21
Tevbe Görüntüle What links here Pzt, 12/03/2007 - 21:57 Ana Başlıklar: o Tasavvuf'un On Esası Tevbe, kulun kendi iradesiyle Allah'a dönmesidir. Tıpkı «Sen Rabbinden, Rabbin de senden razı olduğu halde O'na dön, emrinde ölünün kendi iradesi olmadan A1lah'a dönmesi gibi. Yani asıl tevbe iradi ve istekli olarak Allah'a yönelmektir. Ölüm, iradesiz ve zorla olan bir dönüştür. Nitekim bu, yukarıdaki ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Yani «Rabbine dön!» emri ölümdür ki, bu da nefsin en çok korktuğu şeydir. Hatta Hz. Musa'nın ölüm meleğinin taşla gözünü çıkardığı anlatılır. Hz. İbrahim'in (a.s,) ise «Yarab hiçbir dost başka bir dostun canını alır mı?» dediği ve Hz. Peygamberin ölümüne yakın zamanda kendi kendine: «Ey nefis sana ne oluyor da öyle sığınaklarla kaçıyorsun?», dediği rivayet edilir. Yani ey nefis, ölüm tamamen yaklaşmışken sana ne oluyor da bazı yerlere sığınıp kendine çare . arıyorsun. Aslında bunlar ümmetini uyarmak ve ölüme karşı hazırlıklı olmasını tembih içindir. Yoksa ölümden korktuğu' için değildir. Nitekim bir hadislerinde: «Ölüm mü'mine bir hediyedir», buyurmuşlardır . Kur'an'ın ifadesinde « ... radiyeten merdiyyeh.» kelimeleri tasavvuftaki nefs-i radiye ve nefs-i mardiyyeye işaret buyurulmaktadır. Burada nefs eğer mutmainne makamında ise ölüme kerahet görmeyecek. Kerahet (kötü görmek) tabiatında olduğundan dolayı rıza ve teslimiyeyiyeti yok etmez. Bununla birlikte tevbenin istek ve iradeyle olması gerekmektedir. Çünkü zorla yapılan tevbe tevbe-i ye'se benzer ki, bu da makbul değildir. Salik'in Hakk'a rücu' etmek istemesi gerekir. Yoksa zorla tutulan orucun ve kılınan namazın faydası olmaz. Bunun içindir . Peygamberler hiçbir zaman zora başvurmadan genellikle bazı mucizelerle ümmetlerini ikna etmişlerdir. Tevbe, günahtan dönüştür. Dünya metaından Allah'ın kullarına verdiği nimetlere yönelmektir. Yani yukarıdaki rücu' kavramı mutlak anlamda kullanılmıştır. Ondan maksat günahtan dönüştür, Günah ise kulu Allah'tan uzaklaştırır ve araya perdeler koyar. Ahiretteki derece ve mertebelerden sadece biridir. Gerçi cennetteki ereceler kulun am el ve takvasına göre taksim edilecektir. Fakat kul sadece amel-i salih işleyip na güvenmeyip Allah'ın rahmetine güvenmelidir.

Tasavvufta 10 ESAS

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Tasavvufta 10 ESAS

Tevbe Görüntüle

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 21:57

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

Tevbe, kulun kendi iradesiyle Allah'a dönmesidir. Tıpkı «Sen Rabbinden, Rabbin de senden razı

olduğu halde O'na dön, emrinde ölünün kendi iradesi olmadan A1lah'a dönmesi gibi.

Yani asıl tevbe iradi ve istekli olarak Allah'a yönelmektir. Ölüm, iradesiz ve zorla olan bir dönüştür.

Nitekim bu, yukarıdaki ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Yani «Rabbine dön!» emri ölümdür ki, bu da

nefsin en çok korktuğu şeydir. Hatta Hz. Musa'nın ölüm meleğinin taşla gözünü çıkardığı anlatılır. Hz.

İbrahim'in (a.s,) ise «Yarab hiçbir dost başka bir dostun canını alır mı?» dediği ve Hz. Peygamberin

ölümüne yakın zamanda kendi kendine: «Ey nefis sana ne oluyor da öyle sığınaklarla kaçıyorsun?»,

dediği rivayet edilir. Yani ey nefis, ölüm tamamen yaklaşmışken sana ne oluyor da bazı yerlere sığınıp

kendine çare . arıyorsun. Aslında bunlar ümmetini uyarmak ve ölüme karşı hazırlıklı olmasını tembih

içindir. Yoksa ölümden korktuğu' için değildir. Nitekim bir hadislerinde: «Ölüm mü'mine bir hediyedir»,

buyurmuşlardır .

Kur'an'ın ifadesinde « ... radiyeten merdiyyeh.» kelimeleri tasavvuftaki nefs-i radiye ve nefs-i

mardiyyeye işaret buyurulmaktadır. Burada nefs eğer mutmainne makamında ise ölüme kerahet

görmeyecek. Kerahet (kötü görmek) tabiatında olduğundan dolayı rıza ve teslimiyeyiyeti yok etmez.

Bununla birlikte tevbenin istek ve iradeyle olması gerekmektedir. Çünkü zorla yapılan tevbe tevbe-i

ye'se benzer ki, bu da makbul değildir. Salik'in Hakk'a rücu' etmek istemesi gerekir. Yoksa zorla

tutulan orucun ve kılınan namazın faydası olmaz. Bunun içindir . Peygamberler hiçbir zaman zora

başvurmadan genellikle bazı mucizelerle ümmetlerini ikna etmişlerdir.

Tevbe, günahtan dönüştür. Dünya metaından Allah'ın kullarına verdiği nimetlere yönelmektir.

Yani yukarıdaki rücu' kavramı mutlak anlamda kullanılmıştır. Ondan maksat günahtan dönüştür,

Günah ise kulu Allah'tan uzaklaştırır ve araya perdeler koyar. Ahiretteki derece ve mertebelerden

sadece biridir. Gerçi cennetteki ereceler kulun am el ve takvasına göre taksim edilecektir. Fakat kul

sadece amel-i salih işleyip na güvenmeyip Allah'ın rahmetine güvenmelidir. Dünyadaki mertebeler de

bu şekildedir. Eğer insan sahip olduğu mertebeye aşırı bağlı değilse bu onun için bir engel ve perde

teşkil etmez. Öyle olmasaydı makam sahibi olan raşid halifeler en çok Allah'tan uzak kalanlardan

olurlardı.

Hatta dünyevi makama sahip iken bile manevi mertebelerini kaybetmeyen melikler Mesela Nureddin

Mahmud Zengi ve oğlu Salih birer tasavvuf büyÜğü idiler.

Kısacası tasavvufta günah,' şer'i kaidelerle yasaklanan şeyler değildir. Günah: Kalbin nefsin meylettiği

her şeydir. Nitekim yüce Kur'an'da « ••• Rabbim, beni ve neslimi puta tapmaktan koru» (İbrahim, 35)

İmam Gazali burada geçen 'esnam' yani putlar kelimesini dünyalık para olarak tefsir etmiştir. Açıkça

anlaşılmaktadır ki, insanın çok aşırı derecede bağlandığı herşey put haline konulmuştur. Günah,

insanın eşyaya bağlanmasıdır, eşyanın kendisi değildir. Bu konuda «eğer "masiva" olmasaydı

kimsenin olgunlaşması gözlenemezdi» Çünkü olmayan şeyden kaçınmak, o ihtiyaçtan. feragat etmek

diye bir şey olamaz. Aksine bir şeyin ihtiyacına karşı koymak için önce o şeyin olması gerekir.

Page 2: Tasavvufta 10 ESAS

Allah'a ulaşmak isteyen kişi (salik, mürid, muvahhid) O'ndan başka bütün isteklerinden vazgeçmelidir.

Hatta kendi vücudundan (var olmasından) bile. Bununla ilgili bir söz vardır: «"Senin var olman

(varlığını sezmen ve kabul etmen) günah olarak yeterlidir. Ona başka bir günah eklemen ve kıyas

etmen gereksizdir.»

Hakk'a talip olanın üzerine gerekli olan şey kendi varlığı dahil hiçbir şeye meyletmemesidir. Nitekim

tasavvuf büyükleri demişlerdir ki: Senin varlığın (vücudun) öyle bir günahtır ki, onun üzerine hiçbir

günah kıyas edilemez.

