13
Sanal Lakırdı Eylül 2012

Sanal Lakirdii - Eylül 2012

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Sanal Lakırdı, Eylül 2012

Citation preview

Page 1: Sanal Lakirdii - Eylül 2012

Sanal Lakırdı Eylül 2012

Page 2: Sanal Lakirdii - Eylül 2012
Page 3: Sanal Lakirdii - Eylül 2012

500 Otoportre Bundan birkaç ay önce bu portre ve haberi ya-kalamıştım. Oldukça ilginç gelmişti. Yukarıda-ki kız 5.5 yıl boyunca kendi portre fotoğrafları-nı aynı açıdan çekmiş ve flicker a koymuş. Ken-di deyişiyle ne için yaptığını bilmeden. Yüzünün nasıl zaman içinde değiştiğini kaydetmek gibi bir düşüncesi varmış. Daha sonra Tiemen Ra-pati, bu fotoğrafların arasından 500 tanesini in-dirip birleştirmiş. Sonuç yandaki ‘resim.

Portre sanatı, bilidindiği üzere, Avrupa da or-taçağ da başlamış bir resim stili. Çoğunlukla zengin aileler portrelerini ressamlara yaptırırlar-dı. Daha sonrasında portreler sadece zengin ki-şilerin portre resimleri olmayıp, Mona Lisa gibi standart bir insan portrelerine de dönüşerek de-vam etti. Picasso ile (bence) en büyük değişimi-ni yaşandı.

Picasso kubizmi ile beraber, yapısal bir deği-şim söz konu olur. Picasso’ya kadar, nesne-nin fiziksel bütünlüğü hiç bozulmamasına rağ-men Picasso ile bu bütünlük bozulur. Yüzün ya da resmedilenin o açıdan hiç görünemeyecek öbür yüzü de aynı düzleme dahil edilir. Buna bir anlamda fiziğin bükülmesi diyebilirim.

Daha sonra fotoğraf sanatı ve post modern eğilimler içinde portre sanatı her zaman va-rola gelmiştir. Ama portre sanatının bütün bu varlık süreci içerisinde, ”zamanın bir nokta-ya toplandığını” hiç görmemiştim. (belki de var-dır ama benim cahilliğime verin). Ama yukarı-da gördüğünüz portre de 5.5 yılın bir ana top-lanması gibi bir özellik var. Yani tıpkı fiziksel bü-tünlüğünün bükülmesi gibi zamanın bükülme-sinden de bahsedilebilir.

Basit bir portre değil. 5.5 yıl zamanlı bir port-re. Geleneksel anlık portre değil. Zaten bunun için ilgimi çekti. “Zamansal Portre” ya da “za-mansız portre”, yani içinde 5.5 yıl olan bir port-re. Belki de türünün ilk örneği.

Ufuk Tolga Savaş - Sanat

30.Eylül.2012

Page 4: Sanal Lakirdii - Eylül 2012
Page 5: Sanal Lakirdii - Eylül 2012

Bu Bir Deneme Yazısıdır. Bu neyin denemesi derseniz, bir blog yazısını sesli yazıyorum ilk defa. Sesli ya da sesle de-mek şu demek: telefonuma sesli olarak konuşu-yorum, telefonumda sesi yazıya çeviriyor. Klav-ye kullanmıyorum. Harika bir şey.

Teknolojinin gelişmesi, artık beni bile şaşırt-tıyor. Herhalde bende yaşlanmaya başladım. Laftan anlayan yazılımlar ortaya çıkmış. Çoğu cep bilgisayarı laftan anlar olmuş. Benim daha yeni haberim oluyor. Aslında haberim olmuştu ama türkçe üzerinden bu kadar mükemmel ça-lıştıklarını bilmiyordum. Daha ziyade ingilizce çalıştıklarını sanıyordum.

