıfelsefenin akademik bir disiplin haline gelmesi ve inceleme, araştırmayazılarının önem kazanmasıyla birlikte, bilginin tarihsel bileşenleri geri planadüştü; bilgi yazılı bir kağıttan edinilebilen bir şey olarak tanımlanır oldu.11

Bugün özel bir bilgi

11. Platon görüşlerini sunarken, bilinçli olarak tiyatro, destan, bilimsel inceleme, lirik şiir veeğitici söylev yerine diyalog tarzını seçer. Geleneksel Grek eğitim ve araştırma dünyası ondanönce tüm bu biçimleri kullanmaktaydı (henüz bilgi ve duygu, bilimler ve sanatlar, güzellik vehakikat arasında hiçbir ayrım yoktu). 17. ve 18. yüzyıllarda mektuplar önemli bir rol oynadı.Galile en önemli görüşlerinden bazılarını, çok titiz bir ifadeyle çeşitli şahıslara yazdığımektuplarda anlatır. Bunlar çoğaltılıp dağıtılıyordu. Peder Mersenne, Descartes'ın felsefesiyleilgili mektupların merkez istasyonudur. Newton'un renk teorisi üzerine ilk yazıları The RoyalSociety'nin sekreteri Henry Oldenburg'a gönderilmiş mektuplardan oluşuyordu: bumektupların açtığı tartışma Oldenburg üzerinden Newton’a gelen giden mektuplarla yürütülür.Popüler incelemeler (üç karakter arasında bir görüş alış verişi olarak yazılmış Galile'ninDialogcfsu ve Newton’un Opticksfi) yeni keşifleri daha geniş bir kesime tanıtacaktır. Fakat buörneklerden hiçbirinde de kişise! öğe kaybolmuş değildir. Günümüzde üslûp meselelerindebilinçli tercihleri olan yalnızca birkaç bilimadamı ve felsefecidir -eh, bilimsel dergilerin büyükbir kısmının tastamam çizilmiş yayın politikaları olduğu düşünülürse, onların da artık böyle birşey yapmaları gerekmez diyebilirsiniz.

parçasının tarihinin, onun içeriğini anlamada bize hiçbir yararı ol-mayacağına kesin gözüyle bakıyoruz. Daha önce de alıntılanmış veeleştirilmiş bir bölümde “Bilimde önemli olan” diye yazıyor S. E. Luria(a.g.e., s. 123)

bugün için el altında duran bulgu ve genellemeler bütünüdür: bilimsel keşifsürecinden alınmış zamansal bir kesit. Ben bilimin ilerlemesini, sadece aktifbilgi bütününün bir parçası haline gelebilen öğelerin hayatta kalma şansıbulması açısından, kendi kendini silen bir şey olarak görüyorum. Grick veWatson’un ortaya koyduğu DNA molekül modeli hakkıyla ayakta kalmıştır . .. DNA modelinin nasıl oluşturulduğunun . . . hikâyesi insani olarak etkileyiciolabilir ama bilimin işlemsel içeriği açısından fazla bir anlam taşımaz.

Bizim felsefecilerin büyük bir kısmı bu kanıyı paylaşırlar, dahası, keşifbağlamı-doğrulama bağlamı gibi ayrımlar yaparak şükran tazelemeyi deunutmazlar: keşif bağlamı belli bir bilgi parçasının tarihini, doğrulamabağlamı ise içeriğini, onun kabul ediliş gerekçelerini anlatır. Bilimadamını(ve onun ardından son temizliği yapan felsefeciyi) ilgilendiren sadeceikinci bağlamdır. Bununla birlikte (yukarda Phaedrus’tm yaptığım alıntıdaortaya konan) Platoncu bilgi kavramı yine yükselişe geçmiş durumda. Je-oloji, moleküler biyoloji, fizik ve modern matematiğin büyük bir kısmıbasılmamış çeşitli sonuçlar, yöntemler ve sanılar (conjectures) içeren vehalihazırda basılı durumdaki bilgileri bu düzlemde anlamlandıran sözel birkültüre dayanmaktadır. Önde gelen araştırma merkezlerinde yapılanseminer, konferans ve tartışmalar ders kitabı ve araştırmaların içeriklerineyeni şeyler kazandırdığı gibi, mevcut içeriği çözümleyerek onun bu haliylekendi ayakları üzerinde duramayacağını da gösteriyor. Verilebilecek tümörnekler bir yana, saf matematik, Platon’un yegâne doğru bilgi edinmebiçimi olarak gördüğü bir “canlı, karşılıklı tartışma” haline gelmiştir.Felsefedeki “yorumsamacı” okul, Platon’a göre kat kat muğlak ve kat katbüyük bir laf kalabalığı içinde de olsa, en “nesnel” yazılı metinlerin bileancak, okuyucuyu birtakım standart cümleleri standart şekillerdeyorumlamaya koşullayan ve tartışmalarını bu tarzda yürüten bir düşünürlercamiasının yok-

luğunda dağılıp gidecek bir öğrenim süreci sayesinde kavranabilirolduğunu göstermeye çalışıyor: tarihten ve kişisel temastan kaçmakimkansızdır, böyle bir kaçış yanılsamasını yaratan çeşitli güçlümekanizmalar olmasına rağmen.

B. BİLGİ BİÇİMLERİ

Bilgi olayları düzenler. Farklı bilgi biçimlerinin farklı düzenlemeşemaları vardır. Listeler Yakın Doğu’daki (Sümer, Babil, Asur, EskiYunan) bilgi büyümesinde önemli bir rol oynamıştır.12 Yakın Doğudillerini bölgenin ortak (diplomatik) dili olan Akadca ile ilişkiyegeçirmeye çalışan tercümanlar, kelime listeleri derliyorlardı. Kelimeleri,uygun düştükleri tamlayanlar [determinatives] (çivi yazısında birsınıflandırma işaretiydi bunlar) altında toplayarak biribirine tekabül edenşeylerin basit bir sınıflandırmasını yapmayı başardılar: bütünüyleçevirmenlere kolaylık olması amacıyla, bilimin ilk biçimlerinden biriniyaratmıştılar. Gelenek, kural, tanımlama, kişi ve problemlerden oluşançeşitli listeler kanun yapıcıların, denizcilerin (kıyılar hakkında çeşitlibilgilerle donatılmış, belli bir güzergâh üzerindeki limanları gösterenlisteler), seyyahların (yolcu rehberleri), şe- cerecilerin (bunlarınhazırladığı, kahraman ve krallardan oluşmuş listeler daha karmaşıktarihsel anlatı biçimlerini önceleyen şeylerdir), matematiköğretmenlerinin (Babil dilinde hazırlanmış, çözüm ve ipuçlarıyla birlikteçeşitli matematik problemlerinden oluşan listeler) hizmetine sunulmuştu.İlk filozofların poly- mathi’e'ye sık sık karşı çıkmaları ve Sokrates’incesaret, bilgelik, bilgi ve faziletin doğası üzerine yaptığı soruşturmalaraaldığı ilk cevaplar listelerin gelip gecici gruplandırmalar değil Yunansağduyusunun temel bileşenlerinden biri olduğunu göstermektedir.13

Liste tek boyutlu bir sınıflandırmadır. Botanikçiler, zoologlar,

12. W, von Soden, Leistung und Grenzen Sumerisch Babylonischer Wis- senschaft,Darmstadt 1965 yeni basım.13. Ahlâki konulu listelerin rolleri için krş. K. J. Dover, Greek Popular Morality at thetime of Plato and Aristotle, Berkeley ve Los Angeles 1974. Daha başka eser ve ayrıntılariçin bkz. Against Method, Londra 1975,17. Bölüm.

kimyacılar (periyodik elementler tablosu), astronomiciler (Rus- sell-Hertzsprungşeması), fizyonomiciler, temel parçacık fizikçileri ve öyle görünüyorki, birçokyerli halk14 tarafından oluşturulmuş sınıflandırıcı şemalar ise çok boyutlu fakatdurağandır. Gerçekleşmeleri zamana bağlı şeyler hikâyeler içinde tanımlanır.Basit hikâyeler bitki, hayvan ve insan yaşamlarındaki basit süreçleri konu alır(Hipokrat Külliyatı’ndan Prognostics’ in ilkler arasında yer aldığı tıbbihikâyeler). Kapsamlı kozmik modellerin tasavvur edilebilmesine öncülük edenkarmaşık hikâyeler ise kadim halklar tarafından gebelik süreleri, sürülerinotlatılması, kuş ve balık göçleri, bitkilerin büyümesi, ayın safhaları ve büyüktoplumsal dönüşümler ile göksel değişiklikler (presesyon dahil) arasında bellibağıntılar kurmak amacıyla kullanılır.15 Böylece bilgiyi koruyor ve toplumsalolayları başlatıyorlardı; aynı hikâye hem teorik astro-sosyo-biyoloji, hem detoplumsal çimento işlevi görüyordu.16 *

14. Krş. The Savage Mind, Londra 1966’dan başlayarak Levi-Strauss’un eserleri veakrabalık sistemlerini ele alan sayısız inceleme. Levi-Strauss ilkel sı- nıflandırıcı şemalarınpratik ihtiyaçların çok ötesine uzanan büyük bir etki güçleri olduğuna dikkat çeker:kendilerini hayvanlara ve böceklere bağlayan anlamlı bağıntılar nedeniyle”, yani kapsamlıteorik modellere uygun düştükleri için, “yerliler... kendileri için doğrudan bir yararı olmayanbitkilerle de ilgilenirler].” “Çoğu kez [Ryukyu Adaları’nda] bir çocuk bile küçücük birparçasına bakarak bir ağacın türünü, ayrıca, yerlilerin bitkilerin cinselliğine ilişkin görüşlerineuygun olarak, cinsini çıkarabilir; bunu da ağaç parçasıyla kabuğunun görünüşünü,kokusunu, sertliğini ve aynı türden başka özelliklerini inceleyerek başarır.” “GüneyKaliforniya’nın bugün ancak pek ender birkaç beyaz ailenin yaşayabildiği çölümsübölgelerinde, sayıları birkaç bini bulan yerli Coahuillalar doğal kaynakları bir türlütüketemiyor, bolluk içinde yaşıyorlardı. Çünkü görünüşte çok yoksul olan bu ülkede, buinsanlar en azından 60 besinsel bitkiyle 28 uyuşturucu, uyarıcı ya da şifalı nitelikte bitkitanıyordu." [Yaban Düşünce, Çev. Tahsin Yücel, Hürriyet Vakfı Yayınları, s.27 ve devamı].15. Daha fazla ayrıntı Giorgio de Santillana ve Herta von Dechend, Hamlet’s Mill, Boston1965 ve A. Marschack, Roots of Civilization, New York 1972’de bulunabilir. Presesyon,Santillana ve von Dechend, s. 56 ve devamında tartışılır. Arkaik bilginin astronomikarkaplanı hakkında çeşitli görüşler (literatürle birlikte) için bkz. D. C. Heggie, MegalithicScience, Londra 1981. B. L. van der Waerden “MÖ 3000 ile 2500 yılları arasında NeolitikÇağ’da var olmuş ve merkezi Kıta Avrupası’ndan Büyük Britanya’ya, Yakın Doğu’ya,Hindistan ve Çin’e yayılmış olması gereken bir matematik bilimini” ortaya çıkarmayıbaşarmıştır, bkz. Geometry and Algebra in Ancient Civilizations, New York 1983, s. xi. HansPeter Duerr, Sedna, Frankfurt 1984,(Batılı gözlemcilerce suni bir şekilde ayrılan) bilgi iletoplumsal hayatın nasıl ve hangi biçimler altında içiçe geçtiğini tartışır.16. Bu bileşim günümüze kadar sürer. Bilimsel konular ve özel okullar ortak

Hikâyeler, gelecek kuşaklarda soyut özelliklere dönüşecek olandurumları açıklamakta kullanıldı. Homeros’un destanları, somut örnekleriçinde nasıl işlediklerini göstererek temel toplumsal ilişkileri (kadim ve klasikYunanistan’ın dört büyük fazileti olan cesaret, dinine bağlılık, hakkaniyet vebilgelik gibi)

__ •

“tanımlıyordu”. Diomedes cesaretlidir (Ilyada 5, 114 vd.); cesareti zamanzaman zıvanadan çıkar, çılgınca işlere girişir (330 vd.; 434 vd.). Bu yargıyavaran yazar değil dinleyicidir (ya da günümüzde okuyucu); vedinlediklerinden kalkarak cesaretin sınırlarını belirlemeye çalışır. Aynı şeybilgelik için de geçerlidir. Odysseus çoğu kez bilgece ve dengeli davranışlargösterir. Akhiileus gibi asabi, ünlü şahsiyetlerle görüşmeye gönderilir, zorgörevler yüklenir. Bu arada gösterdiği bilgelik de kurnazca davranıştan dolapçevirmeye kadar değişik biçimlere bürünür (Ilyada 23, 726 vd.). Bu örnekdurumlar cesaret ve bilgeliğin ne olduğunu gösterir fakat, bunları mantıksalbir tanımlamanın yaptığı gibi nihai bir şekilde dondurmaz.

Bu şekilde sunulan kavramlar soyut kendilikler değildir, henüz şeylerden,nesnelerden ayrılmamıştır. Renk, çeviklik, hareket güzelliği, hüner,kelimeleri ve silahları kullanabilme gibi niteliklerle aynı düzeyde olmaküzere şeylerin veçheleridirler. İlk ortaya çıktıkları ortamlara uyarlanmışdurumdadırlar ve yine bu düzlemde bir değişim gösterirler.17 HipokratKülliyatı’nda deneysel planda anlatılan hastalıklar da aynı şekildetanımlanmışlardır. Bunlar “hastalık kendilikleri”, yani hastalığa tutulmuşgövdeden ayrılabilir soyut şeyler, süreçler değil, gövdenin halleridirler. Mu-

inanç ve pratiklerle bir arada tutulur. En son örneklerden biri, şu Phage grubu adı verilengrubun tarihiyle onun (moleküler) biyoloji üzerine etkisidir. Krş. J. Cairns, G. S. Stent ve J. D.Watson, der., Phage and Origins of Molecular Biology, Cold Spring Harbor Laboratory, NewYork 1966 ve Peter Fischer, Licht und Leben, Konstanz 1985, özellikle s. 141, bu grubun, farklıterimlerle ifade edilmiş ve farklı yöntemlerle elde edilmiş sonuçları .dikkate alma,değerlendirme konusundaki gönülsüzlüğünü {ya da yeteneksizliğini) irdeliyor.

17. Erdemlerin ilk pratik açıklamaları, bunların tedrici olarak teoriyle değiştirilmesi, Sofistdüşüncede pratikliğin yeniden öne çıkışı ve teorinin Platonla geri dönüşü gibi konular, FritzWehrli’nin mükemmel kitapçığında tartışılır, Ha- uptrichtungen des Griechischen Denkens,Stuttgart-Zürih 1964. Ayrıca krş. Bruno Snell, The Discovery of Mind, 1962, ve benim yakındayayımlanacak Stereotypes of Reality.

ayene ile ortaya çıkarılır, hikâyeler şeklinde anlatılır ve gövde ve muayeneeden hekim değiştikçe de değişirler.18 Ortaçağ’da ve daha sonralarıAydınlanma döneminde hikâyeler, insanlara iman aşılamak ve Şeytanın(veya Akılsızlığın) hangi ince, masum görünüşlü yollardan insanzihinlerine, yaşamlarına girebileceğini öğretmek için kullanıldı. Bunlarkimi zaman yazılı ve resimli, kimi zaman da sözel bir gelenek tarafındananında uydurulan, oyun- laştırılan ve dinsel mirasa katılan şeylerdi. Fakatbazen de, operanın atası sayılan ayin tiyatrosu örneğinde olduğu gibi,dikkatle hazırlanmış, tam anlamıyla tasarlanarak üretilmiş (Lessing veSchiller’in ahlâki konuları tartışan oyunları), hattâ mü- ziklendirilmiş(chanted) bile olabiliyordu.

Dramatik yaklaşımlar daha da karmaşıktır. Oyunlar toplumsalyaşantımızın, gündelik dilde ifade edildiğinde hiçbir sorun teşkil edergörünmeyen çeşitli yönlerini ortaya döker ve abartırlar. Örneğin bazıkadim tragedya yazarları temel değerlerin kendi içinde tutarsız ve ahlâkiçatışmanın kaçınılmaz olduğunu göstermeye çalışmışlardır. Somut birkanıtlama yolu kullanıyorlardı; seyirciyi çatışmanın içine çekerek, ogerilimi hissetmesi sağlanıyordu. Başka bir kısım yazarlarsa, çatışmalaravar olan politik kurumlar çerçevesinde bir cevap aramayı deniyordu.Aristoteles’e göre tragedyalar, tam hakkıyla üretilmişlerse, insanivaroluşun evrensel yasalarını ortaya koyarlar ve, bu yönleriyle de,“tarihten daha felsefidirler” (Poetics 1451 a 38 b 6 vd.) [Poetika, Çev. î.Tunalı, Remzi K., 1983]: toplumsal yasalar ayrıntılarda gizlidir; tarihçiayrıntıları işine geldiği gibi ya da, daha doğrusu, kolayına geldiği gibidüzenler, oysa tragedya yazarı tikel olgular katına nüfuz ederek evrenselolanı ortaya çıkarır ve seyircinin zihnine aktarır. O, araştırmacılık,toplumsal tarihçilik ve halkla ilişkiler uzmanlığı

18. “Hastalık kendilikleri" ile bir kişinin gözlemlenebilir halleri olarak hastalıklardüşüncesi arasındaki fark için krş. O. Temkin, The Double Face of Janus, JohnsHopkins University Press, Baltimore 1977, 8. ve 30. Bölümler. “Klinik tıbbın temellerini atmış” (K. Dewhurst, Dr. Thomas Sydenham, University of CaliforniaPress 1966, s. 59) olan Thomas Sydenham hekimin görevini “şeylerin dışyüzüyle,.kabuğuyla uğraşma” olarak kabul eder (Works, der. R. G. Latham, C. 2, 60),“Sydenham’ın görüşlerinin yabancı hekimlere ulaşması için herhangi bir ingilizdençok daha fazla gayret göstermiş” (Dewhurst, a.g.e., s. 56) olan John Locke ise, bilginingelişmesiyle birlikte nasıl algının da değiştiğini anlatır: Essay, 9. Bölüm.

gibi meziyetleri kendinde toplamış biridir. Brecht evrensel olanın “[kendi]tarihsel göreliliği içinde karakterize edilmesini” ister: sahnedeki olaylardizisi, gelecek fakat değiştirilebilir bir süreci göstermeliydi, öyle ki seyirci,değişikliğin nasıl olabileceğini ya da nasıl başarılabileceğini görmeliydi.19

Grek edebiyatının ilk dönemleri hikâye türleri açısından inanılmaz birzenginliğe sahiptir; -skeçler, uzun hikâyeler, fabllar, seyahatnameler,olağanüstü şeyleri konu alan sözlü tasvirler. Herodot, yazdığı Tarih'te,

karşılaştığı, tanımlamak istediği olay ve olay kalıplarını uygun bir anlatıyakavuşturmak için bunların hepsinden yararlanır. Takipçilerinden bazılarıküçümseyici bir tavırla, hikâye anlatmaktan kaçınırlar; açıkça tarihin mit veperi masallarıyla aynı şekilde sunulamayacak kadar nazik bir konu olduğunusöylüyorlardı. Fakat hikâyeler bugün yeniden popülerlik kazanıyor.Günümüzde bazı yazarlar hikâyenin, insani düşünce ve eyleminkarmaşıklığına uygun düşen yegâne anlatı biçimi olduğuna inanıyor.20

Buraya bir de heykel, yağlıboya ve karakalem resim, karikatür, bilimsel şekilveya, en son örnekleriyle, bant, bilgisayar grafiği, matematik formülü, kaset,film ve holografik drama gibi şeyleri de eklersek, şimdi elimizde, son derecedeğişik bilgileri sunabilecek zenginlikte, çok fazla miktar ve tipte bilgi,düzenleme ilkesi ve olay olduğunu söyleyebiliriz.

19. Çatışma Sofokles’in Antigone'slriın her köşesinde hissedilir: krş. M. C. Nuss-baum, The Fragility of Goodness, Cambridge University Press 1986, 3. Bölümdeverilen analiz. Platon'un geleneksel dini ve tragedyayı reddetmesinin nedenlerinden birionların işte bu çatışmaya yaptığı vurgudur: krş. Platon, Eutyphron.. “Siyasi” bir çözümgirişimi için bkz. Aiskhylos, Eumenides, son bölüm. Brecht görüşlerini birçok yerdeifade eder. Alıntı “Kleines Organon für das Theater”dendir, 36. Bölüm, GesammelteWerke, Cilt 16, Frankfurt 1967. [77- yatro İçin Küçük Organon, çev. A. Cemal, Mitos Y.,1994]

20. Martin J. S. Rudwick, (The Great Devonian Controversy, University of ChicagoPress 1985) (bilimsel) fikirlerin gelişmesinde bile anlatının, “kavramsal izahatlardandaha iyi iş gördüğünü öne sürer. 19. yüzyıl jeolojisinin belgeler açısından gayet zenginbir bölümünü ele alarak, bilimsel bir tartışmanın mantıkçılar tarafındankavranamayacak kadar karmaşık olduğunu gösterir. O. Sacks,a.g.e., s. 5’te R. A. Luria’nın sinirsel bozuklukların sonuçlarının "en iyi bir hikâye-beyninin sağ yanm küresinde ciddi bir rahatsızlığı olan bir insanın özel, ayrıntılı tarihi-ile aktarılabileceğine” inandığını yazar. Bu, tüm hekimlerin gözünde şüphesiz,Hipokrat'a kadar götürülebilecek modası geçmiş bir iştir.

Bugün Batı akılcılığı adını verdiğimiz şeyi hazırlamış ve Batıbiliminin entelektüel temellerini atmış olan toplumsal gruplar, yukardabahsettiğimiz zengin tabloyu sahiplenmeye yanaşmadılar. Dünyanın vebilginin o dönemin sağduyu ve zanaatlarında ima edildiği kadar zengin vekarmaşık olabileceğini reddederek, “gerçek dünya” ile “görünüştekidünya”yı birbirinden ayırdılar. Onlara göre gerçek dünya basit ve tektipti,değişmez evrensel yasalara tâbiydi ve herkese göre aynıydı. Sonra budünyayı tanımlamak için yeni kavramlara (zamanla “teorik kavramlar”adını alacaklardır) ihtiyaç duyuldu ve bu gerçek dünya ile onun dışındakalan şeyler arasındaki ilişkiyi açıklamayı amaç edinen birtakım yenialanlar (epistemoloji ve sonraları, bilim felsefesi) açıldı. İlginç bir şekildebu dışarda bırakılan yani “gerçek olmayan” dünya “çok”a, yani ortalamainsana ve (felsefeyle ilgilenmeyen) zanaatkârlara atfedilmişti.21

Entelektüeller ta başından beri, sıradan ölümlülerde olmayan bir içgörüyesahip olduklarını iddia etmişlerdir.

Düşüncelerini geliştirirken bu “filozoflar” (kısa bir zamanda bu adıalmışlardı), bir şeyler inşa ettikleri gibi bir şeyleri de yıktılar. Tıpkı öncekifatihler ve işgalciler gibi, ayak bastıkları toprağı dönüştürmek istiyorlardı.Fakat onlar kadar fiziksel güçleri yoktu, amaçlarına ulaşmak için silahlaryerine sözcükleri kullandılar. Çalışmalarının (Descartes ve Galile’dengünümüz Nobel ödüllü bilimadamlarına, tüm bilimadamlarınınçalışmaları) çok büyük bir kısmı, oldukça sağlam yapıda, başarılı vebirçok insan için yararlı çeşitli düşünce ve pratiklerle mücadeleye, sırfkendi özel standartlarına uymadığı gerekçesiyle onları boşa çıkarmaya,mümkünse yok etmeye hasredilmiştir.

21. Örneğin Parmenides “insanların yollarım” (B1,27), “ defalarca yaşanmışlığadayalı alışkanlıkların” (Diels-Kranz, fragman B7, 3) peşinde "sürüklenip giden hemkör hem sağır, huzursuz ve kararsız” (B6, 6 vd.) “çok’un (B6, 7) yollarını reddeder.Böylece sıradan insanların olduğu kadar sanatçıların, hekimlerin, generallerin,denizcilerin hayatında da önemli bir yeri olan “bu kırmızıdır” ya da “şu hareket ediyor”gibi ifadeler itiş kakış hakikatin saltanat sahasından çıkarılır. “Çok” konusundakifelsefi tavırlar Hans-Dieter Voigtlânder, Der Philosoph und die Vielen, Wiesbaden1980’de tartışılmaktadır.

Hemen tamamı birliği (daha iyi bir terimle tekdüzeliği) övmüş,çokluğu yermiştir. Ksenofanes, geleneksel tanrıları reddederek ortayadoğaüstü, tek ve çehresiz bir tanrı diker. He- rakleitos PolymathVe'ye,zanaatkârlar, kendi felsefi öncelleri ve sağduyu tarafındanoluşturulmuş zengin ve karmaşık bilgiye lanet yağdırır ve ısrarla“Bilgece olanın Bir olduğu”nu söyler (Diels- Kranz, B40/41).Parmenides değişim ve niteliksel farklılığa karşı çıkarak tüm varlığıntemeli, sabit ve bölünmez bir blok olarak Varlık düşüncesini savunur.Empedokles hastalığın doğası hak- kmdaki geleneksel bilgiyi kısa,kullanışsız fakat evrensel bir tanımla değiştirir. Thukydides,Herodot’taki üslup çoğulluğunu eleştirerek tektip, nedenselliğe dayalıbir anlatım biçimine yönelir. Platon demokrasideki politikçoğulculuğa karşı çıkar, (etik) çatışmaların “akılcı” araçlarlaçözülemeyebileceğini söyleyen So- fokles gibi tragedya yazarlarınıngörüşlerini reddeder, gökyüzünü deneysel bir yolla keşfetmeyeçalışan astronomicileri eleştirir, ve tüm bu konuları tek bir teoriktemele bağlamayı önerir. Böylece çeşitli okulların yazar, çizer,öğretmen ve önde gelenlerinden oluşan büyük bir ordu öncekidönemin tanımlanmamış ve haklı olarak bir düzene sokulmamışgeleneksel düşünme, konuşma, eyleme, özel ve kamusal hayatıdüzenleme biçimlerine karşı “uzun süren bir savaş” başlatır (Platon,Devlet 607 b6 vd.).

Bu savaşın seyrini değerlendirmeye çalışırken çeşitli gruplarınözel çıkarlarıyla genel anlamda dünyanın yazgısını biribirine ka-rıştırmamaya dikkat etmeliyiz. Whitehead’in vurguladığı gibi Avrupafelsefesi “Platon* a düşülmüş bir dizi dipnot” olabilir ama, Avrupatarihi ve Avrupa kültürü (ki hadım şarkıcı Farinelli, Vi- yanalıkomedi yazarı Nestroy, Hitler ve teyzem Emma buraya dahildir)kesinlikle değil. Aynı şekilde “savaş”, bir yanda muhtemelen birkaçuzmanın kafasını (ve papirüs rulolarını) doldurmuş olsa bile, halkınbüyük çoğunluğu üzerinde iz bırakmamıştır. Hattâ bazı yerlerde bir“savaş”tan bile söz edemeyiz. Kse- nofanes’in doğa üstü tanrısıAiskhylos’u etkilemişti fakat So- fokles’i değil; Sofokles’in tanrılarıkatır inadıyla hâlâ işbaşındadır: Sofokles’e göre tarih akılcı tanrılartarafından kavranamayacak kadar akıldışıydı (Herodot da aynı kanıdagörünüyor). Halk dini bu süreçten hiç yara almadan çıkmıştır.

Filozoflar teorik kavramların yaygın bir alışkanlık ve kullanım alanıkazandırılması konusunda da başarısız kaldılar. Platon’un Sokrates’ininyaptığı soruşturmaya aldığı cevaplar, halkın sayılara (Theaetetus, 148 b 6vd.) ve arılara (Meno, 72 b 6 vd.) tektiplik atfetmeye hazır olduğunu fakat buişlemi bilgi veya fazilet gibi karmaşık toplumsal ilişkilere de yayma ko-nusunda duraksadıklarını, gönülsüz davrandıklarını gösteriyor. 22 Parmenidesbirtakım teknik tartışmalar (Zeno, Platon’un Parmenides ve Sofist'i)

başlatmış fakat görüşlerinin genel etkisi bilgi alanından çok komedi alanındaolmuştur (krş. Platon’un Euthydemus'u; buradaki sofizm B2, 5 ve devamındaPar- menides’in düşünce ve varlığı özdeşleştirmesinden ileri gelir).Parmenides’in takipçileri bile onun ilkelerini kabul edilemeyecek kadar aşırıbulmuşlardır.23 Muhalifleri ise tümünü reddederler. “Argümanlar bazalındığında bu düşünceler kabul edilmesi gereken şeylermiş gibi görünür”diye yazar Aristoteles24, “fakat pratik göz önüne alındığında, bunlarainanmaya devam etmek delilikten de öte bir şeydir. Çünkü gerçekte hiçbirdeli ateş ve buzun aynı şey olduğunu [İyonya doğa felsefesinde örtük olarakbulunan ve Parmenides tarafından açıkça dile ge-

22. Platon’un sorunu koyuş şekline bakarsak, Theatetus ve Meno basit bir hata yapıyordememiz gerekir: Sokrates bilgi ya da erdem gibi tek bir şey hakkında soru sormuş fakatbirçok cevap almıştır. Oysa bu eleştiri ancak bir sözcüğün her zaman ve tamı tamına tekbir şey söylüyor olması halinde doğrudur -ki burada tartışılan konu da zaten budur.Dahası, “bilgi” için sadece bir tek sözcüğün var olduğunu varsayar; fakat Theaetetus145d 4-e6 gibi kısa bir bölümde bile bilgiyle ilgili dört ayrı terim geçmektedir. Son olarak,Meno’nun [Theaetetus'un] akıl dolu direnişi ("arılar [sayılar] için apaçık görünen şeyierdem [bilgi] için söyleyebileceğimizi sanmıyorum”) bize toy bir lise öğrencisinin hatasıylakarşı karşıya olmadığımızı gösteriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse burada tanık ol-duğumuz, tüm bir kavram tefsiri've kavram oluşturma geleneğinin tehlikede olduğudur.

23. Atomcular, Empedokles ve Anaksagoras, Parmenides’in Varlık nosyonunu kabulederler fakat değişimi de alıkoymak isterler. Bunu yapmak için ise her biri Parmenidesçiözelliklerin tamamı veya bir kısmı ile donatılmış (sonlu veya sonsuz) sayıda şey önerirler:Leukippos ve Demokritos'un atomları bölünemez ve daimi fakat sonlu sayıdadır,Empedokles’in öğeleri sayı olarak sonsuz, daimi, bölgelere ayrılabilir, fakat daha ötetözlere ayrılamaz bir yapı gösterir (Empedokles’in dört öğesi, yani Sıcak, Soğuk, Kuru veNemli, bu yüzden bilinen tözlerden farklıdır), Anaksagoras ise tüm tözlerin daimiliğini var-sayar.

24. De generatione et corruptione 325a 18 vd., vurgular benim.

tirilmiş bir varsayım} sanacak kadar kaçırmış olamaz”. Kendigörüşlerini yazılı olarak ifade etmiş olan zanaatkârlar da uzun süreaynı itirazları yükseltmişlerdir (bkz. Ancient Medicine, 15. ve 20.Bölümler). Taş yontucuları, metal işçileri, ressamlar, mimarlar vemühendisler görünüşe göre sessiz kalmayı yeğlemiş ve arkalarında,uzay-zaman ve şeyler hakkında sahip oldukları bilgilerin filozoflarınspekülasyonlarından türemiş tüm bilgilerden daha ilerici, daha verimlive çok daha zengin ayrıntılarla yüklü olduğunu gösteren binbir çeşitbina, tünel, sanat eseri bırakmışlardır. Söz konusu spekülasyonlar,kendi içindeki dertlerden de mustaripti. Örneğin teorik yaklaşım işeyaramaz olmasını geçtik, bizzat kendi koyduğu yüksek derecedekesinlik standardına bile uymuyordu.

Bu noktadan sonra, ilk filozofların arzu ettiği bilgi türünü teorikbilgi, bu bilgiyi oluşturan gelenekleri teorik gelenekler; bunlarınalaşağı etmeye çalıştığı gelenekleri de deneysel veya tarihselgelenekler diye adlandıracağım. Teorik geleneklerin üyeleri bilgiyievrensellikle bir tutar, teorileri bilginin gerçek taşıyıcıları olarakgörür, standart ya da “mantıksal” usûllerle akıl yürütmeye çalışırlar.Bilgiyi evrensel yasaların hakimiyeti altına sokmak isterler. Onlaragöre teoriler, tarihin akışı içinde değişmeden kalana bir tanımgiydirerek onu tarihdışı kılar. Tartıştıkları, gerçek yani tarihsel-olmayan bilgidir. Tarihsel geleneklerin üyeleri ise özgül olana vurguyapar (Kepler yasaları gibi özgül düzenlilikler de buna dahildir).Arkasını listelere, hikâyelere, söylentilere (asides) yaslamıştır;örnekler, benzetme ve serbest çağrışımlarla akıl yürütmeye güvenir;amaca uygun düştüğü yerde “mantıksal” kuralları kullanır.Çoğulculuk onun için önemlidir ve buradan hareketle, mantıksalstandartların tarihe bağlı olduğunu öne sürer.

Bu iki gelenek arasındaki ilişkileri şöyle özetleyebiliriz:

A) Tarihsel ve teorik gelenekler, her biri kendi yasaları, konulan,araştırma yöntemleri ve inançları olan geleneklerdir. Akılcılık,öncesinde kaos ve cehalet olan bir yere düzen ve bilgelik getirmişdeğildir; tarihsel geleneklere özgü düzen ve usûllerden farklı, belliusûllerle oluşturulmuş, yeni bir düzendir getirdiği.

B) Teorik yaklaşım hem kendi içinde hem de meslek ve zanaatlarda örtükolarak bulunan tarihsel gelenekleri dönüştürme deneyinde çeşitli sıkıntılarlakarşılaşır.25 Bu sıkıntıların çoğu halledilmeden günümüze kadar devametmiştir. Dinde, soyut tanrı nosyonunu savunan teologlarla, tanrı ile insanarasına daha mahrem bir ilişki koymak isteyen insanlar arasındaki çatışma;tıpta, hastalığı tek bir “nesnel” bakış açısı çerçevesinde ele alan bedenteorisyenleriyle, belli bir hastalığın bilgisine ulaşmak için hasta ve ait olduğukültür ile kişisel ilişkiyi şart koşan klinikçiler arasındaki çatışma, hâlâ devamediyor.26 Tıptan psikolojiye ve giderek sosyoloji, antropoloji, tarih vefelsefeye geçtiğimizde sorun daha da büyür.27 Platon’un teorik bilgininparadigması kabul ettiği matematik, adeta pre-teorik matematikçilerin pratikve “öznel” felsefelerine geri dönmüş gibidir: gitgide artan sayıda matematikçive bilgisayar uzmanı matematiğe insani bir faaliyet, yani tarihsel bir gelenekgözüyle bakıyor. Teori kullanılmıyor değil, fakat bu serbest ve deneysel birşekilde yapılıyor. Ve bilimler ile beşeri bilimler arasındaki çatışma,Platon’un “kadim savaş”ınm modern bir versiyonundan başka bir şey değil.Tüm bu antagonizmalar (A) tezini teyid ediyor: Teorilerden önce de bilgivardı, gelişmiş, yetkinleşmiş ve büyük bir kalım gücü elde etmiş bir bilgi.Tüm bu antagonizmalar teorik yaklaşıma içkin “akılcı” felsefenin, ufuktagörünmezden önce var olan zengin bilgi bi-

25. Matematik ve astronominin esaslarını filozoflara borçlu olduğu düşüncesi -örneğinPlaton’un astronomiyi deneysel gözlemler yerine modellerden hareketle geliştirmeönerisi- O. Neugebauer, The Exact Science in Antiquity, New York 1962, s. 152’deeleştirilir. Ayrıca krş. aynı yazarın A History of Ancient Mathematical Astronomy, Berlin,Heidelberg ve New York 1975, İkinci Kısım’daki eski Yunan astronomisi değerlendirmesi.

26. Galen’e (De sanitate tuenda, I, 5)’e göre sağlık, “herhangi bir ağrı duymaksızıngündelik faaliyetlerimizi normal olarak sürdürebildiğimiz” bir durumdur. Fakat farklıinsanlar gündelik faaliyetleri farklı deneyimledikleri gibi, bu faaliyetler de kültürdenkültüre değişir. Krş. O. Temkin, The Double Face of Janus, s. 441 ve devamı.

27. Antropoloji ilk bilimadamları ve filozofların başaçıkmaya çalıştığı bir ortama -çokçeşitli görüş ve yaklaşımlarla dolu- geri dönmüştür. Krş. G. E. Marcus ve Michael M. J.Fischer, Anthropology as Cultural Critique, University of Chicago Press 1986, içindekidöküm. After Philosophy, B. Baynes, I. Bohman, Th. McCarthy, der., Cambridge, Mass.,1987, içindeki incelemeler, kendine ait konusu ve yöntemleriyle özel bir faaliyet türüolarak felsefenin modasının geçmekte olduğunu, fakat buna rağmen varkalmak içinsavaştığını gösteriyor gibi.

çimlerini kendine benzetmeyi tam olarak başaramadığını ve bu yoldakinihai başarının yarardan çok zarar getireceğini gösteriyor. Dahası,günümüzde tüm okullara bulaşmış görecilik ve şüphecilik tartışmaları,teorik geleneklerin kendi temel iddialarını doyurucu bir formülasyonakavuşturmayı bile beceremediğini göz önüne seriyor. Ne zaman biraraştırmacı ya da tüm bir disiplin ne yapacağını bilmeden dolanıpdurmaya başlasa hemen işitir olduğumuz “bize yeni bir teori gerek!”diyen o savaş çığlığı, bu nedenle en fazla, su götürür muhakemelerletakviyeli bir parti çizgisi olabilir, bilginin zorunlu bir koşulu değil.

C) Fakat sorun bununla kalsa yine iyi. Batı uygarlığının tüm dünyaüzerindeki amansız yayılışını göz önüne getirdiğimizde, tüm bu sıkıntıve tartışmalar birer teferruat haline geliyor. Bu konuyu sunuşta kısacabetimlemeye çalışmış ve bilime dayalı teknolojilerin buradaki rolününÖneminden bahsetmiştim. Bu anlamda teorik gelenekler bu çeneyarışında ve fazla bir güçleri olmayan çevre alanlarda (felsefe, sosyoloji,antropoloji) geriye püskürtülmüş görünseler de, gerçekte ve tam da itibarettikleri alanlarda savaşı kazanmış gibiler. Bu zafer neye mal oluyor, birbakalım!

E. TEORİLERİN YORUMLANMASI ÜZERİNE

Parmenides iki usûlden ya da kendi deyişiyle iki “araştırmayolu”ndan söz eder. “İnsanların ayak seslerinin duyulmadığı” birinci usûlbizi “uygun ve zorunlu” olana götürür. “Defalarca yaşanmıştan doğanalışkanlığa dayalı” (ethos polypeiron: B7, 3), yani geleneksel bilgi sahibiolma girişimlerine dayalı ikinci yol ise “ölümlülerin kanıları”ndanoluşur. Parmenides’e göre sadece ve sadece birinci yol bizi, o tümgelenekleri rafa kaldırmaya muktedir doğruluğa götürebilir.28 Birçokbilimadamı da bugün bilim konusunda aynı şeylere inanıyor.

28. Bunu onun Düşünce ile Varlık'ı özdeşleştirmesinden (Diels-Kranz, fragman B3)anlıyoruz. Kadim Yunan’da aynı özdeşliği ima eden öğeler mevcuttu; Par- menides’inyaptığı, döneminin sağduyusu ile savaşmak üzere bunlara açık bir ifade kazandırmakolmuştur. Olgulara vurgu yaparak spekülasyona karşı çıkan bilimadamlan da gelenektenbağımsız bir hakikat kurabileceklerine inanırlar.

Bu inanç fikirlerin nitelikleri ile konularını biribirine karıştırır.Parmenides’e göre “[Varlık] vardır” (korunum ilkesinin ilk ve en köklüifadesi olarak görülebilir) ya da “homojendir” (B8, 22) gibi cümleler,insanların kanılarından bağımsız olarak var olan bir varlığa içkin yapıyıtanımlar. Söz konusu cümlelerin konusudur bu. Aynı şekilde bilimselcümlelerin de var olan ve haklarında kimin ne düşündüğü hiçbir şey farkettirmeyen olayları yöneten yasa ve olguları tanımladığına inanılır. Oysabu cümleler hiç kuşku yok ki insani düşünce ve eylemden bağımsız de-ğillerdir. însan elinden çıkma şeylerdir bunlar. Ne kadar büyük birtitizlikle sadece çevredeki “nesnel” elemanları tanımlamak üzere formüleedilmiş olurlarsa olsunlar, ortaya çıktıkları top- lumların, grupların vebireylerin özelliklerini yansıtırlar. Hattâ en soyut teoriler bile, niyet veformiilasyon olarak ne kadar tarihdışı olurlarsa olsunlar, kullanımaçısından tarihseldirler: bilim ve onun felsefi öncelleri, tüm tarihe aşkınşeyler değil, belirli tarihsel geleneklerin parçalarıdır.

Diyeceğim o ki, önceki bölümde anlatmaya çalıştığım antik dünyadakitektiplik eğilimi, filozofları da arkasına almasına rağmen tutmamış vetarihten kaçamamıştır. I-F’de açıkladığım gibi, hiçbir şeyi dışardabırakmayan tarihsel gelişmenin bir parçasıdıro. Filozoflar bu gelişmeyi uzun süredir, cehalet ve sığlık yüzündenkendini dışavuramamış gerçekliğin tedrici zuhuru olarak yorumladılar:Gerçeklik hep oradaydı, orada duruyordu, fakat ne olduğu bir türlüanlaşılamamıştı. Hattâ onu tümüyle kendi başlarına keşfettiklerineinandılar, o müthiş zihinsel güçlerini kullanmış ve keşfetmişlerdi.Sağduyunun ve eski geleneklerin sergilediği zenginlik eşit ölçüde zenginbir gerçekliğin kanıtı değil, sürekli kılık değiştiren yapısıyla yanlışınkanıtıydı. Parmenides bu konuda uç bir örnek teşkil eder: gerçekliğinsadece bir tek özelliği vardır, olmak, yani estin iB8, 2).

Bu teorinin geliştirilmesinde Parmenides, sadece o genel eğilimiizlemekle kalmamış, aynı zamanda, bir buluş (kendisine ait olabilir)yardımıyla onu daha da ileri götürmüştür; söz konusu buluş, basitkavramlardan oluşan cümlelerin, dışsal hiçbir kanıt gerektirmeksizin,kendi iç yapılarının “zorunlu bir ürünü” olarak belli sonuçlar doğurduğuyeni tip bir hikâye idi -kısa zamanda

buna kanıtlama adı verilecekti.29 Buluş, gerçek bilginin geleneklerdenbağımsız bir yolla, tam da bu gelenekleri yargılamada kullanılabileceğinigösteriyor gibiydi. Daha önce de işaret ettiğim yanlış işte bu noktadaydı;basit fikirlerin basit yollarla biribirine bağlanabilir olması onların doğasınıdeğiştirmez; örneğin onları dahil oldukları insani faaliyet sahasının dışınasürmez. Bu nedenle, (Parmenides ve benzeri filozoflarca ortaya atılan) yenifikirlerin gücü, onların içinde, bağlantılarında ya da onlarda zuhur edenhakikatlerde değildi; o güç, artan tektipleşmenin etkisi altında, birtakımbasit, düzgün yapıları analojilere tercih edenlerin; Parmenides gibi ham,deneysel meselelere özel bir ilgi duymayıp, bu ilgisizliklerinin toplumsalkökenlerinden habersiz, onlara ger- çek-değil diyenlerin (Parmenides B2, 6)âdet ve alışkanlıklarında saklıydı.

Parmenides’in takipçileri ve bilim alanındaki bazı naif gerçekçiler vedaha görmüş geçirmiş bilim hayranlan, Parmenides’in tersine, bilimselteorilerin insani yaratımlar olduğunu, bilimin de gelenekler arasında birgelenek olduğunu, kimi zaman altını çizerek, kabul ederler. Fakat onundünyayı anlama ve dönüştürme kapısını açmış yegâne gelenek olduğunuilave etmeyi de unutmazlar. Onlara göre, bu ikiz başarıda teorilerin önemlibir rolü olmuştur; teoriler izlenimlerin ve bakış açılarının kafa karıştırıcıbolluğunun arkasında yatan nesnel düzeni ortaya çıkarmış, amaçlımüdahalelerin yöneleceği noktalan göstermiş, akılda tutulması gereken olgumiktarını ciddi ölçüde azaltmışlardır. “Bilim ilerledikçe” diyor P. B.Medawar (The Art of the Soluble, Londra, 1967, s. 114),

29. Parmenides’in şiiri büyüme ve bozulmanın (B8, 6-21), parça ve bölünmenin (22-25) vehareketin (26-33) reddedilişiyle sonuçlanan bir argümanlar zincirinden oluşur. Her argümanreddedeceği şeyi doğru kabui ederek işe başlar, ve ondan onun ”değil"ini çıkarsar ve buçıkarsamaya bağlı olarak da başta kabul ettiği önermeyi reddeder. (Bu, reductio adabsurdum'un ilk açık kullanılışı gibi görünüyor. A. Szabo, Aniânge der GriechischenMathematik, Budapeşte 1969’a göre, matematikçiler reductidyu Parmenides vetakipçilerinden öğrendiler ve onu kullanarak matematiğin gelişimine ivme kazandırdılar. Re-ductions izleri çok daha eskilere kadar sürülebilir: bkz. G. E. R. Lioyd, Magic, Reason andExperience, Cambridge 1979, s. 59 vd., özellikle dipnot 40.) Parmenides’in argümanları,"farklıdır” ile “yokturu, peşinen bir ve aynı şey kabul eder, öyle ki tek “gerçek" farklılık Varlıkile Varlık-Olmayan arasındadır (B8,16). Bu kısmen İyonyalıların temel bir töz tanımlamaktakibaşarısızlıklarına, kısmen de eina/’deki güçlü “varoluşsa!” öğeye bağlı olarak getirilmiştir.

. . . tikel olgular, açıklayıcılık gücü ve kapsamı düzgün bir şekilde artan genel

ifadeler bünyesinde özümsenir ve bu yüzden, bir anlamda, bu tür ifadeler

tarafından yok edilir; öyle ki sonuçta olguların artık açıkça bilinmesine gerek

kalmaz. Tüm bilimlerde adım adım tekil örneklerin yükünden, tikelin

Uranlığından kurtuluyoruz.

Demek ki dikkatimizi bazı olgulara -bilim tarafından seçilmiş genelözellikler- yönelttiğimiz sürece gerisi önemli değildir.

Bu basit, oldukça yaygın yaklaşım, gerek bilimsel pratik gerekse insaniilkelerle çelişir. Toplumsal yasalar “tikelin”, yani tekil insan bireylerininhususiyetlerini ne yok edebilirler ne de yok etmelidirler. Onları yokedemezler, çünkü her birey, en kapsamlı kanunlar külliyatının bilekucaklayamayacağı mizaç ve özelliklere sahiptir- yoksa insanlar biribirlerininasıl farklı birileri olarak görebilirdi?30 Onları “yok etmemelidirler”, çünkübu, birçok Batı ülkesinde aziz tutulan o kişisel özgürlükler idealine ters düşer.Şüphesiz bu ideal evrensel değildir ve insanların “kendini ifade etme hakkınıtüm veçheleriyle biçimselleştirmeye çalıştığı toplumlar da vardır; “öyle kikatıksız bir şekilde kişinin fiziksel, psikolojik veya biyografik kimliğindenkaynaklanan tüm bireysel hususiyetleri, tüm karakteristikleri sürgit ve öyledüşünüldüğü için de, ebediyyen değişmeyecek bir tören içinde ona da bir yerayrılacak diye, suskunluğa gömülmüştür”.31 Fakat bu örnek bize, herhangi bir“yok etme”nin evrensel yasalar değil ancak yerel âdetler sonucu meydanagelebileceğini söylüyor. Ya da farklı bir deyişle: Toplum teorisi, tariheaşkınlaşmak için ne kadar çırpınmış olursa olsun, onun anlaşılmaz bir parçasıolmaktan öte bir şey yapamamıştır.

Aynı şey doğa bilimleri için de geçerlidir. Jüpiterin yörüngesine dairöndeyide bulunmak için, onun kütlesi, hızı ve yeri

30. O. Sacks’ın hastalarından biri imgelemindeki (onun Dr. P adını verdiği) soyutmodelleri ve şematik özellikleri tanım(lam)a ve inceleme konusunda çok iyi olmasınarağmen tekil insan yüzlerini tanım(lam)akta başarısızdır. “Komik ve ürkütücü birbenzetmeyle” diyor Sacks (a.g.e., s.20) “bizim bilişsel nöroloji ve psikoloji de [ve benbuna bizim sosyoloji ve siyaset bilimini de ekleyeceğim] her şeyden çok bu garip Dr.P'ye benziyor!”31. Clifford Geertz, Local Knowledge, New York 1983, s. 62, Balinese top- lumunda iş başında olan toplumsal kısıtları anlatır.

ile diğer ilgili gök cisimlerinin kütle, hız ve yerlerinin biliniyor olmasıyeterlidir denebilir, doğrudur. Fakat bu demek değildir ki Jüpitergezegeni gök cisimleri mekaniği teorisince soğurulmuş ya da “yokedilmiştir”; ya da ne Jüpiter’in ayn bir varlık olarak var olmaktançıktığı, ne de onun hakkında artık söz konusu teorinin dışında veüstünde bir bilgi kalmadığı anlamına gelir. Jüpiter’in bazılan mekanikdışı yasalarca birbirine bağlanan başka mekanik- olmayan özellikleride vardır; “Doğa yasalan”, en iyi yorumuyla, Aristoteles'inmatematiği aldığı anlamda (VIII. Bölüm) birer soyutlama olabilirler;ve soyutlamaların bir şeyi “yok etme” kudreti yoktur.

Doğa yasaları soyutlamadan daha öte şeylerdir, der teorinin tarih-dışı olduğunu savunanlar; kütle, uzaklık, hız gibi özellikler (klasikgök cisimleri mekaniği örneğinde) kendi arasında, onları tesbitedenlerin ilgi ve çıkarlanndan bağımsız bir ilişki içindedirler. Bunitelik onlan, biribiriyle ya da hiçbir şeyle belli bir bağıntısı olmayanveya zayıf, gelip geçici bağıntılar içinde bulunan diğer özelliklerden(örneğin renk, koku) ayırır. Yani kendi merak ve tutkularımızınraslansal konularıyla değil gerçek özelliklerle karşı karşıyayızdır.Gerçeklikle ilgilenen bir araştırmacı, önüne çıkan belli bir durumda,bu tür özelliklerin hakkını vererek diğerlerini es geçer (ya da “yokeder”) ve bu yok etme sürecinde ona rehberlik eden teorilerdir.

Bu akıl yürütme yasaya gelir olanm ya da birbirine yasalarlabağlananın, tikel ya da hususi olandan daha faiklı bir varoluş düzeyineait olduğunu peşinen doğru kabul ediyor: o, araştırmacının düşünce,arzu ve izlenimlerinden bağımsız olarak var olan ve gelişen birdünyaya aittir ve bu yüzden de “gerçek”tir. Peki ama bizzat buvarsayım, bir araştırmanın değil, Doğa’yı katı, belli yasalara görehareket eden, erişilmez bir şey, “İnsanlık”! ise kararsız, ar- zulannagöre hareket eden, en küçük terslikten etkilenen bir şey halinesokarak, ikisini birbirinden ayıran bir metafiziğin ürünü değil mi?Metafizik saygınlığını yitireli epey oldu- fakat epistemolojik gölgesiçeşitli (bilimsel) gerçekçilik kisveleri altında hâlâ aramızda.Gerçekliğe yasalara göre davranma özelliği yüklemenin onu son de-rece keyfi bir şekilde tanımlamak anlamına geldiğine işaret ederek bugölgeyi eleştirebiliriz. Öyle ya karamsar tanrılar, ürkek kuşlar,

kolay incinir insanlar hep gerçekdışı şeyler olmalıdır, kitlesel ha-lüsinasyonlar ve sistematik yanlışlar ise gerçek.

Ayrıca, bazı özelliklere gerçeklik ihsan ederken bazılarından bunuesirgeyen çeşitli bakış açılarının tutarlı bir bütün oluşturmadığını, gerekkendi aralarında gerekse her biriyle güya kanıt diye gösterilen olgular(ilgili bakış açısını savunanlarca gerçeklik atfedilen olgular) arasındabirtakım anlaşmazlıklar söz konusu olduğunu da biliyoruz. Bu sorunaverilen mutad cevap, tutarlılığın ancak “yaklaşık olarak” başarılabilen birşey olduğudur. Bazı örneklerde bu cevap tutar (örneğin klasik mekanik vegenel görelilik ilişkisi), bazılarında yetersiz kalır (kuantum teorisi vekimya ilişkisi- burada kuantum teorisi, standart yaklaşıklaştırmausûllerinde olduğu gibi, sadece kırpılmakla kalmamış, tipik bir şekildekimyasal bir yapı gösteren yeni ilkelerle de takviye edilmiştir), diğer birkısım örneklerde ise anlamsızdır (botanik ve morfoloji ile molekülerbiyoloji ancak, birincilere ait bir kısım temel özelliklerin reddedilmesi,“gerçekdışı” veya “bilimdışı” ilan edilmesi pahasına ilişkilendirilebilir):bilimin sözüm ona tanımladığı ve dünyamızdaki görece daha düzensizelemanları “yok etmek” için kullandığı “gerçeklik”, günün modasınauydurulmak için durmaksızın yeniden ve yeniden tanımlanır. 32 Bugünlerdegenel olarak evrenin bir tarihi olduğuna inanıldığını, dolayısıyla bizimmeşhur doğa yasalarının da bu tarihin içinde bir yerde ortaya çıktığınınsöylendiğini, ve aynı düzlemde, bizim ancak hayat ve bilinç için gerekliolan yasaları kanıtlayabileceğimiz kanaatine varılmaya başlandığını gözönünde bulundurarak,33 şüphelenmeli ve en temel yasaların bile dünyanınbirtakım özgül/tikel aşamalarını, o da belirli bir doğruluk derecesinde,karakterize ettiğini ve hiçbir zaman nihai doğrular olmadığınıdüşünmeliyiz. “Dünya bize sadece bir kere verilir” diye yazıyordu ErnstMach,34 yani demek istiyordu ki, tarihdışı düzenlilikleri ima eden ifadelergerçeklik tanımlamaları değil, idealizasyonlar ya da “araçlar”dır.

32. Ayrıntılar için bkz. Hans Primas, Chemistry, Quantum Theory and Re- ductionism,New York 1982, ve Nancy Cartwright, How the Laws of Physics Lie, Oxford 1983.

33. Şu “antropik ilke” denilen şeyin bir versiyonu. Literatür ve ayrıntılı bir tartışma içinbkz. J. D. Barrow ve Frank J. Tipler, The Anthropic Cosmological Principle, Oxford 1986.

34. Die Mechanik in ihrer Entwicklung, Leipzig 1933, s. 222.

Bilimin başarısını onu besleyen girdilerin gerçekliğini gösterenölçüt gibi kullanmaya çalışmak, birtakım başka nedenlerden dolayı daboş bir çabadır. I. Bölüm, Kesim I’da gösterdiğimiz gibi, başarı vebaşarısızlık yer aldıkları kültüre bağımlı nosyonlardır: “yeşil devrim”,Batı pazarlama pratikleri perspektifinden bir başarı idi ama, kendineyeterlilik ilkesini benimsemiş kültürler için kasvetli bir başarısızlık.

Uygulamalar bir yana, sadece fikirlerin teorik geçerlilikleri açısındanda iddiamız gücünden bir şey yitirmez. Maxwell eşitlikleriningeçerliliğinin, insanların elektriklenme konusunda ne düşündüğündenbağımsız olduğu doğrudur. Fakat onların, içinde var olduklankültürden bağımsız olmadıkları da doğrudur. Bi- limadamlarmmbugün kullandıkları yasaları sezmek, formüle etmek, sınamak veyerleştirmek için kimi zaman son derece istisnai tarihsel art ardalıklariçinde beliren çok özel bir toplumsal yapıya bindirilmiş çok özel birzihinsel tutum gerekmiştir. Bugün sosyolog, tarihçi ve bilimfelsefecilerinin büyük bir kısmı bunu teslim ediyor. O zaman, epeyceistisnai bir kültürel ortama bağımlı olarak ortaya çıkmış bu yasalarınondan bağımsız bir şekilde var ve geçerli olduğunu söyleyip durmanınbir anlamı var mı? Sonucu feda etmeden, üretiliş tarzından ayırmakmümkün mü? Teknolojilerimizde, düşünme biçimlerimizde ve ma-tematiğimizde yapılacak küçücük bir değişiklik, şu anki mevcutstatüko içindeki akıl yürütme tarzımızı felç etmeye yetecektir. Fakatbiz, her ne hikmetse, bu statükonun koyduğu konuların, geçerliaddettiği olgu ve yasaların düşünce ve eylemlerimizden bağımsızolarak “dünyada” var olduğuna inanmaktan bir türlü vaz-geçemiyoruz. .

“Gerçekçi”ler, iddialarını desteklemek için, kısa bir süre önceortaya atılmış bir ayrımı, bir cümle, teori ya da yaklaşımın kendisi ilekonusu arasındaki ayrımı kullanırlar. Bilimsel cümleler, derler,tarihsel bir sürecin ürünüdürler ama, bu süreç, bir şekilde, dünyanınondan bağımsız olan özelliklerini ortaya çıkarmıştır. I. Bölüm,Kesim I’da açıklandığı gibi, bu tür bir muhakeme aynı şekilde Grektanrılarına da uygulanabilir. Hiçbir kaçış yolu yok: ya

hem kuarklar hem de tanrılar, varoluşlarını farklı ortamlara borçlu amaeşit ölçüde gerçek şeylerdir diyeceğiz ya da gerçek şeylerden bahsetmeyitoptan keseceğiz.

Dikkat edilirse böyle bir yorum, teknolojileri ve temel mitleri sağlayanbir şey olarak bilimin etkin yerini inkar etmez; karşı çıktığı, bilimselnesnelerin/konuların, yalnızca onların “gerçek” olduğu iddiasıdır. Buradabilimsiz yapabileceğimizi söylüyor da değiliz. Tersine, yorumumuz onsuzolmazı ima ediyor. İnce ince dokuyarak bilimsel yasaların baş köşeyeyerleştiği bir çevre yaratmış olan bizler, yani bilimadamıyla sıradanvatandaşıyla Batı uygarlığının tüm üyeleri, şimdi bilimlerin hükümranlığıaltındayız. Fakat toplumsal koşullar değiştikçe bilim de değişir. 19. yüzyılbilimi kültürel çoğulculuğu reddetmişti; bunca felsefi ve pratik ba-şarısızlıktan sonra (“kalkınma” konusundaki başarısızlıklar da dahil) vetartışmasız “öznel” girdilerden oluşmuş teorilerin gündeme girdiği birortamda, 20. yüzyıl bilimi artık bugün bu çoğulculuğa karşı değildir. Tamda bilimin gücünü artırmak için seferber olmuş politikacılar, felsefecilerve bilimadamları, bilimi ve onunla birlikte “gerçek” dünyayıdönüştürmektedirler. “Bu dünya”, I. Bölünfde söylediğim gibi, “üzerindehiçbir etkide bulunmadan, köşe bucak, adım adım onun özelliklerini keşfeçıkmış düşünen karıncalarla dolu, dural bir varlık değildir. Kaşiflerininfaaliyetlerini hem yansıtan hem de etkileyen dinamik, çok-veçheli birvarlıktır. Bir zamanlar silme tanrılarla doluydu; sonra kasvetli maddi birdünya haline geldi ve şimdi, ümit ediyorum ki, madde ve hayatın, düşünceve duygunun, yenilik ve geleneğin hepimizin yararına elele verdiği dahabarışçıl bir dünyaya doğru değişecek.”

Bu gözlemler, yukarda sıraladığımız üç noktaya ilaveten, dördüncü birbaşlık altında şöyle özetlenebilir:

D) Teorik gelenekler ile tarihsel gelenekler arasında gerçekte, niyethariç, herhangi bir karşıtlık yoktur. Teorik geleneklerin, “sırf’ tarihsel yada deneysel bilgiden farklı bir bilgi yaratma uğraşında bulduğu bilginesnel, evrensel ve mantıksal olarak sağlam hissi veren, fakat tüm buözelliklere aykırı bir tarzda kullanılan ve

-bu sırada- yine aykırı bir tarzda yorumlanan formülasyonlardır(teoriler, formüller). Yani burada sahip olduğumuz şey, oldukça yanlışbir bilinçlilikie sürdürüiegeimiş, insan algı ve düşüncesine ve insanhayatına aşkınım diyen yeni bir tarihsel gelenektir. Bu yönüyle, çeşitlisağduyu dünyalarım da dönüştürerek Onlara âdeta başka bir dünyayaait bir gerçeklik muamelesi yapan dini düşünce sistemlerine büyükbenzerlik göstermektedir. ‘ Dünyamızın bu mekanikleştirilmişresmini” (Dijksterhuis), arkasındaki yeğin tarihsel güçler dikkatealındığında, öyle bir iki tartışmayla kolay kolay başımızdan atamayız.Bir dönüşüm yaratmak istiyorsak, yeğin karşı güçler bulmalıyız. Ve bukarşı güçler vardır: Kısmen Batı uygarlığının saldırganlığı tarafındanharekete getirilmiş, kısmen de bizzat o uygarlık içinde yaratılmış.Umalım ki, önemli başarıları da olan bu uygarlığın kusur vetehlikeleriyle başa çıkabilsinler.

IV. YARATICILIK

A. TAKLİT OLARAK BİLÎM VE SANAT

Platon’un Timaeus’unda demiurg, baba ya da Tanrı diye anılan birvarlık düzensiz ve şekilsiz maddeyi ayrıntılı ve kusursuz bir planauydurmaya çalışarak dünyayı inşa eder. Tanrı bir mühendis gibimaddeyi elindeki planın “nihai mükemmellik ve kusursuzlukta tam birkopyası” olmaya “ikna eder”. Plan ve kopyası birbirine ne kadarbenzerse başarısı da o ölçüde büyük olacaktır.

Homerosçu şiirlerde tipik olgu durumlarını tasvir eden blokkonuşma (bir komutanın muharebeden önce birliklerine verdiğisöylevler gibi) ve tanımlamalar vardır. Benzer şartlarla karşılaşıldığındabunlar harfi harfine tekrar edilirler. Homerosçu şa-

irler bildik, eski şeyler için yeni ve “orijinal” deyişler üretmek sevdasındadeğildir. Belirli bir durumda ona en uygun düşen ste- rotipe bakınırlar vebir kere bulduktan sonra da söz konusu durumla karşılaştıkları her yerdeonu tekrar etmekle yetinirler.

Sanatların değişik bir aracı ortam (medium) içinde, o ortamınsterotiplerini kendi yapıtaşları gibi kullanarak gerçekliği tekrar ettiği,yeniden ürettiği ya da taklit ettiği düşüncesi antik mimesis teorisininçekirdeğini oluşturur. Sert ve küçümseyici bir dille sanatları ele aldığıDevlet X, Kitap’ta Platon mimesis teorisini kabul eder ama sanatçılarıyanlış şeyleri (yani fiziksel nesne ve olayları; oysa, Platon’a göre, taklitetmeleri gereken onların uymak zorunda oldukları ilkelerdir) taklitettikleri, yanıltmayı (örneğin perspektif yoluyla) taklit tekniklerinin birparçası haline getirdikleri ve duyguları ayaklandırdıkları için eleştirir.“Şiir tutkunlarını şiirin davasını savunmaya ve onun sadece hoş bir şeydeğil aynı zamanda düzenli bir yönetim ve insan yaşamı açısından dayararlı bir şey olduğunu kanıtlamaya” davet etmiştir. Aristoteles budaveti kabul eder; ve o muhteşem Poetika’smda mimesis teorisiçerçevesinde çeşitli cevaplar getirir. Aristoteles’e göre tragedyagerçekten de bir taklitti; ancak tarihin yaptığı gibi somut tarihsel olaylarıdeğil onların altında yatan yapıları taklit eder ve bu yüzden de “tarihtendaha felsefi”dir (Poetika, 9. Bölüm). Tarih yalnızca bir anlatıdır, tragedyaise teori. Serçelerin yemeye kalktığı üzüm tabloları, atların karşısınageçip kişnediği yağlıboya at resimleri, bizzat sanatçıyı bile yanıltanresim- perdelerle ilgili bir yığın anekdot ve Myron’un inek heykelininnasıl canlı zannedildiği üzerine sayısız fıkra bu taklitçi sanat anlayışınınsadece özel bir felsefi tutum olmadığını, sağduyuya da yerleşmiş bir şeyolduğunu gösteriyor.1

Bu anlayış Rönesans’la birlikte geri döner. Leonardo “en başarılıresim yeniden ürettiği şeye en çok benzeyen resimdir; bunusöylemekten amacım, doğadaki şeylerden daha iyisini yapmak isteyenressamlara karşı olduğumu belirtmektir” diyordu.2 Leon Battista Albertison yıllarda keşfedilmiş perspektif kurallarını hatırlatarak resmi,gözlerden resmi yapılan nesneye uzanan ışınların

1. Bkz. Erwin Panofsky'nin çalışması, Idea, New York 1986.2. Trattato della pittura, der. Ludwig, 1881, Sayı 411.

oluşturduğu “piramitten alınma bir kesit” olarak tanımlıyordu. 3 BöyleceAlberti’ye göre resim görme piramidinden alınan bir kesitin birebirkopyasının üretilmesi anlamına geliyordu: “Bana göre ressamın işi şudur:resim tahtası ya da duvar üzerinde, bir cismin görünen yüzeylerinekarşılık gelen ve bakış noktasına göre belirli bir mesafede, belirli birkonumda tecessüm etmiş, bir kütlesi varmış ve gerçekmiş gibi görünenyüzeyleri çizgilerle tasvir etmek ve renklerle boyamak” (Spencer, Albertion Painting, s.89). Çok sonraları, 19. yüzyılda bazı sanatçılar “son dereceşaşırtıcı ayrıntılarla yüklü bir şeyin kopyasını çıkarmaya yönelik, ama herzaman eksik, sıkıcı ve nerdeyse ümitsiz girişimin yerine bizzat Doğanın otaklit edilemez ışıklı kalemini geçirerek”, bu kopyalama işlemini bizzatDoğaya yaptırtmaya çalışmışlardır. Fotoğrafın bulunuşu bunun birsonucudur.4

Bu kısa döküm taklit denilen şeyin pek de açık seçik olmayan bir diziseçime bağlı olduğunu gösteriyor sanıyorum. Bunlardan bir tanesikopyanın üretileceği malzemenin seçimidir. Taklitçi, kullanacağımalzemenin özelliklerini hesaba katmak zorundadır. Bu özellikler doğayasalarından ya da örf ve âdetlerden kaynaklanan şeyler olabilir (standartcümlecikler, gramer, yazılı açıklama diline özgü kelimeler; tragedyadarastladığımız türde ölçü, müziksel tarzlar ve standart jestler), ya da bunlarüzerine kurulmuş yenilik ve geleneklerdir (tiyatroya Sofokles tarafındansokulmuş ikinci aktör, Euripides tarafından sokulmuş üçüncü aktör).Taklitçi, malzemesini seçtikten sonra, konunun hangi yönlerini taklitedeceğini belirlemelidir. Aristoteles’e göre hem tarihçi hem de tragedyayazarı taklitçidir -fakat farklı şeyleri taklit ederler. Tragedya yazarlarıarasında, karakterin ikinci planda kaldığı ger- çeğebenzer eylemleri ya daaynı şekilde gerçeğebenzer ama bu kez karakterin baskın olduğueylemleri anlatan yazarlar olabilir.5

3. Delia P/'ffura’dan aktaran J. R. Spencer, Leon Battista Alberti on Painting, NewHaven ve Londra 1966, s. 52, 49.4. Henry Fox Talbot, Some Account of the Art of Photographic Drawing, Londra 1893;aktaran Beaumont Newhall, Photography, Essays and Images, New York 1980, s. 27.

5. Aristoteles'e göre “modernler” (Euripides de bunlar arasındaydı) birinci yolututmuşlardı -1450 a 25- oysa “eskilerin neredeyse tamamı” (Aiskhylos ve Sofoklesdahil) karaktere dayanan taklitlerde eyleme dayanan taklitlerden daha büyük birbaşarı elde etmişlerdi -1450 a37.

Aristoteles resimde bile aslına son derece benzeyen fakat “karakterdenyoksun” (1450a28) taklitler yapan Zeuxis ile, yine taklit eden amakarakteri de ihmal etmeyen Polygnot gibi öteki ressamlar arasında birayrıma gidebiliyordu. Bu anlamda taklit teorik ve pratik bilgi(malzemeler ve gelenekler hakkında) gerektiren karmaşık bir süreçtir;buluşlarla değişikliğe uğratılabilir ve her zaman için taklitçiler yakasındaolup biten bir dizi seçime tabidir.

Bilimi taklidin paradigmatik bir örneği olarak sunan felsefiyaklaşımlar vardır. Taklit Aristoteles’in algı teorisinde önemli bir yertutar; Aristoteles’e göre normal bir algı sürecinde doğal biçimler duyuorganları üzerinde iz bırakırlar (imprint). Bilimin görevinin “görüngülerikaydetmek ve saklamak”, yani görüngüleri mevcut sterotipîer(Batlamyusçu astronomide ilmekler, dönen daireler (deferents),equant’Iar, dışmerkezler; klasik fizikte diferansiyel eşitlikler) yardımıylamümkün olduğunca doğru bir şekilde düzenlemek ve sunmak olduğuyolundaki gerek antik çağda gerekse günümüzde oldukça yaygın dü-şüncenin altında yatan da taklittir. Taklide önemli bir işlev biçen Bacon,zihni eğri ve kirli bir aynaya benzetiyoı6 ve “doğanın gerçek, doğrugörüntülerinin üretilebilmesi için onun eğikliğinin giderilmesi veyüzeyinin temizlenmesi şarttır,” diyordu; bu düşünce halen o çok yaygınher türlü spekülasyondan kaçınarak doğayı olduğu gibi tanımlamaya özengösteren önyargısız bi- limadamı imgesinde varlığım sürdürüyor- Ancakbilim ve sanatların görevini çok farklı bir şekilde koyan başka görüşler devardır.

Parmenides tarafından öne sürülmüş görüşe göre (bilimsel) bilginingörevi gerçekliği tasvir etmektir (describe). Taklide benzer bir şey gibigörünüyor bu. Ancak Parmenides burada durmaz, gerçekliğin yanıltıcıgörüngüler ardında saklı olduğunu, ortaya çıkarılması için ilahi biryardım gerektiğini söyler. Böylece bilim ve sanatların nasıl işlediğinedair değişik, ikinci bir yaklaşımla karşı karşıya geliriz.

6. Novum Organum Aforizma 47; ayrıca krş.

aforizma 115 a 69. 162

Antik çağda, sanat ve bilimlerin taklitle uğraştığı, akılcı muhakemekonusu faaliyetler oldukları ve öğretilebilecekleri düşüncesininkarşısına; “şairlerin bilgiden kalkarak değil, tıpkı kahinler ve tanrıelçileri gibi, bir tür doğal yetenekle ve ilahi ilhamın rehberliğindeyaratımda bulundukları”7 düşüncesini çıkaran bir başka görüşe tanıkoluyoruz. Platon şiirden bahsederken “ilham perilerinin hükmünegirmiş bir delilik halinden, ele geçirdiğinde hassas ve dokunulmamışbir ruhu harekete geçiren, onu mutlandıran ve eski efsaneleri-şarkılarda ve günümüzde bulunmuş diğer şiir tarzları içinde- şükranlayâd ederek onu eğiten bir delilik halinden”, söz eder; ve devamla “herkim ki ilham perileriyle gelen delilik halini önemsemeyip tek başınatekniğin onu tam bir şair yapmaya yeteceğine güvenir ve o güvenleşiirin kapısını çalar, başarısızlığa mahkumdur; onun ve üreteceğimantık şiirinin bahsettiğimiz delinin şiiri karşısında hiçbir şansı ol-mayacaktır” (Phaedrus, 245a). Yedinci Mektup’ta (krş. 341) Platon,“[ideaların bilgisinin] el ele bir konunun peşine düşmüş öğretmen veöğrencisi arasındaki uzun, yoğun ilişkilerden sonra [nasıl] ansızın,harlanmış bir ateşten yükselen ışık gibi ruhta doğduğunu ve hemendosdoğru kendini beslemeye başladığını” anlatır.

Aktardığımız bölümlerde kavrayış ya da sanat eseri üretme sü-recinin beceri, teknik bilgi ve yeteneğin ötesinde bir öğe içerdiğisöylenmektedir. Yeni bir güç ruhu ele geçirerek onu bilgiye ya dasanat eserine yöneltir. Eğer bu güç bireye dışardan gelen bir güç olarakdeğil de ilahi ilham ya da yaratıcı delilik gibi onun içinde ortaya çıkanve oradan dünyayı (sanat, bilgi, teknoloji dünyasını) dönüştüren birgüç olarak alınıyorsa, tam da benim bu denemede eleştirmek istediğimyaratıcılık düşüncesinin göbeğindeyiz demektir.

Eleştirimi mümkün olduğunca somut kılmak için bu düşünceyearka çıkan belli bir argüman üzerinde yoğunlaşacağım. Ve konuyamümkün olduğunca büyük bir açıklık kazandırmak

7. Platon, Apology of Socrates, 21 d.

için de bilimlerde bireysel yaratıcılığın rolünü göstermeye çalışan birargümana başvuracağım. Eğer aşağıda sunacağım bu berrak ve ayrıntılıargüman başarısız olursa, o zaman bu konudaki çok daha bulanıkalanlardan kaynaklanan retorik de tüm gücünü ve inandırıcılığını zatenkaybedecek demektir.

C. EINSTEIN’IN YARATICILIK ARGÜMANI

“Teorik Fiziğin Yöntemi Üzerine”, “Fizik ve Gerçeklik” ve “TeorikFiziğin Temelleri” (Ideas and Opinions, New York 1954, içinde yenidenbasıldı; sayfa numaraları bu kitaba aittir) adlı yazılarında Einstein niçinbilimsel teori ve kavramların “insan zihninin özgür yaratımları” ya da“kurgulan” (fictions) olduğunu ve niçin “onlara ancak deney(im)induygudaşlık içinde anlaşılması üzerine oturan bir sezgiyleulaşılabileceğini” açıklar. Einstein’a göre,

... bir “gerçek dış dünya” kurma yolunda attığımız ilk adım maddinesne kavramının ve çeşitli türde maddi nesnelerin oluşturulmasıdır.Çok sayıdaki duyu deneyimlerimiz arasından zihinsel ve keyfi birhamleyle belirli, tekrar tekrar ortaya çıkan duyu izlenimikomplekslerini (kısmen öteki insanlann duyu deneyimlerininişaretleri olarak yorumlanan duyu izlenimleriyle birlikte) alır veonları bir kavramla bağdaştırırız -maddi nesne kavramı. Mantıksalolarak düşünüldüğünde bu kavram işaret ettiği duyu izlenimleritoplamıyla özdeş değildir; insan (ya da hayvan) zihninin özgür biryaratımıdır. Öte yandan kavram anlamını ve var olma gerekçesinisadece ve sadece bizim onunla bağdaştırdığımız duyu izlenimleritoplamına borçludur.İkinci adımı, (beklentilerimizi belirleyen) düşünme sürecimizde söz

konusu maddi nesne kavramına, başlangıçta onun ortaya çıkmasına imkanveren duyu izlenimlerinden epeyce bağımsız bir anlam yükleyerek atarız.Bir cisme “gerçek bir varoluş” yüklediğimizde yaptığımız şeydir bu.Böyle bir “gerçek dış dünya” kurma işi başlı başına şu olgu temelindehaklılık kazanır: duyu izlenimleri labirentinde yolumuzu bu tür kavramlaı-

ve onlar arasındaki zihinsel bağıntılar sayesinde bulabiliriz. Söz konusunosyon ve bağıntılar ne kadar özgür zihinsel yaratımlar olsalar da bize, birillüzyon ya da halüsinasyon ürünü olup olmadığından hiçbir zaman tamolarak emin ola-

mayacağımız bir yapı gösteren bireysel duyu deneyimimizden daha güçlü vedeğişmez görünürler. Öte yandan aynı kavram ve bağıntılar, hattâ gerçeknesnelerin ve genel olarak konuşulursa, “gerçek dünya”nın varlığıpostülasyonu ancak, aralarında belli bir zihinsel bağlantı oluşturdukları duyuizlenimlerine bağlanabildikleri ölçüde haklılık kazanırlar (s.291).

Einstein bundan sonra teorilerin geldiğini söyler. Ona göre teoriler çokyüksek düzeyde spekülatif şeylerdir. “Duyu deneyimi komplekslerinedoğrudan bağlı olmadıkları” gibi (s.294) tek başına gözlemlerle belirlenenşeyler de değillerdir -farklı temel kavramlara sahip iki teori (örneğin klasikmekanik ve genel görelilik teorisi) aynı ampirik yasaları benimsiyor veaynı gözlemleri sağlıyor olabilir (s.273)- ve ortaya çıktıkları döneminbilinen olgularıyla çatışabilirler. Bu anlamda teorilerin sahip olduğu ilkeve kavramlar bütünüyle “kurgusal”dır (s.273). Tüm bu söylenenlererağmen teorilerin yine de gizli fakat nesnel bir gerçek dünyayı tasvirettikleri kabul edilir. Teorilerle gerçek dünya arasında böyle bir bağlantıolduğuna inanmak için insanın büyük bir iman gücüne sahip ve sonunakadar dinsel bir tutum benimsemiş olması « gerekir; bu bağlantıyı tesisetmek ise muazzam bir yaratıcı çaba sarf etmek demektir.

Fiziksel bilginin büyümesini bu türde ele alan bir yaklaşımın ciddisıkıntıları vardır. Şöyle ki Einstein’m gerçekliğe giden süreci başlattığınokta düpedüz gerçekdışıdır. Tarihin ya da bireyin gelişiminin hiçbirdöneminde bu “ilk adım”a tekabül eden bir aşama yoktur; bizim bir “duyuizlenimleri labirentinde”, “zihinsel ve keyfi” bir hamleyle özel birdeneyim demetini seçtiğimizi ve “özgürce” kavramlar “yaratarak” budemetlerle ilişkiye soktuğumuzu söyleyebileceğimiz bir aşama yoktur.Hattâ küçük çocuklar bile tek başına renkleri ve sesleri algılayamazlar, al-gıladıkları şeyler tebessümler ve sevgi dolu sesler gibi anlamlı yapılardır.Bir yetişkinin algı dünyası masadan operaya, sandalyeden gökkuşağı veyıldızlara, çeşitli şey ve süreçlerden oluşur. Bunların çoğu kendileriniarzularımızdan bağımsız ve nesnel şeyler gibi sunarlar -fiziksel birdeğişiklik yaratmak için onları itmek, sıkıştırmak, kesmek zorundayızdır;bu amaç için tek başına

tutumumuzu, hattâ fiziksel konumumuzu değiştirmemiz yeterli olmaz.Salt renk ya da salt ses gibi duyu izlenimleri (renkli eşyaların ya dadiyelim insan seslerinin aksine) algı dünyamızda son derece Önemsizbir yer tutar; onlarla ancak titizlikle yönlendirilmesi gereken (örneğinsaflaştırıcı bir ekran yardımıyla) özel koşullar altında tanışabiliriz; saltrenk ya da sesler bilgimizin başlangıç noktalan değil daha dünküteorik imalatlardır. Dahası eğer başlangıç noktalan olmuş olsalardıbile bize pek bir yararlan olmayacaktı: çünkü “duyu izlenimlerilabirenti”ne konmuş bir insan muhtemelen fiziksel nesne inşasınagirişemez; bütünüyle yönünü kaybetmiş ve en küçük bir şeyi biledüşünemeyecek bir halde kalakalırdı. “Yaratıcı” olmak bir yana, tamanlamıyla felç olurdu.

Bir an imkansızın gerçekleştiğini ve aldığımız duyu- verilerinden“zihinsel ve keyfi” bir işlemle gerçek nesneler dünyasını inşaettiğimizi düşünelim. Einstein’m hikâyesindeki öteki aşamalar doğruçıkar mıydı? Hayır!

Gerçek nesneler dünyasının mantıksal olarak duyu verileri de-metine -ne kadar titizlikle düzenlenmiş olursa olsun- eşdeğer olmadığıdoğrudur; ancak buradan söz konusu dünyanın kişisel bir yaratmaeylemiyle oluşturulduğu sonucu çıkmaz: şu anda yürürken atmaktaolduğum adım az önce atmış olduğum adımın mantıksal olarakgerektirdiği bir sonuç değildir -fakat yürümenin yürüyen kişininyaratıcı eylemlerinin bir sonucu olduğunu söylemek de aptalca olur.Ya da cansız doğadan örnek verecek olursak: düşmekte olan bir taşınbelli bir andaki konumu onun daha önceki bir konumunun mantıksalolarak gerektirdiği bir sonuç değildir; fakat bireysel yaratıcılıksavunuculan herhalde taşm yaratıcı bir şekilde düştüğünü söylemeyekalkışmayacaklardır. Piaget çocuklardaki algı süreçlerinin nasıl kendiadlarına herhangi bir yaratıcı çabaya girmeksizin, sadece bir “evrimyasasına” uyarak geliştiğini büyüleyici bir şekilde ve en inceaynntılanna dek anlatır.8 Davranış özelliklerimizin bir kısmı kalıtımsalolarak belirlenmiş bile olabilmektedir (örneğin Konrad Lorenz’inyavru kazlar üzerinde çalışmasında son derece hoş bir şekildegösterdiği

8. J. Piaget, The Construction of Reality in the Child, New York 1954, s. 352.

gibi, modellerin (pattern) tanınması ve sonraları hep onlara bağlıkalınması). Sonuç: mantıksal bir açığın var olması tek başına, bu açığınkapatılması için kişisel yaratıcı bir eylem gerektiğini göstermez.

Sağduyu düzleminden bilim düzlemine geçtiğimizde bizi bütünüyleyeni kavramlar karşılar: bilimsel teorilerin günlük terimlerle ifadeedildikleri nadirdir. Genellikle matematiksel olarak formüle edilirler veçoğu kez farklı teoriler farklı matematiksel disiplinlere denk düşer;formalizasyon işlemleri sağduyunun aşina olmadığı sezgi ve kavramlarlayapılır; öndeyiler, temel terimler ve teoriler tek başına bilinen olgularlabelirlenmez (bu noktaya yukarda işaret etmiştik). Halen incelemekteolduğumuz tartışma sonuç olarak yeni dillerin ve, onlarla bağlantılıolarak, yeni teorilerin herhangi ciddi bir yaratıcı çaba olmaksızın ortayaçıkarılamayacağı sonucuna varır. Bu, kabul edilebilir bir sonuç mu?Sanmıyorum; izin verirseniz gerekçelerimi bir daha açıklamak isterim.

