Upload
others
View
20
Download
1
Embed Size (px)
Citation preview
SOSYOLOJİYE GİRİŞ II
SOSYOLOJİ LİSANS PROGRAMI
Prof. Dr. YÜCEL BULUT
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
SOSYOLOJİ LİSANS PROGRAMI
SOSYOLOJİYE GİRİŞ II
Prof. Dr. YÜCEL BULUT
3
ÖNSÖZ
Sosyoloji, temel olarak, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçişte yaşanan
toplumsal krizleri anlayabilmek, kavrayabilmek ve çözümleyebilmek amacıyla 19. yüzyılda
ortaya çıktı. Temel kavramları, kuramları, ilgi alanları, soruları ve yöntemleri bu toplumsal ve
tarihsel ortamda şekillendi. Bu yönüyle bakıldığında, sosyolojiyi modern sanayi toplumunun
bilimi olarak nitelemek mümkündür.
Sosyoloji; ortaya çıktığı toplumların ve dönemin sorunları ve ihtiyaçları doğrultusunda, bir
yönüyle toplumsal değişimin dinamiklerini ve taraflarını kavramaya çalıştı, diğer bir yönüyle
de normlar, değerler, ahlak, toplumsal ilişkiler, değişen çalışma ilişkileri, aile, dinî anlayışlar,
eğitim, toplum içerisinde bireyin konumu ve rolü gibi konular etrafında toplumu hem yatay,
hem de dikey olarak anlama gayreti içinde oldu.
Sosyoloji, antropoloji, psikoloji, iktisat, hukuk vb. gibi bilimlere göre biraz daha geç bir tarihte
ve belli ölçüde onların yetersiz kaldıkları sorulara cevaplar üretebilmek çabasıyla oluştu. O
nedenle, sosyolojiyi, her biri bireyin ya da toplumsal hayatın belli bölümleri üzerine
uzmanlaşmış disiplinlerle yakın ilişki içerisinde olan, onların bir kesişme noktasında iş gören
bir disiplin olarak da değerlendirmek mümkündür. Başka bir deyişle, felsefeden antropolojiye,
edebiyattan tarihe, iktisattan hukuka, işletmeden psikolojiye ve hatta doğa bilimlerine
varıncaya dek çok farklı disiplinin üretimlerinden zengin bir biçimde yararlanır. Belli ölçüde
bu disiplinlerin üretimlerini derleyip toparlayan, bir potada eriten ve toplumsal hayatın
geçmişine, bugününe ve geleceğine ilişkin değerlendirmelerde bulunan bir disiplindir.
Elinizdeki metin, sosyoloji disiplini ile yeni tanışacaklar için bir başlangıç olması düşüncesiyle
hazırlandı. Konular ve konu anlatımları bu amaç çerçevesiyle sınırlı tutulmaya çalışıldı.
Sosyolojinin derin iç tartışmalarını yansıtmak ya da tartışmaktan ziyade, sosyolojiyi belli başlı
konuları ve ilgileriyle yeni başlayanlara tanıtmak gibi bir amaç güdülmüş ve gelişime açık bir
metin oluşturulmasına özen gösterildi.
Sosyolojiye Giriş II, bu yeni edisyonu için yeniden düzenlendi. Önceki yıllarda Sosyolojiye
Giriş II’de bulunan bazı bölümlerin, Sosyolojiye Giriş I’e dahil edilmesi nedeniyle oluşan
boşluk, yeni bölümlerin eklenmesiyle giderilmeye çalışıldı. Bu çerçevede, daha önceki
edisyonlarda olmayan “Toplumsal Kurum”, “Toplumsal Hareketler Sosyolojisi” ve “Yaşlılık
Sosyolojisi” bölümleri eklendi. “Toplumsal Hareketler Sosyolojisi” başlıklı bölüm,
bölümümüz öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Mehmet Emin Balcı tarafından elinizdeki metin için
kaleme alındı. “Yaşlılık Sosyolojisi” bölümü ise, yine bölümümüz öğretim üyesi Doç. Dr.
4
Murat Şentürk ve Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Dr.
Hamza Kurtkapan tarafından bu metin için kaleme alındı. Benim bu bölümlerle ilgili katkım,
metinler üzerinde bazı düzenlemeler yapmakla sınırlıdır. Sosyolojiye Giriş II’nin
geliştirilmesine verdikleri değerli katkılar için değerli meslektaşlarımın her birine ayrı ayrı
teşekkür ederim.
Bir önceki edisyonda “Sosyolojide Güncel Meseleler” başlığı altında işlenen “toplumsal
cinsiyet” konusu elinizdeki metinde “Aile ve Toplum” bölümü içerisine ‘Toplumsal Cinsiyet
Sosyolojisi’ başlığıyla dahil edilerek ele alındı. “Toplum ve Eğitim”, “Ekonomi, İş ve Çalışma
Hayatı, “Örgüt Sosyolojisi”, “Toplumsal Sapma ve Suç”, “Siyaset, İktidar ve Otorite”, “Göç
ve Toplum”, “Toplum ve Din” ve “Kent ve Kentleşme Sorunları” başlıklı bölümler, bu edisyon
için yeniden gözden geçirildi, bazı kısımlar yeniden kaleme alındı, kimi eklemeler ve
çıkarmalar yapıldı ve bütün bölümlerde metin akışı ve konuların işlenmesi yeniden düzenlendi.
Bütün bu uğraşlarımıza rağmen, metinde hala belli eksiklikler elbette ki mevcuttur. Metnin
hem Türkçe, hem de muhteva açısından geliştirilmesine ve daha iyi hale getirilmesine yönelik
çabalarımız sonraki yıllarda da devam edecektir.
Faydalı olması ümidiyle...
Yücel Bulut
5
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ...................................................................................................................................... 3
İÇİNDEKİLER......................................................................................................................... 5
1. TOPLUMSAL KURUM .................................................................................................... 12
Giriş .......................................................................................................................................... 16
1. 1. Toplumsal Kurum ............................................................................................................ 16
1.2. Sosyolojide Kurum Kavramının Kökeni ........................................................................... 19
1.3. Kurumlaşmanın Oluşumu ................................................................................................. 22
1.4. Kurumların İşlevleri .......................................................................................................... 28
1.5. Kurumların Evrenselliği ve Kurumların Tasnifi ............................................................... 29
2. AİLE VE TOPLUM ........................................................................................................... 32
2.1. Aile .................................................................................................................................... 34
2.2. Aile Tipleri ........................................................................................................................ 36
2.3. Evlilik Türleri .................................................................................................................... 41
2.4. Toplumsal Değişme ve Aile .............................................................................................. 44
2.5. Türkiye’de Aile ................................................................................................................. 46
2.6. Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi ......................................................................................... 48
Okuma Önerileri ....................................................................................................................... 51
3. TOPLUM VE EĞİTİM ..................................................................................................... 57
3.1. Eğitim ................................................................................................................................ 60
3.2. Eğitim Sosyolojisi ............................................................................................................. 62
3.3. Eğitime Sosyolojik Yaklaşımlar........................................................................................ 68
3.3.1. İşlevselci Yaklaşım ................................................................................................. 68
3.3.2. Çatışmacı Yaklaşım ................................................................................................ 71
3.3.3. Feminist Yaklaşım .................................................................................................. 73
3.3.4. Yorumcu ya da Sembolik Etkileşimci Yaklaşım .................................................... 75
6
3.3.5. Eleştirel Pedagoji Kuramı ....................................................................................... 78
3.3.6. Ivan Illich ve Okulsuz Toplum ............................................................................... 80
3.4. Toplumsal Farklılık ve Eğitimde Başarı ........................................................................... 82
Okuma Önerileri ....................................................................................................................... 85
4. TOPLUM VE DİN ............................................................................................................. 89
4.1. Din: Tanımlama Çabaları .................................................................................................. 93
4.2. Din Sosyolojisi .................................................................................................................. 99
4.3. Dine Sosyolojik Bakış ..................................................................................................... 105
4.3.1. Dinin Bütünleştirici İşlevi ..................................................................................... 105
4.3.2. Din ve Toplumsal Destek ...................................................................................... 106
4.3.3. Din ve Toplumsal Değişim ................................................................................... 106
4.3.4. Din ve Toplumsal Denetim: Çatışmacı Bakış ....................................................... 107
4.4. Sekülerleşme Tezi ........................................................................................................... 108
4.5. Okuma Parçası: Yeni Dinî Hareketler ............................................................................. 114
Okuma Önerileri ..................................................................................................................... 119
5. EKONOMİ, İŞ VE ÇALIŞMA HAYATI ...................................................................... 123
5.1. Ekonomi: Kavramsal Bir Başlangıç ................................................................................ 128
5.2. Ekonomik Faaliyetlere Tarihsel Bir Bakış ...................................................................... 131
5.3. Ekonomide Sektörler ....................................................................................................... 133
5.4. Küresel ekonomi ............................................................................................................. 134
5.5. Ekonomik Sistemler ........................................................................................................ 134
5.6. Endüstriyel toplumlarda çalışma hayatı .......................................................................... 137
5.7. Post-endüstriyel toplumlarda çalışma hayatı ................................................................... 146
5.8. Değişen Ekonomiler ....................................................................................................... 148
6. SİYASET, İKTİDAR VE OTORİTE ............................................................................. 153
Giriş ........................................................................................................................................ 157
6.1. Siyaset Kavramı .............................................................................................................. 158
7
6. 2. Siyaset Sosyolojisi.......................................................................................................... 163
6.3. Yönetim ........................................................................................................................... 166
6.4. Siyasal Sistemler ............................................................................................................. 169
6.4.1. Monarşi ................................................................................................................. 171
6.4.2. Demokrasi ............................................................................................................. 171
6.4.3. Otoriteryanizm ...................................................................................................... 172
6.4.4. Totalitarizm ........................................................................................................... 173
6.5. Güç, İktidar, Otorite ve Otorite Çeşitleri ......................................................................... 174
6.5.1. Otorite Çeşitleri ..................................................................................................... 179
6.6. Temel Siyasî Kurumlar ve Kavramlar ............................................................................ 182
6.6.1. Devlet .................................................................................................................... 182
6.6.2. Hükümet ................................................................................................................ 184
6.6.3. Parlamento ............................................................................................................ 185
6.6.4. Bürokrasi ............................................................................................................... 186
6.6.5. Siyasi Partiler ........................................................................................................ 186
6.6.6. Baskı Grupları ....................................................................................................... 186
6.6.7. Seçimler ................................................................................................................ 187
7. KENTLEŞME VE KENT SORUNLARI ....................................................................... 190
Giriş ........................................................................................................................................ 193
7.1. Kent ve Kente Dair Sosyolojik Yaklaşımlar ................................................................... 194
7.1.1. Georg Simmel ve Kent .......................................................................................... 196
7.1.2. Chicago Okulu ve Kent ......................................................................................... 196
7.1.3. Kente Ekolojik Yaklaşım: Park, Burgess ve McKenzie ....................................... 197
7.1.4. Bir Yaşam Tarzı Olarak Kent: Louis Wirth .......................................................... 198
7.2. 20. Yüzyılda Kente Sosyolojik Yaklaşımlar ................................................................... 199
7.2.1. Weberci Yaklaşımlar ............................................................................................ 201
7.2.1.1. Konut Sınıfları Kuramı ...................................................................................... 201
8
7.2.1.3. Tüketim Sosyolojisi Kuramı .............................................................................. 205
7.2.2. Marxist Yaklaşımlar .............................................................................................. 207
7.2.2.1. Toplumsal Hareketler Kuramı ........................................................................... 207
7.2.2.2. Sermaye Çevrimi Kuramı .................................................................................. 212
8. NÜFUS ve TOPLUM ....................................................................................................... 221
Giriş ........................................................................................................................................ 224
8.1. Demografi: Nüfus Bilimi ................................................................................................ 225
8.2. Demografik Kuramlar ..................................................................................................... 226
8.3. Demografinin Bazı Kavramları ....................................................................................... 229
9. GÖÇ ve TOPLUM ........................................................................................................... 236
Giriş ........................................................................................................................................ 240
9.1. Göçle İlgili Kavramlar ve Tanımlar ................................................................................ 241
9.2. Göç Teorileri ................................................................................................................... 247
9.2.1. Ernest George Ravenstein ve “Göç Yasaları” ...................................................... 249
9.2.2. Samuel A. Stouffer ve Kesişen Fırsatlar Teorisi .................................................. 252
9.2.3. Everett S. Lee ve Göç Teorisi ............................................................................... 252
9.2.4. Larry A. Sjastaad ve İnsan-Sermaye Modeli ........................................................ 254
9.2.5. Michael P. Todaro ve Göç .................................................................................... 255
9.2.6. George J. Borjas ve Göç Teorisi ........................................................................... 256
9.2.7. Yeni Ekonomi Kuramı .......................................................................................... 257
9.2.8. William Petersen ve Göç Tipolojisi ...................................................................... 257
9.2.9. Michael J. Piore ve İkili Emek Piyasası Teorisi ................................................... 260
9.2.10. Saskia Sassen ve Göç Çalışmaları ...................................................................... 261
9.2.11. İlişkiler Ağı Teorisi ............................................................................................. 262
9.2.12. Göç Sistemleri Teorisi ........................................................................................ 263
9.3. Türkiye’de İç ve Dış Göçler ............................................................................................ 264
9.4. Uluslararası Göç .............................................................................................................. 268
9
9.5. Göç Alanında Çalışan Ulusal ve Uluslararası Kurum ve Kuruluşlar .............................. 271
10. TOPLUMSAL HAREKETLER SOSYOLOJİSİ ........................................................ 277
Giriş ........................................................................................................................................ 281
10.1. Toplumsal Hareketlerin Modern Öncesi Tarihi ............................................................ 281
10.2. Modern Toplumsal Hareketler: Tanımlar, Süreçler, Aktörler ....................................... 285
10.3. Klasik Toplumsal Hareketler ........................................................................................ 287
10.3.1. İşçi Hareketleri .................................................................................................... 288
10.3.2. Ulusal Kurtuluş Hareketleri ................................................................................ 291
10.4.1. Gençlik Hareketleri ............................................................................................. 297
10.4.2. Kadın Hareketleri ................................................................................................ 298
10.4.3. Etnik ve Irkçılık Karşıtı Hareketler ..................................................................... 300
10.4.4. Küresel Hareketler .............................................................................................. 301
10.5. Sonuç ............................................................................................................................. 301
Okuma Önerileri ..................................................................................................................... 303
11. TOPLUMSAL SAPMA VE SUÇ .................................................................................. 307
11.1. Toplumsal Sapma, Toplumsal Kontrol ve Suç .............................................................. 311
11.2. Kriminoloji ve Suç Sosyolojisi ..................................................................................... 316
11.3. Suça/Suçluya İlişkin Yaklaşımlar .............................................................................. 320
11.3.1. Biyolojik Teoriler ................................................................................................ 321
11.3.2. Psikolojik Teoriler .............................................................................................. 323
11.3.3. Sosyolojik Teoriler .............................................................................................. 324
12. ÖRGÜT SOSYOLOJİSİ ................................................................................................ 341
Giriş ........................................................................................................................................ 345
12.1. Örgüt: Tanımlama Çabaları ........................................................................................... 345
12.2. Örgüt Kuramları ............................................................................................................ 347
12.3. Max Weber ve Bürokrasi .............................................................................................. 353
12.4. Örgüt Tipleri .................................................................................................................. 358
10
12.5. Dünyayı Saran Örgütler ................................................................................................ 361
12.5.1. Manuel Castells ve Ağ Toplumu ........................................................................ 362
12.5.2. Michel Foucault ve Gözetim Toplumu ............................................................... 363
13. YAŞLANMA SOSYOLOJİSİ ....................................................................................... 368
Giriş ........................................................................................................................................ 372
13.1. Yaşlanma ve Yaşlılıkla İlgili Kavramlar ....................................................................... 373
13.1.1. Yaşlı .................................................................................................................... 373
13.1.2. Yaşlanma ............................................................................................................. 373
13.1.3. Yaşlılık ................................................................................................................ 374
13.1.4. Nüfusun Yaşlanması ........................................................................................... 374
13.1.5. Yaşlanmanın Sosyokültürel Yapısı ..................................................................... 375
13.1.6. Yaşlanma ve Cinsiyet ......................................................................................... 375
13.1.7. Yaşlı İstismarı ..................................................................................................... 376
13.1.8. Geriatri, Gerontoloji ve Gerontososyoloji .......................................................... 376
13.2. Yaşlanma Teorileri ........................................................................................................ 377
13.2.1. İşlevselci Teoriler ve Yaşlanma (Yaşlanma ile İlgili Makro Teoriler) ............... 377
13.2.2. Yorumsamacı Teori ve Yaşlanma ....................................................................... 381
13.2.3. Sembolik Etkileşimci Bakış Açısı ve Yaşlanma ................................................. 382
13.3. Türkiye’de Yaşlanma .................................................................................................... 382
13.4. Türkiye’de Yaşlılıkla İlgili Sosyolojik Çalışmalar ....................................................... 384
14. KÜRESELLEŞME ......................................................................................................... 387
Giriş ........................................................................................................................................ 391
14.1. Küreselleşme [‘Globalization’] Kavramının Doğuşu ................................................... 392
14.2. Tanımlama Çabaları ...................................................................................................... 393
14.3. Küreselleşmenin Nitelikleri ........................................................................................... 395
14.4. Küreselleşmeyi Tetikleyen Faktörler ............................................................................ 401
14.4.1. Ekonomik Faktörler ............................................................................................ 401
11
14.4.2. İletişimsel ve Teknolojik Gelişmeler .................................................................. 403
14.4.3. İdeolojik Nedenler .............................................................................................. 406
14.5. Küreselleşmeye Karşı Çıkışlar ...................................................................................... 407
14.5.2. Küreselleşme=Emperyalizm ............................................................................... 409
14.6. Küreselleşmeye Farklı Yaklaşımlar .............................................................................. 409
14.6.1. Aşırı Küreselleşmeciler (Ohmae, Greider, Perlmutter) ...................................... 410
14.6.2. Küreselleşme Karşıtları ....................................................................................... 410
14.6.3. Dönüşümcüler (Anthony Giddens, Manuel Castells, Jan Aart Scholte) ............. 411
14.7. Sonuç: Değişen ve Yeni Olan Ne? ................................................................................ 411
KAYNAKÇA ........................................................................................................................ 416
12
1. TOPLUMSAL KURUM
13
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1.1. Toplumsal kurum nedir?
1.2. ‘Kurum’ kavramının sosyolojideki kullanım değeri nedir?
1.3. Toplumsal kurumların olumlu-olumsuz işlevleri nelerdir?
1.4. Temel toplumsal kurumlar nelerdir?
14
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Toplumsal kurum nedir?
Toplumsal hayatta kurumlaşma nasıl gerçekleşir?
Toplumsal kurumlar sosyal hayatımızda işlerimizi kolaylaştırmakta
mıdırlar?
Toplumsal kurumlar, özgürlüklerimizi kısıtlayıcı bir özelliğe sahip
midirler?
Toplumsal hayatın yürütülmesinde etkin olan temel toplumsal kurumlar
nelerdir?
15
Anahtar Kavramlar
Kurum
Kurumlaşma
Toplumun nesnelleşmesi
16
Giriş
Günlük dilde ve akademik sosyoloji terminolojisinde birbirinden farklı anlamlara sahip
kavramlardan bir tanesidir ‘kurum’. Yaygın bir biçimde, gündelik hayatımızda kurumsal belli
işlevleri yerine getiren kuruluşları ‘kurum’ olarak adlandırırız. Oysa, sosyolojide kurum ne bir
kişi, ne bir grup, ne de bir mekan anlamında kullanılmaz. Kurum, sosyolojide, kültürün bir
parçası, insanların yaşam tarzlarının ‘örüntüleşmiş’ bir parçası anlamında kullanılır. Toplumsal
ihtiyaçlarımızı karşılama biçim ve yöntemlerimizin süreklilik arz eden halini ifade etmek için
‘kurum’ sözcüğüne başvururuz.
Sosyolojide ‘kurum’ kavramının toplumsal hayatın incelenmesinde temel analiz birimi olarak
kullanılması, belli bir sosyoloji yaklaşımına işaret eder. Bu sosyoloji yaklaşımı, toplumsal
olaylara, daha ziyade ‘yapı’ açısından yaklaşır. Bu çerçevede de, toplumsal hayatın idamesinde
belli temel toplumsal kurumlar belirlenmiştir: Ekonomi, aile, din, siyaset, eğitim gibi.
Bu bölümde, toplumsal hayata ‘yapı’ zaviyesinden bakanlar açısından temel bir analiz nesnesi
olarak dikkate alınan ‘kurum’ kavramının anlamı, içeriği ve ortaya nasıl çıktığı
değerlendirilmeye çalışılacaktır. Kurum kavramına ilişkin bu tarzda bir değerlendirmenin,
temel toplumsal kurumlar olarak adlandırılan aile, din, eğitim, ekonomi ve siyaset gibi
kurumların değerlendirilmesine geçilmeden önce ‘toplumsal kurum’ kavramını daha yakından
ve derinlemesine tanımak faydalı olacaktır.
1. 1. Toplumsal Kurum
Her toplumda evlilik, çocuk doğurma ve yetiştirme, mal ve hizmetleri üretme ve dağıtma, gıda
üretimi, giyecek ve barınak sağlama, düzeni tesis etme, dayanışmayı sağlama, dış tehlikelere
karşı savunma ya da afetlere karşı korunma, kişileri toplumun genel değerlerine hazırlama ve
onlara hayatlarını kazanacakları belli becerileri kazandırma vb. araçlarını içine alan geniş
kapsamlı kurallar mevcuttur.
Bu temel görevlerin her biri; aile, okullar, hükümet, ordu, mahkemeler, camiler vb. gibi belli
örgütsel yapılar tarafından yerine getirilmektedir. Bu görevlerin yerine getirilmesi anayasa,
yasalar, yönetmelikler, tüzükler vb. gibi yazılı kurallar manzumesi aracılığıyla
gerçekleştirilmektedir. Fakat toplumda, aynı zamanda, yukarıda sayılan türden kamusal
nitelikteki görevleri, işleyişleri ve ilişkileri düzenleyen yazılı olmayan kurallar, ilkeler,
uygulamalar ve yorumlamalar da mevcuttur. Aile ilişkilerinin temelinde ailenin kuruluşunu,
17
evliliği, karı-koca ya da ebeveynlerle çocuklar ve aile fertleri arasındaki ilişkileri düzenleyen
bir dizi formel ve enformel kurallar vardır. Başlangıç düzeyindeki okullara hangi yaştaki
çocukların kabulünden, sınıf oluşumlarına, derslerde okutulacak müfredata ve müfredatların
nasıl işleneceğine, öğrenci-öğretmen ilişkilerinin nasıl olacağına varıncaya dek yazılı ve yazılı
olmayan pek çok kural mevcuttur ve eğitim ve öğretim bu kurallar manzumesi aracılığıyla
gerçekleştirilir. Aynı durum, bireyin ve toplumun diğer bütün temel ihtiyaçlarının karşılanması
için de geçerlidir. Sosyal bilimlerde, bu türden temel ihtiyaçların karşılanmasında bireylerin
karşısına çıkan açık ya da gizli tüm kurallar manzumesine kurum adı verilmektedir. En geniş
anlamıyla toplumsal kurumu, “toplumun yapısı ve temel değerlerinin korunması açısından
zorunlu kabul edilen görece istikrarlı veya süreklilik arz eden kurallar topluluğu” 1 olarak
tanımlayabiliriz.
Joseph Fichter’in sözcükleriyle;
“Sosyolojik açıdan kurum ne bir kişidir, ne de bir grup. Kültürün bir kısmıdır, insanların
yaşam tarzlarının örüntüleşmiş bir parçasıdır. (...) açık ya da kapalı davranış örüntüleri
kişilerin oynadığı sosyal roller ve kişiler arası çeşitli sosyal ilişkilerle ilintilidir; bu
ilişkiler arasında ise sosyal süreçler bulunur. Sosyal ilişki ve roller, kurumun temel
öğeleridir. Kurum, çoğunluğun paylaştığı ve bazı temel grup gereksinimlerinin
karşılanması amacına yönelik, davranış örüntüleri bileşimidir.”2
‘Kurum’ kavramı, sosyolojinin pek çok kavramı gibi, günlük yaşantımızda sıkça kullandığımız
kavramlardan biridir. İlkokullar, liseler ya da üniversiteler, hastahaneler, çeşitli işletmeler,
fabrikalar için de yaygın bir biçimde ‘kurum’ sözcüğünü kullanırız. Ancak sosyolojik anlamıyla
‘kurum’, yalnızca belli fizikî özelliklere sahip özel bir mekân değildir. O nedenle, kurum ya da
toplumsal kurum, bu fizikî koşullarla birlikte daha fazla şeyi ifade etmek için kullanılan bir
terimdir. Örneğin, bir kurum olarak adlandırabileceğimiz Robert Koleji ya da Kabataş Erkek
Lisesi tek başına ‘eğitim’ kurumunun karşılığı değildir; ama eğitim kurumunun birer
parçasıdırlar. CHP ya da AKP ‘siyaset’ kurumunun bizzat kendisi değildir; ancak siyaset
kurumunun birer parçasıdırlar. Tıpkı Yeni Demokrasi Hareketi gibi ya da Liberal Düşünce
Topluluğu gibi... Ya da ‘din’ kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ibaret değildir. Camiler
1 Bu yaygın tanımı bir çok yerde bulmak mümkündür. Bkz. George A. Lundberg, Clarence C. Schrang ve Otto
N. Larsen, Sosyoloji, çev. Özer Ozankaya ve Ülker Gürkan, Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970, c. II,
s. 81; Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay., 2001, s. 15; Sevinç Güçlü,
“Toplumsal Kurumlar”, Sevinç Güçlü (ed.), Kurumlara Sosyolojik Bakış, İstanbul: Kitabevi, 2011, s. 1.
2 Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, çev. Nilgün Çelebi, 2. Baskı, Ankara: Attila Kitapevi, 1994, s. 119.
18
de, tekke ve zaviyeler de, tarikatlar da, cem evleri de, doğum, sünnet, evlilik ya da cenaze
törenleri de ‘din’ kurumunun kapsamına dahildir. Aynı kapsama Telli Baba veya Eyüp Sultan
türbesini ya da benzer mekânların ziyaretlerini de dahil edebiliriz.
Hastahanelerin ya da okulların, uzmanlaştıkları ya da yoğunlaştıkları alana bağlı olarak, belli
fizikî koşullara sahip olması beklenir. Ancak ‘sağlık’ ya da ‘eğitim’ kurumundan bahsetmek
için bunlar yeterli değildir. Bunun yanı sıra, bu binalarda tanımlanmış belli bir işin yapılması
veya belli bir ihtiyacın karşılanması gerekir. Bir işin ya da ihtiyacın karşılanması, aynı zamanda,
en genelde hizmet alanlar ile hizmet verenlerin varlığını gerektirir. Hizmet verenlerin ve hizmet
alanların, bu hizmeti nasıl göreceklerine ya da ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarına ilişkin bir
dizi düzenlemeye gereksinim vardır. Hatta ‘sağlık’ ya da ‘eğitim’ ya da diğer kurumlar, sadece
formel olarak tanımlanmış belli mekânlarla sınırlı da değildir. Toplumsal hayatın her bir anına
ve her bir yanına yayılmış durumdadırlar. İşte sosyolojik anlamda bir ‘eğitim’, ‘aile’, ‘siyaset’,
‘ekonomi’, ‘sağlık’, ‘din’ kurumundan bahsetmek mekânlardan, içindeki insanlardan, insan-
mekân ve insan-insan ilişkilerinden ve bütün bu ilişkileri düzenleyen yazılı ya da yazılı-
olmayan kurallar manzumesinden söz etmek demektir. Dolayısıyla sosyolojik anlamda ‘eğitim’
kurumundan söz edildiğinde; ilkokuldan orta okula, liseden üniversiteye, öğretmenden öğretim
üyesine, meslek lisesinden tıp fakültesine, mühendislik fakültesinden ilahiyat fakültesine,
İstanbul Erkek Lisesi’nden Küçük Çekmece Lisesi’ne ya da medreseye toplumun eğitim-
öğretimden beklentilerinden bu beklentilere yönelik olarak alınan önlemlere ve yapılan
düzenlemelere, bu okullarda verilen öğretim ve eğitimin ve işlenilen müfredatın içeriğine, bu
okullarda öğrenim görenler ile öğretim görevini icra edenlerin gerek görevlerini,
sorumluluklarını ve gerekse de birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen kurallara vb. varıncaya dek
çok geniş mekânsal, insanî ve ilişkisel zengin ve karmaşık bir bağlam kast edilmektedir.
Daha da açık bir ifadesiyle, pek çok akademisyen, kurum kavramını, belli toplumsal ilişkileri
yöneten kalıplaşmış ve kabul edilmiş alışkanlıkları, bu alışkanlıklarla bunları yöneten ilkelerin
karmaşıklığını, böyle bir karmaşıklığı destekleyen bürokratik örgütü, belli bir toplumsal
ihtiyacın düzenli ve daha kalıcı bir biçimde yapılması durumunu, bu türden temel toplumsal
ihtiyaçların giderilmesini temin eden düzenli, istikrarlı ve kalıcı ilişkilerin bir tür soyutlanmış
yapısını ifade etmek için kullanırlar.
“Toplumsal kurumlar burada, insan varlıkların eylemde bulunurken kullandıkları
göreceli dayanıklı kurallar dizisi olarak anlaşılmaktadır. Kurumlar herhangi bir yaşayan
gerçek insan varlıktan önce var olabilir, ama ancak insan eylemiyle yaratılıp, insan
eylemi tarafından sürekli yeniden yaratılmaları sayesinde varolmaya devam ederler.
19
Kurumlar, alışkanlık haline gelmiş pratiklerdir. Kurumlar hakkındaki bilgi etkileşim
esnasında, en güçlü olarak da toplumsallaşma ve eğitim esnasında, ama aynı zamanda
herhangi bir gündelik pratik esnasında aktarılır. Bu tür insani faaliyetlerin rutinleştiğini
söyleyecek olursak, bu faaliyetlerin, içerisinde nedenlerni ve amaçların sunulduğu
söylemsel bilinçten ziyade pratik bilincin, ‘nasıl yapılacağını bilmenin’ parçası
olduklarını kastediyoruzdur. Bununla birlikte, ilke olarak insan varlıklar eylemlerinin
nedenlerini sunma ve eylemlerini değiştirme yeteneğine sahiptir. İnsan varlıklar sürekli
yaratıcı faaliyetlerde bulunma, kurumların kuralları ve kaynaklarıyla çalışma ve böylece
kurumları dönüştürme yeteneğine sahiptir. (...) Hem imkan hem de zorunluluk
anlamında olmak üzere ‘uygulanabilirlik’ yargısı, failin kararlarının dayanıklılığı ve
katılığı hakkında bir görüş geliştirmesini, yeni kurallarda yapılacak iç değişikliklerin
ters doğurguları olup olmayacağı, reddedilip edilmeyeceği, kayıtsızca karşılanıp
karşılanmayacağı ya da hattâ olumlu bir kural değişmesi sürecine yol açıp açmayacağı
hakkında bir yargıda bulunmasını ima eder. Göreceli dayanıklılıkları ve katılıkları
çerçevesinde kurumların da bireyleri şekillendirdikleri ve yeniden şekillendirdikleri,
kurumların ‘yalnızca şu aşikar belli ustalıkları edinme anlamında değil, aynı zamanda
belli tutumları edinme anlamında bireyleri eğitmenin ve değiştirmenin belli tarzları’nı
içerimlediği söylenebilir. Kurumların daima aynı zamanda muktedir kılıcı ve kısıtlayıcı
olmasının nedeni budur.”3
1.2. Sosyolojide Kurum Kavramının Kökeni
Kurum kavramının sosyolojik analiz içinde kullanımının ve sosyolojik analizin merkezî
kavramı haline gelişinin Durkheim’in toplumu ve toplumsal olguları bireylerin dışında bir
gerçeklik [“birer şey”] olarak kavrayışına dayandığı söylenebilir. Bir analiz birimi olarak
kurumun, sosyolojik düşünce içerisinde daha ziyade Durkheimcı sosyoloji geleneği tarafından
ilgiye değer bulunduğunu ve araştırmalarının temel kavramlarından biri olduğunu söylemek
abartı olmaz sanıyorum. Daha da genel olarak, sosyolojinin temel dikotomisi olan yapı-fail
ikiliğinde, yapıdan yana taraf olanların daha sıklıkla başvurdukları ve dikkate aldıkları bir
kavramdır kurum. O nedenle, bir çok çağdaş sosyoloji metninde kurum başlıklı bir bölüm
bulmak çok zordur.
3 Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Sarmal Yay., 1996, s. 45-46.
20
Durkheim, malum olduğu üzere, “toplumsal olguları şeyler” gibi ele almak gerektiğini
sosyolojik yönteminin temeli olarak ifade eder. Ona göre, toplumsal olgular maddî şeyler
değildirler, fakat başka bir tarzda da olsa, maddî şeyler kadar şeyseldirler: “[Toplumsal]
olguların, tekil bilinçler üzerinde zorlayıcı bir etki icra edebilme özelliğiyle kendisini gösteren
yapma ve düşünme tarzlarından ibaret olduğunu söylemekteyiz.”4 Fakat toplumsal olgulara
atfetmiş olduğu ‘zorlayıcı güç’ün toplumsal olguların bütününü oluşturmadığını ve aynı
toplumsal olgunun zorlayıcı karakterinin karşıtını da (bir tür ‘zor’ ve ‘rıza’ karşıtlığı gibi)
taşıyabileceğini belirtir. Toplumsal olguların bir diğer özelliği, Durkheim’e göre, ‘kendilerine
özgü var oluşları olan şeyler’ olmalarıdır: “Birey onları biçimlenmiş olarak bulur ve
olmamalarını ya da olduklarından başka olmalarını sağlıyamaz: demek ki, birey bunları hesaba
katmak zorundadır ve bunlar toplumun kendi üyeleri üzerindeki maddi ve manevi üstünlüğüne
çeşitli derecelerde katılmakta olduklarından, birey için bunları değişikliğe uğratmak bir o kadar
zordur (imkânsız demiyoruz). Birey onların ortaya çıkışında bir rol oynar şüphe yok ki. Fakat
toplumsal olgunun meydana gelebilmesi için, hiç değilse birkaç bireyin kendi aksiyonların
birleştirmeleri ve bu bileşimin yeni bir ürün ortaya çıkarması gerekir.”5 Tek tek bireylerin
dışında bir gerçeklik olarak var olduğunu iddia ettiği “her tekil iradeden bağımsız olan davranış
ve muhakeme tarzlarını” karşılamak üzere, Fauconnet ve Mauss’un Grande Encyclopedie’de
kaleme aldıkları “Sosyoloji” maddesine atıfla kurum sözcüğünü kullanır ve şöyle tarif eder:
“Kollektivite tarafından tesis edilen bütün inançlara ve bütün davranış tarzlarına kurum adı
verilebilir. Böyle olunca da sosyoloji şu şekilde tanımlanabilir: Kurumların, onların ortaya
çıkışının ve işleyişinin bilimi.”6
Fauconnet ve Mauss’un adı geçen ansiklopedi maddesinde kurumla ilgili kaleme aldıkları
değerlendirmeler de özetle şöyledir: “İktisadi, hukuki, hatta dinî alanda birey fazlasıyla özerk
görünür. Bu hiç zorlama yok demek değildir. [...] Yine de ilan edilmiş bir zorunluluk,
tanımlanmış bir yaptırım yoktur; yenilik, aykırılık aslında belirlenmemiştir. Öyleyse, bireyin
önceden kurulu olarak bulunduğu ve aktarımının genelde eğitim yoluyla gerçekleştiği tüm
hareket ve düşünce biçimlerini toplumsal olgu olarak tanımlamayı sağlayacak başka bir kıstas
aramak gerekir. Bundan yola çıkarak ‘bu özel olguları işaret edecek özel bir sözcük bulmak
4 Emile Durkheim, Sosyolojik Metodun Kuralları, çev. Enver Aytekin, 2. Baskı, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1994,
s. 26.
5 Emile Durkheim, Sosyolojik Metodun Kuralları, s. 29
6 Emile Durkheim, Sosyolojik Metodun Kuralları, s. 30.
21
gerekir ve ‘kurum’ sözcüğü buna en uygun olanıdır.’” 7 Kısacası, bu sosyoloji geleneği
kurumları toplum içinde kendi başlarına var olan özerk ve bağımsız yapılar olarak kavrar.
20. yüzyılın ilk yarısında sosyolojik düşünce ancak Parsons’la yeni bir kuramsal tanım
oluşturabilmiştir. Parsons’ın çalışmalarında kurum kavramının üç kuramsal yaklaşımı
bulunmaktadır. Parsons’ın analizlerine temel oluşturan birincisi, iktisadî analizin aktörlere
yüklediği ‘iyi anlaşılmış çıkar’ı temel alır. Parsons bu kavramların içeriğinin bireylerin
toplumsal katılımına ve toplumsallaşmasına gönderme yaptığını ve ‘kişisel çıkarlarımızın
içeriğinin toplumsal kurumlar tarafından düzenlendiğini” gösterir. Bu tezini The Social
System’da (Toplumsal Sistem) yeniden ele alarak daha da geliştirir. Burada bir yanda
davranışlara ilişkin ‘araçsal-akılcı boyutu hakim kılan iktisat kuramı ve diğer kavramsal
şemalar’ bir yandan da ‘özünde sosyolojik bir kuram olan kurumsal davranış kuramı’ karşı
karşıya getirilir.
Parsons’a göre, toplumsal aktörlerin ‘motivasyonel dinamiği’nin ‘araçsal-akılcı sınıf’a
indirgenmesi, toplumsal sistem fikrinin saçma olana indirgenmesinden başka bir şey değildir.
Yazar böylece Veblen’in ve kurumsal ekonominin analizlerine katılarak, araçsal-akılcı türde
motivasyonlarla sınırlanan her kavrayışın ancak görece, özgül ve toplumsal sistemin özel ve
‘kurumsal olarak yapılandırılmış’ bir bağlamı içine giren süreçler açısından uygun bir kuram
olacağının altını çizer.
Kurum kavramının Parsons tarafından kabul edilen ikinci tanımı “rol” kavramına
yaslanmaktadır. Parsons burada Mead düşüncesinde kök salan ve Linton’ın önerdiği statüler ve
roller arasındaki farklılaşmaya eklemlenen Amerikan sosyolojisinin kalıcı geleneğiyle buluşur.
Bu yaklaşımını, özellikle 1950’lerde yazdığı The Social System ve Family, Socialisation and
Interaction Process adlı iki büyük yapıtında geliştirir.
Kurum böyle tanımlandığında, etkileşimlerin istikrar derecesi bağlamında ele alınabilir.
Böylece bir yandan tamamen kurumsallaşmaya, diğer yandan en keskin anomiye karşılık gelen
iki alt türden birine evrilebilir. Parsons, kurumsal gerçekliğin değişebilir esnekliğini
aydınlatmak için toplumsal sistemin yapısı bağlamında az ya da çok önemli oluşuna göre
tanımlanan üç tür ayrıştırma önerir: 1- Aktörlerin karşılıklı davranışlarını ve beklentilerini
tanımlayan ve bu hedef doğrultusunda en merkezî konumda ortaya çıkan ‘ilişkisel (referansiyel)
kurumlar’; 2- Aktörlerin davranışını meşrulaştırma açısından sınırlarını çizen ‘düzenleyici
7 Aktaran: Yves Fricker, “Kurum ve Kurumsallaşma”, Massimo Borlandi vd., Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, çev.
Bülent Arıbaş, İstanbul: İletişim Yay., 2011, s. 439.
22
kurumlar’; 3- Toplumsal olarak kabul gören ve aktörlere sınırsız açık olan davranışları
belirleyen ‘kültürel kurumlar’.
Parsons’ın eserleri kurum kavramına yukarda söz edilenlerden daha kapsayıcı üçüncü bir
yaklaşım önerir. Bu noktada kurum, Amerikan antropolojisinde yapılan kültür ve toplum
arasındaki ayrıştırma çerçevesinde, bir arabirim ya da arabuluculuk bağlamında tanımlanır. 8
Parsons’un eserleriyle bağdaştırılan bu üç kurum tanımı ve yaklaşımı birbirini tamamlar ve
Durkheim’ın analizlerini yeni bir şekilde tekrarlayarak daha ileri bir noktaya taşır. Bu üç tanım,
yapısal-işlevselcilikte olduğu gibi, Durkheim okulunda da kurumu toplumsal düzenlemeyi
meydana getiren, belki tek, en azından temel öğe yapar.
Gordon Marshall da, kavramın bu yönüne dikkat çekmektedir:
“Bazı açılardan bir kurum, belli başlı toplumsal ilgi alanlarını (hukuk, kilise ve aile gibi)
içine alan davranış kalıpları, hak yordamı, töre ve bir tür ‘üst-görenek’ olarak
görülebilir. Bu çerçevede toplumsal kurum, bir toplumun temel kaygıları ve
faaliyetlerini düzenleyen ve toplumsal ihtiyaçlarını (düzen, inanç ve üreme ihtiyaçları
gibi) karşılayan tüm yapısal bileşenlerini karşılamaktadır. Hem Herbert Spencer hem de
Talcott Parsons toplumsal kurumu tam da bu anlamda, bir organizma ya da işleyen bir
sistem olarak toplum düşüncesinin merkezine yerleştirerek kullanmışlardır.”9
Toplumsal düzenlemeye yönelik bu eğilim; yapıyı ‘normatif kültürün kurumsallaşmış
modelleri’ne eşdeğer tutarak, kurum ve yapı kavramlarının anlamlarının benzeşmesine yol
açtığı gerekçesiyle Parsons’a eleştiriler yöneltilmesine de sebebiyet vermiştir.
1.3. Kurumlaşmanın Oluşumu10
İnsan üzerine düşünen tüm metinlerin ortak vurgusu, insanın canlılar aleminde kendine özgü
bir konuma sahip olduğudur. Aristo, insanı ‘düşünen hayvan/canlı’ olarak tanımlar. Kadim
8 Talcott Parsons’ın ‘kurum’ kavramı etrafındaki görüşlerinin kısa bir özeti için bkz. Massimo Borlandi ve
diğerleri, Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, s. 440-441.
9 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay.,
1999, s. 438.
10 ‘Kurum’ların oluşum sürecini konu edinen bu fasıl, konu ile ilgili en açık anlatılardan ve temellendirmelerden
birini –Marx’tan Freud’a, Durkheim’den Mead’e, antropolojiden psikolojiye ve sosyal psikolojiden
sosyolojiye geniş bir düşünür ve akademik disiplin yelpazesine yayılan zengin göndermeler eşliğinde- sunan
Peter Berger ve Thomas Luckmann’ın birlikte kaleme aldıkları Sosyal Gerçekliğin İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi
İncelemesi (çev. Vefa Saygın Öğütle, İstanbul: Paradigma Yay., 2008) başlıklı çalışma merkeze alınarak
işlenmiştir. Berger ve Luckmann’ın kurumların oluşumuna ve kurumlaşmanın kökenine ilişkin
23
gelenekte yaygın olan bu tanım, Müslüman filozoflar tarafından da paylaşılır ve tekrar edilir.
İnsanın diğer canlılardan farklı olması ne demektir? İnsanın diğer canlılardan farklı oluşu hangi
noktada ya da düzeyde ortaya çıkar?
Peter Berger ve Thomas Luckmann, bu farklılığı insan ile diğer canlıları mukayese ederek şu
şekilde belirtiyorlar:
“(...) insan-olmayan hayvanların tümü, türler ve türlerin tek tek üyeleri olarak, çeşitli
hayvan türlerinin biyolojik donanımının önceden belirlediği yapılara sahip kapalı
dünyalarda yaşarlar.
Bunun tam tersine, insanın çevresiyle kurduğu ilişki, dünyaya-açıklık (world-openness)
ile karakterize olur.”11
“Dünyaya kapalılık” ile, “coğrafi yer değiştirmeler söz konusu olsa dahi, [diğer canlı türlerinin
veya hayvanların] çevreyle kurdukları ilişkinin biyolojik olarak sabitlenmiş karakterine” atıfta
bulunulmaktadır. “Dünyaya açıklık” ile de, insanın “diğer yüksek memelilerle kıyaslandığında
az gelişmiş olarak tanımlanabilecek içgüdü terkibi sebebiyle, insan organizmasının, oluşum
halindeki verili donanımını, daha geniş ve yanı sıra sürekli değişip çeşitlilik gösteren bir
faaliyetler alanına uygulama yeteneğine sahip olması” kastedilmektedir. “Hayvanlarda ana-
karnındayken tamamlanan önemli organizma gelişmeleri, insan yavrusu açısından rahimden
ayrıldıktan sonra vukû bulur. Ancak bu zaman zarfında insan yavrusu, sadece dış-dünya içinde
olmakla kalmaz, ama aynı zamanda, bu dünyayla oldukça karmaşık biçimlerde karşılıklı
ilişkiler de geliştirir.”12
O nedenle, insan organizması bir taraftan çevresiyle ilişkiye geçerken, öte taraftan da biyolojik
olarak gelişimini devam ettirmektedir. Bu anlamda insanlaşma, hem insanî hem de doğal bir
çevreyle girilen karşılıklı ilişki içerisinde gerçekleşir. Bunun anlamı da şudur: İnsanın gelişimi
sadece belirli bir doğal çevre içinde değil, kendisine yönelen ‘anlamlı ötekiler’ ile kendisi
arasında aracılık yapan spesifik bir kültürel ve sosyal düzenle de karşılıklı ilişki içinde
değerlendirmeleri, Durkheimcı ‘yapı’nın ve ‘kurum’ların belirleyiciliğini merkeze alan yaklaşıma dönük bir
eleştiri olmasının yanı sıra, aynı zamanda, sosyolojinin temel tartışma konularından olan yapı-fail düalitesini
aşmaya yönelik de bir çabadır. Sosyolojideki düailite meselesini ve bu mesele etrafındaki yaklaşımları ve
tartışmaları vukufiyetle ele alan derinlikli bir tartışma için bkz. Derek Layder, Sosyal Teoriye Giriş, çev. Ümit
Tatlıcan, 2. Baskı, İstanbul: Küre Yay., 2010.
11 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 72.
12 Berger ve Luckmann’ın aktardığına göre; Adolf Portmann, insanoğlu açısından cenin evresinin doğumdan
sonraki bir yıl boyunca da sürdüğünü iddia ettiği bu süreci “rahim-dışı baharı” olarak adlandırmaktadır. Bkz.
Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 73.
24
gerçekleşir. Böylece, insan yavrusunun hayatta kalması belirli sosyal düzenlemeler içinde
mümkün olur. Başka bir deyişle, insan organizmasının gelişimi ve biyolojik varlığının büyük
bir kısmı, doğum anından itibaren sürekli bir surette sosyal olarak belirlenme müdahalesine
tabidir.
“İmkânlar alanının açık psikolojik sınırlarına ve bu çifte çevre ilişkisindeki farkı
insanlaşma yollarına rağmen insan organizması, üzerinde etkide bulunan çevre
güçlerine karşılık vreme hususunda sonsuz bir yoğrulabilirlik (plasticity) sergiler. (...)
Bu, insanlaşma ve insan olma yollarının, insanın yarattığı kültürler kadar sayısız olduğu
şeklindeki etnolojik klişede dile gelmiştir. İnsanolmaklık (humanness), sosyo-kültürel
anlamda değişkendir. Başka bir deyişle, sosyo-kültürel oluşumların çeşitliliğini
belirleyen biyolojik olarak sabitlenmiş bir alt-katman olması anlamında bir insan doğası
yoktur. Yalnızca insanî sosyo-kültürel oluşumlara izin veren ve sınırlar koyan (dünyaya-
açıklık ve içgüdü yapısının yoğrulabilirliği gibi) antropolojik sabiteler anlamında bir
insan doğası sözkonusudur. Bunun dışında, bu insanolmaklığın içinde yoğrulduğu
spesifik bir çerçeve, sözkonusu sosyo-kültürel oluşumlar tarafından belirlenir ve bu
oluşumların sayısız varyasyonlarına göre değişir. İnsanın bir doğaya sahip olduğunu
söylemek mümkünse de, insanın kendi doğasını inşa ettiğini ya da daha basit bir biçimde
insanın kendini ürettiğini söylemek çok daha anlamlıdır.”13
Unutulmaması gereken, Berger ve Luckmann’ın da vurguladıkları gibi, “insanın kendini
üretmesinin, daima ve zorunlu olarak, sosyal bir teşebbüs” olduğudur: “İnsanlar, kendi sosyo-
kültürel ve psikolojik oluşumlarıyla bütünleşen insanî bir çevreyi, hep beraber üretirler. (...)
İnsanın spesifik insanlığı ve sosyalliği, ayrılmaz bağlarla birbirine bağlıdır. Homo sapiens,
daima ve eşit ölçüde, homo socius’tur da.”14
Tartışmayı çok da uzatmadan şunu söylemek mümkündür: Verili bir ‘sosyal düzen’in, her türlü
bireysel organizma gelişiminden önce geldiği aşikar bir durum. Bu verili sosyal düzenin, insan
davranışının büyük bir kısmı için belli bir yönde ve düzenli hale getirilmesinde zorlayıcı bir
etkiye sahip olduğu da açıktır. Bu noktada sorulması gereken soru, bu ‘verili sosyal düzen’in
nasıl ortaya çıktığıdır. Sosyal düzenin verili oluşu, onun aşkın bir doğaya sahip olduğu ya da
doğa yasalarından türetildiği anlamına gelmez. Sosyal düzen, insanların geçmişteki
13 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 74-75.
14 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 78.
25
faaliyetlerinin bir sonucudur/ürünüdür ve insan faaliyetleri bu düzeni üretmeye devam ettiği
müddetçe varlığını devam ettirir.
Bir bireyin izole bir halde ya da diğer insanlarla ilişkili bir biçimde gerçekleştirdiği bir ihtiyacı
çözmeye ya da bir işi görmeye yönelik her türlü insan faaliyeti, icraatın başarılı sonuçlar
vermesi durumunda, o işin gerçekleştirilme biçiminin alışılageldik hali olma eğilimine sahiptir.
Bu bilgiler öncelikle bireyin bilgi stokunda korunurlar, bu bilgiler paylaşıldığında ya da üçüncü
şahıslara aktarıldığında, artık bu bilgi stoku toplumsal hafızanın veya toplumsal bilgi stokunun
birer parçası haline gelir ve kalıcılaşır. Bu toplumsal bilgi stokunun bir parçası haline gelme,
kalıcılaşma ve alışkanlık haline gelme durumu, teorik olarak pek çok sayıda
gerçekleştirilebilme ihtimali olan bir faaliyetin tek bir biçimde gerçekleştirilmesini sağlar ve
ayrıca, her bir durumun her bir safhasının tek tek yeniden tanımlanmasını zorunlu bir uğraş
olmaktan çıkarır. İşlerin yürütülmesini kolaylaştırır. Aynı zamanda da, bu seçenekleri teke
indirme ve deneme-yanılmayı zorunlu olmaktan çıkarma hali, işlerin yürütülmesini
rutinleştirmek suretiyle de bireyi sınırlar. Bu anlamda da, Berger ve Luckmann’ın yukarıda
değindiğimiz sözcükleriyle konuşacak olursak, insanın biyolojik olarak ‘dünyaya-açık’ olma
halini, sosyal düzen aracılığıyla ‘dünyaya-kapalılığa’ dönüştürür. Kurumlar da, işte tam da bu
ortamda ortaya çıkar:
“Ne zaman ki mutatlaştırılmış eylemlerin fâil tipleri tarafından karşılıklı biçimde
tipleştirilmesi sözkonusu olur, o zaman kurumlaşma vukû bulur. Farklı bir biçimde
söylersek, böylesi her tipleştirme bir kurumdur. Vurgulanması gereken şey, kurumsal
tipleştirmelerin karşılıklığı ve yanı sıra sadece eylemlerin değil kurumlar içindeki
fâillerin de tipikliğidir. Kurumları teşkil eden mutatlaşmış eylem tipleştirmeleri, daima
başkalarıyla paylaşılır. Bunlar, söz konusu tikel sosyal grubun bütün üyeleri açısından
ulaşılabilirdir ve kurum, bizâtihî, bireysel eylemlerin yanı sıra birey fâilleri de
tipleştirir. Kurum, x tipteki fâiller tarafından icrâ edilecek x tipteki eylemleri tespit eder.
(...)
Kurumlar ayrıca, tarihselliği ve kontrolü ihtiva eder. Eylemlerin karşılıklı
tipleştirilmeleri, paylaşılan bir tarihin akışı içerisinde oluşturulur. Bunlar asla bir anda
yaratılmazlar. Kurumlar, daima bir tarihe sahiptirler ve o tarihin ürünleridir. Bir kurumu,
içinde üretildiği tarihsel süreci anlamaksızın lâyıkıyla anlamak imkânsızdır. Kurumlar
ayrıca, bizzat varoluşları bakımından, teorik olarak pek çok başka yol mümkün olsa da
26
insan davranışlarını tek bir yola yönlendiren önceden tanımlanmış davranış modelleri
oluşturmak suretiyle sözkonusu davranışları kontrol ederler.”15
Genel olarak, pratik hayatta kurumlar, dikkate değer sayıda insanı/bireyi içeren kolektif
oluşumlarda kendisini gösterir. Bu, iki kişinin etkileşime girdiği durumlarda kurumların
karşılıklı tipleştirme süreçlerini ortaya çıkarmayacağı anlamına gelmez. İki bireyin, örneğin
Ahmet ile Mehmet ya da Ali ile Ayşe belli konularda birbirleriyle etkileşime girdikleri anda
yapılan o insanî faaliyetle (etkileşime konu faaliyetin ilk kez gerçekleştirildiğini ya da izole
bireylerin beraber ava gidilmesi, yemek yapılması ya da çocuk yetiştirilmesi gibi bir insanî
faaliyete ilişkin olarak etkileşime geçtiklerini varsayalım) ilgili olarak belli tipleştirmeler
hemen üretilecektir. Ahmet Mehmet’i gözlemler, yaptığı her bir eyleme belli bir anlam yükler
ve bu eylemleri –sonuçlarına bakarak- tekrarlanabilir eylemler olarak tipleştirir. Sonrasında
beraber yapıyor olma aşamasına geçilir. En nihayetinde de ‘bu iş böyle yapılır’ durumuna
gelinir. İki kişinin bu şekilde karşılıklı tipleştirmeleri, bir tür ‘oyun’ olarak da görülebilir. Kendi
yarattıkları bir dünyadır, keyfidir ve değiştirebilme imkanına da sahiptirler. Ancak belli bir
faaliyetin gerçekleştirilme şekli üçüncü bir kişiye aktarıldığında,16 bu bilgi aktaranları da bağlar
ve iş görme biçimi keyfi olmaktan çıkar, bir zorunluluk halini alır. Yine Berger ve Luckmann’ın
A ve B olarak kodladıkları iki kişi tarafından üretilen dünyaya ve kurumlaşmaya verdikleri
örneğe ve bu örnek üzerinden yaptıkları değerlendirmelere bakalım:
“(...) A’nın ve B’nin faaliyetlerinin rutinleşmiş art-alanı, A ve B tarafından yapılacak
kasıtlı müdahalelere tamamen açıktır. Bu rutinler bir kere kurulduktan sonra
süreklileşme eğilimine gireceklerse de, onları değiştirme ve hatta ortadan kaldırma
ihtimali, bilincin bir köşesinde durmaya devam eder. Bu dünyanın inşâ edilmiş
olmasından tek başına A ve B sorumludur. A ve B, bu dünyayı değiştirmeye ya da
ortadan kaldırmaya muktedirdir. Dahası, hatırlayabildikleri ortak geçmiş esnasında bu
dünyayı bizzat biçimlendirdikleri için, bu şekilde biçimlenmiş dünya, onlara tamamen
şeffaf görünür. Onlar, bizzat kendilerinin oluşturduğu bu dünyayı kavrar. Bütün bunlar,
yeni kuşağa aktarma sürecinde değişir. Kurumsal dünyanın nesnelliği, sadece çocuklar
açısından değil, aynı zamanda (bir ayna etkisi aracılığıyla) ebeveynler açısından da
15 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 82-83.
16 Bu durum, genel olarak ‘sosyalleşme’, daha özelde ise ‘aslî sosyalleşme’ ve ‘talî sosyalleşme’ süreçleri
aracılığıyla gerçekleşir. Sosyalleşme konusu için bkz. Bana ait Sosyolojiye Giriş I Ders Notları,
‘Toplumsallaşma/Sosyalleşme’ başlıklı 7. Bölüm. Sosyalleşme konusu için ayrıca bkz. Berger ve Luckmann,
“Üçüncü Bölüm: Öznel/Sübjektif Gerçeklik Olarak Toplum”, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 187-264 (özellikle
de, s. 189-213).
27
‘yoğunlaşır’ ve ‘katılaşır’. ‘İşte yine yapıyoruz’, artık ‘Bunlar böyle yapılır’ hâline
gelmiştir. Bu gözle bakılan bir dünya, bilinçte istikrar kazanır; o, daha da heybetli
biçimde gerçek hâline gelir ve artık öyle kolayca da değiştirilemez. O, özellikle
sözkonusu dünya içindeki sosyalizasyonların erken aşamasındaki çocuklar açısından,
bu dünya (the world) hâline gelir. Ebeveynler açısından ise, oyun niteliğini kaybederek
‘ciddiyet’ kazanır. Ebeveynler tarafından aktarılan bu dünya çocuk açısından bütünüyle
şeffaf değildir. Çocukların bu dünyanın biçimlenmesinde hiçbir rollerinin
olmamasından dolayı, onları doğa gibi verili bir gerçeklik olarak karşılayan bu dünya,
en azından yer yer bulanıktır. (...)
Şu halde kurumsal bir dünya, nesnel/objektif bir gerçeklik olarak tecrübe edilir. O,
bireyin doğumundan önce gelen ve şahsî hatıralarından etkilenmeyen bir tarihe sahiptir.
Birey doğmadan önce o oradaydı ve öldükten sonra da orada olacaktır. Bu tarih, mevcut
kurumların geleneği olması anlamında, bizâtihi nesnellik karakterine sahiptir. Bireyin
hayat hikâyesi, toplumun nesnel tarihine yerleşmiş bir uğrak olarak kavranır. Tarihsel
ve nesnel olarak kurumlar, bireyin karşısına reddedilemez olgular olarak çıkarlar.
Kurumlar oradadırlar, bireye dışsaldırlar ve birey beğensin ya da beğenmesin, kendi
gerçekliklerini sürdürmekte ısrarlıdırlar. Birey, bunlardan uzaklaşmayı arzu bile etmez.
Bunlar, bireyin değiştirme ya da kurtulma çabalarına karşı direnir. Kurumlar, hem olgu
olmaklıklarının katıksız gücü aracılığıyla kendileri olarak hem de sıklıkla bu kurumların
en önemlisine bağlı kontrol mekanizmaları aracılığıyla birey üzerinde zorlayıcı bir güce
sahiptir. Kurumların nesnel gerçekliği, birey onların amacını ya da işleyiş tarzını
anlamadı diye azalmaz. Birey, sosyal dünyanın geniş kısımlarını anlaşılmaz,
muhtemelen bulanıklığından dolayı baskıcı ama yine de gerçek olarak tecrübe edecektir.
(...)
Kurumsal dünyanın nesnelliğinin, bireye ne kadar heybetli görünürse görünsün, insanî
olarak üretilmiş, yani inşâ edilmiş bir nesnellik olduğunu akılda tutmak önemlidir.
İnsanî faaliyetin dışsallaşmış ürünlerinin nesnellik karakteri kazandığı süreç,
nesnelleşmedir. Kurumsal dünya nesnelleşmiş insan faaliyetidir ve her bir kurum için
bu geçerlidir.”17
Dışsal bir gerçeklik olarak toplumun nasıl oluştuğunu ya da toplumun nesnel işleyişini
temellendirmeye yönelik olarak; Georg Simmel’in ‘biçimsel sosyolojisi’, Tarde’ın taklit
17 Berger ve Luckmann, Sosyal Gerçekliğin İnşası, s. 89-91.
28
kuramı, Edmund Husserl’in fenomenolojisi, Alfred Schütz’ün fenomenolojik sosyoloji
anlayışı, George H. Mead’in sembolik etkileşimci yaklaşımları ve Vilfredo Pareto’nun türev ve
tortu kavramlarının kesiştiği bir noktadan hareketle geliştirilen bu açıklamalar ‘kurum’,
‘kurumlaşma’ ve ‘sosyalleşme’ konularına ilişkin kuşatıcı bir perspektif sunmaktadır.
Aşağıdaki paragraflarda, önce sunduğu avantajları ve dezavantajları dikkate alan bir
yaklaşımla, kurumların işlevleri değerlendirilecek, ardından da kurumların evrenselliğine ve
tasnifine ilişkin bir değinide bulunulanacak ve sosyoloji literatüründe toplumun en temel
kurumları olarak adlandırılan aile, eğitim, din, siyaset ve ekonomi kurumlarının ele alınacağı
bölümler öncesinde ‘kurum’ kavramına bir aşinalık sağlamaya dönük olarak hazırlanan bu
bölüm sonlandırılacaktır.
1.4. Kurumların İşlevleri
Kurumlar, insanların karşılıklı etkileşim içerisinde kurumsallaştırdıkları hedefleri
gerçekleştirme biçimi ve aynı zamanda da sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Kurumlar, her
şeyden önce, kişilerin toplumsal davranışlarını kolaylaştırıcı bir işleve sahiptirler. Toplum
içinde bireyler, hazır buldukları toplumun düşünce ve eylem tarzları aracılığıyla, işleri ya da
insanî faaliyetleri nasıl yapacakları üzerinde düşünmek, öğrenmek ya da keşfetmek için ekstra
bir zaman ayırmak zorunda kalmazlar. Zira bireyler, faaliyetleri nasıl yapacaklarını henüz
sosyalleşme süreci içinde iken öğrenmiş olurlar. O nedenle, bireylerin pek çok davranışını
otomatikleşmiş olarak görürüz.
Bunun bir sonucu olarak da, kurumlar bireylere hazırlanmış belli toplumsal roller ve toplumsal
ilişki biçimleri sağlarlar. Temel rollerimiz ve ilişkilerimiz, nihaî noktada bu ilişkiler insanlar
tarafından üretilmişse de, bizler tarafından keşfedilmezler. Pek çok örnekte, bireyler, girdikleri
etkileşimler ve toplumsal ilişkiler anında kendilerinden hangi davranışın beklendiğini bilirler.
Dolayısıyla kurumlar, bireylere, onlar aracılığıyla kendi isteklerini, arzularını ve özel
yeteneklerini geliştirebileceği belli toplumsal rolleri sunarlar. Bir öğretmen, sporcu, avukat,
hakim, doktor ya da aile bireyi olarak kendimizden beklenenleri biliriz ve bu beklentiler ve
bilgiler doğrultusunda bizden beklenenlere karşılık veririz.
Kurumlar, öte yandan, toplumun kültürünün ve değerlerinin istikrar kazanmasını sağlayıcı bir
işleve sahiptirler. Davranışlarımızın sürekliliği, sağlamlığı ve istikrarı kurumlar sayesinde
temin edilir. Kurumsallaşmış düşünme ve davranma yolları, toplum içindeki bireyler için bir
29
anlam ifade eder ve bireyler bu kurumsallık ve anlam noktasındaki bu anlayış ortaklığı
sayesinde kendilerini güven içerisinde hissederler.
“Kurumlar, toplumların sistemli beklentilerini içerirler.” 18 Bununla bağlantılı olarak da,
kurumlar bireylerin davranışlarını kontrol eder. Toplumun istikrarını sağlama noktasında
olumlu bir işlev olarak gözüken bu özelliği, aynı zamanda toplumsal istikrarın korunması
noktasındaki katılığı ve kurumların toplumsal değişimi ve ilerlemeyi engelleyici olma
potansiyeline de sahip olması nedeniyle, olumsuz bir işlev olarak da değerlendirilmektedir.
Özellikle istikrarı temin etme ve davranışları kontrol etme yönündeki güçlü eğilimi nedeniyle
kurumlar, bazı durumlarda bireylerin sosyal kişiliklerini engelleyici bir özellik de gösterirler.
Yürürlükteki anlayışlara, genel olarak kültüre uygun davranmaya kişiler garip, tuhaf ve
marjinal olarak değerlendirilir. Kurumların kendilerini sert bir şekilde biçimlendirmesine izin
vermek istemeyen bireyler, o nedenle, uyumsuz kişilikler olarak görülür. Daha ileri noktada,
sapkın olarak da değerlendirilirler. Kurumlar aracılığıyla sağlanan disiplin ile bireylerin
özgürlüğü, dolayısıyla, sık sık karşı karşıya gelir ve gerilimlere sebebiyet verir.
Öte yandan, belli bir süreçte ve belli koşullar altında ortaya çıkan ve kurumsallaşan davranışlar,
zaman içinde müstakil bir nesnellik/gerçeklik kazanması nedeniyle, zamanın ve koşulların
değişmesiyle bir yük haline veya bireysel özgürlüğü ve toplumsal değişimi ve ilerlemeyi
engelleyici bir özellik gösterir.
1.5. Kurumların Evrenselliği ve Kurumların Tasnifi
Tüm toplumlarda, toplumsal ilişkilerin yürütülmesinde ve ihtiyaçların giderilmesinde belli
rollerin, işleyişlerin ve ilişkilerin kurumlaştığı görülmektedir. Başka bir deyişle, her bir
toplumda temelde evrensel sosyal ihtiyaçlar, kültürel olarak onaylanmış ve sistemli bir biçimde
karşılanır. Elbette, kurumlar her bir toplumda doğal ve sosyal çevrenin, kültürün özelliklerine
bağlı olarak niteliksel ve niceliksel farklılıklar görülür.
Sosyoloji literatüründe toplumsal kurumlar evrensellik, zorunluluk ve önemlilik unsurları
dikkate alınarak sınıflandırılmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede; cinsel ilişkileri ve çocukların
doğumunu, bakımını ve yetiştirilmesini standartlaştıran bir kurum olarak aile, formel ya da
enformel bir biçimde bireylerin sosyalleştirilmesi süreçlerini yürüten bir kurum olarak eğitim,
18 Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, s. 122.
30
toplumdaki üretim ve tüketim süreçlerini sistemli bir şekilde karşılayan ekonomi, kamu
düzenini ve iç ve dış güvenliğini sistemli bir şekilde sağlayan bir kurum olarak siyaset,
bireylerin içinde yaşadıkları dünyayı, kendilerine garip ya da yabancı gelen doğa olaylarını ve
toplumsal süreçleri anlamlı kılan, kutsal ihtiyacını sistemli bir biçimde karşılayan din temel
kurumlar olarak tanımlanır. Bunlara, bireylerin fiziksel ve zihinsel dinlenmlerini temin eden bir
kurum olarak boş zamanlar ya da serbest zamanlar kurumu da eklenmektedir. (Bu kurumlar,
ilerleyen bölümlerde teker teker ayrıntılı bir şekilde ele alınmaya çalışılacaktır.)
Bu kurumlar arasında, o toplumlar için öne çıkmış ve diğerlerinden daha fazla önem kazanmış
kurumlar söz konusu olabilir. Bir anlamda, rol ya da statü konularını ele alırken gördüğümüz
gibi, toplumsal hayat içerisinde pek çok statü işgal eden ve statülerine bağlı olarak da pek çok
rol icra eden bireyler için bu statüleri ve rolleri arasında en önemli görünen rol ya da statü
anlamındaki ‘anahtar rol’, ‘anahtar statü’ ya da ‘kilit rol’, ‘kilit statü’ kavramına denk gelecek
şekilde; aynı anlama karşılık gelecek şekilde, diğer kurumlara göre toplum için daha
vazgeçilmez önemde görülen kurumlar mihver kurumlar olarak adlandırılmaktadır:19 Örneğin;
Eski Roma’da siyaset kurumu, Çin’de aile kurumu, Hindistan’da din kurumu mihver kurum
olarak değerlendirilmektedir.
19 “(...) kişinin oynadığı sayısız rollerden biri kişinin anahtar rolüdür. Anahtar rol kişinin diğerleri tarafından en
önemli ve etkili olarak görülen rolüdür. Birey için anahtar rol ne ise, mihver kurum da kültür için odur.” Bkz.
Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, s. 127.
31
Bu Bölümde Ne Öğrendik?
Toplumsal kurum, “toplumun yapısı ve temel değerlerinin korunması açısından zorunlu
kabul edilen görece istikrarlı veya süreklilik arz eden kurallar topluluğu”dur.
Bölüm Soruları
1. Bizzat bireylerin/insanların faaliyetleri sonucunda oluşan –sosyal gerçekliğin oluşumu
ya da nesneleşmesi olarak da tanımlanabilecek- toplumsal kurumlar, günlük
hayatımızda bize ne tür kolaylıklar sağlarlar?
2. Toplumsal hayatımızı idame ettirmede bize belli kolaylıklar sağladığı iddia edilen
toplumsal kurumların bireyler için yarattığı olumsuzluklar söz konusu mudur? Varsa,
sizce toplumsal kurumlar ne tür olumsuzluklar yaratmaktadır? Açıklayınız.
3. Toplumsal kurum ile sosyalleşme arasında ne tür bir ilişki vardır? Tartışınız.
4. Emile Durkheim’in ‘toplumsal olgu’ tanımlaması ile ‘kurum’ arasında ne tür bir ilişki
kurulabilir? Tartışınız.
5. Sizce toplumun temel toplumsal kurumları nelerdir? Örnekleyiniz.
6. ‘Boş zamanlar kurumu’ ya da ‘serbest zamanlar kurumu’ sizce ‘toplumsal kurum’
olarak değerlendirilebilir mi? Araştırınız.
32
2. AİLE VE TOPLUM
33
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
2.1.Aile hayatı
2.2.Aile ve eş seçimleri
2.3.Aile ve evlilik türleri
2.4.Türkiye’nin aile istatistikleri
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Ekonomik gelişmişlik seviyesinin ya da eğitim düzeyinin artmasının evlilik yaşını
belirleyici bir etkisi var mıdır?
Türkiye’de eş seçiminde yaygın olarak kullanılan yöntem hangisidir sizce?
Görücü usulü ile evlenmek mutlu ve başarılı bir evlilik şansını artırır mı azaltır mı?
Görücü usulü ile yapılan evlilikleri bireylerin eşlerini kendilerinin seçerek
gerçekleştirdiği evliliklerle mukayese ediniz. Birbirlerine göre avantajlı ve
dezavantajlı yönlerini belirtiniz.
Anahtar Kavramlar
Aile
Evlilik
Monogami - Poligami
Endogami - Egzogami
Geniş Aile - Çekirdek Aile
Toplumsal Cinsiyet
34
Giriş
Toplumsal hayatla ilk tanışıklığımız aile içerisinde olur. Öncelikle aile aracılığıyla
sosyalleşmeye başlarız. Toplumsal rollerimizin ilk farkına vardığımız yer de ailedir. Kadınlar
ve erkekler olarak işbölümünün şekillendiği yer de öncelikle yine ailedir. Bütün bu yönleriyle
aile, tarihin en eski ve en köklü, neredeyse evrensel bir toplumsal kurumdur. Tarihin hemen her
döneminde ve her toplumunda -toplumdan topluma, dönemden döneme biçimsel farklılaşmalar
gösterse de- aile kurumuyla karşılaşılır.
Bu bölümde, tarihin en eski kurumlarından birisi, evrensel bir kurum olan aile üzerinde
durulacaktır. Ailenin tanımı, aile ile ilgili temel kavramlar, evlilik türleri ve akrabalık ilişkileri,
küresel ölçekte yaşanan sosyo-ekonomik ve kültürel değişimlerin aile kurumunu nasıl etkilediği
Türk aile yapısını da dikkate alan bir perspektifle değerlendirilmeye çalışılacaktır.
2.1. Aile
Bir aile, akrabalık bağlarıyla ve evlilik bağlarıyla doğrudan bağlanmış olan ve yetişkin
üyelerinin çocukların bakımından sorumlu oldukları bir grup insandan oluşur. Kimi
yaklaşımlarda toplumun en küçük birimi olarak değerlendirilen ve tarihsel süreçte
farklılaşmasına karşın evrensel bir nitelik arz eden aile, toplumu oluşturan temel kurumlardan
birisi olarak kabul edilir. Ümit Meriç [Yazan]’ın ifade ettiği gibi aile, “tarihten gelen bir olgudur
ve (...) topyekün toplumdan soyutlanamayacak olan bir topyekün toplumsal olaydır.”1 Buradan
hareketle tek bir aile tipinden bahsetmek pek mümkün değildir. Bölgelere, ülkelere, kültürlere,
sosyal sınıflara ve topyekûn bir toplumdaki alt gruplara göre değişen farklı aile tipleri
mevcuttur. Dahası toplumun temel kurumlarından ve sosyalleşmenin en önemli aracılarından
birisi olarak aile, toplumsal yapıda ya da diğer kurumlarda meydana gelen değişmelerden
doğrudan etkilenir ve çocuk-ebeveyn, karı-koca rolleri, aile büyükleriyle ilişkiler, yaşlıların
bakımı, çocukların eğitimi vb. gibi pek çok noktada değişimlerin yaşanmasıyla karşılaşılır.
Ailedeki bu değişimlerin toplumun yapısına ve işleyişine bir etkisinin olmaması da
düşünülemez. Birey-toplum, kurum-toplum ve kurumlar arasında yaşanan etkileşimler, doğal
olarak bütün bir toplumun değişimler yaşamasına sebebiyet verir.
1 Ümit Meriç Yazan, “İleri Endüstri Toplumlarında Aile Kurumu Üzerine Bir Araştırma”, İÜEF Sosyoloji
Dergisi, 1988-1989, 3. Dizi-1. Sayı, s. 150.
35
Marshall’a göre aile, “kan, cinsel ilişki ya da yasal bağlarla birbirine bağlı olan insanlardan
oluşmuş, mahrem ilişkilerle örülü bir gruptur. Aile, zaman içinde ayakta kalmayı ve
değişikliklere uyum göstermeyi başarmış çok esnek bir toplumsal birimdir.”2 Hilmi Ziya da
aileyi “toplum şekillerine göre üyelerinin sayısı değişen ve cinsî bağlantı ve soy üzerine
kurulmuş zümre” şeklinde tanımlar ve devamla şunları yazar: “Hemen her yerde çekirdeğini
ana-çocuk bağlantısı kurar. İnsan cinsinin bütün sosyal değişkenliklerine rağmen, bütün toplum
çeşitlerinde aynı olan biyolojik şartlar bu çekirdeğin sabitliğini gerektirir. Bu çekirdeğin
çevresinde aile organlaşması çok değişik şekiller alır. Fakat bütün toplumlarda karı-koca, ana-
baba ve çocuklar, akraba ve ailenin gerçek veya öyle sayılmış üyeleri arasındaki münasebetleri
kurala koyan bir kültür tipi vardır. Ailenin görevleri arasında zümrenin yeni kuşaklarda
sürmesini sağlayan biyolojik fonksiyondan başka hepsi toplum şartlarına göre değişir. Bu
şartların çoğu da kültürün büyük bir kısmını yeni kuşaklara geçirmeden ibaret olan eğitim
fonksiyonunu görür. İktisadi ve dini gibi başka fonksiyonları son derece değişiktir.”3 John J.
Macionis ise aileyi şöyle tanımlıyor: “Aile, dayanışmaya bağlı grupların bulunduğu bütün
toplumlarda var olan, çocuklar da dahil, insanları birbirlerine bakmaları için bir araya getiren
sosyal kurumdur. Aile bağları, ortak soy, evlilik veya evlat edinmeye dayalı sosyal bağ olan
akrabalık olarak adlandırılır.”4
Aile üzerine yapılan çalışmalarda ailenin evrensel ve işlevsel bir kurum olduğu hususunun
altının kuvvetle çizildiği görülür. Bu yaklaşıma göre, aile her toplumda var olmuş ve var olmaya
da devam etmektedir. Aile, her iki cinsin yetişkinlerinden oluşan ve bu yetişkinlerin aynı aile
çatısı altında bir arada yaşama istekleri toplum tarafından da onaylanmış bir kurumdur.
Macionis’in de belirttiği gibi, aile evlilik düzeni etrafında biçimlenen ekonomik işbirliği, cinsel
etkinlik ve doğurganlığı içeren hukukî bir ilişkidir. Hangi ilişkilerin toplum veya hukuk düzeni
tarafından evlilik sayılıp sayılmayacağının önemli sonuçları olabilir: Örneğin, ilgili yasalar
çalışanların sağlık sigortalarından faydalanma hakkını sadece resmî olarak kabul edilmiş aile
üyelerine tanırlar.
Ailenin evrenselliği, yerine getirdiği vazgeçilmez işlevlere ve bu işlevlerin başka toplumsal
gruplar tarafından yerine getirilmesinin imkansızlığına dayanır. Murdock’a göre, ailede insan
hayatı için dört temel işlevin yerine getirildiği görülmektedir: (i) Cinsel, (ii) ekonomik, (iii)
2 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay.,
1999, s. 7.
3 Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul: MEB Yay., 1969, s. 6-7.
4 John J. Macionis, Sosyoloji, Vildan Akan (çev. ed.), Ankara: Nobel Yay., 2012, s. 462.
36
üreme ve (iv) toplumsallaşma.5 Tom Bottomore, aynı yerde, ailenin işlevlerini psikolojik ve
toplumsal olmak üzere ikiye ayırır. Toplumsal olanları, Kingsley Davis’den hareketle, üreme,
yetişkin olmayan çocukların bakımı, yerleştirme ve sosyalleşme olarak tanımlar ve bunlar
arasından özellikle üreme, bakım ve sosyalleşme işlevlerinin önemine dikkat çeker. Ailenin
psikolojik işlevleri olarak da, evli çiftlerin cinsel ihtiyaçlarının tatminini, çocuklar ve
ebeveynler için duygusal yakınlık duygusunun uyandırılmasını ve yaşatılmasını sayabiliriz.
Kimi yazarlar, bunlar dışında ailenin başka bazı işlevleri daha olduğunu düşünmektedirler.
Örneğin Murdock bunları, aile kurumunun tarihsel örneklerinden yararlanarak, şu şekilde ifade
ediyor: “Aile rahipliğinin baba tarafından yüklendiği durumlarda aile dinsel bir tapınma
merkezidir. Toprak işlemede, öç almada, dinlenme ve eğlenmede birincil birimdir. Toplumsal
statü de bireysel başarılardan çok bireyin ailesinin toplumsal konumuna bağlı olabilmektedir.”6
Aile kurumunun işlevlerine ilişkin olarak William Ogburn da benzer, fakat daha kapsayıcı bir
tasnif yapmıştır: Biyolojik görev, ekonomik görev, koruyuculuk, psikolojik görev, eğitim, boş
zamanların değerlendirilmesi, dinî görev, prestij sağlama.7 Söz konusu işlevlerin bir kısmının
literatürde tarım toplumlarına özgü olarak ifade edilen ‘geniş/büyük aile’ tipiyle alakalı
olduğunu söylemek mümkündür. Günümüz ailesi incelendiğinde, bu işlevlerin bazıları artık ya
ortadan kalkmış ya muhtevaları değişmiş ya da başka kurumlara devredilmiş olduğu görülür.
Örneğin ailenin ‘ekonomik görevi’ açıklanırken ‘gelir aile reisinde toplanır’ şeklinde bir
değerlendirme yapılmaktadır. Günümüzde en başta ‘aile reisi’ kavramının değişmiş olması bu
ekonomik işlevin mahiyetini de farklılaştırmaktadır. Ayrıca, örneğin, ekonomik işlevinin bir
kısmını ekonomi kurumuna, eğitim işlevinin önemli bir boyutunu eğitim kurumuna, dinî
işlevini din kurumuna devretmiştir.
2.2. Aile Tipleri
Aile üzerine yapılan çalışmalara bakıldığında aile tipolojisinin ya otorite figürü üzerinden ya
da ailenin büyüklüğü boyutundan hareketle geliştirildiği görülmektedir.
i. Güç ve otoritenin kadın ya da erkekte toplanmasına göre aile anaerkil aile ve ataerkil aile
olarak tasnif edilmiştir.
5 G. P. Murdock, Social Structure (1949), s. 10’dan nkl. Tom Bottomore, Toplumbilim: Sorunlarına ve Yazınına
İlişkin Bir Kılavuz, çev. Ünsal Oskay, 2. Baskı, İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım AŞ, 1984, s. 175.
6 Tom Bottomore, a.g.e., s. 176.
7 Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, 6. Baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 1993, s. 101.
37
Anaerkil aile (matriarchy). Anaerkil ailenin daha ziyade totem olarak adlandırılan kutsal bir
hayvan veya bitkiden geldiklerine inanan ve bu nedenle de kendilerini akraba kabul eden ibtidaî
topluluklarda görüldüğü iddia edilmektedir. Anaerkil aile, özellikle Friedrich Engels gibi bazı
yazarların, avcı ve toplayıcı toplumlarla ilgili olarak savundukları bir tezdi. XIX. yüzyılda hayli
popüler olan bu tez, yeterli kanıt bulunamadığı için XX. yüzyılda önemini yitirdi. Özünde,
annelerin aile reisi olduğu bir toplumsal örgütlenme tipidir. Bu aile tipinde, erkekle mukayese
edildiğinde, kadının ailenin geçimini sağlama görevi çok daha fazladır. Erkekler avcılıkla
uğraşırken, kadınlar her türlü ev işini yapmakta ve evi koruma görevini yerine getirmekteydiler.
Ayrıca bitki de toplamaktaydılar. Hastalara bakmak, hayvanları evcilleştirmek ve geleceği
düşünmek de kadınların görevleri arasındadır. Bu aile tipinde soy annelere göre belirlenir. Aynı
zamanda bu tanımlama, güç ve otoritenin annenin elinde toplandığı bir topluma da gönderme
yapmaktadır. Miras, anadan kız çocuğuna aktarılmakta ve boşanma durumunda evi erkek terk
etmekteydi.
Ataerkil aile (patriarchy). Güç ve otoritenin babanın elinde toplandığı en yaygın aile tipidir.
(Başlangıçta, erkek aile reisinin otoritesi üzerine kurulu aile sistemlerini tanımlamak üzere
kullanılan bu tabir, günümüzde genel olarak ‘erkek tahakkümü’nü yansıtan daha genel bir
anlama sahip hale gelmiştir.) Bu modelde soy babaya dayanır. Kız ve erkek çocuklar
büyükbabalarının, amcalarının ve amcalarının çocuklarının soy gruplarına dahildirler. Aile
ocak adı verilen evde oturur. ‘Roma ailesi’ olarak da anılan bu aile tipinde otoriteyi mutlak
anlamda baba temsil etmektedir. Ataerkil ailede baba, otoritesini inanç sisteminden almaktadır;
atalarının kurmuş oldukları ocağı ve gelenekleri devam ettirmekle yükümlüdürler. Bütün aile
üyelerinin de, babanın atasından gelen dinî inançlara bağlı olması ve dinî ritüelleri yerine
getirmesi istenir. Baba ailenin bütün mallarının sahibidir. Roma aile hukuku; babanın, hanımı
ve çocukları üzerinde de mutlak egemenlik sahibi olduğunu kabul etmişti. Mülk bölünmez,
mülkün kullanım hakkı bütünüyle babaya aittir. Ataerkil ailenin birincil görevi, ocağın
sönmesini engelleyecek, soyun devamını sağlayacak bir erkek çocuğa sahip olmaktır.
Büyük ölçüde modern sanayi toplumlarının öncesinde hakim aile tipi olan bu aile tipi, sanayi
devrimi ve Fransız İhtilali sonrası dönemin bir özelliği olarak kadın ve erkeğin yasalar önünde
eşit kabul edildiği bir toplumsal yaşam içinde, yerini yavaş yavaş görece daha eşitlikçi bir aile
tipine bırakmıştır. Eşitlikçi aile olarak adlandırılabilecek bu yeni aile tipinde, karı ve koca
arasındaki roller daha eşit biçimde belirlenmiştir. Kadınların ve erkeklerin yasalar önünde eşit
olarak kabul edilmiş olması, pratikte de mutlak anlamda bir eşitliğin sağlandığı anlamına
gelmemektedir elbette. Pek çok araştırma, yasalardaki bu eşitlikçi düzenlemelere karşın,
38
geleneksel ataerkil değerlerin egemenliklerini belli düzeylerde hala sürdürmekte olduklarını
göstermektedir.
ii. Sosyo-ekonomik değişim sürecine bağlı olarak aile türleri, büyüklükleri itibariyle geniş aile
ve çekirdek aile olarak iki başlık altında toplanabilmektedir.
Geniş aile. Anne, baba ve çocukların dışında birkaç kuşağın bir arada yaşadığı aile grubudur.
Özellikle tarım toplumlarında görülen bir aile türüdür. Aileyle ilgili kararları almada erkeklerin
belirleyici olduğu, yaşlı erkeklerin aile sorumluluklarını üstlendiği ve geleneklere bağlılığın
önemli olduğu bu aile tipinde akrabalık bağları güçlüdür. Bu aile tipinde genişleme iki şekilde
gözlenir: Dikey ve yatay genişleme. Yatay genişleme, aileye yeni bir bireyin eklenmesidir.
Eşlerden birisinin kardeşlerinin aileye katılması gibi ya da aileye kuma gelmesi gibi. Dikey aile
ise aileye, eşlerden birisinin ya da her ikisinin ebeveynlerinin katılmasıdır. Geniş ailede, yeni
evlenen –özellikle de erkek- aile üyeleri de eşleriyle birlikte aileyle yaşamaya devam
etmektedir. Türkiye’de görülen eğilim, dikey genişleme şeklindedir. Ailenin reisi, aile içindeki
en yaşlı üyedir. Bu modelde aile, kişilerden, aile fertlerinden önce gelir. Bireyin hareketleri
ailenin kontrolü altındadır. Geleneksel/tarım toplumlarından modern/endüstriyel toplumlara
geçiş sürecinde bu aile tipi zayıflamıştır.
Çekirdek aile. Büyük ölçüde yalnızca anne, baba ve çocukların bir arada yaşadığı bir aile tipidir.
Çekirdek aileyi bir arada tutan en önemli unsur, anne ve babanın karşılıklı bağlılığıdır. Endüstri
toplumlarında daha da yaygınlaşan bir aile tipidir. Bu aile modelinde, çocuklar belli bir yaşa
geldiklerinde aileden ayrılırlar. Özellikle endüstri toplumlarında artan toplumsal hareketlilik,
büyük/geniş aile modelinden çekirdek aileye geçişi kolaylaştırmıştır. Türkiye İstatistik Kurumu
(TÜİK)’nun 2006’da gerçekleştirdiği ‘Aile Yapısı Araştırması’na göre Türkiye’de hane
yapıları %80,7 oranında çekirdek ailelerden oluşmaktadır (geniş ailelerin oranı % 13’tür).
Ancak TC Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun vermiş olduğu Türk Ailesine İlişkin
Demografik Bilgiler’de oranlar daha düşüktür. Doğrudan aile tiplerini tespite yönelik bir
çalışmanın ürünü olarak daha sağlıklı görülebilecek bu verilere göre, 1968’de %59,7 olan
çekirdek ailelerin oranı 1998’de %67,5’e yükselmiştir; buna paralel olarak da aynı dönemde
geniş ailelerin oranı %32,1’den %20,8’e gerilemiştir. Aynı zaman diliminde parçalanmış
ailelerin oranı da %8,3’ten %11,7’e yükselmiştir. Avrupa ve ABD’de son yıllarda
karşılaştığımız ‘tek ebeveynli aile’ tipi Türkiye’de pek yaygın değildir. Boşanmış çocuklu
ebeveynler genellikle kendi anne-babalarıyla birlikte yaşamaktadırlar.
39
iii. Çağdaş dünyada yaşanan bilimsel, tıbbî, ekonomik, kültürel ve yasal gelişmeler ve
değişimler -yukarıda kısaca değindiğimiz- aile tiplerinden farklı aile modellerini de gündeme
getirmektedir. İlk evlilik ve ilk doğum yapma yaşının yükselmesi, kadının işgücüne daha fazla
katılması ve ekonomik bağımsızlığını elde etmesi, göç ve kentleşme süreçleri gibi demografik
ve sosyolojik etkenler geleneksel aile yapılarını önemli ölçüde etkilemektedir. Bu gelişmelere
bağlı olarak da, çağdaş toplumlarda aile kurumu yapısal ve işlevsel açılardan değişmekte ve
yeni aile tipleri ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan yeni aile tiplerinden birisi, çocuk ile yalnızca
babası veya yalnızca annesinden oluşan tek ebeveynli aile modelidir. Tek ebeveynli olmanın
doğal sebepleri ölüm ve boşanma gibi faktörlerdir. Aile kurumuna ilişkin algıda yaşanan
değişimler de tek ebeveynli ailelerin çoğalmasını etkilemektedir. Bunların yanı sıra, üreme
teknikleri alanında yaşanan tıbbî gelişmeler, uygun ekonomik koşullara sahip olan yetişkin
erkek veya kadınların karşı cinse ihtiyaç duymadan çocuk sahibi olmalarını kolaylaştırmakta
ve bu durum sonuç olarak tek ebeveynli ailelerin sayısını artırmaktadır. Tek ebeveynli ailelerin,
hem ebeveynler ve hem de çocuklar açısından sıkıntılı ve sorunlu süreçler yaşadıkları da bir
gerçektir. Tek ebeveynli çocuklar, sosyalleşme süreçlerinde önemli boşluklarla
karşılaşabilmekte ve gerek psikolojik, gerekse de toplumsal sorunlar yaşayabilmektedirler.
Çocukların ‘babasız aile’ ortamında yetişmeleri, onları ihtiyaç duyduklarında dayanabilecekleri
bir otorite figüründen yoksun bırakmaktadır. Çocukların ‘anne’den yoksun olarak büyümeleri
de farklı sorunlara sebebiyet vermektedir. Yapılan araştırmalar baba otoritesinden yoksun
olmanın, disipline olma ve sorumluluk duygusunu geliştirme noktasında çocukları olumsuz
etkilediğini ortaya koymaktadır. Tek ebeveyni kadının oluşturduğu aileler, ayrıca, toplumsal
kabuller açısından kimi zaman derinleşebilen sorunlar da yaşayabilmektedir. Özellikle de ‘dul’
kadına yönelik toplumsal önyargıların etkisini sürdürdüğü toplumlarda bu sorunlar çok daha
derinleşebilmektedir. Ayrıca kadınların kendi ekonomik bağımsızlıklarını sürdürebilecekleri
gerekli eğitim düzeyinden ve meslekî beceriden yoksun olmaları durumunda, ailenin geçimi ve
çocuğun bakımı sorunları daha da ağırlaşabilmektedir. Devletler –ilgili kurumları ve kuruluşları
aracılığıyla- bu türden sosyal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik destek programları
geliştirmekte ve bu doğrultudaki gerekli yasal düzenlemeleri yapmaktadırlar. TÜİK verilerine
göre, ülkemizde 2006 yılında tek ebeveynli hanelerin oranı %7,2 idi, 2012’de ise bu oran %
8,1’e yükselmiştir. Ülkemizde, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 2011’den itibaren tek
ebeveynli ailelere yönelik eğitim ve sosyal yardım programlarını gündemine almıştır.
Toplumsal değişmenin hız kazandığı günümüz dünyasında, çekirdek ailenin yapısında yaşanan
değişimlerden bir diğeri, yeni bir geniş aile yapısının ortaya çıkmaya başlamasıdır. ‘Yeni geniş
40
aile’ veya ‘üvey aile’ olarak adlandırılan bu aile tipi, yetişkinlerden en az birinin –veya her
ikisinin- bir önceki evliliğinden ya da yaşadığı ilişkiden olan çocukları da kapsamaktadır. Kimi
yazarlar bu aile tipi için, iki farklı çekirdek aileyi bir araya getirmiş olması sebebiyle, ‘iki
çekirdekli aile’8 tanımlamasını da kullanmaktadırlar.
Çağdaş dünyada görülen aile tiplerinden bir diğeri, yetişkin kadın ve erkeğin aralarında
herhangi bir resmi evlilik akdi olmaksızın aynı evi paylaşmaları, başka bir deyişle, birlikte
yaşama durumlarıdır. Birlikte yaşama, kimi zaman, evlilikten önceki deneysel bir aşama olarak
da değerlendirilmektedir. Ancak geleneksel evlilik ve aile tipine alternatif bir seçenek olarak
değerlendirilme eğilimi de artmaktadır.
Günümüzde tartışma konusu olan bir diğer aile türü de, eşcinsel çiftler arasında gerçekleştirilen
evliliklerle kurulan ailelerdir. Pek çok ülke gay ve lezbiyen evliliklerini yasal olarak
onaylamamaktadır. O nedenle de, bu tür ailelerdeki ilişki zemini yasadan çok kişisel adanmışlık
ve karşılıklı güven üzerine kuruludur. Yeni üreme teknikleri, bu tür aileleri oluşturan çiftlerin
heteroseksüel birliktelik yaşamak zorunda kalmadan çocuk sahibi olmalarını da
kolaylaştırmaktadır.
Yukarıda aile sosyolojisine ilişkin literatürde yapılan geleneksel aile tasniflerinden yalnızca iki
tanesine, ailede otoritenin kimin elinde toplandığı ve büyüklük esaslarına göre yapılmış
olanlarına yer verdik ve çağdaş toplumlarda ortaya çıkan yeni aile modellerine kısaca değindik.
Fakat literatürde ifade edilen aile tasniflerinin ve aile tipi isimlendirmelerinin bunlarla sınırlı
olmadığını bilmek önemlidir. Örneğin; ‘büyüklük esasına göre’ (büyük aile [kök aile, birleşik
aile ve geleneksel geniş aile] ve küçük aile [çekirdek aile, parçalanmış aile, tamamlanmamış
aile]), ‘yerleşim esasına göre’ (baba yanı yerleşme, ana yanı yerleşme, ayrı yerleşme, iki taraflı
yerleşme ve dayı yanı yerleşme), ‘mirasın geçişi esasına göre’ (babaerkil aile, kök aile ve
kararsız aile), ‘yerleşim yeri esasına göre’ (kentli aile, kasaba ailesi, köy ailesi, gecekondu
ailesi, göçebe ailesi) ve ‘soy esasına göre’ (patrilineal, matrilineal, bilateral ve çift soydanlık)
gibi birçok farklı esasa göre aile tasnifleri de yapılmaktadır. Yukarıda kendilerinden kısaca
bahsedilen ataerkil-anaerkil ve geniş-çekirdek aile tipleri tasnifi, burada yalnızca başlıklarını
vermekle yetindiğimiz bu aile türlerinin gösterdiği özelliklerin çoğunu, hatta tamamını
kapsamaktadır. O nedenle, sosyoloji disiplinine bir başlangıç metni olarak kaleme alınan bu
8 Anthony Giddens, Sosyoloji, İstanbul: Kırmızı Yay., 2008, s. 274.
41
çalışmanın sınırlarını zorlamamak adına, burada söz konusu tasnifler ayrıca bahis konusu
edilmemiştir.
Aile türleri ile ilgili bu kısmı tamamlamadan evvel, aile sosyolojisi çalışmalarında öncü
isimlerden biri olan Frederic Le Play (1806-1882)’nin aileyle ilgili tasnifinden de kısaca
bahsetmek yararlı olacaktır. Le Play, maden mühendisi olarak görev yaptığı dünyanın değişik
bölgelerinde işçi aileleri üzerine yaptığı monografik çalışmalardan hareketle karmaşık bir aile
tasnifi geliştirmişti. Henri de Tourville, Edmond Demolins gibi takipçileri onun bu karmaşık
tasnifini üçlü bir aile tasnifi şekline dönüştürdüler: Ataerkil (patriarkal) aile, kök aile ve kararsız
aile. ‘Toplumsal düzen’ ideali peşinde koşan Le Play’nin sınıflamasının esas öğesi mirasın
geçiş biçimi idi. Ataerkil ailede ailenin malı bir kuşaktan ötekine, kök ailede ise parçalanmadan
olduğu gibi sadece varis olarak seçilen çocuğa geçtiği için mal değişmez, gelenek bozulmazdı;
böylece ailede ve -toplumun da ailelerden meydana gelmesi nedeniyle- toplumda toplumsal
istikrar sağlanmış oluyordu. Oysa kararsız ailelerde mal çocuklara eşit olarak paylaştırıldığı
için mülk parçalanır, gelenek bozulur, ailede sulh ve sükun kalmaz, bu tip ailelerden meydana
gelen toplum da yıkılmaya yüz tutardı. Le Play’ye göre toplumlarda barışı, dirliği, kısacası
mutluğu sağlayabilmek için şu iki hususa uymak gerekliydi: Tanrı ve baba otoritesine bağlılık;
malın parçalanmadan kuşaklara geçmesi. (Le Play’nin takipçileri aile tiplerinden hareketle
dünya toplumlarını tasnif etme girişiminde de bulunmuşlardı.) Le Play’nin takipçilerinden
Henri de Tourville (1842-1903), onun çalışmalarını kılı kırk yararcasına inceledikten sonra Le
Play’nin aile tipolojisinde bazı değişiklikler ve düzeltmeler yapmıştı. Tourville, Le Play’nin
‘kök aile’ olarak adlandırdığı aile tipinin, anavatanda ailenin mirasçısı olmadığı için dış ülkelere
göç eden çocukların gittikleri yerden geri dönüp dönmemelerine bağlı olarak ikiye
ayrılabileceğini önermişti: Yarı-ataerkil aile ve particulariste aile tipi.9
2.3. Evlilik Türleri
Evlilik, geleneksel olarak ‘yetişkin bir erkek ile yetişkin bir kadın arasında yasal geçerliliği
olan, belli hak ve yükümlülükler getiren bir ilişki’ olarak tanımlanır. Kültürel normlar ve
sıklıkla da yasalar, evlilik açısından uygun olanı ve olmayanı tanımlar, belli düzenlemeler
9 F. Le Play ve takipçilerinin aile konusundaki görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Paul Descamps,
Deneysel Sosyoloji, çev. ve önsöz. Nurettin Şazi Kösemihal, 2. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1965; Carl
C. Zimmerman, Le Play ve Sosyal İlimler Metodolojisi, çev. Oğuz Arı, İstanbul: İÜ İktisat Fakültesi Yay.,
1964.
42
getirir. Örneğin Türkiye’de Medeni Kanun’un 124. maddesine göre “erkek veya kadın, 17
yaşını doldurmadıkça evlenemez”, 129. madde birbirleriyle evlenmeleri yasak olan kişileri
belirler, 130. maddeye göre ‘evlilik sona ermişse, kadın, evliliğin sona ermesinden başlayarak
300 gün geçmedikçe evlenemez”.
Evlilik türlerinin tasnifinde en çok kullanılan ölçütler, eş seçimi, eş sayısı ve yerleşim yeri gibi
özelliklerdir.
i. Eş seçimine göre evlilik endogami (içeriden evlenme veya grup içi evlenme) ve egzogami
(dışarıdan evlilik veya grup dışı evlilik) şeklinde iki ayrılır. Endogami, aynı sosyal kategorideki
insanların evlenmesidir. Kişinin, ait olduğu grup içerisinden bir eşle evlenmesi durumunu ifade
eder. Daha açık ifade edecek olursak, bireyin aynı kast, aşiret, mezhep, din, ırk, millet grubuna
ait karşı cinsten birisiyle evlenmesi durumudur. Daha ziyade, toplumsal hareketlilik düzeyi
düşük ve akrabalık bağlarının güçlü olduğu topluluklarda karşılaşılır. Servetin parçalanmasını
engellemek, grup içi düzeni ve dayanışmayı korumak gibi kaygılarla başvurulan bir yöntemdir.
Bu tarz evlilikler sadece geleneksel toplumlarda karşımıza çıkmaz, bu tür evliliklerle modern
büyük aileler içerisinde de karşılaşmak mümkündür. Egzogami ise, farklı sosyal kategorideki
insanların evlenmesidir. Farklı sınıftan, farklı mezhepten, farklı etnik ya da dinî gruptan
bireylerin evlenmeleri durumunu ifade eden bir kavramdır.
ii. Eş sayısına göre evlilikler monogami (tek eşlilik) ve poligami (çok eşlilik) olarak ikiye
ayrılır. Poligaminin iki biçimi vardır: Yaygın olarak görülen tipi olan poligini (Yunanca’da ‘çok
kadın’ demektir) bir erkeğin iki veya daha fazla kadınla yaptığı evliliktir. Diğer biçimi
poliandridir (Yunanca’da ‘çok erkek’ veya ‘çok koca’ anlamlarına gelir) ve bir kadının iki veya
daha fazla sayıda erkekle yaptığı evlilik demektir.
iii. Toplumlar eş seçimini düzenledikleri gibi, eşlerin nerede oturacağına da karar verirler.
Sanayi öncesi toplumlarda yeni evliler genellikle yardım, koruma ve destek amacıyla
ebeveynleriyle birlikte yaşıyorlardı. Evlenen çiftin kocanın ailesiyle birlikte veya yakınında
oturması patrilokal (‘babanın evi’, ‘baba yanı yerleşme’) olarak adlandırılır. Bazı toplumlarda
(örneğin Kuzey Amerika yerlileri gibi) ise, evlenen çiftin kadının ailesiyle birlikte veya
yakınında oturması tercih edilirdi. Buna da matrilokal (‘annenin evi’, ‘ana yanı yerleşme’)
denir. Yerel savaşlarla meşgul olan toplumlar patrilokal olma eğilimindedirler; çünkü oğullar
eve yakın olduklarından koruma sağlayabilir ve bu tür durumlarda aileye destek olabilirlerdi.
Diğer yandan uzak yerlerde savaşa katılan toplumlar, oğulların ve kızların ekonomik değere
sahip olup olmamalarına bağlı olarak patrilokal veya matrilokal olabilmekteydiler. Endüstri
43
toplumlarında ise, eğer ekonomik güç de izin veriyorsa, evlenen çiftler ebeveynlerinden ayrı
bir yerde oturmayı tercih ediyorlar. Buna da neolokal (‘yeni yer’) adı verilmektedir. Yeni evli
çiftin ikamet edecekleri yeri belirleyici bir geleneğin olmadığı toplumlar da mevcuttur. Çiftin
hangi tarafın ana-baba ailesi yanında oturacağını ise, ana-baba ailelerin birbirlerine oranla
zenginlikleri, topluluktaki konumları ya da iki tarafın bu evlilik birliğine karşı tutumları belirler.
Bazı toplumlarda ise, yeni evlenen çiftin, erkeğin dayısı yanına yerleşmeleri zorunluluğu vardır.
iv. Bu evlilik türlerinin yanı sıra, Türkiye’de farklı evlilik biçimleriyle de karşılaşılmaktadır.
(a) Farklı cinsiyetlerden olan çocuklara sahip iki dulun, hem kendilerinin hem de çocuklarının
birbirleriyle evlenmeleri olarak tanımlanan taygeldi evlilik bunlardan bir tanesidir. (b) Kocası
ölen kadının -dul kalan eşe ve çocuklarına daha iyi bakacağı ve aile bütünlüğünün de bozmadan
devam ettirmek niyetiyle- ölmüş olan kocasının erkek kardeşi ile evlenmesi/evlendirilmesi
olarak tanımlanan levirat evliliği bir başkasıdır. Ülkemizde özellikle Doğu ve Güneydoğu
bölgesinde görülen bu evlilik türü, ‘yenge-kayınbirader evliliğinden oluşan tercihli evlilik türü’
olarak da tanımlanmaktadır.10 (c) Türkiye’de de karşılaşılan evlilik türlerinden bir diğeri (bu
evlilik türüyle Batı Avustralya’da da karşılaşılabilmektedir) karısı ölen kocanın evlilik
çağındaki baldızıyla, yani vefat etmiş olan karısının kız kardeşiyle evlenmesi durumunu ifade
eden sorarat evliliğidir.11 (d) Törenin şekillendirdiği bir evlilik türü olan kan bedeli evliliği,
aralarında kan davası olan iki ailenin kan davasını sonlandırmak ve barışı sağlamak amacıyla
çocuklarını evlendirmeleri durumunu ifade eder. (e) Türkiye’de farklı yörelerde ‘kepir’ veya
‘değişik yapma’ gibi isimlerle de anılan bir diğer evlilik türü berder (veya berdel) olarak bilinen
türdür. Daha ziyade başlık parası verme yükümlülüğünden kurtulmak isteyen fakir ailelerin
veya aralarındaki ilişkiyi akrabalık bağları kurmak suretiyle kuvvetlendirme arzusundaki aşiret
reislerinin, ağaların vb. başvurduğu bu tercihli evlilik türü, bir ailenin evlilik çağındaki kız ve
erkek çocuğunun diğer ailenin yine evlilik çağındaki erkek ve kız çocuğuyla karşılıklı olarak
ve aynı zamanda evlenmeleri durumunu ifade etmektedir.
10 Taygeldi, levirat ve berdel evlilik türleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Ali Rıza Balaman, Evlilik-
Akrabalık Türleri: Sosyal Antropolojik Yaklaşımlar, İzmir: Karınca Matbaacılık, 1982 (eserin yeni bir baskısı
için bkz. Ankara: TC Kültür Bakanlığı Yay., 2002).
11 Sorarat evlilikler hakkında bir inceleme için bkz. Mazhar Bağlı ve Aysan Sever, “Tabulaştırılan/Tabulaşan
Kurumun (Ailenin) Kurbanlıklar Edinme Pratiği: Levirat ve Sororat”, Aile ve Toplum: Eğitim, Kültür ve
Araştırma Dergisi, 2005, yıl: 7, c. 2, sy. 8, s. 9-22.
44
2.4. Toplumsal Değişme ve Aile
Değişime en dirençli kurumlardan biri olarak aile gösterilse de, sanayileşmeyle ve
modernleşmeyle birlikte ailede de yapısal birtakım değişiklikler görülmektedir. Modernleşme
süreçleriyle birlikte, aile pek çok işlevini kaybetmiştir. Sanayi toplumundaki coğrafi
hareketlilik, yalnızca akrabalık bağlarını zayıflatmakla kalmamış, ailenin yerine getirdiği pek
çok işlev de toplumdaki diğer kurumlara aktarılmıştır. Örneğin üretim, aileden işyerlerine
geçmiştir. Eğitim işlevi, eğitim kurumlarına aktarılmıştır. Ailenin ekonomi ve sanayileşme ile
ilişkisi çerçevesinde kentsel ve kırsal aile birbirinden farklılaşmıştır.
Kentleşme, sanayileşme ve modernleşme süreçleri aile içi ilişkileri, karı koca rollerini,
ebeveyn-çocuk ilişkilerini vs. önemli ölçüde etkilemiş, statü ve rol tanımlarında, kadının karar
alma süreçlerine daha aktif katılımı yönünde ciddi değişimler yaratmıştır.
Yapılan araştırmalara göre, gelişmiş sanayi toplumlarında –tıptaki gelişmeler, yaşam standardı
kaygıları vs. gibi sebeplerle- doğum oranları gerilemiş gözüküyor. Modern hayatın getirdiği
stres ve sıkıntılar, iş hayatının temposu vs. nedeniyle boşanmaların artışı, evlilik yaşının
yükselmesi gibi gelişmeler ailenin çöküşüne ilişkin iddiaları gündeme getirmiştir. Tek
ebeveynli ailelerin sayısının artması, erkek çocuklar açısından model almada sorunlar yarattığı,
bu durumun suçun artışı, eğitimde başarısızlık ve çalışmaya ilgisizlik gibi sıkıntılara yol açtığı
iddia edilmektedir. Fakat buna karşı bir görüş de, aile yaşamında bir çeşitliliğin olduğundan
bahisle bu durumun modern aile yaşantılarını keşfetmek için bir fırsat olduğu şeklindedir.
Son yıllarda çağdaş ailenin durumu ve ailenin ayakta kalmasını isteyen görüşler baştan aşağı
yeniden gözden geçiriliyor. Aile kurumunun çağdaş toplum içerisindeki durumuna ilişkin lehte
ve aleyhte görüşler dile getirilmekte, aile kurumunun mevcut durumuna ilişkin eleştirel görüşler
ortaya konulmaktadır. Aile kurumuyla özel olarak ilgilenen Aile Sosyolojisi alanında, bu
çerçevede, aile kurumunun çeşitli boyutlarına eğilen çalışmaların sayıları her geçen gün
artmaktadır.
Disiplinlerarası nitelikli pek çok çalışma yapılmakta, aile yaşamı ile çalışma arasındaki
karşılıklı ilişkiler araştırılmakta ve makro boyutlu toplumsal ve ekonomik değişikliklerin mikro
boyutlu aile ilişkilerini nasıl etkilediği incelenmektedir. Aile sosyolojisi, ailelerin evlilikten
yaşlanmaya kadar çeşitli aşamalarda nasıl değiştiklerini araştırarak yaşam çevrimi perspektifini
de kapsamaya çalışmaktadır. Son olarak eşlerin yalnız olduğu aileler ile yeniden bir araya gelen
eşlerin oluşturduğu aileler gibi farklı aile biçimleri hakkındaki araştırmaların sayısı her geçen
45
gün artmakta, aile sosyolojisi kaçınılmaz biçimde pratik siyasal kaygılarla yakından ilgili hale
gelmektedir
Aileler ve çalışma hayatı genellikle ayrı alanlar olarak kavramsallaştırılmış ve kadınlar evle,
erkekler ise işle ilişkilendirilerek ele alınmıştır. Aile sosyolojisinde de bu eğilim devam
ettirilmiştir. Ancak günümüzün küreselleşen dünyasında bu ayrımlar büyük ölçüde
geçerliliklerini yitirmeye başlıyor. Zira iş hayatında kadınların sayılarının her geçen gün
artması, iş ve aile yaşamının karşılıklı etkileşimini ve önemini ortaya koyuyor. Bu da, söz
konusu alanların ilişkisini irdeleyen çalışmaların önemini artırıyor. Kariyer yapan eşlerin
evlilikleriyle ilgili yapılan öncü çalışmalar, eşlerin ikisinin de para kazandığı ailelerin
kazançlarını ve sıkıntılarını irdeleyen araştırmaların önemini artırmıştır.
Ailelerin yaşam çevrimiyle ilgili araştırmalar, bireysel yaşam seyri analizine ilginin artışıyla
paralellik göstermektedir. Burada anahtar kavramlardan birisi, bir yandan evlilik ve anne/baba
olma gibi dönüm noktalarının zamanlamasını ve sırasını, öbür yandan aile üyelerinin ve genelde
toplumun bu olayların zamanlamasını nasıl belirlediğini konu alan aile zamanıdır. Daha önceki
olayların (ilk evlenme yaşı gibi) zamanlamasının daha sonraki sonuçları (boşanma gibi) büyük
ölçüde etkilediği ortaya konmuştur.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında tek ebeveynli ailelerin oranında dramatik bir artış
görülmektedir. Buna göre, toplumsal araştırmalar, toplumun tek ebeveynli ailelerin uyum
sağlamalarına ve ayakta kalmalarına nasıl yardımcı olabileceğinin aydınlatılmasında önemli bir
rol oynayabilir. Yeniden evlenme, var olan çocuk-büyükanne/büyükbaba ilişkisini ne ölçüde
ortadan kaldıracaktır ve bu durum hakkaniyet, miras ve aile kültürünün kuşaktan kuşağa
aktarılmasını nasıl etkileyecektir?
Değişen koşullar yeni sorunları ortaya çıkaracağı için, geleceğin aile sosyologlarının önlerine
çıkacak olan problemler kuşkusuz daha farklı olacaktır. Yine de bir nokta açıktır: Ailenin
büyüklüğü, şekli, mensupları ya da biçiminde ne tür değişiklikler görülürse görülsün,
geçmişteki deneyimlere bakarak, ailenin varlığını korumaya devam edeceğini söyleyebiliriz.
Boşanmanın yaygınlaştığı bir toplumda, ebeveynlerin evliliği herhangi bir şekilde bozuluyorsa,
ebeveynler kadar çocuklar da bunun sonuçlarıyla başa çıkmak ve buna uyum sağlamak
zorundalar. Birçok farklı çalışmada ifade edildiği üzere, günümüzün dünyasında aileler eskiden
olduğundan daha fazla küçülmüştür. Yaşanan çok boyutlu değişimlerin bir sonucu olarak,
çocukların “doğru şekilde” nasıl yetiştirileceği de tartışmalı bir sorun haline gelmektedir.
46
Genelde bu konuda fikir birliği pek azdır ve moda kuramlar ve uygulamalara göre hızlı bir
değişim söz konusudur.
Eşler arasındaki bağların zayıflaması, başka bir deyişle, kadınlar için erkekler olmadan çocuk
yetiştirmenin ya da erkeklerin babalığın sorumluluklarından ve zorluklarından kaçması daha
kolay gerçekleşir olmuştur. Bu durumdan elbette, öncelikle çocuklar zarar görmektedir. İsveç,
İngiltere ve Amerika’da yapılan ve çeşitli nesilleri inceleyen çalışmaların hepsi, ebeveynlerden
sadece biriyle büyüyen çocukların, aynı ekonomik sınıftaki akranlarıyla karşılaştırıldığında,
okulda daha başarısız olduklarını, başlarını daha sık derde soktuklarını ve duygusal sorunlar ve
sağlık sorunlarıyla daha fazla karşılaştıklarını göstermektedir. Bu çocukların, ileride, tek
başlarına yaşayan ebeveynler olma eğilimleri de daha fazladır.12
2.5. Türkiye’de Aile
Türk ailesinin yapısı üzerine yapılan Aile Yapısı Araştırması 2006 (TC Başbakanlık Aile ve
Sosyal Araştırmalar GM ve TÜİK, 2006) ya da Evlenme ve Boşanma İstatistikleri 2009 (TÜİK,
2010) ve benzeri birçok araştırma; Türk ailesinin yapısı, aile içi rollerdeki değişimler, yaşlılarla
ilişkiler, çocuk-ebeveyn ilişkileri, eşler arası rol dağılımları, iş hayatının ya da işsizliğin aile
ilişkileri üzerindeki etkisi, boşanmaların çocukların eğitimleri ve psikolojileri üzerindeki
etkileri vb. gibi pek çok hususta ufuk açıcı sonuçlar ortaya koymuştur.
Timur’a göre Türkiye’de, gerek kentsel ve gerekse kırsal bölgelerde egemen aile tipi çekirdek
ailedir. 13 Sanayileşme ve göç olgusuyla birlikte şehirlerde ortaya çıkan ve geçiş süreci
özellikleri taşıyan bir aile tipinden daha söz edilmektedir: Gecekondu ailesi. 14 Bahsedilen
üçüncü bir aile tipi ise, kentsel aile tipidir. Kentsel aile üzerine yapılan çalışmaların
çoğunluğunda ise ‘gecekondu ailesi’ne odaklanılmıştır. Bu üç aile tipinde, aile bireyleri
arasındaki rol durumları ve dağılımları, özgürlükler vs. farklılıklar göstermektedir. Ayrıca
değişen zaman ve ilişkiler, aile yapıları üzerinde de etkiler yapıyor. Türkiye’nin demografik
serüveni dikkate alındığında, 1950’lerden günümüze çok ciddi dönüşümlerin yaşandığı görülür.
1950’de nüfusun yaklaşık %75’i kırsal bölgelerde yaşar iken, bugün nüfusun %75’ten fazlası
şehirlerde yaşamaktadır. Bu dönüşümün büyük ölçüde 1980 sonrasında gerçekleştiğini de
12 The Economist, “Evim Evim Güzel Evim: Aile Değerleri Üzerine Bir Tartışma”, Anthony Giddens (ed.),
Sosyoloji: Başlangıç Okumaları, İstanbul: Say Yay., 2009, s. 202.
13 S. Timur, Türkiye’de Aile Yapısı, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yay., 1972.
14 Örneğin bkz. İbrahim Yasa, Ankara’da Gecekondu Aileleri, Ankara: SBF Yay., 1962.
47
belirtmek gerekir. Başka bir deyişle, Türkiye’nin demografik yapısı 40-50 yıllık bir süre
içerisinde bütünüyle ters yüz olmuştur. Bu dönüşümün, Türk ailesinin yapısında değişimlere
sebebiyet vermediği düşünülemez elbette. Bu çalışmalarda sanayileşme ve göçle birlikte geniş
aileden çekirdek aileye, hatta az çocuklu anne-babaların oluşturduğu küçük aileye doğru bir
geçişin yaşandığı tespit edilmiştir.
Yine bu çalışmalarda elde edilen verilere göre, söz konusu süreçlere rağmen, hala kadının
annelik ve ev kadınlığı rolüne, erkeğin ise ailenin reisi ve eve ekmek getiren kişi rolüne sahip
olmaya devam ettiği anlaşılmaktadır. TÜİK’in yukarıda bahsedilen araştırmasına göre, çocuk
sahibi olan kadınların çocuk sahibi olmayan kadınlara kıyasla daha itibarlı olduğu görüşü
Türkiye için geçerli değildir. Erkeklerin % 61,4’ü, kadınların % 60,7’si bu fikre katılmadığını
ifade etmiştir.
TÜİK (2010) verilerine göre, Türkiye’de 2001-2009 arasındaki evlenmeler sayı olarak
544322’den 591742’ye ulaşmıştır. Ancak bu süre zarfında evlenme sayısının 641241 ile zirve
yaptığı 2006’dan 2009’a gelindiğinde evlenme sayısında bir düşüş gözlenmektedir. Aynı
verilere göre 2007’de %9,09 olan kaba evlenme hızı 2009’da %8,23’e gerilemiştir. 2001’de
erkeklerde 27,1, kadınlarda 22,9 olan ortalama evlenme yaşı, istikrarlı bir artışla, 2009’da
erkeklerde 28,3’e, kadınlarda 24,3’e yükselmiştir. 20-24 yaşları arasında evlenme sayısı düzenli
bir şekilde azalırken, 25-29, 30-34, 35-39, 40-44, 45-49, 50-54, 55-59 yaş gruplarında istikrarlı
bir artış gözlemlenmektedir.
2001’de 91994 olan boşanma sayısı 2009’da 114162’ye yükselmiştir. (2007’de 94219 olan
boşanma sayısı 2008’de 99663’e, 2009’da ise 114162’ye yükselerek son 7 yılın artış oranlarının
çok üzerine çıkmıştır.) 2001-2009 arasında Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerimizde boşanma
sayıları belli bir oranda artarken, Orta Anadolu, Doğu Karadeniz ve hatta Batı Karadeniz
bölgelerimizde boşanma sayıları stabil bir seyir izlemektedir. Meydana gelen boşanmalarda
eşler arasındaki yaş farklarına göre bir oranlama yapıldığında boşanmaların yaklaşık %75’ine
yakınında erkeğin eşinden daha yaşlı olduğu görülüyor. Bu, bir noktada Türkiye’deki evlenme
gelenekleri dikkate alındığında normal görülebilir. Ancak boşanan çiftler arasında 1-5 arası yaş
farkı olanların oranı 5-10 ya da daha fazla yaş farkı olanların birkaç katı olarak gerçekleşiyor.
Evlilik süresine göre boşanma oranlarına bakıldığında, boşanmaların %40,1’lik bir oranının
evliliğin ilk 1-5 yıllık süresi içinde gerçekleştiği görülüyor. Bu 114162 boşanmanın 108560’ı,
kapsamı hayli geniş bir anlama sahip ‘geçimsizlik’ nedeniyle gerçekleşmiştir.
48
2.6. Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi
Feminizmin gelişmesinin bir sonucu olarak toplumsal cinsiyet konusu günümüzde sosyal
bilimlerin merkezî önemde bir konusu haline geldi. Günümüzde toplumsal cinsiyet çalışmaları’
olarak adlandırılan oldukça geniş bir çalışma ve tartışma alanı sosyal bilimlere önce feminist
çalışmalar olarak girmiş, sonra kadın çalışmaları olarak anılmaya başlamıştır. Toplumsal
cinsiyet konusundaki en kapsamlı araştırmalar, ABD’li psikiyatrist ve psikanalist Robert Stoller
tarafından yapıldı. Toplumsal cinsiyet (gender) kavramını da, ilk kez, 1968 tarihli bir
çalışmasında (Sex and Gender [bu kavramlar, ilgili Türkçe literatürde ‘Biyolojik Cinsiyet ve
Toplumsal Cinsiyet’ veya ‘Cins ve Cinsiyet’ olarak tercüme edilmektedir]) o kullanmıştı.
Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan
tanımlanmasını, toplumların bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği
toplumsal rolleri anlatmak için kullanılan bir tabirdir. Toplumsal cinsiyetin feminist çalışma
yapanlar için önemi, kadınlar ile erkekler arasındaki güç ilişkilerini anlamaya, eşitsizlikleri
sorgulamaya yarayacak bir kavram olarak düşünülmesinden sonra daha da arttı.
1970’lerden itibaren yapılan toplumsal cinsiyet çalışmalarında üç önemli aşama kaydedildi:
Birinci aşama, cinsiyet farklılıklarına (kadın-erkek) vurgu yapan aşamadır. Bu alanda
çalışanlar, söz konusu farklılıkların bireylerin biyolojik özelliklerinden kaynaklanmadığı
konusunda görüş birliği içerisindedirler. İkinci aşamada, öğrenilen cinsiyet rollerine ve
toplumsallaşmaya vurgu yapıldı. Üçüncü aşamada, toplumsal cinsiyetin sınıflı ve ataerkil
toplumsal sistemlerde merkezî bir rolünün olduğu fark edildi. Yani, toplumsal cinsiyet ücretli
çalışma, aile, politika, gündelik yaşam, ekonomik kalkınma, hukuk, eğitim ve daha birçok
alanda analizlere dahil edilmeye başlandı.
Erkekler ve kadınlar arasındaki farklılıkları yaratan onların biyolojik özellikleri midir yoksa
içinde yaşadıkları toplumun özellikleri nedeniyle mi birbirlerinden farklıdırlar? Bu, feminist
araştırmacıların sorduğu temel sorulardan bir tanesi, hatta birincisidir. Erkeklerin siyasetçi,
asker, kamyon şoförü, kavgacı, aktif, saldırgan vb. olmaları onların biyolojik özelliklerinden
mi kaynaklanmakta ve bu özellikleri nedeniyle mi, toplumda yönetici konumlarında
olmaktadırlar? Erkekler ev dışında çalışıp para kazanırken, kadınlar evde oturup çocuklara
bakarken doğalarına uygun olarak mı davranmaktadırlar? Yoksa, erkeklerin ve kadınların tüm
bu özellikleri toplumsal mıdır?
49
Bu tür sorulara verilen cevapları genel olarak iki başlık altında toplamak mümkündür: (1)
Biyolojik deterministler ya da doğacı görüş, erkekler ile kadınlar arasındaki farklılıkların
köklerinin kromozom farklılıklarından, erkekler ile kadınlar arasındaki bazı biyolojik
farklılıklardan kaynaklandığını iddia ederler. Toplumsal işbölümü de tarihsel olarak bu
farklılıklar etrafında şekillenmiştir. (2) Çizginin öteki ucunda bulunan sosyal inşacılar ya da
gelişmeci görüş sahipleri, toplumsal cinsiyet farklılıklarının toplumsal ve kültürel süreçlerden
kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Bu süreçler zaman ve mekânda değişen toplumsal
cinsiyete dair fikir ve uygulama sistemleri, kadın ve erkeklere farklı faaliyetler ve sorumluluklar
yükleyen toplumsal cinsiyete özgü bir işbölümü yaratırlar. Böylesi bir çerçeve içinde
faaliyetlerini yürüten bireyler, uygun bir şekilde toplumsal cinsiyetleştirilmiş kimlik ve arzulara
sahip olacaklardır.
Toplumsal cinsiyet farklılığının kökleri üzerine kanıtlar toplamak, bazen bu iddiayı ileri
sürmekten çok daha zordur. Farkın biyolojik/doğal özelliklerden kaynaklandığını savunmak
için, öncelikle anlamlı ve evrensel farklılıkların olduğunu ortaya koymak gerekir. Ancak
sosyolojik, tarihsel ve antropolojik araştırmalar dişilliklerin ve erilliklerin kültürlere göre
dramatik biçimde değiştiğini gösteriyor. Örneğin bir toplumda kadınlar arasında vurgulanmış
dişillik, fiziksel incelik, kibarlık, nezaket, ücretli işlerden uzak durma vs. ile özdeşleştirilirken,
bir başka toplumda fiziksel kuvvet, ekmek parası kazanma ve cinsel güvenle eş anlamlı
olabilmektedir. Hatta aynı toplumda sınıf, inanç ya da etnisite temelli farklı gruplar arasında
dahi ‘dişillik’ anlayışında farklılıklar gözlemlenebilmektedir. Daha da ötesi, dişillikler ya da
erillikler, toplumdan topluma, belli bir grup içindeki farklı toplumsal sınıflar arasında
değişmenin yanı sıra, aynı grup içinde de zamanla değişiklikler gösterebilmektedir.
Biyolojik cinsiyet (sex) ile toplumsal temelli olduğu düşünülen toplumsal cinsiyet (gender)
arasındaki fark konusuna ciddiyetle odaklanan feminist kuramcılar, yaygın toplumsal cinsiyet
eşitsizliklerinin nedenlerini sorgulamakta ve bu eşitsizliklerin temelinde ‘doğal’ olan
özelliklerin bulunduğu fikrine karşı çıkmaktadırlar. Eğer biyolojik determinist/doğacı görüş
taraftarlarının savunduğu gibi cinsiyet farklılıkları biyolojik olarak belirlenmiyorsa ve
toplumsal olarak inşa ediliyorsa, kadınların ve erkeklerin toplumsal cinsiyet rolleri değişebilir
demektir. Aynı şekilde cinsiyetçi kalıplar da değişime açık olabilirler.
Biyolojik farklılıkların yani cinsiyetin, yapılan analizler için yeterli olmadığını hatta biyolojik
belirlemeciliğe yol açabileceğini fark eden feminist düşünürler, toplumsal cinsiyet kavramını
bu farklılıkların toplumsal niteliğini anlamak için daha sık kullanmaya başladılar. Çoğu zaman
sorgulanmadan kabul edilen ve doğal olduğu düşünülen farklılıkların toplumsallaşmanın bir
50
ürünü olduğu, kadınların erkeklere tabi olmasına neden olan toplumsal ilişkilerin de bu sürece
karşılık geldiğini düşünenlerin sayısı her geçen gün arttı. Böylelikle Simon de Beauvoir’in
1949’da yazdığı bir metinde ‘kadın doğulmaz, kadın olunur’ şeklinde formülleştirdiği bu
toplumsallaşma sürecinin özellikleri araştırılmaya başlandı.
Toplumsal cinsiyetin feministler tarafından kavramsal bir araç olarak kullanılmasının önemli
bir sonucu daha oldu: Bu kavramla, gündelik uygulamalar ve varsayımlar içinde gizlenmiş
iktidar ilişkilerinin üzerini örten örtüyü kaldırmak mümkün olabildi. Toplumsal cinsiyet,
toplumu anlamayı sağlayan bir mercek işlevi gördü. Aynı zamanda toplumsal cinsiyet
eşitsizliğinin diğer eşitsizlik sistemleri ile birbirinden ayrılamaz biçimde iç içe geçmiş olduğunu
da ortaya koydu.
Toplumsal cinsiyet bakış açısını benimseyen sosyal bilimciler, kendi bilim dallarının ana akım
kuramlarını ve varsayımlarını sorgulamaya başladılar. Bu sorgulama ile birlikte feminist eleştiri
sosyal bilimlere yavaş yavaş girmeye başladı. Feminist çalışmalar başlayana kadar,
sosyolojinin ve ekonominin ilgi alanına doğrudan girmediği için kadınların ev işlerine
harcadıkları zaman konusunda araştırma yapılmamıştı ya da ‘aile içinde oluyor, evin duvarları
arasında kalıyor’ denilerek kadına yönelik şiddetle yeterince ilgilenilmemişti. Feminist
yaklaşımlar bu çerçevede mevcut sosyal bilimlerin boşluklarını doldurmaktaydı. Ancak pek
çok disiplinde hala birtakım boşluklar söz konusuydu. Bu boşlukların varlığı, mevcut
paradigmaların kadınların deneyimlerini ihmal etmesine ya da özellikle yok saymasına
bağlandığı için, bir paradigma değişikliğine duyulan ihtiyaç dillendirilmiştir. Nitekim,
günümüzde hemen her alana ilişkin ders kitaplarında feminist yaklaşımlara ilişkin bir bahis
açılması yaygın bir durum olarak görülmektedir.
Toplumsal cinsiyet merceğini kullanarak topluma bakabilmek, sosyolojinin en egemen
kuramlarını sorgulamayı sağladı. Genel olarak toplumsal hayatın ve özel olarak sosyoloji
araştırmalarının içine işlemiş, doğal karşılanan ve hiç sorgulanmayan varsayımlara kuşku ile
bakılmaya başlandı. Aile, çalışma hayatı vb. konularda egemen sosyolojik yaklaşımlar bu
anlamda sorgulanmaya, toplumsal kurumların –örneğin aile kurumunun- sunulduğundan çok
daha fazla uyumsuz, kendi içinde eşitsizlikler ve çatışmalar barındıran bir yapıya sahip olduğu
gözler önüne serildi.
Feminist yaklaşımların gelişmesiyle birlikte sosyal bilimlerde belli değişikliklerin olduğu açık
olmakla birlikte, bu değişim bütün sosyal bilim alanlarında aynı oranda gerçekleşmedi. Sağlık
ve hastalık, aile, ev içi emeği, çalışma ve emek, istihdam, eğitim, suç, medya ve popüler kültür
51
yine feminist bakış açısının son derece etkili olduğu alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Toplumsal
sınıf, toplumsal tabakalaşma, siyaset sosyolojisi ve sosyolojik kuram ise feminist yaklaşıma en
fazla direnç gösteren sosyoloji alanları olarak göze çarpıyor.15
Okuma Önerileri
Bu ders kapsamında dipnotlarda verdiğimiz kaynaklara ilaveten Türkiye’deki aile yapılarına
ilişkin olarak şu çalışmalara bakılabilir: I. Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu, 9-11 Mayıs
2001, Ankara: Aile Araştırma Kurumu, 2001; IV. Aile Şurası bildirileri: Aile ve Yoksulluk, 18-
20 Mayıs 2004, Ankara: Aile Araştırma Kurumu, 2004; Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları,
1995, Ankara: Aile Araştırma Kurumu; Aile Kurultayı, 1995, Ankara: Aile Araştırma Kurumu;
Aile Yapısı Araştırması 2006, 2006, Ankara: TC Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar
Genel Müdürlüğü ve TÜİK; Ailede Çocuk Eğitimi Araştırması, 1995, Ankara: Aile Araştırma
Kurumu; Çiğdem Arıkan, 1996, Halkın Boşanmaya İlişkin Tutumları Araştırması, Ankara: Aile
Araştırma Kurumu; Aylin Görgün Baran vd. (haz.), 2002, Yaşlı ve Aile İlişkileri Araştırması:
Ankara Örneği, Aile Araştırma Kurumu; Veysel Batmaz, 1995, Türkiye’de Televizyon ve Aile,
Ankara: Aile Araştırma Kurumu; Vedat Bilgin vd. (haz.), Mesleklere Göre Aile Araştırması:
İşçi Ailesi, Ankara: Aile Araştırma Kurumu, 1998; Tahir Çağatay, “Modern Aile ve Sosyal
Problemler”, Beylü Dikeçligil ve Ahmet Çiğdem (der.), Aile Yazıları II, Ankara. TC
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1990, s. 95-141 (ilk yayın: Araştırma, 1971, c. IX, s. 73-
126); Birsen Gökçe vd., 1993, Gecekondularda Aileler arası Geleneksel Dayanışmanın Çağdaş
Organizasyonlara Dönüşümü, Ankara: Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı; Birsen Gökçe,
1990, “Aile ve Aile Tipleri Üzerine Bir İnceleme”, Beylü Dikeçligil ve Ahmet Çiğdem (der.),
Aile Yazıları I: Temel Kavramlar, Yapı ve Tarihî Süreç, Ankara: TC Başbakanlık Aile
Araştırma Kurumu, s. 205-223 (ilk yayın: Hacettepe Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Mart-
Ekim 1976, c. VIII, sy. 1-2, s. 46-77); Saadettin Ökten vd. (haz.), 1999, Türk Ailesinin Yaşadığı
Mekanlara/Konutlara İlişkin Eğilimler, Ankara: Aile Araştırma Kurumu; Sosyo-kültürel
Değişme Sürecinde Türk Ailesi, 1992, Ankara: Aile Araştırma Kurumu; Türkiye'de Ailenin
Değişimi: Toplum Bilimsel İncelemeler, TSBD yay, 1984. Ayrıca tarihsel bir boyutta Türk
15 Toplumsal cinsiyet araştırmaları yeni gelişen bir araştırma alanı. Toplumsal cinsiyet tartışmalarıyla ilgili
literatür de her geçen gün zenginleşmektedir. Toplumsal cinsiyet konusuyla ilgili iki kuşatıcı çalışma için bkz.
Yıldız Ecevit ve Nadide Karkıner (eds.), Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay.,
2011; Feryal Saygılıgil (ed.), Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları, Ankara: Dipnot Yay., 2016.
52
ailesini inceleyen şu iki çalışma önemlidir: Alan Duben ve Cem Behar, 1998, İstanbul Haneleri,
İstanbul: İletişim Yayınları; Alan Duben, 2002, Kent, Aile, Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları.
Aile ve özellikle de Türk ailesine ilişkin daha geniş bir kaynakça şu çalışmada bulunabilir:
Türkiye Aile Bibliyografyası, 1990, Ankara: Aile Araştırma Kurumu.
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Aile, farklı biçimlerde olmakla birlikte, hemen her toplumda ve kültürde bulunmaktadır. Bu
ünitede aile kurumunu, aileyi oluşturan evlilik kurumunu ve türlerini değerlendirmeye çalıştık,
Türkiye’nin aile yapısına ilişkin istatistiki verilerden hareketle kısa bir değerlendirme yaptık.
Aileler, kültürden kültüre, hatta aynı kültür içerisinde dahi farklılıklar gösterebilmektedir.
Farklı türleri bulunan ailelerin her biri, bir diğerine göre belli avantajlara sahiptir. Bu aynı
zamanda, birinin diğerine bazı dezavantajlı özelliklere sahip olduğu anlamına da gelir.
Toplumlar, her iki ebevynden gelen (hem anne, hem de babadan; yani, iki taraflı soy), yalnızca
babadan (ataerkil) ya da yalnızca anneden (anaerkil) soy üzerinden akrabalık ilişkilerini
belirlerler.
Sosyologlar ailelerin işlevlerine ilişkin birbirine yakın, bazen de birbirlerinden farklı hususlara
dikkat çekmişlerdir. Bunlardan biri olan W. Ogburn, ailenin altı işlevinden söz eder: Yeniden
üreme, toplumsallaşma, cinsel davranışın düzenlenmesi, duygusal yakınlık ve toplumsal statü
sağlamak.
Değişik sosyoloji okulları, aileye, kendi yaklaşımları doğrultusunda farklı yaklaşmışlardır.
Sembolik etkileşimciler, aile ve diğer yakın bireyler arasındaki etkileşimin nasıl
gerçekleştiğiyle ilgilenirler. Çatışmacı teorisyenler, ailenin toplumsal adaletsizlikte pay sahibi
olduğunu ve erkeklere tanınan fırsatların kadınlara tanınmadığını ileri sürerler. Feministler, aile
üzerine yapılan araştırmaların genişletilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Çatışma
teorisyenleri gibi feminist kuramcılar da, ailenin çocukların toplumsallaşma sürecindeki rolünü,
cinsiyetçiliğin birincil nedeni olarak görmektedirler.
İnsalar eşlerini çeşitli biçimlerde ve çeşitli yöntemlele seçmektedirler. Bazı evlilikler görücü
usulüyle gerçekleşir. Bazı evlilikler eşlerin kendi seçimleri sonucunda gerçekleşir. Eşlerin
53
hangi toplum kesiminden olduğuna bağlı olarak da, evlilik türleri ortaya çıkmaktadır:
Endogami, egzogami gibi.
Geleneksel toplumlar ile sanayileşmiş toplumlardaki aile tipleri arasındaki farklılaşmalar,
ekonomik ve kültürel değişimler paralel olarak ailede yaşanan değişimler, farklılaşmalar hem
boyut, hem de işlevler açısından değerlendirildi. Yaygın kanaat, üretimin örgütlü ve büyük
birimlerde yapılmaya başlanmasıyla birlikte ailenin (özellikle feodal toplumdaki ailenin)
ekonomik bir birim olmaktan çıktığı yönündedir. Aile ekonomik bir birim olarak işlevini
yitirmekle birlikte, aile ferleri toplumsal işbölümü çerçevesinde bu üretim süreçleri içerisinde
yerlerini aldılar. Türkiye’de yapılan aile çalışmalarından ve elde edilen verilerden hareketle
Türk aile yapısının durumu üzerinde duruldu. Bu çerçevede özellikle Türkiye’de ailenin kırsal,
kentsel ve gecekondu aile tipi şeklindeki tasnifi üzerinde duruldu. Özellikle Türkiye’de ailenin
kırsal ve kentsel aile şeklinde karşıt tipler olarak formüle edildiği gözleniyor. Çağdaşlaşmacı
bir perspektif doğrultusunda kırsal aile ile kentsel aile arasındaki farklılıkların en iyi, kırdan
kente göç eden ailelerin yaşantıları üzerine yapılan çalışmalarda görülen emek gücünün
dönüşümünün araştırılmasıyla tespit edilebileceği düşüncesiyle ‘gecekondu ailesi’ üzerine
yoğunlaşıldı. Bu çalışmalarda köyün, kırın bir uzantısı olarak değerlendirilen gecekondu
ailelerinin, kırdan kente göçün getirdiği bir geçiş sürecinin bir sonucu olarak, kentin
imkanlarından yararlanan orta ve sınıf ailelerinden daha farklı özellikler gösterdiği iddia
edilmiştir. Gerek ülke olarak yaşadığımız küresel düzeydeki dönüşümler ve gerekse de iç göç
sonucu yaşanan toplumsal süreçler, Türk ailesinin yapısında birtakım değişiklikler
gerçekleştirmiştir. Fakat aynı süreçte aile ve aile içi roller noktasında değişmeyen, sürekliliğini
koruyan durumlar da söz konusudur. Günümüzde medeni kanunda yapılan değişikliklerle
birlikte kadının aile içerisinde karar alma noktasındaki ağırlığı yasal olarak artırılmış, kadının
ve çocukların aile içi şiddete karşı korunmasına yönelik düzenlemeler getirilmiştir. Fakat
pratikte bütün bunlara rağmen aile içi şiddet ve istismar belli ölçüde varlığını devam
ettirmektedir.
Kadının toplum içerisinde konumuna ilişkin tartışmalar son on yıllarda ciddi bir artış göstermiş,
yeni tartışma alanları ve yeni kavramsallaştırmalar, yeni düşünce akımları ortaya çıkmıştır.
54
Uygulamalar
Son yıllarda Türkiye’de ailelerin en az ‘3 çocuk’ sahibi olmalarına yönelik
söylemleri ve tartışmaları, evlilik yaşının büyümesi, boşanma oranlarının
artması, uzun vadede nüfusun yaşlanması gibi istatistikî veriler ışığında
değerlendiriniz.
Bölüm Soruları
1) Kibbutz toplumunu araştırınız ve Kibbutz toplumunda ailenin konumunu ve işlevlerini
Murdock’un ve diğer sosyologların ailenin işlevlerine ilişkin değerlendirmeleriyle
karşılaştırınız.
2) Yüksek statülü bir işte çalışan bir kadının aile içi görevlerde ne türden değişiklikler
olabilir? Teoride ve pratikteki işleyişleri dikkate alarak tartışınız.
3) Yasalarda kadınların ve çocukların durumuna ilişkin pek çok iyileştirme yapıldı. Fakat
buna rağmen her gün aile içi şiddete ilişkin pek çok haber okuyoruz. Sizce bu durumun
sebepleri neler nedir? Tartışınız.
4) Talcott Parsons, endüstri toplumlarını karakterize eden ekonomik farklılaşmanın geniş
aile ile bağdaşmaz olduğunu ve fakat çekirdek aile tarafından ideal bir şekilde
karşılandığını vurgulamaktadır. İzole olmuş çekirdek aile ile modern endüstri
toplumunun ihtiyaçları arasındaki uyum konusunda Parsons’ın bu kuramı sizce ne kadar
ikna edicidir? Tartışınız.
5) “Fransız tarihçi ve düşünür Michel Foucault’ya göre, insan toplumları en iyi şekilde beli
türdeki insan ve davranışlarını düzenleyen –sosyal etkileşim sürecini devam ettiren bilgi
normları- söylemlerle anlaşılır. Örneğin aile söylemleri, çekirdek aileyi, aile yaşamına
en uygun model olduğunu gösterme eğilimindedir. İnsan toplumları, aynı zamanda, bu
söylemlere uygun hareket etmek üzere, üyelerini kontrol altında tutmak ve disipline
etmek için eşcinsel faaliyetlerin yargı sistemi tarafından suç haline getirilmesi gibi
düzen aygıtları geliştirir, çünkü bu faaliyetler, çekirdek aileye bir tehdit olarak görülür.
Foucault’ya göre modern toplumlarda en önemli söylemler, cinselliğin kabul edilen ve
yasaklanan ifade biçimleri gibi, kuralcı bir şekilde bedeni düzenleme ve yapılandırma
55
ve tanımlama ile ilgili olanlardır.” Bu çerçevede, modern aile yaşamının gelişimi ve
özelliklerine baktığınızda, sizce, aile kimliklerini kuran ve aile davranışlarını inşa eden
bilgi biçimleri nelerdir?
6) Yukarıdaki paragrafla bağlantılı olarak, söz konusu söylemleri geliştirmek için
kullanılan disiplinle ilgili araçlar nelerdir?
7) Tüp bebekler, klonlama ve taşıyıcı annelik gibi yeniden üretim teknolojilerinin
kullanılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
8) Bu yeniden üretim teknolojilerinin kullanılması ve yaygınlaşması ailenin yapısını
gelecekte nasıl etkiler? Tartışınız.
9) Cinsiyet farklılığına ilişkin biyolojik determinist görüş ve sosyal inşacı görüş
konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Kendinizi hangi görüşe yakın hissediyorsunuz?
Açıklayınız.
10) Türkçede kadınlar ve erkeklerle ilgili atasözlerini, deyimleri bulunuz ve bunlardaki
kalıp yargıları tartışınız.
11) Günümüzde kadının toplumsal hayat içerisindeki konumunu toplumsal cinsiyet
araştırmaları bağlamında tartışınız.
12) Birleşmiş Milletler’in hazırladığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Uluslararası Sözleşmesi”nin sebepleri sizce nedir? Tartışınız.
13) “Sanayi toplumunda en önemli bölünme aslında sınıf değil, toplumsal cinsiyettir.”
görüşünü değerlendiriniz.
14) Toplumsal hayatta ya da ekonomik hayatta karşılaştığınız toplumsal cinsiyet temelli
eşitsizlikler nelerdir? Örnekler vererek açıklayınız.
57
3. TOPLUM VE EĞİTİM
58
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
3.1. Eğitim kurumunun toplum için önemi ve işlevi
3.2. Eğitim konusuna gerek pedagojik ve gerekse de sosyolojik yaklaşımlar
3.3. Eğitimin toplumsal hayatın idamesindeki yeri ve önemi
3.4. Eğitim sisteminin toplumsal tabakalaşma ve toplumsal hareketlilik sistemi için
önemi
3.5. Eğitimin bireylere kazandırdığı terbiyevî ve öğretimsel özellikler
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
‘Milli Eğitim’ sizde ne tür çağrışımlar yapmaktadır?
Okulların aslî işlevinin ne olmasını düşünüyorsunuz? Öğretim mi, eğitim mi?
Kişinin toplumsal statüsü açısından son derece ciddi bir önem atfedilen üniversite
giriş sınavlarında, -günümüzde statüleri ve gelecekleri hakkında ciddi tartışmalar
olmakla birlikte- dershanelerin orta öğretim kurumlarından daha işlevsel ve önemli
olmaları, eğitim sistemimize ilişkin algılarımızı nasıl etkilemektedir?
Anahtar Kavramlar
Eğitim
Okul
Müfredat
59
Giriş
Eğitim bireyin kişiliğini geliştirmeyi ve onu topluma kazandırmayı amaçlayan bir kurumdur.
Bu bakımdan eğitimin bireysel ve toplumsal olmak üzere iki temel boyutu vardır. Eğitim
kurumu, öğretim ve terbiye boyutlarıyla, hem bireye hayatını idame ettirecek teknik becerileri
kazandırmayı –ve tabii ki bu öğretim, aynı zamanda toplumun ihtiyaç duyduğu teknik işlerin
yürütülmesini de temin edici bir uğraştır- ve toplumun değerlerini bireye aktaran, bireyin
topluma uyumlu bir fert olarak katılımını sağlamayı amaçlayan bir toplumsal kurumdur.
Sosyolojik olduğu kadar felsefî bir kavram da olan eğitim, bilgi aşılayan ve bilgiyi yönlendiren
ideolojileri, müfredat programlarını, pedagojik teknikleri ile kişiliklerin ve kültürlerin
toplumsal bakımdan yeniden üretilmesini kapsar. Eğitim sosyolojisinin pratikte en çok
ilgilendiği konu ise okul eğitimi, özellikle de (yüksek eğitim, ek eğitim, yetişkin eğitimi ve
sürekli eğitim dahil olmak üzere) modern sanayi toplumlarının toplu eğitim sistemleridir. Okul
örgütlenmesi ve pedagoji, birbiriyle rekabet eden en az dört eğitim felsefesine dayanmaktadır:
Seçkinci ya da Platoncu eğitim, açık ya da ansiklopedik eğitim, meslekî eğitim, yurttaşlık
eğitimi. Sosyologlar, bunlardan hangisinin öne çıkacağını iktidar yapısı ile tek tek toplumların
ihtiyaçlarına göre belirlendiği görüşündedir.
Sistematik eğitim sosyolojisinin kuruluşu Emile Durkheim’ın ahlakî eğitimin organik
dayanışmanın temeli olmasını konu alan öncü çalışmalarına ve Max Weber’in Çinli aydınların
siyasal denetim aygıtı olduğu şeklindeki analizine kadar götürülebilir. Fakat bu alanın İkinci
Savaş’tan sonraki ilk önemli genişlemesi, Amerika’da teknolojik işlevselcilikle, Avrupa’da
eşitlikçi fırsat reformuyla ve iktisatta insan sermayesi kuramıyla birlikte gerçekleşmiştir. Bu
kuramların hepsinde, okul eğitiminin yaygınlığı ile gerek bireylerin gerekse de toplumların
ekonomik ilerlemesi arasında nedensel bir bağlantı kurulmuştur. Ayrıca, sanayileşmeyle
birlikte teknoloji açısından eğitimli emeğe duyulan ihtiyacın, tabakalaşmanın sınıf sistemleri
ile diğer referans sistemlerinin temellerini her geçen gün çok daha fazla sarstığı, eğitimde
merkeziyetçiliğin toplumsal mobiliteyi beslediği ileri sürülmüştür.
Bu bölümde, aileden sonra bireyin hayatındaki en önemli toplumsal kurumlardan biri olan
‘eğitim’ kurumunun toplumsal temellerinin ve eğitimle toplum arasındaki etkileşimin
incelenmesi amaçlanmıştır.
60
3.1. Eğitim
Eğitim, aile ve din gibi toplumun evrensel ve temel kurumlarından biridir. Buna bağlı olarak
da, toplumsallaşmanın önemli bir kesitini oluşturur. Her çocuk belirli bir aile içinde doğar,
belirli bir sosyal tabakanın dilini ve görgü kurallarını öğrenir, bir köy veya şehir ortamında
büyür, öğretim sisteminin ilk ve diğer okullarında okur. Çocukluk yaşlarından itibaren çeşitli
arkadaş çevrelerinin içine girerek oyunlar oynar, sohbet eder, o gruplarla bütünleşir. Kitap,
gazete, dergi okur; sinemaya, tiyatroya gider; radyo dinler, televizyon seyreder. Bütün bunlar
insanların ve özellikle yeni yetişen nesillerin içinde yaşadıkları toplumdan etkilenme
yollarından bazılarıdır. İçinde girilen, deneyimlenen bu ortamlar, çocukları ve gençleri hayatın
amacı, önyargılar ve değer hükümleri, tutumlar, vaziyet alışlar vb. gibi bütün düşünce ve
davranış yönlerinden etkiler, yönlendirir ve şekillendirir. Öğrenim aşikar ve yapılandırılmış
olduğunda, yani birileri bilinçli bir şekilde bir şeyleri öğretirken diğerleri de öğrenen rolünü
benimsediklerinde toplumsallaşma süreci eğitim olarak adlandırılır.
‘Eğitim’ kavramı, farklı kültürlere ve farklı zamanlara ait düşünürler tarafından farklı içerik ve
işlevlerle tanımlanmıştır. Örneğin Devlet ve Yasalar isimli eserlerinde Platon eğitimin amacını
‘insanın gözünü yeryüzüne, bayağı şeylere çeviren isteklere karşı aklın egemenliğini kurmak’1
olarak belirler. Ona göre eğitim, insan ruhunun ‘iyi’ye tahvil etme ve bunun için en doğru yolu
bulma sanatıdır. Aristo, Etik ve Politika adlı eserlerinde, kusursuz bir devlet ve huzurlu bir
toplum (iyi ve erdemli bir toplum/devlet) zaviyesinden eğitim meselesine de değinir. Aristo’ya
göre eğitim, hem toplum hem de kişi açılarından ele alınmalı, fakat topluma ağırlık verilmelidir
ve sadece hür vatandaşlar eğitilmelidir. 2 Ortaçağ skolastik düşüncesinde ise, eğitim
Hıristiyanlık ile ilişkili olarak ele alınmıştır. İslam filozofu Farabi’ye göre eğitimin amacı
mutluluğu bulmak ve bireyi topluma yararlı hale getirmektir. 3 İbn Sina hangi sınıftan ve
statüden olursa olsun her çocuğun eğitilmesi gerektiğini ifade etmiş, eğitim-öğretim türleri ve
öğretim yöntemleri üzerinde durmuş ve eğitimde ‘oyun’un önemine vurguda bulunarak deneye,
1 Hasan Ünder, “Platon’un Devletinde Eğitim ve İnsan Doğası”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1993,
c. 26, sy. 1s. 197 [ss. 185-201]. Ayrıca bkz. Renato Jose de Oliveira, “Platon’un Eğitim Felsefesi”, çev. İrfan
Görkaş, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2012, c. 1, sy. 1, s. 299-303.
2 Aristo’nun eğitim-öğretimle ilgili görüşleri için bkz. Nesrin Kale, “Aristoteles’te Liberal Eğitim”, AÜ Eğitim
Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1993, c. 26, sy. 1, s. 269-274.
3 Farabi’nin eğitim-öğretimle ilgili görüşleri için bkz. Farabi, Farabi’nin Üç Eseri (1. Mutluluğu Kazanma, 2.
Eflatun’un Felsefesi, 3. Aristo’nun Felsefesi), çev. H. Atay, Ankara: 1974. Ayrıca bkz. Mehmet Dağ ve H.
Raşit Öymen, İslam Eğitim Tarihi, Ankara: MEB Yay., 1974.
61
gözleme, nedenleri araştırmaya dayalı bir öğretim yöntemi önermiştir.4 Rönesans döneminde
eğitim, hümanizm döneminin özelliklerine uygun olarak, ‘evrensel insan’ı oluşturmaya yönelik
olarak çok yönlü yaratıcı bir düşünce olarak anlaşılmıştır. Aydınlanma döneminde eğitim,
çocuğun bu dünya için hazırlanmasına yöneliktir. J. J. Rousseau, çocuğun fizyolojik ve
psikolojik tabiatının doğru bir şekilde kavranarak eğitimin çocuğun tabiatına, gelişim
evrelerine, ilgi ve ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi gerektiğini, çocuğun bir meslek için değil
öncelikle bir ‘insan’ olarak yetiştirilmesi gerektiğini savunur. Alman felsefeci Johann Friedrich
Herbart’a göre eğitimin amacı, ahlakî açıdan sağlam karakterli ve erdemli insanlar yetiştirmek
olmalıdır. Herbart, eğitimi kendi içerisinde üç ana bölümde ele alır: (i) İnsanın çok yönlü
yetiştirilmesinin kişinin ahlaki bakımdan mükemmelleşmesine imkan sağladığı kadar meslek
seçiminde kararlarını özgürce vermelerine ve çok çeşitli kültür unsurlarına ilgi duymalarına ve
toplumsal çeşitliliği anlamalarına imkan sağlayabileceğine inanan Herbart, eğitimin bu çift
yönlü işlevini ifade etmek için ‘eğitici öğretim’ kavramını kullanır. (ii) Eğitimin yapılabilmesi
için gerekli olan çevre düzenlemelerinin, dış düzenin sağlanması anlamında yönetme; ve (iii)
Çocuğun doğrudan doğruya kalbine ve ruhuna etki eden ve çocukta ‘karakter sağlamlığı’
yaratmayı hedeflemek anlamında disiplinline etme, başka bir deyişle, ‘irade eğitimi’. Yine bir
başka Alman düşünür olan Friedrich Föbel, çocukların ‘oyun’ aracılığıyla ve kendi
yeteneklerini serbestçe kullanabilecekleri bir ortamda eğitilmeleri gerektiğini ifade eder.5 Türk
eğitim sistemi üzerinde de incelemeler yapmış olan ve bu konuda Türkiye Cumhuriyeti
hükümetine bir de rapor sunan 6 Amerikalı pragmatist filozof ve eğitimci John Dewey,
öğretimde ‘problem çözme’ yöntemine dikkat çeker. Felsefesinin eğitim alanına yansımış hali
olarak ‘demokratik eğitim’ düşüncesini savunur. Ona göre eğitimin amacı, kişiye ne
düşüneceğini değil, nasıl düşüneceğini öğretmektir. Vatandaşların hepsinin ülkenin gelişimine
katkıda bulunacak şekilde eğitim görmeleri ve okulun toplumsal yaşamın kendisi olması
gerektiğini savunan Dewey’e göre, çocuğun ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda onun
faaliyetlerine dayalı bir öğretim yöntemi izlenmelidir.
4 İbn Sina’nın eğitim-öğretimle ilgili görüşleri için bkz. Yahya Akyüz, “İbni Sina’nın Türk ve Dünya Eğitim
Tarihindeki Yeri”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1982, c. 15, sy. 1, s. 1-13. Ayrıca bkz. Mehmet Dağ
ve H. Raşit Öymen, İslam Eğitim Tarihi.
5 Herbart ve diğer Avrupalı düşünürlerin eğitim konusundaki görüşleri için bkz. Kemal Aytaç, Avrupa Eğitim
Tarihi, Ankara: Phoenix Yay., 2012.
6 John Dewey, 1925’te TC Maarif Vekaleti’nin isteği üzerine Türk eğitim sistemi üzerinde incelemeler yapar ve
hükümete incelemelerinin sonuçlarını içeren bir rapor sunar. Dewey’in raporu tercüme edilerek Maarif
Vekaleti Mecmuası’nda yayınlanmıştır (1 Mart 1925, no. 1). Bu rapor daha sonra kitap olarak da neşredilmiştir:
John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor, İstanbul: Maarif Vekaleti, 1939.