İnsanın kendi varlığında bile istiğina etmesi «tamahhuz» olarak adlandırılır. Bu fena halidir bu halin

farklı tarafları ortaya çıkar. Çünkü fena halinde insan bazen şuur ve iltifatla karşılaşabilir. Buna fena-i

nakıs derler. Fena ender fena ise masivanın tamamen yok olmasıdır. Bu durumda müridin kendi

sıfatlar da fena bulur. Nitekim şöyle bir söz vardır: «Gerçek ihlas,. kişinin ameldeki ihla.smı bile

görmemesidir,.. Bu, fena. fillah ve yüksek bir cezbe halidir. İşte fena-i kamil ve ihlas-ı tam durumu

budur.

Tevbe

Zühd

Tevekkül

Kanaat

Uzlet

Devamlı Zikir

Tamamen Allah'a Yöneliş (Teveccüh)

Sabır

Murakabe

Rıza

Zühd Görüntüle

What links here

Page 3: Tasavvufta 10 ESAS

Pzt, 12/03/2007 - 21:52

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

Necmeddin Kübra

Zühd, dünyada mal, şehvet ve her türlü maddi istek ve arzularımızdan -az olsun çok olsun- tıpkı bir

ölünün uzaklaştığı gibi uzaklaşmaktır. İbrahim b. Edhem. hazretleri buyurmuştur ki: «Cinsel ilişkiyi adet

haline getiren kişiden hayır gelmez». Bu söz daha çok sülik hayatına başladıktan sonra geçerlidir.

Nitekim ben de tasavvufa ilk başladığım yıllarda, Şeyh-i Ekber Muhyiddin b. Arabi kaddesallahu

sirruhussanii hazretleri beni üç şeyden menetti. 1 - Alaca kıyafet giymekten. Çünkü vahdeti arzulayan

kişinin elbisesinin renginde de bir vahdet olması gerekir. Ehlullah nazarında insanın mana ve suret

(şekil) birliği gerekli olan bir şeydir. 2 - Asaya yani bastona dayanmak. Bu şu demektir: Masivaya

dayanma, dayanılacak tek şey Allah'tır. Dünyada herhangi bir şeye güvenmek öyle bir ağaç parçasına

dayanmaktır. Süleyman (a.s,) bir gün asasına dayanmış fakat bir müddetsonra asanın içindeki kurt

asayı kemirerek onun yere düşmesine sebep olmuştur. 3 - Aşırı cinsel ilişkiden sakınmak. Buna bir

örnek olarak tarikatımızın piranından Üftade hazretleri, efendimiz Aziz Mahmud Hüdai'ye, sülükunun

ilk yıllarında evine ancak haftada bir kere gitmesine izin veriyordu. Metinde geçen 'cah' yani makam ve

itibar kelimesi insanlar arasında itibar, izzet ve kabul anlamındadır. Bunun haklı veya haksız olması

fark etmez. Bir bölgede bir insanın şöhreti ve halkın sevgisi' beraber olabilir. Fakat bu yine de uygun

değildir. Ve manevi terakkiye manidir. Bu gibi şeylere olan sevgi, nefsani arzulardan olduğundan

onlardan annmak gerekir. Bu gibi mal ve makam sevgisinden annmak tıpkı tabii ölümün insanı

dünyadan ayırdığı gibi bir mevt-i fena halidir. İnsan bu makamda bütün nesnelerle ilişkisini keser. Ta

ki, bu nesneler kendisine en-gel ve set olmaktan çıkana kadar. Fakat eğer evliyse boşanmaz, öylece

devam eder. Evli değil ise, evlenmesi doğru değildir. Çünkü insan genellikle evlilik durumunda zihnini

toparlayacak zamanı bulamaz. Halbuki süluk, zinde bir gayret ve dağınık olmayan bir irade ister.

Zühdün hakikatı dünya ve ahirette zahid olmaktır. Hz. Peygamber (a.s,) şöyle buyurdu: «Dünya ahiret

ehline, iihiret de dünya ehline haramdır. Fakat ehlullaha her ikisi de haramdır.» Yukanda açıklanan

zühd dünyayı zihnen terk ediştir. Buna terkoi dünya denir. Fakat 'gerçek anlamda tam zühd ahireti de

terketmektir. Yani ahiretin makam ve derecelerine de iltifat etmemektir. Çünkü bunların hepsi

mahlüktur. Oysa mahlük gaye olamaz. Yaratan dururken yaratılana meyletmek ve onu hedef almak

yanlış ve abestir. Bunun için aşıklar Süleyman (a.s) hazretlerine iltifat etmedikleri gibi onun mülküne ve

cennet nimetlerine de iltifat etmediler. Bu, cenneti küçümsemek anlamında alınmamalıdır. Allah'ı

müşahede yeri olan Cennet'in, süfiler tarafından küçümsenmesi düşünülemez. Yukarıdaki hadiste

geçen 'haram' kelimesi yasak anlamındadır. Normal huküki yasaklar gibi, ahiret ehli için de dünyalık

şeylere bağlanmak yasaktır. Çünkü her ikisini, yani dünya ve ahireti beraber yürütmek iddiası, doğu ile

batıyı birleştirmek gibi olduğundan imkansızdır. Bunlar iki kuma gibidir ki, birini razı etsen diğerini

küstürürsün. Aynı şekilde dünya ehline de böyle yasaklar getirilmiştir. Çünkü köşk, villa ve saraylar

yapmak peşinde olanların ahirete vakit ayırması imkansızdır. Veliler Allah'ın özellikle seçtiği

kullarıdır.Dünya ve ahiretle irtibatlı olmalan yasaklanmıştır. Bunlar bir hükümdann özel hizmetlerini

gören kişilerdir ki, beldeler zabtedip meydanlarda savaşmazlar. Ehl-i dünyanın ahiretten menedilmesi

'hizlan', 'haylület' ve 'tevekkül-i nefs'dir. Nitekim yüce Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır: «İyi biliniz ki,

Allah kişi ile kalbi arasına girer ...»(Enfal, 24). Hz. Peygamberde (s.a.v) şöyle dua etmişti. «Allahım,

beni bir an bile nefsimle başbaşa bırakma». Bundan. da anlaşılacaği gibi Allah'tan yardım dilemek

gerekir. Ehl-i ahiretin dünyadan, ehl-i dünyanın da ahiretten menedilmesi Allah'ın bir yardımı ve

ihsanıdır.

Tevekkül Görüntüle

Page 4: Tasavvufta 10 ESAS

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 21:51

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

NECMEDDİN KÜBRA (K.S)

Tevekkül, tıpkı bir ölünün dünyadan kopması gibi, kulun Allah'a güvenip bütün sebep ve tedbirlerden

uzak kalmasıdır. Nitekim. Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: «Kim. Allah'a tevekkül ederse O, ona

yeterlidir ... » (Talak, 21).

Tıpkı tabii olarak ölenin artık dünyayla İrtibatını kesme si gibi, iradi olarak ölenin'de bağ bahçe ve

işlerini bırakıp her şeyini Allah'a havale etmesi gerekir. Çünkü bir kimse kendini yok sayıp sadece

Allah'a güvenirse Allah ona yeterlidir. Zaten Allah dünyaya: «Ey dünya benim hizmetimde olanlara

hizmetçi ol», buyurmuştur.

Bunun gibi İbrahim b. Edhem ve onun gibi daha niceleri Allah'a tam tevekkül ettiklerinden. çöl

ortasında umulmadık anlarda kendilerine, karınlarını doyurmaları içip yiyecek sofraları indirildiği

anlatılır. Aynı şekilde bir dervişe her öğün taze bir ekmek gelirmiş, bunun sebebi sorulduğunda «Bunu

yaşlı bir hanım getiriyor» dermiş. Bu yaşlı kadın dünyadır. İşte dünya yalancı bir dost olmasına rağmen

Allah dostlarına böyle yardım eder. Şeytan bile kırk yıl bir dervişin camiye gitmesi için fenerini tutmuş.

Zaten Kur'an-ı Kerim'de şeytanın, salih kulları doğru yoldan saptıramayacağı bildirilmektedir. (Hicr

süresi).

Yukarıda bahsedilen tevekkül havass içindir. Çünkü avam için tevekkül, sebebi yerine getirdikten

sonra söz konusudur. Mesela önce tohumunu ekip sonra tevekkül eder. Devesini bağladıktan sonra

tevekkül etmelidir.