İlki, kavramların gelişmesi illaki onları kullananların bilinçlieylemleriyle olacak diye bir kayıt yoktur. Ksenofanes ve Parmenidestarafından ortaya atılmış ve Zeno tarafından daha da geliştirmiş Varlık,Tann, parça, bütün gibi soyut nosyonları hazırlayan şey, birtakım dahasomut fikirlerin zamanla ve hiç de planlı programlı olmayan bir süreçiçinde aşınmasıdır. Aşınma II- yada'da başlar ve MÖ 6. ve 5. yüzyıllardaiyice belirginleşir. Filozoflar bu aşınmanın üzerinde yükseldiler, yoksaonu bizzat başlatmış filan değillerdi. Aşınma nazar (looking) kavramı gibidavranışsal, onur kavramı gibi toplumsal ve bilgi kavramı gibi■‘epistemolojik” kavramları etkilemişti. Kökenlerinde tüm bu kavramlarçeşitli tavır, yüz ifadesi, ruh hali, durum ve diğer somut ortamlara ilişkinayrıntılarla yüklüydü. Örneğin bakmakta olan kişinin hissettiği vehmiayrılmaz bir bileşen olarak bünyesinde barındıran bir nazar kavramı; bilgiedinmeye eşlik ve sevk eden davranışı kendinde bütünleştirmiş bir bilgikavramı vardı.9

O dönemin fikirlerinde tanık olduğumuz bu çeşitlilik, kar-

9. Ayrıntılar için bkz. Bruno Snell, Avsdrücke für den Begriffdes Wissens in dervorplatonischen Philosophic, Berlin 1924 ve aynı yazarın Die Entdeckung des Geistes,Göttingen 1975.

m aşıklık ve gerçekçilik bugün bile bize, dünyada oluş tarzlarımızıbirkaç basit, bağlamdan (gözlemciden) bağımsız ve dolayısıyla“nesnel” nosyona indirgeme işinin, gayet anlaşılır nedenlerle imkansızolabileceğini hatırlatıyor. Ancak anahtar kavramların miktar vekarmaşıklığı azaldı, ayrıntılar kayboldu, “sözcükler ... içerik olarakyoksullaştı], tek yanlı ve boş formüller haline gel[di.]”10: Karmaşık,muğlak ve tamma-gelmez kavramlar karşısında basit, açık ve kolay-tanımlanabilir kavramları tercih eden filozoflar bu bozulmadan şifa vekuvvet buldular ve iş olup bittikten sonra, esas olarak sadece tek birbilgi kavramı, tek bir tanrı kavramı ve tek bir varlık kavramı olduğuiddialarında ondan yararlandılar. Böylece karmaşık ve ayrıntılardandokunmuş bir dünya görüşü -Homeros’un destanlarında örtük olarakvar olan dünya anlayışı- farklı, daha basit ve daha soyut bir dünyagörüşü -Sokrates öncesi filozofların (atomcular dahil) ve dahasonraları, Platon’un dünya görüşü- ile, bu gelişmeden kazançlıçıkanların çok bilinçli bir katılımı olmaksızın, yer değiştirdi. (Dahasonraları Aristoteles, önceki düşünce dünyasının önemli öğeleriniyeniden ayağa dikerek sağduyu ile soyut felsefeyi hayranlık verici birsenteze ulaştıracaktır.) Şüphesiz genel süreç içinde orda burda ortayaçıkmış birtakım küçük “keşifler” yok değildi -fakat bunlar çokönemsiz şeylerdi ve ana, yaratıcı-olmayan değişiklikleri arkalarınaalmadıkça faydasız kalmaya mahkûmdular. Derin bir hayal gücünesahip bilim felsefecilerinden biri olan Ernst Mach, sayıların tarihindeyaşanan benzeri bir durumu şöyle tasvir eder (Erkenntnis und İrrtum,Leipzig 1917, s.327):

Sayılar sık sık “insan aklinın özgür yaratımları” diye adlandırılır. Busözcüklerde insan ruhuna duyulan hayranlık, şu bitmiş ve heybetliaritmetik binasını gördüğümüzde insana son derece normal geliyor.Ancak bu yaratımların içgüdüsel kaynaklarını araştırmak, bu ya-ratımlara ihtiyaç duyurtan koşullar üzerinde kafa yormak onların ma-hiyetini anlama yolunda yapılabilecek daha iyi bir iştir. Kimbilir böylebir girişim sayesinde belki de burada ortaya çıkan ilk yapıların[Bildungen] maddi koşullar tarafından bilinçdışı ve biyolojik olarak

10. Kurt von Fritz, Pbilosophie und Sprachlicher Ausdnıck bei Demokrit, Platon undAristoteles, Darmstaat 1966, s. 11.

insanlara yüklenmiş olduğunu görecek ve bunların gerçek değeri ancakyararlı olduklarının açıkça anlaşılmasından sonra fark edilebilirdi, diyeceğiz.

Soyut ve alışılmadık kavramların tek başına kişisel yaratıcılıkların iirüniiolduğu iddiasından kuşkulanmamın ikinci nedeni, yeni genel ilkelerinbilinçli ve tasarı ürünü bir formülasyona kavuşturulmalarının bileyaratıcılık gibi bir şeye başvurmadan açıklanabilir olmalarıdır. Bir örnekverecek olursak, Mechanik (Leipzig 1933, 9. Basım) 1. Bölüm, 2.Kesim’de Mach, Stevin’in eğik düzlemde statik denge koşulları(yükseklikleri eşit eğik düzlemlerde eşit ağırlıklı cisimler düzlemlerinuzunluğuyla ters orantılı olarak hareket ederler -buna E önermesidiyorum) argümanını aktarır ve inceler. E’yi çıkarsamak için Stevin eğikdüzlemlerin bulunduğu bir takozun üzerinde sallanan bir zincir düşünür.Zincir, Stevin’e göre, ya hareket edecek ya da hareketsiz kalacaktır. Eğerhareket ederse hep hareket halinde olacak demektir (zincirin tümkonumlan birbirine eşdeğerdir). Fakat bir takoz üzerinde zincirin daimihareket halinde olması, der Stevin, saçmadır (Önerme P). Dolayısıylazincir hareketsiz ve dengededir. Ve zincirimizin alt kısımları -zinciri si-metrik kabul edersek- bu denge durumunu bozmadan kesilip alınabilir;böylece E’yi elde ederiz. Stevin’in söyledikleri bunlardır.

Mach’a göre E gibi bir önerme ya deneyler ve onlardan yapılançıkarsamalar üzerinden ya da P gibi “ilkeler” yardımıyla bulunabilir.Deneyler, der Mach, “yabancı dış koşullar (sürtünme) tarafındançarpıtılır”, “her zaman için” “kesin ve sabit niceliksel bağıntılar”dan“farklıdır”, “şaibeli bir görünümleri” vardır ve onlardan yasalara çıkan yol“ağır aksak”, “muğlak” ve “derme çatma”dır (a.g.es.72). Tümevarım bizihazin sonuçlara götürür. Buna karşılık ilkelerden yola çıkan argümanlar“daha değerlidir” ve biz “onları kabul ettiğimizde çelişkiye düşmüşolmayız”. Sahip oldukları otoriteyi, örneğin Stevin’in zincirin muhtemelendaimi hareket halinde olamayacağı inancı gibi bir “içgüdü”den alırlar.Bilimin itici gücü işte budur, çünkü “bir insanı büyük bir bilim adamıyapan ancak yeğin bir kavramsal güçle birleştirilmiş yeğin bir içgüdüdür”.

Bilimlerde ilkelerin kullanılması konusunda Mach ve Eins- tein’ıkarşılaştırmak ilginçtir. Einstein, Mach’ı büyük bir ilgiyle okumuş vebirçok düzeyde etkisi altında kalmıştır. Einstein özel görelilik teorisiüzerine tezine o zamanlar alışılmış olduğu üzere deneysel sonuçlarıtanımlayarak değil, Machvari bir tutumla görelilik ilkesi ve ışıkhızının sabitliği ilkesi gibi birtakım ilkeler koyarak başlar. Tümyaşamı boyunca, “ölçümlerin doğruluğu”na kafayı takmış ve “engüçlü argümanlara karşı bile sağır” bilim adamlarıyla dalgageçmiştir.11 Tıpkı Mach gibi belirli olguların ayrıca deneysel bir destekgerektirmeyecek kadar açık olduğuna inanırdı. Örneğin Michelson-Morley deneyinin onun özel görelilik teorisini inşasında doğrudan birrol oynamadığını görüyoruz. Kendisine tam da buna dair bir soruyönelten Shakland’a şöyle cevap verir: “Sanıyorum onu peşinen doğruolarak almıştım”.12 Stevin örneğinde Ernst Mach, “çünkü su götürmezbir şekilde başarılı olduktan sonra bir deneyin gerçekten yapılıpyapılmamış olması hiç önemli değildir”, diye yazıyordu. Stevin sadecebir düşünce deneyi yapmıştı. “Ve bu”, der Mach, “bir hata değildir-eğer hata olsaydı bu istisnasız hepimizin paylaştığı bir hata olurdu.”

Mach’ın “içgüdü”yü kullanım biçimi ile Einstein’m “insan aklınınözgür yaratımları” bir an yakın şeylermiş gibi gelebilir -ama aradakifark muazzamdır. Einstein genel dinsel tutumuyla bağlantılı olarakyaratma sürecini hiç analiz etmezken Mach, yukarda alıntıladığımızbölümün hemen peşinden şu açıklamayı yapar: “Ancak bu, hiçbirşekilde bizi bilimin içgüdüsel öğelerini yeni bir gizemcilik konusuyapmaya götürmez. Gizemciliğe dalmak yerine mümkünse şu soruyusoralım: içgüdüsel bilgi nasıl doğar ve neler içerir?” Ve beklemedencevap verir; araştırmacıya deneysel kanıtlan ayrıntılı bir kontrole tabitutmaya gerek duymaksızın genel ilkeler formüle ettiren içgüdü,hepimizin, bilimadamlan kadar bilimadamı olmayanlarımızın daiçinden geçtiği uzun bir uyarlanma sürecinin ürünüdür. Bu süreçsırasında birçok beklenti hayal kırıklığıyla karşılaşmış ve ona paralelolarak birçok davranış değişikliğe uğramıştır, işte şimdi insan zihninidolduran şeyler bu değişimlerin sonuçlarıdır. Ve günlük hayatımızdade

11. The Born-Einstein Letters, New York 1971. s. 192.12. Am. Journ. Phys. Cilt 31 (1963), s. 55.

neyimlediğimiz bu yüzgeri etmiş beklentilerin ve onlarla birlikte tasdikedilmiş belirli imkansızlıkların (bir zincirin daimi hareket halindeolamayacağı türünden imkansızlıklar) miktarı, bi- limadamlarmm bilinçlibir plan dahilinde yapabilecekleri deneylerin miktarından kat kat fazlaolduğu için, söz konusu deneylerle varılan sonuçlan içgüdüsel olarakbulunmuş ilkeler yardımıyla düzeltmek ve hattâ gerektiğinde askıyaalmak bütünüyle akla yatkın görünüyor. Şüphesiz Stevin, argümanınıancak iki öğe -eğik düzlem problemi ve daimi harekete dair içgüdüselbilgi- bir araya getirildikten sonra başlatabilirdi: Stevin’in birinindiğeriyle çözülebileceğini “görmesi” gerekir. Fakat bilimsel keşiflerhakkında bildiklerimiz'3 bize bu “bir araya getirme”nin neredeyse kendibaşına meydana geldiğini ve bilinçli müdahalenin ona yardımcı olmaktançok engellediğini gösteriyor. Böylece Mach, Einstein’ın (ve Planck vediğerlerinin) “insan aklının özgür yaratımları” deyip geçtiği bir konudabize açıklayıcı bir taslağın öğelerini sağlamış oluyordu. Sonuç olarakEinstein’ın bakış açısına temellik eden görüngüler kendi başlarınabireysel yaratıcılık eylemlerinin bir kanıtı olarak görülemezler.Analizimizi birkaç adım daha ilerletmemiz gerekir.

D. BİREYSEL YARATICILIK DÜŞÜNCESİNİN ALTINDAYATAN İNSAN ANLAYIŞI

Yaratıcılık üzerine belirtmek istediğim üçüncü ve son noktaya geldik.Yaratıcılıktan bahsetmek ancak belirli -aşağıdaki gibi- bir insananlayışıyla birlikte bir anlam ifade eder: insanlar yalnızca nedenselzincirlerle birlikte sürüklenip gitmezler, bizzat nedensel zincirler debaşlatırlar. Şüphesiz bugün Batıdaki çoğu “tahsilli” insanın benimsediğibir varsayımdır bu. Hattâ benimsemekten öte apaçık bir doğru olarakgörülür. İnsan bundan başka nedir ki? İnsanın sorumlulukları vardır,kararlar verir, sorunları ölçer biçer, çözmeye çalışır, bulduğu çözümyollarına göre dünya üzerinde

13. Bkz. J. Hadamard, The Psychology of Invention in the Mathematical Field,Princeton 1949, içindeki örnekler.

eylemde bulunur. Ta çocukluğumuzdan beri olaylan eylemlerimizebağlamak, onlar hakkında sorumluluk almak ve hoşlanmadığımızşeylerden dolayı başkalarını ayıplamak üzere eğitiliriz. Bahsettiğimizvarsayım politika, eğitim ve bilimin ve kişisel ilişkilerimizin temelinioluşturur. Ancak bu varsayım bu konuda mümkün yegâne varsayımolmadığı gibi onun üzerine yükselen hayat tarzı da yine olmuş veolabilecek yegâne hayat tarzı değildir. İnsanların (tıpkı şu anbizimkinden farklı kültürlerde olduğu gibi) kendileri, hayatları,evrendeki yerleri hakkında çok farklı düşünceleri olmuştur; insanlarbu düşüncelere uygun davranışlar geliştirmişler ve bugün hâlâhayranlıkla baktığımız ve taklit etmeye çalıştığımız başarılı sonuçlaralmışlardır.

Örnek için yine Homeros’un destanlarına başvuralım. Ho-merosçu bir kahraman kendini çeşitli seçeneklerle karşı karşıyabulabilir. Böyle bir duruma Akhilleus’un cevabı şudur (İlyada, 9.Kitap, 410 ve devamı, Lattimore çevirisi):

Çünkü annem Thetis, gümüş ayaklı tanrıça bana, ainımda ikisi de ölümgünüme çıkan iki yazı taşıdığımı söylüyor. Ya burada kalıp Truvalılaryanında savaşacak ve eve dönüşüm hayal olsa bile ebedi bir şöhretedineceğim; ya da evime, sevgili baba ocağıma dönecek ve o görkemlişöhretim hayal olsa bile uzun bir hayat süreceğim.

Bruna Snell bu gibi bölümlerin, Akhilleus iki yoldan birini se-çecek, şeklinde yorumlanamayacağını söyler; söylenmesi gerekendaha çok, Akhilleus’un sonunda kendini bu iki yoldan birinde bulacağı,ve önceden o yol hakkında bilgi sahibi olduğu için, ordan nelerbekleyebileceğinin de farkında olduğudur: “...Homeros’da hiçbirzaman kişisel bir karara, eylem halindeki bir insan tarafından yapılmışbir seçime rastlayanlayız -çeşitli seçeneklerle karşılaşan bir insan aslaşöyle düşünmez: şimdi her şey bana bağlı, şimdi her şey benimvereceğim karara bağlı”.14 Ve başka türlüsü de olamazdı. Homeros’dainsanlar kısaca bilinçli seçimlerde, yaratıcı eylemlerde bulunmak içingereken birliğe (unity) sahip değildir, o kadar. Homeros’da ve arkaikhalk düşüncesinde insanlar, son dönem geometrik sanatta olduğu gibi

14. B. Snell, Gesammelts Schriften, Göttingen 1966, s. 18.

gevşek bir şekilde tutturulmuş parçalardan oluşan sistemlerdir; düşler,düşünceler, duygular, ilahi müdahaleler gibi hepsi de yine aynıgevşeklikte tutturulmuş olaylara açık transit geçiş istasyonları gibi hareketederler. Özel nedensellik zincirleri başlatabilecek ya da “yaratabilecek”tinsel bir merkezleri, bir “ruhları” yoktur; hattâ bedenleri bile son dönemYunan heykel sanatında tanık olduğumuz o kusursuz eklemlenişe, içtutarlılığa sahip değildir. Fakat bireyin bütünlükten yoksunluğu, aynıbireyin her şeyiyle yaşadığı çevrenin içine dahil edilmesi, gömülmesi su-retiyle çok daha güçlü bir şekilde telafi edilmiştir. Modern anlayışıninsanı dünyadan ayırıp aralarına etkileşim gibi çözümü olmayan bir sorunkoyduğu bir yerde (zihin-gövde sorunu gibi), Homerosçu savaşçı ya daozan dünyada bir yabancı gibi değil onunla birçok öğeyi paylaşan birinsan olarak yaşar. Bireysel sorumluluk, özgür irade ve yaratıcılıksavunucularının bu faillere verdikleri anlamda “davranmıyor” ya da“yaratmıyor” olabilir, ama etrafındaki değişikliklere katılmak için böylemucizelere de ihtiyaç duymaz zaten.15

Böylece argümanımın ana iddiasına gelmiş bulunuyoruz. Bugün kişiselyaratıcılık her zaman teşvik edilmesi gereken ve yokluğu ciddi bir kusuradelalet eden özel bir armağan olarak görülüyor. Bu tür bir yaratıcılık ancakeğer insan kendi dışındaki doğadan ayrı; kendi iradesi ve düşünceleriylekendi kendine yeten bir varlık ise bir anlam ifade eder. Fakat böyle birinsan anlayışı inanılmaz sorunlar yaratmıştır. Örneğin teorik sorunları(zihin- gövde sorunu, ve daha teknik bir düzeyde tümevarım sorunu; dışdünyanın gerçekliği sorunu; kuantum mekaniğinde ölçme sorunu, vb.),pratik sorunlar (kendilerini Doğanın ve Toplumun efendileri olarak görenve yaptıklarıyla bugün hem Doğayı hem de Toplumu bir yok olmatehdidiyle karşı karşıya bırakan insanların eylemleriyle dünyanın geriyekalan kısmı nasıl yeniden bü- tünleştirilebilecektir?) ve etik sorunlar(insanların ken- dilerinkinden farklı kültürleri ve Doğayı ellerindeki sonentelektüel modalara göre şekillendirmeye hakları var mıdır?) vardır.

15. Ayrıntılar için bkz. Against Method, 17. Bölüm, Londra 1975.

Sorunlar daha önce açıklamaya çalıştığım karmaşık ve somutkavramlardan basit ve soyut kavramlara geçişle yakından bağ-lantılıdır. Çünkü kadim kavramlar bağımlı olduklarını peşinen kabuletmişler ve bunu çeşitli biçimlerde dışavurmuşlardır, oysa -ilk teorikbilimadamlarının kendilerine yakıştırdığı adla- “fi- lozoflar”ınkavramları ve onların 17. yüzyıl mahsulü saflaştırılmış örnekleri“nesnel”di, yani hem üreticilerinden hem de üretildikleri ortam vekoşullardan kopartılmış kavramlardı; ve bu yüzden de özü itibarıyla, ozengin etkileşimler örüntüsünün, yani dünyanın hakkım verme güçleriyoktu. Özne ile nesne, İnsan ile Doğa, deneyim ile gerçeklikarasındaki cehennemi uçurumu, yani bu kavramsal “devrimler”in yolaçtığı şeyi kapatmak için bir mucizeye ihtiyaç vardır -ve söylenen o kibu mucize kusursuz (felsefi ve/veya bilimsel) düşünce şatolarına yolaçan yaratıcılıktır. Böylece sözüm ona gelmiş geçmiş en akılcı dünyagörüşünün ancak en akıldışı olaylarla, yani mucizelerle birlikte işgörebileceğini anlamış oluyoruz.

E. BÜTÜNLÜĞE DÖNÜŞ

Oysa mucizelere hiç ihtiyaç yok. Einstein’m argümanını in-celerken göstermeye çalıştığım gibi, Einstein yaratıcılığı belirlisonuçlar (gözlemci dışındaki nesneler; belli bir dönemdeki sağduyukavramlarından daha soyut kavramlar) üretmekte kullanır, ki bunlarya doğal bir gelişmenin (birey ya da gruplarda) geçici aşamaları ya dabu aşamalarda meydana gelen hassas uyarlanmalardır. Einstein birinsanın (ya da grubun) gelişimini ve onu mümkün kılan vasıflarıatlayarak kurgusal bir ortamda, “duyularının) labirenti”nde yaşayansoyut bir varlıktan, düşünen özneden yola çıkar. Ve doğal olarakgerçek insanlar ile bu insanların çalışmalarının ürünlerini tekrartemasa sokmak için yaratıcılık gibi eşit ölçüde soyut ve kurgusal birsürece ihtiyaç duyar. Mucize isteyen açıklık -daha az soyut eğilimlikafalara sahip birtakım araştırmacıların (eski moda biyolojiciler,davranışçı olmayan psikologlar) ve sağduyunun gösterdiği ‘ gibi-gerçek dünyada değil onun modelindedir. Bu modelin yerine gerçekdünyayı koy-

duğumuzda bireysel yaratıcılık kötü bir düş gibi ortadan kaybolacaktır.Fakat mesele burada bitmiyor, maalesef.

Çünkü kurgusal teorilerin doğayla bağlantısız olması onlarıninançlarımız, dolayısıyla kültürümüzle de bağlantısız olmalarımgerektirmiyor. Tersine, bu teoriler sık sık çeşitli tuhaf ve yıkıcı eylemlereitici bir güç sağlarlar. Gerçekçi olmayan politikalar hemen çökmez,dünyayı etkiler, savaşlara ve daha başka toplumsal, doğal felaketlere yolaçarlar. Bir kere zihinlerde taht kur- dularmı, argümanla öyle kolay kolaykapı dışarı edilemezler. En güzel argümanlar bile düşman bir ortamdainsanlara lafı güzaf gibi görünür -bu bilim için geçerlidir ve belki de çokdaha fazla politika için ve demokratik ülkelerdeki politikalara destekveren sağduyu için geçerlidir. Evet argümanlara ihtiyacımız var -fakataynı zamanda insanları doğa ve toplumun müstakil mimarları yerineayrılmaz parçaları olarak gören bir tavra, bir dine, bir felsefeye ya daadına her ne diyecekseniz, böylesi bir eyleyici odağa (agency) ihtiyacımızvar -ona denk düşen bilimler ve politik kurum larla birlikte. Bu tür birfelsefeye ve onun gereksindiği toplumsal yapılara kavuşmak için yeniyaratıcı eylemlere kalkışmamız gerekmiyor. Bu felsefe (din) ve toplumsalyapılar zaten var, en azından tarih kitaplarımızda; çünkü bunlar uzunzaman önce, yani düşünceler ve eylemler henüz doğal bir gelişmeninürünleri şeklinde tezahür ederken, yani düşünceler ve eylemler henüzböyle bir gelişimin yönelimlerine karşı duran yapıntısal çabalarsonucunda oluşmuyorken ortaya çıkmışlardır. Homeros’un destanları var,Taoculuk var, yaratılışın mucizeleri karşısında duydukları mutlulukçınlayan saygılarıyla bizi utandıran birçok “ilkel” kültür var.

Onların görüşlerini “bilimler” ya da “modem durum”la çelişiyor diyereddedemeyiz. Bilmem nelerle çeliştiği söylenebilecek “bilim” gibiyekpare bir varlık yoktur ve “modern durum” barış ve mutluluğa açılan entemel arzularımızın başına çökmüş bir felakettir. Bizzat bilimadamları şu,bir “nesnel” bir de “öznel dünya” olduğunu ve bunların zorunlu olarakayrılması gerektiğini söyleyen ayrılıkçı (separatist) insan anlayışınıeleştirmeye başladılar. Mesela Ernst Mach, yüzyıldan daha uzun bir süreönce bu ayırma işleminin araştırmayla haklı çıkarılamayacağına, en basit

duyumun bile kökleri çok derinlere giden bir soyutlama olduğuna veherhangi bir anlama eyleminin ayrılmaz bir şekilde psikolojiksüreçlere bağlı olduğuna işaret etmiştir. En gelişmiş bilimsel di-siplinlerden biri olan temel parçacık fiziği bizi Doğa ve onu in-celemekte kullanılan araçlar (zihin dahil) arasında kesin bir sınırçekmenin imkansız olduğunu kabule zorlarken, Konrad Lorenz öznelfaktörleri araştırmanın bir parçası olarak kavrayan bir bilimi savunur.Konunun toplumsal yönlerine gelince, 15. yüzyıl Rönesanssanatçılarının tutumunu hatırlamamız yeter: bunlar ekipler halindeçalışan ücretli zanaatkarlardı ve meslek dışından işverenlerininrehberliğini kabul etmişlerdi. Ekip çalışması epeyden beri bilimlerdeönemli bir yer tutuyor; şu anki daha iyi bir dünya için yürüttüğümüzaraştırmalarda bize yardımcı olabilecek birtakım buluşlara (örneğintransistor) öncülük eden Bell Telefon Laboratuvarları gibi kuramlardamodel çalışmaydı ve hâlâ da öyledir. Zanaat icracılarının randımanını,tevazusunu ve her şeyden önce de insanlığını yeniden tesis etmek içinbize gereken, topu topu bilimadamlarınm bizzat kendi uzmanlıkalanları içinde bile birer yurttaş olduklarını teslim etmek ve onlarıkendi yurttaşlarının rehberliğini ve kontrolünü kabul etmeye hazır halegetirmektir. Sahip oldukları o ilahi yaratıcılık armağanıyla bazı in-sanların kendi fantezilerine uydurmak üzere Yaratılışı yeni baştankurabileceklerini söyleyen o kibirli dünya görüşü muazzam toplumsal,ekolojik ve kişisel sorunlara yol açmıştır; dahası, bilimsel olaraksöylersek, sunduğu itimatnameler de son derece şaibelidir. Tasfiyeettiği ve onun gibi kavgacı olmayan hayat biçimlerinden sonuna kadaryararlanarak, bu dünya görüşünü yeniden gözden geçirmeliyiz.

V FELSEFE, BÎLİM VE SANATLARDA İLERLEME

A. İLERLEMENİN İKİ TÜRÜ

Aziz Augustine, City of God’m 22. Kitabı’ndaki o meşhur bölümdeinsanoğlunun karabahtımn renkli bir tasvirini yapar (Modern Library Ed.,New York 1950 baskısından aktarıyorum, s. 847 ve devamı):

İnsansoyunun çektiği cezaların miktarını, şiddetini tasvir etmeye ve anlamaya

kimin gücü yeter. esaret, hırsızlık, zincir, hapis,

sürgün, işkence, kol-bacak kesme, kör etme, zalimin şehveti sönsün diye bekâret

bozma ve daha birçok iğrenç kötülük. Dışardan bedenlerimize yönelmiş ne çok

tehdit, ne çok bela vardır- dayanılmaz sıcaklar ve soğuklar, fırtınalar, seller,

tufanlar, yıldırım, gök gü-

rültüsü, dolu, deprem, ev çökmesi; ya da atların ürkmesi, parlaması, ya dayere kapaklanması, zehirli meyveler, sular, gazlar ve hayvanlar; acı verenhattâ kimi zaman öldüren vahşi hayvan ısırıkları; kudurmuş köpeğintaşıdığı kuduz, hayvanlar arasında sahibine en vefalı ve en soyluduygularla bağlı olan bu hayvan bile kudurduğunda bir arslan ya daejderhadan daha çok korkulan bir yaratık haline gelebiliyor ve kazaraböyle bir hayvanın bulaşıcı salyalarından mikrop kapmış bir kimse öylekudurabiliyor ki kendi öz ana-babası, karısı ve çocukları bile onu görünceyırtıcı bir hayvandan duydukları korkudan daha büyük bir korkuyakapılabiliyorlar! Karada ve denizde seyahat edenleri ne felaketlerbeklemektedir! İnsan görünmez bir kazaya kurban gitmeyeceğinden eminolarak kapıdan dışarıya adım atabilir mi? Kolunu bacağım kaybetmedenevine dönmeyi başarsa eşikte ka- yıverir, bacağını kırar ve ölünceyekadar sakat kalır. Kendisini sandalyesine kurulmuş bir adamdan dahagüven içinde hisseden kimse olabilir mi? Fakat Rahip Eli geçensandalyeden düştü ve boynunu kırdı. . . Cinlerin, şeytanın çeşitlitasallutlarına karşı tek başına masumluk bizi koruyabilir mi?Sanmıyorum ki böyle düşünen biri çıksın, masumlukta eşsiz yaratıklarolduğuna hiç kuşku duymadığımız henüz vaftiz edilmiş çocuklar bilebazen öylesine eziyetlere gark oluyorlar ki, orda, buna izin veren Tanrı,sanki bize, bu hayatın felaketleri karşısında acı duymayı (bewail) vegelecek hayatın saadetini arzulamayı öğretmektedir...

ve benzeri daha birçok şey. Bu, der Aziz Augustine, “ilk: günah”la “hakettiğimiz ceza”dır.

Ancak Tanrı, cömert varlığıyla, insanlara aynı zamanda paha biçilmez ikiarmağan da vermişti- doğurma (procreation) ve icat etme yeteneği.Bunlardan icat etme hayatın tüm alanlarında çeşitli gelişmelere yol açmıştır(a.g.e., s. 852):

İnsan dehası kısmen zaruretten, kısmen de bereketli icat etme yeteneğisayesinde, sayısız sanat icat edip uygulamadı mı; burada sadece gereksizşeyleri değil aynı zamanda tehlikeli ve yıkıcı şeyleri keşfederken debüyük bir maharet sergileyen aklın gücü tüm bu sanatları icat eden,öğrenen ya da işleten doğada yok edilemez bir hazine yattığına delaletetmiyor mu? İnsanoğlunun icadı olan sanayi dokumacılık ve inşaatsanatlarında, tarımda ve denizcilikte ne mükemmel -sersemletici dedenilebilir- ilerlemeler kaydetmektedir!

Çanak-çömlek yapımında, resim ve heykelde tanık olduğumuz sonsuztipte modelleriyle ve ne büyük bir ustalıkla! Tiyatrolarda görmedenkimsenin asla inanmayacağı güzellikte oyunlar oynanıyor. Vahşihayvanlan yakalamak, öldürmek ve evcilleştirmek için ne mahir şeylericat edilmiş! Ve bir tarafta insan sağlığının korunması ve bozulduğundayeniden sağlanması için sonsuz sayıda alet ve çareler, bir yanda da onazarar vermek için türlü türlü zehirler, silahlar, yıkım makineleri icatedilmiş! îştah açmak için ne baharatlar, ne karışımlar bulunmuş!Düşünceyi ifade edebilmek ve düşünce âlemine girebilmek için, baştakonuşma ve yazı olmak üzere, ne çok sayı ve türde işaret var! Belâgatinemrinde zihne zevk veren ne mücevherler var! Kulağı cezbedecek nederin şarkılar yazılmış! Ne çok müzik aleti, ne çok makam bulunmakta!Ölçüler ve sayılar alanında ne usta bir çizgiye gelinmiş! Yıldızlarınhareketleri ve birbiriyle ilişkilerinin keşfinde ne büyük bir zekâ parlıyor!Doğaya adanmış düşüncenin büyüklüğünü kim anlatabilir; bırakın onutam anlamıyla dile getirmeyi, şöyle bir genel manzarasını çizmeyekalkışmak bile ne ümitsiz bir iştir? Hattâ, sözün kısası -kâfirlerin vefilozofların özel bir yetenekle sergiledikleri çabaları, yani hata (günah) veyanlış anlayışları savunan girişimleri bile tam olarak anlatmak nemümkün.

Vasari, Lives of the Artists’ in eşit ölçüde meşhur bir bölümünde,

Mütevazı bir yerden başlayarak adım adım mükemmelliğin zirvesineulaşmak tam da sanatların doğasında olan bir şeydir (Penguin Classics, s.85),

diyerek, bu ilerlemenin son başarılarım şöyle tasvir eder (a.g.ys. 85):

Eski Bizans üslûbu bütünüyle terk edildi -ilk adımı Cimabue atmış veGiotto onu takip etmişti- ve yerini yeni bir üslûp aldı; buna Gi- otto’nunkendi özel üslûbu demek isterim. Burada, kırık-olmayan, kesiksizanaçizgiler yanında sabit bakışlı gözler, parmak uçlarına basan ayaklar,keskin hatlı eller, gölge kullanmama ve öteki, Bizans üslûbuna özgübenzeri saçmalıklar reddediliyordu. Bu incelikle işlenmiş başların ve zarifboyama tarzlarının ortaya çıkmasına yol açtı. Giotto özellikle insanfigürlerine daha alımlı bir duruş veriyordu, baş-

larıria belli bir canlılık kazandırıyor, giysilerindeki kıvrımları ayrıntılı birşekilde resmederek onlara daha gerçekçi bir hava kazandırıyordu; getirdiğiyenilikler arasında bir ölçüde doğrusal perspektif de (foreshortening) vardı.By tür şeylerde olduğu kadar duyguların ifade edilmesinde de Giotto ilkti;resimlerindeki korku, nefret, öfke ya da sevgi ifadeleriniayırdedebiliyordunuz. Bir zamanların sert ve kaba üslûbundan zarif birüslûp türetilmişti.

Aktardığımız bu pasajlarda iki önemli fakat farklı ilerleme anlayışısergileniyor.

Aziz Augustine insanoğlunun nasıl yeni beceriler, üslûplar, zihin veduyu uyarma araçları geliştirerek ve hattâ nasıl hatalara düşerek bilim vesanatları zenginleştirdiğini, bu beceri, üslûp ve benzeri şeylerin nasılaralıksız çoğalmakta olduğunu tasvir etmektedir. Nerede bir bilim ya dasanata, getirdiği yenilikler, yaptığı keşifler ve atılımlardan dolayı şükürleryollandığını görsek bunun altında niceliksel ya da toplamaya dayanan(additive) ilerleme düşüncesi buluruz -yenilik, keşif ve atılımlarm başısonu ve ne olduğu belli, biriktikçe bilgimizi geliştiren olaylar olduğu dü-şünülmektedir. Niceliksel ilerleme düşüncesi antik çağda ortaya çıkmıştırve günümüzde de çok yaygındır.

Öte yandan Vasari’nin yaklaşımı nitelikseldir. Ona göre ilerlememiktarları arttırmakla kalmaz, ayrıca şeylerin (beceriler, düşünceler, sanateserleri, vb.) özelliklerini de değiştirir.

Niteliksel ilerleme düşüncesinin de tarihte önemli bir yeri vardır.Farklı çağlara ait, hayatın değişik nitelikleriyle yüklü kadim destanlarınmayasında o vardır (Hesiodos, Works and Days, 109 ve devamı), bilimleriteşvik etmiş, sanatları etkilemiştir ve şimdi de etkin bir şekilde reklamajansları tarafından kullanılmaktadır (“Alpo köpek maması -yeni vegeliştirilmiş!”).

Çeşitli niteliksel ilerleme anlayışlarının bilimlerde oynadığı rol çoğukez, niceliksel ayrıntılara yönelik yoğun ilgi yüzünden geri plandakalmıştır. Oysa olgu ya da öndeyilerin kesinliği ve sayısal özellikleriüzerine bilimsel tartışmalar her zaman, ciddi ampirik güçlükler yaratsabile terk edilmeyen niteliksel varsayımlar barındırır. Form teorileri veatomculuk arasında 20. yüzyıl içinde de sürgit devam etmiş bulunantartışma bu konuda verilebilecek

önemli bir örnektir. Atomculuk sık sık olgularla ve akla yatkın (doğrulanmagücü yüksek) teoriyle ihtilafa düşüyordu. Fakat atomculuk yaşadı, çünküfiziksel süreçlerin maddenin parçacıklarının hareketinden oluşan daha alt,temel süreçlere ayrılabileceği düşüncesi atomculuğu doğru bulan zihinlerdeonu tehdit eder görünen olgu ve ölçümlerden daha güçlüydü. Kopernik’egöre kendi perspektifi rakip perspektiflerden daha çok ve daha ni telikliöndeyilere yol açıyor değildi1, fakat sunduğu gezegenler sistemi tablosu dahaharmonikti. Newton Akıl kantarına vurulmuş tanrı nosyonlarına (Descartesve Spinoza’nınkiler gibi) karşı, Tanrı ile yarattıkları arasında kişisel ilişkilerbulunduğunu benimseyerek Tanrı ile maddi evrenin sürekli ve canlı biretkileşim içinde olduğunu koyutlar; öte yandan Leibniz’de Tanrı, en üstmükemmellikte dünyayı tasarlayıp yarattıktan sonra onu değişmez kanunlartemelinde kendi gelişmesine bırakan usta bir mimardır. Fizik, teoloji ve dinarasındaki sınırları dikine kesen bu tartışmada gözlem ve deneye küçücük biryer ayrılmıştır2. Ve Einstein, kuantum teorisinin ampirik başarısını- teslimetmekle birlikte, onun dayandığı anlayışları ve onlarla bağlantılı dünya gö-rüşünü eleştiriyordu. Hattâ fırsat buldukça daha da ileri gitmiş, “önemsizsonuçların doğrulanmasına yönelik yaygın ilgiyle dalga geçerek kendi bakışaçısına içkin aklayatkmlığı vurgulamıştır3. Tüm bu örneklerde (ve öyleanlaşılıyor ki tüm önemli

1. Kopernik’in yazmaya başladığı dönemde ortalıktaki tüm astronomik görüşler,kendisinin de söylediği gibi, ‘Verilere uygun”du: Commentarioulus'tan aktaran E. Rosen,der. Three Copernican Treatises, New York 1959 basımı, s. 57.2. Tartışmanın genel yapısı hakkında krş. R. S. Westfall, Science and Religion inSeventeenth Century England, Ann Arbor Paperbacks 1973. Newton'un dinsel görüşleriFrank Manuel tarafından araştırılmıştır; The Religion of Isaac Newton, Oxford 1974.Leibniz’in itirazları The Leibnitz-Clarke Correspondence, H. G. Alexander baskısı,Manchester 1956, içinde bulunabilir.3. Krş. Max Born’a yazdığı mektupta Freundlich’in ölçümlerine tepkisi; The Born-Einstein Letters: “Freundlich (yaptığı gözlemler genel görelilik teorisiyle çelişirgörünüyordu) benim görüşlerimi en küçük bir şekilde sarsmıyor. Hattâ ışığın sapması,günberi, tayf çizgisi kayması (o dönemde genel göreliliğin kullandığı üç deney)bilinmeseydi bile, çekim eşitlikleri yine de akla yatkın olacaktı, çünkü bunlarsüredurumsal sistemi geçersiz kılarlar -her şeyi etkileyen ama kendisi etkilenmeyen ışın.Bu gerçekten garip, ama kendisi etkilenmiyor. İnsanları anlamak zor, normal şartlardaen güçlü argümanlara karşı bile sağırlar ama ölçümlerin doğruluğu dendimi akıllarıbaşlarından gidiyor, gerçekten çok garip.”

bilimsel kapışmalarda) niteliksel varsayımların çoğu kez dikkatiçekmeyen fakat belirleyici bir rol oynadığını gözlüyoruz.

B. ARALARINDAKİ FARKLAR

İlk bakışta bu iki ilerleme düşüncesi farklı özelliklere sahip vefarklı tarzlarda işliyor görünüyorlar.

En basit ifadesiyle niceliksel ilerleme düşüncesi “mutlak” ya danesnel bir yaklaşım gibi görünür: belirli türdeki nesnelerinmiktarlarıyla ilgili görüş farklılıklarını kültür ya da amaçtaki fark-lılıklar temelinde açıklayanlayız. Ya tüm ya da bazı tarafların hatalıolduğu söylenmek zorundadır -çünkü belli bir grup nesne için doğruolan tek bir sayı, tek bir miktar vardır. Görünüşe göre Pla- ton’u,nicelikleştirmeyi sanat çalışmalarına yeğ tutmaya sevk eden buinançtır:

Ve (hata ve aldanmalara karşı) en güzel çarenin ölçme, sayma ve tartmaolduğu ortaya çıkmadı mı? Asıl değerli olanın, görünüşe bakıp büyük,küçük, fazla ya da ağır dediklerimiz değil de hesaplama, ölçme ve saymaolduğu belli olmadı mı? (Devlet 602 d4 vd.)

Modem bilimsel niceiikleştirme dürtüsünün gerisinde yatan da aynıinançtır. Fakat miktarlar sayılarak bulunabilir ve sayma eylemi birdenfazla parçadan oluşan karmaşık varlıkların (köpekler, opera gösterileri,romanlar, gözlemler) birer birim olarak alınmasını varsayar; oysafarklı insanlar (farklı kültürler) bu birimleri farklı tarzlarda inşaederler. Gökte kaç takımyıldız vardır? Bu, belli bir yıldız topluluğunutek bir biçim altında birleştirmek için kullanılan şekle ve burada yeralan elemanların şeklin bütününe nasıl bağlandığına bağlıdır.Galaksimizde kaç tane yıldız (yıldız kümesi) vardır? Bu, meseleyiincelediğiniz tayf aralığına bağlıdır: bir aralıkta iki farklı yıldız gibigörünen, diğerinde tek bir yıldız olarak görünebilir.

“Fakat mutlaka belli bir sayısı vardır ve biz bunu ortaya çı-karabilmeliyiz” demenin hiçbir anlamı yoktur; çünkü soru “neyin bellibir sayısı”dır- ve buradaki “Ne” tanımlara, bakış tarzlarına,

teorik varsayımlara göre değişir. Hattâ kimi zaman başısonu tastamambelli şeylerin sayısı bile yaklaşımımıza bağlıdır. İsa Capernaum’avardığında burada kaç kişi vardı? Cevap İsa’ya bakışınıza bağlıdır. Eğeronu bir insan olarak düşünüyorsanız soruya belli bir sayıyla cevapverirsiniz. Yok Docetistlerin yaptığı gibi onu salt suret, hayali bir cisimolarak alıyorsanız başka bir sayı; ya da onu herhangi bir insan al katışıkiçermeyen ilahi bir varlık olarak görüyorsanız daha başka bir sayı. Belirlibir uzay-zaman bölümündeki temel parçacıkların sayısı, onların bunu be-lirlemekte kullanılan araçlarla girdiği etkileşimin yapısına bağlıdır. Vedaha bir sürü örnek. Ancak soyut sayılar (biribirinden açıkçaayırdedilebilir gibi duran) ve nesnelerin sayıları (az önce açıkladığımıztürde niteliksel koşullara bağlı olan) hakkında yaşanan kalıcı bir kafakarışıklığı bizi böyle sayısal yargıların nitelik, yapı ve değerle ilgiliyargılardan daha “nesnel” olduğuna inandırabilirdi.

Buna karşılık niteliksel ilerleme nosyonları göreli nosyonlardır: kimiotoritelerce yüceltilen kimi özellikler bir başkalarınca reddedilebilir. Tümgeleneklerin silinip ortada sadece tek bir geleneğin kaldığı bir dünyada,bu geleneğin yargıları şüphesiz, var olan yegâne yargılar olurdu -fakatbunlar yine de, tıpkı “daha büyük” nitelemesinin, içinde tek bir cisimbarındıran bir dünyada, hâlâ bir ilişki olarak kalmayı sürdürmesi gibi,göreli yargılar olacaktır. Niteliksel ilerlemenin bu özelliğini sanatlardanbirtakım örneklerle göstermeyi deneyeceğim.

A. SANATLARDA İLERLEME

Vasari, Giotto’da tanık olduğu doğal duruş, incelikle vurulmuş renklerve perspektif parçalarından övgü ve hayranlıkla söz ediyordu. Bunlarilerlemenin işaretleridir -fakat sadece bilinçli olarak ya da alışkanlıkgereği, resmin, temsil ettiği nesnenin görsel fiziksel karakteristiklerinitekrar etmesi gerektiği ya da, ta 15. yüzyıldan beri kullanılagelen dahateknik bir dille söyenecek olursa, belli, uygun bir konumdaki gözlemcininoptik izlenimlerini kopya etmesi (yeniden üretmesi) gerektiği görüşünübenimsemiş

birisi için. Örneğin Leon Battista Alberti için bunlar ilerlemeningöstergeleridir; resim konusunda şöyle söyler Alberti:

Ressamın işi şudur: resim tahtası ya da duvar üzerinde, bir cismin gö-rünen yüzeylerine karşılık gelen ve bakış noktasına göre belirli birmesafede, belirli bir konumda tecessüm etmiş, bir kütlesi varmış vegerçekmiş gibi görünen yüzeyleri çizgilerle tasvir etmek ya da renk-lerle boyamak (Leon Battista Alberti on Painting, der. John R. Spencer,New Haven ve Londra 1956, s. 89).

Başka bir pasajda Alberti bu geometrik yönü çok daha açık bir şekildeifade eder: “resim, gözlerle resmedilen nesnenin dış- hatlannmoluşturduğu piramitten alınan bir çapraz kesittir” (a.g.e., s. 52).

Fakat Alberti’nin anlattığı, Vasari’nin hayranlık duyduğu bu öğeler-perspektif, doğal duruş, incelikle işlenmiş renkler, karakter, duygular-bir portre ya da heykelden, seyredene mutlak iktidar veya ruhani bir güç,üstünlük aktarmasını bekleyen bir sanatçı için birer gelişim değil, birerengeldir: daimi ve tüm ortamlardan bağımsız olan bir şey, geçici ve“bakış noktasına göre sahip olduğu uzaklık ve konuma” bağlı olarakresmedilen şeylerin boyunduruğuna sokulamaz. Uzanma, ayakta durma,yürüme, etrafa bakınma gibi “doğal duruşlar” özel ve geçici durumlardır,“incelikle işlenmiş renkler” renk maddelerinin özel bir ışığa batmasıylave özel bir atmosfer içinden görünmesiyle ortaya çıkar, duygular gelipgeçicidir, son olarak, perspektif bize nesneyi vermez, muhtemelen sonderece önemsiz bir kişiye o nesnenin nasıl göründüğünü verir: serseminteki, imparatoru, belli bir uzaklıktan bakarak karınca büyüklüğündeçizebilir. Güç (iktidar), daimilik ve nesnelliğe önem veren sanatçılar bukusurların farkındaydılar ve radikal bir optik, gerçekçiliğin ilkeleriyleasla uyuşmayacak özel yöntemler geliştirdiler.

Mısır sanatı bu konuda mükemmel bir tarihsel örnektir; buradaoldukça karmaşık ve erken bir natüralist üslûbun yerini, yüzyıllardırdeğişmeden kalmış katı bir biçimciliğin aldığını görüyoruz (Platon,Yasalar, 250 d ve devamı, bu değişmeden kalmayı bir başarı olarakgörür). Fakat natüralist teknikler de

unutulmamıştı. Günlük hayattan alınma manzara resimlerindekullanılmaya devam ederek Amenophis IV’ün hükümdarlığı sırasında tümalanlarda geri dönerler (bkz. benim Yönteme Karşı,

14. Bölüm). Bu tarihsel örnekte anlaşılan o ki, “doğanın aslına sadıkkalarak aktarılmasından sapmalar, temsil edilen nesneler hakkında dahaayrıntılı bilgi sahibi olunduğu bir aşamada ve daha gerçekçi yaklaşımlarlabirlikte ortaya çıktılar. Burda, âdeta bir la- boratuvar gibi, temsil etmeüslûp ve yöntemlerinin sanat eserlerinin tasarlandığı amaca bağlı olarakdeğiştiğini görüyoruz.

“İlkel” gibi görünen kimi usûllerin muhtemelen bilgisizlik ya dayetersizlikten değil de amaçlardaki farklılıktan doğduklarını gösterenbaşka bir örnek de ilk Hıristiyan sanatlarıdır. Yeraltı mezarlık resimleri(catacomb paintings) iki amaç doğrultusunda çizilmiş görünüyor: süsleme

ve bir hikâye anlatma. Hikâyelerin yapıtaşları resimlerdir -fakat bunlar,bir polis karakolundaki şipşak suçlu fotoğraflarından çok, ilk Çinyazısında karşılaştığımız resim-yazılara (pictograph) benzer bir işlevgörüyordu. Bireysel ifadeler, perspektif, incelikli boyama teknikleri gibitekniklere başvurulmuyordu; bu, henüz “ilkel bir aşama”da olunmasındandeğil, “yüz”ü simgeleyen bir işaretten böylesi özellikler taşımasınıbeklemenin veya “ev” anlamına gelen bir işaretin perspektif kurallarınauymasını istemenin açıkça saçma olmasından kaynaklanıyordu. (Tıpkı,retina ile beyin arasındaki sinir bağlantılarını açıklamak amacıyla çizilmişinsan resimlerinden kişisel ifadeler beklemenin saçma olması gibi.) Tuvalveya madeni para üzerine yapılan ve altında resimdeki kişinin özel adıyazılı resim ya da büst şeklindeki insan (azizler, rahipler, imparatorlar)portreleri bile çoğu kez konvansiyonel ifadeler taşır, çünkü amaçları,

portresi çizilen kişinin tüm elzem özelliklere sahip olduğunu göstererek onun

gerçek bir basileus, konsül, makam sahibi ya da piskopos olduğu düşüncesini

uyandırmaktır: soylu ve ağırbaşlı bir ifade, heybetli bir duruş, ne eksik ne

fazla tam da o şahsın yapması gereken bir hareket (gesture), elinde nişanları

ya da üstünde toplumsal konumunu gösteren giysiler. Örneğin Aziz

Theodore’yi askeı olarak gösteren bir tasvirle karşılaştığımızda, bu açıkça tüm

öteki Bizans

asker portrelerine benzeyen bir Bizans askeri resmidir; ama yükseksesle söylememiz gereken yine de onun ikonografik olarak bir Bizansaskeri suretinde çizilmiş bir Aziz Theodore tasviri olduğudur (AndreGrabar, Christian Iconography, Princeton 1968, s. 65 vd.).

Optik gerçekçiliğin bu tür bir resmetme anlayışına çıkardığı zorluklar,filologlarca MS II. yüzyılda Anadolu’da yazıldığı tahmin edilenApocryphal Acts of John adlı ünlü Grek metninde açık bir dille anlatılır.John’un bir öğrencisi, Lykomodes, bir ressamı John’un evine davetederek gizlice onun bir resmini yaptırır. Bir ara John resmi bulur fakatkendi yüzünü daha önce hiç görmediği için onun kendi resmi olduğunubilemez ve bir idol olması gerektiğine karar verir. Lykomedes bir aynagetirir ve John aynadaki görüntüsüyle resmi karşılaştırarak der ki:

İsa Mesih adına bu resim bana benziyor, fakat çocuğum, yine de tambana değil, benim cismani suretime. Çünkü burada yüzümü ben-zetmeye çalışan ressam benim -gerçek (çev.)- bir portremi yapmayıdeneseydi çaresiz kalakaldığını görecekti, çünkü bunun için gördüğünşu renklerden, dış görünüş ve duruşumdan, ilerlemiş yaşımdan,gençliğimden ve diğer gözle görülür tüm şeylerden öte bir şeylere ih-tiyaç vardır.Fakat sen, Lykomedes, benim iyi bir ressamım olacaksın. Elinderenkler var, onun benim aracılığımla sana verdiği renkler, o ki he-pimizi, İsa’yı bile boyayan, resmedendir, ruhlarımızın türünü, va-ziyetini, görünüşünü ve şeklini bilendir. Fakat şu yaptığın çocukça vekusurlu bir şey: bir ölünün ölü bir benzerini çizmişsin (Grabar, a.g.e., s.66 vd.; a.b.ç.).

Diğer bir deyişle: optik gerçekçilik hayatı ve ruhu dışarda bırakır.Algı psikolojisi, bir nesnenin natüralist temsili ile aktarılan bilgide,

nesnenin yapısını kavrama çabamıza zorluk çıkaran fazlalıklarbulunduğunu göstererek hikâyedeki John’un teşhisine arka çıkar.

Ryan ve Schwarz (“Speed of Perception as a Function of Mode of Representation,” American Journal of Psychology cilt 69, 1956, s. 60

vd.) dört temsil tarzı arasında bir karşılaştırma yapar: aynı şeyin (a)fotoğrafı; (b) gölgeli resmi; (c) çizgi resmi; ve (d) karikatürü. Resimlerbelli aralıklarla gösterilerek deneklerden resmin belli bir kısmının,örneğin eldeki parmakların vaziyetinin, görece ne konumda olduğunutanımlaması istenir. Gösterme aralığı çok kısa sürelerden başlayıpdeneğin doğru cevaplar vermesine yetecek bir süreye kadar artırılır;sonuçta şu bulgulara varılmıştır: doğru bir algılama için gereken sürekarikatürde en kısa, genel dış hatlarla çizilmiş resimlerde ise en uzundu;diğer ikisi yaklaşık olarak eşitti ve bu iki uç arasında kalıyordu (E. H.Gombrich, Julian Hochberg ve Max Black, Art, Perception and Reality.Baltimore ve Londra 1972 içinde “The Representation of Things andPeople”, Julian Hochberg’den alınmıştır, s. 74 ve devamı).

Buradan hareketle, bir yüzün natüralist temsilindeki ayrıntıların da, aynışekilde, resmedilen kişinin “karakter”, “ruh” ve “öz”ünün kavranmasınıgeciktireceği sonucu ile karakter ya da ruhun, belki de, optik gerçekçiliktarafından üstü örtülen ya da, hattâ, onunla uzaktan yakından hiçbir ilişkisiolmayan farklı bir yoldan kendisini gösterebileceği sonucunuçıkarsayabiliriz. Algının doğası ve gelişimi hakkında, çıkarsamamızın ikincikısmını destekleyen çeşitli bulgular yapılmıştır. Anton Ehrenzweig, The

Hidden Order of Art (Berkeley ve Los Angeles 1967, s. 13) adlı eserinde“Gestalt psikolojisi” diye yazar,

(doğuştan kor olan insanların) gözleri açıldığında dikkatlerini ilk etapta(küre ve daire, küp ve kare, piramit ve üçgen gibi) temel şekillereyönelteceği öndeyisinde bulunuyordu. Görsel alanın oto- matikman, silik,belirsiz bir arkaplan üzerinde net şekiller halinde düzenlenmesi- Gestaltilkesinin geçerli olduğunu gözlemek için ne eşsiz bir fırsat! Fakat buöndeyilerin hiçbirisi de doğru çıkmamıştır! Von Senden (M. von Senden,Space and Light, Londra 1960) tarafından derlenmiş vaka incelemeleri,birdenbire görsel dünyanın karmaşıklığı ile yüz yüze gelen hastalarınçektiği inanılmaz güçlüklere işaret eder. Birçoğu ... ne yapacağını şaşırmışve renkli lekelerin uçuştuğu o vı- zıltılı kaosu düzene sokmak için gerekengücü bile kendisinde bulamamıştır. Bazıları yeniden görme duyularınıkaybettiklerinde büyük bir ferahlık duymuş ve tekrar o aşina dokunmadünyasının sıcaklığına sığınmışlardır.

Ana geometrik şekilleri diğerleri arasından çekip ayırmak için ne hummalıbir çaba gösteren olmuştur ne de böyle bir eğilim. Diyelim bir üçgeni karedenayırmak için tıpkı kör oldukları sırada dokunarak yaptıkları gibi tek tekköşeleri “saymak” zorunda kalmışlardır. Çoğu kez yaşadıkları acınası birbaşarısızlıktır. Gestalt teorisyenlerinin ön- deyide bulundukları gibi, basit,apaçık bir geştaltın bile doğrudan ve kolaylıkla farkına varmaları kesinliklevaki değildir. Şeklin basitliğinin öğrenme süreçlerine katkısı çok küçüktü.Soyut biçimlerden çok gerçekliğe duyulan libidinal ilginin en teşvik edici, enetkili rehber olduğunu söylersek, psikanalistler buna fazla şaşırmayacaktır.Hayvanlara düşkün bir kız (gözleri açıldığında) her şeyden önce sevgiliköpeğini tanımıştır. Yakınlardaki bir vakada ise, bulanık görsel alan içindeilk seçilen şekilsiz leke doktorun yüzüdür.

Bu anlamda optik gerçekçilik, resmettiği şeyin gerçekliğinden en aziki kat uzaklaşır: fazla ayrıntıya girerek ve nesnenin duygusal etkisiyerine (görme piramidindeki kesite) düşen şekle bağlı kalarak. îlkelsanatçılar, Picasso ve Kokoschka gibi modem ressamlar, ApocryphalActs of John’un yazan ve Hıristiyanlığın adı bilinmeyen birçok ilkdönem sanatçısı bunu, gerçekçi eleştirmenlerinden çok daha iyi anlamışgörünüyor (öte yandan bu gerçekçilerin, bugün giderek artan bir güçlehayatımızı kaplayan yabancılaşmadan etkilenmiş olduklan söylenebilir).

Alberti’nin tanımladığı ve Vasari’nin hayranlıkla söz ettiği öğelerin-perspektif, doğal duruşlar, incelikle işlenmiş renkler, vb.- ne anlamdabirer başarı değil engel olarak görülebileceği olgusu, renklerin işleviüzerine kafa yorduğumuzda iyice açık hale gelir. Vasari’nin sıcakbakmadığı parlak renkler -semanın laciverdi, azizlerin başı etrafındakihalelerdeki altm sansı, giysilerdeki parlak kırmızı ve yeşiller- ortaçağsanatında önemli bir rol oynamışlardır: bilinçli bir şekilde natüralizmekarşı durulan bu dönemde resmin ışığına, modern bir boyama tarzlan ta-rihçisinin söylediği gibi, maddi alemin ötesinde bir mahiyet ka-zandırılmıştır (Schöne, Über das Licht in der Malerei, Berlin1954, s. 21). St. Denis Başrahibi Suger, kilisesindeki ana altann değerlitaşlarına bakarak tefekküre dalmışken, bu anti-natüralist lüksün işlevini,“batini” ya da “yukarıya dönük rehberliğini” şöyle dile getirir (JLiber deAdministratione, xxxııı, E. Pa-

nofsky’nin Abbot Suger edisyonundan alınmıştır. Princeton 1979, s. 63 vedevamı):

-Tanrının evinin güzelliğinden duyduğum kıvancın üstüne- bu renkli taşlarıngüzelliği beni dış dünyanın gailelerinden uzaklara çağırdığında ve o aziztefekkür beni maddi alemden gayri-maddi bir aleme götürerek mukaddeserdemlerin çeşitliliği üzerine düşünmeye sevk ettiğinde: âdeta evrenin garipbir bölgesinde, ne yeryüzünün yapışkan balçığı ne de gökyüzünün saflığıdiyebileceğim bir yerde yaşıyormuşum hissine kapıldım; sanki, Tanrınıninayetiyle, bu aşağılık dünyadan o yüksek âleme batini (anagogical) birşekilde çıkarılacak gibiydim.

Sonuç olarak, sanat tarihinde, çeşitli nedenlere bağlı olarakkullanılmış ve değişik amaçlara uygun düşecek şekilde düzenlenmişbirçok temsil tekniği ve aracı buluruz. Tüm bu nedenler ve amaçlararasında onları boydan boya geçen bir ilerleme teşhis etmek de, Gray’inanatomisindeki şekiller ile İsa’nın bir kır yolunda çarmıha çekilişinigösteren bir resmi tek ve giderek yükselen bir gelişme çizgisininaşamaları olarak görmek de eşit ölçüde aptalca girişimlerdir. Vasaridönemindeki bazı ressamlar ve özellikle Vasari, bu tür yaklaşımfarklıklarını gerçekten anlamışlardı. Fakat tarihsel bir bakış açısındanyoksun olmaları nedeniyle bunların işaret ettiği amaç değişikliğini kav-rayamadılar; kendilerinin izlemekte olduğu yeni amaçların zaten resminhep olagelmiş asıl amaçlan gibi gördüler; dolayısıyla da bu amaçlarahizmet eden her adımı ilerleme, onlara ters düşen, onlardan uzaklaşanadımları ise bozulma olarak yorumladılar -göreci dünya görüşlerindenduyulan çoğu sıkıntının temelinde yatan safça bir yanılgıdır bu. (Buyanılgının ilginç bir optik dışavurumu, halenin gelişimidir: altın sarısıhale il- könceleri azizlerin başı etrafına çepeçevre konuyordu; sonra yavaşyavaş eliptik bir biçim aldı ve en son gerçek bir Satürn halkası halinegelinceye kadar da değişmeye devam etti; ayrıca, “maddeci” temsiller desöz konusuydu, örneğin bir sandalyenin kavisli arka kısmı sandalyedekikişinin kutsallığını belirtebiliyordu.)

İlk bakışta felsefedeki durum sanatlardan çok farklıymış gibigörünebilir. Öyle ya felsefe düşüncenin alanıdır ve düşünce de üslûp,izlenim ve duygulardan bağımsız, nesnel bir şeydir. Fakat, bir yerindenbaşlamak gerekirse, bu söylenenin kendisi felsefî bir teoridir. ÖrneğinKierkegaard gibi böyle düşünmeyenler de vardır; Kierkegaarddüşüncenin tüm içeriğini bir düşünenin düşüncesi olmaktan aldığını,aslen öznel ve “sonuçlar” -yani insanoğlunun gelip geçici düşüncelerinindeğerlendirilebilmesini sağlayacak daimi ve değişmez kılavuzlar-üretmekten aciz olduğunu iddia eder. “Nesnel düşünce” diye yazar,

her şeyi sonuçlara tercüme eder ve bunlardan çıkardığı eksiksiz kop-yalan hatmederek tüm insanoğlunun yalan söylemesine yardım eder;oysa öznel düşünce her şeyi bir süreç haline dönüştürerek sonuçlanesgeçer; bunun nedeni kısmen düşüncenin, düşünme yolunun belli birkişiden geçmesi, kısmen de kişinin, yaşayan bir birey olarak kesintisizbir meydana gelme, olma süreci içinde olmasıdır; ve bu, gayri-insanibir şekilde kendisini soyut, spekülatif felsefe ile özdeşleştirerek nesnelolma yalanıyla aldatılmasına izin vermeyen her insan için geçerlidir(Kierkegaard’ın Concluding Unscientific PostScript'i; D. F. Swenson veWalter Lowrie der., Princeton 1941, s. 68- burada göndermeHegel’edir, fakat aynı şeyler günümüzün bilimden daha bilimcifelsefeleri için de söylenebilir).

Kierkegaard’a göre bir seçimle karşı karşıyayız: ya nesnel olarakdüşünür, sonuçlar çıkarır ve böylece sorumlu bir insan olarak var olmayıbir yana bırakırız, ya da sonuçlar üretmeyi reddeder “kesintisiz birmeydana gelme süreci içinde” yer alınz: farklı yaşam biçimlerininfelsefeleri de farklıdır. Kierkegaard’ı aynntılı olarak incelemiş olan Bohr(krş. Niels Bohr, Collected Works, c. 1, Amsterdam 1972, s. 500 vd.),sağlam bir şekilde doğrulanmış, en su götürmez görünen olgu ve bakışaçılarının bile dondurulmasına karşı çıkıyordu:

Hiçbir zaman tamamlanmış bir tablo sunmaya Çalışmaz, paradoksgibi duran bir noktadan yola çıkıp, yavaş yavaş, onu aydınlatmayaça-

lıştr. sorunun gelişiminin tüm aşamalannı sabırla gözden geçirirdi.Gerçekten de elde edilen sonuçlara, hiçbir zaman, daha başka araştırmalariçin yeni başlangıç noktalan olmaktan öte bir anlam yük- lememiştir. Bellibir araştırma çizgisinden beklenen şeyler konusunda tartışırken basitlik,zerafet, hattâ tutarlılık gibi mutad düşüncelerin adını anmazdı. (S.Rozenthal içinde Rosenfeld, Niels Bohr, His Life and Work as Seen by hisFriends, New York 1967 baskısı, s. 117).

Bohr’un yazıları, anlayışı gereği, yoğun bir tarihsel malzeme ileharmanlanmıştır ve bunlar, en iyi nitelemeyle, mevcut bilgilerinmuhasebesinin yapıldığı tarihsel bir döküm ve de gelecek için araştırmatekliflerinden oluşan temel özetlerdir.

İkinci olarak, soyut düşüncedeki tüm önemli değişimler nitelikseldirve ister düşünce isterse sanat alanında olsun niteliksel değişimler doğasıgereği görelidir. Hattâ felsefeyi resim, müzik ya da heykel gibi bir sanatolarak da düşünebiliriz -heykel taş veya metalle, resim ışık ve renkle,müzik seslerle çalışıyorsa felsefe de düşüncelerle çalışır, eğer büker,birleştirir, keser, biçer ve bu havai malzemeyle fantastik, düşsel şatolarinşa eder. Felsefe öncesi düşünceden felsefeye doğru (Batı’daki) düşünselgelişim üzerine kaleme aldığım daha önceki genel yazılar (I. Bölüm,Kesim F ve III. Bölüm, Kesim D) aslında bu yorumun oldukça aklayatkmolduğunu gösteriyor: Homerosçu dünya görüşünden Pre- Sokratiklere veözellikle de Parmenides’in Bir felsefesine geçiş -bunun birtakım büyüktoplumsal dönüşümlerden beslenmiş olması bir şeyi değiştirmez- yine birseçimle karşı karşıya olunduğunu gösterir: ya yeni tekdüzeliği kabul eder,hayatlarınızı ona uydurursunuz ya da onu “delilikten de öte” (Aristoteles,Oluş ve Bozuluş Üzerine., 325 a 18 vd.) bir durum olarak görür ve sağduyuzemininde kalmaya devam edersiniz. Teorik bilimler birinci yolu seçti;doğal tarih de dahil olmak üzere genel olarak tarih, sanatlar ve insanbilimleri zoru deneyerek ikinci yolu. Yine burada da gelmiş geçmiş tümfelsefeleri tek bir ilerleme çizgisi üzerinde düşünmenin bir anlamı yoktur.

E. BİLİMLERDE DURUM

Sanat ve felsefe, günümüzde birtakım sanatçı ve felsefecilerinyapmaya devam ettikleri gibi, göreciliğin üstesinden gelmeye çalıştı vebaşaramadı; başaramazdı da, işin doğasından dolayı: nitelikseltercihlerin doğasına içkin bir düzen yoktur. Teorik bilimler nitelikselyargıları, değerlendirmeleri niceliksel ilerleme kanunlarına -daha çoksayıda başarılı öndeyiye yol açan düşünceler “nesnel” olarak daha iyidüşüncelerdir4- tâbi kılarak, böyle bir düzen oluşturmaya çabalarlar.Bir an bu çabanın tuttuğunu varsayalım. O zaman bilimler renk, metal,ses ve taşlan değil de fikirleri kullanarak hem ilerleme hakkındakonuşan hem de bizzat onu kimsenin itiraz edemeyeceği bir tarzdadoğuran bir sanat türü olarak karakterize edilecektir. İlerlemekonusunda söylediklerimi dört başlık altında bu son fikrin bireleştirisiyle bitireceğim.

Birincisi, görünüşe göre bilimleri karakterize eden nicelik- nitelikbileşiminin kendisi niteliksel bir düşüncedir, dolayısıyla da mutlakdeğildir. Bir arkadaşımla ilgili merak ettiğim şeyler olabilir, fakat onunözel hayatına duyduğum saygı bu merakımı bastırmama nedenolacaktır. Bazı kültürler Doğa’ya aynı saygı ve dostluk sınırlan içindeyaklaşırlar. Tüm varoluşları buna göre düzenlenmiştir ve bu, ne maddine de manevi anlamda kötü bir hayat değildir. Aslında buradasorulması gereken, bugün karşı karşıya olduğumuz ekolojiksorunlardan ve yaygın yabancılaşma duygusundan bu, mahremiyeteyönelmiş saldırgan yöntemlerin, en azından kısmen sorumlu olupolmadığıdır. Dolayısıyla bilirn- olmayandan bilime geçiş (son derecekarmaşık bir gelişmeyi basit, belli bir seçenek cinsinden ifade edersek)ancak belirli, özgül bir yaşam biçimi içinden ilerici olarakdeğerlendirilebilir. (Ayrıca bilimadamlan tarafından uygulandığıhaliyle fiili bilimlerin, şu ilericilik iddiası altında yatan yekpâre“bilim” canavarıyla çok az ilişkisi olduğu da hatırda tutulmalıdır.)

İkinci olarak, öndeyilerin artmasını garanti eden koşullar sık sık, buartışın gerçekliği konusunda ciddi kuşkular yaratan ni-

4. Bu kabaca, geniş teknik tartışmalara yol açmış bir düşünceyi niteliyor. Aşağıdakiitirazlar bu tartışmaların ayrıntılarına girmeyen şeylerdir.

teliksel sorunlara yol açar. Modern bilim, nitelikleri reddetse de,kullandığı gözlem cümlelerinde onlara dayanmaktan geri durmaz: hergözlem cümlesinin üstünde zihin-gövde sorununun hayaleti dolaşır.Teorileri, salt hesaplamalarda kullanılan araçlar olarak görenbilimadamları bundan etkilenmez, esas sıkıntıya düşen bizim bilimselgerçekçilerdir. Berkeley, Hume ve Mach’in da aralarında bulunduğu bazıdüşünürler sorunu ciddiye alırlar. Fakat bilimadamlannm çoğu yakonudan habersizdir ya da önemsiz bir felsefi bilmece diye bir yanaitmişlerdir. Bu, doğal bilgi alanının sınırlanması ve önemli önemsiz gibiayrımların sadece bu sınırlı alana göre ya da onun içinde olup bitenleraçısından tanımlanması demektir. Aristoteles bu tür ucuz manevralardanhiçbir zaman hoşnut olmamıştı.

Üçüncü olarak, bir teoriden diğerine geçiş kimi zaman (fakat herzaman değil) tüm olgular kümesinin değişmesini gerektirir, bir teorininolgularıyla diğerini karşılaştırmak imkansız hale gelmiştir. Örnek, klasikmekanikten özel görelilik teorisine geçiş. Özel görelilik klasik fiziğinolgularına birtakım yeni, klasik olmayan olgular ekleyerek onun öndeyidebulunma gücünü arttıran bir teori değildir, özel görelilik klasik olguları(bazı klasik olgular için yaklaşık göreceli modeller sağlayabilse de) ifadeedemez. Âdeta her şeye yeni baştan başlamak durumundadır. Kimi di-siplinler (klasik kinematik teorisi ve katı cisimler dinamiği gibi) bugeçişte tamamen kaybolup gitmiştir (ancak hesaplama araçları olarakmuhafaza edilirler). Profesör Kuhn ve ben “kı- yaslanamazlık” teriminibu durumu karakterize etmek için kullanıyoruz. Klasik mekaniktengöreliliğe geçmekle, eski olgulan bir bir sayarak elde ettiğimiz toplamayeni eklemeler yapıyor de- ğilizdir, her şeyiyle sıfırdan saymayabaşlıyoruzdur; bu nedenle niceliksel bir ilerlemeden bahsedemeyız.

Dördüncü ve son olarak bilimlerdeki niteliksel öğeler, ya da aynı kapıya çıkan başka bir deyişle, belli bir bilgi dalındaki temel düşünceler hiçbir zaman tek başına, o bilgi dalma ait olgular kümesi tarafından belirlenmez. Sadece her zaman belli bir olgu kümesiyle uyum içinde olan birkaç teori bulunur demek istemiyorum, daha önemlisi, yüksek derecede doğrulanmış ve "bilimsel olarak sağlam” (böyle bir yargıyla her ne kas-

tediliyorsa), başarılı bir teori, rakip fakat çürütülmüş bir teori ta-rafından bile altedilebiür: araştırma, kanıtları başarılı teoridenuzaklaştırarak gözden düşmüş rakip teoriye yaklaştırıyor ve biryandan da rakip teorinin gözden düşmesine neden olan kanıtların,başarılı teorinin itibarını sarsmak için kullanılabileceğini gösteriyorolabilir. Katı cisimlerin serbest düşmesi uzun bir süre yerin hareketsizolduğu düşüncesine kanıt gösterilmiştir.

Tecrübe bize hareket için, bir hareket ettirici kuvvete gerek ol-duğunu ve bu kuvvetin son bulmasıyla da hareketin son bulacağınıöğretir. Bir kulenin tepesinden bırakılan taş, eğer yer harekethalindeyse, yerin hareketine uymayacak ve böylece, eğik bir yörüngeçizerek daha geri bir noktaya düşecektir. Oysa taş doğru bir çizgiboyunca düşer -öyleyse yer hareketsizdir. Galile, Aris- totelesçihareket yasasının -hareket için bir kuvvet gerekir, aksi halde hareketyoktur- yerine kendi hayli kurgusal (speculative) hareket yasasınıkoydu ve böylece, Aristoteles’in kanıtmı kendi lehine çevirdi. Bubizzat yaparak başardığı bir şey değildi- sürtünme ve hava direnciteorisi ve aeorodinamik diye bir disiplin henüz ortalıkta yoktu. Fakatbir süreci harekete getirmişti ve yerin hareketsizliği lehine argümanlaryavaş yavaş yerinden çıkarak Kopemikçi dünya görüşünün sularınademir attılar. 19. yüzyılda ışığın dalga teorisinin yeniden ortayaçıkışma da ve yine aynı yüzyılda atomcu teorinin atomculuk karşıtı birdönem boyunca varlığını korumayı başarmasına da benzeri gelişmelereşlik etmiştir. Hattâ tabloya ne zaman yeni bir fikir ve savaş aracı(deney prosedürleri, matematiksel teknikler) dahil olsa, kendilerinidaima yeniden tanımlamak durumunda olan alternatif niteliksel bakışaçıları arasındaki savaşın, son bulmak bir yana, hep yeniden baş-ladığını ve taraflardan birine destek vermenin “nesnel olarak yanlış birkılavuz seçimi” olduğunun asla gösterilemeyeceğini söyleyebiliriz.

Ancak bu savaşta, sabırsızlık, fon eksikliği, kendi yolunun endoğru yol olduğuna dair derin bir inanç veya diğerleri arasında en azdirençle karşılaşacak devam yolunu seçme gibi başka birtakımnedenlerle davadan vazgeçildiği, belli tercihlerin oturduğu görülür.5

Bu tercihin, rasgele olmasa da, hiçbir “nesnel”, yani dü-

5. “Kartezyen yöntemin ve doğa anlayışının büyük başarısı kısmen onun en az

<ünceden-bağımsız dayanağı yoktur. Fakat bu onun, birçok insanıetkilemesine engel değildir. Batı toplumlarının birçok önemli özelliği bu tür“öznel” seçimlerin ürünüdür. Demokraside önemli sonuçlara gebe tümseçimler yurttaşların ellerindedir. Şüphesiz yurttaşlar her zamanbilimadamlarmdan daha bilgili değildir (uzmanlardan daha geniş ufka sahipbirçok yurttaş herhangi bir uzmanın el atmak lütfunda bulunmadığı birtakımalanlar bulma, oluşturma yeteneğinde olmasına rağmen) -fakat tartışmaktaolduğumuz örneklerde yurttaşların hiç de daha kötü olduğu söylenemez.Genel kabul görmüş bilimsel bir doktrine dayanak teşkil eden kanıtları tümayrıntılarıyla bilmeyebilir ya da bu kanıtlar üzerine kurulu karmaşıkargümanlardan tümüyle habersiz olabilirler, fark etmez, çünkü onlardanistenen, bu dayanakların gücü ve karakteri hakkında değil, yaygın kabulgörmemiş alternatif yaklaşımların yaşama şansları hakkında -bilim-adamlarınm, hiçbiri diğerinden aşağı olmamak üzere, karanlıkta olduğu birkonu hakkında- karar vermeleridir. Bilimadamları,-aşina oldukları tarzdasavaşı sürdürebilirlerse muhtemelen kaybetmeyeceklerini düşünürken pekyanılmıyorlar, ama geçmişte keyfini çıkardıkları o mali destek bu kez başkasilahlara aktarılırsa ne olacağını ali ah bilir. Şu bilimlerin otoritesi denilenşey, yani belli araştırma sonuçlarının yeni araştırmaların önünde birer barikatolarak kullanılması, her totaliter düşüncede tanık olduğumuz gibi, doğ-rulukları ancak safdışı ettikleriyle kontrol edilebilecek kararlara dayanır. Bunokta hakkında ‘daha fazla malzeme I. Bölüm, KesimB, 16 ve 17 nolu Dipnotlarla ilgili bölümlerde bulunabilir.

dirençle karşılaşan tarihsel devam yollarından biri olmasından kaynaklanır. Herkesinçözüm diye tutturduğu problemler çok canlı, kesin bir şekilde izlenebiliyor,soruşturulabiliyordu, çünkü yöntem burda işliyordu. Öteki problem ve olaylar ise,Kartezyenciliğin bu saplantısı içinde gerilere atılıyor, anlayış ufku ile aralarına bir duvarçekiliyordu. En zorlu problemler bir cevap bulmamıştı, ve bunun belki de tek nedeniparlak bilimsel kariyerlerin daimi bir başarısızlık üzerine kurulamayacağı gerçeğiydi”:bkz. R. Levings and R. Lewontin, The Dialectical Biologist, s. 2 ve devamı.("Kartezyencilik" burada indirgemecilikle aynı anlama gelir.) Bu gözlemi birçok alanauygulayabiliriz, kuantum teorisi de dahil olmak üzere.

YAZI HARKINDAKİ BİR TARTIŞMA ÜZERİNE

Bu yazının ilk biçimlerinden biri 1983’te 15-19 Ağustosarasında Lidingoe’de (İsveç) yapılan Nobel Sempozyumu58’de Profesör Günther Stent tarafından okundu (ben Sem-pozyuma katılamamıştım). Konu Bilimde İlerleme ve Top-lumsal Koşullar’dı; daha sonra Sempozyum Sonuçları içindePergamon Press tarafından 1986'da basıldı. Aşağıda, yapılanbir dizi eleştiriden bazıları üzerine görüşlerimi bildiriyorum.

Kıyaslanamazlık tartışmasında “hareket”, “hız”, “ivme” gibikavramların önceki gelişim aşamalarında sıkıntı yaratan sorunlarazamanla, sonraki aşamalarda belli cevaplar bulunması suretiyle,yüklerinden anndı(nldı)ğma, yetkinleşti(rildi)ğine işaret ediliyor. Buiddia bazı örneklerde doğru, bazı örneklerde ise yanlıştır. VTII.Bölüm’de gösterdiğim gibi Galile tarafından ortaya atılan ve hattâHermann Weyl tarafından da benimsenen “klasik” süreklilik nosyonu,Aristocu süreklilik kavramının yetkinleştirilmesiyle değil, ciddi ölçüdebasitleştirilmesiyle elde edilmiştir. Ve gerçek bir yetkinleşmeden sadeceyer değiştirme hareketinin belli yönleri (tamamı değil!- krş. yukardasüreklilik konusunda değindiklerim) açısından söz edilebilir. Diğerhareket tipleri olduğu gibi dışarda bırakılmıştır.

Ayrıca, diyelim klasik ve görelilikçi nosyonlar arasında, hepsöylendiği gibi, birçok bağlantı ve ilişki vardır. Tamam, ama bunlarıntümü de biçimsel türde şeylerdir. Benim için önemli olan, göreliliğintemel koyutlan kabul edildiğinde, klasik nosyonların artık bizim içinelverişli olmadıklarını kabul etmek zorunda olu- şumuzdur (tanrılar ilemoleküller arasında da ortak olan belli biçimsel özellikler vardır -her ikiside sayılabilir- fakat bu, tanrıların mekanik maddeciliğin ilkelerine tahviledilebileceği veyao kapsamda sımflandırılabileceği anlamına gelmez). “Belirli birsüreklilik vardır”- evet, eğer insan yakından bakmazsa ve özellikle debiçimsel ilişkilere gözünü diker ve onlarla yetinirse. Bi- limadamlarıpratik insanlardır, pek öyle yalandan bakmaya filan çalışmazlar. Fakatilerleme miti felsefeciler tarafından ica- dedilmiştir; kesinlik üzerindeısrar edenler onlardır, öyleyse bi-

limlerin gelişmesinde birçok kesinti olduğunu kabul edecek olan dayine onlardır.

Niteliksel nosyonlar kendi başlarına göreli değildir, deniliyor veörnek olarak da saunaya sokulan bir buz küpünün erimesi (ni telikselbir süreç) veriliyor. Doğru, fakat benim sözünü ettiklerim nitelikselilerleme nosyonlarıdır ve bunlar, değerlendirmeler de dahil olmaküzere daima görelidir.

Yazımın sonunda birkaç satırla dokunduğum bilimin demokratikdenetime tabi tutulması gerektiği önerisine çeşitli eleştiriler geldi.“Feyerabend bu meclislerin nasıl oluşturulacağı ve seçileceğihakkında hiçbir şey söylemiyor” deniyor bunlardan birinde. Doğru.Çünkü yazının birincil konusü değildi. Eğer ayrıntısına girecekolsaydım, meclislerin yapı ve işlevlerini tanımlamak bana değil onlarıgündemine alacak ve işleteceklere düşer derdim: demokratik tedbirlerad hoc şeylerdir, belli bir amaç için icadedilir ve somut, belli insanlarahizmet ederler, dolayısıyla, bunların ne yapıda olacağı birtakımteorisyenler tarafından uzaktan belirlenemez, belirlenmemelidir (bkz.VII. Bölüm, Kesim E ve F). Bilimi kamu denetiminden korumak içinLysenko ’nun artık canından bezmiş hayaleti de imdada çağrılıyor.Ama Lysenko olayı bir demokraside değil totaliter bir devlette,bilimsel sorunlar hakkında bir bütün olarak halkın değil özel birgrubun (tutucu bilimadamları ve politikacılardan oluşan) karar verdiğibir toplumda meydana geldi. Giordano Bruno’yu yakanlar dademokratik meclisler değil uzmanlardı. Ayrıca Lysenko’nun,döneminin tek yanlı genetik öndeyilerine ters düşen birçok önemlinoktaya dikkat çektiğini de unutmamak gerekir.

İzlenimcilik, dışavurumculuk, kübizm, vb., olağanüstü bir dirençlekarşılaşmıştır. Doğru, ama bunda garip olan ne? Direnç ku-rumlaşmadığı sürece bir zarar vermez ve buradaki kurumlaşmış dirençdemokratik meclislerden değil eski akademik okullardan gelmiştir.Şüphesiz bilimin demokratik denetimi bazı bi- limadamlarını çokhoşlandıkları birtakım şeylerden mahrum bırakabilir, fakat dikkatedilmelidir ki var olan durumda bi- limadamları, bilimadamıolmayanları çok hoşlandıkları birtakım şeylerden mahrum etmektedir.Kısacası taraflardan her ikisinin de arzularını ayrı ayrı yerine getirmekmümkün değildir. Bu koşullar

altında, özel bir program çerçevesinde sadece küçük bir elitin değiltüm halkın düşünce ve kanılannı, fikirlerini, görüşlerini dikkate almakakıllıca bir tavır gibi görünüyor. Kuşkusuz uzmanlar bu işin dışındatutulacak değiller. Kendi tekliflerini sunmak ve onları gerçekleştirmekiçin niye o kadar çok para gerektiğini anlatmak için bol bol fırsatlarıolacak. Böylesi bir ortamda benim varkalıp kalamayacağım sorusunagelince, ne diyeyim, yaşayan görür!

“İlerleme” üzerine son bir söz. Bir eleştirmen “Bugün dünyahakkında Parmenides ve Aristoteles zamanında yaşamış insanlardandaha çok bilgi sahibi olduğumuz” diyor, “bana çok açık görünüyor.”Anlıyorum, söylediği çok güzel ve yerinde bir söz gibi- amaeleştirmenin hakkında konuştuğu “biz” kim? Kasdettiği kendisi mi? Ozaman, söylediği açıkça yanlıştır -Aristoteles’in birçok konu hakkındaondan çok daha fazla şey bildiğine en küçük bir kuşkum yok.Aristoteles belli konularda günümüzün en yetkin akademisyenlerindenbile daha derin bir bilgi sahibiydi (örneğin, Aiskhylos hakkındaherhangi bir modern klasik akademisyene göre çok şey biliyordu).Yoksa kasdettiği “tahsilli cahiller” mi? O zaman da söylediği yanlıştır.Ya da “biz” derken tüm modern bilimadamlannı mı kastediyor? FakatAristoteles’in bildiği ama modem bilim adamlarının bilmediği veyaptıklan işin doğası gereği belki de hiç bilemeyecekleri pek çok şeyvardır. Burada Aristoteles yerine Kızılderilileri, Pigmeleri ya dauğradıklan binbir türlü belaya, sömürgeleştirme ve kalkm(dır)madeneyine rağmen hayatta kalmayı başarmış herhangi bir “ilkel”kabileyi koyabilirsiniz. Diğer halkların bildiği fakat “biz” Batılı en-telektüellerin bilmediği ne çok şey var. (Şüphesiz tersi de doğrudur-bizim bildiğimiz fakat onların bilmediği de bir sürü şey vardır. Soruşu: bunun ölçüsü ne?)

Şu anda bilimsel dergilerde, elkitaplarmda, yazılarda ve hard-disklerde gömülü duran olgular toplamının diğer geleneklerceüretilmiş bilgiler toplamından kat kat fazla olduğu doğru olabilir.Fakat önemli olan miktar değil yararlılık ve erişilebilirliktir. Bubilginin ne kadan yararlı ve kimin için? Notices of the AmericanMathematical Society'nin Ocak 1987 sayısındaki bir yazıda JanıesYork, Eugene Garfıeld’in en çok zikredilen bin bilimadamı üze-

rinde yaptığı bir çalışmada, “bunlar arasında hiç matematikçi olmadığınıortaya çıkardığım” yazıyor (Science 1987, içinde Gina Kolata’nın raporu,s. 159). Matematikçiler birbirilerini öyle sık sık zikretmedikleri gibibilimadamı olmayanlar da matematikçilere en küçük bir dikkat bilegöstermiyorlar. Nedenlerden biri malzemenin hacmi, diğeri ise uzmanjargonu. Araştırma yazıları, altına imza koyanların tümü tarafındanokunmuyor ve başkaları ise, çok basit hataların yıllar boyu farkedilmeden kalabilmesi ve çoğu kez ancak kazara keşfedilmesi olgusunungösterdiği gibi, öylesine okuyor. Yanı başımızda duran “bilgiler”inbüyük bir kısmı yüzyıl başında ortaya çıkarılmış kuarklar kadarbilinmezliğe gömülüdür. Orada duruyorlar, onlara başvurmuyor,başvuramıyoruz, ve “biz” onu gerçekte bilmiyoruz. Diyeceğim, sorunaeleştirmenin o muğlak “biz”le önerdiğinden birazcık daha yakın vebirazcık daha somut bakabildiğimizde doğru dürüst bir cevapla değil pekçok sorunla karşılaşıyoruz. Bu yüzden şimdi boş sloganların ötesinegeçme ve düşünmeye başlama zamanı.