62
Immanuel Kant, insanın en zor iki sanatından biri olarak gördüğü eğitimi (diğeri ‘yönetim’dir)
‘insanın mükemmelleştirilmesi’ olarak anlar: “Kant'ın burada [Üper Padagogik adlı
çalışmasında (YB)] hareket tarzı şu: İnsan ‘canlı doğa sisteminde’ kendine özgü bir yapıya
sahiptir. Akıl sahibi bir varlık olarak insan, doğal yeteneklerini kullanarak kendi tarafından
konulmuş amaçlar sayesinde kendini geliştirebilir. Öte yandan ‘doğanın efendisi’ olan insan
aynı zamanda ‘doğanın son amacı’dır da. O zaman bizim insan olarak temel ödevimiz,
kendimizi hayvan türünden ‘ahlaki bir türe’ yükseltmektir. Bu da ancak ‘kendiliğinden
ilerleyen kültürü’ eğitim aracılığıyla planlı bir şekilde kendi kontrolümüz altına almakla
gerçekleşebilir.”7 Ona göre “Çocuklar şimdiki değil, gelecekteki insanlık soyunun mümkün
olan en iyi durumuna, yani insanlık idesine ve onun tüm belirlenimlerine uygun bir şekilde
yetiştirilmelidir.”8 Ayrıca, her bir neslin bir sonraki nesli bu ilkeler doğrultusunda eğitmesi
gerektiğini de ilave eder.
3.2. Eğitim Sosyolojisi
Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız toplum ile eğitsel yetiştirme arasındaki karşılıklı
ilişkileri, bağlantıları ve etkilemeleri inceleyen bilim dalına da Eğitim Sosyolojisi denir.
Eğitim Sosyolojisi, toplumun sosyal yapısını bir bütün kabul ederek onun kurumlarından birisi
olan eğitimi ele alıp incelemektedir. Burada sosyolojik metotlar kullanıldığı gibi, araştırmaların
odak noktası ve konuya bakış açısı da sosyolojiktir. Eğitim sosyolojisi, aynı zamanda, eğitimin
icra süreçleri üzerine de yoğunlaşmakta ve eğitim sistemini, öğretmen-öğrenci ilişkilerini,
sınıfların durumunu, müfredatları, eğitimde uygulanan metotları vs. incelemektedir.
Sosyolojik açıdan eğitim, bireyin içinde yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu
yöndeki diğer davranış biçimlerini geliştirdiği bir süreçler toplamıdır. Başka bir tanıma göre de
eğitim, ‘bireyin toplumsallaşması ve ferdî gelişimini -ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda- en
yüksek düzeye çıkarması için düzenlenmiş, kontrollü bir çevrede iç içe işleyen toplumsal
süreçlerdir.’ Sosyolojiye göre eğitim, bir sosyalleşme veya sonradan topluma katılanlar için bir
7 Kant’ın Üper Padagogik (1803 [Eğitim Üzerine]) adlı eserinden aktaran: Lokman Çilingir ve Rıdvan
Küçükali, “Immanuel Kant’ın Eğitim Anlayışı”, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, 2004, sy. 10, s.
82 [ss. 81-98]. Kant’ın eğitim anlayışı için ayrıca bkz. Ahmet Yayla, “Kant’ın Ahlak Eğitimi Anlayışı”, AÜ
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2005, c. 38, sy. 1, s. 73-86.
8 Üper Padagogik’ten aktaran: Lokman Çilingir ve Rıdvan Küçükali, a.g.m., s. 83.
63
bütünleşme sürecidir. Akademik kariyerine bir pedagog olarak adım atan Durkheim eğitimi
(terbiye) şöyle tanımlıyor:
“O halde terbiye çocukta (1) fertlerinin, üyelerinin her birinde bulunması gereken zihnî
ve bedenî halleri, (2) kapalı sınıf, aile, meslek gibi sosyal toplulukları vücuda getiren
ferdlerde grubun istediği zihnî ve bedenî halleri harekete getirmek ve olgunlaştırmaktır.
(...) Terbiye, toplu hayatın temel benzerliklerini çocuğun ruhuna hakkeder, bu
benzerlikleri çocuğun ruhuna tesbit etmek suretiyle beraberliği uzatır (zaman itibariyle)
ve kuvvetlendirir. (...) Bütün bu söylediklerimize göre terbiye çocukların kalbinde
cemiyetin esaslı, temel hayat şartlarını hazırlayan bir vasıtadan ibarettir. (...) Terbiye
olgun nesiller tarafından henüz yetişmemiş nesillere yapılan tesirdir. Terbiyenin konusu
çocukta genel olarak siyasî cemiyetin, özel olarak gireceği özel çevrenin kendisinden
istediği, beklediği fikrî, ahlakî, bedenî halleri aşılamak, geliştirmektir.”9
Durkheim'a göre her toplumsal düzen, onu meydana getiren fertlerin dışında bağımsız olarak
var olan ve kişilerin değişmelerine bakmadan devam eden bir gerçekliktir. Toplumsal kurumlar
birer kalıp, birer nehir yatağıdır; çocuklar ve gençler de onun içinde şekillenir, oradan akıp
giderler. Bu çerçevede, her ne kadar ismini o koymamışsa da, Eğitim Sosyolojisinin
kurucusunun Emile Durkheim olduğu kabul edilir.
Durkheim, toplumsal hayatın, hatta ferdî hayatın açıklanmasında tamamen din, hukuk, mantık,
ahlâk, aile vs. gibi toplumsal olgulara ve kurumlara dayanır ve büyük ölçüde kişisel faktörleri
hesaba katmaz görünür. Toplumsal kurumları, “toplumsal kolektif duyguların kristalize olmuş
bir şekli” olarak niteleyen Durkheim, eğitimi de bir toplumsal kurum olarak kabul eder. Ona
göre eğitim, toplumun bir fonksiyonudur. Toplumların niteliklerine göre içeriği, hedefleri ve
yöntemi farklılıklar gösteren eğitim, çocukları belli bir düzeyde ve toplumun istediği şekilde
bedensel, ahlâkî ve zihni düzeye çıkarmak yönündedir.
Durkheim'ın görüşlerine genel olarak bakıldığında, hatırlanacağı üzere, eğitimi çocukları ve
gençleri sosyalleştirme olarak ele aldığı görülmektedir. O halde eğitim, toplumun ihtiyaçlarına
göre şekillenecektir. Böyle olunca da, her toplumun kendi devamlılığını sürdürmek için ortaya
koyduğu ahlâk, değerler ve diğer sosyal normlar, eğitimin genç kuşaklara benimseteceği ilk
unsurlar olacaktır.
9 Emile Durkheim, Terbiye ve Sosyoloji, çev. İ. Memduh Seydol, İstanbul: Sinan Matbaası ve Neşriyat Evi,
1950, s. 48-49.
64
Eğitim sosyolojisi modern anlamda ilk olarak ABD'de ortaya çıkmış ve gelişmiş bir bilim dalı
olarak kabul edilir. Amerikalı sosyolog Lester Ward'ın Dynamic Sociology or Applied Social
Sciences as Based Upon Statitcal Sociology and the Less Complex Sciences ([Dinamik
Sosyoloji ya da Statik Sosyoloji ve Daha Az Karmaşık Bilimler Üzerine Temellenmiş
Uygulamalı Sosyal Bilimler], 2 cilt, 1883) adlı eserinde, toplumsal gelişme bakımından önem
verdiği ‘eğitim’ konusuna ayırdığı bölümde eğitimin tanımı, öncelikli amaçları ve işlevleri
üzerine yapmış olduğu tartışma eğitim sosyolojisi açısından kritik bir önem taşımaktadır. Daha
sonraki süreçte de, eğitim sistemini ve toplumsal değişmenin son derece önemli bir aracı olarak
gören John Dewey yayınladığı The School and Society ([Okul ve Toplum], Chicago: The
University of Chicago Press, 1899])10 ve 1896’da Chicago Üniversitesi’nde kurmuş olduğu
‘Laboratuvar Okulu’ ile eğitim felsefesi ve sosyolojisi alanlarında daha sistematik çalışmalar
yapılmasının yolunu açmıştı.
Eğitim konusuna Durkheim’den itibaren –ondan önce de J. S. Mill, I. Kant, H. Spencer, K.
Marx gibi isimler tarafından- dikkat çekilmesine karşın, ne bu düşünürlerin ve ne de eğitim
sosyolojisiyle modern anlamda ilgilendikleri söylenen ABD’li sosyal bilimciler arasında
müstakil ‘eğitim sosyolojisi’ başlıklı çalışmalar görülmez. Ancak günümüzde eğitim
sosyolojisi alanında gerçekleştirilen çalışmalarda karşımıza çıkan öğretmen sorunu, öğretmen-
öğrenci ilişkileri ve okul kurumunu ele alan tartışmaların gerçekleştirildiği görülmektedir.
Willard Waller’in The Sociology of Teaching (New York: John Wiley & Sons, Inc., 1932)
başlıklı çalışması eğitim sosyolojisi alanında çalışan isimler için zengin bir kavramsal kaynak
işlevi görmüştü. Pierre Jaccard, kendisine ait Sociologie de L’education (Paris: Payot, 1962)
başlıklı eserin, eğitim sosyolojisi alanında dünyada yayınlanmış ilk kitap olduğunu iddia
etmişti.11 Şu anki bilgilerimizle, Jaccard’ın bu iddiasının en azından Türkiye’deki yayınlar
itibariyle geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Yüzyılın başlarında Batı dillerinde de, muhteva
itibariyle eğitimi sosyolojik bir temelde ele almaya çalışan, okul ve öğretim problemlerini
tartışmaya çalışan ‘educational sociology’ başlıklı pek çok kitabın yayınlanmaya başlandığını
da ayrıca ekleyelim.
Avrupa’da ve ABD’nde eğitim sosyolojisi alanındaki çalışmaların 1960’lardan itibaren
çoğalmaya ve çeşitlenmeye başladığı görülür. Batı dillerindeki ilk eğitim sosyolojisi
çalışmalarından biri Olive Banks’ın The Sociology of Education (New York: Schocken Books,
10 Türkçesi için bkz. John Dewey, Okul ve Toplum, çev. H. Avni Başman, Ankara: Pagem, 2008.
11 Bkz. İsmail Doğan, “Eğitim Sosyolojisinin Türkiye’deki Serüveni Üzerine Bir Değerlendirme”,
http://80.251.40.59/education.ankara.edu.tr/idogan/index.php?link=amak7 [erişim tarihi: 14 Eylül 2017].
65
1968) başlıklı kitabıdır. Banks, çalışmasının merkezine hem bürokratik, hem de toplumsal bir
kurum olarak ‘okul’u almıştı. 1950 sonrasında üniversitelerde bir araştırma disiplini olarak yer
verilmeye başlanan eğitim sosyolojisinin içeriğinin ve araştırma konularının 1970’lerden
itibaren çeşitlenmeye başladığı görülür. Bu dönemde artık eğitimde fırsat eşitliği, eğitim ve
öğretimde başarılı olmayla toplumsal ya da etnik köken arasındaki ilişkiler, toplumsal
hareketlilikte eğitimin rolü vb. gibi konular eğitim sosyolojisinin yeni ilgileri arasına girmiştir.
Sonrasında bu konuların arasına toplumsal cinsiyet meseleleri de dahil olacaktır. Genel olarak
sanayi toplumlarının dönüşümünün ve bu gelişmelere paralel olarak çağdaş sosyal teorinin
geçirdiği evrimlerin sosyolojinin bir alt dalı olarak eğitim sosyolojisinde de etkisini gösterdiğini
düşünebiliriz. Nitekim bu çerçevede ‘eğitim’ olgusunun farklı boyutlarını merkeze alan pek çok
yeni yaklaşım ve kuram ortaya atılmıştır. Aşağıda bazılarına değineceğimiz işlevselcilik,
feminist kuram, çatışmacı kuram, yorumsamacı yaklaşım, radikal pedagoji gibi birbirinden
farklı kuramsal çerçeveler kullanan Basil Bernstein, Joel Spring, Ivan Illich, Peter McLaren,
Paulo Freire, Michael C. Apple, Henry A. Giroux ve başka düşünürler eğitim olgusu, öğretim
süreçleri, okul yönetimi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, eğitim ile toplumsal tabakalaşma ve
eşitsizlik ilişkileri, eğitimde sınıfın, ırkın, cinsiyetin vs. yeri, müfredatların belirlenimi ve
muhtevaları vb. gibi günümüz eğitim felsefesi ve eğitim sosyolojisi alanındaki çalışmaları
etkileyen pek çok konuda zengin bir tartışma gündemi oluşturdular.
Eğitim sosyolojisinin ülkemizdeki ilk temsilcisi olarak Ziya Gökalp kabul edilir. Gökalp eğitim
olgusuna toplumun ve millî kültürümüzün ihtiyaçları açısından bakar.12 Bu yaklaşımı devam
ettiren bir diğer isim İsmail Hakkı Baltacıoğlu'dur. Baltacıoğlu, 1917’de Darulfünun’da
“Terbiyevî İctimâiyat” başlıklı bir ders vermişti. İctimaî Mektep Nazariyesi ve Prensipleri
(İstanbul: Semih Lütfü Sühulet Kütüphanesi, 1932) isimli eserinde, eğitimi bir toplumsal olgu
olarak incelemişti. Ona göre eğitimin amacı ‘hakikî ve ictimaî şahsiyetler’ yetiştirmektir.
Eğitim kurumu, fertleri ‘teknik ve millî fertler’ olarak yetiştirir. Baltacıoğlu’na göre okullar
toplumdan kopuk kurumlar değillerdir, olmamalıdırlar da. O nedenle Baltacıoğlu’na göre
eğitim kurumunun, sosyal çevresiyle uyumlu, yaratıcı bireyler yetiştirmek (“ferdi
müessiseleştirmek”) amacına uygun bir müfredata, disipline ve ortama kavuşturulması
gerektiğini savunur. İctimaî Mektep’te önerdiği eğitim ilkelerini Toplu Tedris (İstanbul: Sebat
Basımevi, 1938) isimli eserinde ilkokul eğitim programına uygular. Düşüncelerini daha da
somutlaştırmak için Rüyamdaki Okullar (İstanbul: Yeni Adam, 1944) isimli bir de roman
12 Hikmet Yıldırım Celkan, Ziya Gökalp’in Eğitim Sosyolojisi, İstanbul: MEB Yay., 1989.
66
yazmıştı. 13 Eğitimde toplumcu görüşlere sahip bir diğer isim olan Ethem Nejat, eğitimin
amacını ‘milliyetperver’, ‘Türk, Müslüman ve çağdaş karaktere’ ve sağlam karaktere sahip
bireyler yetiştirmek olarak tanımlar. Öğretmen yetiştirme konusunda da farklı yaklaşımlar
geliştiren Ethem Nejat köye uygun eğitim ve öğretim yaparak öğretmen yetiştirilmesi
gerekliliği üzerinde durmuş ve bir yatılı bölge okulu modeli geliştirmişti.
Türk sosyolojisinin kurucu isimlerinden biri olan Sabahattin Bey ve özellikle de onun siyasal
ve sosyolojik yaklaşımını benimseyen takipçileri eğitim alanında önemli eserler vermişlerdir.
Sabahattin Bey, dönemin eğitim sistemini ‘merkeziyetçi’ olduğu ve ‘kişisel gelişimi teşvik
etmediği’ gerekçeleriyle eleştirmiştir. Ona göre eğitim sistemi, kişinin bireysel özelliklerini
geliştirmeyi, girişimci ve üretken kılmayı ve kişiyi kişisel yeteneklerine dayanan bir birey
olarak yetiştirmeyi amaçlamalıdır. Ülkemizdeki eğitim tartışmalarında özel bir yere sahip olan
Mustafa Satı el-Husrî, organizmacı toplum anlayışını temel alan bir eğitim anlayışına sahipti.
Organizmanın temeli hücre ise, toplumun temeli de bireydir. Onun görüşüne göre, toplumun
sağlıklı olabilmesi bireyin sağlıklı olmasına bağlıdır; dolayısıyla da bireyin eğitim aracılığıyla
iyi yetiştirilmesi gerekmektedir.
Cumhuriyet döneminde ise, eğitimin laikleşmesine ve niteliğinin geliştirilmesine katkıda
bulunan önemli isimlerden biri, bir dönem (1925-1928) Milli Eğitim Bakanlığı da yapmış olan
Mustafa Necati’dir. John Dewey’in eğitime ilişkin görüşlerinden etkilenen ve dönemin
toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullarını göz önünde bulundurarak eğitimin klasik bilgi
aktarımına dayanan yapısından ziyade iş okulu anlayışına dayalı bir eğitim modelinde olması
gerektiğini savunmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Mustafa Necati okulun toplum
içindeki yerine sürekli vurgu yapmış ve tek okul düzeninin getirilmesine, karma eğitimin
gerekliliğine, üretici bir eğitim anlayışının yerleştirilmesine, tek tip programlar yerine çevrenin
ihtiyaçlarına göre değişebilen ve hayat için bütünlüklü eğitim programlarının geliştirilip
uygulanması gerektiğine vs. ilişkin düşünceler dile getirmiş ve bu düşüncelerini uygulama
çabasında olmuştur.
Cumhuriyet döneminde eğitim sosyolojisi konusunda çalışmalar yapmış ve dersler vermiş bir
diğer isim, adı Cumhuriyet dönemi köycülük hareketiyle neredeyse özdeşleşmiş birisi olan
Nusret Kemal Köymen’dir. Köymen, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde 1952-1953 öğretim yılından
itibaren müfredata dahil edilen Eğitim Sosyolojisi’ni ilk okutan isimdir. Bu dersleri
13 Baltacıoğlu’nun eğitimle ilgili eserleri ve düşünceleri için ayrıca bkz. Filiz Meşeci Giorgetti, “İsmayıl Hakkı
Baltacıoğlu: Bir Ömür Pedagoji”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 2008, c. 6, sy. 12, s. 713-726.
67
çerçevesinde, 1970’lerin sonlarına dek okullarda temel metin olarak kullanılan Eğitim
Sosyolojisi isimli kitabını kaleme almıştır. 14 Eğitimi memleketin toplumsal ilerleme ve
kalkınma –hatta köylerin eğitimle kalkındırılması- meselesiyle ilişkili olarak değerlendiren
Köymen, bu noktada kritik bir görev yüklenen -‘bir halk eğitimcisi’ olarak tanımladığı-
‘öğretmen’i çalışmasının merkezine alır. Bu çerçevede, ‘eğitim’ ve ‘sosyoloji’ disiplinlerinin
eğitimde kullanılacak yöntem, toplumun işleyişi, öğretmen-öğrenci ilişkileri toplumsal değişim
ve kalkınma meseleleriyle ilişkili olarak ele alınır. 1958’de yayınladığı Terbiye Sosyolojisi
(Ankara, Yeni Matbaa) başlıklı eserinde Halil Fikret Kanad, daha ziyade, okuldaki öğretim
faaliyetlerinin işleyişi üzerine yoğunlaşmış ve bu çerçevede ‘sosyal bir teşekkül’ olarak okul,
öğretim yöntemi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, sınıfın yönetimi, ‘terbiye’ bakımından aile-okul
ilişkisi gibi koonuları ele almıştı.
Eğitim sosyolojisinin bir ders olarak öğretmen yetiştiren orta öğretim kurumlarının ve köy
enstitülerinin müfredatına dahil edilmesi, yukarıda ifade edildiği üzere, 1952-1953 öğretim
yılından itibaren başlamıştı. Cumhuriyet döneminde üniversite programlarına dahil edilmesi
ise, 1965-1966 öğretim yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi (1982’den sonra adı
‘Eğitim Bilimleri Fakültesi’ olarak değiştirilmiştir) öğretime başlamasıyla birlikte mümkün
olur ve sonrasında eğitim sosyolojisi dersi ilahiyat, iktisat, sosyoloji gibi diğer bölümlerin
programlarında da görülmeye başlar. Fakültede eğitim sosyolojisi dersleri –genel itibariyle
sosyoloji ve eğitim sosyolojisi alanındaki çalışmalarında işlevselci eğitim anlayışının etkisinin
görüldüğü- Saffet Bilhan, E. Mine Tan ve Mahmut Tezcan gibi isimler tarafından verildi.15
Nihat Nirun, Hasan Ali Koçer, Yahya Akyüz, İsmail Doğan, Kemal İnal gibi isimler
çalışmalarıyla eğitim sosyolojisi alanının gelişimine ve zenginleşmesine katkıda bulundular.16
Ülkemizde eğitim sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar, açılan yeni üniversiteler
bünyesindeki eğitim fakülteleri, eğitim bilimleri bölümleri, sosyoloji bölümleri vd. gibi
akademik birimlerde artarak devam etmekte, araştırmalar yapılmakta, kitaplar yayınlanmakta,
14 Nusret Köymen, Eğitim Sosyolojisi, Maarif Vekaleti Yay., 1954.
15 Saffet Bilhan için bkz. İsmail Güven, “Eserleri ve Yaşam Öyküsüyle Saygıdeğer Hocam Prof. Dr. Saffet
Bilhan”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2005, c. 38, sy. 1, s. 167-174. Mahmut Tezcan için bkz. Ali
Esgin, “Eğitim Sosyolojisi ve Mahmut Tezcan”, İsmail Doğan (ed.) Eğitim Sosyolojisi: Dün, Bugün, Yarın –
1. Uluslararası Eğitim Sosyolojisi Sempozyumu Anı Kitabı, Ankara: Nobel Akademik Yay., 2012, s. 283-294.
Mine Tan için bkz. Kemal İnal, “Mine Tan’ın Eğitim Sosyolojisi”, İsmail Doğan (ed.), Eğitim Sosyolojisi:
Dün, Bugün, Yarın, s. 259-282.
16 İsmail Doğan, künyesi daha önce verilmiş olan incelemesinde, Ankara Üniversitesi’nde ‘Eğitimin Sosyal ve
Tarihi Temelleri’ bölümünde yaptırılmış yüksek lisans ve doktora çalışmalarının -2004 tarihi itibariyle- bir
listesini de sunmuştur.
68
sempozyumlar ve kongreler tertip edilmektedir. Eğitim, pedagoji ve eğitim sosyolojisi alanına
ilişkin uluslararası literatür Türkçe’ye kazandırılmaktadır. Eğitim sosyolojisi alanındaki farklı
yaklaşımlar (işlevselci, feminist, çatışmacı, radikal pedagoji vd.) ülkemizde kendilerini tercüme
veya telif kitaplarla, çıkarılan dergilerle (örneğin, Kemal İnal’ın yayın yönetmenliğinde
çıkarılmaya başlanan Eleştirel Pedagoji dergisi) görünürlüklerini artırmaktadır.
3.3. Eğitime Sosyolojik Yaklaşımlar
Fark edileceği üzere, çağdaş sosyolojideki yaklaşımlar genel olarak işlevselci ve çatışmacı
kuramlar ana başlıkları etrafında toparlanmış gibidir. Eğitim sosyolojisindeki yaklaşımlar da,
farklı isimlerle anılmalarına ve farklı gelenekler oluşturmalarına karşın, genel eğilimleri ya da
içinden çıktıkları ve beslendikleri düşünsel çevreler dikkate alındığında, buna benzer bir nitelik
gösterir. Aşağıda farklı başlıklar altında ele alınan düşünürlerin ve yaklaşımlarının, onları ilk
okuduğumuzda –benzer tartışma gündemlerine, kavramlara, hassasiyetlere vb. sahip olmaları
nedeniyle- rahatlıkla bize daha kuşatıcı olarak görünen bir başka başlık altında
değerlendirilebilecekmiş gibi gözükmelerinin sebebi de budur. Ancak kimi özellikleri itibariyle
–örneğin kullanılan yöntem, çalışma alanının kapsamı, eğitim alanının odaklanılan kısmı,
topluma veya bireye ilişkin temel kabuller vb. gibi- geliştirdikleri farklılıklar onları genel
akımın dışına çıkartmaya ya da belli konularda benzer oldukları düşünülen yaklaşımlardan
farklı bir başlık altında ele alınmalarına sebebiyet veriyor. Eğitim sosyolojisindeki yaklaşımları,
bu anlamda, en genel itibariyle geleneksel/liberal/yerleşik yaklaşımlar ile radikal/çatışmacı
yaklaşımlar şeklinde iki ana başlık altında toparlamak mümkündür belki de. Fakat burada,
eğitim sosyolojisinde (ya da genel olarak eğitim felesfesinde ve düşünecsinde) karşımıza çıkan
teorik yaklaşımları tasnif etme çabasını alanın uzmanlarına bırakmanın en doğru karar olacağı
düşünülerek, literatürde bilinen yaygın adlandırmalarına göre tasnif edilmiş belli yaklaşımları
kısaca tanıtmakla yetinmek tercih edilmiştir.
3.3.1. İşlevselci Yaklaşım
Talcott Parsons'ın sosyolojisinde genellikle sosyalleşme, benimseme, kişileri belli görev ve
toplumsal statülere yerleştirme, kişileri farklı rol, davranış kalıpları, sosyal sınıf, yerleşim
yerlerinde vs. farklılaştırma, şahsiyet, toplumsal ve kültürel sistemler gibi konular üzerinde
durulur. Kişinin toplum içindeki hedeflerini, onun rolleri, ihtiyaçları ve toplumsal değerin
69
organizasyonları belirler. Burada okul, bir sosyal sistem olarak ele alınır. Okul, aktörler
arasındaki, yani öğretmen-öğrenci ve öğrencilerin kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimlerinin
bir sonucudur. Okul, sosyalleşmeyi sağlayan yerlerden biridir. Hatta giderek çocukların ve
gençlerin sosyalleşmesi tamamen okulların görevi haline gelmektedir. Okullar, hem toplum
kültürünü çocuklara ve gençlere öğretmek, benimsetmek hem de fertleri ilgi ve yeteneklerine
göre belli görevlere yerleştirmekle görevlidirler. Okul, hem kişilere kendi şahsiyetlerini
kazandıracak hem toplumsal rolleri öğretecek, bireylerin şahsi ihtiyaçlarını karşılayacaktır.
Sosyolojideki fonksiyonalist görüşün eksikliklerini tamamlamak isteyen R. K. Merton,
özellikle fonksiyon kavramı üzerinde durmaktadır. Ona göre; fonksiyonlar her zaman toplumsal
bütünlüğü sağlamaz; bazen de bozar veya sarsar. Bireylerin birbirleriyle uyumlu davranışlar
göstermelerine yarayan kültürel yapı (değerler, normlar, amaçlar) ile davranışlar arasındaki
ilişkileri gösteren toplumsal yapı, uyumsuzluk içine düştüğünde, bir gerilim ve kopma hali
(‘anomi’) ortaya çıkar. Bu durumda kişiler sahipsiz, amaçsız kalırlar; hiçlik duygusuna kapılır,
boşluğa düşerler. Toplumsal yapı değişmeleri sırasında kültürel yapının değişmesi, böyle anomi
durumları yaratır. Bu durumlarda eğitim sistemine ve kurumlarına büyük rol ve ağır bir görev
düşmektedir. Okulların kültürel ve toplumsal değişmeye karşı takınacakları tavır, yetiştirdikleri
kişiler ve toplum açısından çok önemlidir.
Bu yaklaşıma göre, diğer toplumsal kurumlar gibi eğitim de hem açık, hem de gizli (örtük)
işlevlere sahiptir. Eğitimin en temel açık işlevi, bilgi aktarımıdır. Okullar hem sosyal, hem de
fen bilimleri alanında öğrencilerin bilgilerini geliştirir. Örneğin yabancı dil öğretir, tarih öğretir,
sosyoloji öğretir, matematik, fizik öğretir; öğrencilere teknolojik bilgiler aktarır. Eğitimin bir
diğer açık işlevi, kişiye statü kazandırmasıdır. (Çatışmacı yaklaşım bu durumun eşitsiz bir
biçimde gerçekleştiğini iddia eder.)
Bu açık işlevlerine karşın eğitimin bir de gizli işlevleri vardır. Kültür aktarımı, toplumsal ve
siyasal bütünleşmenin teşviki, toplumsal denetimin temini ve değişimin sağlanması gibi. Bir
toplumsal kurum olarak eğitim oldukça muhafazakar bir işleve sahiptir: Hakim kültürün
aktarımı. Genç nesiller, okul öğretimi vasıtasıyla kültürlerinin mevcut inançları, normları ve
değerleriyle tanışır. Genç birey, toplumsal denetime uymayı ve din, aile ve diğer yerleşik
kurumlara, değerlere saygı duymayı öğrenir. (Önceki sayfalarda verdiğimiz Durkheim’in
eğitim/terbiye tanımını hatırlayınız.) Kültür, değerler, belli bilgiler vs. okullarda öğrencilere
ders kitapları ve sözlü anlatımlarla aktarılır. Ancak günümüzde bunların yanına internet gibi bir
aracı daha eklemek gerekmektedir. (Bu çerçevede Google, Yahoo, Yandex ve benzeri arama
motorlarının eğitim-öğretimdeki etkisini hatırlamakta fayda var.)
70
Eğitimin örtük işlevlerinden bir diğeri, farklı ırksal, etnik ya da dinî gruplardan oluşan bir
kitleyi, ortak bir kimliği paylaşan bir topluma dönüştürerek toplumsal ve siyasal bütünleşmeyi
teşvik etmektir. Ortak bir dilin desteklenmesini, eğitimin bütünleştirici işlevi kapsamında
değerlendirebiliriz. Hem eğitim için değerli hem de kültürel çeşitliliği teşvik edici bir araç
olarak çağdaş eğitim tartışmalarında çift dillilik teşvik edilmiştir; ancak bu tür bir uygulamanın
geleneksel eğitim sisteminin sağladığı toplumsal ve siyasal bütünleşmeye zarar verdiği
yönünde karşıt görüşler de dile getirilmektedir.
Okullar, açık işlevleri olan bilginin aktarılmasını yerine getirirken okuma, yazma ve matematik
gibi becerilerin ötesine geçen faaliyetler yürütürler. (Okullar ya da daha genel olarak eğitim
kurumunun, ‘öğretim’ ve ‘eğitim’/’talim’ ve ‘terbiye’ gibi ikili bir işlevi olduğunu bir kez daha
vurgulamakta fayda var.) Aile ve din gibi diğer toplumsal kurumlara benzer biçimde, eğitim,
gençleri toplumun normları, değerleri ve yaptırımlarıyla tanıştırır ve onları, yetişkinlik
çağlarında üretken ve düzenli hayatlar sürmeleri için hazırlar. Okullar, toplumsal denetim
uygulayarak işgücü olarak ekonomik faaliyetlere katıldıklarında temel önemdeki belli becerileri
ve değerleri öğretir. Öğrenciler dakikliğin, disiplinin, zamanı planlamanın ve sorumluluk içeren
iş alışkanlıklarının yanı sıra, bürokratik bir kurumun karmaşık yapısıyla nasıl başa çıkacaklarını
da öğrenirler. (Okul aynı zamanda bürokratik bir işleyişe sahip bir kurumdur da. Öğrencilerin
okula ayak bastıkları ilk gün, aynı zamanda, toplumsal sistemin ve bürokratik organizasyonların
işleyişiyle ilk kez muhatap oldukları gündür.) Okullarda öğrenciler, gelecekteki iş hayatları için
yetiştirilirler.
Okullar, öğrencilerin isteklerini toplumsal değerlere ve önyargılara göre yönlendirir ve
kısıtlarlar. Okul idarecileri belli faaliyetlere (örneğin spor faaliyetleri) daha fazla, bazı
faaliyetlere (örneğin müzik, dans vs.) daha az fon ayırabilirler. Öğretmenler ve danışmanlar
erkek öğrencileri doğa bilimlerine ya da teknik bilimlere yönlendirirken, kız öğrencileri
anaokulu öğretmenliği gibi kariyerlere yönlendirebilirler.
Eğitim aynı zamanda, arzu edilebilir toplumsal değişimi teşvik edebilir ya da bu değişime neden
olabilir. Okulların müfredatlarını artan toplumsal sorunları ya da ihtiyaçları dikkate alarak
değiştirebilirler, yeni dersler ekleyebilirler. Düşük gelirli ailelerin çocuklarının eğitim
görmelerini temin etmek için yeni destek projeleri geliştirebilirler. 17
17 İşlevselci ve çatışmacı yaklaşım için bkz. Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar: İşlevselci
Paradigma ve Çatışmacı Paradigma”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, c. 23, sy. 2, s. 557-571. Ayrıca
bkz. Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye, Ankara: AÜ Eğitim Bilimleri
Fakültesi Yay., 1993.
71
3.3.2. Çatışmacı Yaklaşım
İşlevselci yaklaşım, eğitimi temelde toplumsal düzen bakımından uyumlu ve olumlu bir kurum
olarak resmeder. Örneğin, bu perspektife göre, okullar, öğrencileri gelecekte icra edecekleri
yüksek prestijli görevler için rasyonel olarak sınıflandırır, seçer, yönlendirir ve böylelikle de
toplumun ihtiyaç duyduğu bu işler için becerili ve uzman personel ihtiyacını karşılar. Çatışmacı
yaklaşım ise, eğitimi seçkin tahakkümünün bir aracı olarak değerlendirir. Çatışma kuramcıları,
farklı ırk, etnik köken ya da sınıftan grupların eğitim konusunda yaşadıkları fırsat eşitsizliğine
vurgu yaparlar. Çatışma kuramcıları, eğitim sisteminin, öğrencilere iktidardakilerin dikte
ettirdikleri değerleri öğrettiğini, okulların düzenin devamını sağlamak amacıyla bireyciliği ve
yaratıcılığı bastırdığını ve teşvik ettikleri toplumsal değişimin nispeten önemsiz olduğunu iddia
ederler. Kemal İnal’a göre, çatışma kuramcıları, genel olarak, eğitimin dört öncelikli işlevi
olduğunu düşünmektedirler: (i) Kapitalist bir toplumda eğitim, statülerin korunmasına yönelik
bir hedefi vardır. (ii) Toplumsal yapıya uygun olan değerlerin, normların ve davranışların
herkese benimsetilmesi öncelenir. (iii) Eğitimin, kapitalist gelişmenin sağlanması için gerekli
teknolojik yenilikleri yaratabilen kişileri yetiştirmesi istenir. (iv) Son olarak da, her iş düzeyine
uygun olan rollerin, bireylere benimsetilmesini önceler. 18 Bu yaklaşıma göre, eğitimin
engelleyici özellikleri, özellikle ‘gizli müfredat’ta ve öğrencilere statü kazandırmada izlenen
farklı yollarda görünürlük kazanır.
Gizli müfredat kavramı, toplumun doğru bulduğu davranış standartlarının okullarda çok da açık
etmeden öğretilmesi anlamına gelmektedir. Bu müfredata göre öğrenciler öğretmen izin
vermedikçe konuşmamalı, faaliyetlerini saate ya da zile göre düzenlemeli, daha yavaş öğrenen
öğrencilere yardım etmek yerine kendi işlerine yoğunlaşmalıdırlar vs. Açıkça itaate odaklanan
bir sınıfta değer verilen şey, yaratıcı düşünme ve akademik öğrenme değil, öğretmeni memnun
etme, itaatkâr olma ve sessiz durmaktır.
Çatışma kuramı içerisinde değerlendirilen Louis Althusser’e göre eğitimin kapitalist
toplumdaki görevi, egemen sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmek için işgücünün yeniden
üretimidir. Althusser, eğitimi devletin ideolojik aygıtları (DİA) arasına yerleştirmektedir.
Althusser’e göre DİA’lar için ideoloji tamamen öncelikli sırada yer alır, gerekirse baskı da
kullanılır ancak, baskıya en son durumda hafifletilmiş, gizlenmiş ve hatta sembolik bir tarzda
yer verir. Althusser, DİA’ların yönetici sınıfın kontrolünde olduğunu ve bu sınıfın ideolojisine
18 Kemal İnal, Eğitim ve İktidar, Ankara: Ütopya Yay., 2004, s. 66-67.
72
göre çalıştıklarını iddia eder. Ona göre tüm DİA’lar ortak bir hedefe yönelir. Bu hedef, üretim
ilişkilerinin yeniden üretimidir. Diğerleri arasında egemen konumda bir DİA olan okul, yeniden
üretim sürecinde belirleyici bir rol oynar.19
Çatışma kuramcılarının gözlemlerine göre, yeterlilik belgeciliği (bireylerin, eğitimini aldıkları
belli işleri yapabilirliğini gösterir belge, diploma) toplumsal eşitsizliği pekiştirici bir role sahip
olabilir. Bu, toplumdaki eşitsizliğin yansıdığı ve aynı zamanda mevcut eşitsizliğin sürekliliğini
sağlayıcı ve pekiştirici bir durum olarak eleştirilmektedir. Belli bir iş için o alanla ilgili resmi
bir eğitim kurumundan alınmış bir diploma ya da sertifikanın şart koşulması, değişik sebeplerle
–örneğin ekonomik imkansızlıklar nedeniyle- bu diplomayı alamamış yoksulların ya da
dezavantajlı grupların işe alınmamalarını ve dolayısıyla da yoksulluklarının ve dezavantajlı
konumlarının devamını (pekiştirilmesini ve yeniden üretimini) sağlayacaktır. Yeterlilik
belgelerinin düzeyini yükseltmek iki grubun çıkarınadır: Eğitim kurumları ve mevcut işlerde
halen istihdam edilmiş olanlar.
Hem işlevselciler, hem de çatışma kuramcıları eğitimin statü kazandırmak gibi önemli bir işleve
sahip olduğu konusunda aynı görüştedirler. Ancak çatışma kuramcıları, eğitim yoluyla statü
kazanımındaki farklılıklar konusunda çok daha eleştirel bir tavır takınırlar. Okulların,
öğrencileri toplumsal sınıflarına göre gruplandırdıklarını iddia ederler. Eğitim sisteminin, bazı
yoksul çocukların orta sınıf mesleklerine geçmelerine yardımcı olurken birçok dezavantajlı
çocuğun, zengin ailelerin çocuklarına verilen eğitim fırsatlarından yararlanmalarına engel
olduğunu savunmaktadırlar. Böylece, okullar toplumsal eşitsizliğin gelecek nesillerde de
devamını sağlamaktadırlar. Çatışma kuramcıları, bu çerçevede, örneğin okullara öğrenci
kabulünde yapılan seviye tespit sınavlarına dikkat çekmektedirler. Seviye tespit sınavlarının
çok erken yaşlarda yapılması, gelir seviyesi düşük ailelerin erken çocukluk dönemlerinde
okuma materyalleriyle, bilgisayarlarla ve eğitimi teşvik eden diğer araçlarla tanışmamış
çocuklarının halihazırdaki dezavantajlarını artırabileceğini iddia etmektedirler.20
19 Daha geniş bilgi için bkz. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin,
İstanbul: İthaki Yay., 2016.
20 “California’da düşük gelirli ailelerin çocuklarının gittiği okullar üzerinde yapılan bir çalışmada araştırmacılar,
seviye belirlemeye göre sınıflandırılan ve buna göre sınıflandırılmayan öğrenciler arasındaki şok edici farkı
açığa çıkardılar. Araştırmanın yürütüldüğü bir okulda, sadece okul idaresinin seçtikleri değil, o derslerle
ilgilenen bütün öğrenciler ileri düzey derslerinin verildiği sınıfa yerleştirildiler. Bu öğrencilerin yarısı
üniversiteye devam edebilmek için gereken kredileri toplamayı başardılar. Bu oran öğrencilerin sadece yüzde
17’sinin üniversiteye giriş için yeterli puanı toplayabildikleri seviye belirleme temelinde ders seçimine dayalı
programınkinden çok daha yüksekti. Seviye belirleme koşutsuz bir biçimde başarı potansiyeli olan öğrencileri
tespit etmiyor.” Bkz. Richard Schaefer, Sosyoloji, Simten Coşar (çev. ed.), Ankara: Palme Yay., 2013, s. 365.
73
Çatışma kuramcıları, eğitimde seviye belirleme sonucunda ortaya çıkan eşitsizliklerin modern
kapitalist toplumların ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla tasarlandığını düşünürler. Çatışmacı
eğitim kuramının temsilcilerinden –aynı zamanda kimi çalışmalarda eleştirel pedagoji akımı
içerisinde de değerlendirilen- çalışmalarında kapitalist ABD’nde eğitim reformunu ve
ekonomik hayatın çelişkilerini analiz eden Samuel Bowles ve Herbert Gintis, örneğin,
kapitalizmin nitelikli, disiplinli bir işgücüne ihtiyaç duyduğunu ve ABD’deki eğitim sisteminin
bu hedefler doğrultusunda yapılandırıldığını ileri sürmektedirler. Geliştirdikleri karşılıklılık
ilkesine göre, okullar bireylerin toplumsal sınıflarının gerektirdiği değerleri desteklerler ve
toplumsal sınıf temelli bölünmeleri nesilden nesile aktarırlar. Diğer bir ifadeyle, işçi sınıfından
gelen ve ikincil konumda kalacakları varsayılan çocuklar daha çok meslek liselerine ya da düz
liselere yerleştirilirler. Bu okullarda sıkı denetim vardır ve otoriteye itaat daha çok vurgulanır.
Buna karşılık, daha zengin ailelerin çocukları üniversitelere hazırlık derslerinin yoğun olduğu
liselere yönlendirilirler.21
3.3.3. Feminist Yaklaşım
20. yüzyılda, eğitim sistemindeki cinsiyetçilik kendini değişik şekillerde gösterdi: Ders
kitaplarında geçen kadınlarla ilgili olumsuz stereotiplerde, danışmanların kız öğrencilere ‘kadın
işi’ne hazırlanmaları yönünde yaptıkları baskılarda ve kadınlarla erkeklerin spor faaliyetlerine
sağlanan fonlardaki eşitsizlikte vb. Eğitimde cinsiyet eşitsizliğinin görünür ve ciddi bir sorun
olması, eğitim sosyolojisi alanında çalışan araştırmacıların bu eşitsizliğin nedenlerini ortaya
koymasında feminist teoriler oldukça açıklayıcı olmuştur. Cinsler arası eşitliği ve kadın
haklarını savunan bir ideoloji olan feminizmin temel sorunu, erkeğin kültürel hegemonyasının
sorgulanmasıdır. Her toplum kız ve erkek çocuklarına ya da kadınlara ve erkeklere, onların
kişisel tercihleri ya da yeteneklerine göre değil, toplumsal cinsiyet rollerine göre farklı görev
ve sorumluluklar atfeder. Cinsiyet üzerinden kurulan hiyerarşi giderek yaşamın tüm alanlarına
girer ve meslekleri de bir sıra düzenine tabi tutarak cinsiyetlendirir. Bu nedenle, feminist
kurama göre, cinsiyetçilik sadece bireysel tutumlar sorunu olarak anlaşılmamalıdır. Aile, eğitim
ve ekonomi gibi toplumun kurumları içerisinde inşa edilir ve yeniden üretilir. Eğitim süreci
boyunca erkek egemen toplumun ideolojisi çeşitli şekillerde yeniden üretilirken kadınlar,
21 Samuel Bowles ve Herbert Gintis, Schooling in Capitalist America: Educational Reform and the
Contradictions of Economic Life, New York: Basic Books, 1976.
74
toplumsal işbölümünde daha sınırlı ekonomik olanaklar ve sosyal prestij sağlayan mesleklere
yönlendirilir.
Feminizmin temel ilgisi, kadının toplumdaki konumunun araştırılması ve açıklanmasına
ilişkindir. Özellikle kadınların madunlaştırıldığı, kamusal alandan dışlandığı ve erkekler
tarafından ezildikleri varsayımları üzerine odaklıdır. Feminist analizler, genelde okuldaki
toplumsal cinsiyet eşitsizliğini tanıma ve sorunsallaştırma konusunda ortaklaşırken, bu
eşitsizliğin nasıl ele alınacağı konusunda farklılaşır.
Cinsel rol kalıplarının kadınların yeteneklerinin gelişmesini olumsuz yönde etkilediği açıktır.
Bu etki, kadınların toplumsal yaşamdaki etkilerini sınırlandırmıştır. E. Mine Tan, yapmış
olduğu bir araştırmada, örgün eğitim kurumlarının da bu eğilimi desteklediğini tespit etmiştir:
“Okul çağ öncesinde öğrenilmiş ve benimsenmiş olan cinsel rol kalıpları, örgün eğitim
sistemi çerçevesinde desteklenmekte ve güçlendirilmektedir. Eğitim sistemi, bir yandan
öğretmen tutumları, program yaklaşımları gibi yollardan yerleşik cinsel rol kalıp
yargılarının yansıtılıp aktarılmasına yardım etmekte, öte yandan türü, süresi ve özü
açısından kızlara uygun sayılan alanları ayırarak ekonomik yaşama eşitçe ve etkin bir
şekilde katılmalarını engellemektedir. Daha ilkokullarda başlayan ders ayrımlarından,
orta öğrenimdeki tür (mesleksel-genel akademik) ve kol ayrımlarına ve nihayet yüksek
öğrenimdeki alan farklarına kadar tüm yapısal özellikler kız öğrencileri geleneksel
rollerine ya da bu rollerin ekonomik yaşamdaki uzantısı olan mesleklere hazırlamayı
güvenceye bağlamaktadır.”22
1970’li yıllarda ilk feministler, okulu bir toplumsallaştırma alanı olarak görmüş ve okuldaki
cinse dayalı toplumsallaşma ile cinsiyetçi kalıp yargıların yeniden üretiminde okulun,
öğretmenin rolüne ve eğitim materyallerine odaklanmışlardı. Liberal tezlere dayanan
toplumsallaşma yaklaşımları okuldaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yapısal bir sorun
olmaktan çok, bilgisizlik ve önyargı sorunu olarak görmüşlerdi. Eğitim kurumlarının toplumsal
cinsiyet eşitliğini sağlayarak daha geniş toplumda da toplumsal değişimi gerçekleştirileceğini
düşünen liberal feministler, okullardaki eşitsizliğin eşitlikçi eğitim programları ve politikalarla
giderilebileceğini savunmuşlardır.
22 E. Mine Tan, Kadın: Ekonomik Yaşamı ve Eğitimi, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1979, s. 233’ten nkl.
Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye, Ankara: AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi
Yay., 1993, s. 51-52.
75
Farklılık üzerine vurguda bulunan feminist araştırmacılar, toplumsal cinsiyete duyarlı bir
eğitimsel müdahaleyi öngörmüşlerdir. Bu müdahalenin merkezinde ise, ev içi emek ve bakım
işini sarmalayan kadınsı değerler bulunmaktadır. Bazı farklılık teorisyenleri de
cinsiyetleştirilmiş bir eğitimi savunmaktadır. Okulların asıl olarak evrensellik adı altında
kamusal alana ait akılcılık, rekabet, tüketicilik, bireycilik, özerklik gibi eril değerlerin yeniden
üretiminde kritik bir rol oynadığı, buna bağlı olarak kızlar için asıl sorunun bu değerlere uyum
sağlama sorunu olduğu ve bu değerlerin kızların dünyayı anlamalarına engel olduğunu
vurgulamaktadırlar.
Yeniden üretim yaklaşımından beslenen yapısalcı feminist teoriler (radikal feminizm, Marxist
feminizm, sosyalist feminizm), asıl olarak okuldaki yeniden üretimin işlevini açığa çıkarmaya
odaklanmışlardır. Onlara göre, okul toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üretmekte ve bazen
de sınırlandırmaktadır. Emeğin cinsiyetçi işbölümü okulda de sürmekte, okuldaki toplumsal
cinsiyet eşitsizliğinin yeniden üretimi toplumsal sınıfların ideolojik ve kültürel yeniden
üretimiyle iç içe geçmektedir. Bu suretle de, okullar toplumsal cinsiyet kadar sınıf yapısını da
yeniden üretmektedir. Bu yaklaşımı benimseyen araştırmalarda müfredatın sınıfsal konuma
uygun olarak toplumsal cinsiyet kalıplarını nasıl ürettiği ve eğitimin işçi sınıfından kız
öğrencileri ev içi rollere hazırlarken, orta sınıftan kızları profesyonel mesleklere
yönlendirdiğini, okulun ideolojik bir araç olarak kadınların ücretli ve ücretsiz işteki konumu ile
özel ve kamusal alandaki eşitsiz toplumsal ilişkileri nasıl meşrulaştırdığını iddia etmektedirler.
Aynı zamanda eğitimin her düzeyindeki kızların nicel durumu ile hangi alanlarda
yoğunlaştıklarına ve yönetimde kadın öğretmenlerin temsil düzeyine bakarak, okulda kızlara
ve erkeklere farklı otorite kalıpları ve beklentiler iletildiğini, kadınların besleyici bakıcı rolünün
kadın doğası olarak doğallaştırıldığını ve normalleştirildiğini, okulun da bu noktada nasıl bir
işlev gördüğünü açıklamaya çalışmışlardır.
3.3.4. Yorumcu ya da Sembolik Etkileşimci Yaklaşım
Başlangıcından itibaren sosyal teori içerisinde toplumun tanımı, toplumsal kurumların etkisi,
toplum içerisinde bireyin konumu gibi konular etrafında bir tartışma olagelmiştir. İkinci olarak
da, Anglo-sakson dünyadaki ‘açıklamacı’, ‘doğa bilimleri modeline göre örgütlenmiş pozitivist
sosyoloji/sosyal bilim’ ile Alman düşünce geleneğinde temellenen ‘anlamacı’, ‘kültür/tin
bilimleri’ farklılığıyla karşılaşılır. Fakat sosyolojinin kurumlaşma çağında daha ziyade ‘yapı’
merkezli kuramlar, makro açıklamalar ve ‘pozitivist’ bilim anlayışı hakim çerçeveyi
76
oluşturmuştur. Sanayi toplumlarının yapısında yaşanan değişmeler, özellikle de ABD’ndeki
sosyal bilim çevrelerinde 1960’lara kadar hakim paradigmayı oluşturan Parsonsçu sosyoloji
anlayışına yönelik olarak dile getirilen eleştiriler ve geliştirilen yöntem, kavram ve teorik
açıklamaların gelişmesiyle birlikte belli düzeyde anti-pozitivist, ‘yapı’ merkezli pozitivist
sosyolojinin makro açıklamalarına alternatif olarak ‘mikro’ ölçekli ve ‘özne’yi merkeze alan,
belli yönleriyle psikolojiyle ve özellikle de sosyal psikolojiyle benzeşen ‘anlamacı/yorumlayıcı
(‘yorumlayarak anlayan’) yaklaşımlar gelişmeye başladı. Kaynağında George H. Mead, W.
James, E. Husserl, Alfred Schutz, Georg Simmel gibi düşünürlerin bulunduğu bu yeni eğilim
içerisinde sembolik etkileşimcilik, etnometodoloji, fenomenolojik sosyoloji gibi farklı adlarla
anılan ve araştırma gündemini farklı yönlerde ve farklı yöntemlerle geliştiren yaklaşımlar yer
almaktadır. Çağdaş sosyal teoride yaşanan bu farklılaşmanın etkileri, eğitim sosyolojisi
çalışmalarında da kendisini hissettirir. Bu yaklaşımlardan hareket eden eğitim sosyologları daha
ziyade eğitim süreçlerine (örneğin, öğretmen-öğrenci ilişkilerine, sınıf yönetimine, okulun
işleyişine vs.) uygulamışlardır. Başka bir deyişle, makro yaklaşımların büyük ölçüde ihmal
ettiği toplumun mikro ya da diplerde bir yerlere sıkışıp kalmış ilişkileri, önceki açıklama
biçimlerinin indirgemeci ve üstünkörü değindiği birey-birey, birey-grup ilişkileri anlamaya
çalışmışlar ve bu yönüyle de eğitim sosyolojisi alanına önemli kazanımlar sağlamışlardır. Bu
çerçevede, örneğin, “Sınıf içinde sürekli bir işlevsel bütün aramaktan ziyade sınıftaki aktörlerin
an ve an çeşitli durumlarda nasıl da çeşitli mekanizma ve stratejileri kullanarak birbirlerine
üstünlük sağlamaya ve bir konsensüs oluşturmaya çalıştıklarını bulmaya ya da göstermeye
çalışan eğitim toplumbilimcilerinin toplumbilime hediye ettikleri en önemli kavram ‘müzakere’
(: negatiation) olmuştur.”23
Eğitim süreçlerinin makro ve mikro boyutlarını kapsamlı bir biçimde ele alma gayreti içinde
olan Basil Bernstein’ın çalışmaları, yapısalcılık ile sembolik etkileşimin bir sentez denemesini
oluşturur. Bernstein’e göre, okul öğrenciye orta sınıf dil biçimleriyle ayrıntılandırılmış dilsel
kodlar sunmaktadır. Okulun orta sınıf değerlerini merkeze alan sosyalleştirici eğitimiyle ve orta
sınıf dil kodlarıyla karşılaşan özellikle alt sınıfların çocuklarının bir eğitilebilirlik sorunuyla
karşılaştıklarını, o nedenle de, okul müfredatının toplumun farklı kesimlerinin –bu örnekte, işçi
sınıfının- çocuklarının kültürünü de dikkate alarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunur.24
23 Kemal İnal, “Eğitim Sosyolojisinde Yorumcu Paradigmanın Eleştirisi”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi,
1994, c. 27, sy. 2, s. 680 [ss. 679-690]. Ayrıca bkz. E. Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar:
Yorumcu Paradigma”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1993, c. 26, sy. 1, s. 67-89.
24 Bernstein’ın 1960’lardan 1980’lere kadar olan çalışmalarının derlenmiş bir edisyonu için bkz. Basil Bernstein,
Class, Codes and Control, 4 cilt, Londra: Routledge, 2003.
77
Öğretmen-öğretmen (eşit statüdekiler) ve öğretmen-öğrenci (eşit statüde olmayanlar)
ilişkilerini ‘müzakere’ kavramı özelinde inceleyen Wilfred Martin’in çalışmalarını da bu
çerçevede değerlendirebiliriz.
Sembolik etkileşimci yaklaşımı benimseyen araştırmacılar, mikro düzey sınıf dinamiklerine
odaklandıkları için, etiketleme sürecinin sınıfta işleyip işlemeyeceği konusuna ilgi
duymuşlardır. Etiketleme kuramına göre, insanlara yönelik davranışımız, muhataplarımızın
beklentilerimizi karşılamasını beraberinde getirebilir. Örneğin, ‘bela çıkaran biri’ olarak
etiketlenen çocuklar kendilerini suçlu olarak görebilirler. Benzer şekilde, hakim bir grubun
ırksal azınlıklarla ilgili stereotipleştirmesi, bu grupların beklenen rollerden kurtulmalarına
yönelik fırsatları sınırlandırabilir. Bu yönde yapılan çalışmalara ilişkin bir değerlendirme
Schaefer’de mevcuttur:
“Howard S. Becker, Chicago’da dar gelirlilerin ve refah düzeyi daha yüksek olanların
yaşadıkları bölgelerdeki devlet okulları üzerine çalışmalar yaptı. İdarecilerin yoksul
mahallelerden daha az sayıda öğrenci gelmesini beklediklerini fark etti ve öğretmenlerin
bu görüşe katılıp katılmadıklarını merak etti. On yıl sonra, psikolog Robert Rosenthal
ve okul müdürü Lenore Jacobson, Pygmalion25 in the Classroom (Sınıftaki Beklenti) adlı
çalışmalarında öğretmen-beklentisi etkisi olarak tanımladıkları olguyu anlattılar. Buna
göre, öğretmenin, bir öğrencinin performansıyla ilgili beklentileri o öğrencinin gerçekte
kaydettiği başarımlarda etkili olabiliyordu. Bu etki, özellikle erken yaşlarda (ilkokul
üçüncü sınıfa kadar) aşikardır.
İlk deneyde, San Francisco’da bir ilkokuldaki öğrencilere sözel ve mantık ön-testi
verildi. Rosenthal ve Jacobson örneklemin yüzde 20’sini rastlantısal seçtiler ve bu
grubu ‘atak yapanlar’ –öğretmenlerin üstün performans bekleyebileceği çocuklar-
olarak adlandırdılar. Daha sonra yapılan bir sözel ve mantık testinde, atak yapanlar
grubundaki öğrenciler, önceki teste kıyasla kayda değer ölçüde daha yüksek notlar
aldılar. Dahası, öğretmenlerinin değerlendirmelerine göre bu öğrenciler diğer sınıf
arkadaşlarından daha ilgili, daha meraklı ve daha uyumlulardı. Bu sonuçlar çarpıcıydı.
Anlaşılan o ki, öğretmenlerin, öğrencilerin olağanüstü olduğunu düşünmeleri,
öğrencilerin performanslarında göze çarpan bir iyileşmeye yol açmıştı. (...) Deneysel bir
çalışmada, öğretmenlerin beklentilerinin öğrencilerin spor faaliyetlerindeki başarımları
25 Psikolojide ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ olarak da bilinen ‘Pygmalion etkisi’ne göndermede
bulunulmaktadır.
78
üzerinde bile etkili olduğu görüldü. Öğretmenler, çekilen mekik ve şınav sayılarıyla
ölçülen spor performanslarında, daha yüksek sayı beklentisi içinde oldukları
öğrencilerden [gerçekten de] daha yüksek performans aldılar. Bu bulguların ihtilaflı
doğasına rağmen, araştırmacılar öğretmen-beklentisi etkisini belgelemeye devam
ediyorlar. Etkileşimciler saf yeteneğin akademik başarı üzerindeki etkisinin
sanıldığından daha az olabileceğini vurguluyorlar.”26
3.3.5. Eleştirel Pedagoji Kuramı
Eleştirel pedagoji kuramı temsilcileri, toplumu eğitim yoluyla değiştirme ve dönüştürme çabası
içerisindedirler. Onlar eğitim sisteminin var olan alt yapısı ve içeriği ile ilgili her türlü öğeyi
sorgulayarak, derslik içi ve dışı iktidar ilişkileri ile bunların yeniden üretimi arasında önemli
bağlantılar kurmaya çalışırlar. P. Freire, M. C. Apple, Henry A. Giroux ve Peter McLaren gibi
kuramcılar, eğitim sürecinin ekonomi, siyaset ve toplumla olan ilişkisini anlama sürecinde teori
ve pratik ilişkisi temelinde bir eleştirel düşünüşün temellendirilmesinde önemli bir yere
sahiptirler.
Freire Brezilya'da yetişkinler için okuma yazma programlarını yürütürken, eğitim yöntemlerini
Marxist bilinç kavramıyla birleştiren bir görüş geliştirdi. Freire'ye göre, tarafsız eğitim diye bir
şey söz konusu değildir. Eğitim, ezilenlerin yabancılaşmış varlıklar olmasında temel rol
oynamaktadır. Eğitim, ya insanların içinde bulunduğu sistemin mantığıyla bütünleşmelerini
kolaylaştırarak düzene uygunluk sağlamakta kullanılan bir aygıt olarak iş görür ya da insanların
kendilerini içinde bulundukları gerçekliğe eleştirel ve yaratıcı bir zihinle baktıkları dünyaların
dönüştürülmesine nasıl katılacaklarını keşfettikleri bir özgürlük aracına dönüşür. Ona göre,
geleneksel eğitimde ‘yığmacı’ bir eğitim yöntemi vardır. ‘Bankacı eğitim modeli’ olarak da
adlandırılan bu modelde öğrencinin öğrenme süreci içinde bir özne değil, bilginin yerleştirildiği
bir nesne olduğu düşüncesi hakimdir.
Geleneksel öğretimin hedefi, bireyin kendisini anlamasını teşvik etmek değil, bireyi yabancı
hedeflere uygun olarak değiştirmektir. Burada amaç, var olan toplumsal yapıyı korumaktır. Bu
yapının içeriği ve ahlâki ilkeleri ise egemen sınıfın ideolojisini yansıtmaktadır. Burada
yoksullara zenginlerin yaşam ve eylemleri üzerinde temellenen bir model sunulmaktadır.
Öğretmen soyut içerikle öğrencinin kafasını doldurur ve anlatıma dayalı öğretim sisteminin
26 Richard Schaefer, a.g.e., s. 367.
79
sonunda ezbercilik oluşur. Bu durumda bankacı eğitim modeli ortaya çıkar. Bu modelde
yatırımcı öğretmen, yatırım nesneleri olan öğrenciye yatırım yapar. Bu bir tasarruf yatırımıdır
fakat bu süreçte öğretmen öğrenciye boş bilgiler aktardığı için bu yatırımlar bir yaratıcılığa
dönüşmez. Freire'ye göre, öğretmen öğrenci çelişkisinin çözümlendiği bir özgürlükçü eğitim
sisteminde, her iki taraf da aynı anda hem öğretmen hem de öğrenci olmalıdır. Bankacı eğitim
modelinde öğretmen öğreten, her şeyi bilen ve düşünen, konuşan, disipline eden yani öğrenme
sürecinin öznesi durumundadır. Öğrenci ise ders alan, hiçbir şey bilmeyen, hakkında düşünülen,
sessiz bir şekilde dinleyen, disipline edilen, uyarlanan yani nesne olandır. Bu model mekanik,
statik, düşünmeyi ve eylemi denetleyen, insanların yaratıcı gücünü etkisizleştiren bir modeldir.
Bu nedenle bankacı eğitim modeli yerine ‘sorun tanımlayıcı eğitim’ modeli konulmalıdır.
Freire’ye göre bu model, gerçekliğin sürekli açığa çıkarılması ve gerçekliğe eleştirel bir bakış
açısı getirmek için çalışmaktadır.27
Eleştirel pedagoji kuramcılarından Michael W. Apple, okulları egemen ideolojinin üretildiği
merkezler olarak görmekte ve okulların toplumu dinamik tutmak için öğrencilere eleştirel
olmayı ve eleştirel düşünmeyi öğretmesi gerektiğini savunmaktadır. Apple’a göre okullar
kültürel sermaye birikiminde önemli rol oynamaktadırlar. Diğer yandan Apple, okulları aynı
zamanda kapitalist toplumun gereksinim duyduğu kültür metalarını ortaya koyan temel üretim
mekanizmalarından biri olarak görür. Ona göre okullar, çoğu eğitim araştırmacısının bizi
inandırmaya çalıştırdığı gibi liyakate dayalı kurumlar değildir.
Henry A. Giroux, eleştirel pedagojinin temelinde politik eğitimin yattığını ileri sürer. Politik
eğitim, öğrencilere demokratik bir yurttaşlık sorumluluğu ve gücü kazanmak için gereken
muhakeme yeteneğine sahip olmanın yollarını öğretmeyi ifade etmektedir. Eğitim-kültür
ilişkisini düşüncesinin merkezine yerleştiren Giroux, eğitimin kamulaştırılmasını eleştirel
katılımcı demokrasi düşüncesinin yerleşmesinde önemli bir unsur olarak görmektedir.
Geleneksel eğitim ideolojisini anlama çabasına güçlü eleştiriler yönelten Giroux, eğitim
sistemindeki sorunlar üzerinde durmuştur.28
Peter McLaren’e göre, eleştirel pedagoji, var olan kapitalist yapılardan ve kurumlardan kolayca
kurtulmanın ötesinde, bir özgürleşme projesinin aracı olmalıdır. Sözü edilen pedagoji,
öğrencilerin yazılı metinlerini sorgulayan pedagojiden öte, yaşamsal deneyimlere dayanan
27 Bkz. Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek, 9. Baskı, İstanbul: Ayrıntı
Yay., 2013.
28 David Harvey, Henry A. Giroux, Michael Apple, Paulo Freire, Peter McLaren, Eleştirel Pedagoji Söyleşileri,
çev. Eylem Çağdaş Babaoğlu, İstanbul: Kalkedon, 2009.
80
bedensel bir pedagoji olmalıdır. McLaren, eleştirel pedagojiye, okuldaki öğretime, örgün eğitim
kuruluşlarının kurumsal yapıları, cemaat, cemiyet ve ulus devletin sosyal ve siyasal ilişkileri
arasındaki bağlantıları hakkında düşünme, tartışma ve bunları dönüştürme noktasında çok
önemli görevler yüklemektedir. Adil bir sistemin oluşturulması için de eğitime dayalı bir
kurtuluş projesinin oluşturulması gereğine inanır.
Sonuç olarak, eleştirel pedagoji kuramcıları toplumda var olan eğitim sistemlerini sadece
eleştirmekle yetinmemekte ve aynı zamanda eleştirdikleri şeylerin düzeltilmesi için de öneriler
sunmaktadırlar.29
3.3.6. Ivan Illich ve Okulsuz Toplum
Ivan Illich, öğrencilerin, özellikle de yoksul öğrencilerin, sezgisel olarak okulun kendilerine ne
kazandırdığını bildiklerini belirtir. İçinde bulundukları yaşam ile dış dünyadaki yaşam
arasındaki farklılıkları öğrenip bunları birbirine karıştırmalarında okulun rolünün öne çıktığını
vurgular. Her çocuk eğitimde fırsat eşitliğinden yararlanma hakkına sahiptir, ancak bu hakka
sahip olmakla birlikte, yoksul bir çocuğun zengin bir çocuğun seviyesini yakalaması düşük bir
ihtimaldir. Zengin ya da orta sınıftan bir aileye mensup olan çocuk avantajlı konumdadır. Sahip
olduğu avantajlar, evdeki sohbet ve kitaplardan, tatil gezilerinden okul dışında ilgi alanlarını
geliştirebileceği çeşitli ortamlara kadar uzanabilmektedir. Bu yüzden yoksul ailelerin çocukları
tek kurtuluşu okulda gördükleri sürece genellikle diğerlerinin gerisinde kalacaklardır. Yoksul
olanların diploma almaları için yapılan yardımlardan çok, öğrenme becerilerini
geliştirebilecekleri türden yardımlara ihtiyaçları olduğunu düşünen Illich’e göre, eğitimden
bireylerin eşit bir şekilde yararlanmaları düşüncesinin ekonomik bakımdan imkansız olduğu
itiraf edilmelidir. Zorunlu eğitim toplum içinde tabakalaşmayı kalıcı hale getirdiği gibi,
uluslararası düzeyde de toplumları sınıflandırmaktadır. Okullaşma oranları ülkelerin gayri safi
milli hâsılalarını belirlemekte, bu da hangi ülkenin zengin hangisinin yoksul olduğunu
vurgulamaktadır. Böylece yoksulluk toplumsal düzeyde içselleştirilmektedir. Bunun sebebi de
29 Peter McLaren, Eleştirel Pedagojiye Giriş, çev. Mustafa Yunus Eryaman ve Hasan arslan, Ankara: 2011; Peter
McLaren, Kızıl Tebeşir, çev. Özge Yılmaz, İstanbul: Kalkedon, 2006; Nathalia Jaramillo ve Peter McLaren,
Pedagoji ve Praksis, çev. Kadir Asan ve Kemal İnal, İstanbul: Kalkedon, 2009. Türkiye’deki eleştirel pedagoji
yaklaşımını takip edebilmek için Kemal İnal’ın yayın yönetmenliğinde kurulan, şimdilerde Ünal Özmen
yönetiminde yayın hayatını sürdüren Eleştirel Pedagoji dergisine bakılabilir www.elestirelpedagoji.com
[erişim tarihi: 11 Eylül 2017]. Özellikle bkz. Kemal İnal, “Eleştirel Pedagoji: Ezilenler İçin Eğitim”, Eleştirel
Pedagoji, Ocak-Şubat 2009, sy. 1, s. 2-10. Kemal İnal, bu yazıda, eleştirel pedagoji yaklaşımının ilgilerini ve
tarihsel hikayesini ayrıntılı olarak değerlendirmektedir.
81
okullaşmaya duyulan sonsuz inançtır. Illich, okulların ortaya çıkardıkları durumun sosyal bir
sorun olarak ortaya konması gerektiğini düşünür. Ona göre, okulların artışı silah artışlarının
yıkıcı sonuçları kadar yıkıcıdır. Illich, bu çerçevede, okulun getirilerinin genelde olumsuz
olduğunu düşündüğü için, okullaşmamış toplumu savunmaktadır. Ona göre, hayatımız boyunca
edindiğimiz bilgi ve becerilerin çoğunu biz okulda değil, okul dışında edindiğimiz
deneyimlerimizden elde ederiz. Eğitim önemlidir ancak eğitimin okullarda verilmesi doğru
değildir. Gerçek bir eğitimin hayata geçirebilmesi için en büyük engel hayallerimizin tamamen
okullaştırılmış olmasıdır. Çocukların sadece okulda bir şeyler öğrenebileceklerini ileri süren ve
insanlara kabul ettiren kurumsal düşünceler, Illich’e göre, aslında çocuklara öğretmen
otoritesine ve ileride de devlet otoritesi karşısında boyun eğmeyi öğretmektedir.
Illich, okulda öğrenilen birçok şeyin, derslerin biçimsel içeriğiyle hiçbir ilişkisinin olmadığını
savunmaktadır. Okullar içerdiği disiplin ve düzenlemenin yapısı gereği, Illich’e göre, ‘edilgen
tüketim’i aşılama eğilimindedir. Bu hususlar, derslerde açıktan öğretilmezler ve okul
uygulamaları ile örgütlenmesinde üstü kapalı olarak yer almaktadırlar. Gizli müfredat,
çocuklara yaşamdaki rollerinin ‘yerlerini bilip orada oturmak’ olduğunu öğretmektedir. Gizli
müfredat, simge ve törenler, iktidarın okul içinde pratikler aracılığıyla cisimleşmesi, bir güç
kazanmasıdır. Öğrencinin parmak kaldırarak söz istemesi, öğretmeninin önünde hiç
düşünmeden önünü iliklemesi, giyimde standart ve normlara uymak zorunda kalması gibi
davranışlar gizli müfredatın etkili işlediğinin göstergeleridir. Illich öğrencilerin standart bir
müfredata boyun eğmek zorunda olmadıklarını savunur ve çalışmak istedikleri şeyler hakkında
kişisel seçim yapabilmeleri gereği üzerinde durur. Bu bağlamda da okulların yerine geçecek
birkaç öneride bulunur: Kütüphaneler, kiralama kuruluşları laboratuvarlar ve bilgi saklama
bankalarında muhafaza edilebilecek ve isteyen öğrencinin hizmetine sunulabilecek öğrenim
için gerekli maddi kaynakların temini; istendiğinde faydalanabilecek -farklı becerilere ve
isteklere sahip- öğreten ve öğrenmek isteyen konumundaki kişileri buluşturabilecek ‘iletişim
ağları’nın oluşturulması vb.30
Eğitim sosyolojisi alanında söz edilmesi gereken çağdaş kuramlar elbette yalnızca burada
üzerinde kısaca durduklarımızdan ibaret değildir. Eğitim sosyolojisinin belli bir boyutunu
ilgilendiren bu çağdaş eğitim sosyolojisi kuramlarının ayrıntısına, metnin sınırlarını
zorlamamak adına, burada daha fazla girilmemiştir. Ancak gerek burada bahsedilen
yaklaşımlara ve gerekse de burada bahsetmediğimiz diğer yaklaşımlara ilişkin şu kısa
30 Ivan Illich, Okulsuz Toplum, çev. Mehmet Özay, İstanbul: Şule Yay., 2005.
82
değerlendirmeyi yapmakta da fayda var: İşlevselci kuram Durkheim’in görüşleri üzerinden
ilerler. Yapısal-fonksiyonalist (yapısal-işlevselci) kuram Talcott Parsons ve Robert K.
Merton’ın düşünceleri etrafında şekillenir. Eğitime işlevselci yaklaşım, belli boyutlarıyla,
neredeyse evrensel nitelikli bir yaklaşım olarak iş görmeye devam ediyor. Geleneksel eğitim
(bu kavramın açılımı, aynı zamanda liberal/kapitalist sistemlerin takip ettikleri eğitim politika
ve uygulamalarına karşılık gelmektedir) anlayışlarını eleştiren çatışmacı kuram, daha önce
bahsedildiği üzere, entelektüel kökenleri itibariyle farklı damarlara ayrılan bir yaklaşımdır.31
Bu yaklaşımlardan birisi Marx, diğeri daha ziyade Weber ve Simmel’in düşüncelerinden
hareket eder. Bu çerçevede çatışma kuramı çerçevesinde eğitim konusuna eğilen isimler
arasında Pierre Bourdieu’yu da sayabiliriz (Bourdieu’nun eğitimle ilgili çalışmalarından
ilerleyen sayfalarda ayrıca bahsedeceğiz). Eğitim konusuna daha mikro düzeyde yaklaşan -
yukarıda değindiğimiz etkileşimci yaklaşımı da dahil etmenin mümkün olduğu- yorumcu
kuram32 ve bu çerçevede etnometodologlardan, fenomenolojik sosyologlardan, Basil Bernstein,
Michael Young ve David Hargreaves gibi düşünürlerden de bahsedilebilir. Eğitim ve özellikle
de okullar üzerine radikal eleştiriler getiren düşünürler de söz konusudur. Radikal okul
eleştirileri bağlamında değerlendirilen bu isimlerden biri olan Ivan Illich’ten yukarıdan kısaca
bahsedilmişti. Bu başlığı da yine başka isimlerle zenginleştirmek mümkündür. Bu çerçevede,
örneğin özgür okul hareketine ilişkin değerli çalışmaları olan A. S. Neill de radikal okul
eleştirileri bağlamında hatırlanması gereken bir diğer isimdir; hakeza Joel Spring de bu
bağlamda ismi zikredilmesi gerekli bir başka isimdir.33
3.4. Toplumsal Farklılık ve Eğitimde Başarı
Cinsiyet, etnik ya da ekonomik toplumsal farklılıkların ve eşitsizliklerin bireylerin eğitime
erişim imkanları ve eğitimde başarı durumları üzerinde nasıl bir etkide bulunduğu sosyolojinin
ve daha özelde de eğitim sosyolojisinin araştırma konuları arasında yer alır. Bu konuyla ilgili
31 Daha geniş bilgi için bkz. E. Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar: İşlevselci Paradigma ve
Çatışmacı Paradigma”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1990, c. XXIII, sy. 2, s. 557-571; Kemal İnal,
“Eğitim ve İktidar: Okul ve Ders Kitaplarında Egemen İdeolojilerin Yeniden Üretimi”, Kemal İnal, Eğitim ve
İdeoloji, İstanbul: Kalkedon Yay., 2008, s. 105-127.
32 Daha geniş bilgi için bkz. Kemal İnal, “Sosyolojik Açıdan Yorumcu Paradigma ve Eğitime Uygulanması”, AÜ
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1994, c. XXVII, sy. 1, s. 219-242; Kemal İnal, “Eğitim Sosyolojisinde
Yorumcu Paradigmanın Eleştirisi”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1994, c. XXVII, sy. 2, s. 670-690.
33 Bkz. A. S. Neill, Bir Eğitim Mucizesi (Summerhill), çev. Güler Dikmen, İstanbul: Hürriyet Yay., 1978; Joel
Spring, Özgür Eğitim, çev. Ayşen Ekmekçi, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1991.
83
araştırmalar ve açıklamalar iki başlık altında toplanabilir: (i) Okul içi açıklamalar; eğitim
rejiminin temel özelliklerinin, müfredat, okul örgütü, öğretmen beklentileri ve derslik
dinamikleri gibi okul içi unsurların etkilerini inceler. Bu tür açıklamalar okulların başarının
toplumsal dağılımını etkileme gücüne işaret eder. (ii) İkinci grubu oluşturan açıklamalar daha
ziyade okul dışıyla, başka bir deyişle, dışarıdaki sosyal grupları ve farklılıkları okula taşıyan,
yani okulların değiştirmeye görece güçlerinin yetmediği toplumsal farklılıklarla ilgilidir. Okul
dışı açıklamalar da iki ana kısma ayrılır: (a) İnsanların özünde olan niteliklerin farklı olduğuna
vurgu yapan ‘doğalcı’ açıklamalar ve (b) öğrencinin evi, toplumsal çevresi, toplumsal sınıfı vb.
gibi hususlar üzerine yoğunlaşan ‘kültürel’ açıklamalar.34
Doğalcı açıklamalara bir örnek olarak R. Herrnstein ve C. Murray’ın, Amerikan toplumundaki
sınıf yapısının toplumsal sınıflar arasındaki IQ (zeka katsayısı) farklılıklarını yansıttığını iddia
ettikleri çalışmaları The Bell Curve: Intelligence and Class Structure in American Life [Çan
Eğrisi: Amerikan Yaşamında Zeka ve Sınıf Yapısı verilebilir. 35 Yazarlara göre, bu durum
özellikle alt sınıflar için bir sorun teşkil etmektedir. Alt sınıf insanlarının düşük IQ seviyelerini,
şiddet, suç, parçalanmış aile, uygun olmayan ebeveynler, uyuşturucu kullanımı ve işlev
bozukluğu ve anti-sosyal davranışların diğer biçimleriyle ifade ettiklerini öne sürdüler. Etnisite,
insanların renkleri gibi konularda hassas olan Amerikan toplumunda tepkiyle karşılanan bu
iddialar siyah Amerikalılara yönelik küçük düşürücü bir saldırı olarak yorumlandı. Benzer bir
iddia, bu çalışmadan yaklaşık 30 yıl önce, Arthur Jensen tarafından da, beyaz Amerikalıların
siyah Amerikalıların üzerinde ortalama bir IQ puanına sahip oldukları, bu durumun büyük
ölçüde genetik farklılıklara bağlı olduğu şeklinde dile getirilmişti.36 Bu yaklaşım, öncelikle,
‘zekayı nasıl tanımlarsak tanımlayalım hiç bir ölçüm tekniğinin doğal yeteneği kültürel
etkilerden ayrıştırmakta başarılı olamayacağı’ argümanıyla eleştirilmiştir. Ayrıca yapılan
araştırmalar, siyahların ve beyazların aynı IQ puanına sahip olsalar bile, işçi sınıfı çocuklarının
orta sınıf çocuklarına kıyasla daha dezavantajlı olduklarını göstermektedir. Son olarak, pek çok
kültürel faktörün farklı sosyal grupların IQ testi performanslarını etkilediği anlaşılmaktadır.
34 Tony Bilton ve diğerleri, Sosyoloji, çev. Kemal İnal ve diğerleri, 2. Baskı, İstanbul: Siyasal Kitabevi, 2009, s.
278-283.
35 Richard J. Herrnstein ve Charles Murray, The Bell Curve: Intelligence and Class Structure in American Life,
New York: The Free Press, 1994.
36 Arthur Jensen, “How much can we boost IQ and scholastic achievement?”, Harvard Educational Review,
1969, c. 39, s. 2-51.
84
Zamana dayalı deneyimin eksikliği, test edilenin kendine güvensizliği ve başarısızlık korkusu
bir grubun IQ puanını düşürebilen pek çok değişkenden sadece birkaçıdır.37
Pierre Bourdieu’nun eğitim alanına ilişkin çalışmaları, kültürelci yaklaşımlara bir örnektir.
Bourdieu, yüksek ve elitist kültürel alanın, ekonomik alan ve ilişkilerinin değişimi olarak
anlaşılması gerektiğini iddia eder. Zira ekonomik alışverişler ve ilişkiler, çıkar, kazanç ve
kişisel faydaya dayalıdır; kültür bunlarla ilgili değildir, amaç doğrudan kendisidir ve esasen
estetik değerlerle ölçülmektedir. Bourdieu; kültürel alanın ekonomik alandan daha üst düzeyde
bir yere konmasının aslında bir yanılsama olduğunu savunmakta ve yüksek kültüre göre
ayarlanan statüyü her şeyiyle gerçekte yönetici sınıf tarafından oluşturulan beğenilerle ilgili
görmektedir. Sanat ürünleri, kendileri kutsal bir hava üretmekten ziyade, bireyler onları
anlamak için gizli şifreler edindiklerinde ve onlara ilişkin uygun bir tarzda konuşabildiklerinde
değer kazanmış olurlar. Bir sanat galerisini ziyaret ettiğinizde, bir resme nasıl bakmanız
gerektiğini bilmek zorundasınızdır. Bourdieu’nun yaptığı araştırmaya göre, alt sınıftan insanlar
resimlerin gerçek hayata ne kadar benzedikleri ile ilgilidirler veya duygusal bir şekilde neyin
resmedildiği üzerine tartışmaktadırlar. Üst sınıftan insanlar ise, tersine, resimleri ekoller,
başlangıcından bu yana farklı akımlar ve bunların önemi gibi birbirleriyle ilişkileri
anlamında/ikonolojik bağlamda tartışma eğilimindedir. Benzer bir modaya göre, ‘sinemaya
giden’ insanlar, en sevdikleri film listesini filmlerde rol alan yıldızlara göre yaparlarken, ‘film
izleyen’ diğerleri yönetmen ve türlere göre konuşmaktadırlar.
Bourdieu’ya göre, ‘beğeni’, bir sınıf habitusunun edinimi yoluyla ilk önce evde kazanılır.
Habitus, hem alışkanlık hem de doğal ortamın özelliklerine sahiptir. Alışkanlık, bir davranışın
bir şeklinin basitçe tekrarı demektir. Oysa habitus, bize şeyleri sınıflandırma ve birbirinden
ayrılan biçimlerde davranma imkanı sağlayan üretici kapasitedir. Bu daha çok, bir dilin
sözcükleri yerine dilbilgisi kurallarını öğrenmek gibi bir şeydir. Farklı grupların habitusu, kendi
yaşam tarzlarının farklı yönlerinde ortaya konur: İnsanların okudukları gazete ve kitaplar, ne
içtikleri ve nereye tatile gittikleri vb. Bunların hepsinin toplumsal olarak üretilip dağıtılmasına
karşın insanların toplumsal alanda ellerinde bulundurdukları durumlarına işaretle doğal olma
ve doğal karşılanma eğilimi gösterir. Habitus, Bourdieu’nun ifadesiyle, ikinci bir doğa gibidir.
37 Öğrencilerin eğitim başarıları ile zekaları, toplumsal çevreleri ve toplumsal sınıfları arasında bir ilişkinin olup
olmadığı pek çok tartışmaya konu olmuş ve bu çerçevede ‘eğitsel başarı modellemeleri’ geliştirilmiştir. Bkz.
Mine Tan, “Eğitsel Fırsat Eşitliği: Sosyolojik Bir Kavram Olarak Gelişimi”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi
Dergisi, 1987, c. 20, sy. 1, s. 245-259.
85
Bir kültür (veya Habitus), özünde diğerlerinden daha üstün değildir; ancak hakim sınıfların
yararlandığı güç, kendi kültürlerini ve çerçevelerini tek meşru kültürmüş gibi okullarda kabul
ettirmelerinden kaynaklanır. Bu ‘simgesel şiddet’e karşı hakim grup, hangi konuların ele
alınmaya değer olduğuna karar vermeyi başarır; bunun anlamı, hakim grubun akıllı faaliyet
olarak neyin önemli olduğuna karar vermesidir. Bourdieu’ya göre okullar, bütün çocuklara eşit
olarak davrandığında bile, müfredatın seçici özelliği ile okul, öğrencilerin başarılarını
toplumsal arka planlarına vurgu yaparak, başarısız olanları ise tümüyle doğal görünen
toplumsal olarak üretilmiş ilkelerin seçimine başvurarak meşrulaştırır. Öğrenciler, eğitim
basamaklarını çıktıkça hakim gruptan olanlar aşama aşama seçilir ve eğitimin az ya da çok daha
seçkin biçimlerine yönlendirilirler. Hakim grubun çocuklarının habitusu, akademik ve sonuç
olarak meslekî başarıya dönüştürülen kültürel sermaye ile desteklenir. Eğitim sistemi, ‘tarafsız’
olarak hareket eder; ancak yalnızca bütün öğrencileri hakim kültürün üstünlüklerine göre
değerlendiren bağlamda okul kültürünün düzenlediği kültürel sermayeyi miras almış olanlar,
başka bir deyişle, ‘oyunun kuralını bilenler’ doğal olarak daha yetenekli ve becerili
görüleceklerdir. Sonuçta okullar işçi sınıfı kültürünü işçi sınıfının başarısızlığına ve
yetersizliğine dönüştürür. Böylece eğitim, sınıflar ve diğer toplumsal kategoriler arasındaki
eşitsizlik ilişkilerini yeniden üretir. Süreç içinde hakim grupların üstünlüğünü onaylar ve kendi
değerlilik anlayışını, ‘aslında neyin önemli olduğu’ düşüncesine olan mesafesini başkalarına
onaylatır. Kültürel sermaye kavramıyla Bourdieu’nun savunduğu şey, kültürün sonuçta
ekonomik bir işlev yürüttüğü ve ekonomik sermayenin belli gruplar için toplumsal avantajlar
‘sağlaması’na benzer şekilde işlediğidir. Böylece ekonomik avantaj, aile habitusunun kuşaklar
arası aktarılabilmesi gibi toplumsal bir avantaja çevrilebilir. Çünkü habitus, bizde vücut bulur;
yani bilincimize ve fizyolojimize, nasıl düşündüğümüze, nasıl konuştuğumuza ve nasıl hareket
ettiğimize damgasını vurmuştur bir kere. Bir kez bu özellikleri kazandığımızda ise, ekonomik
sermayenin aksine, bizden bir daha çekilip alınamaz.
Okuma Önerileri
Dipnotlarda verilen eserlere ek olarak eğitim sosyolojisi ile ilgili olarak şu iki çalışmaya
bakılabilir: Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisi, 12. Baskı, Ankara, 1999; Mustafa Ergün,
Eğitim Sosyolojisine Giriş, Ankara: Ocak Yayınları, 1994.
Uygulamalar
86
Bulunduğunuz bölgedeki devlet okullarının durumu nedir? Üniversite
imtihanlarındaki başarı oranları, okuldaki hiyerarşik yapılar, okullardaki
şiddet ve çeteleşme vb. açılardan kapsamlı bir biçimde değerlendiriniz.
Öğretmen-öğrenci ilişkilerinin zorluğunu, öğrencilerle daha geniş bir
bürokrasiyi temsil eden idareci arasındaki çatışmalar üzerinden anlatan
Freedom Writers (Özgürlük Yazarları, yön. Richard LaGravanese, 2007) ile
okulların toplumsal değişim ve/veya toplumsal bütünleşme konularındaki
işlevini irdeleyen Happy-Go-Lucky (Daima Mutlu, yön. Mike Leigh, 2008)
isimli filmleri izleyin ve aşağıdaki soruları cevaplayın. (Eğitim ve okul
ortamlarını anlatan başka filmleri de izleyebilir ve benzer sorular bağlamında
onları da değerlendirebilirsiniz.)
Uygulama Soruları
Freedom Writers filminde, okuldaki yetki hiyerarşisi nasıl sunulmaktadır?
Bu hiyerarşi, toplumsal ilişkileri nasıl etkilemektedir?
Filmin kahramanı, eğitim bürokrasisindeki gayrişahsiliğin üstesinden gelmek
için ne tür stratejiler geliştirmektedir?
Happy-Go-Lucky filminin kahramanı Poppy’nin (hem bir okulda öğretmen,
hem de direksiyon dersleri alan bir öğrenci) eğitime yaklaşımı, yukarıda
işlenen sosyolojik yaklaşımlarından hangisine yakındır ya da hangisini temsil
etmektedir sizce?
Poppy’nin eğitim konusundaki yaklaşımlarıyla toplumsal denetim, toplumsal
değişim ve toplumsal bütünleşme arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
87
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Tarihsel olarak kitlesel eğitimin zorunlu hale getirilmesi çok da eski değildir. Türkiye’de bütün
çocukların zorunlu eğitime tabi kılınmalarının tarihi 19. yüzyılın ilk çeyreğine denk gelir. Aynı
durum dünyanın diğer coğrafyalarında da benzerdir. Bu yönüyle zorunlu eğitim ve evrensel
okul eğitimi, ‘devlet için eğitim modernitenin anıtıdır’ sözünü sarf ettirir. Bu süreç ulusal
kültürlerin yaratılmasıyla canlanmış ve sonuçta ulusal kültürleri daha da güçlendirmiştir.
Eğitim sistemi seküler bilgi, bireyci ve maddi bir kültürün üretilmesine, geçerli kılınmasına ve
yayılmasına yardım etmiştir. Ayrıca kitlesel eğitim, eşitsiz yaşam kalıplarının yeniden
üretilmesine katkıda bulunarak toplumsal sınıfların yapılaştırılmasında ve ayrımcı milliyetçi ve
toplumsal cinsiyet bölünmelerinin pekiştirilmesinde önemli bir rol oynadı. Eğitim ve okullaşma
alanında yaşanan bu süreçler ve faaliyetler elbette belli eleştirileri ve itirazları da getirdi ve
getirmeye de devam ediyor. Eğitim ve okul konusundaki farklı yaklaşımlar da bu çeşitliliği
yansıtmaktadır.
Küreselleşmenin eğitim üzerindeki etkisi çelişkili bir durum göstermektedir. Bir yandan
ekonomi için daha kalifiye elemana ihtiyaç duyulmakta, fakat küresel finans piyasalarının yerel
hükümetler üzerinde uyguladığı baskılar neticesinde, hükümetler kamu harcamalarını aşağılara
çekme uğraşı vermektedirler. Netice itibariyle, birey ve aile, bütün düzeylerde rekabetçi bir hal
olan eğitim piyasasının yarattığı öğrenci harcamaları ve diğer maliyetlerin devreye girmesiyle
birlikte, gittikçe daha fazla bir mali yükü üstlenmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum, bir hak
olarak eğitimin statüsünü sorunlu hale getirmekte ve özerklik ve tarafsızlık iddialarını tehdit
etmektedir. Aynı zamanda yaratılan diploma enflasyonu, bireylerin eğitimlerini
genişletmelerini gerekli kılmakta, fakat ekstra bir gelir garantisi de getirmemektedir.
Ek olarak, çok-kültürlülük, çok-kültürcülük ve toplumsal çoğulculuğa doğru gidiş, çocuklara
öğretilecek şeylerin bilinmesini, kararlaştırılmasını zorlaştırmaktadır. Çocuk ve öğrencileri
dünya için donanımlı hale getirmek gittikçe güçleşmektedir. Bu problemler, yalnızca okul
eğitiminin ilettiği değerler ve kültürler düzeyinde değil, bilginin kendi düzeyinde de kendisini
hissettirmektedir.
Türkiye’nin eğitim sistemi, orta ve yüksek eğitim düzeyinde her geçen açılan yeni bir tartışma
gündeminin de gösterdiği gibi, ciddi problemlerle karşı karşıyadır. Gerek küresel gelişmeler ve
gerekse de yerel düzeyde yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel dönüşümler diğer
toplumsal kurumları olduğu gibi eğitim kurumunu da, kurumsal ve pratik düzeylerde
etkilemeye devam ediyor. Okulların organizasyonunun, öğretmen yetiştirme düzenimizin, ders
88
kitaplarının ve müfredatlarının; değişen ve gelişen ekonomik hayatın yarattığı ihtiyaçlar,
internet vb. gibi yeni medya araçlarının yaygınlaşması ve kullanım alanının genişlemesi, çok-
kültürlülük, çok kimliklilik, toplumsal cinsiyet vb. gibi yeni tartışma gündemlerinin açılması
ve daha pek çok faktörü dikkate alan bir perspektifle yeniden değerlendirilmeyi gerekli kılıyor.
Bölüm Soruları
1) Bilgiye internetten erişebilme imkanınızın olması, matbu metinleri okumanızı etkiledi
mi?
2) Aynı şekilde, internetin yaygınlığı ve sunduğu imkanlar okul kurumuna yaklaşımızda
herhangi bir değişiklik yaptı mı?
3) Yapmakta olduğunuz işin ya da başvurmayı düşündüğünüz işin aniden daha yüksek bir
eğitim düzeyi koşuluna bağlı hale gelmesine göstereceğiniz tepki ne olurdu? Başvuru
koşulları aniden düşseydi nasıl bir tepki verirdiniz?
4) Okul yetkilileri, öğrencilere ne tür etiketler yapıştırırlar? Bu etiketlemenin sonuçları
nelerdir?
5) Okulunuzu bürokratik buluyor musunuz? Okulunuzu daha az bürokratik bir hale nasıl
getirirdiniz? Daha az bürokratik olduğunda okulunuz nasıl bir yer olurdu?
6) Aldığınız eğitimin sizi iş yaşamına hazırladığını düşünüyor musunuz? Aldığınız eğitim,
gerekenden daha mı fazlaydı ya da yetersiz miydi? Tartışınız.
7) Üniversite imtihanına hazırlık sürecinizi hatırlayın. Zor mu yoksa kolay mıydı? Aile
geçmişiniz, sahip olduğunuz imkanlar bu konuda size destek mi yoksa engel mi oldu?
Arkadaşlarınızla ve çevrenizde bulunan benzer süreçlerden geçmiş insanların
tecrübeleriyle mukayese ederek tartışınız.
8) Okullardaki cinsiyetçi ya da milliyetçi uygulamalara yönelik eleştiriler, sizce yerinde
tespitler midir yoksa aşırıya kaçan politik doğrulama örnekleri midir? Tartışınız.
9) “Eğitim, Türkiye’de en önemli toplumsal hareketlilik aracıdır.” cümlesini tartışınız.
10) “Eğitim sisteminin ‘talim/öğretim’ boyutunun özel dershanelere, ‘terbiye/eğitim’
kısmının ise televizyonlara ve gazetelere ihale edildiği bir ortamda eğitim kurumunun
geleceği pek de umut vadetmiyor.” yargısını tartışınız.
89
4. TOPLUM VE DİN
90
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
4.1.Toplumsal bir kurum olarak dinin kökeni ve işlevi nedir?
4.2.Sosyoloji dine nasıl yaklaşır?
4.3.Farklı sosyologların dine yaklaşımları ve dini açıklama biçimleri
4.4.Çağdaş dünyada dine ilişkin farklı yaklaşımlar
91
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Auguste Comte’un Üç Hal Kanunu’na göre günümüz modern toplumlarında
‘din’in konumu ve anlamı nedir?
Modern toplumların gelişimi ile birlikte dinin etkisini kaybedeceği ve
sekülerleşmenin artacağına ilişkin yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çağdaş dünyada din, etkisini yitiriyor mu yoksa artırıyor mu? Neden ve nasıl?
92
Anahtar Kavramlar
Kutsal
Din
İnanç
Sekülerleşme Kuramı
93
Giriş
Dinî inançlar ve adetler, kültürden kültüre değişse de, bilinen tüm toplumlarda din vardır. Hans
Freyer’in deyimiyle, “İnsanlığın ne kadar kadim tarihine, ne kadar önceki devirlere inersek
inelim, daima din vakıası ile karşılaşırız.” Tüm dinler, müminlerinin yerine getirdiği ayinlerle
bağlantılı, yüceltme duygularını da kapsayan bir simgeler bütünü oluşturmaktadırlar.
Din, sosyolojinin, başlangıcından itibaren ilgilendiği temel konulardan biridir. Sosyolojinin ilk
dönemlerinde din anlam olarak tartışma konusu edilirken, günümüzde din sosyolojisi alanında
–büyük ölçüde, günümüzde sosyolojiden beklenen görevlerin ve çalışma alanının oldukça
sınırlanmış olması nedeniyle- mikrososyolojik çalışmaların etkinliği artmaktadır.
Sosyolojide dinin özü, dinin kaynağı ve bizzat kendisi araştırma konusu edilmez. O nedenle de
sosyolojide dinin, daha da geniş anlamıyla, kutsalın ve kutsal olmayanın tatmin edici bir tanımı
zor bulunur. Sosyolojinin dinle ilgilenmesinin nedeni ve kapsamı, onun da toplumsal bir olay
olmasıdır. Günter Kehrer’in ifadesiyle, “Din sosyolojisinin objesi insanların dine dayalı sosyal
davranışıdır. (...) Din, daha çok, bir grup insanın karşılıklı ilişkilerinin temeli olmalıdır. (...) din
sosyolojisi dinî, amaçlı spesifik cemaatleşmelerle ve insanların din tarafından belirlenmiş
sosyal davranışlarıyla ilgilenir.”1 Çoğu zaman da sosyolojinin açıklamaya çalıştığı husus, din
üzerinden belli toplumsal olaylardır.
Bu bölümde toplumsal bir kurum olarak dinin sosyolojide ele alınma biçimlerine, dinin
toplumda meydana getirdiği işlevlere, belli başlı dinlere ve modern hayatta din ve sekülerleşme
konuları etrafında gerçekleşen yeni gelişmelere ve tartışmalara değinilecektir.
4.1. Din: Tanımlama Çabaları
Yukarıda da ifade edildiği üzere, din bütün toplumlarda görülen bir olaydır. Günümüzde dünya
nüfusunun yaklaşık % 85’i herhangi bir dine bağlıdır; geriye kalanların içerisinde de
‘bağlantısız dindar’ bir kesimin olduğunu hatırlamakta fayda var.
İşe din sözcüğünün sözlük anlamlarıyla başlamak daha faydalı olacağa benziyor. Din
sözcüğünün, bir toplumsal kurum olarak dinin birçok veçhesini de kapsayan sözlük
anlamlarının derli toplu bir ifadesi Mevdudî’de bulunur:
1 Günter Kehrer, “Din Sosyolojisi”, çev. M. Emin Köktaş, Yasin Aktay ve M. Emin Köktaş (eds.), Din
Sosyolojisi, 3. Baskı, Ankara: Vadi Yay., 2007, s. 21-22. [ss. 21-118].
94
“Din kelimesi Arapçada çeşitli mânâlarda kullanılır:
(1) Üstün gelmek, zorla isteğini yaptırmak, hüküm, emir, itaate zorlamak, kendinden
üstün bir kuvvetin herhangi bir şeyi (sovereignty) kullanması, onu köle ve itaatkâr
kılmasıdır. (...)
(2) İtaat, kulluk, hizmet, bir kimsenin emri altına girmek, birinin işini müşavere etmek,
birinin üstünlüğü ve galibiyeti karşısında alçak gönüllülüğü ve zilleti kabullenmek.(...)
(3) Şeriat, kanun, yol, mezhep, millet, âdet, taklit. (...)
(4) Ceza, mükâfat, muhakeme, hesap.”2
Batı dillerinde din karşılığı olarak kullanılan religion sözcüğünün etimolojik kökenine ilişkin
farklı rivayetler mevcut. Bir yaklaşıma göre sözcük, ‘kutsal olana duyulan saygı’, ‘tanrılara
duyulan derin saygı’ anlamlarına gelen Latince religionem’den, bir diğer yaklaşıma göre de,
‘insanlar ile tanrılar arasındaki bağ, kişiyi bir şeyi yapmaya zorlayan ahlakî ya da yasal bağ’
anlamındaki religiõ’dan türemiştir. Filolog Max Müller, religion sözcüğünün Latince’deki
‘Tanrı’ya ya da tanrılara saygı duymak’, ‘ilahî şeyler üzerine dikkatlice düşünmek’, ‘takva’
anlamlarına gelen religio’dan türediğini belirtmektedir. Peter Berger de, sözcüğün etimonolojik
kökenine ilişkin olarak, “Latince bilginleri bizim kullandığımız ‘religion’ın ‘dikkatle bakmak’
ya da ‘dikkatli olmak’ anlamına gelen relegere fiilinden türediğini söylerler.” şeklinde bir
katkıda bulunur.3
2 Ebu’l Alâ el-Mevdudî, Kur’an’a Göre Dört Terim, çev. Osman Cilacı ve İsmail Kaya, İstanbul: Düşünce Yay.,
1981, s. 109-112. Mevdudî, eserinin devam eden sayfalarında ‘din binası’nın dört temele oturduğunu belirtir
ve ‘din’i belli bir anlayış üzerine kurulmuş olan bir toplumsal sistem olarak yorumlar tarzda bu dört unsuru
birbiriyle bağlantılı şekilde sıralar: “(1) Hâkimiyet, en üstün otorite. (2) Bu yüksek otorite ve hâkimiyete itaatle
boyun eğme. (3) Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen amelî ve fikrî nizam. (4) Bu nizama uymak,
ihlasla bağlanmak veya karşı gelmek suretiyle isyan etmekten dolayı yüksek otoritece verilen mükâfat veya
ceza.” Bkz. Mevdudî, a.g.e., s. 113-114. Mevdudî’nin sözcüğün farklı anlamlarını birbiriyle uyumlu ve
birbirini tamamlar biçimde biraraya getirme ve tanımlama çabasında, din kurumuna ilişkin çalışmalarda dile
getirilen dinin toplumsal işlevlerinin önemli bir kısmına da zımnen değinilmektedir. Mevdudî’nin eserinin,
kitabın kaleme alındığı dönemin –özellikle de İslamcılık bağlamında- ulusal ve uluslararası siyasal tartışma
gündeminin izlerini taşıdığı ve hatta bu tartışmalar üzerinde güçlü bir etkide bulunduğu da hatırlanmalıdır.
3 Peter L. Berger, “Dini Kurumlar”, Adil Çiftçi (der. ve çev.), Toplumbilimi Yazıları, İzmir: Anadolu Yay., 1999,
s. 77 [s. 71-136].
Bu konuda Bryan S. Turner, şu ufuk açıcı açıklamada bulunmaktadır: “Derrida ‘Faith and Knowledge’ta
[‘İnanç ve Bilgi’] Emile Benveniste’in Indo-European Language and Society [Hint-Avrupa Dili ve Toplum]
çalışmasını izleyerek ‘din’ (religio) kelimesinin iki ayırt edici kökü olduğunu kaydetmiştir. İlk olarak, relegere
toplamak veya hasat etmek anlamına gelir. İkinci olarak, religare bağlamak ya da kaynaştırmak anlamına gelir.
İlk anlam bir araya toplanmış bir sosyal grubun dinî temellerine işaret ederken, ikinci anlam insanları kontrol
etmek ve düzenlenmiş ve disiplinli bir hayat yaratmak için gerekli denetimleri gösterir. İlk anlam insanın
üyeliğinin oluşmasında kültün rolüne işaret ederken, ikinci anlam tutkuların disiplini olarak dinin düzenleyici
pratiklerine işaret eder. Bu ayırım Kant’ın felsefî din ve ahlâk analizinin temelini oluşturur. Religion within
the Boundaries of Mere Reason’da [Salt Aklın Sınırları Dâhilinde Din, (1763/1998)] Kant, taraftarlarına şifa
95
Sosyoloji din konusunu belli sınırlılıklar içerisinde irdeler ve din karşısındaki tavrı, başka değer
meselelerini incelerken takınmak zorunda olduğu tavrın bir benzeridir; yani din hakkında bir
değer yargısında bulunmaz. Onlar hakkında iyi veya kötü, doğru ya da yanlış türünden bir
hükümde bulunmaz. O nedenle Durkheim din olgusunu sosyolojik incelemeye konu ederken
şöyle der: “Dolayısıyla, esas itibariyle, yanlış olan hiç bir din yoktur. Bütün dinler, kendilerine
göre doğrudurlar. Hepsi de, değişik yollarla da olsa, insanî varoluşun belirli koşullarına karşılık
gelirler.”4 Dini, birçok sosyal açıdan önemli olgudan bir tanesi olarak değerlendirir. Dinin
kökenine ilişkin açıklamaları kendisine konu edinmez. Toplumsal hayat ile ilgili oldukları
ölçüde, dinî düşünceleri ayrıntılı bir şekilde incelemeye yönelir ve bu düşüncelerin toplumsal
nedenlerini, sonuçlarını ve onların toplumsal yapıyla ilişkilerini anlamaya çalışır.
Din, tanımı ve ortaya çıkışını açıklamanın hayli zor olduğu bir kurum. Bu konuda sosyolojide
belli yaklaşımlar olsa da, söz konusu yaklaşımları ne ölçüde ciddiye almak gerektiği
tartışmalıdır. Öncelikle ifade edilmesi gereken bir husus, herhalde dinin “belki de açıklamasını
kendi getiren tek olay” olmasıdır: “Her din, değişik ölçü ve sınırda da olsa kendi açıklamasını
kendi getirmektedir.”5
Üzerinde oybirliğiyle ittifak edilecek ve gelmiş geçmiş bütün dinleri kuşatacak bir din tanımı
yapmak zordur. Ancak yine de dinden kastın ne olduğunu anlamak açısından, din konusunda
sunulmuş belli tariflere bakabiliriz. Bunlardan biri Mehmet Taplamacıoğlu’na aittir: “Din,
manevi bir birlik meydana getiren topluluğun kutsal şeylerle ilgili inanma ve tapınmalarından
doğan dayanışmalı bir sistemdir.”6 Kutsal ve profan [kutsal olmayan] ayrımından hareket eden
Durkheim’e göre ise “Bir din kutsal şeylere dair inançlar ve amellerden müteşekkil bir
sistemdir; [‘kutsal şeyler’den kastım] tahsis edilmiş ve yasaklanmış şeylerdir, inançlar ve
ameller[den kastım] ise kendilerine inananları Kilise olarak adlandırılan tek bir manevî cemaat
ve zenginlik getirmesi için dua ve kurbanlar vasıtasıyla Tanrı’dan lütuf isteyen kült olarak din ile iyi bir hayata
ulaşmak için insanlara davranışlarını değiştirmelerini telkin eden ahlâkî eylem olarak din arasında ayırım
yapmıştır.” Bryan S. Turner, Din ve Modern Toplum: Yurttaşlık, Sekülerleşme ve Devlet, Arzu Tüfekçi (çev.
ve ed.), İstanbul (Bursa): Sentez Yay., 2017, s. 38-39.
4 Emile Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, Karel E. Fields (trans. and introduction by), New
York: The Free Press, 1995, s. 2. Eserin Türkçe’ye ilk tercümesi Din Hayatının İbtidâî Şekilleri adıyla Hüseyin
Cahit [Yalçın] tarafından yapılmıştır (İstanbul: Tanin Matbaası, 1924). Eserin güncel çevirilerinden bir tanesi
Fuat Aydın’a aittir: Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Ankara: Eskiyeni Yay., 2011. Bir diğeri İzzet Er tarafından
yapılmıştır: Dinî Hayatın İlk Şekilleri, Ankara: TDV, 2009. Bir diğer çevirisi de Özer Ozankaya’ya aittir:
Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri, İstanbul: Cem Yayınevi.
5 Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İstanbul: İÜEF Yay., 1981, s. 19.
6 Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi: Giriş, Ankara: AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., 1968, s. 58.
96
içinde biraraya getiren her şeydir.”7 G. Mensching, belki bilinmeyeni bir başka bilinmeyenle
açıkamaya çalışır ama kısa ve özlü bir din tanımı yapar: “Din, kutsalla hayatî bir
karşılaşmadır.”8
‘Özel bir sosyal eylem tipinin koşul ve etkilerini incelemeyi amaçladığı için’ dinin ‘özü’nün
ilgi alanına girmediğini belirten Max Weber, dinin özel bir tanımını vermemekle birlikte,
dinleri ‘insan varlığını düzenleyen ve büyük insan kitlelerini etraflarında toplama başarısı
gösteren sistemler’ olarak değerlendirmiştir. Weber’in din incelemeleri, din konusuna
eğilmesinin ana sebepleriyle uyumlu bir doğrultu izler ve bağımsız bir değişken olarak
değerlendirdiği ‘din tarafından güdülenmiş eylemin en basit formlarının yöneldiği’ bu dünya
üzerindeki etkilerini göstermeye yoğunlaşır.9
Karl Marx, din üzerine düşünen diğer birçok Batılı sosyal bilimci gibi, dinin insanlar ve toplum
tarafından inşa edildiğini kendine özgü üslubuyla ifade eder:
“Almanya için dinin eleştirisi temel olarak tamamlanmıştır ve din eleştirisi bütün
eleştirilerin öncülüdür. (...) Dindışı eleştirinin kökeni şudur: İnsan dini inşa eder, din
insanı değil. Başka bir deyişle, din henüz kendini bulamamış veya kendini tekrar
kaybetmiş insanın öz-bilincidir. Fakat insan dünyanın dışında ikamet eden soyut bir
varlık değildir. İnsan insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum
tersyüz edilmiş dünya-bilinci olan dini üretir, çünkü bu tersine dönmüş bir dünyadır.
Din bu dünyanın genel teorisidir; [bu dünyanın] ansiklopedik bir özeti, popüler bir form
içindeki mantığı, manevî onur meselesi, coşkusu, ahlakî onaması, görkemli
tamamlanışı, teselli edilmesi ve meşrulaştırılması için evrensel zeminidir. İnsanın
fantastik gerçekleşimidir, çünkü insan hakikî bir gerçekliğe sahip değildir. (...) Dinin
sefaleti aynı zamanda gerçek sefaletin bir ifadesi, gerçek sefalete karşı bir protestodur.
Din, ezilen varlığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhudur.
Din, insanın afyonudur.”10
7 Emile Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, s. 44.
8 G. Mensching, Die Religion, Stuttgart, 1959, s. 18’den nkl. Günter Kehrer, a.g.m., s. 24.
9 Bkz. Max Weber, Ekonomi ve Toplum, çev. Latif Boyacı, İstanbul: Yarın, 2012, c. I, “VII. Bölüm: Din
Sosyolojisi”, s. 523-769.
10 Karl Marx, “A Contribution to The Critique of Hegel’s ‘Philosophy of Right’”, Critique of Hegel’s
‘Philosophy of Right’, (translated from the German by) Annette Jolin ve Joseph O’Malley, Joseph O’Malley
(ed.), Cambridge University Press, 1970, s. 131.
97
Dini ‘kendi varlık ve gücünden farklı tabiatüstü varlıkların veya güçlerin olabileceği
tasavvurunun zaruri neticesi olarak, bunlarla ilişkiye girmenin mümkün ve anlamlı
olabileceğini düşünen insanların her tür davranışı’ olarak gören Paul Honigsheim ya da ‘Bir
grup insanın, insan hayatının nihaî problemlerini çözmek istediği, inanç tasavvurlarından ve
ümitlerinden oluşmuş bir sistem” olarak kavrayan John Milton Yinger’in tanımları, ya yalnızca
belli dinler için geçerli bir tanımdır ya da dinî eylemin belli işlevlerini ifade etmekle sınırlı
kalacaklardır.11
Konu ile ilgili çalışmasında Peter Berger de bir din tanımı teklif etmektedir: “Din, kendisinde
–insan veya değil- bütün varlığı kapsayan bir kutsal düzen hususundaki beşer tavrıdır. Diğer bir
ifadeyle, din, anlamı insanı hem aşan hem de içine alan bir düzene inanmaktır.”12 Dini bir
‘kültürel sistem’ olarak kavrayan Clifford Geertz, hayli kapsamlı bir din tarifi yapar: “(...) bir
din; [1] bir semboller sistemidir ki, [2] insanlar için güçlü, kapsamlı ve uzun süre devam eden
ruh halleri ve güdülenmeleri tesis etmek üzere işler, [3] (bunu) genel bir varoluş düzeninin
kavramlarını formüle ederek ve, [4] bu kavramları bir olgusallık havasıyla [5] ruh halleri ve
güdülenmelerin kendilerine özgü bir biçimde gerçekçi göründükleri (bir havada yapar).”13
Anthony Giddens, dini, öncelikle ‘ne olmadığını’ ortaya koyarak tanımlamaya çalışır: Ona göre
din, her şeyden önce ‘tek-tanrıcılık’la özdeşleştirilmemelidir, zira çok tanrılı olanları da vardır.
İkinci olarak, din müminlerin davranışlarını kontrol eden ahlakî buyruklarla
özdeşleştirilmemelidir; zira böyle olmayanları da vardır. Üçüncüsü, din zorunlu olarak
dünyanın bugünkü haline nasıl geldiğini açıklamak zorunda değildir; birçok dinde bu türden
yaratılış hikayeleri (kozmogeni) yoktur. Dördüncüsü, din doğaüstü ile, ‘duyular dünyasının
ötesinde’ olan bir dünyaya inanışla özdeşleştirilmemelidir. Giddens, dinin ne olduğunu ise
dinlerde ortak olan bazı hususları sıralayarak cevaplamaya çalışır:
“Tüm dinlerdeki ortak özellikler şöyle sıralanabilir: Din, bir dizi simge içerir; saygıyla
karışık bir korku duygusu uyandıran bu simgeler ayin ya da törenlerle bağlantılıdır. (...)
Bir dinsel inanışta tanrılara yer olmayabilir, ama korku ve hayranlık uyandıran bir varlık
ya da bir nesne mutlaka vardır. Bazı dinlerde insanlar kişiselleştilmiş tanrılar yerine
11 Günter Kehrer, a.g.m., s. 24.
12 Peter L. Berger, “Dini Kurumlar”, s. 80.
13 Clifford Geertz, “Kültürel Bir Sistem Olarak Din”, çev. Yasin Aktay, Aktay ve Köktaş (eds.), Din Sosyolojisi,
s. 177 [ss. 175-187]. (Köşeli parantezler ve içindeki rakamlar yazarın bizzat kendisine aittir. Her biri, aynı
zamanda, bu tanımı yapmış olduğu yazısının bir alt başlığına denk gelmekte ve o alt başlık altında
açıklanmaktadır.)
98
‘ilahi bir güce’ inanır ve saygı gösterirler, bazılarında ise tanrı olmadıkları halde büyük
bir saygıyla ululanmış figürler vardır, Buda ve Konfüçyüs gibi... (...) Sosyologlar,
ortaklaşa yapılan törenin varlığını, aralarındaki sınırlar pek belirgin olmasa da, dini,
büyüden ayıran belli başlı faktörlerden biri olarak görürler. Büyü; iksir, şarkı ya da
ritüeller aracılığıyla olayların gelişimini etkilemektedir. Bir topluluk değil, tek tek
bireyler yönelir büyüye...”14
Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din başlıklı çalışmasında din sosyolojisi
literatüründe din fenomeninin ‘fonksiyonel’, ‘özsel’ ve ‘politetik’ olmak üzere üç kategori
içinde tanımlanmaya ve açıklanmaya çalışıldığından söz ederken, bir anlamda yukarıda
sıraladığımız tanımları toparlayıcı bir değerlendirmede bulunur: Fonksiyonel din tanımında
Durkheim, Comte ve antropologların çoğunda olduğu gibi dinin toplumsal işlevinin ne
olduğuna bakılarak bir din tanımı geliştirilir. Özsel tanımda önemli olan, dinin gördüğü
fonksiyondan ziyade özünün ne olduğudur. E. B. Tylor’un ya da R. Otto’nun din tanımlarında
olduğu gibi... Politetik din tanımı ise, belli bir din tanımı yapmaktan ziyade, bir oluşumu ‘din’
olarak kabul edebilmek için hangi özelliklere sahip olması gerektiği hususuyla ilgilidir.15 Özel
olarak ‘sivil din’ kavramıyla ilgili çalışmasında Ataman ‘din’in tanımına ilişkin şunları yazıyor:
“Her ne kadar din bilimlerinde ‘efrâdını câmî ağyârını mâni’ bir din tanımı yapmak
mümkün görünmüyorsa da, din sosyolojisi çalışmalarını yalnızca, ya da büyük ölçüde
‘tanımlama’ problemiyle meşgul etmek bu alanda yapılabilecek daha verimli
çalışmaları akamete uğratmaktadır. Kanatimizce din, kültürel, sosyal ve bireysel
sistemleri anlamlı bir bütünde birleştiren fenomen olarak tanımlanabilir. Bu genel
tanımla bile dinde: (a) bir inananlar topluluğu, (b) soyut kültürel değerleri, tarihî
gerçeklikte belirginleştirerek yorumlayan bir mit, (c) bu belirginleştirmenin kendisi
sayesinde gerçekleşen ve bireysel katılımı mümkün kılan bir ritüeller manzumesi ve (d)
gündelik gerçeklikten daha ötesini/fazlasını kuşattığı düşünülen bir tecrübe boyutu-
kutsal, gibi temel unsurların bulunması gerektiği hususlarına klasik din bilimleri
literatüründe sıkça vurgu yapılmıştır.”16
Din sosyolojisi alanında çalışan sosyal bilimciler ya da çalışması bir şekilde din olgusuyla
kesişen sosyologlar, tanımlardan da anlaşılacağı üzere, dinin özüyle ve kaynağıyla değil daha
14 Anthony Giddens, Sosyoloji, çev. Hüseyin Özel ve Cemal Güzel, Ankara: Ayraç Yay., 2000, s. 464-465.
15 Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din – Bir Analiz Denemesi, Ankara (Bursa): Sentez Yay.,
2014, s. 97-100.
16 Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din, s. 100.
99
ziyade toplumsal hayat içerisindeki dışa vurumlarıyla, ‘din’in etkilemiş olduğu toplumsal
eylemlerle ve ‘dinin/kutsalın’ toplumsal bir olguya dönüşmüş biçimiyle ilgilenmişlerdir.
Aşağıda din sosyolojisi olarak adlandırılan araştırma alanının gelişiminden söz edilecek ve bu
çerçevede din olgusuna yönelik zaman içerisinde ortaya çıkan farklı yaklaşımlar ve
değerlendirme biçimleri üzerinde durulacaktır.
4.2. Din Sosyolojisi
Din sosyolojisi, sosyoloji içinde en çok tartışma yaşanan alt dallardan biridir. Dinsel gerçekliğin
toplum nezdindeki anlamını ve toplumun dinsel gerçeklik içindeki anlamını incelemeye çalışan
din sosyolojisi, bu bakımdan sosyal bilimler ve din çalışmaları arasında iki yönlü bir bağ kurar.
Dolayısıyla bu branşın tarihçesine baktığımızda her iki çalışma alanının birbiri içine geçtiği bir
durumla karşılaşırız.
Günter Kehrer, “Din Sosyolojisi” başlıklı çalışmasında, alanın tarihçesine ve içeriğine ilişkin
şu açıklayıcı bilgileri verir:
“Din sosyolojisi ile ilgili araştırmalar ilerledikçe, birbirini izleyerek veya birbiriyle
yanyana bulunarak din sosyolojisinin tercihli objesi olan üç alan birbirinden ayrılır: a)
Dinlerin sosyal olarak ortaya çıkış nedenlerini göstermek. Bu konu özellikle 19.
yüzyılda ön plandaydı. Bu dönemde de öncelikle H. Spencer, B. Tylor, K. Marx ve de
E. Durkheim’in çalışmalarında. b) Kilise gruplarının sosyal ve dinî hayatı. Bu alan
ekseriya ‘gerçek’ din sosyolojisinden farklı olarak kilise sosyal araştırması olarak
adlandırıldı. En önemli temsilcisi G. Le Bras’tır. c) Din ile ‘dünyevî (profan)’ toplum
arasındaki karşılıklı etkiler. Bu konu 20. yüzyılın başında M. Weber tarafından ele alındı
ve J. Wach ve G. Menshing’in çalışmalarında sürdürüldü.”17
Başlangıcı itibariyle, etnografya -özellikle de Fransız ve Anglo-Sakson ekolleri- din
sosyolojisine son derece önemli katkılar yaptı. İlkel olarak adlandırılan toplumların çoğunda
dinî bir hayatın olması, dinî ayinlerin varlığı, rasyonel bir teolojiden yoksunluk, görece yavaş
bir toplumsal değişme bu toplumlarda dinî hayatın en basit formlarının bu halklarda
bulunabileceği düşüncesi etnografya ve antropolojinin bulgularını din sosyolojisi için önemli
17 Günter Kehrer, a.g.m., s. 22. Kehrer, yazısının ilerleyen kısmında, din sosyolojisi alanında dillendirilen
teorileri, kullanılan yöntemleri ve diğer sosyal bilim alanlarının din sosyolojisine katkılarını Batılı ülkelerin
gündemlerini, geleneklerini ve beklentilerini merkeze almak suretiyle düşünürler ve çalışma konuları özelinde
sistematik bir biçimde özetler. Özellikle bkz. s. 29-54.
100
hale getirdi. İlkel toplumlara ilişkin yaklaşımların çoğu günümüzde pek kullanılmıyorsa da,
etnografik araştırmalar din sosyolojisi için zengin malzemeler sunmuştur. Durkheim’in din
sosyolojisi alanındaki çalışmalarında bu malzemeden fazlasıyla yararlandığı açıktır. Bu
çerçevede E. B. Tylor’un Primitive Culture (1871) isimli eserinde din olgusunun kaynağına
ilişkin değerlendirmelerinden de söz etmek gerekir. Tylor’a göre ‘din olgusunun kaynağı’
ilkellerin –özellikle de rüyalar ve ölüm hakkındaki- bilgi eksiklikleriydi. Aşkın bir varlığa inanç
olarak tanımlanan ‘din’in ilkeller arasında yaygın olan ‘animizm’e uygun olduğunu
düşünüyordu. Tylor, ayrıca bir atalar kültü üzerine kurulduğunu düşündüğü dinin muhafazakar
bir karakter taşıdığını ve bu yönüyle de toplumsal değişmelere ve ilerlemeye engel teşkil ettiğini
iddia ediyordu. Antropolojik çalışmaların din sosyolojisi alanındaki etkisine bir diğer örnek,
James Frazer’in Golden Bough: A Study in Magic and Religion ([Altın Dal: Büyü ve Din
Üzerine Bir İnceleme], 1890)18 isimli eseriydi. Frazer, özellikle geliştirdiği ‘büyü’ ve ‘din’
teorisiyle alanı ciddi biçimde etkilemiştir. Sonrasında Bronislaw Malinowski ve Alfred
Radcliffe-Brown’un antropolojik çalışmaları din sosyolojisi çalışmalarını hem teorik, hem
yöntem ve hem de malzeme olarak hayli zenginleştirmiştir.
Sosyolojinin kurucu babaları için din, hem toplumsal ontolojinin arkaik şeklini görme hem de
toplumsal grupların birbirleri ile olan ilişki biçimlerini açıklama mecrasıdır. Birinci eğilim
kutsal problemi merkezinde toplumsal yaşamın yarattığı değerleri ve bilinç yapısını
çözümlemeyi içerir. Bu eğilimin en önemli örneğini Durkheim’ın toplum ve kutsalın özdeş
olduğunu ileri sürdüğü Dini Hayatın İlksel Biçimleri isimli eserinde görmekteyiz. 19
Durkheim’de “Din, daha çok toplumun yapısal bir elementi olarak görülür. Din hayalle bir ilişki
değil, aksine ‘gerçekliğin muhtevasından bir şey’dir. Din sosyal bir fenomen olduğu ölçüde,
toplum da dinî bir fenomendir. Kutsal şeyler de (ilahlar gibi kutsal tasavvurlar da) toplumsal
birliğin sembolüdür. (...) Dinin entellektüel fonksiyonları ahlakî bütünleşme lehine gerilemişse
18 Türkçesi için bkz. Altın Dal: Din ve Folklörün Kökeni, çev. Mehmet H. Doğan, 2 cilt, İstanbul: Payel Yay.,
1991-1992. Frazer’in temel çalışması 1890-1915 arasında yayınlanmış ve toplam 12 cilt olan Golden Bough:
A Study of Comparative Religion [Altın Dal: Mukayeseli Bir Din İncelemesi]’dir. Bu eser, 1922 yılında bizzat
yazar tarafından tek ciltlik muhtasar bir eser haline getiriliyor. 1936’da esere bir de ek yayınlıyor. Sonraki
yıllarda bu muhtasar cildin bir çok yeni basımı ve farklı dillere tercümesi -hatta kimi zaman farklı başlıklarla-
yapılıyor.
19 Durkheim’in din fenomenine ilişkin temel yaklaşımını ortaya koyduğu ilk metin, Année Sociologique (1897-
1898, c. II, s. 1-28)’de yayınladığı meşhur ‘De la définition des phénomènes religieux’ [‘Din Olgusunun
Tanımı’] başlıklı makaledir.
101
de Durkheim’a göre modern toplum da dinîdir. Bunun ifadesi –Durkheim böyle düşünüyor-
milli ve politik sembollerde bulunabilir.”20
İkinci eğilim ise din içindeki mezhep farklılaşmaları bağlamında toplumsal düzenin oluşum
sürecini incelemeyi amaçlar. Weber’in Die protestantische Ethik und der Geist der
Kapitalismus ([Protestan Ahlakı ve Kapitalizm’in Ruhu], 1905) ve Ekonomi ve Toplum adlı
eseri içerisindeki sistematik ‘Din Sosyolojisi’ yazılarının ilk ve en önemli örnekleri olduğu bu
yaklaşım tarzı içinde; toplumsal düzen ve meşruiyet problemi, farklı kiliseler merkezinde
yaşamlarını sürdüren dinsel grupların birbirleri ile mücadelesi üzerinden açıklanmaya
çalışılmıştır. Daha ziyade kapitalist sistemin ortaya çıkışını araştırmaya yönelen yeni tarihçi
okul geleneği içerisinde değerlendirilmesi gereken “Weber’in çalışmaları sosyal tarih alanından
hareket eder ve somut dinî bir sistemin dinî olmayan alanlara etkilerini belirlemeyi dener.”21
Bütün bu anlatılanlara ek olarak sosyolojinin doğum çağında dinin bir alt dal içinde
incelenmekten öte sosyolojinin temel sorunlarından biri olarak görüldüğü unutulmamalıdır. Din
sosyolojisinin özerk bir branş haline gelmesi klasik sosyologlar devrinden sonra mümkün
olmuştur: “Yirminci asrın başlangıcına kadar çeşitli materyalleri düzenleyecek kategorilere
sahip ve kendi sorununun doğasını ön yargısız bir şekilde inceleyen bir metodolojiye dayalı din
sosyolojisi diye bir branş yoktur.”22
Yirminci asırda “din sosyolojisi” ismini içeren ilk metinlerden biri, Joachim Wach’ın Meister
und Jünger: Zwei religionssoziologische Betrachtungen (Usta ve Çırak: Din Sosyolojisi
Üzerine İki Deneme, 1924) adlı eseridir. Wach, usta-çırak ilişkisinde dinî birlikteliğin ilk
biçimlerini görür. Din sosyolojisinin konusunu da, bu bağlamda, söz konusu toplumsal
ilişkilerin incelenmesi olarak önerir. Ona göre din ve toplum iki bağımsız birimdir ve her iki
alan arasındaki karşılıklı etkiler, dinî cemaatleşme ve dinî lider tipleri din sosyolojisinin
konularını oluşturmalıdır. Weber’den farklılığı da bu noktada açığa çıkar. Wach, Weber’den
farklı olarak, meselenin içsel boyutuyla ilgilenmeye yönelmiştir. Bu bağlamda Wach’ın din
sosyolojisinin kurucularından olduğu söylenebilir ancak onun din sosyolojisi, dinler tarihi, din
felsefesi ve ilahiyat gibi din çalışmalarının içerdiği disiplinlere sosyal bilimsel bir derinlik
kazandırma amacı güder. Max Weber ve Ernest Troeltsch gibi düşünürlerin yorumlayıcı
20 Günter Kehrer, a.g.m., s. 34. Durkheim’in ve –onun öncesinde de J. J. Rousseau’nun- din konusundaki
düşüncelerinin ulus/toplum-din ve din-siyaset ilişkileri ve dinin toplumsal işlevleri bakımından değerlendiren
özlü bir inceleme için bkz. Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din.
21 Günter Kehrer, a.g.m., s. 36.
22 Joseph M. Kitagava, “Joachim Wach and Religion of Sociology”, The Journal of Religion, Haziran 1957, c.
III, sy. 37, s. 181.
102
yaklaşımını benimseyen, din fenomenolojisinin kurucu ismi olarak kabul edilen G. Van der
Leeuw’un, Rudolf Otto’nun ve Max F. Scheler’in felsefî yaklaşımlarından etkilenen Wach, din
olgusunun toplumsal anlamına yönelik hermenötik ve öznel deneyimleri önceleyen bir tavır
sergiler. Din sosyolojisi, aslında, onun felsefî-teolojik temelli açıklamalarının ampirik
bileşenini oluşturur. “Wach, eğitim olarak din bilimci, teolog ve filozof idi. Onun din
sosyolojisi, geniş olarak tasarlanmış din bilimi çerçevesinde [değerlendirilmiştir]. Bu din
bilimi, 1. Hermenötik, 2. Fenomenoloji ve dinî tecrübenin tezahür şekilleri, ve 3. din
sosyolojisini içine alır.”23 Din sosyolojisini din biliminin ayrılmaz bir parçası olarak gören
Wach’a göre, din sosyolojisinin en önemli görevi dinî hayatın müminler topluluğunda ortaya
çıkan tezahürlerini incelemek ve bir tipolojisini geliştirmektir.
İki savaş arası dönemde din sosyolojisi çalışmaları, gerçekleştirilen kilise incelemeleri ile
ilerlemiştir. Kilise incelemelerinin/araştırmalarının geçmişi daha eskidir aslında; fakat bu
çalışmalar 19. yüzyılda daha ziyade sanayileşme süreçlerinin yarattığı sıkıntılar ve halkın
yoksulluğu gibi problemler karşısında kilise normlarının yerine getirilip getirilmediği, kilisenin
sorumluluklarını ihmal edip etmediği vb. gibi konular etrafında, başka bir deyişle, başka
toplumsal meselelerle ilişkili biçimde şekillenmişti. Örneğin F. Le Play de, Avrupalı işçinin
aile hayatına ilişkin araştırmalarının yanı sıra işçi ailelerinin dinî yaşantılarıyla da geniş bir
biçimde ilgilenmişti. Kilise davranışının incelenmesine yönelik çalışmalar, Gabriel Le Bras’ın
ve bulguları Archives’de yayınlanan araştırmacıların Katolik kilisesi üzerine yaptıkları
çalışmalarla birlikte başka bir yönde ilerler ve yeniden önem kazanır (1956’da kurulan Archives
de la Sociologie des Religion adlı dergi, bu sosyografik çalışmaların yayınlandığı bir kanal
işlevini görmüştür). Le Bras’a göre din sosyolojisinin amacı dinsel toplulukların inanç
pratiklerini, kendi mahremlerindeki ilişki biçimlerini ve dış dünya ile bütünleşmelerini
niteliksel ve niceliksel olarak gözlemlemek ve ölçmektir. Bu bağlamda din sosyolojisi şu üç
sorunu çözümlemeyi hedefler: Birincisi, din sosyolojisi dinsel topluluğun üye sayısını ve bu
üyeliğin temel özelliklerini belirlemeye ve bireylerin akidevi bağlılıklarını ve ayinlere
katılımlarının derecesini tespit etmeye çalışmalıdır. İkincisi, profan toplumsal düzenin dinsel
topluluk üstündeki siyasal ve ekonomik etkilerini incelemelidir. Üçüncüsü, kutsal ve doğa-üstü
alemin olağan yaşamdaki tezahür biçimlerini ortaya çıkarmalıdır.24
23 Günter Kehrer, a.g.m., s. 42. A.g.y., s. 174.
24 Gabriel Le Bras’ın din sosyolojisi anlayışı için bkz. Ünver Günay, “Gabriel Le Bras’ın Din Sosyolojisini
Araştırma Yöntemleri”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1988, sy. 2, s. 10-28.
103
Fransa’da Le Bras ve Archives grubunun yanı sıra bu dönemde Hollanda’da W. Banning, J. P.
Kruijt ve G. H. L. Zeegers’in öncülük ettiği ikinci bir araştırma merkezi kurulur. Ampirik din
sosyolojisi çalışmaları Fransa ve Hollanda’dan sonra Belçika, Almanya, İtalya, İspanya, Güney
Amerika ve Kanada’ya kadar yayılır. 1945 sonrasında İngiltere’de S. F. Nadel, Radcliffe-
Brown, F. E. Evans-Pritchard, W. R. Firth gibi isimlerin öncülüğünde etnografik din sosyolojisi
yaklaşımı tekrardan canlanır. İkinci Savaş sonrası dönemde, Batı-dışı toplumların
gelişme/modernleşme/kalkınma problemleri de etno-sosyolojik bir yaklaşımın gelişimini
etkilemiştir. Bu dönemde farklı dinsel inançların ve mezheplerin incelenmesiyle birlikte genel
geçer bir din sosyolojisi kurulmaya çalışılmıştır. Bu maksatla 1948 yılında ilk kez uluslararası
bir din sosyolojisi konferansı düzenlendi. Avrupa merkezli bu gelişmelere ek olarak, ABD’nde
1920 ve 1925 arasında H. P. Douglas, R. W. Sonderson, R. H. Niebuhr gibi isimlerle başlayıp
gelişen Protestan kilisesi incelemeleri İkinci Savaş nedeniyle kesintiye uğramışsa da 1945
sonrasında tekrar hız kazanmıştır.25
Din sosyolojisinin gelişimindeki önemli evrelerden biri 1960 sonrasında toplum sahnesine
çıkan yeni olgulardır. Altmışlı yıllara kadar sekülerleşme kuramları doğrultusunda ele alınan
din tanımları bu dönemden sonra değişmeye başlar. Sekülerleşme kuramlarının tesiriyle –
rasyonalizasyonun artmasının, eğitimin yaygınlaşmasının ve bilimin gelişiminin doğal bir
sonucu olarak- dinselin/kutsalın toplumsal yaşamdan silineceği, gerek kurumsal düzeyde
gerekse bireyler nezdinde dinsel yorumun telafi edilemeyecek bir çöküş sürecine gireceği fikri,
uzun süre din sosyolojisi içinde yaygın bir kabul olarak barınmıştır. (Sekülerleşme teorisi
özelindeki tartışmalar aşağıda ayrıca ele alınmaktadır.) Fakat 1960’larla birlikte sekülerleşme
tezinin iddialarının geçerliliğinin ciddi bir eleştirel değerlendirmeye tabi kılındığı
görülmektedir. Dinin veya daha kapsamlı bir ifade olarak ‘kutsal’ın modern toplumda yeni bir
görünüm ve esaslar aracılığıyla kendine bir yer bulmaya devam ettiği şok edici bir şekilde fark
edilmiştir.
Yetmişli yıllarda ise fundamentalist hareketler, kültler, yeni dinî hareketler vasıtasıyla dinin
yükselişi olgusuyla karşılaşılır. Bu gelişmelere bağlı olarak, din sosyolojisi de ilgi alanlarını ve
açıklama modellerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Sekülerleşme teorilerine
referansla açıklanması güç olan bu dinî durumlar din sosyolojisinin tartışma gündemine dinsel
çoğulculuk gibi yeni tartışma konularının girmesini de tetiklemiştir. Dinin toplumsal gerçeklik
ve toplumsal gerçekliğin de din üzerindeki etkisinin yeniden tanımlanmasının gündeme
25 Mehmet Taplamacıoğlu, a.g.e., s. 148-149.
104
gelmesi, modern toplumsal hayatta meşruiyet sorununun tekrar ele alınması gereğini ortaya
çıkarmıştır. Böylelikle din sosyolojisinde dinsel toplulukların yapısını ampirik olarak inceleyen
yaklaşım tarzının yanına modern toplumda din olgusunun yeniden oluşum sürecini, bu olgunun
içerdiği yeni bilişsel ve normatif anlamı ve meşruiyeti sorgulayan farklı bir yaklaşım tarzı
yerleşmeye başladı. Bu durum din sosyolojisini toplumun gerçekte ne olduğu sorusunu
tekrardan hatırlamaya sevk etmiştir.26
Türkiye’de din sosyolojisi çalışmaları, modernleşme tecrübemizin aynı zamanda dinî bir
mesele de teşkil etmesine ve Gökalp’in din konusunu ele alan bazı incelemeleri olmasına
rağmen ihmal edilmiş bir alan olarak göze çarpıyor. Ülkemizde din sosyolojisi çalışmalarının
görece gecikme sebepleri arasında, pozitivist bir bilim anlayışı çerçevesinde devleti ve toplumu
dönüştürme çabalarının ve bu bağlamda ortaya çıkan siyasal çekişmelerin etkisinden söz
edilebilir. Yukarıda ifade edildiği üzere, din sosyolojisi çalışmalarının ilk örneklerini Ziya
Gökalp’te görürüz. 1924’te Durkheim’in din konusundaki eseri, başkanlığını Gökalp’in yaptığı
Telif ve Tercüme Encümeni’nin planlamaları çerçevesinde, Din Hayatının İbtidâî Şekilleri
başlığıyla Türkçe’ye tercüme edilmişti. Pek çok farklı alanda öncü yayınlarıyla tanınan ve
1927’de Felsefe ve İctimâiyyat Mecmuası’nda yayınladığı “Dinî İctimâiyyat” başlıklı seri
yazılarıyla din sosyolojisinin çerçevesini çizmeye başlayan Hilmi Ziya Ülken, 1943’te bu
alandaki ilk Türkçe telif eser olan Dinî Sosyoloji başlıklı çalışmasını yayınladı. Hans Freyer’in
1964’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde vermiş olduğu derslerin notlarından oluşan
Din Sosyolojisi başlıklı eseri, ardından aynı fakültede öğretim üyesi olan Mehmet
Taplamacıoğlu’nun Din Sosyolojisine Giriş ve Din Sosyolojisi eserleri alana yönelik ilginin
canlanmasına işaret ediyordu. Bu çerçevede Ziyaeddin F. Fındıkoğlu’nun ve öğrencisi Amiran
K. Bilgiseven’in çalışmaları din ve daha özelde de İslam dini hakkındaki çalışmaları
zenginleştirmiştir. Sabri F. Ülgener’in -Weber’in tezlerinin etkisinde gerçekleştirmiş olduğu-
din, zihniyet ve tasavvuf etrafındaki çalışmalarını din sosyolojisi alanındaki çalışmaların
çeşitlenmesi olarak zikredebiliriz. İslam dini bağlamında Türk toplumunun sorunlarını tartışan
Şerif Mardin, Doğu-Batı çatışması kuramı çerçevesinde din konusuyla da ilgilenen Baykan
Sezer, yerlici-millici bir çizgide Türk kültürü, İslam tasavvufu ve çağdaş İslam dünyasının
meseleleri etrafında eserler kaleme alan Erol Güngör gibi isimler Türkiye’de din sosyolojisi
26 Din sosyolojisi alanındaki çağdaş gelişmelere ilişkin bir değerlendirme için bkz. Bryan S. Turner, “Din ve
Çağdaş Sosyal Teoriler”, çev. Osman Ülker, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2014/2, c.
1, sy. 1, s. 231-255. Genel olarak din sosyolojisi alanının ortaya çıkışına, gelişimine, bu alandaki belli başlı
tartışma konularına ve dinî alandaki çağdaş gelişmelere ilişkin özet fakat faydalı bir anlatı için ayrıca bkz.
Jean-Paul Willaime, Dinler Sosyolojisi, çev. Ramazan Adıbelli, İstanbul: Pinhan Yay., 2017.
105
alanına önemli teorik katkılarda bulunan akademisyenlerdir. Bu isimlere Nilüfer Göle’yi,
Mehmet Aydın’ı da eklemeliyiz elbette.27 Günümüzde din sosyolojisi çalışmalarının Ünver
Günay, Mustafa Aydın, Yasin Aktay, Ali Köse, Celalettin Çelik, Mustafa Tekin, Tayfun Atay,
Volkan Ertit ve isimlerini burada sayamayacağımız daha pek çok genç akademisyenin kıymetli
katkılarıyla gelişmektedir. Yayınlanan çalışmalar, bu alandaki çağdaş tartışma gündeminin ve
metodolojik gelişmelerin yakından takip edildiğini, din sosyolojisi alanındaki kuramsal ve
uygulamalı çalışmaların gittikçe zengin bir çeşitliliğe kavuştuğunu göstermektedir.
4.3. Dine Sosyolojik Bakış
Sosyolojik terimlerle ifade edecek olursak, dinin hem açık, hem de örtük işlevleri vardır: Açık
işlevlerinden birisi, din maddi ya da ruhani dünyayı tanımlar ve ilahi olanı anlamlandırır. Gizli
işlevleri ise kasıtsız, üstü kapalı ya da gizlidir. Dinî bir ayinin açık işlevi ibadet için bir toplanma
sağlamak olsa da, gizli işlevi her türden toplumsallaşmayı sağlamaktır. Hem işlevselci
kuramlar, hem de çatışma kuramcıları, dinin insan toplumları üzerindeki etkilerini
değerlendirmişlerdir. İlk olarak, dinin toplumsal birlik ve bütünlük kurmak, toplumsal destek
sağlamak ve toplumsal değişime ön ayak olmak gibi rollerini işlevselci açıdan
değerlendireceğiz; ardından çatışmacı perspektiften dine toplumsal bir kontrol mekanizması
olarak bakacağız.
4.3.1. Dinin Bütünleştirici İşlevi
Durkheim, dini insan toplumlarında bütünleştirici bir güç olarak görmüştür; onun bu bakış açısı
günümüzde işlevselci yaklaşımda yer bulmaktadır. Ona göre, dinler, çoğu zaman farklı
çıkarlara ve arzulara sahip birey ve gruplardan oluşan toplumu bir arada tutabilmeyi, bu kişisel
ve ayırıcı kuvvetlerin ötesine geçmeyi başarabilmiştir.
İster Budizm, ister İslam, Hıristiyanlık ya da Yahudilik olsan dinler ‘toplumsal tutkal olma’
işlevlerini, insanların hayatına bir anlam ve amaç vermek suretiyle yerine getirirler. Müşterek
olarak benimsenen belli nihai değerler ve amaçlar sunmaktadırlar. Bu değerler ve amaçlar,
öznel ve her zaman tam anlamıyla kabul edilmemiş olsalar da toplumun bütünlüklü bir
27 Türkiye’deki din sosyolojisi çalışmalarının tarihine ilişkin bir değerlendirme için bkz. Mustafa Aydın,
“Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları: Tarihsel Gelişim ve Bazı Eğilimler”, Yasin Aktay ve M. Emin
Köktaş (eds.), Din Sosyolojisi, s. 346-378.
106
toplumsal sistem olarak işlemesine yardım ederler. Cenaze törenleri, düğünler, sünnet törenleri,
vaftiz ayinleri vb. hayatın temel sorularına dair ortak inançlar ve değerler sunarak insanları bir
araya getirmeye ve birleştirmeye hizmet ederler. Dinler, aynı zamanda kriz ve karışıklık
zamanlarında insanları bir araya getirmeye, onları birbirine bağlamaya da hizmet ederler.
Hıristiyanlığın Avrupa’da milattan sonra 3. yüzyıl sonrasında kabul edilmesine rağmen, etkin
bir toplumsal ve siyasal sistem olarak işlevine kavuşmasının ancak İslamiyet’in doğuşu ve hızla
yayılışı sonrasında mümkün olması, yine bu çerçevede ilk haçlı seferine toplumun her
kademesinde yüz binlerce insanın büyük bir coşkuyla katılmasındaki belirleyici etkisi gibi...
4.3.2. Din ve Toplumsal Destek
Maddi dünyamızda gerçekleşen ve anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız kimi olayların,
felaketlerin -bir anlamda ruhumuzun acısını dindirici- açıklamasını dinde ve dinî yaklaşım ve
kavramlarda buluruz. Gencecik bir insanın ölümünü vs. takdir-i ilahî olarak görüp kendimizi
rahatlatabiliriz. Elbette bütün bu türden değerlendirmeler, dünyada olan biten her şeyin bugün
anlayamayacağımız bir hikmetinin olduğuna ilişkin bir inanca dayalıdır.
4.3.3. Din ve Toplumsal Değişim
Din sosyolojisi alanında çok az kitap, Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu
adlı çalışması kadar ilgiye ve tartışmaya sebep olmuştu. Weber, kapitalizmin Avrupa’da ortaya
çıkışını Protestanlıkla, özellikle de bir Protestan mezhebi olan Kalvinizm ile alakalandırıyordu.
Özetle, bu mezhep mensuplarının Tanrı’nın salih bir kulu olabilmek için daimî bir çalışma
sürecine girmelerinin ve israfa, sefahata düşmeden kazandıklarını tekrar ekonomiye
yatırmalarının kapitalizmin doğuşu ve özellikle de gelişimi için elverişli bir zemin teşkil ettiğini
iddia ediyordu. Weber’in Asya’nın dinlerini ve İslamiyet’i araştırmaya da yine aynı sebepten,
fakat başka bir açıdan, buralarda kapitalizmin gelişmemesinde bu bölgelerdeki hakim dinî
inançların bir etkisinin olup olmadığını tespit amacıyla yönelmişti. Başka bir deyişle, din
sosyolojisi çalışmaları dünyanın diğer bölgelerinde kapitalizmin neden gelişemediğinin din
temelli bir açıklamasını sunmaya dönük bir çabaydı. Dinî inanışların ya da din yorumlarının
toplumsal kalkınmada ve toplumsal değişmedeki etkisi konusunda kendi toplumumuzdan
verilebilecek en iyi örnek, herhalde, Osmanlı Devleti’nin batılılaşma döneminde ve özellikle
de Ernest Renan’ın değerlendirmeleriyle birlikte gündeme gelen ‘İslam terakkiye mani mi?’
başlıklı tartışmalardır. Yine bu çerçevede, Sabri F. Ülgener’in özellikle Weber’in etkisinde
107
kaleme aldığı ve bir anlamda Batı’dakine benzer bir iktisadî devrim yapamayışımızın
sebeplerini İslam’ın yanlış yorumunda arayan İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası:
Fikir ve Sanat Tarihi Boyu Akisleri ile Bir Portre Denemesi (2. Baskı, İstanbul: Der Yay., 1981
[ilk baskı: İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri, 1951) ve Dünü ve Bugünü
ile Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı (İstanbul: Der Yay., 1981)
başlıklı çalışmaları zikredilebilir.
Din ve toplumsal değişme konusunda verilebilecek daha pek çok başka örnek de vardır elbette.
Mesela, Latin Amerika’daki Katolik kilisesi üyeleri, yoksulluk, ayrımcılık ve diğer adaletsizlik
biçimlerinin seküler toplumdan sökülüp atılmasına yönelik siyasal girişimlerde ‘özgürlükçü
teoloji’ olarak bilinen bir çerçevede destek olmaktadırlar. Çoğu, yoksullaştırılmış gelişmekte
olan ülkelerdeki kitlelerin sefaletini ortadan kaldırabilecek, kabul edilebilir yegane çözümün
ekonomik gelişme değil, tam tersine radikal bir değişim olduğuna inanmaktadırlar. Özgürlükçü
teolojiyi destekleyen aktivist din adamları, örgütlü dinlerin ahlaki bir sorumluluk üstlenerek
yoksulların, ırksal ve etnik azınlıkların ve kadınların ezilmeleri karşısında sağlam bir kamusal
duruş sergilemeleri gerektiğine inanmaktadırlar.
İslam dünyasının değişik bölgelerinde, örneğin 19. yüzyılda Kuzey Afrika ülkelerinde,
sömürgecilere karşı verilen özgürlük mücadelelerinde Senusi tarikatının önemli bir yere sahip
olması, gerek sömürgecilik karşıtı hareketlerde aktivist olarak ve gerekse de toplumun ve
devletlerin toplumsal bir kalkınmaya girmeleri yönünde düşünceler üreten kuramcılar olarak
19. yüzyılın modernist İslamcılarını da bu çerçevede hatırlamak gerekir.
4.3.4. Din ve Toplumsal Denetim: Çatışmacı Bakış
Karl Marx’a göre, din, ezilen insanların yaşadıkları yoksulluk ya da sömürüye değil de, öbür
dünya meselelerine odaklanmalarını teşvik ettiği için toplumsal değişimin önünü tıkamaktadır.
Bu anlamda, dini, özellikle ezilen insanlara zarar veren bir afyon olarak tanımlamaktadır. Dinin
kitlelere bu dünyadaki çetin hayatlarından sıyrılmaları için bir avuntu sunarak onları uyuşturup
teslimiyete yönelttiğini iddia eder. Dinî değerler, diğer toplumsal kurumları ve bir bütün olarak
toplumsal düzeni güçlendirmeye eğilimlidir. Ancak, Marx’ın yaklaşımı doğrultusunda
bakıldığında bu durum, dinin toplumsal istikrarı desteklemesi ve dolayısıyla da, sadece
toplumsal eşitsizlik düzenlerinin sürmesine yardımcı olmak anlamına gelir. Başka bir deyişle,
egemen din, iktidarı ellerinde bulunduranların çıkarlarını destekler. Çatışma kuramcıları da, bu
düşünsel kökenlerle uyumlu olarak, dinin toplumsal davranışları etkilediği ölçüde mevcut
108
eşitsizlik ve tahakküm örüntülerini güçlendirdiğini savunmaktadırlar. Bu çerçeveden
bakıldığında din, örneğin çatışan ekonomik çıkarların göz ardı edilemez önemini örtmek
suretiyle, insanların hayatlarını ve toplumsal koşulları siyasal bir perspektiften görmelerine
engel olmaktadır. Bir üst yapı kurumu olarak dinin bu işlevi, bir tür ‘yanlış bilinç’ sunmak
şeklinde gerçekleşmektedir.
4.4. Sekülerleşme Tezi
Modern toplum, daha önce defaaten ifade edildiği üzere, ‘geleneksel toplum’ olarak
adlandırılan dünyanın değerleriyle, inançlarıyla, kurumları ve yapılarıyla hesaplaşarak, kimi
zaman da çatışarak ortaya çıktı. Bu hesaplaşma ya da çatışmanın dinamiğine ve muhtevasına
ilişkin çok farklı değerlendirmeler yapılabilir elbette. Çatışma, iki dönemin diyalog veya belli
bir etkileşim içerisinde olmalarına engel değil. Ancak yaygın kabul, modern toplumun
geleneksel toplumun değerlerine taban tabana zıt olduğu varsayılan aydınlanma değerleri
üzerine kurulu olduğudur. 28 Modern sosyal bilimlere hakim bu açıklama biçimi en veciz
ifadesini, pozitivizmin en önemli temsilcilerinden biri olan Comte’a ait meşhur Üç Hal
Kanunu’nda bulmuştur. Geçmişi ‘karanlık ve kötü’ ile özdeşleştiren bu yaklaşım sahipleri için
modern dünyayı -ve bu arada elbette modern toplumu ve modern bireyi- ‘hurafeler’den
arındırma en önemli amaç olmuştur. Özellikle aydınlanmacı düşünürler, bu doğrultuda topluma
ve düşünceye müdahalede bulunmaktan çekinmediler de. İnsan zihnini hurafelerden
arındırmayı amaç edinmiş bir pozitif bir bilim dalı olması için kurgulanan ‘ideoloji’nin tarihine
bakmak bu konuda aydınlatıcı olacaktır.
Modern bilimin ilerlemesi, sanayileşmenin gelişmesi ve rasyonelleşmenin artmasıyla birlikte
geleneksel dünyaya ait değerlerin toplumdaki etkisini yitireceği varsayılmıştı. Başka bir
deyişle, ilerleme anlayışına bağlı olarak, toplumsal ilerlemenin insanların davranışlarında,
eylemlerinde ve ilişkilerinde dinden uzaklaşmayı zorunlu kıldığı varsayılmıştı. Hatta bu
uzaklaşmanın ve dinin [Hıristiyanlığın] tarih sahnesinden silinip gidişinin tarihi bile tahmin
ediliyordu. Örneğin bir İngiliz düşünürü Thomas Woolston, 1710’da, Hıristiyanlığın 1900’de
yok olup gideceğini yazmıştı. Woolston’dan yaklaşık 50 yıl sonra Voltaire, Prusya kralı Büyük
28 Modern sosyal bilimlere ve modern insana hakim olan bu yaklaşımın dışında, modern toplumun ve bu arada
sosyolojinin geleneksel toplumla ve gelenekle farklı tarzda bir etkileşim içerisinde oluştuğuna ilişkin alternatif
ve dikkate değer bir yorum için bkz. Robert Nisbet, Sosyolojik Düşünce Geleneği, çev. Yusuf Kaplan, İstanbul:
Paradigma Yay., 2013.
109
Frederick’e o kadar beklemek gerekmeyeceğini ve gelecek 50 yıl içerisinde bu kaçınılmaz
sonun geleceğini yazıyordu. 29 Modernleşmekte olan Avrupa’da dinin (Hıristiyanlığın)
geleceğine ilişkin bu yaklaşım, zamanla, hem Avrupalı düşünürlerin çoğunu etkisi altına aldı,
hem de bu sürecin evrensel bir olgu olduğuna ilişkin kanaati pekiştirdi. İşte bu modernleşme
sürecinin bir sonucu olarak, belli bir zaman diliminde dinin ya da dine benzer inançların ve
yapıların toplum nezdindeki prestijlerini ve topluma etkide bulunma derecelerini tedricî olarak
kaybedecekleri ve zamanla da yok olacakları iddiası literatürde sekülerleşme teorisi olarak
adlandırılmaktadır. Başka bir deyişle, “modernleşme karşısında önce dinî kurumlar, sonra dinî
pratikler ve en sonunda da dinî bilinç sosyal anlamını kaybedecekti.”30
[Din sosyolojisi içerisinde önemli bir tartışma konusu olan ‘sekülerleşme tezi/teorisi’ne özet
bir biçimde değinmeyi amaçlayan bu kısımda, çoğu zaman birbirinin yerine de kullanılan fakat
tanımları ve içerikleri çok da kesin olarak ortaya konamayan iki sözcük, sekülerlik ve laiklik
kavramları üzerinde kısaca durmak gerekiyor.31 Laiklik, ‘halktan olan, yönetim aygıtını elinde
bulundurmayan kesim’ anlamındaki Yunanca laikos sözcüğünden türedi ve zaman içinde
Ortaçağ Kilise Latincesinde laicus biçimini alarak ‘ruhban sınıfa mensup olmayan, herhangi
bir dinsel görevi ve unvanı olmayan kişi’ anlamını kazandı. ‘Yüzyıla ait olma’ anlamındaki
Latince saecularis sözcüğünden türeyen sekülerlik ise, zaman içinde, ‘bu dünyaya ait olma,
dünyayı yaşama’ anlamlarını kazanmıştı. ‘Bireysel bir tutumu, tavır alışı ve hali’ ifade etmeleri
anlamında her iki sözcüğün aynı anlama geldiğini söylemek mümkündür. Bu anlamda, belirli
bir zorlayıcılığı ve tepeden inmeciliği ima eden laisizm veya sekülarizm sözcükleri ile
aralarında bir karşıtlığın bulunduğundan söz edilebilir. 32 Bryan S. Turner, ‘sekülerizm’
kavramının ilk olarak George Holyoake tarafından 1846’da tanımlandığını ve bir ‘seküler’
topluma ilişkin fikirlerin 1860’larda 6 bin üyeyle zirve yapan İngiliz Ulusal Seküler Toplum’un
kuruluşundan çıktığını belirtmektedir: “Holyoake ‘sekülerizm’in dinî inancın doğrudan
29 Rodney Stark ve Roger Finke, Acts of Faith: Explaining the Human Side of Religion, Berkeley ve Los Angeles,
California: University of California Press, 2000, s. 57. [Stark ve Finke’nin kitabının bu bölümü, ilk olarak
şurada yayınlandı: Rodney Stark, “Secularization, R.I.P.”, Sociology of Religion, 1999, c. 60, sy. 3, ss. 249-
273.]
30 Ali Köse, “Modernleşme-Sekülerleşme İlişkisi Üzerine Yeni Paradigmalar”, Liberal Düşünce, Güz 2001, sy.
24, s. 150 [ss. 150-165].
31 Ülkemizde sekülerleşme ve laiklik temaları etrafında gelişen literatüre ilişkin -yayın türlerine göre tasnif
edilmiş- kapsamlı bir bibliyografik çalışma için bkz. Ömer Faruk Darende, “Sekülerleşme ve Laiklik Üzerine
Bir Bibliyografya Denemesi”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015/1, c. 6, sy. 11, s. 151-187.
32 Bkz. Mehmet Ali Kılıçbay, “Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilmek”, Cogito, 1994, sy. 1, s. 15-21.