Kanaat Görüntüle

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 21:50

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

NECMEDDİN KÜBRA (K.S)

Kanaat: İnsanın zarüri ihtiyaçlannın dışında, tıpkı bir ölü gibi nefsani ve hayvani istek ve arzularından

arınmasıdır. Cenab-ı Allah'ın (C.C,) «Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz» (A'raf, 31) emri gereğince

yeme, giyme ve mesken konusunda israf etmemektir.

Kanaat, kelime.oİarak insanın kısmetine düşenlere razı olmasıdır. Ehl-i tasavvufun yüklediği ıstılahi

anlam ise bolluk veya darlık sözkonusu olmaksızın her hal ü. karda kalbin tatmin olmasıdır. Asıl olan

mana da budur. Kanaat vusulun, lütfun ve kahrın aslı marifetininalametidir. Ayet-i kerimede «yiyiniz

içiniz» diye her ne kadar bir ayının sözkonusu ise de aslında bunların her ikisi de aynıdır. Hatta bazı

tasavvuf büyüklerince israfından sakıllmamız gereken bu üç olay yani yeme, giyme ve iskan aslında iki

madde halinde ele alınabilir. Çünkü evli olmayan biri çok müsait olmayan ortamlarda da yaşayabilir.

Giyinme de aynı şekilde haram olan yerleri örtmek ve soğuklara karşı korunacak kadar giyindikten

sonra ilerisi israftır.

Page 5: Tasavvufta 10 ESAS

Yalnız 'israf' ile 'tebzir' arasını ayırmak/ gerekir. Tebzir: Bir şeyi gereksiz yere harcamaktır. İsraf ise bir

şeyi, herhangi bir yere gereğinden fazla harcamaktır. Ancak şöyle derler: Hayırcta israf yoktur. Yani bir

şeyeğer hayırlı bir yolda harcanıyorsa onda israf olmaz, bilakis çoksa şevaba vesile olur. Çünkü

ameller niyete göredir. Nitekim ehlullahtan biri verdiği bir yemekte tam bin tane mum yakar. Buna

çevredekiler israf deyince o da: «Öyleyse söndürün» dedi. Bunun üzerine ziyaretçiler ne

kadar ,söndürmese çalıştılar ise de bunu başaramadılar. Bunu seyreden ev sahibi: «Biz bunlan

kendimiz için' yakmadık. Hakk için yaktık ki, bunda da israf yoktur. Bunun için söndüreıtıezsiniz, Hakk'-

ın ışığını kimse söndüremez» diyerek, şu ayeti okumuş: «Onlar Allah'ın nurumı ağızlarıyla. söndürmek

isterler. Halbuki Allah kafirler istemese de nurunu tamamlayacaktır». (Saf, 8).

Burada kafirlere ve mÜllkirlere de işaret vardır. Onun için Allahü ,Teala onlara rağm mü'minlerin

ışıklarını ayakta tutmuştur.

Ondan sonra bu yolun yokusu günde bir defa yemek yer. Avamdan olanlar ise «Onların sabah akşam

nzıklan vardır» (Meryem, 62) ayetinee günde iki defa yemek yerler. Günde üç defa yemek

yemekisraftır. Şer'i şerifin dışındadır. Eğer bir insanin gücu kuvveti var ise 'savm-ı visal' yapması iyidir.

Yani iftar yapmadan. bir ikinci günün orucuna başlamak. Nitekim Hz. İdris (a.s,) tam onaltı yıl yeme ve

içmeden ayn kalarak Allah' a ulaşmayı başarmıştır.

Denilmiştir ki, bir kimse kırk günde bir yemek yerse ona melekut aleminin bütÜn sırlan açılır. İşte kırk

günlük çile doldurma işleminde buna benzer birçok fayda vardır. Nitekim bir hadiste: «Bir kişi kırk gün

üstüste sürekli Allah'a ihlasla ibadet ederse kalbine hikmet dolar ...» buyurulmaktadır. Buradaki

ihlastan maksat güzel bir itikad ve çokça zikirdir. Çünkü batıni şartlar olmadıkça, zahiri ortam

olmadıkça kalbe feyzin dolması mümkün değildir.

Uzlet Görüntüle

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 21:49

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

NECMEDDİN KÜBRA (K.S)

Uzlet: Bir insanın tıpkı bir ölü gibi inziva ve aynlık suretiyle insanlardan ayrı yaşamasıdır. Yani

insanlarla sohbet ve ülfetten çekinip ayrı bir hayat yaşamaktır. Bu ayrılık tıpkı bir ölünün hayattan

ayrılması gibidir. Çünkü bir ölü, akraba ve dostlarından -aralarına dünyada bir daha dönmernek üzere-

kesin olarak ayrılır. Salik 'gaybu'l-guyub'a yönelen kişidir. Bunun için bu dünyanın mal ve mülkünden

kendini arındırıp sadece Allah'ı düşünmelidir. Yar için ağyarın sohbetini bırakmalıdır. Çünkü hala ağyar

alemindedir. Eğer gerçekten Allah ile yar olabilirse başkasıyla sohbet ve ülfet ihtiyacını

hissetmez. Nitekim Ebu Yezid Bistami: «Ben otuz yıldır Hakk'la sohbet etmekteyim fakat halk da

kendisiyle sohbet ettiğimi sanıyor» buyurmuş'tur. Yani, Bistamı halkın batıni deruni hayatına, halk ise

onun dış görünüşüne göre hareket etmektedir. Kalp gözü açılmış (mükaşif) kişiler bir vadiden bakıyor,

gözleri örtülü (mahcub) olanlar ise bir başka vadiden bakmaktadırlar. Uzlet eden kişi demek aynı

zamanda susan kişi demektir. Çünkü uzlette olan kimse konuşacak birini de bulamayacaktır ve

susacaktır; susmak ise 'süluk'un şartlarındandır. Burada anlattığımmız uzlet, 'mürid'lerin uzletidir ki,

bedenle yapılır. Fakat 'muhakkik'lerin uzleti kalp ile yapılır. Uzlet ancak şu iki sebepten dolayı yapılır.

Ya halkın şerrinden, ya da onlara zarar vermekten korktuğu için ayrılır. İkinci sebep, birinciden daha

iyidir. Çünkü insanın kendi nefsinden şüphe etmesi başkasından şüphe etmesinden iyidir. Müridin

Page 6: Tasavvufta 10 ESAS

kendisini terbiye eden şeyhine yaptığı hizmet de uzlet hayatına dahildir. Yani uzletten dolayı şeyhinin

eğitimini ve hizmetini bırakmak gerekmez. Fakat buradaki şeyh için birtakım sebepler ileri sürülmüştür.

Hakk'a vasıl olmalıdır. Hakk' avasıl olan ise kamildir. Her mertebede müridin terbiyesine bakabilir. Aksi

takdirde müridin sülüku eksik kalır. Salik yol ortasında kalmış yolcuya benzer. Bir de mürşid, müridin

daimi mürebbisi (eğitimcisi) olmalıdır. Zaten mürid sülük hayatı boyunca karşılaşacağı zorlukları ancak

mürşid sayesinde aşabilir. Büyük mutasavvıflar demişlerdir ki: Sülük hayatında iki türlü derece

katedilir. Biri müridin mal ve bedenle hizmet etmesi, diğeri ise mürşidin müride kabiliyetine göre feyz

vermesidir. Nitekim Hz. Ebü Bekir (r.a) bu anlamda Hz. Resülullah'a hizmet etmiştir. Onun için mal ve

nefsini en çok feda eden Ebü Bekir'dir (r.a). Onun için ehlini ve ailesini terk etmiştir. Birçok yerde

kendini onun için tehlikeye atmıştır. Hz. Ali (k.v.) ise kabiliyeti miktarınca ondan ilim bakımından

yararlanmıştır. Buradan da anlaşılıyor ki, şeyh iki türlü olur. Biri müridin kendi terbiyesi için başvurduğu

şeyhtir ki, artık ondan başkasını arayıp intisab etmesi dôğru değildir. Diğer bir tür şeyh ise müridin

teberrüken ziyaret ettiği fakat kendisine hizmet etmek zorunda olmadığı şeyhtir. Bir de öyle şeyhler

vardır ki, sadece isimleri şeyhtir, fakat kendilerinin tasavvufi hallerden haberleri yoktur. Bunları ziyaret

etmek bile boşunadır. Binbir türlü sapıklık ve bid'atla dolu olan zamanımızın. birçok şeyhi gibi. Eğer

şeyh gerçekten faydalı olamıyorsa mürid, tekke ve tarikatı bırakmayıp, istifade edebileceği tarikat

arkadaşları bulmalıdır. Bunlar başka tarikata da mensup olabilir. Bu zatın da müşfik ve aynı zamanda

faydalı olması gerekir. Buradaki işfak yani şefkatli olmaya şu anlam verildi: Yanındaki müridlerin

yücelmesini kıskanmamak ve onların bir tehlikeye düşmesini istememektir. Buna ihvan fillah' denir .