VI. BİLGİNİN KOFLAŞTIRILMASI: POPPER’İN İNDİRİMLİ FELSEFE TURLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Bu yazıda üzerinde görüş bildireceğim üç kitap (Realism and the Aim ofScience, Quantum Theory and Schism in Physics, Auf der Suche nacheiner besseren Welt; kitaplar sırasıyla R, Q, ve S olarak gösterilecek; ilkikisi Popper’in -Logic of Scientific Dis- covery'ye yazdığı- Postscript'inbölümleridir, 1. ve 3. Ciltler) Popper’in 1960 başlarıyla 1980 sonlanarasında yazdığı çeşitli uzunluktaki denemeleri bir araya getirenderlemelerdir. Denemelerin bazıları daha önce kimi küçükdeğişikliklerle birkaç itere basılmıştır; diğerleri ise yenidir. Popper birkere daha felsefesini açıklıyor ve “zamanımızın büyük bir baş belasıhaline gelmiş genel akılcılık karşıtı havası”yla başa çıkmayı deniyor (Q156). Tartışmamı üç konu üzerinde yoğunlaştınyor -eleştirel akıl-

cılık, yanlışlamacılık ve gerçekçilik, kuantum teorisi- ve genel olarakakılcılığın rolü ve bilim felsefesinin son dönem tarihi üzerine kısa birdeğerlendirmeyle kapatıyorum.

A. ELEŞTİREL AKILCILIK

Eleştirel akılcılık, “[Popper’in] düşüncesinin gerçek dingil çivisi”(R xxxv), bizzat Popper’in Sokrates öncesi filozoflara özellikle deKsenofanes’e kadar dayandırdığı bir gelenektir. Bu gelenek akılcıdır,“dünyayı anlamak ve başkalarıyla tartışarak öğrenmek ister” (R 6).Çoğulcudur -argümanlar çeşitli bakış açılarını sabit bir bilgikaynağıyla kıyaslamaktan çok onların bir- birleriyle boy ölçüşmelerinearacılık eder. Popper’e göre eleştirel akılcılık, “konuşmayla ve nadirde olsa, zaman zaman akılcı argümanla değiştirilebilir” bir toplumbiçimi olan demokrasiden yanadır (S 208, Newton üzerine; Q 158,Einstein üzerine). Avusturya’ya bağımsızlığını kazandıran anlaşmanın25. yıldönümü münasebetiyle yaptığı konuşmada “Batı uygarlığı,bilim ve demokrasiden yanayım”, diyor Popper (S 130).

Popper’e göre, görece durağan kurum, âdet, gelenek ve inançlaradayanan “kapalı” toplumlardan dünyayı tüm yönleriyle inceleme altınaalan “açık” toplumlara geçiş, doğru yönde atılmış bir adımdır. Buadımı atarak, kendi bileşenlerini tartışmaya açan ve böylece varoluşuzenginleştiren toplumlar “eleştirel güçleriyle [kendilerini kuşatan]hapishanenin şu ya da bu duvarını yıkmayı başarabilirler” (R 16)-düşünce ve eylemin geleneksel sınırlarını ortadan kaldırabilirler.

Fakat kısıtladığı hayatlara anlamım veren de yine bu, belirli sı-nırlara sahip geleneklerdir. O nedenle açık topluma doğru gidiş güllükgülistanlık değildir. Kazançlar ve kayıplar vardır. Popper’in kendisi dekadim Yunanistan’da yaşanan kayıpların canlı bir tasvirini yaptığıAçık Toplum'un 1. Cildinin son bölümünde, uygarlığa dahil olanlarınmaruz kaldığı “amaçsızlaşma duygusundan, “uygarlığıngerginliğinden bahsederek, adım adım kişisel ilişkileri zayıflatan,insan-doğa mesafesini arttıran bu “soyut toplum”a doğru gidişin yolaçtığı anlam kaybım ve be-

lirsizleşmeyi anlatır. Ancak bu tür sıkıntıları fark ederek onlarıhafifletmek isteyenlere de fazla sıcak bakmaz -bu tür girişimler, onagöre, hamlık semptomlarıdır: “gerginlik insan olarak ödemek zorundaolduğumuz bedeldir,” der. Ve hemen ilave eder, bu bedeli ödemektegönülsüz davranan insan ve toplumlar “bir tür emperyalizm” ile kabileâdet ve alışkanlıklarını terke zorlanabilir, tıpkı kadim Yunanlılarınzorlandığı gibi.

Bunlar akademik tartışmalar ya da tarihsel düşünceler olarak kalanşeyler değildir. Popper’in anlattıklarına benzer çeşitli değişimlergözlerimizin önünde olup bitiyor: Batı uygarlığının dünyanın heryöresinde amansız yayılışından söz ediyorum; özellikle de buyayılmanın “kalkınma yardımı” gibi bir hüsnütabirle adlandırılan sondönemlerinden. Geçmişte de günümüzde de gö- züdönmüş emperyalistbir yayılmadır bu -yine de onun gerisindeki birçok ülke şimdi şu ya dabu ölçüde demokratik bir tavır takınma yolunda. Bu, söz konusuülkelerde en azından “yar- dım”ın kapsam ve niteliğinin ilke olarakdemokratik bir oylamaya tâbi olması demektir: bizzat bizleryabancıların hayatlarına müdahale edip etmeme ya da nasıl müdahaleetme konusunda karar vermeye çağrılıyoruz. Hükümetlerimizin“yardım” kapsamı bilimin ve Batı uygarlığının mahsûlleri ile onlarıçoğaltma araçlarından oluşuyor. Popper’e göre bunlar insanlığınyarattığı “en iyi” (S 129) şeylerdir. Alıcıların, bu ihsanlara karşılık terketmek zorunda kalacakları şeyleri düşünerek, onlar arasında seçimleryapmasına, hattâ kimbilir onları toptan reddetmesine izin mi ver-meliyiz, yoksa Popper’i dinleyerek böyle bir reddi hamlık belirtisisayıp o olgun irademizi eski ve bildik bir tarzda, “bir tür emperyalizm”ile onlara dayatmalı mıyız?

1981’de basılmış bir denemede Popper şöyle yazıyordu: “Birtoplum tarafından hayata geçirilebilecek herhangi bir değere karşılık,her zaman ona ters gelen başka değerler vardır” (S 129). Ve devamla,eleştirel akılcılık yönündeki bir değişim de dahil olmak üzere hertüriü değişimin kazançları kadar kayıplan da olduğu hatırlatılır; ancakburada kazanç ve kayıplar daha “nesnel” bir tarzda tanımlanmaktadır.Yine, söylendiğine göre, bunlar “değerlere” denk düşerler. Fakat eğerher iki tarafta da pozitif öğeler varsa, “benim için Batı uygarlığı eniyisidir” (S 129) türünden ifadeler

bu öğelerin nispi ağırlıkları hakkındaki öznel kanaatlerdir ve ona muhalif görüşler bir hamlık belirtisi olarak bir yana anlamazlar.

Hattâ daha da fazlasını söylemek mümkün. “Dünyada her yerde”,diyor Popper (S 128 vd.), “insanlar yeni ve çoğu kez inanılmaz farklılıklargösteren kültür dünyaları yarattılar: mit, şiir, sanat, müzik dünyaları;üretim araçları dünyalan, alet, teknoloji, ekonomi dünyaları; ahlâk, yasadünyalan, çocuk, hasta ve düşkünleri ve diğer yardıma muhtaçlarıesirgeyici ve destekleyici dünyalar.” Popper’e göre bu tür dünyalarbinlerce yıla yayılan sayısız deneme ve yanılmanın ürünleridirler. Birçokkez sınanmış ve yüksek derecede doğrulanmışlardır (S 17 vd.). Aynı şey“dilimiz bünyesinde yalnızca kelime dağarcığı değil gramatik yapı ,düzeyinde de vücut bulmuş teoriler” için de doğrudur (R 15) -veBenjamin Lee Whorf’un aynı yönde ustalıklı bir çabayla ortaya çıkardığıgibi tüm kabile kozmolojileri için de (R 17). Popper ayrıca, “tümüyle

pratik amaçlar bakımından", çok ciddi bir şekilde test edilmiş vetestlerden geçmiş şeylere güvenmemizin “akla yatkın” ya da “akılcı”olduğunu öne sürer (R 62, vurgular Popper’in; duruma örnek olarak Batıbilimini gösterir). Burdan mantıksal olarak çıkan şudur: bizimkindenfarklı kültürlerde örtük olarak bulunan görüşleri yalnızca kabul etmek

değil -bu, argümanın son paragrafıdır-, aynı zamanda “tümüyle pratikamaçlar bakımından” (yani o kültürlerin kendi içlerinde ortaya çıkansorunlara çare bulunması amacıyla) felsefecilerin (ve dünyanın birucundaki “kalkınmacıların) “pek düşkün olduğu . . . düşler”den (Q 177)ve aşka gelip ortaya attıkları test edilmemiş “cesur hipotezler”den çokonlara güvenmek de “akla yatkın” ya da “akılcı” bir tutumdur. NitekimPresokratik spekülasyonlara karşı Yunanlı ilk eleştirmenler de böylesöylemişlerdi.

Herodot ve Sofokles insan biçimli Yunan tanrıları üzerine sanki (butanrıları tarihdışı bir bakış açısından eleştirmiş olan) Ksenofanes hiçyaşamamış gibi yazmaya devam ettiler; Herodot ayrıca onlann gücülehine argümanlar da sundu; zamanlarının en önde gelen siyasaldüşünürleri olan sofistler şiirden, özellikle de Homeros’tan öğrendikleriserbest, yarı-deneysel bir tarzda ahlâki konularla uğraşmayı sürdürdüler;bir numaralı teorisyenin, yani Platon’un ise, daha eski ve daha “ilkel”düşünce, âdet ve ge-

lenekler olmadan asla gerçek anlamda kendini gösteremeyeceğianlaşılmaktadır (krş. Platon’un sık sık argümandan mite, mittenargümana geçişi). Zanaatkarların ya da o dönemin kendi adlandırmasıylatechnai'nin tepkisi özellikle ilginçtir. “Tarihin babası” (Cicero) ve ilkcoğrafyacılardan Herodot coğrafi bilgiyi Anaksimandros’un “cesur”dünya taslağıyla birleştirmeye çalışmış Hekataeus’la dalga geçer(Histories iv, 36):

Bugünlerde insanların nasıl haritalar çizdiklerini, nasıl aklıselimdenyoksun açıklamalar verdiklerini gördükçe güleceğim geliyor; yeryüzününçevresinde akan bir okyanus çizmişler, yeryüzü bir çömlekçiçarkından çıkmış gibi yuvarlak ve Asya Avrupa büyüklüğünde.

Doğa, diyordu Herodot, bundan biraz daha karmaşıktır. Daha önce degördüğümüz gibi (I. Bölüm, Kesim F), Ancient Medicine'm yazanPresokratiklerin söyledikleriyle zamanın tıbbi pratiği arasında aynı türdeironik bir karşılaştırma yapar. Sanatlar ve zanaatlar alanındakullanılagelen ve teorik indirgemeler karşısında savunulan muazzam birampirik bilgi birikimi vardı (krş. yine I. Bölüm, Kesim F). Yani ortalıkta“spekülasyona karşı duran” (Q 172) yalnızca “pozitivizm” değildi,filozofların ve sonraki teorik bilimlerin düşlerinin boy atacağı toprağıhazırlayan engin ve çok daha asli bir gelenek de aynı konumdaydı(burada filozoflar derken yalnızca Batılı filozofları, özellikle de antikYunan filozoflannı kastediyorum. Öyle anlaşılıyor ki Çin spekülasyongeleneği her zaman zanaatlarla yakın ilişkide olmuştur). Bu gelenekgözlemlenemeyen şeylerden kaçman bir gelenek değildi (dünyası“muammasız bir dünya”, R 103, değildi); ancak bildik ayrımlara, iyibilinen olgulara itibar etmiş ve bu geleneğin “entelektüelleri” söz konusuolguları, güya teorisyenler tarafından ortaya çıkarılmış “daha deringerçeklik”e kıyasla salt “öznel görünüşler” olarak görmek, fazla önemlisaymamak küstahlığına karşı durmuşlardır. O ve onun modern ardıllantamamıyla bu anlamda “ampirik”tirler, yoksa özel bir “kaynağa” bağlıolmak anlamında değil. Tutucudur, çünkü zamanın deneyinden geçmişkurum ve bilgileri masa başı felsefecilerinin “pek düşkün olduğu.. . düşler”e tercih eder (krş. Q 177 -düşler reddedilmez ama uy-

garlığın merkezi de yapılmaz). Tümevarımcıdır, yani düşünceyle pratiğikarşı karşıya koymak yerine pratiğin düşünceye yol göstermesine izinverir. Akılcıdır: ayaklan havada duran alternatifi karşısında argümanlarabaşvurur. Yukarda bazı kadim argümanları aktarmıştık; Profesör vonHayek’in serbest piyasayı savunması, hükümet müdahalelerine ve aynıdüzlemde yerleşik toplumsal kuramların tahrip edilmesine karşı çıkmasıbu argümanları günümüzde sürdüren örneklerdendir. Bunlar arasında enilginç olanı da bilimadamları tarafından güçlü bir “içgüdü”yle bulunmuş,büyük bir kapsayıcılık gücü olan yüksek derecede soyut “ilke” vespekülasyonların başarılarının nedenini, bu ilke ve spekülasyonlarınaynlmaz bir şekilde açıklamaya çalıştıktan ampirik gerçekliğe gömülüolmalarına bağlayan Mach’ın görüşüdür (Mechanik, Leipzig 1933, s.25vd.): “içgüdü” sayısız (büyük ölçüde bilinçdışı) sınama ve yanılmanınürünüdür; yüksek derecede doğrulanmıştır (“bize neyin olamayacağınısöyler”, der Mach). Elimizde deneysel bulgulan ve ampirik düzenlilikleridestekleyen her zaman çok az şey vardır; onun için bunlar “yukardan”,ilkelerin yardımıyla düzeltilebilirler (“onları açıklarken düzeltebiliriz”,der Popper: R 144).

Tüm bilgi biçimlerinin sınama ve yanılmanın ürünü olduğu görüşü(Popper’in yazılarında önemli bir rol üstlenir) o yüzden, teorik ve tarihselgelenekler diye adlandıracağım (en azından) iki farklı geleneğe maledilebilir. Batıda teorik gelenekler matematik, astronomi ve temel fizikgibi teorik bilimler ve felsefenin doğuşuyla yakından ilintilidir; tarihselgelenekler ise sanatlan (kadim technai anlamında) ve diğer pratik bilgibiçimlerini kapsar. Popper bu İkincisini eleştirmez; eleştirdiği hiçbirönemi olmayan bir okul felsefesi, “pozitivizm”dir. Bunun nedeni Pop-per’deki, tarihsel antagonizmalan safdil alternatiflere indirgemeeğilimidir. Popper ayrıca araştırmacılara “cesur hipotezler”, yani kabulgörmüş olguların yalnızca ötesine değil karşısına da geçebilen hipotezlerkullanmalannı tavsiye eder -tercihi açıkça teorik geleneklerden yanadır.Poverty of Historicism'de (Ta- rihselciîiğin Sefaleti, çev.: Sabri Orman,însan Y., 1985) yalnızca bu geleneklerin önemli olduğunu iddia eder. Şuvarsayıma bir bakalım!

Tarihsel gelenekler (beşeri bilimleri, gerek eski gerekse modemanlamda sanatları ve bir de şu Geisteswissenchaften’i kapsar) ya açıkçaya da kullanıla kullanıla belirli bölgelerle sınırlanmış ve bu bölgeleriniteleyen koşullara bağlı bir bilgi üretir; yani bölgesel ya da, koşullaraçısından düşünürsek, göreli bilgi üretir (neyin iyi ya da kötü, doğru yada yanlış, güzel ya da çirkin, vb. olduğuna dair). Popper’in ilk Yunandüşünürlerinin eleştirel tutumuna kanıt olması niyetiyle aktardığı (S134) Herodot’un Darius hikâyesi (Histories iii, 38), açıkça bu noktayaparmak basar: âdet ve gelenekler toplumdan topluma değişir, onlarbulundukları topluma “göre”dir -fakat bu onları anlamsız kılmaz ya dagüçlerini Popper’in ima ettiği düzeye indirmez (S 216 vd.). Tersine“ancak akimdan zoru olan biri onlarla alay edebilir” (Herodot; aynıbölümden, fakat Popper aktarmamış). Tapınakları yıkmış, kutsaltasvirleri, heykelleri yakmış, kadim mezarları çiğneyip içindeki ölülerisoymuş, yabancısı olduğu âdet ve geleneklerle alay etmiş Cambyses,Herodot’un gözünde aydınlanmış bir düşünür değil “tam birzırdeli”ydi. Protagoras (krş. Platon’un aynı isimli diyalogunda“Protagoras” tipinin o nefis konuşması, 322d4 vd. ve 325b6 vd.),Platon (Theatatus 172a, Protagoras’ın “iyi ya da kötü, haklı ya dahaksız, dine uygun ya da dine aykırı diye nitelenen şeyler bir devletinöyle olduğunu düşünüp sonra da yasa olarak ilan ettiği şeylerdir”,diyen öğretisini aktarır) ye çok sonraları Montaigne ve onunAydınlanma çağındaki takipçileri aynı şeyi söylemişlerdir.

İlk coğrafi, tıbbi ve etnografik yazm bu bakış açısını âdet yegelenekler yanında bir bütün olarak dünyaya da uygular: farklı ül-kelerin bir bölgeden diğerine değişen farklı yüzey şekilleri ve ik-limleri, farklı bitkileri, hayvanlan vardır, yaşadıkları dünya hakkındafarklı görüşlere sahip farklı ırklar vardır ve bu görüşleri inandırıcıkılma yolları da farklıdır. Tüm evren her biri özel bir “iklim” ve özelyasalarla karakterize edilmiş çeşitli bölgeler ya da alanlardan oluşur.Zeus’un evrensellik taslamalarına karşı Poseidon’un itirazı (İlyada 15,184 vd.) bu noktaya destansı imgelerle işaret eder; Aristo ise(elementlerin ataları olan) fiziksel bölgelerin yerine kendi kavramları,yasaları ve özgül koşullan olan teorik konulan (şiir, biyoloji,matematik, kozmoloji) ko-

yacaktır. İnsani içgöriinün (fiziksel ya da toplumsal) koşullara bağlıolarak değiştiği olgusunu (Homeros’un farkında olduğu: Odysseia 18,136) en garip âdet, gelenek ve inançların bile sahiplerinin hayatlarıaçısından özsel bir önem taşıdığı, onlara çeşitli şekillerde yardımcıolduğu kavrayışıyla (Herodot’da var olan) birleştirdiğimizde, göreli ya dabölgesel olsalar da tüm fikir ve kanaatlerin saygıya değer olduğu görüşünevarırız. Herodot buna uygun olarak gerek Yunanlıların gerekseBarbarların başarılarına eşit ölçüde önem verir. Büyük tarihselçalışmasının hemen başında şöyle yazar:

Bu Halikamaslı Herodot’un öğrendiğidir, insanlar tarafından yapılmış şeylerhiçbir zaman kaybolup gitmez, ister Yunanlılar isterse Barbarlar tarafındanyapılmış olsunlar büyük ve şaşırtıcı eserler er geç anılır.

Sonraki Yunan şövenistleri (örneğin Plutarkos) böylesine geniş birperspektife hiç hoş bakmazlar.

Teorik gelenekler ise, artık özel koşullara bağlı ya da “göre” olmayan,o yüzden de, modern deyimiyle “nesnel” bir bilgi yaratmaya çalışır.Bölgesel bilgi (information) ya önemsenmez, ya itiş kakış bir kıyıya atılır,ya da kapsayıcı bir bakış açısının altında bir yere sıkıştırılırak doğasıdeğiştirilir. Bugün birçok entelektüel teorik ya da “nesnel” bilgiyi saygıyadeğer yegâne bilgi olarak görüyor. Popper de göreciliği itham etmekle buinanca arka çıkar (S 216).

Evrensel ve nesnel bir bilgi ve evrensel ve nesnel bir ahlâk peşindekoşan bilimadamı ve felsefeciler eğer bahsettikleri türde bir bilgiyaratabilmiş ve bahsettikleri türde bir ahlâkı o tür bir ahlâka karşı çıkankültürlere zordan çok ikna yoluyla benimsettirebilmiş olsalardı bu kendinibeğenmişliğin belki bir anlamı olurdu. Ama durum bu değildir. I. BölümKesim E’de ve II. Bölüm’de tartıştığımız gibi, görüngülerin bölgeselliğine bilim ne felsefe tarafından hiçbir zaman altedilememiştir. Bugünelimizde topu topu sınırlı alanlarda kazanılmış mütevazı başarılar ileçoktan ulaşılmış sonuçlarmışçasına süslenip püslenmiş tumturaklı vaadler

var. Popper’in indirgemeci tutumlara karşı olduğu doğrudur; “ger-çekçilik ... en azından deneme kabilinden çoğulcu olmalıdır” id-diasında bulunur (Objective Knowledge, Oxford 1972, s.296; krş. s.252).Popper’e göre,

çeşit çeşit gerçek şeyler . . . yiyecek maddeleri ... ya da kayalar, ağaçlar veinsanlar gibi. . . daha dayanıklı şeyler [vardır]. Fakat yiyecek maddeleri,kayalar, ağaçlar ve insan vücutlarıyla yaşadığımız deneyimlereyüklediğimiz öznel anlamlar gibi birbirinden oldukça değişik, birçokgerçeklik türü de vardır. . . Bu çok-türlü evrenden başka örnekler verecekolursak: diş ağrısı, sözcük, dil, otoyol tüzüğü, roman, bir-hükümet karan;geçerli ya da geçersiz bir kanıtlama; belki de kuvvetler, alan kuvvetleri...yapılar... (s.37).

Fakat tüm bu kendilikler ancak onları kuran teoriler (elektronlar,kuarklar, ışık sinyali, uzay zaman bölgeleri gibi en “modem”kendilikler “teorik kendilikler”dir ve kabile kozmolojilerinde geçen,daha önce işaret ettiğimiz kendilikler de Öyle) kolaycabirleşfirilebiliyorsa aynı gerçek dünyanın üyeleri olabilirler -oysaböyle bir şey söz konusu değildir. Zorluk formel değil (bu tür sıkıntılarda olmakla birlikte) olgusaldır (“kıyaslanamazlık”): birleştirmeyidüşündüğümüz görüşlerden bazılarını yürürlüğe soktuğumuzda diğergörüşlere ait önermelerin kullanım koşullan ortadan kalkar (bkz.Against Method, 17. Bölüm, Londra 1975, özellikle s.269 vd.; ayrıcaPhilosophical Papers, Cilt 1, s. 15, Cambridge 1981); yani zorluk yineteorilerin “göreli” ya da “bölgesel” karakteriyle bağlantılıdır.Evrendeki “orta bölge”de hüküm süren teori olan kuantum mekaniğibile içinde göreli bilgi düşüncesini barındırır (tamamlayıcılık). Tümbunlar pratikçi bilimadamlan için dert değildir: onlar farklı teorilerdenkılık kırpık bir şeyler alıp, saflık yanlılarının kalbine indirecek şekildebir araya getirmekte tereddüt etmezler. Onlar için bilim, Popper’insandığı gibi “tümdengelimsel sistem[ler]”le ifade edilmiş teorik birgelenek değil, az önce tarif ettiğimiz gibi tarihsel bir gelenektir. Bu dabizi ikinci konumuza getirir!

B. YANLIŞLAMA VE GERÇEKÇİLİK

Eleştirel akılcılık yaşam biçimi ve kültürlerin iki alt bölümeayrılmasına varır: varoluşlarının tüm veçhelerini inceleme eğilimindeolan yaşam biçimleri ya da kültürler ile diğerleri, varoluşlarının belirliveçhelerine hiç dokunmayanlar. Popper, birinci küme içine düşenbilimsel ve bilimsel olmayan tahminler ve bilimsel değişimin doğasıüstüne oldukça ayrıntılı bir teori geliştirir. Bu teori geriye doğru taBilimsel Keşfin Mantığı'na kadar uzanır. R, s.xıx ve devamında Popperteorisini bir kez daha açıklayarak gelen eleştiriler karşısında savunur. Sözkonusu “teorinin tarihsel bir teori ya da tarihsel veya başka türlü olgularladesteklenecek bir teori niyetiyle formüle edilmediğini” (R, s.xxxi; krş.s.xxv) belirtir, ama hemen peşinden de şöyle söyler (italikler aslında):“bununla birlikte, ardından devrimci ama yine de tutucu yeniden ya-pılandırmaların sökün ettiği çürütme olaylarına dayalı bu teori kadarbilim tarihine ışık tutabilecek başka herhangi bir teori olduğundan dakuşkuluyum”. Şimdi, Popper’in sınır tayini ölçütü olanyanlışlanabilirlikten başlayarak bu iddiayı inceleyelim.

Popper’e göre “öğrenme sürecindeki bölümlendirmeler uyduruk vefena halde aldatıcıdır” (R, s. 159); o yüzden “bilim ve metafizik arasındakeskin bir sınır” olmayabilir; “varsa da abar- tılmamalıdır” (s. 161).Örneğin, “sözde-bilimler bile gayet anlamlı olabilir” (s. 189, başlık adı).Fakat belli bir sınırdan bahsetmeyi bütünüyle de anlamsız kılmayan, biriteorik öteki pratik iki neden vardır.

Teorik neden “bilimin mantığı”ndaki (s. 161) sorunlarla ilgilidir -yanibilimlere ait olmaktan çok bilimler hakkındaki bilgi alanlarınınsorunlarıyla. Burada (Popper’deki anlamıyla) “tümevarıma” ölçütlermümkün görünmezken, Popper’in yan- lışlanabilirlik ölçütünün (bazısözüm ona “tümevarımcılar” bağrışıp çağnşacaksa da) en azındanmantıksal olarak mümkün göründüğü söylenebilir: elimizde bir teori vebir cümleler kümesi varsa, gerek teori gerekse cümlelerin özel birmantıksal sistemin (örtük varsayımları ayrıntılı bir şekilde açıklanmış)diliyle formüle edilmiş olmaları ve doğru dürüst tanımlanmış bir yorumgetirilmiş olmaları şartıyla, teorinin söz konusu kümeye göre yan :

lışlanabilir olup olmadığına karar vermek gerçekten de “bütünüylemantıksal bir sorun”dur (s.xxi). Ama bilimadamlan tarafındankullanıldığı haliyle bilimsel teoriler ve deneysel cümleler bu şartısağlamaz. Ne bütünüyle formalize edilebilirler ne de tam anlamıylayorumlanabilirler ve de temel cümleler kümesi hiçbir zaman ortada“verili” durmuyordur. Teorilere sahiden bu şartı sağlıyorlarmış gibidavranabiliriz -ama o durumda gerçek bilimsel teorilerin gerçekdeneysel bulgulara göre yan- lışlanabilirliğini değil birtakımkarikatürlerin birtakım başka karikatürlere göre yanlışlanabilirliğinigösteriyoruzdur. Yok, bilimsel teorileri bilimadamları tarafındankullanıldıkları haliyle işleme sokacaksak, bu durumda da hem teorininhem de deneyin içeriği, yanlışlanabilirliğin karara bağlandığı veçürütmelerin uygulandığı verili bir temel olmaktan çok, çoğu kezbilimadamlan topluluğunca gerçekleştirilen ve kabul edilen çürütmelertarafından oluşturulan bir şeydir: belirli güçlükler karşısında bir teorigeri çekilirken onun nasıl bir teori olması gerektiğine de karar verilir.Popper’in gönlü ilk seçenekten, yani karikatürlerden yanadır, demek kiPopper, Kuhn’un deyişiyle, “gayet haklı nedenlerle naif biryanlışlamacı olarak . . . değerlendirilebilir” -(krş. R, s.xxviv).

“[Bilim ve bilim-olmayan arasındaki] sınır sorunu”, diye devameder Popper, salt teorik bir sorun değildir, “bunun ciddi pratik önemide vardır” (R, s. 162); araştırmaya yeni bir istikamet verecek araçlarısağlar: elimizde birçok taraftan ve ona güvenirliğini sağlamış birçokbaşarısı olan nüfuzlu bir teori varsa, söz konusu taraftarları teoriyiyanlışlayabilecek örnekler aramaya çağırmak çok yararlı olabilir (s.163 vd.)* İyi de, birtakım güçlüklerle karşılaşmış ve su götürmez birşekilde “bilimsel” (yani yanlışlanabilir) olmayan bir teorinindesteklenmesini istemek de eşit ölçüde yararlı olamaz mı? Atomcuteori lehine argümanların büyük bir kısmı bu türdendir ve teorininayakta kalmasını sağlayan da bunların toplam ağırlığı olmuştur; aynışey Newton ve Laplace arasındaki zaman diliminde Newton’un çekimteorisi için geçerlidir (gök cisimlerinin hareketlerindeki düzensizlikler[perturbation], özellikle de Jüpiter ve Satürn arasındaki büyük eşit-sizlik sorunu). O yüzden yanlışlanabilirliğe vurgu yapmak bilim

oyununda yapılacak işe yarar hamleler arasında yalnızca bir tanesidir (bu,R, s.5 ve devamında teorilerin keşfi ve doğruluğu ile sınırlı tutulan“anarşizm”in boyutlarını aşar).

Sırada yanlışla(n)ma var. Daha önce olduğu gibi Popper yine “hertürlü yanlışlamanm belirsizliğine vurgu yapar ve ardından şöyle söyler:bu belirsizlik “fazla ciddiye alınmamalıdır . . . genel insaniyamlabilirliğin izin verdiği oranda ‘nihai’ olan bir sürü önemli yanlışlamavardır’ (R, s. xxııı). Ve “yanlışlamanm bilim tarihinde hiçbir rolüolmadığı iddiasina “efsane” deyip öncü bir rol oynadığım” söyler (s.xxv).

Bu son cümleciği değerlendirmek zor. “Öncü” terimi niceliksel biranlam taşıyabilir (yanlışlamalar sayı olarak başka tür olaylara farkatarlar), niteliksel bir anlam taşıyabilir (her önemli gelişmedeyanlışlamayı buluruz) ya da her ikisi birden (önemli gelişmelerin büyükbir kısmı yanlışlamalar tarafından yaratılır). Ben Popper’e karşı bu sonyorum üzerinden tartışacağım (diğerleri için de benzer argümanlarbulunabilir). Şöyle bir argüman veriyorum: yanlışlamanm bu anlamdaöncü bir karakter taşıdığını saptamak için çürütmeler sonucu meydanagelmiş teorik dönüşümlerin tüm devrimci dönüşümler arasındaki yüzdesini bilmemiz ve bu dönüşümlerden hangilerinin teorik ve devrimci han-gilerinin böyle olmadığına karar vermiş olmamız gerekir. İik konudahiçbir bilgimiz yok; ikinci konu ise her türlü yargıya açık: kimi astronomitarihçilerine göre Kopernik devrimciydi, Derek de Solla Price gibi başkabirilerine göre ise tutucu; bazı bi- limadamlarına göre Einstein’ın özelgörelilik teorisi, E. Whit- taker’in yazdığı gibi, “Poincare ve Lorentz’ingörelilik teorisinin bir ölçüde genişletilmesinden ibarettir”, ve hâlâ böyledüşünenler var, bir başkalarına göre ise cesur, yepyeni bir bakış açısıydıve yine hâlâ böyle düşünenler var. Her neyse, tüm bu güçlüklere rağmenPopper’in iddiasının kuşkulu olduğunu gösterebileceğimizi sanıyorum.

Bilim tarihinde teori ve olgular arasındaki büyük uyumsuzlukların,önemli keşiflere gebe bir araştırma sürecine sıkıntı veren bir parazit gibigörülüp bir yana atıldığı birçok örnek bulunabilir diyerek işebaşlayabiliriz. Örneğin, mercek altındaki nesnenin mercekten göze gelenışınların kesişim noktasında al-

gılanacağını söyleyen Kepler-Descartes kuralının başına gelen budur.Kural teorik optik ve görme olayını birleştirerek ona ampirik bir temelkazandırmıştı. Odağa yerleştirilen bir nesnenin görüntüsünün sonsuzdaoluşacağını ima eder. “Fakat tam tersine”, diye yazıyorduCambridge’de Newton’un hocası ve önceli Barrow, “tecrübeyle sabittirki [odağa yakın bir nokta] gözün durumuna bağlı olarak çeşitliuzaklıklarda gözükür ... ve neredeyse hiçbir zaman çıplak gözlegörülenden daha uzakta gözükmez; hattâ tersine kimi zaman çok dahayakında görünür . . . hepsi de ilkelerimize gerçekten ters görünüyor”.“Fakat benim açımdan”, diye devam eder Barrow, “ne bu ne de başkabir güçlük beni, açıkça akla uygun olduğunu bildiğim bir şeydenvazgeçirecek kadar etkili olabilirdi.” Böylece durum 19. yüzyıla kadarolduğu gibi kaldı. Bu uyumsuzluktan kuşku duyan (ve buradan çıkarakkendi felsefesini geliştiren) tek düşünür Berkeley’dir -bkz. Essaytowards a New Theory of Vision adlı eseri. Anlattığımız tutum çokyaygındır ve yararlı bakış açıları üzerinde olgunlaştırılmamış de-ğişiklikler yapılmasını engeller. (Kaynaklar ve daha başka örnekler içinbkz. Against Method, Londra 1975, 5. Bölüm).

Şimdi de Popper’in verdiği argümanı ele alalım. Popper nihaiçürütmelerden oluşan bir liste sunar (R, s.xxvi). Fakat bize lazım olanbu tür bir liste değil, bunların tahmini oranıdır (yukarıya bkz.) veeserlerinin hiçbir yerinde böyle bir tahmine rast- layamıyoruz. Listeninkendisi, Popper’in ondan çıkardığıyla pek bir ilgisi olmayan ilginç birhikâye anlatıyor. Şöyle.

Listedeki kalemlerin tümü çürütme örnekleri değil. Evet Ga- lile,'Aristoteles’in özel hareket türlerine getirdiği özel açıklamaları çürüttü(örnek 2) -örneğin antiperistatis teorisini çürütür; ancak Aristoteles’ingenel teorisini çürütmek bir yana kabul eder (impetusu kabul etmiştir).Bugün Galileci görelilik diye bilinen (ve hiçbir zaman tutarlı ve açıkbir şekilde formüle edilmemiş) teorisini ortaya attığında impetustanvazgeçer. Aristoteles’in genel teorisi hiçbir zaman çürütülmemiştir,;astronomi ve fizikte ortalıktan çekilmiş ama elektrik, biyoloji vesonraları epi- demiyolojide (salgın hastalıklar bilimi) araştırmacılarayardımcı olmaya devam etmiştir. Toriçelli (örnek 3) “doğa boşluğusevmez”! çürütmüş değildir -bu yolda yapılmış herhangi bir deneysel

araştırma yoktur. (Baktığınız bir uzay parçasında hiçbir şey olmadığınınasıl kanıtlarsınız? Leibniz’in Clarke aracılığıyla Newton’la yaptığıtartışmada işaret ettiği gibi, bu uzayda en azından ışık vardır.)Guericke’nin Experimenta Nova'sı konunun güçlüklerini açıkça ortayakoyar. Guericke, “olguların tanıklığına baş vurarak boş sözlere sonvermek” umudundadır; sonunda hiçbir uzay parçasının maddedenbütünüyle arındırılmayacağını keşfeder; bunu tüm nesneler tarafındanyayımlanan “effluvia”ya (koku gibi hafif ve gözle görülmeden yayılanmadde -ç.n.) yorar; effluvia’nın yerküre civarında kalacağını düşünerekyıldızlar arası uzayda bir yerde boşluk olması gerektiği tahminindebulunur. Güzel bir argüman (ama kanıtlanması gereken bir şeyi, yanimaddenin aralarında hiçbir şey olmayan atomlardan oluştuğunu varsayar)-fakat bir çürütme olduğu söylenebilir mi? Newton sorunu görmüş vegezegenler teorisini dolu uzaya karşı bir argüman olarak kullanmıştı. Bubir çürütme değildir, çünkü bize boşluğu değil yoğunluğun bir alt sınırıolduğunu gösterir -düşük yoğunluk dediğimiz şeyi ne kadar küçük olursaolsun bir uzay parçasının işgali olarak yorumladığımız, yani daha baştanboşluğu varsaymadığımız sürece.

Popper’in listesinde görülen ikinci terslik şu: ardından bir yenidenyapılan(dır)manın sökün ettiği söz konusu çürütme modeline uyargörünen örnekler çoğu kez çürütmenin küçük, neredeyse alelade ama herdurumda “öncü” olmadığı kesin bir öğe olarak yer aldığı karmaşıkolaylardır. Atomculuk (örnek 1) bu konuda mükemmel bir örnektir.Popper’e göre, “Leukippos hareketin varlığını, dünya dolu vehareketsizdir diyen Parmenides’in teorisinin kısmi bir çürütülmesi olarakalır” (s.xxvi). Muhtemelen tüm hikâye bundan ibaret değil! ÇünküPopper, kendini tümüyle spekülasyona kaptırmış bir Parmenides’inhareketi fark edemediği, Leukippos’un ise onun fark etmediği şeyi ortayakoyarak ondan Parmenides’i çürütmekte yararlandığı gibi bir tabloçiziyor. Parmenides hareketin var olduğunu şüphesiz biliyordu -şiirininikinci kısmında bir hareket değerlendirmesi bile yapar-, ama gerçekolarak kabul etmiyordu. Keskin bir ayrımla doğruluk ve gerçekliği biryana, “defalarca yaşanmışa dayalı alışkanlığı” öteki yana koyuyor vebirincisi için hareketi yasaklıyordu. Bu arada bi-

limlerin önde gelen bir özelliğini de haber verir: bilimler de onunyaptığı gibi gerçek olmayı özel bir alanla sınırlı tutacak ve duygu,algı, vb. gibi olayları “öznel” diye başından savacaklardır.

Neyin gerçek sayılacağı kararı bir insan ya da grubun verebileceğien önemli kararlardan biridir -herkesin özel ve kamusal hayatınıetkiler. Dolayısıyla bu hayatları belirli bir biçimde muhafaza etmearzusuyla bazı kararlara diğerleri karşısında öncelik tanınabilir.Örneğin Aristoteles’in gerçeklik ve görünüş hak- kındaki“epistemolojik kararlar”ında bu toplumsal ya da “siyasal” öğe iyiceöne çıkar. Ancient Medicine'm yazarını andırır bir tartışma tarzıylaevrensel İyinin gerçekliği üzerine şöyle yazar (Ni- comachean Ethics,1096b32 vd.):

Bir tane ve her şeye yüklemlenebilir ya da bağımsız olarak, kendinde vekendisi için var olan bir İyi’nin bulunduğunu varsaysak bile, açıktır ki buİyi, insanlar tarafından ne gerçekleştirilebilir ne de edinilebilir. Oysa bizimaradığımız bu tür [yani insanlar tarafından edi- nilebüir] bir iyi-

yani, hayatlarımızda bir rolü olan şeyler arıyoruz. Ve esas meseleşu: hayatlarımızı uzmanların buluşlarına mı uydurmalıyız, yoksabuluşları hayatlarımızın ihtiyaçlarına mü Parmenides (ve Ksenofanes-ortaya attığı ilahi varlıkla bırakın insanbiçimciliğin yerine aday birilerlemenin altına imza atmış olmayı, doğa üstü bir ucube, güce-susamış bir süper-entelektüel yaratmış olan Ksenofanes) birinci yoluseçmişti. Leukippos (Q, s. 162) ve Aristoteles İkincisini. (Popper deöyle. Popper için “gerçekçilik insan aklının, insan yaratıcılığının veinsan acılarının gerçekliğine . . . bağlıdır” (Q, s.xvin), ve “gerçekçiliğekarşı çıkan bir argüman ... Hiroşima ve Nagazaki olaylarının gerçekolduğunu hatırlayıp sesini kes- melidir” (Q, s.2)). Leukippos daha çoksezgisel bir yol tutturmuş görünüyor, Aristoteles ise yaptığı seçiminilkelerine açıklık getirir (krş. Fizik 1. Kitap, burada ayrıca birParmenides eleştirisi de yer alır). Parmenides’ten atomculara geçiştebir seçim yapılmıştır, burada “çürütme”, “öncü” bir öğe değil sonradanakla gelmiş bir fikirdir. Ve Popper’in listesindeki daha birçok örnekiçin aynısı söylenebilir.

Listeyle ilgili üçüncü bir terslik, “bir yanlışlamanm kabul görmesininuzun zaman alması” (R, s.xxiv) ve kabulün, Popper’e göre yanlışlamanmneden olduğu teorik dönüşüm ve altüst oluşların bir sonucu olarak

meydana gelmesidir. Popper durumdan biraz kuşkulanarak,yanlışlamalann “genellikle, yanlışlanmış teorinin yerini yeni ve daha iyibir teori teklifi alıncaya kadar kabul edilmediğini” söyler (a.g.e.).

Fotoelektrik etkisi (örnek 12) buna mükemmel bir örnektir (bilgi için bkz.Bruce Wheaton’un The Photoelectric Effect and the Origin of the

Quantum Theory of Free Radiation isimli tezi, Berkeley 1971).Popper’e göre, “Philipp Lenard deneyleri . . . Maxwell teorisinden

beklenenlerle çelişik sonuçlar veriyordu” (R, s.xxix). Kime göre? . bizzatLenard’ın ısrarla belirttiği gibi”, diye yazıyor Popper. Doğru değil! Lenardaçısından. 1902 yılına kadar topladığı deneysel bulgular (ışığınyeğinliğinden bağımsız doyma akımı; “ışık tipi”nin kayda değer etkisi-ama fırlatılan elektronun enerjisiyle frekans arasında hiçbir nicelikselbağıntı olmaması) Popper’in dediği türde en küçük bir terslik bilegöstermiyordu. Lenard bunları metal yüzey içinde olup biten karmaşıksüreçlerin bir göstergesi olarak aldı ve fotoelektrik etkisini bu süreçleri in -celemekte kullanılabilecek bir araç olarak sevinçle karşıladı: “Bu sonuçbize”, diye yazar (Annalen der Physik, Cilt 4, 1902, s. 150), “yayılma(emission) sürecinde ışığın yalnızca, atom kümesinin içinde aralıksız tümhızıyla devam ediyor olması gereken hareketleri tetikleyici bir roloynadığını söylüyor.” (“Tetikleyici teori” en azından 1910’a kadar“modern teori” olarak adlandırıldı). Einstein’m 1905 makalesinde bazıilginç spekülasyonlar ve tartışmasız bir öndeyi vardır, ama çürütme hayır.Wien’in “yanlış” yasasından hareketle düşük ışınım (radiation)yoğunlukları için tek renkli ışınım entropisini hesaplar ve bunun enerji pa-ketçiklerinden oluşan bir gaz entropisine benzediğini bulur. Oradan dafotoelektrik etkisiyle ilgili o ana kadar deneyle gelinen noktanın ötesinegeçen bir eşitlik çıkarır. 1914’te Millikan bu eşitliği yorumlayarak onun üçşeyi peşinden getirdiğini öne sürdü, şöyle ki, (1) azami enerji (durdurmapotansiyeli) ile frekans arasında doğrusal bir ilişki vardır; (2) bu ilişkiyigösteren doğrunun eğimi tüm metaller için h/e’dir; (3) bu doğrununkesildiği yer ya-

yılma eşik frekansını verir -ve tüm bunları bir sodyum numunesiüzerinde doğruladı. Fakat ne Planck, hattâ ne de Bohr, Maxwelleşitliklerinin çürütüldüğünü kabul etmeye yanaşıyordu. Özellikle Bohrta 1930 başlarına kadar klasik dalga teorisine sıkı sıkıya bağlı kaldı-sağlam gerekçelerle. Millikan genel tutumu şöyle tarif eder: “Deneyteoriyi yaya bırakmış ya da, daha iyi bir ifadeyle, hatalı bir teorininrehberliğinde, çok büyük bir önem ve ilgi odağı olmaya aday görünenbirtakım bağıntılar keşfetmişti, ama bunların nedenleri konusunda enküçük bir şey bile söy- lenemiyordu” (The Electron, Chicago 1917,s.230). Einstein, 1911 Birinci Solvay Konferansı’nda (Proceedings,Paris 1912, s.443) kendi düşüncelerini şöyle açıklar: “Dalga teorisinindeneysel olarak doğrulanmış sonuçlarıyla uyuşması mümküngörünmeyen bu kavramın geçici bir kavram olduğu konusundaısrarlıyım”: ku- antumlar (ya da fotoelektrik etkisi) dalga teorisinideğil, dalga teorisi kuantumları tehdit ediyordu. Işığın parçacık özelliği(ve fotoelektrik etkisinin çürütücü yapısı) ancak kuantum teorisininyorumuyla ilgili tartışmaların iyi kötü belli bir sonuca bağlanmasındansonra kabul edilmiştir; yani fotoelektrik etkisi sözüm ona kendiyanlışlayıcı karakterinin başlattığı süreçlerin bir rotaya oturmasındansonra çürütme haline gelmiştir. Aynı şey Michelson deneyi (örnek 9),atomculuk karşıtı görüşlerin “çürütülmesi”, Thomson elektronu içingeçerlidir. Bilim tarihçileri tarafından “esas olarak belleklerine” değilde (s.xxvi) belgelere dayanarak incelenirse, Popper’in listesindeki tümörneklerin büyük teorik dönüşümlere öncülük eden belli başlı çürütmeörnekleri olmaktan çıkıp, çürütmenin oldukça şuradan, ikincil bir roloynadığı süreçlere dönüştüğü görülecektir. Evet çürütmeler meydanagelir, ama bilimsel dönüşümlerin asli motoru filan değillerdir. Bununtersinin doğru olduğunu sanan Popper, bir kere daha “gayet haklınedenlerle naif bir yanlışlamacı olarak ... değerlendirilebilir”.

Popper bir gerçekçidir -“Bu kitabın mesajı gerçekçiliktir”, diye yazarQ için (Xviii). Gerçeklik anlayışını (Batı) bilimler(in)den ve (Batı)sağduyu(sun)dan alır. Bilimsel gerçekçilik -eleştirel bir tarzdakeşfedebileceğimiz, bizden bağımsız bir dünya vardır dü-

şüncesi-, Parmenides’in alışkanlık ya da deney(im)e dayanan kanı ilegerçek bilgi arasında yaptığı ayrıma benzer bir öğe barındırır. Batıbilimlerinde gerçekçiler tarafından yapılmış bu ayrım da, tıpkıParmenides’in koyduğu ayrım ya da sınır gibi, pratik kararlarladeğiştirilebilir (krş. yukardaki Parmenides tartışması). Popper’in topatuttuğu gerçekçilik-karşıtı görüşler bu tür kararların oldukça akademikversiyonları üzerinde yükselen görüşlerdir: kesinliği (certainty) önemserve adı geçen sınırı duyu- verileri ile geriye kalanlar arasından geçirirler.Ne yazık ki Popper de gerçekçilik konusuna nerdeyse katışıksız birşekilde bu oldukça dar ufuklu okulun gözlükleriyle bakar. Yukardabelirtildiği gibi, bilgi ve gerçeklik sorunlarını bir “pozitivizm” ve “ger-çekçilik” meselesine indirger ve önüne gelen fikirleri, bu kalıba uydurmakiçin çarpıtır. Mach değerlendirmesi böyle bir örnektir.

Popper’e göre Mach bir “pozitivist”tir, “bir tür idealizm” sa-vunucusudur (R, s.92), “yalnızca duyumlarımızın gerçek olduğunudüşünmüş” (S, s. 18; R, s.91) ve tam da bu nedenle atomları reddetmiştir(R, s. 105). Atomlar konusunda Mach, (A) dönemin kinetik teorisi içindetartışılan atomların ilke olarak sı- nanamaz olduğunu, (B) sınanamazşeylerin ilke olarak bilimde kullanılmaması gerektiğini, fakat, (C) onların“daha doğal bir bakış açısına” doğru gitmede “geçici yardımcılar” olarakgörülmesi halinde buna hiçbir itirazı olmayacağını, belirtir (Mach’la ilgilialıntılar için kaynaklar aşağıda VII. Bölüm’de ve ayrıca PhilosophicalPapers, 2. Cilt, 5. ve 6. Bölümlerde verilmiştir).

(A) tarihsel bir varsayımdır. Atomlarla gözlem arasında o dönemdehenüz eksik olan teması sağlamaya çalışan Einstein tarafından da kabuledilmiştir. (B) ve (C) ise bilimi sınanabilirlikle kısıtlayan amaspekülasyonla da onun ötesine geçmeye teşvik eden Popper’infelsefesinin köşe taşlarıdır. Bu anlamda Mach atomları “elinin tersiylereddet[memiştir]” (R, s. 191) -fikri kabul etmiş, sınanamaz karakterdeolduklarını görmüş ve daha iyisine bakılmasını önermiştir. (“Duyumlarıatomların hareketiyle açıklamaya” çalışan metafizik atomculuğunsaçmalığını da yermiştir.) Mach’m önerdiği devam yolunu Gibbs veEinstein tutar (Hertz, Maxwell eşitliklerini değerlendirişiyle zaten aynıyoldaydı). İstatistik görüngüler hakkındaki ilk yazılarında Einstein,kinetik te-

orisini “genel ısı teorisi için uygun bir temel sağlayamadığı” içineleştiriyordu (Ann. Phys. 1902, s.417): ısı görüngüsü tartışmasını özelmekanik modellerden bağımsızlaştırmaya çalışarak oldukça genelbazı özelliklerin (Mach’m önemli bir ampirik olgu olarak gördüğü,hal değişkenlerinin zamana bağlı olarak değişmesi konusundakibirinci dereceden diferansiyel eşitlikler; eşsiz hareket integrali; veLiouville teoremine benzer bir teorem) istenen sonuçları almayayeterli olduğunu gösterecektir. Einstein’ın “ilke teorileri”ni “inşaedici teorilerde (mekanik modellere bağlı teorilere) tercih edişi, kiözel görelilik teorisine giden yolda ona bu tercih rehberlik edecektir,bütünüyle Mach’m ruhuna uygun bir tutumdur.

Mach’m “pozitivizmine gelince, durum basit: böyle bir şey yoktur.“Elementler” duyumlardır -ama yalnızca belirli bağlamlarda; “bunlaraynı zamanda fiziksel nesnelerdir, ama onların diğer işlevselbağımlılıklarını dikkate aldığımız sürece”. Duyum bahsi kesin bir şeydeğildir, fizyolojik araştırmayla takviye edilmesi gereken “tek yanlı birteori” üzerine kuruludur. Popper, Mach ile Mach-mitolojisi arasındakibazı farklara dikkat eder -ama tercihini bunlara aldırmama yönündekullanır. Başkalarında karşılaştığında sert bir şekilde eleştirdiği birusûle başvurarak (krş. R, xxxiv, Kuhn’a itirazı), Mach’m “gayet haklıolarak” bir duyu- verisi yanlısı gibi değerlendirilebileceğini söyler (R,s.9rde durumu R, s.xxxiv’e benzer bir tarzda formüle eder). FakatMach ile mitolojisi arasındaki fark belki şimdiye kadar anlatmaya ça-lıştığımızdan bile daha büyüktür.

Mach “ağır aksak”, “derme çatma”, “muğlak” tümevarım bi-çimlerine karşı çıkar. Doğa bilimlerine tümevanmsal bilimlerdenmesini reddeder. Bilimadamlanm kendi “içgüdülerine güvenmeye,büyük genellik taşıyan “ilkeler” bulmaya, “daha geniş ufuklu birgörüşe ulaşmak” için “cesur düşünsel hamleler” yapmaya ve böyle birgörüşü en kesin deneysel sonuçlar da dahil olmak üzere çeşitli tikelsonuçları düzeltme ve sınıflandırmada kullanmaya teşvik eder(Popper’in “Berkeley’den Mach’a po- zivizm her zaman . ..spekülasyona karşı olmuştur” -Q, s. 172- iddiasıyla bu bağdaştırılabilirmi?). Ve Einstein daha felsefi bazı yazılarında bilgi sürecini “dolaysızduyu deneyimi”nden başlatır ve

kapsayıcıhk gücü geniş tahminlerin “esas olarak kurgusal” karakterdeolduğuna vurgu yaparken (Popper’in terminolojisiyle Einstein,tutarsızlarından da olsa bir araçsalcı idi), Mach, “sadece insan soyu değiltek tek bireyler de . . . inşasına hiçbir bilinçli katkıda bulunmadıklarıeksiksiz bir dünya görüşü [hazır] bulur -herkes burdan başlayacaktır”,diyordu (bunu, “ta başından öznelerarasılık alanında hareket ederiz”,diyen Popper’le karşılaştırın: R, s.87). Mach dünyanın genelözelliklerinin “kurgu” değil “olgu”, yani gerçek olduğunu kabul eder. İşinaslına bakılırsa Mach’m -bir bilim tarihçisiydi ve “acil bekleyen işlerdendolayı esas olarak belleğine [güvenmemişti]” (R, s.xxvi: hangi acil işler?Şimdi Popper’in önümüze koyduklarıyla aynı nitelikte işler olmasınsakm?)- Popper’in hayatı boyunca olmayı düşleyebileceğinden çok dahaiyi bir eleştirel akılcı olduğunu söyleyebiliriz; gerçeklik hakkındadogmatik ve anlamsız beyanatlara saplanıp kalmadı (krş. R, s.83 vd.),sorunu incelemeye koyuldu.

Popper’in Bellarmino değerlendirmesiyle ilgili olarak da aynı şeylerisöyleyebiliriz. Bellarmino (Foscarini’ye mektubunda) niçin Kopemikçigörüşün “araçsalcı” bir yorumunu önerdi? Bunun nedeni (Popper’insöylediği gibi) ne Aristocu bir dogmatizm ne de İncil’in kimi bölümlerineolan naif bir bağlılıktır. Cizvit astronomicileri Galile’nin Ay, Venüs veJüpiter’in uydularıyla ilgili gözlemlerini doğrulamış ve geliştirmişlerdi,ve yeni görüngülerin nedenlerini açıklamak için Batlamyusçu sisteminyerine Tycho’nunki getirilmişti. Daha önceki olaylarda fizik veastronominin İncirdeki bölümlerin yorumunu değiştirmesine izinverilmişti (örneğin dünyanın yuvarlak olabileceği, 11. yüzyılagelindiğinde normal karşılanan bir şey olmuştu).

Aziz Bellarmino aynı şekilde, yerin hareketi hakkındaki yerleşikgörüşlerin sağlam argümanlarla değiştirilebileceğini kabul ediyordu.Fakat ortalıkta böyle bir argüman yok, diyordu ve sıradan insanlarınhayatının önemli bir parçası olan iman, sırf şüpheye dayanarak tehlikeyeatılmamalıdır. Her iki noktada da haklıydı. İlk nokta bugün konuyla ilgilitüm ciddi uzmanlarca kabul ediliyor (olayın geçtiği yıl 1615’tir). İkincinoktanın ise bugün işitecek kulak bulması zor, çünkü uzmanların delisaçmalarının tüm

kamusal faaliyetleri belirleyeceği fakat asla bu faaliyetler tarafındanbeîirlenmeyeceği peşinen doğru kabul ediliyor. Fakat Popper biletoplumsal deneylerin titizlikle ve parça parça yapılması konusunda biziçok önceden uyarmıştı. Güçlü âdet ve geleneklere, yerel kurumlarabağlı temel inançların değiştirilmesi ya da “zihinlerin açılması”toplumsal bir deneydir. Üstelik tehlikelidir, çünkü bazı yönleriylezihinleri açmak demek, her zaman bazı başka yönlerini kapamakanlamına gelir. Dolayısıyla fikirler ufak bir destek bulur bulmazsaldırgan bir edayla ortaya atılmamalıdır, sonuçları itibarıylaincelenmeli ve ancak sonuçların kabul edilebilir olması ve lehte dahaiyi argümanlar bulunması halinde ortaya atılmalı ve pekiştirilmelidir.Aziz Bellarmino tam da bu noktaya parmak basar -ama boşuna.

Naif gerçekçilik-pozitivizm alternatifi işte böyle, bilim ve uygarlıktarihini o büyüleyici ve karmaşık karakterlerin renkli etkileşiminden,“dünyanın yaşayan en seçkin filozofu” (Popper’in Postscript'ininkapağında Martin Gardner’den) ile bir dizi yetenekli (Mach: “çığıraçıcı bir doğa felsefecisi”, S, s. 135; Bohr: “esas olarak bir gerçekçi”,Q, s.9), iyi niyetli (Hume, Mill, Russell: “niyet” olarak “pratik vegerçekçi”, R, s.81; Heisenberg: “anlaşılabilir tutum”, Q, s.9),mükemmel (Bohr: “karşılaştığım en mükemmel insan”, Q, s.9), ama neyazık ki acilen Popperci bir Aydınlanmaya ihtiyaçları olan, kafalarıkanşık konuşmacılar arasında kasvetli bir alışverişe çevirir. Tarihinkoflaştırılması Popper’in kuantum teorisi tartışmasında zirveye varır.Şimdi ona geçiyorum.

C. KUANTUM TEORİSİ

Postscript'in sonuna doğru Popper, içinde değişime yer verenbelirlenemezci (indeterministle) bir kozmoloji taslağı verir: “hemenhemen sağduyusal dünya görüşüne denk düşen” (s. 159) “kozmolojikolgu[lar]” (Q, s.181). Bu görüşü desteklemek üzere, tüm mümkündurumlara -sahip oldukları gelişim yasalan (s. 187) ve korunumyasalanyla birlikte- belli bir yer veren kataloglar yardıma çağrılmıştır.Korunum yasaları belirlenimci bir tarzda bireysel parçacıklara yönverir; aynı yasalar etkileşimlerde de ge-

çerliiiğini sürdürür, ancak artık “belirlenimci bir durum oluşturmayayetmez” (s. 190): parçacıkların ortaya çıkabileceği eğilim alanları vardır.Einstein ve Bohr’un sık sık konu ettiği eşit bir gerçekliğe sahip parçacıklarve alanlar şeklindeki eski ikicilik Aristocu bir ikiciliğe, yani potansiyellik

alanlarının parçacıklar şeklinde fiile dönüştüğünü kabul eden bir ikiciliğedönüştürülmüştür. Yeni ikiciliğini inandırıcı kılmak için Popper, Dirac’mboş po- zitron teorisinden (hole theory of positron) yararlanır: pozitron birmadde öbeği değildir; etkileşimler sonucu gerçek hale gelebilecek bir yerkaplama ihtimalidir.

Bu teori ile S-matris teorisi adıyla anılan teori arasında, özellikle deChew’in yorumladığı şekliyle, birtakım ortak noktalar vardır. Her iki teoride karmaşık sistemleri “nihai yapıtaşları”na (kuarklar, glonlar, ya da her nedeniyorsa) varıncaya kadar daha alt birimlere ayırmaktan kaçınır. Her ikiside bireysel parçacıkları “verili” şeyler olarak görmeyi reddeder veparçacıkların özelliklerini etkileşimlerine bakarak saptamaya çalışır. Herikisi de “çekirdek içi demokrasiyi benimser -hiçbir parçacık bir diğerindendaha temel değildir. S-matris teorisinin formel ilkeleri - görelideğişmezlik, birimsellik (tüm mümkün süreçler için olasılıklar toplamı=l),analitiklik (ağırlıkların belirlenimciliğiyle bağlantılıdır)- Popper’inmodeline çok güzel oturur, ama Chew’in “bootstrap hipotezi” -yani, temelalan (Chew’in formalizminde S- matris) tek başına tüm parçacıkların(gelişme sürecinin mevcut aşamasında, tüm hadronların) özelliklerinibelirler- bu modelin ancak daha “bilimsel” bir versiyonunda bir işeyarayabilir.

Ayrıca iki teori de kuantum mekaniği formalizasyonunun değişmedenkalamayacağını ima eder. Ancak Popper, üçüncü cildin geriye kalan kısmıboyunca ısrarla, kendisinin mevcut teoriye dair bir yorumu da olduğunu buyorumun teoriyi bulanların görüşlerinden üstün olduğunu, ve aradakifarkın teoriyi bulanlar adına söz edilebilecek “basit hatalar”dan,“beceriksizlikler”den, “kusurlar”dan ileri geldiğini belirtir. İlginç birkozmoloji kurmakla yetinmeyip, diğer görüşlerin kayda değer olmadığınıda göstermek ister. Ve Aristocu metafizik geleneğinin yetenekli birtemsilcisi olmaktan (Q, s.265, s.206) çok bilmiş, sığ ve aksi bir fizikeleştirmenliğine terfi eder.

Örneğin şu “yolun sonu tezi”ne, “kuantum mekaniğinin son şeklinialmış ve tam” olduğu “inancı”na bakalım (Q, s.5). “Bu inanç”, derPopper, araştırmaya set çekmiştir; örneğin proton ve elektron ötesiparçacıkların araştırılmasına karşı bir direnç yaratmıştır. Oysa fizikçilerdurumu farklı hatırlıyor. Parçacık fiziği tarihi üzerine bir açımoturumda (L. Brown ve L. Hoddeson basımı, The Birth of PartidePhysics, Cambridge Un. Press 1983, s.265) Silvan Schweber, 2. DünyaSavaşı sonrası kuşağının muhafazakâr tutumuna kıyasla 1930’luyılların alan teorisyenlerinin devrimci tavrı arasındaki (Bohr’un meşhur“bu yeteri kadar çılgınca değil” sözünü zikrediyor), ve benzer birşekilde bu devrimci tutum ile “yeni parçacıkların kabul edilmesindekigönülsüzlük” arasındaki “ikilik”ten söz eder. Aynı konferansta Diracikinci muhafazakâr tutum için bir gerekçe verir (<a.g.e., s.52):“yalnızca iki parçacık vardı, yüklü iki temel parçacık -elektron veproton. Yalnızca iki tür elektrik yükü vardı, pozitif ve negatif, vebunların her biri için bir parçacık gerekiyordu.” Popper’in, “mükemmelbir kitap” (R, s.xxix), diyerek herkese tavsiye ettiği (Q, s. 12) eserdeHanson da aynı noktaya parmak basar. Sonuç: eski parçacık fiziğininönü kuantum teorisindeki muhafazakâr tutum nedeniyle tıkanmışdeğildi, çünkü (a) söz konusu dönemde böyle bir muhafazakârlık falanyoktu ve (b) parçacıkların çoğalmasına karşı hoşnutsuzlık kuantumteorisi dışından geliyordu.Popper “yolun sonu tezi”ni kuantum mekaniğinin özel bir hastalığıyapar ve bu hastalığı kuantum mekaniğinin “tam” olduğu iddiasınabağlar (Q, s.ll). Fakat nihai bir formülasyona vardıklarını düşünenleryalnızca kuantum teorisyenleri değildir ki: yolun-sonu ilanları tümbilgi dallarında karşımıza çıkar, hattâ gö- recilikde bile, hattâEinstein’da bile. Popper’in kendisi de bazı yanlışlamalan, “genel insaniyanılabilirliğin izin verdiği oranda ‘nihai’”, diye adlandırmıyor mu?(R, s.xxm). Ve Bohr ve von Neumann tarafından anlaşıldığı biçimiyle“tamlık”, belirsizlik ilişkileri içinde olan herhangi bir değişkeninbulunmaması anlamına gelir, belirsizlik ilişkilerine boyun eğen başkaparçacıkların bulunmaması anlamına değil. Nötron ve pozitron “(dahaönceleri) gizli değişkenler” (s.ll) değildi ve hiçbir fizikçi hiçbir zamanböyle olduklarını düşünmemiştir. Bunu 1962’de Minnesota Bilim

Felsefesi Merkezi’ndeki bir konferansta Popper’e söylemiştim: cevabıtamlık nosyonunu bulanıklaştırmak olmuştu. Şimdi de aynısını yapıyor.“Terim”, diyor, “bu tartışmada birkaç anlamda kullanılmıştı” (s.7): doğru,ama, Popper tarafından, diye eklersek -çünkü onun dışında hiç kimseböyle bir şey yapmadı.

Kelimenin dar anlamıyla bir tartışma yürüten Popper, bildik bir yoldailerler. Bohr’un mükemmel kişisel özelliklerine hayranlığım belirttikten(Q, s.9) sonra, en değerli silahlarından ikisini kılıfından çıkarır: olaylarıyanlış aktarmak ve iftira. Einstein- Podolsky-Rosen (EPR) argümanının“bir karşı-argümanla değil Bohr’un otoritesi” sayesinde reddedildiğiniileri sürer (Q, s. 149). Oysa Einstein, ki kesinlikle otoriteden filançekinecek bir kişi değildir, Bohr’un cevabını bir argüman olarak kabuleder ve “sorunu hakkıyla ele almaya en yakın aday” diye nitelendirir(Einstein’in Schilpp cildi, s.681).

Popper, “Einstein ve arkadaşlarına verilen cevap, teoride yapılmış,onun üzerinde kurulduğu zemini başka bir düzleme taşıyan gizli birdeğişiklikten -Einstein buna karşı çıkmıştır- oluşur”, iddiasında bulunur (s.150). Kastedilen, EPR argümanından Önce belirsizlikler etkileşimleaçıklandığı halde, burada (söz konusu cevapta) artık daha farklıaçıklanıyor olmasıdır. Fakat et- kileşimci görüşü savunan Bohr değilHeisenberg’di ve Bohr EPR’den çok önce bu açıklamanın yetersizliğikonusunda görüş bildirmişti (krş. Heisenberg’in 1927’de basılmış “Überden ans- chaulichen Inhalt der quantentheoretischen Kinematik und Mec-hanik” adlı yazısına “kanıtiayıcı ek” ve Bohr’un “The Quantum Postulateand the Recent Development of Atomic Theory”, 1928,3. Kesim; Bohr ile Heisenberg arasındaki bu fark Bohr, Heisenberg vePauli ve daha başkalarını “Kopenhag Okulu” adı altında toplayıp sonra dabu düzmece varlığa saldırmanın tarihsel saçmalığını gösteren nedenlerdenbirisidir).

Popper’e göre Bohr’un “değiştirilmiş” teorisi etkileşimci görüşten“çok daha zararsız”dı (s. 150): “Burada kimi zaman bir kimi zaman diğerkoordinat sisteminin uygulanabilir, fakat her ikisinin birden aslauygulanamaz olduğu saptamasından öte bir şey yoktu.” Bu, ve Popperhükmünü verir, “parçacığın kendisinin ne yaptığım bütünüyle açıkbırakır”. Şüphesiz bırakır, ama Pop-

per’in şimdiye kadar tanımladığı görüş Bohr’un görüşü değil, kendisininde söylediği gibi (s. 150), onun “[Popperci] bir versiyonudur”. O yüzdenönce Bohr’un Einstein’a verdiği cevapta açıkça ifade edilmiş olan şeyleriburaya eklememiz gerekir. Bohr konum ve momentum gibi dinamikbüyüklüklerin, ikisinin aynı anda kullanılmasına engel olan başvurusistemlerine bağlı oldukların söyler: bir başvuru sistemi seçtiğinizde yerleilgili nosyonlar uygulanabilirliklerini yitirecektir; bir başkasını seç-tiğinizde aynı şey hareketle ilgili nosyonlann başına gelecektir, birüçüncüsünü seçmeye kalkıştığınızda ise her ikisi de ancak belirli biruygulanabilirlik derecesine sahip olacak ve bir belirsizlik ilişkisitarafından belirlenir hale geleceklerdir. Bohr bu bağımlılık durumunu tümdinamik büyüklüklerin başvuru sistemine göreli bağımlılığı düşüncesiylemukayese eder. Şimdi bu varsayımı Bohr’un Popperci “versiyonu”nailave edersek, artık “parçacığın kendisinin ne yaptığını bütünüyle açıkbırak[mayan]” bir noktaya geliriz. İnsan bu varsayımla dalga geçebilir -veeminim Popper eğer onun farkına varmış olsaydı öyle yapardı-, fakatkimse Bohr’u böyle bir varsayım içermeyen bir görüşe sahip diye eleş-tiremez.

Yirmi yıl önce yazdığım bir denemede Bohr’un felsefesine açıklıkgetirerek, Popper’in o zamanki (ve Q, s.35-85 arasında küçükdeğişikliklerle tekrarladığı) Bohr eleştirileri da dahil olmak üzere, onuçeşitli eleştiriler karşısında savundum. Durumu şöyle özetlemişim:

Popper’in Kopenhag Yorumu eleştirisi, özellikle de Bohr’un düşüncelerineyönelttiği eleştiriler geçersizdir; kendi yorumu ise uygun değildir. Eleştirisigeçersizdir çünkü tamamlayıcılık fikrinin doğru bir değerlendirmesi içinzorunlu olan bazı önemli olgu, argüman, hipotez ve usûlleri görmezlikten gelir;çünkü bu fikri savunanları “hatalar”, “beceriksizlikler” ve “vahim yanlışlar”yapmakla, yani Bohr ve Heisenberg’in yapmak bir yana, dikkat edilmesi içingayet açık uyanlarda bulundukları şeylerden dolayı itham eder. Kendi önerdiğigörüş [eleştirdiğim yazısında sunulan ve Q. s.35-85 arasında yeniden verilengörüş; Epilog’daki görüş değil] i s e . . . bu konuda 1927’de gelinen noktadangeriye doğru büyük ve talihsiz bir adımdır.

Bu özette ve ondan önce verilmiş argümanlarda değiştirmem gerekentek bir satır bile yok. Fakat Popper’in tepkisi ilginç. Yazımı Q, s.71’de 63.Dipnot’ta (1980’de eklenmiş) zikrediyor. Ahş- kanlığı gereği içindekieleştirel noktalan atlıyor ve bütünüyle hayal ürünü bir yakınmaya geçiyor.Jammer’i (getirdiğim eleştiriyi özetleyerek göründüğü kadarıyla banakatılmıştı: bkz. The Philosophy of Quantum Mechanics adlı çalışması,John Wiley and Sons 1974, s.450) ve ima yollu Bunge ve beni, (1) onu biröznelci yapmakla, (2) onun görüşünü Bohr’unkiyle özdeşleştirmekle, suç-luyor. Ve isnat ettiği suçu ihmalkârlığımıza bağlıyor -biz, “neredeyseöylesine bir formülasyonu”, yani Popper’in “deneysel girişimlerini” onunöznelciliğinin bir kanıtı olarak almışız. Fakat Popper ile Bohr arasındaki(benim sunduğum görüşte ifade edilen) farkı çok net bir şekilde ortayakoymuş olan Jammer, Popper’in “gözlemciyi kuantum mekaniğindenkovmayı” (Q, s.35) başaramadığını ne iddia ne de ima eder; benimsöylediğim ise ortada kovulacak herhangi bir gözlemci bulunmadığı,çünkü Bohr’da olasılıkların ya deneysel düzenlemelere ya da doğal du-rumlara ait nesnel özellikler olduğudur (Bohr’a göre Schro- edinger’inkedisi etrafta onu gören hiç kimse olmasa bile yaşar veya ölür). Ve Bohrgörüşlerini çok daha önceden ortaya koyduğu için de, Popper’in olasılıklarkonusunda basitçe Bohr’u tekrar etliği sonucuna vardım. Ne benimmakalemi ne de Jammer’in verdiği özeti okumuş görünen Popper, Bohr’ubir kere daha öznelci diye adlandırdıktan sonra bizim (Jammer ve ben)kendisini de öznelci yaptığımızı çıkartır. Peki Popper’e göre Bohr niye öz-nelcidir? Bağlamları açıkça nesnel bir içerik ortaya koyduğu haldeözneleilik-kokan ifadelerden dolayı. Diyeceğim, Popper bizi kendisinekarşı işlemekle itham ettiği suçu bizzat (Bohr’a karşı) işlemektedir-Popper’in argümanlarının kalitesini gösteren güzel bir örnek. Sonuçolarak Popper’in “analizi” Bohr’un düşüncelerinin yanından bile geçmez-bu onun adına bir talihsizliktir, çünkü daha önce başkalannın yaptığı gibiBohr’dan, gerçekçiliğin klasik bileşenlerinin yol açtığı müzmin sıkıntılarlanasıl uğraşılabileceğini öğrenebilirdi.

Popper’e göre (R, s. 149 vd.) dünyanın yapısına ve barındırdığıyasaların konumuna dair genel bir açıklama vermek kolay de-

ğildir. Uzaktan etkiye inanmayan Newton her iki konuyu da uzayıtanrının sinir sistemi (sensorium) yaparak açıklamıştı. Sorun gö- relikçibir evrende aynen devam eder, çünkü burada da yine “elektron yükü vekütlesinin mutlak sabitliği ya da daha genel olarak temel parçacıklarınözelliklerinin niteliksel ve niceliksel mutlak özdeşliği” (s. 151) gibiöğeler karşımıza çıkmaktadır. Popper, öte yandan, zihnin kendi yapısınıdünyaya dayattığı idealist çözümleri de reddettiği için, “biz gerçekçilerbu güçlükle yaşamaya mahkumuz” (s. 157) sonucuna çıkar. Fakat ge-nellemesinde (“biz” gerçekçiler) tamamıyla haksızdır.

Safdil gerçeklik nosyonlarıyla yetinmeyen ve yegâne alternatiflerininpozitivizm olduğuna saplanıp kalmamış gerçekçiler bu konuda sonderece ilginç açıklamalar getiriyorlar. Örneğin (D. Bohm, Wholeness andthe Implicit Order, Londra 1980, s. 145), dünyayı üzerinde hologramı*alınabilecek hareketli modeller (moving pattern) barındıran bir fotoğrafcamına, gözlemcileri de onun negatiflerini (hologramlarını) çıkarmadakullanılan yansıtma yöntemlerine benzetelim. Camın (dünyanın) özel birbölümüne belirli bir yansıtma yöntemi (belirli bir deneysel düzenleme)uygulandığında, eksik ve kanşık bir tarzda da olsa tüm camı (dünyayı) iyikötü yansıtan bir hologram (deneysel bulgular) ortaya çıkar. Daha sonrafarklı bir bölüme uygulanacak farklı bir yöntem de yine eksik ve karışıkbir tarzda da olsa dünyayı yansıtan başka bir hologram verecektir.Durumun fiziği yeterince açık: durum nesneldir (eğer bu tür bir yapaysözcük kullanılmak isteniyorsa) ve meydana gelmesi için bir“gözlemci”ye ihtiyaç yoktur. Şimdi de bunu birtakım tarihseldüşüncelerle- harmanlayalım (bunlar Bohr’un felsefesinde büyük rol oy-namışlardır). Birinci alanda faaliyet gösteren fizikçiler o alanınözelliklerini açıklamaya çalışır, çetin sınamalardan sonra ayakta kalmayıbaşarmış ve dünyanın temel özelliklerini tanımlıyor görünen bir teoribulurlar. Aynı şey ikinci alanda da olur, faiklı bir teori ve farklıkavramlar vardır. Bir teoriyi diğerine indirgemeyi ya da her ikisini “dahaderin” bir teorinin çatısı altında toplamayı

(*) hologram; bir şeyin laser ışığıyla yapılmış, fotoğrafa benzer resmi; üzerine yenidenlaser tutulduğunda resmedilen şey iki değil üç boyutlu olarak gözükür, (ç.n.)

deneyebilir ve böylece gerçekliğe daha da yaklaştığımızı düşünebiliriz.Bu bir yoldur, ama sunduğum model daha farklı bir bakış açısı öneriyor:belirli bir hologram (dünyanın belirli bir bölgesindeki olgular) hakkındabilgimizi geliştirebilsek de, hiçbir zaman eksiksiz bir görü.şe ya da böylebir görüşün ne kadar uzağında olduğumuzun bilgisine varamayız-“hakikate daha fazla yaklaşmak” ifadesinin hiçbir anlamı yoktur. Ayrıcabelirli bir holograma dair kısmi bir açıklamayı daha tam bir açıklamahaline de getirebiliriz -ama belli bir yansıtma yöntemine bağlı bir teoriyifarklı bir yönteme bağlı diğer bir teoriye tahvil etmek yine hiçbir anlamifade etmez. Bir örnek verecek olursak: fenomenolojik termodinamiğigeliştirmek anlamlıdır, nokta mekaniğini geliştirmek anlamlıdır. Amabirini diğerine çevirmeye çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. Niye mi?Çünkü tüm elemanları kesin konumlara sahip bir sistemin sıcaklığındanbahsetmenin bir anlamı yoktur. Bu fiziksel/tarihsel durum tam da Bohr’undünyanın tamamlayıcı veçheleri derken aklından geçirdiği şeydir. Bohmbuna bir de, farklı hologramların ortaya çıkmasına yol açan farklı türdeneysel düzenlemelerle (yansıtma araçları) keşfedilmesi mümkün amakendisi “tanımlanamaz ve ölçülemez” olan bir asıl sebep (substratum)düşüncesini ekler (Bohm, s.51 -italikler aslından). Model veri alınırsa budüşünce son derece akla yatkın dürüyor. Onun sayesinde Popper’in darufkunun ötesine uzanan birçok ihtimali bir an görür gibi oluruz.

Son bir nokta. Bohr’a saldırısında Popper kendi “eleştirel” felsefesi ileKopenhag Çevresi’nin sözüm ona dogmatizmini karşılaştırır; daha daönemlisi, kendi “argümanları” ile Bohr’un akıldışı tavrım karşı karşıyakoyar. Bu olgulara hakarettir. Düzenli olarak Bohr çevresinde bir arayagelmiş Nobel Ödülü sahipleri, uzmanlar, öğrenciler, felsefeciler vebilimadamlarından oluşmuş grup kadar saldırgan ve kendi “lider”inesaygısız bir grup daha bulmak zordur; ve yine gerçekliği kavramagirişimimizde karşılaştığımız pek çok sorunun Bohr kadar farkında olanikinci bir düşünür bulmak zordur. Öte yandan, Popperci Çevre’nin ser-gilediği köle ruhluluğun ikinci bir örneğini bulmak da bir o kadar zordurve Çevre’nin lideri tarafından yaratılmış mitleri, çarpıtmaları, iftiraları vetarihsel peri masallarını söküp atmak ise

nerdeyse imkansızdır. Popper’in Postscript'i ile Bohr’un toplu yazılarınınbasılış üslûplarını şöyle bir karşılaştırmak, kuyruk sallayan hayranlık ilesamimi ve kimi zaman alaycı saygı arasındaki farkı hemen gösterecektir.Bohr’un düşünceleri gelecek kuşakların düşünsel besinleridir. Popper’in“düşünceleri”nin ise en kısa yoldan unutulmasında fayda vardır.

D. TARİHSEL SONUÇ

Popper’e göre, “akılcı tartışma standartlarımız [Boltzmann dö-neminden] bu yana ciddi bir şekilde bozulmuştur. Bozulma I. DünyaSavaşı’yla ve bilimlere karşı teknolojik ve araçsalcı bir tutumunbüyümesiyle birlikte başladı” (Q, s. 157). Bugünse, “zamanımızın büyükbir baş belası haline gelmiş genel akılcılık karşıtı bir hava” (s. 156) ilekarşı karşıyayız.

Bu yakınmada bir parça doğruluk yok değil -ama neresinde, bakalım.Kültürler arası etkileşim alanında değil. Çünkü burada temel olgu

hâlâ Batı uygarlığının amansız yayılışı olsa da, bizimkinden farklı hayattarzlarına karşı daha saygılı bir tutumun ilk ve umut verici işaretlerinetanık oluyoruz. Sadece bir duygu meselesi değil bu, işin pratik bir temelide var. Geçen yüzyılın sonlarına doğru keşfedilen muhteşem Taş Devrisanatından, en son Batılı olmayan tıbbi sistemlerin etki gücününyakınlardaki keşfine, daha doğrusu yeniden keşfine kadar bir dizi ilginçve şaşırtıcı olguyla bağlantılıdır. Batılı olmayan uygarlıkların ve şu ilkeldiye anılan kabilelerin sahip olduğu bilgiler tek kelimeyle başdöndürücüdür. Sahiplerine kendi toplumsal ve coğrafi ortamları içindeyardımcı oluyor ve barındırdığı kimi öğeler Batı uygarlığındaki dengiöğelerin bizler için yapabileceklerini çok geride bırakan özelliklersergiliyor. Keşifler daha geniş bir çevre tarafından bilinir hale geldikçeBatı bilimlerine ve onunla el ele tutuşmuş “akılcılık”a duyulan körhayranlığın kırılıp daha farklı ve ilave etmeliyim ki, daha insancıl birtutumun oluşmasının yolu açıldı: yalnızca Batı bilimi ve akılcılığınabağlı kültürler değil tüm kültürler bir bütün olarak insanlığınyararlanabileceği

katkılarda bulunmuştur ve tüm engellere rağmen bulunmaya da devamediyor.

Bu tutum yeni değildir -büyük ve önemli ataları vardır. Yakın Doğugeç bronz çağı uygarlığının yaşadığı “İlk Enternasyonalizm’^ damgasınıvuran bu tutumdu. Bu dönemde halklar durmaksızın birbiriyle didiştiler-ama birbirinden diller, sanat ve edebiyat eserleri, üslûplar, teknolojiler,mineraller, hububat, sanatçı, generaller, fahişeler ve hattâ tanrılar da alıpverdiler. Tutum sofistler tarafından yeniden ayağa dikildi ve şevklesavunuldu; daha Önce gördüğümüz gibi, Herodot’un mükemmel tarihinintemelinde o yatıyordu. Montaigne’in ve onun Aydınlanma öncesi vesonrası takipçilerinin felsefesiydi. Bilimci felsefenin çığırtkan yayılışıylabirlikte bir yana atıldı. Ve onun yüzyılımızdaki geri dönüşü, nihayetinsanların kendi yabancısı oldukları şeylere daha akla yatkınbakabildikleri anlamına geliyor. “Akılcılık”taki bu artış, olacak bu ya(incidentally), Batı teorik kozmolojisinden -Popper’in ana üstünlükölçütü- kat kat büyük önemde bir alan üzerinde yaşanıyor (krş. Popper’inufkunun tipik sınırlılığını gösteren, Newton -S, s.208- ve Einstein -Q, s.158- hakkındaki görüşleri). Söylemeye bile gerek yok ki akılcılarımız bugidişattan hiç de memnun değiller: çaresizlik içinde “görecilik”,“akıidışılık” gibi bir şeyler geveleyip duruyorlar -şu eski ve hiçbir zamanvazgeçilememiş küfrün yeni ama anlaşılmaz versiyonlarıdır bunlar: aforozedilel (anathema sit)

Popper’i pek kederlendiren akılcılık standartlarındaki bozulmanın fizikiçinde yaşandığını da söyleyemeyiz (şüphesiz başka yerlerde olduğu gibiburada da aptallar olmakla birlikte). Tersine, yeni örgütlenme biçimlerinindoğuşu (örneğin CERN*), tıpkı Giotto, Brunelleschi, Ghiberti ve diğerRönesans sanatçıları gibi, bilimadamlannm zanaatkâr, soyut düşünür veidareci haline geldiği bir duruma yol açtı. Etik sorunlar Boltzman’ınzamanında hayal bile edilemeyecek bir güçle kendilerini dayatıyorlar.1

Bell CERN’de çalıştı (sanıyorum hâlâ orada), alan teorisyenlerinin

’ CERN: Conseil europeen pour la recherche nucleaire'in kısaltması; 1952'de on ikiAvrupa devletin oluşturduğu devletlerarası bilimsel kuruluş, (ç.n.)

1. Bu gelişmenin özel bir evresinin mükemmel bir anlatımı için bkz. R. Rhodes, TheMaking of the Atomic Bomb, New York 1986.

biiyük bir kısmının Los Alamos’la* en azından geçici bir ta- nışıklıklığıoldu, birçoğu başka alanlara güçlü bir ilgi duyuyorlar (Feynman veDyson’un otobiyografilerini ve Dyson’un nükleer tehdit üzerine kitabını birokuyun) -ve tüm bunlar bir “araç- salcılık” artışı filan olmadan meydanageliyor. Deneysel araştırmacılar niçin bu kadar büyük bir şevkle yalıtılmışkuarklar ya da manyetik monopoller arasın, niye güneş enerjisi ailesini keş-fedebilmek için güneşin merkezinden fırlayan nötrinolan yakalamayaçalışsın, eğer tüm bunlar birer araçtan başka bir şey değilse? Önümdekuantum mekaniğinin yorumu üzerine makalelerden oluşan, J.A. Wheelerve W.H. Zurek’in yayımladığı bir kitap duruyor {Quantum Theory andMeasurement, Princeton 1983). Bibliyografyasına girmek için çok telaşadüştüklerine göre, Popper ve editörü onu çok sevmiş olmalılar (içindePostscript’in prova basımlarına gönderme var). İçinde zihin-gövdesorunundan deneysel yer tespiti testlerine, oradan da salt formelçalışmalara kadar bir dizi değişik yazı yer alıyor. Bunlara baktığımda stan-dartların hiç de bozulmadığını düşünüyorum -tersine, “Boltzmannetrafındaki tartışmalar”a (Q, s. 157) kıyasla son derece gelişmiş felsefi birderinlik eşliğinde argümantasyon gücünün hayli inceldiğini görüyorum. Buarada Bohr ve Heisenberg’in eserlerini de unutmayalım, tabi Popper’inkarikatürleştirdiklerini değil, gerçek eserlerini. O zaman bozulmanın apaçıkolduğu tek bir alan kalıyor: Popper’in bulunduğu alan, yani bilim felsefesi-ve Popper onun bu halde kalması için elinden geleni yaptı. O yüzden, budurum hakkında son birkaç şey söylememe izin verin.