110
eleştirisine angaje olmaksızın yalnızca dinden ayrı olan bir sosyal düzene atıfta bulunması
gerektiğini öne sürmüştü.”33
Sözcüklerin de bir tarihi var ve toplumların özgül tecrübeleri bağlamında farklı anlamlara
kavuşabiliyorlar. Bu çerçevede sekülerleşme (ve –yukarıdaki tanımlamadan farklı olarak-
sekülerizm), belli gelişmeler eşliğinde yaşanan toplumsal bir dönüşümü ifade etmektedir. Karel
Dobbelaere, bu bağlamda sekülerleşmeyi “kurumsal dinin dini otoritelerinin diğer alt-sistemler
üzerindeki hakimiyetini kaybetmesi” olarak tanımlamaktadır. 34 Aynı derleme içerisinde yer
alan “Seküler: Sosyolojik Bir Bakış” başlıklı makalesinde John A. Coleman sekülerlizm ile
“Kutsal bir düzenin varlığını inkârı; evrenin, amacın anlamsız bir ifadesi ve tecessümü olduğu
kanaatini; evrene ya da ‘gerekçesine’ karşı antropomorfik (insan biçimci) olandan başka
herhangi bir anlam değişimi veya iletişim hakkında arabulucuk yapılan bir ilişkiye –ona karşı
her anlamda kişisel olan bir ilişkiye- sahip olmanın mantıksız olduğuna inanmayı” kast eder.35
Literatürdeki tartışmaları merkeze aldığımızda yaşanan bu değişim, aydınlanmacı değerler
doğrultusunda gelenekselden moderne, başka bir deyişle, dünyayı, toplumu ve insanı tabiatüstü
varlıkların belirlediği bir durumdan bilimin ve aklın belirlediği bir duruma doğru gerçekleşen
toplumsal dönüşümü ifade etmektedir. Örneğin, Niyazi Berkes Türkiye’de Çağdaşlaşma (1979)
olarak bilinen meşhur kitabının İngilizce orijinali için, Osmanlı batılılaşmasını ‘toplumsal bir
sekülerleşme/laikleşme’ hareketi şeklindeki yorumuna uygun olarak, The Development of
Secularism in Turkey (McGill University Press, 1964) başlığını tercih etmişti. Laiklik ya da
laisizm ise, toplumun bir niteliği olarak değerlendirilmez ve genellikle modern ulus-devletlerin
siyasî-hukukî ilkesi olarak görülür.36 Fakat özellikle de Batı-dışı toplumlarda laiklik, ‘devlet
aygıtının imkanlarıyla toplumu sekülerleştirmek’ şeklinde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Bu
noktada da, sekülerleşme ile laiklik hem karşılık geldikleri taraflar (halk/toplum ve devlet), hem
de işleyiş mantıkları ve biçimleri itibariyle birbirine karşıt iki kavram olarak karşımıza
çıkmaktadır.]
Modernleşme karşısında dinin sosyal anlamını ve geçerliliğini kaybetmesinin, modernleşmenin
harekete geçirdiği üç önemli süreç sayesinde gerçekleşeceği varsayılmaktaydı: (i) Toplumsal
33 Bryan S. Turner, Din ve Modern Toplum, s. 171.
34 Karel Dobbelaere, “Sekülerleşmenin Anlamı ve Kapsamı”, çev. Mehmet Süheyla Ünal, M. Ali Kirman ve
İhsan Çapcıoğlu (eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, Ankara: Otto Yay., 2015, s. 58 [ss. 57-
74].
35 John A. Coleman, “Seküler: Sosyolojik Bir Bakış”, çev. Ömer Faruk Darende, M. Ali Kirman ve İhsan
Çapcıoğlu (eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, s. 47-48 [ss. 45-55].
36 Mustafa Erdoğan, “Sekülerizm, Laiklik ve Din”, İslamî Araştırmalar, 1995, c. 8, sy. 3-4, s. 184 [ss. 179-194].
111
farklılaşma ile birlikte, geleneksel toplumda din kurumunun birer işlevi olarak görülen eğitim,
tıbbî yardımlar, toplumsal denetim, sosyal hizmet vs. gibi işlevlerin modernleşmenin ürünü
olarak ortaya çıkan yeni eğitim, sağlık, sosyal hizmet vb. kurumlar tarafından karşılanacağı
kabulü. (ii) Modernleşmeyle birlikte ulus-devlet merkezli toplum yapılarının ve bürokratik
yapıların ortaya çıkışı. (iii) Bilimin gelişimiyle birlikte insanların tabiat üstü varlıklara
inanmaktan uzaklaşacakları düşüncesi.37
Sosyolojinin kurucu isimlerinin –‘sekülerleşme’ terimini neredeyse hiç kullanmamalarına
karşın- sekülerleşme ve modernleşme olgusunun büyüsünden kurtulamadıkları söylenebilir:
“Bu fenomeni ele alan sosyologların çoğu sekülerleşmenin doğrudan doğruya
modernleşmenin bir sonucu olduğu görüşünde birleşmiştir. En genel anlamda bu görüş
sahipleri, din ve modernleşme arasında ters orantılı bir ilişki olduğunu -yani birincisi ne
kadar artarsa ikincisinin o nispette azalacağını- kabul etmektedirler. Genellikle bu
durum, çok daha rasyonel olarak anlaşılabilir ve yönetilebilir bir dünya inşa ederek
tabiatüstü alana gittikçe daha az yer veren çağdaş bilimsel düşüncenin egemenliğine
atfediliyordu. Ayrıca, bu yorum, Weber’in ‘modern dünyanın büyü bozumu’ ibaresinde
özlü bir şekilde dile getiriliyordu. Bu durumun diğer nedenleri ise, şöyle sıralanabilir:
Modern kurumların her geçen gün farklılaşması (bu Parsons’un en önemli
paradigmasıydı), dini kabulleri özgür tercihlere dönüştüren modern demokratik
rejimlerde devlet ve kilise arasındaki bağlantının kesilmesi ve kitle iletişimin
yaygınlaşması süreçleri.”38
José Casanova’ya göre sekülerleşmenin üç farklı anlamı vardır:
“(a) Modern toplumlarda dinî inanç ve ibadetlerin azalması olarak sekülerleşme,
çoğunlukla evrensel, doğal ve gelişimsel bir süreç olarak addedildi. Bu tanım nispeten
yeni olmakla birlikte sekülerleşme ile ilgili güncel akademik tartışmalarda en yaygın
kullanıma sahiptir. Fakat bu haliyle henüz birçok Avrupa dilindeki sözlüğe girmemiştir.
(b) Dinin bireyselleşmesi olarak sekülerleşme, çoğunlukla hem çağdaş tarihi bir eğilim
hem de olması gereken bir durum olarak anlaşılmış, hatta modern liberal demokratik
siyasetin bir önkoşulu addedilmiştir. (c) (Devlet, ekonomi, bilim gibi) seküler alanların
ayrışması olarak sekülerleşme, genel olarak dini urum ve kurallardan bir ‘kurtuluş’
37 Mustafa Erdoğan, a.g.m., s. 179-180.
38 Peter L. Berger, “Günümüz Din Sosyolojisi Üzerine Düşünceler”, çev. İhsan Çapçıoğlu, Dinî Araştırmalar,
Mayıs-Ağustos 2002, c. 5, sy. 13, s. 187-188 [ss. 187-199].
112
olarak anlaşılmaktadır. Bu tanım klasik sekülerleşme teorilerinin ana gövdesini
oluşturup, bu terimin Ortaçağ Hıristiyanlığı içindeki etimolojik-tarihsel anlamını ifade
etmektedir.”39
Klasik sekülerleşme teorisini savunan Avrupalı yazarlara göre, Batı Avrupa toplumlarının
sekülerleşmesi reddedilemeyecek bir gerçektir.
“Amerikalı din sosyologları ise sekülerleşme teriminin kullanımını daha dar ve daha
güncel manada ele alıp, onu dini inanç ve ibadetlerin bireyler arasında azalması şeklinde
kullanmaktadırlar. Onlar toplumun sekülerleşmesini fazlaca sorgulamadan bu durumu
dikkat çekici olmayan bir gerçeklik olarak addetmektedirler. Onlara göre ABD zaten
modern dünyevi bir toplum olarak meydana gelmiştir. Bu sebeple Amerikan halkının
dini inanç ve ibadetlerinde önemli bir düşüşe işaret eden bir kanıt görmemektedirler.
Hatta bu konuda tarihsel gerçeklr tam tersine bağımsızlığından beri Amerikan
nüfusunun kiliseye katılımının arttığını göstermektedir. Sonuç olarak Amerikalı birçok
din sosyoloğu sekülerleşme teorisini veya en azından bu teorinin dini inanç ve
ibadetlerde aşamalı bir düşüş olacağını öngören varsayımını bir köşeye atma ve
Avrupalı bir efsane olarak görme eğilimindedir. Çünkü sekülerleşmenin alışılagelmiş
‘işaretleri’ olan kiliseye devam, ibadetin sıklığı, Tanrı inancı gibi hiçbir kanıt uzun
dönemli bir azalma eğilimi göstermemektedir.”40
Casanova’ya göre, klasik sekülerleşme teorisinin Avrupa için geçerli olduğu söylenebilir ama
ABD tecrübesiyle uyumlu değildir. Aynı şekilde, ABD modeli de Avrupa için iş görmez. Fakat
daha da önemlisi her iki teori/model de, dünyanın geri kalan bölgelerini açıklamakta başarısız
kalıyorlar.
Sekülerleşme tezi 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal bilimciler arasında
sorgulanmaya ve din-modernlik/sekülerleşme ilişkisine dair farklı yaklaşımlar geliştirilmeye
başlandı. Bu çerçevede yeni yaklaşımları üç başlık altında toplamak mümkündür: (a) Bryan
Wilson, Karel Dobbelaere ve Steve Bruce gibi sosyal bilimciler, örneğin kiliseye devam
39 José Casanova, “Sekülerleşmeyi Yeniden Düşünmek: Evrensel Bir Karşılaştırma”, çev. Selman Yılmaz, Tarih
kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, Haziran 2014, c. 3, sy. 2, s. 221 [ss. 220-236].
40 José Casanova, a.g.m., s. 222. Haldun Gülalp, ‘egemen sekülerleşme teorisi’nin ‘düna çapında uygulanan bir
Avrupa-merkezci güç ilişkisine de aracılık ettiğini’ iddia eder. Bkz. “Sekülerleşme Kuramının Avrupa-
Merkezciliği ve Demokrasi Sorunu”, Yakın Doğu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan 2008, c. I, sy. 1,
s. 115-136. Volkan Ertit ise, ‘klasik sekülerleşme teorisi’nin evrensel bir nitelik taşıdığını iddia etmektedir.
Bkz. Volkan Ertit, “Evrenselleştirilmiş –Klasik- Sekülerleşme Teorisi”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2014, c. 11, sy. 27, s. 103-120.
113
etmenin düştüğüne ilişkin rakamlardan hareketle klasik sekülerleşme tezinin hala geçerliliğini
koruduğunu savunmaktadırlar. (b) -Din sosyolojisi çalışmalarına başladığına sekülerleşme
tezini savunan fakat sonrasında vaz geçen- Peter L. Berger, Rodney Stark, Daniel Bell, Jeffrey
Hadden gibi ABD kökenli sosyologlar, din ile modernitenin uyuşmazlığı tezinin doğru
olmadığını iddia ettiler. Onlara göre kiliseye devam etme rakamları düşmesi sekülerleşmenin
ölçütü olarak kabul edilemez. İnsanlar kiliseye gitmeseler bile ve dine kurumsal bir bağlanma
içinde olmasalar bile, ruhun varlığını, Tanrı’ya olan inançlarını devam ettiriyorlardı. Grace
Davie bu durumu ‘ait olmadan inanma’ olarak adlandırır. İstatistikî verilerle de bu durum
destekleniyordu. Örneğin, dünyanın en sekülerleşmiş toplumu olarak kabul edilen İzlanda’da
kiliseye gitme oranı %2 idi, ama İzlandalıların %81’i ölümden sonra hayata, %88’i de ruhun
varlığına inanıyordu. Dalay Lama, Polonya’da Leh Walesa önderliğindeki Dayanışma hareketi,
Doğu Bloku ülkelerinde yaşananlar, İslam dünyasındaki hareketlenmeler, yeni dinî hareketler
vb. sekülerleşme tezini yanlışlayan ve dinin bireysel bilinç düzeyindeki yerini hala koruduğunu
ve kutsalın vazgeçilmezliğini gösteren gelişmeler olarak değerlendirildi. (c) Mark Chaves,
David Yamane, Conrad Ostwalt, José Casanova gibi sosyal bilimciler, meseleye bu iki
yaklaşımdan farklı bir zaviyeden yaklaşmakta ve din ve modernitenin birbirinin etkilediğini
savunmaktadırlar. Onlara göre, din modern dünyada görünürlüğünü bütünüyle kaybetmemiştir
ancak modernleşmeden nasibini de almıştır. Bu yaklaşım Conrad Oswalt’ın 2003’te yayınladığı
kitabının ismi olan Secular Steeples [Seküler Çan Kuleleri]’i bir anlamda yaklaşımlarını ifade
eden slogan haline dönüştürdüler: Çan kuleleri varlığını devam ettirmektedir ama artık
geçmiştekinden farklı bir biçime ve içeriğe sahiptir.
Kolayca anlaşılacağı gibi bu üç kategoriden birinciler daha ziyade toplumsal görüngülere,
ikinciler bireysel bilince ve üçüncüler de dinden daha geniş bir kavram olarak kutsal kavramı
üzerine yoğunlaşmışlardır. Bu çerçevede Osmanlı-Türk modernleşmesi de ilgi çekici özellikler
gösteriyor. Batılılaşma serüvenimize birbirini yok etmeye yönelmiş iki sert rakibin savaş
sahnesi olarak baktığımızda, bugüne kadar çoğunlukla yapıldığı üzere, henüz son bulmamış
çetin bir siyasal mücadeleyi analiz etmek durumunda kalabilir ve bu çatışmanın hangi tarafında
isek o tarafın zaferi ya da yenilgisi üzerine bir söylem, bir strateji vs. geliştirebiliriz. Ancak
sürece toplumsal bir dönüşüm süreci olarak baktığımızda, toplumun batılılaşma/modernleşme
sürecine başladığı noktada olmadığını, hem siyasal kurumların, hem modernleşme
söylemlerinin, hem de bireysel ve toplumsal anlamda din, gelenek, kutsal algısının zihniyet,
114
inanç ve pratik düzeyinde değişmiş olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Sosyal bilimcilerinin
öncelikli görevi de, bu farklılaşmayı ve değişimi hakkıyla açıklayabilmek olmalıdır.41
4.5. Okuma Parçası: Yeni Dinî Hareketler
1997 yılında Heaven’s Gate (Cennetin Kapısı) tarikatının 38 üyesi, Hale-Bopp kuyruklu
yıldızının görünme zamanına denk getirerek Güney California’da toplu halde intihar etmişlerdi.
Kuyruklu yıldızın içinde ‘bedensel hapisleri’nden kurtuldukları takdirde binebilecekleri bir
uzay gemisi olduğuna inanıyorlardı. Biraz da bu türden grupların neden oldukları kötü şöhretin
sonucu olarak, popüler medya tarafından gizem ve büyüyle ve yoğun ve zorlayıcı din değiştirme
teknikleriyle ilişkilendirilerek kült kelimesiyle adlandırılmışlardı. Kültlerin tuhaf ve ahlakdışı
olarak tek-tipleştirilmesi sebebiyle sosyologlar, bu terimden vazgeçerek yerine New Religious
Movements (Yeni Dinî Hareketler) ifadesini tercih ettiler. Yahova Şahitleri, Moon Tarikatı,
Sahaja Yoga, Scientology vb. gibi pek çok cemaat ya da tarikatı adlandırmak için kullanılan bu
kavrama ve bu kavramla anılan hareketlere ilişkin değerli bir sunum Bayram Sevinç tarafından
-konuyu ele aldığı doktora tez çalışmasında- yapıldı. Yeni dinî hareketlere ilişkin bu özlü
değerlendirme, tarafımdan yapılan ufak tefek düzenlemelerle birlikte, aşağıda sunulmuştur:42
Yeni dinî hareketler, aydınlanma mirası, rasyonalizm, akıl çağı, sekülerleşme gibi kavramların
eşliğinde bir dünya algısını ifade eden modernizmin hâkimiyetinde başlayan ve geç modern
dönemde yükselen, konumlandırılması tartışmalı bir olgudur. Batı dünyasında 1960’larda
gençlerin, karşı kültür düzleminde değerlendirmelere konu olan yeni dinî hareketlere (YDH)
katılımına, Doğu mistisizminin sunduğu kurumsal ve biçimsel olmayan dinî ifade biçimlerine
ilgiyle birlikte şahit olunur. Yeni dinî bilinç olarak değerlendirilen bu yönelim, kurumsal dinî
yapıları sorunun bir parçası olarak görmüş ve genellikle reddetmiştir.
41 Sekülerleşme tezini ele alan –aralarında Bryan Wilson, Steve Bruce, John A. Coleman, Karel Dobbelaere,
Grace Davie, Peter L. Berger gibi bu konuda farklı değerlendirmelerde bulunan pek çok din sosyoloğuna ait-
yazılardan oluşan kapsamlı bir makale derlemesi için bkz. M. Ali Kirman ve İhsan Çapcıoğlu (eds.),
Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar. Ayrıca bkz. Bryan S. Turner, Din ve Modern Toplum: Yurttaşlık,
Sekülerleşme ve Devlet, Arzu Tüfekçi (çev. ve ed.), İstanbul: Sentez Yay., 2017; özellikle bkz. “Sükelerleşme
Tezi” başlıklı 7. Bölüm, s. 169-193.
Sekülerleşme tezini Türkiye (ve İslam dünyası) özelinde tartışan bir inceleme için bkz. Ali Köse,
“Sekülerleşme Teorileri Bağlamında Türkiye’de Din ve Modernleşme”, Galatasaray Üniversitesi ve
Uluslararası Fransızca Konuşan Sosyologlar Derneği [AISLF] tarafından 12-14 Mayıs 2005 tarihinde
düzenlenen Uluslararası Sosyoloji Kongresi’ne sunulan tebliğ. Ayrıca bkz. Talip Küçükcan, “Modernleşme ve
Sekülerleşme Kuramları Bağlamında Din, Toplumsal Değişme ve İslam Dünyası”, İslam Araştırmaları
Dergisi, 2005, sy. 13, s. 109-120. Türkiye özelindeki sekülerleşme tecrübesine farklı bir yaklaşım için bkz.
Volkan Ertit, Endişeli Muhafazakarlar Çağı: Dinden Uzaklaşan Türkiye, Orient Yay., 2015. Sekülerleşme tezi
eşliğinde bir siyasal İslamcılık tartışması için bkz. Nuray Mert, “Laiklik Tartışması ve Siyasal İslâm”, Cogito,
1994, sy. 1, s. 89-101.
42 Bayram Sevinç, “Türkiye Bağlamında Dinlerarası İlişkiler ve Süreç Yapıları”, Doktora Tezi, İstanbul:
Marmara Üniversitesi SBE İlahiyat ABD Din Sosyolojisi Bilim Dalı, 2009, s. 42-51.
115
1960’lı yıllarda aşikâr bir gelişim seyri taşıyan bu hareketlerin, kurumsal dinin çöküşüne bir
tepki olarak algılanması gerektiği çokça ileri sürülmüştür. Berger ve Herberg, dinin seküler
toplumda ayakta kalmasını, ABD özelinde bakıldığında sekülerleşmesine ve Amerikan hayat
tarzını destekleyen bir din ortaya koymasına bağlayan analizler yapmışlardı. Geoffrey K.
Nelson, bu teolojik liberalleşme analizinin hem Amerika hem de Britanya için doğru olduğunu;
fakat aynı zamanda 1960’lı yıllardan sonra Amerika ve Britanya’da liberal kiliselerin
desteklenmesinin çökmeye başladığını iddia eder. Yeni çağ, uçan daire kültleri, radikal
çevreciler, eko-feminizm gibi örnekler dinî çeşitliliği büyüten birer dinî nitelikli örnek olarak
betimlenmiştir. Hepsinin ortak özelliği, kilise dindarlığından çok farklı bir karaktere sahip
olmalarıdır. Bunun da ötesinde spor, fitness ve diyet pratiklerinin dahi özünde dinî bir karaktere
sahip oldukları iddia edilmiştir. Bütün bu çeşitliliği betimleme ve kapsama çabaları görünmeyen
din, zımnî din, vekil din, sözde-din, seküler din vb. kavramların araştırmalarda boy göstermesine
neden olur.
YDH’in incelenmesi, aynı zamanda, araştırmacıları kadim dinlerin ortaya çıkış sürecini
toplumsal boyutta açıklamaya yöneltmiştir. Bu bağlamda Hıristiyanlığın Roma
İmparatorluğu’ndaki zuhuru Gibbon tarafından imparatorluğun altını oyan bir gelişme olarak
değerlendirilmiş (yeni dinin bütünlüğü bozucu olduğu), Nelson ise aksine bu durumun,
imparatorluktaki çöküşe bir tepki olarak algılanabileceğini savunmuştur. Klasik literatürde
dinleri kuramsal alanda analiz etme eğilimi, doğal olarak sosyolojinin kavramlarının da aynı
yönde şekillenmesini doğurmuştur. Sözgelimi Weber, din sosyolojisi metinlerinde Hıristiyanlık,
İslâm, Budizm gibi tarihsel ve toplumsal olarak köklü dinler üzerinde durur. Bu kurumsal din
yaklaşımının bir sonucu olarak Bruce’un sekülerleşmeyi dinin toplumsal hayattan uzaklaşması
şeklinde betimlemesini, kurumsal pratiklerdeki zayıflama verilerine dayanarak ortaya koyma
gibi analizleri doğurur.43
YDH’in incelenmesinde kullanılacak kavramların farklılıklarının olup olmadığı veya
farklılıklarının klasik kavramlarda ifade edilme olasılığı, en önemlisi de klasik kavramsal
şemanın ‘din’ diye nitelendirdiği şeyin YDH için geçerli veya tanımlayıcı olup olmadığı önem
taşır. Sözgelimi literatürdeki beyin yıkama ve zihin kontrolü gibi pasif aktör merkezli analizler
yeni fenomeni açıklamaya çalışan ve eleştirilen unsurlar olur. Postmodern kültürün dinsel
görünümleri, modern ve pre-modern dünyanın görünümlerinden biçimsel ve özsel anlamda
farklılık taşır. Hunt; son yıllarda YDH üzerine geliştirilen literatürün, kısmen dinin gerilemesini
ilan eden yaygın sekülerleş(tir)me tezine karşı bir argüman olarak görülmelerinden
kaynaklanabileceği gibi, kültsel niteliklerinin tartışma ve kötü ünleri nedeniyle kamunun ilgisini
çekmelerine de bağlanabileceğini ifade eder.
Yeni fenomen, din ve bilim arasındaki analiz gergefinin de yeniden düşünülmesini (‘büyük
bölünme’) doğurur. Sekülerleşme çerçevesinde oluşan literatürün ‘dinin bireyselleşmesi’ 44
bağlamında formüle ettiği şey, postmodern dünyanın din algısında kendini ortaya koymaktadır.
Din, Berger’in ifadesiyle, artık baskın ve buyurgan bir sunu değil, aksine markette alınmayı
bekleyen bir üründür.45 Modernitenin dini dışlaması, toplumsal alanın kutsaldan arındırılması,
postmodern dünyada ‘kutsal’ın seküler yaşama modern ve premodern dünyadakinden farklı
birçok form ve yolla eleştirel bir biçimde katılma çabasını doğurmuştur. Dolayısıyla YDH,
kutsalın seküler kültüre mülteci katılımıdır. Bu ilticanın kabulü, yeni dinselliklerin ve dinlerin
yeni formlarının seküler ve erozyona uğramış kutsalların yıkıntıları üzerinde yükselişi demektir.
43 Steve Bruce, God is Dead: Secularization in the West, Oxford: Blackwell, 2002, s. 3-4.
44 Bkz. Thomas Luckmann, Görünmeyen Din, Ali Coşkun ve Fuat Aydın (çev.), İstanbul: Rağbet Yayınları, 2003.
45 Peter L. Berger, Kutsal Şemsiye, çev. Ali Coşkun, 2. Baskı, İstanbul: Rağbet Yay., 2000, s. 204-208.
116
Kutsal, modernitenin eleştirilerini dikkate alıp farklılıkları kutsarcasına çok çeşitli formlarda
yeniden toplumsala arz-ı endam etmektedir. Arz tarzlarını sınıflandıran Wallis, YDH’i dünyayı
reddedenler, dünyayı onaylayanlar ve dünyaya intibak edenler olarak üçe ayırır. Dünyayı
reddedenler formunda bireyin kişiliği grupla özdeşleşmiştir ve bu nedenle birey, lidere veya
cemaate karşı tehlikeleri kendisine yönelik olanlardan daha çok önemser. Geleneksel olarak
dinle özdeşleştirilen özelliklerin çoğu dünyayı onaylayan grupta bulunmaz. Bunlarda inançlar
daha çok kişiseldir. Dünyaya uyan türde din, sosyal bir mesele olmaktan ziyade bireysel, içsel
bir mesele olarak anlaşılır. 46
Bireysel ve toplumsal farklılıklar ve bunların doğurduğu beğeni farklılıkları, postmodern
kutsallığın yaşamsal bir kriteridir. YDH’e katılım ve ayrılma, bireysel beğeni ve iknanın yaşamı
ölçüsünde olabilmektedir. Bu özellik, postmodern kutsallıkları öncekilerden ayıran önemli bir
unsurdur. Tüketimin toplumsala olan baskın formu kutsal tercihine de yansır. Birey, her ne
kadar kutsalın formunu dikkate alıyorsa da onun tercihini şekillendiren asıl şey ‘beğenisi’ gibi
görünmektedir. Denetimin kutsaldan bireye geçişini ifade eden bu dönüşüm, YDH’in nicel
varlıklarını açımlayan birimdir. Tercihler yelpazesine sunulan kutsallıklar, postmodern kültürde
toplumsala girme, bireyin denetimini ikna etme çabasındadır.
Hostetter, Yahudi-Hıristiyan kökenli Batı uygarlığının büyük bir dalga tarafından sarsıldığını,
okul, aile veya kiliseler olsun bütün kurumların titrediğini iddia eder. Batı uygarlığının dinsel
konsensüsünü yitirdiğini ve bu yeni dinî hareketlerin dinsel birlik için bir şans ve katkı olduğunu
iddia eder. Her ne kadar bazı yeni dinî hareketlerde ayrılıklar, aile dramları gibi problemler varsa
da bunların dikkatten kaçırılmadan, YDH’deki yeni ruhsallıkla olumlu bir ilişkisini önerir. Ona
göre bu yeni ruhsallık, Bahaî ve Unification Church örneğinde olduğu gibi sinkretik bir yapıyla
iyi yönlerin bir araya gelişini temsil eder. 47 YDH, Batı modernizminin katı bilimcilik ve
akılcılığıyla kilitlenen dünya görüşünde yeni kimlik arayışına giren bireyler için bir tercih olarak
belirmiştir; bu çerçevede milyonlarca insan Doğu kökenli dinî ve felsefî akımlara katılmıştır.48
YDH’in ABD’de ortaya çıkış zeminini irdeleyen bazı araştırmacılar bu hareketlerin temelde
siyasî protesto ve gösteriler yoluyla gösterilen tepkilerin sonuçsuz kalması neticesinde
toplumsal değişme için dinî hareketlerden başka bir seçeneğin kalmaması sebebiyle hareketlerin
60’lı ve 70’li yıllarda hızla yaygınlaştıklarını iddia ediyorlar. Hayatı değiştirme yönündeki
çabalar seküler araçlarla sonuç vermediğinde dinî nitelikli hareketler denenmiş fakat Amerikan
hayat tarzını değiştirme gücü bulunamamıştır. 49 Kolektif davranışlarının kaynağında din
kaynaklı güdüler bulunan birer sosyal hareket olarak dinî hareketler, toplumsal zemin olarak
bazı mahrumiyetler, engellenmeler, bunalımlar gibi negatif durumlardan da destek alırlar.
YDH’in kriz ortamlarından beslenen ortaya çıkışları, mevcut toplumsal düzen ve hareketlere
yönelik bir tehdit ve çatışma kaynağı olarak da görülür. Mevcut yapılanmaların yetersizliği veya
talebe karşılık verememesi ise hızlı büyümeleriyle sonuçlanır. 50
Amerika’daki kadar dini çeşitlilik ve yaygınlık belki de hiçbir ülkede görülmemiştir. Dünya’nın
hem bütün büyük dinleri hem de küçük dinleri bu coğrafyada görülmekte, küçük şehirlerde bile
46 Roy Wallis, The Elementary Forms of the New Religious Life, Londra: Routledge ve Kegan Paul, 1984, s. 9-
39.
47 Jacques Hostetter, “New Religious Movements: A Factor of Division or Unity?”,
http://www.religiousfreedom.com/Conference/Germany/hostetter.htm (13 Mart 2005), par.1-3, 9-10.
48 Ali Köse, Milenyum Tarikatları: Batı’da Yeni Dinî Akımlar, İstanbul: Truva Yayınları, 2006, s.15.
49 Ian Thompson, Odaktaki Sosyoloji: Din Sosyolojisine Giriş, çev. Bekir Zakir Çoban, İstanbul: Birey Yayınları,
2004, s. 66.
50 Ali Coşkun, “Osmanlı Dönemi Dinî Kurtuluş Hareketlerinin Sosyolojisi”, Ali Coşkun (Ed.), Mesih’i
Beklerken-Mesihçi ve Millenarist Hareketler, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2003, s. 168-171.
117
düzinelerce farklı dinî organizasyon bulunmaktadır. Anayasasında hiçbir dinin devlet onayına
sahip olmadığı ve her Amerikalının istediği dini tercih edebileceği şeklindeki bir değişiklik
YDH için yasal zemin olmuştur. Aslında dinî geleneklerden türeyen yeni ruhsallıkların
yükselişini sağlayan şartlar, göç olgusu çerçevesinde şekillenen göçmen hukuku ve kültürdeki
değişimdir. 1965’te Kongre, ABD’nde ulus kaynaklı (Avrupalıları yeğleyen) kotaları
yasaklayan yeni bir göçmen yasasını kabul etti ve böylece göçü daha eşitlikçi bir temele
oturtmuş oldu. Bundan sonra göçler yoğunlaştı ve bu göçmenler arasında YDH’in öncüleri de
vardı. Bu göç reformu, 1960’lardaki özellikle gençlerde olmak üzere dinsel deneyim ve keşfe
açıklık olarak gözlenen büyük kültürel değişikliğe denk gelir.
Batı’da faal olan 2600 dinî gruptan söz edilirken Amerika’da sınırlı bir ölçütle 2000 gruptan
bahsedilir. Gordon Melton, daha sınırlı bir ölçütle Amerika’da YDH olarak tanımlanan
hareketlerin sayısının 1000’in altında olduğunu ileri sürer.51 “Manevî Süpermarket”52 alanında
çoğulcu rekabetle hayat bulan YDH, daha çok kült ve sekt kavramlarıyla betimlenir. Kült/cult
kelimesi önceleri ana dinî gelenek dışında bir kaynağa sahip hareketler için kullanılmıştır. Bu,
bazen Amerika’da bulunan Hinduizm gibi bir dinî gelenek olduğu gibi bazen yakın tarihte
ortaya çıkmış, hatta yaşayan birinin ortaya koyduğu bir dinî hareket de olmaktaydı. Fakat 1965
sonrasındaki dinî hareketlerin ortaya çıkışı, kavramın daha kötü bir anlam kazanmasına neden
oldu. Bundan sonra kavram en azından kendi üyeleri ve toplum için, potansiyel olarak yıkıcı bir
niteliğe sahip bir hareketi betimlemek için kullanılır. Fakat kavramı yalnızca problemli gruplar
için kullanmaya yetecek düzeyde bir temellendirme henüz yapılmadı.
YDH’ler, dinî uyanış, canlanma veya geç modern toplumun kutsallıkla yeni ilişkisi bağlamında
ele alınır. Dinin bu yeni görünümü; Berger’in teodise çerçevesinde ‘teselli’ kavramına vurgusu
bağlamında modern sekülerizmin bireysel elem ve bireylerarası adaletsizlik gibi konularda
baskı uygulayan mahrumiyetlere çözüm bulamaması, dolayısıyla dinin teselli verme işleviyle
ilgili bir durumdur. Dinin teselli kabiliyeti, geç modern dönemin karmaşık hayatları için yeni
bir güvenirlilik olur. Maddî ve manevî mahrumiyetlerin pençesinde, fiziksel acılarla kuşatılan,
“hatta en basitinden geçimsiz bir evliliğe tahammül etmek zorunda olan bir insana ilerleme
efsanesinin o büyük ideallerinin -tabiî bilimlerin o inanılmaz zaferlerinin, ulusal
bağımsızlıkların veya devrimci hareketlerin başarısının- sunacağı hiçbir şey yoktur.” 53
Mahrumiyet, Glock’un izafî mahrumiyet teorisindeki kullanımı gibi, dinin mahrum bireylere
telafi edici bir fonksiyonla cazip geldiği 54 yönündeki analizlerle YDH’e de uygulanır. Öte
yandan YDH sekülerleşme tezini tehdit eden bir olgu olarak görülür ve bir karşı kültür olarak
seküler dünya algısını reddettiği ifade edilir. Doğal akışı içerisinde yönlendirmeden yoksun olan
bu yeni bilinç arayışı, Doğu dinleri için misyon alanı olurken aynı zamanda Hıristiyanlığın kendi
içinden de yeni fraksiyonlar üretir.55
Modernitenin getirdiği değişimler, bireye sunduğu fayda ve imkânların yanı sıra yaygın bir
yabancılaşma sorunu da ortaya koymaktadır ve bu niteliği nedeniyle moderniteye her zaman
51 Eileen Barker, “New Religious Movements, Their Incidence and Significance”, Bryan R. Wilson ve Jamie
Cresswell (Ed.), New Religious Movements: Challenge and Response içinde, London: Routledge, 1999, s.16.
52 George Carey, “Healthy Religion”, The 2001 International Conference- The Spiritual Supermarket: Religious
Pluralism in the 21st Century, (April 19-22 2001), http://www.cesnur.org/2001/london2001/carey.htm (21
Mart 2005).
53 Peter L. Berger, “Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine”, Sekülerizm Sorgulanıyor: 21. Yüzyılda Dinin
Geleceği içinde. Ali Köse (hzl.), İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002, s. 77.
54 Bryan R. Wilson, Religion in Sociological Perspective, Oxford: Oxford University Press, 1989, s. 8.
55 Jeffrey K. Hadden, “Sekülerizmden Dönüş”, Ali Köse (hzl.), Sekülerizm Sorgulanıyor: 21. Yüzyılda Dinin
Geleceği içinde (123-159), İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002, s.147.
118
karşı ideolojiler geliştirilmiştir. Üçüncü Dünya diye tanımlanan bölgelerdeki dinî hareketler, bu
karşı ideolojilerin en tipik örneğidir. İslâm dünyasında İran örneği başta olmak üzere
Endonezya’dan Mağrib’e kadar birçok bölgede faal olan İslâmî hareketler, modernleşmeye
tepkisel bir tutum taşımaktadır. İslâm dünyasının dışında da karşı hareketler ortaya çıkmıştır ki,
Neo-Budist hareketi, militan bir hareket olan Hindu gelenekçiliği, çoğu Hıristiyan olan
Afrika’daki dinî hareketler ve Latin Amerika’da giderek yaygınlaşan Hıristiyan gruplardan bu
anlamda söz edilebilir. Amerika’da ortaya çıkan yeni karşı kültür -ki bunun da dinî niteliklere
sahip olduğu belirtilir- ve Evanjelik Protestanlık, sekülerite karşıtı göstergeler olarak tartışma
konusu olmuştur. Amerika’da kiliselerin gelişim doğrusuna bakıldığında bugün seküleriteyle
ters orantılı bir gelişme görülmektedir.
Doğu kaynaklı dinî akımların -farlılıklarına rağmen- en önemli özellikleri, mistik tecrübeyi
merkeze almaları ve mutlak varlıkla doğrudan ilişki imkânı sunma iddialarıdır. Genel anlamda
ortak diğer özellikler şu şekilde sıralanabilir: “(a) Ahlâkî normları vardır, (b) dine rasyonel
yaklaşımı reddederler, (c) üyeler lidere kayıtsız bir teslimiyetle bağlıdırlar, (d) lider otoriter veya
karizmatik bir özelliğe sahiptir, (e) üyeler hareketin prensiplerini tenkit etme hakkına sahip
değillerdir, (f) milenyum üzerine vurgu vardır, (g) yeni üye kazanmak için misyonerliği bir
görev kabul ederler.”56
Geleneksel sosyal üretimlerin zihinlerde silikleşmeye yüz tutması, ahlâkı düzenleyici normların
zayıflaması, kültürel karmaşa, yapısal farklılaşmanın ürettiği karmaşık sosyo-ekonomik kırılgan
bir sistemin belirmesi, egoizm ve bireyselciliğin yaygınlaşması, yalnızlık duygusu, dünyanın
aşırı materyalist ve gayr-i şahsi olarak algılanışı YDH’lerin üzerinde yükseldiği koşulları ortaya
çıkaran etkenlerdir. Farklı anlam evrenlerine ve hayat biçimlerine olan ilginin artması, bunalım,
eğitim süresinin uzaması ve sonucunda eğitim seviyesinin yükselmesiyle oluşan merak ve yeni
ideallerin ortaya çıkması, hızlı sosyal değişmenin etkisiyle tampon mekanizmaların destek
niteliğini yitirmesi, moral belirsizlik gibi nedenler de etkindir. YDH’nin ortaya çıkışlarına etki
yapan ortak nedenler bulunabilse de inanç, etkinlikleri ve pratiklerindeki çeşitlilik herhangi bir
genellemeye engel olmaktadır.
YDH’in incelenmesiyle kilise-kült-mezhep tipolojisi ve din değiştirme teorileri için yüklü bir
veri birikimi ortaya çıkmış, karizma, üye edinimi gibi kavramlar da bu hareketlere
uygulanabilecek şekilde geliştirilmiştir. Hadden, literatür incelemesinde bu hareketlerin dört
özelliğini önemser: İlk olarak insanlık tarihi boyunca yerleşik geleneklerde mezhepsel
bölünmeler veya ithal kültler hep varolagelmiştir. İkinci olarak mezhep ve kültler arasında süreç
benzerlikleri söz konusudur. Üçüncü olarak “dinî hizipler kaçınılmaz bir gerçektir.” Özellikle
açık toplumlarda bunların meydana çıkması muhtemeldir. Son olarak, “yeni icat edilen veya bir
başka kültürden ithal edilen kültler daha çok geleneksel-kurumsallaşmış dinlerin zayıfladığı
bölgelerde ortaya çıkmaktadırlar.”57
Yeni dinî haritada öncelikli olarak kadim dinî kurumların mensuplarının ruhsal ve dinî
dönüşümü dikkat çekmektedir. Robert Wuthnow, “yamalı bohça dini” kavramıyla günümüz
Amerikasında “insanların farklı dinî geleneklerden kendilerince parça parça unsurları seçerek
mevcut mezheplerle pek de uyuşmayan bir din profili oluşturduklarını” ifade eder. Kendilerini
dindar olarak tanımlamayan bu kitlenin çoğu bir ruhsallık arayışında olduklarını ifade
etmektedir. Wuthnow’unkine benzer veriler Wade Clark Roof ve Nancy Ammerman gibi diğer
bazı araştırmacılarca da ortaya konmuştur. Avrupa’da bu olguya benzer yapıyı Daniéle Hervieu-
Léger, Strauss’dan ödünç aldığı bricolage kavramıyla betimlemiştir. Buna göre insanlar tıpkı
56 Ali Köse, a.g.e, s. 25.
57 Jeffrey K. Hadden, “Sekülerizmden Dönüş”, Sekülerizm Sorgulanıyor: 21. Yüzyılda Dinin Geleceği içinde.
Ali Köse (hzl.), İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002, s. 148-149.
119
lego oynayan çocuklar gibi mevcut farklı dinî materyaller seçerek kendilerine ait yeni bir din
oluşturmaktadırlar. Bu insanlar hem kilise ile ilişkisini devam ettirenler, hem de kilise ile hiçbir
bağı olmayanlar arasından çıkabilmektedir.58
Batı ve İslâm kutuplaşması ve karşıtlığı, aynı zamanda ‘İslâmî yeniden diriliş’ olarak betimlenen
olgunun da etkisiyle, İslâm’a duyulan korkunun artışını da beraberinde getirmiştir. 59 Bu
hareketleri incelemede araçsallığı etkin olan eylem sosyolojisi, toplumsal hareketleri aykırılık
ve sapmalar olarak betimlemez; aksine toplumun kendini yeniden üretimine yapılan katkılar
olarak görür. Bu bağlamda Müslüman ülkelerdeki yeniden diriliş hareketleri söz konusu
toplumsal yapıların referanslarını kadim kodlardan alan toplumsal bir yeniden üretim olarak
betimlenebilir ki ortaya çıkan sonucun istenilir olup olmaması üretim hedefinin varlığını
zedelemez. Son tahlilde dinlerarası ilişkiler bağlamında ele aldığımız konunun önemli makro
dinamiklerinden olan YDH olgusu, dinlerin rekabete açılmasını sonuç verir ve bu süreç, bazen
çatışma veya başka bir sürece doğru gidebilir.
Okuma Önerileri
Din sosyolojisi alanının kurucu isimlerinden biri olan Joachim Wach’ın Din Sosyolojisi (çev.
Ünver Günay, Kayseri: Erciyes Üniversitesi, 1990) isimli çalışması temel metinlerden bir
tanesidir. Peter L. Berger’in “Dini Kurumlar” (Adil Çiftçi (ed. ve çev.), Toplumbilim Yazıları
içinde, İzmir: Anadolu Yay., 1999, s. 71-136) başlıklı makalesi, bir toplumsal kurum olarak din
konusunu Weberci bir perspektiften ele alan oldukça özlü bir metindir. Ayrıca Ünver Günay’ın
Din Sosyolojisi (İstanbul: İnsan Yay., 1998); Roberto Cipriani’nin Din Sosyolojisi: Tarih ve
Teorileri (çev. Ali Coşkun, İstanbul: Rağbet Yay., 2011); Hans Freyer’in Din Sosyolojisi (çev.
Turgut Kalpsüz, Ankara: AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., 1964) başlıklı çalışmaları din sosyolojisi
alanında Türkçe literatür arasında öne çıkan çalışmalardır. Yeni Dinî Hareketler konusuyla
ilgili olarak bkz. Recep Şentürk, Yeni Din Sosyolojileri: Batı’da 1960 Sonrası Arayışlar
(İstanbul: Gelenek Yay., 2004); İsa Kuyucuoğlu, Batı’da Din Sosyolojisi: Teori ve Yöntem
Analizleri (İstanbul: EskiYeni, 2008); ve Süleyman Turan ve Faruk Sancar (eds.), Yeni Dini
Hareketler: Tarihsel, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla, İstanbul: Açılım Kitap, 2014.
58 Peter L. Berger, “Günümüz Din Sosyolojisinin Problemleri”, s. 96.
59 Asaf Hüseyin, Batının İslâm’la Kavgası, Mesut Karaşahan (çev.), 2. Basım, İstanbul: Pınar Yayınları, 2006, s.
7.
120
Uygulamalar
Neye inanıyorsunuz? İnançlarınız üzerine düşünün ve hakkında bir
kompozisyon yazınız.
Batıl inanışlara, astrolojiye, uğurlu muskalara, yaratıcıya, ahirete, hayaletlere,
reenkarnasyona, hayat döngüsüne ve cennet-cehenneme vb. inançlarınızla
ilgili kısa bir kompozisyon yazınız.
121
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Dinî inançlar ve adetler, kültürden kültüre değişse de, bilinen tüm toplumlarda din vardır. Hans
Freyer’in deyimiyle, “İnsanlığın ne kadar kadim tarihine, ne kadar önceki devirlere inersek
inelim, daima din vakıası ile karşılaşırız.” Tüm dinler, müminlerinin yerine getirdiği ayinlerle
bağlantılı, yüceltme duygularını da kapsayan bir simgeler bütünü oluşturmaktadırlar.
Din, sosyolojinin, başlangıcından itibaren ilgilendiği temel konulardan biridir. Sosyolojinin ilk
dönemlerinde din, anlam olarak tartışma konusu edilirken günümüzde din sosyolojisi alanında
da –büyük ölçüde, günümüzde sosyolojiden beklenen görevlerin ve çalışma alanının oldukça
sınırlanmış olması nedeniyle- mikrososyolojik çalışmaların etkinliği artmaktadır.
Sosyolojide dinin özü, kendisi araştırma konusu edilmez. O nedenle de sosyolojide dinin,
kutsalın ve kutsal olmayanın tatmin edici bir tanımı zor bulunur. Sosyolojinin dinle
ilgilenmesinin nedeni ve kapsamı, onun da toplumsal bir olay olmasıdır. Çoğu zaman da
açıklamaya çalıştığı husus, din üzerinden belli toplumsal olaylardır.
Bu ünitede toplumsal bir kurum olarak dinin sosyolojide ele alınma biçimlerine, dinin toplumda
meydana getirdiği işlevlere, belli başlı dinlere ve modern hayatta din ve sekülerleşme konuları
etrafında gerçekleşen yeni gelişmelere ve tartışmalara değinilmiştir.
Din, dünyanın her yerinde farklı biçimlerde karşımıza çıkan evrensel bir olgudur.
Emile Durkheim, bireysel dinî davranışları toplumsal bağlamda anlamaya çalışırken, dinin
toplumsal etkisine, önemine ve işlevine vurguda bulunmuştur.
Günümüzde dünya nüfusunun %85’i aşkın bir kesimi belli bir dinî inanca mensuptur. Dinî inanç
ve pratiklerde, büyük çoğunluğu da kültürel pratikler tarafından şekillendirilmiş muazzam bir
çeşitlilikle karşılaşıyoruz.
Din, farklılıklar içeren bir toplumun aynı ortak kimlik etrafında birleşmesini, bir arada
bulunmasını temin eden bir işleve sahiptir.
Max Weber, Protestan ahlakı olarak adlandırdığı dinsel yönelim incelerken dinî sadakatle
kapitalist davranışlar arasında doğrusal bir ilişki olduğunu iddia etmiştir.
Marxist bakış açısına göre din, iktidardakilerin toplum üzerindeki denetimlerini güçlendirmek
gibi bir işlev görmektedir. Kapitalist baskıyı ortadan kaldırabilecek ve toplumu
dönüştürebilecek kolektif siyasal eylemlerin önünde engelleyici bir işlev görmektedir.
122
Bölüm Soruları
1) Yaşadığınız şehirde hangi din ya da mezheplerin mabedleri bulunuyor?
2) Dinle ilişkileriniz açısından kendinizi nasıl tanımlarsınız?
3) Şu an sahip olduğunuz inancınız dışında herhangi bir başka inanca sahip olduğunuzu
varsayın. Eğer o inanç dünyası içerisine doğmuş ve o inanç geleneği doğrultusunda
yetiştirilmiş olsaydınız, dinî inanç ve ritüelleriniz nasıl farklılıklar gösterirdi?
4) “Scientology Cemaati üyeleri inanç sistemlerini 20. Yüzyılda ortaya çıkmış tek büyük
din olarak görmektedirler. Onlara göre inançları Yahudi-Hıristiyan ve Doğu dinlerine,
özellikle Budizm’e benzemektedir. Kimi araştırmacılar Scientology Cemaati’ni
kendilerini dindar olarak gören ama diğerlerinin gözünde ‘dindar gibi’ olan kategori
olan sözde-din kategorisinde değerlendirmektedirler.” Sizce Scientology Cemaati bir
din olarak kabul edilebilir mi? Cemaati araştırarak tartışınız.
5) Sizce bir din için vazgeçilmez olan özellikler nelerdir?
6) Gündelik yaşantınızı sürdürürken gerçekleştirdiğiniz toplumsal eylemlerinizde ya da
kurduğunuz ilişkilerde toplumsal ilişkilerde din ne ölçüde etkendir?
7) Dernek, cemaat vb. STK’lar sizin de inanmadığınız bir dinin mabedinin inşa edilmesine
engel olmalı mı? Neden? Sizin inancınızın mabedinin inşasının engellenmesi çabalarına
karşı tavrınız ne olurdu? Açıklayınız.
8) Türkiye’de ve modern dünyada dinin geleceğini tartışınız.
123
5. EKONOMİ, İŞ VE ÇALIŞMA HAYATI
124
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
5.1 Bir toplumsal kurum olarak ekonomi
5.2 Ekonomi yaklaşımları ve sistemleri
5.3 Çalışma hayatının örgütlenmesi
5.4 Günümüzde çalışma koşullarında yaşanan değişmeler
5.5 Küresel ölçekte ekonomik ilişkilerin aldığı biçimler ve toplumsal etkileri
125
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Bazı akrabalarınızın ya da yakınlarınızın kayıt dışı ekonomi sektörlerinde (örneğin
çocuk bakıcılığı, amelelik, işportacılık, evlere temizliğe gitme vb. gibi) çalıştıklarını
hayal edin.
Kazançları ne olursa olsun, onlara kayıtlı ekonomilerde (‘düzgün sigortalı bir işte’)
çalışmaları tavsiyesinde bulunur muydunuz?
Eğer böyle bir tavsiyede bulunur idiyseniz, hangi tür gerekçeler öne sürerek
yakınınızı ikna etmeye çalışırdınız?
126
Anahtar Kavramlar
Ekonomi
Kapitalizm
Sosyalizm
Çalışma Hayatı
127
Giriş
Kelsey Timmerman, Where am I Wearing? A Global Tour to the Countries, Factories and
People that Make Our Clothes ([Nereyi Giyiyorum? Elbiselerimizi İmal Eden Ülkelere,
Fabrikalara ve İnsanlara Doğu Küresel Bir Yolculuk], Hoboken NJ: Wiley, 2009) isimli
kitabında kot pantolonların, tişörtlerin ve parmak arası terliklerin üretildikleri ülkelere yaptığı
yolculukları anlatıyor. Honduras’tan Bangladeş’e, Kamboçya’dan ABD’ye fabrikaların izini
sürer ve orada çalışan kadın işçilerle görüşmeler yapar. Fabrika sahipleri, üretim bölümlerine
girmesine izin vermezler; ancak çalışanların evlerini ziyaretini engelleyemezler elbette.
Timmerman, işçilerin gerek fabrika içinde ve gerekse de dışında, ‘standart altı’ olarak nitelenen
koşullarda yaşadıklarını tespit eder. Buna bağlı olarak, küresel giyim şirketlerinin
fabrikalarındaki koşulların sorumluluğunu üstlenmeleri gerektiğini ileri sürer.1 BBC’de yıllar
evvel yayınlanmış, çocuk işçilerin emeğinin kullanıldığı ürünleri satmama vaadinde bulunan
Mark&Spencer gibi firmaların satışa sundukları ürünlerin üretim süreçlerini Bangladeş ve
başka bazı Uzak Asya ülkelerine giderek takip eden bir belgeseli hatırlıyorum. Türkiye’de
ihracata yönelik çalışan tekstil firmalarını ve ihraç edilen ürünlerin üretim süreçlerini bütün
aşamalarıyla irdelediğimizde, Türkiye’nin de küresel ekonomide yaşanan bu uluslararası iş
bölümünün dışında olmadığı ve Türkiye’deki çalışma koşullarının Avrupa’nın ya da ABD’nin
epeyce gerisinde olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Bütün bu ve benzeri örnekler, günümüzde,
üretim ve tüketim süreçlerinin uluslararası iş bölümlerini, dünyanın zengin ülkeleriyle yoksul
ya da gelişmekte olan ülkelerinin çalışma koşulları arasındaki farkları gözler önüne seriyor.
Bu derste, toplumsal kurumlar arasında en etkinlerinden biri olan ekonominin hayatımız
üzerindeki etkilerini sosyolojik bir çerçevede değerlendirmeye çalışacağız. Konu ‘ekonomik
sosyoloji’, ‘çalışma ve iş hayatı’, ‘örgüt sosyolojisi’ ve ‘endüstri sosyolojisi’ gibi günümüzde
her biri ayrı birer uzmanlık ve inceleme alanı haline gelen birçok farklı araştırma alanını
ilgilendirmektedir. Ancak burada zorunlu olmadıkça konumuzun dışına çıkmamaya özen
gösterecek ve temelde ekonomi kurumunun (ekonomik sistemin) nasıl işlediğini, iş ve çalışma
hayatının ne türden çeşitlilikler gösterdiğini, dünyadaki temel ekonomik sistemlerin neler
olduğunu, dünya ekonomilerinin nasıl değiştiğini vb. bazen tarihsel, bazen güncel veriler
ışığında, bazen küresel ve bazen de Türkiye perspektifinden kısaca ele almaya çalışacağız.
1 Zikreden: Richard T. Schaefer, Sosyoloji, Simten Coşar (çev. ed.), Ankara: Palme Yay., 2013, s. 400.
128
5.1. Ekonomi: Kavramsal Bir Başlangıç
Eskilerin ‘ilm–i tedbir–i menzil’2 olarak karşıladıkları ekonomiyi kısaca tarif edecek olursak,
ekonomi, toplumda mal ve hizmetlerin üretim, bölüşüm ve tüketimini düzenleyen sosyal
kurumdur. Bu tanımda ifade edilen mallar –yiyecek, giysi, barınma vb. gibi-zorunlu olanlardan
–otomobil, yüzme havuzu, yat, özel uçak vb. gibi- lüks olana doğru gelişim gösteren
emtialardır, hizmetler ise, toplumda herkesin faydalandığı faaliyetlerdir. Bu kısa ve özet tanıma
rağmen, ekonominin –farklı kuramsal çerçevelere göre- çok farklı biçimlerde tanımlanabilen
bir olgu olduğu da gerçektir. Örneğin, Adam Smith ‘servet elde edebilmek için gerçekleştirilen
tüm faaliyetleri’ servet bilimi olarak tanımladığı ekonominin inceleme alanına dahil eder.
Alman iktisatçı Hermann Heinrich Gossen, ekonomi bilimini ‘birey ve topluma en az uğraşla
en çok doyumu sağlamayı gösteren yöntemler kuramı’ olarak tarif eder. Paul Samuelson da
ekonomi bilimini, ‘insanların –tahıl, kesimlik hayvan, elbise, yol, çeşitli taşıt, beyaz eşya, cep
telefonu vb. gibi- çeşitli malları üretmek ve -ihtiyaçlarını karşılamak üzere- toplumun
tüketimine sunmak için –toprak, işgücü, makine gibi sermaye malları ve teknik bilgi gibi- kıt
ve sınırlı üretim kaynaklarını ne şekilde kullandıklarını inceleyen’ bir bilim olarak tanımlıyor.
Bu tanımları daha da çoğaltmak mümkün elbette.
Genel olarak, iktisatçılar arasında üzerinde mutabık kalınan iki farklı ekonomi tanımıyla
karşılaşırız. Birinci tanıma göre ekonomi, “bir toplumun üyelerinin yaşamlarını sürdürebilmek
için ihtiyaç duydukları malları ve hizmetleri üretmek, paylaşmak ve mübadele etmek üzere
gerçekleştirdikleri faaliyetlerin toplamı”dır. Bu tanım, başlangıçta verdiğimiz özet tanımın
biraz daha genişletilmiş bir halidir ve üretim, tüketim, bölüşüm ve mübadele ile ilişkili her türlü
faaliyeti ekonomi tanımı içerisinde değerlendirmektedir. Bu anlamda; istihdam, çalışma
ilişkileri, yatırım, teknolojik inovasyon vb. gibi konular üretim, vergilendirme, maaşların
2 Yunanca kökenli bir kelime olan ekonomi, ‘büyük bir aileden müteşekkil ev’ anlamındaki oikos ile ‘düzenleme,
yönetme, sarf, adet ve yasa’ anlamlarına gelen nomos sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir
terimdir. ‘Ev’, daha geniş anlamda, ‘devlet’ olarak da yorumlanmıştır. Örneğin Aristo, Politika kitabında
sözcüğü sadece ailenin yönetimini değil devletin yönetimini de dikkate alarak kullanır. Antik çağ ekonomisi
hakkında bkz. M. I. Finley, Antik Çağ Ekonomisi, çev. Hatice Palaz Erdemir, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay.,
2007. Müslüman dünyada kavram –İbn Sina, Nasiruddin Tusi, Harizmi, Taşköprüzade, Kınalızâde Ali Çelebi,
Katip Çelebi ve başka pek çok alimin eserlerinde- ‘ilm-i tedbir-i menzil’ sözcükleriyle karşılanmıştır. Sabri
Orman, bu kavramın ‘ev yönetimi bilgisi’ veya ‘ev yönetimbilimi’ şeklinde günümüz Türkçesine tercüme
edilebileceğini belirtmektedir. Bkz. Sabri Orman, İktisat, Tarih ve Toplum, İstanbul: Küre Yay., 2001, s. 301.
Bu terkipte geçen ‘menzil’ sözcüğüyle, düşünürler, insanların ihtiyaç duydukları gıdayı saklayabilecekleri
‘mesken’i kastetmektedirler. Ancak bu mesken/ev, yalnızca taş bina değil aynı zamanda efendi, eş, çocuklar,
hizmetkarlar, hatta mal sahibi ile mal arasında oluşan ilişkileri de kapsayacak şekilde geniş bir anlama sahiptir.
Örneğin Kınalızâde’ye göre menzil, anne, baba, çocuk, hizmetçi ve azıktan oluşan ‘menzil erkanı’nın
tamamını kapsayan bir yerdir. Bkz. Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlak-ı Alâî, Mustafa Koç (haz.), İstanbul: Klasik
Yay., 2007, s. 323.
129
belirlenmesi, toplu iş/sözleşme görüşmeleri vb. bölüşüm, alış verişin gerçekleştiği mahaller
olan pazarların oluşumu, mübadele edilen emtianın ve hizmetlerin fiyatların nasıl belirlendiği,
tüketim kararlarının nasıl alındığı vb. gibi hususlar da mübadele kavramlarının içeriğini
oluşturur.
Daha ziyade ‘iktisatlı davranma’ya, ‘sınırsız ihtiyaçlar’a ve ‘sınırlı kaynaklar’a vurgu yapan
ikinci tanıma göre ekonomi, “mevcut olanaklar içinde en fazla faydayı elde etmek üzere sınırlı
kaynakların rasyonel kullanımına dayanan faaliyetlere girişmesi”dir. Örneğin bir aile reisinin
mevcut sınırlı gelirini eşinin ve çocuklarının hayatta kalabilmeleri ve gelişimlerini
sürdürebilmeleri için en verimli, en faydalı şekilde kullanmak amacıyla aldığı kararlar ve bu
kararların ekonomik sonuçları ekonomik bir olgu olarak değerlendirilir. Daha ziyade mikro
ekonominin ilgi alanına giren bu örnek ülke ölçeğindeki ekonomik düzenlemelere doğru
genişletildiğinde makro ekonominin alanına dahil oluruz. 3 Bu çerçevede örneğin vergi
düzenlemelerini içeren maliye politikaları, para politikaları veya hükümetlerce belirlenen ve
uygulanan sanayileşme politikaları vs. birer ekonomik olgu olarak değerlendirilir. Bu –ikinci–
tanım, zımnî olarak ekonomik faaliyetlerin kendi rasyonel çıkarları doğrultusunda eylemde
bulunduğu düşünülen failler tarafından gerçekleştirildiği varsayamına dayanır. Ekonomik
faaliyetleri gerçekleştiren rasyonel failler arasındaki ilişkinin ise piyasalara hükmeden arz ve
talep yasası tarafından belirlendiği varsayılır. Bu tanıma göre, sonuç olarak, ekonomik
faaliyetten elde edeceği faydayı azamî seviyeye çıkartmak için dahil oldukları piyasa
ilişkilerinde her bir rasyonel fail belli fedakarlıklarda bulunacak ve bu fedakarlıklar neticesinde
de piyasalarda herkesin lehine olacak şekilde optimal dengede bir fiyat oluşacaktır. Başka bir
deyişle, bu tanıma göre, ekonomik faaliyetlerin gerçekleştirildiği temel alan olan piyasalarda
dengenin oluşabilmesinin yegane koşulu; rasyonel faillerin -ekonomi biliminin insan davranışı
sorununu inceleyebilmek için ‘insanların rasyonel, yani akılcı/hesapçı oldukları ve azamî
faydayı elde etmek için mevcut kısıtlı kaynakları en uygun biçimde kullanmaya yöneldikleri
varsayımından hareketle- geliştirdiği soyut bir kavram olan- homo ekonomikuslar gibi
davranmasıdır. Homo ekonomikus kavramının üretilme amacı, onun aracılığıyla belli bir
durumda insanların nasıl davranabileceklerini önceden tahmin edilebilme imkanlarını elde
etmektir.
3 Buradan da anlaşılacağı gibi, ekonomi bilimi iki temel alana bölünmüştür: Ekonominin tüketiciler, firmalar
ve endüstriler özelinde ve neyin ne kadar, nasıl ve nerede üretileceği, kimler için üretileceği vb. gibi hususları
incelenmesi mikro ekonominin araştırma alanlarını oluşturur. Mikro iktisattan farklı olarak makro ekonomi
ekonomiyi bir bütün olarak ele alır, makro denge analizleri yapar, ulusal toplam gelir, işsizlik, toplam
maliyetler, toplam yatırımlar, iç ve dış borçlar, toplam istihdam, vb. gibi konular üzerinde durur.
130
Homo ekonomikusları merkeze alan yaklaşımın belli açmazları vardır. Zira günlük hayatımızda
harcamalarımızı yaparken ya da ekonomik faaliyetlerimizi yürütürken insanî, kültürel, dinî,
sınıfsal vb. hassasiyetlerimizi bütünüyle devre dışı bırakmayız. Bütün bunlar bir şekilde
ekonomik faaliyetlerimiz ve kararlarımız üzerinde etkide bulunur. Bir marketten alış veriş
yaparken yalnızca ürünün fiyatına mı bakarız? Bir konut alırken, konutun ücretinin bütçemize
uygun olup olmadığının –en azından- yanı sıra meskenin bulunduğu yerleşim alanının yapısını,
muhtemel komşularımızın –dinî, etnik, dinî vb. gibi- niteliklerini hiç mi dikkate almayız? Bir
işveren işçi alımlarında işe alacağı kişilerin aidiyetlerini vs. bir kenara bırakarak yalnızca
ekonomik kriterleri mi merkeze alarak karar verir? 4 Bu ve benzeri soruları çoğaltabiliriz. Homo
ekonomikus’un bu sorulara cevabı muhtemelen evet olacaktır. Ekonomik faaliyeti ‘ruhsuz bir
makine’ gibi işleyen homo ekonomikusların faaliyetleri üzerine temellendiren ekonomi bilimi,
dolayısıyla, matematiksel olarak tahlil edilemeyecek her şeyi iktisadî analizin dışına atacaktır.
Özellikle iktisatçıların geliştirdiği bir soyutlama olan ‘homo ekonomikus’ların faaliyetlerini
merkeze alarak ekonomik faaliyetleri temel inceleme konusu yapan ekonomi, nihaî noktada,
‘soyut ve tümdengelimci’ bir bilim görüntüsü sergilemektedir. Sosyolojik perspektif ise,
ekonomik kararların belli bir zamanda ve belli bir mekanda toplumsal bir varlık olarak insanlar
tarafından alındığı ve uygulandığı gerçeğiyle hareket eder ve bu kararlara etkide bulunan tüm
kültürel, tarihsel ve toplumsal faktörleri dikkate alır. Başka bir deyişle, iktisat sosyolojisinin
ekonomi biliminin araştırma alanına giren ekonomik olguları büyük ölçüde (zira iktisat
sosyolojisi ekonominin bütün inceleme konularını inceleme konusu yapmadığı gibi, inceleme
konusu ettiği ekonomik olguları da sosyolojinin bütün kavramlarını ve yöntemlerini kullanmak
suretiyle de incelemez) sosyolojiye özgü kavramlarla ve yöntemlerle ele aldığını söyleyebiliriz:
“Bu anlamda, sosyolojik perspektif, kimi ekonomik olguları analiz ederken iktisat
teorisinin başvurmadığı yöntemlerin de kullanılmasını önerir. Yani ekonomik olguları
analiz ederken, sosyolojik incelemeye özgü yöntemsel araçları (saha araştırmalarını,
tiplemeleri, karşılaştırmalı yöntemi, ağ analizini, vb.) kullanıma sokar. Aslında bu
4 Steve Bruce’un sekülerleşme bağlamında dikkat çektiği şu olgu konumuz açısından da ufuk açıcı bir örnek
sunmaktadır: “İşlevsel ayrışma sürecinde kültürel engellerden kurtulan ilk alan ekonomidir, ancak din ve etnik
kimlik bunun da ötesine geçerek bu eğilimi kısıtlayabilir. İşverenler çoğunlukla ‘kendi kendilerini’ işe
almaktadır ve hatta tüketimde bile din, rasyonelliği hükümsüz hale getirebilmektedir. Kuzey İrlanda’nın küçük
şehirlerinde, piyasa sadece bir kasabın kâr etmesine uygun olsa bile, çoğunlukla Protestan kasap ve Katolik
kasap bulunmaktadır. Gerilimin arttığı dönemlerde Protestanlar ve Katolikler birbirlerinin işyerlerini boykot
etmekte ve kendi dininden kişilerden alışveriş edebilmek için önemli mesafeleri katetmektedirler.” Bkz. Steve
Bruce, “Sekülerleşme: Sistematik Bir Betimleme”, çev. İhsan Çapcıoğlu, M. Ali Kirman ve İhsan Çapcıoğlu
(eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, Ankara: Otto Yay., 2015, s. 41-42 [ss. 25-44].
131
yöntemsel araçlara başvurmaları, sosyologların, ekonomik olgulara etkide bulunan
ekonomik olmayan etmenleri (tarihsel, toplumsal, kültürel, simgesel vb.) de açığa
çıkartmalarını mümkün kılar.
Aslında sosyologların yaptığı işlem, toplumsallık ile ekonomik alanı bütünleştirmekten
ibarettir. Zira sosyolojik bakış açısına göre, toplumsal ilişki ağlarını ya da toplumsal
yapıları dikkate almaksızın ekonomik olguların açıklanabilmesi mümkün değildir.
Amerikalı ünlü ekonomi sosyoloğu Mark Granovetter bu konuda şunları belirtir:
‘Neoklasik iktisat teorisi, bir bireyin belirlenmiş önceliklerinin tatmininin peşinden
koşmasını incelemek konusunda ne denli başarılı olsa da, bu sürece etkide bulunan
ekonomik olmayan etmenlerin önemini kavramaya izin vermez ve bireyin ihtiyaç olarak
peşinden koştuğu önceliklerin toplumsal etkileşim yapıları içine yerleşik olduğunu da
görmezden gelir.’ Yani Granovetter’a göre, hem bireylerin ihtiyaç olarak gördükleri
nesneler, hem de bu nesneleri üretme, tüketme ve bölüşme biçimleri toplumsal ilişkiler
içinde şekillenir. Buna bağlı olarak da mekana ve zamana göre çeşitlilik gösterir.”5
5.2. Ekonomik Faaliyetlere Tarihsel Bir Bakış
Modern refah toplumlarının ekonomileri, binlerce yıllık toplumsal değişimlerin ürünüdür.6 Bu
değişim süreci, üretimi düzenleyen ve toplumsal hayatı dönüştüren üç temel teknolojik devrim
gerçekleşti:
Tarım devrimi: Yaklaşık 5000 yıl önce, insanlar hayvanları pulluğa koşmaya başladığında,
avcılık ve toplayıcılıktan elli kat daha üretken yeni bir tarım ekonomisi geliştirmiş oldular.
Ortaya çıkan artı ürün, herkesin yiyecek üretme zorunluluğunu ortadan kaldırdı ve işte
uzmanlaşmaya zemin hazırladı: Küçük el aletleri yapmak, hayvan yetiştirmek, mesken inşa
etmek vb. gibi. Çok geçmeden hayvancılık ya da diğer emtiaların ticareti ile uğraşan tüccarların
ağ örgüsü ile bağlantılı kasabalar ortaya çıktı. Bu süreç, yani tarımsal teknoloji, işte
uzmanlaşma, kalıcı yerleşim ve ticaret ekonomiyi önemli bir toplumsal kurum haline getirdi. 7
5 Cem Özatalay, İktisat Sosyolojisi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi AUZEF, 2015, s. 15-16.
6 Dünya ekonomi tarihine ilişkin genel bir bilgilenme için bkz. Tevfik Güran, İktisat Tarihi, İstanbul: Der Yay.,
2012; Herbert Heaton, Avrupa İktisat Tarihi: İlkçağdan Sanayi Devrimine, çev. Mehmet Ali Kılıçbay ve
Osman Aydoğuş, Paragraf Yay., 2005.
7 Gordon V. Childe, tarım devrimini ‘iklim koşullarının kötüleşmesi’ ile açıklamaktadır. Bkz. Gordon V. Childe,
Kendini Yaratan İnsan: İnsanın Çağlar Boyu Gelişimi, çev. Filiz Ofluoğlu, İstanbul: Varlık Yay., 2010; Gordon
V. Childe, Tarihte Neler Oldu?, çev. Mete Tunçay ve Alâaddin Şenel, İstanbul: Kırmızı Yay., 2014. Robert J.
132
Sanayi devrimi: Büyük ölçüde İngiltere’de 1760’lardan 1830’lara kadar geçen sürede
gerçekleşen sanayi devrimi, ekonomide tarım devriminin yaptığı etkinin kat kat üzerinde güçlü
bir değişim yarattı. Bunları beş başlık altında toplamak mümkündür: (1) Yeni enerji kaynakları.
Örneğin 1765 yılında İngiliz mucit James Watt, hayvan gücünden yüzlerce kat daha güçlü olan
buharlı motoru icat etti. (2) İşin fabrikalarda toplanması. Buhar gücünden ve makinelerden
yararlanma, işi evlerden fabrikalara taşıdı. Merkezileşmiş ve gayrişahsi iş yerleri makinelerin
evi haline geldi. (3) Seri ve kitlesel üretim. (4) Uzmanlaşma. (5)Ücretli işçi (işçi sınıfının ortaya
çıkışı).
Sanayi devrimi her geçen gün yaşam standartlarını yükseltti. Sayısız yeni ürün ve hizmet
pazardaki yerini aldı. Fakat endüstriyel teknolojinin faydalarının paylaşımı, özellikle de
başlangıçta eşit bir şekilde gerçekleşmedi. Sanayi işçilerinin büyük çoğunluğu kötü çalışma
koşullarında ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalır ve yoksulluk çekerken, fabrika
sahiplerinin birçoğu devasa servetlerin sahibi oldular. Çocuklar ve kadınlar, yetişkin erkek
işçilere kıyasla çok daha düşük ücretlerle fabrikalarda ve maden ocaklarında çalışmak zorunda
kaldılar.8
Bilişim devrimi ve post-endüstriyel toplum: 1950’lere doğru, üretimin doğası yeniden
değişmeye başladı. ABD, yüksek teknoloji ve hizmetler sektörüne dayalı üretken bir sistem
olan post-endüstriyel toplumu (sanayi sonrası toplumu) inşa etmekteydi. Otomatik makineler,
sonrasında da robotlar, fabrika üretiminde insan iş gücünün rolünü azalttı, buna karşın büro
çalışanlarının ve yöneticilerinin önemini artırdı. Sürüp giden bu değişimde üçüncü dönüm
noktası bilgisayarların ortaya çıkışıdır. Sanayi Devrimi’nin yaklaşık 250 yıl önce yaptığına
benzer şekilde bilişim devrimi de insanlığı yeni tür ürünler, yeni iletişim biçimleri ile tanıştırdı
ve işin karakterini değiştirdi. Genel olarak üç önemli değişim yaşandı: (1) Elle tutulur somut
ürünlerden fikirlere doğru bir değişim: Endüstriyel dönem malların üretimi ile tanımlanırken,
Braidwood, tarım devrimini ‘çekirdek alan teorisi’ olarak bilinen yaklaşımı çerçevesinde insanın doğal
çevresindeki hayvanları ve bitkileri daha iyi tanımasını sağlayan bir kültürel gelişmeye bağlı olarak açıklama
çabasındadır. Bkz. Tarihöncesi İnsan, çev. Bilgi Altınok, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay., 1995. Tarım
devrimini ‘nüfus artışı’ ile açıklayan üçüncü bir yaklaşımın sahibi olan Lewis R. Binford’un Türkçe’de
herhangi bir metni bulunmuyor. Bkz. Lewis R. Binford, An Archaeological Perspective: Studies in
Archaeology, Albuquerqe, New Mexico: University of New Mexico, 1972; Sally R. Binford ve Lewis R.
Binford (eds.), New Perspectives in Archaeology, Chicago: Aldine Publishing, 1968. Tarım devrimiyle ilgili
olarak ayrıca bkz. Laurence Roudar ve Marcel Mazoyer, Dünya Tarım Tarihi: Neolitik Çağ’dan Günümüzdeki
Krize, çev. Şule Ünsaldı, Ankara: Epos Yay., 2016.
8 Sanayi Devrimi için bkz. Phyllis Deane, İlk Sanayi İnkılabı, çev. Tevfik Güran, Ankara: TTK Yay., 1994; Eric
J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, çev. Abdullah Ersoy, Ankara: Dost Kitabevi, 2013; Hans Freyer,
Sanayi Çağı, çev. Bedia Akarsu ve Hüseyin Batuhan, Ankara: Doğu-Batı Yay., 2014.
133
sanayi sonrası dönemde insanlar sembollerle çalışır. Bilgisayar programcıları, yazarlar, finansal
analistler, reklamcılar, mimarlar, editörler ve her tür danışman enformasyon çağında iş gücünün
önemli bir çoğunluğunu oluşturur. (2) Mekanik yeteneklerden eğitsel yeteneklere geçiş: Sanayi
devrimi mekanik yetenekleri gerekli kılıyordu. Bilişim devrimi ise, iyi ve etkili konuşma,
yazma ve bilgisayar kullanımı gibi eğitsel yetenekleri gerekli kıldı. Etkin iletişim becerisi,
çalışanın başarısında belirleyici hale geldi. (3) Sanayi devrimi işçileri, güç kaynaklarına yakın
fabrikalara toplarken; bilgisayar teknolojileri insanlara hemen her yerde çalışabilme imkanı
sağladı. Günümüzde iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, hemen her yeri, evi,
otomobili, uçağı, gemiyi, metrobüsü, otobüsü vs. sanal birer çalışma ofisine çevirdi. Son
yıllarda artan biçimde dördüncü sanayi devrimine (‘Sanayi 4.0’) geçildiği iddia edilmekte ve
yapay zeka, robotik, nesnelerin interneti, insansız taşıtlar, 3D yazıcılar, nanoteknoloji,
biyoteknoloji, kuantum bilgiişlem vb. gibi pek çok yeni teknolojik atılımın farklı bir çok alanda
iç içe geçerek iktisadî, kültürel ve beşerî bağlamları nasıl etkilediği tartışılmaktadır.9
5.3. Ekonomide Sektörler
Bu üç devrim, toplumun ekonomisinin üç sektörü arasındaki değişen dengeyi yansıtmaktadır.
Birincil sektör ekonominin, ham maddeyi doğal ortamdan alan bölümüdür. Tarım, hayvancılık,
balıkçılık, ormancılık ve madenciliği de içine alan birincil sektör özellikle yoksul ülkelerde
yaygındır. Dünya Bankası’nın 2008 verilerine göre, birincil sektör yoksul ülkelerin gelirlerinin
%25’ini oluşturmaktadır; bu oran yüksek gelirli ülkelerde % 2’ye düşmektedir. İkincil sektör
ekonominin, ham maddeleri mamul maddelere dönüştüren bölümüdür. Sanayi toplumlarında
bu sektör hızla büyüdü. Petrolü benzine dönüştüren petrol rafinerisi işletmeciliği ya da metalleri
alete veya otomobile dönüştüren işletmeler bu sektöre girer. Sanayinin küreselleşmesi,
dünyadaki ülkelerin tamamına yakın bir kısmında iş gücünün çok önemli bir bölümünün ikincil
sektörde çalışması anlamına gelir. Üçüncül sektör ekonominin maldan ziyade hizmetleri içeren
bölümüdür. Sanayileşmeyle birlikte hızla büyüyen bu sektörün yoksul ülkelerin ekonomik
üretimindeki payı %47 civarında iken yüksek gelirli ülkelerin ekonomik üretimi içindeki payı
%72 civarındadır. Örneğin ABD işgücünün %78’i sekreterlik ve büro işleri, yemek servisi, satış
işleri, hukuk, sağlık bakımı, güvenlik, reklamcılık ve eğitim gibi alanları içeren hizmet
9 Bkz. Jeremy Rifkin, Üçüncü Sanayi Devrimi: Yanal güç, enerjiyi, ekonomiyi ve dünyayı nasıl dönüştürüyor?,
çev. Pelin Sıral ve Murat Başekim, İstanbul: İletişim Yay., 2014; Klaus Schwab, Dördüncü Sanayi Devrimi,
çev. Zülfü Dicleli, İstanbul: Optimist Yay., 2016.
134
sektöründe çalışmaktadırlar. Bu sektörlerin Türkiye ekonomisi içerisindeki oranları, 2000-2009
yılları arası itibariyle, sırasıyla şöyledir: %10,05; %26,14 ve %63,34.
5.4. Küresel ekonomi
Yeni iletişim teknolojileri, dünya genelinde insanları birbirine yakınlaştırarak, milli sınırları
aşan ekonomik faaliyetleri içeren küresel ekonomiyi ortaya çıkarmış durumdadır. Küresel
ekonominin gelişimiyle birlikte ortaya çıkan sonuçlar: (1) Küresel bir işbölümü. Dünyanın
farklı bölgelerinde belli alanlarda uzmanlaşmış ekonomiler ortaya çıktı. Dünyanın en fakir
ülkeleri ham madde üretirken, en zenginleri hizmet üretimi konusunda uzmanlaşmış
durumdalar. (2) Üretimi birden fazla ülkede gerçekleşen ürün sayısı hızla artmaktadır. Hızla
yaygınlaşan kahve dükkanlarına, giysilerimize, kullandığımız bilgisayarlara, televizyonlara vs.
bakmak açıklayıcı olacaktır. (3) Ulusal ekonomiler, kendi sınırları içerisinde gerçekleşen
ekonomik faaliyetleri kontrol edemez hale gelmiş durumdadırlar. Daha da ötesinde, devletler
kendi paralarının değerini uluslararası finans piyasalarını dikkate alarak belirlemek zorundalar.
(4) Dünyadaki ekonomik faaliyetlerin çoğunluğu, uluslararası çalışan sınırlı sayıdaki
girişimcinin kontrolü altındadır. Eldeki en güncel veriler, dünya ekonomisinin yarısının,
dünyanın en büyük 1000 çok-uluslu şirketinin kontrolünde olduğunu gösteriyor. (5)
Ekonominin küreselleşmesi, çalışanların haklarına ve imkanlarına yönelik endişeleri
artırmaktadır. Bu görüşü dillendirenlere göre; gelişmiş ülkeler fabrikalardaki çalışma
imkanlarını düşük gelirli ülkelere kaptırmaktadır. Bunun anlamı, gelişmiş ülkelerdeki
çalışanların daha düşük ücret ve işsizlik tehdidi altında kalmaları demektir; düşük gelirli
ülkelerde ise çalışanlara oldukça düşük ücretler ödenmektedir. Her iki süreç dikkate alındığında
ise, kapitalizmin küresel genişlemesi dünya genelinde çalışanların refahını tehdit etmektedir.
Bütün bu gelişmelerin bir sonucu, dünyanın siyasî olarak 200’e yakın ülkeye ayrılmasına
rağmen, uluslararası ekonomik faaliyetlerin ulusun önemini 10 yıl öncesine göre kıyasla
oldukça azaltmış olmasıdır.
5.5. Ekonomik Sistemler
İktisadî sistem, genel olarak, ‘neyin, nasıl ve kim için üretileceği sorusuna verilen
kurumsallaşmış cevaplardan oluşan düzen’ olarak tarif edilebilir. Dünyadaki yaygın iktisadî
sistemleri, iki ana başlık altında toplamak mümkündür: Kapitalizm ve sosyalizm. Dünyadaki
135
hiçbir ülkenin ekonomik sistemi bütünüyle ne tam bir kapitalizm ne de tam bir sosyalizmdir.
Kapitalist sistem içerisinde sosyalist ekonomi sistemine özgü olduğu varsayılan belli özellikleri
görmek ya da sosyalist ekonomi sistemi içerisinde kapitalist ekonomi sistemine özgü bazı
durumlarla karşılaşmak mümkündür. Son yıllarda iktisadi sistem içinde önemli bir aktör haline
gelen sosyalist Çin Halk Cumhuriyetinin ekonomi politikalarının kapitalist anlayışa sahip
olması bu karmaşık durumu oldukça iyi şekilde örnekler. O nedenle bu iki tanımlamayı, reel
ekonomi içerisindeki iki uç noktası olarak kavramak gerekir.
Kapitalizm, üretim araçlarının mülkiyetinin büyük ölçüde özel ellerde toplandığı ve ekonomik
faaliyetin temelindeki dürtünün kar birikimi olduğu ekonomik sistemdir. Kapitalist bir sistemin
üç temel belirleyicisi vardır: (1) Özel mülkiyet. Kapitalist bir ekonomide bireyler hemen her
şeyin sahibi olabilirler. Fabrika, gayrimenkul ve doğal kaynaklar gibi mal üreten servetin
mülkiyetinin ne kadar çoğu özel sektörün elinde ise sistem o kadar kapitalist kabul edilir. (2)
Kişisel kazanç peşinde koşmak. (3) Rekabet ve müşteri tercihi. Adam Smith (1723-1790)’e
göre rekabetçi özgür ekonomi, arz-talep yasasının ‘görünmez eli’ tarafından düzenlenir.
Kapitalizmin sanayi devriminden hemen sonra hakim olan biçimi ‘laissez-faire’ (‘bırakınız
yapsınlar’) olarak adlandırılmaktaydı. Adam Smith’in tanımladığı ve desteklediği laissez-faire
ilkesi çerçevesinde, devletin ekonomiye asgarî müdahalesiyle özgürce rekabet edebilirdi.
İşletmeler, kendi kendilerini düzenleme haklarına sahip oldular ve faaliyetlerini devlet
müdahalesi olmadan yürüttüler. (Klasik liberalizm olarak da bilinen bu iktisadî düzen, ‘negatif
özgürlük’ ilkesi üzerine kuruluydu.)
İki yüzyıl sonra ise kapitalizm daha farklı bir şekle büründü. Özel mülkiyet ve karın
maksimizasyonu kapitalist ekonomik sistemlerin hala en önemli özelliğidir. Ancak bugün, ilk
dönemlerinin aksine, ekonomik ilişkilerin devletler tarafından düzenlenmesi ön plana
çıkmaktadır. Zira belli kısıtlamalar ve düzenlemeler olmadığında, şirketler ve girişimciler
tüketicileri yanlış yönlendirebilir, çalışanlarına haksızlık edebilir, hayatlarını tehlikeye atabilir,
yatırımcılarını yanıltabilirler diye düşünülmüştür. Daha doğrusu, iktisadi hayatta yaşanan
sıkıntılı tecrübelerden ve özellikle de sosyalist hareketlerin ve uygulamaların yarattığı tehdit,
kapitalist sistemin de belli noktalarda devlet tarafından düzenlenmesi gerekli görülmüştür.
Kapitalist olarak bilinen ülkelere bakıldığında, aslında pek çok alanda devletin somut
müdahaleleriyle karşılaşılır. Kapitalist bir ülkede devlet, genellikle fiyatları izler, asgari ücreti
belirler, şirket birleşmelerini denetler, tarımsal ürünlere teşvik verir, sanayiler için güvenlik ve
çevre standartları belirler, tüketici haklarını korur ve sendikalarla işletmeler arasındaki toplu
136
sözleşme pazarlıklarını düzenler. Fakat yine de kapitalist bir ülkede, devlet bir sanayinin
mülkiyetini nadir olarak üstüne alır.
Günümüz kapitalist ekonomisinin özünde şirket yatmaktadır. Şirket, üyelerinden ayrı olarak,
hakları ve yükümlülükleriyle birlikte yasal olarak var olan organizasyon şeklinde
tanımlanmaktadır. Ekonomik yoğunlaşma sonucunda, birçok şirketin birleşmesinin sonucunda
‘dev şirket’ olarak tanımlanan holding meydana gelir. Holdingler yeni şirketler kurarak yeni
pazarlara girerler ya da öteki şirketlerle birleşirler. Birçok holding birbiriyle ilişkilidir, zira
birbirlerinin hissedarıdırlar. Bunun sonucunda da devasa boyutlara ulaşan uluslararası
ortaklıklar kurulmaktadır. Şirketler ayrıca yönetim noktasında da iç içe geçmiş durumdadırlar.
Birçok şirketin yöneticisi aynı yönetim ağının bir parçasıdırlar. Bu kurul üyelikleri, bağlı olan
şirketlerin ürün ve pazarlama stratejileri ile ilgili paha biçilmez değerdeki bilgilere kolaylıkla
ulaşmayı sağlamaktadır. Ancak, tamamen hukukî çerçeve içinde kalan bu uygulama, aynı
zamanda ortak fiyat politikası belirlemek gibi illegal uygulamalara da zemin hazırlamaktadır.
Kapitalist sisteme göre, rekabetçi piyasada firmalar bağımsız bir şekilde hareket ederler. Fakat
aralarındaki bu yoğun ilişkiler dikkate alındığında, büyük şirketlerin birbirlerinden çok da
bağımsız hareket etmedikleri, bir oligopol oluşturdukları (yani piyasanın birkaç üretici büyük
şirket tarafından kontrol edildiği) anlaşılmaktadır. Oligopol, otomobil endüstrisi gibi ana
piyasalara girebilmenin büyük yatırımlar gerektirmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır ve bu
piyasalar zengin fakat en büyüklerin kontrolündedir. Şirketler hızla büyümekte ve dünya
ekonomisinin büyük bir bölümünü kontrol etmektedirler. Büyük şirketler, pazar olarak bütün
dünyayı seçmekle birlikte esas olarak ABD, Japonya ve Batı Avrupa ülkelerinde konumlanmış
durumdadırlar. Küresel şirketler, dünya nüfusunun ve doğal kaynakların çoğunluğunun fakir
ülkelerde olduğunu bilirler; ayrıca buralarda iş gücü de son derece ucuzdur: O nedenle de bu
ülkelere yönelirler. Modernleşme kuramcılarına göre, kapitalist büyük şirketlerin yatırımlarını
yoksul ülkelere yöneltmelerinin bu ülkelerin gelişmelerine katkı sağladığını iddia ederler.
Ancak Bağımlılık kuramcılarına göre ise, çok uluslu şirketler küresel ekonomideki eşitsizlikleri
daha fazla artırmakta ve yerel sanayinin gelişimini engelleyerek yoksul ülkeleri daha fazla
kendilerine bağımlı hale getirmektedirler.
Sosyalizm, doğal kaynaklar ile üretim araçlarının mülkiyetinin herkesin ortak mülkü olduğu
ekonomik sistemdir. Bu ekonomik sistemde üretim ve dağıtım araçları özel değil, kolektif
mülkiyet altındadır. Sosyalist ekonomik sistemin hedefi kâr değil, insanların ihtiyaçlarının
karşılanmasıdır. Çelik üretimi, otomobil imalatı ve tarım dahil olmak üzere temel sanayinin
hepsinin mülkiyetinin devlette olması asıldır.
137
Sosyalist toplumlar, sosyal hizmet programlarına bağlılıklarıyla kapitalist toplumlardan
farklıdırlar. Sosyalist ülkelerde, genelde, devlet bütün vatandaşlarına karşılıksız sağlık
hizmetleri sunar. Kuramsal olarak halkın ürettiği servet, bir bütün olarak her bir bireye ve aileye
sağlık, iskan, eğitim ve diğer temel hizmetler olarak geri dönecektir.
Bu iki ekonomik modeli karşılaştırmak güçtür. Hangi sistem daha iyi? Hangi ülke hangi modeli
takip etmektedir? Bu soruların doğrudan bir cevabı yok. Zira hemen her ülke ideal-tip olarak
kapitalizm ve sosyalizm sistemlerinin az veya çok bir karışımını takip etmektedir. İngiltere
bütünüyle kapitalist bir ülke midir? Türkiye bütünüyle kapitalist bir ülke midir? Üstelik,
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanan sosyalist ekonomik sistemin
çökmesinden sonra böylesi mukayeseler yapmak daha da zorlaşmıştır. Yine bir mukayese
yapılacak olursa, her iki dünyaya ilişkin verilerden hareketle 1990 yılında yapılan bir
çalışmada, örneğin ‘ekonomik verimlilik’ açısından kapitalist ülkelerde verimliliğin sosyalist
ülkelerden 2,7 kat daha olduğu anlaşılmaktadır. 1970’lerin ortalarında yapılan bir çalışmada ise
nüfusun en zengin %5’lik dilimiyle en fakir %5’lik kısmının gelirleri karşılaştırılmış ve
sonuçta, bu oran kapitalist toplumlarda 10 karşılık 1 iken, sosyalist toplumlarda 5’e karşılık 1
çıkmıştır. Başka bir deyişle, daha yüksek bir yaşam standardını destekleyen kapitalist
ekonomilerde, gelir dağılımındaki eşitsizlik son derece yüksektir. Buna karşılık, ekonomik
eşitlik düzeyinin yükseldiği sosyalist ekonomilerde ise yaşam standartları düşmektedir.
1989’da ve sonrasında, on yılların birikimi olan ekonomik ve siyasal sorunlar neticesinde,
sosyalist olma iddiası taşıyan bu rejimler birer birer yıkıldı. Politik yapıları değişti. Almanya
örneğinde olduğu gibi siyasal birleşmeler ya da Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya
örneklerinde olduğu gibi ayrı ayrı devletlere ayrışmalar yaşandı. Hızla devlet kontrollü bir
ekonomiden kapitalist piyasa ekonomisine geçiş yapıldı. Çok hızlı bir şekilde, devlet
teşekküllerinin büyük çoğunluğu özelleştirildi.
5.6. Endüstriyel toplumlarda çalışma hayatı
19. yüzyılda Amerika’nın çatışmalarla çalkalanan çelik sanayisine ilişkin iş incelemesi ve
endüstriyel verimsizlik konularında kuramlar geliştiren Frederick Winslow Taylor (1856-1915)
‘bilimsel yönetim’ anlayışının yaratıcısı olarak tanınır. 1911’de yayınladığı The Principles of
138
Scientific Management10 başlıklı makalesi/kitabı, bir mühendis olarak uzun yıllar görev yaptığı
çeşitli fabrikalardaki gözlemlerinin ve çalışmalarının sonuçlarını yansıtır. Taylor; kendi adıyla
anılan bir çalışma davranışı kuramı olan Taylorizm’de, endüstriyel verimsizliği ve şirketlerin
ölçeğinin büyümesi ve yönetsel devrimden kaynaklandığını düşündüğü liderlik eksikliğini
gidermeyi hedeflemişti. Taylor, işletmelerdeki verimlilik kaybının engellenmesi ve işin en
verimli ve en kısa sürede yapılabilmesi için gerekli ‘en iyi yolu’ bulmak amacıyla yaptığı zaman
ve hareket araştırmalarından hareketle, yönetimi bilimin otoritesi üzerine inşa ederek ona yeni
bir meşruiyet ve disiplin kazandırmaya çalıştı. Bunun sonucunda, işçi-yönetim çatışmasının
yerini gözetim aracılığıyla iş organizasyonunun bilimsel gözle yeniden tasarlanmasının alacağı
zihinsel bir devrimin gerçekleşeceğini düşünüyordu. Temel özellikleri (1) ‘çatışma değil
uyum’, (2) ‘bireycilik değil işbirliği’, (3) ‘sınırlı üretim yerine maksimum üretim’, (4) ‘her
insanın etkinliğinin ve refahının maksimum düzeyde artırılması’ ve (5) ‘babadan kalma
yöntemler yerine bilimsel yöntemin tesisi’ vb. olan Taylor’ın bilimsel yönetim anlayışı; büyük
ölçüde, ‘işçinin tembel olduğu, insanın doğası gereği çalışmayı sevmediği ve sorumluluktan
kaçındığı’ varsayımlarına dayanır. Taylor’un bu görüşleri özellikle sendikalardan büyük
tepkiler almışsa da, ABD’de büyük ilgi görmüştür. Özellikle de Henry Ford’un işin küçük
parçalara bölünmesini ve standartlaştırılmasını öngören yönetim anlayışını derinden
etkilemiştir. İlgili literatürde, işçiyi makinenin bir uzantısı olarak değerlendirdiği gerekçesiyle
eleştirilen Taylor’un fikirlerinin uygulamaya girmesinden sonra 1930’larda sanayide
verimliliğin onlarca kat arttığı vurgulanmaktadır.
İşte verimin artırılabilmesi için Taylor’un üzerinde hassasiyetle durduğu meselelerden bir
tanesi, ‘işe uygun işçi’nin seçilmesidir. İşin niteliğine bağlı olarak nasıl bir işçiye ihtiyaç
duyulduğu belirlenmekte, buna uygun olarak işçi seçimi yapılmakta ve bilimsel yöntemlerle
seçilen işçi işin gereklerine uygun olarak eğitilmektedir.
Taylor’un anlayışında belirleyici olan ‘yönetim’ birimidir. İşçinin yönetim tarafından
belirlenen programa ve ilkelere sorgulamadan itaat etmesi beklenir. Başka bir deyişle, ‘bilimsel
yönetim anlayışı’ yönetimin işçiler üzerinde mutlak hakimiyet kurmasını gerekli görür. O
nedenle de, işçilerin yapacakları işlerin ve bu işleri nasıl yapacaklarının ayrıntılı bir biçimde
planlanması ve bu konuda işçinin eğitilmesi gerekir. İşçi, kendisine verilen işi öngörülen sürede
başarıyla gerçekleştirdiği takdirde de maaşına ek olarak belli bir miktar primle ödüllendirilir.
10 Türkçesi için bkz. Frederick W. Taylor, Bilimsel Yönetimin İlkeleri, çev. Bahadır Akın, 7. Baskı, Ankara: Adres
Yay., 2014.
139
“Taylor’un bilimsel yönetim yaklaşımı örgütlerde verimliliği artırsa da, çalışma
koşullarını ağırlaştırması, işçiyi makinenin bir uzantısı haline getirmesi açısından
sendikalar tarafından da tepkiyle karşılaşmıştır. Bunun yanında özellikle başlangıç
aşamasında bilimsel yönetim ekolünü uygulayan örgütlerde işgücü devir hızının
oldukça yüksek olduğunu söylemek gerekiyor. Taylor’un özellikle dile getirdiği önemli
bir konu bilimsel yönetim yaklaşımının örgütlerde başarılı olması için iş ve yönetim
süreçlerinin ve zihniyetinin bu yaklaşım etrafından yeniden şekillendirilmesi
gerektiğidir. Bu durum da uzun bir zaman ve sabrı gerektirir.
Taylor, işyerinde fiziki değişikliklerin yapılmasının, gerçek zaman etütlerinin, işle ilgili
tüm araçların standardizasyonunun, tüm makinenin tek tek incelenip uygun şekilde
yerleştirilmesinin de önemli olduğu bilimsel yönetim yaklaşımına yönelik değişimin en
basit bir kuruluşta bile 23 yıl aldığını, bazı durumlarda 45 yıl gerektirdiğini ifade eder.”11
‘İnsan doğası’na ilişkin anlayışı itibariyle Taylor’la benzer bir yaklaşıma sahip olan Henri
Fayol (1841-1925), 12 1916’da Bulletin de la Société de l’Industrie minerale dergisinde
yayınladığı “Administration industrielle et générale”13 başlıklı makalesinde (makale, 1918’de
ve 1925’te kitap olarak da yayınlandı [Paris: Dunod), bir maden mühendisi olarak adım attığı
meslekî kariyerinde yönetici olarak edindiği tecrübelerden hareketle geliştirdiği yönetim
düşüncesini sunmuş ve örgütlerde yönetim faaliyetlerinin daha sistematik bir hale
kavuşabilmesi doğrultusunda dönemin yönetim kültürü üzerinde ciddi etkilerde bulunmuştur.
Yönetim konusunda ilk kuramsal çalışmaları yapan kişilerden biri olan Fayol, yönetim üzerine
yapmış olduğu gözlemler ve çalışmalardan hareketle, karşılaştıkları sorunların çözümü ve
örgütlerin geleceğe hazırlanması noktasında uygulayıcılar için yardımcı olacak yol gösterici
‘idarî bir doktrin’in eksikliğine vurgu yapar öneclikle. Bu çerçevede de yönetim konusunda
ilköğretimden yüksek öğretime kadar bütün öğretim düzeylerinde verilmesi gereken genel bir
yönetim bilgisine ihtiyaç olduğuna işaret eder.
11 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, Mehmet Zencirkıran (ed.), Örgüt Sosyolojisi, Bursa:
Dora Yay., 2015, s. 18-19 [ss. 1-55].
12 Fayol, mühendis olan babasının Galata Köprüsü’nün yapımında çalıştığı dönemde İstanbul’da doğmuştu.
13 Fayol’un bu kapsamlı makalesinin Türkçesi için bkz. Henri Fayol, Genel ve Endüstriyel Yönetim: Planlama-
Örgütleme-Kumanda-Koordinasyon-Kontrol, çev. M. Asım Çalıkoğlu, 4. Baskı, Ankara: Adres Yay., 2013
[Eserin Türkçe’deki ilk tercümesi, Sınaî ve Umumî İşletmelerde İdare başlığıyla 1939 yılında yayınlanmıştır.
Mevcut tercüme nüsha, bu ilk tercümenin H. Bahadır Akın tarafından sadeleştirilmiş ve yayına hazırlanmış
halidir. Türkçe çeviride, eserin 1930’da Industrial and General Administration başlığıyla yayınlanmış
İngilizce tercümesi (çev. John Adair Coudbrough) esas alınmıştır.]
140
Fayol’a göre “tüm sınaî işlerin gerektirdiği işlemler (...) altı kısma ayrılabilir: (1) Teknik işler
(ürünler, üretim, nakliye); (2) Ticarî işler (alım, satım, mübadele); (3) Malî işler (sermâye
bulmak ve sermâyeyi en uygun şekilde kullanmak); (4) Güvenlik işleri (malları ve insanları
korumak); (5) Muhasebe işleri (muhasebe defterleri, bilânço, maliyet, fiyat vs.); (6) Yönetim
işleri (plânlama [tahmin], örgütleme, koordinasyon, kontrol).”14 İster basit ister karmaşık, ister
küçük ister büyük her kuruluşta bulunduğunu düşündüğü bu işlemler arasında, Fayol için,
özellikle üzerinde durulması gereken konu ‘yönetim’ grubu işlemlerdir. Zira ilk 5 temel
faaliyetin hiç birinden işletmenin genel faaliyetinin programlanması, sosyal yapısının
oluşturulması, çalışma düzeninin sağlanması, birimler arasındaki koordinasyonun sağlanması
gibi görevler beklenmez. Fayol’a göre bütün bu görevler, yetki ve sınırları kesin bir biçimde
tanımlanmamış olsa da, yalnızca ‘yönetim’ olarak adlandırılan başka bir faaliyet alanına girer.
Ona göre, “Plânlama, örgütleme, işler için en uygun koordinasyonu sağlama ve kontrol,
kuşkusuz, yönetim adını verdiğimiz gücün unsurlarıdır. Bunların arasına kumanda-yürütme
fonksiyonunu eklemek şart değildir.” 15 Ancak Fayol, yürütmeyi de yönetim içerisinde
değerlendirmeyi tercih eder.
Yönetim süreçlerini ayrıntılandıran Fayol’a göre yönetimin unsurları şunlardır: (1) Planlama,
(2) Örgütlenme, (3) Kumanda, (4) Koordinasyon, ve (5) Kontrol.16 Zincirkıran’a göre, Fayol’un
bu ayrıntılandırılmış yönetim unsurları, “sanayi toplumundaki örgütlerde genel kabul görmüş
bir yönetim sınıflandırmasını oluşturur.”17
Fayol’a göre bir yönetim, şu 14 genel ilkeye dayanmak zorundadır: (1) İş konusunda
uzmanlaşmanın ve daha başarılı çalışanların yetiştirebilmesi için işletmedeki insan kaynağının
işlere uygun şekilde dağıtılması anlamında işbölümü; (2) yöneticilerin sorumlu olmalarından
kaynaklanan emir verebilme hakkına sahip olmaları anlamında otorite; (3) işletmede
çalışanların belirlenen kurallara saygı gösterip uymaları anlamında disiplin-gözetim; (4) her
çalışanın emir aldığı bir amirinin bulunması anlamında kumanda birliği; (5) işletmedeki her
grubun amacının ortak olması ve işlerin tek bir yönetici tarafından ortak hedefe ulaşmayı
amaçlayan bir plan çerçevesinde yönetilmesi anlamında yürütme birliği; (6) organizasyonun
genel amacının bireysel amaçların üstünde olması anlamında genel çıkarların özel çıkarlara
14 Henri Fayol, Genel ve Endüstriyel Yönetim, s. 29.
15 A.g.e., s. 32-33.
16 Burada madde madde verilmiş olan yönetimin unsurlarının Fayol tarafından yapılmış ayrıntılı açıklaması için
bkz. A.g.e., s. 82-175.
17 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s. 20.
141
tercih edilmesi; (7) çalışanların yaptıkları işlere uygun olarak hem çalışanları, hem de işletmeyi
memnun edecek şekilde belirlenmesi ve ücret ödeme sistemlerinin belirlenmesi anlamında
personel ücretleri; (8) hangi çalışanın hangi oranda yönetim kararlarına dahil edilmesinin
belirlenmesi anlamında merkeziyet; (9) hiyerarşi; (10) bir işletmede çalışanların ve çalışma
aletlerinin belli bir düzen içerisinde olması, yerlerinin ve çalışma biçimlerinin belli olması
anlamında düzen; (11) yöneticilerin astlarına karşı nazik ve anlayışlı olmaları anlamında
hakkaniyet-eşitlik; (12) işe girip çıkmaların verimsizlik doğurmayacak şekilde düzenlenmesi
anlamında memurlarda istikrar; (13) organizasyonlarda her düzeyde çalışanların girişimci
fikirlerin üretilmesinin ve yüksek gayret gösterilmesinin teşvik edilmesi anlamında teşebbüs
fikri; ve (14) çalışanlar arasında uyum ve birliğin sağlanması ve örgütteki takım ruhunun
ödüllendirilmesi anlamında çalışanlar arasında birlik.18
Fayol’un yönetim kuramı, modern sanayi toplumuna özgü klasik örgüt kuramlarının temel
yaklaşımlarından hareket ettiği, Taylor’un bilimsel yönetim yaklaşımında genel olarak dile
getirilen yönetimin fonksiyonlarını daha da zenginleştirdiği söylenebilir.
“Fayol’un kafasında canlandırdığı ortalama insan tembeldir, iş yapmaktan kaçınmanın
yollarını araştırır. Bu nedenle Fayol, onları yola getirecek katı ve müsamahasız bir
disiplin ve ceza sisteminin planlanmasının ve yürürlüğe konulmasının gerekli olduğunu
öne sürmektedir. Yöneticiler astlarına güvenmemeli, yapılan her işe nezaret etmeli ve
mutlaka kontrolden geçirmelidirler. Fayol’a göre, insanlar sorumluluktan kaçmayı ve
yönetilmeyi tercih ederler. Sorumluluk korku kaynağıdır. Fayol’un yönetim
yaklaşımında da işçi pasif, edilgen bir varlık olarak görülmüş, denetim ve
cezalandırılma yoluyla kontrol edilmeye çalışılmıştır.”19
Sonraki yıllarda Taylorist ilkelere göre örgütlenmiş organizasyonların çalışanlarını ihmal
ettiğini, onları sadece maddi unsurlarla motive edilebilecek birer ‘homo economicus’ olarak ele
aldıklarını, oysa çalışan kişilerin her şeyden önce birer insan olduğu ve bu gerçeğin ihmal
edilmesinin işletmeler açısından da sakıncalar yaratabileceğini iddia eden İnsan İlişkileri
Hareketi ortaya çıkmıştır. İnsan İlişkiler Hareketi, işçi tatminsizliği, sendika militanlığı,
endüstriyel çatışma, hatta daha geniş gruplardaki anominin işyeri içindeki nedenlerini ve
18 Fayol’un burada sayılan bu 14 maddelik yönetimin genel ilkelerine ilişkin açıklamaları için bkz. A.g.e., s. 49-
81. Fayol’un yönetim konusundaki düşüncelerine ilişkin olarak ayrıca bkz. Ramazan Şengül, “Henri Fayol’un
Yönetim Düşüncesi Üzerine Notlar”, Yönetim ve Ekonomi, 2007, c. 14, sy. 2, s. 257-273; Daniel A. Wren,
Arthur G. Bedelan ve John D. Breeze, “The Foundations of Henri Fayol’s Adminstrative Theory”,
Management Decision, 2002, c. 40, sy. 9, s. 906-918.
19 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s. 21.
142
çözümlerini aramıştır. İnsan İlişkileri Hareketi kuramcıları, işyeri içinde bile ekonomik
güdülerin rolünü küçültmeye, bunun yerine işçi davranışını etkilediği varsayılan duyguları öne
çıkarmaya çalıştılar.
İnsan İlişkileri Hareketi’nin belli başlı kuramsal saptamalarının önemli bir kısmı, Western
Electric Company’nin Hawthorne fabrikalarında 1927-1932 yılları arasında gerçekleştirilen
deneylerin sonuçlarından hareket eden Elton Mayo (1880-1949)’nun, Pareto ve Durkheim’ın
kuramlarının vulgarizasyonuna dayanan fikirlerinde bulunabilir.
“Hawthorne araştırmaları sonucunda özetle, teknik ve fiziksel koşulların kontrol
edildiği, bunlarda değişikliklerin olmadığı ortamlarda dahi verimlilik artışının devam
olmasının nedenleri olarak grup oluşturma, grupta arkadaşlık ve sevgi bağlarının güçlü
olması, işletme sahip ve yöneticilerinin davranışlarındaki olumlu yönlerde değişmelerin
işçiler üzerinde işletmeyi ve üstlerini benimseme duygusu yaratması öne çıkmış, bu
unsurlar çalışma ortamının beşeri havasını değiştirmiş, sürekli verimlilik artışlarının
ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Hawthorne Araştırmaları ile birey ve gruplar arasındaki ilişkilerin yanında iş
motivasyonu sorunu da önemli bir konu haline gelir. Yeni bir örgüt teorisi oluşmaya
başlar. Bu teori, bireylerin ve grupların, biyolojik organizmalar gibi, ancak ihtiyaçları
karşılandığında etkin faaliyet gösterebilecekleri fikrine dayanır. (...)
Hawthorne araştırmaları, bir örgüt içinde yer alan insan ve onun oluşturduğu sosyal
ilişkiler konusunun önemini vurgulamıştır. İnsanın sosyal bir varlık olduğunu, endüstri
devrimi sonucunda işin aşırı uzmanlaştırılmasının çalışanları tek düze işler yapmaya
ittiğini ve bu nedenle çalışanların tatmini kendi aralarında kurdukları sosyal ilişkilerde
bulmaya çalıştıklarını ortaya çıkaran Hawthorne deneyleri, daha sonra yapılan Yankee
City, Hanvood ve Tavistock kömür ocakları gibi deneylerle daha da ileriye
götürülmüştür. Beşeri ilişkiler ekolü, insan unsuruna ekonomik/mekanik varlık olarak
yaklaşan klasik yönetim kuramının tersine, insana sosyal ve psikolojik valık olarak
yaklaşır. Bireyin işe motivasyonunda en güçlü motifin ekonomik güdüler olmadığını,
toplumsal ve psikolojik güdülerin daha etkili olduunu savunur. Doğal grupların biçimsel
gruplardan daha etkili olduğunu, grup davranışının üretimi olumlu ya da olumsuz
143
doğrudan etkilediğini ileri sürer. Beşeri İlişkiler Ekolü bireylerin kişiliklerine gösterilen
saygının onları üretimde daha aktif hale getireceğini öne sürer.”20
Elton Mayo, piyasa ilişkilerine dayalı sanayi toplumlarının cemaat duygusu ve empatinin
kaybolmasından dolayı ciddi sıkıntılar yaşadığını iddia ediyordu. 21 İşçiler, bu eksikliği
işyerinde başka sosyal tatmin yolları arayarak telafi etmeye çalışacaklardır. Fakat bilimsel
yönetim rüzgarıyla yerleşmiş formel yapılar ile ödeme sistemlerinin bu ihtiyaca denk düşmesi
söz konusu bile değildir; o nedenle de işçilerin verimlilik hedeflerine ve denetime karşı
koymaları gayet doğal bir sonuçtur. İşte fizik ve zihni çabanın harcanması oyun ya da dinlenme
kadar doğaldır. Tayloristlerin görüşlerinin aksine, sıradan bir insan, işçi işten nefret etmez. İş
bir tatmin kaynağı olduğu müddetçe işçi onu severek yapar; ancak ceza kaynağı haline
dönüştüğü zaman yapmaktan kaçınır. Amaçlara bağlılık onların elde edilmesiyle ilgili olarak
ödüllere bağlıdır. Bu ödüllerin en önemlisi ise benliğin doyurulması ve gerçekleştirilmesidir.
Uygun bir ortamda sıradan bir kişi sorumluluğu sadece kabul etmez, aynı zamanda onu arar da.
Sorumluluktan kaçınma, hırs yoksunluğu ve güvenliğe aşırı önem verme doğuştan getirilen bir
özellik değil, tecrübeler sonucunda sonradan kazanılan bir özelliktir. İnsan İlişkileri Hareketi
kuramcılarına göre, çağdaş sanayi toplumunda, örgütsel sorunların çözümünde gerekli
yaratıcılığa ve ustalığa sahip olan bu normal insanın yeteneklerinin sadece bir kısmından
yararlanılabilmektedir.
“1930’lu yıllar ve sonrasında, örgüt içerisindeki insani boyuta ve insan ilişkilerine daha
fazla önem veren, insanın davranışlarını anlamaya çalışan, örgütteki sosyal ilişkilere
odaklanan ‘İnsan İlişkileri Yaklaşımı’ olarak adlandırılan bir yönetim anlayışı oluşmaya
başladı. Örgütlerde insanın sosyal boyutunun, verimlilik artışında önemli rol
oynadığının ortaya çıkışı bu yönetim yaklaşımının öne çıkmasında etkili rol oynar.
Çalışanları, örgütlerde ve iş süreçlerinde daha iyi motive edebilecek unsurlar üzerine
20 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s. 23-24.
21 Elton Mayo’nun endüstriyel işin insanî ve toplumsal sorunlarına ilişkin görüşleri ve Hawthrone deneylerinin
anlatımı için bkz. Elton Mayo, The Human Problems of an Industrial Civilization, New York: The Macmillan
Company, 1933; Elton Mayo, The Social Problems of an Industrial Civilization, Boston: Division of Research,
Graduate School of Business Administration, Harvard University, 1945. (Dizinin 3. cildi olarak yayınlanması
düşünülen The Political Problems of an Industrial Company ise yayınlanmadı.)
Hawthorne deneylerini gerçekleştiren ekip içinde –Mayo gibi- Harvard İşletme Okulu öğretim üyelerinden F.
J. Roethlisberger ve Western Electric Co. Personel İlişkileri Araştırma Departmanı Şefi William Dickson da
bulunuyordu. Bu iki isim, Western Electric Co. Personel Araştırma ve Eğitim Bölümü Şefi Harold A. Wright’ın
da katkılarıyla, Hawthorne deneylerine dayanarak Management and Worker (Cambridge, MA.: Harvard
University Press, 1939 [yeni baskı: New York, NY: Routledge, 2003]) başlıklı bir eser kaleme almışlardı. Elton
Mayo’nun bir önsöz yazdığı bu metinde de Hawthorne deneylerine ilişkin bilgiler ve değerlendirmeler
sunulmaktadır.
144
çalışmalar önem kazanmaya başladı. Hawthorne araştırmalarından sonra çalışanın
motivasyonunu artırmaya yönelik, motivasyon teorileri ve araştırmalarında bir
zenginlik ve çeşitliliğin yaşandığı söylenebilir.”22
Muharrem Varol’a göre, İnsan İlişkileri Hareketi’nin iki gelişim çizgisinden söz edilebilir:
“Birincisi Mayo ve arkadaşlarının başlattıkları çizgi, ikincisi de McGregor ile başlayan çizgidir.
Her iki çizginin de, insana, işe, iletişime ve çevreye bakışları arasında esasta temel bir farklılık
yoktur. İkisi arasındaki farklılık, ikinci çizginin, işgörenin katılımına ve iletişime daha çok
önem vermesidir.”23 Varol, James E. Grunig ve Todd Hunt’ın Managing Public Relations
(New York: Holt, Rinehart and Winston, 1984) başlıklı çalışmalarına atıf yaparak, bu
yaklaşımın “Beşerî Kaynaklar Kuramı” olarak adlandırıldığını da belirtir.24 Douglas McGregor
(1906-1964), The Human Side of Enterprise (New York: McGraw-Hill, 1960) adlı eserinde
‘klasik makine kuramı’na denk gelecek şekilde ‘X kuramı’ndan (tipik örneğini Taylor’un
‘bilimsel yönetim anlayışı’ oluşturur) ve ‘insan ilişkileri hareketi’ne denk gelecek şekilde de
‘Y kuramı’ndan bahseder. Bu bağlamda bahsedilen Y-Kuramı’na göre insan işten kaytaran,
rasyonel-homo economicus bir varlık değildir; o irrasyonel ve ekonomik olmayan etkenlerle de
yönlendirilebilen ve davranabilen ‘toplumsal bir aktör’dür. Bu sebeple de ‘para’ gibi
ödüllendiricilerin ya da cezalandırma korkusu gibi temel özendirici faktörlerin dışına çıkılması
gerekmektedir. İletişim, çalışanın örgütüyle, şirketiyle ilişkisinin güçlendirilmesi ve işin işçiye
sevdirilmesinin öncelikli hale getirilmesi gerekmektedir bu yaklaşıma göre.
Varol, New Jersey Bell Telephone Company’nin başkanı Chester Barnard’ın (1886-1961) –
örgüt sosyolojisi alanında yazan kimi akademisyenlerce ‘yönetim ve liderlik konusunda belki
de 20. yüzyılın en etkili kitabı’ şeklinde nitelenen- The Function of the Executive (Cambridge,
MA: Harvard University Press, 1938) başlıklı çalışmasını İnsan İlişkileri Hareketi’nin ikinci bir
kaynağı/kolu olarak gösterir.25 Öğüt ve Öztürk ise Barnard konusunda daha farklı bir yaklaşım
sergilemektedirler:
“Barnard’ın görüşleri, (...) klasik kuram ile davranışsal kuram arasında bir köprü rolü
oynamıştır. Bu sınıflama aslında yanıltıcı olabilir. Çünkü Barnard organizasyonu bir
sistem olarak şu şekilde tanımlamıştır: ‘İki veya daha fazla bireyin faaliyetlerini bilinçli
22 Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s. 24-25.
23 Muharrem Varol, Halkla İlişkiler Açısından Örgüt Sosyolojisine Giriş – Etkili Yönetsel İlişkilerden Saygın
Örgüt Kimliğine, Ankara: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yay., 1993, s. 27.
24 Aynı yerde.
25 Muharrem Varol, Halkla İlişkiler Açısından Örgüt Sosyolojisine Giriş, s. 27 vd.
145
olarak koordine eden sistem.’ Ayrıca Barnard, organizasyonu ‘parçalarının
toplamından daha fazla bir bütün’ olarak algılaması yönüyle (ki bu sistem yaklaşımının
ana temasıdır) onu sistem düşünürleri arasında da görmemize yol açmıştır. Yine
Barnard’ın ‘bireyleri, organizasyonları satıcıları ve alıcıları bir çevrenin parçaları olarak
görmesi’ni de buna bir kanıt olarak gösterebiliriz.”26
Barnard, örgütü toplumsal bir sistem olarak ele alır. Örgütün etkili ve verimli çalışabilmesi için
insan ilişkilerinde resmî olarak tanımlanmamış davranışların önemine dikkat çeker. Barnard,
bu eserinde örgütü verimli bir şekilde yönetmesi gereken yöneticinin işlevlerini ele almakta ve
bu çerçevede yöneticinin çalışanların işe ve örgüte sıcak duygular beslemesini ve örgütün
hedeflerinin gerçekleştirilmesinde işbirliği yapmalarını sağlayacak iletişimi kurmasının
önemine vurgu yapmaktaydı. Barnard, ‘örgütü bilinçli bir şekilde koordine edilmiş eylemlere
dayalı bir işbirliği sistemi’ olarak kabul eder. Bu çerçevede, ona göre, örgütün var olabilmesi
için üç ögenin varlığı gereklidir: (1) Gerçekleştirilmesi gereken ortak bir hedef; (2) hizmet etme
isteği; ve (3) bireylerin birbirleriyle iletişim içinde olmaları. Formel bir örgütün hedeflerinin
çalışanları/üyeleri tarafından kabul edilmesinde, çalışanlarda istek yaratmada, örgütte iç
bütünlük, iç tutarlılık ve istikrar sağlanmasında informel örgütler büyük önem taşırlar.
Yöneticinin iki temel koşulu yerine getirmesi gerekmektedir: Verimliliği ve etkinliği sağlamak.
‘İşbirliği Kuramı’ olarak da adlandırılan Barnard’ın yaklaşımında, -bireysel eylemleri
sınırlayan yeteneksizliklerin/yetersizliklerin üstesinden gelmek için gerekli bir araç olarak
kavradığı- örgütün verimliliğini ve etkinliğini sağlamak, bu hedefleri gerçekleştirebilmek için
de gerekli olan motivasyonu ve işbirliğini temin etmek için de örgütsel işleyişin en merkezinde
‘iletişim’ yer almaktadır. 27
Organizasyonları ve çalışanları mekanik unsurlar olarak gören Taylorist görüşten farklı olarak,
işin örgütlenmesinde sosyolojik ve psikolojik boyutları öne İnsani İlişkiler Hareketi’nin
düşünceleri, bütün bunlara rağmen, Taylorizm’in gölgesinde kalmıştır.
26 Adem Öğüt ve Yunus Emre Öztürk, “Yönetimin Bilimleşme (Scientization) Sürecine Katkıları Açısından
Chester Irving Barnard ve Herbert Alexander Simon: Betimleyici ve İlişkilendirici Bir Çaba”, Selçuk
Üniversitesi İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2007, c. 7, sy. 14, s. 34 [ss. 29-46].
27 Daha sonraları Herbert Alexander Simon tarafından geliştirilecek olan ‘Karar Kuramı’nın ve Nobel ödülü
kazandığı ‘sınırlı rasyonellik’ kavramının temellerini ‘kısıtlı seçim’ kavramıyla attığı kabul edilen Barnard’ın
örgütler ve yönetim hakkındaki görüşleri için ayrıca bkz. Chester I. Barnard, Organization and Management:
Selected Papers, Cambridge, MA.: 1948. Barnard’ın örgüt, yönetim ve yöneticinin işlevlerine ilişkin görüşleri
için ayrıca bkz. Andrea Gabor ve Joseph T. Mahoney, “Chester Barnard and the Systems to Nurturing
Organizations”, http://www.business.illinois.edu/Working-Papers/papers/10-0102.pdf [erişim tarihi: 8 Ocak
2018]; Oliver E. Williamson (ed.), Organization Theory: From Chester Barnard to the Present and Beyond,
Oxford ve New York: Oxford University Press, 1995.
146
5.7. Post-endüstriyel toplumlarda çalışma hayatı
Daniel Bell’in The Coming of Post-Industrial Society: A Venture in Social Forecasting ([Post-
Endüstriyel Toplumun Gelişi: Toplumsal Bir Tahmin Girişimi], New York: Basic Books, 1973)
adlı eserinin yayınlanmasıyla popülerlik kazanan bir tanımlama olan ‘post-endüstriyel toplum’
[‘sanayi-sonrası toplumları’] bilginin iktidarın ve toplumsal dinamizmin asıl kaynağı haline
geldiği bir toplum tipi olarak tanımlanır. Bu toplum aynı zamanda teknisyenlerden ve
profesyonellerden oluşan toplumsal grupların öne çıktığı, hizmet sanayilerinin imalat
sanayilerinden daha önemli yer tuttuğu bir toplumdur. Sektörel bazda çalışanların oranlarına
bakıldığında da post-endüstriyel toplumda tarımda çalışanların oranının yüzyıl başına göre
önemli oranda azaldığı görülür. Sanayi sektöründe çalışan mavi yakalı işçilerin oranının
düştüğü, buna karşılık hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalıların oranının hayli arttığı
görülür. Hizmet sektöründe çalışanlara ödenen ücretler, eski fabrika işlerinde ödenen ücretlere
kıyasla oldukça düşük kalmıştır. Bu, günümüz post-endüstriyel toplumlarında pek çok mesleğin
insanlara son derece mütevazi bir yaşam standardı sunduğu anlamına gelmektedir.
Sosyologlar günümüz ekonomisinde meslekleri iki kategoriye ayırıyorlar: Birincil iş gücü
piyasası, çalışanlarına geniş ekonomik imkanlar sağlayan işlerdir. İşgücü piyasasının bu
bölümü tıpçılar, hukukçular ve üst düzey yöneticiler gibi geleneksel beyaz yakalı meslekleri
kapsamaktadır. Kariyer meslekleri olarak nitelenen bu meslekler, insanlara yüksek gelir, iş
güvenliği ve mesleğinde ilerleme imkanları sunar. İkincil iş gücü piyasası, daha düşük vasıflı,
montaj-hattı işleri ve büro işlerini de içeren düşük düzeyli hizmet sektörü işlerini kapsar. Bu
piyasada çalışanlar daha düşük ücretler alırlar, daha az iş güvenliğine ve bütün bunlara bağlı
olarak da tabii ki daha düşük düzeyde iş tatminine sahiptirler.
1970’lerin ortalarından itibaren kitle üretiminin krize girmesiyle birlikte yeni arayışlar başladı.28
Ortaya çıkan yeni üretim biçimi ‘örgütsüz kapitalizm’, daha çok da ‘esnek üretim’ olarak
adlandırılmaktadır. Bu yeni üretim biçiminde, geçmişten farklı olarak, iş gücünün niteliğinde
ve sendikaların işlevleri ve önemlerinde köklü değişiklikler ortaya çıkmıştır. Zencirkıran
yaşanan bu değişimlerden birkaçını şöyle sıralamaktadır:
28 Mehmet Zencirkıran, bu dönüşümün “bilgisayar ve enformasyon teknolojileri gibi yeni teknolojilerin ortaya
çıkması, ucuzlaması ve yaygınlık kazanması, dünyada siyasal ve ekonomik alanda yaşanan -devletin
ekonomik hayattaki ağırlığının özel sektöre bırakması gibi- neo-liberal hareketler ve müşteri taleplerinin önem
kazanması” gibi faktörlerin etkisiyle gerçekleştiğini belirtmektedir. Bkz. “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, s.
29.
147
Dev fabrikaların değişen taleplere cevap verememesi, ileri teknoloji kullanan
küçük ve ortay boy işletmelerin ekonomide ağırlık kazanmaya başlaması
Örgütlerde teknoloji kullanımının çalışan sayısını azaltması. Bunun yanında
daha eğitimli ve vasıflı işgücüne ihtiyacı artırması
İmalat işlerinin yerini bilgi ve hizmet işlerinin alması. Tarım ve sanayiinin
üretim sürecinde payı giderek azalırken bilgiye dayalı üretimin ağırlığının
artması
Tek amaçlı makineler yerine esnek makinelerin üretim anlayışında öne çıkması.
Esnek üretim ve yönetim anlayışlarının yaygınlık kazanması
Müşteri tercihlerine dayalı olarak, talebe dayalı üretim anlayışının, geçmişin
kitle üretiminin yerini alması
Çalışma sürelerinin kısalması ve esnek çalışma tarzlarının öne çıkması
Kadınların çalışma hayatında daha fazla ağırlık kazanması
Sendikaların ve kitle örgütlerinin zayıflaması.29
Küreselleşen dünyada uluslararası rekabetin önemli hale gelmesi, firmaları en kaliteli malı en
ucuza üretmenin arayışına sevk etti. Bir malın üretimini en iyi, doğal olarak, onun üretiminde
çalışanlar bilir. Dolayısıyla, en kalitelisi üretilmek isteniyorsa onu üretenin de karar verme
sürecine dahil edilmesi kararlaştırıldı.
Yeni anlayışın önemli unsurlarından bir tanesini, kriz şartlarına yalnızca esnek, uzmanlaşmış
küçük firmaların kolayca uyum sağlayabileceğine ilişkin yaklaşım oluşturmaktadır. Kitle
üretimi yapan dev firmaların, istikrarsız piyasalara karşı küçük firmalar kadar uyum
gösteremediği düşünülmektedir.
Ayrıca bir Japon firması olan Toyota’nın üretim biçiminden esinlenerek Toyotism (veya
Toyotaism) adı verilen anlayışın bir gereği olarak, kitlesel üretimin standartlaşma anlayışından
faklı olarak ürün farklılaşması yoluna gidilmiştir. Çünkü bireyselliğin güçlendiği ve aynı malı
üreten firma sayısının artmış olduğu günümüzde, tüketicinin sürekli değişen taleplerine uygun
malı en hızlı şekilde üretmek, firmaların yaşayabilmesi için hayati önem kazanmıştır. İlaveten
kitlesel üretim süreciyle özdeşleşen bant üretiminin yerine bilgisayarlarla desteklenmiş modül
üretimi ön plana çıktı. Kitlesel üretimin tek amaç için tasarlanan makinelerinin yerini, yeni
üretim biçimine uygun olarak esnek makineler almaya başladı. İşin yeniden örgütlenmesi
29 Mehmet Zencirkıran, a.g.m., s. 30.
148
sürecinde çatışma yerine işbirliği, makine temposunda çalışma yerine de bant üretiminden
bağımsız çalışma tercih edilmeye başlandı. Dolayısıyla çalışan bireyin makineyle ilişkisi
değişmeye başladı.
5.8. Değişen Ekonomiler
Kapitalist toplumlardaki eğilim, mülkiyetin devasa özellikle de çok-uluslu devasa şirketlerin
elinde yoğunlaşması şeklinde gerçekleşti. Hem kapitalist toplumlarda, hem de yoksul
toplumlarda bu eğilimin pek çok sonucu ortaya çıktı. Aşağıda bunlardan yalnızca bir kaçı
değerlendirilmektedir.
Mikro-kredi sistemi, yoksullara, yoksulluktan çıkabilmelerini temin için küçük miktarda borç
vermek üzerinde işlemektedir. Kredi alanlar, bu parayı küçük işletmelerini sıkıntıdan kurtarmak
için harcarlar: Tabure yapmak için gereken araçları almak, giysi üretmek için iplik ya da süt
üretmek için inek almak gibi... Mikro-krediler genellikle 100 ABD dolardan daha düşüktür.
Borç alanlar, normal şartlarda, bankacılık hizmetinden yararlanamayacak olan insanlardır. O
nedenle kimi zaman ‘bankasızı bankalılaştırma’ olarak da nitelenen mikro-kredi sistemi,
Bangladeşli iktisatçı Muhammed Yunus’un eseriydi. Bu projesi nedeniyle Nobel ödülüne de
layık görülen Yunus’un 1976 yılında kurduğu Grameen Bankası ile başlayan sistem günümüzde
7 milyon kişiye kredi vermektedir. Mikro-kredi sistemi, ekonomik sarsıntı yaşamış ülkelerde
oldukça iyi çalıştı. Dünya yoksulluğunun topyekun çözümü için nihai ve tek formül olmasa da,
mikro-kredi sistemi milyonlarca insan için refah yolunda yenilikçi bir adım olmaya devam
ediyor.
Sanayi toplumlarında, özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında çalışan sınıf içerisinde beyaz
erkek oranı gittikçe azalmıştır. Sömürge ülkelerinden gelen yoğun göçmen nüfus, çalışma
hayatının genellikle altlarında iş buldular. Aynı şekilde kadınların iş hayatına girişleri hızlandı.
Bütün bunlar gerek etnik ve gerekse cinsiyet temelli olarak çalışan nüfusun yapısında
değişiklikler yarattı, yaratmaya da devam etmektedir.
Sanayi faaliyetlerine son veren devasa şirketler, yeni ekonomik fırsatlar aramak için yapılarını,
organizasyonlarını, faaliyet bölgelerini, hacimlerini vs. değiştirme ya da küçültme yoluna
gidiyorlar. Sanayi şirketlerinin yatırımını, fabrikalar ve tesisler gibi üretkenliğin temel
boyutlarından sistematik ve yaygın bir şekilde geri çekilişi sanayisizleştirme olarak
adlandırılmaktadır. Şirketler, tesislerini ülkenin merkezî kentlerinden daha çevre bölgelere daha
149
kaydırabiliyorlar, hatta yurt dışında tesisler kuruyorlar: General Motors’un Çin’de milyarlarca
dolar değerinde tesis kurma kararı gibi. Türkiye’de kurulan otomobil üretim tesisleri yine bu
çerçevede hatırlanmalıdır. Sanayisizleştirme, insanların işlerini kaybetmeleri, alım güçlerinin
düşmesi, şehirdeki mağazaların müşteri kaybetmeleri vb. pek çok sonuç doğurur. 22 Ocak 2011
tarihli Milliyet gazetesinin ekonomi sayfalarında yayınlanan “Türkler hayalet şehir Detroit’te
‘ev’leniyor” başlıklı haber; bir dönem otomotiv sektörünün kalbi olarak adlandırılan Detroit’in
küresel krizin sonucunda yaşadığı çöküntüye (sanayisizleştirmeye) vurgu yapıyor. Haberden
bir paragraf: “1800’lü yıllarda un değirmenlerinin işletilmesi ile büyümeye başlayan Detroit,
19. yüzyılın sonlarında gelişmiş imalat sanayii ile otomotiv sektörünü kendine çekti. Ford,
General Motors ve Chrysler gibi dünya devlerinin kalbi haline gelen Detroit, kriz öncesi 15
trilyon dolarlık ABD ekonomisinin yüzde 10’unu elinde tutuyordu. Ancak kriz Detroit’i yıkıp
geçti. Otomotiv devleri bir bir devrilirken, ‘işçi kenti’ olarak tanınan Detroit, bir anda ‘hayalet
şehire’ dönüştü. İşsiz kalan binlerce kişi Detroit’i terk etti. Şu anda Detroit’te 33 bin 500 boş,
91 bin de terkedilmiş ev var.”
Yaşanan gelişmeler, toplumların ekonomik geleceğinin ağırlıklı olarak küresel arenada
gerçekleşeceğini gösteriyor. Dünyanın gelişmiş sanayi toplumlarının endüstriyel üretimlerini
diğer ülkelere kaydırmış olmaları, küresel eşitsizlikler, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki
farklar, yoksulluklar ve artan nüfus gelecekte ekonomi kurumunun ve çalışma hayatının alacağı
yeni biçimlerden öte sonuçlar doğuracak gibi. O nedenle de, yakından takip edilmeyi gerekli
kılıyor.
150
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bir toplumun ekonomik sistemi, o toplumdaki toplumsal davranış ve diğer toplumsal
kurumlar üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bu ünitede, toplumsal bir kurum olarak ekonomi
kurumunu kısaca tanımaya çalıştık. Ekonomik sistemler ve farklılıkları üzerinde durduk.
Küresel ve yerel ölçekte değişen koşulların ekonomik sistemler ve çalışma tarzları üzerindeki
etkilerini değerlendirmeye çalıştık.
Sanayi devrimiyle birlikte ortaya fabrika üretiminin merkezde olduğu yeni bir toplum
tipi çıktı: Sanayi toplumu.
Kapitalist ekonomi sistemleri/modelleri, devletlerin özel mülkiyeti ve ekonomik
faaliyeti düzenleme düzeylerine göre farklılık arz etmektedirler. Ancak bütün kapitalist
sistemlerde ortak olan belli özellikler de mevcuttur.
Sosyalizm, temel hedefini, ekonomik sömürüye son vermek ve tüm insanların temel
ihtiyaçlarını karşılamak iddiası taşır.
Tüm dünyada ekonomiler değişiyor. Gelişmekte olan ülkelerde uygulamaya sokulan
mikro-kredi sistemi, milyonlarca yoksulun hayatında önemli sonuçlar yaratmaktadır.
İşin bir kısmının ya da tamamanın yabancı müteahhitlere devredilmesi anlamında
taşekon sistemi, hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiren küresel bir olgu
haline geldi. Günümüzde profesyonel hizmetler bile yoğun, iyi eğitimli, yabancı dil bilen ve
nispeten düşük ücretlerle çalışmaya rıza gösteren ülkelere nakledilmektedir.
Gelişen teknoloji ve iletişim imkanları sonucunda, çalışma koşulları da değişmektedir.
Artık ‘home-office’ tarzı çalışmalar yaygınlaşmaktadır. Dolayısıyla, bu gelişmeler, çalışma
koşullarını, çalışma ilişkilerini de temelden değiştirmektedir.
151
Bölüm Soruları
1. Charles Chaplin’in klasik aylak rolünde, hızlı üretim temposuna yetişemeyen montaj
hattı işçisini canlandırdığı Modern Zamanlar (1936) filmini izleyin ve şu soruları
cevaplamaya çalışın: Bu filmde kapitalizmin hangi boyutları görülmektedir? Bu
özelliklerden hangisi hala devam etmektedir? Hangisi güncelliğini yitirmiştir?
2. Bir diğer film önerisi de şu olabilir: David Frankel’in 2006 yapımı Şeytan Marka Giyer
filmini izleyin. Film, üniversiteden yeni mezun olan Andy (Ann Hathaway)’in
yetişkinliğe geçişinin anlatıldığı filmde, Andy kariyerine moda endüstrisinde başlar ve
bir moda dergisinde Miranda Priestly (Meryl Streep)’in editör asistanı olarak işe başlar.
Özellikle bu iki karakterin karşılaşma sahnelerini dikkatle izleyin ve aşağıdaki sorular
üzerine düşünün.
3. Moda endüstrisi kapitalist ekonomiyi nasıl destekliyor?
4. Moda endüstrisi insanların tüketim eksenli alışverişini nasıl kontrol etmektedir?
5. Çalışma hayatında sizin için önemli olan nedir? İş tatmini mi, maaş mı?
6. Kısa sürede başarılı olma şansınız sınırlı da olsa, tutkulu bir şekilde ilgi duyduğunuz
alanda kariyer yapmak akıllıca bir karar mıdır? Tartışınız.
7. Kayıt dışı ekonomi, merdivenaltı üretim gibi kavramları araştırınız. Ekonomik sistem
ve kayıt dışı ekonomide yer alanlar açısından avantajlarını ve dezavantajlarını
değerlendiriniz.
8. “En az müdahale eden devlet en iyi devlettir.” cümlesini tartışınız.
9. “İnsanlar, işlerin iyiye gittiği dönemlerde devletin daha az müdahalesinden yanadırlar;
işlerin kötüye gittiği dönemlerde ise devletin daha çok müdahale etmesini arzularlar.”
cümlesine katılıyor musunuz? Neden? Tartışınız
153
6. SİYASET, İKTİDAR VE OTORİTE
154
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
6.1.Toplumsal bir kurum olarak siyaset
6.2. Siyaset kurumuna sosyolojik bakış
6.3. İktidar kavramının tahlili
6.4. Otorite tipleri
6.5. Siyasal sistemler
6.6. Siyasal sistemin unsurları, araçları ve kavramları
155
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Siyasetle ilgilenmenin bir vatandaşlık görevi olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu görevi ciddiye alarak, seçim dönemlerinde sandığa giderek oy veriyor musunuz?
Oy veriyor iseniz, oy verme tercihlerinizi belirleyen unsurlar nelerdir?
Oy kullanmıyor iseniz, bu kayıtsızlığınızın sebebi nedir?
156
Anahtar Kavramlar
Hükümet
Siyaset
İktidar
Otorite
Demokrasi
Totaliterlik
Monarşi
Seçim
Siyasal Parti
157
Giriş
Bu bölümde, temel bir toplumsal kurum olarak ‘siyaset’ kurumu incelenecek ve siyasal hayatı
etkileyen temel faktörler ele alınacaktır. İlk olarak ‘siyaset’ kavramının bir tanımı yapılmaya
çalışılacak, siyaset denildiğinde nelerin anlaşıldığı üzerinde durulacaktır. Toplumsal bir kurum
olarak siyasetle sosyolojinin ilişkisi, sosyolojinin bir alt dalı olarak ‘siyaset sosyolojisi’
bağlamında değerlendirilecektir. Devlet, yönetim, hükümet, siyasal partiler, iktidar, otorite,
meşruiyet ve siyasal sistemler vb. gibi siyasal hayatın temel kurumları ve kavramları kısaca ele
alınmaya, tanıtılmaya ve değerlendirilmeye çalışılacaktır.
158
6.1. Siyaset Kavramı
Yaygın kullanıldığı biçimiyle siyaset kelimesi, dilimize Arapça’dan geçmiş bir kelimedir.
Arapça’da sasa kökünden türeyen siyaset, ‘yönetmek, eğitmek, yetiştirmek’ anlamlarına da
sahiptir. Siyaset sözcüğü ile ‘atların bakıcısı, eğiticisi’ anlamındaki seyis sözcüğü aynı kökten
türemiştir.1 Siyaset kelimesinin aslının Moğolca olduğu, oradan Türkçe’ye geçen ‘yasa’ veya
‘yasak’ kelimesinden türediğine ilişkin görüşler de mevcuttur.2 Siyaset kelimesi ile eş anlamlı
olarak kullanılan ‘politika’ sözcüğü ise, dilimize Batı dillerinden aktarılmıştır bir kelimedir.
1 “Sözlükte ‘bir nesneyi düzgün ve iyi durumda bulunması için özenle gözetip korumak, hayvanı ehlileştirmek,
atı terbiye etmek’ gibi anlamlara gelen siyaset, ‘toplumun işlerini üzerine alma, yürütme, yönetme işi, insan
topluluklarını yönetme’ sanatı şeklinde tanımlanır. (...) Siyaset kelimesi ve türevleri Kur’an’da geçmez;
hadislerde ise hem ‘at terbiye etme’ hem de ‘halkın işlerini yönetme’ manalarında kullanılır. (...) Fıkıh
literatüründe, kamu otoritesinin dinin genel ilkelerine ters düşmeyecek düzenlemeler ve uygulamalar yapması
da çoğu zaman siyaset kelimesiyle ifade edilir.” Bkz. Hızır Murat Köse, “Siyaset”, TDV İslam Ansiklopedisi,
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi, 2009, c. XXXVII, s. 294 [294-297].
Adnan Koşum, kelimenin anlamlarına ilişkin daha geniş malumat vermektedir: “Sözlükte öncelikle, atlar
olmak üzere hayvanları gütmek, sürmek veya terbiye etmek anlamına gelen siyaset kelimesinin Arapça’daki
ilk kullanımı ‘at terbiyesi veya atçılık=siyâsetü’l-hayl’ şeklindedir. Bu anlamların yanında bu kelimeye terim
anlamlarının kendisinden etkilendiği ‘uygun olanı yapmak, eğitmek, halka emretmek ve yasaklamak, tedbirler
almak, ıslah ve terbiye’, mal ve mülkü gözetip düzene koyma, başa geçme anlamları da verilmiştir. Esasen
siyaset kelimesi semantik bir incelemeye tabi tutulduğunda bir nesneye bağlanma ve onun iyiliği ve iyileşmesi
için özenle gayret gösterme, görüp gözetme anlamlarına gelir. Daha sonraları çobanlık yapanların,
yönetilenlerin işlerini muhafaza ile vali ve hakim olmak anlamında kullanılır olmuştur. Bu anlamından dolayı
vali ve hakime (sâyis) adı izafe edilmiştir. Atları tımar edip yetiştiren kimseye (sâyis, seyis) denmesi de bu
benzerlikten ötürü olsa gerektir.” Bkz. Adnan Koşum, “İslam Hukukunda ‘Siyaset-i Şer’iyye’ Kavramı”,
İslâmî Araştırmalar Dergisi, 2003, c. XVI, sy. 3, s. 350 [350-358].
Bernard Lewis de, ‘siyasa’ sözcüğünün anlamına ilişkin benzer şeyler dile getiriyor: “İslâm’ın siyasal dili de,
tıpkı bütün dil biçimlerinde olduğu gibi, kimi unutulmuş, ölü, dilin eski katmanlarına gömülü, kimisiyse
değişik düzeylerde canlılığını sürdüren eğretilemelerle doludur. İngilizce’de ‘government’ sözcüğünü
kullanırken bu sözcüğün anlamsal kökeninin eski Grekçe’deki ‘dümen’den ve ‘yekeyi tutmak’ fiilinden
geldiğini fark etmeyiz; ama anlayışı kıt olanlar için bile- ‘devlet gemisinin dümenini eline almak’ dediğimizde,
bu sözcüklerde eski denizcilik günlerinden kalma bir eğretilemeyi hayal meyal sezmek mümkündür. Aynı
şekilde, bütün İslâm dünyasında bugün ufak tefek değişimlere uğramışsa da, hâlâ kullanılan siyasa
sözcüğünün de eski dönemin Ortadoğu dillerinde ‘at’tan, daha sonraları da klasik Arap dilindeki ‘at eğitmek’,
‘tımar etmek’ fiilinden geldiğini fark edebilen çok kimse yoktur. Fakat Osmanlıların at kuyruğunu
hükümdarlık amblemi olarak kullandığını ve yüksek devlet makamlarına atanan kimselere ‘Hümayun üzengi
Ağası’ unvanını tevcih etmeleri at üstündeki adam imajının bir iktidar simgesi olarak benimsendiğini
anlatmaktadır.” Bkz. Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Dili, çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Cep Kitapları A.Ş.,
1993, s. 18.
Siyaset sözcüğünün gündelik kullanımına ve algılanışına ilişkin ufuk açıcı bir bilgi de Şerif Mardin’de
bulunur: “Osmanlıların en güçlü olduğu ve koruyucu baba olarak Sultan imgesinin elle tutulur bir ekonomik
gerçeklik taşıdığı sırada bile saray, resmî görevliler ve siyasa, halk takımının uzak durduğu ürkütücü şeylerdi.
Siyaset sözcüğü Türkçede, yönetim sanatı, bilgisi, siyasa anlamına geliyor bugün; ama daha eski resmî dilde
siyaset, devlet nedenleri yüzünden verilen ölüm kararı anlamına da geliyordu. 1968 ve 1969’da
gerçekleştirilen bir araştırma, köylüler için, siyaset sözcüğünün taşıdığı anlamlardan birinin hâlâ bu olduğunu
ortaya koymuştur.” Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”,
çev. Şeniz Gönen, Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset – Makaleler I, Mümtaz’er Türköne ve Tuncay
Önder (eds.), İstanbul: İletişim Yay., 1990, s. 37 [s. 30-66].
2 Bkz. Adnan Koşum, a.g.m., s. 351.
159
Şehir devleti anlamına gelen polis kelimesinden türetilmiştir. Politika, eski Yunan şehir
devletlerinde devlet işleri ve devletin yönetimi anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla politika
veya siyaset, polise veya devlete ait işler ve etkinlikler olarak tanımlanabilir. Aristo, politikayı,
‘toplumun halka dair yaptığı tüm etkinlikleri’ ifade etmek için kullanır.
Bazı yazarlar ise siyaseti sosyal gücün sınırlandırılmış bir biçimde kullanılması olarak
tanımlamaktadırlar. Buradan hareketle siyaset araştırmaları bu sınırlılıkların kaynağı ve doğası
ve de bu sosyal gücün sınırlılıklar içerisinde hayata geçirilmesi tekniklerinin araştırılması
olarak tanımlanabilir.
Siyasetin ne olduğu, konu ile ilgili çalışan otorite ya da uzman sayısı kadar çok cevabı olan bir
sorudur. Gündelik hayatta kullanımı itibariyle birbirinden hayli farklı anlamlarla yüklü bir
kavram olan siyaset kavramının kapsamlı ve toparlayıcı bir tanımı Andrew Heywood tarafından
yapılmıştır. Aşağıdaki uzun alıntıda Heywood, siyaset kavramının -farklı siyaset düşünürleri ve
düşünce ekolleri tarafından geliştirilmiş- modern kullanımlarını üç ana başlık altında
değerlendirmektedir:
“Yönetme Sanatı
Bismarck ‘siyaset bir bilim değil… bir sanattır.’ diye ilan etmişti. Onun kastettiği idare
sanatıydı; toplumda kontrol, ortak kararların verilmesi ve uygulanmasıyla sağlanır. Bu
muhtemelen, terimin Antik Yunan’daki orijinal anlamından geliştirilmiş, klasik siyaset
tanımıdır. ‘Siyaset’ kelimesi şehir devleti anlamındaki polisten gelir. Antik Yunan toplumu her
biri kendi yönetim sistemine sahip olan bağımsız şehir devletlerinden oluşuyordu. Bunların en
büyük ve en etkilisi çoğunlukla klasik demokrasi modeli olarak örnek gösterilen Atina’ydı. Tüm
erkek vatandaşların şehir toplantılarına benzeyen ve senede on kere toplanan Meclis’e
(Ecclesia) katılma hakkı vardı. Diğer birçok kamu makamı kurayla seçilen veya sırayla
belirlenen vatandaşlar tarafından dolduruluyordu. Bütün bunların yanında Atina toplumu;
kadın, köle ve yabancılardan oluşan büyük çoğunluğu, siyasi yaşamın dışında bırakan katı
hiyerarşik bir sisteme dayanıyordu.
Bunların ışığında siyaset polisin faaliyetleri şeklinde anlaşılabilir; tam olarak ifade etmek
gerekirse ‘Polisi ilgilendiren işler’ anlamına gelir. Bunun modern karşılığı ‘devleti ilgilendiren
işler’dir. (...) ‘siyaset’ terimi günlük dilde genel olarak bu anlamda kullanılır. Örneğin bir şahıs
kamusal bir görevde bulunduğunda ‘siyasetin içinde’ veya böyle bir görev arayışında olduğunda
‘siyasete giriyor’ denilir. Bu şekilde tanımlanan ‘siyaset’, toplum adına kişi veya kurumların
karar verme hakkı anlamında otorite kullanımıyla çok yakından ilişkilidir. (...) Böylelikle
siyaset, toplum için eylem planı ortaya koyan meşru otoritenin ‘politika oluşturması’ anlamında
kullanılır. Ayrıca siyaset, devlet mekanizması etrafında oluşan sosyal organizasyon sistemi
olarak tanımlanan ‘politik sistem’ bünyesinde faaliyette bulunur. Bu tanımın çok dar olduğunu,
siyaseti devlet kurumlarıyla sınırladığını belirtmek gerekir: Buna göre siyaset bakanlar kurulu,
yasama meclisi ve devletin kurumları içindeki politikacı, bürokrat ve lobici diye tanımlanan
sınırlı sayıdaki bir grup insan tarafından gerçekleştirilir. [Siyaset kavramı bu şekilde
tanımlandığında] birçok kişi, kurum ve sosyal faaliyet siyasetin ‘dışında’ kalır.
160
Bazı yorumculara göre siyaset; hükümetin otoritesini kullanarak kararlar vermesinden ziyade,
bu kararları verme biçimidir. Siyaset çoğu zaman müzakere, uzlaşma ve tavizlerle çatışmaları
çözme aracı anlamında ‘mümkün olanın sanatı’ şeklinde resmedilir. Bu görüş Bernard Crick
tarafından In Defence of Politics’de (1962) ileri sürülmüş ve siyaset, ‘düzen sorununa, baskı ve
şiddetten daha çok, uzlaşma ile çözüm bulma’ şeklinde tanımlanmıştır. Çatışan grupların ve
çıkarların uzlaştırılması, gücün, tüm toplumun bekası ve refahı doğrultusunda ve her bir grubun
önemi oranında toplum içinde geniş bir şekilde dağılmasını gerektirir. Öyleyse siyaset hayali
çözüm değildir; bilakis insanoğlunun, problemlerini tartışma ve uzlaşma ile çözemediği
takdirde zulme başvuracağının farkına varılmasıdır. Siyasetin özü tartışmadır. (...)
Siyasetin bu anlamını terimin genel kullanımında bir kere daha açıkça görebiliriz. Mesela, bir
problemin ‘siyasi’ çözümü ‘askeri’ çözümünün aksine akılcı tartışma ve müzakere anlamına
gelir. Bu çerçevede şiddet, cebir ve korkutma, gerçekte siyasi sürecin çökmesi anlamında
‘siyasi-olmayan’ kavramlar olarak görülür. Siyasetin uzlaşma ve taviz olarak tanımlanması
esasında liberal bir yaklaşımdır. Her şeyden önce bu görüş insan aklına, tartışma ve
müzakerenin etkinliğine olan derin inancı yansıtır. İkinci olarak bu görüş, ‘anlaşmazlıklar açık
güce başvurmadan çözümlenebilir’ varsayımında görüleceği üzere, çatışmadan çok uzlaşmaya
olan inanca dayanır. (...)
Siyaset ile devlet faaliyetleri arasında kurulan ilişki siyasetin ne olduğu hususunda olumsuz
kavramlaştırmaları ortaya çıkarmaktadır. Birçok kişi için siyaset açıkça ‘kirli’ bir kelimedir.
Aldatma, güvensizlik ve hatta yozlaşma anlamlarını içerir. Siyasetin bu şekilde algılanışının
siyaset ile politikacıların davranışları arasında kurulan ilişkiden kaynaklandığı belirtilir. Bu
siyaset imajını Niccolo Machiavelli’nin eserlerinde görmek mümkündür. (...) Siyasi liderlerin
hile, zulüm ve manipülasyonları kullanmasına dikkat çektiği için ‘Makyavelist’ sıfatı hileli ve
aldatıcı davranışlar için kullanılır olmuştur.
Şahsi arzularını kamu hizmeti ve ideolojik bağlılık retoriği arkasına gizleyip güç peşinde koşan
ikiyüzlüler şeklinde algılanan siyasetçiler genellikle pek saygın bulunmazlar. Şahsi çıkar,
ikiyüzlülük ve ilkesizlik anlamındaki siyaset kavramı, ‘siyasi entrika’ ve ‘ayak oyunları’ gibi
aşağılayıcı ifadelerde açıkça görülebilir. Bu siyaset tasviri de liberal özellikler taşır. Liberaller
uzun bir süre bireylerin bencil olmalarından dolayı siyasi güce sahip olmanın bizatihi bozucu
olduğunu belirterek, ‘iktidarda’ olanların pozisyonlarını diğerleri aleyhine kendi çıkarları
doğrultusunda kullanabileceği hususunda uyarıda bulundular. Bu durum İngiliz tarihçisi Lord
Acton’un (1834-1902) şu meşhur özdeyişinde açıkça görülebilir: ‘Güç bozar, mutlak güç ise
mutlaka bozar.’
Kamusal Faaliyetler
Birinci anlamıyla siyaset, devlet aygıtının formel otorite kullanımıyla sınırlı bir faaliyet olarak
görülür. İkinci ve geniş anlamıyla siyaset devletin dar çerçevesinden çıkarılarak kamusal yaşam
ve ‘kamusal faaliyetler’ anlamında kullanılır. Diğer bir deyişle ‘siyasi olan’la ‘siyasi olmayan’
arasındaki ayrım esasında kamusal alan ile özel yaşam arasındaki ayrıma tekabül eder. Bu
anlamıyla siyaset meşhur Yunan filozofu Aristo’nun eserlerinden kaynaklanmaktadır.
Politics’de Aristo’nun ‘İnsan, tabiatı itibariyle siyasi bir canlıdır/hayvandır’ şeklindeki
açıklamasıyla kast ettiği, insanın sadece siyasi bir toplumda ‘iyi yaşam’ sürebileceğidir. Bu
nedenle siyaset ‘ilimlerin efendisi’dir; [siyaset] ahlaki bir faaliyet olup nihai olarak ‘adaletli bir
toplum’ oluşturmayı amaçlar. Bu görüşe göre siyaset, devlet, siyasi partiler, sendikalar ve
cemaatlerin yer aldığı ‘kamusal’ alanda gerçekleşir; ev, aile yaşamı ve şahsi ilişkiler şeklindeki
‘özel’ alanı kapsamaz. Bununla beraber, gerçek yaşamda ‘kamusal’ ve ‘özel’ yaşam arasındaki
161
çizginin nerede çizilmesi gerektiğini belirlemek ve bu ayrımın neden devam etmesi gerektiğini
açıklayabilmek hiç de kolay değildir.
Kamusal alan ile özel alan arasındaki geleneksel ayrım devlet ile toplum arasındaki ayrıma
karşılık gelir. (...) Devlet, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik gücünü kullanan
siyasi organizasyondur. Günlük kullanımda devlet genellikle hükümet mekanizması etrafında
yer alan yargı, polis, ordu, kamu iktisadi teşekkülleri, sosyal güvenlik sistemi vb. kurumların
oluşturduğu bir bütündür. Toplumsal yaşamın kolektif organizasyonundan sorumlu olan bu
kurumlar vergi gelirlerine dayanan kamusal harcamalarla finanse edilmelerinden dolayı
‘kamusal’dırlar. Buna karşın toplum, aile ve akraba grupları, özel işletmeler, sendikalar,
kulüpler ve cemaatleri kapsayan özerk grup ve organizasyonların toplamından oluşur. Bu
kurumlar daha geniş anlamdaki toplumsal çıkar yerine kendi çıkarlarını tatmin etmeye çalışan
bireyler tarafından kurulup finanse edildikleri için ‘özel’ alan olarak değerlendirilir. ‘Kamu-
özel’ ikilemi temeline dayanan bu anlayış; siyaseti, devletin faaliyetleri ve kamusal organlar
tarafından yerine getirilen sorumluluklarla sınırlandırır. Bireylerin kendi kendilerini yönettikleri
ekonomik, sosyal, yerel, şahsi, kültürel, artistik vb. yaşam alanları açıkça ‘siyasetin dışında’
değerlendirilir.
Bununla beraber ‘kamu-özel’ bölünmesi bazen ‘siyasi’ ve ‘şahsi’ arasındaki daha ince bir
ayrıma karşılık gelir. Her ne kadar toplum devletten ayrı olsa da, ‘kamu’ diye nitelenebilecek,
daha geniş anlamıyla kamusal alanda faaliyet gösteren bir dizi kurumu içinde barındırır. Bu
ayrım Hegel’i, bir yandan devletten diğer yandan aileden farklı sosyo-ekonomik bir ara alan
anlamında ‘sivil toplum’ kavramını kullanmaya sevk etmiştir. Aile yaşamı ile mukayese
edildiğinde özel işletmeler ve sendikaların kamusal özellikler taşıdığı söylenebilir. Bu bakış
açısına göre kamusal faaliyetler anlamındaki siyaset ‘şahsi’ faaliyet alanına ve şahsi kurumlara
tecavüz ettiğinde sona erer. Bu nedenle birçok kişi işyerinde var olan siyaset anlayışını kabul
etse de aile ve şahsi yaşama müdahale eden siyaset anlayışından incinir hatta bunu bir tehdit
olarak algılar.
