23
Teslim Demir… Gerçek bir yaşam filozofu! B ir yoldaşın ölümünün ardından onun için söylediği “Sinan’ın gölgesinde yüzlerce insan yaşıyordu” sözü boşuna edilmemiş. 15 Metal Grup TİS süreci ve görevlerimiz D ayatmaları püskürtmek, haklı ve meşru talepleri kazanabilmek için birleşik mücadele ihyacı ve fiili-meşru bir mücadele ha olmazsa olmazlardır. 8 AKP-saray rejimi geleceğini savaşa endeksliyor O nlar, kokuşmuş rejimlerini korumak için savaş dahil her yola başvuru- yorlar. Bu icraatların emekçilerin başına sardığı belalar ise umurlarında değil. 3 www.kizilbayrak45.net ISSN 1300-3585 Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete Sayı 2019 / 01 (48) 27 Aralık 2019 • 1 TL Kızıl Bayrak Tarihsel dönem ve devrimci parti - 1 s.12 Sosyalistlerin “kadın eylemleri”ne katılımları üzerine - B. Bahar s.22 Gelecek işçi sınıfının olacaktır! İstanbul’u İstanbul yapan, dö- nüştüren işçiler ve emekçilerdir. Yollarını yapan, yapılarını inşa eden, temizleyen... Fakat kapi- talist sistemde, sermayenin ege- menliğindeki şehirler, İstanbul’da olduğu gibi insani her şeyden uzakr. Sermaye, sanayinin, sana- yi işçilerin, emeğin ürünüdür. Bu gerçekten yola çıkarak, İstanbul’u kurtaracak olan da işçi sınının gücü olacakr. Kanal İstanbul projesine dair… “Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul!” s.6 Sosyalizm Yolunda “Haramilerin saltana yıkılsın Bekle o günler gelsin İstanbul, bekle Sen bize layıksın.”

Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

  • Upload
    others

  • View
    2

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

Teslim Demir… Gerçek bir yaşam filozofu!

Bir yoldaşın ölümünün ardından onun için söylediği “Sinan’ın gölgesinde

yüzlerce insan yaşıyordu” sözü boşuna edilmemişti.

15

Metal Grup TİS süreci ve görevlerimiz

Dayatmaları püskürtmek, haklı ve meşru talepleri kazanabilmek için

birleşik mücadele ihtiyacı ve fiili-meşru bir mücadele hattı olmazsa olmazlardır.

8

AKP-saray rejimi geleceğini savaşa endeksliyor

Onlar, kokuşmuş rejimlerini korumak için savaş dahil her yola başvuru-

yorlar. Bu icraatların emekçilerin başına sardığı belalar ise umurlarında değil.

3

www.kizilbayrak45.net

ISSN 1300-3585

HaftalıkSosyalist Siyasal Gazete

Sayı 2019 / 01 (48)27 Aralık 2019 • 1 TL Kızıl Bayrak

Tarihsel dönem ve devrimci parti - 1s.1

2 Sosyalistlerin “kadın eylemleri”ne katılımları üzerine - B. Bahars.2

2

Gelecekişçi sınıfının olacaktır!

İstanbul’u İstanbul yapan, dö-nüştüren işçiler ve emekçilerdir. Yollarını yapan, yapılarını inşa eden, temizleyen... Fakat kapi-talist sistemde, sermayenin ege-menliğindeki şehirler, İstanbul’da

olduğu gibi insani her şeyden uzaktır. Sermaye, sanayinin, sana-yi işçilerin, emeğin ürünüdür. Bu gerçekten yola çıkarak, İstanbul’u kurtaracak olan da işçi sınıfının gücü olacaktır.

Kanal İstanbul projesine dair… “Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul!”

s.6

Sosyalizm Yolunda

“Haramilerin saltanatı yıkılsın

Bekle o günler gelsin İstanbul, bekle

Sen bize layıksın.”

Page 2: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

2 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Kapak

Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete

Sosyalizm YolundaSahibi ve Yazı İşleri Müdürü:

Ersin ÖzdemirEKSEN Basım Yayın Ltd. Şti.

Yayın türü: Süreli YaygınSayı: 2019/01 (48) * 27 Aralık 2019 * Fiyatı: 1 TL

Yönetim Adresi: EKSEN YAYINCILIK Osmanağa Mah. Kırtasiyeci Sk. No:9 Kat:2 Daire:7

Kadıköy / İstanbul

Tlf. No: 0536 285 73 25e-mail: [email protected]

twitter: @kizilbayraknetwww.kizilbayrak45.net

Baskı: Kuzey Veb Ofset Sanayi Ticaret LTD ŞTİ - Tayakadın Yassıören Cd. No:75/1 Tayakadın Köyü Arnavutköy / İSTANBUL

İşçi sınıfı ve emekçiler açısından ele alındığında, artık geride kalan 2019 yı-lının en önemli 2 olgusu ekonomik kriz-deki ağırlaşma ile sermayenin bunu işçi sınıfı ve öteki çalışan kesimlere fatura etmesi oldu. İyiden iyiye bozulan çalışma ve yaşam koşulları milyonlarca emekçiyi sefalet sınırının altına doğru sürükler-ken, işsizlik rekor seviyelere ulaştı. Ağır-laşan krizin yıkıcı etkilerine rağmen, sınıf hareketinde bu saldırıları engelleyip püs-kürtebilecek gözle görülür bir canlanma ve buna dayalı bir gelişme yaşanabildiği-ni söylemek ise ne yazık ki pek mümkün değil.

Birbirinden farklı biçimlere ama çoğu aynı nedenlere dayanan, en azından bir kısmı belli bir kararlık düzeyi ortaya ko-yan direniş ve grevleri saymazsak, hare-ketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir.

Kriz koşullarında gerçekleşen kamu ve tekstil grup sözleşmeleri, Türkiye eko-nomisinde tuttuğu özel yer ile farklı bir anlama sahip TÜPRAŞ sözleşmesi gibi sü-reçler, elle tutulur mücadele örneklerine dönüşmedi-dönüştürülemedi.

Sendikal örgütlenme arayışlarına da-yalı sınırlı sayıda direniş, hareketin mev-cut geri seyri ve sendikal bürokrasinin ihanetinin etkisiyle ya kendi içinde kısmı kazanımlarla geri çekildi ya da bu tablo içinde eriyip gitti. Flormar direnişi, Mal-tepe Belediye direnişi gibi az çok kendi dar sınırlarının ötesine ulaşabilen eylem ve direnişler ise hareketin genel seyrine özel bir etki veya ivme kazandıramadı. Saya işçilerinin günlere yayınlan eylem-leri, inşaat işçilerin sık sık tekrarlanan alacak eylemleri, Soma madencilerinin Ankara yürüyüşü teşebbüsleri, 2019 yı-lında ilk çırpıda akla gelen eylemler ola-rak öne çıktılar.

Denilebilir ki 2019 sınırları içinde ele aldığımızda en canlı dinamik olarak ken-dini var eden gündem emeklilikte yaşa takılanların (EYT) ortaya koyduğu müca-dele oldu. Önemli bir kitleselliğe, kendi içinde bir dizi örgütlenme biçimi yarat-ma başarısına, bugünün koşullarında azımsanmayacak bir süreklilik ve eylem kapasitesine ulaşan EYT hareketi, siyasal iktidara baskı kurma çizgisinin sınırlarını ise aşamadı.

Eğer yalnızca bu somut görünüm ve yukarda verilen örnekler üzerinden ba-karsak, 2019 yılının sınıf hareketi ve mü-cadelesinin seyrinde özel bir değişikliğe yol açmayan bir dönem olarak geride kaldığını söylemek kolay olabilirdi. Oysa ki kendi içinde değil de ekonomik krizin derinleştiği son iki yıllık süreci birlikte ele alırsak, geniş yığınlara dayatılan ağır ya-şam koşullarının önemli bir öfke ve tepki birikimine yol açtığı görülebilir. Bu öfke ve tepkinin kendini eylemli bir kitle hare-keti ya da kararlı mevzi direnişler olarak ortaya koyamıyor olması birçok olgu ile ilişkili ama sonuç olarak pek de şaşırtıcı olmayan bir durumdur. Bu olguların ba-şına, ülkenin içinde bulunduğu genel si-yasal iklim, sınıf hareketinin aşılamayan kendi iç yapısal sorunları ve uzun yılla-rı bulan kayıplar tablosunun yol açtığı umutsuzluk ve yaşanan moral erozyon yazılabilir.

Açık unutulan mikrofonlardan ne tür kirli ilişkiler içinde oldukları tüm açıklığı ile yansıyan, üyeleri sefaletle boğuşur-ken kendileri milyonluk arabalara bin-mekte bir beis görmeyen mevcut sen-dikal düzen ağalarına karşı öfkenin de yoğunlaştığı bir yıl oldu 2019. Bu duru-mu hem olumlu bir gelişme olarak ama hem de sendikalarda örgütlenme fikrine karşı güvensizliği artıran bir olgu olarak bir yana kaydetmek gerekir.

UMUTLA İNANÇLA AMA SABIRLI VE SOLUKLU BİR PERSPEKTİF İÇİNDE GELECEĞE BAKMAK İşçi hareketi neredeyse 90’lı yılların

ortasından bu yana inişli çıkışlı kısmı ha-reketliklerle iç içe giden göreli bir gerile-me dönemi yaşamaktadır. Bu tablonun ne zaman ve hangi biçiminde değişeceği-ni tam anlamıyla kestirmek mümkün de-ğildir. Hareketin ne zaman ileriye doğru sıçrayacağını önden kestirmeye çalışan tahminlerde bulunmak bizim işimiz de-ğildir. Bizim yapabileceğimiz, hareketin önündeki engelleri ve onu besleyebile-cek zeminleri doğru tahlil etmeyi başar-mak, görev ve sorumluklarımıza buradan yaklaşmaktır. Kriz nedeniyle çalışma ve yaşam koşullarındaki ağırlaşma sürdüğü her durumda mevcut öfke ve tepkinin artacağını öngörmekte bir zorluk yoktur. Ancak her durumda bu sorunların kendi-liğinden kesin olarak sınıf ve kitle hareke-tinde yükselişe yol açacağını düşünmek doğru bir yaklaşım tarzı değildir.

Bu yüzden bugün için öncelik verme-miz gereken, her kriz tablosundan ya da mücadele arayışından kitle hareketinin önünü açacak özel sonuçlar beklemek değil, uzun vadeli ve soluklu bir çalışma perspektifi ile sabır ve sebat içinde kendi mevzi ve imkanlarımızı güçlendirmeye çalışmaktır. Bu tür bir çaba hiç şüphe yok ki kitlelerin gündelik sorunlarına ve bun-lara dayalı arayışlarına öncü müdahale-lerle yanıt verme görevinden bağımsız olarak ele alınamaz. Ancak olası her kitle hareketinin, ona yapılan öncü müdaha-lenin kapsam ve gücünden öte bir dizi karmaşık sürecin ürünü olarak ortaya çıktığı bir an olsun unutulmamalıdır.

İşçi hareketinin gelişim seyrine so-luklu yaklaşabilmeyi başarmak, kısa va-deli yükseliş beklentilerinin ötesinde bir

bakış açısıyla önümüzdeki dönemi ele alıp, seçilmiş alanlar üzerinden hareketin içinde mevziler ve mücadele örnekleri yaratmaya odaklanmak, ani yükseliş ve patlama dönemlerine de en etkin hazır-lıktır aynı zamanda.

Sınıf devrimcileri 2020 yılında da esas olarak belirlenmiş alanlara yönelik özel fabrika ve sektör çalışmalarını güç-lendirmeyi öne alan bir hat üzerinden hareket etmeye devam edeceklerdir. Seçilmiş alanlara yönelik fabrika çalış-malarına yoğunlaşmak, kendi sınırlarının ötesinde bir etkinlik alanına sahip sek-törel çalışmaların bu düzeyini koruyarak geliştirmeye çalışmak, son dönemde bazı girişimlere konu olan sınıf içindeki öncü ilerici potansiyeli somut işbirliği zeminleri üzerinden birleştirme çabala-rını yaygınlaştırarak sürdürmek, krizin yol açtığı tepkileri eylemli bir biçime ka-vuşturmak için daha kararlı bir inisiyatif göstermek, kendi dışımızda ortaya çıkan her türlü mücadele ve eylem dinamiğiyle daha güçlü ilişkilenmeyi başarmak, siya-sal olay ve gerçekleri temel sınıf ilişkileri ekseninde ele alıp, geniş sınıf kitlelerine dönük daha etkin bir siyasal propaganda faaliyeti örgütlemek yeni bir yıla girerken süregiden görevlerimiz olmaya devam etmektedir.

Çok yönlü bir siyasal krize eşlik ederek derinleşen ekonomik kriz ve buna dayalı olarak sosyal sorunlardaki keskinleşme, elbette ki 2020 yılını sınıf hareketindeki yükselişin belirgin bir dönemeci haline getirme potansiyeline sahiptir. Önümüz-deki döneme bu gözle bakmak, her şey-den önce siyasal sınıf çalışmamızın mevzi araç ve yöntemlerini bu gözle geliştirip güçlendirmeyi gerektirmektedir.

Şüphe yok ki şu veya bu zaman dili-minden bağımsız olarak, gelecek her yer-de işçi hareketinin olacaktır.

Kızıl Bayrak

Gelecek işçi sınıfının olacaktır!

Page 3: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 3Güncel

AKP-saray rejimi geleceğini savaşa endeksliyor

AKP-MHP koalisyonu, Libya’daki kuk-la hükümetle imzalanan askeri işbirliği mutabakatını Meclis’te onayladı. CHP, HDP, İYİ Parti milletvekillerinin red oyu-na rağmen onaylanan mutabakat, Türk ordusunun Libya’daki iç savaşa doğru-dan katılmasına zemin hazırlıyor. Elbette AKP-saray rejimi baştan beri Libya’daki kanlı paylaşım savaşında yer alan taraf-lardan biriydi. Buna rağmen atılan bu uğursuz adım, Libya’daki iç savaş batak-lığını daha da derinleştirecek mahiyette-dir.

ÇÜRÜK DALA TUTUNMAK“Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutaba-

kat Muhtırası” diye anılan anlaşma, 27 Kasım’da Fayez el Serrac başkanlığındaki Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle (UMH) imzalanmıştı. AKP şefi T. Erdoğan’la dal-kavuklarına bakılırsa, anlaşma saray re-jiminin dış politikadaki önemli başarıla-rından biridir. Oysa “kazın ayağı” pek de öyle değil.

UMH, güya çatışan tarafların uzlaş-masıyla kurulmuştu. Buna dayanarak “Ulusal Mutabakat” ismi tercih edilmiş, hükümet Birleşmiş Milletler tarafından tanınmıştı. UMH’nin iğreti bir mutaba-kat üzerine kurulduğu kısa sürede orta-ya çıkmış, el Serrac’la adamları dışında hükümette kimse kalmamıştı. Bir “ge-çiş süreci hükümeti” olacağı var sayılan UMH’nin ömrü maksimum iki yıl olacak-tı. Yani ortada miadı çoktan dolmuş bir “hükümet” var.

Gerçekte baştan beri uzlaşma diye bir şey yoktu. Libya’yı yağmalayan güç-lerle işbirlikçileri vardı. Bundan dolayı el Serrac hükümeti AKP-Saray rejimi, Katar, İtalya gibi dış güçlerin desteğiyle ayakta duruyor; yani kelimenin gerçek anlamın-da kukla bir hükümettir. Öte yandan dış

destek almasına rağmen başkent Trab-lusgarp’ı ancak cihatçı çetelerle uzlaşa-rak kontrol altında tutabiliyor. Görüldü-ğü üzere Libya’nın %20’sini kontrol ettiği söylenen bu hükümete tutunan Anka-ra’daki dinci-faşist koalisyonun elinde çürük daldan başka bir şey yok.

REJİM SAVAŞLA ÖMRÜNÜ UZATMAYA ÇALIŞIYORTürkiye’de icraatlarıyla ekonomik

krizi derinleştiren, emekçileri işsizliğe/sefalete mahkum eden saray rejimi, ge-niş toplum kesimleriyle ancak şiddetin kaba diliyle konuşabiliyor. Bir kabus gibi ülkenin üstüne çöken bu rejim, bekasını kanlı savaşlara endekslemiş durumda. İç politikadaki tüm argümanlarını tüketen, toplumsal meşruiyeti dibe vuran bu re-jim her zamankinden daha tehlikeli icra-atlara meylediyor.

Bir tarafta beka sorunu, bir tarafta dizginsiz yayılmacı-işgalci histeri… Gele-ceği belirsiz el Serrac, çöküşe sürüklenen saray rejiminin tutunduğu çürük daldır. Askeri anlaşmadaki maddeler ise, el Serrac’ın da umutlarını AKP şefine bağ-ladığına işaret ediyor. Zira anlaşmada Libya’da “Ani Müdahale Kuvveti” kurul-ması, ortak tatbikatlar organize edilmesi,

istihbarat paylaşımının arttırılması, ortak askeri planlamalar/ortak operasyonlar yapılması gibi maddeler yer alıyor.

Akdeniz’deki gaz paylaşımından kay-naklı gerilim tırmanırken, AKP-saray reji-minin Libya’daki iç savaşın içine atlama teşebbüsünün vahim sonuçlar yaratması kaçınılmaz. Hal böyleyken bu maceraya atılmak, saray rejiminin bekasını sava-şa endekslediğini gözler önüne seriyor. Çünkü “Libya’nın yağmalanmasından en büyük payı ben alacağım” anlamına ge-len bu girişimin Libya’da etkin olan bü-tün tarafları rahatsız etmemesi mümkün değil.

TEK DESTEKÇİ KATAR EMİRİ Tribünlere vaaz veren AKP şefi T. Er-

doğan, “Libya’da geri adım atmayaca-ğız” diye nara atıyor. Oysa vaazlardan icraatlara geçildiğinde geri adım atmaya mahkum olacaktır. Zira El Serrac’a destek veren İtalya bile anlaşmadan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. ABD anlaşmayı provokasyon girişimi diye nitelerken, Libya ordusunun artıklarından General Halife Hafter’e destek veren Rusya ise, durumdan endişeli olduğunu duyurdu. Hafter’e destek veren Fransa da bu giri-şime cepheden karşı çıkıyor. Gaz paylaşı-

mının bölgedeki tarafları olan Mısır, Su-udi Arabistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, İsrail gibi güçler ise karşı hamle hazırlığı-na başladılar bile.

AKP-saray rejiminin yanında kala kala Katar emiri kaldı. Bu tablo, iç politikada toplumsal meşruiyetini yitiren rejimin, dış politikada da iflastan iflasa koştuğu-nu ispatlıyor. Yıkılmaya mahkum bu re-jim, günden güne daha yıkıcı politikalara meylediyor.

EMEKÇİLER YAYILMACI POLİTİKALARI REDDETMELİ Sermayenin demir yumruğu olan

AKP-MHP koalisyonu hem iç politika-da hem dış politikada attığı her adımla, emekçilerin başına yeni belalar sarıyor. Libya iç savaşına dalmak için hazırlık ya-pan saray rejimi ömrünü uzatmak adına işsizliği, yoksulluğu, sefaleti, zorbalığı daha da derinleştirmekte sakınca gör-müyor. Milyonlara hayatı zehir eden bu rejim, yayılmacı politikalarını ırkçı-şo-ven-dinci propaganda eşliğinde pazar-lıyor. Bu rezil propaganda ile emekçileri zehirlemeye çalışan AKP-MHP koalisyo-nu, sefaletini derinleştirdiği milyonları yayılmacı heveslerine dolgu malzemesi yapmak istiyor.

Onlar, kokuşmuş rejimlerini korumak için savaş dahil her yola başvuruyorlar. Bu icraatların emekçilerin başına sardığı belalar ise umurlarında değil. Artık ko-kuşmuş saray rejiminin saltanatına son vermek de saldırgan-yayılmacı icraatları engellemek de ancak işçi sınıfı ve emek-çilerin mücadelesiyle mümkün olabilir. Diğer bir ifadeyle hem krizin ağır fatura-larını ödemeyi reddetmek hem yayılma-cı saldırganlığı durdurmak için mücade-leyi her alanda yükseltmek, emekçilerin önündeki tek seçenektir.

Türkiye’nin Libya’daki kukla hükü-metle vardığı “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” ve askeri işbirliği anlaşma-ları üzerine Kıbrıs’tan yeni açıklama yapıldı.

Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis Mısır, İsrail, Yunanistan ve Lübnan lider-

leriyle ortak çalışma yürüttüklerini ifade ederek, karşı hamlelerinin diplomatik alanda olacağını belirtti. “Yasa dışı mu-tabakatı boşa çıkarma” hedeflerini dile getiren Anastasiadis, somut adımlara ilişkin bir açıklamayı yakında yapacakla-rını ifade etti.

Anastasiadis’in İsrail Başbakanı Ben-

jamin Netanyahu ile telefonda görüştü-ğü ve doğalgaz boru hattı çalışmalarını ele aldıkları öğrenildi. Kıbrıs hükümet sözcüsü Kiryakos Kusios tarafından ya-pılan açıklamada, Netanyahu’nun İsra-il, Kıbrıs ve Yunanistan’ın bu çalışmalar için anlaşma imzalamayı önerdiği belir-tildi.

Türkiye’nin Libya hamlesine karşı Doğu Akdeniz’de ortak adım

Page 4: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

4 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Güncel

Erdoğan’a karşı Erdoğan taktiği

Sermaye düzeninin 2002’den sonraki göreceli istikrarı, Erdoğan’ın kontrolün-deki düzen güçleri tarafından sağlanı-yordu. Çeşitli dayanaklara yaslanılarak sağlanan bu başarı uzun bir süre de-vam etti. Gülen çetesiyle beraber yürü-nen bu yolda koalisyon ortaklarına ne istedilerse verildi. Ta ki çıkar grupların-dan biri pastadan daha büyük pay is-temeye başlayana kadar... Ortaklık bo-zulunca dünün “saygıdeğer”, “hizmet gönüllüsü” “hoca efendisi” birden “pa-ralel devlet” oldu. Sonrası 15 Temmuz ve gerisi malum…

15 Temmuz’u da fırsata çevirmesini bilen Erdoğan için yine sıkıntılı günler başladı. Gerici-faşist blok son yerel se-çimlerde büyük illeri kaybetti, hem de İs-tanbul seçimleri yenilenmesine rağmen. Yaşanan güç kaybı sermaye düzeni için başka alternatiflerin ortaya çıkmasına da yol açtı. Eskimiş AKP’den yeni AKP’ler çıkmaya başladı.

Daha sayılamayan birçok etken Er-doğan’ın taktiklerini belirleyen oldukça geniş siyaset akademisyeni topluluğuna işlevsiz yeni yol haritaları çizdirmekte-dir. Ancak artık söylenecek yeni bir şey de kalmadığı, her şey zaman içinde tü-ketildiği için, Erdoğan’ın bu çok maaşlı danışmanları tek çareyi Erdoğan’ın karşı-sına yine Erdoğan’ı çıkarmakta buldular. Böylece başka bir düzen muhalefetine

olan ihtiyacı ortadan kaldırabileceklerini düşünüyor olmalılar.

Erdoğan’ın “İstanbul’a ihanet ettik” sözü hatırlanacaktır. Öte taraftan Erdo-ğan’ın saltanatını sarsmadığı, prestijini olumsuz yönde etkilemediği kimi öne çı-kan toplumsal sorunların bizzat Erdoğan tarafından “çözüm”e kavuşturulduğunu görmekteyiz. Termik santrallere filtre takılmasını erteleyen tasarıyı geri çevir-mesi, Simit Sarayı’nın Ziraat Bankası’na peşkeşi ile ilgili “adaletsizlik” söylemleri ve son olarak da asgari ücretle ilgili “Bir jest yaparız” açıklamaları gibi... Yüksek fiyatlı mülklerden vergi alınacak olması da yine Erdoğan’ın gündemine böyle gi-rebilir. Bu taktik manevraların gerisinde seçim hesapları olduğu açıktır.

Erdoğan’ın bu düşünce sistematiği ve bu konularla ilgili yaptığı açıklamalar sermaye düzenini ele vermektedir. Açlık sınırının altındaki asgari ücretin insanca yaşama yetecek seviyeye getirilmesi, vergi kesintisine son verilmesi gibi ta-lepleri olan milyonlarca asgari ücretlinin karşısına “bir jest yaparız” diye çıkılıyor olması zaten sorunun bir hak meselesi olarak görülmediğini göstermektedir. Erdoğan, gün geçtikçe yoksullaşan teba-asına sadaka müjdeleyen bir padişahın lütufkârlığıyla konuşmaktadır. “Ayak ta-kımı” olarak görülenlerin insanca çalış-ma ve yaşama isteklerinin karşılanması,

temel hak ve özgürlük alanlarının geniş-letilmesi vb. istemler ayakların baş ol-ması riskini doğuracağından, bu jestlerin de bir sınırı vardır.