Geç 19. yüzyıl bilim felsefesi bilimadamlan tarafından ve kendi bilimselçalışmalarıyla yakın bir ilişki içinde geliştirilmişti. Çoğulcuydu ve bilgiiçin özsel kabul edilegelen koşullan ortadan kaldırmıştı. Şüphesiz her yazarbazı usûllerin yanında saf tutup diğerlerini reddediyordu fakatbilimadamlannın büyük bir kısmı bu tür kişisel tercihlerin araştırmanın“nesnel” sınırlan haline ge-

* ABD’de nükleer araştırma merkezi bulunan bir belde. İlk atom bombası buradadenenmiştir. (16 Temmuz 1945). Burada daha sonra da birçok deneme yapıldı (özellikle1954'te hidrojen bombası) (ç.n.)

tirilmemesi gerektiğinde hemfikirdi. Model inşasını yerden yere vuran sertbir tartışmadan sonra, “bilimlerin gelişmesini güvenceye almanın en iyiyolu”, diye yazıyordu fiziksel kimyacı, tarihçi ve bilim felsefecisi PierreDuhem, “her tür zekânın kendi yasalarını takip ederek kendinigeliştirmesine ve temsil ettiği tipi bütünüyle gerçekleştirmesine izinvermektir” (The Aim and Structure of Physical Theory, New York 1962,s.99). “İtiraf etmeliyim ki”, der, çok yönlülük açısından 19. yüzyılın belkide en önde gelen bilimadamı olan von Helmholtz (H. Hertz, DiePrincipien der Mechanik't Önsöz, Leipzig 1894, s.21’den aktaranDuhem), “şimdiye kadar sonraki usûle [modeller yerine matematik eşit-liklere] sahip çıktım ve orada kendimi emniyette hissettim -fakat böylesiseçkin fizikçilerin. . . tercih ettiği bir yola genel itirazlarla karşı çıkmakistemem.” Duhem, “Keşfin”, der (■a.g.e., s.98), “herhangi bir sabit kuralıyoktur. Hiçbir öğreti birgün yeni ve güzel bir fikrin doğmasına yolaçamayacak kadar mantıksız değildir. Şer’i (judicial) astroloji bile gökcisimleri mekaniğinin ilkelerinin geliştirilmesinde rol oynamıştır.” VeLudwig Boltzmann teorik fizikteki yeni fikir ve yöntemlerin ilginç birdökümünü verdikten sonra konuyu şu sözlerle tamamlar: “Eski usûlleriyegâne doğru usûller olarak almak hataydı. Fakat şimdi, eski usûller biziböylesine çok ve önemli sonuca çıkardıktan sonra, tutup onları tamamıylareddetmek de eşit ölçüde tek yanlı bir tutum olur . . .” (“Über dieMethoden der Theoretischen Physik”, Populâre Schrif- ten, Leipzig 1905,s.20).

Bu alıntılarda örtük olarak mevcut çoğulculuk Darwin’in teorisiyle birdestek buldu. Darwin’den önce alışılmış tutum, canlıları ilahi yaratıklar,dolayısıyla da hayatta kalma sorununa getirilmiş en mükemmel çözümlerolarak görmekti. Darwin burada sayısız “defo” olduğuna dikkat çekti:yaşam açık ve değişmez amaçların titizlikle planlanmış ve kılı kırk yaranbir icra ile ger- çekleş(tiril)mesi değildi; mantıksızdı, savurgandı, akılalmaz çeşitlilikte yaşam biçimleri yaratıyor ve başarısızlıkları saptama vegiderme işini ulaşmış olduğu aşamaya (ve o andaki doğal ortama)bırakıyordu. Aynı şekilde Mach, Boltzmann ve diğer Darwin ta-kipçilerinin de çıkarsadığı gibi, bilginin gelişmesi iyice planlanmış ve hiçteklemeden giden bir süreç değildir; o da sa-

vurgandır, defolarla doludur; yoluna devam edebilmek için onun da pekçok fikre ve usûle ihtiyacı vardır. Yasalar, teoriler, teniel düşüncemodelleri, olgular, hattâ en temel mantık ilkeleri bile bu sürecintanımlayıcı özellikleri değil, ulaştığı geçici sonuçlardır. Aynı şekildebilimadamları, Bilim Tapmağına girdikten sonra kaygıyla oranınkurallarına uymaya çalışan sadık köleler değillerdir; önce “bilim nedir?”,“bilgi nedir?” ya da “iyi bir bilim adamı nasıl bir yol tutmalıdır?”gibisinden sorular sorup sonra da verdikleri cevaplardaki kayıtlara görearaştırma yürütmezler; bizzat çalışmalarıyla bilime (ve bilgiye, vemantığa) su verir, onu atağa kaldırır ve durmaksızın yeniden tanımlarlar.

Böyle bir görüş, tarihi, bilimsel araştırmanın önemli bir parçası halinesokar. Ernst Mach’a göre {Erkenntnis und irrtum, Leipzig 1917, s.200),“formel ve tümevarımsal mantıkların planlarının (schemata)[bilimadamma] fazla bir yararı yoktur, çünkü zihinsel durum hiçbirzaman tam olarak o plana uymaz.” Bilimi anlamak, der Mach, büyükbilimadamlannm başarılarının sırrını anlamaktır. Bu başarılar “çoköğretici”dir; ama araştırmacının iyi bir bilimadamı olmak için saptayıpayıracağı ve şevkle öğreneceği birtakım ortak öğeler barındırdığındandolayı değil, bunlar hayal gücü için zengin ve değişik bir oyun sahasısunduğundan dolayı. “Meraklı bir aylak gibi” (“vv/e ein aufmerksamerSpa- zierganger” : a.g.e., s.18) oyun sahasına dalan araştırmacı burdahayal gücünü geliştirir, uyanık, çok yönlü kılar ve beklenmedik meydanokuyuşlar karşısında yeni tarz cevaplar geliştirebilecek kıvama sokar.Aynı şekilde araştırma “öğretilemez” (s.200); “bir avukatın marifetçantası” (s.402, dipnot) değildir; aleni özellikleri içerdiği olanakların çokufak bir parçasını dışavuran ve kuralları sık sık askıya alınıp tesadüflerve/veya insan maharetiyle değiştirilen bir sanattır. Daha önce degördüğümüz gibi, birçok 19. yüzyıl bilimadamı aynı doğrultuda düşünür.Ve bu tespit bilim pratiği üzerinde bir etkisi olmayan felsefi bir lüksdeğildir; 20. yüzyıl fiziğinin en büyüleyici iki teorisinin -kuantum vegörelilik torisi- doğmasına neden olacaktır. Söz konusu teorilerin ya-ratıcıları bu bağlantının tamamıyla farkındaydılar.

Niels Bohr, “bütünüyle yepyeni bir deneyim alanına bir düzen getirmeişiyle uğraşırken, ne kadar genel olursa olsun hemen hiç-

bir bildik ilkeye güvenemeyeceğimize” ÇAlbert Einstein, Phi- losopher-

Scientist, der. P.A. Schilpp, Evanston 1949, s.228) işaret eder; LeonRosenfeld buna ilaveten, “belli bir araştırma çizgisinden beklenen şeylerkonusunda kafa yorarken [Bohr] basitlik, zerafet, hattâ tutarlılık gibi mutaddüşüncelerin adını anmazdı,” der (Niels Bohr, His Life and Work as Seen by

His Friends and Colleagues, der. S. Rosental basımı, New York 1967, s. 117).En iyi değerlendirmeyi Einstein yapar. “Akılcı” ve “sistematik” felsefecileringirişimleri hakkında görüşlerini açıklarken şöyle yazar (Schilpp Cildi, s.684):

Net bir sistem arayan epistemolojici, böyle bir sistem için didişmeyebaşlar başlamaz, bilimin düşünsel içeriğini de kendi sistemi açısındanyorumlar ve ona uymayan her şeyi ne olursa olsun reddetme eğiliminegirer. Ancak bilimadamı epistemolojik sistematiklik çabasını bu kadarileriye götüremez. . . ; deneyimin olgusal boyutlarınca tanzim edilendışsal koşullar onun, kavramsal dünyasını inşa sürecinde belli birepistemolojik sisteme sıkı sıkıya sadık kalmasına, yani onu haddindenfazla kısıtlayacak bir tutum takınmasına izin vermez. Bu yüzden o,sistematik epistemolojiciye ilkesiz bir oportünist gibi görünür.

Bugün bu düşüncelerin felsefe, toplumsal bilimler ve genel olarakentelektüeller üzerinde ne kadar az bir etkisi olduğunu görmek şaşırtıcı. Dahada beteri, modern fizikteki devrimin tam yol ilerlediği sıralarda ortaya çıkmışbir yeni-pozitivizmin katı, dar kafalı ve gerçekçi olmayan bir bakış açısıtüretmek için bilimin adım kullanmış olması. Yeni-pozitivizm felsefede cesurve ilerici bir reform hareketi değil; yeni ve felsefi bir ilkelciliğe düşüştü.Kendilerini fizik, biyoloji, psikoloji ve antropolojideki çok önemlidönüşümlerin, sanatlardaki ilginç ve enine boyuna tartışılmış bakış açılarınınve siyasetteki önceden kestirilemeyecek yeni gelişmelerin tam ortasında bulanViyana Çevresi’nin pirleri daracık ve derme çatma bir burca çekildiler.Tarihle bağlantı koparıldı;, bilimsel düşünce ile felsefi spekülasyon arasındakisıkı işbirliği sona erdi; ortalığı bilimlere yabancı bir terminoloji ve bilimlealakası olmayan problemler kapladı ve bilim imgesi tanınmayacak halegetirildi. Fleck, Polanyi ve sonraları Kuhn, ortalıktaki bu ide-

olojiyle onun sözde nesnesini -bilim- karşılaştırarak onun aldatıcı yapısınıgöz önüne serdiler. Fakat bunlar yetmedi. Felsefeciler tarihe dönmediler.Onlara has bir alamet olan mantıksal pan- domimlerini terk etmediler.Tersine onu, büyük bir kısmı bağlamından kopartılarak Kuhn’dan alınmışyeni anlamsız terimlerle (“paradigma”, “bunalım”, “devrim”) daha dazenginleştirdiler; böylece öğretilerini bilime yaklaştırmadan iyicekarmaşıklaştırmışlardı. Kuhn öncesi pozitivizm henüz erginleşmemişti amane dediği görece belliydi. Kuhn sonrası pozitivizm hâlâ erginleşmemişti amaartık ne dediği de belli değildi. Bu tatsız sofrada Popper nerde oturuyor?

Popper pozitivizm çerçevesinde teknik bir teklifle işe başladı: ayrımçizgisi sorunu ile tümevarım sorununu ayırın, ilkini yan- lışlanabilirlikle,İkincisini cesur tahminler ve çetin testler (severe test) yöntemiyle çözün.Teklif teknikti, çünkü pozitivistlerin sahip çıktığı mantıksal terminolojiiçinde ifade edilmişti ve gerçek bilimsel teoriler yerine karikatürlerinikoyarak pozitivizmin ardından ayrılmamıştı (bkz. yukardaki sayfalar veayrıca krş. Popper’in sürekli tekrarladığı, kendi teorisinin tarihsel bir teoriolmadığı ve tarihsel kanıtlar temelinde eleştirilemeyeceği iddiası).Popper’inki bilimsel pratiğe değil doğrulama teorisine bir katkıydı. Dahasonra bu teknik teklifi eleştirel akılcılık adı altında daha geniş bir görüşhaline getirerek onu tarihsel olaylarla örneklemeye çalıştı: yanlışlamaüzerinde savaş, demeye getiriyordu, yalnızca pozitivist bir dedikodu değildir-tarihsel bir içerik de taşır. Bu bir anlamda doğru, bir anlamda yanlıştı.Popper başkalarının kendinden önce söylediklerini tekrar eder, fakat kötü veöncellerinin tarihsel perspektifinden de yoksun bir halde.2

2. Bu durum bazı Popper hayranları tarafından bile fark edilmiştir. Örneğin P. Medawar(Advice to a Young Scientist, Harper and Row, New York 1979, s. 90 ve devamı) şöyleyazar: “Whewel, Popper'den önce, genel olarak onun kapsamlı bir sistem haline getirdiğiyleaynı türde bir bilim anlayışı ortaya koymuştu” -yani, Popper =Taşlaşmış Whewel. O.Neurath (R. Carnap’a mektup, Oxford, 22 Şubat 1942, D. Kappelberg, Die Aufhebung derAnalytischen Philosophie, Frankfurt 1987, s. 327’den alınmıştır) fazla söze yer bırakmaz:“Popper’ı yeniden okudum. Bunca yıldan sonra tüm bu lafların ne kadar boş olduğunu gö-receğini umuyorum... Duhem, Mach ve benzeri düşünürlerden sonra ne büyük bir düşüş.Bilimsel araştırmayı duyumsadığını gösteren hiçbir anlayış belirtisi yok". Hayatınınsonlanna doğru Lakatos da aynı kanaate varmıştı.

Yine de, pozitivizmi ciddiye almış ve Popper’i okumuş bazı vesveselibilimadamları çok rahatlamıştı; şimdi şöhretlerine toz konacak diyetitremeden spekülasyon yapabilirlerdi. Bu Popper’in popülerliğini kısmenaçıklar -bazen, kısmen basitliklerinden kısmen de bilimler için felsefi birmihrap inşa etmiş olmalarından dolayı da kendilerini sevdirmiş diğergörüşlerine de yansıyan bir popülerlik. Fakat Popper’in ortaya koyduğubasitlik nüfuz edici bir zekânın değil cahilliğin ürünüdür ve onun fiziğineövgüler dizenlerle (Bondi, Denbigh, Margenau ve diğerleri), “modern fi-ziğin onlardan istediği zorlu düşünme yollarında dolaşmakta yetersiz”kaldıkları için Lenard ve Stark’a övgüler düzen (Elisabeth Heisenberg,Das Politische Leben eines Unpolitischen, Münih 1982, s.36) Einstein’ınilk muhalifleri arasında çok fazla ortak yön vardır. Bağımsızbilimadamlannm bir basitleştiriciye, bir metodolojik koltuk değneğine yada bir mihraba ihtiyacı yoktur; ve zanaatlarının görece korkak üyelerinePopper’in önerdiği özgürlük anahtarları onların kendi tasarrufundadır vehep de öyleydi (krş. yukarda kısaca verdiğimiz 19. yüzyıl bilimadamları,Einstein ve Bohr’un felsefesi). Bu özgürlük için bir bedel ödemenin, birkölelikten (pozitivist püritenlik) çıkıp bir başkasına (Popperci bilimkırması) girmenin hiçbir âlemi yok.

VII. MACH’IN ARAŞTIRMA TEORİSİ VE EINSTEIN’LA İLİŞKİSİ*

GİRÎŞ

Otobiyografik notlarında Einstein, mekaniğin asli rolüne duyduğudogmatik inancın sarsılmasını Mach’a borçlu olduğunu söyler. Mach’mGerschichte der Mechanik'inm, diye yazar Einstein1, “öğrencilikyıllarımda bu açıdan üzerimde derin bir etkisi olmuştu. Benim gözümdeMach’m büyüklüğü ödün vermez şüpheciliğinde ve bağımsızlığındayatar; bununla birlikte gençlik yıllarımda Mach’m epistemolojikyaklaşımından da -ki şimdi bana esas olarak savunulamaz bir yaklaşımgibi geliyor- epeyce etkilendiğimi belirtmeliyim.”

* 60. Doğum günü dolayısıyla Adolf Grünbaum’a ithaf edilmiştir.1. P.A. Schilpp, der. Albert Einstein, Phiiosûpher-Sdentidst, Evanston 1949, s.20.

Aktardığım bu bölüme göre Mach iki düzeyde faaliyet yürütüyordu.Zamanının fiziğini eleştiriyor ve “epistemolojik bir yaklaşım”geliştiriyordu. Bunlar birbirinden görece bağımsız iki ayrı faaliyet gibiduruyor; nitekim Einstein, sonraki yıllarında birini kabul ederken diğerinireddedecektir. Ayrıca onları farklı şekillerde tanımlar. EpistemolojiciMach, der2, “duyumları gerçek dünyanın yapı taşları olarak” görürken,fizikçi Mach fizik alanını hiç terk etmeden mutlak uzayı eleştirir.3

Bu denemede Mach’ın fizikle ilgili argümanlarını “epistemolojisindenayırmaya çalışacağım. Görülecek ki bu o kadar zor bir iş değil. Mach’mfizik argümanları, birlikte ele alındıklarında, pozitivizmden farklı birbilim felsefesi oluşturur; Einstein’in araştırma pratiğiyle (ve araştırmaüzerine bazı daha genel gözlemleriyle) aynı hatta yer alır; ve 19. yüzyılatom anlayışlarına ve özel görelilik teorisine yönelik bütünüyle aklayatkın çeşitli itirazları peşinden getirir. Aşağıda yine göreceğiz ki Machve Einstein’ın farklı düştükleri noktada İkincisi pozitivizmden bah-sederken ilki bilimsel ve sağduyusal bilgi üzerine çok daha karmaşık biraçıklama getirir. Öte yandan Mach’ın “epis- temoloji”sinin de birepistemoloji filan olmadığı ortaya çıkacak. Biçim olarak (içeriğindeolmasa da) atomculukla karşılaştırılması mümkün genel bir bilimselteoridir (ya da teori-taslağı) bu ve herhangi bir pozitivist ontolojiylebenzerlik taşımaz.

A. MACH’IN ARAŞTIRMADA İLKELERİN KULLANIMIÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ

Yukarda IV. Bölüm, Kesim C’de Ernst Mach’ın -Simon Stevin’indüşünce deneyi üzerinden örnekleyerek- nasıl kademeli tü- mevarımsalyaklaşım karşısında sezgisel olarak akla yatkın ilkeleri savunan bir tutumiçinde olduğunu görmüştük (Mechanik,1. Bölüm, 2. Kesim,4). Böyle bir yol tutmak “hata değildir”, der

2. 6 Ocak 1948 tarihli, Michele Besso'ya mektup, G. Holton’dan alınmıştır, ThematicOrigins of Scientific Thought, Cambridge 1973, s.231.3. Krş. Einstein’ın açıklaması, Schilpp, der. içinde, a.g.e., s.28.4.4. Alıntılar Leipzig 1933, 9. Basım’dan. Parantez içindeki sayılar kitabın sayfa

Mach, “eğer hata olsaydı bu istisnasız hepimizin paylaştığı bir hataolurdu. Dahası hiç kuşku yok ki, bir insanı ancak yeğin bir kavramsalgüçle birleştirilmiş yeğin bir içgüdü büyük bir bilim adamı yapabilir”(s.27; krş. E 163). Hattâ “bilimin kapsamındaki en önemli ve en etkiuyandırmış genişlemelerin bu şekilde gerçekleştirildiğini bilesöyleyebiliriz. Bu, tikel, somut fikirleri bir görüngüler alanının genelhatlanyla (Allgemeinbild) uyuma sokma usûlü -ki büyük bilimadamlantarafmdan işletilmiş bir usûldür-, bu, münferit olaylar üzerinde kafayorarken bütünü de sürekli gözetme kaygısı gerçek anlamda bir felsefiusûl olarak adlandırılabilir” (s.29).

Bu usûl kavramlarımızı etkiler. İlkeler somut fiziksel olaylarınhususiyetlerini dikkate almaz. Bilimi ilkeler üzerine oturtma çabası bizisomut fiziksel olayları “tecavüzkâr ortamlardan” (s.30) kurtarmaya veonlan ideal bir form içinde tasarlamaya zorlar: kenar ve kirişlerin yerinieğik düzlemler ve kaldıraçlar5 alır, tıpkı geometride kenarlann vepütürsüz yüzeylerin yerini doğru ve düzlemlerin alması gibi (s.30):“olgulan kusursuz kavramlar yardımıyla aktif bir şekilde yeniden inşaeder ve [böylece] onlarla bilimsel bir şekilde başa çıkabilecek bir durumageliriz” (s.30).

B. EINSTEIN’DA İLKELERİN KULLANIMI

Şimdi de Einstein’ın özel görelilik teorisine giden süreci nasıl tarifettiğine bakalım.6 Einstein fizikte güç bir durumla karşılaşmış ve“bilinen olgulara dayalı çıkanmsal bir çabayla [oradaki] gerçek yasalankeşfetmeye” çalışmıştı; bir süre sonra bu şekilde başanyaulaşabileceğinden “umudu keser”. Olgular yerine ilkelerle işe başlayantermodinamiği örnek alarak, “ancak keşfedeceğim evrensel bir ilke...belli sonuçlara varmanın güvencesini getirebilir”, kanaatine varır. Veşöyle bir düşünce deneyiyle bir ilke bulur: “eğer c hızında (ışığınboşluktaki hızı) bir

numaralan. E harfini takip eden sayılar Erkenntnis und Irrtum, Leipzig 19177e ait sayfalangösteriyor. Aksi belirtilmediği sürece vurgular aslından.5.' Stevin birbirine eşit ağırlık ve uzaklıkta on dört toptan oluşan bir zincir düşünür -krş.MechaniKin 31. sayfasında Stevin'in kitabından alınma şekil.6. P.A. Schilpp, der., a.g.e., s.52.

ışık ışınını izlersek onu hareketsiz, uzamsal olarak salman birelektromanyetik alan olarak gözlemlememiz gerekir. Oysa ne deneysel olarakne de Maxwell eşitliklerine göre böyle bir şey söz konusu değildir.”

Bu usûlle Mach’m tarif ve tavsiye ettiği hamleler arasında hemen hiçbirfark yoktur.

Benzerlik ayrıntılara da uzanır. Einstein birkaç yerde Mic- helson-Morleydeneyinden etkilenmiş olduğunu reddeder: “Sanıyorum onu peşinen doğruolarak almıştım”.7 “Çünkü su götürmez bir şekilde başarılı bir deneyin”, diyeyazar Mach (s.29) Stevin örneğinde, “gerçekten yapılıp yapılmamış olmasıhiç önemli değildir.” Einstein’a bu inancının kaynağı sorulduğunda, bereketliilkelerin içgüdüsel (sezgisel) bir doğası olduğuna vurgu yapan Mach’aparalel bir yaklaşımla, sezgiden ve “şeyin anlamı”ndan (die Vernunft der

Sachef söz eder. Şöyle diyordu Mach (s.72),

bir ilkeyi kazara bize temel olarak görünmüş birtakım önermelerdenyararlanarak derme çatma, ağır aksak bir yolla kanıtlamak zorundaolduğumuzu düşünmek yerine -daha çok, doğrudan doğruya bir ilkeyifark etmek ... onun belli bir alandaki tüm olguların anlaşılmasında anahtarolduğunu ve nasıl zihnimizde tüm olgulara nüfuz ettiğini görmek hemdüşünce tasarrufu hem de bilimin estetiği açısından daha uygun birşeydir... Doğrusunu söylemek gerekirse [ilk usûldeki] kanıtlama şevkibizi yanlış ve ters anlaşılmış bir katılığa götürür: bazı cümleler, aslındakesinlikleri aynı, hattâ daha zayıf olduğu halde, ötekilerden dahagüvenilir kabul edilerek onların zorunlu ve tartışma götürmez temeliolarak alınır.

7. R.S. Shakiand, “Conversation with Albert Einstein", American Journal of Physics 31(1963), s.55. Ayrıca krş. İlse Rosenthal-Schneider'in hatıralarında anlattığı olay, Einstein’ın1919’da Eddington’un telgrafına tepkisi (aktaran G. Holton, Thematic Origins of ScientificThought, Cambridge 1973): “Fakat ben teorinin doğru olduğunu biliyordum”. Eylemsizlikkütlesi ile çekim kütlesinin eşitliği konusunda ise Einstein şöyle diyordu: “Eötvös'ünhayranlık uyandırıcı deneyinin sonucundan habersiz olduğum bir dönemde dahi bununkesinlikle doğru olduğundan emindim, bu deneyi -eğer hafızam beni yanıltmıyorsa- nedensonra öğrendim” (Ideas and Opinions, New York 1954, s.287).

8. Besso’ya mektup, aktaran Carl Seelig, Albert Einstein, Zürih 1954, s. 195. Ayrıca krş. 4 Mayıs 1952 tarihli Bom'un gözlemi ve Einstein’ın 12 Mayıs tarihli cevabı, Bom-Einstein Letters, New Yok 1971 - “Ancak duygudaşlık deneyiminedayanan sezgi [temel ilkelere] çıkabilir”: Pianck'ın 60. doğum günü nedeniyle Berlin PhysicalSociety’de yapılan konuşmadan, Ideas and Opinions, s.226.

Lorentz’in kendi usûlünü tanımlamasından sonra belli olacağı gibi bu,kuşkusuz, Einstein’ı Lorentz’e tercih etmek demektir9:

Einstein, bizim temel elektromanyetik alan eşitliklerinden güç bela ve pekdört dörtlük de denilemeyecek bir halde çıkarsadığımız şeyi basitçedoğrudan postüle etmişti. Dolayısıyla, örneğin Michelson, Raleigh veBruce’un ulaştığı türden çeşitli olumsuz sonuçlarda karşıt etkilerinraslantısal bir dengelenmesini değil, genel ve asli bir ilkenin dışavurumunugörmemizi de kesinlikle Einstein’a borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz.

Mach’a göre ilkeler deneyimle smanabilen ve sınanmaları gereken şeylerdir(s.231). Einstein da aynı görüştedir. Bilim “birleştirici bir teorik sistem”10 bulmaçabasındadır, der ve ekler, “mantıksal temel, faaliyetlerini görece yakın birampirik temas içinde yürüten alt disiplinlere oranla her zaman, yeni deneyimlerya da yeni bilgilerle birlikte gelen daha büyük bir tehdit altındadır. Temelinbüyük önemi tek tek tüm parçalarla bağlantıda olmasında yatar, ama aynışekilde herhangi yeni bir etmen karşısında da daha büyük bir tehlike altındabulunmasında.”11 Öte yandan, Mach’m içgüdüsel ilkelerin üstünlüğüne veampirik olguların onlara uyarlanması gereğine yaptığı vurguya paralel birtarzda, salt birtakım deneysel sonuçlarla çelişti diye inandırıcı bir fikri terketmek de istemiyordu: Einstein’m görelilik makalesinde kullandığı usûlütanımlamak istiyorsak bunun en güzel yolu, Mach’m Stevin’in argümanıylailgili kısa değerlendirmesindeki temel elemanların isimlerini değiştirip tekraretmektir.12

9. The Theory of Electrons, New York 1952, s.230, vurgular benim. Mach'ın kendisininEinstein’ı Lorentz’e tercih ettiğini söylüyor değilim -ortada bunu gösteren herhangi bir kanıtyok. Fakat Lorentz’in genei hatlarını verdiği iki tarz ile Mach’ın tanımladığı iki tarz birbirinetıpatıp uyar -ve Mach yalıtık olgular, varsayımlar ve onlardan bin zahmetle yapılançıkarsamalar yerine kapsayıcı ilkeler kullanmayı tercih eder.

10. “The Fundaments of Theoretical Physics", Science 1940, Ideas and Opinions, s.234’tenalınmış. Krş. Mach : "en bilimsel fikirler en geniş alanda hizmete ko- şulabilen ve deneyimien yaygın bir şekilde tamamlayabilen fikirlerdir", s. 465.11. A.g.e., s.325. Mach içgüdüsel genel ilkeleri bireysel deneysel sonuçlardan dahagüvenilir bulur, çünkü bu ilkeler geniş bir olgular alanıyla potansiyel bir anlaşmazlık içindeoldukları halde yine de varlıklarını sürdürebilmektedirler. Krş. aşağıda Kesim E.

12. Holton (s.205 vd.) Einstein’m emsalsiz üslûbunu (deneyler ya da problemler

C. BAZI GEÇERSİZ MACH ELEŞTİRİLERİ

, Şimdi de Mach-Einstein ilişkisi üzerine revaç bulmuş bazı görüşlere bakalım.Profesör Arthur Miller, özel görelilik teorisinin tarih-öncesi ve ilk yorumuüzerine mükemmel, nüfuz edici ve son derece ayrıntılı kitabında13, Mach’mOptics’ in önsözünde bu teoriye yönelttiği eleştiriye de açıklık getirmek istiyor.Ama, Mach’m “görelilik teorisini kayıtsızca reddettiğini]” (Miller, s. i 38)söylerken14 bu eleştiriyi doğru yansıttığını sanmıyorum. Mach15 “kendi düşünce

biçimi içinde (für mich) niçin ve ne ölçüde (inwieferne) göreliliği reddettiği”niaçıklama sözü verir16; yani, diyeceğim, reddinin yapısı ve kayıtsızlığı açıkbırakılmış, cevap gelecek bir yazıya havale edilmiştir (ki böyle bir cevap hiçortaya çıkmadı). Ne de Miller’m bu eleştirinin nedenleri olarak söylediği şeylerikabul edebiliriz.

Miller’a göre (s. 167), “Einstein’ın görelilik postülalarını apriori ilan etmesi

zaten onun Mach'm ilerisinde olduğunu gösteriyordu.”

Einstein’in 1905 makalesine deneysel olgularla değil pos- tülalarla başladığı

ve onlardan sonuçlar çıkararak devam ettiği doğrudur -ama bu, tam da Mach’m

tarif ve tavsiye ettiği usûldü. Mach’m ilkelerin deneyimle sınanması gerektiğini

vurguladığı da

yerine ilkelerden işe başlayan) Föppl’e bağlar. Aynı şekilde -Einstein'ın incelediği ve Föppl’in saygı

duyduğu- Mach'a da bağlayabilirdi. Arthur Milter (Holton ve El- Kona der., Albert Einstein,Historical and Cultural Perspectives, Princeton 1982, s.18) Einstein’ın, “termodinamiğin ikinci

yasası gibi düzenleyici ilkelerin yararlı olduğu düşüncesi üzerinde temellenen Yeni-Kantçı bir

görüşten yararlandığım” yazıyor. Einstein'm -Miller'ın da bahsettiği (aynı yerde)- Hume’a olan

hayranlığını göz önüne alırsak, bu hiç muhtemel görünmüyor. Fakat Mach, Yeni-Kantçıların apriori

olarak oluşturmaya çalıştıklarıyla tamı tamına aynı türden ilkeleri savunur ve tavsiye eder; ama

onları içgüdü üzerine oturtarak, içgüdünün niçin güvenilir olduğuna açıklık getirerek (aşağıda 5.

Kesim) ve apriori argümanları reddederek (s.73). Apriori varsayımlar konusunda ayrıca krş.

Einstein’m Born’a mektubu (tarihsiz), The Bom-Einstein Letters, New York 1972, s.76.

13. Albert Einstein’s Special Theory of Relativitiy, Reading Massachusetts 1981.

14. Einstein da Mach’ı bu şekilde yorumlar: "Mach özel görelilik teorisini hararetle reddetti” -6

Ocak 1948 tarihli Besso'ya mektup, aktaran Holton, a.g.e., s.232, vurgu benim.

15. Die Prinzipien der Phyşikalischen Optik, Leipzig 1921.16. italikle yazılı kayıt İngilizce çeviride yer almıyor. Dover Publications, s.viii.

doğrudur (s.231): ama, yine burda da, daha önce gördüğümüz gibiEinstein ile hemfikirdirler. Mach’m ilkeler, “çevremizdeki şeylerindurağanlığından” dolayı “matematik tümdengelimsel çıkarımlar içinbaşlangıç noktalan olarak kullanılabilirler” (s.231) şeklindeki diğer birgörüşü de bizi Einstein’a götürür; o da özel görelilik teorisini yalnızcaözel ve durağan çevrelerde geçerli bir teori olarak düşünmüştü.

“Einstein*m iki görelilik postülasınm aksiyomatik konumu”, diyeyazar Miller (s. 166), “onlan dolaysız gözlem alanının dışınadüşürüyordu.” Doğru -ancak burada ima edilen Mach bunu onaylamazdüşüncesi hariç tutulmak şartıyla. Hattâ Miller’ın, “(Eins- tein’da) veri,Gedanken deneylerinin sonuçları anlamına da gelebiliyordu” şeklindeki(s.166) (doğru) gözlemi bile Mach’a ters düşmez, yukarda gördüğümüzgibi: Mach’la Einstein arasındaki fikir aynlığmm uygun araştırmausûlünün ne olduğu konusunda olması mümkün değildi.17

Termodinamiğin birinci ve ikinci yasası, Newton’un birinci yasası,ışık hızının sabitliği gibi temel ilkelerle, Maxwell eşitliklerinin geçerliliğive eylemsizlik kütlesiyle çekim kütlesinin eşitliği gibi konulan irdelerkenGerald Holton, “Mach bunlann hiçbirisine de ‘deney(im) olgulan’demezdi”, diye yazar.18

Holton, Mach’m “(deneyim) olgular(ı)” terimini, belirli bir genelliktaşıyan ilkeler için kullanmadığını iddia ederek, onun bu tür ilkelerinargümanlarda temel alınmasına karşı çıkacağını ima eder. Gerek iddiagerekse ima, Mach’m eserlerinin önemlice bir bölümüyle çelişir.Yukarda Kesim A ve B’de göstermeye çalıştığım (ve aşağıda KesimD’de yeniden karşımıza çıkacağı) gibi, Mach naif tümeyanmsal usûllerkarşısında son derece eleştireldir ve tercihi büyük genellik taşıyanilkelerin, doğrudan ve “içgüdüsel” bir şekilde kullanılması yönündedir.Dahası, eserlerinde “deney(im) olgulan” terimini açıkça Holton’unreddettiğini söylediği tarzda kullandığı birçok bölüm vardır.19

17. Aynı eleştiri R.İtagaki’nin, “ilkeden deney(im)e doğru gidiş Mach'ın metodolojisinetaban tabana zıttı" diyen ifadesi için de geçerli: Historia Scientiarum, 22,1982.

18. Thematic Origins, s.229.19. Bu konuda örnekler şunlardır: kuvvetlerin paralelkenarlığı ilkesi (s.44 vd.),eylemsizlik yasası (s.264, 244), büyüklüğü ölçüm yönteminden (dolaylı ya da

Holton’un kitabında da zikredilen20 diğer bir eleştiri Eins- tein’dan gelir.Einstein’a göre, “Mach’ın sistemi deneysel veriler arasındaki mevcut ilişkileriinceler: Mach için bilim bu ilişkilerin toplamıdır. Bu yanlış bir bakış açısıdır veMach’ın yaptığı da aslında bir sistem değil bir katalog oluşturmaktı.” Birçokfelsefeci ve tarihçi bu eleştiriyi tekrar etmiştir. Mach’m ne kadar sık ve ne kadarbüyük bir ısrarla genel olguları bireysel gözlem ve deneylerin hususiyetlerindenkurtarma ve her zaman “bütünü gözetme” (s. 18) gereğine vurgu yaptığınıhatırlatarak bu eleştirileri boşa çıkarabiliriz. Mach’m anlattığı gibi, mekaniğintarihsel gelişimi esas olarak “tek bir büyük olgu”nun zaman içinde açığa çı-karılmasından, “adım adım kavranması”ndan ibarettir (s.244). En üretkenbilimadamları, sahip oldukları “geniş ufuk”la QVe- ıtsichtigkeit -E442 ve krş.s.476) “tüm olgular arasından ilkeleri açıkça seçebilen” (s.61, 72, 133, 266 vedaha birçok yerde), “bir ilkenin belli bir alandaki tüm olguların anlaşılmasındaanahtar olduğunun doğrudan farkına varan ve onun nasıl zihnindeki tüm ol-

dolaysız) bağımsız kütlelerin varlığı (s.244) (E 175 -bu, çekim kütlesi ile eylemsizlik kütlesinin eşitliğini bir deney olgusu olarak kabul etmek demektir). Ayrıca konu ister

“yerçekimi [ister] gezegenler arası çekim [isterse] mıknatısların çekimi" (s.187) olsun, harekete

sevk eden şeyin ivmeyi belirleyeceği görüşü açıkça “tek bir büyük olgu”yu (s.244) dile getiren bir

şey olarak anlatılır. Başka bir yerde Mach (s.371, vurgular aslında), ““Euler ve Hamilton tarafından

gerçekleştirilmiş tüm hesaplamalar ampirik bir olgunun, doğadaki şeylerin eşsiz bir şekilde

belirlendiği olgusunun analitik ifadelerinden başka bir şey değildir” diyen

"Petzold ile bütünüyle aynı görüşteyim”, diye yazar. Titiz deneysel araştırma yerine düşünce

deneyleriyle ortaya çıkarılmış olmasına rağmen, enerjinin korunumu hem dolaysız bir şekilde hem

de ima yollu (s.437, 477 vd.) deneysel olgu olarak adlandırılır (E 194). Faraday, fiziğin görevini

“olgusalın ifadesiyle” (s.473 -bu, temas yoluyla etki [contact action] düşüncesini de içerir, E 443)

sınırlayan bir araştırmacı olarak övülürken, “uzaktan etki fiziğine saplanmış fizikçilerin] onun

[Faraday’m] düşüncelerini ancak Maxwell bu düşünceleri onların anlayacağı bir dile çevirdikten

sonra kavramaya başla[dıkları]” (E 442) söylenir: Hiç şüphe yok ki Mach, “Faraday, Maxwell ve

Hertz'in çalışmalarından çıkan sonucu, yani elektriksel ve manyetik alanların boşluktaki varlığını

(ve davranışlarını)" (E 444) ampirik bir olgu olarak kabul edecekti. Hatta şu paralel aksiyomunu

bile sezgisel olarak benimsediğimiz (E 414) ve “olguları tam olarak yeniden inşa etmek’te

kullandığımız (s.30) ilkeler arasında sayar. Araştırmada ve özellikle de olguların yeniden inşasında

ilkelerin rolünü tartışarak bu ilkeleri “diğer herhangi bir gözlem kadar meşru gözlem(ler)” diye

adlandırır (so guteine Beobachtung als jede andere: s.44, işaret ettiği ilke kuvvetlerin

paralelkenarlığı ilkesidir).

20. Holton, s.239. Alıntı Einstein’ın 6 Nisan 1922 tarihli Paris konferansından.

gulara nüfuz ettiğini gören” (s.72), “doğadaki süreçler içinde [onu] sezen”(s. 133: kastedilen GaJile’dir; ayrıca krş. E 207), böylece “bir bakışta” (s.133), “daha dar bir ufka” (Kurzsichtigkeit -E 442) sahip, “ikincil ortamlar”(s.70 -Nebenumstande; krş. E 414: arızi tacizler) tarafından çaptandüşürülmüş ve “özsel olanı seçme ve dikkatini ona yöneltme konusundazorlanan” (s.70) naif gözlemcilerden “daha fazlasını kavrayan” (s. 133)bilim adamlarıdır. Demek ki, üretken bilimadamlan olguları bir birtoplayıp listeler haline getirmezler; ya onları “yeniden inşa ederler” (s.30)ya da “kendi fikir haznelerinden” (E 316) “ideal durumlar” (E 190 vedev.) bina ederek “inşa amaçb bir çaba” içine girerler. Ne de tutarlılıklayetinirler - hep daha büyük bir uyum" (E 178, vurgular benim) peşindekoşar ve onu daha önce tanımladığımız genel olgularda ve içgüdüselilkelerde bulurlar.

D. MACH’IN TÜMEVARIM, DUYUMLAR VE BİLİMİN İLERLEMESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ

Mach’m bilim üzerine düşünceleri tümevanma karşı tutumunda çokaçık bir şekilde ortaya çıkar. “Gerçekten garip”, diye yazar (E 312),

bilimadamlarının çoğu, sanki doğa bilimlerinin ayan beyan bireysel olgularıdoğrudan sınıflandırmaktan başka bir işi yokmuş gibi tümevarımı en önemliaraştırma aracı olarak görüyor. Bu tür bir faaliyetin önemi inkar edilemez amabilimadamımn görevi de ondan ibaret değildir; bilimadamı her şeyden önceanlamh karakteristikleri ve onlar arasındaki bağlantıları bulmak zorundadır vebu, önceden bilinmekte olan şeylerin sınıflandırılmasından çok daha zor biriştir. O yüzden doğa bilimlerine tümevanmsal bilimler demenin hiçbir haklıyanı yoktur.

Anlamlı karakteristikler nelerdir ve nasıl bulunur?

Mach’a göre klasik mekaniğin anlamlı karakteristiği şudur: kütleler vardır, farklı

kütle ölçme yolları her zaman aynı sonucu verir

ve harekete sevk edici şey (yer çekimi; gezegenler, ay ve güneşin çekimgücü; manyetizma; elektrik) hızı değil ivmeyi belirler (s. 187, 247, vb.)-Kısaca mekaniğin ilkeleri tarafından tanımlanan şeydir bu. Daha önce degördüğümüz gibi içgüdü ve sezgi, ilkelerin keşfinde önemli bir rol oynar (E315: “sezgi tüm bilginin temelidir”). Mach’m söylediği üzre:

Sık sık ama son derece yersiz bir şekilde tümevarım diye adlandırılan veyeni bir içgörü kazanmamıza aracılık eden psikolojik işlem basit bir süreçdeğildir -son derece karmaşıktır. Mantıksal süreçler ara ya da yardımcıbağlantılar şeklinde devreye girebilirse de mantıksal bir süreç değildir bu.Yeni bilgilerin keşfinde soyutlama ve hayal gücü temel bir rol oynar. Bumeselelerde yöntemin bize pek az bir yardımının dokunabileceği olgusu,Whewell'in tümevarımsal bulgulan karakterize eden bir şey olarakkaydettiği gizemli havayı (das Myste- riöse) açıklar. Bilimadamı aydınlatıcıbir fikir peşindedir. Başlangıçta ne bu fikrin ne de kendini ona götürecekyolun ne olduğunu biliyordur. Fakat aradığı şey ve ona giden yol birbiçimde aydınlandığında bilimadamı buldukları karşısında, tıpkı ormandakaybolmuş birinin bir çalılığı geçince kendini ansızın ormanın dışındaaçık bir alanda bulması gibi, önce bir an şaşırır, sonra karşısında uzananmanzarayı apaçık görür. Yöntem ancak esas şeyin bulunmasından sonraişi düzene sokarak bulgulan geliştirebilir ((carin ordnend undfeilend

eingreifen; E 318 vd.).

İlkelerin bulunması süreci gözlemlerle birlikte, bilimadamımn “kendifikir haznesinden yararlanarak bu hazneye kattığı, eklediği” bileşenlereihtiyaç duyar. Kepler’in deneme kabilinden Mars’ın yörüngesini eliptikolarak alması bu türde, onun kendi inşası olan bir öğedir.21 Aynı şeyGalile’nin serbest düşmede hız ve zamanın bir- biriyle orantılı olduğuvarsayımı ve Newton’un soğuma hızı ile sıcaklık farkının yine birbiriyleorantılı olduğu varsayımı için de geçerlidir (E 316). Söz konusu ekbileşenlerin doğası ve niteliği bilimadamma, bilimin haldeki durumuna vebilimadamımn ne ölçüde “bir olgunun ifade edilmesiyle yetindiğine” (E 316)bağlıdır. Örneğin Newton’un düşünce biçimini karakterize eden büyük bir

21. Bu inşa, yörüngedeki düzensizlikleri dikkate almaz, dolayısıyla bir “idealdurum” bina eder (E 190 vd.).

cüretkârlık ve dikkate değer bir hayal gücüdür ve “doğrusu, bu İkincisini hiçtereddütsüz [onun araştırma sürecinin] en önemli [öğesi] olarakkaydedebiliriz” (s. 181): “kavramlarımızın canlı ve sezgisel bir içeriğe sahipolabilmesi için doğa, anlaşılmadan önce, tahayyülde kavranmalıdır” (E107).22

Mach’a göre soyutlamanın “bilginin keşfinde önemli bir roloyna[dığını]” (E 318) gördük. Soyutlama negatif bir usûlmüş gibi görünür:gerçek fiziksel özellikler, renkler (mekanik örneğinde), sıcaklık, sürtünme,hava direnci, gezegenlerin etkileri (planetary disturbances) bir yana bırakılır.

Mach için bu, bilimadamının “eklediği” (E 316) ve olguları “yeniden binaetmekte” kullandığı pozitif ve inşa amaçlı çalışmaların bir yan etkisidir. Onedenle, Mach’m yorumuyla,' soyutlama “cüretkâr bir düşünel hamle"dir(ein intellektuelles Wagnis: E 140 ve soyutlama ve dikkat arasındaki bağlantıüzerine krş. E 315). Hedefi tutturamayabilir, “başarılı olarak işlediğigösterilerek doğrulanır” (E 140). Mach’m meşhur, “bilim, fikirleri olgularave birbirlerine uyarlama demektir”, sloganı (s.478 ve daha birçok yerde) buanlamda okunmalıdır. Fikirlerin olgulara uyarlanması değişmez olguları dü-şünce aracılığıyla tekrarlamak demek değildir, her iki öğeyi de dönüşümeuğratan diyalektik bir süreçtir bu. Şimdi, ama bu kez biraz daha ayrıntılı birşekilde bu sürecin kendini nasıl se- rimlediğine bakalım.

Dünyada belli bir düzen bulmaya çalışan bilimadamı belli ilkeleraramaktadır; bunları ya deneyler yardımıyla “ağır aksak”, “derme çatma” ve“muğlak” bir yolla ya da cüretkâr düşünce deneyleri ve onlardan çıkarsanmışgenellemeler yardımıyla içgüdüsel olarak bulur. İlkeler bir düşünme üslûbuortaya koyar ve

22. Mach ile Einstein arasında bir benzerlik daha. Einstein tekrar tekrar araştırmanınduyumlar ve onları düzenleyen kavramlarla yetinemeyeceğini, “duyu izlenimlerinden büyükölçüde bağımsız" nesneler gerektirdiğini vurgulamıştır (Ideas and Opinions, s.291). Ancakbu nesneleri Einstein “keyfi” ve "özgür zihinsel yaratımlar" {aynı yerde ve başka birçokyerde) olarak görüp böylece en önemli noktada sorgulamayı bir yana bırakırken, Machonların kökenini, otoritelerinin kaynak ve doğasını incelemeye girişir. Sonuçta Mach karşıtolgulara hiç aldırmadan genel bakış açılarının savunulması lehinde argümanlar ge-liştirirken; Einstein -sık sık ve doğurgan bir şekilde naif yanlışlamacıların kurallarınıçiğnemiş olmasına rağmen- bu konuda yalnızca öznel kanaatlerine başvurmaklayetinecektir. Bunu aşağıda Kesim E’de ayrıntılarıyla tartışacağız.

bizi bilinen olguları bu düşünme üslûbu içinde -onun barındırmadığı öğelerden“soyutlayarak”- “taslaklaştırmaya” (s.73), 'ya da “idealize etmeye” (s.30; E 190vd.) çağırır. Olgu ve fikirleri, her ikisini de dönüştürüp yeniden inşa ederek,birbirine bağlayan sahiden yaratıcı bir girişimdir bu.23 Sonuçlan eşsiz değildir.24

Farklı soyutlama yöntemleri getiren farklı ilkeler, “görüngülerin kimi zaman birkimi zaman diğer yanını” (s.73) öne çıkararak, olguları farklı hattâ karşıtdoğrultularda idealize eder ya da “taslaklaştınr”lar. Örneğin 19. yüzyıltermodinamikçileri ısının diğer enerji biçimlerine dönüşebileceğini kabulederken; ısıyı bir madde olarak gören, o yüzden de ısının korunumunu varsayanBlack, donma ve buharlaşmayı açıklamak için gizli ısı kavramını ortaya atar (E175). Aynı şekilde Benedetti hem impetusu hem de onun doğal olarak sonbulacağını varsayıyordu; oysa yaşamının ileriki yıllarında eylemsizlik yasalarıile göreli hareketleri birleştirmiş bir Galile bu konuda kendini fiziksel olarak ta-nımlanabilir engellerle sınırlayabilmişti (s.263): olgu ve fikirlerin

23. “Kepler hareketinin tamamıyla phoronomik bir analizi verilerek bir şekilde onun,güneşe olan uzaklığın tersinin karesine bağlı ve güneş istikametinde artan ivmelerletanımlanabilecek bir hareket olduğu sonucuna çtkılabilir; mantıksal olarak mümkündür bu.Fakat bu süreç bence, psikolojik olarak düşünülemez bir şeydir. İnsanın elinde onakılavuzluk edecek fiziksel bir kavram yoksa durup dururken ivmeler düşüncesine nerdenvarsın? Niçin birinci ya da üçüncü diferansiyel bölmeleri kullanmasın? Bu iki öğeye çıkanmümkün sonsuz sayıda hareket analizi arasından niçin -böyle basit bir sonuca çıkan- ikiöğeyi ayırıp kullanmış olsun? Benim için, fırlatılan nesnelerin parabolik yörüngelerininanalizi, ona kılavuzluk edecek bir yerçekimi ivmesi fikri olmadan çok zordur” (E147 vd.).

24. Einstein için deneyimin “özsel olarak farklı iki ilke" altında toplanabilmesi,

“temel ilkelerin kurgusal karakterini ve “kavramların formülasyonunda yer alan

özgür inşaya yönelik öğeyi” (6 Ocak 1948 tarihli Besso'ya mektup, aktaran Holton, s.231)gösterir {Ideas and Opinions, s.273, vurgu benim). Einstein bunu Mach’ın aniamadığıntdüşünüyordu (yine Besso’ya mektuptan). Oysa yukarda (Dipnot 21 ’ie ilgili metin), Mach’agöre brlimadammın “kendi fikir haznesi yardımıyla kendinden {bir şeyler] katarak”, nasıl“ideal durumlar” ve -yine Mach’m başka bir adlandırmasıyla- “kurgular (E 418: “fizikçi yaptığıkurguların olguları ancak yaklaşık olarak” ve “ideal gazlar, mükemmel akışkanlar, tam elastikcisimler vb., gibi “keyfi basitleştirmeler üzerinden sunacağını bilir.”) “inşa ettiğini” (E 316)görmüştük. Burda, ilkelerin çoğul bir karakter taşıdığını kavramış olmaktan kaynaklanan, yaniEinstein’ı Mach’ı eleştirmeye sevk eden aynı kaygıyı buluyoruz: Einstein, Mach’ındüşüncelerinin karmaşıklığının farkında değildi ya da unutmuştu. Krş. Dipnot 42.

birbirlerine uyarlanması “birçok farklı yoldan yapılabilir” (175). Farklıbölgelerde ya da aynı alan içinde farklı ilkelerden türetilmişidealizasyonlar kimi zaman birbirleriyle çelişir ve çeşitli paradokslarınortaya çıkmasına neden olurlar. (Böyle bir çelişme örneği, Kesim B’deverdiğimiz Einstein’ın düşünce deneyidir.) Bu tür paradokslar“araştırmanın en yeğin itici kuvvetleridir” (E 176; krş. 264 ve daha birçokyerde). “Sürecin bütünüyle başarıya ulaştığı ve nihayet sonuna gelindiğiasla söylenemez” (s.73), o yüzden bir olgunun -herhangi bir olgu-tamamıyla ve nihai olarak tanımlandığı da yine hiçbir zaman söylenemez.Hattâ duyum dili bile test edilmesi ve araştırmayla geliştirilmesi gereken“tek yanlı bir teori içerir.”25

Mach’a göre “zihinsel alan” -düşünceler, duygular, uğraşlar, vs. alanı-“içgözlemle bütünüyle keşfedilemez. Fakat fiziksel bağlantıları inceleyenbir fizyolojik araştırma süreciyle birleştirilmiş bir içgözlemin bü alanıapaydınlık önümüze açması ve bu esnada bizi de kendi iç âlemimizletanıştırması mümkündür”26: yani iç- gözlem tek başına yetmez. Ancakbünyesinde karşılıklı bağımlı iki araştırma stratejisine, içgözlemselpsikoloji ve fizyolojik araştırmaya yer veren bir girişim zihinsel olaylarıntüm yapısını ortaya çıkarabilir.

Yalnızca psikolojinin değil genel olarak bilimsel araştırmanın daböyle karma stratejiler üzerine oturtulması gerektiği konusunda Mach’miki gerekçesi vardır. îlki onun eleştirel tutumundan kaynaklanıyordu:Mach bilimin en genel ve en derinlere kök salmış bileşenlerini bilemasaya yatırmak isterdi. Özne ile nesne, zihin ile madde, beden ile ruharasında keskin bir ayrım bulunduğu düşüncesi ve ona tekabül eden,“zihinsel” hiçbir şeyin etkilemediği gerçek dış dünya olduğu düşüncesiböylesi bileşenlerdendir. Mach’m döneminde bu düşünceler araştırmanınsual olunmaz önvarsayımları olarak almıyordu (bu tutum şimdi de ifadeedilmeden varlığını sürdürmektedir). Mach bunu onaylamadı: bilimietkileyen ya da onun bir parçası olan her şey yine onun tarafındanincelenmeliydi. Gerçek dış dünya düşüncesini in-

25. Analyse der Empfindungen, Jena 1922, s.18.26. Popularwissenschaftliche Vorlesungen, Leipzig 1896, s.228. Krş. E 14, dipnot:“psikolojik gözlem fiziksel gözlem kadar önemli bir bilgi kaynağıdır”.

eelemek demek, ya zihin-madde sınırındaki çatlakları araştırmak ya daartık btı düşünceye bağlı kalmayan “karşıt idealizasyonlar” (s.263)bulmak demektir. Mach her iki yönteme de başvurur.

Karma araştırma stratejileri kullanma gerektiği konusunda ikincigerekçesi bu tür stratejilerin kısmi bir başarı kazanmış oluşuydu. Sınırçizgisinin kimi kısımlarının psiko-fizyolojik süreçler tarafından yaratıldığı(Mach çizgileri), diğer kısımlarınmsa daha eski bakış açılarından kalmaarızi artıklar olduğu ortaya çıkmıştı. Sorunun incelenmesini daha daderinleştirmek ve bu arızi bağımlılıklardan kurtulmuş bir bilimhazırlayabilmek amacıyla Mach bir “bircilik” geliştirdi. Bu bircilik onunaraştırma konusundaki genel görüşlerinin bir parçası değildi; onlara görekurulmuş ve onlara tabi özel bir teoriydi. O nedenle (Einstein dahil)hemen tüm Mach eleştirmenlerinin sandığı gibi araştırmanın zorunlu birsınır koşulu değildi. Mach bu noktayı vurgulamaya özel bir dikkatgösterir: “Psikolog için en yalın ve en doğal görünen başlangıçnoktasının, tamamıyla farklı sorunlarla ya da aynı sorunların değişikveçheleriyle karşı karşıya olan fizikçi ya da kimyacı için de en yalm ve endoğal başlangıç noktası olması gerekmez” (E 12, Dipnot 1). Bu birciliği,var olan şeyler ile (a) öznel, (b) temel ve (c) daha öte analize elverişliolmayan kendilikler (yani duyumlar) arasında yapılalı safdil bir öz-deşleştirmenin bir ürünü gibi görmek özellikle yanıltıcıdır. Ne bilimde(bilimin hiçbir öğesi “kaya gibi” değildir [E 15] ve sürekli gözdengeçirilmesi gerekir [s.231] ve ayrıca felsefi ve bilimsel düşünce tarzlarıarasındaki fark konusunda krş. E 15), dolayısıyla, ne de -yukardagördüğümüz gibi felsefi bir ilke değil bilimsel bir teori olan- Machbirciliğinde bu tür varlıklar vardır.

Mach’a göre dünya, farklı şekillerde biribiriyle iliş- kilendirilebilecekve farklı şekillerde sınıflandınlabilecek elementlerden oluşur (E 7 vd.).Elementler duyumlardır fakat, onları özel bir elementler kompleksine,insan vücuduna bağlı şeyler olarak gördüğümüz ölçüde, “ancak o ölçüde”duyumlardır; “aynı zamanda fiziksel nesnelerdir fakat, onların diğer aslibağımlılıklarını göz önünde bulundurduğumuz ölçüde’--1 -“bu

27. Analyse de Empfindungen, s. 13.

yüzden elementler hem fiziksel hem de psikolojik olgulardır” (E 136).Farklı birçok yoldan biribirlerine bağımlıdırlar ve kendi dışlarında olupbitenden etkilenmeden kalan tek bir element kompleksi bile yoktur: “tamolarak söylersek yalıtılmış hiçbir şey yoktur” (E 15). Ancak bilimlerdenalışkın olduğumuz yöntemleri izleyerek “şey” ya da “özne” gibiidealizasyonlar veya “kurgular” icat eder ve “ilkeler”i onlar cinsindenifade ederiz. Elementler nihai değildir -“tıpkı simyanın elementleri gibi,tıpkı günümüz kimyasındaki elementler gibi, deneme kabilinden vehazırlık mahiyetindeki şeylerdir” (E 12). Ne de her araştırmayı onlara da-yandırmak gibi bir zorunluluk vardır (E 12, Dipnot 1: önceki paragraftaalıntılandı). Formel olarak Mach’ın birciliği ile atomcu hipotez pek çoknoktada ortaktır. Her ikisi de dünyanın belirli temel varlıklardanoluştuğunu varsayar, her ikisi de onların gerçek doğasım keşfetmek içinbilimsel araştırmayı kullanır, her ikisi de bu varsayımın zorunluolmadığını, deney(im)le sınanmasının şart olduğunu söylerler. Ve nasılatomcu teorinin fenomenolojik teorilerin inşasına, bunları er geç atomlarcinsinden analiz etmeyi hedeflemek şartıyla karşı çıkmasına gerek yoksa;Mach da, kademe kademe bir mekanik bilim inşa edilmesine, oradakullanılan kavramların nihai ve diğer her şeyin temeli olarak abnmamasışartıyla (s. 184), karşı çıkmadı ya da onu eleştirmedi. Mach ve atomculararasındaki fark temel varlıklar konusundadır; burada Mach kendisinindaha avantajlı olduğunu düşünüyordu. Çünkü, diyordu Mach, “duyumlarıatomların hareketiyle açıklamak” (s.483) mümkün değildir, ama atomlarıalgısal alanın elementleriyle açıklamak mümkündür; mümkün olmasıgerekir yoksa atomcu hipotez deneysel bir bilimin parçası olmaktan çıkar.Mach tarafından öngörüldüğü şekliyle elementler, o yüzden, atomlardandaha temel varlıklardır.

E. EINSTEIN’IN AKILDIŞI POZİTİVİZMİ,MACH’IN DİYALEKTİK AKILCILIĞI

Şimdi bilginin öğeleri ve gelişmesi üzerine bu karmaşık açıklamaylaEinstein’m aynı konudaki tasvirini (yukarda IV. Bölüm

?sn

Kesim C’de alıntılanmıştı) bir karşılaştıralım.Einstein’a göre (R 29l)28;

bir “gerçek dış dünya” kurma yolunda attığımız ilk adım maddi nesnekavramının ve çeşitli türde maddi nesnelerin oluşturulmasıdır. Çoksayıdaki duyu deneyimlerimiz arasından zihinsel ve keyfi bir hamleylebelirli, tekrar tekrar ortaya çıkan duyu izlenimi komplekslerini alır ... veonları bir kavramla bağdaştırırız -maddi nesne kavramı. Mantıksal olarakdüşünüldüğünde bu kavram işaret ettiği duyu izlenimleri toplamıyla özdeşdeğildir; insan (ya da hayvan) zihninin özgür bir yaratımıdır. Öte yandankavram anlamını ve var olma gerekçesini sadece ve sadece bizim onunlabağdaştırdığımız duyu izlenimleri toplamına borçludur.İkinci adımı, (beklentilerimizi belirleyen) düşünme sürecimizde sözkonusu maddi nesne kavramına, başlangıçta onun ortaya çıkmasına imkanveren duyu izlenimlerinden epeyce bağımsız bir anlam yükleyerek atarız.Bir cisme “gerçek bir varoluş” yüklediğimizde yaptığımız şeydir bu.Böyle bir “gerçek dış dünya” kurma işi başlı başına şu olgu temelindehaklılık kazanır: duyu izlenimleri labirentinde yolumuzu bu tür kavramlarve onlar arasındaki zihinsel bağıntılar sayesinde bulabiliriz. Söz konusunosyon ve bağıntılar ne kadar özgür zihinsel yaratımlar olsalar da bize,bir illüzyon ya da halüsinasyon ürünü olup olmadığından hiçbir zamantam olarak emin olamayacağımız bir yapı gösteren bireysel duyudeneyimimizden daha güçlü ve değişmez görünürler. Öte yandan aynıkavram ve bağıntılar, hattâ gerçek nesnelerin ve genel olarak konuşulursa,“gerçek dünya”nm varlığı pos- tülasyonu ancak, aralarında belli birzihinsel bağlantı oluşturdukları duyu izlenimlerine bağlanabildikleriölçüde haklılık kazanırlar.

Burada Mach’m yazılarına ve Viyana Çevresi’ni de içine alacak şekildepozitivizm tarihine aşina bir okuyucu için çarpıcı olan, değerlendirmenin nasılMach’tan çok pozitivizme yakın durduğudur. Aynı zamanda Mach’tan çokdaha basittir ve en önemlisi de, baştan aşağı gerçekdışıdır. Tarihte ya dainsanların büyüme sürecinde “birinci aşama”ya tekabül eden herhangi bir evre

28. Einstein’ın burada alıntı yapılan makaleleri: “On the Method of TheoreticalPhysics”, Herbert Spencer Lecture, Oxford 1933; “Physics and Reality”, Journal of theFranklin Institute (1936); “The Fundaments of Theoretical Physics"’, Science (1940).Makalelerde alıntılar Ideas and Opinions'taki sayfa numaralarına göre yapılmıştır (başına Rharfi getirilerek).

yoktur; “duyu izlenimleri labirentinde29 “keyfi ve zihinsel bir hamleyle”belli deneyim öbeklerini seçtiğimiz, “özgürce” kavramlar “yaratıp", onlarıbu öbeklerle bağdaştırdığımız yine herhangi bir evre yoktur. “Sadece insansoyu değil tek tek bireyler de ...inşasına hiçbir bilinçli bir katkıdabulunmadıkları eksiksiz bir dünya görüşü [hazır] bulur. Herkes buradan

başlayacaktır ...” (E5, italikler benim). “Sağduyu ... çevremizdeki cisimleri bir bütün olarakkavrar, bireysel duyu(m)ların katkılarını ... ayırmadan” (E 12, Dipnot 1).

Öte yandan “birinci aşama”, var olmaması bir yana, bilginin başlangıçnoktası olarak da var olamaz.. Mach bunun nedenini şöyle açıklar:“Düşüncenin eşlik etmediği bir saf deney(im) bize her zaman yabancıdır”(s.465): düşünce barındırmayan bir duyu deneyimi yaşayan kişi allakbullak olur, en basit şeyleri bile yerine getiremez. Yine, “bireysel birduyum ne bilinçli ne de bi- linçdışıdır. Ancak şimdiki zaman (the present)deneyiminin bir parçası haline gelerek bilinçli hale gelir” (E 44): budeneyimlerin bilinçli olmasının önkoşulu onlann düzenli bir yapıya ka-vuşturulmasıdır, o yüzden de böyle bir işlemin bilinçli ama henüz düzenlibir yapıya kavuşturulmamış duyumlar alanına uygulanacak düzenleyici birsüreçle gerçekleştirilmesi mümkün değildir. “Hayal gücü zaten hep tek birgözlem kullanır, ama bunda değişiklikler, eklemeler yapar.” (E 105); buzorunludur, çünkü “kavramlarımızın canlı ve sezgisel bir içeriğe sahipolabilmesi için doğa, anlaşılmadan önce, tahayyülde kavranmalıdır”(E107): kavramlar da “saf’ olamazlar, bir şeyi düzenlemede kul-lanılabilmeleri için önceden algılarla bir renk tutturmuş olmaları gerekir.Kavram ve duyumların önce ayrı ayrı var olup sonra birleşmeleri,birleşerek bilgiyi oluşturmaları diye bir şey söz konusu değildir.

Dahası, bellek ve hayal gücü arasında keskin bir sınır yoktur

29. Duyu izlenimlerinden bahsettiği her yerde Einstein dolaysız duyu izlenimlerinikasteder. Bu, Einstein'ın Maurice Solovine’ye yazdığı 7 Mayıs 1952 tarihli mektuptanaçıkça anlaşılır (A.P. French der., Einstein: A Centenary Volume, Cambridge 1979, s.270’te basılmışta, burada mektubun epistemolojik sorunlarla ilgili bölümünün birfotoğrafı da yel’ alır). Mektupla birlikte verilen şemanın temelinde "Mannigfattigkeit derunmittelbaren (Sinnes) Erlebnisse” vardır (vurgular benim).

-hiçbir deneyim, hâtırası diğer deneyimlerden etkilenmeyecek kadaryalıtılmış değildir. Ancak hâtıralar “kaynaşmış şiir ve hakikattir” (E 153:gönderme Goethe’nin otobiyografisine, Dichtung 'und Wahrheit):“gözlem ve teori de keskin bir çizgiyle ayrılamaz” (E 165), onun için “ikisüreç, fikirlerin olgulara ve fikirlerin fikirlere uyarlanması, keskinçizgilerle ayrılamaz. İlk duyumlar (bir canlıya ait) bile doğuştan getirilenhal ile zamana tabi hal (Stim- mung) [ki biyolojik ihtiyaçlara olduğu kadargeleneğe de bağlıdır: E 70 vd.; krş. E 60] tarafından ortaklaşa belirlenir veher izlenim kendisinden önce olup bitenlerden etkilenir” (E 164). Butarzda ortaya çıkmış tüm bir algılar kompleksi “kavramsal düşüncedenhem organik olarak daha eskidir, hem de daha iyi kurulmuştur” (E 151);ve “başlangıçta bilimsel düşüncelerden ayrılması asla mümkün olmayan”sağduyu, Einstein’ın bahsettiği anlamda herhangi bir duyum tanımadığıgibi, onun böyle karmaşık ve soyut bir düşünceyi oluşturması da pekmümkün değildir (E 44, Dipnot 1).

Hem Mach hem de Einstein bilim ve sağduyu arasında yakın bir ilişkiolduğuna inanıyordu. “Bilimsel kavramlar dolaysız bir şekilde,ayrılmalarının zaten mümkün olmadığı sağduyusal düşüncelere bağlıdır”(E 232). İşte, der Einstein (R 290), bi- limadamlanmn niye “çok daha güç[yani, bilimsel fikirlerin analizinden daha güç] bir sorunu, günlükdüşüncenin doğasım analiz etme ve gerekli yerlerde değişikliğe uğratmasorununu eleştirel olarak ele almadan fazla ilerleyemeyeceklerinin”nedeni budur. Fakat Einstein’m durumu tarif ediş biçimi budeğişikliklerin oldukça kolay olduğu kanısını uyandırır ve bunun nasılyapılacağı konusunda da yanlış yöntemler önerir. Eğer “duyu deneyimleriverili hammaddeyse (the given subject matter) (R 325)30, eğer buhammaddeye düzen vermekte kullanılan kavramlar “keyfi”, “özgüryaratımlar” ve “esas olarak kurgusal” (R 273) nitelikte ise, yapacağımıztüm iş “özgürce” bir kurgu kümesinden diğerine ge-

30. Einstein'ın Besso’ya mektupta (Dipnot 2) aynı varsayımı Mach’a atfederek(ki Mach hiçbir zaman böyle bir şey söylememiştir) onu eleştirdiğini hatırlayalım.Bu alıntıda (söz konusu mektuptan on iki yıl sonra) Einstein onu kendisi benimsemiştir -ve 1946’da yazılmış otobiyografisinde (Schillp, a.g.e., 6 vd.) ve So- lovine'yemektubunda (1952 tarihli, krş. Dipnot 29) aynı şeyi yapar: duyumların analiz edilemezolduğu bir kere kabul edildikten sonra duyumculuk her zaman içeri sızacak bir yol bulur.

çerek, olmadı bir üçüncüsünü dördüncüsünü “icat ederek”, bir bir duyumlarınasıl düzenlediklerine bakıp içlerinden en iyisini seçmektir. Usûlümüz uzunve yorucu olabilir, ama hiçbir içsel zorluk taşımaz. Bizden tüm beklediği“kavramlarla özgürce oynamaktır”.31 Öte yandan eğer duyumlar, hayal gücü,düşünce, bellek, fantezi, soyaçekimsel özellikler, içgüdüler (E 164; krş. E323: “bilimsel bakış açıları oluşturmak içgüdüsel ilkel düşüncenin ge-liştirilmesinden ibarettir”), düş ya da uyanıklık: (E 117) arasında net birayrım yoksa; eğer tarihsel olarak verili herhangi bir hammadde tüm buşeylerin bir alaşımı ya da, onun da ötesinde, yalın tek bir şeyse32 (o zamanduyumlar da hammadde değil “kurgulanmış şeyler” anlamına gelecektir)-araştırma Einstein’m tasvirinde ima ettiği usûlden ister istemez çok farklı biryol izleyecektir. Ne yeni ilkelerin icat edilmesi Einstein’ın sandığı kadar“özgürce” olabilecek ne de, artık bizzat parçaların varlığı tartışma konusuolacağmdan, bu iş için birtakım bildik parçaların basitçe bir daha karılmasıyeterli olacaktır.

Einstein ve Planck33 gibi pozitivizme hararetle karşı çıkmış yaratıcıbilimadamlannın nasıl onun önemlice bir kısmını kullanmaya devamettiklerini, yürüttükleri pratikten çok daha basit bir bilim değerlendirmesiyaptıklarını görmek insanın tuhafına gidiyor. Emst Mach, sözüm onapozitivist Mach, işte bu bilim tasvirinin uydurma karakterinin farkına varmışve yerine daha gerçekçi bir açıklama getirmiş birkaç ender düşünürdenbirisidir. Böylece gestalt psikolojisinin, matematikte konstrüktivistlerin, Pi-aget, Lorenz, Polanyi ve Wittgenstein’m (ne yazık ki.Mach’a

31. Schilpp, a.g.0., s.6.32. Mach, örneğin, Duhem’in bazı “niteliklerfni elementler arasında sayma eğilimindegörünüyor. Krş. Duhem’in bilim felsefesi üzerine yazdığı temel eserinin (Ziel und Strukturder Physikalischen Theorien, Leipzig 1908) Almanca çevirisine yazdığı önsöz. Ancak"nitelikler" Duhem için akımlar, yükler, vb. gibi şeylerdi.

33. Planck için, krş. kendi eseri Vortrâge und Erinnerungen, Darmstadt 1969, s.45(duyumlar “tüm deneyimlerimizin onaylanmış kaynağrdır), s.207, 230 (fiziğin tüm kavramlarıduyum dünyasından alınır, geliştirilir ve tekrar onunla ilişkiye sokularak sadeleştirilir), s.226(duyum dünyası ite temas hiçbir zaman ko- panlmamalıdır), s.229 ("tüm bilgilerin kaynağı vetüm bilimlerin kökeni kişisel deneyimlerdir. Deneyimler dolaysız olarak verilmiştir, hayaledebileceğimiz en gerçek şeylerdir, bilimi oluşturan düşünce katarlarının ana çıkışnoktalarıdır”) ve s.327 (gerçek dünya ancak duyular aracılığıyla algılanabilir).

oranla lafı çok fazla uzatır) olduğu kadar, en son fiziksel dünyada modelarama girişimlerinin de müjdecilerinden biri olmuştur.

Planck ve Einstein, pozitivizmin Mach tarafından eleştirilmiş çeşitlikısımlarını kullandıkları ve gerçekte bir anlaşmazlık olmadığı halde kimikonularda Mach’a karşı çıktıkları gibi, zaman zaman birbirilerine de karşıçıkmışlar, en azından bu tür içerimler taşıyan ifadeler kullanmışlardır.Örneğin Planck gerçekçilik öğretisini formüle ederken, Einstein’inpozitivizmi eleştirme amacıyla kullandığı bir terime atıfla, “şimdi burdapozitivist ‘ âdeta’ yı çıkarıp atıyoruz” (Planck, s.234), diye bir eklemedebulunur; öte yandan Einstein’in maddi nesnelerin “gerçek varlığı”na (R 291)vurgu yaparken düşündüğü, “duyu izlenimlerinden büyük ölçüde bağımsız”kavramlardır -Mach buna evet der (bkz. yukarda Kesim D)34 fakat Planckhayır diyecektir, çünkü onun için gerçeklik semantik değil ontolojik birmeseledir. Planck’m gerçek dış dünyanın varlığına olan “iman”ı Mach’laçelişir, ama biz daha bunu söylemeden Planck, “iman” yerine “çalışmahipotezi”nden de bahsedebiliriz deyiverir (Planck, s.247) -ki Mach’ınfelsefesinde meşru bir usûldür bu (E 143).35 Gerek Planck gerekse Einstein,

34. Bununla birlikte dikkat edilmelidir ki Mach, tartışmalarına duyumlardan değil bireyselfiziksel olaylardan başlar.35. Planck’ın gerçekçilik konulu açıklamaları dönemsel olarak ilginç farklılıklar gösterir.Mach’la meşhur yazışmalarına yol açan 1908 denemesinde gerçekçiliği fizikçilerin büyük birçoğunluğu tarafından savunulan “kaya gibi sağlam bir iman” (s.50) olarak adlandırır. Ayrıcaözne-nesne ayrımını pratik (kon- vansiyonel) bir ayrım gibi görenlere karşı çıkar ve dolaylıolarak onun gerçekliğin kendinde var olan bir ikilik olduğunu ifade eder. 1913'te yine“iman“dan bahseder, fakat bir de ilavesi vardır: “Bununla birlikte iman tek başına yeterli de-ğildir, bilim tarihinin öğrettiği gibi iman bizi yanlış yönlere, dar görüşlülük ve fanatizme sevkedebilir. Güvenilir bir öncü olarak kalmasını istiyorsak onu mantık ve deneyimle aravermeksizin kontrolden geçirmeliyiz” (s.78). 1930’da gerçekçiliği yine iman olarak adlandırırama hemen ardından da “daha titiz bir ifadeyle onun bir çalışma hipotezi olduğu dasöylenebilir”, der (s.247). Oysa aynı yazıda "pozitivist ‘âdeta'yı silip atfar) ve şu pratik buluşlardenilen şeylere dolaysız duyu izlenimleriyle yapılmış doğrudan tanımlamalardan daha büyükbir gerçeklik atfe[derj” (s.234). Ayrıca gerçekçi bir imanın işe soktuğu “metafizik" (s.235) yada “akıldışı" (s.234) öğelere vurgu yapar. 1937'de “Din ve Doğa Bilimi” isimli konuşmasında“bilimin öğrettiği nice yasayı ve nice dokunulmaz hakikati” (s.325) incelemeye koyulur vehem duyu izlenimlerinden bağımsız bir gerçek dünyanın varlığından (s.327) hem de gerçekdünyadaki yasaların varlığından söz eder (s.330). Daha ihtiyatlı bir dille de bu yasalararasındaki sa- bitelerden ve en az etki ilkesinden bahseder.

onlan Mach’la karşı saflara iter görünen ama temel terimlerin değişikkullanılış biçimlerine dikkat edildiğinde karşıtlık yerine bir uyuma işareteden ifadeler kullanmışlardır.36 Mach ve pozitivizm üzerine koparılan arbede,bir bütün olarak bakıldığında, Mach’m savunduğu sanılan ama gerçektesavunmadığı bir öğretinin belli bir kısmını benimseyip ötekini (aslındahepsinin de kaçmaya çalıştığı) pozitivistlikle itham eden düşman taraflarıylakarmakarış bir ağa benzer. Mach ve Planck, teorik kavramlardan “özgürceyaratılmış ve kurgusal karakterli” şeyler olarak bahsetmenin temel ilkelerinrolü konusunda gerçek bir anlayışa varmamızı engellediği iddiasında bilehemfikirdirler -fakat nedenleri çok farklıdır. Planck için temel ilkeler nekurgusal ne de rasgeledir, çünkü gerçek dış dünyanın gerçek özelliklerini

tanımlıyorlardır. Mach için de yine ne kurgusal ne de rasgeledir, çünkü

içgüdü dahil birçok tarihsel nedenle bağlantılıdırlar. Planck ve Einsteinşüphesiz, araştırmayı bir aşamadan öbürüne taşıyacak bir eyleyici odak ih-tiyacının farkındaydılar ve bu eyleyiciyi sezgi (R 226) ya da iman (Planck,birçok yerde ve krş. Dipnot 35) olarak adlandırmışlardı. Ancak Planck veEinstein tarafından anlaşıldığı şekliyle sezgi ya da iman ile Mach’miçgüdüsü arasında büyük bir fark vardır.

Mach’a göre, “çeşitli ilkeler arasındaki gerçek ilişki tarihseldir” (s.73).“Bir fikrin en kesin ve en eksiksiz açıklaması [o yüzden] ona yol açmış, onaçıkmış ve onun doğruluğunu teyid etmiş güdü ve yolların açıkçasergilenmesiyle yapılır. Bir görüş ile daha eski, daha alışılmış ve münakaşa

edilmemiş (uncontested) fikirler arasındaki mantıksal bağlantı bu usûlünyalnızca bir parçasını oluşturur” (E 223). “Bilimsel araştırmanınrönesansmda ya-

Öyle anlaşılıyor ki Planck görece daha bilimsel (yani sınanabilir) bir gerçekçilik -Mach’tn daönermiş olduğu türden (Mechanik, s.231)- biçimi ile daha “akıldışf’ ya da "metafizik" birgerçekçilik biçimi arasında gidip geldi. Bu gidiş geliş onun her zaman sınanabilirlik olarakanladığı (Mach’tan kalma bir şey olmasın bu?) bilime ve de belirli bir felsefi imana olan ikizbağlılığından ileri gelmiş ve onun bir gerçeklik, hattâ "mutlak" bir gerçeklik postüle edilsebile aynı zamanda hiçbir tikel bilimsel sonuç ya da ilkenin bu gerçeklik dediğimiz şeyi aslabütünüyle ku- caklayamayacağını fark etmesiyle daha da kronikleşmiş olabilir {s.182 -G.E.Lessing'e ince bir göndermeyle).

36. Örneğin Einstein, teori inşasının yaratıcı veçhelerine işaret ederek “so- yutlama“nmbilimin bir ilkesi olarak alınmasına karşı çıkarken (R 273) Mach, soyutlamayı “cüretkâr birdüşünce hamlesi” (E 140) olarak düşünür.

şamış klasik yazarlarla ilişki kurmak insana kıyas götürmez bir zevkverir, yeri doldurulmaz ve hiç eskimeyecek şeyler öğretir; bunun nedenihiç tartışmasız, bu büyük ve naif insanların, yapakları araştırma vekeşiflerin içten coşkusuyla, herhangi bir âlimane esrarengizleştirmeyegirmeden (ohne jede zunftmassige gelehrte Geheimnistuerei) onlar içinnelerin nasıl açıklığa kavuştuğunu bir güzel anlatmalarındadır. ÖrneğinKopernik, Stevin, Galile, Gilberti ve Kepler’i okuyarak, hiçbir tumturaklısöz (ohne alien Pomp) dinlemek zorunda kalmadan, en başarılı örnekleredüşülmüş açıklamalar eşliğinde bilimsel araştırma sürecine yol gösterengüdüleri öğrenebiliriz... Bu dönemin bilimini karakterize eden şey...kozmopolit bir açıklıktır” (E 223 vd.).

Modern bilim felsefecilerinin bu kozmopolit açıklığı önemsemediklerive onun yerine, biraz iyimser bir ifadeyle “akılcı” açıklama ya da “akılcı”yeniden yapılandırma dedikleri şeyi yapmayı tercih ettikleri herkesinbildiği bir konudur. Akılcı yaklaşım, Mach’m sözleriyle (son paragraf),bir fikrin “daha eski, münakaşa edilmemiş görüşlerle mantıksalbağlantılarını” -bu görüşlerin nasıl ortaya çıktığına ve niçin kabuledilmeleri gerektiğine bir açıklık getirmeden- göstererek onu açıklar. Buanlamda Einstein ve Planck’m bilginin doğası konusunda verdikleriaçıklamalar akılcı açıklamalardır. Belli bir “münakaşa edilmemiş” şeyler(duyu verileri) kümesi ile belli bir münakaşa edilmemiş görüşler(“mantık”) kümesini kabul eder ve gerçek bilimsel teorilerin buaçıklanmamış, münakaşa edilmemiş şeylerle ilişkisi üzerine iddialardabulunurlar. Dolayısıyla birçok soruyu cevapsız bırakmaları doğaldır.

Dahası gerçekten kafa yordukları sorunlara cevap bulmada gerçekdeğil düzmece şeyler kullanırlar: bilim ya da sağduyu alanının herhangibir yerinde dolaysız duyuma rastlayanlayız (evet psikolojide duyumlarlakarşılaşırız ama, tüm bilimlerin ortak hammaddesi olarak değil teorikşeyler olarak). İlkelerin “keyfi ve kurgusal karakteri” bu gerçekdışı vekurgusal başlangıç noktasının bir yansımasından başka bir şey değildir:mevcut bilimsel ilkeler, böyle hatalı bir şekilde, bu ilkelerin tek ve yegânehammaddesi olduğu sanılan birtakım kurgusal şeylerle karşılaştırılırsa,doğal olarak onların da keyfi ve kurgusal olduğu sonucuna va-

rılacaktır. Ve bu kurmaca şeyleri gerçekliğe bağlayan eyleyici odak-Einstein’m “sezgi”si, Planck’ın “iman”!, Dirac’ın “gü- zellik”i37- isteristemez çok tuhaf özelliklere sahip olacaktır. Planck’m temel ilkelerin“akıldışı” ve “metafizik” karakterine vurgu yapmasının, Einstein’m“bilimsel uğraşın dinsel temellinden38 bahsetmesinin nedeni de buralardaaranmalıdır. Aslında dinin böyle, bilim gibi güya akılcı bir girişime bir yerden

sokulması, bu akıldışılık, Planck ve Einstein’ın hiçbir zaman elveda

diyemedikleri pozitivistliklerinin izdüşümünden (mirror image) başka bir şey

değildir; taşıdıkları bilgi anlayışındaki kusurun bir yansımasıdır. Mach’taise böyle bir sorun ortaya çıkmaz.

Çünkü, Mach’m içgüdüye çok önemli bir işlev yüklediğini; onun“iktidarına” ve “yüksek otoritesine” (s.26) ve “öznel öğelerden bağımsızve onlara yabancı bir şey” (s.73) olduğuna vurgu yaptığını; ilerlemeninnasıl olguların içgüdü temelinde yeniden düzenlenmesiyle sağlandığınıgösterdiğini; ve büyük bilimadam- lannın “yeğin bir kavramsal gücüyeğin bir içgüdüyle birleştirebilmiş” (s.27) insanlar olduğunu belirttiğinisöylesek bile, hâlâ onunla Einstein-Planck arasında iki özsel fark kalır.İlki içgüdü duyumlar üzerinde iş görmez; postülalar, standartlar ve de-neysel sonuçlar halinde ancak kısmen ifade edilebilmiş, büyük ölçüdebilinçdışı eğilimlerden (düşünme, algılama, anlatılanlara tepki gösterme)oluşmuş somut tarihsel bir durum içinde iş görür. Gerçek dünyada faaliyetgösteren gerçek bir eyleyicidir. İkincisi, “gizemciliğe dalmak yerine”Mach, “bu içgüdüsel bilgi parçacıkları nasıl ortaya çıkar... onlarda neleriçerilmektedir?” (s.27) ve “onların daha üst bir otorite olmasının dayanağınedir?” (s.26) -yani deneysel sonuçların üstünde bir otorite-, gibi sorularsorar. Son sorunun cevabı basittir: bilimleri ileriye iten içgüdü kendini

eylem ve inançlarımızdan bağımsız olarak ortaya koyar, oysa yaptığımıztüm deneyler kendimiz için oluşturduğumuz, o yüzden de kendi (öznel)beklentilerimizi ifade etmekle rnalûl varsayımlara dayanır. Otoriteningüvenirliği sorununu onun biçimi

37. Krş. örneğin, Holton ve Eikana, a.g.e., içinde, "The early years of relativity”, s.83.

38. 1929 tarihli incelemesini “Liber den' gegenvvârtigen Stand der Feld- theorie”denaktaran Holton s.242.