Siyasi ve özel yaşam arasındaki ayrımın önemi hem muhafazakar, hem de liberal düşünürler
tarafından vurgulanmaktadır. Örneğin muhafazakar düşünür Michael Oakeshott, siyasetin
sınırlı bir faaliyet olarak kabul edilmesinde ısrarlıdır. [Oakeshott’a göre] siyaset kamusal
düzenin devamı için belki gerekli olabilir, fakat onun faaliyet alanı kesinlikle kamusal yaşamın
düzenlenmesiyle sınırlı olmalıdır. (...)
Liberal bakışa göre ‘kamu-özel’ ayrımı, müdahaleden masun olma şeklinde anlaşılan birey
özgürlüğünün korunması açısından hayatidir. Devlet eksenli ‘kamusal’ faaliyet olarak kabul
edilen siyasetin daima baskıcı bir karakteri olacaktır: Devlet vatandaşlarını itaate zorlama
gücüne sahiptir. Diğer taraftan ‘özel’ yaşam alanı, tercih etme, özgürlük ve bireysel
sorumluluklar alanıdır. Bu nedenle liberaller çok açık bir şekilde toplumu devlete, ‘özel’i
‘kamu’ya tercih eder ve siyasetin bireyin hak ve özgürlüklerine tecavüz etmesinden korkarlar.
Bu görüşe göre genel olarak siyaset, özel faaliyet alanlarından ve kurumlardan ‘uzak durmalı’
ve bu meseleler bireylerin kendilerine bırakılmalıdır. Mesela, siyaset spordan ‘uzak durmalı’
çağrısı sporun tamamen ‘özel’ bir faaliyet olduğu ve ‘kamusal’ organların ve devletin bu konuda
söz hakkının olmadığı anlamına gelir. Gerçekten bu görüş ‘siyaset’e karşı olumsuz bir tavır
sergiler. Bu durumda, siyaset adil rekabet, şahsi gelişme ve mükemmelliği arama alanlarında
istenmeyen, haksız müdahaleyi temsil eder.
Bununla beraber bütün siyaset düşünürleri devlet karşısında toplumu bu kadar açıkça tercih
etmez veya devleti bu denli kenarda tutmayı arzulamazlar. Mesela, siyaseti olumlu anlamda
‘kamu’ faaliyetleri şeklinde tasvir eden bir gelenek vardır. Aristo’ya kadar giden bu gelenek 20.
yüzyılda Hannah Arendt gibi yazarlar tarafından canlı tutulmuştur. (...) Arendt özgür ve eşit
vatandaşlar arasındaki ilişkileri kapsamasından, hem hayata anlam veren hem de her bir bireyin
162
biricikliğini ortaya koymasından dolayı siyasetin insanın en önemli faaliyeti olduğunu iddia
eder. Benzer bir şekilde katılımcı demokrasi taraftarları da siyaseti ahlaki, sağlıklı ve asil bir
faaliyet olarak tanımlarlar. 18. yüzyıl Fransız düşünürlerinden Jean-Jacques Rousseau’ya göre
siyasi katılım özgürlüğün bizzat kendisidir. Rousseau’nun ‘genel irade’ dediği ortak çıkar,
devleti ancak tüm vatandaşların doğrudan ve sürekli katılımıyla bağlayabilir. 19. yüzyılda siyasi
katılım savunucularından John Stuart Mill ‘kamusal’ faaliyetlere katılımın bireyin şahsi, ahlaki
ve entelektüel gelişimini destekleyen eğitici bir yönü olduğunu iddia etmektedir. Bu görüş
sahipleri siyaseti güvenilmez ve bozucu bir faaliyet şeklinde görme yerine onu hem hizmet
sunanın hem de hizmet alanın karşılıklı faydalandığı bir kamu hizmeti olarak tanımlarlar.
Sivil toplum yerine devleti tercih edip siyasete olumlu bakan bir görüş daha vardır. ‘Özel’
yaşamı özgürlük ve uyum alanı olarak gören liberallere karşı sosyalistler, onu [özel yaşamı]
adaletsizlik ve eşitliksizlik sahası olarak değerlendirmektedirler. Bunun sonucunda sosyalistler
sivil toplumun çarpıklıklarının düzeltilmesi için devletin yükümlülüklerinin genişletilmesini
savunur ve siyaseti ekonomik adaletsizliklerin çözüm aracı olarak görürler. Farklı bir açıdan,
Hegel de devleti, ahlaki açıdan sivil toplumdan üstün bir ahlaki idea olarak tasvir eder.
Philosophy of Right’ta devlet karşılıklı anlayış ve fedakarlık sahası olarak tanımlanırken, sivil
toplum dar şahsi çıkarların hakim olduğu alana karşılık gelir. Bu görüşün en aşırı şekli
Gentile’nin ifadelerinde dile gelen faşist ‘totaliter devlet’ doktrininde kendini bulur: ‘Her şey
devlet içindir, hiçbir şey devlete karşı ve onun dışında değildir.’ Tüm bireylerin toplum içinde
eritileceği, bireysel kimliklerin yok edileceği faşist ideal, ancak toplumsal varoluşun her
yönünün ‘siyasileştirilmesi’ ve ‘özel’in tam anlamıyla yok edilmesiyle sağlanabilir.
Güç ve Kaynaklar
Yukarıda tartışılan ilk iki siyaset anlayışı, siyaseti, devlet mekanizması ve kamusal yaşam alanı
gibi belirli kurumlar ve sosyal alanlarla doğrudan ilişkili olarak görür. Buna karşın üçüncü ve
daha radikal tanıma göre siyaset, insan varoluşunun her bir noktasına nüfuz eden farklı bir
sosyal etkinliktir. What is Politics?’te (1984) Adrian Leftwich ısrarla şunu belirtir: ‘Siyaset tüm
insan gruplarının, kurumların ve toplumların içindeki resmi, gayri resmi, kamusal-özel tüm
kolektif sosyal faaliyetlerin merkezindedir.’ Alman siyaset ve hukuk kuramcısı Carl Schmitt’e
(1888-1985) göre siyaset insan varoluşunun değişmez gerçekliği olan ‘dost ve düşman
arasındaki ayrım’ı yansıtır. Birçok görüş, bu ‘siyaset’ kavramını sosyal varoluş sürecinde
kaynakların kullanımı, üretimi ve dağıtımıyla ilişkilendirir. Buna göre siyaset, şu açık gerçek
nedeniyle ortaya çıkar: İnsan ihtiyaç ve arzularının sınırsızlığı karşısında bunları karşılayacak
mevcut kaynaklar her zaman kıt olmuştur. Bu nedenle siyaset kaynak tahsisi tartışmalarının var
olduğu yerde ortaya çıkan bir etkinliktir. Örneğin siyaset artık Crick’in iddia ettiği gibi rasyonel
tartışma ve barışçı uzlaşmaların değil bilakis tehdit, sindirme ve şiddetin olduğu bir alandır. Bu
anlayış, Clausewitz’in şu meşhur sözünde ifadesini bulur: ‘Savaş, siyasetin devamından başka
bir şey değildir.’ Gerçekte siyaset güçtür; hangi yolla olursa olsun arzulanan sonucu alabilme
kabiliyetidir. (...)
Marxistlerin kullandığı biçimiyle siyaset kavramı iki seviyede kendini gösterir. İlk seviyeye
göre, Marx ‘siyaset’ kavramını genel kabul gören kullanım üzere devlet organlarıyla bağlantılı
olarak ele alır. O ve Engels The Communist Manifesto’da (1848) siyasi gücü ‘bir sınıfın diğer
sınıfı bastırmak için kullandığı organize güç’ şeklinde tanımlarlar. Marx’a göre hukuk ve kültür
gibi siyaset de, sosyal yaşamın gerçek zeminini oluşturan ekonomik ‘temel’ yerine ‘üstyapı’nın
bir parçasıdır. Bununla beraber o siyasi ve hukuki üstyapı ile ekonomik ‘temel’i tamamen
birbirinden ayrı varlıklar olarak görmez; bilakis ‘üstyapı’nın ekonomik ‘temelin’ bir yansıması
olduğuna ve ondan kaynaklandığına inanır. Bir diğer deyişle siyasi güç daha derin seviyede sınıf
sisteminde yerleşiktir. Lenin’in sözleriyle ‘siyaset ekonominin en yoğun ifade bulduğu yerdir’.
163
Marxistlerin, siyaseti devlet ve sivil toplumun dar alanına hapsetme yerine daha geniş bir bakış
açısıyla ‘ekonomi siyasettir’ görüşüne sahip olduklarını söylemek mümkündür. Gerçekten, sınıf
çatışmalarına dayanan sivil toplum siyasetin tam kalbinde yer alır. Bununla beraber Marx
siyaseti sosyal varoluşun zorunlu bir unsuru olarak düşünmez ve açıkça siyasetin olmadığı, sona
erdiği bir dünya hayal eder. Bunun, sınıfsız komünist toplumun kurulmasıyla sınıf
çatışmalarının sona ereceği ve siyasete ihtiyacın kalmayacağı dünyada ortaya çıkacağını
öngörür.
Modern feminist düşünürlerin eserlerinde de özellikle siyasetin doğası üzerine yoğun bir ilgi
görülmektedir. 19. yüzyıl feministleri, liberal siyaset anlayışını kabul ederek siyaseti ‘kamusal
faaliyetler’ şeklinde algıladılar ve özellikle kadınların oy hakkı gibi konular üzerine
yoğunlaştılar. Buna karşın radikal feministler ‘siyasetin’ alanını genişletmeye çalışırlar ve
geleneksel siyaset tanımlarının gerçekte kadını dışladığını iddia ederler. Kadınlar geleneksel
olarak ailevi sorumluluklardan oluşan ‘özel’ alana hapsedildiler; buna karşın erkekler sürekli
bir şekilde siyaseti ve diğer ‘kamusal’ alanları kontrol altına aldılar. Bu nedenle radikal
feministler ‘kamu-özel’ ayrımına karşı çıkıp bunun yerine ‘şahsi olan siyasi olandır’ sloganını
benimsediler. Bu slogan büyük bir tartışmaya ve çok çeşitli yorumlara neden olsa da şüphesiz
aile içindeki ve şahsi yaşamdaki faaliyetlerin kesin bir şekilde siyasi içerik taşıdığı inancını ifade
eder. Bunun arkasında Kate Millett’in Sexual Politics’te yaptığı daha radikal bir siyaset tanımı
yer alır: ‘Bir grup insanın diğer grubu kontrol ettiği, güçle kurulmuş ilişki ve düzenlemelerdir.’
Buna göre gücün ve diğer kaynakların adaletsiz bir şekilde dağıtıldığı her yer ve zamanda
siyaset ortaya çıkar. Bu bakış açısına göre ‘günlük yaşam siyaseti’nden bahsetmek mümkün
olabilir; aile içinde karı koca, ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişkiler, işveren ile işçiler ve
devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkiler kadar siyasidir. (...)
Kıt kaynakların dağıtılması olarak algılanan siyaset sadece birkaç kurumda değil birçok alanda
kendini gösterecektir. Siyasi faaliyetlerin en düşük seviyesi yüz yüze sürekli ve düzenli
etkileşimin olduğu aile ve özel yaşam alanıdır. Örneğin siyaset, akşam dışarı çıkmak isteyen
fakat nereye gidecekleri ve ne yapacakları konusunda anlaşamayan iki arkadaş arasında da
kendini gösterecektir. Siyasetin ikinci seviyesi toplum seviyesidir; yerel mesele ve tartışmaların
gündeme geldiği bu seviyede, şahsi siyasetin yüz yüze etkileşiminden bir çeşit temsilin olduğu
alana geçiş söz konusudur. Bu seviye, mahalli, yerel ve bölgesel yönetimlerin faaliyetlerini
kapsamasının yanında ABD gibi büyük devletlerdeki iki veya daha fazla farklı yönetim
seviyelerini de kapsar. Ayrıca yüz yüze tartışmaların çok sınırlı bir oranda yapıldığı işyeri, kamu
kurumları ve özel şirketlerde de görülür. Siyasetin üçüncü seviyesi ulusal alan olup ulus devlet,
siyasi partiler ve baskı grupları üzerinde yoğunlaşır. Bu, genel olarak geleneksel siyaset
anlayışlarının ilgilendiği seviyedir. Ulus devletler arasındaki ve içindeki kültürel, ekonomik ve
diplomatik ilişkiler yanında BM, AB, uluslararası şirketler, STK ve hatta uluslararası terörist
gruplar gibi uluslar-üstü faaliyetleri de kapsar. Bu anlamda siyasetin her yerde olduğu, hatta
sosyal varoluşun bizatihi kendisi olduğu söylenebilir.”3
6. 2. Siyaset Sosyolojisi
Siyaset sosyolojisi, sosyolojinin bir alt dalıdır. Adından da anlaşılacağı üzere, siyaset
sosyolojisinin ilgi ve inceleme alanı toplumda meydana gelen siyasal süreçlerdir. Siyasî
3 Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, çev. Hızır Murat Köse, İstanbul: Küre Yay., 2011, s. 65-75.
164
süreçler ve siyaset olgusu üzerine odaklanan ‘siyaset bilimi’ adında bir disiplinin daha
olduğunun da farkındayız. Siyaset, her iki disiplinin de bilimsel araştırma konusudur. Bu
durum, akıllara her iki adlandırmanın da aynı bilim dalını ifade edip etmediği şeklinde bir soru
getirebilir. Başka bir deyişle, siyaset sosyolojisi ile siyaset bilimi, onları birbirinden ayırt
edebileceğimiz belli özelliklere sahip midirler? Eğer sahiplerse, bu farklılıkları neden ve
nereden kaynaklanıyor?
Siyaset sosyolojisi, siyaset biliminin aksine, siyaset olgusunu toplum içerisinde var olan diğer
olgulardan soyutlayarak ele almaz. Maurice Duverger, daha da vurgulu bir şekilde benzer bir
tespit yapıyor: “Siyaset sosyolojisine giriş sosyolojiye genel bir girişten ayrılamaz. Çünkü,
siyaset toplumdan ayrılabilecek bir alan değildir.”4 Nur Vergin de, her iki alanı mukayese
ederek aralarındaki farkı şöyle açıklıyor: “Siyaset bilimi öncelikle parlamento, siyasal rejimler,
seçimler ve tabii ki, devlet gibi siyasetin kurumsallaşmış öğelerini incelerken, siyaset
sosyolojisi bu tür kurumların yer aldığı toplumun yapısal, kültürel vb. özgüllüğü ile siyaseti
ilişkilendirmeyi öngörüyor. Siyaset sosyolojisinde vurgu, siyasetin ve siyasal kurumların
toplumla bağlantılandırılması üzerinde odaklaşıyor.”5
Duverger, siyaset sosyolojisi (siyasal sosyoloji) ile ilgili iki önemli soru soruyor ve
cevaplamaya çalışıyor: “Siyasal sosyoloji devlet bilimi midir?” ve “Siyasal sosyoloji iktidar
bilimi midir?” Siyasal sosyolojinin devlet bilimi olduğuna ilişkin görüş, siyaseti, çağının devlet
bilimi olan site yönetiminin incelenmesi olarak ele alan Aristo’ya kadar geri götürülebilir.
Nitekim sözlükler, genellikle bu kullanıma atıfta bulunmaktadır. Littré,6 siyaset sözcüğünün 8
farklı anlamını vermektedir. Bunlardan biri de, “devletlerin yönetim bilimi” şeklindedir.
“Devlet” sözcüğü de, burada, insan gruplarının, toplumların özel bir kategorisini ifade etmek
için kullanılmaktadır. Sözcüğün fiili iki anlamı vardır: Ulus-devlet ve hükümet-devlet. Ulus-
devlet anlamında devlet, ulusal toplumu, yani orta çağlar sonunda ortaya çıkan ve bugün en
ileri biçimde örgütleşmiş ve en iyi şekilde bütünleşmiş olan bir topluluk tipini ifade etmektedir.
Hükümet-devlet ise, yöneticileri, bu ulusal toplumun başı olan kimseleri ifade eder. Siyasal
sosyolojiyi, devlet bilimi olarak tanımlamak, ulusal toplum analizini diğer toplum
4 Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi: Siyasal Bilimin Öğeleri, çev. Şirin Tekeli, İstanbul: Varlık Yay., 1975,
s. 23.
5 Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi: Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, 9. Baskı, İstanbul: Doğan Kitap, ts., s.
18.
6 Fransız sözlükçü ve filozof Emile Maximillien Paul Littré (1801-1881). Littré’nin en meşhur çalışması, ‘The
Littré’ olarak bilinen ve 1844’te hazırlamaya başladığı Dictionnaire de la langue française (1863-1873)’dir.
165
analizlerinden ayırmayı gerekli kılar. Bunun anlamı ise, ulusal toplum ve devletin, diğer grup
ve insan topluluklarından farklı bir tür olduğudur.
Bu anlayışla ilgili bir başka mesele de şudur: Devletin tanımı farklı yaklaşımlara göre değişiklik
göstermektedir. Duverger, devletin tanımının hayli zor olduğunu ifade ediyor; aşağıda kısaca
değinilecek olan iktidar kavramının tanımının ise daha da zor olduğunu belirtiyor. Gerçekten
de devlet nedir? Devlet, onu oluşturan kurumlardan mı ibarettir? Devlet kurumlarında çalışan
herkesin görevi siyasal bir nitelik mi taşımaktadır? Mesela devlete bağlı müze ve ören
yerlerinde çalışan bir bekçi, liselerde yabancı dil eğitimi veren bir öğretmen vs. siyasal bir görev
mi icra etmektedirler?
Batı’da yaygın olan bir başka görüşe göre ise, siyasal sosyoloji, yalnız ulusal toplumda değil
fakat tüm toplumlarda ve insan gruplarında ortaya çıkan iktidar, yönetim, otorite ve emretmenin
bilimi olarak anlaşılır. Bu görüş, devletin egemenliği kuramını reddetmektedir. Başka bir
deyişle, devletin egemenliği fikrinin gerçeklikten ziyade ideolojik bir kurgu olduğu
kanaatindedir. Bu görüşe göre, devlet içinde iktidar, diğer insan gruplarındaki iktidardan farklı
değildir. Olgusal düzeyde belli farklar varsa eğer, bunlar da mukayeseli çalışmalar yapmak
suretiyle açığa çıkarılabilir. Bu yönden bakıldığında, ‘iktidar bilimi olarak siyasal
sosyoloji/siyaset sosyolojisi’ ‘devlet bilimi olarak siyasal sosyoloji/siyaset sosyolojisi’
anlayışından çok daha operasyoneldir.
Siyaset sosyolojisi bir toplumsal indirgemecilikten ibaret değildir. Başka bir deyişle, bir bilim
dalı olarak siyaset sosyolojisi her siyasal olayı toplumun bir yan türevi olarak ele almaz, her
türlü siyasal hadiseyi toplumsal olgulara bağlamaz. Tekrar belirtmekte fayda var: Siyaset
sosyolojisi, toplumsal ile siyasal arasında tek yönlü değil, çift yönlü karşılıklı bir ilişkinin var
olduğu şeklindeki temel varsayıma dayanmaktadır. Çeşitli toplumsal faktörlerin siyaseti
etkiledikleri bir gerçektir; aynı şekilde siyasal kurumlar, yürütmenin aldığı kararlar,
parlamentonun oluşum biçimi ya da seçim sistemi gibi siyasal faktörler de, aslında, birer unsuru
oldukları toplumsal sistemi etkileme gücüne sahiptirler. Siyasetin toplum üzerindeki etkisi ve
örneğin, alınan siyasal kararların toplumsal değişime yol açma, hatta toplumlarda radikal
dönüşüm yaratma konusunda çok ağırlıklı bir etken oluşturmasına ilişkin sayısız örnek
verilebilir: Cumhuriyet’in ilanı ve devrim yasaları, toplumsal değişmede siyasetin ne denli
belirleyici olabileceğine ilişkin bir işarettir.
Netice itibariyle, siyaset sosyolojisinin inceleme konusu, siyasetin toplumsal koşullarıdır.
Başka bir deyişle, siyasetin toplumdaki diğer olaylar tarafından nasıl etkilendiği ve kendisinin
166
de bu olayları nasıl etkilediği ile ilgilidir. Siyaset sosyolojisi, siyaseti toplumdaki bütün diğer
olaylarla sıkı bir ilişki içinde olan bir olgu olarak ele alır.
6.3. Yönetim
Siyaset ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın yönetim, siyasetin her zaman en merkezinde yer
almaktadır. ‘Yönetmek’ en geniş anlamıyla diğer insanları idare etme ve üzerlerinde kontrol
kurma anlamına gelir. Yönetimin işlevi karar verme ve bunların uygulanmasını sağlama
becerilerini kapsar. Bu anlamdaki yönetim biçimi sosyal kurumların birçoğunda mevcuttur.
Mesela, ailede ebeveynin çocuklar üzerinde sahip oldukları otoritede, okulda öğretmenler
tarafından uygulanan disiplin ve kurallarda, işyerinde yönetici ve işveren tarafından ortaya
konan düzenlemelerdeki kontrolde bu açıkça görülür. Bu nedenle idare düzenlenmiş kuralların
ortaya çıktığı her yer ve zamanda mevcuttur. Fakat genellikle daha dar anlamda ‘hükümet’
kavramıyla yerel, ulusal ve uluslararası seviyede kuralların uygulandığı resmi ve kurumsal
süreç kast edilir. Hükümet kavramıyla işlevleri kamu düzenini korumak ve kolektif
sorumlulukları yerine getirmek olan yerleşik ve kalıcı kurumlar kast edilir.
Yönetim mekanizması toplum üzerinde bağlayıcı, uygulanabilir kurallar bütünü olan hukukun
yapılışı, uygulanışı ve yorumlanışıyla ilgilenir. Yönetim sistemleri üç temel işlevi içerir: 1.
Yasama veya kanun yapma, 2. Kanunların icrası ve uygulanması, 3. Kanun metninin
yorumlanması ve anlamının belirlenmesi. Bazı sistemlerde bu üç işlev –yasama, yürütme ve
yargı- ayrı organlar tarafından icra olunduğu gibi; bazılarında tek bir kişi, diktatör veya
‘yönetici’ parti gibi tek bir organın sorumluluğunda olabilir. Bazı örneklerde idareyle
‘yöneticiler’ eş anlamlı kabul edilerek idarenin yürütme kolu ‘hükümet’ şeklinde tanımlanır.
Burada hükümet dar anlamıyla genellikle başbakan veya başkan diye tanımlanan baş
yöneticinin liderliğinde faaliyet gösteren bakanlar ve sekreterler grubu için kullanılır. Bu
kullanım genellikle ‘Süleyman Demirel Hükümeti’, ‘57. Hükümet’, ‘ANASOL-D Koalisyon
Hükümeti’ veya ‘Ahmet Davutoğlu Hükümeti’ şeklinde kullanımların yaygın olduğu
parlamenter sistemlerde görülür.
Bununla beraber yönetim kavramı etrafında birçok tartışmalı mesele bulunmaktadır. İlk olarak,
bir yönetim şekline ihtiyaç bulunduğu görüşü neredeyse evrensel bir kabul görse de onun
baskıcı ve gereksiz olduğunu iddia edenler de vardır. Ayrıca siyasî yönetim kendisini o kadar
çok çeşitli şekillerde gösterir ki onu tasnif etmek adeta imkansız hale gelir. Örneğin bu yönetim
biçimi demokratik veya otoriter, anayasal veya diktatöryal, merkezî veya adem-i merkeziyetçi
167
vb. olabilir. Son olarak siyasî yönetim idare ettiği toplumdan ayrı olarak ve soyutlanarak
anlaşılamaz. O, genellikle parti, seçim, baskı grupları ve medya yolu ile faaliyet gösterir. Bunlar
sayesinde yönetim hem halkın taleplerine cevap verir hem de onlar üzerinde siyasi kontrol
uygular.
Yeryüzündeki hemen hemen tüm insanlar yönetim kavramına aşinadır ve büyük çoğunluğu da
toplumlarındaki siyasî idareyi oluşturan kurumları tanıyabilecek durumdadır. Dahası birçok
insan hiçbir sorgulama yapmadan, onsuz düzenli ve medenî bir var oluşun mümkün
olamayacağı düşüncesi ile, belli bir yönetim biçiminin zorunlu olduğunu kabul ederler.
Yönetimin örgütlenme şekli veya oynayacağı rol konusunda ihtilaf etseler de bir çeşit siyasi
yönetime olan ihtiyaç konusunda anlaşmış görünmektedirler. Bununla beraber siyasî yönetimin
yaygınlığı ve hemen hemen sorgusuz sualsiz tüm dünya çapındaki geniş kabulü adil ve düzenli
bir toplumun sadece böylesine bir siyasî mekanizma eliyle sağlanabileceğini ispatlamaz.
Özellikle bir siyasi düşünce okulu siyasi yönetimin gereksiz olduğunu iddia edip onun
kaldırılmasına kendini adamıştır: Bu anarşizmdir; kelime anlamıyla anarşi ‘yönetimin
olmaması’dır.
Siyasî yönetimin gerekliliğine dair klasik iddiayı, modern çağda, Thomas Hobbes ve John
Locke gibi 17. yüzyıl filozofları tarafından öne sürülen toplumsal sözleşme teorilerinde görmek
mümkündür. 7 Toplumsal sözleşme teorisi gerçekte modern siyaset düşüncesinin temelini
oluşturur. Hobbes Leviathan’da rasyonel insanın siyasî idareye itaat etmesi ve saygı göstermesi
gerektiği görüşünü öne sürer. Bir yönetimin olmaması durumunda toplumun ‘herkesin birbirine
karşı’ olacağı bir iç savaşın içine düşeceğini savunur. Toplumsal sözleşme kuramcıları
iddialarını herhangi bir siyasî yönetimin olmadığı ‘doğal hal’ ya da ‘doğa hali’ diye
adlandırdıkları hayalî toplumu esas alarak geliştirirler. Hobbes çarpıcı bir şekilde doğal haldeki
yaşamı ‘yalnız, aciz, kötü, vahşi ve kaba’ olarak tanımlar. Ona göre insan, özü itibariyle güç
peşinde koşan bencil bir varlıktır: Şayet kanun tarafından kontrol edilmezse diğer insanların
7 Siyaset teorisi, sözleşme kuramı, siyasî yönetimin gerekliliği vb. gibi konulara ilişkin yaklaşımlarla, ilk kez
modern dönem siyaset filozoflarında rastlanmamaktadır. Aristo’dan başlayarak Batı siyaset felsefesinde ve
hatta Farabî, Maverdî, Gazzalî, Nizamülmülk ve diğer İslam siyaset filozoflarının eserlerinde de modern
siyaset teorilerine ve yaklaşımlarına benzer değerlendirmeler bulmak mümkündür. Burada, konumuzu
dağıtmamak adına bu tartışmalara girmemeyi ve tartışmanın modern dönemdeki gündeme geliş biçimi ve
süreçleri üzerinden bir anlatımı tercih ettik. Farabî, Maverdî, Gazzalî, Nizamülmülk, İbn Teymiye, İbn Haldun
gibi İslam düşünürlerinin siyaset konusundaki yaklaşımlarına ilişkin daha kapsamlı bilgi için -söz konusu
isimlerin eserlerinin yanı sıra- bkz. Harun Han Şirvanî’nin İslâmda Siyasî Düşünce ve İdare Üzerine
Araştırmalar (çev. Kemal Kuşçu, İstanbul, 1995) başlıklı meşhur çalışmasına bakabilirler. Ayrıca bkz. Ma’ruf
Devalibi, İslam’da Devlet ve İktidar, çev. M. S. Hatiboğlu, İstanbul: Dergah Yay., 1969; Erwin I. J. Rosenthal,
Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Çaksu, İstanbul: İz Yay., 1996; ve Macid Hadduri, İslam’da
Adalet Kavramı, çev. Selahattin Ayaz, İstanbul: Yöneliş Yay., 1999.
168
aleyhine kendi çıkarlarını artırmaya çalışır. Hatta en güçlü kişiler bile güvenlik içinde
korkusuzca yaşayacak kadar güçlü değildirler: Zayıf olanlar kendi aralarında kavga etme yerine
onlara karşı birleşebilirler. Açıkçası, bir siyasî yönetim olmadan bencil arzuları dizginlemek,
düzeni ve istikrarı sağlamak imkansızdır. Hobbes bu durumu kavrayan rasyonel bireylerin kaos
ve düzensizlikten kaçmak için birbiriyle anlaşarak ‘toplumsal sözleşme’ yapacağını ve böylece
siyasî bir mekanizmanın kurulacağını öne sürer.
Toplumsal sözleşme kuramcılarının bir kısmı, insan tabiatını aslen kötü gören bir düşünceden
hareket ederler; buna göre siyasî yönetim kötülük ve barbarlık karşısındaki zorunlu savunma
aracıdır. Yönetimi sadece kötülükten sakındıran değil aynı zamanda iyiliğe teşvik eden, özünde
yumuşak huylu resmeden alternatif bir gelenek de mevcuttur. Bu anlayış, felsefesi St. Thomas
Aquinas gibi ortaçağ ilahiyatçıları üzerinde büyük etki yapan Aristo’nun eserlerinde görülebilir.
Aquinaslı Thomas, Summa Theologiae’da, ‘hukukun temel işlevi tebaayı iyi duruma
getirmektir’ iddiasıyla devleti ‘mükemmel toplum’ şeklinde tasvir eder. Ona göre siyasî
mekanizma ve hukuk ilk günah olmamış olsaydı bile yine de insanlar için gerekli olurdu.
Karşılıklı çıkarları için insanların işbirliği yapmasına imkan veren bu şefkatli yönetim anlayışı
sosyal demokrat gelenek sayesinde modern siyasette hala canlılığını korumaktadır.
Anarşist görüşe göre her türlü siyasî otorite şekli sadece kötü değil aynı zamanda gereksizdir
de. Anarşistler bu iddialarını sosyal sözleşme teorisini tersine çevirip oldukça farklı bir doğal
hal anlayışı ileri sürerek gündeme getirirler. Çok geniş yelpazedeki sosyal sözleşme
kuramcıları, kendi başlarına bırakılmaları durumunda insanların rekabet, çekişme ve açık
çatışma içine gireceklerini iddia ediyorlardı. Diğer taraftan anarşistler insanın akılcı anlayış,
şefkat ve işbirliği yapabilme kapasitesine vurgu yaparak daha iyimser bir insan tabiatı
kavramlaştırmasına vardılar. İnsanları birbirlerini bağlayan ortak çıkarın, onları bölen şahsî
çıkarlardan daha güçlü olduğunu ve görüş farklılıklarının rasyonel bir müzakere ve görüşme ile
barışçı bir yolla çözülebileceği anlaşıldığında sosyal ahengin kendiliğinden oluşacağını
savunan anarşistler; devleti düzensizliğin ilacı olarak değil bilakis çatışma, huzursuzluk ve
şiddetin nedeni olarak görürler. Onlara göre devlet, tepeden kural dayatarak özgürlüğü
bastırmakta, kinleri, küskünlükleri beslemekte ve adaletsizliği teşvik etmektedir.
Anarşistler, Peter Kropotkin tarafından kutsanan ortaçağ şehir devletleri ve Leo Tolstoy
tarafından hayranlıkla resmedilen Rus köylü toplulukları gibi sosyal düzenin akılcı anlaşma ve
karşılıklı anlayışla sağlandığı tarihi örnekleri kullanarak iddialarını desteklerler. Ayrıca onlar
bu çerçevede hükümet şeklinde tanımlanabilecek bir kuruma sahip olmayan fakat düzen ve
istikrarın hakim olduğu geleneksel toplumları incelerler. Bazıları -anarşistlerin hoşlanmayacağı
169
derecede- hiyerarşik ve baskıcı olan geleneksel toplumlar hakkında genellemeler yapmak
hemen hemen imkansızdır. Bununla beraber sosyologlar, ortaya çıkan farklılıkların herhangi
formel bir yönetim mekanizmasına ihtiyaç duymadan, gayri resmi şahsi ilişkilerle çözümlendiği
-Kalahari’deki Bushmenler gibi- oldukça eşitlikçi toplumlar da tespit ettiler. Kalahari
Bushmenleri gibi geleneksel topluluklar ile dünya nüfusunun çoğunluğunun yaşadığı şehir ve
endüstri toplumları arasındaki fark açıkça ortaya koymaktadır ki geleneksel toplumlar düzeni
devam ettirebilmeyi büyük ölçüde dine dayanan gelenek ve adetlerle sağlarlar. Örneğin, sosyal
merasimler ortak değerlerin sağlam bir şekilde yerleşmesine ve davranış kurallarının nesilden
nesile geçmesini sağlar. Gelenek tutarlı ve tahmin edilebilir sosyal davranışların korunmasına
ve açıkça belirlenmiş sosyal yapının devamına yardımcı olur. Nispeten küçük olan bu
topluluklar sosyal ilişkilerin yüz yüze ve şahsi seviyede yapılabilmesine imkan sağlar. Buna
karşın modern toplumlar büyük, karmaşık ve oldukça farklılaşmış toplumlardır. Endüstri
toplumları çok geniş alana yayılmış binlerce hatta bazı yerlerde milyonlarca insandan oluşan
şehir topluluklarıdır. Sanayileşme ekonomik yaşamı daha karmaşık bir hale getirdi ve bunun
sonucunda gittikçe artan bir şekilde parçalanmış sosyal yapılar ortaya çıktı. Belki bu nedenle,
20. yüzyılın büyük bir kısmında yaygın eğilim karşı yönde olmuş ve devlet artan ölçüde gerekli
bir unsur olarak görülmüştür.8
6.4. Siyasal Sistemler
Siyasi yönetim şekilleri ‘siyasi sistem’ ile yakından ilişkilidir. Ancak, siyasetin ‘sistem’ olarak
algılanması oldukça yeni olup özellikle Talcott Parsons’un The Social System’i (1951) gibi
eserlerde uygulama alanı bulan sistem teorisinin etkisiyle 1950’lerde ortaya çıkmıştır. Siyasete
yönelik geleneksel yaklaşım devlet mekanizmasında yoğunlaşıp belirli bir devletin kurumsal
yapısını ve anayasal kuralları inceler. Buna karşın sistem analizi devlet ve toplum arasındaki
karmaşık ilişkileri öne çıkararak siyaset anlayışını genişletmiştir. ‘Sistem’ örgütlenmiş,
karmaşık bir bütündür; karşılıklı ilişki ve bağımlılıklarla bir araya gelmiş parçalardan oluşan
kolektif bir varlığa sahiptir. Sistem analizi siyasete parçalardan bakma yerine daha kapsamlı bir
yaklaşımı tercih eder. Siyasi sistem bu nedenle devlet kurumlarının ötesine giderek devletin
yönetilenlerle ilişkiye girdiği tüm süreç, ilişki ve kurumları kapsar.
8 Siyasal bir yönetimin zorunlu olup olmadığı hakkında bir tartışma için bkz. Andrew Heywood, Siyaset
Teorisine Giriş, s. 80-84 vd.
170
Yönetim şekillerini sınıflamaya yönelik ilk girişim Aristo tarafından yapılmıştır. O, rejimleri,
‘Yöneten kimdir?’ ve ‘Bu yönetimden kim faydalanır?’ soruları üzerinden tasnif eder. Buna
göre yönetim tek kişinin, küçük bir grubun veya çoğunluğun elinde olabilir. Buradaki her bir
idare biçiminde, yöneticilerin şahsi çıkarları için veya tüm toplumun menfaati için çalışması
söz konusudur. Aristo buna göre altı rejim çeşidi belirler. Tiranlık, oligarşi ve demokrasi, ona
göre, bozulmuş ve yozlaşmış yönetim biçimleri olup sırasıyla tek kişinin, küçük bir grubun
veya kitlelerin toplumdaki diğer insanların çıkarı pahasına kendi menfaatleri doğrultusunda
yönetimde bulunmalarıdır. Buna karşın monarşi, aristokrasi ve polity ise sırasıyla tek kişi,
küçük bir grup veya tüm halkın herkesin çıkarı için yönetmesi anlamına geldiğinden, tercih
edilen idare biçimleridir. Aristo tiranlığı tüm vatandaşları köle statüsüne indirgediği için en
kötü yönetim biçimi olarak görür. Diğer taraftan monarşi ve aristokrasinin, tanrı benzeri bir
iradeyle toplumun çıkarını kişinin kendi çıkarlarının önüne koyması temeline dayandığı için
uygulanabilir olmadığını söyler. Aristo herkesin çıkarı doğrultusunda çoğunluğun yönetimi
olan polity’yi en uygulanabilir rejim şekli olarak görmekle birlikte zengin azınlık karşısında
kitlelerin harekete geçebileceği ve de kolaylıkla demagogların etki alanına girebilecekleri
korkusunu taşır. Bu nedenle Aristo ne zengin ne de fakir olan ‘orta sınıfın’ yönetici olacağı
‘karma’ bir rejimi savunur.9
Modern devlet Aristo’nun kriterleriyle sınıflanamayacak kadar karmaşıktır. 1989-1991 devrimi
sonrasında komünizmin çöküşü ile ortaya çıkan siyasi, ideolojik ve ekonomik değişimler
ışığında, Birinci Dünya, İkinci Dünya ve Üçüncü Dünya şeklindeki basit rejim sınıflamaları da
kullanılamaz hale gelmiştir. Birinci Dünya olarak nitelenen devletler şu anda ‘liberal
demokrasiler’ olarak sınıflanabilir. Ana merkezi Batı -Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya-
olan liberal demokrasiler, 1945 ve 1989 sonrasında oluşan ‘demokratikleşme dalgaları’
sonucunda dünyanın birçok yerinde görülmeye başlamıştır.
Siyasal sistemler tarih boyunca değişti. Basit avcı ve toplayıcı toplumlar, resmi hükümetler
olmaksızın geniş aileler gibi işledi. Liderlik genellikle olağanüstü güçlü, avlanma becerisi ya
da kişisel karizması güçlü bir erkeğe düştü. Tarım toplumları uzmanlaşmış işler ve üretim
fazlalığıyla daha büyüktür. Bu tür toplumlarda küçük bir elit, zenginlik ve gücün çoğunluğunu
kontrol altına aldı ve siyaseti aile içinde yürüterek kendi hakları çerçevesinde sosyal bir kurum
haline getirdi. Bu, Weber’in geleneksel otoritesinin bazı özelliklerini gösteren liderlerin kutsal
bir yönetme hakkı iddia etmelerinin başlangıç noktasını teşkil eder. Toplumlar büyüdükçe
9 Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, s. 85.
171
siyaset bir ulusal hükümet ya da siyasal devlet biçimini alır. Siyasal devletin etkinliği, mevcut
teknolojiye bağımlıdır. Yaklaşık 5000 yıl önce, Mezopotamya’dakine benzer şekilde şehir
devletleri ortaya çıktı. Tarih ilerledikçe yeni siyasal düzenlere tanık olundu; ulus-devletler
gelişmeye başladı. Günümüzde dünyada 200’e yakın bağımsız ülke, ulus-devlet bulunmaktadır.
Bu ülkelerdeki hakim siyasal sistemleri 4 ana başlık altında toplamak mümkündür: Monarşi,
demokrasi, otoriter ve totaliter yönetimler.
6.4.1. Monarşi
Monarşi, tek bir ailenin kuşaktan kuşağa yönetime sahip olduğu siyasal bir sistemdir. Monarşi,
antik tarım toplumlarının hepsinde bulunmaktaydı. Günümüzde dünyada 27 ülke kraliyet
ailelerine sahiptir (İsveç, Norveç, Danimarka, Büyük Britanya, Ürdün, Suudi Arabistan,
Umman, Katar, Bahreyn, Lesotho, Fas, Brunei vb... bunlardan bazılarıdır). Orta Çağ boyunca
dünyanın çoğunda mutlak monarşiler tanrısal güce dayalı bir iktidar tekeli talep ettiler. Ancak
günümüzdeki monarklar, halkları üzerinde neredeyse mutlak kontrole sahip olmalarına rağmen,
nadiren tanrısal bir hak talebinde bulunmaktadırlar. Sanayileşmeyle birlikte monarklar yerlerini
giderek seçilmişlere bırakarak sahneden çekilmek zorunda kaldılar. Kraliyet ailelerine sahip
Avrupalı ülkeler, günümüzde anayasal monarşiler olarak yönetilmektedir; yani bu ülkelerin
monarklarının sembolik liderler olmaktan öte bir işlevleri yoktur. Asıl yönetim, seçilmişler
devlet adamlarının sorumluluğundadır. Herkesin bağlı olduğu bir anayasa vardır ve liderlik bir
başbakandadır.
6.4.2. Demokrasi
Modern dünyada tarihsel eğilim, iktidarı bir bütün olarak halka veren siyasal bir sistem olan
demokrasiye doğru olmuştur. Başka bir deyişle, bütün vatandaşların lider olarak hareket etmesi
olanaksız olduğu için, otoriteyi, seçimler aracılığıyla halk tarafından seçilen liderlere teslim
eden temsilî demokrasi sistemi oluşturulmuştur. Endüstrileşme ile demokrasi birbirine
uyumludur, zira her ikisinin de eğitimli bir halk tabakası gerektirdiği dile getirilir. Aynı
zamanda endüstrileşmeyle birlikte, iktidarın gelenek temelli meşruluğu rasyonel-yasal
otoriteye yerini bırakır. Böylece demokrasi ve rasyonel-yasal otorite bir araya gelir.
172
6.4.3. Otoriteryanizm
Bazı ülkelerde, halkın siyasette söz hakkına sahip olması engellenmiştir. Otoriteryanizm, halkın
yönetime katılmasını engelleyen bir siyasal sistemdir. Juan J. Linz, bir rejimi otoriter olarak
niteleyebilmek için şu nitelikleri taşıması gerektiğini öne sürmektedir:
“Sınırlı, fakat sorumlu olmayan bir siyasal plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol
gösterici bir ideolojiye değil, kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı
aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin
veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş fakat fiiliyatta oldukça
tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler...”10
Bu tanımlama, Otoriter rejimler ile demokratik siyasal sistemler arasında kesin bir ayırım
getirmekle birlikte -aşağıda kısaca değinilecek olan- totalitarizmle otoriteryanizm arasında o
denli açık ve seçik bir ayrım sunmak konusunda başarısız kalmaktadır. Aynı şekilde, meşruiyet
kaynaklarındaki farklılıklar nedeniyle geleneksel/sultancı otoriter yapılarla da belli farklılıklara
sahiptirler. Ayrıca, otoriter rejimlerin tek tip olmadığı ve –totoliter, kısmî, vesayetçi vb. gibi-
pek çok alt tipe sahip olduğu gerçeğini de bilmek önemlidir.
Otoriter rejimlerin en önemli ayırıcı özelliği, “plüralist unsurdur; ancak şunu ne kadar
vurgularsak azdır ki, hemen hemen sınırsız bir plüralizme ve kurumlaşmış bir siyasal
plüralizme sahip olan demokrasilerin aksine, burada söz konusu olan şey, sınırlı plüralizmdir.
(...) Plüralizmin sınırlandırılması, hukukî veya fiilî olabilir; uygulamanın etkinliği az veya çok
olabilir; bu sınırlama, salt siyasal gruplara inhisar ettirilebileceği gibi, menfaat gruplarını da
kapsayabilir; yeter ki, devletçe yaratılmamış veya ona bağımlı olmayan ve siyasal süreci şu ya
da bu yönde etkileyen bir takım gruplar mevcut olsun. Bazı rejimler, sınırlı sayıda bağımsız
grupların veya kurumların siyasal katılmasını kurumlaştırmak, hatta bunların ortaya çıkmalarını
teşvik etmek noktasına kadar gidebilirler; ancak bunu yaparken, hangi grupların varlığına hangi
şartlar altında müsaade edileceği konusundaki nihaî kararın yöneticilere ait olduğunda da
kuşkuya yer bırakmazlar.”11
Otoriter rejimlerdeki sınırlı plüralizm ve kendilerine göz yumulan plüralist unsurların değişik
anlarda iktidarın kullanımındaki değişik payları, rejim içinde karmaşık bir yarı-muhalefet ve
sözde-muhalefet örüntüleri oluşturur. Yarı-muhalefeti yürütenler, yönetici grup içinde hakim
durumda olmayan veya temsil edilmeyen kısmî eleştirilerde bulunan, fakat rejime temelde
10 Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, çev. Ergun Özbudun, 3. Baskı, Ankara: Liberte, 2012, s. 161.
11 Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, s. 163-164.
173
meydan okumaksızın iktidara katılmak isteyen gruplardır. Kurumlaşmamış bu tarz gruplar,
hukukî bir çerçeve içinde faaliyet göstermemekle birlikte, gayrimeşru da değildirler. Bunlar,
hükümeti ve kurumsal düzenin bazı yönlerini sert bir biçimde eleştirseler bile, rejimin liderini
bunlardan ayrı tutarlar ve otoriter formülün tarihsel meşruluğunu veya hiç değilse gerekliliğini
kabul ederler. Bu yarı-muhalefet ya da sözde-muhalefetlerin varlığı, başka bir deyişle, otoriter
rejimlerdeki bu kısmî özgürlükler, rejimin daha demokratik ya da liberal bir rejim haline
gelmesi ihtimallerini de bünyesinde taşımaktadır.12
6.4.4. Totalitarizm
En yoğun biçimde kontrollü siyaset şekli, halkın yaşamını kapsamlı bir biçimde düzenleyen
merkezileşmiş bir siyasal sistem olan totalitarizmdir. “Bir sistemi totaliter olarak
nitelendirebilmemiz için zorunlu boyutlar şunlardır: Bir ideoloji; kitlesel bir tek-parti ile diğer
mobilize edici örgütler; iktidarın, geniş bir seçici çevreye hesap verme durumunda olmayan ve
iktidardan kurumlaşmış barışçı yöntemlerle uzaklaştırılamayan bir kişide ve yardımcılarında
veya küçük bir grupta toplanmış olması.”13
Brzezinski’ye göre;
“Totaliterizm, diktatörlük genel kategorisine giren yeni bir hükümet şeklidir; bu
sistemde siyasal iktidarın teknolojik yönden ileri araçları, topyekûn bir sosyal devrimi
gerçekleştirmek amacıyla, bir elit hareketinin merkezî liderliği tarafından, bir kayıt ve
şarta bağlı olmaksızın kullanılır; tüm halkın zorla sağlanan oybirliği atmosferi içinde
liderlikçe ilan edilen bu devrim, insanın birtakım keyfî ideolojik varsayımlara göre
şartlandırılmasını da kapsar.”14
Linz’in yukarıda saydığı unsurlardan her birini, demokratik olmayan sistemlerin diğer
tiplerinde de ayrı ayrı bulabilmek mümkündür. Bir sistemi totaliter kılan, bütün bu unsurların
12 Otoriter rejimlerin yapısında ideolojiden ziyade zihniyetin oynadığı rol, otoriter rejimlerde sınırlı plüralizm ve
otoriter rejimlere dair tipolojiler hakkında daha geniş bir tartışma ve bilgi için bkz. Juan J. Linz, Totaliter ve
Otoriter Rejimler.
13 Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, s. 37. Bir başka totalitarizm tanımı için bkz. Ahmet Cevizci,
Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay., 2000, s. 936: “Nazizm, faşizm ve Sovyet
komünizminde örneklenen, tek bir partinin egemenliği altında, her tür siyasî, ekonomik ve toplumsal faaliyetin
devlet tarafından düzenlendiği ve muhalefetin baskı altında tutulduğu ve ezildiği, özgürlüğe yer bırakmayan
siyasî yönetim tarzı.”
14 Zbigniew Brzezinski, Ideology and Power in Soviet Politics, New York: Praeger, 1962’den aktaran Juan J.
Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, s. 36.
174
tek bir sistemde hep birlikte bir arada bulunmaları durumudur. O nedenle, bütün tek-parti
sistemlerini genellemeci bir yaklaşımla ‘totaliter’ olarak nitelemek doğru olmaz.
Totalitarizm (totalitercilik), 20. yüzyılda teknolojik ilerlemelerin yönetimlere kendi nüfuslarını
sert bir biçimde kontrol etme yeteneğini vermesiyle ortaya çıktı. Vietnam devleti, sadece
ziyaretçileri değil, kendi vatandaşlarının tamamını da gözetlemektedir. Benzer biçimde Kuzey
Kore hükümeti halkı kontrol etmek için onlar hakkında bilgi toplamakta ve bu bilgileri
depolayacak güçlü bilgisayarlar ve gözetleme donanımları kullanmaktadır. Bazı totaliter
yönetimler, halkın iradesini temsil ettiklerini iddia etmelerine rağmen, çoğunluğu halkı
yönetimin iradesine boyun eğdirme arayışındadır. Terimin işaret ettiği gibi, böylesi yönetimler
hiç bir örgütlü muhalefete izin vermeyerek bütünsel bir iktidar yoğunlaşmasına sahiptir.
İnsanların bir araya gelme hakkını engelleyerek ve bilgiye ulaşmasını kontrol altında tutarak bu
yönetimler kişisel izolasyon ve korku atmosferi yaratırlar. Totaliter toplumlarda
toplumsallaşma, sisteme itaat ve sadakat amacı nedeniyle aşırı derecede politiktir. Dünyanın en
totaliter devletlerinden biri olan Kuzey Kore’de vatandaşlara, onların devlete tam bağlılığa
borçlu olduklarını hatırlatan lider resimleri ve siyasal mesajlar her yerde bulunmaktadır.
Yönetimin kontrolü altındaki okullar ve kitlesel medya sadece resmi görüşleri sunmaktadır.
Totaliter rejimler, faşizmden komünizme çeşitlilik gösterebilir; ancak hepsinde tek parti
yönetimi toplumun tamamının kontrolünde hak iddia ederler.
6.5. Güç, İktidar, Otorite ve Otorite Çeşitleri
Başlangıç olarak, iktidar, güç, otorite, egemenlik gibi kavramların siyasetle ilgili yaygın bir
biçimde kullanılan fakat aralarındaki sınırların ve ayrımların çok da kesin hatlarla
belirginleştirilmemiş kavramlar olduğunu belirtmek gerekiyor. İktidar ve güç kavramları, çoğu
zaman İngilizce’deki power, Fransızca’daki pouvoir ve Latince’deki potestas kavramlarının
karşılığı olarak Türkçe’de kullanılırlar fakat Türkçe kullanımlarında bu iki kavram her zaman
aynı anlamları da ifade etmezler. 15 İktidar sözcüğü, Arapça kökenli bir kavramdır ve
Türkçe’deki en erken kullanımlarından birini sunan Sinan Paşa’nın Tazarrûname’sinde
‘yönetme gücü’ anlamında kullanılmaktadır. Başka bir deyişle, ‘yönetimi elinde bulunduran
kişinin sahip olduğu üstünlük’ iktidar olarak adlandırılır. Batı dillerinde iktidarın karşılığı
15 Almanca’da ‘power’ sözcüğünün karşılığı olarak “Leistung” ve “Macht” sözcükleri –elbette belli nüansları
ifade edecek şekilde- kullanılmaktadır. Latince’de potestasla ilişkili olarak ‘potentia’ ve ‘potere’ sözcükleri de
mevcuttur.
175
olarak kullanılan ‘power’ sözcüğünün kökeni Latince’deki ‘potestas’ sözcüğüne dayanır.
Papalığın etkisiyle iktidar dağıtılmış ve ikiye bölünmüştür. “Orta Çağ siyasal düşüncesinin
hakim teması olan ‘İki Kılıç Kuramı’ iktidarın ikiye bölünmüşlüğünü temsil eder. Bu
bakımdan, yasa ile uygulama arasındaki ayrım üzerine konumlandırılan orta çağ siyasal
düşüncesinde ağırlık noktası, iktidarın uygulama mekanizmasından (Protestas) ziyade iktidarın
ilkesine (Auctoritas) doğru kaymıştı. İlke, Hıristiyan düşüncenin belirleyiciliği altında
topluluğun dışındaydı ve uygulama mekanizmasının meşruluğu, bu ilkeyi temsil edebilirliği ile
sınırlıydı.” 16 Zamanla kralların güçlenmesi ve iktidarı kendileri dağıtmaya başladıklarında
kavram yeniden bir evrim geçirmiş ve Latince kökü olan ‘potis’, 14. yüzyıldan itibaren Anglo-
Fransızca’da ‘pouair’, Eski Fransızca’da ‘povoir’ ve oradan da 18. yüzyıldan itibaren de
günümüzdeki uluslararası yaygın kullanımına, ‘power’ sözcüğüne dönüşüyor.17 Genel olarak
iktidar, toplumsal hayatın hemen her alanında karşımıza çıkan bir durum olarak, ‘istediğini
yapabilme gücü’ şeklinde tanımlanır. Siyasal iktidar şeklindeki kullanımlarında, özellikle de
devlet kast edildiğinde, ‘güç kullanma tekeline sahip’ tek kurum anlamına gelir: “Devlet, otorite
sahibi iktidardır. Otorite bir güç ve kontrol aracı olarak emir verme, insanlar adına karar verme
hakkını elinde bulundurmak demektir. İktidar, siyasal ve felsefî bir anlama ve içeriğe yönelik
bir tanımlama iken, otorite psikolojik ve sosyolojik olarak bir etkinliği ve yetkinliği ifade
etmektedir. Otorite; ‘iktidarın yönetme hakkının yönetilenlerce tanınması ve kabul edilmesi’dir.
Bu tanım, olmazsa olmaz ilkesini, toplumsal rızaya dayanma gerekliliğini vurgular. Çünkü
iktidar ile ‘zorbalık’ arasındaki ayrışma noktası, toplumsal rızaya dayanma derecesidir.”18
Her ne kadar geleneksel anlamıyla siyaset, güç kullanımı üzerinde yoğunlaşmış olsa da gerçekte
daha dar anlamda ‘otorite’ ve özellikle de ‘siyasi otorite’ ile ilgilenmektedir. En geniş anlamıyla
otorite bir güç biçimidir; bir kişinin diğer kişilerin davranışlarını etkileyebildiği araçtır. Ancak
genel olarak güç ve otorite, itaatin ve boyun eğmenin kendisiyle sağlandığı zıt araçlar olarak
birbirinden ayırt edilir. Richard Sennett, modern toplumun duygusal bağlarını konu edindiği 4
kitaplık deneme serisinin ilk kitabı olan Otorite’de, otoriteyi ‘eşit olmayan insanlar arasındaki
bağ’ şeklinde tanımlar ve ‘otorite bağı, güçlülük ve zayıflık imgelerinden oluşur; iktidarın
16 Efe Baştürk, “Modern Egemenliğin ‘Nomos’u Olarak İstisna Hali”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2013
Bahar, sy. 15, s. 72 [ss. 71-83].
17 İktidar ve otorite –aynı zamanda Batı dillerindeki karşılıkları olan ‘power’ ve ‘authority’- sözcüklerinin
etimolojik kökenlerine ve geçirdikleri dönüşümlere ilişkin bkz. “İktidar ve Otorite Üzerine Yüzeysel
İnceleme”, https://fildisikule.wordpress.com/2011/04/19/iktidar-ve-otorite-uzerine-fildisi-kule/ [Erişim tarihi:
Ocak 2015].
18 Halis Çetin, “İktidar ve Meşrûiyet”, Mümtaz’er Türköne (ed.), Siyaset, 5. Baskı, Ankara: Lotus Yay., 2006, s.
38-39 [ss. 35-69].
176
duygusal ifadesidir’ der. 19 Güç diğer kişilerin davranışlarını etkileme becerisi olarak
tanımlanırken otorite bunu meşru yolla yapma olarak anlaşılmıştır. Güç boyun eğmeyi ikna,
baskı, tehdit, zor kullanma ve şiddet ile sağlar. Otorite ise ‘yönetme hakkı’ algısına dayanır ve
yönetilenin sahip olduğu ahlaki yükümlülük ile itaati sağlar. Siyaset filozofları otoritenin
dayandığı temeller konusunda ihtilaf etseler de onun her zaman ahlaki bir özellik taşıdığı
hususunda hemfikirdirler. Bu durum, otoriteye uymanın ona uymaya zorunlu kılınmaktan daha
az önemli olduğunu ima eder. Bir öğretmenin her ne kadar öğrenciler tarafından düzenli bir
şekilde yerine getirilmese bile ödev isteme otoritesine sahip olduğu söylenebilir.
Çağdaş sosyal bilimlerde büyük ölçüde Alman sosyolog Max Weber’in (1864-1920)
eserlerinden alınan çok farklı bir otorite kavramı kullanılmaktadır. Weber insanların hangi
şartlarda ve niçin meşru ve haklı güç kullanımını kabule hazır olduklarını açıklamaya
çalışmıştır. Diğer bir deyişle o otoriteyi basitçe, insanların haklılığı konusunda sahip oldukları
inanç şeklinde tanımlamış; bu inancın nereden geldiğine ve ahlaki olarak meşru olup
olmadığına bakmamıştır. Weber’in yaklaşımı otoriteyi bir güç şekli olarak algılar. Otorite
‘meşru güçtür’; yani meşruiyet elbisesine bürünmüş güç. Bu görüşe göre, sistematik bir doktrin
empozesi veya propaganda ile sağlanmış bile olsa, kendisine itaat edilen hükümetin otoriteye
sahip olduğu söylenebilir.
Otorite ile insanların kabul ettiği ‘yönetme hakkı’ arasındaki ilişki, bu kavramın hükümet
uygulamaları için ne kadar merkezi bir öneme sahip olduğunu da açıklamaktadır. Gönüllü
itaatin olmadığı durumlarda hükümetler düzeni, sadece korku, gözdağı ve şiddet kullanarak
sağlayabilirler. Bununla beraber otorite kavramı hem karmaşık, hem de tartışmalıdır. Örneğin
güç ve otorite analitik olarak ayrılabilirken, uygulamada birbiriyle çakışmakta ve biri diğerine
karıştırılabilmektedir.20 Ayrıca otoriteye çok farklı ve birbirine zıt şartlarda uyulmaktadır ki bu
19 Richard Sennett, Otorite, çev. Kamil Durand, 4. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2014, s. 21 ve 14.
20 “Örneğin siyasette güçle eş anlamlı kullanılan sözcüğü ele alalım: İktidar. Çoğu zaman ‘otorite’ ile ‘iktidar’
sözcükleri eşanlamlı olarak kullanılır; ancak gene de, ‘bir hükümet görevlisi belirli bir işte otoritesini
kullanamadı’ dediğimiz zaman olduğu gibi otorite ile iktidar farklı anlamlarda kullanılır. İngilizce ‘otorite’
[authority] sözcüğünün kökeni ‘yazar’dır [author]; yani otorite üretkenliği çağrıştırır. Bununla birlikte
‘otoriter’ sözcüğü baskıcı bir kişiyi ya da sistemi tanımlamakta kullanılır.
Ya da otoritenin zayıflamakta olduğu korkusuyla bağlantılı olarak güç düşüncesini ele alalım. Kendi
kuşağımızın değer ve inançlarının gücü söz konusudur. Bu değer ve inançların sürmesini isteriz ama bu
olanaksızdır; çünkü kendimiz kalıcı değiliz. Özel yaşamda olduğu gibi toplumda da istikrar ve düzen
duygusunu ararız ve bunları, otorite sahibi bir rejimden bekleriz. Bu istek kamusal yaşamdaki otorite
anıtlarında kendisini gösterir: Devasa kiliseler, anıtkabirler, hükümet binaları; bütün bunlar, şimdi yöneten ve
şimdi itaat eden kuşaklardan sonra da varlığını sürdürecek egemen iktidar düzenini simgelemektedir. Bu arada,
‘otorite’nin Latince karşılıklarından biri olan auctor’un bir anlamı da, otoritenin yaptığı işin kalıcılığı
konusunda diğer insanlara güvence verebilmesidir. Otoritenin yaptığı iş sapasağlamdır. Bununla birlikte
177
durumlarda onun gerçekleştiği farklı formları birbirinden ayırt etmek önemli hale gelmektedir.
Son olarak, otorite hiçbir şekilde evrensel kabule mazhar olmamıştır. Birçok kişi otoriteyi
düzen ve istikrarın temel garantörü olarak görüp modern toplumdaki ‘otoritenin çöküşüne’ ağıt
yakarken, diğerleri otoritenin otoriter yönetim biçimi ile çok yakın ilişkisine dikkat çekerek
onun çok kolay bir şekilde özgürlüğün ve demokrasinin düşmanı haline gelebileceği konusunda
uyarıda bulunmaktadırlar.
Güç ve otorite birbirlerini dışlayıcı kavramlar olmalarına rağmen uygulamada genellikle birini
diğerinden ayırt etmek oldukça zordur. “Otorite, bir yandan ikna ve akılcı delil getirerek, diğer
taraftan her türlü baskı ve zordan kaçınarak itaati sağlama aracı şeklinde anlaşılabilir.”21 Seçime
dayalı siyasi yapıların birçoğu ikna yolunu kullanarak iş görürler: Siyasi parti kampanyaları,
reklam, miting ve toplantı gibi faaliyetlerin tümü seçim gününde seçmenleri etkileme umuduyla
yapılır. Otorite ‘itaat yükümlülüğünün’ tanınmasına dayandığından, otorite kullanımı
sonucunda ortaya çıkan itaatin otomatik ve sorgulanmadan olması gerekir.
Benzer bir şekilde, Weberci açıdan bakıldığında da otoriteyi gücün çeşitli tezahürlerinden
ayırmak mümkündür. Şayet otorite diğerlerini etkileme hakkını kapsıyor, güç de bunu
yapabilme becerisini ifade ediyorsa, bu takdirde güç kullanımının daimi olarak bir çeşit
kaynağa dayanması gerekir. Diğer bir ifadeyle, güç diğer kişileri ödüllendirme veya
cezalandırma kabiliyetini kapsar. Bu bir anlamda, gücün baskı, tehdit, zor kullanma veya şiddet
biçimlerini alabileceğini ifade eder. Akli delil getirmenin ve iknanın zıddına baskı, ceza ve ödül
kullanımını yansıtır, ancak açık güç kullanımı noktasında durur. Örneğin bu, baskı gruplarının
faaliyetlerinde görülebilir. Baskı grupları delil getirme veya ikna yoluyla siyasî süreci
etkilemeye çalışsa da onlar aynı zamanda, siyasi partilere ve adaylara maddi destek sağlayarak
veya grev, yürüyüş, gösteri vb. tehdit vasıtalarıyla güç kullanırlar. Tehdit, cebir ve şiddet otorite
ile daha açık bir şekilde çatışır. Tehdit ve güç kullanımına dayandığı için cebir otoritenin anti-
tezi olarak değerlendirilebilir. Hükümet, otoritesini kullandığında vatandaşlar gönüllü ve
barışçı bir şekilde hukuka uyarlar; fakat itaatin rıza ile gerçekleşmediği durumlarda hükümet
zor kullanarak insanları itaate mecbur kılabilir.
toplumsal bağ, kişisel bağlardan hiç de daha kalıcı değildir. Toplumsal bağlar tarihseldir; değişmek zorundadır.
Bu otorite anıtlarında sergilenen güç, tarihe bir meydan okuma, zamana bir meydan okumadır.
(...) En genel biçimiyle ifade etmek gerekirse otoritenin, iktidar koşullarını yorumlama, bir güç imgesi tanımlamak
suretiyle denetim ve nüfuz koşullarına bir anlam verme çabası olduğu söylenebilir. Aranan somut, güvenceli
ve istikrarlı bir güçtür. (...) Günlük yaşamda otorite somut bir şey değildir. Kendisi için, somut bir nesnenin
katılığını arayan bir yorum sürecidir.” Bkz. Richard Sennett, Otorite, s. 30-32.
21 Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, s. 159.
178
Her ne kadar otorite ve güç kavramları analitik olarak birbirinden ayrılsa da güç kullanımı ile
otorite kullanımı çoğunlukla örtüşmektedir. Otorite nadiren güç olmadan uygulanırken, güç
genellikle sınırlı bir otorite kullanımını içerir. Mesela bulundukları makama saygı
duyulmasından, şahsi başarı veya niteliklerinden dolayı başbakan veya başkan, parti sadakati
duygusuyla kabine arkadaşlarının tam desteğini alabilir. Bu gibi durumlarda başbakan veya
başkan güçten ziyade otoritesini kullanmaktadır. Bununla beraber siyasi liderlik hiçbir zaman
tek başına otoriteye dayanmaz. Başbakan veya başkanın sahip olduğu destek aynı zamanda
emredebilme gücünü de yansıtır; örneğin, meslektaşlarını terfi ettirerek ödüllendirme veya
görevden alarak cezalandırabilme gücüne sahiptir. Hukukun otoritesi de bir ölçüde güç
kullanarak uygulanabilmesine dayanır. Hukuki sınırlar içinde ve kavgasız yaşama yükümlülüğü
hukukun polis gücü, yargı sistemi, hapishane hizmetleri vb. bir güç mekanizması tarafından
desteklenmemesi durumunda anlamsızdır.
Otoritenin güç olmadan kullanılabilmesi çok nadirdir. Büyük Britanya monarşisi bazen güçsüz
otoritenin bir örneği olarak takdim edilir. Onun mevcut güçleri ya kanunları veto etme gibi hiç
kullanılmamaktadır veya bakanları atama, antlaşmaları imzalama örneklerinde olduğu gibi
başkaları tarafından kullanılmaktadır. İngiliz monarşisi artık güçsüz otoritenin en iyi örneği
olarak düşünülmemeli, bunun yerine etkili otoriteye sahip olmayan bir kurum olarak
görülmelidir. Kraliyet ayrıcalıkları ve monarkın yönetme hakkı büyük ölçüde parlamentoya
karşı sorumlu olan bakanlara aktarılmıştır. Güç ve etkin otorite yokluğunda monarşi anayasal
otoritenin sembolü olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyen temsilî devlet başkanı konumuna
gelmiştir. Bununla beraber otorite olmadan kullanılan güç örneklerini tespit edebilmek hiç de
kolay değildir. Otoritesiz güç, siyasi yönetim düzeninin tamamen tehdit, cebir ve şiddet
sistemleri ile sağlanabildiğini iddia eder. Hitler, Pol Pot veya Saddam Hüseyin gibi totaliter
diktatörlüklerde bile, en azından rejime ideolojik açıdan bağlı veya karizmatik liderin etkisi
altındaki vatandaşlar üzerinde bir dereceye kadar otoritenin mevcudiyeti söz konusudur.
Otoritesiz gücün açık örneği askeri darbelerdir, ancak burada bile gücün başarılı bir şekilde
uygulanması askeriye içindeki mevcut otorite yapısına dayanmasına bağlıdır.
Otoritenin anlamını açıklamada karşılaşılan son zorluk terimin zıt kullanımlarından
kaynaklanır. Mesela insanlar ‘bir makama bağlı otorite’ veya ‘bir konuda otorite’ olarak
tanımlanabilirler. Kişinin bir makam sahibi olması onun kurumsal hiyerarşi içindeki
pozisyonunu ifade eder. Bir öğretmen, polis, bürokrat, hakim veya bakan bu anlamda otorite
sahibidir. Makam sahibi kişiler olarak onların otoritesi işgal ettikleri pozisyonun resmi ‘gücü’ne
dayanır. Buna karşın bir konuda otorite olmak, o konuda üstün bilgi ve tecrübeye sahip olmak
179
anlamına gelir; buna bağlı olarak bahsi geçen kişilerin görüşlerine özel bir değer verilir. Bilim
adamından, doktor, öğretmen, avukat ve akademisyene kadar çok geniş yelpazedeki kişiler bu
anlamda ‘otorite’dirler ve onların sözleri, alanlarında ‘otorite’ kabul edilir. ‘Uzman otorite’den
kast edilen de genellikle budur.
Bazı yorumcular bu ayrımın iki zıt otorite şeklini yansıttığını iddia etmişlerdir. Makama bağlı
otorite itaati emretme hakkını ifade eder; mesela, trafiği kontrol eden polisin emirlerine
sürücülerin uyması gerekir. Bir konuda otorite olmak ise, şüphesiz bu şahsın görüşlerine saygı
duyulup özel ilgi gösterilse de hiçbir anlamda kendiliğinden ona itaat edileceği anlamına
gelmez. Tanınmış bir tarihçinin İkinci Dünya Savaşı’nın nedenleri konusundaki tespitlerine
akademisyen arkadaşlarının vereceği tepki ile onun ödevleri zamanında hazırlamaları
yönündeki emrine öğrencilerin göstereceği tepki farklı olacaktır. İlk örnekte ilgili tarihçiye
uzman olduğu konuda otorite olmasından dolayı saygı duyulacak, ikinci örnekte ise bir makama
bağlı otorite olduğu için kendisine itaat edilecektir. Aynı şekilde bir konuda otorite olan kişiye
diğerlerine ‘üstünlük’ sağlayacak bir bilgiye sahip olmasından dolayı saygı duyulurken, bir
makam sayesinde otorite sahibi olanların durumunda bu kişiler emre muhatap olanlardan daha
bilgili olmayabilir; sadece bulundukları makam onları farklı kılmaktadır.
6.5.1. Otorite Çeşitleri
Otorite çeşitlerinin sınıflanması ile ilgili en etkili çalışmayı Max Weber yapmıştır. Weber belirli
‘otorite sistemleri’ni sınıflamaya ve her birinin itaate esas aldığı temeli ortaya çıkarmaya çalıştı.
O bunu üç ‘ideal tip’ inşa ederek yapar. İdeal tipleri kavramsal modeller olarak kabul etmekle
birlikte, siyasi yönetimin hayli karmaşık doğasını anlamada yardımcı olacaklarını
düşünmektedir. Geleneksel otorite, karizmatik otorite ve yasal-rasyonel otoriteden ibaret olan
bu ideal tiplerin her biri gücün meşru kullanımını farklı temellere dayandırırlar. Weber ayrıca
siyasî otoritenin farklı biçimlerini tanımlayabilmek için toplumun iç değişimini anlamaya
çalışır ve nispeten basit ‘geleneksel’ toplumlarda bulunan hakimiyet sistemlerini, sanayileşmiş
ve oldukça bürokratik modern toplumlardakiler ile mukayese eder.
Weber geleneksel toplumlarda otoritenin uzun dönemde yerleşmiş örfe ve geleneklere saygı
üzerine dayandığını iddia etmektedir. Aslında geleneksel otorite ‘devamlı var olduğu’ ve önceki
nesiller tarafından kabul edildiği için meşru kabul edilir. Bu otorite çeşidi bu nedenle tarih
tarafından kutsanmış olup ‘kadim ananeye’ dayanır. Geleneksel otorite uygulamada o
toplumdaki her bir kişiye belirli bir statü tahsis eden hiyerarşik sistem yoluyla faaliyet gösterme
180
eğilimindedir. Kişinin ‘statüsü’ modern makam ve ofislerin zıddına kesin hatlarla
belirlenmemiş olup Weber’in ‘Tanrının lütfu’ diye adlandırdığı alanı geleneksel otorite
sahiplerine bahşeder. Bununla beraber bu tip otorite işlerin her zamanki yapılış yollarını
yansıttığı için meşrulaştırmaya ihtiyaç duymayan somut kurallar, sabit ve sorgulanmayan örf
ile sınırlanmıştır. Geleneksel otoritenin en açık örneği kabileler ve küçük gruplar arasında
bulunur; ‘ataerkil’ formda -aile içinde babanın veya köle üzerinde ‘efendi’nin egemenliği- ve
‘yaşlılar hakimiyeti’ şeklinde -köyün ‘yaşlıları’nın otoritesinde kendini gösteren ihtiyarlar
yönetimi-. Geleneksel otorite irsî güç ve imtiyaz sistemleriyle yakından ilişkilidir. Modern
sanayi toplumlarında hem sosyal değişimin muazzam derecede artan hızı nedeniyle geleneğin
etkisinin azalması, hem de demokratik yönetim ve fırsat eşitliği gibi modern ilkelerin irsi
statülerle uzlaşmasının çok zor olmasından dolayı geleneksel otoritenin örnekleri iyice
azalmıştır. Büyük Britanya, Belçika, Hollanda ve İspanya gibi gelişmiş sanayi toplumlarında
var olan monarşi kurumunda geleneksel otoritenin kalıntılarının yaşadığı söylenebilir.
Weber’in sınıflamasındaki ikinci meşru otorite çeşidi karizmatik otoritedir. Bu otorite çeşidi
tamamen bireyin şahsiyetine, yani ‘karizma’ gücüne dayanır. Kelimenin kökeni Hristiyanlığa
uzanmakta ve Hz. İsa’nın şakirtleri üzerinde uyguladığı güçte görülebilen, ilahî olarak ihsan
edilmiş güç, ‘Tanrının lütfu’ anlamına gelmektedir. Karizmatik otoritenin şahsın statüsü, sosyal
konumu veya makamı ile bir alakası yoktur; o tamamen karizma sahibi kişinin şahsi özellikleri
ve bilhassa insanlar üzerinde doğrudan ve şahsen etki edebilme yeteneği ile ilişkilidir. Tüm
liderlik tipleri iletişim kurma becerisi ve sadakat oluşturma kapasitesine sahip olmayı
gerektirdiği için bu otorite çeşidi de daima siyasî yaşamda etkili olmuştur. Bazı durumlarda
siyasî liderlik neredeyse tamamen karizmatik otoriteye dayanır. Bilinçli bir şekilde anayasal
liderlik tanımlarından kendilerini azade kılacak sınırsız bir gücü ele geçirme arayışında olan ve
kendilerini ‘Lider’ olarak tanımlayan Mussolini ve Hitler’in faşist liderlik örneklerinde bu
durumu görmek mümkündür. Ancak karizmatik otoritenin basitçe bir lütuf veya doğal eğilim
olduğunu düşünmek hata olacaktır. Siyasî liderler çoğu zaman ya medyadaki imajlarını
geliştirip hitabet becerilerini kuvvetlendirerek veya Mussolini, Stalin, Hitler ve Mao Zedong
örneklerinde görülebileceği üzere propaganda araçlarını kontrol edip kendilerini
‘putlaştırmaya’ çalışarak karizma ‘üretmeye’ çalışırlar.
İster doğal, ister üretilmiş olsun karizmatik otoriteye her zaman şüpheyle bakılmıştır. Bu onun
devamlı bir şekilde otoriteryanizm, mutlak itaat talebi, rıza olmaksızın otoritenin dayatılması
durumları ile ilişkilendirilmesinden dolayıdır. Statü veya makam yerine şahsiyete dayandığı
için karizmatik otorite herhangi bir kural veya usûl ile sınırlanmaz; bu nedenle ‘mutlak güç’
181
hayaleti ortaya çıkabilir. Ayrıca, karizmatik otorite takipçilerinden gönüllü itaat yanında
müritlik ve hatta adanmışlık talep eder. Son olarak söylemek gerekirse karizmatik lidere
uyulmasının bir nedeni de; itaatin kişinin yaşamını değiştireceği umududur. Karizmatik otorite
sıklıkla kurtarıcı (mesihlik) özellikleri gösterir: Napolyon, Hitler ve Stalin’in her biri
kendilerini ülkelerini (ve hatta tüm dünyayı) kurtarmak, özgürleştirmek ve değiştirmek için
gelmiş ‘mesih’ olarak takdim ettiler. Bu otorite çeşidi liderliğin sınırlarının anayasa ile
belirlendiği liberal demokratik rejimlerde daha az geçerli olsa da hala önemini korumaktadır.22
Karizmatik özellikler sadece Margaret Thatcher veya Charles de Gaulle’ün iddialı, zaman
zaman ısrarcı liderliklerinde görülmez, ayrıca daha mütevazi olmakla birlikte yukarıdakilerle
aynı etkiye sahip F. D. Roosevelt’in radyodan yaptığı ‘halka sesleniş’ konuşmalarında ve
hemen hemen tüm yerli ve yabancı modern liderlerin önceden çalışılmış televizyon
performanslarında da izlenebilir.
Weber’in tanımladığı üçüncü hakimiyet çeşidi yasal-rasyonel otoritedir. Weber’e göre modern
sanayi toplumlarında hakim organizasyon modeli olması ve tümüyle geleneksel otoritenin
yerini alması sebebiyle en önemli otorite çeşidi budur. Weber, yasal-rasyonel otoritenin,
özellikle modern topluma egemen olan büyük ölçekli, bürokratik organizasyonların bir özelliği
olduğunu iddia eder. Hukuki-rasyonel otorite açıkça belirlenmiş kurallar bütünü aracılığıyla
faaliyette bulunur; gerçekte hukuki-rasyonel otorite, pozisyon sahibi kişi yerine tamamen o
kişinin sahip olduğu makam ve onun resmen tanınmış ‘güçler’i ile ilişkilidir. Daha geniş bir
anlam aralığı bulunan statü kavramı yerine açık bir şekilde tanımlanmış bürokratik rollere
dayanan yasal-rasyonel otorite, her türlü karizmatik otorite biçiminden ve yine geleneksel
otorite şeklinden oldukça farklıdır.
Yasal-rasyonel otorite, güç sahiplerinin hukuk çerçevesinde kalmasını sağlamak için gücün
açıkça ve hukuken tanımlandığı, ‘hukukun üstünlüğü’ fikrine saygıdan doğar. Örneğin, modern
hükümetlerin büyük ölçüde yasal-rasyonel otorite temelinde faaliyet gösterdikleri söylenebilir.
Başkan, başbakan ve diğer resmi görevlilerin kullanabildikleri güç hemen hemen tüm şartları
22 Dinî bir söyleme özgü bu unsurlara Robert N. Bellah’ın ABD’de ‘sivil din’ olgusunu ele aldığı tartışma yaratan
“Civil Religion in America” [Deadalus, Kış 1967, c. 96, s. 1-21 (bu makale ayrıca şu kitapta da yer almaktadır:
Robert N. Bellah ve Steven M. Tipton (eds.), The Robert Bellah Reader, Durham ve Londra: 2006, s. 225-
245)] başlıklı yazısında ve başka çalışmalarında analiz ettiği Washington, Lincoln, Eisenhower, Kennedy gibi
Amerikan başkanlarının ‘halka sesleniş’ konuşmalarında da rastlanmaktadır. Bu konuşmalarda söz konusu
ABD başkanları gerek kendilerini ve gerekse de liderlik ettikleri Amerikan ulusunu bir tür ‘Tanrı tarafından -
insanlık için takdir etmiş olduğu kutsal planını gerçekleştirmeleri için- seçilmiş lider ve seçilmiş millet’ olarak
gösterme çabaları dikkat çekicidir. Üretilen kimi görsel sembollerle de bu ‘seçilmişlik’ vurgusu daha da güçlü
kılınmaya çalışılmaktadır.
182
ve özellikleri kapsayacak şekilde, makam sahibinin yapabileceklerini sınırlayan resmi, anayasal
kurallar ile belirlenmiştir. Weber’in bakış açısına göre bu otorite çeşidi hem geleneksel, hem
de karizmatik otorite çeşidine kesinlikle tercih edilir. Her şeyden önce, otoritenin alanının
açıkça belirlenmesi ve bir şahıs yerine makama bağlanmasından dolayı, bürokratik otoritenin
kötüye kullanılma ve adaletsizliğe neden olma ihtimali daha azdır. Ayrıca Weber bürokratik
düzenin verimlilik ve rasyonel iş bölümü ihtiyacıyla şekillendiği inancını taşır. Ona göre
modern topluma egemen olan bürokratik düzen mükemmel denilecek derecede verimlidir.
Bununla beraber o, bürokratik otoritenin gelecekteki muhtemel karanlık yönüne dikkat çeker;
bürokratik organizasyon biçimlerinin acımasız yayılışı ile simgeleşen benlik kaybı ve insani
olmayan sosyal çevre gibi, yüksek verimliliğin getireceği faturalar hususunda uyarılarda
bulunur.
Otorite çeşitlerini tanımlamada kullanılan alternatif ayrım de jure (hukuki) otorite ve de facto
(fiili) otorite arasında yapılır. De jure otorite kimin, hangi konularda otorite olduğunun
belirlendiği usûl ve kurallar bütününe göre faaliyette bulunur. Mesela, ‘bir makama bağlı
otorite’ sahibi olan herkes de jure otoriteye sahiptir denilebilir: Onların ‘gücü’nün kaynağı belli
bir makamdır. Bu anlamda Weber’in tanımına göre hem geleneksel, hem de yasal-rasyonel
otorite de jure otorite çeşitleridirler. Bununla beraber otoritenin fiilî olarak uygulandığı fakat
bir usûle ve kurallar bütününe bağlanamadığı durumlar olabilir; bu çeşit otorite de facto otorite
olarak isimlendirilebilir. Örneğin ‘bir konuda otorite’ olmak belirli bir alandaki uzmanlığa
dayanmakla birlikte, yetkilendiren kurallara dayanmayabilir. Bir kaza mahallinde trafiği
yönlendirip emirler veren fakat herhangi bir resmi otoritesi olmayan yayanın durumu buna
örnek verilebilir. Bu durumdaki kişi hukukî bir hakka veya de jure otoriteye sahip olmadığı
halde de facto otorite kullanmaktadır. Tüm karizmatik otorite çeşitleri bu tarz içinde
değerlendirilebilir. Bunlar hiçbir anlamda dış kurallar bütününe bağlı olmayan tamamen şahsi
özelliklere bağlı de facto otoritelerdir.
6.6. Temel Siyasî Kurumlar ve Kavramlar
6.6.1. Devlet
‘Devlet’ teriminin şaşkınlık verecek şekilde çok çeşitli kullanımı bulunmaktadır: Kurumlar
topluluğu, toprak bütünlüğü, tarihi varlık, felsefi düşünce vb. Günlük kullanımda devlet
çoğunlukla hükümetle karıştırılır ve iki terim birbirlerinin yerine kullanılır. Devlet ve hükümet
183
arasındaki hassas ilişki oldukça karmaşıktır. Hükümet devletin bir parçası, bazı açılardan en
önemli parçasıdır; fakat o sadece daha geniş ve güçlü varlığın bir unsurudur.
Devlet genellikle müstakil bir kurum veya kurumlar dizisi olarak dar bir şekilde tanımlanır.
Örneğin XIV. Louis ‘devlet benim’ dediğinde, hükümdar olarak sahip olduğu mutlak gücü
kastediyordu. Geniş anlamıyla devlet, kamu harcamaları ile finanse edilen toplumsal yaşamın
örgütlenmesinden sorumlu ‘kamu’ kurumlarına karşılık gelir. Bu nedenle devlet çoğunlukla
sivil toplumdan ayrılır. Devlet bürokrasi, ordu, polis, yargı, sosyal güvenlik sistemi vb.
kurumları kapsar; o bütün bu ‘siyasi teşkilatlanma’ ile özdeştir. Bu çerçevede, mesela, devlet
kurumlarının sorumluluklarının genişlemesi ve daralması anlamında ‘genişleyen’ ve ‘daralan’
devletten bahsetmek mümkün olabilir. Fakat kurum esaslı bu tanım şu olguyu dikkate almaz:
Vatandaş olma hasebiyle bireyler de siyasi toplumun bir parçası ve devletin üyeleridir. Hayatî
önemi olan toprak unsuruna sahip devletin otoritesi, sadece sınırları belli bu coğrafi alanda
geçerlidir. Devlet bu nedenle sadece kurumlar dizisi olarak değil sınırları belli bir alan üzerinde
hukukî otoriteye sahip özel bir organizasyon şekli olarak düşünülür. Bu anlamda kurumsal yapı
devletin otoritesini ifade eder.
Devlet toplumdaki tüm diğer grup ve organizasyonların üzerinde en üst otoritedir: Hakimiyeti
altında yaşayan herkesten kanunlarına uymasını talep eder. Thomas Hobbes ‘Leviathan’
şeklinde sunduğu devleti en yüksek güç olarak tanımlar. Modern devleti daha önceki siyasî
organizasyon modellerinden ayıran en önemli özellik hakimiyettir. Ortaçağda yöneticiler
özellikle kilise, asilzadeler, feodal loncalar gibi diğer birtakım organlar ile güçlerini
paylaşıyorlardı. Geniş bir şekilde kabul gören Papa’nın şahsındaki dinî otorite kralların dünyevi
otoritesinin üzerindeydi. İlk defa 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da merkezî yönetim şeklinde
ortaya çıkan modern devlet, dinî ve dünyevî tüm diğer kurum ve grupların yerini aldı. Ulus
devlet şeklindeki bu devlet biçimi tüm dünyada en yaygın siyasî organizasyon şekli olsa da hala
devletsiz toplum örneklerini görmek mümkündür. Yarı göçebe halklar ve yerleşik kabileler gibi
geleneksel toplumlar, her ne kadar hükümet denilebilecek sosyal kontrol mekanizmalarına
sahip olsalar da merkezî ve egemen otoriteye sahip olmadıklarından devletsiz toplumlardır.
Hakimiyete ek olarak devlet, kullandığı belirli bir otorite şekli ile de ayırt edilebilir. İlk olarak,
devlet otoritesi toprakla sınırlıdır ve sadece kendi sınırları içinde hakimiyet iddiasında
bulunabilir. Buna bağlı olarak sınırdan insan ve mal geçişini düzenler. Bu sınırlar genellikle
karadadır fakat bazı durumlarda denize doğru kilometrelerce uzayabilir.
184
İkinci olarak, sınırları içinde ulus devletin hukuku evrensel olup orada yaşayan herkes onun
otoritesine tabidir. Bu genellikle hak ve sorumluluklar doğuran ve tam anlamıyla devlet
üyeliğine karşılık gelen vatandaşlık kavramıyla ifade olunur. Devlet sınırları içinde mukim olup
vatandaş olmayanlar oy verme, kamu görevlisi olabilme gibi belirli haklardan mahrum ve
mahkemelerde jüri üyesi olarak hizmet etme ile askerlik gibi yükümlülüklerden muaf olabilir.
Fakat bütün bunlara rağmen onlar devletin hukukuna tabidirler.
Üçüncü olarak, devlet zorunlu yargı gücüne sahiptir. Devletin sınırları içinde yaşayanlar onun
otoritesini kabul edip etmeme hususunda nadiren tercih hakkına sahiptirler. Birçok kişi yaşadığı
topraklarda doğmalarından dolayı devletin otoritesine tabi olur, diğer bir durum ise fetihlerdir.
Göçmenler ve sonradan vatandaş olanlar kendi rızaları ile devletin otoritesini kabul etmeleri
hasebiyle istisna teşkil ederler.
Son olarak, devlet otoritesi zor ile desteklenir; hukuku ihlal edenleri cezalandırabilme kabiliyeti
anlamında devletin kanunlara itaati sağlayacak kapasitesi olmalıdır. Max Weber ‘Meslek
Olarak Siyaset’ başlıklı meşhur yazısında devleti şu şekilde tanımlar: “Devlet, belli bir arazi
içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan
topluluğudur.” 23 Weber bununla devletin sadece vatandaşların itaatini sağlama kabiliyetine
değil aynı zamanda böyle davranma hususunda tanınmış bir hakka da sahip olduğunu ifade
eder. ‘Meşru şiddet’ kullanma tekeli devlet hakimiyetinin pratik ifadesidir. Zor kullanma ile
devlet arasındaki bu ilişki devleti esasında ‘savaş yapan kurum’ olarak tanımlayan Philip
Bobbitt tarafından da vurgulanır.
6.6.2. Hükümet
Devlet ile hükümet arasındaki ilişki karmaşıktır. Devlet tüm toplumu kucaklayan ve kamusal
alanı oluşturan kurumları içine alan kapsamlı organizasyondur. Bu çerçevede hükümet sadece
devletin bir parçasıdır. Üstelik devlet devamlı ve kalıcı bir oluşumdur. Buna karşın hükümet
geçicidir: Hükümetler gelir gider, hükümet modelleri yeniden şekillendirilebilir. Diğer taraftan
devlet olmadan hükümet var olabilir ancak hükümetsiz devlet olamaz. Ortak karar alma
mekanizması olarak hükümet devlet politikalarını oluşturma ve uygulamadan sorumludur.
Gerçekte hükümet devletin ‘beyni’dir: Devlete otoritesini uygulama imkanı sunar. Bu şekilde
hükümetin polis, asker, eğitim ve sosyal yardım sistemi vb. diğer devlet organları üzerinde güç
23 Max Weber, “Meslek Olarak Siyaset”, Max Weber, Sosyoloji Yazıları, H. H. Gerth ve C. Wright Mills (eds.),
çev. Taha Parla, 3. Baskı, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay., 1993, s. 80 [ss. 79-125].
185
uygulayıp kontrol ettiği düşünülür. Farklı devlet fonksiyonlarını icra eden hükümet devletin
varlığını devam ettirmesine hizmet eder.
Bununla beraber devlet ve hükümet arasındaki ayrım akademik bir mesele olmayıp; bilakis
anayasal yönetimle doğrudan alakalıdır. Ancak mevcut hükümetin sınırsız ve mutlak devlet
otoritesini kullanması engellendiği zaman gerçek anlamda hükümet gücü kontrol edilir. Devlet
ve hükümetin temsil ettiği çatışan çıkarlar dikkate alındığında bu durum daha bir önem arz eder.
Devlet kamu düzeninin sağlanması, uzun dönemli refah ve ulusal güvenlik gibi toplumun kalıcı
çıkarlarını temsil ederken, hükümet o an için iktidarda bulunan politikacıların ideolojik ve parti
çıkarını gözeten tercihlerinden kaçınılmaz olarak etkilenir. Hükümetin devletin hakimiyet
gücünü kendi parti amaçları doğrultusunda kullanması durumunda diktatörlük muhtemel sonuç
olacaktır. Liberal demokratik rejimler bu ihtimali önleyebilmek için bir yandan hükümet
organları ile personel arasında diğer taraftan da devlet organları ile personel arasında kesin bir
ayrıma gitmiştir. Bürokrasi, yargı ve ordu gibi devlet kurumlarındaki personelin bürokratik
usulle istihdam edilip eğitilmesi yanında iktidardaki hükümetin ideolojik taleplerine karşı
koyarak ciddi anlamda siyasi tarafsızlık göstermeleri beklenir. Fakat ABD başkanı ve İngiltere
başbakanı gibi modern idarecilerin sahip olduğu güç nedeniyle bu açık ayrım uygulamada
genellikle kaybolur.
Hükümet, siyasal gücü devlet adına kullanan ve uygulayan kurumdur. Devletin yürütme erkini
elinde bulunduran hükümet, başbakan ve bakanlardan oluşan, meclis ve cumhurbaşkanından
bağımsız, parlamenter sisteme özgü bir kurumdur.
Hükümet, halkın oyları ile seçilmiş demokratik bir hükümet olabileceği gibi, askeri bir darbe
ile işbaşına gelmiş bir hükümet de olabilir. Dünya üzerinde meşru (yasal) kabul edilen
hükümetler, milli iradeyle onaylanan (meclisten güvenoyu alan) hükümetlerdir. ABD gibi bazı
ülkelerde ise Başkanlık sistemi yürürlüktedir. Başkanlık sisteminde yürütme görevi halk
tarafından seçilen başkanın elindedir. Tüm yetki başkana aittir ve bakanlar başkanın
yardımcılarıdır.
6.6.3. Parlamento
Parlamento, devletin yasama organıdır. Türkiye’de parlamentoyu, halkın oyları ile yüzde
10’luk seçim barajını aşan siyasi partilerin milletvekilleri ve bağımsız milletvekillerinden
oluşan TBMM oluşturur.
186
6.6.4. Bürokrasi
Parlamentonun çıkardığı yasalar, kamu yönetimindeki bireyler eliyle yürütülür. Bürokrasi
hükümetin belirlediği görevleri yerine getiren memur kadrolarıdır. Max Weber, bürokrasiyi,
“gittikçe kalabalıklaşan ve karmaşıklaşan bir toplumun yasalara (genel kurallara), ussal
(rasyonel) olarak ve toplum üyelerine en fazla tatmini sağlayacak biçimde yönetilmesi
sağlayabilecek bir örgütlenme veya modern toplumun idare biçimi” olarak tanımlamıştır.
(Bürokrasi konusu, “Örgüt Sosyolojisi” başlıklı 12. Bölüm’de ayrıntılı bir biçimde ayrıca ele
alınmaktadır.)
6.6.5. Siyasi Partiler
Siyasi partiler, benzer siyasî görüşleri paylaşan kişilerin bir ülkenin yönetiminde söz sahibi
olmak üzere kurdukları örgütlerdir. Demokrasi, kaynağını, yönetiminde halkın olmasından alır.
Halk bu hakkını doğrudan kullanamayacağı için, kendi fikirlerine en yakın siyasi parti aracılığı
ile kullanır.
Siyasi partiler, belirli bir görüş ve program ile seçimle siyasi iktidarı ele geçirmek veya ele
geçirdikten sonra korumak üzere kurulmuş, insanların örgütlenmesiyle ortaya çıkmış
kurumlardır. Seçmenle otoriteler arasındaki ilişkiyi kuran siyasi partiler, hem seçmenin tutum
ve davranışlarını, hem de otoritelerin karar verme davranışlarını etkilerler.
6.6.6. Baskı Grupları
Demokratik sistemlerin etkili ve geçerli kurumları arasında yer alırlar. Baskı grupları, siyasi
partiler gibi iktidarı doğrudan ele geçirmek yerine, siyasal iktidarı dışarıdan etkileyerek kendi
çıkarları ve görüşleri doğrultusunda kararlar almasını ve uygulamasını sağlamayı amaçlayan
gruplardır. Belli insanlar çıkarlarını korumak için bir araya gelerek çıkar gruplarını oluştururlar.
Çıkar grupları, örgütlü hale geldiği zaman baskı grubuna dönüşür.
Baskı grupları, ortak menfaat ve ortak düşünceler etrafında toplananlar olarak iki kategoriye
ayrılabilir. Birinci grupta yer alanlar, (ticaret odaları, meslek grupları, sendikalar gibi)
genellikle ekonomik çıkarlarını korumak için örgütlenirler. İkinci gruptakileri bir araya getiren
ise fikirleri ve manevi değerleridir. Bunlar insan hakları örgütleri veya fikir kulüpleri olabilir.
187
6.6.7. Seçimler
Seçim, kendilerine temsil yetkisi verilecek kanuni şartlara haiz kişilerin, seçmenler tarafından
oy kullanılarak tespit edilmesi işlemidir.
Seçim sistemi: Geniş anlamda seçim sistemi, bir ülkedeki siyasal sistemin, bu arada özgürlükler
rejiminin bir parçasıdır; ondan bağımsız olarak düşünülemez. Seçme ve seçilme hakkı, seçim
çevreleri, seçim sürecinin başından sonuna kadar, yani adaylık başvurusundan seçmenlerin oy
kullanmasına ve sonuçların açıklanmasına kadar yapılan tüm işlemler, bunları yapan kişi ve
kuruluşlar (siyasal partiler), seçim sürecini yöneten ve denetleyen kurumlar (seçim kurulları)
ile ilgili kurallar seçim sistemini oluşturur.
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu derste siyaset ile toplumun ilişkisini, siyaset sosyolojisinin ilgi alanını, otorite tiplerini,
siyasetle ilgili belli kavramları, siyasal sistemleri kısaca değerlendirilmeye çalışıldı. Her bir
kavramın çok daha geniş bir çerçevede ele alınmaya muhtaç olduğu açıktır. Günümüz
toplumları, burada kısaca özetlenmeye çalışıldığı kadar tek düze bir işleyişe sahip değildir.
Görece sorunsuz ve özgürlükçü olduğu ifade edilen demokratik sistemlerdeki iktidar ve
gözetim mekanizmaları üzerine çok kapsamlı tartışmalar yapmak mümkündür. Sadece
Frankfurt Okulu mensuplarının ya da Michel Foucault’nun çalışmalarını hatırlamak bile,
modern demokratik toplumların işleyişinde devasa sorunların bulunduğuna ilişkin yeterince
ipuçları verecektir. Diğer toplumsal kurumlar için söyleyebileceğimiz bir hususu, siyaset
kurumu için de ifade edebiliriz sanıyorum: Toplumlardaki iktidar ilişkileri, iktidar biçimleri ve
sorunları, denetleme ve gözetim sorunları, siyasetin etkisi ve dağılımı daha geniş
değerlendirmeleri hak etmektedir ve ilgili dersler kapsamında da ayrıntılı bir biçimde ele
alınacaktır.
188
Bölüm Soruları
1. Son seçimlerde oy kullandınız mı? Neden? Gerekçelerinizi açıklayınız.
2. Sizce kullandığınız oy dikkate alınıyor mu? Sizce, güçlü baskı-gruplarının oyları sizin
oylarınızdan daha fazla mı dikkate alınıyor? Neden ve nasıl?
3. İnternetin son derece güçlü bir siyasal aracı olduğu bir dünyada, devlet ve hükümet
günümüzdeki konumundan ya da gücünden farklı bir durumda olabilir miydi? Neden
ve nasıl? Tartışınız.
4. Günümüz Türkiyesinde hükümet, yasal-rasyonal otorite yerine geleneksel otorite
üzerine kurulu olsaydı, ortalama vatandaşın konumu bu durumdan nasıl etkilenirdi?
Tartışınız.
5. Sizce, insanların ‘özgür’ olabilmelerinin en önemli yolu nedir? Sivil özgürlükler mi
yoksa ekonomik güvence mi daha önemlidir? Neden?
6. Sizce seçmenler, oy verirken hangi kaygılarla hareket etmektedirler? Tartışınız.
7. Türkiye seçimlere katılan büyük siyasi partilerin seçim vaatlerini tasnif edin? Partiler
hangi noktalarda birbirlerinden ayrışmakta ya da benzeşmektedir? Tartışınız.
8. ‘Demokrasi’, dünyanın her yerinde benimsenen bir fikir midir? Demokrasiyi
benimsemeyenlerin itiraz gerekçeleri neler olabilir? Tartışınız.
9. Hangi vatandaşlık haklarınız yasalarla korunmaktadır? Yasalar tarafından
korunmadığını düşündüğünüz bir vatandaşlık hakkınız var mı? Açıklayınız.
190
7. KENTLEŞME VE KENT SORUNLARI
191
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
7.1. Kent
7.2. Kent Sosyolojisi
7.3. Kenti ele alan sosyolojik yaklaşımlar
7.4. Kentsel problemler
192
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Günümüzde pek çok kentimizde ‘kentsel yenileşme’ adı altında yoğun bir çalışma
içerisine girilmiş durumdadır. Hangi bölgeler ‘kentsel yenileşme’ kapsamına dahil
edilmiştir?
Kentsel yenileşme çalışmaları uygulanan bölgeler, mahalleler hangi kriterlere göre
seçilmiştir?
Kentsel yenileşme çalışmaları, ortaya ne gibi sonuçlar ve değerler çıkarmaktadır?
Kentlerin oluşum ve gelişim süreçlerinde (siyasî veya ekonomik, yerel veya küresel,
merkezî ya da adem-i merkezî) hangi faktörler ve süreçler etkili olmaktadır?
Anahtar Kavramlar
Kent
Kent Sosyolojisi
Chicago Okulu
193
Giriş
Uzun bir tarihî geçmişe sahip olan kentin, sürekli bir değişim halinde olduğunu söylemek
mümkündür. Modernite ile birlikte, insan ve toplum yerine üretimi merkeze ele alan, bireyci
bir mekân tasavvurunu öven ve ekonomik ilişkiler çerçevesinde örgütlenen Batılı kentler ortaya
çıktı. Bu aşamada kentlerin kuruluş paradigmalarının, toplumsal ilişkilerinin, yönetim
biçimlerinin ve değişim tarzlarının bütünüyle farklılaştığı görülmektedir. Sanayinin belirleyici
etkenlerden biri olduğu bu yeni kent tipi, yeni sosyal ilişkileri beraberinde getirmiş ve
nihayetinde kentlerde bazı sorunlara yol açmıştır. Bu sorunlara çözüm arayışı sosyolojiyi ortaya
çıkaran önemli etkenler arasında yer almaktadır. Diğer taraftan kentleşmenin yaygınlığı ve
toplum olaylarının ele alınmasında sıkça kullanılması, kenti sosyolojinin önde gelen
konularından biri haline getirmiştir.
Kenti ve kenti meydana getiren toplumsal, siyasal, iktisadî ve kültürel ilişkileri anlama ve
açıklama çabası giderek artmaktadır. 2006 yılında dünya genelinde kent nüfusunun kır
nüfusunu geçmesi bu çabanın zaman içinde daha da yoğunlaşacağını göstermektedir. Zira nüfus
hareketliliği, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki değişimler, iş ve çalışma biçimlerinin
farklılaşması, ekonomi politikalarının gelir dağılımındaki mevcut eşitsizliği ortadan kaldırmak
yerine daha da derinleştirmesi ve küreselleşme gibi faktörler kentlerde yaşamayı
zorlaştırmaktadır. Ancak bu zorluklara rağmen insanların kentlere doğru nüfus hareketi devam
etmektedir. İlk bakışta paradoksal bir durumun varlığına işaret etse de, bu iki sürecin birbirini
tamamladığı görülmektedir. Çünkü artık kırdan bahsetmek giderek zorlaşmaktadır, kır giderek
ortadan kalkmakta ve/veya şehirleşmekte ve nihayetinde insanlar artık yaşamsal bir mekân
olarak daha fazla kenti kullanmaktadırlar. Böylelikle hem kırın, hem de kentin dönüştüğünü ve
yeni toplumsal ilişkilerin oluştuğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda kent ve kentteki
mevcut toplumsal ilişkileri anlamanın ve sosyolojik açıdan ele almanın zorunluluğu aşikârdır.
Günümüzde yoksulluk, suç, göç, mekânsal ayrışma, demokrasi, katılımcılık, sivil toplum vb.
toplumsal sorunları anlamak ve çözüm üretmek amacıyla yapılan çalışmaların bir kısmı
doğrudan ve/veya dolaylı olarak kentle ilişki içerisindedir. Bu bağlamda kent üzerine yapılan
çalışmalar her geçen gün artmakta ve kentlerin yaşadığı dönüşümü anlamak daha da önemli
hale gelmektedir.
194
7.1. Kent ve Kente Dair Sosyolojik Yaklaşımlar
İnsanlığın oluşturduğu en önemli toplumsal birimlerden biri olan kentler, tarih boyunca çeşitli
değişimler yaşadı. Savaş, fetih, afet gibi durumların dışında bu değişimler genellikle dramatik
bir biçimde gerçekleşmedi. Kentler iç ya da dış etkilerden kaynaklanan belirli değişimler yaşasa
da, sahip oldukları siyasal, iktisadî ve kültürel özelliklere dayanarak kendi sürekliliklerini
oluşturdular. Sanayi devriminin sonucu olarak Batılı kentlerin ve toplumsal ilişkilerin
dönüşmesiyle birlikte yeni sorunlar ortaya çıktı. Bu yeni sorunların anlaşılmasına ve
çözümlenmesine yönelik olarak ortaya çıkan sosyoloji bilimi, doğrudan kentle ve kentteki
toplumsal ilişkilerle ilgilidir.
Coğrafi keşiflerin bir sonucu olarak kentleşmenin artması ve sonrasında sanayileşme sürecinin
başlamasıyla kentsel toplum tanımlaması ortaya çıkmıştır.1 Bu tanım, kapitalizmin doğuşu ile
birlikte kentlerdeki toplumsal ilişkilerin yeni bir hâl aldığını ve kentsel olanın yapısında köklü
değişiklikler olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, yeni toplumsal ilişkilerin oluşmasına bağlı
olarak toplumsal alanın yeniden düzenlenmesine ve önceki mekânda oluşan yaşamla yeni
mekânda oluşan yaşamın karşılaştırılmasına yol açmıştır. Özellikle 19. yüzyılda kimi sosyal
bilimcilerin “kent-karşıtı” bir yaklaşım sergiledikleri ve bunun sonucunda kır yaşamını
“romantize” ederek kente yönelik eleştirilerini ve değerlendirmelerini kır üzerinden
gerçekleştirdikleri görülmektedir. Bu dönemde kentleşme sürecine ilişkin en önemli problemler
“cemaatin dağılması” ve buna bağlı olarak da “toplumsal denetimin gücünü yitirmesi” şeklinde
değerlendirilmiştir.2
Kır-kent ekseninde yapılan değerlendirmelerin yanı sıra yeni kent ile eski kentin
karşılaştırmasını içeren çalışmalar da bulunmaktadır. Kentlerin dönüşümünü konu edinen bu
ilk çalışmaların odak noktasını, sanayileşme ile birlikte gelişen yeni kentlerde daha önceki
toplumsal yapıda bulunmayan yeni ilişki biçimleri oluşturmaktadır. Auguste Comte, Emile
Durkheim, Ferdinand Tönnies ve Max Weber, genel sosyolojik yaklaşımları doğrultusunda
kenti anlamaya çalıştılar ve bu bağlamda Comte düzenli kentten anarşinin ve bireyselliğin
yaşandığı, Durkheim mekanik dayanışmanın değil organik dayanışmanın olduğu, Tönnies
1 Korkut Tuna, “Amerika’nın Bulunuşunun Batı’da Yol Açtığı Gelişme: Kentsel Toplum”, 500. Yılında
Amerika, R. Ertürk ve H. Tüfekçioğlu (yay. haz.), İstanbul: Bağlam Yay., s. 145.
2 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. O. Akınhay ve D. Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1999, s.
397.
195
topluluktan topluma geçildiği, Weber ise yönetimin ve belki de her şeyin akılcılaştığı kente
vurgu yapmışlardır.
Sosyoloji disiplininin üç kurucu babası olarak kabul edilen Karl Marx, Max Weber ve Emile
Durkheim kenti, kendine özgü bir yapı olarak değil bağlı bulundukları toplumsal ilişkiler
çerçevesinde ele aldılar. Onlar spesifik olarak modern kenti açıklayan toplumsal bir teori
geliştirmemiş, kentteki temel toplumsal ilişkilerin yapısını ortaya koyan özel mülkiyet,
kapitalist üretim biçimi (Marx), egemenlik yapısı (Weber) ve işbölümü, dayanışma ve
bireyselleşme (Durkheim) gibi konuları ele almışlardır. Marx ve Weber’in bazen kentlerin tarih
içinde gösterdikleri farklılıklardan ve özelliklerden etkilenerek kentin bizatihi kendisini
toplumsal değişme sürecinin bir etmeni olarak değerlendirdikleri de öne sürülmüştür.
Ancak Marx, Weber ve Durkheim’in doğrudan kent sorunu bağlamında bir kuram oluşturma
çabası içerisinde olmadıkları genel olarak kabul edilmektedir. Bu kuramcıların temel ilgisi
kendi dönemlerinde Batı’da kapitalizmin gelişmesinin siyasal, ekonomik ve kültürel
süreçlerine yöneliktir. Bu dönemde kentlerin hızlı gelişimi, potansiyel olarak bütün bir sosyal
değişmenin rahatsız edici boyutlarından birini oluşturmaktadır. Zira kentlerin nüfusunun
artması, kent sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Örneğin varoşların yaygınlaşması,
hastalıkların artması, düzen ve kanunun ortadan kalkması, bebek ölüm oranlarının artması gibi
sorunlar ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz Marx, Weber ve Durkheim bu sorunları görmüşlerdir;
ancak onlar bu sorunları açıklamak için özel olarak bir kent kuramı geliştirmek ve kent
sorununu modern kapitalist toplumlarda ayrı bir değerlendirme konusu yapmak yerine, bir
bütün olarak toplumsal analizlerinin altına dâhil etmeyi tercih ettiler.
Marx, Weber ve Durkheim doğrudan bir kent kuramı geliştirmeseler de, kenti tartıştıklarında
iki temel konuya dikkat çekmişlerdir. İlk olarak; her üçü de kenti, Batı Avrupa’da feodalizmden
kapitalizme geçiş sürecinde tarihsel olarak önemli bir analiz nesnesi olarak görmüşlerdir.
Weber, kapitalist girişimciliğin büyümesi ve vatandaşların demokratik haklarının gelişmesini
içeren yeni bir akılcı ruhun kurulduğunu ve Ortaçağ’daki feodal kentlerin siyasal ve ekonomik
gücünün büyük ölçüde kırıldığını göstermeye çalışmıştır. Benzer şekilde Durkheim de
Ortaçağdaki geleneksel ahlakî sınırların kırıldığını ve toplumda yeni bir iş bölümünün ortaya
çıktığını söylemiştir. Marx -ve Engels- ise feodal üretim biçimi ve kapitalist üretim biçimi
arasındaki ayrımı görmüştür. İkinci olarak; kent kapitalist toplumlar içinde üretilen temel
toplumsal ilişkilerin anlaşılmasında ikincil bir etkiye sahiptir. Başka bir deyişle kent, bir neden
olarak analiz edilmez; fakat önemli bir durum olarak kabul edilmektedir. Örneğin Marx ve
Engels için kent, modern proletaryayı yaratmaz ancak onların kapitalist üretim ilişkilerini
196
sorgulamaları ve burjuvaya karşı devrimci hareketi örgütlemeleri için önemli bir durum
oluşturmaktadır.
Görüldüğü gibi, sosyolojinin kurucu babaları kenti modern kapitalist toplumların analizi
konusunda kullanmalarına rağmen, daha genel bir toplumsal kuram geliştirme çabası içerisinde
oldukları ve müstakil olarak sosyolojinin herhangi bir alt disipliniyle özdeşleştirelemeyecek
genel kuramlar/makro sistemler kurmuş olmaları nedeniyle ayrı/bağımsız bir kent kuramı
geliştirmemişlerdir. Ancak, 20. yüzyılda sosyolojinin alt disiplinlere (çalışma sosyolojisi, aile
sosyolojisi vb.) ayrışması esnasında –yukarıda isimleri zikredilen- sosyolojinin kurucu babaları,
kenti konu edinen sosyolojik çalışmaların temel hareket noktalarını oluşturmuşlardır:
Durkheim’in iş bölümünün toplumsal etkileri konusundaki çalışmaları, 1920’lerde kentlerin
büyümesi ve farklılaşmasını ele alan ekolojist kuramın içerisine katılmıştır. Weber’in siyasal
egemenlik ve toplumsal tabakalaşma konusunda yazdıkları, 1960’larda kenti kaynak dağıtım
sistemi olarak kavramsallaştıran yaklaşımlar tarafından kullanılmıştır. Marx’ın toplumsal
yeniden üretim ve sınıf mücadelesi konusundaki analizleri 1970’lerde politik ekonomi
yaklaşımları tarafından geliştirilmiştir.
7.1.1. Georg Simmel ve Kent
20. yüzyılın başlarında Avrupa ve Amerika kentlerinin yaşadığı hızlı kentleşme, sosyolojinin
kent çalışmalarına olan ilgisini artırmıştır. Bu nedenle kentleşmenin sonuçlarına ilişkin
çalışmalar daha bütünlüklü olarak 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında
yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda yapılan ilk çalışmalarda Georg Simmel ve takipçileri, kentsel
toplumsal yaşamın ayırt edici özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.
Simmel kentleşmenin getirdiği sorunları “kentli yaşam tarzı” ve “kişilik” ekseninde ele almış,
kentlerdeki toplumsal örgütlenmenin ve kültürün kaynağının nüfus yoğunlaşmaları olduğunu
ortaya koyarak nedensel bir yorumla, kentlerin fiziksel özelliklerini toplumsal özelliklerle
birleştiren bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Simmel’in kente ilişkin sosyolojik analizleri
Darwin’in ekolojik yaklaşımından etkilenmiştir. İlk adımlarını Simmel’in attığı kentsel ekoloji
yaklaşımı, 1920’li yıllardan 1950’lere kadar kentsel analizlerde başat paradigma olan Chicago
Okulu’nun geliştirdiği kent sosyolojisi anlayışını şekillendirmiştir.
7.1.2. Chicago Okulu ve Kent
Kentin sosyolojik analizlere doğrudan konu edilişi “modern anlamda ilk kentbilim okulu”
olarak kabul edilen Chicago Okulu’yla başlamıştır. Bu okulun geliştirdiği yaklaşımlar, kentle
ilgili çalışmalara çok yakın zamanlara kadar “egemen” olmuştur. Chicago Okulu kentsel
197
mekânsal düzenlemelerin toplumsal ilişkilere etkisine ve kentlilerin oluşturduğu yaşam
biçimlerine odaklanmaktadır ve bu bağlamda bireylerin ürettiği alanları inceleyerek farklı
yaşam tarzlarını ortaya çıkarma çabasında olmuştur. Bu amacı gerçekleştirebilmek için kentsel
mekânların haritaları hazırlanmıştır.
7.1.3. Kente Ekolojik Yaklaşım: Park, Burgess ve McKenzie
Chicago Okulu’nun birbirleriyle ilişkili iki önemli yaklaşımı bulunmaktadır. İlki kentin kenar
mahallelerinin ve semtlerinin dağılımını açıklamak için geliştirdikleri ekolojik yaklaşımdır. Bu
yaklaşımda kentsel yerleşimle biyolojik ekolojideki işlemler arasında doğrudan ilişki
kurulmaktadır. Hayvanlar ve bitkiler biyolojik ekolojideki ortamda kendilerini rekabet,
dayanışma, çatışma vb. ilişkiler çerçevesinde var etmekte ve belirli bir düzen
oluşturmaktadırlar. Kent de -tıpkı biyolojik ekolojide olduğu gibi- rekabet, istila vb. işlemlerle
“doğal bölgelere” ayrılmaktadır. Robert E. Park ve öğrencileri E. W. Burgess ve Roderick M.
McKenzie ekolojik yaklaşımı geliştirme çabası içerisindeyken, Park’ın takipçisi Louis Wirth
ekolojik yaklaşım bağlamından hareket etmekle birlikte kentleşmeyle yaşam tarzı arasında
ilişki kurmuştur (“bir yaşam tarzı olarak kentlilik”).
Ekolojik yaklaşımın kurucusu olan Park, çalışmalarında kentin büyüme biçimine ve kentteki
farklı alt kültürlerin yaşama şekillerine (aile biçimleri, iş yaşamları, sosyal ilişkiler vb.)
odaklanmıştır. Kentteki alt kültürlerin rekabete dayalı bir biçimde zamanla kentin farklı
mekânlarını istila ederek başka toplulukların yerini aldığı görüşüne dayanan kentsel ekoloji
kuramı, söz konusu sürecin en önemli parçasının göç olduğunu ve ilk önce iş merkezlerine
yakın bölgelere yerleşen grupların belirli bir zaman sonrasında bölgeyi ele geçirdiğini kabul
etmektedir.
Park’ın öğrencileri olan Burgess ve McKenzie ise kentteki bölgeleri kent merkezinden dışa
doğru genişleyen ve ortak merkezi olan daireler şeklinde tanımlamışlardır. Buna göre: (1) İlk
daire şehrin merkezidir, ulaşımın son noktası ve iş merkezlerinin önemli bir kısmı burada
bulunur. Gün içinde nüfus yoğun iken geceleri azalmaktadır. (2) Bir sonraki daire ise nüfus ve
arazi piyasası açısından oldukça kaygan olan geçiş bölgesidir. Bu bölge daha önce ticari
faaliyetin yoğun olduğu ancak eski kullanıcıların ayrılmasıyla göçmenlerin ilk yerleştiği yerler
haline gelen bölgedir. (3) Durumları iyi olan bazı işçilerin Amerikan hayat tarzına benzer bir
biçimde yaşamaya çalıştıkları bölge üçüncü daireyi oluşturmaktadır. En son (4) dairede ise üst
ve orta sosyo-ekonomik grup yaşamaktadır.
198
Kenti evrimci bir perspektifle ele alan Park, Darwin ve Spencer’ın düşüncelerinden
etkilenmiştir. Buna göre insan topluluklarındaki ekonomik rekabet, varoluş mücadelesi bitki ve
hayvan toplulukları arasındaki rekabetten farklı değildir. Park kentsel analizinde “topluma”
karşıt olarak bilinçsiz süreçler tarafından şekillendirilmiş “ekolojik topluluğa” odaklanır. Bu
nedenle Park, kapitalist düzeni verili bir şey olarak kabul eder; zira bu insanın alışmak zorunda
olduğu “doğal” ve en yüksek düzeyde evrimleşmiş sistemdir. Onun için evrim ve kapitalizmin
gelişimi aynı şeydir. Ekolojik yaklaşım 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist düzeni “yerinde”
ele alarak onun özelliklerini yansıtmıştır, ancak bunlar Chicagolu kent sosyologları tarafından
“eşitsizlik” ve “sınıf çatışmaları” ekseninde çok az tartışılmıştır. Daha çok Chicago’daki
değişim bölgelerine odaklanan Park ve arkadaşlarının temel ilgi alanlarını, kırsal nüfusun kente
entegrasyonu oluşturmuştur. Dolayısıyla ekolojik yaklaşım iki boyutu içermektedir: Rekabet
ve işlevsel uyum.
Chicago Okulu bazı göz alıcı kent etnografyası çalışmaları üretmiş fakat toplumsal konsensüse
dayanan kuramsal temelleri daha sonra 1940’larda önerilen işlevsel tabakalaşma kuramı ile
paralellik göstermiştir. Varoşlarla ilgili değerlendirmeler yoksulluk ve eşitsizlik açısından değil
daha çok “büyüleyici bir şekilde eski dünya mirası ile Amerikan uyarlamalarını
birleştirme/bütünleştirme” açısından yapılmıştır (örneğin bkz. E. W. Burgess, The Growth of
the City). Söz konusu değerlendirmeler genellikle kente yeni gelenlere yönelik olmuştur.
Chicago Okulu’nun temel hareket noktası, göçle gelenlerin sorun çıkarmadan kentte nasıl
yerleşecekleri ve kent yaşamına nasıl uyum sağlayacakları meselesidir. Diğer taraftan
ekolojistler toplumsal yapıda radikal değişimleri içeren planlama problemlerine çok az yer
vermişlerdir. Bu bağlamda toplumsal problemler temel olarak bireysel problemler olarak
değerlendirilmiştir. Chicagolu sosyologlar, kente kapitalist toplumdaki gerilimleri ve çelişkileri
anlamlandırmanın bir aracı olarak bakmaktan ve kapitalist toplumun sosyolojisinden ziyade
onun değerleriyle ve kabulleriyle ilgiliydiler. Her ne kadar kente ilişkin en sistemli sosyolojik
kuram olarak kabul edilse de rekabet ve işlevsel uyum arasındaki gerilim bu kuramın en zayıf
noktalarından birini oluşturmaktadır.
7.1.4. Bir Yaşam Tarzı Olarak Kent: Louis Wirth
Chicago okulu içerisinde yer alan ve ekolojik görüşten yola çıkan ve kenti bir yaşam biçimi
olarak niteleyen Wirth’e göre, nüfusun büyüklüğü ve yoğunluğu kaçınılmaz olarak kentte
birbirinden farklı bölgelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Zira kalabalığın ve
199
yoğunluğun içindeki aynı işlevlere sahip birey ya da toplulukların bir araya gelmesiyle
birbirinden farklı bölgeler oluşmaktadır. Böylelikle kentsel alanda “entegre toplum” çözülmesi
ve dağılması, bireyin dışında belirlenen davranış kurallarının yönetiminde ve denetiminde
bulunan alışılmış işlerin varlığını sürdürmesini sağlamaktadır. Wirth’un bu görüşü ile Weber’in
bürokrasi tanımı arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.
Wirth’un kuramı; (1) uygulama alanına sahip olmaması (özellikle 1920’lerin ve 1930’ların
Amerikan kentlerine dayanması), (2) kentlerin sadece iç dinamiklerine değil parçası oldukları
toplumun çeşitli yönlerine de dayanması (kentlerin özelliklerinin ancak bir bütün olarak
toplumların daha genel nitelikleri ile birlikte ele alınması), (3) endüstri toplumu kuramının
belirsiz bazı öğelerini içine alarak kentsel olan ile kır arasında bir karşıtlık kurması (özellikle
Wirth’un “ufak cemaat” ya da “entegre toplumdan” dağılmayı ve çözülmeyi işaret eden
kentleşmeye geçişi vurgulaması), (4) ekolojik bir modele dayanması (kentte meydana gelen
değişimlerin bir dizi “doğal süreçler” aracılığıyla oluşması ve bu bağlamda bu süreçlerin tabiat
kanunları gibi değişmez özelliklere sahip olması) açısından eleştirilmektedir.3
7.2. 20. Yüzyılda Kente Sosyolojik Yaklaşımlar
Chicago Okulunun etkisi 1950’lere kadar sürmüştür. 4 1960’lı yıllardan itibaren kentsel
sorunların Weberci ve Marxist yaklaşım içerisinde ele alınmaya başlandığı görülmektedir.
1970’lerden sonra kent, sınıf çelişkilerinin var olduğu bir mekân olarak görülmeye başlanmıştır.
Bu nedenle kente ilişkin evrensel özellikleri ortaya koymak yerine, uluslararası kapitalizmin
kentlere etkisinin ele alınması ön plana çıkmıştır. 1980’li yıllarda ise gençlik, toplumsal
cinsiyet, çevre, yeni toplumsal hareketler, sermayenin küreselleşmesinin kentlere etkisi vb.
sorunlar kente ilişkin çalışmalarda ele alınan konular arasına girmiştir.
Kenti anlama ve tanımlama çabasında olan sosyologlar 20. yüzyıldaki yaklaşımları çeşitli
bağlamlarda sınıflandırma girişiminde bulundular. Bu bağlamda P. Saunders, kente ilişkin dört
farklı yaklaşımdan bahsetmektedir: (1) Bir ekolojik topluluk olarak kent; (2) bir kültürel form
3 Anthony Giddens, Sosyoloji: Eleştirel Bir Yaklaşım, çev. M. R. Esengün ve İ. Öğretir, 5. Baskı, İstanbul: Birey
Yay., 1998, s. 97-99. Chicago Okulu’nun şehir konusundaki görüşleri için ayrıca bkz. Korkut Tuna, Şehirlerin
Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yay., 1987, s.
55-63.
4 Bu ifade Chicago Okulu’nun bu tarihten sonra etkisini tamamen yitirdiği anlamına gelmemektedir. Zira
Weberci ya da Marxist yaklaşımlar bu okulun çalışmalarından olabildiğince yararlanmıştır. Hatta bu
yaklaşımların, kentin incelenmesinde Weberci ve Marxist birikimden ziyade Chicago Okulu’ndan daha fazla
yararlandıkları dahi iddia edilmektedir.
200
olarak kent; (3) bir kaynak dağıtım sistemi olarak kent; ve (4) bir kolektif tüketim birimi olarak
kent.5 Saunders’e göre bazı ilginç ve kullanışlı miraslar bırakmalarına rağmen, bu dört yaklaşım
da kenti ele alma konusunda başarısız olmuştur. Zira bu girişimler sosyal süreçler ve kent
arasında ilişki kuramamışlar ve bu nedenle rasyonel bir kent sosyolojisinin kurulması mümkün
olamamıştır. Bu durumun en önemli nedeni, söz konusu yaklaşımların kenti, ileri endüstriyel
toplumlardaki örgütlenmenin en önemli sosyal birliği olarak kabul etmeleridir. Saunders bu
durumu kabilelerin modern endüstriyel toplumlarda anakronik bir biçimde ele alınmasına
benzetmektedir.
Gottdiener ise Birleşik Devletler’de kentsel olayların ve örüntülerin açıklanmasında yedi
yaklaşımdan bahsetmektedir: (1–2–3) Kentsel ekoloji, coğrafya ve ekonomi, (4) Yapısalcı
Marxizm, (5) kentsel politik ekonomi, (6) Neo-Weberyenizm ve (7) mekânın üretimi. Fakat
Gottdiener’e göre kentsel ekoloji, coğrafya ve politik ekonomi kent çalışmalarında ana akımı
oluşturmaktadır ve diğer akademik üretimi de baskılamaktadır.6
D. Thorns, kentsel ekoloji, kent yönetimciliği ve politik ekonomi 7 olmak üzere üç ana
yaklaşımdan bahsederken; 8 H. T. Şengül, kentsel mekân ve kent mekânı üzerine yapılan
mücadelelerin ve kentin yaşadığı değişimin üç temel yaklaşım bağlamında ele alındığını
söylemektedir: 9 (1) “Devlet merkezli” yaklaşım; kentsel çelişkinin odağına devleti
yerleştirmektedir; (2) “Sermaye mantığı” yaklaşımı; sermaye birikim süreçlerini merkeze
almaktadır ve (3) “toplumsal çelişki” yaklaşımı; sınıf ve toplumsal hareketleri temel almaktadır.
Kenti anlama ve tanımlama çabasında olan çok sayıda yaklaşım olmasına rağmen üç temel
yaklaşımın öne çıktığı görülmektedir. Bunlar; kentsel ekoloji, Weberci (kent yöneticileri ve
devlet merkezli yaklaşım) ve Marxist (sermaye ve politik ekonomi merkezli yaklaşım)
yaklaşımlardır.
Chicago Okulu kent mekânını toplumsal süreçlerin sonucu olarak değil nedeni olarak
görmektedir. Toplumsal süreçlerin belirlenmesinde kentsel mekânın fiziksel özelliklerinin
5 P. Saunders, “Space, the City and Urban Sociology”, D. Gregory ve J. Urry (eds.), Social Relations and Spatial
Structures, Londra: Macmillan, 1985, s. 70-74.
6 M. Gottdiener, The Social Production of Urban Space, 2. Baskı, Texas: University of Texas Press, 1994, s. 16.
7 Max Weber de tıpkı Marx gibi kendini politik ekonomist olarak değerlendirmekteydi (Scaff, 2008: 64).
Weberci geleneğe dayanan Pahl da bu anlamda politik ekonomist olarak tanımlanabilir. Thorns’un yaptığı
tasnif, yaklaşımları analiz etmek konusunda bu türden farklı problemleri ortaya çıkarabileceği için tercih
edilmemiştir.
8 D. Thorns, Kentlerin Dönüşümü, çev. E. Nal ve H. Nal, İstanbul: Soyak, 2004.
9 H. T. Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Ankara: İmge Kitabevi Yay., 2009, s. 18.
201
etkin olduğu sonucuna varmaktadırlar. Ancak söz konusu kent mekânının kimler tarafından ve
hangi amaçlarla inşa edildiği konusuna girmemektedir.
Diğer taraftan Chicago okulunun yetersizlikleri nedeniyle Weberci ve Marxçı gelenekler
1960’dan sonra kent ve kentsel sorunlarla ilgilenmişlerdir. Bu bağlamda Weberci ve Marxist
yaklaşımlar; kentte yaşanan dönüşümü siyasal ve ekonomik müdahaleler ekseninde ele
almakta, kenti kapitalizmle ilişkili bir biçimde değerlendirmekte, kenti anlama çabasında
sosyolojinin kurucu babalarıyla doğrudan temas kurmakta, kentsel müdahaleler bağlamında
kentteki eşitsizlikleri ve çatışmaları analiz etmektedirler:10
7.2.1. Weberci Yaklaşımlar
7.2.1.1. Konut Sınıfları Kuramı11
John Rex ve Robert Moore’un 1960’lı yıllarda Birmingham’ın kent merkezinde yaptıkları
araştırma sonucunda geliştirdikleri konut sınıfları kuramı kent sosyolojisi çalışmalarında
kuramsal bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu araştırma (The Survey of Race Relations in
Britain), Amerika ve Avrupa’da “ırk ilişkilerinin” sosyal bilimlerde temel problem
alanlarından birini oluşturduğu bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Bu araştırma, Britanya’ya
gelen göçmenlerin toplumdaki konumunu ve diğer ırklarla olan ilişkilerini ele almak amacıyla
Nuffield Foundation’ın desteğiyle Institute of Race Relations’ın himayesinde 5 yılda (1963–
1967) gerçekleştirildi ve ilk kez 1967 yılında Race, Community and Conflict [Irk, Cemaat ve
Çatışma] adıyla yayımlandı.
Kentsel toplumsal sistemin doğasını tanımlamaya çalışan Rex ve Moore, işlevselcilik
yaklaşımını tümüyle dışarıda bırakmadan çatışma fikrine yöneldiler. Araştırmacılara göre,
kentsel toplumsal sistemin belirleyici etkenleri çeşitlidir ve bu sistemdeki aktörlerin çıkarları
bazen çatışır. Bu çatışma bireylerin yaşam şanslarını gösteren ve kıt bir kaynak olan konut
edinme sürecinde gerçekleşmektedir. Bu yönüyle konut, kentsel toplumsal sistemde belirli
çatışma alanlarının oluşmasına neden olabilir. Ancak Rex ve Moore, kentte konut edinme
10 Burada kısaca tanıtmaya çalıştığımız Weberci ve Marxist kent kuramları hakkında daha ayrıntılı
değerlendirmeler için bkz. Murat Şentürk, “Kentsel Müdahaleler Açısından İstanbul”, Doktora Tezi, İstanbul:
İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, 2011, s. 19-106. Ayrıca bkz. Alim Arlı, “Şehir
Sosyolojisi”, Köksal Alver (ed.), Kent Sosyolojisi, Ankara: Hece Yay., 2012, s. 107-149; ve Eylem Özdemir,
“Kentin Tanımlanmasında Sosyolojik Yaklaşımlar”, Köksal Alver (ed.), Kent Sosyolojisi, s. 151-177.
11 Rex ve Moore analizlerinde “housing classes” kavramını kullanmaktadır. Bu kavram “yerleşim-temelli
sınıflar” olarak da tercüme edilmektedir.
202
süreçlerinde genel olarak bir düzenin var olduğunu ve sadece sınırlı alanlarda çatışmanın
yaşandığını vurgulamaktadırlar.
Konut yerleşimindeki çatışmanın kaynağında, kamu tarafından yapılan ve kıt olan konutlar
bulunmaktadır. Bunun dışında kalan konutlara erişimi gelirin miktarı ve sürekliliği belirlerken
kamu konutlarına erişimi kamu tarafından tespit edilen kriterler, kurallar ve prosedürler
belirlemektedir. Bu bağlamda kamu, kriterleri belirleme sürecinde konut alanına müdahale
etmekte ve kentsel toplumsal sistemde düzen ya da çatışmanın ortaya çıkmasına neden
olabilmektedir. Bu türden müdahaleler genellikle kente yeni gelenlerin, gelirleri düşük ve
istikrarsız olanların ve kamu konutlarından yararlanamayanların yaşam şanslarını etkilemekte
ve bu unsurların arasında bir çatışmanın yaşanmasına neden olmaktadır. Rex ve Moore
kamunun sadece kamu konutlarının dağıtımındaki konumuna değinmiş ve diğer konut
sınıflarının oluşumunda kamu müdahalelerine yer vermemişlerdir. Diğer taraftan Rex ve Moore
sınıflar arası mücadeleden ziyade sınıf içi mücadelelere odaklanmışlardır. Bütün bunlarla
birlikte özellikle kamunun kentsel toplumsal sisteme ilişkin elinde bulundurduğu kaynakları
kullanımı konusunda ortaya koydukları bu yaklaşım kamu müdahalesinin farklı alanlara
taşınmasına örneklik edebilir.
7.2.1.2. Kent Yönetimciliği Yaklaşımı12
Ray E. Pahl, Weber’in güç, bürokrasi ve modern toplumlardaki yönetim sistemleri konusundaki
çalışmalarından hareketle, kentin mekânsal ve toplumsal değişiminde kent yöneticilerinin (özel
ve kamu sektörü) etkin olduğu düşüncesini içeren kent yönetimciliği kuramını geliştirdi. Kent
yönetimciliği kuramı, kent yöneticilerinin uygulamalarıyla oluşan kentsel yapının
açıklanmasına odaklanmıştır. Kent yönetimciliği yaklaşımı iki temel soruya yanıt aramaktadır:
“Kıt kaynakları ve imkânları (sosyal kaynaklar, kültürel kaynaklar, konut, endüstri ve ticaret
binaları, ulaşım, eğitim, sağlık ve eğlence) kim elde etmektedir? Bu kaynakların nasıl
dağıtılacağına ve bölüştürüleceğine kim karar vermektedir? Kimin karar vereceğine kim karar
vermektedir?”
Kıt kaynakları kontrol altında bulunduran kent yöneticileri, toplumsal ve mekânsal dağılımı
büyük oranda belirlemektedir. Bu açıdan kent yönetimciliği kuramı kentsel alanda iktidar,
12 Urban managerialism kavramı, kentle ilgili özel ve kamu olmak üzere tüm karar vericileri kapsamaktadır.
Kent işletmeciliği olarak çevrildiğinde özel sektör, kent yönetimciliği olarak tercüme edildiğinde ise kamu
sektörü anlaşılabilmektedir. Türkçe literatürde kent yönetimciliği/yöneticileri olarak kullanılmaktadır.
203
çatışma ve piyasa ve devlet kurumlarının rolüyle ilişkili sorunları kent sosyolojisinin merkezine
almaktadır. Zira Pahl’a göre, yaşam şanslarına ilişkin kaynaklar ve imkânlar, rastgele olmayan
bir biçimde kent yöneticileri tarafından dağıtıldığı için kent sosyolojisi, nüfusa yönelik bu
türden dağıtımların nedenlerini ve sonuçlarını anlamakla ilgilenmelidir. Bu nedenle dağıtımı,
düzenlemeyi yapan ve “kapı bekçileri” konumunda olan profesyonellerin değerleri ve
ideolojileri kent sosyolojisinde merkezî bir öneme sahiptir.
Pahl, kentsel kaynakların dağıtımını elinde bulunduran kapı bekçilerine ve onların kurallarına,
değerlerine ve ideolojilerine odaklanmanın yanı sıra mekânsal bileşenleri de inceleyerek
yaklaşımını sistematik hâle getirmeye çalışmıştır. Pahl’a göre “erişim” ve “tahsis” anahtar
kelimelerdir. Erişebilirlik, fiziksel hareketlilik veya siyasal aktivitelerle (ya da her ikisiyle)
geliştirilebilir. Kaynakların tahsisine ise kentsel sistemin yerel yöneticileri (politik güce sahip
olanlar) karar vermektedir. Devletin (merkezî) ve özel sektörün finansal ilgileri ise genel
sınırlamaları belirlemektedir. Tahsisler kent yöneticilerinin ideolojilerine ve değerlerine göre
toplumun bir kesimini diğerine oranla ayrıcalıklı konuma getirebilmektedir. Örneğin çevre
yolunun orta sınıfın yaşadığı bir mahalleden geçme ihtimali neden daha yüksektir? Pahl, bu
türden sorularla kent sosyolojisinin ve siyaset teorisinin temelini oluşturmayı ümit etmektedir.
Pahl’ın kent yönetimciliği yaklaşımı çerçevesinde ana önermeleri şunlardır:
(1) Mekânsal sınırlamalar: Kıt olan kentsel kaynaklara ve imkânlara erişim konusunda
temel mekânsal sınırlamalar bulunmaktadır. Pahl, bu türden sınırlamaların zaman ve
maliyetle ilgili olduğunu belirtmektedir.
(2) Toplumsal sınırlamalar: Kıt olan kentsel kaynaklara ve imkânlara ulaşım konusunda
temel toplumsal sınırlamalar vardır. Bu sınırlamalar toplumdaki gücün dağılımını
yansıtmakta ve şu şekilde tanımlanmaktadır: (a) Bürokratik kurallar ve prosedürler; ve (b)
Kentsel kaynakların dağıtımını ve kontrolünü gerçekleştiren kent yöneticileri.
(3) Bağımsız değişken olarak kent yöneticileri: Farklı bölgelerde yaşayan nüfusların
kaynaklara ve imkânlara erişimi farklılık arz etmektedir. Kentsel nüfusun kaynaklara ve
imkânlara erişiminin sınırlandırılması bağımlı değişken, bunun kontrol edilmesi, kent
yöneticileri ise bağımsız değişkendir.
(4) Kentsel sistemde çatışmanın kaçınılmaz olması: Kaynaklar ve imkânların çoğu mevcut
nüfusun tamamı tarafından değerlendirilmektedir. Dolayısıyla kentsel sistemde çatışmanın
olması kaçınılmazdır.
204
Bu bağlamda kent yöneticileri, kentle ilgili temel kararları aldıkları için kentin kontrolünü
ellerinde bulundurmaktadırlar. Kent yöneticilerinin aldığı temel kararlardan bazıları şunlardır:
(a) Konut ve eğitim gibi alanlara ayrılan kaynakların dağılımını kontrol etmek; (b) Kentleri
planlamak ve ulaşım sistemini düzenlemek; (c) Vergi miktarlarını ve bunların hangi alanlarda
kullanılacağını belirlemek; (d) Park ve oyun alanları gibi kamusal mekânları belirlemek; ve (e)
Alışveriş merkezi vb. tüketim mekânlarını belirlemek.
Kent yöneticilerini kentsel sistemin merkezine yerleştiren Pahl’a göre, kentlerin kontrolü ne
doğal güçlerde ne de piyasanın gizli elindedir; kent zamanla daha karmaşık hâle gelen kentsel
sistemin giderek sayıları artan bürokratlarının ve yöneticilerinin kontrolündedir. Yerel
politikacılar ve kentin siyasal yöneticileri her ne kadar halk tarafından seçilmiş olsa da, kentsel
sistemin kontrolü bürokraside bulunan kişilerdedir. Kentlerin büyümesi ve büyüdükçe
karmaşıklaşması kent bürokrasisinin de hızla çoğalmasına neden olmaktadır. Bürokrasinin
artması ise kentte yaşayanlarda yabancılaşma, güçsüzleşme ve çevre kontrolünü kaybetme
duygusu yaratmaktadır. Zira bu yetkililer planlama kararlarıyla kentin merkezinde veya
periferisinde yeni toplulukların oluşmasını ya da mevcut toplulukların farklı alanlara
gönderilmesini sağlayabilmekte ve nihayetinde kentin sosyal ve mekânsal yapısını
belirleyebilmektedir. Kent yöneticileri, sahip oldukları gücü kişisel özelliklerinden değil
bürokratik sistemden elde etmektedirler.
Weber’in bürokrasi analizini ve yaşam şansları yaklaşımını kullanan Pahl, bu nedenle, mevcut
nüfusun kaynaklara ve imkânlara ulaşım oranlarından ziyade, bu oranları kontrol eden kent
yöneticilerinin ahlakî ve siyasal değerlerinin ve temel kararlarının kentsel alandaki yaşam
şanslarını nasıl etkilediğinin ortaya konması gerektiğini ileri sürmektedir. Zira denetleyiciler,
plancılar, sosyal çalışanlar, mimarlar, eğitimciler, emlakçılar, gayrimenkul komisyoncuları,
piyasa temsilcileri, özel girişimci veya devlet, kentsel sistemde en alt düzeyde bulunan
katılımcıların amaçlarını ve değerlerini düzenlemektedir.
Devlet kaynaklarını elinde bulundurması ve dağıtımı düzenleyici konumda olmaları nedeniyle
kent yöneticileri gerek sermaye birikim süreçlerine gerekse sınıfların oluşumuna doğrudan
müdahale edebilmektedir. Zira Weberci yaklaşımdan hareket eden Pahl’a göre, iktidarın
devlette yoğunlaşması, iktidarı elinde tutan yöneticilere özel bir konum vermekte ve yerel
yöneticiler kentsel kaynakların dağıtımında belirleyici aktör olmaktadır. Diğer taraftan kentle
ilgili çalışmalarda kamu görevlilerinin yanı sıra özel kesimdeki yöneticiler de bulunmaktadır.
Örneğin, konut kredisi faizlerini belirleyenler, ev sahibi olmayı etkilemekte ve banka
yöneticileri konut satın alma biçimlerini belirleyebilmektedirler.
205
Bu yaklaşıma yapılan eleştiriler, temelde kim yönetir sorusuyla ilişkili olmuştur. Bu eleştiriyi
yapanlara göre, kent yöneticilerini de yönetenler vardır. Bu bağlamda Pahl’ın kentsel güç
yapısında orta kademede yer alan kent yöneticilerine fazlasıyla güç atfederek onların üzerinde
yer alan politikacıları ve şirket sahiplerini dışarıda bırakması nedeniyle yaklaşımının bazı
yetersizliklere sahip olduğuna işaret edilmiştir.
Pahl’ın uluslararası sosyo-ekonomik süreçleri dikkate almaması da eleştirilmiştir. Diğer
taraftan politik ekonomi yaklaşımına sahip olanlar kent yönetimciliği yaklaşımını, yerel ve
uluslararası sermaye akışının üstlendiği role vurgu yaparak, kentlerdeki uluslararası hiyerarşi
oluşumuna dikkat çekmemesi nedeniyle eksik bulmaktadırlar. Onlara göre, kurallar ve
prosedürleri uygulayarak kentte yaşayanları kontrol eden ve işletmelerin kâra geçmesini
sağlayan kent yöneticileri kapitalizmin aletidirler.
7.2.1.3. Tüketim Sosyolojisi Kuramı
Kent sosyolojisinin tüketim sorununa odaklanması gerektiğini belirten Peter Saunders’a göre,
tüketim üzerine odaklanmak toplumsal eşitsizlik ve siyasal gruplaşmaları analiz etmek için
önemlidir. Saunders tüketim sosyolojisi ile kent sosyolojisinin birbirinin yerine geçebilecek
kuramsal alanlar olduğunu ileri sürmektedir. Saunders’a göre, Chicago Okulu büyük buhran
öncesinde Amerika’daki piyasa kapitalizminin şartlarını ve yeni düzen tarafından başlatılan
devlet müdahalesinin gelişimini yansıtmaktadır. Pahl ve diğer kent yönetimciliği yaklaşımları
ise Britanya’daki savaş sonrası refah devleti kapitalizminin bir ürünüdür. Zira bu dönemde
ekonomi büyümekte ve devletin harcamaları hızla artmaktadır. 1970’lerde gelişen Marxist kent
kuramı ise Batı’da yeni bir gerilemenin başlangıcını yansıtmaktadır. Bu dönemde devlet,
tedarik harcamalarından kaynaklanan bir kriz yaşamaktadır ve 1968’de Paris’te yaşanan olaylar
siyasal mücadele ve sosyalist dönüşüm için yeni biçimler sunmuştur. 1980’lere gelindiğinde ise
kentsel sorunları ele almak isteyen Saunders için bu yaklaşımlardan hiç biri yeterli değildir.
Zira 1980’lerde kentte işçi sınıfı dışında birçok ayrışma meydana gelmiştir. Farklı bölgeler,
gençler, orta yaşlılar ve yaşlılar, kadın-erkek, farklı işçi türleri arasında ve değişik ekonomik
sektörler arasında ayrışmalar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Saunders, üretim ilişkilerinden
ziyade tüketim ilişkilerinin analizinin toplumsal ilişkileri anlamak bakımından daha merkezi
olduğuna karar vermiştir.
Bu bağlamda Saunders, Castells’in atıfta bulunduğu devletin ortak/kolektif tüketime
(toplumsallaştırılmış tüketim) yönelik müdahalelerinin önemli olduğunu ve bu müdahalelerin
206
–Pahl’ın analizine atıfta bulunarak– kent yöneticileri tarafından gerçekleştirildiğini ileri
sürmektedir. Saunders tarihsel analizinde tüketim araçlarının “piyasa”, “toplumsallaştırılmış”
ve “özelleştirilmiş” olmak üzere üç aşamadan geçtiğini belirtmiştir. Pahl’ın kent yönetimciliği
yaklaşımını genişleten Saunders, toplumsallaştırılmış tüketimin 1980’lerde giderek azaldığını
kabul etmekle birlikte, hiçbir zaman devletin tüketim alanında neredeyse hiç olmadığı 19.
yüzyıl koşullarına dönülemeyeceğini belirtmektedir. Dolayısıyla kentsel alanda
toplumsallaştırılmış tüketime yönelik müdahaleler Saunders’ın analizinin temelini
oluşturmaktadır. Saunders’ın analizinde kent yöneticilerinin konumunu genişletmesi de bir
imkân oluşturmaktadır.
Farklı tüketim kaynaklarını “(1) devletin aynî tedariki, (2) devletin nakdî tedariki, (3) öz tedarik
ve (4) özelleştirilmiş tedarik” şeklinde tanımlayan Saunders, devlet kontrolü dışında kalan öz
tedarik ve özelleştirilmiş tedarik alanını da incelemekle birlikte, özellikle devlet tarafından
sağlanan tüketim tedarikleri konusuna yoğunlaşmaktadır. Tüketimin özelleştirilmiş ve
toplumsallaştırılmış biçimleri arasındaki ayrımın sosyolojik önemine dikkat çeken Saunders’a
göre, modern dönemde kaçınılmaz olarak üretim örgütlenmesini karakterize eden hegemonya
ve yabancılaşma deneyimi, ancak bir yere kadar tüketim alanına karşı koyabilmektedir. Zira
tüketim alanı insanların günlük yaşamları üzerinde bazı kontrolleri gerçekleştirir ve gerçek bir
potansiyele sahiptir. Bu bağlamda Saunders, üretim alanından ziyade tüketim alanının kentsel
alandaki potansiyeline dikkat çekmekte ve devleti tüketim ilişkilerinin en önemli aktörü olarak
kabul etmektedir. Ancak bu durum farklı siyasal özelliklere sahip ülkelere göre
değişebilmektedir.
Bununla birlikte Saunders’a göre, tüketime odaklanmak üretim ve tüketimin birbirleriyle
ilişkide olmadığı anlamına gelmez. Üretim tüketimi etkiler ve onun sınırlarını tayin eder. Diğer
taraftan tüketim de üretimi etkiler ve onun sınırlarını tayin eder. Tüketilmediği sürece hizmetler
üretilmemektedir. Tüketim farklı gruplar arasında üretim için farklı kapasiteler oluşturmaktadır.
Bununla birlikte kapitalist toplumlarda tüketim kapasitesi sadece üretim süreçleriyle
yönlendirilmemektedir. Modern dönemde konut, eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel tüketim
ihtiyaçlarını karşılama konusunda belirli tüketim örüntülerini yaratan devletin rolü artmıştır.
207
7.2.2. Marxist Yaklaşımlar
7.2.2.1. Toplumsal Hareketler Kuramı
1970’li yıllarla birlikte kentsel çalışmalar alanında yeni Marxist perspektiflerin oluştuğu
görülmektedir. Nicos Poulantzas’dan etkilenen Manuel Castells’in çalışması bunlardan biridir.
Castells kent sorunsalında Poulantzas’ın devlet kuramındaki devlet baskısını ve refah devleti
harcamalarının kapitalist birikim süreçlerine hizmet etmesini ele almıştır.
Chicago okulunu “kenti idealize etmeleri ve mekânsal ilişkileri belirleyici güç olarak kabul
etmeleri” nedeniyle eleştiren Castells’e göre, sosyolojik işlevselcilik temelde toplumsal
bütünleşmenin nasıl sağlanacağıyla ilgilidir ve bu bağlamda Chicago Okulu da “köklerinden
kopmuş göçmen kitlesinin kapitalist kent makinasıyla bütünleştirilmesi” hakkında çalışmıştır.
Ancak Castells, kentin temel ekseninde iktidar ilişkilerinin olduğunu ve bu nedenle sorulacak
sorularla verilecek cevaplar için gerekli araçların değişmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ona
göre sorun hâkim kültür karşısında mahallelerde yaşayanların örgütlenmesi değil, farklı
çıkarların oluşturduğu toplumsal gruplar arasında kente ilişkin konut, altyapı vb. konularda
politikaların nasıl üretileceğidir. Kent sorunlarının ekolojik etkenlerle değil kentte yaşayanların
üretim araçları üzerinde yaptığı mücadele sürecinde ortaya çıktığını belirten Castells, kentte
ortaya çıkan toplumsal ve mekânsal çelişkilerle ilgilenmektedir ve siyasal pratiklerden ziyade
sistemdeki çelişkileri tanımlamaya çalışmaktadır. Castells’e göre, önemli olan mekânsal
biçimlerin hangi süreçlerle yaratıldığı ve dönüştürüldüğüdür. Zira kentlerin aldığı biçim farklı
toplumsal gruplar arasındaki mücadeleyi yansıtmaktadır. Sözgelimi, gökdelenler para
kazanmak amacıyla inşa edilmiş olabilirler ama aynı zamanda bunlar teknoloji aracılığıyla
iktidarı elinde bulunduranları simgelemektedir.
Kentsel sorunların ele alınması için yeni araçların geliştirilmesi gerektiğini belirten Castells, bu
amaçla –kentsel sorunlarla ilgili spesifik bir geleneğe sahip olmasa da– Marxist gelenekten
yararlanmaktadır. Zira ona göre cevabını aradığı sorular Marxist gelenek içerisinde yer alan
toplumsal sınıflar, değişim, mücadele, başkaldırı, çelişki, çatışma, siyaset konularıyla ilgilidir.
Böylelikle toplumu sınıf mücadeleleri ile belirlenen bir gerçeklik olarak analiz eden sosyolojik
teorinin merkezine dönmeyi amaçlamaktadır. Castells, Marxizm’deki sermaye mantığından
sınıf mücadelesi kuramıyla kent sorununu temellendirmektedir. Marxist kavramları kentsel
mekâna uyarlayan Castells’in kentle ilgili ilk çalışması, anti-emperyalist mücadelenin tüm
dünyaya yayıldığı, ilerlemiş kapitalizmin merkezinde ayaklanmaların olduğu, kent sorununun
hükümetlerin politikalarının temel unsuru hâline geldiği ve kitlesel medyanın bu sorunla
208
yakından ilgilendiği bir dönemde yazılmıştır. Bu dönemde kent işçilerin, öğrencilerin,
çevrecilerin ve benzeri grupların ırkçılık, ayrımcılık gibi toplumsal sorunları dile getirmek için
düzenledikleri protestoların mekânı hâline gelmişti. Castells bu yeni dönemde kentsel
çelişkilerin yeni kaynaklarını fark etmeyi ve böylelikle siyasî müdahale için olanaklar
oluşturmayı hedeflemektedir.
Castells’in kentsel müdahalelere ilişkin konumu iki aşamada değerlendirilmelidir: Yapısalcı
dönem ve aktör-merkezli dönem. Castells ilk dönem çalışmalarında (The Urban Question: A
Marxist Approach, İng. çev. Alan Sheridan, Londra: Edward Arnold, 1977 [Fransızca
orjinalinin ilk baskısı, 1972]) kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan çatışmaların alanının
kent mekânı olduğunu ve sınıfsal bir hal aldığını söylemektedir. Castells kent mekânında ortaya
çıkan çelişkilerin ilk elde üretim ve tüketimin kapitalist örgütlenmesinden ve bu sürece yönelik
devlet müdahalesinden kaynaklandığını belirtmektedir.
Castells, kente ilişkin çalışmalarının ikinci aşamasında (City and the Grassroots: A Cross-
cultural Theory of Urban Social Movements, Berkeley: University of California Press, 1983)
yaklaşımında bazı değişikliklere yer vermiştir. Bu çerçevede yapısalcı-Marxist anlayışını
esneterek kentsel toplumsal değişmede aktörlerin belirleyiciliğine vurgu yapmıştır. Kentin
ekonomik süreçlerle doğrudan bağlantılı olduğunu düşünen Castells, ekonomik etkenlerin ve
teknolojik gelişmenin kent mekânının değişiminde önemli bir rol üstlendiğini kabul etmekle
birlikte, bunun tek itici güç olmadığını belirtmektedir. Kent mekânındaki toplumsal
örgütlenmeyi oluşturan toplumsal süreçlerin de belirleyici olduğunu söylemektedir. Bu
bağlamda Castells, toplumsal değişimde artık sadece işçi sınıfının mücadelesinin değil kentteki
bütün halk sınıflarının önemli olduğuna dikkat çekmektedir.
Castells’in çalışmalarında temelde iki amacı gerçekleştirmeye çalıştığı söylenebilir. Bunlardan
ilki, “ortak tüketim” kavramı aracılığıyla kent mekânının emeğin yeniden üretiminin
gerçekleştiği mekân olduğunu göstermektir. İkincisi ise, bu yeniden üretim sürecinde devletin
müdahalesine karşı koyabilecek gücün, onu dönüştürebilecek olanın kentsel toplumsal
hareketler olduğunu ortaya koymaktır. Bu bağlamda Castells, kentleri kolektif tüketim
mekânları olarak tanımlamış ve kentsel mekânın değişiminde kentsel toplumsal hareketlere
önem vermiştir.
Castells, “kentsel sistemi” ekonomik, siyasal-hukuksal ve ideolojik süreçlerin bir arada olması
şeklinde tanımlamaktadır. Kentsel sistem, mekânsal yapının elementleri arasındaki bütün
ilişkileri organize etmektedir. Ekonomik sistemde yer alan üretim biçimi ve iş gücü arasında ve
209
bunların kendi içinde değiş tokuş söz konusudur. Yönetim, bu ilişkileri yasalar ve hâkim bir
sınıf açısından düzenlemektedir. Simgesel/sembolik element ise mekânsal formların ideolojik
yapılarını yansıtmaktadır.
Castells’e göre mekân, yapılı çevrenin üretilmesinde geçerli olan toplumsal ilişkileri
gizlemektedir. Ona göre kent, ideolojik, siyasal-yasal ve ekonomik olmak üzere üç düzeyde
tanımlanır. Bu çerçevede planlama siyasal yapının kontrol aracıdır, kent mekânındaki
meydanlar, anıtlar vb. alanlar ve yapılar ideolojiyi göstermektedir. Fakat kapitalist toplumlarda
kent mekânının özgünlüğü ekonomik işlevlerde bulunmaktadır.
Castells kentlerin yalnızca ideolojik ve siyasal-yasal bir birim olarak tanımlanmasını
reddetmekte ve kapitalizmin mekânsal düzeninin siyasal süreçlerden daha çok ekonomik
süreçlerin sonucu olarak ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Zira ona göre mekânsal birimler
başat düzeye göre tanımlanacaksa, bu, üretim tarzının feodalizm olması durumunda siyasal-
yasal, kapitalizm olması durumunda ise ekonomi olacaktır. Bu bağlamda Castells “kentsel”i
tanımlamak için ekonomik öğeyi kullanmaktadır. Castells ekonomik öğeyi ise üretim araçları
ve işgücü olmak üzere ikiye ayırmakta ve kentsel birimi işgücünün yeniden üretim sürecine
dayalı bir biçimde tanımlamaktadır. Diğer bir deyişle; ‘kent’ işgücünün yeniden üretiminin
mekânsal birimidir. Yapılı çevrenin üretimi ise ekonomi, politika ve ideolojinin oluşturduğu
bütünlüğün bu mekânsal birimle eklemlenmesiyle gerçekleşmektedir. Devletin müdahaleci
rolüne ve tüketimin kent mekânında yarattığı krize odaklanan Castells’e göre, toplumsallaşan
tüketim araçları (eğitim, sağlık, konut gibi kamu hizmetlerine devletin işgücünün yeniden
üretimini sağlamak için yaptığı destek) üretimleri, yönetimleri ve dağıtımları açısından devlet
müdahalesine bağımlıdır. Castells, bu üç düzeyin karşılıklı etkileşimde bulunmasının önemini
vurgulamaktadır. Ancak toplumsal ilişkileri ve bağlantıları göz ardı eden bu yapısalcı
yaklaşımı, toplumsal ilişkileri mekanik rollere ve bağlantılara indirgemesi nedeniyle
eleştirilmiştir.
Kentsel sistemin unsurlarını bu şekilde analiz eden Castells’e göre tüketim, kentsel sistemde
belirleyici bir yere sahiptir. Tüketim, kentsel sistemde iş gücünün yeniden üretimi anlamına
gelmektedir. Bu çerçevede konut ve asgarî maddî tesislerin (yollar, ışıklandırma vb.) yapılması,
yeşil alanlar, kirlilik, gürültü gibi çevreyle ilgili koşulların düzenlenmesi, kurumsal sistemin
genişletilmesi ve toplumsal kapasitenin geliştirilmesi, ideolojik sistemin (sosyo-kültürel
tesislerin yapılması) geliştirilmesi işgücünün yeniden üretimini sağlamaktadır. Teknik
ilerlemenin sağlanması değer oluşturmada bilimin ve bilginin önemini artırmakta ve böylelikle
saha nitelikli bir işgücüne ihtiyaç duyulmaktadır. İşgücünün bu stratejik konumu nedeniyle
210
tüketim araçları da ona uygun bir biçimde geliştirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle konut, okul,
sağlık hizmetleri, kreşler, ulaşım vb. toplu tüketimin düzenlenmesi gerekmektedir. Zira bu
tüketim araçları üretim sürecinin de vazgeçilmesi olmuşlardır. Örneğin işçilerin işlerine rahat
gidip geleceği bir ulaşım sisteminin olmaması işgücü piyasasını doğrudan etkileyecektir.
