32
‘ANNE’LERİMİZİ ‘YİTİRİRSEK’, ‘şİİR’ DE BİTER, DüNYAMIZ DA! Yusuf KAPLAN 23 IRSİ FARS MARAZI: DİNİN BAŞINI DİNİN KILICIYLA KESMEK 27 FATİHİNİ BEKLEYEN KIBRIS Adem ÖZKÖSE 20 BU ZAMAN Nureddin YILDIZ 18 w w w . h u k u m d e r g i s i . c o m w w w . h u k u m d e r g i s i . c o m İhsan şENOCAK YIL : 2 SAYI : 18 HAZİRAN 2014 Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

  • Upload
    others

  • View
    17

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

‘Anne’lerİmİzİ ‘yİtİrİrsek’, ‘şİİr’ de bİter, dünyAmız dA!

yusuf kAPlAn 23

IRSİ FARS MARAZI:DİNİN BAŞINI DİNİN KILICIYLA KESMEK

27

FAtİhİnİ bekleyen kıbrıs

Adem ÖzkÖse 20

bU zAmAn

nureddin yıldız 18

www.huku

mde

rgisi.com

www.huku

mde

rgisi.com

İhsan şenOCAk

yıl : 2 sAyı : 18 hAzİrAn 2014 Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞISENİNLE BAŞLAYACAK

Page 2: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

هو ب ح ص س (1)

1- Ali Haydar Efendi(r.aleyh), İslam harfleriyle kaleme aldığı mektupların baş tarafına, mektup yere atılır endişesi ile açıkça besmele, hamdele ve salvele cümlelerini yazmaz bunun yerine Allah Teala’yı “هو” zamiri, besmeleyi “ب”, hamdeleyi “ح”, Efendimiz’e salatı “ص”, selamı ise “س” harfleri ile remz ederdi. Biz de bundan sonra dergimize bu huruf ile başlayacağız.

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri MüdürüErdal ULU

Yayın KuruluSelim SEYHAN, Mehmet BÜYÜKMUTU Ahmet YAZICI, Abdullah KADIOĞLUBurhan YILDIRIM, Halit İSTANBULLU

Grafik-Tasarım

Muhammed Fatih DEMİRTÜRK

Baskı

Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş.

Dağıtım Sorumlusu

Seyit ASLAN Cep: 0544 622 72 82Erdal ULU Adına Posta Çeki: 5262869

Genel DağıtımTurkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş.

TashihGalip YİĞİTFahri TEPE

Yazıların ilmi, f ikri ve hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.

Yönetim Yeri: Atikali Mah. Müezzin Bilal Sk. No: 16/3 Fatih / İSTANBUL e-mail: [email protected] www.hukumdergisi.com

Akpınar Mahallesi Hasan Basri Caddesi No: 4 Pk: 34885 Sancaktepe Kartal/İstanbul Tel: 0212 585 90 00 - Yayın Türü: Aylık Süreli Yayın

Yayın Danışmanlarıİhsan ŞENOCAK - Yusuf KAPLAN

Editörler

Yusuf Ziya MERMERTAŞMahmut Sami GÜLCÜ

Genel Yayın Yönetmeni Enes GÜR

Âlem-i İslam SorumlusuAdem ÖZKÖSE

YIL: 2 SAYI: 18 HAZİRAN 2014

S oma’da “İşte bu eller Allah’ın sevdiği ellerdir.”buyuran Rasul’ü Ekber’in müjdesine mazhar olabilmek için yerin kilometrelerce altına

girerek, Allah Azze ve Celle’nin taktir etmiş olduğu helal rızkı temin ederken elleri nasırlaşan ve “Her nefis ölümü tadacak-tır.” ayeti kerimesinin kendileri hakkında tecelli etmesiyle şe-hadet mertebesine ulaşan kardeşlerimize Rabbimiz’den rah-metiyle muamele etmesini diliyor ve geride kalan ailelerine sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

Hz. Adem’le başlayan hak-batıl mücadelesi kıyamete ka-dar devam edecektir. Zaman zaman hakkın safında olanlar görevlerini layıkıyla ifa edemediklerinden batıl üstün gözük-se de neticede yok olmaya mahkumdur. Allah’ın izniyle bu ümmet, imam-hatip nesli ile destana düşülen ara noktasına son vereceğinin, tekrar İbrahimleşerek, Allah Rasulü’nün sancağını dalgalandırıp tarihteki şerefli yerini alacağının müj-desini veriyor.

Bu durumdan çok rahatsız olan batılın temsilcisi emper-yalizm ise içeride ve dışarıdaki taşeronları ile bu şahlanışı engellemek adına var güçleriyle çalışıyor. Nitekim Soma’da işçinin dirisini sömüren kapitalistlerle, ölüsünü sömüren sosyalistler kol kola girerek hayatını kaybeden kardeşlerimiz üzerinden kirli oyunlar oynamak istediler. Fakat onların kar-şısında bir bez parçasını bile kirletmenin kul hakkı olduğuna iman eden Anadolu evlatları olduğu için oyunları tutmadı.

Türkiye’nin trajı en yüksek dergisi: Hüküm“Alem-i İslam Misak-ı Millimizdir”, düsturuyla yayın ha-

yatına başlayan ve sahifelerinin her satırına mazlum ve mus-tazaf ların dertlerini, İttihad-ı İslam’ı ve çözüm yollarını nakış nakış işleyen ve Anadolu’nun en ücra köşelerinde dahi makes bulan “Hüküm” Türkiye genelinde en çok satan dergi ödülü-nü almıştır.

Okurlarımıza göstermiş oldukları bu teveccühten dolayı teşekkür ediyor, muhabbetlerimizi arzediyoruz.

Enes GÜR - [email protected]

HÜKÜM’DEN

والفكرية العلمية البحوث مركز

İlmi ve Fikri Araştırmalar Merkezi

Omü İlahiyatın veya diğer fakültelerin hazırlık ya da birinci sınıfında olması,i

i

i

i

Açıköğretim üniversite veya açıköğretim imam-hatipte okuyanların mülakat sınavında başarılı olması,herhangi bir okulda okumadığı halde İslami İlimleri okumak istemesi,beş yıl programa devam edeceğini taahhüt etmesi.

Mimar Sinan Mah. Aşıkkutlu Eğitim Merkezi Yanı 19 Mayıs/SAMSUNMüracaat: 0553 448 28 42 - 0553 444 32 86

İFAm medrese

Pazar hariç 6 gün ders vardır.i

iProgram yazın da devam etmektedir.

nOt:

İbareyle İfadeninİlimle Fikrin

hareketle davanın buluştuğu

yenİ medrese

başvuru için öğrencinin;

samsun Anadolu İmam-hatip lisesi’nde okuması,ii

i

lise 1. sınıfta okuyor olması,Programa 4 yıl boyunca devam etmesi.

İFAm İmAm-hAtİPbaşvuru için öğrencinin;

Page 3: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

3www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

B u mektubu mana planında kaybedilen bir mücadele-nin ardından yazıyorum.

Dinimin, ırzımın, iffetimin mahfazası da, muhatabı da sensin diye, sana yazıyorum. Unutma ki, bütün mahrem noktalar sende saklı; eğer sen açılırsan, sen sokağa dökü-lürsen, Allah’ın örtmeyi emrettiği bütün değerler de açılır, mahremimiz ayaklar al-tında kalır.

İffet Yolu Ölene KadarKadın gibi erkeğin onurunu da ancak

sen koruyabilirsin. Çünkü iffet ve haya en kamil şeklini sende buldu. Tahammül de sende, sabır da. Sen o naîf bedeninde insanlığın yükünü omuzlandın. Yalnız kaldın, yoruldun, usandın ama çaresizli-ğe, “bundan daha ötesine tahammül ede-mem” diyerek teslim olmadın. Yıkılan, açılan, savrulan kadınlara inat, “iffet yolu ölene kadar gider” diyerek “istikamet” der-si verdin.

Kadın Değil AnnesinNe var ki İslam’dan uzaklaşma, dün-

yaya göre yaşama marazı seni de vurdu. Konuşmaktan lisanı usanan, yazmaktan kalemi aşınan ümmet büyüklerinin çağrı-sını yinelemek istiyorum: “Sen, Rabbi’ne yürüyüşüne 81 gün kala Arafat’ta ümme-tiyle vedalaşan o Peygamber-i Ekber’in emanetisin, sen kadın değil, annesin.”

Uzaklaştığın yolu takip ederek terk et-tiğin Medeniyet’e dön. Hayata uydurulan İslam’dan, İslam’a göre tanzim edilen ha-yata gel. Su kabarıyor. Fesad yayılıyor, örtü sadece adıyla kaldı, çıplaklık altın çağını yaşıyor, fitne yedi başlı ejderha gibi etrafını sarmış ya yok olacak ya da İslam’la her çe-şit belaya “paydos” diyeceksin.

Ölüm İndiren Göklere Siper Edilen BedenlerEcdadın harîmi namusu için, senin

için, ”ölüm indiren göklere” bedenini siper etmişti:

Ölüm indirmede gökler, ölü püskür-mede yer,

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene par-mak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağ-nak.” Bugünse onların kabirleri üzerinden geçen yollarda kadınlar; “Kafa, göz, gövde,

bacak, kol, çene, parmak, el, ayaklarıyla” sağnak sağnak sokaklara, gözlere yağıyor. Her sabah lise talebeleri kaldırımlarda, duraklarda en bakımlı halleriyle mahremi-yetlerini erkeklerin bakışlarına arz ediyor. Bir taraf arz-ı endâma, diğer taraf ise göz-leriyle haramdan keyif almaya koşuyor. Koşturanlar da, koşanlar da gayret-i ilahiyi kıyamete çağırıyor.

Senden İffetini İstiyorlarHayadan yüzün kızardığında, “Açıl kı-

zım utanma, moda hürriyettir.”, İslam kıya-feti giydiğinde de, “Bu ne hal kızım! Çuval-ları giymiş, kocakarı olmuşsun” diyenler gerçekte seni kuzu gibi gören kurtlardan daha vahşidir. Ah bir bilsen, sınıfında ya da işyerinde arkadaş kabul ettiğin erkekler kendi aralarında sana dair neler konuşu-yorlar. Eğer kuzu olsaydın kurtlardan uzak durur, kendini korurdun. Fakat ailen seni o masum halinle kurtlardan daha acıma-sız istismarcıların içine attı. Kurt kuzudan sadece etini ister, erkeklerse senden, seni anne yapan, yücelten, onurlandıran iffetini istiyorlar.

Kafede sohbet ettiğin, kulüpte kahve içtiğin, babana da, “sınıftan, işten arkadaş” diye tanıttığın her delikanlı en güzel, en çekici hallerinle seninle baş başa olma-

yı hayal eder. Sen belki işi, belki de dersi konuşurken o senin farklı farklı hallerini düşünür. Erkek erkeğe oturduklarında senden, bakışından, oturuşundan kime yâr oluşundan söz eder. Eğer bir duysan erkeklerin neler konuştuklarını bir daha onların yüzüne bakmaya bile tahammül etmez, ortamlarına girmemeye yemin ederdin.

Yıkılırken YıkmakYıkılırken, yıktığın kadınlar da olacak.

Senin Şeriat sınırlarını zorlayan o konuş-maların kim bilir hangi erkeği evinden ko-paracak, hangi yuvayı dağıtacak? Üç cüm-leyle ifade edilecek meselede neden derin derin tahliller yapar, soluksuz konuşmalar îrad edersin? Bil ki muhatapların muhteva-ya değil, sana ve ses tonuna meftun. Çün-kü bütün erkekler bir kadını, kadını dinle-diği gibi dinler. O bakışta ya da dinleyişte ne muhteva, ne vizyon ne de misyon bir mana ifade eder.

Saklı NiyetlerErkeklerin bir kadında sadece edep ve

ahlak aradıkları iddiasına da kanma. Seni sadece bir öğrenci, bir mesai arkadaşı, bir amire, bir memure olarak gördüklerini söylemelerine de aldanma. Erkekteki her

Halit İ[email protected]

İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

kadının mazlûmiyetinden rahatsız olan bütün hakpe-restleri, İslam kadınlarının özgürlük mücadelesine destek

olmaya çağır: “bizlerde pardesülerimiz ya da çarşafla-rımızla gittiğimiz okullarda dış kıyafetlerimizi çıkartıp mahremiyet endişesi taşımadan okumak istiyoruz.” de.

İslam’ın kızlarının hükümet okullarında okumamasından müşteki olan yobazlara da, “eğer bu davanızda samimi

iseniz, buyurunuz bizimle birlikte siz de mualliminden hiz-metlisine kadar bütün personelin kadın olduğu kız liseleri, kız ilahiyat, tıp, edebiyat ve eğitim fakültelerini müdafaa

ediniz.” çağrısında bulun.kültür-sanat kaleminden telaffuzu bile mahremiyet ihlaline sebep olan bin çeşit şirrete bütçe ayıran devlet ricaline de, “imam-hatiplerde, medreselerde okuyan millet evlatları olarak sadece kızlara özel eğitim ve

hizmet alanları istiyoruz.” de.

Page 4: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

4 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

gülmenin, her ikrarın, her iltifatın arka-sında saklı niyetler vardır. Aslında bütün ameliyeler o saklı niyetin girizgahıdır. Eş-lerine cevap vermekte zorlananlar neden sana dakikalarca iltifatkârane konuşurlar, düşünmedin mi? İltifatlar beşeriyetin “mezâlik-ı akdâmı”dır. Bir anda kelamın sihrine kapılıp akli ve ruhi muvazeneni kaybeder ve sonra bir ömür boyu ruhun-da ızdırap, alnında kara bir leke taşırsın. Sen günahınla başbaşa kalır, “arkadaşım” dediğin o mücrim ise senden sonra başka ayakları kaydırmak için yeni ikrar ve iltifat cümleleri kurar, yeni avlara çıkar, yeni kur-banlar arar.

Mücrime Masum, Sana Mücrim Derlerİnsanlar sana karşı büyük cürüm işle-

yen o mücrimi, “Ne yapalım, erkektir, bir defa şeytana uydu yaptı fakat sonunda tövbe etti.” diye tezkiye edip, yeni cina-yetler işlemeye teşvik ederken, seni ağır ithamlarla yargılarlar. Maşer-i vicdanda mücrim masum, sense ömür boyu suç-lu, ömür boyu mahkum kalırsın. Sokağa çıkmadan, erkeklerin meclisine girmeden hadiselere bir de buradan bakabilsen, işte o zaman niyetleri okuyacak, erkekler seni masalarına çağırdığında ya da yol boyu birlikte yürümeyi teklif ettiğinde, “Al-lah Resulü’nün terbiye ettiği bir İslam kızı nâmahremle konuşmaz.” diyeceksin. Peygamber-i Ekber’in ufkunda kalır-san ruhuna sekînet, hayatına vakar gelir. Bir daha yıkılmamak üzere doğrulur, Kur’an’a muhatap olursun.

Mücrimlere, sen “hayır” dersen, öteki “hayır” derse, o zaman bütün erkekler İs-lam kadınının ancak nikahla ulaşılabilecek yüce bir varlık olduğunu anlayacak. Ran-devu isteyecek, önce babanla konuşacak, destur alabilirlerse sana muhatap olabi-lecekler. Ah seni yıkan şu sefil aynalı do-lap… Bir anlayabilsen, eşyaya ve hadiseye nihaî haliyle bakabilsen.…

Sorular; Neden, Niçin ve NasılGazetede, dergide, partide aynı masada

birlikte çalıştığın her erkek, yarın sorularla önüne gelir. Nedenler, niçinler, nasıllar seni o kadar rahatsız eder ki cevaba mecalin kalmaz, sen tükenirsin fakat eşinin sualle-ri bitmez. Durur durur, kiminle, niçin, ne kadar oturdun diye sorar da sorar. Yüreğin daralır, “Okumasaydım, oturmasaydım,

konuşmasaydım ve de tanımasaydım.” dersin. O hayatı bütünüyle kusmak istersin fakat ya tortusu ya da kokusu seni sürekli rahatsız eder. Kim bilir seninle konuşmak için, partiyi, kulübü vasıta yapanların müs-takbel eşleri de başka masalarda başka er-kelerle muhabbet halindedir. Onlar da bir gün benzer sorulara muhatap olur.

Kadına yakınlık duyan erkeklerin as-lında tek bir amacı vardır. Onu istismar etmek, sonra da ortada bırakıp istismar edilmeyen bir başka kız arayıp, onunla ev-lenmek. Karşılanan, ağırlanan, uğurlanan sen, bir şehvet vasıtası olarak vazifeni îfa edince öylece ortada bırakılırsın. Tecritte onulmaz acılar çekersin. Eş arayan erkekler de cemaziyelevveline bakıp, “Bu falancayla gezer-tozardı, bu lekeli, bundan çocukları-ma anne, bana eş olmaz.” derler.

Her Kadının Nihaî EmeliUnutma ki, ister prenses, isterse de akt-

ris olsun her kadının nihaî amacı huzurlu bir yuva kurmaktır. Fakat iffetini kaybeden bir kızla ancak iffetsizler evlenirler. Şöhret-le gelen, şehvet üzerine kurulan bir evlilik, daha muharrik bir şöhret ya da şehvetle yerle bir olur. Bu gün sana itibar getiren şeyler yarın başına çöken enkaz olabilir. Çünkü cezbeden, ayartan yapınla çektik-lerin yarın düştüğünde sana merhametle dönüp bakmazlar.

Huzuru ne akademik kariyerde, ne bol paralı mesleklerde bulabilirsin. Sen de, eşin de eksikliklerinizi ancak izdivaçla ikmal eder, ancak evlilikte tam olabilirsiniz. O halde muasır hayatın sana sadece vaat et-mekle iktifa ettiği o saadet şeklini yalnızca salih bir eşle izdivaçta bulabilirsin. Evlilik-

ten değil, evlilik oynamaktan kork.

Salih Bir EşBütün olurlar içerisinde asıl, anne ol-

malısın. Yatların, katların olduğu bir dünya-da salih bir eşin, müttaki çocukların yoksa yalnızlaşacak, daralacak, belki de şöhretin ya da itibarının zirve noktalarında ya aklı-nı kaybedecek ya da ölmeyi isteyeceksin. Liselerde kızlar sana ve sahip olduklarına özenirken sen bütün genişliğiyle dünyada daralacak, yok olmak isteyeceksin.

Kadına Himmet Ediniz Sefih ruhlu erkeklerle Mart kedileri

gibi dolaşan aşufteleri evlerine dönmeye ikna etmeden bu hayata mani olamazsınız. Onlar da evlenmeli, onlar da eş olmalı, on-lar da çocuk büyütmeli. Bunu siz yapacak,

Mücrimlere, sen “hayır” dersen, öteki “hayır” derse, o zaman bütün erkekler İslam kadınının ancak nikahla ulaşılabilecek yüce bir

varlık olduğunu anlayacak. Randevu isteyecek, önce babanla konuşacak, destur alabilirlerse sana muhatap olabilecekler. Ah

seni yıkan şu sefil aynalı dolap… Bir anlayabilsen, eşyaya ve hadiseye nihaî haliyle bakabilsen.…

Page 5: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

5www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

onları siz ikna edeceksiniz. O kadınların yüreklerine haya mayasını vurabilirseniz, şehvet pazarı boşalacak, evlilik müessesesi canlanacak. Himmet ediniz, evde kalmış kızlara da yuva kurma kapısını açınız.

Eğer bu gün pek çok evde evleneme-yen kız varsa bunun baş mesulü evlilik mü-essesini yıkan ünlü(!), ünsüz kadınlardır. Kadınlar zayıflattı evliliği… Onlar sebep oldu iffetli kızların evde kalmasına…

Ey Kadınlar! İffet Müesseseleri KurunuzEğer kadınlar içlerindeki evsizlere iffet

ayarı yapabilseydi, kadının cinsel meta ol-madığını, podyumda, sette arz edilmesinin insan onurunu yerlere serdiğini anlatabil-seydi, evlilik tarihin bu en ağır darbesini yemeyecek, iffetli kızlar yalnızlığa terk edilmeyecekti. Ünlü/ünsüzlerin dilinden kadın olarak siz anlarsınız. Ey İslam’ın Kız-ları! Kendi aranızda müesseseleşiniz ve ev-sizlerin de ayaklarına gidiniz; “Yapmayınız, vücudunuzu ortalığa serip yuvaları yıkma-yınız.” diyerek onları ihtar ediniz. İffet, haya, tesettür dernekleri kurunuz. Hemcinsleri-nize yönelik irşad programları tertipleyiniz. Köyden kentten bütün kadınlara sesinizi duyurunuz: “Ey anneler, halalar, teyzeler! Kadının magazinleşmesine karşı başlattığı-mız bu onurlu mücadelemize siz de destek olunuz.” deyiniz.

Dost Kadından Eş KadınaKim bilir Anadolu şehirlerinde gözü

nâmahreme değmeyen kaç bin kız babası-nın evinde müstakbel eşini beklerken, kari-yer yapan erkekler onlarla evlenme yerine evsiz ünlülerle dost hayatı yaşamayı tercih ediyor. Eğer siz konuyla alakalı edibe, şaire, muharrire, alime, mürşide kadınları hare-kete geçirmiş, bu noktada sempozyum, panel, konferans dahil her nevi ilmi, siyasi, ictimaî çalışmaları yapmış, aşuftelere de, “Ey kadınlar! Güzelliklerinizi erkeklerin ayağına dökerek, mesud yuvaların kurul-masına mani olmayınız.” deseydiniz erke-ler, “dost” kadın bulamayacak, mecburen “eş” kadınla aile kuracaklardı.

Lisede, üniversitede, medresede oku-yan, fabrikada kan ter içerisinde çalışan hanımlar çağımız kadınının bu en büyük sorunu için neden bir araya gelmez, önce Anadolu çapında, sonra Âlem-i İslam’da ve nihayet bütün dünya genelinde, “Bütün kadınlar için yegane saadet nizamı evlilik-tir.” diye bir hareket başlatmazlar. Neden

sokaklara dökülen kızları, kafelerde, izbe mekanlarda erkeklerle sarmaş dolaş olanla-rı, hep daha iyisini arayan ve bu yüzden de evlenemeyenleri, “Allah’ın rahmeti gibi aza-bı da var” diyerek iffetlerini kuşanmaya ça-ğırmazlar? Eğer dünya, Cehennem’in deh-şetini görmelerine mani oluyorsa bu defa neden onlara hayatın içinden müşahhas felaket şekilleri gösterip “agâh olunuz” diye ikazda bulunmazlar? Söyleyin onlara; “Ey erkeklerle diz dize, göz göze zaman öldüren kızlar, bunlar sizin gençliğinizi ve güzelliği-nizi çalıyor, yarın yaşlanacak, saçlarınıza ak-lar düşecek, sırtınızda kamburlar oluşacak, yüzünüz çizgilerle dolacak, ayaklarınızda derman kalmayacak işte o zaman bunların hiçbirini yanında göremeyeceksin, kimse kapını çalmayacak, hatırını sormayacak, ka-feye, otele, tatile çağırmayacak?”

