431
SOSYOLOJİYE GİRİŞ II SOSYOLOJİ LİSANS PROGRAMI Prof. Dr. YÜCEL BULUT İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ

SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

  • Upload
    others

  • View
    20

  • Download
    1

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

SOSYOLOJİYE GİRİŞ II

SOSYOLOJİ LİSANS PROGRAMI

Prof. Dr. YÜCEL BULUT

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ

Page 2: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ

SOSYOLOJİ LİSANS PROGRAMI

SOSYOLOJİYE GİRİŞ II

Prof. Dr. YÜCEL BULUT

Page 3: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

3

ÖNSÖZ

Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçişte yaşanan

toplumsal krizleri anlayabilmek, kavrayabilmek ve çözümleyebilmek amacıyla 19. yüzyılda

ortaya çıktı. Temel kavramları, kuramları, ilgi alanları, soruları ve yöntemleri bu toplumsal ve

tarihsel ortamda şekillendi. Bu yönüyle bakıldığında, sosyolojiyi modern sanayi toplumunun

bilimi olarak nitelemek mümkündür.

Sosyoloji; ortaya çıktığı toplumların ve dönemin sorunları ve ihtiyaçları doğrultusunda, bir

yönüyle toplumsal değişimin dinamiklerini ve taraflarını kavramaya çalıştı, diğer bir yönüyle

de normlar, değerler, ahlak, toplumsal ilişkiler, değişen çalışma ilişkileri, aile, dinî anlayışlar,

eğitim, toplum içerisinde bireyin konumu ve rolü gibi konular etrafında toplumu hem yatay,

hem de dikey olarak anlama gayreti içinde oldu.

Sosyoloji, antropoloji, psikoloji, iktisat, hukuk vb. gibi bilimlere göre biraz daha geç bir tarihte

ve belli ölçüde onların yetersiz kaldıkları sorulara cevaplar üretebilmek çabasıyla oluştu. O

nedenle, sosyolojiyi, her biri bireyin ya da toplumsal hayatın belli bölümleri üzerine

uzmanlaşmış disiplinlerle yakın ilişki içerisinde olan, onların bir kesişme noktasında iş gören

bir disiplin olarak da değerlendirmek mümkündür. Başka bir deyişle, felsefeden antropolojiye,

edebiyattan tarihe, iktisattan hukuka, işletmeden psikolojiye ve hatta doğa bilimlerine

varıncaya dek çok farklı disiplinin üretimlerinden zengin bir biçimde yararlanır. Belli ölçüde

bu disiplinlerin üretimlerini derleyip toparlayan, bir potada eriten ve toplumsal hayatın

geçmişine, bugününe ve geleceğine ilişkin değerlendirmelerde bulunan bir disiplindir.

Elinizdeki metin, sosyoloji disiplini ile yeni tanışacaklar için bir başlangıç olması düşüncesiyle

hazırlandı. Konular ve konu anlatımları bu amaç çerçevesiyle sınırlı tutulmaya çalışıldı.

Sosyolojinin derin iç tartışmalarını yansıtmak ya da tartışmaktan ziyade, sosyolojiyi belli başlı

konuları ve ilgileriyle yeni başlayanlara tanıtmak gibi bir amaç güdülmüş ve gelişime açık bir

metin oluşturulmasına özen gösterildi.

Sosyolojiye Giriş II, bu yeni edisyonu için yeniden düzenlendi. Önceki yıllarda Sosyolojiye

Giriş II’de bulunan bazı bölümlerin, Sosyolojiye Giriş I’e dahil edilmesi nedeniyle oluşan

boşluk, yeni bölümlerin eklenmesiyle giderilmeye çalışıldı. Bu çerçevede, daha önceki

edisyonlarda olmayan “Toplumsal Kurum”, “Toplumsal Hareketler Sosyolojisi” ve “Yaşlılık

Sosyolojisi” bölümleri eklendi. “Toplumsal Hareketler Sosyolojisi” başlıklı bölüm,

bölümümüz öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Mehmet Emin Balcı tarafından elinizdeki metin için

kaleme alındı. “Yaşlılık Sosyolojisi” bölümü ise, yine bölümümüz öğretim üyesi Doç. Dr.

Page 4: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

4

Murat Şentürk ve Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Dr.

Hamza Kurtkapan tarafından bu metin için kaleme alındı. Benim bu bölümlerle ilgili katkım,

metinler üzerinde bazı düzenlemeler yapmakla sınırlıdır. Sosyolojiye Giriş II’nin

geliştirilmesine verdikleri değerli katkılar için değerli meslektaşlarımın her birine ayrı ayrı

teşekkür ederim.

Bir önceki edisyonda “Sosyolojide Güncel Meseleler” başlığı altında işlenen “toplumsal

cinsiyet” konusu elinizdeki metinde “Aile ve Toplum” bölümü içerisine ‘Toplumsal Cinsiyet

Sosyolojisi’ başlığıyla dahil edilerek ele alındı. “Toplum ve Eğitim”, “Ekonomi, İş ve Çalışma

Hayatı, “Örgüt Sosyolojisi”, “Toplumsal Sapma ve Suç”, “Siyaset, İktidar ve Otorite”, “Göç

ve Toplum”, “Toplum ve Din” ve “Kent ve Kentleşme Sorunları” başlıklı bölümler, bu edisyon

için yeniden gözden geçirildi, bazı kısımlar yeniden kaleme alındı, kimi eklemeler ve

çıkarmalar yapıldı ve bütün bölümlerde metin akışı ve konuların işlenmesi yeniden düzenlendi.

Bütün bu uğraşlarımıza rağmen, metinde hala belli eksiklikler elbette ki mevcuttur. Metnin

hem Türkçe, hem de muhteva açısından geliştirilmesine ve daha iyi hale getirilmesine yönelik

çabalarımız sonraki yıllarda da devam edecektir.

Faydalı olması ümidiyle...

Yücel Bulut

Page 5: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

5

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ...................................................................................................................................... 3

İÇİNDEKİLER......................................................................................................................... 5

1. TOPLUMSAL KURUM .................................................................................................... 12

Giriş .......................................................................................................................................... 16

1. 1. Toplumsal Kurum ............................................................................................................ 16

1.2. Sosyolojide Kurum Kavramının Kökeni ........................................................................... 19

1.3. Kurumlaşmanın Oluşumu ................................................................................................. 22

1.4. Kurumların İşlevleri .......................................................................................................... 28

1.5. Kurumların Evrenselliği ve Kurumların Tasnifi ............................................................... 29

2. AİLE VE TOPLUM ........................................................................................................... 32

2.1. Aile .................................................................................................................................... 34

2.2. Aile Tipleri ........................................................................................................................ 36

2.3. Evlilik Türleri .................................................................................................................... 41

2.4. Toplumsal Değişme ve Aile .............................................................................................. 44

2.5. Türkiye’de Aile ................................................................................................................. 46

2.6. Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi ......................................................................................... 48

Okuma Önerileri ....................................................................................................................... 51

3. TOPLUM VE EĞİTİM ..................................................................................................... 57

3.1. Eğitim ................................................................................................................................ 60

3.2. Eğitim Sosyolojisi ............................................................................................................. 62

3.3. Eğitime Sosyolojik Yaklaşımlar........................................................................................ 68

3.3.1. İşlevselci Yaklaşım ................................................................................................. 68

3.3.2. Çatışmacı Yaklaşım ................................................................................................ 71

3.3.3. Feminist Yaklaşım .................................................................................................. 73

3.3.4. Yorumcu ya da Sembolik Etkileşimci Yaklaşım .................................................... 75

Page 6: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

6

3.3.5. Eleştirel Pedagoji Kuramı ....................................................................................... 78

3.3.6. Ivan Illich ve Okulsuz Toplum ............................................................................... 80

3.4. Toplumsal Farklılık ve Eğitimde Başarı ........................................................................... 82

Okuma Önerileri ....................................................................................................................... 85

4. TOPLUM VE DİN ............................................................................................................. 89

4.1. Din: Tanımlama Çabaları .................................................................................................. 93

4.2. Din Sosyolojisi .................................................................................................................. 99

4.3. Dine Sosyolojik Bakış ..................................................................................................... 105

4.3.1. Dinin Bütünleştirici İşlevi ..................................................................................... 105

4.3.2. Din ve Toplumsal Destek ...................................................................................... 106

4.3.3. Din ve Toplumsal Değişim ................................................................................... 106

4.3.4. Din ve Toplumsal Denetim: Çatışmacı Bakış ....................................................... 107

4.4. Sekülerleşme Tezi ........................................................................................................... 108

4.5. Okuma Parçası: Yeni Dinî Hareketler ............................................................................. 114

Okuma Önerileri ..................................................................................................................... 119

5. EKONOMİ, İŞ VE ÇALIŞMA HAYATI ...................................................................... 123

5.1. Ekonomi: Kavramsal Bir Başlangıç ................................................................................ 128

5.2. Ekonomik Faaliyetlere Tarihsel Bir Bakış ...................................................................... 131

5.3. Ekonomide Sektörler ....................................................................................................... 133

5.4. Küresel ekonomi ............................................................................................................. 134

5.5. Ekonomik Sistemler ........................................................................................................ 134

5.6. Endüstriyel toplumlarda çalışma hayatı .......................................................................... 137

5.7. Post-endüstriyel toplumlarda çalışma hayatı ................................................................... 146

5.8. Değişen Ekonomiler ....................................................................................................... 148

6. SİYASET, İKTİDAR VE OTORİTE ............................................................................. 153

Giriş ........................................................................................................................................ 157

6.1. Siyaset Kavramı .............................................................................................................. 158

Page 7: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

7

6. 2. Siyaset Sosyolojisi.......................................................................................................... 163

6.3. Yönetim ........................................................................................................................... 166

6.4. Siyasal Sistemler ............................................................................................................. 169

6.4.1. Monarşi ................................................................................................................. 171

6.4.2. Demokrasi ............................................................................................................. 171

6.4.3. Otoriteryanizm ...................................................................................................... 172

6.4.4. Totalitarizm ........................................................................................................... 173

6.5. Güç, İktidar, Otorite ve Otorite Çeşitleri ......................................................................... 174

6.5.1. Otorite Çeşitleri ..................................................................................................... 179

6.6. Temel Siyasî Kurumlar ve Kavramlar ............................................................................ 182

6.6.1. Devlet .................................................................................................................... 182

6.6.2. Hükümet ................................................................................................................ 184

6.6.3. Parlamento ............................................................................................................ 185

6.6.4. Bürokrasi ............................................................................................................... 186

6.6.5. Siyasi Partiler ........................................................................................................ 186

6.6.6. Baskı Grupları ....................................................................................................... 186

6.6.7. Seçimler ................................................................................................................ 187

7. KENTLEŞME VE KENT SORUNLARI ....................................................................... 190

Giriş ........................................................................................................................................ 193

7.1. Kent ve Kente Dair Sosyolojik Yaklaşımlar ................................................................... 194

7.1.1. Georg Simmel ve Kent .......................................................................................... 196

7.1.2. Chicago Okulu ve Kent ......................................................................................... 196

7.1.3. Kente Ekolojik Yaklaşım: Park, Burgess ve McKenzie ....................................... 197

7.1.4. Bir Yaşam Tarzı Olarak Kent: Louis Wirth .......................................................... 198

7.2. 20. Yüzyılda Kente Sosyolojik Yaklaşımlar ................................................................... 199

7.2.1. Weberci Yaklaşımlar ............................................................................................ 201

7.2.1.1. Konut Sınıfları Kuramı ...................................................................................... 201

Page 8: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

8

7.2.1.3. Tüketim Sosyolojisi Kuramı .............................................................................. 205

7.2.2. Marxist Yaklaşımlar .............................................................................................. 207

7.2.2.1. Toplumsal Hareketler Kuramı ........................................................................... 207

7.2.2.2. Sermaye Çevrimi Kuramı .................................................................................. 212

8. NÜFUS ve TOPLUM ....................................................................................................... 221

Giriş ........................................................................................................................................ 224

8.1. Demografi: Nüfus Bilimi ................................................................................................ 225

8.2. Demografik Kuramlar ..................................................................................................... 226

8.3. Demografinin Bazı Kavramları ....................................................................................... 229

9. GÖÇ ve TOPLUM ........................................................................................................... 236

Giriş ........................................................................................................................................ 240

9.1. Göçle İlgili Kavramlar ve Tanımlar ................................................................................ 241

9.2. Göç Teorileri ................................................................................................................... 247

9.2.1. Ernest George Ravenstein ve “Göç Yasaları” ...................................................... 249

9.2.2. Samuel A. Stouffer ve Kesişen Fırsatlar Teorisi .................................................. 252

9.2.3. Everett S. Lee ve Göç Teorisi ............................................................................... 252

9.2.4. Larry A. Sjastaad ve İnsan-Sermaye Modeli ........................................................ 254

9.2.5. Michael P. Todaro ve Göç .................................................................................... 255

9.2.6. George J. Borjas ve Göç Teorisi ........................................................................... 256

9.2.7. Yeni Ekonomi Kuramı .......................................................................................... 257

9.2.8. William Petersen ve Göç Tipolojisi ...................................................................... 257

9.2.9. Michael J. Piore ve İkili Emek Piyasası Teorisi ................................................... 260

9.2.10. Saskia Sassen ve Göç Çalışmaları ...................................................................... 261

9.2.11. İlişkiler Ağı Teorisi ............................................................................................. 262

9.2.12. Göç Sistemleri Teorisi ........................................................................................ 263

9.3. Türkiye’de İç ve Dış Göçler ............................................................................................ 264

9.4. Uluslararası Göç .............................................................................................................. 268

Page 9: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

9

9.5. Göç Alanında Çalışan Ulusal ve Uluslararası Kurum ve Kuruluşlar .............................. 271

10. TOPLUMSAL HAREKETLER SOSYOLOJİSİ ........................................................ 277

Giriş ........................................................................................................................................ 281

10.1. Toplumsal Hareketlerin Modern Öncesi Tarihi ............................................................ 281

10.2. Modern Toplumsal Hareketler: Tanımlar, Süreçler, Aktörler ....................................... 285

10.3. Klasik Toplumsal Hareketler ........................................................................................ 287

10.3.1. İşçi Hareketleri .................................................................................................... 288

10.3.2. Ulusal Kurtuluş Hareketleri ................................................................................ 291

10.4.1. Gençlik Hareketleri ............................................................................................. 297

10.4.2. Kadın Hareketleri ................................................................................................ 298

10.4.3. Etnik ve Irkçılık Karşıtı Hareketler ..................................................................... 300

10.4.4. Küresel Hareketler .............................................................................................. 301

10.5. Sonuç ............................................................................................................................. 301

Okuma Önerileri ..................................................................................................................... 303

11. TOPLUMSAL SAPMA VE SUÇ .................................................................................. 307

11.1. Toplumsal Sapma, Toplumsal Kontrol ve Suç .............................................................. 311

11.2. Kriminoloji ve Suç Sosyolojisi ..................................................................................... 316

11.3. Suça/Suçluya İlişkin Yaklaşımlar .............................................................................. 320

11.3.1. Biyolojik Teoriler ................................................................................................ 321

11.3.2. Psikolojik Teoriler .............................................................................................. 323

11.3.3. Sosyolojik Teoriler .............................................................................................. 324

12. ÖRGÜT SOSYOLOJİSİ ................................................................................................ 341

Giriş ........................................................................................................................................ 345

12.1. Örgüt: Tanımlama Çabaları ........................................................................................... 345

12.2. Örgüt Kuramları ............................................................................................................ 347

12.3. Max Weber ve Bürokrasi .............................................................................................. 353

12.4. Örgüt Tipleri .................................................................................................................. 358

Page 10: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

10

12.5. Dünyayı Saran Örgütler ................................................................................................ 361

12.5.1. Manuel Castells ve Ağ Toplumu ........................................................................ 362

12.5.2. Michel Foucault ve Gözetim Toplumu ............................................................... 363

13. YAŞLANMA SOSYOLOJİSİ ....................................................................................... 368

Giriş ........................................................................................................................................ 372

13.1. Yaşlanma ve Yaşlılıkla İlgili Kavramlar ....................................................................... 373

13.1.1. Yaşlı .................................................................................................................... 373

13.1.2. Yaşlanma ............................................................................................................. 373

13.1.3. Yaşlılık ................................................................................................................ 374

13.1.4. Nüfusun Yaşlanması ........................................................................................... 374

13.1.5. Yaşlanmanın Sosyokültürel Yapısı ..................................................................... 375

13.1.6. Yaşlanma ve Cinsiyet ......................................................................................... 375

13.1.7. Yaşlı İstismarı ..................................................................................................... 376

13.1.8. Geriatri, Gerontoloji ve Gerontososyoloji .......................................................... 376

13.2. Yaşlanma Teorileri ........................................................................................................ 377

13.2.1. İşlevselci Teoriler ve Yaşlanma (Yaşlanma ile İlgili Makro Teoriler) ............... 377

13.2.2. Yorumsamacı Teori ve Yaşlanma ....................................................................... 381

13.2.3. Sembolik Etkileşimci Bakış Açısı ve Yaşlanma ................................................. 382

13.3. Türkiye’de Yaşlanma .................................................................................................... 382

13.4. Türkiye’de Yaşlılıkla İlgili Sosyolojik Çalışmalar ....................................................... 384

14. KÜRESELLEŞME ......................................................................................................... 387

Giriş ........................................................................................................................................ 391

14.1. Küreselleşme [‘Globalization’] Kavramının Doğuşu ................................................... 392

14.2. Tanımlama Çabaları ...................................................................................................... 393

14.3. Küreselleşmenin Nitelikleri ........................................................................................... 395

14.4. Küreselleşmeyi Tetikleyen Faktörler ............................................................................ 401

14.4.1. Ekonomik Faktörler ............................................................................................ 401

Page 11: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

11

14.4.2. İletişimsel ve Teknolojik Gelişmeler .................................................................. 403

14.4.3. İdeolojik Nedenler .............................................................................................. 406

14.5. Küreselleşmeye Karşı Çıkışlar ...................................................................................... 407

14.5.2. Küreselleşme=Emperyalizm ............................................................................... 409

14.6. Küreselleşmeye Farklı Yaklaşımlar .............................................................................. 409

14.6.1. Aşırı Küreselleşmeciler (Ohmae, Greider, Perlmutter) ...................................... 410

14.6.2. Küreselleşme Karşıtları ....................................................................................... 410

14.6.3. Dönüşümcüler (Anthony Giddens, Manuel Castells, Jan Aart Scholte) ............. 411

14.7. Sonuç: Değişen ve Yeni Olan Ne? ................................................................................ 411

KAYNAKÇA ........................................................................................................................ 416

Page 12: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

12

1. TOPLUMSAL KURUM

Page 13: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

13

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

1.1. Toplumsal kurum nedir?

1.2. ‘Kurum’ kavramının sosyolojideki kullanım değeri nedir?

1.3. Toplumsal kurumların olumlu-olumsuz işlevleri nelerdir?

1.4. Temel toplumsal kurumlar nelerdir?

Page 14: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

14

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Toplumsal kurum nedir?

Toplumsal hayatta kurumlaşma nasıl gerçekleşir?

Toplumsal kurumlar sosyal hayatımızda işlerimizi kolaylaştırmakta

mıdırlar?

Toplumsal kurumlar, özgürlüklerimizi kısıtlayıcı bir özelliğe sahip

midirler?

Toplumsal hayatın yürütülmesinde etkin olan temel toplumsal kurumlar

nelerdir?

Page 15: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

15

Anahtar Kavramlar

Kurum

Kurumlaşma

Toplumun nesnelleşmesi

Page 16: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

16

Giriş

Günlük dilde ve akademik sosyoloji terminolojisinde birbirinden farklı anlamlara sahip

kavramlardan bir tanesidir ‘kurum’. Yaygın bir biçimde, gündelik hayatımızda kurumsal belli

işlevleri yerine getiren kuruluşları ‘kurum’ olarak adlandırırız. Oysa, sosyolojide kurum ne bir

kişi, ne bir grup, ne de bir mekan anlamında kullanılmaz. Kurum, sosyolojide, kültürün bir

parçası, insanların yaşam tarzlarının ‘örüntüleşmiş’ bir parçası anlamında kullanılır. Toplumsal

ihtiyaçlarımızı karşılama biçim ve yöntemlerimizin süreklilik arz eden halini ifade etmek için

‘kurum’ sözcüğüne başvururuz.

Sosyolojide ‘kurum’ kavramının toplumsal hayatın incelenmesinde temel analiz birimi olarak

kullanılması, belli bir sosyoloji yaklaşımına işaret eder. Bu sosyoloji yaklaşımı, toplumsal

olaylara, daha ziyade ‘yapı’ açısından yaklaşır. Bu çerçevede de, toplumsal hayatın idamesinde

belli temel toplumsal kurumlar belirlenmiştir: Ekonomi, aile, din, siyaset, eğitim gibi.

Bu bölümde, toplumsal hayata ‘yapı’ zaviyesinden bakanlar açısından temel bir analiz nesnesi

olarak dikkate alınan ‘kurum’ kavramının anlamı, içeriği ve ortaya nasıl çıktığı

değerlendirilmeye çalışılacaktır. Kurum kavramına ilişkin bu tarzda bir değerlendirmenin,

temel toplumsal kurumlar olarak adlandırılan aile, din, eğitim, ekonomi ve siyaset gibi

kurumların değerlendirilmesine geçilmeden önce ‘toplumsal kurum’ kavramını daha yakından

ve derinlemesine tanımak faydalı olacaktır.

1. 1. Toplumsal Kurum

Her toplumda evlilik, çocuk doğurma ve yetiştirme, mal ve hizmetleri üretme ve dağıtma, gıda

üretimi, giyecek ve barınak sağlama, düzeni tesis etme, dayanışmayı sağlama, dış tehlikelere

karşı savunma ya da afetlere karşı korunma, kişileri toplumun genel değerlerine hazırlama ve

onlara hayatlarını kazanacakları belli becerileri kazandırma vb. araçlarını içine alan geniş

kapsamlı kurallar mevcuttur.

Bu temel görevlerin her biri; aile, okullar, hükümet, ordu, mahkemeler, camiler vb. gibi belli

örgütsel yapılar tarafından yerine getirilmektedir. Bu görevlerin yerine getirilmesi anayasa,

yasalar, yönetmelikler, tüzükler vb. gibi yazılı kurallar manzumesi aracılığıyla

gerçekleştirilmektedir. Fakat toplumda, aynı zamanda, yukarıda sayılan türden kamusal

nitelikteki görevleri, işleyişleri ve ilişkileri düzenleyen yazılı olmayan kurallar, ilkeler,

uygulamalar ve yorumlamalar da mevcuttur. Aile ilişkilerinin temelinde ailenin kuruluşunu,

Page 17: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

17

evliliği, karı-koca ya da ebeveynlerle çocuklar ve aile fertleri arasındaki ilişkileri düzenleyen

bir dizi formel ve enformel kurallar vardır. Başlangıç düzeyindeki okullara hangi yaştaki

çocukların kabulünden, sınıf oluşumlarına, derslerde okutulacak müfredata ve müfredatların

nasıl işleneceğine, öğrenci-öğretmen ilişkilerinin nasıl olacağına varıncaya dek yazılı ve yazılı

olmayan pek çok kural mevcuttur ve eğitim ve öğretim bu kurallar manzumesi aracılığıyla

gerçekleştirilir. Aynı durum, bireyin ve toplumun diğer bütün temel ihtiyaçlarının karşılanması

için de geçerlidir. Sosyal bilimlerde, bu türden temel ihtiyaçların karşılanmasında bireylerin

karşısına çıkan açık ya da gizli tüm kurallar manzumesine kurum adı verilmektedir. En geniş

anlamıyla toplumsal kurumu, “toplumun yapısı ve temel değerlerinin korunması açısından

zorunlu kabul edilen görece istikrarlı veya süreklilik arz eden kurallar topluluğu” 1 olarak

tanımlayabiliriz.

Joseph Fichter’in sözcükleriyle;

“Sosyolojik açıdan kurum ne bir kişidir, ne de bir grup. Kültürün bir kısmıdır, insanların

yaşam tarzlarının örüntüleşmiş bir parçasıdır. (...) açık ya da kapalı davranış örüntüleri

kişilerin oynadığı sosyal roller ve kişiler arası çeşitli sosyal ilişkilerle ilintilidir; bu

ilişkiler arasında ise sosyal süreçler bulunur. Sosyal ilişki ve roller, kurumun temel

öğeleridir. Kurum, çoğunluğun paylaştığı ve bazı temel grup gereksinimlerinin

karşılanması amacına yönelik, davranış örüntüleri bileşimidir.”2

‘Kurum’ kavramı, sosyolojinin pek çok kavramı gibi, günlük yaşantımızda sıkça kullandığımız

kavramlardan biridir. İlkokullar, liseler ya da üniversiteler, hastahaneler, çeşitli işletmeler,

fabrikalar için de yaygın bir biçimde ‘kurum’ sözcüğünü kullanırız. Ancak sosyolojik anlamıyla

‘kurum’, yalnızca belli fizikî özelliklere sahip özel bir mekân değildir. O nedenle, kurum ya da

toplumsal kurum, bu fizikî koşullarla birlikte daha fazla şeyi ifade etmek için kullanılan bir

terimdir. Örneğin, bir kurum olarak adlandırabileceğimiz Robert Koleji ya da Kabataş Erkek

Lisesi tek başına ‘eğitim’ kurumunun karşılığı değildir; ama eğitim kurumunun birer

parçasıdırlar. CHP ya da AKP ‘siyaset’ kurumunun bizzat kendisi değildir; ancak siyaset

kurumunun birer parçasıdırlar. Tıpkı Yeni Demokrasi Hareketi gibi ya da Liberal Düşünce

Topluluğu gibi... Ya da ‘din’ kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ibaret değildir. Camiler

1 Bu yaygın tanımı bir çok yerde bulmak mümkündür. Bkz. George A. Lundberg, Clarence C. Schrang ve Otto

N. Larsen, Sosyoloji, çev. Özer Ozankaya ve Ülker Gürkan, Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970, c. II,

s. 81; Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay., 2001, s. 15; Sevinç Güçlü,

“Toplumsal Kurumlar”, Sevinç Güçlü (ed.), Kurumlara Sosyolojik Bakış, İstanbul: Kitabevi, 2011, s. 1.

2 Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, çev. Nilgün Çelebi, 2. Baskı, Ankara: Attila Kitapevi, 1994, s. 119.

Page 18: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

18

de, tekke ve zaviyeler de, tarikatlar da, cem evleri de, doğum, sünnet, evlilik ya da cenaze

törenleri de ‘din’ kurumunun kapsamına dahildir. Aynı kapsama Telli Baba veya Eyüp Sultan

türbesini ya da benzer mekânların ziyaretlerini de dahil edebiliriz.

Hastahanelerin ya da okulların, uzmanlaştıkları ya da yoğunlaştıkları alana bağlı olarak, belli

fizikî koşullara sahip olması beklenir. Ancak ‘sağlık’ ya da ‘eğitim’ kurumundan bahsetmek

için bunlar yeterli değildir. Bunun yanı sıra, bu binalarda tanımlanmış belli bir işin yapılması

veya belli bir ihtiyacın karşılanması gerekir. Bir işin ya da ihtiyacın karşılanması, aynı zamanda,

en genelde hizmet alanlar ile hizmet verenlerin varlığını gerektirir. Hizmet verenlerin ve hizmet

alanların, bu hizmeti nasıl göreceklerine ya da ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarına ilişkin bir

dizi düzenlemeye gereksinim vardır. Hatta ‘sağlık’ ya da ‘eğitim’ ya da diğer kurumlar, sadece

formel olarak tanımlanmış belli mekânlarla sınırlı da değildir. Toplumsal hayatın her bir anına

ve her bir yanına yayılmış durumdadırlar. İşte sosyolojik anlamda bir ‘eğitim’, ‘aile’, ‘siyaset’,

‘ekonomi’, ‘sağlık’, ‘din’ kurumundan bahsetmek mekânlardan, içindeki insanlardan, insan-

mekân ve insan-insan ilişkilerinden ve bütün bu ilişkileri düzenleyen yazılı ya da yazılı-

olmayan kurallar manzumesinden söz etmek demektir. Dolayısıyla sosyolojik anlamda ‘eğitim’

kurumundan söz edildiğinde; ilkokuldan orta okula, liseden üniversiteye, öğretmenden öğretim

üyesine, meslek lisesinden tıp fakültesine, mühendislik fakültesinden ilahiyat fakültesine,

İstanbul Erkek Lisesi’nden Küçük Çekmece Lisesi’ne ya da medreseye toplumun eğitim-

öğretimden beklentilerinden bu beklentilere yönelik olarak alınan önlemlere ve yapılan

düzenlemelere, bu okullarda verilen öğretim ve eğitimin ve işlenilen müfredatın içeriğine, bu

okullarda öğrenim görenler ile öğretim görevini icra edenlerin gerek görevlerini,

sorumluluklarını ve gerekse de birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen kurallara vb. varıncaya dek

çok geniş mekânsal, insanî ve ilişkisel zengin ve karmaşık bir bağlam kast edilmektedir.

Daha da açık bir ifadesiyle, pek çok akademisyen, kurum kavramını, belli toplumsal ilişkileri

yöneten kalıplaşmış ve kabul edilmiş alışkanlıkları, bu alışkanlıklarla bunları yöneten ilkelerin

karmaşıklığını, böyle bir karmaşıklığı destekleyen bürokratik örgütü, belli bir toplumsal

ihtiyacın düzenli ve daha kalıcı bir biçimde yapılması durumunu, bu türden temel toplumsal

ihtiyaçların giderilmesini temin eden düzenli, istikrarlı ve kalıcı ilişkilerin bir tür soyutlanmış

yapısını ifade etmek için kullanırlar.

“Toplumsal kurumlar burada, insan varlıkların eylemde bulunurken kullandıkları

göreceli dayanıklı kurallar dizisi olarak anlaşılmaktadır. Kurumlar herhangi bir yaşayan

gerçek insan varlıktan önce var olabilir, ama ancak insan eylemiyle yaratılıp, insan

eylemi tarafından sürekli yeniden yaratılmaları sayesinde varolmaya devam ederler.

Page 19: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

19

Kurumlar, alışkanlık haline gelmiş pratiklerdir. Kurumlar hakkındaki bilgi etkileşim

esnasında, en güçlü olarak da toplumsallaşma ve eğitim esnasında, ama aynı zamanda

herhangi bir gündelik pratik esnasında aktarılır. Bu tür insani faaliyetlerin rutinleştiğini

söyleyecek olursak, bu faaliyetlerin, içerisinde nedenlerni ve amaçların sunulduğu

söylemsel bilinçten ziyade pratik bilincin, ‘nasıl yapılacağını bilmenin’ parçası

olduklarını kastediyoruzdur. Bununla birlikte, ilke olarak insan varlıklar eylemlerinin

nedenlerini sunma ve eylemlerini değiştirme yeteneğine sahiptir. İnsan varlıklar sürekli

yaratıcı faaliyetlerde bulunma, kurumların kuralları ve kaynaklarıyla çalışma ve böylece

kurumları dönüştürme yeteneğine sahiptir. (...) Hem imkan hem de zorunluluk

anlamında olmak üzere ‘uygulanabilirlik’ yargısı, failin kararlarının dayanıklılığı ve

katılığı hakkında bir görüş geliştirmesini, yeni kurallarda yapılacak iç değişikliklerin

ters doğurguları olup olmayacağı, reddedilip edilmeyeceği, kayıtsızca karşılanıp

karşılanmayacağı ya da hattâ olumlu bir kural değişmesi sürecine yol açıp açmayacağı

hakkında bir yargıda bulunmasını ima eder. Göreceli dayanıklılıkları ve katılıkları

çerçevesinde kurumların da bireyleri şekillendirdikleri ve yeniden şekillendirdikleri,

kurumların ‘yalnızca şu aşikar belli ustalıkları edinme anlamında değil, aynı zamanda

belli tutumları edinme anlamında bireyleri eğitmenin ve değiştirmenin belli tarzları’nı

içerimlediği söylenebilir. Kurumların daima aynı zamanda muktedir kılıcı ve kısıtlayıcı

olmasının nedeni budur.”3

1.2. Sosyolojide Kurum Kavramının Kökeni

Kurum kavramının sosyolojik analiz içinde kullanımının ve sosyolojik analizin merkezî

kavramı haline gelişinin Durkheim’in toplumu ve toplumsal olguları bireylerin dışında bir

gerçeklik [“birer şey”] olarak kavrayışına dayandığı söylenebilir. Bir analiz birimi olarak

kurumun, sosyolojik düşünce içerisinde daha ziyade Durkheimcı sosyoloji geleneği tarafından

ilgiye değer bulunduğunu ve araştırmalarının temel kavramlarından biri olduğunu söylemek

abartı olmaz sanıyorum. Daha da genel olarak, sosyolojinin temel dikotomisi olan yapı-fail

ikiliğinde, yapıdan yana taraf olanların daha sıklıkla başvurdukları ve dikkate aldıkları bir

kavramdır kurum. O nedenle, bir çok çağdaş sosyoloji metninde kurum başlıklı bir bölüm

bulmak çok zordur.

3 Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Sarmal Yay., 1996, s. 45-46.

Page 20: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

20

Durkheim, malum olduğu üzere, “toplumsal olguları şeyler” gibi ele almak gerektiğini

sosyolojik yönteminin temeli olarak ifade eder. Ona göre, toplumsal olgular maddî şeyler

değildirler, fakat başka bir tarzda da olsa, maddî şeyler kadar şeyseldirler: “[Toplumsal]

olguların, tekil bilinçler üzerinde zorlayıcı bir etki icra edebilme özelliğiyle kendisini gösteren

yapma ve düşünme tarzlarından ibaret olduğunu söylemekteyiz.”4 Fakat toplumsal olgulara

atfetmiş olduğu ‘zorlayıcı güç’ün toplumsal olguların bütününü oluşturmadığını ve aynı

toplumsal olgunun zorlayıcı karakterinin karşıtını da (bir tür ‘zor’ ve ‘rıza’ karşıtlığı gibi)

taşıyabileceğini belirtir. Toplumsal olguların bir diğer özelliği, Durkheim’e göre, ‘kendilerine

özgü var oluşları olan şeyler’ olmalarıdır: “Birey onları biçimlenmiş olarak bulur ve

olmamalarını ya da olduklarından başka olmalarını sağlıyamaz: demek ki, birey bunları hesaba

katmak zorundadır ve bunlar toplumun kendi üyeleri üzerindeki maddi ve manevi üstünlüğüne

çeşitli derecelerde katılmakta olduklarından, birey için bunları değişikliğe uğratmak bir o kadar

zordur (imkânsız demiyoruz). Birey onların ortaya çıkışında bir rol oynar şüphe yok ki. Fakat

toplumsal olgunun meydana gelebilmesi için, hiç değilse birkaç bireyin kendi aksiyonların

birleştirmeleri ve bu bileşimin yeni bir ürün ortaya çıkarması gerekir.”5 Tek tek bireylerin

dışında bir gerçeklik olarak var olduğunu iddia ettiği “her tekil iradeden bağımsız olan davranış

ve muhakeme tarzlarını” karşılamak üzere, Fauconnet ve Mauss’un Grande Encyclopedie’de

kaleme aldıkları “Sosyoloji” maddesine atıfla kurum sözcüğünü kullanır ve şöyle tarif eder:

“Kollektivite tarafından tesis edilen bütün inançlara ve bütün davranış tarzlarına kurum adı

verilebilir. Böyle olunca da sosyoloji şu şekilde tanımlanabilir: Kurumların, onların ortaya

çıkışının ve işleyişinin bilimi.”6

Fauconnet ve Mauss’un adı geçen ansiklopedi maddesinde kurumla ilgili kaleme aldıkları

değerlendirmeler de özetle şöyledir: “İktisadi, hukuki, hatta dinî alanda birey fazlasıyla özerk

görünür. Bu hiç zorlama yok demek değildir. [...] Yine de ilan edilmiş bir zorunluluk,

tanımlanmış bir yaptırım yoktur; yenilik, aykırılık aslında belirlenmemiştir. Öyleyse, bireyin

önceden kurulu olarak bulunduğu ve aktarımının genelde eğitim yoluyla gerçekleştiği tüm

hareket ve düşünce biçimlerini toplumsal olgu olarak tanımlamayı sağlayacak başka bir kıstas

aramak gerekir. Bundan yola çıkarak ‘bu özel olguları işaret edecek özel bir sözcük bulmak

4 Emile Durkheim, Sosyolojik Metodun Kuralları, çev. Enver Aytekin, 2. Baskı, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1994,

s. 26.

5 Emile Durkheim, Sosyolojik Metodun Kuralları, s. 29

6 Emile Durkheim, Sosyolojik Metodun Kuralları, s. 30.

Page 21: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

21

gerekir ve ‘kurum’ sözcüğü buna en uygun olanıdır.’” 7 Kısacası, bu sosyoloji geleneği

kurumları toplum içinde kendi başlarına var olan özerk ve bağımsız yapılar olarak kavrar.

20. yüzyılın ilk yarısında sosyolojik düşünce ancak Parsons’la yeni bir kuramsal tanım

oluşturabilmiştir. Parsons’ın çalışmalarında kurum kavramının üç kuramsal yaklaşımı

bulunmaktadır. Parsons’ın analizlerine temel oluşturan birincisi, iktisadî analizin aktörlere

yüklediği ‘iyi anlaşılmış çıkar’ı temel alır. Parsons bu kavramların içeriğinin bireylerin

toplumsal katılımına ve toplumsallaşmasına gönderme yaptığını ve ‘kişisel çıkarlarımızın

içeriğinin toplumsal kurumlar tarafından düzenlendiğini” gösterir. Bu tezini The Social

System’da (Toplumsal Sistem) yeniden ele alarak daha da geliştirir. Burada bir yanda

davranışlara ilişkin ‘araçsal-akılcı boyutu hakim kılan iktisat kuramı ve diğer kavramsal

şemalar’ bir yandan da ‘özünde sosyolojik bir kuram olan kurumsal davranış kuramı’ karşı

karşıya getirilir.

Parsons’a göre, toplumsal aktörlerin ‘motivasyonel dinamiği’nin ‘araçsal-akılcı sınıf’a

indirgenmesi, toplumsal sistem fikrinin saçma olana indirgenmesinden başka bir şey değildir.

Yazar böylece Veblen’in ve kurumsal ekonominin analizlerine katılarak, araçsal-akılcı türde

motivasyonlarla sınırlanan her kavrayışın ancak görece, özgül ve toplumsal sistemin özel ve

‘kurumsal olarak yapılandırılmış’ bir bağlamı içine giren süreçler açısından uygun bir kuram

olacağının altını çizer.

Kurum kavramının Parsons tarafından kabul edilen ikinci tanımı “rol” kavramına

yaslanmaktadır. Parsons burada Mead düşüncesinde kök salan ve Linton’ın önerdiği statüler ve

roller arasındaki farklılaşmaya eklemlenen Amerikan sosyolojisinin kalıcı geleneğiyle buluşur.

Bu yaklaşımını, özellikle 1950’lerde yazdığı The Social System ve Family, Socialisation and

Interaction Process adlı iki büyük yapıtında geliştirir.

Kurum böyle tanımlandığında, etkileşimlerin istikrar derecesi bağlamında ele alınabilir.

Böylece bir yandan tamamen kurumsallaşmaya, diğer yandan en keskin anomiye karşılık gelen

iki alt türden birine evrilebilir. Parsons, kurumsal gerçekliğin değişebilir esnekliğini

aydınlatmak için toplumsal sistemin yapısı bağlamında az ya da çok önemli oluşuna göre

tanımlanan üç tür ayrıştırma önerir: 1- Aktörlerin karşılıklı davranışlarını ve beklentilerini

tanımlayan ve bu hedef doğrultusunda en merkezî konumda ortaya çıkan ‘ilişkisel (referansiyel)

kurumlar’; 2- Aktörlerin davranışını meşrulaştırma açısından sınırlarını çizen ‘düzenleyici

7 Aktaran: Yves Fricker, “Kurum ve Kurumsallaşma”, Massimo Borlandi vd., Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, çev.

Bülent Arıbaş, İstanbul: İletişim Yay., 2011, s. 439.

Page 22: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

22

kurumlar’; 3- Toplumsal olarak kabul gören ve aktörlere sınırsız açık olan davranışları

belirleyen ‘kültürel kurumlar’.

Parsons’ın eserleri kurum kavramına yukarda söz edilenlerden daha kapsayıcı üçüncü bir

yaklaşım önerir. Bu noktada kurum, Amerikan antropolojisinde yapılan kültür ve toplum

arasındaki ayrıştırma çerçevesinde, bir arabirim ya da arabuluculuk bağlamında tanımlanır. 8

Parsons’un eserleriyle bağdaştırılan bu üç kurum tanımı ve yaklaşımı birbirini tamamlar ve

Durkheim’ın analizlerini yeni bir şekilde tekrarlayarak daha ileri bir noktaya taşır. Bu üç tanım,

yapısal-işlevselcilikte olduğu gibi, Durkheim okulunda da kurumu toplumsal düzenlemeyi

meydana getiren, belki tek, en azından temel öğe yapar.

Gordon Marshall da, kavramın bu yönüne dikkat çekmektedir:

“Bazı açılardan bir kurum, belli başlı toplumsal ilgi alanlarını (hukuk, kilise ve aile gibi)

içine alan davranış kalıpları, hak yordamı, töre ve bir tür ‘üst-görenek’ olarak

görülebilir. Bu çerçevede toplumsal kurum, bir toplumun temel kaygıları ve

faaliyetlerini düzenleyen ve toplumsal ihtiyaçlarını (düzen, inanç ve üreme ihtiyaçları

gibi) karşılayan tüm yapısal bileşenlerini karşılamaktadır. Hem Herbert Spencer hem de

Talcott Parsons toplumsal kurumu tam da bu anlamda, bir organizma ya da işleyen bir

sistem olarak toplum düşüncesinin merkezine yerleştirerek kullanmışlardır.”9

Toplumsal düzenlemeye yönelik bu eğilim; yapıyı ‘normatif kültürün kurumsallaşmış

modelleri’ne eşdeğer tutarak, kurum ve yapı kavramlarının anlamlarının benzeşmesine yol

açtığı gerekçesiyle Parsons’a eleştiriler yöneltilmesine de sebebiyet vermiştir.

1.3. Kurumlaşmanın Oluşumu10

İnsan üzerine düşünen tüm metinlerin ortak vurgusu, insanın canlılar aleminde kendine özgü

bir konuma sahip olduğudur. Aristo, insanı ‘düşünen hayvan/canlı’ olarak tanımlar. Kadim

8 Talcott Parsons’ın ‘kurum’ kavramı etrafındaki görüşlerinin kısa bir özeti için bkz. Massimo Borlandi ve

diğerleri, Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, s. 440-441.

9 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay.,

1999, s. 438.

10 ‘Kurum’ların oluşum sürecini konu edinen bu fasıl, konu ile ilgili en açık anlatılardan ve temellendirmelerden

birini –Marx’tan Freud’a, Durkheim’den Mead’e, antropolojiden psikolojiye ve sosyal psikolojiden

sosyolojiye geniş bir düşünür ve akademik disiplin yelpazesine yayılan zengin göndermeler eşliğinde- sunan

Peter Berger ve Thomas Luckmann’ın birlikte kaleme aldıkları Sosyal Gerçekliğin İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi

İncelemesi (çev. Vefa Saygın Öğütle, İstanbul: Paradigma Yay., 2008) başlıklı çalışma merkeze alınarak

işlenmiştir. Berger ve Luckmann’ın kurumların oluşumuna ve kurumlaşmanın kökenine ilişkin

Page 23: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

23

gelenekte yaygın olan bu tanım, Müslüman filozoflar tarafından da paylaşılır ve tekrar edilir.

İnsanın diğer canlılardan farklı olması ne demektir? İnsanın diğer canlılardan farklı oluşu hangi

noktada ya da düzeyde ortaya çıkar?

Peter Berger ve Thomas Luckmann, bu farklılığı insan ile diğer canlıları mukayese ederek şu

şekilde belirtiyorlar:

“(...) insan-olmayan hayvanların tümü, türler ve türlerin tek tek üyeleri olarak, çeşitli

hayvan türlerinin biyolojik donanımının önceden belirlediği yapılara sahip kapalı

dünyalarda yaşarlar.

Bunun tam tersine, insanın çevresiyle kurduğu ilişki, dünyaya-açıklık (world-openness)

ile karakterize olur.”11

“Dünyaya kapalılık” ile, “coğrafi yer değiştirmeler söz konusu olsa dahi, [diğer canlı türlerinin

veya hayvanların] çevreyle kurdukları ilişkinin biyolojik olarak sabitlenmiş karakterine” atıfta

bulunulmaktadır. “Dünyaya açıklık” ile de, insanın “diğer yüksek memelilerle kıyaslandığında

az gelişmiş olarak tanımlanabilecek içgüdü terkibi sebebiyle, insan organizmasının, oluşum

halindeki verili donanımını, daha geniş ve yanı sıra sürekli değişip çeşitlilik gösteren bir

faaliyetler alanına uygulama yeteneğine sahip olması” kastedilmektedir. “Hayvanlarda ana-

karnındayken tamamlanan önemli organizma gelişmeleri, insan yavrusu açısından rahimden

ayrıldıktan sonra vukû bulur. Ancak bu zaman zarfında insan yavrusu, sadece dış-dünya içinde

olmakla kalmaz, ama aynı zamanda, bu dünyayla oldukça karmaşık biçimlerde karşılıklı

ilişkiler de geliştirir.”12

O nedenle, insan organizması bir taraftan çevresiyle ilişkiye geçerken, öte taraftan da biyolojik

olarak gelişimini devam ettirmektedir. Bu anlamda insanlaşma, hem insanî hem de doğal bir

çevreyle girilen karşılıklı ilişki içerisinde gerçekleşir. Bunun anlamı da şudur: İnsanın gelişimi

sadece belirli bir doğal çevre içinde değil, kendisine yönelen ‘anlamlı ötekiler’ ile kendisi

arasında aracılık yapan spesifik bir kültürel ve sosyal düzenle de karşılıklı ilişki içinde

değerlendirmeleri, Durkheimcı ‘yapı’nın ve ‘kurum’ların belirleyiciliğini merkeze alan yaklaşıma dönük bir

eleştiri olmasının yanı sıra, aynı zamanda, sosyolojinin temel tartışma konularından olan yapı-fail düalitesini

aşmaya yönelik de bir çabadır. Sosyolojideki düailite meselesini ve bu mesele etrafındaki yaklaşımları ve

tartışmaları vukufiyetle ele alan derinlikli bir tartışma için bkz. Derek Layder, Sosyal Teoriye Giriş, çev. Ümit

Tatlıcan, 2. Baskı, İstanbul: Küre Yay., 2010.

11 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 72.

12 Berger ve Luckmann’ın aktardığına göre; Adolf Portmann, insanoğlu açısından cenin evresinin doğumdan

sonraki bir yıl boyunca da sürdüğünü iddia ettiği bu süreci “rahim-dışı baharı” olarak adlandırmaktadır. Bkz.

Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 73.

Page 24: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

24

gerçekleşir. Böylece, insan yavrusunun hayatta kalması belirli sosyal düzenlemeler içinde

mümkün olur. Başka bir deyişle, insan organizmasının gelişimi ve biyolojik varlığının büyük

bir kısmı, doğum anından itibaren sürekli bir surette sosyal olarak belirlenme müdahalesine

tabidir.

“İmkânlar alanının açık psikolojik sınırlarına ve bu çifte çevre ilişkisindeki farkı

insanlaşma yollarına rağmen insan organizması, üzerinde etkide bulunan çevre

güçlerine karşılık vreme hususunda sonsuz bir yoğrulabilirlik (plasticity) sergiler. (...)

Bu, insanlaşma ve insan olma yollarının, insanın yarattığı kültürler kadar sayısız olduğu

şeklindeki etnolojik klişede dile gelmiştir. İnsanolmaklık (humanness), sosyo-kültürel

anlamda değişkendir. Başka bir deyişle, sosyo-kültürel oluşumların çeşitliliğini

belirleyen biyolojik olarak sabitlenmiş bir alt-katman olması anlamında bir insan doğası

yoktur. Yalnızca insanî sosyo-kültürel oluşumlara izin veren ve sınırlar koyan (dünyaya-

açıklık ve içgüdü yapısının yoğrulabilirliği gibi) antropolojik sabiteler anlamında bir

insan doğası sözkonusudur. Bunun dışında, bu insanolmaklığın içinde yoğrulduğu

spesifik bir çerçeve, sözkonusu sosyo-kültürel oluşumlar tarafından belirlenir ve bu

oluşumların sayısız varyasyonlarına göre değişir. İnsanın bir doğaya sahip olduğunu

söylemek mümkünse de, insanın kendi doğasını inşa ettiğini ya da daha basit bir biçimde

insanın kendini ürettiğini söylemek çok daha anlamlıdır.”13

Unutulmaması gereken, Berger ve Luckmann’ın da vurguladıkları gibi, “insanın kendini

üretmesinin, daima ve zorunlu olarak, sosyal bir teşebbüs” olduğudur: “İnsanlar, kendi sosyo-

kültürel ve psikolojik oluşumlarıyla bütünleşen insanî bir çevreyi, hep beraber üretirler. (...)

İnsanın spesifik insanlığı ve sosyalliği, ayrılmaz bağlarla birbirine bağlıdır. Homo sapiens,

daima ve eşit ölçüde, homo socius’tur da.”14

Tartışmayı çok da uzatmadan şunu söylemek mümkündür: Verili bir ‘sosyal düzen’in, her türlü

bireysel organizma gelişiminden önce geldiği aşikar bir durum. Bu verili sosyal düzenin, insan

davranışının büyük bir kısmı için belli bir yönde ve düzenli hale getirilmesinde zorlayıcı bir

etkiye sahip olduğu da açıktır. Bu noktada sorulması gereken soru, bu ‘verili sosyal düzen’in

nasıl ortaya çıktığıdır. Sosyal düzenin verili oluşu, onun aşkın bir doğaya sahip olduğu ya da

doğa yasalarından türetildiği anlamına gelmez. Sosyal düzen, insanların geçmişteki

13 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 74-75.

14 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 78.

Page 25: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

25

faaliyetlerinin bir sonucudur/ürünüdür ve insan faaliyetleri bu düzeni üretmeye devam ettiği

müddetçe varlığını devam ettirir.

Bir bireyin izole bir halde ya da diğer insanlarla ilişkili bir biçimde gerçekleştirdiği bir ihtiyacı

çözmeye ya da bir işi görmeye yönelik her türlü insan faaliyeti, icraatın başarılı sonuçlar

vermesi durumunda, o işin gerçekleştirilme biçiminin alışılageldik hali olma eğilimine sahiptir.

Bu bilgiler öncelikle bireyin bilgi stokunda korunurlar, bu bilgiler paylaşıldığında ya da üçüncü

şahıslara aktarıldığında, artık bu bilgi stoku toplumsal hafızanın veya toplumsal bilgi stokunun

birer parçası haline gelir ve kalıcılaşır. Bu toplumsal bilgi stokunun bir parçası haline gelme,

kalıcılaşma ve alışkanlık haline gelme durumu, teorik olarak pek çok sayıda

gerçekleştirilebilme ihtimali olan bir faaliyetin tek bir biçimde gerçekleştirilmesini sağlar ve

ayrıca, her bir durumun her bir safhasının tek tek yeniden tanımlanmasını zorunlu bir uğraş

olmaktan çıkarır. İşlerin yürütülmesini kolaylaştırır. Aynı zamanda da, bu seçenekleri teke

indirme ve deneme-yanılmayı zorunlu olmaktan çıkarma hali, işlerin yürütülmesini

rutinleştirmek suretiyle de bireyi sınırlar. Bu anlamda da, Berger ve Luckmann’ın yukarıda

değindiğimiz sözcükleriyle konuşacak olursak, insanın biyolojik olarak ‘dünyaya-açık’ olma

halini, sosyal düzen aracılığıyla ‘dünyaya-kapalılığa’ dönüştürür. Kurumlar da, işte tam da bu

ortamda ortaya çıkar:

“Ne zaman ki mutatlaştırılmış eylemlerin fâil tipleri tarafından karşılıklı biçimde

tipleştirilmesi sözkonusu olur, o zaman kurumlaşma vukû bulur. Farklı bir biçimde

söylersek, böylesi her tipleştirme bir kurumdur. Vurgulanması gereken şey, kurumsal

tipleştirmelerin karşılıklığı ve yanı sıra sadece eylemlerin değil kurumlar içindeki

fâillerin de tipikliğidir. Kurumları teşkil eden mutatlaşmış eylem tipleştirmeleri, daima

başkalarıyla paylaşılır. Bunlar, söz konusu tikel sosyal grubun bütün üyeleri açısından

ulaşılabilirdir ve kurum, bizâtihî, bireysel eylemlerin yanı sıra birey fâilleri de

tipleştirir. Kurum, x tipteki fâiller tarafından icrâ edilecek x tipteki eylemleri tespit eder.

(...)

Kurumlar ayrıca, tarihselliği ve kontrolü ihtiva eder. Eylemlerin karşılıklı

tipleştirilmeleri, paylaşılan bir tarihin akışı içerisinde oluşturulur. Bunlar asla bir anda

yaratılmazlar. Kurumlar, daima bir tarihe sahiptirler ve o tarihin ürünleridir. Bir kurumu,

içinde üretildiği tarihsel süreci anlamaksızın lâyıkıyla anlamak imkânsızdır. Kurumlar

ayrıca, bizzat varoluşları bakımından, teorik olarak pek çok başka yol mümkün olsa da

Page 26: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

26

insan davranışlarını tek bir yola yönlendiren önceden tanımlanmış davranış modelleri

oluşturmak suretiyle sözkonusu davranışları kontrol ederler.”15

Genel olarak, pratik hayatta kurumlar, dikkate değer sayıda insanı/bireyi içeren kolektif

oluşumlarda kendisini gösterir. Bu, iki kişinin etkileşime girdiği durumlarda kurumların

karşılıklı tipleştirme süreçlerini ortaya çıkarmayacağı anlamına gelmez. İki bireyin, örneğin

Ahmet ile Mehmet ya da Ali ile Ayşe belli konularda birbirleriyle etkileşime girdikleri anda

yapılan o insanî faaliyetle (etkileşime konu faaliyetin ilk kez gerçekleştirildiğini ya da izole

bireylerin beraber ava gidilmesi, yemek yapılması ya da çocuk yetiştirilmesi gibi bir insanî

faaliyete ilişkin olarak etkileşime geçtiklerini varsayalım) ilgili olarak belli tipleştirmeler

hemen üretilecektir. Ahmet Mehmet’i gözlemler, yaptığı her bir eyleme belli bir anlam yükler

ve bu eylemleri –sonuçlarına bakarak- tekrarlanabilir eylemler olarak tipleştirir. Sonrasında

beraber yapıyor olma aşamasına geçilir. En nihayetinde de ‘bu iş böyle yapılır’ durumuna

gelinir. İki kişinin bu şekilde karşılıklı tipleştirmeleri, bir tür ‘oyun’ olarak da görülebilir. Kendi

yarattıkları bir dünyadır, keyfidir ve değiştirebilme imkanına da sahiptirler. Ancak belli bir

faaliyetin gerçekleştirilme şekli üçüncü bir kişiye aktarıldığında,16 bu bilgi aktaranları da bağlar

ve iş görme biçimi keyfi olmaktan çıkar, bir zorunluluk halini alır. Yine Berger ve Luckmann’ın

A ve B olarak kodladıkları iki kişi tarafından üretilen dünyaya ve kurumlaşmaya verdikleri

örneğe ve bu örnek üzerinden yaptıkları değerlendirmelere bakalım:

“(...) A’nın ve B’nin faaliyetlerinin rutinleşmiş art-alanı, A ve B tarafından yapılacak

kasıtlı müdahalelere tamamen açıktır. Bu rutinler bir kere kurulduktan sonra

süreklileşme eğilimine gireceklerse de, onları değiştirme ve hatta ortadan kaldırma

ihtimali, bilincin bir köşesinde durmaya devam eder. Bu dünyanın inşâ edilmiş

olmasından tek başına A ve B sorumludur. A ve B, bu dünyayı değiştirmeye ya da

ortadan kaldırmaya muktedirdir. Dahası, hatırlayabildikleri ortak geçmiş esnasında bu

dünyayı bizzat biçimlendirdikleri için, bu şekilde biçimlenmiş dünya, onlara tamamen

şeffaf görünür. Onlar, bizzat kendilerinin oluşturduğu bu dünyayı kavrar. Bütün bunlar,

yeni kuşağa aktarma sürecinde değişir. Kurumsal dünyanın nesnelliği, sadece çocuklar

açısından değil, aynı zamanda (bir ayna etkisi aracılığıyla) ebeveynler açısından da

15 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 82-83.

16 Bu durum, genel olarak ‘sosyalleşme’, daha özelde ise ‘aslî sosyalleşme’ ve ‘talî sosyalleşme’ süreçleri

aracılığıyla gerçekleşir. Sosyalleşme konusu için bkz. Bana ait Sosyolojiye Giriş I Ders Notları,

‘Toplumsallaşma/Sosyalleşme’ başlıklı 7. Bölüm. Sosyalleşme konusu için ayrıca bkz. Berger ve Luckmann,

“Üçüncü Bölüm: Öznel/Sübjektif Gerçeklik Olarak Toplum”, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 187-264 (özellikle

de, s. 189-213).

Page 27: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

27

‘yoğunlaşır’ ve ‘katılaşır’. ‘İşte yine yapıyoruz’, artık ‘Bunlar böyle yapılır’ hâline

gelmiştir. Bu gözle bakılan bir dünya, bilinçte istikrar kazanır; o, daha da heybetli

biçimde gerçek hâline gelir ve artık öyle kolayca da değiştirilemez. O, özellikle

sözkonusu dünya içindeki sosyalizasyonların erken aşamasındaki çocuklar açısından,

bu dünya (the world) hâline gelir. Ebeveynler açısından ise, oyun niteliğini kaybederek

‘ciddiyet’ kazanır. Ebeveynler tarafından aktarılan bu dünya çocuk açısından bütünüyle

şeffaf değildir. Çocukların bu dünyanın biçimlenmesinde hiçbir rollerinin

olmamasından dolayı, onları doğa gibi verili bir gerçeklik olarak karşılayan bu dünya,

en azından yer yer bulanıktır. (...)

Şu halde kurumsal bir dünya, nesnel/objektif bir gerçeklik olarak tecrübe edilir. O,

bireyin doğumundan önce gelen ve şahsî hatıralarından etkilenmeyen bir tarihe sahiptir.

Birey doğmadan önce o oradaydı ve öldükten sonra da orada olacaktır. Bu tarih, mevcut

kurumların geleneği olması anlamında, bizâtihi nesnellik karakterine sahiptir. Bireyin

hayat hikâyesi, toplumun nesnel tarihine yerleşmiş bir uğrak olarak kavranır. Tarihsel

ve nesnel olarak kurumlar, bireyin karşısına reddedilemez olgular olarak çıkarlar.

Kurumlar oradadırlar, bireye dışsaldırlar ve birey beğensin ya da beğenmesin, kendi

gerçekliklerini sürdürmekte ısrarlıdırlar. Birey, bunlardan uzaklaşmayı arzu bile etmez.

Bunlar, bireyin değiştirme ya da kurtulma çabalarına karşı direnir. Kurumlar, hem olgu

olmaklıklarının katıksız gücü aracılığıyla kendileri olarak hem de sıklıkla bu kurumların

en önemlisine bağlı kontrol mekanizmaları aracılığıyla birey üzerinde zorlayıcı bir güce

sahiptir. Kurumların nesnel gerçekliği, birey onların amacını ya da işleyiş tarzını

anlamadı diye azalmaz. Birey, sosyal dünyanın geniş kısımlarını anlaşılmaz,

muhtemelen bulanıklığından dolayı baskıcı ama yine de gerçek olarak tecrübe edecektir.

(...)

Kurumsal dünyanın nesnelliğinin, bireye ne kadar heybetli görünürse görünsün, insanî

olarak üretilmiş, yani inşâ edilmiş bir nesnellik olduğunu akılda tutmak önemlidir.

İnsanî faaliyetin dışsallaşmış ürünlerinin nesnellik karakteri kazandığı süreç,

nesnelleşmedir. Kurumsal dünya nesnelleşmiş insan faaliyetidir ve her bir kurum için

bu geçerlidir.”17

Dışsal bir gerçeklik olarak toplumun nasıl oluştuğunu ya da toplumun nesnel işleyişini

temellendirmeye yönelik olarak; Georg Simmel’in ‘biçimsel sosyolojisi’, Tarde’ın taklit

17 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 89-91.

Page 28: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

28

kuramı, Edmund Husserl’in fenomenolojisi, Alfred Schütz’ün fenomenolojik sosyoloji

anlayışı, George H. Mead’in sembolik etkileşimci yaklaşımları ve Vilfredo Pareto’nun türev ve

tortu kavramlarının kesiştiği bir noktadan hareketle geliştirilen bu açıklamalar ‘kurum’,

‘kurumlaşma’ ve ‘sosyalleşme’ konularına ilişkin kuşatıcı bir perspektif sunmaktadır.

Aşağıdaki paragraflarda, önce sunduğu avantajları ve dezavantajları dikkate alan bir

yaklaşımla, kurumların işlevleri değerlendirilecek, ardından da kurumların evrenselliğine ve

tasnifine ilişkin bir değinide bulunulanacak ve sosyoloji literatüründe toplumun en temel

kurumları olarak adlandırılan aile, eğitim, din, siyaset ve ekonomi kurumlarının ele alınacağı

bölümler öncesinde ‘kurum’ kavramına bir aşinalık sağlamaya dönük olarak hazırlanan bu

bölüm sonlandırılacaktır.

1.4. Kurumların İşlevleri

Kurumlar, insanların karşılıklı etkileşim içerisinde kurumsallaştırdıkları hedefleri

gerçekleştirme biçimi ve aynı zamanda da sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Kurumlar, her

şeyden önce, kişilerin toplumsal davranışlarını kolaylaştırıcı bir işleve sahiptirler. Toplum

içinde bireyler, hazır buldukları toplumun düşünce ve eylem tarzları aracılığıyla, işleri ya da

insanî faaliyetleri nasıl yapacakları üzerinde düşünmek, öğrenmek ya da keşfetmek için ekstra

bir zaman ayırmak zorunda kalmazlar. Zira bireyler, faaliyetleri nasıl yapacaklarını henüz

sosyalleşme süreci içinde iken öğrenmiş olurlar. O nedenle, bireylerin pek çok davranışını

otomatikleşmiş olarak görürüz.

Bunun bir sonucu olarak da, kurumlar bireylere hazırlanmış belli toplumsal roller ve toplumsal

ilişki biçimleri sağlarlar. Temel rollerimiz ve ilişkilerimiz, nihaî noktada bu ilişkiler insanlar

tarafından üretilmişse de, bizler tarafından keşfedilmezler. Pek çok örnekte, bireyler, girdikleri

etkileşimler ve toplumsal ilişkiler anında kendilerinden hangi davranışın beklendiğini bilirler.

Dolayısıyla kurumlar, bireylere, onlar aracılığıyla kendi isteklerini, arzularını ve özel

yeteneklerini geliştirebileceği belli toplumsal rolleri sunarlar. Bir öğretmen, sporcu, avukat,

hakim, doktor ya da aile bireyi olarak kendimizden beklenenleri biliriz ve bu beklentiler ve

bilgiler doğrultusunda bizden beklenenlere karşılık veririz.

Kurumlar, öte yandan, toplumun kültürünün ve değerlerinin istikrar kazanmasını sağlayıcı bir

işleve sahiptirler. Davranışlarımızın sürekliliği, sağlamlığı ve istikrarı kurumlar sayesinde

temin edilir. Kurumsallaşmış düşünme ve davranma yolları, toplum içindeki bireyler için bir

Page 29: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

29

anlam ifade eder ve bireyler bu kurumsallık ve anlam noktasındaki bu anlayış ortaklığı

sayesinde kendilerini güven içerisinde hissederler.

“Kurumlar, toplumların sistemli beklentilerini içerirler.” 18 Bununla bağlantılı olarak da,

kurumlar bireylerin davranışlarını kontrol eder. Toplumun istikrarını sağlama noktasında

olumlu bir işlev olarak gözüken bu özelliği, aynı zamanda toplumsal istikrarın korunması

noktasındaki katılığı ve kurumların toplumsal değişimi ve ilerlemeyi engelleyici olma

potansiyeline de sahip olması nedeniyle, olumsuz bir işlev olarak da değerlendirilmektedir.

Özellikle istikrarı temin etme ve davranışları kontrol etme yönündeki güçlü eğilimi nedeniyle

kurumlar, bazı durumlarda bireylerin sosyal kişiliklerini engelleyici bir özellik de gösterirler.

Yürürlükteki anlayışlara, genel olarak kültüre uygun davranmaya kişiler garip, tuhaf ve

marjinal olarak değerlendirilir. Kurumların kendilerini sert bir şekilde biçimlendirmesine izin

vermek istemeyen bireyler, o nedenle, uyumsuz kişilikler olarak görülür. Daha ileri noktada,

sapkın olarak da değerlendirilirler. Kurumlar aracılığıyla sağlanan disiplin ile bireylerin

özgürlüğü, dolayısıyla, sık sık karşı karşıya gelir ve gerilimlere sebebiyet verir.

Öte yandan, belli bir süreçte ve belli koşullar altında ortaya çıkan ve kurumsallaşan davranışlar,

zaman içinde müstakil bir nesnellik/gerçeklik kazanması nedeniyle, zamanın ve koşulların

değişmesiyle bir yük haline veya bireysel özgürlüğü ve toplumsal değişimi ve ilerlemeyi

engelleyici bir özellik gösterir.

1.5. Kurumların Evrenselliği ve Kurumların Tasnifi

Tüm toplumlarda, toplumsal ilişkilerin yürütülmesinde ve ihtiyaçların giderilmesinde belli

rollerin, işleyişlerin ve ilişkilerin kurumlaştığı görülmektedir. Başka bir deyişle, her bir

toplumda temelde evrensel sosyal ihtiyaçlar, kültürel olarak onaylanmış ve sistemli bir biçimde

karşılanır. Elbette, kurumlar her bir toplumda doğal ve sosyal çevrenin, kültürün özelliklerine

bağlı olarak niteliksel ve niceliksel farklılıklar görülür.

Sosyoloji literatüründe toplumsal kurumlar evrensellik, zorunluluk ve önemlilik unsurları

dikkate alınarak sınıflandırılmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede; cinsel ilişkileri ve çocukların

doğumunu, bakımını ve yetiştirilmesini standartlaştıran bir kurum olarak aile, formel ya da

enformel bir biçimde bireylerin sosyalleştirilmesi süreçlerini yürüten bir kurum olarak eğitim,

18 Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, s. 122.

Page 30: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

30

toplumdaki üretim ve tüketim süreçlerini sistemli bir şekilde karşılayan ekonomi, kamu

düzenini ve iç ve dış güvenliğini sistemli bir şekilde sağlayan bir kurum olarak siyaset,

bireylerin içinde yaşadıkları dünyayı, kendilerine garip ya da yabancı gelen doğa olaylarını ve

toplumsal süreçleri anlamlı kılan, kutsal ihtiyacını sistemli bir biçimde karşılayan din temel

kurumlar olarak tanımlanır. Bunlara, bireylerin fiziksel ve zihinsel dinlenmlerini temin eden bir

kurum olarak boş zamanlar ya da serbest zamanlar kurumu da eklenmektedir. (Bu kurumlar,

ilerleyen bölümlerde teker teker ayrıntılı bir şekilde ele alınmaya çalışılacaktır.)

Bu kurumlar arasında, o toplumlar için öne çıkmış ve diğerlerinden daha fazla önem kazanmış

kurumlar söz konusu olabilir. Bir anlamda, rol ya da statü konularını ele alırken gördüğümüz

gibi, toplumsal hayat içerisinde pek çok statü işgal eden ve statülerine bağlı olarak da pek çok

rol icra eden bireyler için bu statüleri ve rolleri arasında en önemli görünen rol ya da statü

anlamındaki ‘anahtar rol’, ‘anahtar statü’ ya da ‘kilit rol’, ‘kilit statü’ kavramına denk gelecek

şekilde; aynı anlama karşılık gelecek şekilde, diğer kurumlara göre toplum için daha

vazgeçilmez önemde görülen kurumlar mihver kurumlar olarak adlandırılmaktadır:19 Örneğin;

Eski Roma’da siyaset kurumu, Çin’de aile kurumu, Hindistan’da din kurumu mihver kurum

olarak değerlendirilmektedir.

19 “(...) kişinin oynadığı sayısız rollerden biri kişinin anahtar rolüdür. Anahtar rol kişinin diğerleri tarafından en

önemli ve etkili olarak görülen rolüdür. Birey için anahtar rol ne ise, mihver kurum da kültür için odur.” Bkz.

Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, s. 127.

Page 31: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

31

Bu Bölümde Ne Öğrendik?

Toplumsal kurum, “toplumun yapısı ve temel değerlerinin korunması açısından zorunlu

kabul edilen görece istikrarlı veya süreklilik arz eden kurallar topluluğu”dur.

Bölüm Soruları

1. Bizzat bireylerin/insanların faaliyetleri sonucunda oluşan –sosyal gerçekliğin oluşumu

ya da nesneleşmesi olarak da tanımlanabilecek- toplumsal kurumlar, günlük

hayatımızda bize ne tür kolaylıklar sağlarlar?

2. Toplumsal hayatımızı idame ettirmede bize belli kolaylıklar sağladığı iddia edilen

toplumsal kurumların bireyler için yarattığı olumsuzluklar söz konusu mudur? Varsa,

sizce toplumsal kurumlar ne tür olumsuzluklar yaratmaktadır? Açıklayınız.

3. Toplumsal kurum ile sosyalleşme arasında ne tür bir ilişki vardır? Tartışınız.

4. Emile Durkheim’in ‘toplumsal olgu’ tanımlaması ile ‘kurum’ arasında ne tür bir ilişki

kurulabilir? Tartışınız.

5. Sizce toplumun temel toplumsal kurumları nelerdir? Örnekleyiniz.

6. ‘Boş zamanlar kurumu’ ya da ‘serbest zamanlar kurumu’ sizce ‘toplumsal kurum’

olarak değerlendirilebilir mi? Araştırınız.

Page 32: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

32

2. AİLE VE TOPLUM

Page 33: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

33

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

2.1.Aile hayatı

2.2.Aile ve eş seçimleri

2.3.Aile ve evlilik türleri

2.4.Türkiye’nin aile istatistikleri

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Ekonomik gelişmişlik seviyesinin ya da eğitim düzeyinin artmasının evlilik yaşını

belirleyici bir etkisi var mıdır?

Türkiye’de eş seçiminde yaygın olarak kullanılan yöntem hangisidir sizce?

Görücü usulü ile evlenmek mutlu ve başarılı bir evlilik şansını artırır mı azaltır mı?

Görücü usulü ile yapılan evlilikleri bireylerin eşlerini kendilerinin seçerek

gerçekleştirdiği evliliklerle mukayese ediniz. Birbirlerine göre avantajlı ve

dezavantajlı yönlerini belirtiniz.

Anahtar Kavramlar

Aile

Evlilik

Monogami - Poligami

Endogami - Egzogami

Geniş Aile - Çekirdek Aile

Toplumsal Cinsiyet

Page 34: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

34

Giriş

Toplumsal hayatla ilk tanışıklığımız aile içerisinde olur. Öncelikle aile aracılığıyla

sosyalleşmeye başlarız. Toplumsal rollerimizin ilk farkına vardığımız yer de ailedir. Kadınlar

ve erkekler olarak işbölümünün şekillendiği yer de öncelikle yine ailedir. Bütün bu yönleriyle

aile, tarihin en eski ve en köklü, neredeyse evrensel bir toplumsal kurumdur. Tarihin hemen her

döneminde ve her toplumunda -toplumdan topluma, dönemden döneme biçimsel farklılaşmalar

gösterse de- aile kurumuyla karşılaşılır.

Bu bölümde, tarihin en eski kurumlarından birisi, evrensel bir kurum olan aile üzerinde

durulacaktır. Ailenin tanımı, aile ile ilgili temel kavramlar, evlilik türleri ve akrabalık ilişkileri,

küresel ölçekte yaşanan sosyo-ekonomik ve kültürel değişimlerin aile kurumunu nasıl etkilediği

Türk aile yapısını da dikkate alan bir perspektifle değerlendirilmeye çalışılacaktır.

2.1. Aile

Bir aile, akrabalık bağlarıyla ve evlilik bağlarıyla doğrudan bağlanmış olan ve yetişkin

üyelerinin çocukların bakımından sorumlu oldukları bir grup insandan oluşur. Kimi

yaklaşımlarda toplumun en küçük birimi olarak değerlendirilen ve tarihsel süreçte

farklılaşmasına karşın evrensel bir nitelik arz eden aile, toplumu oluşturan temel kurumlardan

birisi olarak kabul edilir. Ümit Meriç [Yazan]’ın ifade ettiği gibi aile, “tarihten gelen bir olgudur

ve (...) topyekün toplumdan soyutlanamayacak olan bir topyekün toplumsal olaydır.”1 Buradan

hareketle tek bir aile tipinden bahsetmek pek mümkün değildir. Bölgelere, ülkelere, kültürlere,

sosyal sınıflara ve topyekûn bir toplumdaki alt gruplara göre değişen farklı aile tipleri

mevcuttur. Dahası toplumun temel kurumlarından ve sosyalleşmenin en önemli aracılarından

birisi olarak aile, toplumsal yapıda ya da diğer kurumlarda meydana gelen değişmelerden

doğrudan etkilenir ve çocuk-ebeveyn, karı-koca rolleri, aile büyükleriyle ilişkiler, yaşlıların

bakımı, çocukların eğitimi vb. gibi pek çok noktada değişimlerin yaşanmasıyla karşılaşılır.

Ailedeki bu değişimlerin toplumun yapısına ve işleyişine bir etkisinin olmaması da

düşünülemez. Birey-toplum, kurum-toplum ve kurumlar arasında yaşanan etkileşimler, doğal

olarak bütün bir toplumun değişimler yaşamasına sebebiyet verir.

1 Ümit Meriç Yazan, “İleri Endüstri Toplumlarında Aile Kurumu Üzerine Bir Araştırma”, İÜEF Sosyoloji

Dergisi, 1988-1989, 3. Dizi-1. Sayı, s. 150.

Page 35: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

35

Marshall’a göre aile, “kan, cinsel ilişki ya da yasal bağlarla birbirine bağlı olan insanlardan

oluşmuş, mahrem ilişkilerle örülü bir gruptur. Aile, zaman içinde ayakta kalmayı ve

değişikliklere uyum göstermeyi başarmış çok esnek bir toplumsal birimdir.”2 Hilmi Ziya da

aileyi “toplum şekillerine göre üyelerinin sayısı değişen ve cinsî bağlantı ve soy üzerine

kurulmuş zümre” şeklinde tanımlar ve devamla şunları yazar: “Hemen her yerde çekirdeğini

ana-çocuk bağlantısı kurar. İnsan cinsinin bütün sosyal değişkenliklerine rağmen, bütün toplum

çeşitlerinde aynı olan biyolojik şartlar bu çekirdeğin sabitliğini gerektirir. Bu çekirdeğin

çevresinde aile organlaşması çok değişik şekiller alır. Fakat bütün toplumlarda karı-koca, ana-

baba ve çocuklar, akraba ve ailenin gerçek veya öyle sayılmış üyeleri arasındaki münasebetleri

kurala koyan bir kültür tipi vardır. Ailenin görevleri arasında zümrenin yeni kuşaklarda

sürmesini sağlayan biyolojik fonksiyondan başka hepsi toplum şartlarına göre değişir. Bu

şartların çoğu da kültürün büyük bir kısmını yeni kuşaklara geçirmeden ibaret olan eğitim

fonksiyonunu görür. İktisadi ve dini gibi başka fonksiyonları son derece değişiktir.”3 John J.

Macionis ise aileyi şöyle tanımlıyor: “Aile, dayanışmaya bağlı grupların bulunduğu bütün

toplumlarda var olan, çocuklar da dahil, insanları birbirlerine bakmaları için bir araya getiren

sosyal kurumdur. Aile bağları, ortak soy, evlilik veya evlat edinmeye dayalı sosyal bağ olan

akrabalık olarak adlandırılır.”4

Aile üzerine yapılan çalışmalarda ailenin evrensel ve işlevsel bir kurum olduğu hususunun

altının kuvvetle çizildiği görülür. Bu yaklaşıma göre, aile her toplumda var olmuş ve var olmaya

da devam etmektedir. Aile, her iki cinsin yetişkinlerinden oluşan ve bu yetişkinlerin aynı aile

çatısı altında bir arada yaşama istekleri toplum tarafından da onaylanmış bir kurumdur.

Macionis’in de belirttiği gibi, aile evlilik düzeni etrafında biçimlenen ekonomik işbirliği, cinsel

etkinlik ve doğurganlığı içeren hukukî bir ilişkidir. Hangi ilişkilerin toplum veya hukuk düzeni

tarafından evlilik sayılıp sayılmayacağının önemli sonuçları olabilir: Örneğin, ilgili yasalar

çalışanların sağlık sigortalarından faydalanma hakkını sadece resmî olarak kabul edilmiş aile

üyelerine tanırlar.

Ailenin evrenselliği, yerine getirdiği vazgeçilmez işlevlere ve bu işlevlerin başka toplumsal

gruplar tarafından yerine getirilmesinin imkansızlığına dayanır. Murdock’a göre, ailede insan

hayatı için dört temel işlevin yerine getirildiği görülmektedir: (i) Cinsel, (ii) ekonomik, (iii)

2 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay.,

1999, s. 7.

3 Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul: MEB Yay., 1969, s. 6-7.

4 John J. Macionis, Sosyoloji, Vildan Akan (çev. ed.), Ankara: Nobel Yay., 2012, s. 462.

Page 36: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

36

üreme ve (iv) toplumsallaşma.5 Tom Bottomore, aynı yerde, ailenin işlevlerini psikolojik ve

toplumsal olmak üzere ikiye ayırır. Toplumsal olanları, Kingsley Davis’den hareketle, üreme,

yetişkin olmayan çocukların bakımı, yerleştirme ve sosyalleşme olarak tanımlar ve bunlar

arasından özellikle üreme, bakım ve sosyalleşme işlevlerinin önemine dikkat çeker. Ailenin

psikolojik işlevleri olarak da, evli çiftlerin cinsel ihtiyaçlarının tatminini, çocuklar ve

ebeveynler için duygusal yakınlık duygusunun uyandırılmasını ve yaşatılmasını sayabiliriz.

Kimi yazarlar, bunlar dışında ailenin başka bazı işlevleri daha olduğunu düşünmektedirler.

Örneğin Murdock bunları, aile kurumunun tarihsel örneklerinden yararlanarak, şu şekilde ifade

ediyor: “Aile rahipliğinin baba tarafından yüklendiği durumlarda aile dinsel bir tapınma

merkezidir. Toprak işlemede, öç almada, dinlenme ve eğlenmede birincil birimdir. Toplumsal

statü de bireysel başarılardan çok bireyin ailesinin toplumsal konumuna bağlı olabilmektedir.”6

Aile kurumunun işlevlerine ilişkin olarak William Ogburn da benzer, fakat daha kapsayıcı bir

tasnif yapmıştır: Biyolojik görev, ekonomik görev, koruyuculuk, psikolojik görev, eğitim, boş

zamanların değerlendirilmesi, dinî görev, prestij sağlama.7 Söz konusu işlevlerin bir kısmının

literatürde tarım toplumlarına özgü olarak ifade edilen ‘geniş/büyük aile’ tipiyle alakalı

olduğunu söylemek mümkündür. Günümüz ailesi incelendiğinde, bu işlevlerin bazıları artık ya

ortadan kalkmış ya muhtevaları değişmiş ya da başka kurumlara devredilmiş olduğu görülür.

Örneğin ailenin ‘ekonomik görevi’ açıklanırken ‘gelir aile reisinde toplanır’ şeklinde bir

değerlendirme yapılmaktadır. Günümüzde en başta ‘aile reisi’ kavramının değişmiş olması bu

ekonomik işlevin mahiyetini de farklılaştırmaktadır. Ayrıca, örneğin, ekonomik işlevinin bir

kısmını ekonomi kurumuna, eğitim işlevinin önemli bir boyutunu eğitim kurumuna, dinî

işlevini din kurumuna devretmiştir.

2.2. Aile Tipleri

Aile üzerine yapılan çalışmalara bakıldığında aile tipolojisinin ya otorite figürü üzerinden ya

da ailenin büyüklüğü boyutundan hareketle geliştirildiği görülmektedir.

i. Güç ve otoritenin kadın ya da erkekte toplanmasına göre aile anaerkil aile ve ataerkil aile

olarak tasnif edilmiştir.

5 G. P. Murdock, Social Structure (1949), s. 10’dan nkl. Tom Bottomore, Toplumbilim: Sorunlarına ve Yazınına

İlişkin Bir Kılavuz, çev. Ünsal Oskay, 2. Baskı, İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım AŞ, 1984, s. 175.

6 Tom Bottomore, a.g.e., s. 176.

7 Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, 6. Baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 1993, s. 101.

Page 37: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

37

Anaerkil aile (matriarchy). Anaerkil ailenin daha ziyade totem olarak adlandırılan kutsal bir

hayvan veya bitkiden geldiklerine inanan ve bu nedenle de kendilerini akraba kabul eden ibtidaî

topluluklarda görüldüğü iddia edilmektedir. Anaerkil aile, özellikle Friedrich Engels gibi bazı

yazarların, avcı ve toplayıcı toplumlarla ilgili olarak savundukları bir tezdi. XIX. yüzyılda hayli

popüler olan bu tez, yeterli kanıt bulunamadığı için XX. yüzyılda önemini yitirdi. Özünde,

annelerin aile reisi olduğu bir toplumsal örgütlenme tipidir. Bu aile tipinde, erkekle mukayese

edildiğinde, kadının ailenin geçimini sağlama görevi çok daha fazladır. Erkekler avcılıkla

uğraşırken, kadınlar her türlü ev işini yapmakta ve evi koruma görevini yerine getirmekteydiler.

Ayrıca bitki de toplamaktaydılar. Hastalara bakmak, hayvanları evcilleştirmek ve geleceği

düşünmek de kadınların görevleri arasındadır. Bu aile tipinde soy annelere göre belirlenir. Aynı

zamanda bu tanımlama, güç ve otoritenin annenin elinde toplandığı bir topluma da gönderme

yapmaktadır. Miras, anadan kız çocuğuna aktarılmakta ve boşanma durumunda evi erkek terk

etmekteydi.

Ataerkil aile (patriarchy). Güç ve otoritenin babanın elinde toplandığı en yaygın aile tipidir.

(Başlangıçta, erkek aile reisinin otoritesi üzerine kurulu aile sistemlerini tanımlamak üzere

kullanılan bu tabir, günümüzde genel olarak ‘erkek tahakkümü’nü yansıtan daha genel bir

anlama sahip hale gelmiştir.) Bu modelde soy babaya dayanır. Kız ve erkek çocuklar

büyükbabalarının, amcalarının ve amcalarının çocuklarının soy gruplarına dahildirler. Aile

ocak adı verilen evde oturur. ‘Roma ailesi’ olarak da anılan bu aile tipinde otoriteyi mutlak

anlamda baba temsil etmektedir. Ataerkil ailede baba, otoritesini inanç sisteminden almaktadır;

atalarının kurmuş oldukları ocağı ve gelenekleri devam ettirmekle yükümlüdürler. Bütün aile

üyelerinin de, babanın atasından gelen dinî inançlara bağlı olması ve dinî ritüelleri yerine

getirmesi istenir. Baba ailenin bütün mallarının sahibidir. Roma aile hukuku; babanın, hanımı

ve çocukları üzerinde de mutlak egemenlik sahibi olduğunu kabul etmişti. Mülk bölünmez,

mülkün kullanım hakkı bütünüyle babaya aittir. Ataerkil ailenin birincil görevi, ocağın

sönmesini engelleyecek, soyun devamını sağlayacak bir erkek çocuğa sahip olmaktır.

Büyük ölçüde modern sanayi toplumlarının öncesinde hakim aile tipi olan bu aile tipi, sanayi

devrimi ve Fransız İhtilali sonrası dönemin bir özelliği olarak kadın ve erkeğin yasalar önünde

eşit kabul edildiği bir toplumsal yaşam içinde, yerini yavaş yavaş görece daha eşitlikçi bir aile

tipine bırakmıştır. Eşitlikçi aile olarak adlandırılabilecek bu yeni aile tipinde, karı ve koca

arasındaki roller daha eşit biçimde belirlenmiştir. Kadınların ve erkeklerin yasalar önünde eşit

olarak kabul edilmiş olması, pratikte de mutlak anlamda bir eşitliğin sağlandığı anlamına

gelmemektedir elbette. Pek çok araştırma, yasalardaki bu eşitlikçi düzenlemelere karşın,

Page 38: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

38

geleneksel ataerkil değerlerin egemenliklerini belli düzeylerde hala sürdürmekte olduklarını

göstermektedir.

ii. Sosyo-ekonomik değişim sürecine bağlı olarak aile türleri, büyüklükleri itibariyle geniş aile

ve çekirdek aile olarak iki başlık altında toplanabilmektedir.

Geniş aile. Anne, baba ve çocukların dışında birkaç kuşağın bir arada yaşadığı aile grubudur.

Özellikle tarım toplumlarında görülen bir aile türüdür. Aileyle ilgili kararları almada erkeklerin

belirleyici olduğu, yaşlı erkeklerin aile sorumluluklarını üstlendiği ve geleneklere bağlılığın

önemli olduğu bu aile tipinde akrabalık bağları güçlüdür. Bu aile tipinde genişleme iki şekilde

gözlenir: Dikey ve yatay genişleme. Yatay genişleme, aileye yeni bir bireyin eklenmesidir.

Eşlerden birisinin kardeşlerinin aileye katılması gibi ya da aileye kuma gelmesi gibi. Dikey aile

ise aileye, eşlerden birisinin ya da her ikisinin ebeveynlerinin katılmasıdır. Geniş ailede, yeni

evlenen –özellikle de erkek- aile üyeleri de eşleriyle birlikte aileyle yaşamaya devam

etmektedir. Türkiye’de görülen eğilim, dikey genişleme şeklindedir. Ailenin reisi, aile içindeki

en yaşlı üyedir. Bu modelde aile, kişilerden, aile fertlerinden önce gelir. Bireyin hareketleri

ailenin kontrolü altındadır. Geleneksel/tarım toplumlarından modern/endüstriyel toplumlara

geçiş sürecinde bu aile tipi zayıflamıştır.

Çekirdek aile. Büyük ölçüde yalnızca anne, baba ve çocukların bir arada yaşadığı bir aile tipidir.

Çekirdek aileyi bir arada tutan en önemli unsur, anne ve babanın karşılıklı bağlılığıdır. Endüstri

toplumlarında daha da yaygınlaşan bir aile tipidir. Bu aile modelinde, çocuklar belli bir yaşa

geldiklerinde aileden ayrılırlar. Özellikle endüstri toplumlarında artan toplumsal hareketlilik,

büyük/geniş aile modelinden çekirdek aileye geçişi kolaylaştırmıştır. Türkiye İstatistik Kurumu

(TÜİK)’nun 2006’da gerçekleştirdiği ‘Aile Yapısı Araştırması’na göre Türkiye’de hane

yapıları %80,7 oranında çekirdek ailelerden oluşmaktadır (geniş ailelerin oranı % 13’tür).

Ancak TC Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun vermiş olduğu Türk Ailesine İlişkin

Demografik Bilgiler’de oranlar daha düşüktür. Doğrudan aile tiplerini tespite yönelik bir

çalışmanın ürünü olarak daha sağlıklı görülebilecek bu verilere göre, 1968’de %59,7 olan

çekirdek ailelerin oranı 1998’de %67,5’e yükselmiştir; buna paralel olarak da aynı dönemde

geniş ailelerin oranı %32,1’den %20,8’e gerilemiştir. Aynı zaman diliminde parçalanmış

ailelerin oranı da %8,3’ten %11,7’e yükselmiştir. Avrupa ve ABD’de son yıllarda

karşılaştığımız ‘tek ebeveynli aile’ tipi Türkiye’de pek yaygın değildir. Boşanmış çocuklu

ebeveynler genellikle kendi anne-babalarıyla birlikte yaşamaktadırlar.

Page 39: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

39

iii. Çağdaş dünyada yaşanan bilimsel, tıbbî, ekonomik, kültürel ve yasal gelişmeler ve

değişimler -yukarıda kısaca değindiğimiz- aile tiplerinden farklı aile modellerini de gündeme

getirmektedir. İlk evlilik ve ilk doğum yapma yaşının yükselmesi, kadının işgücüne daha fazla

katılması ve ekonomik bağımsızlığını elde etmesi, göç ve kentleşme süreçleri gibi demografik

ve sosyolojik etkenler geleneksel aile yapılarını önemli ölçüde etkilemektedir. Bu gelişmelere

bağlı olarak da, çağdaş toplumlarda aile kurumu yapısal ve işlevsel açılardan değişmekte ve

yeni aile tipleri ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan yeni aile tiplerinden birisi, çocuk ile yalnızca

babası veya yalnızca annesinden oluşan tek ebeveynli aile modelidir. Tek ebeveynli olmanın

doğal sebepleri ölüm ve boşanma gibi faktörlerdir. Aile kurumuna ilişkin algıda yaşanan

değişimler de tek ebeveynli ailelerin çoğalmasını etkilemektedir. Bunların yanı sıra, üreme

teknikleri alanında yaşanan tıbbî gelişmeler, uygun ekonomik koşullara sahip olan yetişkin

erkek veya kadınların karşı cinse ihtiyaç duymadan çocuk sahibi olmalarını kolaylaştırmakta

ve bu durum sonuç olarak tek ebeveynli ailelerin sayısını artırmaktadır. Tek ebeveynli ailelerin,

hem ebeveynler ve hem de çocuklar açısından sıkıntılı ve sorunlu süreçler yaşadıkları da bir

gerçektir. Tek ebeveynli çocuklar, sosyalleşme süreçlerinde önemli boşluklarla

karşılaşabilmekte ve gerek psikolojik, gerekse de toplumsal sorunlar yaşayabilmektedirler.

Çocukların ‘babasız aile’ ortamında yetişmeleri, onları ihtiyaç duyduklarında dayanabilecekleri

bir otorite figüründen yoksun bırakmaktadır. Çocukların ‘anne’den yoksun olarak büyümeleri

de farklı sorunlara sebebiyet vermektedir. Yapılan araştırmalar baba otoritesinden yoksun

olmanın, disipline olma ve sorumluluk duygusunu geliştirme noktasında çocukları olumsuz

etkilediğini ortaya koymaktadır. Tek ebeveyni kadının oluşturduğu aileler, ayrıca, toplumsal

kabuller açısından kimi zaman derinleşebilen sorunlar da yaşayabilmektedir. Özellikle de ‘dul’

kadına yönelik toplumsal önyargıların etkisini sürdürdüğü toplumlarda bu sorunlar çok daha

derinleşebilmektedir. Ayrıca kadınların kendi ekonomik bağımsızlıklarını sürdürebilecekleri

gerekli eğitim düzeyinden ve meslekî beceriden yoksun olmaları durumunda, ailenin geçimi ve

çocuğun bakımı sorunları daha da ağırlaşabilmektedir. Devletler –ilgili kurumları ve kuruluşları

aracılığıyla- bu türden sosyal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik destek programları

geliştirmekte ve bu doğrultudaki gerekli yasal düzenlemeleri yapmaktadırlar. TÜİK verilerine

göre, ülkemizde 2006 yılında tek ebeveynli hanelerin oranı %7,2 idi, 2012’de ise bu oran %

8,1’e yükselmiştir. Ülkemizde, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 2011’den itibaren tek

ebeveynli ailelere yönelik eğitim ve sosyal yardım programlarını gündemine almıştır.

Toplumsal değişmenin hız kazandığı günümüz dünyasında, çekirdek ailenin yapısında yaşanan

değişimlerden bir diğeri, yeni bir geniş aile yapısının ortaya çıkmaya başlamasıdır. ‘Yeni geniş

Page 40: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

40

aile’ veya ‘üvey aile’ olarak adlandırılan bu aile tipi, yetişkinlerden en az birinin –veya her

ikisinin- bir önceki evliliğinden ya da yaşadığı ilişkiden olan çocukları da kapsamaktadır. Kimi

yazarlar bu aile tipi için, iki farklı çekirdek aileyi bir araya getirmiş olması sebebiyle, ‘iki

çekirdekli aile’8 tanımlamasını da kullanmaktadırlar.

Çağdaş dünyada görülen aile tiplerinden bir diğeri, yetişkin kadın ve erkeğin aralarında

herhangi bir resmi evlilik akdi olmaksızın aynı evi paylaşmaları, başka bir deyişle, birlikte

yaşama durumlarıdır. Birlikte yaşama, kimi zaman, evlilikten önceki deneysel bir aşama olarak

da değerlendirilmektedir. Ancak geleneksel evlilik ve aile tipine alternatif bir seçenek olarak

değerlendirilme eğilimi de artmaktadır.

Günümüzde tartışma konusu olan bir diğer aile türü de, eşcinsel çiftler arasında gerçekleştirilen

evliliklerle kurulan ailelerdir. Pek çok ülke gay ve lezbiyen evliliklerini yasal olarak

onaylamamaktadır. O nedenle de, bu tür ailelerdeki ilişki zemini yasadan çok kişisel adanmışlık

ve karşılıklı güven üzerine kuruludur. Yeni üreme teknikleri, bu tür aileleri oluşturan çiftlerin

heteroseksüel birliktelik yaşamak zorunda kalmadan çocuk sahibi olmalarını da

kolaylaştırmaktadır.

Yukarıda aile sosyolojisine ilişkin literatürde yapılan geleneksel aile tasniflerinden yalnızca iki

tanesine, ailede otoritenin kimin elinde toplandığı ve büyüklük esaslarına göre yapılmış

olanlarına yer verdik ve çağdaş toplumlarda ortaya çıkan yeni aile modellerine kısaca değindik.

Fakat literatürde ifade edilen aile tasniflerinin ve aile tipi isimlendirmelerinin bunlarla sınırlı

olmadığını bilmek önemlidir. Örneğin; ‘büyüklük esasına göre’ (büyük aile [kök aile, birleşik

aile ve geleneksel geniş aile] ve küçük aile [çekirdek aile, parçalanmış aile, tamamlanmamış

aile]), ‘yerleşim esasına göre’ (baba yanı yerleşme, ana yanı yerleşme, ayrı yerleşme, iki taraflı

yerleşme ve dayı yanı yerleşme), ‘mirasın geçişi esasına göre’ (babaerkil aile, kök aile ve

kararsız aile), ‘yerleşim yeri esasına göre’ (kentli aile, kasaba ailesi, köy ailesi, gecekondu

ailesi, göçebe ailesi) ve ‘soy esasına göre’ (patrilineal, matrilineal, bilateral ve çift soydanlık)

gibi birçok farklı esasa göre aile tasnifleri de yapılmaktadır. Yukarıda kendilerinden kısaca

bahsedilen ataerkil-anaerkil ve geniş-çekirdek aile tipleri tasnifi, burada yalnızca başlıklarını

vermekle yetindiğimiz bu aile türlerinin gösterdiği özelliklerin çoğunu, hatta tamamını

kapsamaktadır. O nedenle, sosyoloji disiplinine bir başlangıç metni olarak kaleme alınan bu

8 Anthony Giddens, Sosyoloji, İstanbul: Kırmızı Yay., 2008, s. 274.

Page 41: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

41

çalışmanın sınırlarını zorlamamak adına, burada söz konusu tasnifler ayrıca bahis konusu

edilmemiştir.

Aile türleri ile ilgili bu kısmı tamamlamadan evvel, aile sosyolojisi çalışmalarında öncü

isimlerden biri olan Frederic Le Play (1806-1882)’nin aileyle ilgili tasnifinden de kısaca

bahsetmek yararlı olacaktır. Le Play, maden mühendisi olarak görev yaptığı dünyanın değişik

bölgelerinde işçi aileleri üzerine yaptığı monografik çalışmalardan hareketle karmaşık bir aile

tasnifi geliştirmişti. Henri de Tourville, Edmond Demolins gibi takipçileri onun bu karmaşık

tasnifini üçlü bir aile tasnifi şekline dönüştürdüler: Ataerkil (patriarkal) aile, kök aile ve kararsız

aile. ‘Toplumsal düzen’ ideali peşinde koşan Le Play’nin sınıflamasının esas öğesi mirasın

geçiş biçimi idi. Ataerkil ailede ailenin malı bir kuşaktan ötekine, kök ailede ise parçalanmadan

olduğu gibi sadece varis olarak seçilen çocuğa geçtiği için mal değişmez, gelenek bozulmazdı;

böylece ailede ve -toplumun da ailelerden meydana gelmesi nedeniyle- toplumda toplumsal

istikrar sağlanmış oluyordu. Oysa kararsız ailelerde mal çocuklara eşit olarak paylaştırıldığı

için mülk parçalanır, gelenek bozulur, ailede sulh ve sükun kalmaz, bu tip ailelerden meydana

gelen toplum da yıkılmaya yüz tutardı. Le Play’ye göre toplumlarda barışı, dirliği, kısacası

mutluğu sağlayabilmek için şu iki hususa uymak gerekliydi: Tanrı ve baba otoritesine bağlılık;

malın parçalanmadan kuşaklara geçmesi. (Le Play’nin takipçileri aile tiplerinden hareketle

dünya toplumlarını tasnif etme girişiminde de bulunmuşlardı.) Le Play’nin takipçilerinden

Henri de Tourville (1842-1903), onun çalışmalarını kılı kırk yararcasına inceledikten sonra Le

Play’nin aile tipolojisinde bazı değişiklikler ve düzeltmeler yapmıştı. Tourville, Le Play’nin

‘kök aile’ olarak adlandırdığı aile tipinin, anavatanda ailenin mirasçısı olmadığı için dış ülkelere

göç eden çocukların gittikleri yerden geri dönüp dönmemelerine bağlı olarak ikiye

ayrılabileceğini önermişti: Yarı-ataerkil aile ve particulariste aile tipi.9

2.3. Evlilik Türleri

Evlilik, geleneksel olarak ‘yetişkin bir erkek ile yetişkin bir kadın arasında yasal geçerliliği

olan, belli hak ve yükümlülükler getiren bir ilişki’ olarak tanımlanır. Kültürel normlar ve

sıklıkla da yasalar, evlilik açısından uygun olanı ve olmayanı tanımlar, belli düzenlemeler

9 F. Le Play ve takipçilerinin aile konusundaki görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Paul Descamps,

Deneysel Sosyoloji, çev. ve önsöz. Nurettin Şazi Kösemihal, 2. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1965; Carl

C. Zimmerman, Le Play ve Sosyal İlimler Metodolojisi, çev. Oğuz Arı, İstanbul: İÜ İktisat Fakültesi Yay.,

1964.

Page 42: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

42

getirir. Örneğin Türkiye’de Medeni Kanun’un 124. maddesine göre “erkek veya kadın, 17

yaşını doldurmadıkça evlenemez”, 129. madde birbirleriyle evlenmeleri yasak olan kişileri

belirler, 130. maddeye göre ‘evlilik sona ermişse, kadın, evliliğin sona ermesinden başlayarak

300 gün geçmedikçe evlenemez”.

Evlilik türlerinin tasnifinde en çok kullanılan ölçütler, eş seçimi, eş sayısı ve yerleşim yeri gibi

özelliklerdir.

i. Eş seçimine göre evlilik endogami (içeriden evlenme veya grup içi evlenme) ve egzogami

(dışarıdan evlilik veya grup dışı evlilik) şeklinde iki ayrılır. Endogami, aynı sosyal kategorideki

insanların evlenmesidir. Kişinin, ait olduğu grup içerisinden bir eşle evlenmesi durumunu ifade

eder. Daha açık ifade edecek olursak, bireyin aynı kast, aşiret, mezhep, din, ırk, millet grubuna

ait karşı cinsten birisiyle evlenmesi durumudur. Daha ziyade, toplumsal hareketlilik düzeyi

düşük ve akrabalık bağlarının güçlü olduğu topluluklarda karşılaşılır. Servetin parçalanmasını

engellemek, grup içi düzeni ve dayanışmayı korumak gibi kaygılarla başvurulan bir yöntemdir.

Bu tarz evlilikler sadece geleneksel toplumlarda karşımıza çıkmaz, bu tür evliliklerle modern

büyük aileler içerisinde de karşılaşmak mümkündür. Egzogami ise, farklı sosyal kategorideki

insanların evlenmesidir. Farklı sınıftan, farklı mezhepten, farklı etnik ya da dinî gruptan

bireylerin evlenmeleri durumunu ifade eden bir kavramdır.

ii. Eş sayısına göre evlilikler monogami (tek eşlilik) ve poligami (çok eşlilik) olarak ikiye

ayrılır. Poligaminin iki biçimi vardır: Yaygın olarak görülen tipi olan poligini (Yunanca’da ‘çok

kadın’ demektir) bir erkeğin iki veya daha fazla kadınla yaptığı evliliktir. Diğer biçimi

poliandridir (Yunanca’da ‘çok erkek’ veya ‘çok koca’ anlamlarına gelir) ve bir kadının iki veya

daha fazla sayıda erkekle yaptığı evlilik demektir.

iii. Toplumlar eş seçimini düzenledikleri gibi, eşlerin nerede oturacağına da karar verirler.

Sanayi öncesi toplumlarda yeni evliler genellikle yardım, koruma ve destek amacıyla

ebeveynleriyle birlikte yaşıyorlardı. Evlenen çiftin kocanın ailesiyle birlikte veya yakınında

oturması patrilokal (‘babanın evi’, ‘baba yanı yerleşme’) olarak adlandırılır. Bazı toplumlarda

(örneğin Kuzey Amerika yerlileri gibi) ise, evlenen çiftin kadının ailesiyle birlikte veya

yakınında oturması tercih edilirdi. Buna da matrilokal (‘annenin evi’, ‘ana yanı yerleşme’)

denir. Yerel savaşlarla meşgul olan toplumlar patrilokal olma eğilimindedirler; çünkü oğullar

eve yakın olduklarından koruma sağlayabilir ve bu tür durumlarda aileye destek olabilirlerdi.

Diğer yandan uzak yerlerde savaşa katılan toplumlar, oğulların ve kızların ekonomik değere

sahip olup olmamalarına bağlı olarak patrilokal veya matrilokal olabilmekteydiler. Endüstri

Page 43: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

43

toplumlarında ise, eğer ekonomik güç de izin veriyorsa, evlenen çiftler ebeveynlerinden ayrı

bir yerde oturmayı tercih ediyorlar. Buna da neolokal (‘yeni yer’) adı verilmektedir. Yeni evli

çiftin ikamet edecekleri yeri belirleyici bir geleneğin olmadığı toplumlar da mevcuttur. Çiftin

hangi tarafın ana-baba ailesi yanında oturacağını ise, ana-baba ailelerin birbirlerine oranla

zenginlikleri, topluluktaki konumları ya da iki tarafın bu evlilik birliğine karşı tutumları belirler.

Bazı toplumlarda ise, yeni evlenen çiftin, erkeğin dayısı yanına yerleşmeleri zorunluluğu vardır.

iv. Bu evlilik türlerinin yanı sıra, Türkiye’de farklı evlilik biçimleriyle de karşılaşılmaktadır.

(a) Farklı cinsiyetlerden olan çocuklara sahip iki dulun, hem kendilerinin hem de çocuklarının

birbirleriyle evlenmeleri olarak tanımlanan taygeldi evlilik bunlardan bir tanesidir. (b) Kocası

ölen kadının -dul kalan eşe ve çocuklarına daha iyi bakacağı ve aile bütünlüğünün de bozmadan

devam ettirmek niyetiyle- ölmüş olan kocasının erkek kardeşi ile evlenmesi/evlendirilmesi

olarak tanımlanan levirat evliliği bir başkasıdır. Ülkemizde özellikle Doğu ve Güneydoğu

bölgesinde görülen bu evlilik türü, ‘yenge-kayınbirader evliliğinden oluşan tercihli evlilik türü’

olarak da tanımlanmaktadır.10 (c) Türkiye’de de karşılaşılan evlilik türlerinden bir diğeri (bu

evlilik türüyle Batı Avustralya’da da karşılaşılabilmektedir) karısı ölen kocanın evlilik

çağındaki baldızıyla, yani vefat etmiş olan karısının kız kardeşiyle evlenmesi durumunu ifade

eden sorarat evliliğidir.11 (d) Törenin şekillendirdiği bir evlilik türü olan kan bedeli evliliği,

aralarında kan davası olan iki ailenin kan davasını sonlandırmak ve barışı sağlamak amacıyla

çocuklarını evlendirmeleri durumunu ifade eder. (e) Türkiye’de farklı yörelerde ‘kepir’ veya

‘değişik yapma’ gibi isimlerle de anılan bir diğer evlilik türü berder (veya berdel) olarak bilinen

türdür. Daha ziyade başlık parası verme yükümlülüğünden kurtulmak isteyen fakir ailelerin

veya aralarındaki ilişkiyi akrabalık bağları kurmak suretiyle kuvvetlendirme arzusundaki aşiret

reislerinin, ağaların vb. başvurduğu bu tercihli evlilik türü, bir ailenin evlilik çağındaki kız ve

erkek çocuğunun diğer ailenin yine evlilik çağındaki erkek ve kız çocuğuyla karşılıklı olarak

ve aynı zamanda evlenmeleri durumunu ifade etmektedir.

10 Taygeldi, levirat ve berdel evlilik türleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Ali Rıza Balaman, Evlilik-

Akrabalık Türleri: Sosyal Antropolojik Yaklaşımlar, İzmir: Karınca Matbaacılık, 1982 (eserin yeni bir baskısı

için bkz. Ankara: TC Kültür Bakanlığı Yay., 2002).

11 Sorarat evlilikler hakkında bir inceleme için bkz. Mazhar Bağlı ve Aysan Sever, “Tabulaştırılan/Tabulaşan

Kurumun (Ailenin) Kurbanlıklar Edinme Pratiği: Levirat ve Sororat”, Aile ve Toplum: Eğitim, Kültür ve

Araştırma Dergisi, 2005, yıl: 7, c. 2, sy. 8, s. 9-22.

Page 44: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

44

2.4. Toplumsal Değişme ve Aile

Değişime en dirençli kurumlardan biri olarak aile gösterilse de, sanayileşmeyle ve

modernleşmeyle birlikte ailede de yapısal birtakım değişiklikler görülmektedir. Modernleşme

süreçleriyle birlikte, aile pek çok işlevini kaybetmiştir. Sanayi toplumundaki coğrafi

hareketlilik, yalnızca akrabalık bağlarını zayıflatmakla kalmamış, ailenin yerine getirdiği pek

çok işlev de toplumdaki diğer kurumlara aktarılmıştır. Örneğin üretim, aileden işyerlerine

geçmiştir. Eğitim işlevi, eğitim kurumlarına aktarılmıştır. Ailenin ekonomi ve sanayileşme ile

ilişkisi çerçevesinde kentsel ve kırsal aile birbirinden farklılaşmıştır.

Kentleşme, sanayileşme ve modernleşme süreçleri aile içi ilişkileri, karı koca rollerini,

ebeveyn-çocuk ilişkilerini vs. önemli ölçüde etkilemiş, statü ve rol tanımlarında, kadının karar

alma süreçlerine daha aktif katılımı yönünde ciddi değişimler yaratmıştır.

Yapılan araştırmalara göre, gelişmiş sanayi toplumlarında –tıptaki gelişmeler, yaşam standardı

kaygıları vs. gibi sebeplerle- doğum oranları gerilemiş gözüküyor. Modern hayatın getirdiği

stres ve sıkıntılar, iş hayatının temposu vs. nedeniyle boşanmaların artışı, evlilik yaşının

yükselmesi gibi gelişmeler ailenin çöküşüne ilişkin iddiaları gündeme getirmiştir. Tek

ebeveynli ailelerin sayısının artması, erkek çocuklar açısından model almada sorunlar yarattığı,

bu durumun suçun artışı, eğitimde başarısızlık ve çalışmaya ilgisizlik gibi sıkıntılara yol açtığı

iddia edilmektedir. Fakat buna karşı bir görüş de, aile yaşamında bir çeşitliliğin olduğundan

bahisle bu durumun modern aile yaşantılarını keşfetmek için bir fırsat olduğu şeklindedir.

Son yıllarda çağdaş ailenin durumu ve ailenin ayakta kalmasını isteyen görüşler baştan aşağı

yeniden gözden geçiriliyor. Aile kurumunun çağdaş toplum içerisindeki durumuna ilişkin lehte

ve aleyhte görüşler dile getirilmekte, aile kurumunun mevcut durumuna ilişkin eleştirel görüşler

ortaya konulmaktadır. Aile kurumuyla özel olarak ilgilenen Aile Sosyolojisi alanında, bu

çerçevede, aile kurumunun çeşitli boyutlarına eğilen çalışmaların sayıları her geçen gün

artmaktadır.

Disiplinlerarası nitelikli pek çok çalışma yapılmakta, aile yaşamı ile çalışma arasındaki

karşılıklı ilişkiler araştırılmakta ve makro boyutlu toplumsal ve ekonomik değişikliklerin mikro

boyutlu aile ilişkilerini nasıl etkilediği incelenmektedir. Aile sosyolojisi, ailelerin evlilikten

yaşlanmaya kadar çeşitli aşamalarda nasıl değiştiklerini araştırarak yaşam çevrimi perspektifini

de kapsamaya çalışmaktadır. Son olarak eşlerin yalnız olduğu aileler ile yeniden bir araya gelen

eşlerin oluşturduğu aileler gibi farklı aile biçimleri hakkındaki araştırmaların sayısı her geçen

Page 45: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

45

gün artmakta, aile sosyolojisi kaçınılmaz biçimde pratik siyasal kaygılarla yakından ilgili hale

gelmektedir

Aileler ve çalışma hayatı genellikle ayrı alanlar olarak kavramsallaştırılmış ve kadınlar evle,

erkekler ise işle ilişkilendirilerek ele alınmıştır. Aile sosyolojisinde de bu eğilim devam

ettirilmiştir. Ancak günümüzün küreselleşen dünyasında bu ayrımlar büyük ölçüde

geçerliliklerini yitirmeye başlıyor. Zira iş hayatında kadınların sayılarının her geçen gün

artması, iş ve aile yaşamının karşılıklı etkileşimini ve önemini ortaya koyuyor. Bu da, söz

konusu alanların ilişkisini irdeleyen çalışmaların önemini artırıyor. Kariyer yapan eşlerin

evlilikleriyle ilgili yapılan öncü çalışmalar, eşlerin ikisinin de para kazandığı ailelerin

kazançlarını ve sıkıntılarını irdeleyen araştırmaların önemini artırmıştır.

Ailelerin yaşam çevrimiyle ilgili araştırmalar, bireysel yaşam seyri analizine ilginin artışıyla

paralellik göstermektedir. Burada anahtar kavramlardan birisi, bir yandan evlilik ve anne/baba

olma gibi dönüm noktalarının zamanlamasını ve sırasını, öbür yandan aile üyelerinin ve genelde

toplumun bu olayların zamanlamasını nasıl belirlediğini konu alan aile zamanıdır. Daha önceki

olayların (ilk evlenme yaşı gibi) zamanlamasının daha sonraki sonuçları (boşanma gibi) büyük

ölçüde etkilediği ortaya konmuştur.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında tek ebeveynli ailelerin oranında dramatik bir artış

görülmektedir. Buna göre, toplumsal araştırmalar, toplumun tek ebeveynli ailelerin uyum

sağlamalarına ve ayakta kalmalarına nasıl yardımcı olabileceğinin aydınlatılmasında önemli bir

rol oynayabilir. Yeniden evlenme, var olan çocuk-büyükanne/büyükbaba ilişkisini ne ölçüde

ortadan kaldıracaktır ve bu durum hakkaniyet, miras ve aile kültürünün kuşaktan kuşağa

aktarılmasını nasıl etkileyecektir?

Değişen koşullar yeni sorunları ortaya çıkaracağı için, geleceğin aile sosyologlarının önlerine

çıkacak olan problemler kuşkusuz daha farklı olacaktır. Yine de bir nokta açıktır: Ailenin

büyüklüğü, şekli, mensupları ya da biçiminde ne tür değişiklikler görülürse görülsün,

geçmişteki deneyimlere bakarak, ailenin varlığını korumaya devam edeceğini söyleyebiliriz.

Boşanmanın yaygınlaştığı bir toplumda, ebeveynlerin evliliği herhangi bir şekilde bozuluyorsa,

ebeveynler kadar çocuklar da bunun sonuçlarıyla başa çıkmak ve buna uyum sağlamak

zorundalar. Birçok farklı çalışmada ifade edildiği üzere, günümüzün dünyasında aileler eskiden

olduğundan daha fazla küçülmüştür. Yaşanan çok boyutlu değişimlerin bir sonucu olarak,

çocukların “doğru şekilde” nasıl yetiştirileceği de tartışmalı bir sorun haline gelmektedir.

Page 46: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

46

Genelde bu konuda fikir birliği pek azdır ve moda kuramlar ve uygulamalara göre hızlı bir

değişim söz konusudur.

Eşler arasındaki bağların zayıflaması, başka bir deyişle, kadınlar için erkekler olmadan çocuk

yetiştirmenin ya da erkeklerin babalığın sorumluluklarından ve zorluklarından kaçması daha

kolay gerçekleşir olmuştur. Bu durumdan elbette, öncelikle çocuklar zarar görmektedir. İsveç,

İngiltere ve Amerika’da yapılan ve çeşitli nesilleri inceleyen çalışmaların hepsi, ebeveynlerden

sadece biriyle büyüyen çocukların, aynı ekonomik sınıftaki akranlarıyla karşılaştırıldığında,

okulda daha başarısız olduklarını, başlarını daha sık derde soktuklarını ve duygusal sorunlar ve

sağlık sorunlarıyla daha fazla karşılaştıklarını göstermektedir. Bu çocukların, ileride, tek

başlarına yaşayan ebeveynler olma eğilimleri de daha fazladır.12

2.5. Türkiye’de Aile

Türk ailesinin yapısı üzerine yapılan Aile Yapısı Araştırması 2006 (TC Başbakanlık Aile ve

Sosyal Araştırmalar GM ve TÜİK, 2006) ya da Evlenme ve Boşanma İstatistikleri 2009 (TÜİK,

2010) ve benzeri birçok araştırma; Türk ailesinin yapısı, aile içi rollerdeki değişimler, yaşlılarla

ilişkiler, çocuk-ebeveyn ilişkileri, eşler arası rol dağılımları, iş hayatının ya da işsizliğin aile

ilişkileri üzerindeki etkisi, boşanmaların çocukların eğitimleri ve psikolojileri üzerindeki

etkileri vb. gibi pek çok hususta ufuk açıcı sonuçlar ortaya koymuştur.

Timur’a göre Türkiye’de, gerek kentsel ve gerekse kırsal bölgelerde egemen aile tipi çekirdek

ailedir. 13 Sanayileşme ve göç olgusuyla birlikte şehirlerde ortaya çıkan ve geçiş süreci

özellikleri taşıyan bir aile tipinden daha söz edilmektedir: Gecekondu ailesi. 14 Bahsedilen

üçüncü bir aile tipi ise, kentsel aile tipidir. Kentsel aile üzerine yapılan çalışmaların

çoğunluğunda ise ‘gecekondu ailesi’ne odaklanılmıştır. Bu üç aile tipinde, aile bireyleri

arasındaki rol durumları ve dağılımları, özgürlükler vs. farklılıklar göstermektedir. Ayrıca

değişen zaman ve ilişkiler, aile yapıları üzerinde de etkiler yapıyor. Türkiye’nin demografik

serüveni dikkate alındığında, 1950’lerden günümüze çok ciddi dönüşümlerin yaşandığı görülür.

1950’de nüfusun yaklaşık %75’i kırsal bölgelerde yaşar iken, bugün nüfusun %75’ten fazlası

şehirlerde yaşamaktadır. Bu dönüşümün büyük ölçüde 1980 sonrasında gerçekleştiğini de

12 The Economist, “Evim Evim Güzel Evim: Aile Değerleri Üzerine Bir Tartışma”, Anthony Giddens (ed.),

Sosyoloji: Başlangıç Okumaları, İstanbul: Say Yay., 2009, s. 202.

13 S. Timur, Türkiye’de Aile Yapısı, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yay., 1972.

14 Örneğin bkz. İbrahim Yasa, Ankara’da Gecekondu Aileleri, Ankara: SBF Yay., 1962.

Page 47: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

47

belirtmek gerekir. Başka bir deyişle, Türkiye’nin demografik yapısı 40-50 yıllık bir süre

içerisinde bütünüyle ters yüz olmuştur. Bu dönüşümün, Türk ailesinin yapısında değişimlere

sebebiyet vermediği düşünülemez elbette. Bu çalışmalarda sanayileşme ve göçle birlikte geniş

aileden çekirdek aileye, hatta az çocuklu anne-babaların oluşturduğu küçük aileye doğru bir

geçişin yaşandığı tespit edilmiştir.

Yine bu çalışmalarda elde edilen verilere göre, söz konusu süreçlere rağmen, hala kadının

annelik ve ev kadınlığı rolüne, erkeğin ise ailenin reisi ve eve ekmek getiren kişi rolüne sahip

olmaya devam ettiği anlaşılmaktadır. TÜİK’in yukarıda bahsedilen araştırmasına göre, çocuk

sahibi olan kadınların çocuk sahibi olmayan kadınlara kıyasla daha itibarlı olduğu görüşü

Türkiye için geçerli değildir. Erkeklerin % 61,4’ü, kadınların % 60,7’si bu fikre katılmadığını

ifade etmiştir.

TÜİK (2010) verilerine göre, Türkiye’de 2001-2009 arasındaki evlenmeler sayı olarak

544322’den 591742’ye ulaşmıştır. Ancak bu süre zarfında evlenme sayısının 641241 ile zirve

yaptığı 2006’dan 2009’a gelindiğinde evlenme sayısında bir düşüş gözlenmektedir. Aynı

verilere göre 2007’de %9,09 olan kaba evlenme hızı 2009’da %8,23’e gerilemiştir. 2001’de

erkeklerde 27,1, kadınlarda 22,9 olan ortalama evlenme yaşı, istikrarlı bir artışla, 2009’da

erkeklerde 28,3’e, kadınlarda 24,3’e yükselmiştir. 20-24 yaşları arasında evlenme sayısı düzenli

bir şekilde azalırken, 25-29, 30-34, 35-39, 40-44, 45-49, 50-54, 55-59 yaş gruplarında istikrarlı

bir artış gözlemlenmektedir.

2001’de 91994 olan boşanma sayısı 2009’da 114162’ye yükselmiştir. (2007’de 94219 olan

boşanma sayısı 2008’de 99663’e, 2009’da ise 114162’ye yükselerek son 7 yılın artış oranlarının

çok üzerine çıkmıştır.) 2001-2009 arasında Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerimizde boşanma

sayıları belli bir oranda artarken, Orta Anadolu, Doğu Karadeniz ve hatta Batı Karadeniz

bölgelerimizde boşanma sayıları stabil bir seyir izlemektedir. Meydana gelen boşanmalarda

eşler arasındaki yaş farklarına göre bir oranlama yapıldığında boşanmaların yaklaşık %75’ine

yakınında erkeğin eşinden daha yaşlı olduğu görülüyor. Bu, bir noktada Türkiye’deki evlenme

gelenekleri dikkate alındığında normal görülebilir. Ancak boşanan çiftler arasında 1-5 arası yaş

farkı olanların oranı 5-10 ya da daha fazla yaş farkı olanların birkaç katı olarak gerçekleşiyor.

Evlilik süresine göre boşanma oranlarına bakıldığında, boşanmaların %40,1’lik bir oranının

evliliğin ilk 1-5 yıllık süresi içinde gerçekleştiği görülüyor. Bu 114162 boşanmanın 108560’ı,

kapsamı hayli geniş bir anlama sahip ‘geçimsizlik’ nedeniyle gerçekleşmiştir.

Page 48: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

48

2.6. Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi

Feminizmin gelişmesinin bir sonucu olarak toplumsal cinsiyet konusu günümüzde sosyal

bilimlerin merkezî önemde bir konusu haline geldi. Günümüzde toplumsal cinsiyet çalışmaları’

olarak adlandırılan oldukça geniş bir çalışma ve tartışma alanı sosyal bilimlere önce feminist

çalışmalar olarak girmiş, sonra kadın çalışmaları olarak anılmaya başlamıştır. Toplumsal

cinsiyet konusundaki en kapsamlı araştırmalar, ABD’li psikiyatrist ve psikanalist Robert Stoller

tarafından yapıldı. Toplumsal cinsiyet (gender) kavramını da, ilk kez, 1968 tarihli bir

çalışmasında (Sex and Gender [bu kavramlar, ilgili Türkçe literatürde ‘Biyolojik Cinsiyet ve

Toplumsal Cinsiyet’ veya ‘Cins ve Cinsiyet’ olarak tercüme edilmektedir]) o kullanmıştı.

Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan

tanımlanmasını, toplumların bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği

toplumsal rolleri anlatmak için kullanılan bir tabirdir. Toplumsal cinsiyetin feminist çalışma

yapanlar için önemi, kadınlar ile erkekler arasındaki güç ilişkilerini anlamaya, eşitsizlikleri

sorgulamaya yarayacak bir kavram olarak düşünülmesinden sonra daha da arttı.

1970’lerden itibaren yapılan toplumsal cinsiyet çalışmalarında üç önemli aşama kaydedildi:

Birinci aşama, cinsiyet farklılıklarına (kadın-erkek) vurgu yapan aşamadır. Bu alanda

çalışanlar, söz konusu farklılıkların bireylerin biyolojik özelliklerinden kaynaklanmadığı

konusunda görüş birliği içerisindedirler. İkinci aşamada, öğrenilen cinsiyet rollerine ve

toplumsallaşmaya vurgu yapıldı. Üçüncü aşamada, toplumsal cinsiyetin sınıflı ve ataerkil

toplumsal sistemlerde merkezî bir rolünün olduğu fark edildi. Yani, toplumsal cinsiyet ücretli

çalışma, aile, politika, gündelik yaşam, ekonomik kalkınma, hukuk, eğitim ve daha birçok

alanda analizlere dahil edilmeye başlandı.

Erkekler ve kadınlar arasındaki farklılıkları yaratan onların biyolojik özellikleri midir yoksa

içinde yaşadıkları toplumun özellikleri nedeniyle mi birbirlerinden farklıdırlar? Bu, feminist

araştırmacıların sorduğu temel sorulardan bir tanesi, hatta birincisidir. Erkeklerin siyasetçi,

asker, kamyon şoförü, kavgacı, aktif, saldırgan vb. olmaları onların biyolojik özelliklerinden

mi kaynaklanmakta ve bu özellikleri nedeniyle mi, toplumda yönetici konumlarında

olmaktadırlar? Erkekler ev dışında çalışıp para kazanırken, kadınlar evde oturup çocuklara

bakarken doğalarına uygun olarak mı davranmaktadırlar? Yoksa, erkeklerin ve kadınların tüm

bu özellikleri toplumsal mıdır?

Page 49: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

49

Bu tür sorulara verilen cevapları genel olarak iki başlık altında toplamak mümkündür: (1)

Biyolojik deterministler ya da doğacı görüş, erkekler ile kadınlar arasındaki farklılıkların

köklerinin kromozom farklılıklarından, erkekler ile kadınlar arasındaki bazı biyolojik

farklılıklardan kaynaklandığını iddia ederler. Toplumsal işbölümü de tarihsel olarak bu

farklılıklar etrafında şekillenmiştir. (2) Çizginin öteki ucunda bulunan sosyal inşacılar ya da

gelişmeci görüş sahipleri, toplumsal cinsiyet farklılıklarının toplumsal ve kültürel süreçlerden

kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Bu süreçler zaman ve mekânda değişen toplumsal

cinsiyete dair fikir ve uygulama sistemleri, kadın ve erkeklere farklı faaliyetler ve sorumluluklar

yükleyen toplumsal cinsiyete özgü bir işbölümü yaratırlar. Böylesi bir çerçeve içinde

faaliyetlerini yürüten bireyler, uygun bir şekilde toplumsal cinsiyetleştirilmiş kimlik ve arzulara

sahip olacaklardır.

Toplumsal cinsiyet farklılığının kökleri üzerine kanıtlar toplamak, bazen bu iddiayı ileri

sürmekten çok daha zordur. Farkın biyolojik/doğal özelliklerden kaynaklandığını savunmak

için, öncelikle anlamlı ve evrensel farklılıkların olduğunu ortaya koymak gerekir. Ancak

sosyolojik, tarihsel ve antropolojik araştırmalar dişilliklerin ve erilliklerin kültürlere göre

dramatik biçimde değiştiğini gösteriyor. Örneğin bir toplumda kadınlar arasında vurgulanmış

dişillik, fiziksel incelik, kibarlık, nezaket, ücretli işlerden uzak durma vs. ile özdeşleştirilirken,

bir başka toplumda fiziksel kuvvet, ekmek parası kazanma ve cinsel güvenle eş anlamlı

olabilmektedir. Hatta aynı toplumda sınıf, inanç ya da etnisite temelli farklı gruplar arasında

dahi ‘dişillik’ anlayışında farklılıklar gözlemlenebilmektedir. Daha da ötesi, dişillikler ya da

erillikler, toplumdan topluma, belli bir grup içindeki farklı toplumsal sınıflar arasında

değişmenin yanı sıra, aynı grup içinde de zamanla değişiklikler gösterebilmektedir.

Biyolojik cinsiyet (sex) ile toplumsal temelli olduğu düşünülen toplumsal cinsiyet (gender)

arasındaki fark konusuna ciddiyetle odaklanan feminist kuramcılar, yaygın toplumsal cinsiyet

eşitsizliklerinin nedenlerini sorgulamakta ve bu eşitsizliklerin temelinde ‘doğal’ olan

özelliklerin bulunduğu fikrine karşı çıkmaktadırlar. Eğer biyolojik determinist/doğacı görüş

taraftarlarının savunduğu gibi cinsiyet farklılıkları biyolojik olarak belirlenmiyorsa ve

toplumsal olarak inşa ediliyorsa, kadınların ve erkeklerin toplumsal cinsiyet rolleri değişebilir

demektir. Aynı şekilde cinsiyetçi kalıplar da değişime açık olabilirler.

Biyolojik farklılıkların yani cinsiyetin, yapılan analizler için yeterli olmadığını hatta biyolojik

belirlemeciliğe yol açabileceğini fark eden feminist düşünürler, toplumsal cinsiyet kavramını

bu farklılıkların toplumsal niteliğini anlamak için daha sık kullanmaya başladılar. Çoğu zaman

sorgulanmadan kabul edilen ve doğal olduğu düşünülen farklılıkların toplumsallaşmanın bir

Page 50: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

50

ürünü olduğu, kadınların erkeklere tabi olmasına neden olan toplumsal ilişkilerin de bu sürece

karşılık geldiğini düşünenlerin sayısı her geçen gün arttı. Böylelikle Simon de Beauvoir’in

1949’da yazdığı bir metinde ‘kadın doğulmaz, kadın olunur’ şeklinde formülleştirdiği bu

toplumsallaşma sürecinin özellikleri araştırılmaya başlandı.

Toplumsal cinsiyetin feministler tarafından kavramsal bir araç olarak kullanılmasının önemli

bir sonucu daha oldu: Bu kavramla, gündelik uygulamalar ve varsayımlar içinde gizlenmiş

iktidar ilişkilerinin üzerini örten örtüyü kaldırmak mümkün olabildi. Toplumsal cinsiyet,

toplumu anlamayı sağlayan bir mercek işlevi gördü. Aynı zamanda toplumsal cinsiyet

eşitsizliğinin diğer eşitsizlik sistemleri ile birbirinden ayrılamaz biçimde iç içe geçmiş olduğunu

da ortaya koydu.

Toplumsal cinsiyet bakış açısını benimseyen sosyal bilimciler, kendi bilim dallarının ana akım

kuramlarını ve varsayımlarını sorgulamaya başladılar. Bu sorgulama ile birlikte feminist eleştiri

sosyal bilimlere yavaş yavaş girmeye başladı. Feminist çalışmalar başlayana kadar,

sosyolojinin ve ekonominin ilgi alanına doğrudan girmediği için kadınların ev işlerine

harcadıkları zaman konusunda araştırma yapılmamıştı ya da ‘aile içinde oluyor, evin duvarları

arasında kalıyor’ denilerek kadına yönelik şiddetle yeterince ilgilenilmemişti. Feminist

yaklaşımlar bu çerçevede mevcut sosyal bilimlerin boşluklarını doldurmaktaydı. Ancak pek

çok disiplinde hala birtakım boşluklar söz konusuydu. Bu boşlukların varlığı, mevcut

paradigmaların kadınların deneyimlerini ihmal etmesine ya da özellikle yok saymasına

bağlandığı için, bir paradigma değişikliğine duyulan ihtiyaç dillendirilmiştir. Nitekim,

günümüzde hemen her alana ilişkin ders kitaplarında feminist yaklaşımlara ilişkin bir bahis

açılması yaygın bir durum olarak görülmektedir.

Toplumsal cinsiyet merceğini kullanarak topluma bakabilmek, sosyolojinin en egemen

kuramlarını sorgulamayı sağladı. Genel olarak toplumsal hayatın ve özel olarak sosyoloji

araştırmalarının içine işlemiş, doğal karşılanan ve hiç sorgulanmayan varsayımlara kuşku ile

bakılmaya başlandı. Aile, çalışma hayatı vb. konularda egemen sosyolojik yaklaşımlar bu

anlamda sorgulanmaya, toplumsal kurumların –örneğin aile kurumunun- sunulduğundan çok

daha fazla uyumsuz, kendi içinde eşitsizlikler ve çatışmalar barındıran bir yapıya sahip olduğu

gözler önüne serildi.

Feminist yaklaşımların gelişmesiyle birlikte sosyal bilimlerde belli değişikliklerin olduğu açık

olmakla birlikte, bu değişim bütün sosyal bilim alanlarında aynı oranda gerçekleşmedi. Sağlık

ve hastalık, aile, ev içi emeği, çalışma ve emek, istihdam, eğitim, suç, medya ve popüler kültür

Page 51: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

51

yine feminist bakış açısının son derece etkili olduğu alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Toplumsal

sınıf, toplumsal tabakalaşma, siyaset sosyolojisi ve sosyolojik kuram ise feminist yaklaşıma en

fazla direnç gösteren sosyoloji alanları olarak göze çarpıyor.15

Okuma Önerileri

Bu ders kapsamında dipnotlarda verdiğimiz kaynaklara ilaveten Türkiye’deki aile yapılarına

ilişkin olarak şu çalışmalara bakılabilir: I. Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu, 9-11 Mayıs

2001, Ankara: Aile Araştırma Kurumu, 2001; IV. Aile Şurası bildirileri: Aile ve Yoksulluk, 18-

20 Mayıs 2004, Ankara: Aile Araştırma Kurumu, 2004; Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları,

1995, Ankara: Aile Araştırma Kurumu; Aile Kurultayı, 1995, Ankara: Aile Araştırma Kurumu;

Aile Yapısı Araştırması 2006, 2006, Ankara: TC Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar

Genel Müdürlüğü ve TÜİK; Ailede Çocuk Eğitimi Araştırması, 1995, Ankara: Aile Araştırma

Kurumu; Çiğdem Arıkan, 1996, Halkın Boşanmaya İlişkin Tutumları Araştırması, Ankara: Aile

Araştırma Kurumu; Aylin Görgün Baran vd. (haz.), 2002, Yaşlı ve Aile İlişkileri Araştırması:

Ankara Örneği, Aile Araştırma Kurumu; Veysel Batmaz, 1995, Türkiye’de Televizyon ve Aile,

Ankara: Aile Araştırma Kurumu; Vedat Bilgin vd. (haz.), Mesleklere Göre Aile Araştırması:

İşçi Ailesi, Ankara: Aile Araştırma Kurumu, 1998; Tahir Çağatay, “Modern Aile ve Sosyal

Problemler”, Beylü Dikeçligil ve Ahmet Çiğdem (der.), Aile Yazıları II, Ankara. TC

Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1990, s. 95-141 (ilk yayın: Araştırma, 1971, c. IX, s. 73-

126); Birsen Gökçe vd., 1993, Gecekondularda Aileler arası Geleneksel Dayanışmanın Çağdaş

Organizasyonlara Dönüşümü, Ankara: Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı; Birsen Gökçe,

1990, “Aile ve Aile Tipleri Üzerine Bir İnceleme”, Beylü Dikeçligil ve Ahmet Çiğdem (der.),

Aile Yazıları I: Temel Kavramlar, Yapı ve Tarihî Süreç, Ankara: TC Başbakanlık Aile

Araştırma Kurumu, s. 205-223 (ilk yayın: Hacettepe Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Mart-

Ekim 1976, c. VIII, sy. 1-2, s. 46-77); Saadettin Ökten vd. (haz.), 1999, Türk Ailesinin Yaşadığı

Mekanlara/Konutlara İlişkin Eğilimler, Ankara: Aile Araştırma Kurumu; Sosyo-kültürel

Değişme Sürecinde Türk Ailesi, 1992, Ankara: Aile Araştırma Kurumu; Türkiye'de Ailenin

Değişimi: Toplum Bilimsel İncelemeler, TSBD yay, 1984. Ayrıca tarihsel bir boyutta Türk

15 Toplumsal cinsiyet araştırmaları yeni gelişen bir araştırma alanı. Toplumsal cinsiyet tartışmalarıyla ilgili

literatür de her geçen gün zenginleşmektedir. Toplumsal cinsiyet konusuyla ilgili iki kuşatıcı çalışma için bkz.

Yıldız Ecevit ve Nadide Karkıner (eds.), Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay.,

2011; Feryal Saygılıgil (ed.), Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları, Ankara: Dipnot Yay., 2016.

Page 52: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

52

ailesini inceleyen şu iki çalışma önemlidir: Alan Duben ve Cem Behar, 1998, İstanbul Haneleri,

İstanbul: İletişim Yayınları; Alan Duben, 2002, Kent, Aile, Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları.

Aile ve özellikle de Türk ailesine ilişkin daha geniş bir kaynakça şu çalışmada bulunabilir:

Türkiye Aile Bibliyografyası, 1990, Ankara: Aile Araştırma Kurumu.

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Aile, farklı biçimlerde olmakla birlikte, hemen her toplumda ve kültürde bulunmaktadır. Bu

ünitede aile kurumunu, aileyi oluşturan evlilik kurumunu ve türlerini değerlendirmeye çalıştık,

Türkiye’nin aile yapısına ilişkin istatistiki verilerden hareketle kısa bir değerlendirme yaptık.

Aileler, kültürden kültüre, hatta aynı kültür içerisinde dahi farklılıklar gösterebilmektedir.

Farklı türleri bulunan ailelerin her biri, bir diğerine göre belli avantajlara sahiptir. Bu aynı

zamanda, birinin diğerine bazı dezavantajlı özelliklere sahip olduğu anlamına da gelir.

Toplumlar, her iki ebevynden gelen (hem anne, hem de babadan; yani, iki taraflı soy), yalnızca

babadan (ataerkil) ya da yalnızca anneden (anaerkil) soy üzerinden akrabalık ilişkilerini

belirlerler.

Sosyologlar ailelerin işlevlerine ilişkin birbirine yakın, bazen de birbirlerinden farklı hususlara

dikkat çekmişlerdir. Bunlardan biri olan W. Ogburn, ailenin altı işlevinden söz eder: Yeniden

üreme, toplumsallaşma, cinsel davranışın düzenlenmesi, duygusal yakınlık ve toplumsal statü

sağlamak.

Değişik sosyoloji okulları, aileye, kendi yaklaşımları doğrultusunda farklı yaklaşmışlardır.

Sembolik etkileşimciler, aile ve diğer yakın bireyler arasındaki etkileşimin nasıl

gerçekleştiğiyle ilgilenirler. Çatışmacı teorisyenler, ailenin toplumsal adaletsizlikte pay sahibi

olduğunu ve erkeklere tanınan fırsatların kadınlara tanınmadığını ileri sürerler. Feministler, aile

üzerine yapılan araştırmaların genişletilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Çatışma

teorisyenleri gibi feminist kuramcılar da, ailenin çocukların toplumsallaşma sürecindeki rolünü,

cinsiyetçiliğin birincil nedeni olarak görmektedirler.

İnsalar eşlerini çeşitli biçimlerde ve çeşitli yöntemlele seçmektedirler. Bazı evlilikler görücü

usulüyle gerçekleşir. Bazı evlilikler eşlerin kendi seçimleri sonucunda gerçekleşir. Eşlerin

Page 53: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

53

hangi toplum kesiminden olduğuna bağlı olarak da, evlilik türleri ortaya çıkmaktadır:

Endogami, egzogami gibi.

Geleneksel toplumlar ile sanayileşmiş toplumlardaki aile tipleri arasındaki farklılaşmalar,

ekonomik ve kültürel değişimler paralel olarak ailede yaşanan değişimler, farklılaşmalar hem

boyut, hem de işlevler açısından değerlendirildi. Yaygın kanaat, üretimin örgütlü ve büyük

birimlerde yapılmaya başlanmasıyla birlikte ailenin (özellikle feodal toplumdaki ailenin)

ekonomik bir birim olmaktan çıktığı yönündedir. Aile ekonomik bir birim olarak işlevini

yitirmekle birlikte, aile ferleri toplumsal işbölümü çerçevesinde bu üretim süreçleri içerisinde

yerlerini aldılar. Türkiye’de yapılan aile çalışmalarından ve elde edilen verilerden hareketle

Türk aile yapısının durumu üzerinde duruldu. Bu çerçevede özellikle Türkiye’de ailenin kırsal,

kentsel ve gecekondu aile tipi şeklindeki tasnifi üzerinde duruldu. Özellikle Türkiye’de ailenin

kırsal ve kentsel aile şeklinde karşıt tipler olarak formüle edildiği gözleniyor. Çağdaşlaşmacı

bir perspektif doğrultusunda kırsal aile ile kentsel aile arasındaki farklılıkların en iyi, kırdan

kente göç eden ailelerin yaşantıları üzerine yapılan çalışmalarda görülen emek gücünün

dönüşümünün araştırılmasıyla tespit edilebileceği düşüncesiyle ‘gecekondu ailesi’ üzerine

yoğunlaşıldı. Bu çalışmalarda köyün, kırın bir uzantısı olarak değerlendirilen gecekondu

ailelerinin, kırdan kente göçün getirdiği bir geçiş sürecinin bir sonucu olarak, kentin

imkanlarından yararlanan orta ve sınıf ailelerinden daha farklı özellikler gösterdiği iddia

edilmiştir. Gerek ülke olarak yaşadığımız küresel düzeydeki dönüşümler ve gerekse de iç göç

sonucu yaşanan toplumsal süreçler, Türk ailesinin yapısında birtakım değişiklikler

gerçekleştirmiştir. Fakat aynı süreçte aile ve aile içi roller noktasında değişmeyen, sürekliliğini

koruyan durumlar da söz konusudur. Günümüzde medeni kanunda yapılan değişikliklerle

birlikte kadının aile içerisinde karar alma noktasındaki ağırlığı yasal olarak artırılmış, kadının

ve çocukların aile içi şiddete karşı korunmasına yönelik düzenlemeler getirilmiştir. Fakat

pratikte bütün bunlara rağmen aile içi şiddet ve istismar belli ölçüde varlığını devam

ettirmektedir.

Kadının toplum içerisinde konumuna ilişkin tartışmalar son on yıllarda ciddi bir artış göstermiş,

yeni tartışma alanları ve yeni kavramsallaştırmalar, yeni düşünce akımları ortaya çıkmıştır.

Page 54: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

54

Uygulamalar

Son yıllarda Türkiye’de ailelerin en az ‘3 çocuk’ sahibi olmalarına yönelik

söylemleri ve tartışmaları, evlilik yaşının büyümesi, boşanma oranlarının

artması, uzun vadede nüfusun yaşlanması gibi istatistikî veriler ışığında

değerlendiriniz.

Bölüm Soruları

1) Kibbutz toplumunu araştırınız ve Kibbutz toplumunda ailenin konumunu ve işlevlerini

Murdock’un ve diğer sosyologların ailenin işlevlerine ilişkin değerlendirmeleriyle

karşılaştırınız.

2) Yüksek statülü bir işte çalışan bir kadının aile içi görevlerde ne türden değişiklikler

olabilir? Teoride ve pratikteki işleyişleri dikkate alarak tartışınız.

3) Yasalarda kadınların ve çocukların durumuna ilişkin pek çok iyileştirme yapıldı. Fakat

buna rağmen her gün aile içi şiddete ilişkin pek çok haber okuyoruz. Sizce bu durumun

sebepleri neler nedir? Tartışınız.

4) Talcott Parsons, endüstri toplumlarını karakterize eden ekonomik farklılaşmanın geniş

aile ile bağdaşmaz olduğunu ve fakat çekirdek aile tarafından ideal bir şekilde

karşılandığını vurgulamaktadır. İzole olmuş çekirdek aile ile modern endüstri

toplumunun ihtiyaçları arasındaki uyum konusunda Parsons’ın bu kuramı sizce ne kadar

ikna edicidir? Tartışınız.

5) “Fransız tarihçi ve düşünür Michel Foucault’ya göre, insan toplumları en iyi şekilde beli

türdeki insan ve davranışlarını düzenleyen –sosyal etkileşim sürecini devam ettiren bilgi

normları- söylemlerle anlaşılır. Örneğin aile söylemleri, çekirdek aileyi, aile yaşamına

en uygun model olduğunu gösterme eğilimindedir. İnsan toplumları, aynı zamanda, bu

söylemlere uygun hareket etmek üzere, üyelerini kontrol altında tutmak ve disipline

etmek için eşcinsel faaliyetlerin yargı sistemi tarafından suç haline getirilmesi gibi

düzen aygıtları geliştirir, çünkü bu faaliyetler, çekirdek aileye bir tehdit olarak görülür.

Foucault’ya göre modern toplumlarda en önemli söylemler, cinselliğin kabul edilen ve

yasaklanan ifade biçimleri gibi, kuralcı bir şekilde bedeni düzenleme ve yapılandırma

Page 55: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

55

ve tanımlama ile ilgili olanlardır.” Bu çerçevede, modern aile yaşamının gelişimi ve

özelliklerine baktığınızda, sizce, aile kimliklerini kuran ve aile davranışlarını inşa eden

bilgi biçimleri nelerdir?

6) Yukarıdaki paragrafla bağlantılı olarak, söz konusu söylemleri geliştirmek için

kullanılan disiplinle ilgili araçlar nelerdir?

7) Tüp bebekler, klonlama ve taşıyıcı annelik gibi yeniden üretim teknolojilerinin

kullanılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

8) Bu yeniden üretim teknolojilerinin kullanılması ve yaygınlaşması ailenin yapısını

gelecekte nasıl etkiler? Tartışınız.

9) Cinsiyet farklılığına ilişkin biyolojik determinist görüş ve sosyal inşacı görüş

konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Kendinizi hangi görüşe yakın hissediyorsunuz?

Açıklayınız.

10) Türkçede kadınlar ve erkeklerle ilgili atasözlerini, deyimleri bulunuz ve bunlardaki

kalıp yargıları tartışınız.

11) Günümüzde kadının toplumsal hayat içerisindeki konumunu toplumsal cinsiyet

araştırmaları bağlamında tartışınız.

12) Birleşmiş Milletler’in hazırladığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi

Uluslararası Sözleşmesi”nin sebepleri sizce nedir? Tartışınız.

13) “Sanayi toplumunda en önemli bölünme aslında sınıf değil, toplumsal cinsiyettir.”

görüşünü değerlendiriniz.

14) Toplumsal hayatta ya da ekonomik hayatta karşılaştığınız toplumsal cinsiyet temelli

eşitsizlikler nelerdir? Örnekler vererek açıklayınız.

Page 56: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal
Page 57: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

57

3. TOPLUM VE EĞİTİM

Page 58: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

58

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

3.1. Eğitim kurumunun toplum için önemi ve işlevi

3.2. Eğitim konusuna gerek pedagojik ve gerekse de sosyolojik yaklaşımlar

3.3. Eğitimin toplumsal hayatın idamesindeki yeri ve önemi

3.4. Eğitim sisteminin toplumsal tabakalaşma ve toplumsal hareketlilik sistemi için

önemi

3.5. Eğitimin bireylere kazandırdığı terbiyevî ve öğretimsel özellikler

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

‘Milli Eğitim’ sizde ne tür çağrışımlar yapmaktadır?

Okulların aslî işlevinin ne olmasını düşünüyorsunuz? Öğretim mi, eğitim mi?

Kişinin toplumsal statüsü açısından son derece ciddi bir önem atfedilen üniversite

giriş sınavlarında, -günümüzde statüleri ve gelecekleri hakkında ciddi tartışmalar

olmakla birlikte- dershanelerin orta öğretim kurumlarından daha işlevsel ve önemli

olmaları, eğitim sistemimize ilişkin algılarımızı nasıl etkilemektedir?

Anahtar Kavramlar

Eğitim

Okul

Müfredat

Page 59: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

59

Giriş

Eğitim bireyin kişiliğini geliştirmeyi ve onu topluma kazandırmayı amaçlayan bir kurumdur.

Bu bakımdan eğitimin bireysel ve toplumsal olmak üzere iki temel boyutu vardır. Eğitim

kurumu, öğretim ve terbiye boyutlarıyla, hem bireye hayatını idame ettirecek teknik becerileri

kazandırmayı –ve tabii ki bu öğretim, aynı zamanda toplumun ihtiyaç duyduğu teknik işlerin

yürütülmesini de temin edici bir uğraştır- ve toplumun değerlerini bireye aktaran, bireyin

topluma uyumlu bir fert olarak katılımını sağlamayı amaçlayan bir toplumsal kurumdur.

Sosyolojik olduğu kadar felsefî bir kavram da olan eğitim, bilgi aşılayan ve bilgiyi yönlendiren

ideolojileri, müfredat programlarını, pedagojik teknikleri ile kişiliklerin ve kültürlerin

toplumsal bakımdan yeniden üretilmesini kapsar. Eğitim sosyolojisinin pratikte en çok

ilgilendiği konu ise okul eğitimi, özellikle de (yüksek eğitim, ek eğitim, yetişkin eğitimi ve

sürekli eğitim dahil olmak üzere) modern sanayi toplumlarının toplu eğitim sistemleridir. Okul

örgütlenmesi ve pedagoji, birbiriyle rekabet eden en az dört eğitim felsefesine dayanmaktadır:

Seçkinci ya da Platoncu eğitim, açık ya da ansiklopedik eğitim, meslekî eğitim, yurttaşlık

eğitimi. Sosyologlar, bunlardan hangisinin öne çıkacağını iktidar yapısı ile tek tek toplumların

ihtiyaçlarına göre belirlendiği görüşündedir.

Sistematik eğitim sosyolojisinin kuruluşu Emile Durkheim’ın ahlakî eğitimin organik

dayanışmanın temeli olmasını konu alan öncü çalışmalarına ve Max Weber’in Çinli aydınların

siyasal denetim aygıtı olduğu şeklindeki analizine kadar götürülebilir. Fakat bu alanın İkinci

Savaş’tan sonraki ilk önemli genişlemesi, Amerika’da teknolojik işlevselcilikle, Avrupa’da

eşitlikçi fırsat reformuyla ve iktisatta insan sermayesi kuramıyla birlikte gerçekleşmiştir. Bu

kuramların hepsinde, okul eğitiminin yaygınlığı ile gerek bireylerin gerekse de toplumların

ekonomik ilerlemesi arasında nedensel bir bağlantı kurulmuştur. Ayrıca, sanayileşmeyle

birlikte teknoloji açısından eğitimli emeğe duyulan ihtiyacın, tabakalaşmanın sınıf sistemleri

ile diğer referans sistemlerinin temellerini her geçen gün çok daha fazla sarstığı, eğitimde

merkeziyetçiliğin toplumsal mobiliteyi beslediği ileri sürülmüştür.

Bu bölümde, aileden sonra bireyin hayatındaki en önemli toplumsal kurumlardan biri olan

‘eğitim’ kurumunun toplumsal temellerinin ve eğitimle toplum arasındaki etkileşimin

incelenmesi amaçlanmıştır.

Page 60: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

60

3.1. Eğitim

Eğitim, aile ve din gibi toplumun evrensel ve temel kurumlarından biridir. Buna bağlı olarak

da, toplumsallaşmanın önemli bir kesitini oluşturur. Her çocuk belirli bir aile içinde doğar,

belirli bir sosyal tabakanın dilini ve görgü kurallarını öğrenir, bir köy veya şehir ortamında

büyür, öğretim sisteminin ilk ve diğer okullarında okur. Çocukluk yaşlarından itibaren çeşitli

arkadaş çevrelerinin içine girerek oyunlar oynar, sohbet eder, o gruplarla bütünleşir. Kitap,

gazete, dergi okur; sinemaya, tiyatroya gider; radyo dinler, televizyon seyreder. Bütün bunlar

insanların ve özellikle yeni yetişen nesillerin içinde yaşadıkları toplumdan etkilenme

yollarından bazılarıdır. İçinde girilen, deneyimlenen bu ortamlar, çocukları ve gençleri hayatın

amacı, önyargılar ve değer hükümleri, tutumlar, vaziyet alışlar vb. gibi bütün düşünce ve

davranış yönlerinden etkiler, yönlendirir ve şekillendirir. Öğrenim aşikar ve yapılandırılmış

olduğunda, yani birileri bilinçli bir şekilde bir şeyleri öğretirken diğerleri de öğrenen rolünü

benimsediklerinde toplumsallaşma süreci eğitim olarak adlandırılır.

‘Eğitim’ kavramı, farklı kültürlere ve farklı zamanlara ait düşünürler tarafından farklı içerik ve

işlevlerle tanımlanmıştır. Örneğin Devlet ve Yasalar isimli eserlerinde Platon eğitimin amacını

‘insanın gözünü yeryüzüne, bayağı şeylere çeviren isteklere karşı aklın egemenliğini kurmak’1

olarak belirler. Ona göre eğitim, insan ruhunun ‘iyi’ye tahvil etme ve bunun için en doğru yolu

bulma sanatıdır. Aristo, Etik ve Politika adlı eserlerinde, kusursuz bir devlet ve huzurlu bir

toplum (iyi ve erdemli bir toplum/devlet) zaviyesinden eğitim meselesine de değinir. Aristo’ya

göre eğitim, hem toplum hem de kişi açılarından ele alınmalı, fakat topluma ağırlık verilmelidir

ve sadece hür vatandaşlar eğitilmelidir. 2 Ortaçağ skolastik düşüncesinde ise, eğitim

Hıristiyanlık ile ilişkili olarak ele alınmıştır. İslam filozofu Farabi’ye göre eğitimin amacı

mutluluğu bulmak ve bireyi topluma yararlı hale getirmektir. 3 İbn Sina hangi sınıftan ve

statüden olursa olsun her çocuğun eğitilmesi gerektiğini ifade etmiş, eğitim-öğretim türleri ve

öğretim yöntemleri üzerinde durmuş ve eğitimde ‘oyun’un önemine vurguda bulunarak deneye,

1 Hasan Ünder, “Platon’un Devletinde Eğitim ve İnsan Doğası”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1993,

c. 26, sy. 1s. 197 [ss. 185-201]. Ayrıca bkz. Renato Jose de Oliveira, “Platon’un Eğitim Felsefesi”, çev. İrfan

Görkaş, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2012, c. 1, sy. 1, s. 299-303.

2 Aristo’nun eğitim-öğretimle ilgili görüşleri için bkz. Nesrin Kale, “Aristoteles’te Liberal Eğitim”, AÜ Eğitim

Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1993, c. 26, sy. 1, s. 269-274.

3 Farabi’nin eğitim-öğretimle ilgili görüşleri için bkz. Farabi, Farabi’nin Üç Eseri (1. Mutluluğu Kazanma, 2.

Eflatun’un Felsefesi, 3. Aristo’nun Felsefesi), çev. H. Atay, Ankara: 1974. Ayrıca bkz. Mehmet Dağ ve H.

Raşit Öymen, İslam Eğitim Tarihi, Ankara: MEB Yay., 1974.

Page 61: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

61

gözleme, nedenleri araştırmaya dayalı bir öğretim yöntemi önermiştir.4 Rönesans döneminde

eğitim, hümanizm döneminin özelliklerine uygun olarak, ‘evrensel insan’ı oluşturmaya yönelik

olarak çok yönlü yaratıcı bir düşünce olarak anlaşılmıştır. Aydınlanma döneminde eğitim,

çocuğun bu dünya için hazırlanmasına yöneliktir. J. J. Rousseau, çocuğun fizyolojik ve

psikolojik tabiatının doğru bir şekilde kavranarak eğitimin çocuğun tabiatına, gelişim

evrelerine, ilgi ve ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi gerektiğini, çocuğun bir meslek için değil

öncelikle bir ‘insan’ olarak yetiştirilmesi gerektiğini savunur. Alman felsefeci Johann Friedrich

Herbart’a göre eğitimin amacı, ahlakî açıdan sağlam karakterli ve erdemli insanlar yetiştirmek

olmalıdır. Herbart, eğitimi kendi içerisinde üç ana bölümde ele alır: (i) İnsanın çok yönlü

yetiştirilmesinin kişinin ahlaki bakımdan mükemmelleşmesine imkan sağladığı kadar meslek

seçiminde kararlarını özgürce vermelerine ve çok çeşitli kültür unsurlarına ilgi duymalarına ve

toplumsal çeşitliliği anlamalarına imkan sağlayabileceğine inanan Herbart, eğitimin bu çift

yönlü işlevini ifade etmek için ‘eğitici öğretim’ kavramını kullanır. (ii) Eğitimin yapılabilmesi

için gerekli olan çevre düzenlemelerinin, dış düzenin sağlanması anlamında yönetme; ve (iii)

Çocuğun doğrudan doğruya kalbine ve ruhuna etki eden ve çocukta ‘karakter sağlamlığı’

yaratmayı hedeflemek anlamında disiplinline etme, başka bir deyişle, ‘irade eğitimi’. Yine bir

başka Alman düşünür olan Friedrich Föbel, çocukların ‘oyun’ aracılığıyla ve kendi

yeteneklerini serbestçe kullanabilecekleri bir ortamda eğitilmeleri gerektiğini ifade eder.5 Türk

eğitim sistemi üzerinde de incelemeler yapmış olan ve bu konuda Türkiye Cumhuriyeti

hükümetine bir de rapor sunan 6 Amerikalı pragmatist filozof ve eğitimci John Dewey,

öğretimde ‘problem çözme’ yöntemine dikkat çeker. Felsefesinin eğitim alanına yansımış hali

olarak ‘demokratik eğitim’ düşüncesini savunur. Ona göre eğitimin amacı, kişiye ne

düşüneceğini değil, nasıl düşüneceğini öğretmektir. Vatandaşların hepsinin ülkenin gelişimine

katkıda bulunacak şekilde eğitim görmeleri ve okulun toplumsal yaşamın kendisi olması

gerektiğini savunan Dewey’e göre, çocuğun ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda onun

faaliyetlerine dayalı bir öğretim yöntemi izlenmelidir.

4 İbn Sina’nın eğitim-öğretimle ilgili görüşleri için bkz. Yahya Akyüz, “İbni Sina’nın Türk ve Dünya Eğitim

Tarihindeki Yeri”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1982, c. 15, sy. 1, s. 1-13. Ayrıca bkz. Mehmet Dağ

ve H. Raşit Öymen, İslam Eğitim Tarihi.

5 Herbart ve diğer Avrupalı düşünürlerin eğitim konusundaki görüşleri için bkz. Kemal Aytaç, Avrupa Eğitim

Tarihi, Ankara: Phoenix Yay., 2012.

6 John Dewey, 1925’te TC Maarif Vekaleti’nin isteği üzerine Türk eğitim sistemi üzerinde incelemeler yapar ve

hükümete incelemelerinin sonuçlarını içeren bir rapor sunar. Dewey’in raporu tercüme edilerek Maarif

Vekaleti Mecmuası’nda yayınlanmıştır (1 Mart 1925, no. 1). Bu rapor daha sonra kitap olarak da neşredilmiştir:

John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor, İstanbul: Maarif Vekaleti, 1939.