Mevzu Erdoğan olunca zikzaklı ko-nuşmaların, öncekilerin aksi yönünde açıklamaların haddi hesabı yoktur. Em-peryalist yıkım merkezleri ile birlikte saf tutup, mazlum halkların kanının dökülmesine ortak olanların savaşların acılarından bahsetmesi gibi… Ya da dün-yayı yoksullar için cehenneme çeviren kapitalist-emperyalist sistemin bir par-çasında, hükümranlığını sürdürdüğü ül-kede yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin yapan düzenin başı olmakla övü-nüp, “dünya beşten büyüktür” demesi gibi…

Sermaye sınıfından ve onun devle-tinden, partilerinden, kurumlarından bağımsız düşünebilen, yaşananlara işçi sınıfının devrimci penceresinden baka-bilen, dünyayı buna göre yorumlayabi-len aklı başında hiç kimse, Erdoğan da dahil olmak üzere düzen siyasetçilerin-den bir tutarlılık beklemez. Erdoğan ve benzerlerinin ikiyüzlülükleri, pişkinlikleri ve yalanlarıyla sarhoş olanlar yığınların elbette tutarlılık gibi arayışı yoktur. Do-layısıyla onlar bu yalan bağımlılığından kurtulmadıkları sürece sefalet koşulla-rında yaşayıp ağır faturalar ödemeye ve hep kaybetmeye devam edeceklerdir.

ŞPO: Togo Kuleleri rant projesidir

TMMOB Şehir Plancıları Odası (ŞPO) Ankara Şubesi, Mansur Yavaş ve Sinan Aygün arasında yaşananlarla gündeme gelen Togo Kuleleri üzerine açıklama yaptı.

Açıklamada “Ankara Büyükşehir Belediyesi, 16 Mayıs 2018 tarihinde Şubemizin açmış olduğu davada 17. İdare Mahkemesince verilen imar planlarının iptali kararının hemen ar-dından çoktan durdurulması gereken inşaatı geçtiğimiz hafta mühürleye-rek, görevini geç de olsa yerine getir-miştir” ifadeleriyle bu projenin rant sistemini bir projesi olduğunu vurgu-ladı.

Açıklamada CHP’li Sinan Aygün’le dönemin AKP’li belediyesinin kirli or-taklığı üzerine şu ifadeler yer aldı:

“Alanda keyfi emsal artışı sağla-yarak kişilere ya da gruplara 17 Ara-lık 2015, 12 Şubat 2016, 15 Temmuz 2016, 27 Kasım 2016 tarihlerinde res-mi şekilde imar rantı aktaran Belediye mensupları derhal yargı önüne çıkarıl-malıdır.

“Bugüne kadar içeriği her ne olursa olsun imar rantı elde edebilmek ama-cıyla Belediyelere ‘rüşvet niteliğinde teklifler’ götürmek suretiyle; planla-ma sürecini etkileyerek haksız kazanç elde etmiş olan tüm kişi ve grupların açığa çıkarılması ve elde ettikleri ran-tın hesabının tüm Ankaralılar nezdin-de sorulması gerekmektedir.”

2020 zamlarla gelecekPasaport, ehliyet harcı, trafik ceza-

ları zamları ve 2020 Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) oranı açıklandı.

Zamlar, Hazine ve Maliye Bakanlı-ğı’nın, Vergi Usul Kanunu Genel Teb-liği, Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla açıklanmış oldu.

Karara göre ehliyet harcı, trafik ce-zaları, yurtdışından yolcu beraberinde getirilen cep telefonları için ödenen ücretler 2020’de yüzde 22,58 oranın-da zamlanacak.

Bu kapsamda, yeniden değerleme oranının 2019 için yüzde 22,58 olarak tespit edildiği aktarılan MTV oranı ise yüzde 12 olarak belirlendi.

Zamlar 1 Ocak 2020’den itibaren uygulanacak.

Mevzu Erdoğan olunca zikzaklı konuşmaların, öncekilerin aksi yönünde açıklamaların haddi hesabı yok-tur. Emperyalist yıkım merkezleri ile birlikte saf tutup, mazlum halkların kanının dökülmesine ortak olanların savaşların acılarından bahsetmesi gibi…

Page 5: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 5Güncel

Gerici hesapların sonu yok

Son dönemlerde Erdoğan adeta bir erken seçim hazırlığında. Yaşadığı o kay-bının da etkisiyle göz boyamaya yönelik popülist kimi hamleler yapıyor. Öte yan-dan da gerici tabanın istekleri doğrul-tusunda adımlar atmaya devam ediyor. En son, geçen kasım ayındaki Din Şûra-sı’nda, “Dini, hayattan tecrit eden, belli kalıplara, şekillere, davranışlara hapse-den dogmatik bir anlayışa itibar etme-yeceğiz. Bir Müslüman, dinini hayatın şartlarına göre değil, hayatını inancının esaslarına göre uyarlamakla mükellef-tir.” demişti. Bu vurgulardan hareketle Resmi Gazete’de yayınlanan bir kararla faizsiz finans kuruluşları denetçileri için belirlenen etik kurallar, fıkhi (İslam hu-kuk kuralı) hükümlere bağlandı.

Kararda, ayet ve hadislerin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çalışmaların-dan alıntı yapılarak, denetçiler için etik ilkelerin dini dayanakları olarak, “insanın yeryüzündeki halifeliği ilkesi, ihlas (iba-dette içtenlik), takva (Allah’tan korkma), Allah’a hesap verilecek olması” gibi şart-lara işaret edildi.

AKP 17 yıllık iktidar süreci boyunca topluma dinsel gericiliğin hedefleri doğ-rultusunda biçim vermeye çalıştı. Buna direnç göstererek laik değerlere sahip çıkan “%50’lik” kesimin tepkilerine rağ-

men, kimi zaman geri adım atsa da bu konudaki ısrarını sürdürdü. Dinsel geri-ciliğin siyasal-ideolojik hedefleri doğrul-tusunda topluma biçim verme çabaları eğitimden sağlığa, toplumsal-kültürel yaşamdan hukuka hemen her alanda gö-rülmektedir.

Bu girişimlerin sonucu olarak örne-ğin Diyanet ile dini vakıf ve derneklere ait olan okul öncesi eğitim kurumu sayısı son dört yılda 3,7 kat, öğrenci sayısı ise 4,5 kat artmıştır. Eğitim müfredatı her düzeyde bilimsellikten arındırılmıştır. Ya da hastanelerde alternatif tıp adı altında anti-bilimsel yöntemlere yer verilmeye başlanmıştır. Hukuk alanında atılan ve yukarıda bahsi geçen adım ise oldukça manidar bir sembolik değer taşımakta-dır. Zira laik bir devletin göstergelerinden biri olan hukukun İslami referanslarla bi-çimlenmesi, dinsel gericilik için önemli bir adımdır. Erdoğan gericiliğin bir koa-lisyonu olarak şimdiye kadar çeşitli itti-faklar yapıp bozsa da gerici tabanın is-teklerini hep gözetti, dinci ve kindar nesil yetiştirmekten hiç vazgeçmedi.

Son olarak tecavüzlerle gündeme ge-len Ensar Vakfı’nın Milli Eğitim Bakanlığı onayıyla okullarda öğrencilere “Ahlaklı olmanın faziletleri” üzerine seminerler vermesi durumu gayet açık özetlemek-

tedir. Düzenin eğitim kurumlarındaki çocuklara öğretilen, aşılanan gericilik yetmezmiş gibi bizzat gericilik merkezle-rinden yardım alınmaktadır.

Öte yandan faizsiz finans kuruluşla-rı denetçileri için etik kurullarının İslam hukukuna göre yapılması, AKP’nin yol-suzluklarla anılan imajına makyaj yapma ihtiyacından da ileri gelmektedir. Dinci gericilik için bahsedilen “İslam hukuku”, gerçekler görülmesin diye emekçilerin zihnini kapatan bir başka örtüdür. Şu günlerde Milli Piyango satışları artırılsın diye yapılan reklamlar ortadadır. Bırakın düzenin kendisini, bu düzeni emekçile-rin dini duygularını sömürerek ayakta tutmakla görevli olan Diyanet, gelirle-rinin önemli bir kısmını eleştirdikleri bu şans oyunlarından, alkolden elde etmek-tedir.

Dinci gericilikle yoğrulmuş bu kapi-talist sömürü düzeninden beslenenlerin hayalini kurdukları toplum biçimi, biat eden yığınların iliklerine dek sömürüle-bilecekleri vahşi kapitalizmdir. Amaçla-nan, gericiliğin zehriyle bilinci körelmiş yığınların; haksızlıklara, adaletsizliklere, toplumsal eşitsizliklere, sömürüye karşı direnenlere uygulanan devlet terörünü “şeriatın kestiği parmak acımaz” zihniye-tiyle kabullenmeleridir.

Tüketici güveni Aralık ayında geriledi

Krizin etkisiyle dibe vuran ve son iki aydır kısmi yükseliş gösteren tüke-tici güven endeksi, Aralık ayında önce-ki aya kıyasla yüzde 1,9 geriledi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Aralık ayı tüketici güven endeksi is-tatistiklerini bugün yayınladı. Tüketici güven endeksi, önceki aya kıyasla yüz-de 1,9 düşüş göstererek 58,8 seviye-sine geriledi. Tüketici güvenindeki dü-şüşte, gelecek 12 aya dair beklentileri yansıtan alt endekslerdeki düşüşler etkili oldu. Tasarruf etme ihtimali ha-ricindeki tüm beklentilerde gerileme kaydedildi. Özellikle de önümüzdeki 12 ayda fiyatların artacağı beklentisi, güvenin düşüşüne yol açtı.

Fiyatların değişimine ilişkin bek-lenti, önceki ayki 77,9 değerinden 74,6’ya düştü.

Hanenin maddi durum beklentisi, önceki ayki 79,3 değerinden yüzde 2,1 düşüşle 77,7’ye geriledi.

Genel ekonomik durum beklentisi 78,5’ten yüzde 2,5 azalışla 76,5’e düş-tü.

İşsiz sayısı beklentisi önceki aya kıyasla yüzde 2,9 geriledi. Önceki ay 58,8 olan endeks Aralık ayında 57,1 oldu.

Tasarruf etme ihtimali ise önceki aya kıyasla yüzde 3,5 arttı. Kasım ayın-da 23 olan endeks 23,8’e yükseldi.

Soygun düzeninin bütçesi kabul edildi

2 hafta meclis Genel Kurulu’nda görüşülen 2020 Yılı Merkezi Yöne-tim Bütçe Kanunu Teklifi 20 Aralık’ta AKP-MHP koalisyonunun oylarıyla ka-bul edildi. 159’a karşı 329 oyla bütçe teklifi meclisten geçti.

En fazla payın 468,3 milyar lira ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ayrıl-dığı bütçede, savaş ve saldırganlığa hizmet eden devlet kurumlarına 150 milyar lirayı aşkın kaynak aktarıldı.

Bunlar arasında geçen yıla kıyasla en fazla artış kaydeden kurum Milli Savunma Bakanlığı olurken, kurumun bütçesi 7,9 milyar TL’den 53,9 milyar TL’ya çıkarıldı.

Başlangıç ödeneklerini yıl içeri-sinde hızla tüketen ve ek kaynaklarla harcamaları artan cumhurbaşkanlığı-na da 3,2 TL pay verildi.

Amaçlanan, gericiliğin zehriyle bilinci körelmiş yığınların; haksızlıklara, adaletsizliklere, toplumsal eşitsizliklere, sömürüye karşı direnenlere uygulanan devlet terörünü “şeriatın kestiği parmak acımaz” zihniyetiyle kabullenmeleridir.

Page 6: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

6 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Güncel

Kanal İstanbul projesine dair…

“Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul!”*

Rant serüveni “Kanal İstanbul” sürü-yor. Proje, ilk olarak Tayyip Erdoğan tara-fından, 2011 yılında kamuoyuna açıklan-mıştı. Erdoğan, Panama, Süveyş, Corinth kanallarını dahi geride bırakacak dediği projeyi “hayalim” diyerek ilan etmişti. Kanal İstanbul projesiyle, dünyanın en büyük gemilerinin geçebileceği, kara-de-miryolu ulaşımında kesinti olmayacağı, 3. köprünün bağlantı yollarının kanal üzerinden geçip, Boğaz trafiğinin azalıp, riskin de en aza ineceği hedefleri sıralan-mıştı.

Kanal, Avrupa Yakası’nda Küçükçek-mece Gölü’nden başlayıp, Şahintepe Mahallesi’nden geçerek Sazlıdere Baraj Havzası boyunca devam edecek, Terkos Gölü’nün doğusundan Karadeniz’e ula-şacak. 45 km uzunluğunda, 26 bin hektar alan üzerinde planlanan projeyle 8 mil-yon nüfuslu 97 bin 600 hektarlık bir ada oluşturulması söz konusu.

Nitekim Kanal İstanbul’un etrafın-da kurulacak yeni şehir planlaması için 2018’de İBB, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı arasın-da bir protokol imzalanmıştı. Protokol kapsamında İBB ve İSKİ’nin kanal güzer-gâhındaki arazileri TOKİ’ye devredilecek, böylelikle TOKİ devredilen tüm alanlar-dan gelir elde edecekti. Yanlış anlamaya mahal vermemek adına, bu adımın kanal finansmanı için yapıldığı vurgulanmıştı. Kanalın tamamının işçi ve emekçilerden oluşturulan “milli gelir”le yapılacağı da ayrıca vurgulanarak, gönüllere de su ser-pilmeye çalışılmıştı.

Proje daha duyurulmadan hüküme-te yakın bir patron, bu bölgeden yüklü miktarda arazi satın almış, proje sonrası da sadece vergisi 110 milyon tutarında daha yüklü bir vurgunla dönmüştü. Proje maliyeti 75 milyar TL olarak hesaplanı-yor. “Katar Katar” yatırımları düşününce, nedir ki bu maliyet? Devede kulak! (Ka-

tar Emiri’nin annesi Şeyha Moza’nın Ba-şakşehir’de 100 bin lira sermayeli şirket kurup 1,5 ay kadar sonra Kanal İstanbul güzergâhında 44 dönüm arazi satın aldığı ortaya çıktı.)

AKP’nin kendi adına İstanbul se-çimlerinde karşılaştığı pürüz herkesin malumu. Proje, İBB başkanıyla Tayyip Erdoğan arasında atışmalara konu oldu ve son haftalarda kamuoyunda üzerin-de sıkça duruldu. Nitekim geçtiğimiz aylarda TBMM bütçe görüşmelerinde ihale süreci başlatıldı. ÇED raporunda da sona gelindi. Projenin ilk gündemleştiği zamandan bugüne bilim insanlarından, emek, meslek örgütleri ve toplumun ile-rici kesimlerinden yapılan tartışmalar ve itirazlar biliniyor. İtirazlar karşısında, Tay-yip Erdoğan tarafından ısrarla savunu-lan ve bir denizyolu ulaşım projesinden çok daha fazlası denilen Kanal İstanbul, şimdilerde “tamamen milli meseleler” üzerinden gerekçelendirilmeye çalışılı-yor. Zat-ı muhterem öyle büyük bir pro-jeden bahsediyor ki, Montrö Boğazlar sözleşmesiyle kullanılamayan egemenlik hakları, Kanal İstanbul’la gerçekleşecek! Boğazlardan şimdi beleş geçilirken artık

ülkelere ücret tarifesi uygulanacak ve sa-vaş gemilerinin geçişleri de Türkiye’nin iznine bağlanacak. Süveyş ve diğer kanal-ların kendilerine dair nasıl hakları varsa, Kanal İstanbul yatırımıyla Türkiye’nin de hukuku oluşacak. Geniş bir vizyona sahip bu proje, Türkiye’nin egemenlik hakları açısından yeni bir sayfa olacak!

Kanal İstanbul, yüksek perdeden haykırılan Cumhuriyet, egemenlik hak-kı, Montrö Sözleşmesi, hak ve hukukun paranın egemenliğinde şekillendiğini ga-yet açık özetliyor ve aklımıza hemen şu deyimi getiriyor: “Parayı veren düdüğü çalar!” Kullanım, hak, hukuk, her şey pa-ranındır, işte Kanal İstanbul da bu yolda atılmış bir adımdır.

Baştan ayağa rant ve kâr odaklı bir sermaye projesi olan Kanal İstanbul’a karşı çıkanlara, Tayyip Erdoğan, “Düşü-nün, sizin Boğazınızı kullanıyorlar ama hiçbir şey elde edemiyorsunuz.” diye çı-kışıyor. Biz de buradan işçi ve emekçilere sesleniyoruz:

Bu projeyle, hâlihazırda içme suyu-nun %70’ni başka illerden karşılamak zorunda olan İstanbul’un en önemli su kaynağı Sazlıdere yok olacak. Kanal İs-

tanbul Proje güzergâhı ve etrafı boyunca; su havzaları, tarım alanları, orman gibi doğal kaynaklar zarar görecek. Proje için yapılacak kazıda 1 milyar 155 milyon 668 bin metreküp hafriyat çıkacak ve bu, Ka-radeniz kıyılarında oluşturulacak dolgu alanları için kullanılacak. Üç aktif fay hat-tının geçtiği bölgede nüfus ve yapılaşma baskısıyla afet riski artacak ve milyon-larca insan buraya hapsedilmiş olacak... Liste oldukça uzun. Baştan aşağı rant ve kar odaklı, sermaye projesi Kanal İstan-bul işçi ve emekçilere, çevreye ve doğaya ölüm, hastalık, iş cinayetleri, yok olma tehlikesi getirecek. Peki, bizlerin hakları-na, sağlığına, yaşamına el konulurken, ne yapacağız?

“Şehir dediğin nedir ki? Aslolan in-sandır!”** İstanbul’u İstanbul yapan, dö-nüştüren işçiler ve emekçilerdir. Yollarını yapan, yapılarını inşa eden, temizleyen... Fakat kapitalist sistemde, sermayenin egemenliğindeki şehirler, İstanbul’da ol-duğu gibi insani her şeyden uzaktır. Ser-maye, sanayinin, sanayi işçilerin, emeğin ürünüdür. Bu gerçekten yola çıkarak, İs-tanbul’u kurtaracak olan da işçi sınıfının gücü olacaktır. Geçici olmaya mahkûm gerçeklik şudur ki,

“Sen şimdi haramilerin elindesin, İstanbul” “Haramilerin saltanatı yıkılsın Bekle o günler gelsin İstanbul, bekle Sen bize layıksın.”* Seni sen yapan işçi ve emekçilere…

S. GÜL* Vedat Türkali, İstanbul şiiri** William Shakespeare

Kanal İstanbul projesini “yap-iş-let-devret” modeli kapsamına alan ya-sal düzenlemenin iptali ve yürütmesinin durdurulması için yapılan başvuruyu Anayasa Mahkemesi (AYM) reddetti.

26 Temmuz 2018’de mecliste kabul

edilen torba yasada, Kanal İstanbul’u yap-işlet-devret kapsamına alan düzen-leme de yer alıyordu.

Bu düzenlemenin yürütmesinin dur-durulması ve iptal edilmesi yönünde CHP tarafından yapılan başvuruyu AYM

bugün görüştü.AYM, oybirliğiyle düzenlemenin

Anayasa’ya aykırı olmadığına karar ve-rerek iptal istemini reddetti ve Kanal İstanbul’un yap-işlet-devret modeline uygun olduğuna hükmetti.

AYM Kanal İstanbul’u ‘yap-işlet-devret’e uygun buldu

Page 7: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 7Sınıf

Vergi yükü işçinin sırtında…

Asgari ücret vergiden muaf tutulsun!

Vergi yükünün ücretli çalışanlar için %70, büyük banka ve şirketler için ise ortalama %5 olduğu Türkiye’de vergi konusu, üzerine en çok tartışılan, hatta ilk sıralardan inmeyen başlıklardan biri olmaya devam ediyor. Asgari ücret gö-rüşmeleri sürerken “vergi adaleti”, “ver-giden muafiyet” gibi meseleler de yapı-lacak zam oranı kadar tartışıldılar.

Verginin uygulanma biçimi, farklı top-lumsal dönemlerde değişiklik gösterse de yoksulların ve emekçilerin tepkisinin açığa çıktığı bir başlık olagelmiştir. Yöne-tenlerin bütçede oluşturduğu gedikler emekçilerden alınan vergilerle çözülme-ye çalışıldığında ve bu artık katlanılmaz noktaya geldiğinde isyanlar da ortaya çıkmıştır.

VERGİ DÜZENLEMESİ (!)Vergi ile ilgili son düzenlemeler geçti-

ğimiz haftalarda yapıldı ve 7 Aralık tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı. Mevcut ver-gilere yeni vergi kalemleri (Dijital Hizmet Vergisi, Konaklama Vergisi vb.) eklendi. Her türlü hizmet alımı ve tüketim ürün-leri içerisindeki bu tür dolaylı vergiler şüphesiz ki işçi ve emekçilerin bütçesini iyice dibe çekecektir.

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albay-rak, 2019 Şubat’ında 134. kez toplanan Vergi Konseyi’nde ve sonraki dönemde gündeme dair her konuştuğunda, “Taba-na yayılmış daha adaletli bir vergi siste-mini en kısa zamanda hayata geçirmeyi arzuluyoruz.” demeyi ihmal etmedi Ba-kan Albayrak “adaletli vergi” derken, “Ar-tan oranlı gelir vergisi”nden mi bahsedi-yor? Devletin herhangi bir adımı bunu işaret etmiyor.

Marx, vergi konusunda şunları ifade etmiştir: “Vergi alanındaki mücadele sı-nıf mücadelesinin en eski biçimidir. Bu nedenle devletin, verginin sınıfsal içeri-ğini ve bu sınıfsal ayrışmanın sömürücü doğasını örtbas edebilmek için eşitlikçi

bir vergileme söylem ve biçimini yerleş-tirmesi gerekmektedir.”

VERGİLER VE KRİZİ HAFİFLETMEKKrizin etkileri güçlü şekilde hissedildi-

ğinde, döviz fırladığında, hayat pahalılığı arttığında en çok etkilenen işçi ve emek-çiler olurken, vergi affından yararlanan-lar patronlar oluyor. Patronlar kriz döne-mini kârlarını katlamanın manivelasına çevirirken, işçilerden anlayışlı olmaları, kemer sıkmaları, işsizlik psikolojisini gö-ğüslemeleri bekleniyor.

Vergi, “devlet veya kamu kuruluşları-nın kamu harcamaları için gerçek ve tü-zel kişilerden yasal olarak toparladıkları parasal tutar” olarak tanımlanıyor. Dev-let ekonomisinin temel taşlarından olan vergi, devlet giderlerinin çoğunu karşıla-yabilecek önemli bir kaynaktır.

ASGARİ ÜCRET VE VERGİDEN MUAF OLMA TALEBİAçlık sınırının altında olan ve yeni

zamla da sınırı aşmayı başaramayacak gibi duran asgari ücretle çalışanlar, do-laylı ve dolaysız vergileri ödediğinde, kazancından en çok vergi ödeyen rekort-

men kesimi oluşturuyor.Toplanan vergilerin büyük kısmı KDV

ve ÖTV gibi dolaylı vergilerdir. İşçi ve emekçilerden sağlanan bu vergilerin yanı sıra dolaysız vergi de yine emekçilerin kazancına göre yüksek oranda kesilmek-tedir. 8 milyon asgari ücretlinin 2019’un ilk 10 ayında ödediği vergi toplamı 25 milyar 224 milyon TL tutarındadır.

Kriz devam ettikçe asgari ücretlinin hissedeceği etkilerin daha ağır olacağı-nı düşündüğümüzde “insanca yaşamaya yetecek asgari ücret”in “vergiden muaf” olması temel bir talebe dönüşmektedir. İşçinin kendisi ve bakmakla yükümlü ol-dukları için ödediği gıda, barınma, giyim, ısınma, elektrik, sağlık, eğitim gibi gider-lerini karşılamaktan çok çok uzak asgari ücretle (4 kişilik ailenin söz konusu gi-derlerini baz alan yoksulluk sınırı 6.850 TL’dir) çalışanlar, gelir vergisini ödemek-ten muaf tutulmalıdır. Ayrıca sermaye düzenine karşı mücadelede aşağıdaki taleplerin ileri sürülmesi ihmal edilme-melidir.