üzerinden giderek cevaplayabiliriz: içgüdüsel bilgi “esas olarak negatiftir,neyin olması gerektiğinden çok neyin olamayacağını anlatır” (s.27 vd.)-39

Olamaz denerek yasaklanmış olayların “o bu- iamk deneyimler kütlesiyle -kiiçindeki münferit olayların ayırt edilmesi mümkün değildir- şiddetli birşekilde çeliş[tiği]” (s.28) olgusunu düşünürsek, içgüdünün içeriği açıklıkkazanacaktır - yasaklanmış olaylar dünyaya belirli bir uyarlanmaaşamasındaki bir kişi ya da grubun beklentileriyle çelişir. Bu içerik birotoriteyi temsil eder çünkü içgüdüsel bilgi ayrıntılı deneysel sonuçlara kı-yasla oldukça muğlak olsa da “geniş bir temel üzerine oturur” (E93).Yalnızca bir kısmı bilinçli ifadeye kavuşturulmuş sayısız deney(im)denbiliriz ki ağır nesneler, aralarında ne kadar karmaşık fiziksel ilişkiler olursaolsun, kendi başlarına yükselemezler; eşit sıcaklıktaki nesneler birbirlerinedokunduruldüklannda sıcaklıklarım muhafaza ederler; sıcaklık, basınç,yoğunluk farklılıkları zamanla eşitlenir ama tersi olmaz -vb. Bu noktada,maddi dünya ile temas arttıkça içgüdüsel ilkelerin otoritesinin de artacağınıfark ederiz ve bilimadamlarınm niye zanaatkârların (açık ya da içgüdüsel)bilgilerinden yararlanmak zorunda olduklarını (E 85). “Dikkatle yürütülmüşbir deney bize birçok ayrıntı sağlayabilir”, doğrudur, ama teslim çtmeliyiz kibilimler açısından “en güvenilir destek” içgüdüsel ilkelerde içerilmiş “hamdeney (im)lerle ilişkiye girmekten doğar”. “Gerek Stevin’in eğik düzlemlerhakkındaki gerekse Galile’nin serbest düşme hakkındaki nicelikselgörüşlerini düşünce deneyleri halinde genel deneyimlerine uyarlamasındatanık olduğumuz şey budur” (E 193); bu bize “özel niceliksel bakış açılarınınniçin deneme kabilinden genel içgüdüsel izlenimlere uyarlanmasıgerektiğini” (s.29) gösterir, ve bu aynı, zamanda Einstein’ın “önemsiz so-nuçların doğrulanması’nı40 bir tehdit olarak algılamamasımn al-

39. Bu form içgüdüsel bilgi ile doğa yasalarında ortaktır. Doğa yasaları, “deneyimin yolgöstericiliğinde yaşantılarımızı sürdürürken beklentilerimize getirdiğimiz kısıtlamalardır” (E44 vd. -metinde tümü italik); “bilimin ilerlemesi beklentilerimizin gitgide daha çokkısıtlanmasına varır” (E 452).

40. 1914 tarihli Besso’ya mektup, Cari Seeiig, a.g.e., s. 195. Ayrıca krş. Bom- EinsteinLetters, s. 192: “İnsanları anlamak zor, normal şartlarda en güçlü argümanlara karşı bilesağırlar ama ölçümlerin doğruluğu dendi mi akliları başarından gidiyor, gerçekten çok garip." "İnsanlar" dediği kuşkusuz “fizikçiler”.

tındaki -Einstein’ın değil Mach’ın gösterdiği- mantıktır: niteliksel olarak son

derece zengin, farklı deney(im)lerin çemberinden geç- miş içgüdüsel bilgi,

yalnızca belirli bir alana özgü varsayımlara dayanan yeni bir deneyin

sonuçlarını hükümsüz kılar41. Görüyoruz ki Mach ve Einstein usûlkonusunda da hemfikirdirler, fakat gerekçeleri hakikaten çok farklıdır.

Daha önce gördüğümüz gibi Einstein genel ilkelerin keyfî ve kurgusalkarakterine vurgu yapar. Demek istediği, deney(im)den (ki onun içindolaysız duyumlar demekti) ilkelere çıkan mantıksal bir yol olmadığıdır (R273). Bu kadarına Mach katılabilirdi; çünkü Mach ilkeler ve somut deneylerarasındaki (mantıksal) uyuşmazlığı fark etmekle kalmamış, buna özel birönem atfederek bilimadamlarına ilkeleri deneylere değil, deneyleri ilkelereuyarlamayı tavsiye etmişti. Fakat daha Ötesine, yani ilkelerin bu nedenle“insan zihni tarafından özgürce yaratıldığını” kabule yanaşmazdı. Haklıolarak yanaşmazdı çünkü, sözüm ona mantık tarafından dayatılan kayıtlarınötesinde daha birçok kayıt vardır ve “akılcı” eylem yalnızca bu ilâvekayıtlara boyun eğmekle kalmaz aynı zamanda onlar tarafından sürüklenirde.

Mach “özgür yaratımlar”a karşı çıkarken bir açıklama getirmiş, bir deuyanda bulunmuştu. Açıklaması az önce sözünü ettiklerimizden oluşuyordu.“Sayılar sık sık "insan aklının özgür ya- ratımlan" diye adlandınlır. Busözcüklerde insan ruhuna duyulan hayranlık şu bitmiş ve heybetli aritmetikbinasını gördüğümüzde insana son derece normal geliyor. Ancak buyaratımlann içgüdüsel kaynaklarını araştırmak, bu yaratımlara ihtiyaçduyurtan

41. Bu arada eleştirel bir deneysel araştırma dışlanmış değil: tam tersine Mach bununyapılmasını ister (s.231) -fakat deney, ilkede örtük olarak bulunan temele eşdeğer bir temelsağlamalıdırMach’a göre geniş bir alanda doğrulanmış teoriler aynı zamanda daha dar alanlardakiteorileri hükümsüz kılar: “Eğer birtakım fiziksel olgular kavramlarımızda değişiklikyapılmasını gerektirirse fizikçiler, tüm düşüncelerinin en sağlam temellerini oluşturan dahayalm, daha mükemmel ve daha güçlü geometrik kavramları değil, daha az mükemmel fizikkavramlarını bir yana bırakmayı (opfern) tercih edeceklerdir” (E418). Dikkat edilirse Mach'agöre doğrula(n)ma sürecinde her zaman bir başarısızlık ihtimali vardır ve her zamaniçgüdüsel ve bilinçdışı sınama ve karşılaştırmalar cereyan eder. Yine dikkat edilirse buyaklaşım birkaç -onca alâkasızlığına rağmen- kaşarlanmış deney üzerine kurulu tıbbiteorilerin haksız tecavüzleri karşısında deneysel bir tıbbın savunulmasına oldukça uy-gundur.

koşullar üzerinde kafa yormak onların mahiyetini anlama yolundayapılabilecek daha iyi bir iştir. Kimbilir böyle bir girişim sayesinde belkide burda ortaya çıkan ilk yapıların \fiildungen] maddi koşullar tarafındanbilinçdışı ve biyolojik olarak insanlara yüklenmiş olduğunu görecek vebunların gerçek değeri ancak yararlı olduklarının açıkça anlaşılmasındansonra fark edilebilirdi, diyeceğiz” (E 327). “Özgür yaratımlar”dan (ya da“cesur hi- potez!er”den) bahseden kafa bu karmaşık belirleyenler ağınıdikkate almaz, yerine naif ve kurgusal bir açıklama koyarak araştırmacıyıgörevleri konusunda yanıltır. Çünkü -bu da Mach’ın uyarısıdır-içgüdülerden uzaklaşan herhangi bir düşünce silsilesi gerçeklikle temasınıkaybeder ve “uçuk aşırılıklara, talihsiz, ucube özel teorilere yol açar”(s.29 vd.).

F. ATOMLAR VE GÖRELİLİK

Mach’m, atomları, bilimadamlannm dönemin biliminin içgüdüseltemelinden uzaklaşmalarıyla ortaya çıkmış ucubelerden biri saydığına hiçkuşku yok. Mach’a göre atomlar sade ide- alizasyonlar değil, doğalarıgereği duyulara çarpması mümkün olmayan (nicht in die Sinne fallenkönnen: E 48) “saf düşünce nesneleriydiler (blosse Gedankendinge). İdealgaz, mükemmel akışkan, tam elastik cisim, küre gibi idealizasyonları (E418) bir dizi yaklaşıklaştırmayla deney(im)e bağlamak mümkündür -birsüreklilik ilkesine boyun eğerler (s.131). Newton mekaniği gibi karmaşıkve kapsamlı bir teori bile kademe kademe gözlemlenebilir konularla ilgilitanımlar haline dönüştürülebilecek ifadeler barındırır.42 Hattâ Kant’m tümgörüngüsel dünyası dahi o zengin yapısıyla -Mach’ın anladığı anlamda-bir süreklilik ilkesine uyar. Oysa Kant öncesi tözler (substance) ya daKant’ın Ding an sich’i böyle bir özellik göstermez (s.466). Bunlar ne de-neyimlenebilir ne de bir yaklaşıklaştırmalar, idealizasyonlar, so-

42. Yukarda Dipnot 2 ve 24’te alıntı yaptığımız Besso'ya mektubunda Eins-tein’ın, Mach “bu spekülatif karakterin aynı zamanda Newton mekaniğinde debulunduğunu bilmiyordu” {Holton, s.232) şeklindeki açıklaması, onun Mach’ı iyiokumadığını ya da okuduklarını unutmuş olduğunu gösterir.

yutlamalar zinciriyle deney(im)e bağlanabilirler; saf düşünce yapılarıdır(reine Gedankendinge) ve haklarındaki ifadeler, ilke olarak sınanamazdır.

Mach bu tür kendiliklerin bilimde yeri olmadığını varsayıyordu (VarsayımA).

Ayrıca dönemin atomcularının büyük bir kısmının anladığı şekliyleatomların bu arzu edilmeyen özelliğe sahip olduğunu varsayıyordu(Varsayım B). Atomculara itirazı, Einstein dahil hemen tüm eleştirmenleriniddia ettiği gibi naif bir pozitivizme değil bu iki varsayıma dayanıyordu.43

Varsayım A Einstein (bkz. Dipnot 11 ve ilgili bölümler), bi-limadamlarımn büyük bir çoğunluğu ve hemen tüm bilim felsefecileritarafından kabul edilir. Mach’m argümanındaki yegâne metodolojik(epistemolojik) varsayımdır bu. O yüzden Mach’ın atomları reddedişinimetodolojik gerekçelerle eleştirmek mümkün değildir.

Varsayım B tarihsel bir varsayımdır ve tüm tarihsel varsayımlar gibi öylekolay kolay tesis edilmez. Ayrıca Mach, “atomcu teorilerin bilimadamlarmaçeşitli olguları tasvir ve açıklama imkanı verebileceğini” kabul ediyor ama,bilimadamlarını bu olguları “geçici yardımcılar” gibi görmeye ve “dahadoğal bir bakış açısı için” (s.466) çaba göstermeye davet ediyordu. Bu, tamda Einstein’ın istatistik görüngüler üzerine ilk makalelerinde yaptığı şeydir.Bu makaleler mevcut kinetik teorisini “genel ısı teorisi için uygun bir temelsağlayamadığı”44 için eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda istatistik (ısı)görüngüler(i) tartışmasını özel mekanik varsayımlardan kurtarmayaçalışarak, istenen sonuçlara ulaşmak için çok genel bir iki özelliğin yeterliolduğunu gösteriyordu.45 Dahası, Einstein, daha güçlü argümanlara ihtiyaçol-

43. Mach, termodinamik yasa ve olgularla mekaniği birbirine bağlayan hesaplardankuşkusuz haberdardı. Ancak bu hesapların birçoğunun ad hoc ("amaca hizmet etmek içinözel olarak icat edilmiş” -s.466) şeyler olduğundan kuşkulanıyor ve gerçek açıklamalarınmekanik yaklaşımın ayrıntılarına baş- vurmadan.yapılabileceğini sanıyordu. Her ikitahmininde de haklıydı -krş. Dipnot 44'le ilgili metin.

44. “Kinetische Theorie des Wâımegleichgewichtes und des zweiten Ha- uptsatzes", Ann.Phys., 9 (1902), 417.45. Bu özellikler şunlardı: hal değişkenlerinin zamanla değişmesi konusunda birincidereceden lineer diferansiyel eşitlikler (Mach, Petzold’u izleyerek, bunu önemli bir ampirikolgu olarak görüyordu: krş. Dipnot 19), eşsiz bir hareket in:

duğunu fark etmiş46 ve Brown hareketi üzerine makalesinde, atomlar iledeney(im) arasında tamı tamına Mach’ın aradığı türden bir süreklilikbağlantısı kurarak mevcut atomcu teorilerdeki büyük bir kusuru ortadankaldırmıştı.47 Sonunda kuantum teorisi Mach’ın istediği “daha doğal bakışaçısını” ortaya koyacaktır.

Sonuç olarak Mach’ın eleştirisinin akla yatkın olduğunu, pozitivist birtutumla alâkası bulunmadığını, Einstein’m (ve von Smoluchowski vekuantum teorisi kurucularının) kinetik teorisini açıkça Mach’m eleştirdiğiyönlerde geliştirerek sanki bu eleştiriyi akla yatkın bulmuş gibi davrandığını,ve Einstein’m atomlar konusunda Mach’a yönelttiği eleştirilerin ciddiyealınamayacağını söylemek zorundayız. Eğer illa bir pozitivizm aranacaksabu Mach’ta değil Einstein’daydı.

Özel görelilik teorisi Mach’m savunduğu süreklilik ilkesini sağlıyordu.Mach’m bu teoriye itirazları konusundaki yaygın açıklamaların niçin kabuledilemeyeceğini daha önce görmüştük: bunlar Mach’ı hiç savunmadığıgörüşlerden dolayı eleştirir, Einstein’ı ise Mach’m açıkça tavsiye ettiğiusûlleri kullandığı için överler. Bununla birlikte, bu konuda da çözümoldukça basit gibi duruyor ve zaten Mach da onu nerde bulabileceğimizeişaret etmiştir. Optik’in48 girişindeki kısa açıklamalarda Mach, getirdiğieleştiri konusunda üç neden gösterir: görelilik taraftarlarının artan dog-matizmi, “duyuların fizyolojisine dayalı birtakım tespitler” ve “deneylerden ... çıkan kavramlar”.49

tegraii (enerji) ve Liouville teoreminin bir benzeri (ki Mach bunu yalnızca “aynı [temelmekanik] olgunun öteki yüzü" olarak görmüş olabilir: 454). Krş. Martin Klein, “Fluctuationsand Statistical Physics in Einstein's Early Work”, Holton ve Elkana içinde, a.g.e., s.41.

46. Schilpp, s.46.47. Aynı yerde. Brown hareketinin Mach’ı görüşünden döndürmediği söylenir (Einstein,a.g.e., s.48’in tersine). Ancak Mach’ın, Einstein’ın argümanını süreklilikten türetilmiş birargüman olarak okuyup okumadığını ya da bir yanda Brown hareketinden diğer yandaPlanck formüllerinden elde edilen sabitlerin özdeşliği hakkında tam bir bilgi sahibi olupolmadığını bilmiyoruz (Einstein, a.g.e., ikinci durumun geçerli olduğunu öne sürer). Yalnızcailk argüman onu ikna edebilirdi -ve haksız da olmazdı, çünkü sayıların birbirini tutması bizeonların ait olduğu şeyler hakkında bir şey söylemez.

48. Bu metnin Mach’a ait olup olmadığı konusunda bir yorum için bkz. bu incelemeninsonundaki Ek, 1988.49. The Principles of Physical Optics (Dover Publications).

Dogmatizm suçlamasının dayanakları gayet sağlamdır. Suçlama, meselaPlanck için doğruydu. Planck, yazılarında zaman zaman ihtiyatlıcümleciklere rastlansa da (krş. Dipnot 35’teki alıntılar), görelikçi sabiteleribilim ve duyum dünyasının ötesinde postüle edilmiş mutlak bir gerçekliğinparçaları olarak alıyor gibiydi. Diğer fizikçilerin büyük bir kısmı içindoğruydu: Mach’m özne/nesne sınırını masaya yatırdığından habersiz veböylesine temel bir önyargının eleştirel analizine girişmekte gönülsüz bir tu-tumla “mutad fizik”e devam ediyor, yani söz konusu sınırı peşinen doğrukabul ederek göreliliği onu daha da sabitleştirmek, daha da netleştirmek içinkullanıyorlardı. “Tespitler”, çok büyük bir ihtimalle, Mach’ın özne/nesnesınırını disiplinler arası düzeyde incelemesine (krş. yukarda Dipnot 26’ylailgili metin); “zihinsel'" olayların “maddi” bileşenlere sahip olduğu (ve aynışekilde tersi) tahminine; ve bu noktalan dikkate alan bir bakış açısı geliştirmegirişimine bağlı şeylerdi. O yüzden Mach ile sadık Einstein taraftarlarıarasındaki anlaşmazlık ilkönce, biri net bir özne/nesne ayrımı barındıran,diğeri fizik, psikoloji ve fizyolojideki bilimsel araştırmaların sonuçlarınagöre bu ayrımı yeniden tanımlamaya ya da birbiri içinde eritmeye çalışan ikifarklı bilimsel teori arasındaki bir anlaşmazlıktır. îkinci olarak da tutumlararasında: Mach, sorunu incelemek istiyordu, oysa karşıtlan ya onu hallolmuş

sayıyor ya da ortada bir sorun bile görmüyorlardı. Mach yine burada da,bilimin bazı son derece asli bölümlerini başka bilimsel araştırma alanlarındauygulanmış birtakım ilkelerle uyuma sokmaya çalışan eleştirel birbilimadamı olarak karşımıza çıkıyor. Söz konusu çatışmanın Einstein-Bohrkapışmasında (kuantum teorisi üzerine) ve daha yakın dönemlerde uzay-zaman teorileri/kuantum teorileri anlaşmazlığında kesintisiz devam ettiğiherkesçe bilinen bir konudur.50

Mach’m eleştirel görüşlerinin sonunda bahsettiği “deneyler” hakkındaise hiçbir şey bilmiyoruz (krş. yukardaki satırlarda Optik’ten alınma kısaibare).

50. Bu anlaşmazlık da, bir yanda eleştirel bir tutumla bezenmiş fiziksel varsayımların (Bohr)diğer yanda dogmatik inatçılığın (Einstein) yer aldığı iki taraf arasındaki bir anlaşmazlıktır.Krş. benim Philosophical Papers içinde Bohr üzerine makalem, Cilt 1, Cambridge 1981.

Bu Mach-Einstein vakasına kısa bakıştan neler öğrenebiliriz? Önceyerleşik kanılara, düşüncelere ya da “bilimin büyük dönüm noktalananınya da “büyük ıartışmalar”ın yerleşik yorumlarına giivenmemeyi,arkalarında ilgili alanın önde gelen bilginlerinin dikildiğini görsek bile.İkinci olarak yerleşik kanılardaki hataların ortaya çıkarılması için çoğukez ayrıntılı arşiv taramalarına gerek olmadığını, ünlü bir iki kitabın titizbir okumasının buna yeteceğini. Üçüncü olarak böyle bir okumanınyerleşik yorumların büyük bir çoğunlukla yalnızca yanlış değil, aynızamanda tanımladıkları olaylara oranla çok daha basite kaçan (ve çokdaha cahilce) şeyler olduklarını gösterdiğini. Böylece, dördüncüsü, ge-nellikle şaşırtmalı Mach-Einstein bulmacasına bağlanan “ger-çekçilik”/“pozitivizm” tartışması gibi, şu “büyük meseleler” diye anılankonuların dikkatsizlikler ve yanlış anlamaların neden olduğu, tarihsel biranaliz yapılmadan (az önce ikinci derste bahsettiğimiz basit bir analiz)kendi başlarına alındıklarında bilim ve bilgi hakkında bize hiçbir şeyöğretmeyen sahte muharebeler olup olmadıklarından kuşkulanmayı.Burdan da, beşinci olarak, bu tür konuları çözümlediğini iddia edenfelsefi sistemlerin gerçek sanatçıların taklidini çıkaran insanlarınyaptıklarından farklı bir şey yapmadığını, aralarındaki tek farkın busanatçılar hiç olmazsa ne yaptıklarını bilirken ötekilerin onu dabilmediğini. Ve aynı “büyük mesele”ye ya da aynı “büyük adım”a ya daaynı “dev- rim”e farklı açıklamalar getirmeye çalışan farklı sistemlerinkarşı karşıya gelerek, ellerindeki gerekçeler ve karşı-gerekçelerle gi-riştikleri felsefi savaşların her zaman içi boş lakırdılar olduğunu.51

Lakırdının hiç kuşkusuz -bu da altıncı ders-, karmaşık bir tarihsel sürecianlama ve ona nüfuz etme yeteneğinden yoksun tüm kişiler açısından,hem cahilliklerini sergileyip hem de felsefeci olarak kalabilmek için, hattâsundukları bön modellerle yetinmeyenlerden daha “akılcı” olduklarıniddia edebilmek için

51. Bohr örneğinde edilen lakırdılar konusunda bkz. benim Dipnot 50'de geçen makalem.Kopernik Devrimi çevresindeki lakırdılar için bkz. Against Method (Londra 1973) veüçüncü genişletilmiş basım Wider den Methodenzwang (Frankfurt 1986).

bulunmaz bir nimet olduğunu. Yedinci olarak, bunun bizi zaman zamanbiraz daha ileri gitmeye, şu sözüm ona mevzulan oluşturan olaylaraeleştirel bir göz atmaya ve olayları yaşayan insanları haklarında anlatılanperi masallarının elinden “kurtarmaya”52 teşvik etmesi gerektiğini. Böylebir faaliyetin kendi içinde son derece ilginç olduğunu, çünkü bizi büyükve sık sık hiç beklenmedik sürprizlerle karşılaştırdığını. Eğer tarihimizinve felsefemizin, şu gerçek dünyanın anahatlarını veriyorum diye pozkesen seraplardan daha fazla bir şey olmasını istiyorsak, bunun birzorunluluk olduğunu.

EK, 1988

Gereon Wolters bir dizi makale ve bir kitapla Mach’ın Physi- kalischeOptik’in önsözünün (görelilik teorisinin eleştirisinin yer aldığı), Mach’ınoğlu Ludwig tarafından yazılmış uydurma bir önsöz olduğunugöstermeye çalışıyor. Wolters’in argümanları, biraz dolaylı olsalar da,oldukça güçlü ve Mach külliyatına değerli bir katkı. Fakat bunların kabuledilme nedenlerinden bazıları konusunda aynı şeyi söyleyemem. Öyleanlaşılıyor ki birçok insan, bugün hemen herkesin Kutsal Kitap gibigördüğü bir teoriyi reddeden birine, aman ne büyük bir hata işlemişgözüyle bakıyor: Eğer Mach göreliliği reddettiyse felsefesi de haydihaydi berbat bir şey olmalıdır. Bu su katılmamış dogmatizmdir! Birdurum hakkında karar merci genel kabuller değil argümanlardır. Ve fi-ziksel, fizyolojik ve psikolojik süreçlere birleşik bir açıklama getirmeyeçalışmış bir Mâch’m, fiziksel ve psikolojik uzay-zaman arasındaki eskiikiliği sürdürmekle de kalmayıp onu -Planck yorumunda- daha dagüçlendirmiş olan bir uzay-zaman teorisine karşı çıkabileceğini çok rahattasavvur edebiliyorum: görelilik, Mach’ta, duyumların ötesine geçtiği vedolayısıyla çok ileri gittiği için değil, yeterince ileri gitmediği için meseleyapılmıştır.

52. Büyük Atman şair ve filozofu G.E. Lessing, büyük ve bahtsız tarihsel şahsiyetleritezgahtarlar, akademisyenler ve asılsız söylentiler elinden kurtarmak amacıyla bir dizi“Rettungeıf yazmıştır.

Vni. ARİSTOTELES’İN KONTİNYUM VE MATEMATİK TEORİSİ ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER

1. Fizik'm. ii/2. ve Metafizik"in XIII/3. Kitabı’nda* Aristoteles, matematikselnesnelerin doğasını ele alır.1 Verdiği açıklama oldukça sadedir ama alternatifgörüşlerle başa çıkmak ve yapılan birtakım yanlışlan bertaraf etmek amacıylauzun ve ayrıntılı tartışmalara girer. Ben bu tartışmalara girmeyeceğim;bunların nasıl yorumlanacağı üzerine dönen modern tartışmalardan söz etmekya da bunlar hakkında görüş bildirmek gibi bir niyetim de yok. Yal-

* Bu kitaptan alıntıları çevirirken İngilizce metni esas aldık ve zaman zaman da kitabın AhmetArslan çevirisinden yararlandık, Metafizik, Ege Ün. Ed. Fak. Yay., İzmir 1985 (ç.n.)

1. Dr. Rafael Ferber makalemin ilk halini okudu, geniş açıklamalarda ve nasılgeliştirilebileceği konusunda çeşitli tekliflerde bulundu. Tekliflerinden bazılarını uygunbularak metni yeniden kaleme aldım.

nızca Aristoteles’in ifadelerini aktaracak, açıklayıcı notlar düşecek,fizikteki sonuçlarına bakacak, onları sonraki yazarların itirazlarıylakarşılaştıracak ve nasıl günümüzün sorunlarıyla bağlantılı olduklarınıgöstereceğim. Aristoteles’ten alıntı yaparken her seferinde Fizik ya daMetafizik’t gönderme yapmaksızın sadece sayfa numaralarını veriyorum.Parantez içindeki sayılar, örneğin (14) gibi, elinizdeki makaleninkısımlarını gösteriyor.

2. Fiziksel cisimlerde, der Aristoteles, yüzeyler, hacimler, doğrular venoktalar vardır. Yüzeyler, hacimler, doğrular ve noktalar cisimlerden

ayrılmak suretiyle matematiğin konusu haline gelirler (193b34).Yine (1964a28 vd) fiziğin, “kendi içlerinde hareket ilkesine sahip

şeylerle uğraş[tığmı]; matematiğin teorik bir bilim olduğunu ve daimiama ayrı olmayan şeylerle uğraştığını” okuruz.

“[Matematiğin uğraştığı şeyler] hiçbir şekilde ayrı olarak var olamazlar

-fakat duyusal nesneler içinde var olmaları da mümkün değildir”(1077bl5 vd; krş. 1085b35 vd).

Bu çelişik durum “şeylerin birçok farklı şekilde var olduğundan sözedildiğinin” (krş. Met. iii/2 ve başka birçok bölüm) anlaşılmasıylaçözülür. Matematiksel nesneler bu söz edişlerin bazılarına göre ayrı birvaroluşa sahiptir, bazılarına göreyse değil.

Diyelim var olmak, başka nesnelere bağlı olmayan ve fiziksel cisimlerkadar gerçek (ya da onlardan daha gerçek [1028b 18]) bireysel bir varlıkolmak anlamına gelsin. Eğer matematiksel nesneler bu anlamda varlarsa,o zaman fiziksel nesnelerin içinde olamazlar -çünkü olsalardı aynı yeriişgal eden iki nesne olmuş olurdu (1076a40 vd.; krş. 998al3 vd.) -ne defiziksel nesneler olabilirler (“duyusal doğrular geometrinin sözünü ettiğidoğrular değildir: gözlemlediğimiz hiçbir şey [kesin geometrik] anlamıyladoğru ya da eğri değildir, bir çember bir teğete tek bir noktada dokunmaz,Protagoras’ın her zaman belirttiği gibi dokunur” (998al vd.)). Ne de fi-ziksel nesnelerin matematiksel nesnelerden oluşmuş bir bileşim ol-duklarını kabul edebiliriz: duyusal olmayan ve hareketsiz nesnelerinbirleştirilmesiyle ancak yeni bir duyusal olmayan ve hareketsiz nesne eldeederiz (1077a34 vd), ve her ikisi de tam ve kendi-başına-var olabilen (selfsufficient) bireyler olarak görülen

bir fiziksel madde (örneğin tunç) ile bir matematiksel şekil (örneğinbireysel bir küre) birleştirildiğinde, küresellik gibi (bağımlı) bir niteliğesahip tek bir birey değil tam ve kendi-başma-var olabilen bir çift birey(tunç; küre) elde ederiz (1033b20 vd.). Aristoteles matematikselvarlıkların tam ve bağımsız bireyler (ya da Aristoteles’in terminolojisiyle“tözler”) olarak yorumlandığında fiziksel nesnelerin ne içinde ne dedışında olabileceklerini göstermek ve onları fiziksel nesnelerden ayırmakiçin daha başka argümanlar da verir (tabii, hepsi de hayranlık uyandırıcıdeğil).

3. Fiziksel cisimlerin başlıca özelliklerinden yoksun kendi- başına-var olabilen nesneleri ne fiziksel cisimlerin içinde ne onlardan ayrı birhalde bulmak mümkün değilse de, onların eksik tanımlamalarını yapmakmümkündür.

Örneğin... özsel ve arızi özellikleri konusunda hiçbir şey söy-lemeksizin nesneleri yalnızca hareketli olmaları bakımından ele alanve böyle ele almadığı düşünüldüğünde zorunlu olarak duyusal şey-lerden ayrı bir hareket olduğu ya da onların içinde ayrı bir hareketlivarlık bulunduğu sonucu çıkan, birçok cümle vardır (1077a34 vd.).

Aynı şekilde “[değişime uğrayan nesneleri] hareket ederlikleri ba-kımından değil de [üç boyutlu bir] cisim olmaları bakımından ya dayalnızca düzlem ve doğru ve bölünebilir olmaları bakımından, ya da birkonumu olan bölünemez ya da yalnızca bölünemez bir varlık olmalarıbakımından [onlan bu yönleriyle] ele alan bilgi alanları ve özelliklervardır” (1077b23 vd.). “Aynı ilke müzik ve optikte de geçerlidir, çünkübu bilimlerin her ikisi de konularını ses ya da görüntü olmak bakımındandeğil sayılar ve çizgiler olmak bakımından inceler -fakat İkincilerbirincilere ait yüklemlerdir. Ve aynı şey mekanik için de doğrudur”(1078al4 vd.). Nasıl, “birinin yere bir doğru çizip, öyle olmadığı halde,onu bir ayak uzunluğunda bir doğru olarak kabul etmesinde herhangi biryanlış yoksa burada da bir yanlış yoktur, -çünkü yanlış, akıl yürütmeninöncüllerinde bulunmaz.” (1078al8 vd.; krş. Berkeley’in Principles ofHuman Knowledge adlı eserinin girişinde verdiği çok benzer biraçıklama, 1710).

Bunu akılda tutarsak, herhangi bir belirleme yapmadan, yal-

nızca ayrılması mümkün olan şeylerin değil aynı zamanda ayrılmasımümkün olmayan şeylerin de var ve tanımla ayrılabilir olduğunusöyleyebiliriz. Örneğin geometrik nesneler vardır; bunlar duyusalnesnelerdir ama yalnızca arızi olarak, çünkü geometri onları duyusalnesneler olmaları bakımından incelemez (1078al vd.).

4. Cisimlerle ilgili eksik tanımlamaların tümü hareket ve du- yusallığıihmal ediyor değildir. “Düz” ve “düzlem” eder; ama “yırtık” ve “parlak”etmez -son iki tanımlamada fiziksel maddelere örtük bir gönderme vardır(Aristoteles’in favori örneği, basık burunlu anlamına gelen simostm:“simosun tanımı içinde "iç bükey"in tersine nesnenin maddesi de yer alır,çünkü basıklık yalnızca burunlara hastır, oysa "iç bükey"in tanımı bu türbir madde- bağlamı içermez” [1064a23 vd.]). Sonuç olarak, “düz” ve“düzlem” tam bu açıkladığımız anlamda ayrılabilirdir, oysa “yırtık” ve“parlak” ayrılamazdır. Aristoteles “et”, “kemik” ve “adam” gibiayrılamazlar kategorisine giren şeyleri ayırdığı için (194a6 vd; krş.1064a27 vd.) ve “doğrulan [ki aynlabilirdirler] uzun ve kısa [kiaynlamazlardır], düzlemleri geniş ve dar, üç boyutlu şekilleri derin ve sığgibi terimlerden hareketle tanımlamaya çalıştığı için Platon’u eleştirir(1085a9 vd.).

5. Eğer bir vasıf, nitelik ya da varlık, açıklanan anlamda ay- nlabilirise: ister onu aynlmış olarak ele alırız, yani orada hazır bulunan diğervasıfları hiç dikkate almaksızın tartışırız, istersek de ona daha tam birtanımlama getiririz. Ancak bu ikisini aynı anda yapamayız, örneğin birfiziksel nesneyi matematiksel bir noktayla işaretleyemeyiz ya damatematiksel bir düzlemle bölümlere ayıramayız. Fizikselhesaplamalarda fiziksel nesneyi (O) matematiksel bir düzlemle (P)“kesilmiş” olarak “tasavvur etmek” ya da nesnenin içinde bir hacim (V)bulunduğunu “düşünmek” alışılmış bir tutumdur (Şekil 1). Aristoteles’egöre bu saçmalıktır. Matematiksel düzlemler fiziksel nesneleri bölümlereayıramazlar; bunu ancak fiziksel yüzeyler yapabilir ve bölünmemişfiziksel cisimde bulunmayan fiziksel özelliklere sahip yüzeylerdir bunlar.Eğer P, O’yu bölüyorsa, P bir yüzey olarak teşhis edilebilir olmalıdır-P’de düz ve dar bir yarık olmalıdır: “ci-

simler birleştirildiğinde ya da bölündüğünde yüzeyleri de eş zamanlıolarak ilkinde, yani temas ettiklerinde bir, diğerinde, yani.bölündüklerinde iki [yüzey] haline gelir. O nedenle cisimler bir-leştirildiğinde söz konusu yüzey ortada yoktur, ama varken yokolmuştur” (1002bl vd.). Bu açıklamayı kuantum teorisinde konum veböl(ün)me hakkında söylenenlerle karşılaştırmak lazım.

6. Bu tespitler Aristoteles’in yer teorisinde önemli bir rol oynar.Aristoteles’e göre bir nesnenin yeri o nesneyi “barındıran bünyenin(body) iç sınırlarını çizen yüzey”dir (212a7); bu iç sınır ise gerçek birfiziksel bölünmüşlüktür. Dolayısıyla, “bir şey eğer onu kuşatan çevredenayrılamaz ve onun devamı bir haldeyse, o zaman onun içinde bir yeresahip değildir, yalnızca bütünün bir parçası olarak bir yere sahiptir”(211a29 vd.). Örneğin, bir kısmı suyla doldurulmuş, gölde yüzen birşişenin gölde bir yeri vardır: yüzey, göl suyunun şişeyle buluştuğu yerdeoluşan yüzeydir -dışardaki havanın şişeyle buluştuğu yerde oluşan yü-zeye eklenmiştir (Şekil 2). Şişenin içindeki suyun da bir yeri vardır, yanişişenin içerdeki suya temas ettiği iç yüzey artı içerdeki havanın suyatemas ettiği yüzey. Her iki yer de fiziksel olarak teşhis edilebiliryüzeylerdir, ancak; şişenin içindeki bir su damlası o suyun bir parçasıdır,onun o su içinde bir yeri yoktur, yalnızca o suyun bir parçası olarakşişenin içinde bir yeri vardır. Damlanın şişedeki suyun içinde potansiyelolarak bir yeri olduğunu ve bu potansiyel yerin damlanın fiziksel olarak,örneğin dondurularak, suyun diğer kısmından ayrılması halinde fiiliyatageçebileceğini söyleyebiliriz (212b3 vd.).

3’te verilen argüman yerin, cismin -cisim kaldırıldığında geride kalan-iç kaplamı (diastema) olamayacağını da gösterir (yerin geride kalan şeysanılması [208bl vd.]); çünkü eğer böyle bir varlık olsaydı, “aynı şeyiçinde sonsuzca çok yer olurdu” (211b21). Bu argüman, diyor H. Wagner(.Aristoteles Physikvorlesung, Darmstadt 1974, s.544 vd), Aristotelesfiziğinin antik çağdan bugüne yorumcuların Önüne koyduğu çözülmesien zor durumlardan birisidir.” Oysa durum oldukça basit, nerdeysesıradan. Argümanda somut bir cismin diasteması matematiksel olarakdeğil fiziksel olarak görülüyor (yer her durumda fiziksel bir etki ortayakoyar [208bll]) ve onun yerle özdeş olduğu varsayılıyor. Diastemayı fi-ziksel olarak görmek her zaman ona eşlik eden gerçek bir fiziksel nesnebulunduğunu ima eder; diastemanm yerle özdeşleştirilmesi ise bunesnenin bir yer gibi davrandığını öne sürme, yani yeri diastemas olduğuvarsayılan cisim hareket ettiğinde diastemanm geride kaldığını önesürme anlamına gelir (208bl vd.). Geriye kalan bu diastema,matematiksel bir varlık haline gelmez, ne de tikel bir cismin tikel birvasfı olmaktan çıkıp tüm cisimlerce paylaşılan bir şey haline gelir (herfiziksel nesnenin kendi bireysel yeri ve dolayısıyla da kendi bireyseldiasteması vardır). O yüzden de, farklı birçok nesne tarafından işgaledilip terk edilen her yer birçok farklı diastema barındırır; ve her yer bircisim tarafından

işgal edildiğine (boşluk yoktur) ve her diastema bir yer olduğuna jöre,her cisim sonsuz sayıda yer içeriyor olacaktır.

7. Boşluğun, aynı diastema gibi, bağımsız olararak var olan bir varlıkolabileceği fikri hakkında da aynı şeyler söylenebilir (216b5 vd.). Yerdeğiştirme başka cisimlerle yer değiştirebilen bir cismin yaptığı birharekettir. Fakat boşluk, bir cisimle yer değiştirebilecek değil onu içindeağırlayacak bir şey olarak tariflenir (213b5 vd.). O nedenle, diyelim birtahta küpü içine alabilir. Bu durumda aynı yerde iki şey olacakta; oysa buimkansızdır (216bll vd.). Guericke’nin (Experimenta Nova [1672], 2.Kitap, 3. Bölüm) Aristoteles’in ters yönde verdiği argümanlardan hiçbahsetmeden, üstelik Aristoteles felsefesine ağır hakaretler yağdırarak,diasterriada.n yine boşluğu temsil eden bir şey olarak söz ettiğini görmekilginç.

8. Aristoteles’in yaklaşımı Galile’nin ağır cisimlerin hafif ci-simlerden daha hızlı düşeceği varsayımına karşı getirdiği argümanları datesirsiz hale getirir. Galile’ye göre ağır bir cisim büyüklükleri farklı ikicisimden oluşuyormuş gibi düşünülebilir, biri büyük ve ağır, diğeriküçük ve hafif. Hafif olan parça daha yavaş düşeceğinden ağır parçayıda-yavaşlatacak, böylece bir bütün olarak cisim, varsayımın tersine,kendi parçasından daha yavaş düşecektir. Fakat Aristoteles parçabütünden fiziksel olarak ayrılmadıkça bütünün bir parçasının (ayrı)eylemini düşünmemize izin vermez. Bu, Galile’nin argümanının işlemezhale gelmesi demektir.

9. Aristoteles’in matematik anlayışının özellikle hareket alanındailginç uygulamaları vardır. 5’te gördük ki, parçalar ve böl(ümlendir)meler hakkındaki cümleler ancak fiziksel olarak teşhisedilebilir ayırdolmuşluklar hakkında iseler fiziksel bir anlam ifadeedebilirler: sürekli bir cismin, kesilmediği ve sürekliliği kesintiyeuğratılmadığı sürece herhangi bir fiili parçası yoktur. Hareketeuyguladığımızda bu şu anlama gelir: sürekli bir hareketin herhangi birparçası aynı hareketin diğer bir parçasından ancak gerçek bir değişiklikyapılarak, hareketin zamanıyla oynanarak

ayrılabilir; yani, hareketin ya yavaşlaması ya da bir süre duraklamasıgerekir; hareket “duımalı ve yeniden başlamalıdır” (262a24 vd.).Aristoteles Zeno paradokslarından birini de böyle çözecektir. Zenobelirli bir mesafeyi katedecek bir hareketin önce o mesafenin yarısını,sonra yarısının yarısını, sonra yarısının yarısının yansını, vb, katetmekzorunda olduğuna -yani hareketin hiçbir zamantamamlanamayacağına- işaret ediyordu (263a4 vd.). Aristoteles’e görehareket iki şekilde bölümlere aynlabilir: matematiksel noktalarkullanarak -ki o zaman harekette hiçbir bölünme meydana gelmez- yada fiziksel (“fiili” [263b6 vd.]) noktalar kullanarak -o zaman dayapılan bölümlere ayırma işlemi hareketi değiştirir, onu “kesintiyeuğramış hareket” (263a30 vd.) haline çevirir ve gerçekten de o zamanhareket asla tamamlanamaz.

10.Bu çözümle tatmin olmuş çok az kişi vardır. Bunun nedeni,genellikle paradoksla ilintili olarak düşünülen hareket kavramınınAristoteles’in paradoksu çözmekte kullandığı hareket kavramındanfarklı olmasıdır. Eleştirmenler Aristoteles’in paradoksu cephedenkarşılamadığı, savuşturduğu duygusuna kapılırlar: Aristoteles tam dadış bir müdahale olmaksızın gelişen bir hareketin doğasının meseleyapıldığı bir yerde tutup bölümlere ayırma eylemini işe karıştırarak sonderece alelade bir tarzda paradoksu sa- vuşturmuştur. Bu duygunungerisinde yatan varsayım paradoksta konu edilen tipte bir hareketkavramının aslında kusursuz olduğu, paradoksun onun hatalı birkullanımından kaynaklandığı ve yapılacak işin de, tamamıyla farklısüreçlerden bahsetmeye koyulmak yerine bu hatayı düzeltmek olduğuşeklindedir.

Eğer bu varsayım yanlışsa, yani burada kullanılan hareket anlayışıuygun değilse, hattâ belki de tutarsızsa, onu değiştirmek meseleyisavuşturmak değil gerekeni yapmak anlamına gelecektir. BöyleceZeno’nun argümanı da bir paradoks olmaktan çıkarak söz konusuhareket anlayışının çöküşüne yeni bir katkı haline dönüşecektir.Temel sorumuz şu: bir savuşturmadan bahsedenlerin aklınıngerisindeki hareket görüşü nedir ve nasıl savunulabilir?Bu görüşü kısaca şöyle ifade edebiliriz: bir hareketle ka- tedilecek bir

doğru üzerindeki her A noktası için, “A noktasından

geçme” olayı, biz o anda müdahale edelim ya da etmeyelim, hareketin birparçasıdır. Hareket bu tipte noktasal karakterdeki bireysel olaylardan,doğru ise bireysel noktalardan oluşur. Bu, ilginç bir kozmolojikhipotezdir, ama kabul edilebilir mi? Aristoteles hayır der ve temelgerekçesi (aşağıda 19’da ayrıntılı bir şekilde tartışılacak) çok basittir:kesintisiz hareket ya da doğru gibi sürekli bir varlığı karakterize edenşey, parçalarının özel bir tarzda birbirine bağlanmış ya da tutturulmuşolmasıdır. Nokta ya da noktasal geçiş türünden bölünemez varlıklarıherhangi bir şekilde birbirine bağlamak mümkün değildir; dolayısıyladoğru noktalardan, kesintisiz hareket de noktasal geçişlerden ibaretolamaz.

Daha karmaşık olmakla birlikte kuantum teorisi de benzeri ar-gümanlar ortaya koyar. Kuantum teorisine göre salt (pure) hareketi(doğru dürüst tanımlanmış momentumu) elde etmek mümkündür amaherhangi bir noktasal geçiş olmaksızın; ya da kesin noktasal geçişlerielde etmek mümkündür ama o zaman da elimizde bütünlüklü (coherent)bir hareket kalmaz.

O nedenle varsayım yanlıştır, söz konusu hareket görüşü mantıksalolarak imkansızlığa çıkar ve bu görüşten uzaklaşmak bir savuşturmadeğil gerekliliktir.

11. Eğer hareket ancak değişikliğe uğratılarak bölümlere ay-rılabiliyorsa, açıkça işaretlenmiş herhangi bir hareket-bölümüne mutlakahareketteki geçici bir değişiklik eşlik ediyor olmalıdır; örneğin yukarıdoğru fırlatılmış bir taş, izlediği yolun en üst noktasında duraksar (262b25vd.; krş. 263a4 vd.). Galile (Drake- Drabkin, On Motion andMechanics'ten aktarılmıştır, Madison I960, s.96) bu sonucu, Aristoteles’inverdiği açıklamalara karşı çıkarak eleştirir. Geçici bir duraksama olur, derAristoteles “çünkü buradaki tek nokta, iki noktaymış gibi dikkatealınmalıdır, [hareketin] ilk yansının bitiş noktası ve diğer yarısınınbaşlangıç noktası” (262b23 vd.). Galile itiraz eder: bu dönüm noktası,hareketin bir parçası için başlangıç, diğer parçası için bitim noktası olarakiki farklı şekilde tanımlanabilirse de, hep tek bir ana, tersine dönme anmakarşılık gelen tek bir nokta vardır. Fakat Aristoteles’in bir aralıkbulunması gerektiğini resmen belirtmiş olmasını (hareket eden nesne“aynı anda hem [belli bir noktaya]

ulaşıp hem de [o noktadan] ayrılıyor olamaz, çünkü bu durumda aynı andaorada hem olacak hem de olmayacaktır; o nedenle iki hareket parçasıarasındaki fasılayı ifade eden iki zaman noktası vardır” [262b28 vd.])tamamıyla bir yana bıraksak bile, matematiksel ve fiziksel varlıklarınfarklı olduğuna dair genel yaklaşımı da böyle bir aralığı şart koşar (krş.5’in sonundaki alıntı).

Galile, Aristoteles’in yaklaşımıyla alay etmek için bir örnek de verir:Bir ab doğrusu giderek yavaşlayan bir hızla b yönünde hareket etsin.Doğru üzerine yerleştirilmiş bir c cismi ise giderek artan bir hızla ayönünde hareket etsin (Şekil 3).

Şimdi, açık ki c başlangıçta doğru ile aynı yönde hareket edecektir.. Ve c’nin hızıbir süre sonra daha büyük olacağı için, belli bir anda c gerçekten sola doğruhareket etmeye başlayacak ve bu arada aynı doğru üzerinde sağa-doğruhareketten sola-doğru harekete geçen bir hareket değişikliği yapmış olacaktırAma ona rağmen, bu değişikliğin meydana geldiği noktada herhangi bir zamanaralığı boyunca hareketsiz kalmayacaktır. Çünkü doğru, c cisminin sola-doğruhareketiyle eşit bir hızla sağa doğru hareket ediyor olmadıkça, c cismi hareketsizolamaz. Fakat hareketlerden birinin ,uzı sürekli azaldığı diğerininki sürekliarttığı için, belli bir zaman aı dığı boyunca bu tür bir eşitlik halinin meydanagelmesi diye bir şey asla söz konusu değildir.

O------------©——------Oa Şekil 3 b

Bu söylenenler bir iddiaya (tersine dönme noktasında geçici birduraklama vardır) yol açan bir argümanı (hareketler ancak fizikseldeğişikliklere uğratılarak bölümlere ayrılabilirler), argümana uygundüşen bir örnek yardımıyla eleştirmektedir; örnek uygundur, çünküargüman doğruysa, yani hareketler ancak duraklanma türünden birtakımfiziksel değişiklikler meydana getirilerek (alt bölümlere) aynlabiliyorsa,o zaman c’nin hareketinin tersine dönmesinden mantıksal olarak onungeçici bir süre durakladığı ve aynı şekilde, tersine dönmeyi yaratan ikiivme sür recinin de yine geçici bir süre kesildiği sonucu çıkacaktır.

12. Farklı fiziksel varlıklardan (ve farklı matematiksel varlıklardan)ayırmak suretiyle aynı türde matematiksel varlıklar, yani doğrular vealanlar elde edilebilir fakat bu, farklı fiziksel varlıkların (ve farklımatematiksel varlıkların) karşılaştırılabilir olduğu anlamına gelmez.Gerek eğri gerekse düz açılar lineer kon- tinyum üzerine eşlenebilirler(mapped onto) (Şekil 4) (ya da Aristoteles’in terminolojisiyle, ikisindende lineer bir kontinyum “ayrılabilir”), fakat belli bir eğri açının bir düzaçıdan küçük, büyük ya da eşit olduğunu hiçbir şekilde söyleyemeyiz(hiçbir şekilde bir düz açı bir eğri açıya yedirilemez [Euclid, Elemanlariii, 16]). Aynı şekilde bir dairenin alanı bir poligonun alanına eşit, ondanküçük ya da büyük olamaz, Bryson’un dairenin alanını poligonunalanıyla ölçme girişimi (bir daire, kendi çevresinde çizilecek birpoligondan küçük, içine çizilecek bir poligondan ise büyüktür; aynışeyden daha büyük ya da daha küçük olan şeyler bir birine eşittir;dolayısıyla alan olarak belli bir daireye eşit bir poligon vardır) tanı da bunedenden dolayı Aristoteles tarafından eleştirilmiştir. “Eşit, ne büyük nede küçük olan, fakat doğası gereği büyük ya da küçük olabilecek birşeydir” (1056a23 vd.). Aristoteles’e göre Bryson, gerek daire gereksepoligondan ayrılarak elde edilmiş bir şeye gönderme yapan “ortak birorta terim” (Anal. Post 75b42 vd) -“alan”- kullanır. Fakat bu ayırmaişleminden önce bu şeyin her iki durum için farklı ve bir karşılaştırmayıengelleyebilecek daha başka niteliklerle birlikte var olup var olmadığınıaraştırmayı aklına getirmez: “ele alman konuyla”, yani dairenin alanıyla,“uğranmaz” (Soph. Ref. 171bl7 vd.). (Geometri açısından, derAristoteles, Antiphon’un daireyi poligonlarla “tüketmesi” düşünmeyebile değmez. İzlenen usûl yalnızca hatalı değildir, konusunu daşaşırmıştır. [185al6].)

13. Bu tür düşünceler Aristoteles’in niçin niteliksel değişimi uzunluklaölçmeyi reddettiğini ve niçin lineer ve dairesel hareketlerin kıyaslan amazolduğunu düşündüğünü açıklıyor (227bl5 vd.; 248al0 vd.). Ve ayrıcamatematiksel orantılarla ilgili Euclidci tanımın {Elemanlar V, Tanım 3)niçin açıkça “homojen” niceliklerle sınırlı tutulduğunu ve gerek Yunangerekse Galile’ye kadar -Galile dahil- diğer matematikçilerin -uzamsal vezamansal büyüklüklerin birbirine bölümü olarak tanımlanan- hız gibi“karma” nicelikleri niçin asla işe karıştırmadıklarını da anlamamızısağlıyor. Fakat alan gibi belirli şeylerin hem daire hem de poligondanayrılabiliyor olması, onların belli nitelikleri paylaştıkları ve onlar hakkındabirtakım ortak, genel ifadelerin telaffuz edilebileceğini gösterir.Aristoteles’e göre bu tür genel ifadeler matematikte önemli bir rol oynar:“[özel] tözlerle sınırlı olmayan belirli matematiksel genel ifadeler vardır”(1077a9). Örneğin,

Orantıda iç terimlerin karşılıklı değiştirilebilir olduğu, daha önceden sayılar,uzunluklar, cisimler (bodies) ve zaman için ayrı ayrı kanıtlanıyordu; oysa buhepsi için tek bir ispatla da gösterilebilir Fakat tektip bir işaretleme sistemininolmaması ve sayı, uzunluk, zaman ve cisimlerin bir birinden çok farklıgörünmeleri nedeniyle bunların her biri için ayrı bir ispat verme yolunagidilmişti. Şimdiki ispat, gösterdiği şey yalnızca şu uzunluklar ya da şu sayüariçin değil aynı zamanda -uzunluk, sayı, zaman ve cisimlerden oluşmuş- bütüniçin ge- çerli olduğu kabul edilen şey için de doğru olduğundan, genel bir ispattır{An. Pr. 74al7 vd.)

Aynı şekilde, bazı ilkeler çeşitli bilimler için geçerlidir. Eşitlerden eşitçıktığında geriye kalanlar da eşittir ilkesi buna bir örnektir {An. Post.76a38 vd.). Fakat genelleme peşinen doğru kabul edilemez, özelargümanlarla doğruluğunu araştırmak gerekir.

14. Aristoteles lineer kaplam (extension), zaman ve hareket içinbu tür özel argümanlar verir. Lineer kaplam, zaman ve hareketarasında birçok farklı yön vardır. Euclid V, Tanım 3’teki (bkz. 12)anlamıyla “homojen” değillerdir. Bununla birlikte ortak

, nitelikleri de vardır. Aristoteles’in sürekli lineer yayılımlar (manifolds)teorisi bu nitelikleri tanımlayarak çeşitli sonuçlara varır. Makalemizingeriye kalan kısmını bu teoriye ayırdık.

Uzunluk, zaman ve hareket arasında ortak nitelikler bulunduğu, üstükapalı olarak sağduyuda zaten geçer. Örneğin, “yolculuk uzunsa yoluzun, yol uzunsa yolculuk uzun deriz -yine hareket [uzunsa] süre, süre[uzunsa] hareket [uzun deriz]” (220b29 vd.). Yine sağduyuda yapılan“berisinde” ve “ötesinde” ayrımının yere, dolayısıyla da kaplamauygulanan bir ayrım olduğunu ve “ikisinin [kaplam ve hareketin] birdenklik sergilemeleri (correspond) nedeniyle, aynı ayrımın hareket içinde geçerli olması gerektiğini” görüyoruz. Fakat durum böyleyse, zamanve hareket de hep bir denklik sergilediklerinden, zaman için de aynı şey[önce ve sonra] geçerlidir” (219al5 vd.; krş. 218b21 vd.). Aristoteles’egöre bu analojiler “akla yatkuTdır (220b24), çünkü kaplam, zaman vehareketin üçü de sürekli ve bölünebilir niceliklerdir (24 vd.) ve biri içindoğru olan bir şey hepsi için doğru olacak şekilde biribiriyle ilişkilidirler(231bl9 vd.). Şimdi, geometride tanımlandıkları şekliyle “sürekli”,“bölünebilir” ve “nicelik” terimleri teknik terimlerdir. Aristoteles’insüreklilik teorisi ise aksine ayrıntılarla yüklü bir teoridir. O yüzden,dikkatimizi çeken bu analojilerin bu teknik şeyler için de geçerliolduğunu göstermek ve varsa sınırlarını ortaya çıkarmak istiyorsak özelargümanlara ihtiyaç vardır.

15. “Sürekli ile”, der Aristoteles, “sonu gelmez bir şekilde hep dahaöte bölünebilir parçalara bölünebilir olmayı” (232b25 vd.) ve parçaların“birbirlerinden bulundukları yer itibarıyla ayır- dedilebilir olduğu [birdurumu] kastediyorum” (23 lb6 vd.).

Tanımın ikinci kısmı (ve onun çevresindeki argümanlar) tartışmayılineer kaplamlı kontinyumlarla sınırlar. Sesler gibi başka kontinyumtiplerinden (226b29) ve yerle ilişkisi olmayan başka niteliklerden de (31vd.) bahsedilir ama bunlar ele alınmaz. Tanım, günümüzdeki birokuyucuya apaçık gelebilecek ama o dönemde öyle apaçık ya da sıradanbir şey gibi görülmemiş ve analize ihtiyaç duyan belli varsayımlarbarındırır: (1) ne kadar küçük olursa olsun herhangi bir aralıkta ya daherhangi bir noktasından

bölünebilecek şeyler vardır; (2) bölme söz konusu şeylerin ya da onlarınherhangi bir parçasının kaplamlarını değiştirmez; ve (3) bölmede, ne kadarküçük olursa olsun mutlaka belli bir aralık meydana gelir.

Asgari uzunluklar ya da "bölünemez doğrular” olduğunu varsayanmatematikçiler (Demokritos da bunlar arasında olabilir) Varsayım 1 ’ekarşı çıkar. Kalınlık, kütle ve kaplamı olmayan bir şeyin var olabileceğinireddeden Zeno, Varsayım 2 ve 3’ü eleştirir. “Çünkü [Zeno] bir başkasınaeklendiği veya ondan çıkarıldığında bu başka şeyi daha büyük veya dahaküçük kılmayan bir şeyin var olmadığını ileri sürmektedir -çünkü ona görevar olan bir şeyin bir büyüklüğü olması gerekir” (lOOlbl vd. 18. ve 19.yüzyıllarda Varsayım 1, sık sık “sezgi” (flns- chauung) denilen bir şeyebaşvurularak desteklenmiş ve “şurasından burasından çeşitli noktalarseçerek bir araya getirdiğimiz [bir tür] yapışkan (gooey) madde” (H.Weyl, “Über die neue Grundlagenkrise der Mathematik”) olarakkontinyum düşüncesi de bu şaibeli kaynağa gönderilmiştir Lineer kon-tinyum düşüncesini ve ardındaki varsayımları desteklemenin daha iyiyolları bulunabilir mi?

16. Bölünemez doğrular düşüncesine karşı getirilmiş argümanlardanbiri bu tür doğruların her tür uzunluk için ortak bir ölçü oluşturduğu,dolayısıyla da herhangi bir kıyaslanamaz (ortak-ölçüye-gelmez)büyüklüğe yer bırakmadığı şeklindeydi. Diğer bir argüman geometrininyasalarının belirli bir uzunluğun altına inildiğinde geçerlilikleriniyitireceğini söylüyordu: kenarları asgari büyüklükteki bir ikizkenarüçgenin açı ortayının karşı kenarı iki eşit parçaya ayıracağından sözedemeyiz (On Indivisible Lines, 970a vd) Bu eleştirileri daha berrak birşekilde görebilmek için kıyaslanamazlığın getirdiği önemli bir sonucu elealmak gerek.

İki büyüklüğün en büyük ortak ölçenini bulmanın yollarından biriantanairesis yöntemiydi: küçüğü büyükten çıkar, farkı küçükten çıkar vesıfırı buluncaya kadar aynı işleme devam et (Şekil 5). Bu dizide sıfırdanönceki sayı aranan ölçendir Usûl matematikçiler tarafından kullanıldığıgibi, fiziksel uzunlukların en

büyük ortak ölçenini bulmak amacıyla marangoz, mimar ve coğ-rafyacılar tarafından da kullanılıyordu.

Şekil 5

Bir karenin kenarı ile köşegeni gibi kıyaslanamaz doğrulardaantanairesis'm sonu yoktur. Örneğin Kurt von Fritz gibi bazı yazarlaragöre kıyaslanamazlık bu özelliğin keşfiyle birlikte bulunmuştur.

Kıyaslanamazlık bu şekilde ancak geometrik bağıntıların şekillerinbüyüklüğüyle bir ilişkisi olmadığını ta baştan doğru kabul eden insanlarcabulunabilir. Oysa Pisagorculann böyle bir kabulleri yoktu. Pisagorculardoğrunun yapı olarak, biribirinden boşlukla ayrılmış bölünemezbirimlerden kurulduğunu varsayıyorlardı. Böyle bir yaklaşımçerçevesinde, geometrik bağıntılar belirli bir asgari uzunluğun altınainildiğinde geçerliliklerini kaybedeceğinden söz konusu keşfin yapılmasımümkün değildi. Bu, Euclid’in Eie- manlar’mm X. kitabında yenidenverilen ispata öncelik vermeyi gerektiren güçlü bir argümandır: Birkarenin D köşegeni ile S kenarı arasındaki bağıntının, d ve s gibitamsayılar cinsinden şöyle ifade edildiğini varsayalım, d2 = 2s2. En yalınhaline indirgendiğinde bu, cP’nin çift olduğu anlamına gelir; o yüzden deeğer s tek sayı ise d çifttir. Ve d çift olduğu için de d = 2f ve 2f = s2, ya daen yalın haline indirgendiğinde s bir çift sayı demektir. Böylece 5 hemçift hem de tek sayı olmuş olur.

Eudemus’a göre (Pappus’da aktanlır, Euclid’in yorumu, i.44),Pisagorcular yalnızca aritmetiği değil geometrik cebiri de bulmuşlardı.Pisagorcuların bu buluşu sık sık kıyaslanamaz büyüklükleri sağlam birşekilde ele alabilmek için yaptıkları kabul edilir: sayılarla meselehalledilemeyince yerlerine doğrular gündeme sokulmuştur. Ama eğerbuluşa yol açan dürtü buysa, doğru kavramının köklü bir değişimgeçirmiş olması gerekir -aralarında boşluk bulunan bireysel birimlerintoplamı olarak doğrudan, parçalan ne kadar küçük olursa olsun bütünleaynı yapıya sahip gerçek bir kontinyum olarak doğruya. Bu geçişPisagorcü okul bünyesinde yapılmış bir keşfin ürünü müydü yoksabirtakım dış fikirler mi etkili olmuştu?

Pisagorcü okulun dışında, bir kontinyum düşüncesinin tüm öğeleriniiçinde taşıyan bir görüş gerçekten vardı -Parmenides’in Bir görüşü.Parmenides’e göre (Diels-Kranz, Fragments der Vor- sokratiker, Berlin,çeşitli baskılarda B8, 29 vd.) varlık “kendi bütünlüğü içinde homojendir(homoion), hiçbir yerinde daha az ya da daha çok değildir” ve “bir bütünhalinde birleş(tiril)miştir”. Parmenides’in “birleş(tiril)miştir” yerinekullandığı xyneches sözcüğü Aristoteles’in yaklaşımında kullandığıteknik terimdir Ben, ister büyük ister küçük olsun, her yerinde aynıniteliklerle donatılmış sürekli bir varlık olarak doğru düşüncesinin Par-menides’in Bir değerlendirmesinden geldiğini sanıyorum. Fakat doğrubölünebilirken Bir bölünemez. Ama Bir’in niteliklerine sahip bir şeybölünebilseydi (bölme işleminin dışardan bir müdahaleyle olmasıgerektiğini hatırlatalım -bölen şey doğrunun bir parçası değildir), ozaman, onun belli bir yerinden bölünebilmesi demek, homojenolmasından dolayı, her yerinden ve tamı tamına aynı şekildebölünebilmesi demek olurdu. Konuyu bu yönüyle ölçüp biçtiğimizde15’teki Varsayım 1 üzerine belli bir tarihsel anlayış kazanabiliriz.Varsayım ne apaçık veya sıradandır, ne de sezgiye dayalıdır.

17. Varsayım 2 ve 3, lineer kontinyumu bölümlereayırmada kullanılan şeylerin kaplamı olmayan vebölünemez şeyler olduğunu gösteren argümanlarladesteklenebilir. Aristoteles şimdi üzerinden, yanizamanı geçmiş ve gelecek diye ikiye ayıran an

üzerinden bu tür argümanlar verir. Ve zaman, kaplam ve yer de-ğiştirmenin üç farklı ama yapısal olarak aynı kontinyumlar ol- ' duğunu gösterdiğinden dolayı, şimdi için verilen argüman tüm diğer bölümlere ayırma durumları için de geçerlidir.

Gösterilecek: Yalın şimdi (primary now) bölünemezdir (bir an yada aralık, -bir olay ya da değişim için-, eğer içinde o olay ya dadeğişimin meydana gelmediği bir aralık barındırmıyorsa “yalın”dır[235b34 vd.]; örneğin, Sezar MÖ 44 yılında öldürüldü cümlesi,öldürme olayı için bir yalın ya da anlık zaman vermez).

Argüman (233b33 vd.): Şimdi, geçmişin sınırıdır, onun berisindehiçbir gelecek parçası yer almaz. Aynı zamanda geleceğin de sınırıdır,onun ötesinde hiçbir geçmiş parçası yer almaz. Her iki sınır çakışıkolmalıdır. Eğer çakışmasalardı, yani farklı olsalardı, aralarında yabelli bir zaman olacaktı ya da böyle bir zaman olmayacaktı. Eğeraralarında hiç zaman yoksa, birbirlerini takip ediyorlar (succeed)demektir; fakat birbirini takip etmek bir ayrı oluş halini varsayar (bukonu aşağıda 21’de tartışılacak), dolayısıyla birbirini takip ediyorolamazlar. Yok eğer aralarında belli bir zaman varsa, bu zamanbölünebilir olmalıdır: bir kısmı geleceğe, bir kısmı geçmişe aittir -budurumda da ortada yalın şimdi yoktur. Sonuç: yalın şimdi bölünemez(ve kaplamı olan bir kon- tinyumun sınırı olarak bir kaplamı dayoktur).

Leibniz hareket ve süreklilik üzerine -Aristoteles’in bu konudakiteorisinin kısmi, sistematik bir özetini de içeren- kısa yazısında(Philosophische Schriften, der. C.I. Gerhard, Berlin 1885- 1890, Cilt4, s.228 vd., özellikle §4) bu argümanı geliştirir ve her türlü sınır,bölme ve son bulma hallerine yaygınlaştırır. Bir AB doğrusunu veonun A başlangıcını alalım (Şekil 6). Doğruyu orta yerinden, C,bölelim. CB doğru parçası A’yı içermez. O yüzden AC yalın sondeğildir ve CB’yi dikkate almayabiliriz. AC’yi D noktasından ikiyeayıralım. CD, sonu içermez; dolayısıyla AC yalın son değildir veDC’yi dikkate almayabiliriz -ve böyle, ne kadar küçük olursa olsunherhangi bir aralık buluncaya kadar işleme devam edelim. Sonuç: ABdoğrusunun yalın sonu A (ya da A’dan sola doğru uzanan birdoğrunun yalın bölümü) bölünemezdir (ayrıca krş. Euclid, Elemanlari, Tanım 1 ve 3). Böylece 15’teki Varsayım 2 ve 3 sağlanmış olur.

18. Konuyu destekleyen diğer bir argüman bölüm, son ve parçalarındoğrularla aynı kategoriye ait olmadığının gösterilmesinden oluşur:“şimdi, zaman değil onun arızi bir niteliğidir” (220a21 vd.) ve“doğrular ya da doğrulardan türeme şeyler [örneğin noktalar] bağımsızolarak var olan tözler değil başka bir şeyin parçaları, bölümleri ...vesınırlandır ... ve ancak başka bir şeyin içinde vardırlar” (1060b 10 vd.);bununla birlikte o başka şeylere kendi başlarına var olabilecek(1060bl7) “parçalar olarak bağlı değildirler” (220al6), o nedenle de birdoğruyu böldüklerinde doğru üzerinde herhangi bir aralık meydana ge-tiremezler. Zeno’nun itirazı (1001 b5 vd.; krş.14) sınırlar ve/veya alt-bölümler ilâve etmek büyüklüğü değil sayıyı (alt-bölümlerin sayısını)arttırır, diyerek karşılanır. Örneğin üçe aynlmış bir doğru ikiye aynlmışbir doğrudan daha uzun değildir, fakat özellikleri farklıdır.

.4 D c B

Şekil 6

19. Artık Aristoteles’in süreklilik ve hareket teorisini ve-rebilecek durumdayız. Teorinin tüm izleklerini ortaya çıkaracakdeğilim, tüm boşta veya belirsiz bıraktığı noktaları (ki böyle çok aznokta vardır) da gidermeye çalışmayacağım. Hele teoriyi katımodern matematiksel standartlara uygun bir biçim altında sunmakgibi bir kaygım kesinlikle olmayacak. Bir kere bu gibi genel kabulgörmüş katı bir standartlar kümesi yok -yaratıcı matematikçi,fizikçi ve sistem kurucular her zaman farklı yollarabaşvurmuşlardır. İkincisi katı standartlar; sıkı sıkıya uy-gulandığında, çoğu kez yapılabilecek keşiflere engel olur veyaonların formüle edilmesini imkansız kılar (krş. Lakatos’un ve dahakısmi bir düzeyde, Polya’nın görüşleri). Üçüncüsü, Aristoteles’imodern giysiler içine sokmaya çalışmak onun başarılarınıgölgeleyecektir. Aristoteles, döneminin en önde gelen matematikfelsefecisiydi ve hem teknik sorunlar hem de bunlann nasıl parlakformülasyonlara kavuşturulacağı konusunda derin bilgi sahibiydi.Onu modern terimlerle sunmaya çalışmak bu ta-

rihsel bağlantıyı kopartır. Dördüncüsü, gerek onu eleştiren (örneğinGalile; krş. 21) gerekse yineleyen (H. Weyl; krş. 25) modem düşünürlerde onunkine çok benzer bir dil kullanırlar.

20. Teori bir dizi tanım üzerine kuruludur (226b 18 vd.): Şeyler aynıyalın yere sahip olduklarında birliktedirler (yalın için bkz. 17; yer içinkrş. 6); eğer birlikte değillerse ayrıdırlar. Şeyler, eğer uçları birlikte ise,temas halindedirler. Eğer A, B ile temas halindeyse, A ile B bitişiktir.Eğer A ile B bitişik ve A ve B’nin uçları birse, “ya da sözcüğün imaettiği gibi, biribirini içeriyorsa” (227al5 vd.) A ile B süreklilikhalindedir. Arasında, değişime başvurularak tanımlanır (Aristotelesfiziğinin diğer nosyonlarında olduğu gibi; krş. 262a vd.). Her değişimzıtlan gerektirir (krş. 190b34 vd.), yani karşıtları (227a7) ve demekoluyor ki iki uç noktasını (226b26). Sürekli bir harekette uçlardanbirisinden geçmiş ama ötekine henüz ulaşamamış her aşama uçlararasındadır (uç noktalarının illaki yer olması gerekmez, ses, renk ya dalineer bir düzenlenişe izin veren başka nitelikler de olabilir). Eğer A veB’nin türleri aynıysa ve A ve B arasında aynı türden bir şey yoksa A,B’nin takipçisidir. Eğer A ve B arasında, A ile C, C ile C\ ..., Cn ile Bsüreklilik halinde olacak şekilde, C, C\ C”, C’” ... Cn gibi kontinyumlarvarsa A ve B lineer bir kontinyumun parçasıdır. Bu noktadan sonra tar-tışma tarif edilen anlamda lineer sürekli yayılımlarla (manifolds) sınırlıtutulacaktır.

Aristoteles “arasında”yı “temas”tan sonra tanımlar, yani daha ta-nımını vermeden sürekliliği varsaymış olur. Ben, “arasmdalık”m(betweenness) tanımını daha önceki tanımları olay dizileriyle sınırlıtutmak için kullanarak, sırada değişiklik yaptım. Verilen tanımlar“sürekliliğin, birbirine temas ederek tek bir şey haline gelen şeylere ait”(227al4 vd.) olduğunu ortaya koyuyor. Bu arada, örneğin bireysel birdoğru gibi bir kontinyumu tek bir bireysel varlık haline sokan şeyin neolduğu sorusuna da bir cevap getirmiş oluyorlar (krş. 1077a21 vd.).Fiziksel dünyada şeyler işlevsel bir birim ya da ruh sayesinde bir halinegelirler -aksi takdirde bir değil toplama şeylerdir. Lineer kontinyumlar,parçaları az önce tarif edilen şekilde birbirine bağlı olduğu için birlikteve ayrılmazdırlar.

21. Tanımlar mantıksal olarak şu tür imalarda bulunur:Önerme 1: Lineer sürekli yayılımlar içlerinde bölünemez şeyler

barındırmazlar.İspat: Bölünemez şeylerin hiçbir parçası yoktur, o yüzden uçları da

yoktur ve yukarda tanımlandığı şekilde birlikte olamazlar.Örneğin doğrular herhangi bir yerinden bölünebilir olmaları sıfatıyla,

potansiyel olarak noktalar barındırsalar du bilfiil herhangi bir noktabarındırmazlar. Ve noktalar aralıkları işaretleyen şeyler olduklarından,doğrunun sağ yarısı ya da sol beşte ikisi gibi parçalar da bir doğrununiçinde ancak potansiyel olarak vardır, bilfiil değil. Bir doğru, içsel tutarlığı(coherence) bir darbe ile kesintiye uğratılmadıkça bir, bütün vebölünmemiştir.

Galile bu düşünce ile dalga geçer (Two New Sciences, Stillman Drakeçevirisinden alınmıştır, Londra 1974, s.42 vd.):

SALVÎATİ: . . . Senden bir kontinyumun sınırlan belirlenmiş (qu-antified) parçalarının sonlu mu yoksa sonsuzca çok mu olduğunuaçıkça söylemeni istiyorum.SİMPLİCİO: Sana hem sonsuzca çok hem de sonlu sayıdadırlar diyecevap veririm, bölünmeden önce sonsuzca çok. ama bölündüktensonra bilfiil sonlu [sayıdadırlar]. Çünkü parçalann, bölününceye ya daen azından işaretleninceye kadar, ait olduklan bütünün bilfiil içindeoldukları düşünülmez. Böyle bir şey olmadığı sürece parçalarınpotansiyel olarak orda olduğu söylenir.SALVÎATİ: Demek ki, diyelim 20 karış uzunluğunda bir doğrudayirmi eşit parçaya bölünmeden önce bilfiil birer kanşlık yirmi doğruparçası bulunduğu söylenemez. Bölmeden önce onların sadece po-tansiyel olarak doğrunun içinde bulunduğu söylenebilir Tamam is-tediğin gibi olsun. Şimdi şu soruma cevap ver Doğruyu bilfiil bu türparçalarına ayırdığımızda onun orijinal bütünlüğünde bir artma ya daazalma olur mu, yoksa aynı büyüklüğünü muhafaza mı eder?SİMPLİCİO: Ne artar ne de azalır.SALVÎATİ: Ben de aynı kanıdayım. O nedenle bir kontinyumun sı-nırlan belirlenmiş parçalan ister bilfiil isterse potansiyel olarak ordaolsunlar, onu niceliksel olarak arttırmaz ya da eksiltmezler------

Bu küçük diyaloğun anlatmaya çalıştığı şey, büyüklük üzerinde biretkisi olmadığına göre potansiyel parçalar/fiili parçalar aynmınınanlamsız olduğudur. Çevirmen ve yorumcu Drake buna

katılır (s.42, Dipnot 27): “Burada Galile, miktar ya da büyüklüğüetkilemediği sürece ayrımın matematiksel açıdan anlamsız ol- 'duğunu gösterme yoluna gidiyor”. Fakat Aristoteles’teki anlamıylalineer kontinyumun sadece bir kaplamı değil belli bir yapısı da vardır-ve her bölme işlemi bu yapıyı değişikliğe uğratır (buradakine benzeryüzeysellikte bir argümanla bir litre su ile bir litre şarap arasındahiçbir fark olmadığı, çünkü ikisinin de aynı hacimde olduğusöylenebilir). Galile’nin bir matematikçi olarak dile getirdiği itirazsorunu ortadan kaldırmıyor, çünkü Aristoteles’in derdi tam damatematiksel şeylerin kaplam dışında bir de yapıları olduğudur; aksitakdirde beş sayısı ile beş inç uzunluğundaki bir doğru arasında hiçbirfark olmazdı.

Önerme 1 mantıksal olarak şu tür imalarda bulunur:Önerme 2: Lineer sürekli yayılımlar (kısaca LSY’ler) sonsuza

kadar LSY’lere bölünebilirler ve (231b5 vd):Önerme 3: Bir LSY’nin hiçbir noktası diğer bir LSY’ye ait bir

noktanın takipçisi olamaz (çünkü olması demek bu iki nokta arasındakalan doğrunun daha öte parçalarına ayrılamaz olduğunu varsaymakanlamına gelir).

Önerme 1, 2 ve 3 günümüzdeki her yerinde kesif yayılım kav-ramına çok benzer bir düşünceyi ifade eder. Aradaki fark, modernkavram noktaları verili sayarken Aristoteles onları potansiyel kabuleder ve ancak bölünerek fiili hale gelebileceklerini söyler.

22. Bölünmemiş bir hareket hiçbir parçası olmayan bireysel birbütündür ve tek bir hamlede tamamlanır. Aynı şey katedilen mesafeve hareketin tamamlanması için gereken zaman konusunda dageçerlidir. Hareketi bölmek zamanı ve mesafeyi bölmek demektir;mesafeyi bölmek hareketi ve zamanı bölmek demektir. Dolayısıylalineer kaplam ve zamanın, tıpkı hareket gibi, bir LSY olduğu şeklindebir faraziyede bulunabiliriz. Hareket, uzunluk ve zamanın sürekliolduğunu veri alarak, antik dönemde kabul edilmiş ve Galiletarafından da kullanılmış bir “daha hızlı” tanımı yapabiliriz: Dahahızlı ya daha büyük bir mesafeyi aynı sürede ya da aynı mesafeyidaha kısa sürede ya da daha uzun bir mesafeyi daha kısa bir süredekateden şeydir (232a23 vd). Aynı konudaki modern tanımdan uzun veçok daha hantal bir tanımdır

bu. Ama “hantallık” kasıtlıdır: mesafe ve zaman belirli ortak, soyut özellikleresahip olabilirler (süreklilik, bölünebilirlik) ancak, homojen büyüklüklerdeğillerdir (13). O yüzden ancak kendileriyle ilişkilendirilebilirler, mesafemesafeyle, zaman zamanla, hareket hareketle.

Şimdi iki nesne alalım biri görece hızlı diğeri görece yavaş. Herhangi birhareketin herhangi bir zaman süresi içinde meydana gelebileceğini (232b21vd.) ve herhangi bir zaman süresi için hızlı ve yavaş arasında belli bir farkolacağım (233bl9 vd) varsayarak, hızlının zamanı, yavaşın ise mesafeyibölümlere ayıracağı sonucuna varırız (Şekil 7 ve 8, 233a8 vd), buradan da:Eğer uzunluk sürekli ise zaman da süreklidir ve tersi.

ARİSTOTELES'İN AÇIKLAMASI

bu daha azzamanda yavsdaha az mesa“mesafeyi bö

yavaş nesneALINANMESAFE

GEREKENZAMAN

hızlı olan nesne aynı mesafeyidaha az zamanda alır, “zamanı

böler.'*

O\ / işaretli yere buJ kadar zamanda

vanr

Şekil 7

MODERN DİYAGRAMzaman

yavaş

/hızlı

hızlıolan

zamanıböler

mesafe

“Bu sonuç yalnızca hemen yukarda söylenenlerden çıkıyor değil,ayrıca, tersi bir varsayım bölünemezin bölünebilir olduğunu imaedecektir şeklindeki bir argümanın da mantıksal sonucudur” (233bl6 vd).(Hızlar birbirleriyle herhangi bir ilişki içinde bulunabileceğinden)varsayalım ki belli bir süre zarfında bir cisim AB mesafesinin tamamını,diğer bir cisim ise ancak 2/3’ünü ka- tediyor olsun (Şekil 9). Buradakiaralıkların Aa = ab = bB ve bölünemez olduklarını ve aynı şeyin buaralıklara denk gelen zamanlar için de geçerli olduğunu, yani Rd = de =eS, kabul edelim. Yavaş cisim muhtemel a bölüm noktasına vardığındazamanı f noktasında bölecek ve böylece bölünemezi bölmüş olacaktır.

Bu sonuç yukardaki faraziyemizi destekler, kullanılan nosyonların vekurulan bağıntıların tutarlı olduğunu gösterir. Ama bu nosyon vebağıntıların mutlak bir ispatı yoktur.

23. Sırada zaman ile hareket ve mesafe ilişkisine dair bir dizi

teoremimiz var.Önerme 4: Şimdi içinde hareket yoktur (234a24).Eğer şimdi içinde hareket olsaydı, bir hızlı bir de yavaş hareket

olacaktı ve hızlı hareket şimdiyi Şekil 7 tartışmamızda olduğu gibibölecekti. Oysa şimdi bölünemezdir (17).

Önerme 5: Şimdi içinde hareketsiz bir şey de olmaz (234a33 vd.).Hareketsizlik bir nesneye ancak o nesne hareket etme ka-

pasitesindeyse yüklemlenebilir. Oysa şimdi içinde hareket yoktur.

G.E.L. Owen, Aristoteles’in eserlerinde zamanın rolüne ilişkin birdenemesinde, bu iki önermeyi, sağduyunun yanbş bir yorumunadayandıkları ve bilimsel ilerlemeyi engelledikleri gerekçesiyle eleştirir.Bilimsel ilerleme, der Owen, ancak zamanı hıza bağlayan fonksiyonlarınbulunması ve bunların cisimlerin hareketlerinin hesaplanmasındakullanılmaya başlanmasıyla ortaya çıkmıştır.

îlk eleştiri Aristoteles’in süreklilik nosyonunu Parmenides’e borçluolduğu hatırlatılarak geri çevrilebilir (16). Aristoteles’in, sürekliliğiörneklemek için, tutkal ve çivi (227al7) gibi kaba sabâ örnekler verdiğidoğrudur. Ama nosyonun içeriği, bizim Önerme 2’de (sonsuzbölünebilirlik) çıkardığımız sonuçların da aralarında bulunduğu -ancakParmenides tarafından Önerilen Bir gibi bir homojenlik postüle edilerekkanıtlanabilecek- sonuçlarında yatar.

İkinci eleştiri yalnızca, bilimadamlarının çok az düşünerek insanıçileden çıkarabileceklerini gösteriyor. 21’de Galile’den, önemli olanındoğrunun yapısı değil uzunluğu olduğunu söyleyen bir bölüm aktardım.Bu yaklaşım bilimadamlanna, karşılaştıkları sorunlar yapıyı işekarıştırmadığı sürece epeyce yardımcı olmuştur. Ama yapıyla ilgilideğerlendirmelerin özsel bir önem kazandığı kuantum mekaniğinde sorunçıkartır. Yapıya bağlı sorunları çözme girişimlerinde fizikçiler, Önerme 4ve 5’tekilere çok yakın düşüncelere vardılar (zaman ve enerji arasındakibelirsizlik ilişkileri) ve bugün, “harekette olan şeyin hareketi, hareketsizolan şeyin hareketsizliği belli bir zaman almak zorundadır” (234b9 vd),diyen Aristoteles’in ilkesini onayladıkları söylenebilir.

Önerme 6: Nokta bir yere sahip değildir (212b24 vd).Bu, Önerme 4 ve 5’in uzamsal karşılığıdır ve 6’daki yer tanımından

çıkar. Her üç önerme de (ve az sonra çıkaracağımız diğer önermeler de)daha önceden Platon’un Parmenides' teki Bir tartışmasında geçer (137vd.). Aynı bölümde Aristoteles’in süreklilik tanımında kullandığıanlaşılan çeşitli malzemeler de yer alır (bkz. 20).

24. 9’a göre hareket ancak geçici bir duraklama meydana getirilerekbölünebilir -“hareketli şey durmalı ve yeniden hareket et-

melidir” (262a24 vd.). Hareket durduğunda hareket eden nesne doğrudürüst tanımlanmış bir yerde bulunur ve doğru dürüst tanımlanmışniteliklere sahiptir, örneğin nesne beyazdan siyaha giderkendurdurulduğunda gridir (234bl8 vd). Doğru dürüst tanımlanmış bir yerdebulunmak ve doğru dürüst tanımlanmış özelliklere sahip olmak hareketetmeyen nesneye özgü bir vasıftır. Hareket etmek, o nedenle, doğrudürüst tanımlanmış bir yeri olmamayı ve doğru dürüst tanımlanmışniteliklere sahip olmamayı ima eder. Öyle görünüyor ki Aristoteles,zaman zaman böyle bir sonuca çıkar gibi olsa da (krş. Önerme 14), herzaman bu adımı atmaya hazır değildi (krş. kısıtlama: “çünkü bir bütünolarak [nesne], [değişim sürecinin] hem başlangıç hem de onu takip edenaşaması içinde olamaz ya da her ikisinde birden olmamazlık edemez[234bl7]). Vardığı sonuç daha çok şöyle bir şeydir: “tüm değişim süreciboyunca [nesnel kısmen bir kısmen diğer durum altında olmakdurumundadır”; yani bir kısmı bir, bir kısmı diğer durum içinde kalanparçalara bölünmek durumundadır.

Önerme 7: Değişen şey bölünebilirdir (234b 10).Bunun anlamı, örneğin yer değiştirmede, elastik ve şekil değiştirebilir

nesnelerle uğraşıyoruz demektir. Kaplamlı nesnelerin hareketiyle ilgiligörelikçi açıklamayla aradaki benzerliğe dikkat çekmek isterim.

Önerme 8: Değişim tamamlandığında değişime uğrayan şeydönüştüğü hal içindedir (tam olarak aktarırsak: değişen şey dönüştüğühaldedir {235b6 vd.]).

Bu önerme doğrudan terimlerin anlamından çıkar.Önerme 9: Değişime uğrayan şeyin değişimini tamamladığı yalın

zaman bölünemezdir.Tersinin doğru olduğunu, yani bölünebilir olduğunu varsayalım. O

durumda, bölünen her iki kısimda da değişim meydana geleceğindendeğişim sona ermiş olmayacaktır. Yok sadece tek bir kısımda değişimmeydana geldiği söylenirse, o zaman da yalm zamandan sözedemeyeceğizdir [235b33].

Önerme 8 ve 9, daha önce 11’de vurguladığımız olguyla, yani hareketinnet bir şekilde işaretlenmiş her evresine eşlik eden be[li bir kesilmenin bulunduğu olgusuyla bağlantılıdır. Şöyle ki, ha- * reket zıtları gerektirir (189a 10); zıtlardan biri “uğruna olan”dır, ya

da hareketin amacıdır (telos) (194b33). Amaca ulaşıldığında harekettamamlanmıştır, dolayısıyla kesintiye uğramıştır; kesinti, hareketebölünemez bir sınır (236a 13) kazandırır. Önerme 8 ve 9 bu durumuifade ediyor.