Böyleleri zamanımızda çok azınlıktadır. Mürid bir ölü gibi olduğundan, şeyh de onu yıkayan . (gassal)

gibipir. Şeyh huzurundaki ölü (meyyit) üzerinde dilediğince tasarrurta bulunabilir: Mürşid kendisini bir

ölü gibi teslim eden müridi istediği gibi sağa sola çevirebilir. Mürid 'itiraz'ı terketmiştir. Çünkü eğer tam"

teslimiyet olmazsa o müridden ona hayır yoktur. Kısacası feyzin alınması için kalp yolundan bir irtibat

gereklidir. Çünkü iç dünyası karanlık, hizmet ve davranışları eksik olan, kimse, istenilen makama

ulaşamaz. Şeyh, meyyiti (mürid) velayet suyuyla bütün kirlerden ve sonradan oluşan pisliklerden

temizler. Velayet suyundan maksat ilahi feyizdir ki, velayet zincirine girmedikçe bunun insanın kalbine

akması imkansızdır. Çünkü burada velayetten maksat 'velayet-i hassa'dır, velayet-i amme' değildir.

'Ecnebiyet' ise insanın Allah'tan uzaklaşma-sıdır ki, cünüplük vb. hallerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de

«O'na (Kur'an'a) ancak temiz olanlar el sürebilir,. (Vakıa, 19) denilmiştir. Temizlik, cemibet ve kirlilikteli

arınmak olduğu gibi, dünyalık şeylerle olan ilişkileri kesmek ile de olur. Allah'a yönelmek için dünya ve

içindekilerden kendimiz uzak tutmamız gerekir." Bu, namaza durmak için cünüblükten uzak ve abdestli

olmak gibidir. İşte mürşidin müridine feyz "vermesi, onun kalbini eğitmesi, onu bu tün pisliklerden

temizlemesidir. Bu pisliklerin herbiri Allah'a ulaşmayı engelleyen birer manidir. Buradaki hüdus,

evvelive sonu olmayan 'kıdem'in zıddıdır. Salik'in peşinde olduğu şey ise 'Vacib-i Kadim'i seyretmektir.

Temiz olmayanın yani bu dünyevi makamları aşamayanların ise kutsal mekanlara ayak basması

imkansızdır. İşte burada da anlaşıldığı gibi sülük'un evveli sıfat-ı nefsaniyyeden, sonu ise gayriyyetten

uzaklaşmaktır. Bu sıfatlardan kurtulmadıkça Hakk Teala'ya ulaşmak, 'vucüb ve kıdem' alemine girmek

müşküldür. Nerede kaldı ki, sırtı ile tahakkuk ve zevki ile zevklenilsin. Uzletin aslı, halvet yoluyla beş

duyu organlarını bazı tas'arruflarından uzak tutmaktır. Bu organlar sayesinde çeşitli şekilde eşyayı

tanınz. Mesela kulak sesleri alıp kalbe ulaştırır. Onun için Şer'-i şerif bazı seSleri duymamayı

tavsiyeetti. Çünkü' bazısesler insarın Hakk' yolundan uzaklaşmasına sebep olur. Bütün duyu organları

kendince bu özelliği taşır. Uzlet ile ruh geçirdiği bela ve musibetlerle güçlenir.Nefis sıfatlarıyla disipline

edilir. Fakat aynı zamanda beş duyu organları vasıtasıyla ruhun nefse uyması ve esfel-i safilin

derecesine düşmesi muhtemeldir. Ruh nefis tarafından kuşatılıp sınırlandırılabilir. Hulasa nefis duyu

organları (havass-ı hamse) vasıtasıyla ruhu emir ve tasarrufu altına alıp vücut da ona hükme"der.

Nefis hükümdar gibidir. Sultan olan ruhu azledip kalbin tahtına oturur ve oradan hükmeder. Oysa

ruhun bedenle olan ilişkisi böyle olmamalıdır. Ruhun bedendeki fonksiyonu bedenin bütün görevlerini

üstlenmektir. Zaten enfüsİ ve afaki planda evrenin nizamı da böyledir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir

Page 7: Tasavvufta 10 ESAS

insana uyanlar eğer sapık ve anarşist ruhlu ise onu da kendilerine benzetirler, doğrudan ayırırlar.

Padişahlara ve sultanlara şuna benzer nasihatler yapılmıştır: «Devlet idaresine insanların en iyisini

getiriniz» ve «kim kurdu çoban yaparsa, koyunlara haksızlık etmiş olur» denilerek halkın idaresine ehil

insanların getirilmesini tavsiye etmişler. Aynı zamanda uzlet ve halvet yoluyla nefsin duyu organları

(mahsusat) üzerindeki tasarruf gücü de kırılmış olur. Yani bu şekilde havass-ı hamsenin faaliyetleri

üzerindeki nefsin tahakkümüne, dünyalık şehvet ve ihtiraslann esaretine son verilmiş olur. Böylece

nefis zayıflar. Nefsin zayıflaması da kalbin kuvvet bulması demektir. Heva, nefsin kendine uygun olan

işlere yönelmesi, şehvet ise aklın maverasındadır. Bunun için. denilmiştir ki: «Herhangi bir iş

konusunda alimlerle konuş, onların da özellikle akıllı alanlarıyla ... Yoksa o işi terk etmelisin. Çünkü

ehl-i şehvet ile bir şey müşavere edilirse O şeyin sonu mutlaka hüsran, ve yenilgi olur.» Bunun için

meleklerde sadece akıl vardır, şehvet yoktur.. Hayvanda sadece şehvet vardır. Ama insanda ise her

ikisi de vardır. Şehvet tabii ve süfli bir sıfattır. Akıl ise ruhani ve yüce bir sıfattır. İlmin neticesidir,

dolayısıyla ilim akıldan daha üstündür. İnsan çeşitli kuvvelerden mürekkebdir. Kimisi iyi, kimisi de

kötüdür. Bir sıfat iki mertebede iki isimle anılır. Mesela: Akıl ve ruh aslında birdir. Fakat tecridi itibarıyla

ruh, taalluk ve idrak itibarıyla da akıl denilir. İnsan şeref, kemal-i akl, ilim, kalp ve ruh yapısıyla insan

olur. Tersine insanlıktan çıkması ise nefis, şehvet ve hevasına uymasıyla olur. Çünkü çeşitli zıt

kuvvetleri bünyesinde toplayan insan, varlığındaki süfli duyguları bertaraf etmek zorundadır. İnsanın

fıtratındahayır ile şer, celal He cemal ve 'lütuf' ile 'kahır' gibi zıt kuvvetler vardır ki, bundan dolayı

insana 'kabzeteyn' denilmiştir. İşte insanın olgunlaşması ve tekamülü bu zıt kuvvetlerin çarpışmasıyle

olur. Meleklerde ve ehl-i cennet olanlarda ise bu mü cahede ve çarpışmaya gerek kalmamıştır. Çünkü

meleklerin, tabiati nurdandır. Cennet ise mücahede mahalli değil zevk ve sefa yeridir. Adem, (a.s)

imtihan edilip şer mertebesin de akıl ve hakikat dairesinde aşk ve muhabetle mükerrem kılındı. Çünkü

melekler ehl-i muhabbet ise de ehl-i aşk değildir.. Adem (a.s) ahve pişmanlık ehlidir, melekler ise

sadece tesbih ve temhid ehlidir. Bunun için melek Adem'in parçasıdır. Nitekim doktar hastasını tedavi

etmeye başlayınca evvela hastalığına zarar getirecek olan yiyeceklerden uzak durmasını tavsiye eder.

Böylece hastalığa sebep olan yolları kapatmış olur. Denilmistir ki: «Perhiz bütün tedavilerin başıdır.»