- Her türlü dolaylı vergi kaldırılsın!- Artan oranlı gelir ve servet vergisi!- Vergiden muaf ve insanca yaşama-

ya yetecek asgari ücret!

Kayseri İşçi Birliği’nden asgari ücret açıklaması

Kayseri İşçi Birliği (KİB), 22 Aralık’ta asgari ücret açıklaması gerçekleştirdi. Sivas Caddesi’nde yapılan eylemde basın açıklamasını Kayseri İşçi Birliği Sözcüsü okudu.

Asgari ücrete ilişkin görüşmelerin ekonomik kriz koşullarında başladığı-nı belirten KİB sözcüsü, “Kriz koşulla-rında asgari ücretimiz eridikçe eridi. Vergi yükümüz katlandı. Asgari üc-retli milyonlarca işçi krizin ağır yükü altında inim inim inlemektedir” dedi.

Artan zamları dile getiren KİB söz-cüsü, “Elektriğe doğal gaza hemen hemen her gün zam geliyor. Zamlar nedeniyle doğalgazı kullanamaz, ço-cuklarımızın temel ihtiyaçlarını karşı-layamaz hale geldik” dedi.

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun sermayeyi koruğunu belirten KİB söz-cüsü, “Asgari Ücret Tespit Komisyonu işçinin iyiliğini düşünmüyor. Serma-yeyi korumayı, patronların istediğini yapmayı temel görev sayıyorlar. Bu nedenle asgari ücret komisyonun-dan işçinin hayrına bir karar çıkmaz” dedi.

TÜİK’in tutumuna değine KİB Söz-cüsü; “TÜİK asgari ücretlinin kaybının 5,3 olduğunu söylüyor. TÜİK milyon-larca asgari ücretli işçinin aklıyla dal-ga geçiyor. Asgari ücret açlık sınırının altına düşmüşken, gerçek enflasyon yüzde 30 olmuşken, açlık sınırında ücreti bile işçiye çok gören TUİK! Ra-kamını al da git!” dedi.

Basın açıklamasının son bölümün-de insanca yaşamaya yeten vergiden muaf asgari ücret için mücadele et-mekten başka bir yol olmadığını be-lirten KİB sözcüsü, “İnsanca yaşama-ya yeten vergiden muaf asgari ücreti söküp almak için birleşmek, her yerde birlik olmaktan, örgütlenmekten baş-ka yol yok!” dedi.

Açıklama sırasında “Asgari değil insanca yaşam!”, “TÜİK rakamını al da git!”, “İşçilerin Birliği sermayeyi yenecek” ve “Kurtuluş yok, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç-birimiz!” sloganları atıldı.

Kocaeli Darıca’daki VİP Giyim fabri-kasındaki sömürü koşullarına karşı DE-RİTEKS sendikasında örgütlenen ve işten atma saldırısıyla karşılaşan iki kadın işçi, soğuk, yağmur, çamur demeden fabrika

önünde 36 gündür direniyordu. İşçiler 24 Aralık’ta çadır kurarak yağmurdan korunmak istediler. Bir saat sonra 5 ekip otosuyla direniş alanına yığınak yapan polisler, çadır kurmanın yasa dışı oldu-

ğunu öne sürerek saldırıya geçti ve çadırı kaldırdı. Gebze İşçilerin Birliği Derneği, polisin saldırısını ve işçi düşmanlığını teş-hir ederek, sınıf dayanışmasını büyütme çağrısı yaptı.

VİP Giyim’de direnen işçilerin çadırına polis saldırdı

Page 8: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

8 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Sınıf

Sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu kısır döngüden çıkabilmesinin önemli bir dinamiğini içinde barındıran MESS Grup TİS süreci devam ediyor. Yetkili üç sen-dika ve MESS arasında süren sözleşme görüşmelerinde, gelinen aşamada uyuş-mazlık zaptı tutulmuş bulunuyor. Yasal prosedürü işletmek konusunda olabildi-ğince titiz davranan taraflar, arabulucu-luk sürecinin devreye gireceği önümüz-deki birkaç haftanın ardından anlaşma olmaması halinde, grev kararı alarak, iki aylık bir döneme girecekler. Bu iki ay için-de ya sözleşme imzalanacak ya da greve çıkılacak. Şu ana kadar süreç hemen her TİS sürecinden bildiğimiz şekilde ilerliyor.

MESS masada kapsamlı bir saldırı programıyla bulunuyor. Kriz dönemini fırsata çevirmeye çalışan metal patron-ları, metal işçisinin köleliğini istiyorlar. Bunu gizli saklı değil, açıktan talep edi-yor, ekonomideki güncel tabloyu bir ge-rekçelendirme ve tehdit unsuru olarak gösteriyorlar. Yani aylar öncesinden bi-linen, farklı işkolu ve fabrikalarda imza-lanan sözleşmelerin de açıkça gösterdiği gibi, sermaye düzeninin bütünsel hedef-leri kapsamında, adımlarını kararlılıkla atıyorlar.

Sendikal bürokrasi cephesinde ise geçmişle kıyaslandığında yine bir deği-şiklik yok. Onlar için TİS süreci masa başı görüşmeler ve yasal prosedürün yeri-ne getirilmesinden ibaret. Şu ana kadar ortaya çıkan veriler bir kez daha buna işaret ediyor. Olabildiğince sessiz geçiri-len görüşme süreçlerinin ardından uyuş-mazlık zaptının tutulması üzerine, fabri-kalarda üretime dokunmayan eylemler başlatıldı. Çelik-İş’in bu konuda da varlığı tartışmalı olmaya devam ederken, Bir-leşik Metal-İş her TİS sürecinin rutin ey-lemlerini gerçekleştiriyor. Türk Metal ise Metal Fırtınası’nın bir etkisi olarak, 2017 TİS sürecinde olduğu gibi bu TİS sürecin-de de fabrika eylemleri gerçekleştirmeye başlamış durumda.

Metal işçileri saflarında, yılların biri-kimi ve kriz sürecinin ağırlığının yansıma-ları ile giderek biriken bir hoşnutsuzluk ve tepki var. Artan tepki kendini henüz ortaya koyabilecek kanallar yaratamasa da mücadele potansiyelinin alttan alta mayalanmasını sağlayan bir işlev görü-yor. MESS ve sendikal bürokrasi şu ana kadar bu tepkiyi kontrol edebilme başa-

rısı göstermiş olmalarına rağmen, süreç “her şeye gebe” denilebilecek bir nokta-ya doğru ilerliyor. Bilinç ve örgütlülüğün zayıflığı, görece daha deneyimli işçilerin, Metal Fırtınası sonrası sistematik olarak fabrikaların dışına çıkartılmış olmaları gerçeği, mücadele dinamiklerini zayıfla-tan bir etmen olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu, ülkenin içinde bulunduğu bü-tünsel atmosferin doğrudan bir yansıma-sı olarak, muhtemel kırılmaların metal işçileri açısından hiç de yabana atılır bir ihtimal olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. MESS TİS süreci ve masada bulunan ağır dayatmalar, bu kırılmaları tetikleyebile-cek bir dinamik olarak ortada duruyor.

***Gelinen aşamada, sendikal bürokra-

siyi aşabilecek, biriken mücadele potan-siyelini açığa çıkartıp birleştirebilecek ze-minleri zorlamak büyük bir önem taşıyor. MESS dayatmalarına karşı somut talepler etrafında örgütlenebilecek bu süreç, ile-ri-öncü işçilerin ve sınıf devrimcilerinin üzerinde önemle durması gereken bir hedef olabilmek durumunda. Sınıf mü-cadelenin genel ihtiyaçlarını eksen alan, günün öne çıkan başlıklarını bu kapsam-da mücadele gündemi haline getiren so-mut yol gösterme çabası, içinde bulunu-lan durumdan çıkış açasından gündeme gelebilecek kırılmaları tetikleyebilecek bir öneme sahip. Kendiliğinden oluşan tepkiyi bilinçli bir temele kavuşturma ça-bası ve başlangıç noktası olarak alma he-defi, öncelikle metal işçilerinin, giderek de toplam sınıf mücadelesinin önünün açılması açısından ciddi bir imkan duru-munda.

Bu anlamıyla, kriz süreci ve MESS’in dayatmaları, bütünlüğü içinde sürekli olarak işlenebilmeli ve bu konuda metal işçileri saflarında açık bir bilinç yaratma hedefi öncelikli olabilmelidir. 3 yıllık söz-leşme dayatması, sefalet zammı, esnek ve kuralsız çalışma koşullarını ağırlaştı-racak hükümler bütünlüğü içinde sürek-li gündemler olarak öne çıkabilmelidir. Metal işçisinin yakıcılığını duyduğu ta-leplerinin haklılığı ve meşruluğu çok yön-lü olarak işlenebilmelidir.

Dayatmaların yanı sıra, sendikal bü-rokrasinin rolü sürekli bir teşhir konusu olabilmeli, metal işçisinin tabandan ör-gütlenmesinin, inisiyatifi ele alabilmesi-nin, söz-yetki ve karar hakkını kullanabil-mesinin altı her vesileyle çizilebilmelidir. Fabrika komiteleri/kurulları bunun so-mut gerçekleşme zemini olarak öne çı-kartılabilmelidir.

Dayatmaları püskürtmek, haklı ve meşru talepleri kazanabilmek için bir-leşik mücadele ihtiyacı ve fiili-meşru bir mücadele hattı olmazsa olmazlardır. MESS dayatmalarına ve sendikal bürok-rasinin tutumuna sermaye devletinin baskı ve yasaklarının eklendiği biliniyor. Grev yasaklarının rutin bir uygulama ha-line geldiği, MESS ve sendikal bürokrasi-nin elini rahatlatan bir işlev de gördüğü malum. Bu konuda sağlanabilecek bir bilinç açıklığı ve pratik olarak yasakları aşabilecek bir çaba, yine sürecin bütün-lüğü üzerinden sürekli bir gündem ola-bilmelidir.

Gelinen aşamada, sendikal bürokra-sinin fabrikalarda, üretime dokunmadan tepki eylemleri örgütlemeye başlaması, eylemlerin amacından bağımsız olarak,

müdahale edilmesi gereken bir noktada duruyor. Sendikal bürokrasiye tepki ola-rak, gerçekleşen eylemlere duyulan gü-vensizlik ve katılmama eğilimi, var olan durağanlığı aşmak için adımların atılma-sını zorlaştırıyor. Evet, eylemlerin mantı-ğı ve biçimi mahkûm edilmeli ama metal işçilerinin bu tabloya müdahale etmesi, değiştirmesi, giderek üretime yansıyan bir içerik kazanabilmesi için bu eylem-lerin basamak olarak değerlendirilmesi ihtiyacı da ortaya konulabilmelidir. Bu şu sıralar hakim olan beklemeci ruh haline, nasıl olsa satacaklar umutsuzluğuna ya-pılabilecek önemli bir somut müdahale-dir.

Sendikal bürokrasinin “zorunlu ve görüntüyü kurtarmak için” gündeme ge-tirdiği eylemler, şu an için sözleşme süre-cinin masa başı görüşmelerin dışına çıka-bildiği tek pratik alandır. Bu pratik alana müdahale ile birlikte gündeme getirilebi-lecek daha ileri eylem hedefleri, MESS’in ve sendikal bürokrasinin kuşatmasını ya-rabilecek bir potansiyel anlamına geldiği gibi, olası grev yasaklarına karşı bilinç ve örgütlülüğün yaratılabilmesi açısından da hazırlık zeminlerine dönüştürülebilir. Biriken mücadele potansiyelinin etrafını saran çok yönlü kuşatmayı aşabilecek, süreci tetikleyebilecek dinamikleri açığa çıkartabilir.

Sınıf mücadelesi ve gündemleri so-muttur. Sürecin her aşamasında bu so-mutluk içinde müdahale temel gündem olabilmeli, bütünü gözeten ama günü yakalamaya çalışan bir yaklaşım belirle-yici kılınabilmelidir. İlerici-öncü işçiler ve sınıf devrimcileri görevlerine bu gözle bakabilmelidirler.

Metal Grup TİS süreci ve görevlerimizE. Eren Yılmaz

Page 9: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 9Sınıf

Metal Grup TİS’leri arabuluculuk sürecinde…

Gerçek bir sınıf mücadelesinin imkanlarıYaklaşık 150 bin metal işçisini doğ-

rudan, milyonlarca işçiyi dolaylı etkile-yecek olan Metal Grup TİS süreci aralık ayının başında uyuşmazlık zaptının tu-tulmasıyla yeni bir evreye girdi. Metal patronlarının sözcüsü MESS, şu ana ka-dar görevinin hakkını vererek, metal işçi-sine daha ağır kölelik koşulları getirecek olan son teklifini yaptı. Arabulucu süre-cine varan görüşmelerde MESS, başta sefalet zammı, 3 yıllık sözleşme süresi; ikramiyelerin devamsızlıklar üzerinden, prim esaslı değerlendirilmesi ve yıllık ödenmesi, deneme süresinin 4 aya çıka-rılması, denkleştirme ve telafi çalışma-sı gibi birçok dayatmalarda bulunuyor. Böylesine ağır şartlar dayatan MESS, kuşkusuz metal işçilerinin sözde tem-silcileri konumundaki sendika ağaları-nın uzlaşmacı ve teslimiyetçi çizgisine, mevcut siyasal iktidarın (AKP’nin) son yıllarda arttırdığı baskı ve yasaklamalara güveniyor.

Metal işçilerini temsil ettiklerini iddia eden sendika ağaları, bu dayatmalara karşı göstermelik eylemlerle mücadele pozları vermeye başladılar. Birçok fabri-kada iş çıkış ve giriş saatlerinde, özellikle üretime yansımayan eylemler gerçek-leştirildi. Eylemlerde geçmiş süreçlerde sendika bürokratlarından sürekli duy-duğumuz iddialı sözler bir kez daha sarf edildi. Ancak yine geçmiş sözleşmeler-de, bu iddialara uygun davranmayanla-rın satış sözleşmesini nasıl imzaladıkla-rını da gördük. O zamanlar olduğu gibi bugün yapılanlar da sadece göstermelik eylemlerden ibaret.

Fabrikalardan yansıyanlara bakılırsa eylemler birçok işçinin haberi olmadan, alelacele gerçekleştirildi. Yukarıdan alı-nan kararlarla ve tabanın hiçbir söz hak-kının olmadığı eylemler yapıldı, yapılma-ya devam ediyor. MESS’in dayatmalarını sözde geri çektirecek ve metal işçisinin insanca yaşayabileceği koşullara ulaş-ması için yapıldığı iddia edilen eylemle-rin, gerçekte bu perspektiften çok uzak olduğu biliniyor. Eylemler göstermelik olmaktan öteye geçmiyor. Sadece, im-zalanacak satış sözleşmesi sonrasında, “biz elimizden geleni yaptık” diyebilmek hesabıyla düzenleniyor. Öyle olmasaydı, bu “eylemler”i düzenleyen sendika bü-rokratları, diğer yandan sözleşme süreci-nin öncesinden başlayarak, fabrikalarda

“ekonomik kriz ve sonuçları” argümanla-rıyla işçiler üzerinde baskı kurmaz, ma-nipülasyonlarla aza razı etme politikası gütmezlerdi.

Türk Metal çetesi Metal Fırtınası sonrası yapılan ve kısmi kazanımların olduğu sözleşmeyi, “yüzyılın sözleş-mesi” şeklinde diline pelesenk etmişti. Şimdilerde, yapılan bu sözleşmeyi ken-dine siper ederek, aslında gündemdeki olası satış sözleşmesini aklama derdine düşmüş durumda. Sendika bürokratları aynı zamanda satış sözleşmesi sonrasın-da, “bu koşullarda bu kadarı yapılabilir” düşüncesini işçilere aşılamak için de gö-rüntü veriyorlar. Böylece, olası tepkile-rin önüne şimdiden geçmeye hazırlanı-yorlar. Olası tepkiler diyoruz, çünkü son yıllarda hızla artan zamlar ve vergiler ile ücretlerdeki düşüş, yine çalışma koşulla-rının son yıllarda artan ağırlığı işçilerde büyük öfkeler biriktirmektedir. Ayrıca asgari ücret görüşmeleri de sözleşmede alınacakların aynası durumundadır. Me-tal Fırtınası sonrasında fabrikalardaki işçi çıkarmalarının ardından, metal işçileri-nin yarısından çoğu işe yeni giren asgari ya da ona yakın ücretle çalışan işçilerden oluşmaktadır.

MESS, sermaye devleti ve sendika bürokratları üçlüsü, her şeyi ince hesap-layarak, koordineli bir şekilde yol yürü-meye çalışıyor. Her cepheden yapılan açıklamalar birbirini tamamlayan bir yan

taşıyor. Masa üstünde göstermelik bir kavga, masa altında ise el sıkışmalar bir arada yürütülüyor. Bu süreç metal işçisi-nin değil, MESS’in elini güçlendirmekten öteye geçmiyor.

Eylemlere katılım ve coşkuya bakı-lırsa işçilerde biriken öfkeyi görebiliriz. Ancak birçok işçide “mevcut sendika-larla bir şey alınmaz” anlayışının hakim olduğunu da görüyoruz. Fabrikalarda göstermelik eylemlerle ilgili olarak me-tal işçilerinin yaptığı değerlendirmelerde eylemlerin üretime yansımamasına karşı tepkiler dikkat çekiyor. Bir metal işçisinin “Eylemlerin benim zamanımdan değil, patronun zamanından çalması gerekir. Diğer türlü fazlaca bir anlamı yoktur.” sözü her şeyi açıklar niteliktedir.

Grup TİS süreci metal işçisi açısından çok yönlü sorunlar barındırıyor. Serma-ye cephesi içerden güçleriyle birlikte bir bütün olarak hareket ediyor. MESS’in dayatmalarının kabulü için yakın süreçte sermaye devleti kurumlarının seferber-liği başlayacaktır. Yargısıyla, kanunlarıy-la, kolluk güçleri ve medyasıyla her biri ayrı koldan saldırılara geçecektir. Her şey metal işçisinin, MESS şahsında sermaye sınıfına boyun eğmesi içindir.

Metal işçisi bunun bilinciyle hareket etmek ve acilen buna göre bir hazırlık içerisine girmek zorundadır. Fabrikalar-da Metal Fırtınası’nı yaşamış ileri öncü işçiler, geçmiş deneyimlerinden dersler

çıkararak, bu süreçte harekete geçmeli-dirler. Yapılan eylemlerde sürükleyici bir rol üstlenmek öncelikle deneyimli öncü işçilere düşüyor. İnisiyatif temsilcilerin elinden alınmalıdır. Her ne kadar metal işçisinin bilinç ve örgütlülük düzeyi zayıf olsa da öncü işçiler buna takılmamalı. Çünkü saldırının boyutu çok büyüktür ve metal işçisinin bu koşullara karşı öfkesi her geçen gün artmaktadır. Geriye sade-ce bu öfkeyi örgütlemek ve doğru temel-de yönlendirmek kalıyor.

İşçilerin birbirine güven sorunu bu eylemlerde sarf edilen çabalarla orta-dan kalkabilir. İleri ve öncü işçiler önce kendilerine, sonra diğer işçilere inan-malıdırlar. Saldırı tüm metal işçisine ya-pıldığına göre, saldırıya karşı verilecek mücadele de ortaklaştırılmalı, talepler somut ve net olmalı, tüm işçileri kap-samalıdır. Tutulması gereken yolu, Me-tal Fırtınası ve geçmiş deneyimler döne döne göstermektedir. Metal işçisi fab-rikalarda tabandan gelen birliğini kurar ve fabrikalar arası kurullarını oluşturup, talepleri uğruna fiili-meşru mücadele yolunu seçerse karşısında hiçbir güç du-ramaz. MESS’in dayatmaları, sendikal ağalık düzeni ve AKP iktidarının grev ya-sakları ve baskıları ancak bu şekilde yok edilir ve ancak bu yolla süreç gerçek bir sınıf kavgasına ve mücadelesine çevrile-bilir.

BİR MİB ÇALIŞANI

Saldırı tüm metal işçisine yapıldığına göre, saldırıya karşı verilecek mücadele de ortaklaştırılmalı, ta-lepler somut ve net olmalı, tüm işçileri kapsamalıdır. Tutulması gereken yolu, Metal Fırtınası ve geçmiş deneyimler döne döne göstermektedir.

Page 10: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

10 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Sınıf

Aliağa’da “Kriz ve Sınıf Mücadelesi” paneliİzmir İşçi Kurultayı’nın ön çalışma-

sı olarak Aliağa’da krize karşı yan yana gelen işçilerle planlanan panel 22 Ara-lık’ta Petrol-İş’te gerçekleştirildi.

Panel başlamadan önce Petrol-İş Aliağa Şube Başkanı Ahmet Oktay kısa bir konuşma yaptı. Ardından modera-tör tarafından kurultay çalışmasının neden başladığı ve nasıl yan yana ge-lindiği aktarıldı. Son üç aylık dönemde yapılan çalışmalar, direniş ziyaretleri ve toplantılar anlatıldı.

İlk söz Temel Demirer’e verildi. Demirer, “Sınıf mücadelesinin bugün-kü durumuna takılmamak gerektiği-ne inanıyorum. Bugünden daha kötü günler de gördüm, 15-16 Haziran’ı da gördüm” dedi. Krizin etkileri, alım gücünün düşmesi, intiharlar, yoksul-luk gibi konuları işleyen Demirer, “İyi kapitalizm yoktur” diyerek Tüpraş TİS sürecini ve muhalif görünen Koç Hol-ding’in konumunu anlattı. “Kapitalizm bir adaletsizlik sistemidir, cehhnnem-dir. Dünyada sendikalı işyerlerinin %85’inde grev yasağı vardır. 2019 yı-lında 680 bin işçi sendikacı tutuklan-mıştır” diyerek işçi sınıfı mücadelesi-nin anti-kapitalist olması gerektiğini vurguladı. Demirer konuşmasının de-vamında dünya çapında işçi hareke-tinin yükseldiğini belirtti, bu eylem-lerdeki şiarların gösterdiği sınıfsal tutuma işaret etti.

İş cinayetlerinin ve intiharların son 10 yıllık AKP döneminde arttığını söyleyen Demirer, son olarak sendika-ların işçilerin sözcüsü olduğunu, ma-sada karşısında burjuvazi olduğunu unutmamak gerektiğini vurguladı.

İkinci olarak İzmir İşçi Kurultayı Temsilcisi söz aldı. Temsilci Türkiye işçi sınıfının mevcut verili tablosunu, kri-zin etkileriyle birlikte aktardı. Serma-ye devletinin arttırdığı baskı politika-larından, sendikal bürokrasiye değin sınıfın önündeki engeller sıralandı. Kurultay çalışmasının dayanışma ve mücadeleyi örgütlemek için bir adım olduğunu vurgularken taban örgüt-lülükleri ve fabrikalar arası kurullar kurmak, eğitim çalışmaları yapmak, direnişteki işçilerle dayanışmayı yük-seltmek gibi somut öneriler yaparak konuşmayı sonlandırdı. Konuşmaların ardından soru, cevap ve öneri kısmına geçildi.

Panel 5 Ocak pazar günü saat 13.00’te İzmir Barosu’nda gerçekleş-tirilecek İzmir İşçi Kurultayı’na katılım çağrısı yapılarak son buldu.

Atamalarda güvenlik soruşturmaları sürecek

Kamusal alanda yapılan atamalarda “güvenlik soruşturması ve arşiv araş-tırması” sonucunda binlerce emekçi mağdur edildi ve halen de ediliyor. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL ve arka arkaya yayınlanan KHK’larla, devlet memurluğuna ilişkin 657 sayılı Kanun’da değişiklikler yapıl-mıştı. Bir yandan kamuda kitlesel ihraç-lar gerçekleştirilmiş, diğer yandan ise atamalarda KPSS puanının yanı sıra bazı meslek gruplarında mülakat ve her ata-ma için güvenlik soruşturmaları zorunlu hale getirilmişti. O zamandan bu yana hem derece yapmış hem de mülakattan geçmiş kişinin atanmasının onaylanması için MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve mahalli mülki idare amirlikleri tarafından yapılan güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasından “temiz” raporu alınması şart koşuluyor.