Peki bunu nasıl keşfettim? Kazayla elbette. Zaten son zamanlarda, telefonumdaki özellikle-ri hep kazayla buldum. Hikaye şu: internette do-lanırken siri diye bişey gördüm. Bir iphone uy-gulaması. Ses ile kullanılıyor. Siz bir komut ve-riyorsunuz, telefon verdiğimiz komutu uygulu-yor. Mesela facebook durumumu değiştir diyor-sunuz değiştiriyor, twitter mesaj at diyorsunuz, atıyor. Annemi ara diyorsunuz, arıyor. Şu konu hakkında bilgi bul diyorsunuz bulup size okuyor. Bu ve buna benzer pek çok özellik artık telefon-larda var. Iphone taklitçisi samsung da da mut-laka var olmalıdır diye düşündüm. Haksız değil-mişim. Varmış. Adı s-talk. Ama son güncelleme ile çalışmaz hale geldi eğer çalışsaydı, telefonu-ma dokunmaktan vaz geçecektim. Akşam eve giderken o ne demek şu ne demek diye telefo-numa soracak böylece trafik ızdırabını azaltmis olacaktım. Ama malesef çalışmıyor.

Sesle kontrol işinin bu kadar gelişmiş olma-sı oldukça ilginç ve bir o kadar da yepyeni olanaklar sunuyor. Herhalde ilerleyen zaman

dilimlerinde sadece telefonumuzu değil buzdo-labını, tost makinesini arabayı evi kısaca herşe-ye sesle kullanıyor olacağız. Ve büyük ihtimalle çok daha rahat edeceğiz.

Şu andaki halimi görmenizi isterdim. Tıpkı küçük bir çocuğun yep yeni bir oyuncağı olmuş gibi mutluyum.

Not: Yazıyı sesle yazdıktan sonra bilgisayarda tekrar açıp, harf redaksyonu gibi bir işlem yap-madım. Ne söylediysem o var bu yazıda. Çok başarılı değil mi? Neredeyse hiç bir kelime ha-tası yok.

Ufuk Tolga Savaş - Bilim ve Teknoloji 21-Eylül.2012

Page 6: Sanal Lakirdii - Eylül 2012
Page 7: Sanal Lakirdii - Eylül 2012

Bloğun Okunurluğu Çok Önemli Blog yazmak güzeldir ama onu okunur kılmak, insanların kaçmadan istediklerini vermeyi ba-şarmak daha da güzeldir. Ama çoğu blog yaza-rının atladığı, önemli bir mesele var ki o da ta-sarım yani sunum yani pazarlama. Çok defa yazmışlığım vardır: pazarlama herşeydir. Bunu atlamak hiç iyi olmuyor. Bu gün biraz blog oku-yayım diye bir araştırma yaptım. Ama çoğu blo-gu okumadan geçtiğimi fark ettim. Bunun en te-mel sebebi tasarımlarıydı. Okunur bir blog yaz-mak için tasarım çok önemli….

Cem Yılmaz, gösterilerinin çoğunda, söyleyecek sözlerini, yapacağı esprileri ayarlamak için süre-ye ihtiyaç duyar ve süre kazanmak için komed-yenin ne olduğunu uzun uzun anlatır ya, ben de yazacak birşey bulamadığımda blog olayı üzeri-ne eğiliyorum. Bu da bir itiraf. Ama gene de ters giden birşeyi gördüğümde uyarmak da benim için bir ihtiyaç.

Görsel-işitsel bir çağda yaşıyoruz ve insan-lar internette yazı okumak için çok da zaman kaybetmiyorlar. Birde bunun üzerine zor oku-nan yazılar oldu mu kimse bununla vakit kay-betmiyor ve surfe devam ediyor. Bu gün blog-lar arasında gezinirken yaşadığım da tam ola-rak bu oldu. Uzun uzun yazılar, göz gezdirmek imkansız, görsellerle desteklenmemiş, ilginç de-ğil…vs. Bunların düzelmesi iyi olur. Bu yazımda yapılan hataları ve düzeltme yöntemlerini öner-mek istiyorum.

İnternette hız faktörü çok önemli. Bilgiye ulaş-mak ama hemen ve hızlı ulaşmak bir gereklilik.

Bunun için blog sayfaları bazı kurallara göre dü-zenlenmeli.

Blogun adı romantik bir ad olmaktan öteye, anlaşılır ve hangi konuya, hangi içeriğe sa-hip olduğunu belli etmelidir. “Teknoloji günlü-ğü”, “of line” gibi isimler o bloğun bir tekno-blog olduğunu anlatır. Bu bloglar internette bulundu-ğunda, ne üzerine olduğu kolayca anlaşılabi-leceği gibi, meraklısının bakmasını meraksızın geçmesini sağlayacaktır. Ama benim şu anda okuduğunuz bu blogum gibi kişisel bloglar bu-nun dışındadır. Çünkü kişisel bloglarda konu serbestliği vardır ve başlık hepsini kapsamalıdır.