Salik'in halvete basladığı sırada nefsani şehevani hislerden arınması ve bunlardan uzaklaşması

gerekir. Mürşid-i kamilin, müridini manevi tekamül ve tedaviye alması böyle olur. Doktorun hastasına

birtakim yasaklar önermesi gibi. Bununla hastalığın önüne geçilmiş olur. Mesela bir insani zehirli yılan

soksa ya da köpek ısırsa bu hastalığın önlenmesi için hayvanların öldürülmesi gerekir. Ayni şekil

zararlı yiyeceklerden hasta korunmazsa iyileşmesi imkansızdır. Hindistan bölgesinde gibi bazıları

hastayı hiçbir sey yememek sure iyileştirmek isterler. Anadolu yöresinde yolu ile tedavi yapılırdı.

Mesela hazım için no hut ve benzeri şeyler yedirilirdi. Birinci metod daha etkilidir. Bundan sonra

hastaya müshil yedirilerek içindeki zararlı maddeler de atılırdı. Dolayısıyla bünye hastalığa karşı

savunma gücüne kavu şurdu. Böylece bünye eski halini alir. Çünkü bazı zararlı yiyeceklerin

galebesiyle vücud zafiyete ugramıştır. İnsan dört unsurdan oluşur. Toprak, su, hava ve ateş. Bu dört

unsurdan da çesitli tabii haller meydana gelmiştir. Sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet bunlardandır.

Bu ikinci dört unsurdandegişik unsurlar hasıl olmustur. Mesela kan, balgam, sevda ve safra gibi. Bu

tabii haller kullanıldığı miktar ve zamanına göre hastalık ve sihhate sebep olurlar. Bu zıt tabii hallerin

birbirine karşı galibiyet ve mağlubiyetine göre hastalıklara zemin olur. En doğrusu insanın bunları itidal

halinde tutmasıdır. Özellikle gençler bu gibi şeylere dikkat etmediğinden yaşlılıkta bunun kötü

sonuçları ortaya çıkar fakat bundan sonra ilaç da fayda vermeyecektir.. Böylece dünyayı ahu zar

içinde terk ederler. Bu anlattıklarımızda bize dersler vardır. Maddi hastalıklanmızdan manevi

hastalıklanmızı hatırlamamız gereklidir. Çünkü Hakk'tan uzaklaşmak gibi büyük bir hastalık yoktur.

Bunun tedavisi ise keşf ile ve tevhid-i efal ve sıfat ile hasıl olur. Bu da ancak bir maneviyat doktoruyla

mümkün olabilir. Burada perhizden sonra alınması gerekke müshilden, maksat sürekli ve uzun süreli

zikirdir. Nasil ki, müshil şerbeti bünyedeki bütün zararlı maddeleri söküp aıiyorsa, sürekli zikir aynı

şekilde kalpteki bütün tabii ve nefsani hastalıkları temizleyip müridin derununu hastalıklardan arındırır.

Page 8: Tasavvufta 10 ESAS

Çünkü masiva her zaman karanlığı, zikir ise nur ve ışığı temsil eder. Güneşin doğmasıyla karanlıktan

eser kalmadığı gibi zikir nuru geldiği zaman da şerden ve karanlıktan eser kalmayacaktır. Buna sabah-

i tecelli denmiştir. Zikir burada sürekli olmakla mukayyed kılınmıştrr. Çünkü arada kopukluk olan zikir

yeterli randuman vermez. 'İlk fetih' (kalbin, açılışı) kişilerde farklılık arz edebilir. Mürşidin kontrolü

altında on veya onbeş gün sürer. Bu, mürsidin gözetimi altında yapılmalıdır. Aksi takdirde kimse

kendisinin yükseldiğini veya düstüğünü anlayamaz. Son fetih ise on sene ve belki daha fazla bir

zaman alabilir. Çünkü bunda herbiri uzun süre alan merhaleler vardir: Tevhid, tecri tefrid, enfüs ve

afak. Bunların herbiri tertib tedric üzerine yapılmalıdır. Bütün bunlar uzun bir süre alir. Fena

makamından sonra kırk yıl sürebilir. Bundan sonra beka ile yirmi üç yıl ancak nihayetin nihayetine

ulaşmak mümkündür. Öyleyse birkaç keşf ve tecelli vakıasıyaşayan artık iş bitti sanıp, aldanmasın.

Burada yol çok uzundur.

Devamlı Zikir Görüntüle

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 21:48

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

NECMEDDİN KÜBRA (K.S)

Devamlı zikir, her seyi unutarak sadece Allah'ı zikretmektir. Kur'an-i Kerim'de: «Unuttuğun, zaman

Allah'i zikret» denilmiştir. Buradaki unutmak kelimesi Allah'tan baskasını unutmak anlamındadır.

Zikir devamli olmazsa munkati (kesik, devamsız) zikirle bir yere varılmaz. Bunun için ayette

Resülullah'a (a.s.) ibare yollu, varis-i Resül'e ise işaret yoluyla 'zikr-i' muttasil' (sürekli zikir)

emredilmektedIr. Hz. Aişe, Hz. Peygamberin halinden soranlara: "O her zaman zikrederdi" demiştir.

Büyük yelilerin ve özellikle Peygamberin her hali zikir sayılır. Çünkü onlar her ne halk ile içiçe olsalar

bile her an Hakk'ı düşünürler. Zikrin gayesi ise kalbin huzur bulmasıdır. Dilin deveranetmesi değildir.

Zikredenin masivayi unutmasi bir ölünün dünyadan kopması gibidir. Bu 'iradi' ölüm' eğer 'tabii ölüm'

gibi olmazsa nefsi ile zinde kalmış olur mürid. Nefis ile zinde olan kişi ise kendini masivanın ve nefsin

zikrinden alıkoyamaz.

Burada devamlı zikirden maksat ehl-i ZIkrin dil ile yaptığı zikirdir. Sesli zikrin (zikr-i cehri) çok faydası

vardir.. Zikr-i cehrinin gayesi Allah'ı nefse duyurmaktır. Çünkü nefis sağırdır ve bağırmaya muhtactir.

Yoksa buhun amacı Allah'a duyurmak değildir. Onun için uzak-yakın. sesli-sessiz farketmez. Sesli

zikre müdahale eden, onu iyi görmeyen, aksine onu gereksiz görenler tasavvufun makamlarından ve

sırlarından habersizdirler. Bizim muhatabımız ise bilmeyenle değil alimlerdir.

Müshile benzetilen zikir "La ilahe illallah" keIime-i tevhididir. Bu kelime 'nefy' ve 'kabul'den mürekkeb

bir ilaçtır.

Bu Kelime-i Tevhid tıpkı bir macun gibi çeşitli tedavi edici unsurlar ihtiva ettiğinden zikirlerin en

faziletlisidir. Allah, Allah veya Hu, Hu şeklinde yapılan zikirden daha faziletlidir. Çünkü bu gibi isimlerde

birlik vardir. Fakat Kelime-iTevhid çift yönlü bir zikirdir. Hem nefy, hem de inkar vardır. O'nun için 'vird-i

leyli' geceye ait zikir) olması uygundur. Gecede de birlik tek renk hakimdir her yerde. Fakat Kelime-i

Tevhid'de kesret vardır. Dolayisiyla 'vird-i nehari' (gündüze ait zikir) daha önemlidir.

'Nefy' kısmı, kalbi hastalıkları doğuran, ruhu habseden, nefsi, hayvani ve sehevği sıfatların güçlendiren

kötülükleri yok eder.

Page 9: Tasavvufta 10 ESAS

Yani Kelime-i Tevhid'deki nefy kısmının özelliği kalbi hastalıkları güçlendirmektir. Bir de ruhu

habsetmektir. 'En yüce sultan' olan ruha bu yakışmaz. Çünkü onu habsetmek onu zincire vurmak

gibidir..

Nefsin kötü sıfatları ise cahillik, cimrilik, korkaklık, nifak, haset, kibir, kendini beğenmişlik, iki yüzlülük,

asırı mal sevgisi gibi özelliklerdir. Bunların hepsi de cehennem kapısını açmaya. yöneliktir.

Hayvani ve şehevani istekler ise çok yemek, çok içmek, çok uyumak ve cinsel ilişkide bulunmaktır.

Bunların hepsi de rezil alışkanlıklardır.

Bunlan Kelime-i Tevhid'deki 'la' nefiy edati ile süpürmek gerekir.

Kelime-i Tevhid'in nefy edatıyla baslamasının sebebi budur. Buradaki hikmeti anlayamayanlar Kelime-i

Tevhid'in nefyle başlamasını garip karşıladılar.