Evsizlere Ahir Ömürlerini HatırlatınızYaşlı kadınların ardında hayırlı evlat-

lardan başka kim dolaşır? Kanser hastası bir kadınla, ailesinden başka kim alakadar olur? Neden itibar sarhoşu olan ünlü ka-dınlara ahir ömürlerinde ne halde olacakla-rını hatırlatmıyorsunuz? Niçin güzelliğini erkeklerin istifadesine sunan evsiz kadın-lara, yaşlanınca huzur evinin bir köşesinde mecburi ikamete mahkum olacaklarını, çocukluktan itibaren haya libasıyla koru-nan daha sonra da mesud bir yuva kuran kadınların ise yaşlandıklarında çocukları ve torunları nazarında bir kraliçe gibi ağır-lanacaklarını anlatmıyorsunuz? Söyleyin onlara her yeni eskir, her genç yaşlanır, her doğan ölür. Hiçbir şey aynı halde kalamaz. Kimin gençliği onda sürekli kaldı ki, ev-

sizlerde kalsın. Onlara, Batı kentlerinden kadın manzaraları da gösteriniz. Sürekli eş değiştiren, güzelliği bozulmasın diye çocuk yapmayan o kadınların sokakta yürürken titreyen ayaklarıyla nasıl bir yalnızlık ve ça-resizlik içerisinde olduklarını, hava kararıp akşam evlerine girdiklerinde de duvarların nasıl üzerlerine geldiğini anlatınız. Onlar genç ve güzelken kaç erkek ellerinden tut-mak, onlara dokunmak istemişti. Genç-likteki o şehvetin kaç milyonu yaşlılıktaki ızdırabın milyonda biri eder. Ne ki o ihtiyar kadınlar bu felaketi gençlik günlerinde ha-zırladılar.

Tesettürü Modaya UyduruncaSizi adım adım tarihinizden, dininiz-

den uzaklaştıran bu yapılanmayı görün artık. Tesettürünüzü santim santim açarak iffetinizi çiğneyenlere muhabbet izhar et-meyiniz.

Sen açıldıkça, sen tesettürü modaya uydurdukça, küfür yobazları bayram yaptı. “Çağdaşlık işte bu”; “Açıl kızım utanma bu devrin modasıdır.” dendi. Bu gün öyle bir noktaya gelindi ki bu hali ne Yahudilik, ne de Hristiyanlık kabul etmekte. Hayvandan daha aşağı hayatı yaşamanın adı çağdaşlık oldu.

Hayvanlar arasında bile kıskançlık duygusu var; mesela iki öküz bir ineği sa-hiplenmek için kıyasıya mücadele eder. Sahillerde eşlerini soyup erkeklere göste-renler o hayvanlardan daha aşağı bir hayata mahkum değil midir? Gece kulüplerinde, gazinolarda sarhoş kusmukları arasında eş-lerini dansa kaldıranları, resmi bayramlarda kızını bir erkekle göğüs göğüse dans eder-ken seyreden babaları insaniyetin hangi özelliğiyle anlatacaksınız?

İffet Çağını Sen BaşlatacaksınYıkılan iffet sütunları bir anda yüksel-

mez, bir günde haya anıtları dikilmez. Fa-kat eğer sen hemen şimdi “Sadece İslam” dersen, ümmet olarak iffet çağını yeniden başlatmış olacağız. Sen dönersen milletin kızları da senin ardından yürüyecek. O halde gittiğin yoldan İslam’a geri dön. İdeal olan sahabe kadınları gibi bir anda döne-bilmen, zira varoluşunla doğrudan alakalı olan bu mesele yarına havale edilemeyecek kadar hayati bir öneme sahiptir. Nasıl onlar başörtüsü ayetini duyunca oldukları yerde elbiselerinin fazlalarını yırtıp başlarını ka-patmışlardı, sen de, belki birazdan ölüm meleği gelir diyerek, olduğun yerde fiili

Eğer kadınlar içlerindeki evsizlere iffet ayarı yapabilseydi, kadının cinsel meta olmadığını, podyumda, sette arz

edilmesinin insan onurunu yerlere serdiğini anlatabilseydi, evlilik tarihin bu en ağır darbesini yemeyecek, iffetli kızlar

yalnızlığa terk edilmeyecekti.

Page 6: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

6 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

olarak “İşittik ve itaat ettik” demelisin. Tarih sizden dininiz, ırzınız ve geleceğiniz adına onlar gibi büyük iffet hamlesini yapmanızı bekliyor. Unutmayınız ki, önümüzde kim-se yok diye uzun yollara girmeyenler asla hedeflerine ulaşamazlar.

Yalnız Olsan da Mücahade EtTek başına olsan da kadını sömüren

bütün yaşam şekilleriyle savaş. Karma eğitimle, karma iş hayatıyla, misafirlikteki karma oturmayla, karma tatille, karma zi-yafetlerle, kızlı-erkekli imtihan meclisleriyle, sokaktaki erkeklere daha güzel görünmek için örtünenle, evine gelen misafir erkekleri karşılamayla, kadını onlara hizmet ettiren anlayışla, kadın-erkek tokalaşır diyenlerle, başörtüsünü daraltıp bez parçasına çeviren-lerle usanmadan mücahade et. Unutma ki, Allah Teala seni kadın, erkeği de erkek ola-rak yaratmıştır. Her birinizde diğerine karşı güçlü bir meyil vardır. Bütün dünya bir araya gelse bu meyli değiştiremez; iki cinsin birbi-rini tahrik eden hususlarını ortadan kaldıra-maz, onları eşitleyemez. Unutma! Karma hayatın çağdaşlık olduğunu söyleyenler dünyanın en yalancı topluluğudur. Onlar karma eğitimi ya da karma hayatı kadınla aynı ortamda bulunmaktan keyif aldıkla-rından dolayı savunuyorlar. Yoksa onlar da biliyorlar fabrikada kadına iş alanı açmanın onun zerafetine ihanet olduğunu… Evet onlar, göz ve gönül zevklerini tatmin etmek için karma hayatı istiyorlar. Fakat bunu söy-lemeye cesaret edemediklerinden konuyu apayrı bir mecraya taşıyıp, çağdaşlık, ileri-cilik üzerinden tartışıyorlar. Kendi eşleriyle birkaç cümle kurarken yorgun olduklarını söyleyenler, seninle saatlerce konuşmaktan usanmıyorlar, neden?

Seni Rabbin ÇağırıyorSeni icad ettiği “sevgililer günü” ile eş

olmaktan, anne olmaktan uzaklaşmaya çağıran, fuhşu meşrulaştırarak ailene kas-teden canilere daha ne zamana kadar itibar edeceksin?

Dön gel artık. Seni asırlık hayat tecrü-besi olan deden, burnunu göstermekten utanan babaannen, müstakbel eşin, iffetinle iftihar edecek çocukların ve bütün bunlar-dan öte seni Rabbin çağırıyor.

Zeyneb’in İlk Mektep Çıkışlı AnnesiDiploma için bir şehirden diğerine, bir

ülkeden ötekine vur ha vur nice mesafeler

kat ettin, hasret çektin, gurbete düştün fa-kat “istikbal” hatırına pes etmedin, günah demedin-sevab demedin, “ya tahammül, ya tahammül” diyerek sabrettin. Bir okul bitti, diğeri başladı, daha yol çok uzun, ben-se henüz yolun başındayım dedin, doktora yaptın, doçent oldun bütün bunlar olur-ken izdivaç yaşını geçirdin. Diplomaların duvarda asılı kalmak ya da birkaç kuruş getirmekten başka bir mana ifade etmedi. Sabahtan, akşama; akşamdan sabaha kadar yavrularıyla birlikte olan annelere özendin. Evlendiğinde, akşam eve geldiğinde kızın; “Anne! Zeyneb’in annesi hep onunla oynu-yor, sen neden benimle hiç oynamıyorsun.” deyip ağladığında için acıdı fakat ne yap-tıysan nafile, Zeyneb’in ilk mektep çıkışlı annesi gibi bir annelik yapamadın. Çünkü aldığın bütün diplomalar para kazanmaya matuftu.

Kız FakülteleriKadının mazlûmiyetinden rahatsız

olan bütün hakperestleri, İslam kadınları-nın özgürlük mücadelesine destek olmaya çağır: “Bizlerde pardesülerimiz ya da çar-şaflarımızla gittiğimiz okullarda dış kıya-fetlerimizi çıkartıp mahremiyet endişesi taşımadan okumak istiyoruz.” de. İslam’ın kızlarının hükümet okullarında okuma-masından müşteki olan yobazlara da, “Eğer bu davanızda samimi iseniz, buyurunuz

bizimle birlikte siz de mualliminden hiz-metlisine kadar bütün personelin kadın olduğu kız liseleri, kız ilahiyat, tıp, edebi-yat ve eğitim fakültelerini müdafaa ediniz.” çağrısında bulun. Kültür-sanat kaleminden telaffuzu bile mahremiyet ihlaline sebep olan bin çeşit şirrete bütçe ayıran devlet ri-caline de, “imam-hatiplerde, medreselerde okuyan millet evlatları olarak sadece kızlara özel eğitim ve hizmet alanları istiyoruz.” de.

İblis’in Dini mi, Allah’ın Talimatları mı?Ben bu mektubu erkeklere, gazeteci-

lere, siyasetçilere yazmadım. Onlar böy-le bir mektubu okumak istemeyecek, varlığına bile tahammül edemeyecekler. Onların ruh nescini iyi bilirim. Bu satır-ları görünce, bana hayatı yakalayamamış adam nazarıyla bakacaklar. Çünkü sen karma hayata “paydos” deyince, sokakla-rı “tesettürünün iffeti” örtünce onlar göz keyfinden mahrum kalacaklar. Kadına ulaşmanın, onu ayartmanın, dost hayatı yaşamanın yolları kapanacak. Bu yüzden mektubu, sen durman gerektiği yerde ol-madığından dolayı iki asırdır ayağa kalka-mayan İslam ümmeti adına sana yazdım.

Allah Resulü’nün öğrencilerin-den oluşan “Büyük İslam Kadınları”, seni İslam’ın kızı olmaya çağırıyor. Kapının önünde dikilmiş, “Evladım! Örtülü çıp-

laklar gibi erkeklerin şehevi bakışlarına vücudunu arz etme, ellerinle kendini Şey-tan mezbahaları olan podyumlara, setlere, sokaklara atma.” diyorlar.

Bu mektup neşredildikten sonra, en bayağı istismarcıdan daha aşağı olan o sözde kadın hakları müdafii muharrir-lerin, karma hayatı çağdaşlık, muasır medeniyet seviyesi gibi yalanlarla savun-malarına itibar etme. İmandan ve amel-i salihten başka dayanağın olmasın. Seni, ne kalbinin temizliği ne de babanın ho-calığı kurtarabilir. Çünkü Allah Resulü kızına; “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan dilediğin şeyi iste (vereyim fa-kat) Allah’ın azabından hiçbir şeyi senden defedemem (Bkz., Buharî, Vesâyâ, 11), buyurmuştu.

İtibarını kaybettiğinde bütün dün-ya bir araya gelse sana onu iade edemez. Düşme! Düşünce ailenden başka kimse-ler elinden tutmaz. Güzelliğinden dolayı peşinden koşanlar, o zâil olunca seni or-tada bırakırlar.

Unutma! İffet ehramını ayakları üze-rine yeniden sen oturtacaksın. Aşufteleri evlerine sen irca edecek, genç kızlara yuva kurmayı sen anlatacaksın. Sen düzelince yürekler gibi, sokaklar da nurlanacak, bir daha hiçbir kadın erkeklerin ayağına düş-meyecek. İblis’in dinine göre olan birlikte-likler son bulacak.

Allah Resulü’nün

öğrencilerinden oluşan “Büyük İslam Kadınları”, seni İslam’ın kızı olmaya çağırıyor. Kapının önünde dikilmiş, “Evladım! Örtülü çıplaklar gibi erkeklerin şehevi bakışlarına vücudunu arz etme, ellerinle kendini Şeytan mezbahaları olan podyumlara, setlere, sokaklara atma.” diyorlar.

Page 7: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

7www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

Ş u geçtiğim sokaklardan bir-kaç yıl önce hayran ve ince nazarlarla yürümüştüm; o

zamanlar ne yıkık balkonlar ne kurşun-lanmış binalar, ne de her yerde mermi izleri vardı. Her yerde kerpiçten evler, da-ğınık ama sağlam bir yerleşikliğin insana hoş gelen sıcak yerel kültürü yansıtan basit motifleriydi; şimdi bakan bir insan bu köyün üzerinden dozerle geçilmiş zanneder.

Yanımdaki abi, etrafa şaşkın gözlerle baktığımı fark edince “burası yine epey iyi” dedi, “Humus’ta taşın üzerinde taş kalmadı.” Plakasız ve zırhlı bir jip, bir dev-riye arabası ve bir de dokça tutan adamı taşıyan kamyonet bizi almaya geldiğinde ilk defa içinde bulunduğum durumun vahametini gerçekten anladım. Belinde uzun şarjörlü bir tabanca olan gür, siyah

ve uzun sakallı adamla tanıştık; tugay ko-mutanının koruma müdürü ve kardeşi. Bir adam vardı hani; şehadet haberini aldığımızda da resmine bakıp ağlayama-mıştık, öyle yakıcı bir tebessümü vardı: Abdülkadir Salih. Onun silah arkadaşı.

Zırhlı jipin arkasına üç kişi oturduk; o öne geçti, yol boyunca elinden bırak-madığı telsizle bir yandan yolun emni-yeti için talimat verip kontroller yaptı, bir yandan da uzun uzun anlattı. Her cümlesinde mücadelesinden daha çok güvendiği bir imanı olduğunun ipucu saklıydı bu metin adamın. Yıkık sokaklar ve harap evler arasından, yerle bir olmuş ülkesinin yollarından geçtik ama bü-tün bunların bir müjdenin vazgeçilmez aşamaları olduğunu bilen umut dolu bakışlarını gördüm aynadan. Nerede gece olursa orada konaklıyor, merminin gelmediği yerde dinleniyorlar. Aile, iş, uyku… Bir düzen adına ne aranırsa on-ların hayatında yok. “Evimiz de arabamız oldu,” dedi, “evimiz de yok artık.” Yanım-

daki ses, “Sizin için ev cennette olacak.” deyince gözlerini yolun ufuk çizgisinden ayırmadan derinlerden gelen vakur bir sesle cevapladı: “İnşallah.”

Yollarda ticareti ve yaşayışı en ilkel yöntemlere indirgemeye mecbur kalmış insanları görüyoruz. Geçtiğimiz köylerde sanki oranın terk edilmediğini göstermek için tek tük insanlar dükkân önlerinde bekleşiyor, bazen ağır silahlı ‘hurrâs’ın ters bakışları altında geçiyoruz caddeler-den. Nerede hangi grubun nöbetçisinin bulunduğunu ancak buranın yerlisi tam olarak bilebiliyor; hepsi muhalif ama bu, aynı zamanda birbirlerine de muhalif ol-madıkları anlamına gelmiyor bazen. Yol-larda kontrol için bekleyen milisler bazen ağır makineli tüfeklerle durdurup teftişe tâbi tutabiliyorlarmış ancak bizim araba-mızda bir tugay kumandanı olduğundan rahat yol alıyoruz.

Sarmada’dan sonra Halep-İdlib yo-luna paralel uzanan rotada bazen ana cadde boyunca bazen de ara yollardan

giderken sayısız zeytin ağacını seyrettik. Yıllar önce de seyretmiştim; o zaman kanla sulanmıyorlardı henüz. Duyduğu-muz onca acıya rağmen “ne güzel” de-mekten kendimizi alamadık soluk yeşil yapraklarına bakarak. “Evet ama” dedi yanımızdaki, “zeytinleri sürekli kesiyor-lar; kışın ısınmak zorunda bir insan, tek geçim kaynağı olan ağacı bile kesmeye mecbur oluyor.” Sonu uçurum olan bir döngü. Tek yeşillik zeytin ağaçları değil; geniş bakliyat tarlaları da var yollarda. Öldürülürken tarlayı ekmeye vakit ner-den buluyorlar, diye sorduk. “Öldürüle-ceğini bilse de bu kesin değil; yaşama ih-timaline binaen tarlasını ekiyor yine de.”

Suriye’de, dışarıdan tahmin edilen-den çok daha alışılmış (alışmak zorunda kalınmış) bir savaş ortamı var. Şoför-lüğümüzü de yapan kumandan, “uçak geliyor, bombayı atıyor, patlama oluyor, birkaç saniye sonra insanlar sanki az önce geçen şey arabaymış gibi yürüme-ye devam ediyorlar; buna alıştık.” diyerek

Sadullah [email protected]

BİLÂD-I ŞAM NOTLARI

Page 8: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

8 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

durumu özetliyor. Uzun vadilerden biri-ni daha bitirip Taftanaz’a tam girmiştik ki arabadakilerden biri “şeyh, araban bozuk herhâlde, altından sesler geliyor” dedi gülerek. Araba sağlamdır, yollu bir bakış attı kumandan; o sırada bir başkası sesi-ne hafif bir endişeyi karıştırarak “hayır” dedi, “bu mermi sesi!” Meğer yaklaştığı-mız ses bir uçaksavarın gürültüsüymüş, zırhlı arabadan duyulmuyor. Birden ve art arda patlayan doçkanın etkisiyle ara-banın kalın camları titredi; tam elli metre önümüzde bir doçka, köyün üzerinde uçan jete ateş ediyor ama ilk defa bu ka-dar yakından bu işe tanık olan biz, doğ-rusu o anki paniğimizle kumandanı da tasalandırmış olmalıyız ki hemen direk-siyonu sağa kırdı ve önümüzdeki bir evin aralığından askerlerinin yaylım ateşini izledi. Bu arada bize dönüp “normalde uçak geçerken biz durmayız; bunu şim-diye kadar ilk defa yapıyorum.” dedi.

On beş saniye kadar durduktan sonra telsizden uçağın uzaklaştığı habe-rini alıp öncekinden daha hızlı şekilde Binniş’e vardık. Rejimin kontrolündeki İdlib’e yakın bir köy burası. Cephetü’ l-İslamiye’nin en hareketli grubu olan Ahrarü’ş-Şam tugayının komutanı Ebu Abdullah, girdiğimiz odada bir seki-ye oturmuş, arkadaşlarıyla müzakere hâlinde. Birkaç saat sonra ondan ayrıl-dığımız zaman hâlâ emri altında 30.000 askerin bulunduğuna inanamadığım ve yanımdakilere “bir yanlışınız olmasın?” diye sormama sebep olan bu mübarek insan, evet, Cephetü’ l-İslamiye’nin en aktif gruplarından Ahrârü’ş-Şam tugayı-nın komutanı.

Büyükçe bir odanın duvar diplerin-deki sekilerde insandan fazla silah var. Burada Halep komutanı, İdlib komutanı ve komuta kademesinden başkalarının yanında birkaç da asker, az sonra kuru-lacak sofranın öncesinde birbirleriyle konuşuyorlar. Yanına oturduğum kişinin Ebu Abdullah olduğunun henüz farkında olmadığım ilk anlarda, tanışma faslından sonra ismini öğrenince “Siz Ahrâr’ın lideri olan Ebu Abdullah mısınız?” şeklindeki heyecanlı soruma yüzüne yaydığı hafif bir tebessümle karşılık verdi: “O kadar yaşlı mı gözüküyorum?”

Yaygı bezine serilmiş tabakların önü-ne ribat bekleyen askerler oturdu, kalktı. Kimisi abdestini alıp alelacele nöbet ye-

rine gitti, kimi yorgunluğunu atmak için odada ayaklarını uzatıp o sırada silah ar-kadaşlarıyla fırsatını bulmuşken muhab-bete tutuştu. Bellerinde ikişer el bombası, kalaşnikoflar, bomba atarlı tüfekler, taban-calar; ekserisi bunları yemek esnasında da çıkarmadı.

Ebu Abdullah, içinde bulundukları durumun karmaşasından başka, bir şe-yin daha farkında: Bir gün bu adaletsiz savaş bitecek ve o gün başlayacak olan mücadele, bugünkünden daha az şiddet-li olmayacak. Bir yandan savaş tüm hızı ve yıkıcılığıyla, karşı tarafın sivillere olan hunharca muameleleriyle devam eder-ken diğer yandan sosyal alanda oluşma-sı muhtemel ve bir yandan da sinyalleri alınmaya başlanmış çatlaklar için çözüm üretmeleri gerektiğinin farkındalar. Ebu Abdullah, bunun da bir sorumluluk ola-rak omuzlarında olduğunun inkâr edile-meyeceğini biliyor ve bu da onları savaş gücü olmanın yanında sosyo-politik bir aktör hâline getiriyor.

Bir komutanın tespitine göre savaşın başlarında rejim ordusundaki çok sayıda

Sünnî asker, aynı zamanda çatışma es-nasında silahını bırakıp kaçma eğilimin-deydi. Bu da hem muhaliflerin elini güç-lendirip hem de rejimin arazideki etkisini zayıflatan bir durumdu ancak İran’ın ola-ya müdahil olmasıyla “ölürse şehit, kalırsa gazi” olacağına inanan bir kitleyle savaş-maya başladıklarını söylüyor ve bunun, ilk zamanki askerlerle savaşmaktan daha çetin olduğunu ekliyor: “Çünkü birincisi yaptığı işe inanmıyordu, bu inanıyor.”

Binniş yakınlarında Alevîler’in yaşa-dığı ve uzun zamandan beri muhasara altında olmasına rağmen köydeki herkes silahlı olduğundan ve rejimin aktif des-teğinden dolayı düşürülemeyen Fua’nın yakınlarında, ülkenin en büyük ikinci askerî havaalanı, geçen yılın başından beri içindeki otuz kadar helikopterle ele geçirilmiş Ahrârü’ş-Şam tarafından. An-cak helikopterlerin tamiri için imkânları yok henüz.

Şu anda hem rejim tarafı hem de muhalefet (bunun içine IŞİD dâhil değil çünkü öğrendiğimize göre onlar ‘karşı’yla savaşmak yerine sürekli mu-

haliflerin içinden ‘müşrikleri’ idam et-mekle meşguller) ilerleyişini durdurmuş ve cephesini korumakla uğraşıyor. Bazı bölgelerde Cephetü’ l-İslamiye’nin rejimi durdurmasında, son dönemde Ahrârü’ş-Şam’ın teklifiyle oluşturulan “gurfetü’ l-ameliye” (operasyon odası) etkeninin önemli rolü var. Burada toplanan grup-ların komuta kademeleri ortak kararlar alarak daha hızlı ve kolektif şuura dayalı sonuçlar elde edebiliyorlar.

IŞİD demişken; onunla alakalı en önemli tespitlerden birisi Talal Derki’den gelmişti: “Suriye’de pek çok insan, bu savaşın sona ermesinden sonra ılımlılar-la radikaller arasında çok daha tehlikeli ikinci bir savaşın gerçekleşeceğini biliyor.” Bunun sinyalleri ve belki de sinyalden çok daha fazlasını daha bugünden açıkça gör-mek mümkün. Çünkü IŞİD hem sürekli kendi içinde bölünüyor ve hem de önce-leri kökleri olarak işaret ettiği yapılanma-ları dahi tekfir eden bir marjinalize oluşla kalmayıp direniş ve muhalefet kelimeleri etrafındaki şanlı hikâyeye her geçen gün daha fazla zarar veriyor.

Bir komutanın tespitine göre savaşın başlarında

rejim ordusundaki çok sayıda Sünnî asker, aynı

zamanda çatışma esnasında silahını bırakıp

kaçma eğilimindeydi. Bu da hem muhaliflerin

elini güçlendirip hem de rejimin arazideki etkisini

zayıflatan bir durumdu ancak İran’ın olaya müdahil

olmasıyla “ölürse şehit, kalırsa gazi” olacağına inanan

bir kitleyle savaşmaya başladıklarını söylüyor ve

bunun, ilk zamanki askerlerle savaşmaktan daha

çetin olduğunu ekliyor: “Çünkü birincisi yaptığı işe

inanmıyordu, bu ise inanıyor.”