Öyle yazı başlıkları kullanılmalıdır ki ilgi çek-sin. Bunu bir örnekle açıklamak isterim. Ço-ğumuz twitter kullanıyoruz. Twitter bilgisayardan kullanıldığında çok sıkıcı bir şeydir. Yazılar, ya-zılar durumu söz konusudur. Ama bir feed rea-derdan takip edildiğinde ilginçleşmeye başlar. Çünkü feed reader bu tweetleri biraz görselleş-tirir, biraz birbirinden ayırır. Ben Fliboard’u kulla-nıyorum. Ekran görüntüsü şöyle:

Bu readerlar son derece sıkıcı görünümle-ri biraz daha okunur kılıyor ama yetmiyor. Dedim ya başlık çok önemli. Bu readerlardan okusanız bile (mesela ben öyleyim) başlık ilgi-mi çekmiyorsa yazıya girip de okumuyorum. Bu yüzden başlıklar da ilginç olmalı.

Page 8: Sanal Lakirdii - Eylül 2012

Ama bir noktaya da değinmeden geçemeye-ceğim. Ben blog yazarken ilginç olsun ya da okunsun diye yazmıyorum çoğunlukla. Böyle bir derdim yok. Kafamı boşaltıyorum ve insan-larla paylaşıyorum.

Görseller çok önemlidir. Görsel işitsel bir çağ-da yaşıyoruz. İnsanlar artık düm düz yazı oku-maktan çok da hoşlaşmıyorlar. İçinde mutlaka renk olmalı. Hem de yazı okurken gene de say-fada bir kompozisyon ihtiyacı var ve görseller bunu sağlıyor.

Satırlar uzun olmamalı, tıpkı bir gazete sü-tünu gibi ince olmalıdır. Cümlenin ne kadar uzun olduğu o kadar önemli değil ama satır gör-sel olarak çok uzun olmamalıdır. Okunmuyor. Niye gazeteler bütün yazılarını sütunlara böle-rek yayınlarlar? Öyle bloglar var ki, 1024px ge-nişlikte kullanılmış ve yazının satırı 1024px bo-yunca devam ediyor. Satır bitiyor ve siz başa döndüğünüzde hangi satırı az önce okuduğunu-zu bulmanız zor oluyor. Böyle blogları genellik-le direkt geçiyorum. Tek satır bile okumuyorum. En güzeli yazı satırlarını maksimum 600-800px arası kullanmak. Fotobloglar bu durumun dışın-da elbette.

Çok fazla ekstra widget kullanılmamalıdır. Çünkü ekranın sağında solunda ne kadar çok görsel öge olsa o kadar karışıklık oluyor. Bir de bu ögeler animatik olduğunda iyice korkunçla-şıyor, yazı okunmaz oluyor. Bu durum öylesine abartılı vaziyetlerde ki, bir yazılımcı buna çare bulma ihtiyacını hissetmiş ve bir uygulama orta-ya koymuş: Readability. Sayfadaki ıvırı zıvırı te-mizleyip, okuyucuyu sadece yazı ve görselleriy-le baş başa bırakıyor.

Her paragrafın başı, bold kelimeler ile yazıl-malı, o paragrafta ne anlatılacağının işareti verilmelidir. Böylece okuyucu hızla göz atarken ilgisini çekmek mümkün olabilir. Çoğu zaman

okuyucu sayfalar arasında dolaşırken, yazının başlığına ve görseline bakar. Yazının ilk birkaç cümlesini okur. Ya geçer ya kalıp, okumaya de-vam eder. Okumaya devam edenler için parag-rafların ana cümlelerini kalın yapmak iyi olabili-yor. (kişisel fikrim). Buna bazı bilirkişiler, yazının taranmasının kolaylaştırılması diyorlar.