Önerme 10: Değişime uğrayan şeyin değişimini tamamlamak üzereolduğu bölünemez bir yalın zaman yoktur (239al vd)

Çünkü, değişimini tamamlamakta olan şey hareket halindedir ve(Önerme 4) bölünemez bir anda hiçbir hareket yoktur. Aynı şekildeÖnerme 5 de Önerme 11 ’i verir.

Önerme 11: Hareketsizliğin ilk meydana gelişinde bölünemez biryalın zaman da yoktur (239al0).

Ve bir adım daha atarak,Önerme 12: Belirli bir zamanda değişime uğrayan herhangi bir şey

bu zamandan önce değişmiştir.AB’nin yalın bir değişim zamanı olduğunu varsayalım. Değişim A

ve B arasında bir a noktasmda ve A ile a arasında bir b ve b ile Aarasında bir c, vb. noktasında meydana geliyor olmalıdır. O nedenle:

Önerme 13: Bir değişim sürecinin başlangıcı diye bir şey yoktur(236al3 vd).

25. 24’ün sonuçlan şöyle özetlenebilir. Her değişimdoğru dürüst tanımlanmış bölünemez bir anla, değişimintamamlandığı yalın anla karakterize edilir. Değişiminhâlâ devam etmekte olduğu son an yoktur, değişiminbaşladığı ilk an yoktur, değişimin tamamlanmasındansonra ilk hareketsizlik anı yoktur.

Bu durumu, bir amaçta son bulan bir değişimlerdizisinin sağının kapalı, solunun açık ve de her yerindekesif olması olgusunun basit bir sonucu gibi görmekisteyebilirsiniz (krş. E.V. Huntington, The Continiuum,Bölüm 4, Cambridge 1917). Fakat karşılaştırma birçokyönden aldatıcıdır. Bir kere Aristotelesçi doğrunun yapısıkesif dizilerin yapısından farklıdır. Kesif dizilerinelemanlannın hepsi de varlık halindedir ve hep birliktediziyi oluştururlar. Oysa Aristoteles’in doğrusu özelaraçlarla bilfiil parçalara aynlmadıkça bir vebölünmemiştir. İkincisi, değişimin son noktası fiili bir

olduğundan dolayı değil, değişimin her değişimde geçerli özgül tamamlanıştarzından dolayı fiili bir noktadır: yani değişim sürecinin iç yapısının birürünü olarak ortaya çıkar. Üçüncüsü, bir başlangıç yoktur çünkü şimdiiçinde hareket yoktur.

Aristotelesçi kontinyum ile matematiksel kontinyum arasındaki farkıHermann Weyl berrak bir şekilde ortaya koyar (fakat Aristoteles’ten sözetmeksizin; Das Kontinuum, Leipzig 1919, s.71):

Sezgisel kontinyum [bölünemez bütün olarak görülen kontinyumu Weylböyle adlandırır] ile matematiksel kontinyum [noktalardan oluşur]arasında ortak bir şey yoktur . ..; aralarında kapatılamaz bir uçurumuzanır. Ancak doğayı anlama çabalarımız sırasında içimizde bizibirinden diğerine geçmeye sevk eden anlaşılır dürtüler buluruz. Budürtüler, bizi normal hayatlarımızı sürdürdüğümüz insani deneyimdünyasından başka bir dünyaya, deneyimin “ötesindeki”, “gerçektennesnel”, kesin ve niceliksel fiziksel bir dünyaya yönelten ve bize gözlegörülen nesnelerin renksel nitelikleri yerine esir (aether) titreşimlerinikoydurtan güdülerle aynıdır ... O yüzden [bölünemez birimlerden yolaçıkarak] ortaya koymaya çalıştığımız bir analiz, tıpkı diğer herhangi birfiziksel teori gibi deney(im)le sınanması gereken bir kontinyum teorisiolarak görülebilir.

Weyl başka bir yerde, kontinyumun matematiksel yeniden inşasında, der(“Über die neue Grundlagenkrise der Mathematik”, Math. Zs., Cilt 10,1919,s.42),

akış halindeki yapışkan bir maddeden (flowing goo)... bir öbek bireyselnokta seçilir. Kontinyum parçalanarak bir birinden bağımsız elemanlaraayrılır ve kontinyumun tüm parçalarının karşılıklı birbirine bağlılığınınyerini bu yalıtık elemanlar arasında kurulan belirli ilişkiler alır. Euclidgeometrisinin inşasında, koordinatları Euclid sayılarına denk düşennoktalardan oluşmuş bir sistem kullanmak ye- terlidir. Noktalar arasındaakan sürekli “uzay-sosu” kaybolmuştur

Galile’nin yaklaşımıdır bu (bkz. 21’deki alıntı), ama bir farkla. Weylmatematiksel kontinyum düşüncesindeki kaybın ve onun vargılarının fiziktetersine dönme ihtimalinin farkındadır. “Sürekli

uzay-sosu”, biz yeni araştırma alanlarında yol aldıkça, varlığınıhissettirebilir. Nitekim bazı fizikçiler onun daha şimdiden mik-rofizikte karşımızda durduğuna inanıyor.

26. Önerme 4 ve 5’e göre belli bir anda ne hareket ne de durgunlukvardır; her hareket belli bir zaman aralığı doldurur. Uzayda hareketeden bir nesnenin yeri, bu arabğm büyüklüğüne uygun olarak, yani oölçüde belirsizdir. Eğer yer belirsizse, uzunluk da belirsizdir.

Önerme 14: Hareket eden şeyin [hareket doğrultusunda] doğrudürüst tanımlanmış bir uzunluğu yoktur.

Olduğunu düşünelim. Ancak sabit bir ölçme çubuğuna “karşılık”getirilebilen, yani hareketsiz bir nesneye belirli bir uzunluk atfedilebilir.Hareketsiz olmak zaman alır (Önerme 5), dolayısıyla,

Önerme 15: Bir nesnenin doğru dürüst tanımlanmış bir uzunluğuolduğu, ancak o nesne, ne kadar kısa olursa olsun belli bir zamanaralığında hareketsiz ise söylenebilir.

27. Aristoteles’in hareketle ilgili Zeno paradokslarım çözüş tarzıüzerine kısa bir değerlendirmeyle konuyu bitirmek istiyorum.Aristoteles bu türde dört paradoks tanımlar (239bl0 vd). Zenoargümanları üzerine elimizdeki en eski ayrıntılı değerlendirmedir bu.

İlk paradoksa göre hareket imkansızdır; çünkü hareket eden şeybelli bir noktaya ulaşmak için önce yolun yansını, sonra yansınınyansını, sonra yansının yarısının yansını, vb. katetmek zorundadır,Çözüm yolunu 9’da açıklamıştık. Aristoteles daha zayıf kabul ettiğiikinci bir çözüm daha verir (263a4 vd).

İkinci paradoksa göre, “Aşil”, yani daha hızlı olan [ve yarışageriden başlayan], daha yavaş olanı [yanşa ilerden başlayan kap-lumbağayı] geçemez, “çünkü gerideki ilkönce, öndekinin hareketebaşladığı noktaya ulaşmak zorundadır, öyle ki o ulaşıncaya kadargeçen süre zarfında yavaş her zaman belli bir yol katetmiş olacaktır”.Aristoteles bunu ilk paradoksun değişik bir biçimi olarak görür ve aynışekilde çözümler.

Üçüncü paradoks, uçan bir okun, yolculuğunun herhangi bir

anında kendi boyutlarına eşit bir yer işgal ettiğini, dolayısıyla yol-culuğunun herhangi bir anında hareketsiz olduğunu, sonuç olarak da,tüm yolculuğu boyunca hareketsiz kaldığını söyler. Bu paradoks Önerme4 ve 14’e başvurularak çözümlenir.Yorumlanması en zor olan dördüncü paradoksun, “yarım birim zamanın

iki birim zamana eşit olduğu”nu gösterdiğine inanılır. A,B ve C gibi iiç dizi kütle vardır (Şekil 10). A hareketsizdir; B sağa, C

sola doğru eşit hızda hareket ederler. C tüm B’lerden geçtiğindeB, A’lann yalnızca yansından geçmiştir. İki kütlenin geçiş sürecinin,kütlelerin hareketli ya da hareketsiz olduğuna bakılmaksızın aynı zamanaldığı varsayılırsa, şöyle söylemek mümkündür: B, A’larm yansınıgeçerken C’lerin tamamını geçmiştir, dolayısıyla geçiş süreci yanmbirim zaman alır; oysa C’ler A’ların iki katı B’lerden geçmiştir, onuniçin aynı süreç iki katı zaman alır. Aristoteles, kullanılan varsayımıreddederek paradoksu çözümler.

Şekil 10

Rafael Ferber, ilginç ve kışkırtıcı kitabında ÇZenons Pa- radoxigen der Bewegung, Münih 1981), bu paradoksla, büyüklükleri ne olursa olsun sonsuzca bölünebilir şeylerin aynı sayıda bölünemez şeylere sahip olduğudüşüncesinin bazı ilk biçimleri arasında bir bağlantı olabileceğini söylüyor. Bugün söz konusu düşünce Şekil 11’deki gibi bir şekille açıklanır. CD’de, AB’deki her noktaya karşılık bir ve yalnızca bir nokta vardır ve her iki doğru parçası eşit sayıda nokta içerir. Ferber’in alıntı yaptığı Arpad Szabo’ya göre (Anfânge der Griechischen Mathematik, Budapeşte 1969) Euclid’in Elemanlar i’de verdiği 8. Aksiyom: Bütün parçadan büyüktür (ki ispatlarda yerini, “aksi takdirde küçük büyüğe eşit olur ki bu imkansızdır” şeklindeki klişe ifadeye bırakır), bazıları bunu reddettiği için özellikle getirilmiştir (böy-

leşine apaçık bir ilkenin formüle edilmiş olması için pek başka bir neden deakla gelmiyor), tikeyi reddedenlerden biri Anak- sagoras’tı (Diels-Kranz, B3).

Şekil 11

M P S

Şekil 12 .

Çünkü her küçük şeyin daha kUçüğü vardır -çünkü varlığın varlıktankesilmesi imkansızdır. Fakat her büyük şeyin de hep daha büyüğü vardırve bu büyük, miktar olarak küçüğe eşittir. Bununla birlikte kendi başınaher şey hem büyük hem küçüktür.

Anaksagoras’m, herhangi bir madde parçasının içinde diğer her şeydenöğeler barındırdığı -metalde et, havada metal, kemikte hava, vb.- yolundakidüşüncesinin altında yatan bu iddianın, Par- menides’teki yukarda 16’daverdiğimiz Bir’in homojenliği varsayımıyla da bağlantılı olduğunudüşünebiliriz. Eğer Bir her yerinde homojense, onun en küçük parçası dabütünle, tamı tamına aynı yapıya sahiptir; demek ki, onunla aynı sayıda parça(alt- bölüm) içerir.2 Dördüncü paradoksu aynı sonuca çıkacak şekilde

2. Şüphesiz Parmenides’teki Birin hiçbir parçası yoktur, dolayısıyla homojen olmaktanbaşka bir yapıya sahip değildir. Fakat Parmenides’le çelişmek pahasına Bir'e böyle bir yapıilâve edersek, homojenlik bize tüm parçalarda bütünle eşit sayıda parça olduğunungüvencesini verecektir.

yorumlamak mümkün mü? Evet! (bkz. Şekil 12). C sürekli olsun ve Cüzerinde herhangi bir nokta alalım. Bu O noktası B’nin sağ ucunuoluşturan R’den geçtiğinde R, P’nin altına düşecektir (R ile O arasındayan yolda), dolayısıyla P, O’ya karşılık gelecektir. Tersinden, Aüzerindeki her S noktasına karşılık C üzerinde bir ve yalnızca bir noktavardır, demek ki, N’nin sağ tarafında 2 MS olan bir nokta. Modern birşema (Şekil 13) üzerinde gösterecek olursak karşılıklı eşleş(tir)meleriyice açığa çıkar: bütün kendi yarısı üzerine eşlenir (map upon). 15’tekitanımı dikkate alarak, Aristoteles’in bu sonucu kabul etmiş olabileceğitahmininde bulunabiliriz, ancak bir şartla, eşleme işlemi önceden varolan noktalar arasında değil, noktalan meydana çıkaran kesmeler ara-sında olacaktır. Onun bundan ne tür sonuçlar çıkartabileceği ise farklıbir sorundur.

IX. GALİLE VE DOĞRULUĞUN TÎRANLIĞ1

Metnin ilk hali Krakow’daki (Polonya) Papalık Akademisi' ndekasetten sunulmuş bir konuşmadır. Daha sonra büyük birkısmını yeniden kaleme aldım, fakat orijinal üslûbu olduğu gibibıraktım. Konuşmanın sansürlü bir versiyonu C.V. Coyne, M.Heller ve J. Zyciııski tarafından yayımlanan The Galileo Affair:A Meeting of Faith and Science (Vatikan 1985) içindeyayımlandı.

Konferansın saygıdeğer üyeleri! İlkönce kendim gelemediğim ve yerimeelektronik bir temsilci gönderdiğim için sizlerden özür dilemeliyim.Temsilcim -şu anda sizler için hazırlamakta olduğum kaset- konferanskonusuyla ilgili birtakım görüşlerimi size aktaracak fakat, ne yazık ki,sorularınıza ya da itirazlarınıza cevap veremeyecek. Gelemeyişiminnedeni bir dizi terslik yüzünden zamanında vize alamayışım. Şimdi devbir binanın en üst katında küçük bir odada tek başıma oturuyorum,önümde İsviçre Alpleri, yeşil tepeler ve Zürih Gölü uzanıyor. Manzaraolağanüstü fakat, kör talih, etrafımda bakabileceğim bir tek insan yüssübile yok -ve bu, bir konuşma yapması beklenen birisi için pek hoş birdurum değil. Yine de anlatacaklarımı hoş ve ilginç kılmayı umuyor ve

konuşmamda sizin muhtemelen bir gülümseme ya da ateşli bir meraktançok çatık kaşlı bir güvensizlikle dinleyeceğinizi düşündüğüm bölümleri azçok tahmin ettiğimi sanarak buraları ayn bir özenle ele alıyorum.

İkinci özürüm düşüncelerimi sunuş şeklimle ilgili. Bilebildiğimkadanyla tarihsel bir çatışmayı tasvir etmenin en iyi yolu, çatışmayakatılan bireyleri tanıtmak, onların mizaçlannı, merak ve istemlerini, umutve tutkularını, elleri altındaki bilgileri, toplumsal arkaplanlarını,kendilerini bağlı hissettikleri ya da sırası geldiğinde onlara destek verenbirey ve kurumlan ve bu türde daha birçok şeyi tasvir etmektir. Dahasonra ise bireylerin kendi aralarında ve dönemin kuramlarıyla nasılbirbirine girdikleri, bu kapışmayı nasıl gördükleri ve ona ne tür tepkilerverdikleri açıklanmak durumundadır; örneğin, birey ve kuramların bu ka-pışmadan galip çıkmak, onu kendi emellerine alet etmek için ellerindekigüçleri nasıl kullandıkları, zamanın hukuki ve toplumsal yasalannın ve buyasalarla bireysel mizaçlar arasındaki ge- rilimlerin çatışmaya nasıl birbiçim kazandırdığı, vb., hep açıklanmak zorundadır.

Galile ve Kilise arasında yaşanan türde bir çatışmayı anlatmanın en iyiyolu bana göre budur, fakat ne yazık ki bunu yapabilmek zor. Bir kere bukonuda bir saate sığdınlamayacak kadar çok, ciltler dolusu malzeme varve ben onlann sadece bir kısmı hakkında bilgi sahibiyim. O nedenlederdimi anlatmak için farklı bir yol izleyecek, konuyu “daha soyut birdüzeyde” ele alacağım: Bireyler, bireylerin mizaç ve huyları yerinegeleneklerden bahsedeceğim. Galile-Kilise çatışmasını gelenekler arasındabir çatışma olarak sunacak ve Kilise’de temsil edilen geleneğin kadimçağlarda ilginç ataları bulunduğunu ve günümüzde de yavaş yavaş artanbir taraftar kitlesi bulduğunu göstermeye çalışacağım. Geleneklerden(elimizdeki konuya göre daha dar birtakım alanlardan alınma terimlerlesöyleyecek olursak, paradigmalardan, araştırma programlarından ya datemalardan) bahsetmek tarih, sosyoloji ve felsefede çok doğal karşılananbir yaklaşım olabilir. Fakat ben burada, bu yaklaşımı çok sevdiğimdendeğil, az önce bahsettiğim güçlüklerden dolayı kullanıyorum. Onun içinhep gerçekliğin en az iki adım uzağında olacağımızı hiç unutmayın.

Benim aklımdan geçirdiğim gelenekler toplumda uzmanların rolüyleilgili geleneklerdir. Önceki yazılarımda bu tür iki gelenek tanımladım.1

İlki, uzmanı, uzmanlarca oluşturulmuş görüş ve usûllerin yorumlanmasıve kullanımı konusunda nihai otorite olarak gören, diğeri, uzmanlarınteklif ve beyanlarının ya süper- uzmanlardan -Platon’nun görüşü buydu-ya da tüm yurttaşlardan -bu da Protagoras tarafından tavsiye edilengörüştür- oluşmuş daha üst bir yargı makamına tâbi olduğunu düşüneniki gelenek. Galile ve Kilise arasındaki karşıtlığın bu iki görüş (gelenek)arasındaki karşıtlığa benzediğini düşünüyorum. Galile matematik veastronomiyi bünyesinde toplamış özel bir alanda uzmandı. Dönemininsınıflandırmalarına göre matematikçi ve filozoftu. Astronomiyle ilgilisorunların tümüyle astronomicilere bırakılmasını istiyordu. Castelli’ye14 Aralık 1613 tarihli mektubunda dediği gibi, Kutsal Kitap’takiastronomi ile ilgili bölümlerin gerçek anlamına vakıf olmak ancak“sürüden ayrı tutulmayı hak etmiş birkaç kişi”den beklenebilirdi (Galileöncesinde Kopemik, sonrasında Spinoza da aynı dili kullanır; eski birhikâyedir bu, Hanns- Dieter Voigtlander’in Der Philosoph und dieVielen'dc göstermiş olduğu gibi [Wiesbaden 1980], bu dile ta antikdönemde de rastlarız). Ayrıca Galile, astronomicilerin görüşlerinin tamıtamına astronomi içinde ifade edildiği şekliyle kamuya açık bir bilgi ha-line getirilmesini talep ediyordu. Ulaştığı sonuçlan yayımlama özgürlüğügibi sade bir talep değildi bu, Galile onları başkalanna dayatabilmekistiyordu. Bu yönüyle günümüzdeki birçok bilim peygamberi kadarküstah, totaliter -ve dünyadan bihaberdi. Astronomicilerin (ve onlarınönderliğini kabul eden fizikçilerin) özel ve son derece sınırlıyöntemlerini peşinen Doğruluk ve Ger- çeklik’e ulaşmanın doğru yolukabul etmişti. Yukarda birinci görüş ya da gelenek diye adlandırdığımeğilimin kusursuz bir temsilcisiydi.

Kilisenin yaklaşımı ise ikinci görüşe çok benziyordu (Pro- tagorasçıdeğil Platoncu biçimine). Kilise açısından astronomik bilgiler ilginç veönemliydi ve kilise mensupları arasında astronomiyle aktif bir şekildeilgilenen insanlar vardı. Fakat ast-

1. Bkz. I. Bölüm, Kesim F.

ronomicilerin, diyelim gezegenlerin yörüngelerini açıklamak için,oluşturdukları modelleri öyle sessiz sedasız gerçekliğe bağlamak da pekmümkün görünmüyordu. Özel ve sınırlı amaçlar için kurulmuş şeylerdi vehaklarında söylenebilecek azami şey söz konusu amaçlara, yani öndeyidebulunmaya hizmet ediyor olduklarıydı.

Collegio Romano’da tartışmalı sorunlardan sorumlu dini liderKardinal Bellarmino, Kopemik Sisteminin gerçekliğini araştırmakta olanNapolili, Karmel tarikatı üyesi keşiş Paolo Antonio Foscarini'ye yazdığımeşhur mektubun ilk kısmında tam bu noktadan bahseder. Bu mektup sıksık alıntı konusu ve belki ondan— daha fazla da eleştiri konusu -buradaöne sürülen iddialarla şu bizim bilim pratiğini yönlendirdiği söylenensoyut ilkeler bir- biriyle karşılaştırılarak- yapılmıştır. Oysa aşağıdagöreceğimiz gibi, bu karşılaştırma ilkeler yerine bilim pratiğinin kendisiyleyapılsa durum çok farklı bir hal alır. Bana göre gayet aklıselim bir belgedirve içinde kültürümüzde bilimlerin konumuna dair makul, incelikli tekliflerbarındırmaktadır.

Bellarmino şöyle yazar:

Bana öyle geliyor ki Siz de Bay Galile de, mutlak anlamda değil de varsayımlardüzeyinde kalarak konuşmakla yetindiğiniz sürece basiretli bir davranışgöstermiş olursunuz... Yerin hareketli ve Güneşin hareketsiz olduğuvarsayılarak tüm göksel olayların dışmerkezli ve çevremerkezli çemberlerteorisinden daha iyi açıklanabildiğim söylemek mükemmel bir sağgörülükonuşma örneğidir ve hiçbir sakınca yaratmaz. Bir matematikçi için bu şekildekonuşmak yeterlidir. Fakat, gerçekte evrenin merkezinin Güneş olduğunu veGüneşin doğudan batıya doğru hareket etmeksizin olduğu yerde sadece kendiekseni etrafında döndüğünü onaylamaya ve ispata kalkmak çok tehlikeli birtutumdur, taşıdığı niyet ve amaç itibariyle yalnızca tüm Skolastik filozof veteologların ayağa kalkmasına değil, aynı zamanda, Kutsal Metinleri yalançıkararak, mukaddes imanımızın yaralanmasına da sebep olacak bir tutum.

Günümüzün diline tercüme edersek: astronomiciler belli bir modelinöndeyide bulunma açısından diğerinden daha üstün olduğunusöyleyebilirler, bunda hiçbir sorun yoktur, ancak bu yüz-

den o modelin gerçekliğin sadık bir sureti olduğunu iddia ederlersebaşlarına iş alırlar. Ya da daha genel bir deyişle, modelin işliyor olmasıtek başına, gerçekliğin onun gibi yapılanmış olduğunu göstermez.

Bu incelikli düşünce bilimsel pratiğin en temel bileşenlerinden biridir.Yaklaşıklaştırma bilimde adi vukuattandır. Yaklaşıklaştırma yapılır,çünkü sınırlı bir alanda hesaplamaları kolaylaştırmaktadır. Fakatyaklaşıklaştırmaların simetri-özellikleri sık sık onlara temellik edenteorilerin simetri-özellikleriyle farklılık gösterir. Dolayısıyla teoriningerçekliğe tekabül ettiğini varsaydığımızda, yaklaşıklaştırmaların aynıanlamda gerçekliğe tekabül ettiğinden söz edemeyiz. Öte yandan teorilerçoğu kez kademe kademe daha doyurucu ama nasıl bir şey olacağı da tamolarak bilinmeyen bir perspektife doğru geliştirilir. Başarılı olabilirlerl'akat tam da üre- tiliş amaçlarının kendisi bizi onlardan gerçekçi sonuçlarçıkartmaktan meneder. Eski kuantum teorisi buna bir örnektir, New-ton’un çekim teorisi de, en azından Newton’un gözünde. Hattâ şaşırtıcı biröndeyi gücü olan, formel olarak kusursuz bir teori bile gerçekliğindolaysız bir ifadesi olarak alındığında bizi yalancı çıkarabilir.Schrödingerin dalga mekaniği bu noktayı çok iyi örnekler. Zarif, tutarlı,kullanımı kolay ve harikulade başarılı bir teoriydi bu. Schrödinger temelparçacıkların dalga oldukları sonucuna varmıştı. Fakat Bohr ve okulu, sözkonusu görüngüyü daha geniş bir alanda inceleyerek bu yorumun birtakımönemli olgularla çeliştiğini gösterdiler (ayrıca iki formel engel daha vardı,şu dalga paketinin indirgenmesi denilen şey ve teoride Lorentz sabitiolmaması olgusu). İsteyen modern fiziğin en iyi teorilerine, en sonbiçimleriyle genel görelilik teorisi ve genel kuantum mekaniğine debakabilir. Bu ikisinin tek bir tutarlı bütün haline getirilmesinin imkansızolduğu kanıtlandığından beri tanık olduğumuz şey, biri bir şey söylerkendiğerinin aksini iddia ettiğidir. Böyle bir durumda tutup ikisinden biriningerçekliğin doğru tasviri olduğunu söylemek mümkün mü? Hayır. Herikisinin de yararlı yaklaşıklaştırma!ar olduklarım söyleyebiliriz amayaklâşıklaştırmada bulunduklan gerçekliğin neye benzediği konusunda enküçük bir fikrimiz yoktur.

Tüm bu örneklerde gördüğümüz durum, tutarlılığı ve kısmi ba-

şarısı gerek kurucusu gerekse Rheticus ve Mastlin gibi yazarlar ta-rafından yine güçlü bir gerçekliğe tekabüliyet göstergesi olarak alınmışKopernikçi teoriye de doğrudan uygulanabilir. Çünkü Ko- pernikçi teorio dönemde var olan yegâne kozmolojik dünya görüşü olmamak bir yana,bu tür görüşler arasında en genel olanı bile değildi. Dolayısıyla iç yapısıtutarlı ve başarılı bir teori olması tek başına onun gerçekliğe uygunolduğu anlamına gelmiyordu. Böyle bir uygunluğu kanıtlamak için dahageniş bir alana taşınmak şarttı.

Modern bilimde sözünü ettiğimiz geniş alan olarak çoğu kez temelparçacık fiziğinin seçildiğini görürürüz. Bu alanda çalışan bilimadamlarıkimyacı, biyolojici, reolojici ve benzeri diğer bi- limadamlarının birtakımilginç düzenlilikler keşfetmiş olabileceklerini kabul fakat bunlarıngerçeğin temel özellikleri olduğunu reddederler. Kimi modernbiyolojiciler yaşam süreçleri üzerine tek gerçek bilgi kaynağınınmoleküler biyoloji olduğunu iddia ederek, aynı şekilde botaniğe ve kuş-hareketleri-gözlemcili- ğine yan gözle bakarlar. Einstein 20. yüzyılbaşında, bilimi içinde bulunduğu güçlüklerden çıkarabilecek bir yolararken termodinamiğe güveniyordu. Tüm bu örneklerde modeller temel-alman- bilimle karşılaştırılmış ve gerçeklikle ilgili içerimleri buna göredeğerlendirilmiştir. Peki bu gerçekliği belirleyen daha geniş alan Kiliseyegöre neydi?

Bellarmino bu geniş alanın iki bileşenden oluştuğunu söylüyordu, biribilimsel -felsefe ve teoloji; diğeri dinsel ve bu anlamda normatif-“mukaddes imanımız”.

İlk bileşen işlevsel açıdan olmasa da içerik açısından modern gerçeklikölçütlerinden (moleküler biyoloji, temel parçacık fiziği, kozmoloji)farklıydı. Felsefe esas olarak, bünyesinde genel değişim ve hareket teorisi,(matematiksel ve fiziksel) kontinyum teorisi (elinizdeki kitabın VIII.Bölüm’ünde İncelenmektedir), elementler teorisi gibi teorilerle dünyanınyapısı üzerine çeşitli düşünceleri bir araya toplamış Aristoteles’in eserleridemekti. Teoloji felsefeyle aynı konu üzerinde çalışıyordu ama onu(dünyayı) kendi-başına-var olabilen bir sistem olarak değil, bir yaratımolarak görüyordu. Bir bilimdi ve hâlâ da öyledir; hattâ öylesine katı birbilimdir ki teolojik ders kitaplarında fizik kitaplarında pek

rastlayamayacağımız uzunlukta yöntemsel bölümlerle karşılaşırız.İkinci bileşen bilimsel vargıların yanlış yorumlanması halinde

insanlara zarar verebileceğini söyler ve yine günümüz açısından dageçerli bir şeydir bu. Modern bilim partizanları bilimsel vargıların ya dabüyük bilimsel çatışmaların yanlış aktarılmaması gerektiği, bunun biziakıldışı bir tutuma sürükleyebileceği, “mukaddes imanımız”a, yani aklaimanımıza halel getirebileceği konusunda bizi sık sık uyarırlar.İndirgemecilik karşıtları ise, aksine, bilimsel vargıları doğa, kültür vebireysel insan varlıklarının bütünlüğüne, yekpâreliğine olan “mukaddesimanlarına” ters düşmeyecek şekilde yorumlamaya çalışırlar. Bellarminoversiyonu ile modern versiyon arasındaki fark iki noktada toplanır.Modern versiyonların çoğu (akla, insanların bütünlüğüne vs.) imanlarınıilahi bir yaratıcıya bağlamaktan vazgeçmişlerdir ve İkincisi, eskiuyarıların sırtını dayadığı kurumsal mekanizma bugünkü anti-indirgemecilik ya da akılcılığın sırtını dayadığı mekanizmaya oranladaha güçlüdür. Fakat bu ikinci fark Kilise’ye değil tüm bir çağa işaretediyor. Ve unutmayalım ki, bugün birçok modem akılcı, Aklın gücünü,onu destekleyen kurumların gücünü arttırarak arttırma peşindeler.

Bellarmino tarafından ifade edilen ikinci bileşen, ayrıca, olgu vegerçeklik meselelerinin değer meselelerine bağlı olduğunu ima eder. Birpozitivist için bu tuhaf hattâ tiksindirici bir düşüncedir, çünkü pozitivistkendi normatif önyargılarından habersizdir. Gerçeklik kavramınıntarihinde kısa bir gezinti bu önyargıların neler olduğunu ortaya koyar.

Homeros’ta düşler, tanrıların eylemleri ya da illüzyonlar gibi tümolaylar “eşit ölçüde gerçek” (tırnak içine alıyorum çünkü burada geçengerçeklik nosyonu daha baştan bazı şeylerin diğerleri kadar gerçekolmayabileceğini varsayıyor) kabul edilir. İnsanın dışındaki gerçeklik ilekendi içinde algılayan ve tahrif eden eyleyicinin vardığı sonuç arasındahiçbir ayrım yapılmaz. Durumu biraz daha basitleştirerek, böyle birayrım yapılmaz çünkü “zihin” diye bir şey yoktur, diyebiliriz: dünyanıntüm diğer kısımlarından ayrı bir yere konmuş birtakım olayları içindebarındıran ve dünyayı tahrif etmeye muktedir bir “özne”, özel bir bölgeyoktur. Anaksimandros daha sonra tüm kozmik süreçleri tek bir tözün,

apeiron’un değişimlerine dayandıracaktır. Düşlere, tanrılara, önsezilere budünyada yer yoktu artık -evsiz barksız kalmışlardı.

Peki, ne olacaktı bunların hali? Cevap Parmenides’ten geldi; iki türşey ve süreç arasında keskin bir ayrım yapıyordu: gerçek şeyler ve alelâdegörüntüler. Gerçeklik, gerek gelenekten gerekse sıradan gözlemden farklı,yepyeni usûllerle oluşturuluyordu. Görüntüler ise yanılgı içindeki zihneatfedilmişti (böylece, “gerçek dünya”da bir yer verilmesi mümkünolmayan tüm şeylerin toplandığı bir kap olarak zihin idesi kısmen belirmişoluyordu). O nedenle diyeceğim o ki, kimi görüngüleri gerçek diyekabullenmek, kimilerini ise yanıltıcı diye reddetmek, belli bir geleneğidiğerine tercih etmek anlamına geliyordu. Bu daha sonra, Bilinirciler veDoğalcılar arasında maddenin gerçekliği üzerine yürütülen tartışmada çokaçık bir şekilde görülecektir; hattâ bugün bile bazı bi- limadamları nihaigerçekliğin (temel parçacıklar ve alanları) keşfedilmiş olduğunu iddia ederve bir diğerleri -büyük ölçekli yasalara ayrı bir önem atfederek- yüksekenerji fiziğini biraz pahalı ve karışık bir pul kolleksiyonculuğu olarakdeğerlendirirken tanık olduğumuz şey yine aynı olgudur. Aristoteles, Par-menidesçi-olmayan şey ve süreçlerin gerçekliğini, bunların site yaşamıiçin vazgeçilmez olduklarını hatırlatarak savunurken durumu hayranlıkverici bir basitlikte tarif eder:

Tümel olarak tüm iyilere yüklenebilir ya da ayrı ve bağımsız bir varoluşamuktedir tek bir İyilik olmuş olsa bile, açıkça görülüyor ki bu, insanınbaşarabileceği ya da ulaşabileceği bir şey olamazdı; oysa bizim aradığımızulaşılabilir bir şey (Nicomachean Ethics, 1096b32 vd., vurgular benim).

Aristoteles, ruh üzerine kitabında, farklı amaçlar güden maddeci,psikolojik ve sosyolojik ruh açıklamalarının hepsinin de kendiaçılarından doğru, olduklarını da vurgular. Bu anlamda gerçekliği insaniuğraş ve kaygılarla ölçen kilisenin, sadece doğru yolda olduğunu değil,aynı zamanda, olgular ve değerler arasına keskin bir ayrım çizgisi çekenve olgulara, dolayısıyla da gerçekliğe ulaşmanın yegâne yolunun peşinenbilimci değerlerin kabulünden geçtiğine inanan birtakım modernbilimadamı ve fel-

seferilerden ciddi ölçüde daha akılcı bir tutum içinde olduğunu dasöylemeliyiz.

Galile döneminde insani ilgi ve kaygıların tartışılmasında baş-vurulabilecek önemli kaynaklardan biri Kutsal Kitap’tı -ve bugün de bukonumunu sürdürüyor. Kutsal Kitap’m en ön saftaki koruyucusu veyorumcusu olan Kilise, onu aynı zamanda gerçekliğin bir sınır koşulu dayapmıştır.2 Katolikliğe karşı çıkan Newton bile bu sınır koşulunu çokciddiye alıyordu. Newton’a göre araştırma iki kaynak kullanmalıdır:Tanrının Eseri, muhteşem Evren, ve Tanrının Sözü, Kutsal Kitap. 19.yüzyılda epeyce bir süre bilimadamları çeşitli bilimsel iddialarıdesteklemek (afet- çilik) için hâlâ Kutsal Kitap’tan ayrıntılara (tufanhikayesi gibi) başvuruyorlardı.

Kilise, Kutsal Kitap’ı hakikat ve gerçekliğin sınır koşulu olarakkullandığı gibi, çeşitli idari tedbirlerle bunu dayatmaya da çalışıyordu.Bellarmino bu konuda çok nettir:

Bildiğiniz gibi Trent Meclisi, Kutsal Metinlerin Papalarımızın ortakkanaatlerine aykın düşecek şekilde yorumlanmasını yasaklar.

İşte günümüzdeki bir okura ve özellikle de bilimde aranan birtakımsoyut vasıflardan haberdar fakat bilimi de hiçbir zaman yakındangörmemiş liberal epistemolojiciye muhtemelen pes dedirten noktaburasıdır. Ona göre bilimin idari teşkilatla bir alıp vereceği yoktur vegönlü doğal olarak, bu tür saçmalıkları çekmek zorunda kalmış zavallıGalile’den yanadır. Fakat çağdaşımız bir Galile’nin daha kolay birhayatı olacağı hiç de kesin değildir.

Örneğin böyle bir Galile’nin, oluşturduğu gönüllü kontrol gruplarımalternatif eczacılık yöntemleriyle tedaviye girişerek, modem bilimselilaç üretiminin etkinlik gücünü test etmeye kalkıştığını düşünelim. Tıpkıesas Galile gibi, ABD’nin birçok eyaletinde başı polisle derde girecektir.Ya da Evrim ve Yaratılış’ı insanoğlunun kökeni üzerine eşit güçte ikiaçıklama olarak kabul

2. Burada Galile’nin hasımları Ballermino’nun sonraki mektubunda bahsettiği“Papalarımızın ortak kanaatlerinin ötesine geçmiş olabilirler. Bu “ortak kanaatler”Kutsal Kitap'ı astronomik meselelerde değil ahlâki meselelerde bir rehber olarakgörüyordu.

edip, hiç hak geçirmeden her ikisini de öğrencilerine öğretmeye kalkıştığınıdüşünelim. Karşısına bu kez de başka bir hukuki kısıtlama çıkacaktır; Devletve Kilise’nin ayrılmış olması nedeniyle, bilgi-iddialarınm aktarılmasınagetirilmiş güçlü hukuki ve idari sınırlara toslayacaktır. Bu sınırlar Evrim’in birolgu ya da olgularla çalışan bir teori olarak, Yaratılış’ı ise en kabadayısındanbir inanç olarak öğretilebileceğini söylemektedir. (Bu, temel olgularınbelirlenmesi işini felsefe ve teolojiye veren, bilime ise en iyi durumda araçsalbir rol yükleyen Bellarmino’nun baş aşağı çevrilmesidir -yukarda yaptığımız,“gerçeklik”in değer-yüklü bir terim olduğu ve gerçeklik meselelerinin insaniilgi ve kaygılarla yakından bağlantılı olduğu tespitimizin başka birdoğrulanması daha).

Modern Galile’miz bir fikrin kabul ve finanse edilmesi için argümanlarınancak nadiren yeterli olduğunu da görecektir. Fikir, onu bünyesine katmayaaday kurumun ideolojisine uygun düşmeli ve orada yürürlükte olan araştırmatarzlarına uyum sağlamalıdır. Ve bu Galile önerilerini açıklayabileceği vekendi düşünce tarzına uygun bir eğitim verebileceği tek bir allahm kulu bilebulamayacaktır -çünkü ortalıkta, çoğu kez kendi cehaletlerini her şeyin ölçüsüolarak gören yeteneksiz insanların istif olduğu birtakım ne idüğü belirsizkurullar vardır.3 Bu koşullar altında aklı başında bir insanın başarılı olmasımümkün mü? Çok zor. Galile felsefe, astronomi, matematik ve en iyi ifadeylemühendislik olarak karakterize edilebilecek, daha bir sürü konuyu tek ve yenibir bakış açısı altında -Kutsal Kitap’a karşı yeni bir tutumu da peşindengetiren bir bakış açısıdır bu- toplamaya çalışıyordu. Ona matematiktenuzaklaşmaması söylenmişti. Beslenme ya da eczacılık konularına bir yenilikgetirmeye çalışan modem bir kimyacı ya da fizikçi de aynı tür kısıtlamalarlakarşılaşır. Ulaştığı so-

3. Kararlı-hal (Steady-State) teorisinin tarihi üzerine görüşleri açıklarken Fred Hoyle şöyleyazar (Y. Terzian ve E.M. Biison, der. Cosmology and Astrophysics, Ithaca ve Londra 1982,s.21): “Dergiler, onlara yalnızca üstünkörü bir bilirkişilik hizmeti veren gözlemcilerinmakalelerini kabul ediyordu, oysa bizim (Bondi, Gold ve Hoyle) makalelerimiz her zamananlaşılması güç, zorlu bîr bölüm ^arındırıyordu, öyle ki işlerini baykuşlar gibi gecekaranlığında yürüten, gizemli ve isimsiz bir bilirkişiler sınıfı oluşturmuş bu kalın kafalaramatematik, fizik, olgu ve mantıkla ilgili çeşitli noktaları açıklamaktan bitap düşüyordunuz."

puçlan profesyonel bir dergi y»ym kurulunun veya aynı türde yetkilerledonatılmış birtakım grupların görüşüne sunmadan bir gazetedeyayımlamaya ya da onlar üzerinde uluorta bir röportaj yapmaya kalkanmodern bir bilimadamı, muhtemelen ciddi bir süre toplum dışına atılmasınaneden olacak affedilmez bir günah işlemiş demektir.

Yukarda teslim ettiğimiz gibi bu kontrol, Galile’nin zamanındaki kadarsıkı ve evrensel değil; fakat bu, belirli suçlara karşı daha yumuşak bir tutumt akını İmasından ileri gelen bir şey (örneğin hırsızlar artık idam edilmiyorya da elden koldan olmuyor), yoksa suçların doğasıyla ilgili bir duygu vedüşünce dönüşümü söz konusu değil. Modern bilimadamımn tâbi olduğuidari kısıtların, Galile dönemine oranla şüphesiz hiç de aşağı kalır bir yanıyoktur. Aralarındaki fark, Tridentine Meclisi’nin getirdiği hükümler gibi,Kilise kaynaklı kısıtların açık hükümler, yasalar şeklinde konmuş olmasınakarşılık modem kısıtların genellikle açık ve ayrıntılı bir şekilde ifadeedilmemiş ima yollu şeyler olmasıdır. Günümüzde üstü kapalı iletilen,kurnazca çıtlatılan pek çok kısıtlama vardır ama gerektiğindebaşvurulabilecek, hattâ eleştirilip ıslah edilebilecek açık bir yasa, tüzükyoktur. Onun için Kilise’nin tutumu daha dobra dobra, daha dürüst vetartışmasız daha akılcıdır.

Burada çok önemli bir noktaya geliyoruz: araştırmaya getirilmiş bu dobra dobra ve akılcı sınır ebedi değildi. Mektubunun son kısmında Bellarmino bunu çok açık bir şekilde ifade eder:

Eğer Güneşin evrenin merkezi olduğu, dünyanın üçüncü semada yeraldığı ve Güneşin Dünya çevresinde değil Dünyanın Güneş çevresindedöndüğünü gösteren gerçek bir kanıt bulunmuş olsaydı, bizimyapacağımız, Kutsal Kitap’ta bunun tersini söyler görünen bölümleribüyük bir ihtiyatla yeniden açıklama yoluna gitmek ve doğru olduğukanıtlanmış bir düşünce hakkında yanlıştır diye beyanatlar vermek yerine,Kutsal Kitap'tâki bu bölümleri anlamamış olduğumuzu itiraf etmekolacaktı.

Burada Bellarmino, Kilise’nin öğretisi, diyor, bilimsel vargıların yorumu konusunda bir sınır koşuldur. Fakat hiçbir zaman

mutlak değildir. Araştırmalar onu genişletebilir. Ancak Bel- larminoburada durmaz;

bana gelince, önüme konuncaya kadar bu tür kanıtların olduğunainanmayacağım. Güneşin evrenin merkezi olduğu ve Dünya’mnüçüncü semada yer aldığı kabul edilse bile, herşeyin sanki durum ötekitürlüymüş gibi işleyeceğinin kanıtı değildir bu. Kuşku duyduğumuzzaman, Papalarımızın yaptığı kutsal metin yorumlarını hemen bir yanaitmemeliyiz.

Son cümlede ifade edilen düşünce bugün tüm lise müdürlerinin, hattâbazı üniversite rektörlerinin benimsediği bir şeydir -en azından mevcutesaslar kadar iyi olduğundan emin olmadıkça eğitime yeni esaslargetirmeye kalkışma. Fena bir fikir de değil hani. Bize temel eğitimimodalardan, gelip geçici sapkınlıklardan sakınmamızı tavsiye etmektedir.Eğitim sadece fikirler demek değildir. Ders kitapları, beceriler,uygulamalı ders araçları, laboratuvarlar, filmler, slaytlar, öğretmenlereyönelik kurslar, bilgisayar programları, problemler, sınavlar vb. de de-mektir. Sağgörülü bir şekilde oluşturulmuş bir eğitim modaların,sapkınlıkların ve alternatif görüşlerin bir arada yürümesini sağlayabilir veböylece araştırma sürecine de ışık tutmuş olur; ancak ufukta macera kokanyeni bir bakış açısı görünür görünmez eğitimi tepeden tırnağa yenidendüzenlemek son derece akılsızca bir iştir. Dahası, yoksa insan neyapacağını şaşırırdı -ortalıkta daima birbiriyle çatışan birçok moda, sapkınyol, teklif ve “cesur fikir” vardır. Kilise bunu hesaba katıyor ve eldekibilginin önemlice bir kısmında değişiklik yaratacak bir yola girmedenönce güçlü argümanlar istiyordu.

Fakat, belki de Bellarmino lafı dolaştırıyordu? Açık ve kuşkuya yerbırakmayacak bir kanıta hayır demişti? Ya da, daha kötüsü, böyle bir kanıtvardı da o bundan habersizdi? Bu teknik soru, ne yazık ki, birçokaraştırmacının dert ettiği bir soru olmuştur. Bu soruyla bağlantılımeselenin üstüne başka bir soru sorarak gideceğim: modern bilimadamlarıve bilim felsefecileri 17. yüzyıl başında yaşasalar ve Bellarmino’yayöneltilen soruya, yani, Ko- pernik hakkında ne düşünüyorsunuz,sorusuna muhatap olsalardı, cevap olarak nasıl bir yargı belirtirlerdi?

Cevap, farklı insanların farklı şeyler söyleyeceğidir. Her girişim gibibilimde de tavizsizler ve görece hoşgörülüler vardır. Kimi bilimadamlarıküçücük bir ipücunda bir teorinin başarısını görür, kimileri ise daha ciddikanıtlar ister. Bazıları için bir dü- , şünce uyumu ve basitlik yeterlidir,bazıları ise katı ampirik destekler peşindedir. Bazı bilimadamlarmın teoribünyesindeki ya da teori ile deney arasındaki tutarsızlıklardan ödü kopar,bazıları vardır ki bunları ilerlemenin doğal yoldaşları olarak görürler. Mic-helson ve Rutherford görelilik teorisini hiçbir zaman tam olarakkabullenmediler, Poincare, Lorentz ve Ehrenfest, Kaufman deneylerindensonra kuşkuya kapılırken, Planck ve Einstein teorinin içsel simetrisininverdiği güvenle daha inatçı bir tutum sergilerler. Sommerfeld eski kuantumteorisini klasik gök cisimleri mekaniği gibi müthiş güçlü bir teori halinegetirme yolunda çok başarılı işler yapıyordu. Oysa Bohr, bu başarılararağmen, Sommerfeld’in yanlış yolda olduğunu düşünüyordu. Mesaiarkadaşları X-ışını filmlerinin şaşırtıcı karışıklıklarıyla uğraşmayı tercihederken, Pauling basit model-kurma denemelerinden aldığı birtakım fa-raziyelerle onların kafasını karıştırmaya bayılıyordu.

Bellarmino’nun yerinde olsalardı, hangisinin ne diyeceğini kimbilebilir? Michelson, Galile’nin teleskopla yaptığı gözlemler önünegetirildiğinde, muhtemelen bunların iç çelişkilerine dikkat çekecek(gezegenler gözlemciye doğru sürüklenir, sabit yıldızlar ise uzaklaşır; ayınüstünde dağlar olduğu görünür fakat çevresinde en küçük bir girintiçıkıntıya rastanmaz) ve bu ne olduğu doğru dürüst bilinmeyen bir cihazlafiziksel bilgi elde etme girişimine gülecekti. Ve bugün ortalıkta yazı yazanbilim felsefecilerinin neredeyse tamamı Kopemik’in iddialarının hakikatençok zayıf olduğu konusunda Bellarmino’ya hak vereceklerdi.4 Kopernik,Rheticus ve Mastlin’in verdiği en güçlü argüman -ki Kepler’i de ikna etmişbir argümandı bu5- Kopernikçi bakış açısının uyumlu bir yapı kurduğuydu:ortada ilk kez yalnızca bir hesaplama araçları kümesi değil, onun ötesindeastronomik bir sistem vardı. Fakat Schrödinger örneğinin gösterdiği gibi,bu argüman amacından

4. Ayrıntılar için bkz. Against Method, özellikle büyük ölçüde yeniden yazılmış Almancaüçüncü basım, Wider den Methodenzwang, Frankfurt 1986.5. Argüman Krokovv’da bu konuşmanın tartışması sırasında da gündeme geldi.

uzağa düşebilir: basit ve uyumlu bir bakış açısının doğru yorumu, ona ilkve yüzeysel bir bakışla getirilen bir yorumdan ciddi farklılıklargösterebilir.

Galile sorunun farkındaydı -yoksa şu “tayin edici kanıt”ına, gelgitteorisine böylesine bir önem atfeder miydi? Ayrıca, hayatı boyuncaçalışarak bulduğu mekaniğin esasları da Kopernik’in tasvir ettiğigezegenler sistemine bir dinamik teorisi kazandırmak için oldukça yetersizkalıyordu. Bu esaslar çemberlere arka çıkabilirdi fakat, bu sistemde doğruöndeyilerde bulunmak için hâlâ ihtiyaç duyulan çevremerkezli çemberlerianlamsız hale getiriyor ve Galile’nin zaten kabul etmediği Kepleryasalarına da uygulanamıyordu. Kabul edilebilir bir çözüm daha sonraNewton’la gelecektir; fakat Newton bile gezegenler sistemini bir düzeniçinde tutmak için ilahi müdahalelere ihtiyaç duymuştu. Dahası Galile’ninhareketlerin göreliliği konusundaki yaklaşımı tutarsızdı. Kimi durumlardatüm hareketlerin göreli olduğunu öne sürüyor, kimi durumlarda da sabitbir referans sistemi varsayan impetus kavramını kabul ediyordu.

Galile’nin temel fiziği daha da kötüydü. Aristoteles genel bir değişim,hareket ve kontinyum teorisi bırakmıştı. Bu teori yer değiştirme, nitelikseldeğişim, oluş ve bozuluşu konu ediniyordu ve düşen bir taş hakkındaolduğu kadar bir öğretmenden dikkatli bir öğrenciye bilgi aktarımıkonusuna da bir açıklama getiriyordu. Yer değiştirme teorisi çokkarmaşıktı, bir nesnenin hem hareket halinde olup hem de net bir konumasahip olamayacağı gibi içe- rimler taşıyordu. Galile çalışmalarını yerdeğiştirme ile sınırlamıştı ve bu konuda bile Aristoteles’in daha öncedengeliştirmiş olduklarından kat kat basit terimler kullanıyordu (Aristoteles,hareketi bölünmez bir bütün olarak gören kuantum teorisine doğru biradım atmıştı, oysa Galile bu başarılı noktadan uzaklaşacaktır).6 Sonuçolarak, biyologlar, fizyologlar (Harveyl), yeni elektrik biliminin kurucularıve bakteriyologlar oldukça geç bir döneme, 18. yüzyıl, hattâ bir ölçüde 20.yüzyıl içlerine kadar Aristotelesçi düşüncelerden yararlanmaya devamettiler (Pri- gogine’nin Aristoteles hakkında söyleyecek çok güzel şeyleri

6. Bu noktanın ayrıntılı bir tartışması için bkz. yukarda VIII. Bölüm.

var). Newton’un, elyazmalarından fark edileceği gibi, Aristoteles’inhareket, üzerine görüşlerini çok ciddiye aldığı muhakkaktı. Einstein,“önemsiz sonuçların doğrulanması”na burun -kıvırışıyla ve birkargaşadan geleceğe açılan pencereyi sezme konusundaki o esrarengizyeteneğiyle, Kopernik’in yanında yer alabilirdi fakat diğer birçok fizikçipes ederdi. O yüzden, Bellarmino’nun yargısı bütünüyle makul birgörüştür.

Böylece iki eski geleneğin Galile döneminde aldığı biçimle ilgili kısadeğerlendirmemin sonuna gelmiş oluyorum. Bilimin toplumdaki rolüyleilişkili geleneklerdi bunlar.

Birinci gelenek toplumun kendisini bilimadamlarının sunduğubiçimiyle bilgiye uyarlaması gerektiğini söylüyordu. Galile’ninsavunduğu ve daha geçenlerde bilimadamları tarafından ViyanaKardinali König’in daha yakın işbirliği teklifi üzerine, Kilise ile“görüşmeler”e bir baz teşkil etmesi niyetiyle ifade ettikleri bu gö-_rüştür.7 İşbirliği, diyordu fizikçilerin temsilcisi

[bilimsel] kavramların [bilimadamlarının] verdiği anlamlardan farklıbir şekilde yorumlanmaması ve kullanılmaması ve Kilise’nin ilkelerininDoğa Bilimleri’nin bulgularıyla tutarlı hale getirilmesi,

demektir.Bellarmino’nun yaklaşımıdır bu, aradaki fark, 19. yüzyıl Ka-

tolikliğinin daha kapsayıcı ve daha insancıl bakış açısının yerini özel vebayağı dar bir alandan elde edilmiş uzman bilgisinin almış olmasıdır.

İkinci geleneğe göre, bilimsel bilgi aşırı uzmanlaşmıştır ve toplumtarafından öyle gürültüsüz patırtısız devralmamayacak kadar dar ufuklubir dünya görüşüne dayanır. Gözden geçirilmelidir, insani ilgi vekaygıları ve onlardan sökün eden değerleri de içine alan daha engin birbakış açısına göre tartıya vurulmalıdır, bilimin gerçeklik üzerindekiiddiaları bu değerlere ters düşmeyecek şekilde düzeltilmelidir. Örneğin:acı, arkadaşlık, dostluk duygusu, korku, mutluluk ve -ister laik anlamdaisterse

7. Physikalische Blâtter, cilt 26, sayı 5,1970, s.217 vd.

aşkın bir varlık nezdinde- kurtuluş umudu insan hayatında önemli bir roloynar. Bunlar temel gerçekliklerdir. O yüzden, birtakım temel parçacıkfizikçilerinin her şeyin en küçük kurucu birimlerini buldukları iddiasıreddedilmeli ve yerine daha “araçsak*”, yani şöyle diyecek bir anlayışkonmalıdır: bu bilimadamla- rımn teorileri gerçeklik hakkında değildir,onların çabalarından bağımsız olarak belirlenen bir gerçeklik üzerindeöndeyilerde bulunma hakkındadır.

Galile döneminde ikinci geleneği, Platoncu bir versiyon üzerindenKilise savunuyordu: engin bilgi uzman bilgisiydi fakat bariz bir şekildeinsani bir belgeyle, Kutsal Kitap'la birleştirilmek kaydıyla; bu, soyut birakılcılığın ilkeleri karşısında muazzam avantajları olan bir görüştü ve hâlâda öyledir. Bu tür bir bilgide içkin soylu duyguların her zaman galebeçalmadığı ve kimi Kilise talimatlarının bir iktidar uygulamasından ibaretolduğu söylenebilir, doğrudur. Fakat örnek Kilise temsilcileri hep farklıdüşünmüşlerdir ve günümüzde modem bilimsel nesnelciliğin totaliter veinsanlıktan-çıkarıcı eğilimlerine karşı durmaya, onları doğrudan insanhayatlarından alınma ve bu anlamda “öznel” öğelerle yumuşatmayaçalışan girişimlerin saygıdeğer atalarıdırlar.

Ayrıca şu da kabul edilmelidir ki -yukarda teslim ettiğim gibi-epistemolojik kuralların ihlali bugün nadiren polisiye bir vakadır. Ancakbir yasa var ve hâlâ zorla araya giriyor, özgür ve bağımsız araştırmadüşüncesi bir kuruntudan ibaret, ve önümüzdeki problem açısından, yanibilimsel bilgi-iddialarınm yorumu açısından bir polis müdahalesinin olupolmadığı hiçbir önem taşımıyor. Dahası, yukarıda gördük ki (bkz. Dipnot6’yı takip eden kısa alıntı) modem çağın o liberal iklimi bilebilimadamlarının, Bellarmino’nun işin doğası gereği sahip olduğu fakatçok daha büyük bir bilgelik ve nezaketle kullandığı otoriteye eş bir otoritetalep etmelerini engelleyemiyor. Kilise’nin bugün, bilim kurtlarındanyükselen evrensel homurtudan korkarak, biraz usûl adap öğretmeyeçalışacağı yerde, onlara eşlik etmeyi yeğlemesi üzücüdür.8

8.1982’de Christian Thomas ve ben Federal Institute of Technology’de (Zürih), bilimleringelişmesinin büyük dinleri ve diğer geleneksel düşünce biçimlerini nasıl etkilediğinitartışmak amacıyla bir seminer düzenledik. Bizi şaşman şey Katolik ve Protestanteologların meseleyi nasıl korku dolu bir çekingenlikle ele

Son olarak, bilimin hiçbir denetime ihtiyacı olmadığı, çünkü doğasıgereği insani ve kendi-hatalarını-düzeltici bir girişim ol- , duğunu öne sürenbazı bilimadamı ve felsefeciler hakkında birkaç laf. Bunlara bakılırsabilimadamları ne tür bir hataya düşerlerse düşsünler onu yine kendileridüzeltir; ve bunu dışardan herhangi bir kişinin yapabileceğinden çok dahaiyi yaparlar; onun için onları kendi haline bırakalım (tabii, bu düzeltmeleriçin aralıksız harcanması gereken milyonları takdim etmek niyetiyle arasırarahatsız edişler hariç). Bu iddialardaki sakatlıklar kolayca gösterilebilir.

Bilimin doğası gereği insani olduğu ve bilimadamlarının bütün insanlargibi samimi ya da edepsiz olabileceği şüphesiz doğrudur. Fakat bizimderdimiz bu değil; bilim kodamanları arasındaki giderek artan rekabetin vebilimadamlarının bildiri ve açıklamaları karşısında gözlenen giderek artandikkat kesilmenin günümüzde bencilliği, kibiri ve bu Nobel kafalarınyaptığı akrobatlıkları kavrayamayan halka -Galile’nin deyimiyle “sürü”ye-karşı bir küçümseme duygusunu teşvik ve himaye yönünde işlemesidir.Daha önceleri birey ve küçük grupların tasarrufunda olan meselelerinkurumlaştırılmasıyla birlikte oportünizm ve korkaklık da teşvik görüyor.Dinsel cemaatlerin üyeleri olan eski bilimadamları başarılarının sub specie

aeternitatis fazla bir değerinin olmadığını biliyorlardı. Bilimsel tecessüsüDoğaya ve kendi hemcinslerine duyduğu bir sevgiyle birleştirmiş bazımodern bilimadamları, bir ölçüde bu dinsel öncellerinin bakışını paylaşırlar-fakat bundan çok farklı düşüncelere sahip çeşitli insanların kuşatması al-tındadırlar. Bilimin, acaba, bu tür karmaşık bir girişim içinde ortayaçıkabilecek sapkınlıkları düzeltme gücü var mıdır?

Elbette -bir ölçüde kendi-hatalarını-düzeltici olmayan, hattâ birkaçkararlı insanın tavır alışıyla değiştirilemeyecek hiçbir girişim yoktur. Ancakbilim, bazı daha geniş çaplı birimlerin bir parçasıdır; bir şehrin, birbölgenin ya da tüm bir ulusun. Politik

aldıklarıydı -ne tekil bilimsel başarılara ne de bir bütün olarak bilimci ideolojiye yönelikhiçbir eleştirileri yoktu. Bir mektupla bu çekingenlik hakkındaki görüşlerimi açıkladım(bkz. aşağıdaki Ek). Seminer kayıtları Wissenschaft und Tradition adıyla yayımlandı (PaulFeyerabend ve Christian Thomas, der., Zürih 1983).

yapılarına bağlı olarak bu geniş çaplı birimler de kendi-hatalannı- düzelticiolabilirler. Özellikle, kadim Yunan demokrasisi başta olmak üzere genelolarak demokrasi, uzmanların akıntı ve döküntüleri dahil, kendibünyesinde olup biten her şeyi düzeltmeye hazırdır. Fakat bahsi geçenanlayış açısından bilimin işine karışmak demokrasinin üstüne vazifedeğildir. Sebep? Gösterilen ilk sebep, bu işin meslekten olmayanlarınkavrayamayacağı kadar karmaşık bir iş olması. Oysa aynı şey bilimlerbünyesindeki disiplinler arası çalışmalar için de söylenebileceği halde butür çalışmalar teşvik görüp vardığı sonuçlar alkışla karşılanmıyor mu?Birçok bilimadamı bulgularını savunurken felsefecilerin tüylerini dikendiken eden argümanlar kullandığı halde bunlar yine de kabul görmüyor muve bilim burdaki esaslar üzerinde yoluna devam etmiyor mu? Dahası jüriile karara varan mahkemeler gibi kurumlar ve yurttaş inisiyatifleri9

gösteriyor ki meslekten olmayan insanlar o derin meseleler konusundaeğitilebiliyor ya da kendi kendilerini eğitebiliyorlar; âdil birdeğerlendirme, yargılama için gereken bilgiyi edinebiliyorlar.Kaliforniya’da akupunkturun yasallaşması bu türden bir öğrenme sürecisonunda olmuştur.

Bilimlerin özerkliği için verilen ikinci sebep, bilimin “nesnel” olduğuve o yüzden de politikaya özgü “öznel” kanaat ve düşüncelerden ayrıtutulması gerektiğidir (eski bir savunma şeklidir bu, ta Platon’da bilebulunabilir). Eh, demokrasi bilimadamı ya da felsefecilerimizin heriddiasını baş köşeye buyur edecek değil ya, elbette onları bir birinceleyecektir, hele bir de temel sorunlarla il- giliyseler. Örneğin şu“nesnellik” iddiasını incelemeye almak zorundadır. Başka bir deyişle, tıpkıyerel ve ulusal bütçe mali analizlerini yapmak zorunda olduğu gibi,bilimsel iddiaların felsefi analizlerini de yapmak zorundadır. Ve bu tür biranalize girişirken ayaklarını basacağı toprak sadece nesnel hakikatler değil,bu hakikatlerin toplumun üyelerine nasıl göründüğü de olmalıdır, yanidemokrasi kendi üyelerinin öznel yargılarına dayanmalıdır. Özetlersek:kendi-hatalarmı-düzeltici bilim, yine kendi-hatalarını-

9. Yurttaş inisiyatiflerinin gücü Konusunda çeşitli örnekler Meehan’da tartışılır, TheAtom and the Fault, Cambridge" 1984. Kaliforniya’daki nükleer tesislerin emniyetli olupolmadıklarının değerlendirilmesi konusunda inşaatçılar ve jeologlar arası işbirliğini teşvikedenler uzmanlar değil sıradan yurttaşlardır.

düzeltici yapıda olan daha geniş ölçekli bir birim içinde yer alır., Demokraside geniş ölçekli birimlerin kendi-hatalarım-düzeltme işlemi bu

birimleri oluşturan tüm parçalar üzerinde geçerlidir; bu ise, demokratikkendi-hatalannı-düzeltme bilimsel kendi- hatalarım-düzeltmeye aitgeçici sonuçları hükümsüz kılar demektir.

Kendi-hatalannı-düzeltme bir sınırsız değişim eleştirisini de içerir.Bilimler şimdiye kadar bizim gündelik niteliksel deneyim dünyamızı tozduman içinde bırakıp gittiler. Kimi bilimadamlan bu dünyanın birgörünüşten ibaret olduğunu, gerçekliğin başka bir yerde yattığınısöylüyor. Ve insanları bu gerçeklik cephesinden görüyor ve bugerçekliğe göre davranıyorlar. Fakat insanlar böyle bir muameleye karşıçıkabilir, bilimadamlarınca tarif edilen bu gerçeklikten daha farklı birgerçeklik olduklarını ilan ederek bu yeni gerçekliği sağlamlaştırmayakarar verebilirler. Örneğin gündelik niteliksel deneyim dünyasını birgüzel sağlamlaştırmaya karar verip bu dünyadan her sapmayı gayri-insanilik yönünde bir gelişme olarak değerlendirebilirler. İşte size kendihayatlarımızın niteliğiyle ilgili kararların neyin gerçek neyin görünüş yada salt öndeyide bulunma aracı olarak görülmesi gerektiğini nasıl be-lirleyebileceği konusuna bir örnek.

Burada görüşlerini tartıştığım bilimadamlan ve felsefecileringösterdiği eleştiri coşkusu, daha birçok entelektüelce de paylaşılmasınarağmen, zengin ve cömert bir hayat için yegâne dayanak. değildir. Hattâbir dayanak olup olmadığı dahi çok kuşkuludur. İnsanlar görece oturmuşve varoluşlarına anlam katan bir çevreye ihtiyaç duyar. Göründüğükadarıyla bilimadamlarının ha- yatlanm karakterize eden dinmez eleştiridoyurucu bir hayatın yalnızca bir parçası olabilir, ama onun temeliolamaz (aşkın ve dostluğun temeli olamayacağı muhakkak). Onun içinbilimadamlan kültürümüze katkıda bulunabilirler ama ona bir temel sağ-layamazlar -ve yurttaşların nasıl bir temele evet demesi gerektiği kararı,genel olarak yurttaşlann denetimi dışına çıkanlıp uzmanlara mahsusönyargıların kıskacında körleşmiş bilimadamlarma asla terkedilmemelidir. Kiliselerin böyle bir bakış açısını desteklemek ve bubakış açısını somut bilimsel vargıları eleştirmekte olduğu kadar genelolarak bilimin kültürümüzdeki rolünü eîeş-

tirmede de kullanmak için birçok nedeni var. Artık tam da bi-limadamlarmm Demokritos, Platon ve Aristoteles’in ve kendi küstah,Aziz Efendileri Galile’nin fikirleriyle iyice beslenip güçlendiği birdönemde çekingenliği (yoksa korkuyu mu demeliydim?) üzerlerindenatmalı ve Roberto Bellarmino’nun o dengeli ve zarif bilgeliğiniyeniden hayata döndürmeliler.

EK

Aşağıdaki, günümüzde bilimler ve Katolik Kilisesi arasındakiilişkiler konulu tartışmaya katılanlardan Peder Rupert' eyazdığım (Almanca) mektuptur.

Aziz Peder Rupert,Geçen perşembe günü yaptığınız konuşmayı ilgiyle dinledim. İki

nokta beni çok şaşırttı. Biri, şu anda Kilise’nin bilimsel vargılarkarşısında yüzgeri etme hızı. Bilimlerin kendi içinde böyle bir şeybulamazsınız (burada bile bol miktarda oportünizm olmasına rağmen).Sık sık belli bir bilimsel bakış açısının hatalı olduğunun gösterildiğisöylenir ama taraftarları onu hemen terk etmez, on yıllar hatta yüzyıllarboyu bir şey olmamış gibi yollarına devam ederler ve bir gün anlaşılırki meğer doğru yoldaymışlar. Atomcu teori bu tür örneklerden biri. Sıksık “çürütülmüş” fakat hep geri dönmüş ve kendisini bozgunauğratanları bozguna uğratmıştır. 19. yüzyıl sonlarına doğru bazı kıtafizikçileri onu metafizik bir ucube olarak görmeye başladılar; teoriolgularla çelişiyordu ve içsel olarak tutarlı değildi. Ama ona inananlar(Boltzman ve Einstein de bunlar arasındaydı) ısrarla tutumlarınısürdürdüler ve sonunda onu zafere taşıdılar. Eğer böyle çürütülmüşgörüşleri bilimler bünyesinde bile her şeye rağmen sürdürmek vesavunmak meşru ise, eğer böyle bir tutum bilimsel ilerlemeye yolaçabiliyorsa, o zaman neden Kilise aynı şeyi üstelik dışardan yapmaktatereddüt etsin? Çünkü durum gerçekten çok benziyor. Kilise’ninöğretilerine karşı ilk bilimsel saldın Aristoteles’in evrenin bir kökeniolduğu görüşüne karşı geliştirdiği argümanlar üzerine kurulmuştu. Buargümanlarla modem kozmolojik argümanlar arasında çok fazla ortakyön vardır -onlar

da bilinen ve yüksek derecede doğrulanmış doğa yasaları ve onlardanyapılan çıkarsamalar üzerine oturtulmuşlardı. Aristoteles’ten çok sonramaddi dünyanın ezeli ve ebediliği (eternity) olarak bilediğimiz şeybilimin temel olgularından biri olarak kabul gördü - ancak daha sonraişler değişti. Bugün bilimde zamanda belli bir başlangıç postüle eden vemaddi dünyanın ilk dakikalarında karmaşık “yaratılışlar” öngören birsürü model vardır. Bu yüzden Ki- lise’nin korkusu demesek biletutukluğu, bilimsel pratiğe bakarak mazur gösterilemez. Bu tamanlamıyla bir ideolojiye dayanıyor. Gelelim ikinci noktaya.

Konuşmanızda belirli bir fiziğin ya da kozmolojinin o kadar önemliolmadığını, işin esasının insanlarla Tann arasındaki ilişkide yattığını vebu ilişkinin sevgiye çok benzediğini söylediniz. Tamam ama taşradakisevgi kenttekinden farklıdır ve öyle durumlar vardır ki sevgi neredeyseimkansızdır. Örneğin “nesnellik’le yatıp kalkan, yani bütünüyle biliminnıhuna uygun yaşayan biri için sevgi imkânsızdır. Bilimler nesnelliğiteşvik hattâ talep eder; ve bu arada da, son derece entelektüel bir biçimihariç, sevme yeteneğimizi zaafa uğratır; yani demek istiyorum kisevgiyi yeryüzüne yaymak isteyen bir kimse bilimleri görmemezlikedemez -onlarla ilgilenmeli ve belirli içkin eğilimlerine karşı mücadeleetmelidir.

Öğrenciyken bilimlere saygıyla yaklaşır dinle alay ederdim, büyükbir mutluluktu bu benim için. Meseleye biraz daha yakındanbakabildiğimi düşündüğüm bugünlerde. Kilise ileri gelenleri arasında,benim ve benim gibilerin bir zamanlar kullandığı yüzeysel argümanlarıciddiye alan ne kadar çok kişi bulunduğunu ve inançlarını ona uygunhale getirmek için nasıl can attıklarını görerek şaşırıyorum. Bilimlereâdeta başka bir Kiliseymiş gibi davranıyorlar, ama insanların henüzmutlak kesinliğe sahip sonuçlar bulunduğuna inandığı eski bir zamanaait ve çok daha ilkel bir felsefeyle donatılmış tam bir Kilise gibi. Fakatbilim tarihine atılan bir göz orda bundan çok farklı bir tablo bulacaktır.

En iyi dileklerimle,

Paul Feyerabend

X. PUTNAM’IN KIYASLANAMAZLIK ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ

1. Reason, Truth and History (Cambridge 1981, s.114) adlı kitabındaHilary Putnam, “yirminci yüzyılın en etki uyandırmış iki bilimfelsefesinin her ikisi de . . . kendi kendini çürüten felsefeler [dir]”,şeklinde bir iddiada bulunuyor. Kastettiği felsefeler mantıksal pozivizmve tarihsel yaklaşım. Ben bunlardan İkincisine ait bir fikir,kıyaslanamazlık, üzerinde duracak ve bu fikrin bizi birtakım alışılmamışsonuçlara götürmekle birlikte, bunlar arasında kendi kendini çürütmeninbulunmadığım göstereceğim-

2. Putnam’a göre, “kıyaslanamazlık tezi, farklı kültürlerde kullanılanterimler, diyelim 17. yüzyıl bilimadamlarının kullandığı şekliyle ‘sıcaklık’terimi, anlam ve imlem (reference) olarak

bizim kullandığımız herhangi bir terim ya da ifade ile karşılanamazşeklinde bir tezdir” (s. 114). Burada tanımlandığı biçimiylekıyaslanamazlık tezini I ile göstereceğim.

I’yı çürütmek amacıyla Putnam şu noktalara dikkat çeker:(A) “eğer I gerçekten doğru olsaydı, o zaman başka dilleri -hattâ

anadilimizin daha eski dönemlerini- asla kendi dilimize çeviremezdik”(s. 114),

(B) “eğer Feyerabend ... haklı olsaydı, o zaman 17. yüzyıl bi-limadamlan dahil başka kültürlerin üyeleri bizim için ancak belliuyarılara tepki veren hayvanlar olarak kavramlaştırılabilirlerdi”; ve şusonuca varır,

(C): “Bize Galile’nin ‘kıyaslanamaz’ nosyonlarından söz ettiktensonra konuşmaya devam etmek ve kalkıp uzun uzadıya onlarıtanımlamak tam bir tutarsızlıktır” (s. 114 vd., italikler Put- nam’m).

3. A, B ve C şu iki varsayıma dayanıyor:(i) yabancı kavramları (yabancı kültürleri) anlamak için onları

çevirmek gerekir,(ii) başarılı bir çeviri çeviride kullanılan dili (yani anadilimizi)

değiştirmez.Bu varsayımlar teorik geleneklere özgü tipik varsayımlardır.

Putnam’ın argümanları, o yüzden, III. Bölüm’de yaptığım geneltespitleri çok iyi örnekliyor.

Ne (i) ne de (ii) doğrudur. Bir dili ya da kültürü anadilimizüzerinden dolaşmaksızm, tıpkı çocukların yaptığı gibi sıfırdanbaşlayarak öğrenebiliriz (böyle bir usûlün üstünlüklerini fark etmiş olanantropolog, tarihçi ve dilbilimciler şimdi çift dilli tanıkların yazdıklarıyerine, alan çalışmalarını tercih ediyorlar). Ve anadilimizi yabancıkavramları ifade edebilecek şekilde değiştirebilir, geliştirebiliriz(başarılı çeviriler daima çeviriye aracılık eden ortamı değiştirirler:(ii)’ye uygun yegâne diller formel dillerle turist dilleridir).

Modern sözlükçülük her iki imkandan da yararlanır. Eski sözlüklerintemelini oluşturan semantik eşitlikler yerine açık ve rizikolu yapıda,araştırma ürünü maddelerle çalışırlar (örneğin bkz. Bruno Snell vediğerleri, Lexicon des Frühgriechischen Epos’ un

önsözü ve içindeki çeşitli araştırma ürünü maddeler, Götingen 1971). Yenikavramlar ve onlar arasındaki yeni bağlantılarla donanmış yeni birsemantik manzara verebilmek için analoji, metafor ve olumsuztanımlamalardan ve kültür tarihine ait daha bir sürü ufak tefek şeydenyararlanılır. Bilim tarihçileri daha sistematik bir şekilde fakat aynı yoluizler. Örneğin 16. -ve 17.- yüzyıl bilimindeki “impetus” nosyonunuaçıklarken okuyucu önce dönemin fiziği, metafiziği, teknolojisi, hattâteolojisi hakkında bir güzel bilgilendirilir: başka bir deyişle, onlar da yenive kimsenin aşina olmadığı semantik bir manzara sunar, sonra da burada“im- petus”un nerde durduğunu gösterirler. Bu konuda Pierre Duhem,Anneliese Maier, Marshall Clagett, Hans Blumenberg’in eserlerinde çeşitliörnekler bulunabilir; daha başka kavramlar için ise Ludwig Fleck veThomas Kuhn’a bakılabilir.

Bir dili başka bir dile çevirmekle teori inşası arasında birçok benzerlikvardır. Her iki durumda da “görüngülerin diline” uygun kavramlar bulmakzorundayızdır. Doğa bilimlerinde cansız maddelerle ilgili görüngüler sözkonusudur. Bunların tümüne genel bir açıklama getirmenin zor olduğuna,işe başladığımız terimleri zamanla gözden geçirmek ve yeni görüngülerortaya çıktıkça daha öte değişikliklere gitmek zorunda kalabileceğemizeherhalde kimse itiraz etmeyecektir. Çeviride ise görüngüler öteki dildeörtük olarak bulunan düşüncelerdir. Bu düşünceler farklı ve çoğu kezbilmediğimiz coğrafi ortamlarda, farklı ve çoğu kez bilmediğimiztoplumsal çevrelerde geliştirilmiş, bilerek ya da bilmeyerek sayısızdeğişikliklere uğratılmıştır (başka dillerin etkileri, bozulmalar, şiirselaykırılıklar, vb.). Putnam’m (ii). varsayımı her dilde bu tür tümihtimallerin üstesinden gelmek için gereken her şeyin bulunabileceğinivarsayar. Bir örnekle ifade edecek olursak, modern Swahilice’nin Eskimodiline, dolayısıyla da Eskimo tarihine önceden uyarlanmış olduğu gibi,oldukça ihtimal dışı bir varsayımda bulunur. Böyle bir varsayım yalnızcaiki durumda tutabilir: apriorizm ve ezelden-kurulmuş-uyum. Bir am- piristolarak ikisini de reddediyorum.

4. Putnam’a göre I yabancı (ilkel, teknik, antik) kavramların İn-gilizce’de açıklanabilmesini imkansız kılar -C'nin söylediği budur.

Bir anlamda doğru, bir anlamda yanlış. Birtakım düşünceleri onlarıalmaya uygun olmayan bir dilde ifade etmek gerçekten imkânsızdır vebunda şaşılacak bir şey yoktur. Fakat doğal bir dilin ölçütleri değişmeyidışlamaz. İngilizce, yeni sözcükler katıldığında ya da eski sözcüklereyeni anlamlar verildiğinde İngilizce olmaktan çıkmaz. Arkaik (ilkel,egzotik, vs.) bir dünya görüşünü anlatmaya çalışan her filolog,antropolog ya da sosyolog; alışık olmadığımız bilimsel düşüncelerigündelik İngilizce’yle açıklamak isteyen her popüler bilim yazarı; hergerçeküstücü, dadacı, hayalet ya da peri masalları anlatıcısı; her bilimkurgu yazarı v« farklı kuşak ve uluslardan her şiir çevirmeni önce,İngilizce sözcüklerden yola çıkarak, ihtiyaç duyduğu kullanım biçimininİngilizce kokan, benzer bir modelini inşa etmek, sonra bu biçimi be-nimseyip onu öyle “telaffuz etmek, konuşmak” gerektiğini bilir. Sonderece basit bir örnek Evans-Pritchard’m zehir kâhinlerinin gaiptenhaber verme yetisi için kullandıkları mbisinıo sözcüğüne getirdiğiaçıklamadır. Evans-Pritchard (Witchraft, Oracles and Magic AmongAzande, özetlenmiş basım, Oxford 1975, s.55) mbi- simo'yn “ruh” diyeçevirir. Fakat hemen bu “ruh”un bizdeki gibi içinde canlılık vebilinçlilik değil, herkese açık ya da “nesnel” olaylar toplamını ima edenbir anlamı olduğunu ekler. Bu ek, “ruh” sözcüğünün kullanımınıdeğiştirir ve onu Azande’nin düşündüğü şeyi daha iyi ifade edebilecekbir hale getirir. Niçin başka bir sözcük değil de “ruh”? “Çünkü bizimkültürümüzde bu sözcüğün ifade ettiği nosyon Zande’nin kişilerinmbisimd"su nosyonuna başka bir İngilizce sözcükten daha yakındır-yani İngiliz “ruh”uyla Azande mbisimo'su arasındaki benzerliktendolayı. Benzerlik önemlidir, çünkü özgün anlamdan yeni anlama geçişiyumuşatır; anlam değiştiği halde hâlâ aynı dili konuştuğumuzu his-sederiz. Şimdi, eğer burdaki gibi bir kavramsal değişiklik bir üst- dilkapsamına geçmiyor ve hâlâ söz konusu dilin kendi içinde kalıyorsa (budurumda kelimelerin kullanımındaki bir değişmeden çok şeylerinözelliklerinin değiştiğinden bahsedeceğizdir) ve alınan sadece tek birterim değil koca bir kavramsal sistemse, o zaman (C)’de zikredilendurumla karşı karşıyayızdır; fakat durum tesirsiz hale ge(tiri)lmiştir,çünkü yola çıktığımız İngilizce ile açıklamamızı sonuçlandırdığımızİngilizce aynı değildir.

5. Artık Azande düşünceleri konuşma dilinde bir yaşam bulmuş veİngilizce nosyonlar onlara bir yurt sağlayacak şekilde değiştirilmiştir.Dilsel değişikliğin yeni fakat ifadesini bulmamış bir bakış açısınıgündeme soktuğu durumlar da vardır. Bilim tarihinde bu türden birçokörnek vardır. Düşünce tarihinden bir örnekle açıklayalım.

Odysseus, Akhilleus’u Troyalılara karşı yeniden savaşa sokmayaçalışır {İlyada 9, 225 vd.). Akhilleus direnir. Ve “savsak savaşçıda dagözüpek savaşçıda da tecelli eden”, diye cevap verir, “aynı kaderdir;değersiz birine de erdemli birine de nasip olan aynı şereftir” (318 vd.).Akhilleus şeref ile şerefin tezahürünü iki farklı şey olarak alıyor gibidir.

Oysa arkaik şeref nosyonu böyle bir ayrıma izin vermez. Destandaçizilen şeref, kısmen bireysel kısmen kolektif eylem ve hadiselerdenoluşan toplama bir bütünlüktür. Bu toplama bütünlüğün öğelerindenbazıları şunlardır: savaşta, mecliste, bir iç huzursuzlukta (şerefli ya daşerefsiz) bireyin tavrı; törenlerdeki yeri; savaş sonunda aldığı ganimetve armağanlar ve doğal olarak tüm bu olaylar boyunca davranışı. Buöbeğin öğeieri(nin çoğu) varsa şeref de vardır, yoksa yoktur (krş. İlyada12, 310 vd. -Sarpedon’un konuşması).

Akhilleus önümüze farklı bir bakış açısı koymaktadır. Ak* hilleus,Agamemnon’un (onun armağanlarını almıştır) saldırısına uğrar. Bu,şerefin bireysel ve kolektif bileşenleri arasında bir çatışma demektir.Akhilleus’a ricada bulunan Odysseus’un da aralarında olduğuYunanlılar çatışmayı çözmek için alışılmış bir tutum takınırlar:Akhilleus’un armağanları iade edilir, daha çok armağan sözü verilir;bütünlük yeniden dengeye kavuşmuş, şeref yeniden tesis edilmiştir(519, 526, 602 vd.). Buraya kadar tam anlamıyla geleneğin içindeyizdir.Ama Akhilleus gelenekten uzaklaşacaktır. Zaptedemediği öfkesiyle,kişisel değeri ve toplumsa! ödüller arasındaki dengesizliğin hâlâsürdüğünü düşünür. Bu noktada onun tasarladığı şerefin gelenekseltoplamsal bir bütün olarak şereften farklı olmak bir yana, bu tür birbütün dahi olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bu yeni şerefin varlığınıgaranti edecek herhangi bir olay kümesi yoktur. Putnam’in diliyle,Akhilleus’un şeref idesinin geleneksel şeref idesiyle “kıyaslanamaz”olduğunu

söyleyebiliriz. Ve aslına bakılırsa, destanın arkaplam baz alındığında,yukarıda Akhilleus’un konuşmasından aktardığımız kısa bölüm, “bellibir noktaya varmak için hızlının da yavaşın da eşit zamana ihtiyacıvardır”, cümlesi kadar saçma durur. Ama Ak- hilleus her şeye rağmen,söylediklerini dışlar görünen aynı dil içinde düşüncesiniaçıklayabilmektedir. Bu mümkün mü?

Evet, çünkü, tıpkı Evans-Pritchard gibi Akhilleus da kavramları, onaeşlik eden sözcükleri alıkoyarak değiştirebiliyor. Hâlâ Yunancakonuşmaya devam ederek kavramları değiştirebiliyor çünkü kavramlarmuğlaktır, elastiktir, yeniden yorumlanmaya, bir alandan diğerineyaygınlaştırılmaya, kısıtlanmaya açıktır; algı psikolojisinden bir terimkullanacak olursak, algılar gibi kavramlar da figür-zemin (figure-ground) bağıntılarına boyun eğerler.

Örneğin şerefin bireysel ve kolektif öğeleri arasında Agamemnon”un davranışının yol açtığı gerilim en azından iki şekilde görülebilir-onu giderecek ağırlıkta girdilere ihtiyaç duyan bir durum olarak ya daasli ve görece ikincil öğeler arasında bir çatışma olarak. Gelenek birincigörüşü kabul etmektedir, daha doğrusu bilinçli kabul diye bir şey sözkonusu değildir, insanlar öyle davranmaktadırlar, o kadar. “Vaadedilenarmağanlarla Yunanlılar seni bir ölümsüz gibi şereflendirecek!” (602vd.). Akhilleus, öfkesinin etkisiyle, gerilimi öyle arttırır ki geçici bir hu-zursuzluk kozmik bir çatlağa dönüşür (figür-zemin bağıntıları güçlüduyguların etkisi altında sık sık değişirler; Rohrschach testinin ilkesidirbu).

Ortaya çıkardığı yeni anlam (şeref ve şerefin tezahürü arasında birayrım olduğu şeklindeki) konuşmasını anlamsız bir konuşma halinegetirmez, çünkü dilde yapmaya çalıştığı türden başka benzetmelervardır. İlahi bilgi ve insani bilgi, ilahi güç ve insani güç, insanın niyetettiği ve konuştuğu (Akhilleus’un kullandığı bir örnek: 312 vd.),bunların hepsi de biribiriyle, tıpkı Akhilleus’un karşı karşıya koyduğukişisel şeref ile onun kolektif tezahürü gibi, bir karşıtlık ilişkisiiçindedir. Bu benzerlikler rehberliğinde Akhilleus’un dinleyicilerigerilimi ikinci şekilde görmeye itilirler ve Akhilleus’un yaptığı gibi,şerefin ve kadim ahlâkın yeni bir yönünü keşfederler. Bu yeni yönkadim nosyon kadar iyi ta-

mmlanmamıştır -kavramdan çok bir önsezidir- fakat önsezi yenikonuşma tarzları ve bir yerden sonra da temiz, yeni kavramlarüretecektir (bazı Sokrates öncesi filozoflar bu gelişme çizgisinin sonhalkasını temsil ederler). Teorik geleneklerde önseziler dışlanmıştır, oyüzden bu gelenekler ya kavramsal değişikliklere engeli olur ya daböyle bir değişiklik meydana geldiğinde nedenini açıklayamaz. Buaçıdan anlamın ölçüsü olarak değişmez geleneksel kavramları alırsakAkhilleus’un saçmaladığını söylemek zorunda kalırız (krş. A. Parry’nin“The Language of Achilles” içindeki değerlendirmesi, Transactions andProceedings of the American Philosophical Association, Cilt 87, 1956 vebenim Against Method’da, sunduğum görüşler, s.267). Fakat anlamınkatı ve belirgin bir ölçütü yoktur ve anlamdaki değişiklikler dinleyicileraçısından, örneğin Akhilleus’un demek istediklerini kavramalarınaengel olacak kadar uzak, yabancı şeyler de değildir. Bir dili konuşmakya da bir durumu açıklamak her şeyden önce, aynı anda hem belirlikuralları izlemek hem de onları değiştirmek demektir; neredeyseayrılmaz bir şekilde birbirine örülmüş mantıksal ve retorik bir hamlelerağı.