Page 9: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

9www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

G ayesi Allah Azze ve Celle’nin adını Avrupa’nın kalbine taşı-

mak olan kutlu yürüyüş Osman Gaziy-le Söğüt’te devlet düzeni aldı. Alemi-i İslam’ı bir bayrak altında toplamadan, Şark’ın emniyetini sağlamadan Garb’a açılmanın mümkün olamadığı defaatle tecrübe edilmişti. Nitekim ne zaman Osmanlı orduları Bizans veya bir baş-ka gayr-i müslim devlete karşı cihada çıksa arkadan şehirleri defalarca din-daşları olan beylikler tarafından yıkılıp yakılmıştı. Bundan dolayıdır ki bütün kuruluş dönemi sultanları gibi Yıldırım Sultan da saltanatının ilk yıllarında iki cephede mücadele etmek zorunda kal-mıştı. Anadolu birliğini büyük ölçüde sağladığında artık Avrupa yok oluş rü-yaları görmeye başlamıştı. Fakat korku-nun ecele faydası olmadığını Niğbolu’da Yıldırım Sultan’dan esaslı bir Osmanlı

şamarı yiyerek öğrendi. Osmanlı’nın elindeki İslam bayrağı aradığı rüzgârı bulmuştu. Tam da bu esnada bütün mahareti girdiği ülkeleri yakıp yıkmak-tan ibaret olan Timur belası ümmetin hayallerine musallat oldu. Daha önce Altınordu Devleti’ni dağıtarak oradaki Müslümanları Rusların insafına terk eden Timur, bu defa Osmanlı’ya sığınan beylerin iadesini bahane ederek Ana-dolu’daki birliğe kasdetti. Evliya Çele-binin anlattığına göre, bu zalimin Sivas halkına yaptıkları “Sana bir iş edeyim de, Timurlenk Sivas’a etmemiş ola.” sözüyle darb-ı mesel haline geldi. Sivas Kalesi’ni hile ile ele geçirince 4000 kişiyi diri diri çukurlara gömerek şehid etti. Ardından Ankara Savaşı’nda Mohaç yorgunu Os-manlı ordusunu mağlup ederek bin bir güçlükle sağlanan Anadolu birliğinin yeniden bozulmasına, fetret döneminin yaşanmasına sebep oldu. Belki böylece Yıldırım’ın İstanbul’u, Fatih’in Roma’yı, Kanuni’nin Almanya’yı, Fransa’yı fet-hetmesine engel oldu. Güya ondan son-ra ordusuyla Çin üzerine yürümeye ka-

rar verdiyse de ömrü vefa etmedi. Allah Azze ve Celle Ona kâfirle cihad etme şerefini nasip etmedi. Bu dünyadan kuru bir cihangirlik davasıyla göçüp gitti.

Esen BoğaAnadolu İslam Birliği’nin dağılması-

na sebep olan Ankara Savaşı’nın mimar-larından biri de bizim Esen Boğa olarak bildiğimiz İsen Buga/Mutlu Öküz’dür. 1402’de Ankara/Çubuk’ta cereyan eden bu savaşta bazı harp tarihçileri-ne göre O Timur’un ön saftaki hücum birliklerinin, bazılarına göre ise meşhur fil müfrezelerinin kumandanıdır. İsen Buga karargâhını bugün kendi adıyla anılan ‘‘Esenboğa’’ taraflarında kurmuş-tu. Timur’un iki oğlunun, Miranşah’ la Şahruh’un birliklerinin saldırıları kar-şısında sıkıntılı anlar yaşayan Osmanlı ordusu Kara Tatarlar’dan oluşan sü-vari alayının ihanet etmesiyle ve İsen Buga’nın fil müfrezelerini ön hatlara sür-mesiyle mağlup oldu. Yıldırım Sultan, vuruşa vuruşa Timur’un çadırına kadar ilerlemesine rağmen atının sendeleye-

rek yıkılması üzerine yere düştü. Etrafı Timur’un askerleri tarafından sarılarak esir alındı. Birkaç ay sonra Yıldırım Sultan’ı kaybeden ümmet, hayallerini bir başka bahara tehir etti.

Ey Muazzez İslam GençliğiUçak mürettebatı “Lütfen kemerle-

rinizi bağlayın! Esen Boğa hava limanı için alçalıyoruz.” dediğinde bunları dü-şünüyorum. Bu toprakları bize emanet eden ecdadla karşılaşacağımız günün utancını benliğimde hissederek vicda-nım sızlıyor. Sahi bu havaalanına veri-lecek başka bir isim yok muydu? Kim, neden bu ismi tercih etmişti? Yoksa birilerinin ecdadımızla görülmedik bir hesabı mı vardı? Yıldırım Sultan’ın ve Ümmet’in hayallerinin katilinin adını taşıyan bir havalimanına inmek sizin de vicdanınızı sızlatmıyor mu? Daha ne zamana kadar Türkiye Cumhuriyeti, Niğbolu Fatih’inin katilinin adını baş-kentindeki havalimanında muhafaza etmek suretiyle tarihiyle hesaplaşmaya devam edecek?

Selim [email protected]

Ey Muazzez İslam GençliğiUçak mürettebatı “lütfen kemerlerinizi bağlayın!

esen boğa için alçalıyoruz.” dediğinde beyazıt sultan’ın katilinin adının verildiği bir havalimanına inmenin ız-dırabını yaşıyorum. bu toprakları bize emanet eden ecdadla karşılaşacağımız günün utancını benliğimde hissederek vicdanım sızlıyor. sahi bu havaalanına ve-rilecek başka bir isim yok muydu? kim, neden bu ismi tercih etmişti? yoksa birilerinin ecdadımızla görülme-dik bir hesabı mı vardı? yıldırım sultan’ın ve ümmet’in hayallerinin katilinin adını taşıyan bir havalimanına inmek sizin de vicdanınızı sızlatmıyor mu? daha ne zamana kadar türkiye Cumhuriyeti, niğbolu Fatih’inin katilinin adını başkentindeki havalimanında muhafaza etmek suretiyle tarihiyle hesaplaşmaya devam edecek?

SİZİN VİCDANINIZ SIZlAMIYOR MU?

Page 10: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

10 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

M üslüman Kardeşlerin tanınmış zenginlerin-den ve işadamlarından

Yusuf Neda, Katar’da yayın yapan El Cezire’nin programcılarından birisi olan Ahmet Mansur’ la Müslüman Kardeşle-rin Mısır’daki kısa süreli iktidar tecrübe-sini ve deneyimini değerlendirmiş.

Bu değerlendirmeye geçmeden evvel iki hususa parmak basmak istiyorum. Arap Baharı yönü belli olmayan alacalı bir devrimdir. Halk yığınları, kurulu dü-zenlerden bıkmış, usanmış ve cumhuri-yet rejimi adı altındaki bu çarpık, keyfi cebri ve küfri düzenlerin altında inim inim inlemektedir. Bu çarpık düzenler son aşamalarında Sadettin İbrahim’in kavramlaştırmasıyla fiili olarak kraliyet rejimine geçmeye hazırlanmaktadırlar. İlk denemesi de yapılmış, 2000 yılında Suriye’de Esat hanedanlığı kurulmuştur. Sırada ötekiler vardır. Yemen’de Ahmet Ali Salih, Mısır’da Cemal Mübarek ve Libya’da Seyfülislam Kaddafi babaları-

nın yerine hazırlanmaktadır. Erkek ço-cuğun bulunmadığı yerlerde sözgelimi Tunus gibi yerlerde de damatlar devreye girmektedir. Arap Baharı umuttan ziya-de ye’sin getirdiği bir bahar veya iklim veya devrimdir. Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması umutsuzluğun patla-masıdır. Kurulu düzenlerin yeşerttikleri bu umutsuzluk iklimi patlayınca Arap sokağı karışmış ve mevcut liderler tepe-taklak olmuştur. Lakin pusuda bekleyen bu yapılardan nemalanan kesimler, ku-rumlar ve kalıntılar vardır. Devrimcilerin ideolojik çelişkilerinin su yüzüne çıkma-sından yararlanan bu kalıntılar ve kalıntı kurumlar çok geçmeden harekete geçti ve karşı devrim sürecini başlattı. Bu karşı devrim süreci darbelerle devam ediyor. Kısaca yaşanılan kargaşanın iki nedeni var. Eski rejime karşı kalkışmanın ardın-dan ideolojik bölünmüşlük ve zıtlık çık-mıştır. Fransız Devriminin getirdiği Batı referansı ile asil İslami referans ( merci-iyye İslamiyye) karşı karşıya gelmiştir. Türkiye’de Kemalistler gibi Mısır’daki Nasırcılar, İslami referansa bağlı kesimler ve bahusus Müslüman Kardeşleri dini kullanmak ( tavzif ed din) ve dini faşizm

sloganlarıyla suçlamakta ve mahkum etmeye yelteniyor. Yeni trendin önünü kesiyorlar. Bunlar ideolojik eşkıya ve yol kesicilerdir.

*İktidarın hakemi sandıktır. İslamcı-

lar halk tabanda güçlüdürler. Halk İsla-mi referanstan yanadır. İkincisi, Müslü-man Kardeşlerin 80 yıllık geçmişi vardır. Örgütlenme deneyimine ve omurgasına haizdir. Bu avantajlar dikkate alındığın-da İslami kesimlerin sandıktan çıkması mukadderdi. Mursi döneminde beş defa girilen seçimlerin beşini de Müslü-man Kardeşlerin kazanmasına ve hatta Selefilerle birlikte oylarını yüzde 75’ ler seviyesine çıkarmalarına rağmen Sadet-tin İbrahim gibi liberaller ve onun arka-sından da John Kerry gibi ABD namına Siyonizm sözcülüğünü yapan isimler devrimin çalındığını ileri sürmüşlerdir. Devrimler seçimlerle çalınıyor! Şim-di de Sisi’nin de seçildiği söylenebilir. Lakin Mursi döneminde herkes seçim-lere girebiliyordu. Yeni dönemde ise Müslüman Kardeşler terörist ilan edil-miştir! Fark budur. Laik anti laik cep-heleşmesine mukabil bir de Nur Hare-

keti ve Partisi gibi ulusalcı Selefiler veya polis-istihbarat cemaatleri de Müslü-man Kardeşlerin önünü kesmek için darbe sürecinde seferber olmuşlardır. Mursi’nin İslami uygulamalarını yeter-siz bulan Nur Hareketi Sisi’den sadece namazlarına dikkat etmesini istiyorlar. Sisi de Kaddafi veya Nihat Doğan gibi kameralara karşı bol bol namaz kılarak oların beklentilerini boşa çıkarmayacak-tır. Nitekim, darbe müftüsü ve kazasker Ali Cum’a’nın arkasında bayram namaz-larında Esat gibi arz-ı endam etmekte ve saf bağlamaktadır. İki nedenden dolayı, Arap Baharı çıkmaza girmiş ve sarpa sar-mıştır. İslamcılar ile laik kesim arasında ideolojik zıtlaşma ile bunu istismar eden eski düzenin kurumları ve bekçileridir. Bakiye ve kalıntılardır.

*İşte tam bu arz edilen tablonun ışı-

ğında Yusuf Neda mühim bir tespitte buluyor ve bu tablo ışığında Mursi’nin cumhurbaşkanlığı görevini almasına gönlünün elvermediğini ifade ediyor. Yanlışları sonucu Askeri Konseyi alaşa-ğı eden Mursi ve arkadaşları sonrasında askerin kuşatması altına alınmışlardır.

Mustafa Ö[email protected]

Menderes’ten Mursİ’ye…

Page 11: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

11www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

Bunu ilk görenlerden birisi cumhurbaş-kanı adaylarından Hazım Ebu İsmail’dir. Mursi eski rejimin kurumları tarafın-dan kuşatılmıştır. Üzerine bir de karşıt ideolojik halk grupları salınmıştır. Sisi, Temerrüt gibi hareketleri kurgulamış ve liberal kesimler de onların yanına ka-tılmış ve İnkaz veya Kurtuluş Cephesi adıyla muhaliflerden gökkuşağı tarzında şemsiye cephe teşekkül etmiştir. Yusuf Neda’nın ikinci mülahazası ise Mu-hammed Mursi’nin devr-i sabık (ahdu’ l baid) oluşturmaktaki başarısızlığıdır. Bu eski rejimin kalıntılarının temizlenmesi ve meşruiyetinin tartışmasız reddedil-mesidir. Eski rejimin tamamen mah-kum edilmesidir. Eski rejimin kalıntıları temizlenemeyince yaralı yapı harekete geçmiş ve Mursi’yi devirmiştir.

Mursi ile Menderes arasındaki ben-zerliklerden birisi Yusuf Neda’nın temas ettiği bu husustur. ‘Devri sabık’ yani önceki iktidardan hatta rejimden hesap sormak anlamına geliyor. Hesap sorul-mayanlar, hesap sormuştur. Merhum Menderes’in en yanlış ifadelerinden birisi “Devri sabık yaratmayacağız” ifa-desi olmuştur! Menderes devr-i sabıka

meydan vermemiş ama devr-i sabık ona 10 yıllık iktidarı dönemini zehir etmiş ve istemediği halde kamplaşmaya git-mek zorunda bırakmıştır. Kamplaşma-nın ardından orduyu da tahrik ederek Menderes’i devirmiştir. Menderes bila-hare, ‘Allah kimseye böyle muhalefet gös-termesin’ demiştir. Nasırcılar da Mısır’ın CHP’sini temsil etmektedir. Sisi-Sabahi yarışması da Nasırcılar arasında bir ya-rışmadır ve Nasırcılar ile ordu arasında-ki koalisyonu göstermektedir. Nasırcı Sabahi seçilemezse başbakanlığa talip ve razı olacağını söylemiştir. Türkiye’de CHP+Asker=darbe formülü Mısır’da yansımasını Nasırcılar+Ordu=darbe şek-linde bulmuştur.

Menderes ile Mursi arasındaki benzerliklerden bir diğeri de darbeci-lerin Menderes ile Mursi hakkında dü-şündükleri formül ve çözüm planıdır. Milli Birlik Komitesi’nin yaşayan son üyesi Ahmet Er Sabah gazetesine yap-tığı tarih muhasebesinde, ‘ Bizim asıl niyetimiz Menderes ve arkadaşlarını İsviçre’ye göndermekti. 23’ ler grubu-nu tasfiye etseydik onlar da Yassıada’yı havaya uçuracaktı’ demiştir. Buradan

anlaşılıyor ki, Menderes’in idamı öngö-rülmemiştir. Lakin komiteciler içindeki çatlak, iç çekişme Menderes ve arka-daşlarının idamını beraberinde getir-miştir. Mısır’da ise Sisi tek adamdır. O istemedikçe Mursi’nin idamı düşünüle-mez. Bununla birlikte, azgın çevrelerin baskılarını yok farz edemeyiz. Elbette Sisi de hasmından kurtulmak isteyebi-lir. Milli Birlik Grubu’nun Menderes ve arkadaşları için aklından geçen for-mül bizzat Muhammed Mursi’ye de askeri konsey tarafından teklif edilmiş-tir. Kendisi ve ailesiyle istediği ülkeye gidebileceği ve bu takdirde kendisini mali açıdan desteksiz bırakmayacakları teklif edilmiştir. Kısaca Mursi’ye kansız bir darbe öngörülmüştür. Nasır ve Hür Subayların Kral Faruk’a uyguladıkları formül aynı şekilde Mursi’ye uygulana-caktır. Lakin Mursi Faruk veya Demirel gibi şapkasını alarak çekip gitmemiştir. Direniş yolunu seçmiştir. Bu da kansız tasarlanan darbeyi çok kanlı hale getir-miştir. Peki! Sürecin kanlı hale gelme-sinde direnişin veya Mursi’nin kabaha-ti var mı? Elbette yok. Bu ihkak-ı hak talebidir. İkincisi de devrik Kral Faruk,

Vahdettin Han gibi İtalya’da yaşarken Nasır’ın istihbarat cellatlarından Salah Nasır tarafından zehirlenmiştir. Dar-becilere güven olmaz. Bu ardamlar zakkum meyvesidir veya Kur’an’daki ifadesiyle lanetlenmiş ağaçtır.

Muhammed Mursi’nin kızı Şeyma darbe sürecinde cuntanın babasıyla gö-rüştüğünü ve babasına bu teklifi götür-düğünü lakin babasının bu teklifi elinin tersiyle ittiğini beyan etmiştir. Askeri cunta, Mursi’den istifasını vermesini ve çekip gitmesini istemiş ve buna mukabil istediği ülkeyi seçebileceğini ve ilaveten kayd-ı hayat boyunca kendisine ve aile-sine mali imtiyazlar tanınacağını taahhüt etmiştir. Mursi ise halkın emanetine ve namusuna ihanet etmemiş ve imtiyazlı sürgün yerine hapis hayatını yeğlemiştir. Evet! Mursi, Sisi gibi emanete ihanet et-memiş ve canı pahasına dik durmuştur. Bunun sonucunda hak ortaya çıkmış ve saflar belirginleşmiştir. Darbe süreci dost düşmanı öğretmiştir. Bu da az bir kaza-nım değildir. Doğru bir yerden başlama-ya vesiledir.

Menderes’ten Mursi’ye; darbeleri ben-zedi ama inşallah akıbetleri benzemez!

mursi ile menderes arasındaki benzerliklerden birisi yusuf neda’nın

temas ettiği bu husustur. ‘devri sabık’ yani önceki iktidardan hatta

rejimden hesap sormak anlamına geliyor. hesap sorulmayanlar, hesap

sormuştur. merhum menderes’in en yanlış ifadelerinden birisi “devri

sabık yaratmayacağız” ifadesi olmuştur! menderes devr-i sabıka meydan

vermemiş ama devr-i sabık ona 10 yıllık iktidarı dönemini zehir etmiş ve

istemediği halde kamplaşmaya gitmek zorunda bırakmıştır. kamplaşma-

nın ardından orduyu da tahrik ederek menderes’i devirmiştir. menderes

bilahare, ‘Allah kimseye böyle muhalefet göstermesin’ demiştir. nasırcılar

da mısır’ın ChP’sini temsil etmektedir. sisi-sabahi yarışması da nasırcı-

lar arasında bir yarışmadır ve nasırcılar ile ordu arasındaki koalisyonu

göstermektedir. nasırcı sabahi seçilemezse başbakanlığa talip ve razı

olacağını söylemiştir. türkiye’de ChP+Asker=darbe formülü mısır’da

yansımasını nasırcılar+Ordu=darbe şeklinde bulmuştur.

Page 12: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

12 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

ALLAH-U EKBER NOTAYLA DEĞİL, YÜREKLE SÖYLENİR

İ slam’ın “kanûn-u esasi”si Allah-u Ekber’dir. Müslüman yürekler Rableri’ne bu kelimeyle bağla-

nır. Müezzinler her gün beş defa İslam’ın manifestosunu dünyaya ilana, “Allah-u Ekber”le başlar. Hüzünde, surûrda diller-den düşmeyen düsturdur Allah-u Ekber. Mekke’de, Allah Resulü’ne geçici bir süre göklerin kapısı kapanıp vahiy kesilin-ce müseccel İslam düşmanı Ümm-ü Ce-mil, Efendimiz’le istihzaya başlayınca, “Duha Suresi” nazil olur, Sûre bitince Allah Resulü yerinden kalkıp, tahdîs-i ni’met makamında “Allah-u Ekber” der.

Kanûn-u Esasi: Allah-u EkberAllah Resulü , Hayber önlerinde

küfrün merkezine nihaî darbeyi vurmaya hazırlanırken elini kaldırıp, “Allah-u Ek-ber, haribet Hayber” buyurmuştu. Savaş meydanında “kanûn-u esasi”yi okurken

sanki ashabına şöyle diyordu: “Her ne ka-dar Hayber’in kaleleri, Yahudi’nin orduları büyük olsa da Allah en büyüktür. Onun takdiri karşısında ne kaleler, ne de ordular dayanabilir.”

Vefat eden yavrunuzu musallaya koy-duğunuzda, dört defa “Allah-u Ekber” diye-rek Canab-ı Hakk’a uğurlarsınız. Soma’da siren sesleri arasında babasını arayan ya da akşam kömür renkli elleriyle, kömür kokulu ekmek getiren babasının yolunu gözleyen çocuk, iki yavrusunu yan yana defneden anne, köy mezarlığına Soma’dan on bir evladını gömen köylü, cenaze na-mazlarında, “Acımız büyük olsa da Sen en büyüksün Ya Rabbi!” diyerek, “Allah-u Ekber’le teselli olur. Yürekler yanacak, göz-lerden yaşlar boşalacak, ama diller “Allah-u Ekber”den kopmayacak. Tabutla toprağa kendinden bir parça koyan baba, meza-ra bakıp, “Acı büyük, fakat takdir Sen’in Allah’ım. Veren de sen, alan da sen: İnnâ lillahi ve innâ ileyhi raciûn…/ Senden gel-dik, senin hükmüne dönüyoruz.” diyecek.

Bayram sabahı evden camiye giderken

dilinizde “Allah-u Ekber”, camide “Allah-u Ekber”, minberde “Allah-u Ekber”, namaz-da getirilen zâid tekbirlerde “Allah-u Ek-ber” var. O sabah en doğudan en batıya ka-dar bütün Âlem-i İslam’da Allah-u Ekber nidaları sayhalanıyor.

Müezzin “Ezân-ı Muhammediyye”nin başında dört, sonunda iki defa “Allah-u Ek-ber” der. Okulda bir müdür öğretmenin ya da öğrencinin namaz davetine icabet etmesine mani olursa, tekbir şunu söyler: “Müdür sana göre büyüktür fakat Allah en büyüktür: Allah-u Ekber”. Yazıhane-desiniz, büyük meblağlı bir ticari anlaşma yapıyorsunuz, müezzin bir defa “Allah-u Ekber” dedi, siz anlaşmaya devam ediyor-sunuz, büyük miktar kazanacaksınız, mü-ezzin ikinci defa, “Allah-u Ekber” diyerek şunu ihtar ediyor; “Para büyük ama Allah daha büyük, rızkı veren de o, imkanları ya-ratan da o. O halde sebepleri bırak O’nun emrine koş.” İslam’la bütün rabıtalarını koparan bir şahısla namaz saatinde rande-vunuz var. Büyük(!) adam sizi yazıhane-sine bekliyor. Giderken müezzin “Ezân-ı

Muhammediyye”de üçüncü defa, “Allah-u Ekber” diyerek sizi ikaz etmeye devam edi-yor. Sana göre adam büyük, müdür büyük, vali büyük fakat Allah en büyük o halde, “Allah-u Ekber”e icabet et, namaza dön… Ezandaki dördüncü tekbir son bir daha tenbih eder, “kapat dükkânı, boşalt sınıfı, namaza git.”. Rabbinin huzuruna koş: Al-lah en büyüktür de; “Allah-u Ekber”.

Allah-u Ekber’le Fethedilen ŞehirlerSahabe Mekke’de ambargo altında,

“Allah-u Ekber” dedi. Onlar bütün zerre-leriyle, “Açlık büyük acılara sebep olsa da, Sen en büyüksün Allah’ım, lütfunda hoş kahrın da.” diyerek sabır cümleleri kur-dular. Mekke’den Medine’ye hicret eden sahabede, dert de büyüktü, gam da… Onlar da, Allah en büyük/Allah-u Ekber” diyerek teselli oldu. Sahabe, Mısır’a, Şam’a, Yemen’e, Medâin’e, “Allah-u Ekber”le gir-di. Medine’den “Allah’ü Ekber”le çıkan Hz. Muhammed’in öğrencileri, Bizans’ın, İran’ın topraklarını “Allah-u Ekber”le fet-

Recep [email protected]

Soma’da siren sesleri arasında babasını arayan ya da akşam kömür renkli elleriyle,

kömür kokulu ekmek getiren babasının yolunu gözleyen çocuk, iki yavrusunu yan

yana defneden anne, köy mezarlığına Soma’dan on bir evladını gömen köylü,

cenaze namazlarında, “Acımız büyük olsa da Sen en büyüksün Ya Rabbi!” diyerek,

“Allah-u Ekber’le teselli olur. Yürekler yana-cak, gözlerden yaşlar boşalacak, ama diller

“Allah-u Ekber”den kopmayacak. Tabutla toprağa kendinden bir parça koyan baba,

mezara bakıp, “Acı büyük, fakat takdir Sen’in Allah’ım. Veren de sen, alan da sen: İnnâ lil-lahi ve innâ ileyhi raciûn…/ Senden geldik,

senin hükmüne dönüyoruz.” diyecek.