CHP’li milletvekilleri tarafından ge-çen sene bu uygulamayı da kapsayan ka-nunda bazı maddelerin iptali için Anaya-sa Mahkemesi’ne (AYM) başvurulmuştu. 29 Kasım 2019 tarihli Resmi Gazete’de AYM’nin konu hakkındaki kararı yayın-landı. AYM “vatandaşların kişisel veri niteliğindeki bilgilerinin memuriyete gi-rişte değerlendirmeye tabi tutulmasının Anayasa’ya aykırı olduğuna” karar verdi

ve bu düzenlemeyi iptal etti.AYM’nin iptal ettiği güvenlik soruş-

turması ve arşiv araştırması şartı, yeni-den hazırlanan bir yasa teklifi ile Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi. Komisyonda kabul edilen maddelere göre “kamu hizmetlerinin etkin ve sağ-lıklı bir biçimde yürütülmesi amacıyla” 657 sayılı Kanun’da yapılan değişiklik-lerden kaynaklı mağdur olanlara güya hakları geri verilecek. Fakat bu sefer de memuriyetlerin atanmasında, 1402 Nu-maralı Sıkıyönetim Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun kapsamında, tekrardan güvenlik soruşturması ve ar-şiv araştırması şartı getirildi. Yani sadece biçimsel bir oynama yapılarak, var olan uygulamanın olduğu gibi devam etmesi sağlandı.

Anayasa Mahkemesi’nin uzun za-mandır yalnızca görüntüde hukuksal ku-rallara uyduğu ama özellikle tek adam rejiminin inşası sürecinde yargının da tek adama bağlandığı bilinen bir gerçektir. Sermaye devleti kendi anayasasını çiğ-nemekte sorun görmemektedir. Atan-ma konusunda yaşanan mağduriyetler için adalet arayışı mahkemeler ile sınır-lı kaldıkça bir çözüme ulaşılamayacağı açıktır. Kağıt üzerinde yazılı olan yasal hakların mevcut halinin bile ancak güçlü

mücadeleler sonucu kazanılmış olduğu unutulmamalıdır. Bu yasaların fiilen uy-gulanması, aynı şekilde, çeşitli mücadele yöntemlerinin geliştirilmesine bağlıdır.

Devlet kadrosuna alınmak önceden güvenceli bir iş olarak görülüyordu. An-cak AKP’nin, son yıllarda Gülen cemaati ile tutuştuğu kavgayı da bahane ederek, devlet kurumlarını kendi çizgisine göre dizayn etmenin türlü yöntemlerini uy-gulamaya başlaması ile bu algı kırıldı. Atanma meselesinin dışında, Alo İhbar Hattı gibi kanallarla ispiyonlama kültürü yaratılması da sorunun diğer parçası. İn-sanlara AKP’ye üye olmak ya da düşün-celerini ifade etmekten korkmak daya-tılıyor. Emekçilerin de tercihi bu yönde olabiliyor ve ekonomik kaygılar sermaye devletinin kullandığı bir sopa işlevi taşı-yor. İşçi ve emekçilere hem örgütsüzlük dayatılıyor hem de onursuzluk.

Tüm bunlara karşın işini savunan ve bunun mücadelesini sokaklarda da sür-düren onurlu kamu emekçileri, bulun-dukları alanlardan sermaye devletine karşı seslerini yükseltiyorlar. Toplumun diğer kesimlerinin de kamu emekçile-rinin mücadelesine omuz vermeleri ve bunu sermaye iktidarına karşı topyekûn mücadelenin bir parçası olarak görmele-ri gerekiyor.

Hem derece yapmış hem de mülakattan geçmiş kişinin atanmasının onaylanması için MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve mahalli mülki idare amirlikleri tarafından yapılan güvenlik soruşturması ve arşiv araştır-masından “temiz” raporu alınması şart koşuluyor.

Page 11: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 11Sınıf

Burjuvazi bireyciliği ve bencilliği dayatıyor…

Paylaşarak, dayanışma ile birliğimizi güçlendirelim!

Geniş işçi-emekçi yığınlar çok yönlü ve kapsamlı saldırılar altında yaşıyorlar. Sermayenin bu saldırıları işçi ve emekçi-lerin bilincini bulandırıyor, onları yoksul-laştırıyor ve yoksunlaştırıyor. Topyekûn saldırıların iktisadi boyutuyla yığınlar sefalet çukuruna itiliyorlar. Diğer yandan da sosyal ve ideolojik saldırılarla işçi ve emekçilerin kimlikleri erozyona uğratılı-yor, işçi ve emekçiler insani olarak hiçleş-tiriliyorlar. Tüm bu saldırıların hedefi ve amacı ortaktır. İşçi sınıfını ve emekçileri sınıfsal kimlikten uzaklaştırmak ve emek-çiler arasında birliğin sağlanmasının önüne geçmek hedefleniyor. Sermaye sınıfının çok yönlü saldırıları ile erozyona uğrayan kimliklerde, bireycilik ve bencil-lik hakim hale getirilmek isteniyor.

Genel olarak fabrikalara ve çalışma alanlarına baktığımızda sermayedarların bunda bir başarı elde etmiş olduğunu söylemek mümkün. Patronlar sınıfının (burjuvazi) istediği türden kimlikler, sı-nıf içinde yaygın durumda. Fabrikalarda işçilerin büyük bölümü paylaşmaktan uzak, bencil, kendinden başkasını düşün-meyen, dayanışmadan kaçan bir tutum içinde. Hakim kimlikler böyle olunca, sı-nıf bölük pörçük halde, ağır sömürü ve yaşam koşullarında debelenip duruyor. Sınıfın büyük çoğunluğuna hakim kimlik-lerin böyle olmasından ötürü, gerçek ve sağlam bir birliğin oluşması için, kimlik-lerdeki bu erozyonların mücadele içinde onarılması zorunludur. Sınıfsal dayanış-ma ve paylaşım sınıfın ruhudur. Daya-nışma ve paylaşma noktasında bir sınıf bilinci yaratılmadan çıkarsız bir işçi birliği oluşturmak zorlaşıyor. Zaten burjuvazi birliğin önüne geçmek ve sınıfı atomize etmek için, dayanışma ve paylaşma ru-hunu ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Her bir işçi sadece bireysel olarak kendisi için soluk alıp verdiğinde, işçiler bir sınıf olamıyorlar. Ama ne zaman ki tek tek işçiler çıkarsız bir biçimde diğer sınıf kardeşlerini de düşünür, kendi çı-karlarını tüm sınıf kardeşlerinin çıkarları ile ortaklaştırır, o zaman bir sınıfın üyesi olma yolunda ilerler. Tam da bu anlamda burjuvaların örgütlü bir biçimde işçi sını-fının kimliğine dönük kapsamlı saldırıları püskürtülmeden, etkileri mücadele ile ortadan kaldırılmadan uzun vadeli ve ka-lıcı bir işçi birliğinden bahsetmek, sömü-

rücü sınıfın saldırılarını püskürtebilmek imkansızlaşıyor.

İşçi ve emekçilere söz konusu bencil ve bireyci kimlikler nasıl hakim kılınıyor? Bu açıdan dönüp fabrikalara, fabrikalar-da var olan üretim ilişkilerine, çalışma koşullarına ve üretim sistemine bakmak gerekiyor. İşçi kendisine verilen 4 cıva-tayı sıkma görevi dışında sağına ve solu-na bakmaya korkuyor, üzerindeki baskı nedeniyle. Yine bu ağır baskı yüzünden yanı başında yardıma ihtiyacı olan sınıf kardeşinin işine yardım edemiyor. Korku-lar ve çekinceler içinde sadece önündeki işine yoğunlaşıyor. Zaten yardım ederse üretimde belirlenen adetlerin tutturula-mama ihtimali, dolayısıyla üretim baskısı işçiyi diğer sınıf kardeşine yardım etmek-ten uzak tutuyor. Kafayı işten kaldırmak bu koşullar altında suç oluyor. Üretimi yavaşlatma, işini savsaklama gibi baha-nelerle tutanak tutulması söz konusu.

Fabrikalarda üretim baskısı Kaizen, 5S (bu S’ler çoğaldıkça çoğalıyor) vs. gibi toplam kalite ve üretim sistemleri ile pe-kiştiriliyor. Bu tür yöntemler sayesinde işçi, sahibi veya ortağı olmadığı bir fabri-kanın daha fazla kâr elde etmesi ve üreti-minin artması için, çalışma süresi dışında da fabrikayı düşünür olur. Kendi köleliği-ni arttıracak projeleri ücret dahi almadan hazırlar. Bu projeler başarılı olup üretim arttırıldığında ve üç kuruşluk ödül verildi-ğinde mutlu olur.

Ayrıca ne hikmetse fabrikada işçi kelimesi yasaktır sanki. Herkesin bir ru-muzu vardır. Operatör, teknisyen, saha sorumlusu, takım lideri, ekip lideri vs. gibi rumuzlar, yapılan işe göre değişiyor. Herkes ücretli birer köle ama işçi değil. Facebook sayfalarında işçi yazmaz, bil-mem hangi fabrikada operatör vs. ya-

zar. İşçiler arasında rekabet yaratmak için takımlar oluşturulur. Bu takımın bir lideri olur, aylık olarak (bu değişebilir) lider, takım içindeki işçilerden seçilerek değişir. Lider olan bir anda fabrika sahibi olur, takımında yer alan işçi kardeşini bir ay ezer. Sürekli bir biçimde lider olan işçi-ler birbirleri ile zulüm noktasında yarışır. Kim daha fazla zulüm eder, üretimi arttı-rırsa ayın elemanı (yine işçi değil) olacak, panoya fotoğrafı asılacak ve herkes bunu görecektir. Fotoğrafı fabrika panosuna asılı olan ise ücretli bir köle olduğundan bihaber, kendisiyle gurur duyacaktır.

Bireysel ve bencil işçiler yaratmak için bölüp parçalamaya devam... Rekabet ko-şulları yaratmak bu işin iksiridir. Rakipler üstlerine giydikleri ayrı ayrı renkte olan iş kıyafetleri ile belirlenir. İster aynı ister farklı renk giysinler işçiler hep birbirine rakiptir. İş elbiseleri dahi patron tara-fından bölüp parçalamak için kullanılır. Sırada patron için üretimde rekabet sa-yesinde başarı elde etmek vardır. Üre-tim adetleri belirlenip, oltanın ucuna da küçük bir prim konur, sonrasında yarış başlar. Üç kuruşluk prim için adetler hep yükselir. Sayılar yükseldikçe, artık bir ön-ceki sayı geçilemez olur. Prim de ortadan kalkar. Ama ücretli kölelik devam eder.

İşçi, bir sınıfa ait olduğunu bilme-diğinden hep birinin üstüne basarak ekmeğini büyütmeye çalışır. İşçi böyle yaptıkça pastası büyüyen sadece patron-dur. Patronlar ise işçinin aksine bir sını-fa mensup olduklarının farkındadırlar. Birbirileri ile daha fazla kâr için hep bir rekabet halinde oldukları halde, sınıfsal çıkarlarını hep ön planda tutarlar. Kendi aralarında dayanışmayı ve paylaşmayı ihmal etmezler. Bir patron sömürüyü art-tırma yöntemlerini diğerleri ile paylaşır.

İşçiler eylem yapıp iş yavaşlatıyor, patron işleri yetiştirmekte zorlanıyorsa yardımı-na diğer patronlar koşar.

Süreç içinde patronun sömürüsü ve saldırıları karşısında bunalan işçiler bir mücadeleye girişirler. Sınıfsal bilinçte, dayanışma ve paylaşma ruhunda, mü-cadele içerisinde olsalar dahi bir zayıflık olduğunu söylemek mümkün. Zayıflıklar bireysel kazancın her daim önde tutul-masına neden olur. Zayıflıkların teme-linde burjuva sınıfın saldırılarının etkisi olduğu kadar, işçilere dışardan sınıf bilin-cinin taşınması noktasında müdahalenin zayıflığının da etkisi var. Zaten sendika bürokratları, dayanışma ve paylaşma gibi sınıfsal düşünceleri işçilere taşıma konusunda hiçbir şey yapmıyorlar. Bu açıdan oldukça bilinçli davranıyorlar ve kendi rant düzenlerinin bozulmasını is-temiyorlar. Bir bütün olarak yaşanan sınıfsal erozyonu ortadan kaldıracak bir mücadele yürütülmesi önemlidir. Müca-dele içinde yan yana gelen işçilerde sınıf bilinci oluşturmak, çok yönlü ve kapsamlı müdahaleyi zorunlu kılar. Bu yaratılma-dığı oranda işçi mücadele içinde de olsa, diğer işçilerle fiziken birlikte de olsa, as-lında bilinç olarak yoluna tek başına de-vam eder.

Gerçek bir işçi birliği yaratmak isti-yorsak sınıf içinde dayanışma ve paylaş-ma ruhunu güçlendirmeliyiz. Her bir işçi, sınıf kardeşine çıkarsızca yardım ettikçe, ona omuz verdikçe, çalışırken rekabet yerine sömüren patrona karşı yan yana geldikçe, kendisine yapay adlar takmayı bırakıp işçi olduğunu kavradıkça, usta-dan korkup arkadaşıyla sohbet etmeyi bırakmak yerine inatla bunu yapmayı öğrendikçe, dolabında bulunan kahve-yi saklamak yerine onu işçi kardeşiyle paylaştıkça, dinsel, mezhepsel, ulusal farklılıkları bir kenara bırakıp yan yana geldikçe, farklı ve güzel olan yanları pay-laştıkça, dayanışmayı ve paylaşmayı öğ-rendikçe, gerçek ve sağlam birliğin yolu da açılacaktır.

Sözün özü, sömürücü ve asalak olan burjuva sınıfının dayatmalarına karşı, bireyciliğe karşı dayanışmayı, bencilliğe karşı paylaşmayı büyüteceğiz. Unutma-yalım ki gücümüz birliğimizden gelir.

ALİ HAYDAR KARAÇAMTekirdağ 1 Nolu F Tipi

Page 12: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 201912 * KIZIL BAYRAK Tarihsel dönem

Tarihsel dönem ve devrimci parti - 1Tarihsel Dönem ve Devrimci Parti

metnini, son iki sayıdır yayınladığımız Tarihsel Çağ ve Yeni Tarihsel Dönem başlıklı metnin tamamlayıcısı olarak

yayınlıyoruz. Geniş hacminden dolayı metni iki bölüm halinde yayınlamayı ter-cih ettik. İkinci bölüme gelecek sayımız-

da yer vereceğiz... / Kızıl Bayrak***

(TKİP Merkez Komitesi’nin yakın dönemde gerçekleşen toplantısında

Cihan yoldaşın yaptığı toplantıyı açış konuşmasının kaydıdır... Özel ya da parti

güvenliğini ilgilendiren bölümlerden arındırılmış, ara başlıklar yayın vesilesiy-

le konulmuştur...) Ekim, Sayı: 276, Kasım 2011

TARIHSEL DÖNEMGirmekte olduğumuz, tarihsel ölçü-

lerle alındığında aslında girmiş de bulun-duğumuz tarihsel döneme bir bakışımız var. Bunu Tunus-Mısır dersleri vesilesiyle ortaya koyduk ve geride kalan otuzbeş yıllık tarihi dönem üzerinden gerekçelen-dirmeye çalıştık. Kuşkusuz bu bizim için yeni bir değerlendirme değil. Tunus-Mı-sır konulu başyazının girişine III. Kongre Bildirisi’nden alınmış bir pasaj var, bura-da girmekte olduğumuz tarihsel evreye ilişkin özlü bir çerçeve var. Aynı pasajın devamına ise, tarihsel döneme bakış ile politik-örgütsel görevleri ele alış arasın-daki kopmaz ilişki ortaya konulmaktadır. Konunun tarihsel çerçevesi ve güncel ge-rekleri burada özlü bir biçimde formüle edilmiştir.

Sorun şudur: Devrimci bir partinin gi-rilmiş bulunulan ya da yaklaşmakta olan tarihsel döneme bir bakışı olmalı, tüm politik-örgütsel çalışmasını ve hazırlığını da bunun ışığında ele almalıdır. Dünya tarihi içerisinde evreler vardır. Örneğin 20. yüzyıla bir giriş vardır; bakıyorsunuz, bir dizi alanda çelişkiler yoğunlaşıyor ve keskinleşiyor. Sistemin genelini kapsayan bunalımlar baş gösteriyor. Yerel emper-yalist müdahaleler ve savaşlar yaygınla-şıyor. Militarizm tırmanıyor, emperyalist-ler arası hummalı bir silahlanma yarışı yaşanıyor. 1904’den itibaren II. Enternas-

yonal kongreleri bu sorunları, tırmanan militarizmi, silahlanma yarışını ve bir dünya savaşı tehlikesini tartışıyor.

Öte yandan tarih sahnesine devrim-ler de giriyor. 1905’de Rusya’da devrim var. Bunu İran’da devrimci çalkantılar izliyor, yıllarca durulmayan. 1908’de Os-manlı İmparatorluğu’nda II. Meşrutiyet’e yol açan olaylar var. 1911’de Sun Yat Sen liderliğindeki Çin Devrimi var. Özetle bu-nalımları ve savaşları tamamlayan bir devrimci olaylar zinciri görüyoruz, aynı tarihi evrede, 20. yüzyılın ilk on yılı için-de. Bunlara bir arada baktığımızda, tarihi ölçülerle bir bunalımlar, savaşlar ve dev-rimler dönemine girildiğini görüyoruz. Olayların sonraki seyri de bunu tümüyle doğruluyor.

EKONOMIK KRIZMısır-Tunus konulu ikinci konferan-

sımda etraflıca gerekçelendirdim; geride kalan 30-35 yıllık döneme baktığımızda, 1970’lerin ortasından itibaren bir döne-min sona ermekte olduğunu ve öte yan-dan da yeni bir dönemin ilk belirtilerinin ortaya çıktığını bütün açıklığıyla görebili-yoruz. Tam da bu yıllarda patlak vermiş bir genel ekonomik bunalım var, kapita-list dünya ekonomisinin tümünü pençe-sine alan, onu genel bir durgunluğa sü-

rükleyen. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen uzun bir genişleme döneminin ardından, kapitalizmin hiç değilse emperyalist metropollerde birkaç on yıl için rahat bir nefes alabildiği bir dönemin ardından, 1970’lerin ortasında bir ekonomik buna-lımın dünya ölçüsünde patlak verdiğini ve bunun uzun süreli bir dönem olarak bugüne kadar sarktığını görüyoruz. Şim-dilerde ise bunun biriktirdiği faturanın tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığına tanık oluyoruz. 30 yıldır kesintisiz biçimde uygulanan neo-liberal politikalara, ‘90’lı yıllarda gündeme getirilen küreselleşme saldırısı politikalarına, bu arada sınıf mü-cadelesindeki genel gerilemeye, Sovyet-ler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çöküşün sağladığı çok yönlü imkanlara rağmen, birbirini tamamlayan bu bir dizi avanta-ja ve etkene rağmen, sistemin genel bir durgunluk halinde yaşadığı ekonomik bunalımı aşamadığını, tam tersine geli-nen yerde krizin kendini çok daha ağır bir biçimde ve üstelik sistemin kalbinde de-rinleşerek ortaya koyduğunu görüyoruz.

Bu öyle geçici hafiflemelerle ortadan kalkacak bir kriz değil. Bunu kriz konulu değerlendirmelerimizde daha baştan bütün açıklığıyla vurguladık. III. Kong-re’de konuya ilişkin olarak yaptığımız değerlendirme de bu yönde idi. Mevcut kriz inişli çıkışlı bir seyir izlese de, genel

olarak alındığında, uzun yıllar boyunca aşılamayacaktır; zira otuz yıllık bir biri-kimin üzerinde yükseliyor. Son otuz yılın çöküntüyü erteleme politikalarının ya-rattığı o korkunç boyutlardaki şişkinlik-ler, o devasa boyutlardaki yapay köpük-ler ortadan kaldırılmadan, oluşan aşırı sermaye birikimi bir biçimde eritilmeden bu kriz ortadan kalkmaz. Nitekim şimdi krizin yeniden ağırlaşmakta olduğunu görüyoruz. Tüm dünyayı yeniden bir kay-gı kaplamış durumda. AB ve ABD ile ilgili ciddi düzeyde karamsar öngörüler var. AB bölgesinde bir dizi ülkenin iflası gün-demde.

Bütün bunlarla demek istiyorum ki, 1970’lerden itibaren dünyanın günde-minde bir ekonomik kriz var ve bu geli-nen yerde ağırlaşıyor, kapitalist dünya ekonomisini bir genel çöküşle tehdit edi-yor. Birinci temel nokta bu.

HEGEMONYA KRIZIİkinci temel nokta, emperyalist dün-

ya sistemindeki mevcut hegemonya kri-zidir. Bunun başlangıcı da aynı döneme uzanıyor. ‘60’ların sonu, ‘70’lerin ba-şından itibaren emperyalistlerin kendi iç ilişkilerinde, emperyalistler arası güç dengelerinde belirgin bir değişimin or-taya çıktığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde tartışmasız bir ABD hegemonyası var. Öte yandan tüm öteki büyük emperyalist devletlerin belirgin biçimde güçten düşmesi olgusu bunu tamamlıyor. Fakat ‘70’lere varıldı-ğında, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasa-sının kaçınılmaz sonucu olarak, hiç de-ğilse ekonomik ve mali planda öne çıkan yeni emperyalist güç odakları görüyoruz, Avrupa’da ve Asya’da. Avrupa’da Alman-ya-Fransa ekseni oluşuyor ve bugün ken-dini AB olarak ortaya koyan yeni bir em-peryalist güç odağı yaratmaya yöneliyor. Asya’da ise, ‘90’lı yıllardan itibaren güç kaybetmeye başlasa bile, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Japonya’nın o büyük yankılar ya-ratan güçlü çıkışı var.

Emperyalist dünyanın güç ilişkilerin-de ortaya çıkan bu değişim Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardın-

dan yeni bir evreye girdi. Emperyalist batı blokunun iç ilişkilerinde gevşemeler ve sorunlar ortaya çıktı. ABD hegemonik konumunu korumak için özel bir çaba harcıyor olsa da ilişkilerde bir çözülme baş gösterdi. Bunu Çin’in yükselişi, Rus-ya’nın toparlanması, bu arada bölgesel düzeyde etkin yeni bazı güç odaklarının (Asya’da Hindistan, Latin Amerika’da Brezilya gibi) ortaya çıkışı tamamladı. Bu birçok kutupluluk eğilimi ve yeni yükse-len güçlerin de somut bir talebi olarak kendini gösterdi. Ve 2000’li yıllardan itibaren de artık sistem bünyesinde bir hegemonya krizi yaşandığını söyleyebi-liyoruz. ABD hegemonyasında bir sarsıl-ma, kaçınılmaz bir çözülme var ve halen bunun yolaçtığı bir başka bunalım faktö-rü ile yüz yüzeyiz. Bu, sistem bünyesinde kendini gösteren bir hegemonya krizidir.

Benzer bir olgu 20. yüzyıla girilirken var. İngiltere’nin çözülen hegemonyası ve karşısında yükselen yeni güçlü em-peryalist rakipler gerçeği var. Atlantik’in ötesinde ABD, berisinde Almanya, yeni iki emperyalist güç odağı olarak öne çı-kıyorlar. Almanya’nın bunu yeni bir em-peryalist paylaşım talebine vardırdığını ve bunun da emperyalist bir dünya sava-şına yolaçtığını biliyoruz.

Bugün ABD’nin karşısına açıkça çı-kabilen böyle bir güç odağı henüz yok ortada. Ama ABD’nin kendini dayatan hegemonik tutumuna itiraz eden, “çok kutupluluk” iddia ve talebinde bulunan bir dizi güç var. ABD artık sistemi eskisi gibi kontrol edemiyor ve bunun karşı-sında belli güç odakları birikiyor. Ondan bu hegemonyayı devralacak etkin bir emperyalist odağın olmaması, mevcut krizi hafifletmiyor, tersine daha da ağır-laştırıyor. Zira hegemonyası çözülen ama açıkça karşısına da çıkılamayan emperya-list güç odağı olarak ABD, bu koşullarda çok daha pervasız davranıyor. Muazzam askeri gücünü ve öteki üstünlüklerini kullanarak mevcut konumunu muhafa-za etmeye çalışıyor, bu da sistem içi krizi ağırlaştıran ek bir faktör oluyor. Irak ile ilgili tek yönlü kararın o gün için emper-yalist cephenin iç ilişkilerinde yarattığı

gerilimlerden bunun ne anlama geldiği çıkarılabilir.