Page 62: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

62

Immanuel Kant, insanın en zor iki sanatından biri olarak gördüğü eğitimi (diğeri ‘yönetim’dir)

‘insanın mükemmelleştirilmesi’ olarak anlar: “Kant'ın burada [Üper Padagogik adlı

çalışmasında (YB)] hareket tarzı şu: İnsan ‘canlı doğa sisteminde’ kendine özgü bir yapıya

sahiptir. Akıl sahibi bir varlık olarak insan, doğal yeteneklerini kullanarak kendi tarafından

konulmuş amaçlar sayesinde kendini geliştirebilir. Öte yandan ‘doğanın efendisi’ olan insan

aynı zamanda ‘doğanın son amacı’dır da. O zaman bizim insan olarak temel ödevimiz,

kendimizi hayvan türünden ‘ahlaki bir türe’ yükseltmektir. Bu da ancak ‘kendiliğinden

ilerleyen kültürü’ eğitim aracılığıyla planlı bir şekilde kendi kontrolümüz altına almakla

gerçekleşebilir.”7 Ona göre “Çocuklar şimdiki değil, gelecekteki insanlık soyunun mümkün

olan en iyi durumuna, yani insanlık idesine ve onun tüm belirlenimlerine uygun bir şekilde

yetiştirilmelidir.”8 Ayrıca, her bir neslin bir sonraki nesli bu ilkeler doğrultusunda eğitmesi

gerektiğini de ilave eder.

3.2. Eğitim Sosyolojisi

Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız toplum ile eğitsel yetiştirme arasındaki karşılıklı

ilişkileri, bağlantıları ve etkilemeleri inceleyen bilim dalına da Eğitim Sosyolojisi denir.

Eğitim Sosyolojisi, toplumun sosyal yapısını bir bütün kabul ederek onun kurumlarından birisi

olan eğitimi ele alıp incelemektedir. Burada sosyolojik metotlar kullanıldığı gibi, araştırmaların

odak noktası ve konuya bakış açısı da sosyolojiktir. Eğitim sosyolojisi, aynı zamanda, eğitimin

icra süreçleri üzerine de yoğunlaşmakta ve eğitim sistemini, öğretmen-öğrenci ilişkilerini,

sınıfların durumunu, müfredatları, eğitimde uygulanan metotları vs. incelemektedir.

Sosyolojik açıdan eğitim, bireyin içinde yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu

yöndeki diğer davranış biçimlerini geliştirdiği bir süreçler toplamıdır. Başka bir tanıma göre de

eğitim, ‘bireyin toplumsallaşması ve ferdî gelişimini -ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda- en

yüksek düzeye çıkarması için düzenlenmiş, kontrollü bir çevrede iç içe işleyen toplumsal

süreçlerdir.’ Sosyolojiye göre eğitim, bir sosyalleşme veya sonradan topluma katılanlar için bir

7 Kant’ın Üper Padagogik (1803 [Eğitim Üzerine]) adlı eserinden aktaran: Lokman Çilingir ve Rıdvan

Küçükali, “Immanuel Kant’ın Eğitim Anlayışı”, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, 2004, sy. 10, s.

82 [ss. 81-98]. Kant’ın eğitim anlayışı için ayrıca bkz. Ahmet Yayla, “Kant’ın Ahlak Eğitimi Anlayışı”, AÜ

Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2005, c. 38, sy. 1, s. 73-86.

8 Üper Padagogik’ten aktaran: Lokman Çilingir ve Rıdvan Küçükali, a.g.m., s. 83.

Page 63: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

63

bütünleşme sürecidir. Akademik kariyerine bir pedagog olarak adım atan Durkheim eğitimi

(terbiye) şöyle tanımlıyor:

“O halde terbiye çocukta (1) fertlerinin, üyelerinin her birinde bulunması gereken zihnî

ve bedenî halleri, (2) kapalı sınıf, aile, meslek gibi sosyal toplulukları vücuda getiren

ferdlerde grubun istediği zihnî ve bedenî halleri harekete getirmek ve olgunlaştırmaktır.

(...) Terbiye, toplu hayatın temel benzerliklerini çocuğun ruhuna hakkeder, bu

benzerlikleri çocuğun ruhuna tesbit etmek suretiyle beraberliği uzatır (zaman itibariyle)

ve kuvvetlendirir. (...) Bütün bu söylediklerimize göre terbiye çocukların kalbinde

cemiyetin esaslı, temel hayat şartlarını hazırlayan bir vasıtadan ibarettir. (...) Terbiye

olgun nesiller tarafından henüz yetişmemiş nesillere yapılan tesirdir. Terbiyenin konusu

çocukta genel olarak siyasî cemiyetin, özel olarak gireceği özel çevrenin kendisinden

istediği, beklediği fikrî, ahlakî, bedenî halleri aşılamak, geliştirmektir.”9

Durkheim'a göre her toplumsal düzen, onu meydana getiren fertlerin dışında bağımsız olarak

var olan ve kişilerin değişmelerine bakmadan devam eden bir gerçekliktir. Toplumsal kurumlar

birer kalıp, birer nehir yatağıdır; çocuklar ve gençler de onun içinde şekillenir, oradan akıp

giderler. Bu çerçevede, her ne kadar ismini o koymamışsa da, Eğitim Sosyolojisinin

kurucusunun Emile Durkheim olduğu kabul edilir.

Durkheim, toplumsal hayatın, hatta ferdî hayatın açıklanmasında tamamen din, hukuk, mantık,

ahlâk, aile vs. gibi toplumsal olgulara ve kurumlara dayanır ve büyük ölçüde kişisel faktörleri

hesaba katmaz görünür. Toplumsal kurumları, “toplumsal kolektif duyguların kristalize olmuş

bir şekli” olarak niteleyen Durkheim, eğitimi de bir toplumsal kurum olarak kabul eder. Ona

göre eğitim, toplumun bir fonksiyonudur. Toplumların niteliklerine göre içeriği, hedefleri ve

yöntemi farklılıklar gösteren eğitim, çocukları belli bir düzeyde ve toplumun istediği şekilde

bedensel, ahlâkî ve zihni düzeye çıkarmak yönündedir.

Durkheim'ın görüşlerine genel olarak bakıldığında, hatırlanacağı üzere, eğitimi çocukları ve

gençleri sosyalleştirme olarak ele aldığı görülmektedir. O halde eğitim, toplumun ihtiyaçlarına

göre şekillenecektir. Böyle olunca da, her toplumun kendi devamlılığını sürdürmek için ortaya

koyduğu ahlâk, değerler ve diğer sosyal normlar, eğitimin genç kuşaklara benimseteceği ilk

unsurlar olacaktır.

9 Emile Durkheim, Terbiye ve Sosyoloji, çev. İ. Memduh Seydol, İstanbul: Sinan Matbaası ve Neşriyat Evi,

1950, s. 48-49.

Page 64: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

64

Eğitim sosyolojisi modern anlamda ilk olarak ABD'de ortaya çıkmış ve gelişmiş bir bilim dalı

olarak kabul edilir. Amerikalı sosyolog Lester Ward'ın Dynamic Sociology or Applied Social

Sciences as Based Upon Statitcal Sociology and the Less Complex Sciences ([Dinamik

Sosyoloji ya da Statik Sosyoloji ve Daha Az Karmaşık Bilimler Üzerine Temellenmiş

Uygulamalı Sosyal Bilimler], 2 cilt, 1883) adlı eserinde, toplumsal gelişme bakımından önem

verdiği ‘eğitim’ konusuna ayırdığı bölümde eğitimin tanımı, öncelikli amaçları ve işlevleri

üzerine yapmış olduğu tartışma eğitim sosyolojisi açısından kritik bir önem taşımaktadır. Daha

sonraki süreçte de, eğitim sistemini ve toplumsal değişmenin son derece önemli bir aracı olarak

gören John Dewey yayınladığı The School and Society ([Okul ve Toplum], Chicago: The

University of Chicago Press, 1899])10 ve 1896’da Chicago Üniversitesi’nde kurmuş olduğu

‘Laboratuvar Okulu’ ile eğitim felsefesi ve sosyolojisi alanlarında daha sistematik çalışmalar

yapılmasının yolunu açmıştı.

Eğitim konusuna Durkheim’den itibaren –ondan önce de J. S. Mill, I. Kant, H. Spencer, K.

Marx gibi isimler tarafından- dikkat çekilmesine karşın, ne bu düşünürlerin ve ne de eğitim

sosyolojisiyle modern anlamda ilgilendikleri söylenen ABD’li sosyal bilimciler arasında

müstakil ‘eğitim sosyolojisi’ başlıklı çalışmalar görülmez. Ancak günümüzde eğitim

sosyolojisi alanında gerçekleştirilen çalışmalarda karşımıza çıkan öğretmen sorunu, öğretmen-

öğrenci ilişkileri ve okul kurumunu ele alan tartışmaların gerçekleştirildiği görülmektedir.

Willard Waller’in The Sociology of Teaching (New York: John Wiley & Sons, Inc., 1932)

başlıklı çalışması eğitim sosyolojisi alanında çalışan isimler için zengin bir kavramsal kaynak

işlevi görmüştü. Pierre Jaccard, kendisine ait Sociologie de L’education (Paris: Payot, 1962)

başlıklı eserin, eğitim sosyolojisi alanında dünyada yayınlanmış ilk kitap olduğunu iddia

etmişti.11 Şu anki bilgilerimizle, Jaccard’ın bu iddiasının en azından Türkiye’deki yayınlar

itibariyle geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Yüzyılın başlarında Batı dillerinde de, muhteva

itibariyle eğitimi sosyolojik bir temelde ele almaya çalışan, okul ve öğretim problemlerini

tartışmaya çalışan ‘educational sociology’ başlıklı pek çok kitabın yayınlanmaya başlandığını

da ayrıca ekleyelim.

Avrupa’da ve ABD’nde eğitim sosyolojisi alanındaki çalışmaların 1960’lardan itibaren

çoğalmaya ve çeşitlenmeye başladığı görülür. Batı dillerindeki ilk eğitim sosyolojisi

çalışmalarından biri Olive Banks’ın The Sociology of Education (New York: Schocken Books,

10 Türkçesi için bkz. John Dewey, Okul ve Toplum, çev. H. Avni Başman, Ankara: Pagem, 2008.

11 Bkz. İsmail Doğan, “Eğitim Sosyolojisinin Türkiye’deki Serüveni Üzerine Bir Değerlendirme”,

http://80.251.40.59/education.ankara.edu.tr/idogan/index.php?link=amak7 [erişim tarihi: 14 Eylül 2017].

Page 65: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

65

1968) başlıklı kitabıdır. Banks, çalışmasının merkezine hem bürokratik, hem de toplumsal bir

kurum olarak ‘okul’u almıştı. 1950 sonrasında üniversitelerde bir araştırma disiplini olarak yer

verilmeye başlanan eğitim sosyolojisinin içeriğinin ve araştırma konularının 1970’lerden

itibaren çeşitlenmeye başladığı görülür. Bu dönemde artık eğitimde fırsat eşitliği, eğitim ve

öğretimde başarılı olmayla toplumsal ya da etnik köken arasındaki ilişkiler, toplumsal

hareketlilikte eğitimin rolü vb. gibi konular eğitim sosyolojisinin yeni ilgileri arasına girmiştir.

Sonrasında bu konuların arasına toplumsal cinsiyet meseleleri de dahil olacaktır. Genel olarak

sanayi toplumlarının dönüşümünün ve bu gelişmelere paralel olarak çağdaş sosyal teorinin

geçirdiği evrimlerin sosyolojinin bir alt dalı olarak eğitim sosyolojisinde de etkisini gösterdiğini

düşünebiliriz. Nitekim bu çerçevede ‘eğitim’ olgusunun farklı boyutlarını merkeze alan pek çok

yeni yaklaşım ve kuram ortaya atılmıştır. Aşağıda bazılarına değineceğimiz işlevselcilik,

feminist kuram, çatışmacı kuram, yorumsamacı yaklaşım, radikal pedagoji gibi birbirinden

farklı kuramsal çerçeveler kullanan Basil Bernstein, Joel Spring, Ivan Illich, Peter McLaren,

Paulo Freire, Michael C. Apple, Henry A. Giroux ve başka düşünürler eğitim olgusu, öğretim

süreçleri, okul yönetimi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, eğitim ile toplumsal tabakalaşma ve

eşitsizlik ilişkileri, eğitimde sınıfın, ırkın, cinsiyetin vs. yeri, müfredatların belirlenimi ve

muhtevaları vb. gibi günümüz eğitim felsefesi ve eğitim sosyolojisi alanındaki çalışmaları

etkileyen pek çok konuda zengin bir tartışma gündemi oluşturdular.

Eğitim sosyolojisinin ülkemizdeki ilk temsilcisi olarak Ziya Gökalp kabul edilir. Gökalp eğitim

olgusuna toplumun ve millî kültürümüzün ihtiyaçları açısından bakar.12 Bu yaklaşımı devam

ettiren bir diğer isim İsmail Hakkı Baltacıoğlu'dur. Baltacıoğlu, 1917’de Darulfünun’da

“Terbiyevî İctimâiyat” başlıklı bir ders vermişti. İctimaî Mektep Nazariyesi ve Prensipleri

(İstanbul: Semih Lütfü Sühulet Kütüphanesi, 1932) isimli eserinde, eğitimi bir toplumsal olgu

olarak incelemişti. Ona göre eğitimin amacı ‘hakikî ve ictimaî şahsiyetler’ yetiştirmektir.

Eğitim kurumu, fertleri ‘teknik ve millî fertler’ olarak yetiştirir. Baltacıoğlu’na göre okullar

toplumdan kopuk kurumlar değillerdir, olmamalıdırlar da. O nedenle Baltacıoğlu’na göre

eğitim kurumunun, sosyal çevresiyle uyumlu, yaratıcı bireyler yetiştirmek (“ferdi

müessiseleştirmek”) amacına uygun bir müfredata, disipline ve ortama kavuşturulması

gerektiğini savunur. İctimaî Mektep’te önerdiği eğitim ilkelerini Toplu Tedris (İstanbul: Sebat

Basımevi, 1938) isimli eserinde ilkokul eğitim programına uygular. Düşüncelerini daha da

somutlaştırmak için Rüyamdaki Okullar (İstanbul: Yeni Adam, 1944) isimli bir de roman

12 Hikmet Yıldırım Celkan, Ziya Gökalp’in Eğitim Sosyolojisi, İstanbul: MEB Yay., 1989.

Page 66: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

66

yazmıştı. 13 Eğitimde toplumcu görüşlere sahip bir diğer isim olan Ethem Nejat, eğitimin

amacını ‘milliyetperver’, ‘Türk, Müslüman ve çağdaş karaktere’ ve sağlam karaktere sahip

bireyler yetiştirmek olarak tanımlar. Öğretmen yetiştirme konusunda da farklı yaklaşımlar

geliştiren Ethem Nejat köye uygun eğitim ve öğretim yaparak öğretmen yetiştirilmesi

gerekliliği üzerinde durmuş ve bir yatılı bölge okulu modeli geliştirmişti.

Türk sosyolojisinin kurucu isimlerinden biri olan Sabahattin Bey ve özellikle de onun siyasal

ve sosyolojik yaklaşımını benimseyen takipçileri eğitim alanında önemli eserler vermişlerdir.

Sabahattin Bey, dönemin eğitim sistemini ‘merkeziyetçi’ olduğu ve ‘kişisel gelişimi teşvik

etmediği’ gerekçeleriyle eleştirmiştir. Ona göre eğitim sistemi, kişinin bireysel özelliklerini

geliştirmeyi, girişimci ve üretken kılmayı ve kişiyi kişisel yeteneklerine dayanan bir birey

olarak yetiştirmeyi amaçlamalıdır. Ülkemizdeki eğitim tartışmalarında özel bir yere sahip olan

Mustafa Satı el-Husrî, organizmacı toplum anlayışını temel alan bir eğitim anlayışına sahipti.

Organizmanın temeli hücre ise, toplumun temeli de bireydir. Onun görüşüne göre, toplumun

sağlıklı olabilmesi bireyin sağlıklı olmasına bağlıdır; dolayısıyla da bireyin eğitim aracılığıyla

iyi yetiştirilmesi gerekmektedir.

Cumhuriyet döneminde ise, eğitimin laikleşmesine ve niteliğinin geliştirilmesine katkıda

bulunan önemli isimlerden biri, bir dönem (1925-1928) Milli Eğitim Bakanlığı da yapmış olan

Mustafa Necati’dir. John Dewey’in eğitime ilişkin görüşlerinden etkilenen ve dönemin

toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullarını göz önünde bulundurarak eğitimin klasik bilgi

aktarımına dayanan yapısından ziyade iş okulu anlayışına dayalı bir eğitim modelinde olması

gerektiğini savunmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Mustafa Necati okulun toplum

içindeki yerine sürekli vurgu yapmış ve tek okul düzeninin getirilmesine, karma eğitimin

gerekliliğine, üretici bir eğitim anlayışının yerleştirilmesine, tek tip programlar yerine çevrenin

ihtiyaçlarına göre değişebilen ve hayat için bütünlüklü eğitim programlarının geliştirilip

uygulanması gerektiğine vs. ilişkin düşünceler dile getirmiş ve bu düşüncelerini uygulama

çabasında olmuştur.

Cumhuriyet döneminde eğitim sosyolojisi konusunda çalışmalar yapmış ve dersler vermiş bir

diğer isim, adı Cumhuriyet dönemi köycülük hareketiyle neredeyse özdeşleşmiş birisi olan

Nusret Kemal Köymen’dir. Köymen, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde 1952-1953 öğretim yılından

itibaren müfredata dahil edilen Eğitim Sosyolojisi’ni ilk okutan isimdir. Bu dersleri

13 Baltacıoğlu’nun eğitimle ilgili eserleri ve düşünceleri için ayrıca bkz. Filiz Meşeci Giorgetti, “İsmayıl Hakkı

Baltacıoğlu: Bir Ömür Pedagoji”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 2008, c. 6, sy. 12, s. 713-726.

Page 67: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

67

çerçevesinde, 1970’lerin sonlarına dek okullarda temel metin olarak kullanılan Eğitim

Sosyolojisi isimli kitabını kaleme almıştır. 14 Eğitimi memleketin toplumsal ilerleme ve

kalkınma –hatta köylerin eğitimle kalkındırılması- meselesiyle ilişkili olarak değerlendiren

Köymen, bu noktada kritik bir görev yüklenen -‘bir halk eğitimcisi’ olarak tanımladığı-

‘öğretmen’i çalışmasının merkezine alır. Bu çerçevede, ‘eğitim’ ve ‘sosyoloji’ disiplinlerinin

eğitimde kullanılacak yöntem, toplumun işleyişi, öğretmen-öğrenci ilişkileri toplumsal değişim

ve kalkınma meseleleriyle ilişkili olarak ele alınır. 1958’de yayınladığı Terbiye Sosyolojisi

(Ankara, Yeni Matbaa) başlıklı eserinde Halil Fikret Kanad, daha ziyade, okuldaki öğretim

faaliyetlerinin işleyişi üzerine yoğunlaşmış ve bu çerçevede ‘sosyal bir teşekkül’ olarak okul,

öğretim yöntemi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, sınıfın yönetimi, ‘terbiye’ bakımından aile-okul

ilişkisi gibi koonuları ele almıştı.

Eğitim sosyolojisinin bir ders olarak öğretmen yetiştiren orta öğretim kurumlarının ve köy

enstitülerinin müfredatına dahil edilmesi, yukarıda ifade edildiği üzere, 1952-1953 öğretim

yılından itibaren başlamıştı. Cumhuriyet döneminde üniversite programlarına dahil edilmesi

ise, 1965-1966 öğretim yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi (1982’den sonra adı

‘Eğitim Bilimleri Fakültesi’ olarak değiştirilmiştir) öğretime başlamasıyla birlikte mümkün

olur ve sonrasında eğitim sosyolojisi dersi ilahiyat, iktisat, sosyoloji gibi diğer bölümlerin

programlarında da görülmeye başlar. Fakültede eğitim sosyolojisi dersleri –genel itibariyle

sosyoloji ve eğitim sosyolojisi alanındaki çalışmalarında işlevselci eğitim anlayışının etkisinin

görüldüğü- Saffet Bilhan, E. Mine Tan ve Mahmut Tezcan gibi isimler tarafından verildi.15

Nihat Nirun, Hasan Ali Koçer, Yahya Akyüz, İsmail Doğan, Kemal İnal gibi isimler

çalışmalarıyla eğitim sosyolojisi alanının gelişimine ve zenginleşmesine katkıda bulundular.16

Ülkemizde eğitim sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar, açılan yeni üniversiteler

bünyesindeki eğitim fakülteleri, eğitim bilimleri bölümleri, sosyoloji bölümleri vd. gibi

akademik birimlerde artarak devam etmekte, araştırmalar yapılmakta, kitaplar yayınlanmakta,

14 Nusret Köymen, Eğitim Sosyolojisi, Maarif Vekaleti Yay., 1954.

15 Saffet Bilhan için bkz. İsmail Güven, “Eserleri ve Yaşam Öyküsüyle Saygıdeğer Hocam Prof. Dr. Saffet

Bilhan”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2005, c. 38, sy. 1, s. 167-174. Mahmut Tezcan için bkz. Ali

Esgin, “Eğitim Sosyolojisi ve Mahmut Tezcan”, İsmail Doğan (ed.) Eğitim Sosyolojisi: Dün, Bugün, Yarın –

1. Uluslararası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu Anı Kitabı, Ankara: Nobel Akademik Yay., 2012, s. 283-294.

Mine Tan için bkz. Kemal İnal, “Mine Tan’ın Eğitim Sosyolojisi”, İsmail Doğan (ed.), Eğitim Sosyolojisi:

Dün, Bugün, Yarın, s. 259-282.

16 İsmail Doğan, künyesi daha önce verilmiş olan incelemesinde, Ankara Üniversitesi’nde ‘Eğitimin Sosyal ve

Tarihi Temelleri’ bölümünde yaptırılmış yüksek lisans ve doktora çalışmalarının -2004 tarihi itibariyle- bir

listesini de sunmuştur.

Page 68: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

68

sempozyumlar ve kongreler tertip edilmektedir. Eğitim, pedagoji ve eğitim sosyolojisi alanına

ilişkin uluslararası literatür Türkçe’ye kazandırılmaktadır. Eğitim sosyolojisi alanındaki farklı

yaklaşımlar (işlevselci, feminist, çatışmacı, radikal pedagoji vd.) ülkemizde kendilerini tercüme

veya telif kitaplarla, çıkarılan dergilerle (örneğin, Kemal İnal’ın yayın yönetmenliğinde

çıkarılmaya başlanan Eleştirel Pedagoji dergisi) görünürlüklerini artırmaktadır.

3.3. Eğitime Sosyolojik Yaklaşımlar

Fark edileceği üzere, çağdaş sosyolojideki yaklaşımlar genel olarak işlevselci ve çatışmacı

kuramlar ana başlıkları etrafında toparlanmış gibidir. Eğitim sosyolojisindeki yaklaşımlar da,

farklı isimlerle anılmalarına ve farklı gelenekler oluşturmalarına karşın, genel eğilimleri ya da

içinden çıktıkları ve beslendikleri düşünsel çevreler dikkate alındığında, buna benzer bir nitelik

gösterir. Aşağıda farklı başlıklar altında ele alınan düşünürlerin ve yaklaşımlarının, onları ilk

okuduğumuzda –benzer tartışma gündemlerine, kavramlara, hassasiyetlere vb. sahip olmaları

nedeniyle- rahatlıkla bize daha kuşatıcı olarak görünen bir başka başlık altında

değerlendirilebilecekmiş gibi gözükmelerinin sebebi de budur. Ancak kimi özellikleri itibariyle

–örneğin kullanılan yöntem, çalışma alanının kapsamı, eğitim alanının odaklanılan kısmı,

topluma veya bireye ilişkin temel kabuller vb. gibi- geliştirdikleri farklılıklar onları genel

akımın dışına çıkartmaya ya da belli konularda benzer oldukları düşünülen yaklaşımlardan

farklı bir başlık altında ele alınmalarına sebebiyet veriyor. Eğitim sosyolojisindeki yaklaşımları,

bu anlamda, en genel itibariyle geleneksel/liberal/yerleşik yaklaşımlar ile radikal/çatışmacı

yaklaşımlar şeklinde iki ana başlık altında toparlamak mümkündür belki de. Fakat burada,

eğitim sosyolojisinde (ya da genel olarak eğitim felesfesinde ve düşünecsinde) karşımıza çıkan

teorik yaklaşımları tasnif etme çabasını alanın uzmanlarına bırakmanın en doğru karar olacağı

düşünülerek, literatürde bilinen yaygın adlandırmalarına göre tasnif edilmiş belli yaklaşımları

kısaca tanıtmakla yetinmek tercih edilmiştir.

3.3.1. İşlevselci Yaklaşım

Talcott Parsons'ın sosyolojisinde genellikle sosyalleşme, benimseme, kişileri belli görev ve

toplumsal statülere yerleştirme, kişileri farklı rol, davranış kalıpları, sosyal sınıf, yerleşim

yerlerinde vs. farklılaştırma, şahsiyet, toplumsal ve kültürel sistemler gibi konular üzerinde

durulur. Kişinin toplum içindeki hedeflerini, onun rolleri, ihtiyaçları ve toplumsal değerin

Page 69: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

69

organizasyonları belirler. Burada okul, bir sosyal sistem olarak ele alınır. Okul, aktörler

arasındaki, yani öğretmen-öğrenci ve öğrencilerin kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimlerinin

bir sonucudur. Okul, sosyalleşmeyi sağlayan yerlerden biridir. Hatta giderek çocukların ve

gençlerin sosyalleşmesi tamamen okulların görevi haline gelmektedir. Okullar, hem toplum

kültürünü çocuklara ve gençlere öğretmek, benimsetmek hem de fertleri ilgi ve yeteneklerine

göre belli görevlere yerleştirmekle görevlidirler. Okul, hem kişilere kendi şahsiyetlerini

kazandıracak hem toplumsal rolleri öğretecek, bireylerin şahsi ihtiyaçlarını karşılayacaktır.

Sosyolojideki fonksiyonalist görüşün eksikliklerini tamamlamak isteyen R. K. Merton,

özellikle fonksiyon kavramı üzerinde durmaktadır. Ona göre; fonksiyonlar her zaman toplumsal

bütünlüğü sağlamaz; bazen de bozar veya sarsar. Bireylerin birbirleriyle uyumlu davranışlar

göstermelerine yarayan kültürel yapı (değerler, normlar, amaçlar) ile davranışlar arasındaki

ilişkileri gösteren toplumsal yapı, uyumsuzluk içine düştüğünde, bir gerilim ve kopma hali

(‘anomi’) ortaya çıkar. Bu durumda kişiler sahipsiz, amaçsız kalırlar; hiçlik duygusuna kapılır,

boşluğa düşerler. Toplumsal yapı değişmeleri sırasında kültürel yapının değişmesi, böyle anomi

durumları yaratır. Bu durumlarda eğitim sistemine ve kurumlarına büyük rol ve ağır bir görev

düşmektedir. Okulların kültürel ve toplumsal değişmeye karşı takınacakları tavır, yetiştirdikleri

kişiler ve toplum açısından çok önemlidir.

Bu yaklaşıma göre, diğer toplumsal kurumlar gibi eğitim de hem açık, hem de gizli (örtük)

işlevlere sahiptir. Eğitimin en temel açık işlevi, bilgi aktarımıdır. Okullar hem sosyal, hem de

fen bilimleri alanında öğrencilerin bilgilerini geliştirir. Örneğin yabancı dil öğretir, tarih öğretir,

sosyoloji öğretir, matematik, fizik öğretir; öğrencilere teknolojik bilgiler aktarır. Eğitimin bir

diğer açık işlevi, kişiye statü kazandırmasıdır. (Çatışmacı yaklaşım bu durumun eşitsiz bir

biçimde gerçekleştiğini iddia eder.)

Bu açık işlevlerine karşın eğitimin bir de gizli işlevleri vardır. Kültür aktarımı, toplumsal ve

siyasal bütünleşmenin teşviki, toplumsal denetimin temini ve değişimin sağlanması gibi. Bir

toplumsal kurum olarak eğitim oldukça muhafazakar bir işleve sahiptir: Hakim kültürün

aktarımı. Genç nesiller, okul öğretimi vasıtasıyla kültürlerinin mevcut inançları, normları ve

değerleriyle tanışır. Genç birey, toplumsal denetime uymayı ve din, aile ve diğer yerleşik

kurumlara, değerlere saygı duymayı öğrenir. (Önceki sayfalarda verdiğimiz Durkheim’in

eğitim/terbiye tanımını hatırlayınız.) Kültür, değerler, belli bilgiler vs. okullarda öğrencilere

ders kitapları ve sözlü anlatımlarla aktarılır. Ancak günümüzde bunların yanına internet gibi bir

aracı daha eklemek gerekmektedir. (Bu çerçevede Google, Yahoo, Yandex ve benzeri arama

motorlarının eğitim-öğretimdeki etkisini hatırlamakta fayda var.)

Page 70: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

70

Eğitimin örtük işlevlerinden bir diğeri, farklı ırksal, etnik ya da dinî gruplardan oluşan bir

kitleyi, ortak bir kimliği paylaşan bir topluma dönüştürerek toplumsal ve siyasal bütünleşmeyi

teşvik etmektir. Ortak bir dilin desteklenmesini, eğitimin bütünleştirici işlevi kapsamında

değerlendirebiliriz. Hem eğitim için değerli hem de kültürel çeşitliliği teşvik edici bir araç

olarak çağdaş eğitim tartışmalarında çift dillilik teşvik edilmiştir; ancak bu tür bir uygulamanın

geleneksel eğitim sisteminin sağladığı toplumsal ve siyasal bütünleşmeye zarar verdiği

yönünde karşıt görüşler de dile getirilmektedir.

Okullar, açık işlevleri olan bilginin aktarılmasını yerine getirirken okuma, yazma ve matematik

gibi becerilerin ötesine geçen faaliyetler yürütürler. (Okullar ya da daha genel olarak eğitim

kurumunun, ‘öğretim’ ve ‘eğitim’/’talim’ ve ‘terbiye’ gibi ikili bir işlevi olduğunu bir kez daha

vurgulamakta fayda var.) Aile ve din gibi diğer toplumsal kurumlara benzer biçimde, eğitim,

gençleri toplumun normları, değerleri ve yaptırımlarıyla tanıştırır ve onları, yetişkinlik

çağlarında üretken ve düzenli hayatlar sürmeleri için hazırlar. Okullar, toplumsal denetim

uygulayarak işgücü olarak ekonomik faaliyetlere katıldıklarında temel önemdeki belli becerileri

ve değerleri öğretir. Öğrenciler dakikliğin, disiplinin, zamanı planlamanın ve sorumluluk içeren

iş alışkanlıklarının yanı sıra, bürokratik bir kurumun karmaşık yapısıyla nasıl başa çıkacaklarını

da öğrenirler. (Okul aynı zamanda bürokratik bir işleyişe sahip bir kurumdur da. Öğrencilerin

okula ayak bastıkları ilk gün, aynı zamanda, toplumsal sistemin ve bürokratik organizasyonların

işleyişiyle ilk kez muhatap oldukları gündür.) Okullarda öğrenciler, gelecekteki iş hayatları için

yetiştirilirler.

Okullar, öğrencilerin isteklerini toplumsal değerlere ve önyargılara göre yönlendirir ve

kısıtlarlar. Okul idarecileri belli faaliyetlere (örneğin spor faaliyetleri) daha fazla, bazı

faaliyetlere (örneğin müzik, dans vs.) daha az fon ayırabilirler. Öğretmenler ve danışmanlar

erkek öğrencileri doğa bilimlerine ya da teknik bilimlere yönlendirirken, kız öğrencileri

anaokulu öğretmenliği gibi kariyerlere yönlendirebilirler.

Eğitim aynı zamanda, arzu edilebilir toplumsal değişimi teşvik edebilir ya da bu değişime neden

olabilir. Okulların müfredatlarını artan toplumsal sorunları ya da ihtiyaçları dikkate alarak

değiştirebilirler, yeni dersler ekleyebilirler. Düşük gelirli ailelerin çocuklarının eğitim

görmelerini temin etmek için yeni destek projeleri geliştirebilirler. 17

17 İşlevselci ve çatışmacı yaklaşım için bkz. Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar: İşlevselci

Paradigma ve Çatışmacı Paradigma”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, c. 23, sy. 2, s. 557-571. Ayrıca

bkz. Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye, Ankara: AÜ Eğitim Bilimleri

Fakültesi Yay., 1993.

Page 71: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

71

3.3.2. Çatışmacı Yaklaşım

İşlevselci yaklaşım, eğitimi temelde toplumsal düzen bakımından uyumlu ve olumlu bir kurum

olarak resmeder. Örneğin, bu perspektife göre, okullar, öğrencileri gelecekte icra edecekleri

yüksek prestijli görevler için rasyonel olarak sınıflandırır, seçer, yönlendirir ve böylelikle de

toplumun ihtiyaç duyduğu bu işler için becerili ve uzman personel ihtiyacını karşılar. Çatışmacı

yaklaşım ise, eğitimi seçkin tahakkümünün bir aracı olarak değerlendirir. Çatışma kuramcıları,

farklı ırk, etnik köken ya da sınıftan grupların eğitim konusunda yaşadıkları fırsat eşitsizliğine

vurgu yaparlar. Çatışma kuramcıları, eğitim sisteminin, öğrencilere iktidardakilerin dikte

ettirdikleri değerleri öğrettiğini, okulların düzenin devamını sağlamak amacıyla bireyciliği ve

yaratıcılığı bastırdığını ve teşvik ettikleri toplumsal değişimin nispeten önemsiz olduğunu iddia

ederler. Kemal İnal’a göre, çatışma kuramcıları, genel olarak, eğitimin dört öncelikli işlevi

olduğunu düşünmektedirler: (i) Kapitalist bir toplumda eğitim, statülerin korunmasına yönelik

bir hedefi vardır. (ii) Toplumsal yapıya uygun olan değerlerin, normların ve davranışların

herkese benimsetilmesi öncelenir. (iii) Eğitimin, kapitalist gelişmenin sağlanması için gerekli

teknolojik yenilikleri yaratabilen kişileri yetiştirmesi istenir. (iv) Son olarak da, her iş düzeyine

uygun olan rollerin, bireylere benimsetilmesini önceler. 18 Bu yaklaşıma göre, eğitimin

engelleyici özellikleri, özellikle ‘gizli müfredat’ta ve öğrencilere statü kazandırmada izlenen

farklı yollarda görünürlük kazanır.

Gizli müfredat kavramı, toplumun doğru bulduğu davranış standartlarının okullarda çok da açık

etmeden öğretilmesi anlamına gelmektedir. Bu müfredata göre öğrenciler öğretmen izin

vermedikçe konuşmamalı, faaliyetlerini saate ya da zile göre düzenlemeli, daha yavaş öğrenen

öğrencilere yardım etmek yerine kendi işlerine yoğunlaşmalıdırlar vs. Açıkça itaate odaklanan

bir sınıfta değer verilen şey, yaratıcı düşünme ve akademik öğrenme değil, öğretmeni memnun

etme, itaatkâr olma ve sessiz durmaktır.

Çatışma kuramı içerisinde değerlendirilen Louis Althusser’e göre eğitimin kapitalist

toplumdaki görevi, egemen sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmek için işgücünün yeniden

üretimidir. Althusser, eğitimi devletin ideolojik aygıtları (DİA) arasına yerleştirmektedir.

Althusser’e göre DİA’lar için ideoloji tamamen öncelikli sırada yer alır, gerekirse baskı da

kullanılır ancak, baskıya en son durumda hafifletilmiş, gizlenmiş ve hatta sembolik bir tarzda

yer verir. Althusser, DİA’ların yönetici sınıfın kontrolünde olduğunu ve bu sınıfın ideolojisine

18 Kemal İnal, Eğitim ve İktidar, Ankara: Ütopya Yay., 2004, s. 66-67.

Page 72: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

72

göre çalıştıklarını iddia eder. Ona göre tüm DİA’lar ortak bir hedefe yönelir. Bu hedef, üretim

ilişkilerinin yeniden üretimidir. Diğerleri arasında egemen konumda bir DİA olan okul, yeniden

üretim sürecinde belirleyici bir rol oynar.19

Çatışma kuramcılarının gözlemlerine göre, yeterlilik belgeciliği (bireylerin, eğitimini aldıkları

belli işleri yapabilirliğini gösterir belge, diploma) toplumsal eşitsizliği pekiştirici bir role sahip

olabilir. Bu, toplumdaki eşitsizliğin yansıdığı ve aynı zamanda mevcut eşitsizliğin sürekliliğini

sağlayıcı ve pekiştirici bir durum olarak eleştirilmektedir. Belli bir iş için o alanla ilgili resmi

bir eğitim kurumundan alınmış bir diploma ya da sertifikanın şart koşulması, değişik sebeplerle

–örneğin ekonomik imkansızlıklar nedeniyle- bu diplomayı alamamış yoksulların ya da

dezavantajlı grupların işe alınmamalarını ve dolayısıyla da yoksulluklarının ve dezavantajlı

konumlarının devamını (pekiştirilmesini ve yeniden üretimini) sağlayacaktır. Yeterlilik

belgelerinin düzeyini yükseltmek iki grubun çıkarınadır: Eğitim kurumları ve mevcut işlerde

halen istihdam edilmiş olanlar.

Hem işlevselciler, hem de çatışma kuramcıları eğitimin statü kazandırmak gibi önemli bir işleve

sahip olduğu konusunda aynı görüştedirler. Ancak çatışma kuramcıları, eğitim yoluyla statü

kazanımındaki farklılıklar konusunda çok daha eleştirel bir tavır takınırlar. Okulların,

öğrencileri toplumsal sınıflarına göre gruplandırdıklarını iddia ederler. Eğitim sisteminin, bazı

yoksul çocukların orta sınıf mesleklerine geçmelerine yardımcı olurken birçok dezavantajlı

çocuğun, zengin ailelerin çocuklarına verilen eğitim fırsatlarından yararlanmalarına engel

olduğunu savunmaktadırlar. Böylece, okullar toplumsal eşitsizliğin gelecek nesillerde de

devamını sağlamaktadırlar. Çatışma kuramcıları, bu çerçevede, örneğin okullara öğrenci

kabulünde yapılan seviye tespit sınavlarına dikkat çekmektedirler. Seviye tespit sınavlarının

çok erken yaşlarda yapılması, gelir seviyesi düşük ailelerin erken çocukluk dönemlerinde

okuma materyalleriyle, bilgisayarlarla ve eğitimi teşvik eden diğer araçlarla tanışmamış

çocuklarının halihazırdaki dezavantajlarını artırabileceğini iddia etmektedirler.20

19 Daha geniş bilgi için bkz. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin,

İstanbul: İthaki Yay., 2016.

20 “California’da düşük gelirli ailelerin çocuklarının gittiği okullar üzerinde yapılan bir çalışmada araştırmacılar,

seviye belirlemeye göre sınıflandırılan ve buna göre sınıflandırılmayan öğrenciler arasındaki şok edici farkı

açığa çıkardılar. Araştırmanın yürütüldüğü bir okulda, sadece okul idaresinin seçtikleri değil, o derslerle

ilgilenen bütün öğrenciler ileri düzey derslerinin verildiği sınıfa yerleştirildiler. Bu öğrencilerin yarısı

üniversiteye devam edebilmek için gereken kredileri toplamayı başardılar. Bu oran öğrencilerin sadece yüzde

17’sinin üniversiteye giriş için yeterli puanı toplayabildikleri seviye belirleme temelinde ders seçimine dayalı

programınkinden çok daha yüksekti. Seviye belirleme koşutsuz bir biçimde başarı potansiyeli olan öğrencileri

tespit etmiyor.” Bkz. Richard Schaefer, Sosyoloji, Simten Coşar (çev. ed.), Ankara: Palme Yay., 2013, s. 365.

Page 73: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

73

Çatışma kuramcıları, eğitimde seviye belirleme sonucunda ortaya çıkan eşitsizliklerin modern

kapitalist toplumların ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla tasarlandığını düşünürler. Çatışmacı

eğitim kuramının temsilcilerinden –aynı zamanda kimi çalışmalarda eleştirel pedagoji akımı

içerisinde de değerlendirilen- çalışmalarında kapitalist ABD’nde eğitim reformunu ve

ekonomik hayatın çelişkilerini analiz eden Samuel Bowles ve Herbert Gintis, örneğin,

kapitalizmin nitelikli, disiplinli bir işgücüne ihtiyaç duyduğunu ve ABD’deki eğitim sisteminin

bu hedefler doğrultusunda yapılandırıldığını ileri sürmektedirler. Geliştirdikleri karşılıklılık

ilkesine göre, okullar bireylerin toplumsal sınıflarının gerektirdiği değerleri desteklerler ve

toplumsal sınıf temelli bölünmeleri nesilden nesile aktarırlar. Diğer bir ifadeyle, işçi sınıfından

gelen ve ikincil konumda kalacakları varsayılan çocuklar daha çok meslek liselerine ya da düz

liselere yerleştirilirler. Bu okullarda sıkı denetim vardır ve otoriteye itaat daha çok vurgulanır.

Buna karşılık, daha zengin ailelerin çocukları üniversitelere hazırlık derslerinin yoğun olduğu

liselere yönlendirilirler.21

3.3.3. Feminist Yaklaşım

20. yüzyılda, eğitim sistemindeki cinsiyetçilik kendini değişik şekillerde gösterdi: Ders

kitaplarında geçen kadınlarla ilgili olumsuz stereotiplerde, danışmanların kız öğrencilere ‘kadın

işi’ne hazırlanmaları yönünde yaptıkları baskılarda ve kadınlarla erkeklerin spor faaliyetlerine

sağlanan fonlardaki eşitsizlikte vb. Eğitimde cinsiyet eşitsizliğinin görünür ve ciddi bir sorun

olması, eğitim sosyolojisi alanında çalışan araştırmacıların bu eşitsizliğin nedenlerini ortaya

koymasında feminist teoriler oldukça açıklayıcı olmuştur. Cinsler arası eşitliği ve kadın

haklarını savunan bir ideoloji olan feminizmin temel sorunu, erkeğin kültürel hegemonyasının

sorgulanmasıdır. Her toplum kız ve erkek çocuklarına ya da kadınlara ve erkeklere, onların

kişisel tercihleri ya da yeteneklerine göre değil, toplumsal cinsiyet rollerine göre farklı görev

ve sorumluluklar atfeder. Cinsiyet üzerinden kurulan hiyerarşi giderek yaşamın tüm alanlarına

girer ve meslekleri de bir sıra düzenine tabi tutarak cinsiyetlendirir. Bu nedenle, feminist

kurama göre, cinsiyetçilik sadece bireysel tutumlar sorunu olarak anlaşılmamalıdır. Aile, eğitim

ve ekonomi gibi toplumun kurumları içerisinde inşa edilir ve yeniden üretilir. Eğitim süreci

boyunca erkek egemen toplumun ideolojisi çeşitli şekillerde yeniden üretilirken kadınlar,

21 Samuel Bowles ve Herbert Gintis, Schooling in Capitalist America: Educational Reform and the

Contradictions of Economic Life, New York: Basic Books, 1976.

Page 74: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

74

toplumsal işbölümünde daha sınırlı ekonomik olanaklar ve sosyal prestij sağlayan mesleklere

yönlendirilir.

Feminizmin temel ilgisi, kadının toplumdaki konumunun araştırılması ve açıklanmasına

ilişkindir. Özellikle kadınların madunlaştırıldığı, kamusal alandan dışlandığı ve erkekler

tarafından ezildikleri varsayımları üzerine odaklıdır. Feminist analizler, genelde okuldaki

toplumsal cinsiyet eşitsizliğini tanıma ve sorunsallaştırma konusunda ortaklaşırken, bu

eşitsizliğin nasıl ele alınacağı konusunda farklılaşır.

Cinsel rol kalıplarının kadınların yeteneklerinin gelişmesini olumsuz yönde etkilediği açıktır.

Bu etki, kadınların toplumsal yaşamdaki etkilerini sınırlandırmıştır. E. Mine Tan, yapmış

olduğu bir araştırmada, örgün eğitim kurumlarının da bu eğilimi desteklediğini tespit etmiştir:

“Okul çağ öncesinde öğrenilmiş ve benimsenmiş olan cinsel rol kalıpları, örgün eğitim

sistemi çerçevesinde desteklenmekte ve güçlendirilmektedir. Eğitim sistemi, bir yandan

öğretmen tutumları, program yaklaşımları gibi yollardan yerleşik cinsel rol kalıp

yargılarının yansıtılıp aktarılmasına yardım etmekte, öte yandan türü, süresi ve özü

açısından kızlara uygun sayılan alanları ayırarak ekonomik yaşama eşitçe ve etkin bir

şekilde katılmalarını engellemektedir. Daha ilkokullarda başlayan ders ayrımlarından,

orta öğrenimdeki tür (mesleksel-genel akademik) ve kol ayrımlarına ve nihayet yüksek

öğrenimdeki alan farklarına kadar tüm yapısal özellikler kız öğrencileri geleneksel

rollerine ya da bu rollerin ekonomik yaşamdaki uzantısı olan mesleklere hazırlamayı

güvenceye bağlamaktadır.”22

1970’li yıllarda ilk feministler, okulu bir toplumsallaştırma alanı olarak görmüş ve okuldaki

cinse dayalı toplumsallaşma ile cinsiyetçi kalıp yargıların yeniden üretiminde okulun,

öğretmenin rolüne ve eğitim materyallerine odaklanmışlardı. Liberal tezlere dayanan

toplumsallaşma yaklaşımları okuldaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yapısal bir sorun

olmaktan çok, bilgisizlik ve önyargı sorunu olarak görmüşlerdi. Eğitim kurumlarının toplumsal

cinsiyet eşitliğini sağlayarak daha geniş toplumda da toplumsal değişimi gerçekleştirileceğini

düşünen liberal feministler, okullardaki eşitsizliğin eşitlikçi eğitim programları ve politikalarla

giderilebileceğini savunmuşlardır.

22 E. Mine Tan, Kadın: Ekonomik Yaşamı ve Eğitimi, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1979, s. 233’ten nkl.

Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye, Ankara: AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi

Yay., 1993, s. 51-52.

Page 75: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

75

Farklılık üzerine vurguda bulunan feminist araştırmacılar, toplumsal cinsiyete duyarlı bir

eğitimsel müdahaleyi öngörmüşlerdir. Bu müdahalenin merkezinde ise, ev içi emek ve bakım

işini sarmalayan kadınsı değerler bulunmaktadır. Bazı farklılık teorisyenleri de

cinsiyetleştirilmiş bir eğitimi savunmaktadır. Okulların asıl olarak evrensellik adı altında

kamusal alana ait akılcılık, rekabet, tüketicilik, bireycilik, özerklik gibi eril değerlerin yeniden

üretiminde kritik bir rol oynadığı, buna bağlı olarak kızlar için asıl sorunun bu değerlere uyum

sağlama sorunu olduğu ve bu değerlerin kızların dünyayı anlamalarına engel olduğunu

vurgulamaktadırlar.

Yeniden üretim yaklaşımından beslenen yapısalcı feminist teoriler (radikal feminizm, Marxist

feminizm, sosyalist feminizm), asıl olarak okuldaki yeniden üretimin işlevini açığa çıkarmaya

odaklanmışlardır. Onlara göre, okul toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üretmekte ve bazen

de sınırlandırmaktadır. Emeğin cinsiyetçi işbölümü okulda de sürmekte, okuldaki toplumsal

cinsiyet eşitsizliğinin yeniden üretimi toplumsal sınıfların ideolojik ve kültürel yeniden

üretimiyle iç içe geçmektedir. Bu suretle de, okullar toplumsal cinsiyet kadar sınıf yapısını da

yeniden üretmektedir. Bu yaklaşımı benimseyen araştırmalarda müfredatın sınıfsal konuma

uygun olarak toplumsal cinsiyet kalıplarını nasıl ürettiği ve eğitimin işçi sınıfından kız

öğrencileri ev içi rollere hazırlarken, orta sınıftan kızları profesyonel mesleklere

yönlendirdiğini, okulun ideolojik bir araç olarak kadınların ücretli ve ücretsiz işteki konumu ile

özel ve kamusal alandaki eşitsiz toplumsal ilişkileri nasıl meşrulaştırdığını iddia etmektedirler.

Aynı zamanda eğitimin her düzeyindeki kızların nicel durumu ile hangi alanlarda

yoğunlaştıklarına ve yönetimde kadın öğretmenlerin temsil düzeyine bakarak, okulda kızlara

ve erkeklere farklı otorite kalıpları ve beklentiler iletildiğini, kadınların besleyici bakıcı rolünün

kadın doğası olarak doğallaştırıldığını ve normalleştirildiğini, okulun da bu noktada nasıl bir

işlev gördüğünü açıklamaya çalışmışlardır.

3.3.4. Yorumcu ya da Sembolik Etkileşimci Yaklaşım

Başlangıcından itibaren sosyal teori içerisinde toplumun tanımı, toplumsal kurumların etkisi,

toplum içerisinde bireyin konumu gibi konular etrafında bir tartışma olagelmiştir. İkinci olarak

da, Anglo-sakson dünyadaki ‘açıklamacı’, ‘doğa bilimleri modeline göre örgütlenmiş pozitivist

sosyoloji/sosyal bilim’ ile Alman düşünce geleneğinde temellenen ‘anlamacı’, ‘kültür/tin

bilimleri’ farklılığıyla karşılaşılır. Fakat sosyolojinin kurumlaşma çağında daha ziyade ‘yapı’

merkezli kuramlar, makro açıklamalar ve ‘pozitivist’ bilim anlayışı hakim çerçeveyi

Page 76: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

76

oluşturmuştur. Sanayi toplumlarının yapısında yaşanan değişmeler, özellikle de ABD’ndeki

sosyal bilim çevrelerinde 1960’lara kadar hakim paradigmayı oluşturan Parsonsçu sosyoloji

anlayışına yönelik olarak dile getirilen eleştiriler ve geliştirilen yöntem, kavram ve teorik

açıklamaların gelişmesiyle birlikte belli düzeyde anti-pozitivist, ‘yapı’ merkezli pozitivist

sosyolojinin makro açıklamalarına alternatif olarak ‘mikro’ ölçekli ve ‘özne’yi merkeze alan,

belli yönleriyle psikolojiyle ve özellikle de sosyal psikolojiyle benzeşen ‘anlamacı/yorumlayıcı

(‘yorumlayarak anlayan’) yaklaşımlar gelişmeye başladı. Kaynağında George H. Mead, W.

James, E. Husserl, Alfred Schutz, Georg Simmel gibi düşünürlerin bulunduğu bu yeni eğilim

içerisinde sembolik etkileşimcilik, etnometodoloji, fenomenolojik sosyoloji gibi farklı adlarla

anılan ve araştırma gündemini farklı yönlerde ve farklı yöntemlerle geliştiren yaklaşımlar yer

almaktadır. Çağdaş sosyal teoride yaşanan bu farklılaşmanın etkileri, eğitim sosyolojisi

çalışmalarında da kendisini hissettirir. Bu yaklaşımlardan hareket eden eğitim sosyologları daha

ziyade eğitim süreçlerine (örneğin, öğretmen-öğrenci ilişkilerine, sınıf yönetimine, okulun

işleyişine vs.) uygulamışlardır. Başka bir deyişle, makro yaklaşımların büyük ölçüde ihmal

ettiği toplumun mikro ya da diplerde bir yerlere sıkışıp kalmış ilişkileri, önceki açıklama

biçimlerinin indirgemeci ve üstünkörü değindiği birey-birey, birey-grup ilişkileri anlamaya

çalışmışlar ve bu yönüyle de eğitim sosyolojisi alanına önemli kazanımlar sağlamışlardır. Bu

çerçevede, örneğin, “Sınıf içinde sürekli bir işlevsel bütün aramaktan ziyade sınıftaki aktörlerin

an ve an çeşitli durumlarda nasıl da çeşitli mekanizma ve stratejileri kullanarak birbirlerine

üstünlük sağlamaya ve bir konsensüs oluşturmaya çalıştıklarını bulmaya ya da göstermeye

çalışan eğitim toplumbilimcilerinin toplumbilime hediye ettikleri en önemli kavram ‘müzakere’

(: negatiation) olmuştur.”23

Eğitim süreçlerinin makro ve mikro boyutlarını kapsamlı bir biçimde ele alma gayreti içinde

olan Basil Bernstein’ın çalışmaları, yapısalcılık ile sembolik etkileşimin bir sentez denemesini

oluşturur. Bernstein’e göre, okul öğrenciye orta sınıf dil biçimleriyle ayrıntılandırılmış dilsel

kodlar sunmaktadır. Okulun orta sınıf değerlerini merkeze alan sosyalleştirici eğitimiyle ve orta

sınıf dil kodlarıyla karşılaşan özellikle alt sınıfların çocuklarının bir eğitilebilirlik sorunuyla

karşılaştıklarını, o nedenle de, okul müfredatının toplumun farklı kesimlerinin –bu örnekte, işçi

sınıfının- çocuklarının kültürünü de dikkate alarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunur.24

23 Kemal İnal, “Eğitim Sosyolojisinde Yorumcu Paradigmanın Eleştirisi”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi,

1994, c. 27, sy. 2, s. 680 [ss. 679-690]. Ayrıca bkz. E. Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar:

Yorumcu Paradigma”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1993, c. 26, sy. 1, s. 67-89.

24 Bernstein’ın 1960’lardan 1980’lere kadar olan çalışmalarının derlenmiş bir edisyonu için bkz. Basil Bernstein,

Class, Codes and Control, 4 cilt, Londra: Routledge, 2003.

Page 77: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

77

Öğretmen-öğretmen (eşit statüdekiler) ve öğretmen-öğrenci (eşit statüde olmayanlar)

ilişkilerini ‘müzakere’ kavramı özelinde inceleyen Wilfred Martin’in çalışmalarını da bu

çerçevede değerlendirebiliriz.

Sembolik etkileşimci yaklaşımı benimseyen araştırmacılar, mikro düzey sınıf dinamiklerine

odaklandıkları için, etiketleme sürecinin sınıfta işleyip işlemeyeceği konusuna ilgi

duymuşlardır. Etiketleme kuramına göre, insanlara yönelik davranışımız, muhataplarımızın

beklentilerimizi karşılamasını beraberinde getirebilir. Örneğin, ‘bela çıkaran biri’ olarak

etiketlenen çocuklar kendilerini suçlu olarak görebilirler. Benzer şekilde, hakim bir grubun

ırksal azınlıklarla ilgili stereotipleştirmesi, bu grupların beklenen rollerden kurtulmalarına

yönelik fırsatları sınırlandırabilir. Bu yönde yapılan çalışmalara ilişkin bir değerlendirme

Schaefer’de mevcuttur:

“Howard S. Becker, Chicago’da dar gelirlilerin ve refah düzeyi daha yüksek olanların

yaşadıkları bölgelerdeki devlet okulları üzerine çalışmalar yaptı. İdarecilerin yoksul

mahallelerden daha az sayıda öğrenci gelmesini beklediklerini fark etti ve öğretmenlerin

bu görüşe katılıp katılmadıklarını merak etti. On yıl sonra, psikolog Robert Rosenthal

ve okul müdürü Lenore Jacobson, Pygmalion25 in the Classroom (Sınıftaki Beklenti) adlı

çalışmalarında öğretmen-beklentisi etkisi olarak tanımladıkları olguyu anlattılar. Buna

göre, öğretmenin, bir öğrencinin performansıyla ilgili beklentileri o öğrencinin gerçekte

kaydettiği başarımlarda etkili olabiliyordu. Bu etki, özellikle erken yaşlarda (ilkokul

üçüncü sınıfa kadar) aşikardır.

İlk deneyde, San Francisco’da bir ilkokuldaki öğrencilere sözel ve mantık ön-testi

verildi. Rosenthal ve Jacobson örneklemin yüzde 20’sini rastlantısal seçtiler ve bu

grubu ‘atak yapanlar’ –öğretmenlerin üstün performans bekleyebileceği çocuklar-

olarak adlandırdılar. Daha sonra yapılan bir sözel ve mantık testinde, atak yapanlar

grubundaki öğrenciler, önceki teste kıyasla kayda değer ölçüde daha yüksek notlar

aldılar. Dahası, öğretmenlerinin değerlendirmelerine göre bu öğrenciler diğer sınıf

arkadaşlarından daha ilgili, daha meraklı ve daha uyumlulardı. Bu sonuçlar çarpıcıydı.

Anlaşılan o ki, öğretmenlerin, öğrencilerin olağanüstü olduğunu düşünmeleri,

öğrencilerin performanslarında göze çarpan bir iyileşmeye yol açmıştı. (...) Deneysel bir

çalışmada, öğretmenlerin beklentilerinin öğrencilerin spor faaliyetlerindeki başarımları

25 Psikolojide ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ olarak da bilinen ‘Pygmalion etkisi’ne göndermede

bulunulmaktadır.

Page 78: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

78

üzerinde bile etkili olduğu görüldü. Öğretmenler, çekilen mekik ve şınav sayılarıyla

ölçülen spor performanslarında, daha yüksek sayı beklentisi içinde oldukları

öğrencilerden [gerçekten de] daha yüksek performans aldılar. Bu bulguların ihtilaflı

doğasına rağmen, araştırmacılar öğretmen-beklentisi etkisini belgelemeye devam

ediyorlar. Etkileşimciler saf yeteneğin akademik başarı üzerindeki etkisinin

sanıldığından daha az olabileceğini vurguluyorlar.”26

3.3.5. Eleştirel Pedagoji Kuramı

Eleştirel pedagoji kuramı temsilcileri, toplumu eğitim yoluyla değiştirme ve dönüştürme çabası

içerisindedirler. Onlar eğitim sisteminin var olan alt yapısı ve içeriği ile ilgili her türlü öğeyi

sorgulayarak, derslik içi ve dışı iktidar ilişkileri ile bunların yeniden üretimi arasında önemli

bağlantılar kurmaya çalışırlar. P. Freire, M. C. Apple, Henry A. Giroux ve Peter McLaren gibi

kuramcılar, eğitim sürecinin ekonomi, siyaset ve toplumla olan ilişkisini anlama sürecinde teori

ve pratik ilişkisi temelinde bir eleştirel düşünüşün temellendirilmesinde önemli bir yere

sahiptirler.

Freire Brezilya'da yetişkinler için okuma yazma programlarını yürütürken, eğitim yöntemlerini

Marxist bilinç kavramıyla birleştiren bir görüş geliştirdi. Freire'ye göre, tarafsız eğitim diye bir

şey söz konusu değildir. Eğitim, ezilenlerin yabancılaşmış varlıklar olmasında temel rol

oynamaktadır. Eğitim, ya insanların içinde bulunduğu sistemin mantığıyla bütünleşmelerini

kolaylaştırarak düzene uygunluk sağlamakta kullanılan bir aygıt olarak iş görür ya da insanların

kendilerini içinde bulundukları gerçekliğe eleştirel ve yaratıcı bir zihinle baktıkları dünyaların

dönüştürülmesine nasıl katılacaklarını keşfettikleri bir özgürlük aracına dönüşür. Ona göre,

geleneksel eğitimde ‘yığmacı’ bir eğitim yöntemi vardır. ‘Bankacı eğitim modeli’ olarak da

adlandırılan bu modelde öğrencinin öğrenme süreci içinde bir özne değil, bilginin yerleştirildiği

bir nesne olduğu düşüncesi hakimdir.

Geleneksel öğretimin hedefi, bireyin kendisini anlamasını teşvik etmek değil, bireyi yabancı

hedeflere uygun olarak değiştirmektir. Burada amaç, var olan toplumsal yapıyı korumaktır. Bu

yapının içeriği ve ahlâki ilkeleri ise egemen sınıfın ideolojisini yansıtmaktadır. Burada

yoksullara zenginlerin yaşam ve eylemleri üzerinde temellenen bir model sunulmaktadır.

Öğretmen soyut içerikle öğrencinin kafasını doldurur ve anlatıma dayalı öğretim sisteminin

26 Richard Schaefer, a.g.e., s. 367.

Page 79: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

79

sonunda ezbercilik oluşur. Bu durumda bankacı eğitim modeli ortaya çıkar. Bu modelde

yatırımcı öğretmen, yatırım nesneleri olan öğrenciye yatırım yapar. Bu bir tasarruf yatırımıdır

fakat bu süreçte öğretmen öğrenciye boş bilgiler aktardığı için bu yatırımlar bir yaratıcılığa

dönüşmez. Freire'ye göre, öğretmen öğrenci çelişkisinin çözümlendiği bir özgürlükçü eğitim

sisteminde, her iki taraf da aynı anda hem öğretmen hem de öğrenci olmalıdır. Bankacı eğitim

modelinde öğretmen öğreten, her şeyi bilen ve düşünen, konuşan, disipline eden yani öğrenme

sürecinin öznesi durumundadır. Öğrenci ise ders alan, hiçbir şey bilmeyen, hakkında düşünülen,

sessiz bir şekilde dinleyen, disipline edilen, uyarlanan yani nesne olandır. Bu model mekanik,

statik, düşünmeyi ve eylemi denetleyen, insanların yaratıcı gücünü etkisizleştiren bir modeldir.

Bu nedenle bankacı eğitim modeli yerine ‘sorun tanımlayıcı eğitim’ modeli konulmalıdır.

Freire’ye göre bu model, gerçekliğin sürekli açığa çıkarılması ve gerçekliğe eleştirel bir bakış

açısı getirmek için çalışmaktadır.27

Eleştirel pedagoji kuramcılarından Michael W. Apple, okulları egemen ideolojinin üretildiği

merkezler olarak görmekte ve okulların toplumu dinamik tutmak için öğrencilere eleştirel

olmayı ve eleştirel düşünmeyi öğretmesi gerektiğini savunmaktadır. Apple’a göre okullar

kültürel sermaye birikiminde önemli rol oynamaktadırlar. Diğer yandan Apple, okulları aynı

zamanda kapitalist toplumun gereksinim duyduğu kültür metalarını ortaya koyan temel üretim

mekanizmalarından biri olarak görür. Ona göre okullar, çoğu eğitim araştırmacısının bizi

inandırmaya çalıştırdığı gibi liyakate dayalı kurumlar değildir.

Henry A. Giroux, eleştirel pedagojinin temelinde politik eğitimin yattığını ileri sürer. Politik

eğitim, öğrencilere demokratik bir yurttaşlık sorumluluğu ve gücü kazanmak için gereken

muhakeme yeteneğine sahip olmanın yollarını öğretmeyi ifade etmektedir. Eğitim-kültür

ilişkisini düşüncesinin merkezine yerleştiren Giroux, eğitimin kamulaştırılmasını eleştirel

katılımcı demokrasi düşüncesinin yerleşmesinde önemli bir unsur olarak görmektedir.

Geleneksel eğitim ideolojisini anlama çabasına güçlü eleştiriler yönelten Giroux, eğitim

sistemindeki sorunlar üzerinde durmuştur.28

Peter McLaren’e göre, eleştirel pedagoji, var olan kapitalist yapılardan ve kurumlardan kolayca

kurtulmanın ötesinde, bir özgürleşme projesinin aracı olmalıdır. Sözü edilen pedagoji,

öğrencilerin yazılı metinlerini sorgulayan pedagojiden öte, yaşamsal deneyimlere dayanan

27 Bkz. Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek, 9. Baskı, İstanbul: Ayrıntı

Yay., 2013.

28 David Harvey, Henry A. Giroux, Michael Apple, Paulo Freire, Peter McLaren, Eleştirel Pedagoji Söyleşileri,

çev. Eylem Çağdaş Babaoğlu, İstanbul: Kalkedon, 2009.

Page 80: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

80

bedensel bir pedagoji olmalıdır. McLaren, eleştirel pedagojiye, okuldaki öğretime, örgün eğitim

kuruluşlarının kurumsal yapıları, cemaat, cemiyet ve ulus devletin sosyal ve siyasal ilişkileri

arasındaki bağlantıları hakkında düşünme, tartışma ve bunları dönüştürme noktasında çok

önemli görevler yüklemektedir. Adil bir sistemin oluşturulması için de eğitime dayalı bir

kurtuluş projesinin oluşturulması gereğine inanır.

Sonuç olarak, eleştirel pedagoji kuramcıları toplumda var olan eğitim sistemlerini sadece

eleştirmekle yetinmemekte ve aynı zamanda eleştirdikleri şeylerin düzeltilmesi için de öneriler

sunmaktadırlar.29

3.3.6. Ivan Illich ve Okulsuz Toplum

Ivan Illich, öğrencilerin, özellikle de yoksul öğrencilerin, sezgisel olarak okulun kendilerine ne

kazandırdığını bildiklerini belirtir. İçinde bulundukları yaşam ile dış dünyadaki yaşam

arasındaki farklılıkları öğrenip bunları birbirine karıştırmalarında okulun rolünün öne çıktığını

vurgular. Her çocuk eğitimde fırsat eşitliğinden yararlanma hakkına sahiptir, ancak bu hakka

sahip olmakla birlikte, yoksul bir çocuğun zengin bir çocuğun seviyesini yakalaması düşük bir

ihtimaldir. Zengin ya da orta sınıftan bir aileye mensup olan çocuk avantajlı konumdadır. Sahip

olduğu avantajlar, evdeki sohbet ve kitaplardan, tatil gezilerinden okul dışında ilgi alanlarını

geliştirebileceği çeşitli ortamlara kadar uzanabilmektedir. Bu yüzden yoksul ailelerin çocukları

tek kurtuluşu okulda gördükleri sürece genellikle diğerlerinin gerisinde kalacaklardır. Yoksul

olanların diploma almaları için yapılan yardımlardan çok, öğrenme becerilerini

geliştirebilecekleri türden yardımlara ihtiyaçları olduğunu düşünen Illich’e göre, eğitimden

bireylerin eşit bir şekilde yararlanmaları düşüncesinin ekonomik bakımdan imkansız olduğu

itiraf edilmelidir. Zorunlu eğitim toplum içinde tabakalaşmayı kalıcı hale getirdiği gibi,

uluslararası düzeyde de toplumları sınıflandırmaktadır. Okullaşma oranları ülkelerin gayri safi

milli hâsılalarını belirlemekte, bu da hangi ülkenin zengin hangisinin yoksul olduğunu

vurgulamaktadır. Böylece yoksulluk toplumsal düzeyde içselleştirilmektedir. Bunun sebebi de

29 Peter McLaren, Eleştirel Pedagojiye Giriş, çev. Mustafa Yunus Eryaman ve Hasan arslan, Ankara: 2011; Peter

McLaren, Kızıl Tebeşir, çev. Özge Yılmaz, İstanbul: Kalkedon, 2006; Nathalia Jaramillo ve Peter McLaren,

Pedagoji ve Praksis, çev. Kadir Asan ve Kemal İnal, İstanbul: Kalkedon, 2009. Türkiye’deki eleştirel pedagoji

yaklaşımını takip edebilmek için Kemal İnal’ın yayın yönetmenliğinde kurulan, şimdilerde Ünal Özmen

yönetiminde yayın hayatını sürdüren Eleştirel Pedagoji dergisine bakılabilir www.elestirelpedagoji.com

[erişim tarihi: 11 Eylül 2017]. Özellikle bkz. Kemal İnal, “Eleştirel Pedagoji: Ezilenler İçin Eğitim”, Eleştirel

Pedagoji, Ocak-Şubat 2009, sy. 1, s. 2-10. Kemal İnal, bu yazıda, eleştirel pedagoji yaklaşımının ilgilerini ve

tarihsel hikayesini ayrıntılı olarak değerlendirmektedir.

Page 81: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

81

okullaşmaya duyulan sonsuz inançtır. Illich, okulların ortaya çıkardıkları durumun sosyal bir

sorun olarak ortaya konması gerektiğini düşünür. Ona göre, okulların artışı silah artışlarının

yıkıcı sonuçları kadar yıkıcıdır. Illich, bu çerçevede, okulun getirilerinin genelde olumsuz

olduğunu düşündüğü için, okullaşmamış toplumu savunmaktadır. Ona göre, hayatımız boyunca

edindiğimiz bilgi ve becerilerin çoğunu biz okulda değil, okul dışında edindiğimiz

deneyimlerimizden elde ederiz. Eğitim önemlidir ancak eğitimin okullarda verilmesi doğru

değildir. Gerçek bir eğitimin hayata geçirebilmesi için en büyük engel hayallerimizin tamamen

okullaştırılmış olmasıdır. Çocukların sadece okulda bir şeyler öğrenebileceklerini ileri süren ve

insanlara kabul ettiren kurumsal düşünceler, Illich’e göre, aslında çocuklara öğretmen

otoritesine ve ileride de devlet otoritesi karşısında boyun eğmeyi öğretmektedir.

Illich, okulda öğrenilen birçok şeyin, derslerin biçimsel içeriğiyle hiçbir ilişkisinin olmadığını

savunmaktadır. Okullar içerdiği disiplin ve düzenlemenin yapısı gereği, Illich’e göre, ‘edilgen

tüketim’i aşılama eğilimindedir. Bu hususlar, derslerde açıktan öğretilmezler ve okul

uygulamaları ile örgütlenmesinde üstü kapalı olarak yer almaktadırlar. Gizli müfredat,

çocuklara yaşamdaki rollerinin ‘yerlerini bilip orada oturmak’ olduğunu öğretmektedir. Gizli

müfredat, simge ve törenler, iktidarın okul içinde pratikler aracılığıyla cisimleşmesi, bir güç

kazanmasıdır. Öğrencinin parmak kaldırarak söz istemesi, öğretmeninin önünde hiç

düşünmeden önünü iliklemesi, giyimde standart ve normlara uymak zorunda kalması gibi

davranışlar gizli müfredatın etkili işlediğinin göstergeleridir. Illich öğrencilerin standart bir

müfredata boyun eğmek zorunda olmadıklarını savunur ve çalışmak istedikleri şeyler hakkında

kişisel seçim yapabilmeleri gereği üzerinde durur. Bu bağlamda da okulların yerine geçecek

birkaç öneride bulunur: Kütüphaneler, kiralama kuruluşları laboratuvarlar ve bilgi saklama

bankalarında muhafaza edilebilecek ve isteyen öğrencinin hizmetine sunulabilecek öğrenim

için gerekli maddi kaynakların temini; istendiğinde faydalanabilecek -farklı becerilere ve

isteklere sahip- öğreten ve öğrenmek isteyen konumundaki kişileri buluşturabilecek ‘iletişim

ağları’nın oluşturulması vb.30

Eğitim sosyolojisi alanında söz edilmesi gereken çağdaş kuramlar elbette yalnızca burada

üzerinde kısaca durduklarımızdan ibaret değildir. Eğitim sosyolojisinin belli bir boyutunu

ilgilendiren bu çağdaş eğitim sosyolojisi kuramlarının ayrıntısına, metnin sınırlarını

zorlamamak adına, burada daha fazla girilmemiştir. Ancak gerek burada bahsedilen

yaklaşımlara ve gerekse de burada bahsetmediğimiz diğer yaklaşımlara ilişkin şu kısa

30 Ivan Illich, Okulsuz Toplum, çev. Mehmet Özay, İstanbul: Şule Yay., 2005.

Page 82: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

82

değerlendirmeyi yapmakta da fayda var: İşlevselci kuram Durkheim’in görüşleri üzerinden

ilerler. Yapısal-fonksiyonalist (yapısal-işlevselci) kuram Talcott Parsons ve Robert K.

Merton’ın düşünceleri etrafında şekillenir. Eğitime işlevselci yaklaşım, belli boyutlarıyla,

neredeyse evrensel nitelikli bir yaklaşım olarak iş görmeye devam ediyor. Geleneksel eğitim

(bu kavramın açılımı, aynı zamanda liberal/kapitalist sistemlerin takip ettikleri eğitim politika

ve uygulamalarına karşılık gelmektedir) anlayışlarını eleştiren çatışmacı kuram, daha önce

bahsedildiği üzere, entelektüel kökenleri itibariyle farklı damarlara ayrılan bir yaklaşımdır.31

Bu yaklaşımlardan birisi Marx, diğeri daha ziyade Weber ve Simmel’in düşüncelerinden

hareket eder. Bu çerçevede çatışma kuramı çerçevesinde eğitim konusuna eğilen isimler

arasında Pierre Bourdieu’yu da sayabiliriz (Bourdieu’nun eğitimle ilgili çalışmalarından

ilerleyen sayfalarda ayrıca bahsedeceğiz). Eğitim konusuna daha mikro düzeyde yaklaşan -

yukarıda değindiğimiz etkileşimci yaklaşımı da dahil etmenin mümkün olduğu- yorumcu

kuram32 ve bu çerçevede etnometodologlardan, fenomenolojik sosyologlardan, Basil Bernstein,

Michael Young ve David Hargreaves gibi düşünürlerden de bahsedilebilir. Eğitim ve özellikle

de okullar üzerine radikal eleştiriler getiren düşünürler de söz konusudur. Radikal okul

eleştirileri bağlamında değerlendirilen bu isimlerden biri olan Ivan Illich’ten yukarıdan kısaca

bahsedilmişti. Bu başlığı da yine başka isimlerle zenginleştirmek mümkündür. Bu çerçevede,

örneğin özgür okul hareketine ilişkin değerli çalışmaları olan A. S. Neill de radikal okul

eleştirileri bağlamında hatırlanması gereken bir diğer isimdir; hakeza Joel Spring de bu

bağlamda ismi zikredilmesi gerekli bir başka isimdir.33

3.4. Toplumsal Farklılık ve Eğitimde Başarı

Cinsiyet, etnik ya da ekonomik toplumsal farklılıkların ve eşitsizliklerin bireylerin eğitime

erişim imkanları ve eğitimde başarı durumları üzerinde nasıl bir etkide bulunduğu sosyolojinin

ve daha özelde de eğitim sosyolojisinin araştırma konuları arasında yer alır. Bu konuyla ilgili

31 Daha geniş bilgi için bkz. E. Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar: İşlevselci Paradigma ve

Çatışmacı Paradigma”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1990, c. XXIII, sy. 2, s. 557-571; Kemal İnal,

“Eğitim ve İktidar: Okul ve Ders Kitaplarında Egemen İdeolojilerin Yeniden Üretimi”, Kemal İnal, Eğitim ve

İdeoloji, İstanbul: Kalkedon Yay., 2008, s. 105-127.

32 Daha geniş bilgi için bkz. Kemal İnal, “Sosyolojik Açıdan Yorumcu Paradigma ve Eğitime Uygulanması”, AÜ

Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1994, c. XXVII, sy. 1, s. 219-242; Kemal İnal, “Eğitim Sosyolojisinde

Yorumcu Paradigmanın Eleştirisi”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1994, c. XXVII, sy. 2, s. 670-690.

33 Bkz. A. S. Neill, Bir Eğitim Mucizesi (Summerhill), çev. Güler Dikmen, İstanbul: Hürriyet Yay., 1978; Joel

Spring, Özgür Eğitim, çev. Ayşen Ekmekçi, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1991.

Page 83: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

83

araştırmalar ve açıklamalar iki başlık altında toplanabilir: (i) Okul içi açıklamalar; eğitim

rejiminin temel özelliklerinin, müfredat, okul örgütü, öğretmen beklentileri ve derslik

dinamikleri gibi okul içi unsurların etkilerini inceler. Bu tür açıklamalar okulların başarının

toplumsal dağılımını etkileme gücüne işaret eder. (ii) İkinci grubu oluşturan açıklamalar daha

ziyade okul dışıyla, başka bir deyişle, dışarıdaki sosyal grupları ve farklılıkları okula taşıyan,

yani okulların değiştirmeye görece güçlerinin yetmediği toplumsal farklılıklarla ilgilidir. Okul

dışı açıklamalar da iki ana kısma ayrılır: (a) İnsanların özünde olan niteliklerin farklı olduğuna

vurgu yapan ‘doğalcı’ açıklamalar ve (b) öğrencinin evi, toplumsal çevresi, toplumsal sınıfı vb.

gibi hususlar üzerine yoğunlaşan ‘kültürel’ açıklamalar.34

Doğalcı açıklamalara bir örnek olarak R. Herrnstein ve C. Murray’ın, Amerikan toplumundaki

sınıf yapısının toplumsal sınıflar arasındaki IQ (zeka katsayısı) farklılıklarını yansıttığını iddia

ettikleri çalışmaları The Bell Curve: Intelligence and Class Structure in American Life [Çan

Eğrisi: Amerikan Yaşamında Zeka ve Sınıf Yapısı verilebilir. 35 Yazarlara göre, bu durum

özellikle alt sınıflar için bir sorun teşkil etmektedir. Alt sınıf insanlarının düşük IQ seviyelerini,

şiddet, suç, parçalanmış aile, uygun olmayan ebeveynler, uyuşturucu kullanımı ve işlev

bozukluğu ve anti-sosyal davranışların diğer biçimleriyle ifade ettiklerini öne sürdüler. Etnisite,

insanların renkleri gibi konularda hassas olan Amerikan toplumunda tepkiyle karşılanan bu

iddialar siyah Amerikalılara yönelik küçük düşürücü bir saldırı olarak yorumlandı. Benzer bir

iddia, bu çalışmadan yaklaşık 30 yıl önce, Arthur Jensen tarafından da, beyaz Amerikalıların

siyah Amerikalıların üzerinde ortalama bir IQ puanına sahip oldukları, bu durumun büyük

ölçüde genetik farklılıklara bağlı olduğu şeklinde dile getirilmişti.36 Bu yaklaşım, öncelikle,

‘zekayı nasıl tanımlarsak tanımlayalım hiç bir ölçüm tekniğinin doğal yeteneği kültürel

etkilerden ayrıştırmakta başarılı olamayacağı’ argümanıyla eleştirilmiştir. Ayrıca yapılan

araştırmalar, siyahların ve beyazların aynı IQ puanına sahip olsalar bile, işçi sınıfı çocuklarının

orta sınıf çocuklarına kıyasla daha dezavantajlı olduklarını göstermektedir. Son olarak, pek çok

kültürel faktörün farklı sosyal grupların IQ testi performanslarını etkilediği anlaşılmaktadır.

34 Tony Bilton ve diğerleri, Sosyoloji, çev. Kemal İnal ve diğerleri, 2. Baskı, İstanbul: Siyasal Kitabevi, 2009, s.

278-283.

35 Richard J. Herrnstein ve Charles Murray, The Bell Curve: Intelligence and Class Structure in American Life,

New York: The Free Press, 1994.

36 Arthur Jensen, “How much can we boost IQ and scholastic achievement?”, Harvard Educational Review,

1969, c. 39, s. 2-51.

Page 84: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

84

Zamana dayalı deneyimin eksikliği, test edilenin kendine güvensizliği ve başarısızlık korkusu

bir grubun IQ puanını düşürebilen pek çok değişkenden sadece birkaçıdır.37

Pierre Bourdieu’nun eğitim alanına ilişkin çalışmaları, kültürelci yaklaşımlara bir örnektir.

Bourdieu, yüksek ve elitist kültürel alanın, ekonomik alan ve ilişkilerinin değişimi olarak

anlaşılması gerektiğini iddia eder. Zira ekonomik alışverişler ve ilişkiler, çıkar, kazanç ve

kişisel faydaya dayalıdır; kültür bunlarla ilgili değildir, amaç doğrudan kendisidir ve esasen

estetik değerlerle ölçülmektedir. Bourdieu; kültürel alanın ekonomik alandan daha üst düzeyde

bir yere konmasının aslında bir yanılsama olduğunu savunmakta ve yüksek kültüre göre

ayarlanan statüyü her şeyiyle gerçekte yönetici sınıf tarafından oluşturulan beğenilerle ilgili

görmektedir. Sanat ürünleri, kendileri kutsal bir hava üretmekten ziyade, bireyler onları

anlamak için gizli şifreler edindiklerinde ve onlara ilişkin uygun bir tarzda konuşabildiklerinde

değer kazanmış olurlar. Bir sanat galerisini ziyaret ettiğinizde, bir resme nasıl bakmanız

gerektiğini bilmek zorundasınızdır. Bourdieu’nun yaptığı araştırmaya göre, alt sınıftan insanlar

resimlerin gerçek hayata ne kadar benzedikleri ile ilgilidirler veya duygusal bir şekilde neyin

resmedildiği üzerine tartışmaktadırlar. Üst sınıftan insanlar ise, tersine, resimleri ekoller,

başlangıcından bu yana farklı akımlar ve bunların önemi gibi birbirleriyle ilişkileri

anlamında/ikonolojik bağlamda tartışma eğilimindedir. Benzer bir modaya göre, ‘sinemaya

giden’ insanlar, en sevdikleri film listesini filmlerde rol alan yıldızlara göre yaparlarken, ‘film

izleyen’ diğerleri yönetmen ve türlere göre konuşmaktadırlar.

Bourdieu’ya göre, ‘beğeni’, bir sınıf habitusunun edinimi yoluyla ilk önce evde kazanılır.

Habitus, hem alışkanlık hem de doğal ortamın özelliklerine sahiptir. Alışkanlık, bir davranışın

bir şeklinin basitçe tekrarı demektir. Oysa habitus, bize şeyleri sınıflandırma ve birbirinden

ayrılan biçimlerde davranma imkanı sağlayan üretici kapasitedir. Bu daha çok, bir dilin

sözcükleri yerine dilbilgisi kurallarını öğrenmek gibi bir şeydir. Farklı grupların habitusu, kendi

yaşam tarzlarının farklı yönlerinde ortaya konur: İnsanların okudukları gazete ve kitaplar, ne

içtikleri ve nereye tatile gittikleri vb. Bunların hepsinin toplumsal olarak üretilip dağıtılmasına

karşın insanların toplumsal alanda ellerinde bulundurdukları durumlarına işaretle doğal olma

ve doğal karşılanma eğilimi gösterir. Habitus, Bourdieu’nun ifadesiyle, ikinci bir doğa gibidir.

37 Öğrencilerin eğitim başarıları ile zekaları, toplumsal çevreleri ve toplumsal sınıfları arasında bir ilişkinin olup

olmadığı pek çok tartışmaya konu olmuş ve bu çerçevede ‘eğitsel başarı modellemeleri’ geliştirilmiştir. Bkz.

Mine Tan, “Eğitsel Fırsat Eşitliği: Sosyolojik Bir Kavram Olarak Gelişimi”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi

Dergisi, 1987, c. 20, sy. 1, s. 245-259.

Page 85: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

85

Bir kültür (veya Habitus), özünde diğerlerinden daha üstün değildir; ancak hakim sınıfların

yararlandığı güç, kendi kültürlerini ve çerçevelerini tek meşru kültürmüş gibi okullarda kabul

ettirmelerinden kaynaklanır. Bu ‘simgesel şiddet’e karşı hakim grup, hangi konuların ele

alınmaya değer olduğuna karar vermeyi başarır; bunun anlamı, hakim grubun akıllı faaliyet

olarak neyin önemli olduğuna karar vermesidir. Bourdieu’ya göre okullar, bütün çocuklara eşit

olarak davrandığında bile, müfredatın seçici özelliği ile okul, öğrencilerin başarılarını

toplumsal arka planlarına vurgu yaparak, başarısız olanları ise tümüyle doğal görünen

toplumsal olarak üretilmiş ilkelerin seçimine başvurarak meşrulaştırır. Öğrenciler, eğitim

basamaklarını çıktıkça hakim gruptan olanlar aşama aşama seçilir ve eğitimin az ya da çok daha

seçkin biçimlerine yönlendirilirler. Hakim grubun çocuklarının habitusu, akademik ve sonuç

olarak meslekî başarıya dönüştürülen kültürel sermaye ile desteklenir. Eğitim sistemi, ‘tarafsız’

olarak hareket eder; ancak yalnızca bütün öğrencileri hakim kültürün üstünlüklerine göre

değerlendiren bağlamda okul kültürünün düzenlediği kültürel sermayeyi miras almış olanlar,

başka bir deyişle, ‘oyunun kuralını bilenler’ doğal olarak daha yetenekli ve becerili

görüleceklerdir. Sonuçta okullar işçi sınıfı kültürünü işçi sınıfının başarısızlığına ve

yetersizliğine dönüştürür. Böylece eğitim, sınıflar ve diğer toplumsal kategoriler arasındaki

eşitsizlik ilişkilerini yeniden üretir. Süreç içinde hakim grupların üstünlüğünü onaylar ve kendi

değerlilik anlayışını, ‘aslında neyin önemli olduğu’ düşüncesine olan mesafesini başkalarına

onaylatır. Kültürel sermaye kavramıyla Bourdieu’nun savunduğu şey, kültürün sonuçta

ekonomik bir işlev yürüttüğü ve ekonomik sermayenin belli gruplar için toplumsal avantajlar

‘sağlaması’na benzer şekilde işlediğidir. Böylece ekonomik avantaj, aile habitusunun kuşaklar

arası aktarılabilmesi gibi toplumsal bir avantaja çevrilebilir. Çünkü habitus, bizde vücut bulur;

yani bilincimize ve fizyolojimize, nasıl düşündüğümüze, nasıl konuştuğumuza ve nasıl hareket

ettiğimize damgasını vurmuştur bir kere. Bir kez bu özellikleri kazandığımızda ise, ekonomik

sermayenin aksine, bizden bir daha çekilip alınamaz.

Okuma Önerileri

Dipnotlarda verilen eserlere ek olarak eğitim sosyolojisi ile ilgili olarak şu iki çalışmaya

bakılabilir: Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisi, 12. Baskı, Ankara, 1999; Mustafa Ergün,

Eğitim Sosyolojisine Giriş, Ankara: Ocak Yayınları, 1994.

Uygulamalar

Page 86: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

86

Bulunduğunuz bölgedeki devlet okullarının durumu nedir? Üniversite

imtihanlarındaki başarı oranları, okuldaki hiyerarşik yapılar, okullardaki

şiddet ve çeteleşme vb. açılardan kapsamlı bir biçimde değerlendiriniz.

Öğretmen-öğrenci ilişkilerinin zorluğunu, öğrencilerle daha geniş bir

bürokrasiyi temsil eden idareci arasındaki çatışmalar üzerinden anlatan

Freedom Writers (Özgürlük Yazarları, yön. Richard LaGravanese, 2007) ile

okulların toplumsal değişim ve/veya toplumsal bütünleşme konularındaki

işlevini irdeleyen Happy-Go-Lucky (Daima Mutlu, yön. Mike Leigh, 2008)

isimli filmleri izleyin ve aşağıdaki soruları cevaplayın. (Eğitim ve okul

ortamlarını anlatan başka filmleri de izleyebilir ve benzer sorular bağlamında

onları da değerlendirebilirsiniz.)

Uygulama Soruları

Freedom Writers filminde, okuldaki yetki hiyerarşisi nasıl sunulmaktadır?

Bu hiyerarşi, toplumsal ilişkileri nasıl etkilemektedir?

Filmin kahramanı, eğitim bürokrasisindeki gayrişahsiliğin üstesinden gelmek

için ne tür stratejiler geliştirmektedir?

Happy-Go-Lucky filminin kahramanı Poppy’nin (hem bir okulda öğretmen,

hem de direksiyon dersleri alan bir öğrenci) eğitime yaklaşımı, yukarıda

işlenen sosyolojik yaklaşımlarından hangisine yakındır ya da hangisini temsil

etmektedir sizce?

Poppy’nin eğitim konusundaki yaklaşımlarıyla toplumsal denetim, toplumsal

değişim ve toplumsal bütünleşme arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?

Page 87: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

87

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Tarihsel olarak kitlesel eğitimin zorunlu hale getirilmesi çok da eski değildir. Türkiye’de bütün

çocukların zorunlu eğitime tabi kılınmalarının tarihi 19. yüzyılın ilk çeyreğine denk gelir. Aynı

durum dünyanın diğer coğrafyalarında da benzerdir. Bu yönüyle zorunlu eğitim ve evrensel

okul eğitimi, ‘devlet için eğitim modernitenin anıtıdır’ sözünü sarf ettirir. Bu süreç ulusal

kültürlerin yaratılmasıyla canlanmış ve sonuçta ulusal kültürleri daha da güçlendirmiştir.

Eğitim sistemi seküler bilgi, bireyci ve maddi bir kültürün üretilmesine, geçerli kılınmasına ve

yayılmasına yardım etmiştir. Ayrıca kitlesel eğitim, eşitsiz yaşam kalıplarının yeniden

üretilmesine katkıda bulunarak toplumsal sınıfların yapılaştırılmasında ve ayrımcı milliyetçi ve

toplumsal cinsiyet bölünmelerinin pekiştirilmesinde önemli bir rol oynadı. Eğitim ve okullaşma

alanında yaşanan bu süreçler ve faaliyetler elbette belli eleştirileri ve itirazları da getirdi ve

getirmeye de devam ediyor. Eğitim ve okul konusundaki farklı yaklaşımlar da bu çeşitliliği

yansıtmaktadır.

Küreselleşmenin eğitim üzerindeki etkisi çelişkili bir durum göstermektedir. Bir yandan

ekonomi için daha kalifiye elemana ihtiyaç duyulmakta, fakat küresel finans piyasalarının yerel

hükümetler üzerinde uyguladığı baskılar neticesinde, hükümetler kamu harcamalarını aşağılara

çekme uğraşı vermektedirler. Netice itibariyle, birey ve aile, bütün düzeylerde rekabetçi bir hal

olan eğitim piyasasının yarattığı öğrenci harcamaları ve diğer maliyetlerin devreye girmesiyle

birlikte, gittikçe daha fazla bir mali yükü üstlenmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum, bir hak

olarak eğitimin statüsünü sorunlu hale getirmekte ve özerklik ve tarafsızlık iddialarını tehdit

etmektedir. Aynı zamanda yaratılan diploma enflasyonu, bireylerin eğitimlerini

genişletmelerini gerekli kılmakta, fakat ekstra bir gelir garantisi de getirmemektedir.

Ek olarak, çok-kültürlülük, çok-kültürcülük ve toplumsal çoğulculuğa doğru gidiş, çocuklara

öğretilecek şeylerin bilinmesini, kararlaştırılmasını zorlaştırmaktadır. Çocuk ve öğrencileri

dünya için donanımlı hale getirmek gittikçe güçleşmektedir. Bu problemler, yalnızca okul

eğitiminin ilettiği değerler ve kültürler düzeyinde değil, bilginin kendi düzeyinde de kendisini

hissettirmektedir.

Türkiye’nin eğitim sistemi, orta ve yüksek eğitim düzeyinde her geçen açılan yeni bir tartışma

gündeminin de gösterdiği gibi, ciddi problemlerle karşı karşıyadır. Gerek küresel gelişmeler ve

gerekse de yerel düzeyde yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel dönüşümler diğer

toplumsal kurumları olduğu gibi eğitim kurumunu da, kurumsal ve pratik düzeylerde

etkilemeye devam ediyor. Okulların organizasyonunun, öğretmen yetiştirme düzenimizin, ders

Page 88: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

88

kitaplarının ve müfredatlarının; değişen ve gelişen ekonomik hayatın yarattığı ihtiyaçlar,

internet vb. gibi yeni medya araçlarının yaygınlaşması ve kullanım alanının genişlemesi, çok-

kültürlülük, çok kimliklilik, toplumsal cinsiyet vb. gibi yeni tartışma gündemlerinin açılması

ve daha pek çok faktörü dikkate alan bir perspektifle yeniden değerlendirilmeyi gerekli kılıyor.

Bölüm Soruları

1) Bilgiye internetten erişebilme imkanınızın olması, matbu metinleri okumanızı etkiledi

mi?

2) Aynı şekilde, internetin yaygınlığı ve sunduğu imkanlar okul kurumuna yaklaşımızda

herhangi bir değişiklik yaptı mı?

3) Yapmakta olduğunuz işin ya da başvurmayı düşündüğünüz işin aniden daha yüksek bir

eğitim düzeyi koşuluna bağlı hale gelmesine göstereceğiniz tepki ne olurdu? Başvuru

koşulları aniden düşseydi nasıl bir tepki verirdiniz?

4) Okul yetkilileri, öğrencilere ne tür etiketler yapıştırırlar? Bu etiketlemenin sonuçları

nelerdir?

5) Okulunuzu bürokratik buluyor musunuz? Okulunuzu daha az bürokratik bir hale nasıl

getirirdiniz? Daha az bürokratik olduğunda okulunuz nasıl bir yer olurdu?

6) Aldığınız eğitimin sizi iş yaşamına hazırladığını düşünüyor musunuz? Aldığınız eğitim,

gerekenden daha mı fazlaydı ya da yetersiz miydi? Tartışınız.

7) Üniversite imtihanına hazırlık sürecinizi hatırlayın. Zor mu yoksa kolay mıydı? Aile

geçmişiniz, sahip olduğunuz imkanlar bu konuda size destek mi yoksa engel mi oldu?

Arkadaşlarınızla ve çevrenizde bulunan benzer süreçlerden geçmiş insanların

tecrübeleriyle mukayese ederek tartışınız.

8) Okullardaki cinsiyetçi ya da milliyetçi uygulamalara yönelik eleştiriler, sizce yerinde

tespitler midir yoksa aşırıya kaçan politik doğrulama örnekleri midir? Tartışınız.

9) “Eğitim, Türkiye’de en önemli toplumsal hareketlilik aracıdır.” cümlesini tartışınız.

10) “Eğitim sisteminin ‘talim/öğretim’ boyutunun özel dershanelere, ‘terbiye/eğitim’

kısmının ise televizyonlara ve gazetelere ihale edildiği bir ortamda eğitim kurumunun

geleceği pek de umut vadetmiyor.” yargısını tartışınız.

Page 89: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

89

4. TOPLUM VE DİN

Page 90: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

90

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

4.1.Toplumsal bir kurum olarak dinin kökeni ve işlevi nedir?

4.2.Sosyoloji dine nasıl yaklaşır?

4.3.Farklı sosyologların dine yaklaşımları ve dini açıklama biçimleri

4.4.Çağdaş dünyada dine ilişkin farklı yaklaşımlar

Page 91: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

91

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Auguste Comte’un Üç Hal Kanunu’na göre günümüz modern toplumlarında

‘din’in konumu ve anlamı nedir?

Modern toplumların gelişimi ile birlikte dinin etkisini kaybedeceği ve

sekülerleşmenin artacağına ilişkin yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çağdaş dünyada din, etkisini yitiriyor mu yoksa artırıyor mu? Neden ve nasıl?

Page 92: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

92

Anahtar Kavramlar

Kutsal

Din

İnanç

Sekülerleşme Kuramı

Page 93: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

93

Giriş

Dinî inançlar ve adetler, kültürden kültüre değişse de, bilinen tüm toplumlarda din vardır. Hans

Freyer’in deyimiyle, “İnsanlığın ne kadar kadim tarihine, ne kadar önceki devirlere inersek

inelim, daima din vakıası ile karşılaşırız.” Tüm dinler, müminlerinin yerine getirdiği ayinlerle

bağlantılı, yüceltme duygularını da kapsayan bir simgeler bütünü oluşturmaktadırlar.

Din, sosyolojinin, başlangıcından itibaren ilgilendiği temel konulardan biridir. Sosyolojinin ilk

dönemlerinde din anlam olarak tartışma konusu edilirken, günümüzde din sosyolojisi alanında

–büyük ölçüde, günümüzde sosyolojiden beklenen görevlerin ve çalışma alanının oldukça

sınırlanmış olması nedeniyle- mikrososyolojik çalışmaların etkinliği artmaktadır.

Sosyolojide dinin özü, dinin kaynağı ve bizzat kendisi araştırma konusu edilmez. O nedenle de

sosyolojide dinin, daha da geniş anlamıyla, kutsalın ve kutsal olmayanın tatmin edici bir tanımı

zor bulunur. Sosyolojinin dinle ilgilenmesinin nedeni ve kapsamı, onun da toplumsal bir olay

olmasıdır. Günter Kehrer’in ifadesiyle, “Din sosyolojisinin objesi insanların dine dayalı sosyal

davranışıdır. (...) Din, daha çok, bir grup insanın karşılıklı ilişkilerinin temeli olmalıdır. (...) din

sosyolojisi dinî, amaçlı spesifik cemaatleşmelerle ve insanların din tarafından belirlenmiş

sosyal davranışlarıyla ilgilenir.”1 Çoğu zaman da sosyolojinin açıklamaya çalıştığı husus, din

üzerinden belli toplumsal olaylardır.

Bu bölümde toplumsal bir kurum olarak dinin sosyolojide ele alınma biçimlerine, dinin

toplumda meydana getirdiği işlevlere, belli başlı dinlere ve modern hayatta din ve sekülerleşme

konuları etrafında gerçekleşen yeni gelişmelere ve tartışmalara değinilecektir.

4.1. Din: Tanımlama Çabaları

Yukarıda da ifade edildiği üzere, din bütün toplumlarda görülen bir olaydır. Günümüzde dünya

nüfusunun yaklaşık % 85’i herhangi bir dine bağlıdır; geriye kalanların içerisinde de

‘bağlantısız dindar’ bir kesimin olduğunu hatırlamakta fayda var.

İşe din sözcüğünün sözlük anlamlarıyla başlamak daha faydalı olacağa benziyor. Din

sözcüğünün, bir toplumsal kurum olarak dinin birçok veçhesini de kapsayan sözlük

anlamlarının derli toplu bir ifadesi Mevdudî’de bulunur:

1 Günter Kehrer, “Din Sosyolojisi”, çev. M. Emin Köktaş, Yasin Aktay ve M. Emin Köktaş (eds.), Din

Sosyolojisi, 3. Baskı, Ankara: Vadi Yay., 2007, s. 21-22. [ss. 21-118].

Page 94: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

94

“Din kelimesi Arapçada çeşitli mânâlarda kullanılır:

(1) Üstün gelmek, zorla isteğini yaptırmak, hüküm, emir, itaate zorlamak, kendinden

üstün bir kuvvetin herhangi bir şeyi (sovereignty) kullanması, onu köle ve itaatkâr

kılmasıdır. (...)

(2) İtaat, kulluk, hizmet, bir kimsenin emri altına girmek, birinin işini müşavere etmek,

birinin üstünlüğü ve galibiyeti karşısında alçak gönüllülüğü ve zilleti kabullenmek.(...)

(3) Şeriat, kanun, yol, mezhep, millet, âdet, taklit. (...)

(4) Ceza, mükâfat, muhakeme, hesap.”2

Batı dillerinde din karşılığı olarak kullanılan religion sözcüğünün etimolojik kökenine ilişkin

farklı rivayetler mevcut. Bir yaklaşıma göre sözcük, ‘kutsal olana duyulan saygı’, ‘tanrılara

duyulan derin saygı’ anlamlarına gelen Latince religionem’den, bir diğer yaklaşıma göre de,

‘insanlar ile tanrılar arasındaki bağ, kişiyi bir şeyi yapmaya zorlayan ahlakî ya da yasal bağ’

anlamındaki religiõ’dan türemiştir. Filolog Max Müller, religion sözcüğünün Latince’deki

‘Tanrı’ya ya da tanrılara saygı duymak’, ‘ilahî şeyler üzerine dikkatlice düşünmek’, ‘takva’

anlamlarına gelen religio’dan türediğini belirtmektedir. Peter Berger de, sözcüğün etimonolojik

kökenine ilişkin olarak, “Latince bilginleri bizim kullandığımız ‘religion’ın ‘dikkatle bakmak’

ya da ‘dikkatli olmak’ anlamına gelen relegere fiilinden türediğini söylerler.” şeklinde bir

katkıda bulunur.3

2 Ebu’l Alâ el-Mevdudî, Kur’an’a Göre Dört Terim, çev. Osman Cilacı ve İsmail Kaya, İstanbul: Düşünce Yay.,

1981, s. 109-112. Mevdudî, eserinin devam eden sayfalarında ‘din binası’nın dört temele oturduğunu belirtir

ve ‘din’i belli bir anlayış üzerine kurulmuş olan bir toplumsal sistem olarak yorumlar tarzda bu dört unsuru

birbiriyle bağlantılı şekilde sıralar: “(1) Hâkimiyet, en üstün otorite. (2) Bu yüksek otorite ve hâkimiyete itaatle

boyun eğme. (3) Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen amelî ve fikrî nizam. (4) Bu nizama uymak,

ihlasla bağlanmak veya karşı gelmek suretiyle isyan etmekten dolayı yüksek otoritece verilen mükâfat veya

ceza.” Bkz. Mevdudî, a.g.e., s. 113-114. Mevdudî’nin sözcüğün farklı anlamlarını birbiriyle uyumlu ve

birbirini tamamlar biçimde biraraya getirme ve tanımlama çabasında, din kurumuna ilişkin çalışmalarda dile

getirilen dinin toplumsal işlevlerinin önemli bir kısmına da zımnen değinilmektedir. Mevdudî’nin eserinin,

kitabın kaleme alındığı dönemin –özellikle de İslamcılık bağlamında- ulusal ve uluslararası siyasal tartışma

gündeminin izlerini taşıdığı ve hatta bu tartışmalar üzerinde güçlü bir etkide bulunduğu da hatırlanmalıdır.

3 Peter L. Berger, “Dini Kurumlar”, Adil Çiftçi (der. ve çev.), Toplumbilimi Yazıları, İzmir: Anadolu Yay., 1999,

s. 77 [s. 71-136].

Bu konuda Bryan S. Turner, şu ufuk açıcı açıklamada bulunmaktadır: “Derrida ‘Faith and Knowledge’ta

[‘İnanç ve Bilgi’] Emile Benveniste’in Indo-European Language and Society [Hint-Avrupa Dili ve Toplum]

çalışmasını izleyerek ‘din’ (religio) kelimesinin iki ayırt edici kökü olduğunu kaydetmiştir. İlk olarak, relegere

toplamak veya hasat etmek anlamına gelir. İkinci olarak, religare bağlamak ya da kaynaştırmak anlamına gelir.

İlk anlam bir araya toplanmış bir sosyal grubun dinî temellerine işaret ederken, ikinci anlam insanları kontrol

etmek ve düzenlenmiş ve disiplinli bir hayat yaratmak için gerekli denetimleri gösterir. İlk anlam insanın

üyeliğinin oluşmasında kültün rolüne işaret ederken, ikinci anlam tutkuların disiplini olarak dinin düzenleyici

pratiklerine işaret eder. Bu ayırım Kant’ın felsefî din ve ahlâk analizinin temelini oluşturur. Religion within

the Boundaries of Mere Reason’da [Salt Aklın Sınırları Dâhilinde Din, (1763/1998)] Kant, taraftarlarına şifa

Page 95: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

95

Sosyoloji din konusunu belli sınırlılıklar içerisinde irdeler ve din karşısındaki tavrı, başka değer

meselelerini incelerken takınmak zorunda olduğu tavrın bir benzeridir; yani din hakkında bir

değer yargısında bulunmaz. Onlar hakkında iyi veya kötü, doğru ya da yanlış türünden bir

hükümde bulunmaz. O nedenle Durkheim din olgusunu sosyolojik incelemeye konu ederken

şöyle der: “Dolayısıyla, esas itibariyle, yanlış olan hiç bir din yoktur. Bütün dinler, kendilerine

göre doğrudurlar. Hepsi de, değişik yollarla da olsa, insanî varoluşun belirli koşullarına karşılık

gelirler.”4 Dini, birçok sosyal açıdan önemli olgudan bir tanesi olarak değerlendirir. Dinin

kökenine ilişkin açıklamaları kendisine konu edinmez. Toplumsal hayat ile ilgili oldukları

ölçüde, dinî düşünceleri ayrıntılı bir şekilde incelemeye yönelir ve bu düşüncelerin toplumsal

nedenlerini, sonuçlarını ve onların toplumsal yapıyla ilişkilerini anlamaya çalışır.

Din, tanımı ve ortaya çıkışını açıklamanın hayli zor olduğu bir kurum. Bu konuda sosyolojide

belli yaklaşımlar olsa da, söz konusu yaklaşımları ne ölçüde ciddiye almak gerektiği

tartışmalıdır. Öncelikle ifade edilmesi gereken bir husus, herhalde dinin “belki de açıklamasını

kendi getiren tek olay” olmasıdır: “Her din, değişik ölçü ve sınırda da olsa kendi açıklamasını

kendi getirmektedir.”5

Üzerinde oybirliğiyle ittifak edilecek ve gelmiş geçmiş bütün dinleri kuşatacak bir din tanımı

yapmak zordur. Ancak yine de dinden kastın ne olduğunu anlamak açısından, din konusunda

sunulmuş belli tariflere bakabiliriz. Bunlardan biri Mehmet Taplamacıoğlu’na aittir: “Din,

manevi bir birlik meydana getiren topluluğun kutsal şeylerle ilgili inanma ve tapınmalarından

doğan dayanışmalı bir sistemdir.”6 Kutsal ve profan [kutsal olmayan] ayrımından hareket eden

Durkheim’e göre ise “Bir din kutsal şeylere dair inançlar ve amellerden müteşekkil bir

sistemdir; [‘kutsal şeyler’den kastım] tahsis edilmiş ve yasaklanmış şeylerdir, inançlar ve

ameller[den kastım] ise kendilerine inananları Kilise olarak adlandırılan tek bir manevî cemaat

ve zenginlik getirmesi için dua ve kurbanlar vasıtasıyla Tanrı’dan lütuf isteyen kült olarak din ile iyi bir hayata

ulaşmak için insanlara davranışlarını değiştirmelerini telkin eden ahlâkî eylem olarak din arasında ayırım

yapmıştır.” Bryan S. Turner, Din ve Modern Toplum: Yurttaşlık, Sekülerleşme ve Devlet, Arzu Tüfekçi (çev.

ve ed.), İstanbul (Bursa): Sentez Yay., 2017, s. 38-39.

4 Emile Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, Karel E. Fields (trans. and introduction by), New

York: The Free Press, 1995, s. 2. Eserin Türkçe’ye ilk tercümesi Din Hayatının İbtidâî Şekilleri adıyla Hüseyin

Cahit [Yalçın] tarafından yapılmıştır (İstanbul: Tanin Matbaası, 1924). Eserin güncel çevirilerinden bir tanesi

Fuat Aydın’a aittir: Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Ankara: Eskiyeni Yay., 2011. Bir diğeri İzzet Er tarafından

yapılmıştır: Dinî Hayatın İlk Şekilleri, Ankara: TDV, 2009. Bir diğer çevirisi de Özer Ozankaya’ya aittir:

Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri, İstanbul: Cem Yayınevi.

5 Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İstanbul: İÜEF Yay., 1981, s. 19.

6 Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi: Giriş, Ankara: AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., 1968, s. 58.

Page 96: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

96

içinde biraraya getiren her şeydir.”7 G. Mensching, belki bilinmeyeni bir başka bilinmeyenle

açıkamaya çalışır ama kısa ve özlü bir din tanımı yapar: “Din, kutsalla hayatî bir

karşılaşmadır.”8

‘Özel bir sosyal eylem tipinin koşul ve etkilerini incelemeyi amaçladığı için’ dinin ‘özü’nün

ilgi alanına girmediğini belirten Max Weber, dinin özel bir tanımını vermemekle birlikte,

dinleri ‘insan varlığını düzenleyen ve büyük insan kitlelerini etraflarında toplama başarısı

gösteren sistemler’ olarak değerlendirmiştir. Weber’in din incelemeleri, din konusuna

eğilmesinin ana sebepleriyle uyumlu bir doğrultu izler ve bağımsız bir değişken olarak

değerlendirdiği ‘din tarafından güdülenmiş eylemin en basit formlarının yöneldiği’ bu dünya

üzerindeki etkilerini göstermeye yoğunlaşır.9

Karl Marx, din üzerine düşünen diğer birçok Batılı sosyal bilimci gibi, dinin insanlar ve toplum

tarafından inşa edildiğini kendine özgü üslubuyla ifade eder:

“Almanya için dinin eleştirisi temel olarak tamamlanmıştır ve din eleştirisi bütün

eleştirilerin öncülüdür. (...) Dindışı eleştirinin kökeni şudur: İnsan dini inşa eder, din

insanı değil. Başka bir deyişle, din henüz kendini bulamamış veya kendini tekrar

kaybetmiş insanın öz-bilincidir. Fakat insan dünyanın dışında ikamet eden soyut bir

varlık değildir. İnsan insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum

tersyüz edilmiş dünya-bilinci olan dini üretir, çünkü bu tersine dönmüş bir dünyadır.

Din bu dünyanın genel teorisidir; [bu dünyanın] ansiklopedik bir özeti, popüler bir form

içindeki mantığı, manevî onur meselesi, coşkusu, ahlakî onaması, görkemli

tamamlanışı, teselli edilmesi ve meşrulaştırılması için evrensel zeminidir. İnsanın

fantastik gerçekleşimidir, çünkü insan hakikî bir gerçekliğe sahip değildir. (...) Dinin

sefaleti aynı zamanda gerçek sefaletin bir ifadesi, gerçek sefalete karşı bir protestodur.

Din, ezilen varlığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhudur.

Din, insanın afyonudur.”10

7 Emile Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, s. 44.

8 G. Mensching, Die Religion, Stuttgart, 1959, s. 18’den nkl. Günter Kehrer, a.g.m., s. 24.

9 Bkz. Max Weber, Ekonomi ve Toplum, çev. Latif Boyacı, İstanbul: Yarın, 2012, c. I, “VII. Bölüm: Din

Sosyolojisi”, s. 523-769.

10 Karl Marx, “A Contribution to The Critique of Hegel’s ‘Philosophy of Right’”, Critique of Hegel’s

‘Philosophy of Right’, (translated from the German by) Annette Jolin ve Joseph O’Malley, Joseph O’Malley

(ed.), Cambridge University Press, 1970, s. 131.

Page 97: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

97

Dini ‘kendi varlık ve gücünden farklı tabiatüstü varlıkların veya güçlerin olabileceği

tasavvurunun zaruri neticesi olarak, bunlarla ilişkiye girmenin mümkün ve anlamlı

olabileceğini düşünen insanların her tür davranışı’ olarak gören Paul Honigsheim ya da ‘Bir

grup insanın, insan hayatının nihaî problemlerini çözmek istediği, inanç tasavvurlarından ve

ümitlerinden oluşmuş bir sistem” olarak kavrayan John Milton Yinger’in tanımları, ya yalnızca

belli dinler için geçerli bir tanımdır ya da dinî eylemin belli işlevlerini ifade etmekle sınırlı

kalacaklardır.11

Konu ile ilgili çalışmasında Peter Berger de bir din tanımı teklif etmektedir: “Din, kendisinde

–insan veya değil- bütün varlığı kapsayan bir kutsal düzen hususundaki beşer tavrıdır. Diğer bir

ifadeyle, din, anlamı insanı hem aşan hem de içine alan bir düzene inanmaktır.”12 Dini bir

‘kültürel sistem’ olarak kavrayan Clifford Geertz, hayli kapsamlı bir din tarifi yapar: “(...) bir

din; [1] bir semboller sistemidir ki, [2] insanlar için güçlü, kapsamlı ve uzun süre devam eden

ruh halleri ve güdülenmeleri tesis etmek üzere işler, [3] (bunu) genel bir varoluş düzeninin

kavramlarını formüle ederek ve, [4] bu kavramları bir olgusallık havasıyla [5] ruh halleri ve

güdülenmelerin kendilerine özgü bir biçimde gerçekçi göründükleri (bir havada yapar).”13

Anthony Giddens, dini, öncelikle ‘ne olmadığını’ ortaya koyarak tanımlamaya çalışır: Ona göre

din, her şeyden önce ‘tek-tanrıcılık’la özdeşleştirilmemelidir, zira çok tanrılı olanları da vardır.

İkinci olarak, din müminlerin davranışlarını kontrol eden ahlakî buyruklarla

özdeşleştirilmemelidir; zira böyle olmayanları da vardır. Üçüncüsü, din zorunlu olarak

dünyanın bugünkü haline nasıl geldiğini açıklamak zorunda değildir; birçok dinde bu türden

yaratılış hikayeleri (kozmogeni) yoktur. Dördüncüsü, din doğaüstü ile, ‘duyular dünyasının

ötesinde’ olan bir dünyaya inanışla özdeşleştirilmemelidir. Giddens, dinin ne olduğunu ise

dinlerde ortak olan bazı hususları sıralayarak cevaplamaya çalışır:

“Tüm dinlerdeki ortak özellikler şöyle sıralanabilir: Din, bir dizi simge içerir; saygıyla

karışık bir korku duygusu uyandıran bu simgeler ayin ya da törenlerle bağlantılıdır. (...)

Bir dinsel inanışta tanrılara yer olmayabilir, ama korku ve hayranlık uyandıran bir varlık

ya da bir nesne mutlaka vardır. Bazı dinlerde insanlar kişiselleştilmiş tanrılar yerine

11 Günter Kehrer, a.g.m., s. 24.

12 Peter L. Berger, “Dini Kurumlar”, s. 80.

13 Clifford Geertz, “Kültürel Bir Sistem Olarak Din”, çev. Yasin Aktay, Aktay ve Köktaş (eds.), Din Sosyolojisi,

s. 177 [ss. 175-187]. (Köşeli parantezler ve içindeki rakamlar yazarın bizzat kendisine aittir. Her biri, aynı

zamanda, bu tanımı yapmış olduğu yazısının bir alt başlığına denk gelmekte ve o alt başlık altında

açıklanmaktadır.)

Page 98: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

98

‘ilahi bir güce’ inanır ve saygı gösterirler, bazılarında ise tanrı olmadıkları halde büyük

bir saygıyla ululanmış figürler vardır, Buda ve Konfüçyüs gibi... (...) Sosyologlar,

ortaklaşa yapılan törenin varlığını, aralarındaki sınırlar pek belirgin olmasa da, dini,

büyüden ayıran belli başlı faktörlerden biri olarak görürler. Büyü; iksir, şarkı ya da

ritüeller aracılığıyla olayların gelişimini etkilemektedir. Bir topluluk değil, tek tek

bireyler yönelir büyüye...”14

Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din başlıklı çalışmasında din sosyolojisi

literatüründe din fenomeninin ‘fonksiyonel’, ‘özsel’ ve ‘politetik’ olmak üzere üç kategori

içinde tanımlanmaya ve açıklanmaya çalışıldığından söz ederken, bir anlamda yukarıda

sıraladığımız tanımları toparlayıcı bir değerlendirmede bulunur: Fonksiyonel din tanımında

Durkheim, Comte ve antropologların çoğunda olduğu gibi dinin toplumsal işlevinin ne

olduğuna bakılarak bir din tanımı geliştirilir. Özsel tanımda önemli olan, dinin gördüğü

fonksiyondan ziyade özünün ne olduğudur. E. B. Tylor’un ya da R. Otto’nun din tanımlarında

olduğu gibi... Politetik din tanımı ise, belli bir din tanımı yapmaktan ziyade, bir oluşumu ‘din’

olarak kabul edebilmek için hangi özelliklere sahip olması gerektiği hususuyla ilgilidir.15 Özel

olarak ‘sivil din’ kavramıyla ilgili çalışmasında Ataman ‘din’in tanımına ilişkin şunları yazıyor:

“Her ne kadar din bilimlerinde ‘efrâdını câmî ağyârını mâni’ bir din tanımı yapmak

mümkün görünmüyorsa da, din sosyolojisi çalışmalarını yalnızca, ya da büyük ölçüde

‘tanımlama’ problemiyle meşgul etmek bu alanda yapılabilecek daha verimli

çalışmaları akamete uğratmaktadır. Kanatimizce din, kültürel, sosyal ve bireysel

sistemleri anlamlı bir bütünde birleştiren fenomen olarak tanımlanabilir. Bu genel

tanımla bile dinde: (a) bir inananlar topluluğu, (b) soyut kültürel değerleri, tarihî

gerçeklikte belirginleştirerek yorumlayan bir mit, (c) bu belirginleştirmenin kendisi

sayesinde gerçekleşen ve bireysel katılımı mümkün kılan bir ritüeller manzumesi ve (d)

gündelik gerçeklikten daha ötesini/fazlasını kuşattığı düşünülen bir tecrübe boyutu-

kutsal, gibi temel unsurların bulunması gerektiği hususlarına klasik din bilimleri

literatüründe sıkça vurgu yapılmıştır.”16

Din sosyolojisi alanında çalışan sosyal bilimciler ya da çalışması bir şekilde din olgusuyla

kesişen sosyologlar, tanımlardan da anlaşılacağı üzere, dinin özüyle ve kaynağıyla değil daha

14 Anthony Giddens, Sosyoloji, çev. Hüseyin Özel ve Cemal Güzel, Ankara: Ayraç Yay., 2000, s. 464-465.

15 Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din – Bir Analiz Denemesi, Ankara (Bursa): Sentez Yay.,

2014, s. 97-100.

16 Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din, s. 100.

Page 99: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

99

ziyade toplumsal hayat içerisindeki dışa vurumlarıyla, ‘din’in etkilemiş olduğu toplumsal

eylemlerle ve ‘dinin/kutsalın’ toplumsal bir olguya dönüşmüş biçimiyle ilgilenmişlerdir.

Aşağıda din sosyolojisi olarak adlandırılan araştırma alanının gelişiminden söz edilecek ve bu

çerçevede din olgusuna yönelik zaman içerisinde ortaya çıkan farklı yaklaşımlar ve

değerlendirme biçimleri üzerinde durulacaktır.

4.2. Din Sosyolojisi

Din sosyolojisi, sosyoloji içinde en çok tartışma yaşanan alt dallardan biridir. Dinsel gerçekliğin

toplum nezdindeki anlamını ve toplumun dinsel gerçeklik içindeki anlamını incelemeye çalışan

din sosyolojisi, bu bakımdan sosyal bilimler ve din çalışmaları arasında iki yönlü bir bağ kurar.

Dolayısıyla bu branşın tarihçesine baktığımızda her iki çalışma alanının birbiri içine geçtiği bir

durumla karşılaşırız.

Günter Kehrer, “Din Sosyolojisi” başlıklı çalışmasında, alanın tarihçesine ve içeriğine ilişkin

şu açıklayıcı bilgileri verir:

“Din sosyolojisi ile ilgili araştırmalar ilerledikçe, birbirini izleyerek veya birbiriyle

yanyana bulunarak din sosyolojisinin tercihli objesi olan üç alan birbirinden ayrılır: a)

Dinlerin sosyal olarak ortaya çıkış nedenlerini göstermek. Bu konu özellikle 19.

yüzyılda ön plandaydı. Bu dönemde de öncelikle H. Spencer, B. Tylor, K. Marx ve de

E. Durkheim’in çalışmalarında. b) Kilise gruplarının sosyal ve dinî hayatı. Bu alan

ekseriya ‘gerçek’ din sosyolojisinden farklı olarak kilise sosyal araştırması olarak

adlandırıldı. En önemli temsilcisi G. Le Bras’tır. c) Din ile ‘dünyevî (profan)’ toplum

arasındaki karşılıklı etkiler. Bu konu 20. yüzyılın başında M. Weber tarafından ele alındı

ve J. Wach ve G. Menshing’in çalışmalarında sürdürüldü.”17

Başlangıcı itibariyle, etnografya -özellikle de Fransız ve Anglo-Sakson ekolleri- din

sosyolojisine son derece önemli katkılar yaptı. İlkel olarak adlandırılan toplumların çoğunda

dinî bir hayatın olması, dinî ayinlerin varlığı, rasyonel bir teolojiden yoksunluk, görece yavaş

bir toplumsal değişme bu toplumlarda dinî hayatın en basit formlarının bu halklarda

bulunabileceği düşüncesi etnografya ve antropolojinin bulgularını din sosyolojisi için önemli

17 Günter Kehrer, a.g.m., s. 22. Kehrer, yazısının ilerleyen kısmında, din sosyolojisi alanında dillendirilen

teorileri, kullanılan yöntemleri ve diğer sosyal bilim alanlarının din sosyolojisine katkılarını Batılı ülkelerin

gündemlerini, geleneklerini ve beklentilerini merkeze almak suretiyle düşünürler ve çalışma konuları özelinde

sistematik bir biçimde özetler. Özellikle bkz. s. 29-54.

Page 100: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

100

hale getirdi. İlkel toplumlara ilişkin yaklaşımların çoğu günümüzde pek kullanılmıyorsa da,

etnografik araştırmalar din sosyolojisi için zengin malzemeler sunmuştur. Durkheim’in din

sosyolojisi alanındaki çalışmalarında bu malzemeden fazlasıyla yararlandığı açıktır. Bu

çerçevede E. B. Tylor’un Primitive Culture (1871) isimli eserinde din olgusunun kaynağına

ilişkin değerlendirmelerinden de söz etmek gerekir. Tylor’a göre ‘din olgusunun kaynağı’

ilkellerin –özellikle de rüyalar ve ölüm hakkındaki- bilgi eksiklikleriydi. Aşkın bir varlığa inanç

olarak tanımlanan ‘din’in ilkeller arasında yaygın olan ‘animizm’e uygun olduğunu

düşünüyordu. Tylor, ayrıca bir atalar kültü üzerine kurulduğunu düşündüğü dinin muhafazakar

bir karakter taşıdığını ve bu yönüyle de toplumsal değişmelere ve ilerlemeye engel teşkil ettiğini

iddia ediyordu. Antropolojik çalışmaların din sosyolojisi alanındaki etkisine bir diğer örnek,

James Frazer’in Golden Bough: A Study in Magic and Religion ([Altın Dal: Büyü ve Din

Üzerine Bir İnceleme], 1890)18 isimli eseriydi. Frazer, özellikle geliştirdiği ‘büyü’ ve ‘din’

teorisiyle alanı ciddi biçimde etkilemiştir. Sonrasında Bronislaw Malinowski ve Alfred

Radcliffe-Brown’un antropolojik çalışmaları din sosyolojisi çalışmalarını hem teorik, hem

yöntem ve hem de malzeme olarak hayli zenginleştirmiştir.

Sosyolojinin kurucu babaları için din, hem toplumsal ontolojinin arkaik şeklini görme hem de

toplumsal grupların birbirleri ile olan ilişki biçimlerini açıklama mecrasıdır. Birinci eğilim

kutsal problemi merkezinde toplumsal yaşamın yarattığı değerleri ve bilinç yapısını

çözümlemeyi içerir. Bu eğilimin en önemli örneğini Durkheim’ın toplum ve kutsalın özdeş

olduğunu ileri sürdüğü Dini Hayatın İlksel Biçimleri isimli eserinde görmekteyiz. 19

Durkheim’de “Din, daha çok toplumun yapısal bir elementi olarak görülür. Din hayalle bir ilişki

değil, aksine ‘gerçekliğin muhtevasından bir şey’dir. Din sosyal bir fenomen olduğu ölçüde,

toplum da dinî bir fenomendir. Kutsal şeyler de (ilahlar gibi kutsal tasavvurlar da) toplumsal

birliğin sembolüdür. (...) Dinin entellektüel fonksiyonları ahlakî bütünleşme lehine gerilemişse

18 Türkçesi için bkz. Altın Dal: Din ve Folklörün Kökeni, çev. Mehmet H. Doğan, 2 cilt, İstanbul: Payel Yay.,

1991-1992. Frazer’in temel çalışması 1890-1915 arasında yayınlanmış ve toplam 12 cilt olan Golden Bough:

A Study of Comparative Religion [Altın Dal: Mukayeseli Bir Din İncelemesi]’dir. Bu eser, 1922 yılında bizzat

yazar tarafından tek ciltlik muhtasar bir eser haline getiriliyor. 1936’da esere bir de ek yayınlıyor. Sonraki

yıllarda bu muhtasar cildin bir çok yeni basımı ve farklı dillere tercümesi -hatta kimi zaman farklı başlıklarla-

yapılıyor.

19 Durkheim’in din fenomenine ilişkin temel yaklaşımını ortaya koyduğu ilk metin, Année Sociologique (1897-

1898, c. II, s. 1-28)’de yayınladığı meşhur ‘De la définition des phénomènes religieux’ [‘Din Olgusunun

Tanımı’] başlıklı makaledir.

Page 101: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

101

de Durkheim’a göre modern toplum da dinîdir. Bunun ifadesi –Durkheim böyle düşünüyor-

milli ve politik sembollerde bulunabilir.”20

İkinci eğilim ise din içindeki mezhep farklılaşmaları bağlamında toplumsal düzenin oluşum

sürecini incelemeyi amaçlar. Weber’in Die protestantische Ethik und der Geist der

Kapitalismus ([Protestan Ahlakı ve Kapitalizm’in Ruhu], 1905) ve Ekonomi ve Toplum adlı

eseri içerisindeki sistematik ‘Din Sosyolojisi’ yazılarının ilk ve en önemli örnekleri olduğu bu

yaklaşım tarzı içinde; toplumsal düzen ve meşruiyet problemi, farklı kiliseler merkezinde

yaşamlarını sürdüren dinsel grupların birbirleri ile mücadelesi üzerinden açıklanmaya

çalışılmıştır. Daha ziyade kapitalist sistemin ortaya çıkışını araştırmaya yönelen yeni tarihçi

okul geleneği içerisinde değerlendirilmesi gereken “Weber’in çalışmaları sosyal tarih alanından

hareket eder ve somut dinî bir sistemin dinî olmayan alanlara etkilerini belirlemeyi dener.”21

Bütün bu anlatılanlara ek olarak sosyolojinin doğum çağında dinin bir alt dal içinde

incelenmekten öte sosyolojinin temel sorunlarından biri olarak görüldüğü unutulmamalıdır. Din

sosyolojisinin özerk bir branş haline gelmesi klasik sosyologlar devrinden sonra mümkün

olmuştur: “Yirminci asrın başlangıcına kadar çeşitli materyalleri düzenleyecek kategorilere

sahip ve kendi sorununun doğasını ön yargısız bir şekilde inceleyen bir metodolojiye dayalı din

sosyolojisi diye bir branş yoktur.”22

Yirminci asırda “din sosyolojisi” ismini içeren ilk metinlerden biri, Joachim Wach’ın Meister

und Jünger: Zwei religionssoziologische Betrachtungen (Usta ve Çırak: Din Sosyolojisi

Üzerine İki Deneme, 1924) adlı eseridir. Wach, usta-çırak ilişkisinde dinî birlikteliğin ilk

biçimlerini görür. Din sosyolojisinin konusunu da, bu bağlamda, söz konusu toplumsal

ilişkilerin incelenmesi olarak önerir. Ona göre din ve toplum iki bağımsız birimdir ve her iki

alan arasındaki karşılıklı etkiler, dinî cemaatleşme ve dinî lider tipleri din sosyolojisinin

konularını oluşturmalıdır. Weber’den farklılığı da bu noktada açığa çıkar. Wach, Weber’den

farklı olarak, meselenin içsel boyutuyla ilgilenmeye yönelmiştir. Bu bağlamda Wach’ın din

sosyolojisinin kurucularından olduğu söylenebilir ancak onun din sosyolojisi, dinler tarihi, din

felsefesi ve ilahiyat gibi din çalışmalarının içerdiği disiplinlere sosyal bilimsel bir derinlik

kazandırma amacı güder. Max Weber ve Ernest Troeltsch gibi düşünürlerin yorumlayıcı

20 Günter Kehrer, a.g.m., s. 34. Durkheim’in ve –onun öncesinde de J. J. Rousseau’nun- din konusundaki

düşüncelerinin ulus/toplum-din ve din-siyaset ilişkileri ve dinin toplumsal işlevleri bakımından değerlendiren

özlü bir inceleme için bkz. Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din.

21 Günter Kehrer, a.g.m., s. 36.

22 Joseph M. Kitagava, “Joachim Wach and Religion of Sociology”, The Journal of Religion, Haziran 1957, c.

III, sy. 37, s. 181.

Page 102: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

102

yaklaşımını benimseyen, din fenomenolojisinin kurucu ismi olarak kabul edilen G. Van der

Leeuw’un, Rudolf Otto’nun ve Max F. Scheler’in felsefî yaklaşımlarından etkilenen Wach, din

olgusunun toplumsal anlamına yönelik hermenötik ve öznel deneyimleri önceleyen bir tavır

sergiler. Din sosyolojisi, aslında, onun felsefî-teolojik temelli açıklamalarının ampirik

bileşenini oluşturur. “Wach, eğitim olarak din bilimci, teolog ve filozof idi. Onun din

sosyolojisi, geniş olarak tasarlanmış din bilimi çerçevesinde [değerlendirilmiştir]. Bu din

bilimi, 1. Hermenötik, 2. Fenomenoloji ve dinî tecrübenin tezahür şekilleri, ve 3. din

sosyolojisini içine alır.”23 Din sosyolojisini din biliminin ayrılmaz bir parçası olarak gören

Wach’a göre, din sosyolojisinin en önemli görevi dinî hayatın müminler topluluğunda ortaya

çıkan tezahürlerini incelemek ve bir tipolojisini geliştirmektir.

İki savaş arası dönemde din sosyolojisi çalışmaları, gerçekleştirilen kilise incelemeleri ile

ilerlemiştir. Kilise incelemelerinin/araştırmalarının geçmişi daha eskidir aslında; fakat bu

çalışmalar 19. yüzyılda daha ziyade sanayileşme süreçlerinin yarattığı sıkıntılar ve halkın

yoksulluğu gibi problemler karşısında kilise normlarının yerine getirilip getirilmediği, kilisenin

sorumluluklarını ihmal edip etmediği vb. gibi konular etrafında, başka bir deyişle, başka

toplumsal meselelerle ilişkili biçimde şekillenmişti. Örneğin F. Le Play de, Avrupalı işçinin

aile hayatına ilişkin araştırmalarının yanı sıra işçi ailelerinin dinî yaşantılarıyla da geniş bir

biçimde ilgilenmişti. Kilise davranışının incelenmesine yönelik çalışmalar, Gabriel Le Bras’ın

ve bulguları Archives’de yayınlanan araştırmacıların Katolik kilisesi üzerine yaptıkları

çalışmalarla birlikte başka bir yönde ilerler ve yeniden önem kazanır (1956’da kurulan Archives

de la Sociologie des Religion adlı dergi, bu sosyografik çalışmaların yayınlandığı bir kanal

işlevini görmüştür). Le Bras’a göre din sosyolojisinin amacı dinsel toplulukların inanç

pratiklerini, kendi mahremlerindeki ilişki biçimlerini ve dış dünya ile bütünleşmelerini

niteliksel ve niceliksel olarak gözlemlemek ve ölçmektir. Bu bağlamda din sosyolojisi şu üç

sorunu çözümlemeyi hedefler: Birincisi, din sosyolojisi dinsel topluluğun üye sayısını ve bu

üyeliğin temel özelliklerini belirlemeye ve bireylerin akidevi bağlılıklarını ve ayinlere

katılımlarının derecesini tespit etmeye çalışmalıdır. İkincisi, profan toplumsal düzenin dinsel

topluluk üstündeki siyasal ve ekonomik etkilerini incelemelidir. Üçüncüsü, kutsal ve doğa-üstü

alemin olağan yaşamdaki tezahür biçimlerini ortaya çıkarmalıdır.24

23 Günter Kehrer, a.g.m., s. 42. A.g.y., s. 174.

24 Gabriel Le Bras’ın din sosyolojisi anlayışı için bkz. Ünver Günay, “Gabriel Le Bras’ın Din Sosyolojisini

Araştırma Yöntemleri”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1988, sy. 2, s. 10-28.

Page 103: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

103

Fransa’da Le Bras ve Archives grubunun yanı sıra bu dönemde Hollanda’da W. Banning, J. P.

Kruijt ve G. H. L. Zeegers’in öncülük ettiği ikinci bir araştırma merkezi kurulur. Ampirik din

sosyolojisi çalışmaları Fransa ve Hollanda’dan sonra Belçika, Almanya, İtalya, İspanya, Güney

Amerika ve Kanada’ya kadar yayılır. 1945 sonrasında İngiltere’de S. F. Nadel, Radcliffe-

Brown, F. E. Evans-Pritchard, W. R. Firth gibi isimlerin öncülüğünde etnografik din sosyolojisi

yaklaşımı tekrardan canlanır. İkinci Savaş sonrası dönemde, Batı-dışı toplumların

gelişme/modernleşme/kalkınma problemleri de etno-sosyolojik bir yaklaşımın gelişimini

etkilemiştir. Bu dönemde farklı dinsel inançların ve mezheplerin incelenmesiyle birlikte genel

geçer bir din sosyolojisi kurulmaya çalışılmıştır. Bu maksatla 1948 yılında ilk kez uluslararası

bir din sosyolojisi konferansı düzenlendi. Avrupa merkezli bu gelişmelere ek olarak, ABD’nde

1920 ve 1925 arasında H. P. Douglas, R. W. Sonderson, R. H. Niebuhr gibi isimlerle başlayıp

gelişen Protestan kilisesi incelemeleri İkinci Savaş nedeniyle kesintiye uğramışsa da 1945

sonrasında tekrar hız kazanmıştır.25

Din sosyolojisinin gelişimindeki önemli evrelerden biri 1960 sonrasında toplum sahnesine

çıkan yeni olgulardır. Altmışlı yıllara kadar sekülerleşme kuramları doğrultusunda ele alınan

din tanımları bu dönemden sonra değişmeye başlar. Sekülerleşme kuramlarının tesiriyle –

rasyonalizasyonun artmasının, eğitimin yaygınlaşmasının ve bilimin gelişiminin doğal bir

sonucu olarak- dinselin/kutsalın toplumsal yaşamdan silineceği, gerek kurumsal düzeyde

gerekse bireyler nezdinde dinsel yorumun telafi edilemeyecek bir çöküş sürecine gireceği fikri,

uzun süre din sosyolojisi içinde yaygın bir kabul olarak barınmıştır. (Sekülerleşme teorisi

özelindeki tartışmalar aşağıda ayrıca ele alınmaktadır.) Fakat 1960’larla birlikte sekülerleşme

tezinin iddialarının geçerliliğinin ciddi bir eleştirel değerlendirmeye tabi kılındığı

görülmektedir. Dinin veya daha kapsamlı bir ifade olarak ‘kutsal’ın modern toplumda yeni bir

görünüm ve esaslar aracılığıyla kendine bir yer bulmaya devam ettiği şok edici bir şekilde fark

edilmiştir.

Yetmişli yıllarda ise fundamentalist hareketler, kültler, yeni dinî hareketler vasıtasıyla dinin

yükselişi olgusuyla karşılaşılır. Bu gelişmelere bağlı olarak, din sosyolojisi de ilgi alanlarını ve

açıklama modellerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Sekülerleşme teorilerine

referansla açıklanması güç olan bu dinî durumlar din sosyolojisinin tartışma gündemine dinsel

çoğulculuk gibi yeni tartışma konularının girmesini de tetiklemiştir. Dinin toplumsal gerçeklik

ve toplumsal gerçekliğin de din üzerindeki etkisinin yeniden tanımlanmasının gündeme

25 Mehmet Taplamacıoğlu, a.g.e., s. 148-149.

Page 104: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

104

gelmesi, modern toplumsal hayatta meşruiyet sorununun tekrar ele alınması gereğini ortaya

çıkarmıştır. Böylelikle din sosyolojisinde dinsel toplulukların yapısını ampirik olarak inceleyen

yaklaşım tarzının yanına modern toplumda din olgusunun yeniden oluşum sürecini, bu olgunun

içerdiği yeni bilişsel ve normatif anlamı ve meşruiyeti sorgulayan farklı bir yaklaşım tarzı

yerleşmeye başladı. Bu durum din sosyolojisini toplumun gerçekte ne olduğu sorusunu

tekrardan hatırlamaya sevk etmiştir.26

Türkiye’de din sosyolojisi çalışmaları, modernleşme tecrübemizin aynı zamanda dinî bir

mesele de teşkil etmesine ve Gökalp’in din konusunu ele alan bazı incelemeleri olmasına

rağmen ihmal edilmiş bir alan olarak göze çarpıyor. Ülkemizde din sosyolojisi çalışmalarının

görece gecikme sebepleri arasında, pozitivist bir bilim anlayışı çerçevesinde devleti ve toplumu

dönüştürme çabalarının ve bu bağlamda ortaya çıkan siyasal çekişmelerin etkisinden söz

edilebilir. Yukarıda ifade edildiği üzere, din sosyolojisi çalışmalarının ilk örneklerini Ziya

Gökalp’te görürüz. 1924’te Durkheim’in din konusundaki eseri, başkanlığını Gökalp’in yaptığı

Telif ve Tercüme Encümeni’nin planlamaları çerçevesinde, Din Hayatının İbtidâî Şekilleri

başlığıyla Türkçe’ye tercüme edilmişti. Pek çok farklı alanda öncü yayınlarıyla tanınan ve

1927’de Felsefe ve İctimâiyyat Mecmuası’nda yayınladığı “Dinî İctimâiyyat” başlıklı seri

yazılarıyla din sosyolojisinin çerçevesini çizmeye başlayan Hilmi Ziya Ülken, 1943’te bu

alandaki ilk Türkçe telif eser olan Dinî Sosyoloji başlıklı çalışmasını yayınladı. Hans Freyer’in

1964’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde vermiş olduğu derslerin notlarından oluşan

Din Sosyolojisi başlıklı eseri, ardından aynı fakültede öğretim üyesi olan Mehmet

Taplamacıoğlu’nun Din Sosyolojisine Giriş ve Din Sosyolojisi eserleri alana yönelik ilginin

canlanmasına işaret ediyordu. Bu çerçevede Ziyaeddin F. Fındıkoğlu’nun ve öğrencisi Amiran

K. Bilgiseven’in çalışmaları din ve daha özelde de İslam dini hakkındaki çalışmaları

zenginleştirmiştir. Sabri F. Ülgener’in -Weber’in tezlerinin etkisinde gerçekleştirmiş olduğu-

din, zihniyet ve tasavvuf etrafındaki çalışmalarını din sosyolojisi alanındaki çalışmaların

çeşitlenmesi olarak zikredebiliriz. İslam dini bağlamında Türk toplumunun sorunlarını tartışan

Şerif Mardin, Doğu-Batı çatışması kuramı çerçevesinde din konusuyla da ilgilenen Baykan

Sezer, yerlici-millici bir çizgide Türk kültürü, İslam tasavvufu ve çağdaş İslam dünyasının

meseleleri etrafında eserler kaleme alan Erol Güngör gibi isimler Türkiye’de din sosyolojisi

26 Din sosyolojisi alanındaki çağdaş gelişmelere ilişkin bir değerlendirme için bkz. Bryan S. Turner, “Din ve

Çağdaş Sosyal Teoriler”, çev. Osman Ülker, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2014/2, c.

1, sy. 1, s. 231-255. Genel olarak din sosyolojisi alanının ortaya çıkışına, gelişimine, bu alandaki belli başlı

tartışma konularına ve dinî alandaki çağdaş gelişmelere ilişkin özet fakat faydalı bir anlatı için ayrıca bkz.

Jean-Paul Willaime, Dinler Sosyolojisi, çev. Ramazan Adıbelli, İstanbul: Pinhan Yay., 2017.

Page 105: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

105

alanına önemli teorik katkılarda bulunan akademisyenlerdir. Bu isimlere Nilüfer Göle’yi,

Mehmet Aydın’ı da eklemeliyiz elbette.27 Günümüzde din sosyolojisi çalışmalarının Ünver

Günay, Mustafa Aydın, Yasin Aktay, Ali Köse, Celalettin Çelik, Mustafa Tekin, Tayfun Atay,

Volkan Ertit ve isimlerini burada sayamayacağımız daha pek çok genç akademisyenin kıymetli

katkılarıyla gelişmektedir. Yayınlanan çalışmalar, bu alandaki çağdaş tartışma gündeminin ve

metodolojik gelişmelerin yakından takip edildiğini, din sosyolojisi alanındaki kuramsal ve

uygulamalı çalışmaların gittikçe zengin bir çeşitliliğe kavuştuğunu göstermektedir.

4.3. Dine Sosyolojik Bakış

Sosyolojik terimlerle ifade edecek olursak, dinin hem açık, hem de örtük işlevleri vardır: Açık

işlevlerinden birisi, din maddi ya da ruhani dünyayı tanımlar ve ilahi olanı anlamlandırır. Gizli

işlevleri ise kasıtsız, üstü kapalı ya da gizlidir. Dinî bir ayinin açık işlevi ibadet için bir toplanma

sağlamak olsa da, gizli işlevi her türden toplumsallaşmayı sağlamaktır. Hem işlevselci

kuramlar, hem de çatışma kuramcıları, dinin insan toplumları üzerindeki etkilerini

değerlendirmişlerdir. İlk olarak, dinin toplumsal birlik ve bütünlük kurmak, toplumsal destek

sağlamak ve toplumsal değişime ön ayak olmak gibi rollerini işlevselci açıdan

değerlendireceğiz; ardından çatışmacı perspektiften dine toplumsal bir kontrol mekanizması

olarak bakacağız.

4.3.1. Dinin Bütünleştirici İşlevi

Durkheim, dini insan toplumlarında bütünleştirici bir güç olarak görmüştür; onun bu bakış açısı

günümüzde işlevselci yaklaşımda yer bulmaktadır. Ona göre, dinler, çoğu zaman farklı

çıkarlara ve arzulara sahip birey ve gruplardan oluşan toplumu bir arada tutabilmeyi, bu kişisel

ve ayırıcı kuvvetlerin ötesine geçmeyi başarabilmiştir.

İster Budizm, ister İslam, Hıristiyanlık ya da Yahudilik olsan dinler ‘toplumsal tutkal olma’

işlevlerini, insanların hayatına bir anlam ve amaç vermek suretiyle yerine getirirler. Müşterek

olarak benimsenen belli nihai değerler ve amaçlar sunmaktadırlar. Bu değerler ve amaçlar,

öznel ve her zaman tam anlamıyla kabul edilmemiş olsalar da toplumun bütünlüklü bir

27 Türkiye’deki din sosyolojisi çalışmalarının tarihine ilişkin bir değerlendirme için bkz. Mustafa Aydın,

“Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları: Tarihsel Gelişim ve Bazı Eğilimler”, Yasin Aktay ve M. Emin

Köktaş (eds.), Din Sosyolojisi, s. 346-378.

Page 106: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

106

toplumsal sistem olarak işlemesine yardım ederler. Cenaze törenleri, düğünler, sünnet törenleri,

vaftiz ayinleri vb. hayatın temel sorularına dair ortak inançlar ve değerler sunarak insanları bir

araya getirmeye ve birleştirmeye hizmet ederler. Dinler, aynı zamanda kriz ve karışıklık

zamanlarında insanları bir araya getirmeye, onları birbirine bağlamaya da hizmet ederler.

Hıristiyanlığın Avrupa’da milattan sonra 3. yüzyıl sonrasında kabul edilmesine rağmen, etkin

bir toplumsal ve siyasal sistem olarak işlevine kavuşmasının ancak İslamiyet’in doğuşu ve hızla

yayılışı sonrasında mümkün olması, yine bu çerçevede ilk haçlı seferine toplumun her

kademesinde yüz binlerce insanın büyük bir coşkuyla katılmasındaki belirleyici etkisi gibi...

4.3.2. Din ve Toplumsal Destek

Maddi dünyamızda gerçekleşen ve anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız kimi olayların,

felaketlerin -bir anlamda ruhumuzun acısını dindirici- açıklamasını dinde ve dinî yaklaşım ve

kavramlarda buluruz. Gencecik bir insanın ölümünü vs. takdir-i ilahî olarak görüp kendimizi

rahatlatabiliriz. Elbette bütün bu türden değerlendirmeler, dünyada olan biten her şeyin bugün

anlayamayacağımız bir hikmetinin olduğuna ilişkin bir inanca dayalıdır.

4.3.3. Din ve Toplumsal Değişim

Din sosyolojisi alanında çok az kitap, Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu

adlı çalışması kadar ilgiye ve tartışmaya sebep olmuştu. Weber, kapitalizmin Avrupa’da ortaya

çıkışını Protestanlıkla, özellikle de bir Protestan mezhebi olan Kalvinizm ile alakalandırıyordu.

Özetle, bu mezhep mensuplarının Tanrı’nın salih bir kulu olabilmek için daimî bir çalışma

sürecine girmelerinin ve israfa, sefahata düşmeden kazandıklarını tekrar ekonomiye

yatırmalarının kapitalizmin doğuşu ve özellikle de gelişimi için elverişli bir zemin teşkil ettiğini

iddia ediyordu. Weber’in Asya’nın dinlerini ve İslamiyet’i araştırmaya da yine aynı sebepten,

fakat başka bir açıdan, buralarda kapitalizmin gelişmemesinde bu bölgelerdeki hakim dinî

inançların bir etkisinin olup olmadığını tespit amacıyla yönelmişti. Başka bir deyişle, din

sosyolojisi çalışmaları dünyanın diğer bölgelerinde kapitalizmin neden gelişemediğinin din

temelli bir açıklamasını sunmaya dönük bir çabaydı. Dinî inanışların ya da din yorumlarının

toplumsal kalkınmada ve toplumsal değişmedeki etkisi konusunda kendi toplumumuzdan

verilebilecek en iyi örnek, herhalde, Osmanlı Devleti’nin batılılaşma döneminde ve özellikle

de Ernest Renan’ın değerlendirmeleriyle birlikte gündeme gelen ‘İslam terakkiye mani mi?’

başlıklı tartışmalardır. Yine bu çerçevede, Sabri F. Ülgener’in özellikle Weber’in etkisinde

Page 107: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

107

kaleme aldığı ve bir anlamda Batı’dakine benzer bir iktisadî devrim yapamayışımızın

sebeplerini İslam’ın yanlış yorumunda arayan İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası:

Fikir ve Sanat Tarihi Boyu Akisleri ile Bir Portre Denemesi (2. Baskı, İstanbul: Der Yay., 1981

[ilk baskı: İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri, 1951) ve Dünü ve Bugünü

ile Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı (İstanbul: Der Yay., 1981)

başlıklı çalışmaları zikredilebilir.

Din ve toplumsal değişme konusunda verilebilecek daha pek çok başka örnek de vardır elbette.

Mesela, Latin Amerika’daki Katolik kilisesi üyeleri, yoksulluk, ayrımcılık ve diğer adaletsizlik

biçimlerinin seküler toplumdan sökülüp atılmasına yönelik siyasal girişimlerde ‘özgürlükçü

teoloji’ olarak bilinen bir çerçevede destek olmaktadırlar. Çoğu, yoksullaştırılmış gelişmekte

olan ülkelerdeki kitlelerin sefaletini ortadan kaldırabilecek, kabul edilebilir yegane çözümün

ekonomik gelişme değil, tam tersine radikal bir değişim olduğuna inanmaktadırlar. Özgürlükçü

teolojiyi destekleyen aktivist din adamları, örgütlü dinlerin ahlaki bir sorumluluk üstlenerek

yoksulların, ırksal ve etnik azınlıkların ve kadınların ezilmeleri karşısında sağlam bir kamusal

duruş sergilemeleri gerektiğine inanmaktadırlar.

İslam dünyasının değişik bölgelerinde, örneğin 19. yüzyılda Kuzey Afrika ülkelerinde,

sömürgecilere karşı verilen özgürlük mücadelelerinde Senusi tarikatının önemli bir yere sahip

olması, gerek sömürgecilik karşıtı hareketlerde aktivist olarak ve gerekse de toplumun ve

devletlerin toplumsal bir kalkınmaya girmeleri yönünde düşünceler üreten kuramcılar olarak

19. yüzyılın modernist İslamcılarını da bu çerçevede hatırlamak gerekir.

4.3.4. Din ve Toplumsal Denetim: Çatışmacı Bakış

Karl Marx’a göre, din, ezilen insanların yaşadıkları yoksulluk ya da sömürüye değil de, öbür

dünya meselelerine odaklanmalarını teşvik ettiği için toplumsal değişimin önünü tıkamaktadır.

Bu anlamda, dini, özellikle ezilen insanlara zarar veren bir afyon olarak tanımlamaktadır. Dinin

kitlelere bu dünyadaki çetin hayatlarından sıyrılmaları için bir avuntu sunarak onları uyuşturup

teslimiyete yönelttiğini iddia eder. Dinî değerler, diğer toplumsal kurumları ve bir bütün olarak

toplumsal düzeni güçlendirmeye eğilimlidir. Ancak, Marx’ın yaklaşımı doğrultusunda

bakıldığında bu durum, dinin toplumsal istikrarı desteklemesi ve dolayısıyla da, sadece

toplumsal eşitsizlik düzenlerinin sürmesine yardımcı olmak anlamına gelir. Başka bir deyişle,

egemen din, iktidarı ellerinde bulunduranların çıkarlarını destekler. Çatışma kuramcıları da, bu

düşünsel kökenlerle uyumlu olarak, dinin toplumsal davranışları etkilediği ölçüde mevcut

Page 108: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

108

eşitsizlik ve tahakküm örüntülerini güçlendirdiğini savunmaktadırlar. Bu çerçeveden

bakıldığında din, örneğin çatışan ekonomik çıkarların göz ardı edilemez önemini örtmek

suretiyle, insanların hayatlarını ve toplumsal koşulları siyasal bir perspektiften görmelerine

engel olmaktadır. Bir üst yapı kurumu olarak dinin bu işlevi, bir tür ‘yanlış bilinç’ sunmak

şeklinde gerçekleşmektedir.

4.4. Sekülerleşme Tezi

Modern toplum, daha önce defaaten ifade edildiği üzere, ‘geleneksel toplum’ olarak

adlandırılan dünyanın değerleriyle, inançlarıyla, kurumları ve yapılarıyla hesaplaşarak, kimi

zaman da çatışarak ortaya çıktı. Bu hesaplaşma ya da çatışmanın dinamiğine ve muhtevasına

ilişkin çok farklı değerlendirmeler yapılabilir elbette. Çatışma, iki dönemin diyalog veya belli

bir etkileşim içerisinde olmalarına engel değil. Ancak yaygın kabul, modern toplumun

geleneksel toplumun değerlerine taban tabana zıt olduğu varsayılan aydınlanma değerleri

üzerine kurulu olduğudur. 28 Modern sosyal bilimlere hakim bu açıklama biçimi en veciz

ifadesini, pozitivizmin en önemli temsilcilerinden biri olan Comte’a ait meşhur Üç Hal

Kanunu’nda bulmuştur. Geçmişi ‘karanlık ve kötü’ ile özdeşleştiren bu yaklaşım sahipleri için

modern dünyayı -ve bu arada elbette modern toplumu ve modern bireyi- ‘hurafeler’den

arındırma en önemli amaç olmuştur. Özellikle aydınlanmacı düşünürler, bu doğrultuda topluma

ve düşünceye müdahalede bulunmaktan çekinmediler de. İnsan zihnini hurafelerden

arındırmayı amaç edinmiş bir pozitif bir bilim dalı olması için kurgulanan ‘ideoloji’nin tarihine

bakmak bu konuda aydınlatıcı olacaktır.

Modern bilimin ilerlemesi, sanayileşmenin gelişmesi ve rasyonelleşmenin artmasıyla birlikte

geleneksel dünyaya ait değerlerin toplumdaki etkisini yitireceği varsayılmıştı. Başka bir

deyişle, ilerleme anlayışına bağlı olarak, toplumsal ilerlemenin insanların davranışlarında,

eylemlerinde ve ilişkilerinde dinden uzaklaşmayı zorunlu kıldığı varsayılmıştı. Hatta bu

uzaklaşmanın ve dinin [Hıristiyanlığın] tarih sahnesinden silinip gidişinin tarihi bile tahmin

ediliyordu. Örneğin bir İngiliz düşünürü Thomas Woolston, 1710’da, Hıristiyanlığın 1900’de

yok olup gideceğini yazmıştı. Woolston’dan yaklaşık 50 yıl sonra Voltaire, Prusya kralı Büyük

28 Modern sosyal bilimlere ve modern insana hakim olan bu yaklaşımın dışında, modern toplumun ve bu arada

sosyolojinin geleneksel toplumla ve gelenekle farklı tarzda bir etkileşim içerisinde oluştuğuna ilişkin alternatif

ve dikkate değer bir yorum için bkz. Robert Nisbet, Sosyolojik Düşünce Geleneği, çev. Yusuf Kaplan, İstanbul:

Paradigma Yay., 2013.

Page 109: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

109

Frederick’e o kadar beklemek gerekmeyeceğini ve gelecek 50 yıl içerisinde bu kaçınılmaz

sonun geleceğini yazıyordu. 29 Modernleşmekte olan Avrupa’da dinin (Hıristiyanlığın)

geleceğine ilişkin bu yaklaşım, zamanla, hem Avrupalı düşünürlerin çoğunu etkisi altına aldı,

hem de bu sürecin evrensel bir olgu olduğuna ilişkin kanaati pekiştirdi. İşte bu modernleşme

sürecinin bir sonucu olarak, belli bir zaman diliminde dinin ya da dine benzer inançların ve

yapıların toplum nezdindeki prestijlerini ve topluma etkide bulunma derecelerini tedricî olarak

kaybedecekleri ve zamanla da yok olacakları iddiası literatürde sekülerleşme teorisi olarak

adlandırılmaktadır. Başka bir deyişle, “modernleşme karşısında önce dinî kurumlar, sonra dinî

pratikler ve en sonunda da dinî bilinç sosyal anlamını kaybedecekti.”30

[Din sosyolojisi içerisinde önemli bir tartışma konusu olan ‘sekülerleşme tezi/teorisi’ne özet

bir biçimde değinmeyi amaçlayan bu kısımda, çoğu zaman birbirinin yerine de kullanılan fakat

tanımları ve içerikleri çok da kesin olarak ortaya konamayan iki sözcük, sekülerlik ve laiklik

kavramları üzerinde kısaca durmak gerekiyor.31 Laiklik, ‘halktan olan, yönetim aygıtını elinde

bulundurmayan kesim’ anlamındaki Yunanca laikos sözcüğünden türedi ve zaman içinde

Ortaçağ Kilise Latincesinde laicus biçimini alarak ‘ruhban sınıfa mensup olmayan, herhangi

bir dinsel görevi ve unvanı olmayan kişi’ anlamını kazandı. ‘Yüzyıla ait olma’ anlamındaki

Latince saecularis sözcüğünden türeyen sekülerlik ise, zaman içinde, ‘bu dünyaya ait olma,

dünyayı yaşama’ anlamlarını kazanmıştı. ‘Bireysel bir tutumu, tavır alışı ve hali’ ifade etmeleri

anlamında her iki sözcüğün aynı anlama geldiğini söylemek mümkündür. Bu anlamda, belirli

bir zorlayıcılığı ve tepeden inmeciliği ima eden laisizm veya sekülarizm sözcükleri ile

aralarında bir karşıtlığın bulunduğundan söz edilebilir. 32 Bryan S. Turner, ‘sekülerizm’

kavramının ilk olarak George Holyoake tarafından 1846’da tanımlandığını ve bir ‘seküler’

topluma ilişkin fikirlerin 1860’larda 6 bin üyeyle zirve yapan İngiliz Ulusal Seküler Toplum’un

kuruluşundan çıktığını belirtmektedir: “Holyoake ‘sekülerizm’in dinî inancın doğrudan

29 Rodney Stark ve Roger Finke, Acts of Faith: Explaining the Human Side of Religion, Berkeley ve Los Angeles,

California: University of California Press, 2000, s. 57. [Stark ve Finke’nin kitabının bu bölümü, ilk olarak

şurada yayınlandı: Rodney Stark, “Secularization, R.I.P.”, Sociology of Religion, 1999, c. 60, sy. 3, ss. 249-

273.]

30 Ali Köse, “Modernleşme-Sekülerleşme İlişkisi Üzerine Yeni Paradigmalar”, Liberal Düşünce, Güz 2001, sy.

24, s. 150 [ss. 150-165].

31 Ülkemizde sekülerleşme ve laiklik temaları etrafında gelişen literatüre ilişkin -yayın türlerine göre tasnif

edilmiş- kapsamlı bir bibliyografik çalışma için bkz. Ömer Faruk Darende, “Sekülerleşme ve Laiklik Üzerine

Bir Bibliyografya Denemesi”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015/1, c. 6, sy. 11, s. 151-187.

32 Bkz. Mehmet Ali Kılıçbay, “Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilmek”, Cogito, 1994, sy. 1, s. 15-21.