Page 13: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

13www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

hetti. “Küfrün orduları büyük ama sen en büyüksün Allah’ım.” dediler.

Sokakta Şehitler, Zindanda Sırasını Bekleyenler Gazze’de elinde sapan taşı olan ço-

cukların karşısında İsrail ordusu var. Ka-radan kuşatılan mazlumların üzerine ha-vadan paraşütle asker yağıyor. Sokaklara konuşlanan tanklar namlularını onlara doğru çevirmiş… Mısır’da Sisi orduya “vur” emri vermiş, Vahhabiler tam tek-mil Sisi’ye destek toplantıları tertipliyor, krallar, yaverler Mısır’a kredi yağdırıyor, Körfez’den sermaye akıyor, Pentagon cuntaya kayıtsız şartsız destek veriyor, so-kakta şehitler, zindanda şehadet sırasını bekleyenler var, böyle bir ortamda Gazze ve Mısır tek yürek olmuş; “ABD büyük, kral büyük, Körfez’de sermaye büyük ama Allah en büyük: “Allah-u Ekber” di-yor. Onlar, “Sen Sisi’den de, Kral’dan da, Amerika’dan da daha büyüksün Allah’ım diyorlar. Sahabe de insanların büyük gör-düğü, yıkılmaz diye baktığı devletlerin

karşısına sadece “Allah-u Ekber” diyerek çıkmamış mıydı?

Her Yerde Allah-u Ekber Birisi kürsüde “Allah-u Ekber”i ilan

eder sonra da çıkar İslam’ı asrın idrakine anlatabilmek için dünyaya uydurmalı-yız derse, her namazda defalarca “Allah-u Ekber”i ilan eden bir kadın Kur’an-ı Kerîm’de ki tesettür emri günümüz dün-yasında uygulama alanı bulamaz derse, onlar kalpleriyle değil dilleriyle “Allah-u Ekber” demiş olurlar. Faizi alanlar, verenler Allah’a, Peygamber’e savaş açtılar (Bakara: 279) ayetine rağmen faizin olmadığı ikta-sidi bir yapı tahayyül edilemez diyenler de kalpleriyle değil, dilleriyle “Allah-u Ekber”i söylemiş olurlar.

Allah-u Ekber Medeniyeti: Osmanlı“Allah-u Ekber” bir ahittir, bir adayıştır.

“Allah-u Ekber”, müslümanı namazdaki duruşun, namazdaki oluşun hakkını ver-meye çağırır: “Sen kimin huzuruna geldin,

kime yöneldin, nerede duruyor, ne söylü-yor ve ne kadar sözüne sadakat gösteriyor-sun?”

Osmanlı, diliyle söylediği “Allah-u Ekber”e bütün mevcudiyetiyle inandı. O, “Allah-u Ekber” medeniyetidir. Kosova, Mohaç, Zigetvar dilleri gibi kalpleri de “Allah-u Ekber” diyen bir ordunun zaferi-dir.

Fatih Sultan gibi 21 yaşında kalbiyle “Allah-u Ekber” diyenler, Konstantin’in aşı-lamayan surlarını yıkıp Ayasofya’nın miha-rabında da “Allah-u Ekber” der. Çan sesinin kapattığı Allah yolunu, “Allah-u Ekber”le Sonsuz’a açar. “Konstantin büyük olsa da, sen en büyüksün Ya Rabbi!”der.

Fatih’in İstanbul önlerinde iki yüz elli bin kişilik bir orduyla getirdiği tekbir ses-leri, Bizans askerlerinin yüreklerine tah-rib gücü yüksek yıldırım gibi düşmüştü. Çünkü onlar “Allah-u Ekber” i ruhlarıyla söylüyordu. Âlem-i İslam’ın on binlerce minaresinden okunan ezanlarla, Fatih’in askerlerinin getirdiği tekbirin farkı; biri va-zife gereği makamla söylenen şiâr-ı İslam,

Gazze’de elinde sapan taşı olan çocukların karşısında İsrail ordusu var. Karadan kuşatılan mazlumların üzerine havadan paraşütle asker yağıyor. Sokak-lara konuşlanan tanklar namlularını onlara doğru çevirmiş… Mısır’da Sisi orduya “vur” emri vermiş, Vahhabiler tam tekmil Sisi’ye destek toplantıları tertipli-yor, krallar, yaverler Mısır’a kredi yağdırıyor, Körfez’den sermaye akıyor, Pentagon cuntaya kayıtsız şartsız destek veriyor, sokakta şehitler, zindanda şehadet sırasını bekleyenler var, böyle bir ortamda Gazze ve Mısır tek yürek olmuş; “ABD büyük, kral büyük, Körfez’de sermaye büyük ama Allah en büyük: “Al-lah-u Ekber” diyor. Onlar, “Sen Sisi’den de, Kral’dan da, Amerika’dan da daha büyüksün Allah’ım diyor-lar. Sahabe de insanların büyük gördüğü, yıkılmaz diye baktığı devletlerin karşısına sadece “Allah-u Ekber” diyerek çıkmamış mıydı?

Page 14: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

14 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

diğeri ise İslam’ın Kanûn-i Esasi’si… Bu-nun içindir ki, “Ezân-ı Muhammediyye’yi Güzel Okuma Kursları” düzenlenir, serti-fikalar dağıtılır, ama ezanları ruhlar değil, kulaklar dinler. Dille söylenen “Allah-u Ekber” minarelerde kalır, kalbe ruh üfle-yemez, sokağa Allah’ın boyasını vuramaz.

“Allah-u Ekber”in dillere mahkûm olduğu dünyaya belâlar, musibetler yağı-yor… “Allah-u Ekber” diyerek ülkeler fet-heden bir ümmet, o fetihlerin hayalini ku-racak cesaretten de mahrum. Arakan’dan, Gazze’den, Mısır’dan sürekli hezimet ha-berleri geliyor. Çünkü, “Allah-u Ekber” in mana ve mefhumundan uzaklaştık.

Bilal b. Rebah Gibi Allah-u Ekber DemekBilal b. Rebah’ı, “Bu, Ezân-ı

Muhammediyye’yi vaktinde okuyamıyor, harfleri tam olarak telaffuz edemiyor.” diye Allah Resulü’ne şikâyet etmişlerdi. “Bun-dan daha güzel sesli müezzinler var, Bilal’in

yerine başka bir müezzin atasanız Ya Re-sullallah!” demişlerdi ki, Efendimiz , “Lâ tesehharû bi ezânı Bilal/ Bilal’in ezanıyla sahur yapmayın… Fakat Bilal b. Rebah yine de ezan okuyacak.” buyurmuştu. Al-lah Resulü , ikinci bir müezzin atadı fakat Bilal’i susturmadı. Çünkü Bilal b. Rebah, Mekke’de Ebu Cehil’in işkence seansla-rında kaç yüz defa “Allah-u Ekber” demişti. O ümmete, “Allah-u Ekber”in yüreklerin ameli olduğunu öğretmişti. Ebû Cehil’e, “Sen büyüksün, gücün var, adamların var ama Allah senden daha büyüktür. Onun büyüklüğü karşısında sen kocaman bir hiç-sin, dolayısıyla söylediklerin nezdimde hü-kümsüzdür.” demişti. Bilal b. Rebah, diğer muzdarib sahabiler gibi “Allah-u Ekber”i hayatını ortaya koyarak söylüyordu, bu yüzden Allah Resulü , bütün müezzinlere rehber olsun diye Bilal’e mani olmadı.

Mısır’da Müezzineler Bu gün Mısır’da “Allah-u Ekber”i, mü-

ezzinler değil, zindanda ki mücahitler söy-lüyor. Onlar Ezan-ı Muhammediye‘yi, “do re mi fa sol”le değil, Bilal b. Rebah gibi oku-yor. Mısır’da, susan alimlere inat, “Allah-u Ekber”i, Hz Muhammed’in sancağı yere düşmesin diye meydanlara inen Esma’lar, Zeynepler haykırıyor. Müezzinlerin sustu-ğu yerde “Allah-u Ekber”i müezzineler ilan ediyor.

Ashab-ı Kehf GibiAllah’ın en büyük, onun dışındaki bü-

tün güçlerin hiç olduğuna inanan Müslü-man gençler Mısır’da namaz safında oldu-ğu gibi demir parmaklıkların arkasında da “Allah’ü Ekber” demenin izzetini yaşıyor-lar. Onlar bu halleriyle inandıktan sonra sayının, maddi gücün, ordunun, Sisi’nin hükmü yok, diyorlar. Zindanla Rableri ara-sındaki rabıtayı “Allah-u Ekber”le kuruyor sonra da bütün zalimlere, “Bizim Mevla-mız, yer ve göklerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle’dir.”diyorlar(bkz. Kehf: 15).

Dinle Ey Dünya: Allah-u EkberMüslüman günde beş defa Ezân-ı

Muhammediyye’yi tekrar ederek camiye gider. Mahalleden, yurttan, okuldan gelen kardeşleriyle hem nefislerine, hem de dün-yaya dinle, “Allah en büyüktür” der.

Namaza başlarken Cehennem sol ta-rafa düşer. Allah Azze ve Celle ona, “Dol-dun mu?” diye sorduğunda, Cehennem, “Daha var mı?” diye karşılık verir(Kaf: 30). Sol taraftan sürekli Cehennem’e dair ayetler duyulur. Sağda ise Cennet ayetle-rinin hayali vardır. Umutla korku arasında devam ederken bir anda önde bir yerde sanki Kabe-i Muazzama zahir olur ve, “Yönünü Mescid-i Haram’a doğru çevir.” (Bakara: 144) ayet-i kerimesi tecelli eder. Cehennem’in azabı, Cennet’in nimeti büyük olsa da “Allah-u Ekber” deyip yola devam eder Müslüman. İmam Merginanî iftitah tekbirinde efdal olan eli kaldırdıktan sonra “Allah-u Ekber” demektir, buyruyor.

Allah’ın en büyük, onun dışındaki bütün güçlerin hiç olduğuna inanan Müslüman gençler Mısır’da namaz safında olduğu gibi demir parmaklıkların arkasında da “Allah’u Ekber” demenin izzetini

yaşıyorlar. Onlar bu halleriyle inandıktan sonra sayının, maddi gücün, ordunun, Sisi’nin hükmü yok, diyorlar. Zindanla Rableri arasındaki rabıtayı “Allah-u Ekber”le kuruyor sonra da bütün zalimlere,

“Bizim Mevlamız, yer ve göklerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle’dir.”diye haykırıyorlar.

Page 15: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

15www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

Baş parmağı, kulak yumuşağına kadar kal-dırdıktan sonra “Allah-u Ekber” diyenler, dünya ile her nevi alakayı kestikten sonra tekbir getirmiş olurlar. Onlar bu halleriy-le, “Ey Küresel Güçler! Ben gücünüz var diye sizin kanatlarınıza sığınmam. Ben bin parça da olsam tamamınızı bir Abdulkadir Molla’ya tercih etmem.” derler.

“Subhaneke”den sonra رب لله الحمد Bütün hamdlerin Âlemlerin العالمينRabbi olan Allah’a ait olduğunu ilan eder(Fatiha: 1). O, bir cinsin, bir ır-kın, bir bölgenin değil bütün âlemlerin Rabbi’dir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini ti-lavet eden dili yaratan, konuşma mele-kesini ihsan eden, kulaklara duyma hu-susiyeti lütfeden O’dur. Onun nimetleri saymakla bitmez(Nahl: 18). Nimetle-rini düşündükçe “Allah-u Ekber” bütün ihtişamıyla yerle göğü kaplar ve sonuçta, “Her şey aradan çekilir; Cennet de, Ce-hennem de kayboluyor. Çünkü Müslü-man namazda şu kadar defa “Allah-u Ek-

beru min-en’nâr/ Allah Cehennem’den de büyüktür”, Cennet’ten de… Bu yüzden kul, ellerini kaldırıp büyük ola-rak tahayyul edilen her şey zâil olduktan sonra, “Allah-u Ekber” der.

“Allah-u Ekber” müslümanı bir hal-den başka bir hale götürür. Bilal b. Rebah, Şam’da “Allah Resulü’nü rüyasında görüp, ‘Bu ne ayrılık Ey Bilal!’ şeklinde ki tarizine muhatap olunca beklemeden atına binip Medine’ye gelmiş, sahabenin, “Çık bir daha Ezan-ı Muhammediyye’yi oku. Allah Resulü ile yaşadığımız o günleri yâd edelim.” teklifine muhatap olmuştu. Efendimiz zamanında Ezân-ı Muhammediyye’yi okuduğu yere çıkıp, “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber” deyince, Medine dalgalanmaya, Medine titremeye başlamıştı. Mekke’de Dâru’n-Nedve’ye, “Allah-u Ekber” diyerek, Allah’tan başka hiçbir otoriteyi tanımadığını ilan eden Peygamber-i Ekber’in müezzini şu kadar zaman sonra yeniden “Allah-u Ekber”

diyordu. Bilal’i, duyan sokağa çıkıyor, so-kaklar da Ravza’ya akıyordu. Hz. Bilal, “Eş-hedü enla ilahe illallah” ifadesine gelince Medine’de bütün mümin yürekler titredi. “Eşhedü enne Muhammede’r-Rasulullah/Bütün varlığımla şehadet ederim ki Hz Muhammed Allah’ın Resulü’dür.” Cümle-sini söylediğinde vecd hali bütün Medine ehlini kuşatmıştı. Bilal’in ezanını dinleyen Ehl-i Medine, o geldiyse Allah Rasulü de, Tur’dan dönen Hz. Musa gibi dönmüş müdür acaba? diyordu. Şehadet Bilal’in son cümlesi oldu, oradan ötesini bir başka müezzin ikmal etti.

Yürekle söylenen “Allah-u Ekber” amirleri, paşaları, patronları bulunması gereken yere oturtur. Onlar küçüldük-çe ayetler, peygamber buyrukları büyür. “Allah-u Ekber” müslümana Allah’tan başka sığınak, barınak olmadığını öğre-tir. “Allah-u Ekber” diyenler darda kal-dıklarında, küresel güçlere değil, Kâbe-i Muazzama’nın Sahibi’ne sığınır. Allah

Azze ve Celle, Mekke’nin kapıları-nı yürekleriyle “Allah-u Ekber” diyen Peygamber’in öğrencilerine açmıştı. Fet-hi bekleyen yeni iklimler aynı duruşu ku-şanan müslümanlara armağan edilecek.

Kur’an-ı Kerim bütün müminleri, oğul edinmeyen, saltanatında ortağı ol-mayan, güçlü zannedilenlere dünyayı idare ederken sormayan, zafiyetinden do-layı yardımcıya ihtiyacı olmayan Allah’ın huzurunda, “Allah-u Ekber” demeye davet eder (Bkz. İsrâ: 111). Bu şuurla “Allah-u Ekber” diyenlerin karşısında ordular kü-çülür, Nemrut küçülür, Firavun küçülür... Sahabe bu şuurla Mısır’a, İran’a, Bizans’a yürümüştü. Washington’un, Paris’in, Londra’nın kapılarını İslam’a açacak olan-lar da “Allah-u Ekber”i sahabe gibi söyle-yen Müslümanlar asından zuhur edecek.

Hulasa, “Allah-u Ekber”, notayla değil, yürekle söylenir. O yürek Hasan oldu-ğu gibi, Hüsnâ da olabilir. Esma olduğu gibi…

Kur’an-ı Kerim bütün müminleri, oğul edinmeyen, saltanatında ortağı olmayan, güçlü zannedilenlere dünyayı idare ederken sormayan, zafiyetinden dolayı yardımcıya ihtiyacı olmayan Allah’ın huzurunda, “Allah-u Ekber” demeye davet

eder (Bkz. İsrâ: 111). Bu şuurla “Allah-u Ekber” diyenlerin karşısında ordular küçülür, Nemrut küçülür, Firavun küçülür... Sahabe bu şuurla Mısır’a, İran’a, Bizans’a yürümüştü. Washington’un, Paris’in, Londra’nın kapılarını İslam’a açacak

olanlar da “Allah-u Ekber”i sahabe gibi söyleyen Müslümanlar asından zuhur edecek. Hulasa, “Allah-u Ekber”, notayla değil, yürekle söylenir. O yürek Hasan olduğu gibi, Hüsnâ da olabilir. Esma olduğu gibi…

Hulasa, “Allah-u Ekber”, notayla değil, yürekle söylenir. O yürek Hasan olduğu gibi, Hüsnâ da olabilir. Esma olduğu gibi…

Page 16: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

16 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

A shab-ı Kiram’ın, tabiinin ve ardından gelenlerin yaptığı bütün rıhlelerin maksadı, ta-

nık oldukları hakikati bu hakikate susayanla-ra ulaştırmak ve fe siiruu fi’l-ardi keyfe kane akıbetu’l-mükezzibin/ yeryüzünde dolaşın ve bakın o yalanlayanların sonu nicedir.(Al-i İmran, 137) emri ilahisine imtisal ederek ibret almaktır.

Zahiri Cihadın Maverası: Manevi Fetihler Sahabe, Kur’an-ı Hâkim’in nüzulüne

şâhit olmuştu. Cihat ayetlerinin ne demek istediğini en iyi onlar biliyordu. Cebrail’in geliş gidişlerine defalarca tanık olan bu gü-zide tupluluk Allah Rasulü’nden aldıkları iman, islam ve ihsana ait ne kadar değer var-sa güçleri nisbetince o değerleri cemiyete taşıdılar. Medine’de o ruhu kuşanan, bu sırra eren kim varsa ila-i kelimetullah adına belki

geri dönüşü olmayan uzun seferlere çıktılar. İlerlemiş yaşına rağmen İstanbul önlerine kadar gelip orada vefat eden Rasulullah’ın

mihmandarı Ebu Eyyub el-Ensari(r.anh), İran’ın tacını tahtını sallayan Sad b. Ebu Vakkas(r.anh), Peygamber Efendimiz’in ahfadı Hasan ve Hüseyin başta olmak üzere, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr, Abdul-lah Bin Cafer(r.anhm), gibi Ashab-ı Kiram’ın önde gelenlerinin de bulunduğu bu azametli orduyla Afrika’nın fethine girişen Abdullah b. Sa’d (r.anh) ve Bütün bir Afrika’yı İslam’la tanıştırarak Atlas Okyanusu’na kadar ilerle-yip atını daha ileri sürmek isterken “Rabbim! Eğer bu uçsuz bucaksız okyanus karşıma çıkmasaydı ism-i celilini daha ilerilere ulaş-tırırdım.” diyen Ukbe b. Nafi(r.anh) o güzide kadroya dahil olan isimlerden bazılarıdır.

Bunun yanında cihadın diğer bir bo-yutu ise ilim adına yapılan rıhlelerdir. Fe-tihle kazanılan bölgelerde ilim damarları açarak manevi fetihlerin önünü açan, her türlü acıya, sıkıntıya meşakkate sadece Al-lah ve Rasulü’nün rızası için göğüs geren hakiki dava erleri bu rıhlelerin sahibidirler.

Tek bir hadis rivayet etmek için senelerce at sırtında gidenler, kundaktaki çocuğu-nu arkada bırakıp döndüğünde evlenme çağına gelmiş çocuğunu tanımayanlar, Allah ve Rasul davası olduğundan dolayı hasretini içine atan, ama gözyaşlarına da hakim olamadığı için gözlerini kaybeden anneler... Şair de bu hakikati şöyle ifade ediyor: “Ve kem min haseratin fi butuni’ l- makabir / Şu kabirlerde ne hasretler var-dır kim bilir.”

Kâl Dilinden Ziyade Hâl Diline Önem VermekHicaz dışına cihada çıkan sahabe evve-

la muhataplarını yaşantıları ile ikna ettiler. Talebelerinin tamamı sadece ilimle iştigal eden kişiler değildi. Onların kimisi çiftçi ki-misi tüccar kimisi de başka bir meslektendi. Zahirde farklı kisveleri olsa da ruhen şeriat-ı ğarra-i Ahmediyye’ye hizmet onların ortak paydasıydı. Âlim, kavli ve fiili olarak İslam’ı anlatmak ile mes’ul olduğu gibi tüccar da en azından yaşantısı ile örnek olmak zorunda olduğunun şuurundaydı. Bu, Sahabe tesi-

riydi. Aşıyı yapan ise Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemdi. Hatemu’l-Enbiya’nın ders halkasında kendisini tanıyan herkes Allah Azze ve Celle’yi hakkıyla tanıma fırsatı bu-lunca Dünya’ya meydan okudular. Özellikle âlim kimliği ile öne çıkanlar en önde yürü-düler. Yol tarif ettiler.

Manevi Futuhatın Öncü Müesseseleri: MedreselerSahabeden ilim alanlar onların ufkun-

da yeni talebeler yetiştirdiler. Onları takib edenler de daha sonra yeni medreseler inşa etti ve ulum- i İslamiyye’nin intişarına vesile oldular. Aldıkları bu ruhla Bağdat, Horosan, İsfahan gibi İslam beldelerinde Nizamiye adlı büyük medreseler kurdular. Oralarda ehl-i sünnet omurgayı çökertmeye çalışan birtakım haşhaşi gruplara karşı o aziz davayı yüklenen Gazali gibi muazzez ilim adamları yetişti ve “la yemut” eserlerle İslami ilimleri ihya ettiği gibi cemiyete de yön verdi. Nite-kim Gazali’nin telif ettiği İhya, Selahaddin Eyyubi’nin başucu kitabı oldu ve büyük komutan ondan aldığı ruhla Kudüs’ü İslam

Mahmut Sami GÜLCÜ

[email protected]

İnsAnlıĞın medenİyetle bUlUşmAsı

sahabeden ilim alanlar onların ufkunda yeni talebeler yetiştirdiler. Onları takib edenler de daha sonra yeni medreseler inşa etti ve ulum- i İslamiyye’nin intişarına vesile oldular. Aldıkları bu ruhla bağdat, horosan, İsfahan gibi İslam beldelerinde nizamiye adlı büyük medreseler kurdular. Oralarda ehl-i sünnet omurgayı çökertmeye çalışan birtakım haşhaşi gruplara karşı o aziz davayı

yüklenen Gazali gibi muazzez ilim adamları yetişti ve “la yemut” eserlerle İslami ilimleri ihya ettiği gibi cemiyete de yön verdi. nitekim Gazali’nin telif ettiği İhya, selahaddin eyyubi’nin başucu kitabı oldu ve büyük komutan ondan aldığı ruhla

kudüs’ü İslam topraklarına katmadan uyuyamadı.

Page 17: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

17www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

topraklarına katmadan uyuyamadı. Bir kısım Irak, İran tarafına çıkar-

ma yaparken diğer bir grup ise Afrika ve Endülüs’e dair rüyalar gördüler. Hz. Os-man (r.anh) döneminde Abdullah b. Sad(r.anh)’ın komutanlığında aralarında âlim sahabilerin de bulunduğu muazzam bir ordu Kuzey Afrika’nın tamamını İslam top-raklarına kattı. Daha sonra meydana Ukbe b. Nafi(r.anh) çıktı. Orta Afrika’nın tama-mını Allah Azze ve Celle onun vesilesiyle İslam’la müşerref kıldı.