İsbat ise kalbin sihhatini ve selametini korur. Böylece onu bu rezil huylardan kurtarır. Kişinin asıl

kimliğinden sapmasını önleyerek ahlakında ve hayatında iIahi nur'un hakim olmasını sağlar.

Kalb esas itibariyle salim ve saf bir haldedir. Çocuk doğduktan sonra kalbin yine aynı şeklini almasi

için ilahi feyiz gereklidir. Öyleyse bu hastalıklar kalbe sonradan bulasmaktadırlar. Nitekim hadis-i

serifte: Her çocuk fitrat üzere doğar. Daha sonra anne babası onu Yahudi, Hiristiyan veya Mecusi

olarak yetistirir. (Buhari). Yani her doğan insan mu'tedil bir fitrat ile doğar. Onun kalbinde bir fikrin veya

dinin galip gelmesi imkansızdır. Fakat kalbin sürekli bu hal üzerine bırakılmasi onun tabii halinin ruhi

haline galip gelmesini sağlar. Bunun devamı ise insani hayvan ve belki de şeytan şekline sokabilir.

Fakat yukarida 'macun' olarak vasıflanan Kelime-i Tevhid'in sürekli zikredilmesiyle kalbin ıslahı ve

ruhani mizacının galip ve baskın gelmesi sağlanmış olur. Aslında Allah'ın zat'ında vahdet-i vücuttan

baska bir nesne olmadığı halde küfrün şüphe, ve evhamlarını defetmek için Kelime-i Tevhid'e nefy

edatı da dercedildi. Çünkü sülukun ilk yıllarında salikte de böyle vehimler olabilir. Kendisinde 'isbat'

hali galip olan meczub kimseler sadece Allah, Allah,. diye zikrederler. Mesela: Şeyh Sibli (k.s.)'la'nin

verdiği iztrap ve vahsetten ürktügü için sadece Allah, Allah' diye bağırırdı ve zikrederdi.

Böylece ruh, Hakk'ın şahitleri, zat'ının ve sıfatlarının tecellisiyle aydınlanır. «Yeryüzü Rab.. nuru ile

aydınlandı ...» (Zümer, 69) ve böylece onun sıfatı olan karanlık ve körlük ise yok oldu.

'İllaIlah' kelimesinin isbati dolayısıyla insan kalbi merkez olmak üzere ruh da şevahid-i Hakk ile yani

ilahi nur ve zat ve sıfat-ı Hakk ile süslenmiş oldu. Nur elbisesini giydi. Yeryüzü de bu nurun varılğıyla

aydınlandi. Karanlık sıfatı yeryüzünden silindi. Yani gecenin gelmesiyle yeryüzünün karanlığı tamamen

kabul etmesi gibi nefsani sıfatların galip gelmesiyle vücud sathi da karanlığı kabul etti. Güneş

doğduktan sonra, yani kalpte ilahi nur tecelli edince bütün karanlıklar kaybolup gitti. Bu ilahi nur önce

kalbe ve ruha daha sonra da kulun cesedine nüfüz eder. Böylelerinin cesetleri kabir'de bozulup

tefessühe uğramaz. Gece namazına (teheccüd) kalkanların durumu da böyledir. Ehl-i teheccüd

olanlardan tecelli sahibi olanların nurunun diğerlerine de geçmesi mümkündür. Kısacasi Allah'ın

nurunun tecellisiyle bir insandaki bütün karanlik sıfatlar yok olur,silinir gider. Allah'ın sıfatlarının tecellisi

eşyada belirmeleridir. Suya 'muhyi' denmesi gibi. Aslında bu ilahi bir sıfattir. Bu, ilahi sıfatın suya

yansımasıdır. Bu, bütün eşya için geçerlidir. Dolayısıyla bütün her şeyde zati hayat vardır. Fakat

gözleri ve kalbi perdeli olanlar bunu sezemezler. Yunus Emre ne güzel söylemiş:

Yitirdim Yusuf'u Ken'an ilinde

Yusuf bulundu Ken'an bulunmaz

Page 10: Tasavvufta 10 ESAS

Yani kesreti temsil eden Ken'an ilinde vahdet olan Yusuf kayboldu, bulunmaz. Fakat aradan Ken'an

kalkınca vahdetten başka bir şey bulunmaz. Görünen sadece O'nun zatının ve sıfatlarının tecellisidir.

Kamil insan bunu sadece eşyada görmez. Aynı zamanda kalbinde de hisseder. Bu seviyeye

ulaşanlarda sapıklık ve ilhad gibi seyler düşünülemez. Onlar bilakis ehl-i sünnet inancı, şeriat, tarikat,

marifet ve hakikat mertebelen üzerindedirler. Fakat böyle insanların çevresindekiler bunun farkına

varamazlar. Bu mertebede bulunmayanlarda ilhad ve çeşitli sapıklıklar bulunabilir.

Her mertebenin ayrı ayrı zikir usulleri vardır. Bunu ancak ehil olanlar kavrayabilir.

«Yerin baska bir yer, göklerin baska bir gök olduğu o günde Kahhar olan Allah'ın huzurunda bütün

insanlar toplanacaklardır» (İbrahim. 48>.

Yani Kıyamet Günü'nde yer ve gök degişip baskalaşacaktır. Aynen bunun gibi küçük alem sayılan

insanda da buna benzer değişiklikler olacaktır. Çünkü bambaşka olan o alemde abdes bozma, def-i

hacet, kadınların bazi özel halleri vb. olmayacaktır. Dolayısıyla insanin ilk hali sonraki haline

benzemez. Çünkü insan 'makam-i evedna'dan (Necm, 9) döndükten sonra Hakk'ın elbisesine bürünür.

Buna 'celvet' denir. Bu aşamada insan, beşeri özellikleri itibanyla görünür ve insanIar arasında

yaşarlar. Hakikatları itibarıyla da görünmezler. Halktan uzak gayb aleminde yaşarlar. Bunun için

bunlara 'guraba-i hakikiye' derler. «Vahid ve Kahhar olan Allah'a döneceklerdir» denilirken insanların

değişeceği ve her şeyin aslına döneceği ifade edilmektedir. Her şeyin aslında olan zat zuhur edecektir.

Bütün eşyanın ve masivanin geçici oldugu ortaya çıkacaktır. « O'na döndürüleceksiniz» (Bakara, 28).

Bedenler böyle değisecek fakat ya ruhlar hasıl değişecektir şeklinde gelen bir soruya ise cevabımız

şöyledir: Ruhun da iki yönü vardir. Zahir olan yön ki, bu hadistir. İkincisi zahiri ve kadimdir. Arş ve

Kürs'üye yükselen ruhlar için fena olmak, yok olmak yoktur. Alem-i ervaha yakın olan şeyler de

ruhların hükümlerine tabidir. Buna da 'beka' denir. 'Fevka'l-arş' dediğimiz mekan, filozofların dediği gibi

'ne boştur ne de dolu' (La hala ve la mela) değildir. Bilakis burası 'mela' alemidir ki, bu da ruhlar

alemidir.

Eğer sen gerçekten gönül ehli isen seni çok önemli bir konuda uyardım. Beni zikrediniz, Ben de sizi

zikredeyim ...» (Bakara, 152) ayetinde zikredenle zikredilen yer değiştirmektedir, içiçe girmektedirler.

Zikreden kişi zikirde fena bulmaktadır.Zikredilen ise zikredeni yerine baki olmaktadir. Zikredeni

istediğin zaman mezküru, mezküru taleb ettiğin zaman ise zikredeni. Beni gördüğün zaman O'nu

görmüş olursun, O'nu gördüğün zaman ise beni görmüş olursun.

Yukarıda geçen ayet-i kerimede zakir mezkür dolaşımlı bir şekilde yer değiştirmektedirler. Bu da

zakirin mezkürda yok olması, mezkürun da zakirin halifesi olmasıdır. Dolayısıyla birbirine ayna olmuş

durumdadırlar. Hangisini görmek istesen diğerine rastlarsın. Buna nafile ibadetler hakkındaki hadis-i

kudsi de işaret eder. "... Ben onun gözü ve kulağı oldum" Hazret-i Resülullah (a.s,) , «Allah (c.c,)

kulunun ağzından: "Allah kendisine hamdedenleri işitti" buyurmaktadırlar. Cüneyd'i Bagdadi'ye, "arif

kimdir» diye sormuşlar. O da: «Suyun rengi binin rengidir», diye cevap vermiştir. Aslında suyun, sesin

ve ışığın rengi yoktur. Fakat kırmızı bir camdan geçen ışığın rengi de kırmızı olur. Aynı şekilde su da

ışık da bulundukları rengini alırlar.