Kentlerin giderek üretim süreçlerinin değil tüketimin mekânları hâline geldiğini belirten
Castells’e göre, emeğin yeniden üretimi için tüketim gereklidir ve nihayetinde kolektif tüketim
kentsel mekânda gerçekleşmektedir. Castells ortak tüketim araçlarının üretimine, dağıtımına ve
yönetimine bağlı olarak ortaya çıkan kentsel çelişkilerin kentsel mekânda gerçekleşmesinin
kapitalist gelişme süreçleriyle ilişkili olduğunu belirtmektedir. Bu çerçevede kentsel
çelişkilerin gelişim süreçlerini şu şekilde yapılandırmaktadır: (1) Sermayenin yoğunlaşması:
Üretim ve yönetim birimlerinin yoğunlaşması işgücünün yoğunlaşmasına neden olmaktadır.
Böylelikle üretim süreci de toplumsallaşmaktadır. Bunlar büyük kentlerin oluşmasının ve ortak
tüketim araçlarının gelişmesinin yapısal temelini oluşturmaktadır. (2) Kapitalizmin evrimi:
Kapitalizmin en büyük çelişkisi sermayenin çeşitli aşamalarda duraklama eğiliminde olmasıdır.
Bu tür durumlarda sermayenin reklam, kredi vb. araçlarla tüketimi teşvik etmesinin yanı sıra
devlet de ortak tüketimin gerçekleşmesi için müdahalelerde bulunmaktadır. (3) Üretici güçlerin
evrimi: İş gücünün giderek vasıflı hâle gelmesi, entelektüel kapasitesinin artması üretim
sürecini etkilemektedir. (4) Sınıf mücadelesinin genişlemesi: İşçi hareketlerinin gücünün
artmasının yanı sıra yeni taleplerin ortaya çıkması sınıf mücadelesinin genişlemesini
sağlamıştır.
Castells, ortak tüketim süreçleri içinde oluşan toplumsal eşitsizliğin en temel görünümünün
konut, iletişim sistemi-ulaşım örgütlenmesi ve yeni tarihsel kentleşme modelinde bulunduğunu
belirtmektedir. Ona göre konut, gelir düzeyiyle ilişkilidir ancak bununla sınırlanmamalıdır zira
konut, mülk edinme arzusunun dışında toplumsal konumu gösteren bir araçtır. Konut edinmek
ilk elde yüksek miktarlarda gelire ya da krediye ulaşma kapasitesine bağlıdır. Krediye ulaşma
kapasitesi de gelirin istikrarlılığı ve tahmin edilebilirliği ile ilgilidir. Konut edinmek isteyenler
neredeyse ömür boyu borçlanabilmektedirler. Bu nedenlerden dolayı, sistemde belirli bir
istikrarın olması gerekmektedir. İstikrar ise “üretim sistemi ve toplumsal hiyerarşi ile siyasi-
ideolojik bütünleşmenin doğrudan bir fonksiyonudur.”
Castells’e göre asıl sorun kamu konutlarında yaşanmaktadır. Konut yatırımlarının sanayi
yatırımlarından sonra gelmesi ve konut projelerinin bir süre sonra özel sektöre devredilmesi
gibi nedenler, devlet müdahalesinin sınırlı kaynaklarla gerçekleşmesine neden olmaktadır.
Diğer taraftan kamu konutlarına erişim bir dizi seçim kriteri tarafından sınırlandırılmaktadır.
211
Kamu konutlarının elde edilmesinde, gelirin dışında toplumsal statü de önemlidir. Örneğin
Fransa’da göçmenlerin ya da inşaat işçilerinin sosyal konutlardan yararlanması
sınırlandırılmıştır. Sosyal konutların dağıtılması yeni toplumsal eşitsizliklerin ortaya çıkmasına
neden olmaktadır. Bu da, gelir, istihdam, eğitim vb. alanlarda yaşanan eşitsizliğin kamu
konutları aracılığıyla pekiştirilmesi anlamına gelmektedir. Castells konutun sadece ihtiyacı
karşılama aracı değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişki aracı olduğunu ve bu nedenle devletin
eşitsizlikleri gidermek için yaptığı sosyal konut projelerinin bu konutlarda oturanların yaşam
biçimlerini ve gelir düzeylerini hâkim sınıflara bağımlı hâle getirdiğini belirtmektedir. Ayrıca
bu durum acil eylem planı dâhilinde kent dışındaki, dış banliyölerdeki ucuz araziler üzerinde,
kötü koşullara sahip ve niteliksiz çok sayıda konutun yapılmasına neden olmakta, hatta çoğu
zaman temel konut elemanları sağlanmadan yerleşime izin verilmektedir. Bu tür politikalar
devlet tarafından ‘bireyin yadsınması’ olarak görüldüğü için daha sonra yasaklanmıştır.
Castells’e göre kent planlaması kent üzerindeki farklı toplumsal çıkarların birbirleriyle
uzlaştırılmasını sağlamaktadır. Ancak kent planlaması tümüyle hâkim sınıfların etkisi altına
girdiğinde sadece birbirleriyle tutarlı çıkarları rasyonalize etmektedir. Bu açıdan her planlama
belgesi planlama biriminin dayandığı kurumsal sistemin merkezinde yer alan siyasi
hegemonyayla doğrudan ilişkilidir ve bu ilişki doğrultusunda bir yapıya sahiptir. Zira bütün
ideolojilerin ortak niteliği yasallaştırma (meşrulaştırma)-tanınmadır. Kent planlaması işte
bunu sağlamaktadır.
Castells’in siyasetin kente müdahalesi çerçevesinde ele aldığı örneklerden bir diğeri kentsel
yenileme projeleridir. Bu bağlamda Castells, Paris’teki yenileme programının iki özelliğine
dikkat çekmektedir: (1) Hâlihazırda mevcut olan bir toplumsal mekânla ilgilidir ve yenileme
bu mekânın içeriğini ve işlevini değiştirmektedir. (2) Yenilemeden sorumlu birimin yasal ve
malî biçimi ne olursa olsun kamu inisiyatifine dayanmaktadır. Castells’e göre özel şirketler
yenileme yapsalar bile ölçekleri sınırlıdır ve tüm kentsel mantığın niceliksel olarak ifadesi
değildir. Diğer taraftan Castells bu türden müdahalelerin zaman içerisinde her şeyi özel sektöre
devretmek için yapıldığını ileri sürmektedir.
Castells’e göre, eğer kentsel yenileme yeni etkiler oluşturmuyor ve mevcut eğilimleri
sürdürüyorsa, bu basitçe kentsel yenilemede gayrimenkul firmalarının ve büyük örgütlerin
etkisi olduğunu gösterebilir. Ancak Castells’e göre kentsel yenilemede özel ekonomik
çıkarların merkeze alındığını söylemek –tarihsel olarak temeli olsa da– devletin konumunu göz
ardı etmek anlamına gelmektedir. Kentsel yenilemeyi mekânın yeniden üretilmesi sürecinin
ötesinde değerlendirmek gereklidir. Bu çerçevede Castells’e göre yenilemenin iki amacı daha
212
vardır: Bunlardan ilki seçmenlerin yönelimini değiştirmektir. Zira kentsel yenileme ile belirli
siyasal görüşlere sahip bölgeler dağıtılabilmekte ve yönetilmektedir. İkincisi ise kentin prestij
kazanmasına yönelik olmasıdır. Kentsel yenileme ile kent, uluslararası firmaların tercih edeceği
bir mekâna dönüşebilmektedir. Castells’in işaret ettiği bu noktadan hareket edecek olursak,
kentsel yenilemenin farklı kentler için ayrı amaçlar taşıyabileceği söylenebilir. Diğer taraftan
Castells’e göre kentsel yenileme kent sisteminin yeniden üretilmesini içermektedir. Zira,
mekâna yansıyan ekonomik ve sınıfsal çıkarlar ile göreli olarak özerk kabul edilen devlet aygıtı
arasındaki örtüşme, yenileme programlarında ortaya çıkmaktadır.
Kentsel yenileme programları ile bir alanda yerleşmenin neden sınıf ilişkilerine dayandığını ve
çoğunluğun banliyöler ya da ilçeler yerine neden Paris kentini denetim altına almak istediğini
soran Castells bu sorulara şöyle yanıt vermektedir: “Bir sınıfın temsilcileri her zaman
kendilerini fark edemeseler de, kendi çıkarlarını keşfederler ve bunun mantığı, buna uygun
olmayan her şeyi bilinçsizce ortadan kaldırır.” Diğer taraftan yenilemeye muhatap olanlar ise
konutlardan çıkarılmaya bütünüyle karşı çıkmaz. Castells’e göre bunun nedeni kimsenin
çöküntü alanlarını (slums) savunamamasıdır.
7.2.2.2. Sermaye Çevrimi Kuramı
Castells kent sorununu ele alışında Marxist yaklaşımın kent mekânına ilgisini çeken Henri
Lefebvre’den belirli ölçülerde etkilenmiştir. Ancak Lefebvre’nin kapitalizmin kent mekânını
metalaştırdığına yönelik değerlendirmesiyle, yalnızca kapitalist gelişmenin yaşadığı
dönüşümler çerçevesinde ilgilenmiştir. Bu ilgi ortak tüketim araçları bağlamında
gerçekleşmiştir. Ancak Lefebvre’nin yaklaşımı bir başka Marxist düşünür David Harvey için
başlangıç noktası olmuştur.
Harvey de, tıpkı Castells gibi, Lefebvre’nin 1960’lı ve 1970’li yıllarda kaleme aldığı Le Droit
â la Ville (Şehir Hukuku), La Révolution Urbaine (Kentsel Devrim) ve La Pensé Marxiste et la
Ville (Maxsist Düşünce ve Kent) başlıklı çalışmalarından hareketle Marxizm ve kent arasında
ilişki kurmaya çalışmıştır. Marxizmin tarihinde çok az yer bulan kent, Lefebvre’nin
çalışmalarıyla hayat bulmuş ve Harvey ve Castells’in çalışmalarıyla da bu ilişki giderek
kuvvetlenmiştir.
Lefebvre’ye göre modern kapitalist toplumun bir yüzünde sanayileşme ve sanayi toplumu
varsa, diğer yüzünde de 1950 ve 1960’lı yıllarda Batı’da ABD merkezli olarak gelişen ve
bürokratik olarak yönlendirilen tüketim toplumu, yani kentleşme ve kentsel toplum
213
bulunmaktadır. Engels kapitalizmin kentsel mekânda oluşturduğu ayrışmaları işçi sınıfının
bilincini güçlendirecek ve devrimi mümkün kılacak bir özellik olarak görürken, Lefebvre tam
da bunun aksine kapitalist sınıfın mekân üzerinden/mekânı kullanarak ayakta kaldığını ileri
sürmüştür. Lefebvre, kapitalizmin büyüyerek gelişimini sürdürmesini kent mekânını ele
geçirmesine ve yeniden üretmesine bağlamaktadır. Lefebvre, Marx ve Engels’in tanımladığı
gibi kentsel mekânı kapitalist üretim tarzının olduğu bir mekân değil, ‘bizatihi kapitalizmin bir
meta olarak ürettiği mekân’ şeklinde tanımlamıştır. Lefebvre’ye göre sermaye ve kapitalizm,
binaların inşasından yatırımların dağıtımına ve yaygın iş bölümüne varıncaya kadar mekâna
ilişkin bütün pratik konulara etkide bulunmaktadır.
Lefebvre’ye göre kapitalizmin mekânı soyut mekândır. Zira o kullanım değeriyle değil değişim
değeri ile ilgilenmektedir. Bu nedenle, ne mekânın ürettiği tarihsel toplumsal değerlerin ne de
mekânın kendi başına bir değeri bulunmaktadır. Mekânın önemi değişim değerine katkıda
bulunmasıyla ortaya çıkmaktadır. Örneğin birbirinden çok farklı tarihsel ve toplumsal
özelliklere sahip iki mekân kapitalizm için aynı şeyi ifade etmektedir: Değişim değeri. Diğer
taraftan sadece iş yaşamının değil gündelik yaşam mekânlarının da önemi fark edilmekte ve
dünya çapında ortaya çıkan hareketle, buna karşı koymaya çalışmaktadır. Bu karşı koyuş,
kapitalizmin (devlet ve sermaye) oluşturduğu soyut ve değişim değeri hâkim bir mekândan,
somut ve kullanım değeri olan bir mekâna geçişi talep etmektedir. Bu talepler sol için yeni bir
imkân oluşturabilmektedir. Aslında Lefebvre de tıpkı Engels gibi kapitalizmin çelişkilerine
değinmekte ve bu çelişkiler içerisinde değişimi başlatabilecek toplumsal sınıfa işaret etmeye
çalışmaktadır. Tek fark mekâna ilişkin çelişkilerin giderek derinleştiğine ve güçlendiğine dair
analizlerdedir. Zira bizatihi mekân işgal edilmekte ve metalaştırılmaktadır. Lefebvre bu
güçlenmenin karşısına daha yaygın bir şekilde gelişen farklı talepleri koymaktadır.
Lefebvre kapitalizmin yaşamını sürdürmek için her dönem farklı bir niteliğe sahip olduğunu
belirtmektedir. Bu bağlamda kapitalizmin hayatta kalması bu üretim tarzına dayalı toplumsal
ilişkileri yeniden ve yeniden üretebilmesiyle mümkün olmaktadır. Bunu sağlayabilmek için de
mekâna ihtiyaç duymaktadır.
Lefebvre üç düzeyde yeniden üretimden bahsetmektedir: Ailenin (biyolojik) yeniden üretimi,
işgücünün yeniden üretimi ve üretimin toplumsal ilişkilerinin yeniden üretimi. Bu düzeyleri bir
arada tutan şey toplumsal mekânın eylemidir. Toplumsal mekânın eylemi ise gündelik
yaşamdır. Lefebvre’ye göre üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin tam olarak gerçekleştiği yer
kapitalizm öncesindeki kenttir. Üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağlayan yeniden üretim
süreçleri mekânsal bir biçimle gerçekleşir. Bu bağlamda kent sadece yapılı bir çevre değil
214
kapitalizmin gelişmesinde bir öznedir. Bu yönüyle kapitalizm kentsel mekânda gerçekleşirken
kent mekânı da kapitalizmi yeniden üretmektedir. Diyalektik ilişki içerisinde söylendiğinde
kapitalist toplumsal örgütlenme kendisini yeniden üretecek kent mekânını oluşturmaktadır.
Lefebvre, kent mekânına ilişkin krizin geleneksel toplumsal mekânın kaybolması neticesinde
sistemin kendini yeniden üretememesiyle ortaya çıkan genel krizle ilgili olduğunu
düşünmektedir. Bu noktada Lefebvre’ye göre toplumsal mekânı ve kent biçimini yıkan
devlettir. Ona göre devlet sadece sermayenin çeşitli fraksiyonlarına ya da işçi sınıfına
müdahalede bulunmaz, aynı zamanda gündelik yaşama da müdahale eder. Zira devlet yönetsel
ve ekonomik egemenliğin soyut mekânını üretmektedir. Haussmann’ın mekânın kullanım
değerini hiçe sayarak stratejik amaca uygun olarak kenti düzenlemesi bu devlet anlayışına örnek
olarak gösterilebilir.
Bu nedenle Lefebvre kent planlamasını sorgulamaktadır. Mekânsal temelin bozulması ve
nihayetinde soyut mekânın egemenliğinin oluşturulması kent planlaması aracılığıyla
gerçekleşmektedir. Planlamayı reddeden Lefebvre, radikal eylemin soyut mekânın egemenlik
altına almak istediği günlük yaşamın kurtarılması hedefine yönelmesi gerektiğini
düşünmektedir.
Diğer taraftan Lefebvre’ye göre mekânda anlamlandırma, tasarlama ve yaşama süreçleri iç
içedir. Kapitalist toplumda mekândaki anlamlandırma, tasarlama ve yaşama süreçlerinin ele
alınması için üçlü bir şema önermektedir: Mekânsal pratik, mekânın temsili ve temsilin mekânı.
Mekânsal pratik, gündelik hayatın tüm çelişkilerini taşıyan, insanların bilgi birikimlerini maddi
süreçler açısından işlevsel kılan ve anlamlandıran pratik bir şeydir. Mekânın temsili ile bilim
insanları, şehirciler, teknokratlar vb. tarafından kent mekânına düzen verilmektedir ve bu
tasarlanan mekânı ifade etmektedir. Temsilin mekânı ise belli bir mekânın kullanıcılarının
oluşturduğu işlerin ve imajların yer alma biçimidir. Bu üçlü şema kent mekânının hem
“aşağıdan”, hem de “yukarıdan” değişebildiğini göstermektedir.
David Harvey de, benzer şekilde sermayenin kendisini var edebilmesi, sürekliliğini
koruyabilmesi ve birinci çevrimden ikinci çevrime geçebilmesi için mekânı metalaştırdığına
dikkat çekmektedir. Harvey kent süreçleri ve sermaye birikimi arasında ilişki kurmakta ve
analizini Marxist kuram çerçevesinde yapmaktadır. Bu bağlamda Harvey, Marx’ın ontolojik
(ilişkisel düşünce ve bütünlük kavramı) ve epistemolojik (özne ve nesne arasındaki karşılıklı
ilişki) yaklaşımını özellikle 1960’lı yılların sonlarına egemen olan kentsellik, çevre ve iktisadî
gelişmeyi soruşturmak ve anlamak için kullanmaktadır.
215
Marx’ın kapitalist üretim süreçleri konusundaki analizlerini kullanan Harvey, üretimin ve
üretime bağlı olarak tüketimin gerçekleştiği sermayenin birinci çevriminde krizlerin yaşanması
durumunda sermayenin ikinci çevrime aktarıldığını belirtmektedir. Bu ikinci çevrime aktarılan
sermaye hem üretim, hem tüketim alanında yapılı çevreye yönelmektedir. Harvey bu süreci
üretim için yapılı çevre (built environment for production) ve paralel bir şekilde tüketim için
yapılı çevre (built environment for consumption) olarak tanımlamaktadır. Bu dolaşım sırasında
sermaye, mevcut yapılı çevrenin yerine yeni yapılı çevreler üretmektedir. Böylelikle aşırı-
birikim sorunu aşılmaktadır. Üçüncü çevrimde ise, bilim ve teknoloji yatırımları ve emeğin
yeniden üretimi için sosyal harcamaların genişletilmesi söz konusu olmaktadır. Bir bütün olarak
sermayenin dolaşımı kapitalistlerin birikimlerini artırmasına yöneliktir. Harvey’e göre sermaye
ve yapılı çevre arasındaki bu ilişki sürekli olarak devam etmektedir.
Harvey sermayenin kapitalizmin krizlere girdiği dönemde yeni alanlara ve yerlere taşınarak
hem krizleri atlattığını, hem de mevcut yapılı çevreleri ortadan kaldırarak yeni yapılı çevreler
oluşturduğunu söylemektedir. Sermaye, kapitalist koşulların sürmesi ve yeni kârların oluşması
için mekânı araçsallaştırmakta ve onu bir metaya dönüştürmektedir. Bu durumda mekânın
değişimi sermaye hareketleriyle doğru orantılıdır. Sermaye yapısı, birikimi ve hareketliliği
kentin nasıl ve hangi yönde değiştiğini gösterebilmektedir. Zira Harvey kentsellikle artık-
değerin dolaşımı arasında doğrudan bir ilişki kurmakta, hatta kentselliği artık-değerin
dolaşımının bir ürünü olarak tanımlamaktadır. Sabit sermaye yatırımlarının niceliğinin artması
emeğin azalmasına neden olmaktadır. Sabit sermayenin harekete geçirilebilmesi için emeği
yeniden üretmesi ve sağladığı ürün ve hizmetler için kullanım değeri oluşturması
gerekmektedir. Sorun sanayi toplumunu saran ve büyüyen bir sermayeyi değerlendirmektir. Bu
nedenle, Harvey’e göre kentselleşmenin, kentselliğin dinamiklerini ve toplumun nasıl işlediğini
anlamak artık-değerin dolaşımının anlaşılmasına bağlıdır.
Harvey’in Lefebvre’ye karşı çıktığı konulardan birisi, kentselliğin sanayi toplumuna hâkim
olmasından ziyade sanayi toplumunun kentselliğe egemen olduğu yönündeki görüşüdür. Bu
egemenlik üç durumda karşımıza çıkmaktadır: (1) Sermayenin büyüyen hacmi sanayi
kapitalizminin iç dinamiklerine bağlıdır. Yaratılan mekân sabit sermaye tarafından
şekillendirilmektedir ve nihayetinde mekânı sanayi kapitalizmi yaratmaktadır. Kentleşme
süreci kentselliğin evrimini yönlendirenler tarafından değil, sanayi kapitalizmini yönlendiren
süreçler tarafından yönetilmektedir. (2) Kentselleşme sanayi kapitalizminin ürünlerinin
satılmasına imkân tanır. Bu nedenle sanayi kapitalizmi kentselleşmeyi teşvik eder ve ihtiyaç
yaratma süreçlerini yönetir. Bu bağlamda kentsellik hala sanayi kapitalizminin ihtiyaçları
216
tarafından yönlendirilmektedir. (3) Artık-değer üretimi, mülk edinilmesi ve dolaşımı
kentselliğin değil, sanayi toplumunun getirdiği koşullar içerisinde var olmuştur. Kentselleşme
ve artık-değerin dolaşımı arasındaki bu hiç kopmayacak ilişki, sosyalist toplumlar için de
geçerlidir. Zira artık-değer ortadan kalkmaz, sadece biçim değiştirir. Bu durum sermayenin üç
farklı çevrim sürecini yaşaması anlamına gelmektedir. Her çevrimde kentsellik farklı yapılar
içerisinde değişmektedir.
Sanayi toplumunda oluşan kentselliğin önemli unsurlarından bir diğeri de, yaratılan mekânın
(created space) etkin mekânın (effective space) yerini almasıdır. Sanayi öncesi toplumda coğrafî
farklılaşmanın temelini kaynakların elde edilmesi ve doğal çevredeki farklılıklar
oluşturmaktaydı. Etkili mekân ise ekolojik farklılaşmaların dışında kentsel alanlarda artık
birikimi sağlayan akışların düzenlenmesiyle yaratılmaktadır. Böylelikle kırsal kesim
kentleşmiş ve bölgesel yaşam tarzları dünya piyasasının güçlerinin etkisine açık hâle gelmiştir.
Tüketim ürünleri standartlaşmış, artmış ve yerel alana daha az bağımlı olmaya başlamıştır.
Böylelikle çeşitli coğrafî alanlarda sürüp giden hareketli yaşam tarzları, sadece turistler görsün
diye korunan ve geçmişe ait olarak görülen alanlara dönüşmüştür. Bu türden bir kentsellik insan
yapısı kaynak sisteminin büyümesini, sabit sermaye yatırımlarının dağıtımı yoluyla mekânın
yapılandırılmasını ve farklılaştırılmasını içermektedir. Dolayısıyla bir taraftan yeni bir
mekânsal yapı yaratılırken, öte taraftan eski mekânsal yapılar belirli özellikleriyle
canlandırılmaya çalışılmıştır. Sabit sermaye yatırımları yaşam alanında etkili oldukça yeni
mekânlar yaratılacaktır ve bu mekânlar nihayetinde etkili mekânlara egemen olacaklardır.
Diğer taraftan önemli olan bir başka husus ise bu etkili mekânların hangi imgelere göre
yaratılacağı meselesidir. Eski kentlerde mekânın örgütlenmesi varsayılan evrensel bir düzenin
simgesel bir yansımasıydı ve ideolojik bir nitelik taşımaktaydı. Yaratılan mekân da toplumdaki
egemen grup ve kurumların ve kısmen piyasa güçlerinin yürürlükteki ideolojilerini
yansıtmaktadır. Yaratılan mekân belirli güçlerin mekânı yaratması ve insanları kuşatması
anlamına gelirken, Harvey’e göre bu mekâna karşılık olarak hala sadece etkili mekânı bir
alternatif olarak düşünmek yetersizdir. Bu bağlamda Harvey’in sermaye güçlerinin ya da
egemen grupların değil halkın mekânı yaratmasını önerdiği söylenebilir. Ancak yaratılan
mekân hangi toplumsal sınıfın ideolojisini içerirse içersin nihayetinde yaratılan mekân olmak
durumundadır.
Kentin değişiminde kapitalistler, devlet ve toplumsal sınıflar gibi farklı aktörlerin etkisi bulunsa
da, Harvey’e göre sermaye ve sermayenin dolaşımı belirleyicidir. Mekânın sürekli olarak
yeniden yapılandırıldığını ve bu sürecin şirketlerin fabrikalarını nereye kuracağından,
217
hükümetlerin toprak ve sanayi alanlarını kime verdiğine ve emlakla uğraşan özel yatırımcıların
etkinliklerine kadar uzanan bir dizi karar ile belirlendiğini belirten Harvey, burada özellikle
sermayenin yer seçiminin belirleyici olduğuna dikkat çekmektedir. Sermaye önce kendi
kârlılığı için en uygun alanları yatırım mekânı olarak belirlemektedir. Sonrasında finans
piyasasında yaşanan değişimler ve üretim biçimlerindeki değişiklikler yeni mekânları daha
kârlı hale getirebilmektedir. Dolayısıyla sermayenin bu yeni alanlara yönelmesi farklı
bölgelerin imara açılmasına neden olabilmektedir. Diğer taraftan sermayenin bu hareketliliği
ev sahibi olmak isteyenleri etkilediği kadar hükümetlerin aldıkları kararlar da kredi ve vergi
imkânlarını belirlemektedir. Örneğin Harvey, ABD’de yaşanan banliyöleşme sürecininin
hükümetin sağladığı kredi olanakları ve vergi koşullarıyla ilişkili olduğunu düşünmektedir.
Hükümet bu müdahalelerle kent çevresinde yeni konutların yapılabilmesini, satın
alınabilmesini sağlarken, otomobil gibi sanayi ürünlerine olan talebi artırmıştır.
Görüldüğü gibi Harvey’in kent ve kentsel süreçlerin değişmesine ilişkin açıklamalarında üç
boyut söz konusudur: (1) Toplumsal-artık değerin oluşması ve dolaşımı, (2) İktisadi
örgütlenmenin egemen biçimi ile (3) Toplumun mekânsal örgütlenmesi arasındaki ilişkiler. Bu
bağlamda iktisadi yapı ve birikim rejimleri kentsel süreçlerin temel dinamiği olarak
konumlandırılmaktadır. Örneğin Keynesçi kentten Post-Keynesçi kente geçiş
yaşanabilmektedir. Keynesçi kent, tüketim yapısıyla biçimlenmektedir ve sosyal, ekonomik ve
siyasal yaşamı devlet desteği ile borçla finanse edilen tüketim tarafından organize edilmektedir.
Böylelikle kentsel politikalar sınıflar arasındaki uyumu sağlamaktan ziyade tüketim, dağıtım,
üretim ve mekânın kontrolü konusunda daha karmaşık olan çıkarların uyumlu hâle
getirilmesine odaklanmaktadır.
218
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu bölümde, kent konusu ele alındı. Sosyolojide, kent ve kentleşme üzerine geliştirilen belli
başlı kuramlar kısaca tanıtılmaya çalışıldı. Türkiye’de –gecekondulaşmadan kent planlamasına
ve kentsel dönüşüm çalışmalarına kadar geniş bir yelpazede yapılan- kent sosyolojisi
çalışmaları, başlı başına ayrı bir çalışmanın konusu olabilecek genişliktedir. Türkiye’de kent
olgusunun edebiyat, tarih, mimarlık, şehir planlama, kamu yönetimi, iktisat, siyaset bilimi,
antropoloji, gazetecilik ve hatta sinema vb. gibi sosyoloji dışında birçok farklı uğraşın konusu
edildiğini görüyoruz. Hem kent meselesinin kuramsal boyutunu, hem de Türkiye’de kent
konusunun nasıl ele alındığı ve Türkiye’deki kentleşme etrafında yaşanan sorunlar ve
tartışmalar, kente ilişkin belli başlı yaklaşımları sunma amacındaki bu bölümün kapsamı
dışında bırakılmıştır. 13 Konu, burada, kent olgusunun sosyolojide belli başlı ele alınma
biçimleriyle sınırlı tutulmuştur.
13 Türkiye’de kent sosyolojisi etrafında yapılan çalışmaların dönemlendirmesi, öne çıkan eğilimlerin ve kent
sosyolojisi etrafında yürütülen tartışmaların özet bir sunumu, Mehmet Ali Akyurt ve Ömer Miraç Yaman’ın
“Türkiye’de Kent Sosyolojisi Çalışmaları” [Köksal Alver (ed.), Kent Sosyolojisi, s. 179-219] başlıklı
yazılarında yapılmıştır. Yine Türkiye’deki şehirleşme ve gecekondu çalışmalarına ilişkin derli toplu bir
literatür değerlendirmesi için bkz. Alim Arlı, “Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Şehirleşme ve Gecekondu
Araştırmaları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Türk Şehir Tarihi Özel Sayısı, 2006, c. III, sy. 6, s.
283-352.
219
Bölüm Soruları
1. Sizce, gelişmekte olan ülkelerde kentleşmeyle ilgili toplumsal problemler nelerdir?
Tartışınız.
2. Yaşadığınız kentin yerleşim bölgeleri bakımından ayrışmasında toplumsal sınıflar ne
ölçüde belirleyicidir?
3. Sosyologların kentsel ve kırsal topluluklar ayrımı ne kadar kullanışlı bir ayrımdır?
Tartışınız.
4. “Kentsel alanlarda yaşayan insanlar kırsal alanlarda yaşayanlardan farklı bir yaşam
biçimine sahiptirler.” cümlesinde dile getirilen görüşü tartışınız.
5. Sizce kentin planlanmasında en fazla kimler ya da neler etkin olmaktadır?
221
8. NÜFUS ve TOPLUM
222
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
8.1. Demografi (nüfusbilim) nedir?
8.2. Demografyanın temel kavramları nelerdir?
8.3. Türkiye’nin demografik özellikleri nelerdir?
223
Anahtar Kavramlar
Demografi
Nüfus Artışı
Sabit Nüfus
Nüfus Azalması
224
Giriş
Toplumsal hayatın başlangıcından itibaren insan zihnini meşgul eden belli başlı meselelerden
birisi, şüphesiz nüfus meselesi olmuştur. Nüfus konusunun antik medeniyetlerden beri dikkate
alınan bir mesele olduğu bilinmektedir. Eski Çin, Yunan ve Mısır dönemlerinde yöneticilerin
toplanacak vergiyi ve askere alınabileceklerin sayısını belirlemek üzere zaman zaman haneleri
ve erkek nüfusu saydıkları bilinmektedir. Toplumsal hayatın karmaşıklaşmasıyla nüfus
meselesi ve nüfus araştırmaları da karmaşıklaşmaktadır. Bütün toplumsal meselelerde olduğu
gibi, nüfus meselesinde de, bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli genel ve kapsamlı bir nüfus
kanunu ortaya koymak mümkün değildir. Ancak yine de bazı düzenliliklere ulaşmak
mümkündür. Nüfus yapısı, nüfusun durumu ve nüfus hareketleri gibi genel nitelikli kimi
durumlarla karşılaşılmaktadır. Her bir toplumun, ülkenin ya da bölgenin içinde bulunduğu
durumu gösterecek şekilde düzenlenmiş nüfus bilgisi ve nüfus istatistikleri vardır. Bu
malzemeden hareketle pek çok iktisadî ve toplumsal meselenin aydınlatılması mümkün olabilir.
Örneğin, bir ülkenin ya da bölgenin nüfus yoğunluğuna ilişkin bilgi, pek çok toplumsal,
ekonomik ve hatta siyasî meselenin aydınlatılması ve anlaşılması açısından son derece
önemlidir.
Nüfus konusunun bilimsel bir şekilde ele alınmaya başlaması 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’da
doğum ve ölüm oranları üzerine yapılan kapsamlı araştırmalarla başlamıştır. 20. yüzyılda
özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde nüfusun hızla artmasıyla demografiye (‘nüfus bilimi’)
verilen önem artmıştır.
Bu bölümde, toplumsal yapı, toplumsal değişim ve ekonomik faaliyetlerle çok yakından alakalı
nüfus olgusu üzerinde durulacaktır. Nüfus olgusunun sosyoloji tarafından ele alınma biçimleri,
tanımlanması ve nüfusla ilgili kavramlar, nüfusla ilişkili diğer toplumsal olaylar ve nüfus
etrafında ortaya çıkan toplumsal meseleler dünya ve Türkiye nüfus hareketleri ve istatistikleri
ile birlikte ele alınmaya çalışılacaktır.
225
8.1. Demografi: Nüfus Bilimi1
Demografi insan nüfusunun büyüklüğündeki ve hareketliliğindeki değişiklikleri araştıran bir
sosyal bilimdir. Niceliksel ölçümlerin insan davranışlarına uygulanmasında en başarılı örnektir.
Bu alan biyoloji, sosyoloji, istatistik, psikoloji, ekonomi ve tarihi değişik formlarda bir araya
getirir. Bir başka deyişle, inter-disipliner bir araştırma alanıdır. Demograflar birçok yönden
kendilerini ‘pozitif’ bilimler içinde görüyorlar. Ölçüm tekniklerine, özellikle de bu günlerde
nüfus sayımlarının doğruluğuna özen gösteriyorlar; detaylı matematiksel modeller
oluşturuyorlar; bütün ince teknik ayrıntıları tartışıyorlar. Ancak yapmaya çalıştıkları şey sadece
daha doğru sayabilmek değil. Onların ortaya çıkardığı işler bütün büyük kuramları uzun vadeli
büyük ölçekli değişimlerden ayrıntılı bir şekilde haberdar ediyor. Doğum, ölüm, evlilik,
boşanma vb. bireysel insan olayları bir araya getirildiğinde hepsinin büyük toplumsal sonuçları
olduğu görülüyor. Bu olaylar ortak modeller meydana getiriyor; demografların çalışmaları
ortalama davranış modellerini bulmak üstünedir.
Demografi, çeşitli sözlüklerde, sınırları belli bir coğrafyada bulunan nüfusun yapısını,
özelliklerini ve değişimlerini inceleyen bilim dalı olarak tanımlanmaktadır. 2 Birleşmiş
Milletler’in hazırladığı sözlükte, demografi, amacı insan nüfusunu incelemek olan ve bu
nüfusun boyutlarını, yapısını ve çeşitli niteliklerini sayısal açıdan irdeleyen bir bilim olarak
tanımlanır. Kısacası, demografi insan nüfusunun yenilenme, bazen de yenilenmeme
mekanizmalarını inceleyen bir disiplin olarak tanımlanabilir. Demograflar, temel olarak, dört
temel değişken üzerine yoğunlaşırlar: Doğum, ölüm, evlilik ve göç. Nüfusun niteliğini ve
niceliğini belirleyen temelde iki tür akış vardır: (1) Artı akışlar, yani doğumlar ve araştırmanın
konusu olan o yere yapılan göçler; (2) Eksi akışlar, yani ölümler ve araştırmanın konusu olan o
yerden dışarıya yönelik olarak yapılan göçler.
Fransız genetik bilimci ve demograf Albert Jacquard, tarih boyunca dünya nüfusunun yapısının
dört büyük değişiminden (dört büyük demografik devrimden) bahseder. Bu demografik
devrimler, bazen çevre koşullarının bazen de ölümler ve doğumlarla ilgili değişimlerin
tetiklemesiyle gerçekleşmiştir. Birinci demografik devrim, 400 bin veya 500 bin yıl evvel,
insanların ateşi kullanmasıyla başladı. Ateş, insanların erişebildikleri besinlerin çeşitlenmesini
1 Nüfus konusu değerlendirmeye çalıştığımız bu dersin hazırlanmasında, Doç. Dr. Didem Danış’ın “Demografi:
Nüfus Meselelerine Sosyolojik Bir Bakış” başlıklı ders notlarından yararlanılmıştır.
2 Demografi, halk anlamındaki Yunanca demos ve ‘yazmak’ anlamındaki yine yunanca graphien kelimelerinden
oluşur ve Türkçe’de Nüfus Bilimi olarak karşılanır. Demografinin odak noktası olan nüfus ise, ‘can, kişi’
anlamındaki Arapça ‘nefs’ sözcüğünün çoğuludur.
226
sağlamış ve böylece ortalama ömür süresi uzamış ve nüfus çoğalmıştır. İkinci demografik
devrim, M.Ö. 40 bin ile 35 bin yılları arasında Yontma Taş Devri’nde başlar. Paleolitik çağın
bitişi, iklim koşullarının iyileşmesini ve besin kaynaklarının çoğalmasını sağlamıştır.
Buzulların çözülmesiyle birlikte, bitki ve hayvan türleri çoğalmış, böylece toprağın insanları
besleme kapasitesi artmıştır. Üçüncü demografik devrim, milattan önce 10 binli yıllarda
insanlık tarihindeki en önemli değişimlerden biri olan tarıma geçişle başlar. Tahıl üretimi,
hayvanların evcilleştirilmesi, nüfusun yerleşik hayata geçmesi ve insanların gıda depolamaya
başlaması besleme kapasitesini önemli ölçüde artırmıştır. Bu dönemde dünya nüfusu hızla
çoğalmaya başlamıştır. Dünya üzerindeki insan sayısının önce 50 milyona, sonra da 100
milyona çıktığı tahmin edilmektedir. Dünya nüfusunun milattan hemen önce 200 milyona,
milattan hemen sonrasında da 300 milyona ulaştığı tahmin edilmektedir. Dünya nüfusu, ufak
artışlarla 18. yüzyılda tahminen 800 milyon civarına ulaştı. Dördüncü demografik devrim,
özellikle 19. yüzyılda bilimin gelişimi, tıp alanındaki gelişmeler, yaşama koşullarının
iyileştirilmesi ve bütün bunların sonucunda ölüm oranlarının, özellikle de bebek ölümlerinin
azalması3 ve doğum oranlarının artmasıyla başlar.
Günümüzde her yıl dünyaya, ortalama olarak 80 milyondan daha fazla insan katılmaktadır.
Dünya Atıf Bürosu’nun 2008 rakamlarına göre, dünya üzerinde 6,7 milyar insan yaşamaktaydı.
Ekim 2011’de dünya nüfusunun 7 milyara ulaştığı ilan edildi.
8.2. Demografik Kuramlar
18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan bir dizi tarihsel önemi büyük değişimin ve
gelişimin sonucu olarak, nüfusta da ciddi artışlar yaşandı. Ekonomik ve siyasal nedenlerle
nüfusun belli bir düzeyde sabitlenmesine yönelik siyasetler geride kaldı.4 Yaşanan bu hızlı
dönüşümlerin sonucu olarak irdelenmeye, araştırılmaya ve açıklanmaya muhtaç konulardan bir
3 Örneğin 1700’lerin ortasında her yeni doğan 100 bebeğin sadece 75’i bir yılın sonunda hayatta kalabiliyordu,
beş yılın sonunda ise yalnızca 58’i yaşıyordu. 1800’lerde bu rakamlar bir yılın sonu için 84’e ve beş yılın sonu
için de 74’e yükseldi. 1980’lerin sonunda Avrupa’da her 100 bebekten 99’u beş yılın sonuna ulaşabilmekteydi.
4 Nüfus konusuna ilk ilgi duyan isimlerden olan Platon [Eflatun], şehrin nüfusuyla benimsediği siyaset arasında
bir paralellik olması gerektiğini savunuyordu. Ona göre en uygun nüfusun sabit bir nüfustu, böylelikle şehir
daha düzenli bir şekilde yönetilebilirdi. Önerdiği ideal vatandaş sayısı, kamusal ve idari görevlerin dağılımı
düzenlenirken kolaylıklar sağlayacağını düşündüğü 5040 idi. Nüfusun sabitlenmesi için Platon, oldukça
otoriter çözümler de sunmuştu: Evliliklerin denetlenmesi, hızlı nüfus artışı durumunda fazla nüfusun
kolonilere göç etmeye zorlanması, nüfus eksikliği durumunda ise kentteki yabancılara vatandaşlık hakkının
verilmesi vb. Bir diğer antik çağ düşünürü olan Aristoteles de, ideal nüfusun sabit bir nüfus olacağı ve bu
anlamda belli bir sayının belirlenmesi gerektiği görüşündedir.
227
tanesi de, dolayısıyla, nüfusta yaşanan bu hızlı artış oldu. Çalışmalarını nüfus üzerine
yoğunlaştıran ve nüfusla ilgili analizler gerçekleştiren ilk ve en önemli isimlerden birisi -aynı
zamanda bir din adamı olan- iktisatçı Thomas Robert Malthus (1766-1834)’tur.
Malthus’un Nüfus Kuramı: Malthus Essay on the Principle of Population (Nüfus İlkesi Üzerine
Deneme, 1798) başlıklı kitabında, nüfus artışı konusunda oldukça karamsar bir tablo çizer.
Malthus’un nüfus teorisi, ‘azalan verim kanunu’ fikrine dayanır. Ona göre; nüfus artış hızı,
insanın beslenmesi için gerekli besin kapasitesindeki artıştan çok daha yüksektir ve bu da,
kaçınılmaz olarak bir kriz yaratacaktır. Herhangi bir kısıtlama olmaz ise eğer, Malthus’a göre,
nüfus geometrik olarak büyür (1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, ...), oysa besin kaynakları, yiyecek
üretiminin olmasına karşın, yalnızca aritmetik bir artış şeklinde gerçekleşecektir (1, 2, 3, 4, 5,
6, ...). Analizine göre, gıda arzıyla nüfus artışı arasındaki uçurum zaman içinde artacaktır.
Malthus, artan nüfus ve gıda arzı arasındaki uçurumu kapatmak için, nüfus artışının kontrolünü,
yani insanların doğurganlığını kontrol altına almayı önermektedir. Bunun da iki yolu vardır: (1)
Baskıcı veya negatif engeller: Ölüm oranlarını artıran, o nedenle de ‘kontrolsüz engeller’ olarak
tanımladığı bu faktörler arasında savaşlar, kıtlık ve salgın hastalıklar vardır. (2) Önleyici
tedbirler: Doğurganlık oranını azaltmayı hedefleyen bu tedbirler arasında fuhuş (üreme amaçlı
olmayan cinsel faaliyet), ahlaki kısıtlamalar (evlenmeden çocuk sahibi olmaya izin vermeyen
ahlakî değerler), evlenme yaşının geciktirilmesi (böylece çocuk sahibi olma yaşının
geciktirilmesi) vb.
Tipik bir liberal olan Malthus, yaşadığı devirde Avrupa’daki yaygın sefaletin sorumlusu olarak
yoksulların fazla üremesini gösterir. O, bir tür sosyal devlet nüvesi olarak tanımlanabilecek,
yoksullara sosyal yardım sunmayı düzenleyen “Yoksul Yasaları”na şiddetle karşı çıkar. Ona
göre “bu yardımlar, yoksulluğu yok etmek bir yana, yoksulluğun yaygınlaşmasına neden olur.
Hayat mücadelesi, tabiatın bir hikmetidir ve insanların tembelleşmesini engeller. Yoksulluk
yoksulların suçudur.” Malthus’un sözlerinde yoksulluk kapitalist ekonominin ‘serbest’ işleyiş
yasaları içinde doğallaşır, yoksulların kontrolsüz doğurganlığı ve tembelliği karşısında liberal
kapitalist ekonomi aklanmış olur.
Malthus’un fikirlerini benimseyen Neo-Malthusçuluk, özellikle 20. yüzyıl boyunca Üçüncü
Dünya ülkelerinde rağbet görmüş ve nüfus planlaması politikaları için kuramsal bir dayanak
oluşturmuştur. Malthus’a karşı çıkan anti-Malthusçuluk ise, nüfustaki azalmayı bir tehlike
olarak gören ülkelerde benimsenen, doğurganlığı teşvik eden bir öğreti olarak öğretidir.
228
Karl Marx, Malthus’un nüfusa yaklaşımını şiddetle eleştirdi. Ona göre, asıl sorun Avrupa’nın
sanayi toplumlarındaki ekonomik ilişkilerin doğasıydı. Marx’a göre, dünya nüfusuyla (gıda da
dahil olmak üzere) kaynakların arzı arasında özel bir ilişki yoktur; toplum iyi bir şekilde
düzenlenmiş olsa, nüfus artışları açlık ve sefalete değil, daha fazla refaha yol açar.
Demografik Geçiş Kuramı: Bir toplumun teknolojik gelişme seviyesi ile nüfus modellerini
birleştirmeye çalışan bir yaklaşım olarak görülen demografik geçiş kuramı, nüfus değişiminin
daha karmaşık bir analizini sunmaktadır. Demografik geçiş kuramcıları, modernleşme,
sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte her ülkenin aynı demografik evrimi izleyeceğini, ancak
her ülkenin bu durumu farklı zamanlarda yaşayacağını iddia etmektedirler. Buna göre
demografik geçiş önce Avrupa ve Kuzey Amerika’da, ardından Asya ve Latin Amerika’da ve
son olarak da Sahraaltı Afrika ülkelerinde yaşanacaktır.
Demografik geçiş kuramı, sosyolojideki modernleşme kuramının bir türevi olarak
değerlendirilmektedir. Demografik değişim kuramının temel tezleri ile modernleşme kuramının
söylemleri arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Tarihin tek bir yönünün bulunduğu
varsayımını öne süren modernleşme okulunun temsilcileri, ilk klasik sosyologlardan
devraldıkları gelişmeci-evrimci bir yaklaşıma sahiptirler. Bu yaklaşımda çok yaygın olarak
geleneksel-modern karşıtlığından bahsedilmektedir. Modernleşme okulunun öngördüğü tek-
doğrusal evrim modeli çerçevesinde tüm toplumlar basit, ilkel bir başlangıçtan yani
gelenekselden moderne doğru karmaşık bir yol izleyeceklerdir. Tüm toplumların belirli bir
aşamada geleneksel oldukları ve sonunda kaçınılmaz olarak Batı’nın geçmiş olduğu
aşamalardan geçerek modernleşecekleri (Batılılaşacakları) varsayılmaktadır. Benzer şekilde,
demografik geçiş kuramcıları da, Avrupa ülkelerinin demografik deneyimlerini genellemekte,
Avrupa ülkelerinin demografik tarihine bakarak, demografik olayların akışında düzenli bir sıra,
ortak bir güzergah tespit edilebileceğinden ve bu yolla dünyanın diğer ülkelerinde gelecekte
yaşanması muhtemel demografik değişimlerin tahmin edilebileceğini savunmaktadırlar.
Demografik geçiş kuramına göre, bütün toplumlar kaçınılmaz olarak doğurganlık ve ölümlülük
hızlarının yüksek olduğu bir aşamadan her ikisinin de düşük olduğu bir aşamaya geçiş
yapacaklardır. Klasik demografik geçiş kuramı; nüveleri Adolphe Landry’de bulunsa da, daha
sistematik hale gelmesi, 1940’ların sonunda ve 1950’lerin başında Frank W. Notestein’ın
çalışmalarıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Kuram uzun bir dönem boyunca Avrupa ülkelerinin
doğum ve ölüm hızlarının izlenmesi ile geliştirilmiştir. Dört aşamalı ve beş aşamalı türevleri de
bulunmasına karşın, Notestein tarafından geliştirilen ve sonrasında da yaygın olarak kullanılan
demografik geçiş modeli üç aşamalıdır: İlk aşamada, yani sanayileşme öncesi aşamada hem
229
doğum, hem de ölüm hızları yüksektir. Nüfus artış hızı asgari düzeydedir. İkinci aşamada,
sanayi devriminin sonucu olarak iyileşen sağlık ve yaşam koşullarının etkisi ile ölüm hızları
düşmeye başlamakta, doğum hızlarındaki düşüş onu gecikmeli olarak takip etmektedir. Bu
aşamada hızlı bir nüfus artışı söz konusu olmaktadır. Son aşamada ise, doğum ve ölüm hızları
çok düşük düzeylere inmektedir. Bu aşamada da, ilk aşamada olduğu gibi, nüfus artış hızı yine
minimal düzeylerdedir.
Demografik geçişin bu şekilde genel bir seyri olmakla birlikte başlangıç zamanı, ne kadar
sürdüğü, hangi faktörler tarafından etkilendiği gibi konularda her ülkede, hatta ülkelerin alt-
nüfus gruplarında farklılıklar görülebilmektedir. Her ülke kendi demografik geçiş sürecini,
kendisine özgü tarihsel ve karmaşık toplumsal süreçlere bağlı olarak kendine özgü bir şekilde
yaşamaktadır. Örneğin, Avrupa ülkelerinin çoğunda bir yüzyılı bulan demografik geçiş süreci,
Türkiye gibi ülkelerde ertelenmiş olarak ve daha kısa bir süreç olarak yaşanmıştır.
Demografik geçiş kuramı; tek-tipleştirici bir bakış olarak görülmüş ve aynı ülke içindeki farklı
bölgeler arasındaki demografik farklılıkları açıklamakta yetersiz kaldığı gerekçesiyle
eleştirilmiştir. Yine, kuramın tek-doğrusal evrimci anlayışının, geçiş sürecindeki ritim
farklılıklarını açıklamakta yetersiz kaldığı vurgulanmıştır. Üçüncü bir eleştiri konusu, kuramın,
nüfusun artış hızı konusundaki yaklaşımlarının yalnızca doğum ve ölümler üzerine odaklandığı,
fakat günümüzde son derece önem kazanan göç olgusunu ihmal ettiği noktasında
yoğunlaşmaktadır.
8.3. Demografinin Bazı Kavramları
Bir toplumda doğal nüfus artış hızı sıfır ise buna sabit veya durağan nüfus denir. Sabit nüfus
durumunda, doğum ve ölüm hızları birbirine eşittir. Ölümlerin telafi edileceği kadar doğum
gerçekleşir. Ölümlerin doğumlardan daha fazla olduğu durumlarda, telafi edici bir göçmen
nüfusu kabul süreci yaşanmazsa eğer, nüfus azalma eğilimine girer. Bu duruma da nüfus yitimi
veya nüfus azalması denir. Doğumların ölümlerden fazla olduğu durumlarda, yani doğal nüfus
artış hızının pozitif olduğu durumlarda nüfus artışı durumu ile karşılaşırız.
Doğumlar ve ölümler, nüfusun gelişimine etki eden ‘doğal’ faktörlerdir. Nüfusun artışını ya da
eksilişini etkileyen diğer bir olgu da ‘göç’tür. Doğumlar ve ölümler, nüfus kütlesinin niteliğini,
yaş ve cinsiyet dağılımını belirler.
230
Nüfusun incelenmesi, doğurganlığın incelenmesiyle başlar. Doğurganlık, bir ülkedeki nüfusun
çocuk doğurma sıklığıdır. Doğurganlık, kaba doğum hızı/oranı üzerinden tanımlanır. Kaba
doğum hızı, belli bir nüfusta, genellikle bir yıl içinde her 1000 kişiye düşen canlı insan doğum
sayısıdır. Belli bir sürede meydana gelen canlı doğumların (genellikle 1 yıl), üreme çağındaki,
yani 15-49 yaş arasındaki kadınların nüfusuna bölünmesiyle elde edilen göstergeye de genel
doğurganlık hızı adı verilmektedir. Demografi alanında ayrıca yaşa özel doğurganlık hızı gibi
terimler de kullanılmaktadır. 2000’de Türkiye’de 1,434,297 insan dünyaya gelmiş ve bu sayı
2008’de 1,281,3002’ye, 2009’da da 1,241,617’ye gerilemiş. Kaba doğum hızı da 2008’de binde
18 iken, 2009’da binde 17,3 olarak gerçekleşmiş.
Biyolojik bakımda doğurganlığın en yüksek olduğu yaş olarak 19 kabul ediliyor. Bu yaştan
itibaren yavaş yavaş doğurganlık kapasitesi azalıyor. Doğumların evlilik içinde kabul gördüğü
toplumlarda, dolayısıyla, evlilik yaşı doğum oranlarını etkileyen önemli bir faktör olarak
karşımıza çıkıyor. Türkiye’de kadınlar ilk doğurganlık deneyimlerini 20’li yaşlarında
yaşamaktadırlar. 1978’ten itibaren, her yaş grubunda doğurganlık oranı düşmektedir.
İstanbul’da doğurganlık hızı her zaman Türkiye ortalamasının altında olmuştur. Bu, genel
olarak kentsel ve kırsal yerlerdeki doğurganlık farkıyla açıklanmaktadır. Ancak, son on yıllarda
yaşanan süreç, kırsal bölgelerde de doğurganlığın düştüğünü ve İstanbul ve Türkiye
ortalamalarının birbirine yaklaştığını göstermektedir. Doğurganlığı etkileyen faktörlerden birisi
de, şüphesiz, gebelik önleyici yöntemlerin kullanılmasıdır. Türkiye’de –hap, rahim içi araçlar,
kandom kullanımı, tüp ligasyonu vb. gibi- gebeliği önleyici yöntem kullanımı 1978’de %38
civarında iken, 2008’de yaklaşık %73 olarak gerçekleşmiştir.
231
Ölümler, nüfusun hacmini ve yapısı etkileyen üç temel faktörden biridir. Nüfus üzerinde
azaltıcı etkide bulunur. Ölüm hızı kalkınmışlık ve refah seviyesine, yaş, cinsiyet ve ırk
gruplarına, ikamet edilen yere (kent/köy), evlilik durumu ve sosyo-ekonomik seviyeye bağlı
olarak değişkenlik gösterir. Nüfus bilimciler ölüm oranını ölçmek için, kaba ölüm hızı (oranı)
kavramını kullanırlar. Kaba ölüm hızı, bir yıl içinde kaydedilen ölümlerin sayısının toplam
nüfusa bölümünün 1000 ile çarpımı ile elde edilen göstergedir. Bu rakam, o ülkede yıllık
ortalama ölüm miktarını göstermektedir. Ölüm oranları, yaşa ve cinsiyete göre
farklılaşabilmektedir. Toplumsal eşitsizlikler de, belli toplumsal sınıfların ölüm oranlarında
farklılıklar yaratabilmektedir.
Kullanılan bir diğer demografik ölçüt, bebek ölüm hızıdır. Bir yılda doğumda veya doğum
sonrasında ölen 1 yaşın altındaki bebek ölümlerinin toplam doğum sayısına bölümünün 1000
ile çarpılmasıyla hesaplanır (bebek ölüm oranı (hızı) = [0 yaşındaki ölümler ÷ doğumlar] *
1000). Türkiye’de ölümler açısından son yıllara kadar en temel konu bebek ve çocuk ölümleri
olmuştur. Ekonomik kalkınma seviyesinin çok gerisinde bir seyir izleyerek, 2008’de bebek
ölümleri binde 17, beş yaş altı çocuk ölüm hızı ise binde 14 olarak gerçekleşmişti (bu oranlar
1978’de –sırasıyla- binde 154 ve binde 97 idi; 1945’te Türkiye’deki bebek ölüm hızı binde 275
civarında idi).
Düşük bebek ölüm oranı, insanların ortalama ne kadar yaşayacağını tanımlamak için kullanılan
yaşam beklentisini de büyük ölçüde artırmaktadır. BM 2007 verilerine göre, tüm dünyada
ortalama yaşam beklentisi 67’dir. Ortalama yaşam beklentisinin en yüksek olduğu kıta Kuzey
Amerika’dır (78 yaş); Avrupa’da ortalama yaşam beklentisi 74, Asya’da ise 68’dir. En düşük
ortalama yaşam beklentisi Afrika kıtasında gözüküyor (52 yaş). Türkiye’de ortalama yaşam
beklentisi, 1940’lardan itibaren düzenli olarak yükseliş göstermektedir. 2008’deki verilere göre
Türkiye’de ortalama yaşam beklentisi kadınlarda 76, erkeklerde ise 71’dir.
Demografların önemsedikleri husus, belli bir dönemdeki mutlak doğum sayısını bulmak değil;
mutlak doğum sayısının bu doğumları üretecek toplam nüfusa bölümüyle elde edilen kaba
doğum oranını bulmaktır.
Bir ülkenin nüfusunda her 100 kadın için erkek sayısını gösterir cinsiyet oranı nüfusun niteliği
için önemli bir değişkendir. Daha karmaşık bir ölçü, bir nüfusun yaş ve cinsiyetinin grafiksel
temsilini ifade eden yaş-cinsiyet piramididir. TÜİK verilerine göre, 31 Aralık 2010 itibariyle
Türkiye’nin nüfusu 73,722,988 kişi olarak tespit edilmiştir. Nüfusun %50,2’sini (37,043,182
232
kişi) erkekler, % 49,8’ini (36,679,806 kişi) ise kadınlar oluşturmaktadır. 2009 verilerine göre
Türkiye’nin yaş-cinsiyet piramidi aşağıdaki grafikte gösterilmiştir:
TÜİK, 2012 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre Türkiye’nin nüfusunun
2012 yılı sonu itibariyle 75 milyon 627 bin 384 kişi olduğunu açıkladı. Yine aynı verileri baz
alarak, TÜİK Türkiye’nin gelecek yıllardaki tahmini nüfus artışına ilişkin projeksiyonlar da
geliştirdi. Bu projeksiyonlara göre Türkiye’nin nüfusunun 2023’te 84 milyon 247 bin 88,
2050’de 93 milyon 475 bin 575 ve 2075 yılında da nüfusta bir azalma yaşanarak 89 milyon 172
bin 88 kişi olması beklenmektedir. Demografik göstergelerdeki mevcut eğilimler devam ettiği
taktirde Türkiye nüfusu yaşlanmaya devam edecektir. 2012 yılında yaşlı nüfus olarak tabir
edilen 65 yaş ve üzerindeki nüfus 5,7 milyon, bunların toplam nüfusa oranı ise % 7,5 idi. 2023
yılında ise bu nüfusun 8,6 milyon kişiye ve toplam nüfus içerisindeki oranının ise % 10,2’ye
yükseleceği tahmin edilmektedir. Türkiye nüfusunun ortanca yaşı 2012’de toplamda 30,1 iken
233
(erkeklerde 29,5, kadınlarda 30,6); 2023’te bu rakamın 34’e (erkeklerde 33,3, kadınlarda 34,6),
2050’de 42,9’a ve 2075’te ise 47,4’e yükseleceği beklenmektedir.
Yaş ve Cinsiyete Göre Nüfus Projeksiyonu, 2013-2023 (1000 kişi)
Yaş
Age
2013 2023
Toplam
Total Erkek
Male Kadın
Female
Toplam
Total Erkek
Male Kadın
Female
0-4 6 150 3 155 2 995 5 835 2 985 2 849
5-9 6 243 3 204 3 039 5 913 3 027 2 887
10-14 6 358 3 262 3 096 6 106 3 135 2 971
15-19 6 465 3 319 3 146 6 238 3 199 3 039
20-24 6 221 3 165 3 056 6 488 3 302 3 186
25-29 6 277 3 186 3 091 6 599 3 339 3 261
30-34 6 535 3 304 3 231 6 227 3 138 3 089
35-39 5 805 2 936 2 869 6 251 3 166 3 085
40-44 5 308 2 673 2 635 6 482 3 272 3 209
45-49 4 705 2 380 2 324 5 738 2 895 2 843
50-54 4 231 2 122 2 109 5 208 2 609 2 599
55-59 3 548 1 766 1 782 4 547 2 277 2 270
60-64 2 759 1 347 1 412 3 989 1 961 2 028
65-69 2 046 951 1 095 3 205 1 542 1 663
70-74 1 507 675 832 2 318 1 071 1 246
75-79 1 072 458 615 1 520 647 873
80-84 820 336 484 900 352 548
85+ 434 136 298 682 219 463
Kaynak: TÜİK, Nüfus Projeksiyonları, 2013-2075
234
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu derste, toplumsal yapı ve toplumsal değişimle doğrudan ilişkili bir konu olan nüfus üzerinde
durmaya çalıştık. Nüfusun büyüklüğünü, yapısını ve hareketliliğini inceleme konusu yapan
demografinin kullandığı temel kavramları, nüfus üzerine belli başlı kuramları özelde Türkiye
nüfusunun yaşadığı değişimler, gösterdiği yapısal özellikler bu derste ele alınmaya çalışılan
konulardı.
Özellikle nüfus artış hızında önemli bir faktör olarak dikkat çeken göç olgusuna bu derste, bir
önceki derste geniş olarak değerlendirildiği için, ayrıca bir yer verilmemiştir.
235
Bölüm Soruları
1. Nüfus sayımları, bize toplumun yapısı hakkında ne tür bilgiler verebilir?
2. Malthus’un nüfus kuramı hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Tartışınız.
3. “Çalışabilir yaştaki nüfusun (15-64 yaş aralığı) toplum nüfus içerisindeki oranının
artmasına demografik fırsat penceresi adı verilir. Türkiye’de nüfus artış hızının
1990’lardan itibaren yavaşlamaya başlaması ve henüz nüfusta ciddi bir yaşlanma
olmaması, demografların ifadesiyle, bir fırsat penceresi açılması anlamına geliyor.
Türkiye’de 15 yaş altı nüfusun toplam nüfus içindeki payı azalırken, üretken nüfus
olarak tanımlanan 15-64 yaş grubunun payı bir süre daha artmaya devam edecek. Bu
demografik değişim hakkında TÜSİAD ve ATO gibi sanayi ve ticaret odaları çeşitli
raporlar yayınladılar. Getirilen eleştirilerden biri, üretken olabilecek nüfus artarken
istihdama katılım oranının düşeceği, yani işsizliğin artacağı şeklindeydi.”
Demografik fırsat penceresinin avantajları ve dezavantajları neler olabilir? Ekonomi,
siyaset, toplum ve kültür alanlarından örnekler vererek tartışınız.
4. “Genç bir nüfus ve yüksek nüfus artışı ekonomik kalkınma için olumlu bir değerdir.”
cümlesini tartışınız.
5. “Nüfus patlaması Üçüncü Dünya ülkeleri için korkunç bir felakettir. Nüfus planlaması
acil ve elzemdir.” cümlesini tartışınız.
6. “Dünyanın hemen her yerinde erkekler kadınlara göre daha kısa yaşamaktadır. Üstelik
bu fark giderek daha da büyümektedir.” Pek çok ülkede kadınların ve erkeklerin yaşam
koşulları eskiye oranla çok daha fazla benzeşmeye başladığı halde, bu farkı nasıl
açıklayabilirsiniz? Tartışınız.
7. Alt-gelir gruplarında daha yüksek ölüm hızına (oranına) rastlanmasının sebepleri sizce
nelerdir? Tartışınız.
236
9. GÖÇ ve TOPLUM
237
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
9.1. Toplumsal göç nedir?
9.2. Toplumsal göç konusu sosyolojide nasıl ele alınmaktadır?
9.3. Toplumsal göç konusunu açıklamaya yönelik geliştirilen sosyolojik teoriler
nelerdir?
9.4. Türkiye’de yaşanan iç ve dış göçlerin temel dinamikleri nelerdir?
9.5. Türkiye’de yaşanan iç ve dış göç gelişmeleri hangi özellikleri göstermektedir?
238
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Bir insan, doğup büyüdüğü toprakları terk ederek yabancı bir coğrafyaya ve kültüre
yerleşmeyi neden tercih eder?
Göçmenlerin, göç ettikleri ülkelerde bulmayı umdukları şeyler nelerdir?
239
Anahtar Kavramlar
Göç
Göçmen
Mülteci/lik
Sığınmacı
Kaynak Ülke – Hedef Ülke – Geçiş Ülkesi
İç Göç – Dış Göç
Zorunlu Göç – Gönüllü Göç
Küresel Göç
240
Giriş
Dünya genelinde uluslararası göçmenlerin sayısı iktisadî ve siyasal problemler, savaşlar ve
diğer nedenlerle her geçen gün artmakta ve küresel göç hareketliliği bütün ülkeleri, toplumları
ve bireyleri etkileyecek boyutlara ulaşmaktadır. 2000’de uluslararası göçmen sayısının yaklaşık
173 milyon olduğu ifade edilmişti. Bu sayı 2010’de 222 milyona ulaştı. Birleşmiş Milletler
(BM)’in 2015 yılı Göç Raporu’na göre ise, göçmen sayısı 244 milyona ulaştı. İç göçlerle
birlikte, günümüz dünyasında 1 milyar civarında bir nüfusun şehir, ülke ya da bölge
değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Uluslararası göçmenlerin
yaklaşık 2/3’ünü Avrupa (76 milyon) ve Asya (75 milyon) barındırmaktadır. Dünyanın en fazla
göçmen nüfusunu barındıran ülkesi olarak ABD başı çekmektedir (47 milyon). Yine BM’nin
verilerine göre, dünya üzerinde zorla yerinden edilen nüfus sayısı, İkinci Savaş’tan itibaren en
yüksek sayıya ulaşarak 60 milyona yaklaşmıştır. Bunların yaklaşık 20 milyonu mülteci,
yaklaşık 2 milyonu sığınmacı ve 38 milyon civarındaki kısmı ise ülke içinde yerinden edilen
statüsündedir. Son yıllarda ülkemiz de uluslararası göç olgusuyla yoğun bir şekilde
karşılaşmaktadır. 2016 yılı itibariyle ülkemizde 2,7 milyonu Suriyeli olmak üzere 3 milyonu
aşkın mülteci (geçici koruma altındaki kişiler ve geçici mülteciler) bulunmaktadır. Bu
rakamlarla Türkiye, dünyada en fazla sayıda mülteci barındıran ülke konumuna gelmiştir.
Dünya üzerindeki mültecilerin yarısından fazlasını (% 53) Suriyeli, Afganistanlı ve Somalililer
oluşturuyor.
Son derece karmaşık boyutları olan, neredeyse insanlık tarihiyle özdeş ve tüm toplumları
etkileyen bir toplumsal olgu olarak göç, aslında içerisinde pek çok riski barındıran bir süreçtir.
İster gönüllü isterse de zorunlu olsun, ister ülke içinde isterse de uluslararası boyutta olsun
insanların –birey veya grup olarak- doğup büyüdükleri, belli bir toplumsal çevreye sahip
oldukları, aşina oldukları bir yeri terk edip yabancısı oldukları yerleri mekân edinmek üzere yer
değiştirmelerini ifade eden bir süreç olarak göç, içerisinde pek çok riski barındırmaktadır.
Göç, bireylerin ya da grupların sembolik veya siyasal sınırların ötesine, yeni yerleşim alanlarına
ve toplumlara doğru geçici veya kalıcı olmak amacıyla yer değiştirme eylemlerini ifade eder.
Amaçlarına, alanlarına, göçe sebebiyet veren faktörlere, göçün süresine, göçmenlerin son
yerleştikleri ülkelere, göçmenlerin yasal statülerine, göç eden insanların niteliklerine ve
göçlerin boyutları bağlı olarak pek çok farklı göç türünden bahsetmek mümkündür. Bütün bu
yönleriyle de göç olgusu sosyoloji, hukuk, ekonomi, coğrafya, siyaset bilimi, uluslararası
ilişkiler vb. gibi pek çok sosyal bilimin ilgi alanına girer. Yine gösterdiği bu çeşitliliklerin de
241
etkisiyle, göç olgusunu birbirinden farklı biçimlerde tanımlayan ve açıklamaya çalışan birçok
farklı göç kuramı üretilmiştir. Yine bu çerçevede göç ve göçmenlerle ilgili olarak birçok farklı
kavram geliştirilmiş, birçok farklı devlet ve sivil toplum kuruluşu ortaya çıkmıştır.
Farklı bilimsel alanlarda göç üzerine çalışan akademisyenler; göç olgusunu çalışma hayatı,
sınıfsal yapılar, aile yapıları, akrabalık ilişkileri, kentleşme, suç vb. gibi toplumsal hayatın pek
çok boyutuyla alakalı olarak incelemekte ve çağdaş toplumların güncel durumlarına ilişkin
önemli ipuçları sunmaktadırlar.
Göç olgusunu ele almayı hedefleyen bu bölümde; toplumsal ya da bireysel nedenlerle ve
zorunlu veya gönüllü olarak gerçekleştirilen ve önemli toplumsal sonuçlara sebebiyet veren göç
olgusu tanımlanacaktır. Bu çerçevede, göç kuramları tanıtılmaya ve göç türleri analiz edilmeye
çalışılacak ve göçün nedenleri ve sonuçları değerlendirilecektir.
9.1. Göçle İlgili Kavramlar ve Tanımlar
Tarih boyunca insanlar çeşitli sebeplerle doğdukları ve yaşadıkları yerlerden ayrılarak daha iyi
bir yaşam koşullarına sahip olabilmek için yeni yerler arayışı içerisinde oldular. Göç bir
anlamda sebep ya da sonuç olarak, sosyal değişme ve gelişmenin göstergesi oldu. Aynı
zamanda, kültürlenmeye1 ve kültür değişimine de yol açmaktadır. Kültürel farklılıklar ya da
farklı kültürlerin bir arada oluşu kimi zaman göçlere yol açmışken, kimi zaman da göçler
kültürel çeşitlilik olgusunu ve buradan kaynaklanabilecek yeni problemleri beraberinde
getirmiştir: “Göçler toplumsal değişmelerin en güçlü unsuru olarak, farklı fiziksel yapıya, dine,
kültüre ve dile sahip toplulukları karşı karşıya getirmiş, bu toplulukların bir arada yaşamalarına
ve böylelikle etkileşim içinde olmalarına neden olmuştur.”2 Ulus devlet yapılanmaları, kimi
zaman kültürel çeşitliliği bir tehdit olarak algılamış, küreselleşme ile birlikte ise çok-kültürlülük
tartışmaları gündeme gelmiştir.
Göç, genel olarak, insanların ya da grupların coğrafî yer değiştirmelerini ifade etmek için
kullanılan bir tabirdir. Kemal Karpat’a göre göç, ‘kişinin asıl yerinden ulaşmak istediği yere
1 Kültürlenme: Kültürler arasında etkileşim sonucunda gerçekleşir ya da farklı toplumlardan kopup gelen birey
ve grupların buluşması ve bir etkileşim sürecine girmesiyle başlar. Bir bireyin ya da grubun kendi kültüründe
bulunmayan yepyeni bir birleşime varmasıyla kültürlenme gerçekleşir. Köyden büyük kente göç eden bir
bireyin, kendi bölgesine özgü kültürel ögeleri ve kentte karşılaştığı yeni kültürel ögeleri kendinde
birleştirmesiyle kültürlenme ortaya çıkar.
2 Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, İstanbul: Timaş Yay., 2010, s. 9.
242
yaptığı harekettir.’ 3 Everett S. Lee de, göçü genel olarak ‘kalıcı ya da yarı kalıcı yer
değiştirmeleri’ olarak tanımlamaktadır. Michael Kearney de, benzer şekilde, göçü ‘insanların
bir coğrafya üzerinde yer değiştirmeleri’ olarak tarif eder. 4 Adıgüzel de göçü “insanların,
sosyal, ekonomik, siyasi veya doğal nedenlerden dolayı coğrafî olarak yer değiştirmesi”5 olarak
tanımlamaktadır. Taylan Akkayan’a göre göç, ‘kişilerin hayatlarının gelecekteki kısmının
tamamını ya da bir parçasını geçirmek üzere, bir iskân ünitesinden (köy, kasaba, kent gibi)
diğerine yerleşmek kaydıyla yaptıkları coğrafik bir yer değiştirme olayıdır.”6
Göçün özellikle coğrafî bir yer değiştirme olduğuna dikkat çeken bu tanımların sayısını
artırmak mümkün. Fakat göç, bunun da ötesinde, toplumsal boyutlara da sahip bir olaydır. Zira
göç bir toplumdan bir başka topluma yapılmaktadır. Bu yönüyle göç, coğrafî mekân değiştirme
sürecinin sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasî boyutlarıyla toplum yapısını değiştiren nüfus
hareketleri olarak ortaya çıkmaktadır. Kapsayıcı bir göç tanımı, Cemal Yalçın tarafından
yapılmıştır: “Göç, ekonomik, siyasî, ekolojik veya bireysel nedenlerle, bir yerden başka bir yere
yapılan ve kısa, orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim hedefi güden coğrafik,
toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir.”7
Sanayi devrimi, göç olgusuna yönelik akademik çalışmalar için önemli bir dönüm noktasıdır.
Literatürde göç tartışmaları, sanayi devriminin etkisi ile ortaya çıkan kentleşme olgusunun
ekseninde kırdan kente göçlerin incelenmesi ile başlamıştır. İkinci Savaş sonrasında ve soğuk
savaş dönemlerinde yaşanan göç hareketleri, göç olgusunun sosyal bilimlerde yeniden gündeme
gelmesine ve tartışmaların ivme kazanmasına sebebiyet vermiştir.
Sanayileşen ülkelerin işgücüne duyduğu ihtiyacın salt kırsal bölgelerden karşılanamaması
nedeniyle, uluslararası göç dönemi başlamış ve böylelikle de uluslararası göç ve bu göç
etrafında meydana gelen toplumsal gelişmeler göç sosyolojisi araştırmalarında önemli bir yer
tutmaya başlamıştır. Göç tartışmaları ilk aşamada ekonomik temelden hareketle makro düzeyde
yürütülürken, zaman içerisinde göçleri mikro düzeyde inceleyen sosyolojik araştırmalar
yoğunluk kazanmaya başlamıştır.
3 Kemal Karpat, a.g.e., s. 3.
4 Her iki tanım için de bkz. Cemal Yalçın, Göç Sosyolojisi, Ankara: Anı Yay., 2004, s. 11.
5 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, Ankara: Nobel Akademik Yay., 2016, s. 3.
6 Taylan Akkayan, Göç ve Değişme, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1979.
7 Cemal Yalçın, a.g.e., s. 13.
243
Göçün sebepleri, türleri, yapıları, göçün ve göçmenlerin yapısına yönelik olarak çeşitli
düzeylerde göç tartışmaları yapılmış ve göç teorileri geliştirilmiştir. Çok sayıda göç teorisinin
olması, büyük ölçüde, göçlerin çok farklı açılardan sınıflandırılabilir olmasından
kaynaklanmaktadır. Örneğin, göç tartışmalarının dönüm noktası olan sanayi devrimi göçlerin
yapısını şekillendirmek ve değiştirmek noktasında önemli rol oynamış olduğundan, göçler
sanayi devriminden önce ve sonra yapılan göçler olarak ikiye ayrılabilmektedir. Bir diğer
sınıflama ise, göçlerin kısmî –bireysel- ya da toplu göçler olmasından hareketle yapılmaktadır.
Toplu göçler; belirli bir topluluğun tamamının ya da büyük çoğunluğunun doğal afetler veya
ekonomik, siyasi, dinî vb. sebeplerle yaşadığı bölgeyi terk ederek ya da zor ile gönderilerek,
kendilerine yaşayacak yeni yurtlar edinme arayışlarını içine alır. Kavimler göçü, İslamiyet’in
ilk yıllarında Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicreti veya Suriye’de yaşanan iç savaş
sonucunda Suriyelilerin civar ülkelere yapmış oldukları göçler toplu göçlere örnek olarak
gösterilebilir. Bireysel göçler de benzer sebeplerle salt bireylerin ya da aile gibi küçük grupların
doğdukları bölgelerden ayrılarak sürekli ya da geçici olarak yeni bölgelerde yaşamlarını
sürdürmelerini ifade etmektedir.
Her ne kadar göç üzerine çok fazla eğilmemiş olsa da İbn Haldun’un başyapıtı Mukaddime’de
de göç hakkında değerlendirmelerde bulunduğu bilinmektedir. İnsanoğlunun gelişim sürecinin
bedevilik (göçebelik) ile başlayıp hadariliğe (yerleşik hayata) ulaştığını iddia eden İbn Haldun,
nedensellik zinciri oluşturarak kurguladığı toplumsal olayları ve toplumların gelişimini
anlatırken göçün nedenlerinden de bahsetmektedir. İbn Haldun, Mukaddime’de toplumun
işbölümü sayesinde zenginlik ve refaha ulaşacağından, belirli bir refaha ulaştıktan sonra
ihracatın ve toplumların gelişeceğinden bahsetmektedir. Ekonomik refah içerisinde olan
yerlerin ise göç alan bölgeler olduğunu söylemektedir. Mısır’daki refahın diğer yerlerden daha
muazzam olduğunu haber alan Mağripli fakirlerin Mısır’a göç etmek için yoğun uğraş
vermeleri örneğinden hareket eden İbn Haldun, şehrin nüfusunu refah düzeyi ile
ilişkilendirmiştir. Refah düzeyinin yüksek oluşunu ise sanat düzeyine bağlamış ve aşağıdaki
şekilde ifade etmiştir.
“Bir şehrin ümranı gerilemeye yüz tutar ve oradaki nüfus seyrek hale gelmeye başlarsa,
bundan dolayı sanatlar da azalır. Şehrin ümranı büyüyüp nüfusu kalabalıklaşınca, o
vakit artan ameller (vasıflı iş gücü) sebebiyle (inşaat) malzemesi çoğalır, sanatkar (ve
ustalar) fazlalaşır.”8
8 İbn Haldun, Mukaddime, Süleyman Uludağ (haz.), İstanbul: Dergah yayınları, 1982, c. II, s. 840-841.
244
Göç tartışmaları XIX. yüzyılda ivme kazanmış olsa da, İbn Haldun’un göçe ilişkin yorumları,
göç tartışmalarının kökeninin XIV. yüzyıla kadar geri götürülebileceğini göstermektedir.
Göç kavramı, tarihi çok eskilere giden, çok kapsamlı ve tartışmalı bir kavramdır. Bu nedenle
göç tanımlamaları ve çeşitleri de farklılıklar arz etmektedir. Göç tanımlarının
farklılaşmasındaki temel sebep, göç tanımı yapılırken gözetilen öncelikler ve göçün temel
unsurlarının ve koşullarının farklılaşmasıdır.
Göç olgusu üzerine oluşturulmuş olan göç tanımları belirli düzeylerde farklılaşsa da, temel
olarak, bireyin/topluluğun yaşadığı coğrafyayı değiştirmesi üzerinden yapılmaktadır. İkinci
olarak, bireyin özgür iradesiyle verdiği kararların, yaptığı tercihlerin dikkate alındığı görülse
de, köle ticaretini de göç çeşitleri içerisinde gösterenler varlığı, ‘özgür irade’yi göç tanımının
zorunlu bileşenlerinden biri olup olmadığı konusunu tartışmalı kılmaktadır.
Göçlerin sebepleri, yaşanılan yapının farklılaşmasına göre değişiklik arz etse de, temel sebep
bireylerin yaşam koşullarını/kalitesini iyileştirmeyi istemeleri esasına dayandırılabilir. Yaşam
koşullarını/kalitesini iyileştirme amacı ekonomik nedenlere bağlı olabileceği gibi, göç edilecek
ülkenin, kişinin yaşam standardını değiştirebilmesine aracılık edecek imkanlara sahip olması
da (örneğin, göç edilen ülkenin sunduğu eğitim imkanları) göç etme sebepleri arasında
gösterilebilir. Benzer şekilde bireylerin siyasî sebeplerle yaşadıkları bölgeyi terk etmek zorunda
kalması da, göçte önemli bir etkendir. Zoraki/zorunlu göçlerde ise durum tersinden işler: Yaşam
kalitesi ve imkanları iyileştirilmeye çalışılan grup göç edenler değil, kimi zaman geride
bırakılanlar (bir tür toplumsal saflaştırma çabası), kimi zaman da göçe zorlandıkları bölgedeki
toplum ya da bölgedir (tarih boyunca görülen iskan hareketleri gibi).
Göçlerin sebepleri çok belirgin ve tüm insanlık dönemleri boyunca benzer olsa da, zamansal ve
dönemsel farklılıklar göçü hazırlayan nedenleri farklılaştırmaktadır. Göç sebebi olarak
değerlendirilen nüfus artışı, mevcut kaynakların sınırlı ya da yetersiz olmasından dolayı, o
topluluğu ek yeni kaynaklar aramaya yöneltmektedir (kavimler göçünde olduğu gibi). İslam’ın
ilk yıllarında Habeşistan’a ve daha sonrasında Medine’ye göç eden Müslümanlar ve
Amerika’ya yerleşen Avrupalı beyazların önemli bir kısmını Avrupa’daki dinî baskıdan
kaçanların oluşturması örneğinde olduğu gibi ‘dinî baskı’ ya da dünyanın pek çok ülkesinde
görülen mülteciler örneğindeki gibi ‘siyasî özgürlüğün ihlali’9 sıklıkla karşılaşılan diğer göç
sebepleridir.
9 William Petersen, “A General Typology of Migration”, American Sociological Review, Haziran 1958, c. 23,
sy. 3, s. 259.
245
Göç sebeplerinin farklılaşması farklı göç çeşitlerinin ortaya çıkmasına da yol açmaktadır. Göç
tanımlarında olduğu gibi göç çeşitleri konusunda da ortak bir görüş yoktur. Göç çeşitleri, göçü
tanımlarken merkeze alınan kriterlere göre farlılıklar arz etmektedir. Göçün kendisi belli bir
hareketliliğe işaret ettiği gibi, göç çeşitleri ve sebeplerinde de sabitlik yoktur. Sürekli bir
değişim halindedir. Bu açıdan, göç türleri göçün yapısı, büyüklüğü, motivasyonu/güdüsü,
isteklilik derecesi ve mesafesine bağlı olarak çeşitlenmiştir. Literatürde ilk tartışılan göç tipi
kır-kent göçü iken, zamanla iç-dış göç olgusu da tartışılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla göç
çeşitliliği temelde mesafe üzerinden ele alınarak iç göçler (ulusal göçler) ve dış göçler
(uluslararası göçler) olarak ikiye ayrılmaktadır. “Kişilerin sürekli olarak yerleşmek ya da belirli
bir süre yaşamak üzere kaynak ülkelerinden veya düzenli olarak ikamet ettikleri ülkeden
ayrılarak bir başka ülkeye (...) gitmeleri” uluslararası göç şeklinde tanımlanır.10
Bu tanımda yer alan kaynak ülke, düzenli veya düzensiz göç hareketlerinde göçmenin harekete
geçtiği ilk ülkeyi ifade eder. Göçmenin daimî kalmak amacıyla ulaşmak istediği veya ulaştığı
ülke ise hedef ülke olarak tanımlanır. Hedef ülkeye gidiş veya bu ülkeden kaynak ülkesine
dönüş yolunda göçmen kişinin içinden geçtiği ve belli bir süre için kaldığı ülke ise geçiş ülkesi
(transit ülke) olarak adlandırılır.
Düzenli ve düzensiz göç kavramları, özellikle uluslararası göçlerde karşımıza çıkan iki
kavramdır. “Birey ve toplulukların, yasal yollarla vatandaşı oldukları ülke dışındaki bir ülkeye
girişlerini, o ülkede kalışlarını ve o ülkeden çıkışlarını ifade e[tmek]” üzere düzenli göç kavramı
kullanılır. Düzensiz göç kavramıyla; kaynak, transit veya hedef ülkelerin göçmen kabul
normlarının dışında gerçekleşen ve dolayısıyla da kayıt dışı veya yasa dışı olarak kabul edilen
göçler kastedilir. “Birey ve toplulukların, vatandaşı oldukları ülke dışındaki bir ülkeye yasa dışı
yollardan girişlerini, o ülkede kalışlarını ve o ülkeden çıkışlarını ifade e[tmek]” için ise düzensiz
göç tabiri kullanılır.11 Özellikle düzensiz göçlerde, hedef ülkelerin veya geçiş ülkelerin idarî
makamları, ülkelerine yasa dışı yollardan giren ya da ülke içinde yasalara uygun hareket
etmeyen göçmenlere yönelik olarak, düzensiz göçle ülkelerine gelen göçmenlerin ülkeye
girişlerinde veya ülkeden ihraç edilmeleri sürecinde onları özgürlüklerinden mahrum bırakan
önlemler alırlar. Bu tedbirler idarî gözetim genel başlığı altında değerlendirilir. Ülkemizde de
bu tür durumlar, “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”12 ile düzenlenmiştir.
10 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 4.
11 Her iki tanım için de bkz. Yusuf Adıgüzel, aynı yerde.
12 Türkiye’de göç ve iltica alanında stratejiler belirlemek, konu ile ilgili kurum ve kuruluşlar arasında
koordinasyon sağlamak, yabancıların Türkiye’ye girişleri, kalışları, çıkışları ve sınır dışı edilmeleri,
246
Üzerinde hemfikir olunmuş evrensel bir göçmen tanımı mevcut değildir. Fakat genel olarak,
göçmen tabirinin, bireyin göç etme kararını kendi özgür iradesiyle ve bireysel olarak daha rahat
yaşama amacıyla vermiş olduğu tüm durumları kapsayacak şekilde anlaşılmıştır. Dolayısıyla
göçmen denildiğinde, genellikle, “hem maddî ve sosyal durumlarını iyileştirmek hem de
kendileri veya ailelerinin gelecekten beklentilerini arttırmak için başka bir ülkeye veya bölgeye
göç eden kişi ve aile fertlerini” ifade eden bir tabir olarak kullanılmaktadır.13 BM, göçmeni,
göçün sebeplerini, türünü, niteliğini dikkate almaksızın ‘yabancı bir ülkede bir yıldan fazla
ikamet eden birey’ olarak tanımlamaktadır.
Göçle ilgili önemli ve temel kavramlardan bir tanesi mülteci/lik kavramıdır. 1951 tarihli
Mültecilerin Hukukî Statüsüne Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 1. maddesinde mülteci
“1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir
toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı
sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından
yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti
yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya
dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıs” olarak tanımlanmıştır.14
Göç Terimleri Sözlüğü mülteciyi, “BMMYK [BM Mülteciler Yüksek Komiserliği]’nin
tüzüğündeki kriterlere uygun olan ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi
veya Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin 1967 Protokolüne taraf olan bir ülkede bulunup
bulunmaması veya bu hukuki belgeler uyarınca ev sahibi ülke tarafından mülteci olarak tanınıp
tanınmaması farketmeksizin, Yüksek Komiserler tarafından sağlanan Birleşmiş Milletler
korumasından yararlanmaya hak kazanan kişi.” şeklinde tanımlamaktadır.15
Ev sahibi ülkeler, kendilerine mültecilik talebiyle başvuran göçmenlere bazen kesin mültecilik
statüsü vermemekte ve üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar bu göçmenlerin kendi
uluslararası koruma, geçici koruma ve insan ticareti mağdurlarının korunmasıyla ilgili iş ve işlemleri yürütmek
gibi görevleri ifa etmek amacıyla kurulan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün statüsünü ve görev tanımlarını
da içeren 4 Nisan 2013 tarih ve 6458 sayılı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” için bkz. Yabancılar
ve Uluslararası Koruma Kanunu, Ankara: TC İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü Yayınları,
Aralık 2013. Esere ve kanunun tam metnine şu web adresinden ulaşılabilmektedir:
www.goc.gov.tr/files/files/goc_kanun.pdf [erişim: 15 Nisan 2017].
13 Uluslararası Göç Örgütü, Göç Terimleri Sözlüğü, çev. ed. Bülent Çiçekli, 2009, s. 22. Sözlüğe web ortamında
erişmek mümkündür: www.goc.gov.tr/files/files/goc_terimleri_sozlugu.pdf [erişim: 15 Nisan 2017].
14 Sözleşmenin metni için bkz. www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1951-Cenevre-Sözlesmesi-
1.pdf [erişim: 15 Nisan 2017]. Ayrıca bkz. Av. Ersan Barkın, “1951 Tarihli Mülteciliğin Önlenmesi
Sözleşmesi”, Ankara Barosu Dergisi, 2014, sy. 1, s. 331-360.
15 Göç Terimleri Sözlüğü, s. 42.
247
ülkelerinde kalmalarına izin vermektedirler. Bu statüdeki göçmenler ifade etmek için ise şartlı
mülteci tabiri kullanılmaktadır. İlgili ulusal veya uluslararası belgeler çerçevesinde herhangi bir
ülkeye iltica talebinde bulunan ve iltica taleplerinin sonuçlarını bekleyen mülteci adayları
sığınmacı16 olarak adlandırılmaktadır. Sığınmacılar, taleplerine olumsuz bir cevap aldıklarında,
mültecilik başvurusunda bulundukları ülkeyi terk etmek zorundadırlar. Aksi durumda, o ülkede
kayıt dışı (düzensiz) durumda bulunanlar gibi yakalandıklarında sınır dışı edilebilirler. Kaynak
ülkelerine dönemeyen kişilerden oluşan ya da yakın gelecekte oluşması muhtemel bir kitlesel
göç durumunda sığınma sisteminin bir şekilde işletilememesi gibi bir riskin oluşması halinde,
söz konusu kişilere acil ve geçici koruma sağlamak amacıyla istisnaî bir prosedür tatbik edilir.
Bu uygulama, literatürde geçici koruma olarak adlandırılır. Mültecilik statüsü, hedef ülkelere
hukukî birtakım sorumluluklar yüklediği için ülkeler kimi zaman göçmenleri mülteci olarak
kabul etmekten ziyade sığınmacı veya geçici koruma statüsündeki kişiler olarak adlandırmayı
tercih etmektedirler.
9.2. Göç Teorileri
Sosyal bilimlerde göç farklı boyutlarıyla ve –ekonomi, demografi, antropoloji, tarih, coğrafya
vb. gibi- çeşitli disiplinlerce ele alınmaktadır. Göç konusunu ele alan ilk akademik çalışmalar
arasında sayılan ve en çok atıf alan incelemelerin sahibi Ravenstein, örneğin, bir coğrafyacıydı
ve adıyla bilinen meşhur göç kanunlarını İngiltere’nin nüfus verilerinden hareketle geliştirmişti.
Göç teorileri, çeşitli göç hareketlerinin sebeplerini, yapısını, göç öncesindeki koşulları ve
sonrasında karşılaşılabilecek durumları göç olgusu, göçmenlerin konumu ve göç edilen
bölgenin toplumları açısından irdelemekte ve çeşitli açıklamalar getirerek göç olgusunun
anlaşılması için tipolojiler oluşturmaktadırlar. Göç çalışması yapanların ortak kanısı göç
olgusunun tek bir teori ile yorumlanamayacağıdır. XIX. yüzyılda görülen iç ve dış göç
hareketlerini tek bir kuramla açıklama gayretlerinden sonra, XX. yüzyılın sosyal bilimcileri
farklı kavramlar ve hipotezler kullanarak çeşitli kuramsal modeller geliştirmeye başladılar.17
XX. yüzyıl boyunca geliştirilen pek çok farklı göç teorisi arasında, paradigma, model ve analiz
seviyelerinde de önemli farklılıklar görülmektedir. Bu farklılaşmanın olası sebeplerinden biri,
16 Aslında sözlük anlamı itibariyle iltica sözcüğü ‘sığınma’ anlamına gelmektedir. Fakat hukukî terminolojide
iltica ile sığınma ve -‘iltica eden kişi’ anlamındaki- mülteci ile sığınmacı farklı statüleri tanımlamak için
kullanılmaktadır.
17 Nermin Abadan-Unat, Bitmeyen Göç: Konuk İşçilikten Ulus-Ötesi Yurttaşlığa, İstanbul: Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2006, s. 21.
248
sosyal bilimlerin göç çalışan özel bir alanının olmayışıdır; başka bir deyişle, göç pek çok farklı
disiplinin ilgi alanına girmektedir. Disiplinler, paradigmalar ve analiz seviyeleri arasındaki
farklılıklar, göçün sebeplerini, doğasını ve sonuçlarını geniş bir tartışma zeminine çekmiştir.
1980’lerin başına kadar göç tartışmaları bir yanda neo-klasik diğer yanda tarihsel-yapısalcı
(neo-Marksist, bağımlılık, dünya sistemleri) teorilerden oluşan farklı uçlarda yürütülmekteydi.
Post-modernizmin etkisiyle birlikte, tartışma daha az kutuplu hale gelerek farklı disiplinlerden
ve görüşlerden göç teorisyenleri arasında artan işbirliği göze çarpmaktadır. Ayrıca, farklı göç
tartışmalarının seçilerek birleştirilmesinin mümkün olduğuna dair tartışmalar sıklıkla
yapılmıştır. Göç sebepleri ve sonuçlarının neden genellenemediğine ilişkin yapılan açıklamalar
arasında göç olgusunun çeşitliliğinin ve karmaşıklığının yanı sıra göçü diğer sosyo-ekonomik
ve politik süreçlerden ayrı tutmanın zorluğundan kaynaklanan problemler de yer almaktadır.
Göçü inceleyen makro ve mikro teorileri birleştirmeye çalışmak da diğer bir problem olarak
değerlendirilmektedir. Bu da genel bir göç teorisi oluşturulmasının zorluklarına işaret
etmektedir.
Göç kuramları ekonomik temelli olarak yapılandırılmış ve göç çalışmalarının çoğu emek göçü
üzerine yoğunlaşmıştır. Bunun nedeni tarihsel olarak gerçekleşen bütün göçlerin, çeşitli
sebeplerle (iklim, savaş, doğal afetler vb.) temel ihtiyaçları gidermeye yönelik olarak yapılmış
olmasıdır.
Pek çok uluslararası göçün de itme-çekme teorilerinde yer aldığı şekli ile az gelişmiş ya da
gelişmekte olan ülkelerin yaşadığı istihdam probleminden kaynaklı itme faktörleri nedeniyle ve
gelişmiş ülkelerin sosyal devlet anlayışı, yüksek sanayileşme hızı neticesinde doğan işgücü
talebinin ortaya çıkardığı çekme faktörleri neticesinde oluştuğu bilinmektedir.
Sosyal bilimlerde uluslararası göç tartışmaları, sanayileşme ile birlikte İkinci Savaş sonrasında
yaşanan işgücü eksikliği ile daha fazla tartışılır olmuştur. Erken dönem göç teorileri ise daha
çok göç ve göçmenlik tanımları, unsurları ve sebepleri bağlamında ve kısa mesafe göçü ve kır-
kent göçü tartışmaları ekseninde geliştirilmiştir. Erken dönemde göç meselesini ilk defa
tartışmaya açan kişi, asıl çalışma alanı coğrafya olan Ernest G. Ravenstein’dir. Göç üzerine ilk
sistematik teoriyi geliştiren neo-klasik ekonomi yaklaşımı da, göçün istatistiksel kurallarını
formüle eden Ravenstein’dan etkilenmiştir.18 İç göçleri oluşturan yasaların uluslararası göçler
18 Stephen Castles ve Mark J. Miller, Göçler Çağı: Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri, İstanbul:
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 31.
249
için de geçerli olduğunu belirten Ravenstein, bazı genellemelere gitmiştir. Ravenstein’den
sonra göç üzerine çalışan birçok sosyal bilimci de benzer genellemelerden hareket etmiştir:
“Bu tür genel teoriler insanların nüfusun yoğun olduğu yerlerden seyrek nüfuslu yerlere, gelir
düzeyinin düşük olduğu yerlerden gelirin/kazancın yüksek olduğu yerlere göç etme eğilimlerini
vurgular veya göçü iş döngülerindeki dalgalanmalarla ilişkilendirirler. Bu teoriler sıklıkla itme-
çekme teorileri olarak bilinir, çünkü göçün nedenleri olarak insanları doğdukları yerlerden
ayrılmaya zorlayan itici faktörleri ve onları göç alan belirli ülkelere çeken çekici faktörleri
algılarlar.”19
9.2.1. Ernest George Ravenstein ve “Göç Yasaları”
Ravenstein, 1885’de ve 1889’da yayımladığı “The Laws of Migration” (“Göç Yasaları”)
başlıklı 2 ayrı makale ile göç teorilerinin temelini atmıştır. Ravenstein, yaklaşımını 1871 ve
1881 yıllarına ait İngiliz nüfus sayımı istatistiklerini baz alarak geliştirmişti. İlk makalesine göç
yasalarını açıklamaya, göç merkezlerindeki işgücü talebinin göç akışına sebep olduğuna dair
herhangi bir şüphe olmadığından bahsederek başlar: “Eğer bir şekilde göç yasalarından
bahsedeceksek, biz sadece ülkenin bir tarafındaki işgücü eksikliğini diğer tarafındaki bolluktan
temin edileceğine işaret etmiş oluruz”20 diyerek göç yasalarını sıralamaya başlar.
Ravenstein’in göç yasasını oluşturan ilk unsur, -tüm göç teorilerinin de alt yapısını oluşturan-
göç ve mesafe arasındaki ilişkidir. Ravenstein bu ilişkiyi sanayileşme durumuna bağlayarak
evrensel bir hareketliliğin varlığına değinir. Nüfusun yer değiştirmesi yeni göçlerin oluşumuna
olanak sağlamaktadır. Sanayi merkezlerinin cazibesi kırsal kesimde yaşayanlar için bir çekim
unsurudur. Bunun en büyük göstergesi olarak, kır nüfusuna oranla şehir merkezlerinin
nüfusunda yaşanan patlamayı göstermektedir. Göçmenler kısa seyahatleri uzun seyahatlere
tercih eder. Uzun mesafe göçmenlerinin girişimleri istisnadır ve kural değildir. Göçmenlerin
büyük çoğunluğunun sadece yakın mesafelere göç ettiğinin kanıtlandığını belirten Ravenstein,
göçmenleri içine alan büyük sanayi ve ticaret merkezlerine doğru yaşanan evrensel
hareketliliğin ve nüfusun yer değiştirmesinin göç akımlarını yarattığını ifade etmektedir.
Ravenstein’ın istisna olarak nitelendirdiği uzun mesafe göçlerinin günümüzün küreselleşmiş
dünyasında istisna tutulamayacak göç türleri olduğu belirtilmelidir. O nedenle, Ravenstein’ın
19 Aynı yerde.
20 E. G. Ravenstein, “The Laws of Migration”, Journal of the Statistical Society of London, Haziran 1885, c. 48,
sy. 2, s. 198 [ss. 167-235].
250
göç teorisinin, temeli itibari ile göç hareketlerini belirleme hususunda sınırlı kaldığından söz
edilebilir.
Ravenstein’ın göç yasalarından ikincisi olan göç aşamalarına göre, göç ile aşamalı bir şekilde
boşluklar doldurulur. Göç hareketinin doğal bir sonucu olarak ülkenin gelişmiş/sanayileşmiş
şehirlerinin etrafında yaşayanlar bu şehir merkezlerine akın ederler ve şehirlerin çevresindeki
kırsal bölgelerde nüfus bakımından meydana gelen boşluklar ülkenin daha uzak bölgelerden
gelen göçmenlerle doldurulur. Hızla büyüyen şehirlerin çekici gücü, aşama aşama ülkenin en
ücra köşesinde hissedilir.
Ravenstein’ın geliştirdiği göç yasasının üçüncü bir unsuru, her ana göç akımının dengeleyici
bir karşı akım ürettiğidir. Başka bir deyişle, göç olgusunda yayılma ve emme süreçleri birbirini
destekler niteliktedir ve iki süreç el ele yürümektedir. Emmenin olduğu kentlerin kırsal nüfusu,
ülke nüfusuna benzer oranda ya da daha fazla yükselir. Yayılma sürecinin yaşandığı şehirlerin
kırsal nüfusu ise ya çok yavaş yükselir ya da düşer. Uluslararası göçlerin etkisi ile emme
sürecinin yaşandığı gelişmiş ülkeler, eğer göçleri sınırlayan bir yasa da yok ise, emme sürecinde
bir doyum yaşayarak belirli bir zaman sonra göç sınırlamasına gideceklerdir. Çeşitli kültürlerin
bir arada yaşamasına sebep olan göçlerin yaşandığı Avrupa, ABD, Avustralya ve Kanada gibi
ülkelerin geçirmiş olduğu süreç bu şekildedir. Bütün kültürlerin bir arada uyum içerisinde
yaşayabilmesi adına geliştirmiş oldukları çok-kültürcülük politikalarının başarısızlığa uğradığı
iddiası ile, bir anlamda karşı akım üreterek denge kurma çabasındadırlar. Göç sınırlamasına
gidilmesi ile aynı zamanda illegal yollardan göçmen olarak kalanların sebep olduğu problemler
gündemi meşgul etmektedir. Yasaklama bazı durumlarda belirli etnik ya da dinî kimliğe sahip
olan gruplar için uygulanmaktadır. Bu da farklı kültürel gruplar arasında çatışmalara sebep
olmaktadır. Daha ucuz işgücü olarak görüldükleri için kaçak göçmenlere karşı belirli bir talep
de söz konusudur. Göçle ilgili görüşlerini ilerleyen sayfalarda kısaca tanıtacağımız Michael J.
Piore’ye göre sanayileşmiş ülkelerdeki işverenler, metropol ülkenin işçileri tarafından
beğenilmeyen işlere bu kaçak göçmenleri yerleştirmişlerdir.21 Düzensiz/kaçak göçlere sebep
olan husus, bu bölgelere daha önce legal bir şekilde göç eden yakınların varlığıdır. Piore bütün
ekonomik göçlerin tarihsel süreçleri göz önünde bulundurulduğu takdirde işe alım süreçlerinin
göç üzerinde etkili olduğu görüşündedir. Göçler işe alım süreçleri ile birlikte
değerlendirilmedikleri takdirde, göç alış-verişi olan ülkeler arasında bir göç hareketinin uzun
bir zaman diliminde pek görülmeyişinin ve birdenbire oluşan göç akımlarının sebeplerinin
21 Michael J. Piore, “Comment”, Industrial and Labor Relations Review, Nisan 1980, c. XXXIII, sy. 3, s. 312.
251
anlaşılamayacağı iddiasında bulunan Piore, ekonomik göçlerin sebebinin işgücüne yönelik
legal ya da illegal bir talep olduğunu belirtmektedir. Bu noktada göçmenler için çekme
faktörlerine sahip olan çeşitli Avrupa ülkeleri, Avustralya ve Kanada ihtiyaçlarına binaen çeşitli
ülkelerle ikili işgücü anlaşmaları imzalamışlardır.
Ravenstein dördüncü yasasında, göçün zamanla zincirleme olarak geliştiğini ve göç alan
yerleşim yerlerinin aynı zamanda göç de verdiğini vurgular. Ona göre, her bir göç dalgası bir
diğer göç dalgasını tetiklemektedir.
İlk dört kanununda aşamalı ve zincirleme bir göçten bahseden Ravenstein, beşinci göç
kanununda, doğrudan, uzun mesafeli ve basamaksız bir göç türünden bahseder. Uzun mesafeli
göçlerde, göç eden kişiler büyük ticaret, endüstri merkezlerine yönelmekte ve aşamaları dikkate
almaksızın doğrudan bu şehirlere yerleşmektedirler.
Ravenstein’in altıncı göç yasası, şehirlerde yerleşik olanların kırsal kesimde yerleşik olanlara
kıyasla daha az göç etme eğiliminde olduklarını iddia eder. Şehirlere yönelen göçlerin
şehirlerde yaşayanları göç etmeye sevk etmediğini, oysa kırsal bölgelere yapılan göçlerin kırsal
bölgede mukim olanları göç etmeye yönelttiğini ifade eder.
Ravenstein’in yedinci ve son göç kanunu cinsiyetle ilgili bir iddiada bulunur. Ravenstein’e göre
kadınlar, erkeklere kıyasla daha fazla göç etme eğilimindedirler. 1889’da yayımladığı ikinci
makalesinde22 bir düzeltme yapar ve kadınların sadece kısa mesafeli göçlerde erkeklere kıyasla
daha fazla istekli olduklarını vurgular.
Ravenstein, aynı başlıkla yayınladığı bu ikinci makalesinde, göç olgusuna ilişkin bazı yeni
tespitlerde bulunmuştur. Ona göre; baskıcı hukukî düzenlemeler, ağır vergiler, kötü iklim
şartları göç dalgaları meydana getirmekle birlikte, bunların hiç biri insanların daha iyi
ekonomik koşullarda yaşama istekleriyle mukayese edilemez. Ravenstein, ayrıca, sürekli olarak
artış gösteren üretim ve ticaret merkezleri nedeniyle göçün artarak devam ettiğini tespit eder ve
bu eğilimin devam edeceğini vurgular.
22 E. G. Ravenstein, “The Laws of Migration”, Journal of the Royal Statistical Society, 1889, c. 52, sy. 2, s. 288
[ss. 241-305]. Ravenstein’in göç yasalarının özet bir anlatımı için ayrıca bkz. Cemal Yalçın, a.g.e., s. 23-28;
Yusuf Adıgüzel, a.g.e., s. 22-25.
252
9.2.2. Samuel A. Stouffer ve Kesişen Fırsatlar Teorisi
Samuel A. Stouffer; Ravenstein’den sonra sayısız çalışma hareketlilik ve mesafe arasındaki
yakın ilişkiyi göstermiş olsa da, itme-çekme kuramlarının mesafe faktörü konusunda yetersiz
kaldıklarından hareketle kendi kuramını geliştirmiştir. Stouffer; mesafenin, kavramsal ve
deneysel olarak itme-çekme teorilerine dahil edilmediği müddetçe analizlerin yararlı
olamayacağına inanır. Bununla birlikte, kesişen fırsatlar teorisi olarak adlandırdığı teorisine
göre, Ravenstein’in söylediğinin aksine hareketlilik ve mesafe arasında zaruri bir ilişki yoktur.
“Kesişen fırsatlar” kavramını ön plana alarak belirli bir mesafeye gidenlerin sayısının oradaki
fırsatların sayısı ile doğru, kesişen fırsatların sayısı ile ters orantılı olduğunu iddia etmiş ve
bunu matematiksel sembollerle formüle etmiştir. Bir kişinin yerini doldurduğu bir boşluk ve
yerini doldurmadığı ama doldurma ihtimali olan diğer boşlukları fırsatlar olarak tanımlar.
Kesişen fırsatlar ise yeni taşındığı yerde, daha önce yaşadığı yerdekine benzer boşluklardır.
Benzer boşluklar anlaşılmadan kesişen fırsatları anlamak zor olabilir. İki boşluk tam anlamıyla
birbirine benzeyemeyeceği için kira ya da ırk gibi belirgin özellikler üzerinden tanımlanabilir.
Aynı değerde satın alınabilecek ya da kiralanabilecek boşluklar ya da etnik toplulukların
yaşadığı bölgelerde var olan boşluklar benzer boşlukları oluşturmaktadır. 23
9.2.3. Everett S. Lee ve Göç Teorisi
Everett Lee, Stouffer’in kesişen fırsatlar teorisini geliştirerek kendi kuramını oluşturmuştur.
Süresine bakılmaksızın her göçün bir başlangıç yerini, bir varış yerini ve kesişen engelleri
içerdiği şeklinde bir tanımlama yapmaktadır.24 Göçe karar verme ve göç sürecinde etkili olan
dört faktör vardır: Başlangıç yeri ile ilgili faktörler, varış yeri ile ilgili faktörler, kesişen engeller
ve kişisel etkenler. Lee, bu faktörlerin ilk üçünü Grafik-1’de göstermektedir.
23 Samuel A. Stouffer, “Intervening Opportunities: A Theory Relating Mobility and Distance”, American
Sociological Review, Aralık 1940, c. 5, sy. 6, s. 845 vd. [ss. 845-867].
24 Everett S. Lee, “A Theory of Migration”, Demography, 1966, c. III, sy. 1, s. 49 [ss. 47-57].
253
1966’da yazmış olduğu “A Theory of Migration” başlıklı makale ile, göç tartışmalarına ve
kuramlarına yeni bir yön veren Everett Lee, “The Laws of Migration”dan sonra, üç çeyrek
yüzyıl boyunca Ravenstein’dan alıntı yapan ya da ona meydan okuyan çok fazla kişi olduğunu
ve binlerce göç çalışması yapıldığını fakat bunların çok azının açıklayıcı genel bir teori
geliştirdiğini vurgular. Ravenstein’i eleştirir, fakat onun makalelerinin test sürecinde olmasına
karşın, göç teorisinin başlangıç noktası olduğunu vurgular. Yapılan göç çalışmalarının da
mukayese edilebilir bir farklılık getirmediğini düşünmektedir. Yaş ve göç, cinsiyet ve göç, ırk
ve göç, mesafe ve göç, eğitim ve göç, işgücü ve göç gibi birçok çalışma yapılmış olsa da, bu
çalışmaların çoğunun göçün yoğunluğu ile fazla ilgilenmeyerek göçmenlerin özelliklerine
odaklandıklarını söyleyen Lee, çalışmaların çok azının göç sebepleri ve asimilasyonla ilgili
olduğunu ifade etmektedir.
Lee’nin teorisine göre, insanları bir alanda tutan veya oraya çeken ve uzaklaştıran faktörler
vardır. Bunlar şemada ‘+’ ve ‘–’ işaretleri ile gösterilmiştir. ‘0’ ile gösterilenler ise, kişiler için
önemsiz olan faktörlerdir. Bu faktörlerin bazıları çoğu insanı aynı şekilde etkilerken, bazıları
da farklı kişileri farklı şekillerde etkiler. Bazı faktörler birçokları için aynı etkiye sebep olurken,
bazıları farklı kişileri farklı yönde etkiler. Hemen herkes için güzel bir iklim çekici, kötü iklim
ise iticidir. Fakat güzel bir eğitim sistemi küçük çocukları olan ebeveynler için çekici iken,
çocuğu olmayanlar için yüksek gayrimenkul vergisinden dolayı iticidir. Bekar ve vergiye tabii
Grafik-1: Yaşanan Yer ve Göçülecek Yerlerdeki Faktörler ve Göç Sürecinde İşe Karışan Engeller Origin:
Yaşanan Yer, Köken.
Destination: Hedef şehir/ülke, göç edilecek yer.
Intervening obstacles: Kesişen engeller, göç sürecine müdahalede bulunan engeller.
Kaynak: Everett S. Lee, a.g.m., s. 50.
254
mülkü olmayan bir kişi için ise bir önemi yoktur. Artılar (+) ve eksiler (–) göç etmeden önceki
yerde ve göç edilen yerde her bir göçmen için farklı şekilde tanımlanır. Tutan, çeken ve iten
faktörler, sosyal bilimciler ya da doğrudan etkilenen kişiler tarafından tam olarak anlaşılamaz.
+’lar ve –’lerin hesabında kesinlik yoktur. Hareket merkezi ile varış merkezini etkileyen
faktörler arasında önemli farklılıklar vardır. Göç edilen yer hakkında çok net bir bilgi yoktur.
Orada yaşadıkça, göç edilen ülkenin ya da bölgenin avantajları ve dezavantajları algılanır.
Her ne kadar göç iki bölge arasındaki faktörlerin karşılaştırılması sonucu meydana gelse de,
basit bir +’ların ve –’lerin hesaplanması yöntemi göç hareketine karar verilmesinde yeterli
değildir. İki nokta arasındaki kesişen engeller bazı durumlarda hafif, bazı durumlarda ise başa
çıkılamayacak derecededir. Bu engeller arasında yer alan çalışılan mesafe, her yerde var olan
ve kesinlikle en önemli olanıdır. Berlin Duvarı gibi gerçek fiziksel engeller araya girebilir ya
da göçle ilgili hukukî düzenlemeler hareketliliği engelleyebilir.
Sonuç olarak bireysel başlangıçları etkileyen, kolaylaştıran ya da engelleyen birçok kişisel
faktör vardır. Lee, göç kararının tamamıyla mantıklı bir süreç olmadığını da düşünmektedir.
Bazı durumlarda, mantıklı olan sebeplerin mantıksız olan sebeplerden daha az olduğu
vurgusunu yapan Lee, -binlerce göç çalışmasının genellemelere varamadığına ilişkin
eleştirisiyle çelişkiye düşmekle birlikte- geçici duyguların, ruhsal bozuklukların ve ani gelişen
olayların birçok göçün sebebi olduğunu ve genellemelerin geçerli olmadığının kabul edilmesi
gerektiğini söylemektedir.
9.2.4. Larry A. Sjastaad ve İnsan-Sermaye Modeli
Neo-klasik mikro ekonomi bağlamında İnsan-Sermaye 25 (Human-Capital) göç modelini
geliştiren Larry A. Sjastaad göçü gelecekten beklenen fayda umudu ile bedeli olan bir yatırım
olarak değerlendirmektedir. En basit hali ile, potansiyel göçmen gidebileceği her bölge için tüm
riskleri/bedelleri değerlendirerek net kârını hesaplamak zorundadır. Göçmen net kârın en
yüksek olduğu bölgeye hareket etmektedir. “Bu teorinin ciddi bir eksikliği vardır. O da karar
25 İnsan-Sermaye göç modeli Sjastaad tarafından oluşturulmuş ve Cebula, Langley, Hart gibi birçok yazar
tarafından geliştirilmiştir. Detaylı bilgi için bkz. Siegfried Berninghaus ve Hans-Günther Seifert-Vogt, “A
Microeconomic Model of Migration”, Migration and Economic Development, Klaus F. Zimmermann (ed.),
Berlin: Springer-Verlag, 1992.
255
verecek olan kişinin gelecekteki geliri ve ödeyeceği bedellerin belirsizliğinin ihmal edilmiş
olmasıdır.”26
9.2.5. Michael P. Todaro ve Göç
Sjastaad’ın incelemelerinde eksik kalan husus, Michael P. Todaro’nun göç çalışmalarında çığır
açıcı bir etki yapan makalesi “A Model of Labor Migration and Urban Unemployment in Less
Developed Countries” (“Az Gelişmiş Ülkelerde Bir Emek Göçü Modeli ve Kent İşsizliği”
[1969])’nde dile getirilmiştir. Todaro tahminî iskontolu gelecek gelirini düşünerek, İnsan-
Sermaye modelinin basit bir versiyonunu geliştirmiştir. Bu modelde, belirsizlikle başa
çıkabileceğini düşünerek göç eden kişi, göç ile göç hakkında bilgi toplayacaktır ve sonunda iş
bulamamak gibi kötü bir deneyimi olmuşsa geri dönmeye karar verecektir. İleriye yönelik
olarak düşünülürse, eğer rasyonel bir kişi ise, göç etmeden önce ileride göç edebileceği yerlerin
hesabını yapmıştır. Sjaastad’ın insan-sermaye yaklaşımında ise böyle bir davranışı modellemek
imkan dahilinde değildir.
Bu noktada ileri sürülebilecek olan iddia, uluslararası göç deneyimini yaşayan ilk kuşak
göçmen grubu ile sonraki kuşaklar arasında belirsizlikler noktasında farklılıkların yaşanacağına
ilişkindir. Kendisinden önce göçü deneyimlemiş tanıdıkları/yakınları olan kişilerin, artı ve
eksileriyle yaşanabileceklerin neler olduğuna dair kendilerine bir yörünge çizildiği takdirde, ve
elbette ortak bir kültürü paylaşıyorlarsa eğer, benzer hikayelerle karşılaşma ihtimalleri çok
yüksektir. Fakat Todaro’nun ve Lee’nin de belirttiği üzere, göç hakkında net bir bilgiye ancak
göç esnasında ulaşılacaktır. Uluslararası göçü deneyimleyen birçok kişinin belirli bir süre sonra
geri dönme planları yaparak göç kararı verdikleri halde gittikleri bölgede beklentilerini tahmin
ettikleri süreç içerisinde tam olarak karşılayamamaları neticesinde, kısa süreli göç kararlarının
kalıcı göçlere dönüştüğü görülmektedir.
Todaro kendi modelinde köyden kente göç kararını fonksiyonel olarak iki temel değişkenle
ilişkilendirmektedir. Bu değişkenlerin ilki, kent ve kır arasındaki reel gelir farklılaşmasıdır.
Diğer değişken ise kent işini elde etme ihtimalidir. Todaro, ikinci değişkenin analizde çok
önemli bir rol oynadığını ve bu ihtimal ilkesini bütün çerçeveye dahil ederek açıklama
26 Ayşe Mahinur İnan, “Çok-kültürlülük Tartışmaları Bağlamında Avustralya’da Yaşayan Türklerin Kimlik
Algısı”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s. 59. İnan, Avustralya’ya
yaşayan Türk göçmenlerin kimlik algılarını incelediği bu yüksek lisans çalışmasında, göç literatüründeki
kuramların derli toplu bir özetlemesini yapmıştır. Göçle ilgili bu bölümün yazımında, İnan’ın yüksek lisans
çalışmasının ilgili bölümünden geniş bir şekilde yararlanılmıştır.
256
yapmanın yol gösterici olacağını düşünmektedir. Bu noktada, göçmenin iş bulmak için ne kadar
beklemesi gerektiğine dair soru gündeme gelmektedir. İşsiz kalma riski ve ihtimalini ya da
belirli bir süre içinde elverişli bir iş bulma ihtimalini dengelemek zorunda olan göçmen için
göç, göçü müteakip belirli bir süre zarfında kent reel geliri kırdaki reel gelirden az bile olsa,
hâlâ rasyonel bir tercih olmayı sürdürür. Todaro’nun kır-kent göçü üzerinden yapmış olduğu
tanımlama uluslararası göçlere de uyarlanabilir. Bu noktada göçmenin göç kararı, ülkesini terk
edip belirli bir süre çalışıp birikim yaptıktan sonra geri dönmek üzerine kurulu olduğu takdirde,
iş bulma ihtimalinin düşük olduğu yerleri tercih etmeyeceği bilinmektedir.
Az gelişmiş ülkelerdeki emek gücü iki aşamalı bir fenomen olarak ortaya çıkmaktadır. İlk
aşama, vasıfsız bir tarım işçisinin kente göç etmesi ve ilk başlarda kentsel sektörlerde geçirdiği
belirli bir süredir. İkinci aşamaya modern sektörlerde sürekli bir işin kazanımı ile geçilir.
9.2.6. George J. Borjas ve Göç Teorisi
Neo-klasik mikro ekonomik göç teorisinin diğer bir teorisyeni Borjas, neo-klasik ekonomik
teoriye göre bireylerin faydayı maksimize ettiğine işaret ederek, yeni yerleşecek yer arayan
bireylerin refahı maksimize ettiğini ifade etmektedir. 27 Ekonomik göç teorisi, uluslararası
sınırlara dağılan emeği analiz eder. Teori, kişisel çıkarları için göç eden bireylerin davranışsal
çıkarımları üzerine kurulmuştur. Bireysel davranışlar kişilerin refah seviyesine ya da gitmek
istedikleri bölgenin göçmen politikalarına bağlı olarak farklılaşmaktadır. Bazı ülkeler yetenek,
meslek, politik geçmiş ya da akrabalık ilişkileri gibi sınırlar getirirler. Bu farklı statüler farklı
bireylerin göç maliyetlerinde değişikliklere sebep olur. Bireyler göç kararını verirken farklı
alternatiflerin maliyetlerini hesaplarlar ve kendilerine maddi olarak ya da göçmen politikaları
anlamında en uygun olanını seçerler.
Göç teorilerinin (i) göç akışının yönünü, büyüklüğünü ve yapısını belirleyen faktörlerin tespit
edilmesine, (ii) göçmenlerin ev sahibi ülkeye nasıl adapte olduklarına ve (iii) göçün, göç alan
ve veren ülkelerin ekonomik yapısını nasıl etkilediğine yönelik olarak 3 temel soru üzerinde
yoğunlaştığını belirten Borjas, bu soruların hepsine birden cevap verebilen tek bir teorinin
olmadığına dikkat çekmektedir. Ekonomik ve politik koşullar değiştiğinde göç akımlarının
27 George J. Borjas, “Economic Theory and International Migration”, International Migration Review, Güz
1989, c. XXIII, sy. 3, Special Silver Anniversary Issue: International Migration an Assessment for the 90's, s.
460 [ss. 457-485].
257
yönü, büyüklüğü ve yapısı da değişir. Başka bir deyişle, bütün göç akımlarını karakterize eden
evrensel bir göç yasası yoktur.
9.2.7. Yeni Ekonomi Kuramı
Göçün sadece bireylerin aldığı kararlar doğrultusunda gelişen bir olgu olmaktan ziyade, tüm
ailenin hatta bazen bütün bir topluluğun yani birbirleri ile bağlantıları olan kişilerin kararları
neticesinde oluştuğu iddiasından hareket eden Oded Stark, Eliakim Katz ve David Levhari’nin
geliştirmiş olduğu yeni ekonomi kuramına28 göre, kişiler kendi referans grupları içinde düzenli
olarak kişiler arası gelir karşılaştırmaları yaparlar. Bu karşılaştırmalar psikolojik bedeller ya da
yararlar veya göreli yoksunluk ya da göreli tatmin sağlarlar. Kişiler bir yerden diğer bir yere
aynı referans grubu içindeki göreli pozisyonunu değiştirmek için göç eder ya da referans
grubunu değiştirir. Göreli yoksunluğu daha yüksek olan bireyin göreli yoksunluğu daha az olan
bireye kıyasla, göç etmek için çok daha yüksek bir motivasyonunun olması beklenir. Gelir
eşitsizliği daha yüksek olan bir grubun göreli yoksunluk düzeyi daha yüksektir ve bu grup
içinde yüksek bir oranda göç vardır. Bazı kişiler göç ettiği zaman, göç etmeyenlerin hissedeceği
göreli yoksunluk oranı da değişecektir. Böylece göç için ikinci safha başlamış olur.29 Bireylerin
göç davranışının, göreli yoksunluk algılarına göre değişmesi ve aynı zamanda göç davranışının
bireylerin beceri seviyelerine göre farklılaşması da beklenmektedir. Göç kararı göçmen ve
göçmen olmayan gruplar tarafından birlikte alınır. Bedeller ve kazançlar paylaşılır.
Bu yaklaşım göç teorisinin ilgisini bireysel bağımsızlıktan karşılıklı bağımlılığa çevirmiştir.
Yani göçü, umutsuzluk ya da sınırsız optimizasyon olarak değil de, hesaplanmış bir strateji
olarak değerlendirir.
9.2.8. William Petersen ve Göç Tipolojisi
Birçok uluslararası göç çalışmasının, bir ülkeden diğer bir ülkeye hareket üzerine odaklandığını
ve daha kapsamlı olan çalışmaların tek bir tarihsel dönemle ilgilendiklerini düşünen William
Petersen, vurgunun analizden çok tanımlama üzerine olduğunu belirtmektedir. Sınırlı sayıdaki
dataya uygulanan teorik çerçevenin yetersiz kaldığını düşünen Petersen, yapılmış olan iç göç
28 Abadan-Unat, a.g.e., s. 24.
29 Oded Stark ve David E. Bloom, “The New Economics of Migration”, The American Economic Review, Mayıs
1985, c. 75, sy. 2, Papers and Proceedings of the Ninety- Seventh Annual Meeting of the American Economic
Association, s. 174-175 [ss. 173-178].
258
ve uluslararası göç analizlerini bir araya getirerek genel bir göç teorisine hazırlık olarak bir
tipoloji geliştirdi. Tipolojisini, daha önce Henry Pratt Fairchild tarafından geliştirilen tipoloji
üzerine bina etmiştir. 30 Fairchild işgal, fetih, kolonileştirme ve göç şeklinde tasnif ettiği
hareketliliği iki eksende incelemişti. Göç alan ve veren ülkelerin kültürel farklılıkları ile
hareketliliğin türü tanımlamayı farklılaştırmaktadır. Yüksek kültüre sahip olan ülke, fetih ve
kolonileştirme hareketleri kapsamında göç veren konumundayken, işgalde göç alan ülke
konumundadır. Göç ise yaklaşık olarak aynı uygarlık seviyesindeki köklü ülkeler arasında,
bireysel olarak gerekçelendirilmiş barışçıl bir harekettir. Kültür seviyesindeki fark ve hareketin
barışçıl olup olmadığının belirlenmesi temelinde iki kriter ile analiz yapan Fairchild’in bu
sınıflandırmasında bazı eksiklikler tespit eden Petersen, yüksek kültür ve düşük kültür ayırımı
yapmanın etnosentrizme davetiye çıkarmak olduğunu düşünür ve Fairchild’in etnosentrik
olarak tanımladığı bakış açısını eleştirir.
Göç analizleri içerisinde göç sebepleri incelenirken bu sebeplerin altında yatanları, göçü
kolaylaştıran dış etkenleri ve göç güdüleri gibi diğer faktörleri ayırt etmek için fazla bir teşebbüs
olmadığını düşünen Petersen, göçmenlerin güdülerini ve göçün sosyal sebeplerini ayırt etme
hususunda başarısız olmanın, göç analizlerini mantıksal berraklıktan yoksun bırakacağını
düşünmektedir. Göçmenlerin istek seviyelerini, göç analizi için önemli görmektedir. Göç sosyal
hareket aşamasına ulaştıktan sonra, göçmenlerin güdüleri çok az ilgi odağı olmuştur.
Olgunlaştırılmış bir göç teorisi oluşturmak, Petersen’e göre, göç teorilerinde yaygın olarak
kullanılan itme-çekme kutupluluğunun düzeltilmesi ile sağlanabilir; bu düzeltme de, keşif göçü
ve muhafazakar göç ayırımına “isteklilik dereceleri”nin eklenmesiyle yapılabilir. Petersen’in
isteklilik seviyesini temel alan tipolojisine göre, beş çeşit göç vardır: İlkel, zoraki,
yönlendirilmiş, serbest ve kitlesel göç.
Petersen’in ilk göç tipi ekolojik bir itme sonucunda gerçekleşen ilkel göçlerdir. İlkel göç; ilkel
insanların gezinmesinden daha ziyade insanoğlunun doğal zorluklarla baş edebilme
konusundaki yetersizliği sonucundaki hareketliliği ile ilişkilendirilir. Sanayi öncesi toplumların
göçleri itme-çekme yasası ile değil, sadece itme ve kontrol ile ilişkilendirilebilir. Pastoral
toplumlar yine açık arazilerde yaşamaktadır. Rotaları doğaya ya da insan yapımı engellere -
dağlar, şelaleler, Çin Seddi vb.- göre şekillenir.
30 Fairchild’in görüşleri için bkz. Henry P. Fairchild, Immigration: World Movement and its American
Significance, New York: Macmillan, 1913.
259
Tarım topluluklarının yaşadığı ilkel göç toprağın üretimi ve o topraktan yararlanan kişi
sayısında uyumsuzluk olduğunda meydana gelir. Bu durum aniden gelen bir kuraklık ya da
çekirge sürüsü saldırısı gibi afetler sonucu olabildiği gibi, zaman içerisinde meydana gelen
nüfus yoğunluğu ve üreme fazlalığı sonucunda da olabilir. Göçe teşvik eden böyle bir nüfus
baskısı sonucu bireyler yeni bir tarım arazisi arayışına girişirler. Bu arayışın modern çağda varış
noktası kent olmuştur. Göç, tutucu olmaktan ziyade keşif nitelikli olmaya başlamıştır. Bunlar
ekolojik itme ve kontroller sonucunda oluşan göç tipleridir, genellikle coğrafi faktörler etkili
olurken, bazen de sosyal faktörler etkili olmuştur.
Eğer ilkel göçte rol oynayan faktör ekolojik baskı ise, zoraki göçte devlet ya da benzeri sosyal
kurumlardır. Bu göç kategorisini yönlendirilmiş ve zoraki olarak ikiye ayırmayı faydalı bulan
Petersen, iki göç tipi arasındaki farklılığı karar verebilir olma durumu ile ilişkilendirir.
Yönlendirilmiş göçte göçmenlerin gitmek ya da kalmak kararını verecek gücü vardır. Zoraki
göçte ise herhangi bir güce sahip değillerdir; kendilerinden daha güçlü olan tarafların
zorlamalarına boyun eğerler.
Yönlendirilmiş göçün benzeşik formu amele/vasıfsız işçi ticareti olarak adlandırılır. Bu sadece
Asyalıların çiftliklere doğru olan hareketi değildir, XVIII. yüzyılda İngiliz sömürgelerine
gönderilen sözleşmeli beyaz işçilerin göçü de bu türden bir göçtür. Bu göçmenler belirli süreli
bir sözleşme imzalamış olsalar da, altına girdikleri borçları ödeyebilmek için hizmet süreleri
belirsiz bir hal almıştır.
Göç çeşitlerinde göçmenlerin isteği görece önemsiz bir faktör olarak yer almıştır. İlkel göç
temel fiziksel ihtiyaçları giderebilmek için gerçekleştirilirken, zoraki göçte, göçmenler
çoğunlukla pasiftir. Karar verme unsuru olarak göçmenlerin arzusunun ön plana çıktığı göç
tipleri serbest göç olarak tanımlanmaktadır. Serbest göçü gerçekleştiren ilk grup entelektüeller
ve macera severlerdir. Bu ilk aşamayı oluşturmaktadır. İlk aşama, ikinci aşama olan grup
göçüne yol açmıştır. Bu öncü hareketin önemi büyüklüğünde değil, sonraki göç hareketlerini
meydana getirecek olan çok farklı sınıflara yol açmasındadır.
Serbest göç oldukça küçük ölçeklidir. Bireylerin yenilik ve değişiklik arama istekleri yaygın
değildir. Yaşamın her alanında olduğu gibi, öncülerin en önemli tavrı kendilerini takip
edenlerin yollarını aydınlatmaktır. Göç bir tarz, kolektif davranışın bir örneği olarak kurulmuş
bir model olur. Böyle bir hareketin genişlemesi/büyümesi yarı otomatiktir. Göç edecek insanlar
olduğu sürece, göçün temel sebebi önceki göçlerdir. Diğer şartlar caydırıcı ya da teşvik edici
olarak işler. Fakat bu tarz kişisel tutuma bağlı bir çerçeve içinde nüfusun artması dışındaki
260
bütün faktörler, sabit davranışa göre prensipte önemlidir. Daha önce belirtildiği gibi, göç bir
sosyal örüntü olarak kurulduğu zaman, artık bireysel motivasyonlarla ilişkili değildir.
Oluşturduğu tipolojiyi araç olarak gören Petersen, göç olgusunu ele almak üzere geliştirmiş
olduğu tipolojinin, kavramsal tipleri sıralayarak göç teorisinin gelişmesine bir temel
oluşturmada faydalı olduğunu belirtmekte ve göç olgusunu ele alan çalışmaların istatistiki
değerlendirmeler dışına çıkamadığını, herhangi bir teorik arka planı olmadığını ya da göç
çeşitleri (iç-dış göç) ve göç süreleri (sürekli-geçici) arasındaki farklılıkların teorik olarak önem
arz etmediğini vurgulamaktadır. Bütün disiplinlerde tercih edilen yöntemin, kavramlar
arasındaki mantıksal ilişkiyi kurmak ve bu kavramsal çerçeveye göre istatistiki veriler
toplamaktan ibaret olduğunu eleştirel bir dille ifade eden Petersen tipolojisinin kavramsal tipleri
oluşturduğunu iddia etmektedir.31
9.2.9. Michael J. Piore ve İkili Emek Piyasası Teorisi
Çağdaş göç teorilerinden İkili Emek Piyasası teorisi Michael J. Piore tarafından Birds of
Passage (Cambridge, 1979)’da geliştirildi. Piore’nin temel argümanı; gelişmiş ve gelişmemiş
ülkeler arasındaki büyük ölçekli göçün, gelişmiş bölgelerde var olan iş fırsatlarının yapısı ve
çalıştıkları bölgede doğan ve yetişen işçilerin motivasyonuna ilişkin olarak göçmen işçilerin
tuhaf motivasyonu bağlamında anlaşılması gerektiğidir. 32 Zira, uluslararası göçler gelişmiş
ülkelerin ekonomik yapısı gereği sürekli ihtiyaç duyulan işgücü talebine göçmenlerin verdiği
cevap olarak değerlendirilmektedir. Piore, göç eden kişilerin kendi ülkelerinde en düşük gelirli
sınıf içinden daha ziyade orta sınıftan çıktığını iddia etmektedir. Dolayısıyla, göçler merkez
ülkenin itme faktörüne değil, göç talep eden ülkenin çekme faktörüne bağlıdır. Göçmenler, yerli
halkın yapmayı istemediği meslekî hiyerarşinin en alt kademesindeki işler için bir çözüm olarak
görülmüşlerdir. Fakat göçlerin geçici olması bekleniyordu. Birçok göçmen başta niyet
ettiklerinden daha uzun süre kalmış, çocuk sahibi olarak ya da ailelerini getirerek kalıcı ilişkiler
geliştirmişlerdir. Göç, geride bıraktıkları yakınlarının ve akrabalarının ekonomik durumlarını
düzeltmeye yönelik niyetlerinin karşılığını bulmasına izin vermemiş, yıkıcı sosyal örüntüler
ortaya çıkarmıştır. Aynı zamanda sosyal ve psikolojik problemlerle yüz yüze gelmişlerdir.
31 Bkz. William Petersen, “A General Typology of Immigration”, American Sociological Review, Haziran 1958,
c. 23, sy. 3, s. 256-266.
32 Michael J. Piore, “The Shifting Grounds for Immigration”, Annals of the American Academy of Political and
Social Sciences, Mayıs 1986, From Workers to Settlers? Transnational Migration and the Emergence of New
Minorities, c. 485, s. 24 [ss. 23-33].
261
Yan işlerdeki pozisyon boşluğunu geçici göçmen işçilerle doldurmayı çözüm olarak görmenin
sıkıntısı, geçici olmaları beklenen kişilerin göç ettikleri ülkelerde sürekli ikamete
başlamalarıdır. Temel işler konusunda ülkenin vatandaşları ile rekabete girmektedirler. Piore,
Birds of Passage’da, bütün göç tartışmalarını yeniden yapılandırmak ve göçün farklı sosyal
sonuçlarına değinmek yerine farklı önlem politikalarının altını çizmeye çalıştığını
söylemektedir. Bu bağlamda, emek piyasası ve göçmenlerin piyasadaki rolünü anlamak çok
önemlidir. Göçmenlere iş vermeyi bırakmak ya da bu ihtiyacı başka şekillerde karşılamaya
çalışmak çözüm önerisi gibi gözükse de, göçleri kısıtlamanın bir felakete yol açabileceğini
düşünen Piore, böyle bir politikanın gündeme gelmesi halinde iş piyasasında göçmenlere iş
vermeme durumunun ortaya çıkabileceğine dikkat çeker. Bu da göçmenleri kayıt dışı
ekonomide çalışmaya sürükler. Kayıt dışı emek piyasasında işçiler daha düşük ücretlerle
çalışacakları için hedefledikleri kazanca daha geç ulaşacaklardır, bu da onların kalış sürelerini
uzatacak ya da sürekli hale getirecek ve ülkenin vatandaşları ile rekabetlerini artıracaktır. Piore,
yabancı iş gücü arzını kontrol etmekten ziyade böyle işler için talep kontrolü yapılmasını daha
doğru bir çözüm olarak görmektedir.
9.2.10. Saskia Sassen ve Göç Çalışmaları
1970’lerin ortalarından sonra göç tartışmalarının yönü değişmeye başladı. Çünkü artık gelenler
ekonomik gelişme için önemli bir kaynak olmaktan ziyade yerli halkın statükosu için bir tehlike
olarak algılanmaya başladı. Göçmenler iç piyasada bir rakip olarak görülmeye başlanmıştı.
Kalifiye olmayan yerli halk, kendilerinden daha kalifiye olan ya da aynı işlerde daha düşük
ücretlerle çalışmayı kabul eden göçmenleri işlerini ellerinden alacak bir tehdit olarak görmeye
başladı.33
Immanuel Wallerstein’ın 1970’lerde geliştirdiği kavramlardan yola çıkan Saskia Sassen ve Eva
Morowska gibi birçok sosyolog uluslararası göçün kökenini ulusal yapılanmalardaki ikili pazar
yapısına değil, XVI. yüzyıldan beri gelişmekte olan dünya pazarlarına bağlamaktadır. Bu
konuda çalışanlar arasında en kapsamlı çalışmayı yapan Chicago Üniversitesi öğretim üyesi
Saskia Sassen, eserinde, üç ayrı kıtadaki küresel şehirler olan New York, Londra ve Tokyo
örneklerini merkeze almıştır. Küreselleşen ve coğrafi olarak birbirlerinden çok farklı bölgelerde
33 Michael Böhmer, Henrik Egbert ve Clemens Esser, “Immigration and Labour Markets: An Introduction”,
Migration and Labor Markets in the Social Sciences, Henrik Egbert ve Clemens Esser (eds.), Berlin: Lit
Verlag, 2007, s. 1 [ss. 1-8].
262
olan bu kentler üzerinden, süreçlerin ve dinamiklerin küresel olduğu sonucuna varmış olan
Sassen, coğrafi olarak yayılmış faaliyetlerin eşzamanlı olarak bütünleşmesi ile birlikte
ekonomik faaliyetlerin küreselleşmeye işaret ettiğini belirtir.
Ekonomik faaliyetlerin ve dolayısıyla sermayenin küreselleşmesi bağlamında, sermayenin
uluslararası dolaşımı, uluslararası emek piyasasının yeniden oluşumuna katkı sağlamıştır.
Amerika, İngiltere ve Japonya’ya yönelik ana göç akımlarının kökeninin tesadüfi olmadığını
belirten Sassen, aslında bu üç ülkenin ekonomik, siyasi ya da askeri olarak tarihselliklerinin
etkili olduğunu ifade etmektedir. Örneğin, İngiltere’ye göçmen gönderen ülkeler, daha önce
İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgeleriydiler, ABD’ye göç veren ülkeler ise ABD’nin
ekonomik ya da askeri anlamda varlığını güçlü bir şekilde sürdürdüğü ülkelerdir. Tokyo ise
tarihsel bir göç olgusuna sahip değildir. Japonya son dönemde göç almaya başlamıştır. Sassen,
göç değerlendirmelerini küreselleşme üzerinden yaparken, göçmenler ve yerlilerin farklı
koşullarda yaşamasının ve çalışmasının göç çalışmalarının temel sebebi olduğunu iddia eder ve
eğer böyle bir farklılık olmasaydı, analize gerek duyulmayacağını vurgular.34
9.2.11. İlişkiler Ağı Teorisi
Göçün sebeplerine ilişkin tartışmaların yanında göç üzerinde zaman ve mekan etkisinin
boyutlarını inceleyen ilişkiler ağı teorisine göre, göç edilen bölgelerde eski göçmenler, yeni
göçmenler ve göçmen olmayan kişiler arasında ortak köken, soydaşlık ve dostluk bağları
bakımından bir göçmen ilişkiler ağı oluşmaktadır. Sonradan göç eden kişiler kendilerinden
önce göç edenlerin çeşitli deneyimlerinden faydalanırlar. Bu döngüsel bir durumdur. Yardım
edilen kişi daha sonra başkalarına, birebir aynı olmasa da, çeşitli konularda yardımda
bulunurlar. Göçmen ilişkiler ağları neticesinde göçler yaygınlaşmaktadır. Daha önce göç
deneyimi yaşamış olan kişilerin memleketlerine gidiş-gelişleri esnasında kurdukları ilişkiler ve
göçü olumlamaları neticesinde göçler sürekli hale gelmektedir. Göçmen ilişkiler ağı göçün
sosyal ve ekonomik maliyetlerini düşürmektedir.
“Göç edilen ülkedeki göçmen ağlarının varlığı sayesinde ekonomik yükler, yardımlaşma
mekanizmaları ve bürokratik olayların hızlandırılmasıyla azalmaktadır. Yine aynı yardımlaşma
34 Bkz. Saskia Sassen, The Global City: New York, London, Tokyo, New Jersey: Princeton University Press,
2001.
263
mekanizmaları ve yeni gelen kişilerin yalnızlık hissinden kurtulmalarıyla sosyal maliyette de
bir düşüş yaşanmaktadır.”35
Göçmen ilişkiler ağı göçmeni hem olumlu, hem de olumsuz anlamda etkilemektedir. Olumlu
anlamdaki etkileri, sosyal ve ekonomik maliyetin düşürülmesi olarak gerçekleşir. Olumsuz
anlamdaki etkisi ise, göçmenlerin kendi grupları dışına çıkmalarını ve diğer toplumlarla ilişkiler
kurmasını engellemesidir.
İlişkiler ağı göç teorisinin göç olgusuna yaklaşımı göçmen üzerinden olmaktadır. Göç
teorilerinin çoğu ekonomik temelli bir yaklaşım sergilerken ilişkiler ağı teorisi göç olgusuna
başka bir açıdan bakmaktadır.
9.2.12. Göç Sistemleri Teorisi
Göç teorilerinin göçe farklı boyutlardan bakmaları sürekli eleştiri almalarına yol açmıştır.
Eleştiriler neticesinde birçok disiplini içine alarak göç olgusunu tüm boyutları ile incelemeyi
amaçlayan yeni bir yaklaşım olarak “göç sistemleri teorisi” ortaya çıkmıştır. A. L. Mabogunje,
bu teori ile eski problemlere ve varlığı önceleri kabul edilmeyen ve örtüsü kaldırılan yeni
ilişkilere yönelik yeni bir bakış açısı geliştirildiğini iddia etmektedir. Bu çalışma ile
matematiksel ifadelerden oluşan önemli bileşenlerin ve ilişkilerin açıklandığı klasik metotların
kullanılmadığını ve sistemin nasıl işlediğine yönelik bir sözlü analize vurgu yapıldığını ifade
etmektedir.
Bu teori göç sistemini, karşılıklı göçmen alış-verişi olan iki ülkenin ya da göç alan merkez
konumdaki ülke ile o ülkeye göç veren diğer ülkelerin oluşturduğu bir sistem olarak tanımlar.
Göç sistemleri teorisi, Stephen Castles’a göre, neo-klasik geleneğin dışında başat göç teorisi
olarak ortaya çıkan daha kapsamlı ve inter-disipliner anlayışın bir parçasıdır. Bu yaklaşım
herhangi bir göç hareketinin makro ve mikro yapılar arasındaki etkileşim sonucu oluştuğunu
iddia etmektedir. Makro yapılar büyük ölçekli kurumsal unsurlar; mikro yapılarsa ağlar,
bireysel düşünceler ve uygulamalardır. Bu iki düzey, aracı mekanizmalarla birbirleri ile
bağlantılıdır.36
Makro yapılardan kasıt; dünya sistemi içerisinde ekonomik, politik ve devletler arası ilişkiler
ve göç alan ve veren ülkelerin göç yasalarını, kurallarını yani göç kontrolünü elinde tutan ya da
35 Savaş Çağlayan, “Göç Kuramları, Göç ve Göçmen İlişkisi”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, 2006, sy. 17, s. 86.
36 Stephen Castles ve Mark J. Miller, Göçler Çağı: Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri, s. 36-37.
264
göçü yönlendiren yapılardır. Mikro yapılar ise, -önceki sayfalarda kısaca özetlenen- ilişkiler ağı
teorisinde ele alınan göçmenler arası her türlü ilişkidir. Göçmen ağları için aile ve cemaat hayatî
önem taşımaktadır. Gerek göç kararlarında, gerekse de göç sürecindeki paylaşımları ve
ihtiyaçları giderme noktasında aile ve cemaat göç olgusunu etkileyen önemli unsurlardandır.
Göç ağları ayrıca göç edilen bölgede cemaat oluşumlarına katkı sağlamaktadır. Göçmenlerin
sosyal ve ekonomik olarak kendi alt yapılarını kurmalarına olanak sağlamaktadır. İbadet yerleri,
dernekler, dükkanlar, restoranlar, doktor ve avukat gibi profesyoneller ve ihtiyaç hissettikleri
diğer hizmetler göç ağları neticesinde oluşmaktadır. Bu oluşum sağlandıktan sonra göçün
süreklilik kazanmasının yolu açılmaktadır. Çocuklarının yeni ülkede okula gitmesi, dil
öğrenmesi, iki kültürlü olması veya kültürler arası kimlikler geliştirmesi ailelerin kendi
ülkelerine geri dönmesini güçleştirir.37
9.3. Türkiye’de İç ve Dış Göçler
Türkiye, göç hareketlerine yabancı olan bir ülke değil. Ülkemizde, tarih boyunca hem iç, hem
de dış göçler pek çok kez yaşandı. Osmanlı İmparatorluğu’nda, ele geçirilen topraklardaki
yerleşim birimlerinin yeniden canlandırılması, nüfus yapısının dengelenmesi ya da asayişin
sağlanması gibi amaçlarla pek çok kez nüfus hareketlilikleri (‘iskan hareketleri’) yaşanmıştır.
Bu nüfus hareketlerinin büyük ölçüde devlet müdahalesi sonucu oluştuğu da bir gerçektir.
İmparatorluğun son dönemlerinde Balkan Savaşları sonucunda kaybedilen topraklarda yaşayan
yüz binlerce Müslüman birkaç gün içinde Anadolu’ya göç etmek durumunda kalmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, ülkemizde görülen en ilginç göç hareketlerinden bir tanesi,
Lozan’da 30 Ocak 1923’te imzalanan ‘Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin
Sözleşme ve Protokol’ sonucu, Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1 milyon 200 bin Rum ve
Yunanistan’da yaşayan yaklaşık 400 bin civarında Müslüman’ın mübadelesidir.
1950’lerle birlikte Türkiye’de iki yönde, hem iç hem de dış göç anlamında hızlı bir göç süreci
yaşanmaya başlamıştır. 1950’lerle birlikte Türkiye’de hızını artırmaya başlayan iç göç, kırdan
kente göç şeklinde gerçekleşmiştir. Türkiye’de kırdan kente göçü tetikleyen temel faktörün
kırsal yapıda meydana gelen dönüşümlerin bulunduğu iddia edilmiştir.38 Yazarlara göre, bu
37 A. L. Mabogunje, “Systems Approach to a Theory of Rural–Urban Migration”, Geographical Analysis, 1970,
sy. 2, s. 1–18.
38 Bkz. İlhan Tekeli ve Leila Erder, Yerleşme Yapısının Uyum Süreci Olarak İç Göçler, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Yay., 1978.
265
dönüşümde iki önemli bağımsız değişken bulunmaktadır: Hızlı nüfus artışı ve tarım sektöründe
hızlı bir modernleşmeye gidilmesi. Bu değişkenler birbirini etkileyerek kırsal yapıdaki dengeyi
bozarak yapısal bir dönüşümü başlatmıştır. Kemal Görmez de, iç göçün nedenlerini hızlı nüfus
artışı, 1940’larda tarıma traktörün girmesi, radyonun yaygınlaşması, ulaşım araçlarındaki
gelişmeler, 1950’li yıllarda karayolu yapımının hızlanması ve sanayileşme olarak
değerlendirmektedir.39 Göçün hızına ve yoğunluğuna etkide bulunan –radyonun yaygınlaşması,
ulaşım konusundaki gelişmeler vb. gibi- faktörler bir yana bırakıldığında göçün nedeni olarak,
hızlı nüfus artışı ve –hem tarım alanındaki modernleşme ve hem de kentlerde fabrikaların
sayısının artışı anlamında- sanayileşme faktörleri belirleyici olarak ortaya çıkmaktadır. Cemal
Yalçın, Türkiye’de yaşanan iç göçün nedenlerini temelde 5 maddede toplayarak
özetlemektedir: (1) Kırsal yapıdaki teknolojik dönüşüm; (2) Bazı önemli kentlerdeki sanayinin
hızla genişlemesi; (3) Hızlı nüfus artışı; (4) Köyün itici ve kentin çekici nedenleri; ve (5) Kırsal
kesimdeki kan davaları ve terör olayları.40 Aslında, 1950’lerde dünya nüfusunun gelişiminde
görülen değişimler ve köyden kentlere doğru yoğun göçlerin yaşanması dikkate alındığında,
söz konusu hareketlenmelerin sadece Türkiye’ye özgü olmadığı da görülecektir. Bu anlamda,
dünya genelinde ekonomik üretim süreçlerinde yaşanan yeni gelişmelerin, merkez ve çevre
ülkeleri arasında düzenlenen yeni işbölümü çabalarının da, dünyanın farklı coğrafyalarında
(sanayileşmiş ülkelerde daha küçük ölçekli, sanayileşmemiş veya geri kalmış olarak
adlandırılan ülkelerde ise çok daha büyük ölçekli olarak) yaşanan nüfus hareketliliklerinde
önemli bir payı bulunduğu açıktır.41
Türkiye’deki nüfus sayımları incelendiğinde, kır ve kent nüfuslarındaki değişim rahatlıkla
görülebilmektedir: 1927’de köy-kent nüfus dengesi yaklaşık olarak %75-%25 şeklindedir (köy
olarak tanımlanan yerleşim yerlerinde yaşayan 10342391 kişiye karşı kent olarak tanımlanan
yerlerde yaşayan 3305879 kişi). Bu oran, 1950’lerde de yaklaşık olarak aynı kalmıştır
(15702851 kişiye karşı 5244337 kişi). 1965’te nüfusun %65’lik bir kesimi kırda yaşamaktadır
(toplam nüfus 31391421 iken köydeki nüfus 20585604). 1985 ile birlikte köy-kent nüfus
dengesi tersine döndü: 1985’te toplam nüfusumuz 50664458 iken, bu nüfusun 23798701’i
köylerde (yaklaşık % 47), 26865757’si (yaklaşık % 53) ise kentlerde yaşamaktaydı. Bu oran,
hem –nüfus artış hızına ve sanayileşmeye ek yeni itici faktörlerin de devreye girmesiyle-
sürekliliği ve yaygınlığı artan göçler, hem de kentte yerleşik olan nüfusta –doğum, göç vb. gibi
39 Bkz. Kemal Görmez, Kent ve Siyaset, Ankara: Gazi Kitabevi Yay., 1997.
40 Cemal Yalçın, a.g.e., s. 115-118.
41 Bkz. Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, çev. Gürol Koca, 2. Baskı, İstanbul: Metis Yay., 2010.
266
nedenlerle- yaşanan artışlarla birlikte kentlerde yaşayanlar lehine sürekli artmıştır. Günümüzde
1950’lerin köy-kent nüfus dengesi tümüyle tersine dönmüş durumdadır. 2009’da toplam
nüfusun 54 milyon 807 bin civarındaki bir kesimi (yaklaşık olarak % 75,5’i) kentlerde yaşarken
17 milyon 754 binlik diğer kısmı (yaklaşık % 24,5’i) köylerde yaşamaktaydı. Türkiye İstatistik
Kurumu (TÜİK)’nun verilerine göre, 31 Aralık 2012 tarihi itibariyle Türkiye’nin toplam nüfusu
75,627,384 kişidir. Bu nüfusun yaklaşık %77,3’ü il ve ilçe merkezlerinde, geriye kalan %
22,7’lik kesim de köylerde yaşamaktadır.
Ekonomik anlamda Türkiye’den dışarıya ilk göç, 1958’de az sayıda işçinin Federal
Almanya’ya gitmesiyle yaşandı. Sonraki yıllarda bu sayı hızla arttı. İbrahim Yasa, Türkiye’de
1950’lerde hızlanan kırdan kente göçün dış göç için bir tür ön-hazırlık işlevi gördüğünü iddia
etmektedir. Yasa; bu dış göçlerin, Türkiye için azgelişmişlik döngüsünün bireysel bazda
kırılması sonucunu doğurduğu görüşündedir. 42 Bununla birlikte ülke dışına giden işçiler
arasında kente göç etmeyip doğrudan ülke dışına gidenlerin de var olduğu söylenmelidir. Dış
göçü tetikleyen ikinci bir neden, İkinci Savaş sonrasında ülkelerini yeniden inşa etmek isteyen
Almanya, Hollanda, Belçika ve Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinin işgücü ihtiyaçlarının had
safhaya çıkmasıdır. (1960 sonrasında Türkiye’de yurt dışı seyahatlerinde kolaylıklar
sağlanmasına yönelik düzenlemeler de bu süreci hızlandırmıştır.) Federal Almanya, Türkiye’de
yaygın bir büro ağı kurarak (1960’larda Türkiye’den işçi toplamak üzere açtıkları büro sayısı
600 civarında idi) bizzat kendisi Almanya’ya çalışmak üzere işgücü toplamıştır. Söz konusu
dönemde Türkiye’nin ekonomik durumu, işsizlik oranları elbette Avrupa ülkelerine yönelik
işgücü göçünü teşvik etmiştir. Bireysel anlamda, Türk göçmen işçilerin, ekonomik birikim
yapma istekleri de bunda önemli bir rol oynamıştır.
Günümüzde Avrupa’da yaklaşık 3 milyon civarında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı işçi olarak
bulunmaktadır. Bu nüfusun büyük çoğunluğu Almanya’da yaşıyor. 2001 verilerine göre 2
milyon 53 bin 600 Türkiye nüfusuna kayıtlı kişi Almanya’da yaşıyor. (Ancak çifte vatandaşlık
hakkının kaldırılmasıyla birlikte, Almanya’da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
sayısında bir farklılaşma yaşandığı unutulmamalıdır.) İkinci sırada Fransa gelmektedir (2006
sonu itibariyle, çifte uyruklu vatandaşlar dahil, 423 bin 471); üçüncü sırada ise Hollanda
gelmektedir (2006 sonu itibariyle, çifte uyruklu vatandaşlar dahil, 364 bin 333 kişi).
Avusturya’da resmi rakamlara göre 115 bin civarında, gayri resmi rakamlara göre ise 250 bin
civarında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaşamaktadır.
42 İbrahim Yasa, Yurda Dönen İşçiler ve Toplumsal Değişme, Ankara: TODAİE Yay., 1979.
267
Türkiye, 1980’lerle birlikte yavaş yavaş dışarıya göç veren bir ülkeden dışarıdan göç alan bir
ülke olmaya doğru evrilmiştir. 1982’de Afgan savaşının ardından Pakistan’a sığınan 7 bin
civarında Kırgız, Özbek, Türkmen asıllı Afgan aşiret mensubu Türkiye’ye göç etmiştir. 1980
sonrasında Türkiye’ye yönelen en önemli kitlesel göç hareketi, 1989’da Bulgaristan’da Jivkov
hükümetinin baskıları sonucunda Türklerin göçe zorlanması sonucunda gerçekleşti. Türkiye,
yaklaşık 3 ay gibi kısa bir sürede 200 bin kişiyi aşkın bir Türk nüfusu kabul etmiştir. 1995’e
kadar hızı yavaşlayarak süren bu göç hareketiyle ülkemize gelen Türk nüfusun toplamı 320 bin
kişiye ulaşmıştı. Sonrasında ise, Bulgaristan’da 1989’da Jivkov’un devrilmesi sonrasında
başlatılan reform politikaları bağlamında asimilasyon politikalarının son bulacağı ümidiyle bu
göçmen nüfusun yaklaşık 125 bin kişilik bir kısmı Bulgaristan’a geri dönmüştür.
1980’lerin başından itibaren ekonomi politikaları itibariyle kapılarını uluslararası sermayeye
açarak küresel ekonomiye açık bir ülke haline gelen Türkiye, yabancı yatırımların da etkisiyle,
yabancılar için gittikçe daha fazla cazibe merkezi bir ülke olmaya başlamıştır. Bu süreçte ülkeye
gelen yabancı sayısında bir artış olmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin göç alan veya transit ülke
konumuna gelmiştir. Komşu ülkelerde yaşanan savaşlar ve yıkımlar da, Türkiye’nin göç alan
bir ülke haline gelmesine büyük etkide bulunmuştur.