Bütün bu seferlerle birlikte ulema-nın ilmi birikiminden faydalanan ordu komutanları fethettikleri her bölgeye bir üniversite(medrese) yapılmasına ön ayak olmuşlardır. Mısır’da ki Ezher, Tunus’ta ki Zeytune, Fas’ta ki Kuraviyyun Üniversite-si bunların en önemlileridir. Bu ve emsali eğitim kurumlarının ne denli önemli ol-duğunu iki şekilde anlamak mümkündür. Birincisi, maddi fetihlerin hemen ardın-dan manevi fetihler gerçekleştirme adına ilk iş olarak medreselerin inşa edilmesi,

ikincisi ise işgal orduları geldiğinde ilk bu kurumları çökertmesidir. Nitekim İspan-yollar Tunus’u işgal ettiklerinde atlarıyla birlikte Zeytune Üniversitesi’ne girmiş, alimlerin bir kısmını katletmiş bir kısmını da sürgüne göndererek yıkıma buradan başlamışlardı. Aynı hakareti Napolyon komutasında Fransız askerleri Ezher’e reva görmüşlerdi. İşte bu imha hareketleri İslam Alemi’nin başkenti İstanbul’da da aynı mecrada ve daha şiddetli bir surette tahakkuk etti.

Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğimiz Tunus Zeytune Üniversitesi ile alakalı birkaç hususa değinmek yerinde olacaktır.

Tunus’un İncisi: Zeytune Medresesi8.yy da Emevi valisi Hasan b. Numan

tarafından inşa ettirilen 1300 yıllık bir geçmişe sahip bu muhteşem bina İslam dünyasının ilk üniversitelerinden biri ola-rak kabul ediliyor. Medrese, eski Tunus denilen yerde Osmanlı döneminden kal-

ma çarşıların arasında bulunuyor. Asırlar boyu farklı millet ve kültürlere ev sahipliği yapmış olan Zeytune cami ve medresesi bazen Fatımi-Şii propagandasının yapıldı-ğı bir mekân olmuş, bazen İspanyollar ta-rafından işgal edilerek at ahırı olarak kul-lanılmış. Sonraları Devlet-i Aliyye ile asıl mecrasına giren Zeytune, bir çok ehli sün-net mudafiisi yetiştirmiştir. 1800 lü yılların sonuna doğru her ne kadar Osmanlı’ya bağlı da olsa Fransız sömürgesi haline ge-len Tunus, bu siyasi karışıklıklar esnasında en büyük darbeyi eğitim sistemine almış-tır. Bunun yanında 1956 da Habib Burgi-ba ile sözde hürriyetine kavuşan Tunus’da birçok reformlar yapılarak laik eğilimli bir rejim kuruldu. Artık Tunus, Tunus Cum-huriyeti olmuştu. Fransa’nın da şiddetle destek verdiği Burgiba, inkıtaya uğrayan Zeytune medresesinin eğitim sistemini tamamen ilga ederek 1964 te kapısına kilit vurdu. Burgiba’dan sonra Zeynel Abidin Bin Ali’de Fransa’nın çıkarları doğrultu-sunda aynı yasağı devam ettirerek Müs-

lümanların medeniyetleri ile buluşmasına engel oldu.

Zeytune Şeyhi Hüseyin el-AbidiZeytune’nin hasreti, bu son diktatö-

rün ülkeyi terketmesi ile beraber seçim-lere giren Nahda hareketinin Tunus’ta seçimleri kazanması ile nisbeten bitti. Şimdilerde ise eski programının tekrar tatbik edilmesi yerine bir İngiliz projesi olan selefi-vahhabi projesi ile karşı karşıya kalmış durumda. Bundan sonrasını 300 alim arasından seçilen ve şu anda Zeytu-ne şeyhi olan eş-Şeyh Hüseyin el-Abidi şöyle anlatıyor. “Burgiba ve Zeynelabidin dönemlerinde boynu bükük kalan Zeytu-ne, Fransa’nın baskısı sebebi ile Nahda’nın zaferinde dahi bir süre kapalı kaldı. Zey-tune geleneğinin engellenmesinde Suud-ların bu vahhabi-selefi geleneğinin etkisi büyük. 2012 Ramazan’da Din işleri baka-nı bir Ramazan programı hazırladı. Ger-çekten bir skandaldı o program. Suudun bu propagandasının bir uzantısı olarak Körfez Ülkeleri’nden davet edilen Şeyh Muhammed Hassan gibi müteşeddid se-lefiler her gün akşam ile yatsı namazı arası konferans vereceklerdi. Ama bu karşınız-da gördüğünüz yaşlı bunlara engel oldu. Cesedimi çiğnersiniz. Yine de buna muk-tedir olamazsınız. dedim.”

Gündeminize Zeytune’yi Alın!Kendisine Zeytune Medresesi için

bir miktar bağışta bulanabileceğimizi söyleyince şu ifadeleri kullandı: “Bizim paraya pula ihtiyacımız yok. Zeytune’nin ilmi kimliğini tanıtıcı yazılar kaleme alın. Türkiye’nin gündemine taşıyacak sem-pozyumlar düzenleyin bizleri de davet edin, gelelim oralarda Zeytune’yi anlata-lım ki medresemiz Suudluların ya da Fran-sızların tesirinden kurtulup, ibn-i Sahnun, ibn-i Arefe, Tahir b. Aşur gibi ilim ve fikir adamları ile tanışarak yeniden onlar gibi müfessir, muhaddis ve fakihler çıkarsın.”

Tunus her ne kadar Fransa’nın müs-temlekesi olmaktan tam manası ile kurtu-lamasa da Nahda Hareketi’nin seçimlerde başarılı olması ve Zeytune’nin tekrar me-deniyeti ile buluşturulması normalleşme sürecine girdiğinin bir göstergesidir. Biz-lere düşen genelde Tunus’u, özelde ise Zeytune’yi gündemimize alıp bu mede-niyet buluşmasına önayak olmaktır. Zira Devlet-i Aliye’nin ahfadına da bu yakışır.

tunus her ne kadar Fransa’nın müstemlekesi olmaktan tam manası ile kurtula-masa da nahda hareketi’nin seçimlerde başarılı olması ve zeytune’nin tekrar me-deniyeti ile buluşturulması normalleşme sürecine girdiğinin bir göstergesidir. biz-lere düşen genelde tunus’u, özelde ise zeytune’yi gündemimize alıp bu medeniyet

buluşmasına önayak olmaktır. zira devlet-i Aliye’nin ahfadına da bu yakışır.

Hüküm yazarlarından Mahmut Sami GÜLCÜ ve Abdullah KADIOĞLU, Zeytune Şeyhi Hüseyin el-Abidi ile beraber

Page 18: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

18 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

B izim imanımız şudur: Bütün zamanlar Allah’ındır. Hiç-bir zaman ve hiçbir mekân

Allah’ın kabzası haricinde değildir. Ola-maz da zaten. Dünü, bugünü ve yarını yaratan Allah’tır. Bütün yaratmaları bir hikmete dayalı olan Allah’ın, zamanın ilk lahzasından son lahzasına kadar her anını bizim idrak etmekte zorlanmış olabilece-ğimiz hikmetler dizisi ile yaratmış olması kadar tabii olan bir şey yoktur. Zira Allah Hakîmdir.

Dünü, bugünü ve yarını ele alırken mantığımız budur. Bizim sınavımız açı-sından bakarken, kendimizi, sınavımızı oluşturan olaylar dizisini dünden farklı, yarından değişik görmemizin gereği ve hatta tutarlılığı yoktur. Biz bugünün in-sanlarıyız. Bugün, takvimlerin şu tarih diye göstermesi açısından farklı bir zaman dilimidir.

İki binin filanca gününde olabiliriz. Biz ise sadece bugün yaratıldık. Dün yoktuk ve yarın da olmayacağız. Sonuçta ise dünü

yaşayanlarla, yarın yaşayacak olanlarla aynı yerde toplanacağız. Dünkü ve yarın-kilerin muhasebe konusu olacak şeyler bizim de muhasebe konumuzdur. Onla-ra sorulacak olan bize sorulacak. Sırattan ayrılan cennet ve cehennem seçenekleri-nin gerekçelerini herkes ortak paylaşmış olarak yaşadılar bu dünyada. Namaz dün de namazdı bugün de namazdır. Yarın da namaz aynı namaz olacak.

Herkes nefisle yaratıldı. Dünkü insan-ların nefsi ile bugün ve yarınkilerin nefsi aynıdır. İştahları kabartan gıdaların dün ambalajsız olması bugün ise ambalajlan-mış olarak sunulması bir şey değiştirmi-yor. Belki de yarın, gıdaların bugün hayal edilemeyecek bir şekilde tüketilecek ol-ması ne helali ne haramı ne de nefislerin iştah sistemini değiştirmeyecektir.

Şeytan dün de vardı, bugün de var. Yarın da elbette var olacaktır. Şeytanın sisteminde bir değişiklik yoktur. Allah Teâlâ dünyayı şeytanlı bir dünya olarak yaratmıştır. Dünyadaki sistem şeytanlı bir sistem olarak kurulmuştur. Şeytanın dün kullandığı silahları bugün kullandığı silahları arasında fark, insanın hayatında-ki gelişmelerin farkıdır. Şeytanın mantığı

ve hedefi aynıdır. İnsan da aynı insandır zaten.

Cennet aynı cennet, cehennem aynı cehennem olduktan sonra dün veya yarın neyi değiştirir?

Allah’ın emirleri ve yasakları aynı ol-duktan sonra mü’min için zamanın ne etkisi olabilir?

Çağın adı teknoloji ile anılsın veya anıl-masın, dün olsun, bugün olsun veya ya-rın olsun; mü’min kulluğundan başka ne düşünebilir? Gaye kulluk olduktan sonra hangi zaman ve hangi mekân makul bir özür oluşturabilir? Ne sahabenin zamanı kıskanılacak bir zamandır ne de yaşadığı-mız zaman engelli bir zamandır. Kâ’be’nin dibinden, Peygamber aleyhisselamın ya-kın akrabalığından cehenneme gidenler oldu. Kâ’be’yi de Peygamber aleyhissela-mın da hiç görmeden cennete gidenler de oldu. Yakınlık uzaklık değil yakın durmak, uzak olmamak iş bitiriyor.

Bu zamanda iyi işler yapılamıyor diye hayıflanmak yerine, tam iş zamanında olduğumuzu kabul etmeye mecburuz. Tam iş yapma günündeyiz. Fitne ve fesat yayıldı ise bize iş düştü demektir. Göklere merdivensiz tırmanabilen insan mü’min

insandır. Meşakkatsiz bir iman hayatı ol-madı bu dünyada, ne dün ne bugün. Yarın da asla olmayacak!

Zamanımız sıkıntılar, bölünmüş-lükler, acılar ve ağrılar zamanı ise iş bize düştü demektir. Zamanımızın bahanele-ri yerine zamanımızın çarelerini üretiriz. Engelimiz ne ise imtihanımız da o olur. Rabbimiz, bizi ne ile ve nerede sınamayı murat etti ise biz orada kul olarak varız demektir. Kışı kış olarak, yazı da yaz ola-rak yaşamak bizim sınavımızdır. Dert-lere karşı mazeretler, zorluklara karşı hileler üretecek yerde yollar tıkandıkça çıkışlar, iş zorlaştıkça himmetler üretiriz. Dünkülerin hikâyelerine, yarınkilerin hayallerine sığınmayız. Ne zaman ve ne-rede varsak kendimizi orada hissederiz. Zamanımızın çarelerini üretir, umut ağı-mızı bir öreriz.

Bu zaman bizim zamanımızdır. Zamanımızın dertleri de bizim dertle-rimizdir. Bizim dertlerimiz bizim için yaratılmıştır. Zaman tufan zamanı ise gemimizi inşa ederiz. Su basınca da ge-mimize bineriz. Cihadımız budur. Biz de cihat için varız. Namazın gerektiği yerde namazda ve kıyamdayız. Eğiti-min gerektiği yerde de medresedeyiz, talebeyiz. Gecemizi seccadenin başında, gündüzümüzü de işte ve projede geçi-ririz. Biz ümmetiz, Muhammed alay-hisselamın ümmeti. Bütün zamanların ve insanların sıkıntılarının varisi olduk. Omuzumuza insanlık kondu. İlk insan-dan beri birikmiş ve yoğunlaşmış dertler bizim elimizde çözülecek.

Biz bu zamanın ümmetiyiz. Tam da zamanında varız. Kitabımız bu zamanın rahmet kitabıdır, peygamberimiz de bu zamanın peygamberidir. Neden zamanı kötüleyelim ki, bu zaman bizim için var-dır. Biz de bu zaman için varız. Kulluğu reddetmedikçe zamanı, zamanın fitneleri-ni reddedemeyiz.

Sabrederiz, direniriz, erimeyiz, dökül-meyiz. Biz bu zaman için varız, zaman da bütün cümbüşü ile bizim için vardır. Kul-luk budur, böyledir. Dün böyle idi, bugün de böyledir. Yarın da böyle olacaktır. Za-manının ayarları ile oynamaya çalışanlar ise ne ayarlarla oynayabilecekler ne de bir şey elde edebileceklerdir. Kulluğuna ve ci-hadına bakanlar ise bütün zamanları aşıp Rablerinin rızasına kavuşacaklardır. Bu zamanda bu kadar!

Nureddin [email protected]

Bu ZamanBiz bu zamanın ümmetiyiz. Tam da zamanında varız. Kitabımız bu zamanın rahmet kitabıdır, peygamberimiz de bu zamanın peygamberidir. Neden zamanı kötüleyelim ki, bu zaman bizim için vardır. Biz de bu zaman için varız. Kulluğu reddetmedikçe zamanı, zamanın fitnelerini reddedemeyiz.

Bu Zaman...

Page 19: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

19www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

F aiz, bir dünya gerçeği(!). Birde ona bulaşanın hesap günü şeytan çarpmışa dö-

neceği gerçeği. Allah Rasulü’nün faizi yiyene, yedirene, sözleşmesini yazana, şahidine lanet ettiği (Müslim, Müsakat, 19)bir dünyada Müslümanlar olarak fa-izden ne kadar ürküyoruz.

Allah ve Rasûlü’ne Harp İlanıİbn Bükeyr anlatıyor: Bir adam, Malik b. Enes ’in yanına ge-

lerek şöyle dedi:“Ey Ebu Abdullah, sarhoş bir adamın

içki içip durduğunu ve gökteki ayı yakala-mak istediğini gördüm. Ben de:

Şayet Âdemoğlunun karnına içkiden daha kötü bir şey giriyor ise, hanımım benden boş olsun! dedim.” deyince İmam Malik adama:

“Senin bu meseleni tetkik edebilmem için geri dön (bana süre tanı)!” der.

Ertesi gün gelince tekrar:“Senin meseleni tetkik edebilmem

için geri dön!” der. Bir sonraki gün yine dönünce:

“Hanımın, senden boş oldu. Çünkü ben, Allah’ın Kitabı ile Peygamberinin

Sünnetini sahife sahife tetkik ettim. Faiz-den daha kötü bir şey göremedim. Çünkü yüce Allah, faiz dolayısıyla faiz muamelesi yapanlara savaş ilân etmiştir.” dedi.

Faizin Allah ve Rasûlü’ne savaş ilanı anlamına geldiğini ifade eden Ba-kara Suresindeki ayetten alıntı yapa-rak İmam Malik bu cevabı verir. Peki, neden faiz Allah ve Rasûlü’ne harp ilanı anlamı taşır. Çünkü İslam; İnsan-ların haksız yere birbirlerinin mallarını yemelerinin karınlarında ateş olacağını söyler(Nisa,10). O, yeryüzüne adaleti getirir. Haksız kazancın her türlüsüne buğzeder. İnsanları köle edinmenin va-sıtası olan faizi yetimin, fukaranın sof-rasındaki ekmeğe göz diktiği için kesin bir dille yasaklar. İslam sömürünün her nev’ini cahiliyenin çöplüğünde bırakır.

Cahiliye Tefecileri: Bankalarİslam’dan önce faiz cahiliye Mek-

ke’sinde insanları köle yapmanın bir va-sıtasıydı. Sermayeyi elinde bulunduran tefeci şebeke insanlara borç verir, bunu da severek yapardı. Ödeme vakti gelin-ce borcunu ödeyemeyen borçluya rahat olmasını söyler, borcun vaktini uzattığı-nın müjdesini verirdi. Tabii ki; ziyade

kaydıyla. Beş olan borç on olur, on beş olur, yirmi olur. Beşi ödeyemeyen yir-miyi de ödeyemez. Sonunda tefeci onu köle yapar ve hizmetine alırdı. Bu gün bankaların yaptığı da çok farklı değil. Kredi vermek için reklam yapan, tele-fonla arayıp zorla kredi kartı pazarlayan, limit arttırma teklifi ile gelen, üniversi-telerde mobil başvuru stantları ile yol kesen bankalar cahiliye tefecilerinin bu zamanda ki mümessilleri aslında. Belki bankalar boyunlara kement bağlayıp köle yapmayacaklar fakat; Soma’da kur-tarılan maden işçisini kendi ifadesiyle kredi borcunu ödemesi için tekrar ma-dene sokacaklar.

Matematiğin Değil İnsanlığın Problemi: FaizHer Müslümanın haramiyetine dair

bilgisinin olduğu bir mevzudur faiz. O yüzden haram oluşunun delillerinden daha çok bu gün Müslümanların fai-ze karşı reflekslerini yitirmiş olmala-rını konuşmalı aslında. Evet, şu an en büyük tehlike bu önümüzde. Genel manada münker olana karşı mukave-metimiz zayıfladı. Birçok şeyi olduğu gibi faizi de kanıksamış bir halimiz

var. Dünyevileşen Müslüman ruhsatçı allâmelerin(!) fetvalarıyla yaşam stan-dartlarını yükseltmenin gayretinde. Bu uğurda devirdiği çamlardan habersiz yoluna devam ediyor. Matematik der-sinde lise talebeleri, önlerine konan sorularda Kapitalist sömürü düzenin ürettiği faiz problemini çözmekle meş-gul. Daha hayata başlarken faizin haya-tın bir parçası olduğu anlayışı ile yeti-şen bir nesil. Hulâsa düzelmesi gereken çok şey var.

Batmayan BankalarArtık bankalar batmıyor diye sevini-

yoruz. Çünkü değişmeyen bir çözümle-medir: “Ekonomi kötü giderse banka-lar batar, bu gün bankalar batmıyorsa demek ki ekonomi iyi gidiyor. ”deriz ve övünürüz. Ama acı olan gerçek şu ki; bu sistem sömürü sistemi ve bankalar faiz-le tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasp ediyor. Batmıyor olmaları ise sömürü çarkının sorunsuz işlediğinin şahidi.

Faizin dünya gerçeği(!) oluşundan, düşmesi gerektiğine dair kanaatlerin oluştuğu bir noktaya geldik. Kökünün kazınıp “Adil Düzen ”in tesis edildiğini de görmek nasip olur inşallah.

Abdullah KADIOĞ[email protected]

ALLAh’A ve RAsuLü’Ne hARp AçAcAkLAR faİZ YesİN

Artık bankalar batmıyor diye seviniyoruz. Çünkü değişmeyen bir çözümlemedir: “ekonomi kötü gi-derse bankalar batar, bu gün bankalar batmıyorsa demek ki ekonomi iyi gidiyor. ”deriz ve övünürüz. Ama acı olan gerçek şu ki; bu sistem sömürü sistemi ve bankalar faizle tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasp ediyor. batmıyor olmaları ise sömürü çarkının sorunsuz işlediğinin şahidi.

Page 20: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

20 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

Âlem-i İslam

U çağımız Kıbrıs’a doğru hareket ederken ben de çocukluğumun Kıbrıs’ la

ilgili hatıralarını düşünüyorum. TRT’den, siyah beyaz televizyonlardan Kıbrıs’ la ilgili sık sık yayınlanan haberler, Rum çe-telerinin işlediği katliamları anlatan film-ler, evliyaların, pirlerin Kıbrıs’da savaşan Türk askerlerine verdikleri desteği anlatan menkıbeler, Rauf Denktaş etrafında üreti-len efsaneler bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Çocukken Kıbrıs’ la ilgili en çok duyduğum şeylerden biri de, Kıbrıs’ın asıl kahramanının Erbakan Hoca olduğu, Erbakan Hoca olmasaydı Ecevit’in Kıbrıs için kılını bile kıpırdat-mayacağıydı. Hangi yaşa gelirse gelsin çocukluğu insanı hep takip ediyor, peşin-

den geliyor. Kıbrıs’a yaklaşırken ben de Kıbrıs’ la ilgili çocukluk düşlerimin içinde yol almaya devam ediyorum.

Yüzde 71 Rum, yüzde 29 TürkAkdeniz’in Kuzeydoğusunda bulunan

Kıbrıs Adası’nın toplam nüfusu bugün 960 bin civarında... Bu nüfusun yüzde 71’i Rumlardan, yüzde 29’u ise Türklerden oluşuyor. Yeşil bir hat ile ikiye ayrılan Lef-koşa şehri hem Türklerin hem de Rumla-rın başkenti olarak biliniyor. Akdeniz’in en stratejik adalarından biri olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ekonomisi ise daha çok tarım ve turizme dayanıyor. Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı düzenli mad-di yardımlar da Kıbrıs’ın ekonomisinde önemli bir yer teşkil ediyor. Kıbrıs ayrıca Sicilya ve Sardinya adalarından sonra Akdeniz’in en büyük üçüncü adası... Tra-fiğin İngiliz sömürge döneminden kalma bir alışkanlıkla soldan aktığı ülkede, on

binlerce Türkiye vatandaşı yaşıyor. 1983 yılında Gaziantep, Adana ve Hatay ille-rinden getirilen Türkiye vatandaşları, ada sakinleri tarafından Türkiyeli Kıbrıslılar olarak isimlendiriliyorlar.

Kıbrıs’ın tatil şehri GirneKıbrıs gezimiz Girne’den başlıyor. Gü-

neyi ünlü Beş Parmak dağları, kuzeyi de Akdeniz’le çevrili olan Girne’de gezerken bu şehrin tipik bir tatil şehri olduğunu bü-tün ruhunuzla hissediyorsunuz. Girne’nin en güzel mekânlarından biri ise ünlü Gir-ne Limanı... İçinde bir yat marinasının da bulunduğu Girne Limanı’nın görüntüsü adanın güzelliklerinin bir özeti gibi adeta. Hele bir de Girne’yi kaleden seyrediyorsa-nız doyumsuz bir güzellikle karşı karşıya-sınız demektir. Bir tarafta yemyeşil dağlar, diğer tarafta masmavi deniz. Sanki önünü-ze bir halı açılmış. Her bir köşesi birbiriyle uyumlu, ilmek ilmek işlenmiş; seyretmeye,

dokunmaya doyamayacağınız bir halı… İnsan bazı şehirleri içine almak, o şehirlerle bütünleşmek ister. İşte Girne böyle bir şe-hir. Kale’den Girne’yi seyrederken şehirle, şehri kuşatan masmavi denizle bütünleşti-ğinizi hissediyorsunuz.

Girne Kalesi ve batık gemi Girne Limanı’nın hemen doğu kıs-

mında yer alan kale ise şehrin en önemli sembolü olarak kabul ediliyor. İngilizlerin adaya hâkim oldukları dönemde burası hapishane ve polis okulu olarak kullanıl-mış. Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethi sırasında şehit düşen Osmanlı Amirali Cezayirli Sadık Paşa’nın mezarı da kale-nin giriş bölümündeki rampanın hemen kenarında bulunuyor. Kalenin içinde iş-kence hane ve zindan olarak kullanılan bölümler de bulunuyor. Bir zamanlar iş-kence çığlıklarının yükseldiği bu bölümü ziyaret ettiğinizde içinizin ürpermemesi

FAtİhİnİ bekleyen kıbrıs

Adem ÖZKÖSE

[email protected]

Kemalizm Kıbrıs’ı gâvurlaştırmak için elinden geleni yapmış ve başarı denilebilecek bir takım sonuçlar da elde etmiş. Bundan dolayı Kıbrıs’ın şu an büyük bir manevi fethe, gönül ehli Alperenlere,

davetçilere ihtiyacı var. Gerçi nerenin yok ki?