Sosyal ağlar efektif kullanılmalıdır. Hem de hepsi. Geçenlerde televizyonda bir reklam gör-düm. Çölün ortasında bir masa, üstünde bir bil-gisayar ve heyecanlı bir çocuk. Şener Şen yak-laşıp o çocuğa orada ne yaptığını soruyor. Ço-cuk yeni birşey bulduğunu söylüyor. Şener Şen’de peki seni buradan kim duyacak deyip, çocuğu o yalnız çölden alıp götürüyor. Sosyal ağ bağlantısı olmayan blog da aynen o çöldeki çocuğun hali gibidir. Yazıp durursunuz ama du-yan olmaz. O yüzden bütün sosyal ağlara giril-meli ve kullanılmalıdır. Ama yetmez. Bu ağlarda izleyici sayınızı arttırmak zorundayız. Bu yüz-den gerçek hayatta tanıdıklarımız ya da tanıma-dıklarımız şeklinde bir ayrım yapmadan, (ama her önümüze geleni de kabul etmeden) izleyici sayısını arttırmak gerekir. Yazı yazıp oturmakla olmuyor. Bunun için yazılımlar bile yapılmış…

Son olarak, blog yazısı (şu an benim yaptı-ğım gibi) çok uzun olmamalı. Arama motorla-rınca kolayca bulunur olmalı. Bunun için tag’ler yani arama kelimeleri doğru girilmeli. Çünkü sosyal ağlar, size yazının yazıldığı gün dönüş sağlarken, arama motorları uzun dönem dönüş sağlar. Dili, anlaşılır kullanmalı. Ve çok önem-li bir şey %100 siyah fon üzerine %100 beyaz yazılar yazılmamalı. Böyle bir bloğu okuduktan sonra, gözünüzü odanın başka bir yerine çe-virdiğinizde, aşırı kontrasttan kendini koruma-ya çalışan göz, düz duvarlarda satırlar görmeye başlıyor.

Ne zaman blog profesörü oldun da bu kadar laf ediyorsun diyebilirsiniz elbette. Hele hele blog

Page 9: Sanal Lakirdii - Eylül 2012

okunma sayın 2000lerde dolaşırken. Haklı olabilirsiniz. Ama bu blog, ikinci versiyon. Bi-rinci versiyon çökünce, okunma sayısı da gö-rünmez oldu. Tahminimce o sayı 11.000′ler-de idi. Şimdi 2000 daha oldu. yani 13000+. E artık yazayım böyle yazılar izninizle…

Ufuk Tolga Savaş - İnternet ve Sosyal Medya 19-Eylül.2012

Page 10: Sanal Lakirdii - Eylül 2012
Page 11: Sanal Lakirdii - Eylül 2012

Avatar Oldum. Avatar oldum. Daha doğrusu bu resim bir ava-tar oldu. Bir twitter kullanıcısı, kendine profil res-mi olarak benim resmimi uygun görmüş ve kul-lanmış. Önce kızdım, benim yüzümü nasıl kul-lanır diye, sonra fotoğrafın asıl sahibi olan Emre Alkaç’ın bir çalışmasını bu kadar kolayca nasıl kullanır diye düşündüm. Ama sonra kızmaktan vaz geçtim. Herhalde kendi yüzü yerine bir ava-tar ararken benim fotoğrafımı bulmuş (her nasıl olduysa) almış kendi sanal yüzü yapmış.

Avatar kavramını, ne olduğunu bilmeyenler için kısaca bir açıklayayım: Avatar, sözlük an-lamıyla, bir kişinin ya da bir fikrin cisimleşmiş hali, ortaya çıkmış durumu anlamında kullanılır. İnternette ise, bir kişinin takma ismi olabilece-ği gibi takma görüntüsü de olabilir. İşte bu tak-ma görüntüye avatar deniyor. Yani kendisi değil ama bir şekilde seçtiği bir kişinin görüntüsü. Bu görüntü çizgi karekter olabileceği gibi, bir ani-masyon ya da bir fotoğraf olabiliyor.

Avatar kavramı, “Avatar” isimli filmden önce karşılaştığım bir kavram aslında. İlk karşılaş-mam yıllar önce bir gün yahoo’daki e posta he-sabıma girdiğimde karşıma çıkmıştı. Bana bir avatar yaratmak isteyip istemediğimi soruyordu.

Merak ettim, “yes” dedim. Bir çizgi karekter ve yanında bir çok kontrol söz konusuydu. Bu kont-roller, saçının rengini değiştir, saçını uzat, gözü-nü ayarla, göz rengini ayarla gibi uzayıp giden bir kontrol paneliydi. Biraz uğraştım ve kendime bir çizgi avatar yarattım. (Şimdi baktım yok, her-halde yahoo vazgeçmiş). Sonrasında online oy-nanabilen massive multiplayer oyunlarında bu durum ortaya çıktı. Şu sıralar da neredeyse her oyunda var. Mesela çoğu insanın uzun süredir oynadığı (ki artık “oynadığı” denemez, yaşadığı diyelim) Second Life.