1951 Cenevre Sözleşmesi’ne ‘coğrafî sınırlılık’ ile imza attığı için Türkiye, yalnızca Avrupa’da
meydana gelen olaylar sebebiyle Avrupa ülkelerinden gelenlerin mültecilik başvurularını kabul
etmektedir. O nedenle de, Batı’ya Avrupa’ya ulaşmak isteyen Asya ve Afrika ülkelerinden
gelen ve iltica edecek ülke arayanların (örneğin 1990’larda ülkelerindeki iç çatışmalar ve
savaşlar nedeniyle Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Irak, İran, Filistin gibi Asya ülkelerinden;
2000’lerde de Somali, Sudan, Eritre, Moritanya gibi Afrika ülkelerinden yasal veya yasa dışı
yollardan gelenler için) gözde geçiş/transit ülkelerinden biri durumundadır.
“Avrupa’dan sığınma başvurusu yapanların sayısı ise çok düşük seviyede kalmaktadır.
1997-2008 yılları arasında yapılan toplam 56561 sığınma başvurusundan yüzde 85’ten
fazlasının İranlılar ve Iraklılar tarafından yapıldığı görülmektedir. BMMYK verilerine
göre, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye 1945-1991 yılları arasında
8000’den daha az sığınma başvurusu yapılmıştır.
EGM [Emniyet Genel Müdürlüğü] verilerine göre, 2005-2013 yılları arasındaki 9 yılda
Türkiye’den sığınma talep edenlerin sayısı 118007’yi bulmuştur. Özellikle Suriye
268
savaşının başladığı 2011 yılından itibaren sığınma başvurularında büyük bir artış olmuş,
son 3 yıldaki başvuru sayısı toplam başvurunun yüzde 66’sını aşmıştır.”43
Sığınmacı, mülteci ve düzensiz göç hareketleri iç içe geçmekte ve doğal olarak da büyük bir
karışıklığa sebebiyet vermektedir. Türkiye’ye bu dönemde yasa dışı yollardan gelen
göçmenlerin sayısında da dramatik artışlar yaşanmaktadır. EGM’nün verilerine göre, 2005-
2010 yılları arasında Türkiye’de 829 bin 161 yasa dışı yollarda ülkeye giriş yapan göçmen
yakalanmıştır. Yine EGM verilerine göre, 1998-2013 yılları arasında 13 bin 362 göçmen
kaçakçısı yakalanmıştır.
Suriye’de yaşanan iç savaş sonucunda Nisan 2011’den itibaren Suriye’den Türkiye’ye yönelik
olarak kitlesel bir göç hareketi gerçekleşmiştir. Bugün Türkiye’de 254 bini 10 kentimizdeki
çadır kentlerde yaşamak üzere toplamda 3 milyona yakın Suriyeli ‘geçici koruma’ statüsünde
yaşamaktadır. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamalarına göre, Şubat 2017 itibariyle
Türkiye’de göçmen ve mülteci statüsünde toplam 3 milyon 551 bin 78 kişi yaşamaktadır.
9.4. Uluslararası Göç
Göç özü itibari ile hareketliliği ifade ederken, göçün yapısında da bir hareketlilikten söz etmek
mümkündür. Bu hareketlilik göç alan ve veren ülkelerin farklılaşmasını içerirken, göç
nedenlerindeki ve koşullarındaki değişimler de göçün yapısındaki hareketliliğe işaret
etmektedir. “Göç veren ülkeler” kategorisinde olan ülkelerin “göç alan ülkeler” konumuna
geçmesi bu değişikliğin başlıca işaretlerindendir. Göç alan ülkeler ve göç veren ülkeler zaman
içerisinde değişiklikler göstermektedir. Göç çalışmalarının çokça yapıldığı Batı Avrupa
ülkeleri, önceleri göç veren ülkeler iken artık göç almaya başlamışlardır.
Uluslararası göçler, göç alan ülkelerde kültürel çeşitliliğe sebep olmaktadır. Tuna’ya göre,
sanayileşme süreci sadece sanayileşen ülkeleri değil, bu sürecin dışında kalan toplumları da
etkilemiş ve sosyal değişmelerin başlıca nedeni olmuştur.44 Dünya Göç Raporu 2010 verilerine
göre uluslararası göç, geçmişe kıyasla etnik ve kültürel grupların daha geniş ölçüde çeşitliliğini
43 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 85.
44 Korkut Tuna, Yurt Dışına İşçi Gönderme Olayının Sosyolojik Eleştirisi, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi
Basımevi, 1981, s. 17.
269
içermektedir. 45 Dünyadaki gelişmiş ülkelerin çoğu, çeşitli ve çok etnikli toplumları
oluşturmaktadır.
1948’de imzalanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile, insanların hareket özgürlüğü
dünya çapında tanınmıştır. Beyanname’nin 13. maddesine göre, “herkes herhangi bir devletin
sınırları dahilinde serbestçe dolaşma ve yerleşme hakkına ve kendi memleketi dahil, herhangi
bir memleketi terk etmek ve memleketine dönmek hakkına sahiptir.” 46 2000’de uluslararası
göçmen sayısının yaklaşık 173 milyon olduğu ifade edilmişti. Bu sayı 2010’de 222 milyona
ulaştı. Birleşmiş Milletler (BM)’in 2015 yılı Göç Raporu’na göre ise, göçmen sayısı 244
milyona ulaştı. İç göçlerle birlikte, günümüz dünyasında 1 milyar civarında bir nüfusun şehir,
ülke ya da bölge değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Uluslararası
göçmenlerin yaklaşık 2/3’ünü Avrupa (76 milyon) ve Asya (75 milyon) barındırmaktadır.
Dünyanın en fazla göçmen nüfusunu barındıran ülkesi olarak ABD başı çekmektedir (47
milyon). Yine BM’nin verilerine göre, dünya üzerinde zorla yerinden edilen nüfus sayısı, İkinci
Savaş’tan itibaren en yüksek sayıya ulaşarak 60 milyona yaklaşmıştır. Bunların yaklaşık 20
milyonu mülteci, yaklaşık 2 milyonu sığınmacı ve 38 milyon civarındaki kısmı ise ülke içinde
yerinden edilen statüsündedir. Son yıllarda ülkemiz de uluslararası göç olgusuyla yoğun bir
şekilde karşılaşmaktadır. 2016 yılı itibariyle ülkemizde 2,7 milyonu Suriyeli olmak üzere 3
milyonu aşkın mülteci (geçici koruma altındaki kişiler ve geçici mülteciler) bulunmaktadır. Bu
rakamlarla Türkiye, dünyada en fazla sayıda mülteci barındıran ülke konumuna gelmiştir.
Dünya üzerindeki mültecilerin yarısından fazlasını (% 53) Suriyeli, Afganistanlı ve Somalililer
oluşturuyor.
Göç etme özgürlüğünün yanı sıra göç olgusunun göç alan ve veren ülkeler açısından yararına
işaret edilen 1994 Kahire Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda, göçmenlerin genellikle en
verimli çağlarında göç ettikleri ve gittikleri ülkenin ihtiyacı olan yeteneklere sahip oldukları
için göç alan ülkeye ve döviz sağladıkları, geride (kaynak ülkede) bıraktıkları yakınlarına maddi
yardımda bulunup onların durumlarının iyileşmesine yardımcı oldukları için de kendi
ülkelerine yararlı oldukları vurgulanmıştır. Koser, Amerikan ekonomisinde belirleyici bir
konuma sahip dev şirketlerin göçmenler tarafından kurulduğunu ifade ederek, ABD’nin
ekonomik gelişmesinin tarihinin bir anlamda göçmenlerin tarihi olduğunu belirtmektedir. -
Helena Rubinstein (kozmetik), Carnegie (çelik sanayi), Kodak, Google, Hotmail, Yahoo vb.
45 International Organization for Migration, World Migration Report 2010 The Future of Migration: Building
Capacities for Change, Cenevre, Uluslararası Göç Örgütü, 2010, s. 3.
46 BM, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, UNICEF Türkiye, 2004.
270
gibi- göçmenlerin kurduğu ya da göçmen ortaklığı ile kurulan şirketlerin isimleri birçoğumuzca
da malumdur.47
Uluslararası göçlerin önemli bir boyutunu düzensiz/kaçak göç olgusu oluşturmaktadır.
Özellikle 2000’lerle birlikte küresel ölçekte düzensiz göç olgusuna ilişkin tartışmalar artmıştır.
BM verilerine göre 2003 yılı itibariyle uluslararası göçün yaklaşık % 15-20’lik bir dilimini (bu
oran, 40 milyon civarında bir göçmen grubu anlamına gelmektedir) düzensiz göç
oluşturmaktadır. 2015 verilerine göre, düzensiz/kaçak uluslararası göçmenlerin sayısı 60
milyonu aşmış bulunuyor.48
Düzensiz göçü yaratan unsurların başında yasa dışı çalışma gelmektedir. Yasa dışı yollardan
girdikleri ülkelerde resmi olarak çalışma iznine sahip olmayan yabancılar güvencesiz, yasal
olmayan bir biçimde ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Bu, düzensiz
göç(men)lerle enformel sektörler arasında yakın bir ilişkinin bulunduğu anlamına gelmektedir.
“Kaçak göçmen işçiler imalat sanayinde döküm, deri, metal, tekstil, konfeksiyon, lastik-plastik,
gıda ve fırın işkollarında, gemicilikte, yükleme-boşaltma işlerinde; hizmetler sektöründe ev
işleri, temizlik, tezgahtarlık, lokanta, eğlence ve fuhuş işlerinde; inşaat ve tarım sektörlerinde
küçük ve orta ölçekli işletmelerde istihdam olanağı bulabilmektedirler.”49
Düzensiz göç olgusu, artık milyarlarca dolarlık uluslararası bir sektör haline gelmiştir:
“Düzensiz göçmenler, başka bir ülkenin sınırlarından yasa dışı bir biçimde geçebilmek
için mutlaka bir aracıya ihtiyaç duyarlar. Bu aracılar, genellikle daha önce aynı yolu
kullanmış ve daha sonra bu yollardan insan transferini bir meslek haline getirmiş kişiler
olmaktadır. Milyarlarca dolarlık bir işlem hacmi bulunan göçmen kaçakçılığı işi,
uluslararası suç şebekeleri tarafından yapılmaktadır.
47 Khalid Koser, International Migration: A Very Short Introduction, Oxford: Oxford University Press, 2007, s.
10.
48 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 111. Düzensiz göçle ilgili olarak ayrıca bkz. R. A. Topçuoğlu, “Düzensiz
Göç: Küreselleşmede Kısıtlanan İnsan Hareketliliği”, Küreselleşme Çağında Göç: Kavramlar, Tartışmalar, S.
Gülfer Ihlamur Öner ve N. Aslı Şirin Öner (eds.), İstanbul: İletişim Yay., 2012, ss. 501-518.
49 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 112. Uluslararası emek göçü hakkında bkz. Gülay Toksöz, Uluslararası
Emek Göçü, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2006. Türkiye’deki kaçak göçmenlerin istihdamına
ilişkin daha ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Gülay Toksoy, Türkiye’ye Yönelik Düzensiz Göçler ve
Göçmenlerin İnşaat Sektöründe Enformel İstihdamı Proje Raporu, Ankara: Ankara Üniversitesi Bilimsel
Araştırma Projesi, 2008, http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5317/Microsoft%20Word%20-
%205964.pdf?show [erişim: 16 Nisan 2017]. Ayrıca bkz. Gülay Toksöz, Seyhan Erdoğdu ve Selmin Başka,
Türkiye’ye Düzensiz Emek Göçü ve Göçmenlerin İşgücü Piyasasındaki Durumları, Uluslararası Göç Örgütü
(IOM) ve İçişleri Bakanlığı İltica ve Göç Bürosu, 2012,
http://www.turkey.iom.int/documents/Labour/IOM_irregular_labour_migration_tr_06062013.pdf [erişim: 16
Nisan 2017].
271
Maddi kazanç elde etmek için yasa dışı yollardan göçmenleri başka bir ülkeye geçiren
insan kaçakçıları yanında, bir de insan ticareti dediğimiz, kuvvet kullanarak veya hile,
aldatma, nüfuzu kötüye kullanma, kişinin çaresizliğinden yararlanma gibi yöntemlerle
insanların rızaları dışında kaçırılması, başka bir ülkeye götürülmesi durumu söz
konusudur.”50
İnsan/göçmen kaçakçılığı (smuggle of people/immigrant), kısaca, ‘kişileri, doğrudan veya
dolaylı olarak maddî kazanç elde etmek amacıyla, uluslararası kabul görmüş bir devlet
sınırından yasa dışı olarak taşımak’ şeklinde tarif edilebilir. İnsan ticareti (human trafficking)
ise, Organize Suçlarla Mücadeleye İlişkin BM Sözleşmesine Ek insan Ticaretini, Özellikle
Kadın ve Çocuk Ticaretini Önleme, Durdurma ve Cezalandırmaya İlişkin BM Protokolü’nün
3. maddesinin ‘a’ bendine göre, “Kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidiyle ya da
diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, gücünü kötüye kullanma ya da kişinin
hassasiyetinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim yetkisi olan kişilerin rızasını
kazanmak için o kişiye veya başkasına kazanç ya da çıkar sağlama yoluyla kişilerin istismar
amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması, devredilmesi, barındırılması ya da teslim
alınması”51 şeklinde tanımlanmaktadır.
Uluslararası insan ticareti üç alanda yoğunlaştığı görülmektedir: Fuhuş, emek ve organ ticareti.
Uluslararası Göç Örgütü’nün yayınladığı 2015 raporuna göre, insan ticareti mağdurlarının %
13’ünü çocuklar, % 45’ini kadınlar oluşturmaktadır. Mağdurların % 85’i uluslararası ölçekte
mağduriyet yaşamaktadırlar. İnsan ticareti biçimlerine bakıldığında ise mağdurların % 74’e
yakınının emek, % 17’sinin fuhuş ve % 49’unun hem emek hem de fuhuş sektörlerinde zorla
çalıştırıldıkları anlaşılmaktadır. İnsan ticaretine maruz kalanların binden 1’inin ise organ
ticareti mağduru oldukları görülmektedir.52
9.5. Göç Alanında Çalışan Ulusal ve Uluslararası Kurum ve Kuruluşlar
Göçmenler, özellikle de göç ettikleri ülkede vatandaşlık haklarına sahip değillerse, en temel
insan haklarından yararlanmakta, bu haklara erişmede ve yasal koruma şemsiyesi altına
girmekte sıkıntılar yaşamakta, ayrımcılığa ve haksızlığa uğramaktadırlar. Düzensiz göçmenler
50 Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, s. 113.
51 Göç Terimleri Sözlüğü, s. 29.
52 www.iom.int/infographics/counter-trafficking-regional-and-global [erişim: 16 Nisan 2017].
272
için bu durum çok daha dezavantajlı bir durum yaratmaktadır. Kimi devlet kurumları, BM alt-
komisyonları gibi kimi devletlerarası kurumlar bu tür sıkıntıları çözmeye, gerekli düzenlemeleri
yapmaya çalışmaktadır. Bunların haricinde bazı sivil toplum kuruluşları da; göçmenlerin,
düzensiz göçmenlerin ve ülkesi içinde yerinden edilmiş kişilerin sorunlarıyla ilgilenen, yaşanan
bu haksızlıkları kitaplar ve raporlar hazırlamak, basın toplantıları ve ulusal-uluslararası ölçekte
toplantılar tertip etmek suretiyle ulusal ve uluslararası gündeme taşımaya çalışmaktadırlar.
BM tarafından 14 Aralık 1950’de kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği
[BMMYK (United Nations High Commissioner Refugees - UNHCR], 120 ülkede yaklaşık
7200 çalışanıyla mültecilerin sorunlarıyla ilgilenmeye çalışmaktadır. Dünya genelinde mülteci
sorunlarını çözmek ve mültecileri korumak amacıyla uluslararası faaliyetleri koordine etmek
ve yürütmekle görevli BMMYK, her bireyin sığınma talebinde bulunabilmesini ve başka bir
ülkede mülteci olarak güvenli bir şekilde barınabilmesini sağlamaya çalışmaktadır.53
İkinci Savaş sonrasında göç eden insanlara yardım etmek amacıyla, 1951’de gerçekleştirilen
Brüksel Uluslararası Göç Konferansı’nda Hükümetlerarası Avrupa Göç Komisyonu adıyla
kurulan ve 1989’da şimdiki ismini alan Uluslararası Göç Örgütü [UGÖ (International
Organization for Migration – IOM)]; acil durumlarda yardım, mültecilerin yeni bir ülkeye
yerleştirilmesi, gönüllü geri dönüşlere yardım, göçmen sağlığı, para gönderme ve yasal göç
seçeneklerinin desteklenmesi gibi alanlarda faaliyet göstermektedir. Merkezi İsviçre’nin
Cenevre şehrinde bulunan bu örgütün, gelişmekte ve gelişmiş ülkelerden toplam 127 tam üyesi
ve 17 gözlemci üyesi bulunmaktadır.54
Herkesin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde kabul edilen insan haklarına ve diğer tüm
uluslararası insan hakları standartlarına erişebilmesi için çalıştığını ilan eden ve 216 ülkede
faaliyet gösteren Uluslararası Af Örgütü’nün Mülteci Hakları Birimi, sığınmacıların ve
mültecilerin mevcut prosedürlere erişimini sağlamaya çalışmaktadır.
Türkiye de, göç sorunlarının etkin yönetimi açısından dünyadaki örneklerine benzer şekilde,
görev alanına yönelik strateji ve güncel politikaları geliştirip uygulayacak, göç konusuyla ilgili
kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak, yabancıların Türkiye’ye girişleri,
ülkede kalışları, ülkeden çıkışları ve sınır dışı edilmeleriyle ilgili işlemleri yürütmek,
uluslararası koruma, geçici koruma ve insan ticareti mağdurlarının korunmasıyla ilgili işlemleri
53 http://www.unhcr.org [erişim: 16 Nisan 2017]. Türkiye şubesi için: http://www.unhcr.org/turkey/home.php
[erişim: 16 Nisan 2017].
54 https://www.iom.int [erişim: 16 Nisan 2017].
273
yürütmek amacıyla insan hakları odaklı, nitelikli personel ve sağlam bir alt yapıyla donatılmış
yetkin bir kurumsal yapılanmaya ihtiyaç duymuş ve bu çerçevede de 11 Nisan 2013 tarih ve
6458 sayılı ‘Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kapsamında İçişleri Bakanlığı’na bağlı
olarak çalışacak olan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nü (www.goc.gov.tr) kurmuştur.
Türkiye’de yine 6458 sayılı kanun çerçevesinde faaliyetleri İçişleri Başkanı’nın başkanlığında
ve Aile ve Sosyal Politikalar, Avurap Birliği, Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Dışişleri, İçişleri,
Kültür ve Turizm, Maliye, Milli Eğitim, Sağlık ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
bakanlıklarının müsteşarları ile Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı ve Göç İdaresi
Genel Müdürü’nden oluşan bir ‘Göç Politikaları Kurulu’ oluşturulmuştur.
2009 yılında çıkarılan bir yasa ile Başbakanlığa bağlı olarak kurulan Afet ve Acil Durum
Yönetimi Başkanlığı (AFAD) göç alanında da faaliyetler yapmaktadır. Türkiye’ye gelen
Suriyeliler için 10 ilde kurulan 25 barınma merkezindeki tüm koordinasyonu AFAD
sağlamaktadır.
Mülteci, sığınmacı ve yabancıların hukukî sorunları başta olmak üzere bütün sosyo-ekonomik
sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak amacıyla 2014 yılında İstanbul’da kurulan
Uluslararası Mülteci Hakları Derneği; uzman hukukçu ve avukatları aracılığıyla gerek sınır
dışı işlemlerinde acil müdahalelerde bulunmak gerekse ikamet, pasaport, eğitim ve çalışma gibi
hakların sağlanması yolunda mültecilere hukukî destek sağlama sürecinde aktif bir rol
oynamaktadırlar.55
2005’ten beri Helsinki Yurttaşlar Derneği çatısı alında ‘hYd – Mülteci Destek Programı’ adıyla
yürütülen faaliyetler Mart 2015’ten itibaren Mülteci Hakları Derneği bünyesinde yürütülmeye
başlandı. Merkezi İstanbul’da olan Mülteci Hakları Merkezi; savaş ve zulüm sebebiyle
ülkelerini terk edip Türkiye’de sığınma arayan yabancıların hukuki koruma mekanizmalarına
erişimi, sığınmacılara yönelik hukuki destek kapasitesinin arttırılması, kamuoyunda ve toplum
hayatında sığınmacılara yönelik hoşgörü ve dayanışmanın güçlenmesi, sığınma alanındaki
mevzuat, politika ve uygulamaların izlenmesi ve uluslararası standartlarla uyum içinde
gelişmesi için çalışan bir insan hakları kuruluşudur.56
31 Ocak 2008’de İzmir’de kurulan Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci-Der);
mültecilerin, sığınmacıların, göçmenlerin, geçici sığınma hakkı arayan, ikincil koruma
prosedürüne girebilecek insanların ve uluslararası koruma ihtiyacı olan insanların sorunlarının
55 http://umhd.org.tr [erişim: 16 Nisan 2017].
56 https://www.mhd.org.tr [erişim: 16 Nisan 2017].
274
çözümü için çalışan bir dernektir. Dernek, Türkiye’de uluslararası koruma ihtiyacı olan tüm
grupların ve göçmenlerin temel insan haklarına ve insan onuruna uygun hayat sürme haklarını
savunmakta ve bireysel vakalara hukuki ve psiko-sosyal danışmanlık ve destek sağlama,
farkındalık oluşturma faaliyetleri yürütmektedir.57
57 http://www.multeci.org.tr [erişim: 17 Nisan 2017].
275
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu derste, hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanan göç süreçleri üzerine kısaca durmaya
çalıştık. Daha da ziyade, göç konusunu açıklamaya dönük göç teorilerine değerlendirmeye
çalıştık.
Türkiye, son 60 yıldır, hem içe ve hem de dışa dönük olarak yoğun bir göç süreci yaşadı,
yaşamaya da devam ediyor. Büyük ölçüde göç veren bir ülke konumunda iken, günümüzde göç
alan bir ülke haline de gelmeye başladı. Özellikle, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında
kurulan ülkeler, ciddi bir istikrarsızlık süreci yaşayan Irak ve Suriye gibi ülkeler, kimi Afrika
ülkeleri, Bangladeş gibi kimi Asya ülkeleri bu göçün kaynağı durumundadır.
Elbette, gerek dünya genelinde yaşanan göç hareketleri ve gerekse de Türkiye’de yaşanan göç
hareketleri; çeşitleri, sebepleri ve sonuçları itibariyle pek çok araştırmaya konu olmaya devam
etmektedir. Sanayileşmiş ülkelerde göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar, söz konusu ülkelerin
geliştirmeye çalıştıkları bütünleşme politikaları, çok-kültürlülük politikaları, bu ülkelerde
yaşayan göçmen işçilerin ve göç ettikleri ülkelerde doğan çocuklarının dil, kültür ve uyum
problemleri pek çok araştırmaya konu edilmiştir. Türkiye özelinde, hem yurt dışında yaşayan
göçmen işçi vatandaşlarımızın durumları ve problemleri, hem iç göç sürecinde kırdan kente göç
edenler ya da etmek zorunda bırakılanların ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal problemleri,
hem de Türkiye’ye dışarıdan gelen göçmenler, ilişkileri ve göç ağları pek çok çalışmada ele
alınan meseleler haline gelmiştir.58 Yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmelerin, göç hareketlerini
daha da hızlandıracağı ve hızlanma ile birlikte de göçün –bütünleşme, dışlanma, suç, işçi sınıfı
vb. gibi- diğer pek çok toplumsal olguyla ilişkisinin sosyolojik araştırmalara konu edileceği
beklenmelidir.
58 Örneğin bkz. Tolga Tezcan, Gebze: ‘Küçük Türkiye’nin Göç Serüveni, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yay., 2011; Ayhan Kaya (yay. haz.), Türkiye’de İç Göçler: Bütünleşme mi, Geri Dönüş mü? – İstanbul,
Diyarbakır, Mersin, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2009; Saniye Dedeoğlu ve Çisel Ekiz Gökmen,
Göç ve Sosyal Dışlanma: Türkiye’de Yabancı Göçmen Kadınlar, Ankara: Efil Yay., 2011. Göç çalışmalarına
ilişkin çok daha geniş bir literatürün bilgisine İstanbul Bilgi Üniversitesi bünyesinde kurulan Göç Çalışmaları
Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin web sayfasından ulaşmak mümkündür.
276
Bölüm Soruları
1. Aile geçmişinizde göç olgusu var mıdır? Varsa, ailenizin göç hikayesini
değerlendiriniz.
2. Yaşadığınız bölgede göçmen nüfus bulunmakta mıdır?
3. Varsa, yaşadığınız bölgedeki göçmen nüfusun hangi işlerde çalıştıklarını, ilişki ve
dayanışma ağlarını gözlemleyin ve göçmen nüfusun yapısal özelliklerini
değerlendiriniz.
4. Türkiye’de iç ya da -dışarıdan Türkiye’ye veya Türkiye’den dışarıya yönelmiş- dış
göç konularını araştıran, takip eden bürokratik kamu kurum ve kuruluşlarını
araştırınız.
5. Türkiye’de iç ya da -dışarıdan Türkiye’ye veya Türkiye’den dışarıya yönelmiş- dış
göç konularını araştıran, takip eden akademik kurumları araştırınız.
6. (4. ve 5. sorularla bağlantılı olarak) Bilgisine ulaştığınız bürokratik kurum ve
akademik merkezler, göç olgusunun hangi boyutları üzerine yoğunlaşmaktadırlar?
7. Mevcut göç süreçleri tersine çevrilse –iç ya da dış göçler itibariyle- nasıl bir süreç
yaşanır? Tartışınız.
8. Sizce, göç süreçlerinin tersine çevrilmesinden yaşadığınız şehir nasıl etkilenir?
Tartışınız.
9. Bu tersine göç süreçleri gerçekleşse, ülke ekonomisi bu durumdan nasıl etkilenir?
10. Türk sinemasında ‘göç’, ‘kırdan kente göç’, ‘yurt dışına göç’ ve ‘göç ve
gecekondulaşma’ olguları oldukça fazla işlenmiş konulardandır. Bu çerçevede,
Ömer Lütfi Akad’ın ‘göç’ üçlemesi olarak da adlandırılan Gelin (1973), Düğün
(1974) ve Diyet (1975) filmlerini izleyip değerlendiriniz.
277
10. TOPLUMSAL HAREKETLER SOSYOLOJİSİ
278
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
10.1. Toplumsal hareketlerden ne anlıyoruz?
10.2. Eski ve yeni toplumsal hareketler nedir?
10.3. Eski ve yeni toplumsal hareketleri birbirinden ayıran temel özellikler nelerdir?
279
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Yazar Zeynep Oral, 2008’de şöyle yazmıştı:
“68 Baharı, 1968’den sonra da sürdü. O rüzgârın adı “başkaldırı” oldu!
Ne miydi o rüzgârın özü? Bence özgürlük tutkusuydu. Başka bir dünya mümkündü: Savaşsız,
şiddetsiz, sömürüsüz bir dünya… Sevginin egemenliğinde bir dünya… Dayatılan tek şeyin
dayanışma olduğu… Emeğin en yüce değer sayıldığı… Tüketmenin değil, üretmenin
keyfinin yaşanacağı…”
68 Baharı, Seattle olayları, Küreselleşme-karşıtı hareketler, yeşil ve kadın hareketleri ne anlam
ifade ediyor?
Bu bölümün tanımaya ve tanıtmaya odaklandığı temel mesele, klasik ve modern, eski ve yeni
toplumsal hareketlerin temel dinamikleridir.
280
Anahtar Kavramlar
Toplumsal Hareketler
Eski (klasik) toplumsal hareketler
Yeni toplumsal hareketler
İşçi hareketleri
Gençlik hareketleri
Feminist hareketler
Çevre hareketleri
Küreselleşme-karşıtı hareketler
281
Giriş
Coventry sokaklarında beyaz doru bir at ağır ağı ilerliyordu. Zaten normalde de pek işlek
olmayan bu semtte bugün adeta çıt çıkmıyordu. Yalnızca lordun ahırına ait olduğu üzerindeki
armadan ve yerlere kadar saçılan kırmızı ipek tüllerinden anlaşılan bir atın nal sesleri
duyuluyordu. Bu asil hayvan, üzerinde bilmeyenlere şaşkınlıktan küçük dilini yutturacak birini,
çıplak bir kadını taşıyordu. Upuzun, gür saçlarıyla mahrem yerlerini güç bela kapatan bu beyaz
tenli, zarif kadın Lady Godiva’dan başkası değildi. Lord Leoferic’in bölge halkına yaptığı
acımasız zammı protesto etmek isteyen Lady’ye Coventry halkı da destek çıkıyor; kimse,
sonrasında çıplak Godivayı gözetlediği için kör olacak Tom hariç, hiç kimse dışarıya adımını
atmıyor, pencereden dahi dışarıya bakmıyordu. 11. yüzyılda Lady Godiva’nın bu protestosu
başarılı olmuş ve halk ağır vergilerin zulmünden kurtulmuştu. Bununla birlikte bu ünlü efsane
insanlık tarihinin ne ilk protestosuydu, ne de son protestosu olacaktı.
Toplumların, maruz kaldıkları kötülüklere direnmek için yaptıkları girişimler toplumun varlığı
kadar eskidir. Her toplum ya bir şeyleri değiştirmek ya da hoyrat bir değişim dalgasına
direnmek amacıyla daima bir direniş ve başkaldırı içinde olmuştur. Bu direniş ve başkaldırı
kimi zaman toplumun Lady Godiva gibi aristokrat fertleri tarafından sahnelenmiş, kimi zaman
karizmatik dinî liderler tarafından örgütlenmiş, kimi zaman da adı sanı bilinmeyen sıradan
insanların öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu bölümde toplumsal hareketlerin ana aktörleri,
temelleri ve yaklaşımları, kavramın modern toplum içinde uğradığı değişim ve dönüşüm
süreçleri değerlendirilmeye çalışılacak; hız ve hareketin yaşamın doğal bir parçası haline
geldiği günümüz toplumlarında toplumsal hareketlerin kazandığı yeni anlam ve ifade formları
değerlendirilecektir. Böylece toplumsal hareketlerin tarihsel ve karakteristik özellikleri
üzerinden toplumsal değişim süreçlerine, modern toplumda iktidar ve muhalefetin oluşumuna
dair tarihsel ve güncel bir perspektif sunulmaya çalışılacaktır.
10.1. Toplumsal Hareketlerin Modern Öncesi Tarihi
Toplumsal hareketlerin modern öncesi tarihini tespit etmek fazlasıyla güçtür. Bunun sebebi
modern öncesi toplumların, gelenek içinde hayatını devam ettirmesiyle yakından ilişkilidir.
Tönnies’in cemaat, Durkheim’ın mekanik dayanışma toplumları olarak değerlendirdiği bu
toplumlarda düzen, bireylerin haklarının ve vazifelerinin önceden belirlendiği doğal bir nitelik
sunmaktadır. Toplumsal dünya bireyler tarafından kurulan değil, onlara gelenek tarafından
282
bahşedilen bir şey olduğu için, bireylere düşen başlıca görev toplumsal rollerini sorgulamak ve
iptal etmek değil, bu rolleri icra etmek olmuştur. Batı Avrupa başta olmak üzere modern öncesi
toplum, üç aşağı beş yukarı, her zaman yöneten devlet adamları, bilgiyi üreten ve inancı
pekiştiren din adamları ve toplumun maddî imkanlarını üreten köylü ve zanaatkarlardan oluşur.
Leo Huberman’ın “savaşanlar, dua edenler ve çalışanlar” şeklinde özetlediği böyle bir
toplumsal hiyerarşi, meşruiyetini geleneğin başı ve sonu belli olmayan sürekliliğinden alır.1 Her
birimin kendi yerinde bir ağırlık taşıdığı böyle bir toplumda, başkaldırı ve isyanın pek de
arzulanmayan bir nitelik olduğu kolayca tahmin edilebilir. Bununla birlikte, pek istenmese de
zaman zaman mevcut düzene isyanın baş gösterdiğine tarih boyunca tanıklık edilmiştir.
Modern öncesi toplumsal hareketlerin, geleneksel toplumların üç katmanından da gelen
aktörlerce gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Yani toplumun aristokratları mevcut düzenin
gidişatına bir reaksiyon gösterdiği gibi, din adamları ve sıradan insanlar da zaman zaman
yöneticilerin baskı ve zulümlerine karşı tepkilerini göstermiş ve toplumsal muhalefetin
temsilcisi olmuşlardır. Yukarıda anlatılan Lady Godiva’nın hikayesi aristokratik tepkinin
boyutlarını görmek açısından oldukça iyi bir örnektir. Dar bir çevrenin mensubu olan
aristokratlar zaman zaman mevcut yönetimin uygulamalarına karşı çıkmışlardır. Bunda halka
karşı duydukları sevgi ve merhametin etkisi olduğu kadar, siyasal gücü elde etmek istemelerinin
de önemli bir rol oynamıştır. Örneğin modern siyaset biliminin kurucusu kabul edilen
Machiavelli Prens adlı meşhur eserinde, İtalya’nın aristokrat savaşlarına sahne olduğu bir
zamanda bu ailelerden biri olan Medici ailesinin nasıl başarılı olabileceğini anlatır.2 Bununla
birlikte toplumsal hareketlerin modern öncesi tarihinde peygamberlerin ve din adamlarının ve
sıradan halkın gösterdiği toplumsal isyanlar niceliksel ve niteliksel olarak daha fazla yer tutar.
Toplumsal hareketlerin modern öncesi tarihine bir göz atıldığında sıradan insanların isyan ve
başkaldırılarının her devirde ortaya çıktığı görülecektir. Köylüler prenslerin vergilerde
yaptıkları zamlardan dolayı ayaklanırlar. Zanaatkarlar lonca sisteminin ücretleri fazla
kısıtlamasına tepki gösterirler. 16. yüzyılda tekstil sektöründe hızla artan dokuma tezgahları
yüzünden Hollandalı işçiler, tahtadan ayakkabılarıyla (sabots) bu makinelerin dişlilerini
parçaladılar. Toplumsal hareketler, bu vesileyle, direnişlerini sergilemenin bir yolu olarak
sabotaj kelimesini öğrendiler. Zalim Bolu Beyi’ne karşı bir seyis oğlu olan Ruşen Ali’nin, nam-
ı diğer Köroğlu’nun, başlattığı isyan gibi yaratılan pek çok mit, modern öncesi dönemin
1 Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim Yay., 2004, s. 11.
2 Niccola Machiavelli, Prens, çev. Harun Mutluay, İstanbul: Bordo Siyah Yay., 2007, s. 31-32.
283
toplumsal hareketlerinin temel anlatısını her yerde ve her zaman biçimlendirmiştir. Başlangıçta
birer sapkınlık olarak değerlendirilseler de, elde ettikleri başarı ile doğru orantılı olarak pek çok
isyan zamanla ya geleneğin kutsal kubbesi altında saygıdeğer bir yer kazandı ya da unutulup
gitti. Köylü, zanaatkar ve diğer sıradan insanların ayaklanmalarının yanı sıra modern öncesi
toplumsal hareketleri meydana getiren bir diğer önemli zümre de din adamları zümresi
olmuştur.
Dinin mevcut iktidarın gücünü perçinlemeye yaradığı, kitlelerin cennet arzusu ve cehennem
korkusu içinde yapılan haksızlıklara ses çıkarmadığı ve hatta bunları fark etmediği kimi
yorumcularca din konusu açıldıkça dile getirilmiştir. Bununla birlikte modern öncesi
toplumlarda din sadece uyum ve itaati sağlamanın değil, aynı zamanda eleştirmeyi ve karşı
koymayı sağlayan başlıca entelektüel ve toplumsal güç olarak da sahne almıştır. Bu bağlamda
dinin sadece afyon etkisi değil, aynı zamanda kafein etkisi yaptığını söylemek pek yanlış
olmayacaktır. Din ve toplumsal düzen arasındaki bu çift taraflı ilişkiyi (uyum ve isyan)
sosyolojide ilk ve en derin şekilde ortaya koyan isimlerden biri Max Weber’dir.
Max Weber, toplumsal düzen ile ilişkisi bakımından dinleri iki kategoriye ayırır: Model din ve
kurtuluşçu din. 3 Weber, model dinlerin temel özelliğinin mevcut hiyerarşi ile tamamen
bütünleşmek olduğunu ileri sürer. Başta Hinduizm ve Taoizm olmak üzere, katı toplumsal
ayrımların (kast) yer aldığı bu toplumlarda sosyal vazifeler dinî birer vecibe halini almıştır.
Maddî zenginlik ve eşitsizliğin manevî mertebeler ile bağlandığı bu düzen, geleneğin mevcut
haliyle idame ettirilmesini durmaksızın inananlara telkin eder. Bu bağlamda söz konusu
zeminde toplumsal hareketlerin itiraz seslerini duymak, elbette ki, daha zordur. Bununla birlikte
Weber geleneğin tayin ettiği toplumsal düzeni sorgulayan bir inanç türü olarak kurtuluşçu
dinlerden bahseder. Weber’e göre tek tanrılı dinlerin dahil olduğu bu kategori toplumsal iktidarı
mutlak manada kabul etmez. Ahiret inancı sayesinde dünyevi düzenlerin sonlu ve mevcut
toplumsal hiyerarşinin geçici olduğunu ileri süren kurtuluşçu dinler, kendi öğreti ve esaslarına
ters düşmeleri halinde inananlarına başkaldırı ve isyanı telkin eder. Bu noktada Weber din
sosyolojisine toplumsal hareketlerle de yakından ilgili olan karizma kavramını armağan
etmiştir. Weber’e göre, özellikle kurtuluşçu dinlerin kurucularının yerleşik toplumun gelenek
ve adetlerine karşı çıkması öncelikle bu toplumun en alt kesimlerinde bir cazibe yaratır.
Ezilenler mevcut durumlarından kurutulmak adına bu liderlerin öğretilerini kabul ederler.
Toplumsal koşullar sorgulanmaya, itiraz sesleri yükselmeye başlar ve bu yeni inancın esasları
3 Max Weber, Ekonomi ve Toplum, Latif Boyacı, İstanbul: Yarın Yay., 2012, s. 362.
284
çerçevesinde yeni bir toplum inşa edilir. Başka bir deyişle; kurtuluşçu dinler, doğuşları
itibariyle toplumsal kurumların baskı ve sömürü mekanizmalarına karşı toplumsal bir hareketin
oluşmasına olanak sağlarlar. Weber için “peygamberlerin hiç biri sadece aisymnetai (yasa
koyucu) değildi, fakat genelde peygamberlik için geçerli olan şey bu kategoriye ait değildir.
Kuşkusuz sonraki İsrail peygamberleri de sosyal reformlarla ilgiliydiler. (...) Sosyal reformlara
duyulan bu özel ilgi İsrail peygamberlerinin karakteristiğidir.” 4 Modern öncesi dönemde
tarihteki en etkili toplumsal hareketlerin din kaynaklı olması bir tesadüf değildir. Hristiyanlığın
Roma toplumuna karşı takındığı tutum veya İslam’ın doğuş yıllarında Arap toplumunun
geleneksel yapısını tanımaması karizmanın toplumsal dinamizm yaratmaktaki yerine ilişkin
çarpıcı örnekler sunmaktadır.
Buraya kadar geleneksel toplumun üç farklı aktörünün tetiklediği hareketlerin tarihini ve ortaya
çıkış koşullarını anlatmaya çalıştık. Buradan yola çıkarak modern öncesi toplumsal hareketlerin
genel karakteristiğini tanımlamaya çalışalım: Birincisi, modern öncesi toplumsal hareketler
“yereldir”. Toplumsal probleme karşı gösterilen tepki ve başkaldırı bütün bir ülkeye yayılmaz
veya farklı bölgeleri doğrudan etkilemez. İkincisi, modern öncesi toplumsal hareketler
“toplumsal düzeni tamamen değiştirme niteliği taşımazlar”. Onlar belirli bir durumdan duyulan
rahatsızlığa verilen tepki veya mağduriyetin giderilmesi niyetleri ile ortaya çıkar. Bu bağlamda
geleneğin içindeki zaman zaman faydalı kısa devreler olarak işlev görürler. Üçüncüsü, bu
toplumsal hareketler topluluğun rasyonel karar ve örgütlü eylemlerinden ziyade “duygusal
taşkınlıklarla” ilerler. Başlatılan isyanın neticesinde taleplerin nasıl gerçekleşeceğine yönelik
alternatif bir çözüm sunmazlar, daha ziyade grubun beklentilerini ve şikayetlerini ifade ederler.
Dördüncüsü, modern öncesi toplumsal hareketler bütün topluluğun ortak iradesinde karşılık
bulsalar da demokratik şekilde idare edilmezler; “tek adam kültü” hakimdir. Yani, liderlerin
kararları ile yönetilir ve onların efsaneleştirilen kişiliklerince gölgelenirler. Sonuç olarak
modern öncesi toplumsal hareketlerin kendilerine “kral öldü, yaşasın yeni kral” sözünü şiar
edindiklerini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Takip eden fasılda, modern koşullar altında
toplumsal hareketleri değerlendirmekte kullanılan kategorileri, aktörleri ve bu hareketlerin
modern toplum içinde uğradığı değişimleri ve kazandığı yeni kimlikleri tanımlamaya
çalışacağız.
4 Max Weber, Ekonomi ve Toplum, s. 569.
285
10.2. Modern Toplumsal Hareketler: Tanımlar, Süreçler, Aktörler
Modernite cemaatten cemiyete, geleneksel alışkanlıklardan rasyonel hesaplamalara doğru bir
sıçrama olarak kabul edildiğinde, toplumsal hareketlerin de içinde yaşadıkları toplumsal
yapıdan farklı bir karakter sergilemeleri elbette ki düşünülemezdi. Dolayısıyla toplumsal
hareketlerin modern dönemdeki serüveni; modernliğin hedefleri, inanışları, yöntem ve
uygulamaları ile yeniden tanımlanmıştır. Modern toplumsal hareketler hangi koşulların
ürünüdür? Daha önceki hareket tarzlarının terk edilme sebebi ya da sebepleri nelerdir? Modern
dönemlerde gerçekleşen bu kimlik değişmesi nasıl bir şeydir?
Modernite, daha öncesinde insanın nasıl ve neye göre yaşamalı sorusuna verdiği cevabı
değiştirerek tarih sahnesine çıktı. Toplum artık geleneklerin tayin ettiği rollerin ve aidiyetlerin
bir tezahürü değildi. İnsanlar toplumsal kurallara dünya kendilerine öyle sunulduğu için değil;
kendi ihtiyaç ve arzularına seslendiği için riayet ediyordu. Modern dünyanın düşünsel
temellerini atan aydınlanmaya göre, insanlar geleneğin büyüsü ile bir araya gelmiyordu.
İnsanları bir araya getiren, doğa ile mücadele ederken sahip oldukları eksikliklerdi. Bu
eksiklikler insanı doğal halden çıkarıyor ve bu varlık can ve mal güvenliğini sağlamak için
kendi türdeşleri ile zımnî bir sözleşme yapıyordu. Başka bir deyişle; toplum aklı başında, kendi
zarar ve çıkarını bilen rasyonel insanların bir araya gelmesinin bir toplamıydı. Geleneğin
kutsallığı toplumsal hiyerarşiye bir değişmezlik ve dokunulmazlık atfetmişti ama eğer toplum
aklı başında insanların, kendi çıkar ve zarar hesaplarının bir toplamı ise, ki modernliğin inanışı
bu yöndeydi, o halde en alttaki ve en üsttekilerin ilelebet o pozisyonda kalmasını gerektirecek
hiçbir şey yoktu. Yani fakir bir köylünün hep fakir bir köylü olarak kalması gerekmediği gibi,
bir lordun da zenginliğini doğuştan elde etmesi yanlıştı. Fakirlik ve zenginlik, insanın dünyayı
dönüştürme sürecinin bir sonucu olmalıydı: Emeğin doğaya, yani kendi halindeki şeylere bir
artı değer katmasının ürünü olmalıydı.
Böyle bir toplum anlayışının, tahmin edileceği gibi, ekonomi-politiğin sularında yüzdüğü
ortadadır. Gerçekten de aydınlanmanın sunduğu doğa, toplum ve insan modeli bir dizi
ekonomik, sosyal ve siyasî gelişme ile birlikte meydana geliyordu. Bu noktada hangisinin
hangisini etkilediğini tespit etmek oldukça güç olmakla birlikte, aydınlanmanın doğmakta olan
bir toplumun sözcülüğünü üstlendiği söylenebilir. Bu yeni toplumun başrol oyuncusu, belki de
modern toplumsal hareketlerin de kurucusu diyebileceğimiz, burjuvaydı. Burjuva geleneksel
dünyada yeri yurdu olmayan bir özneydi: Düzen mevcut haliyle ticaretle uğraşan, bağlantıları
286
feodal düzenin kapsama alanının çok ötesinde olan bu hali vakti yerinde takımı kabul
etmiyordu. O halde bu düzen değiştirilmeliydi: Onlar da bunu yaptılar zaten.
Burjuvaların yeni çağda coğrafî keşiflerle, başka kıtaların kaynaklarını kullanarak ulaştığı
zenginlikler kendi ülkelerinde de bir dizi değişim dalgasına kapı araladı. Artık geleneğin
“koruyucu kanatları” parçalanmıştı; bireyler arzın, talebin, maksimum çıkarın ve marjinal
değerin hüküm sürdüğü piyasanın gizli eliyle bir araya geliyorlardı. Piyasa hararetle kaynayan
bir kazandı, hep daha fazlasını istiyordu: Daha fazla kaynak, daha fazla meta, daha fazla emek.
Bu durum geleneksel toplumun dengeli yapısını çözüyordu. Bir zamanlar zenginliğin tek
kaynağı toprakken, artık ticaret ve önce atölye, sonrasında da endüstriyel üretim her şeyi belirler
hale geldi. O andan itibaren artık feodal dönemin pastoral manzaralarının da sonu gelmişti.
Kent, topraktan geçinenleri çağırıyordu; sunduğu yeni imkanları, fırsatları ve zenginlikleri ile
insanları ayartıyordu. Dönemin kullandığı yaygın ifadeyle, özgürleştiriyordu ve insanlar bu
çağrıya kayıtsız kalmadılar. Kentler o vakte kadar hiç görülmemiş bir kalabalığa ev sahipliği
yapmaya başladılar. Kentlerdeki bu yeni kalabalık toplumsal bağların artık eskisi gibi
işlemediğini gösteriyordu. Hiç kimse geleneğin kader hükmündeki ortaklığı ile bir araya
gelmiyordu. Toprak sahipleri mülklerini kiraya verip şehre yerleşiyor, kentlerin sokaklarını ne
idüğü belirsiz bir kitle arşınlıyordu. Geleneksel toplumlar, modernitenin yeni durumlarıyla nasıl
baş edeceklerini kestiremiyordu. Kadim yasalar fesh oluyor, eski semboller anlamını yitiriyor,
hiyerarşi hızla çözülüyordu. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği yavaş yavaş anlaşılmaya
başlanmıştı. Endüstri devrimi geleneksel toplumlara iktisadî olarak büyük bir darbe indirirken,
Fransız İhtilali siyasal yapıda eskiye dair ne varsa hızla yıkıp yok ediyor, üzerinden geçip
gidiyordu. Kralların kellesi uçuyor, aristokrasinin bütün nüfuzu siliniyor, kilisenin maddî ve
manevî iktidarı yerle yeksan oluyordu.
Bu iki devrim, özellikle de Fransız İhtilali, toplumsal hareketlerin modern tarihi açısından bir
milat kabul edilir. Bu devrimle, tarihte ilk defa halk siyasal rejimi tamamen değiştirecek bir
harekete imza atmıştır: “Kral öldü, yaşasın cumhuriyet!” Fransız devrimi ünlü “kardeşlik,
eşitlik ve özgürlük” formülü ile modern dünyada insanları bir arada tutan şeyin artık
dokunulmaz gelenek değil; rasyonel bireylerin tercihleri olduğunu vaat etmişti. Bu olay sadece
dünya tarihindeki büyük yıkımlardan biri değildir, aynı zamanda modern siyasal sistemin ve
toplumsal hareketlerin de temel kimliğini belirleyecektir. Bu kimlik şu şekilde özetlenebilir: a)
modern toplumsal hareketler “belirli bir coğrafyaya değil bütün yaşam alanına nüfuz eder”, b)
bu hareketler, eylemlerinde “toplumsal sistemin tamamen dönüştürülmesi veya büyük ölçüde
revize edilmesi” amacını taşırlar, c) modern toplumsal hareketler duygusal reaksiyonlardan
287
ziyade kolektivitenin “rasyonel ve programlı bir şekilde” amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırlar,
ve d) modern toplumsal hareketler “belirli bir lider güdümünde değil; topluluğun demokratik
iradesi” ile yönetilirler.5 Söz konusu nitelikler modern toplumsal sistemin hem ilk asrı olan 19.
yüzyılda, hem de günümüzde toplumsal hareketlerin vazgeçilmez addettiği ilkelerini
oluşturacaktır.
Gelecek bölümlerde modern toplumsal hareketlerin başlıca aktörleri, tartışmaları, değişim ve
süreklilikleri ele alınacaktır. Bu maksatla modern zamanlardaki toplumsal hareketleri iki dönem
olarak incelenecektir. “Klasik sosyal hareketler” diye adlandırılan ilk dönemde 19. yüzyıldaki
işçi sınıfı ve ulus merkezli hareketlerin ekonomik, siyasal ve toplumsal bağlamı irdelenecektir.
İkinci döneminde ise 20. yüzyılda “yeni toplumsal hareketler” olarak adlandırılan gelişmeler,
çağdaş toplumun yapısı bağlamında değerlendirilecektir.
10.3. Klasik Toplumsal Hareketler
Modern anlamda toplumsal hareketlerin Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi ile ortaya çıktığını
belirtmiştik. Bununla birlikte söz konusu iki kırılma, aynı zamanda birkaç yüzyıldır giderek
güçlenen yeni bir sistemin kendi toplumsal iktidarını kurduğunun da ilanıdır. 15. yüzyıldan
itibaren dünyanın dört bir yanına dağılan, bu bölgelerin zenginliklerini dünya genelinde
tedavüle sokan, doğal kaynaklardan finansal değerler üreten bu sistemin adı, herkesin bildiği
gibi, kapitalizmdir. Kapitalizm, 19. yüzyılda aydınlanmanın değerlerini, bilim ve teknolojideki
ilerlemeleri Fransız devriminin politik söylemi ile harmanlayarak yeni bir toplum projesinin
temellerini atmıştır. İnsanların geleneğin önceden bahşettiği bir konumdan dünyaya katılmasını
değil, kendi dünyalarını aktif bir şekilde kurdukları bir sözleşme toplumu tahayyül eden
kapitalizm bu minvalde toplumsal kaynakları kendi talep ve beklentilerine uygun şekilde
yeniden üretmeye girişmiştir. Bu minvalde toprak insanların hayatlarını temin eden bağımsız
bir zenginlik olmaktan çıkmış, kapitalist piyasanın arz-talep dengesine göre fiyatı belirlenen bir
mahiyet kazanmıştır. Aynı şekilde toprağı işleyen emek, asırlardır bağlı bulunduğu toprağından
kopmuş ve sermayenin belirlediği ücretle tanımlanmaya başlamıştır. Özellikle bu ikinci durum
klasik toplumsal hareketlerin tarihsel mahiyetini belirleyecek uzun bir sürecin de başlangıcını
oluşturmuştur.
5 Anne Snow, Sarah A. Soul ve Hanspeter Kriesi, The Blackwell Companion to Social Movements, Blackwell
Publishing, 2004, s. 6.
288
10.3.1. İşçi Hareketleri
‘Sistem’ denilen hayaletimsi bir kavram en somut gerçekliklerin arasından çıkıverdiğinde,
fakirlik ve mahrumiyet acı yüzünü gösterdiğinde, insanlar zulüm ve eşitsizliğin karşısında bir
şeyler yapmak istediğinde yaklaşık iki yüzyıl önce başlamış bir serüvenle doğrudan veya
dolaylı olarak kendilerini özdeşleştirirler. Bu serüven, toplumsal hareket denilince aklımıza ilk
gelen, cefakar, vefakar, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan” işçi sınıfının
serüvenidir.
Dünya, geleneğin kabuğundan soyulup çıkarılırken, ilişkilerdeki kutsal halesi yerini çıplak bir
kâr arayışına bırakırken, “katı olan her şey” sermayenin kazanında buharlaşırken burjuva sınıfı
modern sisteminin ilk sınıfı olarak tarih sahnesine çıkmıştı. 6 İşçiler, yani proletarya ise
burjuvaların dünyaya yaptıklarının bir sonucu olarak modernitenin ikinci sınıfı olarak bu
sahneye adım atıyorlardı. Burjuva ve proletarya ortaklığı, 1789’de, toplumların eskisi gibi
devam etmeyeceğini haykırmış ve modern tarihin ilk devrimine imza atmıştı. Fakat mevcudu
yıkmaya dayanan bu ortaklık, zaman içinde, burjuvaların kurdukları düzen yüzünden hızla
sorgulanır hale geldi. Yeni sistemin proletaryaya yüklediği anlam ve değer, modern zamanların
ilk toplumsal hareketlerinin de ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Daha önce de belirtildiği üzere, burjuvaların endüstriyel üretim tarzı, feodal düzeni çözmüş,
feodalitenin istihkam ettiği büyük kitleler kentlere akın etmişti. Bu noktada yeni sistemin
üretimde emeğe duyduğu derin ihtiyaç, söz konusu kitlenin önce atölyelere ve sonra fabrikalara
doluşmasıyla giderildi. Modern toplum mülkiyet temelinde bir sözleşme ile yeniden
örgütleniyordu. Sözleşmenin tarafları üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde bulunduran
burjuvalar (tüccarlar, fabrikatörler, sermayedarlar) ve tek sahip olduğu şey kol gücü olan
işçilerdi. Sözleşmenin tarafları arasında ilkece bir eşitlik var gözüküyor, gerek proletarya
gerekse burjuva üretimdeki hisselerine göre mevcut değerden pay alıyordu. Burjuvanın aldığı
pay sermaye, proletaryanın aldığı pay ise ücreti oluşturuyordu. Ücretleri belirleyen şey ise
piyasanın görünmez elince yani arz-talep dengesine göre belirleniyordu. Teorik olarak pek bir
sorun yok gözüküyordu fakat pratikte işçilerin durumu iyiye gitmiyordu.
Karl Marx, işçi hareketlerinin ve bütün toplumsal hareketlerinin vazgeçilmez referans kaynağı,
burjuva iktisatçılarının ilkece pek bir problem görmedikleri görünmez elin hikmetinin işçilerin
6 Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Yılmaz Onay, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2011,
s. 49-50.
289
aleyhinde olduğunu iktisatçıların anladığı dilden, büyük bir meziyetle gösterdi. Marx’a göre
piyasa daima üretim araçlarının mülkiyetine sahip burjuvalardan yana çalışıyordu. Burjuvalar
üretim süresince bir yandan kendi hisselerini alıyor, diğer yandan ise emekçilerin çalıştıkları
sürenin gerçek değerini tam olarak vermiyor, belirli bir kesintiye gidiyorlardı. Bu kesintiyi artık
değer olarak isimlendiren Marx kapitalist toplum içinde ücretleri belirleyenin, burjuvaların
sermayelerini arttırmak amacı ile artık değer elde etmeleri olduğunu söylüyordu. İşçi sınıfı
apaçık bir sömürüye maruz kalıyordu. Uzun çalışma saatleri, tedbirsizliğin neden olduğu iş
kazaları, sürekli düşen ücretler, sağlıksız yaşam koşulları yalnızca burjuvanın kendi
hanesindeki rakamları arttırma iştahının acı birer karşılığıydı. Sistemin, ölmemelerini
sağlayacak asgari şartlardan daha fazlasını işçilere vermeyeceği apaçık bir şekilde ortaya
çıkmaya başlamıştı:
“Pamuk, patates ve alkol neden burjuva toplumunun eksenidir? Çünkü bunları üretmek
için gerekli emek en düşük miktardadır ve bundan ötürü, bunlar en düşük fiyatlara
sahiptir. Azami tüketimi neden asgari fiyat belirler? (...) Bunun nedeni sefalet üzerine
kurulu bir toplumda, en bayağı ürünlerin en büyük sayılarla kullanılma önceliğine sahip
olmalarıdır.”7
İşçi hareketlerinin tarihini şekillendiren şey, Marx’ın -yukarıda bahsettiğimiz- bu açıktan
sömürüye karşı tavır almaları olmuştur. Burjuvanın çalışan kesime uyguladığı bu çıplak
sömürü, 19. yüzyıla sınıflar arası hoşnutsuzluğun ve çatışmaların had safhada olduğu bir
görünüm kazandırdı. Bu noktada “işçiler, ilk defa kendilerini şu ya da bu mesleğin çalışanları
gibi görmektense emekçi olarak düşünmek ve ifade etmek için kelime dağarcıklarını ve dünya
görüşlerini değiştirdiler. Dayanışma algılarını kendi bireysel zanaatlarının ötesinde kurmaya
başladılar.”8 Başka bir deyişle eskiden işlerinde gösterdikleri niteliğe göre (usta, kalfa, çırak
gibi) kendini tanımlayan ve topluma bu pencereden bakan işçiler, kendilerini emekçi gibi
kapitalist nicelikleştirmeye daha uyumlu genel bir kategori altında görmeye başladılar. Böylece
toplumsal hareketlerin en şiddetli, en çarpıcı ve sonrası için en çok emsal teşkil eden olay ve
süreçleri ortaya çıktı.
Klasik dönemdeki işçi hareketlerinin en başta geleni 1780-1825 arasında İngiltere’de etkinlik
sağlayan Ludist akım olmuştur. Makineleri kırarak kendilerine yapılan haksızlığa tepki gösteren
7 Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, Ankara: Sol Yayınları, 1975, s. 66.
8 Ira Katznelson, “İşçi Sınıfı Oluşumu: Vakaları ve Karşılaştırmaları Kurgulamak”, Ira Katznelson ve Aristide
R. Zolberg (eds.), İşçi Sınıfının Oluşumu, Ankara: Tan Yay., 2008, s. 32 [13-52].
290
ve ücret artırımı talebinde bulunan bu hareketi ise özellikle Londra, Birmingham gibi sanayi
merkezlerinde seçim reformu yapmaya çalışan çartizm takip etmiştir. 1820’li yıllardan itibaren
işçiler daha örgütlü hale geldiler; sendikalaşmaya başladılar. Bununla birlikte işçi hareketleri
açısından en büyük dönüm noktası 1848 idi. Bu yılda ünlü Komünist Manifesto’ya da ilham ve
ümit telkin eden pek çok ayaklanma kendiliğinden baş göstermişti. Yüzyılın başından beri
maruz kalınan açık sömürü yüzünden başta Londra ve Paris olmak üzere pek çok gelişmiş
kentte işçiler sokağa dökülmüştü. Genel olarak ücretlerde artış, çalışma koşullarında iyileşme
ve siyasal katılım hakkı talep eden bu isyan güçlükle bastırıldı. Fakat 1848 olayları, bir
zamanlar aristokrasi ve kiliseye karşı aynı cephede hareket eden burjuva ve proletaryanın bir
daha birleşemeyeceğinin resmen ilanıydı. İşçi hareketlerinin tarihi açısından efsanevi bir diğer
hadise de 1871’deki Paris Komünü teşebbüsüydü. Fransa’nın Prusya savaşındaki feci
mağlubiyeti ve Paris’in çok kısa süre de olsa Prusyalılar tarafından kuşatılmasından sonra
halkta yükselen hoşnutsuzluk akabinde başta emekçiler olmak üzere sivil bir ayaklanmanın
tetiklenmesini sağladı. Paris’teki otorite boşluğundan da yararlanan bu hareket, 28 Mart’ta
toplumun farklı kesimlerinin (Jakobenler, vasıflı işçiler, profesyoneller, reformist
cumhuriyetçiler vb.) konsensüsü ile ilan edildi. Devrimci bir niyetten ziyade birtakım sivil
düzenlemeler getiren komün, Paris pastanelerinde gece işinin kaldırılması, işçilerin el konulan
aletlerinin geri verilmesi, işçilerin borçlarının geciktirilmesi gibi kararlar almıştı. Yaklaşık
altmış gün iktidarda kalan bu siyasal oluşum zamansal açıdan çok uzun sürmese de işçi
hareketlerinin geleceğe dair ümitlerini yeşertmişti.
Paris komününün ardından işçi hareketlerinin çok başlı görüntüsünü tek bir harekete
dönüştürmenin teşebbüsleri hız kazanmıştır. Bununla birlikte yine de söz konusu hareketleri
tek bir siyasal kimliğe yerleştirmek güçtür. Farklı ülkelerde bu hareketler değişik stratejiler
izlemiş, kâh devrimci ve reformcu, kâh da yalnızca sendikal hakları kazanmaya çalışan
politikalarla ilerlemişlerdir. Amerika’da ülkenin geniş coğrafyası ve eyalet odaklı siyasal
yapısı, işçi hareketlerini devrimci bir oluşum olmaktan ziyade sistem içinde kalmaya
zorlamıştır. İşçi hareketi, son derece örgütlü bir hareket olarak geliştiği Almanya’da ise, siyasal
sistemde ciddi şekilde söz sahibi olan ve devrimci amaçlar güden bir pozisyona yükselmiştir.
Fransa’da ise işçi hareketleri Amerika ve Almanya örnekleri arasında gel-gitler yaşamıştır.
Proleterler, işçi olarak birtakım saldırgan tutumlar geliştirirken vatandaş olarak siyasal sistem
içinde tutunmaya çalışmışlardır. 9 Bununla birlikte işçi hareketlerinin tarihinde kolektif,
9 Ira Katznelson, “İşçi Sınıfı Oluşumu: Vakaları ve Karşılaştırmaları Kurgulamak”, s. 38.
291
rasyonel kararlar alan yekpare bir siyasal oluşum yaratma konusunda en önemli duraklar
“Birinci Enternasyonel” ve “İkinci Enternasyonel” olmuştur. Dünyanın bütün sosyalistlerini
tek çatı artında toplamaya çalışan bu oluşum, diğer adıyla Uluslararası İşçi Birliği ilk kez 1864
yılında toplanmıştır.
Birinci Enternasyonel farklı anlayışları birtakım ilkeler çerçevesinde bir araya getirmişti belki,
fakat sonraki gelişmeler işçi hareketlerinde daha homojen bir ideolojik kimliğin ortaya
çıkmasına sebep olacaktı. Bu durumun başlıca sebeplerinden birini Karl Marx ve Friedrich
Engels’in bilimsel olarak tanımladıkları kendi sosyalizmlerinin işçi hareketi hakkındaki fikirleri
oluşturmaktaydı. Marx öncesinde işçi hareketlerine sistemi devirecek bir siyasal kimlik
etrafında örgütlenmekten ziyade sistem içinde sorunları çözmeyi çalışan görüşler egemendi.
Bunun yanı sıra rasyonel-örgütlü bir mücadelenin aksine bireysel ve duygusal ağırlıklı anarşist
temayüller de vardı. Marx kapitalist sistemin gerçeklerini bilmediklerini ileri sürdüğü -
aralarında Robert Owen, St. Simon, Proudhon gibi isimlerin de bulunduğu- bu sosyalist anlayışı
ütopyacı olarak değerlendirmiş ve enternasyonel içinden tasfiye etmeye çalışmıştır. Bununla
birlikte 1872 yılında Bakunin başta olmak üzere tüm anti-otoriter ve anarko-sendikalist
eğilimlerin temsilcileri de enternasyonelden dışlanmıştır. Böylece işçi hareketleri 19. yüzyılın
ikinci yarısında kapitalist sistemi, sistem içi çelişkilere dayanarak yıkmayı, rasyonel ve örgütlü
bir şekilde yayılmayı ve proleterleri bilinçlendirmeyi amaçlayan homojen bir hareket ortaya
çıkmıştır. Bununla birlikte 1899 yılında aralarında Rosa Luxemburg, Karl Kautsky ve
Vilademir İlyiç Lenin gibi çok ünlü sosyalistlerin de bulunduğu İkinci Enternasyonal
kurulmuştur. I. Dünya Savaşı’na kadar süren bu evrede, Birinci Enternasyonel’in açtığı yoldan
gidilerek zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan dünyanın bütün işçileri
birleştirilmeye çalışılmıştır. Fakat I. Dünya Savaşı işçi hareketlerinin pek de hesaba katmadığı
başka bir etmenle, toplumsal hareketlerin hem de bu sefer gerçekten dünya çapında fitilini
ateşleyecektir: Ulusal kurtuluş hareketleri.
10.3.2. Ulusal Kurtuluş Hareketleri
19. yüzyılın sonlarında işçi hareketleri dünyanın bütün proleterlerini birleştirme çağrısı
yaparken hiç beklemedikleri bir kavram ve bu kavrama bağlı gelişmelerle yüz yüze geldiler.
Bu noktadan itibaren klasik toplumsal hareketler kategorisine ikinci bir paydaş ekleniyor ve I.
Dünya Savaşı’nın sonlarından 1960’ların sonuna kadar sürecek bir toplumsal hareketler dizisi
ortaya çıkıyordu. Bu dönemde ortaya çıkan yeni kavram, gerçekte, modern toplumun pek de
292
yabancısı olmadığı bir kavramdı: Ulus. Ulus, modernitenin bir icadı olarak özellikle Fransız
Devrimi’nin ünlü ilkelerinin toplumsal karşılığı, insanlar arasında çağın ruhuna uygun yeni bir
politik ilahiyat olarak sahneye çıkmıştı. Bu anlamda kimi araştırmacıların belirttiği gibi
geçmişte dinin üstlendiği işleve benzer bir anlama sahipti.10 Öyle ki ulus, Avrupa toplumlarının
diğer toplumlar karşısındaki üstünlüğünün maddî ve manevî bir açıklaması olduğu kadar
toplum içindeki sınıf tartışmalarını dindirecek, ekonomik husumetlerin yerine manevî bir ahenk
getirecek bir reçete olarak görülmekteydi. Bu anlamda ulus, toplumun üstünlüğünden duyulan
manevî bir tatminle kitlelerin yekpare bir bütün haline gelmesinin adıydı. Fakat ulus kavramı
yalnızca toplumsal tarafları kendi içinde eriten ideolojik bir çerçeve değildi; aynı zamanda
devletlerin, dünya sistemi içinde kendi sınırlarını ve etki alanlarını belirlemelerine de yarıyordu.
Sermayenin dolaşımı sırasında ortaya çıkan zenginlikler alanının nasıl ve kimler arasında
paylaşılacağı tartışmalarında da büyük bir rol üstlenmişti. İşte bu tartışmalar Avrupa ulusları
arasında tüm dünyanın sahne olacağı bir kıyameti getiriyordu: I. Dünya Savaşı.
I. Dünya Savaşı toplumsal hareketler açısından ilginç bir evliliğe de imza atmıştır. Kapitalist
Sistem’de üst sıralara tırmanma niyeti ile bu savaşa giren Rusya, kendi içinde yaşadığı
gelişmeler nedeniyle oyun dışı kalacaktı. 1917 Bolşevik Devrimi modern dünyaya işçi
hareketleri ile ulusal kurtuluş arasında, kimilerince teorik olarak imkansız görülen, bir ittifakın
kurulmasını sağlayacaktı. Bolşevikler Marxist bir ideolojik kimliğe sahip bir siyasal hareket
olarak işçi hareketlerine katılmışlardı. Bolşevik devriminin lideri ve sonrasında komünist
Rusya’nın ilk devlet başkanı Lenin, İkinci Enternasyonel’e katılan ve Ortodoks Marxizmi canı
gönülden benimsemiş bir figür olarak tanınıyordu. Fakat Rus Devrimi, işçi hareketlerinin
beklediği gibi bir gelişim çizgisi takip etmemişti. Rusya bir sanayi ülkesi değildi; emekçilerin
çoğunluğunu proleterler değil köylüler oluşturuyordu. Kapitalizmin tam olarak egemen
olmadığı bu ülkede, sistemin istenmeyen sonucu olan komünizmin ortaya çıkamayacağına
inanılıyordu. Lenin’in bu eleştirilere cevabı, işçi devriminin hızlanması için ulus devletlerin ele
geçirilmesi gerektiği yönündeydi.
I. Dünya Savaşı işçi hareketleri hiç istemese de burjuva ve emekçi sınıflar arasında bir ittifak
yarattı. Dışardaki düşmana karşı bu iki düşman kardeş uluslarını muhafaza için bir araya gelmiş,
aradaki sorunları unutmuşlardı. Marxistlerin söylediği gibi ulus kavramı bir burjuva icadı,
devlet ekonomik sömürünün siyasal karşılığı olabilirdi, proleterlerin bu savaşta yeri yoktu.11
10 Bkz. Carlton Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yay., 2011.
11 Rosa Luxemburg, Siyasal Yazılar, çev. Zafer Üskül, Ankara: Verso Yay., 1989, s. 100-102.
293
Fakat kavramın büyüsü tüm bu “gerçekleri” proleter kitlelere unutturmuştu. Lenin kitlelerin
örgütlemesinde ulus ve devletin rolünü ilk fark edenlerden biri olarak, bir işçi hareketinin, eğer
evrensel bir devrimi amaçlıyorsa, öncelikle devleti ele geçirmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun
temel stratejisi ise özellikle Batı-dışı halkların ulus haline gelip kendi kaderini tayin hakkına
kavuşmasında yatıyordu:
“Demek ki eğer biz ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını,
hukuksal tanımlamalarla cambazlık yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’
değil de ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek
istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderini tayin
etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız
bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.”12
Lenin’in devrim-ulus-devlet arasında kurduğu bu üçlü bağıntı I. Dünya Savaşı’ndan sonra
kapitalist sistemin sömürüsüne maruz kalan halklar için ilham verici olacaktı. Savaşın verdiği
hasar ve kayıplar sistemin egemenlerini ciddi şekilde zayıflatırken Batı-dışı halkların
bağımsızlıklarını kazanma ümidi doğdu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise bu ümit, yaygın bir
vaka haline gelecek ve dünyanın siyasal haritasında yeni devletlerin ortaya çıkmasını
sağlayacaktı. II. Dünya Savaşı’nın akabinde Batı’nın sömürgesi olan başta Hindistan, Güney
Amerika ve Afrika olmak üzere pek çok bölgede ulusal bağımsızlık hareketleri ortaya çıktı.
Sömürgelerin en önemlisi olan Hint alt kıtasında Hindular, İngilizlere karşı Gandi öncülüğünde
1917’de başlayan bir kurtuluş mücadelesi yürüttüler ve 1947’de bağımsızlıklarını kazandılar.
Aynı coğrafyada bu kez Müslümanlar yeni Hindu devletinden ayrılma mücadelesi verdiler ve
sonuçta siyasal coğrafya Bangladeş ve Pakistan diye iki ülke daha kazandı. Aynı süreç
Afrika’da çok daha kanlı bir şekilde tekrar etti. Başta Tunus ve Cezayir olmak üzere Fransız
sömürgesi pek çok halk, Batılı güçlere karşı bir ulusal kurtuluş mücadelesine giriştiler ve atmışlı
yılların başında bağımsızlıklarını kazandılar. Latin Amerika’da ise 1959’daki Küba Devrimi,
bu halklara ulusal kurtuluş yolunda büyük bir güven aşıladı.
Ulusal kurtuluş mücadeleleri klasik toplumsal hareketlerin ikinci evresi olarak ortaya çıktılar.
Her ne kadar 20. yüzyılda yaygınlık kazansalar da, aslına bakılırsa, tıpkı işçi hareketleri gibi
temelleri 15. yüzyıla kadar giden ancak genel görünümüne 19. yüzyılda kavuşan bir toplumsal
sistemin içinde kimliklerini buldular. Sonuçta, gerek işçi hareketleri gerekse ulusal kurtuluş
mücadeleleri klasik modern toplumsal düzenin öncelikleri, toplumsal çelişkileri ve çözüm
12 V. İ. Lenin, Milletlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı, çev. Muzaffer Ardos, İstanbul: Eriş Yayınları, 2004, s. 47.
294
anlayışları ile biçimlendiler. Fakat bu düzenin kendi içinde yaşadığı gelişmeler 20. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren farklı aktörlerin, farklı problemlerin ortaya çıkardığı yeni toplumsal
hareketlere neden olacaktır.
10.4. Yeni Toplumsal Hareketler
Yeni toplumsal hareketlerin; 20. yüzyılda ortaya çıkan problemlere, tartışmalara ve yeni
arayışlara tekabül ettiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte, burada söz
konusu olan, eski tüfek devrimcilerin anladığı şekilde bir kronolojik ayrım değildir. Yeni
toplumsal hareketler çağdaş toplumlardaki her türden gelişme, değişme ve farklılaşmanın, yeni
aktör/özne inşalarının bir sonucudur. Bu bağlamda yeni toplumsal hareketler ibaresi ile modern
toplumsal sistemin içinden çıkan bir hareket olduğu kadar kendini sistem-dışı veya karşıtı
olmakla tanımlayan hareketlerden de bahsediyoruz. Sistemin ne içinde, ne de dışında olan bu
hareketler nelerdir? Varlıklarını hangi toplumsal bağlamdan elde etmektedirler? Öne sürdükleri
toplum modeli, savunduğu modern özne nasıl bir şeydir ve daha önceki klasik toplumsal
hareketlerden farkı nerelerde aranmalıdır? Bu fasılda, söz konusu sorular üzerinden yeni
toplumsal hareketlerin “yeniliğini” tartışmaya çalışacağız. Fakat öncelikle 20. yüzyılda modern
toplumun genel bir panoramasını çıkarmak, bu oluşumların yaslandıkları bağlamı anlamak
açısından daha faydalı olacaktır.
20. yüzyılın sosyolojik olarak ne zaman başladığı hala bir tartışma konusudur. Kimi tarihçiler
bu başlangıca I. Dünya Savaşı’nın başlangıcını yerleştirirken Hobsbawn gibi tarihçiler bu asrın
II. Dünya Savaşı’ndan sonra başladığını ileri sürer. Başlangıç ve bitişi konusunda çeşitli
ihtilaflar bulunsa da 20. yüzyılın mesaiye 19. yüzyıldan devraldıkları ile başladığı bir gerçektir.
İki savaştan kalan toplu yıkım, 19. yüzyıla damgasını vurmuştur: Sermayenin dünyada daha
önce hiç görülmemiş başarılarına rağmen düşük refah seviyesi, sınıflar arasında giderek artan
eşitsizlik, istikrarsız siyasal yapılar vs... 20. yüzyılın toplumsal modeline yön veren şey bir
önceki uzun asrın iktisadî ve siyasal hatalarını telafi etme çabasıydı. I. Dünya Savaşı’ndan
sonraki dönemle birlikte, toplumun tek bir sınıfın himayesine bırakılamayacağı kesin bir
gerçeklik olarak zihinlerde yer etmeye başladı. Bu maksatla devlet, sınıflar-üstü bir pozisyona
yerleşti. 20. yüzyıl sadece kapitalist üretimin tahrip olan mekanizmasını tadil etmekle kalmadı;
aynı zamanda üretilen zenginliğin tabana yayılması gerektiği inancıyla toplum politikalarında
bir yenilik getirdi.
295
Söz konusu yeniliğin ardında 20. yüzyılın iki mucidinin, isterseniz mucize deyin, isimleri vardı:
Ford ve Keynes. John Ford Amerika’da üretimle ilgili yeni bir işletme programı uyguluyordu.
Ona göre kapitalizmin en önemli parçası hızlı ve yoğun şekilde üretim yapmaktı. Fakat 19.
yüzyılın üretim teknikleri bu hızı yavaşlatıyordu. Ford geliştirdiği parça-başı üretim
mekanizması ile sadece işçilerin yoğunlaştırılmış bir iş bölümünün parçaları olmalarını,
hareketli bir bandın çevresindeki işçilerle bir mamulün çok seri bir şekilde üretilmesini
sağlamadı. Aynı zamanda üretimdeki fazlalığın fiyatları düşüreceğini, böylece talebin geniş
kitlelere yayılacağını, talep genişleyince de arzın sürekliliğinin sağlanacağını gösterdi. Böylece
19. yüzyılın üretimden gelen gücü, tüketim denilen bir etkinliğin de tadını almaya başlayacaktı.
Ford’un üretime dair bu fikirlerine paralel olarak J. Maynard Keynes iktisat alanında
zenginliğin tabana yayılması gerekliliğini müdafaa ediyordu. Ona göre kapitalist sistemin
idamesi isteniyorsa, klasik liberallerin dediği gibi, piyasanın görünmez elinin arzı ve talebi
sağlamasına güvenilemezdi. Devlet bir denge unsuru olarak devreye girmeli ve talebin
oluşmasına yardımcı olmalıydı. Meta arzının mümkün olduğunca ucuzlaması, kamu fonlarının
canlandırılması, sosyal politikaların genel olarak iyileştirilmesi gerekiyordu. Ancak bu şartlar
altında yani üretilen zenginliğin geri dönüşümlü bir şekilde geniş kitlelerle paylaşılmasıyla
mevcut sistem kendini yenileyebilirdi. İki savaş arası dönemde popülerlik kazanan Fordist-
Keynesgil fikirler, özellikle 1945-1972 arasında uygulamaya konuldu. Böylece 20. yüzyılın en
önemli buluşlarından biri sayılacak refah devleti tedavüle girdi.13
Fordist-Keynesgil politikaların yürürlüğe girmesi ile birlikte toplumsal tabakalaşmada büyük
değişiklikler meydana geldi. 19. yüzyılda, özellikle Marxist işçi hareketlerinde gördüğümüz
gibi, toplum iki keskin sınıfa ayrılmıştı veya ayrılması bekleniyordu. Fakat 20. yüzyılda refah
politikalarının uygulanması ile birlikte üçüncü bir sınıf baskın hale gelmeye başlıyordu: Orta
sınıflar. Orta sınıflar, Marxist sınıf çatışmasının iki kutbundan da birtakım özellikler almıştı.
Örneğin, üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde bulundurmadıkları için proletaryaya
benziyorlardı. Fakat üretim içinde onlar gibi kol gücü ile çalışmıyorlardı; sorumluluk
alıyorlardı ve karar verici pozisyonda bulundukları için burjuvaziye yakındılar. 20. yüzyıl
geleneksel üretim düzeninde tarım ve sanayi sektörlerinin arasına hizmet sektörünü
yerleştirirken, orta sınıfta sayıları her geçen gün artan bir şekilde bu yeni alanda temellerini
bulmaya başlayacaktı. 60’lı yıllara gelindiğinde ileri sanayi ülkelerinin nüfusunun yarısı hizmet
sektöründe istihdam edilecekti. 14 Orta sınıfların, bu iki düşman kategoriden de bir şeyler
13 David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s. 146.
14 David Harvey, Postmodernliğin Durumu, s. 181.
296
taşıması çağdaş toplum anlayışıyla doğrudan ilgiliydi. 20. yüzyılda genel refah seviyesi bir
önceki asırda tahayyül edilemeyecek seviyelere yükselmişti. Toplumun en altında yer alanların
bile artık evlerinde uzun menzilli birer radyo vardı. Sinema salonları hınca hınç doluyor,
mutfaklar temel ihtiyaç maddelerinin dışındaki lüks ve egzotik lezzetlerle buluşuyordu. Uygun
taksit seçenekleri ile pahalı arabalar işçi sınıfına sağlanıyor, altta kalanlar kendi modalarını
yaratıyor, bu sıralarda gelişen yüksek teknolojik aletler her eve sızıyordu:
“Tam istihdam ve sahici bir kitle pazarını hedefleyen bir tüketici toplumu, eski gelişmiş
ülkelerdeki işçi sınıfının büyük bölümünü, ez azından hayatlarının büyük kısmı için
geçerli olmak üzere, babalarının ya da kendilerinin bir zamanlar yaşadıkları, gelirin
öncelikle temel ihtiyaçlar için harcadığı düşük seviyenin oldukça üzerine yerleşti.”15
Kısacası ezilenlerin artık zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri vardı.
20. yüzyılın ilk yarısında modern toplumsal sistemin, bu sistemi ‘kapitalist sistem’ olarak da
adlandırmak mümkündür, zirve noktasını gördüğü söylenebilir. 19. asrın çalkantıları çözülmüş,
toplum kendi kurumsal düzenini sarsılmaz bir şekilde kurmuştu. Bu anlamda geçmişin sistem
içi çatışmalarının artık giderildiğine inanılıyordu. İşçiler yüksek ücretlere ve iş garantisine
kavuşmuştu; çıplak sömürü yerini genel refahta görece bir artışa bırakmıştı; eski sömürge
topraklarında bağımsız devletler kurulmaya başlanmıştı. Bu bağlamda klasik toplumsal
hareketlerin baş aktörü olan proletarya da, kurtuluş mücadelesi veren uluslar da devrimci
üniformalarını dolaba kaldırabilirlerdi.
20. yüzyılda sistem eski muarızlarıyla hesaplarını kapatmaya çalışırken özellikle bu asrın ikinci
yarısında yeni toplumsal öznelerin ortaya çıkacağından habersizdi. Klasik toplumsal sistemin
bütün hesaplarını üstüne kurduğu özne, temellerini 19. yüzyılda buluyordu. Güçlenen refah
toplumu ekonomi-politik bir söylem üzerinde bütün sosyal ilişkileri açıklamaya çalışıyordu.
Bireyler, endüstriyel sistemin bir dişlisi olarak haklarını ve özgürlüklerini kazanmışlardı. Yani
özgün bir anlamdan ziyade, ait oldukları kolektivitenin (sendika, sınıf, grup) sistem içindeki
değeriyle anılıyorlardı. Klasik sistem ekonomi-politik bir sosyal dünya inşa ederken özne
olarak ise ‘yetişkin-beyaz-erkek’i tayin ediyordu. 19. yüzyılda işçilerin çoğu, üretim kol gücüne
dayandığı için erkeklerden oluşuyordu ve bu sanayi işçileri Avrupa’da yaşadıkları için beyaz
ırktandı. Coğrafya ve üretimin tarihsel koşullarına dayanan bu tercih çağdaş dönemde sistemin
buyruklarını oluşturacaktı. Başka bir deyişle 19. yüzyılın konjonktürünün parçası olan bu
15 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Everest
Yayınları, 2006, s. 375.
297
seçimler çağdaş toplumların kaderi haline gelecekti. Fakat bu sefer de klasik toplumsal sisteme,
özellikle 1968 sonrasında bu üç kategorinin (olgun, erkek, beyaz) karşıtları tarafından yani
sistemin dışında kalanlar (gençler, kadınlar, farklı etniklikler) tarafından yeni başkaldırı ve
isyanlar düzenlenecekti.
Yeni toplumsal hareketler; çağdaş dönemin, bir önceki asırdan devraldığı problemleri çözme
sürecinde ortaya çıktılar. En yüksek noktanın düşüşün de başlangıcı olması gibi bu hareketler
sistemin en güçlü, görece en az sorunlu zamanında direnişe geçtiler. 1968’de 1848 işçi
hareketleri gibi kurucu bir neden olmaksızın başlayan bu hareketler, ilerleyen süreçte ulusal
(ekonomik durgunluk, siyasal çalkantı) ve uluslar arası krizlerle (1971’deki petrol krizi vs.)
hızla dünya çapında yaygınlık kazandılar ve sisteme radikal eleştiriler yönelttiler. Söz konusu
eleştirileri dört noktada toplamak mümkündür: Cinsiyet, ırk, gençlik ve küresellik. Bu
bağlamda her bir eleştiri, diğerleri ile yakinen ilişkili olsa da, farklı birer toplumsal özne ve
hareket yaratmıştır. Takip eden sayfalarda, bu yeni özne ve hareketler değerlendirilerek yeni
toplumsal hareketlerin sahip olduğu başlıca özellikler üzerinde durulacaktır.
10.4.1. Gençlik Hareketleri
Gençlik, çocukluk ve yaşlılık gibi insan ömrünün bir safhası olarak kabul edilir. Genç,
olgunlaşmamış, başında kavak yelleri esen, duyguları ile hareket eden ve düzenle henüz
bütünleşmemiş bir insandır. Dolayısıyla her toplumun gençliğe daima yetişkinliğe geçiş süreci
olarak bir yer ayırdığı söylenebilir. Bununla birlikte gençlik kavramı sosyolojik bir kategori
olarak anlamını 20. yüzyılda kazanmıştır. Çağdaş toplumda yaşanan değişmeler, bu kavramın
farklı bir içerikle toplumsal dünyaya adım atmasının önünü açmıştır. 20. yüzyılda artan refah
seviyesi, hane içi çalışan emek sayısında bir azalış meydana getirmişti. Yani bir evin geçimi
eskiye oranla daha az insanın çalışması ile sağlanabilmekteydi. Bu bağlamda yeni kuşakların
boş zamanları arttığı gibi topluma katılış süreleri de uzamıştır. Genç hayatlardaki bu boşluk
eğitim ve piyasadaki metaların tüketilmesi ile telafi edilmekteydi. Böylece duyguların en
karmaşık olduğu, kararların aniden ve tepkisel olarak alındığı bu yaş grubu, duyguları
kışkırtarak var olan tüketim kapitalizmi için mükemmel bir hedef kitle olacaktır. Bununla
birlikte zorunlu eğitim ve yüksek öğrenimdeki artış da genç insanların ait oldukları kültürle
ilişkilenirken uyuşmacı değil, eleştirel bir tutum takınmalarının önünü açmıştır.
Bu hareket türünde gençlik, bir geçiş evresi değil; insanlığın nihai aşaması olarak tanımlanır.
Bunda, belki de, gençlerin hafızasında eski kuşakların yaşadıklarından pek bir şey
298
barındırmamasının etkisi fazladır. Yeni nesil büyük yıkımların ve ölümlerin varlığını yalnızca
tarih kitaplarından bilmektedir. Temel ihtiyaçların karşılanamadığı bir düzenin var olduğu
bilgisi ise olasılık dışıdır. Söz konusu süreçte gençlik hareketlerinin, tüm yeni toplumsal
hareketler gibi, vurgusunun eski toplumsal hareketlerinki gibi ekonomik veya siyasal değil
kültürel olduğu söylenebilir. Yeni bir toplumsal hareket olarak gençlik kültürünün esasını
bireysel özgürlük ve kimlik arayışları oluşturur. Yetişkinlerin iktidarına karşı sivil bir mücadele
sergilemek bu hareketlerin temel amacıdır. Söz konusu amaç ise, toplumsal kurumların
dayattığı her çeşit sınırlamanın ve normun ihlal edilmesi suretiyle gerçekleştirilmeye
çalışılmıştır. Rasyonaliteye karşı duygusal yaşam, temizliğe karşı kirliliğin erdemi, genel fayda
yerine kişisel zevk ve estetizm savunulmuştur. Doğaya dönüş, cinsel özgürlük ve bireysel
yaratım ile yetişkinlerin mutlak otorite ve savaştan başka bir şey üretmeyen kültürel
hegemonyasına karşı-kültürel bir hareketle başkaldırmışlardır.16 Gençlik hareketleri özellikle
‘68 Baharı ile kot pantolon giyen, rock müzik dinleyen ve kültürel şovenizme karşı çıkan
enternasyonel bir kitle ortaya çıkacaktır.17 Başta Amerika olmak üzere ileri kapitalist ülkelerde,
Sovyet Bloku’nda ve Üçüncü Dünya’da pek çok isyan baş gösterdi. Vietnam protestosu, Prag
ayaklanması, Sorbonne baskını ve dünyanın dört bir yanındaki öğrenci hareketleri günümüz
gençlik kültürünün muhayyilesini süslemektedir.
10.4.2. Kadın Hareketleri
Toplumsal hareketler içinde kadınların pozisyonuna baktığımızda, kadınların bu hareketlerin
her zaman içinde olduğunu söylememiz mümkündür. Bununla birlikte kadın hareketlerinin
savunduğu değerler ve gösterdikleri hassasiyetler dönemden döneme farklılık göstermiştir.
Öyle ki 19. yüzyılda kadınların hane içi pozisyonlarını iyileştirme, onlara sivil haklar
kazandırma misyonu edinen kadın hareketleri, yeni asırda piyasaya daha fazla katılan kadın
emeğinin erkeklerle aynı ücreti almasının mücadelesini verecektir. Bu bağlamda kadın
hareketlerinin, sistem muhalifi bir hareket olan işçi hareketleri içinde değerlendirilmeleri
oldukça doğaldır. 18 Gerçekten de iktisadın demir yasalarının egemen olduğu bir dönemde
16 Herbert Marcuse, Karşı-Devrim ve Başkaldırı, çev. Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ara Yay., 1991.
17 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991, s. 399.
18 Josephine Donovan, Feminist Teori, çev. Aksu Bora ve diğerleri, İstanbul: İletişim Yay., 1997.
299
Virginia Woolf’un dediği gibi kadınların başlıca amacını “kendine ait bir odaya” yani kendi
kimliklerini inşa edebilmek için gerekli maddi kaynaklara sahip olmak oluşturur.19
Kadın hareketleri, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kadının bağımsızlığını ve öznelliğini
vurgulayan daha radikal bir söylemle yeniden kuruldu. Burada çağdaş toplumda geleneksel iş
bölümünün sarsılmasının rolü büyüktü. Emek, fiziksel bir nitelik olmaktan çıkınca kadınlar
üretime daha fazla katılmaya başladılar ve bu durum klasik modern sistemin tayin ettiği
geleneksel ilişkileri çözülmeye uğrattı. Kapitalizmin ataerkil aileyle 19. yüzyılda kurduğu
ittifakın bozulması akabinde cinsiyet kategorisinin de yeniden tanımlanmasını beraberinde
getirdi. Bu süreçteki feminist yaklaşımlar, cinsiyeti iki kavram içinde değerlendirdiler:
Biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender). Biyolojik cinsiyetin kadının fizyolojik
bedeni ile ilgili olduğunu belirten yeni kadın hareketleri, asıl mücadelenin toplumsal cinsiyet
çerçevesinde yapılması gerektiğini vurguladılar. Kadının bedeninin eril toplumsal iktidar
tarafından kodlandığı, uyum gösteren sembolik bir anlamla eşleştirildiği ve kadının
özgürlüğüne muhalif, eşitsiz ilişkiler içinde yeniden üretildiği savunuldu: “Değişken ve
bağlamsal bir fenomen olarak toplumsal cinsiyet tözel bir varlığı değil, kültürel ve özgül ilişki
kümeleri arasındaki göreli yakınsama noktasını ifade eder.” 20 Cinsiyetin toplumsal iktidar
tarafından dayatılan bir kültürel kimlik olduğu, mevcut sistemin erkek yanlısı bir bakış
açısından kendi norm ve kurumlarını oluşturduğu ve bu durumun ise kadınları sistem-dışına
ittiği gibi yaklaşımlar yeni kadın hareketlerinin sıklıkla kullandıkları argümanlar haline
geldiler. Bu şartlar altında kadın hareketleri; gençlik hareketlerin yetişkin iktidarına karşı
çıkmalarına benzer şekilde, özgürlüğü bastırdığı iddia edilen “eril iktidarın” karşısına dişil bir
aksiyon vaat ederek çıkmaya çalıştı. Libidal serbestiyetin özgürleştirici “yaşam politikaları”,
sistemin dışında kalanların onu alaşağı edeceğine yönelik bir inanış ve bu inanışa bağlı olarak
farklı bir kadın özne arayışına katkı sağladı: “Bunlar, [‘Yasaklamak Yasaktır!’ gibi mottolar],
geleneksel anlamda siyasal ifadeler değildi. (...) Bunlar özel duygu ve arzuların kamuoyuna
ilanıydı. Kitlesel bir isyanı andırdığı ve zaman zaman böyle bir etki yaptığı zaman bile öznellik
bunların çekirdeğini oluşturuyordu.”21
Kadınların öznelliğine yapılan cinsiyet vurgusu, başta Amerika olmak üzere dünyanın dört bir
yanında feminist söylemleri hızla güçlendirdi. Transseksüellik ve eşcinsellik gibi üçüncü
19 Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İstanbul: Afa Yayınları, 1991, s. 43.
20 Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizmin ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis Yay.,
2008, s. 57.
21 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991, s. 405.
300
cinsten ilişkilerin savunusunu ve kürtaj hakkını talep eden bu hareketler yalnızca sivil haklar
mücadelesi vermekle kalmadılar. Buna ek olarak sosyal bilime epistemolojik bir bakış açısı da
kazandırdılar. Toplumsal kimlikleri yapı-sökümcü bir yaklaşımla ters yüz edilerek
arkalarındaki iktidar ilişkileri teşhir etmeye çalıştılar. Buna ek olarak özellikle bakış-açısı
teorisi [stand-point theory] ve etnografik yaklaşımın katkıları ile sosyal bir özne olarak kadının
toplumsal dünyayı nasıl algıladığı, sosyal hayatın onun çevresinde nasıl yapılaştığına yönelik
eleştirel çalışmaların sayısında hızlı bir artış yaşandı.
10.4.3. Etnik ve Irkçılık Karşıtı Hareketler
Etnisite kavramı kadınlık/erkeklik gibi biyolojik gönderimi olan bir kavramdır. Bununla birlikte
kavramın içeriğini belirleyen biyolojik özelliklerinden ziyade bu biyolojinin kültür içinde
yeniden kodlanmasıdır. Bir topluluğun kendini diğerlerinden farklılaştırmasının bir semptomu
olarak etnisite kavramı daima kullanılagelmiştir. Kavramın tarihindeki, toplumun ve doğanın
mahiyetinin yalnızca bir etniklik tarafından belirlenebileceği, diğerlerinin de buna göre daha
aşağı pozisyonlarda kalmaya mahkum olduğu gibi, ontolojik olarak zımnen kabul edilen bir
durum oldukça moderndir. “Beyaz adamın yükü” üstüne kurulan yarı teolojik bir kültür algısı
yıllarca Batı ile diğerleri arasında kapanmaz bir uçurum yaratmış, Batı yayılmacılığının
meşruiyet kaynaklarından biri olmuştur. Bu durum klasik toplumsal sistemde fiziksel
emeklerinin kullanıldığı ancak kültürel varlıklarının kabul edilmediği farklı renklerde bir insan
kitlesi yaratacaktı. Afrika’dan, Güney Amerika’dan ve diğer coğrafyalardan gelen/ getirilen
göçmenler, modern toplumların milliyetçi hamasetinin gölgesinde yaşamaya itilmişlerdi veya
asimile olmaya zorlanmışlardı. 1960’larda toplumsal sistemin bastırılan her öznesinin isyanına
şahitlik ederken, farklı etnik hareketler de bundan nasibini alacaktı. Toplumun yaşadığı her dar
boğazda kendilerinin hedef gösterilmesine başkaldıran farklı renkler çeşitli protestolara imza
attılar. Özellikle Amerika’da siyah hareket Martin Luther King, Malcom X, Elijah Muhammed
gibi farklı anlayışlara sahip kamusal figürlerin önderliğinde sistem içinde sivil demokratik
mücadeleden bütün Afrika kökenlilerin bir araya getirecek Pan-Afrikanizm gibi karşı-ırkçı
hareketlere varıncaya kadar bir çeşitlilik gösterdi.22
22 Micheal Omi ve Howard Winant, Racial Formation in the United State, New York: Routledge & Keagan,
1994.
301
10.4.4. Küresel Hareketler
Yeni toplumsal hareketlerin en önemli özelliklerinden biri de eylem kapsamının eski
hareketlere nazaran çok daha geniş olmasıdır. Özellikle seksenli yıllarda kapitalizmin çok
uluslu bir yapıya kavuşması, dünyanın küresel bir pazar haline gelmesi ve siyasal aygıtın yavaş
yavaş eski belirleyiciliğini kaybetmesine eşlik eden iletişim teknolojilerindeki gelişmeler
sayesinde, toplumsal hareketler ulus-ötesi bir örgütlenme sergiler hale geldiler. Nükleer silah
karşıtlığı, insan hakları arayışları, savaş karşıtı gösteriler, ekolojik duyarlılıklar pek çok farklı
kültürden gelen insanı bir araya getirdi: Siyasal olarak ulus devletin çöküşünün, yoksulluğun
giderek artmasının ve bireyler arasındaki eşitsizliğin giderek keskinleşmesinin yarattığı yeni
durumlar, küresel bir şekilde, küreselleşme karşıtlığını yeni toplumsal hareketler kategorisine
dahil etti: “Çağdaş hareketlerin hareketi mekansal kapsamıyla küreseldir. Ayrıca zamansal bir
çokluğu ifade eder. Bu çokluk, hareketin geniş bir sorun yelpazesini kucakladığının ve merkezi
olmayan yapısı içinde sosyal, kültürel ve siyasi çeşitliliğe uğradığının kanıtıdır.” 23 1999’da
Seattle’da yapılan gösterilerle yepyeni bir ivme kazanan küresel hareketler, günümüz
dünyasının başlıca toplumsal hareketi haline geldi.
10.5. Sonuç
Bu noktaya kadar yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıktığı tarihsel bağlamı, toplumsal
gelişmeleri, söz konusu hareketlerin başlıca türlerini gördük. Bu bağlamda yeni toplumsal
hareketlerin dayandığı karakteristiği şöyle özetleyebiliriz:
1. Yeni toplumsal hareketler özellikle kültürel hareketlerdir. Eski hareketlerin aksine
ekonomik iyileştirme ve siyasal bağımsızlığı değil; yeni bir kimlik inşasını ve sivil
hakların kazanılmasını hedefler.
2. Yeni toplumsal hareketler “kolektif değil birey merkezli hareketlerdir.” Eski toplumsal
hareketlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği belirli bir sınıf, sendika veya toplumsal aidiyet
çerçevesinde insanları bir araya getirmeyi değil; bireysel öznellikleri ortaya çıkarmayı
amaçlar.
3. Yeni toplumsal hareketler, rasyonel hedef ve programlar doğrultusunda değil; bireysel
“duygusallığın ve kendiliğindenliğin” etkisiyle gelişir.
23 Arif Dirlik, “Pasifik Perspektifinde Toplumsal Hareketler: Çağdaş Radikal Siyasetin Soyağacı Üzerine
Düşünceler”, Yalçın Çetinkaya (ed.), Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim, İstanbul: İletişim Yay.,
2008, s. 76 [65-84].
302
4. Yeni toplumsal hareketler, eski hareketlerin aksine tek bir özne tipinin öncülüğünde
örgütlenmez. “Farklı öznelerin bir araya geldiği” hareketlerdir.
5. Yeni toplumsal hareketlerin eylem alanı dünya çapında olan örgütlenmelerdir. Bununla
birlikte hareket içi “bağlar zayıf, değişken ve geçicidir.”
Eski ve yeni toplumsal hareketler arasındaki toplumsal farkı ve iki hareketin amaçlarını çağdaş
dönemin önemli sosyologlarından Alain Touraine şu şekilde belirtmektedir:
“Eski toplumsal hareketler özellikle de işçi sendikacılığı, ya siyasal baskı grupların ya
da en yoksul kategorilerin değil de, ücretlilerden oluşan yeni orta sınıfın çalıştığı
sektörleri loncacı bir mantıkla savunan aracılara dönüşürken, bu yeni toplumsal
hareketler, örgütlenmeleri ve sürekli eylem yetenekleri eksik olmakla birlikte şimdiden,
aynı zamanda hem toplumsal hem de kültürel nitelikli sorun ve çatışmalardan oluşan
yeni bir kuşağı ortaya çıkarırlar. Artık söz konusu olan üretim araçları için çatışmak
değil; eğitim, tıbbi hizmetler ve kitle bilişimi gibi yeni kültürel üretimlerin ereklilikleri
konusunda karşı karşıya gelmektedir.”24
24 Alain Tourane, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 274.
303
ESKİ TOPLUMSAL
HAREKETLER
YENİ TOPLUMSAL
HAREKETLER
KONULAR
Ekonomik ve politik düzen,
toplumsal güvenlik, ulusal
bağımsızlık, adil bölüşüm
Kimlik inşası, cinsel özgürlük
hakları, etnik hoşgörü, sivil
toplum, çevre demokratikleşme
vb. kültür politik konular
AMAÇLAR
Siyasal iktidarı elde etme.
Özgürlük, eşitlik, tüketim
güvenliği, ekonomik açıdan
iyileşme esas alınır
Bireysel özerklik, kimlik,
farklılıklarının tanınması,
bürokratikleşmeye karşı
muhalefeti temel alır
ÖZNELERİN TOPLUMSAL
KONUMU
Ekonomik ve siyasal sınıf
temellinde örgütlenmiştir.
Topluluksal bağlar güçlüdür
Toplumun alt kesimlerinden
gelirler. Lider figürü harekette
baskındır.
Kültür ve bireysel kimlik
temelinde örgütlenmişlerdir.
Topluluksal bağlar zayıftır. Orta
ve orta-üst sınıf kökenlere sahiptir.
Liderin etkisi zayıftır.
ÖRGÜTLENME
Siyasal parti ve sendikalar
temelinde örgütlenmiştir.
Bürokratikleşme seviyesi
yüksektir, hiyerarşiktir. Uzun
süreli kolektivitelerdir.
Kamuoyu ve medya desteği ile
bireysel olarak örgütlenmişlerdir.
Bürokratikleşme seviyesi
düşüktür. Gönüllülük esastır. Kısa
ömürlüdür
GERÇEKLEŞME ALANI
Genel toplumsal bunalımların
yoğun olduğu dönemlerde politik
alan ve piyasa içinde gerçekleşir
Gruba yönelik baskıların arttığı
dönemlerde, sivil alanda
gerçekleşir
Tablo-1: Eski ve Yeni Toplumsal Hareketler.
Okuma Önerileri
Toplumsal Hareketlerle ilgili temel okumalar için Yalçın Çetinkaya’nın derlediği Toplumsal
Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim (İletişim Yayınları, 2008) ve Charles Tilly’nin Toplumsal
Hareketler (Babil Yayınları, 2008) kitabına bakılabilir. Bunun yanı sıra, modern toplumsal
sistemin yaşadığı değişimler ile ilgili olarak Arrighi, Hopkins ve Wallerstein’ın Sistem Karşıtı
Hareketler (Metis Yayınları, 2004) başlıklı ortak çalışmaları incelenebilir. Yeni toplumsal
hareketlerle ilgili olarak Elif Topal Demiroğlu’nun “Yeni Toplumsal Hareketler: Bir Literatür
Taraması” (Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, Mart 2014, c. II, sy. 1) isimli
makalesine bakılabilir.
304
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu bölümde modern hayatın önemli konularından biri olan ‘toplumsal hareketler’ üzerinde
duruldu. İnsanların mevcut düzende bir değişim yaratmak veya ortaya çıkan değişime tepki
göstermek amacıyla direniş veya başkaldırı göstermelerinin doğal bir tutum olduğu, fakat bu
doğal tutumun modern öncesi ve modern toplumlarda farklı koşullar, kabuller ve beklentiler
altında değişik öznelerce yürütüldüğü belirtildi. Modern öncesi toplumda, sistemi tamamen
dönüştürmeyi ve farklı bir dünya kurmayı değil; birtakım sorunları giderip aynı şekilde yaşamı
idame ettirmeyi amaçlayan toplumsal hareketler modern toplumsal koşullar altında yapısal
değişiklikler talep eden, daha radikal bir söylem içinde geliştiler.
Modern toplumda temelde klasik ve yeni olmak üzere iki hareket tipi mevcuttur: İşçi ve ulusal
kurtuluş hareketleri klasik ya da eski toplumsal hareketlerin tipik iki örneğidir. Klasik
hareketler 19. yüzyılın şartları altında belirli bir topluluğun rasyonel bir hedef ve programlar
çerçevesinde modern sistemi tamamen dönüştürmeyi amaçlayan ekonomik-politik
etkinliklerdir.
20. yüzyılın toplumsal gelişmeleri doğrultusunda sahne alan yeni toplumsal hareketler, çağdaş
toplumsal sistemin refah politikaları neticesinde gelir ve tüketim seviyesi yükselen kitlelerin
kendi öznellik arayışlarına ev sahipliği yapan radikal kültürel hareketlerdir. Klasik toplumsal
sistemin tayin ettiği olgun-beyaz-erkek özneye karşı çıkmakla varlık kazanan bu hareketler,
temelde gençlik, etnik ve anti-ırkçı ve kadın hareketleri şeklinde tasnif edilebilir. Buna ek
olarak 1980’li yıllarla birlikte iktisat, siyaset ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle
birlikte bireylerin, dünya hakkındaki ortak problem çerçevesinde bir araya geldiği küresel
hareketlerden de bahsedilebilir.
Modern öncesi toplumsal hareketlerin genel karakteristiğini tanımlamaya çalışalım: Birincisi,
modern öncesi toplumsal hareketler “yereldir”. Toplumsal probleme karşı gösterilen tepki ve
başkaldırı bütün bir ülkeye yayılmaz veya farklı bölgeleri doğrudan etkilemez. İkincisi, modern
öncesi toplumsal hareketler “toplumsal düzeni tamamen değiştirme niteliği taşımazlar”. Onlar
belirli bir durumdan duyulan rahatsızlığa verilen tepki veya mağduriyetin giderilmesi niyetleri
ile ortaya çıkar. Bu bağlamda geleneğin içindeki zaman zaman faydalı kısa devreler olarak işlev
görürler. Üçüncüsü, bu toplumsal hareketler topluluğun rasyonel karar ve örgütlü
eylemlerinden ziyade “duygusal taşkınlıklarla” ilerler. Başlatılan isyanın neticesinde taleplerin
nasıl gerçekleşeceğine yönelik alternatif bir çözüm sunmazlar, daha ziyade grubun
beklentilerini ve şikayetlerini ifade ederler. Dördüncüsü, modern öncesi toplumsal hareketler
305
bütün topluluğun ortak iradesinde karşılık bulsalar da demokratik şekilde idare edilmezler; “tek
adam kültü” hakimdir.Yeni toplumsal hareketler özellikle kültürel hareketlerdir. Eski
hareketlerin aksine ekonomik iyileştirme ve siyasal bağımsızlığı değil; yeni bir kimlik inşasını
ve sivil hakların kazanılmasını hedefler.
Yeni toplumsal hareketler “kolektif değil birey merkezli hareketlerdir.” Eski toplumsal
hareketlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği belirli bir sınıf, sendika veya toplumsal aidiyet
çerçevesinde insanları bir araya getirmeyi değil; bireysel öznellikleri ortaya çıkarmayı amaçlar.
Yeni toplumsal hareketler, rasyonel hedef ve programlar doğrultusunda değil; bireysel
“duygusallığın ve kendiliğindenliğin” etkisiyle gelişir. Yeni toplumsal hareketler, eski
hareketlerin aksine tek bir özne tipinin öncülüğünde örgütlenmez. “Farklı öznelerin bir araya
geldiği” hareketlerdir. Yeni toplumsal hareketlerin eylem alanı dünya çapında olan
örgütlenmelerdir. Bununla birlikte hareket içi “bağlar zayıf, değişken ve geçicidir.”
306
Bölüm Soruları
1. Modern öncesi toplumsal hareketlerde din, kitleleri harekete geçirme noktasında nasıl
bir işlev yüklenmiştir? Selçuklular ve Osmanlılar dönemi isyan hareketleri vb. tarihsel
örnekleri de dikkate alarak tartışınız.
2. Günümüzde işçi hareketleri tarihsel niteliğini gösteriyor mu? Modern toplumun 19. ve
20. yüzyıldaki gelişim süreçlerini göz önünde bulundurarak değerlendiriniz.
3. Klasik ve yeni toplumsal hareketlerin gösterdiği özellikleri bölüm sonundaki tablodan
da yararlanarak arkadaşlarınızla tartışınız.
4. Çevrenizdeki farklı gençlik grupları ile de kıyaslayarak, gençlik hareketlerinin temel
özelliklerini belirtiniz.
5. Missippi Yanıyor, Amistad, Malcom X gibi filmleri izleyerek, bu filmler örneğinde
ırkçılığın tarihsel ve günümüzdeki karakteristiğini değerlendiriniz
6. “Veganlık” küresel bir hareket midir? Bu kavramla ilgili bilgi toplayarak tartışınız.
7. Sosyal medyanın (facebook, twitter, instagram vb.) toplumsal hareketi örgütlemedeki
avantajları ve dezavantajları nelerdir? Toplumsal hareketlerin küreselleşme ile ilişkisi
bağlamında değerlendiriniz
307
11. TOPLUMSAL SAPMA VE SUÇ
308
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
11.1. Toplumsal sapma nedir?
11.2. Suç nasıl tanımlanmaktadır?
11.3. Suçun nedenleri nelerdir?
11.4. Suçla nasıl mücadele edilmektedir?
309
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Toplumun normları ve değerlerini tehdit eden anti-sosyal davranışlar veya suçluluk gibi
sapkınlıklar, doğuştan getirilen özelliklerin bir sonucu mudur yoksa kişinin içinde doğduğu
ya da yetiştiği toplumsal çevrenin ürettiği davranışlar mıdır?
İnsanlar sapkın olarak mı dünyaya gelirler?
Kişiler suçlu olarak mı doğarlar yoksa onlara bu şekilde davranan ve tepki veren toplum mu
onları anti-sosyal hale getirir?
310
Anahtar Kavramlar
Toplumsal sapma
Suç
Suç sosyolojisi
Sapkınlık
Sosyal düzen
Etiketleme kuramı
311
Giriş
Niçin bazı davranışların toplumun kurallarını ihlal ettiği düşünülür? Bu tür davranışlar neden
sapma/sapkınlık olarak değerlendirilir ve cezalandırılır?
Toplumun normlarını ve değerlerini tehdit ettiği varsayılan anti-sosyal davranışlar veya
suçluluk gibi sapkınlıklar, suçlu/sapkın insanların doğuştan getirdikleri özelliklerinin bir
sonucu mudur yoksa bu tür davranışlar kişinin içine doğduğu ya da yetiştiği toplumsal çevrenin
ürettiği davranışlar mıdır? Suçlu/sapkın olarak nitelenen insanlar suçlu olarak mı doğarlar
yoksa onlara bu şekilde davranan ve tepki veren toplum mu onları anti-sosyal hale getirir?
Bunlar sapkınlık ve suç sosyolojisinin temel sorularından bazılarıdır ve bu alanın suç ve suçun
nedeniyle ilgili teorilerinin ve önermelerinin temelini oluşturur. Bu bölümde, toplumsal sapma
ve suçun çeşitli sosyolojik açıklamaları ele alınacaktır. İlk olarak sapkınlık ve suç gibi
terimlerden ne anlaşıldığı üzerinde durulacak ve ardından da suç ve kurbanlarıyla ilgili konulara
daha yakından bakılacaktır.
11.1. Toplumsal Sapma, Toplumsal Kontrol ve Suç
Philippe Besnard, ‘sapkın/lık’ (‘deviant’ ve ‘deviance’) sözcüğünün literatüre oldukça yakın
zamanlarda girdiğini belirtiyor:
“Sapkınlık sözcüğü oldukça yakın tarihlerden bu yana kullanılan bir sözcüktür. İkinci
Dünya Savaşı’ndan önce bilinmeyen, 1940’ların sonunda sosyoloji ve psiko-sosyoloji
literatürüne giren bu sözcük İngilizce’de önce daha ziyade ‘sapkın davranış’ deyiminde
sıfat olarak yer aldı ve kendisini 1960’larda kabul ettirdi. Daha sonra, ‘toplumsal
düzensizlik’ ya da ‘toplumsal sorunlar’ gibi geçmişte kullanılan adlandırmaların yerine
geçti, suçluluk ve suç işleme konularının daha özgül kavramlarını kapsadı. Sözcüğün
üstünlüğü, değerler temelinde daha yansız olması ve ayrıca hemen suç olarak
nitelendirilmesi düşünülemeyecek bir davranışlar dizisini içermesidir. Sapkınlık, genel
olarak belirli bir toplulukta ya da toplumsal bir grupta yürürlükteki normların her türlü
ihlali olarak tanımlanır. Bu ihlal saptığında bir yaptırım söz konusu olur. Ama bu
toplumsal yaptırım cezai yaptırımlara indirgenmez; sıraan bir kınama da söz konusu
olabilir. gayretkeş bir işçi sapkın bir davranışta bulunmuş olur; çünkü böylece grubun
(genellikle resmî olmayan) normunu ihlal etmiştir. (...)
312
Bu sapkınlık kavramı, R. K. Merton’ın ilk versiyonu 1938’de Social Structure and
Anomie (Toplumsal Yapı ve Anomi) başlığı altında sunulan, 1949’da, sonra da 1957’de
yeniden ele alınıp geliştirilen ünlü tipolojisinde mevcuttur. Buna karşılık sapkınlık
sözcüğü henüz ortada yoktur. Sözcük o dönemde kullanılıyor olsaydı bu metnin adının
Social Structure and Deviance (Toplumsal Yapı ve Sapkınlık) olması gerekirdi.
Metinde bu sözcük gibi, sapkın davranış ifadesi de yer almaz. Merton en fazla, ‘sapma
yönünde bir davranış’ ifadesini kullanmaya cesaret eder. Ve metnin başlığında
Fransızca’daki biçimiyle anomie sözcüğünü tercih eder.
(...)
Sapkınlık ve sapkın davranış, 1960’larda kendilerini sosyoloji terminolojisine kabul
ettirdiler. A. Cohen’in sentez kitabında ([A. K. Cohen, Deviance and Control, Londra:
Prentice Hall] 1966) olduğu gibi birçok yapıtın başlığında görüldüler. Kullanımları
ayrıca sosyologların ilgisinin yalnızca suçluluğun ve suç işlemenin sınırlarında
kalmayıp bunların ötesine doğru genişlemesine de denk düştü. M. Clinard tarafından
1964’te yayımlanan ve Mertoncı kuramın katettiği yolun doruğunda olduğu döneme
damgasını vuran Anomie and Deviant Behavior (Anomi ve Sapkın Davranış) adlı
kolektif yapıt bu durumu kanıtlıyordu. Mertoncı kuram yalnızca dar anlamda suçluluğu
incelemekle yetinmeyen, aynı zamanda alkolizmi, madde kullanımını ya da akıl
hastalarını konu alan bütün katkılarda mevcuttu ya da hatırlatıldı. Bu eğilim,
1950’lerden itibaren E. Lemert’in çalışmalarıyla isim yapan, ama E. Goffman’ın ve H.
Becker’in kitaplarının başarılarından sonra ön plana yerleşecek olan etkileşimci
yaklaşımın başarısıyla perçinlendi.”1
Sapma (veya sapkınlık), bir topluluk ya da toplumda, genel kabul görmüş belli bir normlar
kümesine uyum göstermeme olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle, sapma toplumsal
kuralların ihlal edilmesidir. Bal’ın tarifiyle “Sapma sosyolojik manada yürürlükteki sosyal
normları ihlal eden davranışlardır. Sosyologlar sapma davranışını anlamak üzere toplumsal
normları ve bunlardan sapma biçimlerini incelerler.”2 Toplumsal beklentileri alt üst eden bir
şeydir toplumsal sapma. Toplumsal kınamaya yol açar ve insanları ona karşı bir şeyler yapmaya
zorlar. “Sosyologlar ‘sapkın’ davranışı ya da ‘sapkınlığı’ temel toplumsal normları ve ilgiyi
1 Philippe Besnard, “Sapkınlık”, Massimo Borlandi vd. (eds.), Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, çev. Bülent Arıbaş,
İstanbul: İletişim Yay., 2011, s. 636-637 [ss. 636-638].
2 Hüseyin Bal, Suç Sosyolojisi, 2. Baskı, İstanbul: Sentez Yay. (Bursa), 2016, s. 11.
313
ihlal eden veya ilgili kitlenin (grubun/topluluğun) ayıplama, damgalama, sosyal izolasyon,
kınama ve/veya cezalandırma gibi yaptırımlarına maruz kalan eylemleri tanımlarlar (...).
‘Sapkınlık’ değersizleşmiş veya kınanmış davranışlar, inançlar ve niteliklerdir ve değersiz bir
kişi olarak bir ‘sapkın’ tecrit edilmesi, reddedilmesi, uzak durulması, kınanması, aşağılanması
veya başka şekillerde negatif bir tarzda muamele edilmesi gerektiği söylenen belli bir toplumun
ya da toplumsal çevrenin üyesi olan bir kişidir.”3 Anlaşılacağı üzere, belli bir ‘sapma’dan söz
edebilmek, ‘normal’ olanı tanımlayan belli bir ‘grubu/topluluğu’ varlığını gerektirmektedir. O
nedenle, “Sapkınlığın ne olduğu üzerine konuşmadan önce ‘Normal nedir?’ sorusunu sormamız
gerekiyor. Normal olana ve dolayısıyla da sapkının ne olduğuna kim karar veriyor? Böyle
yapıldığında, normalliği ve sapkınlığı inşa eden daha temel bir şeyden işe başlamamız gerekir:
Grup.”4 (Grup, grup-birey ve gruplar arası ilişkiler için bkz. Sosyolojiye Giriş I, “8. Bölüm:
Toplumsal Grup”.) Kişi, çocukluğunun daha ilk aşamalarında ebeveynlerinden gelen
‘yemeğinle oynama’ türünden uyarılarla büyüklerin normallik anlayışlarıyla ve toplumsal
kontrolle yüz yüze gelir. Bu bireyle toplumun ilk ciddi karşı karşıya gelişidir. Bir tarafta
çocuğun/bireyin karşı tarafında ebeveynlerin/toplumun normallik anlayışının bulunduğu bir
mücadele alanı olarak tasavvur edebiliriz bu durumu. Bu anlamda, toplumsal kontrol ile
sapkınlık, daima, çifleşik bir ilişki inşa eder.
Toplumsal sapmanın öteki yüzünü ifade eden toplumsal kontrol ise, sapkın davranışı önleme
ya da düzeltme çabası olarak tanımlanabilir. 5 ‘Toplumsal kontrol’ meselesiyle ilgili
çalışmasında Stanley Cohen, kavramı şu şekilde tanımlamayı öneriyor: “(...) suça, çocuk
suçluluğuna ve sapkın ve/veya toplumsal açıdan sorunlu bütün davranış türlerine yönelik
örgütlü cevaplardır. [Bu] cevaplar, söz konusu davranışın gerçekleşmesinden veya failin
tespitinden sonra geliştirilen tepkisel anlamda veya (söz konusu eylemin gerçekleştirilmesini
önlemeye yönelik) önleyici olması anlamında [bir cevap olarak] düşünülebilir” 6 En genel
anlamıyla toplumsal kontrol, formel ve informel olarak ikiye ayrılır. İnformel toplumsal
kontrol, toplumun normlarına ve değerlerine uyum sağlamaya yönelik dolaylı ve resmi olmayan
3 Erich Goode, “The Sociology of Deviance: An Introduction”, Erich Goode (ed.), The Handbook of Deviance,
Wiley Blackwell, 2015, s. 4.
4 Troy Duster ve Jeff Manza, “Crime, Deviance and Social Control”, Jeff Manza ve diğerleri, The Sociology
Project: Introducing the Sociological Imagination / From the New York University Department of Sociology,
New Jersey: Pearson Education Inc., 2013, s. 446.
5 Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar, 7. Baskı, Bursa: Ekin Yay.,
2011, s. 174.
6 Stanley Cohen, Visions of Social Control: Crime, Punishment and Classification, Cambridge: Polity Press,
1985, s. 3.
314
baskıları ifade eder. Küçük gruplarda informel toplumsal kontrol yaygındır; buna karşın, daha
kalabalık ikincil gruplarda ve karmaşık toplumlarda “sapkın davranışı önlemek ya da düzeltmek
için kanun haline getirilmiş, kurumlaşmış kamu mekanizmaları” şeklinde tanımlanan formel
toplumsal kontrol mekanizmaları görülür. Modern toplumlarda belirli kurumlar formel
toplumsal kontrol konusunda uzmanlaşmıştır: Polis teşkilatı, mahkemeler ve hapishaneler vb.
gibi.
Toplumsal sapma ile suç, pek çok durumda örtüşse de, aynı şeyler değildirler. Sapma kavramı,
yalnızca bir yasayı çiğneyen sapkın davranışa göndermede bulunan suç kavramından çok daha
geniştir.7 Sapma toplumun yaygın ve egemen normlarının ihlali olarak hem suç davranışını,
hem de tuhaf, garip, alışılmadık görülen ‘sapkınlıkları’ içeren bir kavramdır. Sapkınlık olarak
değerlendirilen davranışların pek çok biçimi, yasa tarafından yasaklanmış ya da sınırlandırılmış
değildir. Suç ise, resmi olarak ceza yasasında (ya da ilgili disiplin yönetmeliğinde) yer alan,
yazılı olarak açıkça belirtilmiş özel bir sapma durumunu ifade eder.8 “Sosyolojide legal sapma
7 Meselenin bir başka boyutunu, her iki duruma karşı uygulanan yaptırımların farklılığı göstermektedir: “Sapma
davranışlar, kültürün içeriği olan örf, âdet, gelenek ve göreneklere aykırı olabileceği gibi hukuksal normlara
da aykırı olabilir. birincisinde ayıplama, kınama, sosyal ilişkileri asgariye indirme gibi yaptırımlar söz konusu
iken ikincisinde özgürlüğünden mahrum etme, tazminat ödetme vb. hukuksal yaptırımlar söz konusudur.”
Hüseyin Bal, Suç Sosyolojisi, s. 11.
8 Durkheim ‘suç’u şöyle tarif eder: “Suç diye, işleyene karşı ceza denilen özel bir tepkiye yol açan edime
diyoruz.” Bkz. Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Cem Yay., 2006, s. 99.
Devam eden sayfalarda bir ‘edim’in suç olarak adlandırılabilmesi için eylemde aranacak koşullara ilişkin de
bir tartışma yürütmektedir: “Gerçekten bütün suçların tek ortak özelliği (...) her toplumun bütün üyelerince
dışlanan davranışlar olmasıdır. (...) Suç, belli bir toplum türünde, sağlıklı bilinç sahibi bütün bireylerin
duygularını incitmektedir.” (s. 103). “Demek ki duyguların güçlü olması yetmemektedir, açık ve kesin
olmaları da gereklidir.” Gerçekten de suçun belirlenmesi için nasıl uygulanacağı çok açık olan birtakım
kurallar vardır. Bunlar yalın kat olabileceği gibi karmaşık da olabilirler; olumlu ya da olumsuz olabilirler,
başka bir deyişle, bir edimde bulunmayı ya da bulunmamamayı gerektirebilirler. Ama, her zaman belirlidirler.”
(s. 109). “Yukarıdaki çözümlemeyi özetlemek üzere diyebiliriz ki, suç, ortak bilincin güçlü ve belirli
durumlarını inciten bir edimdir.” (s. 111). Durkheim, suçu cezayla tanımlamanın yaratacağı sıkıntıların da
farkındadır: “(...) suçu cezayla tanımladığımızda, suçu cezadan çıkarmak istemekle, ya da çok iyi bilinen bir
deyimle söyleyecek olursak, utancın kaynağını cezalandırılan edimde değil de darağacında görmekle
kınanmamız hemen de kaçınılmaz olur. Ama bu eleştiri bir düşünce karışıklığından ileri gelmektedir. (...) Hiç
kuşku yok ki, suçu yapan ceza değildir; ama suç, ceza aracılığıyla kendisini bize dışarıdan gösterir ve bundan
dolayı da suçu anlamamız için cezadan yola çıkmamız gerekmektedir.” Bkz. Emile Durkheim, Toplumbilimin
Yöntem Kuralları, çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Cem Yay., 2013, s. 75-76.
Paul Rock, en kısa haliyle suçu şöyle tarif ediyor: “En kısa tanımıyla suç, totolojik olarak ceza hukukunun
ihlali olarak ifade edilmektedir. Biraz daha kapsamlı olarak ise, Oxford İngilizce Sözlüğü’nün 1989 yılı
basımında; suçun, ‘kanun yoluyla yasaklanmış veya toplum refahına zararlı olan, kanun yoluyla
cezalandırılabilir bir eylem’ olduğu belirtilmektedir. Bkz. Paul Rock, “Suç ve Sapma”, William Outhwaite
(ed.), Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, İstanbul: İletişim Yay., çev. Melih Pekdemir, s. 737 [ss. 737-743].
‘Suç’un tanımlanması, ‘suç’u kimin tanımlayacağından başlayarak suç olarak kabul edilen eylemlerin zaman
içindeki değişikliklerine varıncaya kadar pek çok değişkenle ilişkilidir. Literatürde de bu çerçevede suçun
tanımlanması etrafında yürütülen hayli tartışma mevcuttur. Özet bir değerlendirme Paul Rock’un yazısında
bulunabilir. Durkheim’in Toplumsal İşbölümü, Sosyolojik Yöntemin Kuralları ve İntihar başlıklı
çalışmalarında da, suçun tanımlanmasında farklı boyutlara ilişkin zengin bir tartışma yürütülmüştür.
315
ile illegal sapma arasında kullanışlı bir ayrım yapılmıştır. Legal sapma toplumsal normların
veya standartların hukuk çerçevesi içinde kabul edilebilir ihlalini ifade eder. İllegal sapma (suç)
ise hukuku/yasayı çiğneyen ve cezaî müeyyideye tâbi kılınan davranış anlamına gelir.”9
Normlar açık seçik ortaya konmamış ve yazılı olmayan fakat zorlayıcılığı olan kurallar olarak
tanımlanır. Her toplumda özenle hazırlanmış yazılı kurallara/yasalara karşılık muazzam sayıda
yazılı-olmayan davranış kuralları vardır ve bireyler bu kurallara uymaya özen gösterirler.
Durkheim’e göre, bu kurallar ‘herkes tarafından bilinip kabul edildikleri için’ yazılı hale
getirilmemiştir. “Bir geleneğin yazılı hukuka dönüşüp yasalaşması anlaşmazlık konularının
daha belirli çözümler gerektirmesinden dolayıdır.” 10 Normlar, belli bir durumda hangi
davranışları gerçekleştirmemizin uygun olduğunun ya da olmadığının bilgisini bize veren,
günlük hayatımızı sürdürmemizi kolaylaştıran toplumun temel kurallarıdır. Grubun, topluluğun
ya da toplumun ortak ve yaygın kuralları olarak o grubun veya toplumun üyelerini bağlar.
Cenaze merasiminde, düğünde, sınıfta, konserde vb. farklı mekanlarda ve ortamlarda nasıl
davranacağımızın, insanlarla hangi düzeyde ve nasıl iliki kuracağımızın vs. bilgisini bize bu
yazıya dökülmemiş kurallar verir. Bu açıkça belirtilmemiş kurallar, aynı zamanda, içinde
yaşadığımız toplumun doğasına ve niteliklerine dair bize pek çok şey anlatır.
9 Tony Lawson ve Tim Heaton, Crime and Deviance, Londra: MacMillan Press Ltd., 1999, s. 3.
10 Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, s. 105. Bir başka yerde, Spencer’le yürüttüğü polemik bağlamında
üzerinde durduğu sanayi toplumlarındaki sözleşmeye dayalı dayanışma konusundan söz ederken, kavramı
biraz daha farklılaştırmak fakat aynı zamanda daha da belirginleştirmek ve sertleştirmek suretiyle, şunları
yazar: “Son olarak hukukun uyguladığı bu örgütlü ve belirli baskının dışında, bir de geleneklerden ileri gelen
baskı vardır. Sözleşmelerimizi yapış ve uygulayış biçimimizde, hiçbir yasayla doğrudan ya da dolaylı olarak
yaptırıma bağlanmış olmamakla birlikte yine de uymak zorunda olduğumuz kurallar bulunmaktadır. Tümden
ahlaki nitelikte olmakla birlikte yine de çok katı olan mesleki yükümlülükler vardır. Bunlar özellikle serbest
denilen mesleklerde belirgindirler; (...) ama bu eylem öncekinden daha az belirgin olmakla birlikte onun kadar
toplumsal niteliktedir; öte yandan sözleşme ilişkileri geliştikçe o da zorunlu olarak daha geniş kapsam
kazanmaktadır, çünkü o da sözleşmeler gibi türlülenmektedir.
Özetle, görülüyor ki sözleşme kendi başına ilişkileri düzenlemeye yeterli olamaz; ancak toplumsal kökenli bir
düzenleme varsa sözleşme ilişkisi kurulabilir. Bu, düzenlemeyi gerekli kılmaktadır, çünkü her şeyden önce
sözleşmenin işlevi yeni kurallar koymaktan çok, önceden saptanmış genel kuralları özel durumlara uyarlamak
üzere türlülendirmektir; ikincisi, sözleşme yalnızca tanımlanması zorunlu olan kimi durumlarda tarafları
bağlama gücüne sahiptir. İlke olarak toplumun ona zorlayıcı bir güç tanıması, genellikle özel istençler
arasındaki anlaşmanın –yukarıda belirtilen sınırlar içinde- yaygın toplumsal işlevlerin uyum içinde işlemesini
sağlamaya yetmesinden dolayıdır. Ama eğer sözleşme toplumun amacına aykırı ise, eğer sık kullanılan deyişle
adaletli değilse, her türlü toplumsal değerden yoksun olduğu için her türlü geçerlik gücünden de yoksun olması
zorunludur. Demek ki toplumun rolü, hiçbir zaman, yapılan sözleşmeleri edilgin bir biçimde uygulamaya
indirgenemez; sözleşmelerin hangi koşullarda uygulanabilir olduğunu belirlemek ve gerektiğinde onları
normal biçime koymak da topluma düşmektedir. Tarafların anlaşması, adaletli olmayan bir hükmü adaletli
kılamaz; toplumsal adaletin, anlaşarak bile olsa, tarafların çiğnemesini engellemesi gereken adalet kuralları
vardır.” (s. 255-256).
316
Toplumsal sapma olumlu da olabilir, olumsuz da. Olumlu sapma, ideal davranış örüntüleri
yönünde bir sapmadır. Toplumun çok ilerisinde olan bazı erdemli insanlar, egemen normlara
ters düşmüş olabilirler. Köleliğin egemen olduğu bir toplumda, köleliğe ve toplumsal
adaletsizliğe karşı çıkan birisinin eylemleri olumlu toplumsal sapma tipine bir örnektir.
Olumsuz toplumsal sapma ise, onaylanmayan, aşağı ve yetersiz davranış örüntüleri yönündeki
sapmadır. Toplumsal sorunlar hakkında yapılan sosyolojik araştırmalar, büyük ölçüde olumsuz
toplumsal sapmayı konu almaktadır.
Gerek sapkın davranışlar ve gerekse de suç olarak kabul edilen davranışlar, toplumdan topluma
değişiklik gösterebilir. Aynı toplumun farklı dönemleri, hatta aynı toplumun aynı dönemdeki
farklı kurumları içerisinde dahi, sapma olarak görülen davranışlar farklılaşabilir, suç veya
sapma daha katı veya daha esnek bir biçimde yorumlanıp cezalandırılabilir.11 Bir dönem sapma
ya da suç olarak görülen bir davranış, başka bir dönemde normal bir davranış olarak kabul
edilebilir. Ya da normalde suç olarak kabul edilen belli davranışlar, belli durumlarda suç
kapsamı dışında tutulabilir, hatta teşik edilebilir. Örneğin normal zamanda suç olan adam
öldürmenin, savaş koşullarında farklı değerlendirilmesi gibi...
11.2. Kriminoloji ve Suç Sosyolojisi
‘Suç’la ilgilenmenin tarihi çok eskilere gitse de, mevcut bilgiler, kriminoloji (criminologie)12
kavramının ilk defa 1879’da Fransız doktor Paul Topinard tarafından kullanıldığını gösteriyor.
Kriminoloji başlıklı ilk eser, İtalyan ceza hukuku profesörü Raffaele Garofalo’nın 1885 yılında
yayınlanan Criminologia13 adlı eseridir. Cesare Lombroso’nun, cezaevindeki suçlular üzerine
11 Durkheim şöyle yazıyor: “Örneğin sözleşmelerin dürüstlüğe aykırı olarak yapılması ya da uygulanması, genel
kınama ya da maddi tazminatla karşılanırken, artık cürüm sayılmaya başlar. Bir azizler topluluğunu, örnek ve
yetkin bir manastırı tasarlayınız. Burada tam anlamıyla suç denilen davranışlar bilinme; ama sıradan insanlar
için hoş görülebilir olan yanlışlar, normal suçların sıradan insanlarda yarattığı utanç duygusuna yol açar.
Demek ki topluluğun elinde yargılama ve cezalandırma erki bulunsa, bu edimleri suç sayıp öyle işlem
yapacaktır. Aynı nedenledir ki, tam dürüst bir kişi bu hafif töresel aykırılıkları, kitlelerin gerçekten cürüm
niteliğindeki edimlere gösterdiği katılıkla yargılar. Eskiden kişilere saldırılar daha sıktı, çünkü insan kişiliğine
gösterilen saygı daha azdı. Bu saygı artınca bu suçlar da daha seyrek görülür oldu; ama aynı zamanda bu
duyguyu yaralayan birçok edim, eski zamanlardan farklı olarak ceza yasası kapsamına girdi.” Bkz. Emile
Durkheim, Toplumbilimin Yöntem Kuralları, s. 101-102.
12 Kriminoloji, Latince -‘suçlama’ anlamındaki- crīmen ile Yunanca -‘bilim’ anlamındaki- logia sözcüklerinin
birleşiminden ortaya çıkan bir kavramdır ve ‘suçbilimi’ anlamına gelir.
13 Türkçe tercümesi için bkz. Raffaele Garofalo, Criminologia: Suç, Suçlu ve Ceza, çev. Muhuttin Göklü,
İstanbul: Nurgök Matbaası, 1957.
317
yaptığı incelemelerin sonuçlarını içeren çalışması L’Uomo Delinquente (Suçlu Adam)’in
yayınlandığı 1876 yılının kriminolojinin kuruluş tarihi olarak kabul edilir.
Kriminoloji, diğer bilimlerle mukayese edildiğinde, 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış
yeni bir bilimdir. Kriminoloji, interdisipliner bir inceleme alanı olarak kuruldu. Biyoloji,
psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, antropoloji, tıp, ekoloji, istatistik, hukuk, adlî bilimler, ekonomi,
eğitim vb. gibi birçok bilim dalıyla yakın etkileşim halindedir.
Kriminolojinin kısa ve kesin bir tanımı söz konusu değildir. Literatürde birbirinden farklı pek
çok kriminoloji tanımı mevcuttur. Aynı çeşitlilik kriminolojinin görev alanı, kapsamı vb. gibi
konularda da söz konusudur. Neredeyse, bu alanda çalışan kriminolog kadar farklı kriminoloji
tanımıyla karşılaşmak mümkündür. Bir tanım yapmak gerekirse, kriminolojiyi kısaca şu şekilde
tanımlamak mümkündür: “Kriminoloji suç ve suçla ilgili konuların bilimsel yöntemlerle
incelenmesi”, “‘suç olgusunun incelenmesi’ veya ‘suç olgusuna ilişkin bilim’, ‘suç bilimi’ gibi.
Ancak, içeriği belirlemeğe yönelik tanımlarda birlik yoktur.” 14 Alanın içeriğinin
belirlenmesinde yaşanan zorluk, kriminolojinin pek çok farklı disiplinle ilişkili olması, alanın
kapsamının dar veya geniş yorumlanması, inceleme nesnesinin değişken ve muğlak tabiatıyla
ilişkili olsa gerektir.
Üzerinde bir fikir birliği olmasa da, kriminolojinin inceleme alanını şu şekilde belirlemek
mümkündür: Suçun niteliği ve miktarı, suçun ve suçluluğun nedenleri, ceza hukukunun
gelişmesi ve ceza adaletinin yerine getirilmesi, suçun özellikleri, suçlunun ıslahı, suçluluk
biçimleri, suçun sosyal değişime etkileri, kanunların yapılış ve uygulanışları, zaman ve mekâna
göre şekillenen suç işleme kalıpları, suça karşı gösterilen toplumsal tepkiler, ceza adalet
yönetimi, suçluların gözaltına alınmalarından başlayarak soruşturma, kovuşturma,
cezalandırma ve ıslah aşamalarına kadar geçen süreçlerin tamamı.
Kriminolojinin Türkiye’deki kurucusu olarak kabul edilen Sulhi Dönmezer kriminolojiyi,
“İnsanın sapıcı davranış ve eylemleri arasında suçu doğuran, yapan ve suçu kontrol etme
amacını güden süreçleri açıklayan ve suçun sebep ve faktörlerini tespit maksadıyla insana ve
suç işleyen insana ilişkin bilgilerin bütünün sentezini oluşturan bir bilgi dalı”15 olarak tanımlar
ve kriminolojinin kapsamını da şu şekilde çizer: “Kriminolojinin konusu, toplumsal normlardan
14 İlk tarif Füsun Sokullu-Akıncı’ya [Kriminoloji (Ders Notları), İstanbul, 1994, s. 11], ikincisi Sulhi
Dönmezer’e [Kriminoloji, 8. Baskı, İstanbul: Beta Yayım, 1994, s. 2] aittir. Her iki tanımı Erol Tüter’in
“Kriminoloji Nedir?” (https://www.kriminoloji.com [erişim tarihi: 25 Ocak 2018]) başlıklı yazısından iktibas
ettim. Tüter’in yazısında bu alanda çalışan bilim insanlarına ait onlarca farklı kriminoloji tarifi daha bulunuyor.
15 Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 16.
318
sapma şekillerinden suç denilen insan davranış, tavır ve hareketlerini ve suç olayını, suçu yapan
süreçleri, sosyal bir gerçek olarak ceza adalet sisteminin işleyişini, suç ile suçlu ve sosyal çevre
ilişkilerini incelemek, suçun sebep ve etmenlerini mümkün olduğunca belirlemek, suça
sebebiyet veren unsurları, süreçleri izah etmek ve bu hususlarda elde edilen bilgilerle söz
konusu suç denilen sosyal kötülüğü en etkin şekilde yok etmek veya mümkün olduğunca
azaltacak strateji ve teknikleri belirlemektir.”16
Jean Constant, Eléments de Criminologie (1949) başlıklı eserinde, geniş kriminolojiyi iki
büyük gruba ayırır. Ona göre; suçluyu, organik yapısı bakımından inceleyen ve verasete ilişkin,
biyolojik, anatomik, fizyolojik etmenleri ele alan suç antropolojisi, -yaş, cinsiyet, karakter vb.
gibi- suçun oluşmasına neden olan ya da suçu doğuran psikolojik olayları ve mekanizmayı
inceleyen suç psikolojisi, suçu toplumsal bir olgu olarak ele alan ve suça sebep olan toplumsal
etkenleri inceleyen suç sosyolojisi, anormal ve akıl hastası suçluları inceleyen ve akıl
hastalıkları ile suç arasındaki ilişkileri irdeleyen suç psikiyatrisi, ve cezaların ve güvenlik
tedbirlerinin kaynağını ve gelişimini açıklamaya çalışan penoloji gibi disiplinlerden oluşan
Birinci Grup ‘teorik kriminoloji’ olarak adlandırılır. İkinci grubu oluşturan uygulayıcı
kriminoloji ise; suçları önlemek için devletin yerine getirmesi gereken faaliyetler ve araçların
tamamı anlamında suç siyaseti, toplumun suça sebebiyet veren sosyo-ekonomik faktörlerin
önlemek ya da azaltmak veya yok etmek için başvurduğu tüm araçları inceleyen ve tıbbî ve
toplumsal boyutları olan bir alan olarak suç profilâksisi ve suçluların ortaya çıkarılmasını
sağlamak için başvurulan bilimsel araçları inceleyen –daktiloskopi, antropometri, balistik gibi
dalları olan- kriminalistik veya bilimsel polis gibi araştırma alanlarından oluşur. 17 Geniş
anlamıyla kriminolojiyi oluşturan birkaç alt bilim alanı daha vardır: Suç istatistikleri, hukuk
sosyolojisi, (suçun nedenlerini araştıran) suç etiyolojisi, suçlu davranış sistemleri ve viktimoloji
(mağdurbilim) gibi...
Kriminoloji görece yeni bir araştırma disiplini olmasına karşın ‘suç’, ‘cezalandırma’ gibi
konulara ilişkin tartışmaların tarihi çok daha eskilere gider. Thomas Moore, Montesquieu,
Voltaire, Rousseau, Beccaria, Bentham gibi yazarlar suçu toplumsal bir olay olarak ele alan
16 Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 13.
17 Erol Tüter, “Kriminoloji nedir?” Kriminolojiyi daha dar tanımlayan yaklaşım sahipleri kriminalistiki
kriminolojiden ayrı bir bilim olarak değerlendirdiklerini ve ayrıca kriminoloji ile kriminalistikin sık sık yanlış
olarak birbiriyle karıştırıldığını da belirtelim. “Kriminalistik teknik olarak delil tespiti yapar. Kriminalistik
teknik olarak suçun, suçlunun, suç delillerinin, suçun işlenme yöntemlerinin tespiti ve suçun aydınlatılması
ile meşgul olmasına karşın; kriminoloji her şeyden önce suçun açıklamasını yapan, suçlu davranışın
nedenlerini inceleyen, suçun önlenmesi ve suçlulukla mücadele ile ilgilenen bir bilimsel öğretidir.” Bkz. Erol
Tüter, aynı yerde.
319
bazı değerlendirmelerde bulunmuşlardı. Cesare Beccaria ve Jeremy Bentham, kriminoloji
içerisinde ‘klasik okul’ olarak adlandırılan akım içerisinde değerlendirilmektedirler. Nihayet
19. yüzyıl başlarında ilk pozitivistler Lavater, Gall, Pinal, Esquirol gibi yazarlar suçlunun fizik
ve psikolojik kişiliği ile ilgilenmeye başlamışlardır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde, 19. yüzyılın
ortalarında suç ile akıl hastalıkları arasında bir ilişkinin olup olmadığı, çocuk suçlular, suç
istatistikleri vb. üzerinden birçok inceleme yapılmıştır. Cesare Lombroso ve öğrencileri Enrico
Ferri ve Raffaele Garofalo, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kriminoloji disiplininin kuruluşunda
önemli roller oynadılar. Bu üç isim kriminolojide ‘İtalyan ekolü’nün ve ‘pozitivist
krimonoloji’nin kurucu temsilcileri olarak bilinir.
Cesare Lombroso (1835-1909), Pesaro Üniversitesinde Adli Tıp profesörü olarak görev yaptığı
sırada, şehir hapishanesinde yatan suçlular üzerindeki incelemelerinin sonuçlarını L’Uomo
Delinquente (1876) isimli kitabında yayınladı. “Lombroso’ya göre suç, ölüm, doğum gibi doğal
bir olaydır. Bir eylem, belirli bir memleketin ve zamanın âdet, gelenek ve düşünceleriyle
çelişme halinde bulunduğunda suç vasfını alır. Suç genel nedensellik kanunu içinde gerçekleşen
tabii bir olaydır. Zira suç önemli bir kısmı itibarı ile organizma şartlarının ürünüydü,
Lombroso’ya göre. Bazı insanlar, belirli hayvanların yırtıcı, bitkilerin parazit olması gibi, suçlu
olarak doğarlar. Suç işleyen insan sui generis antropolojik bir tip teşkil eder ve bedeninde
bulunan anatomik, biyolojik ve psikolojik olağan dışı özellikleri dolayısıyla suç işler. Kişileri
suç işlemeye zorlayan bu stigmatların kökeni atavizm, dejenereleşme ve saradır. Lombroso’ya
göre ceza, suçu meydana getirmek hususunda birleşen fiil ve tabiî kuvvetleri yok edemez. Bu
nedenle ceza yerine iyi bir sağlığı koruma, hijyen, suçları önlemekte daha etkili olur. Devlet
suçla, bir kefaret, manevi ödetme amacı ile değil ve fakat sosyal savunmayı sağlamak için
savaşmalıdır.” 18 Garofalo ve Ferri, hocaları Lombroso’nun suç ve suçlular hakkındaki
düşüncelerini geliştirerek ve çeşitlendirerek sürdürmüşlerdir.
“İtalyan suç antropolojisine karşı Fransız suç sosyolojisi okulu eleştirel bir tutum alarak
gelişti. Bu karşıt teori Montesquieu, Locke ve Rousseau’nun yazılarından esinlendi ve
Alexander Lacassagne (1843-1924) ve Gabriel Tarde (1843-1904) tarafından
geliştirildi. Onlara göre insan içinde bulunduğu şartlara göre suçlu olacak ya da
olmayacaktır. Bu nedenle Lacassagne’ye göre toplumlar layık oldukları suçlulara
sahiptirler. Tarde’a göre sadece suçlu değil aynı zamanda dünya sorumludur. İtalyan
18 Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 3. Lombroso’nun suçun biyolojik ve sosyolojik sebeplerine ilişkin görüşleri için
ayrıca bkz. Cesare Lombroso, Suç İşlemenin Biyolojik ve Sosyal Sebepleri, çev. Sadi Irmak, İstanbul: Aydın
Güler Kitabevi, 1963.
320
suç antropolojisi ve Fransız suç sosyolojisinin yaklaşımlarını Franz von Liszt (1851-
1919) sentezleyerek, suçu failin kısmen doğuştan kısmen edinilen özelliğinin ve onu
kuşatan toplumsal ve özellikle ekonomik ilişkilerinin ürünü olarak gördü. Buna
Marburg Okulu (Bileştirme teorisi) adı verildi. Liszt’in öncülüğünde ‘Uluslararası
Kriminoloji Birliği’ kuruldu...”19
“1920 ve 1930’larda yeni Çağdaş Kriminoloji ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde
suç teşkil edici davranışı izah bakımından iki aslî görüş öne sürülmüştür. Bunlardan
birincisi, Sigmund Freud’un teorilerinin etkisi ile, suçu kişinin ruh yapısında mevcut
olan gerilim ve ihtilatların sembolik bir ifade tarzı telakki etmiştir. İkinci izah tarzı ise,
sosyologların etkisi ile suçu bireyin içinde yaşadığı ortamın bir sonucu gibi ele almak
olmuştur. Halen de bu iki esas görüş kriminoloji alanında egemendir.
Suçluluğun sosyolojik görünümünün incelenmesi, 20. yüzyılda geniş ölçüde bir Amerikan
yaklaşımı olarak gelişmiştir. Edwin Sutherland, Johan Thorsten Sellin ve Alfred K. Cohen gibi
kriminologlar suçun oluşmasında öğrenme, kültür çatışması, suçlu alt kültürünün etkileri
üzerinde durdular. 1960’lardan itibaren suç sosyolojisi, yerini büyük ölçüde “sapma
sosyolojisi”ne bıraktı. Suç ve sapma alanında gerçekleştirilen çalışmalarda gittikçe “sembolik
etkileşimci okul” etkin olmaya başladı. Ardından suç olarak kabul edilen eylemlerin temellerine
ilişkin yaygın kabulleri sorgulayan ‘radikal kriminoloji’ veya ‘eleştirel kriminoloji’ akımı
gelişmeye başladı.20
11.3. Suça/Suçluya İlişkin Yaklaşımlar
Suçu ve suçluyu tanımlamaya ilişkin çalışmalar, özellikle sanayi toplumlarının gelişimiyle
birlikte artmıştır. Toplumsal uyumu sağlamaya yönelik bir perspektifle, toplumsal düzeni bozan
eylemler olarak suç üzerinde çalışmalar yapmak özellikle 18. yüzyıldan itibaren sosyal
bilimlerin farklı alanlarında görülmeye başlandı. Suç istatistikleri üzerine yapılan çalışmalardan
elde edilen belli düzenlilikler ve suçlulara ilişkin çalışmalardan varılan belli genel yargılar,
özellikle suçun önlenmesine yönelik bir perspektifle işlenmeye ve yasalaştırılmaya çalışıldı.
19 Hüseyin Bal, Suç Sosyolojisi, s. 31.
20 Kriminolojinin tarihine ilişkin bir tartışma için bkz. Ian Taylor, Paul Walton ve Jock Young, The New
Criminology: For a Social Theory of Deviance, Londra ve New York: Routledge, 1973. Kriminoloji alanındaki
güncel gelişmeler için ayrıca bkz. Marvin D. Krohn, Alan J. Lizotte ve Gina Penly Hall, Handbook of Crime
and Deviance, Londra: Springer, 2009.
321
Biyoloji alanında yaşanan gelişmelerin, Darwin’in evrim kuramının ve özellikle de
pozitivizmin güçlü etkisiyle suçlulara ilişkin belli tipolojiler geliştirildi. Bu tipleştirme
çalışmaları zımnî olarak, tıpta hastalıkların erken teşhis edilerek önlenmesine benzer şekilde,
suçluların önceden tespit edilerek suçun önlenmesine, dolayısıyla suçtan arındırılmış sağlıklı,
uyumlu bir toplumsal düzenin tesis edilmesine yönelik bir perspektifle de ilişkiliydi. Hastalık
tanımının içine ‘genetik bozukluklar’ da dahil edildiğinde meselenin boyutları ‘öjenik
uygulamalar’a kadar varmaktadır. Modern Avrupa toplumlarının yakın geçmişinde bu
düşüncenin ve uygulamaların rahatsız edici pek çok sonucuyla karşılaşılmıştır. Aşağıda,
özellikle 19. yüzyıla hakim olmuş biyolojik ve psikolojik suç açıklamaları ile daha ziyade 20.
yüzyılda suç konusunda geliştirilen hakim sosyolojik yaklaşımlar kısaca değerlendirilmektedir.
11.3.1. Biyolojik Teoriler
Suçu açıklamaya yönelik ilk çabalar, -kimi coğrafyaya, iklime, mevsim farklılıklarına,
sıcaklığa, neme dayalı açıklamalarla da karşılaşılmakla birlikte- özünde biyolojik nitelikteydi.
Fransa’da André-Michel Guerry’nin ve Belçika’da Adolphe Quetelet’in istatistik yıllıklarından
hareketle yapmış oldukları çalışmalar ‘kartografik ya da ekolojik yaklaşım’ olarak bilinen
coğrafyaya önem atfeden çalışmaların ilk örnekleri olarak kabul edilir. Quetelet, Lombroso,
Ferri ve diğerleri Fransa, İtalya ve Almanya’da mala karşı suçların soğuk yerlerde ve kışın
artmasına karşın, sıcak yerlerde ve sıcak aylarda kişilere karşı suçların daha sık olduğunu
istatistiki olarak ortaya koymaya çalışmışlardı. Fakat istatistiklerin suçun nedenlerine ilişkin
kesin bir kanıt olamayacağı sonraki çalışmalarda iyice kabullenilmiştir.
Kişinin fiziksel özelliklerinin bozukluğunun onun şeytanî yanlarını gösteren bir işaret olarak
alınması orta çağların düşünce dünyasına kadar geri gider. Orta çağda, suç zanlıları arasında en
çirkin olanın suçlu olma ihtimalinin çok daha fazla olduğuna ilişkin genel bir kanı mevcuttu.
İlk olarak –‘insan fizyonomi okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen- Giambattista della Porta
(1535-1615), insan davranışları ile yüz özellikleri arasındaki ilişkileri incelemişti. Ona göre,
hırsızlar geniş dudaklı ve sert bakışlıydı. Porta’nın görüşleri yaklaşık 200 yıl sonra, Johann
Kapsar Lavater (1741-1801) tarafından tekrar ele alınmıştır. Tüm bu görüşler Joseph Gall
(1758-1828), Johann Kapsar Spurzheim (1776-1832) ve Charles Caldwell (1772-1853)
tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Onlara göre, beyin dokusu ve hücreleri ile beyindeki
girinti ve çıkıntılar insan davranışını düzenlemekteydi. Beden yapısı ile kişilik özellikleri
arasındaki ilişkiler konusundaki düşünceleri ilk sistemleştiren kişi olarak kabul edilen Dr. Gall,
322
kişilik ile ilgili çeşitli özelliklerin ve fonksiyonların beynin belli merkezleriyle ilişkili olduğu
şeklinde bir varsayımı kabul etmiş ve beynin bütünlüklü bir topografyasını çıkarmıştı. Beynin
bu merkezlerinin kafatasına da etki yapıp, orada da birtakım çıkıntı veya girintilere yol açacağı
ve kafatasındaki bu çıkıntı, düzlük ve girintilerin incelenmesi ile kişilik özellikleri hakkında
fikir sahibi olunacağı varsayılmıştı. Buna göre kafatasının arka kısmında belirli bir çıkıntı
olanların maddi zevklere düşkün; alınlarının yukarı kısmı çıkıntılı olanların ise, mal ve mülkiyet
arzularının kuvvetli olduğu ileri sürülmüştü.
Cesare Lombroso’nun öğretisinin çıkış noktası genetik şarta bağlı suçluluk, yani ‘doğuştan
suçluluk’ idi. Gelen yoğun eleştiriler üzerine, Lombroso ‘doğuştan suçluluk’ teorisini
yumuşatmak ve keşfedilen suçluların yarısının –daha sonraları bu oranı üçte ikisine kadar
genişletmişti- doğuştan suçlu olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştı. Lombroso’dan önce de,
suçluluk ile bedensel durum arasında bağıntı kurulmakla birlikte, Lombroso ilk defa biyolojik
şartı açıkça ortaya koyan kişidir. Lombroso’ya göre, doğuştan suçlu, genetik olarak belirlenmiş,
suç eylemlerinde bulunan insanlardır. Şüphesiz biyolojik şartın bu daraltılmış kavramı
nisbileştirilir ve tek tek biyolojik özelliklerle sınırlandırılır. Darwin’in düşüncelerinin etkisinde
kalmış olan Lombroso’ya göre suçlu, normal insanlara göre, en aşağı gelişim aşamasında
kalmış atavistik (soya çeken) bir insandır. Suçluların fiziksel özelliklerine ilişkin ölçümler,
onların normal insanlara göre daha iri vücut yapılarına, büyük kol uzunluklarına, geniş göğüs
kafesine ve daha fazla kiloya sahip olduklarını göstermiştir. Suçlunun duygusuzluğunun ilkel
insanları hatırlattığı vurgulanır. Bu duygusuzluk, deneysel olarak ispatlanmaya çalışılmış ve
vücudun sağ yarısının sol yarısına göre biraz daha az duyarlı olduğu iddia edilmiştir. Suçlularda
idrak tam görülmez. Lombroso, hırsızların ve katillerin belli biyolojik işaretleri olduğunu iddia
eder. Hırsızlar çok hareketli yüz yapısı ve ellere sahiptirler, gözleri küçüktür, huzursuz, sıklıkla
gözleri oynar (şaşı), kaşlar çatık ve birbirine yakındır. Ahlâksızlar hemen hemen daima
parlayan bir göze, ince yüze ve iri dudaklara sahiptirler, genellikle ince yapılıdırlar, kambur
olanlarına da rastlanır, bir çoğunun parlayan gözleri ve kısık sesleri vardır. Lombroso katilleri,
sabit, soğuk ve dik dik bakan, bazen gözleri kanlı, ince dudaklı ve köpek dişleri büyük şeklinde
tasvir etmişti.
Berlin’de bir cezaevinde doktorluk yapan Baer 1893’te, İngiltere’de yine bir başka cezaevi
doktoru Goring 1919’da ve 1939’da 14 bin hükümlü üzerinde incelemeler yapan Hooton
Lombroso’nun tezlerinin geçersizliği noktasında önemli bulgulara ulaşmışlardı.
Suçluluğun kalıtımsal olup olmadığıyla ilgili araştırmalar bilinen büyük suç aileleri, ikizler ve
evlat edinme araştırmalarıyla devam etti. Beden tipleri üzerine çalışmalar, Lombroso’nun
323
tezlerinin bir devamı mahiyetinde, Almanya’da Ernst Kretschmer ve ABD’de W. H. Sheldon
tarafından sürdürüldü.