Bu son ifadeden, bir dili konuşmanın birtakım “gürültüler çı-karmaktan” (Putnam, 122) ibaret olduğu bir noktaya kadar inen çeşitliaşamalar barındırdığı sonucu da çıkar. Putnam açısından bu, Kuhn’a vebana mal ettiği görüşlerin bir eleştirisi demektir (krş. yukarıda 2.başlıktaki (B) itirazı). Benim açımdan ise Put- nam’m, sorgusuz sualsizteorik geleneklerden yana olması nedeniyle, dilin birçok kullanımbiçiminden habersiz olduğunun bir işaretidir. Küçük çocuklar uygunkoşullar altında tekrarİana tekrarlana zamanla bir anlam kazanacakgürültülere kulak vererek dili öğrenirler. Otobiyografisinde babasınınmantıksal konularla ilgili açıklamalarından bahsederken Mili şöyleyazar (Max Lemer, der., Essential Works of John Stuart Mill, New York1965, s.21): “Açıklamaları o zamanlar konuyu kafamda açığakavuşturmama yetmiyordu; ama bu yüzden yararsız olduklarınısöyleyemem; bunlar zamanla yapacağım gözlemlen» ve billurlaştırmagirişimlerimin omurgası olarak işlev gördüler; genel olarak işaret ettiğinoktaların anlam ve önemini neden sonra, dikkatimi çeken belli özeldurumlarla karşı karşıya kal-

dığımda anladım.” Aziz Augustine rahiplere imanm şartlarını (theformulae of the faith) ezberletmelerini tavsiye eder ve onslarınanlamının zengin, olaylarla dolu, dindar bir hayat içerisinde kullanılakullanıla ortaya çıkacağını söyler. Teorik fizikçiler sık sık henüzkendilerine bir anlam ifade etmeyen formüllerle oynar dururlar, ta kişanslı bir bileşim her şeyi yerli yerine oturtuncaya kadar (kuantumteorisinde hâlâ böyle bir şanslı bileşim bekliyoruz). Ve Akhilleus sözügeçen konuşma şekliyle, sonuçta yeni ve daha soyut bir şeref, erdem vevarlık kavramının doğuşuna imkan veren yeni konuşma alışkanlıklarıyaratır. O açıdan sadece birer gürültü olarak sözcükleri kullanmak, birdili konuşmanın en ileri aşamaları içinde bile önemli bir işlev taşır (krş.Against Method, s.270).

Galile, açıklayıcı konuşmanın karmaşık yapısından haberdar olan veonun öğelerini muhteşem bir ustalıkla kullanan bir bi- limadamıdır.Akhilleus gibi eski ve bildik sözcüklere yeni anlamlar verir; yineAkhilleus gibi vardığı sonuçları herkes tarafından paylaşılan veanlaşılabilecek bir çerçeve içinde sunar (ana kinematik ve dinamiknosyonlarındaki yaptığı değişikliklerden söz ediyorum), fakatAkhilleus’tan farklı olarak, ne yaptığının farkındadır ve argümanlarınıngeçerliliğini güvenceye almak için, ihtiyaç duyduğu bu kavramsaldeğişiklikleri gizlemeye çalışır. Against Method'un 6. ve 7. Bölümlerionun bu sanatından çeşitli örnekler aktarır. Yukarda söylenenlerlebirlikte ele alındıklarında bu örnekler, tutarsızlığa düşmeden Gaiile’ninnosyonları bizimkilerle “kıyaslanamaz” demenin, bunu dedikten “sonrakonuşmaya devam etme[nin] ve kalkıp uzun uzadıya onlarıtanımlama[nm]” nasıl mümkün olduğunu göstermektedir.

6. Bu Örnekler Putnam’m görelilik-klasik mekanik ilişkisi hak-kındaki bilmecesini de çözecektir. Eğer I doğru ise, der Putnam, ozaman ister görelilik isterse klasik mekanik kapsamında yapılmış olsun,bir testte kullanılan cümlelerin anlamı “Newtoncu teori ile Einsteincıteori arasında yapılacak bir seçimden bağımsız olamaz”. Dahası, “ozaman Newtoncu teorideki... herhangi bir sözcük ile genel görelilikteorisindeki . . . herhangi bir sözcük” arasında anlamsal eşitlikler bulmakda imkansızdır (s. 116). Buradan

iki teoriyi kıyaslamanın herhangi bir yolu olmadığı sonucuna çıkar.Çıkarsaması yine yanlıştır. Yukarıda 3. başlıkta bahsettiğim gibi,

dilbilimciler yeni ve yabancısı olduğumuz düşünceleri açıklarkenanlamsal eşitliklere başvurmayı uzun süre önce bıraktılar; öte yandanbilimadamları da hep keşiflerinin ve onları ifade etmekte kullandıklarıkavramların yeni olduğuna vurgu yaparlar. Ancak bu onları çeşitliteorileri mukayese etmekten alıkoymaz. Bu açıdan görelikçi biri klasikformüllerin uygun bir şekilde yorumlandığında (yani görelikçi bir tarzdayorumlandığında) başarılı olduklarını ama dört dörtlük görelikçi biraygıt kadar başarılı olmadıklarını söyleyebilir. Tıpkı cinlere (Newton’a)inanan bir hastasıyla, bu inancın cinler dünyasına (Newtoncu dünyaya)ilişkin getirdiği sonuçları kabul etmeksizin, onun, yani hastasınınkonuşma tarzını benimsemiş bir psikiyatrist gibi tartışmasını yürütebilir(bu, hastanın iyi bir gününde işi tersine çevirip onu cinlerin varlığınaikna etme ihtimalini elbette dışarda bırakmıyor). Ya da klasikmekanikçiye bir yabancı dil öğretir gibi görelilik teorisini öğreterek onubu teorinin erdemlerini bir de içerden değerlendirmeye davet edebilir(“İspanyolcayı mükemmelen öğrendikten ve Borges ve Vargas Llosa’yıokuduktan sonra hikâyelerinizi Almanca yerine İspanyolca yazmakistemez misiniz?”). Newtoncu ile görelikçinin sohbet edebileceği veetmekte olduğu daha birçok yol sayılabilir. 1965’ten bu yana yazdığımçeşitli denemelerde bunları gösterdiğimi sanıyorum; bazıları Putnam’ıno dönemde dile getirdiği eleştirilere doğrudan cevap niteliği taşıyor:bkz. Philosophical Papers, Cilt 1, 6. Bölüm, 5. Kesim vd.; Cilt 2, 8.Bölüm, 9. Kesim ve devamı ve Ek. Put- nam’m dikkat çektiği A, B veC’ye cevabım bu kadar.

7. Yukardaki başlıklarda sunduğum argümanlar Putnam’ın tarifettiği kıyaslanamazlık biçimi, I, üzerine kuruludur. Ancak benimNewton mekaniği ve görelilik ya da Aristoteles fiziği ve yeni Galile veNewton mekaniği gibi kapsamlı teoriler arasındaki ilişkileri incelerkengetirdiğim kıyaslanamazlık türü Put' nam’ınkinden farklıdır (krş.Against Method, s.268 vd. ve Philosophical Papers, Cilt ı, 4. Bölüm, 5.Kesim). Fark iki noktada te-

melleniyor. îlki, benim anladığım anlamda kıyaslanamazlık nadir - birdurumdur. Ancak bir dilin (teorinin, bakış açısının) be- timleyiciterimlerinin anlamlılık koşulları öteki dilin (teorinin, bakış açısının)betimleyici terimlerinin kullanılmasına izin vermediği zaman ortaya çıkar;salt anlam farklılığı benim anladığım anlamda kıyaslanamazlığa yolaçmaz. İkincisi, kıyaslanamaz diller (teoriler, bakış açıları) bütünüylebiribirinden kopuk değildir - anlamlılık koşullan arasında ince ve ilginç birakrabalık vardır. Against Method'da bu akrabalığı bir örnekle, ilk Yunanfilozoflarının hedeflediği dil ile Homerosçu sağduyuyu karşılaştırarakaçıklamaya çalıştım. Philosophical Papers, cilt 1, 4. Bölüm’de de bunuAristoteles ve Newton örneklerinde açıkladım. Orada söylediklerime şunuilâve etmek isterim ki kıyaslanamazlık felsefeciler için bir sorun teşkileder, yoksa bilimadamlarının böyle bir derdi yoktur. Felsefeciler birtartışma boyunca anlamın durağan olduğunda ayak direrler, oysa bilimadamları “bir dili konuşmanın ya da bir durumu açıklamanın aynı andahem belirli kuralları izlemek hem de onları değiştirmek demek[olduğunun]” farkındadır (bkz. yukarda 5. Başlık) ve felsefecilerinmüzakerenin aşılmaz sınırları olarak gördükleri hatları çaprazlama yarıpgeçerek tartışma sanatında uzmandırlar.

XI. KÜLTÜREL ÇOĞUL(CU)LUK MU YOKSA YENİ YAVUZ BİRÖRNEKLİK Mİ? •

1985 Ocak'mda postmodernizm çağında sanat, felsefe vebilimlerin rolü üzerine bir tartışmaya davet edildim. Sunduğumbildiride (a) düşünsel tartışmaların “dünya kültürü” ile belli birilişkisi olduğu varsayımım eleştirdim, (b) “dünya kültürü” ndetemel görüngünün Batı düşünce ve teknolojilerinin amansızyayılışı olduğunun altını çizdim -çağımızın anatemi çeşitlilikdeğil bir örnekliktir, (c) kültürel alışverişin belli ortakdeğerlere, ortak bir dile ya da ortak bir felsefeye ihtiyacıolmadığım öne sürdüm, (d) nerede uç vermiş olursa olsunçeşitliliği ve “başıbozukluk.” u (cacophony) savundum, (e)Maxwell’den Kuhn’a bilim felsefesinin gelişimini kısaca de-ğerlendirdim. Tüm bu konular elinizdeki kitabın değişikbölümlerinde ele alındığı için onları bir daha tekrarlamamagerek yok. Fakat sanıyorum, sözünü ettiğim bildiriyeyöneltilmiş uzunca bir eleştiriye cevap olarak yazdığımaşağıdaki mektup bazı yeni konulara parmak basıyor ve ilginçolabilir.

t

3.8.1985Sayın Bay Vergani, Shinoda ve Keşler,

Sunduğum kısa bildiri üzerine yazdığınız uzun ve ayrıntılı mektup vegösterdiğiniz hassasiyet için teşekkür ediyorum. Tahmin edeceğiniz gibieleştirilerinize katılmıyorum. Açıklamaya çalışayım.

““Fakat farklılıklara belli bir düzen kazandıran tutarlı bir yapının öneminigerçekten inkar edebilir misiniz?”, diyorsunuz. Cevabım şu: Bu konuda kararvermek ne size ne de bana düşer -bu, farklılıkları yaratan ve şu anda kendiiçinde onu teneffüs eden insanların işidir. Eğer Afrika kıtasındaki uluslarherhangi bir kül-

türel ya da daha başka bir temas kurmaksızm yan yana yaşamaktanmemnunsalar, bu onların bileceği bir iştir ve ne idüğü belirsiz birtakım‘'düşünürler”in onların bu tutumlarını nasıl gördüğünün önemi yoktur.Eğer Amerikalılar “eşya, imaj, fikir ve gelenek enflasyonundan"hoşlanıyor, dört gözle yeni ve geliştirilmiş saç spreyleri, arabamodelleri ve dizi filmler bekliyorlar ve tek ve nihai değer Ölçüsü olarakparayı alıyorlarsa, gayri-memnun bir entelektüel şüphesiz bir vaiz gibiyalvarıp yakararak, ricalarda bulunarak onlarla boğuşabilir, ama tutupdaha güçlü ikna araçları kullanmaya kalkıyorsa bir tiran haline gelmişdemektir. The Crisis of the European Sciences and TranscendentalPhenomenology (1936) isimli dikkate değer incelemesinde, “Bizfilozoflar”, diye yaizıyordu Edmund Husserl, “insanlık partizanlarıyız[vurgular onun]. Bir filozof olarak kendi gerçek varlığımıza, kendiderin, özel uğraşımıza karşı taşıdığımız son derece kişisel sorumluluk,aynı zamanda kendi içinde, insanlığın gerçek varlığına karşı sorumlulukduymak gibi de bir boyut taşır.” Siz burdaki düşünceyionaylayabilirsiniz. Ama bence felaket bir cahillik (Husserl, Nu- erler’in“gerçek varlığı” hakkında ne bilebilir?), hastanelik bir kibir (“insanlığıngerçek varlığı”ndan bahsedebilmek için tek başına tüm ırklar, kültürler,uygarlıklar hakkında yeterli bilgi sahibi bir kimse var mı?) ve şüphesizondan farklı düşünen ve yaşayan herkese karşı büyücek bir küçümsemekokuyor.

Bir toplumdaki çeşitli grupların ya da ulusların birbiriyle sık sıkyakın ilişkiler kurdukları doğrudur, ama bunu yapmakla onların “ortakbir üstsöylem” ya da ortak bir kültürel bağ yarattıklarını ya da kabulettiklerini söylemek doğru değildir. Bağlantılar geçici, ad hoc ve sonderece yüzeysel olabilir: Güney Afrikalı Beyaz liderler, SiyahMüslümanlar ve Avrupalı teröristlerin hepsi de dolar hastasıdır -fakatonları birleştiren başka çok az şey bulabilirsiniz.

A, B, C, vs. gibi kültürler arasındaki çok daha yakın bir ilişkininbile “tutarlı bir yapı” tarafından “düzene sokulması”na ihtiyaç yoktur;hepi topu ihtiyaç duyulan, A’nın B ile B’nin C ile, C’nin D ile, vb.karşılıklı etkileşim içine girmesidir,; tabii, karşılıklı etkileşim tarzıçiftten çifte, hattâ aynı çift içinde dönemden döneme değişebilir. İlkEnternasyonalizm’de Akkadca’mn kul-

lanılması bu açıdan isabetli bir örnektir. Akkadca’nın kullanımı, adıgeçen uygarlığın zorunlu bir ön varsayımı değil, onun birçoközelliğinden sadece birisiydi; Akkadca, yaptıklarını yazıya döken özelgruplarca kullanılagelmiş ve bu yüzden de onlardan binyıllar sonrafaaliyet gösteren birtakım çalakalem yazarların, yani bizimakademisyenlerin dikkatini çekmiştir. Fakat her alışveriş Akkadcadeğildi: dar bir bölgenin lehçe ve dilleriyle yapılan yerel temaslar vardı,hattâ bunların alanı tek başına katılımcıların merak ve ihtiyaçlarınınitkisiyle genişlemişti de. Ayrıca bir kültür yazılı tezahürlerinden ya dasanatçı ve düşünürlerinin ürünlerinden ibaret görülmemelidir: yazılıHammurabi kanunlarının hukuki pratik üzerinde çok az bir etkisi vardı;Lineer B’nin ilk kullanımları ta- mamiyle ticariydi fakat Yunaneğitimine bakarsanız bu eğitim iş ve ticaret düşüncesi üzerine değilHomeros, yani sözlü şiir üzerine inşa edilmişti (Platon’nun da arasındabulunduğu bazı daha geç şairler, eserlerinin yazılı olarak dağıtılmasınıhiçbir zaman bütünüyle içlerine sindirememişlerdir -krş. Platon,Phaedrus 274d vd., ve Yedinci Mektup, özellikle 241b vd.). Bugün tümüniversite ve araştırma merkezlerimiz etrafında yüzen, yayımlanan pekçok Marksist kitap ve Marksist düşünce var -bu, “bizim kültürümüzü”Marksizme mi boyayıveriyor? Sanmıyorum, dizi filmlerimizde ve diniyayın yapan kanallarımızda Marksizmin izini bile bulamazsınız. Birkültür entelektüellerden oluşmaz. Şüphesiz, kültür eşittir edebiyat artısanat artı bilim gibi bir kayıt getirmek mümkün -fakat o zaman edebiyatve diğer kalemlerin bir kültürdeki yeri ve etkileri sorusunu araştırmayladeğil tepeden inme karara bağlıyorsunuzdur.

Kültürler arası temas ve bağlantıların zaıiıan zaman çok güçlendiğinive sizin aklınızdan geçirdiğiniz anlamda kültürel birliklere çıktığını dakabul ediyorum -fakat bunun nasıl meydana geldiğine daha dikkatlibakın: çoğu zaman birlik güç kullanarak kabul ettirilmiştir ve ilgiliinsanların eylem ve arzularıyla gerçekleştiği durumlar nadirdir.Bilimadamı, sanatçı ve alelâde entelektüellerin bu tür gelişmelere biritirazı yok gibi görünüyor, hattâ bunları teşvik ediyor bile olabilirler -iştebundan dolayıdır ki idari makamlara sızmaya çalışıyorlar, işte bundandolayıdır ki imalatları kamu denetimine tabi tutulduğunda böyle neyapacaklarını

şaşırıyorlar, işte bundan dolayıdır ki onların ideolojisini ve iktidararzularını paylaşan ve onlara kendi iktidar oyunlarıyla arka çıkankültürel “Liderler”e hayranlık duyuyorlar. Sizin yeni bir “üst- sÖylem”eduyduğunuz hasrette yeni bir Bizans oyununun ya da yeni bir Amerikayerlilerinin “eğitilmesi” fikrinin pis kokusunu alıyorum. Ben kendihesabıma geçici bağlantıların tesadüfi, kendiliğinden kaynaşmalarındandoğan ve bu bağlantılar cazibesini yitirdiği anda bozulabilen birlikleredayalı bir yaşam biçiminden yanayım.

Söylemek istediğim ikinci nokta şu. Bana öyle geliyor ki siz bugünkü“dünya kültürü”nün ahvali konusunda bir karara varmakta güçlükçekiyorsunuz. Yazdığınız Sunuş Notunda ortada birleştirici bir bağıngörülmediği bir “kültürel kaos”tan bahsediyor, mektubunuzda ise, sizinnefret ettiğiniz bir bağ da (para) olsa, birtakım bağlar olabilir demeyegetiriyorsunuz. Mektupta söylediklerinize katılıyorum: anan birtektipleşme var, sadece şu bizim “birinci” dünyada (küstah bir sonradangörmeyi “birinci” dünya diye adlandırmak ne müthiş bir düzenbazlık)değil, tüm diğer yörelerde de; mevcut bütün farklılık ve çoğulluklar, butek- tipleşmeyle karşılaştınldığında, yok olup gidiyor. Bu yok olanlarküçük, eğlencelik şaşkınlıklardır, o kadar; General Motors, Proctor andGamble ya da Pentagon’un keyfini kaçırmaz. Yine de bir yolunu bulup,mektubunuzda bile “kültürümüzün özünü istila etmiş” kaostan bir keredaha söz ediyorsunuz. Bu hoş ve felsefi bir soyutlama gibi duruyor fakatmeseleyi ne ölçüde incelediğinizi merak ediyorum. Melodramlann ya daReverend Fal- well’in ya da Super Bowl’ un müşterileriyle modernsanatın ya da felsefedeki akılcılık/akıldışıcılık konusunun müşterilerinikarşılaştırdınız mı hiç? Elinizde bunlarla ilgili rakamlar var mı? Bumüşteriler onlara nasıl bir bağlılık duyuyorlar, bağlılığın gücü? Bizimgibiler dışındaki insanların hayatları üzerinde etkileri?

Araştırdığınızı sanmıyorum. Ben de bilmiyorum ama en basit birhesap bile muhtemelen sizin haklı olmadığınızı gösteriyor: bugün ABDve Kanada’da ders veren ortalama 10.000 felsefeci var. Bunların çoğuitaatkâr statüko hizmetkârlarıdır, fakat kor-

kunç abartılı bir tahminle diyelim bunların %25’i kaos yaratıcılardır vebu kaosçulardan her birinin de 100’er öğrencisi vardır. Bu öğrencilerinbüyük bir kısmı mecbur kaldıkları için felsefe okuyan ve bu iştenölümüne sıkılan, dersler ve sınavlar bittiğinde derin bir oh çekeninsanlardır -yine diyelim ki genel olarak öğrencilerin de %25’i bu kaosyaratıcı öğretmenlerin gözü kara takipçileridir. Toplam rakam 40.000edecektir. Dallas'ı.kaç milyon kişinin seyrettiğini biliyor musunuz?Super Bowl’u kaç milyon kişi? Tüm TV vaizlerinin takipçilerinin sayısıacaba ne kadar tutar biliyor musunuz? Reagan’a kaç kişi oy verdihatırlıyor musunuz? Hâlâ kaç kişi onun politikalannı destekliyor? Tümcevaplarda açılış on milyonlardan başlar -yukardaki basit hesapta sonderece abartılı tahminlerle vardığımız rakamla kıyas götürmez bir sayı.Ya da şu kaosu arttırmaya ayrılmış para miktarı ile bu birörnekliğeaynlan para miktarını bir karşılaştırın. Gay- risafi Milli Hasıla’dasavunma harcamalarının miktarı ile sanatlara yapılan yardımlarınmiktarı arasındaki oran şöyle kaba bir tahminde bulunmamıza yardımcıolabilir; burada sanatlar ve beşeri bilimlere ne kadar cüzi bir paragittiğini görüyoruz -ve kaos güçlerine düşen bu cüzi miktarın daönemsiz bir parçasından ibarettir. Sakın bana sayıların önemliolmadığını söylemeyin; temel bilimler alanında çalışan araştırmacılarve sanatçılar kendilerinin ne kadar az bir ilgiye mazhar olduklarınıispatlamak için dönüp dönüp sayılardan bahsederler. Ben de sizin birkaosun istilası altında olduğumuz tezini çürütmek için aynı argümanıkullanabilirim.

(Aklıma gelmişken, o kadar alçakgönüllü olabileceğinizi san-mıyorum, şu aynı şeyin iki farklı söylenişi gibi bahsettiğiniz “dünyakültürü” ve “birinci dünya kültürü” nitelemelerini “editörlükacemiliğinize yoramazsınız -adlarının başında sayısız unvan taşıyanve onurlarına tonlarca kitap ve makale yazılan akademisyenler dedurumdan tamı tamına böyle bahsetmiş ve hâlâ da bahsetmektedir.Yukarıda Husserl’den aldığım kısa bölümü bir daha okuyun. Buinsanlar “kültür”den bahseder ya da “İnsan”dan -fakat kastettikleribizzat kendileri ve onların yazılarını anlayabilen birkaç seçmeceyaratıktır: onun için, anlıyorsunuz ya. mükemmel bir dayanışmaörneği veriyorsunuz).

Şimdi sizinle aynı düşünmediğim son noktaya geldik. ,lSa- " natın,düşüncenin özerkliğine, duygunun paradan üstün olduğunainamyor(sunuz]’\ Yine etkileyici bir üslûpla yazıyorsunuz ama bunungerçek dünyada muhtemel ne gibi sonuçlan olabileceğine dair hiçbir ipucuvermiyorsunuz. Gerçek dünyada sanatçının paraya ihtiyacı vardır: kiraparası, yiyecek, boya, fırça parası, müze giriş parası; belki de bakmakzorunda olduğu bir metresi ya da karısı, aşığı ya da kocası vardır, hattâzaman zaman her ikisi de; dahası çocukları bile olabilir, vs. Aynı şeyfelsefeciler, dansçılar, film yönetmenleri, senaryo yazarları, şairler için degeçerlidir. Tüm bu insanlar daha çok kazanmak ve/veya ürünlerini daha iyibir fiyata satmak ihtiyacmdadır ve bunu isterler.

Diyeceğim, özerklikle neyi kastediyorsunuz? Sanatçı dediğin parasızolmalı ve açlıktan ölmeli, ya da bir fare deliğinde yaşamalı mı demekistiyorsunuz? Yoksa onu hiç paraya maraya bulaştırmadan yedirip içirmelive ev bark sahibi yapmalı mı diyorsunuz? Örneğin trampa yöntemiyle?Tamam, o sanatçının kendi bileceği bir iş. Eğer taşrada küçük birkulübecikte bir süt inekçiği ile yaşamaktan hoşlanıyorsa ne diyelim, allahkolaylık versin, fakat kör talih, bu işe başlamak için de yine para lazım.Onun çevresinde para gibi bir şey hiç olmasaydı daha iyi olurdu mu demekistiyorsunuz? İlginç bir hayal ama bizim konumuzla bir ilintisi yok. Çünkübizim derdimiz sanatçıların kuş uçmaz kervan geçmez bir diyarda nasılyaşayacağı değil, burada ve şimdi, 1985’te, bu ülkede nasılyaşayabileceğidir. Ve burada ve şimdi para işin özüdür. Para doğası gereğikötü değildir, bir amaç için kullanılan bir araçtır. Kötü yerlerdekullanılmakta ve birtakım insanlar tüm hayatlannı para biriktirmeyeadayacak kadar onun büyüsüne kapılabilmektedirler. Sanatçımızınbunlardan biri olmadığını varsayıyorum (böyle olsaydı bile ona kötü birsanatçı diyemezdik -Giotto para konusunda çok kişiyle dalaşmış ve zen-ginliğine zenginlik katmak için özel bir çaba sarfetmiş birisidir, fakat yinede gelmiş geçmiş en büyük sanatçılar arasındadır).

Öyleyse sanatçımız para kullanacak ama önünde bir Tanrı gibi deeğilmeyecektir. Peki bu para kimden çıkacak? Belki zengin bir sponsordan:ancak o zaman sanatçı sanatını patronunun arzularına uydurmak zorundakalabilir. Burada “özerklikken bahsederken, pat-

ronun arzularını ona hissettirmeye hiç hakkı yoktur demeye mi ge-tiriyorsunuz? Çünkü bir sanatçı tam da bir sanatçı olması nedeniyle tüminsanların yargı ve değerlendirmelerinin üstündedir, değil mi? Sukatılmamış bir seçkincilik bu, reddediyorum, burda kendini alt tan altahissettiren başkalarını küçük görmeyi reddediyorum. Özellikle sözü edilenpara halkın parasıysa, çok daha tavizsiz bir şekilde böyle bir seçkinciliğireddediyorum: kamusal fonlardan ödenek alan birisi kamu denetiminikabule hazır olmalıdır. Sizin o soyut üslubunuzla para gibi aşağılık veiğrenç her türlü şeyden, görünüşe göre, kilometrelerce uzakta bir“özerklik”ten bahsedildiğinde ben kötü bir şeyler hissediyorum ve sizingerçekte halktan, sanatçılara (ve bilimadamlarına ve büyük“hissiyatçılar”a [feelers]), onlar kafalarına göre yaşasınlar diye, yani birerparazit olarak yaşasınlar, çalışsınlar diye para vermelerini, bakmalarınıistediğinizi düşünüyorum: akademisyenler “akademik özgürlük”ün sihirlikukuletası altında uzun zaman önce parazitliğe saygınlık kazandırmayıbaşardılar -şimdi onlara ortak çıktı, sanatçılar da bir parça nasiplenmekistiyorlar. Parazitliğe karşıyım (ilgili tüm taraflar evet demediği sürece),yani akademik özgürlüğe ve doğal olarak, ona denk düşen her türlü“sanatsal özerklik”e karşıyım.

“Fakat büyük sanat”, diyebilirsiniz, “sanatçıların tam anlamıyla özerkolmasını şart koşar.” Hayır, doğru değil bu, konumları gereği kentyöneticilerinin ve zenginlerin dediğini yapmak zorunda olan Rönesanssanatçıları, ve Gebrauchsmusik' i yazmış bir Mozart ya da Haydn gibibesteciler işlerini hep parayla yapıyorlardı ama yine de sizin o sevgili“birinci dünya”nızın en büyük sanatlarından birkaçını üretmişlerdir.“Fakat bugün”, diye devam edebilirsiniz, “bugün durum farklı. Halk zevksahibi değil -tanık, Dallas ve Hanedan dizilerinin bu kadar revaçbulabilmesi.” Başkalarını küçük gördüğünüzden böyle konuşuyorsunuz.Dallas ve Hanedan kitlelerin sanatıdır, doğru. Fakat kitleler bireylerdenoluşur, onun için ya “sizin ve benim gibi bireyler” diyeceksiniz -o zamaninsancıl bi- risinizdir, onların seçimlerine de saygı göstermeniz gerekir, yada “zevksiz bireyler” diyeceksiniz -o zaman kendini beğenmiş kepazenintekisinizdir, öyleyse kitleler size niye para versin? Dahası iyi bir film, yanibirkaç yüce ruhun ne idüğü belirsiz zevklerinin muhabbet tellallığınıyapmayan sanatsal bir film -böyle bir sürü

film vardır- büyük sanat ile iyi para arasında nasıl bir yakın işbirliğikurulabileceğini göstermektedir. Bu işbirliği kolay değildir -kolay ■veönemli olan çok az şey var- fakat verimli olabiliyor; ve bize geçmişinsanatlarım armağan eden bu tür verimli bir işbirliğidir yoksa o muğlak(fakat derinlerinde başkalarını küçük görme duygusu yatan) özerkliktalepleri değil.

Sözlerimi bitirmeden son bir nokta daha. Sık sık Phil Donahue şovdakitartışmaları ve seyircilerin, tepkilerini izlerim. Bunlar sıradan insanlardır,TV seyreder, sinemaya giderler, çoğu Ronald Reagan’ın şu ya da bupolitikasını destekler, çoğu dinine bağlıdır, biraz para kazanmak,çocuklarına bakmak, akrabalarına yardım etmek için çok fazla çalışmakzorundadırlar. Russell Baker (otobiyografisi) ve Evelyn Keyes(otobiyografisi) gibi yazarları da okurum. Onlar da insanlardan bahseder,açık, basit ve somut terimlerle konuşurlar; yürekleri vardır, bilgelikgösterirler, anlayışlıdırlar, sık sık şaşırır ne yapacaklarını bilemezler, vebunu olduğu gibi söyler, şaşkınlıklarını boş laflarla gizlemezler. Şimdi tümbu insanların istemleriyle sizin istemleriniz dikkat çekici bir benzerlikgösteriyor -hepiniz de muhalif gelişmelerle ilgileniyorsunuz-, fakat dilinizne kadar farklı! Buyanda basit ve kişisel bir anlatım, bir yanda kişisizsoyutlamaların karman çorman huzursuz dili. Bu zıtlığa uzmanlarımızın nediyeceğini biliyorum: toplumsal analiz zor bir iştir ve bunu hakkıylayapmak için yoğun bir teorik söyleme ihtiyaç vardır. Ben de şöyle cevapveriyorum, teorik söylem, soyut terimlerin onlardan kolaylıkla gerialabileceğimiz sonuçların özet ifadeleri olarak işlev gördüğü doğabilimlerinde anlamlıdır fakat toplumsal meselelerle ilgili teorik ifadelerçoğu kez içerikten yoksundur ve belli bir içerik verilmeye kalkışıldığında yasaçma sapan ya da alenen yanlış ifadelere dönüşürler (krş. sizin ana tezinizve sanatsal özerklik hakkındaki ek mazeretiniz üzerine kısacasöylediklerim). O yüzden, bu tür teorik lakırdıların ördüğü anlaşılmazlıkduvarının temelinde, bilgi değil kurnazlık ve gözdağı verme arzusu yatıyor-işte size entelektüellerin toplumumuzda çaktırmadan elde etmeyi başardığıayrıcalıklara son derece eleştirel bakmak için bir neden daha.

Size bundan sonraki tüm işlerinizde başarılar diliyorum!

XH. AKLA VEDA

Bu yazının Almanca versiyonu Yönteme Karşı'nın(kısaca YK)İngilizce, Fransızca, Japonca ve Portekizce bcf- sımlarındanfarklı olan üçüncü Almanca basımı üzerine kurulmuş ve 1986’dabasılmıştır. Erkenntnis Für freie Mens- chen (kısaca EFM) ÖzgürBir Toplumda Bilim’m (ÖBTB) büyük ölçüde (üçte ikisi)Almanca yeniden yazılmış halidir. İngilizce metindeki Kuhn,Aristo ve Köpernik bölümleri ile eleştirilere verdiğim cevaplardanoluşan bölüm -ki metnin yandan fazlası demektir- EFM’de yeralmaz. Onun yerine akıl ve pratik ilişkisi daha ayrıntılı elealınmış, görecilik üzerine kapsamlı bir bölüm konmuş ve şematikolarak antik çağda akılcılığın yükselişi anlatılmıştır. Aşağıdakiyazıda cevaplandırdığım eleştiriler Versuchungen ( H P . Duerr,der.,2 Cilt, Frankfurt 1980/81, içinde yayımlanmıştır.

A. DÖKÜM

Kitabın bu bölümünde şu başlıklara yer veriliyor: Bilimsel akıl yürütmeninyapısı ve bilim felsefesinin rolü; diğer yaşam biçimlerine kıyasla biliminotoritesi; söz konusu diğer yaşam biçimlerinin önemi; soyut düşüncenin(felsefe, din, metafizik) ve soyut ideallerin (örneğin insancıllık) rolü. Ayrıca1980’de hakkımda Almanca yazında çıkan eleştirileri cevaplıyor ve YK ve

EFM’de tartıştığım kimi noktalara açıklık getiriyorum.

B. BİLİMİN YAPISI

Bu konuda benim ana tezim şu: bilimleri oluşturan olay ve sonuçlargenel, ortak bir yapı göstermez; bilimsel araştırmaların hepsindekarşımıza çıkan ve onlar dışında hiçbir yerde rastlamadığımız birtakımöğeler yoktur (bu tür öğeler bulunmaması halinde “bilim” sözcüğününde hiçbir anlam taşımayacağı itirazı Ockham, Berkeley veWittgenstein’m dört dörtlük argümanlarla eleştirdiği bir anlam kuramıönvarsayar).

Somut gelişmeler (kararlı hal kozmolojilerinin alaşağı edilişi veyaDNA’nın yapısının keşfi gibi) kuşkusuz son derece kendine hasözelliklere sahiptir ve çoğu kez bu özelliklerin niçin ve nasıl başarıyolunu açtığını gösterebiliriz. Fakat her keşfin muhasebesi aynı şekildeyapılamaz ve geçmişte başarılı olmuş usûller geleceğe dayatıldığındatahripkâr sonuçlar yaratabilir. Başarılı araştırma genel standartlara boyuneğmez; bir bakarsınız şöyle bir bakarsınız böyle bir marifet üzerindeyükselir ve onu ilerleten hamleler her zaman hamle sahiplerince debiliniyor değildir. Tüm bilimsel faaliyetlere belli yapısal unsur vestandartlar vazeden ve bunları bir tür akılcılık-teorisine başvurarak yetkilikılan bir bilim teorisi konuya yabancı olanları etkileyebilir -ama olay ma-hallindeki insanlar açısından, yani belli somut araştırma sorunlarıyla yüzyüze olan bilimadamları açısından haddinden fazla kaba bir araçtır.Bizim bu uzaklıktan o insanlar için yapabileceğimiz en iyi şey birtakımpratik iş görme usûllerini sıralamak, tarihsel örnekler vermek, önlerinebirbirinden farklı usûller barındıran vaka incelemeleri koymak,araştırmanın doğasına içkin karmaşıklığı göstermek ve böylece onlarıiçine adım attıkları cangıla hazırlamaktır. Bizden dinledikleri bumasallarla bilimadamlan, dönüştürmek istedikleri tarihsel sürecin nekadar zengin olduğunu içlerinde hissedecekler, mantıksal kurallar veepistemolojik ilkeler gibi çocuksu şeyleri bir yana bırakıp çok dahakarmaşık bir tarzda düşünmeye girişmek konusunda ce-saretleneceklerdir -konunun doğası gereği yapıp yapabileceğimiz tüm şeybudur. Daha fazlasını yapmaya niyetlenen bir bilgi “teorisi” gerçeklikletemasını kaybeder. Önerilen kuralların bilimadamlan tarafındankullanılmayacak olması bir yana, muh-

temelen istense bile mümkün hiçbir şart altında kullanılamayacaklardır da-tıpkı klasik bale adımlarıyla Everest’e tırmanmanın imkansız olması gibi.

Burada sunulan (ve YK’de ve Philosophical Papers’ da [Cambridge1981] tarihsel örneklerle gösterilen) düşünceler yeni değildir. 6. Bölüm, 4.Kesim’de de ifade ettiğim gibi bunları Mili

«t •«

gibi filozoflarda {Özgürlük Üstüne, özgürlükçü epistemolojinin seçkin biranlatımı), Boltzman, Mach, Duhem, Einstein ve Bohr gibibilimadamlarında ve felsefi açıdan oldukça kuru bir kıvama getirilmiş birhalde Wittgenstein’da bulabiliriz. Doğurgandırlar: onlar olmasaydımodern fizikteki devrimler, görelilik ve kuantum mekaniği ve daha sonrapsikoloji, biyoloji, biyokimya ve yüksek enerji fiziğindeki gelişmelerimkansızlaşırdı. Buna rağmen felsefe üzerinde fazla bir etkileriolmamıştır. Örneğin zamanının en put- kırıcı felsefi hareketi neo-pozitivizm bile felsefenin bilgi ve eylemin genel standartlarını sağlamasıgerektiği, bilim ve siyasetin ancak kendini bu standartlara uydurarak birişe yarayabileceği gibi antika bir fikre saplanıp kalmıştı. Kendilerinibilimdeki devrimci keşifler, sanatlardaki ilginç bakış açılan ve siyasettekiönceden kestirilemeyecek gelişmelerin tam ortasında bulan ViyanaÇevresi’nin tavizsiz pirleri küçük, derme çatma bir burca çekildiler.Tarihle bağlantı koptu; bilimsel düşünce ile felsefi spekülasyon arasındakisıkı işbirliği son buldu; ortalığı bilimlere yabancı bir terminoloji ve bilimlealakası olmayan problemler kapladı.

Sonuçta ortaya çıkan bu mektepli felsefe ile onun sözüm ona nesnesini-bilim- karşılaştırarak onun aldatıcı karakterini ortaya koyan ilkdüşünürler Fleck, Polanyi ve sonraları Kuhn oldu. Bir değişiklik olmadı.Felsefeciler tarihe dönmediler. Onlara has bir alamet olan mantıksalpandomimlerine ara vermediler. Tersine bu pandomimi, büyük bir kısmıbağlamından kopartılarak Kuhn’dan alınmış (“paradigma”, “bunalım”,“devrim” gibi) yeni anlamsız hareketlerle daha da zenginleştirdiler.Böylece öğretilerine daha karmaşık bir yapı kazandırmışlardı; ama onunlagerçeklik arasındaki mesafe hâlâ kapanmamıştı. Kuhn öncesi pozitivizmhenüz erginleşmemişti ama ne dediği görece belliydi (pozitivizm fin-canında küçük bir hava kabarcığından başka bir şey olmayan Pop-

Çer de buraya dahildir). Kuhn sonrası pozitivizm hâlâ er- ginleşmemiştiama artık ne dediği de belli değildi.

Kuhn’un meydan okuyuşu karşısında sinmeyen tek bilim felsefecisiImre Lakatos’tu. Kuhn’la onun zemininde, onun silahlarıyla kavgayatutuştu. Pozitivizmin (doğrulamacılık, yanlışlama- cılık) ne bilimleriaydınlattığını ne de onlara araştırmalarında yardımcı olduğunu gösterdi.Ancak işe tarihi karıştırdıkça tüm standartlan görelileştirmek zorundakalacağımızı reddetti. Şöyle buyurdu Lakatos: bu, hayatında ilk kez tümihtişamıyla tarihle yüz yüze gelmiş şaşkın bir akılcının tepkisi olabilirama, aynı malzemeyi baştan sona daha adam akıllı incelediğimizde debilimsel süreçlerin ortak bir yapısı olduğunu ve belli genel kurallara uy-duklarım görüyoruz. Bir bilim teorisi ve daha genel olarak da birakılcılık teorisi kurabiliriz, diyordu, çünkü düşüncenin tarihe girişiyasaya-gelir bir tarzda olmaktadır.

Gerek YK’da gerekse Philosophical Papers'\n 2. Cilt, 10.Bölüm’ünde bu iddiayı çürütmeye çalıştım. Kullandığım usûl kısmensoyut -Lakatos’un tarih yorumunun eleştirisi üzerine kurulmuştur-kısmen de tarihseldi. Aldığım eleştirilerin bazılarında tarihsel örneklerinsöylediklerimi desteklemediği söyleniyor: bunları aşağıda ele alacağım.Ancak eğer ben haklıysam -ki haklı olduğuma eminim- Mach, Einsteinve Bohr’un tutumuna dönmek şarttır. Dolayısıyla da bir bilim teorisiimkansızdır. Elimizde olanlar hepi topu bir araştırma süreci ve onunyanında, araştırma sürecini geliştirme girişimlerine yardımcı olabileceğigibi onları yanlış yönlere de sürükleyebilecek her türden pratik iş görmeusûlleridir. (Bize araştırmamız sırasında yanlış yolda olduğumuzu ne türölçütler söyleyecektir? Eldeki duruma uygun görünen ölçütler.Uygunluğu nasıl belirleyeceğiz? Yapacağımız araştırmayla onu kurarak,oluşturarak: ölçütler yalnızca olay ve süreçleri tartıya vurmaz, çoğu kezbizzat onlar tarafından oluşturulur ve tam da böyle oluşturulmakzorundadır yoksa araştırma hiçbir zaman başlayamazdı: YK, 26.)

Beni ya bilim teorilerine karşı çıktığım ve kendime ait bir teorigeliştirmeyi de reddettiğim için azarlayan ya da “iyi bir bilimin nelerdenmürekkep olduğunun pozitif bir tasvirini” verme konusundakibaşarısızlığıma işaret ederek göreve çağıran çeşitli

eleştirmenlere kısaca cevabım şu: eğer birtakım pratik iş görme usûlleritoplamına “teori” denecekse, elbette benim de bir teorim var -fakat Kant veHegel’in düşsel şatolarından da Carnap ve Popper’in köpek kulübelerindende epeyce farklı bir teori. Öte yandan Mach, Einstein ve Wittgenstein’da otür etkileyici düşünce binaları bulamazsınız, spekülatif güçleriolmadığından değil, bu gücü bir sistem halinde dondurmanın bilimlerin(sanatların, dinin, vs.) sonu anlamına geleceğini kavradıklarından. Ve tar-tışmalarımda doğa bilimlerinin, özellikle de fizik ve astronominin süreklisahneye çıkmasının nedeni, bazı kafası karışık beşeri bilimşampiyonlarının söylediği gibi, “onlarla büyülenmiş” olmamdan değil,konumuzun onlar olmasından: çünkü doğa bilimleri po- zitivistlerin vevesveseli hasımlannm, sevimsiz felsefelerde uzmanlaşmış “eleştirel”akılcıların silahlarıydı, çünkü onlar tam da bu bayların sonunu hazırlayansilahlardı. Ne de ilerlemeden ona inandığım ya da ne anlama geldiğinianlamaya çalıştığım için söz ediyorum (tartışmadaki bir tarafın reductio adabsürdüm'a. başvurması onun absürdüm'dakı öncülleri kabul ediyor olduğuanlamına gelmez: krş. YK, s.27). Bazı eleştirmenlerin bana yamayıpsaldırıya geçmesine neden olan “ne olsa uyar” sloganına gelince: bu banaait bir slogan değil ve YK ve ÖBTB’deki vaka incelemelerini özetlemesigibi bir durum söz konusu değil. Ve yeni bilim teorileri peşinde de değilim,bu tür teori arayışlarının akla yatkın bir girişim olup olmadığım soruyor vebuna olumsuz cevap • veriyorum: bilimleri anlamak ve geliştirmek içinihtiyaç duyduğumuz bilgiyi teorilerden değil ancak bilim pratiğinekatılarak elde edebiliriz. Bu anlamda örnekler, “gerçek bir açıklama”nınbulunmasıyla birlikte kaldırıp atılacak ya da atılması gereken ayrıntılardeğildir -gerçek bir açıklamanın ta kendisidir. Benim açıkça reddettiğimbir inancı -bir bilim ve bilgi teorisi olabileceği inancı- savunaneleştirmenler hikâyemin sadece bir bölümünü okumuş oluyorlar, ve onu danasıl okuyorlarsa, geriye kalan bölümde orada okuduklarıyla çelişik şeylerbuluyorlar. Tabii bu da onları şaşkına çeviriyor.

Bu söylediklerim yukarıdaki sloganı benimseyip onu araştırmayıkolaylaştıran, başarı ihtimalini arttıran bir tespit olarak yorumlayanokurlar için de geçerli. Bu tembel “anarşistler”e iti'

razım, yine niyetimi yanlış anladıklarıdır: “ne olsa uyar” benimsavunduğum bir “ilke” değil, ilke hastası ama aynı zamanda tarihi deciddiye alan bir akılcının kabullenmek zorunda olduğu bir _ “ilke”. Ayrıca,hattâ daha da önemlisi, “nesnel" standartların olmayışı daha az çalışılacağıanlamına gelmez; bilimadamlarının sadece felsefeci ve ileri gelenbilimadamlan tarafından karakteristik bir şekilde bilimsel addedilenbileşenleri değil akla gelebilecek tüm bileşenleri incelemek zorundaoldukları anlamına gelir. Onun için burda bilimadamlan kalkıp, doğruaraştırma yöntem ve standartları zaten elimizde olduğuna göre tüm ya-pacağımız bunları uygulamaktır, diyemezler. Çünkü Mach, Bolt- zman,Einstein ve Bohr’un savunduğu ve benim de YK’da yeniden formüle ettiğimbilim anlayışına göre, bilimadamlan yalnızca başka yerlerden aldıklarıstandartlan doğru uygulamaktan değil, bizzat standartların kendilerinden

sorumludurlar. Hatta mantıksal kurallar bile bu incelemeden muaf değildir,araştırma koşullan bilimadamlarının ellerindeki mantığı değiştirmeye zor-layabilir (kuantum teorisinde bu tür bir durum gündemdedir).

Bir yanda “büyük düşünürlerdin bir yanda da editör, para babası vebilimci kurumların saf tuttuğu iki taraf arasındaki ilişkileri değerlendirirkenbu durum akılda tutulmalıdır. Geleneksel anlayışa göre, aykırı fikirleri olanbilimadamlarının da onların destek için başvurduğu kurumlann dapaylaşıyor olduğu belirli genel düşünceler vardır: her iki kesim de“akılcı”dır. Finansman arayışındaki bilimadamının yapıp yapacağı tüm şey,gidip araştırmasının, taşıdığı yenilikler yanında, bu genel düşüncelerle uyumiçinde olduğunu göstermektir. Benim savunduğum anlayışa göre isebilimadamlan ve onlann yargıçları önce belli bir ortak zemin tesisetmelidirler -artık beylik sloganlara daha fazla güvenemezler (alışverişleri“özgür”dür, “güdümlü” değil: krş. ÖBTB, s.29).

Böyle bir durumda “anarşist” bilimadamının daha fazla özgürlük talebianlayış gücünü belirli kurallara bağlı olmaksızın açık bir alışveriş içindegeliştirme talebi olarak da yorumlanabilir, herhangi bir sınavdangeçmeksizin kabul görme talebi olarak da. İkinci talep, YK ve ÖBTB’ninsaptamaları ışığında, bilim tarihinde bir zaman saçma olarak görülmüşfikirlerin bile sonuçta ilerlemeye yol

açtığına işaret ederek daha da haklı gösterilebilir. Ancak bu argümanyargıç, editör ya da para babalarının da aynı gerekçeleri kullanabileceğinigözden kaçırır: onlar da mevcut statükonun da ilerlemeye yol açtığını vestatükocuların kullandığı yöntemlerin de “ne olsa uyar” kapsamınagirdiğini öne sürebilirler. O yüzden kendini beğenmişliği ve muğlakgenellemeleri bir yana bırakıp daha öte bir şeyler söyleyebilmekgerekiyor.

Vaka incelemeleri bilimsel başkaldırıların bu adımı attığını gösteriyor.Örneğin Galile yakınmakla yetinmez, elindeki tüm araçlarla muhalifleriniikna etmeye çalışır. Bu araçlar çoğu kez ortalıktaki standart meslekiusûllerden farklıdır, hattâ sağduyu ile çatıştıkları olur -işte Galile’ninaraştırma sürecindeki anarşik öge; fakat tüm bunların, sağduyu şartlarındaifade edilmesi mümkün, kendine göre birtakım gerekçeleri vardır vezaman zaman da başarılı olmuşlardır. Ve unutmayalım ki bilimin tamolarak demokratikleştirilmesi kendi kendine gelin güvey olan Büyük Dü-şünce kaşiflerinin işini epeyce zorlaştıracak ve onları bilim ve araştırma ileonlar kadar ilgili olmayan insanları bile muhatap almak zorundabırakacaktır. Bu şartlar altında şu özgürlük-aşığı “anarşist”imiz neyapacak? Hasımları artık nefret kodamanlar değil de çok sevgili özgüryurttaşlar olduğu zaman, ne yapacak?

E. VAKA İNCELEMELERİ

Bu başlıkta esas olarak, yaptığım Galile değerlendirmesine yönelikitirazları ele alacağım. Fakat tekrar hatırlatmak isterim ki ben Galile’ninkullandığı usûlleri değil -ki bunlar, yukarda Kesim B’de bahsettiğimizgibi, bilimsel pratiğin yaratıcılığı konusunda mükemmel örneklerdir- birazdaha iyi bir tarih bilgisiyle işletildiğinde bu usûlleri “akıldışı” diyereddetmek zorunda kalacak felsefi teorileri eleştiriyorum. Bu teorilerçerçevesinde değerlendirildiğinde Galile hem akıldışı davranmış biridirhem de gelmiş geçmiş en büyük bilimadamı-filozoflardandır.

Gunnar Andersson’a göre Galile vakası, “haddinden fazla basit ve 344

naif bir yanlışlamacıhk” için bir tehlike oluşturabilir -fakat gerek teorileringerekse gözlemlerin yanılabilir olduğunu kabul eden bir felsefe için hiçbirsorun yaratmaz. Yine Andersson’a göre benim 'Galile’nin varsayımlarınıyorumlayış şeklim Popper’in ad hoc hipotez tanımını anlamadığımı dagösteriyormuş. Ad hoc hipotezler, diyor Andersson, yalnızca birtakım özelsonuçları açıklamak için ortaya atılmaz, ayrıca dahil oldukları sisteminyanlışlanma derecesini de düşürürler.

Galile’nin varsayımlarının işlevi tam da böyle bir şeydir. Galile’ninhareket açıklaması Kule Argümanını1 Kopemik’i çürüten bir örnek olmaktançıkarıp tersine onu doğrulayan bir örnek haline soktu ve eski Aristotelesçidinamiğin içeriğini daralttı (YK, s.99 vd.). Aristoteles dinamiği (Fizik i, ii.vi ve viii. kitaplarda açıklanır) genel bir tarzda yer değiştirme, oluş, bozuluş,niteliksel değişim (Aristoteles’in çok sık verdiği bir örnekle donanımlı, bil-gili bir öğretmenden cahil bir öğrenciye bilgi aktarımı gibi), artış ve azalışgibi çok çeşitli değişim biçimlerini ele alır. Şu tür teoremler kullanır: herharekette onu önceleyen başka bir hareket vardır; en üstte kendisi hareketsizolan bir nedenin başlattığı sabit (açısal) hızlı bir ilk (primary) hareketin,altında da ondan kollara ayrılan çeşitli hareketlerin bulunduğu bir harekethiyerarşisi vardır; hareket eden bir nesnenin net bir uzunluğu yoktur -birnesneye net bir uzunluk atfetmek onun hareketsiz olduğum varsaymakdemektir, vb. İlk teorem dünyanın yasaya-geiir bir varlık olduğuvarsayılarak ispatlanır. (Bu ispat bugün, evrenin doğuşuyla ilgili BüyükPatlama teorisine ya da Wigner’in dalga paketini indirgeme işlemininbilinçte olup biten bir şey olduğu yolundaki düşüncesine karşı »hâlâkullanılabilir.) Aristoteles’in süreklilik anlayışına dayanan son teoremkuantum teorisinin temel fikirlerini haber verir (ayrıntılar için krş. VIII.Bölüm).

1. Kule Argümanına göre (YK, 7. Bölüm), bir kuleden yere bırakılan taş, yerin hareketinedeniyle normal olarak düşmesi gereken yerden daha geride bir noktaya düşecektir. Oysaböyle bir şey olmaz, öyleyse yer hareketsizdir. Argüman, etkileyen herhangi bir kuvvetolmazsa bir nesnenin hareketsiz kalacağını (ha- reketsizleşeceğini) varsayar (Aristoteles’ineylemsizlik yasast). Tartışmanın yapıldığı dönemde varsayım doğrulanmıştır. KopernikDevrimi'nden sonra epey bir süre daha sinek yumurtaları, bakteri ve virüslerin varlığınıkanıtlamakta kullanılmıştır.

Aristoteles’in hareket teorisi tutarlı bir teoridir ve büyük ölçüdedoğrulanmıştır. Fizik (elektrik -krş. J.L. Heilbron, Electricity in the 17th

and 18th Centuries, University of California Press 1979), fizyoloji,biyoloji ve epidemiyolojide [salgın hastalıklarla uğraşan bilim dalı-ç.n.] ta19. yüzyıl sonlarına kadar yeni yeni araştırmacıları heyecanlandırmayadevam edecek ve günümüzde de anlamlı bir teori olarak yerinikoruyacaktır: 17. ve 18. yüzyılın mekanik yaklaşımları ve onların modernversiyonları kendi favori süreçleriyle, yani yer değiştirmeyle bile başaçıkmakta aciz kalırlar (krş. Bohm ve Prigogine’in eserleri ve elinizdekikitabın VIII. Bölüm’ü). Peki Galile ne yaptı? İçinde zaten eylemsizlik ya-saları (etkide bulunan bir kuvvet olmadığı zamanki durumu tarif ederler)ve kuvvet yasaları (kuvvetlerin hareketleri nasıl etkilediğini tarif ederler)gibi bir ayrım da bulunduran bu karmaşık ve ayrıntılardan örülü teoriyi,kendi doğrulanmamış eylemsizlik yasası ile değiştirdi, bunu yalnızca yerdeğiştirme hareketine uyguladı ve “bir bütün olarak sistemin yanlışlanmaderecesini çok büyük oranda düşürdü”.

Ancak gözlem cümlelerinin yanlışlanabilirliği konusunda durumşöyledir. Andersson’un savunduğu “felsefe”, eleştirel akılcılık yabilimadamlarına rehberlik eden verimli bir bakış açısıdır ya da önümüzeçıkan her usûlle bağdaştırılabilecek bir laf salatası. Popperciler ilkinindoğru olduğunu söylerler (Neurath’ın herhangi bir cümlenin mümkünherhangi bir gerekçeyle yanlış olduğunun gösterilebileceği iddiasınınreddi). Bir teoriyi çürütebilecek temel cümlelerin yüksek derecededoğrulanmış olması zorunluluğu üzerinde bu kadar ısrar etmelerininnedeni budur. Galile’nin teleskopla yaptığı gözlemler yüksek derecededoğrulanmış olma talebini karşılamıyordu: kendi içlerinde çelişiktiler,isteyen herkes tarafından tekrar edilemiyorlardı, tekrarlamaya kalkanlar(Kepler) değişik sonuçlara varıyorlardı ve teleskoptaki “hayaligörüntüleri” hakiki görüngülerden ayıracak bir teori yoktu (Andersson’unsözünü ettiği fiziksel optik burda bir işe yaramaz; tartışma konusu temelcümleler ışık ışınlan hakkında değil görsel lekelerin konumu, rengi veyapısı hakkındadır ve bu ikisi arasında paralellikler kuran o çok yaygınhipotezin kolaylıkla yanlış olduğu gösterilebilir: krş. YK, s. 137). Oyüzden

Galile’nin temel cümleleri fazla doğrulanmamış cesur hipotezlerdir.Andersson bunu kabul eder -doğrulayıcı kanıtın (ve Lakatos’un omükemmel deyimiyle gereken mihenk taşı teorilerin) bulunması, der,zaman alır. Eleştirel akılcılığın yukarda sözü edilen ilk yorumu, araştırmasırasında bu cümlelerin hiçbir çürütme gücü olmadığını öne sürer. Eğerbuna rağmen birisi kalkıp, örneğin Andersson gibi, Galile yaptığıgözlemlerle mevcut yaygm görüşleri çürüttü, derse, ilk yorumu bırakıp,temel cümleleri akla gelebilecek her şekilde kullanılabilir kılan ikinci yo-ruma geçmiş olur, yani laf salatasına. Bu salata hâlâ eleştireldir -amaiçeriği uçmuştur.

Geldik Science dergisinde iki yazı halinde yayımlanmış (2 Mayıs ve 10Ekim 1980) T.A. Whitaker’in eleştirilerine. Whitaker biri tahta kalıplarla(bunlardan YK’de bahsetmiştim) diğeri bakır klişelerle yapılan iki tip ayresmi olduğuna işaret ederek, bakır klişe resimlerin (modern bir bakışaçısıyla daha doğru resimlerdir bunlar) Galile’nin benim sandığımdan dahaiyi bir ay gözlemcisi olduğunu gösterdiğini söylüyor.

Her şeyden önce Galile’nin gözlem yeteneğinden hiç kuşkuduymadığımı belirtmeliyim. “Galile astronomi konusunda büyük birgözlemci değildi; ya da teleskopla yaptığı birçok heyecanlı gözlem bir süreonun ustalığını ya da eleştirel zekâsını bulanıklaştırmıştı”, diyen R. Wolf’uşöyle cevaplıyorum (YK, s. 129),

bu iddia pekâlâ doğru da olabilir (Galile’nin başka yerlerde tanık ol-duğumuz gözlem gücünü hatırlayarak daha çok bundan kuşku duymaeğiliminde olsam da). Fakat içerik olarak çok zayıf bir iddia ve be-lirtmeliyin! ki, pek ilginç de değil . . . Ancak ortaya yeni önerilerinçıkmasına yol açan ve bize Galile döneminde durumun ne kadar kar-maşık olduğunu gösteren başka hipotezler var.

Daha sonra bu türde iki hipotezden bahsediyorum: biri o döneminteleskopla görme biçiminin Özelliklerinden söz eden, diğeri algıların, yaniçıplak gözle görünen şeylerin (görsel astronomi ve resim, şiir, vb.tarihlerinin bir araya getirilmesiyle keş- fedilebilecek) bir tarihi olduğuvarsayımını dikkate alan.

İkinci olarak, bakır klişe resimlere başvurmak, Galile’nin (aylailgili) gözlemleri konusunda tüm şüpheleri ortadan kaldırmayayetmiyor. Galile’nin bu tür resimlerden başka sözel tasvirleri demevcut. Örneğin, “Niçin ay büyüme evresindeyken batıya bakan dışçevresinde, küçülme evresindeyken doğuya bakan diğer kavislikenarında ve dolunay halindeyken tüm çevresinde engebeli, pürüzlü vedalgalı bir yapı göremiyoruz? Niye tam yuvarlak ve dairesel birgörüntüsü var?”, diye sorar (krş. YK, s. 127). Kepler buna çıplak gözleyapılabilecek gözlemleri temel alarak cevap verir (krş. YK, s. 127,Dipnot 24): “Dolunay zamanında aya dikkatlice bakacak olursan, tambir yuvarlak gibi görünmediğini görürsün” ve Galile’nin sorusunu şöylecevaplar: “bu konu hakkında ya da dile getirdiğin sorunun ortalıktakiyaygın kanılarla beslenmiş bir soru olup olmadığı üzerinde, kimuhtemelen durum budur, ne kadar dikkatlice düşünmüş olduğunubilemiyorum. Çünkü . . . ben dolunay zamanı bu dış hatlarda birtakımengebeler olduğunu net bir şekilde ifade ettim. Konuyu bir daha inceleve bize ayın nasıl göründüğünü anlat.”

Üçüncü olarak, bu küçük alışveriş Galile dönemindeki gözlemsorunlarını Galile’nin gözlemlerinin bizim meseleye bakışımızla uyumiçinde olduğunu göstererek çözemeyeceğimizi ortaya koyuyor.Galile’nin nasıl bir gelişim gösterdiğini, “akılcı” mı yoksa bilimselyöntemin önemli kurallarım çiğneyen birisi mi olduğunu anlamakistiyorsak, onun başarı ve iddialarını o vakit henüz bilinmeyengelecekteki bir durumla değil, kendi çevresiyle karşılaştırmakzorundayız. Eğer ortaya Galile’nin saptadığı görüngülerin başka hiçkimse tarafından doğrulanmadığı ve o dönemde bir araştırma cihazıolarak teleskopa güvenmek için hiçbir gerekçe bulunmadığı, hattâtersini söyleyebilecek hem teorik hem de gözlemsel çeşitli gerekçelerbulunduğu çıkıyorsa; bizim bağımsız bir doğrulamadan yoksun veşaibeli yöntemlerle varılmış herhangi bir deneysel sonucun peşinibırakmamamız nasıl bilimsel olmayan bir tutumsa, Galile’nin sözkonusu görüngülerin peşini bırakmaması da o kadar bilimsel olmayanbir tutumdur -burada onun gözlemlerinin bizimkilere ne kadar yakın ol-duğunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü burada tartıştığımız (ve YK veÖBTB’de eleştirilen) anlamda bilimsel olmak demek, muh-

temel bilgilere göre değil, mevcut bilgilere göre davranmak demektir.Ben tahta kalıp resimlerden Galile’nin çağdaşlarının tepkilerini ortaya

çıkarmakta yararlandım. Yine dikkat buyurun, bu ' tahta kalıp resimler modernay resimlerinden farklıdır, öyleyse Galile berbat bir bilimadamıdır, demeyefilan kalkmadım -böyle bir iddia az önce ifade ettiğimiz düşüncelerle çelişirdi.Benim varsayımım daha çok şöyle bir şeydi: ay çıplak gözle tahta kalıp re-simlerdekinden farklı görünür, ve Galıle’nin çağdaşları için de böyle olmuşolabilir ve onlardan bazıları bu tür çıplak gözle yaptıkları gözlemleredayanarak Sidereus Nuncius'u eleştirmiş olabilirler. Tahta kalıp resimler bukitabın çoğu basımında yer aldığı için, bu varsayım hâlâ bir işe yarayabilir.Peki, oyma klişe resimler için de geçerli mi bu? Kepler’in eleştirisiningösterdiği gibi, evet.

Dahası teleskopun herkes tarafından aynı şekilde, olgu sağlayan güvenilirbir âlet olarak görülmemesi için birçok neden vardı (bunlardan bazıları,ampirik ve teorik, YK’da sunulmuştur). Whitaker’in ikinci yazıda önesürdüğü, modern ay resimleriyle karşılaştırıldığında Galile’nin ay resimlerininoldukça mükemmel şeyler olduğu yolundaki iddiasının bu tartışmayla hiçbiralakası yoktur.

John Worral bana ‘“teorik olgular' teoriye bağlıdır” türünde doğruluğukendinden menkul şeyler söyleyen “tasdikçibaşı” bir tutum yakıştırdığı gibi,‘“olgu’yu son derece yüksek bir teorik düzeyde alan” argümanlar dakurduruyor. Bu meseleleri incelediğim yazıda (şimdi Philosophical Papers, 1.Cilt, 2. Bölüm’de yeniden basıldı) ben tam olarak '"tüm olgular yalnızcateori-yüklii değil, teoriktir” (ya da formel bir üslûpla, “mantıksal olaraksöylenirse tüm terimler ‘teorik’tir” -a.g.e., s.32. Dipnot 22), diyorum. Ayrıcabu iddiayı tartışıyor ve niçin, Worral’m aklından geçirdiğini sandığım seçenekdahil diğer tüm seçeneklerden daha iyi olduğunu gösteriyorum. Worrarmyakınmaları hiçbir yerde ne bu yaklaşıma ne bu argümanlara temas etmiyor.

John Worrarm açmazları Poppercilerin ııaif bir ampirizmin

pek ötesine geçemediklerini gösteriyor. Worral ampirik olgularla teorikolguları ayırma arzusunda ama bunu nasıl yapacağını bilemiyor. Kimizaman psikolojik bir yol tutuyor, yani belli bir alanda tüm uzmanlarcakabul edilen olgular ve daha şaibeli, tartışmalı olgular ayrımına gidiyor.Carnap’la (Testability of Meaning' de) benim (yukarda adı geçenyazının 2. Kesimi’nde), Wor- ral’dan önce ve daha açık bir tarzdayaptığımız bir şey bu. Kimi zaman da olgular üzerinde anlaşmanınpsikolojinin sınırlarını aştığını ve bizzat olguların kendisindetemellendiğini varsayar gibi oluyor: teorinin işgali teorik olgularaoranla ampirik olgularda daha zayıftır, İkincilerin bir “ampirikçekirdeği” vardır. Neurath, Carnap ve ben bunun böyle göründüğünüsöylerdik: Eski Yunanlılar tanrılarını doğrudan algılıyorlardı -bugörüngü herhangi bir teorik öğe içermiyordu-, fakat filologlar bunlarıngerisinde karmaşık bir ideoloji yattığını ortaya çıkardılar ve çok sıradanilahi “olgular”m bile nasıl son derece karmaşık bir yapı tarafındankurulmuş olduğunu gösterdiler (YK, 17. Bölüm). Klasik fizikçiler -vehalihazırda bizler- çevreyi gözlemci ve gözlenen nesne arasındakiilişkiyi dikkate almayan bir dille tarif ederler (bizler çevremizdedurağan ve değişmez şeyler olduğunu varsayar, deneyimlerimizi onlarüzerine kurarız), fakat görelilik ve kuantum teorisi bize bu dilin, bualgılama tarzının ve bu tür bir deney yürütme biçiminin gerisindebirtakım kozmolojik varsayımlar bulunduğunu gösterdi. Bu varsayımlaraçıkça formüle edilmemiştir -bundan dolayıdır ki onlara fazla dikkatetmez ve ampirik “olgu” der geçeriz- ama tüm görüngülerin altındayatıyorlardır: ampirik gibi görünen “olgular” baştan sona ve tamanlamıyla teoriktir. Fakat yine de sık sık alternatif görüşler arasındabirer yargı makamı gibi işlev görürler.

Worral yargıçların nötr olması gerektiğini (dolayısıyla sağlam birampirik “çekirdeğe” ihtiyaç olduğunu) varsayar -demek ki çeşitliteorileri gözden geçirmek, sınamak üzere olgulara başvuranbilimadamlarının bu çalışmalarının seyri içinde onları de-ğiştirmediğini kabul eder. Bunun yanlışlığı kolaylıkla gösterilebilir.Görelilikçiler ve esir teorisyenleri -gözlem planında dahi- farklı farklıolgulara sahiptir. Görelikçiler için gözlemsel kütle, uzunluk ya dazaman aralıkları dört-boyutlu yapıların be-

' lirli referans sistemlerime yansıtılmasından ibarettir (krş. Witt ve deWitt içinde Synge, Relativity, Groups and Topology, New York 1964),oysa “mutlakçılar” onları fiziksel nesnelere içkin özellikler olarak görür.Görelikçiler (klasik olguları ifade etmek üzere tasarlanmış) klasiktanımlamaların zaman zaman, görelilik kapsamına düşen olgularhakkında bilgi aktarmakta kullanılabileceğini kabul eder ve uygungördükleri koşullarda onlardan yararlanırlar. Fakat bu, söz konusuolguların klasik yt>- rumlarmı kabul ettikleri anlamına gelmez. Tersine,tutumları, cin, şeytan ve melek gibi varlıklar özerine kurulu birontolojiyi kabul etmediği halde, bu tür varlıklar tarafından elegeçirildiğini iddia eden hastasıyla aynı dille, hastasının diliyle konuşanbir psikiyatrisen tutumuna çok yakındır: bilimsel tartışmalar dahil gün-delik konuşma şeklimiz Worral’m sandığından çok daha elastiktir.

Worral’a göre Galile, kule argümanım şu şekilde tesirsiz halegetirmiştir: Hareketli yer düşüncesi Aristotelesçi hareket teorisiylebirlikte ele alındığında (ki bu teoriye göre bir nesne etkiyen herhangi birkuvvet yoksa hareketsiz hale geçer), yerin hareketi kuleden bırakılan taşile kule arasındaki mesafeyi arttırır sonucuna çıkarız. Oysa taş, kuledenuzaklaşmaz. Worral’m Galile’si bu yüzden, “deney Kopernik'i değil,daha karmaşık bir teorik sistemi çürütür”, der ve bu sistemin bir parçasıolan Aristoteles dinamiğinin yerine kendi eylemsizlik ilkesini koyar.Burada Worral, Duhem’in teori-değişimi analizi çerçevesinde hareketediyor. Daha da ilginci, yanlış önermenin (taş kuleden uzaklaşır) yerindöndüğü varsayımının zorunlu bir sonucu olduğunu sanan Kopernikkarşıtlarının “mantıksal hatasını” düzeltiyor. John Worral’m dedikleriözetle böyle.

Bir kere Kopernik karşıtlan şu sözüm ona “mantıksal hata”ya hiç mihiç düşmediler. İyi birer Aristoteles mantıkçısı olarak bir çıkarsamanınen az iki öncüle ihtiyaç duyduğunu çok iyi biliyorlardı. Hattâ bunlarıaçıkça ifade de etmişlerdir, fakat yan- lışlama okunu yalnızca bir öncüle-yerin hareketi öncülü- yöneltmişlerdir, çünkü diğeri hem teorik olarakakla yatkın ve yüksek derecede doğrulanmış bir öncüldü hem de tartışmakonusu değildi (krş. Duhem’in basit yanlışlanabilirliğe karşı argümanı

üzerine Popper’in görüşleri). İkincisi, Aristoteles’in eylemsizlikyasasının değiştirilmesi Galile’nin yaptığı değişiklikler arasında sadecebir tanesiydi. Aristotelesçi yasa mutlak hareketi tanımlıyordu -ve kuleargümanı da (taşın kuleden öngörülen uzaklaşması kuşkusuz göreli birdeğişimdir, fakat burada tartışılan Galile’nin neyi değiştirdiğidir, budeğişikliği nasıl gerekçelendirdiği değil). Eğer yeni bir “yardımcıhipotez” formüle edilecekse, o hipotez de mutlak hareketleri kullanmakzorundadır: bir çeşit impetus teorisi olmalıdır bu. Fakat Galile giderekbir kinematik gö- relikçisi haline geldi (YK, s.78, Dipnot 10; s.96,Dipnot 15). Onun yardımcı hipotezi, impetus olmaksızın iş görmekzorundaydı. O nedenle Galile eldeki kavramsal sistemde, diğeryönlerine hiç dokunmadan (yer ya da güneş çevresinde mutlak hareket,fakat merkez yönünde doğrusal değil) bir hipotezi değiştirdi, bir;sistemin kavramlarım değiştirdi -yeni bir dünya görüşü formüle etti(daha önce başkaları tarafından hazırlanmış), iki. İlk süreç Duhem'inprojesiyle açıklanabilir ama İkincisi hayır.

Worral benim teorilerin çoğulluğunu tartışırken Brown hareketinikullanış tarzımı da eleştiriyor. Bu eleştiri (Philosophical Papers, 2. Cilt,5. Bölüm’de tarif ettiğim türde) salt felsefi bir yaklaşımın mahzurlarınıgösteren kusursuz bir örnek, onun için her türlü ilgiyi hak ediyor.

YK, 3. Bölüm’de Brown hareketinin fenomenolojik termodinamiğinikinci yasasıyla ancak kinetik teorisiyle -ki bu teori de aynı yasaylaçelişir- analiz edildiğinde çeliştiğini göstermiştim. Worral argümanımıanlamadığını söylüyor. Buraya kadar iyi. Birçok insanın anlamadığışeyler vardır. Sonra, argümanı anlamak için onu aşina olduğu bir türkırma mantığa çeviriyor. Buna da itirazım yok: bir argümanıanlamıyorsam onu kendi anlayacağım dilde yeniden ifade etmeyeçalışırım. Ama Worral burada da durmuyor ve niye argümanımı dahaen başından onun dilinde formüle etmediğimden şikayetleniyor. Fakatbu argüman ona yazdığım özel bir mektupta geçmiyor ki, teorik bir-ciliği savunan fizikçilere yönelik genel bir metin -ve bu fizikçiler onumükemmelen anlamış görünüyor. Worral sırf dışarda bırakılmışolmasına itiraz etmiyor, ayrıca kendi anladığı dilin var olan yegânekabul edilebilir dil olduğunu varsayıyor. Çevirisinin

çıktığı abuk sabuk yerlerden anlaşılacağı üzere (örneğin Wor- ral’m kanıtnosyonu bilinmeyen kanıtlardan ya da hem aslında bir kanıt hem de çokiyi biliniyor olmasına rağmen kanıt oldukları ' fark edilmeyen olaylardansöz edebilmeyi imkânsızlaştırır), işte bunda kesinlikle yanılıyor. Anadilinibelirli olgu bağlamlarım ifade edecek kadar iyi bilmeyen birisi gibi,kendindeki boşlukları benim argümanıma yansıtıyor ve sonra da onuntutarsızlığını gösterdiğini iddia ediyor. Ne yapabilirim, ben de kullandığıkırma mantıktan daha iyi diller bulunduğunu söylemekle yetineceğim. Butür bir dil yardımıyla argümanım şöyle ifade edilebilir.

Elimizde bir T teorisi olsun (kastettiğim tam bir kompleks sistem: teoriartı temel koşullar artı yardımcı hipotezler artı vs.). Diyelim ki T, (C)meydana gelecek diyor. Ama (C) değil (C’) meydana geliyor. Varsayalımki bunun böyle olduğu bilinseydi T çürütülmüş olacak ve (C’) de çürütücükanıt sayılacaktı (dikkat edilirse olgular ve cümleler arasında bir ayrımyapmıyorum; argümanın hiçbir aşaması böyle bir ayrım üzerinetemellenmiyor; ve hiçbir âklı başında kimse onun yokluğundan dolayı birkarışıklığa düşmeyecek). Yine varsayalım ki (C) ve (C’)’nü doğrudanbirbirinden ayırdetmemizi engelleyen birtakım doğa yasaları var:aralarındaki farkı bize gösterecek hiçbir deney mevcut değil. Son olarak da(C’)’nü ancak dolambaçlı bir yolla belirleyebildiğimizi varsayalım:(C)’nin bulunduğu bir ortamda meydana gelmeyen ama (C’)'nünbulunduğu bir ortamda meydana gelen ve başka bir (T’) teorisinin postüleettiği özel etkiler yardımıyla. Bir örnekle diyelim (C’), M gibi birmakrosüreci te- tikliyor olsun (Worral “tetikliyor” sözcüğünü anlamaktagüçlük çekiyor: herhangi bir sözlük onu bu sıkıntıdan kurtarabilir). Budurumda (T’) bize (T)’ye karşı ancak tek başına T ve (T)’ye bağlıdeneylerle keşfedilemeyecek kanıtlar vermektedir: Tanrı için M ya da (C’)(T)’ye karşı kanıtlardır; ancak biz insanlar bu olguyu tahkik etmek için(T’)’ne ihtiyaç duyarız.

Brown hareketi işte tarif ettiğim bu duruma uyan somut bir örnektir:(C) fenomenolojik termodinamiğe göre ısıl dengede bulunan uyarılmamışbir ortamdaki süreçlerdir; (C’) ise kinetik teorinin böyle bir ortamda tespitettiği süreçlerdir. (C) ve (C’) deneysel olarak birbirinden ayırdedilemezler,çünkü ısı öl-

çümünde kullanılacak herhangi bir cihaz bu özel durumda tam da cihazınortaya çıkaracağı düşünülen dalgalanmaları bünyesinde taşıyordur, MBrown parçacığının hareketi, (T’) de kinetik teoridir. Galile Örneğindekigibi, bir yardımcı hipotezin diğer bir yardımcı hipotezle değiştirildiğini vebu arada birtakım güçlüklerin de ortadan kalktığını söyleyerek bu örneğide itiş kakış Duhem modeline sokabiliriz. Ancak dikkat edilirse,örneğimizde güçlük hipotez değişikliğine yol açmıyor, tersine değişiklikbizim güçlüğü bulmamıza yardımcı oluyor -ve işin bu yönü Worral’inanalizinde gözden kayboluyor.

*

Daha genel itirazlara geçelim. lan Hacking’e tüm kalbimle katılıyorum,bilimler benim ilk yazılarımda ve YK’nm bazı bölümlerinde sandığımdandaha karmaşık ve çok yönlüdür. O dönemlerde gerek bilimin Öğelerigerekse onlar arasındaki ilişkiler konusunda kolaycı görüşler taşıyordum.Evet bilimde teoriler vardır -ama ne bu teoriler filimin yegânebileşenleridir ne de onları cümleler ya da başka mantıksal kendiliklercinsinden dört dörtlük çözümlemek mümkündür. Evet bu yönde çeşitliaksiyomatik for- mülasyonlar var ve kimi bilimsel düşünceler kesin birşekilde tanımlanabiliyor, doğrudur; bilimadamlan araştırma yaparkenzaman zaman burada verilmiş emeklerin vargılarına dayanırlar, bu da doğ-rudur. Ancak bu vargıları, basit mantıksal modellerle kendinden geçmişfelsefecilerin muhtemelen kalbine indirecek bir tarzda farklı alanlara aitaksiyomları birleştirerek, oldukça gevşek bir şekilde kullanırlar. Zatenbugün mantığın kendisi de her türlü formalizasyonun serbestçe kullanıldığıve “antropolojik” kayıt ve düşüncelerin (sonluluk inancı) önemli bir roloynadığı bir aşamaya girdi. Bilimsel girişim şimdi bir bütün olarak, eskimantıkçıların ve bir zamanlar bilim felsefecilerinin (aralarında benim debulunduğum) sandığından çok daha fazla sanatlara yakın görünüyor(konunun bu yönü için krş. benim Wissenschaft als Kunst, Frankfurt 1984).

Bir bilimin o bilime ait teorilerin açık özellikleri ve gözlemseltespitlerle özdeşleştirilemeyeceği yönünde ilk kuşkularım 1950’deWittgenstein’m Philosophical Investigations’mm henüz basılmamışmetnini okuduğumda belirmişti. Fakat bu kuşkulan hâlâ soyut

olarak, kavramsal sorunlar cinsinden dile getiriyordum (kıyaslananı azlık;açıklama teorisindeki '‘öznel” Öğeler). YK, 17. Bölüm üzerinde çalışmayabaşladıktan bir süre sonra gerek bilimlerde gerekse bilim felsefesindesoyut usûller kullanmanın doğru olup olmadığını sorgulama noktasınageldim. Bu noktada üç kitaptan çok şey öğrendim: Barbara Feyerabend’intavsiyesiyle okuduğum, Bruno Snell’in muhteşem Discovery of Mind'v,Heinrich Schaefer’in tartıştığımız konuyla smırlanamayacak bir değeresahip Principles of Egyptian Arf\\ Vasco Ronchi’nin Optics, the Science ofVision* u). Bugün bunlara Panofsky’nin sanat tarihi üzerine yazılarını(özellikle çığır açıcı incelemesi Die Perspective als Symbolische Form) veAlois Riegl’in, sanatsal görecilik öğretisini sade bir şekilde ama güçlüargümanlarla açıklayan Spdtrömische Kunstindustrie adlı eserini ilaveetmek isterim. Bu argümanları bilimlere yaygınlaştırmak için yapmamgereken tüm iş bilimadammın da sanat eseri ürettiğini kavramaktı -aradakifark bilimadamının malzemesinin boya, mermer, metal ya da melodik sesdeğil düşünce olmasmdaydı.

Düşünce planında ise, göreli olarak soyut gelenekler ve tarihselgelenekler diye adlandırdığım iki tür geleneği biribirinden ayırarakpozitivizmden uzaklaşmaya başladım (ayrıntılar için bkz. Philosophical

Papers, 2. Cilt, 1. Bölüm; Wissenchaft als Kunsr.; ayrıca bu kitabın IH.Bölüm’ü). Bu gelenekler çeşitli şekillerde karakterize edilebilir.Aralarındaki çok yararlı bir başlangıç noktası olarak düşündüğümfarklardan biri bu iki geleneğin kendi konularım (insanlar, fikirler, tanrılar,madde, evren, toplumlar -vb.) ele alış tarzlarıdır.

Soyut gelenekler cümleler formüle eder. Bu cümleler belli kurallaratabidir (mantık kuralları; test kuralları; tartışma kuralları - vb.) ve olaylarancak bu kurallara uygun olarak cümlelerde değişikliklere yol açarlar.Böylece cümlelerle taşman malûmatın ya da onlarda içerilen “bilgi”nin“nesnelliğinin” güvenceye alındığı söylenir. Tanımlanan konunun/nesnenintek bir örneğini bile görmeden bu cümleleri anlamak, eleştirmek ya dageliştirmek mümkündür (örneğin temel parçacık fiziği; davranışpsikolojisi; hayatlarında tek bir köpek ya da fahişe görmemiş insanlartarafından yürütülebilecek moleküler biyoloji).

Tarihsel geleneklerin üyeleri de cümleler kullanırlar, fakat söyleyiştarzları çok farklıdır. Adeta nesnelerinin/konularının kendilerinin bir dilivarmış da onlar da bunu öğrenmeye çalışıyormuş gibidirler. Ve o dili dilteorileri üzerinden değil, tıpkı küçük ço> cukların dünyayla aşinalıkkurması gibi, o nesnenin/konunun dünyasına garkolarak öğrenmeyeçalışırlar. Soyut yaklaşımdaki nesnel doğruluk gibi kategoriler hemnesnelerin hem de gözlemcilerin hususiyetlerini yansıtan bu tür bir sürecita- rifleyemez (yerine göre acımasız yerine göre üzgün bir gülümsemeolarak görülebilecek bir gülüşün “nesnel varlığından” bahsetmenin biranlamı yoktur).

Soyut ve tarihsel gelenekler Batı düşünce tarihinin ta başlangıcındanberi birbiriyle mücadele içinde olmuştur. İlk kez “felsefe ile şiir arasındakikadim savaş”ta karşı karşıya gelir (Platon, Devlet, 607b -bkz. elinizdekikitabın HI. Bölüm’ü) ve tıpta devam ederler. Tıp alanında Empedokles’inteorik yaklaşımı ve Element- hekimleri Ancient Medicine'm yazantarafından eleştirilir (ayrıntılar için bkz. I. Bölüm, Kesim F ve VI. Bölüm,Kesim A). Aynı uzlaşmaz karşıtlık Thukydides’in Herodot eleştirisine dedamgasını vurur ve günümüze kadar devam eder -psikolojide (davranışçıyöntemlere karşı “verstehende” yöntemleri), biyolojide (molekülerbiyolojiye karşı niteliksel biyolojik araştırma biçimleri), tıpta (“bilimsel”tıbba karşı tüm çeşitleriyle şifa ve sağaltma biçimleri), ekolojide ve hattâmatematikte (ilk kez Poincare tarafından önerilmiş terimlerle söylersek,Kantorculuğa karşı konstrüktivizm). Soyut gelenekler bunalım ve devrimdönemlerinde birer tarihsel geleneğe dönüşürler; bu da benim iyi biliminkitabi anlamda bir bilim değil bir sanat ya da beşeri bilim ol duğuyolundaki tezimi destekliyor. lan Hacking’in deneysel usûller hakkındakianalizi bilimsel araştırmanın sanat-veçhesinin mükemmel bir gösterimidir.