SOSYAL KRIZÖte yandan büyük bir sosyal sorunlar

birikimi görüyoruz, bu üçüncü bir temel nokta. Ekonomik kriz demek, faturanın emekçilere çıkarılması, bunun da bir dizi etkili saldırıyla dünya ölçeğinde günde-me getirilmesi demektir. Bunu da son otuz yılın toplamı üzerinden bütün açıklı-ğıyla görebiliyoruz. ‘80’lerin başından iti-baren dünyada bir neo-liberal saldırı var. “Yeni sağ”ın yükselişi, neo-liberal saldırı politikaları diye tanımlanan bir evre var. Bunun toplumlarda biriktirdiği çok yönlü sorunlar, artırdığı sosyal gerilimler, kes-kinleştirdiği sınıfsal çelişkiler var. Sosyal sorunların ağırlaştığını, Sovyetler Birliği eksenli bloğun çökmesiyle birlikte de, bir yandan bu saldırıların küreselleşme saldırısı biçimi içerisinde yeni bir düzey kazandığını, öte yandan da yüzyıllık ka-zanımlara yönelik çok daha kapsamlı bir hal aldığını biliyoruz.

Bunlar tabii, sosyal sorunların birik-mesi, sosyal çelişkilerin keskinleşmesi anlamına geliyor. Bu da gene bilimsel olarak bütün açıklığı ile saptanabiliyor. Dünya tarihinde hiçbir dönemde sınıflar arasındaki kutuplaşma bu kadar ağırlaş-mamıştı. Sosyal kutuplaşma had safha-da. Son elli yılın kıyaslamalı verileri bunu bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Toplum-lar bünyesinde sınıflar, dünya ölçüsünde ülkeler ve bölgeler arasında büyük uçu-rumların oluştuğunu ve bunun önemli gerilimler yarattığını görüyoruz. Bu da üçüncü bir temel faktör.

SINIFLAR MÜCADELESIBir dördüncüsü ise, sınıflar mücade-

lesi alanındaki gelişmelerdir. ‘70’lerin ortası Vietnam Devrimi ve sonrası, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen devrim dalgası-nın hızla düşüşüdür. Bunu ‘80’li yıllarda dünya ölçüsünde bir gericilik döneminin, “yeni sağ”ın yükselişi olarak tanımlanan bir kudurgan gericilik döneminin izlediği-ni biliyoruz. Sovyetler Birliği’nin çöküşü buna ek bir ivme kazandırdı. Dünya ölçü-

sünde devrim ve sosyalizm güçten düş-tü, sınıf mücadelesi dibe vurdu. Dünya gericiliği bunu bilinçli bir karşı saldırıyla da birleştirince büyük bir gericilik atmos-ferinin oluştuğunu biliyoruz.

Ama daha ‘94’den itibaren hızla bir değişimin ortaya çıktığını, Chiapas ayak-lanmasıyla birlikte olayların hızlandığını, çeşitli ülkelerde halk isyanlarının, dünya ölçüsünde proleter eksenli kitle hareket-lerinin hızla çoğaldığını görüyoruz. Buna ilişkin önemli değerlendirmelerimiz var, ‘90’lı yılların ikinci yarısına ait. Tunus-Mı-sır dersleri vesilesiyle bunlara dikkat çek-miş olduk.

Tunus ve Mısır’daki büyük halk hare-ketleri, Arap dünyasının ayağa kalkması, bu değerlendirmeleri şu günler üzerin-den doğrulamakla kalmıyor olayların hızlandığını da gösteriyor. Tunus-Mısır Akdeniz’in güneyidir, ama biz kuzeyinde de büyük toplumsal sarsıntılar yaşandı-ğını biliyoruz. Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de neler olduğunu biliyoruz. Yarın bir çöküş ertesinde İtalya’da neler olacağını kestirmemiz zor değil. Latin Amerika’daki durumu biliyoruz. Asya’da kendine göre kaynaşmalar var. ABD gibi bir ülkede, Wisconsin eyaletinde, haf-talarca süren sosyal kaynaşmalar ya-şandığını, ABD’nin bu orta batı eyaleti emekçilerinin “burası ‘orta batı’ değil Ortadoğu!” diyerek kendi mücadeleleri ile Ortadoğu’nun halk isyanları arasında bir politik paralellik ve manevi gönül bağı kurduğunu biliyoruz.

TARIHSEL DÖNEM VE POLITIK-ÖRGÜTSEL SONUÇLARBiraz fazla ayrıntıya girmiş oldum

ama artık toparlıyorum. Dünya tarihi açı-sından bunalımların, savaşların kendini belirgin bir biçimde gösterdiği bir tarihi evrenin içindeyiz. Ve sınıf mücadelesinin bu verileri de gösteriyor ki, devrimler dönemine de adım adım yaklaşmaktayız. Ortadoğu’daki son toplumsal sarsıntı-lar bile bize bu konuda bir fikir verebilir. Sıradan kitleler devrimden sözediyor, kamuoyu olup biteni devrim olarak nite-liyor, bu bir şey anlatıyor olmalı. Bunun

bir yanı manipülasyonsa, öteki yanı da sarsıntının yarattığı etkinin abartılı bir ifade edilişidir. Biz bu nitelemeyi bilim-sel açıdan doğru bulmayabiliriz. Ama ortada muazzam boyutlarda kitlesel hareketlenmeler var, bunların yolaçtığı sarsıntılar var. Ve ortalama bir bilinçle, bu hareketlere katılanlar “devrim” yap-tıklarını düşünebiliyor, yaptıkları işi böyle niteleyebiliyorlar. Devrimler kavramı sı-radan insanın bilincinde ve dilinde ken-dine kolayca yer buluyor gelinen yerde, bu olağan bir söyleme dönüşüyor. Bunu da kendi sınırları içinde devrimler döne-mine yaklaştığımızın bir işareti saymak gerekiyor.

Dünya tarihi sahnesi üzerinden bak-tığımızda, tablo genel çizgileriyle budur. ‘70’li yılların ortasından bakacağız ve bu-günün gelişmelerini de bunun ışığında değerlendireceğiz. Bir döneme, yeni bir devrimler dönemine adım adım yaklaşı-yoruz.

Bu buysa eğer, devrimci bir partinin bu soruna böyle bakıp bakmamasının çok büyük bir önemi var. Zira bu bakış açısının kapsamlı politik ve örgütsel so-nuçları var. Eğer dünya tarihi üzerinden bakıldığında devrimler dönemine doğru bir gidiş varsa, her ciddi devrimci parti-nin görevi de devrime hazırlanmaktır. Tüm politik ve örgütsel çalışmasını, her alandaki hazırlığını bu gözle ele almaktır. Nitekim TKİP III. Kongresi Bildirisi’ndeki değerlendirme de dosdoğru buraya bağ-lanıyor.

Bu bakış açısını, bu tarihsel dönem bilincini, dünya ölçüsündeki son olayla-rın da ışığında, partiye sağlam bir biçim-de mal edebilmeliyiz. Güçlü bir devrimci misyon duygusu geliştirebilmenin, sağ-lam ve somut bir devrime hazırlık bilinci yaratabilmenin yolu buradan geçer. Her devrimci parti devrime hazırlanmak için vardır. Ama biz, bir de dünya tarihinin bugünkü evresinin bu özgün yanından giderek, bu meseleye çok daha somut bakabilmeliyiz. Devrimin güncelliğini göz önünde bulundurmalı, bütün sorunları-mızı bu gözle ele alabilmeliyiz.

(Devam edecek...)

Page 13: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

14 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Tarihsel dönem

Proleter hareketin ve halk isyanlarının yeni dönemi

(Kızıl Bayrak, Sayı:33, 22 Mart 1997)Dünya ölçüsünde proleter kitle ha-

reketinin büyüyeceği ve isyanlara varan halk hareketlerinin çoğalacağı bir döne-me girmiş bulunuyoruz.

‘90’lı yıllara “tarihin sonu” üzerine gürültülü bir emperyalist propaganda ile girmiştik. Oysa daha birkaç yıl sonra, 1994 yılının ilk günü Chiapas’ta patlak veren halk isyanı, tarihin yeni bir sayfa-sının açılmakta olduğunun ilk işaretlerin vermişti bize. Avrupa’nın dönek solcu ay-dınlarının “Elveda Proletarya” dedikleri günlerde, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en kitlesel eylemlerini yaşamaktaydı. Arjan-tin’den Hindistan’a dünyanın birçok ülke-sinde işçi sınıfının ardı arkası kesilmeyen eylem dalgaları vardı. Bunun geri ve ba-ğımlı ülkelere özgü olduğu, emperyalist metropollerde sınıf hareketinin gerçek-ten bittiğinin sanılabileceği bir sırada ise, Almanya’da, İtalya’da, Belçika’da, İspan-ya’da, Yunanistan’da yeni proleter kitle hareketinin, yaygın grev hareketlerinin önemli örnekleri peş peşe ortaya çıkma-ya başlamıştı.

İtalyan işçi sınıfının 1994 sonbaha-rında haftalar boyu süren büyük eylem dalgası, İtalya’da parlatılan “yeni politi-kacı tipi” Berlusconi’yi daha bir yılı bile dolmadan politik yaşamdan sildi. Derken Fransa’da işçi sınıfının ‘95 yılının son ay-larını kaplayan büyük eylem dalgası, ka-pitalist düzenin sözcülerine bile proleter kitle hareketinin yeni ve sarsıcı bir çıkışı olarak göründü. Fransız proletaryasının verdiği örneğin ardından Alman işçile-ri eylem ve direnişlerinde yaygın olarak “Fransız işçilerinin yürüdüğü yoldan!” anlamına gelen şiarları attılar. Ve Alman madencilerinin geride kalan günlerde-ki militan eylem dalgası, bunun hiç de boş bir iddia olmadığını gösterdi. Alman madencilerinin eylemlerine İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Almanya’da örneği görülmemiş bir militan kararlılık ege-mendi. Bir Alman madencisinin “Bonn’u başlarına yıkarız!” sözünün sembolik değerini tam olarak değerlendirebilmek için, Alman işçi hareketinin geride kalan on yıllardaki ılımlı ve barışçıl karakterini gözönünde bulundurmak gerekir.

Emperyalist metropollerde “sosyal devlet”le birlikte “sosyal barış” dönemi de artık bitmiştir. Ekonomik bunalım ve keskinleşen uluslararası rekabet orta-mında “reform”, “uyum” ya da “yeniden

yapılanma” adı altında işçi sınıfına ve emekçilere yöneltilen saldırılar çelişki-leri keskinleştirmekte, hoşnutsuzlukla-rı derinleştirmektedir. Bunun bugünkü meyvesi emperyalist metropollerdeki proleter kitle hareketinin günden güne büyüyüp yaygınlaşmasıdır.

Sermayenin dünya çapındaki saldırı-larının iktisadi, sosyal ve siyasal sonuçları-nı çok daha ağır bir biçimde yaşayan ba-ğımlı ülkelerde duru-mun ne olduğuna en taze örnek ise Güney Kore işçilerinin ayağa kalkmasıdır. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda kapita-lizme kölece uyum örneği sayılan Güney Kore proletaryası, bugün militan, kararlı ve disiplinli bir pro-leter kitle direnişinin örneği durumunda-dır. Latin Amerika’da Arjantin’den Ek-vator’a, grevsiz gün ve genel grevsiz yıl geçmiyor. Rusya ve Ukrayna başta olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri yıllardır işçi-lerin grev, direniş ve gösterilerine sahne oluyor.

Halk isyanlarına gelince; ‘94 yılma Chiapas’taki köylü isyanı ile giren dün-ya, ‘97 yılını Arnavutluk’taki silahlı halk ayaklanması ile karşıladı. Aradaki döne-mi Ürdün’deki “ekmek isyanı”, 30 yıllık suskunluktan sonra Endonezya’daki kitle başkaldırıları türünden birçok irili ufaklı örnekler kaplamaktadır. Halklar her yer-de IMF ve Dünya Bankası’nın hayatı çe-kilmez hale getiren politikalarına, bu po-litikaların uygulayıcısı durumundaki hain ve işbirlikçi diktatörlük rejimlerine çeşitli biçimlerde başkaldırıyorlar. Bu satırların kaleme alındığı sırada Pasifik’teki Papua Yeni Gine’de halkın isyan ettiği ve mağa-zaları yağmaladığı haberleri geliyordu. Açlığa ve sefalete mahkûm edilen ezilen halk yığınlarının öfkesinin artık dizginle-nemediğine son bir örnektir bu.

Bütün bu hareketlerin, direnişlerin ve isyanların, istisnai durumlar dışında, dev-rimci bir önderlikten, devrimci bir politik yön ve programdan yoksunlukları açık bir olgudur. Kendiliğindenlik, örgütsüz-lük ve birbirinden kopukluk, hakim özel-lik durumundadır. Fakat dünya komünist

ve devrimci hareketinin geride bıraktığı tarihsel yıkım olgusu düşünülürse, bun-da şaşılacak bir yan da yoktur.

Temel önemdeki bu zaafın yarattığı sorunlara rağmen dünya ölçüsündeki bu mücadelelerin büyük bir politik öneme sahip olduğu gerçeği tartışılamaz. Her şey bir yana, günden güne yaygınlaşan

bu eylem ve isyan hareketleri, ‘89 çö-küşünü izleyen dün-ya ölçüsündeki gerici atmosfere ve ondan beslenen propagan-daya muazzam bir darbedir. İnsanlık ne ‘tarihin sonu’na gelmiştir ve ne de kapitalist düzen in-sanlığın ezici çoğun-luğuna bir şey vere-cek durumdadır. Tam tersine, kapitalist sistemin onulmaz te-mel çelişkileri, varlı-

ğını sürdürmenin ötesinde, gitgide daha da keskinleştiği içindir ki, bizzat bunun harekete geçirdiği yığınlar, tarihin yeni bir evresini müjdelemektedir. Muazzam zenginliklerin biriktiği metropollerde bile işçisine iş ve konut veremeyen, onun bugüne kadarki sınırlı kazanımlarını bile sonu gelmeyen paketlerle peş peşe gas-peden bir sistem, yeni sosyal mücade-lelerle ve bunların varacağı yeni patla-malarla kaçınılmaz bir biçimde yüzyüze kalmaktadır ve kalacaktır. Bugün Avru-pa’nın hemen kıyıcığında, Arnavutluk’ta, tam da kapitalizmin soyguncu sonuçları-na karşı silahlı ayaklanma yoluna girmiş bir halk hareketi gerçeği durmaktadır. Al-manya’da geride bıraktığımız günlerdeki işçi eylemleri dalgasını sermaye medyası bile, ‘son on yılların ender rastlanan ey-lem biçimleri’ olarak tanımlayabilmekte-dir.

Önemli olan bugün için bunların ya-şanması ve bunların söylenmesidir. Bu süreç bir yandan gerici burjuva propa-gandayı darbelerken, öte yandan yeni devrimci akımların filizlenmesine, var olanların moral ve maddi açıdan topar-lanmasına ve güçlenmesine uygun bir zemin hazırlamaktadır. Devrimci akımla-rın yön verebileceği yeni süreçlere ulaşa-bilmek için insanlık bu tarihsel ara evre-den geçmek zorundadır. Dünya devrimci

ve komünist hareketinin yaşadığı büyük tarihsel tahribatın ve bunun dünya öl-çüsünde işçi sınıfı ve halklar üzerindeki yıkıcı etkilerinin ardından, bu yaşanılma-sı kaçınılmaz bir tarihsel ara evredir. Bir yıl önce Fransız işçilerinin büyük eylem dalgasını değerlendirirken de ifade etti-ğimiz gibi, “... biz bugünün Avrupa’sında (ve dünyasında), mümkün ya da muhte-mel sınıf (ve halk) hareketlerine devrimci bir müdahaleyi değil, olsa olsa, sınıf (ve halk) hareketindeki bu tür çıkışların ve patlamaların devrimci oluşumlar için uygun bir moral ve maddi ortam oluştur-malarını umabiliriz.”

Emperyalist metropollerde ve bağım-lı ülkelerde son yıllarda hızla birbirine eklenen eylem ve isyan halkaları, sözü edilen bu moral ve maddi ortamı gitgide gücendirmektedir. Bu dünya devrimci ha-reketinin yeniden güçlenmesi için koşul-ların oluşması ve olgunlaşması demektir. Mevcut mücadeleler yeni dönemin he-nüz ilk kıvılcımlarıdır. Bu kıvılcımların bir yangına doğru büyüyeceği gelecek dö-nemlere ulaşıldığında, inanıyoruz ki, geç-mişin dersleriyle de donanmış devrimci sınıf önderlikleri birçok ülkede inisiyatifi ele alacak düzeyde toparlanmış ve güç-lenmiş olacaklardır.

‘89-90 çöküşünün ardından dünya öl-çüsünde devrim ve sosyalizm davasının artık öldüğü üzerine kulakları sağır edi-ci bir gerici propaganda kampanyasının sürdüğü günlerde, 1990 Mart’ında, ko-münistler dünyadaki duruma ilişkin de-ğerlendirmelerini şöyle noktalamışlardı:

“Burjuva ideologların büyük spekü-lasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil, yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönem, yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir; nesnel olgular buna işaret ediyor, belirtiler bunu gösteriyor.” (EKİM 1. Genel Konferansı Değerlendir-meleri)

Sonraki gelişmeler bu konuda bir te-reddütte yer bırakmamıştır. İşçi sınıfı ve halklar kapitalizmin ne demek olduğunu yaşayarak görüyorlar ve onun sonuç-larına karşı gitgide büyüyen ve yayılan mücadelelere atılıyorlar. Bizzat onun kendisini hedef alan asıl büyük ve bilinçli devrimci mücadeleleri önümüzde uza-nan 2000’li yıllarda yaşayacağız.

‘Mevcut mücadeleler ye-ni dönemin henüz ilk kı-vılcımlarıdır. Bu kıvılcım-ların bir yangına doğru büyüyeceği gelecek dö-nemlere ulaşıldığında, inanıyoruz ki, geçmişin dersleriyle de donanmış devrimci sınıf önderlikle-ri birçok ülkede inisiyatifi ele alacak düzeyde topar-lanmış ve güçlenmiş ola-caklardır.

Page 14: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 15Teslim Demir

Teslim Demir…

Gerçek bir yaşam filozofu!A. Serhat

Sinan yoldaşı çocukluk yıllarımda ta-nıdım. Aynı sosyal ve akraba ortamının yarattığı yakınlıktan öteye bir ilişkimiz oldu. Diğer çocuklarla birlikte daha o yaşlarda, ona yakın olmanın bir bilince yakınlaşmak olduğunu hisseder ve öyle davranırdık. TDKP’nin 12 Eylül öncesi Dersim’de yarattığı politik havayı o yıl-larda soluma fırsatı yakalamıştım. Son-raki yıllarda da politik kimliğim üzerinde yadsınamayacak etkilerini yaşayıp gö-recektim. Kendi payıma bunu TDKP’nin kurumsal kimliğinden çok Sinan yoldaşa borçlu olduğumu söyleyebilirim. Tabii ki bu o kurumsal kimliği küçümsemek ya da yadsımak olarak anlaşılmamalı.

12 Eylül’le kesintiye uğrayan ilişkimiz, lise yıllarımda onun Metris Cezaevi’nde yattığı dönemde mektuplarla devam etti. Çok sık olmasa da zaman zaman yazıştık. O cezaevinden çıkıp yurtdışına gelinceye dek görüşme fırsatımız olmadı. Yalnızca kısa bir telefon görüşmemiz oldu. O gö-rüşme esnasında illegalite kurallarını yok sayarak ona ismiyle (Teslim abi) hitap et-tiğimi yanımdakilerin beni çimdikleme-leriyle fark etmiş, ölümüne dek bir daha ona öyle seslenmemiştim.

Sinan yoldaşı politik bir kimlik ve bir önder kişilik olarak hep ciddiye aldım ve insan olarak da çok sevdim. Daha ço-cukluk yıllarımda onunla kavun-karpuz tarlalarında, bağda-bahçede dolaştığım da oldu, onun sohbetleri ve esprileriyle tanışma olanağım da... Dedemle Erivan radyosunu dinlerken İran devrimi üze-rine tartışmaları da hiç unutamadığım çocukluk anılarımdandır. O kitap oku-duğunda nasıl bir sessizlik ortamı yara-tıldığına da tanıklık ettim, kadınların ha-zırladığı güzel yemekleri nasıl ona nasıl getirdiğine de. Sanırım Dersim’in o güzel kadınları daha o günlerde Sinan’a güzel yemek yeme alışkanlığını öğretmişlerdi. Öyle ya, hep Sinan öğretecek değildi!

Onun kopup geldiği topraklar ve ora-nın makus talihini bu kez kırabiliriz di-yenler, çok kısa süre içinde Teslim abiyi Tahsin Hoca yapmışlardı. Çok geçmeden Metris’te Karadayı, daha sonra partisinin Sinan yoldaşı ve ilerici devrimci çevrele-rin Xalo’su olarak bilinecekti. Sinan yol-daşın

öncelikleri her ne kadar farklı olsa da, Dersim ile arasında kesintisiz bir bağ,

oraya kattıkları kadar aldığı ve borçlu ol-duğu şeyler vardı. Nihayetinde bir dava adamı olma kimliği ile doğup büyüdüğü topraklara karşı sorumluluklarını en ileri düzeyde yerine getirecekti.

Türkiye devrimci hareketi içindeki özel rolünden bağımsız olarak, Dersim’e, oranın insanına çok şey kattığı, sanırım herkesin hemfikir olacağı bir gerçekliktir. Ayrıca geçmiş devrimci birikimi geleceğe taşımada tarihi bir köprü ve koca bir ha-fızaydı Sinan yoldaş!

O, çocukların, gençlerin, kadınların ve yaşlıların gözünde dokunulmazlık ka-zanmış, çok sevilen ender bir insandı. Güzel ve centilmen futbol oynamayı da, bir maçın nasıl kazanılması gerektiğini de bizlere o öğretmişti. Gerçek bir Beşik-taş taraftarıydı. Yıllar sonra yurtdışında karşılaştığımızda, oğlunun Galatasaraylı olduğunu öğrenince, bana dönüp sen yaptın değil mi, diye sormuştu. Onu öyle görünce, sanki bir derbi maçında Beşik-taş’ı yenmişiz gibi hissetmiştim.

Tahsin Hoca, o küçücük köy ortamla-rında büyük bir sosyal zenginliğin nasıl yaratılabileceğini pratik örnekleriyle gös-terdi bizlere. Onun bir başka kimliği ise, gerilimi eksik olmayan köy ortamların-daki yapıcı yaklaşımı, yıllardır çözüleme-yen sorunları bir dokunuşla çözme yete-neğiydi. Kronikleşmiş bir dizi sorunu, o güven veren kişiliğiyle, kimseleri çok da incitmeden çözdüğü çok olmuştur. Kuş-

kusuz o dönemin devrimci atmosferinin de bunda payı büyüktür ama o atmosfe-rin gerekleriyle sorunlara cevap olmak herkesin başarabileceği bir şey de değil-dir.

Apolitizmin tırmandığı12 Eylül’lü yıl-lar, insanların jandarmalar eşliğinde is-tiflenip ağır işkencelerden geçirildiği ve bunun açık alanlarda yapıldığı karanlık bir dönemdi. O karanlığa ve çaresizliğe karşın işkencelerden dönenler Sinan yol-daşla yaşadıkları anıları ve esprileri an-latırlardı. Onun bizzat yaratıcısı olduğu o kolektif yaşamın kendisi insanlara güç verirdi. Kişisel gözlemim üzerinden çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, devletin çok özel uygulamalarına rağmen o coğrafya-da Sinan yoldaşın bıraktığı iz silinemedi, buna güçleri yetmedi. Sonraki kuşakların yaşadığı politikleşme süreçlerinde de onun büyük bir katkısı olmuştur diye dü-şünüyorum. Sinan yoldaşın İstanbul’da yakalandığı haberi geldiğinde, istisnasız bütün insanların nasıl üzüldüğü ve gün-lerce sessizliğe büründüğü dün yaşanmış gibi aklımda. Aynı insan topluluğu Sinan yoldaşı yeri geldiğinde farklı şekillerde korumayı ve gizlemeyi becermişti. Hatta bir defasında çoban kadın kılığında nasıl jandarma ablukasından köyün dışına çı-karıldığı ve Sinan yoldaşın bir kadın gibi yürümeyi nasıl da güzel becerdiği hala bir fıkra gibi anlatılır.

Burada Sinan yoldaşa dair yazabi-

leceğim yüzlerce anekdot var. O ne bir evliya ne kusursuz bir insandı. Tıpkı biz-ler gibi biriydi. Ama onu farklı kılan, bir davanın hem önde gidenlerini hem de arkadan gelenlerini toplama yeteneğiy-di. Bunu yaparken de en ufak bir kabalık sergilemezdi.