Page 21: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

21www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014 Âlem-i İslam

elde değil. Girne Kalesi’ndeki en önemli bölümlerden biri de, batık geminin oldu-ğu bölüm. Dünyanın en eski batık gemile-rinden biri olan bu gemi milattan önce üç yüzlü yıllarda batmış. 1965 yılında Girne açıklarında bir balıkçı tarafından bulunan gemiden çıkan eşyalara göre batık gemi-nin 4 kişilik mürettebattan oluşan bir tica-ri gemi olduğu tahmin ediliyor.

Hz. Ömer MescidiGirne’nin merkezini gezdikten son-

ra rotamızı Girne’nin doğusundaki Hz. Ömer Mescidi’ne çeviriyoruz. Kıbrıs’da-ki en önemli ziyaretgâhlardan biri olan Hz. Ömer Mescidi, Girne’ye 4 kilometre uzaklıkta bulunuyor. 7. Yüzyıl’da adayı fet-hetmek isteyen Müslüman askerlerin ko-mutanlarından biri olan Komutan Ömer, önce askerleriyle birlikte adanın kuzey sahiline hücum etmiş. Müslüman Akın-cıların karaya ayak bastıkları yerde yapılan

savaşta Komutan Ömer ve altı arkadaşı Bizans askerleri tarafından şehit edilmiş. Mücahitlerin cesetleri ada halkı tarafından mescidin hemen bitişiğindeki mağaranın içine gömülmüş. Ada’nın Osmanlılar tara-fından fethinden sonra ise mağaradan çıka-rılan cesetler şimdi bulundukları Hz. Ömer Mescidi’nin içine defnedilmişler.

Öncü nesil sahabeAkdeniz’in masmavi dalgalarıyla

komşu olan Hz. Ömer Mescidi’nin etra-fı tam bir tefekkür yeri. Bir kayanın üze-rinden Akdeniz’i seyrederken İslam’ın mesajının dünyanın dört bir yanına yayıl-ması için yapılan fedakârlıkları da düşün-meden edemiyorum. Kıbrıs’ın manevi önderlerinden Peygamberimizin süt teyzesi Hala Sultan düşüyor aklıma. Ger-çek ismi Ümmü Haram olan bu değerli sahabe Sevgili Peygamberimiz’in fetih müjdesine ve duasına nail olabilmek için

eşi Ubade bin Samit ile İslam ordularına katılarak düşmüş yollara. Kabri bugün Rum tarafındaki Larnaka’da bulunan Hala Sultan şehadet makamına erişerek Akdeniz’in ışığı haline dönüşmüş. Yer-yüzüne tevhid, adalet ve barışın yayılması için 86 yaşında Medine’den kalkıp Kıbrıs’a kadar gelen Hala Sultan’ın örnekliği aslın-da anlayabilene çok şeyler anlatıyor. Aca-ba bizler İslam’ın kutsal mesajının yeryü-züne yayılması için ne tür fedakârlıklarda bulunuyoruz? Öncü nesil olan sahabenin ümmete miras olarak bıraktığı örnekliği hayatımıza ne kadar yansıtabiliyoruz şek-lindeki sorular uzayıp gidiyor düşünce dünyamda…

Kıbrıs’ın esrarengiz kalesiHz. Ömer Mescidi’nden sonra Girne-

Lefkoşa yolu üzerindeki Send Hilaryon Kalesi’ne doğru ilerliyoruz. Tarihin eski çağlarından bugüne kadar ayakta kalabilen

Send Hilaryon Kalesi dışarıdan bakıldı-ğında insanın içini ürperten esrarengiz bir görünüşe sahip. Hatta ünlü Walt Disney de Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler filmini hazırlarken Send Hilaryon Kalesi’nden esinlenmiş. Bundan dolayı Walt Disney’e ait bir çok çizgi filmde resmedilen kaleler Send Hilaryon Kalesi’nin dış görüntüsüne benziyor. Sent Hilaryon kalesinin dışında adanın diğer ünlü iki kalesi Bufavento ve Kantara Kaleleri… Tarihleri yüzyıllar ön-cesine kadar dayanan bu kaleler tıpkı Send Hilaryon Kalesi gibi Rumlar tarafından yıl-larca Müslüman Akıncıların hücumlarına karşı kullanılmış.

Türklerin ve Rumların başkenti LefkoşaGirne’den sonra başkent Lefkoşa’da-

yiz. Önce yüksek bir binanın üzerine çıkıp Lefkoşa şehrini seyretmeye başlı-yoruz. Türk tarafındaki evlerin genelde

Akdeniz’in masmavi dalgalarıyla komşu olan Hz. Ömer Mescidi’nin etrafı tam bir tefekkür yeri. Bir kayanın üzerinden Akdeniz’i seyrederken İslam’ın mesajının dünyanın dört bir yanına yayılması için yapılan fedakârlıkları

da düşünmeden edemiyorum. Kıbrıs’ın manevi önderlerinden Peygamberimizin süt teyzesi Hala Sultan düşüyor aklıma. Gerçek ismi Ümmü Haram olan bu değerli sahabe Sevgili Peygamberimiz’in fetih müjdesine ve duasına

nail olabilmek için eşi Ubade bin Samit ile İslam ordularına katılarak düşmüş yollara. Kabri bugün Rum tarafındaki Larnaka’da bulunan Hala Sultan şehadet makamına erişerek Akdeniz’in ışığı haline dönüşmüş.

Page 22: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

22 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

Âlem-i İslam

kerpiçten, Rum tarafındaki evlerin ise beyaz binalardan oluştuğu hemen gözü-müze çarpıyor. Ayrıca binaların yapısın-dan Rum tarafının Türk tarafından daha gelişmiş olduğu anlaşılıyor. Kıbrıs’ın en önemli şehirlerinden olan başkent Lef-koşa önemli bir kültür, sanayi, ticaret ve ulaşım merkezi. Dünyadaki bölünmüş tek başkent olan Lefkoşa’nın güneyinde Rumlar, kuzeyinde ise Türkler yaşıyor. Ara bölgede ise Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerleri bulunuyor.

Ah şu milliyetçilik belasıOsmanlı döneminde Lefkoşa’da

Türkler ve Rumlar bir arada yaşarlarmış. Türkler ve Rumlarla yaşayan başka bir millet de Ermenilermiş. Fakat hem Rum, hem de Türk tarafında milliyetçilik hasta-lığı baş gösterince yıllarca birlikte yaşayan topluluklar birbirlerine düşman olmaya başlamışlar. Aynı kavimden, aynı dinden olmayan insanların birbirlerinin inanç ve görüşlerine saygı duyarak yaşayabildikleri barış ortamı yerini zamanla düşmanlığa bırakmış. Tarihi bir şehir olan Lefkoşa’da eski evler genelde cumbalı evlerden olu-şuyor. Kıbrıs’ın diğer şehirleri gibi Lef-

koşa da rengarenk çiçeklerle, orkidelerle dolu güzel bir şehir. Bir çok yönüyle Ana-dolu’daki şehirlere benzeyen Lefkoşa’nın Türk tarafının nüfusunun bugün 80 bini aştığı tahmin ediliyor.

Katedral’in camiye çevrilmiş hali Kıbrıs’ın en büyük camii olan Lefko-

şa’daki Selimiye Camii gotik sanatının dünyadaki en önemli örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Osmanlı’nın adaya atadığı valilerin cuma namazı kıldıkları cami olan Selimiye Camii bugün de Hı-ristiyanlar tarafından önemli bir mabet olarak kabul ediliyor. Osmanlı bu eski katedrali fetihten sonra Hıristiyan ahaliye para ödeyerek satın alıp camiye çevirse de eski katedraller insana bir cami tadı vermi-yor. Selimiye Camii de üzerinden yüzyıl-lar geçse bile katedrallere özgü soğukluğu, ruhsuzluğu üzerinden atamamış. Hatta namazınızı Selimiye Camii’nde eda eder-ken ruhunuz mahalle aralarındaki sade ve basit mescidleri özlüyor.

Lefkoşa’nın tarihi hanıSelimiye Camii’ni de gezdikten sonra

adadaki en önemli Osmanlı eserlerinden biri olan Büyük Han’a doğru ilerliyoruz. İlk olarak Anadolu’dan ve Kıbrıs’ın farklı şehirlerinden gelenler için bir konakla-ma merkezi olarak inşa edilen Büyük Han, tıpkı Anadolu’daki ticaret hanlarına benziyor. Özellikle de Bursa’daki Koza Han’a… Büyük Han’ın içinde onlarca dükkân bulunuyor. Genelde bayanlar ta-rafından işletilen bu dükkânlarda tablo ve kolyeler, el işlemesi takılar, desenli kilim-ler, Kıbrıs hatırası çeşitli hediyelikler satı-lıyor. Bu arada Kıbrıs esnafı genel olarak müşterilerle pazarlık yapmayı sevmiyor. Ada esnafının pazarlık yapmayı niçin sev-mediğini araştırdığımızda bu kültürün Kıbrıslılara İngilizlerden geçtiğini öğreni-yoruz…

Kıbrıs nereden nereye…Kıbrıs’ta gezerken Kıbrıslıların bü-

yük bir kesiminin İslam kültür ve mede-niyetinden ne kadar da uzaklaştıklarını, aidiyetlerini nasıl da yitirdiklerini hemen hissediyorsunuz. Kıbrıs adeta her türlü baskı ve projelere rağmen Kemalizm’in getirdiği değerleri reddeden, Kemalist projeyi kabul etmeyen Anadolu halkının

tersine Kemalizm’in oluşturmak istediği toplum tipinin bir laboratuarına dönüş-müş. Girdiğimiz bir dükkânda Kıbrıslı esnafın “Türkleri burada istemiyoruz. Biz Rumlarla daha mutluyduk.” demesi İslam’dan uzaklaşanların nerelere savrul-duğunu düşündürmüştü bana... Kıbrıslı-lardan dinlediğime göre Türkiye Kıbrıs’a ilk defa Köy Enstitüleri açmaları için baş-ları açık, kısa etekli bayan öğretmenler gönderdiğinde bizzat Kıbrıslı kadınlar, çarşaflı analarımız bu öğretmenleri taş-lamışlar. Fakat bugün o çarşaflı anaların torunlarının taşlanılan öğretmenlerden hiç de farkları kalmamış. Kemalizm Kıbrıs’ı gâvurlaştırmak için elinden ge-leni yapmış ve başarı denilebilecek bir takım sonuçlar da elde etmiş. Bundan dolayı Kıbrıs’ın şu an büyük bir manevi fethe, gönül ehli Alperenlere, davetçilere ihtiyacı var. Gerçi nerenin yok ki?

Bu ayki Âlem-i İslam sayfalarında siz-lerle Kıbrıs’ın Girne ve Lefkoşa şehirleri-ni gezdik. İnşallah önümüzdeki ayki Hü-küm dergisinde Kıbrıs yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edip Larnaka, Güzelyurt, Gazimagosa ve Dip Karpaz şehirlerini gezeceğiz…

Kıbrıs’ta gezerken Kıbrıslıların büyük bir kesiminin İslam kültür ve medeniyetinden ne kadar da uzaklaştıklarını, aidiyetlerini nasıl da yitirdiklerini hemen hissediyorsunuz. Kıbrıs adeta her türlü baskı ve projelere rağmen Kemalizm’in getirdiği değerleri reddeden, Kemalist projeyi kabul etmeyen Anadolu halkının tersine Kemalizm’in oluşturmak istediği toplum tipinin bir laboratuarına dönüşmüş. Girdiğimiz bir dükkânda Kıbrıslı esnafın “Türkleri burada istemiyoruz. Biz Rumlarla daha mutluyduk.” demesi İslam’dan uzaklaşanların nerelere savrulduğunu düşündürmüştü bana…

Page 23: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

23www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

Hiç düşündünüz mü, Rü-yalarımızı hangi dille gö-rüyoruz, diye?

Rüyalarımızı, ruhunu yitirmiş, mânâ iklimini kaybetmiş bir dille gördüğümüz için, heyecanlandırmıyor rüyalarımız bizi artık: Ufuk ve umut vaat etmiyor.

Dilimizi yitirdiğimiz için rüyalarımız kanatlandırmıyor bizi, bir şey söylemi-yor bize, melekûtî âlemden bal devşir-miyor, hayatımızı zenginleştiren bir ruh üfleyemiyor, ne yazık ki! Öyle değil mi?

Rüyalarımızı zenginleştiren ve derin-leştiren asıl ve asil dilimizi, vahyin insanı bütün sadeliği ve derûnîliği ile kavrayan,

yakalayan, aşkınlaştıran, kemâl merdi-venlerini adım adım tırmandıran çok katmanlı dilini, medeniyet dilini, haki-kat dilimizi yitirdiğimiz için gökkub-bemiz çöktü ama biz ne olduğunu bile anlayamadık.

Bütün iddialarımız bitti, bitirildi; yegâne varoluş nedenimiz dinimiz fena hâlde örselendi; rüyalarımızın dili yerle bir edildi. Biz, yine de sabrettik.

Rabbimizden umudu kesmedik hiçbir zaman: Çünkü annelerimiz ya-şıyorlardı, kalpleriyle, yürek ülkesinin sesiyle nefes alıp veriyorlardı her ân: Teslim bayrağı çekmemişlerdi. Kalple-riyle, kalplerinde sarsılmaz bir şekilde yer eden derûnî ve sarıp sarmalayan inancın ve sevgi’nin diliyle, vicdanın

ve ruhun sesiyle bize ruh üflemeye de-vam ediyorlardı: Rüyalarımız büsbütün yok olmamıştı o yüzden. Rüyalarımızın dili bozulmuş, rengi solmuştu sadece: Flûlaşmıştı rüyalarımız.

RUH VE MÂNÂ İKLİMİMİZİ ANNELERİMİZ BESLEYİP BÜYÜTÜYORLARAnnelerimizin ‘vahşî orman’ın orta-

sında aç kurtların saldırılarına karşı her şeylerini feda ederek korudukları bir şey vardı: Bu toprakların mayasını karan ruhu, o aziz ve asil ruhun can verdiği mayayı, kolektif hafızayı, her türlü zor-luğa, zorbalığa ve saldırıya karşı alttan alta varlığını, diriliğini sürdürmesini bi-len o derûnî, derinlerde kök salan ruh

ve mânâ iklimini Annelerimiz besleyip büyüttüler hep içten içe.

Bıkmak, usanmak ve yılmak bilmez bir çileyle…

Rahmetle, şefkatle, sevgiyle bütün kem gözlerden özene bezene sakınarak, koruyarak, sarıp sarmalayarak…

ANNE’Yİ Mİ YİTİRDİ ÇAĞIMIZIN İNSANI, ‘ŞİİR’İN KAYNAĞINI YANİ?Neyi yitirdiğimizi hatırlayabiliyor

muyuz? Öyle zannediyorum ki, hayır. Hayır; çünkü yitirdiğimiz şey, bizzat hatırlama’nın kendisi.

Modern insanın yegâne özelliğidir, unutmak. Unutan insandır modern insan. Tanrı’yı unutan. Hakikati unu-

‘ANNE’LErİMİZİ ‘YİTİrİrSEK’, ‘Şİİr’ dE BİTEr, düNYAMIZ dA!

Yusuf KAPLAN [email protected]

Rabbimizden umudu kesmedik hiçbir zaman: Çünkü annelerimiz yaşıyorlardı, kalpleriyle, yürek ülkesinin sesiyle nefes alıp veriyorlardı her ân: Teslim bayrağı çekmemişlerdi. Kalpleriyle,

kalplerinde sarsılmaz bir şekilde yer eden derûnî ve sarıp sarmalayan inancın ve sevgi’nin diliyle, vicdanın ve ruhun sesiyle bize ruh üflemeye devam ediyorlardı: Rüyalarımız büsbütün yok

olmamıştı o yüzden. Rüyalarımızın dili bozulmuş, rengi solmuştu sadece: Flûlaşmıştı rüyalarımız.

Page 24: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

24 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

Unutan insanın, zamanla, unutmayı

da unutması kaçınılmazdı. İşte

çağımızın insanı, postmodern insan,

unutmayı da unuttuğu için, neyi yitirdiğini

de, bir şeyi yitirmenin ne anlama geldiğini

de bilmiyor: O yüzden, gününü gün ediyor,

ân’ı yaşamaya, ân’da kaybolmaya bakıyor:

Her şeyi unutmak için kaçıyor hayattan da,

kendinden de. Kaçarak yaşamanın yaşamak

olmadığını da bilmiyor.Gürültüye, ayartıya,

kalabalıkların arasında kaybolmaya

sığınıyor: Çağımızın insanı, aslında

sığınılacak ıssız, güvenli bir liman,

tutunulacak, sırtını yaslayabileceği bir dal

arıyor olmasın sakın! Sessizliği, şiiri, aslında en derin sesi, şiirin ses veren, insanı derinden

kavrayan ve tutup kendine getirecek

ses’ini mi arıyor acaba?

tan. Hayatı unutan. Ve nihayet kendi’ni unutan.

Unutan insanın, zamanla, unutmayı da unutması kaçınılmazdı. İşte çağımızın insanı, postmodern insan, unutmayı da unuttuğu için, neyi yitirdiğini de, bir şeyi yitirmenin ne anlama geldiğini de bilmi-yor: O yüzden, gününü gün ediyor, ân’ı yaşamaya, ân’da kaybolmaya bakıyor: Her şeyi unutmak için kaçıyor hayattan da, kendinden de. Kaçarak yaşamanın yaşamak olmadığını da bilmiyor.

Gürültüye, ayartıya, kalabalıkların arasında kaybolmaya sığınıyor: Çağımı-zın insanı, aslında sığınılacak ıssız, gü-venli bir liman, tutunulacak, sırtını yas-layabileceği bir dal arıyor olmasın sakın! Sessizliği, şiiri, aslında en derin sesi, şiirin ses veren, insanı derinden kavrayan ve tutup kendine getirecek ses’ini mi arıyor acaba?

Anne’yi mi yitirdi acaba çağımızın insanı? Sevgi’nin, ilgi’nin, irtibat’ın ve rahmetin yegâne kaynağı; ev’i, sığınağı ve liman’ı; hakikatin sesi şiirin menbaı Anne’yi… Rahmeti ve merhameti…

Rahmetin ve merhametin yurdunu…

ANNESİZ DÜNYA, ŞİİRSİZDİR; RUHSUZ VE GELECEKSİZ…Yegâne özelliği unutmayı da unut-

mak olan bir dünya’da şiir de unutulur. Şiirin unutulduğu yerde şuur da, bütün şiarlar da.

Oysa insan olma, yani haddini bil-me, yani haddini / sınırları bilerek, önünde ne denli uçsuz bucaksız bir yol uzandığını idrak edebilme şuuru ve şiarı kazandırır insana şiir.

Şuur, bilinç değildir. Değildir; çünkü bilinç, kibrin ve dolayısıyla insanlar üze-rinde egemenlik kurmanın kaynağıdır.

Şuur ise, zikrin, hatırlamanın, iç dünyanın derin deryasından devşirilen hakikat suyunun bütün insanlığa tattı-rılmasının.

O yüzden, şuur, insanın kalbine nak-şeldimiş ilâhî bir mühürdür. O mühür, ‘insandır bu, emaneti üstlenen insan’ diyen bir şiar’ın pırlanta taşı, bu pırlanta taşı kıymetindeki emaneti ve mesuliyeti

yüklenen insanı şiire durduran rahmetin kaynağı, rahmet kapılarının anahtarı ha-kikat nakışıdır: Annedir yani, Anne!

Şiirin bittiği dünya, şuursuz bir dün-yadır. Merhametsizdir. Kirlenmiştir. ‘An-ne’sizdir: ‘Çocuk’suz, ruhsuz ve gelecek-sizdir.

BABA ŞİAR, ANNE ŞUUR, ÇOCUKSA ŞİİRDİRİzini sürdüğüm soru şu: Bizi, bütün

bu yozlaşmalara, kirlenmelere, savrulma-lara rağmen ayakta tutan, koruyan ne?

‘Annelerimiz’ elbette ki. Geçmişi-mizin ve geleceğimizin sesi ‘Şiirimiz’in kaynağı, bestekârı annelerimiz.

Evet, şiirin bittiği dünya, şuursuz bir dünyadır. Şuursuzdur; çünkü şiarsızdır, şiarlarını da yitirmiştir.

Anne’sini yani. Şiarı şiire durduran şuur demek olan

Anne’sini. Hayatımızın yegâne şiirinin kaynağı

şairi. Varlığımızın mayasını ve ruhunu

karan, hayatımızın suyunu ve özsuyu-

Page 25: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

25www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

Baba, Celâl sıfatının; Anne Cemâl sıfatının; çocuksa Kemâl sıfatının mazhargâhıdır.Çocuğun Kemâl sıfatının mazhargâhı olması, som altının, gözkamaştırıcı pırlantanın, paha biçilmez incinin ve mercanın adı ve adresi, saflığın, su katılmamışlığın, arı duruluğun, bozulmamışlığın, fıtratın, dolayısıyla hakîkî kemâl’in menbaı yegâne rahmet ve muhabbet kaynağı peygamberî ruhun ve soluğun tecelligâhı çocuksu ruhun yalnızca çocuğa lutfedilmiş olması hasebiyledir. Annenin meyvesi, çocuğu yani şiiri, bu nedenle, bize lûtfedilen peygamberî nefestir: Sarıp sarmalayan, umut ve ufuk sunan yegâne ses: Hakk’ın hakikatinin sesi.

nu oluşturan, rahmet ve sevgi kayna-ğımızın gürül gürül akmasını sağlayan yegâne menbaı Anne’sini.

Çilenin, asaletin, inceliğin, zarafe-tin ve en çok da rahmetin ve sevginin âbidesini.

Sözün özü: Baba, şiar’dır; anne şu-urdur; çocuksa şiir. Baba, mekke’nin sembolüdür; anne, medine’nin. Çocuk-sa, şuura dönüşen şiarın şiire durması; meyvesi; yani medeniyettir.

ŞİİR: SÖYLENEMEYENİN SESİ, NEFESİ VE NEŞVE’SİŞiiri abartıyor muyum? Elbette ki,

hayır. Biz, şiiri sözün zirvesi zannederiz.

Ama yanılırız. Yanılırız; çünkü şiir-de söz, şiirin kabuğudur aslında. Dışı. Lâfzı, esas itibariyle.

Oysa şiirin Mânâ’sı, özü, söz değil, ses’tir: İç ses. En derûnî ses. İnsanı ve hakikati derinden kavrayan Ses.

Sözün bittiği yer’dir şiirin varoluş ve yakalanış yeri: Hakikatin su katılma-mış, bozulmamış, arı duru Sesi, Rah-

met peygamberi Efendimiz’de ve Efendimiz’ le tecellî eden en derûnî nefesi yani.

BABA, CELÂL; ANNE, CEMÂL; ÇOCUKSA, KEMÂL’İN MAZHARGÂHIBaba, Celâl sıfatının; Anne Cemâl

sıfatının; çocuksa Kemâl sıfatının mazhargâhıdır.