Page 110: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

110

eleştirisine angaje olmaksızın yalnızca dinden ayrı olan bir sosyal düzene atıfta bulunması

gerektiğini öne sürmüştü.”33

Sözcüklerin de bir tarihi var ve toplumların özgül tecrübeleri bağlamında farklı anlamlara

kavuşabiliyorlar. Bu çerçevede sekülerleşme (ve –yukarıdaki tanımlamadan farklı olarak-

sekülerizm), belli gelişmeler eşliğinde yaşanan toplumsal bir dönüşümü ifade etmektedir. Karel

Dobbelaere, bu bağlamda sekülerleşmeyi “kurumsal dinin dini otoritelerinin diğer alt-sistemler

üzerindeki hakimiyetini kaybetmesi” olarak tanımlamaktadır. 34 Aynı derleme içerisinde yer

alan “Seküler: Sosyolojik Bir Bakış” başlıklı makalesinde John A. Coleman sekülerlizm ile

“Kutsal bir düzenin varlığını inkârı; evrenin, amacın anlamsız bir ifadesi ve tecessümü olduğu

kanaatini; evrene ya da ‘gerekçesine’ karşı antropomorfik (insan biçimci) olandan başka

herhangi bir anlam değişimi veya iletişim hakkında arabulucuk yapılan bir ilişkiye –ona karşı

her anlamda kişisel olan bir ilişkiye- sahip olmanın mantıksız olduğuna inanmayı” kast eder.35

Literatürdeki tartışmaları merkeze aldığımızda yaşanan bu değişim, aydınlanmacı değerler

doğrultusunda gelenekselden moderne, başka bir deyişle, dünyayı, toplumu ve insanı tabiatüstü

varlıkların belirlediği bir durumdan bilimin ve aklın belirlediği bir duruma doğru gerçekleşen

toplumsal dönüşümü ifade etmektedir. Örneğin, Niyazi Berkes Türkiye’de Çağdaşlaşma (1979)

olarak bilinen meşhur kitabının İngilizce orijinali için, Osmanlı batılılaşmasını ‘toplumsal bir

sekülerleşme/laikleşme’ hareketi şeklindeki yorumuna uygun olarak, The Development of

Secularism in Turkey (McGill University Press, 1964) başlığını tercih etmişti. Laiklik ya da

laisizm ise, toplumun bir niteliği olarak değerlendirilmez ve genellikle modern ulus-devletlerin

siyasî-hukukî ilkesi olarak görülür.36 Fakat özellikle de Batı-dışı toplumlarda laiklik, ‘devlet

aygıtının imkanlarıyla toplumu sekülerleştirmek’ şeklinde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Bu

noktada da, sekülerleşme ile laiklik hem karşılık geldikleri taraflar (halk/toplum ve devlet), hem

de işleyiş mantıkları ve biçimleri itibariyle birbirine karşıt iki kavram olarak karşımıza

çıkmaktadır.]

Modernleşme karşısında dinin sosyal anlamını ve geçerliliğini kaybetmesinin, modernleşmenin

harekete geçirdiği üç önemli süreç sayesinde gerçekleşeceği varsayılmaktaydı: (i) Toplumsal

33 Bryan S. Turner, Din ve Modern Toplum, s. 171.

34 Karel Dobbelaere, “Sekülerleşmenin Anlamı ve Kapsamı”, çev. Mehmet Süheyla Ünal, M. Ali Kirman ve

İhsan Çapcıoğlu (eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, Ankara: Otto Yay., 2015, s. 58 [ss. 57-

74].

35 John A. Coleman, “Seküler: Sosyolojik Bir Bakış”, çev. Ömer Faruk Darende, M. Ali Kirman ve İhsan

Çapcıoğlu (eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, s. 47-48 [ss. 45-55].

36 Mustafa Erdoğan, “Sekülerizm, Laiklik ve Din”, İslamî Araştırmalar, 1995, c. 8, sy. 3-4, s. 184 [ss. 179-194].

Page 111: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

111

farklılaşma ile birlikte, geleneksel toplumda din kurumunun birer işlevi olarak görülen eğitim,

tıbbî yardımlar, toplumsal denetim, sosyal hizmet vs. gibi işlevlerin modernleşmenin ürünü

olarak ortaya çıkan yeni eğitim, sağlık, sosyal hizmet vb. kurumlar tarafından karşılanacağı

kabulü. (ii) Modernleşmeyle birlikte ulus-devlet merkezli toplum yapılarının ve bürokratik

yapıların ortaya çıkışı. (iii) Bilimin gelişimiyle birlikte insanların tabiat üstü varlıklara

inanmaktan uzaklaşacakları düşüncesi.37

Sosyolojinin kurucu isimlerinin –‘sekülerleşme’ terimini neredeyse hiç kullanmamalarına

karşın- sekülerleşme ve modernleşme olgusunun büyüsünden kurtulamadıkları söylenebilir:

“Bu fenomeni ele alan sosyologların çoğu sekülerleşmenin doğrudan doğruya

modernleşmenin bir sonucu olduğu görüşünde birleşmiştir. En genel anlamda bu görüş

sahipleri, din ve modernleşme arasında ters orantılı bir ilişki olduğunu -yani birincisi ne

kadar artarsa ikincisinin o nispette azalacağını- kabul etmektedirler. Genellikle bu

durum, çok daha rasyonel olarak anlaşılabilir ve yönetilebilir bir dünya inşa ederek

tabiatüstü alana gittikçe daha az yer veren çağdaş bilimsel düşüncenin egemenliğine

atfediliyordu. Ayrıca, bu yorum, Weber’in ‘modern dünyanın büyü bozumu’ ibaresinde

özlü bir şekilde dile getiriliyordu. Bu durumun diğer nedenleri ise, şöyle sıralanabilir:

Modern kurumların her geçen gün farklılaşması (bu Parsons’un en önemli

paradigmasıydı), dini kabulleri özgür tercihlere dönüştüren modern demokratik

rejimlerde devlet ve kilise arasındaki bağlantının kesilmesi ve kitle iletişimin

yaygınlaşması süreçleri.”38

José Casanova’ya göre sekülerleşmenin üç farklı anlamı vardır:

“(a) Modern toplumlarda dinî inanç ve ibadetlerin azalması olarak sekülerleşme,

çoğunlukla evrensel, doğal ve gelişimsel bir süreç olarak addedildi. Bu tanım nispeten

yeni olmakla birlikte sekülerleşme ile ilgili güncel akademik tartışmalarda en yaygın

kullanıma sahiptir. Fakat bu haliyle henüz birçok Avrupa dilindeki sözlüğe girmemiştir.

(b) Dinin bireyselleşmesi olarak sekülerleşme, çoğunlukla hem çağdaş tarihi bir eğilim

hem de olması gereken bir durum olarak anlaşılmış, hatta modern liberal demokratik

siyasetin bir önkoşulu addedilmiştir. (c) (Devlet, ekonomi, bilim gibi) seküler alanların

ayrışması olarak sekülerleşme, genel olarak dini urum ve kurallardan bir ‘kurtuluş’

37 Mustafa Erdoğan, a.g.m., s. 179-180.

38 Peter L. Berger, “Günümüz Din Sosyolojisi Üzerine Düşünceler”, çev. İhsan Çapçıoğlu, Dinî Araştırmalar,

Mayıs-Ağustos 2002, c. 5, sy. 13, s. 187-188 [ss. 187-199].

Page 112: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

112

olarak anlaşılmaktadır. Bu tanım klasik sekülerleşme teorilerinin ana gövdesini

oluşturup, bu terimin Ortaçağ Hıristiyanlığı içindeki etimolojik-tarihsel anlamını ifade

etmektedir.”39

Klasik sekülerleşme teorisini savunan Avrupalı yazarlara göre, Batı Avrupa toplumlarının

sekülerleşmesi reddedilemeyecek bir gerçektir.

“Amerikalı din sosyologları ise sekülerleşme teriminin kullanımını daha dar ve daha

güncel manada ele alıp, onu dini inanç ve ibadetlerin bireyler arasında azalması şeklinde

kullanmaktadırlar. Onlar toplumun sekülerleşmesini fazlaca sorgulamadan bu durumu

dikkat çekici olmayan bir gerçeklik olarak addetmektedirler. Onlara göre ABD zaten

modern dünyevi bir toplum olarak meydana gelmiştir. Bu sebeple Amerikan halkının

dini inanç ve ibadetlerinde önemli bir düşüşe işaret eden bir kanıt görmemektedirler.

Hatta bu konuda tarihsel gerçeklr tam tersine bağımsızlığından beri Amerikan

nüfusunun kiliseye katılımının arttığını göstermektedir. Sonuç olarak Amerikalı birçok

din sosyoloğu sekülerleşme teorisini veya en azından bu teorinin dini inanç ve

ibadetlerde aşamalı bir düşüş olacağını öngören varsayımını bir köşeye atma ve

Avrupalı bir efsane olarak görme eğilimindedir. Çünkü sekülerleşmenin alışılagelmiş

‘işaretleri’ olan kiliseye devam, ibadetin sıklığı, Tanrı inancı gibi hiçbir kanıt uzun

dönemli bir azalma eğilimi göstermemektedir.”40

Casanova’ya göre, klasik sekülerleşme teorisinin Avrupa için geçerli olduğu söylenebilir ama

ABD tecrübesiyle uyumlu değildir. Aynı şekilde, ABD modeli de Avrupa için iş görmez. Fakat

daha da önemlisi her iki teori/model de, dünyanın geri kalan bölgelerini açıklamakta başarısız

kalıyorlar.

Sekülerleşme tezi 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal bilimciler arasında

sorgulanmaya ve din-modernlik/sekülerleşme ilişkisine dair farklı yaklaşımlar geliştirilmeye

başlandı. Bu çerçevede yeni yaklaşımları üç başlık altında toplamak mümkündür: (a) Bryan

Wilson, Karel Dobbelaere ve Steve Bruce gibi sosyal bilimciler, örneğin kiliseye devam

39 José Casanova, “Sekülerleşmeyi Yeniden Düşünmek: Evrensel Bir Karşılaştırma”, çev. Selman Yılmaz, Tarih

kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, Haziran 2014, c. 3, sy. 2, s. 221 [ss. 220-236].

40 José Casanova, a.g.m., s. 222. Haldun Gülalp, ‘egemen sekülerleşme teorisi’nin ‘düna çapında uygulanan bir

Avrupa-merkezci güç ilişkisine de aracılık ettiğini’ iddia eder. Bkz. “Sekülerleşme Kuramının Avrupa-

Merkezciliği ve Demokrasi Sorunu”, Yakın Doğu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan 2008, c. I, sy. 1,

s. 115-136. Volkan Ertit ise, ‘klasik sekülerleşme teorisi’nin evrensel bir nitelik taşıdığını iddia etmektedir.

Bkz. Volkan Ertit, “Evrenselleştirilmiş –Klasik- Sekülerleşme Teorisi”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2014, c. 11, sy. 27, s. 103-120.

Page 113: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

113

etmenin düştüğüne ilişkin rakamlardan hareketle klasik sekülerleşme tezinin hala geçerliliğini

koruduğunu savunmaktadırlar. (b) -Din sosyolojisi çalışmalarına başladığına sekülerleşme

tezini savunan fakat sonrasında vaz geçen- Peter L. Berger, Rodney Stark, Daniel Bell, Jeffrey

Hadden gibi ABD kökenli sosyologlar, din ile modernitenin uyuşmazlığı tezinin doğru

olmadığını iddia ettiler. Onlara göre kiliseye devam etme rakamları düşmesi sekülerleşmenin

ölçütü olarak kabul edilemez. İnsanlar kiliseye gitmeseler bile ve dine kurumsal bir bağlanma

içinde olmasalar bile, ruhun varlığını, Tanrı’ya olan inançlarını devam ettiriyorlardı. Grace

Davie bu durumu ‘ait olmadan inanma’ olarak adlandırır. İstatistikî verilerle de bu durum

destekleniyordu. Örneğin, dünyanın en sekülerleşmiş toplumu olarak kabul edilen İzlanda’da

kiliseye gitme oranı %2 idi, ama İzlandalıların %81’i ölümden sonra hayata, %88’i de ruhun

varlığına inanıyordu. Dalay Lama, Polonya’da Leh Walesa önderliğindeki Dayanışma hareketi,

Doğu Bloku ülkelerinde yaşananlar, İslam dünyasındaki hareketlenmeler, yeni dinî hareketler

vb. sekülerleşme tezini yanlışlayan ve dinin bireysel bilinç düzeyindeki yerini hala koruduğunu

ve kutsalın vazgeçilmezliğini gösteren gelişmeler olarak değerlendirildi. (c) Mark Chaves,

David Yamane, Conrad Ostwalt, José Casanova gibi sosyal bilimciler, meseleye bu iki

yaklaşımdan farklı bir zaviyeden yaklaşmakta ve din ve modernitenin birbirinin etkilediğini

savunmaktadırlar. Onlara göre, din modern dünyada görünürlüğünü bütünüyle kaybetmemiştir

ancak modernleşmeden nasibini de almıştır. Bu yaklaşım Conrad Oswalt’ın 2003’te yayınladığı

kitabının ismi olan Secular Steeples [Seküler Çan Kuleleri]’i bir anlamda yaklaşımlarını ifade

eden slogan haline dönüştürdüler: Çan kuleleri varlığını devam ettirmektedir ama artık

geçmiştekinden farklı bir biçime ve içeriğe sahiptir.

Kolayca anlaşılacağı gibi bu üç kategoriden birinciler daha ziyade toplumsal görüngülere,

ikinciler bireysel bilince ve üçüncüler de dinden daha geniş bir kavram olarak kutsal kavramı

üzerine yoğunlaşmışlardır. Bu çerçevede Osmanlı-Türk modernleşmesi de ilgi çekici özellikler

gösteriyor. Batılılaşma serüvenimize birbirini yok etmeye yönelmiş iki sert rakibin savaş

sahnesi olarak baktığımızda, bugüne kadar çoğunlukla yapıldığı üzere, henüz son bulmamış

çetin bir siyasal mücadeleyi analiz etmek durumunda kalabilir ve bu çatışmanın hangi tarafında

isek o tarafın zaferi ya da yenilgisi üzerine bir söylem, bir strateji vs. geliştirebiliriz. Ancak

sürece toplumsal bir dönüşüm süreci olarak baktığımızda, toplumun batılılaşma/modernleşme

sürecine başladığı noktada olmadığını, hem siyasal kurumların, hem modernleşme

söylemlerinin, hem de bireysel ve toplumsal anlamda din, gelenek, kutsal algısının zihniyet,

Page 114: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

114

inanç ve pratik düzeyinde değişmiş olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Sosyal bilimcilerinin

öncelikli görevi de, bu farklılaşmayı ve değişimi hakkıyla açıklayabilmek olmalıdır.41

4.5. Okuma Parçası: Yeni Dinî Hareketler

1997 yılında Heaven’s Gate (Cennetin Kapısı) tarikatının 38 üyesi, Hale-Bopp kuyruklu

yıldızının görünme zamanına denk getirerek Güney California’da toplu halde intihar etmişlerdi.

Kuyruklu yıldızın içinde ‘bedensel hapisleri’nden kurtuldukları takdirde binebilecekleri bir

uzay gemisi olduğuna inanıyorlardı. Biraz da bu türden grupların neden oldukları kötü şöhretin

sonucu olarak, popüler medya tarafından gizem ve büyüyle ve yoğun ve zorlayıcı din değiştirme

teknikleriyle ilişkilendirilerek kült kelimesiyle adlandırılmışlardı. Kültlerin tuhaf ve ahlakdışı

olarak tek-tipleştirilmesi sebebiyle sosyologlar, bu terimden vazgeçerek yerine New Religious

Movements (Yeni Dinî Hareketler) ifadesini tercih ettiler. Yahova Şahitleri, Moon Tarikatı,

Sahaja Yoga, Scientology vb. gibi pek çok cemaat ya da tarikatı adlandırmak için kullanılan bu

kavrama ve bu kavramla anılan hareketlere ilişkin değerli bir sunum Bayram Sevinç tarafından

-konuyu ele aldığı doktora tez çalışmasında- yapıldı. Yeni dinî hareketlere ilişkin bu özlü

değerlendirme, tarafımdan yapılan ufak tefek düzenlemelerle birlikte, aşağıda sunulmuştur:42

Yeni dinî hareketler, aydınlanma mirası, rasyonalizm, akıl çağı, sekülerleşme gibi kavramların

eşliğinde bir dünya algısını ifade eden modernizmin hâkimiyetinde başlayan ve geç modern

dönemde yükselen, konumlandırılması tartışmalı bir olgudur. Batı dünyasında 1960’larda

gençlerin, karşı kültür düzleminde değerlendirmelere konu olan yeni dinî hareketlere (YDH)

katılımına, Doğu mistisizminin sunduğu kurumsal ve biçimsel olmayan dinî ifade biçimlerine

ilgiyle birlikte şahit olunur. Yeni dinî bilinç olarak değerlendirilen bu yönelim, kurumsal dinî

yapıları sorunun bir parçası olarak görmüş ve genellikle reddetmiştir.

41 Sekülerleşme tezini ele alan –aralarında Bryan Wilson, Steve Bruce, John A. Coleman, Karel Dobbelaere,

Grace Davie, Peter L. Berger gibi bu konuda farklı değerlendirmelerde bulunan pek çok din sosyoloğuna ait-

yazılardan oluşan kapsamlı bir makale derlemesi için bkz. M. Ali Kirman ve İhsan Çapcıoğlu (eds.),

Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar. Ayrıca bkz. Bryan S. Turner, Din ve Modern Toplum: Yurttaşlık,

Sekülerleşme ve Devlet, Arzu Tüfekçi (çev. ve ed.), İstanbul: Sentez Yay., 2017; özellikle bkz. “Sükelerleşme

Tezi” başlıklı 7. Bölüm, s. 169-193.

Sekülerleşme tezini Türkiye (ve İslam dünyası) özelinde tartışan bir inceleme için bkz. Ali Köse,

“Sekülerleşme Teorileri Bağlamında Türkiye’de Din ve Modernleşme”, Galatasaray Üniversitesi ve

Uluslararası Fransızca Konuşan Sosyologlar Derneği [AISLF] tarafından 12-14 Mayıs 2005 tarihinde

düzenlenen Uluslararası Sosyoloji Kongresi’ne sunulan tebliğ. Ayrıca bkz. Talip Küçükcan, “Modernleşme ve

Sekülerleşme Kuramları Bağlamında Din, Toplumsal Değişme ve İslam Dünyası”, İslam Araştırmaları

Dergisi, 2005, sy. 13, s. 109-120. Türkiye özelindeki sekülerleşme tecrübesine farklı bir yaklaşım için bkz.

Volkan Ertit, Endişeli Muhafazakarlar Çağı: Dinden Uzaklaşan Türkiye, Orient Yay., 2015. Sekülerleşme tezi

eşliğinde bir siyasal İslamcılık tartışması için bkz. Nuray Mert, “Laiklik Tartışması ve Siyasal İslâm”, Cogito,

1994, sy. 1, s. 89-101.

42 Bayram Sevinç, “Türkiye Bağlamında Dinlerarası İlişkiler ve Süreç Yapıları”, Doktora Tezi, İstanbul:

Marmara Üniversitesi SBE İlahiyat ABD Din Sosyolojisi Bilim Dalı, 2009, s. 42-51.

Page 115: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

115

1960’lı yıllarda aşikâr bir gelişim seyri taşıyan bu hareketlerin, kurumsal dinin çöküşüne bir

tepki olarak algılanması gerektiği çokça ileri sürülmüştür. Berger ve Herberg, dinin seküler

toplumda ayakta kalmasını, ABD özelinde bakıldığında sekülerleşmesine ve Amerikan hayat

tarzını destekleyen bir din ortaya koymasına bağlayan analizler yapmışlardı. Geoffrey K.

Nelson, bu teolojik liberalleşme analizinin hem Amerika hem de Britanya için doğru olduğunu;

fakat aynı zamanda 1960’lı yıllardan sonra Amerika ve Britanya’da liberal kiliselerin

desteklenmesinin çökmeye başladığını iddia eder. Yeni çağ, uçan daire kültleri, radikal

çevreciler, eko-feminizm gibi örnekler dinî çeşitliliği büyüten birer dinî nitelikli örnek olarak

betimlenmiştir. Hepsinin ortak özelliği, kilise dindarlığından çok farklı bir karaktere sahip

olmalarıdır. Bunun da ötesinde spor, fitness ve diyet pratiklerinin dahi özünde dinî bir karaktere

sahip oldukları iddia edilmiştir. Bütün bu çeşitliliği betimleme ve kapsama çabaları görünmeyen

din, zımnî din, vekil din, sözde-din, seküler din vb. kavramların araştırmalarda boy göstermesine

neden olur.

YDH’in incelenmesi, aynı zamanda, araştırmacıları kadim dinlerin ortaya çıkış sürecini

toplumsal boyutta açıklamaya yöneltmiştir. Bu bağlamda Hıristiyanlığın Roma

İmparatorluğu’ndaki zuhuru Gibbon tarafından imparatorluğun altını oyan bir gelişme olarak

değerlendirilmiş (yeni dinin bütünlüğü bozucu olduğu), Nelson ise aksine bu durumun,

imparatorluktaki çöküşe bir tepki olarak algılanabileceğini savunmuştur. Klasik literatürde

dinleri kuramsal alanda analiz etme eğilimi, doğal olarak sosyolojinin kavramlarının da aynı

yönde şekillenmesini doğurmuştur. Sözgelimi Weber, din sosyolojisi metinlerinde Hıristiyanlık,

İslâm, Budizm gibi tarihsel ve toplumsal olarak köklü dinler üzerinde durur. Bu kurumsal din

yaklaşımının bir sonucu olarak Bruce’un sekülerleşmeyi dinin toplumsal hayattan uzaklaşması

şeklinde betimlemesini, kurumsal pratiklerdeki zayıflama verilerine dayanarak ortaya koyma

gibi analizleri doğurur.43

YDH’in incelenmesinde kullanılacak kavramların farklılıklarının olup olmadığı veya

farklılıklarının klasik kavramlarda ifade edilme olasılığı, en önemlisi de klasik kavramsal

şemanın ‘din’ diye nitelendirdiği şeyin YDH için geçerli veya tanımlayıcı olup olmadığı önem

taşır. Sözgelimi literatürdeki beyin yıkama ve zihin kontrolü gibi pasif aktör merkezli analizler

yeni fenomeni açıklamaya çalışan ve eleştirilen unsurlar olur. Postmodern kültürün dinsel

görünümleri, modern ve pre-modern dünyanın görünümlerinden biçimsel ve özsel anlamda

farklılık taşır. Hunt; son yıllarda YDH üzerine geliştirilen literatürün, kısmen dinin gerilemesini

ilan eden yaygın sekülerleş(tir)me tezine karşı bir argüman olarak görülmelerinden

kaynaklanabileceği gibi, kültsel niteliklerinin tartışma ve kötü ünleri nedeniyle kamunun ilgisini

çekmelerine de bağlanabileceğini ifade eder.

Yeni fenomen, din ve bilim arasındaki analiz gergefinin de yeniden düşünülmesini (‘büyük

bölünme’) doğurur. Sekülerleşme çerçevesinde oluşan literatürün ‘dinin bireyselleşmesi’ 44

bağlamında formüle ettiği şey, postmodern dünyanın din algısında kendini ortaya koymaktadır.

Din, Berger’in ifadesiyle, artık baskın ve buyurgan bir sunu değil, aksine markette alınmayı

bekleyen bir üründür.45 Modernitenin dini dışlaması, toplumsal alanın kutsaldan arındırılması,

postmodern dünyada ‘kutsal’ın seküler yaşama modern ve premodern dünyadakinden farklı

birçok form ve yolla eleştirel bir biçimde katılma çabasını doğurmuştur. Dolayısıyla YDH,

kutsalın seküler kültüre mülteci katılımıdır. Bu ilticanın kabulü, yeni dinselliklerin ve dinlerin

yeni formlarının seküler ve erozyona uğramış kutsalların yıkıntıları üzerinde yükselişi demektir.

43 Steve Bruce, God is Dead: Secularization in the West, Oxford: Blackwell, 2002, s. 3-4.

44 Bkz. Thomas Luckmann, Görünmeyen Din, Ali Coşkun ve Fuat Aydın (çev.), İstanbul: Rağbet Yayınları, 2003.

45 Peter L. Berger, Kutsal Şemsiye, çev. Ali Coşkun, 2. Baskı, İstanbul: Rağbet Yay., 2000, s. 204-208.

Page 116: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

116

Kutsal, modernitenin eleştirilerini dikkate alıp farklılıkları kutsarcasına çok çeşitli formlarda

yeniden toplumsala arz-ı endam etmektedir. Arz tarzlarını sınıflandıran Wallis, YDH’i dünyayı

reddedenler, dünyayı onaylayanlar ve dünyaya intibak edenler olarak üçe ayırır. Dünyayı

reddedenler formunda bireyin kişiliği grupla özdeşleşmiştir ve bu nedenle birey, lidere veya

cemaate karşı tehlikeleri kendisine yönelik olanlardan daha çok önemser. Geleneksel olarak

dinle özdeşleştirilen özelliklerin çoğu dünyayı onaylayan grupta bulunmaz. Bunlarda inançlar

daha çok kişiseldir. Dünyaya uyan türde din, sosyal bir mesele olmaktan ziyade bireysel, içsel

bir mesele olarak anlaşılır. 46

Bireysel ve toplumsal farklılıklar ve bunların doğurduğu beğeni farklılıkları, postmodern

kutsallığın yaşamsal bir kriteridir. YDH’e katılım ve ayrılma, bireysel beğeni ve iknanın yaşamı

ölçüsünde olabilmektedir. Bu özellik, postmodern kutsallıkları öncekilerden ayıran önemli bir

unsurdur. Tüketimin toplumsala olan baskın formu kutsal tercihine de yansır. Birey, her ne

kadar kutsalın formunu dikkate alıyorsa da onun tercihini şekillendiren asıl şey ‘beğenisi’ gibi

görünmektedir. Denetimin kutsaldan bireye geçişini ifade eden bu dönüşüm, YDH’in nicel

varlıklarını açımlayan birimdir. Tercihler yelpazesine sunulan kutsallıklar, postmodern kültürde

toplumsala girme, bireyin denetimini ikna etme çabasındadır.

Hostetter, Yahudi-Hıristiyan kökenli Batı uygarlığının büyük bir dalga tarafından sarsıldığını,

okul, aile veya kiliseler olsun bütün kurumların titrediğini iddia eder. Batı uygarlığının dinsel

konsensüsünü yitirdiğini ve bu yeni dinî hareketlerin dinsel birlik için bir şans ve katkı olduğunu

iddia eder. Her ne kadar bazı yeni dinî hareketlerde ayrılıklar, aile dramları gibi problemler varsa

da bunların dikkatten kaçırılmadan, YDH’deki yeni ruhsallıkla olumlu bir ilişkisini önerir. Ona

göre bu yeni ruhsallık, Bahaî ve Unification Church örneğinde olduğu gibi sinkretik bir yapıyla

iyi yönlerin bir araya gelişini temsil eder. 47 YDH, Batı modernizminin katı bilimcilik ve

akılcılığıyla kilitlenen dünya görüşünde yeni kimlik arayışına giren bireyler için bir tercih olarak

belirmiştir; bu çerçevede milyonlarca insan Doğu kökenli dinî ve felsefî akımlara katılmıştır.48

YDH’in ABD’de ortaya çıkış zeminini irdeleyen bazı araştırmacılar bu hareketlerin temelde

siyasî protesto ve gösteriler yoluyla gösterilen tepkilerin sonuçsuz kalması neticesinde

toplumsal değişme için dinî hareketlerden başka bir seçeneğin kalmaması sebebiyle hareketlerin

60’lı ve 70’li yıllarda hızla yaygınlaştıklarını iddia ediyorlar. Hayatı değiştirme yönündeki

çabalar seküler araçlarla sonuç vermediğinde dinî nitelikli hareketler denenmiş fakat Amerikan

hayat tarzını değiştirme gücü bulunamamıştır. 49 Kolektif davranışlarının kaynağında din

kaynaklı güdüler bulunan birer sosyal hareket olarak dinî hareketler, toplumsal zemin olarak

bazı mahrumiyetler, engellenmeler, bunalımlar gibi negatif durumlardan da destek alırlar.

YDH’in kriz ortamlarından beslenen ortaya çıkışları, mevcut toplumsal düzen ve hareketlere

yönelik bir tehdit ve çatışma kaynağı olarak da görülür. Mevcut yapılanmaların yetersizliği veya

talebe karşılık verememesi ise hızlı büyümeleriyle sonuçlanır. 50

Amerika’daki kadar dini çeşitlilik ve yaygınlık belki de hiçbir ülkede görülmemiştir. Dünya’nın

hem bütün büyük dinleri hem de küçük dinleri bu coğrafyada görülmekte, küçük şehirlerde bile

46 Roy Wallis, The Elementary Forms of the New Religious Life, Londra: Routledge ve Kegan Paul, 1984, s. 9-

39.

47 Jacques Hostetter, “New Religious Movements: A Factor of Division or Unity?”,

http://www.religiousfreedom.com/Conference/Germany/hostetter.htm (13 Mart 2005), par.1-3, 9-10.

48 Ali Köse, Milenyum Tarikatları: Batı’da Yeni Dinî Akımlar, İstanbul: Truva Yayınları, 2006, s.15.

49 Ian Thompson, Odaktaki Sosyoloji: Din Sosyolojisine Giriş, çev. Bekir Zakir Çoban, İstanbul: Birey Yayınları,

2004, s. 66.

50 Ali Coşkun, “Osmanlı Dönemi Dinî Kurtuluş Hareketlerinin Sosyolojisi”, Ali Coşkun (Ed.), Mesih’i

Beklerken-Mesihçi ve Millenarist Hareketler, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2003, s. 168-171.

Page 117: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

117

düzinelerce farklı dinî organizasyon bulunmaktadır. Anayasasında hiçbir dinin devlet onayına

sahip olmadığı ve her Amerikalının istediği dini tercih edebileceği şeklindeki bir değişiklik

YDH için yasal zemin olmuştur. Aslında dinî geleneklerden türeyen yeni ruhsallıkların

yükselişini sağlayan şartlar, göç olgusu çerçevesinde şekillenen göçmen hukuku ve kültürdeki

değişimdir. 1965’te Kongre, ABD’nde ulus kaynaklı (Avrupalıları yeğleyen) kotaları

yasaklayan yeni bir göçmen yasasını kabul etti ve böylece göçü daha eşitlikçi bir temele

oturtmuş oldu. Bundan sonra göçler yoğunlaştı ve bu göçmenler arasında YDH’in öncüleri de

vardı. Bu göç reformu, 1960’lardaki özellikle gençlerde olmak üzere dinsel deneyim ve keşfe

açıklık olarak gözlenen büyük kültürel değişikliğe denk gelir.

Batı’da faal olan 2600 dinî gruptan söz edilirken Amerika’da sınırlı bir ölçütle 2000 gruptan

bahsedilir. Gordon Melton, daha sınırlı bir ölçütle Amerika’da YDH olarak tanımlanan

hareketlerin sayısının 1000’in altında olduğunu ileri sürer.51 “Manevî Süpermarket”52 alanında

çoğulcu rekabetle hayat bulan YDH, daha çok kült ve sekt kavramlarıyla betimlenir. Kült/cult

kelimesi önceleri ana dinî gelenek dışında bir kaynağa sahip hareketler için kullanılmıştır. Bu,

bazen Amerika’da bulunan Hinduizm gibi bir dinî gelenek olduğu gibi bazen yakın tarihte

ortaya çıkmış, hatta yaşayan birinin ortaya koyduğu bir dinî hareket de olmaktaydı. Fakat 1965

sonrasındaki dinî hareketlerin ortaya çıkışı, kavramın daha kötü bir anlam kazanmasına neden

oldu. Bundan sonra kavram en azından kendi üyeleri ve toplum için, potansiyel olarak yıkıcı bir

niteliğe sahip bir hareketi betimlemek için kullanılır. Fakat kavramı yalnızca problemli gruplar

için kullanmaya yetecek düzeyde bir temellendirme henüz yapılmadı.

YDH’ler, dinî uyanış, canlanma veya geç modern toplumun kutsallıkla yeni ilişkisi bağlamında

ele alınır. Dinin bu yeni görünümü; Berger’in teodise çerçevesinde ‘teselli’ kavramına vurgusu

bağlamında modern sekülerizmin bireysel elem ve bireylerarası adaletsizlik gibi konularda

baskı uygulayan mahrumiyetlere çözüm bulamaması, dolayısıyla dinin teselli verme işleviyle

ilgili bir durumdur. Dinin teselli kabiliyeti, geç modern dönemin karmaşık hayatları için yeni

bir güvenirlilik olur. Maddî ve manevî mahrumiyetlerin pençesinde, fiziksel acılarla kuşatılan,

“hatta en basitinden geçimsiz bir evliliğe tahammül etmek zorunda olan bir insana ilerleme

efsanesinin o büyük ideallerinin -tabiî bilimlerin o inanılmaz zaferlerinin, ulusal

bağımsızlıkların veya devrimci hareketlerin başarısının- sunacağı hiçbir şey yoktur.” 53

Mahrumiyet, Glock’un izafî mahrumiyet teorisindeki kullanımı gibi, dinin mahrum bireylere

telafi edici bir fonksiyonla cazip geldiği 54 yönündeki analizlerle YDH’e de uygulanır. Öte

yandan YDH sekülerleşme tezini tehdit eden bir olgu olarak görülür ve bir karşı kültür olarak

seküler dünya algısını reddettiği ifade edilir. Doğal akışı içerisinde yönlendirmeden yoksun olan

bu yeni bilinç arayışı, Doğu dinleri için misyon alanı olurken aynı zamanda Hıristiyanlığın kendi

içinden de yeni fraksiyonlar üretir.55

Modernitenin getirdiği değişimler, bireye sunduğu fayda ve imkânların yanı sıra yaygın bir

yabancılaşma sorunu da ortaya koymaktadır ve bu niteliği nedeniyle moderniteye her zaman

51 Eileen Barker, “New Religious Movements, Their Incidence and Significance”, Bryan R. Wilson ve Jamie

Cresswell (Ed.), New Religious Movements: Challenge and Response içinde, London: Routledge, 1999, s.16.

52 George Carey, “Healthy Religion”, The 2001 International Conference- The Spiritual Supermarket: Religious

Pluralism in the 21st Century, (April 19-22 2001), http://www.cesnur.org/2001/london2001/carey.htm (21

Mart 2005).

53 Peter L. Berger, “Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine”, Sekülerizm Sorgulanıyor: 21. Yüzyılda Dinin

Geleceği içinde. Ali Köse (hzl.), İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002, s. 77.

54 Bryan R. Wilson, Religion in Sociological Perspective, Oxford: Oxford University Press, 1989, s. 8.

55 Jeffrey K. Hadden, “Sekülerizmden Dönüş”, Ali Köse (hzl.), Sekülerizm Sorgulanıyor: 21. Yüzyılda Dinin

Geleceği içinde (123-159), İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002, s.147.

Page 118: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

118

karşı ideolojiler geliştirilmiştir. Üçüncü Dünya diye tanımlanan bölgelerdeki dinî hareketler, bu

karşı ideolojilerin en tipik örneğidir. İslâm dünyasında İran örneği başta olmak üzere

Endonezya’dan Mağrib’e kadar birçok bölgede faal olan İslâmî hareketler, modernleşmeye

tepkisel bir tutum taşımaktadır. İslâm dünyasının dışında da karşı hareketler ortaya çıkmıştır ki,

Neo-Budist hareketi, militan bir hareket olan Hindu gelenekçiliği, çoğu Hıristiyan olan

Afrika’daki dinî hareketler ve Latin Amerika’da giderek yaygınlaşan Hıristiyan gruplardan bu

anlamda söz edilebilir. Amerika’da ortaya çıkan yeni karşı kültür -ki bunun da dinî niteliklere

sahip olduğu belirtilir- ve Evanjelik Protestanlık, sekülerite karşıtı göstergeler olarak tartışma

konusu olmuştur. Amerika’da kiliselerin gelişim doğrusuna bakıldığında bugün seküleriteyle

ters orantılı bir gelişme görülmektedir.

Doğu kaynaklı dinî akımların -farlılıklarına rağmen- en önemli özellikleri, mistik tecrübeyi

merkeze almaları ve mutlak varlıkla doğrudan ilişki imkânı sunma iddialarıdır. Genel anlamda

ortak diğer özellikler şu şekilde sıralanabilir: “(a) Ahlâkî normları vardır, (b) dine rasyonel

yaklaşımı reddederler, (c) üyeler lidere kayıtsız bir teslimiyetle bağlıdırlar, (d) lider otoriter veya

karizmatik bir özelliğe sahiptir, (e) üyeler hareketin prensiplerini tenkit etme hakkına sahip

değillerdir, (f) milenyum üzerine vurgu vardır, (g) yeni üye kazanmak için misyonerliği bir

görev kabul ederler.”56

Geleneksel sosyal üretimlerin zihinlerde silikleşmeye yüz tutması, ahlâkı düzenleyici normların

zayıflaması, kültürel karmaşa, yapısal farklılaşmanın ürettiği karmaşık sosyo-ekonomik kırılgan

bir sistemin belirmesi, egoizm ve bireyselciliğin yaygınlaşması, yalnızlık duygusu, dünyanın

aşırı materyalist ve gayr-i şahsi olarak algılanışı YDH’lerin üzerinde yükseldiği koşulları ortaya

çıkaran etkenlerdir. Farklı anlam evrenlerine ve hayat biçimlerine olan ilginin artması, bunalım,

eğitim süresinin uzaması ve sonucunda eğitim seviyesinin yükselmesiyle oluşan merak ve yeni

ideallerin ortaya çıkması, hızlı sosyal değişmenin etkisiyle tampon mekanizmaların destek

niteliğini yitirmesi, moral belirsizlik gibi nedenler de etkindir. YDH’nin ortaya çıkışlarına etki

yapan ortak nedenler bulunabilse de inanç, etkinlikleri ve pratiklerindeki çeşitlilik herhangi bir

genellemeye engel olmaktadır.

YDH’in incelenmesiyle kilise-kült-mezhep tipolojisi ve din değiştirme teorileri için yüklü bir

veri birikimi ortaya çıkmış, karizma, üye edinimi gibi kavramlar da bu hareketlere

uygulanabilecek şekilde geliştirilmiştir. Hadden, literatür incelemesinde bu hareketlerin dört

özelliğini önemser: İlk olarak insanlık tarihi boyunca yerleşik geleneklerde mezhepsel

bölünmeler veya ithal kültler hep varolagelmiştir. İkinci olarak mezhep ve kültler arasında süreç

benzerlikleri söz konusudur. Üçüncü olarak “dinî hizipler kaçınılmaz bir gerçektir.” Özellikle

açık toplumlarda bunların meydana çıkması muhtemeldir. Son olarak, “yeni icat edilen veya bir

başka kültürden ithal edilen kültler daha çok geleneksel-kurumsallaşmış dinlerin zayıfladığı

bölgelerde ortaya çıkmaktadırlar.”57

Yeni dinî haritada öncelikli olarak kadim dinî kurumların mensuplarının ruhsal ve dinî

dönüşümü dikkat çekmektedir. Robert Wuthnow, “yamalı bohça dini” kavramıyla günümüz

Amerikasında “insanların farklı dinî geleneklerden kendilerince parça parça unsurları seçerek

mevcut mezheplerle pek de uyuşmayan bir din profili oluşturduklarını” ifade eder. Kendilerini

dindar olarak tanımlamayan bu kitlenin çoğu bir ruhsallık arayışında olduklarını ifade

etmektedir. Wuthnow’unkine benzer veriler Wade Clark Roof ve Nancy Ammerman gibi diğer

bazı araştırmacılarca da ortaya konmuştur. Avrupa’da bu olguya benzer yapıyı Daniéle Hervieu-

Léger, Strauss’dan ödünç aldığı bricolage kavramıyla betimlemiştir. Buna göre insanlar tıpkı

56 Ali Köse, a.g.e, s. 25.

57 Jeffrey K. Hadden, “Sekülerizmden Dönüş”, Sekülerizm Sorgulanıyor: 21. Yüzyılda Dinin Geleceği içinde.

Ali Köse (hzl.), İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002, s. 148-149.

Page 119: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

119

lego oynayan çocuklar gibi mevcut farklı dinî materyaller seçerek kendilerine ait yeni bir din

oluşturmaktadırlar. Bu insanlar hem kilise ile ilişkisini devam ettirenler, hem de kilise ile hiçbir

bağı olmayanlar arasından çıkabilmektedir.58

Batı ve İslâm kutuplaşması ve karşıtlığı, aynı zamanda ‘İslâmî yeniden diriliş’ olarak betimlenen

olgunun da etkisiyle, İslâm’a duyulan korkunun artışını da beraberinde getirmiştir. 59 Bu

hareketleri incelemede araçsallığı etkin olan eylem sosyolojisi, toplumsal hareketleri aykırılık

ve sapmalar olarak betimlemez; aksine toplumun kendini yeniden üretimine yapılan katkılar

olarak görür. Bu bağlamda Müslüman ülkelerdeki yeniden diriliş hareketleri söz konusu

toplumsal yapıların referanslarını kadim kodlardan alan toplumsal bir yeniden üretim olarak

betimlenebilir ki ortaya çıkan sonucun istenilir olup olmaması üretim hedefinin varlığını

zedelemez. Son tahlilde dinlerarası ilişkiler bağlamında ele aldığımız konunun önemli makro

dinamiklerinden olan YDH olgusu, dinlerin rekabete açılmasını sonuç verir ve bu süreç, bazen

çatışma veya başka bir sürece doğru gidebilir.

Okuma Önerileri

Din sosyolojisi alanının kurucu isimlerinden biri olan Joachim Wach’ın Din Sosyolojisi (çev.

Ünver Günay, Kayseri: Erciyes Üniversitesi, 1990) isimli çalışması temel metinlerden bir

tanesidir. Peter L. Berger’in “Dini Kurumlar” (Adil Çiftçi (ed. ve çev.), Toplumbilim Yazıları

içinde, İzmir: Anadolu Yay., 1999, s. 71-136) başlıklı makalesi, bir toplumsal kurum olarak din

konusunu Weberci bir perspektiften ele alan oldukça özlü bir metindir. Ayrıca Ünver Günay’ın

Din Sosyolojisi (İstanbul: İnsan Yay., 1998); Roberto Cipriani’nin Din Sosyolojisi: Tarih ve

Teorileri (çev. Ali Coşkun, İstanbul: Rağbet Yay., 2011); Hans Freyer’in Din Sosyolojisi (çev.

Turgut Kalpsüz, Ankara: AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., 1964) başlıklı çalışmaları din sosyolojisi

alanında Türkçe literatür arasında öne çıkan çalışmalardır. Yeni Dinî Hareketler konusuyla

ilgili olarak bkz. Recep Şentürk, Yeni Din Sosyolojileri: Batı’da 1960 Sonrası Arayışlar

(İstanbul: Gelenek Yay., 2004); İsa Kuyucuoğlu, Batı’da Din Sosyolojisi: Teori ve Yöntem

Analizleri (İstanbul: EskiYeni, 2008); ve Süleyman Turan ve Faruk Sancar (eds.), Yeni Dini

Hareketler: Tarihsel, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla, İstanbul: Açılım Kitap, 2014.

58 Peter L. Berger, “Günümüz Din Sosyolojisinin Problemleri”, s. 96.

59 Asaf Hüseyin, Batının İslâm’la Kavgası, Mesut Karaşahan (çev.), 2. Basım, İstanbul: Pınar Yayınları, 2006, s.

7.

Page 120: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

120

Uygulamalar

Neye inanıyorsunuz? İnançlarınız üzerine düşünün ve hakkında bir

kompozisyon yazınız.

Batıl inanışlara, astrolojiye, uğurlu muskalara, yaratıcıya, ahirete, hayaletlere,

reenkarnasyona, hayat döngüsüne ve cennet-cehenneme vb. inançlarınızla

ilgili kısa bir kompozisyon yazınız.

Page 121: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

121

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Dinî inançlar ve adetler, kültürden kültüre değişse de, bilinen tüm toplumlarda din vardır. Hans

Freyer’in deyimiyle, “İnsanlığın ne kadar kadim tarihine, ne kadar önceki devirlere inersek

inelim, daima din vakıası ile karşılaşırız.” Tüm dinler, müminlerinin yerine getirdiği ayinlerle

bağlantılı, yüceltme duygularını da kapsayan bir simgeler bütünü oluşturmaktadırlar.

Din, sosyolojinin, başlangıcından itibaren ilgilendiği temel konulardan biridir. Sosyolojinin ilk

dönemlerinde din, anlam olarak tartışma konusu edilirken günümüzde din sosyolojisi alanında

da –büyük ölçüde, günümüzde sosyolojiden beklenen görevlerin ve çalışma alanının oldukça

sınırlanmış olması nedeniyle- mikrososyolojik çalışmaların etkinliği artmaktadır.

Sosyolojide dinin özü, kendisi araştırma konusu edilmez. O nedenle de sosyolojide dinin,

kutsalın ve kutsal olmayanın tatmin edici bir tanımı zor bulunur. Sosyolojinin dinle

ilgilenmesinin nedeni ve kapsamı, onun da toplumsal bir olay olmasıdır. Çoğu zaman da

açıklamaya çalıştığı husus, din üzerinden belli toplumsal olaylardır.

Bu ünitede toplumsal bir kurum olarak dinin sosyolojide ele alınma biçimlerine, dinin toplumda

meydana getirdiği işlevlere, belli başlı dinlere ve modern hayatta din ve sekülerleşme konuları

etrafında gerçekleşen yeni gelişmelere ve tartışmalara değinilmiştir.

Din, dünyanın her yerinde farklı biçimlerde karşımıza çıkan evrensel bir olgudur.

Emile Durkheim, bireysel dinî davranışları toplumsal bağlamda anlamaya çalışırken, dinin

toplumsal etkisine, önemine ve işlevine vurguda bulunmuştur.

Günümüzde dünya nüfusunun %85’i aşkın bir kesimi belli bir dinî inanca mensuptur. Dinî inanç

ve pratiklerde, büyük çoğunluğu da kültürel pratikler tarafından şekillendirilmiş muazzam bir

çeşitlilikle karşılaşıyoruz.

Din, farklılıklar içeren bir toplumun aynı ortak kimlik etrafında birleşmesini, bir arada

bulunmasını temin eden bir işleve sahiptir.

Max Weber, Protestan ahlakı olarak adlandırdığı dinsel yönelim incelerken dinî sadakatle

kapitalist davranışlar arasında doğrusal bir ilişki olduğunu iddia etmiştir.

Marxist bakış açısına göre din, iktidardakilerin toplum üzerindeki denetimlerini güçlendirmek

gibi bir işlev görmektedir. Kapitalist baskıyı ortadan kaldırabilecek ve toplumu

dönüştürebilecek kolektif siyasal eylemlerin önünde engelleyici bir işlev görmektedir.

Page 122: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

122

Bölüm Soruları

1) Yaşadığınız şehirde hangi din ya da mezheplerin mabedleri bulunuyor?

2) Dinle ilişkileriniz açısından kendinizi nasıl tanımlarsınız?

3) Şu an sahip olduğunuz inancınız dışında herhangi bir başka inanca sahip olduğunuzu

varsayın. Eğer o inanç dünyası içerisine doğmuş ve o inanç geleneği doğrultusunda

yetiştirilmiş olsaydınız, dinî inanç ve ritüelleriniz nasıl farklılıklar gösterirdi?

4) “Scientology Cemaati üyeleri inanç sistemlerini 20. Yüzyılda ortaya çıkmış tek büyük

din olarak görmektedirler. Onlara göre inançları Yahudi-Hıristiyan ve Doğu dinlerine,

özellikle Budizm’e benzemektedir. Kimi araştırmacılar Scientology Cemaati’ni

kendilerini dindar olarak gören ama diğerlerinin gözünde ‘dindar gibi’ olan kategori

olan sözde-din kategorisinde değerlendirmektedirler.” Sizce Scientology Cemaati bir

din olarak kabul edilebilir mi? Cemaati araştırarak tartışınız.

5) Sizce bir din için vazgeçilmez olan özellikler nelerdir?

6) Gündelik yaşantınızı sürdürürken gerçekleştirdiğiniz toplumsal eylemlerinizde ya da

kurduğunuz ilişkilerde toplumsal ilişkilerde din ne ölçüde etkendir?

7) Dernek, cemaat vb. STK’lar sizin de inanmadığınız bir dinin mabedinin inşa edilmesine

engel olmalı mı? Neden? Sizin inancınızın mabedinin inşasının engellenmesi çabalarına

karşı tavrınız ne olurdu? Açıklayınız.

8) Türkiye’de ve modern dünyada dinin geleceğini tartışınız.

Page 123: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

123

5. EKONOMİ, İŞ VE ÇALIŞMA HAYATI

Page 124: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

124

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

5.1 Bir toplumsal kurum olarak ekonomi

5.2 Ekonomi yaklaşımları ve sistemleri

5.3 Çalışma hayatının örgütlenmesi

5.4 Günümüzde çalışma koşullarında yaşanan değişmeler

5.5 Küresel ölçekte ekonomik ilişkilerin aldığı biçimler ve toplumsal etkileri

Page 125: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

125

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Bazı akrabalarınızın ya da yakınlarınızın kayıt dışı ekonomi sektörlerinde (örneğin

çocuk bakıcılığı, amelelik, işportacılık, evlere temizliğe gitme vb. gibi) çalıştıklarını

hayal edin.

Kazançları ne olursa olsun, onlara kayıtlı ekonomilerde (‘düzgün sigortalı bir işte’)

çalışmaları tavsiyesinde bulunur muydunuz?

Eğer böyle bir tavsiyede bulunur idiyseniz, hangi tür gerekçeler öne sürerek

yakınınızı ikna etmeye çalışırdınız?

Page 126: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

126

Anahtar Kavramlar

Ekonomi

Kapitalizm

Sosyalizm

Çalışma Hayatı

Page 127: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

127

Giriş

Kelsey Timmerman, Where am I Wearing? A Global Tour to the Countries, Factories and

People that Make Our Clothes ([Nereyi Giyiyorum? Elbiselerimizi İmal Eden Ülkelere,

Fabrikalara ve İnsanlara Doğu Küresel Bir Yolculuk], Hoboken NJ: Wiley, 2009) isimli

kitabında kot pantolonların, tişörtlerin ve parmak arası terliklerin üretildikleri ülkelere yaptığı

yolculukları anlatıyor. Honduras’tan Bangladeş’e, Kamboçya’dan ABD’ye fabrikaların izini

sürer ve orada çalışan kadın işçilerle görüşmeler yapar. Fabrika sahipleri, üretim bölümlerine

girmesine izin vermezler; ancak çalışanların evlerini ziyaretini engelleyemezler elbette.

Timmerman, işçilerin gerek fabrika içinde ve gerekse de dışında, ‘standart altı’ olarak nitelenen

koşullarda yaşadıklarını tespit eder. Buna bağlı olarak, küresel giyim şirketlerinin

fabrikalarındaki koşulların sorumluluğunu üstlenmeleri gerektiğini ileri sürer.1 BBC’de yıllar

evvel yayınlanmış, çocuk işçilerin emeğinin kullanıldığı ürünleri satmama vaadinde bulunan

Mark&Spencer gibi firmaların satışa sundukları ürünlerin üretim süreçlerini Bangladeş ve

başka bazı Uzak Asya ülkelerine giderek takip eden bir belgeseli hatırlıyorum. Türkiye’de

ihracata yönelik çalışan tekstil firmalarını ve ihraç edilen ürünlerin üretim süreçlerini bütün

aşamalarıyla irdelediğimizde, Türkiye’nin de küresel ekonomide yaşanan bu uluslararası iş

bölümünün dışında olmadığı ve Türkiye’deki çalışma koşullarının Avrupa’nın ya da ABD’nin

epeyce gerisinde olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Bütün bu ve benzeri örnekler, günümüzde,

üretim ve tüketim süreçlerinin uluslararası iş bölümlerini, dünyanın zengin ülkeleriyle yoksul

ya da gelişmekte olan ülkelerinin çalışma koşulları arasındaki farkları gözler önüne seriyor.

Bu derste, toplumsal kurumlar arasında en etkinlerinden biri olan ekonominin hayatımız

üzerindeki etkilerini sosyolojik bir çerçevede değerlendirmeye çalışacağız. Konu ‘ekonomik

sosyoloji’, ‘çalışma ve iş hayatı’, ‘örgüt sosyolojisi’ ve ‘endüstri sosyolojisi’ gibi günümüzde

her biri ayrı birer uzmanlık ve inceleme alanı haline gelen birçok farklı araştırma alanını

ilgilendirmektedir. Ancak burada zorunlu olmadıkça konumuzun dışına çıkmamaya özen

gösterecek ve temelde ekonomi kurumunun (ekonomik sistemin) nasıl işlediğini, iş ve çalışma

hayatının ne türden çeşitlilikler gösterdiğini, dünyadaki temel ekonomik sistemlerin neler

olduğunu, dünya ekonomilerinin nasıl değiştiğini vb. bazen tarihsel, bazen güncel veriler

ışığında, bazen küresel ve bazen de Türkiye perspektifinden kısaca ele almaya çalışacağız.

1 Zikreden: Richard T. Schaefer, Sosyoloji, Simten Coşar (çev. ed.), Ankara: Palme Yay., 2013, s. 400.

Page 128: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

128

5.1. Ekonomi: Kavramsal Bir Başlangıç

Eskilerin ‘ilm–i tedbir–i menzil’2 olarak karşıladıkları ekonomiyi kısaca tarif edecek olursak,

ekonomi, toplumda mal ve hizmetlerin üretim, bölüşüm ve tüketimini düzenleyen sosyal

kurumdur. Bu tanımda ifade edilen mallar –yiyecek, giysi, barınma vb. gibi-zorunlu olanlardan

–otomobil, yüzme havuzu, yat, özel uçak vb. gibi- lüks olana doğru gelişim gösteren

emtialardır, hizmetler ise, toplumda herkesin faydalandığı faaliyetlerdir. Bu kısa ve özet tanıma

rağmen, ekonominin –farklı kuramsal çerçevelere göre- çok farklı biçimlerde tanımlanabilen

bir olgu olduğu da gerçektir. Örneğin, Adam Smith ‘servet elde edebilmek için gerçekleştirilen

tüm faaliyetleri’ servet bilimi olarak tanımladığı ekonominin inceleme alanına dahil eder.

Alman iktisatçı Hermann Heinrich Gossen, ekonomi bilimini ‘birey ve topluma en az uğraşla

en çok doyumu sağlamayı gösteren yöntemler kuramı’ olarak tarif eder. Paul Samuelson da

ekonomi bilimini, ‘insanların –tahıl, kesimlik hayvan, elbise, yol, çeşitli taşıt, beyaz eşya, cep

telefonu vb. gibi- çeşitli malları üretmek ve -ihtiyaçlarını karşılamak üzere- toplumun

tüketimine sunmak için –toprak, işgücü, makine gibi sermaye malları ve teknik bilgi gibi- kıt

ve sınırlı üretim kaynaklarını ne şekilde kullandıklarını inceleyen’ bir bilim olarak tanımlıyor.

Bu tanımları daha da çoğaltmak mümkün elbette.

Genel olarak, iktisatçılar arasında üzerinde mutabık kalınan iki farklı ekonomi tanımıyla

karşılaşırız. Birinci tanıma göre ekonomi, “bir toplumun üyelerinin yaşamlarını sürdürebilmek

için ihtiyaç duydukları malları ve hizmetleri üretmek, paylaşmak ve mübadele etmek üzere

gerçekleştirdikleri faaliyetlerin toplamı”dır. Bu tanım, başlangıçta verdiğimiz özet tanımın

biraz daha genişletilmiş bir halidir ve üretim, tüketim, bölüşüm ve mübadele ile ilişkili her türlü

faaliyeti ekonomi tanımı içerisinde değerlendirmektedir. Bu anlamda; istihdam, çalışma

ilişkileri, yatırım, teknolojik inovasyon vb. gibi konular üretim, vergilendirme, maaşların

2 Yunanca kökenli bir kelime olan ekonomi, ‘büyük bir aileden müteşekkil ev’ anlamındaki oikos ile ‘düzenleme,

yönetme, sarf, adet ve yasa’ anlamlarına gelen nomos sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir

terimdir. ‘Ev’, daha geniş anlamda, ‘devlet’ olarak da yorumlanmıştır. Örneğin Aristo, Politika kitabında

sözcüğü sadece ailenin yönetimini değil devletin yönetimini de dikkate alarak kullanır. Antik çağ ekonomisi

hakkında bkz. M. I. Finley, Antik Çağ Ekonomisi, çev. Hatice Palaz Erdemir, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay.,

2007. Müslüman dünyada kavram –İbn Sina, Nasiruddin Tusi, Harizmi, Taşköprüzade, Kınalızâde Ali Çelebi,

Katip Çelebi ve başka pek çok alimin eserlerinde- ‘ilm-i tedbir-i menzil’ sözcükleriyle karşılanmıştır. Sabri

Orman, bu kavramın ‘ev yönetimi bilgisi’ veya ‘ev yönetimbilimi’ şeklinde günümüz Türkçesine tercüme

edilebileceğini belirtmektedir. Bkz. Sabri Orman, İktisat, Tarih ve Toplum, İstanbul: Küre Yay., 2001, s. 301.

Bu terkipte geçen ‘menzil’ sözcüğüyle, düşünürler, insanların ihtiyaç duydukları gıdayı saklayabilecekleri

‘mesken’i kastetmektedirler. Ancak bu mesken/ev, yalnızca taş bina değil aynı zamanda efendi, eş, çocuklar,

hizmetkarlar, hatta mal sahibi ile mal arasında oluşan ilişkileri de kapsayacak şekilde geniş bir anlama sahiptir.

Örneğin Kınalızâde’ye göre menzil, anne, baba, çocuk, hizmetçi ve azıktan oluşan ‘menzil erkanı’nın

tamamını kapsayan bir yerdir. Bkz. Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlak-ı Alâî, Mustafa Koç (haz.), İstanbul: Klasik

Yay., 2007, s. 323.

Page 129: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

129

belirlenmesi, toplu iş/sözleşme görüşmeleri vb. bölüşüm, alış verişin gerçekleştiği mahaller

olan pazarların oluşumu, mübadele edilen emtianın ve hizmetlerin fiyatların nasıl belirlendiği,

tüketim kararlarının nasıl alındığı vb. gibi hususlar da mübadele kavramlarının içeriğini

oluşturur.

Daha ziyade ‘iktisatlı davranma’ya, ‘sınırsız ihtiyaçlar’a ve ‘sınırlı kaynaklar’a vurgu yapan

ikinci tanıma göre ekonomi, “mevcut olanaklar içinde en fazla faydayı elde etmek üzere sınırlı

kaynakların rasyonel kullanımına dayanan faaliyetlere girişmesi”dir. Örneğin bir aile reisinin

mevcut sınırlı gelirini eşinin ve çocuklarının hayatta kalabilmeleri ve gelişimlerini

sürdürebilmeleri için en verimli, en faydalı şekilde kullanmak amacıyla aldığı kararlar ve bu

kararların ekonomik sonuçları ekonomik bir olgu olarak değerlendirilir. Daha ziyade mikro

ekonominin ilgi alanına giren bu örnek ülke ölçeğindeki ekonomik düzenlemelere doğru

genişletildiğinde makro ekonominin alanına dahil oluruz. 3 Bu çerçevede örneğin vergi

düzenlemelerini içeren maliye politikaları, para politikaları veya hükümetlerce belirlenen ve

uygulanan sanayileşme politikaları vs. birer ekonomik olgu olarak değerlendirilir. Bu –ikinci–

tanım, zımnî olarak ekonomik faaliyetlerin kendi rasyonel çıkarları doğrultusunda eylemde

bulunduğu düşünülen failler tarafından gerçekleştirildiği varsayamına dayanır. Ekonomik

faaliyetleri gerçekleştiren rasyonel failler arasındaki ilişkinin ise piyasalara hükmeden arz ve

talep yasası tarafından belirlendiği varsayılır. Bu tanıma göre, sonuç olarak, ekonomik

faaliyetten elde edeceği faydayı azamî seviyeye çıkartmak için dahil oldukları piyasa

ilişkilerinde her bir rasyonel fail belli fedakarlıklarda bulunacak ve bu fedakarlıklar neticesinde

de piyasalarda herkesin lehine olacak şekilde optimal dengede bir fiyat oluşacaktır. Başka bir

deyişle, bu tanıma göre, ekonomik faaliyetlerin gerçekleştirildiği temel alan olan piyasalarda

dengenin oluşabilmesinin yegane koşulu; rasyonel faillerin -ekonomi biliminin insan davranışı

sorununu inceleyebilmek için ‘insanların rasyonel, yani akılcı/hesapçı oldukları ve azamî

faydayı elde etmek için mevcut kısıtlı kaynakları en uygun biçimde kullanmaya yöneldikleri

varsayımından hareketle- geliştirdiği soyut bir kavram olan- homo ekonomikuslar gibi

davranmasıdır. Homo ekonomikus kavramının üretilme amacı, onun aracılığıyla belli bir

durumda insanların nasıl davranabileceklerini önceden tahmin edilebilme imkanlarını elde

etmektir.

3 Buradan da anlaşılacağı gibi, ekonomi bilimi iki temel alana bölünmüştür: Ekonominin tüketiciler, firmalar

ve endüstriler özelinde ve neyin ne kadar, nasıl ve nerede üretileceği, kimler için üretileceği vb. gibi hususları

incelenmesi mikro ekonominin araştırma alanlarını oluşturur. Mikro iktisattan farklı olarak makro ekonomi

ekonomiyi bir bütün olarak ele alır, makro denge analizleri yapar, ulusal toplam gelir, işsizlik, toplam

maliyetler, toplam yatırımlar, iç ve dış borçlar, toplam istihdam, vb. gibi konular üzerinde durur.

Page 130: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

130

Homo ekonomikusları merkeze alan yaklaşımın belli açmazları vardır. Zira günlük hayatımızda

harcamalarımızı yaparken ya da ekonomik faaliyetlerimizi yürütürken insanî, kültürel, dinî,

sınıfsal vb. hassasiyetlerimizi bütünüyle devre dışı bırakmayız. Bütün bunlar bir şekilde

ekonomik faaliyetlerimiz ve kararlarımız üzerinde etkide bulunur. Bir marketten alış veriş

yaparken yalnızca ürünün fiyatına mı bakarız? Bir konut alırken, konutun ücretinin bütçemize

uygun olup olmadığının –en azından- yanı sıra meskenin bulunduğu yerleşim alanının yapısını,

muhtemel komşularımızın –dinî, etnik, dinî vb. gibi- niteliklerini hiç mi dikkate almayız? Bir

işveren işçi alımlarında işe alacağı kişilerin aidiyetlerini vs. bir kenara bırakarak yalnızca

ekonomik kriterleri mi merkeze alarak karar verir? 4 Bu ve benzeri soruları çoğaltabiliriz. Homo

ekonomikus’un bu sorulara cevabı muhtemelen evet olacaktır. Ekonomik faaliyeti ‘ruhsuz bir

makine’ gibi işleyen homo ekonomikusların faaliyetleri üzerine temellendiren ekonomi bilimi,

dolayısıyla, matematiksel olarak tahlil edilemeyecek her şeyi iktisadî analizin dışına atacaktır.

Özellikle iktisatçıların geliştirdiği bir soyutlama olan ‘homo ekonomikus’ların faaliyetlerini

merkeze alarak ekonomik faaliyetleri temel inceleme konusu yapan ekonomi, nihaî noktada,

‘soyut ve tümdengelimci’ bir bilim görüntüsü sergilemektedir. Sosyolojik perspektif ise,

ekonomik kararların belli bir zamanda ve belli bir mekanda toplumsal bir varlık olarak insanlar

tarafından alındığı ve uygulandığı gerçeğiyle hareket eder ve bu kararlara etkide bulunan tüm

kültürel, tarihsel ve toplumsal faktörleri dikkate alır. Başka bir deyişle, iktisat sosyolojisinin

ekonomi biliminin araştırma alanına giren ekonomik olguları büyük ölçüde (zira iktisat

sosyolojisi ekonominin bütün inceleme konularını inceleme konusu yapmadığı gibi, inceleme

konusu ettiği ekonomik olguları da sosyolojinin bütün kavramlarını ve yöntemlerini kullanmak

suretiyle de incelemez) sosyolojiye özgü kavramlarla ve yöntemlerle ele aldığını söyleyebiliriz:

“Bu anlamda, sosyolojik perspektif, kimi ekonomik olguları analiz ederken iktisat

teorisinin başvurmadığı yöntemlerin de kullanılmasını önerir. Yani ekonomik olguları

analiz ederken, sosyolojik incelemeye özgü yöntemsel araçları (saha araştırmalarını,

tiplemeleri, karşılaştırmalı yöntemi, ağ analizini, vb.) kullanıma sokar. Aslında bu

4 Steve Bruce’un sekülerleşme bağlamında dikkat çektiği şu olgu konumuz açısından da ufuk açıcı bir örnek

sunmaktadır: “İşlevsel ayrışma sürecinde kültürel engellerden kurtulan ilk alan ekonomidir, ancak din ve etnik

kimlik bunun da ötesine geçerek bu eğilimi kısıtlayabilir. İşverenler çoğunlukla ‘kendi kendilerini’ işe

almaktadır ve hatta tüketimde bile din, rasyonelliği hükümsüz hale getirebilmektedir. Kuzey İrlanda’nın küçük

şehirlerinde, piyasa sadece bir kasabın kâr etmesine uygun olsa bile, çoğunlukla Protestan kasap ve Katolik

kasap bulunmaktadır. Gerilimin arttığı dönemlerde Protestanlar ve Katolikler birbirlerinin işyerlerini boykot

etmekte ve kendi dininden kişilerden alışveriş edebilmek için önemli mesafeleri katetmektedirler.” Bkz. Steve

Bruce, “Sekülerleşme: Sistematik Bir Betimleme”, çev. İhsan Çapcıoğlu, M. Ali Kirman ve İhsan Çapcıoğlu

(eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, Ankara: Otto Yay., 2015, s. 41-42 [ss. 25-44].

Page 131: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

131

yöntemsel araçlara başvurmaları, sosyologların, ekonomik olgulara etkide bulunan

ekonomik olmayan etmenleri (tarihsel, toplumsal, kültürel, simgesel vb.) de açığa

çıkartmalarını mümkün kılar.

Aslında sosyologların yaptığı işlem, toplumsallık ile ekonomik alanı bütünleştirmekten

ibarettir. Zira sosyolojik bakış açısına göre, toplumsal ilişki ağlarını ya da toplumsal

yapıları dikkate almaksızın ekonomik olguların açıklanabilmesi mümkün değildir.

Amerikalı ünlü ekonomi sosyoloğu Mark Granovetter bu konuda şunları belirtir:

‘Neoklasik iktisat teorisi, bir bireyin belirlenmiş önceliklerinin tatmininin peşinden

koşmasını incelemek konusunda ne denli başarılı olsa da, bu sürece etkide bulunan

ekonomik olmayan etmenlerin önemini kavramaya izin vermez ve bireyin ihtiyaç olarak

peşinden koştuğu önceliklerin toplumsal etkileşim yapıları içine yerleşik olduğunu da

görmezden gelir.’ Yani Granovetter’a göre, hem bireylerin ihtiyaç olarak gördükleri

nesneler, hem de bu nesneleri üretme, tüketme ve bölüşme biçimleri toplumsal ilişkiler

içinde şekillenir. Buna bağlı olarak da mekana ve zamana göre çeşitlilik gösterir.”5

5.2. Ekonomik Faaliyetlere Tarihsel Bir Bakış

Modern refah toplumlarının ekonomileri, binlerce yıllık toplumsal değişimlerin ürünüdür.6 Bu

değişim süreci, üretimi düzenleyen ve toplumsal hayatı dönüştüren üç temel teknolojik devrim

gerçekleşti:

Tarım devrimi: Yaklaşık 5000 yıl önce, insanlar hayvanları pulluğa koşmaya başladığında,

avcılık ve toplayıcılıktan elli kat daha üretken yeni bir tarım ekonomisi geliştirmiş oldular.

Ortaya çıkan artı ürün, herkesin yiyecek üretme zorunluluğunu ortadan kaldırdı ve işte

uzmanlaşmaya zemin hazırladı: Küçük el aletleri yapmak, hayvan yetiştirmek, mesken inşa

etmek vb. gibi. Çok geçmeden hayvancılık ya da diğer emtiaların ticareti ile uğraşan tüccarların

ağ örgüsü ile bağlantılı kasabalar ortaya çıktı. Bu süreç, yani tarımsal teknoloji, işte

uzmanlaşma, kalıcı yerleşim ve ticaret ekonomiyi önemli bir toplumsal kurum haline getirdi. 7

5 Cem Özatalay, İktisat Sosyolojisi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi AUZEF, 2015, s. 15-16.

6 Dünya ekonomi tarihine ilişkin genel bir bilgilenme için bkz. Tevfik Güran, İktisat Tarihi, İstanbul: Der Yay.,

2012; Herbert Heaton, Avrupa İktisat Tarihi: İlkçağdan Sanayi Devrimine, çev. Mehmet Ali Kılıçbay ve

Osman Aydoğuş, Paragraf Yay., 2005.

7 Gordon V. Childe, tarım devrimini ‘iklim koşullarının kötüleşmesi’ ile açıklamaktadır. Bkz. Gordon V. Childe,

Kendini Yaratan İnsan: İnsanın Çağlar Boyu Gelişimi, çev. Filiz Ofluoğlu, İstanbul: Varlık Yay., 2010; Gordon

V. Childe, Tarihte Neler Oldu?, çev. Mete Tunçay ve Alâaddin Şenel, İstanbul: Kırmızı Yay., 2014. Robert J.

Page 132: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

132

Sanayi devrimi: Büyük ölçüde İngiltere’de 1760’lardan 1830’lara kadar geçen sürede

gerçekleşen sanayi devrimi, ekonomide tarım devriminin yaptığı etkinin kat kat üzerinde güçlü

bir değişim yarattı. Bunları beş başlık altında toplamak mümkündür: (1) Yeni enerji kaynakları.

Örneğin 1765 yılında İngiliz mucit James Watt, hayvan gücünden yüzlerce kat daha güçlü olan

buharlı motoru icat etti. (2) İşin fabrikalarda toplanması. Buhar gücünden ve makinelerden

yararlanma, işi evlerden fabrikalara taşıdı. Merkezileşmiş ve gayrişahsi iş yerleri makinelerin

evi haline geldi. (3) Seri ve kitlesel üretim. (4) Uzmanlaşma. (5)Ücretli işçi (işçi sınıfının ortaya

çıkışı).

Sanayi devrimi her geçen gün yaşam standartlarını yükseltti. Sayısız yeni ürün ve hizmet

pazardaki yerini aldı. Fakat endüstriyel teknolojinin faydalarının paylaşımı, özellikle de

başlangıçta eşit bir şekilde gerçekleşmedi. Sanayi işçilerinin büyük çoğunluğu kötü çalışma

koşullarında ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalır ve yoksulluk çekerken, fabrika

sahiplerinin birçoğu devasa servetlerin sahibi oldular. Çocuklar ve kadınlar, yetişkin erkek

işçilere kıyasla çok daha düşük ücretlerle fabrikalarda ve maden ocaklarında çalışmak zorunda

kaldılar.8

Bilişim devrimi ve post-endüstriyel toplum: 1950’lere doğru, üretimin doğası yeniden

değişmeye başladı. ABD, yüksek teknoloji ve hizmetler sektörüne dayalı üretken bir sistem

olan post-endüstriyel toplumu (sanayi sonrası toplumu) inşa etmekteydi. Otomatik makineler,

sonrasında da robotlar, fabrika üretiminde insan iş gücünün rolünü azalttı, buna karşın büro

çalışanlarının ve yöneticilerinin önemini artırdı. Sürüp giden bu değişimde üçüncü dönüm

noktası bilgisayarların ortaya çıkışıdır. Sanayi Devrimi’nin yaklaşık 250 yıl önce yaptığına

benzer şekilde bilişim devrimi de insanlığı yeni tür ürünler, yeni iletişim biçimleri ile tanıştırdı

ve işin karakterini değiştirdi. Genel olarak üç önemli değişim yaşandı: (1) Elle tutulur somut

ürünlerden fikirlere doğru bir değişim: Endüstriyel dönem malların üretimi ile tanımlanırken,

Braidwood, tarım devrimini ‘çekirdek alan teorisi’ olarak bilinen yaklaşımı çerçevesinde insanın doğal

çevresindeki hayvanları ve bitkileri daha iyi tanımasını sağlayan bir kültürel gelişmeye bağlı olarak açıklama

çabasındadır. Bkz. Tarihöncesi İnsan, çev. Bilgi Altınok, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay., 1995. Tarım

devrimini ‘nüfus artışı’ ile açıklayan üçüncü bir yaklaşımın sahibi olan Lewis R. Binford’un Türkçe’de

herhangi bir metni bulunmuyor. Bkz. Lewis R. Binford, An Archaeological Perspective: Studies in

Archaeology, Albuquerqe, New Mexico: University of New Mexico, 1972; Sally R. Binford ve Lewis R.

Binford (eds.), New Perspectives in Archaeology, Chicago: Aldine Publishing, 1968. Tarım devrimiyle ilgili

olarak ayrıca bkz. Laurence Roudar ve Marcel Mazoyer, Dünya Tarım Tarihi: Neolitik Çağ’dan Günümüzdeki

Krize, çev. Şule Ünsaldı, Ankara: Epos Yay., 2016.

8 Sanayi Devrimi için bkz. Phyllis Deane, İlk Sanayi İnkılabı, çev. Tevfik Güran, Ankara: TTK Yay., 1994; Eric

J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, çev. Abdullah Ersoy, Ankara: Dost Kitabevi, 2013; Hans Freyer,

Sanayi Çağı, çev. Bedia Akarsu ve Hüseyin Batuhan, Ankara: Doğu-Batı Yay., 2014.

Page 133: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

133

sanayi sonrası dönemde insanlar sembollerle çalışır. Bilgisayar programcıları, yazarlar, finansal

analistler, reklamcılar, mimarlar, editörler ve her tür danışman enformasyon çağında iş gücünün

önemli bir çoğunluğunu oluşturur. (2) Mekanik yeteneklerden eğitsel yeteneklere geçiş: Sanayi

devrimi mekanik yetenekleri gerekli kılıyordu. Bilişim devrimi ise, iyi ve etkili konuşma,

yazma ve bilgisayar kullanımı gibi eğitsel yetenekleri gerekli kıldı. Etkin iletişim becerisi,

çalışanın başarısında belirleyici hale geldi. (3) Sanayi devrimi işçileri, güç kaynaklarına yakın

fabrikalara toplarken; bilgisayar teknolojileri insanlara hemen her yerde çalışabilme imkanı

sağladı. Günümüzde iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, hemen her yeri, evi,

otomobili, uçağı, gemiyi, metrobüsü, otobüsü vs. sanal birer çalışma ofisine çevirdi. Son

yıllarda artan biçimde dördüncü sanayi devrimine (‘Sanayi 4.0’) geçildiği iddia edilmekte ve

yapay zeka, robotik, nesnelerin interneti, insansız taşıtlar, 3D yazıcılar, nanoteknoloji,

biyoteknoloji, kuantum bilgiişlem vb. gibi pek çok yeni teknolojik atılımın farklı bir çok alanda

iç içe geçerek iktisadî, kültürel ve beşerî bağlamları nasıl etkilediği tartışılmaktadır.9

5.3. Ekonomide Sektörler

Bu üç devrim, toplumun ekonomisinin üç sektörü arasındaki değişen dengeyi yansıtmaktadır.

Birincil sektör ekonominin, ham maddeyi doğal ortamdan alan bölümüdür. Tarım, hayvancılık,

balıkçılık, ormancılık ve madenciliği de içine alan birincil sektör özellikle yoksul ülkelerde

yaygındır. Dünya Bankası’nın 2008 verilerine göre, birincil sektör yoksul ülkelerin gelirlerinin

%25’ini oluşturmaktadır; bu oran yüksek gelirli ülkelerde % 2’ye düşmektedir. İkincil sektör

ekonominin, ham maddeleri mamul maddelere dönüştüren bölümüdür. Sanayi toplumlarında

bu sektör hızla büyüdü. Petrolü benzine dönüştüren petrol rafinerisi işletmeciliği ya da metalleri

alete veya otomobile dönüştüren işletmeler bu sektöre girer. Sanayinin küreselleşmesi,

dünyadaki ülkelerin tamamına yakın bir kısmında iş gücünün çok önemli bir bölümünün ikincil

sektörde çalışması anlamına gelir. Üçüncül sektör ekonominin maldan ziyade hizmetleri içeren

bölümüdür. Sanayileşmeyle birlikte hızla büyüyen bu sektörün yoksul ülkelerin ekonomik

üretimindeki payı %47 civarında iken yüksek gelirli ülkelerin ekonomik üretimi içindeki payı

%72 civarındadır. Örneğin ABD işgücünün %78’i sekreterlik ve büro işleri, yemek servisi, satış

işleri, hukuk, sağlık bakımı, güvenlik, reklamcılık ve eğitim gibi alanları içeren hizmet

9 Bkz. Jeremy Rifkin, Üçüncü Sanayi Devrimi: Yanal güç, enerjiyi, ekonomiyi ve dünyayı nasıl dönüştürüyor?,

çev. Pelin Sıral ve Murat Başekim, İstanbul: İletişim Yay., 2014; Klaus Schwab, Dördüncü Sanayi Devrimi,

çev. Zülfü Dicleli, İstanbul: Optimist Yay., 2016.

Page 134: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

134

sektöründe çalışmaktadırlar. Bu sektörlerin Türkiye ekonomisi içerisindeki oranları, 2000-2009

yılları arası itibariyle, sırasıyla şöyledir: %10,05; %26,14 ve %63,34.

5.4. Küresel ekonomi

Yeni iletişim teknolojileri, dünya genelinde insanları birbirine yakınlaştırarak, milli sınırları

aşan ekonomik faaliyetleri içeren küresel ekonomiyi ortaya çıkarmış durumdadır. Küresel

ekonominin gelişimiyle birlikte ortaya çıkan sonuçlar: (1) Küresel bir işbölümü. Dünyanın

farklı bölgelerinde belli alanlarda uzmanlaşmış ekonomiler ortaya çıktı. Dünyanın en fakir

ülkeleri ham madde üretirken, en zenginleri hizmet üretimi konusunda uzmanlaşmış

durumdalar. (2) Üretimi birden fazla ülkede gerçekleşen ürün sayısı hızla artmaktadır. Hızla

yaygınlaşan kahve dükkanlarına, giysilerimize, kullandığımız bilgisayarlara, televizyonlara vs.

bakmak açıklayıcı olacaktır. (3) Ulusal ekonomiler, kendi sınırları içerisinde gerçekleşen

ekonomik faaliyetleri kontrol edemez hale gelmiş durumdadırlar. Daha da ötesinde, devletler

kendi paralarının değerini uluslararası finans piyasalarını dikkate alarak belirlemek zorundalar.

(4) Dünyadaki ekonomik faaliyetlerin çoğunluğu, uluslararası çalışan sınırlı sayıdaki

girişimcinin kontrolü altındadır. Eldeki en güncel veriler, dünya ekonomisinin yarısının,

dünyanın en büyük 1000 çok-uluslu şirketinin kontrolünde olduğunu gösteriyor. (5)

Ekonominin küreselleşmesi, çalışanların haklarına ve imkanlarına yönelik endişeleri

artırmaktadır. Bu görüşü dillendirenlere göre; gelişmiş ülkeler fabrikalardaki çalışma

imkanlarını düşük gelirli ülkelere kaptırmaktadır. Bunun anlamı, gelişmiş ülkelerdeki

çalışanların daha düşük ücret ve işsizlik tehdidi altında kalmaları demektir; düşük gelirli

ülkelerde ise çalışanlara oldukça düşük ücretler ödenmektedir. Her iki süreç dikkate alındığında

ise, kapitalizmin küresel genişlemesi dünya genelinde çalışanların refahını tehdit etmektedir.

Bütün bu gelişmelerin bir sonucu, dünyanın siyasî olarak 200’e yakın ülkeye ayrılmasına

rağmen, uluslararası ekonomik faaliyetlerin ulusun önemini 10 yıl öncesine göre kıyasla

oldukça azaltmış olmasıdır.

5.5. Ekonomik Sistemler

İktisadî sistem, genel olarak, ‘neyin, nasıl ve kim için üretileceği sorusuna verilen

kurumsallaşmış cevaplardan oluşan düzen’ olarak tarif edilebilir. Dünyadaki yaygın iktisadî

sistemleri, iki ana başlık altında toplamak mümkündür: Kapitalizm ve sosyalizm. Dünyadaki

Page 135: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

135

hiçbir ülkenin ekonomik sistemi bütünüyle ne tam bir kapitalizm ne de tam bir sosyalizmdir.

Kapitalist sistem içerisinde sosyalist ekonomi sistemine özgü olduğu varsayılan belli özellikleri

görmek ya da sosyalist ekonomi sistemi içerisinde kapitalist ekonomi sistemine özgü bazı

durumlarla karşılaşmak mümkündür. Son yıllarda iktisadi sistem içinde önemli bir aktör haline

gelen sosyalist Çin Halk Cumhuriyetinin ekonomi politikalarının kapitalist anlayışa sahip

olması bu karmaşık durumu oldukça iyi şekilde örnekler. O nedenle bu iki tanımlamayı, reel

ekonomi içerisindeki iki uç noktası olarak kavramak gerekir.

Kapitalizm, üretim araçlarının mülkiyetinin büyük ölçüde özel ellerde toplandığı ve ekonomik

faaliyetin temelindeki dürtünün kar birikimi olduğu ekonomik sistemdir. Kapitalist bir sistemin

üç temel belirleyicisi vardır: (1) Özel mülkiyet. Kapitalist bir ekonomide bireyler hemen her

şeyin sahibi olabilirler. Fabrika, gayrimenkul ve doğal kaynaklar gibi mal üreten servetin

mülkiyetinin ne kadar çoğu özel sektörün elinde ise sistem o kadar kapitalist kabul edilir. (2)

Kişisel kazanç peşinde koşmak. (3) Rekabet ve müşteri tercihi. Adam Smith (1723-1790)’e

göre rekabetçi özgür ekonomi, arz-talep yasasının ‘görünmez eli’ tarafından düzenlenir.

Kapitalizmin sanayi devriminden hemen sonra hakim olan biçimi ‘laissez-faire’ (‘bırakınız

yapsınlar’) olarak adlandırılmaktaydı. Adam Smith’in tanımladığı ve desteklediği laissez-faire

ilkesi çerçevesinde, devletin ekonomiye asgarî müdahalesiyle özgürce rekabet edebilirdi.

İşletmeler, kendi kendilerini düzenleme haklarına sahip oldular ve faaliyetlerini devlet

müdahalesi olmadan yürüttüler. (Klasik liberalizm olarak da bilinen bu iktisadî düzen, ‘negatif

özgürlük’ ilkesi üzerine kuruluydu.)

İki yüzyıl sonra ise kapitalizm daha farklı bir şekle büründü. Özel mülkiyet ve karın

maksimizasyonu kapitalist ekonomik sistemlerin hala en önemli özelliğidir. Ancak bugün, ilk

dönemlerinin aksine, ekonomik ilişkilerin devletler tarafından düzenlenmesi ön plana

çıkmaktadır. Zira belli kısıtlamalar ve düzenlemeler olmadığında, şirketler ve girişimciler

tüketicileri yanlış yönlendirebilir, çalışanlarına haksızlık edebilir, hayatlarını tehlikeye atabilir,

yatırımcılarını yanıltabilirler diye düşünülmüştür. Daha doğrusu, iktisadi hayatta yaşanan

sıkıntılı tecrübelerden ve özellikle de sosyalist hareketlerin ve uygulamaların yarattığı tehdit,

kapitalist sistemin de belli noktalarda devlet tarafından düzenlenmesi gerekli görülmüştür.

Kapitalist olarak bilinen ülkelere bakıldığında, aslında pek çok alanda devletin somut

müdahaleleriyle karşılaşılır. Kapitalist bir ülkede devlet, genellikle fiyatları izler, asgari ücreti

belirler, şirket birleşmelerini denetler, tarımsal ürünlere teşvik verir, sanayiler için güvenlik ve

çevre standartları belirler, tüketici haklarını korur ve sendikalarla işletmeler arasındaki toplu

Page 136: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

136

sözleşme pazarlıklarını düzenler. Fakat yine de kapitalist bir ülkede, devlet bir sanayinin

mülkiyetini nadir olarak üstüne alır.

Günümüz kapitalist ekonomisinin özünde şirket yatmaktadır. Şirket, üyelerinden ayrı olarak,

hakları ve yükümlülükleriyle birlikte yasal olarak var olan organizasyon şeklinde

tanımlanmaktadır. Ekonomik yoğunlaşma sonucunda, birçok şirketin birleşmesinin sonucunda

‘dev şirket’ olarak tanımlanan holding meydana gelir. Holdingler yeni şirketler kurarak yeni

pazarlara girerler ya da öteki şirketlerle birleşirler. Birçok holding birbiriyle ilişkilidir, zira

birbirlerinin hissedarıdırlar. Bunun sonucunda da devasa boyutlara ulaşan uluslararası

ortaklıklar kurulmaktadır. Şirketler ayrıca yönetim noktasında da iç içe geçmiş durumdadırlar.

Birçok şirketin yöneticisi aynı yönetim ağının bir parçasıdırlar. Bu kurul üyelikleri, bağlı olan

şirketlerin ürün ve pazarlama stratejileri ile ilgili paha biçilmez değerdeki bilgilere kolaylıkla

ulaşmayı sağlamaktadır. Ancak, tamamen hukukî çerçeve içinde kalan bu uygulama, aynı

zamanda ortak fiyat politikası belirlemek gibi illegal uygulamalara da zemin hazırlamaktadır.

Kapitalist sisteme göre, rekabetçi piyasada firmalar bağımsız bir şekilde hareket ederler. Fakat

aralarındaki bu yoğun ilişkiler dikkate alındığında, büyük şirketlerin birbirlerinden çok da

bağımsız hareket etmedikleri, bir oligopol oluşturdukları (yani piyasanın birkaç üretici büyük

şirket tarafından kontrol edildiği) anlaşılmaktadır. Oligopol, otomobil endüstrisi gibi ana

piyasalara girebilmenin büyük yatırımlar gerektirmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır ve bu

piyasalar zengin fakat en büyüklerin kontrolündedir. Şirketler hızla büyümekte ve dünya

ekonomisinin büyük bir bölümünü kontrol etmektedirler. Büyük şirketler, pazar olarak bütün

dünyayı seçmekle birlikte esas olarak ABD, Japonya ve Batı Avrupa ülkelerinde konumlanmış

durumdadırlar. Küresel şirketler, dünya nüfusunun ve doğal kaynakların çoğunluğunun fakir

ülkelerde olduğunu bilirler; ayrıca buralarda iş gücü de son derece ucuzdur: O nedenle de bu

ülkelere yönelirler. Modernleşme kuramcılarına göre, kapitalist büyük şirketlerin yatırımlarını

yoksul ülkelere yöneltmelerinin bu ülkelerin gelişmelerine katkı sağladığını iddia ederler.

Ancak Bağımlılık kuramcılarına göre ise, çok uluslu şirketler küresel ekonomideki eşitsizlikleri

daha fazla artırmakta ve yerel sanayinin gelişimini engelleyerek yoksul ülkeleri daha fazla

kendilerine bağımlı hale getirmektedirler.

Sosyalizm, doğal kaynaklar ile üretim araçlarının mülkiyetinin herkesin ortak mülkü olduğu

ekonomik sistemdir. Bu ekonomik sistemde üretim ve dağıtım araçları özel değil, kolektif

mülkiyet altındadır. Sosyalist ekonomik sistemin hedefi kâr değil, insanların ihtiyaçlarının

karşılanmasıdır. Çelik üretimi, otomobil imalatı ve tarım dahil olmak üzere temel sanayinin

hepsinin mülkiyetinin devlette olması asıldır.

Page 137: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

137

Sosyalist toplumlar, sosyal hizmet programlarına bağlılıklarıyla kapitalist toplumlardan

farklıdırlar. Sosyalist ülkelerde, genelde, devlet bütün vatandaşlarına karşılıksız sağlık

hizmetleri sunar. Kuramsal olarak halkın ürettiği servet, bir bütün olarak her bir bireye ve aileye

sağlık, iskan, eğitim ve diğer temel hizmetler olarak geri dönecektir.

Bu iki ekonomik modeli karşılaştırmak güçtür. Hangi sistem daha iyi? Hangi ülke hangi modeli

takip etmektedir? Bu soruların doğrudan bir cevabı yok. Zira hemen her ülke ideal-tip olarak

kapitalizm ve sosyalizm sistemlerinin az veya çok bir karışımını takip etmektedir. İngiltere

bütünüyle kapitalist bir ülke midir? Türkiye bütünüyle kapitalist bir ülke midir? Üstelik,

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanan sosyalist ekonomik sistemin

çökmesinden sonra böylesi mukayeseler yapmak daha da zorlaşmıştır. Yine bir mukayese

yapılacak olursa, her iki dünyaya ilişkin verilerden hareketle 1990 yılında yapılan bir

çalışmada, örneğin ‘ekonomik verimlilik’ açısından kapitalist ülkelerde verimliliğin sosyalist

ülkelerden 2,7 kat daha olduğu anlaşılmaktadır. 1970’lerin ortalarında yapılan bir çalışmada ise

nüfusun en zengin %5’lik dilimiyle en fakir %5’lik kısmının gelirleri karşılaştırılmış ve

sonuçta, bu oran kapitalist toplumlarda 10 karşılık 1 iken, sosyalist toplumlarda 5’e karşılık 1

çıkmıştır. Başka bir deyişle, daha yüksek bir yaşam standardını destekleyen kapitalist

ekonomilerde, gelir dağılımındaki eşitsizlik son derece yüksektir. Buna karşılık, ekonomik

eşitlik düzeyinin yükseldiği sosyalist ekonomilerde ise yaşam standartları düşmektedir.

1989’da ve sonrasında, on yılların birikimi olan ekonomik ve siyasal sorunlar neticesinde,

sosyalist olma iddiası taşıyan bu rejimler birer birer yıkıldı. Politik yapıları değişti. Almanya

örneğinde olduğu gibi siyasal birleşmeler ya da Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya

örneklerinde olduğu gibi ayrı ayrı devletlere ayrışmalar yaşandı. Hızla devlet kontrollü bir

ekonomiden kapitalist piyasa ekonomisine geçiş yapıldı. Çok hızlı bir şekilde, devlet

teşekküllerinin büyük çoğunluğu özelleştirildi.

5.6. Endüstriyel toplumlarda çalışma hayatı

19. yüzyılda Amerika’nın çatışmalarla çalkalanan çelik sanayisine ilişkin iş incelemesi ve

endüstriyel verimsizlik konularında kuramlar geliştiren Frederick Winslow Taylor (1856-1915)

‘bilimsel yönetim’ anlayışının yaratıcısı olarak tanınır. 1911’de yayınladığı The Principles of

Page 138: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

138

Scientific Management10 başlıklı makalesi/kitabı, bir mühendis olarak uzun yıllar görev yaptığı

çeşitli fabrikalardaki gözlemlerinin ve çalışmalarının sonuçlarını yansıtır. Taylor; kendi adıyla

anılan bir çalışma davranışı kuramı olan Taylorizm’de, endüstriyel verimsizliği ve şirketlerin

ölçeğinin büyümesi ve yönetsel devrimden kaynaklandığını düşündüğü liderlik eksikliğini

gidermeyi hedeflemişti. Taylor, işletmelerdeki verimlilik kaybının engellenmesi ve işin en

verimli ve en kısa sürede yapılabilmesi için gerekli ‘en iyi yolu’ bulmak amacıyla yaptığı zaman

ve hareket araştırmalarından hareketle, yönetimi bilimin otoritesi üzerine inşa ederek ona yeni

bir meşruiyet ve disiplin kazandırmaya çalıştı. Bunun sonucunda, işçi-yönetim çatışmasının

yerini gözetim aracılığıyla iş organizasyonunun bilimsel gözle yeniden tasarlanmasının alacağı

zihinsel bir devrimin gerçekleşeceğini düşünüyordu. Temel özellikleri (1) ‘çatışma değil

uyum’, (2) ‘bireycilik değil işbirliği’, (3) ‘sınırlı üretim yerine maksimum üretim’, (4) ‘her

insanın etkinliğinin ve refahının maksimum düzeyde artırılması’ ve (5) ‘babadan kalma

yöntemler yerine bilimsel yöntemin tesisi’ vb. olan Taylor’ın bilimsel yönetim anlayışı; büyük

ölçüde, ‘işçinin tembel olduğu, insanın doğası gereği çalışmayı sevmediği ve sorumluluktan

kaçındığı’ varsayımlarına dayanır. Taylor’un bu görüşleri özellikle sendikalardan büyük

tepkiler almışsa da, ABD’de büyük ilgi görmüştür. Özellikle de Henry Ford’un işin küçük

parçalara bölünmesini ve standartlaştırılmasını öngören yönetim anlayışını derinden

etkilemiştir. İlgili literatürde, işçiyi makinenin bir uzantısı olarak değerlendirdiği gerekçesiyle

eleştirilen Taylor’un fikirlerinin uygulamaya girmesinden sonra 1930’larda sanayide

verimliliğin onlarca kat arttığı vurgulanmaktadır.

İşte verimin artırılabilmesi için Taylor’un üzerinde hassasiyetle durduğu meselelerden bir

tanesi, ‘işe uygun işçi’nin seçilmesidir. İşin niteliğine bağlı olarak nasıl bir işçiye ihtiyaç

duyulduğu belirlenmekte, buna uygun olarak işçi seçimi yapılmakta ve bilimsel yöntemlerle

seçilen işçi işin gereklerine uygun olarak eğitilmektedir.

Taylor’un anlayışında belirleyici olan ‘yönetim’ birimidir. İşçinin yönetim tarafından

belirlenen programa ve ilkelere sorgulamadan itaat etmesi beklenir. Başka bir deyişle, ‘bilimsel

yönetim anlayışı’ yönetimin işçiler üzerinde mutlak hakimiyet kurmasını gerekli görür. O

nedenle de, işçilerin yapacakları işlerin ve bu işleri nasıl yapacaklarının ayrıntılı bir biçimde

planlanması ve bu konuda işçinin eğitilmesi gerekir. İşçi, kendisine verilen işi öngörülen sürede

başarıyla gerçekleştirdiği takdirde de maaşına ek olarak belli bir miktar primle ödüllendirilir.

10 Türkçesi için bkz. Frederick W. Taylor, Bilimsel Yönetimin İlkeleri, çev. Bahadır Akın, 7. Baskı, Ankara: Adres

Yay., 2014.

Page 139: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

139

“Taylor’un bilimsel yönetim yaklaşımı örgütlerde verimliliği artırsa da, çalışma

koşullarını ağırlaştırması, işçiyi makinenin bir uzantısı haline getirmesi açısından

sendikalar tarafından da tepkiyle karşılaşmıştır. Bunun yanında özellikle başlangıç

aşamasında bilimsel yönetim ekolünü uygulayan örgütlerde işgücü devir hızının

oldukça yüksek olduğunu söylemek gerekiyor. Taylor’un özellikle dile getirdiği önemli

bir konu bilimsel yönetim yaklaşımının örgütlerde başarılı olması için iş ve yönetim

süreçlerinin ve zihniyetinin bu yaklaşım etrafından yeniden şekillendirilmesi

gerektiğidir. Bu durum da uzun bir zaman ve sabrı gerektirir.

Taylor, işyerinde fiziki değişikliklerin yapılmasının, gerçek zaman etütlerinin, işle ilgili

tüm araçların standardizasyonunun, tüm makinenin tek tek incelenip uygun şekilde

yerleştirilmesinin de önemli olduğu bilimsel yönetim yaklaşımına yönelik değişimin en

basit bir kuruluşta bile 23 yıl aldığını, bazı durumlarda 45 yıl gerektirdiğini ifade eder.”11

‘İnsan doğası’na ilişkin anlayışı itibariyle Taylor’la benzer bir yaklaşıma sahip olan Henri

Fayol (1841-1925), 12 1916’da Bulletin de la Société de l’Industrie minerale dergisinde

yayınladığı “Administration industrielle et générale”13 başlıklı makalesinde (makale, 1918’de

ve 1925’te kitap olarak da yayınlandı [Paris: Dunod), bir maden mühendisi olarak adım attığı

meslekî kariyerinde yönetici olarak edindiği tecrübelerden hareketle geliştirdiği yönetim

düşüncesini sunmuş ve örgütlerde yönetim faaliyetlerinin daha sistematik bir hale

kavuşabilmesi doğrultusunda dönemin yönetim kültürü üzerinde ciddi etkilerde bulunmuştur.

Yönetim konusunda ilk kuramsal çalışmaları yapan kişilerden biri olan Fayol, yönetim üzerine

yapmış olduğu gözlemler ve çalışmalardan hareketle, karşılaştıkları sorunların çözümü ve

örgütlerin geleceğe hazırlanması noktasında uygulayıcılar için yardımcı olacak yol gösterici

‘idarî bir doktrin’in eksikliğine vurgu yapar öneclikle. Bu çerçevede de yönetim konusunda

ilköğretimden yüksek öğretime kadar bütün öğretim düzeylerinde verilmesi gereken genel bir

yönetim bilgisine ihtiyaç olduğuna işaret eder.

11 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, Mehmet Zencirkıran (ed.), Örgüt Sosyolojisi, Bursa:

Dora Yay., 2015, s. 18-19 [ss. 1-55].

12 Fayol, mühendis olan babasının Galata Köprüsü’nün yapımında çalıştığı dönemde İstanbul’da doğmuştu.

13 Fayol’un bu kapsamlı makalesinin Türkçesi için bkz. Henri Fayol, Genel ve Endüstriyel Yönetim: Planlama-

Örgütleme-Kumanda-Koordinasyon-Kontrol, çev. M. Asım Çalıkoğlu, 4. Baskı, Ankara: Adres Yay., 2013

[Eserin Türkçe’deki ilk tercümesi, Sınaî ve Umumî İşletmelerde İdare başlığıyla 1939 yılında yayınlanmıştır.

Mevcut tercüme nüsha, bu ilk tercümenin H. Bahadır Akın tarafından sadeleştirilmiş ve yayına hazırlanmış

halidir. Türkçe çeviride, eserin 1930’da Industrial and General Administration başlığıyla yayınlanmış

İngilizce tercümesi (çev. John Adair Coudbrough) esas alınmıştır.]

Page 140: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

140

Fayol’a göre “tüm sınaî işlerin gerektirdiği işlemler (...) altı kısma ayrılabilir: (1) Teknik işler

(ürünler, üretim, nakliye); (2) Ticarî işler (alım, satım, mübadele); (3) Malî işler (sermâye

bulmak ve sermâyeyi en uygun şekilde kullanmak); (4) Güvenlik işleri (malları ve insanları

korumak); (5) Muhasebe işleri (muhasebe defterleri, bilânço, maliyet, fiyat vs.); (6) Yönetim

işleri (plânlama [tahmin], örgütleme, koordinasyon, kontrol).”14 İster basit ister karmaşık, ister

küçük ister büyük her kuruluşta bulunduğunu düşündüğü bu işlemler arasında, Fayol için,

özellikle üzerinde durulması gereken konu ‘yönetim’ grubu işlemlerdir. Zira ilk 5 temel

faaliyetin hiç birinden işletmenin genel faaliyetinin programlanması, sosyal yapısının

oluşturulması, çalışma düzeninin sağlanması, birimler arasındaki koordinasyonun sağlanması

gibi görevler beklenmez. Fayol’a göre bütün bu görevler, yetki ve sınırları kesin bir biçimde

tanımlanmamış olsa da, yalnızca ‘yönetim’ olarak adlandırılan başka bir faaliyet alanına girer.

Ona göre, “Plânlama, örgütleme, işler için en uygun koordinasyonu sağlama ve kontrol,

kuşkusuz, yönetim adını verdiğimiz gücün unsurlarıdır. Bunların arasına kumanda-yürütme

fonksiyonunu eklemek şart değildir.” 15 Ancak Fayol, yürütmeyi de yönetim içerisinde

değerlendirmeyi tercih eder.

Yönetim süreçlerini ayrıntılandıran Fayol’a göre yönetimin unsurları şunlardır: (1) Planlama,

(2) Örgütlenme, (3) Kumanda, (4) Koordinasyon, ve (5) Kontrol.16 Zincirkıran’a göre, Fayol’un

bu ayrıntılandırılmış yönetim unsurları, “sanayi toplumundaki örgütlerde genel kabul görmüş

bir yönetim sınıflandırmasını oluşturur.”17

Fayol’a göre bir yönetim, şu 14 genel ilkeye dayanmak zorundadır: (1) İş konusunda

uzmanlaşmanın ve daha başarılı çalışanların yetiştirebilmesi için işletmedeki insan kaynağının

işlere uygun şekilde dağıtılması anlamında işbölümü; (2) yöneticilerin sorumlu olmalarından

kaynaklanan emir verebilme hakkına sahip olmaları anlamında otorite; (3) işletmede

çalışanların belirlenen kurallara saygı gösterip uymaları anlamında disiplin-gözetim; (4) her

çalışanın emir aldığı bir amirinin bulunması anlamında kumanda birliği; (5) işletmedeki her

grubun amacının ortak olması ve işlerin tek bir yönetici tarafından ortak hedefe ulaşmayı

amaçlayan bir plan çerçevesinde yönetilmesi anlamında yürütme birliği; (6) organizasyonun

genel amacının bireysel amaçların üstünde olması anlamında genel çıkarların özel çıkarlara

14 Henri Fayol, Genel ve Endüstriyel Yönetim, s. 29.

15 A.g.e., s. 32-33.

16 Burada madde madde verilmiş olan yönetimin unsurlarının Fayol tarafından yapılmış ayrıntılı açıklaması için

bkz. A.g.e., s. 82-175.

17 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s. 20.

Page 141: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

141

tercih edilmesi; (7) çalışanların yaptıkları işlere uygun olarak hem çalışanları, hem de işletmeyi

memnun edecek şekilde belirlenmesi ve ücret ödeme sistemlerinin belirlenmesi anlamında

personel ücretleri; (8) hangi çalışanın hangi oranda yönetim kararlarına dahil edilmesinin

belirlenmesi anlamında merkeziyet; (9) hiyerarşi; (10) bir işletmede çalışanların ve çalışma

aletlerinin belli bir düzen içerisinde olması, yerlerinin ve çalışma biçimlerinin belli olması

anlamında düzen; (11) yöneticilerin astlarına karşı nazik ve anlayışlı olmaları anlamında

hakkaniyet-eşitlik; (12) işe girip çıkmaların verimsizlik doğurmayacak şekilde düzenlenmesi

anlamında memurlarda istikrar; (13) organizasyonlarda her düzeyde çalışanların girişimci

fikirlerin üretilmesinin ve yüksek gayret gösterilmesinin teşvik edilmesi anlamında teşebbüs

fikri; ve (14) çalışanlar arasında uyum ve birliğin sağlanması ve örgütteki takım ruhunun

ödüllendirilmesi anlamında çalışanlar arasında birlik.18

Fayol’un yönetim kuramı, modern sanayi toplumuna özgü klasik örgüt kuramlarının temel

yaklaşımlarından hareket ettiği, Taylor’un bilimsel yönetim yaklaşımında genel olarak dile

getirilen yönetimin fonksiyonlarını daha da zenginleştirdiği söylenebilir.

“Fayol’un kafasında canlandırdığı ortalama insan tembeldir, iş yapmaktan kaçınmanın

yollarını araştırır. Bu nedenle Fayol, onları yola getirecek katı ve müsamahasız bir

disiplin ve ceza sisteminin planlanmasının ve yürürlüğe konulmasının gerekli olduğunu

öne sürmektedir. Yöneticiler astlarına güvenmemeli, yapılan her işe nezaret etmeli ve

mutlaka kontrolden geçirmelidirler. Fayol’a göre, insanlar sorumluluktan kaçmayı ve

yönetilmeyi tercih ederler. Sorumluluk korku kaynağıdır. Fayol’un yönetim

yaklaşımında da işçi pasif, edilgen bir varlık olarak görülmüş, denetim ve

cezalandırılma yoluyla kontrol edilmeye çalışılmıştır.”19

Sonraki yıllarda Taylorist ilkelere göre örgütlenmiş organizasyonların çalışanlarını ihmal

ettiğini, onları sadece maddi unsurlarla motive edilebilecek birer ‘homo economicus’ olarak ele

aldıklarını, oysa çalışan kişilerin her şeyden önce birer insan olduğu ve bu gerçeğin ihmal

edilmesinin işletmeler açısından da sakıncalar yaratabileceğini iddia eden İnsan İlişkileri

Hareketi ortaya çıkmıştır. İnsan İlişkiler Hareketi, işçi tatminsizliği, sendika militanlığı,

endüstriyel çatışma, hatta daha geniş gruplardaki anominin işyeri içindeki nedenlerini ve

18 Fayol’un burada sayılan bu 14 maddelik yönetimin genel ilkelerine ilişkin açıklamaları için bkz. A.g.e., s. 49-

81. Fayol’un yönetim konusundaki düşüncelerine ilişkin olarak ayrıca bkz. Ramazan Şengül, “Henri Fayol’un

Yönetim Düşüncesi Üzerine Notlar”, Yönetim ve Ekonomi, 2007, c. 14, sy. 2, s. 257-273; Daniel A. Wren,

Arthur G. Bedelan ve John D. Breeze, “The Foundations of Henri Fayol’s Adminstrative Theory”,

Management Decision, 2002, c. 40, sy. 9, s. 906-918.

19 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s. 21.

Page 142: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

142

çözümlerini aramıştır. İnsan İlişkileri Hareketi kuramcıları, işyeri içinde bile ekonomik

güdülerin rolünü küçültmeye, bunun yerine işçi davranışını etkilediği varsayılan duyguları öne

çıkarmaya çalıştılar.

İnsan İlişkileri Hareketi’nin belli başlı kuramsal saptamalarının önemli bir kısmı, Western

Electric Company’nin Hawthorne fabrikalarında 1927-1932 yılları arasında gerçekleştirilen

deneylerin sonuçlarından hareket eden Elton Mayo (1880-1949)’nun, Pareto ve Durkheim’ın

kuramlarının vulgarizasyonuna dayanan fikirlerinde bulunabilir.

“Hawthorne araştırmaları sonucunda özetle, teknik ve fiziksel koşulların kontrol

edildiği, bunlarda değişikliklerin olmadığı ortamlarda dahi verimlilik artışının devam

olmasının nedenleri olarak grup oluşturma, grupta arkadaşlık ve sevgi bağlarının güçlü

olması, işletme sahip ve yöneticilerinin davranışlarındaki olumlu yönlerde değişmelerin

işçiler üzerinde işletmeyi ve üstlerini benimseme duygusu yaratması öne çıkmış, bu

unsurlar çalışma ortamının beşeri havasını değiştirmiş, sürekli verimlilik artışlarının

ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Hawthorne Araştırmaları ile birey ve gruplar arasındaki ilişkilerin yanında iş

motivasyonu sorunu da önemli bir konu haline gelir. Yeni bir örgüt teorisi oluşmaya

başlar. Bu teori, bireylerin ve grupların, biyolojik organizmalar gibi, ancak ihtiyaçları

karşılandığında etkin faaliyet gösterebilecekleri fikrine dayanır. (...)

Hawthorne araştırmaları, bir örgüt içinde yer alan insan ve onun oluşturduğu sosyal

ilişkiler konusunun önemini vurgulamıştır. İnsanın sosyal bir varlık olduğunu, endüstri

devrimi sonucunda işin aşırı uzmanlaştırılmasının çalışanları tek düze işler yapmaya

ittiğini ve bu nedenle çalışanların tatmini kendi aralarında kurdukları sosyal ilişkilerde

bulmaya çalıştıklarını ortaya çıkaran Hawthorne deneyleri, daha sonra yapılan Yankee

City, Hanvood ve Tavistock kömür ocakları gibi deneylerle daha da ileriye

götürülmüştür. Beşeri ilişkiler ekolü, insan unsuruna ekonomik/mekanik varlık olarak

yaklaşan klasik yönetim kuramının tersine, insana sosyal ve psikolojik valık olarak

yaklaşır. Bireyin işe motivasyonunda en güçlü motifin ekonomik güdüler olmadığını,

toplumsal ve psikolojik güdülerin daha etkili olduunu savunur. Doğal grupların biçimsel

gruplardan daha etkili olduğunu, grup davranışının üretimi olumlu ya da olumsuz

Page 143: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

143

doğrudan etkilediğini ileri sürer. Beşeri İlişkiler Ekolü bireylerin kişiliklerine gösterilen

saygının onları üretimde daha aktif hale getireceğini öne sürer.”20

Elton Mayo, piyasa ilişkilerine dayalı sanayi toplumlarının cemaat duygusu ve empatinin

kaybolmasından dolayı ciddi sıkıntılar yaşadığını iddia ediyordu. 21 İşçiler, bu eksikliği

işyerinde başka sosyal tatmin yolları arayarak telafi etmeye çalışacaklardır. Fakat bilimsel

yönetim rüzgarıyla yerleşmiş formel yapılar ile ödeme sistemlerinin bu ihtiyaca denk düşmesi

söz konusu bile değildir; o nedenle de işçilerin verimlilik hedeflerine ve denetime karşı

koymaları gayet doğal bir sonuçtur. İşte fizik ve zihni çabanın harcanması oyun ya da dinlenme

kadar doğaldır. Tayloristlerin görüşlerinin aksine, sıradan bir insan, işçi işten nefret etmez. İş

bir tatmin kaynağı olduğu müddetçe işçi onu severek yapar; ancak ceza kaynağı haline

dönüştüğü zaman yapmaktan kaçınır. Amaçlara bağlılık onların elde edilmesiyle ilgili olarak

ödüllere bağlıdır. Bu ödüllerin en önemlisi ise benliğin doyurulması ve gerçekleştirilmesidir.

Uygun bir ortamda sıradan bir kişi sorumluluğu sadece kabul etmez, aynı zamanda onu arar da.

Sorumluluktan kaçınma, hırs yoksunluğu ve güvenliğe aşırı önem verme doğuştan getirilen bir

özellik değil, tecrübeler sonucunda sonradan kazanılan bir özelliktir. İnsan İlişkileri Hareketi

kuramcılarına göre, çağdaş sanayi toplumunda, örgütsel sorunların çözümünde gerekli

yaratıcılığa ve ustalığa sahip olan bu normal insanın yeteneklerinin sadece bir kısmından

yararlanılabilmektedir.

“1930’lu yıllar ve sonrasında, örgüt içerisindeki insani boyuta ve insan ilişkilerine daha

fazla önem veren, insanın davranışlarını anlamaya çalışan, örgütteki sosyal ilişkilere

odaklanan ‘İnsan İlişkileri Yaklaşımı’ olarak adlandırılan bir yönetim anlayışı oluşmaya

başladı. Örgütlerde insanın sosyal boyutunun, verimlilik artışında önemli rol

oynadığının ortaya çıkışı bu yönetim yaklaşımının öne çıkmasında etkili rol oynar.

Çalışanları, örgütlerde ve iş süreçlerinde daha iyi motive edebilecek unsurlar üzerine

20 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s. 23-24.

21 Elton Mayo’nun endüstriyel işin insanî ve toplumsal sorunlarına ilişkin görüşleri ve Hawthrone deneylerinin

anlatımı için bkz. Elton Mayo, The Human Problems of an Industrial Civilization, New York: The Macmillan

Company, 1933; Elton Mayo, The Social Problems of an Industrial Civilization, Boston: Division of Research,

Graduate School of Business Administration, Harvard University, 1945. (Dizinin 3. cildi olarak yayınlanması

düşünülen The Political Problems of an Industrial Company ise yayınlanmadı.)

Hawthorne deneylerini gerçekleştiren ekip içinde –Mayo gibi- Harvard İşletme Okulu öğretim üyelerinden F.

J. Roethlisberger ve Western Electric Co. Personel İlişkileri Araştırma Departmanı Şefi William Dickson da

bulunuyordu. Bu iki isim, Western Electric Co. Personel Araştırma ve Eğitim Bölümü Şefi Harold A. Wright’ın

da katkılarıyla, Hawthorne deneylerine dayanarak Management and Worker (Cambridge, MA.: Harvard

University Press, 1939 [yeni baskı: New York, NY: Routledge, 2003]) başlıklı bir eser kaleme almışlardı. Elton

Mayo’nun bir önsöz yazdığı bu metinde de Hawthorne deneylerine ilişkin bilgiler ve değerlendirmeler

sunulmaktadır.

Page 144: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

144

çalışmalar önem kazanmaya başladı. Hawthorne araştırmalarından sonra çalışanın

motivasyonunu artırmaya yönelik, motivasyon teorileri ve araştırmalarında bir

zenginlik ve çeşitliliğin yaşandığı söylenebilir.”22

Muharrem Varol’a göre, İnsan İlişkileri Hareketi’nin iki gelişim çizgisinden söz edilebilir:

“Birincisi Mayo ve arkadaşlarının başlattıkları çizgi, ikincisi de McGregor ile başlayan çizgidir.

Her iki çizginin de, insana, işe, iletişime ve çevreye bakışları arasında esasta temel bir farklılık

yoktur. İkisi arasındaki farklılık, ikinci çizginin, işgörenin katılımına ve iletişime daha çok

önem vermesidir.”23 Varol, James E. Grunig ve Todd Hunt’ın Managing Public Relations

(New York: Holt, Rinehart and Winston, 1984) başlıklı çalışmalarına atıf yaparak, bu

yaklaşımın “Beşerî Kaynaklar Kuramı” olarak adlandırıldığını da belirtir.24 Douglas McGregor

(1906-1964), The Human Side of Enterprise (New York: McGraw-Hill, 1960) adlı eserinde

‘klasik makine kuramı’na denk gelecek şekilde ‘X kuramı’ndan (tipik örneğini Taylor’un

‘bilimsel yönetim anlayışı’ oluşturur) ve ‘insan ilişkileri hareketi’ne denk gelecek şekilde de

‘Y kuramı’ndan bahseder. Bu bağlamda bahsedilen Y-Kuramı’na göre insan işten kaytaran,

rasyonel-homo economicus bir varlık değildir; o irrasyonel ve ekonomik olmayan etkenlerle de

yönlendirilebilen ve davranabilen ‘toplumsal bir aktör’dür. Bu sebeple de ‘para’ gibi

ödüllendiricilerin ya da cezalandırma korkusu gibi temel özendirici faktörlerin dışına çıkılması

gerekmektedir. İletişim, çalışanın örgütüyle, şirketiyle ilişkisinin güçlendirilmesi ve işin işçiye

sevdirilmesinin öncelikli hale getirilmesi gerekmektedir bu yaklaşıma göre.

Varol, New Jersey Bell Telephone Company’nin başkanı Chester Barnard’ın (1886-1961) –

örgüt sosyolojisi alanında yazan kimi akademisyenlerce ‘yönetim ve liderlik konusunda belki

de 20. yüzyılın en etkili kitabı’ şeklinde nitelenen- The Function of the Executive (Cambridge,

MA: Harvard University Press, 1938) başlıklı çalışmasını İnsan İlişkileri Hareketi’nin ikinci bir

kaynağı/kolu olarak gösterir.25 Öğüt ve Öztürk ise Barnard konusunda daha farklı bir yaklaşım

sergilemektedirler:

“Barnard’ın görüşleri, (...) klasik kuram ile davranışsal kuram arasında bir köprü rolü

oynamıştır. Bu sınıflama aslında yanıltıcı olabilir. Çünkü Barnard organizasyonu bir

sistem olarak şu şekilde tanımlamıştır: ‘İki veya daha fazla bireyin faaliyetlerini bilinçli

22 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s. 24-25.

23 Muharrem Varol, Halkla İlişkiler Açısından Örgüt Sosyolojisine Giriş – Etkili Yönetsel İlişkilerden Saygın

Örgüt Kimliğine, Ankara: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yay., 1993, s. 27.

24 Aynı yerde.

25 Muharrem Varol, Halkla İlişkiler Açısından Örgüt Sosyolojisine Giriş, s. 27 vd.

Page 145: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

145

olarak koordine eden sistem.’ Ayrıca Barnard, organizasyonu ‘parçalarının

toplamından daha fazla bir bütün’ olarak algılaması yönüyle (ki bu sistem yaklaşımının

ana temasıdır) onu sistem düşünürleri arasında da görmemize yol açmıştır. Yine

Barnard’ın ‘bireyleri, organizasyonları satıcıları ve alıcıları bir çevrenin parçaları olarak

görmesi’ni de buna bir kanıt olarak gösterebiliriz.”26

Barnard, örgütü toplumsal bir sistem olarak ele alır. Örgütün etkili ve verimli çalışabilmesi için

insan ilişkilerinde resmî olarak tanımlanmamış davranışların önemine dikkat çeker. Barnard,

bu eserinde örgütü verimli bir şekilde yönetmesi gereken yöneticinin işlevlerini ele almakta ve

bu çerçevede yöneticinin çalışanların işe ve örgüte sıcak duygular beslemesini ve örgütün

hedeflerinin gerçekleştirilmesinde işbirliği yapmalarını sağlayacak iletişimi kurmasının

önemine vurgu yapmaktaydı. Barnard, ‘örgütü bilinçli bir şekilde koordine edilmiş eylemlere

dayalı bir işbirliği sistemi’ olarak kabul eder. Bu çerçevede, ona göre, örgütün var olabilmesi

için üç ögenin varlığı gereklidir: (1) Gerçekleştirilmesi gereken ortak bir hedef; (2) hizmet etme

isteği; ve (3) bireylerin birbirleriyle iletişim içinde olmaları. Formel bir örgütün hedeflerinin

çalışanları/üyeleri tarafından kabul edilmesinde, çalışanlarda istek yaratmada, örgütte iç

bütünlük, iç tutarlılık ve istikrar sağlanmasında informel örgütler büyük önem taşırlar.

Yöneticinin iki temel koşulu yerine getirmesi gerekmektedir: Verimliliği ve etkinliği sağlamak.

‘İşbirliği Kuramı’ olarak da adlandırılan Barnard’ın yaklaşımında, -bireysel eylemleri

sınırlayan yeteneksizliklerin/yetersizliklerin üstesinden gelmek için gerekli bir araç olarak

kavradığı- örgütün verimliliğini ve etkinliğini sağlamak, bu hedefleri gerçekleştirebilmek için

de gerekli olan motivasyonu ve işbirliğini temin etmek için de örgütsel işleyişin en merkezinde

‘iletişim’ yer almaktadır. 27

Organizasyonları ve çalışanları mekanik unsurlar olarak gören Taylorist görüşten farklı olarak,

işin örgütlenmesinde sosyolojik ve psikolojik boyutları öne İnsani İlişkiler Hareketi’nin

düşünceleri, bütün bunlara rağmen, Taylorizm’in gölgesinde kalmıştır.

26 Adem Öğüt ve Yunus Emre Öztürk, “Yönetimin Bilimleşme (Scientization) Sürecine Katkıları Açısından

Chester Irving Barnard ve Herbert Alexander Simon: Betimleyici ve İlişkilendirici Bir Çaba”, Selçuk

Üniversitesi İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2007, c. 7, sy. 14, s. 34 [ss. 29-46].

27 Daha sonraları Herbert Alexander Simon tarafından geliştirilecek olan ‘Karar Kuramı’nın ve Nobel ödülü

kazandığı ‘sınırlı rasyonellik’ kavramının temellerini ‘kısıtlı seçim’ kavramıyla attığı kabul edilen Barnard’ın

örgütler ve yönetim hakkındaki görüşleri için ayrıca bkz. Chester I. Barnard, Organization and Management:

Selected Papers, Cambridge, MA.: 1948. Barnard’ın örgüt, yönetim ve yöneticinin işlevlerine ilişkin görüşleri

için ayrıca bkz. Andrea Gabor ve Joseph T. Mahoney, “Chester Barnard and the Systems to Nurturing

Organizations”, http://www.business.illinois.edu/Working-Papers/papers/10-0102.pdf [erişim tarihi: 8 Ocak

2018]; Oliver E. Williamson (ed.), Organization Theory: From Chester Barnard to the Present and Beyond,

Oxford ve New York: Oxford University Press, 1995.

Page 146: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

146

5.7. Post-endüstriyel toplumlarda çalışma hayatı

Daniel Bell’in The Coming of Post-Industrial Society: A Venture in Social Forecasting ([Post-

Endüstriyel Toplumun Gelişi: Toplumsal Bir Tahmin Girişimi], New York: Basic Books, 1973)

adlı eserinin yayınlanmasıyla popülerlik kazanan bir tanımlama olan ‘post-endüstriyel toplum’

[‘sanayi-sonrası toplumları’] bilginin iktidarın ve toplumsal dinamizmin asıl kaynağı haline

geldiği bir toplum tipi olarak tanımlanır. Bu toplum aynı zamanda teknisyenlerden ve

profesyonellerden oluşan toplumsal grupların öne çıktığı, hizmet sanayilerinin imalat

sanayilerinden daha önemli yer tuttuğu bir toplumdur. Sektörel bazda çalışanların oranlarına

bakıldığında da post-endüstriyel toplumda tarımda çalışanların oranının yüzyıl başına göre

önemli oranda azaldığı görülür. Sanayi sektöründe çalışan mavi yakalı işçilerin oranının

düştüğü, buna karşılık hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalıların oranının hayli arttığı

görülür. Hizmet sektöründe çalışanlara ödenen ücretler, eski fabrika işlerinde ödenen ücretlere

kıyasla oldukça düşük kalmıştır. Bu, günümüz post-endüstriyel toplumlarında pek çok mesleğin

insanlara son derece mütevazi bir yaşam standardı sunduğu anlamına gelmektedir.

Sosyologlar günümüz ekonomisinde meslekleri iki kategoriye ayırıyorlar: Birincil iş gücü

piyasası, çalışanlarına geniş ekonomik imkanlar sağlayan işlerdir. İşgücü piyasasının bu

bölümü tıpçılar, hukukçular ve üst düzey yöneticiler gibi geleneksel beyaz yakalı meslekleri

kapsamaktadır. Kariyer meslekleri olarak nitelenen bu meslekler, insanlara yüksek gelir, iş

güvenliği ve mesleğinde ilerleme imkanları sunar. İkincil iş gücü piyasası, daha düşük vasıflı,

montaj-hattı işleri ve büro işlerini de içeren düşük düzeyli hizmet sektörü işlerini kapsar. Bu

piyasada çalışanlar daha düşük ücretler alırlar, daha az iş güvenliğine ve bütün bunlara bağlı

olarak da tabii ki daha düşük düzeyde iş tatminine sahiptirler.

1970’lerin ortalarından itibaren kitle üretiminin krize girmesiyle birlikte yeni arayışlar başladı.28

Ortaya çıkan yeni üretim biçimi ‘örgütsüz kapitalizm’, daha çok da ‘esnek üretim’ olarak

adlandırılmaktadır. Bu yeni üretim biçiminde, geçmişten farklı olarak, iş gücünün niteliğinde

ve sendikaların işlevleri ve önemlerinde köklü değişiklikler ortaya çıkmıştır. Zencirkıran

yaşanan bu değişimlerden birkaçını şöyle sıralamaktadır:

28 Mehmet Zencirkıran, bu dönüşümün “bilgisayar ve enformasyon teknolojileri gibi yeni teknolojilerin ortaya

çıkması, ucuzlaması ve yaygınlık kazanması, dünyada siyasal ve ekonomik alanda yaşanan -devletin

ekonomik hayattaki ağırlığının özel sektöre bırakması gibi- neo-liberal hareketler ve müşteri taleplerinin önem

kazanması” gibi faktörlerin etkisiyle gerçekleştiğini belirtmektedir. Bkz. “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s.

29.

Page 147: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

147

Dev fabrikaların değişen taleplere cevap verememesi, ileri teknoloji kullanan

küçük ve ortay boy işletmelerin ekonomide ağırlık kazanmaya başlaması

Örgütlerde teknoloji kullanımının çalışan sayısını azaltması. Bunun yanında

daha eğitimli ve vasıflı işgücüne ihtiyacı artırması

İmalat işlerinin yerini bilgi ve hizmet işlerinin alması. Tarım ve sanayiinin

üretim sürecinde payı giderek azalırken bilgiye dayalı üretimin ağırlığının

artması

Tek amaçlı makineler yerine esnek makinelerin üretim anlayışında öne çıkması.

Esnek üretim ve yönetim anlayışlarının yaygınlık kazanması

Müşteri tercihlerine dayalı olarak, talebe dayalı üretim anlayışının, geçmişin

kitle üretiminin yerini alması

Çalışma sürelerinin kısalması ve esnek çalışma tarzlarının öne çıkması

Kadınların çalışma hayatında daha fazla ağırlık kazanması

Sendikaların ve kitle örgütlerinin zayıflaması.29

Küreselleşen dünyada uluslararası rekabetin önemli hale gelmesi, firmaları en kaliteli malı en

ucuza üretmenin arayışına sevk etti. Bir malın üretimini en iyi, doğal olarak, onun üretiminde

çalışanlar bilir. Dolayısıyla, en kalitelisi üretilmek isteniyorsa onu üretenin de karar verme

sürecine dahil edilmesi kararlaştırıldı.

Yeni anlayışın önemli unsurlarından bir tanesini, kriz şartlarına yalnızca esnek, uzmanlaşmış

küçük firmaların kolayca uyum sağlayabileceğine ilişkin yaklaşım oluşturmaktadır. Kitle

üretimi yapan dev firmaların, istikrarsız piyasalara karşı küçük firmalar kadar uyum

gösteremediği düşünülmektedir.

Ayrıca bir Japon firması olan Toyota’nın üretim biçiminden esinlenerek Toyotism (veya

Toyotaism) adı verilen anlayışın bir gereği olarak, kitlesel üretimin standartlaşma anlayışından

faklı olarak ürün farklılaşması yoluna gidilmiştir. Çünkü bireyselliğin güçlendiği ve aynı malı

üreten firma sayısının artmış olduğu günümüzde, tüketicinin sürekli değişen taleplerine uygun

malı en hızlı şekilde üretmek, firmaların yaşayabilmesi için hayati önem kazanmıştır. İlaveten

kitlesel üretim süreciyle özdeşleşen bant üretiminin yerine bilgisayarlarla desteklenmiş modül

üretimi ön plana çıktı. Kitlesel üretimin tek amaç için tasarlanan makinelerinin yerini, yeni

üretim biçimine uygun olarak esnek makineler almaya başladı. İşin yeniden örgütlenmesi

29 Mehmet Zencirkıran, a.g.m., s. 30.

Page 148: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

148

sürecinde çatışma yerine işbirliği, makine temposunda çalışma yerine de bant üretiminden

bağımsız çalışma tercih edilmeye başlandı. Dolayısıyla çalışan bireyin makineyle ilişkisi

değişmeye başladı.

5.8. Değişen Ekonomiler

Kapitalist toplumlardaki eğilim, mülkiyetin devasa özellikle de çok-uluslu devasa şirketlerin

elinde yoğunlaşması şeklinde gerçekleşti. Hem kapitalist toplumlarda, hem de yoksul

toplumlarda bu eğilimin pek çok sonucu ortaya çıktı. Aşağıda bunlardan yalnızca bir kaçı

değerlendirilmektedir.

Mikro-kredi sistemi, yoksullara, yoksulluktan çıkabilmelerini temin için küçük miktarda borç

vermek üzerinde işlemektedir. Kredi alanlar, bu parayı küçük işletmelerini sıkıntıdan kurtarmak

için harcarlar: Tabure yapmak için gereken araçları almak, giysi üretmek için iplik ya da süt

üretmek için inek almak gibi... Mikro-krediler genellikle 100 ABD dolardan daha düşüktür.

Borç alanlar, normal şartlarda, bankacılık hizmetinden yararlanamayacak olan insanlardır. O

nedenle kimi zaman ‘bankasızı bankalılaştırma’ olarak da nitelenen mikro-kredi sistemi,

Bangladeşli iktisatçı Muhammed Yunus’un eseriydi. Bu projesi nedeniyle Nobel ödülüne de

layık görülen Yunus’un 1976 yılında kurduğu Grameen Bankası ile başlayan sistem günümüzde

7 milyon kişiye kredi vermektedir. Mikro-kredi sistemi, ekonomik sarsıntı yaşamış ülkelerde

oldukça iyi çalıştı. Dünya yoksulluğunun topyekun çözümü için nihai ve tek formül olmasa da,

mikro-kredi sistemi milyonlarca insan için refah yolunda yenilikçi bir adım olmaya devam

ediyor.

Sanayi toplumlarında, özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında çalışan sınıf içerisinde beyaz

erkek oranı gittikçe azalmıştır. Sömürge ülkelerinden gelen yoğun göçmen nüfus, çalışma

hayatının genellikle altlarında iş buldular. Aynı şekilde kadınların iş hayatına girişleri hızlandı.

Bütün bunlar gerek etnik ve gerekse cinsiyet temelli olarak çalışan nüfusun yapısında

değişiklikler yarattı, yaratmaya da devam etmektedir.

Sanayi faaliyetlerine son veren devasa şirketler, yeni ekonomik fırsatlar aramak için yapılarını,

organizasyonlarını, faaliyet bölgelerini, hacimlerini vs. değiştirme ya da küçültme yoluna

gidiyorlar. Sanayi şirketlerinin yatırımını, fabrikalar ve tesisler gibi üretkenliğin temel

boyutlarından sistematik ve yaygın bir şekilde geri çekilişi sanayisizleştirme olarak

adlandırılmaktadır. Şirketler, tesislerini ülkenin merkezî kentlerinden daha çevre bölgelere daha

Page 149: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

149

kaydırabiliyorlar, hatta yurt dışında tesisler kuruyorlar: General Motors’un Çin’de milyarlarca

dolar değerinde tesis kurma kararı gibi. Türkiye’de kurulan otomobil üretim tesisleri yine bu

çerçevede hatırlanmalıdır. Sanayisizleştirme, insanların işlerini kaybetmeleri, alım güçlerinin

düşmesi, şehirdeki mağazaların müşteri kaybetmeleri vb. pek çok sonuç doğurur. 22 Ocak 2011

tarihli Milliyet gazetesinin ekonomi sayfalarında yayınlanan “Türkler hayalet şehir Detroit’te

‘ev’leniyor” başlıklı haber; bir dönem otomotiv sektörünün kalbi olarak adlandırılan Detroit’in

küresel krizin sonucunda yaşadığı çöküntüye (sanayisizleştirmeye) vurgu yapıyor. Haberden

bir paragraf: “1800’lü yıllarda un değirmenlerinin işletilmesi ile büyümeye başlayan Detroit,

19. yüzyılın sonlarında gelişmiş imalat sanayii ile otomotiv sektörünü kendine çekti. Ford,

General Motors ve Chrysler gibi dünya devlerinin kalbi haline gelen Detroit, kriz öncesi 15

trilyon dolarlık ABD ekonomisinin yüzde 10’unu elinde tutuyordu. Ancak kriz Detroit’i yıkıp

geçti. Otomotiv devleri bir bir devrilirken, ‘işçi kenti’ olarak tanınan Detroit, bir anda ‘hayalet

şehire’ dönüştü. İşsiz kalan binlerce kişi Detroit’i terk etti. Şu anda Detroit’te 33 bin 500 boş,

91 bin de terkedilmiş ev var.”

Yaşanan gelişmeler, toplumların ekonomik geleceğinin ağırlıklı olarak küresel arenada

gerçekleşeceğini gösteriyor. Dünyanın gelişmiş sanayi toplumlarının endüstriyel üretimlerini

diğer ülkelere kaydırmış olmaları, küresel eşitsizlikler, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki

farklar, yoksulluklar ve artan nüfus gelecekte ekonomi kurumunun ve çalışma hayatının alacağı

yeni biçimlerden öte sonuçlar doğuracak gibi. O nedenle de, yakından takip edilmeyi gerekli

kılıyor.

Page 150: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

150

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bir toplumun ekonomik sistemi, o toplumdaki toplumsal davranış ve diğer toplumsal

kurumlar üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bu ünitede, toplumsal bir kurum olarak ekonomi

kurumunu kısaca tanımaya çalıştık. Ekonomik sistemler ve farklılıkları üzerinde durduk.

Küresel ve yerel ölçekte değişen koşulların ekonomik sistemler ve çalışma tarzları üzerindeki

etkilerini değerlendirmeye çalıştık.

Sanayi devrimiyle birlikte ortaya fabrika üretiminin merkezde olduğu yeni bir toplum

tipi çıktı: Sanayi toplumu.

Kapitalist ekonomi sistemleri/modelleri, devletlerin özel mülkiyeti ve ekonomik

faaliyeti düzenleme düzeylerine göre farklılık arz etmektedirler. Ancak bütün kapitalist

sistemlerde ortak olan belli özellikler de mevcuttur.

Sosyalizm, temel hedefini, ekonomik sömürüye son vermek ve tüm insanların temel

ihtiyaçlarını karşılamak iddiası taşır.

Tüm dünyada ekonomiler değişiyor. Gelişmekte olan ülkelerde uygulamaya sokulan

mikro-kredi sistemi, milyonlarca yoksulun hayatında önemli sonuçlar yaratmaktadır.

İşin bir kısmının ya da tamamanın yabancı müteahhitlere devredilmesi anlamında

taşekon sistemi, hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiren küresel bir olgu

haline geldi. Günümüzde profesyonel hizmetler bile yoğun, iyi eğitimli, yabancı dil bilen ve

nispeten düşük ücretlerle çalışmaya rıza gösteren ülkelere nakledilmektedir.

Gelişen teknoloji ve iletişim imkanları sonucunda, çalışma koşulları da değişmektedir.

Artık ‘home-office’ tarzı çalışmalar yaygınlaşmaktadır. Dolayısıyla, bu gelişmeler, çalışma

koşullarını, çalışma ilişkilerini de temelden değiştirmektedir.

Page 151: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

151

Bölüm Soruları

1. Charles Chaplin’in klasik aylak rolünde, hızlı üretim temposuna yetişemeyen montaj

hattı işçisini canlandırdığı Modern Zamanlar (1936) filmini izleyin ve şu soruları

cevaplamaya çalışın: Bu filmde kapitalizmin hangi boyutları görülmektedir? Bu

özelliklerden hangisi hala devam etmektedir? Hangisi güncelliğini yitirmiştir?

2. Bir diğer film önerisi de şu olabilir: David Frankel’in 2006 yapımı Şeytan Marka Giyer

filmini izleyin. Film, üniversiteden yeni mezun olan Andy (Ann Hathaway)’in

yetişkinliğe geçişinin anlatıldığı filmde, Andy kariyerine moda endüstrisinde başlar ve

bir moda dergisinde Miranda Priestly (Meryl Streep)’in editör asistanı olarak işe başlar.

Özellikle bu iki karakterin karşılaşma sahnelerini dikkatle izleyin ve aşağıdaki sorular

üzerine düşünün.

3. Moda endüstrisi kapitalist ekonomiyi nasıl destekliyor?

4. Moda endüstrisi insanların tüketim eksenli alışverişini nasıl kontrol etmektedir?

5. Çalışma hayatında sizin için önemli olan nedir? İş tatmini mi, maaş mı?

6. Kısa sürede başarılı olma şansınız sınırlı da olsa, tutkulu bir şekilde ilgi duyduğunuz

alanda kariyer yapmak akıllıca bir karar mıdır? Tartışınız.

7. Kayıt dışı ekonomi, merdivenaltı üretim gibi kavramları araştırınız. Ekonomik sistem

ve kayıt dışı ekonomide yer alanlar açısından avantajlarını ve dezavantajlarını

değerlendiriniz.

8. “En az müdahale eden devlet en iyi devlettir.” cümlesini tartışınız.

9. “İnsanlar, işlerin iyiye gittiği dönemlerde devletin daha az müdahalesinden yanadırlar;

işlerin kötüye gittiği dönemlerde ise devletin daha çok müdahale etmesini arzularlar.”

cümlesine katılıyor musunuz? Neden? Tartışınız

Page 152: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal
Page 153: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

153

6. SİYASET, İKTİDAR VE OTORİTE

Page 154: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

154

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

6.1.Toplumsal bir kurum olarak siyaset

6.2. Siyaset kurumuna sosyolojik bakış

6.3. İktidar kavramının tahlili

6.4. Otorite tipleri

6.5. Siyasal sistemler

6.6. Siyasal sistemin unsurları, araçları ve kavramları

Page 155: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

155

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Siyasetle ilgilenmenin bir vatandaşlık görevi olduğunu düşünüyor musunuz?

Bu görevi ciddiye alarak, seçim dönemlerinde sandığa giderek oy veriyor musunuz?

Oy veriyor iseniz, oy verme tercihlerinizi belirleyen unsurlar nelerdir?

Oy kullanmıyor iseniz, bu kayıtsızlığınızın sebebi nedir?

Page 156: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

156

Anahtar Kavramlar

Hükümet

Siyaset

İktidar

Otorite

Demokrasi

Totaliterlik

Monarşi

Seçim

Siyasal Parti

Page 157: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

157

Giriş

Bu bölümde, temel bir toplumsal kurum olarak ‘siyaset’ kurumu incelenecek ve siyasal hayatı

etkileyen temel faktörler ele alınacaktır. İlk olarak ‘siyaset’ kavramının bir tanımı yapılmaya

çalışılacak, siyaset denildiğinde nelerin anlaşıldığı üzerinde durulacaktır. Toplumsal bir kurum

olarak siyasetle sosyolojinin ilişkisi, sosyolojinin bir alt dalı olarak ‘siyaset sosyolojisi’

bağlamında değerlendirilecektir. Devlet, yönetim, hükümet, siyasal partiler, iktidar, otorite,

meşruiyet ve siyasal sistemler vb. gibi siyasal hayatın temel kurumları ve kavramları kısaca ele

alınmaya, tanıtılmaya ve değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Page 158: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

158

6.1. Siyaset Kavramı

Yaygın kullanıldığı biçimiyle siyaset kelimesi, dilimize Arapça’dan geçmiş bir kelimedir.

Arapça’da sasa kökünden türeyen siyaset, ‘yönetmek, eğitmek, yetiştirmek’ anlamlarına da

sahiptir. Siyaset sözcüğü ile ‘atların bakıcısı, eğiticisi’ anlamındaki seyis sözcüğü aynı kökten

türemiştir.1 Siyaset kelimesinin aslının Moğolca olduğu, oradan Türkçe’ye geçen ‘yasa’ veya

‘yasak’ kelimesinden türediğine ilişkin görüşler de mevcuttur.2 Siyaset kelimesi ile eş anlamlı

olarak kullanılan ‘politika’ sözcüğü ise, dilimize Batı dillerinden aktarılmıştır bir kelimedir.

1 “Sözlükte ‘bir nesneyi düzgün ve iyi durumda bulunması için özenle gözetip korumak, hayvanı ehlileştirmek,

atı terbiye etmek’ gibi anlamlara gelen siyaset, ‘toplumun işlerini üzerine alma, yürütme, yönetme işi, insan

topluluklarını yönetme’ sanatı şeklinde tanımlanır. (...) Siyaset kelimesi ve türevleri Kur’an’da geçmez;

hadislerde ise hem ‘at terbiye etme’ hem de ‘halkın işlerini yönetme’ manalarında kullanılır. (...) Fıkıh

literatüründe, kamu otoritesinin dinin genel ilkelerine ters düşmeyecek düzenlemeler ve uygulamalar yapması

da çoğu zaman siyaset kelimesiyle ifade edilir.” Bkz. Hızır Murat Köse, “Siyaset”, TDV İslam Ansiklopedisi,

İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi, 2009, c. XXXVII, s. 294 [294-297].

Adnan Koşum, kelimenin anlamlarına ilişkin daha geniş malumat vermektedir: “Sözlükte öncelikle, atlar

olmak üzere hayvanları gütmek, sürmek veya terbiye etmek anlamına gelen siyaset kelimesinin Arapça’daki

ilk kullanımı ‘at terbiyesi veya atçılık=siyâsetü’l-hayl’ şeklindedir. Bu anlamların yanında bu kelimeye terim

anlamlarının kendisinden etkilendiği ‘uygun olanı yapmak, eğitmek, halka emretmek ve yasaklamak, tedbirler

almak, ıslah ve terbiye’, mal ve mülkü gözetip düzene koyma, başa geçme anlamları da verilmiştir. Esasen

siyaset kelimesi semantik bir incelemeye tabi tutulduğunda bir nesneye bağlanma ve onun iyiliği ve iyileşmesi

için özenle gayret gösterme, görüp gözetme anlamlarına gelir. Daha sonraları çobanlık yapanların,

yönetilenlerin işlerini muhafaza ile vali ve hakim olmak anlamında kullanılır olmuştur. Bu anlamından dolayı

vali ve hakime (sâyis) adı izafe edilmiştir. Atları tımar edip yetiştiren kimseye (sâyis, seyis) denmesi de bu

benzerlikten ötürü olsa gerektir.” Bkz. Adnan Koşum, “İslam Hukukunda ‘Siyaset-i Şer’iyye’ Kavramı”,

İslâmî Araştırmalar Dergisi, 2003, c. XVI, sy. 3, s. 350 [350-358].

Bernard Lewis de, ‘siyasa’ sözcüğünün anlamına ilişkin benzer şeyler dile getiriyor: “İslâm’ın siyasal dili de,

tıpkı bütün dil biçimlerinde olduğu gibi, kimi unutulmuş, ölü, dilin eski katmanlarına gömülü, kimisiyse

değişik düzeylerde canlılığını sürdüren eğretilemelerle doludur. İngilizce’de ‘government’ sözcüğünü

kullanırken bu sözcüğün anlamsal kökeninin eski Grekçe’deki ‘dümen’den ve ‘yekeyi tutmak’ fiilinden

geldiğini fark etmeyiz; ama anlayışı kıt olanlar için bile- ‘devlet gemisinin dümenini eline almak’ dediğimizde,

bu sözcüklerde eski denizcilik günlerinden kalma bir eğretilemeyi hayal meyal sezmek mümkündür. Aynı

şekilde, bütün İslâm dünyasında bugün ufak tefek değişimlere uğramışsa da, hâlâ kullanılan siyasa

sözcüğünün de eski dönemin Ortadoğu dillerinde ‘at’tan, daha sonraları da klasik Arap dilindeki ‘at eğitmek’,

‘tımar etmek’ fiilinden geldiğini fark edebilen çok kimse yoktur. Fakat Osmanlıların at kuyruğunu

hükümdarlık amblemi olarak kullandığını ve yüksek devlet makamlarına atanan kimselere ‘Hümayun üzengi

Ağası’ unvanını tevcih etmeleri at üstündeki adam imajının bir iktidar simgesi olarak benimsendiğini

anlatmaktadır.” Bkz. Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Dili, çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Cep Kitapları A.Ş.,

1993, s. 18.

Siyaset sözcüğünün gündelik kullanımına ve algılanışına ilişkin ufuk açıcı bir bilgi de Şerif Mardin’de

bulunur: “Osmanlıların en güçlü olduğu ve koruyucu baba olarak Sultan imgesinin elle tutulur bir ekonomik

gerçeklik taşıdığı sırada bile saray, resmî görevliler ve siyasa, halk takımının uzak durduğu ürkütücü şeylerdi.

Siyaset sözcüğü Türkçede, yönetim sanatı, bilgisi, siyasa anlamına geliyor bugün; ama daha eski resmî dilde

siyaset, devlet nedenleri yüzünden verilen ölüm kararı anlamına da geliyordu. 1968 ve 1969’da

gerçekleştirilen bir araştırma, köylüler için, siyaset sözcüğünün taşıdığı anlamlardan birinin hâlâ bu olduğunu

ortaya koymuştur.” Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”,

çev. Şeniz Gönen, Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset – Makaleler I, Mümtaz’er Türköne ve Tuncay

Önder (eds.), İstanbul: İletişim Yay., 1990, s. 37 [s. 30-66].

2 Bkz. Adnan Koşum, a.g.m., s. 351.

Page 159: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

159

Şehir devleti anlamına gelen polis kelimesinden türetilmiştir. Politika, eski Yunan şehir

devletlerinde devlet işleri ve devletin yönetimi anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla politika

veya siyaset, polise veya devlete ait işler ve etkinlikler olarak tanımlanabilir. Aristo, politikayı,

‘toplumun halka dair yaptığı tüm etkinlikleri’ ifade etmek için kullanır.

Bazı yazarlar ise siyaseti sosyal gücün sınırlandırılmış bir biçimde kullanılması olarak

tanımlamaktadırlar. Buradan hareketle siyaset araştırmaları bu sınırlılıkların kaynağı ve doğası

ve de bu sosyal gücün sınırlılıklar içerisinde hayata geçirilmesi tekniklerinin araştırılması

olarak tanımlanabilir.

Siyasetin ne olduğu, konu ile ilgili çalışan otorite ya da uzman sayısı kadar çok cevabı olan bir

sorudur. Gündelik hayatta kullanımı itibariyle birbirinden hayli farklı anlamlarla yüklü bir

kavram olan siyaset kavramının kapsamlı ve toparlayıcı bir tanımı Andrew Heywood tarafından

yapılmıştır. Aşağıdaki uzun alıntıda Heywood, siyaset kavramının -farklı siyaset düşünürleri ve

düşünce ekolleri tarafından geliştirilmiş- modern kullanımlarını üç ana başlık altında

değerlendirmektedir:

“Yönetme Sanatı

Bismarck ‘siyaset bir bilim değil… bir sanattır.’ diye ilan etmişti. Onun kastettiği idare

sanatıydı; toplumda kontrol, ortak kararların verilmesi ve uygulanmasıyla sağlanır. Bu

muhtemelen, terimin Antik Yunan’daki orijinal anlamından geliştirilmiş, klasik siyaset

tanımıdır. ‘Siyaset’ kelimesi şehir devleti anlamındaki polisten gelir. Antik Yunan toplumu her

biri kendi yönetim sistemine sahip olan bağımsız şehir devletlerinden oluşuyordu. Bunların en

büyük ve en etkilisi çoğunlukla klasik demokrasi modeli olarak örnek gösterilen Atina’ydı. Tüm

erkek vatandaşların şehir toplantılarına benzeyen ve senede on kere toplanan Meclis’e

(Ecclesia) katılma hakkı vardı. Diğer birçok kamu makamı kurayla seçilen veya sırayla

belirlenen vatandaşlar tarafından dolduruluyordu. Bütün bunların yanında Atina toplumu;

kadın, köle ve yabancılardan oluşan büyük çoğunluğu, siyasi yaşamın dışında bırakan katı

hiyerarşik bir sisteme dayanıyordu.

Bunların ışığında siyaset polisin faaliyetleri şeklinde anlaşılabilir; tam olarak ifade etmek

gerekirse ‘Polisi ilgilendiren işler’ anlamına gelir. Bunun modern karşılığı ‘devleti ilgilendiren

işler’dir. (...) ‘siyaset’ terimi günlük dilde genel olarak bu anlamda kullanılır. Örneğin bir şahıs

kamusal bir görevde bulunduğunda ‘siyasetin içinde’ veya böyle bir görev arayışında olduğunda

‘siyasete giriyor’ denilir. Bu şekilde tanımlanan ‘siyaset’, toplum adına kişi veya kurumların

karar verme hakkı anlamında otorite kullanımıyla çok yakından ilişkilidir. (...) Böylelikle

siyaset, toplum için eylem planı ortaya koyan meşru otoritenin ‘politika oluşturması’ anlamında

kullanılır. Ayrıca siyaset, devlet mekanizması etrafında oluşan sosyal organizasyon sistemi

olarak tanımlanan ‘politik sistem’ bünyesinde faaliyette bulunur. Bu tanımın çok dar olduğunu,

siyaseti devlet kurumlarıyla sınırladığını belirtmek gerekir: Buna göre siyaset bakanlar kurulu,

yasama meclisi ve devletin kurumları içindeki politikacı, bürokrat ve lobici diye tanımlanan

sınırlı sayıdaki bir grup insan tarafından gerçekleştirilir. [Siyaset kavramı bu şekilde

tanımlandığında] birçok kişi, kurum ve sosyal faaliyet siyasetin ‘dışında’ kalır.

Page 160: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

160

Bazı yorumculara göre siyaset; hükümetin otoritesini kullanarak kararlar vermesinden ziyade,

bu kararları verme biçimidir. Siyaset çoğu zaman müzakere, uzlaşma ve tavizlerle çatışmaları

çözme aracı anlamında ‘mümkün olanın sanatı’ şeklinde resmedilir. Bu görüş Bernard Crick

tarafından In Defence of Politics’de (1962) ileri sürülmüş ve siyaset, ‘düzen sorununa, baskı ve

şiddetten daha çok, uzlaşma ile çözüm bulma’ şeklinde tanımlanmıştır. Çatışan grupların ve

çıkarların uzlaştırılması, gücün, tüm toplumun bekası ve refahı doğrultusunda ve her bir grubun

önemi oranında toplum içinde geniş bir şekilde dağılmasını gerektirir. Öyleyse siyaset hayali

çözüm değildir; bilakis insanoğlunun, problemlerini tartışma ve uzlaşma ile çözemediği

takdirde zulme başvuracağının farkına varılmasıdır. Siyasetin özü tartışmadır. (...)

Siyasetin bu anlamını terimin genel kullanımında bir kere daha açıkça görebiliriz. Mesela, bir

problemin ‘siyasi’ çözümü ‘askeri’ çözümünün aksine akılcı tartışma ve müzakere anlamına

gelir. Bu çerçevede şiddet, cebir ve korkutma, gerçekte siyasi sürecin çökmesi anlamında

‘siyasi-olmayan’ kavramlar olarak görülür. Siyasetin uzlaşma ve taviz olarak tanımlanması

esasında liberal bir yaklaşımdır. Her şeyden önce bu görüş insan aklına, tartışma ve

müzakerenin etkinliğine olan derin inancı yansıtır. İkinci olarak bu görüş, ‘anlaşmazlıklar açık

güce başvurmadan çözümlenebilir’ varsayımında görüleceği üzere, çatışmadan çok uzlaşmaya

olan inanca dayanır. (...)

Siyaset ile devlet faaliyetleri arasında kurulan ilişki siyasetin ne olduğu hususunda olumsuz

kavramlaştırmaları ortaya çıkarmaktadır. Birçok kişi için siyaset açıkça ‘kirli’ bir kelimedir.

Aldatma, güvensizlik ve hatta yozlaşma anlamlarını içerir. Siyasetin bu şekilde algılanışının

siyaset ile politikacıların davranışları arasında kurulan ilişkiden kaynaklandığı belirtilir. Bu

siyaset imajını Niccolo Machiavelli’nin eserlerinde görmek mümkündür. (...) Siyasi liderlerin

hile, zulüm ve manipülasyonları kullanmasına dikkat çektiği için ‘Makyavelist’ sıfatı hileli ve

aldatıcı davranışlar için kullanılır olmuştur.

Şahsi arzularını kamu hizmeti ve ideolojik bağlılık retoriği arkasına gizleyip güç peşinde koşan

ikiyüzlüler şeklinde algılanan siyasetçiler genellikle pek saygın bulunmazlar. Şahsi çıkar,

ikiyüzlülük ve ilkesizlik anlamındaki siyaset kavramı, ‘siyasi entrika’ ve ‘ayak oyunları’ gibi

aşağılayıcı ifadelerde açıkça görülebilir. Bu siyaset tasviri de liberal özellikler taşır. Liberaller

uzun bir süre bireylerin bencil olmalarından dolayı siyasi güce sahip olmanın bizatihi bozucu

olduğunu belirterek, ‘iktidarda’ olanların pozisyonlarını diğerleri aleyhine kendi çıkarları

doğrultusunda kullanabileceği hususunda uyarıda bulundular. Bu durum İngiliz tarihçisi Lord

Acton’un (1834-1902) şu meşhur özdeyişinde açıkça görülebilir: ‘Güç bozar, mutlak güç ise

mutlaka bozar.’

Kamusal Faaliyetler

Birinci anlamıyla siyaset, devlet aygıtının formel otorite kullanımıyla sınırlı bir faaliyet olarak

görülür. İkinci ve geniş anlamıyla siyaset devletin dar çerçevesinden çıkarılarak kamusal yaşam

ve ‘kamusal faaliyetler’ anlamında kullanılır. Diğer bir deyişle ‘siyasi olan’la ‘siyasi olmayan’

arasındaki ayrım esasında kamusal alan ile özel yaşam arasındaki ayrıma tekabül eder. Bu

anlamıyla siyaset meşhur Yunan filozofu Aristo’nun eserlerinden kaynaklanmaktadır.

Politics’de Aristo’nun ‘İnsan, tabiatı itibariyle siyasi bir canlıdır/hayvandır’ şeklindeki

açıklamasıyla kast ettiği, insanın sadece siyasi bir toplumda ‘iyi yaşam’ sürebileceğidir. Bu

nedenle siyaset ‘ilimlerin efendisi’dir; [siyaset] ahlaki bir faaliyet olup nihai olarak ‘adaletli bir

toplum’ oluşturmayı amaçlar. Bu görüşe göre siyaset, devlet, siyasi partiler, sendikalar ve

cemaatlerin yer aldığı ‘kamusal’ alanda gerçekleşir; ev, aile yaşamı ve şahsi ilişkiler şeklindeki

‘özel’ alanı kapsamaz. Bununla beraber, gerçek yaşamda ‘kamusal’ ve ‘özel’ yaşam arasındaki

Page 161: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

161

çizginin nerede çizilmesi gerektiğini belirlemek ve bu ayrımın neden devam etmesi gerektiğini

açıklayabilmek hiç de kolay değildir.

Kamusal alan ile özel alan arasındaki geleneksel ayrım devlet ile toplum arasındaki ayrıma

karşılık gelir. (...) Devlet, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik gücünü kullanan

siyasi organizasyondur. Günlük kullanımda devlet genellikle hükümet mekanizması etrafında

yer alan yargı, polis, ordu, kamu iktisadi teşekkülleri, sosyal güvenlik sistemi vb. kurumların

oluşturduğu bir bütündür. Toplumsal yaşamın kolektif organizasyonundan sorumlu olan bu

kurumlar vergi gelirlerine dayanan kamusal harcamalarla finanse edilmelerinden dolayı

‘kamusal’dırlar. Buna karşın toplum, aile ve akraba grupları, özel işletmeler, sendikalar,

kulüpler ve cemaatleri kapsayan özerk grup ve organizasyonların toplamından oluşur. Bu

kurumlar daha geniş anlamdaki toplumsal çıkar yerine kendi çıkarlarını tatmin etmeye çalışan

bireyler tarafından kurulup finanse edildikleri için ‘özel’ alan olarak değerlendirilir. ‘Kamu-

özel’ ikilemi temeline dayanan bu anlayış; siyaseti, devletin faaliyetleri ve kamusal organlar

tarafından yerine getirilen sorumluluklarla sınırlandırır. Bireylerin kendi kendilerini yönettikleri

ekonomik, sosyal, yerel, şahsi, kültürel, artistik vb. yaşam alanları açıkça ‘siyasetin dışında’

değerlendirilir.

Bununla beraber ‘kamu-özel’ bölünmesi bazen ‘siyasi’ ve ‘şahsi’ arasındaki daha ince bir

ayrıma karşılık gelir. Her ne kadar toplum devletten ayrı olsa da, ‘kamu’ diye nitelenebilecek,

daha geniş anlamıyla kamusal alanda faaliyet gösteren bir dizi kurumu içinde barındırır. Bu

ayrım Hegel’i, bir yandan devletten diğer yandan aileden farklı sosyo-ekonomik bir ara alan

anlamında ‘sivil toplum’ kavramını kullanmaya sevk etmiştir. Aile yaşamı ile mukayese

edildiğinde özel işletmeler ve sendikaların kamusal özellikler taşıdığı söylenebilir. Bu bakış

açısına göre kamusal faaliyetler anlamındaki siyaset ‘şahsi’ faaliyet alanına ve şahsi kurumlara

tecavüz ettiğinde sona erer. Bu nedenle birçok kişi işyerinde var olan siyaset anlayışını kabul

etse de aile ve şahsi yaşama müdahale eden siyaset anlayışından incinir hatta bunu bir tehdit

olarak algılar.

Siyasi ve özel yaşam arasındaki ayrımın önemi hem muhafazakar, hem de liberal düşünürler

tarafından vurgulanmaktadır. Örneğin muhafazakar düşünür Michael Oakeshott, siyasetin

sınırlı bir faaliyet olarak kabul edilmesinde ısrarlıdır. [Oakeshott’a göre] siyaset kamusal

düzenin devamı için belki gerekli olabilir, fakat onun faaliyet alanı kesinlikle kamusal yaşamın

düzenlenmesiyle sınırlı olmalıdır. (...)