Cezaevinden çıktıktan sonra yaklaşık on yıl onunla görüşemedik. Üniversite yıllarımda İstanbul’da onun beni bulabi-leceği yerlere benden sonra uğradığını ve beni aradığını duydum ama görüşme şansımız olmadı. Yıllar sonra hasta yata-ğında o dönemi anlatırken, “İstanbul’da bir efsanenin peşine düştüm, ancak Al-manya’da yakaladım” diyerek, hepimizi her zaman olduğu gibi yine güldürmüş ve inceden dokundurmuştu.

Yurtdışındaki süreçlerimiz, yakın ça-lışmanın yarattığı sıkıntılar dışında hep olması gerektiği gibi oldu. Tadına do-yum olmayan çiğ köfteli akşamlarımız, o akşamlarda karikatürize ettiğimiz kimi akrabalarımız ve köylülerimiz... Kâmil ve Süleyman amca, Dude ve Emoş yenge, Sinan tiyatrosunun ana ve değişmez ka-rakterleriydi. O karakterlere bazen yap-madığını bırakmazdı. Tabii karakterler bunlarla sınırlı değildi. Bunlara yurtdışın-dan yeni tiplemeler eklenmişti.

Sinan yoldaş sadece büyük bir yete-nek değil, bir o kadar da fedakârlık timsa-liydi. Hem eşsiz bir yoldaş, hem de bir yol göstericiydi. Kendi payıma büyük bir ra-

Page 15: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

16 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Teslim Demir

hatlıkla, beni bir dizi yanlıştan koruduğu-nu ve kolladığını söyleyebilirim. Onunla Alman polisine karşı göğüs göğüse kavga ettiğimizde, polisin beni yere yıktığı anda onun nasıl üstüme doğru hamle yaptığı-nın ve şiddete maruz kaldığının yüzlerce tanığı vardır. O yeri geldiğinde bir yoldaşı için nasıl davranılması gerektiğini de biz-lere öğretmişti. Orada yatanın kimliğin-den bağımsız bir davranıştı o an yaptığı.

Sinan yoldaşın dokunup da etkile-mediği insan yok diye düşünüyorum. Sadece politik manada bir dokunuştan bahsetmiyorum. O yanıyla etkilenme-mişseler bile insan olarak sevmiş ve etki-lenmişlerdir. Çünkü onun en büyük özel-liği, devrimci kimliğini ve önderliğini de aşan insan kimliğiydi.

Sinan yoldaşla zaman oldu yorduk birbirimizi, zaman oldu kızdık birbiri-mize, ama ilişkimizi belirleyen hep dev-rimci yoldaşlık oldu. Kendi payıma onun benden beklentilerinin tamamına yanıt olamadığım için, hatırladıkça çok üzülü-yorum. Onun hayatımdaki yerini ve gidi-şiyle bıraktığı boşluğu tarif edebilmem gerçekten çok güç. Ölümünün ardından yazmayı çok düşündüğüm fakat bir tür-lü yazamadığım tonlarca kelime birikti dağarcığımda. Ama bunları yazıya dök-mek hiç de kolay değil. Onun için kalem oynatmak benim için hala da çok erken ama artık yazmam gerekiyor.

Yakalandığı amansız hastalığa karşı direnci ve metaneti herkesi olduğu gibi beni de derinden etkiledi. Yeniden sağlı-ğına kavuşabileceği inancını hep korudu. Tedavi süreçlerinde zaman zaman sınır-ları da zorlayarak elimizden geleni yaptık ama ne yazık ki sonucu değiştiremedik. Bu süreçte sevgili eşinin yaptıklarını ise anlatmak gerekmiyor. İnsan üstü bir ça-bayla Sinan yoldaşı bir saniye daha fazla yaşatmak için çırpınıp durdu.

Sinan yoldaş hastanede yattığı sü-reçte, onu ziyarete gelenleri güler yüzle karşılar, öyle yolcu eder ve sonrasında hastalıkla boğuşurdu. Bu davranışını ölünceye dek sürdürdü. İlk tedavi süreci-nin yarattığı geçici iyileşmenin ardından o yine işlerine koşturmuştu. Hastalığı ge-ride bıraktığını düşünüyordu. Doktorla-rıyla daha en başından görüştüğüm, has-talığı hakkında bilgi sahibi olduğum için, ona her baktığımda yüreğimi derin bir acı kaplıyordu. Yine de bir dizi doktordan fikir aldık, alternatif tedavi var mıdır diye çırpındık. Ama ölüm, biz kabul edeme-sek de, katı bir gerçek olarak karşımızda duruyordu. Hala da onun ölümüne alışa-madım.

Onun yoldaşı olduğum için kendimi, dedesi olduğu için çocuklarımı çok şanslı görüyorum. Çünkü o bizden de öte ço-cuklarımızın Dede yoldaşıydı!

Ondan çok şey öğrendik geride bırak-

tığımız yıllar içinde. Her etkinlikte Sinan yoldaşın yarattığı boşluk hissediliyor. Özellikle politik etkinliklerimiz sırasın-da yaşadığı ve yaşattığı stres, kapı önle-rindeki o tatlı telaşı unutulur gibi değil. Başarılı geçmiş bir politik etkinliğin onda yarattığı huzur ve sevinci anlayabilmek için ise Sinan olmak gerekiyor.

Yıllar önce düzenlediğimiz bir gençlik kampında, kamp alanında bulunanları biraz da tiyatral bir şekilde tanımlarken, Sinan yoldaş için şöyle demiştim: “Orta-doğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın yiğit dev-rimci önderi”. O gün için biraz abarttık mı diye düşünmedim değil. Ama bugün baktığımda, çok yerinde bir tanımlama olduğunu düşünüyorum. Sinan yoldaş aslında yaşamına bu kimliği sığdırmayı becerebildiği için o gün o tanımlamayı yapma cesareti göstermiştik. Gençlerle beraber olmak, onlarla bir şeyler yap-mak ona büyük bir heyecan verirdi. Bü-tün gençlik kamplarının ve etkinliklerinin örgütlenmesinde özel çaba harcardı. O, yaşının ötesinde bir enerji ve mizaca sa-hipti. Telefon rehberime numarasını Al-manca “Alter” (yaşlı) diye kaydetmiştim, oysa o hepimizden çok daha genç düşü-nür ve öyle davranırdı. Bu tanımı hiç hak etmediğini ölümünün ardından daha iyi kavradım ama numarasını silmeye hala elim varmıyor.

Yurtdışında kaldığı süre içinde Avru-pa solunu hep yakından tanımaya, an-lamaya çalıştı. Yaşadığı dil sorunu buna kesinlikle engel değildi. Bu sorunu tali plana düşüren ön bir çalışma ile dili bildi-ğini sananlardan daha fazlasını anlar ve yorumlardı. Tanıdıkça, bunlardan bir şey olmaz ama elimizde bunlar var, yine de yapabileceklerimizi yapmaya çalışalım

derdi. Yurtdışı örgütünü ve insan malze-mesini ileri çıkarmak için de gerçekten çok çaba harcadı. Bazen kendi sınırları-nı zorlayarak, hatta kendisini tartışmalı hale getirme pahasına bunu yaptı. Bu konuda kendisini uyardığımda, “boş ver, biz işimize bakalım” derdi.

Yeri burası mıdır bilmiyorum ama söylemeden geçemeyeceğim. O bilinen halk deyimiyle “kanı beş para etmez” in-sanların bazen Sinan yoldaşın uzattığı eli havada bıraktığını da gördüm, o ele sarı-lıp insanlaşmayı becerenleri de... Çünkü o karşısındakinin niyetine bakmaksızın bütün içtenliğiyle elini uzatır, onu o bü-yük ailesinin bir parçası olarak görmek istediğini hissettirirdi. Ama bazen hiç hak etmediği şeyleri yaşamak zorunda bıra-kıldığını da biliyorum. Ölümünün ardın-dan geçen zaman diliminin, onu tanıyan ve seven her insan için, Sinan yoydaşa dair bir dizi keşke ile dolu olduğunu dü-şünüyorum. Oysa Sinan yoldaş hayatın-da çok az keşke biriktirmişti.

Hayatını onun kadar mütevazi, onun kadar doğal yaşayan bir başkası var mı-dır, hele de Avrupa’nın bu bozucu orta-mında? Ama o bir derviş sadeliğinde ya-şamayı çok ama çok iyi becerdi. Bozucu Avrupa atmosferinin zerre kadar etki-sinde kalmadı. Tertemiz bir dava adamı olarak ve o davanın hizmetinde bir yiğit devrimci olarak ayrıldı aramızdan. O, ge-rektiğinde devrimin hamalı, gerektiğinde bir bilge insan ve yeri geldiğinde gerçek bir lider ve militandı. Önderlikten bah-sedilmez, emekle, alınteriyle sökülüp alınırdı. Bunu da en iyi yine o bilirdi ve gereklerini eksiksiz yapardı. Sırça saray-larda oturmadı, sofrasında o çok sevdiği çoban salatası ve karpuzundan başka çok

şey olmadı. Üstüne başına giydikleri ge-nellikle yoldaşlarının ve dostlarının eski-leri ya da ona aldıklarıydı.

İzmir’deki cenaze töreninde eski bir kadın yoldaşının kulağıma fısıldayarak, “üzülme, o topraklar bize yeni Sinanlar’ı yollayacaktır” sözü, Sinan ile toprak ve insan ilişkilerini anlatması açısından ol-dukça öğretici olsa gerek.

Sinan yoldaş için “Gerçek bir yaşam filozofu” başlığını niye kullandığımı aç-mak istiyorum. Filozoflar kendilerini ta-nımlarken hep alçak gönüllü davranır, bu sıfatı kendileri için kullanmazlar. Ben Sinan yoldaş için bu kavramın rahatlıkla kullanılabileceğini düşünüyorum. Çünkü o gerçekten de bir yaşam filozofuydu. Ona bu nitelemeyi yaşarken yapmış ol-saydık, muhtemelen güler geçerdi. Belki de yine “boş ver böyle şeylere” derdi. Hayata dair olan her şeyi, ama istisna-sız her şeyi, onun kadar anlayabilen ve anlayışla karşılayabilen çok nadir insan vardır. Sinan yoldaş için bu ekolün piriydi demek abartı olmaz. Hani der ya o büyük usta, “Hayata dair hiçbir şey yabancım olmaz” diye. Sinan bu sözün ete kemiğe bürünmüş haliydi. Onu her an her yerde, hayatın tam orta yerinde görebilirdiniz. O bulunduğu bütün ortamlarda insanla-ra güven veren ulu bir çınar gibiydi. Bir yoldaşın ölümünün ardından onun için söylediği “Sinan’ın gölgesinde yüzlerce insan yaşıyordu” sözü boşuna edilme-mişti. Zira gölgesi de en az kendisi kadar büyük ve ağırdı!

Onu hiç unutmayacağım!Anısı önünde saygıyla eğiliyorum...

Aralık 2019

Page 16: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 17Dünya

Hong Kong’daki son gelişmeler üzerine Vedat Ceylan

Hong Kong’daki gelişmeler yaklaşık altı aydır uluslararası gündemden düş-müyor. Asya Pasifik’te dev bir finans merkezi ve dünya deniz ticaretinin en önemli merkezlerinden biri olan 7,5 milyonluk bu mega kent, altı aydır ulus-lararası gündemin önemli konularından biri olmayı sürdürüyor. Hong Kong’daki gelişmeler Pekin’deki Çin merkezi hükü-metinde siyasi gerilim yaratmaya devam ediyor. Gösteriler hızını kesmiş olsa da ara ara yeni hamlelerle kendini hissetti-riyor. Çin Merkezi yönetimi göstericilerin taleplerini “makul” görmediği için ufukta bir çözüm de gözükmüyor.

ABD, İngiltere ve diğer emperyalist odaklar da gösterileri taze tutmak ve yeni motivasyonlar kazandırmak için her türlü yönteme baş vuruyorlar. Bu kirli yöntemlerden biri geçtiğimiz günlerde basına yansıdı. Yerel basında çıkan ha-berlere göre, Çin’in Hong Kong Özel İda-re Bölgesi’nde hükümet karşıtı eylemleri finanse eden, 2016’da kurulduğu belir-tilen, gösterilere para topladığını iddia eden Spark Alliance adlı platformla bağ-lantılı 4 kişinin, kara para aklama iddia-sıyla gözaltına alındığı bildirildi. Tutukla-nan kişilerin paravan şirketler aracılığı ile kara para aklamanın yanı sıra zimmete para geçirdikleri de iddialar arasında. Bu nedenle Spark Alliance’ın 10 milyon do-larlık fonunun dondurulduğu belirtildi.

Bu kirli hesap ve oyunları anlamak için, devam eden protestolara ve Hong Kong “krizi”ne yakından bakmak bir ihti-yaçtır. Öncelikle “Hong Kong’da anakara Çin’den farklı olan nedir?” sorusuna ya-nıt vermek gerekiyor. Ve bu soruya kısa-ca “Neredeyse her şey farklı” diye yanıt verilebilir.

Hong Kong’da, basitleştirilmiş Çin-ce yerine uzun karakterler kullanılıyor. Hong Kong Çincesinin yanı sıra 150 yıllık İngiliz sömürgeciliğinden kalma İngilizce de resmi dil olarak kullanılıyor. Bunun yanı sıra, Hong Kong’daki birçok şey hala “çok İngiliz”dir. Trafik İngiltere’de olduğu gibi soldan akar. Hong Kong’da kendisi-ne has para birimi olan Hong Kong doları kullanılmaktadır.

“Anavatan” Çin’den farklı olarak Hong Kong’da özel mülkiyet ve mülkiyetin ko-runması anayasal güvenceye alınmıştır. Anayasada basın ve ifade özgürlüğünün garanti altında olduğuna ek olarak, din

de anayasal statüye sahiptir. Hong Kong-lular Çin vatandaşıdır, ancak Hong Kong Özel İdare Bölgesi pasaportuna sahiptir-ler. Bu pasaportla, Almanya dahil olmak üzere Avrupa’daki Schengen ülkelerine vizesiz seyahat edebilmektedirler. Çin pasaport sahipleri ise bu ülkeler için vi-zeye tabi tutulmaktadırlar. Ayrıca ana-kara Çin’le Hong Kong arasında karşılıklı gümrük ve pasaport kontrolleri de bu-lunmaktadır.

“BİR ÜLKE, İKİ SİSTEM” Uluslararası anlaşmadan kaynak-

lı olarak İngiltere’nin Hong Kong üze-rindeki hakimiyeti 30 Haziran 1997’de sona ermişti. İngilizler istemeye isteme-ye “taç” kolonilerini Çin’e teslim etmek zorunda kaldılar. O tarihten bu yana da Hong Kong “bir ülke, iki sistem”le yöne-tilmektedir. O ünlü “bir ülke, iki sistem” buluşu(!) Mao’dan sonra Çin Komünist Partisi’nin başına çöreklenen, kapitalist yolcu Deng Şiaoping ve tayfasına aittir. 1982’de Deng Şiaoping, Hong Kong’u Çin’in kapitalist dünyaya açılan pence-resi yapmak istediği için, “Bir ülkede iki sistem uygulanabilir ve buna izin verile-bilir” dedi ve bunu uygun adımlar attı. Hong Kong’a özel “bir ülke, iki sistem”in anayasası, Deng Şiaoping tarafından gö-revlendirilen bir kurul tarafından kaleme alındı. 19 Şubat 1997’de ölen Deng Şiao-ping’in ömrü “eserini” görmeye yetmese de, “eseri” ölümünden bir kaç ay sonra Pekin Halk Kongresi tarafından onaylan-dıktan sonra, 1 Temmuz 1997’de yürür-lüğe girmişti.

50 YILLIK DÖNEM Hong Kong anayasasının 5. maddesi,

sosyalizmin Hong Kong’da uygulanma-yacağını öngörmektedir ve devamında şu ifadeye yer verilmektedir: “Kapitalist sistem ve yaşam tarzının 50 yıl boyunca değişmeden kalacağı garanti edilir.” Bu elli yıl 30 Haziran 2047’de sona eriyor.

Hong Kong’da Çin’e karşı batılı em-peryalist merkezler tarafından destek-lenen ve hatta finanse edilen gösteriler başlangıçta belki de bir takım masumane haklı talepler için çıkmış olsa da gelinen aşamada olaylar bunlar üzerinden em-peryalist odaklar arası bir çekişmeye dö-nüşmüş bulunuyor. Gösterilerde taşınan ABD ve İngiltere, hatta Almanya bayrak-ları, göstericilere sağlanan 10 milyon do-larlık fonlar -ki bunlar basına yansıyan-lar- bunu gözler önüne sermeye yetiyor da artıyor.

Çin merkezi hükümeti temsilcisi, 2017 yılında Hong Kong’da, Hong Kong Özel İdare Bölgesi’nin 20. yılını kutlama törenlerinde yaptığı konuşmada, “bir ülke, iki sistem” in değişmeyeceğine vurgu yaparken, “kapitalist sistem ve ya-şam tarzının” 2047’den sonra da aynen süreceğini belirtmişti. Çin merkezi hü-kümetinin yanı sıra, Hong Kong’un eski meclis başkanı Jasper Tsang Yok-Sing de, “2047’den sonra da ‘bir ülke, iki sistem’ uygulanmaya devam edecek” dese de, maraza çıkarmak isteyen emperyalist merkezler ve emperyalist odaklarca kul-lanılmaya açık hale gelen göstericiler, 2047’de “özgürlüklerinin” tamamen el-lerinden gidebileceğinden dem vurarak,

hızını kaybetmiş gösterilere yeni moti-vasyonlar kazandırmaya çalışıyorlar.

1997’den beri Çin Halk Cumhuriye-ti’ne özerk statüsüyle bağlı olan Hong Kong’da bugün yaşananlar, Hong Kong ve Çin arasında cereyan etmekle birlik-te emperyalist hegemonya kavgasıyla da ilişkili. Nitekim Hong Kong’daki ge-lişmeler, özellikle de Çin’i ABD ve İngil-tere ile karşı karşıya getirmeye devam etmektedir. Bir yandan Çin diğer yandan ABD, İngiltere ve diğer batılı emperyalist odaklar Hong Kong Özerk Bölgesini kendi yayılmacı emelleri uğruna her türlü kir-li yol ve yönteme baş vurarak kullanma çabasındalar. Spark Alliance skandalı da bunun ayrıntılarından biridir sadece.

Hong Kong ‘krizi’ ve nedenleri yerli yerinde duruyor. Çin ve diğer emper-yalist odaklar sorunu çözmek bir yana, daha da karmaşık hale getirmeye devam ediyorlar. Çin Halk devriminin 70. yılını geride bıraktığımız şu günlerde Çin Halk Devrimi’nin önderi Mao’nun şu değer-lendirmesi tüm güncelliğini koruyor:

“Sınıf mücadelesi, asla sona ermiş değildir. Proletarya ile burjuvazi arasın-daki sınıf mücadelesi, çeşitli siyasi güçler arasındaki sınıf mücadelesi, proletarya ile burjuvazi arasında ideolojik alandaki sınıf mücadelesi uzun ve zorlu olmaya devam edecek ve hatta zaman zaman çok keskinleşecektir. Proletarya dünyayı kendi dünya görüşüne göre değiştirme-ye çalışmaktadır, burjuvazi de öyle yap-maktadır. Bu açıdan sosyalizmin mi, ka-pitalizmin mi kazanacağı sorunu henüz gerçekten çözülmemiştir.” (Mao Zedung, Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması Üzerine, 27 Şubat 1957, Cilt 5, s. 444-445)

Sorun uzun süre de çözülecek gibi görünmüyor. Çözüm, Hong Kong işçi ve emekçileri ile Çin işçi ve emekçilerinin kader birliğinden geçiyor.

1949’da Çin Halk Devrimi ile, Çin gibi devasa bir ülkeyi orta çağ karanlığından ve kölelikten kurtararak modern bir top-luma dönüştüren dinamikler, gelinen aşamada devasa bir güce, emekçilerin yanı sıra 300 milyonluk bir sanayii prole-terleri kuvvetine ulaşmış bulunuyor. Yal-nızca Hong Kong’un ve Çin’in değil, batılı ünlü akademisyenlerin de dediği gibi, dünyanın geleceği de bu devasa prole-tarya ordusunun ne yapacağına bağlıdır.

Page 17: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

18 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Dünya

İngiltere seçimleri ve BrexitA. Engin Yılmaz

Birleşik Krallık’ta 2016 yılında yapılan referandumun önemli sonuçlarından biri Başbakan David Cameron’ın istifa etme-siydi. 2017’de yapılan seçimde Muha-fazakarlar, Demokratik Birlik Partisi’nin desteğiyle azınlık hükümeti kurmuş ve Theresa May başbakan olmuştu. Avrupa Birliği ile yaptığı Brexit (Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması) anlaşmasının parla-mento tarafından üç kez reddedilmesi sonucunda May istifa etmeye mecbur kalmış ve sahneyi Boris Johnson’a bırak-mıştı. Johnson, İngiltere’yi anlaşmalı ya da anlaşmasız 31 Ekim’de AB’den çıkar-mak iddiasıyla göreve gelmiş, yaptıkla-rıyla krizi daha da derinleştirmişti.

2017 seçimlerinden 2019 erken se-çimlerine kadar geçen süre içinde ülke-de iki kez hükümet ve iki kez başbakan değişti, 20’den fazla bakan istifa etti. Brexit anlaşmalarının hemen tümünün parlamentoda reddedilmesi ve AB’nin de Brexit’in 31 Ocak 2020’ye ertelendiği-ni açıklaması üzerine erken seçim kararı alınmıştı. Dolayısıyla Brexit anlaşmasıyla ilgili karar da seçim sonrasına bırakılmış-tı.

Seçmenin %67,3’ünün sandığa gitti-ği 12 Aralık 2019 erken seçim sonuçla-rına göre, Muhafazakar Parti (CP) ülke genelinde %43,6 oy alarak, tek başına hükümeti kurmak için gerekli olan 326 sayısını aşıp, 365 koltuk kazandı. CP böy-lece, Margaret Thatcher’ın 1987 yılında-ki zaferinden sonra, tarihindeki en büyük seçim zaferini elde etti. 2017 erken seçi-minde oy oranını %30’dan %40’a taşıya-rak, 31 sandalye kazanan İşçi Partisi ise bu seçimde %32,2 oy alarak, 203 millet-vekili çıkardı ve 59 sandalye kaybederek, 1935 yılından bu yana tarihinin en büyük yenilgisini yaşadı. İskoç Ulusal Partisi (SNP) %3,9 oy alarak 48 milletvekili ve Liberal Demokratlar %11,5 oy alarak 11 milletvekili çıkardılar.

Temel sosyal, iktisadi ve demokratik sorunlar üzerine değil, fakat ağırlıklı ola-rak Brexit taraftarlığı ya da karşıtlığı ek-senine oturtulan 12 Aralık seçimlerinde seçmenler, AB’den ayrılma sürecinin bir an önce tamamlanmasını isteyen Baş-bakan Johnson ile yeniden referanduma gidilmesini savunan İşçi Partisi arasında seçim yapmak ikilemiyle yüz yüze bıra-kıldılar. Dolayısıyla İşçi Partisi Başkanı Corbyn, “Brexit’in seçim tartışmalarını

çok fazla kutuplaştırdığını, normal siyasi tartışmaların çoğunu geçersiz kıldığını” savunurken, pek haksız değildi.

Başbakan Johnson, İşçi Partisi’nin id-dialı “Manifesto”suna ve bunun yarata-cağı etkilere karşı kimi sosyal politikalar ileri sürmek zorunda kalmakla birlikte, “Brexit işini 31 Ocak’ta sona erdirece-ğiz” sloganını bıkmadan tekrarlayan bir kampanya yürüttü ve umduğu sonucu da aldı. Johnson, seçmenlerine ülkesi-nin AB’den “amasız, şartsız” 31 Ocak’ta kesinlikle ayrılacağı ve “Thatcher devri-mi”ni tamamlayacağı müjdesini verdi. Partisinin üyelerine seslenirken de “Yol-daki engeli ezdik, düğümü çözdük”, “Yeni bir gün, yeni bir şafak” şeklinde cümleler kurdu.