1966 yılında, Chicago’da, çok sayıda kişiyi öldüren bir katilin kromozomlarında XY yerine,
XYY kromozom anormalliğinin tespiti büyük heyecan yaratmış ve bu sebeple fail, elektrikli
sandalyeden kurtulup ‘kusur yeteneği olmadığı’ gerekçesiyle bir tedavi kurumuna
gönderilmişti. Bu olay üzerine kromozomların anormallikleri ile suçluluk arasında bir ilişkinin
olup olmadığına ilişkin çalışmaların sayısı hayli artmıştı.
Beden tipleri, kromozom yapıları, genetik aktarım ile suçluluk arasında bir ilişkinin olup
olmadığına dair araştırmaların benzerleri iç salgı bezlerinin kişilik üzerindeki etkileri, hormon
salgıları ve yanlış beslenme (örneğin, Fosfat Teorisi) ile suçluluğa varan davranış bozuklukları
arasında bir ilişkinin kurulup kurulamayacağı konularında da yapıldı. Fakat şimdiye kadar
yapılan deneylerden ve araştırmalardan elde edilen sonuçlar, suçluluğu yalnızca biyolojik
faktörlerle açıklayabilmekten hala çok uzaktır. Genetik mirasın suç eğilimleri üzerindeki
etkisini ortaya koymaya çalışan bir başka gözde yöntem soyağaçlarını incelemekti. Ancak bu
yöntem, genetik mirasın etkisi hakkında hemen hiç bilgi vermemektedir; çünkü genetikle gelen
ve çevreden gelen etkileri birbirinden ayırmak hayli zordur. Ayrıca bu türden
değerlendirmelerin, bütünüyle ıslahevlerindeki ya da hapishanelerdeki suçlular üzerine yapılan
çalışmalarla sınırlı olduğu da unutulmamalıdır.
11.3.2. Psikolojik Teoriler
En bilineni Sigmund Freud olan pek çok psikolog, psikiyatrist ve psikanalist 19. ve 20. yüzyılda
suçluluğun bir açıklamasını geliştirme çabası içerisinde oldular. Bilinç altı (bilinç dışı) ve onun
içerdiği dinamik güçlerin neler olduğu konusunda kapsamlı bir teori geliştiren Freud’un
teorisinin anlaşılmasında ‘id’, ‘ego’ ve ‘süperego’ kavramlarının önemli bir yeri vardır.
Bilindiği üzere Freud’un teorisinde alt benlik (id) cinsellik ve saldırganlık gibi iç güdüler; üst
benlik (süper ego) anne-baba ve diğer önemli kişiler ile etkileşim suretiyle geliştirilmiş
değerlere dayanan vicdan; benlik (ego) ise alt benliğin istekleri ile üst benliğin istekleri arasında
arabulucudur. Psikanalitik görüşe göre suçluluk, özetle, benlik ile üst benlik gelişimindeki
yetersizlikler nedeniyle suç dürtülerinin, yani alt benliğin denetim altına alınamamasından
kaynaklanır.
324
Bir başka önemli psikolog Alfred Adler (1870-1937), suçun müşterek duygudaki bir eksiklik
ve sadece normdan bir derece sapması olduğunu ve aşağılık kompleksinden kaynaklandığını
düşünür.
Suçun psikolojik ve psikiyatrik açıklamaları bakımından psikozlar, nevrozlar, psikopatlık, zeka
geriliği ve alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile ilişkisi üzerine dikkate değer pek çok çalışma
yapılmışsa da, en iyi ihtimalle, suçun ancak bazı yönlerini açıklayabilmektedirler. Kimi
suçlular, çoğunluğun gösterdiğinden farklı kişisel özellikler gösterebilirlerse de, suçluların
çoğunluğunun aynı özellikleri taşıması pek imkan dahilinde değildir. Çok çeşitli suç türleri
bulunuyor ve bunları işleyenlerin bazı ortak temel nitelikleri paylaştıklarını ifade etmek pek de
anlamlı görünmüyor. Kendimizi belli bir suç türüyle sınırlasak bile, değişik durumlar söz
konusu olabilmektedir. Bu türden suçların bazısı bireysel olarak işlenirken, bazıları da örgütlü
olarak işlenmektedir. Tek başına suç işleyenlerle örgütlü suç işleyenlerin kişilik özelliklerinin
aynı olduğunu söylemek de pek doğru olmayacaktır.
11.3.3. Sosyolojik Teoriler
11.3.3.1. İşlevselci Kuramlar
İşlevselci kuramlar suç ile sapkınlığın yapısal gerilimlerden ve toplumdaki bir ahlaki
düzenleme yokluğundan kaynaklandığı düşüncesinden hareket ederler. Eğer toplumdaki
bireyler ile grupların hedefleri eldeki ödüllerle çakışmıyorsa, arzular ile elde edilenler (idealler
ile gerçekler) arasındaki bu uyumsuzluk, kimi üyelerin kendilerini sapkın güdülenmeler içinde
hissetmelerine neden olacaktır.
Anomi kavramı ilk kez, modern toplumlarda geleneksel norm ve standartların, yerlerine yenisi
konmadan aşındığını ileri süren Emile Durkheim tarafından ortaya atıldı. Anomi, toplum
yaşamının belirli bir alanındaki davranışları düzenleyen hiçbir açık ölçünün bulunmadığı
durumlarda ortaya çıkar. Böyle durumlarda, Durkheim’e göre, insanlar kendilerini yollarını
yitirmiş hissederler ve kaygı dolu hale gelirler. Dolayısıyla anomi, intihar eğilimleri üzerinde
etkili olan toplumsal etkenlerden birisidir.
Durkheim, suçu ve sapmayı toplumsal olgular olarak görmüştür. Her ikisinin de modern
toplumların kaçınılmaz ve gerekli bileşenleri olduğuna inanıyordu. Durkheim’e göre, modern
dönemde insanlar geleneksel toplumlarda olduklarından daha az kısıtlanmıştır. Modern
dünyada bireysel seçime daha fazla yer olduğundan kimi uyumsuzlukların olması
325
kaçınılmazdır. Durkheim hiç bir toplumun onu yöneten normlar ve değerler hakkında tam bir
mutabakata sahip olmayacağının farkındadır. Durkheim’e göre –belli bir oranda ve kontrol
edilebilir bir düzeyde- sapma toplum için gereklidir de. Sapma iki önemli işlevi yerine getirir.
İlk olarak, sapmanın bir uyarıcı işlevi vardır. Sapma, toplumda yeni düşünceler ve meydan
okumalar yaratarak yenilikçi bir güç haline gelir. İkinci olarak sapma, toplumdaki iyi ve kötü
davranışlar arasındaki sınırı korumayı destekler. Bir suç olayı, grup dayanışmasını yükselten
ve toplumsal normları açıklığa kavuşturan toplu bir tepki ortaya çıkarabilir.
Robert K. Merton, suçu sapkın davranışın öteki biçimleriyle ilişkilendirmekte ve böylelikle de
suçluların olağanlığını vurgulamaktadır. Merton, anomi kavramını, kabul edilmiş normlar
toplumsal gerçeklikle çatıştığı durumda bireyin davranışı üzerindeki gerilime göndermede
bulunacak biçimde değiştirmiştir. Amerikan toplumunda ve bir ölçüye kadar öteki sanayi
toplumlarında genel olarak benimsenen değerler maddi başarıya vurgu yapmaktadır ve başarıya
ulaşma araçlarının ‘disiplin’ ile ‘çok çalışma’ olduğu varsayılır. Dolayısıyla, Merton’a göre,
gerçekten de çok çalışan insanlar, yaşama hangi noktada başlamış olurlarsa olsunlar başarıya
ulaşırlar. Oysa, yeteneği olmayanların veya yeterince çalışmayanların çoğunluğu, geleneksel
ilerleme fırsatlarını ya yalnızca sınırlı ölçüde elde edebilirler ya da böyle fırsatları hiç bir zaman
elde edemezler. Başarılı olamayanların çoğunluğu, kendilerini, maddi ilerleme sağlamadaki
apaçık olan yeteneksizlikleriyle lanetlenmiş olarak görürler. Bu durumda, ister yasal isterse de
yasadışı olsun her türlü araçla ileri gitme yönünde büyük bir baskı vardır. Merton’a göre,
dolayısıyla, suçluluk ekonomik eşitsizliklerin bir yan ürünüdür.
Merton, toplumsal bakımdan öne çıkarılan değerler ile bunlara erişmek için kullanılacak
araçların sınırlı olması arasındaki gerilimlere gösterilen beş mümkün tepki ve bu tepkileri
gösteren insan tipi tespit eder: (1) Uyum gösterenler, başarıya ulaşsınlar ulaşmasınlar, hem
genel olarak benimsenmiş değerleri hem de bunları gerçekleştirmek için kullanılacak
geleneksel araçları kabul ederler. Nüfusun çoğunluğu bu kategoriye dahildir. (2) Yenilikçiler,
toplum tarafından onaylanan değerleri kabul etmekle birlikte, bunları izlemek için yasa dışı ya
da meşru olmayan araçları kullanırlar (meşru amaçlara ulaşmak için gayrımeşru araçlar
kullanma). Yasa dışı etkinlikler yoluyla servet edinen suçlular bu kategoriye örnek olarak
verilebilir. (3) Törenciler [ritüalistler], bu ölçülerin gerisindeki değerlere ilişkin bakışlarını
yitirdikleri halde, toplumsal olarak kabul edilen ölçülere uyum sağlarlar. Bu kurallar, görünürde
daha genel bir hedef olmamasına karşın sırf zorlayıcılıkları nedeniyle onlara uyulmuş olmak
için izlenir (meşru araçlara takıntı derecesinde saygılı olup ‘kültürel amaçları’ unutma, ihmal
etme, görmeme durumu). (4) Geri çekilenler, rekabetçi bakış açısını tümden yitirmişlerdir; bu
326
yüzden hem baskın değerleri hem de bunlara erişmek için kullanılacak onaylanmış araçları
yadsırlar. Buna bir örnek olarak, kendine yeten bir komün verilebilir. (5) Başkaldıranlar, hem
var olan değerleri hem de araçları yadsırlar; ancak, toplumsal sistemi yeniden kurmak ve bu
değerlerle araçların yerine yenilerini koymak da isterler. Radikal siyasal grupları bu kategoriye
örnek olarak verebiliriz.
11.3.3.2. Sosyal Öğrenme Teorileri
Suçu ve suçlu davranışı, ilgili normların ve davranışların öğrenilmesinin bir ürünü olarak kabul
eden sosyal öğrenme teorileri, en temelde, Gabriel Tarde’ın (1843-1904) “taklit” teorisine
dayanır. Tarde, o dönemde popüler olan Lombroso’nun biyolojik anormallik görüşünü
reddederek, suçluların normal kişiler olduklarını ve suçu öğrendiklerini iddia etmişti. Bu
teoriler arasında en meşhur olanı Edwin H. Sutherland’ın farklılaşmış birlik21 olarak bilinen
yaklaşımıdır. Sutherland’ın teorisine göre, suç öğrenilen bir davranıştır. Sutherland’a göre,
suçluluk ne kişisel özelliklerden, ne de sosyo-ekonomik durumlardan doğar; suç, herhangi bir
kültürde, herhangi bir kişiyi etkileyecek öğrenme sürecinin bir sonucudur. Suçun öğrenilmesi,
suçun işlenmesine ilişkin teknikleri de kapsar. Bu teorinin gençlik çetelerinin suçluluğunu
açıklayabilme noktasında iş görmesine karşın genel olarak suçluluğu açıklama bakımından
yetersiz kaldığı iddia edilmiştir.
11.3.3.3. Alt Kültür Teorileri
Sonraki dönemde, Sutherland’ın yaklaşım ile Merton’un tipolojisini ilişkilendiren çalışmalar
olmuştur. Richard A. Cloward ve Lloyd E. Ohlin, Delinquency and Opportunity ([Suç ve Fırsat]
New York: Free Press, 1960) adlı çalışmalarında, suça yönelen çeteleri incelemekte ve bu tür
çetelerin kötü durumda olan azınlık grupları gibi, başarıya erişme şanslarının düşük olduğu alt-
kültür topluluklarında ortaya çıktıklarını iddia etmektedirler. Albert K. Cohen, Cloward ve
Ohlin’in çalışmalarında suçu açıklamaya yönelik olarak geliştirilen ve ‘alt kültür teorileri’
olarak adlandırılan bu yaklaşım, özellikle gençler arasındaki çete suçluluğunu açıklama
21 Çete oluşumlarını başarılı bir biçimde çözümleyen bir kuram geliştirdiği düşünülen Sutherland, farklılaşmış
birlik (veya ayırıcı/farklılaştırıcı birlik [differential association]) kavramıyla, şiddet davranışının bireylerin
kendilerini özdeşleştirdiği bir grup veya arkadaş ortamında öğrenildiğini ifade etmektedir. Şiddet olgusunu
merkezinde bu kavramı alarak inceleyen bir çalışma için bkz. Zahir Kızmaz, “Şiddetin Sosyo-Kültürel
Kaynakları Üzerine Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2006, c. XVI, sy. 2,
s. 247-267.
327
çabasındadır ve hakim orta sınıfın değer ve amaçları ile alt sınıf geçlerinin bu değerleri takip
etme ve bu amaçlara ulaşma imkanları arasındaki çatışmaları vurgulamaktadır.
Alt kültür teorisi, suçluluğu, egemenler tarafından toplumda doğru olarak tanınan değerler ve
normlar sisteminden, failin aykırı sosyalleşmesinin bir sonucu olarak açıklar. Alt kültür teorisi,
alt kültür (azınlık) gruplarının suçluluğunu tatmin edici bir biçimde açıklama iddiası
taşımaktaysa da, bu teorinin ‘gençlik’ gibi bütün önemli azınlıklara uygulanamayacağı, buna
karşılık, uyuşturucu bağımlısı, asosyal ve gençlik çetesi üyesi gibi sosyal kenar gruplarının
suçlu davranışlarının açıklanmasında iş görebilecek bir yaklaşım olduğu iddia edilmiştir.
Yoksul kesimden insanların, daha varlıklı insanlarla aynı başarıyı hedefledikleri düşüncesini
ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira bu insanların çoğunluğu, hedeflerini kendi durumlarını
dikkate alarak belirlemektedirler. Ayrıca, hedeflerle fırsatlar arasındaki tutarsızlığın yalnızca
yoksul ya da daha az ayrıcalıklı kişilerle sınırlı olduğunu da düşünmemek gerekir. Zimmete
para geçirmek, sahtekarlık ya da vergi kaçırma suçlarında görüleceği gibi, öteki gruplar içinde
de suça iten baskılar söz konusu olabilmektedir.22
11.3.3.4. Etiketleme (Yaftalama) Kuramı
Geleneksel olarak pozitivist sosyologlar sapmayı belirli bir suçlu ya da anti-sosyal tiplerin içsel
bir niteliği veya aksine kötü bir aile geçmişi, çevre veya yanlış sosyalleşmenin bir sonucu olarak
açıklama eğilimindeydiler. Fakat fenomenologlar, özellikle sembolik etkileşimci bir çerçeve
içinde, kişinin doğduğu sosyal çevrenin ve ‘anlamlı/önemli ötekiler’in, özellikle de anne-
babalar, arkadaşlar, öğretmenler ve otorite konumundakilerin onlara yaklaşım biçimlerinin bir
yansıması olarak görme eğilimindedirler. Bu perspektife göre, kimi insanlar doğuştan suçlu ve
ıslahı imkansız kötü veya zararlı varlıklar değildirler. Daha ziyade, onlar, diğerlerinin
kendilerine yaklaşım veya -en azından bu yaklaşımı algılama- biçimlerinin bir sonucu olarak
anti-sosyal varlıklara dönüşürler. Bu bakış açısından, sapkınlar ve suçlular diğerlerinin uygun
yaklaşımları ve tepkileriyle ıslah ve hatta ‘tedavi edilebilirler’.
1950’lerde ve 1960’larda sembolik etkileşimciliğin popülaritesi artarken, birçok farklı
sosyolog, özellikle de Chicago Üniversitesi’ndekiler, bireylerin doğumla getirdikleri genetik
özelliklerinden ziyade, belirli insanlara uyguladığımız ‘toplumsal etiketler’i ve bu
etiketlemenin ardından onları sapkınlığa iten ve sapkınlığı artıran yaklaşım biçimlerimizi
22 Anthony Giddens, Sosyoloji, Hüseyin Özel ve Cemal Güzel (yay. haz.), Ankara: Ayraç Yay., 2000, s. 187-188.
328
araştıran ve ‘etiketleme [yaftalama] kuramı’ olarak bilinen bir yaklaşım/teori geliştirmeye
başladılar. Etiketleme kuramının önde gelen ismi, Howard Saul Becker (d. 1928)’dir.
“Etiketleme düşüncesi Howard Becker’e ait değildir: Bu ayrım genellikle Frank Tonnenbaum
ve Edwin Lemert’e ve G. H. Mead, W. I. Thomas ve Charles H. Cooley gibi sembolik
etkileşimcilerin geliştirdikleri düşüncelere dayandırılır. Ne de Becker, etiketleme kuramının
oluşumu ve gelişiminde tek ‘önemli’ kişidir (Lemert, Schur, Goffman ve diğerleri bu alana aynı
ölçüde değerli katkılar yapmışlardır). Becker’in katkısı, daha ziyade etiketleme kuramının
temel kavramlarını ve etiketleme sürecinin aşamalarını sistematik olarak ifade etmesi veya bir
kurama dönüştürmesi ve bu kuramı ünlü kitabı ‘Dışarıdakiler’ ([Outsiders: Studies in the
Sociology of Deviance, New York: The Free Press] 1963) aracılığıyla popüler kılmasıdır.”23
Sistematik bir etiketleme ve sapkınlık teorisi geliştirdiği Hariciler’de Becker, aslında, sapkınlık
diye bir şeyin olmadığını iddia eder. Ona göre, bir davranış biçimi sadece başkaları tarafından
öyle tanımlandığı için sapkın hale gelir: Toplumsal gruplar sapkınlığı, ihlali sapkınlık oluşturan
kurallar yaratarak ve bu kuralları belirli kişilere uygulayıp onları ‘dışarıdakiler’ olarak
etiketleyerek yaratırlar. Bu bakış açısından sapkınlık, kişinin yaptığı davranışların bir niteliği
değil, daha ziyade, ‘suçlu’ya diğerleri tarafından kurallar ve yaptırımlar uygulanmasının bir
sonucudur. Sapkın kişi etiketleme eyleminin başarılı bir şekilde uygulandığı biridir; sapkın
davranış insanların bu şekilde ‘sapkın davranış’ olarak etiketlediği davranıştır.
Bu perspektiften bakıldığında, doğası gereği sapkın davranış yoktur; sapkınlık diğerlerinin
onaylamadıkları ve anti-sosyal, normal-dışı veya suçlu olarak etiketledikleri davranıştır. Kimin
yaptığına, ne zaman, nasıl ve kimin önünde yapıldığına bağlı olarak değişir. O nedenle, adam
öldürme her zaman cinayet olarak nitelenmez, hatta cezalandırılmaz da. Hepsi koşullara, ilgili
bireylerin güdülerine, diğerlerinin, özellikle otorite konumundakilerin o eyleme bakış açılarına
bağlıdır. Becker, o nedenle, “Sapkınlık, davranışın temelinde yatan bir nitelik değil, eylemi
yapan kişi ile bu eyleme tepki gösterenler arasındaki etkileşimdir.” der.
Becker, normal olarak görülen bir kişinin ‘sapkın’ olarak algılanmaya ve etiketlenmeye doğru
geçişini şu şekilde aşamalandırır: (1) Başlangıçta bir ‘kamusal’ etiketleme işleminde, başlarda
çoğu kez oldukça informel olan, ancak sonradan ivme kazanan ve genellikle kamusal bir
seremoniye ve bir kişinin sadece tuhaf veya sapkın bir biçimde davranan biri olarak değil,
aksine resmen sapkın biri olarak tanımlanmasına yol açan bir süreç vardır. Örneğin bir şekilde
23 Martin Slattery, Sosyolojide Temel Fikirler, Ümit Tatlıcan ve Gülhan Demiriz (yay. haz.), Bursa: Sentez Yay.,
2007, s. 214. Becker’in Outsiders adlı eseri, Hariciler (Outsiders): Bir Sapkınlık Sosyolojisi Çalışması (çev.
Şerife Geniş ve Levent Ünsaldı, Ankara: Heretik Yay., 2013) başlığıyla Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.
329
mahkum edilen ve hapishaneye gönderilen bir suçlu, bir doktor ya da psikiyatr tarafından
alkoliklik teşhisi konulan bir kişi... (2) Bu resmi etiketler, uygulandıkları andan itibaren egemen
etiket haline gelir ve bir kişinin daha önceden bir baba, arkadaş veya patron olarak sahip olduğu
diğer bütün sembolleri ve statüleri ortadan kaldırır. İnsanlar, onlara karşı farklı tepkiler verirler.
Aynı kişiyi artık bambaşka bir çerçevede değerlendirir, davranışlarını farklı yorumlar ve ona
göre davranmaya başlarlar. Onu artık kendisiyle ilişki kurulmayacak bir kişi olarak kodlar ve
dışlarlar. Belli suçlardan dolayı hapse girmiş kişinin, çıktıktan sonra düzenli bir iş bulamaması
gibi... (3) Bu reddedilme, kaçınılmaz olarak bireylerin kendilerini algılama biçimlerini, benlik
algılarını etkiler. Çoğu artık bu sapkın etiketine göre yaşayarak, bir sapkına dönüşerek sapkın
bir yaşam biçimini ve hatta sapkın bir ‘kariyer’i benimseyerek tepki verir: Profesyonel bir
suçluya dönüşen genç bir suçlu örneğinde olduğu gibi...
Etiketleme döngüsü, o nedenle, kendini doğrulayan bir kehanete dönüşebilir. Sapkın olarak
etiketlenen biri sonunda gerçek bir sapkına dönüşebilir; hatta onlar kendilerine uygulanan
‘kontrol sağlayıcı’ etiketi benimseyebilir ve sapkın olarak imgelerini usta bir suçlu veya bir deli
olarak sürdürebilirler. Etiketleme kaçınılmaz bir süreç değildir elbette; örneğin, eski bir suçlu
kendisine suç içermeyen bir iş bulabilir veya uyuşturucu bağımlıları alışkanlıklarından
kurtulabilirler. Ancak kamunun etiketleyici baskılarına direnmek ve üstesinden gelmek için çok
güçlü bir karaktere ve iradeye ihtiyaç vardır.
Becker’in yapılandırdığı ve sistematik bir çerçeve kazandırdığı etiketleme kuramı, daha sonra
birçok farklı yazar tarafından kullanılmış ve daha da geliştirilmiştir. Örneğin Edwin Lemert;
toplum tarafından etiketlenmeden evvelki sapkın davranışlar ile toplumsal tepkinin bireyi
etiketlemesinden sonraki kişisel benlik algısı ve statüsü üzerindeki etkilerini birbirinden ayırır;
başka bir deyişle, birincil ve ikincil sapma ayrımı yapar.
Aaron Cicourel, polisin ve çocuk suçları bürosundaki görevlilerin zanlılara karşı davranışlarıyla
ilgili çalışmasında (Deviance, Reality and Society [Sapkınlık, Gerçeklik ve Toplum]
Rinehart&Winston, 1976) böylesi bir suçluluk etiketlemesinin evrelerini ortaya koyar.
Cicourel, polislerin ve çocuk şubesi görevlilerinin erkek, zenci, yoksul bir kökenden veya
bölgeden gelen gibi tipik basmakalıp bir suçlu imgesi tarafından nasıl yönlendirildiklerini ve
suçluların soruşturulması sürecinde bireyin müzakere, tutuklanmaya direnme veya dava etme
yeteneğinden nasıl etkilendiklerini araştırdı. Cicourel’e göre, resmi istatistikler, daha ziyade,
polislerin, halkla etkileşimlerinde nispeten güçsüz sosyal gruplara ilişkin ‘kalıp yargıları’nın
bir yansımasından ibaretti.
330
Erving Goffman, cezaevleri, akıl hastaneleri ve ıslahevleri gibi total kurumların içerdekilerin
benlik algılarını ve bireyselliklerini nasıl yıktıklarını, onları onur kırıcı bir süreçten geçirerek
kurumsal bir sayı, hücre ve konuma nasıl indirgemeye çalıştıklarını ortaya koydu. Bu
kurumların yeni sakinleri eski giysilerini çıkarmak, saçlarından ve kişisel eşyalarından
kurtulmak zorundadırlar; kurum onları üniformalara sokar ve içeridekilerin özgürlüklerini,
katılımlarını ve inisiyatiflerini engelleyecek biçimde kurumun gündelik rutinlerini hakim kılar.
Böylesi bir kurumsal organizasyon, bu insanları ıslah etmek yerine, sadece onların sapkın
kimliklerini teyit eder, normal topluma katılmalarını daha da güçleştirir ve böylece suça ve
nihayetinde yeniden hapishaneye dönme ihtimallerini artırır. Goffman’a göre, daha da ironik
olan, bu mekanların sapkınların/suçluların kendilerini daha güvende hissettikleri yerler haline
gelmesidir.
Etiketleme kuramı, her şeye rağmen, sapkınlığın kaynaklarını, yani çoğunluk yasalara uyar ve
itaat ederken, belirli bireylerin toplumsal normları ve yasaları çiğnemesinin bir açıklamasını
sunmaz. Suç ve sapkınlığın bütün suçunu etiketleyicilere yüklemiş gibi görünür; böylelikle
sapkınları ve suçluları masummuş gibi gösterir. Bütün bunlara bağlı olarak, etiketleme
kuramcıları, toplumda neden birileri etiketlenirken diğerlerinin etiketlenmediği olgusunu
açıklamakta yetersiz kalmaktadırlar. Kuramın zaafı olarak değerlendirilen bu özelliklerine
karşın, etiketleme kuramının, suç ve sapkınlıkla başa çıkma amacıyla üretilebilecek stratejilerin
geliştirilmesinde önemli katkılar sağlayabileceği söylenebilir.
11.3.3.5. Marxist Kriminoloji
1960’larda suçun yeterli bir analizini oluşturmada etiketleme kuramının yetersizliğinden
duyulan memnuniyetsizlik, 1970’lerde Frank Pearce, William Chambliss ve Richard Quinney
gibi araştırmacıların çalışmalarında görüldüğü üzere, Maxist bir krimonoloji anlayışını öne
çıkardı. Marxist kriminolojinin temel kaygıları, bir değerler uzlaşısı üzerine inşa edilmiş toplum
masalının reddi ve köklü toplumsal ve sınıfsal bölünmelere yaptığı vurguydu.
Bu yaklaşımda, suç ve kapitalizm arasındaki bağlantıya ilişkin sürekli bir vurgu bulunmaktadır.
Kapitalist toplumdaki yüksek suç oranları tesadüf değildir; zira kapitalizm, insanları
motivasyon ve tutkular zoruyla cesaretlendiren ve sınıf ilişkileri ve eşitsizliklerle tanımlanan,
suç yaratan bir sistemdir. Bencillik, kişisel kazanç ve zenginlik birikimini, üstün faziletler ve
amaçlar olarak yüceltir ve öncelikli konular haline getirir. Hayatın pahalı elbiseler, son moda
331
araba ve yüksek teknolojiye sahip boş vakit geçirme araçları vs. olmadan eksik olduğuna
(reklam kültürü ve medya kurgusu aracılığıyla) inandırır ve bunu yaparken bireyleri hem yasal,
hem yasa dışı yolları çoğaltmaya teşvik eder. İnsanlar, tasarrufları altında bulunan kaynak ve
seçeneklerle bu amaçlara ulaşmak için yola çıkarlar. Üst sınıf işadamları, sıkça yasa dışı yollara
başvuruyor olsalar da, maddi arzularını gerçekleştirmek için daha fazla yasal imkana
sahiptirler; yoksul sınıflar ise böyle bir imkandan yoksundurlar. Dolayısıyla, onların suça
başvurmaları, kapitalist toplumsal ve ekonomik düzenleri karakterize eden kaynakların eşitsiz
dağılımının keskin bir ucunda bulunuyor olmalarıdır.
Bu kuramcılara göre, yasaların tarafsız olduğu iddiası gerçek dışıdır. Yasalar, geniş çaplı bir
değerler uzlaşısının somutlaşmış hali değildir ve herkes lehine tarafsız olarak çalışmaz. Yasalar;
güçlü gruplara karşı nadiren kullanılır, partizan çıkarlara yarar sağlar ve onları güvence altına
alırlar, geniş ölçüde alt tabaka gruplara uygulanırlar. Belli başlı davranış biçimlerinin ‘suç’
olarak görülmesini, egemen sınıfın kendi suç tanımını kutsal bir yere konumlandırmasının bir
sonucu olarak değerlendirirler. Bu tanım, onlara göre, aynı zamanda statükoyu meşrulaştırır;
kapitalizmin yeniden üretilmesini tehdit eden faaliyetleri suçmuş gibi gösterir ve eşitsizlikleri
gizler.
O nedenle, Marxist kriminologlara göre, yasalar temel olarak kapitalist mülkiyeti korur. Yasalar
orantısız biçimde dolandırıcılık, işyeri suçu, vergi kaçırma ve çokuluslu şirketlerin yarattığı
endüstriyel kirlilikten ziyade dükkan hırsızlığı, soygun, oto hırsızlığı, kundaklama ve benzeri
eylemlere karşı yöneltilir. Büyük ortaklıklar ve iş liderleri, kendi faaliyetlerine takılmış
kriminal etiketlerden kurtulmak için yeteri kadar güçlüdürler. Organize ve idari suçların –sınırlı
biçimde- kovuşturulması hukukun taraflı olmadığı yanılmasını güçlü tutar. Bununla birlikte,
hukukun böylesine seçici bir biçimde yorumlanması ve uygulanması, ikinci bir yanılsama
oluşturur.
Suç hakkında ne yapılacağı, başka bir deyişle, suçun nasıl yok edileceği konusundan söz eden
bu kuramcıların cevapları basittir, ancak yetersizdir. Bu kuramcılara göre, suçun nedeni
kapitalist sistemin kendisidir; o nedenle gerekli olan şey, toplumu kapitalizmden sosyalizme
geçirebilmek için onu yeniden yapılandırmaktır.
11.3.3.6. Sağ Gerçekçilik [Yeni Sağ Kriminoloji]
James Wilson ve Ernst van den Haag’ın çalışmalarında temsil edilen sağ gerçekçilik [veya Yeni
Sağ Kriminoloji], ilk olarak 1970’lerde ortaya çıktı ve suça ilişkin liberal sosyolojik
332
kuramlaştırmanın açık bir eleştirisi olarak 1980’lerde daha da gelişti. Sağ gerçekçiler, suç
kuramları geliştirme girişimlerine çoğu zaman şiddetle karşı çıkarlar. Teorileştirmeye karşı bu
mesafeli duruşlarına rağmen, Sağ Gerçekçi yaklaşımlarda da –iradeci bir eylem kavramı ile
çeşitli kontrol teorilerinin karışımından oluşmuş- ‘özcü bir insan doğası’ anlayışından hareketle
geliştirilmiş belli teorik varsayımlar vardır.
ABD’de Reaganizm’in ve İngiltere’de Thatcherizm’in neo-liberal siyasi ve ekonomik
felsefelerinin uygulamada olduğu bir dönemin ürünü olan Sağ Gerçekçiler, sosyolojik
kriminolojiye küçümsüyor ve çalışmalarının odağını, aşırı karmaşık ve esasen verimsiz de
olduğunu düşündükleri kuramsallaştırma çabalarından suçu pratik olarak engelleme ve
denetleme (kontrol) faaliyetlerine kaydırmaya önem veriyorlardı. O nedenle, sokak suçlarıyla
ve onları işleyenlerle uğraşmak için gerçekçi ve işe yarar stratejiler geliştirmekle uğraşmayı
tercih ettiler. Suçun tamamen engellenebileceğini ve kontrol altına alınabileceğini
düşünmeseler de, suçları engellemeye dönük olarak uygun ve işe yarar stratejiler
geliştirildiğinde ve uygulandığında suçların etkisinin sınırlandırılabileceğini iddia ediyorlardı.
Sağ Gerçekçiler, suçu toplumsal koşulların ürünü gören yaklaşımları da reddederler. Bu tür bir
değerlendirmeyi ve kuramsallaştırmayı, suç araştırmasını hem kuramsal açıdan verimsiz, hem
de uygulamada hoşa gitmeyen uygulamalar üretecek gereksiz ve zararlı bir girişim olarak
görmektedirler. Onlar, liberal ve diğer sosyolojik kriminologların vurguladıkları olanak,
ihtiyaç, yoksulluk vs. gibi hususları, bunlarla suç arasında bir bağlantı kurulmuş olsa dahi,
devlet tarafından idare edilmesi son derece zor değişkenler olarak görürler. Devletin, bu gibi
toplumsal koşulları değiştirmek gibi bir görevi olmadığını savunmaktadırlar. Onlara göre; Batılı
kapitalist toplumlar, suç faaliyetlerinin sürekli artışına tanık olurken, aynı zamanda maddi
zenginlik ve insanlara açık fırsatlar konusunda eşi görülmemiş gelişmelere de tanık oldu.
Böylece, yardım hizmetleri, yoksullukla mücadele politikaları ve eğitim reformlarındaki
yaygınlık, suçu azaltmaktan ziyade suçun büyük oranlarda artışına zemin hazırladı. Sağ
gerçekçiler sosyal yardımların artmasının, gerçekte bir bağımlılık kültürünü doğurduğunu,
böylelikle de toplumu ve cemaatleri bir arada tutan bağların altını oyduğunu ve insanların
bireysel sorumluluk duygularını zayıflatarak bu artışa katkıda bulunduğunu ileri
sürmektedirler.
Kötümser bir insan doğası anlayışından hareket eden sağ gerçekçilere göre, insanlar bencillikle
güdülenmişlerdir ve yüksek suç seviyeleri de, insanların doğuştan anti-sosyal eğilimlerini ve
heveslerini sınırlamakta yetersiz kalan düzenlemelerin bir sonucuydu. Onlara göre sokak
333
suçlarında ortaya çıkan sarmal; düzgün ahlak ile kendini sınırlama ve kendini kontrol etme
faziletlerini telkin etmede başarısız olmuş aşırı özgürlükçü ebeveynlerin, eğitimcilerin ve sosyal
hizmet görevlileri tarafından teşvik edilen hareket serbestliğinin ve hoşgörü kültürünün bir
sonucuydu.
Eğer insanlar, çıkarcı ve bencil doğaları yüzünden suç işlemeye hevesliyseler, o zaman iki temel
strateji gereklidir: Birincisi, suç işlemeye kalkışmaları halinde alacakları riskleri artırmak
suretiyle onları caydırmaktır. İkincisi, suç işleme fırsatlarını azaltmaktır. Bu nedenle,
sabıkalıları ve tehlikeli bireyleri tecrit etmek ve hareketsizleştirmek adına rahatsız edici ve
zorlayıcı bir hapishane rejimi dahil uzun süreli gözetim altına alma gibi ciddi cezalandırmalara
gitmenin gerekli olduğunu savunurlar. Onların bu görüşleri, anti-sosyal davranışla karşılaşan
polisin ağır yasal uygulama önlemlerini kullandığı ‘sıfır hoşgörü’ gibi politikalarda
özetlenmiştir. Ayrıca Sağ Gerçekçiler, ısrarla, suçu kontrol altına almada toplumun sıradan
üyelerinin de, polisler gibi, taşın altına ellerini sokmaları gerektiğini ve bu çerçevede ‘aktif
vatandaşlar’ olarak evde ve okulda çocuklarının terbiyeli yetişmelerine özen göstermek, suçun
ve düzensizliğin önlenmesine yönelik olarak topluluk içinde çalışmak ve daha iyi güvenlik
sistemleri kurarak kendi mülkiyetlerini korumak gibi bazı sorumlulukları yerine getirmeleri
gerektiğini savunurlar.
11.3.3.7. Sol Gerçekçilik [Yeni Sol Gerçekçilik]
1980’lerin ortalarında Marxist yaklaşıma ve Sağ Gerçekçiliğe yönelik tepkilerden biri,
kendilerine Sol Gerçekçiler [veya Yeni Sol Gerçekçiler] adını veren Jack Young, John Lea ve
Roger Mathews gibi kuramcılardan geldi. Bu yazarlar, yapısal kuramsal bir konumdan
hareketle bir suç analizi geliştirdiler ve suçun köklerini en temel toplumsal ve ekonomik
ilişkilerin içine yerleştirmenin önemini vurguladılar. Ancak suçun oluşmasında yapısal
faktörlere daha az önem verme konusunda kendi aralarında bir uzlaşma içindeydiler. Sol
gerçekçilik, yeni sağın hakim olduğu bir siyasal bağlamda ortaya çıktı.
Sol gerçekçiler, Marxist kriminologların meseleyi oldukça basitleştirdiklerini düşünüyorlardı
ve kendilerini onlardan farklılaştırmak için özellikle bu isimle anılmayı tercih ettiler. Hem suç
sorununa, hem de suçun kontrol altına alınması meselesine ciddi bir şekilde eğilmek gerektiği
üzerinde ısrarla durmaktaydılar.
334
Sol gerçekçilere göre, suçun tam olarak anlaşılabilmesi, ancak ‘suç karesi’ olarak
adlandırdıkları şeyi; yani devleti, genel anlamda halkı, suçluları, mağdurları ve bunların
karşılıklı etkileşimlerini göz önünde bulundurmak suretiyle mümkün olacaktır. Örneğin, devlet
ile halk arasındaki ilişkiler, denetleme öncelikleri ile halkla işbirliği derecesine ve dolayısıyla
polis etkinliğine şekil verecektir. Aynı şekilde, devlet ile suçlular arasındaki ilişkiler, ceza
politikaları biçiminde, suç işleme eğilimine ilişkin oranları etkileyecektir.
Sol gerçekçiler, Marxist/radikal konumun önemli bir gerçeği, mağdurlaştırma gerçeğini ihmal
ettiğini düşünmektedirler. Suçun başlıca mağdurları olmaları nedeniyle, bu mesele, işçi sınıfı
ve etnik azınlıklar ile kadınlar için gerçek bir sorundur. Dolayısıyla, suçu ağırlıklı olarak
kapitalist bir sistemin bir sorunu olarak görmek yerine, suçun, şehir merkezinde ve işçi sınıfının
barındığı yerler üzerinde yoğunlaştığının ve işçi sınıfına mensup kişiler tarafından işçi sınıfına
mensup diğerlerine karşı yapıldığının, başka bir deyişle, çoğu suçun sınıf içinde gerçekleştiği
gerçeğinin fark edilmesi gerekmektedir (aynı denklem, ‘yoksul’ kesimler özelinde de
kurulabilir). Sol gerçekçiler, suçun resmi görüntüsünün hikayenin tamamını anlatmadığını,
idari ve örgütlü suçların resmi verilere daha az yansıdığını ve polisin ve cezai adalet sisteminin
belirli suç kategorilerine karşı belli zamanlarda ayırım yapabildiğini kabul etmektedirler.
Ancak, suç sorununun resmi önyargılar tarafından şekillenmiş basit bir toplumsal kurgu olduğu
fikrini reddederler.
Sol gerçekçiler, suçun nedeninin temel bir bileşeni olarak yapısal eşitsizliğe vurguda bulunan
Marxist meslektaşlarına katılırlar. Ancak suçun sadece yapısal eşitsizlikle ilgili olmadığını da
belirtirler: Yoksulluk, maddi ihtiyaç, işsizlik ile suç arasında doğrudan hiç bir ilişkinin
olmadığını vurgularlar. Öyle olsaydı çok daha fazla işçi sınıfı mensubu (ya da yoksul insan
veya farklı etnik kökenden insan) suç işlerdi.
Sol gerçekçiler, suçun nisbî yoksunluktan ve marjinalleşmeden kaynaklandığın savunarak suçlu
alt-kültür kuramının temel noktasını tekrar etmektedirler. Suç, onlara göre, ağırlıklı olarak
kendilerini toplumun kenarında bulanlar, kendilerinin diğerlerinden kötü olduğunu düşünenler
ve durumlarının köklü biçimde haksızlığa uğramalarından kaynaklandığını hissedenler
tarafından işlenmektedir. Bu tür duygular, daha sıklıkla yoksul ya da dezavantajlı kesimlerde
görülse de, sadece onlara has değildir. Nisbî yoksunluk duygusu, toplumsal yapının her
aşamasında olabilir ve dolayısıyla, durumu iyi olanları da kriminal davranışa itebilir. Böylesi
bir motivasyon, bireyselciliği, rekabetçiliği ve ‘önce ben’ kültürünü güçlendiren hakim siyasî
ideoloji içinde ekonomik koşulları veya tedbirleri değiştirerek pekiştirici bir rol oynayabilir.
335
Sol gerçekçiler, bazı grupları, özellikle de genel olarak dezavantajlı sınıfların ya da
toplulukların mensubu gençlerin, nisbî yoksunluk ve marjinalleşme açısından artan bir biçimde
daha savunmasız bir konuma düştüklerini iddia etmektedirler. Böylesi grupların, umutlarını
gerçekleştirmeleri ve toplum tarafından belirlenmiş ihtiyaçları karşılamaları için gerekli fırsatı
bulamadıklarında bir dışlanma, küskünlük ve yakınma bilincine sahip olduklarını
vurgulamaktadırlar.
Onlara göre suç sorunuyla uğraşmak, çok aşamalı stratejiler gerektirir. Makro seviyede
toplumsal adaletle uğraşmak esastır: Hükümetin ekonomik ve eğitime dair politikalarında köklü
çözümler üretmek yoluyla maddî ödülleri, istihdam olanaklarını, konut ve topluma dönük
hizmetleri geliştirmesi gerektiği gibi... Orta seviyede, hapishane nüfusunu azaltacak, uygun
olduğunda hapsetmenin yerine geçecek –mevcut cezalandırma sistemlerine- alternatif daha
çağdaş bir cezalandırma politikasının geliştirilmesi gereklidir. Mevcut seviyede, barınmaya
ilişkin gelişmelere dönük olarak daha iyi güvenlik tedbirleri, daha iyi sokak aydınlatması ve
hatta kundaklamaya daha dayanıklı telefon kulübeleri tasarlamak gibi suçun işlenmesine engel
olacak tarzda suç işlemeyi zorlaştırıcı stratejiler geliştirmek gereklidir.
11.3.3.8. Feminist Kriminoloji
Feminist kriminoloji, 1970’lerde ve 1980’lerde feminist düşüncede ve hareketlerde yaşanan
gelişmeler bağlamında ortaya çıktı ve erkek suçları üzerine yoğunlaşan kuramların ihmal
ettiğini düşündükleri kadın suçlarını ve suçlularını analiz etme iddiası taşımaktadırlar.
Düşüncelerinin özü, kadınların hem tarihsel, hem de güncel olarak cinsiyetlerinden dolayı
ikinci plana itildiği, halen de itilmekte olduğu ve bu ikinci plana itilmenin ortadan
kaldırılmasına yönelik eylemin acil bir önem ve öncelik taşıdığıdır. Carol Smart, Ann
Campbell, Frances Heidensohn ve diğerlerinin çalışmalarında temsil edildiği üzere feminist
kriminolojinin başlıca kaygısı, kriminolojik gündemin kapsamını çeşitli yollarla genişletmektir.
Kadın ve kızların hem suçlu, hem de kurban olarak egemen (bazen kullandıkları adlandırmayla
‘eril eğilimli’) kriminolojideki yokluklarını açığa çıkarmaya çalıştılar. Bunu yaparken, kadın
suçu ve suçluluğuna dair tamamen sosyolojik analizler geliştirme ve aynı zamanda kadın
suçunu, kadınları kaba klişeler ve sürdürülen cinsiyetçi imge ve ideolojiler olarak gösteren ileri
derecede bireyci çevrelerde tartışma eğilimini silme amacındaydılar. Ayrıca adlî ceza sistemi
ve ceza politikası kapsamında kadına yönelik yaklaşımlardaki cinsiyetçiliğe de dikkat çekmek
istediler.
336
Suç hakkında yapılan pek çok sosyolojik ve sosyolojik olmayan çalışmaya ilişkin başlıca
şikayetleri, bu çalışmaların kadınlar yokmuş gibi yürütülmüş ve bunun sonucunda suç
kuramlarının ağırlıklı biçimde erkekleri inceleyerek geliştirilmiş olduğuydu. Kadınların işlediği
suçların erkeklerin işlediği suçlara kıyasla daha seyrek olduğunu kabul ediyorlardı; ancak
feminist eleştiriler, bunun, kadın suçuna uygulanan marjinal ilgiyi ve kadın ve kızların
kriminolojik kuramlaştırmaların dışında tutulmasını haklı çıkarmayacağı görüşündeydiler.
Feminist kriminologlar, kadın suçu egemen kriminoloji yaklaşımları tarafından tüm
detaylarıyla dikkate alındığında, tüm kadınların yüksek derecede basmakalıp ve cinsiyetçi bir
üslup içinde tasvir edilmiş oldukları gerçeğinin görüleceğine de ayrıca dikkat çektiler. Onlara
göre mesele, yalnızca kadınların dikkate alınması için mevcut sosyolojik kuramları düzeltme
veya dönüştürme meselesi değildir. Bu kuramlar, daha başlangıçta, sınırlı ve taraflıydılar ve
akademik maçoluğun rahat dünyasının erkek kriminolojileriydiler. Toplumsal bir suç kuramı,
tümüyle, erkeklerin ve kadınların davranışlarını yansıtma ve kadınlar ve erkekler üzerinde
benzer ve farklı biçimde işleyen faktörleri öne çıkarma becerisine sahip olmak zorundaydı.
Dolayısıyla eğer suç, belirli toplumsal çevrelerin ürünleri olarak açıklanacak olursa ve erkekler
suça kadınlardan daha sık biçimde iştirak ediyorsa, o zaman hangi toplumsal çevre etkenlerinin
erkekler üzerinde daha güçlü etkide bulunduğunu saptamak ve bunun neden böyle olduğunu
açıklamak gerekli hale gelecektir.
Feminist kriminologlar, birçok kriminolojik kuramlaştırmada cinsiyetçiliğin altını çizmekle
birlikte, kadın suçuna yönelik çalışmayı suça dair adalet ve ceza sistemlerinin işleyişini tahlil
etmek suretiyle genişletme çabasındaydılar. Onlara göre erkekler, kadınları çeşitli mekanizma,
araç ve kurumlar aracılığıyla denetim altında tuttular, suça ilişkin adalet ve ceza sistemleri de
bunun dışında kalmadı. Çalışmaları kadın suçlulara yönelik yaygın cinsiyetçiliğin ve hukuk ve
ceza politikalarındaki ayrımcılığın kanıtlarını açığa çıkardı. Kadın suçlulara yönelik mahkeme
kararlarında ve hükümlerde biyolojik ve psikolojik yönden anormal oldukları yönünde ısrar
edilmesi gibi, içinde geleneksel cinsiyete dayalı işlevsel beklentilerin ve anlayışların bulunduğu
yöntemleri göz önüne serdiler.
Feminist kriminologlar, kriminolojik gündemi suçluya yönelik araştırmalar vurgusunu özellikle
aile içi şiddet ve cinsel saldırı alanlarındaki kadın mağduriyeti analizi olmak üzere suç
kurbanlarına daha fazla yoğunlaşmış analizlere doğru genişletmede de etkili oldular. Kadınların
daha önce kabul edildiğinden çok daha büyük mağduriyetler yaşadıklarını ve aile içi şiddet
337
olaylarının ve cinsel tacizlerin resmi kayıtlar ve ulusal suç anketlerinde belirtildiğinden çok
daha yüksek olduğunu gözler önüne serdiler. 24
Suça ve suçluluğa yönelik açıklama çabaları, elbette burada ifade edilenlerle sınırlı değildir. En
genel anlamda, suçu açıklamaya yönelik teorilerin, en iyi durumda suçluluğun bir kısmını
açıklayıp bütününü gözden kaçırdıkları söylenebilir. Suçun önlenmesi bakımından suça ilişkin
tahminde bulunmak bir amaçsa eğer, eldeki teorilerin bu anlamda yeterli oldukları
kriminologlar tarafından pek düşünülmemektedir. İnsan hakları ve hukuk açsından böylesi bir
uygulamanın ne kadar doğru bir uygulama olacağı ise ayrı bir tartışma konusudur. Mevcut
teorilerin, suçun işlenmesinde devrede olan pek çok faktör arasından yalnızca bir tanesini ya da
bir iki tanesini –diğerlerinin arasından- seçip bütün teorilerini onun üzerine kurması gibi bir
durumla da karşılaşılmaktadır. Bu da, nihaî noktada suçun açıklanmasında yetersiz kalınmasına
sebebiyet vermektedir. Suçu açıklama çabasındaki teorilerin bir kısmının belli suç türlerinde ya
da suçlu tiplerinde belli bir oranda başarılı olurken diğerlerinde aynı başarıyı gösteremedikleri,
diğer bir kısmının da başka suç türleri ve suçlu tipleri için daha fazla açıklayıcı oldukları açıtır.
Netice itibariyle, suç ya da sapma olarak nitelenen davranışların ve bu davranışları sergileyen
kişilerin tamamını açıklayabilecek kaspamlı ve tatmin edici tek bir teoriden söz etmek mümkün
gözükmüyor. O nedenle de farklı türdeki suçları ve suçluları açıklamak için farklı açıklama
çabalarına girişilmesi daha yararlı ve elzem olacaktır.
24 Suç sosyolojisi ve krimonoloji alanlarında geliştirilen suç konusundaki yaklaşımlara ilişkin daha geniş bir
tartışma için bkz. Tony Bilton ve arkadaşları, Sosyoloji, 2. Baskı, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2009, s. 381-407.
Künyesi yukarıda verilmiş olan Handbook of Crime and Deviance başlıklı çalışmanın özellikle ‘Explanation
of Crime’ başlıklı ikinci bölümü (s. 75-236) suç teorilerine ilişkin zengin bir değerlendirme sunuyor. Bu
bölümde suç teorileri ‘Biosocial Criminology’, ‘The Social Learning Theory of Crime and Deviance’, ‘Self-
Referent Processes and the Explanation of Deviant Behavior’, ‘Self-Control Theory: Research Issues’,
‘General Starin Theory’, ‘Labeling Theory’, ‘Institutional Anomie Theory: A Macro-sociological Explanation
of Crime’ ve ‘Social Disorganization Theory: Then, Now, and in the Future’ başlıklı altında genişçe
değerlendirilmiştir. www.krimonoloji.com [erişim tarihi: 25 Ocak 2018] internet sayfası, kriminolojinin farklı
pek çok boyutuna ilişkin zengin bir arşiv sunuyor. Suç açıklamaları bağlamında özellikle Timur Demirbaş’ın
çalışmasından yapılan iktibaslara bakılabilir. Bu metinde de, özellikle biyolojik teoriler bağlamında
Demirbaş’ın çalışmasından yararlanılmıştır. Ayrıca bkz. Osman Dolu (ed.), Kriminoloji, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi, 2012; Mark Cowling, Marksizm ve Kriminoloji: Kavramsal Araçlar ve Eleştirel Bir
Değerlendirme, çev. Dafne Yeşilsu, İstanbul: Notabene Yay., 2012; Timur Demirbaş, Kriminoloji, Ankara-
İstanbul: Seçkin Yay., 2012; Aytekin Geleri (ed.), Suç Sosyolojisi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2013;
Sercan Gürler, Hukuk, Suç ve Toplum, İstanbul: İÜ AUZEF, 2015; İdris Güçlü ve Halil Akbaş, Suç Sosyolojisi,
Ankara-İstanbul: Seçkin Yay., 2016; Abdullah Korkmaz ve Bekir Kocadaş, Toplumsal Sapma: Sapmanın
Teorik Temelleri, İstanbul: Doğu Kütüphanesi, 2015.
338
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Sapma, sapkınlık ve suç; iç çamaşırla işe gitmekten baklava çalmaya ve seri cinayetlere kadar
geniş kapsamlı bir toplumsal meseledir. Bu derste, sapma, sapkınlık ve suç kavramlarına ve bu
toplumsal olguları ele alma çabalarına ilişkin özet bir değerlendirme yapılmaya çalışıldı.
Suç konusunda, kalıtımın belirleyiciliğine vurgu yapan Lombroso’ndan toplumsal çevreye
vurgu yapan sosyolojik yaklaşımlara kadar birbiriyle tartışma içerisinde olan bu yaklaşımların
ortak noktası, modernist projeye dair bir ortaklığı paylaştıkları açıktır. Bu gelenek bünyesindeki
bir takım yaklaşımların, vurgularında önemli farklılıklar göstermelerine rağmen, suç üzerine
nihai bir anlatının meşruluğuna ve toplumsal müdahaleye ilişkin bir programa dair bir inancı
paylaşmakta oldukları da açıktır. Ancak suç sorununun açıkça çözümlenemez oluşu, bu
anlatıların suç hikayesini anlatmadaki yeterliliğine ilişkin inancı ve bu yöndeki girişimlerin
geçerliliğini de aynı şekilde sarsmaktadır.
339
Bölüm Soruları
1. ‘Etiketleme kuramı’ nedir? Kuramın suç ve sapma anlayışına katsını eleştirel gözle
değerlendiriniz.
2. Bir iş sahibi olsaydınız ‘hırsızlık’ vb. gibi suçlardan sabıkalı bir kişiye iş verir miydiniz?
Neden? Tartışınız.
3. Etiketleme kuramı, suç eylemi ve ona yönelik tepkiler konusundaki anlayışımıza nasıl
bir katkıda bulunmuştur? Tartışınız.
4. Çevrenizde ‘sapkın davranış’ olarak gördüğünüz ne tür davranışlar var? Onları neden
sapkın olarak değerlendiriyorsunuz? Açıklayınız.
5. Türkiye’de mevcut ‘apaçi’ veya ‘emo’ olarak adlandırılan gençlik kültürlerine ilişkin
bilgi toplayınız. Bu gençlik alt-(veya karşıt-)kültürlere ilişkin elde ettiğiniz bilgileri, bu
derste işlenen toplumsal sapma ve suç yaklaşımların her birisine dayanarak ayrı ayrı
değerlendirmeye çalışınız. Ne türden farklı sonuçlara vardınız?
6. (5. soruyla bağlantılı olarak) Sizce hangi yaklaşım, bu veya benzeri oluşumları
değerlendirmede daha açıklayıcıdır? Gerekçelerinizi oluşturunuz ve tartışınız.
7. Kadın ve erkek suç oranlarındaki dengesizlikler göz önüne alındığında, bu durumun
nedeni, kadın ve erkek arasındaki doğal farklılıklar olabilir mi? Neden? Açıklayınız.
8. Sizce etkin suç kontrolü için neler yapılmalıdır?
9. Hapishane, suçu kontrol altına almak açısından, etkin bir yöntem midir? Tartışınız.
10. Geceleyin ıssız bir caddede yürüdüğünüzü ve karşıdan size doğru bir grup gencin
yaklaştığını farz edin. Grubun genç erkeklerden oluşması mı yoksa genç kadınlardan
oluşması mı sizi daha fazla tedirgin ederdi? Grubun belli etnik kökene ya da toplumsal
kesime ait olmaları sizi tedirgin eder miydi? Neden? Medyanın suçlu ve suçlulukla ilgili
ifadelerinin bu sorulara cevap verirken, sizi nasıl etkilemiş olabilir? Tartışınız.
341
12. ÖRGÜT SOSYOLOJİSİ
342
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
12.1. Modern toplumda derneklerin, örgütlerin ve genel olarak bürokrasinin yaygınlığı
12.2. Weber’in bürokratik ideal tipi
12.3. Modern toplumun ağ toplumu olma özelliği
12.4. Gözetim toplumu olarak modern küresel dünya
343
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Modern kentsel gündelik hayat temelde örgütlü, bürokratik bir hayattır. Doğumdan
ölüme, tapu-kadastrodan kredi işlerimize varıncaya dek hemen her işimizi bürokratik
örgütler aracılığıyla yürütüyoruz. Bürokratik kurumların varlığı, gündelik toplumsal
ilişkilerimizi nasıl etkilemektedir?
344
Anahtar Kavramlar
Bürokrasi
Bürokratik ideal tip
Organizasyon
Örgüt sosyolojisi
345
Giriş
Bu bölümde, çağdaş örgütlerin doğuşuna ve bu gelişmenin günümüzde hayatımızı nasıl
etkilediğine değinmeye çalışılacaktır. İlk olarak sosyologların örgütlerle ilgili düşüncelerine,
özellikle de bu konudaki kaleme aldıkları yazılarla konuya önemli katkılarda bulunan Max
Weber’in bürokrasi üzerine değerlendirmelerine yoğunlaşılacaktır. Ardından örgütlerin
oluşturduğu bazı toplumsal durumlar incelenecek; çeşitli örgüt türleri arasında var olan
farklılıkların neler olduğu değerlendirilecektir.
12.1. Örgüt: Tanımlama Çabaları
Örgütler fark edilmesi zor varlıklardır. Örgütlerin –binaları, çalışanları veya kullandıkları
malzemeler şeklinde- belli boyutlarıyla muhatap oluruz; ancak örgütün tamamı soyut ya da
çeşitli bölgelere dağılmış olabilir. Ancak örgütlerin mevcudiyetlerini, oralarda bir yerlerde
olduklarını biliriz; çünkü örgütler günlük hayatımızın içindedirler. Çünkü nihayetinde
hayatımızın tamamı neredeyse örgütler içerisinde geçer. Örgütler/organizasyonlar içinde
doğarız. Örgütler içinde eğitiliriz. Örgütler içinde tedavi oluruz. Örgütler içinde yer, içer ve
eğleniriz. Örgütlerin (bir inşaat şirketinin) yapmış olduğu binalarda/evlerde yaşarız. Örgütler
araçılığıyla ulaşımımızı sağlarız. Hayatımızın önemli bir kısmını ‘örgüt’lerde çalışarak
geçiririz. Örgütler aracılığıyla yardımlarımızı yapar, dayanışmamızı sergileriz. Sağlık
işlerinden adlî işlere, iç güvenlikten dış güvenliğe, eğitimden ekonomiye, spordan siyasete,
entelektüel ve kültür-sanat faaliyetlerinden yardımlaşma faaliyetlerine, inançtan eğlence
hayatına, doğum işlerinden cenaze işlerine varıncaya dek hayatımızın her bir safhasında ya
hizmet alıcısı ya hizmet sunucusu, ya işletme sahibi ya çalışan olarak muhakkak örgütlerle
temasımız olur. Kısacası günümüz toplumu, bütün bu anlamlarıyla, örgütlü bir toplumdur.
Banka, hastane, hapishane, adliye, okul, Halk Ekmek, Tofaş, Tapu ve Kadastro Müdürlüğü,
Çocuk Esirgeme Kurumu, İHH vb. gibi örgütler birbirlerinden farklılık gösterirler ancak belli
özellikleri itibariyle de birbirleriyle benzeşirler. “Örgütler, (1) belirli hedeflere yönelik, (2)
faaliyetleri bilinçli bir şekilde yapılandırılmış ve koordine edilmiş ve (3) dış çevre ile bağlantılı
(4) sosyal varlıklardır.”1 Anlaşılacağı üzere bir örgüt, bir binadan ya da bir dizi prosedürden
ibaret değildir. Örgütler bireyler ve bu bireyler arasındaki ilişkilerden oluşur. Belli bir hedefe
1 Richard L. Daft, Örgüt: Kuramları ve Tasarımını Anlamak, Ömür N. Timurcanday Özmen (çev. ed.), İstanbul:
Nobel Akademik Yay., 2015, s. 11.
346
ulaşmak için çalışanları biraraya geldiklerinde ve birbirleriyle etkileşime girdiklerinde örgütler
ortaya çıkar. Özkalp’in deyimiyle, “örgütler bilinçli bir biçimde koordine olmuş sosyal
birimlerdir.”2 Örgütlerin belli bir sosyal ve kültürel çevre içinde faaliyet gösteren yapılar olduğu
da hatırlandığında, onların varlıklarının, etkinliklerinin, başarılarının çalışanları, müşterileri,
tedarikçileri, rakipleri ve diğer çevresel unsurlarla etkileşimlerinden olumlu veya olumsuz
şekilde etkileneceği sonucuna kolaylıkla varılabilir.
Örgütler büyük çeşitlilik göstermektedir. Bazı örgütler oldukça büyük ve çok uluslu oluşumlar
iken bazıları çok daha küçüktürler. Bazıları profesyonel işletmeler iken, bazıları aile
işletmeleridir. Bazıları kâr amaçlı kuruluşlar iken bazıları kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır
(Sivil Toplum Kuruluşları veya kamu kuruluşları gibi). Bazıları günlük hayatımızda
kullandığımız beyaz eşya, otomobil vb. gibi ürünleri üretirken, bazıları sağlık veya sosyal
yardım hizmetleri sunmaktadır. Bu çerçevede nitelikleri bakımından örgütler arasında bir
ayırım yapmak mümkündür. İşleyişleri itibariyle belli ortaklıkları olmakla, başka bir deyişle,
işlerini benzer biçimde yürütmekle birlikte, hedefleri ve ortaklıkları itibariyle birbirlerinden
farklılaşabilen yapılardır bunlar. Bu bakımdan, en genelde, ‘kâr amaçlı işletmeler’ ile ‘kâr
amacı gütmeyen kuruluşlar’ arasında önemli bir ayırım yapılabilir.
“Kâr amacı gütmeyen örgütlerdeki yöneticiler çabalarını bir çeşit sosyal etki yaratmak
amacıyla yönlendirirken; kâr amaçlı işletmelerde yöneticilerin amacı, şirkete para
kazandırmaktır. Bu, iki örgüt arasındaki temel farktır. Kâr amacı gütmeyen kuruluşların
diğer örgütlere hiç benzemeyen bazı özellikleri ve ihtiyaçları, bu örgütlerin yöneticileri
için diğer yöneticilerininkine benzemeyen zorluklar ortaya çıkarır.
Kâr amacı gütmeyen kuruluşların finansal kaynakları, ürün veya hizmet satışlarından
değil, devlet ödenekleri, hibe ve bağışlardan oluşmaktadır. Kâr amaçlı işletmelerde
yöneticiler, satış gelirlerini artırmak için ürün ve hizmetlerin geliştirilmesine odaklanır.
Buna karşın, kâr amacı gütmeyen kuruluşlarda hizmet parayla satılmadığından pek çok
kurumun en büyük sorunu, faaliyetlerine devam edebilmek için düzenli fon akışını
güvence altına almaktır. Bu kurumlardaki yöneticiler, sınırlı fonlarla hizmet vermekte,
örgütsel maliyetleri mümkün olan en düşük düzeyde tutmaya çalışmakta ve kaynakları
son derece verimli kullanmaya çalışmaktadır. Kâr amacı gütmeyen kurumlarda
geleneksel olarak kâr-zarar durumunu gösteren bir sonuç olmadığından yöneticiler
2 Enver Özkalp, “Örgütsel Davranışa Giriş ve Yöntem”, Çiğdem Kırel ve Ozan Ağlargöz (eds.), Örgütsel
Davranış, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2013, s. 16 [ss. 2-26].
347
çoğunlukla örgütsel etkinliği oluşturan şeyin ne olduğu sorusuyla mücadele etmektedir.
Parayı ölçmek kolaydır ancak kâr amacı gütmeyen örgütler ‘halk sağlığını geliştirmek’,
‘herhangi bir haktan mahrum edilenlerin yaşamlarında bir fark yaratmak’ ya da ‘sanatın
değerini artırmak’ gibi soyut hedefleri ölçmek zorundadır.
Kâr amacı gütmeyen örgütlerde yöneticiler ayrıca çok farklı paydaş grubuyla ilgilenir
ve hizmetlerini, sadece müşterileri değil aynı zamanda gönüllüleri ve hayırseverleri de
etkilemek için pazarlamak zorundadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, ülke geneline
yayıldıkça küçük ve yerel gruplarla çekişen Make A Wish Vakfı’nda olduğu gibi bu,
bazen örgütler arasında çatışma ve güç mücadelelerine neden olmaktadır. Ne kadar çok
çocuğa yardım ediliyor görünürse fonları artırmak da o kadar kolaydır.”3
Çağdaş toplumlar teknolojinin daha ileri aşamalarına geçtikçe ve toplumsal yapılar daha
karmaşıklaştıkça formel örgütler olarak tanımlanan büyük ikincil gruplar gitgide hayatlarımıza
daha fazla hakim olmaya başladılar. Bu anlamda, yukarıda ifade edildiği üzere, çağdaş
toplumun örgütlü bir toplum olduğunu söylemek abartı olmaz. Bir formel örgüt, belirli bir amaç
için kurulan ve azami verimliliğe ulaşmak amacıyla yapılandırılan bir gruptur. Örgütler
büyüklüklerinde, amaçlarının özgüllüğünde ve verimlilik derecelerinde farklılaşmalarına
rağmen, büyük ölçekli faaliyetlerin işleyişini sağlamak üzere yapılandırılırlar. Ayrıca hepsi,
bürokratik bir örgütlenme biçimine sahiptir.
Toplumdaki formel örgütler, muazzam çeşitlilikte kişisel ve toplumsal ihtiyaçları karşılarlar.
Gerçekte bu formel örgütler günümüz toplumunda öylesine hakim güç haline gelmiştir ki, belli
bir alandaki örgütleri denetlemek için daha üst örgütler kurmak ihtiyacı hasıl olmuştur:
Bankacılık Devlet Denetleme Kurumu [BDDK], Enerji Piyasa Denetleme Kurumu [EPDK] vb.
gibi.
12.2. Örgüt Kuramları
Örgütlerin araştırılmasında, genel olarak, odaklandıkları analiz birimleri itibariyle birbirinden
farklılaşan iki disiplinin ön plana çıktığı görülür: (1) Örgütlerin içindeki bireylerin ve grupların
davranışlarına odaklanan örgütsel davranış, ve (2) Örgüt teorileri.
3 Richard L. Daft, Örgüt, s. 11-12.
348
Örgütlerin en önemli kaynağı, tüm teknolojik gelişmişliğine karşın, o örgütler içinde çalışan
insanlardır. Dolayısıyla örgüt içinde çalışan insanların davranışlarını anlamak, örgüt açısından
çalışanlarını daha huzurlu, daha etkin, daha verimli ve daha başarılı kılmak da önemli hale
gelmektedir. Özkalp örgütsel davranışı şu şekilde tanımlıyor: “(...) örgütsel davranış örgüt
içindeki insan davranışlarıyla ilgili bir disiplindir. Amacı, örgüt içindeki insan davranışlarını
anlamak, çalışanı daha etkin ve başarılı kılmaktır.”4 İnsan odaklı bir bilimsel araştırma alanı
olarak kabul edilen örgütsel davranış, Özkalp’e göre, şu dört temel özelliğe sahiptir: “Birincisi
örgütsel davranış bilimsel yöntemi kullanarak araştırmalar yapar, ikincisi birey, grup ve örgütler
üzerinde odaklanır, üçüncüsü doğası gereği disiplinler arası bir yapıdadır ve dördüncüsü ise
örgütün etkin bir biçimde çalışması ve bireyin başarısı üzerinde durur.”5
Farklı disiplinleri içermesi sebebiyle büyük çeşitlilik gösteren örgüt teorilerinde “(...) birey ve
gruplar, tek analiz birimi olarak ele alınmaz, daha geniş bakış açısıyla sosyoloji, ekonomi,
klasik bürokrasi teorisi ve post modern yaklaşım gibi çeşitli disiplinlerden hareketle örgüt
yapısı, örgütsel çevre, biçimlendirme (formalization), teknoloji, otorite, gruplar ve örgüt
bölümleri (department) gibi konular üzerine odaklanır.” 6 Örgüt teorilerindeki bu çeşitliliği
analiz etmek amacıyla söz konusu teorileri belli özelliklerini dikkate alarak tasnif etme çabaları
da ortaya çıkmıştır. Tekel, konuyla ilgili makalesinde, bu faydalı sınıflandırma çalışmalarından
iki tanesini, Burrell-Morgan 7 ve Astley-de Ven’in 8 çalışmalarını mukayeseli bir şekilde
değerlendirir.
Aşağıda da görüleceği üzere, örgüt kuramları temel hareket noktalarına, temel varsayımlarına
ve inceleme nesnelerinin niteliğine, boyutuna, yapısına göre hayli farklılık ve çeşitlilik içeriyor.
Bütün bu kuramları teker teker ele almak, bu kitabın amacının da kapsamının da hayli dışında
kalan bir uğraştır. O nedenle, burada örgüt kuramlarını teker teker ele almaktan ziyade genel
bir yaklaşım içerisinde toparlayacak bir değerlendirmenin daha uygun olacağı düşünülmüştür.
4 Enver Özkalp, a.g.m., s. 3.
5 Enver Özkalp, a.g.m., s. 5. Özkalp, devam eden sayfalarda (s. 5-8) bu özellikleri biraz daha
ayrıntılandırmaktadır.
6 Suna Tekel, “Örgüt Teorilerinin Sınıflandırılması ve Tartışmalar”, Hacettepe Üniversitesi Sosyolojik
Araştırmalar E-Dergisi, 24 Ekim 2011, www.sdergi.hacettepe.edu.tr/makaleler/suna-TEKEL-son.pdf [erişim
tarihi: 20 Ocak 2018], s. 2 [ss. 1-18].
7 Gibson Burrell ve Gareth Morgan, Sociological Paradigms and Organizational Analysis, Heinemann
Educational Books Inc., 1979. Örgüt teorisini klasik sosyal teoriyle bağlantılı bir biçimde ele alan dikkate
değer bir çalışma için ayrıca bkz. Christian Knudsen ve Haridimos Tsoukas (eds.), The Oxford Handbook of
Organization Theory: Meta-Theoratical Perspectives, New York: Oxford University Press, 2003.
8 W. Graham Astley ve Andrew H. Van de Ven, “Central Perspectives and Debates in Ogranization Theory”,
Administrative Science Quarterly, 1983, sy. 28, s. 245-273.
349
Bu çerçevede de, Burrell ve Morgan’ın çalışmalarından hareketle Suna Tekel’in yapmış olduğu
özlü sunumun faydalı ve yeterli olacağı düşünülmüştür.
Burrell ve Morgan, “tüm örgüt teorilerinin bir toplum teorisi ve bilim felsefesi üzerine
temellendiği düşüncesinden hareketle, ilk önce sosyal bilimlerdeki farklı yaklaşımları –var olan
felsefi sayıltılarına göre- ontoloji, epistemoloji, insan doğası ve metodoloji açısından analize
başlamaktadır.”9 Yazarlar, sosyal bilimcilerin inceleme konularına yukarıdaki 4 sayıltı dizisi
çerçevesinde yaklaştıklarını ve bu sayıltı dizisinin sosyal teoriyi analiz etme açısından elverişli
olduğunu düşünürler. Bu çerçevede sosyal teoriyi de, her bir sayıltı başlığını belli karşıtlıklar
bağlamında ve sübjektif yaklaşım-objektif yaklaşım (öznel yaklaşım-nesnel yaklaşım)
başlıkları altında şöyle tasnif ederler: Varlığın nasıl mümkün olduğu sorusuna cevap arayan bir
alan olarak ontoloji bağlamında nominalist-realist; bilginin nasıl mümkün olduğu sorusuna
cevap arayan bir alan olarak epistemoloji bağlamında anti-pozitivist-pozitivist; insanın
doğasıyla ilişkisi bağlamında insan doğasını iradeci-determinist (aktif-pasif); ve bu ontolojik,
epistemolojik ve insan doğası anlayışlarına bağlı olarak da farklı metodolojileri ideografik-
nomotetik yaklaşımlara sahip olanlar şeklinde tasnif ederler.10
9 Suna Tekel, a.g.m., s. 2.
10 Bilgi ve bilim felsefelerini ilgilendiren hayli geniş bir tartışmayı gerektiren bu tasnifin ayrıntılarına burada
girebilme imkanımız maalesef yok. Burada sadece bu kavramlardan ne anlaşılması gerektiğine ilişkin,
açıklayıcı olması bakımından, şu kısa bilgileri verebiliriz: Nominalist yaklaşıma göre [nominalizm, kelime
olarak kısaca, adcılık olarak tercüme edilir], sosyal dünya bireyin bilinci dışında kalan sosyal yapı için
kullanılan kavramlar, etiketler ve isimlerden öte bir şey değildir ve bu kavramlarla tanımlanmış dünyanın bir
gerçekliği yoktur. Realist yaklaşıma göre ise, sosyal dünya –tıpkı doğa gibi- insan bilincinden bağımsız olarak
vardır ve somuttur. Anti-pozitivist yaklaşıma göre sosyal dünya gerçekte görelidir ve dünyada belli
düzenliliklerin olduğunu düşünmek ve bu düzenlilikleri aramak da boş bir iştir. Bu dünyanın bilgisi, ancak bu
dünyayı araştırmaya kalkışanların bakış açılarına bağlı olarak elde edilebilir. Pozitivizm ise, sosyal dünyayı –
tıpkı doğa gibi- insanın dışında bir gerçeklik olarak kavrar; kendine özgü bir düzenlilikler içerisinde olduğunu
ve işlediğini varsayar ve bu düzenliliklerin –doğa bilimleri modeline benzer olarak geliştirilmiş- belli bilimsel
araştırma yöntemleriyle bilinebileceğini kabul eder. İnsan doğasının determinist tarzda kavranışı, insanın ve
eylemlerinin bütünüyle içinde bulunduğu çevre koşulları tarafından belirlendiğini kabul eder; iradeci yaklaşım
ise insanı bütünüyle otonom ve serbest iradeye sahip bir varlık olarak tasavvur eder. Metodoloji bağlamında
ideografik yaklaşım, tarih, kültür ve toplum gibi alanların tarihte tek bir kez gerçekleştiğini,
tekrarlanamayacağını, labarotuvar ortamına sokulamayacağı düşünüldüğü için sosyal dünyanın bilgisinin
ancak inceleme nesnesinin birinci elden bilgisiyle mümkün olabileceğini varsayar. Bunun karşısında
nomotetik yaklaşım ise, sosyal dünyayı –nesnel, insana dışsal bir gerçeklik olarak kabul etmek üzerine kurulu
olduğu için- oluşturan düzenlilikleri bir yasa çerçevesinde açıklamaya çalışır; o nedenle de bu tür yöntemi
kullanılan bilimler nomotetik (yasa koyucu) bilimler olarak da adlandırılmıştır. İnsan eyleminin biricikliğini
varsayan ve dolayısıyla da onu anlamayı önceleyen ideografik yaklaşım anlamacı bilimlerin, nomotetik
yaklaşım ise insan eylemini belirleyen genel yasayı ortaya koymaya çalışan açıklayıcı bilimlerin yöntemi
olarak görülür. Aslında ideografik-nomotetik ayrımı, çok daha köklü bir başka tartışmanın, Alman düşünce
geleneğinin güçlü etkilerini taşıyan Tin/Kültür Bilimleri ile doğa bilimleri model alınarak kurulan –daha ziyade
Fransız pozitivist geleneğinin güçlü etkilerini taşıyan- Sosyal Bilimler arasındaki tartışmanın izlerini
yansıtmaktadır.
Suna Tekel, yukarıda sözü edilen yazısının ilerleyen sayfalarında bu kavramları ve yaklaşımları –yazarların
kitabından iktibas edilen grafikler yardımıyla- açıklar (bkz. s. 3-5). Burrell ve Morgan’ın değerlendirmeleri
350
Sosyal teorinin analizini yapabilmek için kullandıkları bu sayıltılar içindeki uç konumları,
Burrell ve Morgan iki entelektüel gelenek içerisine yerleştirerek ele alırlar. Bu iki gelenekten
birincisi, “genellikle sosyolojik pozitivizm olarak adlandırılmaktadır. İnsani ilişkiler alanına,
doğa bilimlerinde kullanıla gelen metot ve modellerin uygulanmasını içermektedir. Sosyal
dünyayı tıpkı doğa dünyası gibi ele alır, ontolojik olarak realist, epistemolojik olarak
pozitivistik, insan doğası açısından determinist, metodolojisi ise nomotetiktir. İkinci entelektüel
gelenek ise birinci geleneğe aykırı bir duruşu olan Alman İdealizmidir. Evrenin nihai
gerçekliğinin, duyusal algılamalardan elde edilen verilerden ziyade, ‘ruh’, ‘düşünce’de
temellendiğini kabul eder. Sosyal gerçekliğe bakışı nominalisttir, doğa bilimlerine karşıt olarak
anti-pozitivisttir, insan doğasına bakışında ise iradenin önemini vurgular, metodolojisi ise
ideografiktir. Sosyolojik pozitivizm ve Alman İdealizmi Burrell ve Morgan’ın modelinde
sırasıyla objektif ve sübjektif uçları temsil eder.”11
Burrell ve Morgan, toplumu inceleyen yaklaşımları “işlevselci yaklaşım-çatışmacı yaklaşım”
karşıtlığına benzer biçimde “regulation [düzenleme]” ve “radical change [radikal değişim]”
sübjektif ve objektif boyutu da dikkate alarak, örgüt analizlerini ve kuramlarını 4 paradigmatik
başlık altında tasnif ederler: Radikal Hümanist (Anti-Örgüt Teorisi), Radikal Yapısalcı (Radikal
Örgüt Teorisi), Yorumcu (Etnometodoloji, Fenomenolojik Sosyoloji ve Sembolik
Etkileşimcilik) ve Fonksiyonalist (Çoğulculuk, Eylem Teorisi, Bürokratik Disfonksiyon
Teorileri, Sosyal Sistem Teorisi ve Objektivizm) paradigmalar.12
Örgüt teorileri içerisinde verimlilik artışı ve rasyonellik üzerine yoğunlaşan Taylor’un
ekonomik insan anlayışı, Fayol’un yönetimin temel ilkeleri (Taylor ve Fayol için bkz. 5. Bölüm:
ve açıklamaları için bkz. Burrell ve Morgan, a.g.e., s. 1-8. Burada kullanılan kavramlara ve yaklaşımlara
ilişkin daha geniş bilgi için felsefe sözlüklerine ve bilim felsefesi tartışmalarına bakılabilir. Bu konuda daha
ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay., 2000; Ted
Benton ve Ian Craib, Sosyal Bilim Felsefesi: Toplumsal Düşüncenin Felsefî Temelleri, çev. Ümit Tatlıcan ve
Berivan Binay, İstanbul (Bursa): Sentez Yay., 2008; Patrick Baert, Sosyal Bilimler Felsefesi: Pragmatizme
Doğru, çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul: Küre Yay., 2010; Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, 4. Baskı,
İstanbul: Ayrıntı Yay., 2017. Sosyal bilimler ve kültür bilimleri ayrımı tartışmaları için bkz. Doğan Özlem,
Felsefe ve Doğa Bilimleri, 2. Baskı, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1996; Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür
Felsefesi, 2. Baskı, Ankara: Doğu Batı Yay., 2008; Doğan Özlem, Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji, İstanbul:
Notos Kitap Yay., 2017; Ernst Cassirer, Kültür Bilimlerinin Mantığı Üzerine, çev. Milay Köktürk, 2. Baskı,
Ankara: Hece Yay., 2017; Milay Köktürk, Kültür Bilimi Yazıları, Ankara: Hece Yay., 2006. Ayrıca bkz.
Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor, çev.
Şirin Tekeli, İstanbul: Metis Yay., 2002; Richard E. Lee ve Immanuel Wallerstein, İki Kültürü Aşmak: Modern
Dünya Sisteminde Fen Bilimleri ile Beşeri Bilimler Ayrılığı, çev. Aysun Babacan, İstanbul: Metis Yay., 2007.
11 Suna Tekel, a.g.m., s. 5-6.
12 Bkz. Burrell ve Morgan, a.g.e., s. 29, Figure 3.3. Gareth Morgan, “Paradigms, Metaphors and Puzzle Solving
in Organization Theory” (Administrative Science Quarterly, 1980, s. 605-622) başlıklı makalesinde bu
tartışmayı daha da geliştirir.
351
“Ekonomi, İş ve Çalışma Hayatı”, “5.6. Endüstriyel Toplumlarda Çalışma Hayatı” başlıklı alt
başlık.) ve Weber’in bürokrasi ideal tiplemesi; temel yönelimi düzenleyicilik ve denetleyicilik
olan fonksiyonalist paradigmaya örnek olarak verilebilir:
“Nasıl ki makineler belirli bir çıktıyı elde etmek üzere tasarlanmış ise örgütler de tıpkı
bir makine gibi belirlenmiş amaçları gerçekleştirmek için tasarlanır, bireyler de yapı
içinde kendi yeteneklerine uygun olacak şekilde, tıpkı makinenin bir parçası gibi iş
görürler. Örgüt, kapalı ve durağan bir yapı olarak ele alındığı için, biçimsel yapı ve
kullanılan teknoloji incelemelerin odak noktasıdır. Açık sistem anlayışı –ki örgütü
oluşturan unsurlar ve çevresel koşullar, örgütün amacını gerçekleştirmesi bağlamında
birbirine karşılıklı bağımlılığı içinde ele alınır- fonkisyonalist paradigma içinde yer alır.
Hawthorne incelemeleri, Parsons ve Selznick’in yapısal fonksiyonalist çalışmaları,
sosyo-teknik sistem yaklaşımı, genel sistem yaklaşımı ve durumsallık teorisi birer örnek
teşkil eder. Yine örgüt üyelerinin psikolojik düzeyde gereksinimlerinin karşılanması
bağlamında Trist ve Bamforth’un çalışmaları, McGregor ve Likert’in yönetim tarzları,
Woodward’ın teknoloji, Lawrence ve Lorsch’un farklılaşma, bütünleşme tarzları ve
çatışmayı çözme üzerine çalışması, Miles, Child ve Snow’un stratejik seçim ve kontrol
üzerine çalışmaları birer örnektir. Bu teorilerin ortak özelliği örgütün, sürekli bir akış
ve değişim ortamı içinde, çevresiyle kendi gereksinimlerini karşılamak üzere
etkileşimde bulunan yaşayan bir varlık olarak ele alınmasıdır. Örgütleri sibernetik
anlayışla ele alan örneğin Buckly, Hage, Argyris ve Schön’ün yönetim ve organizasyon
çalışmaları, sibernetiği örgütsel kontrol tekniğini geliştirme amacıyla kullanan Lawler
ve Rhode’un çalışması ve Weick’in gevşek bağlı sistem anlayışı Morgan tarafından bu
kategoride değerlendirilmektedir. Örgütlerin çevresine uyumu yerine örgütler
arasındaki rekabet ve seçilim üzerine odaklanan Hannan ve Freeman’ın çalışması,
örgütün üyelerini rolleri, formel ve informel davranışları açısından inceleyen
Goffman’ın çalışması ve örgütsel yaşamın sembolik görünümünü ele alan Turner,
Pondy ve Mitroff’un çalışmaları bu kategori içinde ele alınmaktadır.”13
Yorumcu paradigma ise, bilindiği üzere, toplumsal olguları katılımcısının bakış açısıyla ele
almaya çalışır. “Yorumcu örgüt teorisyeni, örgütsel faaliyeti sembolik bir doküman olarak ele
13 Suna Tekel, a.g.m., s. 7-8.
352
alır ve hermenötik metot analizi ile doğasını ve anlamını çözer. Örgütsel dokümanları inceleyen
Huff ve örgütsel konuşma ve eylemi inceleyen Manning gibi.”14
Radikal hümanist paradigma ise,
“endüstriyel yaşamda yer alan çeşitli eylem ve düşünce kalıpları içinde bireyin
yabancılaşması üzerine odaklanır. Örneğin kapitalizm özellikle totaliter olarak görülür;
sermaye birikimi kavramı iş, teknoloji, rasyonellik, mantık, bilim, roller, dile şekil verir
ve kıtlık, boş zaman vb. ideolojik kavramların anlaşılmasını zorlaştırır, anlamını
bulanıklaştırır. Fonkisyonalist teorisyen tarafından sosyal düzenin yapı taşı ve insan
özgürlüğü için dayanak olarak görülen bu kavramlar, radikal hümanist için ise ideolojik
hakimiyet tarzı olarak algılanır. Radikal hümanist, yabancılaşmanın aşılması anlamında
eylem ve düşünceyi nasıl birleştirebileceğini keşfetmeye çalışır. Örgütün üyeleri,
ideolojik süreçlerle şekillendirilen ve kontrol edilen bilincin esiri olarak ele alınır.
Marcuse’nin amaçlı rasyonellik, Clegg’in örgütsel yaşamın dili, Dickson’ın teknolojiye
tapınma, Anthony’nin işin ideolojisi üzerine çalışmaları bu kategoriye birer örnek teşkil
etmektedir. Ayrıca Freud, Jung ve diğer psikoanalistlerin bireyin davranışları üzerinde
bilinçaltının etkisini vurgulayan bakış açıları da radikal hümanist paradigma içinde
etkili olmuştur.”15
Radikal hümanist yaklaşıma benzer şekilde fakat Marxist düşünce ile bağlantılı bir biçimde
toplumu hakim bir güç olarak kabul eden radikal yapısalcı paradigma içinde değerlendirilen
kuramcılar, sistemdeki kaçınılmaz değişimi oluşturduğunu düşündükleri ‘sistem içindeki karşıt
unsurlar arasındaki çatışma ve gerilimleri, çeşitli hakimiyet tarzlarını ve bütün bunları kontrol
altına almaya çalışan güçleri’ anlamaya çalışırlar. “Weber’in klasik bürokrasi analizini
fonksiyonalist teorisyenlerden farklı olarak, hakimiyet tarzı olarak ele alan analizler, örneğin
Michels’in oligarşinin demir yasası analizi, Baran ve Sweezy, Baverman, Benson gibi
örgütlerin Marksist analizlerini yapan teorisyenlerin çalışması (...) radikal yapısalcı paradigma
içerisinde gösterilmiştir. Friedman’ın örgüt kontrolünü ekonomik, politik ve ideolojik araçlarla
üyeleri üzerinde hakimiyet kurma açısından inceleyen çalışması, Barnet ve Muller’in dünya
politik ekonomik alanı içinde çok ulusluluğun rolünü inceleyen çalışmaları, Holloway ve
14 Suna Tekel, a.g.m., s. 8.
15 Suna Tekel, a.g.m., s. 8-9.
353
Picciotto’nun modern devletin rolünü analiz eden çalışmaları ve Bateson’un örgütlerde
hizipçiliği inceleyen çalışması bu kategori içinde değerlendirilmiştir.”16
12.3. Max Weber ve Bürokrasi
Çağdaş örgütlerin ortaya çıkışına ilişkin ilk sistematik değerlendirmeleri Max Weber’de
buluruz. Weber, örgütlerin insanların etkinliklerini düzenleme yolları ya da uzay ve zaman
içinde insanların durağan olarak ortaya koydukları ürünler olduklarını ileri sürer; örgütlerin
gelişiminin bilginin denetimine bağlı olduğunu vurgular ve bu süreçte yazının önemine dikkat
çeker: Bir örgütün işlemesi için yazılı kurallara ve içinde örgütün ‘hafızası’nın depolanacağı
dosyalara ihtiyaç vardır. Weber, örgütleri (bürokrasiyi) yetkinin tepede toplanma eğilimine
sahip güçlü bir hiyerarşik yapı olarak görür. Demokrasi ile çağdaş bürokrasi arasında bir ilişki
söz konusudur, ancak bu ilişki aynı zamanda bir çatışmayı da beraberinde taşımaktadır.
Weber’e göre büyük ölçekli tüm örgütler, yapıları nedeniyle bürokratik olmaya eğilimlidirler.17
Kayıtlarda kavramı ilk kez kullanan kişi olarak görünen Monsieur de Gournay, memurların
artan gücünden ‘bureaumania adında bir hastalık’ olarak söz eder. Romancı Honoré de Balzac
da, bürokrasiyi ‘cücelerin kullandığı dev yetki’ olarak değerlendirmişti. Carlyle ondan,
‘bürokrasi denilen Kıta kaynaklı baş ağrısı’ olarak söz eder. Bürokrasi, çoğunlukla,
kırtasiyecilikle, iyi işlememekle ve savurganlıkla ilişkilendirilir. Bununla birlikte, bürokrasiyi,
etkin, kesin ve dikkatli bir yönetim örneği olarak algılayan yazarlar da vardır. Onlara göre
bürokrasi, insanların akıl ettiği en etkin organizasyon biçimidir; zira bütün işler ciddi işlem
kurallarıyla düzenlenmiştir. Weber’in bürokrasi anlayışı da bu iki uç arasında gider gelir.
Bürokrasiyi “büyük çapta idarî görevler ve örgütsel hedeflere ulaşmak için, çok sayıda bireyin
çalışmasını rasyonel bir biçimde koordine etmek amacıyla tasarlanmış hiyerarşik örgütsel bir
yapı” şeklinde tanımlayan Weber, sınırlı sayıda da olsa, bürokratik örgütlerin geleneksel
uygarlıklarda da mevcut olduğuna dikkat çekmiştir. Örneğin Çin’de bürokratik bir memur sınıfı
devletin tüm işlerinden sorumluydu. Ancak bürokrasinin tam olarak gelişmesi, çağdaş dönemde
16 Suna Tekel, a.g.m., s. 9.
17 Bürokrasi kelimesi, ilk kez 1745’te, kelimeye hem daire, hem de yazı masası anlamı yükleyen bir dönem
Ticaret Bakanlığı görevinde de bulunmuş olan fizyokrat Vincent de Gournay tarafından kullanıldı. Çalışma
masalarını kaplamak için kullanılan ‘çuha’ anlamına gelen Fransızca bureau sözcüğü ile ‘güç, iktidar, otorite’
anlamlarındaki Yunanca kratos sözcüğünün farklı bir formda birleştirilmesiyle elde edilmiş bir tabirdir
[bureacratie şeklinde]. Terim olarak bürokrasi, başlangıçta sadece devlet memurlarını kast etmek için
kullanıldı, ancak giderek büyük organizasyonlara karşılık gelen bir terim olmuştur.
354
gerçekleşmişti. Weber’e göre, çağdaş toplumlarda bürokrasinin yayılması kaçınılmazdır;
bürokratik yetki büyük ölçekli toplum sistemlerinin yönetim gereksinimleriyle ilgilenmenin
biricik yoludur. Bunun birlikte Weber, bürokrasinin çağdaş toplumsal hayatın yapısı için
önemli yansımaları olan pek çok ciddi başarısızlıklar yaşadığını da kabul eder.
Weber, bürokratik örgütlerin yayılmalarının yapı ve kaynaklarını incelemek için bir bürokrasi
ideal tipini geliştirmiştir. Bu ideal tipin birkaç özelliği şöyledir:
1. İleri düzeyde uzmanlaşmış idarî bir işbölümü. Karmaşık görevler, her biri –eğitim,
maliye ve iskan gibi- özel bir alanda uzmanlaşmış görevliler tarafından yürütülen
parçalara ayrılmıştır. Her departmanda, her memur açıkça tanımlanmış bir sorumluluk
alanına sahiptir.
2. Keskin bir hiyerarşi vardır. Örgütteki işler ‘resmi görevler’ olarak dağıtılır. Bürokrasi
en tepedeki en yüksek yetki konumuyla bir piramide benzer. Birlikte karar vermeyi
mümkün kılan, yukarıdan aşağıya doğru uzanan sıkı bir emir-komuta silsilesi vardır.
Her bir yüksek daire, hiyerarşide kendisindekinden daha aşağıdakini idare ve kontrol
eder.
3. Yazılı kurallar, örgütün her seviyesindeki görevlilerin hareketlerini belirlerler.
Bürokratlar belirli kurallara uymakla, işlerini bu kurallara uygun olarak yürütmekle
sorumludurlar. Bu kurallar yazılıdır ve hem kurumun kendi personeline, hem de
müşterilerine karşı uygulanır. Daire/büro büyüdükçe, kuralları daha geniş bir alanı, pek
çok olayı, durumu kapsayacak şekilde yorumlanma ihtiyacı hasıl olur; bu da yorumlama
konusunda bir esneklik talep eder.
4. Yazılı kayıtlar ve ayrıntılı bir dosyalama sistemi. Bürokratik örgütlerin devamlılığını
sağlamak amacıyla ayrıntılı bir kayıt ve dosyalama/arşivleme sistemi geliştirilmiştir.
5. Rasyonel bir personel yönetimi programı: Bürokraside çalıştırılacak kişiler objektif
kriterlere göre, liyakat temelinde işe alınırlar. Geçmişte olduğu gibi cinsiyet, ırk, etnik
köken ve toplumsal sınıflar gibi faktörler dikkate alınmaz. Ancak modern
bürokrasilerde ‘kayırma’ bütünüyle ortadan kaldırılabilmiş de değildir.
6. Memurlar tam gün çalışırlar ve maaşlıdırlar. Hiyerarşide her işin işe bağlı olarak belirli
ve sabit bir ücreti vardır. Kişilerden örgüt içinde kariyer yapmaları beklenir. Terfi etmek
beceri, kıdem ya da bu ikisinin karışımına dayanarak olanaklıdır.
7. Bir memurun örgüt içindeki işleri ve örgüt dışındaki yaşamı arasında fark vardır.
“Bürokrasi resmî faaliyetleri özel hayat alanından kesin olarak ayırır.”
355
8. Örgütteki hiçbir üye kullandığı maddi kaynakların sahibi değildir. Weber’e göre
bürokrasinin gelişimi, işçileri üretimi kendi yöntemleriyle kontrol etmelerinden ayırır.
Geleneksel toplumlarda, çiftçiler ve el işçileri, kendi üretim işleri üzerinde genellikle
kontrole sahiptiler ve kullandıkları aletlerin de sahibiydiler. Bürokrasilerde ise
memurlar çalıştıkları dairelerin, oturdukları masaların ya da kullandıkları büro
aletlerinin sahibi değildirler.
Weber’e göre, bu özellikler modern bürokratik örgütlenmeyi rüşvet, akraba kayırmacılığı ve
kişisel iltimasın bol miktarda bulunduğu önceki yönetim biçimlerinden ayırmaktadır. Modern
sanayi toplumları, ister kapitalist ister komünist olsunlar, düzgün işleyebilmek için oldukça
etkin örgütsel yapılara ihtiyaç duyarlar. Ona göre bürokrasi, kesinlikle insanlara değil kurallara,
bir kişisel ilişkiler ağına değil bir görevler hiyerarşisine dayandığı için, en etkili ve teknik
bakımdan en üstün organizasyon biçimidir. Bürokrasi, şekilciliği ve gayri-şahsiliği arttıkça
daha etkili olacaktır; zira böylece, mevcut görevlilerin yerini –tamamen olmasa bile- yeni bir
memurlar topluluğu alacağı için, sistem önceki gibi işlemeyi sürdürecektir.
Weber’in bürokrasi analizinin kaynağı sadece onun rasyonelleşme analizi değil, aynı zamanda
güç ve otorite analizidir. Geçmişte otorite, gelenek veya karizmaya dayanırken, modern otorite,
Weber’e göre, rasyonelliğe, hukukun tarafsız bir irade sergileme gücüne ve uzman bireyler veya
görevlilerin üzerinde birleştikleri kurallara dayanır. Weber bürokrasiyi hukukî otoritenin ‘en
saf’ biçimi olarak görmüş ve onun temel özelliklerini ortaya koyabilmek için bir ‘ideal tip’
bürokrasi geliştirmiştir. Weber bürokrasiyi en saf ve en etkili hukukî otorite, yönetim ve siyasal
kontrol biçimi olarak görmüştür, çünkü o geleneksel organizasyon biçimlerinden çok daha
öngörülebilir, disiplinli ve güvenilirdir.
Weber’in bürokrasi analizi, örgüt kurallarında belirtildiği gibi insanlar arasındaki ilişkiler için
resmi ilişkilere öncelikli bir yer verir ancak tüm örgütlerde var olabilecek küçük grup ilişkileri
ve resmi olmayan bağlar hakkında söyleyecek çok az şeyi vardı. Ne var ki, bürokrasilerde işleri
yapmanın resmi olmayan yolları sıkça başka türlü başarılamayacak bir esneklik de
yaratmaktadır. Ancak memurların çoğu, denetimcilerine yaklaşırken dikkatlidir; zira bunun
kendilerinin yeterli olmadığını gösterebileceğini ve terfi şanslarını azaltacağını düşünür. Bu
yüzden daire kurallarını ihlal ederek, genellikle birbirlerine danışırlar. Bu yalnızca belirli
tavsiyeler sunmaya yardım etmekle kalmamış, tek başına çalışmaktan kaynaklanan endişeleri
de azaltmıştır. Toplumsal grubun aynı düzeyde çalışanları arasında, birbirlerine bağlı bir
sadakatliler grubu meydana gelir.
356
Resmi olmayan ağlar, örgütlerin her düzeyinde gelişme eğilimi gösterirler. En tepede, kişisel
bağlar ve bağlantılar, kararların verilmesi beklenen resmi durumlardan daha önemli olabilir.
Örneğin, yönetim kurulu ve hissedarların toplantılarının iş ortaklığı politikalarını belirlediği
varsayılır. Aslında uygulamada, ortaklığı kurulun birkaç üyesi işletir; bunlar kararlarını resmi
olmayan bir yolla verirler ve kuruldan da bu kararları onaylamasını beklerler. Bu türden resmi
olmayan ağlar, farlı ortaklıklara da uzanır. Farklı şirketlerden iş önderleri, çoğu zaman resmi
olmayan bir şekilde birbirlerine danışırlar.
Genel olarak resmi olmayan prosedürlerin nereye kadar örgütlerin etkinliğini desteklediğine ya
da kösteklediğine karar vermek kolay bir olay değildir. Weber’in ideal tipine benzeyen
sistemler, resmi olmayan prosedürler ormanının yaratılmasına eğilim gösterirler. Eksikliği
duyulan bu esneklik, kısmen, resmî kuralların resmî olmayan yollarla değiştirilmesiyle elde
edilebilir. Sıkıcı işlerde çalışanlar için, resmi olmayan prosedür, çokluk daha memnun edici bir
iş çevresinin yaratılmasına da yardımcı olur. Daha yüksek mevkilerdeki memurlar arasındaki
resmî olmayan ilişkiler, bir bütün olarak örgüte destek olacak işlerde etkili olabilirler. Öte
yandan, bu memurlar örgütün ilerlemesi ve menfaatleriyle ilgilenmektense, daha çok kendi
çıkarlarını koruma ve artırma kaygısında da olabilirler.
Weber, bürokrasinin teknik üstünlüklerini överken memur sınıfının gücünün farkındadır. Bu
kurumsallaşmış gücün sadece çalışanlarını köleleştirmekle kalmayıp, bizzat demokrasi için de
bir tehlike oluşturduğunun bilincindedir. Weber, bireysel inisiyatif ve yaratıcılığı baskı altına
alan, bir çelik kurallar ve düzenlemeler kafesine [‘demir kafes’] tıkılmış, yukarıdan gelen
emirlere mecburen uyan ‘ruhsuz uzmanlar’ yaratan bir hiyerarşik kontrol tehlikesini
öngörmüştü. Aynı şekilde, Weber modern demokrasilerin verimli bir biçimde işleyecek
bürokrasilere ihtiyaç duyarken, içkin bir tehlikenin, kamu görevlisinin seçilmiş efendisinin
gücüne ulaşması tehlikesinin varlığını kabul etmişti: “Siyasal efendi her zaman kendini eğitimli
bir memur, bir uzman karşısında amatör bir konumda bulur.” Kendi uzmanlık bilgileri, sırları
ve geleneksel anonimlikleri ile kamu görevlileri sorumsuz bir güce sahiplerdir. Onlar her zaman
bürodadırlar; politikacılar ise gelirler ve giderler. Weber bu ikilemin, kamu görevlisinin
parlamento tarafından kontrol edilmesi ve düzenli hesap verir hale getirilmesi ile
çözülebileceğini düşünüyordu. Kimi düşünürler, örneğin oligarşinin tunç yasası18 tezinin sahibi
18 20. yüzyılın başında yoğun siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimlerin yaşandığı bir ortamda yazan siyaset
bilimcisi Robert Michels (başlangıçta aktif bir sosyalist ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin üyesiydi),
geliştirdiği oligarşinin tunç yasası yaklaşımı ile, örgütlerde –her zaman ve her yerde, örgüt demokratik
göründüğü durumda bile- bir oligarşinin, yani azınlık yönetiminin kaçınılmaz olduğunu iddia etmektedir.
Political Parties ([Siyasal Partiler] 1911) isimli çalışmasında geliştirdiği bu tez bağlamında Michels; devrimci
357
Robert Michels, bu konuda iyimser değildi. Modern yönetim üzerine yapılan birçok araştırma
memurların sahip oldukları gücü ortaya çıkarmıştır. Marxist yazarlar daha da ileri giderek,
parlamento, hükümet ve kamu hizmetlerinin birleşimi olarak kapitalist devletin tamamının bir
sınıfsal kontrol aracı olduğunu iddia etmişlerdir.
Gerçekte, –gerek kapitalist dünyada ve gerekse de sosyalist dünyadaki uygulamalarıyla-
bürokrasi Weber’in tasvir ettiği türden etkin planlama ve demokratik örgütlenme modelinden
çok uzak olduğunu kanıtlamıştır. Dahası, Weber’in toplumun örgütlenmesinin bürokratik bir
nitelik kazanması ihtimalinden duyduğu endişeleri haklı çıkarmış görünüyor. Bürokrasinin
başarısızlıklarının farkında olmasına karşın, Weber -yukarıda da değinildiği gibi- bürokrasiden
olumlu söz etmeyi tercih eder. Fakat bürokrasiyi olumlu biçimde tasvir etmekle birlikte, onu
dünyanın büyüsünün bozuluşunun rasyonel somut bir örneği olarak görür ve bürokratik bir
toplumda birey özgürlüğünün ortadan kalkmasından endişe eder. Weber, moderniteye ilişkin
ikircikli yaklaşımının bir benzerini, bürokrasi için de sergilemektedir: Ona göre bürokrasi;
rasyonel ve teknik olarak diğer bütün yönetim sistemlerinden üstün bir sistem, ancak aynı
zamanda, bireysel özgürlükleri ortadan kaldıracak, kendi için amaç haline gelebilecek
özelliklere ve güce de sahip bir yapıdır.
Bürokratikleşme bir organizasyonda çalışan ortalama bireyi nasıl etkiler? Bu, formel örgütler
üzerine çalışan ilk dönem sosyologların –örneğin Max Weber’in- ihmal ettikleri bir soruydu.
Formel örgütler hakkındaki klasik teoriye göre –bilimsel yönetim yaklaşımı olarak da bilinir-,
işçiler neredeyse tamamen ekonomik ödüllerle motive olur. Bu kuram, işçilerin üretkenliğini
sınırlayan tek şeyin fiziksel sınırlar olduğunu vurgular. Dolayısıyla, işçilere 20. yüzyılda
yerlerini almaya başlayan makineler gibi sadece araç muamelesi yapılabilir. Yönetim, bilimsel
işletme yaklaşımı kapsamında, bilimsel planlama, yerleşik performans standartları ve
çalışanlarla üretimin titiz gözetimi vasıtasıyla azami iş verimliliği sağlamaya çalışır. Planlama,
çalışanların tutumları ya da iş tatmini üzerine çalışmaları değil; verimlilik çalışmalarını
gerektirir.
İşçiler sendikalar kurana ve yönetimleri birer nesne olmadıklarını fark etmeye zorlayana kadar,
formel örgüt kuramcıları klasik teoriyi gözden geçirmediler. Sosyal bilimciler, işletme ve
örgütlerin, hatta 1920’lerin sosyalist partileri bile, amaçları ve tutkuları ne kadar radikal olursa olsunlar, ne
kadar demokratik görünürlerse görünsünler, nihayetinde temsil ettikleri kitlelerden ziyade tepedekilerin
ihtiyaçlarına ve tutkularına hizmet edeceklerini iddia etmekteydi: “Demokrasiden söz eden aslında örgütten,
örgütten söz eden gerçekte oligarşiden söz etmektedir.” (Robert Michels, Political Parties, New York: The
Free Press, 1911).
358
idarenin yanı sıra işçilerin enformel gruplarının da örgütlerde önemli etkisi olduğunu fark
ettiler. Bürokratik dinamikleri göz önüne almanın alternatif bir yolu olarak beşerî ilişkiler
yaklaşımı, bürokrasi içerisinde kişilerin, iletişimin ve katılımın rolünü vurguladılar. Bu analiz
türü, etkileşimci kuramcıların küçük grup davranışı konusuna yaklaşımını yansıtır. Bilimsel
işletme yaklaşımındaki planlamadan farklı olarak, beşerî ilişkiler yaklaşımına dayanan
planlama, çalışanların duygularına, hüsranlarına ve iş tatminine olan duygusal ihtiyaca
odaklanır.
12.4. Örgüt Tipleri
Gönüllü Dernekler, ortak bir amaç etrafında kurulan, üyelerin gönüllü katılımda bulundukları,
hatta katılım için ücret ödedikleri organizasyonlardır. Yardım kuruluşlarından sendikalara,
meslek odalarından sportif faaliyet gösteren derneklere çok geniş bir yelpazede gönüllü örgütler
mevcuttur. Formel örgüt ile gönüllü örgüt kategorileri birbirini dışlayan kategoriler değildir.
Her iki kategoriden birbirine yapısal olarak benzeyen pek çok örnekle karşılaşılabilir. Gönüllü
örgütler, toplumun refahına katkıda bulunmanın yanı sıra, vatandaşlık sorumluluğu için eğitim
zemini de sağlarlar. Araştırmalara göre, gençlikte spor takımlarından münazara topluluklarına
ve müzik gruplarına kadar çeşitli örgütlere katılım, kişinin yetişkinlikteki davranışlarını
etkilemektedir. Özellikle gençken gönüllü örgütlerde faal olan yetişkinlerin oy kullanmaktan
kampanya işlerine kadar siyasal faaliyetlere katılma ihtimalleri çok daha yüksektir.
Türkiye’ de dernekleşme hareketleri;19 mevzuatlardaki yenilikler ile son 10 yıl içinde büyük
gelişim gösterdi. Özellikle 2004 yılından itibaren de derneklerin faaliyetlerini sivil birimlerin
takip etmeye başlaması ile dernek kurulması ve örgütlenme sürecinde de önemli atılımlar
gerçekleşti. Dernek sayısına baktığımızda 2009 Mayıs sonu itibarıyla ülkemiz genelinde
faaliyet gösteren, 81.538 derneğin, yaklaşık olarak 56.000’ni 2000 yılından itibaren kurulan
dernekler oluşturmaktadır. Bu sayı, sivil toplumun son yıllarda güçlenmeye başladığını
göstermektedir. Ülkemizin toplam nüfusunu ve mevcut dernek sayısı dikkate alındığında,
sayıca ve derneklere üye ya da gönüllü olma anlamında kalkınmış ülkelerin çok gerisinde
olduğumuz ortaya çıkmaktadır. İngiltere örneğine baktığımızda, bu ülkede -2005 yılı itibariyle-
19 Türkiye’deki dernekleşmeye ilişkin aşağıdaki bilgiler http://www.siviltoplumakademisi.org.tr’den alınmıştır.
Bkz. “21. Yüzyılda Türkiye’deki Dernekleşmeye İstatistikî Bakış”.
359
yaklaşık olarak 160.000 dernek ve toplam 400.000 civarında sivil toplum örgütü olduğunu ve
üye sayısı 2 milyonlara ulaşan derneklerin bulunduğu görülmektedir.
Yaşanan yoğun iç göç hareketleri, Türkiye’de, birçok ülkede olmayan hemşeri derneklerini
ortaya çıkarmış ve bunlar tüm derneklerin içerisinde % 10 oranında (8.434) sayıya
ulaşmışlardır. Hemşeri dernekleri; köy, ilçe ya da üst oluşum olarak il, bazen de çok az sayıda
bölge anlamında dayanışmayı sağlayarak örgütlü bir yapıya gitmişlerdir. Ülkemizde Mesleki
Dayanışma Dernekleri (15.510) sayıca olduğu gibi etki anlamında da en büyük örgütlü sivil
toplum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu grubun içerisinde İş Adamlar Dernekleri, ülkemizin
ekonomik ve sosyal politikalarının oluşturulmasına temel katkı sağladığı gibi uluslararası
alanlarda da etkili olmaktadırlar.
Yardım Dernekleri 13.634 gibi büyük bir sayı ile mesleki dayanışma faaliyetlerini sürdüren
derneklerden sonra ikinci büyük sivil toplum yapısı olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Ülkemizde sosyal yaralarının kapanmasında çok önemli bir fonksiyonu yerine getirdikleri gibi,
klasik yardım mantığının değişmesine de öncülük ederek derneklerin önünü açmada mühim bir
rol oynamaktadırlar. Türk Kızılayı, Kimse Yok mu?, İHH, Cansuyu, Yeryüzü Doktorları vb.
gibi derneklerin yaptıkları faaliyetler bu anlamda son derece önemlidir. Cami yapımı, başka bir
deyişle ibadethanelerin desteklenmesi amacıyla kurulan derneklerin sayısına baktığımızda
13.400 gibi yüksek bir sayı ile karşılaşılmaktadır.
360
Spor alanında faaliyet gösteren dernekler, dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de, ulusal ve
uluslar arası tanıtımda, etkili bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Tanıtımdan önce asıl
faaliyetlerinin merkezinde çocuk-genç topluluğunun ruh ve beden sağlığının olumlu yönde
gelişmesi için çalışmaları çok önemli bir husus olarak göze çarpmaktadır. Ülkemiz genelinde
spor derneklerinin 12.380’ ü faaliyet göstermektedir. Engelli derneklerini sayı ve etkinlikleri
açısından değerlendirdiğimizde, nüfus oranının çok uzağında bir örgütlenme içerisinde
olduklarını görüyoruz (489). Genel olarak İnsan hakları alanında ( kadın, çocuk, politik,
düşünce kuruluşları vb) kurulan derneklere baktığımızda 1653 derneğin faaliyette olduğunu
görüyoruz. Bu tür dernekler, ülkemizin katılımcı demokrasi sürecine çok önemli katkı
sağlamaktadır. Bu alanda çıkarılan kanunlarda derneklerin görüşleri etkili olmaktadır.
Araştırma alanında faaliyet gösteren derneklerin az sayıda görünmesi yapısından
kaynaklanmaktadır. Daha çok alanında uzman kişilerin oluşturduğu bu nevide 2223 dernek
faaliyetini sürdürmektedir. Ülkemizde Demokrasinin dördüncü kuvveti olan basın, örgütlenme
anlamında çok gerilerden gelmekte ve 174 dernekle faaliyet göstermektedir. Görsel basın
anlamında ise 6 derneğin faaliyet göstermesi iç karartıcı bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.
(NOT: “Ekonomi, İş ve Çalışma Hayatı” başlıklı 5. Bölüm’de, günümüzün teknolojik imkanları
ve çalışma koşullarındaki gelişmelerin yarattığı etkiyle çalışma hayatında ve işletmelerin
organizasyonlarında yaşanan değişimden, yeni işletme ve çalışma biçimlerinden genişçe söz
edilmişti. O nedenle, burada ayrıca ‘değişen çalışma ortamları’ndan ayrıca
bahsedilmeyecektir.)
361
12.5. Dünyayı Saran Örgütler
Günümüzde sosyal bilimciler, dünya üzerindeki etkinlikleri her geçen gün artıran uluslararası
nitelikteki örgütleri incelemekte ve hatta bazıları, bu küresel örgütlerin dünya üzerindeki
ülkeleri git gide birbirlerine daha fazla benzer hale getireceklerini iddia etmektedirler. Ancak
uluslararası örgütlerin, tarihte ilk kez ortaya çıkmadıklarını ifade etmek gerekir. Alman
tüccarlar ve şehirler arasında kurulan Hansa Birliği’ni bir örnek olarak bu bağlamda
zikredebiliriz. Gerçek anlamda küresel nitelikte olan, dünya çapında üye ülkeleri bulunan ve
karmaşık bürokratik yapıları olan örgütlerin ilk örneklerinden biri –kısa süreli bir faaliyet
dönemi olan- 1919’da kurulan Cemiyet-i Akvam [Milletler Cemiyeti]’dir. II. Dünya Savaşı
sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler, çağdaş küresel örgütlerin belki de en fazla bilinen
örneğidir. Küresel ölçekte faaliyet gösteren örgütleri (1) uluslararası devlet örgütleri; ve (2)
uluslararası sivil toplum örgütleri olmak üzere iki başlık altında toparlamak mümkündür.
Uluslararası devlet örgütleri, üyesi olan ülkelerin birbirleriyle iş yapabilmeleri amacıyla
devletler arasında yapılan anlaşmalarla kurulan örgütlerdir: Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret
Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Birliği. Üye ülkeler izin verdiğinde askerî güç de
kullanabilen uluslararası devlet örgütleri de söz konusudur: NATO gibi. Uluslararası dünya
örgütleri, üye ülkeleri arasındaki güç dengesizliklerini de yansıtmaktadır. Örneğin, uluslararası
barışı ve güvenliği sağlamakla sorumlu BM Güvenlik Konseyi’nin eylemleri üzerinde,
konseyin beş daimî üyesi ABD, Çin, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın ciddi bir etkisi ve
belirleyiciliği vardır. 20. yüzyılın başında kabaca üç düzine kadar uluslararası devlet
örgütünden söz edilirken, günümüzde bu sayı 5-6 bin civarına ulaşmış durumdadır.
Uluslararası sivil toplum örgütleri, bireyler ya da sivil/özel örgütler arasında yapılan
anlaşmalarla kurulmuş olan örgütlerdir. Uluslararası Sosyoloji Derneği, Uluslararası Kadınlar
Konseyi, çevreci Yeşil Barış Örgütü, Uluslararası Af Örgütü vb. gibi. Sayıları günümüzde 30
bini aşmış olduğu tahmin edilen uluslararası sivil toplum örgütleri; dünya ölçeğinde etkin BM
gibi örgütleri ve devletler üzerinde etkide bulunarak, üyelerinin küresel çıkarlarını korumayı
amaçlamaktadır.
Ekonomide, İkinci Savaş sonrasında gelişmeye başlayan çok uluslu şirketler, küreselleşmenin
ağırlığını hissettirmeye başlamasıyla birlikte çok daha yaygın hal aldı. Birkaç ülkede yeni iş
kolları kuran şirketler –birçok ulusal sınırı aşmaları nedeniyle- ulus-aşırı şirketler olarak
adlandırılmaktadır. Günümüzde dünyanın en büyük yüz ekonomik biriminin yarısını ulusal
362
şirketler oluştururken, diğer yarısını da ulus-aşırı şirketler oluşturmaktadır. En büyük 600 ulus-
aşırı şirketin etkinlikleri, küresel ekonominin toplam tarım ve sınai üretiminin beşte birinden
fazlasını oluşturmaktadır; bu şirketlerin 70 kadarı küresel ölçekteki satışların yarısını
gerçekleştirmektedirler. Şirketlerin bu denli yaygınlaşmaları, elbette taşımacılık ve iletişim
teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle doğrudan alakalıdır.
İkinci Savaş sonrasında dünya ekonomisindeki ağırlıkları her geçen gelişerek artan uluslararası
şirketler, uluslararası işbölümü konusunda kilit öneme sahiptirler. Dünya ekonomisi de, az
sayıdaki çok büyük şirket tarafından yönetilmektedir. Bu yönüyle, dünyadaki pek çok üretim
sektörünün oligopol olduğunu söylemek mümkündür.
Farklı şekillerde organize olmuş ulusaşırı şirketlerden söz edilmektedir. H. V. Perlmutter, bu
şirketleri üç kategoride toplamaktadır: (1) Etnosentrik ulusaşırı şirketler: Şirket siyasetinin
kurulduğu ülkede konuşlanmış olduğu genel merkezde oluşturulduğu ve uygulamaya geçildiği
şirket tipidir. (2) Polisentrik ulusaşırı şirketler: Bu şirket tipinde, denizaşırı yan kuruluşların
yönetimi yerel şirketlere bırakılmıştır. (3) Geosentrik ulusaşırı şirketler: Yönetim yapısı
uluslararası olan şirketler.
12.5.1. Manuel Castells ve Ağ Toplumu
Gelişen bilgi teknolojileriyle güçlendirilmiş ağlar, özellikle de internet, günümüz örgütsel
yapılarını da belirleyici olmaktadır. Geçmişte, Weber’in ele aldığı şekliyle rasyonel
bürokrasiler, kaynak kullanımı ve örgütün hedeflerine ulaşması konusunda son derece başarılı
oluyorlardı. Bir kişiyi ya da grubu diğer kişi ya da gruplara bağlayan doğrudan veya dolaylı
bağlantılar anlamında ağlar ise bürokrasinin tersi bir durum arz etmekteydi: Aynı ağ içerisinde
bulunan örgütler birbirleriyle uyumlu çalışamıyor, bürokrasiler kadar başarılı olamıyor,
hedeflerine odaklanamıyor ve kendilerine verilen görevleri yerine getiremiyorlardı. Ağ toplumu
üzerine yapmış olduğu çalışmalarla tanınan Manuel Castells’e göre, 20. yüzyılın son çeyreğinde
bilgisayar ve teknoloji alanında yaşanan gelişmeler bu durumu tamamen değiştirmiştir.
İnternetin ortaya çıkışıyla birlikte, verileri dünyanın herhangi bir yerinde anında işlemek
mümkün hale gelmiştir; böyle bir iş için fiziksel bir yakınlığa ihtiyaç da duyulmamaktadır.
Bunun sonucunda yeni teknolojiler, pek çok şirketin örgütlenme biçimlerini yeniden
düzenlemelerine, merkezsizleşerek daha ufak ve esnek girişim türlerini teşvik etmektedir.
Castells, ağ toplumunu konu edindiği çalışmasında, ‘ağ tabanlı girişimler’in küresel ve bilgiye
dayalı bir ekonomiye en uygun örgütlenme biçimi olduğunu ileri sürmektedir. Gerek büyük
363
anonim şirketlerin, gerekse de küçük şirketlerin bir ağın parçası olmadan varlıklarını
sürdürmenin gittikçe imkansız hale geldiğini düşünmektedir. Ağların işler hale gelmesini
mümkün kılan şey ise, bilgi teknolojileridir. Bilgi teknolojileri, dünyanın çeşitli bölgelerindeki
şirketlerin birbirlerini bulabilmelerini, birbirleriyle işbirliği yapabilmelerini ve bütün bunların
uyumlu ve hızlı bir biçimde yapabilmelerini mümkün kılmıştır.20
Gerek örgütlerin geleneksel yapıları ve gerekse de gelişen bilgi teknolojileriyle birlikte
örgütlerin yapısında meydana gelen değişmeler ve sonuçlarının endişe verici boyutları da söz
konusudur. Başka bir deyişle, bürokratik yapının verimliliği artırışı ya da bilişim
teknolojilerindeki gelişimlerin haberleşmeyi ve işlerin daha hızlı bir biçimde yerine getirilmesi
gibi olumlu sonuçları olmakla birlikte; bürokrasinin gücünün bütün bir toplumu
bürokratikleştirmek ya da bilgi teknolojilerindeki gelişmelerin bütün dünyayı daimî bir gözetim
altına alması gibi endişe verici sonuçları olabilmektedir. Meselenin bu boyutuna dikkat çeken
isimlerden birisi, şüphesiz, Michel Foucault’dur.
12.5.2. Michel Foucault ve Gözetim Toplumu
Pek çok çağdaş örgüt, özel olarak tasarlanmış fiziksel düzenlemeler içinde işletilirler. Belli bir
organizasyonun merkezi/mekânı olan bir bina, yalnızca o organizasyonun faaliyetlerine özgü
nitelikler taşımakla kalmaz, diğer organizasyonlarla da benzerlikler taşır. Michel Foucault,
organizasyonlar ile organizasyonların içinde faaliyet gösterdikleri binaların özellikleri ve yapısı
arasında bağlantılar kuran ve bu çerçevede –asıl amacı bu olmasa da- bir organizasyon kuramı
geliştiren bir düşünürdür. Mekân ve zamanın denetim alınması prensibi üzerinden kuramını
geliştiren Michel Foucault, bir örgütün mimarisinin onun sosyal yapısı ve yetki sistemiyle
doğrudan ilgisi olduğunu göstermiştir. Örgütlerin fiziksel özelliklerini inceleyerek Weber’in
analiz ettiği sorunlara yeni bir ışık tutmak mümkündür. Weber’in soyut olarak tartıştığı daireler
–koridorların böldüğü odalar- de örgütlerin içindeki mimarî yapılardır. Büyük şirketlerin
binaları, bazen gerçekten fiziksel olarak hiyerarşi içinde birinin yerini ne kadar yükselirse, en
tepede oturanın makamına o kadar yakınlaşacağı bir hiyerarşiye göre oluşturulmuştur; ‘en üst
kat’ tabiri bazen organizasyondaki en büyük yetkiyi elinde bulunduranlar anlamında kullanılır.
20 Manuel Castells’in ağ toplumuyla ilgili 3 ciltlik çalışması Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Bkz. Manuel
Castells, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Cilt I: Ağ Toplumunun Yükselişi (Nisan 2005), Cilt
II: Kimliğin Gücü (Nisan 2006) ve Cilt III: Binyılın Sonu (Aralık 2007), çev. Ebru Kılıç, İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yay.
364
Bir örgütün coğrafyası pek çok şekilde, özellikle de sistemlerin çoğunlukla resmi olmayan
ilişkiler üzerine kurulduğu yerlerde, örgütün çalışmasını etkileyecektir. Fiziksel uzaklık,
bölümleri aralarındaki ‘onlar’ ve ‘biz’ tutumuyla sonuçlanan gruplara bölerken, fiziksel
yakınlık birincil grupların daha kolay kurulmasını sağlar.
Bir örgütün binalarındaki açık alanlar, koridorlar ve odaların ayarlanması, onun yetki sisteminin
nasıl işlediği hakkında temel ipuçları sağlar. Bazı örgütlerde insan grupları açık yapılarda
birlikte çalışırlar. Sanayi işinin belli türlerinin –montaj hattı şeklindeki üretim gibi- sıkıcı ve
yinelenir yapısından dolayı, işçilerin çalışma temposunun düşmesine engel olmayı sağlayacak
düzenli denetime ihtiyaç vardır. Aynı şey, ne yaptıkları sıkça amirleri tarafından görülen bir
yerde oturan yazıcılar ekibi tarafından yürütülen sıradan işler için de doğrudur. Foucault, çağdaş
örgütlerin mimari yapılarındaki görünürlüğün ya da yokluğunun, yetki kalıplarını nasıl
etkilediğini vurgulamıştı. Onların görünürlüğü, astların, Foucault’un örgütteki etkinliklerin
gözetimi olarak adlandırdığı, nispeten çok yetkili makamlarda bile, herkes denetim altındadır;
ancak kişi ne kadar düşük makama sahip biri ise, onun davranışlarını o kadar çok yakından
takip etme eğilimi vardır.
Gözetim iki şekildedir: Birincisi, amirlerin astlarının işini doğrudan gözlem altında tutmasıdır.
Örnek olarak bir okuldaki sınıfı ele alalım. Öğrenciler, öğretmenin gözü önünde, genellikle
düzenli sıralarda ya da masalarda otururlar. Çocuklardan tetikte olmaları ya da işleriyle meşgul
olmaları beklenir. Elbette pratikte bunun ne ölçüde gerçekleşeceği, öğretmenin becerisine ve
çocukların kendilerinden beklenen şeye uyma isteklerine bağlıdır.
İkinci tür gözetim, daha incelikli ancak aynı derecede önemlidir. Bu gözetim, insanların
yaşamları hakkında durum tarihçesi, kayıtlar ve dosyalar tutmaktan ibarettir. Weber, çağdaş
örgütlerde yazılı kayıtların (günümüzde daha çok bilgisayarlaşmış olan) önemini anlamış, fakat
kayıtların davranışı düzenlemekte nasıl kullanılabileceklerini tam olarak incelememiştir. İşçi-
memur kayıtları, genellikle kişisel ayrıntıları gösteren ve karakter değerlendirmeleri sunan tam
bir iş tarihçesi verir. Böyle kayıtlar, işçilerin davranışlarını gözlemek için kullanılırlar ve terfi
için tavsiyeleri değerlendirirler. Pek çok firmada, örgütün her seviyesindeki bireyler,
kendilerinden biraz aşağı seviyedekilerin çalışmaları hakkında yıllık rapor hazırlarlar. Okul ve
üniversite kayıtları da, bireylerin örgüt içinde ilerlerlemeri sırasında onların çalışmalarını
gözlemek için kullanılır.
İşçilerin çalışmaları gelişigüzel olursa, örgütler etkin olarak çalışmazlar. Weber’in de belirttiği
gibi, firmalarda, insanları belirli saatlerde çalışmaları beklenir. İşlerin, hem fiziksel yapılarda
365
hem de çok ayrıntılı program tarifeleriyle değerleri artan şeyler olan zaman ve mekanla tutarlı
olarak ayarlanmaları gerekir. Programlar, işleri zaman ve mekana göre düzenlerler;
Foucault’nun sözlerini kullanacak olursak, ‘insanları etkin bir şekilde örgütün her yanına’
dağıtırlar. Program tarifeleri örgüt disiplininin gereğidir; çünkü bunlar çok sayıda insanın
birlikte çalışmalarını sağlarlar. Örneğin bir üniversite ders programını ciddi olarak takip
etmezse, kısa sürede tam bir karmaşa içine düşer. Program, her biri çok sayıda insan ve
etkinlikle sıkı sıkıya doldurulabilecek olan zaman ve mekanın yoğun kullanılmasını olanaklı
kılar.
Foucault dikkati en çok, içerisinde bireylerin fiziksel olarak dış dünyada uzun bir süre ayrı
tutulduğu hapishane gibi örgütlere çekmiştir. İnsanlar böyle örgütlerde, dışarıdaki sosyal
çevreden uzakta tutulmuşlar, hapsedilmişlerdir. Hapishane gözetimin yapısını çok ayrıntılı
olarak verir, çünkü o içerdekilerin davranışları üzerindeki kontrolü en üst düzeye çıkartmaya
çalışır. Foucault ‘hapishanelerin, hepsi de hapishanelere benzeyen, hastanelere, barakalara,
okullara ve fabrikalara benzemesi şaşırtıcı mıdır?’ diye sorar.
Foucault’ya göre, çağdaş hapishane köklerini, 19. yüzyılda, filozof Jeremy Bentham tarafından
tasarlanan bir örgüt olan Panopticon’da bulur. ‘Panopticon’, Bentham’ın tasarladığı ve çeşitli
kereler İngiliz yönetimine kabul ettirmeye çalıştığı ideal bir hapishaneye verdiği isimdir. Tasarı
tam olarak gerçekleştirilmiş değildir ancak tasarının ana ilkelerinden bazıları, 19. yüzyılda,
İngiltere, Avrupa ve Amerika’da yapılan hapishanelere dahil edilmiştir. Panopticon, dış sınırın
etrafında yapılmış hücreleriyle birlikte yuvarlak şekilliydi. Merkezde gözetleme kulesi vardı.
Her hücreye, birisi gözetleme kulesine bakan ve diğeri dışarıyı gören iki pencere
yerleştirilmişti. Bu tasarımın amacı, nöbetçilerin mahkumları her zaman görebilmelerini
mümkün kılmaktı. Kuledeki pencereler, hapishane personeli mahkumları aralıksız gözlerken,
kendileri görünmesinler diye jaluzi bir perdeyle donatılmışlardı.
Foucault gerek hapishaneler konusunda ve gerekse de gözetlemenin modern toplumdaki rolü
konusunda isabetli tespitlerde bulunmuştu. Özellikle gözetlemenin modern hayattaki rolü ve
etkisi, iletişim ve bilgi teknolojilerinin giderek artan etkisi nedeniyle daha da önem
kazanmaktadır. David Lyon’un (Electronic Eye: The Rise of Survelliance Society [Elektronik
Göz: Gözetim Toplumunun Yükselişi], Cambridge: Polity, 1994) adlandırdığı biçimiyle,
hakkımızdaki bilgilerin akla gelebilecek her türlü organizasyon aracılığıyla toplandığı bir
gözetim toplumunda yaşıyoruz. Fakat, elbette, hapishanelerin gerek iş organizasyonları ve
gerekse de toplum için model alınmasının ciddi problemler doğuracağı açıktır.
366
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu bölümde, toplumsal hayatın hemen her boyutunda ve hayatımızın her safhasında bir şekilde
karşımıza çıkan, içinde bulunduğumuz ya da onlar için çalıştığımız örgütleri değerlendirmeye
çalıştık. Ekonomik şirketlerden, kamu kurum ve kuruluşlarına, spor derneklerinden insan
hakları, çevre vb. konularda duyarlı sivil toplum kuruluşlarına geniş bir yelpazede ele alınan
örgütlerin geleneksel yapıları ve bilgi teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle birlikte çağdaş
dönemde yaşadığı değişiklikler ve aldığı yeni biçimler üzerinde durulmaya çalışıldı. Ayrıca
örgütlerin bireysel ve toplumsal hayatımızı kolaylaştıran, bize yeni imkanlar sunan avantajlı
yanlarının yanı sıra, sahip olduğu güç ve imkanlar nedeniyle, toplumu ve bireyleri gözetleme
anlamında endişe verici boyutlarına da dikkat çekildi.
Bölüm Soruları
1. “Modern toplumdaki bütün kurumlar giderek daha fazla bürokratikleşmektedir.”
Kurumlara örnekler vererek bu cümleyi tartışınız.
2. Okulunuzda ya da çalıştığınız işyerinde nasıl bir bürokrasi vardır? Weber’in ideal
tipi ile kıyasladığınızda gördüğünüz benzerlikleri ve farklılıkları açıklayınız.
3. Eğer farklılıklar var ise, sizce bu farklılıkların sebebi ne olabilir? Açıklayınız.
4. Okulunuzda, işyerinizde ya da hizmet almak için başvurduğunuz bir özel veya kamu
kuruluşunda bürokrasinin temel özelliklerinden birinin ortadan kalktığını varsayın.
Sonuç ne olurdu? Açıklayınız.
5. “George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması (çev. Şen Süer Kaya, 2. Baskı,
İstanbul: Ayrıntı Yay., 2011) adlı eserinde, dünyaca tanınmış bir fast-food zincirinin
modern gündelik kültür ve toplumsal hayat üzerindeki muazzam etkisine dikkat
çeker: Yiyeceklerin hazırlanması ve sipariş alımı, özenli işbölümünü yansıtır; bu
işbölümü, yiyecek işçilerinden vardiya müdürü ve dükkân işletmecisine ve
nihayetinde şirket yönetim kuruluna kadar uzanan bir yetki hiyerarşisiyle uygulanır.
Dükkan işletmecileri McDonald’s Hamburger Üniversitesi’nde Hamburger üzerine
367
konulan ketçap ya da hardal miktarını dahi belirleyen McDonald’s yazılı kuralları
ve yönetmelikleri öğrenirler. Hizmet verenlerle müşteriler arasında çok az bağ
kurulur, bu da yaygın bir gayrişahsilik duygusu yaratır. McDonald’s’ın şubelerinin
mimari tasarımı, çoğunlukla, farklı kıta, bölge, ülke ya da kasabanın yerelliğini
yansıtmaktan uzaktır; tek-tipleştirme söz konusudur. Rutin olarak belli görevleri
yerine getirebilmek için kısa süreli bir eğitim yeterli olsa bile, çalışanların belli
teknik vasıflara sahip olmaları beklenir.”
Gıda ya da başka sektörlerden, McDonald’s’ın işleyişine ve yapısına benzer nitelikler
taşıyan şirket örnekleri üzerinde düşünün. Sizce bu türden şirketler gündelik
hayatımız içinde ne kadar yaygın ve etkindirler? Tartışınız.
6. McDonald’s, Starbucks ya da Kahve Dünyası gibi işletmelere sık sık gider misiniz?
Bu işletmelerin hoşunuza giden yanları nelerdir? Açıklayınız. Aynı işletmelerin
hoşunuza gitmeyen yanları nelerdir? Açıklayınız.
7. Herhangi bir gönüllü örgüte, derneğe üye misiniz? Bu organizasyonlara ya da
derneklere neden katıldınız? Bu üyeliklerinizin size katkısı nedir? Açıklayınız.
8. Weber’in ‘bürokrasinin demir kafesi’ ya da Foucault’un ‘gözetim’ konusundaki
görüşlerinin günümüz toplumunda ne ölçüde geçerli olduğunu tartışınız.
368
13. YAŞLANMA SOSYOLOJİSİ
369
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
13.1.Yaşlılık nedir?
13.2.Yaşlılık sosyolojisi nedir?
13.3.Yaşlılık ile ilgili kavramlar nelerdir?
370
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Evlilik yaşının ilerlemesi, doğum ve ölüm oranlarının düşüşü toplumdaki yaşlı
nüfusun oranını her geçen yıl biraz daha artırmaktadır.
Modern kentsel hayatın şartları, yaşlıların toplumsal konumlarını nasıl
etkilemektedir?
Yaşlılık yalnızca fiziksel bir durum olarak ele alınabilir mi?
371
Anahtar Kavramlar
13.1.Yaş
13.2.Yaşlılık sosyolojisi
13.3. Yaşlılık
13.4. Yaşlanma
13.5. Yaşlıların istismarı
372
Giriş
Tıp ve teknoloji alanındaki gelişmeler insanların daha uzun yaşamalarını sağlarken -doğum
oranlarında yaşanan azalmanın da etkisiyle- giderek yaşlı nüfus artmaktadır. Bu durum ailenin
yapısını olduğu kadar eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ekonomi, politika gibi toplumun bütün
yönlerini de etkilemektedir. Geleneksel dönemde yaşlıların bakımında öncelikli olarak sorumlu
olan geniş ailenin işlevini, günümüzde ailenin yanında devlet ve çeşitli sivil toplum kuruluşları
da üstlenmektedir. Modernleşmeyle birlikte geniş ailenin yerini çekirdek ailenin alması,
kadınların çalışma hayatına daha fazla katılmaları, boşanma oranlarının artması yaşlı bakımında
yaşanan bu değişikliğin önemli nedenleri arasında sayılabilir. 1 Tıptaki gelişmeler, yaşam
standartlarının yükselmesi, sağlık hizmetlerinin gelişimi nedeniyle ortalama ömürdeki artış ve
doğum oranlarındaki azalış niceliksel olarak yaşlı nüfusunun artmasını sağlamaktadır. Bu
durum, yaşlı nüfusun toplumsal ilişkilerdeki konumunda ve diğer toplumsal gruplarla olan
etkileşiminde de önemli değişiklilerin yaşanmasına sebebiyet vermektedir.
Dünya nüfusunun bir “yaşlı patlaması” yaşadığını vurgulayan Giddens, doğum ve ölüm
oranlarının düşmesiyle birlikte toplumların giderek yaşlandığını belirtmektedir. Bu da
demografik olarak “dünya nüfusunun grileşmesi” olarak yorumlanmaktadır. Özellikle 20.
yüzyılın başlarından itibaren yaşlılık konusu akademik dünyanın da ilgi gösterdiği bir konu
haline gelmiş ve sosyal gerontoloji ve yaşlanma sosyolojisi gibi alanlar gelişmeye başlamıştır.2
Sosyoloji yaşlanmayı, iki boyutta ele almaktadır: Birincisi, yaşlıların toplumsal yapı olarak da
bilinen kurumlarla olan ilişkileri; ikincisi ise, sosyal kontrol mekanizmaları olarak da
değerlendirilen değerler ve normlar aracılığıyla yaşlıların beklediği ve onlardan beklenilen
davranış kalıpları olarak ifade edilen rolleri kapsamaktadır. Bu çerçevede yaşlanma sosyolojisi
bir fail olarak yaşlıların çevreleriyle kurdukları ilişkiler (mikro düzey) ve toplumsal yapıda yer
alan kurumlar (makro düzey) doğrultusunda yaşlılık olgusunu araştırmaya çalışır. Yaşlılığın
sadece kronolojik bir olgu olmadığının, aynı zamanda sosyal bir olgu da olduğunun anlaşılması
ve yaşlanmanın “sosyal bir sorun” olarak görülmesiyle birlikte yaşlılık sosyal bilimlerde
inceleme konusu haline gelmiştir. Özetle; yaşlanma sosyolojisi, mikro ve makro düzeyde bir
1 S. Kalaycıoğlu (ed.), Yaşlılar ve Yaşlı Yakınları Açısından Yaşam Biçimi Tercihleri, Ankara: Türkiye Bilimler
Akademisi, 2003, s. 19.
2 A. G. Baran (ed.), Yaşlı ve Aile İlişkileri Araştırması: Ankara Örneği, Ankara: Aile ve Sosyal Araştırmalar Gn.
Md., 2012, s. 141.
373
fail olarak yaşlı bireyi ve ilişkileri ile yapısal olarak kurum ve ilişkileri çerçevesinde
yaşlanma/yaşlılık olgusunu araştırır.3
Bu bölümde yaşlılık ve yaşlanmanın anlamları ele alınarak yaşlanmaya ilişkin sosyolojide var
olan yaklaşımlar, Türkiye’de yaşlıların durumu ve yaşlılığa yönelik Türkçe literatürde yer alan
önemli çalışmalar üzerinde durulmaktadır.
13.1. Yaşlanma ve Yaşlılıkla İlgili Kavramlar
13.1.1. Yaşlı
Yaşlanma sosyolojisiyle ilgili temel kavramlardan ilki olan yaşlı kavramını açıklamak için
genelde kronolojik yaş esas alınmaktadır. Örneğin Birleşmiş Milletler yaşlıyı 60 yaş ve
üzerindeki kişileri kapsayan bir kavram olarak değerlendirir ve yaşlanma sürecini üç döneme
ayırmıştır. Buna göre, 45-59 yaş aralığını “orta yaş”, 60-74 yaş dönemini “yaşlı”, 75 yaş ve
üzerini ise “ileri yaş” olarak tanımlamaktadır.4 Buna karşılık diğer bir uluslararası kuruluş olan
Dünya Sağlık Örgütü ise 65 yaş ve üstü kişileri yaşlı olarak nitelemektedir. Bu şekilde yaşlı
tanımında sadece kronolojik yaşın esas alınması, konunun anlaşılması açısından eksiklik
oluşturmaktadır. Zira benzer yaştaki insanları, fiziksel ve psikolojik özellikler bakımından
farklılaşabildiklerinden ortak bir yaşlı tanımı yapmanın pek de kolay olmadığı görülmektedir.
Bu yüzden yaşlılık, biyolojik ve kronolojik özelliklerin yanında, bireylerin yaşamış olduğu
toplumsal şartlardan, cinsiyet farklılıklarından ve ekonomik ve kültürel koşullardan bağımsız
değildir. Yaşlılık ile ilgili farklı toplumlarda değişik tanımlar kullanılmaktadır. Genel olarak
yaşlı olma bir nitelemeyi, yaşlanma bir süreci ve yaşlılık ise bu sürecin sonunda başlayan
dönemi ifade etmektedir.5
13.1.2. Yaşlanma
Yaşlanma, canlının anne karnında hayatta başlayıp, ölünceye kadar devam eden bir değişim
sürecini ifade etmektedir. 6 Bir başka tanıma göre ise bir kişinin iş veriminin azalmasına,
sağlığının bozulmasına yol açan vücudun yapısal yıkımına neden olan değişikliklerin yaşandığı
3 Baran, a.g.e., s. 140-141.
4 Baran, a.g.e., s. 27.
5 Baran, a.g.e., s. 24.
6 Fatma Öz, “Yaşamın Son Evresi: Yaşlılık Psiko-Sosyal Açıdan Gözden Geçirme”, Kriz, 2002, c. 10, sy. 2, s.
18 [17–28].
374
bir süreci ifade eder.7 Yaşlanma doğumdan ölüme kadar devam eden bir büyüme ve gelişmeyi
ifade ederken, yaşlılık ise olgunlaşma ve gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan değişimlerin
yaşandığı bir süreçtir.
13.1.3. Yaşlılık
İnsan yaşamının çocukluk, gençlik, yetişkinlik gibi doğal bir dönemi olan yaşlılıkla ilgili olarak
yapılan tanımlamalar toplumdan topluma değişebildiğinden bu kavram göreceli olarak
değerlendirilmektedir.8 Yaşlılık için yüzdeki kırışıklıklar, saçların grileşmesi, bilişsel gerileme
(örneğin, hafıza kaybı) vb. biyolojik belirleyiciler aracılığıyla tanımlanabilir. Ancak yaşlılığı
aynı zamanda bireyin büyükbaba/büyükanne olması ya da emekliliğe ayrılması gibi belirli
sosyal rolleri doldurmaya başlamasıyla da tanımlamak mümkündür. Yaşlılık, insanoğlunun
varlıkla ilgili bilgi üretmeye başladığı ilk çağlardan itibaren konu edilmekle beraber, son
yüzyılla birlikte bilimsel incelemelere konu olan bir alan haline gelmiştir.
13.1.4. Nüfusun Yaşlanması
Bir ülke ya da bölgenin ‘ortanca yaş’ının9 yükseldiğini belirten bir nüfus olgusudur. Bir ülkenin
nüfusunun yaşlanması, 65 yaş ve üzeri yaştaki kişi sayısının genel nüfus içindeki oranın artması
anlamına gelmektedir. UNICEF (1997) dünya çocukları araştırması verilerine dayanarak
ülkelerin nüfusları üç gruba ayrılabilir:
(1) Genç Nüfus: 64 yaş ve üzerinde bulunan kişilerin toplam nüfusa oranının %4-7 oranında
olduğu nüfuslardır.
(2) Olgun (Erişkin) Nüfus: 64 yaş ve üzeri yaştaki kişilerin toplam nüfusa oranını %7-10 olduğu
nüfuslardır.
7 A. Konak ve Çiğdem, “Yaşlılık Olgusu: Sivas Huzurevi Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2005, c. 29, sy. 1, s. 25 [23–63].
8 M. Yıldız, “Bağlanma Kuramı Açısından Yaşlılık Dönemine Genel Bir Bakış”, Sosyal Bilimler Dergisi, 2012,
sy. 36, sy. 1, s. 3 [1–30].
9 Ortanca yaş (medyan yaş), bir nüfus grubunun yaşları küçükten büyüğe doğru sıralandığında tam ortada kalan
bireyin yaşıdır. Ortanca yaş, demografik yaşlılığı belirleme yöntemlerinden birisi olarak kullanılmaktadır.
Doğumların ve ölümlerin azalmasıyla birlikte nüfusun yaşlılığı da artar. Demografi biliminde, genel olarak,
gelişmekte olan ülkelerde ortanca yaşın düşük, gelişmiş ülkelerde ise yüksek olduğu varsayılır. 2008’de dünya
nüfusunun ortanca yaşı 28 idi. TÜİK’in Mart 2014 verilerine göre, Türkiye’nin 2013 yılındaki ortanca yaşı
30,4’tür.
375
(3) Çok Yaşlı Nüfus: 64 yaş ve üzeri nüfusun toplam nüfusa oranının %10 ve üstünde olduğu
nüfuslardır.
13.1.5. Yaşlanmanın Sosyokültürel Yapısı
Yaş kavramlarının dünyanın değişiklik bölgelerinde farklılık göstermesi nedeniyle yaşın sosyal
olarak inşa edildiği söylenebilir. Farklı kültürler yaş ve yaşlılığa farklı anlamlar ve değerler
yüklemektedirler. Batılı kültürlerde gençliğe yüksek değer atfedilmektedir. Bundan dolayı bu
kültürlerde insanlar biyolojik yaşından daha genç görünmek için özen göstermektedirler. Diğer
taraftan Doğulu kültürlerde ise yaşlı olmak, bilgelik gibi yüksek bir değerle
ilişkilendirilmektedir. Bundan da anlaşıldığı gibi yaşlanmanın sosyal kültürel bir boyutu da
bulunmaktadır.
Sosyolojik yaşlanma süreci, insanların yaşa bağlı olarak ortaya çıkan rol ve statü değişimleri
olarak tanımlanmaktadır. Bu süreç sosyal kontrol mekanizmaları denilen değerler ve normlar
aracılığıyla bireyin beklediği ve bireyden beklenilen davranış kalıpları olarak ifade edilen
rolleri kapsadığı gibi toplumsal yapı olarak bilinen kurumlarla olan ilişkileri de içermektedir.10
13.1.6. Yaşlanma ve Cinsiyet
Kadınlar erkeklerden daha fazla yaşamaktadırlar; başka bir deyişle, kadınlarda ortalama yaşama
süresi erkeklere kıyasla daha yüksektir. Bundan dolayı, dünya nüfusu içerisindeki yaşlı
kadınların oranı yaşlı erkeklere kıyasla daha yüksektir. Erkeklere kıyasla kadınların uzun
ömürlü olmalarının nedenleri arasında kadınların daha iyi kalp-damar sağlığına sahip olmaları,
riskli davranışlara daha az eğilimli olmaları gerçeği ve geleneksel olarak, fiziksel emek
gerektiren işlerin daha çok erkekler tarafından yapılıyor olma gerçeği sayılabilir. Ancak yaşlı
erkek oranı yaşlı kadın oranına göre daha hızlı artış göstermesinden dolayı aralarındaki fark
giderek azalmaktadır. 65 yaş ve üzeri kişilerin sayısı, toplam nüfustan daha hızlı bir oranda
artmaktadır. Kadınlar hâlâ erkeklerden daha uzun yaşarken, yaşlılar arasında cinsiyet farkı
giderek daralmaktadır.
10 Baran, a.g.e., s. 140.
376
13.1.7. Yaşlı İstismarı
Yaşlanma döneminin fiziksel sosyal ve ekonomik birtakım zorlulukları vardır. Bu zorluklar
arasında sosyal izolasyon, yaşlı istismarı ve sağlığın bozulması sayılabilir. Yaşlı istismarı bu
dönemde dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Yaşlılar çeşitli açılardan istismara
uğrayabilmektedir. Aile ve arkadaş çevresinden kaynaklanan yaşlı istismarı, güven duyulan
kişiler tarafından yaşlı yetişkinlere karşı onların haklarının ihlal edilmesi durumunu ifade etmek
için kullanılan bir terimdir. Bu konuyla ilgili bir diğer kavram olan kurumsal yaşlı istismarı ise,
yaşlıların bakımı için belirlenen tesislerde ve kurumlarda çalışanlar tarafından yaşlıların
haklarına yönelik ihlalleri belirtmektedir.
13.1.8. Geriatri, Gerontoloji ve Gerontososyoloji
Geriatri, “yaşlı tıbbı” anlamına gelmektedir. Tüm dünyada, yaşlı sağlığı konusunu da içeren,
yaşlılık bilimi olarak anılır. Hayatın ilerleyen yıllarında, kişilerin sağlığının korunması,
hastalıklarının önlenmesi, toplumdan soyutlanmadan yaşamlarını sürdürmeleri ve çok yönlü
değerlendirmelere dayalı tedaviyi hedef alan bilimsel uygulamaları içeren bilim dalıdır. Yaşlı
bireyler, birbiri ile etkileşim gösteren bir çok faktörün, sağlıklılık hâli ve fonksiyonel kapasite
üzerine kompleks etkilerinin yoğun olarak hissedildiği kişiler olup, bu yaş grubuna yaklaşım,
diğer branşlardan biraz daha farklı olarak, sadece tıbbî değil, aynı zamanda psikolojik, sosyo-
ekonomik, çevresel, ailesel vs. değerlendirmeleri de gerekli kılar. Geriatri biliminin hedefi
yaşlının mevcut sağlıklılık hâlinin ve fonksiyonel durumunun korunmasıdır.
Yaşlanmanın bilimi anlamında kullanılan gerontolojinin kelime kökeni gero (yaşlı) ve logos
(bilim) kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Bu terimi ilk defa 1903’te Rus bilim adımı Ilja
Metschnikow kullanılmıştır. 1930’lu yıllarından beri ABD ve Avrupa’da ana bilim dalları
arasında yer alan Gerontoloji, farklı bilim dallarının katkılarıyla yaşlanma ve yaşlılık
incelemelerinin yapıldığı çok-disiplinli bir bilim dalıdır. Gerontolojide teorik çalışmaların yanı
sıra uygulamalı çalışmalar da yer almaktadır. Bu alanda öncelikli olarak yaşlıların yaşam
koşullarını teknolojik ve ekonomik gelişmeler sayesinde iyileştirme hedeflenmektedir.
Sosyolojinin alt disiplini olan geronto sosyolojinin iki ayrı kısmı vardır: (1) Yaşlılık sosyolojisi,
ve (2) yaşlanma sosyolojisi. Yaşlılık sosyolojisi, yaşlıların yaşam koşullarını belirleyen
toplumsal yapıları analiz etmektedir. Yaşlanma sosyolojisi ise yaşlılık politikaları ve uygulama
alanlarında çalışmalar yapmaktadır. Sosyal güvenlik, yaşlılıkta bakım, sosyal ve kültürel
377
yaşama katılım, aile ilişkileri ve yaşlılara yapılan sosyal yardımların kapsamı ve sınırları gibi
meseleler yaşlanma sosyolojisi araştırmalarına konu olmaktadır.11
13.2. Yaşlanma Teorileri
Bu fasılda Yaşlanma Sosyolojisi içerisinde yer alan teoriler değerlendirilecektir. Yaşlanmayı
toplumsal bağlamda açıklamayı amaçlayan teoriler iki kategoride değerlendirilmektedir.
Birinci kategoride, yaşlanma ile toplumsal yapı arasındaki karşılıklı etkileşimi inceleyen büyük
ölçekli sorunlardan hareket eden makro teoriler ve ikinci kategoride ise yaşlı bireyi merkeze
alan mikro teoriler yer almaktadır.
13.2.1. İşlevselci Teoriler ve Yaşlanma (Yaşlanma ile İlgili Makro Teoriler)
İşlevselci teorilerin öncüllerinden türetilmiş olan yaşamdan geri çekilme teorisi, aktivite teorisi,
süreklilik teorisi ve modernleşme teorileri bu alanın gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. En
genel anlamıyla bu teoriler yaşlıların toplumun geneliyle uyumlu olmaları gerektiğini
savunurlar. Bu bağlamda bu teoriler toplumun denge hâlini yaşlılar üzerinden inceleme
çabasındadır.
13.2.1.1. Yaşamdan Geri Çekilme Teorisi
Elaine Cumming ve Warren Earl Henry tarafından yazılan Growing Old (1961) çalışmasından
üretilmiş olan bu teoride yaşlı insanların orta yaşlarda sahip oldukları toplumsal rollerden çeşitli
nedenlerle ayrıldıkları savunulur. Bu teorinin en temel varsayımı yaşlanmayla birlikte bireyler
kademeli olarak toplumsal bağlardan kaçınılmaz olarak koparlar. Bu çekilme hastalık ya da
yoksulluk gibi faktörlerden bağımsız olarak gelişir. Bu süreçten hem birey hem toplum
karşılıklı olarak kârlı çıkarlar. Yaşamdan geri çekilme teorisine göre, yaşlı bireyler toplumsal
yaşamdan koparak sosyal baskı ve rekabetten kurtulabilirler. Buna karşılık olarak toplumda da
yaşlıların çekilmesiyle gençlere boş kalan kısımları doldurabilmeleri için imkan hazırlaması, iş
yaşamında dinamizm sağlanması ve işsizliği azaltılması noktalarında işlevsel
11 V. Kalınkara, Temel Gerontoloji: Yaşlılık Bilimi, Ankara: Nobel Yay., 2011, s. 17-18.
378
değerlendirilmektedir. Yaşlının yaşamdan geri çekilmesi hem başarılı yaşlılık geçirmek hem de
toplumsal düzenin devamını sağlamak adına gereklidir.12
Bu teori, yaşlanmanın bireyin geri çekilmesine yol açan doğal ve kaçınılmaz bir durum olduğu
varsayımına dayanır. Yaşlı kişi toplumsal bağlarından neredeyse zorunluluk olarak kopmakta
ve yeni duruma uyum sağlayarak mutlu olmaya çalışmaktadır. Bu kopma süreci bireyin hayatın
kısalığını, ona kalan zamanın kıtlığını ve yaşam alanının kısıtlandığını fark ettiğini anladığında
başlamaktadır. 13 Ayrıca yaşamdan geri çekilme, üçlü bir kaybı temsil etmektedir: Rollerin
kaybı, sosyal çevrede yaşanılan küçülme ve toplumsal değerlerle ilgili sorumlulukların
azalması. Bu teoride iki temel varsayım kabul edilmektedir. Birincisi, yaşamdan geri
çekilmenin yaşamın sonuna kadar devam ettiğidir. İkincisi, yaşamdan geri çekilmenin herkes
için kaçınılmaz olduğudur.14
Bu teoriye yöneltilen temel eleştiri, yaşlılara yönelik hizmetlerdeki düşük kaliteyi, emekli
maaşlarının yetersizliğini ve ayrıca yaşlılara yönelik yetersiz bakım standartlarını teori
üzerinden mazur göstermeye zemin hazırladığı şeklindedir. 15 Bu sonuç ise yaşlı bireylerin
yaşamlarını temel insanî standartlarda devam ettirmeleri açısından problemli sonuçlar
doğurabilme kapasitesine sahiptir.
13.2.1.2. Aktivite Teorisi
Robert J. Havighurst tarafından geliştirilen aktivite teorisi, yaşamdan geri çekilme teorisinin
tam karşıtı bir anlayış içermektedir. Bu teoriye göre başarının zirvesine vardıkları orta yaşta
kazanılan ve yaşlanmayla beraber kaybedilenlerin yerine başka şeyler koymayı gerekli kılar.
Örneğin emekli olan kişiler; kaybettikleri rollerinin yerine, gönüllü çalışmalar gibi yenilerini
koymaktadırlar. Burada farklı faaliyetlere yüklenen anlam ve değerlerin aynı olduğu ve
toplumun tüm üyelerince paylaşıldığı varsayılır. Yaşamın en ileri dönemine kadar aktifliğini
koruyabilen insanların daha mutlu, huzurlu ve başarılı bir yaşlılık geçirebildikleri iddia edilir.