Çocuğun Kemâl sıfatının mazhargâhı olması, som altının, göz-kamaştırıcı pırlantanın, paha biçilmez incinin ve mercanın adı ve adresi, saflı-ğın, su katılmamışlığın, arı duruluğun, bozulmamışlığın, fıtratın, dolayısıyla hakîkî kemâl’in menbaı yegâne rahmet ve muhabbet kaynağı peygamberî ru-hun ve soluğun tecelligâhı çocuksu ru-hun yalnızca çocuğa lutfedilmiş olması hasebiyledir.

Annenin meyvesi, çocuğu yani şiiri, bu nedenle, bize lûtfedilen peygamberî nefes-tir: Sarıp sarmalayan, umut ve ufuk sunan yegâne ses: Hakk’ın hakikatinin sesi.

O yüzden, annesiz bir dünya, nefes-

sizdir; ölüdür. Annesiz hayat, ruhsuzdur ve ölmüştür. Rahmet çeşmeleri kuru-muş ve Rahman’ın Rahmet elçisinin sesi ve nefesi durmuştur.

Nasıl peygamberler, Rabbimizin âlemlere ve biz insanlara gönderdiği rah-met elçileri ise, aynı şekilde, annelerimiz de, bize peygamberî sesi ve nefesi ar-mağan eden, hakikatin şiarlarını derûnî, içselleştirilmiş, hâl hâline getirilmiş şuur-larıyla şiire durduran, geleceğimizi maya-layan merhamet ve sevgi çeşmeleridir.

YA BİR DE ‘ÇEŞMELERİMİZ’ KURURSA…Bu çeşme kuruduğu zaman, hayat

durur: Annelerimizin kıymetini bilelim. Rahmet peygamberinin merhamet çeşmeleri annelerimiz için, ‘cennet, anne-lerin ayakları altındadır’ derken, ne demek istediğini biraz daha derinden, iliklerimize kadar hissederek düşünelim, derim.

Sözü özü: ‘Anne’ lerimizi ‘yitirirsek’, şiir biter, dünya da başımıza göçer. O yüzden annelerimizin kıymetini bile-lim, diyorum, vesselâm.

Page 26: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

26 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

K ainata baktığımız zaman her-şeyin zıddı ile kâim olduğunu görürüz. Gün batımıyla başla-

yan gece, kış mevsiminin sona ermesiyle çi-çek açan ağaçlar, ticaretinde kâr-zarar hesabı yapan esnaf, karnındaki yavrusunu dünyaya getirirken yaşlı babasının vefat haberini alan anne, bütün bunlarla bize; doğumla gözü-müzü açtığımız bu dünyadan ölümle ayrı-lacağımızı söyler. Ölümü ve hayatı imtihan amaçlı yaratan Allah Teâla,(Mülk,2) dünya ve ahireti birbirine zıt olacak şekilde inşa et-miştir. Hz. Ali’nin (r.anh) “Bu dünyada amel var hesap yok, ahirette ise hesap var amel yoktur.”sözü bu zıtlığa işaret etmektedir. Bu dünya sefere çıkan bir kimsenin bir ağacın altında ya da bir istasyonda verdiği mola hükmündedir. Allah Teâla kitabında gerçek olanın ölümden sonraki hayat olduğunu, bu dünyanın ise geçici ve çok kısa oluşunu farklı misallerle beyan etmiştir. “De ki; Sen onlara dünya hayatının misalini ver. Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sa-yesinde yeryüzünün bitkileri (her renk ve çi-çekten) birbirine karışmış, nihayet bir çöp kı-rıntısı olmuştur. Rüzgarlar onu savurur gider. Allah her şeye muktedirdir.” (Kehf/45) Şair ise bu durumu satırlarına aktarırken şu ifade-leri kullanıyor: “Ana rahminden çıktık geldik pazara Bir kefen aldık tekrar döndük mezara.”

Dünya Hayatının MisaliEski, yıkık dökük, içerisinde sürüngen

hayvanların yaşadığı iki evi ve bunlara sahip iki kimseye, merhamet sahibi bir kimsenin, “İşte size güzel bir ev. Artık burada yaşayın, tâki eski evlerinizin bakımını yapıp yaşanabi-lir bir hale getirinceye kadar. Zamanı gelince hiçbir ücret talep etmeden size verdiğim bu evi tekrar sizden alacağım. Burada ebedi de-ğilsiniz.” dediğini tahayyül ediniz. Bu iki şa-hıstan birincisi o evin asıl sahibinin kendisi olmadığını ve bir gün ayrılacak olduğunun şuuruyla her gün eski evinin kapısını pence-resini düzeltir. Ayrılık günü hüsrana düşmek istemez. Bütün gayretini bu yolda sarfeder. İkinci adam ise kendisine sunulan o evin asıl sahibini unutur, orada ebedi kalacakmış gibi hayatını devam ettirir. O günlerin bitmeyece-ğini düşünerek, ayrılık günü için hiçbir faali-yette bulunmaz. Kiracı olduğunu unutur. Hâl böyle iken evin gerçek sahibi onlara “Haydi bakalım, evimden çıkın! Size verilen mühlet

sona erdi. Geldiğiniz yere tekrar dönüyor-sunuz” der ve evi boşaltmalarını talep eder onlardan. Bu emir karşısında birinci adam, önceden beri tedbirini almış olmanın rahat-lığı ile gayet mütebessim bir şekilde karşılık verir. Sanki esir hayatı yaşadıktan yıllar sonra ailesine dönen bir babanın sürur hali vardır onda. İkinci şahıs ise senelerdir adaletten kaçtıktan sonra hiç ummadığı bir anda ya-kalanıp mahkemeye sevkedilen bir cânînin ya da efendisinden kaçarken yakalanan bir kölenin korkusunu yaşar. İşte dünya hayatı-nın misali…İçerisinde geçici olarak kalınan ev şuan bulunduğumuz ama birgün ayrılaca-ğımız dünya. Ev sahibi merhametli kimse ise Allah Teâla’dır. Asıl olan ev ise ebedî mükafa-at ya da ceza yeri olacak ahiret hayatıdır. Ay-rılık vakti ise ölüm, misafir konumunda olan iki adamdan birincisi ev sahibine itaat eden aynı zamanda evine dönmenin iştiyakı içe-

risinde gurbet hayatı yaşayan bahtiyar insan, ikincisi ise misafirliğini ve ev sahibini unu-tan hayatını gafletle geçiren zavallı insandır.

Bu İki İnsan Hayatını idâme ettiren bu iki kimsenin

dünyadan ayrılma vaktini ve her iki insa-nında karşılaşacağı durumu Kur’an-ı Ke-rim bizlere şu ayeti kerimelerle beyan eder: “Şüphesiz Rabb’imiz Allah’tır” deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine me-lekler iner. Onlara “Korkmayın üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! Biz dün-ya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey sizindir.”(Fussilet 30-31)

Kulluk; “Rabb’imiz Allah’tır” ilkesi doğ-rultusunda hareket etmek, bu ilkeyi gereği gibi hayata yansıtmaktır, gerçek anlam-da ona uymaktır. Bu ilkeyi vicdanda şuur

olarak, hayatta da davranış biçimi olarak özümsemektir. Onun öngördüğü şekilde hareket etmek ve yükümlülüklerine karşı sabretmektir. Kuşkusuz bu, büyük ve o kadar da zor bir iştir. Yüce Allah katında böylesine büyük bir lütfu, meleklerin arkadaşlığını, on-ların dostluk ve sevgilerini haketmesi de bu yüzdendir.(Seyyid Kutub-Fi zilali’l Kur’an)

Kur’an-ı Kerim ikinci tür insan-dan da bahsederken “Melekleri gö-recekleri gün var ya, o gün o günah-karlara müjdeli bir haber verilecek değildir. Melekler onlara “Sizler aftan ve cen-netten mahrumsunuz” derler.(Furkan-22)

Ölüm Korkusu Akşam olup başımızı yastığa koyunca ya-

pacaklarımız zihnimizi hep meşgul eder. Sü-rekli bir koşuşturma hali vardır çoğumuzda. Yarına dair hatta yıllar sonrası için bile planlar yaparız. Günlük hayatta her şeyi öğrenir, ta-darız. Kimi zaman ağlar kimi zaman güleriz. Bütün bunları yaparken bir gün yaptığımız onca şeyi geride bırakacak olduğumuzu, sahip olduğumuz bütün varlıkların asıl sa-hibinin onları elimizden alacağını unuturuz. Ölüm korkutur bizi. Bir gün halife Seleme bin Dinar’a gelip: “Söyler misin ölümden neden korkuyorum?” der. Tabiînin büyükle-rinden olan Seleme, halifeye: “Sizler dünyada evler saraylar edinerek yalnız dünyayı îmar ederken ahiretinizi harâb ettiniz.”der. Yer-yüzünde gökdelenler inşa ederken yardım çadırlarında açlıktan ölen çocukları unutan, Hasan el-Benna’’nın, Seyyid Kutub’un, Ab-dulkadir Molla’ların yolundan gitmeyip, Mısır’da ihvanı hapse koyup idama mah-kum edenlere seyirci kalan hatta onların safında yer alanlar için ölüm bir korkudur.

Büyük Randevuİnsanoğlu, şiddetli yanan ve kıvılcım-

ları semaya yükselen yandıktan sonra küle dönen bir ateş gibidir. Başlangıçta zayıftır ateş. Sonra büyür kuvvetlenir. Neticede sönmeye yok olmaya mahkumdur. Otu-zunda kırkında güce ulaşan insan altmı-şında yetmişinde sönen ateş gibi gücünü kuvvetini kaybettikten sonra toprağa ka-rışıp yok olacaktır. Her yeni eskiyecek, her güçlü gücünü kaybedecek her hayat sahibi ölümü tadacaktır. Ölüm unutulsa da ölüm meleği kimseyi unutmayacak. İs-lama, Kur’an’a “masal” diyende, yerin met-relerce altında çalışanda ölümü tadacak. “Büyük randevu bilsem nerede saat kaçta Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?”

Fahri [email protected]

Her yeni eskiyecek, her güçlü gücünü kaybedecek her hayat sahibi ölümü tadacaktır. Ölüm

unutulsa da ölüm meleği kimseyi unutmayacak. İslama, Kur’an’a “masal” diyende yerin metrelerce altında çalışanda ölümü tadacak. “Büyük randevu

bilsem nerede saat kaçta Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?”

ÖLÜM GÜZEL ŞEY

Page 27: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

27www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

İnsanları İslam’ı vasıta kılarak aldatmak yıkıcı ve yok edici fa-aliyetlerin en müessiridir. Erkek

çocuklarını keserek iktidarını koruya-cağını ve İsrailoğulları’nın yok oluşuyla Allah’ın dininin de ortadan kalkacağını zanneden Firavun, hedefine ulaşamadı; ne Hz. Musa’yı öldürebildi, ne de dinini çökertebildi.

Firavun’un dışarıdan yapamadığı-nı Samirî içerden yaptı, Hz. Musa’nın kırk günlük ayrılığını fırsata çevirerek Yahudilerin kıblesini Allah’a kulluk-tan buzağıya ibadete çevirdi. Siyasetin silahla başaramadığını Samirî dini va-sıta kılarak içerden yaptı. Yahudileri, İsrailoğulları’na aidiyeti ile aldattı.

Cahilin zellesi kendini, fesada me-

mur aliminki ise nesilleri yıkar. Onun elinde ilim, eşkiyanın elindeki silahtan daha tehlikelidir. Eşkiya sadece yaşadığı dönemde sınırlı sayıda insanı öldürebi-lir fakat alim bölen, ayrıştıran, kışkırtan görüşleriyle nesilleri sarsar, nesilleri öldürür. İnsanlar onların görüşleriyle bütünden kopar, fırkalar onların tahri-kiyle oluşur. Bu yüzden İngilizler işgale (1882-1922) direnen, değişmeyen, dö-nüşmeyen, -bir İngiliz sefirin ifadesiyle,- “Her şeye rağmen Müslüman olmakla iftihar eden” Mısır’ı zaptu rapt altına almaya Ezher’i ıslahla(!) başlar. Çünkü Ezher, siyaset dahil hayatın bütün şube-lerinde İslam’dan aldığı desturla hüküm fermâ idi. Ya susturulmalı ya da dönüş-türülmeliydi. Susturulması onun halkın nazarında Hak’kın minberi olma husu-siyetini daha da perçinleyeceği, “Ezherî nisbesi” olan her alimin İngiliz aleyhine sarfedeceği sözü daha da muhkem hale

getireceği için dönüştürülmesi nokta-sında ısrar edildi.

Sahte Kahramanlar Sürgünde Büyürİngilizler’e karşı başlatılan ayaklan-

maya destek verdi gerekçesiyle anlaşmalı olarak sürgüne gönderilen, böylece halk nazarında bir millet büyüğü, bir milli kahraman olarak algılanan Muhammed Abduh, Mısır’a döndükten sonra ken-disini sürgüne gönderen(!) İngilizler’in işgalindeki Mısır’da başmüftü oldu. Abduh’u kimler sürgüne gönderdiyse yine onlar müftü yaptı fakat hadiseleri zahiriyle değerlendiren halk neler oldu-ğunu idrak etmekten mahrumdu. Sür-gün Abduh’un önünü açtı, kimilerine göre her söylediğinde hikmet aranması gereken bir allameydi. Bedel ödeyen adam olarak algılanması, ulemanın, “Bu bir proje insanıdır, İngilizler’in cephe-

sinde duran bir sahte kahramandır.” yö-nündeki ikazlarını itibarsızlaştırdı.

İngilizler’in Ezher’deki Minberi: Merağiİngilizler Ezher’e doğrudan müdahale

için uzun zaman hazırlık yaptı, eğitimin kalitesini yükseltme iddiasıyla Mustafa Meraği ( 1945) Ezher Şeyhliği’ne (1928), Ferid Vecdi de (1954) Ezher’in neşrettiği Nuru’l-İslam mecmuasının başına getirile-rek dönüşümde büyük bir merhale katedil-di. Ferid Vecdi, “Es-Sîretü’n-Nebiyye tahte Davi’l-Felseti ve’l-İlm” başlıklı yazı dizisin-de Batı’nın anlam bilimini esas alarak Allah Resulü’nü anlatacağını ilan etti. Aslında o bu tayiniyle ulemanın Allah Resulü’nü anlama ve anlatma cehdinin “masal”dan ibaret olduğunu da ilan etmekteydi. Aynı projenin devamı olarak Hüseyin Heykel kaleme aldığı ve Kur’an’dan başka bütün mucizeleri inkar ettiği, “Hayat-u Muham-

İhsan Ş[email protected]

IRSİ FARS MARAZI:DİNİN BAŞINI DİNİN KILICIYLA KESMEK

hz. Ömer’in şehadetini iftihar ve teselli günü olarak kut-layan bir topluluğa ehl-i beyt diyenler, İstanbul’dan Âlem-i İslam’ı, suriye’yi İran’a teslim etmeye çağıranlar, zımnen de olsa Allah resulü’nün evinde –haşâ- katil yetiştiğini iddia etmektedirler. Allah teala’nın huzurunda rüsvay olacak bu iddia sahipleri, ulema meydan yerine çıkınca millet vicda-nında da mahkum olacaktır.

İran’la düşman gözükerek onu İslam coğrafyasında kahraman yapan küresel güçler suriye gibi, ırak’ı da ehl-i sünnet’ten alıp şiilere teslim etti. ehl-i sünnet’in çökertil-mesi ve bir daha küresel güçler için tehdit teşkil edemeye-cek hale getirilmesi için kurgulanan ve büyük oranda tat-bik edilen iki asırlık plan, bütün ayrıntılarıyla uygulanmaya devam ediyor. Çoraplarının altına “Ömer’e lanet olsun” ya-zan (yusuf kaplan, yeni şafak, 19.05.2014) İranlılar, İslam birliği yalanıyla uyuttukları müslümanların gözü önünde, suriye’de Ömerlerin, ebu bekirlerin şahsında aslında İslam’ı çiğniyorlar.Barack Obama Hasan Ruhani

Page 28: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

28 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

med” adlı kitabında Allah Resulü’nü bir dahi olarak göstererek, her dahinin pey-gamber olabileceği vehminin önünü açtı. Meraği, Ezher Şeyhi olarak kitaba yazdığı takrizde Allah Resulü’nün Kur’an’dan başka mucizesi olmadığını iddia etti. Mısır merkezli ulemayı ve İslamî kitapları itibar-sızlaştırma hareketi, sürekli yeni ve sahte kahramanlar icad ederek yoluna devam etti. Bu hal, İngiliz projesinin önü açtı, Şe-riat esaslarına ise bağlılığı zayıflattı.

İngilizler’in mustagribleri vasıta kı-larak dini dönüştürme projesi Mısır’da netice verince Hindistan dahil Müslü-manların yoğun olarak yaşadığı önemli merkezlerde de aynı usûl takip edildi. Küresel güçler adına sefirlerin, misyoner-lerin başaramadığını mustagrib sarıklılar yaptı. İngilizler’in dayattığı “yenilenmeyi” yok oluş olarak gören Müslümanlar, sa-rıklıların tecdîd başlığı altındaki tahriple-rini “ihtiyaç” olarak değerlendirdi. Bu tarz bir ifsad, sahabe dahil bütün zamanlarda netice verdiğinden hiç tedavülden düş-medi. Müseccel münafık Ahnes b. Şerîk de, öylesine muslih bir lisan kullanmıştı ki, Allah Resulü’nün bile alakasını cel-betmişti (bkz. Bakara: 204). Yahudiler de Kur’an-ı Kerim hakkında şüpheler uyandırmak için günün ilk vaktinde iman etmiş gözükür, sonra da irtidat eder, böy-lece büyük kitlelerin irtidadını umarlardı (Âl-i İmran: 72).

İngilizler, doğrudan ya da dolaylı her nevi yıkıcı hamlelerine rağmen müslü-manları bütünüyle İslam’dan kopara-madı fakat onlara bâtılı, Hak suretinde göstererek İslam’a muhalif bir hayatı ya-şamaya ikna etti.

Allah’la AldatmakKuşu tuzağına düşürmeye cehdeden

ve bu yüzden kuş sesi çıkaran avcı gibi, İslam’ı, tahribe ayarlı olanlar da hedefle-rine ulaşabilmek için meselelerini dini söylemler üzerinden mülahaza ederler. Söylemler, kiminin imanını, kiminin dünyasını sömürse bu mecra her dö-nemde akışına devam eder. Abdullah b Ömer’in, “abid köleleri” azâd etme nok-tasındaki hassasiyetini bilen istismarcı-lar, geçeceği yol üzerinde namaz kılar, ona kendilerini oruçlu gibi gösterirlerdi. O da, abid görünümlü her köleyi azâd ederdi. Bir gün kendisine, “Bunlar seni aldatmak için ibadet ediyorlar.” den-

diğinde Abdullah b Ömer; “Kim bizi Allah’ la aldatırsa biz Onunla aldanırız.” demişti. Abdullah b. Ömer, aldanma karşılığında sadece dünya malını kay-bettiğinden köleleri azâd etme ameliye-sinden vazgeçmedi.

Şems GeldiHz. Mevlana sohbet esnasında meclisi-

ne gelen birisinin, “Şems geldi.” şeklindeki beyanı üzerine, ona çıkarıp sırtındaki hır-kayı hediye etmiş bu haliyle de meseleye ne kadar alakadar olduğunu izhar etmişti. Öğrencileri, “Efendim! Bu adam yalancı, neden ona hırkanızı verdiniz?” dediğinde, “Ben hırkayı adamın yalan beyanı üzerine verdim. Eğer doğru söyleseydi canımı ve-rirdim.” demişti.

Aldanma, “dünya malı” ile sınırlı kalın-ca büyük ruhlu alimler, meselenin hakika-tine vakıf olduklarında bile susup mâkirleri Allah’a havale etmekle iktifa ederlerdi. Fa-kat İslam’ı sömürmeye, Müslümanları kö-leleştirmeye râci her aldatmaya müdahale eder, karşı koyarlardı. Konjoktürün arkası-na sığınıp, dinin başının dinin kılıcıyla kesil-

mesine seyirci kalmazlardı.

ŞiaDini tahrib hamleleri maya tutmayan

İngilizler, İslam’ı ortadan kaldırma nok-tasında mesafe alamayacaklarını görünce Muhammed Abduh vasıtasıyla iç bünyede kalarak Müslümanları dönüştürmek üze-rinde yoğunlaştı, bu noktada önemli başa-rılar da elde ettiler.

Allah-u Ekber Humeyni Rehber(!)Museviliğe/İseviliğe yapılan İslam’a

da tatbik edilmek istendi. Bu çerçevede sahabe arasında fitne tohumları ekildi fa-kat onların Allah’ın İslam’ı yaşama ve ya-şatmaya memur özel kuvvetleri olmaları İslam havzasında inkarın hasad edilmesine mani oldu. Sahabe, Hz. Ali muhabbetinin, İslam kardeşliğinin parçalanmasına vasıta yapılmasına müsaade etmedi. İnsanları Allah’la aldatmak, feraset sahibi Müslü-manlar tarafından kararlı ifade ve amellerle reddedildi. Fakat mustagribler, sahabenin dünyamızdan çekilmesine bağlı olarak ölü

simsarları gibi şuhedayı istismar ettiler. Ye-men Yahudisi İbn Sebe, Samirî’nin bıraktı-ğı yerden devam ederek, Hz. Ali üzerinden bütünden büyük bir parça kopardı. Kopuş asırları aşıp bugüne kadar geldi, Hz. Ebû Bekir’i, Ömer’i aşağılayan, sahabeye ta’n eden Humeyni, “Allah-u Ekber, Humeyni rehber” sloganıyla pazarlandı.

İslam’la Sadece Kıyafetleri Değişenlerİslam’ın zuhurundan sonra Bedevi

olarak gördükleri Araplar karşısında tarih-te ilk defa siyaseten yenilen İranlılar’ın bir bölümü müstakim Müslüman oldu fakat özel bir yapı, savaş meydanında yıkama-dıkları Müslümanları sarsıp yok etmek için zahirde ihtida edip sarık sardı, cübbe giydi, bu halleriyle en mahrem noktalara kadar nüfuz etti, İslam’ı yakın planda tanıdı, yı-kıcı adımlar attı fakat Fars gurunu tezkiye edip ümmet kadrosuna giremedi. İslam’la sadece kıyafetleri değişen bu grup, iç dün-yalarında Mecusi esaslarına göre yaşamaya devam etti. Her Mecusi İslam’ın bir gün yok olacağı ve yeniden Mecusi saltanatının

museviliğe/İseviliğe yapılan İslam’a da tatbik edilmek istendi. bu çerçevede sahabe arasında fitne tohumları ekildi fakat onların Allah’ın İslam’ı yaşama ve yaşatmaya memur

özel kuvvetleri olmaları İslam havzasında inkarın hasad edilmesine mani oldu. sahabe,

hz. Ali muhabbetinin, İslam kardeşliğinin parçalanmasına vasıta yapılmasına müsaade etmedi. İnsanları Allah’la aldatmak, feraset sahibi müslümanlar tarafından kararlı ifade ve amellerle reddedildi. Fakat mustagribler, sahabenin dünyamızdan çekilmesine bağlı olarak ölü simsarları gibi şuhedayı istismar ettiler. yemen yahudisi İbn sebe, samirî’nin

bıraktığı yerden devam ederek, hz. Ali üzerinden bütünden büyük bir parça kopardı. kopuş

asırları aşıp bugüne kadar geldi, hz. ebû bekir’i, Ömer’i(r.anhüma) aşağılayan, sahabeye ta’n

eden humeyni, “Allah-u ekber, humeyni rehber” sloganıyla pazarlandı. Muhammed Abduh

Page 29: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

29www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

avdet edeceği hayaliyle teselli oldu. Mecusiler takiyye silahını kullanarak

her dönemde farklı isimler altında yıkıcı faaliyetlerini büyük bir gizlilik içerisinde yürüttü. Büyük yalanlar “büyük doğrular” zarfı içerisinde sunuldu, en büyük düş-manlıklar, en büyük dostluklar olarak izhar edildi.