Ama avatar olayına en ilginç yaklaşımı Matrix’de karşıma çıkmıştı. Ne diyordu Morpheus, “menthal projection of your digital-self”. Bunu çevirmek biraz zor. Dijital kendinin, akli yansıması. Hikaye şu: Neo (baş kahrama-nımız, dünyada saçma bir şeyler olduğunu, bu dünya ve hayatın bir garip olduğunu her zaman hisseden bir kişidir. Morpheus, onunla bağlan-tı kurar ve onu yaşadığı hayatın aslında bir bil-gisayar simulasyonu olduğunu gösterir. Kendi-sinin aslında başka bir yerdeki vücutta yaşadı-ğını ama beynine bu simulasyonun enjekte edil-diğini anlatır. Bunu yaparken de kendi hazırladı-ğı bir başka simulasyonun içine Neo’yu sokar ki, bu lafı da orada eder. Bence en ilginç avatar ta-nımlaması da burada ortaya çıkar: menthal pro-

Page 12: Sanal Lakirdii - Eylül 2012

jection of your digital-self.

Avatar olayı internette ya da başka bir de-yişle dijital dünyada çok kullanılır. Kullanıl-masında bir sakınca yok ama başkasını kendi-si gibi kullanmaya başlayınca iş biraz değişiyor. Hatta bunu izinsiz bir şekilde yapmaya başla-yınca da olay artık hukuki bir boyut bile kazanı-yor. Suç olmaya başlıyor.

Benim resmimi kullanan zat’a bir kaç kez mesaj attım. Benim resmimi kullanmaktan vaz-geçmesi için ama ne geri dönüş oldu, ne ses, ne seda. Bu ne rahatlık diye düşündüm ve ne yapabileceğimi araştırmaya başladım ki, ilginç-likler bir bir dökülmeye başladı.

Bir kere hukuksal anlamda hiç bir şey yapa-mıyormuşuz. Çünkü hukukumuzda bu gibi du-rumlar tanımlı değil. Daha doğrusu durum şu: tr uzantılı web sayfaları üzerinde hukuksal dü-zenemeler var ve bunlar kopyacılık sahtecilik

gibi şeylerde işe yarıyor ama tr uzantısı olma-yan, başka bir deyişle, Türkiye’de olmayan si-telere karşı hiç bir şey yapılamıyormuş. Mesela facebook’ta bir kişi size küfretse, siz ekran gö-rüntüsü ile savcılığa başvursanız ama küfreden küfrünü silerse hiç bir şey yapılamıyormuş. Hat-ta silmesine bile gerek yok, ekran görüntüsü de-lil olamıyormuş. Bunun bir fotomanuplasyon ol-ması durumu karşısında, o durumun belgele-ri facebooktan isteniyormuş ama facebookta bi-zim hukukla bir ilgisi olmadığı için göndermeye tenezzül bile etmiyormuş. Dolayısıyla kanıttan yoksun olan dava düşüyormuş. Sıfıra sıfır elde

var sıfır. Twitter içinde aynı şey geçerli. Benim fotoğrafımı alıp kendine profil resmi yapan zatı muhtereme de bişey yapmak mümkün değilmiş. Tek çözüm kaynağa başvurmakmış. Ben de de-nedim tabi. Twitter’a bir mesaj attım. Birisi be-nim resmimi profil olarak kullanıyor diye. Ceva-ben gelen mesajda, “evet haklı olabilirsiniz ama bize yasal kimliğinizi gönderin (faxla), gereğini yapalım dediler, ancak o fax elimize geçinceye kadar hiç bir hareket yapmayacağız”. Nereden bulayım faxı, ayrıca yasal kimlik bilgilerimi niye el aleme gönderiyorum diye düşündüm. Zaten çok da önemsemediğim bu durum karşısında uğraşmadım. Ama siz uğraşmak isterseniz, bu sosyal ağların merkezleriyle bağlantıya geçme-niz yeterli oluyor. Kişinin hesabını bile sildirebili-yorsunuz. Yanlış: hiç bir cacık olmuyormuş

Ama gene de avatar olmak ilginç. Bakın durum şu:

Ufuk Tolga Savaş - Sosyal Medya ve Internet 17-Eylül.2012

Page 13: Sanal Lakirdii - Eylül 2012