Liberal bakışa göre ‘kamu-özel’ ayrımı, müdahaleden masun olma şeklinde anlaşılan birey

özgürlüğünün korunması açısından hayatidir. Devlet eksenli ‘kamusal’ faaliyet olarak kabul

edilen siyasetin daima baskıcı bir karakteri olacaktır: Devlet vatandaşlarını itaate zorlama

gücüne sahiptir. Diğer taraftan ‘özel’ yaşam alanı, tercih etme, özgürlük ve bireysel

sorumluluklar alanıdır. Bu nedenle liberaller çok açık bir şekilde toplumu devlete, ‘özel’i

‘kamu’ya tercih eder ve siyasetin bireyin hak ve özgürlüklerine tecavüz etmesinden korkarlar.

Bu görüşe göre genel olarak siyaset, özel faaliyet alanlarından ve kurumlardan ‘uzak durmalı’

ve bu meseleler bireylerin kendilerine bırakılmalıdır. Mesela, siyaset spordan ‘uzak durmalı’

çağrısı sporun tamamen ‘özel’ bir faaliyet olduğu ve ‘kamusal’ organların ve devletin bu konuda

söz hakkının olmadığı anlamına gelir. Gerçekten bu görüş ‘siyaset’e karşı olumsuz bir tavır

sergiler. Bu durumda, siyaset adil rekabet, şahsi gelişme ve mükemmelliği arama alanlarında

istenmeyen, haksız müdahaleyi temsil eder.

Bununla beraber bütün siyaset düşünürleri devlet karşısında toplumu bu kadar açıkça tercih

etmez veya devleti bu denli kenarda tutmayı arzulamazlar. Mesela, siyaseti olumlu anlamda

‘kamu’ faaliyetleri şeklinde tasvir eden bir gelenek vardır. Aristo’ya kadar giden bu gelenek 20.

yüzyılda Hannah Arendt gibi yazarlar tarafından canlı tutulmuştur. (...) Arendt özgür ve eşit

vatandaşlar arasındaki ilişkileri kapsamasından, hem hayata anlam veren hem de her bir bireyin

Page 162: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

162

biricikliğini ortaya koymasından dolayı siyasetin insanın en önemli faaliyeti olduğunu iddia

eder. Benzer bir şekilde katılımcı demokrasi taraftarları da siyaseti ahlaki, sağlıklı ve asil bir

faaliyet olarak tanımlarlar. 18. yüzyıl Fransız düşünürlerinden Jean-Jacques Rousseau’ya göre

siyasi katılım özgürlüğün bizzat kendisidir. Rousseau’nun ‘genel irade’ dediği ortak çıkar,

devleti ancak tüm vatandaşların doğrudan ve sürekli katılımıyla bağlayabilir. 19. yüzyılda siyasi

katılım savunucularından John Stuart Mill ‘kamusal’ faaliyetlere katılımın bireyin şahsi, ahlaki

ve entelektüel gelişimini destekleyen eğitici bir yönü olduğunu iddia etmektedir. Bu görüş

sahipleri siyaseti güvenilmez ve bozucu bir faaliyet şeklinde görme yerine onu hem hizmet

sunanın hem de hizmet alanın karşılıklı faydalandığı bir kamu hizmeti olarak tanımlarlar.

Sivil toplum yerine devleti tercih edip siyasete olumlu bakan bir görüş daha vardır. ‘Özel’

yaşamı özgürlük ve uyum alanı olarak gören liberallere karşı sosyalistler, onu [özel yaşamı]

adaletsizlik ve eşitliksizlik sahası olarak değerlendirmektedirler. Bunun sonucunda sosyalistler

sivil toplumun çarpıklıklarının düzeltilmesi için devletin yükümlülüklerinin genişletilmesini

savunur ve siyaseti ekonomik adaletsizliklerin çözüm aracı olarak görürler. Farklı bir açıdan,

Hegel de devleti, ahlaki açıdan sivil toplumdan üstün bir ahlaki idea olarak tasvir eder.

Philosophy of Right’ta devlet karşılıklı anlayış ve fedakarlık sahası olarak tanımlanırken, sivil

toplum dar şahsi çıkarların hakim olduğu alana karşılık gelir. Bu görüşün en aşırı şekli

Gentile’nin ifadelerinde dile gelen faşist ‘totaliter devlet’ doktrininde kendini bulur: ‘Her şey

devlet içindir, hiçbir şey devlete karşı ve onun dışında değildir.’ Tüm bireylerin toplum içinde

eritileceği, bireysel kimliklerin yok edileceği faşist ideal, ancak toplumsal varoluşun her

yönünün ‘siyasileştirilmesi’ ve ‘özel’in tam anlamıyla yok edilmesiyle sağlanabilir.

Güç ve Kaynaklar

Yukarıda tartışılan ilk iki siyaset anlayışı, siyaseti, devlet mekanizması ve kamusal yaşam alanı

gibi belirli kurumlar ve sosyal alanlarla doğrudan ilişkili olarak görür. Buna karşın üçüncü ve

daha radikal tanıma göre siyaset, insan varoluşunun her bir noktasına nüfuz eden farklı bir

sosyal etkinliktir. What is Politics?’te (1984) Adrian Leftwich ısrarla şunu belirtir: ‘Siyaset tüm

insan gruplarının, kurumların ve toplumların içindeki resmi, gayri resmi, kamusal-özel tüm

kolektif sosyal faaliyetlerin merkezindedir.’ Alman siyaset ve hukuk kuramcısı Carl Schmitt’e

(1888-1985) göre siyaset insan varoluşunun değişmez gerçekliği olan ‘dost ve düşman

arasındaki ayrım’ı yansıtır. Birçok görüş, bu ‘siyaset’ kavramını sosyal varoluş sürecinde

kaynakların kullanımı, üretimi ve dağıtımıyla ilişkilendirir. Buna göre siyaset, şu açık gerçek

nedeniyle ortaya çıkar: İnsan ihtiyaç ve arzularının sınırsızlığı karşısında bunları karşılayacak

mevcut kaynaklar her zaman kıt olmuştur. Bu nedenle siyaset kaynak tahsisi tartışmalarının var

olduğu yerde ortaya çıkan bir etkinliktir. Örneğin siyaset artık Crick’in iddia ettiği gibi rasyonel

tartışma ve barışçı uzlaşmaların değil bilakis tehdit, sindirme ve şiddetin olduğu bir alandır. Bu

anlayış, Clausewitz’in şu meşhur sözünde ifadesini bulur: ‘Savaş, siyasetin devamından başka

bir şey değildir.’ Gerçekte siyaset güçtür; hangi yolla olursa olsun arzulanan sonucu alabilme

kabiliyetidir. (...)

Marxistlerin kullandığı biçimiyle siyaset kavramı iki seviyede kendini gösterir. İlk seviyeye

göre, Marx ‘siyaset’ kavramını genel kabul gören kullanım üzere devlet organlarıyla bağlantılı

olarak ele alır. O ve Engels The Communist Manifesto’da (1848) siyasi gücü ‘bir sınıfın diğer

sınıfı bastırmak için kullandığı organize güç’ şeklinde tanımlarlar. Marx’a göre hukuk ve kültür

gibi siyaset de, sosyal yaşamın gerçek zeminini oluşturan ekonomik ‘temel’ yerine ‘üstyapı’nın

bir parçasıdır. Bununla beraber o siyasi ve hukuki üstyapı ile ekonomik ‘temel’i tamamen

birbirinden ayrı varlıklar olarak görmez; bilakis ‘üstyapı’nın ekonomik ‘temelin’ bir yansıması

olduğuna ve ondan kaynaklandığına inanır. Bir diğer deyişle siyasi güç daha derin seviyede sınıf

sisteminde yerleşiktir. Lenin’in sözleriyle ‘siyaset ekonominin en yoğun ifade bulduğu yerdir’.

Page 163: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

163

Marxistlerin, siyaseti devlet ve sivil toplumun dar alanına hapsetme yerine daha geniş bir bakış

açısıyla ‘ekonomi siyasettir’ görüşüne sahip olduklarını söylemek mümkündür. Gerçekten, sınıf

çatışmalarına dayanan sivil toplum siyasetin tam kalbinde yer alır. Bununla beraber Marx

siyaseti sosyal varoluşun zorunlu bir unsuru olarak düşünmez ve açıkça siyasetin olmadığı, sona

erdiği bir dünya hayal eder. Bunun, sınıfsız komünist toplumun kurulmasıyla sınıf

çatışmalarının sona ereceği ve siyasete ihtiyacın kalmayacağı dünyada ortaya çıkacağını

öngörür.

Modern feminist düşünürlerin eserlerinde de özellikle siyasetin doğası üzerine yoğun bir ilgi

görülmektedir. 19. yüzyıl feministleri, liberal siyaset anlayışını kabul ederek siyaseti ‘kamusal

faaliyetler’ şeklinde algıladılar ve özellikle kadınların oy hakkı gibi konular üzerine

yoğunlaştılar. Buna karşın radikal feministler ‘siyasetin’ alanını genişletmeye çalışırlar ve

geleneksel siyaset tanımlarının gerçekte kadını dışladığını iddia ederler. Kadınlar geleneksel

olarak ailevi sorumluluklardan oluşan ‘özel’ alana hapsedildiler; buna karşın erkekler sürekli

bir şekilde siyaseti ve diğer ‘kamusal’ alanları kontrol altına aldılar. Bu nedenle radikal

feministler ‘kamu-özel’ ayrımına karşı çıkıp bunun yerine ‘şahsi olan siyasi olandır’ sloganını

benimsediler. Bu slogan büyük bir tartışmaya ve çok çeşitli yorumlara neden olsa da şüphesiz

aile içindeki ve şahsi yaşamdaki faaliyetlerin kesin bir şekilde siyasi içerik taşıdığı inancını ifade

eder. Bunun arkasında Kate Millett’in Sexual Politics’te yaptığı daha radikal bir siyaset tanımı

yer alır: ‘Bir grup insanın diğer grubu kontrol ettiği, güçle kurulmuş ilişki ve düzenlemelerdir.’

Buna göre gücün ve diğer kaynakların adaletsiz bir şekilde dağıtıldığı her yer ve zamanda

siyaset ortaya çıkar. Bu bakış açısına göre ‘günlük yaşam siyaseti’nden bahsetmek mümkün

olabilir; aile içinde karı koca, ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişkiler, işveren ile işçiler ve

devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkiler kadar siyasidir. (...)

Kıt kaynakların dağıtılması olarak algılanan siyaset sadece birkaç kurumda değil birçok alanda

kendini gösterecektir. Siyasi faaliyetlerin en düşük seviyesi yüz yüze sürekli ve düzenli

etkileşimin olduğu aile ve özel yaşam alanıdır. Örneğin siyaset, akşam dışarı çıkmak isteyen

fakat nereye gidecekleri ve ne yapacakları konusunda anlaşamayan iki arkadaş arasında da

kendini gösterecektir. Siyasetin ikinci seviyesi toplum seviyesidir; yerel mesele ve tartışmaların

gündeme geldiği bu seviyede, şahsi siyasetin yüz yüze etkileşiminden bir çeşit temsilin olduğu

alana geçiş söz konusudur. Bu seviye, mahalli, yerel ve bölgesel yönetimlerin faaliyetlerini

kapsamasının yanında ABD gibi büyük devletlerdeki iki veya daha fazla farklı yönetim

seviyelerini de kapsar. Ayrıca yüz yüze tartışmaların çok sınırlı bir oranda yapıldığı işyeri, kamu

kurumları ve özel şirketlerde de görülür. Siyasetin üçüncü seviyesi ulusal alan olup ulus devlet,

siyasi partiler ve baskı grupları üzerinde yoğunlaşır. Bu, genel olarak geleneksel siyaset

anlayışlarının ilgilendiği seviyedir. Ulus devletler arasındaki ve içindeki kültürel, ekonomik ve

diplomatik ilişkiler yanında BM, AB, uluslararası şirketler, STK ve hatta uluslararası terörist

gruplar gibi uluslar-üstü faaliyetleri de kapsar. Bu anlamda siyasetin her yerde olduğu, hatta

sosyal varoluşun bizatihi kendisi olduğu söylenebilir.”3

6. 2. Siyaset Sosyolojisi

Siyaset sosyolojisi, sosyolojinin bir alt dalıdır. Adından da anlaşılacağı üzere, siyaset

sosyolojisinin ilgi ve inceleme alanı toplumda meydana gelen siyasal süreçlerdir. Siyasî

3 Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, çev. Hızır Murat Köse, İstanbul: Küre Yay., 2011, s. 65-75.

Page 164: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

164

süreçler ve siyaset olgusu üzerine odaklanan ‘siyaset bilimi’ adında bir disiplinin daha

olduğunun da farkındayız. Siyaset, her iki disiplinin de bilimsel araştırma konusudur. Bu

durum, akıllara her iki adlandırmanın da aynı bilim dalını ifade edip etmediği şeklinde bir soru

getirebilir. Başka bir deyişle, siyaset sosyolojisi ile siyaset bilimi, onları birbirinden ayırt

edebileceğimiz belli özelliklere sahip midirler? Eğer sahiplerse, bu farklılıkları neden ve

nereden kaynaklanıyor?

Siyaset sosyolojisi, siyaset biliminin aksine, siyaset olgusunu toplum içerisinde var olan diğer

olgulardan soyutlayarak ele almaz. Maurice Duverger, daha da vurgulu bir şekilde benzer bir

tespit yapıyor: “Siyaset sosyolojisine giriş sosyolojiye genel bir girişten ayrılamaz. Çünkü,

siyaset toplumdan ayrılabilecek bir alan değildir.”4 Nur Vergin de, her iki alanı mukayese

ederek aralarındaki farkı şöyle açıklıyor: “Siyaset bilimi öncelikle parlamento, siyasal rejimler,

seçimler ve tabii ki, devlet gibi siyasetin kurumsallaşmış öğelerini incelerken, siyaset

sosyolojisi bu tür kurumların yer aldığı toplumun yapısal, kültürel vb. özgüllüğü ile siyaseti

ilişkilendirmeyi öngörüyor. Siyaset sosyolojisinde vurgu, siyasetin ve siyasal kurumların

toplumla bağlantılandırılması üzerinde odaklaşıyor.”5

Duverger, siyaset sosyolojisi (siyasal sosyoloji) ile ilgili iki önemli soru soruyor ve

cevaplamaya çalışıyor: “Siyasal sosyoloji devlet bilimi midir?” ve “Siyasal sosyoloji iktidar

bilimi midir?” Siyasal sosyolojinin devlet bilimi olduğuna ilişkin görüş, siyaseti, çağının devlet

bilimi olan site yönetiminin incelenmesi olarak ele alan Aristo’ya kadar geri götürülebilir.

Nitekim sözlükler, genellikle bu kullanıma atıfta bulunmaktadır. Littré,6 siyaset sözcüğünün 8

farklı anlamını vermektedir. Bunlardan biri de, “devletlerin yönetim bilimi” şeklindedir.

“Devlet” sözcüğü de, burada, insan gruplarının, toplumların özel bir kategorisini ifade etmek

için kullanılmaktadır. Sözcüğün fiili iki anlamı vardır: Ulus-devlet ve hükümet-devlet. Ulus-

devlet anlamında devlet, ulusal toplumu, yani orta çağlar sonunda ortaya çıkan ve bugün en

ileri biçimde örgütleşmiş ve en iyi şekilde bütünleşmiş olan bir topluluk tipini ifade etmektedir.

Hükümet-devlet ise, yöneticileri, bu ulusal toplumun başı olan kimseleri ifade eder. Siyasal

sosyolojiyi, devlet bilimi olarak tanımlamak, ulusal toplum analizini diğer toplum

4 Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi: Siyasal Bilimin Öğeleri, çev. Şirin Tekeli, İstanbul: Varlık Yay., 1975,

s. 23.

5 Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi: Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, 9. Baskı, İstanbul: Doğan Kitap, ts., s.

18.

6 Fransız sözlükçü ve filozof Emile Maximillien Paul Littré (1801-1881). Littré’nin en meşhur çalışması, ‘The

Littré’ olarak bilinen ve 1844’te hazırlamaya başladığı Dictionnaire de la langue française (1863-1873)’dir.

Page 165: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

165

analizlerinden ayırmayı gerekli kılar. Bunun anlamı ise, ulusal toplum ve devletin, diğer grup

ve insan topluluklarından farklı bir tür olduğudur.

Bu anlayışla ilgili bir başka mesele de şudur: Devletin tanımı farklı yaklaşımlara göre değişiklik

göstermektedir. Duverger, devletin tanımının hayli zor olduğunu ifade ediyor; aşağıda kısaca

değinilecek olan iktidar kavramının tanımının ise daha da zor olduğunu belirtiyor. Gerçekten

de devlet nedir? Devlet, onu oluşturan kurumlardan mı ibarettir? Devlet kurumlarında çalışan

herkesin görevi siyasal bir nitelik mi taşımaktadır? Mesela devlete bağlı müze ve ören

yerlerinde çalışan bir bekçi, liselerde yabancı dil eğitimi veren bir öğretmen vs. siyasal bir görev

mi icra etmektedirler?

Batı’da yaygın olan bir başka görüşe göre ise, siyasal sosyoloji, yalnız ulusal toplumda değil

fakat tüm toplumlarda ve insan gruplarında ortaya çıkan iktidar, yönetim, otorite ve emretmenin

bilimi olarak anlaşılır. Bu görüş, devletin egemenliği kuramını reddetmektedir. Başka bir

deyişle, devletin egemenliği fikrinin gerçeklikten ziyade ideolojik bir kurgu olduğu

kanaatindedir. Bu görüşe göre, devlet içinde iktidar, diğer insan gruplarındaki iktidardan farklı

değildir. Olgusal düzeyde belli farklar varsa eğer, bunlar da mukayeseli çalışmalar yapmak

suretiyle açığa çıkarılabilir. Bu yönden bakıldığında, ‘iktidar bilimi olarak siyasal

sosyoloji/siyaset sosyolojisi’ ‘devlet bilimi olarak siyasal sosyoloji/siyaset sosyolojisi’

anlayışından çok daha operasyoneldir.

Siyaset sosyolojisi bir toplumsal indirgemecilikten ibaret değildir. Başka bir deyişle, bir bilim

dalı olarak siyaset sosyolojisi her siyasal olayı toplumun bir yan türevi olarak ele almaz, her

türlü siyasal hadiseyi toplumsal olgulara bağlamaz. Tekrar belirtmekte fayda var: Siyaset

sosyolojisi, toplumsal ile siyasal arasında tek yönlü değil, çift yönlü karşılıklı bir ilişkinin var

olduğu şeklindeki temel varsayıma dayanmaktadır. Çeşitli toplumsal faktörlerin siyaseti

etkiledikleri bir gerçektir; aynı şekilde siyasal kurumlar, yürütmenin aldığı kararlar,

parlamentonun oluşum biçimi ya da seçim sistemi gibi siyasal faktörler de, aslında, birer unsuru

oldukları toplumsal sistemi etkileme gücüne sahiptirler. Siyasetin toplum üzerindeki etkisi ve

örneğin, alınan siyasal kararların toplumsal değişime yol açma, hatta toplumlarda radikal

dönüşüm yaratma konusunda çok ağırlıklı bir etken oluşturmasına ilişkin sayısız örnek

verilebilir: Cumhuriyet’in ilanı ve devrim yasaları, toplumsal değişmede siyasetin ne denli

belirleyici olabileceğine ilişkin bir işarettir.

Netice itibariyle, siyaset sosyolojisinin inceleme konusu, siyasetin toplumsal koşullarıdır.

Başka bir deyişle, siyasetin toplumdaki diğer olaylar tarafından nasıl etkilendiği ve kendisinin

Page 166: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

166

de bu olayları nasıl etkilediği ile ilgilidir. Siyaset sosyolojisi, siyaseti toplumdaki bütün diğer

olaylarla sıkı bir ilişki içinde olan bir olgu olarak ele alır.

6.3. Yönetim

Siyaset ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın yönetim, siyasetin her zaman en merkezinde yer

almaktadır. ‘Yönetmek’ en geniş anlamıyla diğer insanları idare etme ve üzerlerinde kontrol

kurma anlamına gelir. Yönetimin işlevi karar verme ve bunların uygulanmasını sağlama

becerilerini kapsar. Bu anlamdaki yönetim biçimi sosyal kurumların birçoğunda mevcuttur.

Mesela, ailede ebeveynin çocuklar üzerinde sahip oldukları otoritede, okulda öğretmenler

tarafından uygulanan disiplin ve kurallarda, işyerinde yönetici ve işveren tarafından ortaya

konan düzenlemelerdeki kontrolde bu açıkça görülür. Bu nedenle idare düzenlenmiş kuralların

ortaya çıktığı her yer ve zamanda mevcuttur. Fakat genellikle daha dar anlamda ‘hükümet’

kavramıyla yerel, ulusal ve uluslararası seviyede kuralların uygulandığı resmi ve kurumsal

süreç kast edilir. Hükümet kavramıyla işlevleri kamu düzenini korumak ve kolektif

sorumlulukları yerine getirmek olan yerleşik ve kalıcı kurumlar kast edilir.

Yönetim mekanizması toplum üzerinde bağlayıcı, uygulanabilir kurallar bütünü olan hukukun

yapılışı, uygulanışı ve yorumlanışıyla ilgilenir. Yönetim sistemleri üç temel işlevi içerir: 1.

Yasama veya kanun yapma, 2. Kanunların icrası ve uygulanması, 3. Kanun metninin

yorumlanması ve anlamının belirlenmesi. Bazı sistemlerde bu üç işlev –yasama, yürütme ve

yargı- ayrı organlar tarafından icra olunduğu gibi; bazılarında tek bir kişi, diktatör veya

‘yönetici’ parti gibi tek bir organın sorumluluğunda olabilir. Bazı örneklerde idareyle

‘yöneticiler’ eş anlamlı kabul edilerek idarenin yürütme kolu ‘hükümet’ şeklinde tanımlanır.

Burada hükümet dar anlamıyla genellikle başbakan veya başkan diye tanımlanan baş

yöneticinin liderliğinde faaliyet gösteren bakanlar ve sekreterler grubu için kullanılır. Bu

kullanım genellikle ‘Süleyman Demirel Hükümeti’, ‘57. Hükümet’, ‘ANASOL-D Koalisyon

Hükümeti’ veya ‘Ahmet Davutoğlu Hükümeti’ şeklinde kullanımların yaygın olduğu

parlamenter sistemlerde görülür.

Bununla beraber yönetim kavramı etrafında birçok tartışmalı mesele bulunmaktadır. İlk olarak,

bir yönetim şekline ihtiyaç bulunduğu görüşü neredeyse evrensel bir kabul görse de onun

baskıcı ve gereksiz olduğunu iddia edenler de vardır. Ayrıca siyasî yönetim kendisini o kadar

çok çeşitli şekillerde gösterir ki onu tasnif etmek adeta imkansız hale gelir. Örneğin bu yönetim

biçimi demokratik veya otoriter, anayasal veya diktatöryal, merkezî veya adem-i merkeziyetçi

Page 167: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

167

vb. olabilir. Son olarak siyasî yönetim idare ettiği toplumdan ayrı olarak ve soyutlanarak

anlaşılamaz. O, genellikle parti, seçim, baskı grupları ve medya yolu ile faaliyet gösterir. Bunlar

sayesinde yönetim hem halkın taleplerine cevap verir hem de onlar üzerinde siyasi kontrol

uygular.

Yeryüzündeki hemen hemen tüm insanlar yönetim kavramına aşinadır ve büyük çoğunluğu da

toplumlarındaki siyasî idareyi oluşturan kurumları tanıyabilecek durumdadır. Dahası birçok

insan hiçbir sorgulama yapmadan, onsuz düzenli ve medenî bir var oluşun mümkün

olamayacağı düşüncesi ile, belli bir yönetim biçiminin zorunlu olduğunu kabul ederler.

Yönetimin örgütlenme şekli veya oynayacağı rol konusunda ihtilaf etseler de bir çeşit siyasi

yönetime olan ihtiyaç konusunda anlaşmış görünmektedirler. Bununla beraber siyasî yönetimin

yaygınlığı ve hemen hemen sorgusuz sualsiz tüm dünya çapındaki geniş kabulü adil ve düzenli

bir toplumun sadece böylesine bir siyasî mekanizma eliyle sağlanabileceğini ispatlamaz.

Özellikle bir siyasi düşünce okulu siyasi yönetimin gereksiz olduğunu iddia edip onun

kaldırılmasına kendini adamıştır: Bu anarşizmdir; kelime anlamıyla anarşi ‘yönetimin

olmaması’dır.

Siyasî yönetimin gerekliliğine dair klasik iddiayı, modern çağda, Thomas Hobbes ve John

Locke gibi 17. yüzyıl filozofları tarafından öne sürülen toplumsal sözleşme teorilerinde görmek

mümkündür. 7 Toplumsal sözleşme teorisi gerçekte modern siyaset düşüncesinin temelini

oluşturur. Hobbes Leviathan’da rasyonel insanın siyasî idareye itaat etmesi ve saygı göstermesi

gerektiği görüşünü öne sürer. Bir yönetimin olmaması durumunda toplumun ‘herkesin birbirine

karşı’ olacağı bir iç savaşın içine düşeceğini savunur. Toplumsal sözleşme kuramcıları

iddialarını herhangi bir siyasî yönetimin olmadığı ‘doğal hal’ ya da ‘doğa hali’ diye

adlandırdıkları hayalî toplumu esas alarak geliştirirler. Hobbes çarpıcı bir şekilde doğal haldeki

yaşamı ‘yalnız, aciz, kötü, vahşi ve kaba’ olarak tanımlar. Ona göre insan, özü itibariyle güç

peşinde koşan bencil bir varlıktır: Şayet kanun tarafından kontrol edilmezse diğer insanların

7 Siyaset teorisi, sözleşme kuramı, siyasî yönetimin gerekliliği vb. gibi konulara ilişkin yaklaşımlarla, ilk kez

modern dönem siyaset filozoflarında rastlanmamaktadır. Aristo’dan başlayarak Batı siyaset felsefesinde ve

hatta Farabî, Maverdî, Gazzalî, Nizamülmülk ve diğer İslam siyaset filozoflarının eserlerinde de modern

siyaset teorilerine ve yaklaşımlarına benzer değerlendirmeler bulmak mümkündür. Burada, konumuzu

dağıtmamak adına bu tartışmalara girmemeyi ve tartışmanın modern dönemdeki gündeme geliş biçimi ve

süreçleri üzerinden bir anlatımı tercih ettik. Farabî, Maverdî, Gazzalî, Nizamülmülk, İbn Teymiye, İbn Haldun

gibi İslam düşünürlerinin siyaset konusundaki yaklaşımlarına ilişkin daha kapsamlı bilgi için -söz konusu

isimlerin eserlerinin yanı sıra- bkz. Harun Han Şirvanî’nin İslâmda Siyasî Düşünce ve İdare Üzerine

Araştırmalar (çev. Kemal Kuşçu, İstanbul, 1995) başlıklı meşhur çalışmasına bakabilirler. Ayrıca bkz. Ma’ruf

Devalibi, İslam’da Devlet ve İktidar, çev. M. S. Hatiboğlu, İstanbul: Dergah Yay., 1969; Erwin I. J. Rosenthal,

Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Çaksu, İstanbul: İz Yay., 1996; ve Macid Hadduri, İslam’da

Adalet Kavramı, çev. Selahattin Ayaz, İstanbul: Yöneliş Yay., 1999.

Page 168: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

168

aleyhine kendi çıkarlarını artırmaya çalışır. Hatta en güçlü kişiler bile güvenlik içinde

korkusuzca yaşayacak kadar güçlü değildirler: Zayıf olanlar kendi aralarında kavga etme yerine

onlara karşı birleşebilirler. Açıkçası, bir siyasî yönetim olmadan bencil arzuları dizginlemek,

düzeni ve istikrarı sağlamak imkansızdır. Hobbes bu durumu kavrayan rasyonel bireylerin kaos

ve düzensizlikten kaçmak için birbiriyle anlaşarak ‘toplumsal sözleşme’ yapacağını ve böylece

siyasî bir mekanizmanın kurulacağını öne sürer.

Toplumsal sözleşme kuramcılarının bir kısmı, insan tabiatını aslen kötü gören bir düşünceden

hareket ederler; buna göre siyasî yönetim kötülük ve barbarlık karşısındaki zorunlu savunma

aracıdır. Yönetimi sadece kötülükten sakındıran değil aynı zamanda iyiliğe teşvik eden, özünde

yumuşak huylu resmeden alternatif bir gelenek de mevcuttur. Bu anlayış, felsefesi St. Thomas

Aquinas gibi ortaçağ ilahiyatçıları üzerinde büyük etki yapan Aristo’nun eserlerinde görülebilir.

Aquinaslı Thomas, Summa Theologiae’da, ‘hukukun temel işlevi tebaayı iyi duruma

getirmektir’ iddiasıyla devleti ‘mükemmel toplum’ şeklinde tasvir eder. Ona göre siyasî

mekanizma ve hukuk ilk günah olmamış olsaydı bile yine de insanlar için gerekli olurdu.

Karşılıklı çıkarları için insanların işbirliği yapmasına imkan veren bu şefkatli yönetim anlayışı

sosyal demokrat gelenek sayesinde modern siyasette hala canlılığını korumaktadır.

Anarşist görüşe göre her türlü siyasî otorite şekli sadece kötü değil aynı zamanda gereksizdir

de. Anarşistler bu iddialarını sosyal sözleşme teorisini tersine çevirip oldukça farklı bir doğal

hal anlayışı ileri sürerek gündeme getirirler. Çok geniş yelpazedeki sosyal sözleşme

kuramcıları, kendi başlarına bırakılmaları durumunda insanların rekabet, çekişme ve açık

çatışma içine gireceklerini iddia ediyorlardı. Diğer taraftan anarşistler insanın akılcı anlayış,

şefkat ve işbirliği yapabilme kapasitesine vurgu yaparak daha iyimser bir insan tabiatı

kavramlaştırmasına vardılar. İnsanları birbirlerini bağlayan ortak çıkarın, onları bölen şahsî

çıkarlardan daha güçlü olduğunu ve görüş farklılıklarının rasyonel bir müzakere ve görüşme ile

barışçı bir yolla çözülebileceği anlaşıldığında sosyal ahengin kendiliğinden oluşacağını

savunan anarşistler; devleti düzensizliğin ilacı olarak değil bilakis çatışma, huzursuzluk ve

şiddetin nedeni olarak görürler. Onlara göre devlet, tepeden kural dayatarak özgürlüğü

bastırmakta, kinleri, küskünlükleri beslemekte ve adaletsizliği teşvik etmektedir.

Anarşistler, Peter Kropotkin tarafından kutsanan ortaçağ şehir devletleri ve Leo Tolstoy

tarafından hayranlıkla resmedilen Rus köylü toplulukları gibi sosyal düzenin akılcı anlaşma ve

karşılıklı anlayışla sağlandığı tarihi örnekleri kullanarak iddialarını desteklerler. Ayrıca onlar

bu çerçevede hükümet şeklinde tanımlanabilecek bir kuruma sahip olmayan fakat düzen ve

istikrarın hakim olduğu geleneksel toplumları incelerler. Bazıları -anarşistlerin hoşlanmayacağı

Page 169: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

169

derecede- hiyerarşik ve baskıcı olan geleneksel toplumlar hakkında genellemeler yapmak

hemen hemen imkansızdır. Bununla beraber sosyologlar, ortaya çıkan farklılıkların herhangi

formel bir yönetim mekanizmasına ihtiyaç duymadan, gayri resmi şahsi ilişkilerle çözümlendiği

-Kalahari’deki Bushmenler gibi- oldukça eşitlikçi toplumlar da tespit ettiler. Kalahari

Bushmenleri gibi geleneksel topluluklar ile dünya nüfusunun çoğunluğunun yaşadığı şehir ve

endüstri toplumları arasındaki fark açıkça ortaya koymaktadır ki geleneksel toplumlar düzeni

devam ettirebilmeyi büyük ölçüde dine dayanan gelenek ve adetlerle sağlarlar. Örneğin, sosyal

merasimler ortak değerlerin sağlam bir şekilde yerleşmesine ve davranış kurallarının nesilden

nesile geçmesini sağlar. Gelenek tutarlı ve tahmin edilebilir sosyal davranışların korunmasına

ve açıkça belirlenmiş sosyal yapının devamına yardımcı olur. Nispeten küçük olan bu

topluluklar sosyal ilişkilerin yüz yüze ve şahsi seviyede yapılabilmesine imkan sağlar. Buna

karşın modern toplumlar büyük, karmaşık ve oldukça farklılaşmış toplumlardır. Endüstri

toplumları çok geniş alana yayılmış binlerce hatta bazı yerlerde milyonlarca insandan oluşan

şehir topluluklarıdır. Sanayileşme ekonomik yaşamı daha karmaşık bir hale getirdi ve bunun

sonucunda gittikçe artan bir şekilde parçalanmış sosyal yapılar ortaya çıktı. Belki bu nedenle,

20. yüzyılın büyük bir kısmında yaygın eğilim karşı yönde olmuş ve devlet artan ölçüde gerekli

bir unsur olarak görülmüştür.8

6.4. Siyasal Sistemler

Siyasi yönetim şekilleri ‘siyasi sistem’ ile yakından ilişkilidir. Ancak, siyasetin ‘sistem’ olarak

algılanması oldukça yeni olup özellikle Talcott Parsons’un The Social System’i (1951) gibi

eserlerde uygulama alanı bulan sistem teorisinin etkisiyle 1950’lerde ortaya çıkmıştır. Siyasete

yönelik geleneksel yaklaşım devlet mekanizmasında yoğunlaşıp belirli bir devletin kurumsal

yapısını ve anayasal kuralları inceler. Buna karşın sistem analizi devlet ve toplum arasındaki

karmaşık ilişkileri öne çıkararak siyaset anlayışını genişletmiştir. ‘Sistem’ örgütlenmiş,

karmaşık bir bütündür; karşılıklı ilişki ve bağımlılıklarla bir araya gelmiş parçalardan oluşan

kolektif bir varlığa sahiptir. Sistem analizi siyasete parçalardan bakma yerine daha kapsamlı bir

yaklaşımı tercih eder. Siyasi sistem bu nedenle devlet kurumlarının ötesine giderek devletin

yönetilenlerle ilişkiye girdiği tüm süreç, ilişki ve kurumları kapsar.

8 Siyasal bir yönetimin zorunlu olup olmadığı hakkında bir tartışma için bkz. Andrew Heywood, Siyaset

Teorisine Giriş, s. 80-84 vd.

Page 170: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

170

Yönetim şekillerini sınıflamaya yönelik ilk girişim Aristo tarafından yapılmıştır. O, rejimleri,

‘Yöneten kimdir?’ ve ‘Bu yönetimden kim faydalanır?’ soruları üzerinden tasnif eder. Buna

göre yönetim tek kişinin, küçük bir grubun veya çoğunluğun elinde olabilir. Buradaki her bir

idare biçiminde, yöneticilerin şahsi çıkarları için veya tüm toplumun menfaati için çalışması

söz konusudur. Aristo buna göre altı rejim çeşidi belirler. Tiranlık, oligarşi ve demokrasi, ona

göre, bozulmuş ve yozlaşmış yönetim biçimleri olup sırasıyla tek kişinin, küçük bir grubun

veya kitlelerin toplumdaki diğer insanların çıkarı pahasına kendi menfaatleri doğrultusunda

yönetimde bulunmalarıdır. Buna karşın monarşi, aristokrasi ve polity ise sırasıyla tek kişi,

küçük bir grup veya tüm halkın herkesin çıkarı için yönetmesi anlamına geldiğinden, tercih

edilen idare biçimleridir. Aristo tiranlığı tüm vatandaşları köle statüsüne indirgediği için en

kötü yönetim biçimi olarak görür. Diğer taraftan monarşi ve aristokrasinin, tanrı benzeri bir

iradeyle toplumun çıkarını kişinin kendi çıkarlarının önüne koyması temeline dayandığı için

uygulanabilir olmadığını söyler. Aristo herkesin çıkarı doğrultusunda çoğunluğun yönetimi

olan polity’yi en uygulanabilir rejim şekli olarak görmekle birlikte zengin azınlık karşısında

kitlelerin harekete geçebileceği ve de kolaylıkla demagogların etki alanına girebilecekleri

korkusunu taşır. Bu nedenle Aristo ne zengin ne de fakir olan ‘orta sınıfın’ yönetici olacağı

‘karma’ bir rejimi savunur.9

Modern devlet Aristo’nun kriterleriyle sınıflanamayacak kadar karmaşıktır. 1989-1991 devrimi

sonrasında komünizmin çöküşü ile ortaya çıkan siyasi, ideolojik ve ekonomik değişimler

ışığında, Birinci Dünya, İkinci Dünya ve Üçüncü Dünya şeklindeki basit rejim sınıflamaları da

kullanılamaz hale gelmiştir. Birinci Dünya olarak nitelenen devletler şu anda ‘liberal

demokrasiler’ olarak sınıflanabilir. Ana merkezi Batı -Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya-

olan liberal demokrasiler, 1945 ve 1989 sonrasında oluşan ‘demokratikleşme dalgaları’

sonucunda dünyanın birçok yerinde görülmeye başlamıştır.

Siyasal sistemler tarih boyunca değişti. Basit avcı ve toplayıcı toplumlar, resmi hükümetler

olmaksızın geniş aileler gibi işledi. Liderlik genellikle olağanüstü güçlü, avlanma becerisi ya

da kişisel karizması güçlü bir erkeğe düştü. Tarım toplumları uzmanlaşmış işler ve üretim

fazlalığıyla daha büyüktür. Bu tür toplumlarda küçük bir elit, zenginlik ve gücün çoğunluğunu

kontrol altına aldı ve siyaseti aile içinde yürüterek kendi hakları çerçevesinde sosyal bir kurum

haline getirdi. Bu, Weber’in geleneksel otoritesinin bazı özelliklerini gösteren liderlerin kutsal

bir yönetme hakkı iddia etmelerinin başlangıç noktasını teşkil eder. Toplumlar büyüdükçe

9 Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, s. 85.

Page 171: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

171

siyaset bir ulusal hükümet ya da siyasal devlet biçimini alır. Siyasal devletin etkinliği, mevcut

teknolojiye bağımlıdır. Yaklaşık 5000 yıl önce, Mezopotamya’dakine benzer şekilde şehir

devletleri ortaya çıktı. Tarih ilerledikçe yeni siyasal düzenlere tanık olundu; ulus-devletler

gelişmeye başladı. Günümüzde dünyada 200’e yakın bağımsız ülke, ulus-devlet bulunmaktadır.

Bu ülkelerdeki hakim siyasal sistemleri 4 ana başlık altında toplamak mümkündür: Monarşi,

demokrasi, otoriter ve totaliter yönetimler.

6.4.1. Monarşi

Monarşi, tek bir ailenin kuşaktan kuşağa yönetime sahip olduğu siyasal bir sistemdir. Monarşi,

antik tarım toplumlarının hepsinde bulunmaktaydı. Günümüzde dünyada 27 ülke kraliyet

ailelerine sahiptir (İsveç, Norveç, Danimarka, Büyük Britanya, Ürdün, Suudi Arabistan,

Umman, Katar, Bahreyn, Lesotho, Fas, Brunei vb... bunlardan bazılarıdır). Orta Çağ boyunca

dünyanın çoğunda mutlak monarşiler tanrısal güce dayalı bir iktidar tekeli talep ettiler. Ancak

günümüzdeki monarklar, halkları üzerinde neredeyse mutlak kontrole sahip olmalarına rağmen,

nadiren tanrısal bir hak talebinde bulunmaktadırlar. Sanayileşmeyle birlikte monarklar yerlerini

giderek seçilmişlere bırakarak sahneden çekilmek zorunda kaldılar. Kraliyet ailelerine sahip

Avrupalı ülkeler, günümüzde anayasal monarşiler olarak yönetilmektedir; yani bu ülkelerin

monarklarının sembolik liderler olmaktan öte bir işlevleri yoktur. Asıl yönetim, seçilmişler

devlet adamlarının sorumluluğundadır. Herkesin bağlı olduğu bir anayasa vardır ve liderlik bir

başbakandadır.

6.4.2. Demokrasi

Modern dünyada tarihsel eğilim, iktidarı bir bütün olarak halka veren siyasal bir sistem olan

demokrasiye doğru olmuştur. Başka bir deyişle, bütün vatandaşların lider olarak hareket etmesi

olanaksız olduğu için, otoriteyi, seçimler aracılığıyla halk tarafından seçilen liderlere teslim

eden temsilî demokrasi sistemi oluşturulmuştur. Endüstrileşme ile demokrasi birbirine

uyumludur, zira her ikisinin de eğitimli bir halk tabakası gerektirdiği dile getirilir. Aynı

zamanda endüstrileşmeyle birlikte, iktidarın gelenek temelli meşruluğu rasyonel-yasal

otoriteye yerini bırakır. Böylece demokrasi ve rasyonel-yasal otorite bir araya gelir.

Page 172: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

172

6.4.3. Otoriteryanizm

Bazı ülkelerde, halkın siyasette söz hakkına sahip olması engellenmiştir. Otoriteryanizm, halkın

yönetime katılmasını engelleyen bir siyasal sistemdir. Juan J. Linz, bir rejimi otoriter olarak

niteleyebilmek için şu nitelikleri taşıması gerektiğini öne sürmektedir:

“Sınırlı, fakat sorumlu olmayan bir siyasal plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol

gösterici bir ideolojiye değil, kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı

aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin

veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş fakat fiiliyatta oldukça

tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler...”10

Bu tanımlama, Otoriter rejimler ile demokratik siyasal sistemler arasında kesin bir ayırım

getirmekle birlikte -aşağıda kısaca değinilecek olan- totalitarizmle otoriteryanizm arasında o

denli açık ve seçik bir ayrım sunmak konusunda başarısız kalmaktadır. Aynı şekilde, meşruiyet

kaynaklarındaki farklılıklar nedeniyle geleneksel/sultancı otoriter yapılarla da belli farklılıklara

sahiptirler. Ayrıca, otoriter rejimlerin tek tip olmadığı ve –totoliter, kısmî, vesayetçi vb. gibi-

pek çok alt tipe sahip olduğu gerçeğini de bilmek önemlidir.

Otoriter rejimlerin en önemli ayırıcı özelliği, “plüralist unsurdur; ancak şunu ne kadar

vurgularsak azdır ki, hemen hemen sınırsız bir plüralizme ve kurumlaşmış bir siyasal

plüralizme sahip olan demokrasilerin aksine, burada söz konusu olan şey, sınırlı plüralizmdir.

(...) Plüralizmin sınırlandırılması, hukukî veya fiilî olabilir; uygulamanın etkinliği az veya çok

olabilir; bu sınırlama, salt siyasal gruplara inhisar ettirilebileceği gibi, menfaat gruplarını da

kapsayabilir; yeter ki, devletçe yaratılmamış veya ona bağımlı olmayan ve siyasal süreci şu ya

da bu yönde etkileyen bir takım gruplar mevcut olsun. Bazı rejimler, sınırlı sayıda bağımsız

grupların veya kurumların siyasal katılmasını kurumlaştırmak, hatta bunların ortaya çıkmalarını

teşvik etmek noktasına kadar gidebilirler; ancak bunu yaparken, hangi grupların varlığına hangi

şartlar altında müsaade edileceği konusundaki nihaî kararın yöneticilere ait olduğunda da

kuşkuya yer bırakmazlar.”11

Otoriter rejimlerdeki sınırlı plüralizm ve kendilerine göz yumulan plüralist unsurların değişik

anlarda iktidarın kullanımındaki değişik payları, rejim içinde karmaşık bir yarı-muhalefet ve

sözde-muhalefet örüntüleri oluşturur. Yarı-muhalefeti yürütenler, yönetici grup içinde hakim

durumda olmayan veya temsil edilmeyen kısmî eleştirilerde bulunan, fakat rejime temelde

10 Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, çev. Ergun Özbudun, 3. Baskı, Ankara: Liberte, 2012, s. 161.

11 Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, s. 163-164.

Page 173: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

173

meydan okumaksızın iktidara katılmak isteyen gruplardır. Kurumlaşmamış bu tarz gruplar,

hukukî bir çerçeve içinde faaliyet göstermemekle birlikte, gayrimeşru da değildirler. Bunlar,

hükümeti ve kurumsal düzenin bazı yönlerini sert bir biçimde eleştirseler bile, rejimin liderini

bunlardan ayrı tutarlar ve otoriter formülün tarihsel meşruluğunu veya hiç değilse gerekliliğini

kabul ederler. Bu yarı-muhalefet ya da sözde-muhalefetlerin varlığı, başka bir deyişle, otoriter

rejimlerdeki bu kısmî özgürlükler, rejimin daha demokratik ya da liberal bir rejim haline

gelmesi ihtimallerini de bünyesinde taşımaktadır.12

6.4.4. Totalitarizm

En yoğun biçimde kontrollü siyaset şekli, halkın yaşamını kapsamlı bir biçimde düzenleyen

merkezileşmiş bir siyasal sistem olan totalitarizmdir. “Bir sistemi totaliter olarak

nitelendirebilmemiz için zorunlu boyutlar şunlardır: Bir ideoloji; kitlesel bir tek-parti ile diğer

mobilize edici örgütler; iktidarın, geniş bir seçici çevreye hesap verme durumunda olmayan ve

iktidardan kurumlaşmış barışçı yöntemlerle uzaklaştırılamayan bir kişide ve yardımcılarında

veya küçük bir grupta toplanmış olması.”13

Brzezinski’ye göre;

“Totaliterizm, diktatörlük genel kategorisine giren yeni bir hükümet şeklidir; bu

sistemde siyasal iktidarın teknolojik yönden ileri araçları, topyekûn bir sosyal devrimi

gerçekleştirmek amacıyla, bir elit hareketinin merkezî liderliği tarafından, bir kayıt ve

şarta bağlı olmaksızın kullanılır; tüm halkın zorla sağlanan oybirliği atmosferi içinde

liderlikçe ilan edilen bu devrim, insanın birtakım keyfî ideolojik varsayımlara göre

şartlandırılmasını da kapsar.”14

Linz’in yukarıda saydığı unsurlardan her birini, demokratik olmayan sistemlerin diğer

tiplerinde de ayrı ayrı bulabilmek mümkündür. Bir sistemi totaliter kılan, bütün bu unsurların

12 Otoriter rejimlerin yapısında ideolojiden ziyade zihniyetin oynadığı rol, otoriter rejimlerde sınırlı plüralizm ve

otoriter rejimlere dair tipolojiler hakkında daha geniş bir tartışma ve bilgi için bkz. Juan J. Linz, Totaliter ve

Otoriter Rejimler.

13 Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, s. 37. Bir başka totalitarizm tanımı için bkz. Ahmet Cevizci,

Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay., 2000, s. 936: “Nazizm, faşizm ve Sovyet

komünizminde örneklenen, tek bir partinin egemenliği altında, her tür siyasî, ekonomik ve toplumsal faaliyetin

devlet tarafından düzenlendiği ve muhalefetin baskı altında tutulduğu ve ezildiği, özgürlüğe yer bırakmayan

siyasî yönetim tarzı.”

14 Zbigniew Brzezinski, Ideology and Power in Soviet Politics, New York: Praeger, 1962’den aktaran Juan J.

Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, s. 36.

Page 174: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

174

tek bir sistemde hep birlikte bir arada bulunmaları durumudur. O nedenle, bütün tek-parti

sistemlerini genellemeci bir yaklaşımla ‘totaliter’ olarak nitelemek doğru olmaz.

Totalitarizm (totalitercilik), 20. yüzyılda teknolojik ilerlemelerin yönetimlere kendi nüfuslarını

sert bir biçimde kontrol etme yeteneğini vermesiyle ortaya çıktı. Vietnam devleti, sadece

ziyaretçileri değil, kendi vatandaşlarının tamamını da gözetlemektedir. Benzer biçimde Kuzey

Kore hükümeti halkı kontrol etmek için onlar hakkında bilgi toplamakta ve bu bilgileri

depolayacak güçlü bilgisayarlar ve gözetleme donanımları kullanmaktadır. Bazı totaliter

yönetimler, halkın iradesini temsil ettiklerini iddia etmelerine rağmen, çoğunluğu halkı

yönetimin iradesine boyun eğdirme arayışındadır. Terimin işaret ettiği gibi, böylesi yönetimler

hiç bir örgütlü muhalefete izin vermeyerek bütünsel bir iktidar yoğunlaşmasına sahiptir.

İnsanların bir araya gelme hakkını engelleyerek ve bilgiye ulaşmasını kontrol altında tutarak bu

yönetimler kişisel izolasyon ve korku atmosferi yaratırlar. Totaliter toplumlarda

toplumsallaşma, sisteme itaat ve sadakat amacı nedeniyle aşırı derecede politiktir. Dünyanın en

totaliter devletlerinden biri olan Kuzey Kore’de vatandaşlara, onların devlete tam bağlılığa

borçlu olduklarını hatırlatan lider resimleri ve siyasal mesajlar her yerde bulunmaktadır.

Yönetimin kontrolü altındaki okullar ve kitlesel medya sadece resmi görüşleri sunmaktadır.

Totaliter rejimler, faşizmden komünizme çeşitlilik gösterebilir; ancak hepsinde tek parti

yönetimi toplumun tamamının kontrolünde hak iddia ederler.

6.5. Güç, İktidar, Otorite ve Otorite Çeşitleri

Başlangıç olarak, iktidar, güç, otorite, egemenlik gibi kavramların siyasetle ilgili yaygın bir

biçimde kullanılan fakat aralarındaki sınırların ve ayrımların çok da kesin hatlarla

belirginleştirilmemiş kavramlar olduğunu belirtmek gerekiyor. İktidar ve güç kavramları, çoğu

zaman İngilizce’deki power, Fransızca’daki pouvoir ve Latince’deki potestas kavramlarının

karşılığı olarak Türkçe’de kullanılırlar fakat Türkçe kullanımlarında bu iki kavram her zaman

aynı anlamları da ifade etmezler. 15 İktidar sözcüğü, Arapça kökenli bir kavramdır ve

Türkçe’deki en erken kullanımlarından birini sunan Sinan Paşa’nın Tazarrûname’sinde

‘yönetme gücü’ anlamında kullanılmaktadır. Başka bir deyişle, ‘yönetimi elinde bulunduran

kişinin sahip olduğu üstünlük’ iktidar olarak adlandırılır. Batı dillerinde iktidarın karşılığı

15 Almanca’da ‘power’ sözcüğünün karşılığı olarak “Leistung” ve “Macht” sözcükleri –elbette belli nüansları

ifade edecek şekilde- kullanılmaktadır. Latince’de potestasla ilişkili olarak ‘potentia’ ve ‘potere’ sözcükleri de

mevcuttur.

Page 175: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

175

olarak kullanılan ‘power’ sözcüğünün kökeni Latince’deki ‘potestas’ sözcüğüne dayanır.

Papalığın etkisiyle iktidar dağıtılmış ve ikiye bölünmüştür. “Orta Çağ siyasal düşüncesinin

hakim teması olan ‘İki Kılıç Kuramı’ iktidarın ikiye bölünmüşlüğünü temsil eder. Bu

bakımdan, yasa ile uygulama arasındaki ayrım üzerine konumlandırılan orta çağ siyasal

düşüncesinde ağırlık noktası, iktidarın uygulama mekanizmasından (Protestas) ziyade iktidarın

ilkesine (Auctoritas) doğru kaymıştı. İlke, Hıristiyan düşüncenin belirleyiciliği altında

topluluğun dışındaydı ve uygulama mekanizmasının meşruluğu, bu ilkeyi temsil edebilirliği ile

sınırlıydı.” 16 Zamanla kralların güçlenmesi ve iktidarı kendileri dağıtmaya başladıklarında

kavram yeniden bir evrim geçirmiş ve Latince kökü olan ‘potis’, 14. yüzyıldan itibaren Anglo-

Fransızca’da ‘pouair’, Eski Fransızca’da ‘povoir’ ve oradan da 18. yüzyıldan itibaren de

günümüzdeki uluslararası yaygın kullanımına, ‘power’ sözcüğüne dönüşüyor.17 Genel olarak

iktidar, toplumsal hayatın hemen her alanında karşımıza çıkan bir durum olarak, ‘istediğini

yapabilme gücü’ şeklinde tanımlanır. Siyasal iktidar şeklindeki kullanımlarında, özellikle de

devlet kast edildiğinde, ‘güç kullanma tekeline sahip’ tek kurum anlamına gelir: “Devlet, otorite

sahibi iktidardır. Otorite bir güç ve kontrol aracı olarak emir verme, insanlar adına karar verme

hakkını elinde bulundurmak demektir. İktidar, siyasal ve felsefî bir anlama ve içeriğe yönelik

bir tanımlama iken, otorite psikolojik ve sosyolojik olarak bir etkinliği ve yetkinliği ifade

etmektedir. Otorite; ‘iktidarın yönetme hakkının yönetilenlerce tanınması ve kabul edilmesi’dir.

Bu tanım, olmazsa olmaz ilkesini, toplumsal rızaya dayanma gerekliliğini vurgular. Çünkü

iktidar ile ‘zorbalık’ arasındaki ayrışma noktası, toplumsal rızaya dayanma derecesidir.”18

Her ne kadar geleneksel anlamıyla siyaset, güç kullanımı üzerinde yoğunlaşmış olsa da gerçekte

daha dar anlamda ‘otorite’ ve özellikle de ‘siyasi otorite’ ile ilgilenmektedir. En geniş anlamıyla

otorite bir güç biçimidir; bir kişinin diğer kişilerin davranışlarını etkileyebildiği araçtır. Ancak

genel olarak güç ve otorite, itaatin ve boyun eğmenin kendisiyle sağlandığı zıt araçlar olarak

birbirinden ayırt edilir. Richard Sennett, modern toplumun duygusal bağlarını konu edindiği 4

kitaplık deneme serisinin ilk kitabı olan Otorite’de, otoriteyi ‘eşit olmayan insanlar arasındaki

bağ’ şeklinde tanımlar ve ‘otorite bağı, güçlülük ve zayıflık imgelerinden oluşur; iktidarın

16 Efe Baştürk, “Modern Egemenliğin ‘Nomos’u Olarak İstisna Hali”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2013

Bahar, sy. 15, s. 72 [ss. 71-83].

17 İktidar ve otorite –aynı zamanda Batı dillerindeki karşılıkları olan ‘power’ ve ‘authority’- sözcüklerinin

etimolojik kökenlerine ve geçirdikleri dönüşümlere ilişkin bkz. “İktidar ve Otorite Üzerine Yüzeysel

İnceleme”, https://fildisikule.wordpress.com/2011/04/19/iktidar-ve-otorite-uzerine-fildisi-kule/ [Erişim tarihi:

Ocak 2015].

18 Halis Çetin, “İktidar ve Meşrûiyet”, Mümtaz’er Türköne (ed.), Siyaset, 5. Baskı, Ankara: Lotus Yay., 2006, s.

38-39 [ss. 35-69].

Page 176: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

176

duygusal ifadesidir’ der. 19 Güç diğer kişilerin davranışlarını etkileme becerisi olarak

tanımlanırken otorite bunu meşru yolla yapma olarak anlaşılmıştır. Güç boyun eğmeyi ikna,

baskı, tehdit, zor kullanma ve şiddet ile sağlar. Otorite ise ‘yönetme hakkı’ algısına dayanır ve

yönetilenin sahip olduğu ahlaki yükümlülük ile itaati sağlar. Siyaset filozofları otoritenin

dayandığı temeller konusunda ihtilaf etseler de onun her zaman ahlaki bir özellik taşıdığı

hususunda hemfikirdirler. Bu durum, otoriteye uymanın ona uymaya zorunlu kılınmaktan daha

az önemli olduğunu ima eder. Bir öğretmenin her ne kadar öğrenciler tarafından düzenli bir

şekilde yerine getirilmese bile ödev isteme otoritesine sahip olduğu söylenebilir.

Çağdaş sosyal bilimlerde büyük ölçüde Alman sosyolog Max Weber’in (1864-1920)

eserlerinden alınan çok farklı bir otorite kavramı kullanılmaktadır. Weber insanların hangi

şartlarda ve niçin meşru ve haklı güç kullanımını kabule hazır olduklarını açıklamaya

çalışmıştır. Diğer bir deyişle o otoriteyi basitçe, insanların haklılığı konusunda sahip oldukları

inanç şeklinde tanımlamış; bu inancın nereden geldiğine ve ahlaki olarak meşru olup

olmadığına bakmamıştır. Weber’in yaklaşımı otoriteyi bir güç şekli olarak algılar. Otorite

‘meşru güçtür’; yani meşruiyet elbisesine bürünmüş güç. Bu görüşe göre, sistematik bir doktrin

empozesi veya propaganda ile sağlanmış bile olsa, kendisine itaat edilen hükümetin otoriteye

sahip olduğu söylenebilir.

Otorite ile insanların kabul ettiği ‘yönetme hakkı’ arasındaki ilişki, bu kavramın hükümet

uygulamaları için ne kadar merkezi bir öneme sahip olduğunu da açıklamaktadır. Gönüllü

itaatin olmadığı durumlarda hükümetler düzeni, sadece korku, gözdağı ve şiddet kullanarak

sağlayabilirler. Bununla beraber otorite kavramı hem karmaşık, hem de tartışmalıdır. Örneğin

güç ve otorite analitik olarak ayrılabilirken, uygulamada birbiriyle çakışmakta ve biri diğerine

karıştırılabilmektedir.20 Ayrıca otoriteye çok farklı ve birbirine zıt şartlarda uyulmaktadır ki bu

19 Richard Sennett, Otorite, çev. Kamil Durand, 4. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2014, s. 21 ve 14.

20 “Örneğin siyasette güçle eş anlamlı kullanılan sözcüğü ele alalım: İktidar. Çoğu zaman ‘otorite’ ile ‘iktidar’

sözcükleri eşanlamlı olarak kullanılır; ancak gene de, ‘bir hükümet görevlisi belirli bir işte otoritesini

kullanamadı’ dediğimiz zaman olduğu gibi otorite ile iktidar farklı anlamlarda kullanılır. İngilizce ‘otorite’

[authority] sözcüğünün kökeni ‘yazar’dır [author]; yani otorite üretkenliği çağrıştırır. Bununla birlikte

‘otoriter’ sözcüğü baskıcı bir kişiyi ya da sistemi tanımlamakta kullanılır.

Ya da otoritenin zayıflamakta olduğu korkusuyla bağlantılı olarak güç düşüncesini ele alalım. Kendi

kuşağımızın değer ve inançlarının gücü söz konusudur. Bu değer ve inançların sürmesini isteriz ama bu

olanaksızdır; çünkü kendimiz kalıcı değiliz. Özel yaşamda olduğu gibi toplumda da istikrar ve düzen

duygusunu ararız ve bunları, otorite sahibi bir rejimden bekleriz. Bu istek kamusal yaşamdaki otorite

anıtlarında kendisini gösterir: Devasa kiliseler, anıtkabirler, hükümet binaları; bütün bunlar, şimdi yöneten ve

şimdi itaat eden kuşaklardan sonra da varlığını sürdürecek egemen iktidar düzenini simgelemektedir. Bu arada,

‘otorite’nin Latince karşılıklarından biri olan auctor’un bir anlamı da, otoritenin yaptığı işin kalıcılığı

konusunda diğer insanlara güvence verebilmesidir. Otoritenin yaptığı iş sapasağlamdır. Bununla birlikte

Page 177: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

177

durumlarda onun gerçekleştiği farklı formları birbirinden ayırt etmek önemli hale gelmektedir.

Son olarak, otorite hiçbir şekilde evrensel kabule mazhar olmamıştır. Birçok kişi otoriteyi

düzen ve istikrarın temel garantörü olarak görüp modern toplumdaki ‘otoritenin çöküşüne’ ağıt

yakarken, diğerleri otoritenin otoriter yönetim biçimi ile çok yakın ilişkisine dikkat çekerek

onun çok kolay bir şekilde özgürlüğün ve demokrasinin düşmanı haline gelebileceği konusunda

uyarıda bulunmaktadırlar.

Güç ve otorite birbirlerini dışlayıcı kavramlar olmalarına rağmen uygulamada genellikle birini

diğerinden ayırt etmek oldukça zordur. “Otorite, bir yandan ikna ve akılcı delil getirerek, diğer

taraftan her türlü baskı ve zordan kaçınarak itaati sağlama aracı şeklinde anlaşılabilir.”21 Seçime

dayalı siyasi yapıların birçoğu ikna yolunu kullanarak iş görürler: Siyasi parti kampanyaları,

reklam, miting ve toplantı gibi faaliyetlerin tümü seçim gününde seçmenleri etkileme umuduyla

yapılır. Otorite ‘itaat yükümlülüğünün’ tanınmasına dayandığından, otorite kullanımı

sonucunda ortaya çıkan itaatin otomatik ve sorgulanmadan olması gerekir.

Benzer bir şekilde, Weberci açıdan bakıldığında da otoriteyi gücün çeşitli tezahürlerinden

ayırmak mümkündür. Şayet otorite diğerlerini etkileme hakkını kapsıyor, güç de bunu

yapabilme becerisini ifade ediyorsa, bu takdirde güç kullanımının daimi olarak bir çeşit

kaynağa dayanması gerekir. Diğer bir ifadeyle, güç diğer kişileri ödüllendirme veya

cezalandırma kabiliyetini kapsar. Bu bir anlamda, gücün baskı, tehdit, zor kullanma veya şiddet

biçimlerini alabileceğini ifade eder. Akli delil getirmenin ve iknanın zıddına baskı, ceza ve ödül

kullanımını yansıtır, ancak açık güç kullanımı noktasında durur. Örneğin bu, baskı gruplarının

faaliyetlerinde görülebilir. Baskı grupları delil getirme veya ikna yoluyla siyasî süreci

etkilemeye çalışsa da onlar aynı zamanda, siyasi partilere ve adaylara maddi destek sağlayarak

veya grev, yürüyüş, gösteri vb. tehdit vasıtalarıyla güç kullanırlar. Tehdit, cebir ve şiddet otorite

ile daha açık bir şekilde çatışır. Tehdit ve güç kullanımına dayandığı için cebir otoritenin anti-

tezi olarak değerlendirilebilir. Hükümet, otoritesini kullandığında vatandaşlar gönüllü ve

barışçı bir şekilde hukuka uyarlar; fakat itaatin rıza ile gerçekleşmediği durumlarda hükümet

zor kullanarak insanları itaate mecbur kılabilir.

toplumsal bağ, kişisel bağlardan hiç de daha kalıcı değildir. Toplumsal bağlar tarihseldir; değişmek zorundadır.

Bu otorite anıtlarında sergilenen güç, tarihe bir meydan okuma, zamana bir meydan okumadır.

(...) En genel biçimiyle ifade etmek gerekirse otoritenin, iktidar koşullarını yorumlama, bir güç imgesi tanımlamak

suretiyle denetim ve nüfuz koşullarına bir anlam verme çabası olduğu söylenebilir. Aranan somut, güvenceli

ve istikrarlı bir güçtür. (...) Günlük yaşamda otorite somut bir şey değildir. Kendisi için, somut bir nesnenin

katılığını arayan bir yorum sürecidir.” Bkz. Richard Sennett, Otorite, s. 30-32.

21 Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, s. 159.

Page 178: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

178

Her ne kadar otorite ve güç kavramları analitik olarak birbirinden ayrılsa da güç kullanımı ile

otorite kullanımı çoğunlukla örtüşmektedir. Otorite nadiren güç olmadan uygulanırken, güç

genellikle sınırlı bir otorite kullanımını içerir. Mesela bulundukları makama saygı

duyulmasından, şahsi başarı veya niteliklerinden dolayı başbakan veya başkan, parti sadakati

duygusuyla kabine arkadaşlarının tam desteğini alabilir. Bu gibi durumlarda başbakan veya

başkan güçten ziyade otoritesini kullanmaktadır. Bununla beraber siyasi liderlik hiçbir zaman

tek başına otoriteye dayanmaz. Başbakan veya başkanın sahip olduğu destek aynı zamanda

emredebilme gücünü de yansıtır; örneğin, meslektaşlarını terfi ettirerek ödüllendirme veya

görevden alarak cezalandırabilme gücüne sahiptir. Hukukun otoritesi de bir ölçüde güç

kullanarak uygulanabilmesine dayanır. Hukuki sınırlar içinde ve kavgasız yaşama yükümlülüğü

hukukun polis gücü, yargı sistemi, hapishane hizmetleri vb. bir güç mekanizması tarafından

desteklenmemesi durumunda anlamsızdır.

Otoritenin güç olmadan kullanılabilmesi çok nadirdir. Büyük Britanya monarşisi bazen güçsüz

otoritenin bir örneği olarak takdim edilir. Onun mevcut güçleri ya kanunları veto etme gibi hiç

kullanılmamaktadır veya bakanları atama, antlaşmaları imzalama örneklerinde olduğu gibi

başkaları tarafından kullanılmaktadır. İngiliz monarşisi artık güçsüz otoritenin en iyi örneği

olarak düşünülmemeli, bunun yerine etkili otoriteye sahip olmayan bir kurum olarak

görülmelidir. Kraliyet ayrıcalıkları ve monarkın yönetme hakkı büyük ölçüde parlamentoya

karşı sorumlu olan bakanlara aktarılmıştır. Güç ve etkin otorite yokluğunda monarşi anayasal

otoritenin sembolü olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyen temsilî devlet başkanı konumuna

gelmiştir. Bununla beraber otorite olmadan kullanılan güç örneklerini tespit edebilmek hiç de

kolay değildir. Otoritesiz güç, siyasi yönetim düzeninin tamamen tehdit, cebir ve şiddet

sistemleri ile sağlanabildiğini iddia eder. Hitler, Pol Pot veya Saddam Hüseyin gibi totaliter

diktatörlüklerde bile, en azından rejime ideolojik açıdan bağlı veya karizmatik liderin etkisi

altındaki vatandaşlar üzerinde bir dereceye kadar otoritenin mevcudiyeti söz konusudur.

Otoritesiz gücün açık örneği askeri darbelerdir, ancak burada bile gücün başarılı bir şekilde

uygulanması askeriye içindeki mevcut otorite yapısına dayanmasına bağlıdır.

Otoritenin anlamını açıklamada karşılaşılan son zorluk terimin zıt kullanımlarından

kaynaklanır. Mesela insanlar ‘bir makama bağlı otorite’ veya ‘bir konuda otorite’ olarak

tanımlanabilirler. Kişinin bir makam sahibi olması onun kurumsal hiyerarşi içindeki

pozisyonunu ifade eder. Bir öğretmen, polis, bürokrat, hakim veya bakan bu anlamda otorite

sahibidir. Makam sahibi kişiler olarak onların otoritesi işgal ettikleri pozisyonun resmi ‘gücü’ne

dayanır. Buna karşın bir konuda otorite olmak, o konuda üstün bilgi ve tecrübeye sahip olmak

Page 179: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

179

anlamına gelir; buna bağlı olarak bahsi geçen kişilerin görüşlerine özel bir değer verilir. Bilim

adamından, doktor, öğretmen, avukat ve akademisyene kadar çok geniş yelpazedeki kişiler bu

anlamda ‘otorite’dirler ve onların sözleri, alanlarında ‘otorite’ kabul edilir. ‘Uzman otorite’den

kast edilen de genellikle budur.

Bazı yorumcular bu ayrımın iki zıt otorite şeklini yansıttığını iddia etmişlerdir. Makama bağlı

otorite itaati emretme hakkını ifade eder; mesela, trafiği kontrol eden polisin emirlerine

sürücülerin uyması gerekir. Bir konuda otorite olmak ise, şüphesiz bu şahsın görüşlerine saygı

duyulup özel ilgi gösterilse de hiçbir anlamda kendiliğinden ona itaat edileceği anlamına

gelmez. Tanınmış bir tarihçinin İkinci Dünya Savaşı’nın nedenleri konusundaki tespitlerine

akademisyen arkadaşlarının vereceği tepki ile onun ödevleri zamanında hazırlamaları

yönündeki emrine öğrencilerin göstereceği tepki farklı olacaktır. İlk örnekte ilgili tarihçiye

uzman olduğu konuda otorite olmasından dolayı saygı duyulacak, ikinci örnekte ise bir makama

bağlı otorite olduğu için kendisine itaat edilecektir. Aynı şekilde bir konuda otorite olan kişiye

diğerlerine ‘üstünlük’ sağlayacak bir bilgiye sahip olmasından dolayı saygı duyulurken, bir

makam sayesinde otorite sahibi olanların durumunda bu kişiler emre muhatap olanlardan daha

bilgili olmayabilir; sadece bulundukları makam onları farklı kılmaktadır.

6.5.1. Otorite Çeşitleri

Otorite çeşitlerinin sınıflanması ile ilgili en etkili çalışmayı Max Weber yapmıştır. Weber belirli

‘otorite sistemleri’ni sınıflamaya ve her birinin itaate esas aldığı temeli ortaya çıkarmaya çalıştı.

O bunu üç ‘ideal tip’ inşa ederek yapar. İdeal tipleri kavramsal modeller olarak kabul etmekle

birlikte, siyasi yönetimin hayli karmaşık doğasını anlamada yardımcı olacaklarını

düşünmektedir. Geleneksel otorite, karizmatik otorite ve yasal-rasyonel otoriteden ibaret olan

bu ideal tiplerin her biri gücün meşru kullanımını farklı temellere dayandırırlar. Weber ayrıca

siyasî otoritenin farklı biçimlerini tanımlayabilmek için toplumun iç değişimini anlamaya

çalışır ve nispeten basit ‘geleneksel’ toplumlarda bulunan hakimiyet sistemlerini, sanayileşmiş

ve oldukça bürokratik modern toplumlardakiler ile mukayese eder.

Weber geleneksel toplumlarda otoritenin uzun dönemde yerleşmiş örfe ve geleneklere saygı

üzerine dayandığını iddia etmektedir. Aslında geleneksel otorite ‘devamlı var olduğu’ ve önceki

nesiller tarafından kabul edildiği için meşru kabul edilir. Bu otorite çeşidi bu nedenle tarih

tarafından kutsanmış olup ‘kadim ananeye’ dayanır. Geleneksel otorite uygulamada o

toplumdaki her bir kişiye belirli bir statü tahsis eden hiyerarşik sistem yoluyla faaliyet gösterme

Page 180: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

180

eğilimindedir. Kişinin ‘statüsü’ modern makam ve ofislerin zıddına kesin hatlarla

belirlenmemiş olup Weber’in ‘Tanrının lütfu’ diye adlandırdığı alanı geleneksel otorite

sahiplerine bahşeder. Bununla beraber bu tip otorite işlerin her zamanki yapılış yollarını

yansıttığı için meşrulaştırmaya ihtiyaç duymayan somut kurallar, sabit ve sorgulanmayan örf

ile sınırlanmıştır. Geleneksel otoritenin en açık örneği kabileler ve küçük gruplar arasında

bulunur; ‘ataerkil’ formda -aile içinde babanın veya köle üzerinde ‘efendi’nin egemenliği- ve

‘yaşlılar hakimiyeti’ şeklinde -köyün ‘yaşlıları’nın otoritesinde kendini gösteren ihtiyarlar

yönetimi-. Geleneksel otorite irsî güç ve imtiyaz sistemleriyle yakından ilişkilidir. Modern

sanayi toplumlarında hem sosyal değişimin muazzam derecede artan hızı nedeniyle geleneğin

etkisinin azalması, hem de demokratik yönetim ve fırsat eşitliği gibi modern ilkelerin irsi

statülerle uzlaşmasının çok zor olmasından dolayı geleneksel otoritenin örnekleri iyice

azalmıştır. Büyük Britanya, Belçika, Hollanda ve İspanya gibi gelişmiş sanayi toplumlarında

var olan monarşi kurumunda geleneksel otoritenin kalıntılarının yaşadığı söylenebilir.

Weber’in sınıflamasındaki ikinci meşru otorite çeşidi karizmatik otoritedir. Bu otorite çeşidi

tamamen bireyin şahsiyetine, yani ‘karizma’ gücüne dayanır. Kelimenin kökeni Hristiyanlığa

uzanmakta ve Hz. İsa’nın şakirtleri üzerinde uyguladığı güçte görülebilen, ilahî olarak ihsan

edilmiş güç, ‘Tanrının lütfu’ anlamına gelmektedir. Karizmatik otoritenin şahsın statüsü, sosyal

konumu veya makamı ile bir alakası yoktur; o tamamen karizma sahibi kişinin şahsi özellikleri

ve bilhassa insanlar üzerinde doğrudan ve şahsen etki edebilme yeteneği ile ilişkilidir. Tüm

liderlik tipleri iletişim kurma becerisi ve sadakat oluşturma kapasitesine sahip olmayı

gerektirdiği için bu otorite çeşidi de daima siyasî yaşamda etkili olmuştur. Bazı durumlarda

siyasî liderlik neredeyse tamamen karizmatik otoriteye dayanır. Bilinçli bir şekilde anayasal

liderlik tanımlarından kendilerini azade kılacak sınırsız bir gücü ele geçirme arayışında olan ve

kendilerini ‘Lider’ olarak tanımlayan Mussolini ve Hitler’in faşist liderlik örneklerinde bu

durumu görmek mümkündür. Ancak karizmatik otoritenin basitçe bir lütuf veya doğal eğilim

olduğunu düşünmek hata olacaktır. Siyasî liderler çoğu zaman ya medyadaki imajlarını

geliştirip hitabet becerilerini kuvvetlendirerek veya Mussolini, Stalin, Hitler ve Mao Zedong

örneklerinde görülebileceği üzere propaganda araçlarını kontrol edip kendilerini

‘putlaştırmaya’ çalışarak karizma ‘üretmeye’ çalışırlar.

İster doğal, ister üretilmiş olsun karizmatik otoriteye her zaman şüpheyle bakılmıştır. Bu onun

devamlı bir şekilde otoriteryanizm, mutlak itaat talebi, rıza olmaksızın otoritenin dayatılması

durumları ile ilişkilendirilmesinden dolayıdır. Statü veya makam yerine şahsiyete dayandığı

için karizmatik otorite herhangi bir kural veya usûl ile sınırlanmaz; bu nedenle ‘mutlak güç’

Page 181: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

181

hayaleti ortaya çıkabilir. Ayrıca, karizmatik otorite takipçilerinden gönüllü itaat yanında

müritlik ve hatta adanmışlık talep eder. Son olarak söylemek gerekirse karizmatik lidere

uyulmasının bir nedeni de; itaatin kişinin yaşamını değiştireceği umududur. Karizmatik otorite

sıklıkla kurtarıcı (mesihlik) özellikleri gösterir: Napolyon, Hitler ve Stalin’in her biri

kendilerini ülkelerini (ve hatta tüm dünyayı) kurtarmak, özgürleştirmek ve değiştirmek için

gelmiş ‘mesih’ olarak takdim ettiler. Bu otorite çeşidi liderliğin sınırlarının anayasa ile

belirlendiği liberal demokratik rejimlerde daha az geçerli olsa da hala önemini korumaktadır.22

Karizmatik özellikler sadece Margaret Thatcher veya Charles de Gaulle’ün iddialı, zaman

zaman ısrarcı liderliklerinde görülmez, ayrıca daha mütevazi olmakla birlikte yukarıdakilerle

aynı etkiye sahip F. D. Roosevelt’in radyodan yaptığı ‘halka sesleniş’ konuşmalarında ve

hemen hemen tüm yerli ve yabancı modern liderlerin önceden çalışılmış televizyon

performanslarında da izlenebilir.

Weber’in tanımladığı üçüncü hakimiyet çeşidi yasal-rasyonel otoritedir. Weber’e göre modern

sanayi toplumlarında hakim organizasyon modeli olması ve tümüyle geleneksel otoritenin

yerini alması sebebiyle en önemli otorite çeşidi budur. Weber, yasal-rasyonel otoritenin,

özellikle modern topluma egemen olan büyük ölçekli, bürokratik organizasyonların bir özelliği

olduğunu iddia eder. Hukuki-rasyonel otorite açıkça belirlenmiş kurallar bütünü aracılığıyla

faaliyette bulunur; gerçekte hukuki-rasyonel otorite, pozisyon sahibi kişi yerine tamamen o

kişinin sahip olduğu makam ve onun resmen tanınmış ‘güçler’i ile ilişkilidir. Daha geniş bir

anlam aralığı bulunan statü kavramı yerine açık bir şekilde tanımlanmış bürokratik rollere

dayanan yasal-rasyonel otorite, her türlü karizmatik otorite biçiminden ve yine geleneksel

otorite şeklinden oldukça farklıdır.

Yasal-rasyonel otorite, güç sahiplerinin hukuk çerçevesinde kalmasını sağlamak için gücün

açıkça ve hukuken tanımlandığı, ‘hukukun üstünlüğü’ fikrine saygıdan doğar. Örneğin, modern

hükümetlerin büyük ölçüde yasal-rasyonel otorite temelinde faaliyet gösterdikleri söylenebilir.

Başkan, başbakan ve diğer resmi görevlilerin kullanabildikleri güç hemen hemen tüm şartları

22 Dinî bir söyleme özgü bu unsurlara Robert N. Bellah’ın ABD’de ‘sivil din’ olgusunu ele aldığı tartışma yaratan

“Civil Religion in America” [Deadalus, Kış 1967, c. 96, s. 1-21 (bu makale ayrıca şu kitapta da yer almaktadır:

Robert N. Bellah ve Steven M. Tipton (eds.), The Robert Bellah Reader, Durham ve Londra: 2006, s. 225-

245)] başlıklı yazısında ve başka çalışmalarında analiz ettiği Washington, Lincoln, Eisenhower, Kennedy gibi

Amerikan başkanlarının ‘halka sesleniş’ konuşmalarında da rastlanmaktadır. Bu konuşmalarda söz konusu

ABD başkanları gerek kendilerini ve gerekse de liderlik ettikleri Amerikan ulusunu bir tür ‘Tanrı tarafından -

insanlık için takdir etmiş olduğu kutsal planını gerçekleştirmeleri için- seçilmiş lider ve seçilmiş millet’ olarak

gösterme çabaları dikkat çekicidir. Üretilen kimi görsel sembollerle de bu ‘seçilmişlik’ vurgusu daha da güçlü

kılınmaya çalışılmaktadır.

Page 182: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

182

ve özellikleri kapsayacak şekilde, makam sahibinin yapabileceklerini sınırlayan resmi, anayasal

kurallar ile belirlenmiştir. Weber’in bakış açısına göre bu otorite çeşidi hem geleneksel, hem

de karizmatik otorite çeşidine kesinlikle tercih edilir. Her şeyden önce, otoritenin alanının

açıkça belirlenmesi ve bir şahıs yerine makama bağlanmasından dolayı, bürokratik otoritenin

kötüye kullanılma ve adaletsizliğe neden olma ihtimali daha azdır. Ayrıca Weber bürokratik

düzenin verimlilik ve rasyonel iş bölümü ihtiyacıyla şekillendiği inancını taşır. Ona göre

modern topluma egemen olan bürokratik düzen mükemmel denilecek derecede verimlidir.

Bununla beraber o, bürokratik otoritenin gelecekteki muhtemel karanlık yönüne dikkat çeker;

bürokratik organizasyon biçimlerinin acımasız yayılışı ile simgeleşen benlik kaybı ve insani

olmayan sosyal çevre gibi, yüksek verimliliğin getireceği faturalar hususunda uyarılarda

bulunur.

Otorite çeşitlerini tanımlamada kullanılan alternatif ayrım de jure (hukuki) otorite ve de facto

(fiili) otorite arasında yapılır. De jure otorite kimin, hangi konularda otorite olduğunun

belirlendiği usûl ve kurallar bütününe göre faaliyette bulunur. Mesela, ‘bir makama bağlı

otorite’ sahibi olan herkes de jure otoriteye sahiptir denilebilir: Onların ‘gücü’nün kaynağı belli

bir makamdır. Bu anlamda Weber’in tanımına göre hem geleneksel, hem de yasal-rasyonel

otorite de jure otorite çeşitleridirler. Bununla beraber otoritenin fiilî olarak uygulandığı fakat

bir usûle ve kurallar bütününe bağlanamadığı durumlar olabilir; bu çeşit otorite de facto otorite

olarak isimlendirilebilir. Örneğin ‘bir konuda otorite’ olmak belirli bir alandaki uzmanlığa

dayanmakla birlikte, yetkilendiren kurallara dayanmayabilir. Bir kaza mahallinde trafiği

yönlendirip emirler veren fakat herhangi bir resmi otoritesi olmayan yayanın durumu buna

örnek verilebilir. Bu durumdaki kişi hukukî bir hakka veya de jure otoriteye sahip olmadığı

halde de facto otorite kullanmaktadır. Tüm karizmatik otorite çeşitleri bu tarz içinde

değerlendirilebilir. Bunlar hiçbir anlamda dış kurallar bütününe bağlı olmayan tamamen şahsi

özelliklere bağlı de facto otoritelerdir.

6.6. Temel Siyasî Kurumlar ve Kavramlar

6.6.1. Devlet

‘Devlet’ teriminin şaşkınlık verecek şekilde çok çeşitli kullanımı bulunmaktadır: Kurumlar

topluluğu, toprak bütünlüğü, tarihi varlık, felsefi düşünce vb. Günlük kullanımda devlet

çoğunlukla hükümetle karıştırılır ve iki terim birbirlerinin yerine kullanılır. Devlet ve hükümet

Page 183: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

183

arasındaki hassas ilişki oldukça karmaşıktır. Hükümet devletin bir parçası, bazı açılardan en

önemli parçasıdır; fakat o sadece daha geniş ve güçlü varlığın bir unsurudur.

Devlet genellikle müstakil bir kurum veya kurumlar dizisi olarak dar bir şekilde tanımlanır.

Örneğin XIV. Louis ‘devlet benim’ dediğinde, hükümdar olarak sahip olduğu mutlak gücü

kastediyordu. Geniş anlamıyla devlet, kamu harcamaları ile finanse edilen toplumsal yaşamın

örgütlenmesinden sorumlu ‘kamu’ kurumlarına karşılık gelir. Bu nedenle devlet çoğunlukla

sivil toplumdan ayrılır. Devlet bürokrasi, ordu, polis, yargı, sosyal güvenlik sistemi vb.

kurumları kapsar; o bütün bu ‘siyasi teşkilatlanma’ ile özdeştir. Bu çerçevede, mesela, devlet

kurumlarının sorumluluklarının genişlemesi ve daralması anlamında ‘genişleyen’ ve ‘daralan’

devletten bahsetmek mümkün olabilir. Fakat kurum esaslı bu tanım şu olguyu dikkate almaz:

Vatandaş olma hasebiyle bireyler de siyasi toplumun bir parçası ve devletin üyeleridir. Hayatî

önemi olan toprak unsuruna sahip devletin otoritesi, sadece sınırları belli bu coğrafi alanda

geçerlidir. Devlet bu nedenle sadece kurumlar dizisi olarak değil sınırları belli bir alan üzerinde

hukukî otoriteye sahip özel bir organizasyon şekli olarak düşünülür. Bu anlamda kurumsal yapı

devletin otoritesini ifade eder.

Devlet toplumdaki tüm diğer grup ve organizasyonların üzerinde en üst otoritedir: Hakimiyeti

altında yaşayan herkesten kanunlarına uymasını talep eder. Thomas Hobbes ‘Leviathan’

şeklinde sunduğu devleti en yüksek güç olarak tanımlar. Modern devleti daha önceki siyasî

organizasyon modellerinden ayıran en önemli özellik hakimiyettir. Ortaçağda yöneticiler

özellikle kilise, asilzadeler, feodal loncalar gibi diğer birtakım organlar ile güçlerini

paylaşıyorlardı. Geniş bir şekilde kabul gören Papa’nın şahsındaki dinî otorite kralların dünyevi

otoritesinin üzerindeydi. İlk defa 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da merkezî yönetim şeklinde

ortaya çıkan modern devlet, dinî ve dünyevî tüm diğer kurum ve grupların yerini aldı. Ulus

devlet şeklindeki bu devlet biçimi tüm dünyada en yaygın siyasî organizasyon şekli olsa da hala

devletsiz toplum örneklerini görmek mümkündür. Yarı göçebe halklar ve yerleşik kabileler gibi

geleneksel toplumlar, her ne kadar hükümet denilebilecek sosyal kontrol mekanizmalarına

sahip olsalar da merkezî ve egemen otoriteye sahip olmadıklarından devletsiz toplumlardır.

Hakimiyete ek olarak devlet, kullandığı belirli bir otorite şekli ile de ayırt edilebilir. İlk olarak,

devlet otoritesi toprakla sınırlıdır ve sadece kendi sınırları içinde hakimiyet iddiasında

bulunabilir. Buna bağlı olarak sınırdan insan ve mal geçişini düzenler. Bu sınırlar genellikle

karadadır fakat bazı durumlarda denize doğru kilometrelerce uzayabilir.

Page 184: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

184

İkinci olarak, sınırları içinde ulus devletin hukuku evrensel olup orada yaşayan herkes onun

otoritesine tabidir. Bu genellikle hak ve sorumluluklar doğuran ve tam anlamıyla devlet

üyeliğine karşılık gelen vatandaşlık kavramıyla ifade olunur. Devlet sınırları içinde mukim olup

vatandaş olmayanlar oy verme, kamu görevlisi olabilme gibi belirli haklardan mahrum ve

mahkemelerde jüri üyesi olarak hizmet etme ile askerlik gibi yükümlülüklerden muaf olabilir.

Fakat bütün bunlara rağmen onlar devletin hukukuna tabidirler.

Üçüncü olarak, devlet zorunlu yargı gücüne sahiptir. Devletin sınırları içinde yaşayanlar onun

otoritesini kabul edip etmeme hususunda nadiren tercih hakkına sahiptirler. Birçok kişi yaşadığı

topraklarda doğmalarından dolayı devletin otoritesine tabi olur, diğer bir durum ise fetihlerdir.

Göçmenler ve sonradan vatandaş olanlar kendi rızaları ile devletin otoritesini kabul etmeleri

hasebiyle istisna teşkil ederler.

Son olarak, devlet otoritesi zor ile desteklenir; hukuku ihlal edenleri cezalandırabilme kabiliyeti

anlamında devletin kanunlara itaati sağlayacak kapasitesi olmalıdır. Max Weber ‘Meslek

Olarak Siyaset’ başlıklı meşhur yazısında devleti şu şekilde tanımlar: “Devlet, belli bir arazi

içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan

topluluğudur.” 23 Weber bununla devletin sadece vatandaşların itaatini sağlama kabiliyetine

değil aynı zamanda böyle davranma hususunda tanınmış bir hakka da sahip olduğunu ifade

eder. ‘Meşru şiddet’ kullanma tekeli devlet hakimiyetinin pratik ifadesidir. Zor kullanma ile

devlet arasındaki bu ilişki devleti esasında ‘savaş yapan kurum’ olarak tanımlayan Philip

Bobbitt tarafından da vurgulanır.

6.6.2. Hükümet

Devlet ile hükümet arasındaki ilişki karmaşıktır. Devlet tüm toplumu kucaklayan ve kamusal

alanı oluşturan kurumları içine alan kapsamlı organizasyondur. Bu çerçevede hükümet sadece

devletin bir parçasıdır. Üstelik devlet devamlı ve kalıcı bir oluşumdur. Buna karşın hükümet

geçicidir: Hükümetler gelir gider, hükümet modelleri yeniden şekillendirilebilir. Diğer taraftan

devlet olmadan hükümet var olabilir ancak hükümetsiz devlet olamaz. Ortak karar alma

mekanizması olarak hükümet devlet politikalarını oluşturma ve uygulamadan sorumludur.

Gerçekte hükümet devletin ‘beyni’dir: Devlete otoritesini uygulama imkanı sunar. Bu şekilde

hükümetin polis, asker, eğitim ve sosyal yardım sistemi vb. diğer devlet organları üzerinde güç

23 Max Weber, “Meslek Olarak Siyaset”, Max Weber, Sosyoloji Yazıları, H. H. Gerth ve C. Wright Mills (eds.),

çev. Taha Parla, 3. Baskı, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay., 1993, s. 80 [ss. 79-125].

Page 185: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

185

uygulayıp kontrol ettiği düşünülür. Farklı devlet fonksiyonlarını icra eden hükümet devletin

varlığını devam ettirmesine hizmet eder.

Bununla beraber devlet ve hükümet arasındaki ayrım akademik bir mesele olmayıp; bilakis

anayasal yönetimle doğrudan alakalıdır. Ancak mevcut hükümetin sınırsız ve mutlak devlet

otoritesini kullanması engellendiği zaman gerçek anlamda hükümet gücü kontrol edilir. Devlet

ve hükümetin temsil ettiği çatışan çıkarlar dikkate alındığında bu durum daha bir önem arz eder.

Devlet kamu düzeninin sağlanması, uzun dönemli refah ve ulusal güvenlik gibi toplumun kalıcı

çıkarlarını temsil ederken, hükümet o an için iktidarda bulunan politikacıların ideolojik ve parti

çıkarını gözeten tercihlerinden kaçınılmaz olarak etkilenir. Hükümetin devletin hakimiyet

gücünü kendi parti amaçları doğrultusunda kullanması durumunda diktatörlük muhtemel sonuç

olacaktır. Liberal demokratik rejimler bu ihtimali önleyebilmek için bir yandan hükümet

organları ile personel arasında diğer taraftan da devlet organları ile personel arasında kesin bir

ayrıma gitmiştir. Bürokrasi, yargı ve ordu gibi devlet kurumlarındaki personelin bürokratik

usulle istihdam edilip eğitilmesi yanında iktidardaki hükümetin ideolojik taleplerine karşı

koyarak ciddi anlamda siyasi tarafsızlık göstermeleri beklenir. Fakat ABD başkanı ve İngiltere

başbakanı gibi modern idarecilerin sahip olduğu güç nedeniyle bu açık ayrım uygulamada

genellikle kaybolur.

Hükümet, siyasal gücü devlet adına kullanan ve uygulayan kurumdur. Devletin yürütme erkini

elinde bulunduran hükümet, başbakan ve bakanlardan oluşan, meclis ve cumhurbaşkanından

bağımsız, parlamenter sisteme özgü bir kurumdur.

Hükümet, halkın oyları ile seçilmiş demokratik bir hükümet olabileceği gibi, askeri bir darbe

ile işbaşına gelmiş bir hükümet de olabilir. Dünya üzerinde meşru (yasal) kabul edilen

hükümetler, milli iradeyle onaylanan (meclisten güvenoyu alan) hükümetlerdir. ABD gibi bazı

ülkelerde ise Başkanlık sistemi yürürlüktedir. Başkanlık sisteminde yürütme görevi halk

tarafından seçilen başkanın elindedir. Tüm yetki başkana aittir ve bakanlar başkanın

yardımcılarıdır.

6.6.3. Parlamento

Parlamento, devletin yasama organıdır. Türkiye’de parlamentoyu, halkın oyları ile yüzde

10’luk seçim barajını aşan siyasi partilerin milletvekilleri ve bağımsız milletvekillerinden

oluşan TBMM oluşturur.

Page 186: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

186

6.6.4. Bürokrasi

Parlamentonun çıkardığı yasalar, kamu yönetimindeki bireyler eliyle yürütülür. Bürokrasi

hükümetin belirlediği görevleri yerine getiren memur kadrolarıdır. Max Weber, bürokrasiyi,

“gittikçe kalabalıklaşan ve karmaşıklaşan bir toplumun yasalara (genel kurallara), ussal

(rasyonel) olarak ve toplum üyelerine en fazla tatmini sağlayacak biçimde yönetilmesi

sağlayabilecek bir örgütlenme veya modern toplumun idare biçimi” olarak tanımlamıştır.

(Bürokrasi konusu, “Örgüt Sosyolojisi” başlıklı 12. Bölüm’de ayrıntılı bir biçimde ayrıca ele

alınmaktadır.)

6.6.5. Siyasi Partiler

Siyasi partiler, benzer siyasî görüşleri paylaşan kişilerin bir ülkenin yönetiminde söz sahibi

olmak üzere kurdukları örgütlerdir. Demokrasi, kaynağını, yönetiminde halkın olmasından alır.

Halk bu hakkını doğrudan kullanamayacağı için, kendi fikirlerine en yakın siyasi parti aracılığı

ile kullanır.

Siyasi partiler, belirli bir görüş ve program ile seçimle siyasi iktidarı ele geçirmek veya ele

geçirdikten sonra korumak üzere kurulmuş, insanların örgütlenmesiyle ortaya çıkmış

kurumlardır. Seçmenle otoriteler arasındaki ilişkiyi kuran siyasi partiler, hem seçmenin tutum

ve davranışlarını, hem de otoritelerin karar verme davranışlarını etkilerler.

6.6.6. Baskı Grupları

Demokratik sistemlerin etkili ve geçerli kurumları arasında yer alırlar. Baskı grupları, siyasi

partiler gibi iktidarı doğrudan ele geçirmek yerine, siyasal iktidarı dışarıdan etkileyerek kendi

çıkarları ve görüşleri doğrultusunda kararlar almasını ve uygulamasını sağlamayı amaçlayan

gruplardır. Belli insanlar çıkarlarını korumak için bir araya gelerek çıkar gruplarını oluştururlar.

Çıkar grupları, örgütlü hale geldiği zaman baskı grubuna dönüşür.

Baskı grupları, ortak menfaat ve ortak düşünceler etrafında toplananlar olarak iki kategoriye

ayrılabilir. Birinci grupta yer alanlar, (ticaret odaları, meslek grupları, sendikalar gibi)

genellikle ekonomik çıkarlarını korumak için örgütlenirler. İkinci gruptakileri bir araya getiren

ise fikirleri ve manevi değerleridir. Bunlar insan hakları örgütleri veya fikir kulüpleri olabilir.

Page 187: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

187

6.6.7. Seçimler

Seçim, kendilerine temsil yetkisi verilecek kanuni şartlara haiz kişilerin, seçmenler tarafından

oy kullanılarak tespit edilmesi işlemidir.

Seçim sistemi: Geniş anlamda seçim sistemi, bir ülkedeki siyasal sistemin, bu arada özgürlükler

rejiminin bir parçasıdır; ondan bağımsız olarak düşünülemez. Seçme ve seçilme hakkı, seçim

çevreleri, seçim sürecinin başından sonuna kadar, yani adaylık başvurusundan seçmenlerin oy

kullanmasına ve sonuçların açıklanmasına kadar yapılan tüm işlemler, bunları yapan kişi ve

kuruluşlar (siyasal partiler), seçim sürecini yöneten ve denetleyen kurumlar (seçim kurulları)

ile ilgili kurallar seçim sistemini oluşturur.

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bu derste siyaset ile toplumun ilişkisini, siyaset sosyolojisinin ilgi alanını, otorite tiplerini,

siyasetle ilgili belli kavramları, siyasal sistemleri kısaca değerlendirilmeye çalışıldı. Her bir

kavramın çok daha geniş bir çerçevede ele alınmaya muhtaç olduğu açıktır. Günümüz

toplumları, burada kısaca özetlenmeye çalışıldığı kadar tek düze bir işleyişe sahip değildir.

Görece sorunsuz ve özgürlükçü olduğu ifade edilen demokratik sistemlerdeki iktidar ve

gözetim mekanizmaları üzerine çok kapsamlı tartışmalar yapmak mümkündür. Sadece

Frankfurt Okulu mensuplarının ya da Michel Foucault’nun çalışmalarını hatırlamak bile,

modern demokratik toplumların işleyişinde devasa sorunların bulunduğuna ilişkin yeterince

ipuçları verecektir. Diğer toplumsal kurumlar için söyleyebileceğimiz bir hususu, siyaset

kurumu için de ifade edebiliriz sanıyorum: Toplumlardaki iktidar ilişkileri, iktidar biçimleri ve

sorunları, denetleme ve gözetim sorunları, siyasetin etkisi ve dağılımı daha geniş

değerlendirmeleri hak etmektedir ve ilgili dersler kapsamında da ayrıntılı bir biçimde ele

alınacaktır.

Page 188: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

188

Bölüm Soruları

1. Son seçimlerde oy kullandınız mı? Neden? Gerekçelerinizi açıklayınız.

2. Sizce kullandığınız oy dikkate alınıyor mu? Sizce, güçlü baskı-gruplarının oyları sizin

oylarınızdan daha fazla mı dikkate alınıyor? Neden ve nasıl?

3. İnternetin son derece güçlü bir siyasal aracı olduğu bir dünyada, devlet ve hükümet

günümüzdeki konumundan ya da gücünden farklı bir durumda olabilir miydi? Neden

ve nasıl? Tartışınız.

4. Günümüz Türkiyesinde hükümet, yasal-rasyonal otorite yerine geleneksel otorite

üzerine kurulu olsaydı, ortalama vatandaşın konumu bu durumdan nasıl etkilenirdi?

Tartışınız.

5. Sizce, insanların ‘özgür’ olabilmelerinin en önemli yolu nedir? Sivil özgürlükler mi

yoksa ekonomik güvence mi daha önemlidir? Neden?

6. Sizce seçmenler, oy verirken hangi kaygılarla hareket etmektedirler? Tartışınız.

7. Türkiye seçimlere katılan büyük siyasi partilerin seçim vaatlerini tasnif edin? Partiler

hangi noktalarda birbirlerinden ayrışmakta ya da benzeşmektedir? Tartışınız.

8. ‘Demokrasi’, dünyanın her yerinde benimsenen bir fikir midir? Demokrasiyi

benimsemeyenlerin itiraz gerekçeleri neler olabilir? Tartışınız.

9. Hangi vatandaşlık haklarınız yasalarla korunmaktadır? Yasalar tarafından

korunmadığını düşündüğünüz bir vatandaşlık hakkınız var mı? Açıklayınız.

Page 189: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal
Page 190: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

190

7. KENTLEŞME VE KENT SORUNLARI

Page 191: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

191

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

7.1. Kent

7.2. Kent Sosyolojisi

7.3. Kenti ele alan sosyolojik yaklaşımlar

7.4. Kentsel problemler

Page 192: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

192

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Günümüzde pek çok kentimizde ‘kentsel yenileşme’ adı altında yoğun bir çalışma

içerisine girilmiş durumdadır. Hangi bölgeler ‘kentsel yenileşme’ kapsamına dahil

edilmiştir?

Kentsel yenileşme çalışmaları uygulanan bölgeler, mahalleler hangi kriterlere göre

seçilmiştir?

Kentsel yenileşme çalışmaları, ortaya ne gibi sonuçlar ve değerler çıkarmaktadır?

Kentlerin oluşum ve gelişim süreçlerinde (siyasî veya ekonomik, yerel veya küresel,

merkezî ya da adem-i merkezî) hangi faktörler ve süreçler etkili olmaktadır?

Anahtar Kavramlar

Kent

Kent Sosyolojisi

Chicago Okulu

Page 193: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

193

Giriş

Uzun bir tarihî geçmişe sahip olan kentin, sürekli bir değişim halinde olduğunu söylemek

mümkündür. Modernite ile birlikte, insan ve toplum yerine üretimi merkeze ele alan, bireyci

bir mekân tasavvurunu öven ve ekonomik ilişkiler çerçevesinde örgütlenen Batılı kentler ortaya

çıktı. Bu aşamada kentlerin kuruluş paradigmalarının, toplumsal ilişkilerinin, yönetim

biçimlerinin ve değişim tarzlarının bütünüyle farklılaştığı görülmektedir. Sanayinin belirleyici

etkenlerden biri olduğu bu yeni kent tipi, yeni sosyal ilişkileri beraberinde getirmiş ve

nihayetinde kentlerde bazı sorunlara yol açmıştır. Bu sorunlara çözüm arayışı sosyolojiyi ortaya

çıkaran önemli etkenler arasında yer almaktadır. Diğer taraftan kentleşmenin yaygınlığı ve

toplum olaylarının ele alınmasında sıkça kullanılması, kenti sosyolojinin önde gelen

konularından biri haline getirmiştir.

Kenti ve kenti meydana getiren toplumsal, siyasal, iktisadî ve kültürel ilişkileri anlama ve

açıklama çabası giderek artmaktadır. 2006 yılında dünya genelinde kent nüfusunun kır

nüfusunu geçmesi bu çabanın zaman içinde daha da yoğunlaşacağını göstermektedir. Zira nüfus

hareketliliği, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki değişimler, iş ve çalışma biçimlerinin

farklılaşması, ekonomi politikalarının gelir dağılımındaki mevcut eşitsizliği ortadan kaldırmak

yerine daha da derinleştirmesi ve küreselleşme gibi faktörler kentlerde yaşamayı

zorlaştırmaktadır. Ancak bu zorluklara rağmen insanların kentlere doğru nüfus hareketi devam

etmektedir. İlk bakışta paradoksal bir durumun varlığına işaret etse de, bu iki sürecin birbirini

tamamladığı görülmektedir. Çünkü artık kırdan bahsetmek giderek zorlaşmaktadır, kır giderek

ortadan kalkmakta ve/veya şehirleşmekte ve nihayetinde insanlar artık yaşamsal bir mekân

olarak daha fazla kenti kullanmaktadırlar. Böylelikle hem kırın, hem de kentin dönüştüğünü ve

yeni toplumsal ilişkilerin oluştuğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda kent ve kentteki

mevcut toplumsal ilişkileri anlamanın ve sosyolojik açıdan ele almanın zorunluluğu aşikârdır.

Günümüzde yoksulluk, suç, göç, mekânsal ayrışma, demokrasi, katılımcılık, sivil toplum vb.

toplumsal sorunları anlamak ve çözüm üretmek amacıyla yapılan çalışmaların bir kısmı

doğrudan ve/veya dolaylı olarak kentle ilişki içerisindedir. Bu bağlamda kent üzerine yapılan

çalışmalar her geçen gün artmakta ve kentlerin yaşadığı dönüşümü anlamak daha da önemli

hale gelmektedir.

Page 194: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

194

7.1. Kent ve Kente Dair Sosyolojik Yaklaşımlar

İnsanlığın oluşturduğu en önemli toplumsal birimlerden biri olan kentler, tarih boyunca çeşitli

değişimler yaşadı. Savaş, fetih, afet gibi durumların dışında bu değişimler genellikle dramatik

bir biçimde gerçekleşmedi. Kentler iç ya da dış etkilerden kaynaklanan belirli değişimler yaşasa

da, sahip oldukları siyasal, iktisadî ve kültürel özelliklere dayanarak kendi sürekliliklerini

oluşturdular. Sanayi devriminin sonucu olarak Batılı kentlerin ve toplumsal ilişkilerin

dönüşmesiyle birlikte yeni sorunlar ortaya çıktı. Bu yeni sorunların anlaşılmasına ve

çözümlenmesine yönelik olarak ortaya çıkan sosyoloji bilimi, doğrudan kentle ve kentteki

toplumsal ilişkilerle ilgilidir.

Coğrafi keşiflerin bir sonucu olarak kentleşmenin artması ve sonrasında sanayileşme sürecinin

başlamasıyla kentsel toplum tanımlaması ortaya çıkmıştır.1 Bu tanım, kapitalizmin doğuşu ile

birlikte kentlerdeki toplumsal ilişkilerin yeni bir hâl aldığını ve kentsel olanın yapısında köklü

değişiklikler olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, yeni toplumsal ilişkilerin oluşmasına bağlı

olarak toplumsal alanın yeniden düzenlenmesine ve önceki mekânda oluşan yaşamla yeni

mekânda oluşan yaşamın karşılaştırılmasına yol açmıştır. Özellikle 19. yüzyılda kimi sosyal

bilimcilerin “kent-karşıtı” bir yaklaşım sergiledikleri ve bunun sonucunda kır yaşamını

“romantize” ederek kente yönelik eleştirilerini ve değerlendirmelerini kır üzerinden

gerçekleştirdikleri görülmektedir. Bu dönemde kentleşme sürecine ilişkin en önemli problemler

“cemaatin dağılması” ve buna bağlı olarak da “toplumsal denetimin gücünü yitirmesi” şeklinde

değerlendirilmiştir.2

Kır-kent ekseninde yapılan değerlendirmelerin yanı sıra yeni kent ile eski kentin

karşılaştırmasını içeren çalışmalar da bulunmaktadır. Kentlerin dönüşümünü konu edinen bu

ilk çalışmaların odak noktasını, sanayileşme ile birlikte gelişen yeni kentlerde daha önceki

toplumsal yapıda bulunmayan yeni ilişki biçimleri oluşturmaktadır. Auguste Comte, Emile

Durkheim, Ferdinand Tönnies ve Max Weber, genel sosyolojik yaklaşımları doğrultusunda

kenti anlamaya çalıştılar ve bu bağlamda Comte düzenli kentten anarşinin ve bireyselliğin

yaşandığı, Durkheim mekanik dayanışmanın değil organik dayanışmanın olduğu, Tönnies

1 Korkut Tuna, “Amerika’nın Bulunuşunun Batı’da Yol Açtığı Gelişme: Kentsel Toplum”, 500. Yılında

Amerika, R. Ertürk ve H. Tüfekçioğlu (yay. haz.), İstanbul: Bağlam Yay., s. 145.

2 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. O. Akınhay ve D. Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1999, s.

397.

Page 195: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

195

topluluktan topluma geçildiği, Weber ise yönetimin ve belki de her şeyin akılcılaştığı kente

vurgu yapmışlardır.

Sosyoloji disiplininin üç kurucu babası olarak kabul edilen Karl Marx, Max Weber ve Emile

Durkheim kenti, kendine özgü bir yapı olarak değil bağlı bulundukları toplumsal ilişkiler

çerçevesinde ele aldılar. Onlar spesifik olarak modern kenti açıklayan toplumsal bir teori

geliştirmemiş, kentteki temel toplumsal ilişkilerin yapısını ortaya koyan özel mülkiyet,

kapitalist üretim biçimi (Marx), egemenlik yapısı (Weber) ve işbölümü, dayanışma ve

bireyselleşme (Durkheim) gibi konuları ele almışlardır. Marx ve Weber’in bazen kentlerin tarih

içinde gösterdikleri farklılıklardan ve özelliklerden etkilenerek kentin bizatihi kendisini

toplumsal değişme sürecinin bir etmeni olarak değerlendirdikleri de öne sürülmüştür.

Ancak Marx, Weber ve Durkheim’in doğrudan kent sorunu bağlamında bir kuram oluşturma

çabası içerisinde olmadıkları genel olarak kabul edilmektedir. Bu kuramcıların temel ilgisi

kendi dönemlerinde Batı’da kapitalizmin gelişmesinin siyasal, ekonomik ve kültürel

süreçlerine yöneliktir. Bu dönemde kentlerin hızlı gelişimi, potansiyel olarak bütün bir sosyal

değişmenin rahatsız edici boyutlarından birini oluşturmaktadır. Zira kentlerin nüfusunun

artması, kent sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Örneğin varoşların yaygınlaşması,

hastalıkların artması, düzen ve kanunun ortadan kalkması, bebek ölüm oranlarının artması gibi

sorunlar ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz Marx, Weber ve Durkheim bu sorunları görmüşlerdir;

ancak onlar bu sorunları açıklamak için özel olarak bir kent kuramı geliştirmek ve kent

sorununu modern kapitalist toplumlarda ayrı bir değerlendirme konusu yapmak yerine, bir

bütün olarak toplumsal analizlerinin altına dâhil etmeyi tercih ettiler.

Marx, Weber ve Durkheim doğrudan bir kent kuramı geliştirmeseler de, kenti tartıştıklarında

iki temel konuya dikkat çekmişlerdir. İlk olarak; her üçü de kenti, Batı Avrupa’da feodalizmden

kapitalizme geçiş sürecinde tarihsel olarak önemli bir analiz nesnesi olarak görmüşlerdir.

Weber, kapitalist girişimciliğin büyümesi ve vatandaşların demokratik haklarının gelişmesini

içeren yeni bir akılcı ruhun kurulduğunu ve Ortaçağ’daki feodal kentlerin siyasal ve ekonomik

gücünün büyük ölçüde kırıldığını göstermeye çalışmıştır. Benzer şekilde Durkheim de

Ortaçağdaki geleneksel ahlakî sınırların kırıldığını ve toplumda yeni bir iş bölümünün ortaya

çıktığını söylemiştir. Marx -ve Engels- ise feodal üretim biçimi ve kapitalist üretim biçimi

arasındaki ayrımı görmüştür. İkinci olarak; kent kapitalist toplumlar içinde üretilen temel

toplumsal ilişkilerin anlaşılmasında ikincil bir etkiye sahiptir. Başka bir deyişle kent, bir neden

olarak analiz edilmez; fakat önemli bir durum olarak kabul edilmektedir. Örneğin Marx ve

Engels için kent, modern proletaryayı yaratmaz ancak onların kapitalist üretim ilişkilerini

Page 196: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

196

sorgulamaları ve burjuvaya karşı devrimci hareketi örgütlemeleri için önemli bir durum

oluşturmaktadır.

Görüldüğü gibi, sosyolojinin kurucu babaları kenti modern kapitalist toplumların analizi

konusunda kullanmalarına rağmen, daha genel bir toplumsal kuram geliştirme çabası içerisinde

oldukları ve müstakil olarak sosyolojinin herhangi bir alt disipliniyle özdeşleştirelemeyecek

genel kuramlar/makro sistemler kurmuş olmaları nedeniyle ayrı/bağımsız bir kent kuramı

geliştirmemişlerdir. Ancak, 20. yüzyılda sosyolojinin alt disiplinlere (çalışma sosyolojisi, aile

sosyolojisi vb.) ayrışması esnasında –yukarıda isimleri zikredilen- sosyolojinin kurucu babaları,

kenti konu edinen sosyolojik çalışmaların temel hareket noktalarını oluşturmuşlardır:

Durkheim’in iş bölümünün toplumsal etkileri konusundaki çalışmaları, 1920’lerde kentlerin

büyümesi ve farklılaşmasını ele alan ekolojist kuramın içerisine katılmıştır. Weber’in siyasal

egemenlik ve toplumsal tabakalaşma konusunda yazdıkları, 1960’larda kenti kaynak dağıtım

sistemi olarak kavramsallaştıran yaklaşımlar tarafından kullanılmıştır. Marx’ın toplumsal

yeniden üretim ve sınıf mücadelesi konusundaki analizleri 1970’lerde politik ekonomi

yaklaşımları tarafından geliştirilmiştir.

7.1.1. Georg Simmel ve Kent

20. yüzyılın başlarında Avrupa ve Amerika kentlerinin yaşadığı hızlı kentleşme, sosyolojinin

kent çalışmalarına olan ilgisini artırmıştır. Bu nedenle kentleşmenin sonuçlarına ilişkin

çalışmalar daha bütünlüklü olarak 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında

yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda yapılan ilk çalışmalarda Georg Simmel ve takipçileri, kentsel

toplumsal yaşamın ayırt edici özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.

Simmel kentleşmenin getirdiği sorunları “kentli yaşam tarzı” ve “kişilik” ekseninde ele almış,

kentlerdeki toplumsal örgütlenmenin ve kültürün kaynağının nüfus yoğunlaşmaları olduğunu

ortaya koyarak nedensel bir yorumla, kentlerin fiziksel özelliklerini toplumsal özelliklerle

birleştiren bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Simmel’in kente ilişkin sosyolojik analizleri

Darwin’in ekolojik yaklaşımından etkilenmiştir. İlk adımlarını Simmel’in attığı kentsel ekoloji

yaklaşımı, 1920’li yıllardan 1950’lere kadar kentsel analizlerde başat paradigma olan Chicago

Okulu’nun geliştirdiği kent sosyolojisi anlayışını şekillendirmiştir.

7.1.2. Chicago Okulu ve Kent

Kentin sosyolojik analizlere doğrudan konu edilişi “modern anlamda ilk kentbilim okulu”

olarak kabul edilen Chicago Okulu’yla başlamıştır. Bu okulun geliştirdiği yaklaşımlar, kentle

ilgili çalışmalara çok yakın zamanlara kadar “egemen” olmuştur. Chicago Okulu kentsel

Page 197: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

197

mekânsal düzenlemelerin toplumsal ilişkilere etkisine ve kentlilerin oluşturduğu yaşam

biçimlerine odaklanmaktadır ve bu bağlamda bireylerin ürettiği alanları inceleyerek farklı

yaşam tarzlarını ortaya çıkarma çabasında olmuştur. Bu amacı gerçekleştirebilmek için kentsel

mekânların haritaları hazırlanmıştır.

7.1.3. Kente Ekolojik Yaklaşım: Park, Burgess ve McKenzie

Chicago Okulu’nun birbirleriyle ilişkili iki önemli yaklaşımı bulunmaktadır. İlki kentin kenar

mahallelerinin ve semtlerinin dağılımını açıklamak için geliştirdikleri ekolojik yaklaşımdır. Bu

yaklaşımda kentsel yerleşimle biyolojik ekolojideki işlemler arasında doğrudan ilişki

kurulmaktadır. Hayvanlar ve bitkiler biyolojik ekolojideki ortamda kendilerini rekabet,

dayanışma, çatışma vb. ilişkiler çerçevesinde var etmekte ve belirli bir düzen

oluşturmaktadırlar. Kent de -tıpkı biyolojik ekolojide olduğu gibi- rekabet, istila vb. işlemlerle

“doğal bölgelere” ayrılmaktadır. Robert E. Park ve öğrencileri E. W. Burgess ve Roderick M.

McKenzie ekolojik yaklaşımı geliştirme çabası içerisindeyken, Park’ın takipçisi Louis Wirth

ekolojik yaklaşım bağlamından hareket etmekle birlikte kentleşmeyle yaşam tarzı arasında

ilişki kurmuştur (“bir yaşam tarzı olarak kentlilik”).

Ekolojik yaklaşımın kurucusu olan Park, çalışmalarında kentin büyüme biçimine ve kentteki

farklı alt kültürlerin yaşama şekillerine (aile biçimleri, iş yaşamları, sosyal ilişkiler vb.)

odaklanmıştır. Kentteki alt kültürlerin rekabete dayalı bir biçimde zamanla kentin farklı

mekânlarını istila ederek başka toplulukların yerini aldığı görüşüne dayanan kentsel ekoloji

kuramı, söz konusu sürecin en önemli parçasının göç olduğunu ve ilk önce iş merkezlerine

yakın bölgelere yerleşen grupların belirli bir zaman sonrasında bölgeyi ele geçirdiğini kabul

etmektedir.

Park’ın öğrencileri olan Burgess ve McKenzie ise kentteki bölgeleri kent merkezinden dışa

doğru genişleyen ve ortak merkezi olan daireler şeklinde tanımlamışlardır. Buna göre: (1) İlk

daire şehrin merkezidir, ulaşımın son noktası ve iş merkezlerinin önemli bir kısmı burada

bulunur. Gün içinde nüfus yoğun iken geceleri azalmaktadır. (2) Bir sonraki daire ise nüfus ve

arazi piyasası açısından oldukça kaygan olan geçiş bölgesidir. Bu bölge daha önce ticari

faaliyetin yoğun olduğu ancak eski kullanıcıların ayrılmasıyla göçmenlerin ilk yerleştiği yerler

haline gelen bölgedir. (3) Durumları iyi olan bazı işçilerin Amerikan hayat tarzına benzer bir

biçimde yaşamaya çalıştıkları bölge üçüncü daireyi oluşturmaktadır. En son (4) dairede ise üst

ve orta sosyo-ekonomik grup yaşamaktadır.

Page 198: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

198

Kenti evrimci bir perspektifle ele alan Park, Darwin ve Spencer’ın düşüncelerinden

etkilenmiştir. Buna göre insan topluluklarındaki ekonomik rekabet, varoluş mücadelesi bitki ve

hayvan toplulukları arasındaki rekabetten farklı değildir. Park kentsel analizinde “topluma”

karşıt olarak bilinçsiz süreçler tarafından şekillendirilmiş “ekolojik topluluğa” odaklanır. Bu

nedenle Park, kapitalist düzeni verili bir şey olarak kabul eder; zira bu insanın alışmak zorunda

olduğu “doğal” ve en yüksek düzeyde evrimleşmiş sistemdir. Onun için evrim ve kapitalizmin

gelişimi aynı şeydir. Ekolojik yaklaşım 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist düzeni “yerinde”

ele alarak onun özelliklerini yansıtmıştır, ancak bunlar Chicagolu kent sosyologları tarafından

“eşitsizlik” ve “sınıf çatışmaları” ekseninde çok az tartışılmıştır. Daha çok Chicago’daki

değişim bölgelerine odaklanan Park ve arkadaşlarının temel ilgi alanlarını, kırsal nüfusun kente

entegrasyonu oluşturmuştur. Dolayısıyla ekolojik yaklaşım iki boyutu içermektedir: Rekabet

ve işlevsel uyum.

Chicago Okulu bazı göz alıcı kent etnografyası çalışmaları üretmiş fakat toplumsal konsensüse

dayanan kuramsal temelleri daha sonra 1940’larda önerilen işlevsel tabakalaşma kuramı ile

paralellik göstermiştir. Varoşlarla ilgili değerlendirmeler yoksulluk ve eşitsizlik açısından değil

daha çok “büyüleyici bir şekilde eski dünya mirası ile Amerikan uyarlamalarını

birleştirme/bütünleştirme” açısından yapılmıştır (örneğin bkz. E. W. Burgess, The Growth of

the City). Söz konusu değerlendirmeler genellikle kente yeni gelenlere yönelik olmuştur.

Chicago Okulu’nun temel hareket noktası, göçle gelenlerin sorun çıkarmadan kentte nasıl

yerleşecekleri ve kent yaşamına nasıl uyum sağlayacakları meselesidir. Diğer taraftan

ekolojistler toplumsal yapıda radikal değişimleri içeren planlama problemlerine çok az yer

vermişlerdir. Bu bağlamda toplumsal problemler temel olarak bireysel problemler olarak

değerlendirilmiştir. Chicagolu sosyologlar, kente kapitalist toplumdaki gerilimleri ve çelişkileri

anlamlandırmanın bir aracı olarak bakmaktan ve kapitalist toplumun sosyolojisinden ziyade

onun değerleriyle ve kabulleriyle ilgiliydiler. Her ne kadar kente ilişkin en sistemli sosyolojik

kuram olarak kabul edilse de rekabet ve işlevsel uyum arasındaki gerilim bu kuramın en zayıf

noktalarından birini oluşturmaktadır.

7.1.4. Bir Yaşam Tarzı Olarak Kent: Louis Wirth

Chicago okulu içerisinde yer alan ve ekolojik görüşten yola çıkan ve kenti bir yaşam biçimi

olarak niteleyen Wirth’e göre, nüfusun büyüklüğü ve yoğunluğu kaçınılmaz olarak kentte

birbirinden farklı bölgelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Zira kalabalığın ve

Page 199: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

199

yoğunluğun içindeki aynı işlevlere sahip birey ya da toplulukların bir araya gelmesiyle

birbirinden farklı bölgeler oluşmaktadır. Böylelikle kentsel alanda “entegre toplum” çözülmesi

ve dağılması, bireyin dışında belirlenen davranış kurallarının yönetiminde ve denetiminde

bulunan alışılmış işlerin varlığını sürdürmesini sağlamaktadır. Wirth’un bu görüşü ile Weber’in

bürokrasi tanımı arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

Wirth’un kuramı; (1) uygulama alanına sahip olmaması (özellikle 1920’lerin ve 1930’ların

Amerikan kentlerine dayanması), (2) kentlerin sadece iç dinamiklerine değil parçası oldukları

toplumun çeşitli yönlerine de dayanması (kentlerin özelliklerinin ancak bir bütün olarak

toplumların daha genel nitelikleri ile birlikte ele alınması), (3) endüstri toplumu kuramının

belirsiz bazı öğelerini içine alarak kentsel olan ile kır arasında bir karşıtlık kurması (özellikle

Wirth’un “ufak cemaat” ya da “entegre toplumdan” dağılmayı ve çözülmeyi işaret eden

kentleşmeye geçişi vurgulaması), (4) ekolojik bir modele dayanması (kentte meydana gelen

değişimlerin bir dizi “doğal süreçler” aracılığıyla oluşması ve bu bağlamda bu süreçlerin tabiat

kanunları gibi değişmez özelliklere sahip olması) açısından eleştirilmektedir.3

7.2. 20. Yüzyılda Kente Sosyolojik Yaklaşımlar

Chicago Okulunun etkisi 1950’lere kadar sürmüştür. 4 1960’lı yıllardan itibaren kentsel

sorunların Weberci ve Marxist yaklaşım içerisinde ele alınmaya başlandığı görülmektedir.

1970’lerden sonra kent, sınıf çelişkilerinin var olduğu bir mekân olarak görülmeye başlanmıştır.

Bu nedenle kente ilişkin evrensel özellikleri ortaya koymak yerine, uluslararası kapitalizmin

kentlere etkisinin ele alınması ön plana çıkmıştır. 1980’li yıllarda ise gençlik, toplumsal

cinsiyet, çevre, yeni toplumsal hareketler, sermayenin küreselleşmesinin kentlere etkisi vb.

sorunlar kente ilişkin çalışmalarda ele alınan konular arasına girmiştir.

Kenti anlama ve tanımlama çabasında olan sosyologlar 20. yüzyıldaki yaklaşımları çeşitli

bağlamlarda sınıflandırma girişiminde bulundular. Bu bağlamda P. Saunders, kente ilişkin dört

farklı yaklaşımdan bahsetmektedir: (1) Bir ekolojik topluluk olarak kent; (2) bir kültürel form

3 Anthony Giddens, Sosyoloji: Eleştirel Bir Yaklaşım, çev. M. R. Esengün ve İ. Öğretir, 5. Baskı, İstanbul: Birey

Yay., 1998, s. 97-99. Chicago Okulu’nun şehir konusundaki görüşleri için ayrıca bkz. Korkut Tuna, Şehirlerin

Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yay., 1987, s.

55-63.

4 Bu ifade Chicago Okulu’nun bu tarihten sonra etkisini tamamen yitirdiği anlamına gelmemektedir. Zira

Weberci ya da Marxist yaklaşımlar bu okulun çalışmalarından olabildiğince yararlanmıştır. Hatta bu

yaklaşımların, kentin incelenmesinde Weberci ve Marxist birikimden ziyade Chicago Okulu’ndan daha fazla

yararlandıkları dahi iddia edilmektedir.

Page 200: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

200

olarak kent; (3) bir kaynak dağıtım sistemi olarak kent; ve (4) bir kolektif tüketim birimi olarak

kent.5 Saunders’e göre bazı ilginç ve kullanışlı miraslar bırakmalarına rağmen, bu dört yaklaşım

da kenti ele alma konusunda başarısız olmuştur. Zira bu girişimler sosyal süreçler ve kent

arasında ilişki kuramamışlar ve bu nedenle rasyonel bir kent sosyolojisinin kurulması mümkün

olamamıştır. Bu durumun en önemli nedeni, söz konusu yaklaşımların kenti, ileri endüstriyel

toplumlardaki örgütlenmenin en önemli sosyal birliği olarak kabul etmeleridir. Saunders bu

durumu kabilelerin modern endüstriyel toplumlarda anakronik bir biçimde ele alınmasına

benzetmektedir.

Gottdiener ise Birleşik Devletler’de kentsel olayların ve örüntülerin açıklanmasında yedi

yaklaşımdan bahsetmektedir: (1–2–3) Kentsel ekoloji, coğrafya ve ekonomi, (4) Yapısalcı

Marxizm, (5) kentsel politik ekonomi, (6) Neo-Weberyenizm ve (7) mekânın üretimi. Fakat

Gottdiener’e göre kentsel ekoloji, coğrafya ve politik ekonomi kent çalışmalarında ana akımı

oluşturmaktadır ve diğer akademik üretimi de baskılamaktadır.6

D. Thorns, kentsel ekoloji, kent yönetimciliği ve politik ekonomi 7 olmak üzere üç ana

yaklaşımdan bahsederken; 8 H. T. Şengül, kentsel mekân ve kent mekânı üzerine yapılan

mücadelelerin ve kentin yaşadığı değişimin üç temel yaklaşım bağlamında ele alındığını

söylemektedir: 9 (1) “Devlet merkezli” yaklaşım; kentsel çelişkinin odağına devleti

yerleştirmektedir; (2) “Sermaye mantığı” yaklaşımı; sermaye birikim süreçlerini merkeze

almaktadır ve (3) “toplumsal çelişki” yaklaşımı; sınıf ve toplumsal hareketleri temel almaktadır.

Kenti anlama ve tanımlama çabasında olan çok sayıda yaklaşım olmasına rağmen üç temel

yaklaşımın öne çıktığı görülmektedir. Bunlar; kentsel ekoloji, Weberci (kent yöneticileri ve

devlet merkezli yaklaşım) ve Marxist (sermaye ve politik ekonomi merkezli yaklaşım)

yaklaşımlardır.

Chicago Okulu kent mekânını toplumsal süreçlerin sonucu olarak değil nedeni olarak

görmektedir. Toplumsal süreçlerin belirlenmesinde kentsel mekânın fiziksel özelliklerinin

5 P. Saunders, “Space, the City and Urban Sociology”, D. Gregory ve J. Urry (eds.), Social Relations and Spatial

Structures, Londra: Macmillan, 1985, s. 70-74.

6 M. Gottdiener, The Social Production of Urban Space, 2. Baskı, Texas: University of Texas Press, 1994, s. 16.

7 Max Weber de tıpkı Marx gibi kendini politik ekonomist olarak değerlendirmekteydi (Scaff, 2008: 64).

Weberci geleneğe dayanan Pahl da bu anlamda politik ekonomist olarak tanımlanabilir. Thorns’un yaptığı

tasnif, yaklaşımları analiz etmek konusunda bu türden farklı problemleri ortaya çıkarabileceği için tercih

edilmemiştir.

8 D. Thorns, Kentlerin Dönüşümü, çev. E. Nal ve H. Nal, İstanbul: Soyak, 2004.

9 H. T. Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Ankara: İmge Kitabevi Yay., 2009, s. 18.

Page 201: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

201

etkin olduğu sonucuna varmaktadırlar. Ancak söz konusu kent mekânının kimler tarafından ve

hangi amaçlarla inşa edildiği konusuna girmemektedir.

Diğer taraftan Chicago okulunun yetersizlikleri nedeniyle Weberci ve Marxçı gelenekler

1960’dan sonra kent ve kentsel sorunlarla ilgilenmişlerdir. Bu bağlamda Weberci ve Marxist

yaklaşımlar; kentte yaşanan dönüşümü siyasal ve ekonomik müdahaleler ekseninde ele

almakta, kenti kapitalizmle ilişkili bir biçimde değerlendirmekte, kenti anlama çabasında

sosyolojinin kurucu babalarıyla doğrudan temas kurmakta, kentsel müdahaleler bağlamında

kentteki eşitsizlikleri ve çatışmaları analiz etmektedirler:10

7.2.1. Weberci Yaklaşımlar

7.2.1.1. Konut Sınıfları Kuramı11

John Rex ve Robert Moore’un 1960’lı yıllarda Birmingham’ın kent merkezinde yaptıkları

araştırma sonucunda geliştirdikleri konut sınıfları kuramı kent sosyolojisi çalışmalarında

kuramsal bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu araştırma (The Survey of Race Relations in

Britain), Amerika ve Avrupa’da “ırk ilişkilerinin” sosyal bilimlerde temel problem

alanlarından birini oluşturduğu bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Bu araştırma, Britanya’ya

gelen göçmenlerin toplumdaki konumunu ve diğer ırklarla olan ilişkilerini ele almak amacıyla

Nuffield Foundation’ın desteğiyle Institute of Race Relations’ın himayesinde 5 yılda (1963–

1967) gerçekleştirildi ve ilk kez 1967 yılında Race, Community and Conflict [Irk, Cemaat ve

Çatışma] adıyla yayımlandı.

Kentsel toplumsal sistemin doğasını tanımlamaya çalışan Rex ve Moore, işlevselcilik

yaklaşımını tümüyle dışarıda bırakmadan çatışma fikrine yöneldiler. Araştırmacılara göre,

kentsel toplumsal sistemin belirleyici etkenleri çeşitlidir ve bu sistemdeki aktörlerin çıkarları

bazen çatışır. Bu çatışma bireylerin yaşam şanslarını gösteren ve kıt bir kaynak olan konut

edinme sürecinde gerçekleşmektedir. Bu yönüyle konut, kentsel toplumsal sistemde belirli

çatışma alanlarının oluşmasına neden olabilir. Ancak Rex ve Moore, kentte konut edinme

10 Burada kısaca tanıtmaya çalıştığımız Weberci ve Marxist kent kuramları hakkında daha ayrıntılı

değerlendirmeler için bkz. Murat Şentürk, “Kentsel Müdahaleler Açısından İstanbul”, Doktora Tezi, İstanbul:

İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, 2011, s. 19-106. Ayrıca bkz. Alim Arlı, “Şehir

Sosyolojisi”, Köksal Alver (ed.), Kent Sosyolojisi, Ankara: Hece Yay., 2012, s. 107-149; ve Eylem Özdemir,

“Kentin Tanımlanmasında Sosyolojik Yaklaşımlar”, Köksal Alver (ed.), Kent Sosyolojisi, s. 151-177.

11 Rex ve Moore analizlerinde “housing classes” kavramını kullanmaktadır. Bu kavram “yerleşim-temelli

sınıflar” olarak da tercüme edilmektedir.

Page 202: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

202

süreçlerinde genel olarak bir düzenin var olduğunu ve sadece sınırlı alanlarda çatışmanın

yaşandığını vurgulamaktadırlar.

Konut yerleşimindeki çatışmanın kaynağında, kamu tarafından yapılan ve kıt olan konutlar

bulunmaktadır. Bunun dışında kalan konutlara erişimi gelirin miktarı ve sürekliliği belirlerken

kamu konutlarına erişimi kamu tarafından tespit edilen kriterler, kurallar ve prosedürler

belirlemektedir. Bu bağlamda kamu, kriterleri belirleme sürecinde konut alanına müdahale

etmekte ve kentsel toplumsal sistemde düzen ya da çatışmanın ortaya çıkmasına neden

olabilmektedir. Bu türden müdahaleler genellikle kente yeni gelenlerin, gelirleri düşük ve

istikrarsız olanların ve kamu konutlarından yararlanamayanların yaşam şanslarını etkilemekte

ve bu unsurların arasında bir çatışmanın yaşanmasına neden olmaktadır. Rex ve Moore

kamunun sadece kamu konutlarının dağıtımındaki konumuna değinmiş ve diğer konut

sınıflarının oluşumunda kamu müdahalelerine yer vermemişlerdir. Diğer taraftan Rex ve Moore

sınıflar arası mücadeleden ziyade sınıf içi mücadelelere odaklanmışlardır. Bütün bunlarla

birlikte özellikle kamunun kentsel toplumsal sisteme ilişkin elinde bulundurduğu kaynakları

kullanımı konusunda ortaya koydukları bu yaklaşım kamu müdahalesinin farklı alanlara

taşınmasına örneklik edebilir.

7.2.1.2. Kent Yönetimciliği Yaklaşımı12

Ray E. Pahl, Weber’in güç, bürokrasi ve modern toplumlardaki yönetim sistemleri konusundaki

çalışmalarından hareketle, kentin mekânsal ve toplumsal değişiminde kent yöneticilerinin (özel

ve kamu sektörü) etkin olduğu düşüncesini içeren kent yönetimciliği kuramını geliştirdi. Kent

yönetimciliği kuramı, kent yöneticilerinin uygulamalarıyla oluşan kentsel yapının

açıklanmasına odaklanmıştır. Kent yönetimciliği yaklaşımı iki temel soruya yanıt aramaktadır:

“Kıt kaynakları ve imkânları (sosyal kaynaklar, kültürel kaynaklar, konut, endüstri ve ticaret

binaları, ulaşım, eğitim, sağlık ve eğlence) kim elde etmektedir? Bu kaynakların nasıl

dağıtılacağına ve bölüştürüleceğine kim karar vermektedir? Kimin karar vereceğine kim karar

vermektedir?”

Kıt kaynakları kontrol altında bulunduran kent yöneticileri, toplumsal ve mekânsal dağılımı

büyük oranda belirlemektedir. Bu açıdan kent yönetimciliği kuramı kentsel alanda iktidar,

12 Urban managerialism kavramı, kentle ilgili özel ve kamu olmak üzere tüm karar vericileri kapsamaktadır.

Kent işletmeciliği olarak çevrildiğinde özel sektör, kent yönetimciliği olarak tercüme edildiğinde ise kamu

sektörü anlaşılabilmektedir. Türkçe literatürde kent yönetimciliği/yöneticileri olarak kullanılmaktadır.

Page 203: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

203

çatışma ve piyasa ve devlet kurumlarının rolüyle ilişkili sorunları kent sosyolojisinin merkezine

almaktadır. Zira Pahl’a göre, yaşam şanslarına ilişkin kaynaklar ve imkânlar, rastgele olmayan

bir biçimde kent yöneticileri tarafından dağıtıldığı için kent sosyolojisi, nüfusa yönelik bu

türden dağıtımların nedenlerini ve sonuçlarını anlamakla ilgilenmelidir. Bu nedenle dağıtımı,

düzenlemeyi yapan ve “kapı bekçileri” konumunda olan profesyonellerin değerleri ve

ideolojileri kent sosyolojisinde merkezî bir öneme sahiptir.

Pahl, kentsel kaynakların dağıtımını elinde bulunduran kapı bekçilerine ve onların kurallarına,

değerlerine ve ideolojilerine odaklanmanın yanı sıra mekânsal bileşenleri de inceleyerek

yaklaşımını sistematik hâle getirmeye çalışmıştır. Pahl’a göre “erişim” ve “tahsis” anahtar

kelimelerdir. Erişebilirlik, fiziksel hareketlilik veya siyasal aktivitelerle (ya da her ikisiyle)

geliştirilebilir. Kaynakların tahsisine ise kentsel sistemin yerel yöneticileri (politik güce sahip

olanlar) karar vermektedir. Devletin (merkezî) ve özel sektörün finansal ilgileri ise genel

sınırlamaları belirlemektedir. Tahsisler kent yöneticilerinin ideolojilerine ve değerlerine göre

toplumun bir kesimini diğerine oranla ayrıcalıklı konuma getirebilmektedir. Örneğin çevre

yolunun orta sınıfın yaşadığı bir mahalleden geçme ihtimali neden daha yüksektir? Pahl, bu

türden sorularla kent sosyolojisinin ve siyaset teorisinin temelini oluşturmayı ümit etmektedir.

Pahl’ın kent yönetimciliği yaklaşımı çerçevesinde ana önermeleri şunlardır:

(1) Mekânsal sınırlamalar: Kıt olan kentsel kaynaklara ve imkânlara erişim konusunda

temel mekânsal sınırlamalar bulunmaktadır. Pahl, bu türden sınırlamaların zaman ve

maliyetle ilgili olduğunu belirtmektedir.

(2) Toplumsal sınırlamalar: Kıt olan kentsel kaynaklara ve imkânlara ulaşım konusunda

temel toplumsal sınırlamalar vardır. Bu sınırlamalar toplumdaki gücün dağılımını

yansıtmakta ve şu şekilde tanımlanmaktadır: (a) Bürokratik kurallar ve prosedürler; ve (b)

Kentsel kaynakların dağıtımını ve kontrolünü gerçekleştiren kent yöneticileri.

(3) Bağımsız değişken olarak kent yöneticileri: Farklı bölgelerde yaşayan nüfusların

kaynaklara ve imkânlara erişimi farklılık arz etmektedir. Kentsel nüfusun kaynaklara ve

imkânlara erişiminin sınırlandırılması bağımlı değişken, bunun kontrol edilmesi, kent

yöneticileri ise bağımsız değişkendir.

(4) Kentsel sistemde çatışmanın kaçınılmaz olması: Kaynaklar ve imkânların çoğu mevcut

nüfusun tamamı tarafından değerlendirilmektedir. Dolayısıyla kentsel sistemde çatışmanın

olması kaçınılmazdır.

Page 204: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

204

Bu bağlamda kent yöneticileri, kentle ilgili temel kararları aldıkları için kentin kontrolünü

ellerinde bulundurmaktadırlar. Kent yöneticilerinin aldığı temel kararlardan bazıları şunlardır:

(a) Konut ve eğitim gibi alanlara ayrılan kaynakların dağılımını kontrol etmek; (b) Kentleri

planlamak ve ulaşım sistemini düzenlemek; (c) Vergi miktarlarını ve bunların hangi alanlarda

kullanılacağını belirlemek; (d) Park ve oyun alanları gibi kamusal mekânları belirlemek; ve (e)

Alışveriş merkezi vb. tüketim mekânlarını belirlemek.

Kent yöneticilerini kentsel sistemin merkezine yerleştiren Pahl’a göre, kentlerin kontrolü ne

doğal güçlerde ne de piyasanın gizli elindedir; kent zamanla daha karmaşık hâle gelen kentsel

sistemin giderek sayıları artan bürokratlarının ve yöneticilerinin kontrolündedir. Yerel

politikacılar ve kentin siyasal yöneticileri her ne kadar halk tarafından seçilmiş olsa da, kentsel

sistemin kontrolü bürokraside bulunan kişilerdedir. Kentlerin büyümesi ve büyüdükçe

karmaşıklaşması kent bürokrasisinin de hızla çoğalmasına neden olmaktadır. Bürokrasinin

artması ise kentte yaşayanlarda yabancılaşma, güçsüzleşme ve çevre kontrolünü kaybetme

duygusu yaratmaktadır. Zira bu yetkililer planlama kararlarıyla kentin merkezinde veya

periferisinde yeni toplulukların oluşmasını ya da mevcut toplulukların farklı alanlara

gönderilmesini sağlayabilmekte ve nihayetinde kentin sosyal ve mekânsal yapısını

belirleyebilmektedir. Kent yöneticileri, sahip oldukları gücü kişisel özelliklerinden değil

bürokratik sistemden elde etmektedirler.

Weber’in bürokrasi analizini ve yaşam şansları yaklaşımını kullanan Pahl, bu nedenle, mevcut

nüfusun kaynaklara ve imkânlara ulaşım oranlarından ziyade, bu oranları kontrol eden kent

yöneticilerinin ahlakî ve siyasal değerlerinin ve temel kararlarının kentsel alandaki yaşam

şanslarını nasıl etkilediğinin ortaya konması gerektiğini ileri sürmektedir. Zira denetleyiciler,

plancılar, sosyal çalışanlar, mimarlar, eğitimciler, emlakçılar, gayrimenkul komisyoncuları,

piyasa temsilcileri, özel girişimci veya devlet, kentsel sistemde en alt düzeyde bulunan

katılımcıların amaçlarını ve değerlerini düzenlemektedir.

Devlet kaynaklarını elinde bulundurması ve dağıtımı düzenleyici konumda olmaları nedeniyle

kent yöneticileri gerek sermaye birikim süreçlerine gerekse sınıfların oluşumuna doğrudan

müdahale edebilmektedir. Zira Weberci yaklaşımdan hareket eden Pahl’a göre, iktidarın

devlette yoğunlaşması, iktidarı elinde tutan yöneticilere özel bir konum vermekte ve yerel

yöneticiler kentsel kaynakların dağıtımında belirleyici aktör olmaktadır. Diğer taraftan kentle

ilgili çalışmalarda kamu görevlilerinin yanı sıra özel kesimdeki yöneticiler de bulunmaktadır.

Örneğin, konut kredisi faizlerini belirleyenler, ev sahibi olmayı etkilemekte ve banka

yöneticileri konut satın alma biçimlerini belirleyebilmektedirler.

Page 205: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

205

Bu yaklaşıma yapılan eleştiriler, temelde kim yönetir sorusuyla ilişkili olmuştur. Bu eleştiriyi

yapanlara göre, kent yöneticilerini de yönetenler vardır. Bu bağlamda Pahl’ın kentsel güç

yapısında orta kademede yer alan kent yöneticilerine fazlasıyla güç atfederek onların üzerinde

yer alan politikacıları ve şirket sahiplerini dışarıda bırakması nedeniyle yaklaşımının bazı

yetersizliklere sahip olduğuna işaret edilmiştir.

Pahl’ın uluslararası sosyo-ekonomik süreçleri dikkate almaması da eleştirilmiştir. Diğer

taraftan politik ekonomi yaklaşımına sahip olanlar kent yönetimciliği yaklaşımını, yerel ve

uluslararası sermaye akışının üstlendiği role vurgu yaparak, kentlerdeki uluslararası hiyerarşi

oluşumuna dikkat çekmemesi nedeniyle eksik bulmaktadırlar. Onlara göre, kurallar ve

prosedürleri uygulayarak kentte yaşayanları kontrol eden ve işletmelerin kâra geçmesini

sağlayan kent yöneticileri kapitalizmin aletidirler.

7.2.1.3. Tüketim Sosyolojisi Kuramı

Kent sosyolojisinin tüketim sorununa odaklanması gerektiğini belirten Peter Saunders’a göre,

tüketim üzerine odaklanmak toplumsal eşitsizlik ve siyasal gruplaşmaları analiz etmek için

önemlidir. Saunders tüketim sosyolojisi ile kent sosyolojisinin birbirinin yerine geçebilecek

kuramsal alanlar olduğunu ileri sürmektedir. Saunders’a göre, Chicago Okulu büyük buhran

öncesinde Amerika’daki piyasa kapitalizminin şartlarını ve yeni düzen tarafından başlatılan

devlet müdahalesinin gelişimini yansıtmaktadır. Pahl ve diğer kent yönetimciliği yaklaşımları

ise Britanya’daki savaş sonrası refah devleti kapitalizminin bir ürünüdür. Zira bu dönemde

ekonomi büyümekte ve devletin harcamaları hızla artmaktadır. 1970’lerde gelişen Marxist kent

kuramı ise Batı’da yeni bir gerilemenin başlangıcını yansıtmaktadır. Bu dönemde devlet,

tedarik harcamalarından kaynaklanan bir kriz yaşamaktadır ve 1968’de Paris’te yaşanan olaylar

siyasal mücadele ve sosyalist dönüşüm için yeni biçimler sunmuştur. 1980’lere gelindiğinde ise

kentsel sorunları ele almak isteyen Saunders için bu yaklaşımlardan hiç biri yeterli değildir.

Zira 1980’lerde kentte işçi sınıfı dışında birçok ayrışma meydana gelmiştir. Farklı bölgeler,

gençler, orta yaşlılar ve yaşlılar, kadın-erkek, farklı işçi türleri arasında ve değişik ekonomik

sektörler arasında ayrışmalar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Saunders, üretim ilişkilerinden

ziyade tüketim ilişkilerinin analizinin toplumsal ilişkileri anlamak bakımından daha merkezi

olduğuna karar vermiştir.

Bu bağlamda Saunders, Castells’in atıfta bulunduğu devletin ortak/kolektif tüketime

(toplumsallaştırılmış tüketim) yönelik müdahalelerinin önemli olduğunu ve bu müdahalelerin

Page 206: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

206

–Pahl’ın analizine atıfta bulunarak– kent yöneticileri tarafından gerçekleştirildiğini ileri

sürmektedir. Saunders tarihsel analizinde tüketim araçlarının “piyasa”, “toplumsallaştırılmış”

ve “özelleştirilmiş” olmak üzere üç aşamadan geçtiğini belirtmiştir. Pahl’ın kent yönetimciliği

yaklaşımını genişleten Saunders, toplumsallaştırılmış tüketimin 1980’lerde giderek azaldığını

kabul etmekle birlikte, hiçbir zaman devletin tüketim alanında neredeyse hiç olmadığı 19.

yüzyıl koşullarına dönülemeyeceğini belirtmektedir. Dolayısıyla kentsel alanda

toplumsallaştırılmış tüketime yönelik müdahaleler Saunders’ın analizinin temelini

oluşturmaktadır. Saunders’ın analizinde kent yöneticilerinin konumunu genişletmesi de bir

imkân oluşturmaktadır.

Farklı tüketim kaynaklarını “(1) devletin aynî tedariki, (2) devletin nakdî tedariki, (3) öz tedarik

ve (4) özelleştirilmiş tedarik” şeklinde tanımlayan Saunders, devlet kontrolü dışında kalan öz

tedarik ve özelleştirilmiş tedarik alanını da incelemekle birlikte, özellikle devlet tarafından

sağlanan tüketim tedarikleri konusuna yoğunlaşmaktadır. Tüketimin özelleştirilmiş ve

toplumsallaştırılmış biçimleri arasındaki ayrımın sosyolojik önemine dikkat çeken Saunders’a

göre, modern dönemde kaçınılmaz olarak üretim örgütlenmesini karakterize eden hegemonya

ve yabancılaşma deneyimi, ancak bir yere kadar tüketim alanına karşı koyabilmektedir. Zira

tüketim alanı insanların günlük yaşamları üzerinde bazı kontrolleri gerçekleştirir ve gerçek bir

potansiyele sahiptir. Bu bağlamda Saunders, üretim alanından ziyade tüketim alanının kentsel

alandaki potansiyeline dikkat çekmekte ve devleti tüketim ilişkilerinin en önemli aktörü olarak

kabul etmektedir. Ancak bu durum farklı siyasal özelliklere sahip ülkelere göre

değişebilmektedir.

Bununla birlikte Saunders’a göre, tüketime odaklanmak üretim ve tüketimin birbirleriyle

ilişkide olmadığı anlamına gelmez. Üretim tüketimi etkiler ve onun sınırlarını tayin eder. Diğer

taraftan tüketim de üretimi etkiler ve onun sınırlarını tayin eder. Tüketilmediği sürece hizmetler

üretilmemektedir. Tüketim farklı gruplar arasında üretim için farklı kapasiteler oluşturmaktadır.

Bununla birlikte kapitalist toplumlarda tüketim kapasitesi sadece üretim süreçleriyle

yönlendirilmemektedir. Modern dönemde konut, eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel tüketim

ihtiyaçlarını karşılama konusunda belirli tüketim örüntülerini yaratan devletin rolü artmıştır.

Page 207: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

207

7.2.2. Marxist Yaklaşımlar

7.2.2.1. Toplumsal Hareketler Kuramı

1970’li yıllarla birlikte kentsel çalışmalar alanında yeni Marxist perspektiflerin oluştuğu

görülmektedir. Nicos Poulantzas’dan etkilenen Manuel Castells’in çalışması bunlardan biridir.

Castells kent sorunsalında Poulantzas’ın devlet kuramındaki devlet baskısını ve refah devleti

harcamalarının kapitalist birikim süreçlerine hizmet etmesini ele almıştır.

Chicago okulunu “kenti idealize etmeleri ve mekânsal ilişkileri belirleyici güç olarak kabul

etmeleri” nedeniyle eleştiren Castells’e göre, sosyolojik işlevselcilik temelde toplumsal

bütünleşmenin nasıl sağlanacağıyla ilgilidir ve bu bağlamda Chicago Okulu da “köklerinden

kopmuş göçmen kitlesinin kapitalist kent makinasıyla bütünleştirilmesi” hakkında çalışmıştır.

Ancak Castells, kentin temel ekseninde iktidar ilişkilerinin olduğunu ve bu nedenle sorulacak

sorularla verilecek cevaplar için gerekli araçların değişmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ona

göre sorun hâkim kültür karşısında mahallelerde yaşayanların örgütlenmesi değil, farklı

çıkarların oluşturduğu toplumsal gruplar arasında kente ilişkin konut, altyapı vb. konularda

politikaların nasıl üretileceğidir. Kent sorunlarının ekolojik etkenlerle değil kentte yaşayanların

üretim araçları üzerinde yaptığı mücadele sürecinde ortaya çıktığını belirten Castells, kentte

ortaya çıkan toplumsal ve mekânsal çelişkilerle ilgilenmektedir ve siyasal pratiklerden ziyade

sistemdeki çelişkileri tanımlamaya çalışmaktadır. Castells’e göre, önemli olan mekânsal

biçimlerin hangi süreçlerle yaratıldığı ve dönüştürüldüğüdür. Zira kentlerin aldığı biçim farklı

toplumsal gruplar arasındaki mücadeleyi yansıtmaktadır. Sözgelimi, gökdelenler para

kazanmak amacıyla inşa edilmiş olabilirler ama aynı zamanda bunlar teknoloji aracılığıyla

iktidarı elinde bulunduranları simgelemektedir.

Kentsel sorunların ele alınması için yeni araçların geliştirilmesi gerektiğini belirten Castells, bu

amaçla –kentsel sorunlarla ilgili spesifik bir geleneğe sahip olmasa da– Marxist gelenekten

yararlanmaktadır. Zira ona göre cevabını aradığı sorular Marxist gelenek içerisinde yer alan

toplumsal sınıflar, değişim, mücadele, başkaldırı, çelişki, çatışma, siyaset konularıyla ilgilidir.

Böylelikle toplumu sınıf mücadeleleri ile belirlenen bir gerçeklik olarak analiz eden sosyolojik

teorinin merkezine dönmeyi amaçlamaktadır. Castells, Marxizm’deki sermaye mantığından

sınıf mücadelesi kuramıyla kent sorununu temellendirmektedir. Marxist kavramları kentsel

mekâna uyarlayan Castells’in kentle ilgili ilk çalışması, anti-emperyalist mücadelenin tüm

dünyaya yayıldığı, ilerlemiş kapitalizmin merkezinde ayaklanmaların olduğu, kent sorununun

hükümetlerin politikalarının temel unsuru hâline geldiği ve kitlesel medyanın bu sorunla

Page 208: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

208

yakından ilgilendiği bir dönemde yazılmıştır. Bu dönemde kent işçilerin, öğrencilerin,

çevrecilerin ve benzeri grupların ırkçılık, ayrımcılık gibi toplumsal sorunları dile getirmek için

düzenledikleri protestoların mekânı hâline gelmişti. Castells bu yeni dönemde kentsel

çelişkilerin yeni kaynaklarını fark etmeyi ve böylelikle siyasî müdahale için olanaklar

oluşturmayı hedeflemektedir.

Castells’in kentsel müdahalelere ilişkin konumu iki aşamada değerlendirilmelidir: Yapısalcı

dönem ve aktör-merkezli dönem. Castells ilk dönem çalışmalarında (The Urban Question: A

Marxist Approach, İng. çev. Alan Sheridan, Londra: Edward Arnold, 1977 [Fransızca

orjinalinin ilk baskısı, 1972]) kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan çatışmaların alanının

kent mekânı olduğunu ve sınıfsal bir hal aldığını söylemektedir. Castells kent mekânında ortaya

çıkan çelişkilerin ilk elde üretim ve tüketimin kapitalist örgütlenmesinden ve bu sürece yönelik

devlet müdahalesinden kaynaklandığını belirtmektedir.

Castells, kente ilişkin çalışmalarının ikinci aşamasında (City and the Grassroots: A Cross-

cultural Theory of Urban Social Movements, Berkeley: University of California Press, 1983)

yaklaşımında bazı değişikliklere yer vermiştir. Bu çerçevede yapısalcı-Marxist anlayışını

esneterek kentsel toplumsal değişmede aktörlerin belirleyiciliğine vurgu yapmıştır. Kentin

ekonomik süreçlerle doğrudan bağlantılı olduğunu düşünen Castells, ekonomik etkenlerin ve

teknolojik gelişmenin kent mekânının değişiminde önemli bir rol üstlendiğini kabul etmekle

birlikte, bunun tek itici güç olmadığını belirtmektedir. Kent mekânındaki toplumsal

örgütlenmeyi oluşturan toplumsal süreçlerin de belirleyici olduğunu söylemektedir. Bu

bağlamda Castells, toplumsal değişimde artık sadece işçi sınıfının mücadelesinin değil kentteki

bütün halk sınıflarının önemli olduğuna dikkat çekmektedir.

Castells’in çalışmalarında temelde iki amacı gerçekleştirmeye çalıştığı söylenebilir. Bunlardan

ilki, “ortak tüketim” kavramı aracılığıyla kent mekânının emeğin yeniden üretiminin

gerçekleştiği mekân olduğunu göstermektir. İkincisi ise, bu yeniden üretim sürecinde devletin

müdahalesine karşı koyabilecek gücün, onu dönüştürebilecek olanın kentsel toplumsal

hareketler olduğunu ortaya koymaktır. Bu bağlamda Castells, kentleri kolektif tüketim

mekânları olarak tanımlamış ve kentsel mekânın değişiminde kentsel toplumsal hareketlere

önem vermiştir.

Castells, “kentsel sistemi” ekonomik, siyasal-hukuksal ve ideolojik süreçlerin bir arada olması

şeklinde tanımlamaktadır. Kentsel sistem, mekânsal yapının elementleri arasındaki bütün

ilişkileri organize etmektedir. Ekonomik sistemde yer alan üretim biçimi ve iş gücü arasında ve

Page 209: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

209

bunların kendi içinde değiş tokuş söz konusudur. Yönetim, bu ilişkileri yasalar ve hâkim bir

sınıf açısından düzenlemektedir. Simgesel/sembolik element ise mekânsal formların ideolojik

yapılarını yansıtmaktadır.

Castells’e göre mekân, yapılı çevrenin üretilmesinde geçerli olan toplumsal ilişkileri

gizlemektedir. Ona göre kent, ideolojik, siyasal-yasal ve ekonomik olmak üzere üç düzeyde

tanımlanır. Bu çerçevede planlama siyasal yapının kontrol aracıdır, kent mekânındaki

meydanlar, anıtlar vb. alanlar ve yapılar ideolojiyi göstermektedir. Fakat kapitalist toplumlarda

kent mekânının özgünlüğü ekonomik işlevlerde bulunmaktadır.

Castells kentlerin yalnızca ideolojik ve siyasal-yasal bir birim olarak tanımlanmasını

reddetmekte ve kapitalizmin mekânsal düzeninin siyasal süreçlerden daha çok ekonomik

süreçlerin sonucu olarak ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Zira ona göre mekânsal birimler

başat düzeye göre tanımlanacaksa, bu, üretim tarzının feodalizm olması durumunda siyasal-

yasal, kapitalizm olması durumunda ise ekonomi olacaktır. Bu bağlamda Castells “kentsel”i

tanımlamak için ekonomik öğeyi kullanmaktadır. Castells ekonomik öğeyi ise üretim araçları

ve işgücü olmak üzere ikiye ayırmakta ve kentsel birimi işgücünün yeniden üretim sürecine

dayalı bir biçimde tanımlamaktadır. Diğer bir deyişle; ‘kent’ işgücünün yeniden üretiminin

mekânsal birimidir. Yapılı çevrenin üretimi ise ekonomi, politika ve ideolojinin oluşturduğu

bütünlüğün bu mekânsal birimle eklemlenmesiyle gerçekleşmektedir. Devletin müdahaleci

rolüne ve tüketimin kent mekânında yarattığı krize odaklanan Castells’e göre, toplumsallaşan

tüketim araçları (eğitim, sağlık, konut gibi kamu hizmetlerine devletin işgücünün yeniden

üretimini sağlamak için yaptığı destek) üretimleri, yönetimleri ve dağıtımları açısından devlet

müdahalesine bağımlıdır. Castells, bu üç düzeyin karşılıklı etkileşimde bulunmasının önemini

vurgulamaktadır. Ancak toplumsal ilişkileri ve bağlantıları göz ardı eden bu yapısalcı

yaklaşımı, toplumsal ilişkileri mekanik rollere ve bağlantılara indirgemesi nedeniyle

eleştirilmiştir.

Kentsel sistemin unsurlarını bu şekilde analiz eden Castells’e göre tüketim, kentsel sistemde

belirleyici bir yere sahiptir. Tüketim, kentsel sistemde iş gücünün yeniden üretimi anlamına

gelmektedir. Bu çerçevede konut ve asgarî maddî tesislerin (yollar, ışıklandırma vb.) yapılması,

yeşil alanlar, kirlilik, gürültü gibi çevreyle ilgili koşulların düzenlenmesi, kurumsal sistemin

genişletilmesi ve toplumsal kapasitenin geliştirilmesi, ideolojik sistemin (sosyo-kültürel

tesislerin yapılması) geliştirilmesi işgücünün yeniden üretimini sağlamaktadır. Teknik

ilerlemenin sağlanması değer oluşturmada bilimin ve bilginin önemini artırmakta ve böylelikle

saha nitelikli bir işgücüne ihtiyaç duyulmaktadır. İşgücünün bu stratejik konumu nedeniyle

Page 210: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

210

tüketim araçları da ona uygun bir biçimde geliştirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle konut, okul,

sağlık hizmetleri, kreşler, ulaşım vb. toplu tüketimin düzenlenmesi gerekmektedir. Zira bu

tüketim araçları üretim sürecinin de vazgeçilmesi olmuşlardır. Örneğin işçilerin işlerine rahat

gidip geleceği bir ulaşım sisteminin olmaması işgücü piyasasını doğrudan etkileyecektir.