İŞÇİ PARTİSİ’NİN BÜYÜK YENİLGİSİ VE BAZI NEDENLERİCorbyn liderliğindeki İşçi Partisi,

seçmenin karşısına, “Umudun ve birli-ğin manifestosu” programıyla çıkmış ve bu seçimin, “çoğunluğun çıkarları” ile “azınlığın çıkarları” arasında olacağı pro-pagandasını eksen almıştı. “Manifesto” sosyal adalet, sosyal haklar, özelleştirilen alanların tekrar kamulaştırılması, asgari ücretin arttırılması, haftalık çalışma sa-atlerinin düşürülmesi, sosyal konutların artırılması, sağlığa, eğitime ve sosyal hiz-metlere daha fazla bütçenin aktarılması ve bunların gerçekleşmesi için de ülke-deki en zengin %5’ten daha fazla vergi alınması gibi, işçi ve emekçileri heyecan-

landıracak olan bir dizi talepler içeriyor-du. Buna rağmen Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi, sanayi bölgelerindeki ve işçi mer-kezlerindeki tabanını da önemli oranda kaybederek, büyük bir yenilgi aldı.

Oysa, toplam 14,2 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı, ev-siz sayısının 300 bini aştığı, aşevlerinin binleri bulduğu, işsizliğin büyüdüğü ve acımasız kemer sıkma politikalarının bir sonucu olarak sosyal sorunların ağırlaş-tığı ve emekçilere daha bir dizi faturanın ödetildiği bir ülkede, “Umudun ve birli-ğin manifestosu”nun işçi ve emekçilerde büyük bir destek göreceği bekleniyordu. İşçi Parti’sinin beklentisinin de bu yönde olduğu, Corbyn’in, “Açıkçası parti için çok hayal kırıklığına yol açan bir gece oldu” açıklamasından da anlaşılıyor. Cor-byn, yaşadığı kötü sonucun tesellisini ise “Ancak şunu söylemek istiyorum, bu seçim kampanyasında bir umut bildirisi sunduk” cümlesiyle açıklıyor.

Brexit’in “toplumu fazlasıyla kutup-laştırdığını, normal siyasi tartışmaların çoğunu geçersiz kıldığını” belirten Cor-byn, “bu kutuplaşmanın da sonuca tesir ettiğini ve İşçi Partisi’nin ülke genelinde aldığı sonuca katkıda bulunduğunu” dile getirerek, önemli bir gerçeğe işaret edi-yor. Zira Muhafazakarların başarılı olma-sında önemli bir etken olan Brexit’in, İşçi Partisi’nin hezimete uğramasında da te-mel önemde bir faktör olduğu görüldü.

Seçim kampanyasını “Manifesto”da yer alan talepler ekseninde ve “Azınlığın değil, çoğunluğun iktidarı” sloganıyla

yürüten Corbyn, Brexit konusunda bir tutarsızlık içindeydi. Ülkenin AB’den ay-rılması konusunda toplumun adeta tam ortadan ikiye bölünmüş olduğu bir du-rumda, İşçi Partisi seçmenleri de aynı ol-guyla yüz yüzeydiler. İşçi Partisi de iki ayrı kampa bölünmüş ve üyelerinin büyük bir bölümü AB’den ayrılmaya karşı bir tutum içindeydi. Zira onlar, AB’yi, artı AB’den gelen ve “bir akın” halinde gelecek olan AB’li göçmenleri, yaşadıkları yıkımın so-rumlusu olarak görmekte; Yunanistan örneğinde olduğu gibi, AB’nin öteki üye ülkelere dayattıkları politikaların bu ülke-lerde yarattığı yıkım karşısında korkuya kapılmaktadırlar.

Yanı sıra 2019 seçimlerinin, 2016 halkoylamasının bir biçimi ya da tekrarı olarak algılandığı bir atmosferde, Cor-byn’nin Brexit konusunda ikinci bir hal-koylamasına gideceklerini ilan etmesi ve yeni bir halkoylamasında tarafsız kalıp, seçmeni evet veya hayır oyu vermeye çağırmayacağını söylemesi gibi çaresizlik ifadesi olan bir tutum takınması, Brexit oylamalarıyla bunalan seçmenlerde öf-keye yol açtı. Corbyn, parti içinde de sol ve sağ kanadın basıncı altındaydı. Tüm bunları tamamlayan öteki bir faktör ise, İşçi Partisi liderinin medya, sermaye çevreleri, dinci ve ırkçı-milliyetçi odak-lar tarafından, Yahudi düşmanı olduğu, teröristlerle dostluk kurduğu, azılı bir ko-münist ve ulusal güvenlik için bir tehdit olduğu vb. her türlü kirli ve yalan kam-panyanın hedefi olmasıydı.

Page 18: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 19Dünya

BREXİT MACERASI VE GELİNEN SON NOKTA2016 yılında Birleşik Krallık’ta yapılan

referandumla başlayan Brexit serüveni, halkın %51,89’unun AB’den ayrılmaya karar vermesi ile başlamış ve emekçile-ri bunaltan büyük bir siyasi krize dönü-şerek, bugüne kadar gelmişti. Gelinen aşamada ve kazanılan seçim zaferinin ar-dında Johnson, “Brexit’i gerçekleştirmek için gereken güçlü yetkiyi aldıklarını” ve dolaysıyla “Brexit’in gerçekleşmesi yolundaki tüm engellerin kalktığını” öv-güyle duyurdu. Zira AB ile vardığı Brexit anlaşmasını, 650 üyeli Avam Kamara-sı’nda başka bir partinin desteğine gerek kalmadan geçirebilecek ve İngiltere, 31 Ocak 2020’de AB’den ayrılmış olacak.

Nitekim Birleşik Krallık’ın AB’den ay-rılmasını düzenleyen Brexit anlaşmasına ilişkin yasa tasarısı parlamentonun alt kanadı Avam Kamarası’nda kabul edil-di. Başbakan Boris Johnson’un sunduğu tasarının büyük oy çoğunluğuyla kabul edilmesi üzerine, ülkenin 31 Ocak’ta AB’den ayrılmasının önündeki ilk engel aşılmış oldu.

Tasarıya ilişkin değişiklik maddeleri-nin 7-9 Ocak tarihleri arasında görüşül-mesi ve 9 Ocak’ta nihai oylamanın yapıl-ması öngörülüyor. Bunun ardından tasarı Lordlar Kamarası’nın onayına sunulacak. Böylelikle, daha önce ertelenen Brexit’in 31 Ocak’ta gerçekleşmesi bekleniyor. Bu tarihten sonra, ekonomik ve ticari ilişki-ler açısından sert bir geçişin önlenmesi için geçiş süreci başlayacak. Bu dönem-de Birleşik Krallık, AB iç piyasasına dahil olmayı ve Gümrük Birliği’nde kalmayı sürdürecek. Bu dönemde taraflar arasın-da yeni bir serbest ticaret anlaşması için müzakereler yürütülecek.

Fakat Boris Johnson’un önünde zor-lu bir Brexit süreci uzanıyor. Ekonomik pazarlıklar bir yana, AB emperyalistleri, Brexit’in “ayrılıkçı” etkilerde bulunacağı ve kendi ülkelerinde de bunun günde-me gelebileceği endişesinden hareketle, Boris Johnson’a pek de “kibar” davran-mayacak ve burnunun sürtmesi için elle-rinden geleni artlarına koymayacaklardır.

Şüphesiz işçi ve emekçi kitleler, AB’den ayrılmanın da bir bedeli olduğu-nu ve bunu ödemek zorunda kalacak-larını acı deneyimleriyle göreceklerdir. İngiltere işçi sınıfı ve emekçileri AB’den çıkmak ya da çıkmamanın kendileri için herhangi bir değişiklik yaratmayacağı, sermayenin kendilerini hedefleyen çok yönlü sosyal yıkım saldırısının serleşe-rek devam edeceğini, dolayısıyla büyük maddi ve manevi yıkımlarla yüz yüze kalacaklarını yaşayarak görecekler ve sermayeye karşı bir kez daha mücadele yolunu tutacaklardır.

Kapitalist emperyalist sistemde yay-gınlaşan “emekçilere düşman, ırkçı, cin-siyetçi, kaba saba, faşizan” başkanların önde gelen temsilcisi Donald Trump’ın görevden azledilme soruşturması sürü-yor. Trump ile demokratlar arasında ce-reyan eden tartışmalar, Washington’da kepazeliğin nasıl da ayyuka çıktığını göz-ler önüne seriyor. Hegemonyası iniş sü-recinde olsa da halen sistemin jandar-ması rolünü üstlenen ABD’de yaşanan yönetim krizi, emperyalist merkezlerin “istikrar adası” oldukları yanılsamasına yeni darbeler indiriyor.

Azil sürecini başlatan demokratlar, Trump’ı demokrasiye ve vatana ihanet etmekle suçluyor. Patavatsızlığıyla ma-ruf Trump ise, rakiplerini demokrasiye düşman olmakla itham ediyor. Karşılıklı ithamlar havada uçuşurken müteah-hit-tüccar Trump’ın itibarı yerlerde sü-rünüyor. 2020’de yapılacak başkanlık seçimlerine hazırlık bağlamında günde-me gelen azil tartışmaları, Tayyip Erdo-ğan’ın Amerikan versiyonu olan Trump’ı diken üstünde bırakıyor.

***Son günlerde şiddetlenen azil tartış-

maları yeni değil. Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, “ABD’nin ulusal güvenliğine zarar verdiği”, “baş-kanlık yeminine ihanet ettiği” gerekçe-siyle Trump’a yönelik azil soruşturması sürecini başlattıklarını 24 Eylül’de ilan etmişti. Sonrasında Temsilciler Meclisi Adalet Komitesi, “Görevini kötüye kul-lanmak”, “Kongrenin işleyişini engelle-mek” başlığı taşıyan azil maddelerini onaylamıştı. Onay, “Başkan, kendi kişi-

sel ve siyasi emellerini ABD’nin ulusal çıkarlarının üzerinde tutmuş, Amerikan seçim sisteminin sağlamlığına zarar ve-rerek Amerikan ulusal güvenliğini teh-likeye atmıştır.” gerekçelerine dayandı-rıldı.

Sürecin bu noktaya ulaşması Ame-rika’da kutuplaşmalara neden oldu. Trump karşıtlarıyla destekçileri ara-sında gerilim tırmanmaya başladı. Bazı çevreler, ABD’de iç çatışmala-rın yaşanabileceğine dikkat çekerek, durumun vahim olduğunu savunuyor-lar. Bu tür yorumlar abartılı olsa da emperyalist Amerikan rejiminin iç istik-rarının ciddi şekilde zedelendiği de bir gerçek.

*** Trump’la aveneleri diken üstünde

olsalar da azil sürecinin görevden alma noktasına ulaşması mümkün görün-müyor. Zira azil, Kongre’nin bir başka-nı görevden alabildiği iki aşamalı bir siyasi sürecin ilk ayağıdır. İlki, Temsil-ciler Meclisi’nin azil maddelerini kabul etmesi, ikincisi ise Trump’ın Senato’da yargılanması. İlk aşama Trump’ın aley-hine sonuçlandı. İkincisinde ise, büyük olasılıkla lehine sonuçlanacak. Çünkü Senato’daki oylamada başkanın hüküm giyebilmesi için üçte ikilik bir çoğunluk gerekiyor. Oysa Senato’da çoğunluk Cumhuriyetçilerin elinde bulunuyor.

Beyaz Saray’da kepazelik ortalığı kaplasa da Trump’ın görevden alınma ihtimali çok düşük. Buna rağmen De-mokratlar süreci uzatıp Trump’ın zaten yerlerde sürünen itibarını daha da ze-delemek için çaba sarf ediyorlar. Bu ko-

nuda ısrarlı olmalarının bir diğer nedeni ise, Demokratlara oy veren kesimlerin Trump’ın azli için soruşturma açılmasını talep etmiş olmalarıdır.

***“Özgürlükler ülkesi” diye pazarlanan

Amerika, halkların kanını en çok akıtan emperyalist rejim olmanın yanı sıra, iğrenç skandalların da en sık yaşandığı ülkedir. Trump’ı başkanlığa taşıyan se-çimlere Rusya’nın müdahale ettiği tar-tışmaları bitmeden, 2020’de yapılacak seçimlere hazırlıkların başlamasıyla azil sürecini tetikleyen skandal patlak verdi.

Trump’ın, Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’e, rakibi Joe Biden ve ailesini soruşturması durumunda ABD’nin ülkesine yardım edeceğini va-dettiği iddiası gündeme geldi. Bir muh-birin raporuna dayandırılan iddiaya göre Trump, Joe Biden’ın Ukrayna’da iş yapan oğlu hakkında soruşturma aç-tırarak Biden’ı yıpratmayı hedeflemiş. Görünen o ki Trump’ın kirli silahı ters tepti. Rakibini yıpratmaya çalışırken, kendi itibarının yerlerde sürünmesine zemin hazırladı.

Rezillikleriyle bilinen Trump’ın yeni bir skandala imza atması şaşırtıcı de-ğil. Kuşkusuz ki, bütün burjuva politi-kacılar benzer kepazelikler yapıyorlar. Buna rağmen Trump’la emsallerinin iyice zıvanadan çıktıları da bir gerçek. Temsili seçim sistemi “demokrasi” diye yutturulmak istense de, özünde bunun büyük tekellerin temsilcileri arasında yaşanan bir “yağmadan daha çok pay alma çatışması” olduğu bu olayla bir kez daha doğrulanmıştır.

Trump’ın azil sürecinde rezalet diz boyu

Page 19: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

20 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Dünya

Fransa genel grevinden gözlemler...

Genel grev ve bürokrasinin sınırlarıİ. Manuşyan

Emeklilik yasasına karşı genel grev, Fransa’da işçi sınıfının on yılları bulan öfke birikiminin dışavurumudur. Pat-ronlar hükümetini, dolayısıyla sermaye devletini zorladığı gibi sendikal bürokra-siyi de zorluyor. ‘95 grevinin korkusuyla uyananlar sadece devlet erkanı değil. Kendilerinin de bir gün şirket yöneticileri gibi çöp konteynerlarına atılabilecekleri-ni bilen sendika bürokratları da diyalog, ateşkes, uzlaşı kelimelerine sarılıyorlar.

CFDT bürokrasisi bu açıdan grev sü-recinde beklenen pasiflikte iken, yanına UNSA’nın yönetim takımını da kattı. Ser-maye hükümeti genel greve anketlerdeki %70’leri aşan desteği kırmak için, “işçile-rin mağdur ettiği Noel yolcuları” hikayele-rini pazarladı. UNSA yönetimi de bu sah-te Noel hassasiyetine oynayarak, gücünü büyüten genel grevde “ateşkes dönemi” çağrısı yaptı. Sendika yönetiminin açıkla-masında, “Noel günlerini kapsayan okul tatilinde çalışmaya dönerek ‘çocukların aileleriyle tatillerini geçirmesi’ni sağla-mak” gibi şirin bir mazeret öne sürüldü. Ancak diğer sendikaların, görüşmeden bir taviz almadan bunun geri adım olaca-ğı yönündeki yorumlarıyla devam kararı almaları, UNSA bürokratlarının kararına rağmen UNSA üyesi işçilerde de itirazı tetikledi. Lokal merkezlerde toplanan grevci demiryolu işçileri 15 bölge merke-zinden bürokratların kararını tanımadık-larını açıkladılar. Assamble General deni-len İşçi Forumları’nda karar tartışılırken, işçilerin ifadeleri gayet netti: Alanlarda yasa çekilene kadar demişken, uzlaşma yok, erteleme yok demişken ne değişti? Bürokratların, işçilerin bu sorusuna yanıt veremeyecekleri aşikar. Savaşta ateşkes karşılıklı adımla olur. Hükümet saldırıya devam ediyorken ve işçiler geri çekilmek yerine ileri çıkmayı istiyorken bu kararın altyapısı bulunmuyor.

Burada kararın ne olduğu kadar alın-ma yöntemi de işçiler arasında bir öfke nedeni oldu. Zira grevi yenileme kararla-rını alan işçi forumları iken grevi ertele-me kararı işçilere sorulmadan yukarıdan alınmıştı. İşçiler de iradelerini tanıma-yanlara, fikirlerine sunulmayan bir kararı reddederek, tok bir cevap verdiler.

5 Aralık Genel Grevi’ni yaratan işçi ira-desi mevcutta sürdürülen grevin temel belirleyicisidir. Grev sürecinde işleyen, ne isteksiz bir katılım ne de sendikal bü-

rokrasinin suni eylem takvimidir. Geçen günler, greve dair yorgunluk yaratmak-tan çok yeni arayışların zemini oluyor. İntersyndicats denilen sendika konfe-derasyonlarının ortak yürütmesinden tabandan gelen işçi forumlarına uzanan karar mekanizmaları artıyor. Bundan do-layı, üçüncü haftasına giren genel grevin militan sendikacılık pratikleri asıl eylem kadar yoğun. Yüzlerce noktada blokajlar gerçekleştirilerek grev kırıcılara karşı ça-lışma yürütülüyor. Günlük olarak birçok noktada garaj çıkışlarına yönelik eylem-ler gerçekleştiriliyor. Grevci işçilerin eko-nomik desteği için dayanışma etkinlikleri ve kampanyaları örgütleniyor.

Grevciler bu süreci güçlendirmek adına şimdi daha ileri ve organize adım-lar atmaya hazırlanıyorlar. İşbirlikçi sarı sendikacılığın Fransa temsilcisi CFDT bile benzer bir etkileşimin tabandaki yan-sımalarıyla genel greve katılıp alanlara indi. İşbirlikçiliğin uzlaşı için sunduğu önerileri bile tersleyen Macron-Philippe yönetimi CFDT’lilerin tabiriyle kırmızı çiz-giyi aştı. Zira bu işbirlikçi sendika yasa için çok geri bir talep olan uygulamaya, son-raki dönemlerde konulması şartıyla ikna olmaya hazırdı. Ancak emperyalist-kapi-talizmin merkezlerinden biri olan Fransız kapitalizmi bunu bile bir taviz saymakta-dır. CFDT üyelerinin daha ilk genel grev-den sendika bürokratlarının eylem dışı kalma kararına rağmen alana fiilen gelişi, müzakerelerdeki tavizsiz tutum karşısın-da greve katılıma dönmenin adımı oldu. CFDT bürokrasisi bile tabanındaki öfkeyi

ve grev iradesine güç veren bu çizgiyi sa-hiplenmek zorunda kaldı.

İŞÇİLERDEN TATİLE KARŞI “KARA HAFTA” İşçilerin bu iradeyi ortaya koymasının

ardından ifade edilen ilk adım bir “kara hafta” çağrısı oldu. Bu çağrı, mevcut grev denklemini ileri taşımak ve tüm ulaşım ağını hedef alarak etkiyi artırmak üzeri-ne kurulu. Alışılmış yaşam düzeninde ta-til süreçleri fiili bir durgunluktur. Öğrenci hareketi için de sendikal hareket için de bu böyle. Herkes tatile çıkar ve genelde merkez kentler dışındaki akrabalara gidi-lir ya da gezi planları yapılır. Ancak bu se-fer hareketin refleksleri farklı. İşçiler tatil algısına karşı bir adım olarak kara haftayı yaratıyorlar. Çünkü ateşkes bir yana, sa-vaşı ileri taşımak istiyorlar.

Bunun ilk adımı olarak hafta başına Gare de Lyon’daki fiili eylemle tren garı bloke edildi. Garın içinde, raylarda ve caddedeki yol kesme eylemiyle grevciler tek başına devletin emeklilik yasasına değil, sendikal bürokrasinin eylem takvi-mini 9 Ocak’a atmasına da bir yanıt ver-diler. Çünkü Gare de Lyon greve rağmen çalışan şehirlerarası trenlerin de kalktığı merkez garlardan biri. Ayrıca sürücüsüz metro hattı olan Metro 1’in de geçtiği bir yer. Eylemle sürücüsüz metro da uzun bir süre durduruldu. Polisin fiili eyleme az-gın saldırısı ise demiryolu işçilerinin po-lis barikatına yüklenmesiyle karşılandı. Böylece iki kitle birleşirken polisin irade

belirleme çabası da boşa düşürüldü. Bu eylemin küçük bir örnek olarak temsil ettiği şeyse işçilerin grev iradesinin ileri çıkışıdır. Bu noktada CGT kimya işkolun-dan başlayan rafineri kapatma eylemiyle toplu ulaşım grevcilerine çok büyük bir destek geldi. Yedi rafineriden ikisi kapatı-lırken, benzin satışlarında %20’lik düşüş amaçlanıyor. CGT Total merkez delege-si hükümetin sağır kalması karşısında hareketin sertleşmesi gerektiğini ifade ediyordu. İşçilerin grevlerinden korkan devlet Champs-Élysées ve çevresindeki çok sayıda metro istasyonunu eylem ih-timaline karşı kapattırdı.

Bunlar lokal örnekler ve inisiyatifler olarak da değerlendirilebilir. Ancak bü-tün ile parça arasındaki uyum yükselen fiili-militan hareketi işaret ediyor. Katılım oranı artan, fiili yöntemleri kullanmak-la kalmayıp geliştiren bir hareket söz konusu. Yani sendikal bürokrasi rolünü oynarken, mevcut sınıf hareketlerinin bu işbirlikçi-ihanetçi şebekelerce çöker-tildiğini ifade ettiğimiz yerde işçi sınıfının kendi çıkış yollarını yarattığını da gös-teriyor. Nasıl ki sendikalar bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktıysa “işçi örgü-tünün içindeki işçi örgütü” olan taban örgütleri de böyle oluştu. Bürokrasinin panzehiri taban örgütlülüğüdür. Ve ye-nilen hareketler ve grevlerin nedeni ta-ban örgütlülüğün işleyişindeki açıklarda aranmalıdır. Yoksa ne devlet baskısı ne patron vurdumduymazlığı ne de sendi-kal bürokrasinin çabaları eyleme geçmiş işçi sınıfını yenebilir. Kendi saflarımızdaki

Page 20: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 21Dünya

bozgun kadar hiçbiri bizi dağıtamaz. Ta-rihsel deneyimler gösteriyor ki işçilerin en büyük yenilgileri kendi iradelerini yansıtan yapıların boşluğu durumunda ortaya çıkıyor. Temsilciler, başkanlar, hat-ta grev komiteleri vb. eliyle güç kolektifin elinden alınabiliyor.

Fransa’daki genel grevin şu ana kadar ki ilerleyişi bunu açıkça belirginleştirdi. Hatta öyle bir çaresizlik ki hükümetin diyalog ve uzlaşı beklediği sendika bü-rokratları çıkıp “Grev için bizim yapabile-ceğimiz bir şey yok karar işçilerin kontro-lünde” tarzında cümleler kurabiliyorlar. Bunu ajitasyon olarak değil, işçi forum-ları karşısında kendi misyonlarının işlev-sizliği için söylüyorlar. UNSA örneğinde de görüldüğü gibi bürokratlar “bırakın” diyerek, bunun merkezi kararını alsalar bile işçi forumları bunu aşıyor. Ve forum-lar meşru işçi meclisleri şeklinde işlediği için de manipülasyon ya da dezenfor-masyon ile boşa düşürülemiyor.

Greve devam kararı alan demiryolu işçi forumlarından birinde bir işçinin ifa-de ettikleri oldukça anlamlıdır: “Ateşkes olmayacak. Sendika liderleri artık hare-kete geçmiyor. Bugün grevi elinde tutan AG (Assamble Generale). Durmamız söz konusu değil! Bugün grevde 2.000 avro kaybedebiliriz, ancak emekli olduğumuz-da her ay 600 avro kaybedemeyiz!”

İşçiler ne için savaştıklarının farkın-dalar. Bir ay maaşsız kalmaya da hazırlar. Fransız işçi sınıfı gün yüzüne vurmamış sınıf kültürüyle birçok farklı deneyime sahip. Belki de işçiler geçmiş yıllarda din-lediğimiz greve çıkmadan önce para bi-riktirme hikayeleri gibi kendi kişisel grev kasalarını hazırlamışlardır. Şurası net ki Fransa’daki deneyimin sürmesinin tek başına yasa karşıtlığı üzerinden üretebi-leceği sonuç muğlak, ancak bu deneyim tarihsel olarak işçi sınıfının yeniyi yarat-ma mücadelesinde anlamlı deneyimler bırakacaktır. Bu bugünden güvence altın-dadır.