İRAN, NİÇİN ÖMERLERE DÜŞMAN?İslam’ın ülkelerini ihata etmesi ve dinle-

rini hükümsüz kılmasının asıl sebebi olarak Hz. Ömer’i gören derin İran, Mecusiliğin tekrar avdeti önünde engel olarak gördük-leri Hz. Ömer’in şehid edilmesi üzerinde yoğunlaştı. Kartalın uçuşundan rahatsız olanların kanatlarını değil de başını hedef alması gibi, müesses haliyle İslam siyase-tinin Hz. Ömer’in şahsında şekillendiğini görenler de onu yıkmak için hariçten ve da-hilden yaptıkları planın merkezine Ömer’i koydular. Böylece İslam sancağını taşıyan sahabe karşısında dağılan İran ordusunu toparlayacak, Rüstem’in intikamını alacak, Hürmüzan’ı esaretten kurtaracak, Farisile-

rin fevc fevc Kisra’ya kölelikten Allah’a kul-luk yürüyüşüne mani olacaklardı.

Ömer Dua’da, Mecusiler Suikast HazırlığındaMecusiler, Hz. Ömer’e suikast plan-

larken O, Rabbi’ne gitme hazırlığı içeri-sindeydi. Hicri 23 yılında haccını tamam-layıp Ebtah Vadisi’ne inince, kumdan bir tepecik yapıp, elbisesini üzerine serdi, sırt üstü uzandı, ellerini semaya doğru kaldırıp şöyle dua etti: “Allah’ım! Yaşım ilerledi, gü-cüm azaldı, tebam da her tarafa yayıldı. Bu hal daha da ilerlemeden beni huzuruna al.” (İbn Sa’d, Tabakât, III, 334-5; İbn Kesir, el-Bidaye, 268).

Hz. Ömer, Medine’den Rabbi’nin hu-zuruna şehit olarak gitmeyi arzuluyordu: “Allah’ım! Beni senin yolunda şehadetle şe-reflendir. Ölümü de bana Allah Resulü’nün

şehrinde nasib et.” (Buharî, 1890; İbn Kesir, el-Bidaye, 268). Hz. Ömer aslında ölümü değil, ölüm anında şehadeti istiyor-du. Bir de şehadetinin bir Müslüman elin-den olmamasını niyaz etmekteydi (Ebû Nuaym, Hilye, I, 53).

Hz. Ömer’e RağmenHz. Ömer, İranlılarla, Rumların

Medine’de sayısal olarak artmasına karşı çıkmasına rağmen Muğire’nin kölesi Ebû Lu’lûe sanatsal bahanelerle Medine’ye gir-meyi başardı. Hicri 23 yılında İranlılar’ın son kalesi de düşünce Ebu Lu’lüe İranlı komutan Hürmüzan’la acil bir görüşme planlayarak durum değerlendirmesi yaptı. Hz. Ömer’e suikastın konuşulduğu bu top-lantıda bir Hristiyan da hazır bulundu.

ŞehadetHz. Ömer, Zilhicce ayının çıkmasına

4 gün kala sabah namazı için Mescid’e gitti, mihraba geçti, safları düzeltti, tek-bir aldı. Birinci rekatta Yusuf, Nahl ya da benzeri bir sûre okudu. Ebû Lu’lüe tam bu esnada saldırarak Hz. Ömer’i altı ye-rinden yaraladı. Bütün bunlara karşı Hz. Ömer şu ayeti okudu: ‘Allah’ın hükmü mutlaka yerine gelecek belirlenmiş bir kaderdir.” (Ahzab: 38). Ebû Lu’lüe on bir kişiyi daha yaralayıp intihar etti (İbn Sa’d, III, 345). Hz. Ömer bu halde de namazın bozulmasına imkan vermemek için Ab-durrahman b. Avf ’ı kolundan tutup ima-mete geçirdi.

Hz. Ömer sabah güneş doğmadan evi-ne kaldırıldı. Hançer darbelerinin tesiriyle zaman zaman bayılıyor, kendinden geçi-yordu. Yaşayıp-yaşamadığında tereddüt edenler ona namazı hatırlatıyor; yanında, “Essalah Ya Emire’l-Müminîn, Essalah gad sulliyet/Namaz, Ey Müminlerin emiri, namaz eda edildi.” deyince “namaz ha” de-yip kendine geliyor, “Namazı terk edenin İslam’da nasibi yoktur.” diyor, yarasından kan akarken dahi namazlarını eda ediyor-du (İbn Sa’d, a. g. e., III, 350; İbn Kesir, el-Bidaye, 268).

Hz. Ömer namazdan sonra kendisini kimin yaraladığını sordu. Muğire’nin kö-lesi Mecusi Ebû Lu’lüe tarafından hançer-lendiğini öğrenince: “Ya Rabbi! Ölümüm, iman iddiasında bulunmayan ve sana tek bir defa secde etmeyen bir kişinin eliyle ol-masından dolayı nihayetsiz hamd u senalar olsun.” dedi ve üç gün sonra vefat etti. Hz. Aişe’nin müsaadesiyle Allah Resulü’nün civarına Hz. Ebu Bekir’in hemen yanı başı-na bir Pazar günü defnedildi (İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 268-9).

Mihrabta doğan, mihrabtan yayılan ve mihrabtan yönetilen bir dinin halifesi mih-rabta şehid edildi.

İslam’ın ülkelerini ihata etmesi ve

dinlerini hükümsüz kılmasının asıl sebebi

olarak Hz. Ömer’i gören derin İran,

Mecusiliğin tekrar avdeti önünde engel

olarak gördükleri Hz. Ömer’in şehid edilmesi

üzerinde yoğunlaştı. Kartalın uçuşundan

rahatsız olanların kanatlarını değil de başını hedef alması

gibi, müesses haliyle İslam siyasetinin Hz.

Ömer’in şahsında şekillendiğini görenler

de onu yıkmak için hariçten ve dahilden

yaptıkları planın merkezine Ömer’i koydular. Böylece

İslam sancağını taşıyan sahabe

karşısında dağılan İran ordusunu toparlayacak,

Rüstem’in intikamını alacak, Hürmüzan’ı

esaretten kurtaracak, Farisilerin fevc fevc

Kisra’ya kölelikten Allah’a kulluk

yürüyüşüne mani olacaklardı.

Humeyni

Page 30: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

HAZİRAN 2014

30 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

Ömer’e Karşı Kirli İttifakHz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman,

Hz. Ömer’in yaralandığı sabah Ebû Lu’lüe, Hürmüzan ve Hîre halkından Cüfeyne isimli bir Hristiyan’ı kendi aralarında fı-sıldaşırken görmüş, üçlü Abdurrahman’ı farkedince paniklemiş ve bu yüzden sui-kastte kullanılan çift başlı hançer ellerinden düşmüştü(İbn Cerîr, Tarîhu’t-Taberî, IV, 190, Muhammed Surûr, Ve Cae Devru’l-Mecûs, 74).

İslam ordusu tarafından esir alındık-tan sonra Müslüman oldu görünerek Medine’de ikamet eden Hürmüzan ve Medine’ye zahirde yazı öğretmek için gelen Cüfeyne, Ebû Lu’lüe ile birlikte belli ara-lıklarla bir araya gelip suikast hazırlıklarını revize etti. Bu birlikteliğin malum olmasın-dan dolayı Ubeydullah b. Ömer hadiseden sonra Hürmüzan’ı öldürdü. Eğer Amr b. As araya girmeseydi, Cüfeyne’yi de öldürecek-ti( Muhmmed Surûr, a.g.e., 74).

Hedef Niçin Hz. Ömer?İslam’ın önündeki siyasi manileri yı-

kıp-kaldıran, İran’daki Beyaz Saray’a kadar Allah-u Ekber’i taşıyan, Kisra’yı bütünüy-le siyaset sahnesinden silen, Bizans’ı da Anadolu’ya kadar çekilmeye mecbur eden Hz. Ömer, küresel sömürü ağlarının hede-fi haline geldi. Bu yüzden Mecusi ve Hris-

tiyan güçler onu öldürmek için ittifak etti. İslam’ın zuhuruna kadar birbirleriyle sava-şan İran ve Bizans İslam’a karşı ortak cephe açtı ve müşterek bir projenin sonunda Hz. Ömer şehid edildi.

Hz. Ömer’in şehadetinden sonra da Mecusiler, İslam kisvesi altında Hz. Ömer’le savaşmaya devam etti. Çünkü Hz. Ömer, İslam’ın yenilmezliğinin sem-bolüydü. O Allah Resulü’nün siyaset ve şecaat vadisinin en büyük mucizelerinden biriydi. Mecusi fitnesi onunla son bulmuş, İslam şarka, garba onun zamanında büyük bir tebliğ hamlesi yapmıştı. Bu yüzden Şia’nın hiçbir kolu, Hz. Ömer’in Mecusi ateşini söndürmesine, yeryüzünü onların zulmünden temizlemesine olan öfkesini ona söverek izhar etmekten geri durmadı (İbn Cerîr, Tarîhu’t-Taberî, IV, 190).

Büyük Yalanİranlılar, Hz. Ömer’in katline meşru-

iyet, katili Ebû Lu’lüe’ye de masumiyet izafe edebilmek için kaynaklarında, “Ebû Lu’lüe, Hz. Ömer’i, zorla nikahladığı Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’le izdivacına engel olmak için öldürdü.” diye yazdı. Çün-kü onlara göre, “Ümmü Gülsüm Kur’an-ı Kerîm gibi korunması geren kutsal bir var-lık olduğundan ona ancak temiz olanlar el sürebilirdi.” (Ebû’l-Huseyn el-Hûeynî,

Faslu’l-Hıtâb fî Maktali İbni’l-Hattâb, I. Baskı, 2007, Nşr. Heyet-ü Hüddâmi’l-Mehdi, s. 260).

Ebû Lu’lüeEbû Lu’lüe’nin Hz. Ömer’i, Hz. Ali’nin

talimatı mucibince şehit ettiğini iddia eden Şia kaynakları, İslam kitaplarının hilafına katilin Medine’de öldürülmediğini, Hz. Ali’nin kerametiyle bir atla Medine’den Kâşân’a uçurularak kurtarıldığını iddia et-mektedir (Hakîkat-u Katil-i Kabr-i Umer, http://alburhan.com/main/articles.aspx?article_no=4865#.U4S2p_l_u2d).

Ehl-i Sünnet’e mensup bir Müslüman-la karşılaştıklarında Ebû Lu’lüe’nin Mecusî olduğunu söyleyen İranlılar, kitaplarında ise ondan Peygamber lisanında cennetle müjdelenen, Hz. Ali’nin taraftarlarından katıksız bir Müslüman olarak bahsetmek-tedir. Onlara göre Ebû Lu’lüe, Hz. Ömer gibi tarihin benzerini görmediği –haşa- büyük bir putu kırarak hem büyük bir amele, hem de büyük bir ecre nail olmuş-tur. Bu yüzden kabrini ziyaret etmeyi, diğer Müslümanların mezarını ziyaretten daha “efdal” görmüşlerdir. Bu noktada Ayetul-lah Muhammed el-Yesribî el-Kâşânî, “Ebû Lu’lüe’nin kabrinin Kâşân’da olmasının bölge halkına akideleri ve amelleri nokta-sında büyük manevi katkıda bulunduğu-

nu, bu yüzden büyüklerinin İslam’ın erken yıllarından itibaren mezarını koruyarak bugünlere kadar ulaştırdığını, kendilerine ilahi bir emanet olarak tevdi edilen bu me-kanın aynı sorumluluk bilinciyle korun-ması gerektiğini söyler.” (el-Hûeynî, a.g.e., s. 266-8).

Mecusî’ye Velayet İsnadıŞia’nın, Hz. Ömer düşmanlığı Ebû

Lu’lüeyi gözlerinde o derece büyütmüştür ki, “Halkın dörtte üçünün öldüğü 1192 depreminde, Ebû Lu’lüe’nin türbesi dı-şında şehrin tamamının yıkıldığı” yalanı kabul görmüş, Mecusilik davası uğruna Hz. Ömer’i şehid eden bir katil, Şia kay-naklarında büyük İslam Kahramanı olarak yer bulmuştur ( Muhammed Ammare, Nakd-u Fasli’l-Hitab, s. 20).

Ayetullah et-Teshirî, Şiilerin Baba Şu-caeddin dediği ve kabrini ziyareti Allah’a yakınlaşma vesilesi olarak gördüğü Ebû Lu’lüe adına inşa edilen bu türbenin aslın-da bir dervişe ait olduğunu fakat avamın burayı zaman içerisinde Ebû Lu’lüe’nin kabri olarak kabul ettiğini, mevcut ha-liyle de fitneye vasıta olduğundan İranlı yetkililer tarafından kapatıldığını iddia et-mektedir (Hakîkat-u Katil-i Kabr-i Umer, http://alburhan.com/main/articles.aspx?article_no=4865#.U4S2p_l_u2d).

Hz. Ömer’in katili Ebu Lu’lüe adına İran’da yapılan türbe

şia’nın, hz. Ömer düşmanlığı ebû lu’lüeyi gözlerinde o derece

büyütmüştür ki, “halkın dörtte üçü-nün öldüğü 1192 depreminde, ebû lu’lüe’nin türbesi dışında şehrin tamamının yıkıldığı” yalanı kabul görmüş, mecusilik davası uğruna

hz. Ömer’i şehid eden bir katil, şia kaynaklarında büyük İslam kahra-

manı olarak yer bulmuştur.

Page 31: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

31www.hukumdergisi.com Aylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

HAZİRAN 2014

et-Teshîrî’nin Müslümanları teskin edebilmek için, gerçekte bir dervişe ait ol-duğu fakat avam tarafından Ebû Lu’lüe’ye isnat edildiğini iddia ettiği bu türbe ve katili yukarıda da belirtildiği gibi Ayetullahlar’ın lisanında takdis edilmekte ve onun cinayet emrini Hz. Ali’den aldığı savunulmaktadır.

Hz. Ömer’in şehadet gününe, en bü-yük bayram, iftihar günü, en büyük temiz-lik, bereket ve teselli günleri diyen Şiiler, o gün Allah Teala’nın Kiramen Katibin meleklerine, üç gün kimsenin günahını yazmamayı emrettiğini de iddia ederler (Muhatasar-u Tuhfeti’l-İsnâ Aşeriyye, s. 269).

Batılın SafındaEbû Lu’lüe adına Kâşan’da türbe inşa

eden ve bunu da “ilahi bir emanet” gibi ku-şaktan kuşağa koruyarak taşıyan İranlılar, Allah Resulü’nün , “Eğer benden sonra Peygamber olsaydı, o Ömer olurdu.” de-diği büyük sahabiye karşı bir Mecusi’den yana taraf olarak inisiyatiflerini batıldan yana kullanmıştır. Bu durumu izah ede-medikleri durumlarda da takiyye silahına sarılıp aslında meselenin farklı olduğunu belirtmişlerdir.

Katilin gerçekten Kâşan’da medfun olduğuna inanan İranlılar, kabri ziyaret edip, katille birlikte haşrolmak için dua

etmektedirler.Günümüz iletişim araçları vasıtasıyla

resimleri her tarafa yayılan kabrin İslam dünyasındaki Şii yayılmaya engel olacağı ve Ehl-i Sünnet’le Şia arasındaki kopuşu daha da derinleştireceği endişesi üzerine Hüseyin el-Müeyyid gibi nisbeten mute-dil Şiiler’in çağrıları üzerine İran, kabri ge-çici olarak kapatmıştır.

HulasaYahudi “gerçek İslam” gibi sihirli ter-

kiplerle Müslümanlar içerisine sızıp, ıslah adına ifsad faaliyetleri yürütmekte, dinin başını dinin kılıcıyla kesme hamlelerine devam etmektedir. Her zaman ve zemine göre yeni suretlerde boy gösteren bu hare-ketler bâtılı, Hak suretinde arz ettiğinden ancak yıkımdan sonra anlaşılabilmektedir. Müslümanların yaşadığı bu büyük mağ-duriyetin bu derece uzun sürmesinin arka-sında ise İblis’in telbîsi vardır.

Bir dış proje olarak Yahudi İbn Sebe tarafından kurulan Hz. Ali sonrası Şia’sı, küfür cephesinin azametli kalelerini dağı-tan, şehirlere İslam’ın nurunu taşıyan Hz. Ömer’i şehid eden katil için makam yaptı-rarak kimlerle birlikte olacağını ve ne adına savaşacağını göstermiş oldu.

Allah Resulü’nün deve çobanlı-ğından alıp siyaset ehramının zirve nok-

tasına çıkardığı Ömer’ le, hem İslam’ın devlet tasavvuru en kamil haliyle uygu-lanma imkanı bulmuş, hem de yürekler gibi şehirler de İslam tarafından fethe-dilmişti. Hz. Ömer’in hamleleri karşı-sında kaybedenler, bütün bunlara mad-de planında onun, mana planında ise İslam’ın vesile olduğunu göremediğin-den doğrudan Hz. Ömer’i hedefe koya-rak ona saldırdılar. Günümüzdeki saldı-rıların arkasında da aynı ruh hali vardır. Eğer Müslümanlar Kitab’a ve Sünnet’e sahip çıkarlarsa Ömer’i yetiştiren İslam onlara yeni Ömerler yetiştirme imkanı sunacaktır.

Hz. Ömer’in katilini, cennetle müj-delenen bir ulu şahsiyet olarak gören Şiiler, takiyye silahıyla aldattıkları üm-metin gözü önünde Suriye’de Ömerleri, Ebû Bekirleri katlediyorlar. Bu katliam, Firavun’un İsrailoğulları’nın erkek ço-cuklarını öldürmesinden daha alçakçadır. Zira Musaları, “Ben sizin en Yüce Rabini-zim” diyen Firavun, Ömerleri ise, “Allah-u Ekber” diyen Humeyni’nin öğrencileri öldürüyor.

Hz. Ömer’in şehadetini iftihar ve tesel-li günü olarak kutlayan bir topluluğa Ehl-i Beyt diyenler, İstanbul’dan Âlem-i İslam’ı, Suriye’yi İran’a teslim etmeye çağıranlar, zımnen de olsa Allah Resulü’nün evin-

de –haşâ- katil yetiştiğini iddia etmekte-dirler. Allah Teala’nın huzurunda rüsvay olacak bu iddia sahipleri, ulema meydan yerine çıkınca millet vicdanında da mah-kum olacaktır.

İran’la düşman gözükerek onu İslam coğrafyasında kahraman yapan küresel güçler Suriye gibi, Irak’ı da Ehl-i Sünnet’ten alıp Şiilere teslim etti. Ehl-i Sünnet’in çö-kertilmesi ve bir daha küresel güçler için tehdit teşkil edemeyecek hale getirilmesi için kurgulanan ve büyük oranda tatbik edilen iki asırlık plan, bütün ayrıntılarıyla uygulanmaya devam ediyor. Çoraplarının altına “Ömer’e lanet olsun” yazan (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 19.05.2014) İranlılar, İslam birliği yalanıyla uyuttukları Müslü-manların gözü önünde, Suriye’de Ömerle-rin, Ebu Bekirlerin şahsında aslında İslam’ı çiğniyorlar.

Küresel güçler tarafından, Yemen Ya-hudisi İbn-i Sebe’nin tesis ettiği Şia ve İn-gilizlerin kurguladığı Vahhabiliğin inisiya-tifine terkedilmek istenen Âlem-i İslam’da Türkiye, Mısır ve Pakistan merkezli ilmi, fikri ve siyasi anlamda Ehl-i Sünnet’in yo-lunu açacak güçlü bir mecra derinden aynı havzaya doğru akıyor. Bu akış son menzi-lene ulaştığı gün İran evinde zorunlu ika-mete alınacak, Vahhabilik de ait olduğu yere gönderilecektir.

küresel güçler tarafından, yemen yahu-disi İbn-i sebe’nin tesis ettiği şia ve İngi-lizlerin kurguladığı Vahhabiliğin inisiyati-fine terkedilmek istenen Âlem-i İslam’da türkiye, mısır ve Pakistan merkezli ilmi, fikri ve siyasi anlamda ehl-i sünnet’in yolunu açacak güçlü bir mecra derinden aynı havzaya doğru akıyor. bu akış son menzilene ulaştığı gün İran evinde zorun-lu ikamete alınacak, Vahhabilik de ait ol-duğu yere gönderilecektir.

Page 32: İSLAM’IN KIZI! İFFET ÇAĞI SENİNLE BAŞLAYACAK

32 www.hukumdergisi.comAylık İlim, Fikir ve Hareket Dergisi

Hep düşünür dururdum kendi kendime: Bu toplumun yediği darbeyi, hiçbir toplum yemedi, diye.

Düşünsenize: Medrese gitti. Tekke gitti. Mimari gitti. Şehirlerimiz, rahmetli Turgut Cansever’in yüreği yanarak hay-

kırdığı gibi, ‘dünyanın en güzel, en şirin, sadelikle derûnîliğin terki-bi, en şiir şehirleri’ hayat-dünyamızdan çekilip gitti; izleri bile silin-di. Böyle bir vurgunu, bizden başka kimse yemedi!

Bizi ayakta tutan bütün dayanak noktalarımız, temellerimiz yerle bir oldu.

Terör, çocuklarımıza musallat oldu sonunda. Çocuklarımızı dağa kaldırmaya kalkıştı. Evinden, yerinden-yurdundan, annesin-den evet annesinden kaçırdı.

Ama Anadolu kıtası, irfânî derinliğinin ifadesi o derûnî sükûnetini koruyarak ve tarihî derinliğinin ifadesi o kabına sığ-mazlığıyla donanarak bütün bu olup bitenlere karşı bir at gibi kişneyip durdu: ‘Akınlardan’, ruh atılımlarından, düşünce atılım-larından, ilim-irfan atılımlarından neden bu kadar uzak kaldığını sordu: Alttan alta canlılığını, diriliğini, ölmediğini ve ölmeyeceğini ilan etti her fırsatta.

Peki bütün bu yozlaşmalara, kirlenmelere, savrulmalara rağmen bizi ayakta tutan, koruyan kaynak neydi?

‘Annelerimiz’di, elbette ki. Bizi besleyip büyüten, bize merhameti ve şefkati, özlemi ve öz-

lemeyi, umudu ve kalbi, kalbin bütün zamanlarını ve hâllerini, kı-sacası dili, yani hâl diliyle, gönül diliyle, fedakârlık, cefakârlık ve vefakârlık diliyle konuşmayı, dilin ve diriliğin, kalbin ve ruhun bü-tün seslerini öğreten annelerimiz!

Kalbimizin yegâne hazineleri, ‘şiirimiz’in, her dâim geleceğimiz demek olan, her dâim nasıl gelecek olabileceğimizi muştulayan ‘şiirimiz’in, yani tertemiz bozulmamış fıtratın sesi, peygamberimi-zin rahmet nefesi çocuksu ruhumuzun umut vadeden pınarı, içten içe gürül gürül akan şelâleleri annelerimiz!

Annelerimizin sesi ve nefesi, feryadı ve figanı kurtaracak çocuk-larımızı yeniden!

Bu sese kulak vermek gerek! Bu sese kulak veremezsek, sessizliğe gömüleceğiz yeniden!

O yüzden, her şey göçse de, annelerimiz, annelerimizin rahmet sesleri ve nefesleri yeri göğü inletecek kadar canlı ve ayakta!

HER ŞEY GÖÇSE DE ANNELERİMİZ HÂLÂ ‘AYAKTA’!