Kentlerin giderek üretim süreçlerinin değil tüketimin mekânları hâline geldiğini belirten

Castells’e göre, emeğin yeniden üretimi için tüketim gereklidir ve nihayetinde kolektif tüketim

kentsel mekânda gerçekleşmektedir. Castells ortak tüketim araçlarının üretimine, dağıtımına ve

yönetimine bağlı olarak ortaya çıkan kentsel çelişkilerin kentsel mekânda gerçekleşmesinin

kapitalist gelişme süreçleriyle ilişkili olduğunu belirtmektedir. Bu çerçevede kentsel

çelişkilerin gelişim süreçlerini şu şekilde yapılandırmaktadır: (1) Sermayenin yoğunlaşması:

Üretim ve yönetim birimlerinin yoğunlaşması işgücünün yoğunlaşmasına neden olmaktadır.

Böylelikle üretim süreci de toplumsallaşmaktadır. Bunlar büyük kentlerin oluşmasının ve ortak

tüketim araçlarının gelişmesinin yapısal temelini oluşturmaktadır. (2) Kapitalizmin evrimi:

Kapitalizmin en büyük çelişkisi sermayenin çeşitli aşamalarda duraklama eğiliminde olmasıdır.

Bu tür durumlarda sermayenin reklam, kredi vb. araçlarla tüketimi teşvik etmesinin yanı sıra

devlet de ortak tüketimin gerçekleşmesi için müdahalelerde bulunmaktadır. (3) Üretici güçlerin

evrimi: İş gücünün giderek vasıflı hâle gelmesi, entelektüel kapasitesinin artması üretim

sürecini etkilemektedir. (4) Sınıf mücadelesinin genişlemesi: İşçi hareketlerinin gücünün

artmasının yanı sıra yeni taleplerin ortaya çıkması sınıf mücadelesinin genişlemesini

sağlamıştır.

Castells, ortak tüketim süreçleri içinde oluşan toplumsal eşitsizliğin en temel görünümünün

konut, iletişim sistemi-ulaşım örgütlenmesi ve yeni tarihsel kentleşme modelinde bulunduğunu

belirtmektedir. Ona göre konut, gelir düzeyiyle ilişkilidir ancak bununla sınırlanmamalıdır zira

konut, mülk edinme arzusunun dışında toplumsal konumu gösteren bir araçtır. Konut edinmek

ilk elde yüksek miktarlarda gelire ya da krediye ulaşma kapasitesine bağlıdır. Krediye ulaşma

kapasitesi de gelirin istikrarlılığı ve tahmin edilebilirliği ile ilgilidir. Konut edinmek isteyenler

neredeyse ömür boyu borçlanabilmektedirler. Bu nedenlerden dolayı, sistemde belirli bir

istikrarın olması gerekmektedir. İstikrar ise “üretim sistemi ve toplumsal hiyerarşi ile siyasi-

ideolojik bütünleşmenin doğrudan bir fonksiyonudur.”

Castells’e göre asıl sorun kamu konutlarında yaşanmaktadır. Konut yatırımlarının sanayi

yatırımlarından sonra gelmesi ve konut projelerinin bir süre sonra özel sektöre devredilmesi

gibi nedenler, devlet müdahalesinin sınırlı kaynaklarla gerçekleşmesine neden olmaktadır.

Diğer taraftan kamu konutlarına erişim bir dizi seçim kriteri tarafından sınırlandırılmaktadır.

Page 211: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

211

Kamu konutlarının elde edilmesinde, gelirin dışında toplumsal statü de önemlidir. Örneğin

Fransa’da göçmenlerin ya da inşaat işçilerinin sosyal konutlardan yararlanması

sınırlandırılmıştır. Sosyal konutların dağıtılması yeni toplumsal eşitsizliklerin ortaya çıkmasına

neden olmaktadır. Bu da, gelir, istihdam, eğitim vb. alanlarda yaşanan eşitsizliğin kamu

konutları aracılığıyla pekiştirilmesi anlamına gelmektedir. Castells konutun sadece ihtiyacı

karşılama aracı değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişki aracı olduğunu ve bu nedenle devletin

eşitsizlikleri gidermek için yaptığı sosyal konut projelerinin bu konutlarda oturanların yaşam

biçimlerini ve gelir düzeylerini hâkim sınıflara bağımlı hâle getirdiğini belirtmektedir. Ayrıca

bu durum acil eylem planı dâhilinde kent dışındaki, dış banliyölerdeki ucuz araziler üzerinde,

kötü koşullara sahip ve niteliksiz çok sayıda konutun yapılmasına neden olmakta, hatta çoğu

zaman temel konut elemanları sağlanmadan yerleşime izin verilmektedir. Bu tür politikalar

devlet tarafından ‘bireyin yadsınması’ olarak görüldüğü için daha sonra yasaklanmıştır.

Castells’e göre kent planlaması kent üzerindeki farklı toplumsal çıkarların birbirleriyle

uzlaştırılmasını sağlamaktadır. Ancak kent planlaması tümüyle hâkim sınıfların etkisi altına

girdiğinde sadece birbirleriyle tutarlı çıkarları rasyonalize etmektedir. Bu açıdan her planlama

belgesi planlama biriminin dayandığı kurumsal sistemin merkezinde yer alan siyasi

hegemonyayla doğrudan ilişkilidir ve bu ilişki doğrultusunda bir yapıya sahiptir. Zira bütün

ideolojilerin ortak niteliği yasallaştırma (meşrulaştırma)-tanınmadır. Kent planlaması işte

bunu sağlamaktadır.

Castells’in siyasetin kente müdahalesi çerçevesinde ele aldığı örneklerden bir diğeri kentsel

yenileme projeleridir. Bu bağlamda Castells, Paris’teki yenileme programının iki özelliğine

dikkat çekmektedir: (1) Hâlihazırda mevcut olan bir toplumsal mekânla ilgilidir ve yenileme

bu mekânın içeriğini ve işlevini değiştirmektedir. (2) Yenilemeden sorumlu birimin yasal ve

malî biçimi ne olursa olsun kamu inisiyatifine dayanmaktadır. Castells’e göre özel şirketler

yenileme yapsalar bile ölçekleri sınırlıdır ve tüm kentsel mantığın niceliksel olarak ifadesi

değildir. Diğer taraftan Castells bu türden müdahalelerin zaman içerisinde her şeyi özel sektöre

devretmek için yapıldığını ileri sürmektedir.

Castells’e göre, eğer kentsel yenileme yeni etkiler oluşturmuyor ve mevcut eğilimleri

sürdürüyorsa, bu basitçe kentsel yenilemede gayrimenkul firmalarının ve büyük örgütlerin

etkisi olduğunu gösterebilir. Ancak Castells’e göre kentsel yenilemede özel ekonomik

çıkarların merkeze alındığını söylemek –tarihsel olarak temeli olsa da– devletin konumunu göz

ardı etmek anlamına gelmektedir. Kentsel yenilemeyi mekânın yeniden üretilmesi sürecinin

ötesinde değerlendirmek gereklidir. Bu çerçevede Castells’e göre yenilemenin iki amacı daha

Page 212: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

212

vardır: Bunlardan ilki seçmenlerin yönelimini değiştirmektir. Zira kentsel yenileme ile belirli

siyasal görüşlere sahip bölgeler dağıtılabilmekte ve yönetilmektedir. İkincisi ise kentin prestij

kazanmasına yönelik olmasıdır. Kentsel yenileme ile kent, uluslararası firmaların tercih edeceği

bir mekâna dönüşebilmektedir. Castells’in işaret ettiği bu noktadan hareket edecek olursak,

kentsel yenilemenin farklı kentler için ayrı amaçlar taşıyabileceği söylenebilir. Diğer taraftan

Castells’e göre kentsel yenileme kent sisteminin yeniden üretilmesini içermektedir. Zira,

mekâna yansıyan ekonomik ve sınıfsal çıkarlar ile göreli olarak özerk kabul edilen devlet aygıtı

arasındaki örtüşme, yenileme programlarında ortaya çıkmaktadır.

Kentsel yenileme programları ile bir alanda yerleşmenin neden sınıf ilişkilerine dayandığını ve

çoğunluğun banliyöler ya da ilçeler yerine neden Paris kentini denetim altına almak istediğini

soran Castells bu sorulara şöyle yanıt vermektedir: “Bir sınıfın temsilcileri her zaman

kendilerini fark edemeseler de, kendi çıkarlarını keşfederler ve bunun mantığı, buna uygun

olmayan her şeyi bilinçsizce ortadan kaldırır.” Diğer taraftan yenilemeye muhatap olanlar ise

konutlardan çıkarılmaya bütünüyle karşı çıkmaz. Castells’e göre bunun nedeni kimsenin

çöküntü alanlarını (slums) savunamamasıdır.

7.2.2.2. Sermaye Çevrimi Kuramı

Castells kent sorununu ele alışında Marxist yaklaşımın kent mekânına ilgisini çeken Henri

Lefebvre’den belirli ölçülerde etkilenmiştir. Ancak Lefebvre’nin kapitalizmin kent mekânını

metalaştırdığına yönelik değerlendirmesiyle, yalnızca kapitalist gelişmenin yaşadığı

dönüşümler çerçevesinde ilgilenmiştir. Bu ilgi ortak tüketim araçları bağlamında

gerçekleşmiştir. Ancak Lefebvre’nin yaklaşımı bir başka Marxist düşünür David Harvey için

başlangıç noktası olmuştur.

Harvey de, tıpkı Castells gibi, Lefebvre’nin 1960’lı ve 1970’li yıllarda kaleme aldığı Le Droit

â la Ville (Şehir Hukuku), La Révolution Urbaine (Kentsel Devrim) ve La Pensé Marxiste et la

Ville (Maxsist Düşünce ve Kent) başlıklı çalışmalarından hareketle Marxizm ve kent arasında

ilişki kurmaya çalışmıştır. Marxizmin tarihinde çok az yer bulan kent, Lefebvre’nin

çalışmalarıyla hayat bulmuş ve Harvey ve Castells’in çalışmalarıyla da bu ilişki giderek

kuvvetlenmiştir.

Lefebvre’ye göre modern kapitalist toplumun bir yüzünde sanayileşme ve sanayi toplumu

varsa, diğer yüzünde de 1950 ve 1960’lı yıllarda Batı’da ABD merkezli olarak gelişen ve

bürokratik olarak yönlendirilen tüketim toplumu, yani kentleşme ve kentsel toplum

Page 213: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

213

bulunmaktadır. Engels kapitalizmin kentsel mekânda oluşturduğu ayrışmaları işçi sınıfının

bilincini güçlendirecek ve devrimi mümkün kılacak bir özellik olarak görürken, Lefebvre tam

da bunun aksine kapitalist sınıfın mekân üzerinden/mekânı kullanarak ayakta kaldığını ileri

sürmüştür. Lefebvre, kapitalizmin büyüyerek gelişimini sürdürmesini kent mekânını ele

geçirmesine ve yeniden üretmesine bağlamaktadır. Lefebvre, Marx ve Engels’in tanımladığı

gibi kentsel mekânı kapitalist üretim tarzının olduğu bir mekân değil, ‘bizatihi kapitalizmin bir

meta olarak ürettiği mekân’ şeklinde tanımlamıştır. Lefebvre’ye göre sermaye ve kapitalizm,

binaların inşasından yatırımların dağıtımına ve yaygın iş bölümüne varıncaya kadar mekâna

ilişkin bütün pratik konulara etkide bulunmaktadır.

Lefebvre’ye göre kapitalizmin mekânı soyut mekândır. Zira o kullanım değeriyle değil değişim

değeri ile ilgilenmektedir. Bu nedenle, ne mekânın ürettiği tarihsel toplumsal değerlerin ne de

mekânın kendi başına bir değeri bulunmaktadır. Mekânın önemi değişim değerine katkıda

bulunmasıyla ortaya çıkmaktadır. Örneğin birbirinden çok farklı tarihsel ve toplumsal

özelliklere sahip iki mekân kapitalizm için aynı şeyi ifade etmektedir: Değişim değeri. Diğer

taraftan sadece iş yaşamının değil gündelik yaşam mekânlarının da önemi fark edilmekte ve

dünya çapında ortaya çıkan hareketle, buna karşı koymaya çalışmaktadır. Bu karşı koyuş,

kapitalizmin (devlet ve sermaye) oluşturduğu soyut ve değişim değeri hâkim bir mekândan,

somut ve kullanım değeri olan bir mekâna geçişi talep etmektedir. Bu talepler sol için yeni bir

imkân oluşturabilmektedir. Aslında Lefebvre de tıpkı Engels gibi kapitalizmin çelişkilerine

değinmekte ve bu çelişkiler içerisinde değişimi başlatabilecek toplumsal sınıfa işaret etmeye

çalışmaktadır. Tek fark mekâna ilişkin çelişkilerin giderek derinleştiğine ve güçlendiğine dair

analizlerdedir. Zira bizatihi mekân işgal edilmekte ve metalaştırılmaktadır. Lefebvre bu

güçlenmenin karşısına daha yaygın bir şekilde gelişen farklı talepleri koymaktadır.

Lefebvre kapitalizmin yaşamını sürdürmek için her dönem farklı bir niteliğe sahip olduğunu

belirtmektedir. Bu bağlamda kapitalizmin hayatta kalması bu üretim tarzına dayalı toplumsal

ilişkileri yeniden ve yeniden üretebilmesiyle mümkün olmaktadır. Bunu sağlayabilmek için de

mekâna ihtiyaç duymaktadır.

Lefebvre üç düzeyde yeniden üretimden bahsetmektedir: Ailenin (biyolojik) yeniden üretimi,

işgücünün yeniden üretimi ve üretimin toplumsal ilişkilerinin yeniden üretimi. Bu düzeyleri bir

arada tutan şey toplumsal mekânın eylemidir. Toplumsal mekânın eylemi ise gündelik

yaşamdır. Lefebvre’ye göre üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin tam olarak gerçekleştiği yer

kapitalizm öncesindeki kenttir. Üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağlayan yeniden üretim

süreçleri mekânsal bir biçimle gerçekleşir. Bu bağlamda kent sadece yapılı bir çevre değil

Page 214: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

214

kapitalizmin gelişmesinde bir öznedir. Bu yönüyle kapitalizm kentsel mekânda gerçekleşirken

kent mekânı da kapitalizmi yeniden üretmektedir. Diyalektik ilişki içerisinde söylendiğinde

kapitalist toplumsal örgütlenme kendisini yeniden üretecek kent mekânını oluşturmaktadır.

Lefebvre, kent mekânına ilişkin krizin geleneksel toplumsal mekânın kaybolması neticesinde

sistemin kendini yeniden üretememesiyle ortaya çıkan genel krizle ilgili olduğunu

düşünmektedir. Bu noktada Lefebvre’ye göre toplumsal mekânı ve kent biçimini yıkan

devlettir. Ona göre devlet sadece sermayenin çeşitli fraksiyonlarına ya da işçi sınıfına

müdahalede bulunmaz, aynı zamanda gündelik yaşama da müdahale eder. Zira devlet yönetsel

ve ekonomik egemenliğin soyut mekânını üretmektedir. Haussmann’ın mekânın kullanım

değerini hiçe sayarak stratejik amaca uygun olarak kenti düzenlemesi bu devlet anlayışına örnek

olarak gösterilebilir.

Bu nedenle Lefebvre kent planlamasını sorgulamaktadır. Mekânsal temelin bozulması ve

nihayetinde soyut mekânın egemenliğinin oluşturulması kent planlaması aracılığıyla

gerçekleşmektedir. Planlamayı reddeden Lefebvre, radikal eylemin soyut mekânın egemenlik

altına almak istediği günlük yaşamın kurtarılması hedefine yönelmesi gerektiğini

düşünmektedir.

Diğer taraftan Lefebvre’ye göre mekânda anlamlandırma, tasarlama ve yaşama süreçleri iç

içedir. Kapitalist toplumda mekândaki anlamlandırma, tasarlama ve yaşama süreçlerinin ele

alınması için üçlü bir şema önermektedir: Mekânsal pratik, mekânın temsili ve temsilin mekânı.

Mekânsal pratik, gündelik hayatın tüm çelişkilerini taşıyan, insanların bilgi birikimlerini maddi

süreçler açısından işlevsel kılan ve anlamlandıran pratik bir şeydir. Mekânın temsili ile bilim

insanları, şehirciler, teknokratlar vb. tarafından kent mekânına düzen verilmektedir ve bu

tasarlanan mekânı ifade etmektedir. Temsilin mekânı ise belli bir mekânın kullanıcılarının

oluşturduğu işlerin ve imajların yer alma biçimidir. Bu üçlü şema kent mekânının hem

“aşağıdan”, hem de “yukarıdan” değişebildiğini göstermektedir.

David Harvey de, benzer şekilde sermayenin kendisini var edebilmesi, sürekliliğini

koruyabilmesi ve birinci çevrimden ikinci çevrime geçebilmesi için mekânı metalaştırdığına

dikkat çekmektedir. Harvey kent süreçleri ve sermaye birikimi arasında ilişki kurmakta ve

analizini Marxist kuram çerçevesinde yapmaktadır. Bu bağlamda Harvey, Marx’ın ontolojik

(ilişkisel düşünce ve bütünlük kavramı) ve epistemolojik (özne ve nesne arasındaki karşılıklı

ilişki) yaklaşımını özellikle 1960’lı yılların sonlarına egemen olan kentsellik, çevre ve iktisadî

gelişmeyi soruşturmak ve anlamak için kullanmaktadır.

Page 215: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

215

Marx’ın kapitalist üretim süreçleri konusundaki analizlerini kullanan Harvey, üretimin ve

üretime bağlı olarak tüketimin gerçekleştiği sermayenin birinci çevriminde krizlerin yaşanması

durumunda sermayenin ikinci çevrime aktarıldığını belirtmektedir. Bu ikinci çevrime aktarılan

sermaye hem üretim, hem tüketim alanında yapılı çevreye yönelmektedir. Harvey bu süreci

üretim için yapılı çevre (built environment for production) ve paralel bir şekilde tüketim için

yapılı çevre (built environment for consumption) olarak tanımlamaktadır. Bu dolaşım sırasında

sermaye, mevcut yapılı çevrenin yerine yeni yapılı çevreler üretmektedir. Böylelikle aşırı-

birikim sorunu aşılmaktadır. Üçüncü çevrimde ise, bilim ve teknoloji yatırımları ve emeğin

yeniden üretimi için sosyal harcamaların genişletilmesi söz konusu olmaktadır. Bir bütün olarak

sermayenin dolaşımı kapitalistlerin birikimlerini artırmasına yöneliktir. Harvey’e göre sermaye

ve yapılı çevre arasındaki bu ilişki sürekli olarak devam etmektedir.

Harvey sermayenin kapitalizmin krizlere girdiği dönemde yeni alanlara ve yerlere taşınarak

hem krizleri atlattığını, hem de mevcut yapılı çevreleri ortadan kaldırarak yeni yapılı çevreler

oluşturduğunu söylemektedir. Sermaye, kapitalist koşulların sürmesi ve yeni kârların oluşması

için mekânı araçsallaştırmakta ve onu bir metaya dönüştürmektedir. Bu durumda mekânın

değişimi sermaye hareketleriyle doğru orantılıdır. Sermaye yapısı, birikimi ve hareketliliği

kentin nasıl ve hangi yönde değiştiğini gösterebilmektedir. Zira Harvey kentsellikle artık-

değerin dolaşımı arasında doğrudan bir ilişki kurmakta, hatta kentselliği artık-değerin

dolaşımının bir ürünü olarak tanımlamaktadır. Sabit sermaye yatırımlarının niceliğinin artması

emeğin azalmasına neden olmaktadır. Sabit sermayenin harekete geçirilebilmesi için emeği

yeniden üretmesi ve sağladığı ürün ve hizmetler için kullanım değeri oluşturması

gerekmektedir. Sorun sanayi toplumunu saran ve büyüyen bir sermayeyi değerlendirmektir. Bu

nedenle, Harvey’e göre kentselleşmenin, kentselliğin dinamiklerini ve toplumun nasıl işlediğini

anlamak artık-değerin dolaşımının anlaşılmasına bağlıdır.

Harvey’in Lefebvre’ye karşı çıktığı konulardan birisi, kentselliğin sanayi toplumuna hâkim

olmasından ziyade sanayi toplumunun kentselliğe egemen olduğu yönündeki görüşüdür. Bu

egemenlik üç durumda karşımıza çıkmaktadır: (1) Sermayenin büyüyen hacmi sanayi

kapitalizminin iç dinamiklerine bağlıdır. Yaratılan mekân sabit sermaye tarafından

şekillendirilmektedir ve nihayetinde mekânı sanayi kapitalizmi yaratmaktadır. Kentleşme

süreci kentselliğin evrimini yönlendirenler tarafından değil, sanayi kapitalizmini yönlendiren

süreçler tarafından yönetilmektedir. (2) Kentselleşme sanayi kapitalizminin ürünlerinin

satılmasına imkân tanır. Bu nedenle sanayi kapitalizmi kentselleşmeyi teşvik eder ve ihtiyaç

yaratma süreçlerini yönetir. Bu bağlamda kentsellik hala sanayi kapitalizminin ihtiyaçları

Page 216: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

216

tarafından yönlendirilmektedir. (3) Artık-değer üretimi, mülk edinilmesi ve dolaşımı

kentselliğin değil, sanayi toplumunun getirdiği koşullar içerisinde var olmuştur. Kentselleşme

ve artık-değerin dolaşımı arasındaki bu hiç kopmayacak ilişki, sosyalist toplumlar için de

geçerlidir. Zira artık-değer ortadan kalkmaz, sadece biçim değiştirir. Bu durum sermayenin üç

farklı çevrim sürecini yaşaması anlamına gelmektedir. Her çevrimde kentsellik farklı yapılar

içerisinde değişmektedir.

Sanayi toplumunda oluşan kentselliğin önemli unsurlarından bir diğeri de, yaratılan mekânın

(created space) etkin mekânın (effective space) yerini almasıdır. Sanayi öncesi toplumda coğrafî

farklılaşmanın temelini kaynakların elde edilmesi ve doğal çevredeki farklılıklar

oluşturmaktaydı. Etkili mekân ise ekolojik farklılaşmaların dışında kentsel alanlarda artık

birikimi sağlayan akışların düzenlenmesiyle yaratılmaktadır. Böylelikle kırsal kesim

kentleşmiş ve bölgesel yaşam tarzları dünya piyasasının güçlerinin etkisine açık hâle gelmiştir.

Tüketim ürünleri standartlaşmış, artmış ve yerel alana daha az bağımlı olmaya başlamıştır.

Böylelikle çeşitli coğrafî alanlarda sürüp giden hareketli yaşam tarzları, sadece turistler görsün

diye korunan ve geçmişe ait olarak görülen alanlara dönüşmüştür. Bu türden bir kentsellik insan

yapısı kaynak sisteminin büyümesini, sabit sermaye yatırımlarının dağıtımı yoluyla mekânın

yapılandırılmasını ve farklılaştırılmasını içermektedir. Dolayısıyla bir taraftan yeni bir

mekânsal yapı yaratılırken, öte taraftan eski mekânsal yapılar belirli özellikleriyle

canlandırılmaya çalışılmıştır. Sabit sermaye yatırımları yaşam alanında etkili oldukça yeni

mekânlar yaratılacaktır ve bu mekânlar nihayetinde etkili mekânlara egemen olacaklardır.

Diğer taraftan önemli olan bir başka husus ise bu etkili mekânların hangi imgelere göre

yaratılacağı meselesidir. Eski kentlerde mekânın örgütlenmesi varsayılan evrensel bir düzenin

simgesel bir yansımasıydı ve ideolojik bir nitelik taşımaktaydı. Yaratılan mekân da toplumdaki

egemen grup ve kurumların ve kısmen piyasa güçlerinin yürürlükteki ideolojilerini

yansıtmaktadır. Yaratılan mekân belirli güçlerin mekânı yaratması ve insanları kuşatması

anlamına gelirken, Harvey’e göre bu mekâna karşılık olarak hala sadece etkili mekânı bir

alternatif olarak düşünmek yetersizdir. Bu bağlamda Harvey’in sermaye güçlerinin ya da

egemen grupların değil halkın mekânı yaratmasını önerdiği söylenebilir. Ancak yaratılan

mekân hangi toplumsal sınıfın ideolojisini içerirse içersin nihayetinde yaratılan mekân olmak

durumundadır.

Kentin değişiminde kapitalistler, devlet ve toplumsal sınıflar gibi farklı aktörlerin etkisi bulunsa

da, Harvey’e göre sermaye ve sermayenin dolaşımı belirleyicidir. Mekânın sürekli olarak

yeniden yapılandırıldığını ve bu sürecin şirketlerin fabrikalarını nereye kuracağından,

Page 217: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

217

hükümetlerin toprak ve sanayi alanlarını kime verdiğine ve emlakla uğraşan özel yatırımcıların

etkinliklerine kadar uzanan bir dizi karar ile belirlendiğini belirten Harvey, burada özellikle

sermayenin yer seçiminin belirleyici olduğuna dikkat çekmektedir. Sermaye önce kendi

kârlılığı için en uygun alanları yatırım mekânı olarak belirlemektedir. Sonrasında finans

piyasasında yaşanan değişimler ve üretim biçimlerindeki değişiklikler yeni mekânları daha

kârlı hale getirebilmektedir. Dolayısıyla sermayenin bu yeni alanlara yönelmesi farklı

bölgelerin imara açılmasına neden olabilmektedir. Diğer taraftan sermayenin bu hareketliliği

ev sahibi olmak isteyenleri etkilediği kadar hükümetlerin aldıkları kararlar da kredi ve vergi

imkânlarını belirlemektedir. Örneğin Harvey, ABD’de yaşanan banliyöleşme sürecininin

hükümetin sağladığı kredi olanakları ve vergi koşullarıyla ilişkili olduğunu düşünmektedir.

Hükümet bu müdahalelerle kent çevresinde yeni konutların yapılabilmesini, satın

alınabilmesini sağlarken, otomobil gibi sanayi ürünlerine olan talebi artırmıştır.

Görüldüğü gibi Harvey’in kent ve kentsel süreçlerin değişmesine ilişkin açıklamalarında üç

boyut söz konusudur: (1) Toplumsal-artık değerin oluşması ve dolaşımı, (2) İktisadi

örgütlenmenin egemen biçimi ile (3) Toplumun mekânsal örgütlenmesi arasındaki ilişkiler. Bu

bağlamda iktisadi yapı ve birikim rejimleri kentsel süreçlerin temel dinamiği olarak

konumlandırılmaktadır. Örneğin Keynesçi kentten Post-Keynesçi kente geçiş

yaşanabilmektedir. Keynesçi kent, tüketim yapısıyla biçimlenmektedir ve sosyal, ekonomik ve

siyasal yaşamı devlet desteği ile borçla finanse edilen tüketim tarafından organize edilmektedir.

Böylelikle kentsel politikalar sınıflar arasındaki uyumu sağlamaktan ziyade tüketim, dağıtım,

üretim ve mekânın kontrolü konusunda daha karmaşık olan çıkarların uyumlu hâle

getirilmesine odaklanmaktadır.

Page 218: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

218

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bu bölümde, kent konusu ele alındı. Sosyolojide, kent ve kentleşme üzerine geliştirilen belli

başlı kuramlar kısaca tanıtılmaya çalışıldı. Türkiye’de –gecekondulaşmadan kent planlamasına

ve kentsel dönüşüm çalışmalarına kadar geniş bir yelpazede yapılan- kent sosyolojisi

çalışmaları, başlı başına ayrı bir çalışmanın konusu olabilecek genişliktedir. Türkiye’de kent

olgusunun edebiyat, tarih, mimarlık, şehir planlama, kamu yönetimi, iktisat, siyaset bilimi,

antropoloji, gazetecilik ve hatta sinema vb. gibi sosyoloji dışında birçok farklı uğraşın konusu

edildiğini görüyoruz. Hem kent meselesinin kuramsal boyutunu, hem de Türkiye’de kent

konusunun nasıl ele alındığı ve Türkiye’deki kentleşme etrafında yaşanan sorunlar ve

tartışmalar, kente ilişkin belli başlı yaklaşımları sunma amacındaki bu bölümün kapsamı

dışında bırakılmıştır. 13 Konu, burada, kent olgusunun sosyolojide belli başlı ele alınma

biçimleriyle sınırlı tutulmuştur.

13 Türkiye’de kent sosyolojisi etrafında yapılan çalışmaların dönemlendirmesi, öne çıkan eğilimlerin ve kent

sosyolojisi etrafında yürütülen tartışmaların özet bir sunumu, Mehmet Ali Akyurt ve Ömer Miraç Yaman’ın

“Türkiye’de Kent Sosyolojisi Çalışmaları” [Köksal Alver (ed.), Kent Sosyolojisi, s. 179-219] başlıklı

yazılarında yapılmıştır. Yine Türkiye’deki şehirleşme ve gecekondu çalışmalarına ilişkin derli toplu bir

literatür değerlendirmesi için bkz. Alim Arlı, “Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Şehirleşme ve Gecekondu

Araştırmaları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Türk Şehir Tarihi Özel Sayısı, 2006, c. III, sy. 6, s.

283-352.

Page 219: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

219

Bölüm Soruları

1. Sizce, gelişmekte olan ülkelerde kentleşmeyle ilgili toplumsal problemler nelerdir?

Tartışınız.

2. Yaşadığınız kentin yerleşim bölgeleri bakımından ayrışmasında toplumsal sınıflar ne

ölçüde belirleyicidir?

3. Sosyologların kentsel ve kırsal topluluklar ayrımı ne kadar kullanışlı bir ayrımdır?

Tartışınız.

4. “Kentsel alanlarda yaşayan insanlar kırsal alanlarda yaşayanlardan farklı bir yaşam

biçimine sahiptirler.” cümlesinde dile getirilen görüşü tartışınız.

5. Sizce kentin planlanmasında en fazla kimler ya da neler etkin olmaktadır?

Page 220: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal
Page 221: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

221

8. NÜFUS ve TOPLUM

Page 222: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

222

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

8.1. Demografi (nüfusbilim) nedir?

8.2. Demografyanın temel kavramları nelerdir?

8.3. Türkiye’nin demografik özellikleri nelerdir?

Page 223: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

223

Anahtar Kavramlar

Demografi

Nüfus Artışı

Sabit Nüfus

Nüfus Azalması

Page 224: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

224

Giriş

Toplumsal hayatın başlangıcından itibaren insan zihnini meşgul eden belli başlı meselelerden

birisi, şüphesiz nüfus meselesi olmuştur. Nüfus konusunun antik medeniyetlerden beri dikkate

alınan bir mesele olduğu bilinmektedir. Eski Çin, Yunan ve Mısır dönemlerinde yöneticilerin

toplanacak vergiyi ve askere alınabileceklerin sayısını belirlemek üzere zaman zaman haneleri

ve erkek nüfusu saydıkları bilinmektedir. Toplumsal hayatın karmaşıklaşmasıyla nüfus

meselesi ve nüfus araştırmaları da karmaşıklaşmaktadır. Bütün toplumsal meselelerde olduğu

gibi, nüfus meselesinde de, bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli genel ve kapsamlı bir nüfus

kanunu ortaya koymak mümkün değildir. Ancak yine de bazı düzenliliklere ulaşmak

mümkündür. Nüfus yapısı, nüfusun durumu ve nüfus hareketleri gibi genel nitelikli kimi

durumlarla karşılaşılmaktadır. Her bir toplumun, ülkenin ya da bölgenin içinde bulunduğu

durumu gösterecek şekilde düzenlenmiş nüfus bilgisi ve nüfus istatistikleri vardır. Bu

malzemeden hareketle pek çok iktisadî ve toplumsal meselenin aydınlatılması mümkün olabilir.

Örneğin, bir ülkenin ya da bölgenin nüfus yoğunluğuna ilişkin bilgi, pek çok toplumsal,

ekonomik ve hatta siyasî meselenin aydınlatılması ve anlaşılması açısından son derece

önemlidir.

Nüfus konusunun bilimsel bir şekilde ele alınmaya başlaması 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’da

doğum ve ölüm oranları üzerine yapılan kapsamlı araştırmalarla başlamıştır. 20. yüzyılda

özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde nüfusun hızla artmasıyla demografiye (‘nüfus bilimi’)

verilen önem artmıştır.

Bu bölümde, toplumsal yapı, toplumsal değişim ve ekonomik faaliyetlerle çok yakından alakalı

nüfus olgusu üzerinde durulacaktır. Nüfus olgusunun sosyoloji tarafından ele alınma biçimleri,

tanımlanması ve nüfusla ilgili kavramlar, nüfusla ilişkili diğer toplumsal olaylar ve nüfus

etrafında ortaya çıkan toplumsal meseleler dünya ve Türkiye nüfus hareketleri ve istatistikleri

ile birlikte ele alınmaya çalışılacaktır.

Page 225: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

225

8.1. Demografi: Nüfus Bilimi1

Demografi insan nüfusunun büyüklüğündeki ve hareketliliğindeki değişiklikleri araştıran bir

sosyal bilimdir. Niceliksel ölçümlerin insan davranışlarına uygulanmasında en başarılı örnektir.

Bu alan biyoloji, sosyoloji, istatistik, psikoloji, ekonomi ve tarihi değişik formlarda bir araya

getirir. Bir başka deyişle, inter-disipliner bir araştırma alanıdır. Demograflar birçok yönden

kendilerini ‘pozitif’ bilimler içinde görüyorlar. Ölçüm tekniklerine, özellikle de bu günlerde

nüfus sayımlarının doğruluğuna özen gösteriyorlar; detaylı matematiksel modeller

oluşturuyorlar; bütün ince teknik ayrıntıları tartışıyorlar. Ancak yapmaya çalıştıkları şey sadece

daha doğru sayabilmek değil. Onların ortaya çıkardığı işler bütün büyük kuramları uzun vadeli

büyük ölçekli değişimlerden ayrıntılı bir şekilde haberdar ediyor. Doğum, ölüm, evlilik,

boşanma vb. bireysel insan olayları bir araya getirildiğinde hepsinin büyük toplumsal sonuçları

olduğu görülüyor. Bu olaylar ortak modeller meydana getiriyor; demografların çalışmaları

ortalama davranış modellerini bulmak üstünedir.

Demografi, çeşitli sözlüklerde, sınırları belli bir coğrafyada bulunan nüfusun yapısını,

özelliklerini ve değişimlerini inceleyen bilim dalı olarak tanımlanmaktadır. 2 Birleşmiş

Milletler’in hazırladığı sözlükte, demografi, amacı insan nüfusunu incelemek olan ve bu

nüfusun boyutlarını, yapısını ve çeşitli niteliklerini sayısal açıdan irdeleyen bir bilim olarak

tanımlanır. Kısacası, demografi insan nüfusunun yenilenme, bazen de yenilenmeme

mekanizmalarını inceleyen bir disiplin olarak tanımlanabilir. Demograflar, temel olarak, dört

temel değişken üzerine yoğunlaşırlar: Doğum, ölüm, evlilik ve göç. Nüfusun niteliğini ve

niceliğini belirleyen temelde iki tür akış vardır: (1) Artı akışlar, yani doğumlar ve araştırmanın

konusu olan o yere yapılan göçler; (2) Eksi akışlar, yani ölümler ve araştırmanın konusu olan o

yerden dışarıya yönelik olarak yapılan göçler.

Fransız genetik bilimci ve demograf Albert Jacquard, tarih boyunca dünya nüfusunun yapısının

dört büyük değişiminden (dört büyük demografik devrimden) bahseder. Bu demografik

devrimler, bazen çevre koşullarının bazen de ölümler ve doğumlarla ilgili değişimlerin

tetiklemesiyle gerçekleşmiştir. Birinci demografik devrim, 400 bin veya 500 bin yıl evvel,

insanların ateşi kullanmasıyla başladı. Ateş, insanların erişebildikleri besinlerin çeşitlenmesini

1 Nüfus konusu değerlendirmeye çalıştığımız bu dersin hazırlanmasında, Doç. Dr. Didem Danış’ın “Demografi:

Nüfus Meselelerine Sosyolojik Bir Bakış” başlıklı ders notlarından yararlanılmıştır.

2 Demografi, halk anlamındaki Yunanca demos ve ‘yazmak’ anlamındaki yine yunanca graphien kelimelerinden

oluşur ve Türkçe’de Nüfus Bilimi olarak karşılanır. Demografinin odak noktası olan nüfus ise, ‘can, kişi’

anlamındaki Arapça ‘nefs’ sözcüğünün çoğuludur.

Page 226: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

226

sağlamış ve böylece ortalama ömür süresi uzamış ve nüfus çoğalmıştır. İkinci demografik

devrim, M.Ö. 40 bin ile 35 bin yılları arasında Yontma Taş Devri’nde başlar. Paleolitik çağın

bitişi, iklim koşullarının iyileşmesini ve besin kaynaklarının çoğalmasını sağlamıştır.

Buzulların çözülmesiyle birlikte, bitki ve hayvan türleri çoğalmış, böylece toprağın insanları

besleme kapasitesi artmıştır. Üçüncü demografik devrim, milattan önce 10 binli yıllarda

insanlık tarihindeki en önemli değişimlerden biri olan tarıma geçişle başlar. Tahıl üretimi,

hayvanların evcilleştirilmesi, nüfusun yerleşik hayata geçmesi ve insanların gıda depolamaya

başlaması besleme kapasitesini önemli ölçüde artırmıştır. Bu dönemde dünya nüfusu hızla

çoğalmaya başlamıştır. Dünya üzerindeki insan sayısının önce 50 milyona, sonra da 100

milyona çıktığı tahmin edilmektedir. Dünya nüfusunun milattan hemen önce 200 milyona,

milattan hemen sonrasında da 300 milyona ulaştığı tahmin edilmektedir. Dünya nüfusu, ufak

artışlarla 18. yüzyılda tahminen 800 milyon civarına ulaştı. Dördüncü demografik devrim,

özellikle 19. yüzyılda bilimin gelişimi, tıp alanındaki gelişmeler, yaşama koşullarının

iyileştirilmesi ve bütün bunların sonucunda ölüm oranlarının, özellikle de bebek ölümlerinin

azalması3 ve doğum oranlarının artmasıyla başlar.

Günümüzde her yıl dünyaya, ortalama olarak 80 milyondan daha fazla insan katılmaktadır.

Dünya Atıf Bürosu’nun 2008 rakamlarına göre, dünya üzerinde 6,7 milyar insan yaşamaktaydı.

Ekim 2011’de dünya nüfusunun 7 milyara ulaştığı ilan edildi.

8.2. Demografik Kuramlar

18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan bir dizi tarihsel önemi büyük değişimin ve

gelişimin sonucu olarak, nüfusta da ciddi artışlar yaşandı. Ekonomik ve siyasal nedenlerle

nüfusun belli bir düzeyde sabitlenmesine yönelik siyasetler geride kaldı.4 Yaşanan bu hızlı

dönüşümlerin sonucu olarak irdelenmeye, araştırılmaya ve açıklanmaya muhtaç konulardan bir

3 Örneğin 1700’lerin ortasında her yeni doğan 100 bebeğin sadece 75’i bir yılın sonunda hayatta kalabiliyordu,

beş yılın sonunda ise yalnızca 58’i yaşıyordu. 1800’lerde bu rakamlar bir yılın sonu için 84’e ve beş yılın sonu

için de 74’e yükseldi. 1980’lerin sonunda Avrupa’da her 100 bebekten 99’u beş yılın sonuna ulaşabilmekteydi.

4 Nüfus konusuna ilk ilgi duyan isimlerden olan Platon [Eflatun], şehrin nüfusuyla benimsediği siyaset arasında

bir paralellik olması gerektiğini savunuyordu. Ona göre en uygun nüfusun sabit bir nüfustu, böylelikle şehir

daha düzenli bir şekilde yönetilebilirdi. Önerdiği ideal vatandaş sayısı, kamusal ve idari görevlerin dağılımı

düzenlenirken kolaylıklar sağlayacağını düşündüğü 5040 idi. Nüfusun sabitlenmesi için Platon, oldukça

otoriter çözümler de sunmuştu: Evliliklerin denetlenmesi, hızlı nüfus artışı durumunda fazla nüfusun

kolonilere göç etmeye zorlanması, nüfus eksikliği durumunda ise kentteki yabancılara vatandaşlık hakkının

verilmesi vb. Bir diğer antik çağ düşünürü olan Aristoteles de, ideal nüfusun sabit bir nüfus olacağı ve bu

anlamda belli bir sayının belirlenmesi gerektiği görüşündedir.

Page 227: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

227

tanesi de, dolayısıyla, nüfusta yaşanan bu hızlı artış oldu. Çalışmalarını nüfus üzerine

yoğunlaştıran ve nüfusla ilgili analizler gerçekleştiren ilk ve en önemli isimlerden birisi -aynı

zamanda bir din adamı olan- iktisatçı Thomas Robert Malthus (1766-1834)’tur.

Malthus’un Nüfus Kuramı: Malthus Essay on the Principle of Population (Nüfus İlkesi Üzerine

Deneme, 1798) başlıklı kitabında, nüfus artışı konusunda oldukça karamsar bir tablo çizer.

Malthus’un nüfus teorisi, ‘azalan verim kanunu’ fikrine dayanır. Ona göre; nüfus artış hızı,

insanın beslenmesi için gerekli besin kapasitesindeki artıştan çok daha yüksektir ve bu da,

kaçınılmaz olarak bir kriz yaratacaktır. Herhangi bir kısıtlama olmaz ise eğer, Malthus’a göre,

nüfus geometrik olarak büyür (1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, ...), oysa besin kaynakları, yiyecek

üretiminin olmasına karşın, yalnızca aritmetik bir artış şeklinde gerçekleşecektir (1, 2, 3, 4, 5,

6, ...). Analizine göre, gıda arzıyla nüfus artışı arasındaki uçurum zaman içinde artacaktır.

Malthus, artan nüfus ve gıda arzı arasındaki uçurumu kapatmak için, nüfus artışının kontrolünü,

yani insanların doğurganlığını kontrol altına almayı önermektedir. Bunun da iki yolu vardır: (1)

Baskıcı veya negatif engeller: Ölüm oranlarını artıran, o nedenle de ‘kontrolsüz engeller’ olarak

tanımladığı bu faktörler arasında savaşlar, kıtlık ve salgın hastalıklar vardır. (2) Önleyici

tedbirler: Doğurganlık oranını azaltmayı hedefleyen bu tedbirler arasında fuhuş (üreme amaçlı

olmayan cinsel faaliyet), ahlaki kısıtlamalar (evlenmeden çocuk sahibi olmaya izin vermeyen

ahlakî değerler), evlenme yaşının geciktirilmesi (böylece çocuk sahibi olma yaşının

geciktirilmesi) vb.

Tipik bir liberal olan Malthus, yaşadığı devirde Avrupa’daki yaygın sefaletin sorumlusu olarak

yoksulların fazla üremesini gösterir. O, bir tür sosyal devlet nüvesi olarak tanımlanabilecek,

yoksullara sosyal yardım sunmayı düzenleyen “Yoksul Yasaları”na şiddetle karşı çıkar. Ona

göre “bu yardımlar, yoksulluğu yok etmek bir yana, yoksulluğun yaygınlaşmasına neden olur.

Hayat mücadelesi, tabiatın bir hikmetidir ve insanların tembelleşmesini engeller. Yoksulluk

yoksulların suçudur.” Malthus’un sözlerinde yoksulluk kapitalist ekonominin ‘serbest’ işleyiş

yasaları içinde doğallaşır, yoksulların kontrolsüz doğurganlığı ve tembelliği karşısında liberal

kapitalist ekonomi aklanmış olur.

Malthus’un fikirlerini benimseyen Neo-Malthusçuluk, özellikle 20. yüzyıl boyunca Üçüncü

Dünya ülkelerinde rağbet görmüş ve nüfus planlaması politikaları için kuramsal bir dayanak

oluşturmuştur. Malthus’a karşı çıkan anti-Malthusçuluk ise, nüfustaki azalmayı bir tehlike

olarak gören ülkelerde benimsenen, doğurganlığı teşvik eden bir öğreti olarak öğretidir.

Page 228: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

228

Karl Marx, Malthus’un nüfusa yaklaşımını şiddetle eleştirdi. Ona göre, asıl sorun Avrupa’nın

sanayi toplumlarındaki ekonomik ilişkilerin doğasıydı. Marx’a göre, dünya nüfusuyla (gıda da

dahil olmak üzere) kaynakların arzı arasında özel bir ilişki yoktur; toplum iyi bir şekilde

düzenlenmiş olsa, nüfus artışları açlık ve sefalete değil, daha fazla refaha yol açar.

Demografik Geçiş Kuramı: Bir toplumun teknolojik gelişme seviyesi ile nüfus modellerini

birleştirmeye çalışan bir yaklaşım olarak görülen demografik geçiş kuramı, nüfus değişiminin

daha karmaşık bir analizini sunmaktadır. Demografik geçiş kuramcıları, modernleşme,

sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte her ülkenin aynı demografik evrimi izleyeceğini, ancak

her ülkenin bu durumu farklı zamanlarda yaşayacağını iddia etmektedirler. Buna göre

demografik geçiş önce Avrupa ve Kuzey Amerika’da, ardından Asya ve Latin Amerika’da ve

son olarak da Sahraaltı Afrika ülkelerinde yaşanacaktır.

Demografik geçiş kuramı, sosyolojideki modernleşme kuramının bir türevi olarak

değerlendirilmektedir. Demografik değişim kuramının temel tezleri ile modernleşme kuramının

söylemleri arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Tarihin tek bir yönünün bulunduğu

varsayımını öne süren modernleşme okulunun temsilcileri, ilk klasik sosyologlardan

devraldıkları gelişmeci-evrimci bir yaklaşıma sahiptirler. Bu yaklaşımda çok yaygın olarak

geleneksel-modern karşıtlığından bahsedilmektedir. Modernleşme okulunun öngördüğü tek-

doğrusal evrim modeli çerçevesinde tüm toplumlar basit, ilkel bir başlangıçtan yani

gelenekselden moderne doğru karmaşık bir yol izleyeceklerdir. Tüm toplumların belirli bir

aşamada geleneksel oldukları ve sonunda kaçınılmaz olarak Batı’nın geçmiş olduğu

aşamalardan geçerek modernleşecekleri (Batılılaşacakları) varsayılmaktadır. Benzer şekilde,

demografik geçiş kuramcıları da, Avrupa ülkelerinin demografik deneyimlerini genellemekte,

Avrupa ülkelerinin demografik tarihine bakarak, demografik olayların akışında düzenli bir sıra,

ortak bir güzergah tespit edilebileceğinden ve bu yolla dünyanın diğer ülkelerinde gelecekte

yaşanması muhtemel demografik değişimlerin tahmin edilebileceğini savunmaktadırlar.

Demografik geçiş kuramına göre, bütün toplumlar kaçınılmaz olarak doğurganlık ve ölümlülük

hızlarının yüksek olduğu bir aşamadan her ikisinin de düşük olduğu bir aşamaya geçiş

yapacaklardır. Klasik demografik geçiş kuramı; nüveleri Adolphe Landry’de bulunsa da, daha

sistematik hale gelmesi, 1940’ların sonunda ve 1950’lerin başında Frank W. Notestein’ın

çalışmalarıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Kuram uzun bir dönem boyunca Avrupa ülkelerinin

doğum ve ölüm hızlarının izlenmesi ile geliştirilmiştir. Dört aşamalı ve beş aşamalı türevleri de

bulunmasına karşın, Notestein tarafından geliştirilen ve sonrasında da yaygın olarak kullanılan

demografik geçiş modeli üç aşamalıdır: İlk aşamada, yani sanayileşme öncesi aşamada hem

Page 229: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

229

doğum, hem de ölüm hızları yüksektir. Nüfus artış hızı asgari düzeydedir. İkinci aşamada,

sanayi devriminin sonucu olarak iyileşen sağlık ve yaşam koşullarının etkisi ile ölüm hızları

düşmeye başlamakta, doğum hızlarındaki düşüş onu gecikmeli olarak takip etmektedir. Bu

aşamada hızlı bir nüfus artışı söz konusu olmaktadır. Son aşamada ise, doğum ve ölüm hızları

çok düşük düzeylere inmektedir. Bu aşamada da, ilk aşamada olduğu gibi, nüfus artış hızı yine

minimal düzeylerdedir.

Demografik geçişin bu şekilde genel bir seyri olmakla birlikte başlangıç zamanı, ne kadar

sürdüğü, hangi faktörler tarafından etkilendiği gibi konularda her ülkede, hatta ülkelerin alt-

nüfus gruplarında farklılıklar görülebilmektedir. Her ülke kendi demografik geçiş sürecini,

kendisine özgü tarihsel ve karmaşık toplumsal süreçlere bağlı olarak kendine özgü bir şekilde

yaşamaktadır. Örneğin, Avrupa ülkelerinin çoğunda bir yüzyılı bulan demografik geçiş süreci,

Türkiye gibi ülkelerde ertelenmiş olarak ve daha kısa bir süreç olarak yaşanmıştır.

Demografik geçiş kuramı; tek-tipleştirici bir bakış olarak görülmüş ve aynı ülke içindeki farklı

bölgeler arasındaki demografik farklılıkları açıklamakta yetersiz kaldığı gerekçesiyle

eleştirilmiştir. Yine, kuramın tek-doğrusal evrimci anlayışının, geçiş sürecindeki ritim

farklılıklarını açıklamakta yetersiz kaldığı vurgulanmıştır. Üçüncü bir eleştiri konusu, kuramın,

nüfusun artış hızı konusundaki yaklaşımlarının yalnızca doğum ve ölümler üzerine odaklandığı,

fakat günümüzde son derece önem kazanan göç olgusunu ihmal ettiği noktasında

yoğunlaşmaktadır.

8.3. Demografinin Bazı Kavramları

Bir toplumda doğal nüfus artış hızı sıfır ise buna sabit veya durağan nüfus denir. Sabit nüfus

durumunda, doğum ve ölüm hızları birbirine eşittir. Ölümlerin telafi edileceği kadar doğum

gerçekleşir. Ölümlerin doğumlardan daha fazla olduğu durumlarda, telafi edici bir göçmen

nüfusu kabul süreci yaşanmazsa eğer, nüfus azalma eğilimine girer. Bu duruma da nüfus yitimi

veya nüfus azalması denir. Doğumların ölümlerden fazla olduğu durumlarda, yani doğal nüfus

artış hızının pozitif olduğu durumlarda nüfus artışı durumu ile karşılaşırız.

Doğumlar ve ölümler, nüfusun gelişimine etki eden ‘doğal’ faktörlerdir. Nüfusun artışını ya da

eksilişini etkileyen diğer bir olgu da ‘göç’tür. Doğumlar ve ölümler, nüfus kütlesinin niteliğini,

yaş ve cinsiyet dağılımını belirler.

Page 230: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

230

Nüfusun incelenmesi, doğurganlığın incelenmesiyle başlar. Doğurganlık, bir ülkedeki nüfusun

çocuk doğurma sıklığıdır. Doğurganlık, kaba doğum hızı/oranı üzerinden tanımlanır. Kaba

doğum hızı, belli bir nüfusta, genellikle bir yıl içinde her 1000 kişiye düşen canlı insan doğum

sayısıdır. Belli bir sürede meydana gelen canlı doğumların (genellikle 1 yıl), üreme çağındaki,

yani 15-49 yaş arasındaki kadınların nüfusuna bölünmesiyle elde edilen göstergeye de genel

doğurganlık hızı adı verilmektedir. Demografi alanında ayrıca yaşa özel doğurganlık hızı gibi

terimler de kullanılmaktadır. 2000’de Türkiye’de 1,434,297 insan dünyaya gelmiş ve bu sayı

2008’de 1,281,3002’ye, 2009’da da 1,241,617’ye gerilemiş. Kaba doğum hızı da 2008’de binde

18 iken, 2009’da binde 17,3 olarak gerçekleşmiş.

Biyolojik bakımda doğurganlığın en yüksek olduğu yaş olarak 19 kabul ediliyor. Bu yaştan

itibaren yavaş yavaş doğurganlık kapasitesi azalıyor. Doğumların evlilik içinde kabul gördüğü

toplumlarda, dolayısıyla, evlilik yaşı doğum oranlarını etkileyen önemli bir faktör olarak

karşımıza çıkıyor. Türkiye’de kadınlar ilk doğurganlık deneyimlerini 20’li yaşlarında

yaşamaktadırlar. 1978’ten itibaren, her yaş grubunda doğurganlık oranı düşmektedir.

İstanbul’da doğurganlık hızı her zaman Türkiye ortalamasının altında olmuştur. Bu, genel

olarak kentsel ve kırsal yerlerdeki doğurganlık farkıyla açıklanmaktadır. Ancak, son on yıllarda

yaşanan süreç, kırsal bölgelerde de doğurganlığın düştüğünü ve İstanbul ve Türkiye

ortalamalarının birbirine yaklaştığını göstermektedir. Doğurganlığı etkileyen faktörlerden birisi

de, şüphesiz, gebelik önleyici yöntemlerin kullanılmasıdır. Türkiye’de –hap, rahim içi araçlar,

kandom kullanımı, tüp ligasyonu vb. gibi- gebeliği önleyici yöntem kullanımı 1978’de %38

civarında iken, 2008’de yaklaşık %73 olarak gerçekleşmiştir.

Page 231: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

231

Ölümler, nüfusun hacmini ve yapısı etkileyen üç temel faktörden biridir. Nüfus üzerinde

azaltıcı etkide bulunur. Ölüm hızı kalkınmışlık ve refah seviyesine, yaş, cinsiyet ve ırk

gruplarına, ikamet edilen yere (kent/köy), evlilik durumu ve sosyo-ekonomik seviyeye bağlı

olarak değişkenlik gösterir. Nüfus bilimciler ölüm oranını ölçmek için, kaba ölüm hızı (oranı)

kavramını kullanırlar. Kaba ölüm hızı, bir yıl içinde kaydedilen ölümlerin sayısının toplam

nüfusa bölümünün 1000 ile çarpımı ile elde edilen göstergedir. Bu rakam, o ülkede yıllık

ortalama ölüm miktarını göstermektedir. Ölüm oranları, yaşa ve cinsiyete göre

farklılaşabilmektedir. Toplumsal eşitsizlikler de, belli toplumsal sınıfların ölüm oranlarında

farklılıklar yaratabilmektedir.

Kullanılan bir diğer demografik ölçüt, bebek ölüm hızıdır. Bir yılda doğumda veya doğum

sonrasında ölen 1 yaşın altındaki bebek ölümlerinin toplam doğum sayısına bölümünün 1000

ile çarpılmasıyla hesaplanır (bebek ölüm oranı (hızı) = [0 yaşındaki ölümler ÷ doğumlar] *

1000). Türkiye’de ölümler açısından son yıllara kadar en temel konu bebek ve çocuk ölümleri

olmuştur. Ekonomik kalkınma seviyesinin çok gerisinde bir seyir izleyerek, 2008’de bebek

ölümleri binde 17, beş yaş altı çocuk ölüm hızı ise binde 14 olarak gerçekleşmişti (bu oranlar

1978’de –sırasıyla- binde 154 ve binde 97 idi; 1945’te Türkiye’deki bebek ölüm hızı binde 275

civarında idi).

Düşük bebek ölüm oranı, insanların ortalama ne kadar yaşayacağını tanımlamak için kullanılan

yaşam beklentisini de büyük ölçüde artırmaktadır. BM 2007 verilerine göre, tüm dünyada

ortalama yaşam beklentisi 67’dir. Ortalama yaşam beklentisinin en yüksek olduğu kıta Kuzey

Amerika’dır (78 yaş); Avrupa’da ortalama yaşam beklentisi 74, Asya’da ise 68’dir. En düşük

ortalama yaşam beklentisi Afrika kıtasında gözüküyor (52 yaş). Türkiye’de ortalama yaşam

beklentisi, 1940’lardan itibaren düzenli olarak yükseliş göstermektedir. 2008’deki verilere göre

Türkiye’de ortalama yaşam beklentisi kadınlarda 76, erkeklerde ise 71’dir.

Demografların önemsedikleri husus, belli bir dönemdeki mutlak doğum sayısını bulmak değil;

mutlak doğum sayısının bu doğumları üretecek toplam nüfusa bölümüyle elde edilen kaba

doğum oranını bulmaktır.

Bir ülkenin nüfusunda her 100 kadın için erkek sayısını gösterir cinsiyet oranı nüfusun niteliği

için önemli bir değişkendir. Daha karmaşık bir ölçü, bir nüfusun yaş ve cinsiyetinin grafiksel

temsilini ifade eden yaş-cinsiyet piramididir. TÜİK verilerine göre, 31 Aralık 2010 itibariyle

Türkiye’nin nüfusu 73,722,988 kişi olarak tespit edilmiştir. Nüfusun %50,2’sini (37,043,182

Page 232: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

232

kişi) erkekler, % 49,8’ini (36,679,806 kişi) ise kadınlar oluşturmaktadır. 2009 verilerine göre

Türkiye’nin yaş-cinsiyet piramidi aşağıdaki grafikte gösterilmiştir:

TÜİK, 2012 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre Türkiye’nin nüfusunun

2012 yılı sonu itibariyle 75 milyon 627 bin 384 kişi olduğunu açıkladı. Yine aynı verileri baz

alarak, TÜİK Türkiye’nin gelecek yıllardaki tahmini nüfus artışına ilişkin projeksiyonlar da

geliştirdi. Bu projeksiyonlara göre Türkiye’nin nüfusunun 2023’te 84 milyon 247 bin 88,

2050’de 93 milyon 475 bin 575 ve 2075 yılında da nüfusta bir azalma yaşanarak 89 milyon 172

bin 88 kişi olması beklenmektedir. Demografik göstergelerdeki mevcut eğilimler devam ettiği

taktirde Türkiye nüfusu yaşlanmaya devam edecektir. 2012 yılında yaşlı nüfus olarak tabir

edilen 65 yaş ve üzerindeki nüfus 5,7 milyon, bunların toplam nüfusa oranı ise % 7,5 idi. 2023

yılında ise bu nüfusun 8,6 milyon kişiye ve toplam nüfus içerisindeki oranının ise % 10,2’ye

yükseleceği tahmin edilmektedir. Türkiye nüfusunun ortanca yaşı 2012’de toplamda 30,1 iken

Page 233: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

233

(erkeklerde 29,5, kadınlarda 30,6); 2023’te bu rakamın 34’e (erkeklerde 33,3, kadınlarda 34,6),

2050’de 42,9’a ve 2075’te ise 47,4’e yükseleceği beklenmektedir.

Yaş ve Cinsiyete Göre Nüfus Projeksiyonu, 2013-2023 (1000 kişi)

Yaş

Age

2013 2023

Toplam

Total Erkek

Male Kadın

Female

Toplam

Total Erkek

Male Kadın

Female

0-4 6 150 3 155 2 995 5 835 2 985 2 849

5-9 6 243 3 204 3 039 5 913 3 027 2 887

10-14 6 358 3 262 3 096 6 106 3 135 2 971

15-19 6 465 3 319 3 146 6 238 3 199 3 039

20-24 6 221 3 165 3 056 6 488 3 302 3 186

25-29 6 277 3 186 3 091 6 599 3 339 3 261

30-34 6 535 3 304 3 231 6 227 3 138 3 089

35-39 5 805 2 936 2 869 6 251 3 166 3 085

40-44 5 308 2 673 2 635 6 482 3 272 3 209

45-49 4 705 2 380 2 324 5 738 2 895 2 843

50-54 4 231 2 122 2 109 5 208 2 609 2 599

55-59 3 548 1 766 1 782 4 547 2 277 2 270

60-64 2 759 1 347 1 412 3 989 1 961 2 028

65-69 2 046 951 1 095 3 205 1 542 1 663

70-74 1 507 675 832 2 318 1 071 1 246

75-79 1 072 458 615 1 520 647 873

80-84 820 336 484 900 352 548

85+ 434 136 298 682 219 463

Kaynak: TÜİK, Nüfus Projeksiyonları, 2013-2075

Page 234: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

234

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bu derste, toplumsal yapı ve toplumsal değişimle doğrudan ilişkili bir konu olan nüfus üzerinde

durmaya çalıştık. Nüfusun büyüklüğünü, yapısını ve hareketliliğini inceleme konusu yapan

demografinin kullandığı temel kavramları, nüfus üzerine belli başlı kuramları özelde Türkiye

nüfusunun yaşadığı değişimler, gösterdiği yapısal özellikler bu derste ele alınmaya çalışılan

konulardı.

Özellikle nüfus artış hızında önemli bir faktör olarak dikkat çeken göç olgusuna bu derste, bir

önceki derste geniş olarak değerlendirildiği için, ayrıca bir yer verilmemiştir.

Page 235: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

235

Bölüm Soruları

1. Nüfus sayımları, bize toplumun yapısı hakkında ne tür bilgiler verebilir?

2. Malthus’un nüfus kuramı hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Tartışınız.

3. “Çalışabilir yaştaki nüfusun (15-64 yaş aralığı) toplum nüfus içerisindeki oranının

artmasına demografik fırsat penceresi adı verilir. Türkiye’de nüfus artış hızının

1990’lardan itibaren yavaşlamaya başlaması ve henüz nüfusta ciddi bir yaşlanma

olmaması, demografların ifadesiyle, bir fırsat penceresi açılması anlamına geliyor.

Türkiye’de 15 yaş altı nüfusun toplam nüfus içindeki payı azalırken, üretken nüfus

olarak tanımlanan 15-64 yaş grubunun payı bir süre daha artmaya devam edecek. Bu

demografik değişim hakkında TÜSİAD ve ATO gibi sanayi ve ticaret odaları çeşitli

raporlar yayınladılar. Getirilen eleştirilerden biri, üretken olabilecek nüfus artarken

istihdama katılım oranının düşeceği, yani işsizliğin artacağı şeklindeydi.”

Demografik fırsat penceresinin avantajları ve dezavantajları neler olabilir? Ekonomi,

siyaset, toplum ve kültür alanlarından örnekler vererek tartışınız.

4. “Genç bir nüfus ve yüksek nüfus artışı ekonomik kalkınma için olumlu bir değerdir.”

cümlesini tartışınız.

5. “Nüfus patlaması Üçüncü Dünya ülkeleri için korkunç bir felakettir. Nüfus planlaması

acil ve elzemdir.” cümlesini tartışınız.

6. “Dünyanın hemen her yerinde erkekler kadınlara göre daha kısa yaşamaktadır. Üstelik

bu fark giderek daha da büyümektedir.” Pek çok ülkede kadınların ve erkeklerin yaşam

koşulları eskiye oranla çok daha fazla benzeşmeye başladığı halde, bu farkı nasıl

açıklayabilirsiniz? Tartışınız.

7. Alt-gelir gruplarında daha yüksek ölüm hızına (oranına) rastlanmasının sebepleri sizce

nelerdir? Tartışınız.

Page 236: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

236

9. GÖÇ ve TOPLUM

Page 237: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

237

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

9.1. Toplumsal göç nedir?

9.2. Toplumsal göç konusu sosyolojide nasıl ele alınmaktadır?

9.3. Toplumsal göç konusunu açıklamaya yönelik geliştirilen sosyolojik teoriler

nelerdir?

9.4. Türkiye’de yaşanan iç ve dış göçlerin temel dinamikleri nelerdir?

9.5. Türkiye’de yaşanan iç ve dış göç gelişmeleri hangi özellikleri göstermektedir?

Page 238: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

238

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Bir insan, doğup büyüdüğü toprakları terk ederek yabancı bir coğrafyaya ve kültüre

yerleşmeyi neden tercih eder?

Göçmenlerin, göç ettikleri ülkelerde bulmayı umdukları şeyler nelerdir?

Page 239: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

239

Anahtar Kavramlar

Göç

Göçmen

Mülteci/lik

Sığınmacı

Kaynak Ülke – Hedef Ülke – Geçiş Ülkesi

İç Göç – Dış Göç

Zorunlu Göç – Gönüllü Göç

Küresel Göç

Page 240: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

240

Giriş

Dünya genelinde uluslararası göçmenlerin sayısı iktisadî ve siyasal problemler, savaşlar ve

diğer nedenlerle her geçen gün artmakta ve küresel göç hareketliliği bütün ülkeleri, toplumları

ve bireyleri etkileyecek boyutlara ulaşmaktadır. 2000’de uluslararası göçmen sayısının yaklaşık

173 milyon olduğu ifade edilmişti. Bu sayı 2010’de 222 milyona ulaştı. Birleşmiş Milletler

(BM)’in 2015 yılı Göç Raporu’na göre ise, göçmen sayısı 244 milyona ulaştı. İç göçlerle

birlikte, günümüz dünyasında 1 milyar civarında bir nüfusun şehir, ülke ya da bölge

değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Uluslararası göçmenlerin

yaklaşık 2/3’ünü Avrupa (76 milyon) ve Asya (75 milyon) barındırmaktadır. Dünyanın en fazla

göçmen nüfusunu barındıran ülkesi olarak ABD başı çekmektedir (47 milyon). Yine BM’nin

verilerine göre, dünya üzerinde zorla yerinden edilen nüfus sayısı, İkinci Savaş’tan itibaren en

yüksek sayıya ulaşarak 60 milyona yaklaşmıştır. Bunların yaklaşık 20 milyonu mülteci,

yaklaşık 2 milyonu sığınmacı ve 38 milyon civarındaki kısmı ise ülke içinde yerinden edilen

statüsündedir. Son yıllarda ülkemiz de uluslararası göç olgusuyla yoğun bir şekilde

karşılaşmaktadır. 2016 yılı itibariyle ülkemizde 2,7 milyonu Suriyeli olmak üzere 3 milyonu

aşkın mülteci (geçici koruma altındaki kişiler ve geçici mülteciler) bulunmaktadır. Bu

rakamlarla Türkiye, dünyada en fazla sayıda mülteci barındıran ülke konumuna gelmiştir.

Dünya üzerindeki mültecilerin yarısından fazlasını (% 53) Suriyeli, Afganistanlı ve Somalililer

oluşturuyor.

Son derece karmaşık boyutları olan, neredeyse insanlık tarihiyle özdeş ve tüm toplumları

etkileyen bir toplumsal olgu olarak göç, aslında içerisinde pek çok riski barındıran bir süreçtir.

İster gönüllü isterse de zorunlu olsun, ister ülke içinde isterse de uluslararası boyutta olsun

insanların –birey veya grup olarak- doğup büyüdükleri, belli bir toplumsal çevreye sahip

oldukları, aşina oldukları bir yeri terk edip yabancısı oldukları yerleri mekân edinmek üzere yer

değiştirmelerini ifade eden bir süreç olarak göç, içerisinde pek çok riski barındırmaktadır.

Göç, bireylerin ya da grupların sembolik veya siyasal sınırların ötesine, yeni yerleşim alanlarına

ve toplumlara doğru geçici veya kalıcı olmak amacıyla yer değiştirme eylemlerini ifade eder.

Amaçlarına, alanlarına, göçe sebebiyet veren faktörlere, göçün süresine, göçmenlerin son

yerleştikleri ülkelere, göçmenlerin yasal statülerine, göç eden insanların niteliklerine ve

göçlerin boyutları bağlı olarak pek çok farklı göç türünden bahsetmek mümkündür. Bütün bu

yönleriyle de göç olgusu sosyoloji, hukuk, ekonomi, coğrafya, siyaset bilimi, uluslararası

ilişkiler vb. gibi pek çok sosyal bilimin ilgi alanına girer. Yine gösterdiği bu çeşitliliklerin de

Page 241: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

241

etkisiyle, göç olgusunu birbirinden farklı biçimlerde tanımlayan ve açıklamaya çalışan birçok

farklı göç kuramı üretilmiştir. Yine bu çerçevede göç ve göçmenlerle ilgili olarak birçok farklı

kavram geliştirilmiş, birçok farklı devlet ve sivil toplum kuruluşu ortaya çıkmıştır.

Farklı bilimsel alanlarda göç üzerine çalışan akademisyenler; göç olgusunu çalışma hayatı,

sınıfsal yapılar, aile yapıları, akrabalık ilişkileri, kentleşme, suç vb. gibi toplumsal hayatın pek

çok boyutuyla alakalı olarak incelemekte ve çağdaş toplumların güncel durumlarına ilişkin

önemli ipuçları sunmaktadırlar.

Göç olgusunu ele almayı hedefleyen bu bölümde; toplumsal ya da bireysel nedenlerle ve

zorunlu veya gönüllü olarak gerçekleştirilen ve önemli toplumsal sonuçlara sebebiyet veren göç

olgusu tanımlanacaktır. Bu çerçevede, göç kuramları tanıtılmaya ve göç türleri analiz edilmeye

çalışılacak ve göçün nedenleri ve sonuçları değerlendirilecektir.

9.1. Göçle İlgili Kavramlar ve Tanımlar

Tarih boyunca insanlar çeşitli sebeplerle doğdukları ve yaşadıkları yerlerden ayrılarak daha iyi

bir yaşam koşullarına sahip olabilmek için yeni yerler arayışı içerisinde oldular. Göç bir

anlamda sebep ya da sonuç olarak, sosyal değişme ve gelişmenin göstergesi oldu. Aynı

zamanda, kültürlenmeye1 ve kültür değişimine de yol açmaktadır. Kültürel farklılıklar ya da

farklı kültürlerin bir arada oluşu kimi zaman göçlere yol açmışken, kimi zaman da göçler

kültürel çeşitlilik olgusunu ve buradan kaynaklanabilecek yeni problemleri beraberinde

getirmiştir: “Göçler toplumsal değişmelerin en güçlü unsuru olarak, farklı fiziksel yapıya, dine,

kültüre ve dile sahip toplulukları karşı karşıya getirmiş, bu toplulukların bir arada yaşamalarına

ve böylelikle etkileşim içinde olmalarına neden olmuştur.”2 Ulus devlet yapılanmaları, kimi

zaman kültürel çeşitliliği bir tehdit olarak algılamış, küreselleşme ile birlikte ise çok-kültürlülük

tartışmaları gündeme gelmiştir.

Göç, genel olarak, insanların ya da grupların coğrafî yer değiştirmelerini ifade etmek için

kullanılan bir tabirdir. Kemal Karpat’a göre göç, ‘kişinin asıl yerinden ulaşmak istediği yere

1 Kültürlenme: Kültürler arasında etkileşim sonucunda gerçekleşir ya da farklı toplumlardan kopup gelen birey

ve grupların buluşması ve bir etkileşim sürecine girmesiyle başlar. Bir bireyin ya da grubun kendi kültüründe

bulunmayan yepyeni bir birleşime varmasıyla kültürlenme gerçekleşir. Köyden büyük kente göç eden bir

bireyin, kendi bölgesine özgü kültürel ögeleri ve kentte karşılaştığı yeni kültürel ögeleri kendinde

birleştirmesiyle kültürlenme ortaya çıkar.

2 Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, İstanbul: Timaş Yay., 2010, s. 9.

Page 242: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

242

yaptığı harekettir.’ 3 Everett S. Lee de, göçü genel olarak ‘kalıcı ya da yarı kalıcı yer

değiştirmeleri’ olarak tanımlamaktadır. Michael Kearney de, benzer şekilde, göçü ‘insanların

bir coğrafya üzerinde yer değiştirmeleri’ olarak tarif eder. 4 Adıgüzel de göçü “insanların,

sosyal, ekonomik, siyasi veya doğal nedenlerden dolayı coğrafî olarak yer değiştirmesi”5 olarak

tanımlamaktadır. Taylan Akkayan’a göre göç, ‘kişilerin hayatlarının gelecekteki kısmının

tamamını ya da bir parçasını geçirmek üzere, bir iskân ünitesinden (köy, kasaba, kent gibi)

diğerine yerleşmek kaydıyla yaptıkları coğrafik bir yer değiştirme olayıdır.”6

Göçün özellikle coğrafî bir yer değiştirme olduğuna dikkat çeken bu tanımların sayısını

artırmak mümkün. Fakat göç, bunun da ötesinde, toplumsal boyutlara da sahip bir olaydır. Zira

göç bir toplumdan bir başka topluma yapılmaktadır. Bu yönüyle göç, coğrafî mekân değiştirme

sürecinin sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasî boyutlarıyla toplum yapısını değiştiren nüfus

hareketleri olarak ortaya çıkmaktadır. Kapsayıcı bir göç tanımı, Cemal Yalçın tarafından

yapılmıştır: “Göç, ekonomik, siyasî, ekolojik veya bireysel nedenlerle, bir yerden başka bir yere

yapılan ve kısa, orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim hedefi güden coğrafik,

toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir.”7

Sanayi devrimi, göç olgusuna yönelik akademik çalışmalar için önemli bir dönüm noktasıdır.

Literatürde göç tartışmaları, sanayi devriminin etkisi ile ortaya çıkan kentleşme olgusunun

ekseninde kırdan kente göçlerin incelenmesi ile başlamıştır. İkinci Savaş sonrasında ve soğuk

savaş dönemlerinde yaşanan göç hareketleri, göç olgusunun sosyal bilimlerde yeniden gündeme

gelmesine ve tartışmaların ivme kazanmasına sebebiyet vermiştir.

Sanayileşen ülkelerin işgücüne duyduğu ihtiyacın salt kırsal bölgelerden karşılanamaması

nedeniyle, uluslararası göç dönemi başlamış ve böylelikle de uluslararası göç ve bu göç

etrafında meydana gelen toplumsal gelişmeler göç sosyolojisi araştırmalarında önemli bir yer

tutmaya başlamıştır. Göç tartışmaları ilk aşamada ekonomik temelden hareketle makro düzeyde

yürütülürken, zaman içerisinde göçleri mikro düzeyde inceleyen sosyolojik araştırmalar

yoğunluk kazanmaya başlamıştır.

3 Kemal Karpat, a.g.e., s. 3.

4 Her iki tanım için de bkz. Cemal Yalçın, Göç Sosyolojisi, Ankara: Anı Yay., 2004, s. 11.

5 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, Ankara: Nobel Akademik Yay., 2016, s. 3.

6 Taylan Akkayan, Göç ve Değişme, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1979.

7 Cemal Yalçın, a.g.e., s. 13.

Page 243: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

243

Göçün sebepleri, türleri, yapıları, göçün ve göçmenlerin yapısına yönelik olarak çeşitli

düzeylerde göç tartışmaları yapılmış ve göç teorileri geliştirilmiştir. Çok sayıda göç teorisinin

olması, büyük ölçüde, göçlerin çok farklı açılardan sınıflandırılabilir olmasından

kaynaklanmaktadır. Örneğin, göç tartışmalarının dönüm noktası olan sanayi devrimi göçlerin

yapısını şekillendirmek ve değiştirmek noktasında önemli rol oynamış olduğundan, göçler

sanayi devriminden önce ve sonra yapılan göçler olarak ikiye ayrılabilmektedir. Bir diğer

sınıflama ise, göçlerin kısmî –bireysel- ya da toplu göçler olmasından hareketle yapılmaktadır.

Toplu göçler; belirli bir topluluğun tamamının ya da büyük çoğunluğunun doğal afetler veya

ekonomik, siyasi, dinî vb. sebeplerle yaşadığı bölgeyi terk ederek ya da zor ile gönderilerek,

kendilerine yaşayacak yeni yurtlar edinme arayışlarını içine alır. Kavimler göçü, İslamiyet’in

ilk yıllarında Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicreti veya Suriye’de yaşanan iç savaş

sonucunda Suriyelilerin civar ülkelere yapmış oldukları göçler toplu göçlere örnek olarak

gösterilebilir. Bireysel göçler de benzer sebeplerle salt bireylerin ya da aile gibi küçük grupların

doğdukları bölgelerden ayrılarak sürekli ya da geçici olarak yeni bölgelerde yaşamlarını

sürdürmelerini ifade etmektedir.

Her ne kadar göç üzerine çok fazla eğilmemiş olsa da İbn Haldun’un başyapıtı Mukaddime’de

de göç hakkında değerlendirmelerde bulunduğu bilinmektedir. İnsanoğlunun gelişim sürecinin

bedevilik (göçebelik) ile başlayıp hadariliğe (yerleşik hayata) ulaştığını iddia eden İbn Haldun,

nedensellik zinciri oluşturarak kurguladığı toplumsal olayları ve toplumların gelişimini

anlatırken göçün nedenlerinden de bahsetmektedir. İbn Haldun, Mukaddime’de toplumun

işbölümü sayesinde zenginlik ve refaha ulaşacağından, belirli bir refaha ulaştıktan sonra

ihracatın ve toplumların gelişeceğinden bahsetmektedir. Ekonomik refah içerisinde olan

yerlerin ise göç alan bölgeler olduğunu söylemektedir. Mısır’daki refahın diğer yerlerden daha

muazzam olduğunu haber alan Mağripli fakirlerin Mısır’a göç etmek için yoğun uğraş

vermeleri örneğinden hareket eden İbn Haldun, şehrin nüfusunu refah düzeyi ile

ilişkilendirmiştir. Refah düzeyinin yüksek oluşunu ise sanat düzeyine bağlamış ve aşağıdaki

şekilde ifade etmiştir.

“Bir şehrin ümranı gerilemeye yüz tutar ve oradaki nüfus seyrek hale gelmeye başlarsa,

bundan dolayı sanatlar da azalır. Şehrin ümranı büyüyüp nüfusu kalabalıklaşınca, o

vakit artan ameller (vasıflı iş gücü) sebebiyle (inşaat) malzemesi çoğalır, sanatkar (ve

ustalar) fazlalaşır.”8

8 İbn Haldun, Mukaddime, Süleyman Uludağ (haz.), İstanbul: Dergah yayınları, 1982, c. II, s. 840-841.

Page 244: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

244

Göç tartışmaları XIX. yüzyılda ivme kazanmış olsa da, İbn Haldun’un göçe ilişkin yorumları,

göç tartışmalarının kökeninin XIV. yüzyıla kadar geri götürülebileceğini göstermektedir.

Göç kavramı, tarihi çok eskilere giden, çok kapsamlı ve tartışmalı bir kavramdır. Bu nedenle

göç tanımlamaları ve çeşitleri de farklılıklar arz etmektedir. Göç tanımlarının

farklılaşmasındaki temel sebep, göç tanımı yapılırken gözetilen öncelikler ve göçün temel

unsurlarının ve koşullarının farklılaşmasıdır.

Göç olgusu üzerine oluşturulmuş olan göç tanımları belirli düzeylerde farklılaşsa da, temel

olarak, bireyin/topluluğun yaşadığı coğrafyayı değiştirmesi üzerinden yapılmaktadır. İkinci

olarak, bireyin özgür iradesiyle verdiği kararların, yaptığı tercihlerin dikkate alındığı görülse

de, köle ticaretini de göç çeşitleri içerisinde gösterenler varlığı, ‘özgür irade’yi göç tanımının

zorunlu bileşenlerinden biri olup olmadığı konusunu tartışmalı kılmaktadır.

Göçlerin sebepleri, yaşanılan yapının farklılaşmasına göre değişiklik arz etse de, temel sebep

bireylerin yaşam koşullarını/kalitesini iyileştirmeyi istemeleri esasına dayandırılabilir. Yaşam

koşullarını/kalitesini iyileştirme amacı ekonomik nedenlere bağlı olabileceği gibi, göç edilecek

ülkenin, kişinin yaşam standardını değiştirebilmesine aracılık edecek imkanlara sahip olması

da (örneğin, göç edilen ülkenin sunduğu eğitim imkanları) göç etme sebepleri arasında

gösterilebilir. Benzer şekilde bireylerin siyasî sebeplerle yaşadıkları bölgeyi terk etmek zorunda

kalması da, göçte önemli bir etkendir. Zoraki/zorunlu göçlerde ise durum tersinden işler: Yaşam

kalitesi ve imkanları iyileştirilmeye çalışılan grup göç edenler değil, kimi zaman geride

bırakılanlar (bir tür toplumsal saflaştırma çabası), kimi zaman da göçe zorlandıkları bölgedeki

toplum ya da bölgedir (tarih boyunca görülen iskan hareketleri gibi).

Göçlerin sebepleri çok belirgin ve tüm insanlık dönemleri boyunca benzer olsa da, zamansal ve

dönemsel farklılıklar göçü hazırlayan nedenleri farklılaştırmaktadır. Göç sebebi olarak

değerlendirilen nüfus artışı, mevcut kaynakların sınırlı ya da yetersiz olmasından dolayı, o

topluluğu ek yeni kaynaklar aramaya yöneltmektedir (kavimler göçünde olduğu gibi). İslam’ın

ilk yıllarında Habeşistan’a ve daha sonrasında Medine’ye göç eden Müslümanlar ve

Amerika’ya yerleşen Avrupalı beyazların önemli bir kısmını Avrupa’daki dinî baskıdan

kaçanların oluşturması örneğinde olduğu gibi ‘dinî baskı’ ya da dünyanın pek çok ülkesinde

görülen mülteciler örneğindeki gibi ‘siyasî özgürlüğün ihlali’9 sıklıkla karşılaşılan diğer göç

sebepleridir.

9 William Petersen, “A General Typology of Migration”, American Sociological Review, Haziran 1958, c. 23,

sy. 3, s. 259.

Page 245: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

245

Göç sebeplerinin farklılaşması farklı göç çeşitlerinin ortaya çıkmasına da yol açmaktadır. Göç

tanımlarında olduğu gibi göç çeşitleri konusunda da ortak bir görüş yoktur. Göç çeşitleri, göçü

tanımlarken merkeze alınan kriterlere göre farlılıklar arz etmektedir. Göçün kendisi belli bir

hareketliliğe işaret ettiği gibi, göç çeşitleri ve sebeplerinde de sabitlik yoktur. Sürekli bir

değişim halindedir. Bu açıdan, göç türleri göçün yapısı, büyüklüğü, motivasyonu/güdüsü,

isteklilik derecesi ve mesafesine bağlı olarak çeşitlenmiştir. Literatürde ilk tartışılan göç tipi

kır-kent göçü iken, zamanla iç-dış göç olgusu da tartışılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla göç

çeşitliliği temelde mesafe üzerinden ele alınarak iç göçler (ulusal göçler) ve dış göçler

(uluslararası göçler) olarak ikiye ayrılmaktadır. “Kişilerin sürekli olarak yerleşmek ya da belirli

bir süre yaşamak üzere kaynak ülkelerinden veya düzenli olarak ikamet ettikleri ülkeden

ayrılarak bir başka ülkeye (...) gitmeleri” uluslararası göç şeklinde tanımlanır.10

Bu tanımda yer alan kaynak ülke, düzenli veya düzensiz göç hareketlerinde göçmenin harekete

geçtiği ilk ülkeyi ifade eder. Göçmenin daimî kalmak amacıyla ulaşmak istediği veya ulaştığı

ülke ise hedef ülke olarak tanımlanır. Hedef ülkeye gidiş veya bu ülkeden kaynak ülkesine

dönüş yolunda göçmen kişinin içinden geçtiği ve belli bir süre için kaldığı ülke ise geçiş ülkesi

(transit ülke) olarak adlandırılır.

Düzenli ve düzensiz göç kavramları, özellikle uluslararası göçlerde karşımıza çıkan iki

kavramdır. “Birey ve toplulukların, yasal yollarla vatandaşı oldukları ülke dışındaki bir ülkeye

girişlerini, o ülkede kalışlarını ve o ülkeden çıkışlarını ifade e[tmek]” üzere düzenli göç kavramı

kullanılır. Düzensiz göç kavramıyla; kaynak, transit veya hedef ülkelerin göçmen kabul

normlarının dışında gerçekleşen ve dolayısıyla da kayıt dışı veya yasa dışı olarak kabul edilen

göçler kastedilir. “Birey ve toplulukların, vatandaşı oldukları ülke dışındaki bir ülkeye yasa dışı

yollardan girişlerini, o ülkede kalışlarını ve o ülkeden çıkışlarını ifade e[tmek]” için ise düzensiz

göç tabiri kullanılır.11 Özellikle düzensiz göçlerde, hedef ülkelerin veya geçiş ülkelerin idarî

makamları, ülkelerine yasa dışı yollardan giren ya da ülke içinde yasalara uygun hareket

etmeyen göçmenlere yönelik olarak, düzensiz göçle ülkelerine gelen göçmenlerin ülkeye

girişlerinde veya ülkeden ihraç edilmeleri sürecinde onları özgürlüklerinden mahrum bırakan

önlemler alırlar. Bu tedbirler idarî gözetim genel başlığı altında değerlendirilir. Ülkemizde de

bu tür durumlar, “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”12 ile düzenlenmiştir.

10 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 4.

11 Her iki tanım için de bkz. Yusuf Adıgüzel, aynı yerde.

12 Türkiye’de göç ve iltica alanında stratejiler belirlemek, konu ile ilgili kurum ve kuruluşlar arasında

koordinasyon sağlamak, yabancıların Türkiye’ye girişleri, kalışları, çıkışları ve sınır dışı edilmeleri,

Page 246: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

246

Üzerinde hemfikir olunmuş evrensel bir göçmen tanımı mevcut değildir. Fakat genel olarak,

göçmen tabirinin, bireyin göç etme kararını kendi özgür iradesiyle ve bireysel olarak daha rahat

yaşama amacıyla vermiş olduğu tüm durumları kapsayacak şekilde anlaşılmıştır. Dolayısıyla

göçmen denildiğinde, genellikle, “hem maddî ve sosyal durumlarını iyileştirmek hem de

kendileri veya ailelerinin gelecekten beklentilerini arttırmak için başka bir ülkeye veya bölgeye

göç eden kişi ve aile fertlerini” ifade eden bir tabir olarak kullanılmaktadır.13 BM, göçmeni,

göçün sebeplerini, türünü, niteliğini dikkate almaksızın ‘yabancı bir ülkede bir yıldan fazla

ikamet eden birey’ olarak tanımlamaktadır.

Göçle ilgili önemli ve temel kavramlardan bir tanesi mülteci/lik kavramıdır. 1951 tarihli

Mültecilerin Hukukî Statüsüne Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 1. maddesinde mülteci

“1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir

toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı

sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından

yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti

yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya

dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıs” olarak tanımlanmıştır.14

Göç Terimleri Sözlüğü mülteciyi, “BMMYK [BM Mülteciler Yüksek Komiserliği]’nin

tüzüğündeki kriterlere uygun olan ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi

veya Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin 1967 Protokolüne taraf olan bir ülkede bulunup

bulunmaması veya bu hukuki belgeler uyarınca ev sahibi ülke tarafından mülteci olarak tanınıp

tanınmaması farketmeksizin, Yüksek Komiserler tarafından sağlanan Birleşmiş Milletler

korumasından yararlanmaya hak kazanan kişi.” şeklinde tanımlamaktadır.15

Ev sahibi ülkeler, kendilerine mültecilik talebiyle başvuran göçmenlere bazen kesin mültecilik

statüsü vermemekte ve üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar bu göçmenlerin kendi

uluslararası koruma, geçici koruma ve insan ticareti mağdurlarının korunmasıyla ilgili iş ve işlemleri yürütmek

gibi görevleri ifa etmek amacıyla kurulan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün statüsünü ve görev tanımlarını

da içeren 4 Nisan 2013 tarih ve 6458 sayılı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” için bkz. Yabancılar

ve Uluslararası Koruma Kanunu, Ankara: TC İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü Yayınları,

Aralık 2013. Esere ve kanunun tam metnine şu web adresinden ulaşılabilmektedir:

www.goc.gov.tr/files/files/goc_kanun.pdf [erişim: 15 Nisan 2017].

13 Uluslararası Göç Örgütü, Göç Terimleri Sözlüğü, çev. ed. Bülent Çiçekli, 2009, s. 22. Sözlüğe web ortamında

erişmek mümkündür: www.goc.gov.tr/files/files/goc_terimleri_sozlugu.pdf [erişim: 15 Nisan 2017].

14 Sözleşmenin metni için bkz. www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1951-Cenevre-Sözlesmesi-

1.pdf [erişim: 15 Nisan 2017]. Ayrıca bkz. Av. Ersan Barkın, “1951 Tarihli Mülteciliğin Önlenmesi

Sözleşmesi”, Ankara Barosu Dergisi, 2014, sy. 1, s. 331-360.

15 Göç Terimleri Sözlüğü, s. 42.

Page 247: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

247

ülkelerinde kalmalarına izin vermektedirler. Bu statüdeki göçmenler ifade etmek için ise şartlı

mülteci tabiri kullanılmaktadır. İlgili ulusal veya uluslararası belgeler çerçevesinde herhangi bir

ülkeye iltica talebinde bulunan ve iltica taleplerinin sonuçlarını bekleyen mülteci adayları

sığınmacı16 olarak adlandırılmaktadır. Sığınmacılar, taleplerine olumsuz bir cevap aldıklarında,

mültecilik başvurusunda bulundukları ülkeyi terk etmek zorundadırlar. Aksi durumda, o ülkede

kayıt dışı (düzensiz) durumda bulunanlar gibi yakalandıklarında sınır dışı edilebilirler. Kaynak

ülkelerine dönemeyen kişilerden oluşan ya da yakın gelecekte oluşması muhtemel bir kitlesel

göç durumunda sığınma sisteminin bir şekilde işletilememesi gibi bir riskin oluşması halinde,

söz konusu kişilere acil ve geçici koruma sağlamak amacıyla istisnaî bir prosedür tatbik edilir.

Bu uygulama, literatürde geçici koruma olarak adlandırılır. Mültecilik statüsü, hedef ülkelere

hukukî birtakım sorumluluklar yüklediği için ülkeler kimi zaman göçmenleri mülteci olarak

kabul etmekten ziyade sığınmacı veya geçici koruma statüsündeki kişiler olarak adlandırmayı

tercih etmektedirler.

9.2. Göç Teorileri

Sosyal bilimlerde göç farklı boyutlarıyla ve –ekonomi, demografi, antropoloji, tarih, coğrafya

vb. gibi- çeşitli disiplinlerce ele alınmaktadır. Göç konusunu ele alan ilk akademik çalışmalar

arasında sayılan ve en çok atıf alan incelemelerin sahibi Ravenstein, örneğin, bir coğrafyacıydı

ve adıyla bilinen meşhur göç kanunlarını İngiltere’nin nüfus verilerinden hareketle geliştirmişti.

Göç teorileri, çeşitli göç hareketlerinin sebeplerini, yapısını, göç öncesindeki koşulları ve

sonrasında karşılaşılabilecek durumları göç olgusu, göçmenlerin konumu ve göç edilen

bölgenin toplumları açısından irdelemekte ve çeşitli açıklamalar getirerek göç olgusunun

anlaşılması için tipolojiler oluşturmaktadırlar. Göç çalışması yapanların ortak kanısı göç

olgusunun tek bir teori ile yorumlanamayacağıdır. XIX. yüzyılda görülen iç ve dış göç

hareketlerini tek bir kuramla açıklama gayretlerinden sonra, XX. yüzyılın sosyal bilimcileri

farklı kavramlar ve hipotezler kullanarak çeşitli kuramsal modeller geliştirmeye başladılar.17

XX. yüzyıl boyunca geliştirilen pek çok farklı göç teorisi arasında, paradigma, model ve analiz

seviyelerinde de önemli farklılıklar görülmektedir. Bu farklılaşmanın olası sebeplerinden biri,

16 Aslında sözlük anlamı itibariyle iltica sözcüğü ‘sığınma’ anlamına gelmektedir. Fakat hukukî terminolojide

iltica ile sığınma ve -‘iltica eden kişi’ anlamındaki- mülteci ile sığınmacı farklı statüleri tanımlamak için

kullanılmaktadır.

17 Nermin Abadan-Unat, Bitmeyen Göç: Konuk İşçilikten Ulus-Ötesi Yurttaşlığa, İstanbul: Bilgi Üniversitesi

Yayınları, 2006, s. 21.

Page 248: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

248

sosyal bilimlerin göç çalışan özel bir alanının olmayışıdır; başka bir deyişle, göç pek çok farklı

disiplinin ilgi alanına girmektedir. Disiplinler, paradigmalar ve analiz seviyeleri arasındaki

farklılıklar, göçün sebeplerini, doğasını ve sonuçlarını geniş bir tartışma zeminine çekmiştir.

1980’lerin başına kadar göç tartışmaları bir yanda neo-klasik diğer yanda tarihsel-yapısalcı

(neo-Marksist, bağımlılık, dünya sistemleri) teorilerden oluşan farklı uçlarda yürütülmekteydi.

Post-modernizmin etkisiyle birlikte, tartışma daha az kutuplu hale gelerek farklı disiplinlerden

ve görüşlerden göç teorisyenleri arasında artan işbirliği göze çarpmaktadır. Ayrıca, farklı göç

tartışmalarının seçilerek birleştirilmesinin mümkün olduğuna dair tartışmalar sıklıkla

yapılmıştır. Göç sebepleri ve sonuçlarının neden genellenemediğine ilişkin yapılan açıklamalar

arasında göç olgusunun çeşitliliğinin ve karmaşıklığının yanı sıra göçü diğer sosyo-ekonomik

ve politik süreçlerden ayrı tutmanın zorluğundan kaynaklanan problemler de yer almaktadır.

Göçü inceleyen makro ve mikro teorileri birleştirmeye çalışmak da diğer bir problem olarak

değerlendirilmektedir. Bu da genel bir göç teorisi oluşturulmasının zorluklarına işaret

etmektedir.

Göç kuramları ekonomik temelli olarak yapılandırılmış ve göç çalışmalarının çoğu emek göçü

üzerine yoğunlaşmıştır. Bunun nedeni tarihsel olarak gerçekleşen bütün göçlerin, çeşitli

sebeplerle (iklim, savaş, doğal afetler vb.) temel ihtiyaçları gidermeye yönelik olarak yapılmış

olmasıdır.

Pek çok uluslararası göçün de itme-çekme teorilerinde yer aldığı şekli ile az gelişmiş ya da

gelişmekte olan ülkelerin yaşadığı istihdam probleminden kaynaklı itme faktörleri nedeniyle ve

gelişmiş ülkelerin sosyal devlet anlayışı, yüksek sanayileşme hızı neticesinde doğan işgücü

talebinin ortaya çıkardığı çekme faktörleri neticesinde oluştuğu bilinmektedir.

Sosyal bilimlerde uluslararası göç tartışmaları, sanayileşme ile birlikte İkinci Savaş sonrasında

yaşanan işgücü eksikliği ile daha fazla tartışılır olmuştur. Erken dönem göç teorileri ise daha

çok göç ve göçmenlik tanımları, unsurları ve sebepleri bağlamında ve kısa mesafe göçü ve kır-

kent göçü tartışmaları ekseninde geliştirilmiştir. Erken dönemde göç meselesini ilk defa

tartışmaya açan kişi, asıl çalışma alanı coğrafya olan Ernest G. Ravenstein’dir. Göç üzerine ilk

sistematik teoriyi geliştiren neo-klasik ekonomi yaklaşımı da, göçün istatistiksel kurallarını

formüle eden Ravenstein’dan etkilenmiştir.18 İç göçleri oluşturan yasaların uluslararası göçler

18 Stephen Castles ve Mark J. Miller, Göçler Çağı: Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri, İstanbul:

Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 31.

Page 249: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

249

için de geçerli olduğunu belirten Ravenstein, bazı genellemelere gitmiştir. Ravenstein’den

sonra göç üzerine çalışan birçok sosyal bilimci de benzer genellemelerden hareket etmiştir:

“Bu tür genel teoriler insanların nüfusun yoğun olduğu yerlerden seyrek nüfuslu yerlere, gelir

düzeyinin düşük olduğu yerlerden gelirin/kazancın yüksek olduğu yerlere göç etme eğilimlerini

vurgular veya göçü iş döngülerindeki dalgalanmalarla ilişkilendirirler. Bu teoriler sıklıkla itme-

çekme teorileri olarak bilinir, çünkü göçün nedenleri olarak insanları doğdukları yerlerden

ayrılmaya zorlayan itici faktörleri ve onları göç alan belirli ülkelere çeken çekici faktörleri

algılarlar.”19

9.2.1. Ernest George Ravenstein ve “Göç Yasaları”

Ravenstein, 1885’de ve 1889’da yayımladığı “The Laws of Migration” (“Göç Yasaları”)

başlıklı 2 ayrı makale ile göç teorilerinin temelini atmıştır. Ravenstein, yaklaşımını 1871 ve

1881 yıllarına ait İngiliz nüfus sayımı istatistiklerini baz alarak geliştirmişti. İlk makalesine göç

yasalarını açıklamaya, göç merkezlerindeki işgücü talebinin göç akışına sebep olduğuna dair

herhangi bir şüphe olmadığından bahsederek başlar: “Eğer bir şekilde göç yasalarından

bahsedeceksek, biz sadece ülkenin bir tarafındaki işgücü eksikliğini diğer tarafındaki bolluktan

temin edileceğine işaret etmiş oluruz”20 diyerek göç yasalarını sıralamaya başlar.

Ravenstein’in göç yasasını oluşturan ilk unsur, -tüm göç teorilerinin de alt yapısını oluşturan-

göç ve mesafe arasındaki ilişkidir. Ravenstein bu ilişkiyi sanayileşme durumuna bağlayarak

evrensel bir hareketliliğin varlığına değinir. Nüfusun yer değiştirmesi yeni göçlerin oluşumuna

olanak sağlamaktadır. Sanayi merkezlerinin cazibesi kırsal kesimde yaşayanlar için bir çekim

unsurudur. Bunun en büyük göstergesi olarak, kır nüfusuna oranla şehir merkezlerinin

nüfusunda yaşanan patlamayı göstermektedir. Göçmenler kısa seyahatleri uzun seyahatlere

tercih eder. Uzun mesafe göçmenlerinin girişimleri istisnadır ve kural değildir. Göçmenlerin

büyük çoğunluğunun sadece yakın mesafelere göç ettiğinin kanıtlandığını belirten Ravenstein,

göçmenleri içine alan büyük sanayi ve ticaret merkezlerine doğru yaşanan evrensel

hareketliliğin ve nüfusun yer değiştirmesinin göç akımlarını yarattığını ifade etmektedir.

Ravenstein’ın istisna olarak nitelendirdiği uzun mesafe göçlerinin günümüzün küreselleşmiş

dünyasında istisna tutulamayacak göç türleri olduğu belirtilmelidir. O nedenle, Ravenstein’ın

19 Aynı yerde.

20 E. G. Ravenstein, “The Laws of Migration”, Journal of the Statistical Society of London, Haziran 1885, c. 48,

sy. 2, s. 198 [ss. 167-235].

Page 250: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

250

göç teorisinin, temeli itibari ile göç hareketlerini belirleme hususunda sınırlı kaldığından söz

edilebilir.

Ravenstein’ın göç yasalarından ikincisi olan göç aşamalarına göre, göç ile aşamalı bir şekilde

boşluklar doldurulur. Göç hareketinin doğal bir sonucu olarak ülkenin gelişmiş/sanayileşmiş

şehirlerinin etrafında yaşayanlar bu şehir merkezlerine akın ederler ve şehirlerin çevresindeki

kırsal bölgelerde nüfus bakımından meydana gelen boşluklar ülkenin daha uzak bölgelerden

gelen göçmenlerle doldurulur. Hızla büyüyen şehirlerin çekici gücü, aşama aşama ülkenin en

ücra köşesinde hissedilir.

Ravenstein’ın geliştirdiği göç yasasının üçüncü bir unsuru, her ana göç akımının dengeleyici

bir karşı akım ürettiğidir. Başka bir deyişle, göç olgusunda yayılma ve emme süreçleri birbirini

destekler niteliktedir ve iki süreç el ele yürümektedir. Emmenin olduğu kentlerin kırsal nüfusu,

ülke nüfusuna benzer oranda ya da daha fazla yükselir. Yayılma sürecinin yaşandığı şehirlerin

kırsal nüfusu ise ya çok yavaş yükselir ya da düşer. Uluslararası göçlerin etkisi ile emme

sürecinin yaşandığı gelişmiş ülkeler, eğer göçleri sınırlayan bir yasa da yok ise, emme sürecinde

bir doyum yaşayarak belirli bir zaman sonra göç sınırlamasına gideceklerdir. Çeşitli kültürlerin

bir arada yaşamasına sebep olan göçlerin yaşandığı Avrupa, ABD, Avustralya ve Kanada gibi

ülkelerin geçirmiş olduğu süreç bu şekildedir. Bütün kültürlerin bir arada uyum içerisinde

yaşayabilmesi adına geliştirmiş oldukları çok-kültürcülük politikalarının başarısızlığa uğradığı

iddiası ile, bir anlamda karşı akım üreterek denge kurma çabasındadırlar. Göç sınırlamasına

gidilmesi ile aynı zamanda illegal yollardan göçmen olarak kalanların sebep olduğu problemler

gündemi meşgul etmektedir. Yasaklama bazı durumlarda belirli etnik ya da dinî kimliğe sahip

olan gruplar için uygulanmaktadır. Bu da farklı kültürel gruplar arasında çatışmalara sebep

olmaktadır. Daha ucuz işgücü olarak görüldükleri için kaçak göçmenlere karşı belirli bir talep

de söz konusudur. Göçle ilgili görüşlerini ilerleyen sayfalarda kısaca tanıtacağımız Michael J.

Piore’ye göre sanayileşmiş ülkelerdeki işverenler, metropol ülkenin işçileri tarafından

beğenilmeyen işlere bu kaçak göçmenleri yerleştirmişlerdir.21 Düzensiz/kaçak göçlere sebep

olan husus, bu bölgelere daha önce legal bir şekilde göç eden yakınların varlığıdır. Piore bütün

ekonomik göçlerin tarihsel süreçleri göz önünde bulundurulduğu takdirde işe alım süreçlerinin

göç üzerinde etkili olduğu görüşündedir. Göçler işe alım süreçleri ile birlikte

değerlendirilmedikleri takdirde, göç alış-verişi olan ülkeler arasında bir göç hareketinin uzun

bir zaman diliminde pek görülmeyişinin ve birdenbire oluşan göç akımlarının sebeplerinin

21 Michael J. Piore, “Comment”, Industrial and Labor Relations Review, Nisan 1980, c. XXXIII, sy. 3, s. 312.

Page 251: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

251

anlaşılamayacağı iddiasında bulunan Piore, ekonomik göçlerin sebebinin işgücüne yönelik

legal ya da illegal bir talep olduğunu belirtmektedir. Bu noktada göçmenler için çekme

faktörlerine sahip olan çeşitli Avrupa ülkeleri, Avustralya ve Kanada ihtiyaçlarına binaen çeşitli

ülkelerle ikili işgücü anlaşmaları imzalamışlardır.

Ravenstein dördüncü yasasında, göçün zamanla zincirleme olarak geliştiğini ve göç alan

yerleşim yerlerinin aynı zamanda göç de verdiğini vurgular. Ona göre, her bir göç dalgası bir

diğer göç dalgasını tetiklemektedir.

İlk dört kanununda aşamalı ve zincirleme bir göçten bahseden Ravenstein, beşinci göç

kanununda, doğrudan, uzun mesafeli ve basamaksız bir göç türünden bahseder. Uzun mesafeli

göçlerde, göç eden kişiler büyük ticaret, endüstri merkezlerine yönelmekte ve aşamaları dikkate

almaksızın doğrudan bu şehirlere yerleşmektedirler.

Ravenstein’in altıncı göç yasası, şehirlerde yerleşik olanların kırsal kesimde yerleşik olanlara

kıyasla daha az göç etme eğiliminde olduklarını iddia eder. Şehirlere yönelen göçlerin

şehirlerde yaşayanları göç etmeye sevk etmediğini, oysa kırsal bölgelere yapılan göçlerin kırsal

bölgede mukim olanları göç etmeye yönelttiğini ifade eder.

Ravenstein’in yedinci ve son göç kanunu cinsiyetle ilgili bir iddiada bulunur. Ravenstein’e göre

kadınlar, erkeklere kıyasla daha fazla göç etme eğilimindedirler. 1889’da yayımladığı ikinci

makalesinde22 bir düzeltme yapar ve kadınların sadece kısa mesafeli göçlerde erkeklere kıyasla

daha fazla istekli olduklarını vurgular.

Ravenstein, aynı başlıkla yayınladığı bu ikinci makalesinde, göç olgusuna ilişkin bazı yeni

tespitlerde bulunmuştur. Ona göre; baskıcı hukukî düzenlemeler, ağır vergiler, kötü iklim

şartları göç dalgaları meydana getirmekle birlikte, bunların hiç biri insanların daha iyi

ekonomik koşullarda yaşama istekleriyle mukayese edilemez. Ravenstein, ayrıca, sürekli olarak

artış gösteren üretim ve ticaret merkezleri nedeniyle göçün artarak devam ettiğini tespit eder ve

bu eğilimin devam edeceğini vurgular.

22 E. G. Ravenstein, “The Laws of Migration”, Journal of the Royal Statistical Society, 1889, c. 52, sy. 2, s. 288

[ss. 241-305]. Ravenstein’in göç yasalarının özet bir anlatımı için ayrıca bkz. Cemal Yalçın, a.g.e., s. 23-28;

Yusuf Adıgüzel, a.g.e., s. 22-25.

Page 252: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

252

9.2.2. Samuel A. Stouffer ve Kesişen Fırsatlar Teorisi

Samuel A. Stouffer; Ravenstein’den sonra sayısız çalışma hareketlilik ve mesafe arasındaki

yakın ilişkiyi göstermiş olsa da, itme-çekme kuramlarının mesafe faktörü konusunda yetersiz

kaldıklarından hareketle kendi kuramını geliştirmiştir. Stouffer; mesafenin, kavramsal ve

deneysel olarak itme-çekme teorilerine dahil edilmediği müddetçe analizlerin yararlı

olamayacağına inanır. Bununla birlikte, kesişen fırsatlar teorisi olarak adlandırdığı teorisine

göre, Ravenstein’in söylediğinin aksine hareketlilik ve mesafe arasında zaruri bir ilişki yoktur.

“Kesişen fırsatlar” kavramını ön plana alarak belirli bir mesafeye gidenlerin sayısının oradaki

fırsatların sayısı ile doğru, kesişen fırsatların sayısı ile ters orantılı olduğunu iddia etmiş ve

bunu matematiksel sembollerle formüle etmiştir. Bir kişinin yerini doldurduğu bir boşluk ve

yerini doldurmadığı ama doldurma ihtimali olan diğer boşlukları fırsatlar olarak tanımlar.

Kesişen fırsatlar ise yeni taşındığı yerde, daha önce yaşadığı yerdekine benzer boşluklardır.

Benzer boşluklar anlaşılmadan kesişen fırsatları anlamak zor olabilir. İki boşluk tam anlamıyla

birbirine benzeyemeyeceği için kira ya da ırk gibi belirgin özellikler üzerinden tanımlanabilir.

Aynı değerde satın alınabilecek ya da kiralanabilecek boşluklar ya da etnik toplulukların

yaşadığı bölgelerde var olan boşluklar benzer boşlukları oluşturmaktadır. 23

9.2.3. Everett S. Lee ve Göç Teorisi

Everett Lee, Stouffer’in kesişen fırsatlar teorisini geliştirerek kendi kuramını oluşturmuştur.

Süresine bakılmaksızın her göçün bir başlangıç yerini, bir varış yerini ve kesişen engelleri

içerdiği şeklinde bir tanımlama yapmaktadır.24 Göçe karar verme ve göç sürecinde etkili olan

dört faktör vardır: Başlangıç yeri ile ilgili faktörler, varış yeri ile ilgili faktörler, kesişen engeller

ve kişisel etkenler. Lee, bu faktörlerin ilk üçünü Grafik-1’de göstermektedir.

23 Samuel A. Stouffer, “Intervening Opportunities: A Theory Relating Mobility and Distance”, American

Sociological Review, Aralık 1940, c. 5, sy. 6, s. 845 vd. [ss. 845-867].

24 Everett S. Lee, “A Theory of Migration”, Demography, 1966, c. III, sy. 1, s. 49 [ss. 47-57].

Page 253: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

253

1966’da yazmış olduğu “A Theory of Migration” başlıklı makale ile, göç tartışmalarına ve

kuramlarına yeni bir yön veren Everett Lee, “The Laws of Migration”dan sonra, üç çeyrek

yüzyıl boyunca Ravenstein’dan alıntı yapan ya da ona meydan okuyan çok fazla kişi olduğunu

ve binlerce göç çalışması yapıldığını fakat bunların çok azının açıklayıcı genel bir teori

geliştirdiğini vurgular. Ravenstein’i eleştirir, fakat onun makalelerinin test sürecinde olmasına

karşın, göç teorisinin başlangıç noktası olduğunu vurgular. Yapılan göç çalışmalarının da

mukayese edilebilir bir farklılık getirmediğini düşünmektedir. Yaş ve göç, cinsiyet ve göç, ırk

ve göç, mesafe ve göç, eğitim ve göç, işgücü ve göç gibi birçok çalışma yapılmış olsa da, bu

çalışmaların çoğunun göçün yoğunluğu ile fazla ilgilenmeyerek göçmenlerin özelliklerine

odaklandıklarını söyleyen Lee, çalışmaların çok azının göç sebepleri ve asimilasyonla ilgili

olduğunu ifade etmektedir.

Lee’nin teorisine göre, insanları bir alanda tutan veya oraya çeken ve uzaklaştıran faktörler

vardır. Bunlar şemada ‘+’ ve ‘–’ işaretleri ile gösterilmiştir. ‘0’ ile gösterilenler ise, kişiler için

önemsiz olan faktörlerdir. Bu faktörlerin bazıları çoğu insanı aynı şekilde etkilerken, bazıları

da farklı kişileri farklı şekillerde etkiler. Bazı faktörler birçokları için aynı etkiye sebep olurken,

bazıları farklı kişileri farklı yönde etkiler. Hemen herkes için güzel bir iklim çekici, kötü iklim

ise iticidir. Fakat güzel bir eğitim sistemi küçük çocukları olan ebeveynler için çekici iken,

çocuğu olmayanlar için yüksek gayrimenkul vergisinden dolayı iticidir. Bekar ve vergiye tabii

Grafik-1: Yaşanan Yer ve Göçülecek Yerlerdeki Faktörler ve Göç Sürecinde İşe Karışan Engeller Origin:

Yaşanan Yer, Köken.

Destination: Hedef şehir/ülke, göç edilecek yer.

Intervening obstacles: Kesişen engeller, göç sürecine müdahalede bulunan engeller.

Kaynak: Everett S. Lee, a.g.m., s. 50.

Page 254: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

254

mülkü olmayan bir kişi için ise bir önemi yoktur. Artılar (+) ve eksiler (–) göç etmeden önceki

yerde ve göç edilen yerde her bir göçmen için farklı şekilde tanımlanır. Tutan, çeken ve iten

faktörler, sosyal bilimciler ya da doğrudan etkilenen kişiler tarafından tam olarak anlaşılamaz.

+’lar ve –’lerin hesabında kesinlik yoktur. Hareket merkezi ile varış merkezini etkileyen

faktörler arasında önemli farklılıklar vardır. Göç edilen yer hakkında çok net bir bilgi yoktur.

Orada yaşadıkça, göç edilen ülkenin ya da bölgenin avantajları ve dezavantajları algılanır.

Her ne kadar göç iki bölge arasındaki faktörlerin karşılaştırılması sonucu meydana gelse de,

basit bir +’ların ve –’lerin hesaplanması yöntemi göç hareketine karar verilmesinde yeterli

değildir. İki nokta arasındaki kesişen engeller bazı durumlarda hafif, bazı durumlarda ise başa

çıkılamayacak derecededir. Bu engeller arasında yer alan çalışılan mesafe, her yerde var olan

ve kesinlikle en önemli olanıdır. Berlin Duvarı gibi gerçek fiziksel engeller araya girebilir ya

da göçle ilgili hukukî düzenlemeler hareketliliği engelleyebilir.

Sonuç olarak bireysel başlangıçları etkileyen, kolaylaştıran ya da engelleyen birçok kişisel

faktör vardır. Lee, göç kararının tamamıyla mantıklı bir süreç olmadığını da düşünmektedir.

Bazı durumlarda, mantıklı olan sebeplerin mantıksız olan sebeplerden daha az olduğu

vurgusunu yapan Lee, -binlerce göç çalışmasının genellemelere varamadığına ilişkin

eleştirisiyle çelişkiye düşmekle birlikte- geçici duyguların, ruhsal bozuklukların ve ani gelişen

olayların birçok göçün sebebi olduğunu ve genellemelerin geçerli olmadığının kabul edilmesi

gerektiğini söylemektedir.

9.2.4. Larry A. Sjastaad ve İnsan-Sermaye Modeli

Neo-klasik mikro ekonomi bağlamında İnsan-Sermaye 25 (Human-Capital) göç modelini

geliştiren Larry A. Sjastaad göçü gelecekten beklenen fayda umudu ile bedeli olan bir yatırım

olarak değerlendirmektedir. En basit hali ile, potansiyel göçmen gidebileceği her bölge için tüm

riskleri/bedelleri değerlendirerek net kârını hesaplamak zorundadır. Göçmen net kârın en

yüksek olduğu bölgeye hareket etmektedir. “Bu teorinin ciddi bir eksikliği vardır. O da karar

25 İnsan-Sermaye göç modeli Sjastaad tarafından oluşturulmuş ve Cebula, Langley, Hart gibi birçok yazar

tarafından geliştirilmiştir. Detaylı bilgi için bkz. Siegfried Berninghaus ve Hans-Günther Seifert-Vogt, “A

Microeconomic Model of Migration”, Migration and Economic Development, Klaus F. Zimmermann (ed.),

Berlin: Springer-Verlag, 1992.

Page 255: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

255

verecek olan kişinin gelecekteki geliri ve ödeyeceği bedellerin belirsizliğinin ihmal edilmiş

olmasıdır.”26

9.2.5. Michael P. Todaro ve Göç

Sjastaad’ın incelemelerinde eksik kalan husus, Michael P. Todaro’nun göç çalışmalarında çığır

açıcı bir etki yapan makalesi “A Model of Labor Migration and Urban Unemployment in Less

Developed Countries” (“Az Gelişmiş Ülkelerde Bir Emek Göçü Modeli ve Kent İşsizliği”

[1969])’nde dile getirilmiştir. Todaro tahminî iskontolu gelecek gelirini düşünerek, İnsan-

Sermaye modelinin basit bir versiyonunu geliştirmiştir. Bu modelde, belirsizlikle başa

çıkabileceğini düşünerek göç eden kişi, göç ile göç hakkında bilgi toplayacaktır ve sonunda iş

bulamamak gibi kötü bir deneyimi olmuşsa geri dönmeye karar verecektir. İleriye yönelik

olarak düşünülürse, eğer rasyonel bir kişi ise, göç etmeden önce ileride göç edebileceği yerlerin

hesabını yapmıştır. Sjaastad’ın insan-sermaye yaklaşımında ise böyle bir davranışı modellemek

imkan dahilinde değildir.

Bu noktada ileri sürülebilecek olan iddia, uluslararası göç deneyimini yaşayan ilk kuşak

göçmen grubu ile sonraki kuşaklar arasında belirsizlikler noktasında farklılıkların yaşanacağına

ilişkindir. Kendisinden önce göçü deneyimlemiş tanıdıkları/yakınları olan kişilerin, artı ve

eksileriyle yaşanabileceklerin neler olduğuna dair kendilerine bir yörünge çizildiği takdirde, ve

elbette ortak bir kültürü paylaşıyorlarsa eğer, benzer hikayelerle karşılaşma ihtimalleri çok

yüksektir. Fakat Todaro’nun ve Lee’nin de belirttiği üzere, göç hakkında net bir bilgiye ancak

göç esnasında ulaşılacaktır. Uluslararası göçü deneyimleyen birçok kişinin belirli bir süre sonra

geri dönme planları yaparak göç kararı verdikleri halde gittikleri bölgede beklentilerini tahmin

ettikleri süreç içerisinde tam olarak karşılayamamaları neticesinde, kısa süreli göç kararlarının

kalıcı göçlere dönüştüğü görülmektedir.

Todaro kendi modelinde köyden kente göç kararını fonksiyonel olarak iki temel değişkenle

ilişkilendirmektedir. Bu değişkenlerin ilki, kent ve kır arasındaki reel gelir farklılaşmasıdır.

Diğer değişken ise kent işini elde etme ihtimalidir. Todaro, ikinci değişkenin analizde çok

önemli bir rol oynadığını ve bu ihtimal ilkesini bütün çerçeveye dahil ederek açıklama

26 Ayşe Mahinur İnan, “Çok-kültürlülük Tartışmaları Bağlamında Avustralya’da Yaşayan Türklerin Kimlik

Algısı”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s. 59. İnan, Avustralya’ya

yaşayan Türk göçmenlerin kimlik algılarını incelediği bu yüksek lisans çalışmasında, göç literatüründeki

kuramların derli toplu bir özetlemesini yapmıştır. Göçle ilgili bu bölümün yazımında, İnan’ın yüksek lisans

çalışmasının ilgili bölümünden geniş bir şekilde yararlanılmıştır.

Page 256: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

256

yapmanın yol gösterici olacağını düşünmektedir. Bu noktada, göçmenin iş bulmak için ne kadar

beklemesi gerektiğine dair soru gündeme gelmektedir. İşsiz kalma riski ve ihtimalini ya da

belirli bir süre içinde elverişli bir iş bulma ihtimalini dengelemek zorunda olan göçmen için

göç, göçü müteakip belirli bir süre zarfında kent reel geliri kırdaki reel gelirden az bile olsa,

hâlâ rasyonel bir tercih olmayı sürdürür. Todaro’nun kır-kent göçü üzerinden yapmış olduğu

tanımlama uluslararası göçlere de uyarlanabilir. Bu noktada göçmenin göç kararı, ülkesini terk

edip belirli bir süre çalışıp birikim yaptıktan sonra geri dönmek üzerine kurulu olduğu takdirde,

iş bulma ihtimalinin düşük olduğu yerleri tercih etmeyeceği bilinmektedir.

Az gelişmiş ülkelerdeki emek gücü iki aşamalı bir fenomen olarak ortaya çıkmaktadır. İlk

aşama, vasıfsız bir tarım işçisinin kente göç etmesi ve ilk başlarda kentsel sektörlerde geçirdiği

belirli bir süredir. İkinci aşamaya modern sektörlerde sürekli bir işin kazanımı ile geçilir.

9.2.6. George J. Borjas ve Göç Teorisi

Neo-klasik mikro ekonomik göç teorisinin diğer bir teorisyeni Borjas, neo-klasik ekonomik

teoriye göre bireylerin faydayı maksimize ettiğine işaret ederek, yeni yerleşecek yer arayan

bireylerin refahı maksimize ettiğini ifade etmektedir. 27 Ekonomik göç teorisi, uluslararası

sınırlara dağılan emeği analiz eder. Teori, kişisel çıkarları için göç eden bireylerin davranışsal

çıkarımları üzerine kurulmuştur. Bireysel davranışlar kişilerin refah seviyesine ya da gitmek

istedikleri bölgenin göçmen politikalarına bağlı olarak farklılaşmaktadır. Bazı ülkeler yetenek,

meslek, politik geçmiş ya da akrabalık ilişkileri gibi sınırlar getirirler. Bu farklı statüler farklı

bireylerin göç maliyetlerinde değişikliklere sebep olur. Bireyler göç kararını verirken farklı

alternatiflerin maliyetlerini hesaplarlar ve kendilerine maddi olarak ya da göçmen politikaları

anlamında en uygun olanını seçerler.

Göç teorilerinin (i) göç akışının yönünü, büyüklüğünü ve yapısını belirleyen faktörlerin tespit

edilmesine, (ii) göçmenlerin ev sahibi ülkeye nasıl adapte olduklarına ve (iii) göçün, göç alan

ve veren ülkelerin ekonomik yapısını nasıl etkilediğine yönelik olarak 3 temel soru üzerinde

yoğunlaştığını belirten Borjas, bu soruların hepsine birden cevap verebilen tek bir teorinin

olmadığına dikkat çekmektedir. Ekonomik ve politik koşullar değiştiğinde göç akımlarının

27 George J. Borjas, “Economic Theory and International Migration”, International Migration Review, Güz

1989, c. XXIII, sy. 3, Special Silver Anniversary Issue: International Migration an Assessment for the 90's, s.

460 [ss. 457-485].

Page 257: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

257

yönü, büyüklüğü ve yapısı da değişir. Başka bir deyişle, bütün göç akımlarını karakterize eden

evrensel bir göç yasası yoktur.

9.2.7. Yeni Ekonomi Kuramı

Göçün sadece bireylerin aldığı kararlar doğrultusunda gelişen bir olgu olmaktan ziyade, tüm

ailenin hatta bazen bütün bir topluluğun yani birbirleri ile bağlantıları olan kişilerin kararları

neticesinde oluştuğu iddiasından hareket eden Oded Stark, Eliakim Katz ve David Levhari’nin

geliştirmiş olduğu yeni ekonomi kuramına28 göre, kişiler kendi referans grupları içinde düzenli

olarak kişiler arası gelir karşılaştırmaları yaparlar. Bu karşılaştırmalar psikolojik bedeller ya da

yararlar veya göreli yoksunluk ya da göreli tatmin sağlarlar. Kişiler bir yerden diğer bir yere

aynı referans grubu içindeki göreli pozisyonunu değiştirmek için göç eder ya da referans

grubunu değiştirir. Göreli yoksunluğu daha yüksek olan bireyin göreli yoksunluğu daha az olan

bireye kıyasla, göç etmek için çok daha yüksek bir motivasyonunun olması beklenir. Gelir

eşitsizliği daha yüksek olan bir grubun göreli yoksunluk düzeyi daha yüksektir ve bu grup

içinde yüksek bir oranda göç vardır. Bazı kişiler göç ettiği zaman, göç etmeyenlerin hissedeceği

göreli yoksunluk oranı da değişecektir. Böylece göç için ikinci safha başlamış olur.29 Bireylerin

göç davranışının, göreli yoksunluk algılarına göre değişmesi ve aynı zamanda göç davranışının

bireylerin beceri seviyelerine göre farklılaşması da beklenmektedir. Göç kararı göçmen ve

göçmen olmayan gruplar tarafından birlikte alınır. Bedeller ve kazançlar paylaşılır.

Bu yaklaşım göç teorisinin ilgisini bireysel bağımsızlıktan karşılıklı bağımlılığa çevirmiştir.

Yani göçü, umutsuzluk ya da sınırsız optimizasyon olarak değil de, hesaplanmış bir strateji

olarak değerlendirir.

9.2.8. William Petersen ve Göç Tipolojisi

Birçok uluslararası göç çalışmasının, bir ülkeden diğer bir ülkeye hareket üzerine odaklandığını

ve daha kapsamlı olan çalışmaların tek bir tarihsel dönemle ilgilendiklerini düşünen William

Petersen, vurgunun analizden çok tanımlama üzerine olduğunu belirtmektedir. Sınırlı sayıdaki

dataya uygulanan teorik çerçevenin yetersiz kaldığını düşünen Petersen, yapılmış olan iç göç

28 Abadan-Unat, a.g.e., s. 24.

29 Oded Stark ve David E. Bloom, “The New Economics of Migration”, The American Economic Review, Mayıs

1985, c. 75, sy. 2, Papers and Proceedings of the Ninety- Seventh Annual Meeting of the American Economic

Association, s. 174-175 [ss. 173-178].

Page 258: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

258

ve uluslararası göç analizlerini bir araya getirerek genel bir göç teorisine hazırlık olarak bir

tipoloji geliştirdi. Tipolojisini, daha önce Henry Pratt Fairchild tarafından geliştirilen tipoloji

üzerine bina etmiştir. 30 Fairchild işgal, fetih, kolonileştirme ve göç şeklinde tasnif ettiği

hareketliliği iki eksende incelemişti. Göç alan ve veren ülkelerin kültürel farklılıkları ile

hareketliliğin türü tanımlamayı farklılaştırmaktadır. Yüksek kültüre sahip olan ülke, fetih ve

kolonileştirme hareketleri kapsamında göç veren konumundayken, işgalde göç alan ülke

konumundadır. Göç ise yaklaşık olarak aynı uygarlık seviyesindeki köklü ülkeler arasında,

bireysel olarak gerekçelendirilmiş barışçıl bir harekettir. Kültür seviyesindeki fark ve hareketin

barışçıl olup olmadığının belirlenmesi temelinde iki kriter ile analiz yapan Fairchild’in bu

sınıflandırmasında bazı eksiklikler tespit eden Petersen, yüksek kültür ve düşük kültür ayırımı

yapmanın etnosentrizme davetiye çıkarmak olduğunu düşünür ve Fairchild’in etnosentrik

olarak tanımladığı bakış açısını eleştirir.

Göç analizleri içerisinde göç sebepleri incelenirken bu sebeplerin altında yatanları, göçü

kolaylaştıran dış etkenleri ve göç güdüleri gibi diğer faktörleri ayırt etmek için fazla bir teşebbüs

olmadığını düşünen Petersen, göçmenlerin güdülerini ve göçün sosyal sebeplerini ayırt etme

hususunda başarısız olmanın, göç analizlerini mantıksal berraklıktan yoksun bırakacağını

düşünmektedir. Göçmenlerin istek seviyelerini, göç analizi için önemli görmektedir. Göç sosyal

hareket aşamasına ulaştıktan sonra, göçmenlerin güdüleri çok az ilgi odağı olmuştur.

Olgunlaştırılmış bir göç teorisi oluşturmak, Petersen’e göre, göç teorilerinde yaygın olarak

kullanılan itme-çekme kutupluluğunun düzeltilmesi ile sağlanabilir; bu düzeltme de, keşif göçü

ve muhafazakar göç ayırımına “isteklilik dereceleri”nin eklenmesiyle yapılabilir. Petersen’in

isteklilik seviyesini temel alan tipolojisine göre, beş çeşit göç vardır: İlkel, zoraki,

yönlendirilmiş, serbest ve kitlesel göç.

Petersen’in ilk göç tipi ekolojik bir itme sonucunda gerçekleşen ilkel göçlerdir. İlkel göç; ilkel

insanların gezinmesinden daha ziyade insanoğlunun doğal zorluklarla baş edebilme

konusundaki yetersizliği sonucundaki hareketliliği ile ilişkilendirilir. Sanayi öncesi toplumların

göçleri itme-çekme yasası ile değil, sadece itme ve kontrol ile ilişkilendirilebilir. Pastoral

toplumlar yine açık arazilerde yaşamaktadır. Rotaları doğaya ya da insan yapımı engellere -

dağlar, şelaleler, Çin Seddi vb.- göre şekillenir.

30 Fairchild’in görüşleri için bkz. Henry P. Fairchild, Immigration: World Movement and its American

Significance, New York: Macmillan, 1913.

Page 259: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

259

Tarım topluluklarının yaşadığı ilkel göç toprağın üretimi ve o topraktan yararlanan kişi

sayısında uyumsuzluk olduğunda meydana gelir. Bu durum aniden gelen bir kuraklık ya da

çekirge sürüsü saldırısı gibi afetler sonucu olabildiği gibi, zaman içerisinde meydana gelen

nüfus yoğunluğu ve üreme fazlalığı sonucunda da olabilir. Göçe teşvik eden böyle bir nüfus

baskısı sonucu bireyler yeni bir tarım arazisi arayışına girişirler. Bu arayışın modern çağda varış

noktası kent olmuştur. Göç, tutucu olmaktan ziyade keşif nitelikli olmaya başlamıştır. Bunlar

ekolojik itme ve kontroller sonucunda oluşan göç tipleridir, genellikle coğrafi faktörler etkili

olurken, bazen de sosyal faktörler etkili olmuştur.

Eğer ilkel göçte rol oynayan faktör ekolojik baskı ise, zoraki göçte devlet ya da benzeri sosyal

kurumlardır. Bu göç kategorisini yönlendirilmiş ve zoraki olarak ikiye ayırmayı faydalı bulan

Petersen, iki göç tipi arasındaki farklılığı karar verebilir olma durumu ile ilişkilendirir.

Yönlendirilmiş göçte göçmenlerin gitmek ya da kalmak kararını verecek gücü vardır. Zoraki

göçte ise herhangi bir güce sahip değillerdir; kendilerinden daha güçlü olan tarafların

zorlamalarına boyun eğerler.

Yönlendirilmiş göçün benzeşik formu amele/vasıfsız işçi ticareti olarak adlandırılır. Bu sadece

Asyalıların çiftliklere doğru olan hareketi değildir, XVIII. yüzyılda İngiliz sömürgelerine

gönderilen sözleşmeli beyaz işçilerin göçü de bu türden bir göçtür. Bu göçmenler belirli süreli

bir sözleşme imzalamış olsalar da, altına girdikleri borçları ödeyebilmek için hizmet süreleri

belirsiz bir hal almıştır.

Göç çeşitlerinde göçmenlerin isteği görece önemsiz bir faktör olarak yer almıştır. İlkel göç

temel fiziksel ihtiyaçları giderebilmek için gerçekleştirilirken, zoraki göçte, göçmenler

çoğunlukla pasiftir. Karar verme unsuru olarak göçmenlerin arzusunun ön plana çıktığı göç

tipleri serbest göç olarak tanımlanmaktadır. Serbest göçü gerçekleştiren ilk grup entelektüeller

ve macera severlerdir. Bu ilk aşamayı oluşturmaktadır. İlk aşama, ikinci aşama olan grup

göçüne yol açmıştır. Bu öncü hareketin önemi büyüklüğünde değil, sonraki göç hareketlerini

meydana getirecek olan çok farklı sınıflara yol açmasındadır.

Serbest göç oldukça küçük ölçeklidir. Bireylerin yenilik ve değişiklik arama istekleri yaygın

değildir. Yaşamın her alanında olduğu gibi, öncülerin en önemli tavrı kendilerini takip

edenlerin yollarını aydınlatmaktır. Göç bir tarz, kolektif davranışın bir örneği olarak kurulmuş

bir model olur. Böyle bir hareketin genişlemesi/büyümesi yarı otomatiktir. Göç edecek insanlar

olduğu sürece, göçün temel sebebi önceki göçlerdir. Diğer şartlar caydırıcı ya da teşvik edici

olarak işler. Fakat bu tarz kişisel tutuma bağlı bir çerçeve içinde nüfusun artması dışındaki

Page 260: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

260

bütün faktörler, sabit davranışa göre prensipte önemlidir. Daha önce belirtildiği gibi, göç bir

sosyal örüntü olarak kurulduğu zaman, artık bireysel motivasyonlarla ilişkili değildir.

Oluşturduğu tipolojiyi araç olarak gören Petersen, göç olgusunu ele almak üzere geliştirmiş

olduğu tipolojinin, kavramsal tipleri sıralayarak göç teorisinin gelişmesine bir temel

oluşturmada faydalı olduğunu belirtmekte ve göç olgusunu ele alan çalışmaların istatistiki

değerlendirmeler dışına çıkamadığını, herhangi bir teorik arka planı olmadığını ya da göç

çeşitleri (iç-dış göç) ve göç süreleri (sürekli-geçici) arasındaki farklılıkların teorik olarak önem

arz etmediğini vurgulamaktadır. Bütün disiplinlerde tercih edilen yöntemin, kavramlar

arasındaki mantıksal ilişkiyi kurmak ve bu kavramsal çerçeveye göre istatistiki veriler

toplamaktan ibaret olduğunu eleştirel bir dille ifade eden Petersen tipolojisinin kavramsal tipleri

oluşturduğunu iddia etmektedir.31

9.2.9. Michael J. Piore ve İkili Emek Piyasası Teorisi

Çağdaş göç teorilerinden İkili Emek Piyasası teorisi Michael J. Piore tarafından Birds of

Passage (Cambridge, 1979)’da geliştirildi. Piore’nin temel argümanı; gelişmiş ve gelişmemiş

ülkeler arasındaki büyük ölçekli göçün, gelişmiş bölgelerde var olan iş fırsatlarının yapısı ve

çalıştıkları bölgede doğan ve yetişen işçilerin motivasyonuna ilişkin olarak göçmen işçilerin

tuhaf motivasyonu bağlamında anlaşılması gerektiğidir. 32 Zira, uluslararası göçler gelişmiş

ülkelerin ekonomik yapısı gereği sürekli ihtiyaç duyulan işgücü talebine göçmenlerin verdiği

cevap olarak değerlendirilmektedir. Piore, göç eden kişilerin kendi ülkelerinde en düşük gelirli

sınıf içinden daha ziyade orta sınıftan çıktığını iddia etmektedir. Dolayısıyla, göçler merkez

ülkenin itme faktörüne değil, göç talep eden ülkenin çekme faktörüne bağlıdır. Göçmenler, yerli

halkın yapmayı istemediği meslekî hiyerarşinin en alt kademesindeki işler için bir çözüm olarak

görülmüşlerdir. Fakat göçlerin geçici olması bekleniyordu. Birçok göçmen başta niyet

ettiklerinden daha uzun süre kalmış, çocuk sahibi olarak ya da ailelerini getirerek kalıcı ilişkiler

geliştirmişlerdir. Göç, geride bıraktıkları yakınlarının ve akrabalarının ekonomik durumlarını

düzeltmeye yönelik niyetlerinin karşılığını bulmasına izin vermemiş, yıkıcı sosyal örüntüler

ortaya çıkarmıştır. Aynı zamanda sosyal ve psikolojik problemlerle yüz yüze gelmişlerdir.

31 Bkz. William Petersen, “A General Typology of Immigration”, American Sociological Review, Haziran 1958,

c. 23, sy. 3, s. 256-266.

32 Michael J. Piore, “The Shifting Grounds for Immigration”, Annals of the American Academy of Political and

Social Sciences, Mayıs 1986, From Workers to Settlers? Transnational Migration and the Emergence of New

Minorities, c. 485, s. 24 [ss. 23-33].

Page 261: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

261

Yan işlerdeki pozisyon boşluğunu geçici göçmen işçilerle doldurmayı çözüm olarak görmenin

sıkıntısı, geçici olmaları beklenen kişilerin göç ettikleri ülkelerde sürekli ikamete

başlamalarıdır. Temel işler konusunda ülkenin vatandaşları ile rekabete girmektedirler. Piore,

Birds of Passage’da, bütün göç tartışmalarını yeniden yapılandırmak ve göçün farklı sosyal

sonuçlarına değinmek yerine farklı önlem politikalarının altını çizmeye çalıştığını

söylemektedir. Bu bağlamda, emek piyasası ve göçmenlerin piyasadaki rolünü anlamak çok

önemlidir. Göçmenlere iş vermeyi bırakmak ya da bu ihtiyacı başka şekillerde karşılamaya

çalışmak çözüm önerisi gibi gözükse de, göçleri kısıtlamanın bir felakete yol açabileceğini

düşünen Piore, böyle bir politikanın gündeme gelmesi halinde iş piyasasında göçmenlere iş

vermeme durumunun ortaya çıkabileceğine dikkat çeker. Bu da göçmenleri kayıt dışı

ekonomide çalışmaya sürükler. Kayıt dışı emek piyasasında işçiler daha düşük ücretlerle

çalışacakları için hedefledikleri kazanca daha geç ulaşacaklardır, bu da onların kalış sürelerini

uzatacak ya da sürekli hale getirecek ve ülkenin vatandaşları ile rekabetlerini artıracaktır. Piore,

yabancı iş gücü arzını kontrol etmekten ziyade böyle işler için talep kontrolü yapılmasını daha

doğru bir çözüm olarak görmektedir.

9.2.10. Saskia Sassen ve Göç Çalışmaları

1970’lerin ortalarından sonra göç tartışmalarının yönü değişmeye başladı. Çünkü artık gelenler

ekonomik gelişme için önemli bir kaynak olmaktan ziyade yerli halkın statükosu için bir tehlike

olarak algılanmaya başladı. Göçmenler iç piyasada bir rakip olarak görülmeye başlanmıştı.

Kalifiye olmayan yerli halk, kendilerinden daha kalifiye olan ya da aynı işlerde daha düşük

ücretlerle çalışmayı kabul eden göçmenleri işlerini ellerinden alacak bir tehdit olarak görmeye

başladı.33

Immanuel Wallerstein’ın 1970’lerde geliştirdiği kavramlardan yola çıkan Saskia Sassen ve Eva

Morowska gibi birçok sosyolog uluslararası göçün kökenini ulusal yapılanmalardaki ikili pazar

yapısına değil, XVI. yüzyıldan beri gelişmekte olan dünya pazarlarına bağlamaktadır. Bu

konuda çalışanlar arasında en kapsamlı çalışmayı yapan Chicago Üniversitesi öğretim üyesi

Saskia Sassen, eserinde, üç ayrı kıtadaki küresel şehirler olan New York, Londra ve Tokyo

örneklerini merkeze almıştır. Küreselleşen ve coğrafi olarak birbirlerinden çok farklı bölgelerde

33 Michael Böhmer, Henrik Egbert ve Clemens Esser, “Immigration and Labour Markets: An Introduction”,

Migration and Labor Markets in the Social Sciences, Henrik Egbert ve Clemens Esser (eds.), Berlin: Lit

Verlag, 2007, s. 1 [ss. 1-8].

Page 262: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

262

olan bu kentler üzerinden, süreçlerin ve dinamiklerin küresel olduğu sonucuna varmış olan

Sassen, coğrafi olarak yayılmış faaliyetlerin eşzamanlı olarak bütünleşmesi ile birlikte

ekonomik faaliyetlerin küreselleşmeye işaret ettiğini belirtir.

Ekonomik faaliyetlerin ve dolayısıyla sermayenin küreselleşmesi bağlamında, sermayenin

uluslararası dolaşımı, uluslararası emek piyasasının yeniden oluşumuna katkı sağlamıştır.

Amerika, İngiltere ve Japonya’ya yönelik ana göç akımlarının kökeninin tesadüfi olmadığını

belirten Sassen, aslında bu üç ülkenin ekonomik, siyasi ya da askeri olarak tarihselliklerinin

etkili olduğunu ifade etmektedir. Örneğin, İngiltere’ye göçmen gönderen ülkeler, daha önce

İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgeleriydiler, ABD’ye göç veren ülkeler ise ABD’nin

ekonomik ya da askeri anlamda varlığını güçlü bir şekilde sürdürdüğü ülkelerdir. Tokyo ise

tarihsel bir göç olgusuna sahip değildir. Japonya son dönemde göç almaya başlamıştır. Sassen,

göç değerlendirmelerini küreselleşme üzerinden yaparken, göçmenler ve yerlilerin farklı

koşullarda yaşamasının ve çalışmasının göç çalışmalarının temel sebebi olduğunu iddia eder ve

eğer böyle bir farklılık olmasaydı, analize gerek duyulmayacağını vurgular.34

9.2.11. İlişkiler Ağı Teorisi

Göçün sebeplerine ilişkin tartışmaların yanında göç üzerinde zaman ve mekan etkisinin

boyutlarını inceleyen ilişkiler ağı teorisine göre, göç edilen bölgelerde eski göçmenler, yeni

göçmenler ve göçmen olmayan kişiler arasında ortak köken, soydaşlık ve dostluk bağları

bakımından bir göçmen ilişkiler ağı oluşmaktadır. Sonradan göç eden kişiler kendilerinden

önce göç edenlerin çeşitli deneyimlerinden faydalanırlar. Bu döngüsel bir durumdur. Yardım

edilen kişi daha sonra başkalarına, birebir aynı olmasa da, çeşitli konularda yardımda

bulunurlar. Göçmen ilişkiler ağları neticesinde göçler yaygınlaşmaktadır. Daha önce göç

deneyimi yaşamış olan kişilerin memleketlerine gidiş-gelişleri esnasında kurdukları ilişkiler ve

göçü olumlamaları neticesinde göçler sürekli hale gelmektedir. Göçmen ilişkiler ağı göçün

sosyal ve ekonomik maliyetlerini düşürmektedir.

“Göç edilen ülkedeki göçmen ağlarının varlığı sayesinde ekonomik yükler, yardımlaşma

mekanizmaları ve bürokratik olayların hızlandırılmasıyla azalmaktadır. Yine aynı yardımlaşma

34 Bkz. Saskia Sassen, The Global City: New York, London, Tokyo, New Jersey: Princeton University Press,

2001.

Page 263: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

263

mekanizmaları ve yeni gelen kişilerin yalnızlık hissinden kurtulmalarıyla sosyal maliyette de

bir düşüş yaşanmaktadır.”35

Göçmen ilişkiler ağı göçmeni hem olumlu, hem de olumsuz anlamda etkilemektedir. Olumlu

anlamdaki etkileri, sosyal ve ekonomik maliyetin düşürülmesi olarak gerçekleşir. Olumsuz

anlamdaki etkisi ise, göçmenlerin kendi grupları dışına çıkmalarını ve diğer toplumlarla ilişkiler

kurmasını engellemesidir.

İlişkiler ağı göç teorisinin göç olgusuna yaklaşımı göçmen üzerinden olmaktadır. Göç

teorilerinin çoğu ekonomik temelli bir yaklaşım sergilerken ilişkiler ağı teorisi göç olgusuna

başka bir açıdan bakmaktadır.

9.2.12. Göç Sistemleri Teorisi

Göç teorilerinin göçe farklı boyutlardan bakmaları sürekli eleştiri almalarına yol açmıştır.

Eleştiriler neticesinde birçok disiplini içine alarak göç olgusunu tüm boyutları ile incelemeyi

amaçlayan yeni bir yaklaşım olarak “göç sistemleri teorisi” ortaya çıkmıştır. A. L. Mabogunje,

bu teori ile eski problemlere ve varlığı önceleri kabul edilmeyen ve örtüsü kaldırılan yeni

ilişkilere yönelik yeni bir bakış açısı geliştirildiğini iddia etmektedir. Bu çalışma ile

matematiksel ifadelerden oluşan önemli bileşenlerin ve ilişkilerin açıklandığı klasik metotların

kullanılmadığını ve sistemin nasıl işlediğine yönelik bir sözlü analize vurgu yapıldığını ifade

etmektedir.

Bu teori göç sistemini, karşılıklı göçmen alış-verişi olan iki ülkenin ya da göç alan merkez

konumdaki ülke ile o ülkeye göç veren diğer ülkelerin oluşturduğu bir sistem olarak tanımlar.

Göç sistemleri teorisi, Stephen Castles’a göre, neo-klasik geleneğin dışında başat göç teorisi

olarak ortaya çıkan daha kapsamlı ve inter-disipliner anlayışın bir parçasıdır. Bu yaklaşım

herhangi bir göç hareketinin makro ve mikro yapılar arasındaki etkileşim sonucu oluştuğunu

iddia etmektedir. Makro yapılar büyük ölçekli kurumsal unsurlar; mikro yapılarsa ağlar,

bireysel düşünceler ve uygulamalardır. Bu iki düzey, aracı mekanizmalarla birbirleri ile

bağlantılıdır.36

Makro yapılardan kasıt; dünya sistemi içerisinde ekonomik, politik ve devletler arası ilişkiler

ve göç alan ve veren ülkelerin göç yasalarını, kurallarını yani göç kontrolünü elinde tutan ya da

35 Savaş Çağlayan, “Göç Kuramları, Göç ve Göçmen İlişkisi”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Dergisi, 2006, sy. 17, s. 86.

36 Stephen Castles ve Mark J. Miller, Göçler Çağı: Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri, s. 36-37.

Page 264: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

264

göçü yönlendiren yapılardır. Mikro yapılar ise, -önceki sayfalarda kısaca özetlenen- ilişkiler ağı

teorisinde ele alınan göçmenler arası her türlü ilişkidir. Göçmen ağları için aile ve cemaat hayatî

önem taşımaktadır. Gerek göç kararlarında, gerekse de göç sürecindeki paylaşımları ve

ihtiyaçları giderme noktasında aile ve cemaat göç olgusunu etkileyen önemli unsurlardandır.

Göç ağları ayrıca göç edilen bölgede cemaat oluşumlarına katkı sağlamaktadır. Göçmenlerin

sosyal ve ekonomik olarak kendi alt yapılarını kurmalarına olanak sağlamaktadır. İbadet yerleri,

dernekler, dükkanlar, restoranlar, doktor ve avukat gibi profesyoneller ve ihtiyaç hissettikleri

diğer hizmetler göç ağları neticesinde oluşmaktadır. Bu oluşum sağlandıktan sonra göçün

süreklilik kazanmasının yolu açılmaktadır. Çocuklarının yeni ülkede okula gitmesi, dil

öğrenmesi, iki kültürlü olması veya kültürler arası kimlikler geliştirmesi ailelerin kendi

ülkelerine geri dönmesini güçleştirir.37

9.3. Türkiye’de İç ve Dış Göçler

Türkiye, göç hareketlerine yabancı olan bir ülke değil. Ülkemizde, tarih boyunca hem iç, hem

de dış göçler pek çok kez yaşandı. Osmanlı İmparatorluğu’nda, ele geçirilen topraklardaki

yerleşim birimlerinin yeniden canlandırılması, nüfus yapısının dengelenmesi ya da asayişin

sağlanması gibi amaçlarla pek çok kez nüfus hareketlilikleri (‘iskan hareketleri’) yaşanmıştır.

Bu nüfus hareketlerinin büyük ölçüde devlet müdahalesi sonucu oluştuğu da bir gerçektir.

İmparatorluğun son dönemlerinde Balkan Savaşları sonucunda kaybedilen topraklarda yaşayan

yüz binlerce Müslüman birkaç gün içinde Anadolu’ya göç etmek durumunda kalmıştır.

Cumhuriyet’in ilanından sonra, ülkemizde görülen en ilginç göç hareketlerinden bir tanesi,

Lozan’da 30 Ocak 1923’te imzalanan ‘Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin

Sözleşme ve Protokol’ sonucu, Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1 milyon 200 bin Rum ve

Yunanistan’da yaşayan yaklaşık 400 bin civarında Müslüman’ın mübadelesidir.

1950’lerle birlikte Türkiye’de iki yönde, hem iç hem de dış göç anlamında hızlı bir göç süreci

yaşanmaya başlamıştır. 1950’lerle birlikte Türkiye’de hızını artırmaya başlayan iç göç, kırdan

kente göç şeklinde gerçekleşmiştir. Türkiye’de kırdan kente göçü tetikleyen temel faktörün

kırsal yapıda meydana gelen dönüşümlerin bulunduğu iddia edilmiştir.38 Yazarlara göre, bu

37 A. L. Mabogunje, “Systems Approach to a Theory of Rural–Urban Migration”, Geographical Analysis, 1970,

sy. 2, s. 1–18.

38 Bkz. İlhan Tekeli ve Leila Erder, Yerleşme Yapısının Uyum Süreci Olarak İç Göçler, Ankara: Hacettepe

Üniversitesi Yay., 1978.

Page 265: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

265

dönüşümde iki önemli bağımsız değişken bulunmaktadır: Hızlı nüfus artışı ve tarım sektöründe

hızlı bir modernleşmeye gidilmesi. Bu değişkenler birbirini etkileyerek kırsal yapıdaki dengeyi

bozarak yapısal bir dönüşümü başlatmıştır. Kemal Görmez de, iç göçün nedenlerini hızlı nüfus

artışı, 1940’larda tarıma traktörün girmesi, radyonun yaygınlaşması, ulaşım araçlarındaki

gelişmeler, 1950’li yıllarda karayolu yapımının hızlanması ve sanayileşme olarak

değerlendirmektedir.39 Göçün hızına ve yoğunluğuna etkide bulunan –radyonun yaygınlaşması,

ulaşım konusundaki gelişmeler vb. gibi- faktörler bir yana bırakıldığında göçün nedeni olarak,

hızlı nüfus artışı ve –hem tarım alanındaki modernleşme ve hem de kentlerde fabrikaların

sayısının artışı anlamında- sanayileşme faktörleri belirleyici olarak ortaya çıkmaktadır. Cemal

Yalçın, Türkiye’de yaşanan iç göçün nedenlerini temelde 5 maddede toplayarak

özetlemektedir: (1) Kırsal yapıdaki teknolojik dönüşüm; (2) Bazı önemli kentlerdeki sanayinin

hızla genişlemesi; (3) Hızlı nüfus artışı; (4) Köyün itici ve kentin çekici nedenleri; ve (5) Kırsal

kesimdeki kan davaları ve terör olayları.40 Aslında, 1950’lerde dünya nüfusunun gelişiminde

görülen değişimler ve köyden kentlere doğru yoğun göçlerin yaşanması dikkate alındığında,

söz konusu hareketlenmelerin sadece Türkiye’ye özgü olmadığı da görülecektir. Bu anlamda,

dünya genelinde ekonomik üretim süreçlerinde yaşanan yeni gelişmelerin, merkez ve çevre

ülkeleri arasında düzenlenen yeni işbölümü çabalarının da, dünyanın farklı coğrafyalarında

(sanayileşmiş ülkelerde daha küçük ölçekli, sanayileşmemiş veya geri kalmış olarak

adlandırılan ülkelerde ise çok daha büyük ölçekli olarak) yaşanan nüfus hareketliliklerinde

önemli bir payı bulunduğu açıktır.41

Türkiye’deki nüfus sayımları incelendiğinde, kır ve kent nüfuslarındaki değişim rahatlıkla

görülebilmektedir: 1927’de köy-kent nüfus dengesi yaklaşık olarak %75-%25 şeklindedir (köy

olarak tanımlanan yerleşim yerlerinde yaşayan 10342391 kişiye karşı kent olarak tanımlanan

yerlerde yaşayan 3305879 kişi). Bu oran, 1950’lerde de yaklaşık olarak aynı kalmıştır

(15702851 kişiye karşı 5244337 kişi). 1965’te nüfusun %65’lik bir kesimi kırda yaşamaktadır

(toplam nüfus 31391421 iken köydeki nüfus 20585604). 1985 ile birlikte köy-kent nüfus

dengesi tersine döndü: 1985’te toplam nüfusumuz 50664458 iken, bu nüfusun 23798701’i

köylerde (yaklaşık % 47), 26865757’si (yaklaşık % 53) ise kentlerde yaşamaktaydı. Bu oran,

hem –nüfus artış hızına ve sanayileşmeye ek yeni itici faktörlerin de devreye girmesiyle-

sürekliliği ve yaygınlığı artan göçler, hem de kentte yerleşik olan nüfusta –doğum, göç vb. gibi

39 Bkz. Kemal Görmez, Kent ve Siyaset, Ankara: Gazi Kitabevi Yay., 1997.

40 Cemal Yalçın, a.g.e., s. 115-118.

41 Bkz. Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, çev. Gürol Koca, 2. Baskı, İstanbul: Metis Yay., 2010.

Page 266: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

266

nedenlerle- yaşanan artışlarla birlikte kentlerde yaşayanlar lehine sürekli artmıştır. Günümüzde

1950’lerin köy-kent nüfus dengesi tümüyle tersine dönmüş durumdadır. 2009’da toplam

nüfusun 54 milyon 807 bin civarındaki bir kesimi (yaklaşık olarak % 75,5’i) kentlerde yaşarken

17 milyon 754 binlik diğer kısmı (yaklaşık % 24,5’i) köylerde yaşamaktaydı. Türkiye İstatistik

Kurumu (TÜİK)’nun verilerine göre, 31 Aralık 2012 tarihi itibariyle Türkiye’nin toplam nüfusu

75,627,384 kişidir. Bu nüfusun yaklaşık %77,3’ü il ve ilçe merkezlerinde, geriye kalan %

22,7’lik kesim de köylerde yaşamaktadır.

Ekonomik anlamda Türkiye’den dışarıya ilk göç, 1958’de az sayıda işçinin Federal

Almanya’ya gitmesiyle yaşandı. Sonraki yıllarda bu sayı hızla arttı. İbrahim Yasa, Türkiye’de

1950’lerde hızlanan kırdan kente göçün dış göç için bir tür ön-hazırlık işlevi gördüğünü iddia

etmektedir. Yasa; bu dış göçlerin, Türkiye için azgelişmişlik döngüsünün bireysel bazda

kırılması sonucunu doğurduğu görüşündedir. 42 Bununla birlikte ülke dışına giden işçiler

arasında kente göç etmeyip doğrudan ülke dışına gidenlerin de var olduğu söylenmelidir. Dış

göçü tetikleyen ikinci bir neden, İkinci Savaş sonrasında ülkelerini yeniden inşa etmek isteyen

Almanya, Hollanda, Belçika ve Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinin işgücü ihtiyaçlarının had

safhaya çıkmasıdır. (1960 sonrasında Türkiye’de yurt dışı seyahatlerinde kolaylıklar

sağlanmasına yönelik düzenlemeler de bu süreci hızlandırmıştır.) Federal Almanya, Türkiye’de

yaygın bir büro ağı kurarak (1960’larda Türkiye’den işçi toplamak üzere açtıkları büro sayısı

600 civarında idi) bizzat kendisi Almanya’ya çalışmak üzere işgücü toplamıştır. Söz konusu

dönemde Türkiye’nin ekonomik durumu, işsizlik oranları elbette Avrupa ülkelerine yönelik

işgücü göçünü teşvik etmiştir. Bireysel anlamda, Türk göçmen işçilerin, ekonomik birikim

yapma istekleri de bunda önemli bir rol oynamıştır.

Günümüzde Avrupa’da yaklaşık 3 milyon civarında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı işçi olarak

bulunmaktadır. Bu nüfusun büyük çoğunluğu Almanya’da yaşıyor. 2001 verilerine göre 2

milyon 53 bin 600 Türkiye nüfusuna kayıtlı kişi Almanya’da yaşıyor. (Ancak çifte vatandaşlık

hakkının kaldırılmasıyla birlikte, Almanya’da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı

sayısında bir farklılaşma yaşandığı unutulmamalıdır.) İkinci sırada Fransa gelmektedir (2006

sonu itibariyle, çifte uyruklu vatandaşlar dahil, 423 bin 471); üçüncü sırada ise Hollanda

gelmektedir (2006 sonu itibariyle, çifte uyruklu vatandaşlar dahil, 364 bin 333 kişi).

Avusturya’da resmi rakamlara göre 115 bin civarında, gayri resmi rakamlara göre ise 250 bin

civarında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaşamaktadır.

42 İbrahim Yasa, Yurda Dönen İşçiler ve Toplumsal Değişme, Ankara: TODAİE Yay., 1979.

Page 267: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

267

Türkiye, 1980’lerle birlikte yavaş yavaş dışarıya göç veren bir ülkeden dışarıdan göç alan bir

ülke olmaya doğru evrilmiştir. 1982’de Afgan savaşının ardından Pakistan’a sığınan 7 bin

civarında Kırgız, Özbek, Türkmen asıllı Afgan aşiret mensubu Türkiye’ye göç etmiştir. 1980

sonrasında Türkiye’ye yönelen en önemli kitlesel göç hareketi, 1989’da Bulgaristan’da Jivkov

hükümetinin baskıları sonucunda Türklerin göçe zorlanması sonucunda gerçekleşti. Türkiye,

yaklaşık 3 ay gibi kısa bir sürede 200 bin kişiyi aşkın bir Türk nüfusu kabul etmiştir. 1995’e

kadar hızı yavaşlayarak süren bu göç hareketiyle ülkemize gelen Türk nüfusun toplamı 320 bin

kişiye ulaşmıştı. Sonrasında ise, Bulgaristan’da 1989’da Jivkov’un devrilmesi sonrasında

başlatılan reform politikaları bağlamında asimilasyon politikalarının son bulacağı ümidiyle bu

göçmen nüfusun yaklaşık 125 bin kişilik bir kısmı Bulgaristan’a geri dönmüştür.

1980’lerin başından itibaren ekonomi politikaları itibariyle kapılarını uluslararası sermayeye

açarak küresel ekonomiye açık bir ülke haline gelen Türkiye, yabancı yatırımların da etkisiyle,

yabancılar için gittikçe daha fazla cazibe merkezi bir ülke olmaya başlamıştır. Bu süreçte ülkeye

gelen yabancı sayısında bir artış olmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin göç alan veya transit ülke

konumuna gelmiştir. Komşu ülkelerde yaşanan savaşlar ve yıkımlar da, Türkiye’nin göç alan

bir ülke haline gelmesine büyük etkide bulunmuştur.

1951 Cenevre Sözleşmesi’ne ‘coğrafî sınırlılık’ ile imza attığı için Türkiye, yalnızca Avrupa’da

meydana gelen olaylar sebebiyle Avrupa ülkelerinden gelenlerin mültecilik başvurularını kabul

etmektedir. O nedenle de, Batı’ya Avrupa’ya ulaşmak isteyen Asya ve Afrika ülkelerinden

gelen ve iltica edecek ülke arayanların (örneğin 1990’larda ülkelerindeki iç çatışmalar ve

savaşlar nedeniyle Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Irak, İran, Filistin gibi Asya ülkelerinden;

2000’lerde de Somali, Sudan, Eritre, Moritanya gibi Afrika ülkelerinden yasal veya yasa dışı

yollardan gelenler için) gözde geçiş/transit ülkelerinden biri durumundadır.