Alan Musgrave antik astronomideki araçsalcı geleneğin Duhem’indüşündüğünden çok daha zayıf olduğunu gösteriyor. Ama modern bilimselgerçekçiliğin niteliklere ve niteliksel yasalara dayalı bir araçsalcılıkkullandığını söylemeyi unutmuş: gerçekçiler, bilim kapsamına girmediğihalde bize bilime katkıda bulunma imkanı veren niteliklerin araştırmamızıyanlış yönlere sevk

etmeyeceğini veri kabul ederler. Zihin-gövde sorununu yaratmış amahiçbir çözüm getirememiş modern bilim ta en temelinde araçsalcıhktanyararlanır -ve bunu saklamaz (örneğin kuantum fiziği ölçme teorisinde).Musgrave, yazısının ana gövdesiyle hiçbir ilişkisi olmayan ve birsonsöz gibi sonradan yazıldığı anlaşılan kısa girişte, eski yazılarımdanbirinin (Philosophical Papers, 1. Cilt, 11. Bölüm’de yeniden basıldı)tuhaf bir eleştirisini yapıyor. Bu yazıda ben gerçekçilik lehine verilenfelsefi gerekçelerden çoğunun onlara yöneltilen fizik çıkışlı karşı-gerekçelerle baş edemeyecek ölçüde zayıf olduğunu, güçlendirilmelerigerektiğini tartışıyor ve bu türden güçlü gerekçeler geliştirmeyeçalışıyorum. Musgrave’in dediğine göre yaptığım bunun tam tersi-araçsalcılık lehine evrensel argümanlar kurmaya çalışmışım! Aian’ınyazdıklarımı yanlış anladığını sanmıyorum, dikkatli bir eleştirmendir veeleştirdiği yazı benim en açık metinlerimden biri -geçici bir cinnet gibibir özrü koşa koşa kabul etmeye razıyım. Aklıma gelmişken şunu dasöyleyeyim ki söz konusu yazıda geliştirdiğim türden genelargümanların bilimleri anlama konusunda bir işe yarayacağına artıkinanmıyorum.

Grover Maxwell’in zihin-gövde sorunu üzerine yazdığı güzeldenemede dikkat çektiği nokta ve itirazların hemen tümüne ka-tılıyorum. Bütün iyiniyetime rağmen benim de “sık sık anlamı aprioribir tarzda ... ele alan ampirist... bir tutum içine girdiğim” doğrudur(fakat aklımın başımda olduğu anlar da olmuştu ve bunlardan birindeanlamlan nörofizyolojik yapılar ya da “programlar” olarakdeğerlendirmiştim: bkz. Philosophical Papers, 1. Cilt, 6. Bölüm; 2. Cilt,9. Bölüm). Kimi zaman pragmatik gözlem teorisinin olumsal yapısınıunutmuş olduğumu da kabul edebilirim (bu konuda aklımın başındaolduğu anlar için krş. Ayn Rand’ın Amerikalı tüm felsefecilere yazdığıaçık mektupta beni lanetlemesine neden olmuş “Science WithoutExperience” başlıklı küçük notum, Philosophical Papers, 1. Cilt, 7.Bölüm). Yüz yüze bilgiyi (acquaintance) eleştirirken “hasırdan birkorkuluk yarattığımı” kabul ediyorum. Aslında hasır korkuluğu yaratanben değil duyu-verisi taraftarlandır -fakat ben onu ortadan kaldmncayüz yüze bilginin tüm görünümlerini de ortadan kaldırdığımı sandım-ve bu konuda kesinlikle yanılıyordum. Fakat yaptığım ha-

caya sadık değildim, kimi zaman, Russell’m yaptığı gibi, beynin dolaysızolarak gözlemlenebileceğini (perceive) kabul ettiğim oldu, fakat buradandoğru bir çıkarsamayla bazı fiziksel olayların zihinsel olabileceği sonucunavaramadım. Bazı argümanlarımın eliminatif zihincilere (eliminativementalist) mühimmat sağ- layabileceği olgusu beni çok fazla rahatsızetmiyor -sanıyorum bu durum olumsal meselelerdeki tüm argümanlar içingeçerli. Öte yandan Grover’m kendi teorisi haddinden fazla bilimselnosyon ve usûllere dayanıyor gibi. Altını çizdiği “bilim işler” önermesiendişelerimi gidermiyor. Bilim bazen işler. Ve sık sık da işlemez. Birçokbaşarı hikâyesi gerçek değil söylentidir. Ayrıca bilimin etkililiği bilimselgeleneğin kendi içindeki bir ölçütle belirlenir, o nedenle de nesnel birkıstas gibi görülemez. (Örneğin bilim ruhları kurtaramaz.) Grover’ınkullandığımız zihin ve gövde nosyonlarının farklı geleneklere özgüfikirleri (Dogon ya da Azande gelenekleri, ya da Ekvator köylülerinintemsil ettiği gelenek) ortadan kaldırmaksızın bilimsel bir çerçeve içindenasıl geliştirilebileceğini gösterdiğini belirterek konuyu noktalıyorum. Vebu farklı geleneklerin fikirlerini ortadan kaldırma konusundakibaşarısızlığından dolayı da çok memnunum; şimdi onunla belki farklı birdüzlemde, farklı bir ortamda ve umuyorum ki şu yoğun humor duygusudeğişmemiş olarak, en azından bir daha karşılaşma şansımız var.

D. BİLİM -BİRÇOK GELENEKTEN BİRİ

Yazılarımın ikinci mevzusu bilimlerin otoritesi sorunudur. Ben bilimive Batı akılcılığını diğer geleneklere tercih etmek için hiçbir “nesnel”gerekçe olmadığı iddiasındayım. Aslında böyle ne tür gerekçelerbulunabileceğini tasavvur etmek de zordur. Âdetleri, gelenekleri,inançları ya da toplumsal durumu ne olursa olsun bir kimseyi ya da birkültürün üyelerini ikna edebilecek gerekçeler midir bunlar? Peki amakültürler hakkındaki bilgilerimiz bize bu anlamda hiçbir “nesnel”gerekçenin olmadığını söylüyor. Yoksa uygun bir şekilde yetiştirilmiş birkimseyi ikna edebilecek şeyler mi? Peki ama her kültürün kendi adınaçeşitli “nesnel” ge'

rekçeleri vardır. Önemi bir bakışta anlaşılabilir çeşitli sonuçlara işareteden gerekçeler mi bunlar? Peki ama yine her kültürün ken- - dine göreen az birkaç “nesnel” gerekçesi vardır. Yoksa sadakat ya da kişiseltercihler gibi “öznel” öğelere bağlı olmayan şeyler mi? O zaman da zaten“nesnel” gerekçeler diye bir şey yoktur (bir ölçü olarak nesnelliği seçmebizzat bir kişinin ve/veya bir grubun yaptığı bir seçimdir -yoksa insanlaröyle uzun boylu düşünmeden onu kabul ediyor olurdu).

Batı biliminin bugün bulaşıcı bir hastalık gibi tüm dünyaya ya-yıldığı ve birçok insanın onun (zihinsel ve maddi) ürünlerini peşinen iyi,doğru kabul ettiği doğrudur -fakat bizim sorumuz başka: bu, argümanlamı (Batı bilimi savunucularının kullandığı anlamda) oluştu, yani bugelişmenin tüm kilometretaşları Batı akılcılığının ilkeleriyle uyumiçinde olan gerekçelerle mi döşendi? Bu salgın bulaştığı hayatlarıgürbüzleştirdi mi? Her iki sorunun cevabı da hayırdır. Batı uygarlığı buuygarlığın içkin doğruluğunu gösteren argümanlar aracılığıyla değil, yazorla kabul ettirildi ya da daha gelişmiş silahlar üretme gücünde olduğuiçin kabul edildi (bkz. I. Bölüm, Kesim I); ve birtakım iyi şeyleryanında müthiş zararlara yol açmış bir gelişmedir bu (genel bir dökümiçin bkz. J.H. Bodley, Victims of Progress, Menlo Park, California1982). İnsanların hayatlarına anlam veren manevi değerleri paramparçaettiği gibi, bu değerlere göre oluşturulmuş bir maddi çevreyle başaçıkma maharetini de -yerine onlara denk etkinlikte yöntemlerkoymaksızın- tahrip etmiştir. “İlker’ kabileler salgın hastalık, sel, kıtlıkgibi doğal afetlerle nasıl başa çıkılacağını biliyorlardı -onlara toplumsalbünyelerine yönelmiş pek çok tehditin üstesinden gelme imkanıkazandıran bir “bağışıklık sistemleri” vardı. Normal dönemlerde, bizimancak yeni yeni keşfettiğimiz ekolojik etkileşim biçimleri, iklimdeğişiklikleri, hayvanlar ve bitkiler hakkındaki bilgilerini kullanarakherhangi bir zarar vermeden çevreden yararlanabiliyorlardı (etraflı bilgive geniş bir literatür için bkz. Levi Strauss, Yaban Düşünce, ya dabenzeri daha ayrıntılı çalışmalar). İşte bu bilgi önce sömürgecigangsterler sonra da kalkınma yardımlarını bayrak edinmiş insanlıkaşıklan tarafından ciddi bir şekilde tahrip, yer yer de yok edildi. ŞuÜçüncü Dünya denilen ülkelerin büyük bölümünde

bugün yaşanan çaresizlik işte bu dış müdahalenin bir ürünüdür, onun nedeni

değil.

İranlı akademisyen Macit Rahnema kalkınma yardımlarının etkilerini

vücudun bağışıklık sistemini bozan Aids hastalığının etkileriyle kıyaslar

(From “Aid” to “Aids”, yayımlanmamış elyazması metin, Stanford 1984).

Ayrıca bilginin nasıl ortak hazinelikten nadir ve ele geçirilmesi zor bir mal

haline geldiğini tartışır. “Kültür ve uygarlıklar”, diyor Rahnema (Education

for Exclusion or Participation?, elyazması metin, Stanford, 16 Nisan 1985),

yaşayarak ve yaparak öğrenen, yaşamayı öğrenmeyle bir tutan, yaşamakiçin öğrenmek zorunda olan, kendilerine ve ait oldukları topluma anlamlıgörünen her şeyi dağarcığına katmış milyonlarca insan tarafındanoluşturulur, zenginleştirilir ve aktarılır. Bugünkü okul sistemi ortayaçıkmadan önce binlerce yıl boyunca eğitim kıt bir mal değildi. Birtakımkurumsal fabrikalarda üretilmiş, sahip olan kişiye “tahsilli” ünvanına hakkazandıran bir ürün değildi... [Yeni] okul sistemi ...daha çok Müessesİktidar Katı için kişisel ve mesleki şöhret yolunda en ihtiraslı -bazen da enparlak- olanları süzüp çıkaran etkili bir kanal olarak hizmet görfmüştür].Aynı zamanda paradoksal bir şekilde, aralarında -okul sisteminin kimieşsiz kaynaklarından kendi özgürleşürici amaçları için yararlanmış-radikal düşünür ve devrimcilerin de bulunduğu birçok önemli şahsiyete bir“kültürel ortam” görevi de yaptı. Fakat bir bütün olarak, kısa zamandayoksul ve güçsüze karşı dışlayıcı süreçlerin sistematik yapılandırılmasındausta bir “suikast silahı” haline gelmiştir. . . “Her yetişkinin bir öğretmenolduğu” . . . günler geride kaldı. Şimdi yalnızca okul sistemi tarafından,bizzat onun koyduğu ölçüte göre diploma verilmiş kişiler öğretme hakkıedinebiliyorlar. Artık eğitim kıtlaşmıştır [vurgular benim].

Bu keşiflerin profesyonel akılcıların vaazları üzerinde çok az bir etkiyaratıyor olması ilginçtir. Örneğin Karl Popper “zamanımızın .. . genelakılcılık karşıtı havasından” yanıp yakmıyor, Newton ve Einstein’a insanlığınbüyük velinimetleri olarak methiyeler diziyor ama ağzından Akıl ve Uygarlıkadına işlenmiş suçlar konusunda tek bir sözcük çıkmıyor. Tersine, anlaşılan oki, uygarlığın nimetlerinin kimi zaman zorla, bir tür “emperyalizm

aracılığıyla”, gönülsüz kurbanlara dayatılmasmın zorunlu olduğunudüşünüyor (bkz. VI. Bölüm, Kesim A).

Niye bu kadar çok entelektüelin hâlâ aynı miyopluk içinde tartışıpdurdukları konusunda çeşitli nedenler sayılabilir. Bunlardan birisicehalettir. Entelektüellerin çoğunun Batı uygarlığı dışında kalandünyanın pozitif başarıları konusunda en küçük bir fikri yoktur. Bilimüstün, diğer her şey düşük kalitelidir diyen birtakım söylentiler: tümbildiğimiz buydu (ne yazık ki hâlâ da bu). Diğer bir neden, akılcılannönlerine çıkan güçlüklerden yakayı sıyırmak için sahneye koyduğubirtakım hamlelerde bulunabilir. Örneğin akılcılar temel bilimle onunuygulamalarını birbirinden ayırırlar: eğer bir tahribat varsa bu güvenilirve masum teorisyenlerin değil uygulamacıların işidir. Fakatteorisyenlerin böyle masum olduğunu kim söyleyebilir. İnsanı konualan dallarda bile, en az anlamak kadar analiz de etmek gerekir diyen,bu yönde tavsiyelerde bulunan onlar değil mi; yine ana hedefi tüminsani öğelerden kurtulmak olan bir usûlün eninde sonunda gayri-insanıeylemlere yol açmaya mahkum olduğunu kavramaktan uzak bir tutumlabilimde “akılcılığı” ve “nesnelliği” yüceltenler onlar değil mi? Ya dabilimin “ilke olarak” yapabileceği iyi şeyler ile gerçekte yaptığı kötüşeyleri birbirinden ayırırlar. Bunun kimseyi rahatlatacağınısanmıyorum. Tüm dinler de “ilke olarak” iyidir -fakat ne yazık ki busoyut İyi, onların uygulayıcılarının bir alçaklar sürüsü gibi dav-ranmasını ancak nadiren engelleyebilmiştir.

Bazı avanaklar her “makul” insanın bilimin en doğrusunu bildiğineinandırabileceğini söylemeyi âdet edinmişlerdir. Onlaraargümantasyonun bir zaafını hatırlatmak gerekir: argümanlar herkesedeğil ancak uygun bir şekilde donatılmış kişilere hitap eder. Ve tümideolojik tartışmalarda ortak, genel bir özelliktir bu: belirli bir görüşüsavunmak üzere kurulmuş argümanlar belli kültürlerde kabul, bellikültürlerde ise red edilen varsayımlara dayanır, fakat argüman sahibitaraf, cehaleti yüzünden bunların evrensel geçerliliği olduğunu sanır.Kekes’in göreciliği halletme girişimi bu konuda kusursuz bir örnekteşkil ediyor.

Kekes üç varsayımda bulunur: (1) sorunları çözmek Önemlidir;

(2) sorun çözmek için şu ya da bu ölçüde belirsizlikten uzak çeşitliyöntemler vardır; (3) tüm geleneklerden bağımsız belli sorunlar vardır-Kekes’in yaşam Sorunları dediği türden sorunlar. Kekes ayrıca açıkkavramlaştırmalarm sorunların tanınması, formüle edilmesi veçözülmesinde önemli bir rol oynadığını da varsayar. Fakat Batılı birentelektüelin sorun olarak görebileceği şeylerin birçoğu Orfeusçular, kimiHıristiyanlar ve kimi İslamcı köktenciler için insani maharetlerlehalledilmeyi bekleyen tatsız durumlar değil, tersine, ya ahlâki sağlamlığınölçüldüğü sınavlardır (krş. kabul ayinlerinin işlevi), ya zor bir göreve ha-zırlayıcı mahiyetteki olaylar, ya da onlarsız insanilik özelliğini kaybedecekbir hayatın olmazsa olmaz parçalarıdırlar. Bazı kültürler sorunlarıkorkutucu değil eğlencelik tuhaflıklar olarak görür; onları “çözmeye”çalışmak yerine yakasını bırakır ki olup bitsinler.

Orta Afrika’da beyaz memurlar, saptayıp siyah mesai arkadaşlarınailettikleri sorunlar karşısında onların, adamakıllı bir ciddiyet ve titizliklesorunun üstüne eğilmek yerine, gülüp geçtiklerini görerek sık sıksinirlenir, ne yapacaklarını şaşırırlar: sorun ne kadar büyükse duyduklarıkahkaha da o kadar büyük olmaktadır. Bu, diyordu, beyaz akılcılar, çokakıldışı bir tutum -ve gerçekten de öyleydi, ama onların standartlarınagöre. Fakat savaşlardan ve onların yarattığı ağır sıkıntılardan kurtulmakiçin ne hoş bir yöntem! “Bir şeyler yap”, her zaman “çekiver kuy-ruğunu”dan üstün değildir. Kekes sadece belirli geleneklerde adet olmuşusûlleri açık bir ifadeye kavuşturuyor -yoksa “nesnel”, yani geleneklerötesi ilkeler sıralıyor filan değil.

Kekes’in dediği anlamda “yaşam sorunları” maddeci-insancıl bireğilim taşıyan özel, görece genç kültürler bünyesinde yer alan şeylerdir.Burada bulunacak çözümler diğer kültürler için tarafsız bir kıstas olamaz.Dahası laik çözümler bile bilimler dışında birçok yaşam tarzına izinvermektedir -görünüşte sağlık gibi “nesnel” kavramlarla (krş. Foucault)kaplanmış şu geniş, renkli yelpaze ve sanatçılarımız tarafındangösterildiği gibi. Birçok değerin ve birçok kültürün varlıktan kesildiğiniteslim etmek zorundayız; yok edildiler ve bugün onları hatırlayan çok azkişi var. Fakat bu, onlardan bir şey öğrenemeyeceğimiz anlamınagelmiyor, ayrıca

Kekes görecilik sorununa teorik bir çözüm bulmak da istiyor - lâkin ufuktahenüz böyle bir çözüm yok.

Aynı şeyler Noretta Körtge’nin ilginç ve kışkırtıcı yazısı için de geçerli.Körtge, yurttaşların söz konusu olduğu bir yerde görünüşün en az (herdurumda bilimler alanında revaçtaki uzmanların olup biteni nasılgördüğünden ibaret olan) “gerçeklik” kadar önemli olduğunuvurgulamasıyla övgüyü hakediyor: “yalnızca adaletin sağlanması yetmez,[insanlara] adalet sağlanıyor gibi de gelmelidir”. İyi söz! Bir demokrasideönemli olan yurttaşların deneyimleridir, yani otist küçük entelektüelçetelerinin gerçek ilân ettikleri değil, yurttaşların öznellikleridir (eğer uzmansıradan insanların fikirlerini beğenmiyorsa tüm yapacağı gidip onlarlasohbet etmek ve onları farklı bir şekilde düşünmeye iknaya çalışmaktır;yalnız bunu yaparken tövbekâr öğrencilerinin kafasına bir parça hakikatsokmaya çalışan bir “öğretmen” olmadığını, basit bir ricacı olduğunuunutmamalıdır). Fakat Körtge’nin bu deneyimi bahse konu “gerçeklikkenayırma girişiminin başarılı olması mümkün değil. Bilimlerin ve onlarçevresinde kurulmuş uygarlıkların “uzman kanaati” diye bir şey içerdiğineve bunun uzmanların “yaygın boş inançlar” diye adlandırdığı şeyden farklıolduğuna katılıyorum -fakat bunun başka uygarlık ve gelenekler için dedoğru olduğunu hatırlatmak isterim (örneğin Gri- aule’nin olağanüstüçalışmasında gösterdiği gibi, Dogon için doğrudur). Uzman kanaatininzaman zaman belli bir tektipleşme gösterdiğine de katılıyorum -tümkiliselerde geçici tek- tipleşmelere rastlanır- fakat, bazı alanlarda ve arasıragörülen bu tür kesişme (ve kaynaşmalar) başka alanlardaki anlaşmazlıklartarafından fazlasıyla telafi edilir. Ne de uzman kanaatlanndaki bukesişmenin (ve kaynaşmanın) nesnel bir otorite oluşturmaya yettiğinisöyleyebiliriz ya da yetse bile aralarında seçim yapabileceğimiz birçokotorite var demektir: uzman-gerçeklik ile avami-görünüş ayrımı, uzmanlarda dahil olmak üzere hepimize gibi gelen şeyler içinde çözünür.

Nesnel ve akılcılık çığırtkanlığı yapan akılcıların aslında kendioymaklarının amentüsünü satmaya çalışmaktan ibaret foyaları, oymağındaha az marifetli bazı üyelerinin tepkilerine baktığımızda iyice meydanaçıkıyor. Meşum bir şekilde Akıl Vakfı diye ad-

landınlan bir müfreze hesabına yazan Tibor Macham (1982 yılındaPhilosophy of the Social Sciences'da çıkmış, ÖBTB üzerine incelemesindensöz ediyorum) kabul edilebilir standart, fikir ve geleneklerle “kapristenibaret ve insan yaşamını tahrip edici” gelenekleri birbirinden ayırır.Ayrımını neye göre mi temellendiriyor? Kendi insan teorisine göre. Buinsan teorisinin esası mı nedir? Cevap: “İnsanlar akılcı hayvanlardır .. .ilkelere dayalı (yani kavramsal) düşünme ve eyleme ihtiyacı ve kapasitesigibi ayırdedici bir vasfı olan biyolojik varlıklardır.” Hiç şüphe yok kiburada gördüğümüz, entelektüellerin kusursuz bir tanımıdır (bir tek şeyunutulmuş, yüksek bir gelir için kıvranıp duran diye eklemeliydi) -fakatbirazcık değişik bir perspektife sahip birisi bu durumda kendini, tümalçakgönüllülüğüyle, Macham’in “insan teorisinin birçok görüş arasındanyalnızca bir tanesi ve entelektüellerin de hâlâ, şükür ki, insanlığın yalnızcaküçük bir yüzdesi olduğunu hatırlatmak zorunda hissedecektir. İnsanlarınbu maddi dünyaya yakışmayan, dünyadaki yeri ve amaçlarım anlamaktanaciz ve kurtuluş (salvation) gibi “ayırdedici bir ihtiyacı” olan yaratıklarolduğunu söyleyen bir görüş vardır; yine bununla çok yakından bağlantılı,insanın topraktan yapılmış bir tekneye hapsedilmiş kutsal bir işaret,-Bilinircilerin pek sevdiği bir deyişle- “pisliğe batmış bir altın zerresi” veiman ederek kurtulmak (liberation) gibi “ayırdedici bir ihtiyacı” olan biryaratık olduğunu söyleyen bir başka görüş vardır. Ve bunlar baştan aşağısoyut ve “kaprisli” görüşler değildir -milyonlarca insanın hayatının bir par-çası olmuş ve hâlâ da olmakta olan görüşlerdir. Budistler arasındaki birgörüşe göre insan acıdan kaçınmak ister, düşünce ve düşünceye dayalıamaçlı eylem acının ana nedenleridir, mutad düşünsel ayrımlar ve mutadamaçlar kaldırıldığı zaman acı da son bulacaktır. Hopi Yaratılış düşüncesiinsanı aslen doğayla uyum içinde bir varlık olarak resmeder. Düşünce vedidinme, bir başka deyişle, Mac- ham’m insanın merkezine koyduğu“ilkelere dayalı düşünme ve eyleme ihtiyacı”, bu orijinal uyumu bozar,böyle bir durumda insanlar hayvanlardan uzaklaşır, insan türü ırklara,kabilelere, farklı fikirler taşıyan küçük gruplara ayrılır, ortaya bireylerinbile bir diğerini anlamakta güçlük çektiği farklı diller çıkar. Fakat insanlar,“ayır- dedici bir uyum ihtiyacı ve kapasitesi olan” varlıklar, kendilerini

kavramsal düşüncenin zincirlerinden ve onun yol açtığı didişmelerdenkurtararak ve hayatlarını sevgi ve sezgisel aniayış üzerine kurarak buparçalanmanın üstesinden gelebilirler.

Bu türden daha pek çok görüş sayabiliriz. Hepsi de Mac- ham’dasözü geçen ve peşinen doğru kabul edilen insan teorisinden farklıdır.Şüphesiz Macham bir görüşten yana tavır alıp diğerini mahkumedebilir, bu onun hakkı. Ama o bu işi bir akılcı, bir insanlık aşığıhavalarında yapıyor. Elinin altında sadece çeşitli lanet okuma şekillerideğil, gerekli argümanlar da bulunduğu iddiasında ve kendisini hareketettiren dürtünün insanlık aşkı olduğuna inanıyor. Yaptığı eleştiriyeşpyle bir göz atmak bile her iki iddiasının da temelsiz olduğunugösterecektir. Argümanları, yaptığının bilincinde bir akademisyeninkalp retoriğiyle okunmuş lanetlerden ibaret, insanlık aşkı ise bürosununkapısında bitiyor (ya da Akıl Vakfı’mn veznedar bölmesinde).

Entelektüeller arasında âdet olduğu üzre Macham, okuyucularımaydınlatmaya çalışacağı yerde korkutmayı seçerek, birçok insanınöldüğü Jonestown olayı gibi incelenmemiş örneklere başvuruyor(Alman “akılcıları” aynı amaç için Auschwitz’i ve son zamanlarda, adnauseam [kusturacak derecede-ç.n.] terörizmi kullanırlar). “Bunlarkolay örnekler”, diyor Macham. Nasıl bu kadar bön olabilirsiniz?Jonestown’daki insanların bir kısmı ne yaptıklarının tam anlamıylafarkında olarak, kendi iradeleriyle intihar etti (durum 1). Tereddütlü vekararsız diğer bir grup muhtemelen yaşamak istiyordu fakatarkadaşlarının ve önderlerinin baskısına boyun eğdi (durum 2). Birbaşka grup ise doğrudan öldürüldüler (durum 3). Macham için bu türayrımlar yoktur. Fakat öğretici bir vaka incelemesi için bunlarvazgeçilmezdir. Durum 3, o yapmacık edayla söylenecek olursa,“kolay” olabilir, ama burada bile oldukça önemli sorunlar vardır(insanların ruhunu kurtarmak için gövdeleri öldürülebilir mi? AkılcıEngizisyon Sorguçları öl- dürülebilir diyordu ve bunun için kusursuzargümanları vardı: bu argümanlara aldırış etmeyecek miyiz?Maddeciliği peşinen doğru mu kabul edeceğiz? Buna bir itirazım yok-fakat böyle bir tutum akılcıyı, yani yaptığı her hamle için argümanlarıolduğu iddiasındaki birini nereye götürür?). Durum 1 Macham’msandığı anlamda olmasa bile, yine de “kolay”. Eylemin “insan yaşamına

kastettiği” kuşku götürmez -fakat insan yaşamı her şeyin üstünde bir değermidir? Hıristiyan şehitleri böyle düşünmüyordu ve ne Macham ne de başkabir akılcı onların yanıldığını gösterebilmiş değil. Yalnızca onlardan farklıdüşünüyorlar -hepsi bu. Sokrates de ölmeden önce benzer bir duyguyu dilegetirir; ve aynı duyguya Herodot’ta, Sofokles’te ve klasik Yunan’m diğerönde gelen temsilcilerinde de rastladığımıza göre, bu konuda yalnızdeğildi. Macham’ın insan anlayışının birçok anlayış arasından yalnızca birtanesi olabileceği ve Macham’ın tartışmanın müfettişi değil taraflarındanbiri olabileceği bir kere bile aklına gelmiyor.

Gelelim Durum 2’ye; insanların arkadaş grubu ve liderlerin baskısındankorunması gerektiğini söyleyenlere bütünüyle katılıyorum. Fakat bu uyarıyalnızca Rahip Jones gibi dini liderler için değil, felsefeciler, Nobel ÖdülüSahipleri, Marksistler, Liberaller, vakıfların beyin yıkayıcıları ve onlarıneğitim kuramlarındaki temsilcileri gibi laik liderler için de geçerli ol-malıdır: gençlik, sözüm ona öğretmenler tarafından beyinlerininyıkanmasına karşı ve özellikle de Macham ve arkadaşları gibi ak-lofaşistlere karşı korunmalı, güçlendirilmelidir. Ne yazık ki çağdaşeğitimin bu ilkeyi işletmek gibi bir derdi yok.

Son olarak, hepsi de eşit şansa sahip olduğu halde bilimsel olmayangelenekler bilim ve akılcılık karşısında tutunamamışlardır, dolayısıylaonları canlandırma girişimleri hem akıldışı hem de gereksizdir, diyen eskibir tartışmadan söz edelim. Hemen sorabiliriz: bunlar eşit bir rekabet içingereken tarafsız ve denetim altındaki bir ortamda bilimle boy ölçüşmeşansı verilerek, akılcı bir temelde mi gündemden silinmişlerdir yoksa bu,askeri (siyasi, ekonomik, vs .) baskılar sonucunda mı oluşmuştur? Cevaphemen her zaman İkincisidir. Amerikan Kızılderililerinden görüşleriniaçıklamaları istenmedi, önce Hıristiyanlaştınldılar, sonra topraklarındansürüldüler, en sonunda da sürüler halinde giderek büyüyen bir bilimselteknolojik kültürün ortasındaki kamplara tıkıldılar. Kızılderili ilaçları (19.yüzyıl pratisyen hekimleri arasında yaygın bir şekilde kullanılıyordu)pazarı işgal etmiş yeni eczacılık ürünleri karşısında sınanmadı, birhareketle tufan öncesi

çağa ait denilip yasaklandı. Ve bunun gibi.Böyle geçmişteki eşit şanslardan söz eden yaklaşımlar bir noktayı daha

gözden kaçırıyor. İlginç bir görüşün açık ve dolaysız bir şekildeçürütülmüş olması bile onun ömrünün dolduğu anlamına gelmez (buradançıkan sonuçlar için krş. ÖBTB, s. 100 vd. ve elinizdeki kitapta I. Bölüm,Kesim A); çürütme araçları (deney donanımı, ulaşılan sonuçlarınyorumlanmasında kullanılan teoriler) sürekli değişir ve onlarla birlikte deçürütücü argümanın yapısı. Buradaki başarı argümanıyla Nazilerin 1933zaferinden sonra yaptıkları yorumlar arasındaki çarpıcı benzerliğe dedikkat çekmek isterim, şöyle diyordu Naziler: Liberalizmin de aynı şansıvardı, fakat milli güçler tarafından bozguna uğratıldılar ve onu yenidendiriltmeye çalışmak aptallık olacaktır.

Son olarak beğendikleri gelenekleri seçmek yurttaşların işidir.Diyeceğim, demokrasi; eleştirinin mukadder tamamlanamazlığı; birgörüşün egemenlik kurmasının asla tek başına akılcı ilkelerinuygulanmasına bağlı bir sonuç olmadığı ve olamayacağının keşfedilmesi;tüm bunlar eski geleneklerin canlandırılması ve bilim karşıtı görüşleringündeme sokulması yolundaki girişimlerin yeni bir aydınlanma çağınınbaşlangıcı olarak alkışlanması gerektiğini söylüyor, orada eylemlerimizesırf yobazca ve çoğu kez olduğu gibi, kuşbeyinli sloganlar değil içgörürehberlik edecektir.

F. AKIL VE PRATİK

Buraya kadar söylediklerim iki cümlede ifade edilebilir:(A) bilimsel sorunlarda yaklaşım ve çözüm tarzı sorunların ortaya

çıktığı ortam ve koşullara; dönemin mevcut (formel, deneysel, ideolojik)araçlarına; ve uğraş sahiplerinin arzularına bağlıdır; bilimsel araştırmanınhiçbir daimi sınır koşulu yoktur.

(B) toplumsal sorunlarda ve kültürler arası etkileşim sorunlarındayaklaşım ve. çözüm tarzı da sorunların ortaya çıktığı ortam ve koşullara;dönemin mevcut araçlarına; ve uğraş sahiplerinin arzularına bağlıdır;insani eylemin hiçbir daimi sınır koşulu yoktur.

Bu çerçevede, (C) ile göstereceğim görüşü -bilim ve insanlık kişiselarzulardan ve kültürel ortam ve koşullardan bağımsız ola-

rak belirlenebilecek birtakım koşullara uymak zorundadır, diyen-görüşü eleştirdim. Ve sorunları uzaktan, ilgili insanlar yanında herhangibir faaliyete katılmadan çözmek mümkündür (D) şeklindeki varsayımıreddettim.

(C) ve (D) toplumsal sorunlara (ve bilime) entelektüel yaklaşım diyeadlandıracağım tutumun esasını oluşturur. Akademik Mark- sistlerin,liberallerin, toplumsal bilimcilerin, işadamlarının, “azgelişmiş uluslara”yardım etme isteğindeki politikacıların ve “yeni çağ” peygamberlerinindoğal kabul ettikleri şeylerdir bunlar. Bilginin sınırlarını genişletmek veinsanlığı kurtarmak isteyen ve ortalıktaki fikirlerden de (örneğinindirgemecilik) pek tatmin olmayan her yazar, kurtuluşun ancak yeni birteoriyle gelebileceğini ve böyle bir teori geliştirmek için gereken tümşeyin birkaç münasip kitap ve birkaç zekice düşünce olduğunu düşünür.

(C) ve (D) benim siyaset hakkında söylediklerimi gözden düşürmekiçin de kullanılmaktadır. Eleştirmenlerime göre ben çok gürültüçıkarıyor ama pek bir şey yapmıyorum. Yaklaşımım tümüyle olumsuzbir yaklaşımmış. Belli usûlleri reddediyor ama yerine hiçbir şeykoymuyormuşum. Özellikle Marksistler, iki gözde oyuncakları, Batıbilimi ve insanlık aşkı karşısındaki alaycı kayıtsızlığıma kuduruyorlar.

Söylenenler tümüyle doğru. Gerçekten de yapacağım olumlu biröneri yok. Fakat bu, konuyu büsbütün unutmuş olmamdan ya daakademisyen arkadaşlarımın spekülatif yetenekleriyle boy öl-çüşemeyeceğimden ileri gelmiyor -nedeni, sahip olduğum entelektüeldonanımla yollarını aydınlatmam beklenen geleneklere olan saygım.Bunlar soyut değil tarihsel geleneklerdir (bkz. yukarda Kesim B, C ve Dve III. Bölüm). Tarihsel gelenekler uzaktan anlaşılamazlar.Varsayımları, imkanları, taşıyıcılarının (çoğu kez bilinç dışı) arzularıancak içlerine girmekle bulunabilir, yani insan hayatı dönüştürmekistiyorsa onu yaşamalıdır. Tarihsel geleneklerde ne (C) ne de (D)geçerlidir. Ne idüğü belirsiz spekülasyon ustaları tarafından icadedilmiş çözümler ve sınır koşullar çok isteniyorsa hâlâ dayatılabilir,ama ancak muhatapların tüm insanlığını kurban etmek pahasına. Budayatmadan yana olan entelektüeller işin “insani boyutu”ndan habersizdeğillerdir; el altında “insan teorileri” vardır ve onları eylemlerinderehber edı-

nirler. Fakat bu teoriler kurbanlarının dünyasını yansıtmaz; ortayaçıktıkları jerin zihniyetini yansıtırlar -esas olarak üniversite odaları veseminer salonları (krş, yukarda Kesim D’de Tibor Macham hakkındasöylediklerim): toplumsal sorunlara getirilen entelektüel çözümlerkarşısında benim temel itirazım, bunların sınırlı bir kültürel arkaplandanhareketle oluşturulması, evrensel geçerlilik ile taçlandırılması vebaşkalarına dayatılmak üzere güç kullanılmasıdır. Bu tür aklofaşistdüşlerle hiçbir alaveremin olmamasına dikkat etmem çok mu şaşırtıcı?İnsanlara yardım etmek, sonunda onları bir başkasının cennetine varıncayakadar itiş kakış diyar diyar gezdirmek demek değildir, insanlara yardımetmek bir dost olarak, bir kişi olarak, yani onların erdemleriyle olduğukadar budalalıklarıyla da özdeşleşebilir ve bunlardan İkincisinin galebeçalmasına bile ses çıkarmayacak kadar olgun bir kişi olarak bir değişiklikteklif etmek demektir: tanımadığım ve durumlarına aşina olmadığım

insanların hayatları üzerine soyut bir tartışma, sadece zaman kaybı değilaynı zamanda gayri insani ve küstahça bir davranıştır.

Zaman kaybıdır çünkü oluşturulan teorilerin pratiğe aktarılmasındanönce her zaman, teorinin öngördüğü temel programı ıskartayaçıkartabilecek düzeyde sayısız değişiklikler yapmak gerekir. Küstahçadırçünkü: hiç tanımadığım bu insanların yaşam koşullarına, onların bukoşulları algılayış tarzına aşina değilsem, onların düşlerini, korkularını,arzularını doğrudan pay- laşamıyorsam, kendi standartlarımı, sözüm onabilgimi (fukara ya da göz alıcı -hiç önemli değil), kendi zaten yeteri kadarsınırlı insanlığımı kalkıp “nesnel” teşhis ve önerilerin temeli yapmayı red-dediyorum (ancak çok toy ya da tahammülsüz insanlar “insanın doğası”nıincelemenin kişisel temaslardan daha önemli olduğuna inanabilir, özelhayatta ya da siyasette fark etmez). Bir bayan adı taşıyan ama en saldırganerkek akademisyen mesai arkadaşlarının şovenizmini aratmaya azimligörünen Jutta, benim yürek ve hayal gücünden yoksun olduğumu söylüyor.Oysa durum tam tersi: Ben hayatım boyunca aklımdan geçmemiş,kitaplarda tarif edilmeyen, bilimadamlarının hiçbir yerde karşılaşmadığı vekarşılaşsa bile kavrayamayacağı durumlar tahayyül edebiliyorum. Ve butür durumların çok sık olduğuna inanıyorum; ve yine bu tür durumların

farklı insanlara farklı görüneceğini, onları farklı şekillerde et-kileyeceğini, onlarda benim hiçbir zaman duyumsamadığın umut, korkuve duygular uyandıracağını tahayyül edebiliyorum, ve bir konudakiafaki tahminlerimi onu doğrudan yaşayan insanların izlenimlerine tabikılacak kadar da yürekliyim. Jutta bana, tanımadıklarımı “saygı” ile“incelememi” tavsiye ediyor. İncelemek? Bir kadını sever ve onunhayatını paylaşmak istersem, kendi iyiliğim için ve muhtemelen onunda iyiliği için bana düşen, bu hayatı, saygıyla ya da küçümsemeyleolması fark etmez, “incelemek” değil, içerden anlayabilecek bir tarzdaona katılmaya çalışmaktır (eğer o izin veriyorsa). Onun hayatına ka-tılarak yeni fikirleri, yeni duyguları ve yeni görme biçimleri olan yenibir insan haline gelirim. Şüphesiz oraya birçok teklifim de olacaktır-hattâ olur olmaz konuşup onu çıldırtabilirim de, fakat ancakbahsettiğim değişiklik gerçekleştikten sonra ve onun yarattığı yeni veortak duyarlıklar temelinde. Şimdi benim anladığım anlamda siyaset,birçok açıdan sevgiyle bağdaştırılabilir bir şeydir. Siyaset insanlarasaygı duyar, onların kişisel arzularını dikkate alır, gizli anketler ya daantropolojik alan çalışmalarıyla onları “incelemez”, içerden anlamayaçalışır ve değişiklik tekliflerini böyle bir anlayıştan sökün eden duyguve düşüncelerle birleştirir. Tek kelimeyle: siyaset, doğru anlaşılırsa, tamanlamıyla “öznel”dir. Siyaset konusunda “nesnel” teorik modellergeliştirmek imkansızdır.

E. ÖZGÜR BİR TOPLUMUN ÖĞELERİ

Bu yaklaşım benim polis, geleneklerin eşitliği ve bilim ve devletinayrılması konularındaki düşüncelerimle nasıl ilişkilendirile- bilir?Bunun cevabını daha önce ÖBTB ve EFM’de vermiştim (EFM, s.77 vedaha birçok yerde): bu gibi düşünceler, geliştirilmelerine vesile olangeleneklerin (yurttaş inisiyatiflerinin) süzgecinden geçmelidir.Yazılarımın bu yönüyle ilgilenen incelemelerin hemen tamamının-başka birçok açıdan değerli bulduğum Christiane van Briessen’in yazısıda aynı kapsama giriyor- temel hatası, tekliflerimi tıpkı politikacıların,felsefecilerin, sos-

yal eleştirmenlerin ve tüm çeşitleriyle "büyük” adam ve kadınlarınokunmalarını istedikleri tarzda okunması gerektiği şeklindeyorumlamalarıdır: tekliflerimi eğitim, ahlâki şantaj, küçük sevimli birdevrim ve ağdalı sloganlar (“Hakikat sizi Öz- gürleştirecektir” gibi)yardımıyla ya da mevcut kurumların salgıladığı çeşitli baskı biçimleriyleinsanlara dayatılması gereken yeni bir toplumsal düzenin anahatları olarakyorumluyorlar. Bu gibi iktidar düşleri hayalimden bile geçmediği gibi, benidüpedüz hasta eder. Kendi sefil hezeyanlarını güya karanlıklar içindeki in-sanların hayatlarım aydınlatacak yeni bir güneş sanan ahlâk reformcularınıve eğitimcileri pek sevmem; öğrencilerinin iştahını tüm öz saygılarını vekendilerine hakimiyetlerini kaybedinceye, çamurlar içinde debelenendomuzlar gibi hakikat içinde de- beleninceye kadar bilemeye çalışan sözümona öğretmenlerden nefret ederim; “tanrı”, “hakikat”, “adâlet” ya da dahabaşka soyut kavramlar adına insanları köleleştirmeye çalışan tümmükemmel planlan, hele hele de icracı baylar bu fikirler uğruna sorumlulukalmaktan kaçınacak ve ellerindeki sözüm ona “nesnelliğin” ardınasığınacak kadar korkakça bir tutum içindeyseler, yalnızca rezillik sayarım.Okurlarımın birçoğu öyle görünüyor ki bu tür düzenbazlıkları çok normalkarşılıyor -yoksa tekliflerimi bu şekilde okumaları başka nasılaçıklanabilir? Fakat devlet, etik, eğitim ve bilimin işi konusunda YK veÖBTB’de yaptığım gevşek ve şematik tespitler konunun muhatabı olaninsanlar tarafından gözden geçirilmelidir. Bunlar nesnel direktifler değil,öznel kamlardır; “nesnel” bir ölçütle değil başka özneler tarafındansınanacak ve ancak ilgili herkesin onları dikkate değer bulmasından sonrasiyasi bir güç kazanacaklardır: konu hakkında nihai kararı verecek olanbenim argümanlarım değil muhatapların oluşturduğu konsensüstür.

İnsanların önce düşünmesini öğrenmesi gerekir diyen itiraz yalnızcaitiraz sahiplerinin kibir ve cehaletini yansıtır, çünkü temel sorun şudur:kimin konuşmaya hakkı var ve kimin sessiz kalması gerekir. Kim bilgisahibi, kim laf dinlemezin tekidir? Uzmanlarımıza, fizikçilerimize,felsefecilerimize, sağlıkçılarımıza, eğitimcilerimize güvenebilir miyiz,bunlar neden bahsettiklerini bilen insanlar mı yoksa kendi acınasıvaroluşlarından bir suret

daha çıkarmaktan başka bir şey düşünmeyen insanlar mı? Büyükdüşünürlerimizin, Platon, Luther, Rousseau ve Marx’ın bize dediği birşey mi var, yoksa onlara duyduğumuz saygı sâdece kendi hamlığımızınbir yansıması mı?

Bu sorular hepimizi ilgilendiriyor -ve hepimiz çözümlerine katkıdabulunmalıyız. En aptal öğrenci ve en kurnaz köylü; muhterem devletmemuru ve onun çilekeş karısı; akademisyenler ve sahipsiz köpektoplayıcıları, katiller ve azizler -hepsinin de şöyle deme hakkı var; heyburaya bakin, ben de insanım; benim de fikirlerim, düşlerim,duygularım, arzularım var; ben de tanrının suretinden yaratıldım -fakattatlı masallarınızda benim dünyama küçücük bir yer bile vermiyorsunuz(Ortaçağ’da durum daha farklıydı; krş. Friedrich Heer, Die Dritte Kraft,Frankfurt 1959). Soyut soruların uygun olup olmadığı, getirilencevapların içeriği, bu cevaplarda ima edilen yaşamın niteliği -tümbunlara karar verilebilir, yeter ki herkese tartışmaya katılma fırsatıverilsin ve insanlar konu hakkında görüş bildirmeye teşvik edilsin. Busöylediklerimizin en güzel ve en yalın bir özeti Protagoras’m büyüksöylevinde bulunabilir (Platon, Protagoras, 320c-328d): Atinayurttaşlarının adâletin sağlanmasında, uzmanların (savaş şefleri,mimarlar, denizciler) değerlendirilmesinde kendi dillerinde herhangi biröğrenim görmeye ihtiyaçları yoktur; öğrenimin doğrudan olduğu,eğitimciler tarafından dolayımlanmadığı ve taciz edilmediği açık birtoplumda yetişmiş olan bu insanlar tüm bunları doğumlarından itibarenöğrenirler. Ama siteler ve yurttaş inisiyatifleri durduk yere ortayaçıkmaz, bu yönde bilinçli bir eylemle harekete geçirilmeleri gerekir,diyen diğer itiraza gelince -cevabım basit: itirazcı hele bir inisiyatifbaşlatsın kısa zamanda nelere ihtiyaç olduğunu, amaçladığı şeylerenelerin yardımcı nelerin engel olduğunu, fikirlerinin başka insanlara neölçüde yardımcı ne ölçüde ayak bağı olduğunu, vb. kısa zamandagörecektir.

“Benim siyasi modelim”e yöneltilen çeşitli eleştirilere cevabımbunlar. Model muğlakmış -çok doğru-, fakat muğlaklık zorunludur,çünkü onu kullanacakların somut kararlarına “yer açmak” gerekir (EFM,s. 160). Bu model, geleneklerin eşitliği11* salık veriyor: herhangi birteklif öncelikle teklifin muhatabı insanlar tarafından incelenmeli; hiçkimse sonucun ne olacağını ön-

göremez. (Örneğin Filipinler’de Mindorolar ya da Pigmeler eşit haklarsizde kalsın, bizi kendi halimize bırakın yeter diyeceklerdir.)Anlaşmazlıklarla “eğitim” yoluyla değil, bir polis gücüyleuğraşılmalıdır. Margherita von Brentano bu teklifi, yurttaşların yalnızcakonuşabileceğini ve belki de yazabileceğini ima eden ama eylemlerineciddi ölçüde kısıtlar koyan bir teklif olarak yorumluyor. Diğereleştirmenler çaresizlik içinde ellerini iki yana açmışlar: polis ha! -veliberaller ve Marksistler, al birini vur ötekine, altlarına kaçırmak üzere.Burda yine açıkça yukarda bahsettiğim yanlışı buluruz. Çünkü polis,yurttaşları ittirip kaktıran dış bir güç odağı değildir; yurttaşlar tarafındangündeme getirilir, yurttaşlardan oluşur ve yurttaşların hizmetindedir(krş. Siyah Müslümanların korumaları üzerine görüşlerim, EFM, s. 162,s.297). Yurttaşlar düşünmekle yetinmez, muhitlerindeki her şeyhakkında karar verirler. Ben sadece bir davranışı dış kısıtlamalarla-böylesi kısıtlamalar, elverişli olmadıkları anlaşılınca kolayca kal-dırılabilirler- düzene sokmanın aynı işi ruhları ıslah ederek yapmaktandaha insanca olduğunu söyledim. Sonunda herkesin içine İyi’yiyerleştirmeyi başardığımızı bir düşünün -o zaman Kötü kartımoynayabilir miydik hiç?

G. İYİ VE KÖTÜ

Bu hatırlatmayla birlikte birçok okuyucuyu öfkelendirmiş, birçokarkadaşımı hayal kırıklığına uğratmış bir konuya geldik -olabilecek enuç bir faşizmin bile mahkum edilmesini reddetmiş ve yaşamasına izinverilmesini önermiştim. Şimdi bir nokta açığa kavuşmuş olmalı: faşizmbenim tarzım değil (krş. EFM, 156: “aşın hassas duygusal bir yapıda veneredeyse içgüdüsel olarak ‘insanlık aşkıyla hareket etme* hevesindeolmama rağmen”). Sorun bu değil, sorun benim tutumumun pratikdeğeridir, bu tutum benim ardından gittiğim ve başkalannda görmektenmemnunluk duyduğum bir heves mi; yoksa onun bana faşizmle, sırfbenim hoşuma gitmiyor olmasından dolayı değil, doğası itibarıyla kötüolmasından dolayı mücadele etme hakkı kazandıran “nesnel birçekirdeği” mi var? Cevap veriyorum: taşıdığımız bir hevestir

-hepsi bu. Tüm diğer hevesler gibi bu heves de bir sürü martavallakuşatılmış ve üzerinde koca koca felsefi sistemler inşa edilmiştir.Bunlardan bazıları izlenmesi, korunması gereken nesnel ödevlerden venesnel niteliklerden bahseder. Benim sorunumsa yarattığımız bu lafkalabalığına haddini bildirmek değil ona nasıl bir anlamverebileceğimizdir. Ve böyle bir arayış sonucunda bulabildiğim tümşey, Önümüze farklı değer kümeleri koyan farklı sistemler artı onlararasında bir karara varmamızı sağlayan heveslerimiz, o kadar (ÖBTB,1. Bölüm). îki heves karşı karşıya gelmişse güçlü olan kazanır, yanibugün ve Batı için konuşursak: daha büyük bankalar, daha kalınkitaplar, daha tavizsiz eğitimciler, daha büyük silahlar. İşte tam da bunoktada ve yine Batı’da büyüklük bilimsel olarak azdırılmış vecengâver (nükleer silahlar!) bir insancıllıktan yana tercih kullanmışgörünüyor -ve onun içindir ki mesele bu aşamada geçici bir durgunluğakavuştu.

Aklıma gelmişken bu, engizisyon üyesi Remigius’un hayatındançıkardığım derslerden biriydi. Margherita von Brentano - Remigius’aatıfta bulunduğumdan bahisle-, benim yana yakıla cadılığın ve cadılarınmaruz bırakıldığı işkence ve eziyetlerin tekrar geri getirilmesiniistediğimi sanmadığını söyleyerek incelik göstermiş. Şüphesiz niyetimbu değil. Ne de bu tür işkenceler karşısında sessiz kalacağımıdüşünüyorum. Fakat bunu, bu iş benim hoşuma gitmiyor diyerekyapardım, kalkıp bunun doğası itibarıyla kötü olduğunu ya da gerici birdünya görüşüne dayandığını söylemezdim. Doğası itibarıyla kötü ya dagerici dünya görüşü gibi ifadeler en iyi niyetler ve en zeki argümanlarladesteklenebilecek açıklamaları bile nefessiz bırakır. Kullanana hiç desahip olmadığı bir otorite verir. Topu topu kendi kişisel fikirlerini açık-layan bir insanı melekler safına yerleştirir. Önümüzdeki her zamankigibi sadece bir fikir, üstelik çok kötü savunulan bir fikir olduğu halde,hakikat onun yoldaşıymış gibi görünür. Atomlara, yerin hareketine,esire karşı bir sürü argüman ileri sürülmüştür -ama her şeye rağmenhepsi de yeniden sahneye çıkmıştır. Tanrının varlığı, Şeytan, cennet vecehennem gibi meselelere hücum ederken hiçbir zaman azıcık iler tutargerekçeler kullanılmamıştır- Onun için eğer Remigius’u ve dönemininruhunu ortadan kaldırmak istiyorsam şüphesiz bu yolda çabagösterebilirim, ancak

şunu baştan kabul etmeliyim ki bu yolda başvurabileceğim yegânearaçlar retoriğin ve kendi haklılığıma olan inancımın gücüdür. Yok,yalnızca “nesnel” nedenleri kabul ediyorsam o zaman durum beni dahahoşgörülü olmaya zorlar, çünkü tartıştığımız örneğin bu tür gerekçeleraçısından diğerlerinden hiçbir aşağı kalır yanı yok (ÖBTB, 1. ve 2.Bölüm; EFM, 3. Bölüm).

Remigius, Tanrıya inanıyordu, ölümden sonra dirilişe, cehennemeve cehennem azabına inanıyordu ve cadıların çocuklarının yakılmamasıhalinde cehennemlik olduklarına inanıyordu. Üstelik inanmaktan daöte, bu konuda argümanlar verebiliyordu. Tabii, bizim tartıştığımız gibitartışmayacaktır ve kanıtları da (İncil, İlk Azizler, Kilise Meclislerininkararları, vs) bizimkilerden farklı yapıda olacaktır. Fakal bu onun dü-şüncelerinin bir esası olmadığı anlamına gelmez. Hangi nedenlekendimizi ona karşı çıkmak zorunda hissediyoruz? Bilimsel biryöntemin bulunduğu ve bilimin başarılı olduğu inancı nedeniyle mi?Bu inancın birinci kısmı yanlıştır (krş. yukarda Kesim B); ikinci kısmıdoğrudur fakat gerek geçmişte gerekse bugün birçok başarısızlığın dabulunduğunu ve başarıların burdaki konumuzla pek az bağlantısı olandar bir alanda meydana geldiğini eklemek şartıyla (örneğin ruha bubaşarı tablosunda hiç rastlanmaz). Bu alanın dışında kalan şeyler,örneğin cehennem düşüncesi, asla incelenmemiştir, nasıl antik çağınbilimsel başarıları ilk Hı- ristiyanlar tarafından gözden kaybedildiyseöyle gözden kaybedilmiştir.

Kendi düşünce çerçevesi dahilinde Remigius sorumlu ve akılcı birinsan gibi davranmıştır ve şükranla anılmalıdır, en azından akılcılarnezdinde. Savunduğu görüşler midemizi bulandırıyor ve ona hak ettiğideğeri veremiyorsak, şunu kafamıza sokmalıyız ki mide bulantımızıdestekleyecek hiçbir, ama hiçbir “nesnel” argüman yoktur. Şüphesizahlâki aryalar çekebiliriz, hattâ incelikle bir araya getirilmiş bu türaryalardan bir opera bile besteleyebiliriz -ama tüm bu gürültü patırtıdanRemigius ile aramızdaki açıklığa bir köprü kuramayız, akima hitapederek onu bizim tarafa geçmeye ikna edemeyiz. Çünkü o da kendiaklını kullanmaktadır, farklı bir amaçla, farklı kurallara göre ve farklıkanıtlar temelinde, o kadar. Hiçbir çıkış yok: Remigius’un tuttuğu

yolu tutmama konusunda tüm sorumluluk bize aittir ve , biz ey-lemlerimizin felakete yol açtığını keşfettiğimizde hiçbir nesnel değerişimize yaramayacaktır.

Öte yandan kendi engizisyonculanmızı da unutmayalım, şu bi-limadamlarımızı, doktorlarımızı, eğitimcilerimizi, sosyologlarımızı,politikacılarımızı, “kalkınmacılarımızı”. En yakınımızdan bir örnekledoktorlara bakalım, tehlikesiz, iyi bilinen ve başarılı olduklarısöylenebilecek alternatif tedavi yöntemlerini inceleme gereği bileduymadan bizi kesip biçiyor, zehirliyor, röntgen ışınlarına tutuyorlar.Oysa bu alternatif yöntemler denemeye değmez miydi (cadılarınçocuklarını sağ bırakmak denemeye değmez miydi)? Elbette değerdi.Cevap olarak hep aynı şeyi işittik: aforoz edilel Ya da şu yıldan yıla gençkuşakların üzerine salman, öğrencilerinin arkaplanlarmı dikkatealmaksızın onları “bilgi” ile doldursun diye serbest bırakılanöğretmenlerimizin yaptıklarına bakın. Tüm kültürler yok edilmiş,bağışıklık sistemleri parçalanmış (krş. 4. Kesim), bilgilerikıtlaştırılmıştır -ve tüm bunlar ilerleme (ve para, kuşkusuz) adına:Remigius’un ruhu, sevgili Margherita von Brentano, hâlâ aramızda,ekonomide, enerji üretimi ve (kötü) kullanımında, dış yardımlarda,eğitimde; aradaki tek önemli fark Remigius’un insancıl nedenlerledavranmış olmasına karşın (küçük çocukları ebedi cehennem azabındankurtarmak istiyordu) modern ardıllarının yalnızca mesleki tutarlılıkkaygısı güdüyor olmalarıdır: yani bu modemler sadece bir perspektiftendeğil insanlıktan da yoksunlar. Ne Remigius’tan ne de onlardanhoşlanıyorum -fakat bunu bana söyleten yine nesnel standartlar değil,daha iyi bir hayat düşü.

Burada biri kalkıp bu tür düşleri (ki bende var olduğunu söy-lüyorum) nesnel değerler (ki reddettiğimi söylüyorum) gibi bir dü-şünceyle birleştirir ve sonuçta ortaya çıkan şeye vicdan derse, o zamanbende kalkıp vicdanımın olmadığım ve iyi ki olmadığını söylerim, çünküdünyamızdaki acıların pek çoğu, savaşlar, zihinlerin ve bedenlerinyıkımı, sayısız katliam kötü bireylerin değil, kendi kişisel arzu veheveslerini nesnelleştirerek gayri- insanileştirmiş insanların yol açtığışeylerdir.

Aklıma gelmişken, o tuhaf feveranı içinde Agassi’nin dikkat etmişgöründüğü tek şey bu. Agassi gerçeği söyleyeceğim diyor. Kendi adınaiyi hoş ama bizim içimize pek su serpmiyor. Çünkü epey önce onunbilimsel eserine yöneltilen eleştirilerin gösterdiği gibi, Agassi gerçeğisöylemeye çalışırken bile pek ne dediğini bilmez (örnek: Rosen’inKopernik bibliyografyasında 882. madde, The Copernican Treatises,New York 1971). Yazısı da bu izlenimi doğruluyor. Alman ordusunagönüllü yazıldığımı söylüyor -oysa mecburi askere alınmıştım. İkinciDünya Savaşı’nın siyasi ve askeri veçhelerini unutmaya çalıştığımısöylüyor -bunlara dikkat bile etmedim; on sekiz yaşında bir kitapkurduydum, bir mensch değil. Popper’i ilahlaştırdığımı söylüyor.İnsanları ilah- laştırmaktan, taparcasına sevmekten hoşlandığım sonderece doğru, birisine hürmet duyabilmek, sözgelişi bir kadınahayranlık duyabilmek hoşuma gider -fakat Popper ilahlarla aynıhamurdan yoğruimamıştır. Agassi bana Popper’in müridi diyor. Biraçıdan doğru, bir açıdan tamamıyla yanlış. Popper’in derslerine devamettim, seminerlerini izledim, zaman zaman kendisini ziyaret ettim,kendisiyle konuştum, doğru. Fakat tüm bunları serbestçe, kendiisteğimle değil Popper benim denetçi hocam olduğu için yaptım: BritishCouncil’in bana para vermek için koyduğu şart onunla çalışmamdı. Buiş için ben Popper’i değil Wittgenstein’i seçmiştim ve Wittgenstein dakabul etmişti. Fakat o öldü ve listemdeki ikinci aday da Popper’di.Agassi bir de onun kaç kere bana, dizleri üstüne çöküp, reservatiomentalis' imi bir yana bırakarak kendimi bütünüyle Popper’in“felsefesi”ne adamamı ve özellikle de yazılarımın her sayfasındaPopper’e dipnotlar düşmem için yalvar yakar olduğunu hatırlamaz mı?Tamam, bunlardan İkincisini yaptım -ben iyi bir adamım veyaşamlarının tek amacı kendi isimlerini basılı halde görmekmiş gibidavranan bi- rilerine yardımcı olmak isterim- fakat birincisini hayır:Agassi’nin bahsettiği yılın sonunda (1953) Popper benden asistanıolmamı istedi; kabul etmedim, hiç param yoktu ve bir gün birinde birgün diğerinde, durumu daha iyi olan arkadaşlarımdan geçiniyordum.

Agassi, anlaşıldığı kadarıyla Popperci Kilise’de hayatı dahadayanılır kılmak için gerekmiş birtakım söylentiler de icat ediyor:Popper’in ağzından verdiği bir alıntıya göre, ben bir gün göz-

yaşlan içinde İkinci Dünya Savaşı’na katılmış olmaktan pişmanlıkduyduğumu söylemişim. Çok mümkündür, duygusal bir insanım vehayatımda birçok aptalca şey yaptım -fakat bu dediğini sanmıyorum:Özel sorunlarımı asla yabancılara açmam ve onu da geçtik, zorunluaskerlikten kaçma konusunda aklımı yeterince kullanamamam hariçbunda üzülecek bir yan da göremiyorum. Gözyaşları büyük birihtimalle, Üstadı ziyaretlerim sırasında tamamıyla kendiliğinden çökeniç sıkıntısındandı. Agas- si’nin denemesi gibi göz yaşartıcı bir müsveddeparçasının bile Alexander von Humboldt’un saygın ve şerefli adınıtaşıyan bir burs yardımıyla yazılabildiği Almanya’daki akademisyenlikstandartlarında yaşanan bozulmanın hazin bir işareti.

Agassi’nin gerçeğe bir parça yaklaşma belirtisi gösterdiği tek yervar, ahlâki konulardaki tartışmamızla ilgili bir nokta bu. Tartışmayı iyihatırlıyorum. Agassi beni taraf olmaya zorlamıştı, yani ahlâki aryalarçekmeye. Kendimi çok rahatsız hissetmiştim. Bir yandan konu bana sonderece ahmakça görünüyordu -ben kendi aryamı söylerim, Nazikendininkini -ne olur ki? Bir yandan da Agassi’nin ve onun öncesi vesonrasındaki birçok sokak şarkıcısının, yüzleri kızarmadan insanlarıanlamsız tepkiler vermeye (ya da tepkileri bir “anlam” kazanacakşekilde beyinlerini yıkamaya) zorlamakta kullandıkları Auschwitz’inzihnimi felç eden baskısını duyuyordum. Neyse, aynı konuda bugün nesöylüyorum?

Auschwitz’in halen aramızda sağlık ve afiyetle semiren bir tutumunen uç tezahürü olduğunu söyüyorum. Bu tutum kendini bugünendüstriyel demokrasilerde azınlıklara reva görülen durumda; çoğuörnekte, harikulade genç insanları öğretmenlerinin renksiz ve kendinibeğenmiş bir kopyası haline çevirmeye dayanan eğitim sürecinde-insancıl bir bakış açısı kazandırmayı amaçlayan eğitim biçimleri dahil-gösteriyor; nükleer tehditte, ölüm silahlarının miktar ve kapasite olarakdurmadan büyüyüşünde; birtakım sözüm ona yurtseverlerin Yahudikatliamlarına rahmet okutacak bir savaşı başlatmak için yerindeduramayışmda dışavuruyor. Doğanın ve “ilkel” kültürlerin katledilişinde(o hayatlarında buldukları anlamdan yoksun bırakılan insanlar üzerinebir kere bile düşünmeden); entelektüellerimizin muazzam kibirinde,insanlığın neye ih-

tiyacı olduğunu açıkça bildiklerine inanmalarında, kendi zavallısuretlerinden yeni insanlar yaratma yolundaki amansız gayretlerinde;hastalarını, iyice gözünü korkulup elini ayağım tutmaz hale getirdiktensonra, yüklü faturalar karşılığı kesip biçen kimi hekimlerimizin çocuksumegalomanilerinde; hayvanlara sistematik bir şekilde işkence eden,çektikleri azabı inceleyen ve zalimliklerinin karşılığını ödüllendirilerekalan birçok sözüm ona araştırmacının duygusuzluğunda kendinigösteriyor.

Benim görebildiğim kadarıyla Auschwiiz’in uşaklarıyla bu “insanlıkhizmetkârları” arasında hiçbir fark yoktur -her ikisi de insan hayatını özelamaçlar uğruna kötüye kollanır. Sorun, manevi değerlerin giderek itibardandüşmesi ve yerlerine zaman zaman insancıllık bile denebilen kaba ama“'bilimsel” bir maddeciliğin almasıdır: insan (yani, uzmanlar tarafındanyetiştirilmiş insanlar) tüm sorunların üstesinden gelebilir -başka bir eyleyiciodağa güvenmesine, ordan yardım beklemesine gerek yoktur, diyen birmaddecilik. Kendinden uzakta işlenmiş suçlara yanıp yakılan ama bizzatkendi mahallesindeki suçlulara övgüler dizen bir adamı nasıl ciddiyealabilirim? Ve gerçekliğin her zaman en müthiş hayal gücününçizebileceğinden daha' zengin olduğunu bile bile nasıl bir durum hakkındauzaktan karar verebilirim?

Zulüm ve baskıya karşı kavganın ön saflarında yer almak başka birşeydir, koltuğuna kurulup başını sallayarak İyi ve Kötü hakkında kararvermek başka. İlkinde düşmanınızı görebilir, koklayabilirsiniz ve tümvarlığınız, sadece durumu şa- iraneleştirme yeteneğiniz değil, onu defetmekiçin seferber olur. İkinci duruma gelince. Ellerini arkalarında kavuşturupböyle kararlar verebilecek birçok arkadaşım var -hiç şüphe yok ki oldukçagelişkin bir vicdan sahibiler. Öte yandan ben, mesafeyi ciddiye alarak, Kötünasıl Yaratılış’m bir parçasıysa Hayatın da bir parçasıdır, diyen farklı birgörüşe saygı göstermek taraftarıyım. İnsan kötülüğe hoşgeldin demez -amaçocukça tepkilerle de yetinemez. Kötüye sınırlar koyabiliriz -ama kendialanında yaşamasına izin vererek. Çünkü onun her şeye rağmen ne kadar iyiiçerdiğini kimse bilemez, çünkü son derece önemsiz de olsa iyi bir şeyinvarlık bulması ile son derece vahşice

işlenmiş bir suç arasında ne ölçüde bir bağlantı olduğunu hiç kimsebilemez.

H. AKLA VEDA

Bu bölümde üzerinde durduğum eleştiriler nerden kaynaklanmıştı?Ve ben niçin cevap verme gereği duydum?

İlk soruyu cevaplamak kolay.Sekiz yıl kadar önce (1979) Hans Peter Duerr meşhur Suhr- kamp

Yaymevi’nin yazarları arasına katılmak üzere Almanya’ya davet edildi.Yapması gereken başka işleri vardı, kabul etmedi. Fakat vicdanı rahatetmedi -Hans Peter için dostça bir daveti reddetmek kolay bir şeydeğildi. Bir insandaki vicdan rahatsızlığının kokusunu alma kabiliyetikonusunda ancak yine kendine ait bir meziyetle, bu kabiliyeti kullanmaustalığıyla boy ölçüştürülebile- cek Dr. Unseld, Suhrkamp Yayınevi’ninbir numaralı yöneticisi, Hans Peter’in ruh halini sezerek onu izzetikrama boğdu. Sonuç: Hans Peter kendini bir Paul Kari Feyerabendfestivali hazırlama fikrine evet demek zorunda hissetti ve dört bir yanamektuplar göndermeye başladı. Mektupların bazıları hiç açılmadan,bazıları fikrin ne kadar yerinde .olduğu üzerine görüşlerle, bazıları isebildik zaman yokluğu özürüyle birlikte geri döndü -sadece birkaç insanbeni retorik çemberler içine alarak saplantılarımdan uzaklaştırma, övmeya da lanetleme kararı aldı. Diyeceğim, bu girişim sonunda ortaya çıkanderleme, varlığını benim “eserlerim”in değerine değil alkolün gücüneborçludur.

İkinci sorunun cevabı kat be kat zor. Birçok insan -bilimadamı,sanatçı, hukukçu, politikacı, rahip- meslekleri ve hayatları arasında biraynm gözetmez. Eğer mesleklerinde başarılıysalar bunu varoluşlarınındoğrudan bir olumlanması sayarlar. Başarısızsalar, insan olarak dabaşarısız olduklarını düşünürler; arkadaşlarına, çocuklarına, karılarına,aşıklarına, köpeklerine ne kadar neşe vermiş olduklarının bir önemiyoktur. Kitaplar yazıyorlarsa, diyelim romanlar, şiir derlemeleri ya dafelsefi incelemeler, bu kitaplar tam da onların gerçek özünden inşaedilmiş bir yapının bir parçası haline gelirler. Schopenhauer, “Benkimim?” diye soruyor ve şöyle

cevaplandırıyordu, “Ben İrade ve Tasarım Olarak Dünya'yı yazmış ve obüyük varlık sorununa çözüm getirmiş insanım.” Anne- babalar, erkek vekız kardeşler, kocalar, metresler, papağanlar (İngiliz okur için muhabbetkuşları), hattâ yazarın en mahrem duygulan, düşleri, korkulan, beklentileriancak bu yapıya göre bir anlam kazanır, ona göre bir tanım bulur: karı,hımm, yernek yapmasını, temizlik işlerini, çamaşır yıkamasını ve yazmakiçin gereken ortamı yaratmasını bilir; arkadaşlar, hımm, çalıştığı sıralar şuyoksul delikanlıya anlayış gösterir ve desteklerini esirgemezler, ona borçverirler, doğuracağı olağanüstü şeyleri dünyaya getirmesi için ona canlabaşla yardım ederler, vesaire, vesaire. Yaygın bir tutumdur bu. Hemen tümbiyografi ve otobiyografilerin temel güzergâhını oluşturur. Gerçekten büyükdüşünürler arasında rastlandığı da olur (Sokrates ölümünden birkaç saatönce, çok sevdiği öğrencileriyle mühim mevzular üzerinde sohbetedebilmek için karısını ve çocuklarını başından savar: Phaedo 60a7. ClaireGoll, leh verzeihe keinem [Münih 1980] isimli otobiyografisinde sanatçılararasındaki buna paralel bir tutumu kendine has üslûbuyla, büyük bir nefretleanlatır) fakat günümüz akademik kemirgenleri arasında son dereceyaygındır.

Bu tutum bana garip ve anlaşılmaz gelir, biraz da uğursuz bir kokualınm. Doğrusu, bir zamanlar uzaktan bana da çok cazip gelmişti; onunüssü olan kalelere girmeyi, çok bilmiş şövalyelerin tüm dünya ölçeğindebaşlattığı aydınlanma savaşlarına katılmayı hayal etmiştim. Fakat zamanlakonunun daha vasat yönleri dikkatimi çekti: şövalyeler -profesörler- onlarapara veren ve ne yapmaları gerektiğini söyleyen efendilerine hizmetediyorlardı: herkes için bir uyum ve mutluluk peşinde koşan özgür kafalardeğil, birer memurdular (o şahane Almanca sözcükle, Denkbeamte) vedüzen manileri aklı başında bir araştırmanın ya da insanlığa duydukları biryakınlığın ürünü değil mesleki bir hastalıktı. Onun için çalıştığım yerlerdeelimden gelen çok az şey karşılığı aldığım dolgun ücretlerden sonmeteliğine kadar nimetlenirken, bahsettiğim hastalıkla derslerime devameden yoksul insanları (ve Berkeley Üniversitesinde köpekleri, kedileri,rakunları, hattâ zaman zaman bir eşeği) gözetmeye özen gösterdim. Herşeyden önce, diyordum kendi kendime, bu insanlara karşı belli birsorumluluğum var, on-

ların güvenini kötüye kullanmamalıyım. Onlara hikâyeler anlattım vedoğal dikbaşlılıklarmı bilemeye çalıştım, çünkü, öyle inanıyordum ki,yüz yüze gelmekte oldukları ideolojik sokak şarkıcılarına karşı en iyisavunma buydu: en iyi eğitim, insanları eğitimin sistematik çabalarınakarşı bağışık hale getirmekten ibaretti. Fakat bu samimi düşünceler bilemesleğimle aramda yakın bir bağ oluşmasına yetmedi. Bir günBerkeley’de, birgün Londra ya da Berlin’de, ya da ücretimi gerçekİsviçre Frangıyla aldığım Zürih’te, üniversite hayatına kapılmış giderkensık sık, “onlardan biri” olduğum düşüncesiyle irkildim. “Birprofesörüm”, diyordum kendi kendime, “imkansız -nasıl oldu bu?”

Sözüm ona “fikirlerim” konusunda da tutumum tıpatıp aynıydı.Arkadaşlarımla din, sanat, siyaset, seks, cinayet, tiyatro, kuantumfiziğinde ölçme ve daha bunun gibi bir sürü şey üzerinde tartışmak hephoşuma gitmiştir. Tartışmalarda birgün başka, diğer gün daha başka biryaklaşımı savunuyordum: yaklaşımlarımı -hattâ hayatımın şeklini-değiştirip duruyordum, kısmen can sıkıntısından kurtulmak için, kısmen(Kari Popper’in bir defasmda üzüntüyle belirttiği gibi) bir bay muhalefetolduğumdan, kısmen de giderek daha fazla, en aptalca ve en gayri-insanibir görüşün bile bir değeri olduğu ve kaygısızca savunulmayı hak ettiğikanaatine varmamdan. Belli bir tez öne sürerek başlayan hemen tümyazılı, ...peki öyle diyelim, “eserlerim” bu tür tartışmalardan doğmuşturve tartışmaya katılan tarafların etkileriyle biçimlenmiştir. Bir arakendime has düşüncelerim olduğu inancına kapıldım -kim zaman zamanbu tür yanılsamaların kurbanı olmaz ki- fakat hiçbir zaman budüşünceleri beni ben yapan vazgeçilmez şeyler olarak görmek gibi birkuruntuya saplanmayacaktım. Ben, diyordum konu hakkındadüşündüğümde, ortaya koyduğum en yüce buluştanken derindenhissettiğim ve tüm varlığımı kucaklayan bir inançtan bile çok daha başkabir şeyim ve bu tür buluş ve inançların üstümde egemenlik kurmasına vebeni sadık hizmetçisi haline getirmesine asla izin vermemeliyim. Bir“taraf’ da olabilirdim (pratik ve hattâ bu püriten çağrışımlı sözcük benibundan caydırmasına rağmen), fakat böyle bir durumda bunun nedeni“vicdan” ya da başka türden bir saçmalık değil, gelip geçici bir hevesolacaktı.

“Taraf’ olmaya gönülsüzlüğümün ardında yatan başka bir

neden daha olduğunu ancak çok yatan bir zamanda keşfedebildim." YK’yıkısmen Lakatos’a takılmak (o da bir cevap yazmayı düşünüyordu fakatömrü elvermedi), kısmen de felsefi adaletin hükmüne karşı bilimsel pratiğisavunmak için yazdım. On beş yaşlarında Ernst Mach’ı yutmuş ve fizikteHans Thirring ve Felix Ehrenhaft'm öğrencisi olmuş birisi olarak, bi-limadamlanmn çalışmalarının kendi kendine yettiğini, ayrıca dışardanherhangi bir meşrulaştırmaya ihtiyacı olmadığını fazla düşünmedenbenimsemiştim. O karmaşık bilimsel araştırma sürecini hiç yaşamadığıhalde, onun ne üzerinde döndüğünü, nasıl daha ileri götürülebileceğinibildiğini iddiaya kalkışan birtakım insanlar asabımı bozuyordu. Sanıyorumbir tür bilimsel libenerdim ve savaş çığlığım “bilimi bilimadamlannabırakın!” olabilirdi. Şüphesiz ben de bir zamanlar akılcıydım -fakat akılcınutukların sığlığını görmem ve tekrar Mach’a dönmeye karar vermem içinbasit pratik bir örnek, Hamburg’da, 1965’ten önce (sanıyorum). Prof. vonWeizsackerin somut argümanları yetmişti.

Üzerimde olağanüstü etkisi olan yaşadığım ikinci bir şey daha vardı.Bunu ilk kez tarif ettiğim biçimiyle buraya alıyorum (ÖBTB, s.118 vd.):

1964’te ve sonraki ydlarda, yeni eğitim politikaları sonucunda, üni-versiteye MeksikalIlar, Zenciler, Kızılderililer de girmeye başladı. Bir“eğitim” edinebilme umuduyla, bir miktar meraklı, bir miktar mağrur,bir miktar da kafaları karışık, öyle oturup duruyorlardı. Peşindensürükleyecek insan arayan bir peygamber için ne bulunmaz bir fırsat!Aklın yaygınlaştırılmasına ve insanlığın daha da gelişmesine katkıdabulunmak için -akılcı dostlarım böyle diyorlardı- ne bulunmaz bir fırsat!Ama ben çok farklı düşünüyordum. Zira anlıyordum ki o güne kadar azçok yontulmuş dinleyicilerime an- Iatageldiğim o incelikli savlar vegüzel öyküler, fikirleriyle kendi dışında kalan herkesi köleleştirmeyibaşarmış küçük bir grubun kendini beğenmiş düşlerinden,düşüncelerinden başka bir şey olmayabilirdi. Ben kim oluyordum da buinsanlara neyi nasıl düşünmeleri gerektiğini söylüyordum? Birçoksorunları olduğunu bilsem de bu sorunların ne olduğunu bilmiyordum.Öğrenmeye hevesli olduklarını bilsem de ilgi duydukları şeylerle,duygularıyla, korkularıyla tanışıklığım yoktu. Felsefecilerin yıllar boyubiriktirdikleri

ve liberallerin de yutulması kolay olsun diye dokunaklı sözlerle be-zedikleri tatsız tuzsuz yutturmacalan, topraklan, kültürleri, onurlarıyağmalanmış ve şimdi de kendilerini köleleştiren sözüm ona insanlarınsözcülüğünü yapanların anemik fikirlerini sabırla özümsemek veardından da tekrarlamak durumunda olan bu insanlara sunmak doğrumuydu? .Çevrelerindeki bu garip dünyayı bilmek istiyorlardı, öğrenmekistiyorlardı, anlamak istiyorlardı -bu insaniann hakkı daha iyi bir gıdadeğil miydi? Bunların ataları kendilerine aiî kültürler, renkli diller,insanla insan ve insanla doğa arasındaki ilişki konusunda ahenkligörüşler geliştirmişlerdi -bunların kalıntıları. Bati düşüncesindekiayrılma, çözümleme, ben-merkezcilik eğilimlerinin yaşayan birereleştirisidir... Dinleyicilerime baktıkça aklımdan geçen bu düşünceler,yerine getirmek durumunda olduğum görevden tiksintiyle ve dehşetlesoğumama neden oldu. Zira bu görev -şimdi gayet iyi anlıyordum ki-çok usta, çok hilekâr bir köle çalıştırıcısının göreviydi. Ben ise bir köleçalıştırıcısı olmak istemiyordum.

Yapı olarak bu deneyim, fizikte yaşadığımın aynısıydı. Orda da, dörtbaşı mamur bir pratiğe müdahale etmek isteyen bir felsefenin yapmacık veküstah tavırlarını ta içimde hissetmiştim. Ancak arada bir fark vardı. Bilim,kültürün yalnızca bir parçası olduğu ve tam bir yaşama kavuşmak içinbaşka öğelere de ihtiyaç duyduğu halde dinleyicilerimin ait olduğugelenekler işin başından itibaren tamamlanmış şeylerdi. O açıdan burdakimüdahale çok daha ciddiydi ve ona karşı koymak için çok daha güçlü birdirenç gerekiyordu. Böyle bir direnç kurmaya çalışarak bu yolda en-telektüel çözümler üzerinde kafa yordum, demek ki başka insanlar içinçeşitli politikalar oluşturmanın ben ve benim gibilere ait olduğudüşüncesini hâlâ veri kabul ediyordum. Şüphesiz Başkan Johnson vekalkınma yardımları tarafından dayatılan politikalardan çok daha iyipolitikalar oluşturmaktı niyetim, ama bunu yaparken yine de Johnson gibi,yardım etmek istediğim insanların karar ve sorumluluğunu pekönemsemiyor, onlara sanki kendilerini idare etme güçleri olmayan birilerigözüyle ba- kıyordum. Öyle anlaşılıyor ki bu çelişkinin farkmdaydım ve bubi- linçdışı farkmdalık beni uzak ve ilgisiz bir davranış tarzına itiyor ve“bir taraf olma”yı redde götürüyordu.Bu yolda yaşadığım üçüncü bir olay daha var -nazik ama ka-

rarlı bir banş ve özgüven savaşçısı Grazia Borrini ile tanışmam. Grazia dabçnim gibi fizik okumuş ve yine benim gibi bunu çok kısıtlayıcı bulmuştu.Fakat ben daha geniş ve daha insani bir bakış açısına varmak için birtakımsoyutlamalarla uğraşıp dururken (“özgür toplum” düşüncesi gibi) odüşünceleriyle (şu benirn kabızlık çeken söyleyiş tarzıma bir dahadönecek olursak) “tarihsel gelenekler” içinde yer alıyordu. Bu geleneklerhakkında gerçekten birçok şey biliyordum ve hattâ Grazia ilekarşılaşmadan önce onlar üzerine yazılar yazmıştım, ama bundan nasıl birsonuç çıktığını görmem için yine somut bir rastlaşma gerekiyormuş.Grazia ayrıca bana ekonomik ve kültürel değişim/alışveriş sorunlarıylauğraşan değerli bilginler tarafından kaleme alınmış çeşitli kitap veincelemeler de verdi. Gerçek bir buluştu benim için. Şimdi ilk kez elimde,bilimsel yaklaşımın sınırlan üzerine başvurmayı âdet edindiğimörneklerden (astroloji, voodoo, biraz da tıp) çok daha iyi örnekler vardı.İkincisi, çabalanırım boşa gitmediğini ve onları gerek kendimin gereksebaşkalanmn gözünde işe yarar hale getirmek için yalnızca küçük bir tutumdeğişikliğinin yeteceğini fark ettim. Kitap yazarak insanlara yardımedebilirdiniz. Farklı kültürlerden, faaliyetlerine saygı duyduğum çeşitliinsanlann yazdığım kimi şeyleri okuduğunu ve memnunlukla karşıladığınıfark ettiğim zaman çok şaşırdım ve derinden sarsıldım. Ve sonunda öz-kinizmi bir yana bırakıp, son ama iyi bir kitap yazmaya karar verdim,Grazia için çünkü onu tanıyordum, çünkü karşımda gülümseyen bir yüzolduğunda daha iyi yazıyordum (hatırlarsanız, YK’yi Lakatos’un anısıylabirlikte yazmıştım) ve onun aracılığıyla açlığa, zulme, savaşlara rağmenyaşamaya ve hayatlanna bir parça değer ve mutluluk kazandırmaya çalışantüm insanlar için. Böyle bir kitap yazmak istiyorsam şüphesiz, beni hâlâ osoyut yaklaşıma bağlayan son zincirleri de koparmak zorundaydım ya datekrar o bildik sorumsuz söyleyiş tarzıma döner(s)ek, artık şöyle demekzorunday(d)ım

A K L A V E D A

Der: John Keanesivil toplum ve devlet

Avrupa’da Yeni Yaklaşımlarİnceleme I 438 sayfa “Sivil Toplum” (erimi, Türkiye solunun gündemine ilk kez1980'li yılların ortalarında girdi ama demokrasi ve siyaset konusunda anlamlı birtartışma yürütme imkânı olarak kullanılmadan bir kenara atıldı. Klasik anlamda

siyasetin tam bir kriz içine düştüğü günümüzde solun, kendine ait kavramlarıböylesine cömertçe harcama alışkanlığı yüzünden geldiği yer, giderek arkaik ve

maıji- nal bir konuma sürüklenmesi ya da tamamen liberalleşerek kimliğiniyitirmesi oldu. Etkili bir sol siyaset üretilemedi, çünkü siyaset yapmanın başka bi-çimleri, başka alanları tahayyül bile edilmedi. Kapitalizmle farklılaşarak “sahicibir sol alternatif kimlikle” yaşama çabası içinde olunmadı. Bu anlamda, bugün

sosyalistlerin önündeki esas sorun "siyasetin yeniden tanımlanması” bizce. Üstelikbu hâlâ mümkün: Bütün geleneksel literatürün taranıp eleştirilmesi, kavramların

yeni baştan içeriklendirilmesi koşuluyla...Batı’da son dönemde “sivil toplum” teriminin canlanması etrafında “yurttaşlık”,

“kimlik”, “kamusal alan”, “demokrasi” ve “devlet” kavramları çok önemlitartışmaların odak noktası haline geldi. John Keane’in Demokrasi ve Sivil Toplumadlı çalışmasına eşlik eden Sivil Toplıun ve Devlet bu tartışmaları bir arada sunan

en kapsamlı ve en yeni derleme. Medeniyet kavramının doğuşundan toplumsözleşmesi anlayışının içerdiği ataerkil boyuta, Doğu Avrupa’daki totaliter rejim

ve muhaliflerinden refah devletinin bunalımına dek çok geniş bir konu yelpazesinesahip. Yazılara bir ortak payda belirlemek gerekirse şu denilebilir: Yazarlar, “siviltoplum”u, lehinde ya da aleyhinde tavır alınabilecek bir siyâset ölçütü olarak değil,“sahici bir demokrasinin'1 oluşturulabilmesi için şu ya da bu yönlerden eleştiri ve

düzeltme işlemlerine tabi tutulması gereken bir “müdahale alanı" olarakgörüyorlar. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden on altı kuramcı, sivil toplum rdevlet

ayrımının kökenleri ve tarih içinde buna yüklenen anlamların değişmesinin yanı sı-ra ayrımın günümüzde taşıdığı sosyolojik anlamı da tartışıyorlar. Ama dahaönemlisi totalitarizme karşı direnme, yeni muhafazakârlığın ve özelleştirme-

ciliğin yükselişi, yeni toplumsal hareketler, kapitalizm ve refah devletinin geleceğigibi güncel gelişmeler karşısında sivil toplum kavrayışının sunabileceği siyasal

imkânlar üzerinde durarak pozitif öneriler getiriyorlar. Anti- politik politika,kamusal-özcl alanlar arasındaki ayrımın yeniden çizilmesi, toplumsal

görünürlüğün arttırılması, her türlü gizli örgütün ilgası bu önerilerden birkaçı...“Çevre", “katılım” gibi “Sivil Toplum” kavramının da sindirilmeden tüketilmeyeçalışıldığı ülkemizde “demokrasiyi derinleştirerek tanımlamak” git» bir kaygısı

olanlar için vazgeçilmez bir kitap...