Doğal olarak işçi sınıfının devrimci savaşını savunanlar olarak bu deneyimi en iyi okuması, takip etmesi gerekenler bizleriz. Yukarıda aktarılan sınıf mücade-lesi deneyimi, Greif kriterleri olarak tanı-madığımız manifestonun aslında başka bir ülkedeki sınıf mücadelesi içinde nasıl bir perspektif sunabileceğini gösteriyor. Fransa’da eksik olan, işçi sınıfının dev-rimci partisi ve onun sınıf hareketine ka-tacaklarıdır. Devrimci sınıf hareketini ge-liştirecek olanların boşluğunda işçi sınıfı deneyerek, yenilerek bugünlere geliyor. Ancak bu boşluk da bir gün yine aynı ye-nilen ama deneyen işçi sınıfı tarafından doldurulacak, işçi sınıfının partisi genel grevleri yasaları geri çektirmek için değil devrimin basamaklarına çevirecektir.

Uzun süren belirsizliğin ardından, Lufthansa’nın, kendisine bağlı Catering firması LSG Sky Chefs’i İsviçre menşeili Gate Gourmet’ye satacağı kesinleşmiş bulunuyor.

Gate Gourmet’nin, satış koşullarına dair Lufthansa ile pazarlıkları devam ediyor. Süreç başından beri her türlü aleniyetten yoksun yürütülüyor. Kapalı kapılar ardında yapılan kirli pazarlıklar-la ilgili olarak işçilere ne Lufthansa ne de ver.di bürokratları tarafından bilgi veriliyor. Olduğu kadarıyla da açıklama-lar işçilerin tabandan baskısı sayesinde mümkün olabiliyor.

Gate Gourmet’nin bu satışı fırsata çevireceğini, çalışma koşulları ve üc-retlere yönelik ciddi hak gasplarına gi-deceğini öngören işçiler bir yılı aşkın bir süredir çeşitli yollarla satışa ve yeni saldırılara karşı koymaya çalışıyorlar. Ni-tekim ilk alınan bilgilere göre işçilerin birçok hakkı gasp edilmek isteniyor.

Satış sürecinin ve saldırıların bir parçası olan ver.di bürokratları işçilerin tabandan baskısı sonucu da olsa zaman zaman bir şeyler yapmak zorunda kaldı-lar. Bundan haftalar önce ilan ettikleri bir grevi, Lufthansa şeflerinin yeni bir önerisi üzerine ertelemişlerdi.

ver.di 19 Aralık Perşembe günü 24 saatlik greve gideceğini ilan etti. LSG’deki bazı öncü işçilerin verdiği bilgi-lere göre ver.di bürokratları bu son grev kararını da işçilerin tabandan baskısı ve yükselen öfkesinden dolayı almak zo-runda kaldılar. Zira işçiler en son topla-mında 100 kişiyi bulan gruplarla, birkaç defa ver.di’ye bağlı işyeri temsilciliği ile LSG şeflerinin bürolarına baskınlar dü-zenlemiş ve hesap soran bir fiili eylemli-

lik geliştirmişlerdi.ver.di bürokratlarının yetersiz kaldı-

ğı yerde sermaye cephesi imdada koştu ve elbirliğiyle grev yasaklandı. Frankfurt İş Mahkemesi aldığı yıldırım bir kararla grevi yasakladığını bildirdi. Karar grevin başlamasına iki saat kala, saat 22.00’de sendikaya iletildi. Mahkeme gerekçe-li kararında, greve gitmenin yeterince ve uygun gerekçelendirilmediğini iddia etti.

Greve gitmemek için bin dereden su getiren sendika bürokratları da bu ka-rarı adeta sevinçle karşılayarak işçilere bildirdiler.

İşçiler, adeta bir oyuna dönen bu yazboz kararını öfkeyle karşıladılar ve protesto ettiler. İşbaşı yapmada saatle-ri bulan aksamalar ve iş yavaşlatmalar yaşandı. Bölüm ve vardiya şefleri işe gelmeyen işçileri telaşla arayarak işe gelmelerini “rica” ettiler. Hatta yer yer kendileri tezgâhların başına geçerek ça-lışmak zorunda kaldılar.

Grev kararı sadece Frankfurt ve Münih’teki işletmeler için alındı. Greve gitme konusunda son derece gönülsüz olan ver.di bürokratları, yasak savma babında aldıkları grev kararına ilişkin ciddi hiçbir ön çalışma yapmadılar. Grev oylaması sırasında da aynı tavrı takınan bu bürokratlar, yer yer işçilere greve git-menin sakıncalarını propaganda etmek-ten geri durmadılar.

Bu konuda en pervasız davranan-lar ise Düsseldorf’takiler oldu. Düs-seldorf’ta ver.di işyeri işçi temsilciliği başkanı zat, grevin anti-propagandasını yapmakla yetinmeyip, greve gitmekte ısrar eden bazı işçileri tehdit edecek kadar pervasız ve utanç verici bir tutum

takınabildi. Bu ayak oyunları neticesin-de Düsseldorf’taki “oylamada” grev kararı çıkmadı. Bir-Kar hazırladığı bir bil-diriyi 19 Aralık Perşembe günü Düssel-dorf’taki LSG işçilerilerine dağıtarak bu pervasızlığı teşhir etti.

Öte yandan ver.di yöneticileri bugün mahkemenin yasak kararına itiraz etti-ler. Fakat bu itiraz da Frankfurt İş Mah-kemesi tarafından reddedildi.

Her şeye rağmen işçiler özellikle grev oylamasında evet çıkması için ta-banda ciddi bir çaba içine girdiler. Çeki-nen ve gönülsüz olan arkadaşlarına ce-saret vererek, ikna etmek için uğraştılar. Grevin gerçekleşmesi durumunda katı-lımın yüksek olacağı tahmin ediliyor. 19 Aralık’taki grev fiilen gerçekleşmemiş olsa bile, işçilerin başta Frankfurt olmak üzere, Münih ve Düsseldorf gibi yerler-de greve gitme konusundaki isteği, ka-rarlılığı ve çabası oldukça önemlidir.

Yine bu vesileyle sendika bürokra-sisinin kimin safında yer aldığı işçilerin nazarında biraz daha açığa çıkmış, bü-rokratlar teşhir olmuşlardır. İşçi sınıfı harekete geçtiği her durumda, ayağın-daki prangalarda kimin eli olduğunu daha iyi anlayacaktır.

Günümüzde sendika bürokrasisi, sermayenin safında işçi sınıfına saldıran bir odağa dönüşmüştür artık. İşçi sınıfı, sermayeye karşı mücadelesini, kendisi-ni her adımda arkadan hançerleyen bu hainlere karşı mücadeleyle birleştirme-lidir. Tabandan kendi öz örgütlerini ya-ratarak, sınıf mücadelesinin tarihsel bir kazanımı olan sendikalarını bu asalak takımından temizlemediği müddetçe yol alması kolay olmayacaktır.

KIZIL BAYRAK / FRANKFURT

LSG Sky Chefs’te grev yasağı

Page 21: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

22 * KIZIL BAYRAK 27 Aralık 2019Kadın

Sosyalistlerin* “kadın eylemleri”ne katılımları üzerine

B. BaharKapitalist sistem, içinde bulunduğu

krizden çıkma yollarını ararken, kapi-talizmde kadının ikinci sınıf cins konu-mundan daha fazla fayda sağlamak için kadınlara yönelik saldırılarını arttırmak-tadır. Dünyanın dört bir yanında kadın cinayetleri tırmanmakta, kadınlar so-kakta, işte, evde taciz-tecavüz-şiddete uğramakta, işçi-emekçi kadınlar düşük ücretten hak gasplarına bir dizi başka so-runla boğuşmaktadırlar. Bu tablonun so-nucunda kadın hareketi kitleselleşmekte ve yaygınlaşmaktadır. Kuşkusuz ki bunda sorunun yakıcılığı ve bu sorun karşısın-da mücadelenin farklı sosyal katmanları kesen geniş kesimlerce sahiplenilmesi, köklü bir mücadele geçmişinin olması önemli bir rol oynamaktadır.

Dünyanın dört bir yanında kadınlar kitlesel olarak talepleri ile sokaklara çık-makta, Las Tesis örneğinde olduğu gibi farklı eylem biçimlerini kullanmakta, gündeme oturan eylemler gerçekleştir-mektedirler. Çoğunlukla kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri öne çıkan gündem olurken, kadınlar eşit işe eşit ücret ya da kürtaj hakkının yasaklanma-sı gibi gündemlerle de alanlara çıkmak-tadırlar. Özellikle 8 Mart ve 25 Kasımlar kadınların tüm dünyada kitlesel gösteri-lerine sahne olmaktadır. Ayrıca kadınlar yaşadıkları çifte sömürünün yarattığı öfke birikimi ile birlikte sadece kadın ey-lemelerinde değil, halk hareketlerinde, sokak eylemlerinde de kitlesel ve kararlı bir şekilde yerlerini almaktadırlar.

Türkiye’de de dünyada yükselen ka-dın hareketi ile paralel olarak, kadınların hem kadın sorunu gündemli eylemlere hem de genel olarak tüm eylemlere ka-tılımı artıyor. Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet ve cinsel istismar olayları karşısında, Özgecan Aslan, Ceren Özde-mir örneklerinde olduğu gibi, kitlesel boyutlara ulaşan refleks eylemler ger-çekleşmektedir. Özellikle 25 Kasım ve 8 Martlarda eylemler yasaklansa dahi bin-lerce kadın kent meydanlarına akmakta-dır.

15 Temmuz sonrasında, ilerici-dev-rimci güçlere yönelik başta gözaltı-tu-tuklama olmak üzere saldırıların arttığı, bununla paralel olarak sokak hareketinin geri çekildiği bir dönemde, yasaklara rağmen 25 Kasım ve 8 Mart eylemlerinin

kitlesel bir şekilde devam etmesi, bu ey-lemlerin toplumsal mücadele açısından taşıdığı öneme işaret etmektedir. Bu çer-çevede kadın hareketine dair aşağıdaki değerlendirmeye başvurmak yararlı ola-caktır:

“Emekçilerin artan katılımı kadın ey-lemlerinde anti-kapitalist söylemleri ço-ğaltsa da hareket halen büyük ölçüde orta sınıf damgası taşımaktadır. Bu ger-çeğin bilincinde olmak, bunun harekete getirdiği sınırlılıkları görmek, fakat bun-dan hareketle hiçbir biçimde küresel çap-taki kadın hareketi dinamiğini küçümse-me hatasına düşmemek gerekir. Emekçi kadın katılımının artmasıyla birlikte, ka-dın hareketinin toplumsal mücadeleler içinde tuttuğu yer daha da önem kazana-caktır. Hareketin sağlıklı iç ayrışmaların ardından devrimci bir rotaya oturması, devrimci bir sınıf hareketinin gelişimiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır.

“Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadınlara yönelik sonu gelmeyen baskı-lar, ayrımcı politikalar ve uygulamalar, iktidarın boyun eğdiremediği ve dahası üzerine rahatça gidemediği bir kadın ha-reketini beslemektedir. Dünya ölçüsünde güç kazanan ve güçlü yankılar yaratan uluslararası kadın hareketi, Türkiye’deki kadın hareketini politik ve moral açıdan güçlendiren bir başka kaynaktır. Halen hareket üzerinde orta sınıf ağırlığı sürü-

yor olsa da, emekçi kadınların artan ka-tılımı ‘90’lı yılların dar görüşlü feminist sınırlamalarını giderek aşındırmaktadır. Sınıf hareketindeki gelişmeler, fabrika eksenli ve kadın işçi ağırlıklı direnişlerin yaygınlaşması, hareketin daha sağlıklı bir zemine çekilmesini kolaylaştıracaktır. Partimiz bugün bu koşullarda kendi ka-dın çalışmasını sınıf çalışmasının temel bir boyutu olarak ele almayı sürdürecek, ama öte yandan ilerici-demokratik kadın hareketini de her yolla destekleyecektir.” (TKİP VI. Kongre Bildirgesi, tkip.org)

- Haklı-meşru talepler ortaya koyan, kitlesel boyutlara ulaşan “kadın eylem-leri”ne dair, sosyalistlerin güncel politika ve pratikte daha güçlü bir tutum geliş-tirmesi bir ihtiyaçtır. Ancak bu noktada özellikle belirtmek gerekmektedir ki sos-yalistler kadın sorununu yeni keşfetmi-yorlar. Ya da sosyalistlerin kadın sorunu gündemli çalışması “kadın eylemleri”ne katılımla sınırlı değildir. Soruna yer yer yeterli ilginin gösterilmemesi kuşkusuz ki eleştirilebilir. Tarihsel açıdan incelen-diğinde de özellikle devrimci kadın ön-derlerin çabaları ve ısrarları ile bu konu-da özeleştirel yaklaşıldığı görülmektedir. Ancak eleştiri konusu edilebilecek tüm eksikliklerine rağmen şu açık bir ger-çektir ki sosyalist hareketin tarihi, öze-linde Sovyet deneyimi bugün için kadın sorunu kapsamında kazanılmış hak ve

özgürlüklerde temel önemde bir rol oy-namıştır. Nitekim 8 Mart, devrimci kadın önderlerin çaba ve ısrarlarıyla mücadele günü olarak belirlenmiştir.

- Burada önemli olan, içerisinde oldu-ğumuz tarihsel dönemde feministlerin çağrıcılığıyla gerçekleşen ve kitlesel hale gelebilen eylemlere yaklaşım sorunudur. Sosyalistlerin, devrimcilerin ilerici özel-lik taşıyan, meşru talepler ortaya koyan her kitle hareketine özel bir ilgi göster-mesi bir sorumluluktur. Hele ki kadın sorunu gibi yakıcılığı apaçık ortada olan bir sorun kapsamında gerçekleşen kadın eylemlerine katılmak özel bir önem taşı-maktadır. Ancak onlardan bu eylemlere kendi dünya görüşlerini ya da feminiz-me karşı ortaya koydukları eleştiriyi bir kenara bırakarak katılmaları beklenme-melidir. Bu noktada komünistlerin, femi-nizmin sınırlarını ortaya koyan şu vurgu-larını hatırlatmak yerinde olacaktır:

“... Burada feminist olmayı temelde kadının eşitliği ve özgürlüğünden yana tutum olarak alıyorum. Kadının eşitliği ve özgürlüğünden yana olmak, terimin olumlu anlamında elbette ki feminist ol-maktır. Sosyalizm bu anlamda feminist anlayış ve tutumu en kapsamlı ve derin-likli biçimde içerir.

“Fakat yazık ki feminizm öte yandan belli bir ideolojik-sınıfsal akımdır. Bu akı-ma yakından baktığımızda onun, kadının

Page 22: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

27 Aralık 2019 KIZIL BAYRAK * 23Kadın

çok boyutlu özgürleşmesi sorununu top-lumsal kapsamından ve sınıfsal temelin-den kopararak, basitçe ve en sığ biçimde kadın-erkek arasındaki ilişkilere indirge-yen, eşitliği çoğu durumda içi boş biçim-sel haklar çerçevesinde ele alan burjuva ya da küçük-burjuva bir akım olduğunu görürüz. Bu türden bir feminist ideolojik eğilim ve tutum, elbette burjuva ve kü-çük-burjuva kadın akımlarını ifade eder. Bu akımlar kuşkusuz bu dar ve yüzeysel sınırlar içinde yine de haklı ve demokra-tik bir yön taşırlar ve biz de onları bu sı-nırlar içinde destekleriz.” (Kadın sorunu üzerine konferanslardan.../2: Tarihten günümüze kadın ezilmişliği ve kapita-lizm - H. Fırat, tkip.org)

- Burada sorun eylemlerin çağrıcılı-ğını yapan feministlerin, eyleme katılan ancak onlar gibi düşünmeyen ilerici-dev-rimci güçlere, sosyalistlere yasakçı-da-yatmacı bir tutumla yaklaşmalarıdır. Geçmişte 8 Mart tartışmaları ve ayrış-malarında da tanık olduğumuz bu tutum bugün de devam etmektedir. Toplumsal bir öfkeye konu olan bir kadın cinayeti protestosunu ya da 25 Kasım ve 8 Mart gibi tarihsel gündemleri önemsediği için eyleme katılan herkese “Bu eylemin çağrıcısı biziz, katılacaksanız bizim belir-lemelerimize ve sınırlamalarımıza uya-caksınız” bakış açısı ile yaklaşılmaktadır. Düzenin kalıbına girmeyi reddettiğini iddia eden eylem komitesindeki femi-nistler, eylemlerde kadın sorununa kar-şı hassasiyet gösteren ancak onlar gibi düşünmeyen herkesi kendi belirledikleri kalıba sokma çabası içerisine girmekte-dirler.

- Kadına yönelik şiddet, kadın cina-yetleri, kadın sorunu, sosyalizm içerikli dövizlerin imzalı olduğu koşulda taşın-ması feministler tarafından engellenme-ye, imzasız olduğu koşulda bile “tek tip döviz” olduğu gerekçesiyle yine engel-lenmeye ya da kendilerine göre içeriği doğru bulunmadığı için yasaklanmaya çalışılmaktadır. Feminist hareket eyleme katılan devrimcileri eylemin dışına itmek için uğraşmakta, onları eylem komitesi-nin iradesine uymamakla suçlamaktadır. Binlerce kadının katıldığı, dolayısıyla ey-lem komitesinin sınırlarını çoktan aşan bir eylemde sosyalistlerin, devrimcilerin kendi sözleriyle, kendi ifadeleriyle katıl-maları sorun olarak görülmektedir. Hat-ta eyleme katılma amaçlarının 25 Kasım değil, feministleri bastırmak olduğu dahi iddia edilebilmektedir. Niyet sorgulama-ya giren bu bakış açısı ve alınan pratik tutumların mücadeleyi ileri taşıyabilecek bir tarafı olmadığı gibi, feministleri dev-rim ve sosyalizm karşıtı bir konuma sok-tuğu unutulmamalıdır.

- Sosyalistlerin bu eylemlere katılır-ken kendi kimliklerini bir kenara bırak-

malarını beklemenin anlaşılır bir tarafı yoktur. Sosyalistler mücadelenin diğer tüm alanlarında olduğu gibi kendi siyasal kimlikleriyle bu eylemlerde yerini alma hakkına sahiptirler.

- Aşağıdaki pasaj, kadın sorununun nasıl ele alınması gerektiğini tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır:

“Kadın sorunu ancak toplumsal dev-rimle birlikte kapsamlı ve kalıcı bir çözüm yoluna girebilir, bilimsel açıdan bu tartış-masız bir gerçektir. Fakat bu hiçbir biçim-de, kadın sorununda elimizi kolumuzu bağlamamız ve yarının toplumsal devrim sonrasını beklememiz anlamına gelmez. Toplumsal-siyasal sorunların çözümüne yaklaşımdaki devrim-reform diyalektiği doğal olarak kadın sorununda da aynen geçerlidir. Nasıl ki devrimin biricik gerçek ve kalıcı çözüm olması bizi şu veya bu toplumsal ya da siyasal sorun konusun-da reformlar uğruna genel mücadeleden alıkoymuyorsa, aynı şekilde, kadın soru-nunda gerçek ve kalıcı çözümün yolunun ancak bir toplumsal devrimle açılacak olması gerçeği de bizi kadın özgürlüğü ve eşitliği uğruna bu toplum altında gerçek-leştirilebilir reformlar uğruna mücadele-den alıkoymaz. Biz kadın sorununu sos-yal, siyasal, ideolojik, kültürel ve elbette ekonomik boyutlarıyla hafifletebilmek için bu toplum altında bugünden azami bir çaba harcarız. Fakat bunu, sorunun kaynağını ve temellerini unutturmaya, gözlerden gizlemeye yönelik bütün ça-balara karşı sistematik bir mücadeley-le de birleştiririz. Toplumsal kaynağı ve temelleri durduğu sürece tüm iyileştirici reformlara rağmen sorunun kendini de-ğişik biçimler altında döne döne yeniden üreteceği gerçeğini bir an bile unutma-yız, unutturmayız.” (Kadın sorunu üzeri-ne konferanslardan.../5: Kadın sorunu ve toplumsal devrim - H. Fırat, tkip.org)

Kadının kurtuluş mücadelesini dev-rim sonrasına havale etmeden, işçi-e-mekçi kadınların bugün yakıcı olarak yaşadığı tüm sorunlara karşı sistematik ve kararlı bir mücadele yürütmek, başta kadınlar olmak üzere kendisini sosyalist olarak tanımlayan herkesin omuzlarında bir sorumluluk olarak durmaktadır. Bu mücadeleyi sosyalizm için mücadele ile birleştirmek ise kadın sorununun gerçek ve kalıcı çözümüne gidecek yolda olmaz-sa olmaz önemdedir. Bu bilinçle sosya-listler “kadın eylemeleri”ne katılmaya devam edeceklerdir.

* Burada “sosyalist” tanımlaması 25 Kasım ardından gerçekleşen ve femi-nist-sosyalist çatışmasına dönüştürülen tartışmalara atfen yapılmıştır. “Sosya-list” tanımlaması ile örgütlü devrimciler ifade edilmektedir.

AKP’nin kadınlar için attığını söyle-diği her adımda baskıcı, gerici uygula-malarla, şiddeti tetikleyen sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz. Adalet Bakanlığı tarafından yayınlanan yeni bir genelge, “6284 sayılı Ailenin Korunması ve Ka-dına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun uygulansın” diyor. 6284 sayılı Kanun çıkartılıyor, İstanbul sözleşmesi imzalanıyor... Sonra bunlar yok sayılıp işletilmiyor, ama uygulansın diyen ge-nelge maddeleri ile karşılaşıyoruz.

Genelge diyor ki, “Aile İçi ve Kadına Yönelik Şiddet Büroları’nın sayıları art-tırılsın”, “Kadına yönelik şiddet vakaları bu bürolardaki uzman savcılar tarafın-dan yürütülsün”, “Hayati tehlikesi bu-lunduğunu ifade eden kadın için talep olsun olmasın geçici koruma altına alma tedbirleri alınsın” vs. Bunların hiç-biri yeni değil. Birçok yasa, yönetmelik ve dönemsel politikalar çerçevesindeki uygulamalar kadına yönelik şiddetin önlenmesi için yeterli olmasa da genel-genin bahsettiği kapsamda önlemler var. Ama kağıtta yazanlar hayata geçi-yor mu? Aynı içeriğin farklı kağıtlarda farklı başlıklar altında yazması ile şid-detin önlenmeyeceği, sorunların çözül-meyeceği aşikardır.

Kadın cinayetleri, tecavüz, taciz davalarına gizlilik kararının getirilme-

sinin önü açılırsa ne olur? Genelgenin 5. maddesi tam da bunun için: “Kural olarak gizli olan soruşturma evresiyle ilgili ifade, tutanak, belge, ses ve video kaydı gibi delillerin internet ve sosyal medya gibi platformlarda paylaşılma-sının önüne geçilmesi, kanuni zorun-luluk nedeniyle gizli tutulan bilgilerin üçüncü kişilere verilmesinin, Türk Ceza Kanunu’nun 285’inci maddesi uyarınca ‘gizliliğin ihlali’ suçundan sorumluluk doğuracağının bilinmesi…”

Toplumdaki tepkiyi açığa çıkartan bir olay yaşandığında gizlilik kararı ge-tirilecek. Olayın haberinin yaygınlaştı-rılmasına, öfkenin eylemsel süreçlere döndürülmesine, dava süreçlerine etki edecek paylaşımların yapılmasına böy-lece ket vurulmuş olacak. Bir de üstüne muhtemeldir ki sosyal medyada ko-nuyu işleyenler de “gizliliğin ihlali” ile hedefe çakılacak ve işlemeyen hukuk birden işler olacak!

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için acil ihtiyaç, “yeni” görüntüsü al-tında eskilerin fotokopisi genelgeler yayınlamak değildir. Çözüm, şiddetin önlenmesi, yaptırımlarla engellemenin sağlanması, toplumun bu sorun karşı-sında bilinçlenmesi ve örgütlenmesi-dir!

TRAKYA’DAN BİR KIZIL BAYRAK OKURU

AKP’nin genelgesi şiddeti ve baskıyı boyutlandırıyor

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için ihtiyaç, “yeni” görüntüsü altında eskilerin fotokopisi genelgeler yayınlamak değildir. Çö-züm, şiddetin önlenmesi, yaptırımlarla engellemenin sağlanması, toplumun bu sorun karşısında bilinçlenmesi ve örgütlenmesidir!

Page 23: Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak (48).pdfketin inişli çıkışlı bir seyir içinde yaşadığı gerilemenin 2019 yılında da sürdüğü bir gerçektir. Kriz koşullarında gerçekleşen

İşçi sınıfı ve emekçilerin geleceği

sosyalizmdedir!

2019, emperyalist-kapitalist barbarlığa karşıproleter kitle hareketleri ve halk isyanlarıyla hatırlanacaktır…