“Avrupa’dan sığınma başvurusu yapanların sayısı ise çok düşük seviyede kalmaktadır.

1997-2008 yılları arasında yapılan toplam 56561 sığınma başvurusundan yüzde 85’ten

fazlasının İranlılar ve Iraklılar tarafından yapıldığı görülmektedir. BMMYK verilerine

göre, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye 1945-1991 yılları arasında

8000’den daha az sığınma başvurusu yapılmıştır.

EGM [Emniyet Genel Müdürlüğü] verilerine göre, 2005-2013 yılları arasındaki 9 yılda

Türkiye’den sığınma talep edenlerin sayısı 118007’yi bulmuştur. Özellikle Suriye

Page 268: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

268

savaşının başladığı 2011 yılından itibaren sığınma başvurularında büyük bir artış olmuş,

son 3 yıldaki başvuru sayısı toplam başvurunun yüzde 66’sını aşmıştır.”43

Sığınmacı, mülteci ve düzensiz göç hareketleri iç içe geçmekte ve doğal olarak da büyük bir

karışıklığa sebebiyet vermektedir. Türkiye’ye bu dönemde yasa dışı yollardan gelen

göçmenlerin sayısında da dramatik artışlar yaşanmaktadır. EGM’nün verilerine göre, 2005-

2010 yılları arasında Türkiye’de 829 bin 161 yasa dışı yollarda ülkeye giriş yapan göçmen

yakalanmıştır. Yine EGM verilerine göre, 1998-2013 yılları arasında 13 bin 362 göçmen

kaçakçısı yakalanmıştır.

Suriye’de yaşanan iç savaş sonucunda Nisan 2011’den itibaren Suriye’den Türkiye’ye yönelik

olarak kitlesel bir göç hareketi gerçekleşmiştir. Bugün Türkiye’de 254 bini 10 kentimizdeki

çadır kentlerde yaşamak üzere toplamda 3 milyona yakın Suriyeli ‘geçici koruma’ statüsünde

yaşamaktadır. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamalarına göre, Şubat 2017 itibariyle

Türkiye’de göçmen ve mülteci statüsünde toplam 3 milyon 551 bin 78 kişi yaşamaktadır.

9.4. Uluslararası Göç

Göç özü itibari ile hareketliliği ifade ederken, göçün yapısında da bir hareketlilikten söz etmek

mümkündür. Bu hareketlilik göç alan ve veren ülkelerin farklılaşmasını içerirken, göç

nedenlerindeki ve koşullarındaki değişimler de göçün yapısındaki hareketliliğe işaret

etmektedir. “Göç veren ülkeler” kategorisinde olan ülkelerin “göç alan ülkeler” konumuna

geçmesi bu değişikliğin başlıca işaretlerindendir. Göç alan ülkeler ve göç veren ülkeler zaman

içerisinde değişiklikler göstermektedir. Göç çalışmalarının çokça yapıldığı Batı Avrupa

ülkeleri, önceleri göç veren ülkeler iken artık göç almaya başlamışlardır.

Uluslararası göçler, göç alan ülkelerde kültürel çeşitliliğe sebep olmaktadır. Tuna’ya göre,

sanayileşme süreci sadece sanayileşen ülkeleri değil, bu sürecin dışında kalan toplumları da

etkilemiş ve sosyal değişmelerin başlıca nedeni olmuştur.44 Dünya Göç Raporu 2010 verilerine

göre uluslararası göç, geçmişe kıyasla etnik ve kültürel grupların daha geniş ölçüde çeşitliliğini

43 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 85.

44 Korkut Tuna, Yurt Dışına İşçi Gönderme Olayının Sosyolojik Eleştirisi, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi

Basımevi, 1981, s. 17.

Page 269: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

269

içermektedir. 45 Dünyadaki gelişmiş ülkelerin çoğu, çeşitli ve çok etnikli toplumları

oluşturmaktadır.

1948’de imzalanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile, insanların hareket özgürlüğü

dünya çapında tanınmıştır. Beyanname’nin 13. maddesine göre, “herkes herhangi bir devletin

sınırları dahilinde serbestçe dolaşma ve yerleşme hakkına ve kendi memleketi dahil, herhangi

bir memleketi terk etmek ve memleketine dönmek hakkına sahiptir.” 46 2000’de uluslararası

göçmen sayısının yaklaşık 173 milyon olduğu ifade edilmişti. Bu sayı 2010’de 222 milyona

ulaştı. Birleşmiş Milletler (BM)’in 2015 yılı Göç Raporu’na göre ise, göçmen sayısı 244

milyona ulaştı. İç göçlerle birlikte, günümüz dünyasında 1 milyar civarında bir nüfusun şehir,

ülke ya da bölge değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Uluslararası

göçmenlerin yaklaşık 2/3’ünü Avrupa (76 milyon) ve Asya (75 milyon) barındırmaktadır.

Dünyanın en fazla göçmen nüfusunu barındıran ülkesi olarak ABD başı çekmektedir (47

milyon). Yine BM’nin verilerine göre, dünya üzerinde zorla yerinden edilen nüfus sayısı, İkinci

Savaş’tan itibaren en yüksek sayıya ulaşarak 60 milyona yaklaşmıştır. Bunların yaklaşık 20

milyonu mülteci, yaklaşık 2 milyonu sığınmacı ve 38 milyon civarındaki kısmı ise ülke içinde

yerinden edilen statüsündedir. Son yıllarda ülkemiz de uluslararası göç olgusuyla yoğun bir

şekilde karşılaşmaktadır. 2016 yılı itibariyle ülkemizde 2,7 milyonu Suriyeli olmak üzere 3

milyonu aşkın mülteci (geçici koruma altındaki kişiler ve geçici mülteciler) bulunmaktadır. Bu

rakamlarla Türkiye, dünyada en fazla sayıda mülteci barındıran ülke konumuna gelmiştir.

Dünya üzerindeki mültecilerin yarısından fazlasını (% 53) Suriyeli, Afganistanlı ve Somalililer

oluşturuyor.

Göç etme özgürlüğünün yanı sıra göç olgusunun göç alan ve veren ülkeler açısından yararına

işaret edilen 1994 Kahire Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda, göçmenlerin genellikle en

verimli çağlarında göç ettikleri ve gittikleri ülkenin ihtiyacı olan yeteneklere sahip oldukları

için göç alan ülkeye ve döviz sağladıkları, geride (kaynak ülkede) bıraktıkları yakınlarına maddi

yardımda bulunup onların durumlarının iyileşmesine yardımcı oldukları için de kendi

ülkelerine yararlı oldukları vurgulanmıştır. Koser, Amerikan ekonomisinde belirleyici bir

konuma sahip dev şirketlerin göçmenler tarafından kurulduğunu ifade ederek, ABD’nin

ekonomik gelişmesinin tarihinin bir anlamda göçmenlerin tarihi olduğunu belirtmektedir. -

Helena Rubinstein (kozmetik), Carnegie (çelik sanayi), Kodak, Google, Hotmail, Yahoo vb.

45 International Organization for Migration, World Migration Report 2010 The Future of Migration: Building

Capacities for Change, Cenevre, Uluslararası Göç Örgütü, 2010, s. 3.

46 BM, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, UNICEF Türkiye, 2004.

Page 270: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

270

gibi- göçmenlerin kurduğu ya da göçmen ortaklığı ile kurulan şirketlerin isimleri birçoğumuzca

da malumdur.47

Uluslararası göçlerin önemli bir boyutunu düzensiz/kaçak göç olgusu oluşturmaktadır.

Özellikle 2000’lerle birlikte küresel ölçekte düzensiz göç olgusuna ilişkin tartışmalar artmıştır.

BM verilerine göre 2003 yılı itibariyle uluslararası göçün yaklaşık % 15-20’lik bir dilimini (bu

oran, 40 milyon civarında bir göçmen grubu anlamına gelmektedir) düzensiz göç

oluşturmaktadır. 2015 verilerine göre, düzensiz/kaçak uluslararası göçmenlerin sayısı 60

milyonu aşmış bulunuyor.48

Düzensiz göçü yaratan unsurların başında yasa dışı çalışma gelmektedir. Yasa dışı yollardan

girdikleri ülkelerde resmi olarak çalışma iznine sahip olmayan yabancılar güvencesiz, yasal

olmayan bir biçimde ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Bu, düzensiz

göç(men)lerle enformel sektörler arasında yakın bir ilişkinin bulunduğu anlamına gelmektedir.

“Kaçak göçmen işçiler imalat sanayinde döküm, deri, metal, tekstil, konfeksiyon, lastik-plastik,

gıda ve fırın işkollarında, gemicilikte, yükleme-boşaltma işlerinde; hizmetler sektöründe ev

işleri, temizlik, tezgahtarlık, lokanta, eğlence ve fuhuş işlerinde; inşaat ve tarım sektörlerinde

küçük ve orta ölçekli işletmelerde istihdam olanağı bulabilmektedirler.”49

Düzensiz göç olgusu, artık milyarlarca dolarlık uluslararası bir sektör haline gelmiştir:

“Düzensiz göçmenler, başka bir ülkenin sınırlarından yasa dışı bir biçimde geçebilmek

için mutlaka bir aracıya ihtiyaç duyarlar. Bu aracılar, genellikle daha önce aynı yolu

kullanmış ve daha sonra bu yollardan insan transferini bir meslek haline getirmiş kişiler

olmaktadır. Milyarlarca dolarlık bir işlem hacmi bulunan göçmen kaçakçılığı işi,

uluslararası suç şebekeleri tarafından yapılmaktadır.

47 Khalid Koser, International Migration: A Very Short Introduction, Oxford: Oxford University Press, 2007, s.

10.

48 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 111. Düzensiz göçle ilgili olarak ayrıca bkz. R. A. Topçuoğlu, “Düzensiz

Göç: Küreselleşmede Kısıtlanan İnsan Hareketliliği”, Küreselleşme Çağında Göç: Kavramlar, Tartışmalar, S.

Gülfer Ihlamur Öner ve N. Aslı Şirin Öner (eds.), İstanbul: İletişim Yay., 2012, ss. 501-518.

49 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 112. Uluslararası emek göçü hakkında bkz. Gülay Toksöz, Uluslararası

Emek Göçü, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2006. Türkiye’deki kaçak göçmenlerin istihdamına

ilişkin daha ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Gülay Toksoy, Türkiye’ye Yönelik Düzensiz Göçler ve

Göçmenlerin İnşaat Sektöründe Enformel İstihdamı Proje Raporu, Ankara: Ankara Üniversitesi Bilimsel

Araştırma Projesi, 2008, http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5317/Microsoft%20Word%20-

%205964.pdf?show [erişim: 16 Nisan 2017]. Ayrıca bkz. Gülay Toksöz, Seyhan Erdoğdu ve Selmin Başka,

Türkiye’ye Düzensiz Emek Göçü ve Göçmenlerin İşgücü Piyasasındaki Durumları, Uluslararası Göç Örgütü

(IOM) ve İçişleri Bakanlığı İltica ve Göç Bürosu, 2012,

http://www.turkey.iom.int/documents/Labour/IOM_irregular_labour_migration_tr_06062013.pdf [erişim: 16

Nisan 2017].

Page 271: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

271

Maddi kazanç elde etmek için yasa dışı yollardan göçmenleri başka bir ülkeye geçiren

insan kaçakçıları yanında, bir de insan ticareti dediğimiz, kuvvet kullanarak veya hile,

aldatma, nüfuzu kötüye kullanma, kişinin çaresizliğinden yararlanma gibi yöntemlerle

insanların rızaları dışında kaçırılması, başka bir ülkeye götürülmesi durumu söz

konusudur.”50

İnsan/göçmen kaçakçılığı (smuggle of people/immigrant), kısaca, ‘kişileri, doğrudan veya

dolaylı olarak maddî kazanç elde etmek amacıyla, uluslararası kabul görmüş bir devlet

sınırından yasa dışı olarak taşımak’ şeklinde tarif edilebilir. İnsan ticareti (human trafficking)

ise, Organize Suçlarla Mücadeleye İlişkin BM Sözleşmesine Ek insan Ticaretini, Özellikle

Kadın ve Çocuk Ticaretini Önleme, Durdurma ve Cezalandırmaya İlişkin BM Protokolü’nün

3. maddesinin ‘a’ bendine göre, “Kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidiyle ya da

diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, gücünü kötüye kullanma ya da kişinin

hassasiyetinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim yetkisi olan kişilerin rızasını

kazanmak için o kişiye veya başkasına kazanç ya da çıkar sağlama yoluyla kişilerin istismar

amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması, devredilmesi, barındırılması ya da teslim

alınması”51 şeklinde tanımlanmaktadır.

Uluslararası insan ticareti üç alanda yoğunlaştığı görülmektedir: Fuhuş, emek ve organ ticareti.

Uluslararası Göç Örgütü’nün yayınladığı 2015 raporuna göre, insan ticareti mağdurlarının %

13’ünü çocuklar, % 45’ini kadınlar oluşturmaktadır. Mağdurların % 85’i uluslararası ölçekte

mağduriyet yaşamaktadırlar. İnsan ticareti biçimlerine bakıldığında ise mağdurların % 74’e

yakınının emek, % 17’sinin fuhuş ve % 49’unun hem emek hem de fuhuş sektörlerinde zorla

çalıştırıldıkları anlaşılmaktadır. İnsan ticaretine maruz kalanların binden 1’inin ise organ

ticareti mağduru oldukları görülmektedir.52

9.5. Göç Alanında Çalışan Ulusal ve Uluslararası Kurum ve Kuruluşlar

Göçmenler, özellikle de göç ettikleri ülkede vatandaşlık haklarına sahip değillerse, en temel

insan haklarından yararlanmakta, bu haklara erişmede ve yasal koruma şemsiyesi altına

girmekte sıkıntılar yaşamakta, ayrımcılığa ve haksızlığa uğramaktadırlar. Düzensiz göçmenler

50 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 113.

51 Göç Terimleri Sözlüğü, s. 29.

52 www.iom.int/infographics/counter-trafficking-regional-and-global [erişim: 16 Nisan 2017].

Page 272: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

272

için bu durum çok daha dezavantajlı bir durum yaratmaktadır. Kimi devlet kurumları, BM alt-

komisyonları gibi kimi devletlerarası kurumlar bu tür sıkıntıları çözmeye, gerekli düzenlemeleri

yapmaya çalışmaktadır. Bunların haricinde bazı sivil toplum kuruluşları da; göçmenlerin,

düzensiz göçmenlerin ve ülkesi içinde yerinden edilmiş kişilerin sorunlarıyla ilgilenen, yaşanan

bu haksızlıkları kitaplar ve raporlar hazırlamak, basın toplantıları ve ulusal-uluslararası ölçekte

toplantılar tertip etmek suretiyle ulusal ve uluslararası gündeme taşımaya çalışmaktadırlar.

BM tarafından 14 Aralık 1950’de kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği

[BMMYK (United Nations High Commissioner Refugees - UNHCR], 120 ülkede yaklaşık

7200 çalışanıyla mültecilerin sorunlarıyla ilgilenmeye çalışmaktadır. Dünya genelinde mülteci

sorunlarını çözmek ve mültecileri korumak amacıyla uluslararası faaliyetleri koordine etmek

ve yürütmekle görevli BMMYK, her bireyin sığınma talebinde bulunabilmesini ve başka bir

ülkede mülteci olarak güvenli bir şekilde barınabilmesini sağlamaya çalışmaktadır.53

İkinci Savaş sonrasında göç eden insanlara yardım etmek amacıyla, 1951’de gerçekleştirilen

Brüksel Uluslararası Göç Konferansı’nda Hükümetlerarası Avrupa Göç Komisyonu adıyla

kurulan ve 1989’da şimdiki ismini alan Uluslararası Göç Örgütü [UGÖ (International

Organization for Migration – IOM)]; acil durumlarda yardım, mültecilerin yeni bir ülkeye

yerleştirilmesi, gönüllü geri dönüşlere yardım, göçmen sağlığı, para gönderme ve yasal göç

seçeneklerinin desteklenmesi gibi alanlarda faaliyet göstermektedir. Merkezi İsviçre’nin

Cenevre şehrinde bulunan bu örgütün, gelişmekte ve gelişmiş ülkelerden toplam 127 tam üyesi

ve 17 gözlemci üyesi bulunmaktadır.54

Herkesin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde kabul edilen insan haklarına ve diğer tüm

uluslararası insan hakları standartlarına erişebilmesi için çalıştığını ilan eden ve 216 ülkede

faaliyet gösteren Uluslararası Af Örgütü’nün Mülteci Hakları Birimi, sığınmacıların ve

mültecilerin mevcut prosedürlere erişimini sağlamaya çalışmaktadır.

Türkiye de, göç sorunlarının etkin yönetimi açısından dünyadaki örneklerine benzer şekilde,

görev alanına yönelik strateji ve güncel politikaları geliştirip uygulayacak, göç konusuyla ilgili

kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak, yabancıların Türkiye’ye girişleri,

ülkede kalışları, ülkeden çıkışları ve sınır dışı edilmeleriyle ilgili işlemleri yürütmek,

uluslararası koruma, geçici koruma ve insan ticareti mağdurlarının korunmasıyla ilgili işlemleri

53 http://www.unhcr.org [erişim: 16 Nisan 2017]. Türkiye şubesi için: http://www.unhcr.org/turkey/home.php

[erişim: 16 Nisan 2017].

54 https://www.iom.int [erişim: 16 Nisan 2017].

Page 273: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

273

yürütmek amacıyla insan hakları odaklı, nitelikli personel ve sağlam bir alt yapıyla donatılmış

yetkin bir kurumsal yapılanmaya ihtiyaç duymuş ve bu çerçevede de 11 Nisan 2013 tarih ve

6458 sayılı ‘Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kapsamında İçişleri Bakanlığı’na bağlı

olarak çalışacak olan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nü (www.goc.gov.tr) kurmuştur.

Türkiye’de yine 6458 sayılı kanun çerçevesinde faaliyetleri İçişleri Başkanı’nın başkanlığında

ve Aile ve Sosyal Politikalar, Avurap Birliği, Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Dışişleri, İçişleri,

Kültür ve Turizm, Maliye, Milli Eğitim, Sağlık ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme

bakanlıklarının müsteşarları ile Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı ve Göç İdaresi

Genel Müdürü’nden oluşan bir ‘Göç Politikaları Kurulu’ oluşturulmuştur.

2009 yılında çıkarılan bir yasa ile Başbakanlığa bağlı olarak kurulan Afet ve Acil Durum

Yönetimi Başkanlığı (AFAD) göç alanında da faaliyetler yapmaktadır. Türkiye’ye gelen

Suriyeliler için 10 ilde kurulan 25 barınma merkezindeki tüm koordinasyonu AFAD

sağlamaktadır.

Mülteci, sığınmacı ve yabancıların hukukî sorunları başta olmak üzere bütün sosyo-ekonomik

sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak amacıyla 2014 yılında İstanbul’da kurulan

Uluslararası Mülteci Hakları Derneği; uzman hukukçu ve avukatları aracılığıyla gerek sınır

dışı işlemlerinde acil müdahalelerde bulunmak gerekse ikamet, pasaport, eğitim ve çalışma gibi

hakların sağlanması yolunda mültecilere hukukî destek sağlama sürecinde aktif bir rol

oynamaktadırlar.55

2005’ten beri Helsinki Yurttaşlar Derneği çatısı alında ‘hYd – Mülteci Destek Programı’ adıyla

yürütülen faaliyetler Mart 2015’ten itibaren Mülteci Hakları Derneği bünyesinde yürütülmeye

başlandı. Merkezi İstanbul’da olan Mülteci Hakları Merkezi; savaş ve zulüm sebebiyle

ülkelerini terk edip Türkiye’de sığınma arayan yabancıların hukuki koruma mekanizmalarına

erişimi, sığınmacılara yönelik hukuki destek kapasitesinin arttırılması, kamuoyunda ve toplum

hayatında sığınmacılara yönelik hoşgörü ve dayanışmanın güçlenmesi, sığınma alanındaki

mevzuat, politika ve uygulamaların izlenmesi ve uluslararası standartlarla uyum içinde

gelişmesi için çalışan bir insan hakları kuruluşudur.56

31 Ocak 2008’de İzmir’de kurulan Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci-Der);

mültecilerin, sığınmacıların, göçmenlerin, geçici sığınma hakkı arayan, ikincil koruma

prosedürüne girebilecek insanların ve uluslararası koruma ihtiyacı olan insanların sorunlarının

55 http://umhd.org.tr [erişim: 16 Nisan 2017].

56 https://www.mhd.org.tr [erişim: 16 Nisan 2017].

Page 274: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

274

çözümü için çalışan bir dernektir. Dernek, Türkiye’de uluslararası koruma ihtiyacı olan tüm

grupların ve göçmenlerin temel insan haklarına ve insan onuruna uygun hayat sürme haklarını

savunmakta ve bireysel vakalara hukuki ve psiko-sosyal danışmanlık ve destek sağlama,

farkındalık oluşturma faaliyetleri yürütmektedir.57

57 http://www.multeci.org.tr [erişim: 17 Nisan 2017].

Page 275: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

275

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bu derste, hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanan göç süreçleri üzerine kısaca durmaya

çalıştık. Daha da ziyade, göç konusunu açıklamaya dönük göç teorilerine değerlendirmeye

çalıştık.

Türkiye, son 60 yıldır, hem içe ve hem de dışa dönük olarak yoğun bir göç süreci yaşadı,

yaşamaya da devam ediyor. Büyük ölçüde göç veren bir ülke konumunda iken, günümüzde göç

alan bir ülke haline de gelmeye başladı. Özellikle, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında

kurulan ülkeler, ciddi bir istikrarsızlık süreci yaşayan Irak ve Suriye gibi ülkeler, kimi Afrika

ülkeleri, Bangladeş gibi kimi Asya ülkeleri bu göçün kaynağı durumundadır.

Elbette, gerek dünya genelinde yaşanan göç hareketleri ve gerekse de Türkiye’de yaşanan göç

hareketleri; çeşitleri, sebepleri ve sonuçları itibariyle pek çok araştırmaya konu olmaya devam

etmektedir. Sanayileşmiş ülkelerde göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar, söz konusu ülkelerin

geliştirmeye çalıştıkları bütünleşme politikaları, çok-kültürlülük politikaları, bu ülkelerde

yaşayan göçmen işçilerin ve göç ettikleri ülkelerde doğan çocuklarının dil, kültür ve uyum

problemleri pek çok araştırmaya konu edilmiştir. Türkiye özelinde, hem yurt dışında yaşayan

göçmen işçi vatandaşlarımızın durumları ve problemleri, hem iç göç sürecinde kırdan kente göç

edenler ya da etmek zorunda bırakılanların ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal problemleri,

hem de Türkiye’ye dışarıdan gelen göçmenler, ilişkileri ve göç ağları pek çok çalışmada ele

alınan meseleler haline gelmiştir.58 Yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmelerin, göç hareketlerini

daha da hızlandıracağı ve hızlanma ile birlikte de göçün –bütünleşme, dışlanma, suç, işçi sınıfı

vb. gibi- diğer pek çok toplumsal olguyla ilişkisinin sosyolojik araştırmalara konu edileceği

beklenmelidir.

58 Örneğin bkz. Tolga Tezcan, Gebze: ‘Küçük Türkiye’nin Göç Serüveni, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi

Yay., 2011; Ayhan Kaya (yay. haz.), Türkiye’de İç Göçler: Bütünleşme mi, Geri Dönüş mü? – İstanbul,

Diyarbakır, Mersin, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2009; Saniye Dedeoğlu ve Çisel Ekiz Gökmen,

Göç ve Sosyal Dışlanma: Türkiye’de Yabancı Göçmen Kadınlar, Ankara: Efil Yay., 2011. Göç çalışmalarına

ilişkin çok daha geniş bir literatürün bilgisine İstanbul Bilgi Üniversitesi bünyesinde kurulan Göç Çalışmaları

Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin web sayfasından ulaşmak mümkündür.

Page 276: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

276

Bölüm Soruları

1. Aile geçmişinizde göç olgusu var mıdır? Varsa, ailenizin göç hikayesini

değerlendiriniz.

2. Yaşadığınız bölgede göçmen nüfus bulunmakta mıdır?

3. Varsa, yaşadığınız bölgedeki göçmen nüfusun hangi işlerde çalıştıklarını, ilişki ve

dayanışma ağlarını gözlemleyin ve göçmen nüfusun yapısal özelliklerini

değerlendiriniz.

4. Türkiye’de iç ya da -dışarıdan Türkiye’ye veya Türkiye’den dışarıya yönelmiş- dış

göç konularını araştıran, takip eden bürokratik kamu kurum ve kuruluşlarını

araştırınız.

5. Türkiye’de iç ya da -dışarıdan Türkiye’ye veya Türkiye’den dışarıya yönelmiş- dış

göç konularını araştıran, takip eden akademik kurumları araştırınız.

6. (4. ve 5. sorularla bağlantılı olarak) Bilgisine ulaştığınız bürokratik kurum ve

akademik merkezler, göç olgusunun hangi boyutları üzerine yoğunlaşmaktadırlar?

7. Mevcut göç süreçleri tersine çevrilse –iç ya da dış göçler itibariyle- nasıl bir süreç

yaşanır? Tartışınız.

8. Sizce, göç süreçlerinin tersine çevrilmesinden yaşadığınız şehir nasıl etkilenir?

Tartışınız.

9. Bu tersine göç süreçleri gerçekleşse, ülke ekonomisi bu durumdan nasıl etkilenir?

10. Türk sinemasında ‘göç’, ‘kırdan kente göç’, ‘yurt dışına göç’ ve ‘göç ve

gecekondulaşma’ olguları oldukça fazla işlenmiş konulardandır. Bu çerçevede,

Ömer Lütfi Akad’ın ‘göç’ üçlemesi olarak da adlandırılan Gelin (1973), Düğün

(1974) ve Diyet (1975) filmlerini izleyip değerlendiriniz.

Page 277: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

277

10. TOPLUMSAL HAREKETLER SOSYOLOJİSİ

Page 278: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

278

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

10.1. Toplumsal hareketlerden ne anlıyoruz?

10.2. Eski ve yeni toplumsal hareketler nedir?

10.3. Eski ve yeni toplumsal hareketleri birbirinden ayıran temel özellikler nelerdir?

Page 279: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

279

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Yazar Zeynep Oral, 2008’de şöyle yazmıştı:

“68 Baharı, 1968’den sonra da sürdü. O rüzgârın adı “başkaldırı” oldu!

Ne miydi o rüzgârın özü? Bence özgürlük tutkusuydu. Başka bir dünya mümkündü: Savaşsız,

şiddetsiz, sömürüsüz bir dünya… Sevginin egemenliğinde bir dünya… Dayatılan tek şeyin

dayanışma olduğu… Emeğin en yüce değer sayıldığı… Tüketmenin değil, üretmenin

keyfinin yaşanacağı…”

68 Baharı, Seattle olayları, Küreselleşme-karşıtı hareketler, yeşil ve kadın hareketleri ne anlam

ifade ediyor?

Bu bölümün tanımaya ve tanıtmaya odaklandığı temel mesele, klasik ve modern, eski ve yeni

toplumsal hareketlerin temel dinamikleridir.

Page 280: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

280

Anahtar Kavramlar

Toplumsal Hareketler

Eski (klasik) toplumsal hareketler

Yeni toplumsal hareketler

İşçi hareketleri

Gençlik hareketleri

Feminist hareketler

Çevre hareketleri

Küreselleşme-karşıtı hareketler

Page 281: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

281

Giriş

Coventry sokaklarında beyaz doru bir at ağır ağı ilerliyordu. Zaten normalde de pek işlek

olmayan bu semtte bugün adeta çıt çıkmıyordu. Yalnızca lordun ahırına ait olduğu üzerindeki

armadan ve yerlere kadar saçılan kırmızı ipek tüllerinden anlaşılan bir atın nal sesleri

duyuluyordu. Bu asil hayvan, üzerinde bilmeyenlere şaşkınlıktan küçük dilini yutturacak birini,

çıplak bir kadını taşıyordu. Upuzun, gür saçlarıyla mahrem yerlerini güç bela kapatan bu beyaz

tenli, zarif kadın Lady Godiva’dan başkası değildi. Lord Leoferic’in bölge halkına yaptığı

acımasız zammı protesto etmek isteyen Lady’ye Coventry halkı da destek çıkıyor; kimse,

sonrasında çıplak Godivayı gözetlediği için kör olacak Tom hariç, hiç kimse dışarıya adımını

atmıyor, pencereden dahi dışarıya bakmıyordu. 11. yüzyılda Lady Godiva’nın bu protestosu

başarılı olmuş ve halk ağır vergilerin zulmünden kurtulmuştu. Bununla birlikte bu ünlü efsane

insanlık tarihinin ne ilk protestosuydu, ne de son protestosu olacaktı.

Toplumların, maruz kaldıkları kötülüklere direnmek için yaptıkları girişimler toplumun varlığı

kadar eskidir. Her toplum ya bir şeyleri değiştirmek ya da hoyrat bir değişim dalgasına

direnmek amacıyla daima bir direniş ve başkaldırı içinde olmuştur. Bu direniş ve başkaldırı

kimi zaman toplumun Lady Godiva gibi aristokrat fertleri tarafından sahnelenmiş, kimi zaman

karizmatik dinî liderler tarafından örgütlenmiş, kimi zaman da adı sanı bilinmeyen sıradan

insanların öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu bölümde toplumsal hareketlerin ana aktörleri,

temelleri ve yaklaşımları, kavramın modern toplum içinde uğradığı değişim ve dönüşüm

süreçleri değerlendirilmeye çalışılacak; hız ve hareketin yaşamın doğal bir parçası haline

geldiği günümüz toplumlarında toplumsal hareketlerin kazandığı yeni anlam ve ifade formları

değerlendirilecektir. Böylece toplumsal hareketlerin tarihsel ve karakteristik özellikleri

üzerinden toplumsal değişim süreçlerine, modern toplumda iktidar ve muhalefetin oluşumuna

dair tarihsel ve güncel bir perspektif sunulmaya çalışılacaktır.

10.1. Toplumsal Hareketlerin Modern Öncesi Tarihi

Toplumsal hareketlerin modern öncesi tarihini tespit etmek fazlasıyla güçtür. Bunun sebebi

modern öncesi toplumların, gelenek içinde hayatını devam ettirmesiyle yakından ilişkilidir.

Tönnies’in cemaat, Durkheim’ın mekanik dayanışma toplumları olarak değerlendirdiği bu

toplumlarda düzen, bireylerin haklarının ve vazifelerinin önceden belirlendiği doğal bir nitelik

sunmaktadır. Toplumsal dünya bireyler tarafından kurulan değil, onlara gelenek tarafından

Page 282: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

282

bahşedilen bir şey olduğu için, bireylere düşen başlıca görev toplumsal rollerini sorgulamak ve

iptal etmek değil, bu rolleri icra etmek olmuştur. Batı Avrupa başta olmak üzere modern öncesi

toplum, üç aşağı beş yukarı, her zaman yöneten devlet adamları, bilgiyi üreten ve inancı

pekiştiren din adamları ve toplumun maddî imkanlarını üreten köylü ve zanaatkarlardan oluşur.

Leo Huberman’ın “savaşanlar, dua edenler ve çalışanlar” şeklinde özetlediği böyle bir

toplumsal hiyerarşi, meşruiyetini geleneğin başı ve sonu belli olmayan sürekliliğinden alır.1 Her

birimin kendi yerinde bir ağırlık taşıdığı böyle bir toplumda, başkaldırı ve isyanın pek de

arzulanmayan bir nitelik olduğu kolayca tahmin edilebilir. Bununla birlikte, pek istenmese de

zaman zaman mevcut düzene isyanın baş gösterdiğine tarih boyunca tanıklık edilmiştir.

Modern öncesi toplumsal hareketlerin, geleneksel toplumların üç katmanından da gelen

aktörlerce gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Yani toplumun aristokratları mevcut düzenin

gidişatına bir reaksiyon gösterdiği gibi, din adamları ve sıradan insanlar da zaman zaman

yöneticilerin baskı ve zulümlerine karşı tepkilerini göstermiş ve toplumsal muhalefetin

temsilcisi olmuşlardır. Yukarıda anlatılan Lady Godiva’nın hikayesi aristokratik tepkinin

boyutlarını görmek açısından oldukça iyi bir örnektir. Dar bir çevrenin mensubu olan

aristokratlar zaman zaman mevcut yönetimin uygulamalarına karşı çıkmışlardır. Bunda halka

karşı duydukları sevgi ve merhametin etkisi olduğu kadar, siyasal gücü elde etmek istemelerinin

de önemli bir rol oynamıştır. Örneğin modern siyaset biliminin kurucusu kabul edilen

Machiavelli Prens adlı meşhur eserinde, İtalya’nın aristokrat savaşlarına sahne olduğu bir

zamanda bu ailelerden biri olan Medici ailesinin nasıl başarılı olabileceğini anlatır.2 Bununla

birlikte toplumsal hareketlerin modern öncesi tarihinde peygamberlerin ve din adamlarının ve

sıradan halkın gösterdiği toplumsal isyanlar niceliksel ve niteliksel olarak daha fazla yer tutar.

Toplumsal hareketlerin modern öncesi tarihine bir göz atıldığında sıradan insanların isyan ve

başkaldırılarının her devirde ortaya çıktığı görülecektir. Köylüler prenslerin vergilerde

yaptıkları zamlardan dolayı ayaklanırlar. Zanaatkarlar lonca sisteminin ücretleri fazla

kısıtlamasına tepki gösterirler. 16. yüzyılda tekstil sektöründe hızla artan dokuma tezgahları

yüzünden Hollandalı işçiler, tahtadan ayakkabılarıyla (sabots) bu makinelerin dişlilerini

parçaladılar. Toplumsal hareketler, bu vesileyle, direnişlerini sergilemenin bir yolu olarak

sabotaj kelimesini öğrendiler. Zalim Bolu Beyi’ne karşı bir seyis oğlu olan Ruşen Ali’nin, nam-

ı diğer Köroğlu’nun, başlattığı isyan gibi yaratılan pek çok mit, modern öncesi dönemin

1 Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim Yay., 2004, s. 11.

2 Niccola Machiavelli, Prens, çev. Harun Mutluay, İstanbul: Bordo Siyah Yay., 2007, s. 31-32.

Page 283: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

283

toplumsal hareketlerinin temel anlatısını her yerde ve her zaman biçimlendirmiştir. Başlangıçta

birer sapkınlık olarak değerlendirilseler de, elde ettikleri başarı ile doğru orantılı olarak pek çok

isyan zamanla ya geleneğin kutsal kubbesi altında saygıdeğer bir yer kazandı ya da unutulup

gitti. Köylü, zanaatkar ve diğer sıradan insanların ayaklanmalarının yanı sıra modern öncesi

toplumsal hareketleri meydana getiren bir diğer önemli zümre de din adamları zümresi

olmuştur.

Dinin mevcut iktidarın gücünü perçinlemeye yaradığı, kitlelerin cennet arzusu ve cehennem

korkusu içinde yapılan haksızlıklara ses çıkarmadığı ve hatta bunları fark etmediği kimi

yorumcularca din konusu açıldıkça dile getirilmiştir. Bununla birlikte modern öncesi

toplumlarda din sadece uyum ve itaati sağlamanın değil, aynı zamanda eleştirmeyi ve karşı

koymayı sağlayan başlıca entelektüel ve toplumsal güç olarak da sahne almıştır. Bu bağlamda

dinin sadece afyon etkisi değil, aynı zamanda kafein etkisi yaptığını söylemek pek yanlış

olmayacaktır. Din ve toplumsal düzen arasındaki bu çift taraflı ilişkiyi (uyum ve isyan)

sosyolojide ilk ve en derin şekilde ortaya koyan isimlerden biri Max Weber’dir.

Max Weber, toplumsal düzen ile ilişkisi bakımından dinleri iki kategoriye ayırır: Model din ve

kurtuluşçu din. 3 Weber, model dinlerin temel özelliğinin mevcut hiyerarşi ile tamamen

bütünleşmek olduğunu ileri sürer. Başta Hinduizm ve Taoizm olmak üzere, katı toplumsal

ayrımların (kast) yer aldığı bu toplumlarda sosyal vazifeler dinî birer vecibe halini almıştır.

Maddî zenginlik ve eşitsizliğin manevî mertebeler ile bağlandığı bu düzen, geleneğin mevcut

haliyle idame ettirilmesini durmaksızın inananlara telkin eder. Bu bağlamda söz konusu

zeminde toplumsal hareketlerin itiraz seslerini duymak, elbette ki, daha zordur. Bununla birlikte

Weber geleneğin tayin ettiği toplumsal düzeni sorgulayan bir inanç türü olarak kurtuluşçu

dinlerden bahseder. Weber’e göre tek tanrılı dinlerin dahil olduğu bu kategori toplumsal iktidarı

mutlak manada kabul etmez. Ahiret inancı sayesinde dünyevi düzenlerin sonlu ve mevcut

toplumsal hiyerarşinin geçici olduğunu ileri süren kurtuluşçu dinler, kendi öğreti ve esaslarına

ters düşmeleri halinde inananlarına başkaldırı ve isyanı telkin eder. Bu noktada Weber din

sosyolojisine toplumsal hareketlerle de yakından ilgili olan karizma kavramını armağan

etmiştir. Weber’e göre, özellikle kurtuluşçu dinlerin kurucularının yerleşik toplumun gelenek

ve adetlerine karşı çıkması öncelikle bu toplumun en alt kesimlerinde bir cazibe yaratır.

Ezilenler mevcut durumlarından kurutulmak adına bu liderlerin öğretilerini kabul ederler.

Toplumsal koşullar sorgulanmaya, itiraz sesleri yükselmeye başlar ve bu yeni inancın esasları

3 Max Weber, Ekonomi ve Toplum, Latif Boyacı, İstanbul: Yarın Yay., 2012, s. 362.

Page 284: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

284

çerçevesinde yeni bir toplum inşa edilir. Başka bir deyişle; kurtuluşçu dinler, doğuşları

itibariyle toplumsal kurumların baskı ve sömürü mekanizmalarına karşı toplumsal bir hareketin

oluşmasına olanak sağlarlar. Weber için “peygamberlerin hiç biri sadece aisymnetai (yasa

koyucu) değildi, fakat genelde peygamberlik için geçerli olan şey bu kategoriye ait değildir.

Kuşkusuz sonraki İsrail peygamberleri de sosyal reformlarla ilgiliydiler. (...) Sosyal reformlara

duyulan bu özel ilgi İsrail peygamberlerinin karakteristiğidir.” 4 Modern öncesi dönemde

tarihteki en etkili toplumsal hareketlerin din kaynaklı olması bir tesadüf değildir. Hristiyanlığın

Roma toplumuna karşı takındığı tutum veya İslam’ın doğuş yıllarında Arap toplumunun

geleneksel yapısını tanımaması karizmanın toplumsal dinamizm yaratmaktaki yerine ilişkin

çarpıcı örnekler sunmaktadır.

Buraya kadar geleneksel toplumun üç farklı aktörünün tetiklediği hareketlerin tarihini ve ortaya

çıkış koşullarını anlatmaya çalıştık. Buradan yola çıkarak modern öncesi toplumsal hareketlerin

genel karakteristiğini tanımlamaya çalışalım: Birincisi, modern öncesi toplumsal hareketler

“yereldir”. Toplumsal probleme karşı gösterilen tepki ve başkaldırı bütün bir ülkeye yayılmaz

veya farklı bölgeleri doğrudan etkilemez. İkincisi, modern öncesi toplumsal hareketler

“toplumsal düzeni tamamen değiştirme niteliği taşımazlar”. Onlar belirli bir durumdan duyulan

rahatsızlığa verilen tepki veya mağduriyetin giderilmesi niyetleri ile ortaya çıkar. Bu bağlamda

geleneğin içindeki zaman zaman faydalı kısa devreler olarak işlev görürler. Üçüncüsü, bu

toplumsal hareketler topluluğun rasyonel karar ve örgütlü eylemlerinden ziyade “duygusal

taşkınlıklarla” ilerler. Başlatılan isyanın neticesinde taleplerin nasıl gerçekleşeceğine yönelik

alternatif bir çözüm sunmazlar, daha ziyade grubun beklentilerini ve şikayetlerini ifade ederler.

Dördüncüsü, modern öncesi toplumsal hareketler bütün topluluğun ortak iradesinde karşılık

bulsalar da demokratik şekilde idare edilmezler; “tek adam kültü” hakimdir. Yani, liderlerin

kararları ile yönetilir ve onların efsaneleştirilen kişiliklerince gölgelenirler. Sonuç olarak

modern öncesi toplumsal hareketlerin kendilerine “kral öldü, yaşasın yeni kral” sözünü şiar

edindiklerini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Takip eden fasılda, modern koşullar altında

toplumsal hareketleri değerlendirmekte kullanılan kategorileri, aktörleri ve bu hareketlerin

modern toplum içinde uğradığı değişimleri ve kazandığı yeni kimlikleri tanımlamaya

çalışacağız.

4 Max Weber, Ekonomi ve Toplum, s. 569.

Page 285: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

285

10.2. Modern Toplumsal Hareketler: Tanımlar, Süreçler, Aktörler

Modernite cemaatten cemiyete, geleneksel alışkanlıklardan rasyonel hesaplamalara doğru bir

sıçrama olarak kabul edildiğinde, toplumsal hareketlerin de içinde yaşadıkları toplumsal

yapıdan farklı bir karakter sergilemeleri elbette ki düşünülemezdi. Dolayısıyla toplumsal

hareketlerin modern dönemdeki serüveni; modernliğin hedefleri, inanışları, yöntem ve

uygulamaları ile yeniden tanımlanmıştır. Modern toplumsal hareketler hangi koşulların

ürünüdür? Daha önceki hareket tarzlarının terk edilme sebebi ya da sebepleri nelerdir? Modern

dönemlerde gerçekleşen bu kimlik değişmesi nasıl bir şeydir?

Modernite, daha öncesinde insanın nasıl ve neye göre yaşamalı sorusuna verdiği cevabı

değiştirerek tarih sahnesine çıktı. Toplum artık geleneklerin tayin ettiği rollerin ve aidiyetlerin

bir tezahürü değildi. İnsanlar toplumsal kurallara dünya kendilerine öyle sunulduğu için değil;

kendi ihtiyaç ve arzularına seslendiği için riayet ediyordu. Modern dünyanın düşünsel

temellerini atan aydınlanmaya göre, insanlar geleneğin büyüsü ile bir araya gelmiyordu.

İnsanları bir araya getiren, doğa ile mücadele ederken sahip oldukları eksikliklerdi. Bu

eksiklikler insanı doğal halden çıkarıyor ve bu varlık can ve mal güvenliğini sağlamak için

kendi türdeşleri ile zımnî bir sözleşme yapıyordu. Başka bir deyişle; toplum aklı başında, kendi

zarar ve çıkarını bilen rasyonel insanların bir araya gelmesinin bir toplamıydı. Geleneğin

kutsallığı toplumsal hiyerarşiye bir değişmezlik ve dokunulmazlık atfetmişti ama eğer toplum

aklı başında insanların, kendi çıkar ve zarar hesaplarının bir toplamı ise, ki modernliğin inanışı

bu yöndeydi, o halde en alttaki ve en üsttekilerin ilelebet o pozisyonda kalmasını gerektirecek

hiçbir şey yoktu. Yani fakir bir köylünün hep fakir bir köylü olarak kalması gerekmediği gibi,

bir lordun da zenginliğini doğuştan elde etmesi yanlıştı. Fakirlik ve zenginlik, insanın dünyayı

dönüştürme sürecinin bir sonucu olmalıydı: Emeğin doğaya, yani kendi halindeki şeylere bir

artı değer katmasının ürünü olmalıydı.

Böyle bir toplum anlayışının, tahmin edileceği gibi, ekonomi-politiğin sularında yüzdüğü

ortadadır. Gerçekten de aydınlanmanın sunduğu doğa, toplum ve insan modeli bir dizi

ekonomik, sosyal ve siyasî gelişme ile birlikte meydana geliyordu. Bu noktada hangisinin

hangisini etkilediğini tespit etmek oldukça güç olmakla birlikte, aydınlanmanın doğmakta olan

bir toplumun sözcülüğünü üstlendiği söylenebilir. Bu yeni toplumun başrol oyuncusu, belki de

modern toplumsal hareketlerin de kurucusu diyebileceğimiz, burjuvaydı. Burjuva geleneksel

dünyada yeri yurdu olmayan bir özneydi: Düzen mevcut haliyle ticaretle uğraşan, bağlantıları

Page 286: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

286

feodal düzenin kapsama alanının çok ötesinde olan bu hali vakti yerinde takımı kabul

etmiyordu. O halde bu düzen değiştirilmeliydi: Onlar da bunu yaptılar zaten.

Burjuvaların yeni çağda coğrafî keşiflerle, başka kıtaların kaynaklarını kullanarak ulaştığı

zenginlikler kendi ülkelerinde de bir dizi değişim dalgasına kapı araladı. Artık geleneğin

“koruyucu kanatları” parçalanmıştı; bireyler arzın, talebin, maksimum çıkarın ve marjinal

değerin hüküm sürdüğü piyasanın gizli eliyle bir araya geliyorlardı. Piyasa hararetle kaynayan

bir kazandı, hep daha fazlasını istiyordu: Daha fazla kaynak, daha fazla meta, daha fazla emek.

Bu durum geleneksel toplumun dengeli yapısını çözüyordu. Bir zamanlar zenginliğin tek

kaynağı toprakken, artık ticaret ve önce atölye, sonrasında da endüstriyel üretim her şeyi belirler

hale geldi. O andan itibaren artık feodal dönemin pastoral manzaralarının da sonu gelmişti.

Kent, topraktan geçinenleri çağırıyordu; sunduğu yeni imkanları, fırsatları ve zenginlikleri ile

insanları ayartıyordu. Dönemin kullandığı yaygın ifadeyle, özgürleştiriyordu ve insanlar bu

çağrıya kayıtsız kalmadılar. Kentler o vakte kadar hiç görülmemiş bir kalabalığa ev sahipliği

yapmaya başladılar. Kentlerdeki bu yeni kalabalık toplumsal bağların artık eskisi gibi

işlemediğini gösteriyordu. Hiç kimse geleneğin kader hükmündeki ortaklığı ile bir araya

gelmiyordu. Toprak sahipleri mülklerini kiraya verip şehre yerleşiyor, kentlerin sokaklarını ne

idüğü belirsiz bir kitle arşınlıyordu. Geleneksel toplumlar, modernitenin yeni durumlarıyla nasıl

baş edeceklerini kestiremiyordu. Kadim yasalar fesh oluyor, eski semboller anlamını yitiriyor,

hiyerarşi hızla çözülüyordu. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği yavaş yavaş anlaşılmaya

başlanmıştı. Endüstri devrimi geleneksel toplumlara iktisadî olarak büyük bir darbe indirirken,

Fransız İhtilali siyasal yapıda eskiye dair ne varsa hızla yıkıp yok ediyor, üzerinden geçip

gidiyordu. Kralların kellesi uçuyor, aristokrasinin bütün nüfuzu siliniyor, kilisenin maddî ve

manevî iktidarı yerle yeksan oluyordu.

Bu iki devrim, özellikle de Fransız İhtilali, toplumsal hareketlerin modern tarihi açısından bir

milat kabul edilir. Bu devrimle, tarihte ilk defa halk siyasal rejimi tamamen değiştirecek bir

harekete imza atmıştır: “Kral öldü, yaşasın cumhuriyet!” Fransız devrimi ünlü “kardeşlik,

eşitlik ve özgürlük” formülü ile modern dünyada insanları bir arada tutan şeyin artık

dokunulmaz gelenek değil; rasyonel bireylerin tercihleri olduğunu vaat etmişti. Bu olay sadece

dünya tarihindeki büyük yıkımlardan biri değildir, aynı zamanda modern siyasal sistemin ve

toplumsal hareketlerin de temel kimliğini belirleyecektir. Bu kimlik şu şekilde özetlenebilir: a)

modern toplumsal hareketler “belirli bir coğrafyaya değil bütün yaşam alanına nüfuz eder”, b)

bu hareketler, eylemlerinde “toplumsal sistemin tamamen dönüştürülmesi veya büyük ölçüde

revize edilmesi” amacını taşırlar, c) modern toplumsal hareketler duygusal reaksiyonlardan

Page 287: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

287

ziyade kolektivitenin “rasyonel ve programlı bir şekilde” amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırlar,

ve d) modern toplumsal hareketler “belirli bir lider güdümünde değil; topluluğun demokratik

iradesi” ile yönetilirler.5 Söz konusu nitelikler modern toplumsal sistemin hem ilk asrı olan 19.

yüzyılda, hem de günümüzde toplumsal hareketlerin vazgeçilmez addettiği ilkelerini

oluşturacaktır.

Gelecek bölümlerde modern toplumsal hareketlerin başlıca aktörleri, tartışmaları, değişim ve

süreklilikleri ele alınacaktır. Bu maksatla modern zamanlardaki toplumsal hareketleri iki dönem

olarak incelenecektir. “Klasik sosyal hareketler” diye adlandırılan ilk dönemde 19. yüzyıldaki

işçi sınıfı ve ulus merkezli hareketlerin ekonomik, siyasal ve toplumsal bağlamı irdelenecektir.

İkinci döneminde ise 20. yüzyılda “yeni toplumsal hareketler” olarak adlandırılan gelişmeler,

çağdaş toplumun yapısı bağlamında değerlendirilecektir.

10.3. Klasik Toplumsal Hareketler

Modern anlamda toplumsal hareketlerin Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi ile ortaya çıktığını

belirtmiştik. Bununla birlikte söz konusu iki kırılma, aynı zamanda birkaç yüzyıldır giderek

güçlenen yeni bir sistemin kendi toplumsal iktidarını kurduğunun da ilanıdır. 15. yüzyıldan

itibaren dünyanın dört bir yanına dağılan, bu bölgelerin zenginliklerini dünya genelinde

tedavüle sokan, doğal kaynaklardan finansal değerler üreten bu sistemin adı, herkesin bildiği

gibi, kapitalizmdir. Kapitalizm, 19. yüzyılda aydınlanmanın değerlerini, bilim ve teknolojideki

ilerlemeleri Fransız devriminin politik söylemi ile harmanlayarak yeni bir toplum projesinin

temellerini atmıştır. İnsanların geleneğin önceden bahşettiği bir konumdan dünyaya katılmasını

değil, kendi dünyalarını aktif bir şekilde kurdukları bir sözleşme toplumu tahayyül eden

kapitalizm bu minvalde toplumsal kaynakları kendi talep ve beklentilerine uygun şekilde

yeniden üretmeye girişmiştir. Bu minvalde toprak insanların hayatlarını temin eden bağımsız

bir zenginlik olmaktan çıkmış, kapitalist piyasanın arz-talep dengesine göre fiyatı belirlenen bir

mahiyet kazanmıştır. Aynı şekilde toprağı işleyen emek, asırlardır bağlı bulunduğu toprağından

kopmuş ve sermayenin belirlediği ücretle tanımlanmaya başlamıştır. Özellikle bu ikinci durum

klasik toplumsal hareketlerin tarihsel mahiyetini belirleyecek uzun bir sürecin de başlangıcını

oluşturmuştur.

5 Anne Snow, Sarah A. Soul ve Hanspeter Kriesi, The Blackwell Companion to Social Movements, Blackwell

Publishing, 2004, s. 6.

Page 288: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

288

10.3.1. İşçi Hareketleri

‘Sistem’ denilen hayaletimsi bir kavram en somut gerçekliklerin arasından çıkıverdiğinde,

fakirlik ve mahrumiyet acı yüzünü gösterdiğinde, insanlar zulüm ve eşitsizliğin karşısında bir

şeyler yapmak istediğinde yaklaşık iki yüzyıl önce başlamış bir serüvenle doğrudan veya

dolaylı olarak kendilerini özdeşleştirirler. Bu serüven, toplumsal hareket denilince aklımıza ilk

gelen, cefakar, vefakar, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan” işçi sınıfının

serüvenidir.

Dünya, geleneğin kabuğundan soyulup çıkarılırken, ilişkilerdeki kutsal halesi yerini çıplak bir

kâr arayışına bırakırken, “katı olan her şey” sermayenin kazanında buharlaşırken burjuva sınıfı

modern sisteminin ilk sınıfı olarak tarih sahnesine çıkmıştı. 6 İşçiler, yani proletarya ise

burjuvaların dünyaya yaptıklarının bir sonucu olarak modernitenin ikinci sınıfı olarak bu

sahneye adım atıyorlardı. Burjuva ve proletarya ortaklığı, 1789’de, toplumların eskisi gibi

devam etmeyeceğini haykırmış ve modern tarihin ilk devrimine imza atmıştı. Fakat mevcudu

yıkmaya dayanan bu ortaklık, zaman içinde, burjuvaların kurdukları düzen yüzünden hızla

sorgulanır hale geldi. Yeni sistemin proletaryaya yüklediği anlam ve değer, modern zamanların

ilk toplumsal hareketlerinin de ortaya çıkmasına zemin hazırladı.

Daha önce de belirtildiği üzere, burjuvaların endüstriyel üretim tarzı, feodal düzeni çözmüş,

feodalitenin istihkam ettiği büyük kitleler kentlere akın etmişti. Bu noktada yeni sistemin

üretimde emeğe duyduğu derin ihtiyaç, söz konusu kitlenin önce atölyelere ve sonra fabrikalara

doluşmasıyla giderildi. Modern toplum mülkiyet temelinde bir sözleşme ile yeniden

örgütleniyordu. Sözleşmenin tarafları üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde bulunduran

burjuvalar (tüccarlar, fabrikatörler, sermayedarlar) ve tek sahip olduğu şey kol gücü olan

işçilerdi. Sözleşmenin tarafları arasında ilkece bir eşitlik var gözüküyor, gerek proletarya

gerekse burjuva üretimdeki hisselerine göre mevcut değerden pay alıyordu. Burjuvanın aldığı

pay sermaye, proletaryanın aldığı pay ise ücreti oluşturuyordu. Ücretleri belirleyen şey ise

piyasanın görünmez elince yani arz-talep dengesine göre belirleniyordu. Teorik olarak pek bir

sorun yok gözüküyordu fakat pratikte işçilerin durumu iyiye gitmiyordu.

Karl Marx, işçi hareketlerinin ve bütün toplumsal hareketlerinin vazgeçilmez referans kaynağı,

burjuva iktisatçılarının ilkece pek bir problem görmedikleri görünmez elin hikmetinin işçilerin

6 Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Yılmaz Onay, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2011,

s. 49-50.

Page 289: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

289

aleyhinde olduğunu iktisatçıların anladığı dilden, büyük bir meziyetle gösterdi. Marx’a göre

piyasa daima üretim araçlarının mülkiyetine sahip burjuvalardan yana çalışıyordu. Burjuvalar

üretim süresince bir yandan kendi hisselerini alıyor, diğer yandan ise emekçilerin çalıştıkları

sürenin gerçek değerini tam olarak vermiyor, belirli bir kesintiye gidiyorlardı. Bu kesintiyi artık

değer olarak isimlendiren Marx kapitalist toplum içinde ücretleri belirleyenin, burjuvaların

sermayelerini arttırmak amacı ile artık değer elde etmeleri olduğunu söylüyordu. İşçi sınıfı

apaçık bir sömürüye maruz kalıyordu. Uzun çalışma saatleri, tedbirsizliğin neden olduğu iş

kazaları, sürekli düşen ücretler, sağlıksız yaşam koşulları yalnızca burjuvanın kendi

hanesindeki rakamları arttırma iştahının acı birer karşılığıydı. Sistemin, ölmemelerini

sağlayacak asgari şartlardan daha fazlasını işçilere vermeyeceği apaçık bir şekilde ortaya

çıkmaya başlamıştı:

“Pamuk, patates ve alkol neden burjuva toplumunun eksenidir? Çünkü bunları üretmek

için gerekli emek en düşük miktardadır ve bundan ötürü, bunlar en düşük fiyatlara

sahiptir. Azami tüketimi neden asgari fiyat belirler? (...) Bunun nedeni sefalet üzerine

kurulu bir toplumda, en bayağı ürünlerin en büyük sayılarla kullanılma önceliğine sahip

olmalarıdır.”7

İşçi hareketlerinin tarihini şekillendiren şey, Marx’ın -yukarıda bahsettiğimiz- bu açıktan

sömürüye karşı tavır almaları olmuştur. Burjuvanın çalışan kesime uyguladığı bu çıplak

sömürü, 19. yüzyıla sınıflar arası hoşnutsuzluğun ve çatışmaların had safhada olduğu bir

görünüm kazandırdı. Bu noktada “işçiler, ilk defa kendilerini şu ya da bu mesleğin çalışanları

gibi görmektense emekçi olarak düşünmek ve ifade etmek için kelime dağarcıklarını ve dünya

görüşlerini değiştirdiler. Dayanışma algılarını kendi bireysel zanaatlarının ötesinde kurmaya

başladılar.”8 Başka bir deyişle eskiden işlerinde gösterdikleri niteliğe göre (usta, kalfa, çırak

gibi) kendini tanımlayan ve topluma bu pencereden bakan işçiler, kendilerini emekçi gibi

kapitalist nicelikleştirmeye daha uyumlu genel bir kategori altında görmeye başladılar. Böylece

toplumsal hareketlerin en şiddetli, en çarpıcı ve sonrası için en çok emsal teşkil eden olay ve

süreçleri ortaya çıktı.

Klasik dönemdeki işçi hareketlerinin en başta geleni 1780-1825 arasında İngiltere’de etkinlik

sağlayan Ludist akım olmuştur. Makineleri kırarak kendilerine yapılan haksızlığa tepki gösteren

7 Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, Ankara: Sol Yayınları, 1975, s. 66.

8 Ira Katznelson, “İşçi Sınıfı Oluşumu: Vakaları ve Karşılaştırmaları Kurgulamak”, Ira Katznelson ve Aristide

R. Zolberg (eds.), İşçi Sınıfının Oluşumu, Ankara: Tan Yay., 2008, s. 32 [13-52].

Page 290: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

290

ve ücret artırımı talebinde bulunan bu hareketi ise özellikle Londra, Birmingham gibi sanayi

merkezlerinde seçim reformu yapmaya çalışan çartizm takip etmiştir. 1820’li yıllardan itibaren

işçiler daha örgütlü hale geldiler; sendikalaşmaya başladılar. Bununla birlikte işçi hareketleri

açısından en büyük dönüm noktası 1848 idi. Bu yılda ünlü Komünist Manifesto’ya da ilham ve

ümit telkin eden pek çok ayaklanma kendiliğinden baş göstermişti. Yüzyılın başından beri

maruz kalınan açık sömürü yüzünden başta Londra ve Paris olmak üzere pek çok gelişmiş

kentte işçiler sokağa dökülmüştü. Genel olarak ücretlerde artış, çalışma koşullarında iyileşme

ve siyasal katılım hakkı talep eden bu isyan güçlükle bastırıldı. Fakat 1848 olayları, bir

zamanlar aristokrasi ve kiliseye karşı aynı cephede hareket eden burjuva ve proletaryanın bir

daha birleşemeyeceğinin resmen ilanıydı. İşçi hareketlerinin tarihi açısından efsanevi bir diğer

hadise de 1871’deki Paris Komünü teşebbüsüydü. Fransa’nın Prusya savaşındaki feci

mağlubiyeti ve Paris’in çok kısa süre de olsa Prusyalılar tarafından kuşatılmasından sonra

halkta yükselen hoşnutsuzluk akabinde başta emekçiler olmak üzere sivil bir ayaklanmanın

tetiklenmesini sağladı. Paris’teki otorite boşluğundan da yararlanan bu hareket, 28 Mart’ta

toplumun farklı kesimlerinin (Jakobenler, vasıflı işçiler, profesyoneller, reformist

cumhuriyetçiler vb.) konsensüsü ile ilan edildi. Devrimci bir niyetten ziyade birtakım sivil

düzenlemeler getiren komün, Paris pastanelerinde gece işinin kaldırılması, işçilerin el konulan

aletlerinin geri verilmesi, işçilerin borçlarının geciktirilmesi gibi kararlar almıştı. Yaklaşık

altmış gün iktidarda kalan bu siyasal oluşum zamansal açıdan çok uzun sürmese de işçi

hareketlerinin geleceğe dair ümitlerini yeşertmişti.

Paris komününün ardından işçi hareketlerinin çok başlı görüntüsünü tek bir harekete

dönüştürmenin teşebbüsleri hız kazanmıştır. Bununla birlikte yine de söz konusu hareketleri

tek bir siyasal kimliğe yerleştirmek güçtür. Farklı ülkelerde bu hareketler değişik stratejiler

izlemiş, kâh devrimci ve reformcu, kâh da yalnızca sendikal hakları kazanmaya çalışan

politikalarla ilerlemişlerdir. Amerika’da ülkenin geniş coğrafyası ve eyalet odaklı siyasal

yapısı, işçi hareketlerini devrimci bir oluşum olmaktan ziyade sistem içinde kalmaya

zorlamıştır. İşçi hareketi, son derece örgütlü bir hareket olarak geliştiği Almanya’da ise, siyasal

sistemde ciddi şekilde söz sahibi olan ve devrimci amaçlar güden bir pozisyona yükselmiştir.

Fransa’da ise işçi hareketleri Amerika ve Almanya örnekleri arasında gel-gitler yaşamıştır.

Proleterler, işçi olarak birtakım saldırgan tutumlar geliştirirken vatandaş olarak siyasal sistem

içinde tutunmaya çalışmışlardır. 9 Bununla birlikte işçi hareketlerinin tarihinde kolektif,

9 Ira Katznelson, “İşçi Sınıfı Oluşumu: Vakaları ve Karşılaştırmaları Kurgulamak”, s. 38.

Page 291: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

291

rasyonel kararlar alan yekpare bir siyasal oluşum yaratma konusunda en önemli duraklar

“Birinci Enternasyonel” ve “İkinci Enternasyonel” olmuştur. Dünyanın bütün sosyalistlerini

tek çatı artında toplamaya çalışan bu oluşum, diğer adıyla Uluslararası İşçi Birliği ilk kez 1864

yılında toplanmıştır.

Birinci Enternasyonel farklı anlayışları birtakım ilkeler çerçevesinde bir araya getirmişti belki,

fakat sonraki gelişmeler işçi hareketlerinde daha homojen bir ideolojik kimliğin ortaya

çıkmasına sebep olacaktı. Bu durumun başlıca sebeplerinden birini Karl Marx ve Friedrich

Engels’in bilimsel olarak tanımladıkları kendi sosyalizmlerinin işçi hareketi hakkındaki fikirleri

oluşturmaktaydı. Marx öncesinde işçi hareketlerine sistemi devirecek bir siyasal kimlik

etrafında örgütlenmekten ziyade sistem içinde sorunları çözmeyi çalışan görüşler egemendi.

Bunun yanı sıra rasyonel-örgütlü bir mücadelenin aksine bireysel ve duygusal ağırlıklı anarşist

temayüller de vardı. Marx kapitalist sistemin gerçeklerini bilmediklerini ileri sürdüğü -

aralarında Robert Owen, St. Simon, Proudhon gibi isimlerin de bulunduğu- bu sosyalist anlayışı

ütopyacı olarak değerlendirmiş ve enternasyonel içinden tasfiye etmeye çalışmıştır. Bununla

birlikte 1872 yılında Bakunin başta olmak üzere tüm anti-otoriter ve anarko-sendikalist

eğilimlerin temsilcileri de enternasyonelden dışlanmıştır. Böylece işçi hareketleri 19. yüzyılın

ikinci yarısında kapitalist sistemi, sistem içi çelişkilere dayanarak yıkmayı, rasyonel ve örgütlü

bir şekilde yayılmayı ve proleterleri bilinçlendirmeyi amaçlayan homojen bir hareket ortaya

çıkmıştır. Bununla birlikte 1899 yılında aralarında Rosa Luxemburg, Karl Kautsky ve

Vilademir İlyiç Lenin gibi çok ünlü sosyalistlerin de bulunduğu İkinci Enternasyonal

kurulmuştur. I. Dünya Savaşı’na kadar süren bu evrede, Birinci Enternasyonel’in açtığı yoldan

gidilerek zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan dünyanın bütün işçileri

birleştirilmeye çalışılmıştır. Fakat I. Dünya Savaşı işçi hareketlerinin pek de hesaba katmadığı

başka bir etmenle, toplumsal hareketlerin hem de bu sefer gerçekten dünya çapında fitilini

ateşleyecektir: Ulusal kurtuluş hareketleri.

10.3.2. Ulusal Kurtuluş Hareketleri

19. yüzyılın sonlarında işçi hareketleri dünyanın bütün proleterlerini birleştirme çağrısı

yaparken hiç beklemedikleri bir kavram ve bu kavrama bağlı gelişmelerle yüz yüze geldiler.

Bu noktadan itibaren klasik toplumsal hareketler kategorisine ikinci bir paydaş ekleniyor ve I.

Dünya Savaşı’nın sonlarından 1960’ların sonuna kadar sürecek bir toplumsal hareketler dizisi

ortaya çıkıyordu. Bu dönemde ortaya çıkan yeni kavram, gerçekte, modern toplumun pek de

Page 292: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

292

yabancısı olmadığı bir kavramdı: Ulus. Ulus, modernitenin bir icadı olarak özellikle Fransız

Devrimi’nin ünlü ilkelerinin toplumsal karşılığı, insanlar arasında çağın ruhuna uygun yeni bir

politik ilahiyat olarak sahneye çıkmıştı. Bu anlamda kimi araştırmacıların belirttiği gibi

geçmişte dinin üstlendiği işleve benzer bir anlama sahipti.10 Öyle ki ulus, Avrupa toplumlarının

diğer toplumlar karşısındaki üstünlüğünün maddî ve manevî bir açıklaması olduğu kadar

toplum içindeki sınıf tartışmalarını dindirecek, ekonomik husumetlerin yerine manevî bir ahenk

getirecek bir reçete olarak görülmekteydi. Bu anlamda ulus, toplumun üstünlüğünden duyulan

manevî bir tatminle kitlelerin yekpare bir bütün haline gelmesinin adıydı. Fakat ulus kavramı

yalnızca toplumsal tarafları kendi içinde eriten ideolojik bir çerçeve değildi; aynı zamanda

devletlerin, dünya sistemi içinde kendi sınırlarını ve etki alanlarını belirlemelerine de yarıyordu.

Sermayenin dolaşımı sırasında ortaya çıkan zenginlikler alanının nasıl ve kimler arasında

paylaşılacağı tartışmalarında da büyük bir rol üstlenmişti. İşte bu tartışmalar Avrupa ulusları

arasında tüm dünyanın sahne olacağı bir kıyameti getiriyordu: I. Dünya Savaşı.

I. Dünya Savaşı toplumsal hareketler açısından ilginç bir evliliğe de imza atmıştır. Kapitalist

Sistem’de üst sıralara tırmanma niyeti ile bu savaşa giren Rusya, kendi içinde yaşadığı

gelişmeler nedeniyle oyun dışı kalacaktı. 1917 Bolşevik Devrimi modern dünyaya işçi

hareketleri ile ulusal kurtuluş arasında, kimilerince teorik olarak imkansız görülen, bir ittifakın

kurulmasını sağlayacaktı. Bolşevikler Marxist bir ideolojik kimliğe sahip bir siyasal hareket

olarak işçi hareketlerine katılmışlardı. Bolşevik devriminin lideri ve sonrasında komünist

Rusya’nın ilk devlet başkanı Lenin, İkinci Enternasyonel’e katılan ve Ortodoks Marxizmi canı

gönülden benimsemiş bir figür olarak tanınıyordu. Fakat Rus Devrimi, işçi hareketlerinin

beklediği gibi bir gelişim çizgisi takip etmemişti. Rusya bir sanayi ülkesi değildi; emekçilerin

çoğunluğunu proleterler değil köylüler oluşturuyordu. Kapitalizmin tam olarak egemen

olmadığı bu ülkede, sistemin istenmeyen sonucu olan komünizmin ortaya çıkamayacağına

inanılıyordu. Lenin’in bu eleştirilere cevabı, işçi devriminin hızlanması için ulus devletlerin ele

geçirilmesi gerektiği yönündeydi.

I. Dünya Savaşı işçi hareketleri hiç istemese de burjuva ve emekçi sınıflar arasında bir ittifak

yarattı. Dışardaki düşmana karşı bu iki düşman kardeş uluslarını muhafaza için bir araya gelmiş,

aradaki sorunları unutmuşlardı. Marxistlerin söylediği gibi ulus kavramı bir burjuva icadı,

devlet ekonomik sömürünün siyasal karşılığı olabilirdi, proleterlerin bu savaşta yeri yoktu.11

10 Bkz. Carlton Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yay., 2011.

11 Rosa Luxemburg, Siyasal Yazılar, çev. Zafer Üskül, Ankara: Verso Yay., 1989, s. 100-102.

Page 293: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

293

Fakat kavramın büyüsü tüm bu “gerçekleri” proleter kitlelere unutturmuştu. Lenin kitlelerin

örgütlemesinde ulus ve devletin rolünü ilk fark edenlerden biri olarak, bir işçi hareketinin, eğer

evrensel bir devrimi amaçlıyorsa, öncelikle devleti ele geçirmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun

temel stratejisi ise özellikle Batı-dışı halkların ulus haline gelip kendi kaderini tayin hakkına

kavuşmasında yatıyordu:

“Demek ki eğer biz ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını,

hukuksal tanımlamalarla cambazlık yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’

değil de ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek

istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderini tayin

etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız

bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.”12

Lenin’in devrim-ulus-devlet arasında kurduğu bu üçlü bağıntı I. Dünya Savaşı’ndan sonra

kapitalist sistemin sömürüsüne maruz kalan halklar için ilham verici olacaktı. Savaşın verdiği

hasar ve kayıplar sistemin egemenlerini ciddi şekilde zayıflatırken Batı-dışı halkların

bağımsızlıklarını kazanma ümidi doğdu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise bu ümit, yaygın bir

vaka haline gelecek ve dünyanın siyasal haritasında yeni devletlerin ortaya çıkmasını

sağlayacaktı. II. Dünya Savaşı’nın akabinde Batı’nın sömürgesi olan başta Hindistan, Güney

Amerika ve Afrika olmak üzere pek çok bölgede ulusal bağımsızlık hareketleri ortaya çıktı.

Sömürgelerin en önemlisi olan Hint alt kıtasında Hindular, İngilizlere karşı Gandi öncülüğünde

1917’de başlayan bir kurtuluş mücadelesi yürüttüler ve 1947’de bağımsızlıklarını kazandılar.

Aynı coğrafyada bu kez Müslümanlar yeni Hindu devletinden ayrılma mücadelesi verdiler ve

sonuçta siyasal coğrafya Bangladeş ve Pakistan diye iki ülke daha kazandı. Aynı süreç

Afrika’da çok daha kanlı bir şekilde tekrar etti. Başta Tunus ve Cezayir olmak üzere Fransız

sömürgesi pek çok halk, Batılı güçlere karşı bir ulusal kurtuluş mücadelesine giriştiler ve atmışlı

yılların başında bağımsızlıklarını kazandılar. Latin Amerika’da ise 1959’daki Küba Devrimi,

bu halklara ulusal kurtuluş yolunda büyük bir güven aşıladı.

Ulusal kurtuluş mücadeleleri klasik toplumsal hareketlerin ikinci evresi olarak ortaya çıktılar.

Her ne kadar 20. yüzyılda yaygınlık kazansalar da, aslına bakılırsa, tıpkı işçi hareketleri gibi

temelleri 15. yüzyıla kadar giden ancak genel görünümüne 19. yüzyılda kavuşan bir toplumsal

sistemin içinde kimliklerini buldular. Sonuçta, gerek işçi hareketleri gerekse ulusal kurtuluş

mücadeleleri klasik modern toplumsal düzenin öncelikleri, toplumsal çelişkileri ve çözüm

12 V. İ. Lenin, Milletlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı, çev. Muzaffer Ardos, İstanbul: Eriş Yayınları, 2004, s. 47.

Page 294: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

294

anlayışları ile biçimlendiler. Fakat bu düzenin kendi içinde yaşadığı gelişmeler 20. yüzyılın

ikinci yarısından itibaren farklı aktörlerin, farklı problemlerin ortaya çıkardığı yeni toplumsal

hareketlere neden olacaktır.

10.4. Yeni Toplumsal Hareketler

Yeni toplumsal hareketlerin; 20. yüzyılda ortaya çıkan problemlere, tartışmalara ve yeni

arayışlara tekabül ettiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte, burada söz

konusu olan, eski tüfek devrimcilerin anladığı şekilde bir kronolojik ayrım değildir. Yeni

toplumsal hareketler çağdaş toplumlardaki her türden gelişme, değişme ve farklılaşmanın, yeni

aktör/özne inşalarının bir sonucudur. Bu bağlamda yeni toplumsal hareketler ibaresi ile modern

toplumsal sistemin içinden çıkan bir hareket olduğu kadar kendini sistem-dışı veya karşıtı

olmakla tanımlayan hareketlerden de bahsediyoruz. Sistemin ne içinde, ne de dışında olan bu

hareketler nelerdir? Varlıklarını hangi toplumsal bağlamdan elde etmektedirler? Öne sürdükleri

toplum modeli, savunduğu modern özne nasıl bir şeydir ve daha önceki klasik toplumsal

hareketlerden farkı nerelerde aranmalıdır? Bu fasılda, söz konusu sorular üzerinden yeni

toplumsal hareketlerin “yeniliğini” tartışmaya çalışacağız. Fakat öncelikle 20. yüzyılda modern

toplumun genel bir panoramasını çıkarmak, bu oluşumların yaslandıkları bağlamı anlamak

açısından daha faydalı olacaktır.

20. yüzyılın sosyolojik olarak ne zaman başladığı hala bir tartışma konusudur. Kimi tarihçiler

bu başlangıca I. Dünya Savaşı’nın başlangıcını yerleştirirken Hobsbawn gibi tarihçiler bu asrın

II. Dünya Savaşı’ndan sonra başladığını ileri sürer. Başlangıç ve bitişi konusunda çeşitli

ihtilaflar bulunsa da 20. yüzyılın mesaiye 19. yüzyıldan devraldıkları ile başladığı bir gerçektir.

İki savaştan kalan toplu yıkım, 19. yüzyıla damgasını vurmuştur: Sermayenin dünyada daha

önce hiç görülmemiş başarılarına rağmen düşük refah seviyesi, sınıflar arasında giderek artan

eşitsizlik, istikrarsız siyasal yapılar vs... 20. yüzyılın toplumsal modeline yön veren şey bir

önceki uzun asrın iktisadî ve siyasal hatalarını telafi etme çabasıydı. I. Dünya Savaşı’ndan

sonraki dönemle birlikte, toplumun tek bir sınıfın himayesine bırakılamayacağı kesin bir

gerçeklik olarak zihinlerde yer etmeye başladı. Bu maksatla devlet, sınıflar-üstü bir pozisyona

yerleşti. 20. yüzyıl sadece kapitalist üretimin tahrip olan mekanizmasını tadil etmekle kalmadı;

aynı zamanda üretilen zenginliğin tabana yayılması gerektiği inancıyla toplum politikalarında

bir yenilik getirdi.

Page 295: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

295

Söz konusu yeniliğin ardında 20. yüzyılın iki mucidinin, isterseniz mucize deyin, isimleri vardı:

Ford ve Keynes. John Ford Amerika’da üretimle ilgili yeni bir işletme programı uyguluyordu.

Ona göre kapitalizmin en önemli parçası hızlı ve yoğun şekilde üretim yapmaktı. Fakat 19.

yüzyılın üretim teknikleri bu hızı yavaşlatıyordu. Ford geliştirdiği parça-başı üretim

mekanizması ile sadece işçilerin yoğunlaştırılmış bir iş bölümünün parçaları olmalarını,

hareketli bir bandın çevresindeki işçilerle bir mamulün çok seri bir şekilde üretilmesini

sağlamadı. Aynı zamanda üretimdeki fazlalığın fiyatları düşüreceğini, böylece talebin geniş

kitlelere yayılacağını, talep genişleyince de arzın sürekliliğinin sağlanacağını gösterdi. Böylece

19. yüzyılın üretimden gelen gücü, tüketim denilen bir etkinliğin de tadını almaya başlayacaktı.

Ford’un üretime dair bu fikirlerine paralel olarak J. Maynard Keynes iktisat alanında

zenginliğin tabana yayılması gerekliliğini müdafaa ediyordu. Ona göre kapitalist sistemin

idamesi isteniyorsa, klasik liberallerin dediği gibi, piyasanın görünmez elinin arzı ve talebi

sağlamasına güvenilemezdi. Devlet bir denge unsuru olarak devreye girmeli ve talebin

oluşmasına yardımcı olmalıydı. Meta arzının mümkün olduğunca ucuzlaması, kamu fonlarının

canlandırılması, sosyal politikaların genel olarak iyileştirilmesi gerekiyordu. Ancak bu şartlar

altında yani üretilen zenginliğin geri dönüşümlü bir şekilde geniş kitlelerle paylaşılmasıyla

mevcut sistem kendini yenileyebilirdi. İki savaş arası dönemde popülerlik kazanan Fordist-

Keynesgil fikirler, özellikle 1945-1972 arasında uygulamaya konuldu. Böylece 20. yüzyılın en

önemli buluşlarından biri sayılacak refah devleti tedavüle girdi.13

Fordist-Keynesgil politikaların yürürlüğe girmesi ile birlikte toplumsal tabakalaşmada büyük

değişiklikler meydana geldi. 19. yüzyılda, özellikle Marxist işçi hareketlerinde gördüğümüz

gibi, toplum iki keskin sınıfa ayrılmıştı veya ayrılması bekleniyordu. Fakat 20. yüzyılda refah

politikalarının uygulanması ile birlikte üçüncü bir sınıf baskın hale gelmeye başlıyordu: Orta

sınıflar. Orta sınıflar, Marxist sınıf çatışmasının iki kutbundan da birtakım özellikler almıştı.

Örneğin, üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde bulundurmadıkları için proletaryaya

benziyorlardı. Fakat üretim içinde onlar gibi kol gücü ile çalışmıyorlardı; sorumluluk

alıyorlardı ve karar verici pozisyonda bulundukları için burjuvaziye yakındılar. 20. yüzyıl

geleneksel üretim düzeninde tarım ve sanayi sektörlerinin arasına hizmet sektörünü

yerleştirirken, orta sınıfta sayıları her geçen gün artan bir şekilde bu yeni alanda temellerini

bulmaya başlayacaktı. 60’lı yıllara gelindiğinde ileri sanayi ülkelerinin nüfusunun yarısı hizmet

sektöründe istihdam edilecekti. 14 Orta sınıfların, bu iki düşman kategoriden de bir şeyler

13 David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s. 146.

14 David Harvey, Postmodernliğin Durumu, s. 181.

Page 296: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

296

taşıması çağdaş toplum anlayışıyla doğrudan ilgiliydi. 20. yüzyılda genel refah seviyesi bir

önceki asırda tahayyül edilemeyecek seviyelere yükselmişti. Toplumun en altında yer alanların

bile artık evlerinde uzun menzilli birer radyo vardı. Sinema salonları hınca hınç doluyor,

mutfaklar temel ihtiyaç maddelerinin dışındaki lüks ve egzotik lezzetlerle buluşuyordu. Uygun

taksit seçenekleri ile pahalı arabalar işçi sınıfına sağlanıyor, altta kalanlar kendi modalarını

yaratıyor, bu sıralarda gelişen yüksek teknolojik aletler her eve sızıyordu:

“Tam istihdam ve sahici bir kitle pazarını hedefleyen bir tüketici toplumu, eski gelişmiş

ülkelerdeki işçi sınıfının büyük bölümünü, ez azından hayatlarının büyük kısmı için

geçerli olmak üzere, babalarının ya da kendilerinin bir zamanlar yaşadıkları, gelirin

öncelikle temel ihtiyaçlar için harcadığı düşük seviyenin oldukça üzerine yerleşti.”15

Kısacası ezilenlerin artık zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri vardı.

20. yüzyılın ilk yarısında modern toplumsal sistemin, bu sistemi ‘kapitalist sistem’ olarak da

adlandırmak mümkündür, zirve noktasını gördüğü söylenebilir. 19. asrın çalkantıları çözülmüş,

toplum kendi kurumsal düzenini sarsılmaz bir şekilde kurmuştu. Bu anlamda geçmişin sistem

içi çatışmalarının artık giderildiğine inanılıyordu. İşçiler yüksek ücretlere ve iş garantisine

kavuşmuştu; çıplak sömürü yerini genel refahta görece bir artışa bırakmıştı; eski sömürge

topraklarında bağımsız devletler kurulmaya başlanmıştı. Bu bağlamda klasik toplumsal

hareketlerin baş aktörü olan proletarya da, kurtuluş mücadelesi veren uluslar da devrimci

üniformalarını dolaba kaldırabilirlerdi.

20. yüzyılda sistem eski muarızlarıyla hesaplarını kapatmaya çalışırken özellikle bu asrın ikinci

yarısında yeni toplumsal öznelerin ortaya çıkacağından habersizdi. Klasik toplumsal sistemin

bütün hesaplarını üstüne kurduğu özne, temellerini 19. yüzyılda buluyordu. Güçlenen refah

toplumu ekonomi-politik bir söylem üzerinde bütün sosyal ilişkileri açıklamaya çalışıyordu.

Bireyler, endüstriyel sistemin bir dişlisi olarak haklarını ve özgürlüklerini kazanmışlardı. Yani

özgün bir anlamdan ziyade, ait oldukları kolektivitenin (sendika, sınıf, grup) sistem içindeki

değeriyle anılıyorlardı. Klasik sistem ekonomi-politik bir sosyal dünya inşa ederken özne

olarak ise ‘yetişkin-beyaz-erkek’i tayin ediyordu. 19. yüzyılda işçilerin çoğu, üretim kol gücüne

dayandığı için erkeklerden oluşuyordu ve bu sanayi işçileri Avrupa’da yaşadıkları için beyaz

ırktandı. Coğrafya ve üretimin tarihsel koşullarına dayanan bu tercih çağdaş dönemde sistemin

buyruklarını oluşturacaktı. Başka bir deyişle 19. yüzyılın konjonktürünün parçası olan bu

15 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Everest

Yayınları, 2006, s. 375.

Page 297: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

297

seçimler çağdaş toplumların kaderi haline gelecekti. Fakat bu sefer de klasik toplumsal sisteme,

özellikle 1968 sonrasında bu üç kategorinin (olgun, erkek, beyaz) karşıtları tarafından yani

sistemin dışında kalanlar (gençler, kadınlar, farklı etniklikler) tarafından yeni başkaldırı ve

isyanlar düzenlenecekti.

Yeni toplumsal hareketler; çağdaş dönemin, bir önceki asırdan devraldığı problemleri çözme

sürecinde ortaya çıktılar. En yüksek noktanın düşüşün de başlangıcı olması gibi bu hareketler

sistemin en güçlü, görece en az sorunlu zamanında direnişe geçtiler. 1968’de 1848 işçi

hareketleri gibi kurucu bir neden olmaksızın başlayan bu hareketler, ilerleyen süreçte ulusal

(ekonomik durgunluk, siyasal çalkantı) ve uluslar arası krizlerle (1971’deki petrol krizi vs.)

hızla dünya çapında yaygınlık kazandılar ve sisteme radikal eleştiriler yönelttiler. Söz konusu

eleştirileri dört noktada toplamak mümkündür: Cinsiyet, ırk, gençlik ve küresellik. Bu

bağlamda her bir eleştiri, diğerleri ile yakinen ilişkili olsa da, farklı birer toplumsal özne ve

hareket yaratmıştır. Takip eden sayfalarda, bu yeni özne ve hareketler değerlendirilerek yeni

toplumsal hareketlerin sahip olduğu başlıca özellikler üzerinde durulacaktır.

10.4.1. Gençlik Hareketleri

Gençlik, çocukluk ve yaşlılık gibi insan ömrünün bir safhası olarak kabul edilir. Genç,

olgunlaşmamış, başında kavak yelleri esen, duyguları ile hareket eden ve düzenle henüz

bütünleşmemiş bir insandır. Dolayısıyla her toplumun gençliğe daima yetişkinliğe geçiş süreci

olarak bir yer ayırdığı söylenebilir. Bununla birlikte gençlik kavramı sosyolojik bir kategori

olarak anlamını 20. yüzyılda kazanmıştır. Çağdaş toplumda yaşanan değişmeler, bu kavramın

farklı bir içerikle toplumsal dünyaya adım atmasının önünü açmıştır. 20. yüzyılda artan refah

seviyesi, hane içi çalışan emek sayısında bir azalış meydana getirmişti. Yani bir evin geçimi

eskiye oranla daha az insanın çalışması ile sağlanabilmekteydi. Bu bağlamda yeni kuşakların

boş zamanları arttığı gibi topluma katılış süreleri de uzamıştır. Genç hayatlardaki bu boşluk

eğitim ve piyasadaki metaların tüketilmesi ile telafi edilmekteydi. Böylece duyguların en

karmaşık olduğu, kararların aniden ve tepkisel olarak alındığı bu yaş grubu, duyguları

kışkırtarak var olan tüketim kapitalizmi için mükemmel bir hedef kitle olacaktır. Bununla

birlikte zorunlu eğitim ve yüksek öğrenimdeki artış da genç insanların ait oldukları kültürle

ilişkilenirken uyuşmacı değil, eleştirel bir tutum takınmalarının önünü açmıştır.

Bu hareket türünde gençlik, bir geçiş evresi değil; insanlığın nihai aşaması olarak tanımlanır.

Bunda, belki de, gençlerin hafızasında eski kuşakların yaşadıklarından pek bir şey

Page 298: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

298

barındırmamasının etkisi fazladır. Yeni nesil büyük yıkımların ve ölümlerin varlığını yalnızca

tarih kitaplarından bilmektedir. Temel ihtiyaçların karşılanamadığı bir düzenin var olduğu

bilgisi ise olasılık dışıdır. Söz konusu süreçte gençlik hareketlerinin, tüm yeni toplumsal

hareketler gibi, vurgusunun eski toplumsal hareketlerinki gibi ekonomik veya siyasal değil

kültürel olduğu söylenebilir. Yeni bir toplumsal hareket olarak gençlik kültürünün esasını

bireysel özgürlük ve kimlik arayışları oluşturur. Yetişkinlerin iktidarına karşı sivil bir mücadele

sergilemek bu hareketlerin temel amacıdır. Söz konusu amaç ise, toplumsal kurumların

dayattığı her çeşit sınırlamanın ve normun ihlal edilmesi suretiyle gerçekleştirilmeye

çalışılmıştır. Rasyonaliteye karşı duygusal yaşam, temizliğe karşı kirliliğin erdemi, genel fayda

yerine kişisel zevk ve estetizm savunulmuştur. Doğaya dönüş, cinsel özgürlük ve bireysel

yaratım ile yetişkinlerin mutlak otorite ve savaştan başka bir şey üretmeyen kültürel

hegemonyasına karşı-kültürel bir hareketle başkaldırmışlardır.16 Gençlik hareketleri özellikle

‘68 Baharı ile kot pantolon giyen, rock müzik dinleyen ve kültürel şovenizme karşı çıkan

enternasyonel bir kitle ortaya çıkacaktır.17 Başta Amerika olmak üzere ileri kapitalist ülkelerde,

Sovyet Bloku’nda ve Üçüncü Dünya’da pek çok isyan baş gösterdi. Vietnam protestosu, Prag

ayaklanması, Sorbonne baskını ve dünyanın dört bir yanındaki öğrenci hareketleri günümüz

gençlik kültürünün muhayyilesini süslemektedir.

10.4.2. Kadın Hareketleri

Toplumsal hareketler içinde kadınların pozisyonuna baktığımızda, kadınların bu hareketlerin

her zaman içinde olduğunu söylememiz mümkündür. Bununla birlikte kadın hareketlerinin

savunduğu değerler ve gösterdikleri hassasiyetler dönemden döneme farklılık göstermiştir.

Öyle ki 19. yüzyılda kadınların hane içi pozisyonlarını iyileştirme, onlara sivil haklar

kazandırma misyonu edinen kadın hareketleri, yeni asırda piyasaya daha fazla katılan kadın

emeğinin erkeklerle aynı ücreti almasının mücadelesini verecektir. Bu bağlamda kadın

hareketlerinin, sistem muhalifi bir hareket olan işçi hareketleri içinde değerlendirilmeleri

oldukça doğaldır. 18 Gerçekten de iktisadın demir yasalarının egemen olduğu bir dönemde

16 Herbert Marcuse, Karşı-Devrim ve Başkaldırı, çev. Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ara Yay., 1991.

17 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991, s. 399.

18 Josephine Donovan, Feminist Teori, çev. Aksu Bora ve diğerleri, İstanbul: İletişim Yay., 1997.

Page 299: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

299

Virginia Woolf’un dediği gibi kadınların başlıca amacını “kendine ait bir odaya” yani kendi

kimliklerini inşa edebilmek için gerekli maddi kaynaklara sahip olmak oluşturur.19

Kadın hareketleri, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kadının bağımsızlığını ve öznelliğini

vurgulayan daha radikal bir söylemle yeniden kuruldu. Burada çağdaş toplumda geleneksel iş

bölümünün sarsılmasının rolü büyüktü. Emek, fiziksel bir nitelik olmaktan çıkınca kadınlar

üretime daha fazla katılmaya başladılar ve bu durum klasik modern sistemin tayin ettiği

geleneksel ilişkileri çözülmeye uğrattı. Kapitalizmin ataerkil aileyle 19. yüzyılda kurduğu

ittifakın bozulması akabinde cinsiyet kategorisinin de yeniden tanımlanmasını beraberinde

getirdi. Bu süreçteki feminist yaklaşımlar, cinsiyeti iki kavram içinde değerlendirdiler:

Biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender). Biyolojik cinsiyetin kadının fizyolojik

bedeni ile ilgili olduğunu belirten yeni kadın hareketleri, asıl mücadelenin toplumsal cinsiyet

çerçevesinde yapılması gerektiğini vurguladılar. Kadının bedeninin eril toplumsal iktidar

tarafından kodlandığı, uyum gösteren sembolik bir anlamla eşleştirildiği ve kadının

özgürlüğüne muhalif, eşitsiz ilişkiler içinde yeniden üretildiği savunuldu: “Değişken ve

bağlamsal bir fenomen olarak toplumsal cinsiyet tözel bir varlığı değil, kültürel ve özgül ilişki

kümeleri arasındaki göreli yakınsama noktasını ifade eder.” 20 Cinsiyetin toplumsal iktidar

tarafından dayatılan bir kültürel kimlik olduğu, mevcut sistemin erkek yanlısı bir bakış

açısından kendi norm ve kurumlarını oluşturduğu ve bu durumun ise kadınları sistem-dışına

ittiği gibi yaklaşımlar yeni kadın hareketlerinin sıklıkla kullandıkları argümanlar haline

geldiler. Bu şartlar altında kadın hareketleri; gençlik hareketlerin yetişkin iktidarına karşı

çıkmalarına benzer şekilde, özgürlüğü bastırdığı iddia edilen “eril iktidarın” karşısına dişil bir

aksiyon vaat ederek çıkmaya çalıştı. Libidal serbestiyetin özgürleştirici “yaşam politikaları”,

sistemin dışında kalanların onu alaşağı edeceğine yönelik bir inanış ve bu inanışa bağlı olarak

farklı bir kadın özne arayışına katkı sağladı: “Bunlar, [‘Yasaklamak Yasaktır!’ gibi mottolar],

geleneksel anlamda siyasal ifadeler değildi. (...) Bunlar özel duygu ve arzuların kamuoyuna

ilanıydı. Kitlesel bir isyanı andırdığı ve zaman zaman böyle bir etki yaptığı zaman bile öznellik

bunların çekirdeğini oluşturuyordu.”21

Kadınların öznelliğine yapılan cinsiyet vurgusu, başta Amerika olmak üzere dünyanın dört bir

yanında feminist söylemleri hızla güçlendirdi. Transseksüellik ve eşcinsellik gibi üçüncü

19 Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İstanbul: Afa Yayınları, 1991, s. 43.

20 Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizmin ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis Yay.,

2008, s. 57.

21 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991, s. 405.

Page 300: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

300

cinsten ilişkilerin savunusunu ve kürtaj hakkını talep eden bu hareketler yalnızca sivil haklar

mücadelesi vermekle kalmadılar. Buna ek olarak sosyal bilime epistemolojik bir bakış açısı da

kazandırdılar. Toplumsal kimlikleri yapı-sökümcü bir yaklaşımla ters yüz edilerek

arkalarındaki iktidar ilişkileri teşhir etmeye çalıştılar. Buna ek olarak özellikle bakış-açısı

teorisi [stand-point theory] ve etnografik yaklaşımın katkıları ile sosyal bir özne olarak kadının

toplumsal dünyayı nasıl algıladığı, sosyal hayatın onun çevresinde nasıl yapılaştığına yönelik

eleştirel çalışmaların sayısında hızlı bir artış yaşandı.

10.4.3. Etnik ve Irkçılık Karşıtı Hareketler

Etnisite kavramı kadınlık/erkeklik gibi biyolojik gönderimi olan bir kavramdır. Bununla birlikte

kavramın içeriğini belirleyen biyolojik özelliklerinden ziyade bu biyolojinin kültür içinde

yeniden kodlanmasıdır. Bir topluluğun kendini diğerlerinden farklılaştırmasının bir semptomu

olarak etnisite kavramı daima kullanılagelmiştir. Kavramın tarihindeki, toplumun ve doğanın

mahiyetinin yalnızca bir etniklik tarafından belirlenebileceği, diğerlerinin de buna göre daha

aşağı pozisyonlarda kalmaya mahkum olduğu gibi, ontolojik olarak zımnen kabul edilen bir

durum oldukça moderndir. “Beyaz adamın yükü” üstüne kurulan yarı teolojik bir kültür algısı

yıllarca Batı ile diğerleri arasında kapanmaz bir uçurum yaratmış, Batı yayılmacılığının

meşruiyet kaynaklarından biri olmuştur. Bu durum klasik toplumsal sistemde fiziksel

emeklerinin kullanıldığı ancak kültürel varlıklarının kabul edilmediği farklı renklerde bir insan

kitlesi yaratacaktı. Afrika’dan, Güney Amerika’dan ve diğer coğrafyalardan gelen/ getirilen

göçmenler, modern toplumların milliyetçi hamasetinin gölgesinde yaşamaya itilmişlerdi veya

asimile olmaya zorlanmışlardı. 1960’larda toplumsal sistemin bastırılan her öznesinin isyanına

şahitlik ederken, farklı etnik hareketler de bundan nasibini alacaktı. Toplumun yaşadığı her dar

boğazda kendilerinin hedef gösterilmesine başkaldıran farklı renkler çeşitli protestolara imza

attılar. Özellikle Amerika’da siyah hareket Martin Luther King, Malcom X, Elijah Muhammed

gibi farklı anlayışlara sahip kamusal figürlerin önderliğinde sistem içinde sivil demokratik

mücadeleden bütün Afrika kökenlilerin bir araya getirecek Pan-Afrikanizm gibi karşı-ırkçı

hareketlere varıncaya kadar bir çeşitlilik gösterdi.22

22 Micheal Omi ve Howard Winant, Racial Formation in the United State, New York: Routledge & Keagan,

1994.

Page 301: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

301

10.4.4. Küresel Hareketler

Yeni toplumsal hareketlerin en önemli özelliklerinden biri de eylem kapsamının eski

hareketlere nazaran çok daha geniş olmasıdır. Özellikle seksenli yıllarda kapitalizmin çok

uluslu bir yapıya kavuşması, dünyanın küresel bir pazar haline gelmesi ve siyasal aygıtın yavaş

yavaş eski belirleyiciliğini kaybetmesine eşlik eden iletişim teknolojilerindeki gelişmeler

sayesinde, toplumsal hareketler ulus-ötesi bir örgütlenme sergiler hale geldiler. Nükleer silah

karşıtlığı, insan hakları arayışları, savaş karşıtı gösteriler, ekolojik duyarlılıklar pek çok farklı

kültürden gelen insanı bir araya getirdi: Siyasal olarak ulus devletin çöküşünün, yoksulluğun

giderek artmasının ve bireyler arasındaki eşitsizliğin giderek keskinleşmesinin yarattığı yeni

durumlar, küresel bir şekilde, küreselleşme karşıtlığını yeni toplumsal hareketler kategorisine

dahil etti: “Çağdaş hareketlerin hareketi mekansal kapsamıyla küreseldir. Ayrıca zamansal bir

çokluğu ifade eder. Bu çokluk, hareketin geniş bir sorun yelpazesini kucakladığının ve merkezi

olmayan yapısı içinde sosyal, kültürel ve siyasi çeşitliliğe uğradığının kanıtıdır.” 23 1999’da

Seattle’da yapılan gösterilerle yepyeni bir ivme kazanan küresel hareketler, günümüz

dünyasının başlıca toplumsal hareketi haline geldi.

10.5. Sonuç

Bu noktaya kadar yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıktığı tarihsel bağlamı, toplumsal

gelişmeleri, söz konusu hareketlerin başlıca türlerini gördük. Bu bağlamda yeni toplumsal

hareketlerin dayandığı karakteristiği şöyle özetleyebiliriz:

1. Yeni toplumsal hareketler özellikle kültürel hareketlerdir. Eski hareketlerin aksine

ekonomik iyileştirme ve siyasal bağımsızlığı değil; yeni bir kimlik inşasını ve sivil

hakların kazanılmasını hedefler.

2. Yeni toplumsal hareketler “kolektif değil birey merkezli hareketlerdir.” Eski toplumsal

hareketlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği belirli bir sınıf, sendika veya toplumsal aidiyet

çerçevesinde insanları bir araya getirmeyi değil; bireysel öznellikleri ortaya çıkarmayı

amaçlar.

3. Yeni toplumsal hareketler, rasyonel hedef ve programlar doğrultusunda değil; bireysel

“duygusallığın ve kendiliğindenliğin” etkisiyle gelişir.

23 Arif Dirlik, “Pasifik Perspektifinde Toplumsal Hareketler: Çağdaş Radikal Siyasetin Soyağacı Üzerine

Düşünceler”, Yalçın Çetinkaya (ed.), Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim, İstanbul: İletişim Yay.,

2008, s. 76 [65-84].

Page 302: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

302

4. Yeni toplumsal hareketler, eski hareketlerin aksine tek bir özne tipinin öncülüğünde

örgütlenmez. “Farklı öznelerin bir araya geldiği” hareketlerdir.

5. Yeni toplumsal hareketlerin eylem alanı dünya çapında olan örgütlenmelerdir. Bununla

birlikte hareket içi “bağlar zayıf, değişken ve geçicidir.”

Eski ve yeni toplumsal hareketler arasındaki toplumsal farkı ve iki hareketin amaçlarını çağdaş

dönemin önemli sosyologlarından Alain Touraine şu şekilde belirtmektedir:

“Eski toplumsal hareketler özellikle de işçi sendikacılığı, ya siyasal baskı grupların ya

da en yoksul kategorilerin değil de, ücretlilerden oluşan yeni orta sınıfın çalıştığı

sektörleri loncacı bir mantıkla savunan aracılara dönüşürken, bu yeni toplumsal

hareketler, örgütlenmeleri ve sürekli eylem yetenekleri eksik olmakla birlikte şimdiden,

aynı zamanda hem toplumsal hem de kültürel nitelikli sorun ve çatışmalardan oluşan

yeni bir kuşağı ortaya çıkarırlar. Artık söz konusu olan üretim araçları için çatışmak

değil; eğitim, tıbbi hizmetler ve kitle bilişimi gibi yeni kültürel üretimlerin ereklilikleri

konusunda karşı karşıya gelmektedir.”24

24 Alain Tourane, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 274.

Page 303: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

303

ESKİ TOPLUMSAL

HAREKETLER

YENİ TOPLUMSAL

HAREKETLER

KONULAR

Ekonomik ve politik düzen,

toplumsal güvenlik, ulusal

bağımsızlık, adil bölüşüm

Kimlik inşası, cinsel özgürlük

hakları, etnik hoşgörü, sivil

toplum, çevre demokratikleşme

vb. kültür politik konular

AMAÇLAR

Siyasal iktidarı elde etme.

Özgürlük, eşitlik, tüketim

güvenliği, ekonomik açıdan

iyileşme esas alınır

Bireysel özerklik, kimlik,

farklılıklarının tanınması,

bürokratikleşmeye karşı

muhalefeti temel alır

ÖZNELERİN TOPLUMSAL

KONUMU

Ekonomik ve siyasal sınıf

temellinde örgütlenmiştir.

Topluluksal bağlar güçlüdür

Toplumun alt kesimlerinden

gelirler. Lider figürü harekette

baskındır.

Kültür ve bireysel kimlik

temelinde örgütlenmişlerdir.

Topluluksal bağlar zayıftır. Orta

ve orta-üst sınıf kökenlere sahiptir.

Liderin etkisi zayıftır.

ÖRGÜTLENME

Siyasal parti ve sendikalar

temelinde örgütlenmiştir.

Bürokratikleşme seviyesi

yüksektir, hiyerarşiktir. Uzun

süreli kolektivitelerdir.

Kamuoyu ve medya desteği ile

bireysel olarak örgütlenmişlerdir.

Bürokratikleşme seviyesi

düşüktür. Gönüllülük esastır. Kısa

ömürlüdür

GERÇEKLEŞME ALANI

Genel toplumsal bunalımların

yoğun olduğu dönemlerde politik

alan ve piyasa içinde gerçekleşir

Gruba yönelik baskıların arttığı

dönemlerde, sivil alanda

gerçekleşir

Tablo-1: Eski ve Yeni Toplumsal Hareketler.

Okuma Önerileri

Toplumsal Hareketlerle ilgili temel okumalar için Yalçın Çetinkaya’nın derlediği Toplumsal

Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim (İletişim Yayınları, 2008) ve Charles Tilly’nin Toplumsal

Hareketler (Babil Yayınları, 2008) kitabına bakılabilir. Bunun yanı sıra, modern toplumsal

sistemin yaşadığı değişimler ile ilgili olarak Arrighi, Hopkins ve Wallerstein’ın Sistem Karşıtı

Hareketler (Metis Yayınları, 2004) başlıklı ortak çalışmaları incelenebilir. Yeni toplumsal

hareketlerle ilgili olarak Elif Topal Demiroğlu’nun “Yeni Toplumsal Hareketler: Bir Literatür

Taraması” (Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, Mart 2014, c. II, sy. 1) isimli

makalesine bakılabilir.

Page 304: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

304

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bu bölümde modern hayatın önemli konularından biri olan ‘toplumsal hareketler’ üzerinde

duruldu. İnsanların mevcut düzende bir değişim yaratmak veya ortaya çıkan değişime tepki

göstermek amacıyla direniş veya başkaldırı göstermelerinin doğal bir tutum olduğu, fakat bu

doğal tutumun modern öncesi ve modern toplumlarda farklı koşullar, kabuller ve beklentiler

altında değişik öznelerce yürütüldüğü belirtildi. Modern öncesi toplumda, sistemi tamamen

dönüştürmeyi ve farklı bir dünya kurmayı değil; birtakım sorunları giderip aynı şekilde yaşamı

idame ettirmeyi amaçlayan toplumsal hareketler modern toplumsal koşullar altında yapısal

değişiklikler talep eden, daha radikal bir söylem içinde geliştiler.

Modern toplumda temelde klasik ve yeni olmak üzere iki hareket tipi mevcuttur: İşçi ve ulusal

kurtuluş hareketleri klasik ya da eski toplumsal hareketlerin tipik iki örneğidir. Klasik

hareketler 19. yüzyılın şartları altında belirli bir topluluğun rasyonel bir hedef ve programlar

çerçevesinde modern sistemi tamamen dönüştürmeyi amaçlayan ekonomik-politik

etkinliklerdir.

20. yüzyılın toplumsal gelişmeleri doğrultusunda sahne alan yeni toplumsal hareketler, çağdaş

toplumsal sistemin refah politikaları neticesinde gelir ve tüketim seviyesi yükselen kitlelerin

kendi öznellik arayışlarına ev sahipliği yapan radikal kültürel hareketlerdir. Klasik toplumsal

sistemin tayin ettiği olgun-beyaz-erkek özneye karşı çıkmakla varlık kazanan bu hareketler,

temelde gençlik, etnik ve anti-ırkçı ve kadın hareketleri şeklinde tasnif edilebilir. Buna ek

olarak 1980’li yıllarla birlikte iktisat, siyaset ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle

birlikte bireylerin, dünya hakkındaki ortak problem çerçevesinde bir araya geldiği küresel

hareketlerden de bahsedilebilir.

Modern öncesi toplumsal hareketlerin genel karakteristiğini tanımlamaya çalışalım: Birincisi,

modern öncesi toplumsal hareketler “yereldir”. Toplumsal probleme karşı gösterilen tepki ve

başkaldırı bütün bir ülkeye yayılmaz veya farklı bölgeleri doğrudan etkilemez. İkincisi, modern

öncesi toplumsal hareketler “toplumsal düzeni tamamen değiştirme niteliği taşımazlar”. Onlar

belirli bir durumdan duyulan rahatsızlığa verilen tepki veya mağduriyetin giderilmesi niyetleri

ile ortaya çıkar. Bu bağlamda geleneğin içindeki zaman zaman faydalı kısa devreler olarak işlev

görürler. Üçüncüsü, bu toplumsal hareketler topluluğun rasyonel karar ve örgütlü

eylemlerinden ziyade “duygusal taşkınlıklarla” ilerler. Başlatılan isyanın neticesinde taleplerin

nasıl gerçekleşeceğine yönelik alternatif bir çözüm sunmazlar, daha ziyade grubun

beklentilerini ve şikayetlerini ifade ederler. Dördüncüsü, modern öncesi toplumsal hareketler

Page 305: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

305

bütün topluluğun ortak iradesinde karşılık bulsalar da demokratik şekilde idare edilmezler; “tek

adam kültü” hakimdir.Yeni toplumsal hareketler özellikle kültürel hareketlerdir. Eski

hareketlerin aksine ekonomik iyileştirme ve siyasal bağımsızlığı değil; yeni bir kimlik inşasını

ve sivil hakların kazanılmasını hedefler.

Yeni toplumsal hareketler “kolektif değil birey merkezli hareketlerdir.” Eski toplumsal

hareketlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği belirli bir sınıf, sendika veya toplumsal aidiyet

çerçevesinde insanları bir araya getirmeyi değil; bireysel öznellikleri ortaya çıkarmayı amaçlar.

Yeni toplumsal hareketler, rasyonel hedef ve programlar doğrultusunda değil; bireysel

“duygusallığın ve kendiliğindenliğin” etkisiyle gelişir. Yeni toplumsal hareketler, eski

hareketlerin aksine tek bir özne tipinin öncülüğünde örgütlenmez. “Farklı öznelerin bir araya

geldiği” hareketlerdir. Yeni toplumsal hareketlerin eylem alanı dünya çapında olan

örgütlenmelerdir. Bununla birlikte hareket içi “bağlar zayıf, değişken ve geçicidir.”

Page 306: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

306

Bölüm Soruları

1. Modern öncesi toplumsal hareketlerde din, kitleleri harekete geçirme noktasında nasıl

bir işlev yüklenmiştir? Selçuklular ve Osmanlılar dönemi isyan hareketleri vb. tarihsel

örnekleri de dikkate alarak tartışınız.

2. Günümüzde işçi hareketleri tarihsel niteliğini gösteriyor mu? Modern toplumun 19. ve

20. yüzyıldaki gelişim süreçlerini göz önünde bulundurarak değerlendiriniz.

3. Klasik ve yeni toplumsal hareketlerin gösterdiği özellikleri bölüm sonundaki tablodan

da yararlanarak arkadaşlarınızla tartışınız.

4. Çevrenizdeki farklı gençlik grupları ile de kıyaslayarak, gençlik hareketlerinin temel

özelliklerini belirtiniz.

5. Missippi Yanıyor, Amistad, Malcom X gibi filmleri izleyerek, bu filmler örneğinde

ırkçılığın tarihsel ve günümüzdeki karakteristiğini değerlendiriniz

6. “Veganlık” küresel bir hareket midir? Bu kavramla ilgili bilgi toplayarak tartışınız.

7. Sosyal medyanın (facebook, twitter, instagram vb.) toplumsal hareketi örgütlemedeki

avantajları ve dezavantajları nelerdir? Toplumsal hareketlerin küreselleşme ile ilişkisi

bağlamında değerlendiriniz

Page 307: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

307

11. TOPLUMSAL SAPMA VE SUÇ

Page 308: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

308

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

11.1. Toplumsal sapma nedir?

11.2. Suç nasıl tanımlanmaktadır?

11.3. Suçun nedenleri nelerdir?

11.4. Suçla nasıl mücadele edilmektedir?

Page 309: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

309

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Toplumun normları ve değerlerini tehdit eden anti-sosyal davranışlar veya suçluluk gibi

sapkınlıklar, doğuştan getirilen özelliklerin bir sonucu mudur yoksa kişinin içinde doğduğu

ya da yetiştiği toplumsal çevrenin ürettiği davranışlar mıdır?

İnsanlar sapkın olarak mı dünyaya gelirler?

Kişiler suçlu olarak mı doğarlar yoksa onlara bu şekilde davranan ve tepki veren toplum mu

onları anti-sosyal hale getirir?

Page 310: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

310

Anahtar Kavramlar

Toplumsal sapma

Suç

Suç sosyolojisi

Sapkınlık

Sosyal düzen

Etiketleme kuramı

Page 311: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

311

Giriş

Niçin bazı davranışların toplumun kurallarını ihlal ettiği düşünülür? Bu tür davranışlar neden

sapma/sapkınlık olarak değerlendirilir ve cezalandırılır?

Toplumun normlarını ve değerlerini tehdit ettiği varsayılan anti-sosyal davranışlar veya

suçluluk gibi sapkınlıklar, suçlu/sapkın insanların doğuştan getirdikleri özelliklerinin bir

sonucu mudur yoksa bu tür davranışlar kişinin içine doğduğu ya da yetiştiği toplumsal çevrenin

ürettiği davranışlar mıdır? Suçlu/sapkın olarak nitelenen insanlar suçlu olarak mı doğarlar

yoksa onlara bu şekilde davranan ve tepki veren toplum mu onları anti-sosyal hale getirir?

Bunlar sapkınlık ve suç sosyolojisinin temel sorularından bazılarıdır ve bu alanın suç ve suçun

nedeniyle ilgili teorilerinin ve önermelerinin temelini oluşturur. Bu bölümde, toplumsal sapma

ve suçun çeşitli sosyolojik açıklamaları ele alınacaktır. İlk olarak sapkınlık ve suç gibi

terimlerden ne anlaşıldığı üzerinde durulacak ve ardından da suç ve kurbanlarıyla ilgili konulara

daha yakından bakılacaktır.

11.1. Toplumsal Sapma, Toplumsal Kontrol ve Suç

Philippe Besnard, ‘sapkın/lık’ (‘deviant’ ve ‘deviance’) sözcüğünün literatüre oldukça yakın

zamanlarda girdiğini belirtiyor:

“Sapkınlık sözcüğü oldukça yakın tarihlerden bu yana kullanılan bir sözcüktür. İkinci

Dünya Savaşı’ndan önce bilinmeyen, 1940’ların sonunda sosyoloji ve psiko-sosyoloji

literatürüne giren bu sözcük İngilizce’de önce daha ziyade ‘sapkın davranış’ deyiminde

sıfat olarak yer aldı ve kendisini 1960’larda kabul ettirdi. Daha sonra, ‘toplumsal

düzensizlik’ ya da ‘toplumsal sorunlar’ gibi geçmişte kullanılan adlandırmaların yerine

geçti, suçluluk ve suç işleme konularının daha özgül kavramlarını kapsadı. Sözcüğün

üstünlüğü, değerler temelinde daha yansız olması ve ayrıca hemen suç olarak

nitelendirilmesi düşünülemeyecek bir davranışlar dizisini içermesidir. Sapkınlık, genel

olarak belirli bir toplulukta ya da toplumsal bir grupta yürürlükteki normların her türlü

ihlali olarak tanımlanır. Bu ihlal saptığında bir yaptırım söz konusu olur. Ama bu

toplumsal yaptırım cezai yaptırımlara indirgenmez; sıraan bir kınama da söz konusu

olabilir. gayretkeş bir işçi sapkın bir davranışta bulunmuş olur; çünkü böylece grubun

(genellikle resmî olmayan) normunu ihlal etmiştir. (...)

Page 312: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

312

Bu sapkınlık kavramı, R. K. Merton’ın ilk versiyonu 1938’de Social Structure and

Anomie (Toplumsal Yapı ve Anomi) başlığı altında sunulan, 1949’da, sonra da 1957’de

yeniden ele alınıp geliştirilen ünlü tipolojisinde mevcuttur. Buna karşılık sapkınlık

sözcüğü henüz ortada yoktur. Sözcük o dönemde kullanılıyor olsaydı bu metnin adının

Social Structure and Deviance (Toplumsal Yapı ve Sapkınlık) olması gerekirdi.

Metinde bu sözcük gibi, sapkın davranış ifadesi de yer almaz. Merton en fazla, ‘sapma

yönünde bir davranış’ ifadesini kullanmaya cesaret eder. Ve metnin başlığında

Fransızca’daki biçimiyle anomie sözcüğünü tercih eder.

(...)

Sapkınlık ve sapkın davranış, 1960’larda kendilerini sosyoloji terminolojisine kabul

ettirdiler. A. Cohen’in sentez kitabında ([A. K. Cohen, Deviance and Control, Londra:

Prentice Hall] 1966) olduğu gibi birçok yapıtın başlığında görüldüler. Kullanımları

ayrıca sosyologların ilgisinin yalnızca suçluluğun ve suç işlemenin sınırlarında

kalmayıp bunların ötesine doğru genişlemesine de denk düştü. M. Clinard tarafından

1964’te yayımlanan ve Mertoncı kuramın katettiği yolun doruğunda olduğu döneme

damgasını vuran Anomie and Deviant Behavior (Anomi ve Sapkın Davranış) adlı

kolektif yapıt bu durumu kanıtlıyordu. Mertoncı kuram yalnızca dar anlamda suçluluğu

incelemekle yetinmeyen, aynı zamanda alkolizmi, madde kullanımını ya da akıl

hastalarını konu alan bütün katkılarda mevcuttu ya da hatırlatıldı. Bu eğilim,

1950’lerden itibaren E. Lemert’in çalışmalarıyla isim yapan, ama E. Goffman’ın ve H.

Becker’in kitaplarının başarılarından sonra ön plana yerleşecek olan etkileşimci

yaklaşımın başarısıyla perçinlendi.”1

Sapma (veya sapkınlık), bir topluluk ya da toplumda, genel kabul görmüş belli bir normlar

kümesine uyum göstermeme olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle, sapma toplumsal

kuralların ihlal edilmesidir. Bal’ın tarifiyle “Sapma sosyolojik manada yürürlükteki sosyal

normları ihlal eden davranışlardır. Sosyologlar sapma davranışını anlamak üzere toplumsal

normları ve bunlardan sapma biçimlerini incelerler.”2 Toplumsal beklentileri alt üst eden bir

şeydir toplumsal sapma. Toplumsal kınamaya yol açar ve insanları ona karşı bir şeyler yapmaya

zorlar. “Sosyologlar ‘sapkın’ davranışı ya da ‘sapkınlığı’ temel toplumsal normları ve ilgiyi

1 Philippe Besnard, “Sapkınlık”, Massimo Borlandi vd. (eds.), Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, çev. Bülent Arıbaş,

İstanbul: İletişim Yay., 2011, s. 636-637 [ss. 636-638].

2 Hüseyin Bal, Suç Sosyolojisi, 2. Baskı, İstanbul: Sentez Yay. (Bursa), 2016, s. 11.

Page 313: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

313

ihlal eden veya ilgili kitlenin (grubun/topluluğun) ayıplama, damgalama, sosyal izolasyon,

kınama ve/veya cezalandırma gibi yaptırımlarına maruz kalan eylemleri tanımlarlar (...).

‘Sapkınlık’ değersizleşmiş veya kınanmış davranışlar, inançlar ve niteliklerdir ve değersiz bir

kişi olarak bir ‘sapkın’ tecrit edilmesi, reddedilmesi, uzak durulması, kınanması, aşağılanması

veya başka şekillerde negatif bir tarzda muamele edilmesi gerektiği söylenen belli bir toplumun

ya da toplumsal çevrenin üyesi olan bir kişidir.”3 Anlaşılacağı üzere, belli bir ‘sapma’dan söz

edebilmek, ‘normal’ olanı tanımlayan belli bir ‘grubu/topluluğu’ varlığını gerektirmektedir. O

nedenle, “Sapkınlığın ne olduğu üzerine konuşmadan önce ‘Normal nedir?’ sorusunu sormamız

gerekiyor. Normal olana ve dolayısıyla da sapkının ne olduğuna kim karar veriyor? Böyle

yapıldığında, normalliği ve sapkınlığı inşa eden daha temel bir şeyden işe başlamamız gerekir:

Grup.”4 (Grup, grup-birey ve gruplar arası ilişkiler için bkz. Sosyolojiye Giriş I, “8. Bölüm:

Toplumsal Grup”.) Kişi, çocukluğunun daha ilk aşamalarında ebeveynlerinden gelen

‘yemeğinle oynama’ türünden uyarılarla büyüklerin normallik anlayışlarıyla ve toplumsal

kontrolle yüz yüze gelir. Bu bireyle toplumun ilk ciddi karşı karşıya gelişidir. Bir tarafta

çocuğun/bireyin karşı tarafında ebeveynlerin/toplumun normallik anlayışının bulunduğu bir

mücadele alanı olarak tasavvur edebiliriz bu durumu. Bu anlamda, toplumsal kontrol ile

sapkınlık, daima, çifleşik bir ilişki inşa eder.

Toplumsal sapmanın öteki yüzünü ifade eden toplumsal kontrol ise, sapkın davranışı önleme

ya da düzeltme çabası olarak tanımlanabilir. 5 ‘Toplumsal kontrol’ meselesiyle ilgili

çalışmasında Stanley Cohen, kavramı şu şekilde tanımlamayı öneriyor: “(...) suça, çocuk

suçluluğuna ve sapkın ve/veya toplumsal açıdan sorunlu bütün davranış türlerine yönelik

örgütlü cevaplardır. [Bu] cevaplar, söz konusu davranışın gerçekleşmesinden veya failin

tespitinden sonra geliştirilen tepkisel anlamda veya (söz konusu eylemin gerçekleştirilmesini

önlemeye yönelik) önleyici olması anlamında [bir cevap olarak] düşünülebilir” 6 En genel

anlamıyla toplumsal kontrol, formel ve informel olarak ikiye ayrılır. İnformel toplumsal

kontrol, toplumun normlarına ve değerlerine uyum sağlamaya yönelik dolaylı ve resmi olmayan

3 Erich Goode, “The Sociology of Deviance: An Introduction”, Erich Goode (ed.), The Handbook of Deviance,

Wiley Blackwell, 2015, s. 4.

4 Troy Duster ve Jeff Manza, “Crime, Deviance and Social Control”, Jeff Manza ve diğerleri, The Sociology

Project: Introducing the Sociological Imagination / From the New York University Department of Sociology,

New Jersey: Pearson Education Inc., 2013, s. 446.

5 Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar, 7. Baskı, Bursa: Ekin Yay.,

2011, s. 174.

6 Stanley Cohen, Visions of Social Control: Crime, Punishment and Classification, Cambridge: Polity Press,

1985, s. 3.

Page 314: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

314

baskıları ifade eder. Küçük gruplarda informel toplumsal kontrol yaygındır; buna karşın, daha

kalabalık ikincil gruplarda ve karmaşık toplumlarda “sapkın davranışı önlemek ya da düzeltmek

için kanun haline getirilmiş, kurumlaşmış kamu mekanizmaları” şeklinde tanımlanan formel

toplumsal kontrol mekanizmaları görülür. Modern toplumlarda belirli kurumlar formel

toplumsal kontrol konusunda uzmanlaşmıştır: Polis teşkilatı, mahkemeler ve hapishaneler vb.

gibi.

Toplumsal sapma ile suç, pek çok durumda örtüşse de, aynı şeyler değildirler. Sapma kavramı,

yalnızca bir yasayı çiğneyen sapkın davranışa göndermede bulunan suç kavramından çok daha

geniştir.7 Sapma toplumun yaygın ve egemen normlarının ihlali olarak hem suç davranışını,

hem de tuhaf, garip, alışılmadık görülen ‘sapkınlıkları’ içeren bir kavramdır. Sapkınlık olarak

değerlendirilen davranışların pek çok biçimi, yasa tarafından yasaklanmış ya da sınırlandırılmış

değildir. Suç ise, resmi olarak ceza yasasında (ya da ilgili disiplin yönetmeliğinde) yer alan,

yazılı olarak açıkça belirtilmiş özel bir sapma durumunu ifade eder.8 “Sosyolojide legal sapma

7 Meselenin bir başka boyutunu, her iki duruma karşı uygulanan yaptırımların farklılığı göstermektedir: “Sapma

davranışlar, kültürün içeriği olan örf, âdet, gelenek ve göreneklere aykırı olabileceği gibi hukuksal normlara

da aykırı olabilir. birincisinde ayıplama, kınama, sosyal ilişkileri asgariye indirme gibi yaptırımlar söz konusu

iken ikincisinde özgürlüğünden mahrum etme, tazminat ödetme vb. hukuksal yaptırımlar söz konusudur.”

Hüseyin Bal, Suç Sosyolojisi, s. 11.

8 Durkheim ‘suç’u şöyle tarif eder: “Suç diye, işleyene karşı ceza denilen özel bir tepkiye yol açan edime

diyoruz.” Bkz. Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Cem Yay., 2006, s. 99.

Devam eden sayfalarda bir ‘edim’in suç olarak adlandırılabilmesi için eylemde aranacak koşullara ilişkin de

bir tartışma yürütmektedir: “Gerçekten bütün suçların tek ortak özelliği (...) her toplumun bütün üyelerince

dışlanan davranışlar olmasıdır. (...) Suç, belli bir toplum türünde, sağlıklı bilinç sahibi bütün bireylerin

duygularını incitmektedir.” (s. 103). “Demek ki duyguların güçlü olması yetmemektedir, açık ve kesin

olmaları da gereklidir.” Gerçekten de suçun belirlenmesi için nasıl uygulanacağı çok açık olan birtakım

kurallar vardır. Bunlar yalın kat olabileceği gibi karmaşık da olabilirler; olumlu ya da olumsuz olabilirler,

başka bir deyişle, bir edimde bulunmayı ya da bulunmamamayı gerektirebilirler. Ama, her zaman belirlidirler.”

(s. 109). “Yukarıdaki çözümlemeyi özetlemek üzere diyebiliriz ki, suç, ortak bilincin güçlü ve belirli

durumlarını inciten bir edimdir.” (s. 111). Durkheim, suçu cezayla tanımlamanın yaratacağı sıkıntıların da

farkındadır: “(...) suçu cezayla tanımladığımızda, suçu cezadan çıkarmak istemekle, ya da çok iyi bilinen bir

deyimle söyleyecek olursak, utancın kaynağını cezalandırılan edimde değil de darağacında görmekle

kınanmamız hemen de kaçınılmaz olur. Ama bu eleştiri bir düşünce karışıklığından ileri gelmektedir. (...) Hiç

kuşku yok ki, suçu yapan ceza değildir; ama suç, ceza aracılığıyla kendisini bize dışarıdan gösterir ve bundan

dolayı da suçu anlamamız için cezadan yola çıkmamız gerekmektedir.” Bkz. Emile Durkheim, Toplumbilimin

Yöntem Kuralları, çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Cem Yay., 2013, s. 75-76.

Paul Rock, en kısa haliyle suçu şöyle tarif ediyor: “En kısa tanımıyla suç, totolojik olarak ceza hukukunun

ihlali olarak ifade edilmektedir. Biraz daha kapsamlı olarak ise, Oxford İngilizce Sözlüğü’nün 1989 yılı

basımında; suçun, ‘kanun yoluyla yasaklanmış veya toplum refahına zararlı olan, kanun yoluyla

cezalandırılabilir bir eylem’ olduğu belirtilmektedir. Bkz. Paul Rock, “Suç ve Sapma”, William Outhwaite

(ed.), Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, İstanbul: İletişim Yay., çev. Melih Pekdemir, s. 737 [ss. 737-743].

‘Suç’un tanımlanması, ‘suç’u kimin tanımlayacağından başlayarak suç olarak kabul edilen eylemlerin zaman

içindeki değişikliklerine varıncaya kadar pek çok değişkenle ilişkilidir. Literatürde de bu çerçevede suçun

tanımlanması etrafında yürütülen hayli tartışma mevcuttur. Özet bir değerlendirme Paul Rock’un yazısında

bulunabilir. Durkheim’in Toplumsal İşbölümü, Sosyolojik Yöntemin Kuralları ve İntihar başlıklı

çalışmalarında da, suçun tanımlanmasında farklı boyutlara ilişkin zengin bir tartışma yürütülmüştür.

Page 315: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

315

ile illegal sapma arasında kullanışlı bir ayrım yapılmıştır. Legal sapma toplumsal normların

veya standartların hukuk çerçevesi içinde kabul edilebilir ihlalini ifade eder. İllegal sapma (suç)

ise hukuku/yasayı çiğneyen ve cezaî müeyyideye tâbi kılınan davranış anlamına gelir.”9

Normlar açık seçik ortaya konmamış ve yazılı olmayan fakat zorlayıcılığı olan kurallar olarak

tanımlanır. Her toplumda özenle hazırlanmış yazılı kurallara/yasalara karşılık muazzam sayıda

yazılı-olmayan davranış kuralları vardır ve bireyler bu kurallara uymaya özen gösterirler.

Durkheim’e göre, bu kurallar ‘herkes tarafından bilinip kabul edildikleri için’ yazılı hale

getirilmemiştir. “Bir geleneğin yazılı hukuka dönüşüp yasalaşması anlaşmazlık konularının

daha belirli çözümler gerektirmesinden dolayıdır.” 10 Normlar, belli bir durumda hangi

davranışları gerçekleştirmemizin uygun olduğunun ya da olmadığının bilgisini bize veren,

günlük hayatımızı sürdürmemizi kolaylaştıran toplumun temel kurallarıdır. Grubun, topluluğun

ya da toplumun ortak ve yaygın kuralları olarak o grubun veya toplumun üyelerini bağlar.

Cenaze merasiminde, düğünde, sınıfta, konserde vb. farklı mekanlarda ve ortamlarda nasıl

davranacağımızın, insanlarla hangi düzeyde ve nasıl iliki kuracağımızın vs. bilgisini bize bu

yazıya dökülmemiş kurallar verir. Bu açıkça belirtilmemiş kurallar, aynı zamanda, içinde

yaşadığımız toplumun doğasına ve niteliklerine dair bize pek çok şey anlatır.

9 Tony Lawson ve Tim Heaton, Crime and Deviance, Londra: MacMillan Press Ltd., 1999, s. 3.

10 Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, s. 105. Bir başka yerde, Spencer’le yürüttüğü polemik bağlamında

üzerinde durduğu sanayi toplumlarındaki sözleşmeye dayalı dayanışma konusundan söz ederken, kavramı

biraz daha farklılaştırmak fakat aynı zamanda daha da belirginleştirmek ve sertleştirmek suretiyle, şunları

yazar: “Son olarak hukukun uyguladığı bu örgütlü ve belirli baskının dışında, bir de geleneklerden ileri gelen

baskı vardır. Sözleşmelerimizi yapış ve uygulayış biçimimizde, hiçbir yasayla doğrudan ya da dolaylı olarak

yaptırıma bağlanmış olmamakla birlikte yine de uymak zorunda olduğumuz kurallar bulunmaktadır. Tümden

ahlaki nitelikte olmakla birlikte yine de çok katı olan mesleki yükümlülükler vardır. Bunlar özellikle serbest

denilen mesleklerde belirgindirler; (...) ama bu eylem öncekinden daha az belirgin olmakla birlikte onun kadar

toplumsal niteliktedir; öte yandan sözleşme ilişkileri geliştikçe o da zorunlu olarak daha geniş kapsam

kazanmaktadır, çünkü o da sözleşmeler gibi türlülenmektedir.

Özetle, görülüyor ki sözleşme kendi başına ilişkileri düzenlemeye yeterli olamaz; ancak toplumsal kökenli bir

düzenleme varsa sözleşme ilişkisi kurulabilir. Bu, düzenlemeyi gerekli kılmaktadır, çünkü her şeyden önce

sözleşmenin işlevi yeni kurallar koymaktan çok, önceden saptanmış genel kuralları özel durumlara uyarlamak

üzere türlülendirmektir; ikincisi, sözleşme yalnızca tanımlanması zorunlu olan kimi durumlarda tarafları

bağlama gücüne sahiptir. İlke olarak toplumun ona zorlayıcı bir güç tanıması, genellikle özel istençler

arasındaki anlaşmanın –yukarıda belirtilen sınırlar içinde- yaygın toplumsal işlevlerin uyum içinde işlemesini

sağlamaya yetmesinden dolayıdır. Ama eğer sözleşme toplumun amacına aykırı ise, eğer sık kullanılan deyişle

adaletli değilse, her türlü toplumsal değerden yoksun olduğu için her türlü geçerlik gücünden de yoksun olması

zorunludur. Demek ki toplumun rolü, hiçbir zaman, yapılan sözleşmeleri edilgin bir biçimde uygulamaya

indirgenemez; sözleşmelerin hangi koşullarda uygulanabilir olduğunu belirlemek ve gerektiğinde onları

normal biçime koymak da topluma düşmektedir. Tarafların anlaşması, adaletli olmayan bir hükmü adaletli

kılamaz; toplumsal adaletin, anlaşarak bile olsa, tarafların çiğnemesini engellemesi gereken adalet kuralları

vardır.” (s. 255-256).

Page 316: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

316

Toplumsal sapma olumlu da olabilir, olumsuz da. Olumlu sapma, ideal davranış örüntüleri

yönünde bir sapmadır. Toplumun çok ilerisinde olan bazı erdemli insanlar, egemen normlara

ters düşmüş olabilirler. Köleliğin egemen olduğu bir toplumda, köleliğe ve toplumsal

adaletsizliğe karşı çıkan birisinin eylemleri olumlu toplumsal sapma tipine bir örnektir.

Olumsuz toplumsal sapma ise, onaylanmayan, aşağı ve yetersiz davranış örüntüleri yönündeki

sapmadır. Toplumsal sorunlar hakkında yapılan sosyolojik araştırmalar, büyük ölçüde olumsuz

toplumsal sapmayı konu almaktadır.

Gerek sapkın davranışlar ve gerekse de suç olarak kabul edilen davranışlar, toplumdan topluma

değişiklik gösterebilir. Aynı toplumun farklı dönemleri, hatta aynı toplumun aynı dönemdeki

farklı kurumları içerisinde dahi, sapma olarak görülen davranışlar farklılaşabilir, suç veya

sapma daha katı veya daha esnek bir biçimde yorumlanıp cezalandırılabilir.11 Bir dönem sapma

ya da suç olarak görülen bir davranış, başka bir dönemde normal bir davranış olarak kabul

edilebilir. Ya da normalde suç olarak kabul edilen belli davranışlar, belli durumlarda suç

kapsamı dışında tutulabilir, hatta teşik edilebilir. Örneğin normal zamanda suç olan adam

öldürmenin, savaş koşullarında farklı değerlendirilmesi gibi...

11.2. Kriminoloji ve Suç Sosyolojisi

‘Suç’la ilgilenmenin tarihi çok eskilere gitse de, mevcut bilgiler, kriminoloji (criminologie)12

kavramının ilk defa 1879’da Fransız doktor Paul Topinard tarafından kullanıldığını gösteriyor.

Kriminoloji başlıklı ilk eser, İtalyan ceza hukuku profesörü Raffaele Garofalo’nın 1885 yılında

yayınlanan Criminologia13 adlı eseridir. Cesare Lombroso’nun, cezaevindeki suçlular üzerine

11 Durkheim şöyle yazıyor: “Örneğin sözleşmelerin dürüstlüğe aykırı olarak yapılması ya da uygulanması, genel

kınama ya da maddi tazminatla karşılanırken, artık cürüm sayılmaya başlar. Bir azizler topluluğunu, örnek ve

yetkin bir manastırı tasarlayınız. Burada tam anlamıyla suç denilen davranışlar bilinme; ama sıradan insanlar

için hoş görülebilir olan yanlışlar, normal suçların sıradan insanlarda yarattığı utanç duygusuna yol açar.

Demek ki topluluğun elinde yargılama ve cezalandırma erki bulunsa, bu edimleri suç sayıp öyle işlem

yapacaktır. Aynı nedenledir ki, tam dürüst bir kişi bu hafif töresel aykırılıkları, kitlelerin gerçekten cürüm

niteliğindeki edimlere gösterdiği katılıkla yargılar. Eskiden kişilere saldırılar daha sıktı, çünkü insan kişiliğine

gösterilen saygı daha azdı. Bu saygı artınca bu suçlar da daha seyrek görülür oldu; ama aynı zamanda bu

duyguyu yaralayan birçok edim, eski zamanlardan farklı olarak ceza yasası kapsamına girdi.” Bkz. Emile

Durkheim, Toplumbilimin Yöntem Kuralları, s. 101-102.

12 Kriminoloji, Latince -‘suçlama’ anlamındaki- crīmen ile Yunanca -‘bilim’ anlamındaki- logia sözcüklerinin

birleşiminden ortaya çıkan bir kavramdır ve ‘suçbilimi’ anlamına gelir.

13 Türkçe tercümesi için bkz. Raffaele Garofalo, Criminologia: Suç, Suçlu ve Ceza, çev. Muhuttin Göklü,

İstanbul: Nurgök Matbaası, 1957.

Page 317: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

317

yaptığı incelemelerin sonuçlarını içeren çalışması L’Uomo Delinquente (Suçlu Adam)’in

yayınlandığı 1876 yılının kriminolojinin kuruluş tarihi olarak kabul edilir.

Kriminoloji, diğer bilimlerle mukayese edildiğinde, 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış

yeni bir bilimdir. Kriminoloji, interdisipliner bir inceleme alanı olarak kuruldu. Biyoloji,

psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, antropoloji, tıp, ekoloji, istatistik, hukuk, adlî bilimler, ekonomi,

eğitim vb. gibi birçok bilim dalıyla yakın etkileşim halindedir.

Kriminolojinin kısa ve kesin bir tanımı söz konusu değildir. Literatürde birbirinden farklı pek

çok kriminoloji tanımı mevcuttur. Aynı çeşitlilik kriminolojinin görev alanı, kapsamı vb. gibi

konularda da söz konusudur. Neredeyse, bu alanda çalışan kriminolog kadar farklı kriminoloji

tanımıyla karşılaşmak mümkündür. Bir tanım yapmak gerekirse, kriminolojiyi kısaca şu şekilde

tanımlamak mümkündür: “Kriminoloji suç ve suçla ilgili konuların bilimsel yöntemlerle

incelenmesi”, “‘suç olgusunun incelenmesi’ veya ‘suç olgusuna ilişkin bilim’, ‘suç bilimi’ gibi.

Ancak, içeriği belirlemeğe yönelik tanımlarda birlik yoktur.” 14 Alanın içeriğinin

belirlenmesinde yaşanan zorluk, kriminolojinin pek çok farklı disiplinle ilişkili olması, alanın

kapsamının dar veya geniş yorumlanması, inceleme nesnesinin değişken ve muğlak tabiatıyla

ilişkili olsa gerektir.

Üzerinde bir fikir birliği olmasa da, kriminolojinin inceleme alanını şu şekilde belirlemek

mümkündür: Suçun niteliği ve miktarı, suçun ve suçluluğun nedenleri, ceza hukukunun

gelişmesi ve ceza adaletinin yerine getirilmesi, suçun özellikleri, suçlunun ıslahı, suçluluk

biçimleri, suçun sosyal değişime etkileri, kanunların yapılış ve uygulanışları, zaman ve mekâna

göre şekillenen suç işleme kalıpları, suça karşı gösterilen toplumsal tepkiler, ceza adalet

yönetimi, suçluların gözaltına alınmalarından başlayarak soruşturma, kovuşturma,

cezalandırma ve ıslah aşamalarına kadar geçen süreçlerin tamamı.

Kriminolojinin Türkiye’deki kurucusu olarak kabul edilen Sulhi Dönmezer kriminolojiyi,

“İnsanın sapıcı davranış ve eylemleri arasında suçu doğuran, yapan ve suçu kontrol etme

amacını güden süreçleri açıklayan ve suçun sebep ve faktörlerini tespit maksadıyla insana ve

suç işleyen insana ilişkin bilgilerin bütünün sentezini oluşturan bir bilgi dalı”15 olarak tanımlar

ve kriminolojinin kapsamını da şu şekilde çizer: “Kriminolojinin konusu, toplumsal normlardan

14 İlk tarif Füsun Sokullu-Akıncı’ya [Kriminoloji (Ders Notları), İstanbul, 1994, s. 11], ikincisi Sulhi

Dönmezer’e [Kriminoloji, 8. Baskı, İstanbul: Beta Yayım, 1994, s. 2] aittir. Her iki tanımı Erol Tüter’in

“Kriminoloji Nedir?” (https://www.kriminoloji.com [erişim tarihi: 25 Ocak 2018]) başlıklı yazısından iktibas

ettim. Tüter’in yazısında bu alanda çalışan bilim insanlarına ait onlarca farklı kriminoloji tarifi daha bulunuyor.

15 Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 16.

Page 318: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

318

sapma şekillerinden suç denilen insan davranış, tavır ve hareketlerini ve suç olayını, suçu yapan

süreçleri, sosyal bir gerçek olarak ceza adalet sisteminin işleyişini, suç ile suçlu ve sosyal çevre

ilişkilerini incelemek, suçun sebep ve etmenlerini mümkün olduğunca belirlemek, suça

sebebiyet veren unsurları, süreçleri izah etmek ve bu hususlarda elde edilen bilgilerle söz

konusu suç denilen sosyal kötülüğü en etkin şekilde yok etmek veya mümkün olduğunca

azaltacak strateji ve teknikleri belirlemektir.”16

Jean Constant, Eléments de Criminologie (1949) başlıklı eserinde, geniş kriminolojiyi iki

büyük gruba ayırır. Ona göre; suçluyu, organik yapısı bakımından inceleyen ve verasete ilişkin,

biyolojik, anatomik, fizyolojik etmenleri ele alan suç antropolojisi, -yaş, cinsiyet, karakter vb.

gibi- suçun oluşmasına neden olan ya da suçu doğuran psikolojik olayları ve mekanizmayı

inceleyen suç psikolojisi, suçu toplumsal bir olgu olarak ele alan ve suça sebep olan toplumsal

etkenleri inceleyen suç sosyolojisi, anormal ve akıl hastası suçluları inceleyen ve akıl

hastalıkları ile suç arasındaki ilişkileri irdeleyen suç psikiyatrisi, ve cezaların ve güvenlik

tedbirlerinin kaynağını ve gelişimini açıklamaya çalışan penoloji gibi disiplinlerden oluşan

Birinci Grup ‘teorik kriminoloji’ olarak adlandırılır. İkinci grubu oluşturan uygulayıcı

kriminoloji ise; suçları önlemek için devletin yerine getirmesi gereken faaliyetler ve araçların

tamamı anlamında suç siyaseti, toplumun suça sebebiyet veren sosyo-ekonomik faktörlerin

önlemek ya da azaltmak veya yok etmek için başvurduğu tüm araçları inceleyen ve tıbbî ve

toplumsal boyutları olan bir alan olarak suç profilâksisi ve suçluların ortaya çıkarılmasını

sağlamak için başvurulan bilimsel araçları inceleyen –daktiloskopi, antropometri, balistik gibi

dalları olan- kriminalistik veya bilimsel polis gibi araştırma alanlarından oluşur. 17 Geniş

anlamıyla kriminolojiyi oluşturan birkaç alt bilim alanı daha vardır: Suç istatistikleri, hukuk

sosyolojisi, (suçun nedenlerini araştıran) suç etiyolojisi, suçlu davranış sistemleri ve viktimoloji

(mağdurbilim) gibi...

Kriminoloji görece yeni bir araştırma disiplini olmasına karşın ‘suç’, ‘cezalandırma’ gibi

konulara ilişkin tartışmaların tarihi çok daha eskilere gider. Thomas Moore, Montesquieu,

Voltaire, Rousseau, Beccaria, Bentham gibi yazarlar suçu toplumsal bir olay olarak ele alan

16 Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 13.

17 Erol Tüter, “Kriminoloji nedir?” Kriminolojiyi daha dar tanımlayan yaklaşım sahipleri kriminalistiki

kriminolojiden ayrı bir bilim olarak değerlendirdiklerini ve ayrıca kriminoloji ile kriminalistikin sık sık yanlış

olarak birbiriyle karıştırıldığını da belirtelim. “Kriminalistik teknik olarak delil tespiti yapar. Kriminalistik

teknik olarak suçun, suçlunun, suç delillerinin, suçun işlenme yöntemlerinin tespiti ve suçun aydınlatılması

ile meşgul olmasına karşın; kriminoloji her şeyden önce suçun açıklamasını yapan, suçlu davranışın

nedenlerini inceleyen, suçun önlenmesi ve suçlulukla mücadele ile ilgilenen bir bilimsel öğretidir.” Bkz. Erol

Tüter, aynı yerde.

Page 319: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

319

bazı değerlendirmelerde bulunmuşlardı. Cesare Beccaria ve Jeremy Bentham, kriminoloji

içerisinde ‘klasik okul’ olarak adlandırılan akım içerisinde değerlendirilmektedirler. Nihayet

19. yüzyıl başlarında ilk pozitivistler Lavater, Gall, Pinal, Esquirol gibi yazarlar suçlunun fizik

ve psikolojik kişiliği ile ilgilenmeye başlamışlardır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde, 19. yüzyılın

ortalarında suç ile akıl hastalıkları arasında bir ilişkinin olup olmadığı, çocuk suçlular, suç

istatistikleri vb. üzerinden birçok inceleme yapılmıştır. Cesare Lombroso ve öğrencileri Enrico

Ferri ve Raffaele Garofalo, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kriminoloji disiplininin kuruluşunda

önemli roller oynadılar. Bu üç isim kriminolojide ‘İtalyan ekolü’nün ve ‘pozitivist

krimonoloji’nin kurucu temsilcileri olarak bilinir.

Cesare Lombroso (1835-1909), Pesaro Üniversitesinde Adli Tıp profesörü olarak görev yaptığı

sırada, şehir hapishanesinde yatan suçlular üzerindeki incelemelerinin sonuçlarını L’Uomo

Delinquente (1876) isimli kitabında yayınladı. “Lombroso’ya göre suç, ölüm, doğum gibi doğal

bir olaydır. Bir eylem, belirli bir memleketin ve zamanın âdet, gelenek ve düşünceleriyle

çelişme halinde bulunduğunda suç vasfını alır. Suç genel nedensellik kanunu içinde gerçekleşen

tabii bir olaydır. Zira suç önemli bir kısmı itibarı ile organizma şartlarının ürünüydü,

Lombroso’ya göre. Bazı insanlar, belirli hayvanların yırtıcı, bitkilerin parazit olması gibi, suçlu

olarak doğarlar. Suç işleyen insan sui generis antropolojik bir tip teşkil eder ve bedeninde

bulunan anatomik, biyolojik ve psikolojik olağan dışı özellikleri dolayısıyla suç işler. Kişileri

suç işlemeye zorlayan bu stigmatların kökeni atavizm, dejenereleşme ve saradır. Lombroso’ya

göre ceza, suçu meydana getirmek hususunda birleşen fiil ve tabiî kuvvetleri yok edemez. Bu

nedenle ceza yerine iyi bir sağlığı koruma, hijyen, suçları önlemekte daha etkili olur. Devlet

suçla, bir kefaret, manevi ödetme amacı ile değil ve fakat sosyal savunmayı sağlamak için

savaşmalıdır.” 18 Garofalo ve Ferri, hocaları Lombroso’nun suç ve suçlular hakkındaki

düşüncelerini geliştirerek ve çeşitlendirerek sürdürmüşlerdir.

“İtalyan suç antropolojisine karşı Fransız suç sosyolojisi okulu eleştirel bir tutum alarak

gelişti. Bu karşıt teori Montesquieu, Locke ve Rousseau’nun yazılarından esinlendi ve

Alexander Lacassagne (1843-1924) ve Gabriel Tarde (1843-1904) tarafından

geliştirildi. Onlara göre insan içinde bulunduğu şartlara göre suçlu olacak ya da

olmayacaktır. Bu nedenle Lacassagne’ye göre toplumlar layık oldukları suçlulara

sahiptirler. Tarde’a göre sadece suçlu değil aynı zamanda dünya sorumludur. İtalyan

18 Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 3. Lombroso’nun suçun biyolojik ve sosyolojik sebeplerine ilişkin görüşleri için

ayrıca bkz. Cesare Lombroso, Suç İşlemenin Biyolojik ve Sosyal Sebepleri, çev. Sadi Irmak, İstanbul: Aydın

Güler Kitabevi, 1963.

Page 320: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

320

suç antropolojisi ve Fransız suç sosyolojisinin yaklaşımlarını Franz von Liszt (1851-

1919) sentezleyerek, suçu failin kısmen doğuştan kısmen edinilen özelliğinin ve onu

kuşatan toplumsal ve özellikle ekonomik ilişkilerinin ürünü olarak gördü. Buna

Marburg Okulu (Bileştirme teorisi) adı verildi. Liszt’in öncülüğünde ‘Uluslararası

Kriminoloji Birliği’ kuruldu...”19

“1920 ve 1930’larda yeni Çağdaş Kriminoloji ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde

suç teşkil edici davranışı izah bakımından iki aslî görüş öne sürülmüştür. Bunlardan

birincisi, Sigmund Freud’un teorilerinin etkisi ile, suçu kişinin ruh yapısında mevcut

olan gerilim ve ihtilatların sembolik bir ifade tarzı telakki etmiştir. İkinci izah tarzı ise,

sosyologların etkisi ile suçu bireyin içinde yaşadığı ortamın bir sonucu gibi ele almak

olmuştur. Halen de bu iki esas görüş kriminoloji alanında egemendir.

Suçluluğun sosyolojik görünümünün incelenmesi, 20. yüzyılda geniş ölçüde bir Amerikan

yaklaşımı olarak gelişmiştir. Edwin Sutherland, Johan Thorsten Sellin ve Alfred K. Cohen gibi

kriminologlar suçun oluşmasında öğrenme, kültür çatışması, suçlu alt kültürünün etkileri

üzerinde durdular. 1960’lardan itibaren suç sosyolojisi, yerini büyük ölçüde “sapma

sosyolojisi”ne bıraktı. Suç ve sapma alanında gerçekleştirilen çalışmalarda gittikçe “sembolik

etkileşimci okul” etkin olmaya başladı. Ardından suç olarak kabul edilen eylemlerin temellerine

ilişkin yaygın kabulleri sorgulayan ‘radikal kriminoloji’ veya ‘eleştirel kriminoloji’ akımı

gelişmeye başladı.20

11.3. Suça/Suçluya İlişkin Yaklaşımlar

Suçu ve suçluyu tanımlamaya ilişkin çalışmalar, özellikle sanayi toplumlarının gelişimiyle

birlikte artmıştır. Toplumsal uyumu sağlamaya yönelik bir perspektifle, toplumsal düzeni bozan

eylemler olarak suç üzerinde çalışmalar yapmak özellikle 18. yüzyıldan itibaren sosyal

bilimlerin farklı alanlarında görülmeye başlandı. Suç istatistikleri üzerine yapılan çalışmalardan

elde edilen belli düzenlilikler ve suçlulara ilişkin çalışmalardan varılan belli genel yargılar,

özellikle suçun önlenmesine yönelik bir perspektifle işlenmeye ve yasalaştırılmaya çalışıldı.

19 Hüseyin Bal, Suç Sosyolojisi, s. 31.

20 Kriminolojinin tarihine ilişkin bir tartışma için bkz. Ian Taylor, Paul Walton ve Jock Young, The New

Criminology: For a Social Theory of Deviance, Londra ve New York: Routledge, 1973. Kriminoloji alanındaki

güncel gelişmeler için ayrıca bkz. Marvin D. Krohn, Alan J. Lizotte ve Gina Penly Hall, Handbook of Crime

and Deviance, Londra: Springer, 2009.

Page 321: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

321

Biyoloji alanında yaşanan gelişmelerin, Darwin’in evrim kuramının ve özellikle de

pozitivizmin güçlü etkisiyle suçlulara ilişkin belli tipolojiler geliştirildi. Bu tipleştirme

çalışmaları zımnî olarak, tıpta hastalıkların erken teşhis edilerek önlenmesine benzer şekilde,

suçluların önceden tespit edilerek suçun önlenmesine, dolayısıyla suçtan arındırılmış sağlıklı,

uyumlu bir toplumsal düzenin tesis edilmesine yönelik bir perspektifle de ilişkiliydi. Hastalık

tanımının içine ‘genetik bozukluklar’ da dahil edildiğinde meselenin boyutları ‘öjenik

uygulamalar’a kadar varmaktadır. Modern Avrupa toplumlarının yakın geçmişinde bu

düşüncenin ve uygulamaların rahatsız edici pek çok sonucuyla karşılaşılmıştır. Aşağıda,

özellikle 19. yüzyıla hakim olmuş biyolojik ve psikolojik suç açıklamaları ile daha ziyade 20.

yüzyılda suç konusunda geliştirilen hakim sosyolojik yaklaşımlar kısaca değerlendirilmektedir.

11.3.1. Biyolojik Teoriler

Suçu açıklamaya yönelik ilk çabalar, -kimi coğrafyaya, iklime, mevsim farklılıklarına,

sıcaklığa, neme dayalı açıklamalarla da karşılaşılmakla birlikte- özünde biyolojik nitelikteydi.

Fransa’da André-Michel Guerry’nin ve Belçika’da Adolphe Quetelet’in istatistik yıllıklarından

hareketle yapmış oldukları çalışmalar ‘kartografik ya da ekolojik yaklaşım’ olarak bilinen

coğrafyaya önem atfeden çalışmaların ilk örnekleri olarak kabul edilir. Quetelet, Lombroso,

Ferri ve diğerleri Fransa, İtalya ve Almanya’da mala karşı suçların soğuk yerlerde ve kışın

artmasına karşın, sıcak yerlerde ve sıcak aylarda kişilere karşı suçların daha sık olduğunu

istatistiki olarak ortaya koymaya çalışmışlardı. Fakat istatistiklerin suçun nedenlerine ilişkin

kesin bir kanıt olamayacağı sonraki çalışmalarda iyice kabullenilmiştir.

Kişinin fiziksel özelliklerinin bozukluğunun onun şeytanî yanlarını gösteren bir işaret olarak

alınması orta çağların düşünce dünyasına kadar geri gider. Orta çağda, suç zanlıları arasında en

çirkin olanın suçlu olma ihtimalinin çok daha fazla olduğuna ilişkin genel bir kanı mevcuttu.

İlk olarak –‘insan fizyonomi okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen- Giambattista della Porta

(1535-1615), insan davranışları ile yüz özellikleri arasındaki ilişkileri incelemişti. Ona göre,

hırsızlar geniş dudaklı ve sert bakışlıydı. Porta’nın görüşleri yaklaşık 200 yıl sonra, Johann

Kapsar Lavater (1741-1801) tarafından tekrar ele alınmıştır. Tüm bu görüşler Joseph Gall

(1758-1828), Johann Kapsar Spurzheim (1776-1832) ve Charles Caldwell (1772-1853)

tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Onlara göre, beyin dokusu ve hücreleri ile beyindeki

girinti ve çıkıntılar insan davranışını düzenlemekteydi. Beden yapısı ile kişilik özellikleri

arasındaki ilişkiler konusundaki düşünceleri ilk sistemleştiren kişi olarak kabul edilen Dr. Gall,

Page 322: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

322

kişilik ile ilgili çeşitli özelliklerin ve fonksiyonların beynin belli merkezleriyle ilişkili olduğu

şeklinde bir varsayımı kabul etmiş ve beynin bütünlüklü bir topografyasını çıkarmıştı. Beynin

bu merkezlerinin kafatasına da etki yapıp, orada da birtakım çıkıntı veya girintilere yol açacağı

ve kafatasındaki bu çıkıntı, düzlük ve girintilerin incelenmesi ile kişilik özellikleri hakkında

fikir sahibi olunacağı varsayılmıştı. Buna göre kafatasının arka kısmında belirli bir çıkıntı

olanların maddi zevklere düşkün; alınlarının yukarı kısmı çıkıntılı olanların ise, mal ve mülkiyet

arzularının kuvvetli olduğu ileri sürülmüştü.

Cesare Lombroso’nun öğretisinin çıkış noktası genetik şarta bağlı suçluluk, yani ‘doğuştan

suçluluk’ idi. Gelen yoğun eleştiriler üzerine, Lombroso ‘doğuştan suçluluk’ teorisini

yumuşatmak ve keşfedilen suçluların yarısının –daha sonraları bu oranı üçte ikisine kadar

genişletmişti- doğuştan suçlu olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştı. Lombroso’dan önce de,

suçluluk ile bedensel durum arasında bağıntı kurulmakla birlikte, Lombroso ilk defa biyolojik

şartı açıkça ortaya koyan kişidir. Lombroso’ya göre, doğuştan suçlu, genetik olarak belirlenmiş,

suç eylemlerinde bulunan insanlardır. Şüphesiz biyolojik şartın bu daraltılmış kavramı

nisbileştirilir ve tek tek biyolojik özelliklerle sınırlandırılır. Darwin’in düşüncelerinin etkisinde

kalmış olan Lombroso’ya göre suçlu, normal insanlara göre, en aşağı gelişim aşamasında

kalmış atavistik (soya çeken) bir insandır. Suçluların fiziksel özelliklerine ilişkin ölçümler,

onların normal insanlara göre daha iri vücut yapılarına, büyük kol uzunluklarına, geniş göğüs

kafesine ve daha fazla kiloya sahip olduklarını göstermiştir. Suçlunun duygusuzluğunun ilkel

insanları hatırlattığı vurgulanır. Bu duygusuzluk, deneysel olarak ispatlanmaya çalışılmış ve

vücudun sağ yarısının sol yarısına göre biraz daha az duyarlı olduğu iddia edilmiştir. Suçlularda

idrak tam görülmez. Lombroso, hırsızların ve katillerin belli biyolojik işaretleri olduğunu iddia

eder. Hırsızlar çok hareketli yüz yapısı ve ellere sahiptirler, gözleri küçüktür, huzursuz, sıklıkla

gözleri oynar (şaşı), kaşlar çatık ve birbirine yakındır. Ahlâksızlar hemen hemen daima

parlayan bir göze, ince yüze ve iri dudaklara sahiptirler, genellikle ince yapılıdırlar, kambur

olanlarına da rastlanır, bir çoğunun parlayan gözleri ve kısık sesleri vardır. Lombroso katilleri,

sabit, soğuk ve dik dik bakan, bazen gözleri kanlı, ince dudaklı ve köpek dişleri büyük şeklinde

tasvir etmişti.

Berlin’de bir cezaevinde doktorluk yapan Baer 1893’te, İngiltere’de yine bir başka cezaevi

doktoru Goring 1919’da ve 1939’da 14 bin hükümlü üzerinde incelemeler yapan Hooton

Lombroso’nun tezlerinin geçersizliği noktasında önemli bulgulara ulaşmışlardı.

Suçluluğun kalıtımsal olup olmadığıyla ilgili araştırmalar bilinen büyük suç aileleri, ikizler ve

evlat edinme araştırmalarıyla devam etti. Beden tipleri üzerine çalışmalar, Lombroso’nun

Page 323: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

323

tezlerinin bir devamı mahiyetinde, Almanya’da Ernst Kretschmer ve ABD’de W. H. Sheldon

tarafından sürdürüldü.