İşte tecelli de bu şekilde olmaktadır. Allahinsana bulunduğu renkte ve şekilde görünür. Onun belirgin

rengi yoktur. Ahirette de insanlar, O'nu inandıkları gibi göreceklerdir. Yani' görünen, onların

itikadlarıdır.«Allah'ı (c.c) yaratıklar gibi düşünüp alğılayanlardan olma. Çünkü bu bir sapıklıktır. Bu

benden sana bir irşatır.»

Page 11: Tasavvufta 10 ESAS

Tamamen Allah'a Yöneliş (Teveccüh) Görüntüle

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 21:46

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

Tamamen Allah'a Yöneliş (Teveccüh)

* Görüntüle

* Düzenle

seyyahin tarafından Çar, 06/13/2007 - 13:57 tarihinde gönderildi.

* Tasavvuf'un On Esası

TASAVVUFUN ON ESASI

NECMEDDİN KÜBRA (K.S)

Tamamen Allah'a yönelmek demek O'nun dışındakilere çağıran her seyi tıpkı bir ölü gibi terk etmektir.

Burada salik, sadece Allah'i ister. Onun dışında ne bir mahbub, ne matlub ve ne de bir maksadı vardır.

İnsanın Allah' a yönelişi bir insanın öldükten sonraki eşyaya karşı olan tavrına benzetiliyor. Gerçekten

böyle olmazsa insan kendisini tamamen O'na veremez. Onun için hiçbir şeye karşı ilgi ve istek

duymak yoktur artık. Buna çocuk, kadın, mal hatta Kabe ve benzeri yerleri ziyaret etmek bile dahildir.

Kısacasi salik'in kendini masiva ile olan her türlü ilişkilerinden koruması gerekir. Hatta zahiri ve batını

ilim ve kanunlardan bile kalbini tecrid etmesi gerekir. Çünkü zahiri ilim salik'in dünyası, batıni ilim ise

onun ahireti gibidir. Dolayisiyla süfinin kendini dünya ve ahiret ile olan ilişkilerinden kurtarıp tamamen

Allah'a tahsis etmesi gerekir.

Bu mertebedeki birine bütün peygamberlerin ve velilerin makamları kendisine teklif edilse onlara bir an

bile iltifat etmez, ilgi göstermez. Çünkü (manevi) makam, mevki aşkı ve ilgisi insani Allah'a giden

yoldan alıkoyar. Bunun için salik kendini bu gibi düsüncelerden ve belki de Hakk'ı bile istemekten

hazer etmek gerekir. Çünkü cenab-ı Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de: "Allah sizi kendi nefsinden

sakındırır " (AI-i İmran, 28). Çünkü Allah'ı sevme bile O'na giden yolu kesen bir garaz olabilir. Buna

çok dikkat etmek gerekir. Allah'ı istemede bir ikilik (ortaklık ve insanın kendi enesini de hesaba

katması) olabilir. Fakat ehl-i tevhid bu çeliskiye asla düşmez. Bu inceliği kavrayamayan nice salik

gayeye ulaşmayı başaramadı.

Bu konuda Cüneyd-i Bağdadi (k.s.) şöyle der: Sıddık bir insan binlerce yıl Allah'a müteveccih durumda

olup da O'ndan bir an bile yüz çevirirse kaybettiği kazandığından daha fazla olur.

Burada zikredilen sıddık 'arif' anlamında alınmıştır. Yoksa sıddık makamına ulaşan seden -bir an bile

olsa- Allah'tan yüz çevirmesi düşünülemez. Cümle farazidir. Bunun için şartedatı kullanılmıştır. Bu

makama ulaşanlar genellikle katettikleri seviyeyi sabit tutarlar. Yaşanan hertasavvufi hal bir öncekinin

üzerine bina edilir. Her zaman bir önceki mesafeleri ihtiva etmektedir.Akl-ı evvelleden insan durumuna

gelene kadar böyledir. Bir sonnraki mertebe her zaman bir önceki mertebeden daha kapsamlıdır.. Bu

son mertebenin olmasi için ilk mertebe (mertebe-i safile) nin olması gerekir. Yoksa böyle düşük

mertebelerin yaratılmasi abes olurdu. Bütün mertebeleri bünyesinde toplayan insan onun için

Page 12: Tasavvufta 10 ESAS

üstündür. Nitekim Hz. Peygamber kendinden önceki peygamberlerin, özelliklerini taşıdığından dolayı

onlarla eşit olduktan sonra onlardan üstün kılan bazı dereceler de edindi. Harflerde de bu durum

vardır. 'Huu' iki farklı derecede olan harflerden olusmaktadır. «He» harfi harflerin çıkış yerlerinden olan

boğazın en sonundan çıkar. İkinci harf olan «vav» harfi ise en son çıkış yeri olan dudaklardan,

çıkmaktadır. Böylece bir insan Huu' deyince bütün harfleri zikretmis olur. Mutasavvıflar bunun için

zikirde vird olarak 'Huu' çekerler. Çünkü bununla bir insan bütün harferin ve çıkış noktalarının

üzerinden geçeceğinden Cenab-ı Allah'ın bütün isimlerini zikretmiş olacaktır. Her ne kadar bazi zahiri

alimler bunun bir zamir olduğunu ve dolayısıyla anlamsız bir vird olduğunu söylemişler ise de bu

mesele onların bildiği gibi değildir.

Sabır Görüntüle

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 21:42

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

NECMEDDİN KÜBRA (K.S)

Sabır, nefsin isteklerinden tıpki bir ölü gibi uzak durmaktır. Ve bu mücahede ile yapılmalıdır.

Yani nasil ki, bir ölünün nefsi istekleri kalmıyorsairadi ölümde de kalmamasi gerekir.

Yalnız buradaki mücahede, nefse karşı onun isteklerini yapmamakla ve istemediklerini yapmakla

mücadele etmektir. Mesela nefis vahdeti istemez, daha çok kesreti ve çesitliliği ister. Bunun için ehl-i

heva olanlar bir yerde durmazlar. Vakitlerini gayr-i mesru sohbetlerde geçirirler. Sürekli pis ve necis

sözler ve gazeller söylerler. Nitekim bu durumu açıklayan bir hadis vardir: «Cennet'in etrafı sıkıntı ve

güçlüklerle, Cehennem•in ise istek ve hazlarla doludur.» (Buhari) İste mü'minlerin bu konuda dikkat

etmesi gerekir. Kalplerinin hangi tarafa meylettiğini ve bazi insanların Cennet' e bir akçe ile girmek

yerine Cehennem'e bin akçeyle girmeyi nasıl terkettiklerini görmek için.

Nefsin isteklerini ve ülfette bulunduğu şeyleri ona vermeyerek doğru ve güzel bir yol üzerine sebati

ancak bir şekilde mümkündür. Nite- Kur'an-i Kerim buna şöyle temas eder: «Onlardan, sabrettikleri için

sizlere dogru yolu gösteren önderler yetiştirdik. Onlar ayetlerimizi de yakinen biliyorlardı» (Secde, 24).

Böyle bir yola girdikten sonra önemli olan sebattir. Bir insanin tevbe etmesi güzel bir şey fakat o hal

üzerinde devam olmadıktan sonra bu tevbe anlamsızdır. Ayni şekilde tarikata girmek de gaye değil

vasıtadır. Tarikatta sebat eden ancak gayeye varabilir. Nitekim yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadir:

'Rabbimiz Allah'tır' dedikten sonra doğru yolda devam edenler ...» (Fussilet, 30). Yani, sadece

'Rabbimiz Allah'tır demek yetmiyor; bunda devam etmek gerekir. Bunun için Allah (c.c) sabır ve sebat

ile mukayyed kıldı.

Murakabe Görüntüle

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 21:41

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

Page 13: Tasavvufta 10 ESAS

NECMEDDİN KÜBRA (K.S)

Mu'rakabe,müridin her türlü havl (değişim ve kuvvetten bir ölü gibi kendini tecrid etmesidir. Buradaki

degisim '(havl), Allah'in emriyleolan değişiklik demektir. Bunun için duada şuifade kullanılır: "Ey

değisenlerin ve değişikliğin sahibi Allah..." Bununla her türlü değişikligin sahibiolarak Allah'ı kabul

etmek demektir. Kendi değişikliklerin ve degişimlerin dışında bırakmaktır. Kuvvet sıfatı da böyledir.