Yapısal işlevselci bakışla toplumdaki denge gözetilmekte ve başarılı yaşlanmanın koşulu olarak
toplumsal sisteme uyuma ve bütünlüğe odaklanılmaktadır.16
12 Baran, a.g.e., s. 145.
13 Kalaycıoğlu, a.g.e., s. 10.
14 Baran, a.g.e., s. 145.
15 Baran, a.g.e., s. 144.
16 Baran, a.g.e., s. 145.
379
Uzun yıllar içinde oluşturulmuş olan kimlik ve ilişkilerden oluşan düzen, bireyin kendini en
rahat gördüğü yaşam alışkanlıklarının da temelidir. Yaşlılıkta da bu düzenin devamlılığı yaşlı
kimse için en ideal durumdur. Orta yaş döneminde kazanılan sosyal roller çeşitli şekillerde
devamlılık göstermekte ve yaşlılarda birtakım alışkanlıkların devamlılığı şekline
dönüşmektedir. Birey yaşlandıkça bu davranış ve rollerini sürdürmesi, bu kimlik ve ilişkiler
bütününde fazla bir değişiklik olmaması, yaşlılığı daha az sorunlu yapan koşulların başında
gelmektedir. Bu nedenle de, yaşlanan kimsenin eski olan yaşam düzenini büyük ölçüde
değiştirmemesi, sağlıklı ve sorunsuz bir yaşlılık için önemlidir. Aktivitelerin devamlılığı
insanlara yaşlanmanın etkilerini en aza indirmek olanağı sağlar ve ilişkilerin devamlılığı
bireylerin toplumsal destek sistemlerinin korunmasına olanak tanır.17
13.2.1.3. Süreklilik Teorisi
George L. Maddox ve Robert Atchley (1972) tarafından geliştirilen “süreklilik teorisi”
yaşlılıkta bazı rollerle ilişkinin kesilirken başka bazı rollerle ilişkinin sürdürüldüğü varsayımına
dayanmaktadır. Süreklilik kuramının iç yapısında insanlarını kişilik özelliklerinin, fikir ve
inançlar gibi öğelerin bir ömür boyunca sabit kaldığı fikri vardır. Bu teoriye göre birey, yaşamı
boyunca sahip olduğu alışkanlıklar, öncelikler ve yaşam standartları gibi istikrarlı durumu
yaşlandığı zamanlarda da devam ettirmek ister. Bu teori bireyin alıştığı yaşam tarzını mümkün
olduğunca uzun süre korumaya çalışacağı varsayımına dayanır.18 Bu teoriyi deneysel olarak test
etmek belli ölçüde zordur. Araştırmacı, ancak yaşlı bireylere odaklanan çalışmalarla, hangi
bireyin yaşamında önceki safhalarındaki yaşam tarzını sürdürebilme olanağına sahip olduğunu
söyleyebilir. Bu bağlamda yaşlılarla bu konuya odaklanılmış “hayat hikayesi” çalışmaları önem
taşır. Bireyin ileriki yaşamını anlayabilmek için onun biyografisini ve yaşam sürecini anlamak
önemlidir. Bu yaklaşım birey merkezlidir ve yaşlılık dönemi ile yaşamın önceki safhaları
arasındaki bağlantılara vurgu yapmaktadır. 19 Süreklilik teorisi mikro ölçekli bir teoridir.
Yaşlılıkla başa çıkma stratejisi olarak süreklilik yönteminin seçilmesi, yaşlılıkta görülebilecek
fiziksel ve zihinsel eksikliklerin sorun olarak yaşlıyı yaşamdan uzaklaştırmaması bakımından
da önemli görülmektedir.
17 Kalaycıoğlu, a.g.e., s. 11.
18 Baran, a.g.e., s. 146.
19 Baran, a.g.e., s. 143.
380
Süreklilik teorisi öncelikle bireylerin yaşlanmasında sosyal kurumların etkisini pek fazla
dikkate almaması nedeniyle eleştirilmektedir. İkinci olarak, kronik hastalıkları olan yaşlılara
teori içerisinde yer vermediği ve ayrıca yaşlanmayı normal ve patolojik yaşlanma şeklinde
ayırdığı için eleştirilmiştir.
13.2.1.4. Modernleşme Teorisinde Yaşlanma
Bu teoriye göre toplumlarda modernleşme süreci ilerledikçe yaşlıların statülerinde düşüş
yaşanmaktadır. Bu teori yaşlıların statülerinin tarihsel olarak değişiklik gösterdiğini iddia eder.
Örneğin avcılık ve toplayıcılık aşamasındaki toplumlarda yaşlıların hareket kabiliyetleri kısıtlı
olduğundan statüleri yerleşik tarım toplumlarınkinden daha düşüktü. Tarım toplumlarında
yaşlılar, toprakları kontrollerini ellerinde tuttukları için daha yüksek statülere sahiptiler. Bu
teoriye göre sanayileşmenin getirdiği teknolojik gelişmeler, kentleşme ve sosyal göç gibi
faktörler, aileleri ve dolayısıyla yaşlıların statülerini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu
gelişmelerin sonucunda yaşlılarda statü ve güç kayıpları meydana gelmiştir. Bu teorinin
yaşlılarla ilgili temel varsayımı, sanayi öncesinde yaşlıların altın çağlarını yaşarlarken,
endüstrileşmeyle birlikte statü kaybına maruz kalmış oldukları şeklindedir. Saygı ve otorite
açısından, modern toplumlar yaşlılar için ters yönde bir etki yapmaktadır. Bu teoride dile
getirilen bir diğer görüş, toplumların kırsaldan kentsele dönüştükleri oranda yaşlı insanların
konumlarının da gerilemekte ve kötüleşmekte olduğudur. Sanayileşme ve kentleşme toplumun
en küçük birimleri olan geniş aile yerine çekirdek aileyi öne çıkarır ve yaşlı insanları hem
toplumdan, hem de aileden uzaklaştıran bir durum oluşturur.20 Bu teoriye içkin olan birinci
kabul, sanayi öncesi toplumların bir bütün olduğu ve yaşlılara olumlu davranış sergilediğidir.
İkinci kabul ise, toplumlardaki yaşlıların konumlarının öncesi ve sonrası hâlinin olduğu ve
toplumların düz ve çizgisel dönüşümler geçirdiğidir. Üçüncüsü, geniş ailenin varlığının
yaşlılara statü ve bakım açısından avantaj sağlayacağıdır. Ancak bu durumun garantisinin
olmayacağını ortaya koyan deneysel araştırmaların varlığı ve sanayi öncesi toplumlarda
yaşlılara yönelik davranışların çeşitlilik arz ettiği ve homojen olmadığı da belirtilmelidir.21
Modernleşme teorisinde en önemli nokta aile yapısının çekirdek aile tipine dönüşmesi ve aile
kompozisyonun da değişmesidir. Küçülen aile ile birlikte yetişkin üyelerin üretime aktif
katılımı olanaklı olurken, evde bırakılan yaşlının bakımı sorun oluşturur. Bu nedenle yaşlılar
20 Baran, a.g.e., s. 147.
21 Baran, a.g.e., s. 147.
381
için huzur evleri ve bakım evleri açma girişimi modernleşme ile gelişen bir düşünce olmuştur.
Modernleşme yaşlının evinden uzaklaşmasını ve yalnızlaşmasını getirmiştir. Bugün yaşlı
nüfusun artması ile birlikte yaşlılara sunulan sosyal güvenlik harcamalarının artış göstermesi
karşısında hükümetlerin -neo-liberal politikaların bir uzantısı olarak- maliyeti daha düşük
olduğu iddia edilen evde bakım sisteminin geliştirilmesi için çaba harcadığı görülmektedir.
Evde bakım sistemi yalnızca yaşlının evde ailesi tarafından bakımının sağlanması demek
değildir; aynı zamanda hükümetlerin ilan ettikleri ve takip ettikleri sosyal politikaların bir
gereği olarak, yaşlıya -sağlık hizmeti, alışveriş, bakım hizmeti vb. gibi- sosyal destek sağlamak
suretiyle onun ihtiyaç duyduğu hizmetlerinin karşılanması anlamına da gelmektedir. Böylece
tüm hizmetlerin evde görülmesi amaçlanmaktadır. Ancak bu durum kadının iş yükünü iki misli
artırdığı için, feminist yaklaşımlar tarafından evde bakımın kadın lehine üretim olarak
değerlendirilmesi ve emeğinin ücretlendirilmesi önerilmektedir.
Bu teori yaşlıların toplumsal konumlarını geri planda tuttuğu için eleştirilmektedir. Yaşlı
insanın toplum içerindeki konumlarının tarihsel süreç içerisinde uğradığı değişimin, birbirinden
ayrı toplumları karşılaştırarak açıklamaya çalışıldığı söylenebilir.
13.2.2. Yorumsamacı Teori ve Yaşlanma
Makro ölçekli teorilerin aksine, mikro ölçekli teorilerde yaşlı bireyi merkeze alarak açıklama
yapılmaya çalışılmaktadır. Bu perspektife göre toplumsal hayat, toplumsal eylem ve toplumsal
süreçler, dışsal faktörlerce değil pek çok bireyin eylemlerinin birleşiminden türer. Toplum
dışsal bir güç olarak değil, birbiri üstüne binen gruplar serisi olarak görülür. Yorumsamacı
yaklaşımın yaşlanma ve ileri yaşlarla ilgili pek çok söylemi vardır. Bu yaklaşımların araştırma
soruları, yaşlı insanların sosyal dünyalarına odaklanır.22 Özellikle hayat hikayeleri yolu ile
yaşlıların geçirmiş oldukları deneyimler ve yaşam koşullarının neler olduğunun ortaya
konularak yaşlıların dünyalarını anlamak ve öğrenmek üzerine yoğunlaşılmaktadır. Başlıca
amaç yaşlılıkla ilgili çeşitli konseptler üzerinde çalışarak kişinin günlük tecrübelerini belirli
kategorilere ayırdıktan sonra yaşlılığın gerçeklerini ortaya koymaktır. 23 Bu teoride, yaşlı
insanların etkileşim süreçleri içerisinde toplumsal hayat içinde marjinalleştikleri ve
damgalanma sürecine maruz kaldıkları belirtilir. Bu teori yaşlılığın birey üzerinde nasıl bir
22 Baran, a.g.e., s. 147.
23 İ. Tufan, Modernleşen Türkiye’de Yaşlılık ve Yaşlanmak: Yaşlanmanın Sosyolojisi, İstanbul: Anahtar Kitaplar,
2002, s. 149.
382
etkide bulunduğunu belirtilmekte ve yaşlılığın basmakalıp oluşu ile iyice sarsılmaz bir biçimde
nasıl sağlamlaştığını göstermeye çalışmaktadır. 24 Sonuç olarak, yorumsamacı yaklaşım
yaşlanmanın bireysel sürecine odaklanır, görüşmeler aracılığıyla yaşın sosyal anlamını ortaya
çıkarmaya çalışır ve yaşlıların kendi gündelik yaşamlarına ve çevrelerine nasıl katıldıklarını
tanımlamayı ana hedeflerinden birisi olarak belirler.25
13.2.3. Sembolik Etkileşimci Bakış Açısı ve Yaşlanma
Sembolik etkileşimci bakış açısına göre, yaşlı olma hali sosyal anlamda evrensel bir değer ifade
etmekten ziyade inşa edilmiş bir durumu belirtir. Bu değerlendirmenin kast ettiği, farklı
kültürlerde yaşlılığa farklı anlamların yüklendiğidir. Yaşlanma konusundaki bu teorik bakış
açısı, yaşlı ve onun etrafında şekillenen sosyal ortam arasındaki ilişkiyi değerlendirir. Yaşlı
insan davranışları, ait oldukları sosyal grubun normları tarafından tanımlanır. Yaşlı kişi ve onun
çevresi arasında karşılıklı etiketleme, o kişinin benlik algısını ve davranışını büyük ölçüde
belirler. Sembolik etkileşimciliğe göre yaşlılar kendi sosyal gerçekliklerini diğerleri gibi zaman
ve mekana bağlı olarak inşa ederler. Bu teori, bireysel boyutta yaşlanmanın doğasını ve etkisini
anlamaya çalışan mikro ölçekli bir yaklaşım olma özelliği gösterir. Burada yapılan yaşlanmayı
anlayabilme adına yaşlılıkla birlikte ortaya çıkan deneyimlerin ne anlama geldiğini
yorumlamaktır. 26 Yaşlılığın algılanması, kendini gerçekleştirme ve kendini anlama gibi
konulardan yola çıkarak grubun kültürel kodlarının önemli olduğunu vurgular. Sembolik
etkileşimcilik; yaşlılığı, kişilerin yaşlı bireyler olarak kendilerini, başkalarını ve genel olarak
da yaşamlarını algılama ve anlamlandırma temelinde yorumlar. Bu açıdan bakıldığında söz
konusu yaklaşım ilişkilere dayalı sosyal psikolojik bir teoridir.27
13.3. Türkiye’de Yaşlanma
Yaşlanma olgusu hem Türkiye’de, hem de tüm dünyada önemli bir konu olarak görülmeye
başlanmış ve bilimsel araştırmaların ilgi alanına girmiş durumdadır. Zira dünya nüfusu –
bilimsel, teknolojik, tıbbî, kentsel vb.- pek çok nedenden dolayı hızla yaşlanmaktadır. Birleşmiş
24 Tufan, a.g.e., s. 151)
25 C. Akçay, Yaşlılık: Kavramlar ve Kuramlar, 2. Baskı, İstanbul: Kriter Yay., 2011, s. 78.
26 Baran, a.g.e., s. 147.
27 Baran, a.g.e., s. 52.
383
Milletler istatistiklerine göre 2013 yılında 841 milyon olan 60 yaş üstü insanların sayısının 2050
yılında ise yaklaşık 2 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir.28 Türkiye, demografik yaşlanma
anlamında dünyanın en hızlı yaşlanan ülkelerinin başında yer almaktadır. Demografik
göstergeler; Türkiye’nin hızla yaşlandığını, mutlak yaşlı sayısının ve ülke ortanca yaşının
giderek yükseldiğini göstermektedir. 1970 yılında toplam nüfusun % 4,4’ünü oluşturan 65 yaş
ve üzeri nüfus, 2000 yılında % 5,7’ye ve son olarak da 2013 yılında % 7,7’ye ulaşmıştır. 2013
yılı itibariyle Türkiye’deki yaşlıların sayısı 5.891.694 kişiydi. Pek çok ülkenin nüfusundan daha
fazla olan yaşlı nüfusun sosyo-ekonomik ve politik pek çok değişken üzerinde belirleyiciliği
göz önüne alınmalıdır. Yine 1970 yılında 19 olan ortanca yaş, 2000 yılında 24,8’e, 2013 yılında
ise 30,4’e yükselmiştir. Benzer şekilde 2007 yılından itibaren toplam yaş bağımlılık oranı ve
genç bağımlılık oranı giderek düşerken, yaşlı bağımlılık oranı ise giderek yükselmektedir. 2007
yılında %10,7 olan yaşlı nüfus bağımlılık oranı 2013 yılında %11,3’e yükselmiştir. Doğum
oranlarının ve nüfus artış hızının düşmesiyle birlikte, Türkiye nüfusunun yaşlanması hızla
devam edecek gibi görünmektedir. Zira toplam doğurganlık hızının nüfusun yenilenme oranı
olan 2,1’e yaklaşmış olmasıyla birlikte bu sürecin daha da hızlı gerçekleşmesi beklenmektedir.
Yaşam beklentisi konusundaki rakamlar da nüfusun giderek yaşlandığını göstermektedir.
1960’larda kadınlar için 54 yıl, erkekler için 51 yıl olan yaşam süresi beklentisi 2030 yılında
erkeklerde 74 yıl, kadınlarda 79 yıl olarak öngörülmektedir. Ayrıca gelişmiş ülkelerde çok uzun
bir zaman diliminde gerçekleşen nüfusun yaşlanması sorunu gelişmekte olan ülkelerde çok
daha kısa bir sürede gerçekleşmiştir. Türkiye’nin yaklaşık % 8’i 65 yaşın üzerinde
bulunmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu’nun yapmış olduğu projeksiyonlara göre Türkiye
nüfusunun yarıdan fazlası 34 yaşın üzerinde olacaktır. 2023 yılında 84.247.088 kişi olması
tahmin edilen Türkiye nüfusunun ortanca yaşı 34,6’e, ülkedeki yaşlı nüfusun oranı ise %10,2
ile 8,6 milyon kişiye ulaşacağı öngörülmektedir. 2075 yılında ise yaşlı nüfusun toplam nüfusa
oranının % 27,7 olacağı beklenmektedir.29
Türkiye’de yaşlılar daha çok batı ve kuzey bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Yaşlı nüfusun belli
bölgelerde yoğunlaşmasının ya da fazlalık göstermesinin, elbette, belli sosyal ve ekonomik
nedenleri bulunmaktadır. Bu sebepler arasında sağlık bakımı gibi sosyal hizmet ihtiyaçlarının
varlığı ve gelişmişliği başı çekmektedir.
28 United Nations, World Population Ageing, 2013, s. xii [http//www.un.org/en].
29 Türkiye İstatistik Kurumu, Nüfus Projeksiyonları, 2013-2075, 2013
[http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=15844 (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2014)].
384
13.4. Türkiye’de Yaşlılıkla İlgili Sosyolojik Çalışmalar
Türkiye’de yaşlanma ile ilgili sosyolojik çalışmalar 1990’lı yıllardan sonra hız kazanmıştır. Bu
alanda gerçekleştirilen önemli çalışmalara ve bu çalışmaların elde ettiği bazı bulgulara, takip
eden satırlarda, kısaca değinilmektedir.
Sibel Kalaycıoğlu’nun yürütücülüğünü yaptığı 2003 yılında hazırlanan Türkiye Bilimler
Akademisi raporları arasında yer alan Yaşlılar ve Yaşlı Yakınları Açısından Yaşam Biçimi
Tercihleri Araştırması, yaşlılık alanında Türkiye’de yapılan önemli çalışmalardan birisi olarak
öne çıkmaktadır. Bu araştırmada, yaşlıların toplumsal yaşamdan dışlandıklarını gösteren bir
yaşlılık söyleminin hâkim olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Toplumda hâkim olan yaşlılık
söylemi içerisinde, yaşlılıkla baş etme stratejisi olarak ‘yaşam aranjmanı’ ve ‘toplumsal
aktiflik’ gibi iki ayrı strateji öne çıkan bulgular arasında zikredilmektedir. Diğer bulgular ise
geniş ailenin çözülmesi ile yaşlıların yaşam aranjmanlarının değişmiş olması ve daha fazla
yalnız yaşamaya başlamış olmaları şeklindedir. Araştırmada ayrıca huzur evlerinin yaşlıların
toplumsal yaşamdan dışlanmalarını besleyen bir mekanizmaya sahip olduğu belirtilmektedir.
Yaşlılık ile ilgili bir diğer çalışma, yaşlılar ve aile ilişkilerini araştırmalarının merkezî teması
olarak belirleyen, proje yürütücülüğünü Aylin Görgün Baran’ın yaptığı 2005 tarihli Yaşlı ve
Aile İlişkileri: Ankara Örneği başlıklı projesidir. Çalışmanın sonuç kısmında, Türkiye’de
geleneklerin de etkisiyle evde bakımın yaygın olduğu söylenmektedir. Ayrıca modernleşme ve
kentleşmeyle birlikte yaşlı bireylere hizmet veren huzurevi gibi kuruluşların sayısının arttığı
görülse de ailenin yanında bakımın, hem yaşlı hem de yetişkin evlatlar tarafından yaygınlıkla
dile getirilen bir durum olduğu belirtilmiştir. Bu çalışmada ayrıca hane halkı, yaşlının durumu
ve bakım hizmeti sunanların durumları da analiz edilmiştir.
Yaşlanma sosyolojisi alanında Türkiye’de yayınlanan bir diğer önemli çalışma; Birleşmiş
Milletler tarafından 2002 yılında Madrid’de düzenlenen Dünya Yaşlanma Asamblesi
sonrasında, hızla yaşlanan dünya nüfusu karşısında yerel, ulusal ve küresel ölçekte alınması
gereken önlemlere ve atılması gereken adımlara ilişkin görüşlerin bir yansıması olarak Devlet
Planlama Teşkilatı tarafından 2007 yılında hazırlanan Türkiye’de Yaşlıların Durumu ve
Yaşlanma Ulusal Eylem Planı’dır.30 Bu planda Türkiye’deki beş yıllık kalkınma planlarında
yaşlılık konusunun nasıl ele alındığı değerlendirilmiş, Türkiye’de yaşlılara götürülen
30 Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye’de Yaşlıların Durumu ve Yaşlanma Ulusal Eylemi, Ankara: DPT, 2007.
385
hizmetlerin tarihî ve hukukî içerikleri incelenmiştir. Bu çalışmada; yerel yönetimlerce verilen
hizmetlerin değerlendirilmesinin yanı sıra, Avrupa Birliği ülkeleriyle Türkiye’deki yaşlılığa
bakış açıları karşılaştırılmıştır. Ayrıca Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yapmış olduğu
çalışmalara da kapsamlı olarak yer verilmiştir. Ulusal Eylem Planı’nda Türkiye’nin sosyo-
ekonomik, tarihî ve coğrafî özellikleri de dikkate alınarak ülkenin demografik bir analizi
yapılmıştır. Plan kapsamında Türkiye’deki yaşlıların durumu ulusal ve uluslararası mevzuat ve
uygulanan politikalar çerçevesinde değerlendirilmiştir. Yine bu kapsamda ulusal politikalarda
yaşlıların durumu; yaşlanan işgücü, istihdam sorunları, göç, kentleşme, yoksulluk, eğitim gibi
başlıklar ekseninde değerlendirilmiştir.
Yaşlılık dönemine ilişkin beklentilere odaklanan çalışmalardan bir tanesi, proje yürütücülüğünü
Mehmet Aközer’in yaptığı 2011 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından
yürütülen Türkiye’de Yaşlılık Dönemine İlişkin Beklentiler başlıklı araştırmadır. Bu
araştırmadaki bulgular arasında; erkek çocukların yaşlı anne babalarına daha yakın oturdukları,
ancak kız çocuklarıyla daha sık iletişim kurdukları belirlenmiştir. Çalışmada uzun süreli
yardıma ihtiyaç duyanların bu ihtiyaçlarını ailelerinden almayı tercih ettikleri ve sosyal etkinlik
düzeyinin yaş ilerledikçe düşmekte olduğu tespitine ulaşılmıştır. Çalışmanın ulaştığı
bulgulardan diğer bazıları da; yaşlılıkla ilgili temel sıkıntılar olarak ekonomik problemlere, işe
yaramama duygusuna, bağımsızlık kaybına ve yalnızlığa yönelik vurgular olarak sıralanmıştır.
Ayrıca yaşlıların görüşmelerde verdikleri cevaplar arasında Etkinlik Kuramı’nın öncelediği
gibi, ‘ileri yaşta çalışmanın yaşlıları dinç tutacağı’ yanıtı da yer almaktadır.
Türkiye’de yaşlılık alanında yapılan oldukça kapsamlı bir diğer çalışma da, yürütücülüğünü
Prof. Dr. İsmail Tufan’ın yaptığı Türkiye Gerontoloji Atlası (2012) başlıklı çalışmadır. Bu proje
ile Türkiye’deki yaşlıların mevcut durumlarının analizini içeren verilere ulaşılmış ve bu
çerçevede uygulamaya konulması gereken politikaların neler olması gerektiği araştırılmıştır.
Ayrıca yaşlanma ve yaşlılığın farklı boyutları, yaşlanmanın bedensel, sosyal, psikolojik,
kültürel, bölgesel ve diğer yönleri genel bir teorik çerçeve içerisinde daha anlaşılabilir hâle
getirilmeye çalışılmıştır.
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
386
Bu bölümde, insan hayatının önemli bir evresi olan ‘yaşlılık’ konusu ele alınmış ve yaşlılıkla
ilgili belli kavramlar tanıtılmaya çalışılmıştır.
Yaşlılık yalnızca zamanın ilerlemesiyle birlikte insan bireylerin uğradığı fiziksel bir evre
değildir. Aynı zamanda, toplumsal statüler ile ilgili de boyutları vardır. Dolayısıyla, aynı
zamanda toplumsal sonuçları olan bir durumdur. Bölümde, yeni yeni gelişmekte olan bir
araştırma alanı olarak yaşlılık sosyolojisindeki temel kavramlar, yaklaşımlar ve araştırma
yöntemleri üzerinde de durulmaya çalışılmıştır.
Bölüm Soruları
1. Yaşlılarla ilgili olumlu ya da olumsuz yargıların bir listesini yapınız.
2. “Her yaşın kendine özgü kaideleri, vazifeleri ve faziletleri vardır.” J. J. Rousseau’nun
bu sözünü açıklayınız.
3. Yaşlılıkta, insanların ne tür ihtiyaçları ortaya çıkmaktadır? Tartışınız.
4. Yaşlılıkta bireylerin toplumsal rollerinde ve prestijlerinde ne tür değişimler söz konusu
olabilir? Açıklayınız.
5. Toplumsal, psikolojik ve teknolojik değişimlerin kronolojik olarak yaşlılık dönemini
değiştirmiş midir? Tartışınız.
6. “Yaşlılar üretici değil, tüketicidirler.” Sizce bu söz doğru mudur? Gerekçelendirerek
tartışınız.
7. Yaşlı kişiler ne tür toplumsal, psikolojik ve ekonomik sıkıntılar yaşayabilirler?
Açıklayınız.
8. Yaşlıların, yaşlılık dönemlerinde karşılaşmaları muhtemelen problemlerle baş
edebilmelerinde ne tür ilişki ağları ya da kurumlar katkıda bulunabilirler? Nasıl?
Tartışınız.
9. Yaşlılara yönelik ne tür istismarlar söz konusu olabilir? Örnekleyerek açıklayınız.
10. Ülkemizde yaşlıların bakımına yönelik hangi tür hizmetler verilmektedir? Sizce bu
hizmetler yeterli midir? Araştırınız.
387
14. KÜRESELLEŞME
388
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
14.1.Küreselleşme nedir?
14.2. Küreselleşmeyi ortaya çıkaran dinamikler ve süreçler nelerdir?
14.3.Küreselleşmenin nitelikleri
14.4.Farklı küreselleşme yaklaşımları
14.5. Küreselleşmeye yönelik lehte veya aleyhte yaklaşımlar
14.6.Küreselleşme-karşıtı hareketler
389
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
Günümüz dünyasının ‘küresel bir köy’e dönüştüğü tespiti pek çok kişi tarafından
yaygın bir şekilde paylaşılıyor. Hangi ekonomik, sosyal ve teknolojik gelişmeler bu
tanımlamayı haklı kılıyor?
“Dünyanın küreselleştiği bir çağda...” şeklinde başlayan pek çok akademik ya da
siyasî konuşmayı sıklıkla işitiyoruz. “Küreselleşen bir dünya” tanımlaması,
toplumsal hayatımızı hangi noktada ve nasıl etkilemektedir?
Dünyanın küreselleşmesi olgusuyla insanlık tarihi ilk kez 1950 sonrası dönemde mi
karşılaşmaktadır?
Bu bağlamda Pax-Romana, Pax-Ottoman ya da sanayi devriminin etkilerinin dünya
ölçeğindeki etkilerinden söz etmek ve günümüz küreselleşmesiyle benzerlikleri
olduğundan söz etmek mümkün müdür?
Günümüz küreselleşmesi, söz konusu tarihsel örneklerden nerelerde ayrışmakta ve
ne tür farklılıklar sunmaktadır?
390
Anahtar Kavramlar
Küreselleşme
Zaman-Mekan Sıkışması
Küreselleşme-karşıtı Hareketler
391
Giriş
Bu bölümde dünya ekonomisi ve siyaseti bakımından küreselleşme ve sonuçları ele alınacaktır.
Küreselleşme dünya çapında karşılıklı bağlantıların etkisinin genişlemesi, derinleşmesi,
hızlanması ve büyümesi olarak tanımlanır. Ancak bu süreç daha çok işbirliğine olanak veren
bir dünya yaratmaktan ziyade kırılma, çatışma ve parçalanmalara da yol açmaktadır. Bu süreç
ulus-devletin çöküşünün habercisi değilse de ulus-devletler açısından önemli neticeler
doğurmaktadır. Küreselleşme, dünya siyasetini dönüştürmektedir. Küreselleşen dünyada güç
artık ulusal ya da bölgesel sınırlar içerisinde düzenlenmemektedir. Bu nedenle egemenlikten
demokrasiye çağdaş siyasi hayatın geleneksel düzenleyici varsayımları ve kurumları üzerine
tekrar düşünmek gereklidir.
392
14.1. Küreselleşme [‘Globalization’] Kavramının Doğuşu
Ekonomik, siyasal ve akademik çevrelerde, 1990’lı yılların moda terimi olmasına rağmen,
küreselleşme kavramının güncel yaşamda yaygınlıkla kullanılmasının tarihi çok da fazla
gerilere gitmez. Global sözcüğü 400 yılı aşkın bir süredir sıfat olarak “bütün dünya” anlamında
kullanılmakla birlikte, Merriam Webster’s Dictionary’de ‘globalize’ olarak ilk kez 1944’de
kullanılmıştır. Kavramın -globalization, globalizing, globalized gibi- diğer uzantıları ile birlikte
Oxford English Dictionary’de yer alması 1962 yılındadır. 1980’den sonra ise kavram, dünya
dillerinde hızla yaygınlaştı.
Bir kavram olarak kullanılmamış olsa da küreselleşmenin bugünkü anlamına yakın olarak ilk
kez 150 yıl önce Marx ve Engels tarafından Manifesto’da kullanıldığı söylenebilir.1 Akademik
literatürde ise kavramın ilk kullanılışına Marshall McLuhan’ın Understanding Media (1964)
isimli eserinde karşılaşılır. McLuhan çalışmasında küresellik, küreselleşme gibi kavramlara yer
vermezken, global kavramını, “küresel çerçeveleme, sarılma” (global embrace), “küresel köy”
(global village) ve “küresel ateşkes” (global armistice) şeklinde üç kez kullanır. Bununla
birlikte 90’lara kadar küreselleşmeye dair çok fazla çalışma yapıldığı gözlenmez. Çeşitli
elektronik veritabanlarındaki verilerinden hareketle yapılan bir araştırmada, ‘küreselleşme’
(globalization ya da globalisation) konusuyla ilgili asıl çalışmaların 90’lı yıllardan sonra
yapıldığı tespit edilmiştir. 1994’de Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde isminde globalization
teriminin kullanıldığı kitap sayısı 34’ü geçmezken ve bunların hiçbirisi de 1987’den önce
basılmış değilken, 1999’a gelindiğinde bu sayı 693’e ulaşmıştır.2
1 “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor.
Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi.
Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı.
Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldı ve hala da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün
uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil,
en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün
her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski
gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler
alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin,
çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor.
Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek
olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.” Bkz. Karl Marx ve
Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Eriş Yay., 2003, s. 25-26.
2 Kudret Bülbül, Zor ve Rıza: Küreselleşmeler Arasında Türkiye, İstanbul: Küre Yay., 2009, s. 21. (Bu bölümün
yazımında Kudret Bülbül’ün eserinden geniş şekilde yararlanılmıştır. Yazara, izni dolayısıyla teşekkürlerimi
sunuyorum.)
393
14.2. Tanımlama Çabaları
Küreselleşmeyi anlamaya ve analiz etmeye, yönelik çalışmalar, siyasetten ekonomiye,
sosyolojiden çevresel etkilere, emperyalist tanımlardan kozmopolitan açılımlara kadar
disiplinler arası çok farklı yaklaşımlara konu olmuştur. Tarihi, kapsamı, geleceği, varlığı ya da
yokluğu üzerine yoğun tartışmaların yaşandığı böylesi bir kavrama yönelik tanımlama
çabalarının farklılık göstermesi herhalde olağandır.
Bilinen tanımlar genel olarak incelendiğinde “zaman-mekan sıkışması” (David Harvey),
“dünya çapında toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması” (Anthony Giddens) “sınırsız toplum”
(Peter Robert Urtmetzer), “liberalizmin küreselleşmesi-gezegen ölçeğinde yayılma” (Edgar
Morin), “iletişim, haberleşme ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı gelişme” (Akbar Ahmad ve
Hastings Donnan) “karmaşık bağımlılık” (John Tomlinson), “dünyanın küçülmesi ve bir bütün
olarak dünya bilincinin güçlenmesi” (Roland Robertson, Johan P. Arnason), “sosyal ve kültürel
düzenlemeler üzerinde coğrafi engellerin azaldığı ve insanların bu azalmanın gittikçe farkına
vardığı bir süreç” (Malcolm Waters), “emperyalizmin yeni bir versiyonu” (Hans-Heinrich
Molte), “Kapitalist ekonomik ilişkilerin dünya yüzeyine yayılması, artan ekonomik ilişkilerin
karşılıklı bağımlılıkları arttırması” (S. Bell, M. Waters), “soğuk savaş sisteminin yerini alan
uluslararası bir sistem” (Thomas Friedman) gibi tanımlar öne çıkmaktadır.
Held, McGrew, Goldblatt ve Perraton onca yoğun tanımlama çabalarına rağmen, yapılan
tanımların yeterince kapsayıcı olmadığına vurgu yaparlar. Onlara göre tatmin edici bir
küreselleşme tanımı, küreselleşmeye dair şu dört unsuru içermelidir: Genişleme, yoğunluk, hız
ve etki. Bu düşünürlere göre, bu dört unsur küreselleşmenin uzamsal-zamansal boyutlarını
oluşturur. Held, McGrew, Goldblatt ve Perraton belirttikleri bu dört unsur çerçevesinde daha
kapsamlı olduğunu düşündükleri şu tanımı önerirler:
Küreselleşme, kıtalar ötesi ya da bölgeler arası güç uygulamaları, etkileşim ve faaliyet ağları
ve akışlarını oluşturan sosyal ilişki ve işlemlerin —genişleme, yoğunluk, hız ve etkileri
açısından bu ilişkilerin değerlendirildiği— uzamsal organizasyonundaki bir dönüşümle
somutlaşan bir süreç (ya da bir süreçler seti) olarak düşünülebilir.3
Pittsburgh Üniversitesi öğretim üyelerinden ve küreselleşme konusunda öne çıkan
düşünürlerden sosyolog Ronald Robertson “dünyanın düzene sokulduğu yollar” olarak gördüğü
ve “ana bileşenleri” diye tanımladığı şu dört temel unsurdan hareketle küreselleşme kavramının
3 David Held, Anthony McGrew, David Goldblatt ve Jonathan Perraton, Global Transformations, Politics,
Economics and Culture, Stanford: Stanford University Press, 1999, s. 16.
394
çerçevesini ortaya koyar: Benlik, ulus toplumlar, dünya toplumlar sistemi ve insanlık.4 Stuart
Hall ise Robertson’un birbirine eklemlenmiş bu dört temel unsurunu yerel ve küresel olarak
ikiye ayırır. Hall’e göre küresellik “sistemli bir biçimde her şeyi devirip geçen, benzerlik
yaratan bir şey olmaktan çok, aslında tikelcilik aracılığı ile işleyen, tikel mekanları, tikel
etkinlikleri müzakere eden, tikel kimlikleri harekete geçirerek işleyen bir şeydir.” Yerelliğin ve
küreselliğin karşılıklı konumlandırılmasına vurgu yapan Hall için küresellik, küresel egemen
tikelin kendini konumlandırmasından, ‘doğallaştırmasından’ ve diğer azınlıklarla
ilişkilendirmesinden kaynaklanmakta ve eklenmiş tikellerden oluşmaktadır.5
Janet Abu-Lughod “Küreselleşme Üzerine Tartışmalarda Gevezeliğin Ötesine Geçmek”
başlıklı makalesinde, bir makro sosyolog olmasına rağmen, makaleyi hazırlamak için okuduğu
makale ve yazıların çok soyut olmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirir. Ona göre “ipin ucu
kaçırıldığı takdirde küreselleşme üzerine konuşmak bir gevezelikten öteye gidemeyebilir”. 6
Küreselleşme kavramının kapsamı ve sınırlarına ilişkin analitik bir tanımlamanın zorlukları
nedeni ile, bu bağlamda, pratik yansımalarından hareketle ilgili süreci anlamaya, analiz etmeye
çalışan entelektüellerin varlığı da bilinmektedir. Küreselleşmeyi tanımlayabilmenin en iyi
yolunun belki de bu sürecin nerede biteceği üzerinde düşünmek olduğunu belirten Waters,
küreselleşmiş dünyada, kültürel bir entegrasyon olmadan, oldukça geniş bir farklılaşma düzeyi
ile tek bir toplumun olabileceği; merkezi bir hükümetin ve sınırların kalkabileceği; çok
merkezlilik ve kaosun yaşanabileceği; coğrafî temelde yerelliğin yaratacağı sosyal pratik ve
tercihleri sürdürmenin olanaksızlaşacağı üzerinde durur.7 Giddens için ise, küreselleşme bizim
dışımızda, ‘orada’ olup başkalarınca tartışılan ve sadece onları etkileyen değil; ‘burada’ olup
bizi de etkileyen bir süreçtir.8
Tanımlama çabalarında da gözlemleneceği gibi küreselleşme tanımları, ağırlıklı olarak,
“karmaşık bağımlılık”, “küresel karşılıklı bağımlılık”, “(...) artan ekonomik ilişkilerin karşılıklı
4 Roland Robertson, Küreselleşme: Toplum Kavramı ve Küresel Kültür, çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim
ve Sanat Yay., 1999, s. 49-51.
5 Stuart Hall, “Eski ve Yeni Kimlikler, Eski ve Yeni Etnikler”, Anthony D. King (der.), Kültür, Küreselleşme ve
Dünya-Sistemi, çev. Gülcan Seçkin ve Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1998, s. 88-95.
6 Janet Abu-Lughod, “Küreselleşme Üzerine Tartışmalarda Gevezeliğin Ötesine Geçmek”, Anthony D. King
(der.), Kültür, Küreselleşme ve Dünya-Sistemi, çev. Gülcan Seçkin ve Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim ve
Sanat Yay., 1998, s. 167.
7 Malcolm Waters, Globalization, Londra ve New York: Routledge, 1995, s. 2.
8 Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya: Küreselleşme Hayatımızı Nasıl Yeniden Şekillendiriyor?,
çev. Osman Akınhay, İstanbul: Alfa Basın Yay. Dağ., 2000, s. 24.
395
bağımlılıkları arttırması”, “karmaşık bağlılık” gibi artan çok yönlü ve karşılıklı ilişkilere işaret
etmektedir.
“Karşılıklı bağımlılık, karşılıklı etkileşim” gibi tanımlamalar —Robertson’un birey, toplum,
uluslararası ilişkiler ve insanlık olarak sıraladığı dört temel unsur üzerinden hareket edilirse—
küresel ilişkilerin bir boyutunu açıklıyor gibi görünmekle birlikte, bu ilişkilerin ağırlığını
gizlemekte, eşit düzeyde yatay bir etkileşim ya da bağımlılık ilişkisini ve kendiliğinden bir
süreci çağrıştırmaktadır. Bu boyutu ile birlikte küreselleşme, Jenson’un da belirttiği gibi, aynı
zamanda eşit olmayan güç ilişkilerini de içerir. 9 Küreselleşme, eşit olmayan ilişkileri ve
fırsatları da içerdiğinden, sadece karşılıklılık ya da etkileşim boyutuna vurgu yapan bir tanım
ya da yaklaşım yetersiz görünmektedir.
14.3. Küreselleşmenin Nitelikleri
1. Çok boyutlu bir küreselleşme ya da küreselleşmeler:
Temel dinamiklerinden birisi, belki de en önemlisi ekonomik gelişmeler olması nedeniyle
küreselleşme tartışmalarında ilk başlarda, ekonomik ilişkilere öncelik verildiği,
küreselleşmenin ekonomik küreselleşme olarak görüldüğü söylenebilir.
Ekonomik ilişkilerin önemi yadsınamazken küreselleşme kuşkusuz sadece bir ekonomik
determinizme indirgenemez. Giddens’ın vurguladığı gibi küreselleşme ekonomik olduğu kadar
sosyal, siyasal ve kültüreldir. Askerî, stratejik, çevre kirliliği, hastalıklar, teknolojik vb.
boyutları ile küreselleşme bireysel ve toplumsal yaşamımızın pek çok alanını
ilgilendirmektedir. Bu bağlamda, belki de pek çok düşünürün önerdiği şekilde, bir tek
küreselleşmeden değil, küreselleşmelerden bahsetmek daha anlamlı olabilir. Farklı
küreselleşmelere vurgu yapmak, bu küreselleşmeler arasındaki farkı ortaya koyabilmek
açısından da işlevsel görünmektedir. Gelecekte daha fazla küreselleşmeler görüleceğinden
şüphesi olmayan Yeates, bu durumu, aşağıdaki tablo üzerinde göstermektedir:10
9 Jane Jenson ve Boaventura de Sausa Santos (eds.), Globalizing Institutions, Case Studies in Regulation and
Innovation, Burlington ve Sydney: Ashgate Publishing Ltd., 2000, s. 12-13.
10 Nicola Yeates, Globalization & Social Policy, Londra: Sage Publication, 2001, s. 4-5.
396
Yeates’in Küreselleşmeler Tablosu
Kategori Ana Unsurlar/Süreçler
1 Finans ve sermaye
sahipliğinin küreselleşmesi.
Finans piyasalarının deregülasyonu, sermayenin uluslararası hareketliliği, şirket
ve müktesebatlarının birleşmelerinin artışı. Hissedarlığın küreselleşmesi ilk
evresindedir.
2 Piyasa ve stratejilerinin
rekabette küreselleşmesi.
İş faaliyetlerinin dünya ölçeğinde entegrasyonu, yurt dışında birleşik (araştırma-
geliştirme ve finansı da içeren) operasyonların gerçekleştirilmesi, küresel yedek
parça kaynağı, stratejik ittifaklar.
3
Teknolojinin, araştırma-
geliştirmenin ve bilginin
küreselleşmesi.
Teknoloji temel katalizördür: Haberleşme ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi
aynı firma ya da farklı firmalar arasında küresel bir ağın gelişmesini mümkün
kılmıştır. Üretime dayanan “toyotaizmin” evrenselleşmesi süreci olarak
küreselleşme.
4
Yaşam biçimlerinin ve
tüketim kalıplarının
küreselleşmesi; kültürün
küreselleşmesi.
Hakim yaşam biçiminin transferi ve yeniden üretilmesi. Tüketim kalıplarının
eşitlenmesi. Medyanın rolü. “Kültürel yiyeceklerde”, “kültürel üretimde”
kültürün dönüşümü. GATT (General Agreement on Tariffs and Trade/Ticaret ve
Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması) kuralları kültür akışına uygulanışı.
5 Düzenleme yetenek-lerinin ve
yönetişimin küreselleşmesi.
Ulusal hükümetlerin ve parlamentoların rolünün azalması. Küresel yönetişim için
yeni kurallar ve kurumlar oluşturmaya yönelik girişimler.
6 Dünyanın siyasal birleşimi
olarak küreselleşme.
Merkezi bir güç tarafından yönlendirilen küresel siyasal ve ekonomik bir sisteme
doğru dünya toplumları entegrasyonunun devlet-merkezli analizi.
7 Yaklaşımların ve bilincin
küreselleşmesi.
“Tek bir yeryüzü” merkezli sosyo-kültürel süreçler. “Küreselleşmeci hareket”.
Dünya yurttaşlığı.
Yeates’in işaret ettiği küreselleşme biçimlerinin ne kadarının yaşanmakta olduğu tartışılabilir.
Bununla birlikte, yanında ya da karşısında ve/veya eleştirel olarak küreselleşme tartışmalarının
ekonomik boyutunun çok ötesinde bu boyutları içerdiği, tartışmaların bu eksende sürdüğü
herhalde yadsınamaz.
2. Zaman-mekan sıkışması:
David Harvey’in zaman-mekan sıkışması tanımlaması küreselleşmenin, yaşamın pek çok
alanındaki etkilerini net bir şekilde özetler gibidir. Harvey bu tanımı ile 1970’lerden sonraki
gelişmelerle değişen üretim ve tüketim biçimlerine (fordizm ve keynesyenizmden post-
fordizme) ve iletişim ve haberleşme teknolojilerinin hızlı gelişiminin yarattığı emek, finans ve
sermaye piyasalarındaki gelişmelere vurgu yapar: Küresel tahvil piyasalarında 24 saat, artık
çok uzun bir zamandır. 11
Küreselleşme sadece ekonomik boyutu ile değil, sosyal ilişkiler, duygusal, ruhsal, suç ilişkileri
ve ekolojik ilişkiler bakımından da karşılıklı bağımlılığı arttırır. Hall, küresel ekonominin ve
ekolojinin karşılıklı bağımlılığına değinir. Çernobil’in zehirli bulutlarının bir ülkeye girişi için
herhangi bir vize ve pasaport gerekmemektedir. Küresel ısınmanın yol açabileceği iklim
11 David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s. 307-341.
397
değişiklikleri çok uzak ülkeleri bile etkileyebilmektedir. Brezilya’daki yağmur ormanlarının
tahribatı nedeniyle oluşan değişim, Brezilya’nın nerede olduğunu bilmeyen insanların
bölgelerini de etkisi altına alabilmektedir.
Küreselleşmenin etkilerini ifade edebilmesi açısından zaman-mekan sıkışması gerçekten de iyi
seçilmiş bir tanımlamadır. Özellikle teknolojik gelişmelerle birlikte uzaklıklar eski anlamını
kaybetmiş, uzun zaman alan işlemler saniyelerle ölçülebilir bir süre içerisinde yapılabilir hale
gelmiştir. İletişim teknolojileri ile diasporada bulunanların anayurtları ile diyalogları
kolaylaşmış, kendi kimlik ve kültürlerini daha rahat ortaya koyabilmelerinin yolları açılmıştır.
Langworth’a göre küreselleşen bir dünyada artık önemli olan toprak değil, zeka ve iletişimdir.12
Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde sanal ve reel olarak artan iletişim, yerel ve ulusal
kimlik ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmış; uzlaşan, çatışan kimlikler arasında bir kimlik
krizi yaratmıştır. Artık gönüllü ya da zorunlu olarak, gerçek ya da sanal âlemde insanlar tek bir
merkezde, yerde ya da bölgede yaşıyor olmayabilirler. Ulrich Beck birden fazla yerde aynı anda
yaşıyor olmayı çok evliliğe benzetir ve bu durumu “yer poligamisi” olarak adlandırır.13 Bu
durum doğal olarak pek çok değişimi de beraberinde getirecektir.
Küreselleşme ile zamansal ve mekansal sınırların kalkmakta olduğuna ilk işaret eden aslında
McLuhan’dır. “Küresel köy” ifadesi, zaman-mekan sıkışmasını iyi bir şekilde ortaya koyan bir
başka ifadedir. Dünyanın bir bölgesinde görülen bir gelişme, artık hiç ilgisi olmayan çok uzak
yerleri de kolaylıkla etkiler hale gelmiştir. Piyasaların yoğun bir ilişki içerisinde olması
sebebiyle bir ülkedeki ekonomik, politik, askerî bir gelişme ilgisiz bir başka ülkede kriz olarak
karşımıza çıkabilmektedir. Giddens’ın belirttiği üzere “Nelson Mandela’nın bize
komşumuzdan daha tanıdık geliyor” olması, küresel köydeki gelişmelerin bilişsel dünyamızı
da nasıl değiştirdiğini göstermesi açısından ilginçtir. Artan ilişkiler doğal olarak her zaman
olumlu yönde gelişiyor değildir. Hiç ilginiz olmadığı halde dünyanın bir bölgesinde üretilen bir
virüs bilgisayarınızdaki bütün çalışmalarınızı yok edebilir; komşu bir ülkenin gerçekleştirmekte
olduğu kimyasal deneyleri denetleyememesi sonucunda tarlanız ekilemez hale gelebilir ya da
hamile iseniz çocuğunuz sakat doğabilir. İsrail’in Filistinli sivillere yönelik insanlık dışı
saldırılarını canlı yayında izlemeniz psikolojinizi alt-üst edebilir. Ya da güvenlik amacıyla
beslediğiniz ordular, savunma sistemleriniz, devasa saldırı araçlarınız ülkenizi korumaya
12 R. C. Longworth, “A New Kind of War”, Katie Sjursen (ed.), Globalization, H. W. Wilson Company, 2000, s.
92.
13 Ulrich Beck, “Living Your Own Life in a Runaway World: Individualization, Globalisation and Politics”,
Anthony Giddens ve Will Hutton (eds.), Global Capitalism, New York: The New Press, 2000, s. 168.
398
yetmeyebilir. Sıradan bir insan, sanal ve reel olarak eskiden başka ülkelerin veremeyeceği zararı
bir ülkeye verebilir. Öyle ki, böylesi bir durum gerçekleşirse saldırının nereden geldiğini,
düşmanın kim ya da kimler olduğunu bile bilemeyebilirsiniz. Ülkenize saldıranlara karşı savaş
ilan edersiniz; ama ilan edilen savaş nerede bulunduğu belli somut bir düşmana karşı
olmayabilir. 11 Eylül saldırıları ve sonrasındaki gelişmeler, herhalde daha önceki zamanlar için
ancak bilim-kurgu filmlerine konu olabilirdi. Bu saldırılar sonrasında dünyanın en gelişmiş, en
fazla askeri donanıma sahip ülkesi saldırıların arkasında dünyanın en geri kalmış ülkesinde en
ilkel koşullarda yaşayan bir örgütün bulunduğunu iddia etmektedir. 11 Eylül saldırılarının
arkasında kimlerin bulunduğu ve ABD’nin iddiasının doğruluğu başka çalışmaların konusu
olmakla birlikte, bu olaylar dünyanın zaman ve mekan olarak negatif anlamda da sıkıştığının
bir başka göstergesi gibidir.
3. Sadece ‘orada’ başkalarını ilgilendiren değil, aynı zamanda ‘burada’ bizi de etkileyen bir
süreçtir.
Küreselleşme, gelişmişlik düzeyi ve ekonomik kalkınma gibi öğelerle yakından ilgili olsa da,
sadece başka ülkeleri, bölgeleri ya da insanları etkileyen bir olgu değildir. Giddens’ın ısrarla
vurguladığı gibi küreselleşme sadece ‘orada’ başkalarını ilgilendiren bir süreç değil, aynı
zamanda ‘burada’ gündelik yaşamımızın mahrem ve kişisel yönlerini de etkileyen bir süreçtir.14
Gündelik işlemlerimizin pek çoğunda, bilerek ya da bilmeyerek küreselleşmenin ekonomik,
teknolojik ve kültürel etkileri ile karşı karşıyayızdır. Bilgisayarlarımız aracılığı ile yaptığımız
bankacılık hizmetleri, online alışverişler, hemen hemen her konuda araştırma için
başvurduğumuz internet arama motorları, sinemalarda izlediğimiz diğer ülkelerle aynı anda
gösterime giren filmler, ekranlarda nerede ise canlı olarak izlediğimiz savaşlar güncel
yaşamımızda sıklıkla karşılaştığımız örneklerden bazılarıdır. Öyle ki daha birkaç yıl öncesine
kadar insanların gündeminde hiç olmadığı halde, bugün evlerde, iş yerlerinde okullarda,
hastanelerde, kamu dairelerinde kullanılan bilgisayarın ve internetin olmadığı bir yaşamı nerede
ise hayal bile edememekteyiz.
14 Anthony Giddens, Elimizden Kayıp Giden Dünya, s. 25.
399
4. Küreselleşme sadece birleştiren, bütünleyen değil; aynı zamanda parçalayan, bölen,
diyalektik bir süreçtir.
Artan küresel düzeydeki bilişim ve hareket yeteneği ve başka yerlerde neler olup bittiğini
gözlemleyebilmek insan yaşamını bir tek yere bağımlı olmaktan çıkarmıştır. Reel ve sanal
olarak yaşanılan bölge ile sınırlı olmamak doğal olarak pek çok değişimi de beraberinde
getirmiştir. Yeni durumla artan çok yönlü ilişkiler bir taraftan daha melez bir kültürün
oluşumunu tetiklerken, aynı süreç, diğer taraftan insanların başkalarından farklılıklarını ortaya
koymalarını ve “ben neyim” sorusuna yanıt olarak kendi kimliklerini inşa etmelerini teşvik
etmektedir. Bu anlamda küreselleşmenin, artan ilişkilerin boyutuna bağlı olarak yerel
kültürlerden kopuşu ve yerel kültürlerin yeniden sahiplenilmesi süreçlerini birlikte içerdiği
söylenebilir. Bu birlikteliğin sınırları küresel kültüre tamamen adapte olmaktan kendisini
gelişmelere tamamen kapayan köktenci yaklaşımlara kadar uzanmaktadır.
Artan küresel düzeydeki bilişim ve hareketliliğin kültürel alanın yanı sıra siyasal alanı da
yeniden biçimlendirdiği söylenebilir. Demokrasi ve insan hakları gibi değerlere bir taraftan
daha yoğun vurgu yapılırken, eş zamanlı olarak mikro-milliyetçiliklerin ve yeni devletlerin
sayısı artmıştır. Birey-devlet-toplum ilişkilerinin gelişen teknoloji ile başka ülkelerde nasıl
kurulduğunu gözlemlemek, içerisinde yaşanılan ülkedeki birey-devlet ilişkilerine karşı duyulan
hoşnutluğu ya da hoşnutsuzluğu daha belirgin hale getirmiştir. Bu bağlamda gelişen
bağımsızlık hareketlerinin bazıları bağımsız bir devleti amaçlarken, IRA, ETA gibi hareketler
hem kendi ülkelerinin bağımsız olmasını isterler hem de bağımsızlıklarını kazanmak için
mücadele ettikleri ülkeyle AB gibi bölgesel bir başka organ içerisinde birlikte bulunmayı
hedeflerler.
Küreselleşme ile birlikte gelen sanal ve reel teknoloji ağırlıklı yaşam biçimlerinin bireyleri
geleneksel yaşam biçimlerinden kopardığı, yüz yüze ilişkileri daha da azalttığı, farklı toplum
kesimlerinin (zengin-fakir, etnik, dinsel farklılıklar) bir arada yaşama oranlarını iyice
düşürdüğü söylenebilir. Bu durumun doğal sonucu, farklı olana karşı duyulan korkudur. Bu
durum, çağdaş kentlerde varlıklı kesimlerin yaşadığı, özel güvenlik sistemleri ile donatılan,
sakinlerinin dışında başkalarının girişine izin verilmeyen sitelerde cisimleşmiştir.
Çağdaş kentlerde zengin ve yoksul kesimlerin yaşam alanlarının gittikçe birbirinden
ayrılmasının yanı sıra, sadece tanıdık insanların özel komşuluklar, özel güvenlik, özel yollar,
özel hastane ilişkilerine dayanan yaşam alanlarının geliştirilmesi ve buna karşılık etnik, sınıfsal
400
ve dinsel gettolaşma süreçlerini ifade eden bu durum için literatürde Brezilyalaşma kavramı
kullanılmaktadır.15
Sonuç olarak küreselleşme tek yönlü, tarafsız, herkes için ‘iyi’ bir süreç değil; aynı zamanda
bir çatışmalar, uzlaşmalar, birleştirmeler ve parçalanmalar sürecidir. Küresel ilişkiler sadece
bütün insanlığa eşit olanaklar sunan, herkese yeni imkanlar tanıyan değil; ‘kazananlar’ ve
‘kaybedenler’ yaratan bir süreçtir. Farklı ülkelerdeki kazanan grupların gittikçe benzeşmelerini
ve kendi toplumlarının diğer kesimlerinden daha da uzaklaşmalarını sağlayan bir süreçtir.
5. Hegemonyayı da içeren, eşitliksiz bir süreçtir.
Sözcük daha önce biliniyor ve kullanılıyor olmakla birlikte, hegemonya16 kavramının teorik
çerçevede yaratıcısı İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’dir. Hegemonya kavramı,
Lenin tarafından sınıflar arası bir siyasal ittifak stratejisi olarak kavramlaştırılırken, Gramsci bu
kavramın içeriğini tamamen farklılaştırmıştır. Kavram ilk kez Gramsci tarafından “egemen
sınıfın bir egemen olma pratiği” şeklinde tanımlanmıştır. 17 Hegemonya temel egemen sınıfın
onaya dayalı kültürel ve moral önderliği olarak ifade edilebilir. Kavram Gramsci’nin siyasal ve
ideolojik düşüncesinin örgütleyici odağıdır ve “rızanın örgütlenmesi” olarak anlaşılabilir.
Gramsci’de hegemonya ve sivil toplum birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Hegemonya sivil
toplumda kurulur. Gramsci —toplumsal hegemonyayı, kapitalist toplumlardaki toplumsal
düzeni korumanın temel bir aracı olarak güç kullanımından ayırarak— hegemonyayı üstyapının
özel ya da devlet-dışı düzeyine yerleştirir. “Kapitalist hegemonya” kavramına karşı “karşı-
hegemonya” kavramını üreten Gramsci’de hegemonya ekonomik ve determinist bir zorunluluk
değil; mücadele edilerek değiştirilecek, yeri alınabilecek, oluşturulabilecek bir süreç olarak
anlaşılmıştır.
15 Mike Featherstone, Undoing Culture, Globalization, Postmodernism and Identity, Londra: Sage Publication,
1995, s. 9.
16 Hegemonya kavramının Gramsci öncesinde çok uzun bir geçmişinin olduğu söylenebilir. Gegemonia terimi
1890’lardan 1917’ye Rus sosyal-demokrat hareketinin en temel siyasi sloganlarındandı. Ancak Devrim
başarıya ulaşınca önemini yitirdi. Kavram ilk olarak Plekhanov’un 1883-84 yazılarında belirir ve Rus işçi
sınıfının çarlık rejimine karşı sadece ekonomik değil, siyasi mücadele de vermesi gerektiği anlamında
kullanılır. Bkz. Perry Anderson, Gramsci, Hegemonya, Doğu-Batı Sorunu ve Strateji, çev. Tarık Günersel,
İstanbul: Alan Yay., 1988, s. 29-36.
17 Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni, Yanlış Bilinç ve Hegemonya’dan Söyleme, Ankara: İmge Kitabevi,
1997, s. 30.
401
Karşılıklı bağımlılık ya da etkileşim süreci olarak tanımlanan küreselleşme, aynı zamanda güç
ilişkilerini de içeren bir süreçtir. Güç ilişkilerinin zora dayanan emperyalist bir boyutu
bulunmaktadır. Bu bağlamda küreselleşme sadece kazananlar değil; kaybedenler de
yaratmaktadır. Hatta küreselleşmenin gelir dağılımını olumsuz etkilediği için daha fazla
kaybedenler yaratan bir süreç olduğu da ileri sürülebilir.
Özetle, küreselleşme ya da küreselleşmeler bazı boyutları ile (örneğin ekonomik ve askeri
küreselleşme) güç ilişkilerinin yoğunluklu olarak etkilediği, ama bazı boyutları ile de (örneğin
teknolojik küreselleşme) daha kendiliğinden ilişkilerle gelişen bir süreçler setidir.
14.4. Küreselleşmeyi Tetikleyen Faktörler
Küreselleşme gibi yaşamın pek çok boyutunu (ekonomik, politik, kültürel, sağlık, askeri,
stratejik, dinsel, cinsel, estetik, sanat vb.) kuşatan bir tartışmanın temel dinamikleri, itici
faktörleri doğaldır ki bir ya da birkaç etmenle açıklanamaz. Ama literatürde küreselleşmeyi
doğuran nedenlerle küreselleşmenin neden olduğu sonuçların birbirine karıştırıldığı
gözlenmektedir. Örneğin, kültürel gelişmeleri küreselleşmenin temel faktörleri arasında
görmemek daha doğru olacaktır. Bununla birlikte, bir sonuç olarak kültürel gelişmeler,
küreselleşme ile gelen en temel farklılıklardan birisi ve belki de ilkidir.
Bu çerçevede küreselleşmenin itici güçleri olarak ekonomik faktörler, bilimsel ve teknolojik
gelişmeler ve ideolojik nedenler sayılabilir. Küreselleşmeyi ortaya çıkaran nedenleri
açıklamaya çalışılırken, bir süreç ve kavram olarak küreselleşmenin herkes tarafından
benimsenmediğini de belirtmek yerinde olacaktır.
14.4.1. Ekonomik Faktörler
20. yüzyılın ikinci yarısından sonra finans, sermaye, emek piyasalarında ve uluslararası
ticaretin içeriği ve hacminde yoğun değişimlerin yaşandığı ve yakın zamanları ilgilendiren
küreselleşme, bilgi toplumu, post-fordizm gibi kavramların bu ekonomik değişimlere dayandığı
yaklaşımı sosyal bilimlerin pek çok alanında sıklıkla dile getirilen bir tezdir.
Son on yılların en önemli ekonomik gelişmesinin artan uluslar-arasılaşma olduğu yaygınlıkla
dile getirilir. Uluslar-arasılaşma yeni bir şey olmamakla birlikte, önceki dönemlerin
hammadde ya da yiyecek değişimlerini öngören ilişkilerinden oldukça farklıdır. Bu yeni durum,
402
sadece sınır ötesi ticaretin artması ile sınırlı değildir; ulusal ekonomilerin parametrelerini de
değiştirmektedir.
20. yüzyılın son çeyreğinde ülke ekonomilerini ilgilendiren makro düzeyde gözlemlenen
önemli bir gelişme de borsalar yolu ile sanal piyasaların oluşmasıdır. Bu yolla ülke ekonomileri
dış ekonomik ilişkilere ve etkilere daha açık hale gelmiş ve hükümetlerin ve şirketlerin
ekonomik gelişmeleri ilgilendiren tasarrufları ülke sınırlarını aşmıştır. Bu durum doğal olarak
ülke ekonomilerini pek çok spekülatif hareketlere de açık hale getirmiştir.
Makro düzeydeki sanal piyasaların yanı sıra, teknolojik değişimlerle gelen mikro düzeydeki bir
başka yenilik sanal ticaretin yayılmasıdır. Hutton ve Giddens, bu durumu weightless economy
(ağırlıksız, hafif ekonomi) olarak tanımlar.18 Artık bir bilgisayar ve telefon aracılığı ile pek çok
mal ya da hizmetin oturduğumuz yerden satın alınabilmesi söz konusudur. Bugün havayolları,
sinema, tiyatro biletleri, birinci ve ikinci el pek çok mal ve hizmet alımı ve satımı, faturaların
ödenmesi gibi alanlarda kullanılan e-ticaret gün geçtikçe güncel yaşamın pek çok alanını
kuşatmaktadır. E-ticaretin toplam ticaret içerisindeki hacmi gün geçtikçe artmaktadır.
Robert Reich üretimin uluslararası bir bileşim olduğunu belirterek bu bileşimi bir örnekle
ortaya koyar:
Bir Amerikan vatandaşı General Motors’dan (GM) bir Pontiac le Mans satın aldığında farkına
varmadan bir uluslararası işleme girmektedir. GM’a ödenen 20.000 doların yaklaşık 6 bin
doları rutin emek ve montaj işlemleri için Güney Kore’ye, 3.500’ü gelişmiş komponentler
(montaj, dingil, elektronik parçalar) için Japonya’ya, 1.500’ü stil ve tasarım mühendisliği için
Almanya’ya, 800’ü küçük komponentler için Tayvan, Singapur ve Japonya’ya, 500 doları
reklam ve pazarlama hizmetleri için İngiltere’ye ve yaklaşık 1.000 doları veri işleme için
İrlanda’ya ve başka bir küçük ülkeye gitmektedir.19
Gündelik yaşamımızı yakından ilgilendiren bu gelişmelerin en temel aktörü çok uluslu
şirketlerdir denebilir. Bir tek ülke, ulus ya da bölgeye dayanmayan, farklı dil, din, kültür ve
ırktan insanları farklı bölgelerde barındıran çok uluslu şirketler sahip oldukları donanım ve
ticaret hacimleri ile önceki şirketlerle neredeyse kıyaslanamaz hale gelmişlerdir. Küresel
ekonominin temel aktörlerinden çok uluslu şirketlerin öncülüğünü ise bir kaç yüz şirket
yapmaktadır. En tepedeki 300 şirketin toplam varlıkları, kabaca tüm dünyadaki üretim
varlıklarının dörtte birini oluşturmaktadır ve şirketler daha önce hiçbir imparatorluğun ya da
18 Will Hutton ve Anthony Giddens, “Anthony Giddens and Will Hutton in Conversation”, Global Capitalism,
s. 1-2.
19 Robert Reich, “Küresel Ağlar”, Mustafa Özel (der. ve çev.), Küresel Rekabet, İstanbul: İz Yay., 1994, s. 54.
403
ulus-devletin başaramadığı ölçüde bir ekonomik küreselleşmeyi şimdiden sağlamış
durumdadır. Bazı şirketlerin yıllık toplam satışları pek çok ülkenin yıllık gayr-ı safi milli
hasılasını geçmiş durumdadır.
Yerel, ulusal ve uluslar-üstü sınırları aşan çok uluslu şirketler politik kurumlar karşısında daha
güçlü duruma gelmekte, bu şirketler üzerinde ulusal denetim ve etkiler giderek zayıflamaktadır.
Küreselleşmiş bir ekonomide, ekonomik ve politik karar merkezlerinin örtüşmemesi yoğun bir
yetki bunalımı doğuracaktır. Ulusal iktidarların çok uluslu şirketler karşısında yeterince güçlü
olamamalarının bir başka sonucu da, seçimle gelen iktidarların kendi uluslarına karşı
sorumluluklarını yerine getirmede karşılaşacakları zorluklar ve bunun doğuracağı temsil ve
meşruiyet krizidir.
Küreselleşmenin birey, toplum ve devlet üzerinde yaratabileceği kolaylıklar ve tehlikelerin yanı
sıra, kimi düşünürlere göre, artan ekonomik üretimden kaynaklanan küreselleşme dünya
nüfusunun büyük çoğunluğunu tehdit etmektedir. Çalışabilir durumdaki nüfusun %20’si
gelecek yüzyılda dünya ekonomisinin canlı tutulmasına yetecektir ve geri kalan %80’i işsiz
kalacaktır. Dışlanan, işsiz kalan %80 nüfusu teskin için ise Jimmy Carter’ın danışmanlarından
Brzezinski, tittytainment20 kavramını önerir. %80’lik gergin nüfusun ancak, insanı düşünceden
uzak tutan eğlenceler ve yeterli beslenme ile denetim altına alınabileceği düşünülmektedir.
14.4.2. İletişimsel ve Teknolojik Gelişmeler
20. yüzyılın son çeyreğinde baş döndürücü bir hızla gelişen teknoloji kimi düşünürler için —
bilgisayar çağı, enformasyon çağı, bilgi toplumu vb. adlandırılan— yeni bir çağın/toplumun
habercisidir. Alvin Toffler, Peter Drucker gibi fütüristler, bu yeni teknoloji ile geleceğin, Sanayi
Devriminin yarattığı toplumsal dönüşümden çok daha büyük bir değişim ve dönüşüme gebe
olduğunu ifade ederler. Drucker’a göre insanlık 1680’de buharlı makineyi icat eden Dennis
Papin’den bu yana dört önemli girişimcilik dönemi geçirmiştir: 17. yüzyılda başlayıp 18. yüzyıl
ortalarına kadar süren Ticaret Devrimi; 18. yüzyıldan 19. yüzyıl ortalarına kadar süren Sanayi
Devrimi; 1870’lerde başlayan ve elektrik, telefon, çelik, kimya sanayileri vb. içeren Yan-
Sanayiler Dönemi ve enformasyon ve biyolojinin başlattığı içinde yaşadığımız dönem.
Drucker’ın “kapitalist ötesi toplum = bilgi toplumu = kuruluşlar toplumu” olarak adlandırdığı
20 Amerikan İngilizcesinde ‘kadın göğüsleri’ anlamındaki argo tits ile ‘eğlence’ anlamındaki entertainment
sözcüklerinin birleşiminden oluşan bir tabir. Brezinski, bu sözcük ile, sütü ile bebeğini teskin eden bir anneyi
çağrıştırmak ister.
404
dördüncü girişimcilik dalgası ekonomide, politikada, eğitimde kısacası toplumsal yaşamın
bütün alanlarında önemli değişimlere neden olacaktır.21
Pek çok bilim adamı için küreselleşmenin temel itici unsuru bilimsel ve teknolojik gelişmeler,
dünya çapında yaşanan iletişim devrimidir. 1964’de McLuhan, teknolojik gelişmelerle gelen üç
bin yıllık bir tarihten sonra Batı dünyasının patlamakta olduğunu belirtir. McLuhan’a göre
mekanik çağda mekânsal olarak bedenlerimizi genişlettik. Elektrik teknolojisinin üzerinden
100 yıldan fazla bir zamanın geçtiği bugün, merkezî sinir sistemimiz zamansal ve mekânsal
sınırları yıkarak, küresel bir çevrelemeye ulaştı ve hızla insanlığın son gelişmesine
yaklaşmaktayız. Bilincin genişlemesi küreselleşme olarak adlandırılsın ya da adlandırılmasın,
daha pek çok düşünüre göre 1960’lar sonrasındaki çoğu gelişmenin temelinde öncelikle
bilimsel ve teknolojik gelişmeler ile enformasyon teknolojileri vardır.
Bilimsel ve teknolojik ilerlemeyle ifade edilen gelişmelerin başında bilgisayar teknolojisi ve
internet gelmektedir. Savaş teknolojisinden hastanelere, eğitim alanlarından eğlence sektörüne,
sinemadan tiyatroya yaşamın farklı alanlarına girerek hayatı pek çok açıdan kolaylaştıran
bilgisayar, hayatı kolaylaştırdığı kadar karmaşık hale de getirmiştir. Bilgisayar teknolojisi
gündelik yaşamı boydan boya etkilemekle kalmamış, beraberinde pek çok mesleğe son verirken
yeni pek çok mesleğin de doğuşuna öncülük etmiştir.
Bilgisayar teknolojisi ile birlikte gelişen internetin mazisi ise aslında çok eski değildir. İnternet
ile ilgili ilk adım 1969 yılında Amerikan Savunma Bakanlığının askerî projesi çerçevesinde
atılır. NSF (National Science Foundation [Ulusal Bilim Kurumu]), 80’li yılların ortasında ulusal
bilgisayar ağı işletmesini devlet desteği ile üstlenir ve NSF Net çerçevesinde bir omurga
oluşturulur ve askerî bilgisayar ağı MILNET’den ayrılır. 1985’de NSFNET’e bağlı olan
bilgisayar sayısı 2000 kadardı. 1990’da WEB keşfedilince ilk özelleştirmeler başladı. İnternet
daha önceleri akademisyenlerin birbirleri ile yazıştıkları ilkel bir ortam iken WEB ile internet
üzerinde ticaret imkanları da gelişti. Bu kadar kısa bir tarihe sahip olmasına rağmen
bilgisayarların ve internet ağlarının yerine getirdiği işlevler dikkate alındığında, baş döndürücü
teknolojik gelişmelerin devam etmesi durumunda, dünyanın geleceğinin bugünkünden çok
daha farklı olacağı açıktır.
Teknolojinin gelecekte alacağı boyut bir tarafa, bugünkü konumu bile yaşamımızı derinden
etkilemektedir. İnternet teknolojisiyle birlikte e-mail ile başlayan ve e-devlet, e-ticaret, e-
21 Peter F. Drucker, Yeni Gerçekler, çev. Birtane Karanakçı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1993, s. 262-263.
405
medya, e-yaşam, e-üniversite, e-kitap, e-radyo gibi değişik alanlardaki elektronik gelişmelerin
getirdiği/getireceği değişimler artık rahatlıkla gözlemlenebilir niteliktedir.
Bilgisayar teknolojisinin gelişimi bireyler arasındaki kültürel etkileşimi olabildiğince
hızlandırdı. Telekomünikasyon maliyetlerinin düşüşü ile birlikte gerek ülke içerisindeki ve
gerekse ülkeler arasındaki yazılı, sesli ve görüntülü iletişim oldukça arttı. Giddens’ın verdiği
bir örnek, kültürler arası iletişimin hızını gözler önüne sermektedir:
“Bir arkadaşım Orta Afrika’daki köy yaşamı konusunda çalışıyor. Birkaç yıl önce alan
çalışmasını yürütmeyi amaçladığı uzak bir bölgeye ilk defa gitmiş ve daha oraya vardığı gün
bir ev eğlencesine davet edilmiş. Hemen akla geleceği üzere arkadaşım orada, dış dünyadan
yalıtılmış durumdaki bu topluluğun kendisine özgü geleneksel eğlenceleri hakkında bir şeyler
öğrenmeyi umuyormuş. Oysa gecenin sebebi Basic Instinct [Temel İçgüdü] filminin videoda
topluca seyredilmesinden başka bir şey değilmiş. Üstelik film henüz Londra’da bile sinemalara
gelmemişken!”22
Teknolojik gelişmelerin, siyasal anlamda olmasa da, bazı alanlarda ulusal sınırları ortadan
kaldırdığı, ulusal egemenlikleri tartışmalı hale getirdiği söylenebilir. Sanal ortamda ülke dışına
çıkışı önlemek için iktidarlar vize ve pasaport gibi yasal zorunluluklar koyamamaktadır.
Günümüzde ulusal kimlik, ulusal bilinç inşası ve kültürel kontrol eskisi kadar kolay
görünmüyor. Devletlerin uydular, faks makinaları, bilgisayar ağları gibi dijital iletişim
araçlarını kontrol etme olanakları şimdilik oldukça sınırlıdır.
İletişim teknolojisi ve araçları kontrollerinin zorluğu, düşük maliyetleri, ticarî işlem
maliyetlerini düşürmeleri, idarî işlemleri ve bürokratik engelleri azaltmaları sebebiyle özgürlük
alanını genişletmektedir.
Söz konusu gelişmelerin sayılan olumlu etkilerine karşılık muhtemel olumsuz etkileri de dile
getirilmektedir. Mesela, global iletişim devrimi nedeniyle belirginliği artan eşitsizlik, tarihin
hiçbir döneminde bugünkü kadar görülebilir olmamıştı. Ayrıca, insanlar artan bir oranda, özel
yaşamlarının internet tarafından tehdit edilmesinden de endişe duymaktadırlar.
Enformasyon teknolojisi, toplumda, sosyal iktidarın fiilen az sayıda karar alıcının elinde
toplanmasına ve böylece egemen grup ya da iktidarların konumlarını pekiştirmelerine sebep
olabilir. Enformasyon teknolojisi bir “kitle demokrasisi” yaratmaktan çok, geniş toplum
kesimlerini manipule eden bir kontrol aracına dönüştürülebilir. İtalya eski Başbakanı
Berlusconi’nin İtalya’da medya gücünü büyük oranda elinde tutması ve bu yolla iktidara
22 Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, s. 19.
406
gelmesi, bu duruma örnek gösterilebilir. Antony Giddens’a göre bilim ve teknolojinin gelişimi
daha istikrarlı, düzenli, denetlenebilir, kontrol altına alınabilir bir dünya öngörüsünün tersine,
giderek denetimimizden çıkan, elimizden daha fazla kaçıp giden bir dünya yaratmaktadır;
küresel ısınma, elektronik riskler bunlardan bazılarıdır.23
Son olarak, iletişim ve teknolojideki gelişmeler küreselleşme bağlamında değerlendirmek
gerekirse, bu gelişmelerle birlikte bireyler, topluluklar ve ulusların ulusal iktidarlar tarafından
kontrol edilebilme olanaklarının azaldığı söylenebilir. Bununla birlikte ulus-ötesi ya da
uluslararası iktidarların etkilerine karşı birey, topluluk ve toplumlar daha açık hale gelmiştir.
Ayrıca bilgisayar ve internet gibi teknolojik araçların maliyeti düşük olmakla birlikte ulusal
düzeyde kitle iletişim araçlarına sahip olabilmek, bu düzeyde sesini duyurabilmek sokaktaki
vatandaş için oldukça zordur. Kitle iletişim araçlarının gelişen teknolojiyle birlikte artan
maliyeti sebebiyle bu alanda ulusal ve ulus-ötesi düzeyde görülen tekelleşme, birey ve
toplulukları eskisinden daha rahat manipüle edebilme olanağı sağlamaktadır. Bu durum da
ulusal ve uluslararası düzeyde yerleşik her türlü iktidarın karşısında yer alan muhaliflerin
konumlarını —içselleştirme-marjinalleştirme yöntemleri de dahil— daha da zorlaştırmakta ve
muhalif kalmanın maliyetini ağırlaştırmaktadır.
14.4.3. İdeolojik Nedenler
Kuşkusuz bireyler, toplumlar ve kültürler arası siyasal, ekonomik, kültürel ilişkiler ve
alışverişler 20. yüzyıla özgü bir gelişme değildir. Malcolm Waters modernleşme öncesi
Hıristiyanlık, İslam, Budizm, Konfüçyanizm, Hinduizm gibi büyük dinlerin toplumlar
üzerindeki homojenleştirici etkilerine işaret eder. Waters’a göre diğer dinlere oranla İslam ve
Hıristiyanlık daha fazla globalleştirici etkiye sahiptir. Waters bu etkiye ümmet inancını örnek
verir. 12. ve 15. yüzyıllar arasındaki Arap ve Osmanlı ilerleyişi karşısında Hıristiyanlığın
tutunamaması Protestan reformcuların Hıristiyanlık eleştirilerini kolaylaştırmış ve bu durum
Batı globalleşmesine katkıda bulunmuştur.24
Modernite sonrasında ise küreselleşmenin itici gücü olarak ağırlıkla kapitalizme vurgu
yapılmaktadır. 1960’lı yıllarla birlikte ulus-devletin zayıfladığını ve dünyanın yeni bir sürece
girdiğini düşünen Gerald Delanty için bu süreçteki temel güç iletişim teknolojisi değil,
23 Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, s. 14.
24 Malcolm Waters, Globalization, s. 124-127.
407
kapitalizm ve demokrasidir.25 Malcolm Waters da, küreselleşmenin ön gelişmelerini özetlediği
eserinde, Delanty’ye paralel olarak küreselleşmenin temel dinamiği olarak kapitalizmin
doğuşuna vurgu yapar.26 Liberal demokratik devletin doğuşu ve kapitalist ekonomik sistemle
birlikte demokrasi, yurttaşlık, yurtseverlik, refah gibi kavramlar ve liberal devletle birlikte
araçsal rasyonellik, bireysellik, bireyin önceliği, mülkiyet gibi kavramlar öne çıkmıştır.
Kapitalizmin yaşanan gelişmeler üzerindeki katkısı göz ardı edilmeden, Waters ve
Robertson’un işaret ettiği İslam ve Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerin küreselleştirici etkisini
ve 19. ve 20. yüzyıllardaki diğer ideolojik hareketlerin ve özellikle sosyalizmin katkısını da
dikkate almak gerekir. Marx ve Engels başta olmak üzere sosyalist düşünürlerin geliştirdiği
eleştiriler, kapitalist ülkelerde sosyal ya da refah devleti uygulamalarını tetiklemiştir. Ayrıca
dünyanın sosyalist ve kapitalist blok olarak ikiye ayrılması, blok ülkeleri arasındaki askerî,
ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda yoğun bir ilişkiye ve bu ilişkinin doğal sonucu
olarak yakınlaşmaya neden olmuştur. Bu çerçevede sosyalizmin enternasyonal bir ideali dünya
çapında gerçekleştirmeyi öngörmesi, düşünce ve kültür alanında küresel iletişimin gelişmesine
ve farklı toplumlar arasında ortak bir felsefî ve siyasî tutumun yaygınlaşmasına katkıda
bulunmuştur.
14.5. Küreselleşmeye Karşı Çıkışlar
Küreselleşmenin temel dinamiklerini içeren yukarıdaki tartışmalara bakılınca, yaşanan
gelişmelerin küreselleşme olarak adlandırılmasına, daha doğrusu ekonomik, siyasal ve kültürel
bir küreselleşme sürecinin yaşandığına yönelik herhangi bir itirazın olmadığı düşünülebilir.
Oysa diğer alanlarla birlikte, artan ticaretin ve ekonomik ilişkilerin ekonomik bir
küreselleşmenin nedenleri olduğuna yönelik yoğun itirazlar dile getirilmektedir. Bu karşı
çıkışların iki temel kalkış noktası vardır:
14.5.1. Bir Mit Olarak Küreselleşme
Hirst ve Thompson, bugün küreselleşmenin nedenleri arasında gösterilen pek çok ekonomik
ilişkinin geçmişte bazı alanlarda daha yoğun biçimde yaşandığı gerekçesi ile küreselleşmenin
25 Gerald Delanty, Citizenship in a Global Age: Society, Culture, Politics, Buckingham/Philadelphia: Open
University Press, 2000, s. 92-93.
26 Malcolm Waters, Globalization, s. 36.
408
yeni bir süreç olduğuna karşı çıkarlar. Küreselleşme Sorgulanıyor’un yazarları Hirst ve
Thompson’a göre küreselleşme, “ülkeler arasında büyük ve artan bir ticaret ve sermaye
yatırımının gerçekleştiği açık bir uluslararası ekonomi” şeklinde yorumlanırsa, küreselleşmiş
bir dünya ekonomisi ilk kez 19. yüzyılın ikinci yarısında görülmüştür. Binlerce mil uzaklıktaki
şehirler arasında günlük ticareti ve fiyat belirlemeyi olanaklı kılan 1860’lardaki denizaltı telgraf
kabloları, günümüzün elektronik ticaretinden daha büyük bir yeniliktir. 27 1870-1914 yılları
arasındaki uluslararası ekonomik ilişkiler hiç de azımsanamayacak bir boyuttaydı ve benzer bir
ilişki düzeyine ancak yakın tarihlerde tekrar ulaşılabilmiştir. Hirst ve Thampson’a göre
küreselleşme ekonomik ilişkiler bakımından yeni olmadığı gibi, ekonomik güçler bakımından
da yeni değildir. 1914 öncesinde Avusturya-Macaristan, Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya,
Japonya ve ABD olarak yedi temel ülke vardı. Bugün de bu ülkeler G-7 adı altında toplanmış
durumdadırlar. Aradaki fark, Avusturya-Macaristan’ın yerini Kanada’nın almış olması ve
Rusya’nın fakirleşen sekizinci güç olarak gözlemci statüsüyle masaya katılmasıdır.28
Hirst ve Thompson ekonominin uluslar-arasılaşmasının artmış olduğunu kabul etmekle birlikte,
bu sınırları aşan bir küreselleşme beklentisinin ancak bir mit olabileceğini ileri sürerler. Onlara
göre bugün büyük ölçüde uluslar-arasılaşmış ekonominin belli bir evveliyatı vardır.
1860’lardan beri görülen farklı konjonktürlerden birisidir; hatta bazı yönleriyle mevcut
uluslararası ekonomi 1870-1914 yılları arasındaki rejimden daha az açık ve daha az
bütünleşmiştir. Gerçek ulus-ötesi şirketlere görece az rastlanacağını, şirketlerin çoklukla ulusal
temelli olduğunu ve yerel üretimlerin çokuluslu ticaret yaptığını belirten bu düşünürlere göre,
gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru bir sermaye akışı da söz konusu değildir.
Yabancı sermaye akışı daha çok gelişmiş endüstriyel ekonomiler arasındadır. Bu nedenlerle
dünya ekonomisi gerçekten küresel olmaktan çok uzaktır. Ticaret, yatırım ve finansal hareketler
Avrupa, Japonya ve Kuzey Amerika’da toplanmış durumdadır. Sonuç olarak ulusal
ekonomileri ortadan kaldırmaya ya da uluslararası düzeyde yeni ekonomik yönetişim birimleri
ortaya koymaya yönelik küresel bir ekonomik düzenden söz edilemez.
27 Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, çev. Çağla Erdem ve Elif Yücel, Ankara: Dost
Kitabevi, 1998, s. 233.
28 Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, s. 8-9.
409
14.5.2. Küreselleşme=Emperyalizm
Yukarıdaki pratik gerekçelerden hareketle küreselleşmenin yeni bir durum olmadığını
düşünenlerden farklı olarak pek çok düşünür, küreselleşmenin teorik olarak da yeni olmadığını
ileri sürer. Bu düşünürlere göre küreselleşme, emperyalizmin yeni bir versiyonudur.
Kagarlitsky’ye göre küreselleşme, emperyalist ve kolonyalist söylemlerin üstünü örtmüştür.29
Merkezin hegemonyası şimdi yeni metotlarla uygulanmaktadır. “Globalleşmenin
Kavramsallaştırılması” isimli yazısında Nyang, küreselleşmenin coğrafî keşiflere kadar geri
götürülebileceğini, çünkü sömürgeleştirmenin keşiflerle başladığını belirtir. Nyang,
küreselleşme ile gelen BM, uluslararası örgütler ve kurumları “galip gelenin adaleti” olarak
adlandırır ve bu kurumlar aracılığı ile yürüyen değerler küreselleşmesini, emperyalizmin ve
sömürgeciliğin bir ürünü olarak görür.30
14.6. Küreselleşmeye Farklı Yaklaşımlar
Küreselleşme farklı toplumsal kesimler, sektörler, ülkeler ve farklı deneyimlere sahip bireyler
tarafından çok farklı değerlendirmelere, tavır alışlara, yandaş ya da karşıt yaklaşımlara konu
olabilmektedir. Küreselleşme gibi kazanan ve kaybedenler yaratan bir süreç karşısında, bu
farklı tavır alışları olağan karşılamak gerekir. Meksika, Küba ya da Avustralya yerlileri “küresel
keşf”in yararları ve maliyetleri konusunda negatif düşünceler taşıyabilirler belki, ama Marco
Polo, Magellan, Colombus, Captan Cousteau’nun izleyicileri Avrupalı işadamları için bu
gelişmeler son derece ‘kahramanca’ ve ‘asil’dir. Yine Bill Gates ya da Rupert Murdoch’un
deneyimleri ile Meksika, Çin ya da benzeri ülkelerdeki serbest ticaret bölgelerinde çok düşük
ücretlerle çalışan kadın ve çocukların küreselleşmeye ilişkin değerlendirmeleri aynı
olmayacaktır.
Küreselleşmeye karşı tavır alışlar ya da farklı küreselleşme yaklaşımlarını özetle aşağıdaki gibi
sınıflandırmak mümkündür:
29 Boris Kagarlitsky, The Twilight of Globalization: Property, State and Capitalism, Londra: Pluto Press, 2000,
s. 97.
30 Süleyman Nyang, “Globalleşmenin Kavramsallaştırılması”, Globalleşme Bir Aldatmaca mı?, çev. Havva
Karakuş-Keleş, İstanbul: İnkılab Yay., 2002, s. 14-15.
410
14.6.1. Aşırı Küreselleşmeciler (Kenichi Ohmae, William Greider, Howard V. Perlmutter)
Aşırı küreselleşmecilere göre küreselleşme, insanlık tarihinin geleneksel ulus-devletin doğasını
kaybettiği ve hatta “küresel ekonomi” içerisinde işlevini yitirdiği yeni bir çağıdır. Küreselleşme
ulus-ötesi üretim, ticaret ve finans ağı yoluyla ekonomilerin ulusallığını bozmaktadır. ‘Sınırsız’
bir ekonomi içerisinde ulusal hükümetlerin konumu, küresel ve güçlü yerel kuruluşlar
arasındaki işlemlerin havalesinden öte bir şey değildir.
Aşırı küreselleşmecilerin kendi aralarında da önemli görüş ayrılıkları vardır: Neo-liberaller
bireysel otonomilerin ve piyasa ilkelerinin devlet gücüne üstünlüğünü memnunlukla
karşılarken, radikaller ya da neo-Marksistler için çağdaş küreselleşme baskıcı küresel
kapitalizmin zaferidir. Aralarındaki ideolojik farklılıklara rağmen, küreselleşmeden her iki grup
da temel olarak ekonomik küreselleşmeyi anlarlar. Onlara göre bugün artan bütüncül küresel
ekonomi ile karşı karşıyayız ve küresel sermayenin gereksinimleri bütün hükümetler üzerinde
neo-liberal bir ekonomik disiplin empoze etmektedir.
Geleneksel güney-kuzey ayırımının anlamını yitireceğini düşünen aşırı küreselleşmeciler,
küresel ekonominin kazananlar ve kaybedenler yaratacağını savunurlar. Bununla birlikte,
küresel ekonomi yarışan taraflar için sıfır toplamlı bir oyun olmak zorunda değildir. Öte yandan
aşırı küreselleşmeciler içerisindeki neo-liberaller için küreselleşme bir “küresel uygarlık” iken,
radikaller için bir “piyasa uygarlığı”dır.
14.6.2. Küreselleşme Karşıtları
Küreselleşme karşıtlarına göre 19. yüzyıldaki ticaretin, yatırımın ve emek gücünün dünya
yüzeyindeki akışkanlığı daha fazladır. Bu anlamda bugün yaşanan bütünleşmiş bir dünya
ekonomisi değil, olsa olsa ağırlıklı olarak ülke ekonomilerinden oluşan bir uluslar-
arasılaşmadır. Pek çok düşünür için eğer hali hazırdaki ekonomik gelişmeler bir şeyler
gösteriyorsa bu, dünya ekonomisinin Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya-Pasifik olarak
bölgeselleşmesi ve birer finans ve ticaret blokları haline gelmeleridir. Bu nedenle klasik altın
standardı ile kıyaslanırsa dünya ekonomisi daha az entegre olmuştur. Böyle düşündükleri için
de, daha geniş bir yüzeyi kapsayan bir karşılıklı ekonomik bağımlılık süreci tanımlamalarını
‘mit’ olarak görürler. Ekonominin küreselleştiğini değil, uluslar-arasılaştığını savundukları için
ulusal hükümetlerin işlevlerinin azaldığı görüşünü reddederler. Artan uluslararası ekonomik
ilişkilerde doğal olarak hükümetlerin düzenleyici işlevleri ve rolleri de artmıştır.
411
Küreselleşme karşıtlarına göre, artan ekonomik ilişkiler daha eşitsiz ve hiyerarşik bir dünya
ekonomisi yaratmıştır. Böylesi bir eşitsizlik aşırı küreselleşmecilerin öne sürdüğü gibi bir
“küresel uygarlığı” değil, fundemantalistleri ve saldırgan milliyetçilikleri desteklemektedir. Bu
anlamda dünya Huntington’un işaret ettiği bir kültürel bloklaşmaya ve ayrışmış kültürel ve
etnik yerleşim bölgelerine doğru gitmektedir.
14.6.3. Dönüşümcüler (Anthony Giddens, Manuel Castells, Jan Aart Scholte)
Giddens, Castells, Scholte gibi düşünürler 21. yüzyılın şafağındaki toplumsal, siyasal ve
ekonomik değişimlerin arkasındaki temel itici gücün küreselleşme olduğunu düşünürler. Bu
bağlamda küreselleşme toplumları, ekonomileri ve kurumları sarsan temel bir dönüştürücü
güçtür.
Bununla birlikte dönüşümcüler için bu değişimin yönü, küreselleşmeyi çelişik bir süreç olarak
görmeleri nedeniyle belirsizdir. Aşırı küreselleşmeciler ve küreselleşme karşıtlarının aksine
dönüşümcüler geleceğe ilişkin bir küreselleşme perspektifi sunmazlar. Küreselleşmeye
“küresel uygarlık” ya da “küresel piyasa” bağlamında değil; dönemsel faktörlerin
şekillendirdiği, uzun dönemli çelişik bir süreç olarak bakarlar. Dönüşümcüler aşırı
küreselleşmecilerin aksine, tek bir dünya toplumu değil, bazı devletlerin, toplumların,
toplulukların gittikçe daha fazla birbirine benzediği, bununla birlikte başka bazılarının gittikçe
marjinalleştiği yeni bir küresel tabakalaşma biçimi olarak görürler.
Küreselleşmenin ulusal hükümetlerin otoritelerini ve gücünü yeniden yapılandırdığı ya da
dönüştürdüğü tartışmasında dönüşümcüler hem aşırı küreselleşmecilerin “ulus-devletin sonu”
yaklaşımını hem de küreselleşme karşıtlarının “hiçbir şey fazlaca değişmedi” yaklaşımlarını
reddederler. Onlara göre “yeni egemen rejim” geleneksel mutlak, bölünmez, coğrafi olarak
paylaşılmayan ve sıfır toplamlı kamu gücünün yerini almaktadır. Onlara göre egemenlik bugün
daha az coğrafi sınırlarla tanımlanmış ve daha çok karmaşık ulus-ötesi ağlarla
biçimlendirilmiştir.
14.7. Sonuç: Değişen ve Yeni Olan Ne?
Küreselleşme ile gelen yeni durumların, süreçlerin neler olduğuna yönelik tartışmalar
küreselleşmenin modernite ya da post-modernite ile ilişkilendirilmesine göre değişmektedir.
Bu kabule göre, küreselleşmenin etkileri ve beklentiler farklılaşmaktadır. Küreselleşme eğer
412
modernitenin bir uzantısı olarak görülürse, getireceği olası etkiler de modernliğin sonuçlarından
çok farklı olmayacaktır. Ama küreselleşme, moderniteden her yönüyle tarihsel bir kopuş
içermesi anlamında post-modern bir söylem içerisinde değerlendirilirse, beklentiler de buna
bağlı olarak değişecektir. Anthony Giddens’a göre küreselleşme modernitenin öngördüğü
ekonomik, politik ve kültürel beklentilerin dünya çapında yaygınlaşmasından başka bir şey
değildir. Giddens’a göre küreselleşme bu nedenle “geç modernlik” içerisinde
değerlendirilmelidir.31
Modernite, Giddens’ın izinden giderek, “17. yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları
neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimleri” şeklinde
tanımlanırsa,32 küreselleşme —geleneksellikten modernliğe geçişte olduğu gibi— tarihsel bir
kopuş değil; modernliğin devamı olarak görülmelidir. Post-modernite bağlamında
düşünülecekse, modernliğin devamı olan bir post-modernite yaklaşımı içerisinde de
değerlendirilebilir. Burada önemli olan kavramsal adlandırma değil, kuramsal içeriktir.
Bu bağlamda tartışan birçok teorisyenin de belirttiği gibi, pek çok boyutu ile küreselleşme yeni
bir süreç değildir. Küreselleşmenin temel itici güçleri de —ekonomik, teknolojik ve ideolojik
faktörler— tarihte sadece 20. yüzyılın ikinci yarısında gözlemlenebilen olgular değildir. Fakat
bu temel itici güçlerin ve bu güçlerle ivme kazanan sürecin hızı ve kapsamının yeni olduğu
söylenebilir. Tarihin daha önceki dönemlerinde, bu kadar kısa sürede; böylesine hızlı, derin ve
geniş bir alanı kapsayan bir zaman-mekan sıkışmasına rastlandığını söyleyebilmek zordur.
Bununla birlikte küreselleşmenin, daha önceki dönemlerdeki değişimlerden farklı olarak çok
daha hızlı ve geniş bir alanda gözlemlenebiliyor olması, mekanik, fiziksel ya da teknik anlamda
bir yenilik gibi duruyor.
Buna karşılık, küreselleşme, önceki dönemlerden farklı olarak özellikle kültürel alanda bir
değişim, dönüşüm yaratmış ve yaratmaya da devam edecekmiş gibi görünüyor.
31 Surhan Çam ve Nadir Sugur, “Anthony Giddens ile Söyleşi”, Mürekkep, 1995, s. 3-4.
32 Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1992, s. 11.
413
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Bu bölümde temel olarak ‘küreselleşme’ kavramı değerlendirilmeye çalışıldı. Küreselleşme
kavramının ortaya çıkışı ve anlamı, öncelikle, verilmeye çalışıldı. Küreselleşme konusundaki
farklı yaklaşımlar ve tanımlama çabaları, birbirleriyle etkileşimleri de dikkate alınarak sunuldu.
Küreselleşmenin dünya ölçeğinde yaptığı etki, sosyal, ekonomik, askerî ve siyasal boyutlarıyla
değerlendirildi. Ayrıca, küreselleşme süreçlerine ilişkin lehte ya da aleyhte değerlendirmeler ve
tartışmalar aktarılarak irdelendi.
414
Bölüm Soruları
1. Kullanmış olduğunuz cep telefonu, bilgisayar ya da otomobilin nerede üretildiğini,
hangi küresel süreçlerden geçerek size ulaştığını tespit edin.
2. ‘Küresel Köy’ nitelemesi size ne ifade ediyor? Tartışınız.
3. Ulusal yönetimler, ulus-aşırı şirketlerin etkinliklerini kontrol etmek için ne tür
girişimlerde bulunabilirler? Böyle bir girişimde bulunmaları sizce mümkün müdür?
4. Ulusal yönetimlerin, ulus-aşırı şirketlerin faaliyetlerini kontrol etmeye yönelik
girişimlerde bulunmalarını onaylar mısınız? Neden?
5. Sizce, aşırı küreselleşmeciler, küreselleşme karşıtları ve dönüşümcülerin hangisi
küreselleşme konusu daha makul bir düzeyde ele almaktadır? Gerekçelerinizi sunarak
tartışınız.
6. Bilgisayar teknolojilerindeki ve internette yaşanan gelişimleri nasıl
değerlendiriyorsunuz? Avantajlarını ve dezavantajlarını göz önünde bulundurarak
tartışınız.
7. “Almanların ceketlerine (Alm. Jacke), şapkalarına (Alm. Mütze) ya da hırkalarına (Alm.
Joppe) uzandıkları zaman bunların adlarının Arapçadan alıntı olduklarını
düşündüklerini hiç zannetmiyorum. Aynı şekilde, her türlü banka ve ticaret işlemlerinde
doğrudan Arapça konuştuklarını ve kullandıkları ‘rakam’ sözcüğünün (Alm. Ziffern) bir
zamanlar sıfır (Null) anlamına geldiğini bildiklerini de sanmıyorum. (...) Hiç, televizyon
bağlantılarının (Alm. Kabel) da Arapçaya dayandığına inanır mıydınız?
(...) Kafeler daha sonra insanların kahve içmek bir yana keyif (Almanca. Kef; Arapça.
Keif) sürmek için gittikleri bir yer olmaya başladı. Buralarda Tarock (Ar. tarh’tan
[türemiştir]; çekme, çekiş [bir tür iskambil oyunu]) oynanırdı. Sırayla kağıt çekmeye ve
biriktirmeye dayanan bir oyundur bu. Almancada, Arapça ‘keif’ sözcüğünden ayrıca
kurutulmuş kenevir ve haşhaş yapraklarından yapılan bir uyuşturucu karışımı olan Kif
türemiştir. Haşhaş (Alm. Haschisch, Ar. haşiş) tüttürmek bazı dervişlik kurumlmarında
erenliğe ulaşmak için yapılması gerekenler arasında bulunmaktaydı. Oldukça kötü bir
nam salmış olan Haşşaşin mezhebi Arapçada ‘haşhaş içen’ anlamına gelen haşşaşin
sözcüğünden (mezheptekiler çok haşhaş içtiğinden dolayı) almıştır. Haşşaşinler (Alm.
Assasinen), özellikle haçlı seferleri sırasında körü körüne saldırganlıklarıyla
ünlenmişlerdi. Önlerine geleni göz kırpmadan öldürdüklrinden, bu mezhebin adı
415
Avrupa dillerinde kısa sürede ‘katil’ anlamına da gelmeye başladı (Fr. Assasin, İt.
Assasino; İsp. Asesino).
Kahvehanelerin aynı zamanda bir şans oyunları merkezi olması bir ‘tesadüf’ değildi. Bu
tesadüf başka bir dil olgusunun gerçekleşmesine neden olmuş. Arapçadaki az-zahr
(oyun zarı) Fransızcaya hasard (rastlantı, iyi zar) olarak geçmiş; sözcük ‘rastlantıyla
gelen iyi zar’ anlamıyla yeni bir oyun çeşidini, yani kumarı ortaya çıkarmıştı. Böylece
hasard diğer dillere de geçti. Almancada Hasar (kumar) oynayanlara bugün Hasardeur
denmekte. Kumarcılar arasında zaman zaman ciddi bir biçimde satranç oynayanlar da
bulunurdu arada bir. Satranç oyuncularından biri diğerini ‘şah-mat’ ederken aslında
Arapça konuştuğunun farkında değildir. Satranç, Doğu kökenli bir oyun olduğundan,
kendi terimlerini de beraberinde taşımıştır. (...) ‘Şah’ sözcüğü Arap ve Fars dillerinde
kral anlamına gelmekte. ‘Mat’ ise sadece ‘öldü’ demektir. (...) Satranç oyununun
Arapça karşılığı olan es-satranc Sanskrit[çe]den gelme bir sözcüktür. (...) Avrupa,
satranç oyununu Endülüs üzerinden ve haçlı seferleri sırasında Araplardan öğrenmiştir.
Oyunun İspanyolca adı ajedrez Arapça kökenliyken, Almanca (Schach), İtalyanca
(Scacco) ve Fransızca (echec) adı da Farsçadan, şah sözcüğünden gelmektedir.”
(Kaynak: Erdmute Heller, Arabeskler ve Tılsımlar: Batı Kültüründe Doğu’nun Tarihi
ve Öyküleri, çev. Deniz Kırımsoy Kucur, Ankara: İmge Kitabevi, 2000, s. 10 ve 171-
173.)
Yukarıda anlatılan hikayeyi, küreselleşme tartışmaları ve özellikle de ‘küreselleşmenin
yeni bir şey olmadığını’ iddia eden görüş açısından değerlendiriniz.
416
KAYNAKÇA
“21. Yüzyılda Türkiye’deki Dernekleşmeye İstatistikî Bakış”, http://www.siviltoplumakademisi.org.tr
“İktidar ve Otorite Üzerine Yüzeysel İnceleme”, https://fildisikule.wordpress.com/2011/04/19/iktidar-
ve-otorite-uzerine-fildisi-kule/ [Erişim tarihi: Ocak 2015].
A. G. Baran (ed.), Yaşlı ve Aile İlişkileri Araştırması: Ankara Örneği, Ankara: Aile ve Sosyal
Araştırmalar Gn. Md., 2012.
A. Konak ve Çiğdem, “Yaşlılık Olgusu: Sivas Huzurevi Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2005, c. 29, sy. 1, s. 23–63.
Aaron Cicourel, Deviance, Reality and Society, Rinehart ve Winston, 1976.
Abdullah Korkmaz ve Bekir Kocadaş, Toplumsal Sapma: Sapmanın Teorik Temelleri, İstanbul: Doğu
Kütüphanesi, 2015.
Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun ve Ümit Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilim
ve Sanat Yay., 2003.
Adem Öğüt ve Yunus Emre Öztürk, “Yönetimin Bilimleşme (Scientization) Sürecine Katkıları
Açısından Chester Irving Barnard ve Herbert Alexander Simon: Betimleyici ve İlişkilendirici Bir
Çaba”, Selçuk Üniversitesi İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2007, c. 7, sy. 14, s.
29-46.
Adnan Koşum, “İslam Hukukunda ‘Siyaset-i Şer’iyye’ Kavramı”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 2003, c.
16, sy. 3, s. 350-358.
Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, 2. Baskı, İstanbul: Paradigma Yay., 2000.
Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İstanbul: İletişim Yay. 2009.
Ahmet Yayla, “Kant’ın Ahlak Eğitimi Anlayışı”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2005, c. 38,
sy. 1, s. 73-86.
Akın Konak ve Yasemin Çiğdem, “Yaşlılık Olgusu: Sivas Huzurevi Örneği”, Cumhuriyet Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2005, c. 29, sy. 1, s. 23–63.
Akin L. Mabogunje, “Systems Approach to a Theory of Rural Urban Migration”, Geographic Analysis,
1970, sy. 2, s. 1-18.
Alain Tourane, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.
Alev Erkilet, “Sınıf-altı: Kuramsal Tartışmalar ve İstabul Tarihi Yarımada’ya Uygulanma İmkanları”,
Öneri Dergisi, 2011, c. 9, sy. 36, s. 137-146.
Alev Erkilet, Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları: Sorokin, Parsons, Dahrendorf, Merton, Ankara:
Hece Yay., 2007.
Alexander Sutherland Neill, Bir Eğitim Mucizesi (Summerhill), çev. Güler Dikmen Nalbantoğlu,
İstanbul: Hür Yay. ve Tic., 1978.
Alfred L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, Culture: A Critical Review of Concepts and Definitions, 1925.
Ali Coşkun (ed.), Mesih’i Beklerken: Mesihçi ve Millenarist Hareketler, İstanbul: Rağbet Yay., 2003.
Ali Köse (ed.), Sekülerizm Sorgulanıyor: 21. Yüzyılda Dinin Geleceği içinde. İstanbul: Ufuk Kitapları,
2002.
417
Ali Köse, “Modernleşme-Sekülerleşme ilişkisi Üzerine Yeni Paradigmalar”, Liberal Düşünce, Güz
2001, sy. 24, s. 150-165.
Ali Köse, “Sekülerleşme Teorileri Bağlamında Türkiye’de Din ve Modernleşme”, Galatasaray
Üniversitesi ve Uluslararası Fransızca Konuşan Sosyologlar Derneği [AISLF] tarafından 12-14
Mayıs 2005 tarihinde düzenlenen Uluslararası Sosyoloji Kongresi’ne sunulan tebliğ.
Ali Köse, Milenyum Tarikatları: Batı’da Yeni Dinî Akımlar, İstanbul: Truva Yayınları, 2006.
Ali Rıza Balaman, Evlilik-Akrabalık Türleri: Sosyal Antropolojik Yaklaşımlar, İzmir: Karınca
Matbaacılık, 1982.
Alim Arlı, “Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Şehirleşme ve Gecekondu Araştırmaları”, Türkiye
Araştırmaları Literatür Dergisi, Türk Şehir Tarihi Özel Sayısı, 2006, c. III, sy. 6, s. 283-352.
Alim Arlı, “Şehir Sosyolojisi”, Köksal Alver (ed.), Kent Sosyolojisi, Ankara: Hece Yay., 2012, s. 107-
149.
Altan Eserpek, Sosyoloji, Ankara: AÜ DTCF Yay., 1981.
Andrea Gabor ve Joseph T. Mahoney, “Chester Barnard and the Systems to Nurturing Organizations”,
http://www.business.illinois.edu/Working-Papers/papers/10-0102.pdf [erişim tarihi: 8 Ocak
2018].
Andrew Edger ve Peter Sedgwick (ed.), Kültürel Kuramda Anahtar Kavramlar Sözlüğü, çev. Mesut
Karaşahan, İstanbul: Açılım Kitap, 2007.
Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, çev. Hızır Murat Köse, İstanbul: Küre Yay., 2011.
Andrew Heywood, Siyaset, 16. Baskı, Ankara: Adres Yay., 2015.
Anne Snow, Sarah A. Soul ve Hanspeter Kriesi, The Blackwell Companion to Social Movements,
Blackwell Publishing, 2004.
Anthony D. Smith, Toplumsal Değişme Anlayışı: İşlevselci Toplumsal Değişme Kuramının Bir
Eleştirisi, çev. Ülgen Oskay, İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1988 [Anthony D.
Smith, Toplumsal Değişme Anlayışı, çev. Ülgen Oskay, Ankara: Gündoğan Yay., 1996].
Anthony Giddens (ed.), Sosyoloji: Başlangıç Okumaları, İstanbul: Say Yay., 2009.
Anthony Giddens ve Will Hutton (eds.), Global Capitalism, New York: The New Press, 2000.
Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya: Küreselleşme Hayatımızı Nasıl Yeniden
Şekillendiriyor?, çev. Osman Akınhay, İstanbul: Alfa Basın Yay. Dağ., 2000.
Anthony Giddens, İleri Toplumların Sınıf Yapısı, çev. Ömer Baldık, İstanbul: Birey Yay., 1999.
Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1992.
Anthony Giddens, Sosyoloji, çev. Hüseyin Özel vd., Cemal Güzel (yay. haz.), İstanbul: Kırmızı Yay.,
2008.
Anthony Giddens, Sosyoloji, Hüseyin Özel ve Cemal Güzel (yay. haz.), Ankara: Ayraç Yayınevi, 2000.
Anthony Giddens, Sosyoloji: Eleştirel Bir Yaklaşım, çev. M. R. Esengün ve İ. Öğretir, 5. Baskı, İstanbul:
Birey Yay., 1998.
Arif Dirlik, “Pasifik Perspektifinde Toplumsal Hareketler: Çağdaş Radikal Siyasetin Soyağacı Üzerine
Düşünceler”, Yalçın Çetinkaya (ed.), Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim, İstanbul:
İletişim Yay., 2008, s. 65-84.
418
Aristide R. Zolberg, “The Next Waves: Migration Theory for a Changing World”, International
Migration Review, Kış 1989, c. XXIII, sy. 3.
Asaf Hüseyin, Batının İslâm’la Kavgası, Mesut Karaşahan (çev.), 2. Basım, İstanbul: Pınar Yayınları,
2006.
Ayhan Kaya (yay. haz.), Türkiye’de İç Göçler: Bütünleşme mi, Geri Dönüş mü? – İstanbul, Diyarbakır,
Mersin, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2009.
Aylin Görgün Baran (ed.), Yaşlı ve Aile İlişkileri Araştırması: Ankara Örneği, Ankara: Aile ve Sosyal
Araştırmalar Gn. Md., 2012.
Aytekin Geleri (ed.), Suç Sosyolojisi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2013.
Bahattin Akşit ve Belma Akşit, "Community Participation in Primary Health Care: An Anthropological
Action Research in a Squatter-Housing District of Antalya", A UNICEF Turkey publication RS-
6U, Ankara, Mart 1994.
Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İstanbul: İÜEF Yay., 1981.
Bayram Sevinç, “Türkiye Bağlamında Dinlerarası İlişkiler ve Süreç Yapıları”, İstanbul: Marmara
Üniversitesi SBE Doktora Tezi, 2009.
Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Dili, çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Cep Kitapları A.Ş., 1993.
BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, UNICEF Türkiye, 2004.
Boris Kagarlitsky, The Twilight of Globalization: Property, State and Capitalism, Londra: Pluto Press,
2000.
Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, 4. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2017.
Bryan R. Wilson ve Jamie Cresswell (Ed.), New Religious Movements: Challenge and Response içinde,
London: Routledge, 1999.
Bryan R. Wilson, Religion in Sociological Perspective, Oxford: Oxford University Press, 1989.
Bryan S. Turner, Din ve Modern Toplum: Yurttaşlık, Sekülerleşme ve Devlet, Arzu Tüfekçi (çev. ve ed.),
İstanbul (Bursa): Sentez Yay., 2017.
Bryan S. Turner, “Din ve Çağdaş Sosyal Teoriler”, çev. Osman Ülker, Kilis 7 Aralık Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2014/2, c. 1, sy. 1, s. 231-255.
C. Akçay, Yaşlılık: Kavramlar ve Kuramlar, 2. Baskı, İstanbul: Kriter Yay., 2011.
Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, İstanbul: Metis Yay., 2005.
Carlton Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yay., 2011.
Cem Özatalay, İktisat Sosyolojisi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi AUZEF, 2015.
Cemal Yalçın, Göç Sosyolojisi, Ankara: Anı Yay., 2004.
Cesare Lombroso, Suç İşlemenin Biyolojik ve Sosyal Sebepleri, çev. Sadi Irmak, İstanbul: Aydın Güler
Kitabevi, 1963.
Charles Tilly, Toplumsal Hareketler, İstanbul: Babil Yayınları, 2008.
Chester I. Barnard, Organization and Management: Selected Papers, Cambridge, MA.: 1948.
Christian Knudsen ve Haridimos Tsoukas (eds.), The Oxford Handbook of Organization Theory: Meta-
Theoratical Perspectives, New York: Oxford University Press, 2003.
419
Clifford Geertz, “Kültürel Bir Sistem Olarak Din”, çev. Yasin Aktay, Yasin Aktay ve M. Emin Köktaş
(eds.), Din Sosyolojisi, 3. Baskı, Ankara: Vadi Yay., 2007, s. 175-187.
D. Thorns, Kentlerin Dönüşümü, çev. E. Nal ve H. Nal, İstanbul: Soyak, 2004.
Daniel A. Wren, Arthur G. Bedelan ve John D. Breeze, “The Foundations of Henri Fayol’s
Adminstrative Theory”, Management Decision, 2002, c. 40, sy. 9, s. 906-918.
Darren E. Sherkat ve Christopher G. Ellison, “Recent Developments and Current Controversies in
Sociology of Religion”, Annual Review of Sociology, Ağustos 1999, sy. 25, s. 363-394.
David Harvey, Henry A. Giroux, Michael Apple, Paulo Freire, Peter McLaren, Eleştirel Pedagoji
Söyleşileri, çev. Eylem Çağdaş Babaoğlu, İstanbul: Kalkedon, 2009.
David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları, 2003.
David Held, Anthony McGrew, David Goldblatt ve Jonathan Perraton, Global Transformations,
Politics, Economics and Culture, Stanford: Stanford University Press, 1999.
Derek Layder, Sosyal Teoriye Giriş, çev. Ümit Tatlıcan, 2. Baskı, İstanbul: Küre Yay., 2010.
Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye’de Yaşlıların Durumu ve Yaşlanma Ulusal Eylemi, Ankara: DPT,
2007.
Doğan Özlem, Felsefe ve Doğa Bilimleri, 2. Baskı, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1996.
Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, 2. Baskı, Ankara: Doğu Batı Yay., 2008.
Doğan Özlem, Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji, İstanbul: Notos Kitap Yay., 2017.
E. G. Ravenstein, “The Laws of Migration”, Journal of the Statistical Society of London, Haziran 1885,
c. 48, sy. 2, . 2, s. 167-235.
E. G. Ravenstein, “The Laws of Migration”, Journal of the Royal Statistical Society, 1889, c. 52, sy. 2,
s. 241-305.
E. Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar: İşlevselci Paradigma ve Çatışmacı
Paradigma”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1990, c. XXIII, sy. 2, s. 557-571.
E. Mine Tan, Kadın: Ekonomik Yaşamı ve Eğitimi, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1979.
E. Mine Tan, Toplumbilime Giriş: Temel Kavramlar, Ankara: A. Ü. Eğitim Fak. Yay., No. 97, Sevinç
Matbaası, 1981.
Ebu’l Alâ el-Mevdudî, Kur’an’a Göre Dört Terim, çev. Osman Cilacı ve İsmail Kaya, İstanbul: Düşünce
Yay., 1981.
Efe Baştürk, “Modern Egemenliğin ‘Nomos’u Olarak İstisna Hali”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi,
2013 Bahar, sy. 15, s. 71-83.
Eileen Barker, “New Religious Movements, Their Incidence and Significance”, Bryan R. Wilson ve
Jamie Cresswell (ed.), New Religious Movements: Challenge and Response, Londra: Routledge,
1999.
Elif Topal Demiroğlu, “Yeni Toplumsal Hareketler: Bir Literatür Taraması”, Marmara Üniversitesi
Siyasal Bilimler Dergisi, Mart 2014, c. 2, sy. 1, s. 133-144.
Elton Mayo, The Human Problems of an Industrial Civilization, New York: The Macmillan Company,
1933.
Elton Mayo, The Social Problems of an Industrial Civilization, Boston: Division of Research, Graduate
School of Business Administration, Harvard University, 1945.
420
Emile Durkheim, Dinî Hayatın İlk Şekilleri, çev. İzzet Er, Ankara: TDV, 2009.
Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, çev. Fuat Aydın, Ankara: Eskiyeni Yay., 2011 (Emile
Durkheim, Dini Hayatın İlksel Biçimleri, çev. Fuat Aydın, İstanbul: Ataç Yay., 2005).
Emile Durkheim, Toplumbilimin Yöntem Kuralları, çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Cem Yay., 2013.
Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Cem Yay., 2006.
Emile Durkheim, Terbiye ve Sosyoloji, çev. İ. Memduh Seydol, İstanbul: Sinan Matbaası ve Neşriyat
Evi, 1950.
Emile Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, Karel E. Fields (trans. and introduction by),
New York: The Free Press, 1995.
Enver Özkalp, “Örgütsel Davranışa Giriş ve Yöntem”, Çiğdem Kırel ve Ozan Ağlargöz (eds.), Örgütsel
Davranış, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2013, s. 2-26.
Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, 6. Baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, Eğitim, Sağlık ve Bilimsel
Araştırma Çalışmaları Vakfı Yay., 1993 (Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Yay., 2001).
Erdmute Heller, Arabeskler ve Tılsımlar: Batı Kültüründe Doğu’nun Tarihi ve Öyküleri, çev. Deniz
Kırımsoy Kucur, Ankara: İmge Kitabevi, 2000.
Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, İstanbul:
Everest Yayınları, 2006.
Eric J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, çev. Abdullah Ersoy, Ankara: Dost Kitabevi, 2013.
Erich Goode, “The Sociology of Deviance: An Introduction”, Erich Goode (ed.), The Handbook of
Deviance, Wiley Blackwell, 2015.
Ernst Cassirer, Kültür Bilimlerinin Mantığı Üzerine, çev. Milay Köktürk, 2. Baskı, Ankara: Hece Yay.,
2017.
Erol Tüter, “Kriminoloji nedir?”, www.kriminoloji.com [erişim tarihi: 25 Ocak 2018].
Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Çaksu, İstanbul: İz Yay., 1996.
Everett Lee, “A Theory of Migration”, Demography, 1966. c. III, sy. 1.
Eylem Özdemir, “Kentin Tanımlanmasında Sosyolojik Yaklaşımlar”, Köksal Alver (ed.), Kent
Sosyolojisi, Ankara: Hece Yay., 2012, s. 151-177.
F. J. Roethlisberger, William Dickson ve Harold A. Wright, Management and Worker, Cambridge, MA.:
Harvard University Press, 1939 [yeni baskı: New York, NY: Routledge, 2003].
Farabi, Farabi’nin Üç Eseri (1. Mutluluğu Kazanma, 2. Eflatun’un Felsefesi, 3. Aristo’nun Felsefesi),
çev. H. Atay, Ankara: 1974.
Fatma Müge Göçek, Burjuvazinin Yükselişi İmparatorluğun Çöküşü: Osmanlı Batılılaşması ve
Toplumsal Değişme, çev. İ. Yıldız, Ankara: Ayraç Yayınları, 1999.
Fatma Öz, “Yaşamın Son Evresi: Yaşlılık Psiko-Sosyal Açıdan Gözden Geçirme”, Kriz, 2002, c. 10, sy.
2, s. 17–28.
Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi, 1996.
Feryal Saygılıgil (ed.), Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları, Ankara: Dipnot Yay., 2016.
421
Frederick W. Taylor, Bilimsel Yönetimin İlkeleri, çev. Bahadır Akın, 7. Baskı, Ankara: Adres Yay.,
2014.
Füsun Sokullu-Akıncı, Kriminoloji (Ders Notları), İstanbul: Beta Yayım, 1994.
Gareth Morgan, “Paradigms, Metaphors and Puzzle Solving in Organization Theory”, Administrative
Science Quarterly, 1980, s. 605-622.
Geoffrey K. Nelson, Cults, New Religions and Religious Creativity, London: Routledge&Kegan Paul,
1987.
George A. Lundberg, Clarence C. Schrang ve Otto N. Larsen, çev. Özer Ozankaya ve Ülker Gürkan,
Toplumbilim, 2 cilt, Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970.
George Carey, “Healthy Religion”, The 2001 International Conference- The Spiritual Supermarket:
Religious Pluralism in the 21st Century, (April 19-22 2001),
http://www.cesnur.org/2001/london2001/carey.htm
George J. Borjas, “Economic Theory and International Migration”, International Migration Review, Kış
1989, c. 23, sy. 3, Special Silver Anniversary Issue: International Migration an Assessment for
the 90's.
Gerald Delanty, Citizenship in a Global Age: Society, Culture, Politics, Buckingham/Philadelphia: Open
University Press, 2000.
Gibson Burrell ve Gareth Morgan, Sociological Paradigms and Organizational Analysis, Heinemann
Educational Books Inc., 1979.
Gilles Kepel, Tanrı’nın İntikamı: Din Dünyayı Yeniden Fethediyor, çev. Selma Kırmız, İstanbul:
İletişim Yayınları, 1992.
Giovanni Arrighi, Terence K. Hopkins ve Immanuel Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler, İstanbul:
Metis Yayınları, 2004.
Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay ve Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat
Yay., 1999.
Gordon V. Childe, Kendini Yaratan İnsan: İnsanın Çağlar Boyu Gelişimi, çev. Filiz Ofluoğlu, İstanbul:
Varlık Yay., 2010.
Gordon V. Childe, Tarihte Neler Oldu?, çev. Mete Tunçay ve Alâaddin Şenel, İstanbul: Kırmızı Yay.,
2014.
Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor,
çev. Şirin Tekeli, İstanbul: Metis Yay., 2002.
Guy Standing, Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf, çev. Ergin Bulut, İstanbul: İletişim Yay., 2015.
Günter Kehrer, “Din Sosyolojisi”, çev. M. Emin Köktaş, Yasin Aktay ve M. Emin Köktaş (eds.), Din
Sosyolojisi, 3. Baskı, Ankara: Vadi Yay., 2007, s. 21-118.
H. T. Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Ankara: İmge Kitabevi Yay., 2009.
Haldun Gülalp, “Sekülerleşme Kuramının Avrupa-Merkezciliği ve Demokrasi Sorunu”, Yakın Doğu
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan 2008, c. I, sy. 1, s. 115-136.
Halis Çetin, “İktidar ve Meşrûiyet”, Mümtaz’er Türköne (ed.), Siyaset, 5. Baskı, Ankara: Lotus Yay.,
2006, s. 35-69.
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, çev. Turgut Kalpsüz, Ankara: AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., 1964.
422
Hans Freyer, Sanayi Çağı, çev. Bedia Akarsu ve Hüseyin Batuhan, Ankara: Doğu-Batı Yay., 2014.
Harun Han Şirvanî’nin İslâmda Siyasî Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, çev. Kemal Kuşçu,
İstanbul, 1995.
Hasan Ünder, “Platon’un Devletinde Eğitim ve İnsan Doğası”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi,
1993, c. 26, sy. 1, s. 185-201.
Hatice Kurtuluş (ed.), İstanbul’da Kentsel Ayrışma: Mekansal Dönüşümde Farklı Boyutlar, İstanbul:
Bağlam Yay., 2005.
Henri Fayol, Genel ve Endüstriyel Yönetim: Planlama-Örgütleme-Kumanda-Koordinasyon-Kontrol,
çev. M. Asım Çalıkoğlu, 4. Baskı, Ankara: Adres Yay., 2013.
Herbert Heaton, Avrupa İktisat Tarihi: İlkçağdan Sanayi Devrimine, çev. Mehmet Ali Kılıçbay ve
Osman Aydoğuş, Paragraf Yay., 2005.
Herbert Marcuse, Karşı-Devrim ve Başkaldırı, çev. Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ara Yay., 1991.
Hıdır Önür, Toplumsal Eşitsizlik ve Eğitim, İstanbul: Eğitim Yay., 2013.
Hızır Murat Köse, “Siyaset”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Araştırmaları Merkezi, 2009, c. 37, s. 294-297.
Hikmet Yıldırım Celkan, Ziya Gökalp’in Eğitim Sosyolojisi, İstanbul: MEB Yay., 1989.
Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul: MEB Yay., 1969.
Howard S. Becker, Hariciler (Outsiders): Bir Sapkınlık Sosyolojisi Çalışması, çev. Şerife Geniş ve
Levent Ünsaldı, Ankara: Heretik Yay., 2013.
http://www.marxists.org/history/etol/newspape/isr/vol25/no03/adhoc.html [Erişim Tarihi: 1 Şubat
2013] (International Socialist Review, Yaz 1964, c. XXIV, sy. 3, s. 85-89).
Hüseyin Bal, Suç Sosyolojisi, 2. Baskı, İstanbul: Sentez Yay. (Bursa), 2016.
Ian Thompson, Odaktaki Sosyoloji: Din Sosyolojisine Giriş, çev. Bekir Zakir Çoban, İstanbul: Birey
Yayınları, 2004.
Ian Taylor, Paul Walton ve Jock Young, The New Criminology: For a Social Theory of Deviance,
Londra ve New York: Routledge, 1973.
Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Yirmibirinci Yüzyılın Sosyal Bilimi, çev. Tuncay
Birkan, İstanbul: Metis Yay., 2000.
International Organization for Migration, World Migration Report 2010 The Future of Migration:
Building Capacities for Change, Cenevre, Uluslararası Göç Örgütü, 2010.
Ira Katznelson, “İşçi Sınıfı Oluşumu: Vakaları ve Karşılaştırmaları Kurgulamak”, Ira Katznelson ve
Aristide R. Zolberg (eds.), İşçi Sınıfının Oluşumu, Ankara: Tan Yay., 2008, s. 13-52.
Ivan Illich, Okulsuz Toplum, çev. Mehmet Özay, İstanbul: Şule Yay., 2005.
İbn Haldun, Mukaddime, Süleyman Uludağ (haz.), İstanbul: Dergah yayınları, 1982, 2 cilt.
İbrahim Yasa, Ankara’da Gecekondu Aileleri, Ankara: SBF Yay., 1962.
İbrahim Yasa, Yurda Dönen İşçiler ve Toplumsal Değişme, Ankara: TODAİE Yay., 1979.
İdris Güçlü ve Halil Akbaş, Suç Sosyolojisi, Ankara-İstanbul: Seçkin Yay., 2016.
İlhan Tekeli ve Leila Erder, Yerleşme Yapısının Uyum Süreci Olarak İç Göçler, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Yay., 1978.
423
İsa Kuyucuoğlu, Batı’da Din Sosyolojisi: Teori ve Yöntem Analizleri, İstanbul: EskiYeni, 2008.
İsmail Tufan, Modernleşen Türkiye’de Yaşlılık ve Yaşlanmak: Yaşlanmanın Sosyolojisi, İstanbul:
Anahtar Kitaplar, 2002.
James F. Hollifield, “The Politics of International Migration”, Migration Theory: Talking Across
Disciplines, Caroline B. Brettell ve James F. Hollifield (eds.), New York: Routledge, 2000.
James Frazer, Altın Dal: Din ve Folklörün Kökeni, çev. Mehmet H. Doğan, 2 cilt, İstanbul: Payel Yay.,
1991-1992.
Jane Jenson ve Boaventura de Sausa Santos (eds.), Globalizing Institutions, Case Studies in Regulation
and Innovation, Burlington ve Sydney: Ashgate Publishing Ltd., 2000.
Janet Abu-Lughod, “Küreselleşme Üzerine Tartışmalarda Gevezeliğin Ötesine Geçmek”, Anthony D.
King (der.), Kültür, Küreselleşme ve Dünya-Sistemi, çev. Gülcan Seçkin ve Ümit Hüsrev Yolsal,
Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1998.
Jean-François Perouse, İstanbul’la Yüzleşme Denemeleri: Çeperler, Hareketlilik ve Kentsel Bellek,
İstanbul: İletişim Yay., 2011.
Jean-Paul Willaime, Dinler Sosyolojisi, çev. Ramazan Adıbelli, İstanbul: Pinhan Yay., 2017.
Jeremy Rifkin, Üçüncü Sanayi Devrimi: Yanal güç, enerjiyi, ekonomiyi ve dünyayı nasıl dönüştürüyor?,
çev. Pelin Sıral ve Murat Başekim, İstanbul: İletişim Yay., 2014.
Joachim Wach, Din Sosyolojisi, çev. Ünver Günay, Kayseri: Erciyes Üniversitesi, 1990.
Joel Spring, Özgür Eğitim, çev. Ayşen Ekmekçi, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1991.
Johan Huizinga, Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme, çev. Mehmet Ali
Kılıçbay, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1995.
John A. Coleman, “Seküler: Sosyolojik Bir Bakış”, çev. Ömer Faruk Darende, M. Ali Kirman ve İhsan
Çapcıoğlu (eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, s. 45-55.
John Dewey, Okul ve Toplum, çev. H. Avni Başman, Ankara: Pagem, 2008.
John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor, İstanbul: Maarif Vekaleti, 1939.
John J. Macionis, Sosyoloji, Vildan Akan (çev. ed.), Ankara: Nobel Akademik Yay., 2012.
José Casanova, “Sekülerleşmeyi Yeniden Düşünmek: Evrensel Bir Karşılaştırma”, çev. Selman Yılmaz,
Tarih kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, Haziran 2014, c. 3, sy. 2, s. 220-236.
Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, çev. Nilgün Çelebi, 2. Baskı, Ankara: Attila Kitapevi, 1994.
Joseph M. Kitagava, “Joachim Wach and Religion of Sociology”, The Journal of Religion, Haziran
1957, c. III, sy. 37, s. 174-184.
Josephine Donovan, Feminist Teori, çev. Aksu Bora ve diğerleri, İstanbul: İletişim Yay., 1997.
Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, çev. Ergun Özbudun, 3. Baskı, Ankara: Liberte, 2012.
Judith Butler, Cinsiyet Belası:Feminizmin ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis
Yay., 2008.
Karel Dobbelaere, “Sekülerleşmenin Anlamı ve Kapsamı”, çev. Mehmet Süheyla Ünal, M. Ali Kirman
ve İhsan Çapcıoğlu (eds.), Sekülerleşme: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, Ankara: Otto Yay., 2015,
s. 57-74.
Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Yılmaz Onay, İstanbul: Evrensel Basım
Yayın, 2011.
424
Karl Marx, “A Contribution to The Critique of Hegel’s ‘Philosophy of Right’”, Critique of Hegel’s
‘Philosophy of Right’, (translated from the German by) Annette Jolin ve Joseph O’malley, Joseph
O’Malley (ed.), Cambridge University Press, 1970.
Karl Marx, Fransız Üçlemesi: Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, Louis Bonaparte’ın 18
Brumaire, Fransa’da İç Savaş, çv. Erkin Özalp, İstanbul: Yordam Kitap, 2016.
Kemal Ataman, Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din – Bir Analiz Denemesi, Ankara (Bursa): Sentez
Yay., 2014.
Kazım Ateş, “Türkiye’de Aşağı Sınıflar, Suç ve İktidar”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara
Üniversitesi SBE Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi ABD, 2002.
Kemal Aytaç, Avrupa Eğitim Tarihi, Ankara: Phoenix Yay., 2012.
Kemal Görmez, Kent ve Siyaset, Ankara: Gazi Kitabevi Yay., 1997.
Kemal İnal, “Eğitim Sosyolojisinde Yorumcu Paradigmanın Eleştirisi”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi
Dergisi, 1994, c. XXVII, sy. 2, s. 670-690.
Kemal İnal, “Eğitim ve İktidar: Okul ve Ders Kitaplarında Egemen İdeolojilerin Yeniden Üretimi”,
Kemal İnal, Eğitim ve İdeoloji, İstanbul: Kalkedon Yay., 2008, s. 105-127.
Kemal İnal, “Eleştirel Pedagoji: Ezilenler İçin Eğitim”, Eleştirel Pedagoji, Ocak-Şubat 2009, sy. 1, s.
2-10.
Kemal İnal, “Sosyolojik Açıdan Yorumcu Paradigma ve Eğitime Uygulanması”, AÜ Eğitim Bilimleri
Fakültesi Dergisi, 1994, c. XXVII, sy. 1, s. 219-242.
Kemal İnal, Eğitim ve İktidar, Ankara: Ütopya Yay., 2004.
Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, İstanbul: Timaş Yay., 2010.
Kenneth Bock, “İlerleme, Gelişme ve Evrim Kuramları”, çev. Aydın Uğur, Tom Bottomore ve Robert
Nisbet (eds.), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, çev. Mete Tunçay, Aydın Uğur vd., 1. bs.,
Ankara: Verso Yay., 1990, s. 53-96.
Khalid Koser, International Migration: A Very Short Introduction, Oxford: Oxford University Press,
2007, s. 10.
Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlak-ı Alâî, Mustafa Koç (haz.), İstanbul: Klasik Yay., 2007.
Kingsley Davis ve Wilbert E. Moore, ‘Some Principles of Stratafication’, American Sociological
Review, Nisan 1945, c. 10, sy. 2, s. 242-249.
Korkut Tuna, “Amerika’nın Bulunuşunun Batı’da Yol Açtığı Gelişme: Kentsel Toplum”, 500. Yılında
Amerika, R. Ertürk ve H. Tüfekçioğlu (yay. haz.), İstanbul: Bağlam Yay.
Korkut Tuna, Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, İstanbul: İÜ
Edebiyat Fakültesi Yay., 1987.
Korkut Tuna, Yurt Dışına İşçi Gönderme Olayının Sosyolojik Eleştirisi, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi
Basımevi, 1981.
Köksal Alver, Steril Hayatlar: Kentte Mekânsal Ayrışma ve Güvenlikli Siteler, Ankara: Hece Yay.,
2007.
Kudret Bülbül, Zor ve Rıza: Küreselleşmeler Arasında Türkiye, İstanbul: Küre Yay., 2009.
Lewis R. Binford, An Archaeological Perspective: Studies in Archaeology, Albuquerqe, New Mexico:
University of New Mexico, 1972.
425
Lokman Çilingir ve Rıdvan Küçükali, “Immanuel Kant’ın Eğitim Anlayışı”, Kazım Karabekir Eğitim
Fakültesi Dergisi, 2004, sy. 10, s. 81-98.
Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yay.,
2016.
Lütfi Sunar, Yunus Kaya ve Mustafa Otrar, Türkiye Sosyoekonomik Statü Endeksi (Araştırma Raporu
No. 113K506).
M. Gottdiener, The Social Production of Urban Space, 2. Baskı, Texas: University of Texas Press, 1994.
M. Yıldız, “Bağlanma Kuramı Açısından Yaşlılık Dönemine Genel Bir Bakış”, Sosyal Bilimler Dergisi,
2012, sy. 36, sy. 1, s. 1–30.
Ma’ruf Devalibi, İslam’da Devlet ve İktidar, çev. M. S. Hatiboğlu, İstanbul: Dergah Yay., 1969.
Macid Hadduri, İslam’da Adalet Kavramı, çev. Selahattin Ayaz, İstanbul: Yöneliş Yay., 1999.
Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye, Ankara: AÜ Eğitim Bilimleri
Fakültesi Yay., 1993.
Malcolm Waters, Globalization, Londra ve New York: Routledge, 1995.
Manuel Castells, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Cilt I: Ağ Toplumunun Yükselişi
(Nisan 2005), Cilt II: Kimliğin Gücü (Nisan 2006) ve Cilt III: Binyılın Sonu (Aralık 2007), çev.
Ebru Kılıç, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.
Mark Cowling, Marksizm ve Kriminoloji: Kavramsal Araçlar ve Eleştirel Bir Değerlendirme, çev.
Dafne Yeşilsu, İstanbul: Notabene Yay., 2012.
Martin Slattery, Sosyolojide Temel Fikirler, Ümit Tatlıcan ve Gülhan Demiriz (yay. haz.), Bursa: Sentez
Yay., 2007.
Marvin D. Krohn, Alan J. Lizotte ve Gina Penly Hall, Handbook of Crime and Deviance, Londra:
Springer, 2009.
Massimo Borlandi vd., Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, çev. Bülent Arıbaş, İstanbul: İletişim Yay., 2011.
Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi: Siyasal Bilimin Öğeleri, çev. Şirin Tekeli, İstanbul: Varlık Yay.,
1975.
Max Weber, “Meslek Olarak Siyaset”, Max Weber, Sosyoloji Yazıları, H. H. Gerth ve C. Wright Mills
(eds.), çev. Taha Parla, 3. Baskı, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay., 1993, s. 79-125.
Max Weber, “Sınıf, Statü, Parti”, Max Weber, Sosyoloji Yazıları, H. H. Gerth ve C. W. Mills (yay. haz.),
çev. Taha Parla, 3. Baskı, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay., 1993, s. 176-191.
Max Weber, Ekonomi ve Toplum, çev. Latif Boyacı, 2 cilt, İstanbul: Yarın Yay., 2012.
Mazhar Bağlı ve Aysan Sever, “Tabulaştırılan/Tabulaşan Kurumun (Ailenin) Kurbanlıklar Edinme
Pratiği: Levirat ve Sororat”, Aile ve Toplum: Eğitim, Kültür ve Araştırma Dergisi, 2005, yıl: 7, c.
2, sy. 8, s. 9-22.
Mehmet Ali Akyurt ve Ömer Miraç Yaman, “Türkiye’de Kent Sosyolojisi Çalışmaları”, Köksal Alver
(ed.), Kent Sosyolojisi, Ankara: Hece Yay., 2012, s. 179-219.
Mehmet Ali Kılıçbay, “Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilmek”, Cogito, 1994, sy. 1, s. 15-21.
Mehmet Dağ ve H. Raşit Öymen, İslam Eğitim Tarihi, Ankara: MEB Yay., 1974.
Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi: Giriş, Ankara: AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., 1968.
426
Mehmet Zencirkıran, “Örgüt ve Yönetim Kuramları”, Mehmet Zencirkıran (ed.), Örgüt Sosyolojisi,
Bursa: Dora Yay., 2015, s. 1-55.
Melvin Marvin Tumin, Social Stratification: The Forms and Functions of Inequality, N.J.: Prentice-
Hall, 1967
Michael Böhmer, Henrik Egbert ve Clemens Esser, “Immigration and Labour Markets: An
Introduction”, Migration and Labor Markets in the Social Sciences, Henrik Egbert ve Clemens
Esser (eds.), Berlin: Lit Verlag, 2007.
Michael J. Piore, “Comment”, Industrial and Labor Relations Review, Nisan 1980, c. XXXIII, sy. 3.
Michael J. Piore, “The Shifting Grounds for Immigration”, Annals of the American Academy of Political
and Social Sciences, Mayıs 1986.
Micheal Omi ve Howard Winant, Racial Formation in the United State, New York: Routledge &
Keagan, 1994.
Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, çev. Gürol Koca, 2. Baskı, İstanbul: Metis Yay., 2010.
Mike Featherstone, Undoing Culture, Globalization, Postmodernism and Identity, Londra: Sage
Publication, 1995.
Milay Köktürk, Kültür Bilimi Yazıları, Ankara: Hece Yay., 2006.
Mine Tan, “Eğitim Sosyolojisinde Değişik Yaklaşımlar: İşlevselci Paradigma ve Çatışmacı Paradigma”,
AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1990, c. XXIII, sy. 2, s. 557-571.
Mine Tan, Kadın: Ekonomik Yaşamı ve Eğitimi, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1979.
Moses I. Finley, Anti Çağ Ekonomisi, çev. Hatice Palaz Erdemir, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay.,
2007.
Muharrem Varol, Halkla İlişkiler Açısından Örgüt Sosyolojisine Giriş – Etkili Yönetsel İlişkilerden
Saygın Örgüt Kimliğine, Ankara: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yay., 1993.
Murat Şentürk, “Kentsel Müdahaleler Açısından İstanbul”, Doktora Tezi, İstanbul: İÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, 2011.
Murat Yıldız, “Bağlanma Kuramı Açısından Yaşlılık Dönemine Genel Bir Bakış”, Cumhuriyet
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, sy. 36, sy. 1, s. 1–30.
Mustafa Aydın, “Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları: Tarihsel Gelişim ve Bazı Eğilimler”, Yasin
Aktay ve M. Emin Köktaş (eds.), Din Sosyolojisi, 3. Baskı, Ankara: Vadi Yay., 2007, s. 346-378.
Mustafa Erdoğan, “Sekülerizm, Laiklik ve Din”, İslamî Araştırmalar, 1995, c. 8, sy. 3-4, s. 179-194.
Nail Yılmaz ve Yücel Bulut, Kent Yoksulluğu ve Gecekondu, İstanbul: Beta, 2009.
Nathalia Jaramillo ve Peter McLaren, Pedagoji ve Praksis, çev. Kadir Asan ve Kemal İnal, İstanbul:
Kalkedon, 2009.
Nermin Abadan-Unat, Bitmeyen Göç: Konuk İşçilikten Ulus-Ötesi Yurttaşlığa, İstanbul: Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2006.
Nesrin Kale, “Aristoteles’te Liberal Eğitim”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1993, c. 26, sy. 1,
s. 269-274.
Niccola Machiavelli, Prens, çev. Harun Mutluay, İstanbul: Bordo Siyah Yay., 2007.
Nicola Yeates, Globalization & Social Policy, Londra: Sage Publication, 2001.
Norbert Elias, Uygarlık Süreci, 2 cilt, çev. Ender Ateşmen, İstanbul: İletişim Yay., 2000.
427
Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi: Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, 9. Baskı, İstanbul: Doğan Kitap,
ts.
Nuray Mert, “Laiklik Tartışması ve Siyasal İslâm”, Cogito, 1994, sy. 1, s. 89-101.
Nurullah Gündüz, “Uydu Kentin Mekansal Üretimi: Başakşehir 4. ve 5. Etaplar”, Doktora Tezi, İÜ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji ABD, 2015.
Oded Stark ve David E. Bloom, “The New Economics of Migration”, The American Economic Review,
Mayıs 1985, c. 75, sy. 2, Papers and Proceedings of the Ninety- Seventh Annual Meeting of the
American Economic Association.
Oliver E. Williamson (ed.), Organization Theory: From Chester Barnard to the Present and Beyond,
Oxford ve New York: Oxford University Press, 1995.
Online Etymology Dictionary, www.etymonline.com
Osman Dolu (ed.), Kriminoloji, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2012.
Ömer Faruk Darende, “Sekülerleşme ve Laiklik Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi”, Şırnak
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015/1, c. 6, sy. 11, s. 151-187.
P. Saunders, “Space, the City and Urban Sociology”, D. Gregory ve J. Urry (eds.), Social Relations and
Spatial Structures, Londra: Macmillan, 1985.
Patrick Baert, Sosyal Bilimler Felsefesi: Pragmatizme Doğru, çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul: Küre Yay.,
2010.
Paul Descamps, Deneysel Sosyoloji, çev. ve önsöz. Nurettin Şazi Kösemihal, 2. Baskı, İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1965.
Paul Rock, “Suç ve Sapma”, William Outhwaite (ed.), Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, İstanbul:
İletişim Yay., çev. Melih Pekdemir, s. 737-743.
Paul E. Rock, The Making of Symbolic Interactionism, Londra: Palgrave MacMillan, 1979.
Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, çev. Çağla Erdem ve Elif Yücel, Ankara:
Dost Kitabevi, 1998.
Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek, 9. Baskı, İstanbul: Ayrıntı
Yay., 2013.
Perry Anderson, Gramsci, Hegemonya, Doğu-Batı Sorunu ve Strateji, çev. Tarık Günersel, İstanbul:
Alan Yay., 1988.
Peter Drucker, The Age of Discontinuity: Guidelines to Our Changing Society, New York: Harper ve
Row, 1969.
Peter F. Drucker, Yeni Gerçekler, çev. Birtane Karanakçı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay., 1993.
Peter L. Berger ve Thomas Luckmann, Gerçekliğin Sosyal İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi İncelemesi, çev.
Vefa Saygın Öğütle, İstanbul: Paradigma Yay., 2008.
Peter L. Berger, “Dini Kurumlar”, Adil Çiftçi (der. ve çev.), Toplumbilimi Yazıları, İzmir: Anadolu
Yay., 1999, s. 71-136.
Peter L. Berger, “Günümüz Din Sosyolojisi Üzerine Düşünceler”, çev. İhsan Çapçıoğlu, Dinî
Araştırmalar, Mayıs-Ağustos 2002, c. 5, sy. 13, s. 187-199.
Peter L. Berger, Kutsal Şemsiye, çev. Ali Coşkun, 2. Baskı, İstanbul: Rağbet Yay., 2000.
428
Peter McLaren, Eleştirel Pedagojiye Giriş, çev. Mustafa Yunus Eryaman ve Hasan arslan, Ankara:
2011.
Peter McLaren, Kızıl Tebeşir, çev. Özge Yılmaz, İstanbul: Kalkedon, 2006.
Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Sarmal Yay., 1996.
Philippe Besnard, “Sapkınlık”, Massimo Borlandi vd. (eds.), Sosyolojik Düşünce Sözlüğü, çev. Bülent
Arıbaş, İstanbul: İletişim Yay., 2011, s. 636-638.
Phyllis Deane, İlk Sanayi İnkılabı, çev. Tevfik Güran, Ankara: TTK Yay., 1994.
R. C. Longworth, “A New Kind of War”, Katie Sjursen (ed.), Globalization, H. W. Wilson Company,
2000.
Ramazan Şengül, “Henri Fayol’un Yönetim Düşüncesi Üzerine Notlar”, Yönetim ve Ekonomi, 2007, c.
14, sy. 2, s. 257-273.
Raymond Williams, Anahtar Sözcükler: Kültür ve Toplumun Sözvarlığı, çev. Savaş Kılıç, 3. Baskı,
İstanbul: İletişim Yay., 2007.
Raymond Williams, Culture and Society, 1780-1950, Harper Torchbooks, 1958.
Recep Şentürk, Yeni Din Sosyolojileri: Batı’da 1960 Sonrası Arayışlar, İstanbul: Gelenek Yay., 2004.
Reinhard Bendix, Work and Authority in Industry: Managerial Ideologies in the Course of
Industrializaiton, New Brunswick ve Londra: Transaction Publishers, 2001.
Renato Jose de Oliveira, “Platon’un Eğitim Felsefesi”, çev. İrfan Görkaş, İnsan ve Toplum Bilimleri
Araştırmaları Dergisi, 2012, c. 1, sy. 1, s. 299-303.
Richard E. Lee ve Immanuel Wallerstein, İki Kültürü Aşmak: Modern Dünya Sisteminde Fen Bilimleri
ile Beşeri Bilimler Ayrılığı, çev. Aysun Babacan, İstanbul: Metis Yay., 2007.
Richard L. Daft, Örgüt: Kuramları ve Tasarımını Anlamak, Ömür N. Timurcanday Özmen (çev. ed.),
İstanbul: Nobel Akademik Yay., 2015.
Richard Sennett, Otorite, çev. Kamil Durand, 4. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2014.
Richard T. Schaefer, Sosyoloji, Simten Coşar (çev. ed.), Ankara: Palme Yay., 2013.
Robert N. Bellah, “Civil Religion in America”, Deadalus, Kış 1967, c. 96, s. 1-21 (Robert N. Bellah ve
Steven M. Tipton (eds.), The Robert Bellah Reader, Durham ve Londra: 2006, s. 225-245).
Robert J. Braidwood, Tarihöncesi İnsan, çev. Bilgi Altınok, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay., 1995.
Robert Michels, Political Parties, New York: The Free Press, 1911.
Robert Nisbet, “Muhafazakarlık”, çev. Erol Mutlu, Tom Bottomore ve Robert Nisbet (eds.), Sosyolojik
Çözümlemenin Tarihi, çev. Mete Tunçay, Aydın Uğur vd., 1. bs., Ankara: Verso Yay., 1990, s.
97-133.
Robert Nisbet, Sosyolojik Düşünce Geleneği, çev. Yusuf Kaplan, İstanbul: Paradigma Yay., 2013.
Robert Reich, “Küresel Ağlar”, Mustafa Özel (der. ve çev.), Küresel Rekabet, İstanbul: İz Yay., 1994.
Roberto Cipriani, Din Sosyolojisi: Tarih ve Teorileri, çev. Ali Coşkun, İstanbul: Rağbet Yay., 2011.
Rodney Stark ve Roger Finke, Acts of Faith: Explaining the Human Side of Religion, Berkeley ve Los
Angeles, California: University of California Press, 2000.
Rodney Stark, “Secularization, R.I.P.”, Sociology of Religion, 1999, c. 60, sy. 3, ss. 249-273.
429
Roland Robertson, Küreselleşme: Toplum Kavramı ve Küresel Kültür, çev. Ümit Hüsrev Yolsal,
Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 1999.
Rosa Luxemburg, Siyasal Yazılar, çev. Zafer Üskül, Ankara: Verso Yay., 1989.
Roy Wallis, The Elementary Forms of the New Religious Life, Londra: Roudledge ve Kegan Paul, 1984.
S. Kalaycıoğlu (ed.), Yaşlılar ve Yaşlı Yakınları Açısından Yaşam Biçimi Tercihleri, Ankara: Türkiye
Bilimler Akademisi, 2003.
S. Timur, Türkiye’de Aile Yapısı, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yay., 1972.
Sabri Orman, İktisat, Tarih ve Toplum, İstanbul: Küre Yay., 2001, s. 301.
Sadiye Kayaarslan, “Sosyal Tabakalarda Eğitim Anlayışları: Kırıkkale Örneği”, Yüksek Lisans Tezi,
Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi SBE Sosyoloji ABD, 2008.
Sally R. Binford ve Lewis R. Binford (eds.), New Perspectives in Archaeology, Chicago: Aldine
Publishing, 1968.
Samuel A. Stouffer, “Intervening Opportunities: A Theory Relating Mobility and Distance”, American
Sociological Review, Aralık 1940, c. 5, sy. 6.
Samuel Bowles ve Herbert Gintis, Schooling in Capitalist America: Educational Reform and the
Contradictions of Economic Life, New York: Basic Books, 1976.
Saniye Dedeoğlu ve Çisel Ekiz Gökmen, Göç ve Sosyal Dışlanma: Türkiye’de Yabancı Göçmen
Kadınlar, Ankara: Efil Yay., 2011.
Saskia Sassen, The Global City: New York, London, Tokyo, New Jersey: Princeton University Press,
2001.
Savaş Çağlayan, “Göç Kuramları, Göç ve Göçmen İlişkisi”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 2006, sy. 17.
Sercan Gürler, Hukuk, Suç ve Toplum, İstanbul: İÜ AUZEF, 2015.
Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni, Yanlış Bilinç ve Hegemonya’dan Söyleme, Ankara: İmge
Kitabevi, 1997.
Sevinç Güçlü (ed.), Kurumlara Sosyolojik Bakış, İstanbul: Kitabevi, 2011.
Siegfried Berninghaus ve Hans-Günther Seifert-Vogt, “A Microeconomic Model of Migration”,
Migration and Economic Development, Klaus F. Zimmermann (ed.), Berlin: Springer-Verlag,
1992.
Stanley Cohen, Visions of Social Control: Crime, Punishment and Classification, Cambridge: Polity
Press, 1985.
Stephen Castles ve Mark J. Miller, Göçler Çağı: Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri,
İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008.
Steve Bruce, God is Dead: Secularization in the West, Oxford: Blackwell, 2002.
Stuart Hall, “Eski ve Yeni Kimlikler, Eski ve Yeni Etnikler”, Anthony D. King (der.), Kültür,
Küreselleşme ve Dünya-Sistemi, çev. Gülcan Seçkin ve Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim ve
Sanat Yay., 1998, s. 88-95.
Sulhi Dönmezer, Kriminoloji, İstanbul, 1971.
Sulhi Dönmezer, Kriminoloji, 8. Baskı, İstanbul: Beta Yayım, 1994.
430
Suna Tekel, “Örgüt Teorilerinin Sınıflandırılması ve Tartışmalar”, Hacettepe Üniversitesi Sosyolojik
Araştırmalar E-Dergisi, 24 Ekim 2011, www.sdergi.hacettepe.edu.tr/makaleler/suna-TEKEL-
son.pdf [erişim tarihi: 20 Ocak 2018], s. 1-18.
Surhan Çam ve Nadir Sugur, “Anthony Giddens ile Söyleşi”, Mürekkep, 1995.
Süleyman Nyang, “Globalleşmenin Kavramsallaştırılması”, Globalleşme Bir Aldatmaca mı?, çev.
Havva Karakuş-Keleş, İstanbul: İnkılab Yay., 2002.
Süleyman Turan ve Faruk Sancar (eds.), Yeni Dini Hareketler: Tarihsel, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla,
İstanbul: Açılım Kitap, 2014.
Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, çev. Şeniz
Gönen, Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset – Makaleler I, Mümtaz’er Türköne ve Tuncay
Önder, İstanbul: İletişim Yay., 1990, s. 30-66.
Talip Küçükcan, “Modernleşme ve Sekülerleşme Kuramları Bağlamında Din, Toplumsal Değişme ve
İslam Dünyası”, İslam Araştırmaları Dergisi, 2005, sy. 13, s. 109-120.
Taylan Akkayan, Göç ve Değişme, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1979.
Ted Benton ve Ian Craib, Sosyal Bilim Felsefesi: Toplumsal Düşüncenin Felsefî Temelleri, çev. Ümit
Tatlıcan ve Berivan Binay, İstanbul (Bursa): Sentez Yay., 2008.
Tevfik Güran, İktisat Tarihi, İstanbul: Der Yay., 2012.
Thomas Luckmann, Görünmeyen Din, Ali Coşkun ve Fuat Aydın (çev.), İstanbul: Rağbet Yayınları,
2003.
Timur Demirbaş, Kriminoloji, Ankara-İstanbul: Seçkin Yay., 2012.
Tolga Tezcan, Gebze: ‘Küçük Türkiye’nin Göç Serüveni, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.,
2011.
Tom B. Bottomore, Toplumbilim: Sorunlarına ve Yazınına İlişkin Bir Klavuz, çev. Ünsal Oskay, 2.
baskı, İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., 1984.
Tony Bilton ve diğerleri, Sosyoloji, çev. Kemal İnal ve diğerleri, 2. Baskı, İstanbul: Siyasal Kitabevi,
2009.
Tony Jefferson, Resistance Through Rituals: Youth Subcultures in Postwar Britain, 1976.
Tony Lawson ve Tim Heaton, Crime and Deviance, Londra: MacMillan Press Ltd., 1999.
Troy Duster ve Jeff Manza, “Crime, Deviance and Social Control”, Jeff Manza ve diğerleri, The
Sociology Project: Introducing the Sociological Imagination / From the New York University
Department of Sociology, New Jersey: Pearson Education Inc., 2013.
Turhan Şengönül, “Toplumumuzda Eğitimin Dikey Sosyal Hareketliliğe Etkisi (İzmir’de Profesyonel
Meslek Sahibi Bireyler Üzerine Bir Araştırma)”, Sosyoloji Dergisi, 2008, 3. Dizi-19. Sayı, s. 171-
208.
Türkiye İstatistik Kurumu, Nüfus Projeksiyonları, 2013-2075, 2013
[http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=15844 (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2014)].
Ulrich Beck, “Living Your Own Life in a Runaway World: Individualization, Globalisation and
Politics”, Anthony Giddens ve Will Hutton (eds.), Global Capitalism, New York: The New Press,
2000.
UNDP, Human Development Report 2009: Overcoming Barriers: Human Mobility and Development,
New York: Palgrave Macmillan, 2009.
431
United Nations, World Population Ageing, 2013, s. xii [http//www.un.org/en].
Ümit Meriç Yazan, “İleri Endüstri Toplumlarında Aile Kurumu Üzerine Bir Araştırma”, İÜEF Sosyoloji
Dergisi, 1988-1989, 3. Dizi – 1. Sayı, s. 147-174.
Ünver Günay, “Gabriel Le Bras’ın Din Sosyolojisini Araştırma Yöntemleri”, Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1988, sy. 2, s. 10-28.
Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yay., 1998.
Üstün Ergüder, Yılmaz Esmer ve Ersin Kalaycıoğlu, Türk Toplumunun Değerleri, İstanbul: TÜSİAD,
1991.
V. I. Lenin, Milletlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı, çev. Muzaffer Ardos, İstanbul: Eriş Yayınları,
2004.
V. Kalınkara, Temel Gerontoloji: Yaşlılık Bilimi, Ankara: Nobel Yay., 2011.
Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar, 7. Baskı, Bursa: Ekin
Yay., 2011.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İstanbul: Afa Yayınları, 1991.
Volkan Ertit, “Evrenselleştirilmiş –Klasik- Sekülerleşme Teorisi”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2014, c. 11, sy. 27, s. 103-120.
Volkan Ertit, Endişeli Muhafazakarlar Çağı: Dinden Uzaklaşan Türkiye, Orient Yay., 2015.
W. Graham Astley ve Andrew H. Van de Ven, “Central Perspectives and Debates in Ogranization
Theory”, Administrative Science Quarterly, 1983, sy. 28, s. 245-273.
William Petersen, “A General Typology of Immigration”, American Sociological Review, Haziran 1958,
c. XXIII, sy. 3, s. 256-266.
www.krimonoloji.com [erişim tarihi: 21 Ağustos 2017].
Yahya Akyüz, “İbni Sina’nın Türk ve Dünya Eğitim Tarihindeki Yeri”, AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesi
Dergisi, 1982, c. 15, sy. 1, s. 1-13.
Yalçın Çetinkaya (ed.), Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim, İstanbul: İletişim Yayınları,
2008.
Yalın Kılıç, “Türkiye’de Eğitimsel Eşitsizlik ve Toplumsal Tabakalaşma İlişkisine Dair Ampirik Bir
Çalışma”, Eğitim Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2014, c. 4, sy. 2, s. 243-263.
Yıldız Ecevit ve Nadide Karkıner (eds.), Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Yay., 2011.
Yusuf Adıgüzel, Göç Sosyolojisi, Nobel Akademik Yayıncılık, 2016.
Zahir Kızmaz, “Şiddetin Sosyo-Kültürel Kaynakları Üzerine Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2006, c. 16, sy. 2, s. 247-267.
Zeki Arslantürk ve M. Tayfun Amman, Sosyoloji: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, Teoriler, İstanbul:
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 1999.
Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1998.