1966 yılında, Chicago’da, çok sayıda kişiyi öldüren bir katilin kromozomlarında XY yerine,

XYY kromozom anormalliğinin tespiti büyük heyecan yaratmış ve bu sebeple fail, elektrikli

sandalyeden kurtulup ‘kusur yeteneği olmadığı’ gerekçesiyle bir tedavi kurumuna

gönderilmişti. Bu olay üzerine kromozomların anormallikleri ile suçluluk arasında bir ilişkinin

olup olmadığına ilişkin çalışmaların sayısı hayli artmıştı.

Beden tipleri, kromozom yapıları, genetik aktarım ile suçluluk arasında bir ilişkinin olup

olmadığına dair araştırmaların benzerleri iç salgı bezlerinin kişilik üzerindeki etkileri, hormon

salgıları ve yanlış beslenme (örneğin, Fosfat Teorisi) ile suçluluğa varan davranış bozuklukları

arasında bir ilişkinin kurulup kurulamayacağı konularında da yapıldı. Fakat şimdiye kadar

yapılan deneylerden ve araştırmalardan elde edilen sonuçlar, suçluluğu yalnızca biyolojik

faktörlerle açıklayabilmekten hala çok uzaktır. Genetik mirasın suç eğilimleri üzerindeki

etkisini ortaya koymaya çalışan bir başka gözde yöntem soyağaçlarını incelemekti. Ancak bu

yöntem, genetik mirasın etkisi hakkında hemen hiç bilgi vermemektedir; çünkü genetikle gelen

ve çevreden gelen etkileri birbirinden ayırmak hayli zordur. Ayrıca bu türden

değerlendirmelerin, bütünüyle ıslahevlerindeki ya da hapishanelerdeki suçlular üzerine yapılan

çalışmalarla sınırlı olduğu da unutulmamalıdır.

11.3.2. Psikolojik Teoriler

En bilineni Sigmund Freud olan pek çok psikolog, psikiyatrist ve psikanalist 19. ve 20. yüzyılda

suçluluğun bir açıklamasını geliştirme çabası içerisinde oldular. Bilinç altı (bilinç dışı) ve onun

içerdiği dinamik güçlerin neler olduğu konusunda kapsamlı bir teori geliştiren Freud’un

teorisinin anlaşılmasında ‘id’, ‘ego’ ve ‘süperego’ kavramlarının önemli bir yeri vardır.

Bilindiği üzere Freud’un teorisinde alt benlik (id) cinsellik ve saldırganlık gibi iç güdüler; üst

benlik (süper ego) anne-baba ve diğer önemli kişiler ile etkileşim suretiyle geliştirilmiş

değerlere dayanan vicdan; benlik (ego) ise alt benliğin istekleri ile üst benliğin istekleri arasında

arabulucudur. Psikanalitik görüşe göre suçluluk, özetle, benlik ile üst benlik gelişimindeki

yetersizlikler nedeniyle suç dürtülerinin, yani alt benliğin denetim altına alınamamasından

kaynaklanır.

Page 324: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

324

Bir başka önemli psikolog Alfred Adler (1870-1937), suçun müşterek duygudaki bir eksiklik

ve sadece normdan bir derece sapması olduğunu ve aşağılık kompleksinden kaynaklandığını

düşünür.

Suçun psikolojik ve psikiyatrik açıklamaları bakımından psikozlar, nevrozlar, psikopatlık, zeka

geriliği ve alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile ilişkisi üzerine dikkate değer pek çok çalışma

yapılmışsa da, en iyi ihtimalle, suçun ancak bazı yönlerini açıklayabilmektedirler. Kimi

suçlular, çoğunluğun gösterdiğinden farklı kişisel özellikler gösterebilirlerse de, suçluların

çoğunluğunun aynı özellikleri taşıması pek imkan dahilinde değildir. Çok çeşitli suç türleri

bulunuyor ve bunları işleyenlerin bazı ortak temel nitelikleri paylaştıklarını ifade etmek pek de

anlamlı görünmüyor. Kendimizi belli bir suç türüyle sınırlasak bile, değişik durumlar söz

konusu olabilmektedir. Bu türden suçların bazısı bireysel olarak işlenirken, bazıları da örgütlü

olarak işlenmektedir. Tek başına suç işleyenlerle örgütlü suç işleyenlerin kişilik özelliklerinin

aynı olduğunu söylemek de pek doğru olmayacaktır.

11.3.3. Sosyolojik Teoriler

11.3.3.1. İşlevselci Kuramlar

İşlevselci kuramlar suç ile sapkınlığın yapısal gerilimlerden ve toplumdaki bir ahlaki

düzenleme yokluğundan kaynaklandığı düşüncesinden hareket ederler. Eğer toplumdaki

bireyler ile grupların hedefleri eldeki ödüllerle çakışmıyorsa, arzular ile elde edilenler (idealler

ile gerçekler) arasındaki bu uyumsuzluk, kimi üyelerin kendilerini sapkın güdülenmeler içinde

hissetmelerine neden olacaktır.

Anomi kavramı ilk kez, modern toplumlarda geleneksel norm ve standartların, yerlerine yenisi

konmadan aşındığını ileri süren Emile Durkheim tarafından ortaya atıldı. Anomi, toplum

yaşamının belirli bir alanındaki davranışları düzenleyen hiçbir açık ölçünün bulunmadığı

durumlarda ortaya çıkar. Böyle durumlarda, Durkheim’e göre, insanlar kendilerini yollarını

yitirmiş hissederler ve kaygı dolu hale gelirler. Dolayısıyla anomi, intihar eğilimleri üzerinde

etkili olan toplumsal etkenlerden birisidir.

Durkheim, suçu ve sapmayı toplumsal olgular olarak görmüştür. Her ikisinin de modern

toplumların kaçınılmaz ve gerekli bileşenleri olduğuna inanıyordu. Durkheim’e göre, modern

dönemde insanlar geleneksel toplumlarda olduklarından daha az kısıtlanmıştır. Modern

dünyada bireysel seçime daha fazla yer olduğundan kimi uyumsuzlukların olması

Page 325: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

325

kaçınılmazdır. Durkheim hiç bir toplumun onu yöneten normlar ve değerler hakkında tam bir

mutabakata sahip olmayacağının farkındadır. Durkheim’e göre –belli bir oranda ve kontrol

edilebilir bir düzeyde- sapma toplum için gereklidir de. Sapma iki önemli işlevi yerine getirir.

İlk olarak, sapmanın bir uyarıcı işlevi vardır. Sapma, toplumda yeni düşünceler ve meydan

okumalar yaratarak yenilikçi bir güç haline gelir. İkinci olarak sapma, toplumdaki iyi ve kötü

davranışlar arasındaki sınırı korumayı destekler. Bir suç olayı, grup dayanışmasını yükselten

ve toplumsal normları açıklığa kavuşturan toplu bir tepki ortaya çıkarabilir.

Robert K. Merton, suçu sapkın davranışın öteki biçimleriyle ilişkilendirmekte ve böylelikle de

suçluların olağanlığını vurgulamaktadır. Merton, anomi kavramını, kabul edilmiş normlar

toplumsal gerçeklikle çatıştığı durumda bireyin davranışı üzerindeki gerilime göndermede

bulunacak biçimde değiştirmiştir. Amerikan toplumunda ve bir ölçüye kadar öteki sanayi

toplumlarında genel olarak benimsenen değerler maddi başarıya vurgu yapmaktadır ve başarıya

ulaşma araçlarının ‘disiplin’ ile ‘çok çalışma’ olduğu varsayılır. Dolayısıyla, Merton’a göre,

gerçekten de çok çalışan insanlar, yaşama hangi noktada başlamış olurlarsa olsunlar başarıya

ulaşırlar. Oysa, yeteneği olmayanların veya yeterince çalışmayanların çoğunluğu, geleneksel

ilerleme fırsatlarını ya yalnızca sınırlı ölçüde elde edebilirler ya da böyle fırsatları hiç bir zaman

elde edemezler. Başarılı olamayanların çoğunluğu, kendilerini, maddi ilerleme sağlamadaki

apaçık olan yeteneksizlikleriyle lanetlenmiş olarak görürler. Bu durumda, ister yasal isterse de

yasadışı olsun her türlü araçla ileri gitme yönünde büyük bir baskı vardır. Merton’a göre,

dolayısıyla, suçluluk ekonomik eşitsizliklerin bir yan ürünüdür.

Merton, toplumsal bakımdan öne çıkarılan değerler ile bunlara erişmek için kullanılacak

araçların sınırlı olması arasındaki gerilimlere gösterilen beş mümkün tepki ve bu tepkileri

gösteren insan tipi tespit eder: (1) Uyum gösterenler, başarıya ulaşsınlar ulaşmasınlar, hem

genel olarak benimsenmiş değerleri hem de bunları gerçekleştirmek için kullanılacak

geleneksel araçları kabul ederler. Nüfusun çoğunluğu bu kategoriye dahildir. (2) Yenilikçiler,

toplum tarafından onaylanan değerleri kabul etmekle birlikte, bunları izlemek için yasa dışı ya

da meşru olmayan araçları kullanırlar (meşru amaçlara ulaşmak için gayrımeşru araçlar

kullanma). Yasa dışı etkinlikler yoluyla servet edinen suçlular bu kategoriye örnek olarak

verilebilir. (3) Törenciler [ritüalistler], bu ölçülerin gerisindeki değerlere ilişkin bakışlarını

yitirdikleri halde, toplumsal olarak kabul edilen ölçülere uyum sağlarlar. Bu kurallar, görünürde

daha genel bir hedef olmamasına karşın sırf zorlayıcılıkları nedeniyle onlara uyulmuş olmak

için izlenir (meşru araçlara takıntı derecesinde saygılı olup ‘kültürel amaçları’ unutma, ihmal

etme, görmeme durumu). (4) Geri çekilenler, rekabetçi bakış açısını tümden yitirmişlerdir; bu

Page 326: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

326

yüzden hem baskın değerleri hem de bunlara erişmek için kullanılacak onaylanmış araçları

yadsırlar. Buna bir örnek olarak, kendine yeten bir komün verilebilir. (5) Başkaldıranlar, hem

var olan değerleri hem de araçları yadsırlar; ancak, toplumsal sistemi yeniden kurmak ve bu

değerlerle araçların yerine yenilerini koymak da isterler. Radikal siyasal grupları bu kategoriye

örnek olarak verebiliriz.

11.3.3.2. Sosyal Öğrenme Teorileri

Suçu ve suçlu davranışı, ilgili normların ve davranışların öğrenilmesinin bir ürünü olarak kabul

eden sosyal öğrenme teorileri, en temelde, Gabriel Tarde’ın (1843-1904) “taklit” teorisine

dayanır. Tarde, o dönemde popüler olan Lombroso’nun biyolojik anormallik görüşünü

reddederek, suçluların normal kişiler olduklarını ve suçu öğrendiklerini iddia etmişti. Bu

teoriler arasında en meşhur olanı Edwin H. Sutherland’ın farklılaşmış birlik21 olarak bilinen

yaklaşımıdır. Sutherland’ın teorisine göre, suç öğrenilen bir davranıştır. Sutherland’a göre,

suçluluk ne kişisel özelliklerden, ne de sosyo-ekonomik durumlardan doğar; suç, herhangi bir

kültürde, herhangi bir kişiyi etkileyecek öğrenme sürecinin bir sonucudur. Suçun öğrenilmesi,

suçun işlenmesine ilişkin teknikleri de kapsar. Bu teorinin gençlik çetelerinin suçluluğunu

açıklayabilme noktasında iş görmesine karşın genel olarak suçluluğu açıklama bakımından

yetersiz kaldığı iddia edilmiştir.

11.3.3.3. Alt Kültür Teorileri

Sonraki dönemde, Sutherland’ın yaklaşım ile Merton’un tipolojisini ilişkilendiren çalışmalar

olmuştur. Richard A. Cloward ve Lloyd E. Ohlin, Delinquency and Opportunity ([Suç ve Fırsat]

New York: Free Press, 1960) adlı çalışmalarında, suça yönelen çeteleri incelemekte ve bu tür

çetelerin kötü durumda olan azınlık grupları gibi, başarıya erişme şanslarının düşük olduğu alt-

kültür topluluklarında ortaya çıktıklarını iddia etmektedirler. Albert K. Cohen, Cloward ve

Ohlin’in çalışmalarında suçu açıklamaya yönelik olarak geliştirilen ve ‘alt kültür teorileri’

olarak adlandırılan bu yaklaşım, özellikle gençler arasındaki çete suçluluğunu açıklama

21 Çete oluşumlarını başarılı bir biçimde çözümleyen bir kuram geliştirdiği düşünülen Sutherland, farklılaşmış

birlik (veya ayırıcı/farklılaştırıcı birlik [differential association]) kavramıyla, şiddet davranışının bireylerin

kendilerini özdeşleştirdiği bir grup veya arkadaş ortamında öğrenildiğini ifade etmektedir. Şiddet olgusunu

merkezinde bu kavramı alarak inceleyen bir çalışma için bkz. Zahir Kızmaz, “Şiddetin Sosyo-Kültürel

Kaynakları Üzerine Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2006, c. XVI, sy. 2,

s. 247-267.

Page 327: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

327

çabasındadır ve hakim orta sınıfın değer ve amaçları ile alt sınıf geçlerinin bu değerleri takip

etme ve bu amaçlara ulaşma imkanları arasındaki çatışmaları vurgulamaktadır.

Alt kültür teorisi, suçluluğu, egemenler tarafından toplumda doğru olarak tanınan değerler ve

normlar sisteminden, failin aykırı sosyalleşmesinin bir sonucu olarak açıklar. Alt kültür teorisi,

alt kültür (azınlık) gruplarının suçluluğunu tatmin edici bir biçimde açıklama iddiası

taşımaktaysa da, bu teorinin ‘gençlik’ gibi bütün önemli azınlıklara uygulanamayacağı, buna

karşılık, uyuşturucu bağımlısı, asosyal ve gençlik çetesi üyesi gibi sosyal kenar gruplarının

suçlu davranışlarının açıklanmasında iş görebilecek bir yaklaşım olduğu iddia edilmiştir.

Yoksul kesimden insanların, daha varlıklı insanlarla aynı başarıyı hedefledikleri düşüncesini

ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira bu insanların çoğunluğu, hedeflerini kendi durumlarını

dikkate alarak belirlemektedirler. Ayrıca, hedeflerle fırsatlar arasındaki tutarsızlığın yalnızca

yoksul ya da daha az ayrıcalıklı kişilerle sınırlı olduğunu da düşünmemek gerekir. Zimmete

para geçirmek, sahtekarlık ya da vergi kaçırma suçlarında görüleceği gibi, öteki gruplar içinde

de suça iten baskılar söz konusu olabilmektedir.22

11.3.3.4. Etiketleme (Yaftalama) Kuramı

Geleneksel olarak pozitivist sosyologlar sapmayı belirli bir suçlu ya da anti-sosyal tiplerin içsel

bir niteliği veya aksine kötü bir aile geçmişi, çevre veya yanlış sosyalleşmenin bir sonucu olarak

açıklama eğilimindeydiler. Fakat fenomenologlar, özellikle sembolik etkileşimci bir çerçeve

içinde, kişinin doğduğu sosyal çevrenin ve ‘anlamlı/önemli ötekiler’in, özellikle de anne-

babalar, arkadaşlar, öğretmenler ve otorite konumundakilerin onlara yaklaşım biçimlerinin bir

yansıması olarak görme eğilimindedirler. Bu perspektife göre, kimi insanlar doğuştan suçlu ve

ıslahı imkansız kötü veya zararlı varlıklar değildirler. Daha ziyade, onlar, diğerlerinin

kendilerine yaklaşım veya -en azından bu yaklaşımı algılama- biçimlerinin bir sonucu olarak

anti-sosyal varlıklara dönüşürler. Bu bakış açısından, sapkınlar ve suçlular diğerlerinin uygun

yaklaşımları ve tepkileriyle ıslah ve hatta ‘tedavi edilebilirler’.

1950’lerde ve 1960’larda sembolik etkileşimciliğin popülaritesi artarken, birçok farklı

sosyolog, özellikle de Chicago Üniversitesi’ndekiler, bireylerin doğumla getirdikleri genetik

özelliklerinden ziyade, belirli insanlara uyguladığımız ‘toplumsal etiketler’i ve bu

etiketlemenin ardından onları sapkınlığa iten ve sapkınlığı artıran yaklaşım biçimlerimizi

22 Anthony Giddens, Sosyoloji, Hüseyin Özel ve Cemal Güzel (yay. haz.), Ankara: Ayraç Yay., 2000, s. 187-188.

Page 328: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

328

araştıran ve ‘etiketleme [yaftalama] kuramı’ olarak bilinen bir yaklaşım/teori geliştirmeye

başladılar. Etiketleme kuramının önde gelen ismi, Howard Saul Becker (d. 1928)’dir.

“Etiketleme düşüncesi Howard Becker’e ait değildir: Bu ayrım genellikle Frank Tonnenbaum

ve Edwin Lemert’e ve G. H. Mead, W. I. Thomas ve Charles H. Cooley gibi sembolik

etkileşimcilerin geliştirdikleri düşüncelere dayandırılır. Ne de Becker, etiketleme kuramının

oluşumu ve gelişiminde tek ‘önemli’ kişidir (Lemert, Schur, Goffman ve diğerleri bu alana aynı

ölçüde değerli katkılar yapmışlardır). Becker’in katkısı, daha ziyade etiketleme kuramının

temel kavramlarını ve etiketleme sürecinin aşamalarını sistematik olarak ifade etmesi veya bir

kurama dönüştürmesi ve bu kuramı ünlü kitabı ‘Dışarıdakiler’ ([Outsiders: Studies in the

Sociology of Deviance, New York: The Free Press] 1963) aracılığıyla popüler kılmasıdır.”23

Sistematik bir etiketleme ve sapkınlık teorisi geliştirdiği Hariciler’de Becker, aslında, sapkınlık

diye bir şeyin olmadığını iddia eder. Ona göre, bir davranış biçimi sadece başkaları tarafından

öyle tanımlandığı için sapkın hale gelir: Toplumsal gruplar sapkınlığı, ihlali sapkınlık oluşturan

kurallar yaratarak ve bu kuralları belirli kişilere uygulayıp onları ‘dışarıdakiler’ olarak

etiketleyerek yaratırlar. Bu bakış açısından sapkınlık, kişinin yaptığı davranışların bir niteliği

değil, daha ziyade, ‘suçlu’ya diğerleri tarafından kurallar ve yaptırımlar uygulanmasının bir

sonucudur. Sapkın kişi etiketleme eyleminin başarılı bir şekilde uygulandığı biridir; sapkın

davranış insanların bu şekilde ‘sapkın davranış’ olarak etiketlediği davranıştır.

Bu perspektiften bakıldığında, doğası gereği sapkın davranış yoktur; sapkınlık diğerlerinin

onaylamadıkları ve anti-sosyal, normal-dışı veya suçlu olarak etiketledikleri davranıştır. Kimin

yaptığına, ne zaman, nasıl ve kimin önünde yapıldığına bağlı olarak değişir. O nedenle, adam

öldürme her zaman cinayet olarak nitelenmez, hatta cezalandırılmaz da. Hepsi koşullara, ilgili

bireylerin güdülerine, diğerlerinin, özellikle otorite konumundakilerin o eyleme bakış açılarına

bağlıdır. Becker, o nedenle, “Sapkınlık, davranışın temelinde yatan bir nitelik değil, eylemi

yapan kişi ile bu eyleme tepki gösterenler arasındaki etkileşimdir.” der.

Becker, normal olarak görülen bir kişinin ‘sapkın’ olarak algılanmaya ve etiketlenmeye doğru

geçişini şu şekilde aşamalandırır: (1) Başlangıçta bir ‘kamusal’ etiketleme işleminde, başlarda

çoğu kez oldukça informel olan, ancak sonradan ivme kazanan ve genellikle kamusal bir

seremoniye ve bir kişinin sadece tuhaf veya sapkın bir biçimde davranan biri olarak değil,

aksine resmen sapkın biri olarak tanımlanmasına yol açan bir süreç vardır. Örneğin bir şekilde

23 Martin Slattery, Sosyolojide Temel Fikirler, Ümit Tatlıcan ve Gülhan Demiriz (yay. haz.), Bursa: Sentez Yay.,

2007, s. 214. Becker’in Outsiders adlı eseri, Hariciler (Outsiders): Bir Sapkınlık Sosyolojisi Çalışması (çev.

Şerife Geniş ve Levent Ünsaldı, Ankara: Heretik Yay., 2013) başlığıyla Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.

Page 329: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

329

mahkum edilen ve hapishaneye gönderilen bir suçlu, bir doktor ya da psikiyatr tarafından

alkoliklik teşhisi konulan bir kişi... (2) Bu resmi etiketler, uygulandıkları andan itibaren egemen

etiket haline gelir ve bir kişinin daha önceden bir baba, arkadaş veya patron olarak sahip olduğu

diğer bütün sembolleri ve statüleri ortadan kaldırır. İnsanlar, onlara karşı farklı tepkiler verirler.

Aynı kişiyi artık bambaşka bir çerçevede değerlendirir, davranışlarını farklı yorumlar ve ona

göre davranmaya başlarlar. Onu artık kendisiyle ilişki kurulmayacak bir kişi olarak kodlar ve

dışlarlar. Belli suçlardan dolayı hapse girmiş kişinin, çıktıktan sonra düzenli bir iş bulamaması

gibi... (3) Bu reddedilme, kaçınılmaz olarak bireylerin kendilerini algılama biçimlerini, benlik

algılarını etkiler. Çoğu artık bu sapkın etiketine göre yaşayarak, bir sapkına dönüşerek sapkın

bir yaşam biçimini ve hatta sapkın bir ‘kariyer’i benimseyerek tepki verir: Profesyonel bir

suçluya dönüşen genç bir suçlu örneğinde olduğu gibi...

Etiketleme döngüsü, o nedenle, kendini doğrulayan bir kehanete dönüşebilir. Sapkın olarak

etiketlenen biri sonunda gerçek bir sapkına dönüşebilir; hatta onlar kendilerine uygulanan

‘kontrol sağlayıcı’ etiketi benimseyebilir ve sapkın olarak imgelerini usta bir suçlu veya bir deli

olarak sürdürebilirler. Etiketleme kaçınılmaz bir süreç değildir elbette; örneğin, eski bir suçlu

kendisine suç içermeyen bir iş bulabilir veya uyuşturucu bağımlıları alışkanlıklarından

kurtulabilirler. Ancak kamunun etiketleyici baskılarına direnmek ve üstesinden gelmek için çok

güçlü bir karaktere ve iradeye ihtiyaç vardır.

Becker’in yapılandırdığı ve sistematik bir çerçeve kazandırdığı etiketleme kuramı, daha sonra

birçok farklı yazar tarafından kullanılmış ve daha da geliştirilmiştir. Örneğin Edwin Lemert;

toplum tarafından etiketlenmeden evvelki sapkın davranışlar ile toplumsal tepkinin bireyi

etiketlemesinden sonraki kişisel benlik algısı ve statüsü üzerindeki etkilerini birbirinden ayırır;

başka bir deyişle, birincil ve ikincil sapma ayrımı yapar.

Aaron Cicourel, polisin ve çocuk suçları bürosundaki görevlilerin zanlılara karşı davranışlarıyla

ilgili çalışmasında (Deviance, Reality and Society [Sapkınlık, Gerçeklik ve Toplum]

Rinehart&Winston, 1976) böylesi bir suçluluk etiketlemesinin evrelerini ortaya koyar.

Cicourel, polislerin ve çocuk şubesi görevlilerinin erkek, zenci, yoksul bir kökenden veya

bölgeden gelen gibi tipik basmakalıp bir suçlu imgesi tarafından nasıl yönlendirildiklerini ve

suçluların soruşturulması sürecinde bireyin müzakere, tutuklanmaya direnme veya dava etme

yeteneğinden nasıl etkilendiklerini araştırdı. Cicourel’e göre, resmi istatistikler, daha ziyade,

polislerin, halkla etkileşimlerinde nispeten güçsüz sosyal gruplara ilişkin ‘kalıp yargıları’nın

bir yansımasından ibaretti.

Page 330: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

330

Erving Goffman, cezaevleri, akıl hastaneleri ve ıslahevleri gibi total kurumların içerdekilerin

benlik algılarını ve bireyselliklerini nasıl yıktıklarını, onları onur kırıcı bir süreçten geçirerek

kurumsal bir sayı, hücre ve konuma nasıl indirgemeye çalıştıklarını ortaya koydu. Bu

kurumların yeni sakinleri eski giysilerini çıkarmak, saçlarından ve kişisel eşyalarından

kurtulmak zorundadırlar; kurum onları üniformalara sokar ve içeridekilerin özgürlüklerini,

katılımlarını ve inisiyatiflerini engelleyecek biçimde kurumun gündelik rutinlerini hakim kılar.

Böylesi bir kurumsal organizasyon, bu insanları ıslah etmek yerine, sadece onların sapkın

kimliklerini teyit eder, normal topluma katılmalarını daha da güçleştirir ve böylece suça ve

nihayetinde yeniden hapishaneye dönme ihtimallerini artırır. Goffman’a göre, daha da ironik

olan, bu mekanların sapkınların/suçluların kendilerini daha güvende hissettikleri yerler haline

gelmesidir.

Etiketleme kuramı, her şeye rağmen, sapkınlığın kaynaklarını, yani çoğunluk yasalara uyar ve

itaat ederken, belirli bireylerin toplumsal normları ve yasaları çiğnemesinin bir açıklamasını

sunmaz. Suç ve sapkınlığın bütün suçunu etiketleyicilere yüklemiş gibi görünür; böylelikle

sapkınları ve suçluları masummuş gibi gösterir. Bütün bunlara bağlı olarak, etiketleme

kuramcıları, toplumda neden birileri etiketlenirken diğerlerinin etiketlenmediği olgusunu

açıklamakta yetersiz kalmaktadırlar. Kuramın zaafı olarak değerlendirilen bu özelliklerine

karşın, etiketleme kuramının, suç ve sapkınlıkla başa çıkma amacıyla üretilebilecek stratejilerin

geliştirilmesinde önemli katkılar sağlayabileceği söylenebilir.

11.3.3.5. Marxist Kriminoloji

1960’larda suçun yeterli bir analizini oluşturmada etiketleme kuramının yetersizliğinden

duyulan memnuniyetsizlik, 1970’lerde Frank Pearce, William Chambliss ve Richard Quinney

gibi araştırmacıların çalışmalarında görüldüğü üzere, Maxist bir krimonoloji anlayışını öne

çıkardı. Marxist kriminolojinin temel kaygıları, bir değerler uzlaşısı üzerine inşa edilmiş toplum

masalının reddi ve köklü toplumsal ve sınıfsal bölünmelere yaptığı vurguydu.

Bu yaklaşımda, suç ve kapitalizm arasındaki bağlantıya ilişkin sürekli bir vurgu bulunmaktadır.

Kapitalist toplumdaki yüksek suç oranları tesadüf değildir; zira kapitalizm, insanları

motivasyon ve tutkular zoruyla cesaretlendiren ve sınıf ilişkileri ve eşitsizliklerle tanımlanan,

suç yaratan bir sistemdir. Bencillik, kişisel kazanç ve zenginlik birikimini, üstün faziletler ve

amaçlar olarak yüceltir ve öncelikli konular haline getirir. Hayatın pahalı elbiseler, son moda

Page 331: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

331

araba ve yüksek teknolojiye sahip boş vakit geçirme araçları vs. olmadan eksik olduğuna

(reklam kültürü ve medya kurgusu aracılığıyla) inandırır ve bunu yaparken bireyleri hem yasal,

hem yasa dışı yolları çoğaltmaya teşvik eder. İnsanlar, tasarrufları altında bulunan kaynak ve

seçeneklerle bu amaçlara ulaşmak için yola çıkarlar. Üst sınıf işadamları, sıkça yasa dışı yollara

başvuruyor olsalar da, maddi arzularını gerçekleştirmek için daha fazla yasal imkana

sahiptirler; yoksul sınıflar ise böyle bir imkandan yoksundurlar. Dolayısıyla, onların suça

başvurmaları, kapitalist toplumsal ve ekonomik düzenleri karakterize eden kaynakların eşitsiz

dağılımının keskin bir ucunda bulunuyor olmalarıdır.

Bu kuramcılara göre, yasaların tarafsız olduğu iddiası gerçek dışıdır. Yasalar, geniş çaplı bir

değerler uzlaşısının somutlaşmış hali değildir ve herkes lehine tarafsız olarak çalışmaz. Yasalar;

güçlü gruplara karşı nadiren kullanılır, partizan çıkarlara yarar sağlar ve onları güvence altına

alırlar, geniş ölçüde alt tabaka gruplara uygulanırlar. Belli başlı davranış biçimlerinin ‘suç’

olarak görülmesini, egemen sınıfın kendi suç tanımını kutsal bir yere konumlandırmasının bir

sonucu olarak değerlendirirler. Bu tanım, onlara göre, aynı zamanda statükoyu meşrulaştırır;

kapitalizmin yeniden üretilmesini tehdit eden faaliyetleri suçmuş gibi gösterir ve eşitsizlikleri

gizler.

O nedenle, Marxist kriminologlara göre, yasalar temel olarak kapitalist mülkiyeti korur. Yasalar

orantısız biçimde dolandırıcılık, işyeri suçu, vergi kaçırma ve çokuluslu şirketlerin yarattığı

endüstriyel kirlilikten ziyade dükkan hırsızlığı, soygun, oto hırsızlığı, kundaklama ve benzeri

eylemlere karşı yöneltilir. Büyük ortaklıklar ve iş liderleri, kendi faaliyetlerine takılmış

kriminal etiketlerden kurtulmak için yeteri kadar güçlüdürler. Organize ve idari suçların –sınırlı

biçimde- kovuşturulması hukukun taraflı olmadığı yanılmasını güçlü tutar. Bununla birlikte,

hukukun böylesine seçici bir biçimde yorumlanması ve uygulanması, ikinci bir yanılsama

oluşturur.

Suç hakkında ne yapılacağı, başka bir deyişle, suçun nasıl yok edileceği konusundan söz eden

bu kuramcıların cevapları basittir, ancak yetersizdir. Bu kuramcılara göre, suçun nedeni

kapitalist sistemin kendisidir; o nedenle gerekli olan şey, toplumu kapitalizmden sosyalizme

geçirebilmek için onu yeniden yapılandırmaktır.

11.3.3.6. Sağ Gerçekçilik [Yeni Sağ Kriminoloji]

James Wilson ve Ernst van den Haag’ın çalışmalarında temsil edilen sağ gerçekçilik [veya Yeni

Sağ Kriminoloji], ilk olarak 1970’lerde ortaya çıktı ve suça ilişkin liberal sosyolojik

Page 332: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

332

kuramlaştırmanın açık bir eleştirisi olarak 1980’lerde daha da gelişti. Sağ gerçekçiler, suç

kuramları geliştirme girişimlerine çoğu zaman şiddetle karşı çıkarlar. Teorileştirmeye karşı bu

mesafeli duruşlarına rağmen, Sağ Gerçekçi yaklaşımlarda da –iradeci bir eylem kavramı ile

çeşitli kontrol teorilerinin karışımından oluşmuş- ‘özcü bir insan doğası’ anlayışından hareketle

geliştirilmiş belli teorik varsayımlar vardır.

ABD’de Reaganizm’in ve İngiltere’de Thatcherizm’in neo-liberal siyasi ve ekonomik

felsefelerinin uygulamada olduğu bir dönemin ürünü olan Sağ Gerçekçiler, sosyolojik

kriminolojiye küçümsüyor ve çalışmalarının odağını, aşırı karmaşık ve esasen verimsiz de

olduğunu düşündükleri kuramsallaştırma çabalarından suçu pratik olarak engelleme ve

denetleme (kontrol) faaliyetlerine kaydırmaya önem veriyorlardı. O nedenle, sokak suçlarıyla

ve onları işleyenlerle uğraşmak için gerçekçi ve işe yarar stratejiler geliştirmekle uğraşmayı

tercih ettiler. Suçun tamamen engellenebileceğini ve kontrol altına alınabileceğini

düşünmeseler de, suçları engellemeye dönük olarak uygun ve işe yarar stratejiler

geliştirildiğinde ve uygulandığında suçların etkisinin sınırlandırılabileceğini iddia ediyorlardı.

Sağ Gerçekçiler, suçu toplumsal koşulların ürünü gören yaklaşımları da reddederler. Bu tür bir

değerlendirmeyi ve kuramsallaştırmayı, suç araştırmasını hem kuramsal açıdan verimsiz, hem

de uygulamada hoşa gitmeyen uygulamalar üretecek gereksiz ve zararlı bir girişim olarak

görmektedirler. Onlar, liberal ve diğer sosyolojik kriminologların vurguladıkları olanak,

ihtiyaç, yoksulluk vs. gibi hususları, bunlarla suç arasında bir bağlantı kurulmuş olsa dahi,

devlet tarafından idare edilmesi son derece zor değişkenler olarak görürler. Devletin, bu gibi

toplumsal koşulları değiştirmek gibi bir görevi olmadığını savunmaktadırlar. Onlara göre; Batılı

kapitalist toplumlar, suç faaliyetlerinin sürekli artışına tanık olurken, aynı zamanda maddi

zenginlik ve insanlara açık fırsatlar konusunda eşi görülmemiş gelişmelere de tanık oldu.

Böylece, yardım hizmetleri, yoksullukla mücadele politikaları ve eğitim reformlarındaki

yaygınlık, suçu azaltmaktan ziyade suçun büyük oranlarda artışına zemin hazırladı. Sağ

gerçekçiler sosyal yardımların artmasının, gerçekte bir bağımlılık kültürünü doğurduğunu,

böylelikle de toplumu ve cemaatleri bir arada tutan bağların altını oyduğunu ve insanların

bireysel sorumluluk duygularını zayıflatarak bu artışa katkıda bulunduğunu ileri

sürmektedirler.

Kötümser bir insan doğası anlayışından hareket eden sağ gerçekçilere göre, insanlar bencillikle

güdülenmişlerdir ve yüksek suç seviyeleri de, insanların doğuştan anti-sosyal eğilimlerini ve

heveslerini sınırlamakta yetersiz kalan düzenlemelerin bir sonucuydu. Onlara göre sokak

Page 333: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

333

suçlarında ortaya çıkan sarmal; düzgün ahlak ile kendini sınırlama ve kendini kontrol etme

faziletlerini telkin etmede başarısız olmuş aşırı özgürlükçü ebeveynlerin, eğitimcilerin ve sosyal

hizmet görevlileri tarafından teşvik edilen hareket serbestliğinin ve hoşgörü kültürünün bir

sonucuydu.

Eğer insanlar, çıkarcı ve bencil doğaları yüzünden suç işlemeye hevesliyseler, o zaman iki temel

strateji gereklidir: Birincisi, suç işlemeye kalkışmaları halinde alacakları riskleri artırmak

suretiyle onları caydırmaktır. İkincisi, suç işleme fırsatlarını azaltmaktır. Bu nedenle,

sabıkalıları ve tehlikeli bireyleri tecrit etmek ve hareketsizleştirmek adına rahatsız edici ve

zorlayıcı bir hapishane rejimi dahil uzun süreli gözetim altına alma gibi ciddi cezalandırmalara

gitmenin gerekli olduğunu savunurlar. Onların bu görüşleri, anti-sosyal davranışla karşılaşan

polisin ağır yasal uygulama önlemlerini kullandığı ‘sıfır hoşgörü’ gibi politikalarda

özetlenmiştir. Ayrıca Sağ Gerçekçiler, ısrarla, suçu kontrol altına almada toplumun sıradan

üyelerinin de, polisler gibi, taşın altına ellerini sokmaları gerektiğini ve bu çerçevede ‘aktif

vatandaşlar’ olarak evde ve okulda çocuklarının terbiyeli yetişmelerine özen göstermek, suçun

ve düzensizliğin önlenmesine yönelik olarak topluluk içinde çalışmak ve daha iyi güvenlik

sistemleri kurarak kendi mülkiyetlerini korumak gibi bazı sorumlulukları yerine getirmeleri

gerektiğini savunurlar.

11.3.3.7. Sol Gerçekçilik [Yeni Sol Gerçekçilik]

1980’lerin ortalarında Marxist yaklaşıma ve Sağ Gerçekçiliğe yönelik tepkilerden biri,

kendilerine Sol Gerçekçiler [veya Yeni Sol Gerçekçiler] adını veren Jack Young, John Lea ve

Roger Mathews gibi kuramcılardan geldi. Bu yazarlar, yapısal kuramsal bir konumdan

hareketle bir suç analizi geliştirdiler ve suçun köklerini en temel toplumsal ve ekonomik

ilişkilerin içine yerleştirmenin önemini vurguladılar. Ancak suçun oluşmasında yapısal

faktörlere daha az önem verme konusunda kendi aralarında bir uzlaşma içindeydiler. Sol

gerçekçilik, yeni sağın hakim olduğu bir siyasal bağlamda ortaya çıktı.

Sol gerçekçiler, Marxist kriminologların meseleyi oldukça basitleştirdiklerini düşünüyorlardı

ve kendilerini onlardan farklılaştırmak için özellikle bu isimle anılmayı tercih ettiler. Hem suç

sorununa, hem de suçun kontrol altına alınması meselesine ciddi bir şekilde eğilmek gerektiği

üzerinde ısrarla durmaktaydılar.

Page 334: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

334

Sol gerçekçilere göre, suçun tam olarak anlaşılabilmesi, ancak ‘suç karesi’ olarak

adlandırdıkları şeyi; yani devleti, genel anlamda halkı, suçluları, mağdurları ve bunların

karşılıklı etkileşimlerini göz önünde bulundurmak suretiyle mümkün olacaktır. Örneğin, devlet

ile halk arasındaki ilişkiler, denetleme öncelikleri ile halkla işbirliği derecesine ve dolayısıyla

polis etkinliğine şekil verecektir. Aynı şekilde, devlet ile suçlular arasındaki ilişkiler, ceza

politikaları biçiminde, suç işleme eğilimine ilişkin oranları etkileyecektir.

Sol gerçekçiler, Marxist/radikal konumun önemli bir gerçeği, mağdurlaştırma gerçeğini ihmal

ettiğini düşünmektedirler. Suçun başlıca mağdurları olmaları nedeniyle, bu mesele, işçi sınıfı

ve etnik azınlıklar ile kadınlar için gerçek bir sorundur. Dolayısıyla, suçu ağırlıklı olarak

kapitalist bir sistemin bir sorunu olarak görmek yerine, suçun, şehir merkezinde ve işçi sınıfının

barındığı yerler üzerinde yoğunlaştığının ve işçi sınıfına mensup kişiler tarafından işçi sınıfına

mensup diğerlerine karşı yapıldığının, başka bir deyişle, çoğu suçun sınıf içinde gerçekleştiği

gerçeğinin fark edilmesi gerekmektedir (aynı denklem, ‘yoksul’ kesimler özelinde de

kurulabilir). Sol gerçekçiler, suçun resmi görüntüsünün hikayenin tamamını anlatmadığını,

idari ve örgütlü suçların resmi verilere daha az yansıdığını ve polisin ve cezai adalet sisteminin

belirli suç kategorilerine karşı belli zamanlarda ayırım yapabildiğini kabul etmektedirler.

Ancak, suç sorununun resmi önyargılar tarafından şekillenmiş basit bir toplumsal kurgu olduğu

fikrini reddederler.

Sol gerçekçiler, suçun nedeninin temel bir bileşeni olarak yapısal eşitsizliğe vurguda bulunan

Marxist meslektaşlarına katılırlar. Ancak suçun sadece yapısal eşitsizlikle ilgili olmadığını da

belirtirler: Yoksulluk, maddi ihtiyaç, işsizlik ile suç arasında doğrudan hiç bir ilişkinin

olmadığını vurgularlar. Öyle olsaydı çok daha fazla işçi sınıfı mensubu (ya da yoksul insan

veya farklı etnik kökenden insan) suç işlerdi.

Sol gerçekçiler, suçun nisbî yoksunluktan ve marjinalleşmeden kaynaklandığın savunarak suçlu

alt-kültür kuramının temel noktasını tekrar etmektedirler. Suç, onlara göre, ağırlıklı olarak

kendilerini toplumun kenarında bulanlar, kendilerinin diğerlerinden kötü olduğunu düşünenler

ve durumlarının köklü biçimde haksızlığa uğramalarından kaynaklandığını hissedenler

tarafından işlenmektedir. Bu tür duygular, daha sıklıkla yoksul ya da dezavantajlı kesimlerde

görülse de, sadece onlara has değildir. Nisbî yoksunluk duygusu, toplumsal yapının her

aşamasında olabilir ve dolayısıyla, durumu iyi olanları da kriminal davranışa itebilir. Böylesi

bir motivasyon, bireyselciliği, rekabetçiliği ve ‘önce ben’ kültürünü güçlendiren hakim siyasî

ideoloji içinde ekonomik koşulları veya tedbirleri değiştirerek pekiştirici bir rol oynayabilir.

Page 335: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

335

Sol gerçekçiler, bazı grupları, özellikle de genel olarak dezavantajlı sınıfların ya da

toplulukların mensubu gençlerin, nisbî yoksunluk ve marjinalleşme açısından artan bir biçimde

daha savunmasız bir konuma düştüklerini iddia etmektedirler. Böylesi grupların, umutlarını

gerçekleştirmeleri ve toplum tarafından belirlenmiş ihtiyaçları karşılamaları için gerekli fırsatı

bulamadıklarında bir dışlanma, küskünlük ve yakınma bilincine sahip olduklarını

vurgulamaktadırlar.

Onlara göre suç sorunuyla uğraşmak, çok aşamalı stratejiler gerektirir. Makro seviyede

toplumsal adaletle uğraşmak esastır: Hükümetin ekonomik ve eğitime dair politikalarında köklü

çözümler üretmek yoluyla maddî ödülleri, istihdam olanaklarını, konut ve topluma dönük

hizmetleri geliştirmesi gerektiği gibi... Orta seviyede, hapishane nüfusunu azaltacak, uygun

olduğunda hapsetmenin yerine geçecek –mevcut cezalandırma sistemlerine- alternatif daha

çağdaş bir cezalandırma politikasının geliştirilmesi gereklidir. Mevcut seviyede, barınmaya

ilişkin gelişmelere dönük olarak daha iyi güvenlik tedbirleri, daha iyi sokak aydınlatması ve

hatta kundaklamaya daha dayanıklı telefon kulübeleri tasarlamak gibi suçun işlenmesine engel

olacak tarzda suç işlemeyi zorlaştırıcı stratejiler geliştirmek gereklidir.

11.3.3.8. Feminist Kriminoloji

Feminist kriminoloji, 1970’lerde ve 1980’lerde feminist düşüncede ve hareketlerde yaşanan

gelişmeler bağlamında ortaya çıktı ve erkek suçları üzerine yoğunlaşan kuramların ihmal

ettiğini düşündükleri kadın suçlarını ve suçlularını analiz etme iddiası taşımaktadırlar.

Düşüncelerinin özü, kadınların hem tarihsel, hem de güncel olarak cinsiyetlerinden dolayı

ikinci plana itildiği, halen de itilmekte olduğu ve bu ikinci plana itilmenin ortadan

kaldırılmasına yönelik eylemin acil bir önem ve öncelik taşıdığıdır. Carol Smart, Ann

Campbell, Frances Heidensohn ve diğerlerinin çalışmalarında temsil edildiği üzere feminist

kriminolojinin başlıca kaygısı, kriminolojik gündemin kapsamını çeşitli yollarla genişletmektir.

Kadın ve kızların hem suçlu, hem de kurban olarak egemen (bazen kullandıkları adlandırmayla

‘eril eğilimli’) kriminolojideki yokluklarını açığa çıkarmaya çalıştılar. Bunu yaparken, kadın

suçu ve suçluluğuna dair tamamen sosyolojik analizler geliştirme ve aynı zamanda kadın

suçunu, kadınları kaba klişeler ve sürdürülen cinsiyetçi imge ve ideolojiler olarak gösteren ileri

derecede bireyci çevrelerde tartışma eğilimini silme amacındaydılar. Ayrıca adlî ceza sistemi

ve ceza politikası kapsamında kadına yönelik yaklaşımlardaki cinsiyetçiliğe de dikkat çekmek

istediler.

Page 336: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

336

Suç hakkında yapılan pek çok sosyolojik ve sosyolojik olmayan çalışmaya ilişkin başlıca

şikayetleri, bu çalışmaların kadınlar yokmuş gibi yürütülmüş ve bunun sonucunda suç

kuramlarının ağırlıklı biçimde erkekleri inceleyerek geliştirilmiş olduğuydu. Kadınların işlediği

suçların erkeklerin işlediği suçlara kıyasla daha seyrek olduğunu kabul ediyorlardı; ancak

feminist eleştiriler, bunun, kadın suçuna uygulanan marjinal ilgiyi ve kadın ve kızların

kriminolojik kuramlaştırmaların dışında tutulmasını haklı çıkarmayacağı görüşündeydiler.

Feminist kriminologlar, kadın suçu egemen kriminoloji yaklaşımları tarafından tüm

detaylarıyla dikkate alındığında, tüm kadınların yüksek derecede basmakalıp ve cinsiyetçi bir

üslup içinde tasvir edilmiş oldukları gerçeğinin görüleceğine de ayrıca dikkat çektiler. Onlara

göre mesele, yalnızca kadınların dikkate alınması için mevcut sosyolojik kuramları düzeltme

veya dönüştürme meselesi değildir. Bu kuramlar, daha başlangıçta, sınırlı ve taraflıydılar ve

akademik maçoluğun rahat dünyasının erkek kriminolojileriydiler. Toplumsal bir suç kuramı,

tümüyle, erkeklerin ve kadınların davranışlarını yansıtma ve kadınlar ve erkekler üzerinde

benzer ve farklı biçimde işleyen faktörleri öne çıkarma becerisine sahip olmak zorundaydı.

Dolayısıyla eğer suç, belirli toplumsal çevrelerin ürünleri olarak açıklanacak olursa ve erkekler

suça kadınlardan daha sık biçimde iştirak ediyorsa, o zaman hangi toplumsal çevre etkenlerinin

erkekler üzerinde daha güçlü etkide bulunduğunu saptamak ve bunun neden böyle olduğunu

açıklamak gerekli hale gelecektir.

Feminist kriminologlar, birçok kriminolojik kuramlaştırmada cinsiyetçiliğin altını çizmekle

birlikte, kadın suçuna yönelik çalışmayı suça dair adalet ve ceza sistemlerinin işleyişini tahlil

etmek suretiyle genişletme çabasındaydılar. Onlara göre erkekler, kadınları çeşitli mekanizma,

araç ve kurumlar aracılığıyla denetim altında tuttular, suça ilişkin adalet ve ceza sistemleri de

bunun dışında kalmadı. Çalışmaları kadın suçlulara yönelik yaygın cinsiyetçiliğin ve hukuk ve

ceza politikalarındaki ayrımcılığın kanıtlarını açığa çıkardı. Kadın suçlulara yönelik mahkeme

kararlarında ve hükümlerde biyolojik ve psikolojik yönden anormal oldukları yönünde ısrar

edilmesi gibi, içinde geleneksel cinsiyete dayalı işlevsel beklentilerin ve anlayışların bulunduğu

yöntemleri göz önüne serdiler.

Feminist kriminologlar, kriminolojik gündemi suçluya yönelik araştırmalar vurgusunu özellikle

aile içi şiddet ve cinsel saldırı alanlarındaki kadın mağduriyeti analizi olmak üzere suç

kurbanlarına daha fazla yoğunlaşmış analizlere doğru genişletmede de etkili oldular. Kadınların

daha önce kabul edildiğinden çok daha büyük mağduriyetler yaşadıklarını ve aile içi şiddet

Page 337: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

337

olaylarının ve cinsel tacizlerin resmi kayıtlar ve ulusal suç anketlerinde belirtildiğinden çok

daha yüksek olduğunu gözler önüne serdiler. 24

Suça ve suçluluğa yönelik açıklama çabaları, elbette burada ifade edilenlerle sınırlı değildir. En

genel anlamda, suçu açıklamaya yönelik teorilerin, en iyi durumda suçluluğun bir kısmını

açıklayıp bütününü gözden kaçırdıkları söylenebilir. Suçun önlenmesi bakımından suça ilişkin

tahminde bulunmak bir amaçsa eğer, eldeki teorilerin bu anlamda yeterli oldukları

kriminologlar tarafından pek düşünülmemektedir. İnsan hakları ve hukuk açsından böylesi bir

uygulamanın ne kadar doğru bir uygulama olacağı ise ayrı bir tartışma konusudur. Mevcut

teorilerin, suçun işlenmesinde devrede olan pek çok faktör arasından yalnızca bir tanesini ya da

bir iki tanesini –diğerlerinin arasından- seçip bütün teorilerini onun üzerine kurması gibi bir

durumla da karşılaşılmaktadır. Bu da, nihaî noktada suçun açıklanmasında yetersiz kalınmasına

sebebiyet vermektedir. Suçu açıklama çabasındaki teorilerin bir kısmının belli suç türlerinde ya

da suçlu tiplerinde belli bir oranda başarılı olurken diğerlerinde aynı başarıyı gösteremedikleri,

diğer bir kısmının da başka suç türleri ve suçlu tipleri için daha fazla açıklayıcı oldukları açıtır.

Netice itibariyle, suç ya da sapma olarak nitelenen davranışların ve bu davranışları sergileyen

kişilerin tamamını açıklayabilecek kaspamlı ve tatmin edici tek bir teoriden söz etmek mümkün

gözükmüyor. O nedenle de farklı türdeki suçları ve suçluları açıklamak için farklı açıklama

çabalarına girişilmesi daha yararlı ve elzem olacaktır.

24 Suç sosyolojisi ve krimonoloji alanlarında geliştirilen suç konusundaki yaklaşımlara ilişkin daha geniş bir

tartışma için bkz. Tony Bilton ve arkadaşları, Sosyoloji, 2. Baskı, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2009, s. 381-407.

Künyesi yukarıda verilmiş olan Handbook of Crime and Deviance başlıklı çalışmanın özellikle ‘Explanation

of Crime’ başlıklı ikinci bölümü (s. 75-236) suç teorilerine ilişkin zengin bir değerlendirme sunuyor. Bu

bölümde suç teorileri ‘Biosocial Criminology’, ‘The Social Learning Theory of Crime and Deviance’, ‘Self-

Referent Processes and the Explanation of Deviant Behavior’, ‘Self-Control Theory: Research Issues’,

‘General Starin Theory’, ‘Labeling Theory’, ‘Institutional Anomie Theory: A Macro-sociological Explanation

of Crime’ ve ‘Social Disorganization Theory: Then, Now, and in the Future’ başlıklı altında genişçe

değerlendirilmiştir. www.krimonoloji.com [erişim tarihi: 25 Ocak 2018] internet sayfası, kriminolojinin farklı

pek çok boyutuna ilişkin zengin bir arşiv sunuyor. Suç açıklamaları bağlamında özellikle Timur Demirbaş’ın

çalışmasından yapılan iktibaslara bakılabilir. Bu metinde de, özellikle biyolojik teoriler bağlamında

Demirbaş’ın çalışmasından yararlanılmıştır. Ayrıca bkz. Osman Dolu (ed.), Kriminoloji, Eskişehir: Anadolu

Üniversitesi, 2012; Mark Cowling, Marksizm ve Kriminoloji: Kavramsal Araçlar ve Eleştirel Bir

Değerlendirme, çev. Dafne Yeşilsu, İstanbul: Notabene Yay., 2012; Timur Demirbaş, Kriminoloji, Ankara-

İstanbul: Seçkin Yay., 2012; Aytekin Geleri (ed.), Suç Sosyolojisi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2013;

Sercan Gürler, Hukuk, Suç ve Toplum, İstanbul: İÜ AUZEF, 2015; İdris Güçlü ve Halil Akbaş, Suç Sosyolojisi,

Ankara-İstanbul: Seçkin Yay., 2016; Abdullah Korkmaz ve Bekir Kocadaş, Toplumsal Sapma: Sapmanın

Teorik Temelleri, İstanbul: Doğu Kütüphanesi, 2015.

Page 338: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

338

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Sapma, sapkınlık ve suç; iç çamaşırla işe gitmekten baklava çalmaya ve seri cinayetlere kadar

geniş kapsamlı bir toplumsal meseledir. Bu derste, sapma, sapkınlık ve suç kavramlarına ve bu

toplumsal olguları ele alma çabalarına ilişkin özet bir değerlendirme yapılmaya çalışıldı.

Suç konusunda, kalıtımın belirleyiciliğine vurgu yapan Lombroso’ndan toplumsal çevreye

vurgu yapan sosyolojik yaklaşımlara kadar birbiriyle tartışma içerisinde olan bu yaklaşımların

ortak noktası, modernist projeye dair bir ortaklığı paylaştıkları açıktır. Bu gelenek bünyesindeki

bir takım yaklaşımların, vurgularında önemli farklılıklar göstermelerine rağmen, suç üzerine

nihai bir anlatının meşruluğuna ve toplumsal müdahaleye ilişkin bir programa dair bir inancı

paylaşmakta oldukları da açıktır. Ancak suç sorununun açıkça çözümlenemez oluşu, bu

anlatıların suç hikayesini anlatmadaki yeterliliğine ilişkin inancı ve bu yöndeki girişimlerin

geçerliliğini de aynı şekilde sarsmaktadır.

Page 339: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

339

Bölüm Soruları

1. ‘Etiketleme kuramı’ nedir? Kuramın suç ve sapma anlayışına katsını eleştirel gözle

değerlendiriniz.

2. Bir iş sahibi olsaydınız ‘hırsızlık’ vb. gibi suçlardan sabıkalı bir kişiye iş verir miydiniz?

Neden? Tartışınız.

3. Etiketleme kuramı, suç eylemi ve ona yönelik tepkiler konusundaki anlayışımıza nasıl

bir katkıda bulunmuştur? Tartışınız.

4. Çevrenizde ‘sapkın davranış’ olarak gördüğünüz ne tür davranışlar var? Onları neden

sapkın olarak değerlendiriyorsunuz? Açıklayınız.

5. Türkiye’de mevcut ‘apaçi’ veya ‘emo’ olarak adlandırılan gençlik kültürlerine ilişkin

bilgi toplayınız. Bu gençlik alt-(veya karşıt-)kültürlere ilişkin elde ettiğiniz bilgileri, bu

derste işlenen toplumsal sapma ve suç yaklaşımların her birisine dayanarak ayrı ayrı

değerlendirmeye çalışınız. Ne türden farklı sonuçlara vardınız?

6. (5. soruyla bağlantılı olarak) Sizce hangi yaklaşım, bu veya benzeri oluşumları

değerlendirmede daha açıklayıcıdır? Gerekçelerinizi oluşturunuz ve tartışınız.

7. Kadın ve erkek suç oranlarındaki dengesizlikler göz önüne alındığında, bu durumun

nedeni, kadın ve erkek arasındaki doğal farklılıklar olabilir mi? Neden? Açıklayınız.

8. Sizce etkin suç kontrolü için neler yapılmalıdır?

9. Hapishane, suçu kontrol altına almak açısından, etkin bir yöntem midir? Tartışınız.

10. Geceleyin ıssız bir caddede yürüdüğünüzü ve karşıdan size doğru bir grup gencin

yaklaştığını farz edin. Grubun genç erkeklerden oluşması mı yoksa genç kadınlardan

oluşması mı sizi daha fazla tedirgin ederdi? Grubun belli etnik kökene ya da toplumsal

kesime ait olmaları sizi tedirgin eder miydi? Neden? Medyanın suçlu ve suçlulukla ilgili

ifadelerinin bu sorulara cevap verirken, sizi nasıl etkilemiş olabilir? Tartışınız.

Page 340: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal
Page 341: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

341

12. ÖRGÜT SOSYOLOJİSİ

Page 342: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

342

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

12.1. Modern toplumda derneklerin, örgütlerin ve genel olarak bürokrasinin yaygınlığı

12.2. Weber’in bürokratik ideal tipi

12.3. Modern toplumun ağ toplumu olma özelliği

12.4. Gözetim toplumu olarak modern küresel dünya

Page 343: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

343

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Modern kentsel gündelik hayat temelde örgütlü, bürokratik bir hayattır. Doğumdan

ölüme, tapu-kadastrodan kredi işlerimize varıncaya dek hemen her işimizi bürokratik

örgütler aracılığıyla yürütüyoruz. Bürokratik kurumların varlığı, gündelik toplumsal

ilişkilerimizi nasıl etkilemektedir?

Page 344: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

344

Anahtar Kavramlar

Bürokrasi

Bürokratik ideal tip

Organizasyon

Örgüt sosyolojisi

Page 345: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

345

Giriş

Bu bölümde, çağdaş örgütlerin doğuşuna ve bu gelişmenin günümüzde hayatımızı nasıl

etkilediğine değinmeye çalışılacaktır. İlk olarak sosyologların örgütlerle ilgili düşüncelerine,

özellikle de bu konudaki kaleme aldıkları yazılarla konuya önemli katkılarda bulunan Max

Weber’in bürokrasi üzerine değerlendirmelerine yoğunlaşılacaktır. Ardından örgütlerin

oluşturduğu bazı toplumsal durumlar incelenecek; çeşitli örgüt türleri arasında var olan

farklılıkların neler olduğu değerlendirilecektir.

12.1. Örgüt: Tanımlama Çabaları

Örgütler fark edilmesi zor varlıklardır. Örgütlerin –binaları, çalışanları veya kullandıkları

malzemeler şeklinde- belli boyutlarıyla muhatap oluruz; ancak örgütün tamamı soyut ya da

çeşitli bölgelere dağılmış olabilir. Ancak örgütlerin mevcudiyetlerini, oralarda bir yerlerde

olduklarını biliriz; çünkü örgütler günlük hayatımızın içindedirler. Çünkü nihayetinde

hayatımızın tamamı neredeyse örgütler içerisinde geçer. Örgütler/organizasyonlar içinde

doğarız. Örgütler içinde eğitiliriz. Örgütler içinde tedavi oluruz. Örgütler içinde yer, içer ve

eğleniriz. Örgütlerin (bir inşaat şirketinin) yapmış olduğu binalarda/evlerde yaşarız. Örgütler

araçılığıyla ulaşımımızı sağlarız. Hayatımızın önemli bir kısmını ‘örgüt’lerde çalışarak

geçiririz. Örgütler aracılığıyla yardımlarımızı yapar, dayanışmamızı sergileriz. Sağlık

işlerinden adlî işlere, iç güvenlikten dış güvenliğe, eğitimden ekonomiye, spordan siyasete,

entelektüel ve kültür-sanat faaliyetlerinden yardımlaşma faaliyetlerine, inançtan eğlence

hayatına, doğum işlerinden cenaze işlerine varıncaya dek hayatımızın her bir safhasında ya

hizmet alıcısı ya hizmet sunucusu, ya işletme sahibi ya çalışan olarak muhakkak örgütlerle

temasımız olur. Kısacası günümüz toplumu, bütün bu anlamlarıyla, örgütlü bir toplumdur.

Banka, hastane, hapishane, adliye, okul, Halk Ekmek, Tofaş, Tapu ve Kadastro Müdürlüğü,

Çocuk Esirgeme Kurumu, İHH vb. gibi örgütler birbirlerinden farklılık gösterirler ancak belli

özellikleri itibariyle de birbirleriyle benzeşirler. “Örgütler, (1) belirli hedeflere yönelik, (2)

faaliyetleri bilinçli bir şekilde yapılandırılmış ve koordine edilmiş ve (3) dış çevre ile bağlantılı

(4) sosyal varlıklardır.”1 Anlaşılacağı üzere bir örgüt, bir binadan ya da bir dizi prosedürden

ibaret değildir. Örgütler bireyler ve bu bireyler arasındaki ilişkilerden oluşur. Belli bir hedefe

1 Richard L. Daft, Örgüt: Kuramları ve Tasarımını Anlamak, Ömür N. Timurcanday Özmen (çev. ed.), İstanbul:

Nobel Akademik Yay., 2015, s. 11.

Page 346: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

346

ulaşmak için çalışanları biraraya geldiklerinde ve birbirleriyle etkileşime girdiklerinde örgütler

ortaya çıkar. Özkalp’in deyimiyle, “örgütler bilinçli bir biçimde koordine olmuş sosyal

birimlerdir.”2 Örgütlerin belli bir sosyal ve kültürel çevre içinde faaliyet gösteren yapılar olduğu

da hatırlandığında, onların varlıklarının, etkinliklerinin, başarılarının çalışanları, müşterileri,

tedarikçileri, rakipleri ve diğer çevresel unsurlarla etkileşimlerinden olumlu veya olumsuz

şekilde etkileneceği sonucuna kolaylıkla varılabilir.

Örgütler büyük çeşitlilik göstermektedir. Bazı örgütler oldukça büyük ve çok uluslu oluşumlar

iken bazıları çok daha küçüktürler. Bazıları profesyonel işletmeler iken, bazıları aile

işletmeleridir. Bazıları kâr amaçlı kuruluşlar iken bazıları kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır

(Sivil Toplum Kuruluşları veya kamu kuruluşları gibi). Bazıları günlük hayatımızda

kullandığımız beyaz eşya, otomobil vb. gibi ürünleri üretirken, bazıları sağlık veya sosyal

yardım hizmetleri sunmaktadır. Bu çerçevede nitelikleri bakımından örgütler arasında bir

ayırım yapmak mümkündür. İşleyişleri itibariyle belli ortaklıkları olmakla, başka bir deyişle,

işlerini benzer biçimde yürütmekle birlikte, hedefleri ve ortaklıkları itibariyle birbirlerinden

farklılaşabilen yapılardır bunlar. Bu bakımdan, en genelde, ‘kâr amaçlı işletmeler’ ile ‘kâr

amacı gütmeyen kuruluşlar’ arasında önemli bir ayırım yapılabilir.

“Kâr amacı gütmeyen örgütlerdeki yöneticiler çabalarını bir çeşit sosyal etki yaratmak

amacıyla yönlendirirken; kâr amaçlı işletmelerde yöneticilerin amacı, şirkete para

kazandırmaktır. Bu, iki örgüt arasındaki temel farktır. Kâr amacı gütmeyen kuruluşların

diğer örgütlere hiç benzemeyen bazı özellikleri ve ihtiyaçları, bu örgütlerin yöneticileri

için diğer yöneticilerininkine benzemeyen zorluklar ortaya çıkarır.

Kâr amacı gütmeyen kuruluşların finansal kaynakları, ürün veya hizmet satışlarından

değil, devlet ödenekleri, hibe ve bağışlardan oluşmaktadır. Kâr amaçlı işletmelerde

yöneticiler, satış gelirlerini artırmak için ürün ve hizmetlerin geliştirilmesine odaklanır.

Buna karşın, kâr amacı gütmeyen kuruluşlarda hizmet parayla satılmadığından pek çok

kurumun en büyük sorunu, faaliyetlerine devam edebilmek için düzenli fon akışını

güvence altına almaktır. Bu kurumlardaki yöneticiler, sınırlı fonlarla hizmet vermekte,

örgütsel maliyetleri mümkün olan en düşük düzeyde tutmaya çalışmakta ve kaynakları

son derece verimli kullanmaya çalışmaktadır. Kâr amacı gütmeyen kurumlarda

geleneksel olarak kâr-zarar durumunu gösteren bir sonuç olmadığından yöneticiler

2 Enver Özkalp, “Örgütsel Davranışa Giriş ve Yöntem”, Çiğdem Kırel ve Ozan Ağlargöz (eds.), Örgütsel

Davranış, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2013, s. 16 [ss. 2-26].

Page 347: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

347

çoğunlukla örgütsel etkinliği oluşturan şeyin ne olduğu sorusuyla mücadele etmektedir.

Parayı ölçmek kolaydır ancak kâr amacı gütmeyen örgütler ‘halk sağlığını geliştirmek’,

‘herhangi bir haktan mahrum edilenlerin yaşamlarında bir fark yaratmak’ ya da ‘sanatın

değerini artırmak’ gibi soyut hedefleri ölçmek zorundadır.

Kâr amacı gütmeyen örgütlerde yöneticiler ayrıca çok farklı paydaş grubuyla ilgilenir

ve hizmetlerini, sadece müşterileri değil aynı zamanda gönüllüleri ve hayırseverleri de

etkilemek için pazarlamak zorundadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, ülke geneline

yayıldıkça küçük ve yerel gruplarla çekişen Make A Wish Vakfı’nda olduğu gibi bu,

bazen örgütler arasında çatışma ve güç mücadelelerine neden olmaktadır. Ne kadar çok

çocuğa yardım ediliyor görünürse fonları artırmak da o kadar kolaydır.”3

Çağdaş toplumlar teknolojinin daha ileri aşamalarına geçtikçe ve toplumsal yapılar daha

karmaşıklaştıkça formel örgütler olarak tanımlanan büyük ikincil gruplar gitgide hayatlarımıza

daha fazla hakim olmaya başladılar. Bu anlamda, yukarıda ifade edildiği üzere, çağdaş

toplumun örgütlü bir toplum olduğunu söylemek abartı olmaz. Bir formel örgüt, belirli bir amaç

için kurulan ve azami verimliliğe ulaşmak amacıyla yapılandırılan bir gruptur. Örgütler

büyüklüklerinde, amaçlarının özgüllüğünde ve verimlilik derecelerinde farklılaşmalarına

rağmen, büyük ölçekli faaliyetlerin işleyişini sağlamak üzere yapılandırılırlar. Ayrıca hepsi,

bürokratik bir örgütlenme biçimine sahiptir.

Toplumdaki formel örgütler, muazzam çeşitlilikte kişisel ve toplumsal ihtiyaçları karşılarlar.

Gerçekte bu formel örgütler günümüz toplumunda öylesine hakim güç haline gelmiştir ki, belli

bir alandaki örgütleri denetlemek için daha üst örgütler kurmak ihtiyacı hasıl olmuştur:

Bankacılık Devlet Denetleme Kurumu [BDDK], Enerji Piyasa Denetleme Kurumu [EPDK] vb.

gibi.

12.2. Örgüt Kuramları

Örgütlerin araştırılmasında, genel olarak, odaklandıkları analiz birimleri itibariyle birbirinden

farklılaşan iki disiplinin ön plana çıktığı görülür: (1) Örgütlerin içindeki bireylerin ve grupların

davranışlarına odaklanan örgütsel davranış, ve (2) Örgüt teorileri.

3 Richard L. Daft, Örgüt, s. 11-12.

Page 348: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

348

Örgütlerin en önemli kaynağı, tüm teknolojik gelişmişliğine karşın, o örgütler içinde çalışan

insanlardır. Dolayısıyla örgüt içinde çalışan insanların davranışlarını anlamak, örgüt açısından

çalışanlarını daha huzurlu, daha etkin, daha verimli ve daha başarılı kılmak da önemli hale

gelmektedir. Özkalp örgütsel davranışı şu şekilde tanımlıyor: “(...) örgütsel davranış örgüt

içindeki insan davranışlarıyla ilgili bir disiplindir. Amacı, örgüt içindeki insan davranışlarını

anlamak, çalışanı daha etkin ve başarılı kılmaktır.”4 İnsan odaklı bir bilimsel araştırma alanı

olarak kabul edilen örgütsel davranış, Özkalp’e göre, şu dört temel özelliğe sahiptir: “Birincisi

örgütsel davranış bilimsel yöntemi kullanarak araştırmalar yapar, ikincisi birey, grup ve örgütler

üzerinde odaklanır, üçüncüsü doğası gereği disiplinler arası bir yapıdadır ve dördüncüsü ise

örgütün etkin bir biçimde çalışması ve bireyin başarısı üzerinde durur.”5

Farklı disiplinleri içermesi sebebiyle büyük çeşitlilik gösteren örgüt teorilerinde “(...) birey ve

gruplar, tek analiz birimi olarak ele alınmaz, daha geniş bakış açısıyla sosyoloji, ekonomi,

klasik bürokrasi teorisi ve post modern yaklaşım gibi çeşitli disiplinlerden hareketle örgüt

yapısı, örgütsel çevre, biçimlendirme (formalization), teknoloji, otorite, gruplar ve örgüt

bölümleri (department) gibi konular üzerine odaklanır.” 6 Örgüt teorilerindeki bu çeşitliliği

analiz etmek amacıyla söz konusu teorileri belli özelliklerini dikkate alarak tasnif etme çabaları

da ortaya çıkmıştır. Tekel, konuyla ilgili makalesinde, bu faydalı sınıflandırma çalışmalarından

iki tanesini, Burrell-Morgan 7 ve Astley-de Ven’in 8 çalışmalarını mukayeseli bir şekilde

değerlendirir.

Aşağıda da görüleceği üzere, örgüt kuramları temel hareket noktalarına, temel varsayımlarına

ve inceleme nesnelerinin niteliğine, boyutuna, yapısına göre hayli farklılık ve çeşitlilik içeriyor.

Bütün bu kuramları teker teker ele almak, bu kitabın amacının da kapsamının da hayli dışında

kalan bir uğraştır. O nedenle, burada örgüt kuramlarını teker teker ele almaktan ziyade genel

bir yaklaşım içerisinde toparlayacak bir değerlendirmenin daha uygun olacağı düşünülmüştür.

4 Enver Özkalp, a.g.m., s. 3.

5 Enver Özkalp, a.g.m., s. 5. Özkalp, devam eden sayfalarda (s. 5-8) bu özellikleri biraz daha

ayrıntılandırmaktadır.

6 Suna Tekel, “Örgüt Teorilerinin Sınıflandırılması ve Tartışmalar”, Hacettepe Üniversitesi Sosyolojik

Araştırmalar E-Dergisi, 24 Ekim 2011, www.sdergi.hacettepe.edu.tr/makaleler/suna-TEKEL-son.pdf [erişim

tarihi: 20 Ocak 2018], s. 2 [ss. 1-18].

7 Gibson Burrell ve Gareth Morgan, Sociological Paradigms and Organizational Analysis, Heinemann

Educational Books Inc., 1979. Örgüt teorisini klasik sosyal teoriyle bağlantılı bir biçimde ele alan dikkate

değer bir çalışma için ayrıca bkz. Christian Knudsen ve Haridimos Tsoukas (eds.), The Oxford Handbook of

Organization Theory: Meta-Theoratical Perspectives, New York: Oxford University Press, 2003.

8 W. Graham Astley ve Andrew H. Van de Ven, “Central Perspectives and Debates in Ogranization Theory”,

Administrative Science Quarterly, 1983, sy. 28, s. 245-273.

Page 349: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

349

Bu çerçevede de, Burrell ve Morgan’ın çalışmalarından hareketle Suna Tekel’in yapmış olduğu

özlü sunumun faydalı ve yeterli olacağı düşünülmüştür.

Burrell ve Morgan, “tüm örgüt teorilerinin bir toplum teorisi ve bilim felsefesi üzerine

temellendiği düşüncesinden hareketle, ilk önce sosyal bilimlerdeki farklı yaklaşımları –var olan

felsefi sayıltılarına göre- ontoloji, epistemoloji, insan doğası ve metodoloji açısından analize

başlamaktadır.”9 Yazarlar, sosyal bilimcilerin inceleme konularına yukarıdaki 4 sayıltı dizisi

çerçevesinde yaklaştıklarını ve bu sayıltı dizisinin sosyal teoriyi analiz etme açısından elverişli

olduğunu düşünürler. Bu çerçevede sosyal teoriyi de, her bir sayıltı başlığını belli karşıtlıklar

bağlamında ve sübjektif yaklaşım-objektif yaklaşım (öznel yaklaşım-nesnel yaklaşım)

başlıkları altında şöyle tasnif ederler: Varlığın nasıl mümkün olduğu sorusuna cevap arayan bir

alan olarak ontoloji bağlamında nominalist-realist; bilginin nasıl mümkün olduğu sorusuna

cevap arayan bir alan olarak epistemoloji bağlamında anti-pozitivist-pozitivist; insanın

doğasıyla ilişkisi bağlamında insan doğasını iradeci-determinist (aktif-pasif); ve bu ontolojik,

epistemolojik ve insan doğası anlayışlarına bağlı olarak da farklı metodolojileri ideografik-

nomotetik yaklaşımlara sahip olanlar şeklinde tasnif ederler.10

9 Suna Tekel, a.g.m., s. 2.

10 Bilgi ve bilim felsefelerini ilgilendiren hayli geniş bir tartışmayı gerektiren bu tasnifin ayrıntılarına burada

girebilme imkanımız maalesef yok. Burada sadece bu kavramlardan ne anlaşılması gerektiğine ilişkin,

açıklayıcı olması bakımından, şu kısa bilgileri verebiliriz: Nominalist yaklaşıma göre [nominalizm, kelime

olarak kısaca, adcılık olarak tercüme edilir], sosyal dünya bireyin bilinci dışında kalan sosyal yapı için

kullanılan kavramlar, etiketler ve isimlerden öte bir şey değildir ve bu kavramlarla tanımlanmış dünyanın bir

gerçekliği yoktur. Realist yaklaşıma göre ise, sosyal dünya –tıpkı doğa gibi- insan bilincinden bağımsız olarak

vardır ve somuttur. Anti-pozitivist yaklaşıma göre sosyal dünya gerçekte görelidir ve dünyada belli

düzenliliklerin olduğunu düşünmek ve bu düzenlilikleri aramak da boş bir iştir. Bu dünyanın bilgisi, ancak bu

dünyayı araştırmaya kalkışanların bakış açılarına bağlı olarak elde edilebilir. Pozitivizm ise, sosyal dünyayı –

tıpkı doğa gibi- insanın dışında bir gerçeklik olarak kavrar; kendine özgü bir düzenlilikler içerisinde olduğunu

ve işlediğini varsayar ve bu düzenliliklerin –doğa bilimleri modeline benzer olarak geliştirilmiş- belli bilimsel

araştırma yöntemleriyle bilinebileceğini kabul eder. İnsan doğasının determinist tarzda kavranışı, insanın ve

eylemlerinin bütünüyle içinde bulunduğu çevre koşulları tarafından belirlendiğini kabul eder; iradeci yaklaşım

ise insanı bütünüyle otonom ve serbest iradeye sahip bir varlık olarak tasavvur eder. Metodoloji bağlamında

ideografik yaklaşım, tarih, kültür ve toplum gibi alanların tarihte tek bir kez gerçekleştiğini,

tekrarlanamayacağını, labarotuvar ortamına sokulamayacağı düşünüldüğü için sosyal dünyanın bilgisinin

ancak inceleme nesnesinin birinci elden bilgisiyle mümkün olabileceğini varsayar. Bunun karşısında

nomotetik yaklaşım ise, sosyal dünyayı –nesnel, insana dışsal bir gerçeklik olarak kabul etmek üzerine kurulu

olduğu için- oluşturan düzenlilikleri bir yasa çerçevesinde açıklamaya çalışır; o nedenle de bu tür yöntemi

kullanılan bilimler nomotetik (yasa koyucu) bilimler olarak da adlandırılmıştır. İnsan eyleminin biricikliğini

varsayan ve dolayısıyla da onu anlamayı önceleyen ideografik yaklaşım anlamacı bilimlerin, nomotetik

yaklaşım ise insan eylemini belirleyen genel yasayı ortaya koymaya çalışan açıklayıcı bilimlerin yöntemi

olarak görülür. Aslında ideografik-nomotetik ayrımı, çok daha köklü bir başka tartışmanın, Alman düşünce

geleneğinin güçlü etkilerini taşıyan Tin/Kültür Bilimleri ile doğa bilimleri model alınarak kurulan –daha ziyade

Fransız pozitivist geleneğinin güçlü etkilerini taşıyan- Sosyal Bilimler arasındaki tartışmanın izlerini

yansıtmaktadır.

Suna Tekel, yukarıda sözü edilen yazısının ilerleyen sayfalarında bu kavramları ve yaklaşımları –yazarların

kitabından iktibas edilen grafikler yardımıyla- açıklar (bkz. s. 3-5). Burrell ve Morgan’ın değerlendirmeleri

Page 350: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

350

Sosyal teorinin analizini yapabilmek için kullandıkları bu sayıltılar içindeki uç konumları,

Burrell ve Morgan iki entelektüel gelenek içerisine yerleştirerek ele alırlar. Bu iki gelenekten

birincisi, “genellikle sosyolojik pozitivizm olarak adlandırılmaktadır. İnsani ilişkiler alanına,

doğa bilimlerinde kullanıla gelen metot ve modellerin uygulanmasını içermektedir. Sosyal

dünyayı tıpkı doğa dünyası gibi ele alır, ontolojik olarak realist, epistemolojik olarak

pozitivistik, insan doğası açısından determinist, metodolojisi ise nomotetiktir. İkinci entelektüel

gelenek ise birinci geleneğe aykırı bir duruşu olan Alman İdealizmidir. Evrenin nihai

gerçekliğinin, duyusal algılamalardan elde edilen verilerden ziyade, ‘ruh’, ‘düşünce’de

temellendiğini kabul eder. Sosyal gerçekliğe bakışı nominalisttir, doğa bilimlerine karşıt olarak

anti-pozitivisttir, insan doğasına bakışında ise iradenin önemini vurgular, metodolojisi ise

ideografiktir. Sosyolojik pozitivizm ve Alman İdealizmi Burrell ve Morgan’ın modelinde

sırasıyla objektif ve sübjektif uçları temsil eder.”11

Burrell ve Morgan, toplumu inceleyen yaklaşımları “işlevselci yaklaşım-çatışmacı yaklaşım”

karşıtlığına benzer biçimde “regulation [düzenleme]” ve “radical change [radikal değişim]”

sübjektif ve objektif boyutu da dikkate alarak, örgüt analizlerini ve kuramlarını 4 paradigmatik

başlık altında tasnif ederler: Radikal Hümanist (Anti-Örgüt Teorisi), Radikal Yapısalcı (Radikal

Örgüt Teorisi), Yorumcu (Etnometodoloji, Fenomenolojik Sosyoloji ve Sembolik

Etkileşimcilik) ve Fonksiyonalist (Çoğulculuk, Eylem Teorisi, Bürokratik Disfonksiyon

Teorileri, Sosyal Sistem Teorisi ve Objektivizm) paradigmalar.12

Örgüt teorileri içerisinde verimlilik artışı ve rasyonellik üzerine yoğunlaşan Taylor’un

ekonomik insan anlayışı, Fayol’un yönetimin temel ilkeleri (Taylor ve Fayol için bkz. 5. Bölüm:

ve açıklamaları için bkz. Burrell ve Morgan, a.g.e., s. 1-8. Burada kullanılan kavramlara ve yaklaşımlara

ilişkin daha geniş bilgi için felsefe sözlüklerine ve bilim felsefesi tartışmalarına bakılabilir. Bu konuda daha

ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay., 2000; Ted

Benton ve Ian Craib, Sosyal Bilim Felsefesi: Toplumsal Düşüncenin Felsefî Temelleri, çev. Ümit Tatlıcan ve

Berivan Binay, İstanbul (Bursa): Sentez Yay., 2008; Patrick Baert, Sosyal Bilimler Felsefesi: Pragmatizme

Doğru, çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul: Küre Yay., 2010; Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, 4. Baskı,

İstanbul: Ayrıntı Yay., 2017. Sosyal bilimler ve kültür bilimleri ayrımı tartışmaları için bkz. Doğan Özlem,

Felsefe ve Doğa Bilimleri, 2. Baskı, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1996; Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür

Felsefesi, 2. Baskı, Ankara: Doğu Batı Yay., 2008; Doğan Özlem, Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji, İstanbul:

Notos Kitap Yay., 2017; Ernst Cassirer, Kültür Bilimlerinin Mantığı Üzerine, çev. Milay Köktürk, 2. Baskı,

Ankara: Hece Yay., 2017; Milay Köktürk, Kültür Bilimi Yazıları, Ankara: Hece Yay., 2006. Ayrıca bkz.

Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor, çev.

Şirin Tekeli, İstanbul: Metis Yay., 2002; Richard E. Lee ve Immanuel Wallerstein, İki Kültürü Aşmak: Modern

Dünya Sisteminde Fen Bilimleri ile Beşeri Bilimler Ayrılığı, çev. Aysun Babacan, İstanbul: Metis Yay., 2007.

11 Suna Tekel, a.g.m., s. 5-6.

12 Bkz. Burrell ve Morgan, a.g.e., s. 29, Figure 3.3. Gareth Morgan, “Paradigms, Metaphors and Puzzle Solving

in Organization Theory” (Administrative Science Quarterly, 1980, s. 605-622) başlıklı makalesinde bu

tartışmayı daha da geliştirir.

Page 351: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

351

“Ekonomi, İş ve Çalışma Hayatı”, “5.6. Endüstriyel Toplumlarda Çalışma Hayatı” başlıklı alt

başlık.) ve Weber’in bürokrasi ideal tiplemesi; temel yönelimi düzenleyicilik ve denetleyicilik

olan fonksiyonalist paradigmaya örnek olarak verilebilir:

“Nasıl ki makineler belirli bir çıktıyı elde etmek üzere tasarlanmış ise örgütler de tıpkı

bir makine gibi belirlenmiş amaçları gerçekleştirmek için tasarlanır, bireyler de yapı

içinde kendi yeteneklerine uygun olacak şekilde, tıpkı makinenin bir parçası gibi iş

görürler. Örgüt, kapalı ve durağan bir yapı olarak ele alındığı için, biçimsel yapı ve

kullanılan teknoloji incelemelerin odak noktasıdır. Açık sistem anlayışı –ki örgütü

oluşturan unsurlar ve çevresel koşullar, örgütün amacını gerçekleştirmesi bağlamında

birbirine karşılıklı bağımlılığı içinde ele alınır- fonkisyonalist paradigma içinde yer alır.

Hawthorne incelemeleri, Parsons ve Selznick’in yapısal fonksiyonalist çalışmaları,

sosyo-teknik sistem yaklaşımı, genel sistem yaklaşımı ve durumsallık teorisi birer örnek

teşkil eder. Yine örgüt üyelerinin psikolojik düzeyde gereksinimlerinin karşılanması

bağlamında Trist ve Bamforth’un çalışmaları, McGregor ve Likert’in yönetim tarzları,

Woodward’ın teknoloji, Lawrence ve Lorsch’un farklılaşma, bütünleşme tarzları ve

çatışmayı çözme üzerine çalışması, Miles, Child ve Snow’un stratejik seçim ve kontrol

üzerine çalışmaları birer örnektir. Bu teorilerin ortak özelliği örgütün, sürekli bir akış

ve değişim ortamı içinde, çevresiyle kendi gereksinimlerini karşılamak üzere

etkileşimde bulunan yaşayan bir varlık olarak ele alınmasıdır. Örgütleri sibernetik

anlayışla ele alan örneğin Buckly, Hage, Argyris ve Schön’ün yönetim ve organizasyon

çalışmaları, sibernetiği örgütsel kontrol tekniğini geliştirme amacıyla kullanan Lawler

ve Rhode’un çalışması ve Weick’in gevşek bağlı sistem anlayışı Morgan tarafından bu

kategoride değerlendirilmektedir. Örgütlerin çevresine uyumu yerine örgütler

arasındaki rekabet ve seçilim üzerine odaklanan Hannan ve Freeman’ın çalışması,

örgütün üyelerini rolleri, formel ve informel davranışları açısından inceleyen

Goffman’ın çalışması ve örgütsel yaşamın sembolik görünümünü ele alan Turner,

Pondy ve Mitroff’un çalışmaları bu kategori içinde ele alınmaktadır.”13

Yorumcu paradigma ise, bilindiği üzere, toplumsal olguları katılımcısının bakış açısıyla ele

almaya çalışır. “Yorumcu örgüt teorisyeni, örgütsel faaliyeti sembolik bir doküman olarak ele

13 Suna Tekel, a.g.m., s. 7-8.

Page 352: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

352

alır ve hermenötik metot analizi ile doğasını ve anlamını çözer. Örgütsel dokümanları inceleyen

Huff ve örgütsel konuşma ve eylemi inceleyen Manning gibi.”14

Radikal hümanist paradigma ise,

“endüstriyel yaşamda yer alan çeşitli eylem ve düşünce kalıpları içinde bireyin

yabancılaşması üzerine odaklanır. Örneğin kapitalizm özellikle totaliter olarak görülür;

sermaye birikimi kavramı iş, teknoloji, rasyonellik, mantık, bilim, roller, dile şekil verir

ve kıtlık, boş zaman vb. ideolojik kavramların anlaşılmasını zorlaştırır, anlamını

bulanıklaştırır. Fonkisyonalist teorisyen tarafından sosyal düzenin yapı taşı ve insan

özgürlüğü için dayanak olarak görülen bu kavramlar, radikal hümanist için ise ideolojik

hakimiyet tarzı olarak algılanır. Radikal hümanist, yabancılaşmanın aşılması anlamında

eylem ve düşünceyi nasıl birleştirebileceğini keşfetmeye çalışır. Örgütün üyeleri,

ideolojik süreçlerle şekillendirilen ve kontrol edilen bilincin esiri olarak ele alınır.

Marcuse’nin amaçlı rasyonellik, Clegg’in örgütsel yaşamın dili, Dickson’ın teknolojiye

tapınma, Anthony’nin işin ideolojisi üzerine çalışmaları bu kategoriye birer örnek teşkil

etmektedir. Ayrıca Freud, Jung ve diğer psikoanalistlerin bireyin davranışları üzerinde

bilinçaltının etkisini vurgulayan bakış açıları da radikal hümanist paradigma içinde

etkili olmuştur.”15

Radikal hümanist yaklaşıma benzer şekilde fakat Marxist düşünce ile bağlantılı bir biçimde

toplumu hakim bir güç olarak kabul eden radikal yapısalcı paradigma içinde değerlendirilen

kuramcılar, sistemdeki kaçınılmaz değişimi oluşturduğunu düşündükleri ‘sistem içindeki karşıt

unsurlar arasındaki çatışma ve gerilimleri, çeşitli hakimiyet tarzlarını ve bütün bunları kontrol

altına almaya çalışan güçleri’ anlamaya çalışırlar. “Weber’in klasik bürokrasi analizini

fonksiyonalist teorisyenlerden farklı olarak, hakimiyet tarzı olarak ele alan analizler, örneğin

Michels’in oligarşinin demir yasası analizi, Baran ve Sweezy, Baverman, Benson gibi

örgütlerin Marksist analizlerini yapan teorisyenlerin çalışması (...) radikal yapısalcı paradigma

içerisinde gösterilmiştir. Friedman’ın örgüt kontrolünü ekonomik, politik ve ideolojik araçlarla

üyeleri üzerinde hakimiyet kurma açısından inceleyen çalışması, Barnet ve Muller’in dünya

politik ekonomik alanı içinde çok ulusluluğun rolünü inceleyen çalışmaları, Holloway ve

14 Suna Tekel, a.g.m., s. 8.

15 Suna Tekel, a.g.m., s. 8-9.

Page 353: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

353

Picciotto’nun modern devletin rolünü analiz eden çalışmaları ve Bateson’un örgütlerde

hizipçiliği inceleyen çalışması bu kategori içinde değerlendirilmiştir.”16

12.3. Max Weber ve Bürokrasi

Çağdaş örgütlerin ortaya çıkışına ilişkin ilk sistematik değerlendirmeleri Max Weber’de

buluruz. Weber, örgütlerin insanların etkinliklerini düzenleme yolları ya da uzay ve zaman

içinde insanların durağan olarak ortaya koydukları ürünler olduklarını ileri sürer; örgütlerin

gelişiminin bilginin denetimine bağlı olduğunu vurgular ve bu süreçte yazının önemine dikkat

çeker: Bir örgütün işlemesi için yazılı kurallara ve içinde örgütün ‘hafızası’nın depolanacağı

dosyalara ihtiyaç vardır. Weber, örgütleri (bürokrasiyi) yetkinin tepede toplanma eğilimine

sahip güçlü bir hiyerarşik yapı olarak görür. Demokrasi ile çağdaş bürokrasi arasında bir ilişki

söz konusudur, ancak bu ilişki aynı zamanda bir çatışmayı da beraberinde taşımaktadır.

Weber’e göre büyük ölçekli tüm örgütler, yapıları nedeniyle bürokratik olmaya eğilimlidirler.17

Kayıtlarda kavramı ilk kez kullanan kişi olarak görünen Monsieur de Gournay, memurların

artan gücünden ‘bureaumania adında bir hastalık’ olarak söz eder. Romancı Honoré de Balzac

da, bürokrasiyi ‘cücelerin kullandığı dev yetki’ olarak değerlendirmişti. Carlyle ondan,

‘bürokrasi denilen Kıta kaynaklı baş ağrısı’ olarak söz eder. Bürokrasi, çoğunlukla,

kırtasiyecilikle, iyi işlememekle ve savurganlıkla ilişkilendirilir. Bununla birlikte, bürokrasiyi,

etkin, kesin ve dikkatli bir yönetim örneği olarak algılayan yazarlar da vardır. Onlara göre

bürokrasi, insanların akıl ettiği en etkin organizasyon biçimidir; zira bütün işler ciddi işlem

kurallarıyla düzenlenmiştir. Weber’in bürokrasi anlayışı da bu iki uç arasında gider gelir.

Bürokrasiyi “büyük çapta idarî görevler ve örgütsel hedeflere ulaşmak için, çok sayıda bireyin

çalışmasını rasyonel bir biçimde koordine etmek amacıyla tasarlanmış hiyerarşik örgütsel bir

yapı” şeklinde tanımlayan Weber, sınırlı sayıda da olsa, bürokratik örgütlerin geleneksel

uygarlıklarda da mevcut olduğuna dikkat çekmiştir. Örneğin Çin’de bürokratik bir memur sınıfı

devletin tüm işlerinden sorumluydu. Ancak bürokrasinin tam olarak gelişmesi, çağdaş dönemde

16 Suna Tekel, a.g.m., s. 9.

17 Bürokrasi kelimesi, ilk kez 1745’te, kelimeye hem daire, hem de yazı masası anlamı yükleyen bir dönem

Ticaret Bakanlığı görevinde de bulunmuş olan fizyokrat Vincent de Gournay tarafından kullanıldı. Çalışma

masalarını kaplamak için kullanılan ‘çuha’ anlamına gelen Fransızca bureau sözcüğü ile ‘güç, iktidar, otorite’

anlamlarındaki Yunanca kratos sözcüğünün farklı bir formda birleştirilmesiyle elde edilmiş bir tabirdir

[bureacratie şeklinde]. Terim olarak bürokrasi, başlangıçta sadece devlet memurlarını kast etmek için

kullanıldı, ancak giderek büyük organizasyonlara karşılık gelen bir terim olmuştur.

Page 354: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

354

gerçekleşmişti. Weber’e göre, çağdaş toplumlarda bürokrasinin yayılması kaçınılmazdır;

bürokratik yetki büyük ölçekli toplum sistemlerinin yönetim gereksinimleriyle ilgilenmenin

biricik yoludur. Bunun birlikte Weber, bürokrasinin çağdaş toplumsal hayatın yapısı için

önemli yansımaları olan pek çok ciddi başarısızlıklar yaşadığını da kabul eder.

Weber, bürokratik örgütlerin yayılmalarının yapı ve kaynaklarını incelemek için bir bürokrasi

ideal tipini geliştirmiştir. Bu ideal tipin birkaç özelliği şöyledir:

1. İleri düzeyde uzmanlaşmış idarî bir işbölümü. Karmaşık görevler, her biri –eğitim,

maliye ve iskan gibi- özel bir alanda uzmanlaşmış görevliler tarafından yürütülen

parçalara ayrılmıştır. Her departmanda, her memur açıkça tanımlanmış bir sorumluluk

alanına sahiptir.

2. Keskin bir hiyerarşi vardır. Örgütteki işler ‘resmi görevler’ olarak dağıtılır. Bürokrasi

en tepedeki en yüksek yetki konumuyla bir piramide benzer. Birlikte karar vermeyi

mümkün kılan, yukarıdan aşağıya doğru uzanan sıkı bir emir-komuta silsilesi vardır.

Her bir yüksek daire, hiyerarşide kendisindekinden daha aşağıdakini idare ve kontrol

eder.

3. Yazılı kurallar, örgütün her seviyesindeki görevlilerin hareketlerini belirlerler.

Bürokratlar belirli kurallara uymakla, işlerini bu kurallara uygun olarak yürütmekle

sorumludurlar. Bu kurallar yazılıdır ve hem kurumun kendi personeline, hem de

müşterilerine karşı uygulanır. Daire/büro büyüdükçe, kuralları daha geniş bir alanı, pek

çok olayı, durumu kapsayacak şekilde yorumlanma ihtiyacı hasıl olur; bu da yorumlama

konusunda bir esneklik talep eder.

4. Yazılı kayıtlar ve ayrıntılı bir dosyalama sistemi. Bürokratik örgütlerin devamlılığını

sağlamak amacıyla ayrıntılı bir kayıt ve dosyalama/arşivleme sistemi geliştirilmiştir.

5. Rasyonel bir personel yönetimi programı: Bürokraside çalıştırılacak kişiler objektif

kriterlere göre, liyakat temelinde işe alınırlar. Geçmişte olduğu gibi cinsiyet, ırk, etnik

köken ve toplumsal sınıflar gibi faktörler dikkate alınmaz. Ancak modern

bürokrasilerde ‘kayırma’ bütünüyle ortadan kaldırılabilmiş de değildir.

6. Memurlar tam gün çalışırlar ve maaşlıdırlar. Hiyerarşide her işin işe bağlı olarak belirli

ve sabit bir ücreti vardır. Kişilerden örgüt içinde kariyer yapmaları beklenir. Terfi etmek

beceri, kıdem ya da bu ikisinin karışımına dayanarak olanaklıdır.

7. Bir memurun örgüt içindeki işleri ve örgüt dışındaki yaşamı arasında fark vardır.

“Bürokrasi resmî faaliyetleri özel hayat alanından kesin olarak ayırır.”

Page 355: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

355

8. Örgütteki hiçbir üye kullandığı maddi kaynakların sahibi değildir. Weber’e göre

bürokrasinin gelişimi, işçileri üretimi kendi yöntemleriyle kontrol etmelerinden ayırır.

Geleneksel toplumlarda, çiftçiler ve el işçileri, kendi üretim işleri üzerinde genellikle

kontrole sahiptiler ve kullandıkları aletlerin de sahibiydiler. Bürokrasilerde ise

memurlar çalıştıkları dairelerin, oturdukları masaların ya da kullandıkları büro

aletlerinin sahibi değildirler.

Weber’e göre, bu özellikler modern bürokratik örgütlenmeyi rüşvet, akraba kayırmacılığı ve

kişisel iltimasın bol miktarda bulunduğu önceki yönetim biçimlerinden ayırmaktadır. Modern

sanayi toplumları, ister kapitalist ister komünist olsunlar, düzgün işleyebilmek için oldukça

etkin örgütsel yapılara ihtiyaç duyarlar. Ona göre bürokrasi, kesinlikle insanlara değil kurallara,

bir kişisel ilişkiler ağına değil bir görevler hiyerarşisine dayandığı için, en etkili ve teknik

bakımdan en üstün organizasyon biçimidir. Bürokrasi, şekilciliği ve gayri-şahsiliği arttıkça

daha etkili olacaktır; zira böylece, mevcut görevlilerin yerini –tamamen olmasa bile- yeni bir

memurlar topluluğu alacağı için, sistem önceki gibi işlemeyi sürdürecektir.

Weber’in bürokrasi analizinin kaynağı sadece onun rasyonelleşme analizi değil, aynı zamanda

güç ve otorite analizidir. Geçmişte otorite, gelenek veya karizmaya dayanırken, modern otorite,

Weber’e göre, rasyonelliğe, hukukun tarafsız bir irade sergileme gücüne ve uzman bireyler veya

görevlilerin üzerinde birleştikleri kurallara dayanır. Weber bürokrasiyi hukukî otoritenin ‘en

saf’ biçimi olarak görmüş ve onun temel özelliklerini ortaya koyabilmek için bir ‘ideal tip’

bürokrasi geliştirmiştir. Weber bürokrasiyi en saf ve en etkili hukukî otorite, yönetim ve siyasal

kontrol biçimi olarak görmüştür, çünkü o geleneksel organizasyon biçimlerinden çok daha

öngörülebilir, disiplinli ve güvenilirdir.

Weber’in bürokrasi analizi, örgüt kurallarında belirtildiği gibi insanlar arasındaki ilişkiler için

resmi ilişkilere öncelikli bir yer verir ancak tüm örgütlerde var olabilecek küçük grup ilişkileri

ve resmi olmayan bağlar hakkında söyleyecek çok az şeyi vardı. Ne var ki, bürokrasilerde işleri

yapmanın resmi olmayan yolları sıkça başka türlü başarılamayacak bir esneklik de

yaratmaktadır. Ancak memurların çoğu, denetimcilerine yaklaşırken dikkatlidir; zira bunun

kendilerinin yeterli olmadığını gösterebileceğini ve terfi şanslarını azaltacağını düşünür. Bu

yüzden daire kurallarını ihlal ederek, genellikle birbirlerine danışırlar. Bu yalnızca belirli

tavsiyeler sunmaya yardım etmekle kalmamış, tek başına çalışmaktan kaynaklanan endişeleri

de azaltmıştır. Toplumsal grubun aynı düzeyde çalışanları arasında, birbirlerine bağlı bir

sadakatliler grubu meydana gelir.

Page 356: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

356

Resmi olmayan ağlar, örgütlerin her düzeyinde gelişme eğilimi gösterirler. En tepede, kişisel

bağlar ve bağlantılar, kararların verilmesi beklenen resmi durumlardan daha önemli olabilir.

Örneğin, yönetim kurulu ve hissedarların toplantılarının iş ortaklığı politikalarını belirlediği

varsayılır. Aslında uygulamada, ortaklığı kurulun birkaç üyesi işletir; bunlar kararlarını resmi

olmayan bir yolla verirler ve kuruldan da bu kararları onaylamasını beklerler. Bu türden resmi

olmayan ağlar, farlı ortaklıklara da uzanır. Farklı şirketlerden iş önderleri, çoğu zaman resmi

olmayan bir şekilde birbirlerine danışırlar.

Genel olarak resmi olmayan prosedürlerin nereye kadar örgütlerin etkinliğini desteklediğine ya

da kösteklediğine karar vermek kolay bir olay değildir. Weber’in ideal tipine benzeyen

sistemler, resmi olmayan prosedürler ormanının yaratılmasına eğilim gösterirler. Eksikliği

duyulan bu esneklik, kısmen, resmî kuralların resmî olmayan yollarla değiştirilmesiyle elde

edilebilir. Sıkıcı işlerde çalışanlar için, resmi olmayan prosedür, çokluk daha memnun edici bir

iş çevresinin yaratılmasına da yardımcı olur. Daha yüksek mevkilerdeki memurlar arasındaki

resmî olmayan ilişkiler, bir bütün olarak örgüte destek olacak işlerde etkili olabilirler. Öte

yandan, bu memurlar örgütün ilerlemesi ve menfaatleriyle ilgilenmektense, daha çok kendi

çıkarlarını koruma ve artırma kaygısında da olabilirler.

Weber, bürokrasinin teknik üstünlüklerini överken memur sınıfının gücünün farkındadır. Bu

kurumsallaşmış gücün sadece çalışanlarını köleleştirmekle kalmayıp, bizzat demokrasi için de

bir tehlike oluşturduğunun bilincindedir. Weber, bireysel inisiyatif ve yaratıcılığı baskı altına

alan, bir çelik kurallar ve düzenlemeler kafesine [‘demir kafes’] tıkılmış, yukarıdan gelen

emirlere mecburen uyan ‘ruhsuz uzmanlar’ yaratan bir hiyerarşik kontrol tehlikesini

öngörmüştü. Aynı şekilde, Weber modern demokrasilerin verimli bir biçimde işleyecek

bürokrasilere ihtiyaç duyarken, içkin bir tehlikenin, kamu görevlisinin seçilmiş efendisinin

gücüne ulaşması tehlikesinin varlığını kabul etmişti: “Siyasal efendi her zaman kendini eğitimli

bir memur, bir uzman karşısında amatör bir konumda bulur.” Kendi uzmanlık bilgileri, sırları

ve geleneksel anonimlikleri ile kamu görevlileri sorumsuz bir güce sahiplerdir. Onlar her zaman

bürodadırlar; politikacılar ise gelirler ve giderler. Weber bu ikilemin, kamu görevlisinin

parlamento tarafından kontrol edilmesi ve düzenli hesap verir hale getirilmesi ile

çözülebileceğini düşünüyordu. Kimi düşünürler, örneğin oligarşinin tunç yasası18 tezinin sahibi

18 20. yüzyılın başında yoğun siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimlerin yaşandığı bir ortamda yazan siyaset

bilimcisi Robert Michels (başlangıçta aktif bir sosyalist ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin üyesiydi),

geliştirdiği oligarşinin tunç yasası yaklaşımı ile, örgütlerde –her zaman ve her yerde, örgüt demokratik

göründüğü durumda bile- bir oligarşinin, yani azınlık yönetiminin kaçınılmaz olduğunu iddia etmektedir.

Political Parties ([Siyasal Partiler] 1911) isimli çalışmasında geliştirdiği bu tez bağlamında Michels; devrimci

Page 357: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

357

Robert Michels, bu konuda iyimser değildi. Modern yönetim üzerine yapılan birçok araştırma

memurların sahip oldukları gücü ortaya çıkarmıştır. Marxist yazarlar daha da ileri giderek,

parlamento, hükümet ve kamu hizmetlerinin birleşimi olarak kapitalist devletin tamamının bir

sınıfsal kontrol aracı olduğunu iddia etmişlerdir.

Gerçekte, –gerek kapitalist dünyada ve gerekse de sosyalist dünyadaki uygulamalarıyla-

bürokrasi Weber’in tasvir ettiği türden etkin planlama ve demokratik örgütlenme modelinden

çok uzak olduğunu kanıtlamıştır. Dahası, Weber’in toplumun örgütlenmesinin bürokratik bir

nitelik kazanması ihtimalinden duyduğu endişeleri haklı çıkarmış görünüyor. Bürokrasinin

başarısızlıklarının farkında olmasına karşın, Weber -yukarıda da değinildiği gibi- bürokrasiden

olumlu söz etmeyi tercih eder. Fakat bürokrasiyi olumlu biçimde tasvir etmekle birlikte, onu

dünyanın büyüsünün bozuluşunun rasyonel somut bir örneği olarak görür ve bürokratik bir

toplumda birey özgürlüğünün ortadan kalkmasından endişe eder. Weber, moderniteye ilişkin

ikircikli yaklaşımının bir benzerini, bürokrasi için de sergilemektedir: Ona göre bürokrasi;

rasyonel ve teknik olarak diğer bütün yönetim sistemlerinden üstün bir sistem, ancak aynı

zamanda, bireysel özgürlükleri ortadan kaldıracak, kendi için amaç haline gelebilecek

özelliklere ve güce de sahip bir yapıdır.

Bürokratikleşme bir organizasyonda çalışan ortalama bireyi nasıl etkiler? Bu, formel örgütler

üzerine çalışan ilk dönem sosyologların –örneğin Max Weber’in- ihmal ettikleri bir soruydu.

Formel örgütler hakkındaki klasik teoriye göre –bilimsel yönetim yaklaşımı olarak da bilinir-,

işçiler neredeyse tamamen ekonomik ödüllerle motive olur. Bu kuram, işçilerin üretkenliğini

sınırlayan tek şeyin fiziksel sınırlar olduğunu vurgular. Dolayısıyla, işçilere 20. yüzyılda

yerlerini almaya başlayan makineler gibi sadece araç muamelesi yapılabilir. Yönetim, bilimsel

işletme yaklaşımı kapsamında, bilimsel planlama, yerleşik performans standartları ve

çalışanlarla üretimin titiz gözetimi vasıtasıyla azami iş verimliliği sağlamaya çalışır. Planlama,

çalışanların tutumları ya da iş tatmini üzerine çalışmaları değil; verimlilik çalışmalarını

gerektirir.

İşçiler sendikalar kurana ve yönetimleri birer nesne olmadıklarını fark etmeye zorlayana kadar,

formel örgüt kuramcıları klasik teoriyi gözden geçirmediler. Sosyal bilimciler, işletme ve

örgütlerin, hatta 1920’lerin sosyalist partileri bile, amaçları ve tutkuları ne kadar radikal olursa olsunlar, ne

kadar demokratik görünürlerse görünsünler, nihayetinde temsil ettikleri kitlelerden ziyade tepedekilerin

ihtiyaçlarına ve tutkularına hizmet edeceklerini iddia etmekteydi: “Demokrasiden söz eden aslında örgütten,

örgütten söz eden gerçekte oligarşiden söz etmektedir.” (Robert Michels, Political Parties, New York: The

Free Press, 1911).

Page 358: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

358

idarenin yanı sıra işçilerin enformel gruplarının da örgütlerde önemli etkisi olduğunu fark

ettiler. Bürokratik dinamikleri göz önüne almanın alternatif bir yolu olarak beşerî ilişkiler

yaklaşımı, bürokrasi içerisinde kişilerin, iletişimin ve katılımın rolünü vurguladılar. Bu analiz

türü, etkileşimci kuramcıların küçük grup davranışı konusuna yaklaşımını yansıtır. Bilimsel

işletme yaklaşımındaki planlamadan farklı olarak, beşerî ilişkiler yaklaşımına dayanan

planlama, çalışanların duygularına, hüsranlarına ve iş tatminine olan duygusal ihtiyaca

odaklanır.

12.4. Örgüt Tipleri

Gönüllü Dernekler, ortak bir amaç etrafında kurulan, üyelerin gönüllü katılımda bulundukları,

hatta katılım için ücret ödedikleri organizasyonlardır. Yardım kuruluşlarından sendikalara,

meslek odalarından sportif faaliyet gösteren derneklere çok geniş bir yelpazede gönüllü örgütler

mevcuttur. Formel örgüt ile gönüllü örgüt kategorileri birbirini dışlayan kategoriler değildir.

Her iki kategoriden birbirine yapısal olarak benzeyen pek çok örnekle karşılaşılabilir. Gönüllü

örgütler, toplumun refahına katkıda bulunmanın yanı sıra, vatandaşlık sorumluluğu için eğitim

zemini de sağlarlar. Araştırmalara göre, gençlikte spor takımlarından münazara topluluklarına

ve müzik gruplarına kadar çeşitli örgütlere katılım, kişinin yetişkinlikteki davranışlarını

etkilemektedir. Özellikle gençken gönüllü örgütlerde faal olan yetişkinlerin oy kullanmaktan

kampanya işlerine kadar siyasal faaliyetlere katılma ihtimalleri çok daha yüksektir.

Türkiye’ de dernekleşme hareketleri;19 mevzuatlardaki yenilikler ile son 10 yıl içinde büyük

gelişim gösterdi. Özellikle 2004 yılından itibaren de derneklerin faaliyetlerini sivil birimlerin

takip etmeye başlaması ile dernek kurulması ve örgütlenme sürecinde de önemli atılımlar

gerçekleşti. Dernek sayısına baktığımızda 2009 Mayıs sonu itibarıyla ülkemiz genelinde

faaliyet gösteren, 81.538 derneğin, yaklaşık olarak 56.000’ni 2000 yılından itibaren kurulan

dernekler oluşturmaktadır. Bu sayı, sivil toplumun son yıllarda güçlenmeye başladığını

göstermektedir. Ülkemizin toplam nüfusunu ve mevcut dernek sayısı dikkate alındığında,

sayıca ve derneklere üye ya da gönüllü olma anlamında kalkınmış ülkelerin çok gerisinde

olduğumuz ortaya çıkmaktadır. İngiltere örneğine baktığımızda, bu ülkede -2005 yılı itibariyle-

19 Türkiye’deki dernekleşmeye ilişkin aşağıdaki bilgiler http://www.siviltoplumakademisi.org.tr’den alınmıştır.

Bkz. “21. Yüzyılda Türkiye’deki Dernekleşmeye İstatistikî Bakış”.

Page 359: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

359

yaklaşık olarak 160.000 dernek ve toplam 400.000 civarında sivil toplum örgütü olduğunu ve

üye sayısı 2 milyonlara ulaşan derneklerin bulunduğu görülmektedir.

Yaşanan yoğun iç göç hareketleri, Türkiye’de, birçok ülkede olmayan hemşeri derneklerini

ortaya çıkarmış ve bunlar tüm derneklerin içerisinde % 10 oranında (8.434) sayıya

ulaşmışlardır. Hemşeri dernekleri; köy, ilçe ya da üst oluşum olarak il, bazen de çok az sayıda

bölge anlamında dayanışmayı sağlayarak örgütlü bir yapıya gitmişlerdir. Ülkemizde Mesleki

Dayanışma Dernekleri (15.510) sayıca olduğu gibi etki anlamında da en büyük örgütlü sivil

toplum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu grubun içerisinde İş Adamlar Dernekleri, ülkemizin

ekonomik ve sosyal politikalarının oluşturulmasına temel katkı sağladığı gibi uluslararası

alanlarda da etkili olmaktadırlar.

Yardım Dernekleri 13.634 gibi büyük bir sayı ile mesleki dayanışma faaliyetlerini sürdüren

derneklerden sonra ikinci büyük sivil toplum yapısı olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

Ülkemizde sosyal yaralarının kapanmasında çok önemli bir fonksiyonu yerine getirdikleri gibi,

klasik yardım mantığının değişmesine de öncülük ederek derneklerin önünü açmada mühim bir

rol oynamaktadırlar. Türk Kızılayı, Kimse Yok mu?, İHH, Cansuyu, Yeryüzü Doktorları vb.

gibi derneklerin yaptıkları faaliyetler bu anlamda son derece önemlidir. Cami yapımı, başka bir

deyişle ibadethanelerin desteklenmesi amacıyla kurulan derneklerin sayısına baktığımızda

13.400 gibi yüksek bir sayı ile karşılaşılmaktadır.

Page 360: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

360

Spor alanında faaliyet gösteren dernekler, dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de, ulusal ve

uluslar arası tanıtımda, etkili bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Tanıtımdan önce asıl

faaliyetlerinin merkezinde çocuk-genç topluluğunun ruh ve beden sağlığının olumlu yönde

gelişmesi için çalışmaları çok önemli bir husus olarak göze çarpmaktadır. Ülkemiz genelinde

spor derneklerinin 12.380’ ü faaliyet göstermektedir. Engelli derneklerini sayı ve etkinlikleri

açısından değerlendirdiğimizde, nüfus oranının çok uzağında bir örgütlenme içerisinde

olduklarını görüyoruz (489). Genel olarak İnsan hakları alanında ( kadın, çocuk, politik,

düşünce kuruluşları vb) kurulan derneklere baktığımızda 1653 derneğin faaliyette olduğunu

görüyoruz. Bu tür dernekler, ülkemizin katılımcı demokrasi sürecine çok önemli katkı

sağlamaktadır. Bu alanda çıkarılan kanunlarda derneklerin görüşleri etkili olmaktadır.

Araştırma alanında faaliyet gösteren derneklerin az sayıda görünmesi yapısından

kaynaklanmaktadır. Daha çok alanında uzman kişilerin oluşturduğu bu nevide 2223 dernek

faaliyetini sürdürmektedir. Ülkemizde Demokrasinin dördüncü kuvveti olan basın, örgütlenme

anlamında çok gerilerden gelmekte ve 174 dernekle faaliyet göstermektedir. Görsel basın

anlamında ise 6 derneğin faaliyet göstermesi iç karartıcı bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.

(NOT: “Ekonomi, İş ve Çalışma Hayatı” başlıklı 5. Bölüm’de, günümüzün teknolojik imkanları

ve çalışma koşullarındaki gelişmelerin yarattığı etkiyle çalışma hayatında ve işletmelerin

organizasyonlarında yaşanan değişimden, yeni işletme ve çalışma biçimlerinden genişçe söz

edilmişti. O nedenle, burada ayrıca ‘değişen çalışma ortamları’ndan ayrıca

bahsedilmeyecektir.)

Page 361: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

361

12.5. Dünyayı Saran Örgütler

Günümüzde sosyal bilimciler, dünya üzerindeki etkinlikleri her geçen gün artıran uluslararası

nitelikteki örgütleri incelemekte ve hatta bazıları, bu küresel örgütlerin dünya üzerindeki

ülkeleri git gide birbirlerine daha fazla benzer hale getireceklerini iddia etmektedirler. Ancak

uluslararası örgütlerin, tarihte ilk kez ortaya çıkmadıklarını ifade etmek gerekir. Alman

tüccarlar ve şehirler arasında kurulan Hansa Birliği’ni bir örnek olarak bu bağlamda

zikredebiliriz. Gerçek anlamda küresel nitelikte olan, dünya çapında üye ülkeleri bulunan ve

karmaşık bürokratik yapıları olan örgütlerin ilk örneklerinden biri –kısa süreli bir faaliyet

dönemi olan- 1919’da kurulan Cemiyet-i Akvam [Milletler Cemiyeti]’dir. II. Dünya Savaşı

sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler, çağdaş küresel örgütlerin belki de en fazla bilinen

örneğidir. Küresel ölçekte faaliyet gösteren örgütleri (1) uluslararası devlet örgütleri; ve (2)

uluslararası sivil toplum örgütleri olmak üzere iki başlık altında toparlamak mümkündür.

Uluslararası devlet örgütleri, üyesi olan ülkelerin birbirleriyle iş yapabilmeleri amacıyla

devletler arasında yapılan anlaşmalarla kurulan örgütlerdir: Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret

Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Birliği. Üye ülkeler izin verdiğinde askerî güç de

kullanabilen uluslararası devlet örgütleri de söz konusudur: NATO gibi. Uluslararası dünya

örgütleri, üye ülkeleri arasındaki güç dengesizliklerini de yansıtmaktadır. Örneğin, uluslararası

barışı ve güvenliği sağlamakla sorumlu BM Güvenlik Konseyi’nin eylemleri üzerinde,

konseyin beş daimî üyesi ABD, Çin, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın ciddi bir etkisi ve

belirleyiciliği vardır. 20. yüzyılın başında kabaca üç düzine kadar uluslararası devlet

örgütünden söz edilirken, günümüzde bu sayı 5-6 bin civarına ulaşmış durumdadır.

Uluslararası sivil toplum örgütleri, bireyler ya da sivil/özel örgütler arasında yapılan

anlaşmalarla kurulmuş olan örgütlerdir. Uluslararası Sosyoloji Derneği, Uluslararası Kadınlar

Konseyi, çevreci Yeşil Barış Örgütü, Uluslararası Af Örgütü vb. gibi. Sayıları günümüzde 30

bini aşmış olduğu tahmin edilen uluslararası sivil toplum örgütleri; dünya ölçeğinde etkin BM

gibi örgütleri ve devletler üzerinde etkide bulunarak, üyelerinin küresel çıkarlarını korumayı

amaçlamaktadır.

Ekonomide, İkinci Savaş sonrasında gelişmeye başlayan çok uluslu şirketler, küreselleşmenin

ağırlığını hissettirmeye başlamasıyla birlikte çok daha yaygın hal aldı. Birkaç ülkede yeni iş

kolları kuran şirketler –birçok ulusal sınırı aşmaları nedeniyle- ulus-aşırı şirketler olarak

adlandırılmaktadır. Günümüzde dünyanın en büyük yüz ekonomik biriminin yarısını ulusal

Page 362: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

362

şirketler oluştururken, diğer yarısını da ulus-aşırı şirketler oluşturmaktadır. En büyük 600 ulus-

aşırı şirketin etkinlikleri, küresel ekonominin toplam tarım ve sınai üretiminin beşte birinden

fazlasını oluşturmaktadır; bu şirketlerin 70 kadarı küresel ölçekteki satışların yarısını

gerçekleştirmektedirler. Şirketlerin bu denli yaygınlaşmaları, elbette taşımacılık ve iletişim

teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle doğrudan alakalıdır.

İkinci Savaş sonrasında dünya ekonomisindeki ağırlıkları her geçen gelişerek artan uluslararası

şirketler, uluslararası işbölümü konusunda kilit öneme sahiptirler. Dünya ekonomisi de, az

sayıdaki çok büyük şirket tarafından yönetilmektedir. Bu yönüyle, dünyadaki pek çok üretim

sektörünün oligopol olduğunu söylemek mümkündür.

Farklı şekillerde organize olmuş ulusaşırı şirketlerden söz edilmektedir. H. V. Perlmutter, bu

şirketleri üç kategoride toplamaktadır: (1) Etnosentrik ulusaşırı şirketler: Şirket siyasetinin

kurulduğu ülkede konuşlanmış olduğu genel merkezde oluşturulduğu ve uygulamaya geçildiği

şirket tipidir. (2) Polisentrik ulusaşırı şirketler: Bu şirket tipinde, denizaşırı yan kuruluşların

yönetimi yerel şirketlere bırakılmıştır. (3) Geosentrik ulusaşırı şirketler: Yönetim yapısı

uluslararası olan şirketler.

12.5.1. Manuel Castells ve Ağ Toplumu

Gelişen bilgi teknolojileriyle güçlendirilmiş ağlar, özellikle de internet, günümüz örgütsel

yapılarını da belirleyici olmaktadır. Geçmişte, Weber’in ele aldığı şekliyle rasyonel

bürokrasiler, kaynak kullanımı ve örgütün hedeflerine ulaşması konusunda son derece başarılı

oluyorlardı. Bir kişiyi ya da grubu diğer kişi ya da gruplara bağlayan doğrudan veya dolaylı

bağlantılar anlamında ağlar ise bürokrasinin tersi bir durum arz etmekteydi: Aynı ağ içerisinde

bulunan örgütler birbirleriyle uyumlu çalışamıyor, bürokrasiler kadar başarılı olamıyor,

hedeflerine odaklanamıyor ve kendilerine verilen görevleri yerine getiremiyorlardı. Ağ toplumu

üzerine yapmış olduğu çalışmalarla tanınan Manuel Castells’e göre, 20. yüzyılın son çeyreğinde

bilgisayar ve teknoloji alanında yaşanan gelişmeler bu durumu tamamen değiştirmiştir.

İnternetin ortaya çıkışıyla birlikte, verileri dünyanın herhangi bir yerinde anında işlemek

mümkün hale gelmiştir; böyle bir iş için fiziksel bir yakınlığa ihtiyaç da duyulmamaktadır.

Bunun sonucunda yeni teknolojiler, pek çok şirketin örgütlenme biçimlerini yeniden

düzenlemelerine, merkezsizleşerek daha ufak ve esnek girişim türlerini teşvik etmektedir.

Castells, ağ toplumunu konu edindiği çalışmasında, ‘ağ tabanlı girişimler’in küresel ve bilgiye

dayalı bir ekonomiye en uygun örgütlenme biçimi olduğunu ileri sürmektedir. Gerek büyük

Page 363: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

363

anonim şirketlerin, gerekse de küçük şirketlerin bir ağın parçası olmadan varlıklarını

sürdürmenin gittikçe imkansız hale geldiğini düşünmektedir. Ağların işler hale gelmesini

mümkün kılan şey ise, bilgi teknolojileridir. Bilgi teknolojileri, dünyanın çeşitli bölgelerindeki

şirketlerin birbirlerini bulabilmelerini, birbirleriyle işbirliği yapabilmelerini ve bütün bunların

uyumlu ve hızlı bir biçimde yapabilmelerini mümkün kılmıştır.20

Gerek örgütlerin geleneksel yapıları ve gerekse de gelişen bilgi teknolojileriyle birlikte

örgütlerin yapısında meydana gelen değişmeler ve sonuçlarının endişe verici boyutları da söz

konusudur. Başka bir deyişle, bürokratik yapının verimliliği artırışı ya da bilişim

teknolojilerindeki gelişimlerin haberleşmeyi ve işlerin daha hızlı bir biçimde yerine getirilmesi

gibi olumlu sonuçları olmakla birlikte; bürokrasinin gücünün bütün bir toplumu

bürokratikleştirmek ya da bilgi teknolojilerindeki gelişmelerin bütün dünyayı daimî bir gözetim

altına alması gibi endişe verici sonuçları olabilmektedir. Meselenin bu boyutuna dikkat çeken

isimlerden birisi, şüphesiz, Michel Foucault’dur.

12.5.2. Michel Foucault ve Gözetim Toplumu

Pek çok çağdaş örgüt, özel olarak tasarlanmış fiziksel düzenlemeler içinde işletilirler. Belli bir

organizasyonun merkezi/mekânı olan bir bina, yalnızca o organizasyonun faaliyetlerine özgü

nitelikler taşımakla kalmaz, diğer organizasyonlarla da benzerlikler taşır. Michel Foucault,

organizasyonlar ile organizasyonların içinde faaliyet gösterdikleri binaların özellikleri ve yapısı

arasında bağlantılar kuran ve bu çerçevede –asıl amacı bu olmasa da- bir organizasyon kuramı

geliştiren bir düşünürdür. Mekân ve zamanın denetim alınması prensibi üzerinden kuramını

geliştiren Michel Foucault, bir örgütün mimarisinin onun sosyal yapısı ve yetki sistemiyle

doğrudan ilgisi olduğunu göstermiştir. Örgütlerin fiziksel özelliklerini inceleyerek Weber’in

analiz ettiği sorunlara yeni bir ışık tutmak mümkündür. Weber’in soyut olarak tartıştığı daireler

–koridorların böldüğü odalar- de örgütlerin içindeki mimarî yapılardır. Büyük şirketlerin

binaları, bazen gerçekten fiziksel olarak hiyerarşi içinde birinin yerini ne kadar yükselirse, en

tepede oturanın makamına o kadar yakınlaşacağı bir hiyerarşiye göre oluşturulmuştur; ‘en üst

kat’ tabiri bazen organizasyondaki en büyük yetkiyi elinde bulunduranlar anlamında kullanılır.

20 Manuel Castells’in ağ toplumuyla ilgili 3 ciltlik çalışması Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Bkz. Manuel

Castells, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Cilt I: Ağ Toplumunun Yükselişi (Nisan 2005), Cilt

II: Kimliğin Gücü (Nisan 2006) ve Cilt III: Binyılın Sonu (Aralık 2007), çev. Ebru Kılıç, İstanbul: İstanbul

Bilgi Üniversitesi Yay.

Page 364: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

364

Bir örgütün coğrafyası pek çok şekilde, özellikle de sistemlerin çoğunlukla resmi olmayan

ilişkiler üzerine kurulduğu yerlerde, örgütün çalışmasını etkileyecektir. Fiziksel uzaklık,

bölümleri aralarındaki ‘onlar’ ve ‘biz’ tutumuyla sonuçlanan gruplara bölerken, fiziksel

yakınlık birincil grupların daha kolay kurulmasını sağlar.

Bir örgütün binalarındaki açık alanlar, koridorlar ve odaların ayarlanması, onun yetki sisteminin

nasıl işlediği hakkında temel ipuçları sağlar. Bazı örgütlerde insan grupları açık yapılarda

birlikte çalışırlar. Sanayi işinin belli türlerinin –montaj hattı şeklindeki üretim gibi- sıkıcı ve

yinelenir yapısından dolayı, işçilerin çalışma temposunun düşmesine engel olmayı sağlayacak

düzenli denetime ihtiyaç vardır. Aynı şey, ne yaptıkları sıkça amirleri tarafından görülen bir

yerde oturan yazıcılar ekibi tarafından yürütülen sıradan işler için de doğrudur. Foucault, çağdaş

örgütlerin mimari yapılarındaki görünürlüğün ya da yokluğunun, yetki kalıplarını nasıl

etkilediğini vurgulamıştı. Onların görünürlüğü, astların, Foucault’un örgütteki etkinliklerin

gözetimi olarak adlandırdığı, nispeten çok yetkili makamlarda bile, herkes denetim altındadır;

ancak kişi ne kadar düşük makama sahip biri ise, onun davranışlarını o kadar çok yakından

takip etme eğilimi vardır.

Gözetim iki şekildedir: Birincisi, amirlerin astlarının işini doğrudan gözlem altında tutmasıdır.

Örnek olarak bir okuldaki sınıfı ele alalım. Öğrenciler, öğretmenin gözü önünde, genellikle

düzenli sıralarda ya da masalarda otururlar. Çocuklardan tetikte olmaları ya da işleriyle meşgul

olmaları beklenir. Elbette pratikte bunun ne ölçüde gerçekleşeceği, öğretmenin becerisine ve

çocukların kendilerinden beklenen şeye uyma isteklerine bağlıdır.

İkinci tür gözetim, daha incelikli ancak aynı derecede önemlidir. Bu gözetim, insanların

yaşamları hakkında durum tarihçesi, kayıtlar ve dosyalar tutmaktan ibarettir. Weber, çağdaş

örgütlerde yazılı kayıtların (günümüzde daha çok bilgisayarlaşmış olan) önemini anlamış, fakat

kayıtların davranışı düzenlemekte nasıl kullanılabileceklerini tam olarak incelememiştir. İşçi-

memur kayıtları, genellikle kişisel ayrıntıları gösteren ve karakter değerlendirmeleri sunan tam

bir iş tarihçesi verir. Böyle kayıtlar, işçilerin davranışlarını gözlemek için kullanılırlar ve terfi

için tavsiyeleri değerlendirirler. Pek çok firmada, örgütün her seviyesindeki bireyler,

kendilerinden biraz aşağı seviyedekilerin çalışmaları hakkında yıllık rapor hazırlarlar. Okul ve

üniversite kayıtları da, bireylerin örgüt içinde ilerlerlemeri sırasında onların çalışmalarını

gözlemek için kullanılır.

İşçilerin çalışmaları gelişigüzel olursa, örgütler etkin olarak çalışmazlar. Weber’in de belirttiği

gibi, firmalarda, insanları belirli saatlerde çalışmaları beklenir. İşlerin, hem fiziksel yapılarda

Page 365: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

365

hem de çok ayrıntılı program tarifeleriyle değerleri artan şeyler olan zaman ve mekanla tutarlı

olarak ayarlanmaları gerekir. Programlar, işleri zaman ve mekana göre düzenlerler;

Foucault’nun sözlerini kullanacak olursak, ‘insanları etkin bir şekilde örgütün her yanına’

dağıtırlar. Program tarifeleri örgüt disiplininin gereğidir; çünkü bunlar çok sayıda insanın

birlikte çalışmalarını sağlarlar. Örneğin bir üniversite ders programını ciddi olarak takip

etmezse, kısa sürede tam bir karmaşa içine düşer. Program, her biri çok sayıda insan ve

etkinlikle sıkı sıkıya doldurulabilecek olan zaman ve mekanın yoğun kullanılmasını olanaklı

kılar.

Foucault dikkati en çok, içerisinde bireylerin fiziksel olarak dış dünyada uzun bir süre ayrı

tutulduğu hapishane gibi örgütlere çekmiştir. İnsanlar böyle örgütlerde, dışarıdaki sosyal

çevreden uzakta tutulmuşlar, hapsedilmişlerdir. Hapishane gözetimin yapısını çok ayrıntılı

olarak verir, çünkü o içerdekilerin davranışları üzerindeki kontrolü en üst düzeye çıkartmaya

çalışır. Foucault ‘hapishanelerin, hepsi de hapishanelere benzeyen, hastanelere, barakalara,

okullara ve fabrikalara benzemesi şaşırtıcı mıdır?’ diye sorar.

Foucault’ya göre, çağdaş hapishane köklerini, 19. yüzyılda, filozof Jeremy Bentham tarafından

tasarlanan bir örgüt olan Panopticon’da bulur. ‘Panopticon’, Bentham’ın tasarladığı ve çeşitli

kereler İngiliz yönetimine kabul ettirmeye çalıştığı ideal bir hapishaneye verdiği isimdir. Tasarı

tam olarak gerçekleştirilmiş değildir ancak tasarının ana ilkelerinden bazıları, 19. yüzyılda,

İngiltere, Avrupa ve Amerika’da yapılan hapishanelere dahil edilmiştir. Panopticon, dış sınırın

etrafında yapılmış hücreleriyle birlikte yuvarlak şekilliydi. Merkezde gözetleme kulesi vardı.

Her hücreye, birisi gözetleme kulesine bakan ve diğeri dışarıyı gören iki pencere

yerleştirilmişti. Bu tasarımın amacı, nöbetçilerin mahkumları her zaman görebilmelerini

mümkün kılmaktı. Kuledeki pencereler, hapishane personeli mahkumları aralıksız gözlerken,

kendileri görünmesinler diye jaluzi bir perdeyle donatılmışlardı.

Foucault gerek hapishaneler konusunda ve gerekse de gözetlemenin modern toplumdaki rolü

konusunda isabetli tespitlerde bulunmuştu. Özellikle gözetlemenin modern hayattaki rolü ve

etkisi, iletişim ve bilgi teknolojilerinin giderek artan etkisi nedeniyle daha da önem

kazanmaktadır. David Lyon’un (Electronic Eye: The Rise of Survelliance Society [Elektronik

Göz: Gözetim Toplumunun Yükselişi], Cambridge: Polity, 1994) adlandırdığı biçimiyle,

hakkımızdaki bilgilerin akla gelebilecek her türlü organizasyon aracılığıyla toplandığı bir

gözetim toplumunda yaşıyoruz. Fakat, elbette, hapishanelerin gerek iş organizasyonları ve

gerekse de toplum için model alınmasının ciddi problemler doğuracağı açıktır.

Page 366: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

366

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bu bölümde, toplumsal hayatın hemen her boyutunda ve hayatımızın her safhasında bir şekilde

karşımıza çıkan, içinde bulunduğumuz ya da onlar için çalıştığımız örgütleri değerlendirmeye

çalıştık. Ekonomik şirketlerden, kamu kurum ve kuruluşlarına, spor derneklerinden insan

hakları, çevre vb. konularda duyarlı sivil toplum kuruluşlarına geniş bir yelpazede ele alınan

örgütlerin geleneksel yapıları ve bilgi teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle birlikte çağdaş

dönemde yaşadığı değişiklikler ve aldığı yeni biçimler üzerinde durulmaya çalışıldı. Ayrıca

örgütlerin bireysel ve toplumsal hayatımızı kolaylaştıran, bize yeni imkanlar sunan avantajlı

yanlarının yanı sıra, sahip olduğu güç ve imkanlar nedeniyle, toplumu ve bireyleri gözetleme

anlamında endişe verici boyutlarına da dikkat çekildi.

Bölüm Soruları

1. “Modern toplumdaki bütün kurumlar giderek daha fazla bürokratikleşmektedir.”

Kurumlara örnekler vererek bu cümleyi tartışınız.

2. Okulunuzda ya da çalıştığınız işyerinde nasıl bir bürokrasi vardır? Weber’in ideal

tipi ile kıyasladığınızda gördüğünüz benzerlikleri ve farklılıkları açıklayınız.

3. Eğer farklılıklar var ise, sizce bu farklılıkların sebebi ne olabilir? Açıklayınız.

4. Okulunuzda, işyerinizde ya da hizmet almak için başvurduğunuz bir özel veya kamu

kuruluşunda bürokrasinin temel özelliklerinden birinin ortadan kalktığını varsayın.

Sonuç ne olurdu? Açıklayınız.

5. “George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması (çev. Şen Süer Kaya, 2. Baskı,

İstanbul: Ayrıntı Yay., 2011) adlı eserinde, dünyaca tanınmış bir fast-food zincirinin

modern gündelik kültür ve toplumsal hayat üzerindeki muazzam etkisine dikkat

çeker: Yiyeceklerin hazırlanması ve sipariş alımı, özenli işbölümünü yansıtır; bu

işbölümü, yiyecek işçilerinden vardiya müdürü ve dükkân işletmecisine ve

nihayetinde şirket yönetim kuruluna kadar uzanan bir yetki hiyerarşisiyle uygulanır.

Dükkan işletmecileri McDonald’s Hamburger Üniversitesi’nde Hamburger üzerine

Page 367: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

367

konulan ketçap ya da hardal miktarını dahi belirleyen McDonald’s yazılı kuralları

ve yönetmelikleri öğrenirler. Hizmet verenlerle müşteriler arasında çok az bağ

kurulur, bu da yaygın bir gayrişahsilik duygusu yaratır. McDonald’s’ın şubelerinin

mimari tasarımı, çoğunlukla, farklı kıta, bölge, ülke ya da kasabanın yerelliğini

yansıtmaktan uzaktır; tek-tipleştirme söz konusudur. Rutin olarak belli görevleri

yerine getirebilmek için kısa süreli bir eğitim yeterli olsa bile, çalışanların belli

teknik vasıflara sahip olmaları beklenir.”

Gıda ya da başka sektörlerden, McDonald’s’ın işleyişine ve yapısına benzer nitelikler

taşıyan şirket örnekleri üzerinde düşünün. Sizce bu türden şirketler gündelik

hayatımız içinde ne kadar yaygın ve etkindirler? Tartışınız.

6. McDonald’s, Starbucks ya da Kahve Dünyası gibi işletmelere sık sık gider misiniz?

Bu işletmelerin hoşunuza giden yanları nelerdir? Açıklayınız. Aynı işletmelerin

hoşunuza gitmeyen yanları nelerdir? Açıklayınız.

7. Herhangi bir gönüllü örgüte, derneğe üye misiniz? Bu organizasyonlara ya da

derneklere neden katıldınız? Bu üyeliklerinizin size katkısı nedir? Açıklayınız.

8. Weber’in ‘bürokrasinin demir kafesi’ ya da Foucault’un ‘gözetim’ konusundaki

görüşlerinin günümüz toplumunda ne ölçüde geçerli olduğunu tartışınız.

Page 368: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

368

13. YAŞLANMA SOSYOLOJİSİ

Page 369: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

369

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

13.1.Yaşlılık nedir?

13.2.Yaşlılık sosyolojisi nedir?

13.3.Yaşlılık ile ilgili kavramlar nelerdir?

Page 370: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

370

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Evlilik yaşının ilerlemesi, doğum ve ölüm oranlarının düşüşü toplumdaki yaşlı

nüfusun oranını her geçen yıl biraz daha artırmaktadır.

Modern kentsel hayatın şartları, yaşlıların toplumsal konumlarını nasıl

etkilemektedir?

Yaşlılık yalnızca fiziksel bir durum olarak ele alınabilir mi?

Page 371: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

371

Anahtar Kavramlar

13.1.Yaş

13.2.Yaşlılık sosyolojisi

13.3. Yaşlılık

13.4. Yaşlanma

13.5. Yaşlıların istismarı

Page 372: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

372

Giriş

Tıp ve teknoloji alanındaki gelişmeler insanların daha uzun yaşamalarını sağlarken -doğum

oranlarında yaşanan azalmanın da etkisiyle- giderek yaşlı nüfus artmaktadır. Bu durum ailenin

yapısını olduğu kadar eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ekonomi, politika gibi toplumun bütün

yönlerini de etkilemektedir. Geleneksel dönemde yaşlıların bakımında öncelikli olarak sorumlu

olan geniş ailenin işlevini, günümüzde ailenin yanında devlet ve çeşitli sivil toplum kuruluşları

da üstlenmektedir. Modernleşmeyle birlikte geniş ailenin yerini çekirdek ailenin alması,

kadınların çalışma hayatına daha fazla katılmaları, boşanma oranlarının artması yaşlı bakımında

yaşanan bu değişikliğin önemli nedenleri arasında sayılabilir. 1 Tıptaki gelişmeler, yaşam

standartlarının yükselmesi, sağlık hizmetlerinin gelişimi nedeniyle ortalama ömürdeki artış ve

doğum oranlarındaki azalış niceliksel olarak yaşlı nüfusunun artmasını sağlamaktadır. Bu

durum, yaşlı nüfusun toplumsal ilişkilerdeki konumunda ve diğer toplumsal gruplarla olan

etkileşiminde de önemli değişiklilerin yaşanmasına sebebiyet vermektedir.

Dünya nüfusunun bir “yaşlı patlaması” yaşadığını vurgulayan Giddens, doğum ve ölüm

oranlarının düşmesiyle birlikte toplumların giderek yaşlandığını belirtmektedir. Bu da

demografik olarak “dünya nüfusunun grileşmesi” olarak yorumlanmaktadır. Özellikle 20.

yüzyılın başlarından itibaren yaşlılık konusu akademik dünyanın da ilgi gösterdiği bir konu

haline gelmiş ve sosyal gerontoloji ve yaşlanma sosyolojisi gibi alanlar gelişmeye başlamıştır.2

Sosyoloji yaşlanmayı, iki boyutta ele almaktadır: Birincisi, yaşlıların toplumsal yapı olarak da

bilinen kurumlarla olan ilişkileri; ikincisi ise, sosyal kontrol mekanizmaları olarak da

değerlendirilen değerler ve normlar aracılığıyla yaşlıların beklediği ve onlardan beklenilen

davranış kalıpları olarak ifade edilen rolleri kapsamaktadır. Bu çerçevede yaşlanma sosyolojisi

bir fail olarak yaşlıların çevreleriyle kurdukları ilişkiler (mikro düzey) ve toplumsal yapıda yer

alan kurumlar (makro düzey) doğrultusunda yaşlılık olgusunu araştırmaya çalışır. Yaşlılığın

sadece kronolojik bir olgu olmadığının, aynı zamanda sosyal bir olgu da olduğunun anlaşılması

ve yaşlanmanın “sosyal bir sorun” olarak görülmesiyle birlikte yaşlılık sosyal bilimlerde

inceleme konusu haline gelmiştir. Özetle; yaşlanma sosyolojisi, mikro ve makro düzeyde bir

1 S. Kalaycıoğlu (ed.), Yaşlılar ve Yaşlı Yakınları Açısından Yaşam Biçimi Tercihleri, Ankara: Türkiye Bilimler

Akademisi, 2003, s. 19.

2 A. G. Baran (ed.), Yaşlı ve Aile İlişkileri Araştırması: Ankara Örneği, Ankara: Aile ve Sosyal Araştırmalar Gn.

Md., 2012, s. 141.

Page 373: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

373

fail olarak yaşlı bireyi ve ilişkileri ile yapısal olarak kurum ve ilişkileri çerçevesinde

yaşlanma/yaşlılık olgusunu araştırır.3

Bu bölümde yaşlılık ve yaşlanmanın anlamları ele alınarak yaşlanmaya ilişkin sosyolojide var

olan yaklaşımlar, Türkiye’de yaşlıların durumu ve yaşlılığa yönelik Türkçe literatürde yer alan

önemli çalışmalar üzerinde durulmaktadır.

13.1. Yaşlanma ve Yaşlılıkla İlgili Kavramlar

13.1.1. Yaşlı

Yaşlanma sosyolojisiyle ilgili temel kavramlardan ilki olan yaşlı kavramını açıklamak için

genelde kronolojik yaş esas alınmaktadır. Örneğin Birleşmiş Milletler yaşlıyı 60 yaş ve

üzerindeki kişileri kapsayan bir kavram olarak değerlendirir ve yaşlanma sürecini üç döneme

ayırmıştır. Buna göre, 45-59 yaş aralığını “orta yaş”, 60-74 yaş dönemini “yaşlı”, 75 yaş ve

üzerini ise “ileri yaş” olarak tanımlamaktadır.4 Buna karşılık diğer bir uluslararası kuruluş olan

Dünya Sağlık Örgütü ise 65 yaş ve üstü kişileri yaşlı olarak nitelemektedir. Bu şekilde yaşlı

tanımında sadece kronolojik yaşın esas alınması, konunun anlaşılması açısından eksiklik

oluşturmaktadır. Zira benzer yaştaki insanları, fiziksel ve psikolojik özellikler bakımından

farklılaşabildiklerinden ortak bir yaşlı tanımı yapmanın pek de kolay olmadığı görülmektedir.

Bu yüzden yaşlılık, biyolojik ve kronolojik özelliklerin yanında, bireylerin yaşamış olduğu

toplumsal şartlardan, cinsiyet farklılıklarından ve ekonomik ve kültürel koşullardan bağımsız

değildir. Yaşlılık ile ilgili farklı toplumlarda değişik tanımlar kullanılmaktadır. Genel olarak

yaşlı olma bir nitelemeyi, yaşlanma bir süreci ve yaşlılık ise bu sürecin sonunda başlayan

dönemi ifade etmektedir.5

13.1.2. Yaşlanma

Yaşlanma, canlının anne karnında hayatta başlayıp, ölünceye kadar devam eden bir değişim

sürecini ifade etmektedir. 6 Bir başka tanıma göre ise bir kişinin iş veriminin azalmasına,

sağlığının bozulmasına yol açan vücudun yapısal yıkımına neden olan değişikliklerin yaşandığı

3 Baran, a.g.e., s. 140-141.

4 Baran, a.g.e., s. 27.

5 Baran, a.g.e., s. 24.

6 Fatma Öz, “Yaşamın Son Evresi: Yaşlılık Psiko-Sosyal Açıdan Gözden Geçirme”, Kriz, 2002, c. 10, sy. 2, s.

18 [17–28].

Page 374: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

374

bir süreci ifade eder.7 Yaşlanma doğumdan ölüme kadar devam eden bir büyüme ve gelişmeyi

ifade ederken, yaşlılık ise olgunlaşma ve gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan değişimlerin

yaşandığı bir süreçtir.

13.1.3. Yaşlılık

İnsan yaşamının çocukluk, gençlik, yetişkinlik gibi doğal bir dönemi olan yaşlılıkla ilgili olarak

yapılan tanımlamalar toplumdan topluma değişebildiğinden bu kavram göreceli olarak

değerlendirilmektedir.8 Yaşlılık için yüzdeki kırışıklıklar, saçların grileşmesi, bilişsel gerileme

(örneğin, hafıza kaybı) vb. biyolojik belirleyiciler aracılığıyla tanımlanabilir. Ancak yaşlılığı

aynı zamanda bireyin büyükbaba/büyükanne olması ya da emekliliğe ayrılması gibi belirli

sosyal rolleri doldurmaya başlamasıyla da tanımlamak mümkündür. Yaşlılık, insanoğlunun

varlıkla ilgili bilgi üretmeye başladığı ilk çağlardan itibaren konu edilmekle beraber, son

yüzyılla birlikte bilimsel incelemelere konu olan bir alan haline gelmiştir.

13.1.4. Nüfusun Yaşlanması

Bir ülke ya da bölgenin ‘ortanca yaş’ının9 yükseldiğini belirten bir nüfus olgusudur. Bir ülkenin

nüfusunun yaşlanması, 65 yaş ve üzeri yaştaki kişi sayısının genel nüfus içindeki oranın artması

anlamına gelmektedir. UNICEF (1997) dünya çocukları araştırması verilerine dayanarak

ülkelerin nüfusları üç gruba ayrılabilir:

(1) Genç Nüfus: 64 yaş ve üzerinde bulunan kişilerin toplam nüfusa oranının %4-7 oranında

olduğu nüfuslardır.

(2) Olgun (Erişkin) Nüfus: 64 yaş ve üzeri yaştaki kişilerin toplam nüfusa oranını %7-10 olduğu

nüfuslardır.

7 A. Konak ve Çiğdem, “Yaşlılık Olgusu: Sivas Huzurevi Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat

Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2005, c. 29, sy. 1, s. 25 [23–63].

8 M. Yıldız, “Bağlanma Kuramı Açısından Yaşlılık Dönemine Genel Bir Bakış”, Sosyal Bilimler Dergisi, 2012,

sy. 36, sy. 1, s. 3 [1–30].

9 Ortanca yaş (medyan yaş), bir nüfus grubunun yaşları küçükten büyüğe doğru sıralandığında tam ortada kalan

bireyin yaşıdır. Ortanca yaş, demografik yaşlılığı belirleme yöntemlerinden birisi olarak kullanılmaktadır.

Doğumların ve ölümlerin azalmasıyla birlikte nüfusun yaşlılığı da artar. Demografi biliminde, genel olarak,

gelişmekte olan ülkelerde ortanca yaşın düşük, gelişmiş ülkelerde ise yüksek olduğu varsayılır. 2008’de dünya

nüfusunun ortanca yaşı 28 idi. TÜİK’in Mart 2014 verilerine göre, Türkiye’nin 2013 yılındaki ortanca yaşı

30,4’tür.

Page 375: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

375

(3) Çok Yaşlı Nüfus: 64 yaş ve üzeri nüfusun toplam nüfusa oranının %10 ve üstünde olduğu

nüfuslardır.

13.1.5. Yaşlanmanın Sosyokültürel Yapısı

Yaş kavramlarının dünyanın değişiklik bölgelerinde farklılık göstermesi nedeniyle yaşın sosyal

olarak inşa edildiği söylenebilir. Farklı kültürler yaş ve yaşlılığa farklı anlamlar ve değerler

yüklemektedirler. Batılı kültürlerde gençliğe yüksek değer atfedilmektedir. Bundan dolayı bu

kültürlerde insanlar biyolojik yaşından daha genç görünmek için özen göstermektedirler. Diğer

taraftan Doğulu kültürlerde ise yaşlı olmak, bilgelik gibi yüksek bir değerle

ilişkilendirilmektedir. Bundan da anlaşıldığı gibi yaşlanmanın sosyal kültürel bir boyutu da

bulunmaktadır.

Sosyolojik yaşlanma süreci, insanların yaşa bağlı olarak ortaya çıkan rol ve statü değişimleri

olarak tanımlanmaktadır. Bu süreç sosyal kontrol mekanizmaları denilen değerler ve normlar

aracılığıyla bireyin beklediği ve bireyden beklenilen davranış kalıpları olarak ifade edilen

rolleri kapsadığı gibi toplumsal yapı olarak bilinen kurumlarla olan ilişkileri de içermektedir.10

13.1.6. Yaşlanma ve Cinsiyet

Kadınlar erkeklerden daha fazla yaşamaktadırlar; başka bir deyişle, kadınlarda ortalama yaşama

süresi erkeklere kıyasla daha yüksektir. Bundan dolayı, dünya nüfusu içerisindeki yaşlı

kadınların oranı yaşlı erkeklere kıyasla daha yüksektir. Erkeklere kıyasla kadınların uzun

ömürlü olmalarının nedenleri arasında kadınların daha iyi kalp-damar sağlığına sahip olmaları,

riskli davranışlara daha az eğilimli olmaları gerçeği ve geleneksel olarak, fiziksel emek

gerektiren işlerin daha çok erkekler tarafından yapılıyor olma gerçeği sayılabilir. Ancak yaşlı

erkek oranı yaşlı kadın oranına göre daha hızlı artış göstermesinden dolayı aralarındaki fark

giderek azalmaktadır. 65 yaş ve üzeri kişilerin sayısı, toplam nüfustan daha hızlı bir oranda

artmaktadır. Kadınlar hâlâ erkeklerden daha uzun yaşarken, yaşlılar arasında cinsiyet farkı

giderek daralmaktadır.

10 Baran, a.g.e., s. 140.

Page 376: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

376

13.1.7. Yaşlı İstismarı

Yaşlanma döneminin fiziksel sosyal ve ekonomik birtakım zorlulukları vardır. Bu zorluklar

arasında sosyal izolasyon, yaşlı istismarı ve sağlığın bozulması sayılabilir. Yaşlı istismarı bu

dönemde dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Yaşlılar çeşitli açılardan istismara

uğrayabilmektedir. Aile ve arkadaş çevresinden kaynaklanan yaşlı istismarı, güven duyulan

kişiler tarafından yaşlı yetişkinlere karşı onların haklarının ihlal edilmesi durumunu ifade etmek

için kullanılan bir terimdir. Bu konuyla ilgili bir diğer kavram olan kurumsal yaşlı istismarı ise,

yaşlıların bakımı için belirlenen tesislerde ve kurumlarda çalışanlar tarafından yaşlıların

haklarına yönelik ihlalleri belirtmektedir.

13.1.8. Geriatri, Gerontoloji ve Gerontososyoloji

Geriatri, “yaşlı tıbbı” anlamına gelmektedir. Tüm dünyada, yaşlı sağlığı konusunu da içeren,

yaşlılık bilimi olarak anılır. Hayatın ilerleyen yıllarında, kişilerin sağlığının korunması,

hastalıklarının önlenmesi, toplumdan soyutlanmadan yaşamlarını sürdürmeleri ve çok yönlü

değerlendirmelere dayalı tedaviyi hedef alan bilimsel uygulamaları içeren bilim dalıdır. Yaşlı

bireyler, birbiri ile etkileşim gösteren bir çok faktörün, sağlıklılık hâli ve fonksiyonel kapasite

üzerine kompleks etkilerinin yoğun olarak hissedildiği kişiler olup, bu yaş grubuna yaklaşım,

diğer branşlardan biraz daha farklı olarak, sadece tıbbî değil, aynı zamanda psikolojik, sosyo-

ekonomik, çevresel, ailesel vs. değerlendirmeleri de gerekli kılar. Geriatri biliminin hedefi

yaşlının mevcut sağlıklılık hâlinin ve fonksiyonel durumunun korunmasıdır.

Yaşlanmanın bilimi anlamında kullanılan gerontolojinin kelime kökeni gero (yaşlı) ve logos

(bilim) kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Bu terimi ilk defa 1903’te Rus bilim adımı Ilja

Metschnikow kullanılmıştır. 1930’lu yıllarından beri ABD ve Avrupa’da ana bilim dalları

arasında yer alan Gerontoloji, farklı bilim dallarının katkılarıyla yaşlanma ve yaşlılık

incelemelerinin yapıldığı çok-disiplinli bir bilim dalıdır. Gerontolojide teorik çalışmaların yanı

sıra uygulamalı çalışmalar da yer almaktadır. Bu alanda öncelikli olarak yaşlıların yaşam

koşullarını teknolojik ve ekonomik gelişmeler sayesinde iyileştirme hedeflenmektedir.

Sosyolojinin alt disiplini olan geronto sosyolojinin iki ayrı kısmı vardır: (1) Yaşlılık sosyolojisi,

ve (2) yaşlanma sosyolojisi. Yaşlılık sosyolojisi, yaşlıların yaşam koşullarını belirleyen

toplumsal yapıları analiz etmektedir. Yaşlanma sosyolojisi ise yaşlılık politikaları ve uygulama

alanlarında çalışmalar yapmaktadır. Sosyal güvenlik, yaşlılıkta bakım, sosyal ve kültürel

Page 377: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

377

yaşama katılım, aile ilişkileri ve yaşlılara yapılan sosyal yardımların kapsamı ve sınırları gibi

meseleler yaşlanma sosyolojisi araştırmalarına konu olmaktadır.11

13.2. Yaşlanma Teorileri

Bu fasılda Yaşlanma Sosyolojisi içerisinde yer alan teoriler değerlendirilecektir. Yaşlanmayı

toplumsal bağlamda açıklamayı amaçlayan teoriler iki kategoride değerlendirilmektedir.

Birinci kategoride, yaşlanma ile toplumsal yapı arasındaki karşılıklı etkileşimi inceleyen büyük

ölçekli sorunlardan hareket eden makro teoriler ve ikinci kategoride ise yaşlı bireyi merkeze

alan mikro teoriler yer almaktadır.

13.2.1. İşlevselci Teoriler ve Yaşlanma (Yaşlanma ile İlgili Makro Teoriler)

İşlevselci teorilerin öncüllerinden türetilmiş olan yaşamdan geri çekilme teorisi, aktivite teorisi,

süreklilik teorisi ve modernleşme teorileri bu alanın gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. En

genel anlamıyla bu teoriler yaşlıların toplumun geneliyle uyumlu olmaları gerektiğini

savunurlar. Bu bağlamda bu teoriler toplumun denge hâlini yaşlılar üzerinden inceleme

çabasındadır.

13.2.1.1. Yaşamdan Geri Çekilme Teorisi

Elaine Cumming ve Warren Earl Henry tarafından yazılan Growing Old (1961) çalışmasından

üretilmiş olan bu teoride yaşlı insanların orta yaşlarda sahip oldukları toplumsal rollerden çeşitli

nedenlerle ayrıldıkları savunulur. Bu teorinin en temel varsayımı yaşlanmayla birlikte bireyler

kademeli olarak toplumsal bağlardan kaçınılmaz olarak koparlar. Bu çekilme hastalık ya da

yoksulluk gibi faktörlerden bağımsız olarak gelişir. Bu süreçten hem birey hem toplum

karşılıklı olarak kârlı çıkarlar. Yaşamdan geri çekilme teorisine göre, yaşlı bireyler toplumsal

yaşamdan koparak sosyal baskı ve rekabetten kurtulabilirler. Buna karşılık olarak toplumda da

yaşlıların çekilmesiyle gençlere boş kalan kısımları doldurabilmeleri için imkan hazırlaması, iş

yaşamında dinamizm sağlanması ve işsizliği azaltılması noktalarında işlevsel

11 V. Kalınkara, Temel Gerontoloji: Yaşlılık Bilimi, Ankara: Nobel Yay., 2011, s. 17-18.

Page 378: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

378

değerlendirilmektedir. Yaşlının yaşamdan geri çekilmesi hem başarılı yaşlılık geçirmek hem de

toplumsal düzenin devamını sağlamak adına gereklidir.12

Bu teori, yaşlanmanın bireyin geri çekilmesine yol açan doğal ve kaçınılmaz bir durum olduğu

varsayımına dayanır. Yaşlı kişi toplumsal bağlarından neredeyse zorunluluk olarak kopmakta

ve yeni duruma uyum sağlayarak mutlu olmaya çalışmaktadır. Bu kopma süreci bireyin hayatın

kısalığını, ona kalan zamanın kıtlığını ve yaşam alanının kısıtlandığını fark ettiğini anladığında

başlamaktadır. 13 Ayrıca yaşamdan geri çekilme, üçlü bir kaybı temsil etmektedir: Rollerin

kaybı, sosyal çevrede yaşanılan küçülme ve toplumsal değerlerle ilgili sorumlulukların

azalması. Bu teoride iki temel varsayım kabul edilmektedir. Birincisi, yaşamdan geri

çekilmenin yaşamın sonuna kadar devam ettiğidir. İkincisi, yaşamdan geri çekilmenin herkes

için kaçınılmaz olduğudur.14

Bu teoriye yöneltilen temel eleştiri, yaşlılara yönelik hizmetlerdeki düşük kaliteyi, emekli

maaşlarının yetersizliğini ve ayrıca yaşlılara yönelik yetersiz bakım standartlarını teori

üzerinden mazur göstermeye zemin hazırladığı şeklindedir. 15 Bu sonuç ise yaşlı bireylerin

yaşamlarını temel insanî standartlarda devam ettirmeleri açısından problemli sonuçlar

doğurabilme kapasitesine sahiptir.

13.2.1.2. Aktivite Teorisi

Robert J. Havighurst tarafından geliştirilen aktivite teorisi, yaşamdan geri çekilme teorisinin

tam karşıtı bir anlayış içermektedir. Bu teoriye göre başarının zirvesine vardıkları orta yaşta

kazanılan ve yaşlanmayla beraber kaybedilenlerin yerine başka şeyler koymayı gerekli kılar.

Örneğin emekli olan kişiler; kaybettikleri rollerinin yerine, gönüllü çalışmalar gibi yenilerini

koymaktadırlar. Burada farklı faaliyetlere yüklenen anlam ve değerlerin aynı olduğu ve

toplumun tüm üyelerince paylaşıldığı varsayılır. Yaşamın en ileri dönemine kadar aktifliğini

koruyabilen insanların daha mutlu, huzurlu ve başarılı bir yaşlılık geçirebildikleri iddia edilir.

Yapısal işlevselci bakışla toplumdaki denge gözetilmekte ve başarılı yaşlanmanın koşulu olarak

toplumsal sisteme uyuma ve bütünlüğe odaklanılmaktadır.16

12 Baran, a.g.e., s. 145.

13 Kalaycıoğlu, a.g.e., s. 10.

14 Baran, a.g.e., s. 145.

15 Baran, a.g.e., s. 144.

16 Baran, a.g.e., s. 145.

Page 379: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

379

Uzun yıllar içinde oluşturulmuş olan kimlik ve ilişkilerden oluşan düzen, bireyin kendini en

rahat gördüğü yaşam alışkanlıklarının da temelidir. Yaşlılıkta da bu düzenin devamlılığı yaşlı

kimse için en ideal durumdur. Orta yaş döneminde kazanılan sosyal roller çeşitli şekillerde

devamlılık göstermekte ve yaşlılarda birtakım alışkanlıkların devamlılığı şekline

dönüşmektedir. Birey yaşlandıkça bu davranış ve rollerini sürdürmesi, bu kimlik ve ilişkiler

bütününde fazla bir değişiklik olmaması, yaşlılığı daha az sorunlu yapan koşulların başında

gelmektedir. Bu nedenle de, yaşlanan kimsenin eski olan yaşam düzenini büyük ölçüde

değiştirmemesi, sağlıklı ve sorunsuz bir yaşlılık için önemlidir. Aktivitelerin devamlılığı

insanlara yaşlanmanın etkilerini en aza indirmek olanağı sağlar ve ilişkilerin devamlılığı

bireylerin toplumsal destek sistemlerinin korunmasına olanak tanır.17

13.2.1.3. Süreklilik Teorisi

George L. Maddox ve Robert Atchley (1972) tarafından geliştirilen “süreklilik teorisi”

yaşlılıkta bazı rollerle ilişkinin kesilirken başka bazı rollerle ilişkinin sürdürüldüğü varsayımına

dayanmaktadır. Süreklilik kuramının iç yapısında insanlarını kişilik özelliklerinin, fikir ve

inançlar gibi öğelerin bir ömür boyunca sabit kaldığı fikri vardır. Bu teoriye göre birey, yaşamı

boyunca sahip olduğu alışkanlıklar, öncelikler ve yaşam standartları gibi istikrarlı durumu

yaşlandığı zamanlarda da devam ettirmek ister. Bu teori bireyin alıştığı yaşam tarzını mümkün

olduğunca uzun süre korumaya çalışacağı varsayımına dayanır.18 Bu teoriyi deneysel olarak test

etmek belli ölçüde zordur. Araştırmacı, ancak yaşlı bireylere odaklanan çalışmalarla, hangi

bireyin yaşamında önceki safhalarındaki yaşam tarzını sürdürebilme olanağına sahip olduğunu

söyleyebilir. Bu bağlamda yaşlılarla bu konuya odaklanılmış “hayat hikayesi” çalışmaları önem

taşır. Bireyin ileriki yaşamını anlayabilmek için onun biyografisini ve yaşam sürecini anlamak

önemlidir. Bu yaklaşım birey merkezlidir ve yaşlılık dönemi ile yaşamın önceki safhaları

arasındaki bağlantılara vurgu yapmaktadır. 19 Süreklilik teorisi mikro ölçekli bir teoridir.