Zaten Allah 'ın bir ismi de Kavi'dir. Kocaman ve son derece ağır degirmen taşı bu ismin tesiriyle ve su

taşıyla döner. Taşın dönme kabiliyeti var, fakat bu ancak su ile yapılabilir. Murakabe bir mevhibe-i-

ilahiyedir.

Bu hibede ise her salik'in kendine düşen payı vardir. Başkalarının bu konudaki mertebesine talib

olmak himmtte kusur sayılır. Bunun için nefahat-i ilahiye'ye sarılmak gerekir. Bunun için Hz.

Peygamber (a.s.) söyle dua ederdi:« Ya Rabbi! Senden mağfiretine sebep olan en güzel ameli

isterim». Bunun için «ağlamayan çocuğa erne verilmez» atasözü• meşhur olmustur. Denilmiştir: ki,

amel merdivenin basamaklarıdır. Nasil ki, merdiven basamaksız çıkılmazsa amelsiz gayeye vasil

olmak da imkansızdır.

Murakabe halinde olanların şu vasıfları taşıması gerekir:

Masivadan yüz çevirmek:

Saliklerin buna dikkat etmeleri gerekir. Çünkü masiva Hakk'a yönelmeyi engeller. Buna dikkat etmeyen

niceleri yarı yolda kalmışlardır. Bunun için demislerdir ki: «Malını seven fitneye düsmüş, çoluk

çocuğunu seven aldanmış ve halini seven de mecnun olmuştur». Bunun içinsalikin bunlara çok dikkat

etmesi gerekir. çünkü her an masivanin sekline aldanıp yolda kalabilir.

O'nun aşkının deryasına dalmak:

Bütün deryaları geçip O'nun aşkının deryasına varmaktır. Nitekm Mecnun mecazi aşki tattıktan sonra

gerçek aşkı, Hakk'ı bulur. Aslında insanın bütün hareketleri O'nun aşkından şudur eder. Bunun için

ehl-i Hakk'a ta'nda bulunmak hata ve belki de küfürdür. O'na kavuşma özlemini duymak:

İştiyak muhabbet üzerine bina edilen bir durumdur. Bu durumda kişi O'na kavuşmak arzusuyla

efsunlanır. O'nun huzurunda ağlamak:

Ehl-i murakabenin huzur-i ilahide şevke gelip ağlaması onun vuslata olan aşkındandır. Bunlar sevinç

gözyaslarıdır. Bu gözyaşları soğuktur. 'Firkat' dolayisiyla akan yaslar ise sıcaktır. Çünkü kalpteki ateş

onları da ısıtır.

Sadece O'na güvenir.

Allah'in lütfu için yine O'nun lütfunu ister.Çünkü kendine yardım eden ona yol gösterip dergahiha kabul

eden yine O'dur.

Sadece O'ndan yardim diler.

Salik 'Senden Sana sığınırım prensibince Allah'ın yardımı için yine O'nun yardımını, O'nun kahrından

sakınmak için yine O'nun yardımını ister. Tıpkı bir çocuğun annesinde dayak yerken bile 'anne' diye

bağırması gibidir bu. Bütün bu sifatlari kendisinde bulunduran salik için Cenab-i Allah hiç kimsenin

kapatamayacağı azap kapılarını kapatır. Öbür taraftan hiç kimsenin kapatamıyacağı rahmet kapılarını

açar.Ebrar için hasenat olan sey vardir ki, 'mukarribin için seyyiattir. Kur'an-i Kerim'de: "Güzel amelde

Page 14: Tasavvufta 10 ESAS

bulunanlara daha güzel karşılık vardır, ki (Yunus, 26)." Bu ziyadelik Allah'ın ikramıdır. "Bu Allah'ın bir

lütfudur, istediğine verir, (Maide, 54) buyurulmaktadır.

Buradaki 'fazlalık'tan maksat Allah'ın (c.c,) lütuf ve iyilikleridir. Bunun en yüksek ve yücesi"

rü'yetullahtir. Yani Cemal-i ilahi'yi temaşadır. Allah bunu dilediğine verir demekten maksat ise

'mukarribin'dir. Bunlar Allah'ın hass kullarıdır. Ahirette de cennetin en üst mertebesi plan 'Firdevs'

cennetine konulacaklar, burada peygambere komşu olacaklardır. Bu komşuluk dünyadaki manevi

bağın bir devamıdır.

Rıza Görüntüle

What links here

Pzt, 12/03/2007 - 17:46

Ana Başlıklar:

o Tasavvuf'un On Esası

NECMEDDİN KÜBRA (K.S)

Riza, nefsin isteklerinden tıpki bir ölü gibi kendini tecrid ederek, hiçbir itiraz ve münakaşada

bulunmadan Allah"in ezeli tedbirlerine teslim olmaktır.

Bu konuda tartışma ve kavgaya gerek yoktur. Çünkü Hakk'ın ilmi, kulun akIından geniştir. Hakk

herkesin istidadına göre ezelden takdir etmiştir. Bunun için kula düsen vazife teslimiyet ve kabul

etmektir. Yoksa red ve itiraz değildir. Nitekim bir hadis-i kudside: «Her şeyide Ben takdir ettim, Ben

tedbir aldım ve her şeye Ben hükmettim. Kim buna rıza gösterirse Benden kendisine rıza vardır, kim ki

aksilik yaparsa Benden aynısını bulur», denilmiştir.

Bazi sufilerin «bütün islerimi mabuduma haveIe ettim, O dilerse beni yaşatır, dilerse öldürür demeleri

gibi.

Böyleleri yanında lütuf ile kahır arasında bir fark yoktur. İkisinde de mahbubun etkisi olduğundan

aradaki perdeler ortadan kalkınca her şeyin aslında ayni olduğu görülür.

Kim bu dünyanın perdelerinden ve karanlık vasıflarindan sıyrılarak iradi ölümü tadabilirse Allah onu

kendi yardımıyla tekrar diriltir. Nitekim Kur'an-i Kerim'de: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine

insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse karanlıklar içine kalıp çıkamayan kimse gibi

olur mu? ..» (En'am, 122)şeklinde bu sınıftan bahsedilir.

'Iradi ölümden' sonra meydana gelen bu hayata 'hakkani hayat' denir. Fani cesed akıp eriyip yok

olunca, baki çıkar ortaya. Ve artik bakininhükmü geçerli olur. Ayetin tefsirini Şeyh Necmüddin Kübra

şöyle yapmaktadır: Yani biz onu 'enaniyetin' kati ve karanlık çukurlarından alıp kurtarır, kendi rabbani

vasıflarımızla diriltir ve yüceltiriz.

Onun bu zulmet çukurundan kurtarılması ağacın yeni bir meyvaya aşılanması gibidir. Ağacın verdiği

meyvalar degişiktir. Artık ağaç bambaşka bir ağaçtır.

Daha sonra ona cemalimizden bir nur ,veririz ki, soo o sayede insanlararasinda yürür- ve ai,n hallerini

müsaJiede eder.Ehl-i feraset sahibi bir mü'minin mertebeleri söyledir:

Page 15: Tasavvufta 10 ESAS

1 - İman: Avam seviyesindeki mü'minlerin halidir. Bu mertebe bir ağacın çiçeği gibidir . 2 - Velayet:

Hass mü'minlerin halidir. Bu mertebeye 'ihsan' mertebesi de denir. Ağacın mertebesi gibidir bu. Zaten

iman ve amel-i salih ile müşahede makamı kastedilmektedir.

3 - Nübüvvet: Ehassu'l-havass mertebesidir. Bu da meyvanin özü gibidir.

4 - Risalet: Bu da 'hülasa-i ehass, veya 'dehn-i lübb' gibidir. Yani özün özü.

Bu saydigimiz mertebelerden ilk ikisi kesbidir, insanin kendi mücahedesiyle elde edebileceği

mertebelerdir.

Üç ve dördüncüsü ise vehbidir. Allah'in istediği kullarına verdiği mertebelerdir.

Her veli de bir yönüyle öz sayilir. Fakat Hz. Peygamber'e göre dis ve kabuk sayilir. Bu mertebenin en

yücesi de Hz. Muhammed'e aittir.