Yaşlılıkla başa çıkma stratejisi olarak süreklilik yönteminin seçilmesi, yaşlılıkta görülebilecek

fiziksel ve zihinsel eksikliklerin sorun olarak yaşlıyı yaşamdan uzaklaştırmaması bakımından

da önemli görülmektedir.

17 Kalaycıoğlu, a.g.e., s. 11.

18 Baran, a.g.e., s. 146.

19 Baran, a.g.e., s. 143.

Page 380: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

380

Süreklilik teorisi öncelikle bireylerin yaşlanmasında sosyal kurumların etkisini pek fazla

dikkate almaması nedeniyle eleştirilmektedir. İkinci olarak, kronik hastalıkları olan yaşlılara

teori içerisinde yer vermediği ve ayrıca yaşlanmayı normal ve patolojik yaşlanma şeklinde

ayırdığı için eleştirilmiştir.

13.2.1.4. Modernleşme Teorisinde Yaşlanma

Bu teoriye göre toplumlarda modernleşme süreci ilerledikçe yaşlıların statülerinde düşüş

yaşanmaktadır. Bu teori yaşlıların statülerinin tarihsel olarak değişiklik gösterdiğini iddia eder.

Örneğin avcılık ve toplayıcılık aşamasındaki toplumlarda yaşlıların hareket kabiliyetleri kısıtlı

olduğundan statüleri yerleşik tarım toplumlarınkinden daha düşüktü. Tarım toplumlarında

yaşlılar, toprakları kontrollerini ellerinde tuttukları için daha yüksek statülere sahiptiler. Bu

teoriye göre sanayileşmenin getirdiği teknolojik gelişmeler, kentleşme ve sosyal göç gibi

faktörler, aileleri ve dolayısıyla yaşlıların statülerini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu

gelişmelerin sonucunda yaşlılarda statü ve güç kayıpları meydana gelmiştir. Bu teorinin

yaşlılarla ilgili temel varsayımı, sanayi öncesinde yaşlıların altın çağlarını yaşarlarken,

endüstrileşmeyle birlikte statü kaybına maruz kalmış oldukları şeklindedir. Saygı ve otorite

açısından, modern toplumlar yaşlılar için ters yönde bir etki yapmaktadır. Bu teoride dile

getirilen bir diğer görüş, toplumların kırsaldan kentsele dönüştükleri oranda yaşlı insanların

konumlarının da gerilemekte ve kötüleşmekte olduğudur. Sanayileşme ve kentleşme toplumun

en küçük birimleri olan geniş aile yerine çekirdek aileyi öne çıkarır ve yaşlı insanları hem

toplumdan, hem de aileden uzaklaştıran bir durum oluşturur.20 Bu teoriye içkin olan birinci

kabul, sanayi öncesi toplumların bir bütün olduğu ve yaşlılara olumlu davranış sergilediğidir.

İkinci kabul ise, toplumlardaki yaşlıların konumlarının öncesi ve sonrası hâlinin olduğu ve

toplumların düz ve çizgisel dönüşümler geçirdiğidir. Üçüncüsü, geniş ailenin varlığının

yaşlılara statü ve bakım açısından avantaj sağlayacağıdır. Ancak bu durumun garantisinin

olmayacağını ortaya koyan deneysel araştırmaların varlığı ve sanayi öncesi toplumlarda

yaşlılara yönelik davranışların çeşitlilik arz ettiği ve homojen olmadığı da belirtilmelidir.21

Modernleşme teorisinde en önemli nokta aile yapısının çekirdek aile tipine dönüşmesi ve aile

kompozisyonun da değişmesidir. Küçülen aile ile birlikte yetişkin üyelerin üretime aktif

katılımı olanaklı olurken, evde bırakılan yaşlının bakımı sorun oluşturur. Bu nedenle yaşlılar

20 Baran, a.g.e., s. 147.

21 Baran, a.g.e., s. 147.

Page 381: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

381

için huzur evleri ve bakım evleri açma girişimi modernleşme ile gelişen bir düşünce olmuştur.

Modernleşme yaşlının evinden uzaklaşmasını ve yalnızlaşmasını getirmiştir. Bugün yaşlı

nüfusun artması ile birlikte yaşlılara sunulan sosyal güvenlik harcamalarının artış göstermesi

karşısında hükümetlerin -neo-liberal politikaların bir uzantısı olarak- maliyeti daha düşük

olduğu iddia edilen evde bakım sisteminin geliştirilmesi için çaba harcadığı görülmektedir.

Evde bakım sistemi yalnızca yaşlının evde ailesi tarafından bakımının sağlanması demek

değildir; aynı zamanda hükümetlerin ilan ettikleri ve takip ettikleri sosyal politikaların bir

gereği olarak, yaşlıya -sağlık hizmeti, alışveriş, bakım hizmeti vb. gibi- sosyal destek sağlamak

suretiyle onun ihtiyaç duyduğu hizmetlerinin karşılanması anlamına da gelmektedir. Böylece

tüm hizmetlerin evde görülmesi amaçlanmaktadır. Ancak bu durum kadının iş yükünü iki misli

artırdığı için, feminist yaklaşımlar tarafından evde bakımın kadın lehine üretim olarak

değerlendirilmesi ve emeğinin ücretlendirilmesi önerilmektedir.

Bu teori yaşlıların toplumsal konumlarını geri planda tuttuğu için eleştirilmektedir. Yaşlı

insanın toplum içerindeki konumlarının tarihsel süreç içerisinde uğradığı değişimin, birbirinden

ayrı toplumları karşılaştırarak açıklamaya çalışıldığı söylenebilir.

13.2.2. Yorumsamacı Teori ve Yaşlanma

Makro ölçekli teorilerin aksine, mikro ölçekli teorilerde yaşlı bireyi merkeze alarak açıklama

yapılmaya çalışılmaktadır. Bu perspektife göre toplumsal hayat, toplumsal eylem ve toplumsal

süreçler, dışsal faktörlerce değil pek çok bireyin eylemlerinin birleşiminden türer. Toplum

dışsal bir güç olarak değil, birbiri üstüne binen gruplar serisi olarak görülür. Yorumsamacı

yaklaşımın yaşlanma ve ileri yaşlarla ilgili pek çok söylemi vardır. Bu yaklaşımların araştırma

soruları, yaşlı insanların sosyal dünyalarına odaklanır.22 Özellikle hayat hikayeleri yolu ile

yaşlıların geçirmiş oldukları deneyimler ve yaşam koşullarının neler olduğunun ortaya

konularak yaşlıların dünyalarını anlamak ve öğrenmek üzerine yoğunlaşılmaktadır. Başlıca

amaç yaşlılıkla ilgili çeşitli konseptler üzerinde çalışarak kişinin günlük tecrübelerini belirli

kategorilere ayırdıktan sonra yaşlılığın gerçeklerini ortaya koymaktır. 23 Bu teoride, yaşlı

insanların etkileşim süreçleri içerisinde toplumsal hayat içinde marjinalleştikleri ve

damgalanma sürecine maruz kaldıkları belirtilir. Bu teori yaşlılığın birey üzerinde nasıl bir

22 Baran, a.g.e., s. 147.

23 İ. Tufan, Modernleşen Türkiye’de Yaşlılık ve Yaşlanmak: Yaşlanmanın Sosyolojisi, İstanbul: Anahtar Kitaplar,

2002, s. 149.

Page 382: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

382

etkide bulunduğunu belirtilmekte ve yaşlılığın basmakalıp oluşu ile iyice sarsılmaz bir biçimde

nasıl sağlamlaştığını göstermeye çalışmaktadır. 24 Sonuç olarak, yorumsamacı yaklaşım

yaşlanmanın bireysel sürecine odaklanır, görüşmeler aracılığıyla yaşın sosyal anlamını ortaya

çıkarmaya çalışır ve yaşlıların kendi gündelik yaşamlarına ve çevrelerine nasıl katıldıklarını

tanımlamayı ana hedeflerinden birisi olarak belirler.25

13.2.3. Sembolik Etkileşimci Bakış Açısı ve Yaşlanma

Sembolik etkileşimci bakış açısına göre, yaşlı olma hali sosyal anlamda evrensel bir değer ifade

etmekten ziyade inşa edilmiş bir durumu belirtir. Bu değerlendirmenin kast ettiği, farklı

kültürlerde yaşlılığa farklı anlamların yüklendiğidir. Yaşlanma konusundaki bu teorik bakış

açısı, yaşlı ve onun etrafında şekillenen sosyal ortam arasındaki ilişkiyi değerlendirir. Yaşlı

insan davranışları, ait oldukları sosyal grubun normları tarafından tanımlanır. Yaşlı kişi ve onun

çevresi arasında karşılıklı etiketleme, o kişinin benlik algısını ve davranışını büyük ölçüde

belirler. Sembolik etkileşimciliğe göre yaşlılar kendi sosyal gerçekliklerini diğerleri gibi zaman

ve mekana bağlı olarak inşa ederler. Bu teori, bireysel boyutta yaşlanmanın doğasını ve etkisini

anlamaya çalışan mikro ölçekli bir yaklaşım olma özelliği gösterir. Burada yapılan yaşlanmayı

anlayabilme adına yaşlılıkla birlikte ortaya çıkan deneyimlerin ne anlama geldiğini

yorumlamaktır. 26 Yaşlılığın algılanması, kendini gerçekleştirme ve kendini anlama gibi

konulardan yola çıkarak grubun kültürel kodlarının önemli olduğunu vurgular. Sembolik

etkileşimcilik; yaşlılığı, kişilerin yaşlı bireyler olarak kendilerini, başkalarını ve genel olarak

da yaşamlarını algılama ve anlamlandırma temelinde yorumlar. Bu açıdan bakıldığında söz

konusu yaklaşım ilişkilere dayalı sosyal psikolojik bir teoridir.27

13.3. Türkiye’de Yaşlanma

Yaşlanma olgusu hem Türkiye’de, hem de tüm dünyada önemli bir konu olarak görülmeye

başlanmış ve bilimsel araştırmaların ilgi alanına girmiş durumdadır. Zira dünya nüfusu –

bilimsel, teknolojik, tıbbî, kentsel vb.- pek çok nedenden dolayı hızla yaşlanmaktadır. Birleşmiş

24 Tufan, a.g.e., s. 151)

25 C. Akçay, Yaşlılık: Kavramlar ve Kuramlar, 2. Baskı, İstanbul: Kriter Yay., 2011, s. 78.

26 Baran, a.g.e., s. 147.

27 Baran, a.g.e., s. 52.

Page 383: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

383

Milletler istatistiklerine göre 2013 yılında 841 milyon olan 60 yaş üstü insanların sayısının 2050

yılında ise yaklaşık 2 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir.28 Türkiye, demografik yaşlanma

anlamında dünyanın en hızlı yaşlanan ülkelerinin başında yer almaktadır. Demografik

göstergeler; Türkiye’nin hızla yaşlandığını, mutlak yaşlı sayısının ve ülke ortanca yaşının

giderek yükseldiğini göstermektedir. 1970 yılında toplam nüfusun % 4,4’ünü oluşturan 65 yaş

ve üzeri nüfus, 2000 yılında % 5,7’ye ve son olarak da 2013 yılında % 7,7’ye ulaşmıştır. 2013

yılı itibariyle Türkiye’deki yaşlıların sayısı 5.891.694 kişiydi. Pek çok ülkenin nüfusundan daha

fazla olan yaşlı nüfusun sosyo-ekonomik ve politik pek çok değişken üzerinde belirleyiciliği

göz önüne alınmalıdır. Yine 1970 yılında 19 olan ortanca yaş, 2000 yılında 24,8’e, 2013 yılında

ise 30,4’e yükselmiştir. Benzer şekilde 2007 yılından itibaren toplam yaş bağımlılık oranı ve

genç bağımlılık oranı giderek düşerken, yaşlı bağımlılık oranı ise giderek yükselmektedir. 2007

yılında %10,7 olan yaşlı nüfus bağımlılık oranı 2013 yılında %11,3’e yükselmiştir. Doğum

oranlarının ve nüfus artış hızının düşmesiyle birlikte, Türkiye nüfusunun yaşlanması hızla

devam edecek gibi görünmektedir. Zira toplam doğurganlık hızının nüfusun yenilenme oranı

olan 2,1’e yaklaşmış olmasıyla birlikte bu sürecin daha da hızlı gerçekleşmesi beklenmektedir.

Yaşam beklentisi konusundaki rakamlar da nüfusun giderek yaşlandığını göstermektedir.

1960’larda kadınlar için 54 yıl, erkekler için 51 yıl olan yaşam süresi beklentisi 2030 yılında

erkeklerde 74 yıl, kadınlarda 79 yıl olarak öngörülmektedir. Ayrıca gelişmiş ülkelerde çok uzun

bir zaman diliminde gerçekleşen nüfusun yaşlanması sorunu gelişmekte olan ülkelerde çok

daha kısa bir sürede gerçekleşmiştir. Türkiye’nin yaklaşık % 8’i 65 yaşın üzerinde

bulunmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu’nun yapmış olduğu projeksiyonlara göre Türkiye

nüfusunun yarıdan fazlası 34 yaşın üzerinde olacaktır. 2023 yılında 84.247.088 kişi olması

tahmin edilen Türkiye nüfusunun ortanca yaşı 34,6’e, ülkedeki yaşlı nüfusun oranı ise %10,2

ile 8,6 milyon kişiye ulaşacağı öngörülmektedir. 2075 yılında ise yaşlı nüfusun toplam nüfusa

oranının % 27,7 olacağı beklenmektedir.29

Türkiye’de yaşlılar daha çok batı ve kuzey bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Yaşlı nüfusun belli

bölgelerde yoğunlaşmasının ya da fazlalık göstermesinin, elbette, belli sosyal ve ekonomik

nedenleri bulunmaktadır. Bu sebepler arasında sağlık bakımı gibi sosyal hizmet ihtiyaçlarının

varlığı ve gelişmişliği başı çekmektedir.

28 United Nations, World Population Ageing, 2013, s. xii [http//www.un.org/en].

29 Türkiye İstatistik Kurumu, Nüfus Projeksiyonları, 2013-2075, 2013

[http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=15844 (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2014)].

Page 384: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

384

13.4. Türkiye’de Yaşlılıkla İlgili Sosyolojik Çalışmalar

Türkiye’de yaşlanma ile ilgili sosyolojik çalışmalar 1990’lı yıllardan sonra hız kazanmıştır. Bu

alanda gerçekleştirilen önemli çalışmalara ve bu çalışmaların elde ettiği bazı bulgulara, takip

eden satırlarda, kısaca değinilmektedir.

Sibel Kalaycıoğlu’nun yürütücülüğünü yaptığı 2003 yılında hazırlanan Türkiye Bilimler

Akademisi raporları arasında yer alan Yaşlılar ve Yaşlı Yakınları Açısından Yaşam Biçimi

Tercihleri Araştırması, yaşlılık alanında Türkiye’de yapılan önemli çalışmalardan birisi olarak

öne çıkmaktadır. Bu araştırmada, yaşlıların toplumsal yaşamdan dışlandıklarını gösteren bir

yaşlılık söyleminin hâkim olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Toplumda hâkim olan yaşlılık

söylemi içerisinde, yaşlılıkla baş etme stratejisi olarak ‘yaşam aranjmanı’ ve ‘toplumsal

aktiflik’ gibi iki ayrı strateji öne çıkan bulgular arasında zikredilmektedir. Diğer bulgular ise

geniş ailenin çözülmesi ile yaşlıların yaşam aranjmanlarının değişmiş olması ve daha fazla

yalnız yaşamaya başlamış olmaları şeklindedir. Araştırmada ayrıca huzur evlerinin yaşlıların

toplumsal yaşamdan dışlanmalarını besleyen bir mekanizmaya sahip olduğu belirtilmektedir.

Yaşlılık ile ilgili bir diğer çalışma, yaşlılar ve aile ilişkilerini araştırmalarının merkezî teması

olarak belirleyen, proje yürütücülüğünü Aylin Görgün Baran’ın yaptığı 2005 tarihli Yaşlı ve

Aile İlişkileri: Ankara Örneği başlıklı projesidir. Çalışmanın sonuç kısmında, Türkiye’de

geleneklerin de etkisiyle evde bakımın yaygın olduğu söylenmektedir. Ayrıca modernleşme ve

kentleşmeyle birlikte yaşlı bireylere hizmet veren huzurevi gibi kuruluşların sayısının arttığı

görülse de ailenin yanında bakımın, hem yaşlı hem de yetişkin evlatlar tarafından yaygınlıkla

dile getirilen bir durum olduğu belirtilmiştir. Bu çalışmada ayrıca hane halkı, yaşlının durumu

ve bakım hizmeti sunanların durumları da analiz edilmiştir.

Yaşlanma sosyolojisi alanında Türkiye’de yayınlanan bir diğer önemli çalışma; Birleşmiş

Milletler tarafından 2002 yılında Madrid’de düzenlenen Dünya Yaşlanma Asamblesi

sonrasında, hızla yaşlanan dünya nüfusu karşısında yerel, ulusal ve küresel ölçekte alınması

gereken önlemlere ve atılması gereken adımlara ilişkin görüşlerin bir yansıması olarak Devlet

Planlama Teşkilatı tarafından 2007 yılında hazırlanan Türkiye’de Yaşlıların Durumu ve

Yaşlanma Ulusal Eylem Planı’dır.30 Bu planda Türkiye’deki beş yıllık kalkınma planlarında

yaşlılık konusunun nasıl ele alındığı değerlendirilmiş, Türkiye’de yaşlılara götürülen

30 Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye’de Yaşlıların Durumu ve Yaşlanma Ulusal Eylemi, Ankara: DPT, 2007.

Page 385: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

385

hizmetlerin tarihî ve hukukî içerikleri incelenmiştir. Bu çalışmada; yerel yönetimlerce verilen

hizmetlerin değerlendirilmesinin yanı sıra, Avrupa Birliği ülkeleriyle Türkiye’deki yaşlılığa

bakış açıları karşılaştırılmıştır. Ayrıca Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yapmış olduğu

çalışmalara da kapsamlı olarak yer verilmiştir. Ulusal Eylem Planı’nda Türkiye’nin sosyo-

ekonomik, tarihî ve coğrafî özellikleri de dikkate alınarak ülkenin demografik bir analizi

yapılmıştır. Plan kapsamında Türkiye’deki yaşlıların durumu ulusal ve uluslararası mevzuat ve

uygulanan politikalar çerçevesinde değerlendirilmiştir. Yine bu kapsamda ulusal politikalarda

yaşlıların durumu; yaşlanan işgücü, istihdam sorunları, göç, kentleşme, yoksulluk, eğitim gibi

başlıklar ekseninde değerlendirilmiştir.

Yaşlılık dönemine ilişkin beklentilere odaklanan çalışmalardan bir tanesi, proje yürütücülüğünü

Mehmet Aközer’in yaptığı 2011 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından

yürütülen Türkiye’de Yaşlılık Dönemine İlişkin Beklentiler başlıklı araştırmadır. Bu

araştırmadaki bulgular arasında; erkek çocukların yaşlı anne babalarına daha yakın oturdukları,

ancak kız çocuklarıyla daha sık iletişim kurdukları belirlenmiştir. Çalışmada uzun süreli

yardıma ihtiyaç duyanların bu ihtiyaçlarını ailelerinden almayı tercih ettikleri ve sosyal etkinlik

düzeyinin yaş ilerledikçe düşmekte olduğu tespitine ulaşılmıştır. Çalışmanın ulaştığı

bulgulardan diğer bazıları da; yaşlılıkla ilgili temel sıkıntılar olarak ekonomik problemlere, işe

yaramama duygusuna, bağımsızlık kaybına ve yalnızlığa yönelik vurgular olarak sıralanmıştır.

Ayrıca yaşlıların görüşmelerde verdikleri cevaplar arasında Etkinlik Kuramı’nın öncelediği

gibi, ‘ileri yaşta çalışmanın yaşlıları dinç tutacağı’ yanıtı da yer almaktadır.

Türkiye’de yaşlılık alanında yapılan oldukça kapsamlı bir diğer çalışma da, yürütücülüğünü

Prof. Dr. İsmail Tufan’ın yaptığı Türkiye Gerontoloji Atlası (2012) başlıklı çalışmadır. Bu proje

ile Türkiye’deki yaşlıların mevcut durumlarının analizini içeren verilere ulaşılmış ve bu

çerçevede uygulamaya konulması gereken politikaların neler olması gerektiği araştırılmıştır.

Ayrıca yaşlanma ve yaşlılığın farklı boyutları, yaşlanmanın bedensel, sosyal, psikolojik,

kültürel, bölgesel ve diğer yönleri genel bir teorik çerçeve içerisinde daha anlaşılabilir hâle

getirilmeye çalışılmıştır.

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Page 386: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

386

Bu bölümde, insan hayatının önemli bir evresi olan ‘yaşlılık’ konusu ele alınmış ve yaşlılıkla

ilgili belli kavramlar tanıtılmaya çalışılmıştır.

Yaşlılık yalnızca zamanın ilerlemesiyle birlikte insan bireylerin uğradığı fiziksel bir evre

değildir. Aynı zamanda, toplumsal statüler ile ilgili de boyutları vardır. Dolayısıyla, aynı

zamanda toplumsal sonuçları olan bir durumdur. Bölümde, yeni yeni gelişmekte olan bir

araştırma alanı olarak yaşlılık sosyolojisindeki temel kavramlar, yaklaşımlar ve araştırma

yöntemleri üzerinde de durulmaya çalışılmıştır.

Bölüm Soruları

1. Yaşlılarla ilgili olumlu ya da olumsuz yargıların bir listesini yapınız.

2. “Her yaşın kendine özgü kaideleri, vazifeleri ve faziletleri vardır.” J. J. Rousseau’nun

bu sözünü açıklayınız.

3. Yaşlılıkta, insanların ne tür ihtiyaçları ortaya çıkmaktadır? Tartışınız.

4. Yaşlılıkta bireylerin toplumsal rollerinde ve prestijlerinde ne tür değişimler söz konusu

olabilir? Açıklayınız.

5. Toplumsal, psikolojik ve teknolojik değişimlerin kronolojik olarak yaşlılık dönemini

değiştirmiş midir? Tartışınız.

6. “Yaşlılar üretici değil, tüketicidirler.” Sizce bu söz doğru mudur? Gerekçelendirerek

tartışınız.

7. Yaşlı kişiler ne tür toplumsal, psikolojik ve ekonomik sıkıntılar yaşayabilirler?

Açıklayınız.

8. Yaşlıların, yaşlılık dönemlerinde karşılaşmaları muhtemelen problemlerle baş

edebilmelerinde ne tür ilişki ağları ya da kurumlar katkıda bulunabilirler? Nasıl?

Tartışınız.

9. Yaşlılara yönelik ne tür istismarlar söz konusu olabilir? Örnekleyerek açıklayınız.

10. Ülkemizde yaşlıların bakımına yönelik hangi tür hizmetler verilmektedir? Sizce bu

hizmetler yeterli midir? Araştırınız.

Page 387: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

387

14. KÜRESELLEŞME

Page 388: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

388

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

14.1.Küreselleşme nedir?

14.2. Küreselleşmeyi ortaya çıkaran dinamikler ve süreçler nelerdir?

14.3.Küreselleşmenin nitelikleri

14.4.Farklı küreselleşme yaklaşımları

14.5. Küreselleşmeye yönelik lehte veya aleyhte yaklaşımlar

14.6.Küreselleşme-karşıtı hareketler

Page 389: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

389

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

Günümüz dünyasının ‘küresel bir köy’e dönüştüğü tespiti pek çok kişi tarafından

yaygın bir şekilde paylaşılıyor. Hangi ekonomik, sosyal ve teknolojik gelişmeler bu

tanımlamayı haklı kılıyor?

“Dünyanın küreselleştiği bir çağda...” şeklinde başlayan pek çok akademik ya da

siyasî konuşmayı sıklıkla işitiyoruz. “Küreselleşen bir dünya” tanımlaması,

toplumsal hayatımızı hangi noktada ve nasıl etkilemektedir?

Dünyanın küreselleşmesi olgusuyla insanlık tarihi ilk kez 1950 sonrası dönemde mi

karşılaşmaktadır?

Bu bağlamda Pax-Romana, Pax-Ottoman ya da sanayi devriminin etkilerinin dünya

ölçeğindeki etkilerinden söz etmek ve günümüz küreselleşmesiyle benzerlikleri

olduğundan söz etmek mümkün müdür?

Günümüz küreselleşmesi, söz konusu tarihsel örneklerden nerelerde ayrışmakta ve

ne tür farklılıklar sunmaktadır?

Page 390: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

390

Anahtar Kavramlar

Küreselleşme

Zaman-Mekan Sıkışması

Küreselleşme-karşıtı Hareketler

Page 391: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

391

Giriş

Bu bölümde dünya ekonomisi ve siyaseti bakımından küreselleşme ve sonuçları ele alınacaktır.

Küreselleşme dünya çapında karşılıklı bağlantıların etkisinin genişlemesi, derinleşmesi,

hızlanması ve büyümesi olarak tanımlanır. Ancak bu süreç daha çok işbirliğine olanak veren

bir dünya yaratmaktan ziyade kırılma, çatışma ve parçalanmalara da yol açmaktadır. Bu süreç

ulus-devletin çöküşünün habercisi değilse de ulus-devletler açısından önemli neticeler

doğurmaktadır. Küreselleşme, dünya siyasetini dönüştürmektedir. Küreselleşen dünyada güç

artık ulusal ya da bölgesel sınırlar içerisinde düzenlenmemektedir. Bu nedenle egemenlikten

demokrasiye çağdaş siyasi hayatın geleneksel düzenleyici varsayımları ve kurumları üzerine

tekrar düşünmek gereklidir.

Page 392: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

392

14.1. Küreselleşme [‘Globalization’] Kavramının Doğuşu

Ekonomik, siyasal ve akademik çevrelerde, 1990’lı yılların moda terimi olmasına rağmen,

küreselleşme kavramının güncel yaşamda yaygınlıkla kullanılmasının tarihi çok da fazla

gerilere gitmez. Global sözcüğü 400 yılı aşkın bir süredir sıfat olarak “bütün dünya” anlamında

kullanılmakla birlikte, Merriam Webster’s Dictionary’de ‘globalize’ olarak ilk kez 1944’de

kullanılmıştır. Kavramın -globalization, globalizing, globalized gibi- diğer uzantıları ile birlikte

Oxford English Dictionary’de yer alması 1962 yılındadır. 1980’den sonra ise kavram, dünya

dillerinde hızla yaygınlaştı.

Bir kavram olarak kullanılmamış olsa da küreselleşmenin bugünkü anlamına yakın olarak ilk

kez 150 yıl önce Marx ve Engels tarafından Manifesto’da kullanıldığı söylenebilir.1 Akademik

literatürde ise kavramın ilk kullanılışına Marshall McLuhan’ın Understanding Media (1964)

isimli eserinde karşılaşılır. McLuhan çalışmasında küresellik, küreselleşme gibi kavramlara yer

vermezken, global kavramını, “küresel çerçeveleme, sarılma” (global embrace), “küresel köy”

(global village) ve “küresel ateşkes” (global armistice) şeklinde üç kez kullanır. Bununla

birlikte 90’lara kadar küreselleşmeye dair çok fazla çalışma yapıldığı gözlenmez. Çeşitli

elektronik veritabanlarındaki verilerinden hareketle yapılan bir araştırmada, ‘küreselleşme’

(globalization ya da globalisation) konusuyla ilgili asıl çalışmaların 90’lı yıllardan sonra

yapıldığı tespit edilmiştir. 1994’de Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde isminde globalization

teriminin kullanıldığı kitap sayısı 34’ü geçmezken ve bunların hiçbirisi de 1987’den önce

basılmış değilken, 1999’a gelindiğinde bu sayı 693’e ulaşmıştır.2

1 “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor.

Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.

Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi.

Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı.

Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldı ve hala da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün

uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil,

en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün

her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski

gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler

alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin,

çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor.

Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek

olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.” Bkz. Karl Marx ve

Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Eriş Yay., 2003, s. 25-26.

2 Kudret Bülbül, Zor ve Rıza: Küreselleşmeler Arasında Türkiye, İstanbul: Küre Yay., 2009, s. 21. (Bu bölümün

yazımında Kudret Bülbül’ün eserinden geniş şekilde yararlanılmıştır. Yazara, izni dolayısıyla teşekkürlerimi

sunuyorum.)

Page 393: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

393

14.2. Tanımlama Çabaları

Küreselleşmeyi anlamaya ve analiz etmeye, yönelik çalışmalar, siyasetten ekonomiye,

sosyolojiden çevresel etkilere, emperyalist tanımlardan kozmopolitan açılımlara kadar

disiplinler arası çok farklı yaklaşımlara konu olmuştur. Tarihi, kapsamı, geleceği, varlığı ya da

yokluğu üzerine yoğun tartışmaların yaşandığı böylesi bir kavrama yönelik tanımlama

çabalarının farklılık göstermesi herhalde olağandır.

Bilinen tanımlar genel olarak incelendiğinde “zaman-mekan sıkışması” (David Harvey),

“dünya çapında toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması” (Anthony Giddens) “sınırsız toplum”

(Peter Robert Urtmetzer), “liberalizmin küreselleşmesi-gezegen ölçeğinde yayılma” (Edgar

Morin), “iletişim, haberleşme ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı gelişme” (Akbar Ahmad ve

Hastings Donnan) “karmaşık bağımlılık” (John Tomlinson), “dünyanın küçülmesi ve bir bütün

olarak dünya bilincinin güçlenmesi” (Roland Robertson, Johan P. Arnason), “sosyal ve kültürel

düzenlemeler üzerinde coğrafi engellerin azaldığı ve insanların bu azalmanın gittikçe farkına

vardığı bir süreç” (Malcolm Waters), “emperyalizmin yeni bir versiyonu” (Hans-Heinrich

Molte), “Kapitalist ekonomik ilişkilerin dünya yüzeyine yayılması, artan ekonomik ilişkilerin

karşılıklı bağımlılıkları arttırması” (S. Bell, M. Waters), “soğuk savaş sisteminin yerini alan

uluslararası bir sistem” (Thomas Friedman) gibi tanımlar öne çıkmaktadır.

Held, McGrew, Goldblatt ve Perraton onca yoğun tanımlama çabalarına rağmen, yapılan

tanımların yeterince kapsayıcı olmadığına vurgu yaparlar. Onlara göre tatmin edici bir

küreselleşme tanımı, küreselleşmeye dair şu dört unsuru içermelidir: Genişleme, yoğunluk, hız

ve etki. Bu düşünürlere göre, bu dört unsur küreselleşmenin uzamsal-zamansal boyutlarını

oluşturur. Held, McGrew, Goldblatt ve Perraton belirttikleri bu dört unsur çerçevesinde daha

kapsamlı olduğunu düşündükleri şu tanımı önerirler:

Küreselleşme, kıtalar ötesi ya da bölgeler arası güç uygulamaları, etkileşim ve faaliyet ağları

ve akışlarını oluşturan sosyal ilişki ve işlemlerin —genişleme, yoğunluk, hız ve etkileri

açısından bu ilişkilerin değerlendirildiği— uzamsal organizasyonundaki bir dönüşümle

somutlaşan bir süreç (ya da bir süreçler seti) olarak düşünülebilir.3

Pittsburgh Üniversitesi öğretim üyelerinden ve küreselleşme konusunda öne çıkan

düşünürlerden sosyolog Ronald Robertson “dünyanın düzene sokulduğu yollar” olarak gördüğü

ve “ana bileşenleri” diye tanımladığı şu dört temel unsurdan hareketle küreselleşme kavramının

3 David Held, Anthony McGrew, David Goldblatt ve Jonathan Perraton, Global Transformations, Politics,

Economics and Culture, Stanford: Stanford University Press, 1999, s. 16.

Page 394: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

394

çerçevesini ortaya koyar: Benlik, ulus toplumlar, dünya toplumlar sistemi ve insanlık.4 Stuart

Hall ise Robertson’un birbirine eklemlenmiş bu dört temel unsurunu yerel ve küresel olarak

ikiye ayırır. Hall’e göre küresellik “sistemli bir biçimde her şeyi devirip geçen, benzerlik

yaratan bir şey olmaktan çok, aslında tikelcilik aracılığı ile işleyen, tikel mekanları, tikel

etkinlikleri müzakere eden, tikel kimlikleri harekete geçirerek işleyen bir şeydir.” Yerelliğin ve

küreselliğin karşılıklı konumlandırılmasına vurgu yapan Hall için küresellik, küresel egemen

tikelin kendini konumlandırmasından, ‘doğallaştırmasından’ ve diğer azınlıklarla

ilişkilendirmesinden kaynaklanmakta ve eklenmiş tikellerden oluşmaktadır.5

Janet Abu-Lughod “Küreselleşme Üzerine Tartışmalarda Gevezeliğin Ötesine Geçmek”

başlıklı makalesinde, bir makro sosyolog olmasına rağmen, makaleyi hazırlamak için okuduğu

makale ve yazıların çok soyut olmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirir. Ona göre “ipin ucu

kaçırıldığı takdirde küreselleşme üzerine konuşmak bir gevezelikten öteye gidemeyebilir”. 6

Küreselleşme kavramının kapsamı ve sınırlarına ilişkin analitik bir tanımlamanın zorlukları

nedeni ile, bu bağlamda, pratik yansımalarından hareketle ilgili süreci anlamaya, analiz etmeye

çalışan entelektüellerin varlığı da bilinmektedir. Küreselleşmeyi tanımlayabilmenin en iyi

yolunun belki de bu sürecin nerede biteceği üzerinde düşünmek olduğunu belirten Waters,

küreselleşmiş dünyada, kültürel bir entegrasyon olmadan, oldukça geniş bir farklılaşma düzeyi

ile tek bir toplumun olabileceği; merkezi bir hükümetin ve sınırların kalkabileceği; çok

merkezlilik ve kaosun yaşanabileceği; coğrafî temelde yerelliğin yaratacağı sosyal pratik ve

tercihleri sürdürmenin olanaksızlaşacağı üzerinde durur.7 Giddens için ise, küreselleşme bizim

dışımızda, ‘orada’ olup başkalarınca tartışılan ve sadece onları etkileyen değil; ‘burada’ olup

bizi de etkileyen bir süreçtir.8

Tanımlama çabalarında da gözlemleneceği gibi küreselleşme tanımları, ağırlıklı olarak,

“karmaşık bağımlılık”, “küresel karşılıklı bağımlılık”, “(...) artan ekonomik ilişkilerin karşılıklı

4 Roland Robertson, Küreselleşme: Toplum Kavramı ve Küresel Kültür, çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim

ve Sanat Yay., 1999, s. 49-51.

5 Stuart Hall, “Eski ve Yeni Kimlikler, Eski ve Yeni Etnikler”, Anthony D. King (der.), Kültür, Küreselleşme ve

Dünya-Sistemi, çev. Gülcan Seçkin ve Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1998, s. 88-95.

6 Janet Abu-Lughod, “Küreselleşme Üzerine Tartışmalarda Gevezeliğin Ötesine Geçmek”, Anthony D. King

(der.), Kültür, Küreselleşme ve Dünya-Sistemi, çev. Gülcan Seçkin ve Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim ve

Sanat Yay., 1998, s. 167.

7 Malcolm Waters, Globalization, Londra ve New York: Routledge, 1995, s. 2.

8 Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya: Küreselleşme Hayatımızı Nasıl Yeniden Şekillendiriyor?,

çev. Osman Akınhay, İstanbul: Alfa Basın Yay. Dağ., 2000, s. 24.

Page 395: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

395

bağımlılıkları arttırması”, “karmaşık bağlılık” gibi artan çok yönlü ve karşılıklı ilişkilere işaret

etmektedir.

“Karşılıklı bağımlılık, karşılıklı etkileşim” gibi tanımlamalar —Robertson’un birey, toplum,

uluslararası ilişkiler ve insanlık olarak sıraladığı dört temel unsur üzerinden hareket edilirse—

küresel ilişkilerin bir boyutunu açıklıyor gibi görünmekle birlikte, bu ilişkilerin ağırlığını

gizlemekte, eşit düzeyde yatay bir etkileşim ya da bağımlılık ilişkisini ve kendiliğinden bir

süreci çağrıştırmaktadır. Bu boyutu ile birlikte küreselleşme, Jenson’un da belirttiği gibi, aynı

zamanda eşit olmayan güç ilişkilerini de içerir. 9 Küreselleşme, eşit olmayan ilişkileri ve

fırsatları da içerdiğinden, sadece karşılıklılık ya da etkileşim boyutuna vurgu yapan bir tanım

ya da yaklaşım yetersiz görünmektedir.

14.3. Küreselleşmenin Nitelikleri

1. Çok boyutlu bir küreselleşme ya da küreselleşmeler:

Temel dinamiklerinden birisi, belki de en önemlisi ekonomik gelişmeler olması nedeniyle

küreselleşme tartışmalarında ilk başlarda, ekonomik ilişkilere öncelik verildiği,

küreselleşmenin ekonomik küreselleşme olarak görüldüğü söylenebilir.

Ekonomik ilişkilerin önemi yadsınamazken küreselleşme kuşkusuz sadece bir ekonomik

determinizme indirgenemez. Giddens’ın vurguladığı gibi küreselleşme ekonomik olduğu kadar

sosyal, siyasal ve kültüreldir. Askerî, stratejik, çevre kirliliği, hastalıklar, teknolojik vb.

boyutları ile küreselleşme bireysel ve toplumsal yaşamımızın pek çok alanını

ilgilendirmektedir. Bu bağlamda, belki de pek çok düşünürün önerdiği şekilde, bir tek

küreselleşmeden değil, küreselleşmelerden bahsetmek daha anlamlı olabilir. Farklı

küreselleşmelere vurgu yapmak, bu küreselleşmeler arasındaki farkı ortaya koyabilmek

açısından da işlevsel görünmektedir. Gelecekte daha fazla küreselleşmeler görüleceğinden

şüphesi olmayan Yeates, bu durumu, aşağıdaki tablo üzerinde göstermektedir:10

9 Jane Jenson ve Boaventura de Sausa Santos (eds.), Globalizing Institutions, Case Studies in Regulation and

Innovation, Burlington ve Sydney: Ashgate Publishing Ltd., 2000, s. 12-13.

10 Nicola Yeates, Globalization & Social Policy, Londra: Sage Publication, 2001, s. 4-5.

Page 396: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

396

Yeates’in Küreselleşmeler Tablosu

Kategori Ana Unsurlar/Süreçler

1 Finans ve sermaye

sahipliğinin küreselleşmesi.

Finans piyasalarının deregülasyonu, sermayenin uluslararası hareketliliği, şirket

ve müktesebatlarının birleşmelerinin artışı. Hissedarlığın küreselleşmesi ilk

evresindedir.

2 Piyasa ve stratejilerinin

rekabette küreselleşmesi.

İş faaliyetlerinin dünya ölçeğinde entegrasyonu, yurt dışında birleşik (araştırma-

geliştirme ve finansı da içeren) operasyonların gerçekleştirilmesi, küresel yedek

parça kaynağı, stratejik ittifaklar.

3

Teknolojinin, araştırma-

geliştirmenin ve bilginin

küreselleşmesi.

Teknoloji temel katalizördür: Haberleşme ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi

aynı firma ya da farklı firmalar arasında küresel bir ağın gelişmesini mümkün

kılmıştır. Üretime dayanan “toyotaizmin” evrenselleşmesi süreci olarak

küreselleşme.

4

Yaşam biçimlerinin ve

tüketim kalıplarının

küreselleşmesi; kültürün

küreselleşmesi.

Hakim yaşam biçiminin transferi ve yeniden üretilmesi. Tüketim kalıplarının

eşitlenmesi. Medyanın rolü. “Kültürel yiyeceklerde”, “kültürel üretimde”

kültürün dönüşümü. GATT (General Agreement on Tariffs and Trade/Ticaret ve

Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması) kuralları kültür akışına uygulanışı.

5 Düzenleme yetenek-lerinin ve

yönetişimin küreselleşmesi.

Ulusal hükümetlerin ve parlamentoların rolünün azalması. Küresel yönetişim için

yeni kurallar ve kurumlar oluşturmaya yönelik girişimler.

6 Dünyanın siyasal birleşimi

olarak küreselleşme.

Merkezi bir güç tarafından yönlendirilen küresel siyasal ve ekonomik bir sisteme

doğru dünya toplumları entegrasyonunun devlet-merkezli analizi.

7 Yaklaşımların ve bilincin

küreselleşmesi.

“Tek bir yeryüzü” merkezli sosyo-kültürel süreçler. “Küreselleşmeci hareket”.

Dünya yurttaşlığı.

Yeates’in işaret ettiği küreselleşme biçimlerinin ne kadarının yaşanmakta olduğu tartışılabilir.

Bununla birlikte, yanında ya da karşısında ve/veya eleştirel olarak küreselleşme tartışmalarının

ekonomik boyutunun çok ötesinde bu boyutları içerdiği, tartışmaların bu eksende sürdüğü

herhalde yadsınamaz.

2. Zaman-mekan sıkışması:

David Harvey’in zaman-mekan sıkışması tanımlaması küreselleşmenin, yaşamın pek çok

alanındaki etkilerini net bir şekilde özetler gibidir. Harvey bu tanımı ile 1970’lerden sonraki

gelişmelerle değişen üretim ve tüketim biçimlerine (fordizm ve keynesyenizmden post-

fordizme) ve iletişim ve haberleşme teknolojilerinin hızlı gelişiminin yarattığı emek, finans ve

sermaye piyasalarındaki gelişmelere vurgu yapar: Küresel tahvil piyasalarında 24 saat, artık

çok uzun bir zamandır. 11

Küreselleşme sadece ekonomik boyutu ile değil, sosyal ilişkiler, duygusal, ruhsal, suç ilişkileri

ve ekolojik ilişkiler bakımından da karşılıklı bağımlılığı arttırır. Hall, küresel ekonominin ve

ekolojinin karşılıklı bağımlılığına değinir. Çernobil’in zehirli bulutlarının bir ülkeye girişi için

herhangi bir vize ve pasaport gerekmemektedir. Küresel ısınmanın yol açabileceği iklim

11 David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s. 307-341.

Page 397: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

397

değişiklikleri çok uzak ülkeleri bile etkileyebilmektedir. Brezilya’daki yağmur ormanlarının

tahribatı nedeniyle oluşan değişim, Brezilya’nın nerede olduğunu bilmeyen insanların

bölgelerini de etkisi altına alabilmektedir.

Küreselleşmenin etkilerini ifade edebilmesi açısından zaman-mekan sıkışması gerçekten de iyi

seçilmiş bir tanımlamadır. Özellikle teknolojik gelişmelerle birlikte uzaklıklar eski anlamını

kaybetmiş, uzun zaman alan işlemler saniyelerle ölçülebilir bir süre içerisinde yapılabilir hale

gelmiştir. İletişim teknolojileri ile diasporada bulunanların anayurtları ile diyalogları

kolaylaşmış, kendi kimlik ve kültürlerini daha rahat ortaya koyabilmelerinin yolları açılmıştır.

Langworth’a göre küreselleşen bir dünyada artık önemli olan toprak değil, zeka ve iletişimdir.12

Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde sanal ve reel olarak artan iletişim, yerel ve ulusal

kimlik ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmış; uzlaşan, çatışan kimlikler arasında bir kimlik

krizi yaratmıştır. Artık gönüllü ya da zorunlu olarak, gerçek ya da sanal âlemde insanlar tek bir

merkezde, yerde ya da bölgede yaşıyor olmayabilirler. Ulrich Beck birden fazla yerde aynı anda

yaşıyor olmayı çok evliliğe benzetir ve bu durumu “yer poligamisi” olarak adlandırır.13 Bu

durum doğal olarak pek çok değişimi de beraberinde getirecektir.

Küreselleşme ile zamansal ve mekansal sınırların kalkmakta olduğuna ilk işaret eden aslında

McLuhan’dır. “Küresel köy” ifadesi, zaman-mekan sıkışmasını iyi bir şekilde ortaya koyan bir

başka ifadedir. Dünyanın bir bölgesinde görülen bir gelişme, artık hiç ilgisi olmayan çok uzak

yerleri de kolaylıkla etkiler hale gelmiştir. Piyasaların yoğun bir ilişki içerisinde olması

sebebiyle bir ülkedeki ekonomik, politik, askerî bir gelişme ilgisiz bir başka ülkede kriz olarak

karşımıza çıkabilmektedir. Giddens’ın belirttiği üzere “Nelson Mandela’nın bize

komşumuzdan daha tanıdık geliyor” olması, küresel köydeki gelişmelerin bilişsel dünyamızı

da nasıl değiştirdiğini göstermesi açısından ilginçtir. Artan ilişkiler doğal olarak her zaman

olumlu yönde gelişiyor değildir. Hiç ilginiz olmadığı halde dünyanın bir bölgesinde üretilen bir

virüs bilgisayarınızdaki bütün çalışmalarınızı yok edebilir; komşu bir ülkenin gerçekleştirmekte

olduğu kimyasal deneyleri denetleyememesi sonucunda tarlanız ekilemez hale gelebilir ya da

hamile iseniz çocuğunuz sakat doğabilir. İsrail’in Filistinli sivillere yönelik insanlık dışı

saldırılarını canlı yayında izlemeniz psikolojinizi alt-üst edebilir. Ya da güvenlik amacıyla

beslediğiniz ordular, savunma sistemleriniz, devasa saldırı araçlarınız ülkenizi korumaya

12 R. C. Longworth, “A New Kind of War”, Katie Sjursen (ed.), Globalization, H. W. Wilson Company, 2000, s.

92.

13 Ulrich Beck, “Living Your Own Life in a Runaway World: Individualization, Globalisation and Politics”,

Anthony Giddens ve Will Hutton (eds.), Global Capitalism, New York: The New Press, 2000, s. 168.

Page 398: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

398

yetmeyebilir. Sıradan bir insan, sanal ve reel olarak eskiden başka ülkelerin veremeyeceği zararı

bir ülkeye verebilir. Öyle ki, böylesi bir durum gerçekleşirse saldırının nereden geldiğini,

düşmanın kim ya da kimler olduğunu bile bilemeyebilirsiniz. Ülkenize saldıranlara karşı savaş

ilan edersiniz; ama ilan edilen savaş nerede bulunduğu belli somut bir düşmana karşı

olmayabilir. 11 Eylül saldırıları ve sonrasındaki gelişmeler, herhalde daha önceki zamanlar için

ancak bilim-kurgu filmlerine konu olabilirdi. Bu saldırılar sonrasında dünyanın en gelişmiş, en

fazla askeri donanıma sahip ülkesi saldırıların arkasında dünyanın en geri kalmış ülkesinde en

ilkel koşullarda yaşayan bir örgütün bulunduğunu iddia etmektedir. 11 Eylül saldırılarının

arkasında kimlerin bulunduğu ve ABD’nin iddiasının doğruluğu başka çalışmaların konusu

olmakla birlikte, bu olaylar dünyanın zaman ve mekan olarak negatif anlamda da sıkıştığının

bir başka göstergesi gibidir.

3. Sadece ‘orada’ başkalarını ilgilendiren değil, aynı zamanda ‘burada’ bizi de etkileyen bir

süreçtir.

Küreselleşme, gelişmişlik düzeyi ve ekonomik kalkınma gibi öğelerle yakından ilgili olsa da,

sadece başka ülkeleri, bölgeleri ya da insanları etkileyen bir olgu değildir. Giddens’ın ısrarla

vurguladığı gibi küreselleşme sadece ‘orada’ başkalarını ilgilendiren bir süreç değil, aynı

zamanda ‘burada’ gündelik yaşamımızın mahrem ve kişisel yönlerini de etkileyen bir süreçtir.14

Gündelik işlemlerimizin pek çoğunda, bilerek ya da bilmeyerek küreselleşmenin ekonomik,

teknolojik ve kültürel etkileri ile karşı karşıyayızdır. Bilgisayarlarımız aracılığı ile yaptığımız

bankacılık hizmetleri, online alışverişler, hemen hemen her konuda araştırma için

başvurduğumuz internet arama motorları, sinemalarda izlediğimiz diğer ülkelerle aynı anda

gösterime giren filmler, ekranlarda nerede ise canlı olarak izlediğimiz savaşlar güncel

yaşamımızda sıklıkla karşılaştığımız örneklerden bazılarıdır. Öyle ki daha birkaç yıl öncesine

kadar insanların gündeminde hiç olmadığı halde, bugün evlerde, iş yerlerinde okullarda,

hastanelerde, kamu dairelerinde kullanılan bilgisayarın ve internetin olmadığı bir yaşamı nerede

ise hayal bile edememekteyiz.

14 Anthony Giddens, Elimizden Kayıp Giden Dünya, s. 25.

Page 399: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

399

4. Küreselleşme sadece birleştiren, bütünleyen değil; aynı zamanda parçalayan, bölen,

diyalektik bir süreçtir.

Artan küresel düzeydeki bilişim ve hareket yeteneği ve başka yerlerde neler olup bittiğini

gözlemleyebilmek insan yaşamını bir tek yere bağımlı olmaktan çıkarmıştır. Reel ve sanal

olarak yaşanılan bölge ile sınırlı olmamak doğal olarak pek çok değişimi de beraberinde

getirmiştir. Yeni durumla artan çok yönlü ilişkiler bir taraftan daha melez bir kültürün

oluşumunu tetiklerken, aynı süreç, diğer taraftan insanların başkalarından farklılıklarını ortaya

koymalarını ve “ben neyim” sorusuna yanıt olarak kendi kimliklerini inşa etmelerini teşvik

etmektedir. Bu anlamda küreselleşmenin, artan ilişkilerin boyutuna bağlı olarak yerel

kültürlerden kopuşu ve yerel kültürlerin yeniden sahiplenilmesi süreçlerini birlikte içerdiği

söylenebilir. Bu birlikteliğin sınırları küresel kültüre tamamen adapte olmaktan kendisini

gelişmelere tamamen kapayan köktenci yaklaşımlara kadar uzanmaktadır.

Artan küresel düzeydeki bilişim ve hareketliliğin kültürel alanın yanı sıra siyasal alanı da

yeniden biçimlendirdiği söylenebilir. Demokrasi ve insan hakları gibi değerlere bir taraftan

daha yoğun vurgu yapılırken, eş zamanlı olarak mikro-milliyetçiliklerin ve yeni devletlerin

sayısı artmıştır. Birey-devlet-toplum ilişkilerinin gelişen teknoloji ile başka ülkelerde nasıl

kurulduğunu gözlemlemek, içerisinde yaşanılan ülkedeki birey-devlet ilişkilerine karşı duyulan

hoşnutluğu ya da hoşnutsuzluğu daha belirgin hale getirmiştir. Bu bağlamda gelişen

bağımsızlık hareketlerinin bazıları bağımsız bir devleti amaçlarken, IRA, ETA gibi hareketler

hem kendi ülkelerinin bağımsız olmasını isterler hem de bağımsızlıklarını kazanmak için

mücadele ettikleri ülkeyle AB gibi bölgesel bir başka organ içerisinde birlikte bulunmayı

hedeflerler.

Küreselleşme ile birlikte gelen sanal ve reel teknoloji ağırlıklı yaşam biçimlerinin bireyleri

geleneksel yaşam biçimlerinden kopardığı, yüz yüze ilişkileri daha da azalttığı, farklı toplum

kesimlerinin (zengin-fakir, etnik, dinsel farklılıklar) bir arada yaşama oranlarını iyice

düşürdüğü söylenebilir. Bu durumun doğal sonucu, farklı olana karşı duyulan korkudur. Bu

durum, çağdaş kentlerde varlıklı kesimlerin yaşadığı, özel güvenlik sistemleri ile donatılan,

sakinlerinin dışında başkalarının girişine izin verilmeyen sitelerde cisimleşmiştir.

Çağdaş kentlerde zengin ve yoksul kesimlerin yaşam alanlarının gittikçe birbirinden

ayrılmasının yanı sıra, sadece tanıdık insanların özel komşuluklar, özel güvenlik, özel yollar,

özel hastane ilişkilerine dayanan yaşam alanlarının geliştirilmesi ve buna karşılık etnik, sınıfsal

Page 400: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

400

ve dinsel gettolaşma süreçlerini ifade eden bu durum için literatürde Brezilyalaşma kavramı

kullanılmaktadır.15

Sonuç olarak küreselleşme tek yönlü, tarafsız, herkes için ‘iyi’ bir süreç değil; aynı zamanda

bir çatışmalar, uzlaşmalar, birleştirmeler ve parçalanmalar sürecidir. Küresel ilişkiler sadece

bütün insanlığa eşit olanaklar sunan, herkese yeni imkanlar tanıyan değil; ‘kazananlar’ ve

‘kaybedenler’ yaratan bir süreçtir. Farklı ülkelerdeki kazanan grupların gittikçe benzeşmelerini

ve kendi toplumlarının diğer kesimlerinden daha da uzaklaşmalarını sağlayan bir süreçtir.

5. Hegemonyayı da içeren, eşitliksiz bir süreçtir.

Sözcük daha önce biliniyor ve kullanılıyor olmakla birlikte, hegemonya16 kavramının teorik

çerçevede yaratıcısı İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’dir. Hegemonya kavramı,

Lenin tarafından sınıflar arası bir siyasal ittifak stratejisi olarak kavramlaştırılırken, Gramsci bu

kavramın içeriğini tamamen farklılaştırmıştır. Kavram ilk kez Gramsci tarafından “egemen

sınıfın bir egemen olma pratiği” şeklinde tanımlanmıştır. 17 Hegemonya temel egemen sınıfın

onaya dayalı kültürel ve moral önderliği olarak ifade edilebilir. Kavram Gramsci’nin siyasal ve

ideolojik düşüncesinin örgütleyici odağıdır ve “rızanın örgütlenmesi” olarak anlaşılabilir.

Gramsci’de hegemonya ve sivil toplum birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Hegemonya sivil

toplumda kurulur. Gramsci —toplumsal hegemonyayı, kapitalist toplumlardaki toplumsal

düzeni korumanın temel bir aracı olarak güç kullanımından ayırarak— hegemonyayı üstyapının

özel ya da devlet-dışı düzeyine yerleştirir. “Kapitalist hegemonya” kavramına karşı “karşı-

hegemonya” kavramını üreten Gramsci’de hegemonya ekonomik ve determinist bir zorunluluk

değil; mücadele edilerek değiştirilecek, yeri alınabilecek, oluşturulabilecek bir süreç olarak

anlaşılmıştır.

15 Mike Featherstone, Undoing Culture, Globalization, Postmodernism and Identity, Londra: Sage Publication,

1995, s. 9.

16 Hegemonya kavramının Gramsci öncesinde çok uzun bir geçmişinin olduğu söylenebilir. Gegemonia terimi

1890’lardan 1917’ye Rus sosyal-demokrat hareketinin en temel siyasi sloganlarındandı. Ancak Devrim

başarıya ulaşınca önemini yitirdi. Kavram ilk olarak Plekhanov’un 1883-84 yazılarında belirir ve Rus işçi

sınıfının çarlık rejimine karşı sadece ekonomik değil, siyasi mücadele de vermesi gerektiği anlamında

kullanılır. Bkz. Perry Anderson, Gramsci, Hegemonya, Doğu-Batı Sorunu ve Strateji, çev. Tarık Günersel,

İstanbul: Alan Yay., 1988, s. 29-36.

17 Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni, Yanlış Bilinç ve Hegemonya’dan Söyleme, Ankara: İmge Kitabevi,

1997, s. 30.

Page 401: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

401

Karşılıklı bağımlılık ya da etkileşim süreci olarak tanımlanan küreselleşme, aynı zamanda güç

ilişkilerini de içeren bir süreçtir. Güç ilişkilerinin zora dayanan emperyalist bir boyutu

bulunmaktadır. Bu bağlamda küreselleşme sadece kazananlar değil; kaybedenler de

yaratmaktadır. Hatta küreselleşmenin gelir dağılımını olumsuz etkilediği için daha fazla

kaybedenler yaratan bir süreç olduğu da ileri sürülebilir.

Özetle, küreselleşme ya da küreselleşmeler bazı boyutları ile (örneğin ekonomik ve askeri

küreselleşme) güç ilişkilerinin yoğunluklu olarak etkilediği, ama bazı boyutları ile de (örneğin

teknolojik küreselleşme) daha kendiliğinden ilişkilerle gelişen bir süreçler setidir.

14.4. Küreselleşmeyi Tetikleyen Faktörler

Küreselleşme gibi yaşamın pek çok boyutunu (ekonomik, politik, kültürel, sağlık, askeri,

stratejik, dinsel, cinsel, estetik, sanat vb.) kuşatan bir tartışmanın temel dinamikleri, itici

faktörleri doğaldır ki bir ya da birkaç etmenle açıklanamaz. Ama literatürde küreselleşmeyi

doğuran nedenlerle küreselleşmenin neden olduğu sonuçların birbirine karıştırıldığı

gözlenmektedir. Örneğin, kültürel gelişmeleri küreselleşmenin temel faktörleri arasında

görmemek daha doğru olacaktır. Bununla birlikte, bir sonuç olarak kültürel gelişmeler,

küreselleşme ile gelen en temel farklılıklardan birisi ve belki de ilkidir.

Bu çerçevede küreselleşmenin itici güçleri olarak ekonomik faktörler, bilimsel ve teknolojik

gelişmeler ve ideolojik nedenler sayılabilir. Küreselleşmeyi ortaya çıkaran nedenleri

açıklamaya çalışılırken, bir süreç ve kavram olarak küreselleşmenin herkes tarafından

benimsenmediğini de belirtmek yerinde olacaktır.

14.4.1. Ekonomik Faktörler

20. yüzyılın ikinci yarısından sonra finans, sermaye, emek piyasalarında ve uluslararası

ticaretin içeriği ve hacminde yoğun değişimlerin yaşandığı ve yakın zamanları ilgilendiren

küreselleşme, bilgi toplumu, post-fordizm gibi kavramların bu ekonomik değişimlere dayandığı

yaklaşımı sosyal bilimlerin pek çok alanında sıklıkla dile getirilen bir tezdir.

Son on yılların en önemli ekonomik gelişmesinin artan uluslar-arasılaşma olduğu yaygınlıkla

dile getirilir. Uluslar-arasılaşma yeni bir şey olmamakla birlikte, önceki dönemlerin

hammadde ya da yiyecek değişimlerini öngören ilişkilerinden oldukça farklıdır. Bu yeni durum,

Page 402: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

402

sadece sınır ötesi ticaretin artması ile sınırlı değildir; ulusal ekonomilerin parametrelerini de

değiştirmektedir.

20. yüzyılın son çeyreğinde ülke ekonomilerini ilgilendiren makro düzeyde gözlemlenen

önemli bir gelişme de borsalar yolu ile sanal piyasaların oluşmasıdır. Bu yolla ülke ekonomileri

dış ekonomik ilişkilere ve etkilere daha açık hale gelmiş ve hükümetlerin ve şirketlerin

ekonomik gelişmeleri ilgilendiren tasarrufları ülke sınırlarını aşmıştır. Bu durum doğal olarak

ülke ekonomilerini pek çok spekülatif hareketlere de açık hale getirmiştir.

Makro düzeydeki sanal piyasaların yanı sıra, teknolojik değişimlerle gelen mikro düzeydeki bir

başka yenilik sanal ticaretin yayılmasıdır. Hutton ve Giddens, bu durumu weightless economy

(ağırlıksız, hafif ekonomi) olarak tanımlar.18 Artık bir bilgisayar ve telefon aracılığı ile pek çok

mal ya da hizmetin oturduğumuz yerden satın alınabilmesi söz konusudur. Bugün havayolları,

sinema, tiyatro biletleri, birinci ve ikinci el pek çok mal ve hizmet alımı ve satımı, faturaların

ödenmesi gibi alanlarda kullanılan e-ticaret gün geçtikçe güncel yaşamın pek çok alanını

kuşatmaktadır. E-ticaretin toplam ticaret içerisindeki hacmi gün geçtikçe artmaktadır.

Robert Reich üretimin uluslararası bir bileşim olduğunu belirterek bu bileşimi bir örnekle

ortaya koyar:

Bir Amerikan vatandaşı General Motors’dan (GM) bir Pontiac le Mans satın aldığında farkına

varmadan bir uluslararası işleme girmektedir. GM’a ödenen 20.000 doların yaklaşık 6 bin

doları rutin emek ve montaj işlemleri için Güney Kore’ye, 3.500’ü gelişmiş komponentler

(montaj, dingil, elektronik parçalar) için Japonya’ya, 1.500’ü stil ve tasarım mühendisliği için

Almanya’ya, 800’ü küçük komponentler için Tayvan, Singapur ve Japonya’ya, 500 doları

reklam ve pazarlama hizmetleri için İngiltere’ye ve yaklaşık 1.000 doları veri işleme için

İrlanda’ya ve başka bir küçük ülkeye gitmektedir.19

Gündelik yaşamımızı yakından ilgilendiren bu gelişmelerin en temel aktörü çok uluslu

şirketlerdir denebilir. Bir tek ülke, ulus ya da bölgeye dayanmayan, farklı dil, din, kültür ve

ırktan insanları farklı bölgelerde barındıran çok uluslu şirketler sahip oldukları donanım ve

ticaret hacimleri ile önceki şirketlerle neredeyse kıyaslanamaz hale gelmişlerdir. Küresel

ekonominin temel aktörlerinden çok uluslu şirketlerin öncülüğünü ise bir kaç yüz şirket

yapmaktadır. En tepedeki 300 şirketin toplam varlıkları, kabaca tüm dünyadaki üretim

varlıklarının dörtte birini oluşturmaktadır ve şirketler daha önce hiçbir imparatorluğun ya da

18 Will Hutton ve Anthony Giddens, “Anthony Giddens and Will Hutton in Conversation”, Global Capitalism,

s. 1-2.

19 Robert Reich, “Küresel Ağlar”, Mustafa Özel (der. ve çev.), Küresel Rekabet, İstanbul: İz Yay., 1994, s. 54.

Page 403: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

403

ulus-devletin başaramadığı ölçüde bir ekonomik küreselleşmeyi şimdiden sağlamış

durumdadır. Bazı şirketlerin yıllık toplam satışları pek çok ülkenin yıllık gayr-ı safi milli

hasılasını geçmiş durumdadır.

Yerel, ulusal ve uluslar-üstü sınırları aşan çok uluslu şirketler politik kurumlar karşısında daha

güçlü duruma gelmekte, bu şirketler üzerinde ulusal denetim ve etkiler giderek zayıflamaktadır.

Küreselleşmiş bir ekonomide, ekonomik ve politik karar merkezlerinin örtüşmemesi yoğun bir

yetki bunalımı doğuracaktır. Ulusal iktidarların çok uluslu şirketler karşısında yeterince güçlü

olamamalarının bir başka sonucu da, seçimle gelen iktidarların kendi uluslarına karşı

sorumluluklarını yerine getirmede karşılaşacakları zorluklar ve bunun doğuracağı temsil ve

meşruiyet krizidir.

Küreselleşmenin birey, toplum ve devlet üzerinde yaratabileceği kolaylıklar ve tehlikelerin yanı

sıra, kimi düşünürlere göre, artan ekonomik üretimden kaynaklanan küreselleşme dünya

nüfusunun büyük çoğunluğunu tehdit etmektedir. Çalışabilir durumdaki nüfusun %20’si

gelecek yüzyılda dünya ekonomisinin canlı tutulmasına yetecektir ve geri kalan %80’i işsiz

kalacaktır. Dışlanan, işsiz kalan %80 nüfusu teskin için ise Jimmy Carter’ın danışmanlarından

Brzezinski, tittytainment20 kavramını önerir. %80’lik gergin nüfusun ancak, insanı düşünceden

uzak tutan eğlenceler ve yeterli beslenme ile denetim altına alınabileceği düşünülmektedir.

14.4.2. İletişimsel ve Teknolojik Gelişmeler

20. yüzyılın son çeyreğinde baş döndürücü bir hızla gelişen teknoloji kimi düşünürler için —

bilgisayar çağı, enformasyon çağı, bilgi toplumu vb. adlandırılan— yeni bir çağın/toplumun

habercisidir. Alvin Toffler, Peter Drucker gibi fütüristler, bu yeni teknoloji ile geleceğin, Sanayi

Devriminin yarattığı toplumsal dönüşümden çok daha büyük bir değişim ve dönüşüme gebe

olduğunu ifade ederler. Drucker’a göre insanlık 1680’de buharlı makineyi icat eden Dennis

Papin’den bu yana dört önemli girişimcilik dönemi geçirmiştir: 17. yüzyılda başlayıp 18. yüzyıl

ortalarına kadar süren Ticaret Devrimi; 18. yüzyıldan 19. yüzyıl ortalarına kadar süren Sanayi

Devrimi; 1870’lerde başlayan ve elektrik, telefon, çelik, kimya sanayileri vb. içeren Yan-

Sanayiler Dönemi ve enformasyon ve biyolojinin başlattığı içinde yaşadığımız dönem.

Drucker’ın “kapitalist ötesi toplum = bilgi toplumu = kuruluşlar toplumu” olarak adlandırdığı

20 Amerikan İngilizcesinde ‘kadın göğüsleri’ anlamındaki argo tits ile ‘eğlence’ anlamındaki entertainment

sözcüklerinin birleşiminden oluşan bir tabir. Brezinski, bu sözcük ile, sütü ile bebeğini teskin eden bir anneyi

çağrıştırmak ister.

Page 404: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

404

dördüncü girişimcilik dalgası ekonomide, politikada, eğitimde kısacası toplumsal yaşamın

bütün alanlarında önemli değişimlere neden olacaktır.21

Pek çok bilim adamı için küreselleşmenin temel itici unsuru bilimsel ve teknolojik gelişmeler,

dünya çapında yaşanan iletişim devrimidir. 1964’de McLuhan, teknolojik gelişmelerle gelen üç

bin yıllık bir tarihten sonra Batı dünyasının patlamakta olduğunu belirtir. McLuhan’a göre

mekanik çağda mekânsal olarak bedenlerimizi genişlettik. Elektrik teknolojisinin üzerinden

100 yıldan fazla bir zamanın geçtiği bugün, merkezî sinir sistemimiz zamansal ve mekânsal

sınırları yıkarak, küresel bir çevrelemeye ulaştı ve hızla insanlığın son gelişmesine

yaklaşmaktayız. Bilincin genişlemesi küreselleşme olarak adlandırılsın ya da adlandırılmasın,

daha pek çok düşünüre göre 1960’lar sonrasındaki çoğu gelişmenin temelinde öncelikle

bilimsel ve teknolojik gelişmeler ile enformasyon teknolojileri vardır.

Bilimsel ve teknolojik ilerlemeyle ifade edilen gelişmelerin başında bilgisayar teknolojisi ve

internet gelmektedir. Savaş teknolojisinden hastanelere, eğitim alanlarından eğlence sektörüne,

sinemadan tiyatroya yaşamın farklı alanlarına girerek hayatı pek çok açıdan kolaylaştıran

bilgisayar, hayatı kolaylaştırdığı kadar karmaşık hale de getirmiştir. Bilgisayar teknolojisi

gündelik yaşamı boydan boya etkilemekle kalmamış, beraberinde pek çok mesleğe son verirken

yeni pek çok mesleğin de doğuşuna öncülük etmiştir.

Bilgisayar teknolojisi ile birlikte gelişen internetin mazisi ise aslında çok eski değildir. İnternet

ile ilgili ilk adım 1969 yılında Amerikan Savunma Bakanlığının askerî projesi çerçevesinde

atılır. NSF (National Science Foundation [Ulusal Bilim Kurumu]), 80’li yılların ortasında ulusal

bilgisayar ağı işletmesini devlet desteği ile üstlenir ve NSF Net çerçevesinde bir omurga

oluşturulur ve askerî bilgisayar ağı MILNET’den ayrılır. 1985’de NSFNET’e bağlı olan

bilgisayar sayısı 2000 kadardı. 1990’da WEB keşfedilince ilk özelleştirmeler başladı. İnternet

daha önceleri akademisyenlerin birbirleri ile yazıştıkları ilkel bir ortam iken WEB ile internet

üzerinde ticaret imkanları da gelişti. Bu kadar kısa bir tarihe sahip olmasına rağmen

bilgisayarların ve internet ağlarının yerine getirdiği işlevler dikkate alındığında, baş döndürücü

teknolojik gelişmelerin devam etmesi durumunda, dünyanın geleceğinin bugünkünden çok

daha farklı olacağı açıktır.

Teknolojinin gelecekte alacağı boyut bir tarafa, bugünkü konumu bile yaşamımızı derinden

etkilemektedir. İnternet teknolojisiyle birlikte e-mail ile başlayan ve e-devlet, e-ticaret, e-

21 Peter F. Drucker, Yeni Gerçekler, çev. Birtane Karanakçı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1993, s. 262-263.

Page 405: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

405

medya, e-yaşam, e-üniversite, e-kitap, e-radyo gibi değişik alanlardaki elektronik gelişmelerin

getirdiği/getireceği değişimler artık rahatlıkla gözlemlenebilir niteliktedir.

Bilgisayar teknolojisinin gelişimi bireyler arasındaki kültürel etkileşimi olabildiğince

hızlandırdı. Telekomünikasyon maliyetlerinin düşüşü ile birlikte gerek ülke içerisindeki ve

gerekse ülkeler arasındaki yazılı, sesli ve görüntülü iletişim oldukça arttı. Giddens’ın verdiği

bir örnek, kültürler arası iletişimin hızını gözler önüne sermektedir:

“Bir arkadaşım Orta Afrika’daki köy yaşamı konusunda çalışıyor. Birkaç yıl önce alan

çalışmasını yürütmeyi amaçladığı uzak bir bölgeye ilk defa gitmiş ve daha oraya vardığı gün

bir ev eğlencesine davet edilmiş. Hemen akla geleceği üzere arkadaşım orada, dış dünyadan

yalıtılmış durumdaki bu topluluğun kendisine özgü geleneksel eğlenceleri hakkında bir şeyler

öğrenmeyi umuyormuş. Oysa gecenin sebebi Basic Instinct [Temel İçgüdü] filminin videoda

topluca seyredilmesinden başka bir şey değilmiş. Üstelik film henüz Londra’da bile sinemalara

gelmemişken!”22

Teknolojik gelişmelerin, siyasal anlamda olmasa da, bazı alanlarda ulusal sınırları ortadan

kaldırdığı, ulusal egemenlikleri tartışmalı hale getirdiği söylenebilir. Sanal ortamda ülke dışına

çıkışı önlemek için iktidarlar vize ve pasaport gibi yasal zorunluluklar koyamamaktadır.

Günümüzde ulusal kimlik, ulusal bilinç inşası ve kültürel kontrol eskisi kadar kolay

görünmüyor. Devletlerin uydular, faks makinaları, bilgisayar ağları gibi dijital iletişim

araçlarını kontrol etme olanakları şimdilik oldukça sınırlıdır.

İletişim teknolojisi ve araçları kontrollerinin zorluğu, düşük maliyetleri, ticarî işlem

maliyetlerini düşürmeleri, idarî işlemleri ve bürokratik engelleri azaltmaları sebebiyle özgürlük

alanını genişletmektedir.

Söz konusu gelişmelerin sayılan olumlu etkilerine karşılık muhtemel olumsuz etkileri de dile

getirilmektedir. Mesela, global iletişim devrimi nedeniyle belirginliği artan eşitsizlik, tarihin

hiçbir döneminde bugünkü kadar görülebilir olmamıştı. Ayrıca, insanlar artan bir oranda, özel

yaşamlarının internet tarafından tehdit edilmesinden de endişe duymaktadırlar.

Enformasyon teknolojisi, toplumda, sosyal iktidarın fiilen az sayıda karar alıcının elinde

toplanmasına ve böylece egemen grup ya da iktidarların konumlarını pekiştirmelerine sebep

olabilir. Enformasyon teknolojisi bir “kitle demokrasisi” yaratmaktan çok, geniş toplum

kesimlerini manipule eden bir kontrol aracına dönüştürülebilir. İtalya eski Başbakanı

Berlusconi’nin İtalya’da medya gücünü büyük oranda elinde tutması ve bu yolla iktidara

22 Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, s. 19.

Page 406: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

406

gelmesi, bu duruma örnek gösterilebilir. Antony Giddens’a göre bilim ve teknolojinin gelişimi

daha istikrarlı, düzenli, denetlenebilir, kontrol altına alınabilir bir dünya öngörüsünün tersine,

giderek denetimimizden çıkan, elimizden daha fazla kaçıp giden bir dünya yaratmaktadır;

küresel ısınma, elektronik riskler bunlardan bazılarıdır.23

Son olarak, iletişim ve teknolojideki gelişmeler küreselleşme bağlamında değerlendirmek

gerekirse, bu gelişmelerle birlikte bireyler, topluluklar ve ulusların ulusal iktidarlar tarafından

kontrol edilebilme olanaklarının azaldığı söylenebilir. Bununla birlikte ulus-ötesi ya da

uluslararası iktidarların etkilerine karşı birey, topluluk ve toplumlar daha açık hale gelmiştir.

Ayrıca bilgisayar ve internet gibi teknolojik araçların maliyeti düşük olmakla birlikte ulusal

düzeyde kitle iletişim araçlarına sahip olabilmek, bu düzeyde sesini duyurabilmek sokaktaki

vatandaş için oldukça zordur. Kitle iletişim araçlarının gelişen teknolojiyle birlikte artan

maliyeti sebebiyle bu alanda ulusal ve ulus-ötesi düzeyde görülen tekelleşme, birey ve

toplulukları eskisinden daha rahat manipüle edebilme olanağı sağlamaktadır. Bu durum da

ulusal ve uluslararası düzeyde yerleşik her türlü iktidarın karşısında yer alan muhaliflerin

konumlarını —içselleştirme-marjinalleştirme yöntemleri de dahil— daha da zorlaştırmakta ve

muhalif kalmanın maliyetini ağırlaştırmaktadır.

14.4.3. İdeolojik Nedenler

Kuşkusuz bireyler, toplumlar ve kültürler arası siyasal, ekonomik, kültürel ilişkiler ve

alışverişler 20. yüzyıla özgü bir gelişme değildir. Malcolm Waters modernleşme öncesi

Hıristiyanlık, İslam, Budizm, Konfüçyanizm, Hinduizm gibi büyük dinlerin toplumlar

üzerindeki homojenleştirici etkilerine işaret eder. Waters’a göre diğer dinlere oranla İslam ve

Hıristiyanlık daha fazla globalleştirici etkiye sahiptir. Waters bu etkiye ümmet inancını örnek

verir. 12. ve 15. yüzyıllar arasındaki Arap ve Osmanlı ilerleyişi karşısında Hıristiyanlığın

tutunamaması Protestan reformcuların Hıristiyanlık eleştirilerini kolaylaştırmış ve bu durum

Batı globalleşmesine katkıda bulunmuştur.24

Modernite sonrasında ise küreselleşmenin itici gücü olarak ağırlıkla kapitalizme vurgu

yapılmaktadır. 1960’lı yıllarla birlikte ulus-devletin zayıfladığını ve dünyanın yeni bir sürece

girdiğini düşünen Gerald Delanty için bu süreçteki temel güç iletişim teknolojisi değil,

23 Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, s. 14.

24 Malcolm Waters, Globalization, s. 124-127.

Page 407: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

407

kapitalizm ve demokrasidir.25 Malcolm Waters da, küreselleşmenin ön gelişmelerini özetlediği

eserinde, Delanty’ye paralel olarak küreselleşmenin temel dinamiği olarak kapitalizmin

doğuşuna vurgu yapar.26 Liberal demokratik devletin doğuşu ve kapitalist ekonomik sistemle

birlikte demokrasi, yurttaşlık, yurtseverlik, refah gibi kavramlar ve liberal devletle birlikte

araçsal rasyonellik, bireysellik, bireyin önceliği, mülkiyet gibi kavramlar öne çıkmıştır.

Kapitalizmin yaşanan gelişmeler üzerindeki katkısı göz ardı edilmeden, Waters ve

Robertson’un işaret ettiği İslam ve Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerin küreselleştirici etkisini

ve 19. ve 20. yüzyıllardaki diğer ideolojik hareketlerin ve özellikle sosyalizmin katkısını da

dikkate almak gerekir. Marx ve Engels başta olmak üzere sosyalist düşünürlerin geliştirdiği

eleştiriler, kapitalist ülkelerde sosyal ya da refah devleti uygulamalarını tetiklemiştir. Ayrıca

dünyanın sosyalist ve kapitalist blok olarak ikiye ayrılması, blok ülkeleri arasındaki askerî,

ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda yoğun bir ilişkiye ve bu ilişkinin doğal sonucu

olarak yakınlaşmaya neden olmuştur. Bu çerçevede sosyalizmin enternasyonal bir ideali dünya

çapında gerçekleştirmeyi öngörmesi, düşünce ve kültür alanında küresel iletişimin gelişmesine

ve farklı toplumlar arasında ortak bir felsefî ve siyasî tutumun yaygınlaşmasına katkıda

bulunmuştur.

14.5. Küreselleşmeye Karşı Çıkışlar

Küreselleşmenin temel dinamiklerini içeren yukarıdaki tartışmalara bakılınca, yaşanan

gelişmelerin küreselleşme olarak adlandırılmasına, daha doğrusu ekonomik, siyasal ve kültürel

bir küreselleşme sürecinin yaşandığına yönelik herhangi bir itirazın olmadığı düşünülebilir.

Oysa diğer alanlarla birlikte, artan ticaretin ve ekonomik ilişkilerin ekonomik bir

küreselleşmenin nedenleri olduğuna yönelik yoğun itirazlar dile getirilmektedir. Bu karşı

çıkışların iki temel kalkış noktası vardır:

14.5.1. Bir Mit Olarak Küreselleşme

Hirst ve Thompson, bugün küreselleşmenin nedenleri arasında gösterilen pek çok ekonomik

ilişkinin geçmişte bazı alanlarda daha yoğun biçimde yaşandığı gerekçesi ile küreselleşmenin

25 Gerald Delanty, Citizenship in a Global Age: Society, Culture, Politics, Buckingham/Philadelphia: Open

University Press, 2000, s. 92-93.

26 Malcolm Waters, Globalization, s. 36.

Page 408: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

408

yeni bir süreç olduğuna karşı çıkarlar. Küreselleşme Sorgulanıyor’un yazarları Hirst ve

Thompson’a göre küreselleşme, “ülkeler arasında büyük ve artan bir ticaret ve sermaye

yatırımının gerçekleştiği açık bir uluslararası ekonomi” şeklinde yorumlanırsa, küreselleşmiş

bir dünya ekonomisi ilk kez 19. yüzyılın ikinci yarısında görülmüştür. Binlerce mil uzaklıktaki

şehirler arasında günlük ticareti ve fiyat belirlemeyi olanaklı kılan 1860’lardaki denizaltı telgraf

kabloları, günümüzün elektronik ticaretinden daha büyük bir yeniliktir. 27 1870-1914 yılları

arasındaki uluslararası ekonomik ilişkiler hiç de azımsanamayacak bir boyuttaydı ve benzer bir

ilişki düzeyine ancak yakın tarihlerde tekrar ulaşılabilmiştir. Hirst ve Thampson’a göre

küreselleşme ekonomik ilişkiler bakımından yeni olmadığı gibi, ekonomik güçler bakımından

da yeni değildir. 1914 öncesinde Avusturya-Macaristan, Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya,

Japonya ve ABD olarak yedi temel ülke vardı. Bugün de bu ülkeler G-7 adı altında toplanmış

durumdadırlar. Aradaki fark, Avusturya-Macaristan’ın yerini Kanada’nın almış olması ve

Rusya’nın fakirleşen sekizinci güç olarak gözlemci statüsüyle masaya katılmasıdır.28

Hirst ve Thompson ekonominin uluslar-arasılaşmasının artmış olduğunu kabul etmekle birlikte,

bu sınırları aşan bir küreselleşme beklentisinin ancak bir mit olabileceğini ileri sürerler. Onlara

göre bugün büyük ölçüde uluslar-arasılaşmış ekonominin belli bir evveliyatı vardır.

1860’lardan beri görülen farklı konjonktürlerden birisidir; hatta bazı yönleriyle mevcut

uluslararası ekonomi 1870-1914 yılları arasındaki rejimden daha az açık ve daha az

bütünleşmiştir. Gerçek ulus-ötesi şirketlere görece az rastlanacağını, şirketlerin çoklukla ulusal

temelli olduğunu ve yerel üretimlerin çokuluslu ticaret yaptığını belirten bu düşünürlere göre,

gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru bir sermaye akışı da söz konusu değildir.

Yabancı sermaye akışı daha çok gelişmiş endüstriyel ekonomiler arasındadır. Bu nedenlerle

dünya ekonomisi gerçekten küresel olmaktan çok uzaktır. Ticaret, yatırım ve finansal hareketler

Avrupa, Japonya ve Kuzey Amerika’da toplanmış durumdadır. Sonuç olarak ulusal

ekonomileri ortadan kaldırmaya ya da uluslararası düzeyde yeni ekonomik yönetişim birimleri

ortaya koymaya yönelik küresel bir ekonomik düzenden söz edilemez.

27 Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, çev. Çağla Erdem ve Elif Yücel, Ankara: Dost

Kitabevi, 1998, s. 233.

28 Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, s. 8-9.

Page 409: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

409

14.5.2. Küreselleşme=Emperyalizm

Yukarıdaki pratik gerekçelerden hareketle küreselleşmenin yeni bir durum olmadığını

düşünenlerden farklı olarak pek çok düşünür, küreselleşmenin teorik olarak da yeni olmadığını

ileri sürer. Bu düşünürlere göre küreselleşme, emperyalizmin yeni bir versiyonudur.

Kagarlitsky’ye göre küreselleşme, emperyalist ve kolonyalist söylemlerin üstünü örtmüştür.29

Merkezin hegemonyası şimdi yeni metotlarla uygulanmaktadır. “Globalleşmenin

Kavramsallaştırılması” isimli yazısında Nyang, küreselleşmenin coğrafî keşiflere kadar geri

götürülebileceğini, çünkü sömürgeleştirmenin keşiflerle başladığını belirtir. Nyang,

küreselleşme ile gelen BM, uluslararası örgütler ve kurumları “galip gelenin adaleti” olarak

adlandırır ve bu kurumlar aracılığı ile yürüyen değerler küreselleşmesini, emperyalizmin ve

sömürgeciliğin bir ürünü olarak görür.30

14.6. Küreselleşmeye Farklı Yaklaşımlar

Küreselleşme farklı toplumsal kesimler, sektörler, ülkeler ve farklı deneyimlere sahip bireyler

tarafından çok farklı değerlendirmelere, tavır alışlara, yandaş ya da karşıt yaklaşımlara konu

olabilmektedir. Küreselleşme gibi kazanan ve kaybedenler yaratan bir süreç karşısında, bu

farklı tavır alışları olağan karşılamak gerekir. Meksika, Küba ya da Avustralya yerlileri “küresel

keşf”in yararları ve maliyetleri konusunda negatif düşünceler taşıyabilirler belki, ama Marco

Polo, Magellan, Colombus, Captan Cousteau’nun izleyicileri Avrupalı işadamları için bu

gelişmeler son derece ‘kahramanca’ ve ‘asil’dir. Yine Bill Gates ya da Rupert Murdoch’un

deneyimleri ile Meksika, Çin ya da benzeri ülkelerdeki serbest ticaret bölgelerinde çok düşük

ücretlerle çalışan kadın ve çocukların küreselleşmeye ilişkin değerlendirmeleri aynı

olmayacaktır.

Küreselleşmeye karşı tavır alışlar ya da farklı küreselleşme yaklaşımlarını özetle aşağıdaki gibi

sınıflandırmak mümkündür:

29 Boris Kagarlitsky, The Twilight of Globalization: Property, State and Capitalism, Londra: Pluto Press, 2000,

s. 97.

30 Süleyman Nyang, “Globalleşmenin Kavramsallaştırılması”, Globalleşme Bir Aldatmaca mı?, çev. Havva

Karakuş-Keleş, İstanbul: İnkılab Yay., 2002, s. 14-15.

Page 410: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

410

14.6.1. Aşırı Küreselleşmeciler (Kenichi Ohmae, William Greider, Howard V. Perlmutter)

Aşırı küreselleşmecilere göre küreselleşme, insanlık tarihinin geleneksel ulus-devletin doğasını

kaybettiği ve hatta “küresel ekonomi” içerisinde işlevini yitirdiği yeni bir çağıdır. Küreselleşme

ulus-ötesi üretim, ticaret ve finans ağı yoluyla ekonomilerin ulusallığını bozmaktadır. ‘Sınırsız’

bir ekonomi içerisinde ulusal hükümetlerin konumu, küresel ve güçlü yerel kuruluşlar

arasındaki işlemlerin havalesinden öte bir şey değildir.

Aşırı küreselleşmecilerin kendi aralarında da önemli görüş ayrılıkları vardır: Neo-liberaller

bireysel otonomilerin ve piyasa ilkelerinin devlet gücüne üstünlüğünü memnunlukla

karşılarken, radikaller ya da neo-Marksistler için çağdaş küreselleşme baskıcı küresel

kapitalizmin zaferidir. Aralarındaki ideolojik farklılıklara rağmen, küreselleşmeden her iki grup

da temel olarak ekonomik küreselleşmeyi anlarlar. Onlara göre bugün artan bütüncül küresel

ekonomi ile karşı karşıyayız ve küresel sermayenin gereksinimleri bütün hükümetler üzerinde

neo-liberal bir ekonomik disiplin empoze etmektedir.

Geleneksel güney-kuzey ayırımının anlamını yitireceğini düşünen aşırı küreselleşmeciler,

küresel ekonominin kazananlar ve kaybedenler yaratacağını savunurlar. Bununla birlikte,

küresel ekonomi yarışan taraflar için sıfır toplamlı bir oyun olmak zorunda değildir. Öte yandan

aşırı küreselleşmeciler içerisindeki neo-liberaller için küreselleşme bir “küresel uygarlık” iken,

radikaller için bir “piyasa uygarlığı”dır.

14.6.2. Küreselleşme Karşıtları

Küreselleşme karşıtlarına göre 19. yüzyıldaki ticaretin, yatırımın ve emek gücünün dünya

yüzeyindeki akışkanlığı daha fazladır. Bu anlamda bugün yaşanan bütünleşmiş bir dünya

ekonomisi değil, olsa olsa ağırlıklı olarak ülke ekonomilerinden oluşan bir uluslar-

arasılaşmadır. Pek çok düşünür için eğer hali hazırdaki ekonomik gelişmeler bir şeyler

gösteriyorsa bu, dünya ekonomisinin Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya-Pasifik olarak

bölgeselleşmesi ve birer finans ve ticaret blokları haline gelmeleridir. Bu nedenle klasik altın

standardı ile kıyaslanırsa dünya ekonomisi daha az entegre olmuştur. Böyle düşündükleri için

de, daha geniş bir yüzeyi kapsayan bir karşılıklı ekonomik bağımlılık süreci tanımlamalarını

‘mit’ olarak görürler. Ekonominin küreselleştiğini değil, uluslar-arasılaştığını savundukları için

ulusal hükümetlerin işlevlerinin azaldığı görüşünü reddederler. Artan uluslararası ekonomik

ilişkilerde doğal olarak hükümetlerin düzenleyici işlevleri ve rolleri de artmıştır.

Page 411: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

411

Küreselleşme karşıtlarına göre, artan ekonomik ilişkiler daha eşitsiz ve hiyerarşik bir dünya

ekonomisi yaratmıştır. Böylesi bir eşitsizlik aşırı küreselleşmecilerin öne sürdüğü gibi bir

“küresel uygarlığı” değil, fundemantalistleri ve saldırgan milliyetçilikleri desteklemektedir. Bu

anlamda dünya Huntington’un işaret ettiği bir kültürel bloklaşmaya ve ayrışmış kültürel ve

etnik yerleşim bölgelerine doğru gitmektedir.

14.6.3. Dönüşümcüler (Anthony Giddens, Manuel Castells, Jan Aart Scholte)

Giddens, Castells, Scholte gibi düşünürler 21. yüzyılın şafağındaki toplumsal, siyasal ve

ekonomik değişimlerin arkasındaki temel itici gücün küreselleşme olduğunu düşünürler. Bu

bağlamda küreselleşme toplumları, ekonomileri ve kurumları sarsan temel bir dönüştürücü

güçtür.

Bununla birlikte dönüşümcüler için bu değişimin yönü, küreselleşmeyi çelişik bir süreç olarak

görmeleri nedeniyle belirsizdir. Aşırı küreselleşmeciler ve küreselleşme karşıtlarının aksine

dönüşümcüler geleceğe ilişkin bir küreselleşme perspektifi sunmazlar. Küreselleşmeye

“küresel uygarlık” ya da “küresel piyasa” bağlamında değil; dönemsel faktörlerin

şekillendirdiği, uzun dönemli çelişik bir süreç olarak bakarlar. Dönüşümcüler aşırı

küreselleşmecilerin aksine, tek bir dünya toplumu değil, bazı devletlerin, toplumların,

toplulukların gittikçe daha fazla birbirine benzediği, bununla birlikte başka bazılarının gittikçe

marjinalleştiği yeni bir küresel tabakalaşma biçimi olarak görürler.

Küreselleşmenin ulusal hükümetlerin otoritelerini ve gücünü yeniden yapılandırdığı ya da

dönüştürdüğü tartışmasında dönüşümcüler hem aşırı küreselleşmecilerin “ulus-devletin sonu”

yaklaşımını hem de küreselleşme karşıtlarının “hiçbir şey fazlaca değişmedi” yaklaşımlarını

reddederler. Onlara göre “yeni egemen rejim” geleneksel mutlak, bölünmez, coğrafi olarak

paylaşılmayan ve sıfır toplamlı kamu gücünün yerini almaktadır. Onlara göre egemenlik bugün

daha az coğrafi sınırlarla tanımlanmış ve daha çok karmaşık ulus-ötesi ağlarla

biçimlendirilmiştir.

14.7. Sonuç: Değişen ve Yeni Olan Ne?

Küreselleşme ile gelen yeni durumların, süreçlerin neler olduğuna yönelik tartışmalar

küreselleşmenin modernite ya da post-modernite ile ilişkilendirilmesine göre değişmektedir.

Bu kabule göre, küreselleşmenin etkileri ve beklentiler farklılaşmaktadır. Küreselleşme eğer

Page 412: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

412

modernitenin bir uzantısı olarak görülürse, getireceği olası etkiler de modernliğin sonuçlarından

çok farklı olmayacaktır. Ama küreselleşme, moderniteden her yönüyle tarihsel bir kopuş

içermesi anlamında post-modern bir söylem içerisinde değerlendirilirse, beklentiler de buna

bağlı olarak değişecektir. Anthony Giddens’a göre küreselleşme modernitenin öngördüğü

ekonomik, politik ve kültürel beklentilerin dünya çapında yaygınlaşmasından başka bir şey

değildir. Giddens’a göre küreselleşme bu nedenle “geç modernlik” içerisinde

değerlendirilmelidir.31

Modernite, Giddens’ın izinden giderek, “17. yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları

neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimleri” şeklinde

tanımlanırsa,32 küreselleşme —geleneksellikten modernliğe geçişte olduğu gibi— tarihsel bir

kopuş değil; modernliğin devamı olarak görülmelidir. Post-modernite bağlamında

düşünülecekse, modernliğin devamı olan bir post-modernite yaklaşımı içerisinde de

değerlendirilebilir. Burada önemli olan kavramsal adlandırma değil, kuramsal içeriktir.

Bu bağlamda tartışan birçok teorisyenin de belirttiği gibi, pek çok boyutu ile küreselleşme yeni

bir süreç değildir. Küreselleşmenin temel itici güçleri de —ekonomik, teknolojik ve ideolojik

faktörler— tarihte sadece 20. yüzyılın ikinci yarısında gözlemlenebilen olgular değildir. Fakat

bu temel itici güçlerin ve bu güçlerle ivme kazanan sürecin hızı ve kapsamının yeni olduğu

söylenebilir. Tarihin daha önceki dönemlerinde, bu kadar kısa sürede; böylesine hızlı, derin ve

geniş bir alanı kapsayan bir zaman-mekan sıkışmasına rastlandığını söyleyebilmek zordur.

Bununla birlikte küreselleşmenin, daha önceki dönemlerdeki değişimlerden farklı olarak çok

daha hızlı ve geniş bir alanda gözlemlenebiliyor olması, mekanik, fiziksel ya da teknik anlamda

bir yenilik gibi duruyor.

Buna karşılık, küreselleşme, önceki dönemlerden farklı olarak özellikle kültürel alanda bir

değişim, dönüşüm yaratmış ve yaratmaya da devam edecekmiş gibi görünüyor.

31 Surhan Çam ve Nadir Sugur, “Anthony Giddens ile Söyleşi”, Mürekkep, 1995, s. 3-4.

32 Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1992, s. 11.

Page 413: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

413

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bu bölümde temel olarak ‘küreselleşme’ kavramı değerlendirilmeye çalışıldı. Küreselleşme

kavramının ortaya çıkışı ve anlamı, öncelikle, verilmeye çalışıldı. Küreselleşme konusundaki

farklı yaklaşımlar ve tanımlama çabaları, birbirleriyle etkileşimleri de dikkate alınarak sunuldu.

Küreselleşmenin dünya ölçeğinde yaptığı etki, sosyal, ekonomik, askerî ve siyasal boyutlarıyla

değerlendirildi. Ayrıca, küreselleşme süreçlerine ilişkin lehte ya da aleyhte değerlendirmeler ve

tartışmalar aktarılarak irdelendi.

Page 414: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

414

Bölüm Soruları

1. Kullanmış olduğunuz cep telefonu, bilgisayar ya da otomobilin nerede üretildiğini,

hangi küresel süreçlerden geçerek size ulaştığını tespit edin.

2. ‘Küresel Köy’ nitelemesi size ne ifade ediyor? Tartışınız.

3. Ulusal yönetimler, ulus-aşırı şirketlerin etkinliklerini kontrol etmek için ne tür

girişimlerde bulunabilirler? Böyle bir girişimde bulunmaları sizce mümkün müdür?

4. Ulusal yönetimlerin, ulus-aşırı şirketlerin faaliyetlerini kontrol etmeye yönelik

girişimlerde bulunmalarını onaylar mısınız? Neden?

5. Sizce, aşırı küreselleşmeciler, küreselleşme karşıtları ve dönüşümcülerin hangisi

küreselleşme konusu daha makul bir düzeyde ele almaktadır? Gerekçelerinizi sunarak

tartışınız.

6. Bilgisayar teknolojilerindeki ve internette yaşanan gelişimleri nasıl

değerlendiriyorsunuz? Avantajlarını ve dezavantajlarını göz önünde bulundurarak

tartışınız.

7. “Almanların ceketlerine (Alm. Jacke), şapkalarına (Alm. Mütze) ya da hırkalarına (Alm.

Joppe) uzandıkları zaman bunların adlarının Arapçadan alıntı olduklarını

düşündüklerini hiç zannetmiyorum. Aynı şekilde, her türlü banka ve ticaret işlemlerinde

doğrudan Arapça konuştuklarını ve kullandıkları ‘rakam’ sözcüğünün (Alm. Ziffern) bir

zamanlar sıfır (Null) anlamına geldiğini bildiklerini de sanmıyorum. (...) Hiç, televizyon

bağlantılarının (Alm. Kabel) da Arapçaya dayandığına inanır mıydınız?

(...) Kafeler daha sonra insanların kahve içmek bir yana keyif (Almanca. Kef; Arapça.

Keif) sürmek için gittikleri bir yer olmaya başladı. Buralarda Tarock (Ar. tarh’tan

[türemiştir]; çekme, çekiş [bir tür iskambil oyunu]) oynanırdı. Sırayla kağıt çekmeye ve

biriktirmeye dayanan bir oyundur bu. Almancada, Arapça ‘keif’ sözcüğünden ayrıca

kurutulmuş kenevir ve haşhaş yapraklarından yapılan bir uyuşturucu karışımı olan Kif

türemiştir. Haşhaş (Alm. Haschisch, Ar. haşiş) tüttürmek bazı dervişlik kurumlmarında

erenliğe ulaşmak için yapılması gerekenler arasında bulunmaktaydı. Oldukça kötü bir

nam salmış olan Haşşaşin mezhebi Arapçada ‘haşhaş içen’ anlamına gelen haşşaşin

sözcüğünden (mezheptekiler çok haşhaş içtiğinden dolayı) almıştır. Haşşaşinler (Alm.

Assasinen), özellikle haçlı seferleri sırasında körü körüne saldırganlıklarıyla

ünlenmişlerdi. Önlerine geleni göz kırpmadan öldürdüklrinden, bu mezhebin adı

Page 415: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

415

Avrupa dillerinde kısa sürede ‘katil’ anlamına da gelmeye başladı (Fr. Assasin, İt.

Assasino; İsp. Asesino).

Kahvehanelerin aynı zamanda bir şans oyunları merkezi olması bir ‘tesadüf’ değildi. Bu

tesadüf başka bir dil olgusunun gerçekleşmesine neden olmuş. Arapçadaki az-zahr

(oyun zarı) Fransızcaya hasard (rastlantı, iyi zar) olarak geçmiş; sözcük ‘rastlantıyla

gelen iyi zar’ anlamıyla yeni bir oyun çeşidini, yani kumarı ortaya çıkarmıştı. Böylece

hasard diğer dillere de geçti. Almancada Hasar (kumar) oynayanlara bugün Hasardeur

denmekte. Kumarcılar arasında zaman zaman ciddi bir biçimde satranç oynayanlar da

bulunurdu arada bir. Satranç oyuncularından biri diğerini ‘şah-mat’ ederken aslında

Arapça konuştuğunun farkında değildir. Satranç, Doğu kökenli bir oyun olduğundan,

kendi terimlerini de beraberinde taşımıştır. (...) ‘Şah’ sözcüğü Arap ve Fars dillerinde

kral anlamına gelmekte. ‘Mat’ ise sadece ‘öldü’ demektir. (...) Satranç oyununun

Arapça karşılığı olan es-satranc Sanskrit[çe]den gelme bir sözcüktür. (...) Avrupa,

satranç oyununu Endülüs üzerinden ve haçlı seferleri sırasında Araplardan öğrenmiştir.

Oyunun İspanyolca adı ajedrez Arapça kökenliyken, Almanca (Schach), İtalyanca

(Scacco) ve Fransızca (echec) adı da Farsçadan, şah sözcüğünden gelmektedir.”

(Kaynak: Erdmute Heller, Arabeskler ve Tılsımlar: Batı Kültüründe Doğu’nun Tarihi

ve Öyküleri, çev. Deniz Kırımsoy Kucur, Ankara: İmge Kitabevi, 2000, s. 10 ve 171-

173.)

Yukarıda anlatılan hikayeyi, küreselleşme tartışmaları ve özellikle de ‘küreselleşmenin

yeni bir şey olmadığını’ iddia eden görüş açısından değerlendiriniz.

Page 416: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

416

KAYNAKÇA

“21. Yüzyılda Türkiye’deki Dernekleşmeye İstatistikî Bakış”, http://www.siviltoplumakademisi.org.tr

“İktidar ve Otorite Üzerine Yüzeysel İnceleme”, https://fildisikule.wordpress.com/2011/04/19/iktidar-

ve-otorite-uzerine-fildisi-kule/ [Erişim tarihi: Ocak 2015].

A. G. Baran (ed.), Yaşlı ve Aile İlişkileri Araştırması: Ankara Örneği, Ankara: Aile ve Sosyal

Araştırmalar Gn. Md., 2012.

A. Konak ve Çiğdem, “Yaşlılık Olgusu: Sivas Huzurevi Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat

Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2005, c. 29, sy. 1, s. 23–63.

Aaron Cicourel, Deviance, Reality and Society, Rinehart ve Winston, 1976.

Abdullah Korkmaz ve Bekir Kocadaş, Toplumsal Sapma: Sapmanın Teorik Temelleri, İstanbul: Doğu

Kütüphanesi, 2015.

Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun ve Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilim

ve Sanat Yay., 2003.

Adem Öğüt ve Yunus Emre Öztürk, “Yönetimin Bilimleşme (Scientization) Sürecine Katkıları

Açısından Chester Irving Barnard ve Herbert Alexander Simon: Betimleyici ve İlişkilendirici Bir

Çaba”, Selçuk Üniversitesi İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2007, c. 7, sy. 14, s.

29-46.

Adnan Koşum, “İslam Hukukunda ‘Siyaset-i Şer’iyye’ Kavramı”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 2003, c.

16, sy. 3, s. 350-358.

Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, 2. Baskı, İstanbul: Paradigma Yay., 2000.

Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İstanbul: İletişim Yay. 2009.

Ahmet Yayla, “Kant’ın Ahlak Eğitimi Anlayışı”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2005, c. 38,

sy. 1, s. 73-86.

Akın Konak ve Yasemin Çiğdem, “Yaşlılık Olgusu: Sivas Huzurevi Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2005, c. 29, sy. 1, s. 23–63.

Akin L. Mabogunje, “Systems Approach to a Theory of Rural Urban Migration”, Geographic Analysis,

1970, sy. 2, s. 1-18.

Alain Tourane, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.

Alev Erkilet, “Sınıf-altı: Kuramsal Tartışmalar ve İstabul Tarihi Yarımada’ya Uygulanma İmkanları”,

Öneri Dergisi, 2011, c. 9, sy. 36, s. 137-146.

Alev Erkilet, Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları: Sorokin, Parsons, Dahrendorf, Merton, Ankara:

Hece Yay., 2007.

Alexander Sutherland Neill, Bir Eğitim Mucizesi (Summerhill), çev. Güler Dikmen Nalbantoğlu,

İstanbul: Hür Yay. ve Tic., 1978.

Alfred L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, Culture: A Critical Review of Concepts and Definitions, 1925.

Ali Coşkun (ed.), Mesih’i Beklerken: Mesihçi ve Millenarist Hareketler, İstanbul: Rağbet Yay., 2003.

Ali Köse (ed.), Sekülerizm Sorgulanıyor: 21. Yüzyılda Dinin Geleceği içinde. İstanbul: Ufuk Kitapları,

2002.

Page 417: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

417

Ali Köse, “Modernleşme-Sekülerleşme ilişkisi Üzerine Yeni Paradigmalar”, Liberal Düşünce, Güz

2001, sy. 24, s. 150-165.

Ali Köse, “Sekülerleşme Teorileri Bağlamında Türkiye’de Din ve Modernleşme”, Galatasaray

Üniversitesi ve Uluslararası Fransızca Konuşan Sosyologlar Derneği [AISLF] tarafından 12-14

Mayıs 2005 tarihinde düzenlenen Uluslararası Sosyoloji Kongresi’ne sunulan tebliğ.

Ali Köse, Milenyum Tarikatları: Batı’da Yeni Dinî Akımlar, İstanbul: Truva Yayınları, 2006.

Ali Rıza Balaman, Evlilik-Akrabalık Türleri: Sosyal Antropolojik Yaklaşımlar, İzmir: Karınca

Matbaacılık, 1982.

Alim Arlı, “Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Şehirleşme ve Gecekondu Araştırmaları”, Türkiye

Araştırmaları Literatür Dergisi, Türk Şehir Tarihi Özel Sayısı, 2006, c. III, sy. 6, s. 283-352.

Alim Arlı, “Şehir Sosyolojisi”, Köksal Alver (ed.), Kent Sosyolojisi, Ankara: Hece Yay., 2012, s. 107-

149.

Altan Eserpek, Sosyoloji, Ankara: AÜ DTCF Yay., 1981.

Andrea Gabor ve Joseph T. Mahoney, “Chester Barnard and the Systems to Nurturing Organizations”,

http://www.business.illinois.edu/Working-Papers/papers/10-0102.pdf [erişim tarihi: 8 Ocak

2018].

Andrew Edger ve Peter Sedgwick (ed.), Kültürel Kuramda Anahtar Kavramlar Sözlüğü, çev. Mesut

Karaşahan, İstanbul: Açılım Kitap, 2007.

Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, çev. Hızır Murat Köse, İstanbul: Küre Yay., 2011.

Andrew Heywood, Siyaset, 16. Baskı, Ankara: Adres Yay., 2015.

Anne Snow, Sarah A. Soul ve Hanspeter Kriesi, The Blackwell Companion to Social Movements,

Blackwell Publishing, 2004.

Anthony D. Smith, Toplumsal Değişme Anlayışı: İşlevselci Toplumsal Değişme Kuramının Bir

Eleştirisi, çev. Ülgen Oskay, İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1988 [Anthony D.

Smith, Toplumsal Değişme Anlayışı, çev. Ülgen Oskay, Ankara: Gündoğan Yay., 1996].

Anthony Giddens (ed.), Sosyoloji: Başlangıç Okumaları, İstanbul: Say Yay., 2009.

Anthony Giddens ve Will Hutton (eds.), Global Capitalism, New York: The New Press, 2000.

Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya: Küreselleşme Hayatımızı Nasıl Yeniden

Şekillendiriyor?, çev. Osman Akınhay, İstanbul: Alfa Basın Yay. Dağ., 2000.

Anthony Giddens, İleri Toplumların Sınıf Yapısı, çev. Ömer Baldık, İstanbul: Birey Yay., 1999.

Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1992.

Anthony Giddens, Sosyoloji, çev. Hüseyin Özel vd., Cemal Güzel (yay. haz.), İstanbul: Kırmızı Yay.,

2008.

Anthony Giddens, Sosyoloji, Hüseyin Özel ve Cemal Güzel (yay. haz.), Ankara: Ayraç Yayınevi, 2000.

Anthony Giddens, Sosyoloji: Eleştirel Bir Yaklaşım, çev. M. R. Esengün ve İ. Öğretir, 5. Baskı, İstanbul:

Birey Yay., 1998.

Arif Dirlik, “Pasifik Perspektifinde Toplumsal Hareketler: Çağdaş Radikal Siyasetin Soyağacı Üzerine

Düşünceler”, Yalçın Çetinkaya (ed.), Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim, İstanbul:

İletişim Yay., 2008, s. 65-84.

Page 418: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

418

Aristide R. Zolberg, “The Next Waves: Migration Theory for a Changing World”, International

Migration Review, Kış 1989, c. XXIII, sy. 3.

Asaf Hüseyin, Batının İslâm’la Kavgası, Mesut Karaşahan (çev.), 2. Basım, İstanbul: Pınar Yayınları,

2006.

Ayhan Kaya (yay. haz.), Türkiye’de İç Göçler: Bütünleşme mi, Geri Dönüş mü? – İstanbul, Diyarbakır,

Mersin, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2009.

Aylin Görgün Baran (ed.), Yaşlı ve Aile İlişkileri Araştırması: Ankara Örneği, Ankara: Aile ve Sosyal

Araştırmalar Gn. Md., 2012.

Aytekin Geleri (ed.), Suç Sosyolojisi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2013.

Bahattin Akşit ve Belma Akşit, "Community Participation in Primary Health Care: An Anthropological

Action Research in a Squatter-Housing District of Antalya", A UNICEF Turkey publication RS-

6U, Ankara, Mart 1994.

Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İstanbul: İÜEF Yay., 1981.

Bayram Sevinç, “Türkiye Bağlamında Dinlerarası İlişkiler ve Süreç Yapıları”, İstanbul: Marmara

Üniversitesi SBE Doktora Tezi, 2009.

Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Dili, çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Cep Kitapları A.Ş., 1993.

BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, UNICEF Türkiye, 2004.

Boris Kagarlitsky, The Twilight of Globalization: Property, State and Capitalism, Londra: Pluto Press,

2000.

Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, 4. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2017.

Bryan R. Wilson ve Jamie Cresswell (Ed.), New Religious Movements: Challenge and Response içinde,

London: Routledge, 1999.

Bryan R. Wilson, Religion in Sociological Perspective, Oxford: Oxford University Press, 1989.

Bryan S. Turner, Din ve Modern Toplum: Yurttaşlık, Sekülerleşme ve Devlet, Arzu Tüfekçi (çev. ve ed.),

İstanbul (Bursa): Sentez Yay., 2017.

Bryan S. Turner, “Din ve Çağdaş Sosyal Teoriler”, çev. Osman Ülker, Kilis 7 Aralık Üniversitesi

İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2014/2, c. 1, sy. 1, s. 231-255.

C. Akçay, Yaşlılık: Kavramlar ve Kuramlar, 2. Baskı, İstanbul: Kriter Yay., 2011.

Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, İstanbul: Metis Yay., 2005.

Carlton Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yay., 2011.

Cem Özatalay, İktisat Sosyolojisi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi AUZEF, 2015.

Cemal Yalçın, Göç Sosyolojisi, Ankara: Anı Yay., 2004.

Cesare Lombroso, Suç İşlemenin Biyolojik ve Sosyal Sebepleri, çev. Sadi Irmak, İstanbul: Aydın Güler

Kitabevi, 1963.

Charles Tilly, Toplumsal Hareketler, İstanbul: Babil Yayınları, 2008.

Chester I. Barnard, Organization and Management: Selected Papers, Cambridge, MA.: 1948.

Christian Knudsen ve Haridimos Tsoukas (eds.), The Oxford Handbook of Organization Theory: Meta-

Theoratical Perspectives, New York: Oxford University Press, 2003.

Page 419: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

419

Clifford Geertz, “Kültürel Bir Sistem Olarak Din”, çev. Yasin Aktay, Yasin Aktay ve M. Emin Köktaş

(eds.), Din Sosyolojisi, 3. Baskı, Ankara: Vadi Yay., 2007, s. 175-187.

D. Thorns, Kentlerin Dönüşümü, çev. E. Nal ve H. Nal, İstanbul: Soyak, 2004.

Daniel A. Wren, Arthur G. Bedelan ve John D. Breeze, “The Foundations of Henri Fayol’s

Adminstrative Theory”, Management Decision, 2002, c. 40, sy. 9, s. 906-918.

Darren E. Sherkat ve Christopher G. Ellison, “Recent Developments and Current Controversies in

Sociology of Religion”, Annual Review of Sociology, Ağustos 1999, sy. 25, s. 363-394.

David Harvey, Henry A. Giroux, Michael Apple, Paulo Freire, Peter McLaren, Eleştirel Pedagoji

Söyleşileri, çev. Eylem Çağdaş Babaoğlu, İstanbul: Kalkedon, 2009.

David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları, 2003.

David Held, Anthony McGrew, David Goldblatt ve Jonathan Perraton, Global Transformations,

Politics, Economics and Culture, Stanford: Stanford University Press, 1999.

Derek Layder, Sosyal Teoriye Giriş, çev. Ümit Tatlıcan, 2. Baskı, İstanbul: Küre Yay., 2010.

Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye’de Yaşlıların Durumu ve Yaşlanma Ulusal Eylemi, Ankara: DPT,

2007.

Doğan Özlem, Felsefe ve Doğa Bilimleri, 2. Baskı, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1996.

Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, 2. Baskı, Ankara: Doğu Batı Yay., 2008.

Doğan Özlem, Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji, İstanbul: Notos Kitap Yay., 2017.

E. G. Ravenstein, “The Laws of Migration”, Journal of the Statistical Society of London, Haziran 1885,

c. 48, sy. 2, . 2, s. 167-235.

E. G. Ravenstein, “The Laws of Migration”, Journal of the Royal Statistical Society, 1889, c. 52, sy. 2,

s. 241-305.

E. Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar: İşlevselci Paradigma ve Çatışmacı

Paradigma”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1990, c. XXIII, sy. 2, s. 557-571.

E. Mine Tan, Kadın: Ekonomik Yaşamı ve Eğitimi, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1979.

E. Mine Tan, Toplumbilime Giriş: Temel Kavramlar, Ankara: A. Ü. Eğitim Fak. Yay., No. 97, Sevinç

Matbaası, 1981.

Ebu’l Alâ el-Mevdudî, Kur’an’a Göre Dört Terim, çev. Osman Cilacı ve İsmail Kaya, İstanbul: Düşünce

Yay., 1981.

Efe Baştürk, “Modern Egemenliğin ‘Nomos’u Olarak İstisna Hali”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi,

2013 Bahar, sy. 15, s. 71-83.

Eileen Barker, “New Religious Movements, Their Incidence and Significance”, Bryan R. Wilson ve

Jamie Cresswell (ed.), New Religious Movements: Challenge and Response, Londra: Routledge,

1999.

Elif Topal Demiroğlu, “Yeni Toplumsal Hareketler: Bir Literatür Taraması”, Marmara Üniversitesi

Siyasal Bilimler Dergisi, Mart 2014, c. 2, sy. 1, s. 133-144.

Elton Mayo, The Human Problems of an Industrial Civilization, New York: The Macmillan Company,

1933.

Elton Mayo, The Social Problems of an Industrial Civilization, Boston: Division of Research, Graduate

School of Business Administration, Harvard University, 1945.

Page 420: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

420

Emile Durkheim, Dinî Hayatın İlk Şekilleri, çev. İzzet Er, Ankara: TDV, 2009.

Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, çev. Fuat Aydın, Ankara: Eskiyeni Yay., 2011 (Emile

Durkheim, Dini Hayatın İlksel Biçimleri, çev. Fuat Aydın, İstanbul: Ataç Yay., 2005).

Emile Durkheim, Toplumbilimin Yöntem Kuralları, çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Cem Yay., 2013.

Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Cem Yay., 2006.

Emile Durkheim, Terbiye ve Sosyoloji, çev. İ. Memduh Seydol, İstanbul: Sinan Matbaası ve Neşriyat

Evi, 1950.

Emile Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, Karel E. Fields (trans. and introduction by),

New York: The Free Press, 1995.

Enver Özkalp, “Örgütsel Davranışa Giriş ve Yöntem”, Çiğdem Kırel ve Ozan Ağlargöz (eds.), Örgütsel

Davranış, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2013, s. 2-26.

Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, 6. Baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, Eğitim, Sağlık ve Bilimsel

Araştırma Çalışmaları Vakfı Yay., 1993 (Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu

Üniversitesi Yay., 2001).

Erdmute Heller, Arabeskler ve Tılsımlar: Batı Kültüründe Doğu’nun Tarihi ve Öyküleri, çev. Deniz

Kırımsoy Kucur, Ankara: İmge Kitabevi, 2000.

Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, İstanbul:

Everest Yayınları, 2006.

Eric J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, çev. Abdullah Ersoy, Ankara: Dost Kitabevi, 2013.

Erich Goode, “The Sociology of Deviance: An Introduction”, Erich Goode (ed.), The Handbook of

Deviance, Wiley Blackwell, 2015.

Ernst Cassirer, Kültür Bilimlerinin Mantığı Üzerine, çev. Milay Köktürk, 2. Baskı, Ankara: Hece Yay.,

2017.

Erol Tüter, “Kriminoloji nedir?”, www.kriminoloji.com [erişim tarihi: 25 Ocak 2018].

Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Çaksu, İstanbul: İz Yay., 1996.

Everett Lee, “A Theory of Migration”, Demography, 1966. c. III, sy. 1.

Eylem Özdemir, “Kentin Tanımlanmasında Sosyolojik Yaklaşımlar”, Köksal Alver (ed.), Kent

Sosyolojisi, Ankara: Hece Yay., 2012, s. 151-177.

F. J. Roethlisberger, William Dickson ve Harold A. Wright, Management and Worker, Cambridge, MA.:

Harvard University Press, 1939 [yeni baskı: New York, NY: Routledge, 2003].

Farabi, Farabi’nin Üç Eseri (1. Mutluluğu Kazanma, 2. Eflatun’un Felsefesi, 3. Aristo’nun Felsefesi),

çev. H. Atay, Ankara: 1974.

Fatma Müge Göçek, Burjuvazinin Yükselişi İmparatorluğun Çöküşü: Osmanlı Batılılaşması ve

Toplumsal Değişme, çev. İ. Yıldız, Ankara: Ayraç Yayınları, 1999.

Fatma Öz, “Yaşamın Son Evresi: Yaşlılık Psiko-Sosyal Açıdan Gözden Geçirme”, Kriz, 2002, c. 10, sy.

2, s. 17–28.

Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi, 1996.

Feryal Saygılıgil (ed.), Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları, Ankara: Dipnot Yay., 2016.

Page 421: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

421

Frederick W. Taylor, Bilimsel Yönetimin İlkeleri, çev. Bahadır Akın, 7. Baskı, Ankara: Adres Yay.,

2014.

Füsun Sokullu-Akıncı, Kriminoloji (Ders Notları), İstanbul: Beta Yayım, 1994.

Gareth Morgan, “Paradigms, Metaphors and Puzzle Solving in Organization Theory”, Administrative

Science Quarterly, 1980, s. 605-622.

Geoffrey K. Nelson, Cults, New Religions and Religious Creativity, London: Routledge&Kegan Paul,

1987.

George A. Lundberg, Clarence C. Schrang ve Otto N. Larsen, çev. Özer Ozankaya ve Ülker Gürkan,

Toplumbilim, 2 cilt, Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970.

George Carey, “Healthy Religion”, The 2001 International Conference- The Spiritual Supermarket:

Religious Pluralism in the 21st Century, (April 19-22 2001),

http://www.cesnur.org/2001/london2001/carey.htm

George J. Borjas, “Economic Theory and International Migration”, International Migration Review, Kış

1989, c. 23, sy. 3, Special Silver Anniversary Issue: International Migration an Assessment for

the 90's.

Gerald Delanty, Citizenship in a Global Age: Society, Culture, Politics, Buckingham/Philadelphia: Open

University Press, 2000.

Gibson Burrell ve Gareth Morgan, Sociological Paradigms and Organizational Analysis, Heinemann

Educational Books Inc., 1979.

Gilles Kepel, Tanrı’nın İntikamı: Din Dünyayı Yeniden Fethediyor, çev. Selma Kırmız, İstanbul:

İletişim Yayınları, 1992.

Giovanni Arrighi, Terence K. Hopkins ve Immanuel Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler, İstanbul:

Metis Yayınları, 2004.

Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat

Yay., 1999.

Gordon V. Childe, Kendini Yaratan İnsan: İnsanın Çağlar Boyu Gelişimi, çev. Filiz Ofluoğlu, İstanbul:

Varlık Yay., 2010.

Gordon V. Childe, Tarihte Neler Oldu?, çev. Mete Tunçay ve Alâaddin Şenel, İstanbul: Kırmızı Yay.,

2014.

Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor,

çev. Şirin Tekeli, İstanbul: Metis Yay., 2002.

Guy Standing, Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf, çev. Ergin Bulut, İstanbul: İletişim Yay., 2015.

Günter Kehrer, “Din Sosyolojisi”, çev. M. Emin Köktaş, Yasin Aktay ve M. Emin Köktaş (eds.), Din

Sosyolojisi, 3. Baskı, Ankara: Vadi Yay., 2007, s. 21-118.

H. T. Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Ankara: İmge Kitabevi Yay., 2009.

Haldun Gülalp, “Sekülerleşme Kuramının Avrupa-Merkezciliği ve Demokrasi Sorunu”, Yakın Doğu

Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan 2008, c. I, sy. 1, s. 115-136.

Halis Çetin, “İktidar ve Meşrûiyet”, Mümtaz’er Türköne (ed.), Siyaset, 5. Baskı, Ankara: Lotus Yay.,

2006, s. 35-69.

Hans Freyer, Din Sosyolojisi, çev. Turgut Kalpsüz, Ankara: AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., 1964.

Page 422: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

422

Hans Freyer, Sanayi Çağı, çev. Bedia Akarsu ve Hüseyin Batuhan, Ankara: Doğu-Batı Yay., 2014.

Harun Han Şirvanî’nin İslâmda Siyasî Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, çev. Kemal Kuşçu,

İstanbul, 1995.

Hasan Ünder, “Platon’un Devletinde Eğitim ve İnsan Doğası”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi,

1993, c. 26, sy. 1, s. 185-201.

Hatice Kurtuluş (ed.), İstanbul’da Kentsel Ayrışma: Mekansal Dönüşümde Farklı Boyutlar, İstanbul:

Bağlam Yay., 2005.

Henri Fayol, Genel ve Endüstriyel Yönetim: Planlama-Örgütleme-Kumanda-Koordinasyon-Kontrol,

çev. M. Asım Çalıkoğlu, 4. Baskı, Ankara: Adres Yay., 2013.

Herbert Heaton, Avrupa İktisat Tarihi: İlkçağdan Sanayi Devrimine, çev. Mehmet Ali Kılıçbay ve

Osman Aydoğuş, Paragraf Yay., 2005.

Herbert Marcuse, Karşı-Devrim ve Başkaldırı, çev. Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ara Yay., 1991.

Hıdır Önür, Toplumsal Eşitsizlik ve Eğitim, İstanbul: Eğitim Yay., 2013.

Hızır Murat Köse, “Siyaset”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam

Araştırmaları Merkezi, 2009, c. 37, s. 294-297.

Hikmet Yıldırım Celkan, Ziya Gökalp’in Eğitim Sosyolojisi, İstanbul: MEB Yay., 1989.

Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul: MEB Yay., 1969.

Howard S. Becker, Hariciler (Outsiders): Bir Sapkınlık Sosyolojisi Çalışması, çev. Şerife Geniş ve

Levent Ünsaldı, Ankara: Heretik Yay., 2013.

http://www.marxists.org/history/etol/newspape/isr/vol25/no03/adhoc.html [Erişim Tarihi: 1 Şubat

2013] (International Socialist Review, Yaz 1964, c. XXIV, sy. 3, s. 85-89).

Hüseyin Bal, Suç Sosyolojisi, 2. Baskı, İstanbul: Sentez Yay. (Bursa), 2016.

Ian Thompson, Odaktaki Sosyoloji: Din Sosyolojisine Giriş, çev. Bekir Zakir Çoban, İstanbul: Birey

Yayınları, 2004.

Ian Taylor, Paul Walton ve Jock Young, The New Criminology: For a Social Theory of Deviance,

Londra ve New York: Routledge, 1973.

Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Yirmibirinci Yüzyılın Sosyal Bilimi, çev. Tuncay

Birkan, İstanbul: Metis Yay., 2000.

International Organization for Migration, World Migration Report 2010 The Future of Migration:

Building Capacities for Change, Cenevre, Uluslararası Göç Örgütü, 2010.

Ira Katznelson, “İşçi Sınıfı Oluşumu: Vakaları ve Karşılaştırmaları Kurgulamak”, Ira Katznelson ve

Aristide R. Zolberg (eds.), İşçi Sınıfının Oluşumu, Ankara: Tan Yay., 2008, s. 13-52.

Ivan Illich, Okulsuz Toplum, çev. Mehmet Özay, İstanbul: Şule Yay., 2005.

İbn Haldun, Mukaddime, Süleyman Uludağ (haz.), İstanbul: Dergah yayınları, 1982, 2 cilt.

İbrahim Yasa, Ankara’da Gecekondu Aileleri, Ankara: SBF Yay., 1962.

İbrahim Yasa, Yurda Dönen İşçiler ve Toplumsal Değişme, Ankara: TODAİE Yay., 1979.

İdris Güçlü ve Halil Akbaş, Suç Sosyolojisi, Ankara-İstanbul: Seçkin Yay., 2016.

İlhan Tekeli ve Leila Erder, Yerleşme Yapısının Uyum Süreci Olarak İç Göçler, Ankara: Hacettepe

Üniversitesi Yay., 1978.

Page 423: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

423

İsa Kuyucuoğlu, Batı’da Din Sosyolojisi: Teori ve Yöntem Analizleri, İstanbul: EskiYeni, 2008.

İsmail Tufan, Modernleşen Türkiye’de Yaşlılık ve Yaşlanmak: Yaşlanmanın Sosyolojisi, İstanbul:

Anahtar Kitaplar, 2002.

James F. Hollifield, “The Politics of International Migration”, Migration Theory: Talking Across

Disciplines, Caroline B. Brettell ve James F. Hollifield (eds.), New York: Routledge, 2000.

James Frazer, Altın Dal: Din ve Folklörün Kökeni, çev. Mehmet H. Doğan, 2 cilt, İstanbul: Payel Yay.,

1991-1992.

Jane Jenson ve Boaventura de Sausa Santos (eds.), Globalizing Institutions, Case Studies in Regulation

and Innovation, Burlington ve Sydney: Ashgate Publishing Ltd., 2000.

Janet Abu-Lughod, “Küreselleşme Üzerine Tartışmalarda Gevezeliğin Ötesine Geçmek”, Anthony D.

King (der.), Kültür, Küreselleşme ve Dünya-Sistemi, çev. Gülcan Seçkin ve Ümit Hüsrev Yolsal,

Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1998.

Jean-François Perouse, İstanbul’la Yüzleşme Denemeleri: Çeperler, Hareketlilik ve Kentsel Bellek,

İstanbul: İletişim Yay., 2011.

Jean-Paul Willaime, Dinler Sosyolojisi, çev. Ramazan Adıbelli, İstanbul: Pinhan Yay., 2017.

Jeremy Rifkin, Üçüncü Sanayi Devrimi: Yanal güç, enerjiyi, ekonomiyi ve dünyayı nasıl dönüştürüyor?,

çev. Pelin Sıral ve Murat Başekim, İstanbul: İletişim Yay., 2014.

Joachim Wach, Din Sosyolojisi, çev. Ünver Günay, Kayseri: Erciyes Üniversitesi, 1990.

Joel Spring, Özgür Eğitim, çev. Ayşen Ekmekçi, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1991.

Johan Huizinga, Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme, çev. Mehmet Ali

Kılıçbay, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1995.

John A. Coleman, “Seküler: Sosyolojik Bir Bakış”, çev. Ömer Faruk Darende, M. Ali Kirman ve İhsan

Çapcıoğlu (eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, s. 45-55.

John Dewey, Okul ve Toplum, çev. H. Avni Başman, Ankara: Pagem, 2008.

John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor, İstanbul: Maarif Vekaleti, 1939.

John J. Macionis, Sosyoloji, Vildan Akan (çev. ed.), Ankara: Nobel Akademik Yay., 2012.

José Casanova, “Sekülerleşmeyi Yeniden Düşünmek: Evrensel Bir Karşılaştırma”, çev. Selman Yılmaz,

Tarih kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, Haziran 2014, c. 3, sy. 2, s. 220-236.

Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, çev. Nilgün Çelebi, 2. Baskı, Ankara: Attila Kitapevi, 1994.

Joseph M. Kitagava, “Joachim Wach and Religion of Sociology”, The Journal of Religion, Haziran

1957, c. III, sy. 37, s. 174-184.

Josephine Donovan, Feminist Teori, çev. Aksu Bora ve diğerleri, İstanbul: İletişim Yay., 1997.

Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, çev. Ergun Özbudun, 3. Baskı, Ankara: Liberte, 2012.

Judith Butler, Cinsiyet Belası:Feminizmin ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis

Yay., 2008.

Karel Dobbelaere, “Sekülerleşmenin Anlamı ve Kapsamı”, çev. Mehmet Süheyla Ünal, M. Ali Kirman

ve İhsan Çapcıoğlu (eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, Ankara: Otto Yay., 2015,

s. 57-74.

Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Yılmaz Onay, İstanbul: Evrensel Basım

Yayın, 2011.

Page 424: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

424

Karl Marx, “A Contribution to The Critique of Hegel’s ‘Philosophy of Right’”, Critique of Hegel’s

‘Philosophy of Right’, (translated from the German by) Annette Jolin ve Joseph O’malley, Joseph

O’Malley (ed.), Cambridge University Press, 1970.

Karl Marx, Fransız Üçlemesi: Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, Louis Bonaparte’ın 18

Brumaire, Fransa’da İç Savaş, çv. Erkin Özalp, İstanbul: Yordam Kitap, 2016.

Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din – Bir Analiz Denemesi, Ankara (Bursa): Sentez

Yay., 2014.

Kazım Ateş, “Türkiye’de Aşağı Sınıflar, Suç ve İktidar”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara

Üniversitesi SBE Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi ABD, 2002.

Kemal Aytaç, Avrupa Eğitim Tarihi, Ankara: Phoenix Yay., 2012.

Kemal Görmez, Kent ve Siyaset, Ankara: Gazi Kitabevi Yay., 1997.

Kemal İnal, “Eğitim Sosyolojisinde Yorumcu Paradigmanın Eleştirisi”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi

Dergisi, 1994, c. XXVII, sy. 2, s. 670-690.

Kemal İnal, “Eğitim ve İktidar: Okul ve Ders Kitaplarında Egemen İdeolojilerin Yeniden Üretimi”,

Kemal İnal, Eğitim ve İdeoloji, İstanbul: Kalkedon Yay., 2008, s. 105-127.

Kemal İnal, “Eleştirel Pedagoji: Ezilenler İçin Eğitim”, Eleştirel Pedagoji, Ocak-Şubat 2009, sy. 1, s.

2-10.

Kemal İnal, “Sosyolojik Açıdan Yorumcu Paradigma ve Eğitime Uygulanması”, AÜ Eğitim Bilimleri

Fakültesi Dergisi, 1994, c. XXVII, sy. 1, s. 219-242.

Kemal İnal, Eğitim ve İktidar, Ankara: Ütopya Yay., 2004.

Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, İstanbul: Timaş Yay., 2010.

Kenneth Bock, “İlerleme, Gelişme ve Evrim Kuramları”, çev. Aydın Uğur, Tom Bottomore ve Robert

Nisbet (eds.), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, çev. Mete Tunçay, Aydın Uğur vd., 1. bs.,

Ankara: Verso Yay., 1990, s. 53-96.

Khalid Koser, International Migration: A Very Short Introduction, Oxford: Oxford University Press,

2007, s. 10.

Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlak-ı Alâî, Mustafa Koç (haz.), İstanbul: Klasik Yay., 2007.

Kingsley Davis ve Wilbert E. Moore, ‘Some Principles of Stratafication’, American Sociological

Review, Nisan 1945, c. 10, sy. 2, s. 242-249.

Korkut Tuna, “Amerika’nın Bulunuşunun Batı’da Yol Açtığı Gelişme: Kentsel Toplum”, 500. Yılında

Amerika, R. Ertürk ve H. Tüfekçioğlu (yay. haz.), İstanbul: Bağlam Yay.

Korkut Tuna, Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, İstanbul: İÜ

Edebiyat Fakültesi Yay., 1987.

Korkut Tuna, Yurt Dışına İşçi Gönderme Olayının Sosyolojik Eleştirisi, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi

Basımevi, 1981.

Köksal Alver, Steril Hayatlar: Kentte Mekânsal Ayrışma ve Güvenlikli Siteler, Ankara: Hece Yay.,

2007.

Kudret Bülbül, Zor ve Rıza: Küreselleşmeler Arasında Türkiye, İstanbul: Küre Yay., 2009.

Lewis R. Binford, An Archaeological Perspective: Studies in Archaeology, Albuquerqe, New Mexico:

University of New Mexico, 1972.

Page 425: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

425

Lokman Çilingir ve Rıdvan Küçükali, “Immanuel Kant’ın Eğitim Anlayışı”, Kazım Karabekir Eğitim

Fakültesi Dergisi, 2004, sy. 10, s. 81-98.

Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yay.,

2016.

Lütfi Sunar, Yunus Kaya ve Mustafa Otrar, Türkiye Sosyoekonomik Statü Endeksi (Araştırma Raporu

No. 113K506).

M. Gottdiener, The Social Production of Urban Space, 2. Baskı, Texas: University of Texas Press, 1994.

M. Yıldız, “Bağlanma Kuramı Açısından Yaşlılık Dönemine Genel Bir Bakış”, Sosyal Bilimler Dergisi,

2012, sy. 36, sy. 1, s. 1–30.

Ma’ruf Devalibi, İslam’da Devlet ve İktidar, çev. M. S. Hatiboğlu, İstanbul: Dergah Yay., 1969.

Macid Hadduri, İslam’da Adalet Kavramı, çev. Selahattin Ayaz, İstanbul: Yöneliş Yay., 1999.

Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye, Ankara: AÜ Eğitim Bilimleri

Fakültesi Yay., 1993.

Malcolm Waters, Globalization, Londra ve New York: Routledge, 1995.

Manuel Castells, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Cilt I: Ağ Toplumunun Yükselişi

(Nisan 2005), Cilt II: Kimliğin Gücü (Nisan 2006) ve Cilt III: Binyılın Sonu (Aralık 2007), çev.

Ebru Kılıç, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.

Mark Cowling, Marksizm ve Kriminoloji: Kavramsal Araçlar ve Eleştirel Bir Değerlendirme, çev.

Dafne Yeşilsu, İstanbul: Notabene Yay., 2012.

Martin Slattery, Sosyolojide Temel Fikirler, Ümit Tatlıcan ve Gülhan Demiriz (yay. haz.), Bursa: Sentez

Yay., 2007.

Marvin D. Krohn, Alan J. Lizotte ve Gina Penly Hall, Handbook of Crime and Deviance, Londra:

Springer, 2009.

Massimo Borlandi vd., Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, çev. Bülent Arıbaş, İstanbul: İletişim Yay., 2011.

Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi: Siyasal Bilimin Öğeleri, çev. Şirin Tekeli, İstanbul: Varlık Yay.,

1975.

Max Weber, “Meslek Olarak Siyaset”, Max Weber, Sosyoloji Yazıları, H. H. Gerth ve C. Wright Mills

(eds.), çev. Taha Parla, 3. Baskı, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay., 1993, s. 79-125.

Max Weber, “Sınıf, Statü, Parti”, Max Weber, Sosyoloji Yazıları, H. H. Gerth ve C. W. Mills (yay. haz.),

çev. Taha Parla, 3. Baskı, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay., 1993, s. 176-191.

Max Weber, Ekonomi ve Toplum, çev. Latif Boyacı, 2 cilt, İstanbul: Yarın Yay., 2012.

Mazhar Bağlı ve Aysan Sever, “Tabulaştırılan/Tabulaşan Kurumun (Ailenin) Kurbanlıklar Edinme

Pratiği: Levirat ve Sororat”, Aile ve Toplum: Eğitim, Kültür ve Araştırma Dergisi, 2005, yıl: 7, c.

2, sy. 8, s. 9-22.

Mehmet Ali Akyurt ve Ömer Miraç Yaman, “Türkiye’de Kent Sosyolojisi Çalışmaları”, Köksal Alver

(ed.), Kent Sosyolojisi, Ankara: Hece Yay., 2012, s. 179-219.

Mehmet Ali Kılıçbay, “Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilmek”, Cogito, 1994, sy. 1, s. 15-21.

Mehmet Dağ ve H. Raşit Öymen, İslam Eğitim Tarihi, Ankara: MEB Yay., 1974.

Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi: Giriş, Ankara: AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., 1968.

Page 426: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

426

Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, Mehmet Zencirkıran (ed.), Örgüt Sosyolojisi,

Bursa: Dora Yay., 2015, s. 1-55.

Melvin Marvin Tumin, Social Stratification: The Forms and Functions of Inequality, N.J.: Prentice-

Hall, 1967

Michael Böhmer, Henrik Egbert ve Clemens Esser, “Immigration and Labour Markets: An

Introduction”, Migration and Labor Markets in the Social Sciences, Henrik Egbert ve Clemens

Esser (eds.), Berlin: Lit Verlag, 2007.

Michael J. Piore, “Comment”, Industrial and Labor Relations Review, Nisan 1980, c. XXXIII, sy. 3.

Michael J. Piore, “The Shifting Grounds for Immigration”, Annals of the American Academy of Political

and Social Sciences, Mayıs 1986.

Micheal Omi ve Howard Winant, Racial Formation in the United State, New York: Routledge &

Keagan, 1994.

Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, çev. Gürol Koca, 2. Baskı, İstanbul: Metis Yay., 2010.

Mike Featherstone, Undoing Culture, Globalization, Postmodernism and Identity, Londra: Sage

Publication, 1995.

Milay Köktürk, Kültür Bilimi Yazıları, Ankara: Hece Yay., 2006.

Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar: İşlevselci Paradigma ve Çatışmacı Paradigma”,

AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1990, c. XXIII, sy. 2, s. 557-571.

Mine Tan, Kadın: Ekonomik Yaşamı ve Eğitimi, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1979.

Moses I. Finley, Anti Çağ Ekonomisi, çev. Hatice Palaz Erdemir, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay.,

2007.

Muharrem Varol, Halkla İlişkiler Açısından Örgüt Sosyolojisine Giriş – Etkili Yönetsel İlişkilerden

Saygın Örgüt Kimliğine, Ankara: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yay., 1993.

Murat Şentürk, “Kentsel Müdahaleler Açısından İstanbul”, Doktora Tezi, İstanbul: İÜ Sosyal Bilimler

Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, 2011.

Murat Yıldız, “Bağlanma Kuramı Açısından Yaşlılık Dönemine Genel Bir Bakış”, Cumhuriyet

Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, sy. 36, sy. 1, s. 1–30.

Mustafa Aydın, “Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları: Tarihsel Gelişim ve Bazı Eğilimler”, Yasin

Aktay ve M. Emin Köktaş (eds.), Din Sosyolojisi, 3. Baskı, Ankara: Vadi Yay., 2007, s. 346-378.

Mustafa Erdoğan, “Sekülerizm, Laiklik ve Din”, İslamî Araştırmalar, 1995, c. 8, sy. 3-4, s. 179-194.

Nail Yılmaz ve Yücel Bulut, Kent Yoksulluğu ve Gecekondu, İstanbul: Beta, 2009.

Nathalia Jaramillo ve Peter McLaren, Pedagoji ve Praksis, çev. Kadir Asan ve Kemal İnal, İstanbul:

Kalkedon, 2009.

Nermin Abadan-Unat, Bitmeyen Göç: Konuk İşçilikten Ulus-Ötesi Yurttaşlığa, İstanbul: Bilgi

Üniversitesi Yayınları, 2006.

Nesrin Kale, “Aristoteles’te Liberal Eğitim”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1993, c. 26, sy. 1,

s. 269-274.

Niccola Machiavelli, Prens, çev. Harun Mutluay, İstanbul: Bordo Siyah Yay., 2007.

Nicola Yeates, Globalization & Social Policy, Londra: Sage Publication, 2001.

Norbert Elias, Uygarlık Süreci, 2 cilt, çev. Ender Ateşmen, İstanbul: İletişim Yay., 2000.

Page 427: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

427

Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi: Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, 9. Baskı, İstanbul: Doğan Kitap,

ts.

Nuray Mert, “Laiklik Tartışması ve Siyasal İslâm”, Cogito, 1994, sy. 1, s. 89-101.

Nurullah Gündüz, “Uydu Kentin Mekansal Üretimi: Başakşehir 4. ve 5. Etaplar”, Doktora Tezi, İÜ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji ABD, 2015.

Oded Stark ve David E. Bloom, “The New Economics of Migration”, The American Economic Review,

Mayıs 1985, c. 75, sy. 2, Papers and Proceedings of the Ninety- Seventh Annual Meeting of the

American Economic Association.

Oliver E. Williamson (ed.), Organization Theory: From Chester Barnard to the Present and Beyond,

Oxford ve New York: Oxford University Press, 1995.

Online Etymology Dictionary, www.etymonline.com

Osman Dolu (ed.), Kriminoloji, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2012.

Ömer Faruk Darende, “Sekülerleşme ve Laiklik Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi”, Şırnak

Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015/1, c. 6, sy. 11, s. 151-187.

P. Saunders, “Space, the City and Urban Sociology”, D. Gregory ve J. Urry (eds.), Social Relations and

Spatial Structures, Londra: Macmillan, 1985.

Patrick Baert, Sosyal Bilimler Felsefesi: Pragmatizme Doğru, çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul: Küre Yay.,

2010.

Paul Descamps, Deneysel Sosyoloji, çev. ve önsöz. Nurettin Şazi Kösemihal, 2. Baskı, İstanbul: Remzi

Kitabevi, 1965.

Paul Rock, “Suç ve Sapma”, William Outhwaite (ed.), Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, İstanbul:

İletişim Yay., çev. Melih Pekdemir, s. 737-743.

Paul E. Rock, The Making of Symbolic Interactionism, Londra: Palgrave MacMillan, 1979.

Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, çev. Çağla Erdem ve Elif Yücel, Ankara:

Dost Kitabevi, 1998.

Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek, 9. Baskı, İstanbul: Ayrıntı

Yay., 2013.

Perry Anderson, Gramsci, Hegemonya, Doğu-Batı Sorunu ve Strateji, çev. Tarık Günersel, İstanbul:

Alan Yay., 1988.

Peter Drucker, The Age of Discontinuity: Guidelines to Our Changing Society, New York: Harper ve

Row, 1969.

Peter F. Drucker, Yeni Gerçekler, çev. Birtane Karanakçı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1993.

Peter L. Berger ve Thomas Luckmann, Gerçekliğin Sosyal İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi İncelemesi, çev.

Vefa Saygın Öğütle, İstanbul: Paradigma Yay., 2008.

Peter L. Berger, “Dini Kurumlar”, Adil Çiftçi (der. ve çev.), Toplumbilimi Yazıları, İzmir: Anadolu

Yay., 1999, s. 71-136.

Peter L. Berger, “Günümüz Din Sosyolojisi Üzerine Düşünceler”, çev. İhsan Çapçıoğlu, Dinî

Araştırmalar, Mayıs-Ağustos 2002, c. 5, sy. 13, s. 187-199.

Peter L. Berger, Kutsal Şemsiye, çev. Ali Coşkun, 2. Baskı, İstanbul: Rağbet Yay., 2000.

Page 428: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

428

Peter McLaren, Eleştirel Pedagojiye Giriş, çev. Mustafa Yunus Eryaman ve Hasan arslan, Ankara:

2011.

Peter McLaren, Kızıl Tebeşir, çev. Özge Yılmaz, İstanbul: Kalkedon, 2006.

Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Sarmal Yay., 1996.

Philippe Besnard, “Sapkınlık”, Massimo Borlandi vd. (eds.), Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, çev. Bülent

Arıbaş, İstanbul: İletişim Yay., 2011, s. 636-638.

Phyllis Deane, İlk Sanayi İnkılabı, çev. Tevfik Güran, Ankara: TTK Yay., 1994.

R. C. Longworth, “A New Kind of War”, Katie Sjursen (ed.), Globalization, H. W. Wilson Company,

2000.

Ramazan Şengül, “Henri Fayol’un Yönetim Düşüncesi Üzerine Notlar”, Yönetim ve Ekonomi, 2007, c.

14, sy. 2, s. 257-273.

Raymond Williams, Anahtar Sözcükler: Kültür ve Toplumun Sözvarlığı, çev. Savaş Kılıç, 3. Baskı,

İstanbul: İletişim Yay., 2007.

Raymond Williams, Culture and Society, 1780-1950, Harper Torchbooks, 1958.

Recep Şentürk, Yeni Din Sosyolojileri: Batı’da 1960 Sonrası Arayışlar, İstanbul: Gelenek Yay., 2004.

Reinhard Bendix, Work and Authority in Industry: Managerial Ideologies in the Course of

Industrializaiton, New Brunswick ve Londra: Transaction Publishers, 2001.

Renato Jose de Oliveira, “Platon’un Eğitim Felsefesi”, çev. İrfan Görkaş, İnsan ve Toplum Bilimleri

Araştırmaları Dergisi, 2012, c. 1, sy. 1, s. 299-303.

Richard E. Lee ve Immanuel Wallerstein, İki Kültürü Aşmak: Modern Dünya Sisteminde Fen Bilimleri

ile Beşeri Bilimler Ayrılığı, çev. Aysun Babacan, İstanbul: Metis Yay., 2007.

Richard L. Daft, Örgüt: Kuramları ve Tasarımını Anlamak, Ömür N. Timurcanday Özmen (çev. ed.),

İstanbul: Nobel Akademik Yay., 2015.

Richard Sennett, Otorite, çev. Kamil Durand, 4. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2014.

Richard T. Schaefer, Sosyoloji, Simten Coşar (çev. ed.), Ankara: Palme Yay., 2013.

Robert N. Bellah, “Civil Religion in America”, Deadalus, Kış 1967, c. 96, s. 1-21 (Robert N. Bellah ve

Steven M. Tipton (eds.), The Robert Bellah Reader, Durham ve Londra: 2006, s. 225-245).

Robert J. Braidwood, Tarihöncesi İnsan, çev. Bilgi Altınok, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay., 1995.

Robert Michels, Political Parties, New York: The Free Press, 1911.

Robert Nisbet, “Muhafazakarlık”, çev. Erol Mutlu, Tom Bottomore ve Robert Nisbet (eds.), Sosyolojik

Çözümlemenin Tarihi, çev. Mete Tunçay, Aydın Uğur vd., 1. bs., Ankara: Verso Yay., 1990, s.

97-133.

Robert Nisbet, Sosyolojik Düşünce Geleneği, çev. Yusuf Kaplan, İstanbul: Paradigma Yay., 2013.

Robert Reich, “Küresel Ağlar”, Mustafa Özel (der. ve çev.), Küresel Rekabet, İstanbul: İz Yay., 1994.

Roberto Cipriani, Din Sosyolojisi: Tarih ve Teorileri, çev. Ali Coşkun, İstanbul: Rağbet Yay., 2011.

Rodney Stark ve Roger Finke, Acts of Faith: Explaining the Human Side of Religion, Berkeley ve Los

Angeles, California: University of California Press, 2000.

Rodney Stark, “Secularization, R.I.P.”, Sociology of Religion, 1999, c. 60, sy. 3, ss. 249-273.

Page 429: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

429

Roland Robertson, Küreselleşme: Toplum Kavramı ve Küresel Kültür, çev. Ümit Hüsrev Yolsal,

Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1999.

Rosa Luxemburg, Siyasal Yazılar, çev. Zafer Üskül, Ankara: Verso Yay., 1989.

Roy Wallis, The Elementary Forms of the New Religious Life, Londra: Roudledge ve Kegan Paul, 1984.

S. Kalaycıoğlu (ed.), Yaşlılar ve Yaşlı Yakınları Açısından Yaşam Biçimi Tercihleri, Ankara: Türkiye

Bilimler Akademisi, 2003.

S. Timur, Türkiye’de Aile Yapısı, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yay., 1972.

Sabri Orman, İktisat, Tarih ve Toplum, İstanbul: Küre Yay., 2001, s. 301.

Sadiye Kayaarslan, “Sosyal Tabakalarda Eğitim Anlayışları: Kırıkkale Örneği”, Yüksek Lisans Tezi,

Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi SBE Sosyoloji ABD, 2008.

Sally R. Binford ve Lewis R. Binford (eds.), New Perspectives in Archaeology, Chicago: Aldine

Publishing, 1968.

Samuel A. Stouffer, “Intervening Opportunities: A Theory Relating Mobility and Distance”, American

Sociological Review, Aralık 1940, c. 5, sy. 6.

Samuel Bowles ve Herbert Gintis, Schooling in Capitalist America: Educational Reform and the

Contradictions of Economic Life, New York: Basic Books, 1976.

Saniye Dedeoğlu ve Çisel Ekiz Gökmen, Göç ve Sosyal Dışlanma: Türkiye’de Yabancı Göçmen

Kadınlar, Ankara: Efil Yay., 2011.

Saskia Sassen, The Global City: New York, London, Tokyo, New Jersey: Princeton University Press,

2001.

Savaş Çağlayan, “Göç Kuramları, Göç ve Göçmen İlişkisi”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü Dergisi, 2006, sy. 17.

Sercan Gürler, Hukuk, Suç ve Toplum, İstanbul: İÜ AUZEF, 2015.

Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni, Yanlış Bilinç ve Hegemonya’dan Söyleme, Ankara: İmge

Kitabevi, 1997.

Sevinç Güçlü (ed.), Kurumlara Sosyolojik Bakış, İstanbul: Kitabevi, 2011.

Siegfried Berninghaus ve Hans-Günther Seifert-Vogt, “A Microeconomic Model of Migration”,

Migration and Economic Development, Klaus F. Zimmermann (ed.), Berlin: Springer-Verlag,

1992.

Stanley Cohen, Visions of Social Control: Crime, Punishment and Classification, Cambridge: Polity

Press, 1985.

Stephen Castles ve Mark J. Miller, Göçler Çağı: Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri,

İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008.

Steve Bruce, God is Dead: Secularization in the West, Oxford: Blackwell, 2002.

Stuart Hall, “Eski ve Yeni Kimlikler, Eski ve Yeni Etnikler”, Anthony D. King (der.), Kültür,

Küreselleşme ve Dünya-Sistemi, çev. Gülcan Seçkin ve Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim ve

Sanat Yay., 1998, s. 88-95.

Sulhi Dönmezer, Kriminoloji, İstanbul, 1971.

Sulhi Dönmezer, Kriminoloji, 8. Baskı, İstanbul: Beta Yayım, 1994.

Page 430: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

430

Suna Tekel, “Örgüt Teorilerinin Sınıflandırılması ve Tartışmalar”, Hacettepe Üniversitesi Sosyolojik

Araştırmalar E-Dergisi, 24 Ekim 2011, www.sdergi.hacettepe.edu.tr/makaleler/suna-TEKEL-

son.pdf [erişim tarihi: 20 Ocak 2018], s. 1-18.

Surhan Çam ve Nadir Sugur, “Anthony Giddens ile Söyleşi”, Mürekkep, 1995.

Süleyman Nyang, “Globalleşmenin Kavramsallaştırılması”, Globalleşme Bir Aldatmaca mı?, çev.

Havva Karakuş-Keleş, İstanbul: İnkılab Yay., 2002.

Süleyman Turan ve Faruk Sancar (eds.), Yeni Dini Hareketler: Tarihsel, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla,

İstanbul: Açılım Kitap, 2014.

Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, çev. Şeniz

Gönen, Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset – Makaleler I, Mümtaz’er Türköne ve Tuncay

Önder, İstanbul: İletişim Yay., 1990, s. 30-66.

Talip Küçükcan, “Modernleşme ve Sekülerleşme Kuramları Bağlamında Din, Toplumsal Değişme ve

İslam Dünyası”, İslam Araştırmaları Dergisi, 2005, sy. 13, s. 109-120.

Taylan Akkayan, Göç ve Değişme, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1979.

Ted Benton ve Ian Craib, Sosyal Bilim Felsefesi: Toplumsal Düşüncenin Felsefî Temelleri, çev. Ümit

Tatlıcan ve Berivan Binay, İstanbul (Bursa): Sentez Yay., 2008.

Tevfik Güran, İktisat Tarihi, İstanbul: Der Yay., 2012.

Thomas Luckmann, Görünmeyen Din, Ali Coşkun ve Fuat Aydın (çev.), İstanbul: Rağbet Yayınları,

2003.

Timur Demirbaş, Kriminoloji, Ankara-İstanbul: Seçkin Yay., 2012.

Tolga Tezcan, Gebze: ‘Küçük Türkiye’nin Göç Serüveni, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.,

2011.

Tom B. Bottomore, Toplumbilim: Sorunlarına ve Yazınına İlişkin Bir Klavuz, çev. Ünsal Oskay, 2.

baskı, İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., 1984.

Tony Bilton ve diğerleri, Sosyoloji, çev. Kemal İnal ve diğerleri, 2. Baskı, İstanbul: Siyasal Kitabevi,

2009.

Tony Jefferson, Resistance Through Rituals: Youth Subcultures in Postwar Britain, 1976.

Tony Lawson ve Tim Heaton, Crime and Deviance, Londra: MacMillan Press Ltd., 1999.

Troy Duster ve Jeff Manza, “Crime, Deviance and Social Control”, Jeff Manza ve diğerleri, The

Sociology Project: Introducing the Sociological Imagination / From the New York University

Department of Sociology, New Jersey: Pearson Education Inc., 2013.

Turhan Şengönül, “Toplumumuzda Eğitimin Dikey Sosyal Hareketliliğe Etkisi (İzmir’de Profesyonel

Meslek Sahibi Bireyler Üzerine Bir Araştırma)”, Sosyoloji Dergisi, 2008, 3. Dizi-19. Sayı, s. 171-

208.

Türkiye İstatistik Kurumu, Nüfus Projeksiyonları, 2013-2075, 2013

[http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=15844 (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2014)].

Ulrich Beck, “Living Your Own Life in a Runaway World: Individualization, Globalisation and

Politics”, Anthony Giddens ve Will Hutton (eds.), Global Capitalism, New York: The New Press,

2000.

UNDP, Human Development Report 2009: Overcoming Barriers: Human Mobility and Development,

New York: Palgrave Macmillan, 2009.

Page 431: SOSYOLOJİYE GİRİŞ IIauzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/kok/sosyolojiyegiris2.pdf3 ÖNSÖZ Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçite yaanan toplumsal

431

United Nations, World Population Ageing, 2013, s. xii [http//www.un.org/en].

Ümit Meriç Yazan, “İleri Endüstri Toplumlarında Aile Kurumu Üzerine Bir Araştırma”, İÜEF Sosyoloji

Dergisi, 1988-1989, 3. Dizi – 1. Sayı, s. 147-174.

Ünver Günay, “Gabriel Le Bras’ın Din Sosyolojisini Araştırma Yöntemleri”, Erciyes Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1988, sy. 2, s. 10-28.

Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yay., 1998.

Üstün Ergüder, Yılmaz Esmer ve Ersin Kalaycıoğlu, Türk Toplumunun Değerleri, İstanbul: TÜSİAD,

1991.

V. I. Lenin, Milletlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı, çev. Muzaffer Ardos, İstanbul: Eriş Yayınları,

2004.

V. Kalınkara, Temel Gerontoloji: Yaşlılık Bilimi, Ankara: Nobel Yay., 2011.

Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar, 7. Baskı, Bursa: Ekin

Yay., 2011.

Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İstanbul: Afa Yayınları, 1991.

Volkan Ertit, “Evrenselleştirilmiş –Klasik- Sekülerleşme Teorisi”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2014, c. 11, sy. 27, s. 103-120.

Volkan Ertit, Endişeli Muhafazakarlar Çağı: Dinden Uzaklaşan Türkiye, Orient Yay., 2015.

W. Graham Astley ve Andrew H. Van de Ven, “Central Perspectives and Debates in Ogranization

Theory”, Administrative Science Quarterly, 1983, sy. 28, s. 245-273.

William Petersen, “A General Typology of Immigration”, American Sociological Review, Haziran 1958,

c. XXIII, sy. 3, s. 256-266.

www.krimonoloji.com [erişim tarihi: 21 Ağustos 2017].

Yahya Akyüz, “İbni Sina’nın Türk ve Dünya Eğitim Tarihindeki Yeri”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi

Dergisi, 1982, c. 15, sy. 1, s. 1-13.

Yalçın Çetinkaya (ed.), Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim, İstanbul: İletişim Yayınları,

2008.

Yalın Kılıç, “Türkiye’de Eğitimsel Eşitsizlik ve Toplumsal Tabakalaşma İlişkisine Dair Ampirik Bir

Çalışma”, Eğitim Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2014, c. 4, sy. 2, s. 243-263.

Yıldız Ecevit ve Nadide Karkıner (eds.), Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi, Eskişehir: Anadolu

Üniversitesi Yay., 2011.

Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, Nobel Akademik Yayıncılık, 2016.

Zahir Kızmaz, “Şiddetin Sosyo-Kültürel Kaynakları Üzerine Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Fırat

Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2006, c. 16, sy. 2, s. 247-267.

Zeki Arslantürk ve M. Tayfun Amman, Sosyoloji: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, Teoriler, İstanbul:

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 1999.

Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1998.